|
On seneye yakın uzlet ve halvet hâlinde, ya’nî insanlardan uzak, yalnı
z yaşadım. Bu zemân içinde sayamıyacağım birçok sebeblerden dolayı,
ba’zan zevkle, tadarak, ba’zen aklî delîl ile, ba’zan da îmânımla anladı
m ki, insan, beden ve kalbden yaratılmışdır. Kalbden maksadım, ölülerde
ve hayvanlarda da bulunan yürek değil. Allahü teâlâyı tanımaya mahsûs
rûhun hakîkatidir. Bedenin bir sıhhat hâli vardır ki, se’âdeti ona bağ-
lıdır. Bir de hastalık hâli vardır ki, helâk olmasına sebebdir.
Kalbin de sıhhat ve hastalık hâli vardır. İnsanlar için, [Şu’âra sûresi,
89.cu âyetinde meâlen], (Ancak selîm ve pâk bir kalb ile Allahın huzûruna
varanlar kurtulur) buyurulmuşdur. Kalbin hastalığı da vardır ki,
insanın dünyâda ve âhıretde ebedî helâkine sebeb olur. Allahü teâlâ
Kur’ân-ı kerîmde [Bekara sûresi, 10.cu âyetinde] meâlen, (Kalblerinde
hastalık vardır) buyurdu. Allahü teâlâyı tanımamak öldürücü zehrdir. Nefsin
arzûlarına uyarak, Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, kalbi öldüren
bir hastalıkdır. Allahü teâlâya itâ’at ise, kalbi diriltir. Nefsin arzûlarına muhâlefet
ederek tâ’atde bulunmak, kalbin hastalığına şifâ veren ilâcdır. Beden
hastalığını gidermek, ilâclarla tedâvîye bağlı olduğu gibi, kalb hastalığı
nın tedâvîsi de bir takım ilâclarla mümkindir. Bedenin tedâvîsi için
kullanılan ilâcların te’sîrleri, akl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüv-
vete mahsûs özelliklerle varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden
gelen bilgilere sâhib olan tabîbleri taklîd etmek lâzım olur. Bunun gibi,
bana zarûrî bir ilm olarak ma’lûm oldu ki, Peygamberler tarafından mikdârları
belli edilen ibâdet ilâclarının da te’sîrleri, akl ile idrâk olunamaz.
Bunları akl ile anlamaya uğraşmamalıdır. Nübüvvet nûru ile idrâk eden
Peygamberleri taklîd etmek, emrlerine uymak lâzımdır. İlâclar, çeşidleri
ve mikdârları başka başka olan, çeşidli maddelerden yapılır. Bir kısm maddeler,
diğerlerinin iki katı olur. Bu sebebsiz değildir. Özelliklerine göre, böyle
olması îcâb eder. Kalb hastalıklarının ilâcı olan ibâdetler de, böyle mikdârı
ve çeşidi değişik olan hareketlerden ibâretdir. Secde, rükü’nun iki katı
dır. Sabâh nemâzı, ikindi nemâzının yarısı kadardır. Böyle olmasında ilâhî
bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nûruyla anlaşılabilen bir özellik cinsindendir.
İbâdetlerin bu durumları için, akl yoluyla hikmet ve sebeb
arayanlar veyâ bu özelliklerin ilâhî bir sırra dayanmadığını, tesâdüfen bir
şey olduğunu zan edenler, ahmaklıklarını ve câhilliklerini ortaya koymuşlardı
r. İlâclarda onları meydâna getiren bir takım temel maddeler vardı
r. Bunlar, temel unsûrlar sayılır. Bir de ilâcları hâzırlarken, ba’zı husûslar
göz önünde tutulur. Bunlar da ilâcların temel maddelerinin te’sîrini göstermesi
için, yardımcı maddelerdir. Bunların da herbirinin ayrı bir yeri vardı
r. Bunun gibi, sünnetler ve nâfileler asl rüknleri (farzları) temâmlayıcıdır.
Hülâsâ, Peygamberler, kalb hastalıklarının tabîbleridir. Aklın fâidesi
ve işi, bize Peygamberleri tasdîk ve şehâdet etdirmekdir. Nübüvvet
nûruyla idrâk edilen sırları anlamakdan âciz olduğumuzu i’tirâf etdirmekdir.
Bizi elimizden tutup, körleri rehberlerine, şaşırıp kalmış olan
hastaları şefkatli tabîbe teslîm eder gibi, nübüvvete teslîm etmesidir.
İşte aklın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz.
Ancak tabîbin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu mes’eleler; halk
arasından uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde âdetâ gözle görür
gibi kesin ve zarûrî bir tarzda anladığım mes’elelerdir.
