Tercüme: Serkan Özburun - Yûsuf Özkan Özburun
Semerkand
Yayıncılık
İÇİNDEKİLER
İmam Gazâlî...................................................7
Önsöz Niyetine Birkaç Söz...........................11
Mukaddime...................................................21
Kelime-i Tevhidin Mânası.............................33
Kelime-i Tevhidin Meyvesi............................41
Kelime-i Tevhidin Hakkı................................49
Kelime-i Tevhidin Hâkimiyeti........................54
Kalple Nefis Arasındaki İnce Fark................60
Hidayet Nurunun Misali................................65
Kelime-i Tevhidle Gelen Saadet...................74
Gerçek Sevgi................................................87
İrade Nedir?..................................................89
Tevhid Nurunun Yansıması..........................94
Evliyanın Makamları...................................102
Kalpler O'nun Elindedir...............................110
Yüce Allah'a Ait Sıfatların Hakikati.............111
Ariflere Açılan Sırlar....................................117
Bibliyografya...............................................125
İMAM GAZÂLİ
islâm âleminin en büyük âlimlerinden olan Gazâlî 450 (1058) yılında İran'ın
Horasan yöresinin Tûs şehrinde doğmuştur. İlk tahsil hayatına Tûs'ta başlamış,
ilk fıkıh bilgilerini burada hocası Ahmed b. Muhammed er-Râzkânî'den almıştır.
Daha sonra Cürcân'a ve oradan da tahsilini ilerletmek için Nîşâbur'a gitmiştir.
Nîşâbur'da zamanın âlimlerinden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'den ders almıştır.
Buradaki tahsilini de tamamladıktan sonra ilmî noktada temayüz eden Gazâlî, ünlü
vezir Nizâmülmülk'ün yanına gidip bir müddet kaldıktan sonra 484'te (1091)
Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nin başmüderrisliğine tayin edilmiştir.
8
Burada gerek Selçuklu devlet büyüklerinin ve gerekse genel halk kitlelerinin
teveccühüne mazhar olan Gazâlî, geniş şöhretine ve maddî imkânlara rağmen bu
halinden derin bir rahatsızlıkla ve ruh haleti üzerinde meydana gelen
dalgalanmalarla derslerini bıraktı, talebelerle ilişiğini kesti. Elde ettiği
bilgiler ve dünyevî makamlar kendi ruhunun ve kalbinin açlığını doyurmaya
yetmedi.
Kendi ifadelerinden öğrendiğimize göre Bağdat'taki bu dört yıllık müderrislik
hayatından sonra Şam, Kudüs, Mekke, Medine ve Tûs'ta geçen on bir senelik bir
inziva hayatı vardır ki Gazâlî’yi Gazâlî yapan da asıl bu yıllardır.
499 (1106) yılında Nîşâbur'da tekrar tedris hayatına başladı. Bu ikinci tedris
dönemi de uzun sürmedi. Tûs'ta evinin yanına bir medrese ve bir tekke yaptırdı.
505 (1111) yılında vefat edinceye kadar hakikat ilimlerinin öğrenim ve
öğretimiyle uğraştı. Geriye bir insan ömrüne sığması güç sayıda pek çok eser
bıraktı ve yüzyıllardır manevî irşadını devam ettirip bütün İslâm âleminin
muhabbet ve duasına nail oldu. Bu sebeple "Hüccettü'l-İslâm" namına lâyık
görüldü.
Ruhu şad olsun!...
ÖNSÖZ NİYETİNE BİRKAÇ SÖZ
Sevgili Okuyucularımız! Önsöz niyetine kaleme alınan ve sizin dikkatinize
sunulan bu yazı, etraflıca düşünüldüğü ve uzunca yazılması tasarlandığı halde
buna muvaffak olunamamıştır. Hem içinde bulunduğumuz zaman ve zeminin, hem de
hâlet-i ruhiyemizin bu türden meseleleri (ilm-i ledün, tev-hid vb.) ifade etmeye
müsait olmayışı bir sebep olarak gösterilebilir. Bununla birlikte bu kadar
önemli ve yanlış anlaşılması (ya da hiç anlaşılmaması) sebebiyle kimi zaman
istismara mâruz kalan bu önemli konulara dair hiçbir şey yazmamak bizim için
doğru olmazdı.
11
Kısaca söylemek gerekirse, üzerinde bir süredir düşünme ve notlar alma ihtiyacı
duyduğumuz bir konuda şahsî kanaatlerimizin bir kısmını yine de sizinle
paylaşmadan edemedik. Belki bizim başaramadığımızı siz başarırsınız, bizde
uyanmayan hakikatler sizde uyanır diye, elinizdeki kitabın konularının ruhuna
dair birkaç hususu kısaca, birer anekdot şeklinde sunuyoruz.
Özel anlamıyla değil de genel anlamıyla "ledün ilmi" hayatımızın her safhasında
ve her anında hal, harekât, düşünüş vb. gibi bütün insanî durumlarımızı içine
almaktadır. Hava, ışık veya su gibi aslında her yere, her şeye sirayet etmiş
durumdadır. Çünkü "âlem-i şehâdefte her şey "âlem-i gayb" ile irtibatlıdır ve
âlem-i şehâdet, âlem-i gayb tarafından (her şeyle her şeyde) çepeçevre
kuşatılmıştır.
İnsan içinde bulunduğu sebepler âleminde, bazı vesile ve vasıtalar ile çeşitli
ilimlerden bir
12
derece elde edebilir. Bu ilimler, kulun talep derecesine ve tercihine göre
farklı olur; ama sonuçta bütün elde edilenlerin "marifet" (Allah'ı eşyanın
şehâdetiyle tanıma), "hakikat", "nur" ve "hikmet" haline dönüşüp insanda kalbî
ve ruhî bir "uyanışa" vesile oluşu ancak ikinci bir muamele ile mümkün
olmaktadır. Bu da akıldan kalbe bir köprü atıp bütün bilgi, doküman, malûmat ve
verileri eritmek, şeffaflaştırmak, yakmak... Ve böylece hikmet ve marifet
nimetine mazhar kılınmaktır. İşte ilm-i bâtın, ilm-i gayb, ilm-i ledün şeklinde
tabir edilen hakikati -kanaatimizce- bu meyanda düşünmek daha isabetli
olacaktır.
İlm-i ledün denilen bu gizli ilmi, sırlı hakikati akılla kavrayamamak aslında
"kesb-vehb" meselesini anlayamamak ve ikisini birbirinden tamamen ayırmakla
ilgilidir.
13
Kesb, kulun kazancıdır; vehb ise, yüce Allah'ın ihsanıdır.
Aslında her "kesb" aynı zamanda "vehb"dir. Her şey sebepler dairesinden
bakıldığında "kesb", ama itikad ve kudret dairesinden bakıldığında "vehb"dir.
Her şey bize sonsuz ikram ve ihsan sahibi yüce yaratıcı tarafından
verilmektedir. Kesbin içinde vehbi görememek, ilmin, sebep-sonuç zinciri içinde
kalınarak, sadece sınırlı şartlar içinde elde edilen bir bilgi ve kültür
yığınından ibaret olduğu düşüncesini uyandırır ki, bu, yanlıştır.
Bu anlayış, insanın mahiyetinin ne kadar geniş ve engin olduğunu anlayamayıp
insanı sadece bir "akıl varlığı" olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Zaten aklı
kalpten kopuk bir vaziyette kendi başına ve kendine ait olarak düşünmek de başlı
başına bir fecaat arzetmektedir.
14
Halbuki insan kalp, ruh, akıl, hayal, sır vb. gibi ve daha pek çok manevî âza ve
latife denilen ince, hassas cevher ve hislerden mürek-keb bir mahlûktur.
Buna göre ilm-i ledün; yüce Allah tarafından ruha ilka edilen bir nurdur, kalbe
atılan özel bir ilimdir, sırra emanet edilen ilâhî bir emanettir diyebiliriz.
İlm-i ledün için kula verilen cüz'î iradenin sariedilmesi, belli sebeplere
yapışılması, onu almaya bir derece hazırlık yapılması lazımdır; ancak işin aslı
kulun kesbi değil, yüce Allah'ın tercihi ve ihsanıdır. Çünkü o, herkese
verilmez.
Pratik hayatımızdaki iş, faaliyet ve düşüncelerimizi hep alıştığımız bir
sebep-sonuç zinciri içinde ve maddî şartlarda değerlendiriyor, olaylara ve
kâinata tek gözle bakıyor; biz biliyor, biz yapıyor, biz çalışıyor, biz
kazanıyoruz zannederek ciddi bir hataya düşüyoruz. Sadece kendi
15
ürettiklerimizi dikkate alıp, bunun dışında "ilm-i iman", "ilm-i tevhîd",
"marifet", "muhab-bet", "ilham", "feraset" gibi manevî ilimlerin olabileceğini
hiç mi hiç düşünmüyoruz.
Önce pratik hayatımız ve içinde müşahede edilenler (cüz'iyyat) Allah'tan
koparılıp (hâşâ!) sebeplere isnat ediliyor. Bunun dolaylı bir tezahürü olarak da
ilmi sadece fıkıh, tefsir, kelâm, fizik, kimya, biyoloji kitaplarında
yazılanlardan ibaret sayabiliyoruz. Halbuki gerçek ilim, insan ruhunun eşyanın
hakikatlerini bilmesidir. Hakiki ilim eşyanın mülkünü değil, melekûtunu
bilmektir.
İmam Gazâlî (rah), risalesinin daha ilk cümlelerinde aslında ilm-i ledünnün
(dolayısıyla iman, yakîn ve tevhid ilminin) elde edilme şekline ve gerekli
şartlarına şu sözleriyle dikkat çeker:
16
"Hamd, seçilmiş kullarının kalplerini velayet nuruyla süsleyen, onların
nefislerini en güzel ilâhî yardımlarıyla terbiye eden, irfan sahibi âlimlere
dirayet anahtarlarıyla tevhid kapısını açan Allah'a mahsustur."
Burada, "seçilmiş kullarının kalplerini velayet nuruyla süsleyen" demekle; hem
kalplerin ancak iman, takva ve amel-i salih esasına dayanan "velayet nuruyla"
süsleneceğini, hem kalbin velayet nuruyla süslenmesinin ancak Allah Teâlâ'yı
tanımaya bağlı olduğunu söylemektedir.
Ayrıca "dostlarının kalplerini süsleyen" ibaresinde kalbin süslenmesi, manevî
güzellik, ilim ve hikmet ile donatılmasının ancak yüce Allah'a ait bir iş
olduğu, bunun kulun çabasıyla değil, Allah'ın özel lütuf ve ihsanı ile olduğu
ortaya konmaktadır.
Bu işte insana düşen vazife, bu ilâhî ikramı almaya kalbini hazırlaması, bunun
için gerekli
17
çalışmaları yapmasıdır. Bunun en güzel yolu; kulun sürekli bir acz, fakr, şefkat
ve tefekkür şuuruyla nefsinin terbiyesine çalışmasıdır. Kula düşen, irade
gösterip, sebeplere sarılıp dergâh-ı ilâhiyyeye yönelip dili, gönlü ve hali ile
yüce rabbine yalvarmasıdır.
Devamında, "...özel ilâhî yardımı ile onların nefislerini terbiye eden"
ifadesiyle, nefislerin terbiyesinin ancak yüce Allah'ın yardımı ile mümkün
olduğunu, hidayet, manevî temizlik, terbiye ve terakkinin temelini bu ilâhî
desteğin oluşturduğuna dikkat çekmektedir.
"...İrfan sahibi âlimlere dirayet anahtarlarıyla tevhid kapısının açılması" iki
temel şarta bağlanmaktadır. Birincisi, "irfan sahibi âlim olmak" (sadece âlim
olmak değil); ikincisi ise "dirayet anahtarlarını" kullanmaktır.
"İrfan sahibi âlim" olmak, akıl ile kalbi birleştirmekle mümkündür. İlim akılla,
irfan kalple öğrenilir. İlim bilmek, irfan tanımaktır. İlim tarif
18
etmek, irfan bizzat tatmaktır. İlim anlayış, irfan aşk ister. Aslında ikisi de
birbirini destekler; çünkü ikisinin de kaynağı birdir; hedefleri de aynıdır. Bu
kâinatta her şey, Allah'tan gelmiştir; Allah'a götürür. Tabii onun dilini
anlayıp peşine düşene!
---
Dirayet, ayrı bir sanattır. Dirayet, feraset ister. Feraset, işin iç yüzüne
bakmak, hakikatine nüfuz etmek, saklı şeyleri görmek, gördüğünü anlamak,
anladığını kavramak, kavradığını yaşamak ve yaşayarak gerçeğe ulaşmaktır. Bunun
sonucu, hakikate hayran kalmak, Hakk'ın muhabbetine dalmak, bu aşk ile yeni bir
can bulup kâmil insan olmaktır. Vesselam...
Yûsuf Özkan ÖZBURUN
19
MUKADDİME
Hamd, şanı yüce olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Peygamberimiz Hz.
Muhammed'e (s.a.v), onun âl ve ashabının üzerine olsun!...
İslâm âleminin mümtaz simalarından olan imam Gazâlî, Peygamberimiz Muhammed
Mustafa'dan (s.a.v) rivayet edilen, Lâ ilahe illallah benim kalemdir. Bu kaleye
giren kimse azabımdan kurtulur^ mealindeki kudsî hadisi şu şekilde izah ediyor:
Lâ ilahe illallah, büyük bir kale ve tevhidin bayrağıdır. Bu kaleye sığınanlar
ebedî saadet
21
ve sonsuz nimeti; bu kaleye girmeyip de dışarıda kalanlar ebedî şekavet ve azabı
hak ederler.
Eğer bu kelime [kelime-i tevhid] senin kalbini çepeçevre kuşatan bir sur olmazsa
ve bu kelimenin ruhu, kalbinin içine yerleşmez; tevhidin saltanatı, nefsini,
hevâve hevesten korumayıp şeytanlar kalbine girerse, kalenin dışında kalmışsın
demektir.
Sadece dilinle "lâ ilahe illallah" demenin pek bir kıymeti yoktur.
O halde bu kelimeden nasibinin ne kadar olduğunu iyice düşün! Şayet tevhidin
mânasını kavramış, ruhuna nüfuz etmişsen, "Allah onların kalplerine imanı yazmış
ve onları kendisinden bir ruhla [nurla] desteklemiştir' 2) Mücâdile 58/22.
mealindeki âyet-i kerimede ifadesini bulan, mahlûkatın efendisi Hz. Muhammed
(s.a.v) ve yüz yirmi bin
22
küsur nebinin nasibi olan nimete kavuşmuşsun demektir.
Böylece dünya ve âhiret mahsulâtını elde eder, her iki cihanda saadete erer,
velîler defterine yazılır ve "âlem-i fazl"dan3 sayılırsın. Zira Allah Teâlâ bu
hususa dikkat çekerek, "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte onlar,
Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle
beraberdir. Onlar ne güzel dosttur. Bu büyük nimet Allah'tandır. Her şeyi
lâyıkıyla bilen olarak Allah yeter" buyurmuştur. 4 Nisa 4/69-70.
