İran Sömürgeleri İle İlişkiler
Münzir’e Gönderilen Mektubun Aslı
Arabistandaki Diğer İran Sömürgeleri
Resulullah (a.s.)’ın Umân Melikleri Ceyfer ve Abd’e Gönderdiği Mektubun Aslı
Mektubun Arapça Aslının Dökümü
Orijinal Belge İle İlgili Özellikler
Yazışmanın Gerçekleştiği Toplumsal Durum ve Koşullar
Yarımadadaki Diğer Arap Kabileleri
Damra, Mudlic, Cuheyne ve Muzeyne Kabileleri
Benû Gıfâr ve Benû Damra Kabileleri
Olağanüstü Elçi: Amr İbn Umeyye
Hevâzin Kabilesi ve Tâ’if Şehri
Kelbler ve Dûmetu’l-Cendel Şehri
Müşriklerle Yapılmış İttifak Anlaşmalarının Yürürlükten Kaldırılması
Bazı Kabilelerde Görülen Dinden Dönme ve İsyan Olayları
İslam’ın Başlangıcında Yahudiler
Güney ve Doğu Arabistan Yahudileri
Çivi Yazısıyla Yazılmış Bir Kitâbe
Belhâris Kabilesinin Diğer Kolları
Kur’an’a Göre İsâ Mesîh ve Hıristiyanlık
Putperestler ve Müşrikler (Allah’a Ortak Koşanlar)
Hindistan ve Çin’deki Diğer Dinler
Devlet Sınırlarının Genişlemesi ve Devletin İdari Bölünmesi
Resulullah (a.s.)’ın Özel Hayatı
Muhammed (a.s.)’in Hanımları12
Resulullah’ın İslâm’ı Tebliğ Faaliyetleri ve Ortaya Koymuş Olduğu Eser
Muhammed (a.s.)’in Öğretisi’nin Korunarak Sonraki Kuşaklara Aktarılması
Muhammed (a.s.)’in Dînî, Ahlâkî ve Toplumsal Alanlardaki
Manevî-Ahlâkî ve Toplumsal Eğitim
İnsanlar Arasında Eşitlik ve Takvâ Sahiplerine (Allah’tan Korkup Çekinenlere) Öncelik Tanınması
Alkollü İçkiler ve Şans Oyunları (Kumar):
Eğitim-Öğretim Faaliyetlerinin Geniş Halk Kitlelerine Ulaştırılması
Resulullah (a.s.)’ın Tıp Anlayışı (Tıbb-ı Nebevî)
İslâmiyet’ten Önce Arabistan’da Tıbbın Durumu
Resulullah (a.s.)’ın Tıp Konusundaki Genel Tutumu
Resulullah (a.s.)’ın Tabipliği
Resulullah (a.s.) Döneminde Görülen Bazı Hastalıklar
İnşaat Mühendisliği, Şehircilik, Mimarlık ve Askerî İstihkâm Alanındaki Çalışmalar
Kur’an’da Bu Konuda Göze Çarpan Malzeme
Hadislerde Göze Çarpan Bilgiler
Kıble Değişikliği Sırasındaki Düzenlemeler
Muhammed (a.s.)’in İlk Dönemlerdeki Devlet Anlayışı
İbn el-Kelbî’nin Mekke’nin Anayasal Yapısıyla İlgili Nakilleri
Halk Kesimi ve Oy Verme Hakkına Sahip Kimseler
İslâmî Dönemde Devlet Anlayışı
Manevî (rûhî) ve Maddî (dünyevî) İktidarların Ayrılması
620. Önceki bölümde mektubun çevirisini vermiştik. Ancak, pek önemli olmasalar da, bazı varyantlara[1] işaret etmek durumundayız:
1-2. satırlar: “Besmele” bölümü sadece Taberî, Halebî ve Ya’kûbî’deki kayıtlarda yer almaktadır.
2-3. satırlar: Kaynakların hepsinde “Muhammed Rasûlullah” ifadesi yer alırken, sadece Ebû Nu’aym’da bu “Muhammed Rasûlullah, en-Nebiyyu’l-Azîm” şeklindedir. Yukarıda verdiğimiz metinde ise “Muhammedun Abdillah ve Rasûlih” biçimindedir.
3. satır: “Kisrâ Ebrevîz” şekli sadece Askerî’de yer almaktadır. Elimizdeki asıl metin ise diğer kaynaklar gibi Kisrâ’nın adını vermemektedir.
8. satır: Orijinal metindeki “seni davet ederim” cümlesi diğer kaynaklarda “ve seni davet ederim” şeklindedir. Yine Halebî ile birlikte bu belgede yer alan bidu’âye sözcüğü diğer kaynaklarda bidu’â olarak geçmektedir. Her iki kelime de “…davetiyle” anlamına gelmektedir.
13. satır: Bu metinde “İslâm’ı kabul et” anlamındaki, diğer kaynaklarda “O halde İslam’a gir” olarak geçmektedir. Yine elimizdeki belgede “eğer ondan yüz çevirecek olursan” anlamındaki, diğer kaynaklarda “eğer yüz çevirecek olursan” şeklindedir. Kalkaşandî’de ise “eğer sırtını dönecek olursan” anlamında bir cümle vardır.
13-14. satır: “Bu durumda kuşkusuz, Mecusilerin günahı da senin üzerine olacaktır” anlamına gelen ifadesi, Taberî’de “Hiç kuşkusuz, Mecusilerin günahı senin üzerinde toplanacaktır” şeklinde; Ya’kûbî’de ise “O halde gerçekten Mecusilerin günahları senin üzerinde toplanacaktır” şeklindedir.
621. Mektubun özünde ve içeriğinde hiçbir değişikliğe yol açmayan bu varyantlar, eski hadis bilgini ve tarihçilerin, metni tam bir sadakatle kelimesi kelimesine aktarmak yerine, kimi kez sadece anlamın nakline izin verdiklerini kanıtlamaktadır. Bu yaklaşım, eski klasik yazarlarda oldukça yaygındır.
622. Mühürden geriye kalan izle ilgili olarak, Sayın Munecced’e göre sadece ikinci satırdaki R harfi görülmektedir.. Oysa bize göre asıl mektuptakinin yanı sıra, belge sahibinin lütfedip bize sağladığı fotoğraf üzerinde de, çok belirsiz de olsa (Resûl) sözcüğünün yer aldığı ikinci satırın tamamı görülebilmektedir. Mührün tam metni tarihçilerce de doğrulanmaktadır. Eserlerinde bu mührün metnini ya aynen verirler, ya da bunun “Kelime-i Tevhid”i içerdiğini söylemekle yetinirler.
623. Bu durumda her şey tam bir uyum içinde gözüküyor. Peki ama bu belgenin kendisi gerçek midir? Bunu önce paleografi (yazı okuma bilimi) yönünden inceleyelim. Ama öncelikle, bu asıl belgede şimdi kullanılan noktalama işaretlerinin bulunmadığını belirtelim. Bilindiği gibi bu işaretler Resulullah (a.s.)’den çok sonraki dönemlerde kullanılıp yaygınlaşmıştır. Üzerinde bu noktaların bulunmayışı onun eskiliğine bir kanıttır. Ancak gözlerden kaçan bazı özellikler de vardır.
a) Arap yazısının bir özelliği olarak kelimenin sonunda kullanılması gereken büyük harf yerine küçük harfler kullanılmıştır. Örneğin, 3-4. satırlarda
yerine ; 10. satırda
yerine; 12. satırda yerine; 14-15. satırlarda yerine
b) Kelime ortasındaki yuvarlak H harfi, fotoğrafta görüldüğü gibi T’ye benzer bir şekilde yazılmıştır. Bunun için, fotoğrafın 4-5. satırındaki ve 6. satırdaki kelimelerine bakınız. H harfine böyle T şeklinde sonraki dönemlerde rastlanmaz. Ancak şunu belirtmeliyim ki, bu harfin ortada t ya da v şeklinde yazılışına elimizde Resulullah (a.s.)’a ait olan tüm diğer orijinal mektuplarda rastlamaktayız. Örneğin, Mukavkıs’a gönderilen mektubun 3. satırındaki ÈbN_« ve 11. satırdaki (biraz soluk olsa da) kelimeleri gibi. Aynı şekilde, Münzir’e gönderilen mektubun 3. satırındaki ve 6. satırdaki ve kelimeleri, 8. satırdaki 9. satırdaki (kalem sürçmesi nedeniyle yerine böyle yazılmış) ve. Ve nihayet Necâşî’ye gönderilen mektubun 4. satırındaki 6. satırındaki 7. satırındaki ve 17. satırındaki kelimelerinde de aynı T harfi görülmektedir.(Bk. § 587/2).
Bu arada, mektupları yazan katiplerin muhtemelen farklı kişiler olduğunu da belirtelim. Zira kaynaklarda, bütün bu mektupların aynı gün kaleme alınıp gönderildiği belirtilmektedir. Resulullah (a.s.), Hayber’e düzenlediği sefere çıkmakta acele ediyordu. Bu işi çabuklaştırmak için aynı anda beş ayrı katipten yararlanmış olabilirdi.
c) H harfinin kelime sonundaki biçimi üzerinde de durulmaya değer: 6, 7 ve 8. satırlarda ve şeklinde yazılması gereken kelimeler ve olarak görülmektedir.
d) 13. satırda ve kelimelerinde iki kez geçen F harfi, sanki bunların bir başka katibin elinden çıktığı izlenimini vermektedir. 10. satırdaki kelimesinin F harfi için de aynı şeyi söyleyeceğim. Acaba bu durum, daha sonraki dönemlerde su ile temas sonucunda metin üzerinde oluşan silintiyi ya da mürekkebin solukluğunu telafi için belge üzerinde yapılan bir rötuştan mı kaynaklanmaktadır? Belgenin görünüşü bende bu izlenimi bırakmamakla birlikte, inceleme sırasında elimde teknik bir imkân da yoktu. Ayrıca, Paris Milli Kütüphanesi’nin, belgeyi elinde bulundurduğu süre içinde, belgelerin ömrünü yaklaşık olarak tayin eden kızıl ötesi ya da mor ötesi ışınlara tabi tutup tutmadığını da bilmiyorum. Bu konu benim alanıma girmediğinden, işi uzmanlarına bırakıyorum.[2]
624. Bu değerli belgenin tarihçesi ve onu yüzyıllardır kimler tarafından muhafaza edildiği hakkında belki bir gün daha fazla bilgi sahibi olunacaktır. Ancak bugün için sahip olduğumuz bilgiler, yani yırtık izi, mühür izi, belgenin büyük bir bölümünde göze çarpan eski yazı özellikleri ve klasik İslam tarihçilerinin eserlerinde verdikleri metinlere uygunluğu, bizi en azından şimdilik bunun aslına uygun ve gerçek bir belge olduğu kanısına götürmektedir.
625. Kuşkusuz, yukarıda söz ettiğimiz tuhaf yazıların yanı sıra, Resulullah (a.s.)’ın yazdığı 5 mektuptan 3’ünün Şam’da bulunmuş olması gibi bazı rahatsız edici durumlar da yok değildir. Kisrâ’ya gönderilen elimizdeki bu mektup da aslında Şam’da satın alınmıştır; Münzir’e gönderilen mektup da, Alman ZDMG muhabiri haberi öğrendiğinde, Şam’da bulunuyordu. (Bu arada, halen Kuvatlî ailesinin elinde bulunan ve aynı muhataba, yani Münzir’e yazılmış orijinal bir mektubun da Şam’da bulunduğundan bahsetmedik. Ancak, müteveffa Sayın Reich/Rice’nin bana verdiği belgenin fotoğrafında, orijinal metnin satır aralarında modern Arap yazısı ile bir transkripsiyon göze çarpmaktadır. ZDMG muhabirinin belgeyi yayınlarken sonradan eklenen bu yazıları silip silmediğini bilmiyorum; aynı şekilde, Necâşî’ye gönderilen mektup da, JRAS dergisindeki meslektaşın makalesinde açıkladığı gibi, Şam’da bulunmuştur. Asıl konunun dışında kalsa da bu durum insanın kafasını karıştırmaktadır.
626. Bununla birlikte bu belgeler yakın zamanda yapılmış bir sahtecilik eserine benzememektedir. Hatırlatmak gerekirse, Fleischer gibi bir bilim adamı bile el-Münzir’e gönderilen mektubun içeriğini çözüp aydınlatamamıştı. Yazarın ZDMG’deki makalesine göre, mektubun metni hiçbir tarihî kaynakta bulunmamaktaydı. Peki bu durumda konu hakkında fazla bilgisi olmayan bir sahtekâr nasıl olup da bu mektubun metnini önce bulup, sonra da oldukça eski bir yazı tarzı ile yazarak ortaya çıkaracaktı?
627. Mizaç ve eğilimlere göre bu belgeler karşısında duyulan ilk izlenim ya da tepkiler birbirinden çok farklıdır. Ancak, insanlar birbirinden oldukça farklı ve tarafsız araştırmalardan elde edilen sonuçlar üzerinde genellikle ittifak ederler. Ümit ediyoruz ki bu birkaç mütevazı satır, kendi değerli bilgilerini de katarak, henüz aydınlatılamamış bazı karanlık noktaları açıklamak üzere diğer bilim adamlarını gayrete getirecektir.[3]
628. Günümüzde el-Hasa (el-Ahsâ) denilen Doğu Arabistan’ın sahil şehri, ilgilendiğimiz dönemde Bahreyn olarak adlandırılıyordu (Bugünkü Bahreyn adasının adı da o zamanlar Uvâl idi). Tarih içinde çok geriye gitmeksizin burada hatırlatalım ki, Bahreyn eyaleti Şâpûr II’den (310-379) beri İran İmparatorluğunun bir parçasıydı. Buranın valisi, Hire kralı tarafından atanmış bir Arap kabile başkanı idi. Ama bu valinin yanında, en azından Sasanilerin son dönemlerinde, soylu bir İranlı bulunuyordu.[4] Acaba buradan, imparatorluktan herhangi bir yardım almaksızın ve idari yapıda daha etkili olabilmek amacıyla Lahmîlerin Bahreyn’i kendi topraklarına kattıkları sonucunu mu çıkarmak gerekir?
629. Bu bölgede iki önemli yer ismine rastlamaktayız: Müşekker ve Hacer. Kaynaklarımıza göre İranlı ilbay Merzuban Hacer’de oturmakta, yıllık büyük fuar da Müşekker’de kurulmaktaydı.[5] Kelime anlamı olarak Hacer “şehir”, “en üstün şehir” demektir. Müşekker ise kırmızı ya da kızarmış anlamına gelmektedir. Her halde müstahkem kale Hacer’de bulunuyor ve kervanlar sadece şehrin dışındaki Müşekker’de konaklıyorlardı. Eski Hacer şehri günümüzde el-Husuf adını almıştır.
630. Temim ve Abdu’l-Kays kabileleri bu bölgede otururlardı. İbn Habîb’in[6] naklettiğine göre, Abdu’l-Kaosların Müşekker’de Zu’l-Laba dedikleri bir putları vardı. Bu putun sapık hizmetkarı olan insanlar Benû Amir sopundan geliyorlardı. Yazarımız, Zu’l-Laba’yı ziyarete gelenlerin şöyle bir ifade kullandıklarını ekler:
“Buyur (Lebbeyk) tanrım, buyur, işte huzuruna geldik. Buyur, tanrım! Mudarlıları bizden uzak kıl, bu yolculuğu bizim için güvenli kıl ve bizi koru. Ey tanrım bizi Hacer’in efendilerinden koru!”
Dua cümlesindeki ifadelere bakılırsa, Hacer’deki her halde İranlı olan valilerden çok korkuyorlardı.
631. İslam’ın ortaya çıkmasına az bir süre kala bu bölgedeki idari yapılanma hakkında elimizde net ve kesin bir bilgi yoktur. İbn Habîb’in ifadesine göre,[7] İran İmparatorları Bayreyn valilerini, aşağıda adı geçen Münzir ibn Sâve’nin de mensup olduğu Temim kabilesinin Abdullah ibn Zeyd’in sopundan seçiyorlardı. Elimizde, Resulullah (a.s.)’ın Bahreyn valiliği yapan Usaybuht[8] adında bir İranlıyla ve yine Bahreyn Sâhibi olarak geçen el-Hilâl[9] adlı bir Arapla yapmış olduğu yazışmalar bulunmaktadır. Resulullah (a.s.)’ın Hurmuzan[10] adında unvanı belirtilmeyen bir İranlıya yazmış olduğu mektubu ise burada değerlendirmeye almayacağız. Ancak şu kadarını belirtelim ki, Resulullah (a.s.)’ın Münzir ibn Sâve’ye gönderdiği mektuplarda onun göreviyle ilgili bir açıklamaya yer verilmemiştir. Acaba Münzir o sırada, başka birçok Arap memur gibi, İmparatorun kaprisli tutumu yüzünden zorla görevden mi alınmıştı?
632. Ne olursa olsun, İslam Devleti ile Münzir arasındaki diplomatik ilişkiler oldukça eskiye dayanmaktadır. Büyük hadis bilgini ve mezhep kurucusu Ahmed ibn Hanbel’in naklettiği bir hadise göre,[11] Muhammed (a.s.) gençliğinde bu bölgeyi ziyaret etmişti ve buraları çok iyi biliyordu. Belazurî,[12] Resulullah (a.s.)’ın, Münzir’e ilk siyasi mektubu H. 6’da gönderdiğini belirtmekle birlikte, söz konusu mektubun metnini vermez. Acaba bu mektup H. 7 yılı başlarında değişik yöneticilere gönderilenlerden önce mi kaleme alınmıştı? Bugün elimizde, Resulullah (a.s.) tarafından bizzat Münzir’e gönderilen sekiz mektubun yanı sıra, Temim, Abd el-Kays vs. gibi diğer kabilelere gönderilenlerin metinleri de bulunmaktadır. Bunlardan ilki aşağıda verilmiştir:
“Allah’ın Elçisi Muhammed’den Münzir ibn Sâve’ye:
Selam hakikat yolunu izleyenlerin üzerine olsun. O halde ben seni İslam’a davet ediyorum. İslam’a boyun eğersen sonunda esenliğe kavuşursun ve Allah şu anda iki elinin (iktidarı) arasında sahip olduğun şeyleri gerçekten sana bağışlayıp, senin yapar. Şunu da bil ki benim dinim (güç ve iktidarım) yumuşak tabanı üzerine basan develerle tek tırnaklı atların erişebileceği sınırlara dek uzanan ülkelerde, çok yakın bir zamanda muzaffer olacaktır.”
Mühür:
Allah
Resûl
Muhammed[13]
633. Mektubu götürmekle görevli el-Alâ ibn el-Hadramî Mekke’de oturan bir kimseydi.[14] Kendisine, Münzir’in İslam’ı kabul etmesi halinde Bahreyn’de kalıp oradaki Müslümanların hükümet işleriyle ilgilenmesi ve zenginlerden alınacak olan vergilerle yoksullara yardım etmesi görevi de verilmişti.[15] Mektubu teslim amacıyla gelen elçi el-Alâ şöyle dedi:
“Ey Münzir! Sen bu dünya işlerinin görülmesinde büyük bir bilgi sahibi kimse olarak ün yapmışsın. Bu durumda, öte dünyayı daha az biliyor olman düşünülemez. Şu Mecûsilik dinlerin en kötüsüdür: Onda ne Arabın şeref ve haysiyeti, ne de Ehl-i Kitab’ın (Yahudi ve Hıristiyanların) bilgi ve hikmeti bulunmaktadır. Bu din, çok utanç verici aile içi evliliklere izin vermekte ve Kıyamet Günü kendilerini yakıp kavuracak olan ateşe tapmayı emretmektedir. Sen zekâ ve hikmetten yoksun biri değilsin. Öyleyse söyle bana: Hayatında hiç yalan söylememiş bir kimseyi yalanlamak, hayatında hiç ihanet etmemiş bir kimseden kuşkulanmak ve hayatında asla sözünden dönmemiş birine inanmamak ne derece doğru olur? Bu saydığım nitelikler kendisinde bulunan kişinin bir ümmi Peygamber (asil, İsrail’e mensup olmayan) olması gerekir. Allah’a yemin ederim ki hiç kimse kalkıp da onun yapılmasını emrettiği şeylerin yasaklanması gerektiğini, ya da yasakladığı şeylerin yapılmasının daha yerinde olacağını söyleyemez. Aynı şekilde, akıl ve hikmet sahibi hiçbir insan onun uyguladığı cezalarda daha hoşgörülü ya da affettiği şeylerde daha sert ve katı olması gerektiğini söyleyemez.”
Bu açıklama karşısında Münzir şöyle cevap verdi:
“Sizin dininizin en çok hoşlandığım tarafı sadece bu dünya ya da sadece ahiretle sınırlı olmayıp, her iki dünyanın da saadetini kendi içinde bir araya getirmiş olmasıdır. Öyleyse niçin onu kabul etmeyecekmişim?”[16]
634. Münzir’in Resulullah (a.s.)’a gönderdiği cevap mektubu kaynaklarda geçmemekle birlikte, her halde düşmanca bir ifade taşımıyordu. Ancak bu mektupta muhtemelen yanına gönderilen Müslüman vali ile kendisi arasındaki yetki paylaşımı konusunda bazı açıklamalar istediği için, Resulullah (a.s.)’ın ertesi cevabı[17] şöyle olmuştur:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Münzir ibn Sâve’ye:
Selam senin üzerine olsun! O halde ben, kendisinden başka tapınılacak bir tanrı bulunmayan Allah’ın hamd ve senasını iletir ve beyan ve ikrar ederim ki, Allah’tan başka tanrı yoktur. Muhammed onun Kulu ve Elçisidir. Ayrıca sana sonsuz güç ve kudret sahibi olan yüce Allah’ı hatırlatırım. Zira, iyi ve güzel bir öğüdü tutan kişi kendi menfaatine çalışmış olur. Benim gönderdiğim elçilere itaat eden ve onların emirlerine uygun hareket eden kimse de bana itaat etmiş olur. Ayrıca, kim onlara saygı ve ilgi gösterirse, bizzat bana saygı ve ilgi göstermiş olur. Gerçekten, gönderdiğim elçiler senden bana övgüyle söz ettiler. Ben de halkının nazarında sana şefaatçi olmayı kabul ettim. O halde sen de İslamiyet’e girdikleri sırada Müslümanların sahip olduğu malları onların elinde bırak. Ben suçluları bağışlayan bir kimseyim. Öyleyse sen de (onların af isteklerini) kabul et. Sen iyi ve güzel davrandığın sürece biz de seni üstlendiğin görevlerinden alıkoymayız. Aksine, kim Yahudiliğinde ya da Mecusiliğinde ısrar ederse bu durumda Cizye ödemeye tabi tutulur.
Mühür: Allah
Resûl
Muhammed”
635. Bu belgenin aslı yeniden bulunmuş olup, bundan sonraki bölümde ayrıntılı olarak üzerinde duracağız. Metinde geçen selamlama ifadeleri Münzir’in İslam’ı kabul ettiğini göstermektedir. Zira Resulullah (a.s.)’ın Müslüman olmayanlara gönderdiği davet mektuplarında kullandığı değişmez selam ifadesi “Allah’ın selamı hakikat yolundan gidenlerin üzerine olsun!” şeklinde idi. Bu mektupta kullandığı “Kim gönderdiğim elçilere itaat eder…” ve .”..biz de seni üstlendiğin görevlerinden alıkoymayız” cümleleri, Bahreyn “eyaletinde” Müslüman vali ile yerel yönetici arasında, mülkî ve idarî görevlerde bir yetki paylaşımına gidildiğini göstermektedir. Muhtemelen, İslam’ı kabul eden kişilerin yönetilmesi, zekat ve fitrelerin tahsili, İslam’ın öğretilmesi ve yaygınlaştırılması vb. görevler Müslüman valinin yetki alanı içine sokulmakta, öte yandan, gayrimüslim halkın yönetimi Münzir’in elinde bırakılmaktaydı. Daha sonra neler olduğunu Ebû Ya’lâ’dan (İbn Hâcer’den naklen, Metâlib’ Nº 3867) okuyalım: “Bahreyn’in (bugünkü el-Ahsâ) başkanı, Resulullah (a.s.)’a, muhtemelen kolye yapımında kullanılan deniz kabuklularından yapılmış süs eşyalarını hediye olarak göndermişti. Resulullah (a.s.), bu süs eşyalarından iki avuç dolusunu, sahabenin önde gelen kadınlarından biri olan er-Rubeyyi’ bint Mu’avviz’e gönderdi.” Onun bu bağışı yapmasındaki amaç, herhalde bu genç kadının hemşire olarak askerî seferlere çok faal biçimde katılmış olmasıydı (Buhârî, 56/67, 68; İbn Hâcer, İsâbe, “Kadınlar” bölümü Nº 415). Bu izlenimimiz muhtemelen H. 9 yılına ait olan ve Tebûk Seferi hazırlıkları sırasında kaleme alınan bir başka belgeyle[18] daha da güçlenmiştir:
“el-‘Alâ ibn el-Hadramî’ye:
İmdi ben, cizye olarak toplayabildiği şeyleri kendisinden alıp getirmesi için el-Münzir ibn Sâve’ye birini gönderdim. Onu bu konuda sıkıştır ve aynı zamanda sadaka ve öşür olarak toplayabildiklerini de gönder. Selam üzerine olsun. Kâtip Ubey tarafından yazılmıştır.”
636. Kaynaklarda sözü edilen 80.000 dirhemin gönderilmesi de aynı döneme rastlamaktadır.
637. Müslüman valinin her şeyden önce, İran etkisi nedeniyle Mecusiliğin Araplar arasında taraftar bulduğu bölgede İslam’ın yayılmasıyla ilgilendiğine hiç kuşku yoktu. Araplar arasında tabii ki Yahudiler ve putperestler de vardı. Ancak belgeler, bu bölgede Hıristiyanların bulunduğunu belirtmezler. Putperestler arasında, atlara tapan ve kendilerine asbâz denilen kimselere de rastlanmaktaydı (Asp sözcüğünün Farsça kökenli olduğu düşünülürse, bu topluluğun da İran kökenli olduğu düşünülebilir mi? Bk. § 693). Bu toplulukla ilgili olarak elimizde değirmenlerden, vergilerden ve İslam’ı kabul ettikten sonra bir cemaatin sahip olabileceği kamu mallarından söz eden bir beyanname de bulunmaktadır:
“Resulullah Muhammed’den, Allah’ın kulları Asbazîlere, Umân hükümdarlarına ve bunlar arasında Bahreyn’de bulunan kimselere!
Bunların hepsi, iman ettikleri, namazlarını kıldıkları, zekâtlarını verdikleri, Allah’a ve Resûlüne itaat ettikleri, Resulullah’a karşı görevlerini yerine getirdikleri ve Müslümanların izlediği Hakikat yolundan gittikleri takdirde, tam bir himâye ve koruma içinde bulunacaklardır. Ve herhalde, Allah’a ve Resûlüne geri verilecek olan Ateş Tapınağı’nda saklanan hazine dışında, onların İslam’ı kabul ettikleri sırada ellerinde bulunan her şey yine onlara bırakılacaktır. Meyvelerden alınan öşür (1/10) ve tahıllardan alınan yarım öşür (1/20) bundan böyle sadaka olarak tahsil edilecektir. Onlar yardımlarıyla ve iyi davranışlarıyla Müslümanlara katkıda bulunacaklardır Aynı şekilde Müslümanlar da üzerlerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getireceklerdir. Değirmenlerine gelince: Onlar istedikleri şeyleri burada kendi istedikleri biçimde öğüteceklerdir.”[19]
638. Mecusiler İslamiyeti kabul edince, artık eski Ateş Tapınaklarının varolma nedeni de ortadan kalkmıştı. Burası kuşkusuz başka amaçlarla kullanılmaya başlanmış ve doğal olarak daha önce buraya yapılan dinî bağışlar, kamu malı olarak Devlet’e ait olmuştu. Arabistan’ın tahıl ambarı durumundaki bu bölgede değirmenlerin taşıdığı önem, pek tabii olarak buraların özel bir işleme tabi tutulmasını gerektiriyordu. Ama ne yazık ki bu konuyla ilgili elimizde ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.
639. Tarihî kaynaklar bu bölgede İslamî otoriteye karşı bir ayaklanmadan pek söz etmezler. Ancak bir başka genel beyannamenin satır aralarında şunları okuyabilmekteyiz:
“Resulullah Muhammed’den Hacer bölgesinde oturanlara:
Barış ve özgürlük içinde olun! Ben size, kendisinden başka hiçbir tanrı olmayan Allah’ın övgülerini gönderiyorum. Ayrıca, Allah’ın adına ve sizin nefisleriniz adına, doğru yola erdirildikten sonra bu yoldan asla sapmamanızı ve hakikat yolunda iken asla sapkınlığa düşmemenizi size tavsiye ediyorum. Öte yandan, sizin elçiniz bana geldi ve ben kendisine hoş gelmeyecek hiç bir davranışta bulunmadım. Oysa, eğer ben üzerime düşen haklarımın gereğini sonuna dek yerine getirseydim, sizi Hacer’den çıkarırdım. Ama ben, aranızda bulunmayanlara karşı af yetkisi ve aranızda bulunanlara karşı da cömertliğimi kullanıyorum. Öyleyse siz de Allah’ın üzerinizdeki nimet ve lutfunu görmezden gelmeyin. Sizin yaptığınız bazı şeylerin haberinin bana geldiğini de ekleyeyim. Sonuç olarak, aranızda iyi davranışlarda bulunanlar, asla suçluların kusurundan sorumlu değildir. Öyleyse, valilerim sizin yanınıza gelir gelmez onlara itaat edin ve Allah uğruna ve O’nun gösterdiği yolda onlara yardım edin. Zira, aranızdan güzel bir iş yapan kim olursa olsun, ne Allah katında ne de benim yanımda bir şey kaybetmiş olmaz.”[20]
640. Herhalde bu beyannamede hitap edilen kimseler, vergilerini ödemekten kaçınmışlar ya da Medine’den gelen bir başkana itaat etmeyi reddetmişlerdi. Akla gelen daha mantıklı bir açıklama ise, bunların Münzir’e karşı ülkedeki bir başka soylu kimsenin yanında yer almaya çalışmalarıdır. Gerçekten, yukarıdaki mektubun sonunda, İbn Sa’d’in rivayet ettiği metinde, şöyle bir cümle yer almaktadır:
“el-Münzir ibn Sâve’ye:
Gönderdiğim elçiler bana seni övdüler. (Sonuç olarak), sen iyi ve doğru hareket ettiğin sürece ben de sana karşı iyi davranır ve seni ödüllendiririm. Sen de Allah’a ve Resûlüne karşı samimi kalırsın. Selâm üzerine olsun!”
641. Elimizde, bir öncekine cevap niteliğinde başka bir mektup daha bulunmaktadır. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre, bu mektup Münzir tarafından yazılmıştır:
“O halde ey Allah’ın Resûlü! Senin Bahreyn halkına gönderdiğin mektubunu okudum. Onu dinledikten sonra İslam’ı seven, İslam’ın kendilerine huzur verdiği ve sonuçta onu kabul eden insanlar oldu. İslam’ın hoşlarına gitmediği kimseler de oldu. Ayrıca, benim ülkemde birçok Mecusi ve Yahudi de bulunuyor. Bu konu ile ilgili isteklerini bana ilet.”[21]
642. Muhammed (a.s.)’ın Münzir’e yazdığı diğer mektupların yanı sıra, bu mektuba gönderdiği cevap da günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Bütün bu mektupların içeriğini geniş olarak (in extenso) sunmak yerine, Resulullah (a.s.)’ın, günlük namazlar gibi İslam’ın ana ilkelerini Münzir’in anlayacağı şekilde açıkladığını ve asker olmayan kimselere karşı İran yasalarının gerekli değişiklikler yapılarak (mutatis mutandis), yani ülkedeki Yahudi ve Mecusi halka bir cizye vergisi konularak aynen sürdürülmesini söylediğini belirtmekle yetineceğiz. Bu arada gayrı müslimlere uygulanan bu cizye vergisinin sadece teknik bir ayrım olduğunu hatırlatalım. Müslümanlar zekat vergilerini altın ve gümüş ile hayvan sürüleri üzerinden ödüyorlardı. Gayrı müslimler ise bu vergiden tamamen muaftı. Üzerinde ziraat yaptıkları topraklar üzerinden, Müslümanlar elde ettikleri ürünün onda birini öşür olarak ödüyorlardı. Gayrı müslimler ise, çoğunlukla fetih sırasında belirlenip öngörülen özel hükümler çerçevesinde, haraç adı altında ziraî vergiler ödüyorlardı. İki vergilendirme yöntemi birbirinden farklı olduğu için, hangisinin daha ağır bir yük getirdiğini söylemek her zaman için mümkün değildir. Gayrı müslim tebaa askerlikle yükümlü değildi, ama bu görevi yerine getirdikleri takdirde, o yılki cizyeyi vermekten muaf tutuluyorlardı. Resulullah (a.s.), Münzir’e gönderdiği mektuplarından birinde, toprağı olmayan yani geçimini zanaatkârlık ya da ticaret gibi diğer imkânlarla sağlayan herkesin yılda 4 dirhem ve bir elbise (abâ’a) parası ödeyeceğini bildiriyordu.[22]
643. Son olarak, Resulullah (a.s.)’ın Mecusilerle ilgili olarak Münzir’e gönderdiği bildirilen bir belgeye değineceğiz:
“Eğer İslam’a tabi olurlarsa bizimle aynı haklara ve aynı sorumluluklara sahip olacaklardır. Reddeden kimseleri ise, onların kestiği hayvanların etini yememek ve onların kadınlarını nikâhlamamak koşuluyla, cizyeye bağlayacaksın.”[23]
644. Kur’an’da Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarca kesilen hayvanları yemelerine izin verilmiştir.[24] Boğazlayan kimse Zerdüşt dinine mensup olması halinde ise, o hayvanın Müslümanlarca yenmesi yasaktır. Muhtemelen onların hayvanları kesiş biçimi insan sağlığı açısından pek uygun değildi. Zerdüşt dininden kadınların nikahlanması da yasaklanmıştı. Genellikle bütün dinler, zaman içinde kendileri lehine din değiştirme olasılığını göz önünde bulundurarak, başka dine mensup bir kadınla evlenilmesine izin vermiştir. Kur’an, yukarıda anılan ayette Müslümanların “Ehl-i Kitap” (burada genellikle Yahudi ve Hıristiyanlar kastedilmektedir) kadınlarla evlenmelerine izin verirken, bir başka ayette ise putperest bir kadınla evlenmeyi açıkça yasaklamıştır.[25] Burada bir başka neden daha olduğu kanısındayız: İslam kan bağının saflığına büyük bir önem vermektedir. Mecusiler ise, her türlü nesep bağının ortadan kalktığı huvezvagdas’ı (öz kızkardeş, öz kızı gibi çok yakın akrabayla evliliği) normal sayıyorlardı.
645. Münzir’in dışında bölgedeki öteki başkanlarla olan ilişkilerden söz etmeden önce, Resulullah (a.s.)’ın Münzir’e gönderdiği ve bir asır kadar önce ortaya çıkan mektuplardan birinin orijinali ile ilgili bazı özellikler üzerinde durmak istiyoruz.[26]
646. Almanca ZDMG[27] dergisinde yayınlanan bir makalede, Resulullah (a.s.)’ın Münzir’e gönderdiği mektuplardan birinin orijinalinin ortaya çıktığı bildirilmişti. Aşağıda, söz konusu makaleden bazı kesitler sunuyoruz: İstanbul’daki Prusya Kraliyet Elçiliğinde ataşe olarak çalışan Busch, Prof. Brockhaus’a şu mektubu yazdı:
“Geçen sonbahar burada, Muhammed’in mektuplarından birinin orijinalini elinde bulundurduğunu iddia eden bir İtalyanla karşılaştım. Bu zat, geçen yaz, Müslüman kılığında –ve iddia ettiğine göre Müslüman olarak- gittiği Şam’da, bu mektupla birlikte kûfi yazılı dört Kur’an parçası aldığını da söylüyordu. Kur’an parçacıkları gibi koyu kahverengi ve çok ince bir parşömen üzerine yazılmış sözüm ona orijinal mektubu bana gösterdi. Bu mektuba iliştirilen fotoğraf, mührün üzerinde çok belirgin bir biçimde kuşku uyandıran iziyle, orijinalinden farklılık gösteren bir taklide aitti. Uzun ve dikkatli bir okumadan sonra, orijinal mektuptaki mührün üzerinde hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, aynı harf işaretlerini taşıdığına kanaat getirdim. Yalnız, insan okuyacağı şeyi önceden bilince kendisini göz yanılmalarına kaptırması ne kadar kolay! Dindar kesimin büyük ilgi göstermesine rağmen, bu yazı parçasının Türk hükümetine –tabii yüksek bir meblağ karşılığında- satılması girişimleri, öğrendiğime göre sonuçsuz kalmıştır.”[28]
Görüldüğü kadarıyla olay, Doğu ülkelerinde bile büyük ilgi uyandırdı, ve henüz kimse bunun bir sahtekârlık olduğunu ortaya çıkaramadığı için, burada, yukarıda zikredilen fotoğrafın bir tıpkıbasımını veriyoruz. Bu belgenin incelenmesinden sonra hiçbir uzman, bu sözüm ona keşfin gerçeğe uygun olmadığı hakkında bir kanıt istemeyecektir. Burada, adı geçen fotoğrafın gönderilmesi konusunda dostumuz Sayın Prof. Brockhaus’a yazdıklarımı tekrarlamama izin veriniz:
“Kıymetli belgeyi ilişikte size geri yolluyorum. Eğer bunu uyduran ya da yayan İtalyan, Osmanlı dönemindeki eğitim bakanı Kemal Efendi gibi, gerçekten âlim Müslümanları kandırmayı başarabildiyse, çok şanslı biri olmalı. İnsan, Muhammed (a.s.)’ın Mısır’lı Yunan valiye gönderdiği (Barthélemy’nin Mısır’da ortaya çıkardığı) mektubu satana bu kadar güzel altın yumurtalar yumurtlayan tavuğun hala yaşayıp yaşamadığını bilmek istiyor. Bu amaçla o kişi, Muhammed (a.s.)’ın Bahreyn’deki İran valisi Münzir b. Sâve’ye, onu İslam’a davet etmek için yazdığı bir başka mektubu elinde oynatıp duruyor (İbn Hişâm, Wüstenfeld baskısı, C. I, s. 945, 13-14. satırlar; Caussin de Percival, Essai sur l’Histoire des Arabes, III, 265, 6-13. satırlar). Bu mektubun içeriği bildiğim kadarıyla hiçbir yerde ayrıntılı olarak verilmedi. Demek ki Sayın X…in, eğer onu kendisi uydurmamışsa, kolay bir tekzipten korkacağı bir şey yoktu. Oysa, çok mükemmel bir biçimde muhafaza edilen mektubun baş kısmında, kendisini en çok ilgilendiren, okunması ne yazık ki çok güç ve imkânsız birkaç harfe rağmen, akıllılık ederek, kelimeler üzerinde ihtiyatla durmuştur. Özellikle kutsal Allah ve Muhammed sözcükleri zamanın yıkıcı etkisinden kurtulmuşlardır ki öyle olması da gerekirdi.
(Bunları, deşifre edilen ve çevirileri aşağıda verilmiş olan şu üç satırlık Arapça metin izlemektedir:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla! Allah’ın Elçisi Muhammed’den el-Münzir bin Sâve’ye. Selam üzerine olsun. İmdi seni, kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamd etmeye çağırıyorum ve ilan ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. İlave ederim ki…”
Bu birkaç satır bizde belgeyi satın alma arzusu uyandırmaya yetmektedir. Ancak tedbirli bir insan rastgele hareket edemez. Mektubun gerisi ise, ince sezgileriyle (Scharfsinn) yoktan bir şeyler yapabilen insanlar için adeta yeniden yazılmıştır. Ancak İslam’ın bu işten eli boş çıkmaması için, metindeki eski püskülük ve haraplıktan, ortaya birden bire, “İslam’ı kabul ettikleri sırada Müslümanlar için” şeklinde bir şart cümlesi çıkmaktadır.
“Fakat mektubun çok iyi korunan başlangıç kısmında, Muhammed (a.s.)’ın katibi birçok yerde kendisine özgü bir yanlışa düşmüş ve el-Münzir kelimesindeki peltek ze’yi Türkçe’deki keskin ze şeklinde; gayruhu kelimesini bir yerine iki y ile şeklinde; daha sonraki eşhedu (şehadet ederim ki) kelimesini –herhalde lehçe farklılığından dolayı- şeklinde; ve çok gariptir, hemze ile yazılması gereken fe’emma kelimesi de ayın harfi ile fe’ammâ biçiminde yazmıştır. Umarım konu hakkında yeterli bilgiyi edinmişsinizdir. İmza FL(eischer)”
647. Schwally’nin[29] derin bir hayranlıkla “yok edici” (vernichtende Kritik) olarak tanımladığı bu eleştiri şu üç itirazla özetlenmektedir:
1. Kaynaklar, Resulullah (a.s.)’ın el-Münzir’e gönderilen bir mektubundan bahsediyorlar. Ancak kimse bunun içeriği hakkında bilgi vermiyor.
2. Elimizdeki belgenin hemen baş tarafında, gönderenin ve alıcının adları okunmakta. Ama daha aşağıda sadece Arap yazısıyla taklit edilmiş bazı işaretler göze çarpıyor.
3. Arapça’dan bozma bir yazıyla kaleme alınan bu ikinci kısımda, bir Arap kâtibe mal edilmesi imkansız derecede imla hatalarıyla dolu, Arapça yazılı birkaç sözcük bulunuyor.
648. Bu itirazlardan ilki, araştırma eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu mektubun metni Kastallanî, İbn Tûlun, Kalkaşandî, İbnu’l-Kayyım vb. gibi çok güvenilir yazarların eserlerinde bulunmaktadır.[30] Doğubilimci Fleischer gibi bir bilgin kaynaklarda böyle bir belgenin bulunduğundan habersiz ise, İtalyan satıcının en azından bunun sahtesini yaptığı olasılığı daha zayıf demektir.
649. İkinci itiraza gelince: biraz fazla çaba gösterirsek, metnin tamamının okunabildiğini görürüz. Bu arada, asıl nüshayı kopya ederken Dr. Busch’un yaptığı hatalar da göze çarpmaktadır. Niçin doğrudan doğruya bu belgenin fotoğrafını çekmediğini bilemiyoruz. Öyle görünüyor ki, mürekkep onüç asırdan sonra yer yer silinmiş ve mektubun kopyası çıkarılırken bazı yanlış yazımlar ortaya çıkmıştır. Herhalde, yukarıda bahsettiğimiz klasik yazarların eserlerinde geçen metin sayesinde, söz konusu asıl belgenin içeriği hakkında bilgi sahibi olabilmekteyiz.
650. Üçüncü itiraz, ikincinin sonucu niteliğindedir. Fleischer burada topu topu dört imla hatasına işaret etmektedir:
a) Münzir’in adı zal yerine ze ile yazılmıştır. Yanlışlık sadece taklit nüshadan kaynaklanmaktadır. Bu ad, fotoğraftaki 2. satırın ilk kelimesi olarak görülmektedir. Eğer bu durum harfinin bulunduğu bir başka kelimeyle, örneğin 3. satırdaki 2. kelimeyle karşılaştırılacak olursa, kâtibin bu iki harfi arasındaki farkın ne kadar ince olduğu görülecektir. Bu harf ancak 1 mm.lik bir uzunluğa sahiptir. Belki de mürekkep silinmiştir. Bu durumda kusurun, kâtipten daha çok belgenin kopyasını çıkaran Alman bilim adamına yüklenmesi gerekir.
b) Gayruhu kelimesinde (3. satırın 5. kelimesi) bir yerine iki ye kullanıldığı doğrudur. Günümüz imlasına göre bu kullanım yanlış olarak kabul edilmektedir. Ama bu da belgenin eskiliğini kanıtlamaktadır. Modern bir taklitçi bu hatayı yapmazdı. Bu “Yanlış”, belgenin Muhammed (a.s.)’ın sağlığında yazılmış olabileceğinin de bir kanıtıdır. Zira bu, Resulullah zamanında kullanılan bir yazım biçimiydi. Bunun kanıtı, Kur’an’da bunun bir örneğinin yer almasıdır (bk. Zâriyat: 51/47); aynı kullanım, Resulullah (a.s.)’ın Necâşî’ye gönderdiği ve yukarıda bahsettiğimiz mektubun orijinalinde de bulunmaktadır. Bu bir hata değil, bazı kitabelerin de tanıklık ettiği gibi, bir süre devam edip yürürlükten kalkan eski bir yazım biçimidir.[31] Ne gariptir ki, Mısır baskısı Kuran’larda aksi bir durum söz konusu olduğunu ve bu harfin iki kez yazılması gereken yerde bir kez yazılmış olduğunu da ilave edelim (bk. Enbiya: 21/88’de nin şeklinde yazılması gibi).
c) Üçüncü duruma gelince: burada vav harfini andıran küçük işaret, Fleischer’e göre hâ (Õ) değil de ayn (Ÿ) harfini göstermektedir. Harf, belgenin altı kelimesinde de doğru biçimde kullanılmış ve istisnasız hepsinde, bu işaret bir (Õ) yi temsil etmektedir. Vurgulamak gerekir ki (Õ ) yi belirten bu işaret, Resulullah (a.s.)’ın Mukavkıs, Necâşî, Kisrâ, Umân melikleri -Ca’fer ve Abd- ve Herakliyus’a gönderdiği diğer beş asıl nüshada da bulunmaktadır. Bunların hepsi elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
d) Fleischer’e göre (bk. yukarıdaki c maddesi) (Ÿ) harfi bir (Ë) ile gösterilmiştir. Ancak kendisi, bu durumda, ayın harfinin küçük bir kare şeklinde gösterildiğini söylüyor. Ancak bir bilim adamının sık sık fikir değiştirmemesi gerekirdi. Kendisinin işaret ettiği iki kelimede de iki kare işareti vardır; bu durumda Fleischer’in söylediği gibi, kelimeyi fe ‘ammâ olarak değil fe’a’â şeklinde okumak gerekir. Oysa ilk kare, önceki kelimenin son hecesidir (yani Rasuluhu kelimesinin luhu kısmıdır).
651. Hulasa, Fleischer’in yürüttüğü muhakeme, bizi bu belgenin uydurma olduğuna inandırmaktan uzaktır. Bizzat inceleme şansımız olmadığı için, tüm söyleyeceğimiz, ZDMG’nin ortaya koyduğu bilgi ve belgelere göre, mektubun gerçek olma ihtimalinin sahte olma ihtimalinden yüksek olduğudur. Bu belge üzerinde yapılmış başka herhangi bir incelemeye de rastlamadık.
652. Türk hükümetinin İtalyan satıcıdan almayı reddetmesinden sonra bu orijinal belgenin başına neler geldiğini bilmiyoruz. Ancak, 1917’de Hace Kemalüddin, bir makalesinde, bu belgeyi Salahattin ailesinin elinde gördüğünü açıkladı.[32] Bana söylendiğine göre, 1932’de Kuvvetli ailesinin elindeydi, ama onu bizzat görme imkânım olmadı. 1939’da meslektaşlarımdan Sayın Reich, Şam’dan belgenin bir fotoğrafını bizzat göndererek, bana olayı doğrulayan bir mektup yazmıştı. Bu fotoğraf ZDMG’de yayınlanana benziyordu; ancak bir özelliği, belgenin içeriğinin satır aralarında günümüz Arap harfleriyle haşiye şeklinde verilmiş olmasıydı. 1956 yılında Sayın Selahaddin Muneccid bana bir mektup göndererek, bu belgenin öteden beri Kuvvetli ailesinde bulunduğunu ve bu ailenin İtalyan satıcı olayından haberi olmadığını doğrulamıştır.[33]
653. Bahreyn bölgesi başkanı Münzir, bir kısmı çölde göçebe hayatı sürdüren Temîm kabilesine mensuptu. Arabistan’ın en doğusunda yaşayan bu kabile, bugün bilmediğimiz nedenlerden ötürü, Yarımadanın en Batısında bulunan Mekke şehrinin yönetiminde belli bir etkiye sahipti. Gerçekten, Arafat’ta toplanan hacıların yerine getirmeleri gereken dini görevlerden Temimliler sorumluydu; İcâze yani dini törenlerin artık bittiğini ilan etme yetki ve ayrıcalığı da onlara verilmişti.[34] Aynı şekilde, Mekke’nin banliyösünde bulunan büyük Ukaz fuarında hakemlik göreviyle de onlar ilgileniyorlardı.[35]
654. Suheylî’nin[36] verdiği bilgiye göre, Utarid et-Temîmî bir defasında İran İmparatoru Şiruye’nin huzuruna çıkarak, kendisinden kuraklık dönemi boyunca kabilesinin hayvanlarını bir süre İran topraklarında otlatma izni istemiş, Şiruye de kabilenin, topraklarında kaldığı süre içinde iyi davranacağına ve otlatma mevsiminden sonra buradan hemen ayrılacağına dair güvence istemiştir. Bedevî töreleri gereğince, Utarid ok ve yayını İmparator’a sunmuş, bu duruma şaşıran İmparator’a, çevresindeki saray erkânı, bir Bedevî’nin bu yaydan daha sağlam bir güvencesi olamayacağını açıklamak durumunda kalmışlardır. Birkaç ay sonra Utarid, konukseverliği dolayısıyla İmparator’a teşekkür etmek ve Arabistan’ın daha iç bölgelerine dönüp gitmeden önce onun iznini almak için tekrar huzuruna çıkmış, bu arada güvence olarak bıraktığı yayını geri istemeyi de unutmamıştır. Utarid’in ve kabilesinin güzel davranışlarından etkilenen İmparator, kendisine bir kraliyet kaftanı hediye etmiştir. Bedevi bu armağana çok memnun olmuş ve onu büyük törenler esnasında sırtında taşımıştır. Aynı şeyi Resulullah (a.s.)’i ziyareti sırasında da yapmıştır. Ancak, Peygamber’in kendisini uyarıp azarlamasına bakılırsa, kaftan muhtemelen ipekten dokunmuştu. Bu konuya ilerde değineceğiz.
655. Aynı kaynak (Suheylî, II, 335), Temim kabilesinin sarık ve kumaşlardan yapılmış bir putları olduğunu, buna safran vb. kokular sürdüklerini ekler. Temimliler, “hac” amacıyla bu putu ziyaret ederlerdi. Öyle görünüyor ki, şair ez-Zibrikan bu puta bekçilik ve hizmetçilik yapmakta idi.
656. Bu kabilenin İslam’ı kabul edişi, çok merak uyandırıcı koşullarda gerçekleşmiştir. H. 9 yılında Resulullah (a.s.), Zâtu’l-Eştât gölü çevresinde otlayan sürülerin yıllık vergilerini tahsil etmek üzere, Huzâa kabilesi nezdinde bir memur göndermişti. Temimli birkaç aile (özellikle Benû Enbâr), görüldüğü kadarıyla bir kuraklık ve kıtlık yüzünden, aynı yerde konuk olarak bulunmaktaydı. Huzaalılar daha önceden Müslüman olmuşlar ve vergilerini itirazsız ödüyorlardı. Vergi tahsildarı Temimlilerin de aynı ödemede bulunmalarını istedi. Onlar ise, henüz İslam’ı kabul etmedikleri için bunu reddettiler ve hemen silahlarını kuşandılar. Tahsildar, olaydan Resulullah (a.s.)’i haberdar etmek amacıyla Medine’ye döndü. Bu arada, Huzâalılar, Resulullah (a.s.)’ın temsilcisini tehdit etmenin doğuracağı sonuçlardan korkarak, bu uygunsuz misafirlerini ülke dışına çıkarmak zorunda kaldılar. Enbarîler başka koruyucular aradılarsa da, Medine’den gelen askerî bir birlik onlara yetişip, 11 erkek, 11 kadın ve 30 çocuğu esir alarak, hepsini Medine’ye götürdü. Diğerleri ise kaçıp kurtuldu.[37] Temimiler, Enbarlılar ve diğerleri bir araya gelerek savaş tutsakları arasında kız kardeşi Safiye’nin de bulunduğu el-A’ver ibn Beşşâme başkanlığında önemli bir elçi heyetini Resulullah (a.s.)’ın huzuruna gönderdiler. Elçi heyetini oluşturanlar arasında, Mekke’nin fethi sırasında İslam ordusu saflarında olduğu göz önünde tutulursa en azından bir yıldır Müslüman olan el-Akra ibn Hâbis,[38] Şiruye’nin kaftanını giyen Utarid, şair Zibrikan ve diğerleri bulunuyordu. Bunların karşılanışı gerçekten görmeye değerdi. Bu sert ve haşin tabiatlı Bedeviler Medine’ye gelir gelmez Resulullah (a.s.)’ın evinin kapısı önünde bağırıp çağırmaya başlayarak, dışarı çıkmasını ve kendilerini hemen kabul etmesini istediler. Ayrıca, kime karşı olursa olsun saygı göstermek ya da bu saygıyı geri almak gücünde olduklarını eklediler. Muhammed (a.s.) dışarı çıkarak onlarla bir süre yumuşak bir dille konuştu ve daha sonra öğle namazını kılmak üzere mescide geçti. Namazdan sonra kendilerini huzuruna kabul etti. Utarid hemen ayağa kalkarak bir konuşma yaptı: Temimlilerin kendi içlerinden krallar çıkardığını, zengin oldukları kadar cömert de olduklarını, sayılarının çok ve kendilerinin de güçlü olduklarını sayıp döktü. Bu bedevîlere özgü bir meydan okuma idi. Muhammed (a.s.), Medine’li kâtibi Sâbit ibn Kays’dan bu sözlere bir cevap vermesini istedi. Kendisi yüksek ve gür sesiyle ün yapmıştı. Doğaçlama yaptığı konuşmasında Sâbit, Allah’ın kendilerine krallara karşılık çok daha iyi ve güzel, hayırlı şeyler verdiğini, bunların da bir Peygamber, bir Kutsal Kitap (Kur’an) ve her iki dünya için geçerli iyilikler içeren bir din olduğunu dile getirdi. Ve şöyle ekledi: “Sizin yaptıklarınızın aksine, bizler bu Peygamberin izinden gidiyor, onu canlarımız ve mallarımız pahasına koruyor ve ona karşı çıkanla mücadele ediyoruz.”
657. Daha sonra Temimli şair Zibrikân ayağa kalkarak, kabilesinin sahip olduğu erdemleri sayıp döktü. Ona cevap vermek için de Hasan bin Sâbit çağrıldı. Onun hemen doğaçtan söylediği şiir de az etkileyici ve gösterişten uzak değildi. Temimliler aralarında görüşmek üzere bir kenara çekilip, birbirleriyle şöyle konuştular: “Onların hatipleri bizimkinden daha iyiydi, şairleri de öyle; sesleri de çok tatlı ve yumuşaktı; üstelik Muhammed, kendisine sert ve haşin davranmamıza rağmen, bizden daha kibar ve nazik.” Ve İslam’ı kabul etmeye karar verdiler. Daha sonra Resulullah (a.s.)’ın huzuruna girerek, tutsaklarının bağışlanmasını rica ettiler. Muhammed (a.s.), elçilik heyetinden Sabire ibn Amr adlı Temimlinin, kararını kabul edeceğini önceden belirterek, bu konuda hakemlik yapmasını istedi. Bu hakem, tutsakların yarısının kurtulmalık bedeli alınmaksızın salıverilmesine, diğer yarısının ise örf ve adete uygun olarak fidyelerinin ödenerek salıverilmelerine karar verdi. İbn Hişâm,[39] bu askerî sefer sırasında, Resulullah (a.s.)’ın hanımı Ayşe’nin kendisine şöyle söylediğini ekliyor:
“Ey Allah’ın Resulü! Ben bir süre önce İsmail’in soyundan gelen (Arap) bir köle azat etme adağında bulunmuştum.”
Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şu karşılığı verdi:
“İşte! Birazdan gelecek olan Temimlilerden istediğin herhangi birini azat edebilirsin!”
Nitekim, müminlerin annesi Ayşe, savaşta tutsak edilenler Medine’ye gelince bu adağını yerine getirmiştir (Resulullah (a.s.) bunlardan sadece Ayşe’nin seçtiği birini köle durumuna getirmiş ve böylece o adağını yerine getirebilmiştir). Elçi heyetinin başkanının kız kardeşini ise, Muhammed (a.s.) bir fidye almaksızın ona iade etmiştir.[40] Resulullah (a.s.), ayrıca heyet üyelerinin her birine, hatta develerine bakan çocuğa bile çok cömert bir biçimde armağanlar vermiştir.
658. Olay böylece bir dostluk havası içinde tatlıya bağlanmış ve İslam, Temimlilerin yurdu olan Basra körfezi bölgesinde yayılmaya başlamıştır.
659. Tarihî kaynaklar bize, Resulullah (a.s.) tarafından Temimlilere gönderilmiş en az dokuz mektup olduğundan söz ederler.[41] Ama ne yazık ki bu mektuplardan çoğunun metinleri muhafaza edilmemiştir. Kendilerine mektup gönderilen iki kişiye, yani Katade ibn el-A’ver ve Huseyn ibn Müşmit’e Muhammed (a.s.) bir takım arazi imtiyazları (tımar) vermiştir; Ahmer ibn Muâviye’nin ise bütün malları için güvence vererek, bu aileye zarar verecek olanların sert bir biçimde cezalandırılacağını ilan etmiştir. Temim kabilesinden Kayle bint Mahramad adlı bir kadına gönderilen mektup oldukça dikkat çekicidir:
“Resulullah (a.s.), kırmızı bir deri parçası üzerine aşağıdaki satırları yazmıştır: Kayle ve Kayle’nin kızları durumundaki kadınlardan hiçbiri sahip oldukları haklardan yoksun bırakılamaz ve hiçbiriyle zor kullanarak nikah yapılamaz. Sonuç olarak her itaat eden mümin kendi payına düşeni alacaktır. Bu kadınlar iyilik yapsınlar ve kötülüklerden kaçınsınlar.”[42]
660. Bu mektubun hangi koşullar altında yazıldığını bilmiyoruz. Ancak, bu Kayle’nin bir başka olayda daha karşımıza çıkması oldukça anlamlıdır: Temimli olmasına rağmen, bu kadın, başka kabileye (anlaşıldığına göre Bekr ibn Vâil’e) mensup biri ile nikâhlanmıştı. O sıralarda İslam’ı kabul etmiş olan bu kabileden bir heyet, Dahnâ çölünün tamamının bu kabileye tımar olarak verilmesini Resulullah (a.s.)’den istemişlerdi. Bu durum Temimlilerin çıkarlarına ters düşmekteydi. Bu durumu gören Kayle büyük bir gayretle işe müdahale ederek, Resulullah (a.s.)’i böyle bir haksız uygulamadan vazgeçirmeye çalıştı ve bunda da başarılı oldu.[43]
661. Yine, Temimli el-Ahsem ibn Sayfî, Resulullah (a.s.)’ın huzuruna bizzat çıkmak istiyordu; ancak yakınları, kendisinin çok yaşlı olduğunu ve yollarda bazı tehlikelerle karşılaşabileceğini söyleyerek kendisine engel oldular. O da oğlu aracılığıyla, aşağıdaki mektubu gönderdi:
“Allah’ım! Senin adınla başlarım. (Allah’ın) Bir kul(un)dan (başka) bir kul(un)a! İmdi, Sana ulaşmış olan şeye bizi de ulaştır; zira biz, seninle ilgili olarak, aslını bilmediğimiz bazı haberler aldık. Eğer sen doğru yola eriştirilmiş biriysen, bize de rehberlik et; ve eğer sana bazı şeyler öğretilmişse, nimetlendirildiğin şeyleri bizimle paylaş. Selâm!”
Resulullah (a.s.)’ın bu mektuba şöyle cevap verdiği rivayet edilir:
“Allah’ın Elçisi Muhammed’den, el-Ahsem ibn Sayfî’ye! Allah’ın selâmı üzerine olsun. Sana Allah’ın övgülerini bildiririm. Gerçekten de Allah bana, kendisinden başka hiçbir tanrı olmadığını, kendisinin Tek ve Bir olduğunu, hiçbir eş ve ortağının bulunmadığını (kullarına) söylememi emretti. Ben de aynı şekilde insanların bunu ifade etmeleri uyarısında bulunuyorum. Yaratılanların hepsi Allah’ın yarattıklarıdır ve her şey O’na aittir. Onları Allah yaratmıştır. Onlara ölümü tattıracak olan da, onları tekrar diriltecek olan da Allah’tır. Gidiş O’nadır. Ben sizi önceki peygamberlerin davetiyle çağırıyorum. Gerçekten sen (bu) büyük olay hakkında sorguya çekileceksin, ve kuşkusuz sen daha sonra bu olayın aslını öğreneceksin.”[44]
662. Ancak şunu belirtelim ki, çok eski kaynaklar bu mektuplaşma olayından söz etmemektedirler
663. Temimliler konusunu, Muhammed (a.s.)’ın vefatından sonra bu kabile içinde bir dinden dönme olayına rastlandığını belirterek bitirelim: Bu kabile bir süre, peygamber olduğunu iddia eden Secahî adlı bir kadın tarafından yönetilmiştir. Bir süre sonra bu kadın, Benû Hanife kabilesinden ve yine sahte peygamberlik davası güden Müseyleme ile evlenince, artık peygamberlik iddiasından vazgeçmiştir. Bu kadın daha sonra tekrar Müslüman olmuş ve uzun bir süre yaşadıktan sonra vefat etmiştir. Secâhî’nin bu sözde peygamberlik olayı, İslam tarihinde oldukça dikkat çekici bir konudur. Bu olay, bize Arap kadınının o dönemdeki konumu hakkında bir değerlendirme yapma imkânı vermektedir.[45]
664. Bahreyn bölgesinin İran etkisinde kalan komşuları arasında Büyük Bekr ibn Vâ’il kabilesi de bulunuyordu. Bunlar yarımadanın en kuzeyinde, Basra’nın Kuzey-Batısında yerleşmişlerdi. İslam’dan önce bu kabile cengâver ve savaşçı özelliğiyle tanınmaktaydı: Taglib, Bekr’in kardeşiydi ve Bekr ile Taglib arasındaki kardeş kavgası, İslam-öncesi Arabistan’ının en uzun ve en kanlı savaşları arasında yer almaktadır. Sasaniler, diğerlerinin yanı sıra bu kabileye de baskı ve zulüm uygulamışlar ve onları İran’ın azılı düşmanı haline getirmişlerdi. Bu durumda, Resulullah (a.s.)’ın onlarla ilgilenmiş olmasına ve kendilerine bir dine davet mektubu yazmasına şaşmamamız gerekir.[46] İbn Sa’d’in ayrıca belirttiğine göre,[47] Benu’l-Katib kabilesinden biri (yani Dubey’etu’bn Rebîa) çıkıncaya kadar hiç kimse bu mektubu okumamıştı. Kaynaklar bu mektuba ne gibi bir tepkide bulunulduğunu açıklamamakla birlikte, şurası kesindir ki, bu kabilenin Şeybân kolundan Hureys ibn Hassân, Bekr ibn Vâilleri temsil etmek üzere bir heyetin başında Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıkarak, ona halkının İslam’ı kabul ettiğini bildirmiştir.[48] Yine, yukarıda anlatıldığı biçimde, Temimlilerin aleyhine olmak üzere, bütün Dahnâ çölünün tımarının kendilerine verilmesini isteyen de bu Hureys’dir. İbnu’l-Esir bize Resulullah (a.s.)’ın, Bekr ibn Vail kabilesinin Amir ibn Zuhl koluna mensup ‘Adî ibn Şerâhil lehine[49] bir mektup gönderdiğini söyler, ama mektubun içeriğinden söz etmez. Burada söz konusu edilen şey, her halde servetin güvence altına alınması ya da tımarlı bir arazinin bağışlanması olmalıdır.
665. İbn Hanbel’de geçen bir hadiste,[50] Bekr ibn Vâil kabilesine mensup birinin Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıkarak:
“Benim halkım üzerine öşür vergisi koy” demesi üzerine, Resulullah (a.s.) şu cevabı vermiştir:
“Hayır! Öşür vergileri Yahudi ve Hıristiyanlar üzerine konulan vergilerdir; Müslümanlar için öşür vergisi yoktur”
Acaba burada ticari mallardan alınan gümrük vergileri ya da madenlerden alınan vergiler mi kastediliyordu? Zira Müslümanlar bu tür mallar üzerinden sadece 1/20 oranında (beşte bir) vergi ödüyorlardı.