Diğer tarafdan, nübüvvetin var olup olmadığı ve mâhiyeti husûsunda,
Peygamberlerin bildirdiği hükmlerle amel etmekde, insanların i’tikâdı
nın za’îşediğini gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın hâlde oldu-
ğuna şâhid oldum. Halkdaki gevşekliğin ve îmân za’îşiğinin sebeblerini
araşdırdım ve buldum. Bunlar dört sebebdir:
Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgûl olanlardan kaynaklanan sebebdir.
İkincisi: Tesavvuf yoluna mensûb olanlara dayanan sebebdir.
Üçüncüsü: Ta’lîm iddi’âsına (İsmâ’îliyyeye) mensûb olanlara dayanan
sebebdir.
Dördüncüsü: Halk arasında âlim diye tanınmış kimselere dayanan
sebebdir.
Bir müddet de halkın durumunu araşdırdım. Dînin emrlerini yerine
getirmekde kusûr edenlere, bunun sebeblerini sordum. Niçin şübhe etdiklerini,
i’tikâdlarını ve kalblerindeki düşüncelerini araşdırdım.
Böyle kimselere: Niçin dînin emrlerini yapmıyorsun? Eğer âhırete inanı
yorsan ve hâzırlanmıyorsan, onu dünyâ karşılığında satıyorsan, bu hâl
ahmaklıkdır. Çünki sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor da,
ebedî âhıret hayâtını, bu geçici dünyâya karşılık değişiyorsun. Eğer âhı-
rete inanmıyorsan, îmânın yok demekdir. Îmâna kavuşmak için derhâl tedbîr
al, nefsine hâkim ol. İçinde saklı olan küfrün sebebini araşdır. Gerçi
sen kalbinde saklı olan küfrü açıkca söylemiyorsun. Sâdece, kendini
îmân sâhibi ve dîne bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak fâidesizdir,
diyordum.
Ba’zısı buna şöyle cevâb veriyordu: Dînin emrlerini yerine getirmek
husûsunda âlimlerin bizden dahâ çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fazîletli diye
şöhret bulanlardan falan kimse, nemâz kılmıyor. Falan kimse, şerâb
içiyor. Falan, vakf ve yetîm malı yiyor. Falanca da harâmlardan sakınmı-
yor. Bir diğeri de rüşvet alıyor ve sâire.
Diğer bir şahs da şöyle dedi: Ba’zı kimseler, tesavvuf ilmine ve hâllerine
vâkıf olduğunu söyleyerek, tesavvufdan dem vuruyor. İbâdet etmeye
hâcet bırakmayan bir makâma yükseldiğini söylüyor!
Üçüncü bir kimse ise, herşeyi mubâh ve halâl gören bir mezhebin,
ya’nî ibâhâ ehlinin yoluna sapmışdır. Onların şübhelerinden bir şübheye
saplanmış, dînin emrlerini yerine getirmiyor. Bunlar, tesavvuf yolundan
uzak sapık kimselerdir.
Dördüncü bir kimse de, ta’lîmiyye ehliyle karşılaşmış, diyor ki:
Hakkı bulmak güçdür. Ona varan yol kapalıdır. Bu konuda çok ihtilâf vardı
r. Mezheblerden biri diğerinden dahâ doğru gözükmüyor. Aklî delîller
ise, birbirini çürütüyor. Bu delîlleri ortaya atanların görüşlerine güvenilmez.
Ta’lîmiyye mezhebine da’vet edenler de, delîllerinde zorlayıcı olup,
ellerinde delîl olmadan hükm veriyorlar. Bu durumda niçin şübheli olan
şeyleri yapmakla meşgûl olayım.
Beşinci kimse de diyordu ki: Ben dînin emrlerini başkasını taklîd ederek
niçin yapayım. Ben aydın insanım. Felsefe ilmini okudum ve Peygamberliğ
in hakîkatini idrâk etdim. Onun hakîkati, hikmetlere ve maslahata,
fâidelere dayanıyor. İbâdetlerden maksad, halkın câhil kısmını zabtetmek,
onları, birbirini öldürmekden, çekişmekden ve nefsânî arzûlardan alıkoymakdı
r. Ben câhil halkdan biri değilim ki, dînin emrleri altına gireyim. Ben
hikmet sâhibiyim ve hikmete uyarım. Hakîkati hikmetle görürüm. Bu husûsda
taklîde, Peygambere tâbi’ olmağa ihtiyâcım yokdur. İşte, ilâhiyyûn
felsefecilerinin kitâblarını okuyanlar veyâ İbni Sînâ ve Fârâbînin kitâbları
ndan bunları öğrenen kimselerin inancları böyledir. Böyle kimseler, islâmiyyeti
kendilerine süs vâsıtası yaparlar. Onları çoğu kerre Kur’ân-ı ke-
rîm okurken, cemâ’ate gidip, nemâz kılarken ve sözde dîni çok medh etdiklerini
görürsün. Fekat, şerâb içerler ve dînin harâm dediği şeyleri
yapmakdan sakınmazlar. Bunlardan birine, Peygamberliğe inanmıyorsan,
niçin nemâz kılıyorsun diye söylenilse, bedenimin idmanı için der ve bu
halkın bir âdetidir. Halkın yapdığı gibi yapıyor gözükmek, malımı, çoluk
çocuğumu korumaya vesîle oluyor diye cevâb verir.