3 Âlem-i fazl, Allah Teâlâ'nın özel ihsan ve ikramıyla muamele edip hidayete
erdirdiği kimselere denir. Zıddı âlem-i adidir. Âlem-i adi, yüce Allah'ın
adaletiyle muamele edip özel yardımını çektiği ve nefislerine terkedip küfür
içinde bıraktığı kimselerdir. Kısaca, âlem-i fazi, cennetlik olan müminler;
âlem-i adl ise cehennemlik olan kâfir ve münafıklardır. Ayrıca bu iki tabir,
onların sıfatlarını anlatmak için de kullanılmıştır. Kitabın ileriki
sayfalarında konuyla ilgili geniş açıklamalar mevcuttur (çev.).
23
Şayet tevhidden nasibin bu kelimeyi sadece dille söylemekten ibaretse; bu
durumda şu âyetin anlattığı kimselerden olursun:
"Bedeviler, 'İman ettik' dediler. De ki: Siz iman etmediniz. Fakat 'İslâm'a
girdik' deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve resulüne
itaat ederseniz, Allah yaptığınız güzel amellerden hiçbirinin sevabını size
eksik vermez. Allah gafurdur, rahimdir."5
Bu âyette açıklandığı gibi, dil ile "lâ ilahe illallah" deyip bırakmak,
münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Kâ'b b. Selûl ve yüz bin münafığın
yaptığı bir iştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu duruma işaret edilerek, şöyle
buyurulmuştur:
"Ey Muhammed! Münafıklar sana gelince; 'Senin şüphesiz Allah'ın resulü olduğuna
şehâdet ederiz' derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu, bunun
yanında münafıkların yalancı olduklarını bilir."6
İşte bu durumda sen, dünya ve âhirette hüsrana uğramış kimselerden olursun ki bu
hal apaçık bir ziyandır. Bu hal içinde âlem-i adl'in yani cehennemliklerin ve
Allah düşmanlarının defterine kaydedilirsin. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de,
"Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı da
bulamayacaksın" 8 buyurulmuştur.
"Lâ ilahe illallah" bir kaledir. Fakat münafıklar ona karşı iftira ve yalan
mancınığını kurarak tahrip gülleleri atmışlar, şekavet ve nifak balyozlarıyla
onu yıkmaya yeltenmişlerdir. Bu gibi kimselerin içine düşman girip tevhidin
izlerini yok etmiş, onun fiillere yansıyan güzelliğini karartmış, bu güzelliğin
neşvünema bulacağı kalplerini tarumar edip onlardan kelime-i tevhidin
6 Münâfikûn 63/1.
7 Âlem-i adi, az önce açıklandı (çev.).
5 Hucurât 49/14.
Nisa 4/145.
24
25
mânasını almış ve onları kupkuru suretle baş başa bırakmıştır. Bunun için
hadiste, "Doğrusu Allah sizin suretlerinize değil, sadece kalplerinize bakar"
buyurulmuştur.s
"Lâ ilahe illallah"ın mânası gitmiş sadece birtakım harfler ve lakırdılar
kalmışsa bu, kelime-i tevhid kalesinin mânadan yoksun bir şekilde yalnızca dille
anılmasıdır.
Nasıl ki dil ile "ateş" demek dili yakmıyor, "su" demek harareti gidermiyor,
"ekmek" demek karnı doyurmuyor, "kılıç" demek vücudu kesmiyorsa; aynı şekilde,
sadece dille kelime-i tevhidi söylemek de kişiyi kötülüklerden (Allah'ın rızası
dahilinde olmayan hallerden) alıkoymaz.
Halk arasında söylenegelen bir söz vardır: "Ateş demekle hiçbir kimsenin dili
yanmayacağı gibi; bin kere 'altın, altın' demekle de hiç kimse zengin olmaz."
9 Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed, Müsned, 2/285.
26
Söz kabuk, mâna özdür. Söz sedef ise, mâna incidir. Öz olmayınca kabuğu
neylersin. İncisi olmayan sedef neye yarar.
Kelime-i tevhidin sözcükleri ve mânası, beden ile ruh gibidir. Ruhsuz beden bir
işe yaramadığı gibi, bu ifade de [kelime-i tevhid] mâna-olmaksızın hiçbir fayda
sağlamaz.
Âlem-i fazi (cennetlik müminler), kelime-i tevhidin hem suretini hem de mânasını
alıp, suretiyle dışlarını, manasıyla içlerini süslemiştir. Böylece dünya ve
âhiret nimetlerini elde etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm onların hak üzere
olduklarına şehâdet ederek kendilerini şöyle tasdik etmiştir:
"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri O'ndan başka ilâh
olmadığına şahitlik etmişlerdir. O'ndan başka ilâh yoktur. O azizdir, hakimdir.^
Âl-i İmrân3/18.
27
Âlem-i adl (kâfir ve münafıklar) ise kelime-i tevhidin mânasını değil, suretini
aldılar. Münafıklar dilleriyle iman ettik dediler, fakat içlerini küfür
kirleriyle boyadılar. Bu sebeple kalpleri simsiyah ve kapkaranlıktır. Onlar,
zahiren müslümanız diyerek ve iyi görünerek, (ganimet ve can güvenliği gibi)
birtakım dünyevî menfaatlerine ulaştılar. Oysaki yarın kudret-i ilâhiyyeden bir
rüzgâr esip, onların zayıf ışığını söndürerek, onları küfürlerinin karanlığında
bırakıverecektir. Nitekim onların bu durumu âyette şu şekilde tasvir edilmiştir:
"Onlar çevresini aydınlatmak için ateş yakan kimseye benzerler ki, Allah
ışıklarını karartınca onları karanlıklar içinde kör bir halde bırakmıştır.
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden doğru yola dönmezler. 11
11 Bakara 2/17-18.
28
Diğer bir âyette, "Allah münafıkların yalancı olduklarını bilir.'12 buyurularak,
onların yalancı olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Hevâ ve hevesine, altın ve gümüşüne kulluk edip duruyorken, "lâ ilahe illallah"
demen bir mâna ifade eder mi? Bu halde sana,
"Ey inananlar! Yapmadığınız bir şey hakkında niçin yaptığınızı söylersiniz.
Yapmadığınız şeyi yaptığınızı söylemeniz Allah katında büyük bir suçtur"'13
şeklinde hitap edilir ve yalancılığın yüzüne vurulursa cevabın ne olacaktır?
Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyetten ders almak lâzımdır:
"Hevâ ve hevesini ilâh edinen, bilgisi olduğu hâlde Allah'ın şaşırttığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü?
12 Münâfikûn63/1.
13 Saf 61/2-3.
29
Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Düşünmez (tefekkür etmez)
misiniz?"14
Sen nefsinin kötü arzularına tâbi olmakta, altın ve gümüşe her şeyin üzerinde
kıymet vermektesin. Hadiste uyarıldığı gibi; altına, gümüşe ve güzel elbiselere
kıymet verip rağbet eden kimse, gerçekten helak olmuştur.15
Bütün ilgini ailene ve evine yöneltmiş, mal ve çoluk-çocuğuna meyletmişken tam
anlamıyla "lâ ilahe illallah" diyemezsin. Zira fiiliyatın yalanladığı her söz
reddedilir. Dile değil, hale bakılır; lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha fasihtir.
Her daim "lâ ilahe illallah" diyerek eğer kalbinde mâna meyvesi oluşmuşsa,
Allah'tan başka birine sığınman, başkasından korkman ve yardım istemen gerekmez.
14 Câsiye 45/23.
15 Buhârî, Rikak, 10; Cihâd, 70; İbn Mâce, Zühd, 8.
30
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Sen 'lâ ilahe illallah' der ve bizden başkasıyla
ünsiyet peyda edersen, ne biz senin için oluruz, ne de sen bizim için... Kim
Allah içinse, Allah da onun içindir. Kim O'na karşı huşu duyarsa Allah o kimseyi
korur. Kulum! Niçin benden başkasına sığınırsın! Halbuki her şeyin dizgini benim
elimdedir. Ben mülkün gerçek sahibiyim ve mülkümde dilediğim gibi tasarruf
ederim. Bu âlemde ancak benim dilediğim olur ve her şey ancak benim irademle
vuku bulur. O halde benden başkasına sığınma! Benim rahmetimden ümidini kesme!
Zira ancak kâfirler benim rahmetimden ümidini keser. Cezamdan sadece gönlü beni
arzulayanlar kurtulabilir."
Yüce Allah, "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, doğrusu kâfirlerden
başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez"™ âyetiyle bu gerçeği teyit
etmiştir.
16 Yûsuf 12/87.
31
"Lâ ilahe illallah" lafzını sadece dilinle söylüyor ve bu sözün kalbinde hiçbir
semeresi olmuyorsa sen münafıksın.
Eğer kelime-i tevhidin mânası kalbinde ise mümin, ruhunda ise âşık, sırrında ise
hakikati keşfetmiş bir kimsesin.
Birinci nevi iman avama, ikincisi havâssa (seçkin kullara), üçüncüsü havâss-ı
havâssa (en seçkin kullara) aittir. Birinci iman, sadece doğru haberi tasdik
etmekle elde edilir. İkincisine, kalbin nurla açılıp basiret sahibi olmasıyla
ulaşılır. Üçüncü kısım ise iman ise, keşfe ulaşıp Hakk'ı müşahedenin meyvesidir.
Kalbin tasdiğinden yoksun, yalnızca dille iman ettiğini söyleyen bir kimse
olmaktan sakın! Çünkü, kelime-i tevhid kıyamet günü senin aleyhinde şahitlik
edip, "Ey Allahıml Ben bu kişiyle bunca yıl beraber oldum, bir kere dahi bana
hürmet etmedi, hakkımı ödemedi!" diyecek.
32
Demek ki bu kelime senin lehinde veya aleyhinde şahitlik edecektir. Gerçek bir
mümin isen lehinde; kâfir veya münafık isen aleyhinde şahitlik edecek. Kelime-i
tevhid, müminler cennete girene kadar onların lehinde; kâfirler cehenneme gidene
kadar onların aleyhinde şahitlik eder. İşte, "İnsanların bir kısmı cennete, bir
kısmı da çılgın alevlerin bulunduğu cehenneme girer.' âyet-i kerimesi bu noktaya
işaret eder.
KELİME-İ TEVHİDİN MÂNASI
Kelime-i tevhid, iki lafızdan oluşur. Birinci kısmı "lâ ilâhe"dir. Mânası,
"hiçbir ilâh yoktur" demektir. Bu kısmında kalmak küfürdür. İkinci kısmı
"illallah’tır. Mânası, "ilâh olarak ancak Allah vardır" demektir. Bunu söylemek
imandır. Kâfir ve münafıklar "lâ ilahe" kısmında kalıp
17 Şûra 42/7.
33
küfre düştüler. Oysaki onlara, "Kapıda durmayın, içeriye geçin (hakka ulaşın)
denilmişti.
Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyeti bu mânada anlamalıdır:
"Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, ona indirdiği kitaba ve daha önce
indirmiş olduğu kitaplara inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa
dalmıştır.^
Gerçek müminler, aslî vatana (hakikate) ulaşmış, yani "illallah" menziline
varmış kimselerdir. Onların durumu şu âyetle anlatılmıştır:
"Peygamberler ve müminler ona rabbinden indirilene inandılar. Hepsi Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler."^
18 Nisa 4/136.
19 Bakara 2/285.
34
"Lâ ilahe" diyerek cehennemliklerden olanların ilki lanetlenmiş ve kovulmuş
şeytandır. "İllallah" diyerek iman bahçesine giren ve cennetlik sınıfına dahil
olan ilk kimse ise Hz. Âdem'dir. Bu nedenle cehenneme gireceklerin listesinin en
başında şeytanın, cennetliklerin başında ise Hz. Âdem'in (a.s) ismi yazılıdır.
Şimdi "lâ ilahe" menzilinde durup da küfre düşen şeytana mı, yoksa "illallah"
diyerek imana eren Âdem'e (a.s) mi katıldığını iyice düşün. Sakın şeytana uyma!
Eğer şeytanın yolundan gidersen Âdem'in yolundan sapmış olursun, onunla olan
bağın kopmuş olur ki o vakit şeytanî sıfatlarla sıfatlanmış olursun. Bu durumda
sen şu âyette anlatılan kimselerden olursun:
"Allah, İblîs'e, 'Haydi git! Onlardan sana kim uyarsa bil ki cehennemde hepiniz
tam bir ceza ile cezalandırılırsınız. Vesveselerinle gücünün yettiğini yerinden
oynat, onlara karşı yaya ve atlı askerlerinle haykırarak yürü, onların mallarına
ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde
35
bulun' dedi. Ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadde bulunur. ^°
Şayet Allah Teâlâ sana adaletiyle muamele edecek olursa seni âlem-i adle
(cehennemliklere) ait listenin başına kaydedip iblîs'in ordusuna dahil eder. Yok
eğer fazl ve keremiyle davranacak olursa seni âlem-i fazlın (cennetliklerin)
defterine yazıp Hz. Âdem'in safına katar.
"Lâ ilahe" lafzı "illallah" lafzına bağlı olup, ikisi, birbirinden ayrılmaması
gereken tek bir sözdür. "Lâ ilahe" zehir ise, "illallah" panzehirdir. Panzehiri
olmayan zehri içen kimse nasıl helak olursa, aynı şekilde "lâ ilahe" deyip
"illallah" demeyen kimse de helak olur. Kuşkusuz zehirden sonra panzehir içen
kimse nefsini diz-ginlemiştir. Nefsine sahip olan kimse ile, nefsini helak eden
kimse birbirinden çok farklıdır.
"Lâ ilâhe"yi "illallah" çizgisine kavuşturmadıkça, sen, kelime-i tevhid
kalesinin dışındaki
20 İsrâ 17/63-64.
36
harabelerinden birinde kalırsın. "Lâ ilahe" kalenin yarısı olduğu için diğer
yarısı olmaksızın kale tamamlanmış olmaz. Nitekim Allah Teâlâ, "Lâ ilahe
illallah benim kalemdir"2^ buyurmuştur. O halde sen "lâ ilâhe"yi "illallah"a
bağladığında, bu kale tüm rükün ve kısımlarıyla tamamlanmış olur. Zira her
kalenin dört rüknü vardır. Aynı şekilde "lâ ilahe illallah" dört kelime olup,
her bir kelime tevhid kalesinin bir rüknüdür. Maddî şekil olarak durum böyle
olduğu gibi, mâna yönüyle de böyledir.
Tevhid kalesinin rükünlerini şöylece sıralamak mümkündür: Namaz, oruç, hac,
zekât, (bir de kale olarak nitelendirdiğimiz) kelime-i şehâdet. İslâmiyet bu beş
esas üzerine kurulmuştur.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, insanlık şehrindeki tevhid kalesi kalbin
korumasındadır. Bu şehrin sakinlerinden olan kulak, göz, el ve ayak
21 Kaynağı ilk sayfada gösterildi.
37
kalbin kölesi ve hizmetçisi olup istemeseler de kalbin emirlerine uymak
mecburiyetindedirler. Evet, bu uzuvlar kalbin isteklerini yerine getirmek, ona
muhalefet etmemek üzere yaratılmışlardır. Kalbin emretmesi üzerine göz bakar,
kulak duyar, el tutar, ayak yürür. Eğer kalp bu uzuvlara bu hareketlerin aksini
emrederse yine yaparlar. Kısaca, bunlar kalbe itaat etmek zorundadırlar.