666/1. Son olarak şu konuya dikkat çekelim: Resulullah (a.s.)’ın vefatından birkaç ay sonra, Müslümanlığı kabul eden Şeybanîler İran egemenliğine karşı topyekün bir isyan hareketi başlattılar. Bu kabilenin elde ettiği ilk başarılar, Halife Ebû Bekir’i buraya takviye birliklerinin yanı sıra en başarılı Müslüman komutanlardan Hâlid ibn Velîd’i gönderme konusunda da ikna etti. Acaba bu duruma bakarak, Şeybanîlerin ve Bekr ibn Vâil kabilesinden bazı kolların İranlılara karşı izlenecek politika konusunda Resulullah (a.s.)’ın sağlığında kendisinden bir takım kesin talimatlar aldığı sonucunu mu çıkarmak gerekir?[51]
666/2. Yukarıda adı geçen Bekr ibn Vâil’in kardeşinin soyundan gelen Taglib oğulları Hıristiyan idiler. Onların Resulullah (a.s.)’a karşı izledikleri barışçı ve yumuşak tutuma bakarak, şu müphem anlatıma bir açıklık getirmek mümkün olacaktır: Resulullah (a.s.), Benû Tagliblerin bazı Hıristiyan soplarıyla bir anlaşma imzalamıştı. Buna göre:
“Onlar kendi Hıristiyan dinlerinde kalmakta serbest olacaklar, ama bundan böyle kendi çocuklarını vaftiz edemeyecekler” idi.
Ama Taglibliler daha sonra bu anlaşmayı bozdular (Bk. Ebû Ya’lâ’dan naklen İbn Hacer, Metâlib, Nº 1072; İbn Sa’d, Tabakât, II/i, Elçiler bölümü). Anlaşmanın imtiyaz konusuyla ilgili maddesi hakkında ayrıntılı bilgi yoktur ve rivayet bazı kuşkular içermektedir. Zira Kur’an, Zimmi statüsündeki gayrı müslim ve Hıristiyanlara karşı zaten hoşgörülü bir yaklaşım sergilemektedir ve Resulullah (a.s.) de Yemen, Umân vs. bölgelerindeki Hıristiyanlara karşı aynı tarzda davranmamıştır.
667. Abdu’l-Kays kabilesi Bahreyn’in güneyinde oturmakta ve Temimlilerle birlikte bu bölgenin nüfusunu oluşturmaktaydı. Taglib kabilesine mensup bir şair olan Ahnes ibn Şihâb, Abdu’l-Kaysların bir kolu olan Lukayz ailesi hakkında şöyle bir şiir yazmıştı:
“Bahreyn ve bütün bu sahillerin sahibi işte bu Lukayz’dır,
Onlara Hindistan tarafından müthiş bir istila gelse bile…”[52]
668. Bu şiir onların geçmişlerinin ne denli eskiye dayandığını yeterince dile getirmektedir. İbn Hanbel’de geçen bir hadise göre,[53] Muhammed (a.s.) gençliğinde Basra körfezi üzerindeki Abdu’l-Kaysların ülkesine yaptığı uzun süreli seyahatleri daima taze bir anı olarak saklamıştı. Bu hadiste Hacer şehrinden ve el-Muşakkar kalesinden bahsedilmekte ve Muhammed’in şu sözüne yer verilmektedir:
“Zâre adlı su kaynağının karşısında durdum.”
Şimdilerde Hacer, Riyad ve Zahran arasında bayındır bir şehir olan el-Hufûf’a dönüşmüştür. El-Müşakkar ise, şehrin dışında ve muhtemelen oraya yakın bir yerdeki Kâra dağı üzerinde bulunuyordu. Zâre adlı su kaynağı bugün de aynı adla varlığını sürdürmekte ve Kuveyt yolu üzerinde, uçsuz bucaksız bir vahada, Zahran’ın kuzeyinde on kilometre öteden görünmektedir. Daha ayrıntılı bilgi için, “Sur les traces du Saint Prophète dans son voyage en Arabie de l’Est (Resulullah (a.s.)’ın Doğu Arabistan seyahatinin izleri hakkında)”, (France-Islam, Paris, Nº 93-95, 1975) ve “Les voyages du Prophète avant l’Islam (İslam’dan önce Peygamber’in seyahatleri)”, Festschrift Henri Laoust (Bulletin d’Etudes orientales/Şarkiyat İncelemeleri Bülteni), Şam, 1977, C. 90, s. 221-230) adlı makalelerime bakılabilir.
669. Makrızî’nin verdiği bilgiye göre,[54] H. 3 yılında cereyan eden Uhud Savaşı sırasında Abdu’l-Kays kabilesinden bir grup insan Medine’ye gelmişti. Belki de bir hububat kervanı söz konusu idi. Aynı yazar,[55] H. 5 yılında, Resulullah (a.s.)’ın Benû Musta’liklere karşı düzenlediği askerî sefer sırasında, Abdu’l-Kayslardan biri yolda kendisine rastlamış ve İslam’ı kabul etmişti. Daha sonra İslam bu kabile içinde önemli ilerlemeler kaydetmiş olmalıdır ki, H. 8 yılında Muhammed (a.s.) bu kabileyi, İbn Sa’d’in bize bildirdiğine göre,[56] Bahreyn’de oturan kimseler aracılığıyla, Medine’ye 20 kişilik bir heyet göndermeleri için davet etmiştir. Kaynakta açıklandığına göre, heyetin tamamı gayrı müslimlerden oluşuyordu. Hatta aralarında Hıristiyan biri de vardı. Heyetle ilgili diğer ayrıntıları Buhârî’den çıkarıyoruz:[57]
a) Bir gün Resulullah (a.s.) hiç adeti olmayan bir saatte namaz kılmaya başladı. Zevcesi Umm Seleme’nin hayret ederek sebebini sorması üzerine şu cevabı verdi:
“Abdu’l-Kays heyetinin gelerek ihtida ettikleri haberini vermeleri, öğle namazından sonra kıldığım nafile (diğer Müslümanlar için sünnet) namazlarımı kılmamı engellemişti. Şimdi onları tamamlıyorum.”
b) Medine’de inşa edilen Mescit’ten sonra, içinde Cuma namazlarının kılınmasına izin verilen ilk mescit, Abdu’l-Kaysların ülkesindeki (bugünkü el-Hufûf) Cuvâsa şehrinde inşa edilen camidir.
c) Abdu’l-Kayslar Resulullah (a.s.)’ın huzuruna girdiklerinde, onlara şöyle hitap etti:
“Ey cemaat! Hoş geldiniz! Sizler ne onur kırıcı bir duruma ne de pişmanlığa uğrayacaksınız.”
Bunun üzerine topluluk şu cevabı verdi:
“Ey Allah’ın Elçisi! Bizi senden ayıran ve bizi alıkoyan, aradaki putperest Mudar kabilesinin topraklarıdır. Haram Aylar dışında bizler istediğimiz zaman senin huzuruna gelemiyoruz. O halde sen bize İslam’ın temel esaslarını öğret ki bunlar Cennet’e girmemiz için yeterli olsun ve kendi bölgemizdeki gayrı müslimler arasında bunları tebliğ edebilelim.
O da şöyle cevap verdi:
“Sizlere şu dört şeyi emrediyor ve dört şeyi de yasaklıyorum:
Allah’ın Bir’liğine iman etmek koşuluyla;
1. Günlük namazları kılmanızı,
2. Zekât vergisini vermenizi,
3. Ramazan ayı boyunca oruç tutmanızı,
4. Ganimet malların beşte birini Devlet Hazinesine teslim etmenizi emrediyor ve alkollü içkileri size yasaklıyorum.
670. Buhârî tarafından nakledilen bu son hadis, bize hem Rebi’alıların bir kolu olan bu kabile ile Mudarlı komşuları arasında bir savaş halinin var olduğunu, hem de İslam’dan önce bu insanların ekonomik ve toplumsal hayatında alkollü içkilerin ne denli önemli olduğunu göstermektedir.
671. İbn Sa’d’in verdiği bilgiye göre,[58] Cuvâsa’da müstahkem bir kale vardı ve buranın Müslüman valisi, Resulullah (a.s.)’ın vefatından sonra ortaya çıkan dinden dönme hareketleri sırasında asilere karşı bu kaleye kapanarak kendisini savunmuştu. Yazar, ayrıca el-‘Alâ ibn el-Hadramî adındaki bu Müslüman valinin yukarıda adı geçen 20 kişilik heyetle birlikte Medine’ye geldiğini ve görevi başında bulunmadığı süre içinde kendisine Münzir ibn Sâve’nin vekalet ettiğini belirtir.[59] Resulullah (a.s.)’ın Abdu’l-Kayslara gönderdiği bir mektubun metni elimizde bulunmaktadır[60]
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Bu, Allah’ın Elçisi Muhammed’den Abdu’l-Kayslar ve Bahreyn ile çevresindeki topraklarda oturanlara hitaben gönderilmiş bir yazıdır: Sizlerin İslam’a bağlanarak ve Allah’a ve O’nun Elçisine iman ederek benim huzuruma geldiğinizi ve O’nun dininin hükümlerine tabi olmayı kabul ettiğinizi (beyan ederim). O halde, sizlerin hoşunuza gitsin ya da gitmesin, Allah’a ve O’nun Resulüne itaat etmeniz, namazlarınızı kılmanız, zekatlarınızı ödemeniz, Beytullah’ı (Ka’be’yi) haccetmeniz ve Ramazan ayında oruç tutmanız (koşuluyla) bunu kabul ediyorum. Kendi aleyhinize de olsa, daima Allah rızası için adaletle hükmediniz. (Yine ben) içinizdeki zenginlerin malları üzerinden belirli miktarların alınıp aranızdaki yoksullara dağıtılmasını (size tavsiye ederim). Bu (zekat) vergi(si) Allah ve Resulünün Müslümanların malları üzerinden tanzim edecekleri, farz kılınan miktarlarda yılda bir kez tahsil edilecektir.”
672. Bu kabile ile ilgili bir başka belge daha olmakla birlikte, bu ikisinden hangisinin daha eski olduğunu ayırt etmek güçtür. İkinci belgeden söz etmeden önce, alıcısının adının bazı sorunlara neden olduğunu belirtmek gerekiyor. Yegane başvuru kaynağımız olan İbn Sa’d’e göre[61] bu belge “Abdu’l-Kaysların en büyüğüne” gönderilmiştir. Ancak İbn Sa’d’in neşrinde tercihan kullanılan bir başka el yazması nüshada ise “el-Ekber ibn Abdu’l-Kays” ibaresi kullanılmaktadır. Oysa bu ailenin soy kütüğü kayıtlarında el-Ekber adına rastlanmaz. Ayrıca bu, Arapça’da insanlar için kullanılan özgün bir ad da değildir. Bence bu ismin Lukayz ibn Abdu’l-Kays şeklinde okunması uygun olur ki, hem el yazmalarındaki olası yazım hatalarından, hem de tarihi gerçekler bakımından bunun böyle olması gerekir. Zira, yukarıda adı geçen 20 kişilik heyet arasında, Abdu’l-Kaysların Lukayz adlı güçlü koluna mensup bazı kişilere rastlamaktayız.[62] Söz konusu belge aşağıda verilmiştir:
“Allah’ın Elçisi Muhammed’den el-Ekber (Lukayz) ibn Abdu’l-Kays’a: Onlar, Allah’ın ve O’nun Elçisinin eman ve himayeleri sayesinde, Cahiliye döneminde (İslam’ı kabul etmelerinden önce) işledikleri cürüm ve cinayetlerden muaf tutulmuşlardır. Ancak, yaptıkları anlaşmalara bağlı kalmakla yükümlüdürler ve buna karşılık, onların hububat yolları kesilmeyecek, yağmur sularıyla yeşeren otlaklar kendilerine yasaklanmayacak ve olgunluk dönemine gelmiş meyveleri toplamalarına engel olunmayacaktır. Onların arazileri, denizleri, yerleşik hayat süren insanları, göçebeleri ve memleketlerinden (askerî sefer amacıyla) çıkan herkese karşı, Peygamberin güvenli memuru el-‘Alâ ibn el-Hadramî sorumlu olacaktır. Bahreyn ahalisi her türlü tehlikeye karşı el-‘A’lâ’nın eman ve himayesinde olacak, herhangi bir tecavüz ve şiddete karşı ondan askerî destek sağlayacaklardır. Bu onları Allah’ın güvence ve emniyeti altına alacaktır. Onlar Muhammed’e karşı sözlerinden caymayacaklar ve herhangi bir yere baskın düzenlemeye kalkışmayacaklardır. İslam ordusu kendilerine ganimetten bir pay ayıracak, onlar hakkında hüküm verirken eşitliğe ve tutum ve davranışlarda ılımlı davranmaya özen gösterecektir. Her iki taraf da anlaşma hükümlerinde kendiliğinden bir değişikliğe gitmeyecektir. Allah ve Resulü buna şahit olsunlar.”[63]
673. Bu metinde aydınlatılması gereken çok sayıda karanlık nokta bulunmaktadır. İşte bu konuda bizim ne düşündüğümüz: Öncelikle “Cahiliye döneminde işledikleri cürüm ve cinayetler”i ele alalım. Bu konuda akla ilk gelen, Müslümanlara karşı işlenmiş kötü davranışlar gelir ki, Resulullah (a.s.), Müslüman oldukları için bunları bağışlamıştır. Burada muhtemelen, yukarıda sözünü ettiğimiz Münzir ibn Sâve’ye karşı isyan hareketi kastedilmektedir. Daha sonra gelen “hububat yolları, yağmur sularının yeşerttiği otlaklar, meyvelerin toplanması” gibi ifadeler, bu belgeleri inceleyen herkesi zor durumda bırakmıştır. Caetani, “hububat yolları” ile, yaz mevsiminde Abdu’l-Kaysların İran hükümetinin izniyle sürülerini otlattıkları Fırat vadisinin bazı bölümlerinin kastedildiğini ifade etmektedir.[64] Aynı yazara göre, “yağmur sularıyla yeşeren çimenlikler”, sürü hayvanlarının kış aylarını geçirdiği Arabistan’ın iç kesimlerindeki otlakları kapsamaktadır. “Meyvelerin toplanması (harîm)” deyimiyle ilgili olarak hiçbir yorum yapmamakta, sadece deyimin Wellhaussen’in “geheiligten Früchte” şeklindeki Almanca karşılığını “frutti consecrati” şeklinde İtalyanca’ya çevirmekle yetinmektedir. Kanaatimizce bütün bu terimler vergilerin toplanmasında uygulanan yöntemlerle ilgilidir. Bu son deyimi Arapça’daki harîm şeklinde değil de, cerîm şeklinde okumak gerekir ki, zaten Müslüman botanikçi Dineveri’ye göre[65] bu sözcük “toplama” anlamını taşımaktadır. (Bu iki sözcüğü birbirinden ayıran sadece harfine konulan noktadır). Belazurî[66] ise şu ayrıntı üzerinde durmaktadır: “(Müslüman vali) Bahreyn halkı ile, onların yeterince çalışmaları ve meyveleri kendileriyle paylaşmaları konusunda anlaşmıştı.” Muhtemelen burada Devlete ait hurmalıklar ve bahçeler söz konusu edilmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla Resulullah (a.s.) her halde, Abdu’l-Kaysların, meyveler toplanır toplanmaz, vergi memurlarının gelmelerini beklemeksizin bunlardan yararlanmalarına izin vermişti. “Yağmur sularıyla yeşeren çimenlikler” ise sürü hayvanları üzerine konan vergilerle ilgili bir deyimdir. Resulullah (a.s.), aynı şekilde, vergi memurlarının gelişini beklemeksizin bu otlaklardan yararlanmalarına izin vermiştir. Başka birçok kabile için olduğu gibi, Resulullah (a.s.), Abdu’l-Kaysların, vergi toplamak amacıyla gelen memurlarla aynı haklara sahip olacaklarını beyan etmiştir. “Hububat yolları” ifadesi, bize göre, tahıl ürünlerinin ihraç edilmesiyle ilgili bir konudur: Kabilenin zirai vergileri ödemesi gerekiyordu, ancak vergi tahsildarlarının gelmesini beklemeksizin, istedikleri zaman tahıl ihraç etmeleri engellenmemişti. Vergiye tabi mahsul miktarı hususunda Resulullah (a.s.) onların dürüstlüğüne güveniyordu.
674. Anlaşılması oldukça güç konulardan biri de savaşlar ve bunlardan elde edilen ganimetlerdir. Kuşkusuz Müslüman vali, düşman üzerine asker sevki konusunda merkezden talimat almaktaydı. Ama, acaba burada söz konusu olan İranlılar mı, yoksa putperest Arap kabileleri mi idi? İslam öncesi baskın savaşlarında Abdu’l-Kayslar, kuşkusuz elde ettikleri ganimetin tamamını kendilerine ayırıyorlardı. Bu kabileden Müslüman ordusu ya da askeri birlikleriyle beraber savaşa katılanlar, Kur’an’da yer alan bir hükme göre,[67] ganimetin beşte birini Devlet Hazinesi’ne teslim etmekle yükümlü olup, ancak kalanını sefere katılanlarla paylaşmak durumunda idiler.
675. Resulullah (a.s.)’ın Abdu’l-Kaysların bir kolunun temsilcisi sıfatıyla Muşemric ibn Hâlid es-Sa’di’ye bir su kaynağı bağışladığını biliyoruz.[68] Bu bağış olayını gösteren metin elimizde değildir. Yine, Abdu’l-Kaysların gönderdiği heyette yer alan Şubeyb ibn Kurra ve Suhâr ibn el-Abbas’a verilen, ancak içeriğini bilmediğimiz diğer iki mektubun metni de elimize geçmemiştir.[69]
676. O sıralarda Arabistan’ın en güçlü kabilelerinden biri olan Benû Hanîfe (Hanîfe Oğulları) kabilesi Necd bölgesinde yaşamaktaydı. Bölge oldukça verimli topraklara sahipti. Öyle ki, Halife Ömer (RA) zamanında, buradaki tek bir devlet merasında otuz bin develik bir sürü bulunmaktaydı. Ayrıca burada uçsuz bucaksız ormanlara rastlamak da mümkündü.[70] Bugün artık izi kalmayan, ancak vaktiyle Riyâd yakınlarında kurulu olduğu sanılan Yemame şehri, bu Benû Hanîfe kabilesinin ana yerleşim bölgesi idi. Burası aynı zamanda Arabistan’ın tahıl ambarı idi[71] ve Mekkeliler geniş ölçüde tahıl ithalatını bu bölgeden yapıyorlardı.[72] Hal böyle olunca, Benû Hanîfe’nin un ve pişmiş hurmadan yapılmış bir puta tapmaları bizi şaşırtmamalıdır. Bir kıtlık sırasında bu kabile mensupları bu devasa putu yıkıp yiyecek olarak kullanmışlar ve bu olay, hasım kabileden bir şaire şu hiciv dolu dizeleri yazma fırsatı vermişti:
“Hanîfeler tanrılarını devirip yediler
O kıtlık ve kuraklık esnasında;
Tanrılarından hiç mi hiç korkmadılar,
Başlarına ne felaketler gelecek diye!”[73]
677. Aşağıda değineceğimiz olay, bu kabilenin sahip olduğu üstün niteliklerin yanı sıra, kusurlarını da sergilemesi bakımından oldukça yeterlidir: Kilâb kabilesinden biri, çok güzel bir kadın olan karısı ile birlikte Benû Hanîfe kabilesinden Umeyr ibn Sulmâ’nın yanına sığındı. Umeyr’in erkek kardeşi Kurayn, çok geçmeden kadına sarkıntılık etmeye başladı. Zavallı mültecinin elinden, karısına o gençle konuşmayı yasaklamaktan başka bir şey gelmiyordu. Bu duruma sinirlenen delikanlı, ağabeyi Umeyr’in bir ara yok olmasını fırsat bilip, Kilablı adamı öldürdü. Maktulün kardeşi olayı haber alınca Benû Hanîfe topraklarına gelip, sığınma hakkı veren adamın babasının kabrini ziyaret etti ve öldürme olayını şikayet konusu edinen bir şiiri mezarın başında okudu. Umeyr seyahatten dönüp, kardeşinin işlediği cinayeti ve ayrıca babasının kabri başında bir şikayet şiirinin okunduğunu öğrenir öğrenmez, öz kardeşi olan katili derhal yakalayıp, öldürülen kişinin kardeşine intikamını alması için teslim etti. Ailenin diğer fertleri araya girerek, katilin serbest bırakılması için tazminat tespit etmek üzere öldürülen şahsın kardeşi ile görüşmeler yaptılar, hatta kan bedelini, bu tür olaylarda ödenen miktarın iki katına çıkardılarsa da, çabaları sonuç vermedi. Kilablı adamın kendisine teslim edilen esirle birlikte güven içinde yurduna dönmesi için, Umeyr onlara bizzat eşlik etti. Sonra kendi kardeşini bir hurma ağacına bağlayıp, Kilablıdan izin aldı ve ona: “Madem ki sen kan bedelini kabul etmek istemiyorsun, senden bir iyilik yapmanı rica ediyorum: Ben buradan ayrılıp kendi evime gidene kadar bekle, daha sonra esirine ne istersen onu yap, ancak bir daha asla karşıma çıkma!”[74]
678. İran hükümdarlarının kabile başkanlarına karşı lütufkar tutumları nedeniyle, bu bölgede İran etkisi oldukça yaygındı. Ancak Benû Hanîfeler henüz bir Devlet halinde yapılanmaktan uzak idiler. İslam’ın ortaya çıkmasından kısa bir süre önce, Yemame, Kinde hükümdarı Muâviye ibn Hucr’un başkenti idi. Kendisi, babasının hükümdarlığının bir başka varisi olan kardeşinden ayrılmış bulunuyordu.[75] Yemame bölgesinde, Muşakkar’da kurulan yıllık fuar, Araplar arasında önemli bir yere sahipti ve 10 Muharrem’den itibaren 20 gün boyunca kurulu kalırdı.[76] Ka’be’yi hac ziyareti Benû Hanîfeleri oraya çekmekle birlikte,[77] Mekkeli Kureyşliler arasında Yemame ve Umân’a gelip yerleşenler de vardı.[78]
679. İbn Hişâm, Benû Hanîfe kabilesinden Sumame ibn Usal ve Havza ibn Ali için “Yemame’nin iki hükümdarı” ifadesini kullanır.[79] Acaba bunlar birlikte hükmeden, ortak iki hükümdar mı idi? Her ne ise, bu Sumame, Resulullah (a.s.)’ın hicretinden önce Mekke’yi ziyaret etmişti. Resulullah kendisini İslam’a girmeye davet ettiğinde Sumame ona şu cevabı verdi: “Eğer bir daha bu teklifi yinelersen, seni öldürürüm.”[80] Hatta daha sonra Resulullah (a.s.)’ın kendisine gönderdiği bir elçiyi öldürmek istemiş ve amcasının araya girmesiyle bundan vaz geçmiştir.[81] Buraya gelen bir İslam askerî birliği Sumame’yi kıskıvrak yakalayıp Medine’ye getirdi ve Mescid-i Nebevî’deki bir sütuna bağladı. İbn Hişâm’a göre,[82] devriye birliğindekiler onu tanımıyorlardı. Muhammed (a.s.) onu görür görmez, kendisine saygı gösterilmesini emredip, derhal bu pisboğaz esirine kendi evinden yemek gönderdi. Zira bir deveden bir defada sağılan süt ona yetmiyordu. Resulullah (a.s.) onun yanından her geçişinde kendisini İslam’a davet ediyor, ancak Sumame’nin cevabı hiç değişmiyordu: “Eğer beni öldürürsen zaten kanı dökülmesi gereken bir katili (zû dem) öldürmüş olacaksın; eğer kan bedeli kabul etmek istiyorsan, ne istersen iste (veririm).” (Sumame’nin burada kimin dökülen kanına göndermede bulunduğunu bilmiyoruz.) Muhammed (a.s.) onun bu sözlerine hiçbir şey söylemeden, oradan uzaklaşıp gidiyordu. Sumame bu arada mescitte olup bitenleri ve İslam dininin ne anlama geldiğini gözlemliyordu. Üç gün sonra o yine aynı cevabı yineleyince, Resulullah (a.s.) hiçbir fidye almaksızın kendisinin serbest bırakılmasını emretti. Sumame mescitten çıkıp, Baki koruluğunda güzelce banyo yapıp temizlendikten sonra Muhammed (a.s.)’ın huzuruna geldi ve İslam’ı kabul ettiğini kendisine bildirdi. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu:
“Şimdiye kadar sen benim için dünyanın en iğrenç insanı idin, şimdi ise seni herkesten çok takdir ediyorum.”
Akşam olunca hizmetçiler her zamanki gibi ona yemeğini getirdiler ve sonunda kendisine getirilen şeylerin çoğunu yemeyip bıraktığını görünce hayret ettiler. Durumu Resulullah (a.s.)’a anlattıklarında şöyle buyurdu:
“Buna hiç şaşmayınız! Mümin olan bir mide ile, kâfir ise yedi mide ile yemek yer.”
Daha sonra Sumame Medine’den ayrılıp ülkesine döndü. Yolu üzerinde Mekke’ye uğradı ve orada herkesin gözü önünde İslami kurallara göre namaz kılarak herkesi şaşırttı. Mekkeliler onu öldürmek için hemen kıskıvrak yakaladılar. Ancak içlerinden birinin, Mekkeliler için Yemame’den gelecek olan hububatın ne denli gerekli olduğunu hatırlatması üzerine kendisini serbest bıraktılar. Sumame ise onlara şöyle dedi:
“Bundan sonra, Muhammed (a.s.) izin vermediği sürece benim ülkemden bir tek tane bile tahıl alamayacaksınız.”
Gerçekten, bir süre sonra Mekke’de kıtlık belirince, halk, hasımları olan Resulullah (a.s.)’a müracaat ederek, ambargonun kaldırılması için yalvarmak zorunda kaldılar. O da isteklerini kabul etti. Bu olay H. 6 yılı başlarında meydana gelmiştir.[83] İbn Hişâm’da geçen ve H. 7 yılının başlarında “Yemame’nin iki hükümdarına” bir elçi gönderilmesi ile ilgili bilgiler, belki de Resulullah (a.s.)’ın Sumame aracılığıyla Havza’ya gönderdiği elçiye işaret etmektedir. Zira Sumame, Havza ile aynı bölgede ikamet ediyordu ve İslam’ı kabul etmişti.
680. Salît ibn Amr adlı muhacir, Habeşistan’dan döndüğünde, Resulullah (a.s.), “Yemame’ye sık sık gidip geldiği için”,[84] Havza’ya götürülecek davet mektubu için onu görevlendirmiştir. Aynı kaynağın ifadesine göre “Tarihçi Vesîme, Sasani imparatorunun Havza’ya bir kraliyet tacı gönderdiğini nakletmektedir. Müslüman elçi kendisine şöyle demiştir: “-Ey Havza! Sen şu anda çok gülünç konumda bir başkansın ve Cehennem’e gitmeleri mukadder insanların efendisisin. Gerçek başkan, iman ederek kendisini emniyet altına alan ve züht ve takva ile gıdalanan kimsedir” vs. İran İmparatorunun verdiği ve üzerinde değerli bir taş bulunan başlık dolayısıyla Havza’ya Zu’t-Tâc (Tac sahibi) unvanı verilmişti.[85] Havza, Şosroes’in müttefiki idi ve kendi bölgesinden geçen İran ticaret kervanlarını koruyup gözetiyordu. Tarihî kaynaklarda, Resulullah (a.s.)’ın kendisine gönderdiği mektubun metni ile, Havza’nın buna verdiği cevap muhafaza edilmiş bulunmaktadır. Havza cevabi mektubunda şöyle yazıyordu:
“Senin beni kabul etmeye davet ettiğin şey ne kadar mükemmel ve güzel bir şey! Oysa ben halkımın şairi ve hatibiyim. Araplar da bana saygı gösterirler. O halde sen (elinde bulundurduğun) iktidarın bir bölümüne beni de ortak yap ki senin yolundan gideyim.”[86]
681. O sırada Medine’ye gelen elçiler el-Hâris’in kızı Remle’nin evinde konaklıyorlardı. Burada kendilerine sabah ve akşam yemeği çıkarılır ve “bazen et ve ekmek, kimi zaman ekmek ve süt, kimi zaman da ekmek ve eritilmiş tereyağı yahut hurma”[87] ikram edilirdi. Suhaylî’ye göre,[88] heyetin en önemli temsilcisi olan Müseylime o sırada 148 yaşında idi; Resulullah (a.s.)’ın henüz doğumundan öncesine kadar, Müseylime, kendi yurdunda Rahmânu’l-Yemâme adıyla tanınırdı. Resulullah (a.s.)’ın Havza ile olan yazışmalarından tabii ki haberdardı. Bununla birlikte aynı ayrıcalıkların kendisine de tanınmasını istedi. Muhammed (a.s.)’ın hemen önünde bir hurma dalı bulunuyordu. Onu kaldırıp, Müseylime’ye şöyle dedi:
“Benden tek bunu bile istesen, onu sana vermeyeceğim.”[89]
Görüşmeler sırasında Müseylime’nin adamları kendisini bir tür perde ile örtülü tutuyorlardı. Bu tuhaf adet, kendisinin sıradan insanlarca görülemeyecek kadar büyük bir kişilik olduğunu göstermeye yönelikti. İbn Hişâm’da geçen ve İbn Sa’d’in eserinde de tekrarladığı bir başka anlatıma göre, Müseylime, adı geçen konakta Resulullah (a.s.)’le hiç görüşmemiş, ancak görüşmeler tamamlanıp heyette bulunanlar İslam’ı kabul ettiğinde, Resulullah (a.s.) o sırada hazır bulunanların her birine hediyeler vermiş, ayrıca her zamanki gibi, gelmeyen üye olup olmadığını da sormuştu. Kendisine, develere ve eşyalara göz kulak olması için yaşlı başkanı konak yerinde bıraktıkları söylenince: “Böyle bir kimse daha az bir saygı ve hürmete layık görülmemelidir” şeklinde açıklamada bulunarak, diğerlerine verdiği hediyelerden ona da göndermiştir. Yemame’ye dönen Müseylime, kendisinin de Allah’ın bir elçisi olduğu, hatta bunun Muhammed tarafından da kabul edildiği iddiasını yaymıştır (O, bu iddiasını, kendi yokluğu sırasında Resulullah (a.s.)’ın ona hediyeler gönderip, hakkında söylediği birkaç söze dayandırıyordu). Müseylime, kendisine vahy edildiğini öne sürdüğü ve aslında Kur’an’ın gülünç birer taklidi durumundaki sözlerini etrafa yayıyordu. Ayrıca, yumurtayı bir şişenin dar ağzından geçirmek vs. gibi “mucizeler” de gösteriyordu.[90] Halk kitleleri için onun yaptığı en ilgi çekici şey, herhalde içki yasağını kaldırmak ve zinayı serbest bırakmak gibi İslam’da yaptığı “reformlar” (!) idi. Hatta, İbn Hişâm’a göre günlük beş vakit namazı da yürürlükten kaldırmıştı[91] Suhaylî ise, aksine, adını da verdiği ve bir takım maceralarını aktardığı bir müezzini olduğundan söz eder.[92] Anlaşılan, Müseylime başlangıçta sadece namazların sayısını azaltmakla yetinmiş ve daha sonra bunları tamamen yürürlükten kaldırmıştır.
682. Müseylime, Muhammed (a.s.)’e sadece peygamberlik konusunda ortaklık iddiasında bulunuyordu. Yine kendisine yazdığı mektuplardan birinde,[93] “Kureyşlilerin adaletten şaşmayan insanlar olduklarını” ekleyerek, onun bu peygamberlik iddiasını kabul etmesini, ayrıca İslam topraklarının yarısının kendisine verilmesini istemişti. Cevap kısa ve netti:
“Allah’ın Elçisi Muhammed’den yalancıların en yalancısı (Kezzâb) Müseylime’ye:
Allah’ın selâmı dosdoğru yol üzerinde bulunanlara olsun! Hemen ilave edeyim ki yeryüzü Allah’a aittir. Onu kulları arasından dilediğine verir; bütün işlerin sonunda kurtuluş, Allah’tan hakkıyla korkup çekinenlerindir.”
683. Muhammed (a.s.), o bölgedeki memurlarına konu ile yakından ilgilenmeleri talimatını vermiş, ancak kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Böylece, bu dinden dönme hareketiyle kararlı bir şekilde mücadele etme işi, Resulullah (a.s.)’ın halifesi Ebû Bekir’e nasip olmuştur. Kanlı savaşlar birbirini izlemiş ve sonunda, büyük komutan Hâlid ibn Velîd bölgede barış ve düzeni tekrar sağlamıştır. Yüzelli yıl gibi efsanevî yaşına rağmen Müseylime, yukarıda da değindiğimiz gibi, Temimli Secahî ile evlenmiş ve onun sayesinde askerlerinin sayısını artırmıştı. Ama sonunda yine kendi savaşçılarından bir bölük tarafından öldürüldü. Bu arada, sadık bir mümin olan Sumame’nin bölgede yaptığı hizmetlerin bu karışıklık döneminde pek büyük bir değer taşıdığını da hatırlatalım. Vakıdî,[94] Sumame’nin İslam lehine çalışmaya teşvik amacıyla Müseylime’ye gönderdiği mektuba eserinde yer vermektedir.
684. Benû Hanîfe’nin bir diğer başkanı Mücca’a ibn Murâha da az rastlanan kişiliklerden biridir. Kabilesi içinde, Resulullah (a.s.)’den timar elde edebilmiş yegane kimsedir.[95] Kardeşi, Benû Zuhl kabilesi tarafından öldürülmüştü. Resulullah (a.s.), ona bir yazı yazarak, bu kabilenin cezalandırılacağına ve elde edilecek ganimetle, kardeşinin ölümünden dolayı Mucca’a’nın uğradığı zararın karşılanacağına dair söz verdi.[96] Mucca’a, Muhammed (a.s.)’ın vefat etmesi üzerine, dinden çıkan mürtedlerle birlik oldu ve kendisini kuşatma altına alan komutan Hâlid ibn Velîd’i kandırarak, onunla istisnaî bir barış anlaşması yapmayı başardı.[97] Şöyle ki, kabilesindeki tüm savaşçılar kılıçtan geçirilmiş ve müstahkem kalede sadece kadın ve çocuklar kalmıştı. Mucca’a onlara askerî elbiseler giydirip silahla donattı. İslam ordusu ise, savaşacak daha çok düşman askeri olduğunu sanarak, uzlaşma yoluna gitti. Halife Ebû Bekir, yeniden hidayete ermesi üzerine kendisini bağışlamıştır.[98]
685. Doğu Arabistan sahillerinin en güneyinde bulunan Umân, o devirde Mekke’li tüccarlar için büyük bir cazibe merkezi haline gelmişti. H. 3. yüzyılda yaşamış büyük İslam botanikçisi Dineverî, sık sık bu bölgeye özgü bitkilere göndermede bulunur; günümüzde de Bureymî bölgesinde petrol izine rastlanmıştır. Resulullah (a.s.) döneminde burada Ceyfer ve Abd adında iki kardeşin ortak hükümdarlığına tanık olmaktayız[99] Babaları el-Culandâ, İran İmparatoru tarafından Umân hükümdarı olarak tanınmış (belki de tayin edilmiş) idi. Arabistan’ın en büyük fuarlarından ikisi, bu bölgedeki Daba ve Suhar liman şehirlerinde kurulurdu. İbn el-Kelbî’nin naklettiğine göre:[100]
“İran hükümdarları Umân’ın başkanlarını Benu’l-Mustekbir ailesi içinden seçerek tayin ediyorlardı. Bu başkanlar, söz konusu fuar bölgelerinde, Dûmetu’l-Cendel’deki diğer başkanlarınkine benzer bir tavır sergiliyorlar ve sonuç itibarıyla ticarî mallar üzerinden öşür (onda bir) vergisi tahsil ediyorlardı. Umân’daki Suhar fuarı için ise, Recep ayının ilk günü Bahreyn’deki el-Muşakkar fuarından ayrılıp, aynı ayın 20. günü Suhar’a gelinirdi. Fuar beş gün sürerdi. Müstekbir’in oğlu Culandâ burada vergileri tahsil ederdi. Daha sonra Daba fuarı gelirdi ki, burası Arabistan’ın en büyük iki limanından biridir. Sind (bugünkü Pakistan), Hind ve Çin gibi hem Doğu’dan hem de Batı’dan gelen birçok tüccar burada buluşurlardı. Daba fuarı Recep ayının son günü faaliyete geçerdi. Buradaki ticari işlemler sadece satılan ürünün fiyatının belirlenmesi ve bunun kabul edilmesi şeklinde yürütülürdü. El-Culandâ ibn el-Müstekbir, Suhar’da yaptığı gibi, burada da öşür vergilerini toplar ve diğer bölgelerdeki hükümdarlar gibi hareket ederdi.”
686. Arap vakanüvislerinin çok hoşlandığı ve el-Culandâ’nın kızı olan bir prensesin başından geçen bir fıkra vardır. Bu prenses, çok sevdiği bir kaplumbağa ile oynardı. Bir gün onu mücevherleriyle süsleyip sahile oynamaya götürdü. Kaplumbağa ansızın denize dalıp gözden kayboldu. Şaşkına dönen prenses kıyıya koştu ve bir yandan da adamlarına şöyle bağırarak, iki eliyle denizin suyunu boşaltmaya başladı: Bana yardım etmeye gelin: neredeyse birkaç avuç su kaldı.”[101]
687. Deniz ticareti ile uğraşan bir liman şehri olduğu için, Adavla’da, adavlî[102] denilen bir de gemi inşa tezgâhının bulunması bizi şaşırtmaz. İran hükümdarı Erdeşir Bâbakân, deniz kuvvetlerini, Umân’daki Şihr şehrinde oturan ve Ezd kabilesine mensup Araplar arasından devşirme usulüyle oluştururdu. Bu, İslam’dan altı yüzyıl (aslında dört yüzyıl) önce meydana gelmiş bir olaydır. Umân’daki el-Mazûn şehrinde ise Yahudiler otururdu. Bu bölgenin denizcileri de sadece onlar arasından çıkardı.”[103]
688. İranlılar Ninova’da ağır bir yenilgiye uğrayınca, Umân hükümdarlığının İran’ın başkenti Ktesifon’la bağları fiilen kopmuş oldu. Umân’ın İran’la olan bağlarını çözüp Medine’deki yeni siyasal yapıya kolayca bağlandığı göz önüne alınırsa, Sasanilerin diğer Arap bağımlı bölgelerine göstermedikleri güzel davranışları bunlardan da esirgedikleri sonucunu çıkarabiliriz.
689. Diğer komşu hükümdarlara yaptığı gibi, Resulullah (a.s.) (H. 7 yılında) Umân’a da bir dine davet mektubu yazarak, bu konuda Amr ibnu’l-As’ı görevlendirdi. Mekke’nin önde gelen tüccarlarından olan Amr, İslam’dan önce de Mısır ve Habeşistan’a sık sık giderdi. Muhtemelen Umân’daki fuarlara da katılmıştı ve tıpkı Necâşî’yi tanıdığı gibi, bu ülkenin hükümdar ailesini de şahsen tanımaktaydı. Resulullah (a.s.)’ın gönderdiği mektup şöyle idi:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla. Allah’ın Elçisi Muhammed’den, el-Culandâ’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’e:
Selam, hakikat yoluna tabi olanlar üzerine olsun!
Sizin her ikinizi İslam’ın davetine çağırıyorum. İslam’a tabi olun ki kurtuluşa eresiniz. Zira ben, Allah’ın tüm canlıları uyarmak üzere ve vaadini kafirler üzerinde tamamlaması için tüm insanlığa gönderdiği Elçisiyim. İmdi, eğer her ikiniz de İslam’ı kabul edecek olursanız, her ikinizi de iş başında tutacağım. Ancak, her ikiniz de aksine İslam’ı kabul etmeyi reddederseniz, bu durumda ikinizin de krallığı sizden uzaklara yok olup gidecektir. Süvarilerim ülkenizde karargâh kuracaklar ve benim Peygamberlik vasfım her ikinizin krallığına galip gelecektir! Ubey ibn Ka’b tarafından yazıldı.”
Mühür: Allah
Resulü
Muhammed[104]
690. Elçi Amr, İslam Hükümeti’nin Umân’daki Özel Vâlisi görevini üstlenmenin yanı sıra, bölgedeki Müslüman halkın vergilerini toplama ve bunlar arasında çıkacak anlaşmazlıkları çözmekle de görevlendirilmişti. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla, gayrı müslimlerin işlerini idare etme görevi, yerli başkanlara bırakılmıştı.[105]
691. Bu mektup, sadece sert ve tehdit edici dili ile değil, aynı zamanda bölgedeki “ortak hükümdarlık” olgusunu kabul etmesi bakımından da oldukça dikkat çekici idi. Muhammed (a.s.)’ın siyasi bir kargaşa içindeki Arabistan’da kurmaya çalıştığı Devlet, bir bakıma konfederal bir yapıya sahipti. İslam’ın gelişiyle, eski başkanlar bazı siyasal haklarını merkezî otoriteye bırakmışlar, kimileri ise önceden olduğu gibi durumlarını korumayı sürdürmüşlerdi.
692. Bu mektuba gönderilen cevabî yazı elimizde mevcut değildir. Ancak her iki hükümdar da İslam’ı kabul etmiş ve Özel Vali Amr’ın bu bölgede yeni dini yayma işini kolaylaştırmışlardır. Onların dinlerini değiştirmede gösterdikleri samimiyet, cereyan eden başka olaylarla da doğrulanmıştır. Nitekim, Muhammed (a.s.) vefat ettikten sonra, bu iki hükümdara komşu ülkelerde dinden dönme hareketleri baş gösterdiyse de, bunlar İslam’a bağlılıklarını sürdürmüş ve barış ve düzenin sağlanmasında çok yardımları dokunmuştur.[106]
693. Önceki bölümlerde, Resulullah (a.s.)’ın “Allah’ın kulları, Umân prensleri ve Umân’lı Asbâz’a” hitaben yazdığı ve vergilerden, değirmenlerden vb. bahseden bir mektuptan söz etmiştik. Ebû Ubeyd’in verdiği bilgiye göre,[107] Asbazlılar İran kökenli idiler. Mektupta geçen İbadullah (Allah’ın kulları) deyimi Benû Abdullah ibn Dârim kabilesine işaret etmektedir. Mektuptaki Umân’lı Asbâz deyiminden ise bölgedeki Ezd’leri anlamamız gerekiyor. Bunlar hakkında fazla bir şey bilinmemektedir.
694. Yine, aynı bölgeden çıkmış olan ve Tâc Sahibi (Zu’t-Tâc) lakabını taşıyan Lâkît ibn Mâlik adlı birinden söz edilmektedir. Taberî’ye göre,[108] Muhammed (a.s.)’ın vefatından sonra bu kişi sözde peygamberliğini ilan etmiştir. Onun hakkında bilinenler bundan ibarettir.[109]
695. Kuzey Arabistan’da, Fırat ırmağının batı sahillerinde uzanan Semâve bölgesinde, o sıralarda adı değişik biçimlerde telaffuz edilen bir kabile oturmaktaydı: Di’il, Du’al, Du’il. (İlk Arapça dilbilgisi kitabını yazan Ebu’l-Esved bu kabileye mensuptur.)
696. İbn Sa’d’in belirttiğine göre,[110] “Allah’ın Elçisi, Semâve hükümdarı Nufâse ibn Ferveti’d-Du’ilî’ye bir mektup yazmıştır.” Yazar, bu mektubun ne konusu ne de sonucuyla ilgili bir bilgi vermez. Ancak elimizde başka bir kaynak bulunmamaktadır. Muhtemelen, Nufâse, Resulullah (a.s.)’ın bu ilahî davetini hiç dikkate almamıştır.[111]
697. Arap yarımadasının güney-batısında, İran etkisinin hissedildiği en uzak bölge Yemen idi. Daha önce de birçok vesile ile gösterdiğimiz gibi, Mes’ûd adı da verilen Arabistan’ın bu bölgesi, art arda gelen çok sayıda yabancı istilasına ve işgallerine maruz kalmıştı. Birkaç bin yıllık geleneğe sahip,[112] bağımsız yerli hükümdarlıklara bölünmüş, kendine özgü bir güç ve kültür sahibi olan Yemenliler, asla yabancı egemenliğine boyun eğmemişlerdir.[113] Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Habeşliler sonunda bu ülkeyi işgal etmişlerdir. Babu’l-Mendeb’in ötesinden gelen bu siyahilere karşı tek başlarına kendilerini koruyamayacaklarını gören Yemenliler, İran hükümdarı Şosroes nezdinde, sözcülerinin hükümdarın huzurunda söylediği gibi bu “kargalara” karşı yardım istemek üzere bir elçi heyeti gönderdiler. Bizanslılara karşı galip gelmiş bir hükümdar olarak o, böyle bir isteği yerine getirebilecek belki de yegane kişi idi. Şosroes biraz tereddüt etti ise de, sonunda siyasal, dinsel vb. nedenlerle hapishanelerde tutuklu bulunan kimselere, Yemen’e gidip orada savaşmaları koşuluyla kendilerini serbest bırakacağı vaadinde bulundu. Komutan Vihriz ordunun başına getirildi. Ebrehe’nin halefi olan başkan, Yemenlilerin desteğinin nelere yol açabileceğini düşünmekten aciz biri idi ve sonuçta, deniz yolu ile gelen istilacılar, kolayca ülkeyi işgal ettiler. İktidarı ele geçirdikten sonra da, yerli başkan Seyf ibn Zî Yazan’a ülkeyi teslim edip oradan ayrılmaları düşünülemezdi. Böylece, buraya gelip yerli halk arasına karışan bu İranlılara, Araplar, Ebnâ (oğullar) adını vermişlerdir.
698. İran’ın başkenti Ktesifon’la Yemen’in başkenti San’a arasındaki ilişkiler herhalde meydana gelen bu siyasal olaylardan olumsuz etkilenmiştir. H. 6 yılında Yemen’deki İranlı vali Bâzân (ya da Bâzâm) adını taşıyordu. Daha önce anlattığımız bir “efsane”ye göre, Bâzân’ın, Resulullah (a.s.)’ın Medine’de kendisine mucizevi bir biçimde bizzat kendi oğlu tarafından öldürüleceğini bildirmesi üzerine nasıl İslam’ı kabul ettiğini yazmıştık. Bu anlatımın bütünüyle uydurma olmadığı ve tamamen tarihsel bazı gerçekler içerdiğine inanmak durumundayız. Zira Bâzân bir kere tarihe mal olmuş bir kişiliktir. Arap asıllı olmamasına rağmen, İslam’ı kabul etmesi üzerine Resulullah (a.s.) tarafından Yemen valiliğine getirilmiştir. Bir süre sonra vefat ettiğinde ise, Muhammed (a.s.), onun yerine oğlu Şehr’i atamıştır. Resulullah (a.s.)’ın vefatı üzerine ortaya çıkan dinden dönme olayları sırasında, Yemenli “isyancılar” ile “dönmeler” onun komutasındaki İslam ordusunu bozguna uğratmışlar, hatta Şehr’i savaş meydanında öldürmüşlerdir.
699. Tarihi belgelerden anlaşıldığına göre, Bâzân’ın Medine’ye gönderdiği ve her halde yanlarında siyasal bir belge de bulunan iki elçi, Yemen’deki İran aleyhtarlarına karşı Medine’den yardım talebinde bulunmuşlardı. Ninova bozgunuyla, Yemen’deki İranlıların Ktesifon’dan herhangi bir yardım alma umutları da suya düşmüştü. Bu bakımdan, Resulullah (a.s.)’dan yardım alabilmek için, bu İranlıların İslam’a girmekten başka çarelerinin kalmaması bizleri şaşırtmamalıdır. O dönemde İslam’ı kabul eden tek topluluk onlar değildi. Kur’an, insanların art arda İslam’a girmeleri dolayısıyla Muhammed (a.s.)’i şöyle kutlamaktadır:
“Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan bağışlanma talebinde bulun. Çünkü O, gerçekten tövbeleri en çok kabul edendir.”[114]
700. Böylece Yemen’de İran aleyhine öyle bir “milliyetçilik” duygusu alevlendi ki, Muhammed (a.s.)’ın vefatından sonra isyana kalkışanlardan biri tarafından, henüz karar vermemiş olan kabilelere hitap eden ve onları ayaklanmaya davet eden bir mektupta şu satırlar gözümüze çarpmaktadır: “Ebnâlar (İranlılar) aramıza sızmış asalaklardır; onları yurdumuzdan çıkarıp kovmak için bizimle işbirliği yapın!”[115]
701. Alışılagelmiş politikasını sürdüren Muhammed (a.s.), İslam’ı çok üstün niteliklere sahip bir halk yığınının gönlüne nakş etmek üzere, Yemen’de büyük bir eğitim faaliyetine girişti. Onun bu konudaki şu hadisi herkesçe bilinmektedir:
“Hikmet Yemen’lidir, iman Yemen’lidir.”[116]
Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz. Biz yine o dönemde İslam’a girmiş İranlılar hakkında birkaç ayrıntıyı hatırlatalım. Medine’de Selman adında İranlı biri vardı. Bir takım maceralardan sonra, İslam’dan önceki dönemde bazı Arap kabilelerince tutsak edilmiş ve nihayet Medine’li Yahudilere satılmıştı. H. 4 yılına doğru Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıkarak, İslam’a girdiğini bildirdi[117] ve kendisinin azat edilmesini istedi. Ancak Yahudi olan efendisi, bir miktar altın paranın yanı sıra, onun dikmiş olduğu hurmalardan olmak koşuluyla bir miktar da hurma karşılığında azat edilmesine razı oldu. Selman’ın ücretinin ödenebilmesi için, Benû Suleym kabilesinin altın madenlerinden gelen zekat vergisi kullanılmış ve bir mucize sonucu, yeni dikilen hurma fidanları bir yıl sonra meyve vermişti. Sonunda Selman hürriyetini elde etmiş ve Resulullah (a.s.)’ın en yakın arkadaşlarından biri olmuştur. Hadislerden öğrendiğimize göre, H. 5 yılında cereyan eden Hendek Savaşı sırasında, bir hendek kazılarak bunun arkasında savunma savaşı yapma düşünce ve önerisini de Selman ortaya atmıştı.. Bu olaylar sırasında Muhammed (a.s.), “Selmân benim ailemdendir” açıklamasında bulunmuştur. Ne olursa olsun, büyük İslam fıkıh bilgini Sarahsî’nin eserinden aldığımız aşağıdaki ifade[118] bize oldukça ilginç görünmektedir:
“İslam’ı kabul eden İran kökenli Müslümanlar, namaz kılarken okuyabilmeleri için, hemşehrileri Selmân’dan, Kur’an’ın bazı önemli surelerini Farsça’ya tercüme etmesini istemişlerdi. Selmân da Kur’an’ın ilk suresi olan Fâtiha’yı tercüme edip onlara göndermiştir.”
Başka bir kaynakta ise,[119] Selmân’ın Resulullah (a.s.)’le istişare ettikten sonra tercüme işine başladığı belirtilmektedir. Kaynaklarda söz konusu kişilerin Yemen’li Ebnâlar mı yoksa Bahreyn ya da Umân’lı diğer İranlılar mı olduğu bildirilmeyip, ancak Arap olmayanların namaz sırasında okunması gereken Kur’an surelerini ezberleyinceye kadar bu tercümelere geçici olarak izin verildiği vurgulanmaktadır.
702. Muhammed (a.s.)’ın dünya hayatının son yılı, kendisi için pek de mutlu olaylarla dolu olmamıştır. Bu süre içinde, bir takım maceracılar kendilerinin peygamber olduğu iddiasına kalkışmışlardır. Bunlardan el-Esved adında biri (ki gerçek adı Abdullah ibn Ka’b Zu’l-Hımâr’dır), kendisini Mazhic kabilesine peygamber olarak kabul ettirmiş, hatta Necran halkı kendisine işbirliği yapma vaadinde bulunduğu için, San’a’yı ele geçirmişti. Başından geçen onca olayın yanı sıra, bir İranlıyı da öldürtmüş ve onun Azad adlı karısını zor kullanarak elde etmişti. Resulullah (a.s.), Temimli ve Kayslı bazı kabile başkanlarına mektup yazarak, Yemen’deki Müslümanların yardımına koşup gelmelerini istedi. Yine bu konuda “Necran bölgesindeki Arap olan ya da olmayan ahaliye” de ayrı ayrı mektuplar gönderdi. Azad, samimi bir Müslüman kadındı. El-Esved’in öldürülmesi için gönderilen Müslüman fedailere destek oldu. Başarı haberi, Medine’de hasta yatağında yatmakta olan Resulullah (a.s.)’a ulaştığında, bu, onun aldığı son sevinçli haberlerden biri olmuştur. El-Esved’e karşı girişilen mücadelede seçkin bir yer işgal eden İranlılar arasında Şehr’in oğlu Amir, Firûz ve Dâzue’yi de görürüz. Yemen özel valisi Muaz da, bütün sadık insanları kendi çevresinde toplamayı başarmış ve Medine’den gelen talimatlara göre hareket ederek, Merkezî hükümetin vekilliğini tam anlamıyla yerine getirmiştir.[120]
702/1. Resulullah’ın Umân’da birlikte hükümdarlık yapan iki krala gönderdiği mektubun aslı kısa bir süre önce ortaya çıkarıldı. Burada sadece, bazı problemler taşıyan belgeyle ilgili giriş niteliğinde bir inceleme söz konusu olacaktır.
702/2. Herkesin pek iyi bildiği gibi, İslam Peygamberi, cemaatini sadece ahiretle ilgili işlerde –inanç, ibadet, tasavvuf vb.- değil, aynı zamanda dünya ve siyasi işler konusunda da idare etmekteydi. Diğer bilginlerin yanı sıra, Resulullah’ın hayat hikayesini yazan siyer bilginleri, O’nun çeşitli şahsiyetlere gönderdiği çok sayıda mektuptan bahsetmişlerdir. Vesâ’iku’s-Siyâsiyye adlı eserimde bunlardan üçyüzü aşkın örnek yer almaktadır.
702/3. 1854’den günümüze kadar geçen süre içinde bunlardan orijinali bulunanlar aşağıda sıralanmıştır:
1. el-Mukavkıs’a gönderilen mektup, bk. Journal Asiatique, Paris, 1854, s. 482-518, yukarıda geçen § 531-541.
2. el-Münzir bin Sâve’ye gönderilen mektup, bk. ZDMG, Berlin, 1863, s. 385-386, yukarıda geçen § 646-652.
3. Necâşî’ye gönderilen mektup, bk. JRAS, Londra, 1940, s. 54-60, yukarıda geçen § 516-524.
4. Kisrâ’ya gönderilen mektup, bk. RSO, 1965, s. 57-59, yukarıda geçen § 612-624.
5. Herakliyus’a gönderilen mektup, bk. el-İttihâd, Abu Dabi, 5/8/1974, yukarıda geçen § 574-587.
702/4. Bunlardan yakında ortaya çıkarılan altıncısı ise, Umân hükümdarı Culandâ’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’e gönderilen mektuptur. Burada bu mektuptan bahsedebildiğim için bahtiyarım.[121]
702/5. 1980 yılında, Paris yakınlarında bir işçi yurdunda bulunuyordum. Kendileriyle birlikte namaz kıldığım sırada, işçilerden biri, bana yaklaşıp, adı ve tarihi belirsiz Arapça bir gazete kupürünü elime tutuşturdu. Haberde, Resulullah’ın iki kişiye, Culanda’nın oğulları Ceyfer ve Abd’e ortaklaşa gönderdiği bir mektup söz konusu ediliyordu. Ondan, fotokopi etmek üzere belgeyi bana ödünç vermesini istemeye cesaret edemedim. Daha sonra, kendisinden söz konusu gazetenin Tunus’ta çıkan ve 1975 yılına ait es-Sabah olduğunu öğrenebildim. Bunun üzerine, gazeteyi bulmak için Tunus’taki dostlarımla temas kurdum ama, ulaşacağımdan ümidimi kesince, bu iyilik sever işçiden kupürü emaneten alıp, işbu inceleme için fotokopisini çektirdim. Ve bunun Tunus’ta değil de Umân’da çıkan bir gazete olduğuna kanaat getirdim. Zira gazetede söz konusu edilen Şeyh el-Halilî, Paris’teki Umân büyükelçisinin verdiği bilgiye göre, Umân’ın baş müftüsü idi.
702/6. Bu, beş sütun üzerine ve muhtemelen gazetenin ilk sayfasında yer alan, 25x20 cm boyutlarında bir metindi. Beş sütun üzerine iki satır halinde şu satırlar göze çarpıyordu:
“Günümüz İslam tarihçileri, Resulullah Muhammed (a.s.)’ın Umân’da birlikte hükmeden ve Culanda’nın iki oğlu olan Ceyfer ve Abd’e gönderdiği mektubun elyazması aslını buldular.”
Daha sonra, sol tarafta, üç sütun üzerine belgenin resmi ve bunun her iki yanında noktalı ve harekeli modern yazıyla, Uman ve belki de Lübnan’da yaygın olan harflerle, mektubun metni yer almaktaydı. Belgenin hemen altında, Resulullah’ın mührünün hemen yanında şu kelimeler göze çarpıyordu: “Resulullah’ın mübarek mührü.” Sayfanın sağında, iki sütun halinde, mektubun matbaa harfleriyle yazılı metninin yanı sıra, gazetenin yazı kurulunun bir notu vardı. Yazı kurulunun bu notunu tercüme etmekte bir sakınca görmüyorum: Bu çeviri iki sütun halinde, 21 ve 22 satır halinde, yine iki satırdan oluşan bir başlıkla verilmişti. İşte benim çevirim:
* Elyazmasının yaşı: 1390 yıl.
* İslam tarihi üzerine araştırma yapan bilginler, Resulullah Muhammed (a.s.)’ın, Umân’da birlikte hükümdarlık yapan, Culandâ’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’e gönderdiği mektubun elyazması aslını keşfetmiş bulunuyorlar. Mektubu teslim etmekle görevli kişi, seçkin sahabe Amr ibnu’l-As idi.
* Bu keşif olayı, İran’daki Uman eski büyükelçisi Prof. İsmail er-Rasasî’nin bir Arap ülkesine seyahati sırasında meydana geldi. Kendisi, elyazması orijinali, amatör bir antikacı olan Lübnan asıllı bir kişinin topladığı eşyalar arasında bulmuştur.
* Kaynaklar, söz konusu şahsın elyazmasını büyükelçiye satmayı reddettiğini, ancak resmini çekmesine izin verdiğini belirtmektedirler. Biz de, belgenin resmini, görüşünü belirtmesi için, Şeyh Ahmed ibn Hamad el-Halili Hazretlerine takdim ettik. Kabul buyurup, şu cevabı verdi:
“Elyazması belge, en önemlileri aşağıda sıralanan esaslı nedenlerden dolayı, aslına uygun ve gerçektir:
a) Elyazmasının tam metni zaten çok iyi bilinmektedir ve benim de bildiğim kadarıyla, Resulullah (a.s.)’a nispet edilen metnin tamamen aynıdır.
b) Belgede yer alan harfler üzerinde ayırt edici noktalama işaretlerinin olmaması, Resulullah (a.s.) döneminde yaygın bir uygulamadır. Zira harfleri noktalama sistemi daha sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır.
c) Bugünkü uygulamalardan farklı olarak, harfler oyuk (içi boş) bir görünümdedir.
d) Bu belgenin yaşı 1390 yıldan daha fazladır. Zira, H. 7 yılında, yani Elçiler Yılı’nda yazılmıştır. İslam bilginleri Resulullah (a.s.)’ın aynı mesajı içeren ve yine İslam’a davet amacıyla yazılmış olan, Bizans hükümdarı Herakliyus’a gönderdiğine benzer bir belgenin aslını yakın zaman önce ortaya çıkarmışlardır.
Mektubun Türkçe çevirisi
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla. Allah’ın Elçisi Muhammed’den, el-Culandâ’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’e:
Selam, hakikat yoluna tabi olanlar üzerine olsun!
Sizin her ikinizi İslam’ın davetine çağırıyorum. İslam’a tabi olun ki kurtuluşa eresiniz. Zira ben, Allah’ın tüm canlıları uyarmak üzere ve vaadini kafirler üzerinde tamamlaması için tüm insanlığa gönderdiği Elçisiyim. İmdi, eğer her ikiniz de İslam’ı kabul edecek olursanız, her ikinizi de iş başında tutacağım. Ancak, her ikiniz de aksine İslam’ı kabul etmeyi reddederseniz, bu durumda ikinizin de krallığı sizden uzaklara yok olup gidecektir. Süvarilerim ülkenizde karargâh kuracaklar ve benim Peygamberlik vasfım her ikinizin krallığına galip gelecektir.”
Mühür: (Aşağıdan yukarıya doğru okunmak üzere)
Allah
Resulü
Muhammed’den
Bazı Gözlemlerimiz:
702/7. Bu belgenin tarihçesi, içeriği ve diğer özellikleriyle ilgilenmeden önce, onun, aslından değil de, İslam tarihini temel alarak yapılmış Fransızca çevirisinin Corpus des documents adlı eserimin 63 no’lu bölümünde ve Documents sur la diplomatie musulmane à l’époque du Prophète et des Khalifes orthodoxes (Paris 1935) adlı kitabımın 77. sayfasında, bu mektupla ilgili kısa bir incelemenin bulunduğuna dikkat çekelim. Mektubun Arapça metni de, el-Vesâ’iku’s-Siyâsiyye (Beyrut 1983) adlı eserimin 76 no’lu belgesi olarak yayınlanmıştır. Eserin 6. baskısında, aşağıdaki kaynaklardan yararlanılmıştır:
- İbn Tûlûn, İ’lâmu’s-Sâ’ilîn an kütüb-i Seyyidi’l-Mürselîn, No 10/a.
- Kastalânî, el-Mevâhibu’l-Leduniyye, I, 294.
- İbnu’l-Kayyım, Zâd el-Me’âd, III, 62
- Kalkaşandî, Subhu’l-‘Işâ, VI, 380.
- Abdu’l-Mun’im Hân, Risâletu’n-Nebeviyye, No 35.
- Ferîdûn, Münşe’âtü’s-Selâtîn, I, 33.
- Zurkânî, Şerhu Mevâhibu’l-Leduniyye, II, 353.
- Halebî, Şerhu’s-Sîre, III, 350.
Şerhler:
- İbn Sa’d, Tabakâ.
- Belazurî, Fütûhu’l-Buldân.
- İbn el Cevzî, Vefâ.
Ayrıca bk. Sprenger, Das Leben und die Lehre des Mohammed, III, 382-83.
- Son olarak ve özellikle bk. Six Originaux des Lettres diplomatiques du Prophète de l’Islam. Paris, 1986.[122]
(Satır numaraları tarafımdan eklenmiştir)[123]
702/8. 1. Orijinal mektubun bulunduğu haberini yayınlayan Arapça gazetenin editörü Şeyh Ahmed ibn Hamad el-Halîlî’nin de belirttiği gibi, bu el yazmasının yazıldığı kalemin bir değil, iki ucu vardı. Böylece, satırların alt ve üst kısmında beyaz bir boşluk kalıyordu. Bu usul, Resulullah (a.s.)’ın mektubu olarak bilinen diğer beş orijinalin hiç birinde bulunmamaktadır. Bu durum, kâtibin ve kullandığı yazı takımının farklı olmasıyla açıklanabilir. Dahomeyli bir dostum Fassasi Obaorin, ikiye yarılmış kamış ya da bambudan yapılan bu iki uçlu kalem türünün, bugün hala Dahomeyli ve Nijer-Nijerya’lı Müslümanlarca kullanıldığını, hatta okuyucuya daha net bir yazı sunduğu için oralarda pek tutulduğunu ifade etmişti. Yeri gelmişken, el-Hatt’da (Bahreyn-Uman) imal edilen mızrak ve okların, Arap edebiyatında pek ünlü olduğunu da hatırlatalım. Çünkü bu bölgede yetişen kamış ve bambular, diğer bölgelerdekine göre daha sağlam ve dayanıklıdır.[124]
2. Şeddeli Te harfi konusunda (4. satırda yerine ve 13. satırda yerine tahminim odur ki, bu, Resulullah döneminde yaygın bir kullanılış idi. Zira bugün hala, Kur’an’ın Zâriyât Sûresi 47. ayetinde yerine yazılmakta; elimizde orijinali mevcut olan, Resulullah (a.s.)’ın Münzir ibn Sâve’ye gönderdiği mektupta da, yâ (È) harfi için, yüzyıllardır süregelen bir uygulamanın sonucu olarak, yerine kelimesi bulunmaktadır. Aynı şey Tâ harfi için de geçerlidir. Tâ ve Yâ aynı biçimde yazılırlar. Bunları birbirinden ayırt eden noktalar Resulullah döneminde kullanılmıyordu. Hatta o zamanlar henüz yeni kullanılmaya başlamıştı. Nitekim bu belge metninde hiç kullanılmamışlardır.