Bunlardan bir kısmına da, din gerçek, nübüvvet hakdır, denip, o hâlde
niçin içki içiyorsun diye sorulunca, şu cevâbı verir. İçki, insanlar arası
nda kin ve düşmanlığa sebeb olduğu için yasaklanmışdır. Ben ilmim ve
hikmetimle, aydın olmam sâyesinde bu tehlîkelerden korunurum. İçki içmekden
maksadım, zekâmı keskinleşdirmekdir, cevâbını verir.
İbni Sînâ, yazdığı ahdnâmede, Allahü teâlâya ahdlerde bulunmuş,
dînin emrlerini yerine getireceğini, ibâdetlerde kusûr etmeyeceğini, şerâbı
zevk için değil, tedâvî için içeceğini söylemişdir. İşte felsefecilerden
îmân sâhibi olduğunu iddi’â edenin îmânı bu kadardır. Bir kısm insanlar,
bu felsefecilere aldanmışdır. Felsefecilere i’tirâz edenlerin i’tirâzlarının za’îşiğ
i, ya’nî bu i’tirâzı yaparken farkında olmadan hendese, mantık ve benzeri
gibi kendilerine lâzım olan ilmleri de red etmeleri, i’tirâzlarını za’îşetmişdir.
Bu durum ise, halkın felsefecilere aldanmasını artdırmışdır. Bu husûsa
dahâ önce işâret etmişdik.
Bu gibi sebeblerle halkın îmânının bu derece za’îşediğini görünce,
bu şübheleri ortadan kaldırmak için, kendimi hâzırlanmış bir hâlde buldum.
Bu adamları rezîl etmek, benim için bir yudum su içmekden dahâ
kolay oldu. Çünki, felsefecilerin, ta’lîmiyyenin, âlim geçinenlerin ve tesavvuf
ehlinin ilmlerini tam ma’nâsıyla öğrenmişdim. Kalbime doğdu ki,
böyle bir zemânda bunu yapmak, benim için kaçınılmaz, ihmâle gelmez
zarûrî bir işdir. Kendi kendime; yalnız yaşamak, halk arasına karışmamak
ne işe yarar? Hâlbuki hastalık, salgın hâlini almış, bunu tedâvî edecek tabîbler
de hastalanmış, halk sapıklıkdan helâk olmak üzeredir diyordum.
Yine bu belâyı gidermek, bu karanlığı ortadan kaldırmak için, başka ne
zemân imkân bulabilirsin? Zemân, fetret zemânı, devr, bâtıl devridir.
Halkı sapdığı bâtıl yoldan doğru yola çağırsan, bu devrdeki insanların hepsi
sana düşman kesilir. Onlara nasıl karşı koyabilirsin ve onlarla nasıl baş
edebilirsin? Bu ancak dînine bağlı ve güçlü bir hükmdârın yardımı ile olabilir
diyordum. Bir ara hakkı delîl ile açıklamakdan âciz olduğumu rûhsat
kabûl ederek, uzlete, insanlardan uzak kalmağa devâm etmeğe karâr verdim.
Allahü teâlâ takdîriyle, zemânın sultânının kalbinde bir arzû uyandırdı.
Onun bu arzûsunda dışardan başka bir te’sîr yokdu. Halkın içine
düşdüğü bu fetret devrini kaldırmam için, Nişâbura gitmememi kesin bir
emrle bildirdi. Emr o derece kesin idi ki, muhâlefetde ısrâr etseydim, sultânı
n kalbini kırmış olurdum. Bu hizmeti yapmakdan kendimi ma’zûr
görmemin za’îf bir sebebe dayandığının farkına vardım. Tenbellik, istirâhat,
nefsi azîz tutmak, halkdan gelecek olan sıkıntılardan korunmak gi-
bi sebeblerle, halkdan uzak yaşamak lâyık değildi. İnsanların cefâsının
güçlüğü, nefse rûhsat vesîlesi olamazdı. Allahü teâlâ, [Kur’ân-ı kerîmde,
Ankebût sûresinin, bir, iki ve üçüncü âyet-i kerîmelerinde] meâlen, (Elîf,
lâm, mîm. İnsanlar, imtihândan geçirilmeden, sâdece, îmân etdik, demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Biz onlardan öncekileri
de imtihândan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak,
yalancıları da mutlaka ortaya koyacakdır) buyurdu.