Şayet kalp mülkünde zulmediyorsa, emrindeki uzuvları zulüm, fesat, muhalefet ve
inat gibi kötü işlerin yapılmasında kullanır. Meselâ, göze haram şeylere
bakmasını, kulağa kötü sözleri dinlemesini, el ve ayağa haramla meşguliyeti
emreder ki böylece onlar hakikati göremez ve duyamazlar. Şu âyetler, insanın bu
halini anlatmaktadır:
"Onlar, manen sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu sebeple doğru yola
dönmezler"22
22 Bakara 2/18.
38
"Andolsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri
vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidirler; hatta daha da aşağıdırlar. İşte gafil
olanlar bunlardır."23
Kalp kendi memleketinde adaletle hükmederse, bu uzuvları taat ve ibadet etmekte
kullanır. Yani, göze iyiye, güzele bakmasını; kulağa faydalı şeyleri
dinlemesini, diğer uzuvlara da hayır işlemelerini emreder ki bunun neticesinde
bereket hâsıl olur, kalbin meydanı temizlenir, saflaşır. Kalbin bu haline
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle işaret buyurmuştur:
"Bedende bir parça et vardır ki o iyileşince bedenin hepsi iyileşir, o
hastalanırsa bedenin hepsi hastalanır. İşte o, kalptir."24
23 A'râf 7/179.
24 Buhârî, imân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; İbn Mâce, Fıten, 14; Dârimî, Büyü',
1.
39
Kelime-i tevhid; kapısı, kapıcısı ve bekçisi olan sağlam bir kale olup,
kapıcının hakkını vermeden içeri girmek mümkün değildir. Yani "lâ"nın sırrından
geçmeden "illa"nın ispatına varamazsın.
Gerçekte bir şeyi yok etmek veya var etmek senin işin değildir. Çünkü mevcut
olmayan bir şey zaten yoktur. Aynı şekilde, var olan bir şeyin de ispata
ihtiyacı yoktur. Varlığı bulunmayan bir şey, mevcut değildir; var olan da zaten
mevcuttur.
"Lâ ilâhe illallah" dört kelime, on iki harf gibi görünmesine karşın gerçekte
bir kelime ve dört harften ibarettir.
Allah lafzı mutlak bir doğru olup, inkârı ve nefyi mümkün değildir. "Lâ ilahe"
ifadesi de mutlak mânada bir nefiydir. Zira bir şeyin sübû-tu ve vücudu tasavvur
edilmedikçe nefyedilemez. Nitekim "lâ" harfi, sübûtu ve vücudu tasavvur
edilebilen bir şeyi nefyetmek için kullanılır.
40
Yani bu, başka tanrıların mevcudiyeti mânasında olmayıp; eşi ve benzeri, ortağı
ve zıddı olmayan Allah'ın varlığını tekit ve ispat için kullanılmıştır. Bunun
aksini düşünen kimse müşriktir.25
KELİME-İ TEVHİDİN MEYVESİ
"Lâ ilahe illallah", ilâhî sırların perdesini açar ve kalbi, onu kirletip yüce
Hakk'ın tecellilerini perdeleyen tozlardan temizler. Kalp arşını temizleyerek
onu Cenâb-ı Hakk'ın tecellisine mahzar ve nazarına layık bir mahal yapar. Bu
itibarla Allah Teâlâ, Davud'a (a.s), "Ey Dâvûd! Bana kalp evini temizle de orada
bulunayım. Gökler ve yer beni içine alamazken mümin kulumun
25 Yani bir kimse, Allah'tan başka ilâh yoktur derken, O'nun tek ilâh olduğunu
ifade etmiş ve ispatlamış olur. Kelime-i tevhidle, başka ilâhlar var da onları
inkâr edip Allah'ı kabul etmek anlatılmıyor. Yüce Allah'ın yanında başka ilâhlar
kabul etmek şirktir. Lâ ilahe illallah "tek ilâh var, o da Allah'tır" demektir
(çev.).
41 -
temiz kalbi beni içine aldı"26 buyurmuştur.
Mâsivâya (Allah'tan gayrisine) nazar edip kirlendiğin, ilim ve derece
üstünlüğüne güvendiğin ve varlık âleminde Allah'tan başkasını gördüğün sürece
"lâ ilahe" nefyi senin içindir. Ne zaman eşyayı her şeyin sahibi olan Allah'ın
birliğine (tevhid) delil kılıp, onlarda hakkı görürsen işte o an "lâ"dan
kurtulur "illa’ya ulaşırsın.
"Allah de, sonra da onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar."27 Bu
âyette belirtildiği gibi sen ne zaman fâni şeyleri anmayı bırakır, baki olan
Allah'ın zikriyle meşgul olursan kelimenin tam anlamıyla Allah demiş olur,
mâ-sivâdan yüz çevirirsin.
"Allah" kelimesini oluşturan "elif, lâm ve hâ" harflerinden her birinin özel bir
mânası ve işareti vardır.
Elif, Allah'ın kendi zâtıyla kaim olduğuna, varlığının mahlûklardan hiçbirine
bağlı olmadığına işarettir. Lâm, mülkiyet ifade eder; Cenâb-ı Hakk'ın tüm
mahlûkatın gerçek sahibi olduğunu gösterir. Hâ harfi ise, hidayeti simgeler;
göklerde ve yerde olanların hepsine hidayet eden, yani onların yolunu
gösterenin, yapacağını öğretenin Allah olduğunu belirtir. Bu konuda Kur'ân-ı
Kerîm'de, "Allah göklerin ve yerin nurudur (yani yerde ve gökte ne varsa hepsine
hayat veren, yol gösteren Allah'tır)" buyu-rulmuştur.28
Bunları şöyle anlamak da mümkündür: Elif, Cenâb-i Hakk'ın kendi nimetini her
tarafa yaymak suretiyle halk ile ülfet ettiğine; lâm, halkın Hak'tan yüz
çevirdiğine; hâ, Allah dostlarının aşk ve muhabbet içinde kaldıklarına
işarettir. Şairin biri bu nükteleri şu şekilde mısralara aktarmıştır:
26 Bk. Sehâvî, el-Makasıdü'l-Hasene, nr. 990.
27 En'âm 6/91.
28 Nûr 24/35.
42
43
Elif, halkla ülfet etmek; Lâm, kınamaktır şeytanı. Hâ, O'nun aşkıyla coşmak;
Ve... Uyarmaktır insanı. Basiret gözünü aç! Âlemdeki her şey "lâ ilahe illallah"
der. Sen şu âyetin haberine kulak ver:
"Yedi gök, yer ve bunların arasında bulunanlar O'nu teşbih eder. O'nu hamd ile
teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların teşbihini anlamazsınız. O,
gafur ve halîmdir."^ Bu hakikat şairin mısralarında şöyle dile gelmiştir:
Her şeyde vardır apaçık bir âyet; O'nun birliğine eder delâlet. Tevhid güneşinin
sadece senin üzerine doğduğunu mu sanırsın? Bu iş senin bildiğin gibi olmayıp,
kuşlar dahi O'nun için saf saf ol-
29 İsrâ 17/44.
muş, O'na dua ve teşbih etmektedirler. Sizin diğer mahlûklara kıyasla daha
üstün, daha azametli ve faziletli oluşunuz mükellef olmanız-dandır. Yoksa size
ihtiyaca binaen bu özellikler verilmiş değildir. İyilik ve üstünlük Allah
tarafından verilmiş bir nimet olup, Kur'ân-ı Kerîm'de bu nimet şöyle
hatırlatılmıştır:
"Andolsun ki, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onların çeşitli vasıtalarla karada
ve denizde intikalini sağladık; onları temiz şeylerle rızıklan-dırdık ve
yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık"'z°
Allah Teâlâ sizi ademiyet (yokluk) sırrından varlık sahasına getirmiş ve size,
kulluk vazifenizi yerine getirerek, Allah'ın bir tek olduğunu anlamanızı
emretmiştir. Sizlere vücut verilmiş olması herhangi bir ihtiyaç sebebiyle veya
ilâhî sıfatların size muhtaç olduğundan ve vah-dâniyyet sıfatının sizin
şehâdetinize bağlı bu-
30 İsrâ 17/70.
44
45
lunduğundan dolayı değildir. Zira O'nun sıfatları hiçbir şahidin şehadetine
bağlı değildir ve inkarcının inadıyla da gizli ve kapalı bir hale gelmez.
Yarasalar dahi güneşin varlığını bilirler. Fakat gözlerinin kusurlu olması
sebebiyle onu göremezler. Güneş doğunca yerlerine çekilip uyurlar. Onlar gecenin
varlığının da farkına varırlar. Yarasaların güneş ışığını görememesi güneş
ışıklarından kaynaklanmaz; onların gözlerinin bu ışıkları görebilme
kabiliyetinin olmayışından kaynaklanır.
Allah Teâlâ ezelî ve ebedîdir. İster şehadet edin, ister inkâr edin; yani
isteseniz de istemeseniz de bu böyledir. Eğer şehadet ederseniz bu, O'nun
ezeliyet sıfatının bir tecellisi olarak size ikram edilen nasibinizdir. Yok eğer
inkâr ederseniz, bu hiçbir şey ifade etmez. Çünkü ezelî ve ebedî olan bir şeyin
varlığı, hadis olan (sonradan yaratılan) bir şeye bağlı değildir. Bilakis hadis
olan bir şeyin mevcudiyeti kadîm
46
olana bağlıdır. Bütün varlıkların O'na muhtaç olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de şöylece
ifade edilmiştir:
"Ey insanlar! Siz fakirsiniz. Allah ise zengindir, her türlü hamde ve övgüye
lâyıktır. O dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni kimseler yaratır. Bu Allah'a
zor değildir." ^
Eğer sen fakir isen, Allah'ın huzuruna zenginler gibi; zelil isen azizler gibi;
zayıf isen güçlüler gibi gelme! Allah'ın divanına aczini, fakrını itiraf ederek
gelirsen bilmiş ol ki sabreden fakirler O'nun yanında olurlar. Zelil ve kalbi
kırık bir vaziyette varırsan şüphesiz O, kalbi kırık olan kimselerle beraberdir.
O'nun huzuruna O'nu zikrederek gidersen O da seninle birlikte olur. Nitekim
âyette,
"Beni anın ki ben de sizi anayım"*2 buyurul-muştur.
31 Fâtır 35/15-17.
32 Bakara 2/152.
47
O'na muhabbetin varsa, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler"'33
âyetinin müjdesine ulaşırsın.
O'na yakınlık peyda ederek geldinse, "Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir
kulaç yaklaşırım, kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. Kulum
nafile ibadetlerle bana yaklaşır, ben de onu severim. Sevdiğim zaman onun gören
gözü, duyan kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Kulum artık benimle
görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle yürür^4 kudsî hadisinin sırrına
mazhar
olursun.
Şu hadis de O'na yakın olan kulların haline
işaret etmektedir:
"Allah kıyamet gününde, 'Ey âdemoğlu, aç kaldım beni doyurmadın, hasta oldum
halimi
33 Mâide5/54.
34 Buhârî, Rikak, 38; ibn Mâce, Fiten, 16; Begavî, Şer-hu's-Sünne, 1/142;
Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, nr. 7880.
sormadın' der. Bunun üzerine kul, 'Yâ rabbi, sen âlemlerin rabbi iken ben seni
nasıl doyurayım, sana nasıl su vereyim!' diye sorar; Allah da, 'Benim
kullarımdan biri hastalandı, sen onun hal ve hatırını sormadın. İzzet ve
celâlime andolsun ki, onun hal ve hatırını sormuş olsaydın beni onun yanında
bulurdun' der."35
KELİME-İ TEVHİDİN HAKKI
Tevhidi sermaye yap! Lüzumsuz şeylerden arın! Asıl zenginliği fakirlikte
(Allah'a boyun bükmede), azizliğini ise O'na karşı zelilükte ara. Zikrullahı
şiar edin! İlâhî muhabbet, kaftanın; takva, gömleğin olsun! Azığa, bineğe ve
emniyete ihtiyacın varsa, fakirliği azık, kalp kırıklığını binek, zikri emniyet
edin! Muhabbetul-lahı yegâne dost bil! Yolculuğunun maksat ve gayesi O'na
yaklaşmak olsun. 35 Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 517; Müslim, Birr, 43; İbn
Hibbân, Sahîh,nr. 269.
49
48
Eğer Allah ile yaptığın bu ticarette kâr ettin-se bil ki her şeyi kazanmış;
zarar ettinse her şeyi kaybetmişsin demektir.
Yapmış olduğun bu ticarette, canını ve malını alıcı mı, yoksa satıcı mı olduğunu
bir düşün. Şayet alıcı olup canını ve malını O'na vermekten kaçınmış isen zarar
etmişsin demektir. Şu âyet bu kimselerin halini anlatır:
"İşte onlar, hidayeti (hakkı) bırakıp sapıklığı aldılar da alışverişleri kâr
getirmedi. Zaten doğru yolu bulamamışlardı." ^
Eğer, canını ve malını Allah'a satıcı isen kâr etmişsin demektir; işte o zaman
şu âyetin müjdesine erersin:
"Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin
canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır. Allah bunu Tevrat, İncil
ve Kur'an'da üzerine bir hak olarak vaad etti. Verdiği sözü Allah'tan daha
50
çok tutan kim vardır! Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin, bu büyük bir
kazançtır."37
Hangi gruba dahil olduğunu anlamak istersen şu âyeti oku:
"Müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, O'nun âyetleri okunduğunda
imanları artan, rablerine güvenen, namazlarını dosdoğru kılan, kendilerine
verdiğimiz nzıktan yerli yerince sarfedenlerdir."33
Eğer, O anıldığında kalbin titriyor, azaların ürperiyorsa, "Onların bedenleri ve
kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar"39 âyetinin sırrına maz-har olmuşsundur. Bu
durumda sen, kendini Allah'a satıcılar topluluğuna dâhil olan
kimseler-densindir.
Yok eğer senden bu gibi haller sâdır olmaz, "lâ ilahe illallah" sözü duvar veya
tavan gibi
37 Tevbe 9/111.
38 Enfâl 8/2-3.
39 Zümer 39/23.
51
herhangi bir sözden farksız olursa, bil ki sen, hidayeti ve hakkı terkedip
nefsinin keyfini alan gruptansın. Şu âyet sana veyl okumaktadır:
"Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsunl İşte
bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler." 4°
Allah'ın âyetlerinden nasibi olmayan kimsenin "lâ ilahe illallah" demesi ona
fayda sağlamaz. Zira kalbi mânadan yoksun olan, âyetlerden nasibi olmayan
kimsenin, puta ve haça tapan kimseden, taştan veya kumdan hiçbir farkı yoktur.
Şu âyet seni düşündürmeli:
"Sonra yine kalpleriniz katılaştı, taş gibi hatta daha katı oldu. Nitekim taşlar
arasında içinden ırmaklar çağıldayan, yarılıp su çıkanlar vardır. Allah
korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir."^
to Zümer 39/22. 41 Bakara 2/74.
52
Müslümanın kalbi, âyette belirtildiği üzere, taş gibi kaskatı olursa kâfirin
kalbi nice olur. Tevhid ehli ve O'nun zikriyle meşgul olan kimse bu durumda
olursa, kâfirlerin ve gafillerin halini artık sen düşün.