3. Hâ (güzel he) harfinin (4. satırda geçen el-hudâ) Resulullah (a.s.)’ın bugüne dek ortaya çıkarılan diğer tüm mektuplarında gördüğümüz T şeklinde yazılışı burada da karşımıza çıkmaktadır.
4. Ortada yazılan Mim harfinin gözü, bugün olduğu gibi satırın alt hizasında değil, üstünde yer almaktadır ve bu belgede 12 kez geçmektedir ki, bu halen elimizde mevcut olan, Resulullah’a ait diğer orijinal mektuplardaki yazım biçimine de uygun düşmektedir.
5. Orijinal belgenin modern bilimin teknik imkanlarıyla incelenmesi ve belgenin menşeini araştırmak ise şimdilik benim gücümü aşmaktadır.[125]
702/9. Resulullah (a.s.)’ın Uman hükümdarlarıyla yazıştığı dönemin durum ve koşullarını daha iyi anlayabilmek için, belki Arap-İran ilişkilerini hatırlamak gerekecektir. İbn Habib’e göre (el-Muhabbar, s. 265), İran hükümdarları, Uman meliklerini Beni Mustekbir ailesi içinden (belgede adı geçen Culanda, el-Mustekbir’in oğlu idi) seçerek tayin ederlerdi ve onlar da ellerinde bir tür özerklik olduğu halde İran’a bağımlı idiler. H. 2 yılına doğru, İranlıların Zukâr’da (Irak’ın güneyi) Kuzey Arabistan kabileleri karşısında beklenmedik ve ağır yenilgileri, ayrıca H. 6 yılına doğru Ninova’da Bizanslılar karşısında uğradıkları bozgun İran rejimini sarstı ve artık, başkentte ani ve sürekli iktidar değişiklikleri görülmeye başlandı. Arapların morali çok yüksekti ve İran yönetiminin Arap kabileleri kendi sömürgeleri olarak tutma olanakları kalmamıştı. Bu Arapların artık kendilerini İran’ın vesayetinden kurtulmuş olarak gördüklerini söyleyebiliriz. H. 7 yılının başlarında Resulullah (a.s.) İran İmparatorunu İslam’a davet etti. O ise, Müslüman elçinin huzurunda Mektub-u Nebevî’yi yırtmak suretiyle küstah bir tavır takındı. Gerçekçi bir siyaset izleyen Resulullah (a.s.), bu durumda doğrudan doğruya İmparator’a tabi olan diğer hükümdarlara mektup göndermeye başladı. Yukarıda söz ettiğimiz Sayın Şeyh el-Halilî, H. 7 yılını Elçiler Yılı olarak belirtiyor; ancak İbn Hişâm, H. 9 yılına “Senetu’l-Vüfûd (Elçiler Yılı) adını vermektedir.
702/10. Resulullah (a.s.), önce Bahreyn’deki (bugünkü el-Ahsâ) Münzir ibn Sâve’ye (unvansız) ve İki İranlı’ya: Bahreynli Sâhib-i (?) Usaybuht ve Hurmuzân’a (unvansız); daha sonra Sâhib-i Bahreyn sıfatıyla el-Hilal adlı bir Arap’a mektuplar yazdı (Metinler için bk. Documents sur la diplomatie musulmane ve Vesâ’iku’s-Siyâsiyye adlı çalışmalarım).
702/11. El-Münzir kendi isteğiyle İslam’ı kabul etti ve Resulullah (a.s.) onu bölgenin en büyük başkanı tayin etti. Bu arada, Buhârî’de geçen şu hadisi (11/11) hatırlatalım:
“Mescid-i Nebevî’de kılınan Cuma namazından sonra, ilk Cuma namazı Cuvase’deki (bugünkü el-Hufûf) Abdu’l-Kays mescidinde kılınmıştır.”
Arkeolojik kazılarda bu mescid tekrar ortaya çıkarılmıştır (bk. France-Islam’daki makalem, Paris Nº 93-95, 1975). Görünüşe bakılırsa bu olaylar H. 6 yılında geçmektedir.
702/12. Artık Bahreyn’den daha bağımsız hale gelen Umân’da İran etkisi oldukça zayıflamıştı. Çabalarının Bahreyn’de ortaya çıkan sonuçlarından cesaret alan Resulullah (a.s.), yörenin hükümdarları olan Ceyfer ve Abd’e bir mektup yazdı ve, İbn el-Cevzî’nin naklettiğine göre, bu mektubu, ashabın ileri gelenlerinden Amr ibnu’l-As aracılığıyla gönderdi. Mektupta doğal olarak İslam’ı kabule davetin yanı sıra, bir istila tehdidi, daha doğrusu ülkelerinin İslamiyet’le fethedileceğine dair bir kehanet bulunuyordu. O dönemde İslam’a düşman olan Mekke ve Hayber şehirleri henüz tarafsızdı ve Kuzey, Doğu ve Güney Arabistan’ın büyük bir bölümü, Umân’ın yakın komşusu olan Bahreyn de dahil olmak üzere İslam’ı kabul etmişlerdi. Müslüman elçinin, Arap putperestliği ve İran Zerdüştlüğüne karşı çıkan İslam’ın din olarak sahip olduğu üstün değerleri açıklamış olması gerekir. Nitekim bunun sonucu olarak bu iki kardeş hükümdar kendi istekleriyle İslam’ı kabul etmişler ve elçi, ülkenin bir tür Genel Valisi (Elçisi) olmuştur. Yerli hükümdarlar ülkeyi ve gayrı müslim tebaalarını idare etmeyi sürdürürken, o da ülkedeki Müslümanlarla ve İslamiyeti tebliğle meşgul olmuştur.
702/13. Resulullah (a.s.)’ın vefatından sonra, H. 11 yılında, bazı Arap kabilelerinde dinden dönme (irtidat) olayları ortaya çıkmıştı. Elimizde Halife Ebû Bekir zamanında bu iki hükümdarın sergilediği siyasi tutum ve davranışlarla ilgili ilginç belgeler bulunmaktadır. Ancak bu konuya girildiği takdirde, Resulullah (a.s.)’ın mektubunun incelenmesi için çizilen sınır aşılacağından, konuyu burada kapatıyoruz..
702/14. Bu bölümde yeniden gözden geçirerek verdiğim metin, aslında Connaissance de l’Islam (Paris, Nº 13, Ocak-Şubat 1983) adlı dergide yayınlanmıştır. Söz konusu derginin yetkililerine burada şükranlarımı sunuyorum.[126]
703. Beşerî toplulukları çok iyi gözlemleyen bir insan olarak, Resulullah Muhammed (a.s.), insanlığın esas itibarıyla birbirine eşit olmayan üç sınıfa ayrıldığını ortaya çıkarmıştı: 1. Sürekli doğru yolda yürüyüp, kendilerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmekte hiçbir ikna ve zorlamaya gereksinim duymayan, seçkin bir ruh ve gönül sahibi olan insanlar; 2. Islah edilmeleri imkansız olup, asla bir şey öğrenmek istemeyen ve haksızlığa yol açsa da sürekli kendi kişisel çıkarlarını gözeten kişiler; 3. Kendilerini kollayıp gözeten bir sistem olduğunda hemen hemen iyi davranan, ancak kendilerini meşru bir yaptırımın baskısı altında hissetmedikleri takdirde ellerindeki fırsatı kötüye kullanan vasat durumdaki insanlar. Yenilikçi bir kişiliğe sahip olması dolayısıyla, öyle görünüyor ki, Resulullah Muhammed (a.s.)’ın arzusu, bu ilk sınıfa mensup kişilere rehberlik etmek, ikinciyi zararlı olmaktan alıkoymak, ve nihayet, hangi toplum içinde olursa olsun çoğunluğu oluşturan üçüncü sınıfa mensup kişilerle yakından ilgilenmekti.
704. Aynı şekilde Muhammed (a.s.), insanın ruhî ve manevî yönüne ağırlık vermek adına dünyevî işlerin iyice ihmal edildiği aşırı idealist bir eğitim anlayışının sıradan insanları ürkütüp soğutabileceği sakıncasını taşıdığını, ve bunun sonucu olarak, olabildiğince çok sayıda insanı ıslah edip doğru yola sokma şeklindeki asıl hedef ve gayenin kaybolacağını fark etmişti. Başka bir deyişle o, her şeyden önce, ancak meleklerin sahip olabileceği kişilik ve davranış özelliklerini kazanmış çok az sayıda insandan oluşan küçük bir topluluktan çok, hoş görülebilir bir toplumsal ahlak düzeyinin yanı sıra, ortalama bir kişilik ve davranış özelliğine sahip çok sayıdaki insan topluluklarının tercih edilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Bu melek tabiatlı kişiler toplum içerisinde çabucak ortadan kaybolabilirdi: Bu gibiler, insan denilen yırtıcı yaratıkların oluşturduğu kalabalıklardan kaçıp, sıradan insanlarla olan her türlü ilişkilerini keser ve hiçbir insanın yaşamadığı ücra köşelere çekilebilirlerdi. Muhammed (a.s.) sık sık, “adaletle hükmeden bir devlet başkanının, çok sayıdaki zahit ve din adamından daha üstün olduğunu” söylerdi.[127] Yine o, “bir tek alimin, Şeytan’a karşı mücadelede bin zahitten daha sağlam ve çetin olduğunu” söylerdi.[128] O, bu sözleriyle, sadece toplumsal ahlak kurallarını uygulamakla kalmayıp, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak suretiyle diğer insanlara da rehberlik edebilen yetişmiş ve bilgili bir insanın, sadece kendi ruhunu olgunluğa erdirip yüksek bir kalp temizliğine ulaşmış, ancak insan kitlelerine yön vermekten, onlara rehberlik etmekten uzak durmuş insanlara göre daha çok tercih edilebilir olduğunu, böyle yapılmadığı takdirde kalabalıkların hiçbir ilke ve kural gözetmeyen yırtıcı hayvanlar gibi davranacaklarını söylemek istiyordu. Yine Muhammed (a.s.)’ın ifadesine göre, “Allah, kullarının amellerini, ortaya koydukları işe bakarak değil de, bunları yapmaya kalkıştıklarında sahip oldukları niyete göre ödüllendireceğini”[129] ifade ediyordu. Hal böyle olunca, özellikle insanları toplumsal davranış konusunda doğru yola sevk etmek suretiyle başkalarına hizmet etmek, insanın iç alemine kapanıp sadece kendisini olgunlaştırmaya çalışmasından daha çok değer taşıyacaktır. Aşağıdaki hadis metni, onun ruhi-manevi alanda sergilediği yaklaşımı ve toplumsal anlamda dayandığı temeli açıklaması bakımından oldukça dikkat çekicidir.
705. Bir gün Muhammed (a.s.) etrafındaki sahabelerine şöyle buyurdu:[130] “Hesap gününde, Hâkim makamındaki Allah’ın huzuruna üç kişi çıkacaktır. Allah’ın kendilerini hesaba çekmesi üzerine, bunlardan ilki şöyle diyecektir:
“-Allahım! Ben bütün ömrümü namaz kılarak, oruç tutarak, çok sayıda Hacc’a giderek ve Senin emrettiğin şeyleri yerine getirerek geçirdim.”
Bunun üzerine Allah şöyle söyleyecektir:
“-Hayır! Sen bütün bunları, insanların gözünde zahit bir kimse olarak tanınmak için yaptın ve gerçekten bu üne de kavuştun. Ey Cehennem bekçileri, onu ateşe atın!”
Aynı şekilde ikinci kişi şöyle cevap verecektir:
“- Allahım! Ben dini bilimleri tahsil ve tetkik ettim ve bütün ömrümü bu ilmi öğretmek ve Senin dininin gerçek kavramlarını insanlar arasında yaymakla geçirdim.”
Allah buna da şöyle diyecektir:
“-Hayır, sen bütün bunları sana alim desinler diye yaptın ve gerçekten, dünya hayatında bu amacına ulaştın. Ey Cehennem bekçileri, onu ateşe atın!”
Üçüncü kişi, din yoluna cihat ile ömrünü tükettiğini ve nihayet bu uğurda şehit düştüğünü söyleyince, kendisine bunu yaparkenki amacının insanların onu cesur ve yiğit olarak değerlendirmeleri olduğu ve gerçekten de onun bu üne dünyada iken kavuştuğu bildirilerek, Hesap Günü’nde Allah onun da Cehennem’e atılmasını emredecektir.
706. Muhammed (a.s.), yukarıda anlatılanların aksine, o gün Allah’ın huzuruna bir fahişenin getirileceğini söyler. Kendisi dünyada iken bütün ömrünü günah içinde geçirip, insanlara hiçbir iyiliği dokunmamıştır. Durumu hiç de iç açıcı gözükmemekle birlikte, Allah ona şöyle hitap edecektir:
“-Aksine, sen havanın çok sıcak olduğu bir gün kuyu başında bulunuyordun ve hemen yakınlarında susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek, suya erişmek için çırpınıp durmaktaydı. Çevrede suyu almak için bir kap da yoktu. Sen ona merhamet edip ayakkabını çıkardın, elbiseni de bir ip gibi kullanarak köpeğin susuzluğunu giderdin. Ey Cennet’in bekçileri! Bu kadını doğruca Cennet’e götürünüz!”
707. Muhammed (a.s.)’ın kanaatine göre, maddî güce dayanmayan manevi-ruhî hayat toplum için ne kadar tehlikeli ise, ruhî-manevî değerlere sahip çıkmayan maddî güç de o kadar tehlikeli ve sakıncalıdır. Çevresi görünüşte insan denen yırtıcı yaratıklarla dolu olan ve esasen sayıca az durumdaki zühd ve takva sahibi insanlar, çok geçmeden yapanın yanına kâr kaldığı haksızlıklara uğrarlar. Ahlakî ve manevî değerlerden uzak maddî bir gücün ne denli tehlikeler doğuracağı bilinmektedir. Peki o halde ye yapmak gerekir? Ahiret kazancını ön plana çıkaran bu züht ve takva sahibi insanlar kişisel çıkarlarından (yani manevî anlamdaki beklentilerinden) biraz fedakârlıkta bulunup biraz da dünyevî işlere yönelmeli ve böylece bir takım zalimleri ve maceraperestleri kamusal iktidardan uzaklaştırmalıdırlar! Zaten biz de Muhammed (a.s.)’ın Mekke’de onüç yıl boyunca sürdürdüğü İslam’ı tebliğ görevinden sonra kesin sonuca bu şekilde ulaştığını düşünüyoruz. Kur’an’da bulunan kimi ayetler, iman meselesi konusunda her türlü zorlamaya karşı çıkan hükümler içermektedir.[131] Bazı ayetlerde ise Allah’ın hükmü yeryüzünde tamamıyla tesis edilinceye kadar cihat halinde bulunmak gerektiğinden bahsedilmektedir. İsten inanç serbestliği isterse zor kullanma şıkkı söz konusu olsun her iki durumda da ortaya çıkan kesin sonuç, kendi rızasıyla din değiştirme ile daha güçlü istilacılara siyasal anlamda tabi olmanın birbirinden ayırt edilmesi gerektiğidir. Kuşkusuz bireyin sahip olduğu hakların en önemlisi vicdan hürriyeti ya da kendi dinini seçme özgürlüğüdür. Ancak, haksızlık yapan zalim yöneticilerin kendilerine çeki düzen vermeleri ve ıslah etmeleri, ya da yerlerini başkalarına bırakmaları da, bireyin olduğu kadar bir toplumun, hatta bütün insanlığın umumî menfaat ve yararınadır. İslam’ın Devlet anlayışı, Muhammed (a.s.)’ın şu sözleriyle özetlenebilir:
“Devlet Başkanı, halkın hizmetçisidir.”[132]
Arabistan’ın, ihmal edilmemesi gereken bir başka özel durumu vardı ki bu da, ülkede herhangi bir hükümetin bulunmaması ve buranın çoğunlukla göçebe kabilelerce iskan edilmiş olmasıydı. Her bir küçük kabile ya da onun kolu, herhangi bir krallık ya da imparatorluğun sahip olduğu egemenliğe sahip olduğunu iddia ediyordu. Bu durum ise sadece anarşi ve kargaşaya yol açıyor ve herkes birbiri ile çatışma halinde bulunuyordu. Mümkünse ikna yoluyla, aksi takdirde gerekirse zor kullanarak bu gidişata bir son verilmesi, kabilelerin de çıkarına olacaktı. Muhammed (a.s.), tıpkı bir cerrah gibi, daha büyük bir “hastalığın” önüne geçmek için, uzva daha az zarar verecek bir yönteme başvurma taraftarı idi. Bu düşüncesinin yansımalarını onun şu hadisinde bulmak mümkündür:
“Eğer Allah bir toplumun iyiliğini ve yücelmesini isterse ona iyi devlet başkanları ve iyi bakanlar nasip eder; ve eğer bu toplumun kötülüğünü, gerilemesini isterse, ona kötü ve liyakatsiz başkanlar ve bakanlar musallat eder.”
(Bu hadisin derin anlamından, İslam’da hareketsizliğe ve durağanlığa yer verilmemesi gerektiği sonucu çıkarılmalıdır; insan kaderini, yani yaşadıkça başına neler geleceğini bilemez. Allah nazarında önemli olan, insanın bir işi yapması değil, o işi yaparken giriştiği mücadelede ortaya koyduğu azim ve niyettir. Sonucu takdir edecek olan ise ancak Allah’tır.)
708. Toplumdaki yenileşme hareketini başlatabilmek için, Muhammed (a.s.)’ın öncelikle olayların uygun bir biçimde denk gelmesiyle oluşan özel bir güce sahip olması gerekiyordu. Nitekim, 3’ü Yahudi, 2’si Arap beş kabilenin Medine’de Muhammed (a.s.)’ın çevresinde bir araya gelerek nasıl küçük bir Şehir-Devlet oluşturduklarını daha önce görmüştük. Ancak Muhammed (a.s.)’ın ilgi alanını bulunduğu şehrin sınırları dışına taşıması gerekti. Zira Mekke’deki putperest sermaye çevreleri sürekli olarak, Arap kabilelerin çoğunluğunu İslam’a karşı savaşmaları için kışkırtıyorlardı. Bir icraat adamı olan Muhammed (a.s.), her şeyden önce, Medine’de bulunan çeşitli toplulukları kendi yetki alanı içinde toplamasını bilmiş ve daha sonra kendisine yeni dost ve müttefikler edinme çarelerine başvurmuştur. Mekkelilerce başlatılan saldırı ve kışkırtmalarla etkin bir biçimde mücadele etmek için, Muhammed (a.s.)’ın, Medine ile Kızıl Deniz’i birbirinden ayıran dar geçitten geçen Kuzey kervan yolunu kesmek suretiyle, düşman üzerinde ekonomik bir baskı icra etmek istediğine önceki bölümlerde biraz değinmiştik. İşin ayrıntısına geçmeden önce, bu bölgede oturan kabilelerden bahsedelim:[133]
709. Medine’nin batısında en azından dört büyük kabile oturmaktaydı: Damra ve Mudlic kabileleri Bedir yakınlarında, Muzeyne, Yenbu’ yakınlarında, Cuheyne de biraz Kuzeyde bulunuyordu. Halen elimizde bulunan bilgilere bakarak, Medinelilerin İslam’dan önce bu kabilelerden bir ya da birçoğuyla, yeni İslamî hükümetin “öncekinin devamı niteliğinde” bir hükümet olarak tanınmasına imkan veren bir anlaşma imzalayıp imzalamadıklarını belirtmemiz mümkün değildir. Cuheyneliler hakkında ise fazla dikkat çekmeyen şöyle bir anlatım vardır: “Resulullah (a.s.) Medine’ye hicret edip yerleştiği zaman, Cuheyneliler onu ziyarete gelerek şöyle söylediler:
“Sen şimdi gelip bizim yakın komşumuz oldun. Bizim sana, senin de bize gönüllerimizin rahat ve emniyette olabilmesi için bizimle bir anlaşma yap.”
Resulullah (a.s.) da öyle yaptı. Ancak onlar bu anlaşmaya rağmen, en azından o sırada, İslam’ı kabul etmediler (bk. İbn Râhûye, İbn Hacer’den naklen, Metâlib, Nº 971). Müslümanların Cuheynelileri kendi müttefikleri olarak kabul etmeleri için anlaşılan vakit çok erkendi. Dolayısıyla, Cuheynelilerin bu anlaşmadan ne anladıkları ve onu nasıl yorumladıkları konusunda, sonradan meydana gelen şu olay bizi fazla şaşırtmamalıdır:
710. Medine’ye gelişinden altı ay sonra, Muhammed (a.s.), bu Yesrib vahasında, -örneğin Muhacirlerin yerleştirilmesi, Devlet Anayasası’nın hazırlanıp yürürlüğe konulması, şehirdeki gayrı müslim ahali ile bir arada yaşama çare ve imkanlarının (modus vivendi) araştırılıp bir sonuca bağlanması gibi-, zorunlu ilk önlemleri aldıktan sonra, amcası Hamza’nın komutasında 30 kişilik küçük bir askerî birliği, bölgeden geçmekte olan Mekkeli bir ticaret kervanına karşı, Cuheynelilerin bölgesindeki el-’Is mevkiine gönderdi. Bölgenin başkanı olan Cuheyneli Mecdi ibn Amr, hem Müslümanlarla hem de Mekkelilerle müttefik (muvâdî) idi. Bir çatışmaya engel olmak için derhal araya girdi ve iki taraf da bir vuruşmaya girişmeksizin kendi yoluna devam etti.[134] Bu “ittifak” konusunda elimizde herhangi bir ayrıntılı bilgi bulunmadığı için, birçok varsayımda bulunmak mümkündür: Acaba bu müdahale, sadece Cuheynelilerin kendi toprakları üzerindeki bir çatışmaya engel olma amacını mı taşıyordu, yoksa; 1. Muhammed (a.s.)’ın henüz müşrik akrabaları ile, 2. Henüz İslam’dan önce gayrı müslim Yesrip’lilerle (ama gönderilen askerî birlikte hiçbir Medine’li yoktu, aralarında hiçbir Yesribli yoktu), 3. Ya da hicretten sonra Resulullah (a.s.)’la yapılmış (ki bu konuda tarihî bir veri yoktur) bir ittifak anlaşması mı söz konusu idi?
711. H. 1. yılın Ramazan ayında düzenlenen bu ilk askerî seferden sonra, ertesi ay, Resulullah (a.s.)’ın bir başka amcası olan Ubeyde b. El-Hâris b. El-Muttalib komutasında 60 ila 80 kişilik bir askerî birlik, İkrime b. Ebî Cehl (veya Mikraz ibn Hafs) idaresindeki yeni bir Mekkeli kervanın bölgeden geçişine engel olmak üzere, Râbiğ liman kentine doğru yola çıkarıldı. Karşılaşma Kudayd yolu üzerindeki Cuhfe’nin 10 mil kadar uzağında, Ahyâ’da gerçekleşti. Karşılıklı oklar atıldı, ancak üç kat daha fazla sayıda olmasına rağmen, düşman kuvvetleri savaşa tutuşmayıp geri çekildi ve geldiği yoldan kaçmaya başladı.[135] Bu çatışma sırasında Mikdâd ve Utbe b. Gazvân adlı iki kişi düşman saflarından kaçıp Müslüman birliğine sığınmıştır.[136] Her ikisinin de adı, Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar arasında geçmektedir.[137] Kuşkusuz bunlar, Medine’ye gitmek için çareyi, Suriye’ye gitmekte olan bu kervana eşlik etmekte bulmuşlardı. Tıpkı ilk askerî birlikte olduğu gibi, bu Müslümanların hepsi de Mekke kökenliydi.
712. Ertesi ay bir başka İslam birliği de aynı bölgede bulunan Hum (Cuhfe, Râbiğ) yakınlarındaki Harrâr’a gönderildi.[138] Yirmi gönüllünün tamamı da Mekkeli idi. Komutanları Sa’d ibn Ebî Vakkâs, sade bir keşif harekatından sonra Medine’ye dönmüştür.
713. Öyle görünüyor ki bu askerî harekatların amacı, Mekkeli müşrikleri bundan böyle İslam’ın etkili olduğu bölgelerden geçmemeleri yönünde uyarmaktı. Tarihçiler, bu seferlerde Medineli Ensar ve gayrı müslimlerin yer almamasını, yapılan anlaşmalar çerçevesinde onların sadece Medine’ye karşı düzenlenecek düşman saldırılarında savaşacakları hükmünün bulunmasına bağlamaktadırlar. Ancak vesvese ve kuruntuya kapılmanın da bir anlamı yoktu. Çünkü onlar iyi birer Müslüman olarak bu farklı durumları büyütüp abartmıyor, sonuçta İslam’ı bir bütün olarak değerlendiriyorlardı. Medine ile onun çevresinde bulunan topraklarda yaşayan gayrı müslim halk arasındaki ilişkileri kesin ve açık temeller üzerine oturtmak çok daha önemli idi. Bunun için de Resulullah (a.s.)’ın bizzat ortada bulunması zorunluydu. Birazdan göreceğimiz gibi, kendisi belli bir nedenden dolayı Benû Gıfâr kabilesi ile bizzat görüşmüştür.[139]
714. Gerçekte Gıfâr kabilesinden Ebû Zerr çok erken dönemde Müslüman olmuştu. On yıldan beri kendi kabilesi içinde İslam’ı yayma faaliyetlerinde bulunuyordu. Muhammed (a.s.)’ın bu pek yakın dostunun sahip olduğu nüfuz ve etkiden yararlanmak istemesi gayet doğaldı. Kendisi H. 2 yılının Safer ayında bir Medineliyi (Sa’d ibn Ubâde’yi) Hükümet işlerini yürütmek üzere kendi yerine vekil bırakıp Medine’den ayrıldı[140] ve Mekke’li 60 Muhacir’den oluşan bir askeri birliğin başında, annesinin yaklaşık elli yıl önce defnedildiği Ebvâ’ya geldi. Ve hadislerde nakledildiğine göre muhtemelen annesinin kabrini ziyareti sırasında, henüz çok küçükken tatmış olduğu anne şefkatini tekrar hatırlayıp mübarek gözlerinden yaşlar döküldü. Buradan sonra 6 mil daha ilerleyerek, Benû Gıfâr’ın akrabaları olan Benû Damra topraklarındaki Veddân’a geldi. Burası Medine’nin güneyine 3 günlük uzaklıkta bulunmaktaydı. Resulullah (a.s.) ancak iki hafta sonra evine dönebilmişti. Bu durumda, bütün bir haftayı bölge sakinleriyle, özellikle de gayrı müslimlerle bir anlaşma yapmak için Veddân’da geçirmek zorunda kalmış olsa gerektir. Bu müzakereler sonunda ortaya çıkan belge, Muhammed (a.s.)’ın akdettiği ilk uluslar arası anlaşmadır ve buna bakarak o dönemdeki İslam Devlet diplomasisi hakkında bir nebze de olsa fikir edinebiliyoruz. Bu belgenin tam metni aşağıda sunulmuştur:
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla!
Bu, Resulullah Muhammed’in Benû Damra ibn Abd Menât ibn Kinâne kabilesiyle yaptığı yazılı anlaşmadır:
Onların canları ve malları emniyette olacak ve kendilerine bir saldırı olması halinde yardım edilecektir. Buna karşılık, onlar da Resulullah (a.s.)’a yardım ellerini uzatacaklardır. Bu hükümler, deniz dalgaları bir istiridye kabuğunu (veya bir yün parçasını) eritip yok edinceye kadar yürürlükte olacaktır. Müslümanların Allah yolunda yapacakları seferler bundan müstesnadır. Ayrıca, Resulullah (a.s.) kendilerini ne zaman yardıma çağırsa, hiç vakit geçirmeden yardıma koşacaklardır. Bu nedenle onlar Allah’ın ve Resulünün teminatı altındadırlar. Yine onlar arasında olup, verdikleri bu sözleri tutacak ve anlaşmayı bozmaktan kaçınacak kimselere de yardım eli uzatılacaktır.”[141]
715. İbn Sa’d’deki şu anlatım da muhtemelen aynı olayın bir özeti niteliğindedir:
“Hicretinden 12 ay sonra, bir Sefer ayında yola çıktı ve bu esnada Damra’lı Mahşî ibn Amr ile bir ittifak anlaşması imzaladı. Böylece o, Damrîlere yönelik bir askerî harekata kalkışmayacağını, kendisinin de onlardan gelecek bir saldırıya maruz kalmayacağını, ve nihayet kendisine karşı onların hiçbir düşman tarafa yardım etmeyeceklerini hükme bağlamış oldu.”[142]
İbn Sa’d, Resulullah (a.s.)’ın bu seferi sırasında Ensâr’dan kimsenin bulunmadığını belirtmesine karşılık, Muzeyne kabilesinden bazı gönüllülerin katıldığını ifade eder.
716. Anlaşma metninde geçen “Müslümanların Allah yolunda yapacakları seferler”de onları yardımdan müstesna kılan hükme dayanarak, o sırada Damrîlerin henüz Müslüman olmadıklarını söyleyebiliriz. Bununla birlikte askerî ittifak da ortadadır. Bu durumda, Damrilerin neden Mekkeli Kureyş müşrikleriyle mevcut bağlarını koparıp onların öfkelerini üzerlerine çekecek şekilde davrandıklarını; buna karşılık o dönemde henüz ne sayıca üstün ne de maddî bir zenginliğe sahip olmadıkları halde, Mekkelilerin kendilerine ticaret kervanlarından sağladıkları kârların yerini tutacak bir getiri sağlayamayacak durumdaki Müslümanlarla ittifak yoluna gittiklerini kendi kendimize sormak durumundayız. Şurası bir gerçek ki, Veddân Medine’ye ancak 3 gün, Mekke’ye ise 9 günlük uzaklıktadır. Muhtemelen Medine o sırada Veddân’da üretilen malların satıldığı ve karşılığında Veddânlıların bütün ihtiyaçlarını giderdikleri bir Pazar durumundaydı.[143] Her halde bu ilişkilerde Damralı bazı ailelerin parmağı vardı. Zira daha güneyde, Mekke’nin haram (kutsal) sınırları dahilindeki bir bölgede oturan aynı kabilenin bir başka kolu, Benû Abd ibn Adi, Muhammed (a.s.) ile Mahşî arasında varılan anlaşmadan kendisini muaf tutmakla kalmayıp, aynı zamanda, birkaç yıl sonra Medine’ye bir temsilci heyeti göndererek, Müslümanlarla Mekkeli müşrik Kureyşliler arasında bir savaş çıkması halinde Benû Abd ibn Adi kabilesinin tarafsız kalacağını hükme bağlayan bir anlaşma yapılmasını istedi.[144]
717. Resulullah (a.s.), Benû Gıfâr kabilesi ile ayrı bir ittifak anlaşması imzaladı. Bu anlaşmanın metnini aşağıda veriyoruz:
“Benû Gıfâr kabilesi de Müslümanların bir parçasıdırlar[145] ve Müslümanlarla aynı hak ve sorumlulukları üstlenmişlerdir. Ayrıca Resulullah (a.s.), canları ve malları konusunda onlar lehine Allah’ın ve O’nun elçisinin teminatını mahfuz tutacaktır. Şayet Resulullah (a.s.) kendilerinden bir yardım talebinde bulunursa, onlar onun çağrısına derhal cevap vereceklerdir. Din uğruna yapılacak bir savaş dışında, onun yardımına koşmak onların görevidir. Bu hükümler, deniz dalgaları bir sûfeyi (istiridye kabuğu ya da bir yün parçasını) eritip yok edinceye kadar yürürlükte olacaktır. Taraflar, işlenecek bir suçun bağışlanması amacıyla birbirlerine müdahale ederek bu anlaşmanın ihlal edilmemesinde mutabıktırlar.”[146]
718. Damralılarla varılan anlaşma metnindeki ifadelerle aynı olmasına bakarak, Gıfârlılarla yapılan bu anlaşmanın da aşağı yukarı aynı dönemlerde, yani H. 2 yılında imzalandığı sonucunu çıkarabiliriz. O sırada Arabistan tam anlamıyla siyasal bir kargaşa içinde bulunuyordu: Aynı kabileye mensup farklı kollar kimi kez kendi aralarında savaşıyorlardı. Örneğin Damralılar, hatırlanacağı gibi, Hudeybiye Anlaşması sırasında Kureyşliler safında yer almış olan Benû Bekr kabilesinin bir kolu durumunda idiler. Resulullah (a.s.), uygun bir şekilde ve inanılması güç bir sabır ve tahammül örneği sergileyerek, rütbe ya da akrabalık ilişkisi gözetmeksizin, adalet ve düzenin herkes için egemen olduğu merkezî ve düzenli bir Devlet etrafında bu küçük insan topluluklarını bir araya getirmek için büyük bir çaba ve gayret sarfetmiştir.
719. Damra ve Gıfâr kabileleriyle ittifak anlaşmaları yaptığı bu çok verimli seferin ardından, Muhammed (a.s.) Medine’ye döndü. Artık bu iki kabileye güvenebilirdi. Ne zaman askerî bir sefere çıkacak olsa, kendi yerine Medine valisi olarak genellikle Ebu Zerr’i görevlendiriyordu. Oysa Ebû Zerr ve İmâ’ubn Rahda, Hudeybiye seferi sırasında Gıfârlı birliklerin başkanlığını yapmışlardı.[147] Bu sefer sırasında onlar Resulullah (a.s.)’a, kendi arazilerinden geçtiği sırada yüz koyun ve iki deve yükü miktarında süt ikram etmişlerdir.[148] H. 8 yılında, yine Gıfârlı Ka’b ibn Umeyr İslam Ordusu’nun başına komutan olarak atanmış ve gidip “Suriye-Filistin” bölgesindeki Zat Atlah’ta oturanları cezalandırmıştır. (Bu olay, muhtemelen Mute savaşından sonra meydana gelmişti.) Ordu bu seferde büyük kayıplar verdi.[149] H. 9 yılındaki Tebuk Seferi’nde de Gıfârlılar gönüllü olarak büyük yararlıklar göstermişlerdir. Bunlardan bazıları, ulaşım araçlarının yetersizliği nedeniyle orduya alınmayınca üzüntüden ağlamış, bu yüzden kendilerine Benû Bekkâ (Çok ağlayanlar) kabilesi denmişti. Yine, Benû Bekkâ kabilesinden Mâ’iz adında bir sahabe, gönüllü olarak Resulullah (a.s.)’un huzuruna çıkarak, işlemiş olduğu zina suçunu itiraf etti: Oysa bunun cezasının recm (taşlanarak öldürülmek) olduğunu biliyordu.[150]
720. Damralılar arasından “Mükemmel Elçi” sıfatıyla Amr ibn Umeyye adlı Müslüman bir elçi çıkmış olup, biz kendisine özel bir bölüm ayıracağız (bk. § 732-746).[151]
721. Damralıların memleketine yaptığı ziyaretten sadece birkaç hafta sonra, Resulullah (a.s.), Radva (Yenbû) dağı üzerindeki Buvât’a doğru yola çıktı. Biz daha önce, Hicret’in ilk aylarından itibaren Müslümanların bu kabile ile olan dostane ilişkilerinden söz etmiştik (bk. §710). Bu kabileye mensup çok sayıda insan İslam’a geçmiş ve kabilelerinden hicret ederek Medine’ye yerleşmişlerdi. Bu nedenle Resulullah (a.s.), Muhacir kabilelerin bulunduğu semtte, onların bulunduğu mahalleye Medine’deki ilk mescidin inşa edilmesi önerilerini kabul etti.[152] Cuheynîlerle, anlaşıldığı kadarıyla Damra ve Gıfâr kabileleriyle aynı dönemde imzalanan anlaşmada kullanılan ifade ve koşullar bakımından oldukça benzeyen bir anlaşma metni elimizde bulunmaktadır. Muhtemelen anlaşma, H. 2 yılının Rebiu’l-Evvel ayında yine bu Buvât seferi sırasında imzalanmıştı. Anlaşmanın metni şöyle:[153]
“Cuheyne kabilesinin Benû Zur’a ve Benû Rab’a soplarına: Onların canları ve malları emniyette olacak ve dinî amaçlı ya da kabile üyeleri yüzünden girişilen çatışma ve savaşlar dışında, herhangi bir baskı ya da saldırıya uğramaları halinde kendilerine yardım edilecektir. Kendi aralarındaki göçebe kabile üyelerinden verdikleri sözü tutarak yükümlülüklerini yerine getirenlere kendilerini her türlü saldırı ve haksızlığa girişmekten alıkoyanlara, yerleşik kabilelere tanınmış olan bütün haklar tanınacaktır. Allah onların yardımcısı olacaktır.”
722. Bu metin sadece bir kaynakta geçmekte olup, anlaşıldığı kadarıyla bazı kusur ve yanlışlıklar içermektedir. Biz, “ve kabile üyeleri arasında” ifadesinin kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Zira Arapça metinde, bir sonraki cümlenin hemen başında tekrarlanan (q£ô«) sözcüğü, metni çoğaltan (müstensih) tarafından yanlışlıkla ikinci kez yazılmıştır. Yine Damra ve Gıfâr kabileleriyle yapılan anlaşma metinlerine bakarak, “ancak” (ô«) sözcüğünden önce şöyle bir eklemek gerektiğini düşünüyoruz: “Şayet Resulullah (a.s.) onları yardımına çağırırsa, onun çağrısına derhal cevap vereceklerdir.”
723. Altı ay sonra Bedir Ovası’nda yapılan büyük savaşa Cuheynîlerden iki kişi keşifçi,[154] bir bölümü de savaşçı olarak[155] katılmışlardır. Dolayısıyla, bunların aldığı çeşitli ödül ve hediyelere şaşmamamız gerekir. Nitekim Resulullah (a.s.), Belkese, Masna’a, Cefela ve Cedd noktaları arasında kalan geniş bir araziyi timar olarak Zu’l-Merve’de oturan Evsec ibn Hermele’ye bağışlamıştır.[156] Bu bağışın kesin tarihi bilinmemekle birlikte, muhtemelen bu iş için Zu’l-Merve’de oturan birinin seçilmiş olması, Kureyş müşrikleri üzerinde ekonomik bir baskı oluşturma amacına yönelikti (Hudeybiye Anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından, Mekke’den kaçıp gelen Ebû Busayr’ın durumunu anlatırken bu soruna değinmiştik, bk. “Mekke ile İlişkiler” bölümü). Benû Şemah (veya Şenah) kabilesine de benzeri tımarlar verilmiştir.[157] Yapılan ayrı bir anlaşma ile Benu’l-Curmuzların can güvenlikleri ve “İslam’a girdikleri sırada sahip oldukları her çeşit mal” teminat altına alınmıştır.[158] Bu anlaşmayı bizzat kaleme alan, H. 6 yılından önce İslam’a girmiş olan Mugîre ibn Şu’be’dir ki bu bilgi sayesinde anlaşmayı tarihlendirmemiz mümkün olmaktadır. Yine, elimizde bulunan daha ilginç bir anlaşma metninden, Cuheyne kabilesinin iki kolunun (Benu’l-Curmuz ve Benu’l-Huraka) kitle halinde İslam’a geçtiklerini anlıyoruz. Bu anlaşma metni şu maddeleri öngörüyordu:
a) Müşriklerle olan tüm ilişkilerini keseceklerdir (Kendi akrabaları da bu hükme dahildir).
b) Namaz kılmak, zekât vermek, Allah’a ve Resulüne itaat etmek ve İslam yasalarıyla belirlenmiş ganimet miktarından Devlet lehine feragat etmek gibi gerek siyasi gerekse ruhî-manevî alanlardaki bütün İslami yükümlülükleri yerine getireceklerdir.
c) Borç verilen ana para üzerindeki haklar dışında, başkalarına verilen parayla ilgili herhangi bir faiz talebinde bulunmayacaklardır.
d) Onlarla birlikte herhangi bir anlaşmaya dahil olan herkes, onlarla aynı haklara sahip olacaklardır.
724. Bu anlaşmanın, Resulullah (a.s.)’ın hayatının son yıllarında, muhtemelen H. 9 yılında imzalanmış olması gerekir. Anlaşmanın ilk koşulu, Muhammed (a.s.)’ın gayrı müslimlerle ittifak ve dostluk bağları kurmak zorunda olduğu dönemlerin artık çoktan geçtiğini açıkça göstermektedir. Büyük bir iktisadi devrim niteliğindeki faizin yasaklanması hususu da anlaşma şartları arasındaki yerini almıştır. Diğer topluluklarla dostluk anlaşması imzalama yetkisine sahip olduğu göz önünde tutulursa, sonuncu madde ile söz konusu kabilenin büyük bir siyasi otoriteye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Böylece, dostun dostu da bir dost olarak görülmektedir.
725. Dünya hayatına veda etmeden iki ay önce, Resulullah (a.s.) Cuheynîlere şu genel mesajı göndermişti:
“Hayvan leşlerinden çıkan hiçbir şeyi kullanmayınız: Ne derisine, ne de sinirlerine el sürünüz.”[159]
Burada sağlığın korunması söz konusudur. Bu arada, Cahdam ibn Fudâle’ye[160] de bir mektup yazılmıştır, ancak metni elimizde yoktur. Resulullah (a.s.)’ın “Cuheyne kabilesi adına” Amr ibn Murre’ye yazdığı mektup,[161] sürü hayvanları üzerinden alınan vergi tarifeleri, büyükbaş hayvanlarca sürülen toprakların ziraî zekât vergisinden muaf tutulması gibi konulardan bahsetmektedir. Bu arada, Cuheyne kabilesinden 800 kişilik bir askerî kuvvetin H. 8 yılında Mekke’nin fethi hareketine katılmış olduğunu da hatırlatalım (bk. Makrîzî, İmtâ’, I, 373).[162]
726. Resulullah (a.s.), Medine’ye doğru çıktığı hicret yolculuğu sırasında, Mudlic kabilesinden Surâka’nın dostluğunu kazanmasını bilmişti. İttifak anlaşmaları yapmak üzere büyük bir hamle başlattığı sırada, Resulullah (a.s.), H. 2 yılı ortalarında, kaynakların belirttiğine göre yanındaki 150 adamıyla birlikte Uşeyre yöresinde bulunan Mudliclerin arazisine girdi. Hicret yolculuğu sırasında, kendisine hediye etmek istediği deve ve koyunları Resulullah (a.s.)’ın almayışı Surâka’nın aklından hiç çıkmamıştı. Ona karşı beslediği minnet ve şükran duygularının bir ifadesi olmak üzere, Surâka, bu ikinci ziyaret sırasında, Bedevî usullerine göre sefere katılan herkese ikramlarda bulundu. Konukseverlik konusunda o derece cömert davranıldı ki, Suriye’ye doğru yol almakta olan Kureyşlilere ait büyük bir ticaret kervanını takip etmek mümkün olmadı ve o da kaçıp kurtuldu.”[163] Ancak Resulullah (a.s.)’ın geliş nedeni bir askerî ittifak anlaşması yapmaktı ve sonunda bunu başardı.[164] Bu anlaşmanın metni bugün elimizde bulunmamakla birlikte, aynı dönemde Damra, Gıfar ve Cuheyne kabileleriyle imzalananlara benzediğinde hiç kuşku yoktur. Yeri gelmişken Damralılar için de geçerli olan küçük ama önemli bir bilgi verelim:
“Benû Mudlic kabilesi henüz İslam’ı kabul etmemişlerdi. Resulullah (a.s.)’la yaptıkları anlaşmaya rağmen, gayrı müslimlerle yaptığı tüm anlaşmaları iptal ettiğini açıkladığı H. 9 yılına kadar da müşrik olarak kaldılar.”[165]
Surâka’ya gelince: Kendisi bundan yaklaşık bir yıl önce bizzat İslam’ı kabul etmiş ve Resulullah (a.s.) ona büyük bir itibar göstermişti. Muhammed (a.s.)’ın onun hakkındaki şu meşhur sözün hangi tarihe ait olduğu ise bilinmemektedir:
“Ey Surâka, belki buna şaşıracaksın ama, İran İmparatoru Şosroes’un tacının ve bileziklerinin senin başına konacağı gün hakkında ne dersin?”[166]
Ömer (RA) halife olduğunda bu sözleri hatırlayacak ve gereğini yerine getirecektir. Surâka konusunda, Kureyşlilerin Bedir Savaşı sırasında gördükleri tuhaf bir hayalden de bahsedelim: Kureyşliler, Mudliclilerin Muhammed (a.s.)’ın safında kendilerine hücum edeceklerini sanıyorlardı. Fakat Şeytan onlara Surâka sûretinde görünerek, Müslümanlara karşı kendilerini destekleyeceğine güvence verdi.[167] Son olarak, Surâka İslam’ı kabul ettiği zaman Resulullah (a.s.)’a şu soruyu sorduğunu da belirtelim:
“Başkalarına ait develer bazen benim kendi hayvanlarım için suyla doldurduğum yalaklara gelip su içiyorlar, ben de ses çıkarmıyorum. Acaba bu hareketim Allah katında güzel bir davranış mıdır?”
Muhammed (a.s.) şöyle cevap verdi:
“Hiç kuşkusuz! Susamış hangi yaratığa karşı olursa olsun yapılacak iyilik Allah’ın nazarında övgüye layık bir davranıştır.”[168]
Siyaset ve ahlak, Muhammed (a.s.) için asla birbirinden ayrılmaz unsurlardı.
727. İslam’ın ilk amirali de Mudlicliler arasından çıkmıştır. Gerçekten, H. 9 yılı başlarında, Resulullah (a.s.)’ın sağlığında çıkılan yegane deniz seferine Mudlic kabilesinden Alkame ibn Mucezziz komuta etmiş ve Habeşli korsanları üslendikleri bir adadan çıkarıp kovmayı başarmıştır. Bu adanın yerini belirlemek zordur, zira kaynaklarımız adını vermemekte ve sadece “Ehl-i Cidde”ye (sahil halkına) karşı duyulan büyük bir korkudan bahsetmektedir (O sırada Cidde limanı henüz kurulmamıştı). Anlaşıldığı kadarıyla bu komşuların korsanlıkları bir süre daha devam etmiştir. Zira daha sonra Halife Ömer aynı komutanı bir ordunun başında Habeşlilere karşı göndermiştir. Ancak bu seferde çıkan bir fırtına nedeniyle tüm mürettebatıyla birlikte boğulmuştur. Uzre kabilesinden bir şair, bu felaketle ilgili olarak uzun bir mersiye yazarak, sonunda şöyle söylemiştir:
“Alkame bir adamı ayak izlerine bakarak izlemekte mahir idi.”[169]
728. Damra kabilesinin amca çocukları olan Muzeyneliler, Medine’nin batısında ikamet ediyorlardı. Hicretin ilk yıllarında kendileriyle ilgili elimizde bir bilgi mevcut değildir. H. 5 yılında ise aralarından birkaç yüz kişilik bir grup Medine’ye gelerek İslam’ı kabul etmişlerdir. Resulullah (a.s.), bunların İslam topraklarına hicret etmek yerine, Medine’ye sadece 20 mil uzaklıktaki kendi topraklarında oturmaya devam etmelerini istemiştir.[170]
729. Elimizde, Bilal ibn Hâris adına iki adet imtiyaz belgesi bulunmaktadır.[171] Bunlardan birinde Resulullah (a.s.) kendisine el-Fur’ bölgesindeki el-Kabalîye madenlerinin işletme hakkını ve Kadas’daki tarıma elverişli bütün alanları tımar olarak bağışlamıştır. Öteki belgede ise altıya yakın başka tımarlardan bahsedilmektedir. Kaynaklarda bir karışıklık olduğu anlaşılmaktadır. İbn Sa’d’e göre,[172] Kadas kelimesi yolculuk torbası anlamına gelmektedir. Bu ise anlaşma metni içinde bir anlam ifade etmemektedir Halife I. Ömer, üzerinde ziraat yapılmayan bu toprakların büyük bir bölümünü, bedelini ödemek suretiyle istimlak etmiştir. Daha sonra Bilal’in mirasçıları belgeyi göstermek üzere Halife II. Ömer’e getirdiler. Medine’ye yerleşmiş ve Suudi Arabistan’da ziraat mühendisi olarak görev yapan Sayın Twitchell’in yanında sekreter olarak çalışan Sudanlı bir zat, bu satırların yazarına, Yenbû liman kenti yakınlarındaki Kabîl kasabasında eski bir belge gördüğünü ve bu belgede yukarıda sözünü ettiğimiz madenlerin işletme hakkının verilişinden söz edildiğini anlatmıştı. Ancak bu bilgiyi aktaran zat belgenin ne resmini ne de fotokopisini almadığı için, konu hakkında fazla bilgi edinemedik. Belki de günümüzde Mehdu’z-Zeheb denilen bu Kabîl, eski Kabalîye kasabasıdır.
730. Muzeyne’li büyük şair Ka’b ibn Zuheyr’in İslam’la şeref bulması H. 9 yılına rastlamaktadır.[173] Ka’b’ın babası, erkek kardeşleri ve hatta kız kardeşleri, hepsi de şair idiler. Erkek kardeşi İslam’ı kabul edince ailesi bundan hiç de memnun olmamıştı. Ka’b ağabeyinin Müslüman olmasına çok sinirlenerek, Resulullah (a.s.)’ı yeren şiirler kaleme aldı. H. 9 yılında, Muzeyneliler de dahil Arabistan’ın büyük bir bölümü Resulullah (a.s.)’ı tanıyarak Müslüman olmuşlar ve Ka’b’ı toplum dışı ilan etmişlerdi. O zaman bu şair de gizlice Medine’ye giderek İslam’ı kabul etmiş, daha sonra Muhammed (a.s.)’e övgülerle dolu bir şiir kaleme almıştı. Bundan çok etkilenen Muhammed (a.s.), şaire, kendisinin kullandığı bir hırka(bürde) hediye etti. Çok meşhur olan bu şiir günümüzde Kaside-i Bürde adıyla anılmaktadır. Bu şiire yirmiye yakın şerh yazılmış ve bütün Müslüman ulusların dillerine tercüme edilmiştir. Ka’b ibn Zuheyr’in tüm şiirleri Divan haline getirilerek 1950 yılında Polonya’nın Cracovie şehrinde yayınlanmıştır. Bu şiirlerde Muzeynelilerin İslam’dan önceki dönemlerde Medinelilerle (o dönemdeki adıyla Yesriblilerle) yaptıkları savaşlardan söz edilmektedir (Bu konu bizi çok uzaklara götürecektir). Makrîzî’deki bir başka anlatıma göre,[174] Ka’b ibn Zuheyr, Ebû Tâlib’in kızı ve Resulullah (a.s.)’ın yeğeni Umm Hânî aleyhine de hicviyeler yazdığı için Resulullah (a.s.) tarafından yasa dışı bir kimse ilan edilmişti. Ancak, İslam’a girildikten sonra, önceden işlenmiş olan kötülüklerden sorumlu tutulmayacağı ilkesine göre, kendisini bağışlamıştır.
731. Yukarıda verilen tüm bu bilgiler sayesinde, Resulullah (a.s.)’ın Medine’ye komşu bölgelerde yaşayan kabileleri nasıl birleştirmeyi başardığı ve böylece henüz filizlenmekte olan bu dini ve onun genç İslam Devletini başlangıçta karşılaştığı güçlüklere karşı nasıl koruduğu görülmüş olmaktadır. Burada sadece Medine’nin batısındaki kabilelerle olan ilişkiler söz konusu edilmiştir. Diğer yönlerdeki siyasî faaliyetlere geçmeden önce, ilginç kişiliğiyle ün yapmış bir siyasî temsilciden söz etmek istiyoruz.[175]
732. Aslen Damra kabilesinden olan Amr ibn Umeyye ibn Huveylid ibn Abdullah ibn Iyâs ibn Abd (yahut) Ubeyd ibn Nâşire ibn Ka’b ibn Cudeyy ibn Damra ibn Bekr ibn Abd Menât ibn Aliyy ibn Kinâne, Resulullah (a.s.) dönemindeki diplomatik etkinliklerde çok önemli görevler üstlenmiş bir şahsiyettir. Kendisini meslekten yetişmiş İslam’ın ilk siyasî temsilcisi (diplomatı) olarak nitelendirebiliriz.
733. Elimizde kesin bir bilgi olmamakla birlikte, hicretten 25 yıl önce dünyaya geldiğini söyleyebiliriz. Resulullah (a.s.)’ın yakın akrabalarından Suheyle bint Ubeyde ibn Hâris ibn el-Muttalib’le evlendi.[176] Kayınpederi olan Ubeyde, ilk Müslümanlardan biridir ve Bedir Savaşı’nda (H.2) şehit düşmüştür. Kaynağımızın belirttiğine göre Amr ibn Umeyye’nin sülalesi, daha önce yapılmış ittifak anlaşması gereği Mekke’deki Abd Şems kabilesinin bir kolunu oluşturuyordu. Amr, H. 60 yılından önce vefat etmiştir.[177] Yukarıda zikredilen soyağacını verdikten sonra, kaynağımız, onun Ebû Umeyye künyesini de taşıdığını ve çok sayıda çocuğu olduğunu, hatta bunlardan Ca’fer, Abdullah ve Fadl adlı oğullarının yanı sıra ez-Zibrikân adlı yeğeninin de hadis alanında yetişmiş bilginler olduğunu eklemektedir. Derin bir hadis bilgini olan eş-Şa’bi de Amr’ın öğrencisi olmuş ve Muhammed (a.s.)’ın hayat hikâyesi (siret) başta olmak üzere birçok bilgiyi ondan naklettiği hadis bilgilerine dayandırmıştır. Amr, Medine’de vefat etmiştir.[178]
734. Amr ile Abdu Şems ailesi arasındaki ittifak oldukça ilginç olup, Amr’ın Habeşistan’la olan samimi ilişkilerine açıklık getirmektedir. Îlâf adı verilen meşhur anlaşmalar sayesinde, Abd Şems ve onun soyundan gelenler, Mekke’nin Habeşistan’la olan ticaretini kendi tekellerine almışlardı (aynı tekel, Hâşim ailesinin Suriye ile, el-Muttalib ailesinin Yemen’le ve Nevfel ailesinin Irak’la yaptığı ticari ilişkiler için geçerliydi).[179]Abd Şems kabilesinin müttefiki olması dolayısıyla, Amr muhtemelen Habeşistan’a düzenlenen kervanlara da katılmıştır. Biz daha önceki bölümlerde, Habeş hükümdarı Necaşî Ashame’nin, gençlik yıllarında Habeşistan tahtı için mücadele eden akrabaları tarafından satıldığına işaret ederek, ömrünün bir kısmını, konumuzun kahramanı Amr’ın kabilesi olan Damralılar arasında köle olarak geçirdiğini yazmıştık.
735. Başlangıçta Amr muhtemelen İslam hareketine karşı duyarsız kalmış ve Bedir ve Uhud savaşlarında Mekkelilerin safında yer almıştır.[180] Müslüman oluşu, Uhud savaşından sonra Mekkelilerin geri çekildikleri döneme rastlar. Hiçbir tarihçi, bu iki kanlı savaş sırasında kendisinin herhangi bir askerî harekata katıldığı hakkında bilgi vermez. Duruma bakılırsa, Amr bu savaşlara da formalite gereği katılmıştır: Mekkeli bir ailenin mensubu olarak, kabile başkanının katıldığı her savaşta hazır bulunması gerekiyordu. Acaba kendisinin Muhammed (a.s.)’ın şahsi bir dostu olduğunu düşünebilir miyiz? Her ikisi de İslam’dan önce kervan ticaretiyle meşgul olmuşlardı. Aşağıda göreceğimiz gibi, böyle bir şeyin olması mümkün görünmektedir:
736. Büyük sîret yazarı Şe’mî’nin ifadesine göre,[181] Resulullah (a.s.)’ın Bedir Savaşı’nda Mekkeliler karşısında elde ettiği zaferden sonra bunlar, uğradıkları yenilginin intikamını almak üzere Necâşî nezdinde bir elçi heyeti göndererek, kendisinden Habeşistan’a sığınmış olan Müslümanların sınır dışı edilmesini istediler. Resulullah (a.s.), Mekkelilerin bu hilesini öğrenir öğrenmez, derhal Amr ibn Umeyye’yi Müslümanlar lehine şefaatçi olmak üzere Necâşî’ye elçi olarak gönderdi. (Olayın ayrıntısını Habeşistan’la ilgili bölümde vermiştik.) Bu küçük olay bile, Amr’ın öncelikle Muhammed (a.s.)’ın şahsî dostu olduğunu ve her ne kadar Bedir Savaşında Müslümanlara karşı safta yer almış olsa da kendisine sonsuz bir güven duyduğunu delilleriyle birlikte gayet güzel açıklamaktadır. Yine bu olay bize, Muhammed (a.s.)’ın gayrı müslimleri de elçi olarak görevlendirmekte hiç tereddüt etmediğini göstermektedir. Son olarak bu olay bizi bu zatın diplomatik özellikleri ve Necâşî ile olan yakın ve samimi ilişkileri hakkında bilgilendirmekte ve düşmanlarının oyun ve hilelerini boşa çıkarmak için Resulullah (a.s.)’ın daima yerinde ve zamanında bilgi toplamayı bildiğini göstermektedir.
737. H. 4 yılında, bedevilerin önde gelen başkanlarından Ebû Berâ’ Mulâ’ib el-E’inne, yanında hangi amaçla getirdiği bilinmeyen hediyelerle birlikte Resulullah (a.s.)’ı ziyaret için Medine’ye geldi. Ancak İslam’a girmek istemiyordu. Yapılan görüşmeler sonucunda, Resulullah (a.s.)’ı, kendi kabilesinde İslam’ı yaymak üzere çok sayıda sahabeyi kendisiyle birlikte götürmeye razı etti. Olayın kahramanı Amr da onlardan biriydi. Bi’ru Maûne denilen yerde,[182] Ebu Berâ’nın yeğeni ‘Amir ibn Tufeyl[183] Müslümanlara ani bir baskın düzenledi; hayvanları otlatmak için kamptan ayrılmış olan Amr ve bir başka Medine’li Müslüman dışında tüm kafile kılıçtan geçirildi. Döndüklerinde düşman süvarileri hala oradaydı. Girdikleri çatışma sonunda Amr esir edildi, arkadaşı ise şehit düştü. Ancak saldırgan Amir ibn Tufeyl: “Annem bir köle azat etmeyi nezretmişti” diyerek, onu fidye almaksızın azat etti. Kaynaklarımızın ek olarak verdiği bilgiye göre, azat edildiğinin bir göstergesi olarak alnının üstündeki saçları kesip, o haliyle serbest bıraktı. Amr tebliğle görevlendirilen 70 arkadaşının şehit edildiğini haber vermek için yaya olarak Medine’ye yöneldi. Ancak Medine yakınlarında bu kılıçtan geçirme olayının sorumlusu olan kabileye mensup iki kişiye rastladı ve onların Resulullah (a.s.)’ın himayesi altında olduklarından habersiz, sakin sakin kendi yollarına gitmekte olan bu iki kişiyi öldürdü (Belki de bunlar İslam’ı kabul etmişlerdi). Resulullah (a.s.), Amr’ın başından geçenleri öğrenince, yanlışlıkla öldürülen bu iki kişinin yakınlarına alışılagelmiş kan diyetini gönderdi[184]
738. Ebû Sufyân, Resulullah (a.s.)’ı öldürmek üzere Medine’ye bir bedeviyi göndermişti. Belki de böylece hem Bedir Savaşında öldürülen çok sayıda yakın akrabasının, hem de Müslümanlar tarafından Mekke ticaret kervanlarına karşı yürütülen ve arkası gelmeyen ekonomik baskının intikamını almak istiyordu. Resulullah (a.s.) bu suikasttan kurtuldu. Bu sırada, Müslüman misafirlerin haince kılıçtan geçirildiği er-Raci’ olayı meydana geldi. Bu davetlilerden birkaçı da tutsak edilerek Mekkelilere satılmış, onlar da bu iki Müslüman’ı çarmıha gererek öldürmüşlerdi. Bu durum karşısında Resulullah (a.s.), Ebû Sufyân’ı öldürmeleri için iki görevliyi, yani Amr ve yanındaki Medineli Müslümanı gönderdi. Amr’ı Mekke’de tanıdılar ve Ebû Sufyân, bu korkunç “şeytan”ın oraya geliş amacını anladı. Ve sadece kendi güvenliği için değil, aynı zamanda ellerinden kaçmış olan Amr’ı ele geçirmek üzere önlemlerini aldı. Amr ve arkadaşı dağlardaki bir mağaraya saklanmışlardı. Ertesi gün aramaya son verildiğinde, kendisi yeniden şehre gelerek, Hubeyb’in çarmıha gerilmiş durumdaki cesedini bulunduğu yerden indirdi. Daha sonra, o sırada karşılaştığı halktan üç kişiyi öldürüp, birini de esir aldı ve sağ salim Medine’ye dönerek, olup biteni Resulullah (a.s.)’a anlatmak üzere Medine’nin yolunu tuttu.[185]
739. Amr daha sonra Kuzey-Doğu Arabistan’da oturan Benu’d-Di’l kabilesi nezdinde bir kez daha elçi-tebliğci olarak gönderildi. Ancak hiçbir başarı gösteremeden Medine’ye döndü. Muhammed (a.s.)’e verdiği sözlü raporunda şunları anlattı:
“Onlara vardığımda dağınık bir durumda idiler. Kaldıkları yere döndükleri zaman aralarına girdim ve onları Allah ve Resulünün yoluna girmeye davet ettim. Ancak beni kesin bir dille reddettiler.”
Bunun üzerine Resulullah (a.s.)’ın yanında bulunanlar onlara karşı bir cezalandırma seferi düzenlenmesini istedilerse de, o bu teklife şöyle diyerek karşı çıktı:
“Hayır, onları kendi hallerine bırakınız! Eğer başkanları İslam’ı kabul edip namazlarını kılar, sonra onlara dönerek “siz de Müslüman olun” derse, kimse bunu reddetmeyecektir.”[186]
Ancak bu rivayetin yer aldığı kaynaktaki (Ya’kûbî) hadisler genellikle şüphelidir.
740. H. 6 yılına doğru Amr Habeşistan kralı Necâşî nezdine gönderilmiştir. Bu görevlendirmenin amacı, genç bir dul kadın olan, Ebû Sufyân’ın kızı Umm Habibe’yi Resulullah (a.s.)’la gıyaben nikâhlamaktı. Umm Habibe’nin kocası, Habeşistan’a hicret ettikten sonra burada İslam’dan çıkmış ve Hıristiyanlığa geçmişti. Taberî’nin verdiği bilgiye göre,[187] karısının da Hıristiyanlığa geçmesi için büyük çaba harcamış, ancak başarılı olamamıştı. Ve sonunda alkolik bir adam olarak ölmüştü.[188] Muhammed (a.s.), bu genç dul kadını İslam’a olan bağlılığından dolayı ödüllendirmek istemişti. Necâşî, Umm Habîbe’nin rızasını aldıktan sonra, parlak bir törenle bu gıyabî nikâhı kıymıştır.[189] Elçi Amr’ın görevi sadece Necâşî nezdinde bu nikâhın kıyılmasını rica etmek değil, aynı zamanda Müslüman mültecilerin Medine’ye gönderilmesini sağlamaktı. Necâşî bunlar için iki gemi temin etmiş ve Amr’ın görevi de böylece başarıyla sonuçlanmış oldu.