Allahü teâlâ yine Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” [Kur’ân-ı kerîmde,
En’am sûresi otuzdördüncü âyetinde] meâlen, (Muhakkak ki,
senden önceki Peygamberleri de yalanladılar. Onlar yalanlamalara
karşı sabretdiler ve yardımımız, kendilerine yetişinceye kadar sıkıntı
lara katlandılar. Allahın hükmlerini hiçbir güç değişdiremez. Muhakkak
ki, Peygamberlerin haberlerinden ba’zısı sana geldi) buyurdu. Allahü
teâlâ yine [Kur’ân-ı kerîmde, Yasîn sûresinin ilk onbir âyet-i kerîmesinde]
meâlen, (Yasîn. Hikmetlerle dolu Kur’âna yemîn ederim ki,
sen Peygamberlerdensin. Dosdoğru yoldasın. Kur’ân, Azîz ve Rahîm
olan Allah tarafından indirilmişdir. Onunla ataları uyarılmış azgın
bir kavmi uyarasın diye gönderildin. Onlardan çoğu, azâbımıza müstehak
oldu. Onlar îmân etmezler. Biz onların boyunlarına çene kemiklerine
dayanacak şeklde birer demir halka geçirdik. Başları kalkık duruyor,
aşağı bakamıyorlar. Önlerinde bir set, arkalarında bir set yaratdı
k. Onları her tarafdan çevirdik. Önlerini, arkalarını göremiyorlar.
Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Îmân etmezler. Sen ancak,
Kur’âna uyan ve görmediği hâlde Allahdan korkan kimseleri uyarabilirsin.
Onları ma’rifet ve Cennetle müjdele) buyurdu.
Halkın arasına dönme husûsunda kalb gözü açık ve müşâhede
erbâbından, ya’nî tesavvuf ehli büyüklerden birçok kimse ile istişârede
bulundum. Hepsi artık uzleti terk edip, insanların arasına dönmek îcâb etdiğ
ini sözbirliği ile söylediler. Tesavvuf ehlinden ba’zı sâlih kimseler tarafı
ndan görülen ve dilden dile dolaşan rü’yâlar da insanların arasına dönmemi,
halkı şaşkına çeviren sapıklıklara cevâb vermek için harekete
geçmemi işâret ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Bu rü’yâlar, Allahü teâlânı
n bu asrın ya’nî hicrî beşinci asrın başında, takdîr buyurduğu bir hayrı
n doğru i’tikâda, ya’nî Ehl-i sünnete dönmenin başlangıcı olduğunu gösteriyordu.
Allahü teâlâ, her asrın başında dîni yeniden dirilteceğini va’d
buyurdu. Bütün bu şehâdetlerden dolayı kalbimde ümîdim kuvvetlendi.
Hüsn-i zannım gâlib geldi.
Hicrî dörtyüzdoksandokuz senesi Zilkâde ayında bu mühim vazîfeyi,
ya’nî tecdîd işini yerine getirmek için Nişâbûra hareket etmem nasîb
oldu. Bağdâddan ayrılışım dörtyüzseksensekiz senesinin Zilkâde ayında
idi. Demek ki, insanlardan ayrı, uzlet hâlinde yaşamam, onbir seneyi
doldurmuşdu. Nişâbûra gitmek üzere yola çıkmam Allahü teâlânın takdîr
buyurduğu bir hareket idi. Bu, Allahü teâlânın öyle hikmetler dolu tak-
dîrlerindendir ki, insanlardan uzak yaşadığım esnâda kalbimden hiç
geçmemiş idi. Nitekim Bağdâddan ayrılmak ve içinde bulunduğum makâmı,
mevki’i, malı, mülkü ve evlâdlarımı terk etmek de aslâ hâtırımdan
geçmemişdi. Kalbleri ve hâlleri değişdiren Allahü teâlâdır. Bir hadîs-i şerîfde:
(Mü’minin kalbi, Rahmânın kudret elinin iki parmağı arasındadı
r) buyuruldu.
İyi biliyorum ki, ilmi yaymaya, talebelere ders vermeye döndüm. Fekat
bu dönüş, göründüğü gibi değil, başka, çok başka bir dönüşdür. Eski
hâlime dönmedim. Çünki dönmek eski hâle girmekdir. Ben eskiden insana
mevki’ kazandıran ilmi yayıyordum. Sözlerimle ve hâllerimle o ilme
da’vet ediyordum. Şimdi ise, insana makâm ve mevki’i terk etdiren, rütbeden
uzaklaşmayı öğreten ilme da’vet ediyorum. Niyyetim ve arzûm budur.