Gaflet uykusundan uyandığın, sarhoşluk batağından kurtulduğun anda, bu
anlattığımı anlayabilir, söylediğimi bilebilirsin. Şüphesiz ki sen önce anlayıp
sonra anlatmakla ve ilkin bilip sonra bildirmekle emrolundun. O halde bilmediğin
şeyi söyleme, anlamadığın şeyi anlatma.
Kelime-i tevhidi iyice anlamadan, kalbinde özümlemeden söylüyorsan hakikatte onu
söylemiş olmazsın. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Vay o namaz kılanların haline ki,
onlar kıldıkları namazdan gafildirler"42 buyurulmuştur.
Öyleyse, Allah'ı zikrettiğinde her yerin kalp kesilmeli; O'nun için konuştuğun
vakit her ya-
53
nındil olmalı, O'nu her tarafın kulak kesilmiş bir vaziyette dinlemelisin ki,
soğuk demire çekiç vuran kimse gibi, boşuna yorulmuş olmayasın. Bir şair demiş
ki:
Ölürüm aşkınla seni her zikredişimde, Gafletinle düşerim mahrumiyet ve hüzne.
Kalp kesilirim gönlümün her titreyişinde; Ne acı kalır, ne elem, yanar ateşinde.
KELİME-İ TEVHİDİN HÂKİMİYETİ
"Lâ ilahe illallah" bütün mâna ve hakikatiyle sana hâkim olduğu zaman kalbinin
içerisinde yegâne hükümran o olur. Artık hiçbir yabancı kalp evine giremez.
Kendi evinde nefsinin hükmü geçmez. Orada kalıp kalmama hürriyetin elinden
alınır. Malûm olduğu üzere hükümdar bir şehri ele geçirdiği zaman oranın altını
üstüne getirir, oranın azizlerini zelil kılar.
Aynı şekilde, kalbin tam manasıyla kelime-i tevhidin hükmü altına girince, senin
de sıfatların değişir; kibrin tevazuya, malla gururlanma azla kanaat etmeye,
varlığın yokluğa, baki olma hevesin fâni olmaya, tüm kötü sıfatların iyiye
inkılâp eder. Zahirî üstünlüğün hakiki üstünlüğe döner. Çirkin sıfatların ağacı
kökünden kesilir, küfür ve atalet dikenleri ezilir, teşbih ve temsil kabukları
temizlenir; oraya iman ve tev-hid tohumu dikilir. Orada Allah'ı tenzih ve tefrîd
fidanları yeşerir. Böylece senin güzel sıfatların çoğalır. Allah Teâlâ'nın şu
âyeti bu meseleyi veciz şekilde açıklamaktadır.
"Verimli toprak rabbinin izniyle iyi ürün verir. Çorak toprak kötü ürün verir.
İşte biz, şükreden bir topluluk için âyetleri böyle yerli yerince açıklarız."^
Her sultanın saltanatı ve hükümranlığı belli bir müddet devam eder. Lâkin "lâ
ilahe illallah"
43 A'râf7/58.
55
54
bunun dışındadır. Onun saltanatı ilelebet devam edecektir. Hükmü -öncekilerin ve
sonrakilerin isteğine bakılmaksızın- herkesi kuşatmış, göklerde ve yerde
olanların hepsini kaplamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de buna işaretle,
"Göklerde ve yerde bulunan herkes kul olarak rahmana gelir" buyurulmuştur.44
Bunların bazısı aşk ve şevkle, itaat etmiş bir halde; bazısı da istemeyerek,
zoraki bir şekilde O'nun huzuruna gelirler. "Göklerde ve yerde olanların hepsi
ister istemez sadece Allah'a secde ederler. Gölgeleri de uzayıp kısalarak O'na
secde etmektedir"*5 âyet-i kerimesi bu konuda söylenen şeyleri özetle ifade
etmektedir.
Herkesin O'na teslim olduğunu ifade eden bir diğer ayet şudur:
56
"Rabbin âdemoğlunun belinden zürriyetleri-ni almış ve, 'Ben sizinrabbiniz değil
miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. 'Evet buna şahidiz'dediler.
Kıyamet günü, 'Biz bundan habersizdik' dememeniz için sizinle bu anlaşmayı
yaptık."46
Bu âyeti şu şekilde tefsir etmek mümkündür:
Âlem-i fazl (gerçek müminler) isteyerek, âlem-i adi (kâfirler) ise istemeyerek,
"Evet, sen bizim rabbimizsin" dediler.
Allah Teâlâ, onları Âdem'in (a.s) belinden çıkardıktan sonra iki fırkaya ayırdı.
Âlem-i fazl (cennetlikler) Âdem'in (a.s) sağında, âlem-i adi (cehennemlikler)
ise solunda yer aldı. Bunun akabinde Allah Teâlâ her iki gruba da anlama, işitme
ve konuşma melekesi verdi. Daha sonra onlara hitap etti ve onları kendilerine
şahit tuttu. Onların hepsi Allah'ın bir tek olduğunu ikrar
57
¦*m
^Jlf1
ettiler
ve,
ğwden ortaya
minler, -^''nd*bmeKskiyle inançla "evet dem doâtuluBuna
, , kâfir ve munalıKiaı dıg,
,am
kâfir ve
bozm
uşlardır.
58
„,.
*
Kars, verilen bu fö ,,ayet etme-
üm,nlernem anet
rtsebye>e nıvanet e^er, neden y Daha sonra herke
olan
47 Ra'd 13/20
48 Ra'd 13/25
59
"Her insanın amelini boynuna dolarız ve kıyamet günü, onun için açılmış bir
kitap çıkarırız. 'Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak senin nefsin sana
yeter' deriz." ^
Allah Teâlâ, seni nefsin üzerine şahit tutarak, verdiğin sözü unuttuğunu, zalim
ve cahil olduğunu sana hatırlatır. Böylece sen ikrardan inkâra düştüğünü kabul
edersin.
KALPLE NEFİS ARASINDAKİ İNCE FARK
"Allah şüphesiz Allah yolunda savaşarak öldüren ve öldürülen müminlerin
nefislerini ve mallarını cennete karşılık satın almıştır"50 âyetinde "kalbin"
değil de "nefsin" satın alınması dikkati şayandır. Zira kalp yaratılmış olan
hiçbir şeye köle olmaz. Mevcudattan hiçbir şey onu çalamaz. Çünkü kalp Hak'tan
gayrisiyle ünsiyet kurmaz, Allah'ın zikrinden başka birşeyle tat-
49 İsrâ 17/13-14.
50 Tevbe 9/111.
60
min olmaz. Kalp bu konumu itibariyle alınıp satılamayan, Allah'tan başkasına
boyun eğmeyen hür bir kimseye benzer.
Nefis ise böyle değildir. O, şehvanî şeylerle tatmin olur. Zevk ve lezzetlere
olan meyli sebebiyle onların esiri olur. Esirin ise alım-satımı caizdir.
Bu anlatılanlar şeriat kabının zahirinden taşan birkaç damla, zahirî ilmin bazı
kırıntılarıdır. Bilindiği üzere, sözün akışı vaktine göredir. Sen arındığın
zaman sözün de arınır, sen bu-landığın an o da bulanır.
Nefis ve kalp meselesine şu şekilde de yaklaşılabilir: Kalp halkla değil Hak'la;
nefis ise Hak'la değil halkla meşgul olduğu için, kalp yerine nefis satın
alınmıştır.
Nefis kötü sıfatlar ve bayağı hasletler üzere yaratılmış olduğu için âfet
bölgesi, muhalefet yurdudur. Kalp ise güzel sıfatlar ve iyi huylar üzere
yaratılmış olduğundan itaat ve ibadet
61
beldesi hüviyetindedir. İşte nefsin kötü vasıflarının iyi vasıflara, kalbî
özelliklere inkılâp etmesi için nefis satın alınmıştır.
Nefis alım-satım kefesine konulup teslim işlemleri yapılınca, Allah Teâlâ nefsi
hayra çağırmakla görevli bir meleği ona gönderir. Melek onu daimî surette hayra
davet edip serden men eder. Bu hal aralarında bir dostluk kurulana kadar devam
eder. Nefis vakur, boyun eğecek bir vaziyete gelince, melek ondan tüm kötü
sıfatları alır ve onu güzel sıfatlarla donatır. Böylece o, küfür karanlığından
iman aydınlığına, tüm kötü sıfatların zulmetinden iyi sıfatların nuruna ulaşır.
Nefis, küfür karanlığı ve onun vasıflarından kurtulup, muhalefet ve inadından
vazgeçince, ilâhî emre boyun eğer; Allah Teâlâ da ondan razı olur.
Nefis bu vakur ve mutmain tavırlarıyla Allah'ın kulları arasına girer ve, "Ey
nefs-i mut-
mainnel Rabbini razı edecek bir halde ve sen de rabbinden razı olacak bir
vaziyette O'na dön. Kullarımın arasına ve cennetime girl"^
âyetinin müjdesine mazhar olur.
Âlem-i adi (kâfir ve münafıklar), kudret âlemi hakkında nifaka düşüp, âlem-i
hikmeti inkâr etmesi sebebiyle onların nefisleri satın alınmaya lâyık
görülmemiştir.
Allah Teâlâ onların nefislerini muhafaza etmeyip, onları şeytanın vesveseleriyle
baş başa bırakmıştır. Böylece şeytan onları daima şerre, kötülüğe çağırır, kötü
işlerle onları aldatır; ma-yalarındaki bozuk şeylere, şehvete, isyana, Allah'ın
buyruklarına karşı çıkmaya davet eder. Bunların neticesinde nefis âdeta
şeytanlaşır, kötülüğü emredip, iyiliği nehyeden bir hale gelir. Nefsin bu
sıfatı, "Şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder"52 âyetinde belirtilmiştir.
Şey-
v
51 Fecr 89/27-30.
52 Yûsuf 12/53.
62
63
tan böylece o nefislerin en kuvvetli yardımcısı ve en yakın dostu olur. Bu husus
Kur'ân-ı Ke-rîm'de, "Kim rahmânm zikrine karşı kör oiursa, ona şeytanı arkadaş
ederiz" ^ âyetiyle beyan olunmuştur.
Allah Teâlâ, âlem-i fazlı (müminleri) kendi nefislerine şahit tutup,,onlara
tevhid ve takvayı ilham etti. Aynı şekilde âlem-i adli de (kâfirleri)
1 kendi nefislerine şahit tuttu. Fakat onlara fücur
ve mâsiyeti ilham etti. "Nefse ve onu biçimlendirene, ona isyanı ve itaati ilham
edene andoi-sun"5* âyeti buna işaret etmektedir. Demek ki, Allah Teâlâ'nın fazl
ve keremiyle muamele edip hidayete erdirdiği kimselere âlem-i fazl; adaletiyle
muamele edip terkettiği, haktan uzaklaştırdığı kimselere âlem-i adi denir.
53 Zuhruf 43/36.
54 Şems 91/7-8.
64
Korku, akıbetin kötüye gitmesinden değil, daha çok işlenen kötülüklerden
kaynaklanır.
HİDAYET NURUNUN MİSALİ
Bir hadiste şöyle buyurulmuştur. "Allah , Teâlâ insanları zulmet içinde
karanlıkta yaratıp, onların üzerlerine nurundan serpti. O nurun isabet ettiği
kimseler hidayet buldu, isabet etmediği kimseler dalâlette kaldı."55
Şüphesiz Allah Teâlâ insanları adaletli bir şekilde yarattıktan sonra onların
üzerine fazilet nurunu saçmıştır, işte bu nurun dokunmuş olduğu kimseler
cennetlik; dokunmadığı kimseler cehennemlik oldu.
Bu nur, suret ve eşyada yansıyan bir ışık olmayıp, insanların kalplerine ve
ruhlarına yayılan hidayet nurudur. Bu konuda âyette şöyle
buyurulmuştur:
55 Müslim, İmân, 18; Tirmizî, imân, 18; Ahmed, Müsned,
2/176, 197; Hâkim, Müstedrek, 1/30; ibn Ebû Âsim,
Kitâbü's-Sünne, nr. 243, 244.
65
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun -müminlerin kalplerindeki- nuru, içinde
lamba bulunan bir kandile benzer. O lamba cam fâ- > nus içindedir; cam ise sanki
inci gibi parlayan bir yıldızdır. O, ne doğuya, ne batıya mensup olan mübarek
bir zeytin ağacının yağından yakılır. Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi
aydınlatacak bir durumdadır. O, nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna
kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O her şeyi bilendir."55 Kandil,
senin beşeriyetin; lamba, tevhid nurun, cam ise kalbin yerindedir. Kandilin
beşeriyete benzetilmesi yoğunluk ve kapalılık sebebiyledir ki, kapalı yer
karanlık olur. Karanlıktaki' lamba daha fazla ışık verir, aydınlığı daha çok
kendini gösterir.
Tevhid nurunun, lambanın ışığına benzetilmesi içeriyi ve dışarıyı aydınlatması
nedeniyledir. Kalbin ise cama benzetimesi, camın şeffaf
56 Nûr 24/35.
ve latif olmasındandır. İçinde ışık bulunan cam fanus nasıl her yeri
aydınlatıyorsa, aynı şekilde kalp de içindeki tevhid nuruyla diğer uzuvlara ışık
verir, aydınlatır. Resûlullah Efendimiz (s.a.v), kalpte bulunun bir şeyin diğer
azalara sirayet ettiğini ifade için,
"Kalbinde huşu olan kimsenin diğer uzuvları de huşu (huzur) içinde olur"57
buyurmuştur. Yine camın inci gibi bir yıldıza benzetilmesi onun ışık yaymasına
ve parıldamasına; bu yıldızın inci gibi oluşu cevherinin saflığına,
parlaklığının ziyadeliğine işarettir.
Doğuya ve batıya nisbet edilemeyen zeytin ağacından bahsedilmesi, onun üstün
nitelikli saf yağa sahip oluşu ve iyi yanmasından ötürüdür. Tevhid ağacı-da
böyle olup doğuya ve batıya nisbet edilemez. Yani o, putperestlik, Ya-
57 Bk. Hakîm et-Tirmizî, Nevâdirü'l-Usûl, 2/344; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef,
2/190, nr. 7; Süyûtî, Câmiu's-Sa-gîr, nr. 7447.
67
66
hudilik, Hıristiyanlık, Dehriyye, Müşebbihe, Ka-deriyye, Mu'tezile, Cebriyye
gibi birtakım fırkalara ait bir şey olmayıp, yüce İslâm dinine özgü olup bütün
kâinatı saran bir şeydir.
Zeytin ağacının doğuda ve batıda bulunmaması demek, tevhid ağacının semavî,
arzî, arşî, ferşî, ulvî veya süflî olmaması demektir. Tevhid nuruyla aydınlanan
kalp; halktan ayrılıp, büyük bir istekle Hakk'a doğru uçmaktadır. Bu da onun
halktan ayrı, Hak ile beraber olduğu mânasını taşır.
Yine bu ağacın [tevhid ağacı] doğuda veya batıda olmaması, tevhide ulaşan
kimsenin, dünyayı, dünyevî şeyleri, âhiret ve onun nimetlerini istemeyip sadece
Allah'ın cemâlini arzuladığı anlamına gelir.