741. İslam tarihi ile ilgili kaynaklarda, Resulullah (a.s.)’ın iki ayrı Necâşî’ye gönderdiği ve İslam’a davet içerikli iki mektuptan söz edilir. Bunların her ikisinde de elçilik görevini Amr üstlenmiştir (bk. “Habeşistan’la İlişkiler” bölümü).
742. Hendek Savaşı’ndan sonraki dönemde[190] Resulullah (a.s.) Mekkeli müşriklere karşı kesin bir yumuşama politikası gütmüş ve bu amaçla, bölgede çıkan kıtlığı fırsat bilerek, diğer insani bir takım davranışların yanı sıra, günümüzde önemli bir meblağ oluşturan 500 altın dinarı, Mekkeli yoksullar arasında dağıtılmak üzere göndermişti. Bu dağıtım işinde, Ebû Sufyân ve Safvân ibn Umeyye gibi Mekke’nin ileri gelen başkanları devreye sokulmuş ve böylece onların da gönülleri alınmış oldu.[191] Bu yardım dağıtma işinde Amr da görevliydi. Resulullah (a.s.) aslında bu parayı Amr ibn el-Fagavâ el-Huzâî adlı sahabeye teslim etmiş ve kendisine bu yolculuğunda yanına bir arkadaşını almasını emretmiştir. Seçtiği yol arkadaşının Damra kabilesinden Amr ibn Umeyye olduğunu bildirmesi üzerine, Resulullah (a.s.) şöyle söylemiştir:
“Damralıların bulunduğu bölgeden geçerken, bu kabileyle seninki arasında mevcut gerginlikten dolayı, kendine dikkat et!”
Göründüğü kadarıyla Amr ibn Umeyye bir vesile ile Amr ibn el-Fagavâ’nın Damralıların bölgesinden geçeceğini onlara bildirmiş ve onlar da kalabalık silahlı bir grupla bu iki elçiyi “karşılamaya” gelmişlerdi. Resulullah (a.s.) tarafından önceden uyarılmış olan İbn el-Fagavâ, devesinin yürüyüşünü hızlandırıp, yol arkadaşını oldukça gerilerde bırakmış, Damralılar yetiştiğinde ise kendisi kabile arazisi dışında güvenli bir yere gelmişti. O zaman Amr ibn Umeyye biraz acele edip arkadaşına yetişti ve Damralıların kendisine konukseverliklerini sunmak üzere geldiklerini, kötü bir şey yapma niyetinde olmadıklarını vs. söyleyerek, onunla yeniden uzlaşmayı başardı. Yolculuğun bundan sonraki gidiş ve dönüş aşamaları tatsız bir olay çıkmadan tamamlandı.
743. Resulullah (a.s.) H.9 yılında Tebuk Seferi için Medine’den yola çıktığı zaman, aynı zamanda Dûmetu’l-Cendel hükümdarı Ukayzir’e karşı Hâlid ibn Velîd komutasında askeri bir birlik göndermişti. Halid bu hükümdarı tam avlandığı sırada bir baskın düzenleyerek ele geçirmiş ve haberi ulaştırması için Amr ibn Umeyye’yi Resulullah (a.s.)’a geri yollamıştı. Bu arada hükümdar ve yandaşlarından ele geçirdiği ganimetleri ve özellikle hükümdarın kardeşine ait ipekten kıymetli bir kaftanı da Resulullah (a.s.)’a gönderdi.[192]
744. İbn el-Kelbî’nin verdiği bilgiye göre,[193] Resulullah (a.s.), H. 10 yılına doğru sözde peygamber Museylime’ye yazdığı cevabi mektubu göndermek üzere Amr’ı bir kez daha elçilikle görevlendirmiştir. Yazarın ifadesi şöyledir:
“Resulullah (a.s.) Amr’ı beş kez siyasi elçi olarak görevlendirmiştir: Bir kez kendisini İslam’a davet etmek üzere Necâşî’ye, bir kez Habeşistan’da bulunan muhacir bir Müslüman kadınla kendisini gıyaben nikahlaması için yine Necâşî’ye, bir kez yine Habeşistan’a olmak üzere Ca’fer ibn Ebî Talib ve diğer mültecilerin dönüşlerini sağlamak için, bir kez sahte peygamber Museylime’ye yazdığı mektubu teslim etmesi için ve nihayet, Mekkeli Kureyşlilerin çarmıha gerdiği, Ensar’dan Hubeyb ibn Adî’nin naşını bulunduğu yerden aldıktan sonra Ebû Sufyân’ı öldürmek üzere toplam beş kez.”
Museylime ile yapılan yazışmadan daha önce bahsetmiştik. Muhammed (a.s.), cevabi yazısını Museylime’nin elçisi aracılığıyla değil de, kendisinin görevlendirdiği elçilerden biriyle göndermeyi tercih etmesindeki amaç, herhalde bir sahtekarlığın önüne geçmek ve durumu Benû Hanîfe kabilesine bizzat açıklamak olsa gerektir. Amr, bu son elçilik görevinde hiçbir başarı elde edememiştir. Çünkü Museylime iddiasında ısrar etmiş ve daha sonra Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ölüp gitmiştir.
745. Amr daha sonra kesin olarak Medine’ye yerleşmiş ve oldukça yaşlanmış olarak vefat ettiği Harratîn (marangozlar) mahallesinde oturmuştur.[194]
746. Amr’ın çok yönlü ve renkli kişiliği bir takım romancılara (menkıbe yazarlarına) da ilham kaynağı olmuştur. Nitekim, Dâstânu Emîr Hamza adlı eserde, diğer birçok şahsiyetin yanı sıra, kitaptaki en heyecan verici ve şeytani kurnazlıkları planlayan Amr adında bir kahraman da yer almaktadır.[195]
747. Arabistan’ın en kuvvetli kabilelerinden biri olan Huzâ’a, İslam’ın ilk ortaya çıkış dönemlerinde önemli bir rol oynamıştır. Kökü Yemen’e uzanan bu kabile, ünlü Mârib su bendi yıkılınca, aralarında Gassan, Ezd-Şanû’a ve diğerlerinin de bulunduğu birçok kabileyle birlikte topraklarını terk etmiş ve artık kesin olarak yerleşebilecekleri başka bir toprak parçası aramaya çıkmışlardı. İbn Habib’in verdiği bilgiye göre,[196] o sırada Roma İmparatoru Desiyus iktidarda idi (ö. 251). Mekke yakınlarına geldiklerinde, Gassanlılar kuzeyde Suriye’ye doğru yol almaya devam ettiler. Ezd-Şanû’alar ise doğuya yönelip sonunda Umân’a vardılar. Aksine, Huzâ’alılar daha fazla ilerlemek istemedi. Başkanları Mekke’ye bir haberci gönderip,[197] orada oturan Curhumlulardan, keşif görevlileri uygun bir yer buluncaya kadar bölgede geçici olarak kalabilmeleri için izin istedi. Huzâ’alılar çok kalabalık oldukları için, Curhumlulardan korkup çekinecek bir şeyleri yoktu. Ama onlar bu isteği reddettiler. Bu duruma öfkelenen Huzâ’alılar savaş çıkardılar ve sonunda Curhumlular perişan oldu. Huzâ’alılar böylece Mekke’yi ele geçirdiler ve etraftaki kılıç artığı Curhumluları, hatta savaşta tarafsız kalmış aileleri bile bölgeden kovup çıkardılar. Ancak İsmail (a.s.) soyundan gelen ve sayıları fazla kabarık olmayan bir kısım şehir ahalisine dokunmadılar.
748. Burada bulunan Ka’be sayesinde, Mekke önceden beri bir Hac yeriydi. Curhumlular, buraya gelen hacılar üzerine ondalık (öşür) vergisi koymuşlar ve bu nedenle bütün ülkenin nefretini üzerlerine çekmişlerdi. Huzâ’alılar, Ka’be’yi ziyaretle ilgili kural ve uygulamaları geliştirip bazı değişiklikler getirdiler. Tarihi kayıtlara göre, putperestliğin Mekke’ye girişi bunlar zamanında gerçekleşmiştir. Huzâ’alı kabile başkanı Rabi’a, Ka’benin çevresine çok sayıda put yerleştirdi. Muhtemelen ticaret amacıyla gittiği Filistin’deki Maob şehrinde oturan Amalikîlerden Hubel adı verilen büyükçe bir putu getirip, Ka’be’nin içine dikti.[198] Başkan Rebi’a, her halde Hubel’e nasıl tapılacağını kendilerine öğretmek için, gelen hacıları çok cömert bir biçimde karşılıyor ve Ka’be’nin dış duvarlarını pahalı kumaşlardan yapılmış perdelerle kaplıyordu.[199]
749. Muhammed (a.s.)’ın atalarından Kusay, Huzâ’alı başpapazın kızı Hubbâ bint Huleyl ile evlenmişti. Kayınpederi olan papazın ölümü üzerine Kusay, Ka’be’nin anahtarlarını eline geçirdi. Bunun üzerine Huzâ’alılarla, hem Kudâ’a ve hem de Esed kabilelerinden yardım alan Kusay arasında bir savaş başladı.[200] Sonunda Huzâ’alılar yenilgiyi kabul edip şehri terk ettiler ve Mekke’nin dışında oturmaya razı oldular. Tek eşli bir aile hayati süren Kusay’ın hanımı, Huzâ’alı olması nedeniyle, bu işi çabucak tatlıya bağlamış görünüyor. Zira Kusay’ın oğlu olan Abd Menâf da Huzâ’alı bir kızla evlenmiştir. Resulullah (a.s.)’ın hanımı Hatice’nin ve Muhammed (a.s.)’ın annesi Amine’nin ninelerinden biri de Huzâ’a kabilesindendi. Aynı şekilde Ömer’in ve Kusay soyundan gelen daha birçok kimsenin dede ve nineleri arasında çok sayıda Huzâ’alı bulunmaktaydı.[201] İbn Hişâm, Resulullah (a.s.)’la aynı dönemde yaşayan Huzâ’alı Budeyl ibn Verkâ’nın Mekke’de bir evi olduğundan bahseder.[202] İbn Habîb’in belirttiğine göre,[203] Kusay’ın soyundan gelen Kureyşliler, Hac işlerinin idaresiyle ilgili bir takım ayrıcalıklara sahiptiler ve bunları Huzâ’alılarla birlikte paylaşıyorlardı. Hatta bu özellikler nedeniyle kendilerine el-Hums (sertlik ve şiddet yanlısı) kabileleri adı verilmişti. Bu arada, Kusay’ın soyu ile Huzâ’alıların bazı kollarının, Ehâbişlerle yaptıkları ittifak anlaşması sayesinde Benû Bekrler’e karşı bir dayanışma içinde olduklarını da hatırlatalım.
750. Bu iki kabile arasındaki dostluk ve dayanışma yüzyıllarca devam etmiş ve dedesi Abdu’l-Muttalib zamanından başlayarak Muhammed (a.s.)’ın ailesi içinde daha da pekişmiştir. Abdu’l-Muttalib bazı su kuyularının kullanımı konusunda amcası Nevfel’le ihtilafa düştüğünde, Nevfel’in Abdu Şems kolu ile yaptığı ittifak karşısında bir denge unsuru olmak üzere, o da Huzâ’alılarla anlaşmıştır. Bu ittifak anlaşmasının metni şöyledir:
“Ey Allahım! Senin adınla başlarım! Bu, Abdu’l-Muttalib ibn Hâşim’in Huzâ’a kabilesiyle, bu kabilenin başkanları ve içlerinde güzel önerilerde bulunan kişilerin bulunduğu bir heyet, O’nun huzurunda iken yapılmış bir ittifak anlaşmasıdır. Müzakerelere katılmayanlar, hazır bulunanların aldığı kararları kabul ve tasdik etmek durumundadırlar. Allah’ın güvence ve koruması sizin ve bizim üzerimizedir. Şurası da unutulmamalıdır ki el ve iş (eylem ve hareket) bir bütün oluşturur ve zafer de toplumun tamamına aittir. Bu birlik, Sebir Dağı’nın (güneş ışıkları altında) ışıldadığı, Hira Dağı bulunduğu yerde kaldığı ve deniz bir sûfeyi (istiridye kabuğu ya da bir yün parçasını) ıslatmaya (yetecek suyu kalıncaya) kadar sürecektir. Sonsuza dek sizin ve bizim aramıza bu anlaşmanın yenilenmesinden başka hiçbir şey girmeyecektir.”
Aynı anlaşmanın son bölümüyle ilgili bir başka rivayet ise şöyledir:
“Burada parçalara ayırıp bölen değil, toplayıp bir araya getiren bir anlaşma söz konusudur: yaşlılar yaşlılarla, gençler gençlerle, burada bulunanlar bulunmayanlarla beraberdir. Onlar böylece ittifak etmişler ve kendi aralarında sıkı ve güvenilir bir biçimde, hiçbir ayrılık ve kopmaya meydan vermeksizin birbirleriyle anlaşmışlardır. Bu durum, güneş Sebîr Dağı üzerinden doğduğu, bir deve çölde acıdan inlediği, Ahşaban dağının iki tepesi ayakta kaldığı ve insanlar Hac (Umre) için Mekke’ye geldikleri sürece devam edecektir. Bu anlaşmada kabul edilen hükümler zaman akıp durduğu sürece geçerli olacaktır. Öyle ki her güneş batışıyla bu anlaşma daha da pekişecek ve her gecenin karanlığı bu anlaşmanın süresini uzatacaktır! İmdi, Abdu’l-Muttalib, onun oğulları ve onlarla birlikte olan herkes, Huzâ’a kabilesinin insanlarıyla karşılıklı yardımlaşma içinde olacaklar ve birbirleriyle kaynaşıp yardımlaşacaklardır. Abdu’l-Muttalib’in kendisine ve arkadaşlarına düşen görev ise, her türlü saldırgan harekete karşı onlara yardım etmektir. Huzâ’alılara düşen görev ise, ister doğuda ister batıda, ister ovada ister dağda-bayırda, her nerede otururlarsa otursunlar bütün Araplara karşı Abdu’l-Muttalib’e, onun çocuklarına ve onlarla dostluk içinde olan herkese yardım etmektir. İşbu anlaşmanın yürütülmesinde taraflar Allah’ı kefil –hem de ne güzel bir kefil!- olarak kabul ederler.”[204]
751. Muhammed (a.s.) Mekke’de İslam dinini tebliğ etmeye başladığı zaman, bizzat kendi hemşehrilerinin ve özellikle bazı Huzâ’alıların çeşitli muhalefet ve itirazıyla karşılaşmıştır. Bu Huzâ’alılar arasında örneğin İbn et-Tulâtile (ki adı bazı kayıtlarda Amr[205] ya da el-Hâris[206] değil, Mâlik[207] olarak geçmektedir), “Kureyşliler arasındaki şeytanlardan biri” olan Ebû Burde el-Eslemî[208] ve Adî ibn el-Hamrâ[209] adlı isimler sayılabilir. Bunlar aslında Muhammed (a.s.)’ın ailesi ile ittifak halinde bulunmayan bir takım soplara ait kişilerdi. Hatırlatalım ki, Muhammed (a.s.) Taif’den döndüğünde, kendisi için bir eman ve himaye hakkı tanıyacak kimse bulması için bir Huzâ’alıyı Mekke’ye göndermişti.[210] Hicret yolculuğu sırasında da, yolda rastladığı Huza’alı bir kadın olan Umm Ma’bed’e süt temin etmesi için başvurmuştu. Ancak o sırada bu hanımın elinin altında süt yoktu. Hadislerde anlatıldığı üzere, Resulullah (a.s.)’ın gösterdiği bir mucize sonucu bu hanım, hasta ve açlıktan bitkin haldeki koyunundan bol bol süt sağmıştır. Yolcular gittikten sonra otlaktan dönen kocası durumu öğrendiğinde, karısı ile birlikte Müslüman olmuştur.[211] Burada söz konusu edilen ve Muhammed (a.s.)’ın Uhud savaşından hemen sonra Kureyşlileri Hamrâ el-Esed’e kadar kovaladığı sırada, yoluna çıkan Kureyşlilere rastladığı takdirde onlara Muhammed (a.s.)’ın kendilerini büyük bir ordu ile beklemekte olduğunu haber vermesini istediği zat, henüz bir putperest olan Ebû Ma’bed’in oğlu Ma’bed el-Huzâ’î, muhtemelen bu karı-kocanın oğludur.[212] Bundan sonrasını ise biliyoruz.
752. Huzâ’alılar, bir savaş çıkması durumunda on bin kadar asker çıkarabiliyorlardı.[213] Mekke’nin güney bölgelerinden kuzeydeki Râbiğ’e varıncaya dek onlara rastlamak mümkündü. Huzâ’alıların iki kolu olan ve Muhammed (a.s.)’ın hayatında önemli bir rol oynayan Eslem ve Musta’lik kabileleri bu liman şehrinin yakınlarında otururlardı.
753. Yapılan ilk ittifak anlaşmalarının hemen hepsinde Eslemlilerin adı geçmektedir.Mekkeli Kurz ibn Câbir’in Medine’ye yaptığı baskınlar ve Resulullah (a.s.)’ın onu Safavân’a kadar kovalayıp izlediği hatırımızdadır. İşte tam bu bölgede, İbn Habîb’e göre,[214] Resulullah (a.s.) Gıfâr kabilesinin yanı sıra Eslem’lilerle de bir ittifak anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmalar Bedir Savaşı’ndan bir ay önce (H. 2 yılı Ramazanı) yapılmıştır. Aynı yazarın belirttiğine göre,[215] Ku’aybe bint Sa’d adında Eslemli bir kadın, hasta ve yaralıların tedavisiyle meşgul olmak için Medine’deki Mescid-i Nebevî’ye yerleşmişti. Elimizde bazı Eslemlilerin erken dönemde İslam’ı kabul ettiğini gösteren başka kanıtlar da bulunmaktadır. Ayrıca Resulullah (a.s.)’ın el-Huseyn ibn Evs el-Eslemî’ye hitaben yazdığı ve kendisine el-Furgayn ve Zâtu Ayşâş yörelerini tımar olarak bağışladığını bildiren bir belge de vardır[216] Eslemlilerle ilgili bir başka imtiyaz belgesi ise derinlemesine bir incelemeyi gerektirmektedir:
“Huzâ’a kabilesinden Eslemliler arasında, Allah’a inanan, namazlarını kılıp zekâtlarını veren ve Allah yolunda samimiyetle iş yapanlar içindir. Aralarından haksız yere saldırıya uğrayanların yardımına koşulacaktır. Bunun karşılığında, Resulullah (a.s.) kendilerini yardıma çağırdığında derhal yardıma koşmakla yükümlü olacaklardır. Yerlilerine tanınan haklar bunların göçebeleri için de aynen geçerlidir ve nerede bulunursa bulunsunlar (İslam topraklarına) hicret edenler Müslümanlarla aynı hükümlere tabi olacaklardır. Bu belge el-’Alâ ibn el-Hadramî tarafından yazılmış ve kendisi buna şahit olmuştur.”[217]
754. Bu belgenin tarihini belirleme konusunda kâtibin adı olan el-’Alâ ibn el-Hadramî bize bir ipucu vermemektedir. Zira bu zat, Benû Umeyye’nin mevlası olarak Mekke’ye yerleşmiş ve erken dönemde, Hicretten önce İslam’ı kabul etmiştir. Belgede geçen zekât kelimesi bize H. 9 yılını düşündürmektedir ki, bu tarihten sonra zekât vergisini ülke genelinde toplamak üzere özel görevliler tayin edilmişti. Ancak aynı belgede Hicret muafiyetinden de söz edilmektedir. Oysa bilindiği gibi Resulullah (a.s.) Mekke dışından gelip yeni Müslüman olanların kendi memleketlerini terk edip İslam diyarına yerleşmelerini zorunlu tutmuştu ve H. 8 yılında Mekke’nin fethiyle bu uygulamaya son verilmişti. (Bununla beraber, daha önce de gördüğümüz gibi, H. 5 yılında Muzeynelilere böyle bir muafiyet tanınmıştı). Burada şuna işaret etmek gerekir ki, Vâkıdî’nin anlatımında[218] Eslemli elçi heyetinin başkanı olarak Bureyde ibn el-Huseyb’in adı geçmekte, görüşmelerin yapıldığı yer olarak da, Mekke’ye üç günlük uzaklıkta, Mekke-Medine yolunun Cidde sapağı ile Usfân arasında bulunan Gadîru’l-Eştât gösterilmektedir.[219] Ancak namaz ve zekatla ilgili bir kayda rastlanmamakta, aynı katibin adı zikredilmekte ve benzer cümle ve ifadeler yer almaktadır:
“Bu belge, onlar arasından Allah rızası için hicret edip, Allah’dan başka tanrı olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman eden kimseler içindir. Allah’ın ve Resulünün güvence ve koruması Allah’a bu şekilde inanan kimse üzerinde olacaktır. Gerçekte, bize haksız yere saldıran kimselere karşı sizin ve bizim hedefimiz aynıdır; el ve iş birliğinde ortak olunca zaferde de ortak olunacaktır. Onların göçebeleri yerlileriyle aynı haklara sahip olacaklar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine muhâcir işlemi yapılacaktır.”
755. Burada, ilk belgede ele alınandan farklı bir kabile söz konusu edilmeksizin, düşünebiliriz ki, ilk belge, farklı dönemlere ait iki değişik belgenin bir karışımı niteliğindedir: Namaz ve zekâttan bahseden bölüm daha sonraki bir döneme, karşılıklı yardımlaşmadan söz eden bölüm ise çok daha önceki dönemlere, belki H. 5’den önceye kadar gitmektedir.
756. Vâkıdî’ye göre, Eslem heyetinin başkanı dikkatimizi çekmektedir. Hatırlayacağımız gibi bu zat hicret yolu üzerinde iken Resulullah (a.s.)’la karşılaşmış, bunun üzerine kendisi ve bütün ailesi İslam’ı kabul ederek, Resulullah (a.s.)’a büyük bir itibar ve saygı göstermişlerdi. Aynı yolculuk sırasında, Evs ibn Hucr adlı bir başka Eslemli de, devesi uzun yol yürümekten dolayı yorgun düşen Resulullah (a.s.)’a, Mes’ûd ibn Huneyde adlı elçinin güttüğü bir deveyi ödünç vermişti.[220]
757. Gıfar ve Eslem kabileleri ile aynı anda yapılan ve yukarıda zikrettiğimiz ittifak anlaşması, bu iki kabilenin komşu olduklarını düşündürmektedir. Resulullah (a.s.)’ın sahabesi Bureyd el-Eslemî’yi hem Eslemlilere hem de Gıfarlılara vergi toplama memuru olarak tayin etmiş olması bu varsayımımızı doğrulamaktadır.[221] Ayrıca, Resulullah (a.s.)’ın şu iki hadisini de hatırlıyoruz:
1º “Kendilerinden en çok razı olduğum insanlar, Mekkeli Muhacirler, Medineli Ensâr, Gıfarlılar ve Eslemlilerdir.”
2º (Bir kelime oyunu yaparak) Eslem sâlemehullah, Gıfâr gaferahullah (Allah Eslemlilere selamet versin, Gıfârlılara gufrân nasip etsin).”[222]
758. Eslemlilerle olan ilişkilerin aksine, Huzâ’alılar’ın bir başka kolu olan Benu’l-Musta’lik’le İslam’ın ilişkileri, belirteceğimiz şu nedenden dolayı, genellikle zorluklar içinde geçmiştir: el-Fur’ mevkiine[223] bir günlük uzaklıktaki el-Mureysî kuyusu çevresinde oturan Benu’l-Musta’likler, Kureyşlilerin sadık müttefiki olan Ehâbişlerin bir bölümünü oluşturuyorlardı. H. 5’deki Hendek Savaşı’nda gayrı müslimlerin yapmış olduğu büyük saldırı ittifakı zamanında, kabile başkanının Medine’ye hücum etmek üzere “kendi halkını ve diğer Arapları” bir araya getirmekte olduğu haberi Medine’ye ulaşmıştı. Resulullah (a.s.), Musta’liklerin başkanı el-Hâris ibn Ebî Dırar’ın akrabası olan Eslemli Bureyde ibn el-Huseyb’i onların arasına gönderip savaş hazırlıkları hakkında kesin bilgi toplamayı başardı. El-Hâris’in Medine’ye gönderdiği keşif eri öldürüldü ve Resulullah (a.s.) Musta’likleri pusuya düşürdü: On erkek öldürülüp, yüz kadar kadın esir alındı, gerisi ise kaçmayı başardı. Resulullah (a.s.), kadın tutsaklar arasında bulunan, Musta’liklerin başkanının kızı Cuveyriye’yi serbest bıraktı ve kısa zamanda uzlaşma sağlandı: Musta’likler İslam’ı kabul ettiler. Savaş esirlerinin serbest bırakılması konusunda, kaynaklarımız biraz farklı bilgiler vermektedir: İbn Hişâm’da iki anlatım vardır: 1º Resulullah (a.s.) Cuveyriye’yi nikâhladıktan hemen sonra, savaşa katılan bütün Müslümanlar, ganimet olarak aldıkları esirleri azat ettiler; 2º Savaş esirleri Medine’ye getirildi; el-Hâris de kızının fidyesini verip onu geri almak için geldi ve Müslüman oldu. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) kızını kendisine nikahlamasını istedi, o da rıza gösterdi. İbn Sa’d’e göre ise,[224] Resulullah (a.s.), bu savaş esirlerinin ya tamamını ya da kırk kadarını Cuveyriye’nin mehri olarak serbest bırakmıştır. Son ihtimale göre, geri kalanlardan bir bölümü karşılıksız, bir bölümü ise fidye mukabilinde (bir kadın ya da çocuk başına altı deve) serbest bırakılmıştır. Akrabalığı nedeniyle, Bureyde el-Eslemî’nin tutsaklarla ilgilenmek üzere görevlendirilmesine şaşırmıyoruz.[225]
759. Bu olayın Şa’ban ayında geçtiği yolunda herkesin görüş birliği içinde olduğunu hatırlatalım. Yıl konusunda ise Musa ibn Ukbe H. 4 (bk. Buhârî), Vâkıdî 5; İbn İshâk ise 6 yılından bahsetmektedir 10.000 kadar savaşçının bir varlık gösteremediği H. 5 yılındaki Hendek Savaşı’ndan sonra, Musta’lıklardan birkaç yüz kişilik bir kuvvet H. 6 yılında Medine’ye tek başlarına yeni bir saldırıyı asla göze alamazdı. Bu durumda biz, İbn Sa’d ve Belazurî’nin kabul ettiği H. 5 yılını tercih ediyoruz. Bu tespitimiz, Hendek Savaşı’nı tertipleyen düşmanın büyük ittifakıyla da uyuşmaktadır.[226]
760. Yine bu arada hatırlatalım ki, Hendek Savaşı için Mekkelilerin yola çıktığı haberini Resulullah (a.s.)’a getiren Huzâ’alılar, normal zamanda oniki günde alınan bir yolu sadece 4 günde almışlardı.[227]
761. Etrafına Ehâbişlerden bazı kimseleri toplayan Huzeyl kabilesi başkanı Sufyân ibn Nubeyh’i öldürmek üzere, Abdullah ibn Uneys el-Kudâ’î’nin yaptığı faaliyetleri de aynı döneme oturtmak gerekir.[228] Sufyân, Nahle ya da Urana’da oturmaktaydı ki, her ikisi de Mekke’nin doğusundadır (Bu da, yapılacak işin ne denli tehlikeli olduğunu göstermeye yeter). Görevli memur kendisini bir Huzâ’alı gibi tanıttı ve görevini başarıyla tamamladı.[229] Çünkü Kudâ’a ve Huzâ’a kelimeleri arasında pek az bir telaffuz farkı vardır ve bu Arap lehçelerinde bile genellikle birbirine karıştırılır. Böylece, Medine’ye düzenlenecek saldırı ittifakına dahil kabilelerden biri daha zararsız hale getirilmiş oldu.
762. Huzâ’a kabilesi ile ilgili en önemli husus, bunların H. 6 yılında Hudeybiye barış anlaşmasında oynadıkları roldür. Onlar bu sırada Müslümanların safında olmak üzere anlaşmada taraf olmuşlardı. Ancak burada sadece bazı kabileler söz konusu idi: Gerçekten de, Huzâ’alı iki başkan, Amr ibn Sâlim ve Busr Resulullah (a.s.)’a hediye olarak bir miktar deve ve koyun gönderirken (ki Resulullah bu hayvanları İslam ordugâhına getiren çobana bir kaftan hediye etmiş ve ordu da kendisine büyük bir ziyafet çekmişti);[230] öte yandan, Budeyl el-Huzâ’î, Kureyşlilerin elçisi olarak Resulullah (a.s.)’ın huzuruna gelerek Müslümanları tehdit etmiş ve Ebû Bekir’le şiddetli bir tartışma yapmıştır.[231] Yine iki yıl sonra Mekke’nin fethi sırasında aynı Budeyl, İslam Ordusunun harekâtıyla ilgili haber toplamak üzere Ebû Sufyân’la birlikte bulunuyordu.[232]
763. Huzâ’alı bu büyük başkanın kişisel özellikleri üzerinde biraz durmak istiyoruz: Hudeybiye barış görüşmelerine kendisi Mekkelilerin temsilcisi sıfatıyla katılmıştı; ancak anlaşmanın imzalanması sırasında, o ve kabilesine mensup üyeler Müslümanların yanında yer aldılar. Aradan bir yıl geçmeden Mekkeliler Huzâ’a kabilesi topraklarına girmek suretiyle anlaşmayı ihlal edince, Budeyl Medine’ye gelmiş ve Resulullah (a.s.)’dan, onları cezalandırmak üzere bir sefer düzenlenmesini istemiştir. Dönüş yolu üzerinde Ebû Sufyân’a rastlamış, sorması üzerine, ona Medine’den gelmediğini söylemiştir. Bir süre sonra Ebû Sufyân, İslam ordusunun gizlice Mekke yakınlarına kadar geldiğini fark edince, yanında bulunan Budeyl, onu büsbütün şaşırtmak için, kendisine Müslümanlarla değil de, daha çok Huzâ’alılarla ilgilenmesi gerektiğini telkin etmiştir. Bütün bunlardan, kendisinin hem Resulullah (a.s.)’ın hem de Ebû Sufyân’ın güveninden kendi lehine yararlanma yeteneğine sahip biri olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
764. Resulullah (a.s.)’ın, katıldığı bu son askerî sefer sırasında[233] ne Huzâ’alı bir keşif erinin görevlendirilmesine, ne de yanlarında kurbanlık hayvanlar olduğu halde, başkanları Nâciye komutasında bu sefere kuvvetli bir Eslem birliğinin katılmasına[234] izin vermemesine şaşırmamalıyız. Zira Resulullah (a.s.) Mekke’ye Hac niyetiyle gitme niyetinde olduğunu açıklamıştı. Yolculuğun bazı bölümlerinde Resulullah Muhammed (a.s.)’ın, fazla işlek olmayan sapa yollardan geçerken Eslemli rehberlerden yararlanması gayet doğaldı.[235] Ancak başvuru kaynağımız olan Makrîzî’de bize tuhaf gelen bir husus da, Resulullah (a.s.)’ın Hudeybiye karargâhından Mekke’ye, Ka’be’nin tam karşısındaki Merve tepesinde bu Hac ibadetinin gereği olarak kurban edilmek üzere yirmi kadar deve göndermiş olmasıdır. Hayvanların getirilip boğazlanmasından sorumlu olan Eslemli sahabe, kurban edilen hayvanların etlerini Mekke’li yoksullara dağıtmıştır.[236] Bu haber başka kaynaklarda geçmez; zira diğer bütün kaynaklarda Mekkelilerin Müslümanlara sadece şehre girmelerini değil, aynı zamanda Hudeybiye ötesine kurbanlık hayvan göndermelerini de yasakladıkları yazılıdır. Bu konuda, anlaşma maddesi kesindir:
“Onlar kurbanlarını, şu anda bulundukları yerde (yani Hudeybiye’de) keseceklerdir.”
Belki de sadece Eslemlilere ait kurbanlıkların şehre sokulmalarına (yine Budeyl el-Huzâ’î’nin aracılığıyla) izin verilmiş, Resulullah (a.s.) da buna itiraz etmemiştir.
765. Daha önce de gördüğümüz gibi, Resulullah (a.s.), bu anlaşma ile Mekkelilere tanıdığı “suçluların tek taraflı olarak geri verilmesi” hükmünden kadınları muaf tutmuştur. Tarihçilerin çoğunluğuna göre, Kulsüm bint Ukbe o sırada Resulullah (a.s.)’ın Hudeybiye’deki karargâhına sığınmıştı. Makrîzî de aynı haberi yinelemekte,[237] ancak başka bir anlatımda,[238] durum ortaya çıkınca, Huzâ’alı bir rehberin kendisini devesi üzerinde Medine’ye götürdüğünü söylemektedir.
766. Elimizde Resulullah (a.s.)’ın Huzâ’alılara gönderdiği, ancak hangi koşullarda yazıldığı bilinmeyen bir mektubu vardır. Mektupta şu satırları okuyoruz:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Budeyl ibn Verkâ’ ve Busr’a, ayrıca Benû Amrların (yani Huzâ’alıların) Başkanlarına:
İmdi size Allah’ın övgülerini bildiririm: O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hemen ekleyeyim ki ne ben sizin olan bir şeye zarar verdim, ne de sizin tarafınızdan (bana) bir gasp ve tecavüzde bulunuldu. Sizler, Tihâme ahalisi içinde en çok takdir edip beğendiğim ve akrabalık yönünden kendime en yakın bulduğum insanlarsınız. Bu sözlerim size ve sizi izleyen Mutayyibûn (Koku sürünenler) arasında bulunanlaradır.
Ayrıca, ben kendi adıma sahip olduğum şeyleri, kesinlikle sizin aranızdan çıkan Muhacirler için elde ettim. Yani bulunduğu yerden küçük hac (umre) ya da büyük Hac dışında bir amaçla Mekke’ye hicret eden bir kimse, kesinlikle orada yerleşip kalamaz. İmdi, sizinle barış anlaşması yaptığımdan beri size asla endişe vermedim; sizin de benden yana korkacak bir şeyiniz olmadı ve kendi aranızda da bir karışıklığa düşmediniz.
Yine ilave edeyim ki, Alkame ibn Ulâse ile birlikte Havza’nın iki oğlu olan ‘Addâ ve Amr, ayrıca Amir ibn İkrime kabilesinden Hâlid ibn Havza’nın iki oğlu İslam’a girip hicret ettiler ve kendilerini izleyenler adına bana biatte (bağlılık yemininde) bulundular. Şimdi bizler helal kılınan şeylerde olduğu gibi haram kılınan şeylerde de aynı durumdayız (Bize helal ve haram kılınanlar aynen size de helal ve haram kılınmıştır). Ben size asla yalan söylemedim.
Rabbiniz size muhabbet ve şefkatiyle muamelede bulunsun! (bir diğer okunuşa göre) Rabbiniz sizin ömrünüzü uzun etsin![239]
767. Yukarıda, Budeyl’in ne Hudeybiye anlaşması sırasında ve ne de Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olmadığını görmüştük. Belgenin başında “Selamu aleyke ifadesinin bulunmayışı, onun bu mektubu aldığı sırada İslam’ı kabul ettiğini göstermez. Putperest olmalarına rağmen, Huzâ’alılar, Hudeybiye anlaşması sırasında Müslümanların safında yer almışlardı. Anlaşıldığına göre Mekkeliler Budeyl’e güvenmekle birlikte bu durumdan rahatsız olmuşlardı. Huzâ’alılar ise her iki tarafça, yani Müslümanların yanında yer aldıkları için Mekkelilerce, putperestliklerinde ısrar ettikleri için de Resulullah (a.s.) tarafından terk edildikleri duygusuna kapılmışlardı. Muhtemelen içinde bulundukları bu sıkıntılı durumu Resulullah (a.s.)’a bildirmişler, o da bu mektupla kendilerine cevap vererek, onlara duyduğu samimi dostluk konusunda güvence vererek, onları kendisine bağlayan bir takım dünyevî ilişkilere işaret etmişti. Mutayyibûn kelimesini de bu bağlamda kullanmıştır. Bilindiği gibi, Kusay’ın ölümü üzerine oğulları arasında ihtilaf baş göstermiş ve Mekke halkı iki hasım zümreye bölünmüştü: Müttefikûn (Hısımlar ya da Müttefikler) ve Mutayyibûn (Koku sürünenler). İkinci zümreye, ittifak için yemin ettikleri sırada ellerini bir kokuya bandırdıkları için bu ad verilmişti. “Koku sürünenler”, Muhammed (a.s.)’ın mensup olduğu Haşim Oğullarına bağlı kabileleri (Benû Zuhre, Benû’l-Hâris ibn Fihr, Teym ve Esed) kapsıyordu.[240] “Küçük Hac” ve “Büyük Hac” kavramlarına gelince: Ka’be’nin yılda bir kez Hac mevsimi geldiğinde, yani Zilhicce ayında ziyaret edilmesine büyük Hac; bu dönem dışında, özellikle Receb ayında ziyaret edilmesine de küçük Hac (Umre) adı veriliyordu. Mektupta Kilâb kabilesinden Alkame ve Havza’nın oğulları Amirlilerin İslam’a girdiklerinin[241] belirtilmesindeki amaç ise, muhtemelen Huzâ’alıları da Müslüman olmaya teşvik ve ikna etmekti.
768. H. 7 yılında gecikmeli olarak yapılan Hac sırasında, Eslemli Nâciye yeniden Resulullah (a.s.)’a refakat etmiş ve Mekke’de kurban edilecek hayvanlarla ilgilenmek üzere görevlendirilmişti.[242] Bu olay sırasında bu kabile ile ilgili belirtilmesi gereken özel bir durum yoktur. Ancak bir süre sonra, anlaşıldığına göre birkaç ay sonra, H. 8 yılı ortalarında bu kabile, aşağıda belirtilen çok ciddi bir olaya karışmıştır:
769. Huzâ’a ve Bekr kabilelerinin kuşaklar boyunca savaş halinde olduğunu biliyoruz. Hudeybiye anlaşması bunların düşmanlıklarına da bir son vermişti. Ancak, üzerinde çalıştığımız bu dönemde, Bekrlilerden birinin çıkıp da Huzâ’alıların huzurunda Resulullah (a.s.) aleyhinde ağır hakaretlerde bulunması üzerine, Huzâ’alı biri derhal Bekr’linin üstüne atlamış ve onu yaralamıştı.[243] Bunun üzerine Bekriler misillemede bulunarak, Mekke’nin güneyindeki Vetîr ovasında, Huzâ’alılara gece baskını düzenlediler. Tarihçilerin ifadesine göre[244] bazı Mekkeliler onlara silah ve erzak yardımında bulunmuşlar, hatta gizlice bu yağma olayına bizzat katılmışlardı. Bu suçu işleyenler daha sonra Mekke’ye sığınmışlar ve oradan himaye (eman) elde etmişlerdi. Bunun üzerine Huzâ’alılar da Medine’ye bir heyet göndererek, Resulullah (a.s.)’dan yardım talep etmişlerdi. Heyet sözcüsü Amr ibn Sâlim doğaçtan (irticalen) şu şiiri okumuştur:
“Ey Allahım! Ant verdim Muhammed’e (ki hatırlasın)
Babamızla babası arasında yapılan ittifak anlaşmasını…
Gerçekten Kureyşliler anlaşmayı bozdular;
Ve senin görkemli anlaşmanı da!
Onlar bana Kadâ’da bir pusu kurdular,
Ve yardıma çağıracak kimsem olmadığını sandılar.
Bununla birlikte onlar horlanmış ve sayıca daha azdılar.
Ve bizi öldürdüler, diz üstü ya da secdede iken.”[245]
770. Bu sonuncu mısra, bu baskında daha önce Müslüman olmuş Huzâ’alı ailelerin de bulunduğu yolundaki izlenimimizi güçlendirmektedir. Daha sonra Mekke’nin fethi sırasında Müslümanların harekâtı ile ilgili bilgi toplamak amacıyla Ebû Sufyân’la birlikte[246] keşfe çıkmış olan ve bu kez Budeyl’in başkanlığında bir başka elçi heyeti Medine’ye geldi.[247] Olayın bundan sonrasını biliyoruz. Yalnız, şunu hatırlatalım ki, şehrin fethi sırasında Resulullah (a.s.) genel af ilan etmiş, ancak Bekrîleri (Benû Nufâse[248]) bundan muaf tutmuştu. Bunun üzerine Huzâ’alılar onlardan intikam almaya kalktılar. Ancak, bu “af kapsamı dışında tutma” işini yeniden gözden geçiren Resulullah (a.s.), aşırıya kaçtıkları için Huzâ’alıları azarlayıp uyarmak durumunda kalmıştır.[249] Eslemlilerin de doğal olarak bu fetih harekâtına katıldıklarını belirtmeye gerek görmüyoruz. Bunların sayıları o kadar çok idi ki, biri Nâciye’nin, diğeri ise Bureyde’nin elinde olmak üzere her biri özel bir sancağa sahip iki tabur çıkarmışlardı.[250]
771. Mekke’nin İslam Devleti’ne bağlanmasının ardından, Muhammed (a.s.), şehrin çevresinde bulunan ve kutsal bölge sınırlarını gösteren işaretleri elden geçirip onarmak üzere Temîm ibn Esed el-Huzâ’î’yi buraya gönderdi.[251] Fetih sırasında bir Eslemli Resulullah (a.s.)’ın huzuruna gelerek kendisine birkaç koyun hediye etmiş, Resulullah da bunları kabul etmişti, daha sonra bütün bir koyun sürüsünü Eslemliye ihsan ederek onu ödüllendirdi.[252] Eslemli Bureyde birçok kez Resulullah (a.s.) tarafından özel işlerde görevlendirilmiştir. H. 9 yılında Muhammed (a.s.), Tebûk seferi için kabilesi el-Fur’dan çıkabilecek gönüllüleri toplamak üzere onu göndermiştir.[253] Yine H. 10 yılında, Resulullah (a.s.)’ın damadı Ali (RA) Yemen seferine çıktığında, dürüstlüğünden dolayı ganimetleri muhafaza etmesi için Bureyde’yi görevlendirmiştir.[254] H. 11 yılında da Usâme, Bizans topraklarına karşı bir sefere komuta ederken, bu birliğin sancaktarlığını Bureyde üstlenmiştir.[255]
772. Anlaşıldığına göre Huzâ’alılar oldukça cömert insanlardı. Onlar, çevrelerindeki bütün kabilelerin, kurak geçen aylarda gelip kendi arazilerinde oturmalarına izin verirlerdi. Müslüman olmadan önce Huzâ’alıların memleketinde yaşayan ve vergi ödemeyi reddeden Temimlilerden daha önce bahsetmiştik. Daha sonraları Resulullah (a.s.) yerli halk arasından yeni bir vergi memuru olarak Eslemli Bureyde’yi seçmiş ve onu hem Eslem hem de Gıfâr kabilelerinin vergilerini toplamakla görevlendirmiştir.[256] Diğer vergi memurlarıyla birlikte ona da, Resulullah (a.s.) tarafından vergi tarifelerinin açıklandığı bir mektup gönderilmiştir.[257]
773. Eslemlilerle komşu olan Suleymliler, Medine’nin güneydoğusunda, Orta Arabistan’da otururlardı. Bunların toprakları otlakların, vahaların, altın, gümüş ve demir madenlerinin bulunduğu Hicaz ve Necd bölgeleri üzerinde uzanıp gidiyordu. Savârikiye, Rabaze ve Sufeyne buradaki en parlak ve gelişmiş şehirlerdi. Savaşçı özelliklerle donatılmış olan süvarileri etrafa dehşet saçardı. Arap edebiyatının en büyük kadın şairi olan el-Hansâ[258] bunlar arasından çıkmış olup, onun oğlu el-’Abbâs ibn Mirdâs da Arap şiirinde oldukça ün yapmış bir şairdir. Bunların Mekke ile olan ilişkileri çok erken dönemlerde başlamıştı:
774. Mekke ile Ta’if arasındaki Nahle’de, içinde el-’Uzzâ adlı bir put olan tapınak bulunmaktaydı Mekkeliler kadar, Gatafân, Ganî ve Bâhile kabileleri de bu puta çok saygı ve itibar gösterirlerdi. Buranın hizmetkârları kimi zaman Gatafânlılar,[259] kimi zaman ise Suleymliler[260] arasından çıkardı.
775. Resulullah (a.s.)’ın şöyle bir hadis söylediği rivayet edilir:[261]
“Ben ‘Atikelerin oğluyum (başka bir metne göre[262]): Suleym kabilesinden ‘Atike ve Fâtıma’lardanım.”
Gerçekten, Resulullah (a.s.)’ın annesinin babası Vehb ve yine Resulullah (a.s.)’ın iki atası Hâşim ve ‘Abd Menâf, ‘Atike adını taşıyan Suleymli annelerden dünyaya gelmişlerdi.[263]
776. Öte yandan, Resulullah (a.s.)’ın amcası Ebû Tâlib, Suleymli kabilelerden biriyle ittifak anlaşması yapmıştı.[264]
777. Ancak ne, her zaman yürürlükte kalmış olan bu ittifak anlaşması, ne de yüzyıllar öncesine dayanan akrabalık bağları, Resulullah (a.s.)’ın bir işine yaramamış ve Suleymliler onun için birçok sıkıntıya yol açmıştı. Peki bunun sebebi neydi?
778. Hiç kuşkusuz, Suleymlilerin elinde büyük bir itibara sahip ve o sırada Ka’be’nin rakibi durumundaki el-’Uzzâ adlı put bulunmaktaydı. Fakat bu puttan Arabistan’ın hemen her yerinde vardı. Mekkelilerle Kayslıları birçok defa kana boğan Ficâr savaşları bu nedenlerin kendisi ya da birçoklarından biri olabilir. Ama niçin sadece Suleymliler ve Gatafânlılar? Bu iki kabilenin İslam karşıtlığını neredeyse kendi tekellerine alarak sert ve amansız toplumlar haline gelmesi için, ortada maddi ya da psikolojik nitelikli, zincirleme etki ve tepki doğuran bir neden bulunması gerekir. Bunu hala bilmiyoruz.. Bununla birlikte şu önemli olguyu da göz ardı etmeyelim: el-Hâzimî’ye göre,[265] Suleymlilerin başına Mâlik ibn Hâlid ibn Sahr ibn Şerîd adında bir başkan geçince, bu kabileyi ihtiraslı ve zaferle sonuçlanan birçok savaşa sürükledi. Bunun üzerine Suleymliler kendisine krallık tacı giydirdiler ve o da Zu’t-Tâc (Tac sahibi) adını aldı. Ancak, giriştiği Burze savaşında talihi yaver gitmemiş, hatta hayatını da kaybetmişti. Bundan kısa bir süre sonra İslam ortaya çıkmış ve Suleymlilerin bütün Arabistan üzerinde egemen olma tutkularına son vermiştir.
779. Muhtemelen yaptıkları kardeş savaşları ile Suleym kabilesi bölünmüş ve bunlardan birinin Müslüman olması otomatik olarak diğerlerinin gözünü korkutmuştur. Böylece el-Hallâc ibn ‘Ilât es-Sulemî, Mekke’ye gelip yerleşmiş, hatta oradan bir kızla evlenmiş,[266] üstelik Mekkelileri[267] ve tabii ki Suleymlileri de üzüntüye boğacak şekilde İslam’ı kabul etmiştir. Diğer bir Suleymli olan Kays ibn Nuşbe, İslam uğruna o kadar coşkulu ve gayretli işler yapmıştır ki, Resulullah (a.s.) tarafından kendisine Hayru Benî Suleym (Benû Suleym’in en hayırlısı)[268] unvanı verilmiştir. Kaynağımız şöyle ekliyor: “Nuşbe, Kutsal Kitapları okuyup incelemişti.” Acaba bu bilgiye dayanarak, kendisinin Müslüman olmadan önce bir Hıristiyan olduğu söylenebilir mi? Habeşli Ebrehe, Yemen’den hareketle Mekke’ye karşı meşhur Fil seferine giriştiğinde, Suleymli iki kişi, gönüllü (paralı asker?)[269] olarak mı Ka’be’nin yıkım işini üstlenmişlerdi. Bu olay, Suleymlilerin Mekkelilere karşı besledikleri ezeli bir kinin göstergesidir. Nitekim cereyan eden olaylar, onların verdikleri şeref sözüne güvenilmeyeceğini göstermiştir. Aşağıya aldığımız küçük olay, bu durumun bir sonucudur: “Medine’li Evs kabilesi Suleymlilerle bir ittifak anlaşması yapmak isteyince, Resulullah (a.s.) kendilerini şöyle uyarmıştır:
“İslam’da (gayrı müslimlerle yeniden) yapılabilecek ittifak anlaşması yoktur. Eski anlaşmalara gelince, İslam bunlara daha çok önem verir.”[270]
Daha sonra göreceğimiz gibi, bunlar mizaç ve yaratılışları gereği fitne ve karışıklık çıkaran kişilerdi. Biz sadece şunu hatırlatalım ki, İbn Habîb’e göre,[271] İslam öncesi Arabistan’ında bazı kabilelere “tencere taşları” (v§U8«)(sac ayağı) denilmekteydi. Bu üç ayaktan birini Hevâzinlilerle birlikte Suleymliler, ikincisini Gatafânlılar, üçüncüsünü de A’surlarla Muhâribler oluşturuyordu.” Bunların soyağacı aşağıda verilmiştir. Bu sacayağını oluşturan kabileler, İslam’ı ortak düşman olarak gören bir dayanışma içinde bulunuyordu.
780. Bizi burada en çok ilgilendiren nokta, Suleymlilerin Hicret’ten önce sahneye çıkmış olmalarıdır: el-’Uzzâ tapınağının hizmetkârı olan Eflah es-Sulemî ölüm döşeğine düştüğü zaman, Ebû Leheb ziyaretine gelerek, ondan geleceğe dair bilgiler vermesini istemişti. O da Ebû Leheb’e:
“Benden sonra el-’Uzzâ yok olup gidecek!” diyerek kaygılarını dile getirince, Ebû Leheb onu şöyle teselli etti:
“Asla! Bu işle bizzat ben ilgileneceğim. Şayet Muhammed muzaffer olursa –ki asla olamayacaktır- o ne de olsa benim yeğenimdir (O’nun el-’Uzzâ’ya bir kötülük yapmasına engel olabilirim); ama el-’Uzzâ bu işten galip çıkacak olursa –ki o galip gelendir!- onun lütuf ve nimetlerine layık olabilmek için el-’Uzzâ’ya bir hizmette bulunmayı çok isterim!”
Bunun üzerine, Allah, elçisi Muhammed (a.s.)’e Leheb Sûresi’ni nâzil etmiştir:
“Kurusun elleri Ebû Leheb’in, ki zaten kurudu da!”
İbn el-Kelbî’nin verdiği bilgiye göre,[272] el-’Uzzâ’nın hizmetkârının adı Dubeyye ibn Haramî es-Sulemî idi. Kısa bir süre sonra, peygamberliğinin 10. yılında (Hicretten 3 yıl önce), Resulullah (a.s.) Hac mevsimi sırasında kendisiyle yabancılar arasından ittifak anlaşması yapacak kimseler ararken, aralarında Suleymlilerin de bulunduğu onbeş hacı kafilesi ile art arda temaslarda bulunmuştur. Onların, içinde bulundukları putperestliği bırakıp Resulullah (a.s.)’ın davetine uymayışlarına hiç şaşırmıyoruz (bk. yukarıda § 274).
781. Müslümanların Medine’ye hicret etmesiyle birlikte Mekke ekonomisine karşı girişilen askerî seferlerden ilki, Abdullah ibn Cahş’ın, Suleymlilerin tapınağının bulunduğu Nahle’ye yaptığı seferdir. Bu birlik, Suleymlilerin toprakları üzerindeki Buhrân’dan da geçmişti. Suleymlilerin çıkarlarına bu şekilde zarar verilmiş, ancak Resulullah (a.s.) bu kabileyi yatıştırmak için bir girişimde bulunmamıştır. Bundan iki ay kadar sonra Bedir Savaşı başladığında Suleymlilerin tepkileri akıl almaz boyutlara varınca, Resulullah (a.s.) bunlara karşı bir cezalandırma seferi düzenlemek zorunda kalmıştır. Ana başvuru kaynağımız olan İbn Hişâm bu konuda şöyle diyor:
“Bedir Savaşı’ndan sonra, Resulullah (a.s.)’ın Medine’ye dönüşünün üzerinden henüz yedi gece geçmişti ki, tekrar ordusunun başına geçip Suleymlilerle savaşmaya çıktı. Onların El-Küdr’deki su kaynağına varıp üç gece düşmanı bekledi. Ancak hiçbir ize rastlayamayınca, Medine’ye geri döndü.”[273]
Bu küçük anlatım üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekir. Elimizde daha başka ayrıntılı bilgi olmadığı için, buradan belki de Bedir’deki karşılaşma sırasında Suleymlilerin tavırlarının İslam için bir tehdit unsuru oluşturması nedeniyle böyle bir cezalandırma seferine gerek duyulduğu sonucunu çıkarmak gerekir. İbn Sa’d’deki anlatımda “Suleymlilerle Gatafânlıların bir araya gelişlerinden söz edilmektedir. Acaba bunlar Bedir’deki Kureyşlilerin yardımına gitme hazırlığı içinde miydiler? Bu sefer sırasında ele geçirilen tek savaş esiri Yesâr adlı bir köle çobandı. O da İslam’ı kabul edince Resulullah (a.s.) kendisini azat edip serbest bırakmıştır.
782. Biraz efsanevî nitelikteki şu anlatım, belki de Ali (RA)’nın İslam sancaktarlığını yaptığı bu askerî seferle ilgilidir: Müslüman coğrafya bilginlerinden İbn Mücâvir’e göre,[274] bu kabilenin hurmalığında, üzerinde birçok arı kovanının bulunduğu kutsal bir ağaç vardı. Ne zaman bir düşman bu kabileye saldıracak olsa, bu hurma ağacını tütsülerler ve kovanlarından kızgınlıkla fırlayan arılar gidip düşman askerlerini sokarak onları bozguna uğratırlardı. Resulullah (a.s.) Suleymlilere karşı savaşmak üzere yola çıkınca, Ali’yi önceden buraya gönderdi. O da müthiş kılıcı Zu’l-Fikar’ın bir darbesiyle bir çırpıda ağacın gövdesini devirdi. Batıl inançlara sahip olan Suleymliler –kutsal ağaca yapılan bu saldırı karşısında tanrının gazabından korkarak- kaçıştılar. Ürkerek kovanlarından dışarı uğrayan arılar ise, Suleymlilerin koşuştuğunu görüp her bir yönden onların peşine düştüler. Suleymliler çok geçmeden gerçek Tanrının kim olduğunu öğrendiler ve İslam’ı kabul etmek üzere Resulullah (a.s.)’ın huzuruna geldiler. Öte yandan, İbn Habîb’in belirttiğine göre,[275] Suleymli temsilci heyeti, kabile olarak İslam’a geçtiklerini açıkladığı zaman, Resulullah (a.s.) onlara İslamî dönemde de kendisini tasdik etmek üzere, başkanlarının kim olduğunu sordu. Suleymliler, “Bizi her zaman yöneten, Kaçak oğlu kaçak’tır” dediler. Üç kez aynı soruyu tekrarlaması üzerine, bu kişinin Hibbân ibn el-Hakem olduğunu açıkladılar. Aynı kaynağın verdiği bilgiye göre bu kişi, Benû Avf karşısında tutunamayıp kaçtıktan sonra Kaçak lakabını almış ve hayatını sürdürebilmek için bunun en iyi politika olduğuna inandığını böbürlenerek söyleyip durmuştur. Bu kabilenin putperestliği ile ilgili olarak şunu hatırlatalım ki, Tâ’if yakınlarındaki Nahle’de bulunan el-’Uzzâ putunun hizmetkârları, Resulullah (a.s.)’ın amcası olan Ebû Tâlib’in müttefiki ve aynı zamanda Suleymlilerin sopundan Benû Şeybân kabilesine mensup idiler.[276]
783/1. Karkaratu’l-Küdr’e karşı düzenlenen bu seferde kesinlikle kan dökülmemiştir. Ancak kaynaklarımız[277] beş yüz deve vs. gibi önemli bir ganimetten söz ederler. Bu durum, Suleymlilerle olan ilişkilerin daha da bozulmasına yol açmış olmalıdır. Dolayısıyla, Suleym ve Gatafân kabilelerinin Medine’ye saldırıya geçmek üzere işbirliği hazırlığında olmalarına şaşırmamamız gerekir. Bilgi toplamakla görevli memurları Resulullah (a.s.)’ı uyarmışlar, o da, bu saldırıyı önlemek amacıyla, Zu’l-Kussa ve Zû Amr istikametine 450 kişilik bir kuvvet göndermiştir ve düşman, canını kurtarmak için çareyi kaçmakta bulmuştur. Bu askerî seferde de görüldüğü gibi, Resulullah (a.s.)’ın amacı kesinlikle siyasi değildi. Nitekim, yolda bir düşman ele geçirilmiş, Resulullah (a.s.)’ın kendisine İslam’ı anlatması üzerine o, sadece Müslüman olmakla kalmayıp, aynı zamanda, kendiliğinden düşmanın toplu halde saklandığı yeri açıklamıştır. Saldırının başlayacağı gün yağmur yağmaya başladı. Düşmanın dağılmasından sonra, Resulullah (a.s.) giysilerini kurutmak üzere bir ağacın dallarına serdi, kendisi de ağacın altına uzandı. Düşmanın önde gelen başkanlarından Du’sûr el-Muhâribî[278] onu bir tepenin ardından gözetlemekteydi. Bir fırsatını bulup tepeden aşağı inerek Resulullah (a.s.)’ın karşısına yalın kılıç dikildi ve şöyle haykırdı:
“-Şimdi seni elimden kim kurtaracak?”
Muhammed (a.s.) uzandığı yerden doğrularak, sükûnetle cevap verdi:
“-Allah!”
Koskoca kabile reisi bu cevap karşısında o kadar heyecanlandı ki, kılıcını elinden düşürüp tir tir titremeye başladı. Bu kez Resulullah (a.s.) kılıcı eline alarak sordu:
“-Peki, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?”
-Vallahi hiç kimse! Kurtaracaksa da ancak Allah kurtarır, ve ben şehadet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur, ve yine şehadet ederim ki Sen Allah’ın Elçisisin.”
Bunun üzerine Muhammed (a.s.) ona kılıcını geri vermiş ve o da bundan böyle İslam’ın yayılması için çalışmıştır.[279]
783/2 Bu arada, klasik dönem yazarlarının eserlerinde ele aldıkları ayrıntılarda bazı farklılıklar olduğuna da işaret edelim. Şöyle ki:
a) Resulullah (a.s.)’ın hayatına karşı düzenlenen bu suikast girişimi, Hicretin 2. mi, 3. mü yoksa 7. yılında mı yapılmıştır?
b) Bu olay Zû ‘Amr’da mı, Zâtu’r-Rikâ’da mı meydana gelmiştir?
c) Burada söz konusu olan başkan Du’sûr ibn el-Hâris mi, yoksa onun kardeşi Ğavres midir?
d) Düşman, kılıcını vurmak üzere kaldırdığında, Resulullah (a.s.) kılıcı bir ağaca dayalı olarak uyuyor muydu, yoksa uyanıktı da düşmanını kibarca karşılayıp, onun isteği üzerine, nezaketen kılıcını incelemesine izin vermişti?
Buhârî (bk. 64/31/0, 1, 8 ve 64/32/2) olayın Zâtu’r-Rikâ’da, Gavrat’ın başkanlığında ve H. 7 yılında geçtiği görüşünde olup, Resulullah (a.s.) o sırada uyuduğunu ve hasmının hücum etmeden önce o devrin savaşçılarına özgü bir nara atarak kendisini uyandırdığını ileri sürer. Olayın H. 2 ya da 3. yılda meydana geldiği rivayetlerine gelince, burada, daha önce açıkladığımız (yukarıda § 759 dipnotu) basit bir takvim başlangıcı meselesi söz konusudur. H. 7 tarihi ise, sadece Buhârî’nin çıkardığı bir hükümdür. Zira onun rivayet ettiği hadiste yer alan ek bilgide, Resulullah (a.s.)’ın bu askerî sefer sırasında, tehlike nedeniyle özel bir tarzda (korku namazı; bk. Nisâ Sûresi: 4/101-102) namazlarını kıldığı ve kendisine bu hadisi nakleden Ebû Hureyre’nin İslam’ı ancak H. 7 yılında kabul ettiği belirtilmektedir. Ancak bu olay, Resulullah (a.s.)’ın sadece bir kez değil, durumun gerektirdiği her defasında bu şekilde namaza başvurduğu, ayrıca aynı bölgede uzun yıllar boyunca birçok askerî sefere komuta ettiği gerçeğiyle açıklanabilir. Buhârî, savaşın yapıldığı Zâtu’r-Rikâ (kelime anlamı: Yamalı kimse) ile ilgili olarak, bunun bir yer ismi olmadığını, ordunun geçtiği bölgenin taşlık ve kayalık olması nedeniyle yalın ayaklı bazı askerlerin ayaklarının yaralandığı bir savaşa verilen sıfat olduğu açıklamasında bulunur. Zû ‘Amr konusunda ise bir anlaşmazlık yoktur. Suikasta adı karışan kişinin adının da bu anlatımda hiçbir önemi yoktur. Aynı şekilde, olay sırasında Resulullah (a.s.)’ın uyanık mı yoksa uyur vaziyette mi olduğu da önemsizdir. Burada daha çok olayı anlatan kişinin izlenimi söz konusudur. Kısacası, her iki anlatım da özü itibarıyla birbirini destekler niteliktedir.
784. Birkaç ay sonra, Muhammed (a.s.), Suleymlilerin diyarına gitmek üzere tekrar Medine’den ayrıldı. Maden yataklarının bulunduğu el-Fur’ bölgesindeki Buhrân’a geldi ve Rebiu’l-Ahir ve Cumade’l-Ûlâ ayları boyunca orada kaldı.[280] Bu süre boyunca herhangi bir olumsuz olay olduğu kaydedilmemiştir. Orada kalış süresinin uzaması, onun bu kabile ile uzlaşma ve onlarla ittifak yapma girişiminde bulunduğunu akla getirse de, kendisi buna muvaffak olamamıştır. (İbn Sa’d, yalnızca on günlük bir kalış süresinden söz eder.)
785. Kısa bir süre sonra, yani H. 4 yılının Sefer ayında, İslam’ı tebliğle görevli 70 sahabenin, Suleymlilerin topraklarında bulunan Bi’ru Maûne kuyuları mevkiinde ‘Amir ibn Tufeyl tarafından pusuya düşürülerek haince kılıçtan geçirildiği o acı olay meydana geldi. (Kuşkusuz Suleymliler, daha önceki aylarda Müslümanların kendi topraklarına yaptığı askerî seferlerden hiç de memnun olmamışlar ve bunun intikamını almak için, doğuracağı sonuçları hiç düşünmeksizin ellerine geçecek ilk fırsattan yararlanmak istemişlerdi. Kaynakların belirttiğine göre, İslam’ın o sırada uğraşmak zorunda kaldığı diğer sıkıntılar nedeniyle, Bi’ru Maûne şehitlerinin kanı yerde kalmış gibi gözüküyor.) Adı geçen ‘Amir’in annesi Kebşe, aynı zamanda meşhur savaşçı ‘Urve er-Rahhâl’in kızı idi. ‘Amir’in şöhreti de tüm Arabistan dışında o denli yaygındı ki, ne zaman bir Arap kabile başkanı Kayser’in (Suriye valisi ya da Bizans İmparatoru?) huzuruna çıksa, bu kişi kendisine: “Senin ‘Amir’le ne gibi bir akrabalığın var?”, diye sorardı. Huzâ’a kabilesinden söz ederken belirtildiği gibi, ‘Amir’in bir akrabası olan ‘Alkame ibn ‘Ulâse bu durumu kıskandı ve aralarında bir gerginlik meydana geldi. Bundan başka, ‘Amir, Resulullah (a.s.)’ı ziyaret edip yurduna döndükten kısa bir süre sonra[281] hıyarcık vebâsından (tâun) öldü. Kabilesi,[282] kimsenin bir saygısızlıkta bulunmaması için, mezarının çevresindeki iki kilometre karelik alanı kutsal ilan itti. Burada ne hayvanlar otlayabilir, ne de yolcular yaya veya binekli olarak yakınından geçebilirlerdi.[283]
786. Bu olaydan bir yıl sonra Medine’de Hendek Savaşı meydana geldi. Saldırı ittifakı için hazırlık yapmakta olan Hayber Yahudileri, bu kabileye de bir heyet gönderdiler. Sonunda bir anlaşma sağlandı ve Suleymlilerden oluşan 700 kişilik bir kuvvet, Medine yolu üzerinde Marru’z-Zahran denilen yerde Mekke ordusuna katıldı.[284] Suleymliler bu savaşta pek varlık gösteremediler ve Mekkeliler kuşatmayı kaldırmaya karar verir vermez diğer kabilelerle birlikte çekilip gittiler.