Bu hâlimi Allahü teâlâ biliyor. Ben kendi nefsimi ve başkalarını ıslâh
etmek istiyorum. Murâdıma erecekmiyim yoksa, mahrûm mu kalacağım,
bilemiyorum. Fekat, kesin ve görmüş gibi bir inanış ile inanıyorum ki, bir
hâlin değişmesi, bir işi yapmak kuvveti, ancak Allahü teâlânın yardımı ile
ve muvaffak etmesiyledir. Yine inanıyorum ki, ben birşey yapmadım.
Allahü teâlâ bana bu işi yapmayı ihsân etdi. Allahü teâlâdan dileğim, önce
beni, sonra da benim vâsıtamla başkalarını ıslâh eylesin. Hak olan şeyin
hak olduğunu göstersin ve ona uymayı nasîb eylesin. Bâtıl olan şeyin
de bâtıl olduğunu göstersin ve ondan sakınmayı nasîb eylesin!
Şimdi, yukarıda bahsetdiğimiz, îmânın za’îşemesine sebeb olan şeyleri
anlatacağım. Se’âdete kavuşduran ve helâke sebeb olan hâllerden kurtaran
yolu göstereceğim. Ehl-i ta’lîmden (Şî’ânın bir kolu olan İsmâ’îlîlerden)
işitdikleri sözler sebebiyle ne yapacaklarını şaşıranların çâresini
(El-Kıstas-ül-müstakîm) adındaki kitâbımızda anlatdık. Burada tekrâr
ederek sözü uzatmaya lüzûm yokdur.
İbâhâ ehlinin, ya’nî herşeyi mubâh ve serbest görenlerin ortaya atdığı
yanlış düşünceleri ve onların şübhelerini yedi kısma ayırdık ve onları
da (Kimyâ-i se’âdet) kitâbımızda açıkladık.
Felsefe yolunu benimseyip, i’tikâdlarını bozanlar ve Peygamberli-
ği inkâr edenler için, nübüvvetin hakîkatini ve varlığının zarûrî olduğunu
îzâh etdik. İlâcların, yıldızların ve bunlar gibi şeylerin özelliklerini bildiren
ilmlerin varlığı dolayısıyla, Peygamberliğin hak olduğuna delîl getirmemizin
sebebi, bu ilm dallarının felsefecilerin bahsetdiği ilmlerden olmasıdır.
Biz, astronomi, tıp, tabî’at, sihr, tılsım gibi ilm dallarında âlim olana nübüvvet
hakkında delîl gösterirken, herkesin kendi ilmini alâkadar eden delîller
gösteririz. Fekat, nübüvveti dili ile kabûl etdim deyip, dînin bildirdi-
ği mes’eleleri hikmetle îzâha çalışan kimse, muhakkak ki nübüvvete
inanmayan bir kâfirdir. O sâdece başkalarının kendisini ta’kîb etdiği bir
hâkime inanmışdır. Bu durumun nübüvvete inanmakla hiçbir alâkası
yokdur. Nübüvvete inanmak, aklın ötesinde bir âlemin varlığını kabûl etmekdir
ki, orada aklın idrâk edemeyeceği ba’zı şeyleri idrâk eden bir göz
açılır. Kulak, renkleri, göz, sesleri idrâk edemediği gibi, bütün duyu organları
da, aklın kavradığı şeyleri idrâk edemez. Akl da, kendi ötesinde
ma’nevî gözün (kalb gözünün) idrâk etdiği şeyleri anlıyamaz. Felsefeciler
böyle bir şeyi kabûl etmiyorsa da, biz bunun mümkin olduğunu ve var
olduğunu yukarıda kesin delîller ile açıkladık. Eğer bunu kabûl ederse, o
zemân akl tarafından anlama ihtimâli bulunmayan ve yalanlanan, imkânsı
z olduğuna hükmedilen bir takım husûsî hakîkatlerin bulunduğunu isbât
etmiş olur.
Meselâ bir dank, ya’nî yarım gram afyon, öldürücü bir zehrdir.
Çünki aşırı derecede soğutucu özelliği olduğundan, damarda kanı dondurur.