Bunu şu şekilde anlaman da mümkündür: Tevhid ehli mümin, cenneti arzulamaz,
cehennemden korkmaz. Korku ona galip gelmediği için Allah'ın rahmetinden ümidini
kesmez. Ümit
68
ona üstün gelmediği için Allah'ın mekrinden (imtihanından) emin olmaz. Yani o,
korku ile ümit arasındadır. Bu bakımdan mümin bir kimsenin korku veya ümidi
tartıldığı takdirde, her ikisinin de birbirine eşit olduğu görülür.
"Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak" âyeti, bu yağın
saflığını ve parlaklığını; "nur üstüne nurdur" ifadesi de yağın nurunun kandilin
nuruna, kandilin nurunun da camın nuruna eklendiğini belirtir. Şüphesiz Allah
Teâlâ dilediğini nuruna kavuşturur.
Tevhid (birlik) güneşi varlık semasından senin kalp topraklarında parlayınca
nefsanî arzuların söner, beşerî karanlıkların yırtılır.
Bu konuya işaret olarak: "O gün yeryüzü, rabbinin nuruyla aydınlanır"5B
buyurulmuştur. O günde, Allah'ın muhlis kullarının ve sair peygamberlerin
kendilerine tâbi olan topluluklarla beraber "lâ ilahe illallah" bayrağı altında
yürü-58 Zümer 39/69.
69
düklerini görürsün. Allah için söyle, senin onlar arasında yerin var mı? Veya
onlar arasında atılmış bir adımın mevcut mu? :' Elbette hayır! Sen onlara uymak
için bir adım dahi atmadın, kendi nefsini hiç kontrol etmedin. Bilakis
ibadetlerinden nefsanî hazların kokusu yayılmaktadır. Halvetin kin ve garaz
doludur. Zikrin nice gafletlerle karışmıştır. Her hâlinde edepsizlik
kokmaktadır. Bilmem farkında mısın, namaz kılarken, "Ben yüzümü gökleri ve yeri
yaratan Allah'a çevirdim" dediğin halde, O'ndan başkasına iltifat etmektesin. Bu
halinle O'na mı yönelmiş oluyorsun? İbadet maksadıyla değil de, âdet olduğu
üzere yeme ve içmeden elini çektiğin vakit, bu halin Allah için midir?
Elbette ki değil! Bir hadis-i şerifte bu duruma şöyle dikkat çekilmiştir:
"Nice oruç tutan kimse vardır ki, onun orucu ona açlık ve susuzluktan başka bir
şey sağla-
70
maz. Nice gece kalkıp (gaflet içinde) namaz kılanlar vardır ki, onların
namazından ellerinde kalan ancak uykusuzluk ve yorgunluktur."&
Allah'a yemin ederim ki, yalnızca şekil ve söz kâfi değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de,
"Münafıklar sana gelince, 'Senin Allah'ın peygamberi olduğuna şehâdet ederiz'
derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu, bunun yanında münafıkların
yalancı olduğunu bilir"&Q âyeti, bu hususu açıklar.
Söz, ağacın yaprağıysa, kelime-i tevhid ağacın kendisidir. Güzel bir kelime
güzel bir ağaç gibidir. Tasdik bu ağacın kökü, ihlâs gövdesi, ameller dalları,
sözler yapraklarıdır. Nasıl ki bir ağacın en değersiz şeyi yapraklan ise, imanın
en düşüğü de yalnızca sözle olanıdır. 59 Buhârî, Savm, 45; Müslim, Sıyâm, 9;
Tirmizî, Savm,
13; ibnMâce, Sıyâm, 24. so Münâfikûn 63/1-2.
71
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, "lâ ilahe illallah" ağacı mutluluk ağacıdır. Eğer onu
tasdik toprağına diker, ihlâs suyu ile sular, iyi amellerle korursan, onun
kökleri tâ derinlere iner, gövdesi sağlamlaşır, yaprakları yeşillenir ve
yenilmesi hoş meyveler bitirmeye başlar. Kur'ân-ı Ke-rîm'de buna işaretle şöyle
buyurulmuştur:
"Bak Allah hoş bir söz (kelime-i tevhid) hakkında nasıl bir misal yaptı. O, kökü
yerin derinliklerinde iyice sabitleşmiş, dalları göğe doğru yükselmiş, -Rabbinin
izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzer."^
"Bu ağacın meyvesi nedir?" diye soracak olursan, sana derim ki; onun meyvesi
kalbin uyanması, tövbe, zühd, iffet, tevekkül, teslimiyet, her şeyi Allah
Teâlâ'ya ısmarlamak, batı nî ve ruhanî bütün güzel sıfatlar ile cismanî ve
zahirî olan tüm iyi huylardır. 61 ibrahim 14/24-25.
Bu ağaç Allah'ın izniyle her an meyvesini vermekte olup diğer ağaçlar altı ayda
bir meyve verirler. Ayrıca bunun meyvesi ruhlar âleminin, diğerlerininki ise
cisimler âleminin gıdasıdır. Biri mâna ve esrar âleminin, diğeri suret ve
gölgeler âleminin besinidir.
Tevhid ağacını yalan ve kötülük toprağına diker, riya ve nifak suyu ile sular,
kötü ameller ve çirkin fiillerle onu korumaya kalkışır, ahdi bozmak ve emaneti
zayi etmekle büyütmeye çalışırsan; onun üzerine vefasızlık suyu akar ve o, kötü
söz ve hezeyan aşısıyla aşılanır. Böylece o ağacın meyveleri olumsuz bir şekilde
etkilenir, yaprakları dökülür, gövdesi çürür, kökleri kopmaya başlar ve bir gün
kader rüzgârı onu paramparça eder. Bu hale Kur'ân-ı Ke-rîm'de şöyle işaret
edilir; "Yaptıkları her işi ele alırız da onu toz gibi yok ederiz." $2
62 Furkân 25/23.
73
72
Tevhid ağacının gölgesinde gölgelenen kimse zafer kazanmış, ondan uzak kalan
kimse hüsranda katmıştır. Ona yapışan ebedî saadete erişmiş, tutunmayan azaba
düşmüştür. Onun dallarından birine tutunan yüksek derecelere çıkmış, onu bırakan
en alt derekelere yuvarlanmıştır.
KELİME-İ TEVHİDLE GELEN SAADET
"Lâ ilahe illallah" yüce, değerli, paha biçilmez bir sözdür ki ona yapışan
selâmete kavuşmuş ve azaptan korunmuş olur. Bir hadis-i şerifte, "İnsanlar 'lâ
ilahe illallah' diyene kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri zaman
kanlarını benden korumuş olurlar" bu-yurulmuştur.63
63 Buhârî, İmân, 17; Müslim, İmân, 34-36; Tirmizî, İmân, 1; Nesâî, Cihâd, 1; İbn
Mâce, Fiten, 1; Ahmed, Müs-ned, 1/11, 19; 2/314, 423.
74
Burada bahsedilen koruma dünyayla alâkalı olup âhiretteki azaptan korunma daha
önemlidir.
Kelime-i tevhidin faziletini ifade eden şu hadisleri de burada hatırlatmak
yerinde olacaktır: "Allah Teâlâ buyurur ki: Lâ ilahe illallah benim kalemdir.
Bunu söyleyen kimse bu kaleye girer. Bu kaleye giren kimse de azabımdan
kurtulur."6*
"Lâ ilahe illallah diyen ve bu iman üzere ölen kimse, cennete girer."^
Bu sözün son durağı vahdâniyyetin bilinmesi, semeresi ise O'nun bir tek
olduğunun her şey tarafından ikrar edilmesidir. e* Ebû Nu.aym, Hilye, 3/224;
Deylemî, Firdevsü'l-Ahbâr, nr. 4458; Süyûtî, el-Câmiu's-Sagîr, nr. 6048; a.mlf.,
ed-Dürrü'l-Mensûr, 4/293. es Ahmed, Müsned, 5/236; ibn Hibbân, Sahîh, nr. 200;
Taberânî, el-Kebîr, 20/41.
75
Mevcudata vücut verilmesi ve kâinatın yaratılması bu sebepledir. Eğer
vahdâniyyetin marifeti ve ikrarı olmamış olsaydı mevcudata vücut verilmez,
yokluktan varlık çıkmazdı. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ben insanları ve
cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" ^ buyurulmuştur.
Yani Allah Teâlâ kullarını, kendisinin bir olduğunu bildirmek için yaratmıştır.
Ulvî, süflî âlemler ile onların arasındaki tüm mevcudatı da kulları için
yaratmıştır. Bunun için gök seni gölgelendirir, yer taşır, melekler korur, ay,
güneş ve yıldızlar seni aydınlatır. Süflî varlıklar da senin tasarrufun
altındadır. Kısacası her şey senin için yaratılmış, sen de O'nun için, yani
O'nun bir tek olduğunu idrak etmek için yaratıl-mışsındır. Öyleyse diyebiliriz
ki, tüm mahlûkat O'nun bir tek olduğunu bilmek ve ikrar etmek üzere
yaratılmıştır. Nitekim bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur:
66 Zâriyât 51/56.
76
"Ben gizli bir hazineydim; bilinmek için mah-lûkatı yarattım." e?
Şüphesiz ki Allah Teâlâ tüm eşyayı kulları için, kullarını da kendisi için
yaratmıştır. Oysaki sen nimet vereni unutup nimetle meşgul oldun, nimeti verene
şükretmedin, onun sana niçin verildiğini düşünmedin. Allah'ı unutturan her nimet
sıkıntı, O'nu hatırlatmayan bütün ihsanlar belâdır.
"Nimetin şükrü nedir?" diye merak edecek olursan cevap olarak deriz ki: Şükür,
nimeti vereni, sana nimet verdiği için, hamdü sena etmek ve O'na yönelmektir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz:
Şükür, O'nun nimetleriyle O'na itaat etmek, O'nu unutmamak ve nimette nimet
vereni görmektir.
67 Bk. Sehâvr, el-Makasıdü'l-Hasene, nr. 838; Aclûm, Keşfü'l-Hafâ, 2/132; İbn
Arrâk, Tenzîhü'ş-Şeria, 1/148.
77
Nimetin şükrü nimeti artırır, basireti açar, berekete vesile olur. Nimete
nankörlük etmek ise helaki hazırlar, zevali getirir, azaba yol açar. Bu nedenle
Kur'ân-ı Kerîm'de,
"Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım
çok çetindik buyurulmuştur.
Ey insanlar! İyice biliniz ki Allah Teâlâ dilediğini yapar, istediği gibi
hükmeder, sebepsiz verir, zamana bağlı olmaksızın men eder, hiçbir illet
olmaksızın mesut eder, yaratmaya ihtiyaç duymaksızın yaratır ve yine şükre
ihtiyacı olmadığı halde şükür ile imtihan eder.
Şüphesiz ki yüce Allah, sebep ve illetlerden uzaktır. EğerO'nun iradesi, bir
sebebin etkisiyle olsaydı, dilemesine başkası karışmış olurdu. Şayet, O'nun
dilemesi bir hadiseye bağlı olarak gerçekleşseydi, bir sebeple bağımlı olurdu.
Oysaki O'nun iradesi bütün bu hallerden uzak-
I
İbrahim 14/7.
tır. O, sebep ve illetleri yaratandır. Nitekim âyette, "O yaptığından sorumlu
değildir; onlar ise sorumlu tutulacaklardır"^ buyurulmuştur.
Varlık âleminde esasen sadece O vardır. Öyleyse sen Allah'tan başkasıyla meşgul
olma! O'ndan başkasına yönelme! O'na ulaştığında her şeye ulaşmış, O'nu
kaybettiğinde her şeyi kaybetmiş olursun. Kâinatın zirvesine yüksel-sen, en yüce
yerlere çıksan, her iki âlemin hazinelerinin anahtarları sende olsa, her iki
dünyanın da mahsulâtı sana verilmiş olsa, eğer sen bunlardan biriyle meşgul olup
aldanırsan bilmiş ol ki, Allah'ı unutmuş ve O'ndan başkasıyla meşgul olmuş
olursun.
Sadece dünya nimeti ister ve onunla yetinir-sen helak olmuşsun demektir. Bu
konuda Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, işlediklerinin karşılığını orada
onlara tam
69 Enbiyâ 21/23.
78
79
olarak veririz. Onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar. Âhirette onlara ateşten
başka hiçbir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Amelleri de
iptal edilmiştir."70
Aynı şekilde yalnızca âhiret nimetini ister ve ona kanaat edersen bilmiş ol ki
sen aklını kullanmayan birisisin. Çünkü, sadece kendi eviyle meşgul olup
yanındaki komşusunu unutan kimse de akılsızdır. Rızık ile meşgul olup onu veren
yüce rezzâkı unutan kimse de böyledir.
Yalnızca dünya nimetinden faydalanırsan âhiret nimetini, sadece âhiret
nimetinden istifade edersen dünya nimetini kaybedersin. Öyleyse gerçek mutluluk,
dünya ve âhireti birlikte yürütmekte ve sadece Allah'ın rızasını istemektedir.
Aksi takdirde O'nun emrinin dışına çıkar, Allah'ın iradesinin dairesine giremez,
O'nunla ve O'nun için olamazsın. Bu konuda bir şair şöyle der:
Gördüm ki aşk köprüsü uzamakta bizden
yana;
"Haydi geçin" diye nida olundu âşıklara.
Köprüyü geçmek için yanlarına yürüyünce
Köprü koptu ve ben yuvarlandım
mahrumiyete.
Dalgalar her yanımdan tutup sardığında
beni;
Sabır tükenmiştir "artık göç" dedi bir
münâdî.
Ya bu kararı böylece kabul edersin ya da ihtiyar kadınların dinine tâbi olup
aczini itiraf eder, evin arka odasında oturur, bir köşede pineklersin ve şu
ilâhî hitaba muhatap olursun:
"Siz ilk önce yerinizde kalmaya razı olmuştunuz. Öyleyse geri kalanlarla beraber
oturun."7^
70 Hûd 11/15-16.
71 Tevbe9/83.
80
81
Dünyayı veya âhireti arzulayan birçok kimse vardır. Lâkin Hakk'ı isteyen kimse
çok azdır ve onlar hürmete lâyıktır.
Müridin değeri muradına göredir, isteğin değeri de istenilen şeyin değerine
bağlıdır. Halkın değeri az olduğu için onu arzulamanın ve arzulayanın da değeri
o nisbette azdır. Değerli ve önemli olan Hak olduğundan, elbette O'nu istemenin
ve isteyenin değeri de o oranda büyük olur.
Hükümdarın sarayına girmek ve onun sofrasına oturmak isteyen kimse ile, onun
çöplüğüne atılmış bir leşi arzulayan kimse bir değildir.
Yine hükümdar ile, onun özel odasında oturup konuşmayı isteyen kimse ile,
sıkıntılarından kurtulmak için onunla salonda görüşmeyi isteyen kişi eşit olmaz.
Yakın olan şeylerin birbirine tesiri vardır. Bazı yakınlıklar insanı
yükseltirken, bazıları da alçaltır. Hükümdarla salonda oturmakla, özel
odasında oturmak aynı değerde olmayıp her biri için farklı dereceler mevcuttur.