787. Resulullah (a.s.)’ın, H. 6 yılı Rebiu’l-Ahir ayında Zeyd’in komutasında Suleymlilerin bölgesindeki el-Cemûm’a niçin bir askerî birlik gönderdiği bilinmiyor. Zaten burada hiçbir göçebe kabilesine de rastlanmamıştır.[285]
788. Öyle anlaşılıyor ki İslam, tüm bunlara rağmen, bu kabile içine yavaş yavaş nüfuz etmeye başlamıştı. H. 7 yılında Resulullah (a.s.) Hayber üzerine yürüyüşe geçtiğinde, Suleymli şair el-’Abbâs ibn Mirdâs haberi Mekke’ye yetiştirerek, Müslümanların savaşı kaybedeceği kehanetinde bulunmuştu. Hatta birçok kimse sonuç hakkında bahse bile tutuşmuşlardı. Aksine, aynı zamanda tüccar olan el-Hacc ibn ‘İlât adlı bir diğer şair, daha Hayber’de iken İslam’a geçmiş ve Müslümanlarla birlikte savaşa katılmıştı. Daha sonra, İslam’ın muzaffer olduğu haberi henüz oraya ulaşmadan, Mekke’ye dönüp geldi. İslam’a geçmesi dolayısıyla Mekke’deki mallarının yağmalanmasını önlemek için de bir kurnazlık düşündü: Kendisinin Hayber’den geldiğini, Müslümanların orada ağır bir yenilgiye uğradıklarını, Muhammed’in esir alındığını ve Yahudilerin kendisini hediye olarak Mekke’ye yollayacaklarını bildirdi. Ve şöyle ekledi: “Yahudiler ele geçirdikleri ganimetleri satacaklar, ve bu fırsatı değerlendirmek için de bana para lazım.” Böylece Mekke’deki bütün alacaklarını tahsil ettikten sonra çekip gitti. Birkaç gün sonra gerçek haber Mekke’ye ulaştı ve Mekkeliler, hem yenilmekten, hem de oyuna getirilmekten dolayı iki yönlü bir kedere boğuldular.[286]
789. Olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra (H. 7 sonları), İbn Ebi’l-Evcâ’ adlı bir Suleymli, İslam’ı tebliğ etmek amacıyla 60 kişilik bir heyetin başında Suleymlilerin yanına gönderildi. Bu insanlar, onu dinlemek yerine, gelen görevlileri ok atarak karşıladılar ve ağır yaralanarak daha sonra Medine’ye götürülen komutanları dışında hepsini öldürdüler.[287]
790. Fakat ertesi yıl, Mekke’nin fethi sırasında bu kabileden tam donanımlı bir bölüğün Kudeyd’de İslam askerî birliğine katıldığını görmekteyiz.[288] Beraberlerinde çok sayıda at da getirmişlerdi; Resulullah (a.s.) onları Hâlid ibn Velîd’in emrine verdi. Bununla birlikte, içinde bulundukları ruhsal durumun pek de memnuniyet verici olmaması bizi şaşırtmamaktadır. Mekke üzerine düzenlenecek olan seferin hazırlıkları tam bir gizlilik içinde sürdürüldüğü sırada, Ebû Bekir bir gün kızı Ayşe’ye (Resulullah’ın hanımı ve Müminlerin annesi) şöyle sordu:
“-Resulullah (a.s.)’ın gitmeye niyetlendiği yer hakkında ne düşünüyorsun?”
Ayşe şöyle cevap verdi:
“-Bilmiyorum, belki Suleymlilerin, belki de diğerlerinin üzerine.”[289]
Böylece o, Resulullah (a.s.)’ın kendisine verdiği sırrı gizli tutmak istiyordu. Ancak konuşma sırasında ağzından kaçırdığı Suleymliler sözcüğü, Müslümanların o dönemde genel olarak taşıdıkları duyguları çok iyi yansıtmaktadır. Mekke’nin fethinden sonra Hevâzin kabilesinin takındığı tehditkâr tutum, Resulullah (a.s.)’ı şehrin dışına çıkmak ve Huneyn’de onlarla savaşmak zorunda bırakmıştı. Makrîzî,[290] Suleymli kuvvetlerin bu savaş sırasındaki davranışlarından uzun uzadıya bahseder: İki taraf karşılaştığında, önce Suleymli süvariler kaçışmaya başladılar. Zor kazanılan bir zaferden sonra, Resulullah (a.s.) düşmanı takip etmelerini emrettiği zaman, kendileri bu emri yerine getirmedikleri gibi, diğerlerinin bunu yapmalarına da engel oldular. Muhammed (a.s.)’e nispet edilen aşağıdaki meşhur kelime oyunu, muhtemelen o dönemde söylenmiştir:
“Usayye asat Allah ve Rasûleh.”[291]
(Yani, “Suleymlilerin bir kolu olan Usayyeler, Allah’a ve Resûlüne isyan ettiler”, ya da “‘Usayye, Allah ve Resûlünün arslanıdır.”) Resulullah (a.s.), bu savaşta ele geçirdiği ganimetle Mekkeli Ebû Sufyân, Suleymli el-’Abbâs ibn Mirdâs vb. İslam’a yeni girmiş olan birçok kimseyi ödüllendirmiştir. El-’Abbâs, kendisine tahsis edilen miktardan memnun olmadığı için, Resulullah (a.s.) aleyhinde bir taşlama (hicviye) dizelemişti.[292] Resulullah (a.s.) ise, ona karşı bir disiplin cezası uygulamak yerine, sadece şairin ödül payının iki katına çıkartılmasını emretti. Birkaç gün sonra, Huneyn’de yenilgiye uğrayan Hevâzinli bir heyet Resulullah (a.s.)’ın huzuruna girmiş, İslam’a geçtiklerini bildirerek, kendisinden mallarının yanı sıra, esir alınan kadın ve çocuklarının iadesini rica etmişlerdi. Daha önce de gördüğümüz gibi, Resulullah (a.s.) esir alınan tutsakların azat edilmelerini emretti. Savaşa gönüllü olarak katılan ve aralarında bu şair ‘Abbâs’ın da bulunduğu bazı gruplar böyle yapılmasına karşı çıktılar. Abbâs şöyle diyordu:
“Ben kabilem adına buna hayır diyorum!”
Makrîzî’nin verdiği ek bilgiye göre,[293] Suleymli diğer savaşçılar, Resulullah (a.s.)’ın aralarında sütannesinin kabilesinin de bulunduğu esirleri azat etme emrine karşı çıkılmasını bir rezalet olarak değerlendirerek, şöyle haykırdılar:
“-Hayır! Biz Suleymliler de diğerleri gibi, elimizde bulunan Hevâzinli köleleri azat ediyoruz.”
‘Abbâs açıkça bu duruma öfkelenerek, kendisini böyle yalnız bırakıp aşağıladıkları için kabilesi mensuplarına sitem ve serzenişte bulunmuştur.
791. Aynı askerî sefer sırasında Resulullah (a.s.), bir yandan da Mekke’nin güneyinde, Yelemlem dağının eteklerinde oturan Benû Cezîme kabilesine Hâlid ibn Velîd komutasında bir tebliğ heyeti gönderdi. Bu sefere Suleymli süvariler de katılmıştı. Ancak bir yanlış anlama nedeniyle, komutan, daha önce Müslüman olmuş olan Benû Cezîme kabilesi mensuplarını tutuklayıp, sonra da hepsinin kılıçtan geçirilmesini emretti. Âdet olduğu üzere savaş tutsakları, gözetim altında tutulmaları için birlik üyeleri arasında taksim edilirlerdi. Bu emri sadece Suleymliler yerine getirdiler. Diğerleri, iyi birer Müslüman olduklarına bakarak tutsakların suçsuzluğuna hükmedip, onları serbest bıraktılar. Komutan bu durumdan hiç de hoşnut olmadı. Birlik seferden döndüğünde, Resulullah (a.s.) komutan Hâlid’i fena halde azarladı ve mağdur kabileye kan bedeli olarak yüklü bir meblağ gönderdi. Dökülen insan kanının yanı sıra, köpeklerin su içtikleri kırık çanakların bedeline varıncaya kadar tüm zararın giderilmesi için de Ali’yi görevlendirdi. Ayrıca “bizim bilmediğimiz daha ne kadar zarar ziyan varsa hepsi için” diyerek fazladan bir tazminat ödenmesini emretti. Bu tavır, mağdur kabilenin yatışması için yeterli oldu.[294]
792. Ertesi yıl (H. 9), Resulullah (a.s.), ülke halkını merkezî hükümet yararına düzenli bir vergiye bağlama kararı aldığında, iki komşu kabile olan Suleymliler ve Müzeynelilerden vergi tahsil etmek amacıyla, Medineli ‘Abbâd ibn Bişr el-Eşhalî’yi görevlendirdi.[295] Ancak, daha H. 5 yılında Suleym madenlerinden vergi alınmaktaydı. Hatta Selmân-ı Fârisî’nin azat edilmesi için Yahudi efendisine verilmesi gereken parayı, Resulullah (a.s.), Suleymlilerin işlettiği altın madenlerinden alınan zekatla ödemişti.[296]
793. O tarihte henüz Suleymlilerin tamamı İslam’ı kabul etmiş değildi. Temimliler, Huzâ’alıların topraklarında misafir olarak bulunan Müslüman vergi memurlarını tehdit edip kötü davranınca, ev sahibi durumundaki Huzâ’alılar buralardan çekilerek, Suleymlilerin yanına sığınmışlardır.[297]
794. Birkaç ay sonra, Resulullah (a.s.) Tebûk Seferi hazırlıklarına giriştiğinde, şair ‘Abbâs’ı, kendi kabilesinden gönüllü asker toplamakla görevlendirdi.[298] Ancak bu olayla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur.
795. Resulullah (a.s.)’ın Suleymlilere bazı toprakları tımar olarak vermesine, daha doğrusu onların eskiden sahip oldukları mülkiyet haklarını onaylamasına hiç şaşırmamak gerekir. Savârikiye hurmalıklarını içindeki sarayla birlikte Sa’îd ibn Sufyân er-Ri’lî’ye tımar olarak vermesi de böyle olmuştur.[299] Kayıtlarda, Medfû bölgesinin iki ayrı kişiye tımar olarak verildiği gözükmektedir: Seleme ibn Mâlik ve el-’Abbâs ibn Mirdâs.[300] Bir başka belge ile, Seleme ibn Mâlik’e bir kısım toprak daha tımar olarak bağışlanmıştır.[301] Eğer burada sözünü ettiğimiz, yukarıda söz ettiğimiz Seleme ile aynı kişi ise, burada ilk bağışın yerine geçmek üzere siyasal ya da kişisel nedenlerle yenilenen bir işlemden söz etmek mümkündür. El-Cifr’in bölgesinin tamamı, Benû Usayye’nin bir koluna mensup olan Havza ibn Nubeyşe’ye bağışlanmıştı.[302] Kaynaklarda bu konu ile ilgili ondan fazla belgeden söz edilmektedir.[303]
796. Bu konuyu bitirirken, Resulullah (a.s.)’ın Sanâ bint es-Salt adlı Suleymli bir kızla evlenme hazırlığında olduğunu, ancak kızın daha Medine’ye gelmeden yolda vefat ettiğini belirtelim.[304] Yine bu konuda, Resulullah (a.s.)’ın Kelb kabilesinden evlenmek üzere olduğu iki nişanlısından bahsedilir. Muhtemelen burada tek bir evlilik söz konusu olup, isim karışıklığı nedeniyle sanki birçok evlilik yapıldığı, oysa bu evlilik girişimlerinin hepsinde, nişanlıların daha Medine’ye gelmeden yolda vefat ettikleri için bu yanılgıya düşüldüğü söylenebilir.[305]
797. Suleymlilerle ittifak halindeki Hevâzinliler, İslam öncesi Arabistan’ında yaşanmakta olan şiddetli kargaşa ortamının sacayaklarından birini oluşturuyorlardı. Bu büyük kabile, Mekke ile Necd arasındaki bölge ile, güneyde Yemen’e kadar uzanan topraklarda yaşıyordu. Bunlar arasında bulunan Sakîfliler Tâ’if şehrinde otururlardı. ‘Amir ibn Sa’sa’alar daha çok göçebe bir hayat sürerlerdi. Yemen’deki Kinde krallığı Hevâzinlileri kendisine tâbi kılmakla birlikte, meşhur en-Nefrevât Günü savaşından sonra bunlar tekrar bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Çok geçmeden kuzeydeki kabilelerle yeni bir savaş başlatmışlar, ancak ‘Abs’larla Zubyânların kudretli birliği onları bir bozguna sürüklemiştir. Mekke’ye çok yakın olan bölgelerde, Haram Aylar’da ve el-Ficâr günlerinde olmak üzere dört kez çatışma yasağını delmişlerdi. Bir defasında, Hevâzinli biri yıllık Ukâz fuarında Kinaneli birine kredili bir satış yapmış, ancak üzerinden yıllar geçtiği halde borç ödenmemişti. (Bu durum savaşa yol açmış ve çatışma yardıma gelen diğer toplulukların müdahalesi sonucu ciddi boyutlara ulaşmadan önlenmişti.) Bir defasında da Hire kralı, bu fuarda satmak istediği mallara Ukâz’a kadar yolda korumalık etmesi için ‘Urve er-Rahhâl adlı bir Hevâzinliyi görevlendirmişti. Kinâneli bir haydut olan el-Berrâd, ‘Urve’yi yolda öldürdü. Bu olay, söylentiye göre Muhammed (a.s.)’ın de gençliğinde katıldığı yeni bir savaşın çıkmasına yol açtı. Bu ihtilafı çözmeye tek bir çatışma yetmemiş ve savaş birçok kez yeniden başlamış ve her defasında sonuç farklı olmuştu. Burada belirtmek gerekir ki, Mekkeli Kureyşliler bu savaşlarda her defasında Hevâzinlilere karşı Kinânilerin safında yer almışlar, Hevâzinliler de Suleymlilerle ittifak yapmışlardır. Belki de bu “sacayaklarının (tencere taşları)” Kureyşli Resulullah (a.s.)’a karşı olan düşmanlığının nedenini burada aramak gerekmektedir.
798. Tâ’if, Hevâzinliler için övünç kaynağı olan bir şehirdi. Deniz seviyesinden yüzlerce metre yükseklikte bir yaylaya kurulmuş olan bu şehir, oldum olası çöllük Arabistan’dan çok, bereketli Suriye’nin bir parçası olarak görülmüştür. Birbirlerine eşek sırtında bir, deve sırtında ise iki günlük uzaklıktaki Tâ’if ile Mekke, birbirlerinin ayrılmaz parçası iki şehir durumunda idi. Tâ’ifliler ziraî ürünlerini Mekke’de satarlar, Mekkeliler de yaz mevsiminde Tâ’if ikliminin yumuşaklığını ararlardı. Çoğu Mekkelinin Tâ’if’de arazisi bulunur, aynı şekilde Tâ’if’liler de özellikle ticaret yapmak için Mekke’de otururlardı. Buradaki refah ve işten arta kalan boş zamanların çokluğu Tâ’if’te kültürel etkinliklerin yayılmasını kolaylaştırmış ve insanlarının entelektüel düzeylerini yükseltmişti. Buna birkaç örnek verelim:
799. İslam’ın başlangıcında Arabistan’ın bu bölgesinde tanınan tek tabip olan el-Hâris ibn Kalade, Benû ‘İlâc kabilesinden bir Tâ’if’liydi.[306] Tıp eğitimini İran’daki Cundaysâbûr tıp okulunda yapmış[307] ve tabip olarak ünü Arabistan sınırları dışına taşmıştı. Bir gün, Nûşcân adlı İran’lı bir satrap hastalanmış ve İranlı doktorların tedavisi onu iyileştirememişti. El-Hâris ibn Kalade sayesinde eski sağlığına kavuştu.[308]
800. Sakîf kabilesinden biri İran İmparatorunu ziyarete gitmiş ve o da bundan o kadar memnun olmuştu ki, bedevînin bütün arzularını yerine getirmeye söz vermişti. Bu vaadini yerine getirmek için, İranlı bir mühendisi Tâ’if’e göndermiş ve oraya korunaklı bir kale ile surlar inşa ettirmişti.[309] (Sur anlamındaki Tâ’if ismi buradan gelmektedir; eskiden buraya Vac deniliyordu. Tâ’if’in bugün üzerinde kurulu olduğu vadiye de aynı ad verilmektedir.) Bu surlar o kadar önemli idi ki, ilerde de göreceğimiz gibi, Muhammed (a.s.)’ın H. 8 yılında şehre yaptığı hücumda orayı ele geçirememişti. Halkının entelektüel yaşantısı ile ilgili olarak, Sakif’li Gaylân ibn Seleme’nin, Ukâz fuarında kurulan mahkemenin başkanı olduğunu ve kendisinin orada bir gün mahkeme işleriyle, ikinci gün şiirlerini yazmakla ve üçüncü gün de gelen ziyaretçileri kabul etmekle meşgul olduğunu söyleyebiliriz.[310] Arabistan’ın en meşhur şairlerinden biri olan en-Nâbigatu’l-Ca’dî de aynı kabileye mensuptu. Meşhur Ukâz fuarı da bu bölgede kurulmaktaydı. Aynı bölgede sürdürülen ticaret, spor, “uluslar arası” hakemlik, edebî çalışmalar (şiir ve düzyazı), dinî ve toplumsal reform hareketleri gibi etkinlikler, Tâ’if’i eski Arabistan’ın en ideal merkezi yapmak üzere bir araya gelmiş bulunuyordu.[311] Tâ’if’de çok sayıda Yahudi vardı.[312] Yine burada faizcilerin hummalı çalışmalarına işaret edilmektedir; yıllık % 100 faizle nakit para ya da hububat borç olarak verilirdi. Eğer borçlu, bir yılın sonunda borcunu geri ödeyemezse, aynı koşullar altında sözleşmesini yenilemek zorundaydı. Yani aldığı 100 dirhem borç, bir yıl sonunda 200 dirhem, ikinci yıl sonunda 400 dirhem ilh. oluyordu.[313]
801. Arabistan’ın diğer yerlerinde olduğu gibi, Tâ’if’ nüfusu tek bir yapıdan oluşmuyordu. Hevâzinliler’den (Sakîfliler) ve aynı zamanda yabancı müttefiklerden (kaynaklarımızda Ahlâf olarak geçmektedir) başka burada, iki temel grup olan Mekkeliler, Yahudiler ve diğer birçok kabileye mensup mevlalar bulunuyordu. Araplar genellikle putperesttiler. Tâ’if’de, bir kaya üzerine kurulmuş, tanrıça el-Lât’a ait meşhur bir tapınak vardı. Duvarları perdelerle kaplı olan bu tapınakta, babadan oğula devam eden kapıları açıp kapatmakla görevli insanlar vardı. Tapınağın çevresindeki arazi, mutlak bir korumaya sahipti: Burada ne sıradan biriyle, ne de cinayet suçu işlemiş biriyle bile kavga edilemediği, ayrıca bir av hayvanının bile öldürülemediği gibi, komşu vadideki yabani ağaçlar bile kesilemezdi. Bu putperestlik dininin törenleri, Sakîfler arasında bulunan Yesâr ibn Mâlik ailesinden el-Ebu’l-’As’ın evindeki kimselerce icra edilirdi.[314] Başvuru kaynağımızda hem bu putu, hem de Cihâr adlı bir başka putu ziyarete gelenlerce okunan dua ve formüller yer almaktadır. Cihâr denilen put da Hevâzinlilere aitti ve Ukâz’da dikiliydi. Hizmetkârları Benû Nasr ailesinden el-’Avf’ın ocağından gelirler ve bu görevi Muhâriblerle birlikte yerine getirirlerdi. Put, Ethal Dağı eteklerinde bulunuyordu (Bu değerli bilgiden hareketle, Ukâz’ın tam olarak nerede kurulduğunu yeniden ortaya çıkarmamız mümkün olacaktır).
802. Bu arada, şu sıradan olaya değinmeden geçemeyeceğiz: Habeşistanlı Ebrehe, Kâ’be’ye karşı sefer düzenlediği zaman, yolu üzerinde, önce Yemen’de ve daha sonra da Has’am adlı büyük kabilenin topraklarından geçtiği sırada, bu girişime karşı çıkan bazı Arap kabileleriyle karşılaştı. Ebrehe, bu tür direnişleri kırarak, Has’am’lı komutan Nevfel’i esir aldı. Nevfel, kendisine rehberlik etme vaadiyle hayatını kurtardı. İstilacılar Tâ’if’e ulaştıklarında, Sakîfli Mes’ûd ibn Mu’attîb, Ebrehe’nin yanına gelerek, halkının dostane duygularını iletti ve Tâ’if’deki el-Lât tapınağına ilişmemesi koşuluyla, kendisine Mekke’ye kadar yol gösterecek kılavuzlar tahsis etti. Ebrehe buna razı oldu ve kendisine yol göstermesi için Ebû Rigâl adlı bir rehber verildi.[315] Halk arasında anlatıla gelen rivayetlere göre, Ebû Rigâl, ordu Mekke’nin dış mahallelerine gelir gelmez, el-Muğammas denilen yerde ansızın ölmüş ve oraya gömülmüştür. Mekkeliler, ona duydukları nefretin bir göstergesi olarak, mezarını taşlamayı bir gelenek haline getirmişlerdi. Yine söylentiye göre, onunla birlikte mezarına –ganimet olarak almış olduğu- “altından yapılmış iki ağaç dalı” gömülmüştü. Daha sonra Resulullah (a.s.) mezarın açılmasını ve bu hazinelerin oradan çıkartılmasını emretmiştir.[316]
803. Tâ’iflilerin entelektüel düzeylerinin genel olarak komşularından daha yüksek olması bizi şaşırtmamalıdır. Muhammed (a.s.)’ın doğumuna yakın, Tâ’if taraflarına çok sayıda göktaşı düşmüş, Tâ’ifliler de, bu kaygı verici olay hakkında kendisine danışmak üzere, yukarıda bahsi geçen İlac kabilesinden ‘Amr ibn Umeyye’nin (aynı adı taşıyan Damra kabilesinden büyük diplomatla karıştırılmasın) yanına gitmişlerdi. Bu zat şöyle cevap verdi:
“-Şayet insanların yeryüzünde ve denizlerde yollarını bulmak ve yağmur mevsimlerini tahmin etmek için başvurdukları yıldızlar(ın düşmesi) söz konusu ise, bu dünyanın sonunun geldiği anlamına gelir. Ama eğer kimsenin bilmediği yıldızlarsa söz konusu olan, endişelenmeyiniz: Allah bununla size bir mesaj vermek istemektedir. Ancak korkulacak ciddi bir şey yoktur.”[317]
804. Tâ’if yakınlarında, kayalıklar üzerine kazınmış, tarih öncesi dönemlerden kalma çok sayıda hayvan vb. resimleri bulunmuştur. Bu da, söz konusu toplulukların geçmişinin çok eskilere dayandığını gösterir ki, şu anda özel olarak üzerinde durduğumuz konuyla fazla bir ilişkisi yoktur.[318]
805. Resulullah Muhammed (a.s.)’ın hayatının daha ilk dönemlerinden itibaren, Hevâzinliler sahneye çıkmışlardır. Nitekim, ‘Abd Yâlil kabilesinden olan dayıları Tâ’if’de otururlardı.[319] Mekke’li sermaye sahipleri Tâ’iflilere ödünç para verirlerdi.[320] Amcası ‘Abbâs’ın da aynı işi yapmasında şaşılacak bir şey yoktur. (Vedâ Haccı sırasında, Resulullah, amcası ‘Abbâs’a ait olan faiz borçlarını kaldırdığını açıklamıştı.)[321] Diğer iki amcası da, kızlarını Sakîflilere ya da Hevâzinlilere nikâhlamışlardı.[322] Resulullah Muhammed (a.s.) dünyaya geldiğinde, kendisini ilk yıllarda emzirip büyütme işiyle Hevâzinli Halîmetü’s-Sa’diye görevlendirilmişti. Hatta onun çocukken sütannesiyle birlikte Ukâz fuarına gittiğini görüyoruz. Resulullah (a.s.) bu hanıma ve ailesine karşı daima büyük bir şefkat ve yakınlık göstermiştir. O da, Resulullah (a.s.) evlendikten sonra Mekke’ye ziyaretine gelirdi. Elimizde mevcut olan bazı verilere bakılacak olursa, kendisi çok ileri bir yaşta iken, Ömer (RA)’in halifeliği döneminde vefat etmiştir.[323] (Medine’deki Bâkî Kabristanı’nın Kuzey-Doğusunda bulunan kabri halen ziyaret edilmektedir.) Başka kaynaklar ise, onun H. 8 yılından önce vefat ettiğini, Resulullah (a.s.) Mekke’nin fethi sırasında vefat haberini alınca gözlerinden yaşlar boşandığını ve sütannesinin bir akrabasına bir deve, bir elbise ve 200 dirhem para bağışladığını naklederler.[324]
806. Muhammed (a.s.)’ın ilahi tebliğ görevinin ilk on yılı boyunca, Tâ’if ya da Hevâzinliler hakkında kayda değer hiçbir olaya işaret edilmemektedir. Mekkelilerin boykot faaliyetlerinin yol açtığı mahrumiyetlerin bir sonucu olarak Hatice ve Ebû Tâlib vefat etmiş, kabilenin yeni başkanı Ebû Leheb de Resulullah (a.s.)’ı çeşitli ambargolar uygulayarak toplum dışı ilan etmişti. O da doğduğu yeri terk ederek, Tâ’if’deki akrabaları ‘Abd Yâlillerin yanında kendisine sığınacak bir yer aramak üzere doğduğu şehri terk etti. Ancak akrabaları ne İslam’ın tebliğine kulak vermek, ne de İslâm’ın bu tebliğcisini korumaları altına almak istediler; aksine ona hakaretler yağdırıp, sokak çocuklarını onun peşinden koşup taşa tutmaya kışkırttılar. Bunun sonucunda mübarek başı ve ayakları ciddi biçimde yaralanıp kanlar içinde kaldı.[325] Rastlantı sonucu, Mekkelilere ait bir üzüm bağı görüp oraya sığındı. Muhammed (a.s.) çok üzüntülüydü ve acılar içinde Allah’a şöyle dua ediyordu:
“Allahım! Ben ancak senin rızan için çalışmaktayım; ama şimdi çok zayıf ve tamamen çaresizim. Kuşkusuz ilâhi tebliğ görevimi sürdürmek istiyorum ve bu güçlüklere aldırmıyorum. İnşaallah bu sıkıntılar bana senin gazabından dolayı gelmemiştir; Herşeye rağmen senin himaye ve koruman daha hoştur. Sen her şeye gücü yeten ve en çok bağışlayansın..”
Üzüm bağının sahibi kendisine acıdı; O’na Ninovalı Hıristiyan kölesi ve bekçisi ‘Addâs’ın eliyle bir salkım üzüm gönderdi. Resulullah Muhammed (a.s.) salkımı eline alıp, onu yemeye başlamadan önce “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla” diyerek besmele çekti. ‘Addâs buna şaşırdı ve bu misafire soru sormaya başladı. Resulullah Muhammed (a.s.) kendisine: “Tıpkı senin hemşehrin Yunus Peygamber gibi, ben de Allah’ın bir Elçisiyim” deyince, köle ona daha çok ilgi gösterdi. Daha sonra Muhammed (a.s.), Tâ’iflilerden ümidini keserek Mekke’ye geri döndü.
807. Aralarındaki rekabet ve çekişmelere rağmen, Mekke ile Tâ’if halkı, İslam’ın putperestliği kaldırmak için başlattığı harekete karşı işbirliği halindeydiler. H. 3 yılındaki Uhud Savaşı sırasında, Mekkeli ‘Abdullah ibn Ebî Umeyye ibn el-Mugîre doğruca Medine’den Tâ’if’e gitmiş ve oradan, Mekke’deki dostlarına savaşla ilgili haberler göndermişti.[326] Hendek Savaşı sırasında Sakîfler, Mekkelilerin safında yer almışlardı.[327] Ancak ertesi yıl (H. 6), Resulullah (a.s.)’ın çevresinde Tâ’ifliler görülmeye başlamıştı: Muhammed (a.s.) Hudeybiye’de Mekkeli elçi heyetini kabul ettiği sırada, Mugîre ibn Şu’be kendisine korumalık yapıyordu.[328] Hudeybiye’deki İslam ordugâhına sığınmış olan Ebû Busayr da Sakîfliydi. Barış görüşmeleri sırasında Mekkelilerin Muhammed (a.s.)’ın huzuruna gönderdikleri heyetlerden birine Mugîre ibn Şu’be’nin amcası ‘Urve ibn Mes’ûd başkanlık etmekteydi. ‘Urve çok seyahat etmiş bir kimseydi ve kendisinin Bizans, Ktesifon (Medâyin) ve Habeşistan hükümdarları tarafından kabul edildiğini iddia ediyordu. Görüşmeleri tamamlayıp Mekke’ye döndüğünde, Mekkelilere sakin olmalarını ve ılımlı davranmalarını tavsiye etti.[329] Tâ’ifliler de, Mekkeliler kadar, kuzeydeki kervan yollarının kesilmesinden rahatsız idiler. Bu durumda, Hudeybiye anlaşmasında açıkça Tâ’if’den söz edilmesine hiç şaşmamak gerekir:
“Kim ki Hac ya da Umre niyetiyle Mekke’ye gelir ya da Yemen ve Tâ’if’e gitmek üzere buradan (Mekke’den) transit olarak geçerse, emniyet içinde olacaktır.”[330]
808. Anlaşıldığına göre, Hevâzinlilerin göçebe kolları da aynı görüşte değillerdi ve anlaşma koşullarına riayet etmemişlerdi. Resulullah (a.s.) da, Hudeybiye Anlaşmasından onbir ay sonra, bu koşullara uymayan bazı kabileleri cezalandırmak üzere, Mekke’nin güneyinde dört günlük uzaklıktaki Turabe’ye, Ömer (RA)’i gönderdi. Ancak onlar bulundukları yeri çoktan terk ettikleri için, Ömer’in komutasındaki birlik düşmanla karşılaşmadan geri döndü.[331] Ancak kaynaklarımız bu askerî seferin gerçek nedenleri hakkında kesin bir bilgi vermezler. Aynı ay, Necd’deki Dâriye’de oturan, ‘Amir ibn Sa’sa’a’nın bir kolu durumundaki Benû Kilâbları cezalandırmak amacıyla, bu kez Ebû Bekir komutasında bir başka sefer düzenlendi. Yapılan gece baskınında düşmana pek çok zayiat verdirildi ve bir genç kız da esir alındı. Ancak Resulullah (a.s.), Mekke bölgesindeki bazı esir Müslümanlara karşılık, bu kızı serbest bırakmıştır.[332] Hemen hemen aynı günlerde, Turabe ve Dariye gibi Hevâzinin oldukça uzak bölgelerindeki iki koluna yapılan bu ziyaretler, merakımızı çekmekten uzak değildir. Bu seferlerde belki de Medine’ye karşı düzenlenmekte olan büyük bir kışkırtma olayına karşı önlem alınması söz konusu idi. Birkaç ay sonra (H. 8, Rebiu’l-Ahir), Resulullah (a.s.), maden yataklarının bulunduğu bölgenin biraz ilerisindeki Rukbe yakınlarında, Si denilen yerde oturan ‘Amir ibn Sa’sa’aları cezalandırmak için, Şuca’ ibn Vehb komutasında 24 kişilik bir askerî birlik gönderdi. Bu sefer sırasında bir miktar esir ele geçirilmişse de, daha sonra Medine’ye gelen bir heyet bunların kusurlarının bağışlanmasını isteyip İslam’a geçtiklerini de bildirince, bunlar serbest bırakılmışlardır.[333] Ancak bu konuyla ilgili başka bir bilgiye sahip değiliz. Bundan birkaç ay sonra, Hevâzinlilerin Huneyn’de yapılacak olan büyük savaşa katılmak üzere bir araya gelmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Bu arada, Ebû Bekir’in kızı Ayşe’nin, Mekke’ye karşı girişilecek olan gizli fetih hazırlıklarından henüz habersiz babasına verdiği kaçamak cevabı bir kez daha hatırlatalım:
“-Bilmiyorum, belki Suleymlilerin, belki Hevâzinlilerin, belki de Sakîflilerin üzerine gidilecektir.”[334]
Makrîzî’nin verdiği bilgiye göre (İmtâ, I, 366), Resulullah (a.s.)’ın, keşif kıtası olarak el-Arac’dan başlamak üzere Mekke yolu üzerine gönderdiği süvari birliği, Hevâzinlilerden bir casusu ele geçirmiş ve bu adam, o sırada Hevâzinlilerin toplanma hazırlığı içinde olduklarını, başlarında Mâlik ibn ‘Avf’ın bulunduğunu, Benû ‘Amir’den Ka’b ve Kilâb kabilelerinin ise bu sefere katılmayı reddettiklerini itiraf etmiştir. Resulullah (a.s.), sefer (Mekke’nin Fethi) tamamlanıncaya kadar koruyup gözetmesi için, bu casusu Hâlid ibn Velîd’e teslim etmiştir. Müslüman askerlerin güzel davranışları bu casusun çok hoşuna gitmiş ve o da İslam’ı kabul etmiştir. Mekke’nin fethinden üç gün sonra (H. 8, Ramazan), Resulullah (a.s.), çevrede bulunan putları yıkmaları için birçok askerî birlik gönderdi. Bunlardan Hâlid ibn Velîd komutasındaki bir birlik, Mekke ile Tâ’if arasındaki Nahle’ye gelerek, buradaki meşhur el-’Uzzâ putunu devirdi.[335] Bu olay, kendi putları Lât’ın da başına aynı olayın gelmesinden korkan Tâ’iflileri daha çok galeyana getirdi. Hevâzinliler çoktan yürüyüşe geçmişlerdi. Resulullah (a.s.)’ın görevlendirdiği bir casus, Evtâs’da kıpırdanmalar başlar başlamaz, Resulullah (a.s.)’ı mektupla haberdar etti. Durumdan daha da emin olmak isteyen Resulullah (a.s.), Mekke’ye bir keşif eri göndermiş ve o da kesin bilgilerle dönüp gelmişti.[336] Bunun üzerine Resulullah (a.s.), düşmanla karşılaşmak üzere Mekke’den ayrıldı.[337] Hareket halindeki ordusu Huneyn’de sabahın ilk saatlerinde ansızın pusuya düşürüldüğünde, kendisi henüz yolda idi.[338]
809. Huneyn adı Kur’an’da günümüze kadar tekrarlanarak gelmiştir. Ancak, aradan geçen bin yılı aşkın bir süreden sonra, bu bölgeyle ilgili tüm bilgiler yok olup gitmiştir. Kimileri burasının deve sırtında Mekke’ye bir günlük, kimileri iki günlük, bir kısmı da üç, hatta dört günlük uzaklıkta bir yer olduğunu söylerler. Kuşkusuz Huneyn, sudan yoksun, çöllük ve uzun zamandır kimseciklerin oturmadığı bir yerdi. Galiba Resulullah (a.s.) bir saldırı harekâtıyla düşmanı şaşırtma girişiminde bulunabilmek için, her zaman yaptığı gibi, farklı bir yoldan gitmeyi tercih etmişti. Fakat o sırada Mekke’ye doğru daha önceden yola çıkmış bir düşmanı durdurması gerekiyordu. Bu durumda düşmanı bizzat kendisinin karşılaması daha yerinde bir hareket olacaktı. Tarihî kaynaklardaki bazı veriler bizim onun daha sonra izlediği yol hakkında aydınlanmamızı sağlamaktadır. Huneyn’deki çatışmadan sonra, Resulullah (a.s.), düşmanın sürülerini, kadın ve çocuklarını bıraktığı Evtâs’a doğru yürüyüşe geçti. Daha sonra, yanına aldığı ganimetlerle birlikte, günümüzde hala bilinen ve Mekke’nin kuzeyine onbeş kilometre uzaklıktaki Ci’râne’ye geldi. Daha sonra, Huneyn’den kaçanların sığınmış olduğu Tâ’if’i kuşatmak üzere yola çıktı. Bu durumda, Huneyn ve Evtâs’ın Tâ’if (Mekke’nin güney-doğusu) istikametinde bulunmadıkları, aksine buralara giden yolların Ceyrane’de Tâ’if’e giden yolla kesiştiklerini düşünmek gerekir. Kanaatimizce, Huneyn ve Evtâs bölgelerini Mekke ve Tâ’if’de değil de, Mekke’nin kuzey-doğusunda aramak daha doğru olur. Resulullah (a.s.)’ın izlediği yolla ilgili ayrıntılı bilgi veren İbn Hişâm, onun Ci’râne’den sonra, buradan doğu yönündeki Nahle’ye, oradan da, Lîye ve daha sonra Tâ’if’e ulaşmadan önce, güney-doğudaki Karn’a geçtiğini belirtir. Lîye’nin Tâ’if’in doğu-güney-doğu istikametinde, şehre yaklaşık on kilometre uzaklıkta bir yer olduğunu da hatırlatmak gerekir. Böylece, Resulullah Muhammed (a.s.)’ın Mekke, Huneyn ve Tâ’if arasında yarım daire biçiminde bir güzergâh izlediği anlaşılıyor.
810. Durum ne olursa olsun, 12.000 kişilik bir İslam Ordusu Huneyn’de baskına uğramıştı: Süvari birlikleri önce yoğun bir ok yağmuruna tutuldu ve sonra kaçış başladı. Askerlerin geri kalanı uzun süre direnemediler. Tam ricat başlamıştı ki bozgun Resulullah Muhammed (a.s.)’ın soğukkanlılığı sayesinde önlenmiş oldu. Etrafındaki bir avuç sahabesi ile, saldıran düşmana yiğitçe göğüs gerip, kaçışan askerlerini tekrar bir araya getirmeyi başardı. Durum çok geçmeden tersine dönmüş ve bu kez düşman dağ yolları ve vadilere sığınarak takipten kurtuldu. Kur’an bu olaydan şöyle bahseder:
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn Savaşı’nda size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi bozguna uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti; sonunda (bozularak) sırtınızı düşmana döndürmüştünüz.
Daha sonra Allah, Resulü aracılığıyla inananlar üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusunu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi ve böylece kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.”[339]
811. İbn Hanbel’den nakledilen (bk. Müsned, III, 435) aşağıdaki hadiste, Muhammed (a.s.)’ın en ağır ve çirkin tahrikler karşısında bile son derece yüksek insanî ve ahlakî niteliklerini koruduğu görülmektedir. Huneyn savaşının yapıldığı gün, kendisinin düşmanı takip amacıyla gönderdiği askerî birlik, birkaç çocuğun da ölümüne neden olmuştu. Resulullah (a.s.)’ın azarlaması üzerine, savaşçılarından biri:
“Bunlar zaten putperest müşriklerin çocuklarıydı”, diyerek kendisini mazur göstermeye kalkınca, Resulullah (a.s.) şu cevabı verdi:
“Sizin aranızdaki en seçkin Müslümanlar da müşrik ve putperestlerin çocuklarıydılar! Dikkat edin, asla çocuk yaştaki kimseleri öldürmeyin! Her insan, (hangi dini seçtiğini) kendi diliyle söyleyinceye kadar İslâm yaratılışı üzerindedir. Onun bir Yahudi ya da Hıristiyan olmasına sebep, onu bu şekilde eğitip yetiştiren ana-babalarıdır.”
812. İslam tarihçileri,[340] İslam Ordusunda görev alıp çarpışan bazı hanım sahabelerin anılarını özellikle eserlerine almışlardır. Huneyn savaşında yararlıklar gösteren bu hanımlardan biri, daha sonra Resulullah Muhammed (a.s.)’den, düşman karşısında gevşeklik gösterip kaçan tüm erkekleri hor görerek, bunların ölümle cezalandırılmalarını istemişti! Evtâs mevkiinde kolayca ele geçen ganimetlerden sonra Resulullah (a.s.), Tâ’if’e doğru yoluna devam etti. Kaynaklar, Resulullah (a.s.)’ın bu arada Mekke’ye bir görevli göndererek oradan çok sayıda elbise satın aldırdığını ve Evtâs’da ele geçirilen esirlerin hepsinin bu elbiselerden birer tane almalarını emrettiğini belirtirler.[341] Lîye’ye gelindiğinde, İslam Ordusu düşman başkomutanı Mâlik’e ait müstahkem kaleyi bir hücumla ele geçirip yerle bir etmiştir.[342] Daha sonra meydana gelen Tâ’if kuşatmasında, Müslümanların taş atmak için mancınıklardan yararlandıklarını ve düşmanın oklarından korunmak için öküz derisiyle kaplanmış tekerlekli sur rampaları kullanarak, böylece şehrin surlarına iyice yaklaşıp temelinden yıkmaya çalıştıklarını biliyoruz. Yine İslam karargâhının düşmanın gece baskınlarına karşı nasıl savunulduğunu da biliyoruz: Burası bir ucu toprağa gömülü kereste ve kütüklerle çevrilmişti. Bu arada, (muhtemelen kale kapılarının ön tarafı) düşmanın istediği gibi çıkmasını engellemek için, dikenli ağaç dallarıyla kaplanmıştı.[343] Ancak, kuşatma altındaki Tâ’if kalesinin içinde hiçbir şey eksik değildi ve Resulullah (a.s.)’ın elindeki her türlü imkâna rağmen, burası ne düşürülebildi, ne de vergiye bağlanabildi.
813. Ancak “soğuk savaş” daha etkili olmuştur. Resulullah (a.s.), “düşmanın elinde bulunan kölelerden kim teslim olur da İslam’a girerse, ona özgürlüğünü bağışlayacağını” ilan etti. Belazurî’nin verdiği bilgiye göre[344] bu esirlerin sayısı 80 kadardı. Bunlar şehrin içinde çatışma çıkarmak istemişlerse de, Resulullah (a.s.), sayılarının azlığı nedeniyle kendilerini engellemiş ve sadece İslam Ordusunun saflarına katılmakla yetinmelerini istemiştir. Resulullah (a.s.) ayrıca, Tâ’if’e sığınmış olan Hevâzinli komutan Mâlik’in, İslam ordugâhına gelmesi halinde hem aile mensupları ile birlikte özgürlüklerinin bağışlanacağını, hem de kendisine lütuf ve ihsanda bulunacağını bildirmiş, bunun üzerine de Mâlik çıkagelmiştir.[345] Muhammed (a.s.) Tâ’iflileri, o sırada ellerinde bulunan bağ ve bahçeleri, ayrıca sulama tesislerini yıkmakla tehdit etmiştir. Durumdan endişelenen kent sakinlerinin, “onları tahrip etmektense kendi mülkiyeti içine almasını” bildiren cevabı gelmekte gecikmemiştir. Bu konudaki yalvarıp yakarmalar devam ettiyse de, Resulullah (a.s.) hepsini reddetmişti. Ancak şehir teslim olmak istemiyordu. Kuşatmanın başlangıcından bu yana kırk gün geçtiği halde bir sonuç alınamamıştı. O zaman, İslam Ordusu küçük bir savaş meclisi topladı. Toplantıda Nevfel ibn Mu’âviye ed-Di’lî, çevredeki bütün kabilelerin esasen İslam egemenliğine girmiş olmaları nedeniyle, zaten tek başına kalan Tâ’if’in İslam Devleti’nin güvenliğini tehdit edemeyeceği görüşünde olduğunu, aksine şehri hücumla almanın “yeraltındaki inine saklanan bir tilkiyi yakalamakta” olduğu gibi, büyük bir sabırla mümkün olabileceğini söyledi.[346] Resulullah (a.s.) da bu görüşü benimseyip kuşatmayı kaldırarak, Mekke yönüne doğru geri çekildi.
814. Ci’râne’ye geldiği zaman Evtâs’da ele geçirilen ganimetlerin ve Hevâzinli tutsakların akıbetinin ne olacağı konusunu ele aldı. Ganimetler kolayca bölüştürüldü. Sayıları altı bini bulan[347] tutsakların ise İslam Devleti tarafından nasıl yedirilip içileceği belirsizliğini koruyordu. Resulullah (a.s.) uzun bir süre tereddüt ettikten sonra, bunların köle sıfatıyla kendi adamları arasında dağıtılmasına karar verdi.
815. Muhammed (a.s.) tarafından önce Tâ’if’de, daha sonra da Ci’râne’de yapılan uzlaşma girişimleri, yavaş yavaş kaçak durumdaki Hevâzinlilerin kulağına kadar gitmiş olmalıydı. Ci’râne’de iken, tutsaklar arasında bulunan bir kadın kendisini Resulullah (a.s.)’a tanıtarak, kendisinin süt kardeşi Şeymâ olduğunu söyledi. Durumdan emin olunca bu hanıma büyük bir ilgi ve alaka göstererek, eğer isterse kendi yanında şerefli ve itibarlı bir şekilde kalabileceğini ya da isterse kendi yurduna dönebileceğini bildirdi. O yurduna dönmeyi yeğlemiş, Resulullah (a.s.) da yanına bir muhafız bölüğü katarak, binek hayvanı ve çok sayıda hediye ile yola çıkarmıştır. Şeymâ, kendisine gösterilen bu yakınlıktan yararlanarak, vaktiyle bir Müslüman’ı diri diri yakıp öldürdüğü için İslam karargâhında tutuklu bulunan ve kendi kabilesine mensup bir esirin lehine tanıklık yapmış, Resulullah (a.s.) da suçluyu bağışlayarak serbest bırakmıştır.[348]
816. Birkaç gün sonra, Resulullah (a.s.) henüz Ci’râne’de iken, Hevâzinlilerden bir heyetin onun huzuruna çıktığını görürüz. Bunlar, pişman olduklarını ve İslam’a girmek istediklerini, ayrıca kendisinin süt kardeşiyle akrabalıkları olduğuna göndermede bulunarak affedilmelerini istiyorlardı. Muhammed (a.s.) heyettekilerden, bunu cemaatle namaz kılındıktan sonra Ordu önünde alenen yapmalarını emretti. Onlar da öyle yaptılar. Resulullah (a.s.) bu arada bir uyarıda bulundu:
“Ben sizin İslam’a girmenizden çok mutluluk duyuyorum. Ancak siz çok geç kaldınız. Ben sizleri, Huneyn gününden beri, sizin payınıza düşen ganimetleri dağıtmaksızın haftalardır bekledim. Siz yine de şu iki şıktan birini seçin: Ya savaş esirleri ya da ganimet malları.”
Heyettekiler doğal olarak esir düşmüş kabile mensuplarını seçmeyi tercih ettiler. Bunun üzerine Muhammed (a.s.) şöyle dedi:
“Bu esirler, savaşçılar arasında köle olarak taksim edilmişlerdir. Ancak ben, şahsım ya da aile bireylerim adına bana düşen köleleri sizin hatırınız için, hiçbir fidye almaksızın azat ediyorum.”
Bunun üzerine Ebû Bekir de derhal ayağa kalkıp, kendi ailesinin de aynı şeyi yapacağını açıkladı. Diğerleri de onu izlediler ve böylece çok geçmeden kölelerin tamamı serbest bırakılmış oldu.[349] Hevâzinli komutan Mâlik’e ise ayrıcalıklı bir işlem yapıldı: Hem ailesi hem de bütün malları kendisine geri verildi. Üstelik kendisine 100 tane de deve hediye edildi. Bedevî, gösterilen bu yakınlıktan çok etkilendi ve ateşli bir İslam tebliğcisi haline geldi. Öyle ki, Tâ’if’de bulunan Sakîfli putperest akrabalarıyla bile savaşacak kadar ileri gitti.[350]
817. Tâ’ifli ‘Urve ibn Mes’ûd, oldukça farklı özelliklere sahip bir insandı. Hudeybiye Antlaşması sırasında Mekkeli bir heyete başkanlık yapmış ve Müslümanların Resulullah (a.s.)’a karşı gösterdikleri saygı ve hürmetten çok etkilenmişti. Daha sonra Müslümanların Tâ’if’e bir saldırı düzenleyeceklerinden endişelenerek, kendisi gibi soylu birini yanına alıp acele ile Yemen’e gitti. Amacı, burada mancınık, deri kaplı kuşatma arabaları vb. savaş gereçlerinin nasıl yapıldığını öğrenmekti[351] Muhammed (a.s.) kuşatmadan sonra Tâ’if’den ayrılırken, artık din değiştirmeye karar verdi ve Medine yolunda iken ya da Medine’ye vardıktan hemen sonra onun huzuruna çıktı. Bu şekilde İslam’ı kabul ettiğini açıkladıktan sonra, Resulullah (a.s.)’tan, Tâ’if’de İslam’ı tebliğ etmek için kendisine izin vermesini istedi. Muhammed (a.s.), savaştan hemen sonra tebliğ görevine başlayacak olursa, Tâ’if’lilerin olası bir düşmanlıkta bulunabileceklerini göz önünde tutarak, ‘Urve’nin hayatını tehlikeye sokmamak için önce tereddüt etti. ‘Urve’nin ısrarı üzerine Resulullah Muhammed (a.s.) sonunda razı oldu. Hemşehrileri arasında sahip olduğu büyük nüfuz ve itibara rağmen, İslam’ın emrettiği ibadetleri herkesin gözü önünde yerine getirmesi Tâ’iflileri öylesine tahrik etti ki, sonunda onu ok darbeleriyle şehit ettiler.[352] Masum şehidin kanı Tâ’iflilerin vicdan azabı çekmelerine yol açtı ve onları Mekke pazarındaki paylarını kaybedişlerinden, Müslüman olmuş komşu kabilelerin düşmanca tavırlarından vs. çok daha fazla etkiledi. Çok geçmeden, sükunet içinde oturup düşünmeye başladılar. ‘İlac kabilesinin bilgesi ‘Amr ibn Umeyye işleri yoluna koymak üzere harekete geçti. Kendisi ile şehirdeki bir diğer soylu olan ve Resulullah (a.s.)’ın yakın akrabası ‘Abd Yâlil arasındaki kişisel ilişkiler uzun zamandır kopma noktasında idi. Bir gün ‘Abd Yâlil’e, ‘Amr’ın kapıya geldiğini ve kendisiyle konuşmak istediğini haber verdiler. ‘Amr’ın şu sözleri karşısında ‘Abd Yâlil’in şaşkınlığı daha da arttı:
“Birbirimizden ayrılıp parçalanmamız nedeniyle durum oldukça ciddi… İslam’ın bu bölgede yaptığı atılımları sen de gördün. Sence de bunun üzerinde durup düşünülmesi gerekmez mi?”
Tâ’ifliler sonunda, bütün halkı temsil etmek üzere, Medine’ye bir heyet göndermeye karar verdiler. Benû Mâlik ve Ahlâf kabileleri kendi temsilcilerini seçtiler; ‘Abd Yâlil de bunların başına getirildi. H. 9 yılının Ramazan ayında, Resulullah (a.s.) uzunca süren Tebûk seferinden döndüğü sırada, Medineliler uzaktan Tâ’ifli heyetin gelmekte olduğunu fark ettiler. Onları beklemiyorlardı. Mugîre ibn Şu’be onları hemen tanıyıp, haber vermek üzere Resulullah (a.s.)’ın yanına koştu. Yolda Ebû Bekir’le karşılaştı. O da haberi duyunca, bunu Resulullah (a.s.)’a iletme şerefini kendisine vermesini rica etti. Zira Sakîflilerin İslam açısından taşıdığı önem biliniyordu. Muhammed (a.s.), heyeti büyük bir alaka ile karşılayıp itibar gösterdi ve onları Mescid-i Nebevî’ye yerleştirdi; ve her zaman olduğu gibi heyete ikramlarda bulunup konukseverlik gösterdi. Heyettekiler de artık İslam’ı kabul etmeye hazır olduklarını bildirip biat ettiler ve aşağıdaki koşulları öne sürdüler:
1. Tâ’ifliler günlük farz namazlardan muaf tutulacaklardır.
2. Onlar, zekât vermekten de muaf tutulacaklardır.
3. Tâ’if şehri kutsal bir şehir olarak tanınacaktır (Mekke gibi; bu şart ile heyet her halde Ka’be’yi haccetme görevinden de muaf tutulmak istiyordu).
4. Zorunlu askerlik hizmetinden (Cihattan) muaf olacaklardır.
5. Şehirlerindeki putun bulunduğu tapınak yıkılmayacaktır (Acaba Putperest ibadetlere devam etmek için mi?)
6. Kendileri için gayrı meşru cinsel ilişki (zina) yasaklanmayacaktır.
7. Aynı şekilde, faizle borç para vermek de yasaklanmayacaktır.
8. Alkollü içki içmek de onlar için yasak sayılmayacaktır.[353]
818. Rivayete göre heyettekiler anlaşma koşullarını baştan sona yazmışlar, sadece Muhammed (a.s.)’ın mührü için boş yer bırakmışlardı. Onların, listeyi tamamlamak üzere, Ramazan orucundan da muaf tutulmalarını isteyip istemediklerini bilmiyoruz. Görüldüğü gibi heyet, Tâ’if’lilerin İslamî ibadet ve yaşayışlardan muaf tutulmak koşuluyla, Muhammed’i Allah’ın Elçisi olarak tanımaya razı olmuşlardı. Öyle görünüyor ki, heyettekilerin gözünde İslam siyasal bir bağlılık, herhangi birini kendilerine bir başbuğ, siyasî bir şef olarak görmek anlamına geliyordu. Bu üyelere göre Resulullah Muhammed (a.s.) sadece kişisel şan ve şöhret peşinde koşan biriydi.
819. Öne sürdükleri koşullar dolayısıyla, Resulullah (a.s.) bunları huzurundan hakaret edip kovabilirdi; ama o, onlara tatlı ve yumuşak bir dille hitap edip meseleleri o kadar güzel açıkladı ki, heyettekiler istedikleri şeylerden dolayı utanç duymak zorunda kaldılar. Onlara şöyle dedi:
“Namaz, Rabbimiz olan Allah’ın varlığını kabul etmenin sadece bir dış görüntüsüdür. Allah inancı taşıyan bir din, namaz kılmak gibi Allah’ın varlığını tanımayı ifade eden bir hareketi içinde barındırmıyorsa, din denilmeye layık değildir. Fuhuş ve zinaya gelince, toplumsal hayatta bundan daha iğrenç ve nefrete layık bir hareket yoktur. İçinizden hanginiz hanımının, kız kardeşinin ya da kızının herhangi bir insan tarafından tecavüze uğramasını ister? Öyleyse diğer insanların da sizden kendi akrabalarına tecavüzde bulunmanızı istememelerini anlayışla karşılamanız gerekir.”
Kaynaklarda, Resulullah (a.s.)’ın alkollü içkiler konusunda neler söylediği belirtilmemiştir. Kuşkusuz o, bu tür içkilerin insan ahlakı ve onuru üzerindeki zararlı etkilerine heyettekilerin dikkatlerini çekmiş olmalıdır. Tâ’if’in kutsallığını kabul etme konusunda, Muhammed (a.s.) buna hazır olduğunu açıklamıştır. Aynı şekilde, onları zorunlu askerlik hizmetinden (cihat) ve zekât vergisini ödemekten muaf tutmuştur. Faizli işlemler konusunda öyle anlaşılıyor ki, Resulullah (a.s.), şehrin ileri gelenlerini yatıştırmak için, onları bir süreliğine serbest bırakmıştır. Put konusunda ise, Muhammed (a.s.), meselenin köküne inerek, onlara şu açıklamayı yapmıştır:
“Eğer put gerçekten herhangi bir kuvvet ve kudrete sahip ise, her şeyden önce kendisine zarar veren kimseyi cezalandırması gerekir. Hem onu sizin içinizden birinin yıkması gerekmez. Onu yıkacak olanları biz buradan göndeririz ve böylece, putun olası gazabına da onlar uğrarlar.”
820. Heyettekiler durum değerlendirmesi yapmak için huzurdan ayrıldılar ve arabulucu bir kimsenin bir süre iki taraf arasında gidip gelmesinden sonra, heyet, Resulullah (a.s.)’ın kendilerine önerdiği şeyleri kabul ettiklerini açıkladı.
821. Oldukça nâzik bir ortamda geçen bu görüşmelerde Resulullah Muhammed (a.s.)’ın üstlendiği ilâhî tebliğ görevinin esası ve hangi noktalar üzerinde durduğu hemen göze çarpmaktadır. Allah’ın birliği (vahdâniyet) ve putperestliğin kabul edilemezliği konularında o sarsılmaz bir kararlılık sergiliyordu. Yine, fuhuş ve zina gibi, ahlâka aykırı düşen en önemli kusur ve kötü fiilleri kesinlikle hoş karşılamıyordu. Geriye kalan diğer konularda ise, bunlar İslam’ın sine qua non (olmazsa olmaz) koşulları olmadıkları için, üzerlerinde fazla durmuyordu. İşte bu nedenle bu insanları merkezî hükümete vergi vermekten muaf tutmuş, yine askerî seferlere gönüllü olarak katılma şartını da kaldırmıştır. Ebû Dâvûd’un naklettiği bir hadise göre, heyet kendisinin huzurundan ayrılırken, Resulullah (a.s.), şaşkın durumdaki sahabelerine, İslam’ın bu iki emrinin kesinlikle lağvedilip kaldırılmadığını, ancak, İslam’a girdikten sonra kalplerinin ısınacağına olan inancı dolayısıyla Tâ’if’lileri bunlardan muaf tuttuğunu, onların yakında bu emirlerin de İslam’ın ayrılmaz bir parçası olduğunu anlayacaklarını ve o zaman kendilerinden istenmeksizin gönüllü olarak bunları yerine getireceklerine inandığını açıklayıp, sahabesini ikna etmiştir. Ordu kuvveti ve devlet hazinesi toplumun ortak kurumları olup, Devlet Başkanı’nın keyfi ve rahatı için tahsis edilmiş şeyler değildir. Gerçekten de, Muhammed (a.s.) yanılmamıştı: aradan henüz iki yıl geçmişti ki, halife Ebû Bekir’in dinden dönme (irtidat) harekâtı için oluşturduğu birliklere Tâ’if’den gelen gönüllülerin de katıldığı görüldü.[354] Tâ’if şehrinin kutsallığı, yani buradaki ağaçların kesilmesinin ve av hayvanlarını avlanmasının yasak edilmesinde İslam’a ters düşen bir şey yoktur. Bu durumda orası bir “milli park” haline gelecekti ki, bunun devam ettirilmesi İslam için kesinlikle bir engel oluşturmazdı.[355] Tâ’if hiçbir zaman Mekke’deki Ka’benin yerini almamıştır ve Tâ’if’liler de, kimsenin baskısı olmadan, şehirlerinin kutsallık taşıdığı iddiasından kısa zamanda vazgeçmişlerdir. Eğitim ve öğretim, merkezî hükümetin elinde olduğu için, tebliğ faaliyetleri için Medine’den gönderilen muallimler, Tâ’if’lilere İslam’ın ne olduğunu öğretmişlerdir.
822. Kısacası, bu görüşmeler sonunda bir anlaşma yapılarak, üzerinde anlaşılan hususlar kayıt altına alınmıştır. Maddeler halinde gösterdiğimiz anlaşma metni şöyledir:
1. Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
2. Allah’ın Elçisi Muhammed’in Sakîf (kabilesi) için (yazdırdığı ) bir yazı(sı)dır.
3. O şöyle yazdırdı: Bu belgenin içeriği ile ilgili olarak, onlar (Sakîfliler), kendisinden başka tanrı olmayan Allah’ın ve Abdullah’ın oğlu Resulullah Muhammed’in teminatı altındadırlar.
4. Onların vadileri, bütünü itibariyle kutsaldır (haramdır) ve burada bulunan yabanî ağaçlar ile av hayvanlarına karşı her türlü tecavüz, hırsızlık ve kötü muamele, Allah adına yasaklanmıştır.
5. Sakîfliler, Vac’(vadisin)in mülkiyet hakkına herkesten daha fazla sahiptir. Onların surlarla çevrili şehirlerine (Tâ’if) asla zorla girilemez, ve hiçbir Müslüman, onlara baskı yapmak niyetiyle buraya giremez. Onlar, vadilerindeki etrafı surlarla çevrili bu şehirlerine inşaat vb. konularda ne isterlerse getirebileceklerdir.
6. Onlardan öşür (onda bir vergisi) toplanmayacak ve onlar bu yükümlülüğe tabi olmayacaklardır. Ayrıca, onların mallarına ve şahıslarına yönelik hiçbir zorlamada bulunulmayacaktır.
7. Onlar, Müslümanlarla birlikte bir ümmet (topluluk) oluştururlar ve istedikleri yerde Müslümanların arasına karışabilir ve canlarının istediği yere girebilirler.
8. Ellerindeki bütün esirler kendilerine ait olacaktır. İstedikleri gibi tasarruf edebilmeleri için, onlar hakkında herkesten daha çok hak sahibi olacaklardır.
9. Bir rehin karşılığında güvence altına alınmamış, ancak vadesi gelmiş bütün borçlar, (borcunu ödemeyen) borçlunun, Allah’ın (ve onun Elçisinin) haram kıldığı faiz suçunu işlemesine yol açacaktır. Ukâz fuarına denk gelen tarihler dışında vadesi dolan ve bir rehinle teminat altına alınan borçların sadece anaparaları, kendilerine Ukaz’da ödenmiş olacaktır.
10. Sakîflilerin İslam’a girdikleri gün, halktan olan ve kayıt altına alınmış alacakları kendilerine ödenecektir.
11. Sakîflilere ait olup, halkın elinde bulunan mal, yahut köle şeklindeki her türlü emanet, ister onu alanın eline ganimet olarak geçsin, isterse elden çıkıp kaybolsun, her iki durumda da asıl sahiplerine ödenecektir.
12. Sakîfliler arasında bulunan herkes, (anlaşmayı imzalayanlarla birlikte) burada bulunmasalar da, ve onlara ait bütün mallar, burada hazır bulunanlarla aynı güvenceye sahip olacaklardır. Öte yandan, onların Lîye’de sahip oldukları her şey, Vac’da sahip olduklarına tanınanlarla aynı güvenceye sahip olacaklardır.
13. Sakîflilerle ittifak halindeki herkes ya da (yabancı oldukları halde onların memleketinde bulunan, her tüccar, Sakîflilerle aynı muameleye tabi tutulacaklardır.
14. Eğer herhangi bir suçlayıcı Sakîflileri suçlar ya da herhangi bir zalim onlara zulmedecek olursa, (Sakîflilerin) ne canları ne de malları konusunda böyle bir kimseye itaat edilmeyecektir. Aksine, Resulullah (a.s.) ve Müslümanlar, zulmeden kişiye karşı onlara yardım edeceklerdir.
15. Kendi aralarına girmesini istemedikleri hiç kimse, onların arasına girmeye çalışmayacaktır.
16. Alışveriş ve Pazar işleri evlerin avlularında yapılacaktır.
17. Herkes kendi başkanını kendi kabile mensupları arasından seçecektir: Benû Mâlikler kendi başkanlarını, Ahlâflar da kendi başkanlarını.
18. Mülkiyeti Kureyşlilere ait olup, Sakîfliler tarafından sulanan üzüm bağlarından elde edilen gelirin yarısı, onu sulayanlara verilecektir.
19. Vâdesi içerisinde rehinle güvence altına alınan hiçbir borç karşılığında faiz işletilmeyecektir. Eğer borçlular (anaparayı) ödeme imkanına sahipse, bunu derhal ödeyecekler; ödeme imkanı olmayanların borçları, ertesi yılın Cumâdel-Ûlâ ayına kadar ertelenecektir. Vadesi geldiği halde borcunu ödemeyen kimse faiz suçu işlemiş olur!