Tabî’at ilmine sâhib olduğunu iddi’â eden birisi, birleşik cismler,
soğukluğu, su ve toprak unsûruyla kazanır zan eder. Çünki dört unsûrdan
soğuk olanı, su ve toprakdır. Ama şu bir gerçekdir ki, yüzlerce litre
toprak ve su bir araya gelse insan vücûdunu soğutmada yarım gram afyonun
soğutduğu derecede soğutmaz. Bu husûsda tecribesi bulunmayan
bir tabî’atcıya bahsedilse, imkânsız olduğunu söyler. Delîl olarak da
afyon bitkisinde havâ ve ateş unsûrlarının da bulunduğunu, bu unsûrları
n onun soğutucu özelliğini artdırmayacağını söyler. Eğer afyonun sâdece
su ve toprakdan meydâna geldiğini kabûl etsek, bu derece aşırı so-
ğukluk ortaya çıkmaz. Hâlbuki hava ve ateş gibi iki sıcak unsûrun eklenmesiyle,
kesinlikle bu kadar soğukluk olmaması îcâb eder der. Bu aklî bir
delîldir. Felsefecilerin tabî’at ve ilâhiyât konularında kesin delîl olarak kabûl
etdikleri şeylerin çoğu bu türdendir. Çünki onlar, varlıkları gördükleri
ve anladıklarına göre değerlendirirler. Gördüklerine ve anladıklarına uymayan
hâdiselerin imkânsız olduğuna hükmederler. Sâdık rü’yâlar herkesce
kabûl edilmemiş olsaydı, bir kimse çıkıp, duyu organlarım sâkinleşdiğ
i, durgun olduğu zemân (uykuda, rü’yâda) gaybdan haberdâr olurum,
diye söylese, hakîkatleri akllarıyla ölçmeye alışmış olanlar, o kimsenin
sözlerini inkâr ederlerdi.
Felsefecilerden birine şöyle söylenilse: Küçük bir dâne bir şehre atı-
lınca, şehrin temâmını yok etsin. Sonra da kendi kendini yok etsin. Böyle
bir şey mümkin mi? Felsefeci, böyle bir şey imkânsızdır, bu gibi şeyler
hurâfedir, der. Hâlbuki söylediğimiz şey ateşin durumudur. Ateş,
hem başka şeyleri, hem de kendini yakar yok eder. Ateşi görmeyen
kimse, bunu inkâr eder. Âhırete âid şeylerin çoğu, buna benzer.
O tabî’atcıya deriz ki, afyonda soğutma bakımından öyle bir özellik
vardır ki, o özellik tabî’at ilmiyle ölçülmez. Akla uygun hâllere kıyâs olunamı
yor demek mecbûriyyetinde kaldın. O hâlde dînin koymuş olduğu
hükmlerde de, kalbleri tedâvî ve tasfiye etmek husûsunda akl yoluyla anlaşı
lamıyan, ancak nübüvvet gözü ile görülebilen ba’zı özelliklerin bulunabileceğ
ini neden mümkin görmüyorsun?
Felsefeciler bundan dahâ acâib bir takım özellikleri kabûl edip,
kendi kitâblarına yazmışlardır. O özelliklerden biri de doğum sırasında zor-
– 38 –
luk çeken bir kadına, kolay doğum yapması için tavsiye edilen aşağıdaki
şekldir.
Bu şekller, su değmemiş
iki bez parçasına çizilip,
yazılır. Doğum yapacak kadın
bunlara bakar ve ayaklarının
altına kor. O zemân çocuk
derhâl doğar. Felsefeciler bunun
mümkin olduğunu kabûl
etmişler ve “Acâib-ül-havâs”
kitâbında yazmışlardır. Bu şekl, dokuz hâneli bir şekldir. O hânelere
belli rakamlar yazılır. Her sırada bulunan rakamlar enine, boyuna ve çapraz
olarak toplanırsa toplam hep onbeş çıkar.
Bunu kabûl eden kimsenin aklı, sabâh nemâzının farzının iki, öğlenin
dört, akşamın üç rek’at olmasının, felsefe gözüyle, aklla anlaşılamı-
yacak birtakım özelliklerden dolayı olduğunu neden kabûl etmiyor? Bunun
hikmeti, bu vaktlerin ayrı ayrı olmasındadır. Bu özellikler, ancak nübüvvet
nûruyla idrâk olunur. Ne garîbdir ki, bu vaktlerin birbirinden ayrı
olmasının astronomi ilmine göre, müneccimlerin ifâdesiyle söylesek,
vaktler arasındaki farklılığı anlayacaklardır. Meselâ, güneşin göğün ortası
nda veyâhud doğuş sırasında veyâ batış durumunda olmasına göre tâlih
hakkında hükm değişik olmuyor mu? Hattâ müneccimler, yıldızların hareketine
bakarak, ömrlerin kısa ve uzun olmasını, ecelin nasıl vâki’ olacağı
nı tesbît etmiyorlar mı? Hâlbuki, güneşin göğün ortasında olmasıyla,
doğmakda veyâ batmakda olması arasında fark yokdur. Bunu tasdîk
etmesi, yalancılığını belki yüz def’a tecribe etdiği müneccimin ağzından
duymuş olmasından dolayıdır. O müneccimi dâimâ tasdikden geri dönmez.