Bu hakikat Kur'ân-ı Kerîm'de (meleklerin ağzından) şöyle dile getirilmiştir:
"Bizden herkesin belli bir makamı vardır." ™
Bazı gruplar bu dünyaya bağlandıklarından beşerî karanlıklar onları kaplamış ve
basiretlerini kör etmiştir. Böylece onlar ulvî (yüce) âleme değil, süflî (basit)
arzularını tatmin ettikleri âleme yönelip bütün himmetlerini, çöplüğe atılmış
leş değerinde olan dünya zevklerini ele geçirmeye sarfetmişlerdir.
İşte böyle insanların amelleri boşa gitmiş, emelleri yok olmuştur. Onlar, her an
iki azap içindedirler. Biri, elde ettiklerinden ayrılık ateşi, diğeri de ileride
tadacakları cehennem ateşidir. Şu âyet onlardan bahsetmektedir:
72 Sâffât 37/164.
82
83
"Âhirette onlara ateşten başka hiçbir şey yoktur. İşledikleri ameller orada boşa
gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da bâtıldır."73
Bazı topluluklar da bu âlemden kopmak, beşerî karanlıklardan kurtulmak için
gayret ettiler. Riyazetle meşgul olup nefislerini terbiye ve tezkiye ettiler.
Böylece manevî yolda mesafe ka-tederek, dünya ziynetlerini terkettiler. Lâkin
üzerlerinde bulunan tabiat ve beşeriyete ait kalıntılar nedeniyle, Hakk'ın
iradesine, lütuf ve ihsanına tamamen mazhar olamadılar. Fakat cehennemden
kurtuldular.
Bir grup kendilerine korkunun galip gelmesiyle eziyet yeri olan cehennemden
kurtulmuş, bir diğeri ümidin galip gelmesiyle, ikram yeri olan cenneti
kazanmıştır.
Bu fırkalar, güzel halin en yükseğini bırakıp ondan daha düşük olanla, en
mükemmeli bırakıp ondan daha aşağıda olanla, en değerliyi
73 Hûd 11/16.
84
terkedip ondan daha alt seviye olan hallerle meşgul oldukları için ilerideki
cehennem aza-bıyla cezalandırılmasalar dahi, her an hissettikleri ayrılık
ateşiyle cezalandırılmışlardır. Nitekim dostlar nazarında ayrılık ateşi, yakıcı
ateşten daha şiddetlidir.
Bir şair demiş ki:
Eğer musallat edilse ateş-i hicran; Elbet bir gün erirdi cehennem ateşi.
Soğuklardı yalazlarla kavrulan mekân; Ciğerler kor olurdu ve sarardı seni.
Diğer bir grup da beşeriyet ve tabiat âleminden ayrılıp mâna âlemine kanat açtı.
Onların üzerinde beşeriyet âlemine ait herhangi bir şey kalmamış, onlar kâinatı
aşmış, mevcudatı geçmiş, halktan uzaklaşmıştır. Kalpleri Allah'a bağlı olup
onların tüm istek ve arzuları Hak'tır. Bu gibi kimselerin dili Hakk'ın dili
olduğu için
85
onlar konuştuklarında âdeta Hak Teâlâ konuşmaktadır. Onlar derler ki:
"Dünya ve ukba, cennet ve cehennem ile meşgul olmayız. Allah Teâlâ bizden razı
olduktan sonra biz ne diye bunlarla uğraşalım. O, her şeye kadirdir; dilerse
cehennemde de bize nimet verir, ikramda bulunur. Eğer bize azap etmeyi dilerse
-ki bundan Allah'a sığınırız- cennette de eder. Bizler O'nun cennetini
arzuladığımız veya cehenneminden korktuğumuz için ibadet etmiş olursak,
tereddütlü ve tek taraflı ibadet edenlerden oluruz. Böyle bir tutum içinde
bulunan kimseler Kur'an'da yerilerek haklarında şöyle buyurulmuştur:
"İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah'a tereddütlü ibadet ederler. Kendisine bir
hayır dokunursa yatışır, başına bir belâ gelirse yüzüstü dönerler. Böylece
dünyayı da âhireti de kaybederler. Bu ise apaçık bir ziyandır."™ Bunun için
bizler O'ndan başkasına ibadet etmeyiz. 74 Hac 22/11.
86
İşte bu gruba dahil olan insanlar sadece Allah'ın rızasını arzular. Bunun için
Allah Teâlâ onlara dünya ve âhiret mülkünü vermiştir. Onlar fakirlik kaftanı
giymiş mâna sultanlarıdır.
GERÇEK SEVGİ
Bütün derdi yeme ve içme olan bir kimsenin Allah'ı sevdiğini söylemesi yalandır.
Bunun gibi cennet nimetlerini düşünen, onlarla meşgul olan kişi de sevgisinde
yalancıdır.
Gerçek mânada kul olanlar yalnızca Allah için kalkar, oturur, konuşur, her şeyi
O'ndan alır ve yalnız O'na bakarlar. Gözlerini Allah için kapatırlar. Böylece
O'nunla görür, O'nunla işitir, O'nunla konuşur, O'nunla tutar ve O'nunla yürür
bir hale gelirler. Bu durum bir kudsî hadiste şöyle ifade edilmiştir:
"Ben bir kulumu sevdiğim zaman onun kulağı, gözü, eli ve ayağı olurum. Kulum
benimle
87
duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür..."™
Allah Teâlâ, diğer insanlara vaad ettiği birtakım şeyleri bu kullarına peşinen
vermiştir. Başkalarına gaib olan şeyi onlara ayan beyan göstermiştir. Diğerleri,
bir köşeye serilmiş bulunan seccadeleri üzerindeyken, onlar şarkta, garpta, arş
ve terstedirler. Bedenleriyle olmasa da sırlarıyla maddî âlemi aşmışlar, Hak
Teâlâ'yı gözleriyle olmasa da sırlarıyla görmüşlerdir. Onlar Hakk'ın güzide
kulları ve kâinatın yaratılış sebebidirler. Halk onların bereketi sayesinde
rızka kavuşur, onların duaları ile nice şeyler yaratılır. Onlar, sadece Allah'a
kulluk eder, sırf O'nun birliğini ikrar ve ilân ederler. Bu güzide insanlara ve
onlara tâbi olanlara ne mutlu!...
Cenâb-ı Hak, onların bu halini överek peygamberine şöyle buyuruyor: "Rablerinin
rızası-
75 Buhârî, Rikak, 38; İbn Mâce, Fiten, 16; Begavî, Şer-hu's-Sünne, 1/142,
m dileyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovmal Onların hesabından sana bir
sorumluluk yoktur. Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur. Dikkat et,
onları üzersen zalimlerden olursun."™
İRADE NEDİR?
Bana, "İrade nedir?" diye soracak olursan, cevabım şu olur:
İrade, kalbi, âlemlerin rabbi olan Allah'ın sevgisine, rızasına, isteğine
bağlamak; malı mülkü terkedip fâni ve helak edici şeylere hükmetmek; rahatı
terketmek, mubah şeylerden yüz çevirmek; Allah'ı arzulamak ve O'nun muhabbet
ateşinde yanmaktır.
Bir pervanenin bile kendini mum ışığında yaktığını görmüyor musun? Miskin bir
pervane bile kendini ateşe atıp yakıyor da bu yanıştan bir hayat umuyor. O
küçücük haliyle, canını
76 En'âm 6/52.
89
sevgilisinin kollarına atıp feda ediyor da sen, üstün bir varlık olarak,
mükemmel bir sevgili için nefsini harcamakta, varlığını ona armağan etmekte
tereddüt ediyorsun. Sonsuza kadar bu fâni dünyada yaşayacağını mı zannediyorsun!
O küçücük pervane tüm varlığını sevgilinin ateşinde yakarak yeni bir hayata
doğacağını biliyor da, sen yücelerden gelen, "Allah yolunda öldürülenleri sakın
ölü zannetmeyin. Onlar diridirler"77 sesini duymana rağmen hâlâ duraklamaktasın.
Bu gibi insanlar, iradelerinde sadık olmayan, yalancı kimselerdir. Onların
hakiki (manevî) lezzetlerden hiçbir nasibi yoktur.
Şüphesiz nefsini harcamadıkça ve varlığını yok etmedikçe Allah'a kavuşamazsın.
Nefis perdesini kaldırmadıkça O senin için, sen de O'nun için olamazsın.
Varlığını yok edersen, O'nunla baki olursun. Her kim ki varlığını O'na
77 Âl-i İmrân 3/169.
feda ederse Allah Teâlâ onu kendine dost edinir, halef yapar.
Nefsin her şeyden hakir; muradın her şeyden aziz olduğuna göre, değersiz ve
hakir bir şeyi, kıymetli ve aziz bir şeye değişmedikçe Hakk'ın müridi ve
talebesi olamazsın.
O halde varlığını O'na sun, nefsini O'na feda et. Bak, Resûl-i Kibriya ile özel
konuşmak isteyenlere ne buyuruluyor:
"...Onunla konuşmadan önce sadaka veriniz..."78 İşte, Cenâb-ı Hakk'a kavuşmanın
bedeli, O'na canı hediye vermektir.
Bunu yaptığında, eğer mürid isen murad, talip isen matlûp, habîb isen mahbûb
olursun. İşte o zaman sende, "Allah dilemedikçe dileyemezsiniz..."79 âyeti
tecelli eder.
78 Mücâdile 58/12.
79 İnşân 76/30.
91
90
Ey insan, Allah'tan başkasına yöneldiğin ve iltifat ettiğin müddetçe sürekli "lâ
ilahe illallah" de ki kötü sıfatların gitsin, iyi sıfatların artsın.
Sende, iyi ve kötü olarak iki türlü sıfat vardır, iyi sıfatlar Allah'ın ihsanı,
kötü sıfatlar ise adaletinin gereğidir.
Bu iyi ve kötü sıfatların değişik kısımları vardır.
Kötü ahlâkların temeli yedi şeyden meydana gelip bunların her birinin arkasında
şeytan vardır. Bu yedi şey; kötü his, kötü meşguliyet, hevâ, nefis, fâsid nefis,
beşerî haller ve kötü huydur.
Güzel sıfatların temeli sekiz şeyden oluşup bunların her birinin arkasında melek
vardır. Bunlar, his, fehim, akıl, gönül, kalp, ruh, sır ve himmettir.
Bunlardan her biri bir diğerine tekabül etmektedir. Şöyle ki, kötü olan his iyi
olanın, kö-
92
tü meşguliyet fehmin, hevâ aklın, nefis fesadı gönlün, beşerî haller ruhun, kötü
huy sırrın karşılığı olup şeytan da meleğin karşılığıdır. Yalnız güzel
sıfatların sekizinci sırasındaki himmetin karşılığı yoktur.
Güzel sıfatların sekiz, kötü sıfatların yedi oluşu cennet ve cehennem kapılarını
simgelemektedir. Zira cennet "ilâhî ihsan evi", cehennem "adalet evi"dir. Allah
Teâlâ,
"Cehennemin yedi kapısı vardır"80 buyurmuştur.
Güzel sıfatlar, sana bu dünyada verilmiş küçük bir cennettir. Kötü sıfatlar da
sana bu dünyada verilmiş küçük bir cehennem sayılır. Bu küçük cennet ve
cehennemin her bir kapısı hakiki cennet ve cehenneme açılır. Âyette,
"...Her kapı onların gireceği bir kısma açılır"^ buyurulmuştur.
80 Hicr 15/44.
81 Hicr 15/44.
93
TEVHİD NURUNUN YANSIMASI
Kelime-i tevhidin nuru güzel sıfatlardan birinin üzerine doğacak olursa onun
karşılığı olan kötü sıfatlardan birinin karanlığı gider.
Meselâ, tevhidin nuru sır üzerine yansırsa tabiat aydınlanır. Tevhid nuru ruhu
aydınlatırsa beşeriyet aydınlanır. Onun nuru kalbe doğarsa nefsin karanlığı
gider. Zira güzel sıfatlar letafet açısından şeffaf bir cevher gibi olup
karşılığı olan şeyleri de aydınlatır. Karanlık bir odadaki kandil içinde bulunan
lambanın ışığı kandilden geçerek nasıl tüm odayı aydınlatırsa, aynen bunun gibi,
güzel sıfatlara doğan tevhid nuru da onun karşısındaki kötü sıfatları
aydınlatır.
Kelime-i tevhid lamba, güzel sıfatlar kandil, kötü sıfatlar karanlık bir oda
mesabesindedir.
Lambanın ışığının kandili, kandilin ışığının odayı aydınlattığı gibi, kelime-i
tevhid nuru da güzel sıfatlar üzerinden kötü sıfatlara ulaşıp
94
onların karanlığını giderir. Buna işaretle Kur'ân-ı Kerîm'de,
"O'nun nuru içinde lamba bulunan bir kandile benzer. O lamba cam içindedir. Cam
ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır"82 buyurul-muştur.
Bu hususu açıklayacak bir misal de ışık yansımasıdır. Karşılıklı bulunan
cisimler birbirlerinden aldıkları ışıkları yansıtırlar. Nitekim güneş ışığı bir
duvara vurduğunda, duvar almış olduğu bu ışığı karşısında bulunan şeye, o şey de
başka bir şeye yansıtır. Bu yansıma kesif bir cisim tarafından ışığın emilmesine
kadar devam eder. Bu olay bu dünyada bu şekilde olur. Gayb âleminde ise daha üst
bir boyutta tecelli eder. Yani bu dünyadaki yansıma gayb âlemindekine göre küçük
ve basittir. Kâinatta yansıma nasıl gerçekleşiyorsa küçük bir kâinat
82 Nûr 24/35.
95
niteliğinde olan insanda da bu durum aynen gerçekleşir.
Kelime-i tevhid nuru, güzel sıfat ve latifelerden birini aydınlattıktan sonra
onun yanındaki diğer latifeleri de aydınlatır. Örneğin, önce himmeti aydınlatır,
oradan sırra, sırdan ruha, ruhtan kalbe yansıyarak diğer kısımları dolaşır.
Çünkü bu kısımlardan her biri bir diğerinin kar-şısındadır. Daha önce
belirttiğimiz gibi, ışığın yansıması için cisimlerin karşılıklı durması
lâzımdır.
Güneş ışığının kesif bir cisme vurduğunda, ışığın bu cisim tarafından emilmesi
gibi, sendeki kötü sıfatlar da bazan bu nurun yansımasına engel teşkil eder.
Göğün latif oluşu nedeniyle güneş ışınları bu dünyaya ulaşabilmektedir. Eğer
güneş ışığının önüne bulut gibi kesif bir şey geçerse, ışık bu tabakadan öteye
geçemez.
96
Güzel sıfatlar ve manevî cevherler, ulvî âleme ait şeylerdir. Kötü sıfatlar ise
süflî âlemi oluşturur. İnsanın manevî yönünü oluşturan sıfatlardan himmet, ulvî
âlemdeki arş hükmündedir. Diğer yedi manevî sıfat ve cevherler de yedi kat sema
mesabesindedir.
İnsanın kötü tarafını oluşturan sıfatlar da yedi kat yer gibidir.
Ulvî âlem gayet latif olduğu için ışığın bir kısımdan diğerine geçmesine mâni
olmaz. Bu sebeple güzel sıfatlar ulvî âleme nisbet edilir. Süflî (maddî) âlem
son derece kesif (yoğun, katı, donuk) olduğu için ışığın bir kısımdan diğerine
geçmesine engel olur. Kötü sıfatlar da bu yüzden süflî âleme benzer.