20. Devlete vergi borcu olanlar, bu borçlarının sadece anaparasını vermekle yükümlüdürler.
21. Ellerinde bulunan esirleri, eğer sahibi satmak istiyorsa satabilecektir. Satılmamış olanların fidyesi, iki farklı kalitede, yani yarısı dört yaşında, diğer yarısı yağlı ve semiz olmak üzere üç yaşında on devedir.
22. Bir şeyi satın alan kimse, o şeyle ilgili tüm haklara da sahip olacaktır.”[356]
823. Bu önemli belge ile ilgili bazı karanlık noktaları aydınlatmaya çalışmadan önce, bir başka belge metnine göz atmak istiyoruz. Bu belgede, Vac vadisinin kutsallığı konusunda alenî bir açıklama söz konusudur ki, aynı konu, yukarıdaki belgenin 4. maddesinde de ele alınmıştır. Metni aynen veriyoruz:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Müminlere:
Ne Vac vadisinde bulunan dikenli ağaçlar ve ne de orada bulunan fundalıklar kesilmeyecektir. Orada bulunan av hayvanları da öldürülmeyecektir. Kim böyle bir fiili yaparken yakalanırsa, giysileri çıkarılarak kırbaçlanacaktır. Kim bu konuda haddini aşarsa, bizzat yakalanarak Resulullah Muhammed (a.s.)’ın huzuruna getirilecektir. Bu Allah’ın Elçisi Muhammed’in emridir.
Bu belge, ‘Abdullah’ın oğlu Resulullah Muhammed’in emriyle Hâlid ibn Sa’îd tarafından yazılmıştır. Eğer bir kimse, Resulullah Muhammed (a.s.) tarafından emredilen bu yasak konusunda kendisine yazık etmek istemiyorsa, bu emre karşı gelmesin.”[357]
824. Bu anlaşmanın esas bölümü, üzerinde uzlaşılan şu koşulları kapsamaktadır: 4. madde ile Tâ’if vadisinin kutsallığı kabul edilmektedir; ve yukarıda da gördüğümüz gibi, Resulullah (a.s.) heyetin isteklerini kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda, bu maddenin ihlali halinde uygulanacak yaptırımları içeren bir genelge yayınlamıştır.
825. Anlaşmadaki 6. madde ile Tâ’ifliler askerlik hizmetinden ve vergiden muaf tutulmuştur. Burada hatırlatılması gereken iki nokta vardır: Iº Bu çifte muafiyet sadece Tâ’if’lilere tanınmış bir lütuf değildi; Gerçekten de, kaynaklarımızda, farklı Arap kabileleriyle yapılan ve Resulullah Muhammed (a.s.)’ın rıza gösterdiği benzer imtiyazların yer aldığı çok sayıda anlaşma metni bulunmaktadır.[358] 2º Öşür vergileri konusuna gelince: Tarihî kaynaklar[359] burada bağ ve bahçelerin söz konusu olduğunu belirtmektedir; Ebû Yûsuf,[360] Tâ’if’lilerin ayrıca kendi ülkelerinde ürettikleri bal üzerinden her zamanki vergiyi ödemeye devam ettiklerini belirtmektedir.
826. 6. ve 21. maddeler, Tâ’if’lilerin ellerinde bulunan savaş tutsaklarıyla ilgilidir. Onların bu tutsaklar üzerindeki haklarını tamamen kabul etmekle birlikte, Resulullah (a.s.), bunların serbest bırakılmaları için bazı imkânlar sağlamış, fidye miktarını bile belirlemiştir. Bunların köle statüsüne sokulması ise yasaklanmıştır.
827. 9. maddenin Arapça özgün metninden yaptığımız çeviride, iki yerde bazı kelimeler ekledik; Bunlardan ilki olan “ve O’nun Elçisinin” kısmı, anlamda hiçbir değişikliğe yol açmadığı gibi, zaten bir başka varyantta da bu şekliyle geçmektedir. “Borcunu ödemeyen” şeklindeki ikinci ekleme çok daha önemlidir. Zira böyle bir açıklamanın yapılmaması halinde cümle anlamsız görünecekti. Ancak, 19. maddede konunun bir kez daha ele alınmasıyla, ortadaki belirsizlik ve anlaşılmazlık giderilmiştir: Vadesi geldiği halde borcun ödenmesinin geciktirilmesi de bu madde ile açıkça faiz kadar ağır bir suç teşkil edecektir. Bu metni şerh edip yorumlayan İbnu’l- Esîr[361] “Ukâz fuarının kurulacağı vakte kadar ek bir süre tanındığını” hatırlatmaktadır. Başka bir yazar ise, daha açık ve daha da merak uyandıracak bir biçimde, bu maddenin içinde şöyle bir cümle bulunduğuna dikkat çekmektedir:
“Ukâz fuarında faizli işlemler de yapılabilecektir (yulât bi-’Ukâz) [bu durumda (bu işlemler] geciktirilemeyecektir.[362]
Anlaşma Ramazan ayında imzalanmıştı. Buradan, Resulullah (a.s.)’ın bu imtiyazı, ‘Ukâz fuarının üç ay sonra kurulacağı gelecek mevsime kadar, birtakım bankerlerin lehine tanıdığı sonucunu mu çıkarmak gerekir? Yoksa bu ek kısmının, metni nakleden râvilerin hata ya da yanlış anlamasından mı kaynaklandığını düşünmek gerekir? Bu konular üzerinde durmak gerekir.
828. 13. maddede, Tâ’if’deki yabancı kervanlardan söz edilmektedir. Acaba burada üzerinde durulan, uluslararası kervanlar mı, yoksa Yahudiler gibi, Arap olmayan tüccarlar mıdır? Kaynaklarımız bu konuda da bizi fazla aydınlatmamaktadır.
829. 18. madde ziraî şirketlerden bahsetmektedir. Bu şirketlerde toprak sahibi ile ekip biçen kişiler farklı olup, elde edilen ürünü paylaşmaktadırlar. Acaba anlaşmaya konulan bu hükümle, örfe dayanan eski bir uygulama mı kastedilmekte, yoksa -yukarıda bahsettiğimiz gibi- şehrin kuşatılması sırasında Tâ’if’lilerin Resulullah (a.s.)’a bırakmış oldukları bağlar söz konusu edilip, şimdi toprak sahibi (Hükümet) ile üzerinde çalışan ziraatçı arasındaki ilişkilerin normale dönmesi mi amaçlanmaktadır? Bu ihtimallerden hangisinin gerçek olduğu hakkında yeterli verilere sahip değiliz. Ziraî ürünlerin yarısı için çalışmak (yarıcılık), şüphesiz Tâ’if’de bir gelenek idi.[363] Aynı gelenek Hayber’de de yaygındı.
830. Her ne kadar, 17. maddeye göre Tâ’if’in valisi ancak bir Tâ’if’li olabilir idiyse de, onu seçmek Resulullah (a.s.)’ın elinde olan bir husustu. Ebû Bekir’in tavsiyesi üzerine, Resulullah (a.s.), gelen heyetin en genç üyesi ‘Osmân ibn Ebi’l-’Âs’ı Tâ’if bölgesinin valisi olarak atadı. Ebû Bekir şöyle bir tespitte bulunmuştu:
“Ben bu genç adamı, heyetin en liyakatlisi olarak görüyorum: Kendisi, heyetteki diğer üyelerden daha fazla miktarda Kur’an ezberlemiş durumda; ve yine, ibadetin uygulamaya yönelik esaslarını yerine getirmede en coşkulu ve en samimi davranan o.”
Tâ’if heyeti dönmek için tam yola çıkacağı sırada, Resulullah (a.s.) bu genç valiye şu talimatı verdi:
“Cemaatle kılınan namazlarda ılımlı ve yumuşak tutumlu ol; ölçüt olarak, cemaat içindeki yaşlıları, küçük çocukları, hasta ve zayıfları, ve işleri dolayısıyla acelesi olanları göz önünde bulundur.”[364]
831. Muhammed (a.s.), kısa bir süre sonra, Lât adlı putu ortadan kaldırmak için Tâ’if’e özel görevliler gönderdi. Bu küçük heyetin içinde Sakîfli Mugîre ibn Şu’be de bulunuyordu. Putu kırmakla görevli heyet belirtilen yere gelince, özellikle şehirdeki batıl inançlı kadınlar arasında büyük bir üzüntüye yol açtı. Mugîre, hemşehrilerinin ruhsal durumunu çok iyi bildiğinden, biraz eğlenmek için bundan yararlanmak istedi: Puta ilk darbeyi indirir indirmez bir çığlık atıp, bayılmış gibi yaparak kendini yere attı. Henüz gönülleri İslam’a tam bağlanmamış olanlar ve batıl inançlı kimseler bundan çok hoşlandılar. Aralarında bu konuyla ilgili olarak konuşmaya dalmışken, Mugîre kahkaha atarak ayağa kalktı ve putu ve bütün tapınağı yerle bir edip, daha önce puta adak olarak getirilip bırakılmış bütün kıymetli eşyaya, İslam hükümeti adına el koydu. Muhammed (a.s.), buradan ele geçirilen para ve değerli eşyanın, çok miktarda borç bırakarak şehit olan ‘Urve’nin oğlu Ebu’l-Muleyh’e, sadaka olarak verilen diğer paralarla birlikte yardım olarak verilmesini emretti.[365]
832. Şurası dikkat çekicidir ki, heyetin Resulullah (a.s.)’tan istediği şeylerin başında alkollü içkilerin serbest bırakılması geliyordu. Yukarıda verilen her iki belgede de bu konuya değinilmemiştir. Ancak elimizde Resulullah (a.s.)’ın Tâ’if halkına hitaben yazdırdığı ileri tarihli başka bir mektupta şu ifade yer almaktadır:
“(Mısırdan yapılan) Gubeyra içkisi yasaklanmıştır.”[366]
Buradan, Resulullah (a.s.)’ın içki konusunda hiçbir ayrıcalıkta bulunmadığı sonucu çıkarabiliriz: Genel hüküm Tâ’if’lilere de uygulanmaktaydı. Bu insanlar, üzümden yapılan içkileri içmekten kaçınıyorlardı. Ama içlerinden bazıları, anlaşıldığı kadarıyla Kur’an’da bu konuyla ilgili olarak sadece hamr kelimesinin kullanıldığını göz önünde bulundurarak, üzümden başka maddelerden yapılan üretilen içkilerin yasaklanmadığı yorumunu çıkartmışlardır. İşte Resulullah (a.s.), muhtemelen işleri sıkı tutan valinin isteği üzerine, gubeyra (bira)’nın da yasak olduğunu açıklamıştır
833. Bu anlaşmanın bazı kimseler tanık gösterilerek sağlama bağlanması için alınan önlemlerden de söz ederek bu bahsi kapatalım: Kaynaklarımızın verdiği bilgiye göre, diğerlerinin yanı sıra, Resulullah (a.s.)’ın kızı Fâtıma’dan dünyaya gelen iki torunu Hasan ve Hüseyin de bu olaya tanık gösterilmişlerdir.[367] O sırada, büyük olan Hasan dört yaşında idi. Acaba Tâ’if’li heyet üyelerinin isteği üzerine, mühür olarak bu iki çocuğun parmak izleri mi kullanılmıştı, yoksa onların yerine biri çıkıp, onların adını belgelerin üzerine mi yazmıştı? Bu konu bilinmemektedir.
834. İşte dönemin toplumsal tarihi bakımından ilginç olan küçük bir olay daha: İslam’a yeni girmiş olan Tâ’if’li Gaylan ibn Seleme’nin on hanımı vardı. Resulullah (a.s.), ona, içlerinden kendi tercih ettiği dördünü alıkoyup, diğerlerini boşamasını emretmiştir.[368] Gaylan’ın kızının takı ve mücevherleri Arabistan’da dillere destan idi.[369] İbn Habîb’in söylediğine bakılırsa (bk. Muhabbar, s. 357), Tâ’if’te Müslüman olduğu sırada on hanımı olan 5 kişi daha vardı.[370]
835. Tâ’if’in komşularıyla ilgili birkaç kelime söylemek istiyoruz: Tâ’if’in güneyinde bulunan yukarı Necd bölgesinde, Curaş denilen bölge birçok vadiden akıp gelen derelerle sulanırdı. Hemdânî[371] bu bölgeyi “müstahkem kaleler ve ekili alanlar ülkesi” ya da “üzüm bağları ve kuyular ülkesi” olarak tasvir eder. Curaş şehri müstahkem bir kale (medînetu’l-muğlaka) haline getirilmişti ve vaktiyle göçebe durumdaki birçok kabilenin mensupları burada yerleşik bir düzen kurmuşlardı.[372] Muzhic kabilesinin taptığı put olan Yeğus’un bulunduğu tapınak da bu şehirde idi.[373] Bu yörede kulağı ve kuyruğu olmayan, kısa boylu ve tüysüz, hazef adlı bir tür koyun yetiştirilip ihraç edilirdi.[374] Curaş’ın develeri Şair Lebîd’in şiirine konu olmuştu.[375] Burada aynı zamanda mancınık, deri kaplı rampalı arabalar gibi, hem putperest Arapların hem de Müslümanların Tâ’if kuşatması sırasında kullandıkları savaş araç gereçleri imal edilmekteydi.[376]
836. İslam bu bölgeye pek erken bir dönemde girmişti. Devs kabilesinden Tufeyl ibn ‘Amr, daha Hicret’ten önce Mekke’de Müslüman olmuş, daha sonra ülkesine giderek İslam’ı tebliğle uğraşmıştı. Ebû Hureyre, Ebû Musâ el-Eş’arî ve diğerleri, onun çabaları sayesinde İslam’la tanışmışlardı.[377] Pek tabiidir ki, yörenin bütün sakinleri aynı görüşte olmayıp, bazıları putperest olarak kalmışlardı. H. 8 yılında Mekke’nin İslam’a girmesinden sonra, Tufeyl, Resulullah (a.s.) tarafından Zu’l-Kafeyn (ya da Zu’l-Kaffeyn) adlı putu yakarak ortadan kaldırmak üzere buraya gönderilmiştir.[378]
837. H. 10 yılına doğru, Ezd kabilesinden onbeş kişilik bir heyet, kabilelerinin İslam’ı kabul ettiklerini bildirmek üzere Medine’ye geldiler. Resulullah (a.s.), bunlar arasından Surad adlı birini başkan tayin etmiş ve onları Curaş bölgesinde savaşmakla görevlendirmiştir. Surad kabilesine dönerek, Curaşlar üzerine gönderilen askerî birliği yönetmiştir. Bu arada, Cureyşlilerin Resulullah (a.s.)’la görüşmelerde bulunmak üzere Medine’ye gönderdiği iki heyet de işlerini bitirmiş ve memleketlerine dönme hazırlığı içinde idiler. Surad’ın Curaş kabilesine karşı giriştiği sefer çok kanlı bir şekilde sonuçlandı ve sonunda, bu şehrin sakinleri İslam’a olan düşmanlıklarından vazgeçip, dinlerini değiştirmeye karar verdiler. Bu amaçla Medine’ye gönderdikleri heyet, aşağıdaki koşulları içeren bir anlaşma yaparak geri döndü:
“Bu, Curaş halkı lehine, Resulullah (a.s.) tarafından çıkarılmış bir fermandır:
İslam’a girdikleri sırada sahip oldukları ve otlak olarak kullanılan alanlar yine onların mülkiyetinde kalacaktır. Kim sahiplerinin rızası olmaksızın burada kendi sürüsünü otlatmaya kalkarsa, mallarını ölmüş bilsin.
Has’am kabilesinden Zuheyr ibn el-Hamâse’ye gelince: Onu alınız, zira o onların elinde rehine olarak bulunuyordu.
Şahitler: Ömer ibn el-Hattâb ve işbu belgeyi kaleme alan Mu’âviye ibn Ebî Sufyân.”[379]
838. İbn Hişâm,[380] Has’amların İslam’dan önce, komşuları olan Ezdlere karşı baskınlar düzenleyip, Haram ayları ihlal ettiklerine kısa bir göndermede bulunur; Yukarıda ele aldığımız belgenin son kısmında da bu konuya dikkat çekilmektedir. Resulullah (a.s.)’ın emriyle girişilen ve Surad’ın icra ettiği savaş kuşkusuz aynı kusurlu davranışlarla ilgiliydi. Yazar burada açık bir ifade ile, Curaş’a yerleşmiş birçok Has’amlının bulunduğunu söylemektedir.
839. Çok geçmeden, Has’amlar da Medine’ye bir elçi heyeti göndermiş ve bölgede barışın sağlanmasına yönelik, aşağıdaki fermanı elde etmişlerdir:
“Bu, Has’am kabilesine ve aynı zamanda Bişe’nin yerleşik ve göçebe halkına Allah’ın Elçisi Muhammed tarafından çıkarılan bir fermandır:
İslam’dan önceki her türlü kan dökme suçlarınız bağışlanmıştır. Ayrıca, içinizden gönüllü ya da zorla İslam’ı kabul eden ve gökyüzünden yağan yağmurla ya da düşen çiğle ıslanmış, yumuşak ya da sert bir toprağa sahip olan ve kıtlık ve kuraklık dönemleri dışında, üzerinde ziraat yapılan bir araziye sahip kimsenin, bu topraklar üzerinde biten ilk çimen ve meyveler üzerinde hakkı olacaktır. Aksine, toprak eğer bir akarsu ile sulanıyorsa ürünün onda biri (öşür), kovalarla (taşıma su ile) sulanıyorsa onda birin yarısı tutarında vergi ödemek zorundadır.
Şahitler: “Cerîm ibn ‘Abdullah ve hazır bulunan kimseler.”[381]
840. Bu metin bize, diğer konuların yanı sıra, Muhammed (a.s.)’ın ziraî vergilerle ilgili hikmet dolu politikasını göstermektedir. Ebû Sufyân’ın Curaş valiliğine atanması[382] da bu bölgeye verilen önemi gösterir.
841. Bu fermanda, Bişe bölgesinin adına da yer verilmiştir. Bu yörenin verimli topraklarında, Bahile gibi, diğer kabileler de oturmaktaydı. Aşağıdaki belge bu duruma işaret etmektedir:
“(Bu belge) Bâhile kabilesinden Mutarrıf ibn el-Kâhin ve Bişe’de oturan Bâhilîler içindir:
Kim üzerinde ağaç yetişmeyen kıraç bir toprağı, içinde develerin gezinip çeşitli hayvanların dinlenebileceği verimli bir hale getirirse, oranın mülkiyeti o kişiye ait olacaktır. Bu kişi, her bir 30 baş sığır için üç yaşında bir dana, her bir 40 koyun için genç bir koç ve her bir 5 deve için ergin bir koyun olmak üzere vergiye tabi olacaktır. Bu vergileri toplamak üzere gelen memurlar, mera yerleri dışında bu vergileri tahsil edemeyeceklerdir.”
Bu vergi mükellefleri de Allah’ın emniyet ve himayesi altındadırlar.”[383]
842. Burada, Muhammed (a.s.)’ın ekonomik bakımdan geri kalmış bölgeleri kalkındırmak için duyduğu kaygılar da görülmektedir.
843. Elimizde, yine Bâhile kabilesinin Benû Vâ’il kolu için verilmiş aynı türde bir başka belge (ferman) daha bulunmaktadır. Resulullah (a.s.) bu belgede, söz konusu kabileyi günlük namazları kılmak ve vergileri vermekle yükümlü kılmanın yanı sıra, onlara putperestlerle de her türlü ilişkiyi kesmelerini de emrediyordu.[384] Onlara emniyet ve himaye hakkı tanıyor, askerlik hizmetinden muaf tutuyor ve yöneticilerini sadece kendi kabileleri içinden seçmelerine rıza gösteriyordu. Bu yazıda ise, Resulullah (a.s.)’ın damadı Osman (RA) şahit olarak gösterilmiştir.[385]
844. Muhtemelen Suleymlileri Resulullah (a.s.)’ın düşmanı haline getiren nedenlerden dolayı, üç sacayağından biri olan Gatafânlılar da, tıpkı Suleymliler gibi, hemen hemen sonuna kadar İslam’la düşmanca ilişkiler içinde olmuşlardı.
845. En büyük Arap kabilelerinden biri olan Gatafânlılar tamamen göçebe insanlardan oluşmaktaydı. Yerleşik hayat sürenleri kendilerinden saymazlardı. Bunlar Hayber yakınlarından başlamak üzere, Necd’den başlayıp Mekke’nin güneyine kadar uzanan topraklar üzerinde yaşarlardı.Bu kabilenin hayat hikâyesi, savaşma hırsını atalarından miras almış olan başkanları ‘Uyeyne ibn Hısn’ın kişiliğine odaklanmıştır. Gerçekten, İbn Habîb,[386] verdiği diğer bilgilerin yanı sıra, Huneyn Günü Bekr ibn Vâ’illere karşı girişilen savaşta Gatafânlıların başında ’Amr ibn Cu’ayye’nin bulunduğunu bildirmektedir. Onun oğlu Bedr ibn ‘Amr bu insanları Benû Esed’e karşı yönlendirmiştir. Bedr’in oğlu Huzeyfe ise, en-Nasâr ve el-Cifâr kabileleriyle savaşıldığı günlerde onlara kumanda etmiş ve nihayet Dâhis savaşında öldürülmüştür. Yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Uyeyne, aslında büyük savaşçı Huzeyfe’nin torunuydu. Bu kabileden çıkan kadınlar da az cengâver değillerdi: Bedr’in kız torunu Umm Kirfe Fâtıma ve Umm Kirfe’nin kızı Umm Ziml bunlara örnektir.[387]
846. Arabistan’ın her yerinde olduğu gibi, bu kabile içinde de dışarıdan gelmiş kimseler ya da bu kabile içinden çıkıp başka kabilelere sığınanlar vardı. Örneğin,[388] Mekkeli ‘Avf ibn Lu’ey Gatafânlıların arasına gelip yerleşmiş, Lakît ibn ‘Abd Kays da Medine’nin Benû Zufer kabilesini kendisine yurt edinmişti. Putperest olan Gatafânlılar, Nahle’deki ‘Uzzâ’ya taparlardı; Tapınağın hizmetkârları ise Benû Şirme ibn Murre kabilesine mensuptular.[389] ‘Ukâz fuarı bu tapınağın hemen yanı başında kurulurdu. Kuşkusuz Gatafânlılar da buraya sık sık giderlerdi.
847. Bunların farklı kolları arasında Fezâre, Eşca’, Muhârib, Sa’lebe ve Murre, Resulullah Muhammed (a.s.)’ın hayatı boyunca özellikle dikkat çeken kabilelerdir. Görünüşe bakılırsa Fezâreler en kalabalık ve en güçlü olanlardı ve ellerinin altında kalabalık bir süvari birliği bulunuyordu. ‘Uyeyne ibn Hısn el-Fezârî’ye gelince: Bu zât Arap edebiyatında iki isim altında tanınır: İbn Lakîta (yolda bulunmuşun oğlu) ve el-Ahmak em-Mutâ’ (itaat edilen ahmak). Birinci lâkabı, pek önem taşımayan çeşitli biçimlerde açıklanmıştır. Kimin taktığı bilinmeyen ikinci lâkabı ise onun kişiliğini tam anlamıyla özetlemektedir. Burada özelliği olan küçük bir olayı aktaralım (bk. Suheylî, II, 187-188): Bir gün, önceden izin almaksızın Resulullah (a.s.)’ın Mescid-i Nebevî’deki özel dairesine girdi ve Resulullah’ın zevcesi Ayşe’yi görünce, şöyle söylemekten çekinmedi: “Ey Muhammed! Benim karılarımdan birine karşılık, şu gonca gülü (:hümeyra) bana bağışlasana!” Hiç şüphesiz, Resulullah (a.s.) bu densiz teklife gereken cevabı vermiştir.
848. İlahî tebliğ görevinin 10. yılında, Resulullah Muhammed (a.s.), Hac amacıyla Mekke’ye gelen çeşitli putperest kabile mensuplarına, İslam’ı anlattıktan sonra kendilerinden sığınma hakkı istediğinde, bunlar arasında bulunan Fezâreler, Muhammed (a.s.)’i hiç desteklememişlerdi.[390] Hicretten sonra, 3. yıl başlarında Medineliler, Gatafânlılardan Muhârib ve Sa’lebe kollarının, Medine’ye bir baskın düzenlemek üzere, Du’sûr el-Muhâribî komutasında bir araya geldiklerini haber aldılar. Resulullah (a.s.), bir miktar süvariyle birlikte 450 kişilik ordusunun başına geçti ve Zû Amr’a doğru hareket etti. Yolda, düşman kabile mensuplarından Cebbâru’s-Sa’lebî esir olarak ele geçirildi. Resulullah (a.s.) kendisiyle konuştuktan sonra Cebbâr İslâm’ı kabul etti ve kendi kabilesi aleyhine de olsa ona rehberlik etti. Medineliler düşmana baskın düzenlediyse de, bunlar olanca hızlarıyla kaçıp dağlara sığınmayı başardılar. Resulullah (a.s.) Zû Amr’da karargâhını kurduğunda, hayatına kastedilen bir suikast girişimiyle karşılaşmıştır ki bundan daha önce bahsetmiştik. (bk. yukarıda § 783/1 ve 783/2)
849. H. 4 yılının sonuna doğru, Resulullah (a.s.), Muhârib ve Sa’lebe kabileleriyle savaşmak üzere Zâtu’r-Rikâ’ya[391] doğru yürüyüşe geçti. Düşman saflarında çok sayıda asker vardı ve her iki taraf da birbirinden çekiniyordu. Bu nedenle, Resulullah (a.s.) vakit namazlarını gerçek bir korku namazı şeklinde kıldırdı (Bu durum Nisa: 4/101-4’de açıklanmıştır). Dönüş sırasında düşman tarafındaki küçük birlikler baskın yaparak Müslümanları tedirgin etmek istediler. Bir gece, son derece tehlikeli bir vadide mola verildiğinde, Resulullah (a.s.), en çok zarar gelebilecek iki noktayı gözetmek üzere iki nöbetçi dikti. Bunlar sırayla nöbet tutuyorlardı. İlk nöbetçi namaza durduğunda onun secde hareketleri düşmanın dikkatini çekti. Ve okunu atarak isabet ettirdi. Nöbetçi yine de namazını bozmayıp devam etti. Düşman, okun hedefe isabet etmediğini sanarak bir ok daha attı. Müslüman asker namazına bozmadı ve böylece üç ok daha vücuduna isabet etti. Ve ancak o zaman, düşmanla ilgilenmesi için arkadaşına seslendi ve ona: “İslam Ordusu’nun güvenliği için böylesine önemli bir nöbetle görevlendirilmiş olmasaydı, namazını bozmaktansa, kendisini bitirip tüketen bu yaralara tahammül edip ölmeyi yeğleyeceğini” söyledi. Kaynağımız, bu yolculuk sırasında meydana gelen bir başka olaydan daha söz eder. Resulullah (a.s.)’ın Câbir adlı bir sahabesinin devesi yorgunluk belirtileri gösterdi. Resulullah (a.s.)’ın aldığı önlemler sayesinde deve iyileşti. Daha sonra Resulullah (a.s.) ile Câbir arasında şöyle bir konuşma geçti.
“- Ey Câbir! Deveni bana satmak istemez misin?
- Elbette ey Resulullah (a.s.)! Ancak onu, yolculuk bittikten sonra Medine’ye vardığımızda teslim etmek koşuluyla.
- Peki kaça satmayı düşünüyorsun?
- Fiyatı sen belirle!
- Bir dirheme razı mısın?
Bunun üzerine Câbir, Resulullah (a.s.)’ın şaka yaptığını anladı ve aynı latifeli sözlerle karşılık verdi:
- İşin doğrusu, sen beni oyuna getirmek istiyorsun.
Ciddiyetini hiç bozmayan Resulullah (a.s.):
- Öyleyse iki dirhem olsun, dedi ve pazarlık sonunda devenin fiyatını 40 dirheme kadar çıkarınca, Câbir de bunu kabul etti, olay da tatlıya bağlanmış oldu. Muhammed (a.s.) daha sonra konuyu değiştirerek, Câbir’le ailesi hakkında konuşmaya başladı. Ona, evli olup olmadığını sordu.Câbir:
- Evet, kısa bir süre önce nikâhlandım.
- Bir bakireyle mi, yoksa dulla mı?
- Bakireyle değil.
- Niçin bir kızla evlenmedin? Birbirinizle daha hoşça vakit geçirirdiniz.
Bunun üzerine Câbir şöyle cevap verdi:
- Ey Allah’ın Elçisi! Bildiğin gibi babam Uhud’da şehit düştü ve geride yedi kız çocuğu bıraktı. O zaman ben de aileme sahip çıkacak ve onlara göz kulak olacak bir kadınla evlenmek istedim.
- Çok güzel düşünmüşsün, ey Câbir! Medine’ye döndüğümüzde, birkaç deve kesip dostları davet ederek senin bu nikâhını kutlayalım.
Medine’ye döndüklerinde Câbir bütün olup biteni hanımına anlattı. Nikâhlı hanımı bütün bunları Câbir’in bir şaka olarak kabul etmesi gerektiğinde ısrar edip durduysa da, Câbir dayanamayıp deveyi Resulullah (a.s.)’ın evine götürdü. Resulullah (a.s.) gülmeye başladı, sonra kişisel hesaplarını tutan memuruna dönerek, devenin parası olan kırk dirhemi ödemesini emredip, Câbir’e de devesini yanında alıkoyabileceğini söyledi. Kasadan sorumlu Bilal, üzerinde anlaşılan miktardan biraz daha fazla vererek hesabı kapattı. Bu deve kırk yıl kadar daha yaşamıştır. Kaynağımızın belirtmemesine rağmen, Câbir’in söz konusu düğün ziyafeti de yine Resulullah (a.s.) tarafından düzenlenmiştir. Bu arada Câbir karşılaştığı herkese, hatta Yahudilere bile, bu deve hikâyesini anlatmadan edememiştir. Hatta İbn Râhûye ve Ebû Ya’lâ’nın naklettiğine göre, bu Yahudilerden biri şaşkın şaşkın: “Nasıl! Sana hem deveyi hem de parasını mı geri verdi?” demiştir (bk. İbn Hacer, Metâlib, Nº 3827).
850. Gatafânlıların bir kolu olan Eşca’ ve ‘Amir ibn İkrime kabileleri kervan yolları üzerinde otururlar ve yolcu ve tüccarların kendi bölgelerinden geçerken yaptıkları alışverişle geçimlerini sağlarlardı. Resulullah Muhammed (a.s.), kuzeye giden Mekke kervanlarına İslam’ın etki alanı içindeki bölgelerden geçme yasağı getirince, bu durum adı geçen kabileler açısından ciddi bir krize yol açmıştı. Bunun üzerine bu kabile mensupları Medine’ye heyetler göndererek, Müslümanlarla birçok anlaşmalar imzaladılar.[392] Eşca’lara gelince, onlarla ilgili olarak elimizde şöyle bir ferman bulunmaktadır:
“Bu (yazı) Nu’aym ibn Mes’ûd ibn Ruheyle el-Eşca’î’nin yemini ile üzerinde anlaşmaya varılan hususlardır: O, Uhud (Dağı) yerinde durduğu ve deniz bir sûfe’yi (yün parçasını ya da kılı) ıslatmaya gücü yettiği sürece onunla (Muhammed) yardımlaşma ve istişare etme konusunda anlaşmıştır. Ali tarafından yazılmıştır.”[393]
851. Bu belge bize fazla bir bilgi vermemektedir. Kullanılan ifade biçimleri hicretin ilk yıllarına aittir ve biz, Eşca’ların Hendek Savaşı sırasında kuşatmacı düşman grupları arasında karışıklıklar çıkararak Müslümanlar lehine gerçekten övgüye lâyık hizmetlerde bulunduklarını biliyoruz.. Resulullah (a.s.) vefat ettiğinde, Gatafânlıların çoğu dinlerinden dönerken, Eşca’lar inançlarında sebat etmişlerdir.[394] Yine Resulullah (a.s.) ölüm döşeğinde iken, sadık bir Müslüman olan Nu’aym’a, bu dinden dönenlerle savaşmak gibi önemli bir görev yüklemiştir. Hatırlayacak olursak, Hendek Savaşı dolayısıyla Yahudi-Mekke ittifakının yapıldığı sıralarda, Resulullah (a.s.) Dûmetu’l-Cendel bölgesine bir cezalandırma seferi düzenlediği zaman, yolu Gatafân topraklarından geçmekteydi. Yine hatırlanacak olursa, bundan birkaç hafta önce Resulullah (a.s.) Benû Musta’likler üzerine bir cezalandırma seferine çıktığı zaman da, Gatafânlı ‘Uyeyne ibn Hısn’ın, içinde savunma amaçlı hiçbir kuvvetin kalmadığı Medine’ye hücum etmesinden korkuluyordu.[395] Bu durumda, Resulullah Muhammed (a.s.), kendisiyle bir dostluk ve iyi komşuluk anlaşması yapmak üzere bu başkanla temas kurdu. Makrîzî,[396] o dönemde bir ittifak anlaşması yapıldığını doğrulamakla birlikte bize işin ayrıntısı hakkında bilgi vermemektedir. Öyleyse bunun, hiçbir kural ve vicdanî endişe tanımayan ‘Uyeyne’nin bir aldatmacası olması gerekir. Zira birkaç gün sonra kendisi, kuşatmacı kuvvetlere katılmak üzere Medine’nin yolunu tutmuştur; orada Gatafânlılar, Uhud yakınlarında Medineli Benû Hâriselerin oturduğu mahallenin tam karşısına konuşlanmışlardı.[397] Gatafânlı süvari birliğinin sayısı üçyüz kadardı. Hatta bir defasında ‘Uyeyne, birkaç arkadaşı ile birlikte hendeği aşmayı başardı. Bu arada, Resulullah (a.s.)’ın, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, ‘Uyeyne ile ayrı bir barış anlaşması yapmak üzere gösterdiği çabaları da hatırlatalım.
852. Hendek Savaşı’nın üzerinden henüz dört ay geçmişti ki, Gatafânlılar, Medine’nin dış mahallelerine bir baskın düzenlediler. ‘Uyeyne (veya oğlu), 40 kadar süvarinin başına geçip, yirmi deveyi gasp etti ve Ebû Zerr’in oğlu olan çobanı öldürüp, yaşlı anasını da yanlarına alarak kaçtılar. Burada muhtemelen, daha önce “Mekke ile ilişkiler” bölümünde sözünü ettiğimiz, Hendek Savaşı sırasında ayrı bir barış anlaşması yapılması konusunda ‘Uyeyne tarafından istenen ücretin reddedilmesi söz konusu idi. Medineliler de karşı saldırıda bulundular ve bu çatışmada Seleme ibn el-Ekvâ büyük yararlıklar gösterdi: Büyük ve ünlü süvari, atıyla düşmana yetişip, attığı oklarla, gasp edilen develerin yarısını kurtardı. Düşmanı takip sırasında, bizzat Resulullah (a.s.)’ın komutasındaki Medineliler, namazlarını “korku namazı” usulleri çerçevesinde kıldılar. Akşam olunca, Resulullah (a.s.), savaşçı sahabelerine ziyafet çekmek için, düşmandan ele geçirilen birçok hayvanı kestirdi. Beş gün sonra da tekrar Medine’ye döndü. Daha sonra, Ebû Zerr’in hanımı, çalınan develerden birine binerek Medine’ye gelmiş ve nasıl kaçıp kurtulduğunu şu sözlerle anlatmıştır:
“Ey Allah’ın Elçisi! Ben, şayet Allah beni selamete erdirirse, bu hayvanı boğazlayıp, ciğerini yiyeceğime dair adakta bulundum!”
Resulullah (a.s.) bunun üzerine gülümseyerek ona şöyle cevap verdi:
“- Ne kötü bir adak! Hem hayvan sana ait değil, hem de seni kurtaran bu hayvanı kurban ediyorsun. Şimdi selametle evine dön; sen böyle bir adakla bağlı değilsin.”[398]
Makrîzî’ye göre,[399] daha sonra ‘Uyeyne’nin bir yeğeni Medine’ye gelerek, Resulullah (a.s.)’a, söz konusu baskında çalındığını fark ettiği bir deve hediye etmişti. Ama o, yine de gülümseyerek bu hediyeyi kabul etmiş ve misafirini bir miktar parayla ödüllendirmiştir.
853. H. 6 yılı Ramazan ayında, Zeyd ibn Hârise, bir ticaret kervanının başında Gatafân topraklarından geçtiği sırada pusuya düşürüldü. Tüm arkadaşları öldürülüp, malları yağmalandı. Zeyd yaralı bir halde Medine’ye döndü, daha sonra misillemede bulunmak üzere yeniden askerî bir birliğin başına geçip şehrin dışına çıktı. Düşmanla Vâdi’l-Kurâ yakınlarında karşılaştı ve başta Umm Kirfe ve kızı Câriye olmak üzere birçoklarını esir aldı. ‘Uyeyne’nin yeğenlerinden biri olan bu kadının onüç oğlu vardı ve çevresinde o denli saygın biriydi ki, Gatafânlılar arasında çıkacak bir savaşın durdurulması için, onun sadece peçesinin gönderilmesi yetiyordu. Kendisi, uzun zamandan beri kabilesini Resulullah (a.s.)’a karşı kışkırtmaya ve İslam topraklarına bir baskın düzenlemek üzere bir araya getirmeye çalışıyordu. Zeyd’in bu kadını yakalayıp idam ettirmesi ihtiraslı gönüllerin yatıştırılması için yeterli olmadı.[400] Gerçekten de, Hayber’in soylularından Ebû Râfi’, Gatafânlıları yeniden Medine üzerine kışkırtmak üzere onlarla irtibata geçti. Neden sonra, süt annesinin Hayberli olması nedeniyle bu yöreyi çok iyi bilen Medineli bir ajan, Ebû Râfi’in hayatına son verdi.[401] Birkaç ay sonra, Hayberli bir başka soylu olan Esîr ibn Zârim, öldürülen hemşehrisinin intikamını almak isteyerek, Gatafânlılardan parayla asker tutmuş, ancak o da, Samhudî’nin verdiği bilgiye göre (2. bs., s. 1165), Hayber’e altı mil uzaklıktaki Sibâr denilen yerde öldürülmüştür.
854. H. 7 yılı başlarında, Resulullah (a.s.) Hayber’e karşı bir başka askerî sefer düzenledi. Yol, Gatafânlıların topraklarından geçiyordu. Hayberli Yahudilerin de kendilerine yardıma koşmalarına şaşmamamız gerekir. Sayıları 4.000 kişiyi buluyordu. Resulullah (a.s.) önce Gatafânlıları tarafsız kalıp bu işe karışmamaları için iknaya çalıştı ve kendilerine bazı avantajlar da önerdi. Ancak hırs ve tamahkârlık gözlerini öylesine bürümüştü ki, Muhammed (a.s.) bu durumda yolunu değiştirdi. Hayber’e değil de, o sırada asıl kuvvetler Hayber’e hareket ettiği için, en iyi savaşçılarından yoksun kalmış olan Gatafânlıların ülkesine gidecekmiş gibi bir harekat planı hazırladı. Gatafânlı askerler endişeye kapılıp, kendi yurtlarını savunmak üzere birliklerini derhal geri çektiler ve Hayber Savaşı sonuna kadar da yerlerinden kıpırdamadılar.[402] Müslümanlar savaştan sonra Medine’ye dönünce, ‘Uyeyne Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıkıp, hiç utanmadan, tarafsız kalması için savaştan önce kendisine sunulan ayrıcalıkları istedi. Pek tabii, onun bu girişimleri bir sonuç getirmemiştir.
855. Aynı yılın Şevval ayında, Gatafânlı bir Müslüman, bu kabilenin Medine’ye baskın düzenlemek amacıyla hazırlık içinde oldukları ve ‘Uyeyne’nin de onlara destek olacağı vaadinde bulunduğu haberini getirdi. Bunları durdurmak üzere, Ensâr’dan Beşîr ibn Sa’d komutasında 300 kişilik bir birlik, Yumm, Cubâr ve el-Cinâb kabilelerinin bulunduğu Hayber ve Vâdi’l-Kurâ arasındaki bölgeye geldi ve iki esir almayı başardı. Medine’ye getirilen bu esirler İslam’ı kabul ettiklerini açıkladılar ve Muhammed (a.s.) de onları serbest bıraktı.[403] Aslında bu gibi durumlarda benzeri beyan ve açıklamalara pek güvenilmemesi gerekirdi. Ancak Resulullah (a.s.)’ın bundan daha farklı bir yaklaşım tarzı sergilemesi düşünülemezdi. Bazı sakıncaları göze almak gerekiyor ve bazen onun bu yumuşaklığı bu bedevîleri etkileyerek, onların anlayışlarında olumlu yönde değişikliğe yol açıyordu. Bu defa ‘Uyeyne de artık Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar takınmaya cesaret edemez hale gelmiş ve hatta İslam’ı kabul ettiğini açıklamıştır.
856. H. 8 yılı Şaban ayında, Ensar’dan Ebû Katâde komutasında 15 kişilik bir askerî birlik, Hudra bölgesindeki Muhâribleri cezalandırmak üzere Medine’den hareke etti.[404] Birkaç hafta sonra aynı birlik, Mekke üzerine düzenlenecek sefer hazırlıklarını düşmanın dikkatinden gizlemek için, Suriye yolu üzerinde bulunan ve Medine’nin kuzeyine birkaç günlük uzaklıktaki Batnu İdâm’a[405] gönderilmiştir.
857. Resulullah (a.s.), ertesi ay askerleriyle birlikte Mekke’yi fethetmek üzere Medine’den ayrıldı. Tam bir gizliliğin sağlanması için, çeşitli kabilelerden bu sefere gönüllü olarak adlarını kaydettirenlerin şimdilik yerlerinde kalmalarını ve kendi memleketlerinden geçtiği sırada asıl orduya katılmalarını emretti. ‘Uyeyne Resulullah (a.s.)’a el-’Arec’de katılmış, ancak kendi kabilesinden kimseyi yanına almadığına sonradan pişman olmuştur. Zira Resulullah (a.s.), kabilelerinden önemli miktarda gönüllü asker toplayarak İslam Ordusu’na katılan herkesi, tabur komutanı olarak atamıştır.[406] Mekke’nin kan dökülmeksizin fethedilmesinden hemen sonra, Müslümanlar, Hevâzinlilerden gelebilecek bir saldırıya karşı savunma önlemi olarak, derhal şehri terk etmek zorunda kalmışlardır. Savaş devam ederken, ‘Uyeyne, Batnu İdâm seferi sırasında İslam’a geçtiği halde öldürülen, kendi kabilesinden ‘Amir ibn el-Edbet el-Eşca’î’nin kan diyetini istemekte ısrar etmiş, Resulullah (a.s.) da onu tatmin edici bir tutum sergilemiştir.[407] Birkaç gün sonra, Resulullah (a.s.) Huneyn’de yenilen düşmanı izlemek üzere Tâ’if’i kuşattığı sırada (bk. önceki sayfalar), ‘Uyeyne, yanındaki arkadaşlarından birine, buraya gelmekteki amacının Resulullah (a.s.)’a yardım etmek değil, aslında Sakîf kabilesinden bir kızı ganimet olarak almak olduğunu itiraf etmiştir.[408] Tâ’if kuşatması kaldırılıp Hevâzinlilerden bir heyetin kabulünden sonra, Resulullah Muhammed (a.s.), esir düşenlerin serbest bırakılmalarını emretmiş, birisi ‘Uyeyne olmak üzere iki kişi dışında herkes bu emre itaat etmiştir. Muhammed (a.s.), bütün esirlerin serbest bırakılmasında ısrar ederek, emre karşı gelenlere, daha sonra Devlet hazinesinden ödül verilmesini vaat etmiştir.[409] Vaat yerine getirilmiş ve her şeye rağmen birkaç gün sonra, Resulullah (a.s.) İslam’a yeni girenlere zengin armağanlar verirken, ‘Uyeyne’ye de yine bir miktar bağışta bulunmuştur.[410]
858. Ertesi yıl (H. 9), onlarca Arap kabilesi, İslam’ı kabul ettiklerini açıklamak üzere Medine’ye heyetler gönderdiler. Bunlar arasında, ‘Uyeyne’nin yakın akrabası olan Hârice ibn Hısn başkanlığındaki Gatafân heyetini de görmekteyiz. Bu heyet kuraklık ve kıtlıktan yakınınca, Resulullah (a.s.) bir yağmur duası yapmıştır.[411] Aynı yıl Resulullah (a.s.) bütün İslam ülkesini Devlet adına zekât vergisine bağlamış ve bu vergileri toplamak için Amr ibnu’l-AS’ı Gatafânlılar arasına tahsildar olarak gönderilmiştir.[412] Yine o sırada, Temîmliler, daha önce de belirttiğimiz gibi, vergi tahsildarlarına silahla karşı koymuşlardır. Bu haber Medine’ye ulaştığında, o sırada orada bulunan ‘Uyeyne, bu dik kafalıların cezalandırılması için hizmete amade olduğunu belirtmiş, Resulullah (a.s.) da buna rıza göstermiştir. Bunun üzerine ‘Uyeyne kendi kabilesinden 50 kişilik bir süvari birliğinin başında sefere çıkmıştır. Olayın nasıl seyrettiğini “Temim Kabilesi” adlı bölümde anlatmıştık (bk. § 654 vd.).
859. Bir yıl sonra Muhammed (a.s.) vefât ettiği zaman, ‘Uyeyne İslam’dan çıkarak mürted olmuş ve Esed kabilesinden çıkan sahte peygamber Tulayha ile işbirliği yapmıştır. Ancak bu uzaklaşma, halife Ebû Bekir’in aldığı önlemler sayesinde uzun süre devam etmemiştir. Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) lakaplı Hâlid ibn Velîd, ‘Uyeyne’yi esir alıp Medine’ye göndermiş; Ebû Bekir kendisini ölümle cezalandırmak isteyince de, kurnaz ve hilekâr Bedevî ona şöyle demiştir:
“Ey Ebû Bekir! Resulullah Muhammed (a.s.) için hiçbir şey gizli ve saklı değildi; benim ikiyüzlülüğüme, münafıklığıma rağmen bana hep hoşgörü ile davrandı. Ama şimdi gerçekten pişmanlık duyuyor ve İslam’ı yeniden kabul ediyorum. Beni bağışla, Allah da seni ödüllendirsin!.”
Ebû Bekir merhamet edip, bu bedeviyi serbest bırakmıştır.
860. Sahneye çıkığından beri İslam için nice kaygı ve endişeye yol açan bu kabilenin hareketli öyküsü işte bundan ibarettir.[413]
861. Asıl vatanları Yemen olan bu kabile, Arap göçleri tarihinde başından en dikkat çekici ve heyecanlı serüvenlerin geçtiği bir topluluk olmuştur. Onlara verilen Tay adı, Tâzî, Tâcik, Tâşî vb. gibi Orta ve Doğu Asya’nın çeşitli dillerinde Arapları ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin doğmasına yol açmıştır. H. 9 yılından önce bu kabile ile İslam arasında herhangi bir ilişki olduğu bilinmemektedir. Bu kabilenin bir bölümü, o sırada Orta Arabistan’da, özellikle de Necd bölgesinde oturuyordu. Selmâ ve Acâ’ adlı sıradağlara, Tay’ın İki Dağı denilmekteydi. Bunlar, Araplara özgü barış ayları olan Eşhuru’l-Hurum kurumunu tanımıyorlar, bu nedenle Hac mevsiminde yaptıkları yağma ve baskınlar özellikle nefretle karşılanıyordu. Bununla birlikte, içlerinden konukseverliği ve cömertliğiyle ün yapmış Hâtim gibi birini çıkaran da yine bu haydut ve soyguncu kabile idi.
862. Mekke’nin fethedilip idarenin İslam devletine bağlanması, birçok kabileyi öteki kabilelerden soyutlanmaktan vazgeçirmiş ve İslam’la birlikte yaşama çareleri aramaya yöneltmiştir. H. 9 yılında Medine’ye gelen heyetler arasında Tayları da görürüz. Bunların temsilcilerinden biri olan Zeydu’l-Hayl (yani At Zeyd) Medine’ye geldiğinde (onun buraya geliş nedeni bilinmemektedir), Resulullah (a.s.) getirdiği dinin esaslarını kendisine anlatmış, o da dinini değiştirmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) onun adını Zeydu’l-Hayr (Hayırlı Zeyd) olarak değiştirmiş ve şu sözlerle onun özelliklerine dikkat çekmiştir:
“Bana ne zaman bir Arap şahsiyetin büyüklüğünden bahsedilse ve ben onu daha sonra görsem, hep bu övgülerde abartma yapıldığını fark ederim. Ancak Zeydu’l-Hayl müstesna: Onun hakkında söylenenlerde hiç abartma yoktur.”[414]
Muhammed (a.s.) ona, arasında son derece verimli toprakları olan Feyd bölgesinin de bulunduğu önemli miktarda arazi bağışında bulunmuştur.[415] Zeyd’in hikayesiyle ilgili iki anlatım vardır: Bunlardan ilkine göre Zeyd, Medine’ye gelmeden önce, kabilesine ait Fils adlı putu kendi eliyle devirmiş ve Fils’e adak olarak sunulan iki değerli kılıcı da getirip Resulullah (a.s.)’a hediye etmiştir.[416] Diğer anlatıma göre, Resulullah (a.s.) putu yıkıp içindeki hazinelere el koyması için Ali (RA)’yi göndermiştir[417] Zeyd’in akıbetinin ne olduğu konusuna gelince: Kimilerine göre o, dönüş yolculuğu sırasında vefat etmiş, bazılarına göre ise Ebû Bekir’in halifeliği dönemindeki dinden dönme savaşlarına faal bir şekilde katılacak kadar uzun bir ömür sürmüştür.
863. Efsanevî Hâtim’in oğlu ‘Adî, Ali (RA)’nin putu kırmakla görevlendirildiği bu sefer esnasında, ordunun geldiğini öğrenince ortadan kaybolmuştu. Kendisi Hıristiyan dininden olduğu için, ailesiyle birlikte Suriye-Filistin yoluna düştü. Ancak, muhtemelen Suffâne adındaki kız kardeşini de beraberinde götürmeyi ihmal etmişti. Bu kadın esir alınıp Medine’ye getirildi. Resulullah (a.s.)’ı görür görmez, ona şöyle dedi:
“- Babam öldü, kardeşim ise utanç verici bir biçimde beni terk etti. Sen bâri bana karşı cömert davran. Allah da sana karşı cömert olsun.”
Resulullah (a.s.), Tayy’a giden bir kervana katılması için ona bir binek temin etti ve gerekli ne varsa hepsini yanına verdi. Bu hanım daha sonra Suriye’deki kardeşinin yanına varmış ve kendisini yüz üstü bırakıp kaçtığı için ona sitemde bulunmuş, ama kolayca da barışmışlardır. Ona daha sonra başından geçenleri anlatarak şöyle demiştir:
“- Senin de Medine’ye gitmen gerek; eğer Resulullah (a.s.) gerçekten Allah’ın Elçisi ise, onu en önce kabul ve tasdik edenler daha çok övgüyü hak edeceklerdir; eğer sıradan bir hükümdar ise, ona biat edip boyun eğmen senin değerini düşürmez, çünkü sen ne isen öyle kalırsın.”
‘Adî, bu öneriyi kabul edip Medine’ye geldi ve Resulullah (a.s.)’ı mescitte tanıyarak ona selâm verdi. Muhammed (a.s.) kendisine yakınlık ve ilgi gösterip, onu evine götürmek üzere mescitten ayrıldı. Yolda yaşlı bir hanım Resulullah (a.s.)’ın yanına gelip onunla uzun uzun konuştu. ‘Adî, bir hükümdarın böyle bir şeye asla izin vermeyeceğini anlamıştı. Eve girdiklerinde, Resulullah (a.s.), sahip olduğu tek minderi ‘Adî’ye uzatıp, oturması için ısrar etti, kendisi de toprak zemine oturdu. ‘Adî giderek daha çok etkilendi. Daha sonra Resulullah (a.s.) kendisine, kabilesinin giriştiği baskınlarda ele geçirilen ganimetin dörtte birini alıp almadığını, ve onun dinine göre bunun yasak olup olmadığını sordu. ‘Adî hatasını itiraf etti. Ardından, Muhammed (a.s.) ona İslam’ın inceliklerini açıklayarak, şöyle ekledi:[418]
“Senin bu dini kabul etmene engel olan nedir? Eğer Müslümanların fakir olduklarını düşünüyorsan, şunu bil ki kısa bir süre sonra onların arasında sadaka kabul edecek kimse kalmayacaktır; yok eğer onların zayıf olduklarını düşünüyorsan, yakın bir gelecekte bir kadının Irak’taki Kadisiye’den Mekke’ye kadar, Hac yapmak amacıyla ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmaksızın tek başına seyahat edebileceğini göreceksin; eğer hükümdarlığın Müslümanlardan başka uluslarda bulunduğunu söylüyorsan, yakında Bâbil’deki beyaz sarayların kapılarının onlar için açılacağını göreceksin.”
‘Adî sonunda Müslüman oldu ve gerçekten, inanmakta güçlük çektiği, Tayların yağmaladıkları ülkelerden geçen yolların güven içinde olduğunu ve İslam Ordularının Sasanî İmparatorluğunu fethedişini görecek kadar uzun yaşadı. Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Benû Ma’n ve Tay kabileleri İslam’ı kabul ettikleri sırada, Resulullah (a.s.), fermanın da işaret ettiği gibi, kendilerinden dinin emirlerini uygulamanın yanı sıra, “Müslüman oldukları sırada ellerinde bulunan toprakların sahipliğini vererek”, yolların güvenliğini sağlamalarını da istemiştir.[419]
864. Bu kabilenin çeşitli kolları lehine Resulullah (a.s.) tarafından verilmiş on kadar fermanın var olduğu biliniyor.[420] Bunlardan metin itibariyle birbirinin benzeri olan beş tanesi elimizdedir. Muhammed (a.s.), bir yandan söz konusu kabileye himaye ve destek sağlarken, İslam’ı kabul ettikleri sırada ellerinde bulunan mal varlıkları üzerindeki haklarını da geri vermekte, öte yandan, bunlara İslam’ın gereği olan ibadetleri uygulayıp, vergilerini ödemelerini ve ana-babaları da olsa bütün putperestlerle ilişkilerini kesmelerini emretmektedir. Benû Ecâ’ya verilen fermanda, ister göçebe isterse yerleşik olsun, tüm kabileler arasında söz konusu haklar bakımından bir eşitlik olduğu dile getirilmektedir. Bu fermanlardan üçünde, “sabah erkenden otlatmaya çıkarılan koyun sürülerinin geceyi kendi bölgelerinin dışında geçirebilecekleri” ne işaret edilmektedir. Belki de bu hüküm, Tayların sürülerini kendilerine ait bölgenin dışında otlatmamaları gerektiği anlamını taşımaktadır. Bu yazıyla Resulullah (a.s.), otlatma bölgesini, sabah erkenden çıkan bir sürünün akşam olduğunda ağıla döneceği kadar bir mesafe ile sınırlamakta, daha fazlasına izin vermemekteydi. Bu da bizi, onların komşusu olan Benû Esedlerden söz etmeye sevk etmektedir.[421]
865. Tayların komşusu olan Benu Esedler de büyük bir kabileyi oluşturuyorlardı. Görüldüğü kadarıyla, kültürel düzeyleri oldukça yüksektir. Zira Arabistan’ın göçebe kabileleri içinden ilk demirci ustasını bunlar çıkarmışlardır: el-Hâlik ibn Esed, daha sonra Benû’l-Kayn (demirci oğulları)[422] adını alacak olan kabilenin atasıdır.
866. Resulullah (a.s.) tarafından bu kabileye verilen ferman çok dikkat çekicidir. Şöyle ki:
“İlave ediyorum ki: Tayların ne sularına ne de topraklarına kesinlikle yaklaşmayınız, zira onların suları sizin için kesinlikle meşru değildir ve davet edilenler dışında onların topraklarına girilmesine izin yoktur. Aksi halde, Resulullah Muhammed (a.s.)’e itaatsiz davranan kimse üzerinden emniyet ve himaye (emân) hakkı kaldırılacaktır…”[423]
867. Ardı arkası kesilmeyen bu sınır ihlalleri nihayet güçlü bir el sayesinde önlendiği zaman, baskın ve yağmalama olaylarındaki bu kısır döngünün kesilmesi ve uzun zamandır hasret kalınan barış ve iyi komşuluk ilişkilerinin bölgeye yeniden dönmesi çok tabii idi.[424] Zaten sadece İslam geçmişi unutturup yeni bir hayatı başlatabilirdi.[425]
868. Büyük bir kabile olan Kudâ’alılar, Resulullah (a.s.)’ın hayatında önemli bir rol oynamışlardır. Aynı kabilenin Cuheyne, ‘Uzra, Balî ve Kelb gibi kolları bile, bağımsız kabileler oluşturacak kadar güç ve kudret sahibi idiler. Anlatılanlara göre, Kudâ’alılar Güney Arabistan kökenli olup, meşhur Mârib su bendinin yıkılması üzerine ülkelerini terk etmişler ve Medine’nin kuzeyinde, Filistin’e kadar uzanan topraklar üzerinde yaşamaya başlamışlardır. Bu arada, Resulullah (a.s.)’ın büyük dedelerinden Kusay’ın annesinin de bir Kudâ’alı olduğunu hatırlatalım. Dul kalınca, kendi kabilesinden biriyle tekrar evlendi. Mekke doğumlu olan oğlu Kusay, gençlik yıllarını bu kabile içinde geçirmiş, üvey kardeşi ve onun kabilesiyle sıkı dostluk ilişkileri kurmuştu. Kusay, bu sayede Mekke’de iktidarı ele geçirirken, Kudâ’alılardan destek aldı.[426] Bunlarla ilgili şöyle tuhaf bir fıkra anlatılır: el-Gavs ibn Mur, İslam’dan önceki dönemlerde Hac işlerini düzenleme görevini yerine getirirken, Arafat’taki topluluğa şöyle bir hutbe vermeyi adet haline getirmişti:
“Ey Allah! Ben (önceden konulmuş) kural ve kaidelerin uygulanmasına nezaret ediyorum. Eğer bir kusur ve günah işleniyorsa, bunun vebali Kudâ’alılar üzerine olsun.”[427]
Kudâ’alılar kutsal aylara (Eşhuru’l-Hurum) riayet etmezler ve gelen Hacı adaylarına baskın verip mallarını yağmalarlardı.. Yedi kuşak sonra, Kusay Mekke’de iktidarı ele geçirdiği zaman, bu durum hiç kuşkusuz tamamen değişmiştir: Zira onun gelişinden itibaren, bu kabilenin içinden Hums (gayretli ve yardımsever) adı verilen ve dini kurallara sıkı sıkıya bağlı bir takım kimselerin çıktığı görülür.[428] Diğerleri de, Ka’be’yi aşağılayıp ona saygısızlık etmek şöyle dursun, onun getirdiği kurallara katıldılar. Bilindiği gibi, hicretten 3 yıl önce, Muhammed (a.s.), Minâ’ya gelen kabilelere kendisini takdim edip onlardan eman hakkı istediğinde, büyük atası Kusay’ın soyundan gelen Kudâ’alı ‘Uzre’ye de müracaat etmişti.[429]
869. İlk dönemlerde Kudâ’alılar İslam’ı kabul etmemiş olmalarına rağmen, İslam’la ilişkileri her zaman için iyi ve hatta dostça olmuştur. Bunların bir kolu olan Cuheyne’lerden daha önce söz etmiştik. Dûmetu’l-Cendel seferi sırasında (H. 5) İslam Ordusu’na Mezkûr adında bir ‘Uzreli rehberlik etmişti.[430] Olayın tam olarak hangi tarihte geçtiğini belirlemeksizin şunu nakledelim ki, Umm Kebşe adında ‘Uzreli bir kadın sahabe, yaralılarla vs. ilgilenmek üzere, bu seferlerden birine hemşire olarak katılabilmek için Resulullah (a.s.)’tan izin istemişti (İbn Hacer’den naklen (Metâlib, Nº 1970), İbn Ebî Şeybe, Ebû Ya’lâ ve Taberânî’den rivayet edilmiştir). Mu’te Savaşında (H. 8) İslam ordusunun sağ kanadına komuta eden Kutbe ibn Katâde de bir ‘Uzreli idi.[431] Bunun hemen akabinde Amr ibnu’l-As diplomatik görüşmelerde bulunmak üzere aynı bölgeye gönderildiğinde de, Resulullah
(a.s.) kendisine ‘Uzrelilerin yardımını kabul etmesini emir ve tenbih etmişti.[432] Bir yıl sonra (H. 9) girişilen Tebûk Seferi’nde, Müslüman ordugâhında ‘Uzreli Müslümanlara rastlarız; bunlardan biri, Resulullah (a.s.)’a bir at hediye etmişti.[433] Yine H. 11 yılında, komutan Usâme, Hureys adlı bir ‘Uzreliyi rehber olarak kullanmıştır.[434]
870. Öte yandan, H. 9 yılında Uzreli bir temsilci heyetinin Medine’ye gelmiş olması bizi şaşırtmamaktadır. Bu heyetin başkanı Zemil ibn ‘Amr, Resulullah (a.s.)’ı öven bir şiir kaleme almış, Resulullah (a.s.) da buna karşılık, taşıyacağı yetki ve sorumlulukların bir göstergesi olarak bir sancak, ayrıca bütün kabile mensupları üzerinde onun idareci olarak tayin edildiğini ve İslam’ı tebliğ etmekle görevlendirildiğini gösteren bir ferman vermiştir.[435] Ancak İbn Sa’d’in verdiği bilgilere bakacak olursak,[436] bu kabile ile Muhammed (a.s.) arasında daha H. 6 yılından önce bir takım yazışmalar cereyan etmiştir. İbn Sa’d şöyle nakleder:
“Resulullah (a.s.) Uzrelilere hitaben bir mektup yazdırıp, bunu Uzre’li biriyle gönderdi. Yolda Sa’d-Huzeym kabilesinden Verd ibn Mirdâs konvoya saldırıp, ele geçirdiği mektubu yırttı. Ancak daha sonra aynı Verd İslam’ı kabul etti ve Zeyd’in Vâdi’l-Kurâ ya da el-Karade üzerine yaptığı sefer sırasında şehit düştü.”
(Zeyd’in Karadeye karşı çıktığı sefer H. 3 yılı ortalarına rastlar ki, bu çok erken bir dönemdir. Vâdi’l-Kurâ’ya yapılan sefer ise H. 6 yılında yapılmıştır ve İbn Hişâm da eserinde bundan söz eder;[437] ancak ona göre bu seferde şehit düşen büyük sahabenin adı Verd ibn ‘Amr ibn Medâş’tır.) Söz konusu mektubun içeriği hakkında bir bilgi mevcut değildir.
871. H. 9 yılı Rebi’ul-evvel ayında, aynı kabilenin Belî adlı kolu Medine’ye bir temsilci heyeti göndererek İslam’ı kabul etti ve gayet memnun bir şekilde geri döndü.[438] Elimizde bu konuyla[439] ilgili çok değerli bir belge olup, aşağıda sunulmuştur:
“(Belîlerin soyundan gelen) Benû Cu’ayller hakkındadır:
Bunlar Kureyş’in, özellikle ‘Abd Menâf oğullarına mensup kolunu teşkil ederler. Burada söz konusu olan haklar ve aynı zamanda yükümlülükler onlar için de geçerlidir. Ayrıca onlar (askerlik hizmeti için) çağrılmayacak ve öşür vergisinden de muaf tutulacaklardır. İslam’ı kabul ettikleri sırada sahip oldukları mal ve mülk onlara aittir. Aynı şekilde, Nasr, Sa’d ibn Bekr, Sumâle ve Huzeyl kabilelerinden toplanan zekât vergileri ve sadakalar bu kabileye tahsis edilecektir.” (Bu yazıda şahit olarak, diğerlerinin yanı sıra Ebû Sufyân’ın da adı geçmektedir.)