Hattâ müneccim dese ki: Güneş, göğün ortasında iken falan yıldız
onun hizâsına gelse, tâlih de falan burcda olsa, o sırada yeni bir elbise
giysen, elbise içinde öldürülürsün. Buna inanır ve şiddetli soğukdan
eziyyet çekse, müneccimin yalanını da birçok def’alar görmüş olsa bile,
o denilen zemânda yeni elbise giymez. Aklı böyle şeyleri kabûl eden, bunları
n, ba’zı Peygamberlerin mu’cizesi olarak öğrenilmiş özellikler olduğunu
i’tirâf etmeye mecbûr kalan bir kimse, nasıl olur da mu’cizeleri apaçı
k ve yalan söylediği aslâ işitilmemiş olan sâdık bir Peygamberin sözlerinde,
bunlara benzer şeyleri inkâr edebiliyor? Bir felsefeci, nemâz
rek’atlerinin sayısında, hacda şeytân taşlamakda çakıl taşlarını atmakda,
hac rüknlerinin sayısında ve dinde emredilen ibâdetlerde bu gibi özelliklerin
bulunabileceğini inkâr ediyorsa, biz bu özelliklerle, ilâcların ve yıldı
zların özellikleri arasında aslâ fark göremiyoruz.
Felsefeci, ben yıldızlara ve tıbba âid söylenen özelliklerden bir kısmı
nı tecribe etdim. Ba’zılarını hakîkate uygun buldum ve tasdîk etdim. O
– 39 –
4 9 2
3 5 7
8 1 6
Dal Tı Be
Cim He Ze
Ha Elif Vav
özelliklere olmayacak bir şey gözüyle bakmak ve onları red etmek hissi
içimden kalkdı. Fekat senin dediklerini tecribe etmedim. Mümkindir desem
bile, hakîkat olduğunu nereden bileyim derse, şöyle cevâb veririm:
Sâdece kendi tecribe etdiklerinle kalma. Tecribe edenlerin anlatdıkları
nı işitdin, onlara uy. Evliyânın sözlerini dinle. Onlar tecribe etdiler. Dînin
bildirdiği her şeyde hakkı müşâhede etdiler. Onların yolundan yürü.
Sen de onların gördüklerinin ba’zısını açıkca görerek, idrâk edersin. Şunu
da ilâve edeyim ki, her ne kadar bu husûsda tecriben yoksa da, tasdîk
etmek ve uymak lâzım olduğunu aklın kabûl etmelidir. Farzedelim ki,
bir adam ergenlik çağına ulaşmış, aklı başında, fekat henüz tecribe sâhibi
değil. Bu adam, hastalandı. Tıp ilminde mâhir, çok şefkatli bir babası
var. Onun tıpdaki şöhretini aklı erdiğinden beri işitiyor. Babası ona bir
ilâc hâzırlayıp, bu senin hastalığına iyi gelir, seni bu hastalıkdan kurtarır,
demiş. O hastanın aklı neye hükm etmelidir? İlâc, acı ve fenâ kokulu olsa
bile, içmeli mi? Yoksa babasını yalanlayıp, tecribe etmediğim bu ilâcı
n hastalığımı iyileşdireceğini aklım kabûl etmiyor mu demelidir? Böyle
yaparsa, ona ahmak diyeceğine şübhem yokdur. İşte bunun gibi, ibâdetlerin
özelliklerini kabûlde tereddüt edersen, basîret sâhibleri seni de
ahmak sayarlar.
Eğer, Peygamberin “aleyhisselâm” şefkatini ve ma’nevî tedâvî sayı
lan ibâdetlerin özelliklerine vâkıf olduğunu nasıl bileyim der isen, derim
ki: Babanın şefkatini nasıl bildin? Bu maddî olarak hissedilen bir şey de-
ğildir. Fekat babanın hâllerini ve sana karşı davranışlarını görerek bildin.