Manevî cevherlerin hepsi nurdur; kötü sıfatların hepsi karanlıktır. Bu iki âlem
gölgenin güneşi, gecenin gündüzü takip etmesi gibi birbirini izler. Gündüzden
giden her parçayı gece, geceden giden her parçayı da gündüz izler.
97
Böylece Allah Teâlâ, "Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar."
Senin gecen, kötü sıfatların sana hâkim olmasıdır. Gündüzün de güzel sıfatların
ve manevî cevherlerinle yaşadığın güzel haldir. "Lâ ilahe" sözü ile kalınıp
"hiçbir ilâh yoktur" diyerek kul şirk karanlıklarına düşerse, bu karanlık ondaki
güzel sıfatların nurunu yok eder. Böylece güzel sıfatlar, kötü sıfatlara
dönüşür.
Vahdâniyyet güneşi ferdâniyyet burcundan illallah semalarında parlayıp,
karanlıktan ibaret olan kötü sıfatları aydınlatacak olursa karanlıklar o an
söner; kötü sıfatların gider, yerine güzel sıfatların gelir. Demek ki "lâ
ilâhe"nin meskeni adlî varlığın; "illallah"ınki ise fazlî varlığındır. "Lâ
ilahe" karanlık olduğu için senin karanlık yerinde, "illallah" nur olduğu için
senin nurlu yerindedir.
"Lâ ilahe" çizgisi "illallah"ın ispat çizgisine bitiştiğinde ispatın nurları
inkârın karanlıkları
98
üzerine yansır. Böylece ikisi birden nur ve ispat olur. inkârın karanlıkları
ispat nuruyla gider. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Hakkı bâtılın başına çarparız
ve onu paramparça eder. Böylece bâtıl ortadan kalkar"63 buyurulmuştur.
İşte, nefyin (inkârın) karanlığı isbatın nuruyla silindiğinde kötü sıfatların,
varlığın aydınlanır ve tüm kısımlarıyla güzel sıfatlara intikal eder. Böylece
kötü his iyi hisse, meşguliyet fehme, hevâ akla, nefis fesadı gönüle döner.
Nefis, kalp olur. Beşerî haller ruha, kötü huy sırra, şeytan meleğe intikal
eder. Peygamber Efendimi z'in, "Benim de şeytanım vardı, fakat müslü-man oldu"0*
sözü buna işaret eder.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, sâlik için üç mertebe vardır. Bunlardan birincisi
âlem-i fena, ikincisi âlem-i cezbe, üçüncüsü âlem-i kabzadır.
83 Enbiyâ 21/18.
84 Müslim, Münâfıkîn, 69-70; Tirmizî, Radâ', 17; Nesâî, Nisa, 4; Ahmed, Müsned,
1/285, 397, 401.
99
Eğer sen âlem-i fenada isen "lâ ilahe illallah", âlem-i cezbede isen "Allah",
âlem-i kabzada isen "hüve" zikrine devam et.
Âlem-i fenada yürüdüğün müddetçe kötü sıfatların sana galip gelir. Âlem-i cezbe
yolunu takip ettiğin müddetçe güzel sıfatların sana galebe çalar. Seni
boyunduruk altına alan şey adlî varlığın ve kötü huyların olduğu için âlem-i
fenada zikrin "lâ ilahe illallah" olsun. Âlem-i cezbede ise zikrin "Allah"
olsun. Çünkü seni egemenliğinde bulunduran şey fazlî varlığın ve iyi
huylarındır.
"Lâ ilahe illallah"ın özelliği her türlü kötü sıfatları yıkması ve yok
etmesidir. "Allah" kelimesinin özelliği, iyi sıfatları takviye etmesi ve onu
çirkin davranışlardan arıtmasıdır.
Âlem-i fenada olduğun müddetçe şana galip olan kötü sıfatları yıkmaya ve yok
etmeye ihtiyaç duyarsın. Âlem-i cezbede bulunduğun za-
100
man, takviye ve tenzihe ihtiyaç hissedersin. Çünkü sana galip gelen iyi
sıfatlardır.
Âlem-i kabzada "hüve" demelisin. Çünkü bu âleme ulaştığın anda sendeki kötü
sıfatların bulanıklığı gitmiş, güzel sıfatların ışıkları seni aydınlatmış
demektir. Burada Cenâb-ı Hak vasıtasız olarak sana tasarruf eder. Bundan sonra
sen kendine nisbetle yok, O'na nisbetle var-sındır. Kendine nisbetle fâni, O'na
nisbetle bâ-kisindir. Sen bu âlemde zikrini "hüve" yap. Zira mevcut ve baki olan
"hüve"dir.
Bizim âlem-i fena dememiz sâlik ve müridle-rin nefislerini orada fâni kılmaları
ve kötü sıfatlarını yok etmeleri nedeniyledir. Âlem-i cezbe olarak
adlandırışımızın sebebi ise müridin orada yüce melikin cezbesine kapılmasıdır.
Âlem-i kabza ise müridin Allah'a teslim olduğu ve Hak Teâlâ'nın onda vasıtasız
tasarruf ettiği makam demektir. İşte bu saydıklarımız müridin mertebe ve
makamlarıdır.
101
EVLİYANIN MAKAMLARI
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, evliyanın dört ma- f kamı vardır. Bunlar:
a- Hilâfet-i nübüvvet,
b- Hilâfet-i risâlet,
c- Hilâfet-i ülü'l-azm,
d- Hilâfet-i ülü'l-ıstıfadır.
Birinci makam âlimlere, ikincisi velîlere, üçüncüsü evtada,85 dördüncüsü
kutublara86 aittir.
Velîler içinde nebîlerin, resullerin, ülü'l-azm ve ülü'l-ıstıfaların makamına
geçenler vardır. Velîler iki gruptur:
1-Maslahat-ı diniyede tasarruf ve velayet sahibi olanlar.
85 Ricâlullahtan bir gruba verilen isim.
86 Birçok müslümanın kendisine bağlandığı evliyaullah-tan zamanın en büyük
mürşidi.
102
2- Bilkuvve velayet tasarrufu olmayıp, velayetin tasarrufundan hâsıl olan
tasarrufa sahip olanlar.
Eğer, "Velayet tasarrufu olmayan kimse nasıl velî olabilir?" denilirse, cevaben
deriz ki: Onun Allah Teâlâ'nın bütün işlerini üstlendiği kimse anlamında velî
olması mümkündür.
Bu velî gerçek velîdir. O ancak Hak Teâlâ ile duyar, görür ve konuşur. O
mahbûbiyet âle-mindedir. Buna işaretle, "...Ben sevdiğim kulumun kulağı ve gözü
olurum..."87 buyurulmuş-
tur.
Böyle bir velînin halka mürebbi olması uygun değildir. Çünkü o, Hakk'a teslim
olmuş ve ihtiyarı elinden alınmış, yani kendi isteğiyle hareket edemeyen bir
kimsedir. İhtiyarı elinden alınan kimsenin başkalarına mürebbi olması uygun
olmaz. Zira bir kimsenin başkalarında tasarruf edebilmesi için önce kendi
nefsinde ta-87 Hadisin tahrici için bk. s. 88. 103
?'
sarruf edebilmesi gerekir. Bu velî Allah aşkıyla meczub olduğundan başkası
üzerinde tasarrufa yetkili değildir. Dinimizde ve uygulamada da ; bu böyle olup
ancak kendi nefsi üzerinde velayeti sabit olan kişinin başkasına velayeti
muteberdir. Akıl baliğ olmayan çocuğun kendine ve- . lâyeti olmadığı için
başkası üzerine de velayeti olamaz.
Hakk'a teslim olmuş olan bu meczub velî, ; çocuk mesabesindedir. O, sevgililer
sevgilisi Allah Teâlâ'nın terbiyesi altındadır ve rubû-biyyetin ikramı olan sütü
emmektedir. Nitekim bir haberde Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğu bildirilmiştir,
"Onlar çocuk gibidirler; onları irademizin terbiyesi altına aldık. Bizim
ikramımız olan sütle beslenmektedirler."
Diğer gruba dahil olan velîye gelince, onun halka mürebbi olması uygundur. Çünkü
o kendisine velayet hakkı tanınan, ergin kişi mesabesindedir. Kendi nefsi
üzerine velayeti sabit ¦olan kimsenin başkaları üzerine de velayeti
104
vardır. Dinimizde de bu böyledir. Nitekim şeriatta caiz olan bir şey hakikatte
de caizdir. Şeriat ile hakikati birbirinden ayırmak küfür ve zındıklıktır.
Mahbûbiyyet makamında olan meczub velînin misali, çölde gözü kapalı yürüyen bir
kimseye benzer ki o, ayak basacak yeri ve nereye gittiğini bilmez. Yol bitip
istediği yere erince, ona nerelerden geçip geldiğini soracak olsalar, bu hususta
sadre şifa olacak bir şey bilmediğini söyler.
Çölde gözü kapalı yürüyen kişinin başkasına kılavuz olması nasıl doğru olmazsa,
meczub velînin de âhiret yolculuğunda başkalarına rehberlik etmesi doğru
değildir.
Çölü gözleri açık bir şekilde aşan ve çöl yolunu, oradaki duraklan, oranın iniş
çıkışlarını karış karış bilen kimsenin öncü olması nasıl daha uygun olursa,
marifet yolunu gözleri açık
105
yürüyen kişinin de âhirete giden yolda rehberlik etmesi hikmete daha uygundur.
Kalplerin kâşifi "lâ ilahe illallah", ruhların kâşifi "Allah", sırların kâşifi
"hüve"dir. Çünkü "lâ ilahe illallah" kalplere, "Allah" ruhlara, "hüve" sırlara
kuvvet ve mıknatıstır.
Kalp, ruh ve sır bir kutuya saklanmış sedefteki inci gibidirler. Veya evde kafes
içinde olan kuşa benzerler. Kutu ve ev kalp mesabesinde-dirler. Sedef ve kafes
ruha, inci ile kuş sırra benzerler.
Eve varmadıkça kafese, kafese varmadıkça kuşa ulaşamayacağın gibi kalbe
ulaşmadıkça ruha, ruha ulaşmadıkça sırra eremezsin. Öyleyse sen eve ulaştığında
kalpler âlemine, kafese vardığın zaman ruhlar âlemine, kuşa kavuştuğun zaman
sırlar âlemine ermişsin demektir.
106
O halde sen kalbinin kapısını "lâ ilahe illallah" anahtarıyla, ruhunun kapısını
"Allah" anah-tarıyla, sırrının kapısını "hüve" anahtarıyla aç.
Sır kuşunun yaşaması için "hüve" demeye devam et. Çünkü bu lafız bu kuşun gücünü
artırır.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, kalbin eve, ruhun kafese, sırrın kuşa benzetilmesi
mecazi bir teşbihtir. Zira birtakım ulvî hakikatler teşbih yoluyla idrake
yaklaştırılır.
Kalpler âleminden yürümeden ruhlar âlemine, ruhlar âleminden geçmeden sırlar
âlemine varmak mümkün değildir.
Sırlar âlemi ruhlar âleminden, ruhlar âlemi de kalpler âleminden büyük olup
bunlar iç içe geçmiş üç daireye benzer. En büyük daire sırlar âlemini, orta
daire ruhlar âlemini, küçük daire kalpler âlemini oluşturur.
Kalpler âleminin ruhlar âleminden daha küçük olması, onun gayb ve şehâdet
âlemlerine
107
ruhlar âleminden daha yakın oluşundandır. Ruhlar âleminin sırlar âleminden daha
küçük oluşu ise onun âlem-i eşbaha (maddî varlıklar ve bedenler âlemi) daha
yakın oluşu sebebiyledir. Çünkü âlem-i eşbah sıkıntı, zahmet ve meşakkat
yeridir.
Öyleyse gayb ve şehâdet âlemlerine yakın olan her şey küçülmekte, sırlar âlemine
yaklaşan her şey büyümektedir.
Allah için itiraf et kardeşim, şu semada bir yıldızın, şu deryada bir damla
suyun var mı? Elbette yok! Buna mukabil azgın nefsin ve beşerî enaniyetin var.
Dışın bile, elini cebinden çıkarsan görünmeyecek kadar kapkara.
Ey dost, nefis âleminden kalp âlemine, beşeriyet âleminden ruh âlemine, tabiat
âleminden sır âlemine çık. Vücudun karanlıklarından sıyrıl. İşte o zaman
gözlerin görmediğini görür, kulakların duymadığını duyar ve, "Yaptıklarına
karşılık olarak, onlar için hazırlanan şeyleri hiç
108
kimse bilemez"^ âyetinin sırrına mazhar olursun.
Tabiat, beşeriyet ve nefis âlemleri, âlem-i adi (kâfirler) için çok derin bir
çukurdur. Kalp, ruh ve sır âlemleri ise âlem-i fazi (müminler) için kat kat
yükselen derecelerdir.
Nefs âlemi âsilerin, beşeriyet âlemi kâfirlerin, tabiat âlemi de münafıkların
derekesidir. Nitekim âyette, "Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı
katındadırlar"89 buyurulmuştur.
Kalp âlemi Hakk'a mürid olanların, ruh âlemi sıddîkların, sır âlemi ise
iradesinden soyunmuş, Allah'a yönelmiş olan müridin mi'racıdır.
Sen bunu şu şekilde de söyleyebilirsin. Kalp âlemi yolun başında olanların, ruh
âlemi yolun yarısını biraz geçmiş olanların, sır âlemi son noktaya varanların
mi'racıdır.
88 Secde 32/17.
89 Nisa 4/145.
109
Bir diğer ifadeyle kalp âlemi tövbekarların, ruh âlemi Allah'ı sevenlerin, sır
âlemi ariflerin mi'racıdır.
Ey kardeşim nefis, tabiat ve beşeriyetin çukurundan çıkmadıkça, ulvî âlemlere
ulaşamaz, Hak Teâlâ'ya kavuşamazsın.
"Müminin kalbi rahmanın iki parmağı arasındadır. Onu
dilediği gibi evirip çevirir" w hadisinde de işaret edildiği üzere Allah Teâlâ
müminin kalbini bazan kabzdan basta, korkudan ümide, bekadan fenaya, savhden
mahva ve neşeden hüzne döndürür. Bazan da bunların aksini yapar. Öyleyse
diyebiliriz ki kalp daima korku ve ümit, fena ile beka gibi haller arasındadır.
90 Tirmizî, Kader, 7; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, nr. 7738; ibn Mâce, Mukaddime, 13;
Ahmed, Müsned, 4/182; Hâkim, el-Müstedrek, 1/525.
110
Allah Teâlâ bazen bu halleri kalpten alır ve onu kendisine doğru yürüyenlerin en
başına geçirir. Bazan da onu geriye döndürüp, aşağılık bir yere getirir. Nitekim
bir haberde, "Hak Teâlâ'nın cezbelerinden bir tanesi, insanlarla cinlerin
ameline denktir" buyurulmuştur.
YÜCE ALLAH'A AİT SIFATLARIN HAKİKATİ
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, çokluk, çeşitlilik ve değişim, Allah Teâlâ'nın
sıfatlarının tecelli ettiği yaratılmış şeyler içindir. Çünkü O, zât ve
sıfatlarında tektir, hiç kimseye benzemez.