872. Belîler, Kuzey Arabistan’ın uç kesiminde, Akabe körfezi yakınlarında oturuyorlardı. Acaba bunlara bağlı olan Benû Cu’ayl kolu Mekke bölgesine mi gelip yerleşmişti, yoksa burada Resulullah (a.s.)’ın ailesiyle bütünleşmelerini sağlayan ve sonuç itibarıyla onların Bizans sınırında oturmalarına engel olmayan basit bir askerî ittifak anlaşması mı söz konusuydu? Birinci varsayıma göre burada az sayıda bir insan topluluğu söz konusudur; yoksa, aralarında en azından Huzeyllerin oldukça önemli bir yer tuttuğu bu dört kabileden toplanan devlet gelirlerinin bunların lehine tahsis edilmesinin bir anlamı olmazdı. Ama eğer bunlar Bizans sınırı yakınlarında oturuyor idiyseler, uzak bir bölgeden değil de, Mekke’nin hemen yanı başında oturan Huzeyller gibi oturdukları bölgeye komşu topraklardan gelen Devlet gelirlerinin kendilerine tahsis edilmesi gerekirdi. Her ne olursa olsun, Tebûk Seferi sırasında Belîlerin yaptığı yardımın çok özel bir yeri olmuştur.[440] Zira onlar, Mu’te savaşı sırasındaki düşmanlıklarını tamamen unutmuşlardı.[441]
873. Sa’d-Huzeym kabilesinden bir heyet, H. 9 yılında Medine’ye gelmiş, burada birkaç gün kalıp İslam’ı kabul ettikten sonra memleketlerine dönmüşlerdir. Bu arada Resulullah (a.s.), onları yönetmek üzere kendi içlerinden bir başkan seçip, çok sayıda hediyeye boğarak onları uğurlamıştır. Heyet bu şekilde geri döndüğünde, bütün kabile üyeleri İslam’ı kabul etmişlerdir.[442]
874. Bu arada, Benû’ Uzre’li âşıkların Arapçada darbı mesel haline geldiğine de işaret edelim. İslam’dan önce, Benû Vebereler dışında, Sa’d-Huzeymler ve Kudâ’aya mensup diğer bütün Arap kabileleri es-Sa’îde ve Menât adlı putlara tapıyorlardı. Menât adlı putun Kızıldeniz yakınlarında bir de tapınağı vardı. Ezdler de bu iki puta tapıyorlardı. Benû Vebereler ise, Dûmetu’l-Cendel’de dikili olan Vad adlı puta taparlardı. Bu putların babadan oğula geçen hizmetkarlarının adları ve bunlara tapınmaya gelenlerin okudukları dua formülleri kayıtlarda geçmektedir.[443]
875. Kelbler de Kudâ’alıların bir kolunu teşkil etmekteydi. Bunların yönetim merkezi olan ve günümüzde Cevf adıyla bilinen Dûmetu’l-Cendel, Arabistan’ın kuzey ucunda ve vaktiyle çok önem taşıyan bir yerdi. Kuzeyden ve güneyden gelen kervanların kesiştiği noktada bulunması dolayısıyla, Aram ve Babil’den gelen yollarla Mısır ve Hindistan’dan gelen yollar, bu noktada kesişirlerdi. Hatta Mekkelilerin bile, Suriye’ye ya da Irak’ gitmek üzere yollarını ayırmadan önce, buraya kadar çıkmaları gerekiyordu.[444] Öyleyse, burada Mârid[445] adlı meşhur bir kalenin, ve Kur’an’da sıkça geçen Ved adlı putun tapınağının bulunmasına şaşırmayalım. Halk arasında anlatılan rivayetlere göre, Nuh (a.s.) zamanındaki putperestlerin tapındığı putlar, Tufan sırasındaki dalgalarla Cidde’ye kadar sürüklenmişler ve Has’amlı ‘Amr ibn Rebî’a tarafından, bir Cin’in yol göstermesiyle bulundukları yer keşfedilmişti. Daha sonra bu putlar Arabistan’ın değişik kabileleri arasında dağıtılmıştır. İşte bu sırada Kelb kabilesinden ‘Avf (b. Kinâne b. ‘Avf b. ‘Uzre b. Zeydellât b. Rufeyde b. Kelb), Ved denilen putu ele geçirmiş ve onu Dûmetu’l-Cendel’e dikmiştir. Buradaki bütün Kudâ’alılar onun kutsallığını kabul etmişlerdir.[446] Yine bu nedenle, her yıl Dûmetu’l-Cendel’de böyle önemli bir fuarın kurulması ve bölgenin sahipliği konusundaki tartışmaların sürekli uzayıp gitmesi bizi şaşırtmamaktadır. Aşağıda, bu bölgede kurulan fuarlar ve ekonomik hayatla ilgili önemli bir değerlendirme bulacaksınız:
“İslam öncesi Arabistan’ındaki ünlü fuarlar ve buralarda uygulanmakta olan alış-veriş tarzı şöyleydi: Bunlardan Suriye ve Hicâz bölgeleri arasında bulunan Dûmetu’l-Cendel fuarı, Rebi’ul-evvel ayının ilk gününden, ayın sonuna kadar açık kalır ve ertesi yıl aynı mevsimde tekrar kurulmak üzere dağılırdı. Kelb ve (Tay’ın bir kolu olan) Cedîle kabileleri bu fuara yakın bölgelerde otururlardı. Siyasal iktidar, ‘İbâdî-Sekûnî’lerin Ukeydir ve Kelblilerin Kunâfe kolları arasında nöbetleşe el değiştirirdi. Bu fuara, iktidar sırası İbâdiler’e geldiğinde Ukeydir, Gassanlılar (Kelbliler ?) geldiğinde ise Kunâfe başkan olurdu. İktidarı ele geçirme yöntemi şöyleydi: Her iki hükümdar birbirlerine bilmeceler (:muammâ) sorarlardı; her iki hükümdardan hangisi daha çok bilmece çözerse iktidarı ele geçirmiş olur, ve yenilen taraf, istediği gibi yönetebilmesi için fuarı rakibine bırakırdı. Gerçekten de, bu hükümdar kendi istediği şeylerin tamamı satılıncaya kadar, kimse onun yetki ve izni olmaksızın burada hiçbir şey satamazdı. Ayrıca bu kişi, fuarda satılanlar üzerinden öşür vergisi alırdı. Kelb kabilesine gelince: Bunlar buraya (fuhuş için) çok sayıda köle kadın getirirlerdi. Bunlar, yün çadırlar altında kendilerini (müşterilerine) sunarlardı. Bu kabile, genç kızlarını fuhuş yapmaya zorlardı ve fuara katılan en kalabalık Arap kabilesi idi. Arapların bir mal alırken başvurdukları yöntem ise, çakıl taşı atmaktı. Bazen birçok kişi aynı malı satın almak üzere toplaşıp, sahibiyle pazarlık ederlerdi. Fiyatı kabul eden, elindeki taşı ortaya atardı. Bazen de birçok kişi aynı malı ortaklaşa almak üzere anlaşırlar (ve ellerindeki taşı aynı anda atarlardı). Bu durumda malı aralarında bölüştürmek gerekirdi. Diğer bazı durumlarda ise, alıcılar kendi aralarında anlaşarak, kendi ortak rızalarıyla, birlikte taş atmaktan vazgeçerlerdi. Bu yönteme, sayıca fazla oldukları ve mal sahibine karşı aralarında anlaşarak fiyatta indirim yapmasını istedikleri zaman başvururlardı. Yemen ya da Hicâz’dan yola çıkan her tüccar, Mudâr topraklarında yolculuk yaptıkları sürece yanlarına Kureyşlilerden muhafız alırlardı. Zira hiçbir Mudarlı bir başka Mudarlının mallarına baskın yapıp yağma etmez ve Mudarlıların hiçbir müttefiki de bu şekilde bir baskına yeltenmezdi. Aralarında böyle bir uzlaşma vardı. Bu durumda, Kelbliler de Temîmlilerle olan anlaşmaları nedeniyle bu kervanları yağmalayamazdı; Tayy’lar da Benû Esedlerle olan anlaşmaları nedeniyle böyle bir işe kalkışamazlardı. Mudarlılar şöyle söylemeyi adet haline getirmişlerdi: “Kureyşliler, bizim (atamız) İsmâil’e olan namus borcumuzu ödediler.” Bu kervanlar İran yönüne gidecek olurlarsa, bu takdirde Benû Kays ibn Salebelerin bir kolu olan Benû ‘Amr ibn Mirsâdlardan koruma alırlardı. Bu, Rebî’aların bütün kolları için yeterli idi. (Bu fuardan) Sonra buradan kalkıp, Hacer’de kurulan el-Müşekker’e gelinirdi. Buradaki fuar, Cumâde’l-Âhire ayının ilk gününden, ayın son gününe kadar devam ederdi. İranlılar buraya deniz üzerinden mallarıyla birlikte geçerek gelirlerdi. Sonra, ertesi yıl aynı dönemde yeniden bir araya gelmek üzere dağılırlardı. ‘Abd el-Kays ve Temîm kabileleri bu bölgenin yakınlarında otururlardı. Bunların hükümdarları, Münzir ibn Sâvâ ailesinden Benû ‘Abdallah ibn Zeyd’in bir kolu durumundaki Temîmlilerdi. İran hükümdarları, Hîre’ye Benû Nasr hanedanını, ‘Umân’a da Benû Müstekbir hanedanını nasıl tayin ettilerse, onları da bu bölgeye öyle tayin etmişlerdi. (el-Müşekker’deki bu hükümdarlar) burada şenlikler düzenlerler ve Dûmetu’l-Cendel’in hükümdarları gibi hareket ederlerdi: (yani) burada öşür toplarlardı. Kim olursa olsun, buraya gelmek isteyen tüccarlar, yanlarına Kureyşlilerden koruma alırlardı, zira buraya ancak Mudar topraklarından geçerek ulaşılabiliyordu…”[447]
876. Dûmetu’l-Cendel’deki hükümdarlık seçiminin, yukarıda belirtildiği gibi, bilmece sorma yöntemiyle, barışçı ve masum bir şekilde yapılması, savaşlardan ve şiddetten söz etmenin alışkanlık haline geldiği Araplar arasında pek görülmemiş bir şeydi.
877. Biraz da bu bölgedeki nüfus yapılanmasını incelemekle vakit geçirelim. Yukarıda aynen iktibas ettiğimiz metinde, İbn Kelbî bize Kelb, Cedîle ve İbâdî-Sekûnî kabilelerinden söz etmektedir. Hepsi de Yemen kökenli olan bu kabileler, Arabistan’ın en uçtaki güney bölgelerinden gelmektedirler. Onların buraya oldukça eski bir dönemde gelmiş olmaları gerekir. Zira o sırada bölgenin egemenliğini ellerine geçirmişlerdi ve artık ortalıkta Kuzey-Arabistan kökenli kabileler kalmamıştı. Kelb’e gelince: Bu kelime, anlam olarak “köpek” demektir. Ancak buradan, bu kabilenin putlara taptıkları ya da bir köpeğin soyundan geldikleri sonucunu çıkarmamak gerekir. Arapçıdaki özel isimlerin çoğu üç grupta toplanır: Bitki isimleri, taş isimleri, hayvan isimleri. Bütün bu isimler, ahlâkî ve ruhsal bir anlam yüklenmişlerdir: Cömert, cesur, muzaffer gibi. Köpeğin iki vasfı vardır: Sahibine bağlılık ve sadakat, yabancılara karşı dikkatli ve uyanık olma. Kelblerin büyük babasının adı Tağlib (yani, galebe çalıp üstün gelen) idi. Sürekli savaşların olduğu bir ülkede, köpeğin, aslanın, kaplanın, kayanın vs. üstün nitelikleri, doğal olarak, yeni doğmuş bir bebeğin babasını en çok cezbeden sıfatlar olmuştur. ‘İbâdlara (=tapıcılar) gelince: Bunlar, elde mevcut bazı bilgilere göre, şatafat ve gösterişin, savaş dönemlerinin en değerli ve gözde hayvanı olan “at”a taparlardı. Aynı durum, sıcaklığından dolayı güneşe tapan soğuk ülke insanları için de geçerlidir.
878. Kelb, ‘İbâd ve Tayy kabilelerinin vaktiyle Hıristiyanlık faaliyetlerine hedef oldukları gözlenmekle birlikte, buradan, bütün kabile kollarının, İslam henüz ortaya çıkmadan önce, yüzeysel de olsa Hıristiyanlığı kabul ettikleri sonucunu çıkarmamak gerekir. Tayy’lardaki Fils ve Dûmetu’l-Cendel’deki Ved tapınakları bunun aksini göstermektedir. Ayrıca, ilâhî tebliğ görevine başlamasının 10. yılında (hicretten 3 yıl önce), Resulullah (a.s.), Kelblerin bir kolu olan Benû Abdullah’a hitaben yaptığı bir konuşmada, onlara aynen şöyle söylemişti:
“Ne kadar güzel bir adınız var: Abdullah, yani “Allah’a kulluk eden! Sizler tek bir Allah’a inanmaya ve vahdâniyet dinine girmeye en çok lâyık olanlarsınız!”
Ancak onlar, nâzik bir biçimde, dinlerini değiştirmek istemediklerini belirttiler.[448] Medinelilere göre, Kelblilerin yaşadığı bölgeler oldukça uzaktı: Mekke’den yaya 27 gün, Medine’den 15 gün. Bu nedenle, İslam Devleti ile Dûmetu’l-Cendel’deki bu kabile arasında doğrudan ilişkilerin kurulması için uzun bir sürenin geçmiş olması bizi şaşırtmamalıdır. Mes’ûdî’nin verdiği bilgiye göre,[449] Resulullah (a.s.), H. 5 yılında, Dûmetu’l-Cendel hükümdarı Ukeydir’i cezalandırmak üzere Medine’den çıktı. Çünkü bu hükümdar “İmparator Herakliyus’a (bir başka rivayete göre İran hükümdarı Kisrâ’ya)[450] sadakat gösteriyor ve Medine’ye giden kervanlara baskın düzenliyordu. Bu olayın Hendek Savaşına neden olan büyük komplo ile nasıl aynı zamana denk geldiğini daha önce açıklamıştık. Çözümlenmesi gereken tek bir sorun kalıyor ki, o da, Hayberli başkanların Dûmetu’l-Cendel hükümdarıyla ittifak yapabilmek için ne gibi çarelere başvurduklarının bilinmesidir. Ancak ortada gerçek olan bir şey vardır: Nabatlılar, o sırada nüfusu hızla çoğalan Medine ahalisi için hububat ithalatı yapıyorlardı.[451] İşte muhtemelen bu Nabatlılar, Mezopotamya ve Suriye’den getirdikleri malları nakletmek amacıyla Dûmetu’l-Cendel’den geçerken, bu ittifakı sağlamışlardır. Her halde Resulullah (a.s.)’ın bu sefer için Rebi’ul-evvel ayını seçmesi anlamlıdır: Şehrin fuarı bu ayda kurulurdu ve Resulullah (a.s.), o sırada Ukeydir ve taraftarlarını fuarda bulacağından emindi. Mezkûr el-Uzrî’nin rehberliğinde çıkılan bu seferde, Resulullah (a.s.)’ın arkasında bin kişilik bir ordu vardı. İbn Sa’d’ın da bize belirttiği gibi, o dönemde Dûmetu’l-Cendel’de hiç kimsenin olmaması düşünülemezdi. Bu konuda, daha kesin bir ifade kullanan İbn Hişâm’a kulak vermek yerinde olacaktır: Resulullah (a.s.) yarı yolda iken dönmüş ve bu sırada da Gatafânlıların arazisinden geçmiştir. İbn Sa’d’in verdiği bilgiye inanmak gerekirse,[452] aynı sefer sırasında Gatafânlıların başkanı ‘Uyeyne ibn Hısn, Resulullah (a.s.) ile bir ittifak anlaşması yapmış ve sürülerini İslam toprakları içindeki Taglameyn’de otlatma izni almıştı. ‘Uyeyne, bundan az önce, verilecek bazı ayrıcalıklar karşılığında, Medine’nin istilasına katılmak üzere Hayberli Yahudilerin teklifini de kabul etmişti. Acaba çıkar dağıtımında zarara uğramış bir Gatafânlı mı Resulullah (a.s.)’ı istila planlarından haberdar etmişti? Bu oldukça güçlü bir ihtimal gibi gözüküyor. İşte Resulullah (a.s.) da bunun üzerine, başlangıçtaki hedefi olan Dûmetu’l-Cendel’e gitmekten vaz geçip, acele ile Medine’ye dönmüştür. Müttefik düşman kuvvetleri Medine’yi kuşatmaya gelinceye kadar da, Benû Mustalikleri dağıtmak üzere çıkışı dışında, artık hiçbir yere kımıldamamıştır.
879. Medine önünde kazılan hendek önünde bozguna uğrayan düşmanın hücum gücü böylece kırıldıktan ve belki de Dûmetu’l-Cendel’deki koşullar hakkında daha net bilgiler topladıktan sonra, Resulullah (a.s.), sahabeleri arasından bölgeyi en iyi bilmesi gereken, en büyük tüccarlardan biri durumundaki ‘Abdurrahman ibn ‘Avf’ı, Dûmetu’l-Cendel’e gidecek olan 700 kişilik orduya komuta etmek üzere görevlendirdi.[453] Kendisine verilen talimatlar arasında, bir Hıristiyan olan Kelbli el-Esbağ’ın yanına varıp onu İslam Devleti ile ittifaka davet etmek, ayrıca kabul ettiği takdirde kızını nikâhlamak da vardı. Gerçekten de Esbağ İslam’ı kabul etti ve kızı Tumâdir de ‘Abdurrahman ibn ‘Avf’ın çocuklarının annesi oldu. Kelbliler, Ukeydir’in rakipleriydi. İttifakın önemi işte buradan ileri geliyordu. Gatafânlılar gibi düşman kabilelerle İslam topraklarının ayrıldığı bölgede böyle bir Müslüman savunma hattının kurulması dışında hiçbir şey, kuvvetler dengesini en azından hemen ilk birkaç ay içinde İslam lehine bozacak kadar önemli bir rol oynamamıştır
880. Gerçekten, İbn Hanbel[454] bu konuda şu bilgiyi nakleder:
“Resulullah (a.s.)’ın kişisel hizmetlerine bakan Enes bize, Resulullah (a.s.)’ın, Ukeydir’e, kendilerini İslam’a davet etmek üzere bir mektup yazdırıp gönderdiğini söyledi.”
Ancak İbn Hanbel mektubun içerik ve tarihi hakkında kesin bir bilgi vermediği gibi, diğer kaynaklar da bundan söz etmezler. Resulullah (a.s.) tarafından yabancı hükümdarlara mektuplar H. 7 yılı başlarında gönderilmişti. Görüldüğü kadarıyla davet mektuplarından hiçbir sonuç alınamamıştı. Ancak aradan henüz iki yıl geçmesine rağmen hem Mekke’nin fethedilmiş olması İslam devletinin ihmal edilmemesi konusunda herkesi ikna etmeye yetmiş, hem de Hayber’in İslam topraklarına bağlanması ile ülke sınırları Dûmetu’l-Cendel’e kadar genişlemiştir. H. 9 yılı içerisinde, Hârise ibn Katan ve Hamel ibn Sa’dâne başkanlığında bir Kelb heyeti Mekke’ye gelerek İslam dinine geçmişlerdi. Resulullah Muhammed (a.s.), askerî komutanlık simgesi olarak Hamel’e bir sancak, diğer başkan Hârise’ye de, muhteva olarak bazı problemler taşıyan bir ferman vermiştir:
“Resulullah Muhammed’den, Hârise ibn Katan’ın velayeti altında Kelb kabilesine bağlı kolların oturduğu Dûmetu’l-Cendel ve civarı sakinlerine fermandır:
Yer altı kaynaklarıyla sulanan bütün araziler bize, yerleşim birimlerindeki hurmalıklar ise size ait olacaktır. Akarsularla sulanan araziler öşür (1/10) vergisine, kuyu ve sarnıç suları ise yarım öşüre (1/20) tabi olacaklardır. Otlak hayvanlarınızdan hiçbir vergi alınmayacaktır. Vergi hesaplanmasında ortaya çıkan küsuratlar da dikkate alınmayacaktır. Namazlarınızı vaktinde kılacak ve zekât vergilerinizi gereği gibi ödeyeceksiniz. Otlaklar size hiçbir zaman yasak edilmeyecek, evlerinizdeki araç-gereçler de öşür vergisine tabi olmayacaktır. Bunlarla ilgili her hususta size garanti ve güvence verilmiştir. Bunun karşılığında, bize karşı hep iyi muamelede bulunacak ve verilen görevleri en güzel şekilde yerine getireceksiniz. Bütün bu koşullar, Allah ve Resulünün zimmet ve teminatı altındadır. Allah ve burada hazır bulunan Müslümanlar bu (yazıya) şahittirler.”[455]
881. Aralarında savaş çıkmadığı ve Kelbli temsilci heyeti kendi isteğiyle Medine’ye geldiği halde kaynakta kesin ifadelerin yer alması, bizi zor durumda bırakmaktadır. Bu tür durumlarda topraklara el konulmasının mantıklı bir açıklaması olamaz. Üstelik, aşağıda göreceğimiz gibi, kendisi yenilip esir düştüğünde Ukeydir ile yapılan anlaşmada da aynı ifadeler kullanılmıştır. Bu arada, aynı kaynak, yani İbn Sa’d, özet olarak da olsa, Kelbler arasındaki Benû Cinâblar lehine verilen ve tam metnini başka kaynaklarda[456] da bulabileceğimiz bir ferman metnini vermektedir. Resulullah (a.s.) bu ikinci yazıyı Katan ibn Hârise’ye (önceki belgenin verildiği kişinin oğlu, ya da baba ve oğulun isim karışıklığından dolayı aynı kişi) vermiştir. Resulullah (a.s.), bu ikinci fermanla, bunların topraklarına el koymak bir yana, sürülerin vergilendirilmesi sırasında, gıda maddesi taşıyan develerin hesaba katılmayacağını da açıkça belirtmiştir. Hiç kuşku yok ki burada H. 9 yılının başları söz konusudur.
882. Bu olaydan birkaç ay sonra, Resulullah (a.s.) Tebûk’e geldiği zaman, buradan, Hâlid komutasında bir birlik gönderdi ve o da Ukeydir’i kolayca yakalamayı başardı. İbn Sa’d’in belirttiğine göre, bir Hıristiyan olan Ukeydir, İslam’a girmeye yanaşmamış, ancak cizyesini ödemeyi ve hayatını kurtarmak için kendi kalesini teslim etmeyi kabul etmiştir. Bununla birlikte, aynı yazar, kendisinin putperestlikten vazgeçip Müslüman olduğundan söz eden bir anlaşma metnine de yer vermektedir. – (Belazurî’nin ifadesine göre, Ukeydir herkesin gözü önünde İslam’ı kabul ettiğini söylemesine rağmen, İslam Ordusu bölgeden uzaklaşır uzaklaşmaz, bu kararından vazgeçip, eski dinine dönmüştür; Resulullah (a.s.)’ın vefatından sonra Hâlid ibn Velîd, bu bölgeye düzenlediği büyük sefer sırasında Ukeydir’i tekrar ele geçirmiş ve onu ölümle cezalandırmıştır)- İbn Sa’d’in ek olarak verdiği bilgiye göre, Hâlid, geceleyin avlanmaya çıktığı sırada Ukeydir’i esir alınca, kendisine İslam Ordusu’nun girmesi için kale kapılarını açmasını önermiş ve sefer dönüşünde hayatını bağışlayacağını, onu Tebûk’de bulunan Resulullah (a.s.)’ın huzuruna götüreceğini ve onun istediği doğrultuda bir karar vereceğini söylemiştir. Resulullah (a.s.) Ukeydir’i ancak Medine’de kabul edebilmiş ve ona aşağıdaki fermanı vermiştir.[457] Yine aynı yazar, Resulullah (a.s.)’ın söz konusu belge üzerine, mühür yerine parmak bastığını ekler.[458] Fermanın metni şöyledir:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Ukeydir’e:
Onun (Ukeydir’in), Dûmetu’l-Cendel ve çevresindeki putlara ve Allah’ın hasımlarına tapınma dininden vazgeçerek, Allah’ın kılıcı Hâlid ibn Velîd huzurunda İslam’a girdiği sırada (kaleme alınmıştır):
Su kaynakları bakımından fazla zengin olmayan ve etrafı çitle çevrilmemiş bütün topraklar ve aynı zamanda terk edildiği ya da ihmal edildiği için kıraçlaşmış bütün araziler bize ait olacaktır. Ayrıca, bütün zırhlı giysiler, silahlar, ekili topraklarda bulunan her türlü sular da bizimdir. Geviş getiren hayvanlarınızın otlatılmasına hiçbir zaman engel olunmayacaktır. Sürü hayvanları üzerinden alınan vergilerde küsuratlar göz önünde bulundurulmayacaktır. Otlaklar da size asla yasaklanmayacaktır. [Sizden sadece iyice kök salmış hurmalıklarınızdan öşür vergisi tahsil edilecektir].[459] Namazlarınızı belirlenen vakitlerde kılacak ve zekât vergilerinizi gereği gibi ödeyeceksiniz. Bütün bunlar için Allah’ın taahhüt ve güvencesi altında olacaksınız. Bunun karşılığında, size iyi niyet ve vefa ile davranılacaktır. Allah (C.C.) ve o sırada hazır bulunan Müslümanlar (bu yazıya) şahittirler.”[460]
883. Hadis bilgini Ebû Ubeyd, bu mektup metnini bizzat Dûmetu’l-Cendel’de rastladığı yaşlı birinden sağladığı özgün metinden kopya ettiğini beyan etse de,[461] biz bu metnin, Ebû Ubeyd’den (öl. H. 224) önceki bir dönemde, Ukeydir’in ölümünden birkaç kuşak sonra uydurulmuş olduğunu düşünüyoruz. İçerdiği metinlerin Hârise ibn Katan’a yazılan mektupla aynı olması, her iki belgenin de kuşkuyla karşılanmasına yol açmaktadır. Bazı cümlelerin gerçek olma ihtimali vardır; ama öyle görünüyor ki, bazı tarih tutarsızlıkları ve göze batan bir takım uydurma cümleleri saymazsak, atalarının şan ve şerefi uğruna, asıl metne sonradan bir takım düzmece cümleler eklenmiştir. (bk. Documents adlı kitabımız, s. 97-100).
884. Bu belgeyi bir yana bırakarak, toplumsal açıdan ilgi çekici bazı ayrıntılar üzerinde duralım: Resulullah (a.s.)’la buluştuğu sırada, Ukeydir’in üzerinde altından bir haç ve (İran İmparatorundan aldığı)[462] ipek giysiler bulunuyordu. Müstahkem kalesi elinden gittikten sonra, Ukeydir Hire’deki akrabalarının yanına sığınmış ve orada aynı şekilde Dûmetu’l-Cendel adıyla yeni bir hisar inşa ettirmiştir.[463]
885. ‘Ureyneler de Kelblerin bir koluydu. Çok sayıda kaynakta, H. 6 yılının 10. ayında, sekiz kişilik bir Ureyne heyetinin Medine’ye geldiği ve İslam’a geçtiği bildirilmiştir. Bu haydutlar daha sonra Medine’nin havasının kendilerine dokunduğundan şikâyet edince, Resulullah (a.s.) onları develerini otlatabilecekleri şehir civarında bir yere gönderdi. Ayrıca onların bu hayvanların sütüyle beslenmelerine ve tedavi amacıyla onların idrarını içmelerine izin verdi. Aradan bir süre geçip tekrar eski güçlerine kavuşunca, bir çobanı öldürdüler ve sürüsünü alıp kaçtılar. Bunlar izleri sürülerek bulunup Medine’ye getirildiler ve Samhûdî’nin ifadesine göre (2. bs., s. 879), Medine’nin Cummâvât adlı tepelik bölgesinin batısında bulunan Fayfâ el-Habâr’da hak ettikleri cezaya çarptırıldılar.[464] Birkaç yıl sonra Resulullah (a.s.) bu kabile ile tekrar uzlaşma çareleri aramış ve başkanları Ri’ye es-Sulemî’ye bir mektup göndermiştir. Ri’ye buna öyle kızmıştır ki, üzerinde Peygamber mektubunun yazılı olduğu deri parçasını, su kırbasının tamirinde yama olarak kullanmıştır. Bunun üzerine bir cezalandırma seferi düzenlenmiş, kendisi kaçıp kurtulduysa da oğlu yakalanarak esir alınmıştır. Daha sonra Ri’ye, Müslüman olduğunu açıklamak üzere Medine’ye gelmiş, Resulullah (a.s.) da oğlunu kendisine iade etmiştir.[465]
886. Yukarıda, ‘Abdurrahman ibn ‘Avf’e kızını eş olarak veren el-Esbağ el-Kelbî’den bahsetmiştik. Bu zatın ölümü üzerine Resulullah (a.s.), oğlu İmru’ul-Kays ibn el-Esbağ’ı bölgenin başkanı tayin etmiştir. Resulullah (a.s.)’ın vefatından sonra ise, bölgede bazı karışıklıklar çıkmasına rağmen, İmru’ul-Kays’ın kabilesinin sadakat ve bağlılığı sarsılmaz bir şekilde devam edip gitmiştir.[466]
887. Kaynaklarımızın işaret ettiğine göre, Resulullah (a.s.), büyük bir kabile olan Kelblerle daha çok kişisel ilişkiler kurmak istemiştir. Gerçekten de, onun siyasî elçilerinden biri olan Dihyetu’l-Kelbî, kız kardeşini Resulullah (a.s.)’a eş olarak vermiş, ancak bu hanım, henüz Medine’ye varmadan, yolda vefat etmiştir. Bunun üzerine Dihye bir başka kız kardeşini vermek istediyse de, bu kez Resulullah (a.s.), onun gelişinden önce son nefesini vermiştir[467]
888. Bu bölümü yine İslam’la bir türlü kolayca anlaşamamış olan Cuzâmlarla bitirelim. Bedevîlere özgü tüm kötülüklere kendisini kaptırmış ve göçebe bir hayat süren bu kabilenin İslam öncesi geçmişi oldukça karanlıktır. İşte buna bir örnek: Zeyd ibn ‘Amr ibn Nevfel, daha İslam’dan önce putperestliği reddeden nadir Mekkelilerden biriydi. Kendisi, gelişmiş dinleri incelemek amacıyla Suriye’ye birçok yolculuk yapmış, ancak ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık ona hoş görünmemişti. Bu seyahatlerden birinden dönüşü sırasında, Cuzâmların diyarından geçerken, onu öldürdüler.[468] Muhammed (a.s.) Zeyd’i gençliğinde tanımış ve İslam’ı tebliğ sırasında da onu sık sık yad etmiştir.
889. Cuzâmların ülkesi, Arabistan’ın en kuzey bölgesinde yer almaktaydı. Bunlara ait köylerden biri olan Hismâ, Medine’ye sekiz günlük uzaklıkta bulunuyordu.[469] Ancak bunlara Filistin’deki Ma’ân ve ‘Ammân’a kadar olan yerlerde rastlamak mümkündür.
890. Bedir Savaşı’nın (H. 2) çıkmasına yol açan Mekkelilere ait büyük ticaret kervanını hatırlıyorsunuzdur. Ebû Sufyân Suriye’ye doğru yol alırken henüz Filistin’de bulunduğu sırada, Resulullah (a.s.)’ın kendisine pusu kurduğu haberini getiren de bir Cuzâmlıydı.[470] Cuzâmlılar Medine’ye oldukça uzakta oturdukları için, İslam bunlarla oldukça geç dönemlerde doğrudan ilişkiye girebilmiştir.
891. Bütün kaynaklar, bu kabilenin Dubeyb kolundan Rifâ’a ibn Zeyd’in H. 6 sonlarına doğru Medine’ye gelerek İslam’ı kabul ettiği ve kendisine şu hayret verici tavsiye mektubunun verildiği konusunda görüş birliği içindedirler:
“Ben bu (mektubu), onları Allah ve Resûlün(ün yoluna) davet etmesi için, aralarına girmiş bulunan yabancılar da dahil olmak üzere bu yörenin insanlarına göndermiş bulunuyorum. Bu durumda, onların arasından kim bu çağrıya kulak verirse Allah’ın hizbine ve O’nun Elçisinin hizbine dahil olacaktır; kim yüz çevirip reddederse, kendisine iki aylık bir süre tanınacaktır.”[471]
892. Bu bölgenin yağma ve baskınlar nedeniyle ne kadar çok zarara uğratıldığını da unutmayalım. Gerçekten, daha Rifâ’a kabilesine döner dönmez, Resulullah (a.s.)’ın Herakliyus’a gönderdiği elçisi Dihye, bu bölgede baskına uğramış ve eşyaları yağmalanmıştı. Haberi alan Rifâ’a hemen onun yardımına koştu. Daha sonra Resulullah (a.s.), misillemede bulunmak üzere buraya Zeyd komutasında bir birlik gönderdi. Ancak Zeyd, bu sırada İslam’a yeni girenleri de takip etmeye kalkınca, Resulullah (a.s.) zararı telafi etmek için Ali (RA)’yi göndermek zorunda kalmıştır.[472]
893. Ertesi yıl (H. 8), Cuzâmlıların Mu’te’deki Bizans Ordusu saflarına katıldığını görürüz. Bir süre sonra Resulullah (a.s.) Amr ibnu’l-As’ı bölgeye diplomatik görevli olarak gönderdiğinde, Amr, Cuzâmların topraklarından geçmek zorunda kalmış ve bunların gösterdiği tavır nedeniyle küçük Müslüman birliği savaş düzeni almıştır. Amr’ın talebi üzerine Resulullah (a.s.) hemen kendilerine bir takviye birliği göndermiştir. Sulsul’de (Zâtu’s-Selâsil) yapılan küçük bir çatışmadan sonra, Müslümanlar Medine’ye dönmüşlerdir. Bu konuda, insanın merakla okuyacağı birkaç ayrıntıya değinelim:
894. O günlerde hava çok soğuktu. Bir gece Müslümanlar ısınmak için bol miktarda odun topladılar. ‘Amr (tabii ki karargâhın yerinin belli olmaması için) her türlü ateş yakılmasını yasaklamıştı. Bu askerlerinin pek hoşuna gitmedi. Bir başka gece, komutanın gusül abdesti alması gerekmişti. Ancak Kur’an’da ihtiyaç halinde izin verildiği için teyemmümle yetindi ve bu halde namaz kıldırmak üzere cemaatin başına geçti. Bu durum, asker arasındaki hoşnutsuzluğu daha da artırmıştı. ‘Amr İslam’a yeni girmiş biriydi ve o sırada Müslümanlar arasında özellikle Ebû Bekir, Ömer ve takviye birliğinin komutanı Ebû ‘Ubeyde gibi seçkin sahabeler de bulunuyordu. Ebû ‘Ubeyde’nin gelişi üzerine, Müslümanlar cemaate onun imamlık etmesini istediler. ‘Amr, bu durumu protesto ederek şöyle dedi:
“Namazda imamlık yapmak, Ordu komutanına tanınmış bir ayrıcalıktır. Başkomutan benim! Sen ise bana yardım etmek üzere geldin!”
Bunun üzerine Ebû ‘Ubeyde imamlığı ona bırakmak zorunda kaldı. Bundan başka, ‘Amr bir gün düşman devriye birliklerinin takip edilmesini yasaklamıştı. Ordu Medine’ye döndüğünde, ‘Amr, Resulullah (a.s.)’a, geceleyin ateş yakılmamasının ve düşmanın takip edilmemesinin, tamamen askerî kaygılarla ve düşman tarafından pusuya düşürülmemek için verilmiş emirler olduğunu açıkladı. Bunun üzerine Resulullah (a.s.)’ın kendisini övmekten başka yapacağı bir şey kalmamıştır.[473]
895. Aradan onüç ay geçtikten sonra (H. 9 Receb ayı), Resulullah (a.s.) Tebûk’e büyük bir askerî sefer düzenledi. Kaynaklarda, Bizans Ordusu saflarında o dönemde bile hala bazı Cuzâmlıların bulunduğu yolunda bilgiler vardır.[474] Makrîzî’de yer alan şu bilgi,[475] bildiğim kadarıyla başka hiçbir kaynakta bulunmamaktadır:
896. “(Yazarın hangi kabileden olduğunu belirtmediği)’ Ubeyd ibn Yâsir ve beraberindeki (yine adı belirtilmeyen) Cuzâmlı biri, Tebûk’e gelerek Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıktılar ve İslam’a girdiler. Resulullah (a.s.) bu sırada (Akabe körfezi üzerinde bir liman kenti olan) Maknâ’dan yeni dönmüştü. Bu yörenin insanları, her yıl meyve ve balık türünden ürettikleri şeylerin dörtte birini İslam hükümetine ödemeyi kabul etmişlerdi.” Resulullah (a.s.)’ın, Cuzâmlıların İslam’a girmelerine verdiği önem, yeni Müslüman olmuş bu iki kişiye, Maknâ’da ele geçen ganimetlerin hükümete düşen payının tamamını vermesi olayında açıkça görülmektedir. Yazarın ilave ettiğine göre, adı geçen ‘Ubeyd, Resulullah (a.s.)’a saf kan bir at hediye etmiş ve hemen orada, Murâvih denilen yerde düzenlenen at yarışında, bu at galip gelmiştir. Resulullah (a.s.) bu atı en iyi süvarilerinden olan Mikdâd ibn ‘Amr’a bağışlamıştır (Bu Maknâ konusuna, “Yahudilerle İlişkiler” adlı bölümde tekrar döneceğiz.)
897. Resulullah Muhammed (a.s.)’ın Tebûk’e geldiğini öğrenen Cuzamlı başkan (Ahmar ya da ‘Umar’ın oğlu) Mâlik el-’Avfî, onun huzuruna çıkarak İslam’ı kabul etmiş ve aşağıdaki fermanı almıştır:[476]
“Bu, Resulullah Muhammed’den Malik ibn Ahmer ve onun yolundan giden Müslümanlar için, onlara himaye ve eman hakkı vermek üzere verilmiş bir belgedir. Onlar namazlarını kıldıkları, zekat vergilerini ödedikleri, Müslümanlarla birlikte olup müşrik ve putperestlerden uzaklaştıkları, ganimetin beşte birini, ağır borç altına girmiş olanların (garimîn) ve filan ve falanca kişilerin vermeleri gereken miktarı ödedikleri sürece, Aziz ve Celîl olan Allah’ın ve Resulullah (a.s.)’ın emân ve himâyesini elde etmiş olacaklardır.”
898. Yakın akraba da olsa müşriklerle olan ilişkinin kesilmesi burada da karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi, İslam kan, vatan ya da dil birliği üzerine değil, sadece hayat anlayışı, ortak bir dünya görüşü ilkesine dayalı bir toplum oluşturmaya çalışıyordu. Bu, doğum (kan bağı) esasına ya da arızî-tesadüfî özelliğe dayalı olmayan, bireysel ve serbest irâdeye dayalı bir tür “milliyetçilik” anlayışıdır. “Borçluların yükümlülüğü ile ilgili husus, Kur’an’ın (Tevbe: 9/60) yanı sıra, Medine Şehir-Devleti’nin anayasasında ayrıntılı olarak sözü edilen “sosyal güvence” kurumuna işaret etmektedir. Bu anayasada her insan topluluğu ayrı bir birim olarak ele alınmakta ve üyelerinden biri, örneğin kasta dayanmayan bir cinayete karışarak tazminat ödemek zorunda kaldığında, birliğin oluşturduğu ortak hazine (fon), bu tazminatı ödeme yoluna gitmektedir. Kuşkusuz Resulullah (a.s.), bu kabilenin kendi içinde bir “sosyal sigorta”, bir yardımlaşma sandığı oluşturması üzerinde durmaktadır.
899. Bildiğimiz kadarıyla Resulullah Muhammed (a.s.)’ın, Benû Cifâl kabilesi lehine ve muhtemelen H. 9 dolaylarında verdiği[477] ve bu kabilenin İrem bölgesinde sahip oldukları mülkiyet haklarını tasdik eden bir fermanı daha vardır. Cuzâm ve Sa’d-Huzeym kabilelerine birlikte gönderilen bu fermanda vergi tarifeleri gösterilmekte ve bunların, ganimetlerden elde edilenlerin beşte biriyle birlikte, Resulullah (a.s.)’ın görevli memurlarına bizzat teslim edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.[478] Ancak Benû Cifâllerin görevlendirildiği askerî seferle ilgili ayrıntılar hakkında bir bilgimiz yoktur.[479]
900. İslam’la olan ilişkileri konusunda haklarında kesin ve net bilgilere sahip olduğumuz daha başka kabileler de vardır. Fakat bu küçük insan topluluklarıyla ilgili konuların fazla önem taşımaması ve bu ilişkilerin tekdüze benzerliği, öyle sanıyoruz ki, bunları göz ardı etmemiz için yeterlidir.[480]
901. Müslümanlarla diğer Arap kabileleri arasındaki ilişkileri bundan önceki bölümde ele almıştık. Dost ve müttefik kabileler arasında, putperest oldukları halde, İslam’la hala işbirliği içerisinde olan ve karşılıklı anlaşma hükümlerine titizlikle uyan Müdlic ve Huzâ’a gibi kabileler de vardı. Bununla birlikte, bu kabilelerin gönüllerinde İslamî bir etkinin var olduğunu ve İslam’a girenlerin de müşrik ve putperest akrabalarıyla barışçı bir biçimde yaşadıklarını görmekteyiz. H. 9 yılı sonlarına doğru, Resulullah (a.s.)’a çok önemli konulara değinen bazı ayetler vahy edilmiştir. Bunlar, Berâet ya da Tevbe adını taşıyan surenin 1-29. ayetleriydi.
902. Bir önceki yıl Mekke’yi fethetmiş olan Resulullah (a.s.), Hac mevsimi geldiğinde, Kur’an’ın bu ayetlerini Arabistan’ın dört bir yanından gelen Hacılara bildirmesi için damadı Ali’yi gönderdi. Bu ayetlerde şu temel konulara değinilmekteydi:
1. Varlık nedeni aynı zamanda kendi dünya görüşünü ön plana çıkarıp yaymak olan İslam Devleti, İslami ilke ve temellere dayalı olmakla birlikte, diğer gelişmiş dinlerin mensupları lehine de önemli bir hoşgörü tanımıştır (Tevbe: 9/29). Bunlar İslam Devleti’nin tebe’ası ve vatandaşı olarak kabul edilmişlerdir. Bu inanç özgürlüğünü Yahudi, Sâbiî, Hıristiyan ve Mecûsîlere bizzat Resulullah (a.s.) tanımıştır. Onun sahabeleri de, Hulefâ-i Râşidîn döneminde bu hoşgörünün Berberîlere, Budistlere ve Brehmenlere tanınmasında hiçbir güçlük çıkarmadılar[481] Eserleri bize kadar ulaşan Abbasî dönemi hukukçuları ise bu hükmü daha da yaygınlaştırarak, puta tapanların ve hatta ateistlerin de bu inanç özgürlüğünden yararlanabileceklerini belirtmişlerdir.[482]
2. Müslümanlara, müşrik ya da putperest bütün gayrı müslimlerle yapmış oldukları barış veya ittifak anlaşmalarına titizlikle uymaları emredilmektedir.
3. Gayrı müslimlerle yapılan ittifak anlaşmaları ebedî olmak üzere imzalanmamışlardır. Şayet böyle bir anlaşma varsa bundan kurtulmak gerekir. Kur’an, belli sürelere bağlı yeni anlaşmalar yapmaları için, gayrı müslimlere dört aylık ek bir süre tanımıştır. Resulullah (a.s.) da süresi en çok 10 yıla kadar varan anlaşmalar yapmıştır.
4. İslam ile İslam olmayan arasında bir eşitsizlik söz konusu değildir. Ancak, bu durum, dünya işleriyle ilgili konularda, her iki sınıfa mensup insanların, yani Müslümanlarla gayrı müslimlerin, mahkemeler karşısında olduğu kadar, kamusal ve askerlikle ilgili idarî makamlar önünde de tam bir tarafsızlık içinde muamele görmelerine engel oluşturmaz. Şu anda üzerinde durduğumuz sureden hemen önce nâzil olan 5. surenin 2. ayetinde (Mâide: 5/2), Kur’an, iyilik ve yasaklardan sakınma (birr) konusunda gayrı müslimlerle “işbirliği” içerisinde olmayı emredecek kadar ileri gitmiştir.
5. Şu hüküm gayet net ve açıktır (Tevbe: 9/6): “Ve eğer müşriklerden biri senden emân dilerse, Allah’ın sözünü işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra (Müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır.”
6. Ka’be sadece Müslümanların ibadet etmelerine tahsis edilmiştir; müşriklerin orada kendi âdet ve usûllerine göre tapınmaya hakları yoktur (Tevbe: 9/28). Bir başka deyişle, Medine İslam Devleti’nin siyasal başkenti olduğu halde, Mekke sonsuza dek dinî merkez olarak seçilmiştir.
903. Ebû ‘Ubeyd’in belirttiğine göre, belirli bir
zaman sınırlaması olmaksızın barış ve ittifak anlaşmalarının yürürlükten
kaldırılması, Huzâ’aları, Mudlicleri ve İslam’ın henüz fazla yaygın olmadığı
bazı dost kabileleri ilgilendiriyordu. Bu kabilelerden İslam’ı kabul etmeleri
istenmemişti ve bir ittifaka son vermek de hiçbir zaman savaş ilan etmek
anlamına gelmiyordu. Ancak dinsel nedenlerle böyle bir yürürlükten kaldırma
işlemine gidilmesinin, Arabistan’ın putperest kabilelerine İslam’ı kabul
etmeleri yönünde bir baskı oluşturacağı da inkâr edilemez; ayrıca, burada söz
konusu olan bölgeler, Arabistan’ın dışında bulunan, ya da Yahudi, Hıristiyan
gibi Allah inancına sahip gayrı müslim topluluklar değildir. Bu, sanki bir aile
babasının kendi yaramaz çocukları üzerinde yaptığı bir baskı gibi bir şeydi.[483]
904. Arap kabilelerinin meydana getirdiği kargaşa ortamında, Muhammed (a.s.)’ın Müslümanlardan oluşan dinî bir toplum meydana getirmesiyle ortaya çıkan siyasal güç, daha onun sağlığında bazı kıskançlıklara yol açmıştır. Bazı maceraperestler (dalavereciler) öfkeden kudurmakla yetinirken, daha gözü pek olan bazıları da Resulullah (a.s.)’ı taklit edip, kendilerinin de ilahi mesajı taşımaya ehil peygamberler olduğu iddiasında bulunmaya kalkıştılar. Önceki bölümlerden, Necd’li Havza ibn ‘Ali’nin Müslüman olmak için hükümet iktidarının ikiye bölünmesini şart koştuğunu biliyoruz. Onun akrabası olan Müseylime de aynı şekilde davranmıştı; ancak bu sonuncusu daha da ileri giderek, kendisine ilâhî vahiyler alan bir peygamber süsü vermiştir.
905. Göründüğü kadarıyla, gerek zirâî ürünler gerekse hayvan sürüleri üzerinden, o zamana kadar Bedevilerce bilinmeyen zekât vergisi ödeme zorunluluğunun getirilmesi, bu başkaldırı olaylarının en başta gelen nedeniydi. Henüz İslam’ın etki alanına girmemiş olan Necd’de, Müseylime’nin büyük bir etkisi bulunmaktaydı. Bu konuda, Yemen’deki Mezhic kabilesinden de söz etmemiz gerekir. Bu kabile içinden çıkan ve gerçek adı Zu’l-Himar ‘Abhala olan el-Esved el-’Ansî, San’a şehrini işgal etmekle işe başlayıp, daha sonra Resulullah Muhammed (a.s.) tarafından tayin edilen memurları buradan kovmuştur. Bundan bir süre sonra, Arabistan’ın kuzey-doğusunda aynı iddialarla ortaya çıkan Tulayha el-Esedî, kendisine katılan kuvvetleri Samayrâ’da topladı. Gatafânlı Umm Kirfe adlı bir kadından daha önce söz etmiştik; bu kadının kızı Umm Zamil de Medine’ye karşı düzenlenen bir ayaklanmanın başını çekmiştir.[484] Bütün bu olaylar H. 11 yılında meydana gelmiştir.
906. Bu olaylar üzerine derhal harekete geçen Resulullah (a.s.), başkaldıran topluluklara komşu olup da İslam’a bağlılığını sürdüren kabile başkanlarına birer mektup yazarak, bu sözde peygamberlerle mücadele etmelerini emretmiştir. Taberî[485] bize, Temîm, Himyer, Kays, Hanîfe vs. kabilelerinden değişik kimselere ve Feyrûz, Dâzûe gibi İran asıllı Müslümanlara; Sumâme ibn Usâl, Zibrikân ibn Bedr vb. önemli kişilere gönderilen 19 mektuptan bahsetmektedir. “Geçirdiği ağır hastalık Resulullah (a.s.)’ın dini ile meşgul olmasını asla engellememiştir.
907. Yemenli el-Esved el-’Ansî, Resulullah (a.s.)’ın vefatından bir gün önce öldürülmüştü. El-Esved, İran asıllı ‘Azâd adında bir Müslüman tarafından ele geçirilmiş ve yine onun aracılığıyla, İslam hükümetinin görevli memurları müstahkem kalesine girip onun işini bitirmişlerdir. Bu asi, Hadramut’tan Tâ’if’e kadar uzanan geniş bir bölgeyi egemenliği altına almıştı.
908. Tıpkı Museylime gibi Tuleyhâ da “kendisiyle bir ittifak anlaşması yapmak üzere” Resulullah (a.s.)’a başvurmuştu. Ancak her iki isyancının öncülük ettiği ayaklanmalar devam etmiş, ayrıca Resulullah (a.s.)’ın vefatı da başka kopmalara yol açmıştır. ‘Umân’da Zu’t-Tâc Lâkît ibn Mâlik, Yemen’de el-Eş’as el-Kindî (el-Esved’in ölümünden sonra), Gatafânlılar arasından çıkan ve Umm Kirfe’nin kızı Umm Zamil (veya Umm Ziml), ve Temim kabilesinden Secâhî gibi. Bu sonuncu kadın, kendisinin peygamber olduğunu da iddia ediyordu.
909. Arap tarihçisi Vâkıdî, Kitâbu’r-Ridde (Dinden Dönme Kitabı) adlı eserinde, vergi ödeme zorunluluğu getirilmesinin bu kopmaların tek nedeni olmadığı sonucunu çıkarmaktadır. Ona göre bu olaylarda kişisel nedenler de rol oynamıştır. Bütün bu olayların ayrıntılı bir şekilde açıklanması ve halife Ebû Bekir’in bu konuda nasıl davrandığına girdiğimiz takdirde, esas konumuz olan Resulullah (a.s.)’ın hayatını anlatma çerçevesinden sapmış olacağız. Resulullah (a.s.), vefatından önce bu konu ile ilgili tavrını ortaya koymuş ve hatta izlenmesi gereken yolu da çizmiştir. Ebû Bekir’in yaptığı, sadece onun yolundan gitmek olmuştur. Taberî’ye göre, Resulullah (a.s.), Yemen’de yerleşik İran asıllı Ebnâ’ların başkanı Cuşeyş ed-Deylemî’ye yazdığı mektupta şunları yapmalarını söylüyordu:
“Dinin kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalmak, cihat için kıyam etmek, ister suikast yoluyla isterse açıkça vuruşarak el-Esved’den kurtulmak, inanan ve gücü yeten herkesi Resulullah’ın adına seferber olmaya davet ederek, onların yardımından yararlanmak.”
910. Alınan önlemler sayesinde, o dönemdeki Arapların anarşik toplum yapısının, istikrarlı bir devlet teşkilatına dönüştüğü görüldü. Bundan böyle yapılacak tek şey, bir takım gericilerin kurulmuş olan yeni düzeni değiştirmeye kalkmalarını önlemek ve bir kez yenildiklerini anladıktan sonra yeni Devlet ve toplum düzenini kabul etmelerini sağlamaktı. Gerçekten bu tepki hareketleri açık ve kesin bir biçimde Resulullah (a.s.)’ın hayatının son aylarında ortaya çıkmış, ancak Resulullah (a.s.) ve daha sonra onun yerini alacak olan halifesi Ebû Bekir sükûnetle, ama hiç yılmadan çalışmışlardır. Bu gayretlerin sonunda elde edilen başarı, insanlık tarihinde göze çarpan en büyük inkılâp ve değişim hareketinin başarısızlıkla sonuçlanmasını önlemiş ve onun dünya çapında bir misyon yüklenmesi için gerekli çığırı açmıştır.[486]
911. Kimi zaman Yahudi ve İsrailli kavramları arasında bir ayrım olduğu söylense de, biz bu bölümde her iki terimi birbiriyle eşanlamlı olarak kullanacağız. Tamamen akrabalık temeli üzerine kurulmuş olan ve yeryüzünde halen mevcut uluslar arasında, Yahudiler en eskilerinden birini oluşturur. Bu ulusun kendisine özgü, hepsi de heyecan verici ve canlı bir dini, bir edebiyatı ve bir tarihi vardır. Yahudilerin atası olan İsrail lâkaplı Yakup Peygamber, aynı zamanda İbrahim Peygamber’in torunudur. Bilindiği gibi İbrahim (a.s.) aslen Mezopotamyalı idi ve onun Tektanrıcılık ilkesine dayanan dinî düşünceleri, Bâbil kıralı Nemrut’un öfkesini üzerine çekmişti. (Bazı modern bilginler, Nemrut’un önemli kanunlar ortaya koyan Hammurabi ile aynı kişi olduğu kanısındadırlar; bu kanunların üzerinde kazılı olduğu taş, Paris Louvre müzesindeki en güzel anıtlardan birini oluşturmaktadır.) Arabistan, Suriye, Mısır gibi Orta-Doğu’nun hemen her ülkesinde İbrahim (a.s.)’le ilgili hatıralara rastlamak mümkündür. Kabrinin Filistin’deki el-Halil’de olduğu söylenir. Öyleyse, onun soyundan gelenlerin hep bu bölgelerde yerleştiğini görmekten hayrete düşmemeliyiz. İslamî kaynaklardaki bilgilere göre (özellikle Kur’an’daki Yûsuf sûresi), ailenin Mısır’a göç etmesinin temelinde Yakup’un oğulları arasındaki kıskançlık yatmaktadır: Yakup’un gözde oğlu Yûsuf, kardeşleri tarafından, oradan geçmekte olan bazı kervancılara satılmıştır. Gelişen olaylar sonunda Yûsuf, Firavun’un (Suriye asıllı Hyksos hanedanı, MÖ 1700-1580) bakanlık hizmetine girer. O günlerdeki yönetici sınıfa mensup olanlarla bir tür yurttaş olan Yûsuf, sonunda maliye bakanlığı görevine getirilir. Yûsuf gibi gerçekten yetenekli ve dürüst bir insanın yönetimi altında, kırallık büyük bir refah düzeyine ulaşır. Yûsuf, kıtlık ve bereket yıllarının nöbetleşe birbirini izlediğini gözlemleyince büyük miktarda hububat stoku yapmıştır. Yine büyük bir kıtlığın baş gösterdiği sırada, Yakup’un diğer oğulları, erzak bulma ümidiyle Mısır’a gelirler. Yûsuf kardeşlerini tanır ve böylece, yaşlı ebeveynler de dahil bütün aile Mısır’a göç etmiş olur.
912. Suriyeli Hyksos hanedanı çok geçmeden yerini Mısır’daki Firavunlar hanedanına bırakmak zorunda kaldı. Bunun doğal bir sonucu olarak, dünün gözdeleri, ertesi günün mağdurları ve kurbanı haline geldiler. Hyksos’ların iktidardan düşüş tarihi olarak MÖ 1580’i alır ve Yahudilerin II. Ramses’in hükümdarlığı sırasında Mısır’dan Çıkış tarihi olarak da MÖ 1260 tarihini kabul edecek olursak, bu durumda Kenânîlerin, özellikle de İsrail Oğulları’nın, yaklaşık üç yüzyıllık bir süre boyunca Mısır’da büyük bir zulüm ve işkence dönemine maruz kaldıklarını görürüz. Ramses, I. Siti’nin oğlu ve veliahtı olup, söylendiğine göre MÖ 1330-1260 yılları arasında hükümran olmuştur. Kur’an’da belirtildiğine göre bu hükümdarlık dönemi İsrail Oğulları için özellikle zor ve güçlükler içinde geçmiştir. Bu ulus, Firavun’un din değiştirmesi için yaptıkları beyhude ve sonuçsuz girişimlerden sonra, iki ortak komutan olan Musa ve Harun’un idaresinde topluca Mısır’ı terk edip, bu diyarlardan gitme kararı aldılar. Bu, aynı zamanda Mısır için hem el sanatları hem de ziraate dayalı çalışma alanlarında büyük bir işgücü kaybı demekti. Ramses, ordusuyla birlikte onların peşinden gittiyse de, suda boğularak ölüp gitti. Kur’an bu suyun Nil nehri mi yoksa Kızıl Deniz mi olduğunu açıkça belirtmemekle birlikte, Firavunun cesedinin mutlaka (sonraki kuşaklara ibret olması için cansız olarak) kurtarılacağını ifade etmektedir. Kur’an’ı yorumlayan Müslüman bilginler, Ramses’in halen Kahire Müzesi’nde bulunan mumyası 1881 yılında keşfedilinceye kadar bu ayeti nasıl yorumlamak gerektiğini bilemiyorlardı.[487]
913. Yine Kur’an’ın ifadesiyle (Mâide: 5/23-29), Musa halkı ile birlikte yerleşmek üzere Filistin’e doğru yola koyuldu. Ancak Yahudiler, bu ülkenin Arap halkından korkup, başkanları konumundaki Musa’yı dinlemeyi reddettiler. Bu karşı çıkışın ilk cezası olarak, 40 yıl boyunca çölde kalmaya mecbur oldular. Bu arada Harun ve Musa vefat ettiler. Eski Ahit’te (Tevrat) geçen kıssa (Samuel, 15: 1-3) Kur’an’da yer almaz: Şayet İsrail Oğulları, Tevrat’ta belirtildiği gibi, Filistin’de yaşayan Amalikalı Arapları “kadın-erkek, çoluk-bebek, sığır-davar, deve-eşek” demeden kılıçtan geçirip, yabancı bir istilaya karşı kendi vatanlarını savunmak istedikleri için onları öldürdülerse, zamanı gelince, zulme uğramış bu insanların da kendi intikamlarını almak üzere aynı yola başvuracağı kolayca anlaşılır. Bu mücadeleler sonunda Tâlût (ya da Kral) Saül tarafından Yahudi krallığının nasıl kurulduğu ve Davud ve Süleyman peygamberlerce nasıl sağlam temellere oturtulduğu, ve nihayet ülkede çıkan iç savaşlarla önce ikiye bölünüp, daha sonra Doğu’dan (Irak) ve Kuzey’den (Suriye) gelen saldırılara maruz kaldığı konusunda da Kur’an bir açıklamada bulunmamaktadır. Ancak, Nabukadnazar (Buhtunnasr), Herod, Antiokus ve Titus’un istilaları konusunda, Yahudileri bir zamanlar Araplara ait büyük tapınağın bulunduğu Sion’dan çıkarıp atan bu fatihlerin adlarını zikretmeksizin, kısa bir göndermede bulunur (İsrâ: 17/4-5). O zamandan beri Yahudiler, aralarında burada inceleme konusu yaptığımız Arabistan da dahil olmak üzere, dünyanın dört bucağına irili ufaklı topluluklar halinde dağılıp gitmişlerdir.[488]
914. Arap Yarımadası’na Yahudi cemaatlerinin ne zaman gelip yerleştikleri bilinmemektedir. Kur’an bu konuda bize Yemenli Saba Melikesinin Süleyman Peygamber’e yapmış olduğu ziyareti nakleder.[489] İslam’ın ortaya çıkmasına yakın, Yahudilerin Arabistan’ın her tarafına dağılmış olduğunu görürüz. Bunlar birbirine tutkun, gerek bireysel gerekse küçük topluluklar halinde, Akabe Körfezi’ndeki Eyle Limanı’ndan Yemen ve ‘Umân’ın en ücra köşelerine, Medine’den Bahreyn’e kadar uzanan bölgelere yayılmışlardı. Bunlara Maknâ’da, Vâdi’l-Kurâ’da, Teymâ’da, Fedek’de, Tâ’if’de, kısaca bütün “şehirlerde” olduğu kadar, fuar ve kervanlarda rastlamak mümkündü.
915. Mekke’de yok denecek kadar az idiler. Ancak, bölgede özellikle ‘Ukâz gibi yılda bir kurulan fuarlarda, ticarî mal satmanın yanı sıra kendilerini saklı-gizli ya da kayıp şeylerin nerede olduklarını bilen kâhinler olarak tanıtmak suretiyle bol para kazanmasını bilen kişiler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. “Ehl-i Kitap” oldukları için, okur-yazar olmayan ve saf ve temiz gönüllü Bedeviler üzerinde özel bir nüfuz ve itibar sağlamışlardı.
916. Arap tarihçilerinin söylediklerinden başka, örneğin Casanova[490] gibi batılı çağdaş araştırmacıların çalışmalarından da çıkardığımız sonuçlara göre, Miladî 7. yüzyıl başlarında, Yahudiler ve Hıristiyanlar, büyük bir şahsiyetin ortaya çıkacağını ve son peygamber olarak insanlığın ihtiyaç duyduğu şeyleri gelip tamamlamasını beklemekteydiler. Resulullah Muhammed (a.s.)’ın hayatı ve faaliyetiyle ilgili yerli kaynakları inceleyen bir kişi, açıklanması zor bir güçlükle karşılaşır: Bu kaynaklar, bir yandan Medineli Yahudilerin yakında bir peygamberin zuhur edeceğini, kendilerinin ona tâbi olacaklarını ve onunla birlikte tüm düşmanlarını ezip yok edeceklerini söyleyerek Arap hasımlarını tehdit ettiklerini;[491] öte yandan bazı söylentiler yayarak,[492] Yahudilerin bu peygamberi, onun yolundan gitmek için değil de, (haklarındaki kötü kehanetleri önlemek için?) doğar doğmaz onu öldürmek için bekleştiklerini söylüyorlardı. Kaynaklarda, bir gün ‘Ukâz fuarında Muhammed (a.s.)’ın süt annesinin yanındaki çocuğu bir Yahudi kâhine gösterdiği, kâhinin de onu öldürmek için arkadaşlarını çağırdığı, ancak süt annenin çocukla birlikte oradan kaçıp kurtulduğu anlatılır. Daha sonraki yıllarda, Resulullah (a.s.) amcası ile birlikte bir ticaret kervanına eşlik ettiği sırada, bu kervan daha Filistin’de iken geri dönmek zorunda kalmış, zira Hıristiyan keşişler Muhammed (a.s.)’ın amcasını, Yahudilerin kendisini görürlerse öldürecekleri konusunda uyarmışlardı. Acaba bu anlatımların kasıtlı ve taraf tutucu olduklarına mı inanmak gerekir? Yoksa bu insanların, beklenen Peygambere karşı beklentilerinde farklı niyetler sergilemelerine rağmen, bu bilgilerin gerçek ve doğru oldukları, ve bunların farklı insan gruplarının kendilerine özgü tutum ve davranışları temsil ettiğini mi düşünmek gerekiyor? Bu konu üzerinde daha fazla durmak istemiyoruz.[493]
917. Bütün insanlığı kuşatan ilahî bir görev üstlenmiş, her zaman ve her yerde “en mükemmel ve en güzel davranış örneği” (Usvetu’l-Hasene) olmak zorunda olan Resulullah Muhammed (a.s.)’ın, aynı zamanda şu dünyadaki olayların bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde meydana geldiğini de göz önünde bulundurması gerekiyordu. Kur’an’ın birçok ayetinde yinelendiği gibi, “bütün bir insanlığa” gönderilmiş olmakla birlikte, Muhammed (a.s.)’ın kişisel sorumluluğunun da bir sınırı vardı. Kur’an’daki ilahi buyruk, ona her şeyden önce şöyle emretmişti:
“Önce en yakın akrabalarını uyar!”[494]
Önceleri gizli yapılan tebliğ, giderek alenî ve açıktan yapılmaya başlandı:
“Sana emrolunan şeyi açıkça ortaya koyup söyle!”[495]
Ve nihayet, Muhammed (a.s.)’ın bütün alemi kuşatan sorumluluğu şu ifadelerle açıkça bildirilmiş oldu:
“Bu (Kur’an), Şehirlerin Anası (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı, mübarek bir kitaptır…”[496]
918. Acaba Muhammed (a.s.)’ın Allah’a itaatsizliğin doğuracağı sonuçlar konusunda uyarmak zorunda kaldığı bu bölgede Yahudiler de var mıydı? Arapça tarih kitaplarında bunların Mekke’de bulunduklarına dair hiçbir kayıt yoktur ve bu durum, Kur’an’daki bazı ayetlerin içerdiği bilgilerden de anlaşılabilir. Gerçekten, İslam tarihçilerine göre, Hicret’ten önce nazil olan 86 surenin hiçbirinde “Ey İsrâil Oğulları!” şeklinde bir hitaba rastlamıyoruz. Bu ayetlerdeki sesleniş, sürekli “Ey Adem Oğulları”, ya da “Ey İnsanlar!” şeklindedir. (Bu arada, Tâhâ Sûresi’nin 80. ayetindeki “İsrail Oğulları” ifadesi, bir çağrı ya da sesleniş değil, kıssa içerisinde Yahudilere işaret amacıyla kullanılmıştır.) Kur’an’daki sure ve ayetlerin zaman içerisinde iniş sırası ile, bugün elimizde mevcut nüshalardaki yazılış sırası aynı değildir. Bu bölümün ilerleyen sayfalarında, Kur’an ayetleriyle ilgili atıflarda çift rakam kullanacağız: Roma rakamları iniş sırasını, Arap rakamları ise yazılış sırasını gösterecektir. Örneğin “III/73: 15” ifadesi, iniş sırasına göre üçüncü, elinizdeki Kur’an nüshasında ise 73. surenin 15. ayetine işaret etmiş olacaktır. Daha sonraki bir bölümde de, Kur’an’dan ve onun yazılı bir bütün haline getirilişinden (:tedvîn) bahsedeceğiz. Burada, surelerin iniş sırası konusunda klasik İslam müfessirlerinin benimsediği verileri izleyeceğimizi hatırlatmak yeterlidir. Zira modern Doğubilimciler kendi aralarında henüz bir görüş birliği sağlayamamış ve hala bu konudaki ateşli tartışmalarını sürdürmektedirler.