Bu hâl ve hareketler, sende zarûrî bir bilgi meydâna getirdi. Bunda aslâ
şübhem yokdur. Bir kimse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
sözlerine, kitâblarda bildirildiği üzere, insanlara doğru yolu nasıl gösterdiğ
ine, gâyet yumuşaklıkla, nezâket ve iyilikle onların ahlâkını güzelleşdirmeye,
dargın kimselerin aralarını bulmağa, dünyâ ve âhıret se’âdetine
kavuşduracak şeylere da’vet etmek husûsundaki yüksek gayretine bakarsa,
o yüce Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetine karşı
şefkatinin, bir babanın çocuğuna olan şefkatinden kat kat fazla oldu-
ğunu kesin bir şeklde görüp ve anlar. Yine Resûlullahın “sallallahü aleyhi
ve sellem” açıkca görülen nâdir hâllerine ve Kur’ân-ı kerîmde Onun lisanı
yla haber verilen ve hadîs-i şerîşerinde âhır zemânda zuhûr edece-
ği bildirilen gayba âid şeylerin bildirdiği gibi çıkdığına bakarsa, kesin olarak
anlar ki, O, aklın ötesinde bulunan bir duruma ulaşmışdır. Onda
ma’nevî bir göz açılmışdır ki, onunla ancak Allahü teâlâya kavuşmuş kimselerin
idrâk edebileceği gaybı ve aklın eremeyeceği şeyleri görüyor. İşte
Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğruluğunu tasdîk eden zarûrî
ilme kavuşmanın yolu budur. Tecribe et, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini
iyi düşün. Hadîs-i şerîşeri iyi mütâlaa et, incele, bunu açık olarak anlarsı
n, görmüş gibi inanırsın. Bu kadar söz, felsefecileri yola getirmek için
kâfîdir. Bu zemânda buna çok ihtiyâc olduğu için anlatdık.
Îmânı za’îşeten dördüncü sebebe gelince, bu âlimlerin ilmleriyle amel
etmemeleri, kötü hâlleri sebebiyle halkın te’sîr altında kalıp, îmânlarına
za’âf gelmiş olmasıdır. Bu hastalık ise üç dürlü tedâvî edilir.
Birinci tedâvî şekli: Halka şöyle demelisin. Harâm yidiğini iddi’â etdiğ
in âlimin, harâmın harâm olduğunu bilmesi, senin, içkinin, fâizin hattâ
gîbetin, yalanın, kovuculuğun harâm kılınışını bilmen gibidir. Sen bunları
n harâm olduğunu bildiğin hâlde işlersin. Bunları yapman harâm olduğ
una inanmamandan dolayı değil, nefsinin hevâsına, arzûlarına uydu-
ğundan dolayıdır. İşte âlimin nefsinin arzûları da senin arzûların gibidir.
Onu da nefsi mağlûb etmişdir. Onun senden farkı, birçok mes’eleyi bilmesi,
ilm sâhibi olmasıdır. Onu, işlediği günâhlardan dolayı, dahâ fazla
tenkid etmek uygun düşmez. Tıbba inanan pekçok kimse vardır ki, tabîb
kendisine yasakladığı hâlde, meyve yimekden ve soğuk su içmekden kendisini
alamaz. O kimsenin bu davranışı, tıp ilmine inanmadığından değildir.
İşte, âlimlerin hatâları da böyle telakkî edilmelidir.
İkinci tedâvî şekli: Câhil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilminin âhı-
retde kendisine şefâ’atci olacağını kabûl ediyor. Zan ediyor ki, ilmi onu
kurtaracakdır. Bu sebeble ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor.
Belki de ilmi aleyhine bir delîl olacakdır. Fekat o lehine olacağına güveniyor.
Bu da mümkindir. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey
câhil, ona bakıp, ameli terk edersen, ilmin de olmadığına göre, kötü
amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefâ’at edecek bir şeyin de yokdur.
Üçüncü tedâvî şekli: En doğru tedâvî şekli budur. Hakîkî âlim ancak
yanılarak günâh işler. Günâh işlemekde aslâ ısrâr etmez. Hakîkî ilm,
günâhın öldürücü zehr olduğunu, âhıretin dünyâdan iyi olduğunu bildirir.
Bunu bilen bir kimse, iyiliği bırakıp, kötülüğe yönelmez. İlmin bu meziyyeti
insanların çoğunun meşgûl olduğu çeşidli ilmlerle elde edilmez.
Bunun için, o tip ilmler, sâhibini günâh işlemekde cüretkâr olmaya sürekler.
Fekat hakîkî ilm ise, sâhibinde Allah korkusunu uyandırır ve artdırır.
Bu korku onunla günâh arasında perde olur. Ancak, yanılarak günâh olan
ba’zı hareketlerde bulunabilir. İnsanlar bu gibi hatâlardan kurtulamaz. Bu
hâl, îmânın za’îşiğini göstermez. Mü’min böyle hatâlara düşebilir. Fekat
tevbe eder ve günâh işlemekde ısrâr etmez.
Felsefecilerin ve ta’lîmiyyecilerin yollarının kötülüğü ve zararları
ve onlara karşı çıkarken usûlsüzlük yapanların zararları hakkında bildirmek
istediklerim bu kadardır.
Allahü teâlâdan dileğimiz, bizi seçdiği hakka ve hidâyete erdirdiği
kullarından eylesin. Hiç unutmamak üzere zikrini kalbimize yerleşdirsin.
Nefsinin şerrinden koruduğu, yalnız kendisine ibâdet eden, hâs ve ihlâslı
kullarından eylesin! |
|