O'nun ilmi birdir ve tüm malûmatı kapsar. Aynı şekilde kudreti de bir olup bütün
varlıkları kuşatmıştır. İlim ve kudret birdir; bilinen ve ilâhî kudretle
yaratılan şeyler çoktur. Bunun gibi, Allah Teâlâ'nın sendeki tasarrufu da bir
olup senin tasarrufların (iş, hareket ve hallerin) çoktur.
111
Allah Teâlâ'ya nisbet edilen iki parmak ve iki el ifadeleri mecazi bir teşbih
olup iki parmak, O'nun kulun kalbini bir halden diğer bir hale ne kadar hızlı
çevirdiğine işaret eder. Yoksa O, cisim, cevher ve araz olmaktan münezzehtir.
Şayet Allah Teâlâ, bileşik (mürekkeb) olmuş olsaydı bir bileştiriciye; şekli
olsaydı bir şekillendiriciye muhtaç olurdu ki O, bu gibi hallerden münezzehtir.
Bilakis O bileştirmeyi ve şekillendirmeyi yaratandır. Zira Kur'ân-ı Ke-rîm'de,
"O'nun benzen (dengi, misli) hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işiten ve
görendir"9^ buyu-rulmuştur.
Eğer Allah Teâlâ araz olsaydı tutunabilece-ği bir mahalle ihtiyaç duyardı ki
O'nu böyle bir şeyden tenzih ederiz.
O, hiçbir şey olmadan önce vardı. Yani, mekân, insan, cin, sema, yer, arş, ferş,
melek, felek, güneş, ay, madde, taş, toprak, su, ağaç,
91 Şûra 42/11.
112
feza, ışık, gölge, ön, arka, sağ, sol, üst, alt, bitkiler ve cansız şeyler
yokken O vardı.
Allah Teâlâ zamana bağlı olmadığı için geçmişte nasılsa şimdi de öyledir ve
gelecekte de öyle olacaktır.
O'nun yakınlığı ve uzaklığı hiçbir yakınlaşma ve uzaklaşma olmaksızın olur.
O'nun fiilleri herhangi bir alet ve organa bağlı değildir.
O, bir yerde durmaktan ve yer değiştirmekten yüce ve uzaktır.
O, zaman içinde değmekten ve yok olmaktan uzaktır.
O, bir vücuda, yere ve mahalle girmekten uzaktır.
Allah'tan başka ilâh yoktur. O büyüktür. Vehim, his ve hayalden uzaktır. O'nun
şekli, sureti, benzeri, yardımcısı, yaveri, veziri ve yol gös-
113
tereni yoktur. O benzersiz ve sonsuzdur. Yönler O'nu kuşatamaz. Haller O'nu
değiştiremez.
Zâtı başkalarına benzemez. Sıfatları başkaca sıfatlardan ayrıdır. Zâtı hayal
edilemez, hayal edilip hiçbir şeye benzetilemez; sıfatları sonradan yaratılan
varlıkların sıfatlarından münezzehtir. Ezelîdir ve sonradan yaratılanlara
benzemez.
Eğer Allah Teâlâ hakkında sayıdan bahsedecek olursan deriz ki O, hiçbir şey
olmadan önce vardı. O'nun kemiyetinden sual edecek olursan O, hiçbir hal ve
kemiyet yokken vardı. O'na zaman ve mekân da izafe edilemez, çünkü O zamandan,
mekândan kısacası her şeyden önce vardı.
Allah Teâlâ fazi ve keremiyle her şeyi yokluk sırrından varlık sahasına
çıkarandır.
"O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır"*2 âye-tiyle de belirtildiği üzere O
evveldir, çünkü
°2 Hadîd57/3.
O'ndan önce hiçbir şey yoktu. Âhirdir, zira O'ndan sonra hiçbir şey varlığını
devam ettirmeyecektir. Zahirdir, çünkü hiçbir şey O'nu giz-leyemez. Bâtındır,
zira hiçbir şey O'nun mahiyetini bilemez. Vâhiddir, çünkü O'nun eşi ve benzeri
yoktur.
Ey kardeşim, âlem-i fenaya vardığın ve Hakk'ın tasarrufuna mazhar olduğunda,
elindeki değersiz taşların, her derde deva olan bir cisme; bakırın saf altına
çevrilir.
Orada, HakTeâlâ'nın tenzih vetevhid nurla-rıyla; şirk, küfür, şüphe, Cenâb-ı
Hakk'ı muhlû-kata benzer vasıfta vehmetmek gibi karanlıkların aydınlanır.
Böylece nefsinin bulanıklığından kurtulmuş, aykırılıklarından arınmış olursun.
İşte o zaman Allah Teâlâ seni sâlikler zümresine dahil eder ve dünya hayatında
yegâne arzusu Allah rızası olan kimselerin mekânlarını
114
115
sana gezdirir ki kalbin rıza, teslimiyet, tefviz, itminan (huzur) ve sekine gibi
hallere ulaşsın.
Bu hal Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatılır:
"Onlar iman etmişler ve kalpleri Allah'ın zik-riyle huzura kavuşmuştur. İyice
bilin ki, kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur (huzur bulur)."^
Ey kardeşim, ruhlar âlemine ulaştığın zaman Allah Teâlâ'ya ait ezelî sıfatların
özellikleri tüm ayrıntılarıyla sana gösterilir. İşte o zaman, "Ona ruhumdan
üfledim"94 âyetinin sırrı çözülür.
Bu âyette ruhun Allah'a izafe edilmesi, yaratılmışlara verilen değeri açıklamak
içindir. Bu değer veriş yaratan ile yaratılanın çok ince bir çizgiyle ayrılacak
kadar birbirine yaklaşmasına neden olmuştur. Fakat nihayetinde, ezelî olan
93 Ra'd 13/28.
94 Hicr 15/29.
Allah Teâlâ, sonradan olanlardan münezzehtir. Ezelî bir şey sonradan yaratılmış
bir şeyle aynı çizgide bitişemez.
Senin Allah'a ait oluşun, O'nun bir parçası olduğun anlamında olmayıp, senin
diğer mahlûklara nazaran ayrıcalıklı, şerefli bir konuma sahip olduğun mânasına
gelir. O'na olan yakınlığını ifade eder. O'nun sana olan özel ihsan ve ikramını
ifade eder. Zira Allah Teâlâ her çeşit izafetten (bir varlıkla birleşmekten,
bütünleşmekten, onlarla bir bağ oluşturmaktan) yüce ve uzaktır.
Allah Teâlâ, parçalardan oluşan bir bütün olmadığı için parçalanamaz. O'nun
cinsi olmadığından nev'i de yoktur. O'nu tanımak için, "Neden meydana geldi?",
"Nereden vücut buldu?", "Nereye ait?", "Nereye kadar yaşar?", "Nerede durur?"
veya, "Neyin üzerindedir?" türü sorular sorulamaz. O, bütün bunların ifade
ettiği mânalardan yüce ve uzaktır.
116
117
ARİFLERE AÇILAN SIRLAR
Sırlar âlemine vardığın zaman gaybî sırlar sana aralanır ve o âlemde senin için
sırların mahrem dairesine girmene izin verilir.
Bir kudsî hadiste, "Velîlerim gök kubbemin altındadırlar. Onları benden başkası
bilemez**
buyurulmuştur. Bu ifadeyi şöyle anlamak mümkündür: Sırlar âleminde Allah ile kul
arasında öyle bir sır vardır ki onu ne bir melek ne de bir peygamber bilebilir.
Orada kudret-i ilâhî tarafından gözlerin görmediği, kulakların işitmediği
hediyeler sunulur. "Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için saklanan müjdeyi
hiç kimse bil-emez^5 âyeti buna işaret eder.
Âşıklar için hazırlanan bu müjde, kendisine has bir şekilde Allah'ın zâtının
görülmesidir. Bunun neticesinde kalplerde manevî bir kulak,
ı
95 Abdurrahman Câmî, Nefehât, s. 45; Gümüşhânevî, Câmiu'l-Usûl, s. 50.
96 Secde 32/17.
118
akıllarda özel bir göz oluşur. Böylece kulaksız duyulur, gözsüz görülür. Orada
duyulan ve görülen her şey gaybîdir ve işte o zaman gaybî haller ayan beyan
olur. İşte hadiste geçen, "Kalbim rabbimi gördü" ^ ve âyette geçen, "Rabbini
görmez misin?"98 ifadelerinin mânası budur.
Eğer sen âşık isen yukarıda saydığımız bütün bu hallerden sonra, kendinden
geçmiş bir halde kabza-i ilâhîye düşersin. Allah Teâlâ seni tevhid ve marifetin
en yüksek derecelerine, sır ve himmetin en üst menzillerine ulaştırır. Bu
makamlarda söz hiçbir mânajfade etmez, sırların düğümü çözülür. Artık buradan
öteye akla ve ifadeye yol yoktur.
Bu makamda sen hayrette kalır ve şu itiraflarda bulunursun:
97 Bk. Ahmed, Müsned, 1/285; Süyûtî, el-Câmiu's-Sagîr, nr. 4377 (az farklı
rivayet).
98 Furkan 25/45.
119
"Yâ rab! Ben seni hamdü sena etmekten âcizim. Sen kendini nasıl sena etmişsen
öylece yücesin!"
"Acizlik yolu hariç, marifetine giden bütün yolları kapayan Allah'ı tenzih
ederim. Senin zâtını hakikatiyle bilmek mümkün değildir!"
Cenâb-ı Hak vahdâniyyet ve ferdâniyyet sıfatlarının hakikatinin kullar
tarafından bilinmesinin mümkün olmadığını belirterek, kendisi, "Allah, kendinden
başka ilâh olmadığına şahitlik etmiştir, O'ndan başka ilâh yoktur"^ buyurmuştur.
Kelime-i tevhid hem başlangıç hem sonuçtur. Her şey onunla başlar ve biter.
"Lâ ilahe illallah" sözlerin en güzelidir.
"Bak, Allah güzel söze (kelime-i tevhide) nasıl misal verdi. O, kökü yerin
derinliklerinde sa-
120
bit, dalları semaya doğru yükselmiş güzel bir ağaca benzer"™0 âyeti buna işaret
eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de, "O'na ancakgüzelsözler yükselir"101 buyurulması kelime-i
tevhidin güzel bir söz olduğuna işaret eder.
"Ey inananlar, Allah "tan korkun ve doğru söz söyleyin"102 buyurulması onun
doğru bir söz olduğuna alâmettir.
"O gün, rahmanın konuşmasına izin verdiği ve doğruyu (kelime-i tevhidi)
söyleyenlerden başkası konuşamaz" 1°3 âyeti, kelime-i tevhidin yegâne doğru
olduğunu gösterir.
"Gerçek dua ancak O'nadır"10* âyeti, onun gerçek dua olduğunu ortaya koyar.
100 ibrahim 14/24. 1°ı Fâtır 35/10.
102 Ahzâb 33/70.
103 Nebe'78/38.
104 Ra<d 13/14.
121
"Onlara takva kelimesine tutunmalarını söyledi"™5 âyeti onun takva sözü olduğunu
gösterir.
"De ki: Ey kitap ehli, bizde de, sizde de aynı olan bir kelimeyi söyleyin.
Yalnız Allah'a ibadet edelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'tan başka
rabler edinmeyelim"106 âyeti, kelime-i tevhidin dinler arasında ortak bir söz
olduğunu gösterir.
"Onlardan birine ölüm gelince, 'Rabbim, beni tekrar dünyaya gönder. Belki amel-i
salih işlerim' der" ™7 âyeti, onun amel-i salih olduğunu gösterir.
"Kelime-i tevhide sadık kalarak, rahmandan söz (ahid) almış kimselerden başkası
şefaat edemeyecektir"™8 âyeti kelime-i tevhidin ahid için gerekli olduğuna
işaret eder.
105 Feth 48/26. 106ÂI-İ İmrân3/64. lo^Mü'minûn 23/99-100. 108 Meryem 19/87.
122
Aynı şekilde, "Kim bir hayırla gelirse ona getirdiğinin on misli vardır" ™s
âyetindeki "hayırdan maksat kelime-i tevhiddir.
Yine, "İyiliğin karşılığı yalnız iyilik değil midir""0 âyetinde de kelime-i
tevhide işaret vardır.
Evet, kelime-i tevhid sağlam bir kaledir ve ancak bu kaleye girenler Allah'ın
azabından kurtulur.
Allah Teâlâ, hepimizi bu kaleye girenlerden eylesin! FazI ve keremiyle bizlere
sırların kapılarını açsın (âmin).
109 En'âm 6/160.
110 Rahman 55/60.
123
BİBLİYOGRAFYA:
Abdurrahman-ı Câmî, Abdurrahman b. Ahmed,
Nefehâtü'l-Üns, c. 1-2, Beyrut 2003. Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü'l-Hafâ ve
Müzîlü'l-İlbâs, c. 1-2, Beyrut 1997. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 1-50, Beyrut
1999. BegaVî, Ferrâ, Şerhu's-Sünne, c. 1-16, Beyrut
1983.
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Camiu's-Sahîh, c. 1-7, Beyrut 1993;
a.mlf., el-Edebü'l-Müfred, Beyrut 1999. Deylemî, Şehredâr b. Şîrûye,
Firdevsü'l-Ahbâr, c.
1-5, Beyrut 1986.
Ebû Dâvûd es-Sicistânî, es-Sünen, c. 1 -5, Beyrut 1997.
125
Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü'l-Evliyâ, c. 1-12,
Beyrut 1997 Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek 'ale's-Sahî-
hayn, c. 1-4, Beyrut 1990. HaKîm et-Tirmizî, Nevâdirü'l-Usûl, Kahire 1998. İbn
Arrâk, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed, Tenzî-
hü'ş-Şerîa, c. 1-2, Beyrut 1981. İbn Ebû Âsim, Ebû Bekir Ahmed b. Amr, Kitâ-
bü's-Sünne, c. 1-2, Riyad 1998. İbn Ebû Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Mu-
sannef, c. 1-9, Beyrut 1989. İbn Hibbân, Ebû Hatim Muhammed, Sahîhu İbn
Hibbân, c. 1-18, Beyrut 1988. İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd,
es-Sünen, c. 1-5, Beyrut 1997. Müslim, Ebü'l-Hüseyin Müslim b. Haccâc,
el~Câ-miu's-Sahîh, c. 1-5, Dımaşk 2003.
126
Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali, es-Sünen, c. 1-5, Beyrut 1997; a.mlf.,
es-Sünenü'l-, Kübrâ, c. 1-6, Beyrut 1991. Sehâvî, Şemseddin Muhammed b.
Abdurrahman, el-Makasıdu'l-Hasene, Beyrut 1985. Süyûtî, Celâleddin Abdurrahman
b. Ebû Bekir, el-Câmiu's-Sagîr (Feyzü'l-Kadîr şerhiyle birlikte), c. 1-13,
Beyrut 1998; a.mlf., ed-Dürrü'l-Men-sûr, c. 1-8, Beyrut 2002.
Taberânî, Ebü'l-Kasım Süleyman b. Ahmed, el-Mu'cemü's-Sagîr, Beyrut, ts.;
a.mlf., el-Mu'ce-mü'l-Kebîr, c. 1-25, Beyrut, ts. Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed b.
İsâ, el-Câmiu's-Sahîh, c. 1-5, Beyrut, ts.
127