919. Muhammed (a.s.)’ın Yahudilere karşı güttüğü politika ile ilgili olarak “siret” kitapları bize pek yardımcı olmamaktadır ve bu konudaki tek bilgi kaynağımız Kur’an’dır.
920. Dolaylı yoldan da olsa, Kur’an’da bu konuya değinen ilk ayet şu olmalıdır:
“Nasıl Firavun’a bir elçi göndermiş idiysek, hakkınızda tanıklık yapmak üzere size de bir peygamber gönderdik.”[497]
Ancak burada söz konusu olan Yahudiler değil, daha çok Yahudilerin peygamberi olan Musa Peygamber ve onunla Muhammed (a.s.) ile olan benzerliğidir. Kur’an, bu ayetle, Allah’ın Ramses’e bir peygamber gönderdiği, ancak onu dinlemeyi reddedince kendisini cezalandırdığı gibi; aynı şekilde, Mekkelilerin ve diğer insanların da Muhammed (a.s.)’ın tüm dünyayı kuşatan tebliğ görevine duyarsız kalmaları halinde, Allah’ın onları da cezalandırmaya muktedir olduğunu söylemek istemektedir.
921. Bunun hemen ardından şu ayetler indirilmiştir:
“Fakat siz (ey insanlar!) Ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Kuşkusuz bu (anlatılanlar), önceki kitaplarda ve İbrahim ile Musa’nın sahifelerinde de vardır.”
Kur’an’ın bu konuda en sık başvurduğu ima ve telmih, Yahudilerin pek yakından tanıdıkları Firavun’un elim kaderine yapılan göndermelerdir.[498] Sina Dağı’nın zikredilişi ise, Mısır’dan Çıkış olayıyla ilgili küçük bir ayrıntıdır.[499] Kur’an bu dağın adını anmak suretiyle, Musa’nın öğretisine çağrışım yapmakta ve insanların en yükseği ile en alçağı arasındaki farkın onların sahip oldukları iman ve yaptıkları hayırlı amellerden kaynaklandığını söylemek istemektedir. Yukarıda geçen 38. (Sâd) suresi ise Allah’ın insanlara daha önce göndermiş olduğu Davud, Süleyman, Eyyûb gibi çok sayıda peygambere atıfta bulunmaktadır. Tıpkı onlar gibi, Muhammed (a.s.) de aynı Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir. Herhalde Mekkelilerin bu eski kıssalarla ilgili bir takım ön bilgilere sahip olmaları gerekirdi; ve bu konuda fazla ayrıntıya da ihtiyaçları yoktu. Bu dönemin sonunda, Muhammed (a.s.)’ın ilahî tebliğ görevine başlamasından birkaç yıl sonra, bazı Yahudiler onun tebliğ ettiği şeylerden haberdar olmakla kalmayıp, aynı zamanda ona karşı bir tutum da sergilediler. Bu Yahudilerin kim oldukları ve nerelerde oturdukları hakkında ise elimizde bir bilgi mevcut değildir.
922. İşte böylece A’raf (XXXIX) suresinin tamamı, Firavun’un elinden nasıl kaçıp kurtuldukları, Musa Peygamber’in Sina Dağı’nda ve Kutsal Topraklara dönüş yolunda tabletleri nasıl aldığı vb. konularında oldukça ayrıntılı olarak Yahudi toplumunun tarihine tahsis edilmiştir (Ancak bu surenin 163-170. ayetleri Medine’ye hicretten sonra indirilmiş olup, Muhammed (a.s.)’den sonraki farklı ülke ve zaman dilimlerinde Yahudilerin başlarına gelecek felaket ve sıkıntıları önceden haber vermektedir). Daha sonra ise, Muhammed (a.s.)’ın Peygamber olarak gönderileceğine dair Musa’nın Kitaplarına ve İsa Peygamber’e göndermeler yapılmaktadır:
“Musa, bizim belirlediğimiz bir vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Musa dedi ki: “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden bir takım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!
Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Kuşkusuz biz sana döndük.” Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.
Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî[500] Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten sakındırır, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’ân’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne –ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.
Musa’nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk vardır.”[501]
923. Bu ayetlerin indiriliş tarihi ve hangi koşullar altında indirildiklerine dair verileri bulamadık. Muhtemelen Mekkeliler, ticaret vb. amaçlarla, kendi ülkeleri dışına, örneğin Tâ’if, Yemen, Medine, Hayber, Teyma, Vâdi’l-Kurâ, Irak, Mısır, Habeşistan vs. gibi yerlere gittiklerinde, bu şehir ve ülkelerin halkına, (memleketlerinde kendisinin Allah’ın Elçisi olduğunu iddia eden bir adamın bulunduğunu söyleyerek), Mekke’deki İslamî hareketle ilgili büyük haberi[502] anlatmışlardı. Onların Yahudi ve Hıristiyan muhataplarının da bu konuyla ilgili düşünce ve görüşlerini bildirmiş olmaları gerekir. Yukarıdaki ayetlerin, ilâhî tebliğe başlanmasının 5., Hicretin ise 8. yılına tarihlendirilmesi mümkündür. Zira o yıl Mekkeliler, Habeşistan’a sığınmış olan Müslüman mültecilerin sınır dışı edilmelerini sağlamak için bu ülkeye bir elçi heyeti göndermişlerdi. Bilindiği gibi, Habeşliler bu öneriyi reddetmiş ve bu Müslümanların Hıristiyanlaştırılması için büyük bir seferberliğe girişmişlerdi. Bunun sonucu olarak, tarihi kayıtlarda bu mülteci Müslümanlardan ikisinin Hıristiyan dinine geçtiği yolunda haberler bulunduğunu daha önce görmüştük. Ancak, daha ilerde değineceğimiz Yahudi tarihi ile ilgili imalar, çoğunlukla Hıristiyanların yönelttiği eleştirileri gösterir. Resulullah (a.s.)’ın Mekkeli hasımları, Yahudilerce telkin edilen bir takım cevaplardan da yararlanıyorlardı. Durum ne olursa olsun, Kur’an’ın söz konusu suresi, kendisinden önceki dinler karşısında İslam’(ın takındığı tutumu ayrıntılı olarak sergilemektedir: Buna göre, Resulullah Muhammed (a.s.) ilahî tebliğ görevi ile gönderilen ne ilk ne de sonuncu peygamber olmayıp, kendisinden önce sayısız peygamberler gönderilmiştir. Bu peygamberlerin kendi dönemlerinde ortaya çıkmış muhaliflerin Allah’ın gazabını üzerlerine çektikleri için cezalandırıldıkları da bir gerçektir. Ancak, tüm bunlara rağmen, bu inananların soyundan gelen sonraki kuşaklar, yenilik adı altında bir takım bid’atler, sapıklıklar çıkararak, yavaş yavaş hakikat dininden uzaklaşmışlar, ve bu dini kendi hayatlarında uygulamayı ihmal etmişlerdir. Tek Allah ilkesine dayalı bu ebedî dinin son izleri silinmeye yüz tutunca, ya da henüz bir peygamber göndermediği toplumlara Allah yeni bir peygamber göndermiştir. Kur’an’ın bu suresinde, kimileri Tevrat’ta da önemli bir yer tutan Nûh, Hûd, Lût, Şuayb peygamberlerin adı geçmektedir. Kur’an daha sonra, Firavun’u ve onun halkını hak dine sokmak için Musa’nın gösterdiği çabaları dile getirir. İbrahim (a.s.) gibi eski peygamberlerin öğretileriyle karşılaştırıldığında, Musa (a.s.)’nın öğretisinin çok daha iyi korunmuş olduğu göze çarpar. Nitekim Pentatök, yani Tevrat’ın ilk beş kitabı ve “Musevîler (Yahudiler)”in kendileri halen ortada idiler. Bu durumda şöyle sorulabilirdi: Öyleyse yeni bir peygambere, yeni bir Kutsal Kitab’a neden ihtiyaç duyulmuştur? Bütün dünya “Museviliğe” sokulamaz mıydı? Yahudiler, en azından Arabistan’dakiler, kendi dinlerini İsrail Oğullarının tekelinde görmüyorlar, hatta aksine, bizim ilgilendiğimiz dönemde, Araplar arasından dahi bir takım kimseleri kendi dinlerine döndürmeye çalışıyorlardı. Bu konuya daha önce Yemen’deki Zû Nuvâs’dan bahsederken değinmiştik. Medine konusunu yeniden ele aldığımızda bu konuya tekrar döneceğiz. Yukarıdaki sorularımıza Kur’an şu cevabı vermektedir:
a) Muhammed, daha önce Musa ve İsa peygamberlerce de bizzat açıklandığı gibi, gönderileceği vaat edilmiş bir peygamberdir.
b) İnsanın zihin ve mantık yapısında ve insan topluluklarında meydana gelen değişiklikler, Tek Allah inancının özünün korunarak, genel davranış kurallarının Allah tarafından yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Ayrıca Allah, kullarına olan merhamet ve acıması nedeniyle, özellikle kullarının hak ettikleri cezalar olarak onların üstlendiği bazı yükleri hafifletmek istemiştir.
c) Allah, bundan önceki eski peygamberleri ya belli bir ulus ya da topluluk, ya da belli bir dönem için göndermiştir. Oysa, Kur’an’ın ifadesiyle Muhammed “sizin tümünüz için gönderilmiş bir Resuldür.” (Bir başka ayette de O, bütün devirler için gönderilmiş ebedî bir Resuldür.)
924. Bu cevaplardan ilki oldukça ilginçtir; Kur’an bu konuya sık sık değinir. Yukarıda geçen bir paragrafta, Tevrat’ın Pentatök’üne ve İncil’e atıfta bulunulmaktadır. Bir başka ayette ise,[503] Kur’an daha müphem ve anlamı kapalı ifadeler kullanır: Müslüman bilginler, o zamandan beri, eski dönemlere ait, Brahman, Budist, Parsi, Yahudi, Hıristiyan din kitaplarının incelenip içeriklerinin ortaya konulması için sürekli çalışmışlardır. Kelâm ilminin konularından olan bu tür tartışmalar, bizim ilgi alanımıza girmemektedir.[504]
925. O zamana kadar Muhammed (a.s.) sadece Mekkelilere ya da Ka’be’yi ziyaret etmek ya da alışveriş yapmak için şehre gelenlere hitap etmek zorunda kalmıştı. Ama Hac görevinin yerine getirildiği Mekke şehri ya da Mina vadisi, kendisine çok sayıda Yahudi veya Hıristiyan’la buluşma fırsatını vermemişti. Kur’an o sırada bu toplulukları üçüncü sırada ele alıyor ve bunu da, onların dini kökenlerini tanıtıp, aynı zamanda tek Allah inancı içerisinde İslam’ın gerçekliğine bu dinleri tanık göstermek için yapıyordu.
926. Bundan sonra Muhammed (a.s.)’ın başvuracağı kanıtlama araçlarına yeni bir öğe daha eklenecektir. Kur’an’ın bir suresi,[505] öncelikle bizzat kendisinin vahye dayanan bir nitelik taşıdığını açıklamakta, ve hemen ardından Musa Peygamber’in Firavun karşısında yüklendiği ilahi tebliğ görevine kısaca değinerek, öncekinden daha ayrıntılı bir biçimde Süleyman Peygamber ve Saba Melikesi’nin kıssalarını ele almakta, bu kadının İslam’a nasıl girdiği üzerinde durmaktadır. Zira Kur’an’a göre (Hac: 22/78), “Allah’ın iradesine teslim olma” anlamına gelen İslam, tüm zamanları kuşatan bir din olup, ilk kez İbrahim (a.s.) tarafından kullanılmıştır. Başka bir ayette ise (Neml: 27/76):
“Doğrusu bu Kur’an, İsrail Oğullarına, hakkında ihtilaf ede geldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır” şeklinde bu görüşün teyit edildiği görülür.[506] Kur’an’da rastlanan bu tür açıklamalardan, bazı Yahudilerin Muhammed (a.s.)’ın getirdiği dini kabul edip, bazılarının ise reddettikleri sonucunu mu çıkarmak gerekir? Ne olursa olsun, Kur’an Yahudiler konusunu çok önceden ele almaya başlamıştı: Aşağıda peş peşe verilen iki surede, Musa Peygamber’den ve onun ilahi tebliğ görevinden uzun uzun bahsedilir. Bu surelerde Tevrat’ın “insanlara düşünüp öğüt almaları için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak verilen bir Kutsal Kitap”[507] olduğu ve yine “İsrail Oğulları için bir hidayet rehberi kılındığı”[508] anlatılır. Aynı surenin başka ayetlerindeki (İsrâ: 17/101-103) şu ifadeler de, bazı Yahudilerin İslam’ı kabul ettikleri yönündeki varsayımımıza ters düşmemektedir.
“Andolsun ki biz, Musa’ya açık açık dokuz ayet verdik. Haydi İsrail Oğullarına sor. Musa onlara geldiğinde Firavun ona, “Ey Musa! Dedi, senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum (…) Derken, Firavun onları ülkeden çıkarmak istedi. Bu yüzden biz onu ve maiyetindekilerin hepsini (denizde) boğduk.”
927. Söz konusu “dokuz ayet” ya da Allah’ın nişaneleri, Resulullah (a.s.)’ın da belirttiği gibi, Cumartesi gününün kutsal sayılması hükmü dışında, On Emir’i (Evâmir-i Aşere) kapsamaktadır. Bu metinlerde görüldüğü kadarıyla, gerçek durumun kendilerinden sorulabilmesi için, Yahudilere başvurulabileceği belirtilmektedir. Öte yandan, Firavun’un suda boğulmasıyla ilgili kıssa[509] Mekkeli ve diğer yerlerde bulunan müşriklere uyarı niteliğinde hatırlatılmaktadır. Herhalde bu süre içinde Yahudiler, Resulullah (a.s.) ve onun hemşehrileri arasındaki tartışma ve ihtilaflarla yakından ilgileniyorlar ve onun Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olma niteliğini çürütmek için canla başla çalışıyorlardı. Aşağıdaki ayetler[510] yeniden ve uzun uzadıya Musa ve Harun peygamberlerden bahsederek, Yahudilerin,
“kendilerine ilim gelinceye kadar aralarında ihtilaf halinde oldukları” beyan edilmekte ve Muhammed (a.s.)’e hitaben:
“Eğer sana indirdiğimizden (bu anlattığımız olaylardan) kuşkuda isen, senden önce (Mukaddes) Kitab’ı okuyanlara sor. Andolsun ki, Rabbinden sana hak (gerçek bilgi) gelip ulaşmıştır. Sakın şüphecilerden olma!” denilerek gönlü yatıştırılmaya çalışılmaktadır. Tarihçiler,[511] Muhammed (a.s.) konusunda Mekkelilerle Yahudilerin yapmış olduğu görüşmelerden ve Hicret’ten hemen önce yirmi kadar Hıristiyan’ın İslam’a geçtiğinden bahsederler. Daha sonra nazil olan surede[512] de aynı konu ele alınmaktadır: Allah, Musa’ya bir Kitap vermiş, ancak onun ulusu kendi aralarında bu konuyu tartışmaya başlayarak kuşku ve ihtilafa düşmüşlerdi. Ancak Musa’ya indirilen Kitabın ya da Kitapların ilahi bir vahiy olarak kabul edilmesi,[513] aynı zamanda Tevrat’ta adları geçen peygamberlerin (Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Lut, İlyas, Zekeriya, Elyesa’, Eyyûb, İsa, Yahya gibi) Allah’ın gönderdiği resuller olarak kabul edilmesi, en azından aralarından bazıları için ciddi inanç sorunlarına yol açmaktaydı. Yukarıda değinilen son ayetlerde (En’am: 6/83-90), Kur’an onyedi peygamberin adını zikrettikten sonra Muhammed (a.s.)’e şöyle buyurmaktadır:
“İşte Allah’ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler bunlardır. Sen de onların yoluna uy!”
Bilindiği gibi, bu peygamberlerden bazıları hakkında Tevrat’ta anlatılan kıssalar, izlenip taklit edilmesi gereken ideal davranış biçimleri olmaktan uzaktırlar. Mekkeli Araplar arasında, Tevrat’taki bu kıssalar hakkında bilgisi olan hemen hemen hiç kimse olmadığı doğrudur. Ama ortada bir sorun vardır. Bir süre sonra, Medine dönemine gelindiğinde, Kur’an bu ikilemi Müslümanlar adına kesin bir biçimde çözecektir. Ancak henüz Mekke döneminde bulunulduğu için, sadece önceki peygamberlerin kıssalarıyla yetinilmekte ve sorunla ilgili bazı ipuçları verilmektedir. İlerde de göreceğimiz gibi, Kur’an hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, Yahudilerin ilahi emir ve buyrukları kendi arzu ve istekleri doğrultusunda nasıl değiştirdiklerini ortaya koyacaktır; burada, Mekke döneminde, Kur’an sadece önceki peygamberlerin kıssalarını anlatmakta ve Allah’ın göndermiş olduğu bu elçilerin kişilik ve tutumları hakkında yanlış anlamaya yol açacak tek bir kelime bile sarf etmemektedir. Eski Ahit’in (Tevrat) başına gelen acıklı olay ve yaşanan felaketler bugün herkesçe bilinmektedir: Müşrik ve saldırgan istilacıların gelip, henüz matbaa tekniklerinin bulunmadığı bir çağda Tevrat nüshalarının tamamını sistemli bir biçimde nasıl değiştirip tahrif ettikleri, Tevrat’ın metninin, söylendiğine göre tek bir kişinin basit hafızası doğrultusunda ve birkaç kuşaktan sonra nasıl iki kez değişikliğe maruz bırakıldığı da ortadadır. En zâhid insanların olanca iyi niyetine rağmen, yine de insan hafızasının eksiklik ve kusurlarla dolu olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır ve bilindiği gibi bugün elimizde mevcut Tevrat’ta aynı kitabın önceden kaybolmuş bölümlerine bazı göndermeler bulunmaktadır. Yine Tevrat’ın bazı bölümlerinde, görünüşe bakılırsa işine özen göstermeyen, ihmalkâr hattat ve kâtiplerden kaynaklanan metin ve şerh karışıklıklarına rastlanmaktadır: Bizzat Musa Peygamber’e ait olduğu söylenen kitaplarda Musa’nın ölümünden söz edilmesi gibi. İçerik olarak kabul edilmesi imkânsız görünen kimi metinlerin düzeltilmesi için din adamlarınca yapılan değişiklikler vardır. Çok sayıda elyazması güçlüklerine (metin farklılıklarına) rastlanmaktadır. Bunlardan başka, çeşitli elyazması Tevrat nüshaları arasında yapılan karşılaştırmalarda, onlarca ya da yüzlerce değil, belki binlerce metin farklılıkları göze çarpmaktadır. Nihayet, son zamanlarda Ölü Deniz yakınlarında, aralarında Milattan önceki dönemlere kadar dayanan bazı yeni elyazması bölümlerinin keşfedilmesi, bilim adamlarının ifadesine göre, halen kullanılmakta olan metinlerde çok sayıda ve önemli değişiklikler yapılmasını gerektirmektedir. İbrani alfabesi ve yazı tarzının özgün metnin korunmasında bazı güçlüklere yol açtığı söylenebilir. Bu arada iç savaşlar, Yahudi Devleti’nin parçalanması ve dinsel farklılık ve parçalanmaların da önemi küçümsenmemelidir. Örneğin Süleyman Peygamber, Jeroboam’ı isyana kalkıştığı için cezalandırıp sürgüne göndermiştir. Bunun üzerine Jeroboam putperestliğe dönmüş ve on kadar Yahudi kabilesini kendi etrafında birleştirmiş, oysa Süleyman Peygamber’in yerine geçen oğlu Roboam ancak iki kabile ile yetinmek zorunda kaldı. İki grup arasında karşılıklı olarak birbirini bölücülükle suçlayan yazışma ve tartışmalar cereyan etti. Bunlar arasında, Jeroboam taraftarlarının Süleyman Peygamber ve ailesi aleyhinde iftira ve yalan haber kampanyası başlatmalarını da gösterebiliriz. Hatta bir süre sonra, ortada açık ve net bilgiler olmadığı için, en azından bazı durumlarda, her iki tarafın birbiri aleyhine ortaya attığı, Yahudi topluluğu içinde fitne ve kargaşaya yol açacak metinleri birbirinden ayırt etmek oldukça imkânsız hale gelmiştir. Bu arada, Yahudiler tarafından Süleyman Peygamber’e karşı girişilen küfür suçlamasını Kur’an’ın kesin bir dille reddetmiş olduğunu da belirtelim (Bakara: 2/102).
928. Durum ne olursa olsun, Kur’an’ın art arda gelen birçok suresi, Yahudileri kendilerine gönderilen ilahî kökenli gerçek bilimi kasıtlı olarak reddetmekle ve bu konuda kendi aralarında bitip tükenmez sığ tartışmalara dalmakla suçlar.[514] Yahudilerin sahip olduğu bazı meziyetlerin Kur’an’da asla inkâr edilmemesi oldukça dikkat çekicidir. Yine, Kur’an’da şöyle bir ayetin yer almış olması hayret vericidir:
“Andolsun ki biz İsrail Oğulları’na Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık. Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kuşkusuz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.”(Câsiye: 45/16-17)
Daha sonra şu ayet nazil olmuştur:
“Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa’nın kitabı vardır. Bu (Kur’an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.”(Ahkâf: 46/12).
Kur’an hiçbir zaman Tevrat’ı rakip olarak gören bir kitap olmayacaktır; aksine onunla işbirliği içerisinde ve onun destekçisi olacağını beyan etmektedir. Yukarıdaki ayetlerden kısa bir süre sonra nazil olan bir başka ayette, Tevrat’ın Pentatök bölümü,
“…takvâ sahipleri için bir ışık, bir öğüt ve Furkan (doğruyu yanlıştan ayıran)”[515] olarak nitelendirilmiştir
929. Onun tebliğ görevinin yerine getirilmesi sırasında ortaya çıkan ihtiyaçlar, Kur’an’ın zaman zaman konu değiştirmesine ya da bazen aynı konuya tekrar dönmesine neden olmuştur. Bir surede Musa ve diğer birçok peygamber ele alınarak[516] bunların hitâp etmiş olduğu çağdaşları olan toplulukların itaatsizlikleri nedeniyle başlarına gelen felaketler ele alınmakta; hemen ardından gelen başka surede ise[517] İsrail Oğullarına hiç göndermede bulunmadan, Kıyamet’in kopmasından sonra kurulacak olan Hesap Günü’nde insanoğlunun başına gelebilecek sonuçlar ve ilahî yaptırımlar vurgulanmaktadır. “Mağara” (Kehf) adını taşıyan ertesi surede ise, Kur’an, İslâmî iman ve inanç lehine bazı sonuçlar çıkarabilmek için birçok kıssaya yer vermektedir.[518] Bunlardan özellikle biri, bizim şu anda üzerinde durduğumuz konuya değinmektedir: Musa adlı bir zat -Peygamber ya da aynı adı taşıyan başka biri- ilim tahsili için yollara düşer. Sûrede onunla ilgili dört ayrı kıssaya yer verilir: İlkinde, kendisinden ilimce daha yüksek biriyle iki suyun (nehir ya da deniz) birbirine kavuştuğu yerde buluşmak üzere anlaşırlar. Bir araya geldiklerinde, yanında azık olarak getirdiği balığa o zatın “âb-ı hayat”ı sürmesiyle balık canlanır ve suya atlayıp gözden kaybolur. Sonra her ikisi de bir gemiye binerler. Tam denizin ortasında iken, bilge kişi, tüm yolcuları dehşete düşürecek şekilde gemiye zarar verir. Daha sonra, karaya çıktıklarında, yolda rastladıkları genç bir çocuğu o bilge kişi ortada hiçbir neden yokken öldürür. Ve son olarak, bir şehre varıp, bir eve konuk olmak istediklerinde kendilerini reddederler. Ancak o bilge yoldaş aynı yerde bir evin duvarını ücret almaksızın onarır. Daha sonra bu zat, hayretler içindeki Musa’ya tüm bu yaptıklarının nedenini açıklar. Bu hikâyeden çıkarılması gereken ders, kimsenin her şeyi bilmediğidir. En bilgin bir kimse bile, kendi mesleği olmayan bir konuda bazı şeyleri bilemez. Kutsal kitaplarda bu tür öğüt alınacak kıssalar vardır ve bunların mutlaka gerçek tarihsel olaylar olmaları gerekmez. “Dirilen balık” kıssası bir başka yerde Büyük İskender’in ahçısına, hatta daha da eskiye giderek Gılgamış’a dayandırılır ki, her ikisinin de Musa’dan sonra yaşadığını anımsatalım. Burada geçen Musa’nın, Gılgamış’a ya da Peygamber Musa’ya ait Arapça bir isim mi olduğu konusunda Kur’an’da bir ipucu yoktur. Tevrat’ta da Musa Peygamber’le ilgili olarak böyle bir kıssa yer almaz. Ama bu durum, burada adı geçen Musa’nın gerçek Musa Peygamber olmadığını reddetmek için tek başına yeterli değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu tür ibret verici öykülerde önemli olan bu olayların gerçekten yaşanmış olup olmadıkları değil, bunlardan çıkarılması gereken derstir. İbn Abbâs bu görüşe karşı çıksa da (bk. Buhârî 60/27/1), Tabiînden Nevfel el-Bekalî, Kur’an’daki bu mucizevi olayda geçen Musa’nın, Tevrat’ta geçen Musa değil, Efraim’in oğlu Mîşâ’nın oğlu olduğunu beyan etmektedir (bk. Kastallanî, Buhârî Şerhi, VII, 216). Mîşa ve Gılgamış arasındaki isim benzerliği oldukça dikkat çekicidir.
930. Kur’an’da Mekke döneminde nazil olan surelerden birinde Yahudilikle ilgili olarak geçen son bir noktaya daha değinmek istiyoruz:
“Yahudilere tırnaklı bütün hayvanları haram kıldık. Sırtlarında ya da bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. İsyan ve zulümleri nedeniyle onları işte böyle cezalandırdık. Biz elbette sözünde doğru olanlarız.”[519]
Kur’an aynı konuya daha sonra tekrar döner:
“Sana anlattıklarımızı daha önce Yahudileşmiş olanlara haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine haksızlık ediyorlardı.”[520]
Burada muhtemelen Tevrat’ta geçen deve,[521] tavşan ve devekuşu etinin yenmesiyle ilgili yasaklamalar söz konusudur (bk. Tevrat’ın Tesniye bölümü, XIV, 7, 15). Ayrıca, temiz ve necis yiyeceklerle ilgili hükümler konulurken, Kur’an, muhtemelen İslam Öncesi Arapları arasında bu hayvanların etlerinin yenmesinin adet haline geldiğini göz önünde bulundurarak hoşgörüde bulunup bu tür yasakların sayısını azaltınca, Yahudiler bu durumdan yakınmışlar ve “Şayet Kur’an Tesniye kitabını doğruluyorsa, bu hayvanların (özellikle devenin) etlerinin tüketilmesine izin vermemeliydi” demişlerdir. Medine’de nazil olan surelerden birinde Kur’an bu konuyu yeniden ele alarak şu hatırlatmada bulunmaktadır:
“Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in (Ya’kub’un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrail Oğullarına helal idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat’ı getirip ona okuyun.”[522]
Gerçekten, İslam geleneğinde yaygın bilgilere göre, Ya’kup Peygamber, en çok hoşlandığı bazı yiyecekleri, günahların affedilmesi için bir kefaret olmak üzere, kendisine yasaklamıştı. Ya’kup’dan önce, Tevrat’ın Tekvin bölümünde şu kural geçerliydi:
“Hareket halinde ve canlı olan her hayvan sizin için yiyecek olabilir: Size, yeşil ot gibi, bunların hepsini veriyorum: Ancak siz kesinlikle eti, canı ve kanı ile yemeyiniz.” (Tekvin, IX/3-4)
Kur’an bu konuda, Yahudilere kefaret amacıyla yasak kılınan yiyeceklerin diğer masum milletlere, yani Yahudiler dışındaki uluslara yasaklanmaması gerektiğini öne sürmektedir: Allah, Rahmet sıfatının bir gereği olarak, yeni hayat bulmaya başlayan bir dini cemaat (:İslam) lehine eski sert uygulamaları böylece kaldırmıştır.
931. Mekke döneminde indirilen Kur’an ayetlerinde görüldüğü kadarıyla, Kur’an’ın Yahudilere yönelik olarak ortaya koyduğu en yüksek övgülere rağmen, İslam ile Yahudilik arasındaki ilişkiler hep kötüye doğru bir gidiş göstermiştir. Bunun nedeni belli değildir. Hıristiyanlar da Resulullah (a.s.)’ın çağrısına kulak vermemişlerdir. Ancak, bir bakıma İslam’ın rakibi durumundaki bu iki dinî topluluğa karşı gösterilen bu yaklaşım farklılığında açıklayabileceğimiz bir şey vardır. Kur’an, Hıristiyanlıktaki yaygın kanaat ve inanışlarla, Yahudilerde olanlardakinden daha fazla mücadele etmiştir. Ama Yahudilerle olan ilişkiler Hıristiyanlarla olandan daha iyi konumda değildir.[523]
932. Medine şehrinin, hangisinin daha eski olduğu bilinmemekle birlikte birçok adı olmuştur. Kaynaklarımız bu şehre kimi kez Tâbet, kimi kez de Taybe adını vermişlerdir. Ancak biz, şehrin üzerinde kurulduğu vadinin başlangıçta “ne kadar güzel” anlamında bileşik bir isim olan “Tâbet-Taybe” adını taşıdığını, sonraki devirlerde ise bu ismin kısaltılarak şehre bu iki isimden birini verme yoluna gidildiğini düşünüyoruz. Kelime anlamı zararlı olan Yesrib de Medine’nin en eski isimlerinden biridir. Büyük bir ihtimalle, burada sadece küçük bir yerleşim birimi bulunmaktaydı. Bazı kaynaklarda bu yerleşim biriminin, şehrin kuzeyinde, yani eteklerinde bol su ve gelişmiş hurma vahaları bulunan Uhud Dağı’nın güney-batı yakası olduğu belirtilir. Yesrib’de yapılan okların ünü atasözlerine geçmiştir.[524] Bu duruma bakarak, burasının (düşmana) zarar veren bu aletlerin yapıldığı bir yer olması dolayısıyla Yesrib adını aldığı sonucunu mu çıkarmak gerekir? Yoksa, Samhudî’nin bahsettiğine göre (2. bs., s. 161) bir takım sefih ve ayyaşları kendine çeken çok sayıda ünlü birçok ev nedeniyle mi bu adı almıştı? Nihayet, şehir İslam’dan hemen önce kısaca Medine (kelime anlamı kent, şehir) adıyla anılmaya başlandı. İslamî dönemle birlikte burası Medinetü’n-Nebî adıyla anılmaya çalışıldı ise de, uzun isimlerin tutunma şansı olmadığı için kısaca Medine olarak kaldı.
933. Resulullah (a.s.) hicret ederek bu şehre sığındığında, nüfusun neredeyse yarısı Yahudi idi. Yahudilerin bu bölgeye ne zaman geldikleri hakkında kesin bir bilgi yoktur. İslam’ın hemen öncesinde bunlar tamamen Araplaşmış durumdaydılar. İbrani alfabesiyle yazmalarına rağmen, Arapçayı çok iyi konuşuyorlardı. Çocuklarına Arap adları koyarlar, hatta kabileleri bile Arapça isimler taşırdı.
934. Yahudilerin hem okul olarak kullanılan hem de içinde hukukçuların bulunduğu Beytu’l-Midrâs[525] (Bilim evi) adında bir kurumları vardı. Aynı zamanda, en azından Benû Nâdir kabilesi içinde bir hazineleri (kenz)[526] olup, herkes buraya savaş vb. durumlarda ortak ihtiyaçları karşılamak üzere katkıda bulunurlardı.
935. Tıpkı komşuları putperest Araplar gibi, Medineli bu Yahudiler de, kabilelere ayrılmış olmanın yanı sıra, birbirine muhalif bölükler ve küçük gruplar halinde yaşıyorlardı. Bazı Yahudi kabileleri Arap kabileleriyle ittifak anlaşması yaparken, bazıları ise bu Yahudi kabileleriyle ittifak halindeki diğer Araplarla savaşıyorlardı. Ortak adları Benû Kayle olan Medineli Araplar iki gruba ayrılmışlardı: Bunlar Evs ve Hazrec kabileleri olup, iki erkek kardeşin soyundan gelmekteydiler. Esaslarını Resulullah (a.s.)’ın belirlediği Medine Şehir Devleti Anayasasında, adları belli olmayan dokuz Yahudi kabilesi zikredilmektedir (bunlar ittifak yaptıkları ya da mevlası oldukları Arap kabilelerine göre tasnif edilmişti). Ancak tarihçiler bunları üç kabile halinde bir araya getirmektedirler: Benû Kaynuka, Benu’n-Nadîr ve Benû Kurayza. Bu ayrımda sadece kabilelerin büyüklük ve kudretleri göz önünde tutulmuştur. Bunlardan başka, yine Yahudi olan ve şehrin kuzey-doğusunda yaşayan Benû Ureydler de vardı. (Bugün Medine’deki ‘Ureyd Camii, herhalde onların oturdukları yeri göstermektedir.) Samhûdî (2. bs., s. 165, 171), adlarını belirtmeksizin, Medine’de yirmiyi aşkın Yahudi kabilesinin bulunduğunu belirtmektedir. Bu üç büyük Yahudi kabilesine gelince, birincisinin adı olan Kaynuka, kuyumcu anlamına gelir; gerçekten de bunlar, İslam’ın başlangıcında bu mesleklerinin yanı sıra genel ticaret işleriyle de uğraşmaktaydılar. Bunlara ait anılar Benû Kaynuka şehir çarşısında yaşatılmaktadır.[527] Nadîr kelimesi ise, birçok anlamının yanı sıra yeşil ve çiçekli bir bitki demektir. Bu kabile büyük hurmalıkların sahibi olarak da bilinir. Nihayet Kurayza kelimesi, Arabistan’da deri tabaklamakta kullanılan bir ağaç olan akasya anlamını taşır. Yoksa bu kabile aslında deri tabaklayan, çizmeci ya da derici kimselerden mi oluşmuştu?
936. Zekâ ve çalışkanlıkları ile Medineli Yahudiler, kısa sürede şehrin bütün ekonomik faaliyetlerini ellerine geçirdiler. Dünyanın her yerinde küçük gruplar halinde yaşayan bu ulusun kendi aralarında sürekli yardımlaşma ve irtibat halinde bulunması, onların uluslar arası ticarette başarılı olmalarına yardımcı olmuştur. Böylece zenginleşip büyük servetlerin sahibi olduktan sonra, ödünç para vermeye ve faizciliğe (bankacılığa) başlamışlar, bu yolda yavaş yavaş diğer insanların mülk ve arazilerini ele geçirmeye başlamışlardır. İbn en-Neccâr’ın verdiği bilgiye göre,[528] İslam’ın ortaya çıkışından az önce Medine’de Arapların elindeki 13 hisara karşılık, Yahudilerin 59 hisarı vardı.
937. Ticaret, ziraat ve sanayi alanında zengin ve varlıklı kişiler olan, kendi ırklarıyla övünen, aynı zamanda kendilerine has bir dine ve kutsal bir Kitaba sahip olan, Arabistanlı Bedevîlere göre çok daha üstün şan ve şerefe erişmiş bu Yahudiler, kendi dinlerini bırakıp yabancılarınkini kabul etmeye pek hevesli görünmüyorlardı. Kuşkusuz Mesih’in gelmesini bekliyorlardı. Ama onların bundan anladığı şey, içinde sadece takva sahibi kimselerin üstün sayılacağı, insanlar arasında eşitlik ilkesine dayalı bir dünyadan çok, tüm yeryüzünde Yahudilerin egemen olmasıydı. İslam’ın getirdiği demokrasi anlayışı, onların Devletin güç ve kuvvetini ve ekonomik zenginliğini kendi tekellerine almak konusunda besledikleri ümitleri tamamen ortadan kaldırmıştır.
938. Yukarıda, Resulullah (a.s.) henüz hiçbir Yahudi’nin bulunmadığı Mekke’de iken Kur’an’ın Yahudilere karşı takındığı tutumu görmüştük. Medine’de ise tamamen farklı bir durumla karşılaştı; binlerce İsrail oğlu bu şehirde yaşıyor ve bölgenin ekonomik hayatını kendi hakimiyetleri altına almış bulunuyorlardı. Mekke’den hicret edenlerin yerleştirilmesi kaygısından kurtulur kurtulmaz, Muhammed (a.s.) tebliğ çalışmalarına başladı. Kendisinin, öncelikle acil güvenlik nedenlerinden dolayı, daha sonra da dini yaymak amacıyla Medineli Yahudilerle temas kurması gayet doğaldı.
939. Medine şehrinin tamamını kapsayacak bir devlet teşkilatının kurulması, yöre halkının tüm unsurlarıyla istişare edilmesini gerektiriyordu. Daha önceki bir bölümde, Medine’de yürürlüğe konulan anayasanın metnini incelemiş ve Yahudilerin hükümetle ilgili işlerin icrasında sahip oldukları durumu ortaya koymuştuk. Ancak burada küçük bir nokta gözümüze çarpıyor: Yukarıda adı geçen anayasa metninde “Benû ‘Avf… Benû’n-Neccâr… Benû’l-Hâris… Benû Sâ’ide… Benû Cuşem… Benû’l-Evs…Benû Sa’lebe… Benû’ş-Şuteybe Yahudilerinden” bahsedilmektedir. Oysa bütün bu saydıklarımız Arap kabileleridir. Acaba buna bakarak, ister Arap ister Yahudi olsun her kabilenin, kendi aralarından bir başka kabile ile ittifak anlaşması yapması gerektiği sonucunu mu çıkarmak gerekir? Çünkü burada Arap ve Yahudilerin karışımı olan ve her ikisi de aynı derecede önemli bu topluluk içinde sükunet ve barışı korumak söz konusudur. Yoksa bu durum, şehrin asıl nüfusunun Arap soyundan geldiği ve burada yerleşmiş olan Yahudi ailelerin Arap kabileleriyle mevlalık ilişkilerini kabul etmek zorunda kaldıkları anlamına mı geliyor? (Bir başka deyişle, Yahudilerin kendilerine ait kabileleri yoktu ve bu şehre, asıl nüfustan ayrı bir topluluk oluşturacak şekilde kitleler halinde gelmemişlerdi. Yine muhtemeldir ki, başına buyruk Araplar bu göçmen Yahudilerin ayrı bir blok halinde yaşamalarına olanak tanımamışlar ve Yahudi kimliklerini kaybedip ülke insanıyla kaynaşabilmeleri için, değişik Arap kabileleri arasında bölüklere ayrılmalarını istemişlerdir.) Ancak tarihsel veriler bizim bu konuda kesin bir şey söylememize izin vermemektedir. Ancak küçük bir ihtimal de olsa bu insan topluluklarının, putperest Araplarla kaynaşabilmiş az sayıda gerçek Yahudi barındıran Yahudileşmiş Araplar olduğu söylenebilir. Gerçekten, ilerde değineceğimiz gibi, Medine’de küçük çaplı da olsa bir Yahudileştirme hareketi olmuş, ama bu girişim önemli sonuçlar doğurmamıştır. Durum ne olursa olsun, Resulullah Muhammed (a.s.)’ın hayatı ve faaliyeti ile ilgili olarak önemli olan, kendisinin bir Şehir-Devleti oluşturacak biçimde şehirdeki Yahudileri bir araya getirmeyi başarıp, yabancı istilalarına karşı buranın savunmasını sağlamış olmasıdır. (Bu girişimin bir hanedan değişikliği değil, bütün kurumları ile yeni bir Devlet’in kurulması olduğuna dikkat çekelim.) Bu tür işlerle bir süre ilgilendikten sonra, Resulullah (a.s.), zamanını kendi dinini yayma işine verebilmiştir. Henüz Mekke’de iken, Resulullah (a.s.) sahabelerine, Yahudilerin Kutsal Kitaplarında kendisinin geleceğinin haber verildiğini açıklamıştı. Medine’de binlerce Yahudi’nin bulunuyor olması, meselenin bu boyutuna ivedi bir güncellik kazandırmıştı. Nitekim, tarihi eserlerdeki kayıtların bize gösterdiğine göre, Muhammed (a.s.), daha Medine’ye gelişinin ilk aylarından itibaren,[529] Yahudilerin kendisini Allah’ın bir Elçisi, bir Peygamber olarak kabul etmeleri için büyük bir çaba göstermiştir. Buna gösterilen tepkiler çok farklı olmuştur: Kimi Yahudiler İslam’ı kabul ederken, bir kısmı çekimser kalmış, hatta İslam’a karşı girişilen alay etme ve savaşlarda etkin bir rol üstlenmişlerdir. İslam’ı erken dönemde içtenlikle kabul edenler arasında en seçkini ‘Abdullah ibn Selâm’dır. Arap tarihçilerin söylediklerine bakılırsa,[530] bu Yahudi bilgini, İslam’a girerken Resulullah (a.s.)’a, Yahudilerin söyledikleri şeylere güvenilmemesi gerektiğini, bunu kanıtlamak için, kendisinin Müslüman olduğunu onlara haber vermeden, kişiliği hakkında Yahudilere bazı sorular yöneltmesini önermişti. O da öyle yaptı. Davet edilen Yahudiler ona ‘Abdullah ibn Selâm’ın kendilerinin başkanı, başkanlarının oğlu, kabilelerinin bilgini ve çok iyi yetişmiş bir insan olduğunu söylediler. Tam bu sırada ‘Abdullah ibn Selâm gizlendiği yerden çıkarak, Yahudilere Müslüman olduğunu açıkladı ve Muhammed (a.s.)’ın beklenen peygamber olduğunu söyleyerek, onları da dinlerini değiştirmeye davet etti. Bunun üzerine onlar ‘Abdullah’ın sahip olduğu nitelik ve unvanları hor görüp küçümsediklerini belirttiler. Aynı kaynak, görünüşte İslam’ı kabul edip, ancak içerden Müslümanlar arasında ayrılık tohumları serpmeye çalışan Yahudilerin uzun bir listesini vermektedir.[531]
940. Resulullah Muhammed (a.s.) bütün bu olanlardan asla ümitsizliğe kapılmadı: Çevresindeki diğer topluluklara yaptığı gibi, Yahudileri de sürekli olarak İslam’ı kabul etmeye davet etti. Bu durum doğal olarak birçok tartışma ve polemiğe yol açtı. Resulullah (a.s.)’ın o sırada (H. 1) Medine’deki dindaşlarıyla sıkı ilişkiler içinde olan Hayber’li Yahudilere gönderdiği mektupta bunun bir yansımasını görüyoruz:[532]
““Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi, Musâ’nın dostu ve kardeşi, onun (Musâ’nın) getirdiği her şeyi doğrulayan Muhammed tarafından (gönderilmiş bir mektuptur): Ey Tevrat’a tâbi olup onun etrafında bir araya gelen insanlar! Dikkat edip biliniz ki, gerçekten Allah’ın size söylediği şu sözleri kendi Kitabınızda bulacaksınız:
“Muhammed Allah’ın Elçisi’dir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında yumuşak ve merhametlidirler. Onları rükûa eğilirken, secdeye kapanırken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’ta anlatılan nitelikleridir. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir.”[533]
Allah aşkına, size vahyedilen şey aşkına, yine kabileleriniz içinde sizden önce gelip geçmiş olanları men (kudret helvası) ve selvâ (bıldırcın) ile rızıklandıran aşkına, babalarınızı ve dedelerinizi Firavun’un elinden ve yaptığı zulümlerden kurtarmak için denizi kurutan (Yüce Varlık) aşkına bana söyleyiniz: Allah’ın size vahy ettiği Kitapta, Muhammed’e inanmanız gerektiğini okumadınız mı. Eğer Kitabınızda bu (bilgiyi) bulamadıysanız sizin adınıza (benim dinimi kabul etmemekte) bir endişeniz olmasa gerekir. Zira artık hak ile bâtıl, doğru yol ile yanlış yol birbirinden ayrılmıştır. İmdi sizi Allah’ın ve Onun peygamberinin yoluna davet ediyorum.”
941. (“Sapları üzerine doğrulmuş ekin” kıssası Matta (13: 31-32) ve Markos (4: 26-32) İncillerinde de yer almaktadır. Yüz ve alınlardaki secde iziyle ilgili bilgiler ise İncil’de “Yuhanna’nın Vahyi” kitabındaki (14: 1) cümleyi çağrıştırmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Fetih Suresi’nin 29. ayetine, ayrıca İsa Peygamber’in Dağdaki Hutbe’sine bakınız.) Hayber Yahudileri nezdindeki bu girişim sonuçsuz kalmış, ancak çok geçmeden Bedir’de kazanılan zaferle İslam daha sağlam temeller üzerine oturmuştur.
942. Yukarıdaki mektubun baş tarafında yer alan “kâfirlere karşı çetin” ifadesi aynı zamanda bir tehdit içeriyordu. Muhammed (a.s.)’ın Medine’de, olacağını önceden haber verdiği şeyler arasında bu konunun da yankılarını bulmamız bizi şaşırtmamalıdır: Bir gün Resulullah (a.s.) Benû Kaynuka’lı Yahudilerin Pazar yerine gelerek onları bir araya topladı ve kendilerine şöyle hitap etti:
“Ey Yahudi topluluğu! Kureyşlilerin başına gelen felaketin aynısının sizin de başınıza gelmemesi için Allah’tan korkun ve İslam’ı din olarak kabul edin. Zira siz, benim Allah tarafından gönderilen bir elçi-peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunun böyle olduğunu kendi kitabınızda da görüp duruyorsunuz, ve Allah sizi bu hükümle bağlamıştır.”
Yahudiler kendisine şöyle karşılık verdiler:
“Ey Muhammed! Sen ancak kendi halkını bilirsin; Harp sanatını bilmeyen bir toplulukla karşılaşmış olman seni yanıltmasın: Sen onları tesadüfen bozguna uğrattın. Allah’a yemin ederiz ki, eğer seninle savaşa tutuşacak olursak, bizim ne (cesur yürekli)[534] insanlar olduğumuzu görürsün.”
943. Böylesine bir güvensizlik ve kuşku ortamı içerisinde, çok önemsiz bir olay büyük bir karışıklığın çıkmasına yetti. Dokuz ay hiçbir olumsuz olay yaşanmadan geçtikten sonra, durum ansızın değişti: Müslüman bir hanım, alışveriş amacıyla Benû Kaynuka’lı bir Yahudi kuyumcunun dükkânına gelmişti. Buradaki bazı Yahudi gençler ona sataşıp, alaylı bir biçimde örtüsünü açmasını söylediler. Tabii kadın bunu reddetti. Kuyumcu, o dönemde çok yaygın olan kötü bir şaka yaptı[535] ve bu sahabe hanımın elbisesinin ucunu habersizce bir yere bağladı. Öyle ki, kadın ayağa kalktığında vücudunun bir bölümü kısmen ortaya çıktı. Kadın, utanç ve öfkeden çığlık atmaya başladı. Oradan geçmekte olan bir Müslüman yardıma koşarak, yapılan hakareti öğrenince, kuyumcunun başını uçurdu. Orada bulunan diğer Yahudiler de bu Müslümanı oracıkta şehit etmekte gecikmediler ve bu olay bir çatışmaya yol açtı. Bu Yahudilerin mahallesi kuşatıldı ve onbeş gün sonra teslim oldular. Savaşçıların sayısı 700’ü buluyordu.[536] Bu olayla ilgili olarak Buharî’de bulunan bir hadis,[537] Muhammed (a.s.)’e göre her zaman işin dinî boyutunun ağır bastığını göstermektedir. Böylece, onun sahip olduğu adalet duygusu ve suçluları bağışlama eğilimi, düşmanlarına karşı güttüğü politikada oldukça etkili oluyordu. Söz konusu hadiste şu satırları okuruz:
“Biz Mescid-i Nebevî’de bulunuyorduk. O sırada Resulullah evinden çıkıp bize doğru geldi ve şöyle söyledi:
“-Haydi Yahudilere doğru gidelim.”
Beraber kalkıp yürüdük ve Beytü’l-Midrâs’ın önüne geldik. Resulullah burada durup Yahudilere seslenerek, şöyle buyurdu:
“-Ey Yahudi cemaati! İslam’ı kabul edin ki kurtuluşa eresiniz!”
Onlar şöyle cevap verdiler:
“-Sen (bu konuda) bizi uyarmıştın yâ Ebe’l-Kâsım!
Resulullah (a.s.) tekrar söz alıp şöyle buyurdu:
“-Benim de istediğim bu.”
Sonra cümlesini üçüncü kez tekrarladı ve nihayet şöyle dedi:
“-Şunu bilesiniz ki yeryüzü Allah’a ve O’nun Resûlüne aittir. Ben sizi bu bölgeden sürüp çıkarmak istiyorum; sizlerden kimin burada herhangi bir şeyi varsa onu satsın; aksi halde biliniz ki yeryüzü Allah’a ve O’nun Resûlüne aittir.”
Daha sonra Benû Kaynuka Yahudilerinin 1500 kılıç, 300 zırhlı giysi, 2000 mızrak ve 500 kalkandan oluşan silahlarına el konuldu (bk İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 695); ve Müslümanlar arasında bulunan onların bazı dostlarının araya girmesiyle, Resulullah (a.s.) onları Medine’den çıkarmakla yetindi. Onlar da gidip Filistin’deki Ezri’at[538] şehrine yerleştiler. Bu arada, Muhammed (a.s.)’ın, Kaynukaları buradan çıkarırken onlara şöyle dediğini de hatırlatalım:
“Üç günden fazla kalmamak üzere, işlerinizi halletmek için Medine’ye her zaman gelebilirsiniz.”[539]
944. Kaynaklarımıza göre öyle görünüyor ki Benû Kaynuka kabilesinin bütün bireyleri sınır dışı edilmiştir. Ancak bunlara, küçük gruplar halinde de olsa Medine’de daha sonraları rastlanmıştır. Örneğin, İbn Sa’d’in naklettiğine göre,[540] bunların sürüldüğü söylenen tarihin üzerinden dört ay geçtikten sonra patlak veren Uhud Savaşı sırasında, “Resulullah (a.s.)’ın:
“-(Bizim safımızda savaşmak üzere gelen) şu kimseler de kim? sorusuna şöyle cevap verdiler:
“-Bunlar, Kaynuka Yahudilerinin bir kolu olan Abdullah ibn Selâm’ın sopundan Abdullah ibn Ubey ve 600 müttefikidir.”
“-Bunlar İslam’ı kabul ettiler mi?”
“-Hayır!”
Bunun üzerine onların yardımını reddetmiştir.”
Buna rağmen onlar hala bölgede bulunuyorlardı. Bazı kaynaklar,[541] bunların iki yıl sonra Hendek Savaşı sırasında Resulullah (a.s.)’ın yardımına geldiklerini ve Benû Kurayza Yahudilerine karşı Müslümanların safında çarpıştıklarını kaydederler. Beyhakî’nin verdiği bilgiye göre,[542] Hayber Seferi sırasında Benû Kaynuka Yahudilerinin Müslümanlara yararlı hizmetleri dokunmuş ve Resulullah (a.s.) onları bir çok hediye ile ödüllendirmiştir.
945. Tarih yazarları kimi kez isimleri birbirine karıştırabilirler; ancak, yukarıda başvurduğumuz kaynaklarda, bunların Kaynuka adını taşımalarının yanı sıra, Müslüman olmadıkları da belirtilmektedir. Örneğin Makrîzî (I, 204-205) gibi başka kaynaklarda, bu kabile içinde İslam’ı kabul ettikleri halde münâfıkların da bulunduğundan bahsedilmektedir. Fakat daha yukarıda değindiğimiz kaynakların ifadesi daha açık ve nettir: “Bunlar Müslüman değillerdi.” Peki bu sorunun nasıl çözümlenmesi gerekir? Kaynakların ifadesine göre, Yahudilerin silahtan arındırılmasından sonra, münâfık bir Arap olan Abdullah ibn Ubey, onlar adına araya girerek şefaatçi oldu. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şöyle dedi:
“Onları sana bağışlıyorum.”
Kaynaklar, buradan, Resulullah (a.s.)’ın onlara karşı daha katı bir ceza uygulamak istemiş olabileceği, ancak bu arabuluculuk üzerine onları sınır dışı etmekle yetindiği sonucunu çıkarırlar. Oysa biz, daha mantıklı düşünen Buhârî’den yaptığımız nakilde olduğu gibi, Resulullah (a.s.)’ın İslam’ı kabul etmeyen herkese karşı sürgün cezasına karar verdiğini gösterdik. Bu durumda Abdullah ibn Ubey’in arabuluculuk yapması, bu Yahudilerin hayatlarının mutlaka bağışlanacağı anlamına gelmez. Soruna şöyle bir açıklama getirmek kuşkusuz daha yerinde olur: Abdullah ibn Ubey’in kabilesiyle ittifak anlaşması yapmış olan Kaynukalıların tamamı olmasa da yarısı, ya da üçte biri tamamen bağışlanmış ve ekonomik faaliyetlerini sürdürmek üzere Medine’de kalmalarına izin verilmiştir.
946. Bu arada hemen belirtelim ki, Kaynuka olayı esnasında Medineli diğer Yahudiler yerlerinden kıpırdamamışlardı. Bu, Yahudilerin kendi aralarında bölündükleri anlamına geliyordu. Esasen Kaynukalar Medineli Hazrec kabilesiyle müttefik idiler. Bu durum aynı zamanda Yahudilerin Medine Şehir-Devleti Anayasası’na bir bütün halinde değil de, içlerinden her zümrenin ayrı ayrı ve bağımsız bir birlik halinde katıldıklarını göstermektedir. İbn Sa’d[543] bu konuda kesin bir ifade kullanır:
“Kaynukalılar, daha Bedir Savaşı vuku bulmadan önce Resulullah ile ittifak anlaşması yapmışlardı.”
Yine ilave edelim ki, iki hafta boyunca devam edecek olan bu savaşta, her iki taraftan tek bir ölüm ya da yaralanma olduğundan söz edilmez. Öyle görülüyor ki, kuşatma altındakiler iki hafta boyunca dışardan bir yiyecek yardımı alamamışlar ve evlerinde olan biteni tüketmişlerdir. Ayrıca, bu kuşatmanın kimilerine göre H. 3 yılında, kimilerine göre ise H. 2 yılının 10. ayında meydana geldiğini belirtmek gerekir.[544] Biz burada, ya nesiy uygulamasının göz ardı edilmesi, ya da Resulullah (a.s.)’ın bizzat yaptığı Hicret ile, onun emri doğrultusunda Müslümanların Mekke’den Medine’ye başlattıkları Hicret çağı arasındaki farklılık nedeniyle bir karışıklık olduğunu belirtmek istiyoruz.
947. Kaynukalılarla yapılan “savaşta” tek bir damla kan bile dökülmemiş ve diğer Yahudi kabileleri bu ihtilafta tarafsız kalmışlardır. Ancak bazı Kaynukalı kabilelerin sürgün edilmesi muhtemelen Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine ve İslam’ı yayma faaliyetlerinde daha önce görülmemiş zorluklara neden olmuştur. Ne var ki Yahudilik dini, Muhammed (a.s.)’ın insanlar arasında yaymaya çalıştığı dine en yakın olanıdır. Bu durumda Müslümanların Medineli Yahudilerle bir türlü uzlaşma sağlayamamış olmaları oldukça esef verici bir durumdur. İnsanın karşısındaki kimsede bazı kusurlar bulması kolaydır; ancak şunu kabul etmek gerekir ki, ortaya bir kez yanlış anlama çıkınca, tarafların karşılıklı olarak birbirlerini suçlama kısır döngüsü içinde, gerçekten kusurlu ya da suçlu taraf da kendisini haklı çıkaracak şeyler bulmaya çalışacaktır.
948. Ünlü şair Ka’b ibnu’l-Eşref, babası tarafından Tayy’ların bir kolu olan Nebhânîlerden idi. Annesi ise Medine’den Benû’n-Nadîrli bir Yahudi kızıydı.[545] Kaynakların ifadesine göre kendisi ahlâkı çok bozuk bir hâkim idi.[546] Bedir’de Mekkelilerin uğradığı bozgundan sonra Mekke’ye gelerek, Kureyşlileri desteklediğini açıklamış ve karşı saldırı için onları tahrik etmiştir.[547] Mekke’de misafir olduğu evin hanımına sarkıntılık yapması, yazdığı aşk şiirlerinde Medineli Müslümanlara iftira etmesine engel olmamıştır. Oturduğu müstahkem köşkün harabeleri, günümüzde Medine’nin güneyinde hala mevcuttur. Ka’b’ın bu davranışı karşısında Müslümanların nasıl bir tepki gösterdiğini tahmin ediyoruz: Aralarında süt kardeşinin de bulunduğu bazı Müslümanlar geceleyin onu evine baskın düzenleyip öldürmüşlerdir. İbn Sa’d, ancak bu olay üzerine Benu’n-Nadîrlerin Resulullah (a.s.)’la bir ittifak anlaşması yaptığını söyler.[548]
949. Ancak barış ortamı sadece birkaç aç devam edebildi. Benu’n-Nadîrler aynı zamanda Necd’li Benû Amirlerle müttefik idiler.[549] Yukarıda Amr ibn Umeyye ed-Damrî’nin bir yanlış anlama sonucu, Benû Amirlerin işlediği bir cinayetin intikamını almaya kalkarak, aslında Resulullah (a.s.)’ın kendilerine eman belgesi verdiği ve hatta İslam’ı da kabul etmiş olan aynı kabileden iki kişiyi nasıl öldürdüğünü anlatmıştık. Bu durumda kan diyeti ödemek gerekiyordu ve Amr ibn Umeyye bu kişileri tamamen kasıtsız bir biçimde öldürdüğü için, bu durumda işin sorumluluğu İslam Devleti’ne düşüyordu. Bu konuda iki anlatım vardır: (a) Kendilerinden sonra gelen yazarların üzerinde fazla durmadan nakiller yaptığı İbn İshak ve İbn Hişâm’a göre, Benu’n-Nadîrler Müslümanlarla müttefik oldukları için, Resulullah (a.s.) kendilerinden uygun bir miktarla bu kan diyeti ödeme işine katılmalarını istedi. Onlar ise bu teklifi reddetmekle kalmayıp, Muhammed (a.s.)’ın kendi mahallelerine doğru geldiğini öğrenince, Yahudilerin ödemeyi kabul ettikleri meblağı almak üzere Resulullah (a.s.)’ın dibine oturduğu bir kulenin tepesinden onun üzerine bir değirmen taşı yuvarlayarak öldürmeye teşebbüs ettiler. (O döneme ait anlatımlarda, Resulullah’a aynı yöntemle girişilen birçok suikasttan söz edilmekte ise de, bunlardan hiçbirinde bizzat Resulullah’ın gözü önünde böyle bir değirmen taşının, onun oturduğu kulenin tepesine çıkartıldığından söz edilmez.) Ancak bu anlatım, Benu’n-Nadîrlilerin neden Yahudilerden değil de Müslüman müttefiklerden biri tarafından dökülen kanın diyetini ödemeye iştirak ettiğine açıklık getirmemektedir. Herhalde daha sonraki dönemlerde İbn İshak’ın eserini çoğaltmaya çalışırken, kâtip birkaç satır atlamış olmalıdır. (b) Kusursuz bir rivayet zinciriyle İbn Mardûye tarafından nakledilen ve aynı zamanda ‘Abd ibn Humeyd’in Kur’an tefsirinde işaret edilen bir başka anlatıma göre ise –ki bu Samhudî’nin Vefâu’l-Vefâ adlı eserinde (2. bs., s. 298) tercih edip kullandığı bir anlatımdır-, Bedir yenilgisinden sonra Mekkeli putperestler, Resulullah’a karşı kendilerini kışkırtmak üzere Benu’n-Nadîrlere bir mektup göndermişlerdir (Benû Kaynuka Yahudilerinin Medine’den sürüp çıkarılması, kendileri dışında bir ulus olan (gentil) Müslümanların giderek artan gücü karşısında, zaten Benu’n-Nadîrli diğer Yahudilerde bir takım endişelere neden olmuştu). Ve sonunda kendi aralarında alçakça bir komplo düzenlemeye karar verdiler: Bir gün Resulullah (a.s.)’a haberci göndererek:
“Arkadaşlarından üç kişiyle bizim yanımıza gel ve bilginlerimizden üçüyle oturup konuş. Şayet bunlar (bizimkiler) sana inanacak olursa, biz de hep beraber senin yoluna tabi olacağız.” diyerek onu aralarına davet ettiler. Bu üç Yahudi giysilerinin içine hançer saklamışlardı. Ancak Benu’n-Nadîrlerden bir kadın, Müslüman Ensar zümresi arasında oturan erkek kardeşlerinden birine, Nadirlilerin giriştiği suikastı haber vermek üzere birini gönderdi. Kardeşi de bu haberi daha Resulullah (a.s.) Nadirlilerin mahallesine varmadan ona yetiştirdi. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) yoldan geri döndü. Ancak ertesi sabah kuşluk vakti, yanında askerleriyle birlikte Nadirlilerin karşısına çıktı ve onları bütün gün kuşatma altında tuttu. Ertesi gün ise ansızın kuşatmayı kaldırıp, bu kez Benû Kurayza üzerine yürüyerek onları kuşatma altına aldı. Bunun üzerine Yahudiler kendisiyle bir anlaşmaya vardılar. Resulullah (a.s.) daha sonra Nadirlilere dönmüş ve onların mahallesini kuşatma altına almış, ancak bu sırada her iki tarafta da bir ölüm ya da yaralanma olayı meydana gelmeden, teslim olmuşlardır. Resulullah (a.s.) her zamanki gibi kendilerini İslam’a davet etmiş ve bu teklifi kabul edenleri bağışlamıştır.[550] Direnmekte ısrar edenlere ise silahları dışında taşınabilir bütün eşyalarını alıp Medine’den gitmelerine izin verilmiştir. Bunlardan bazıları Filistin’deki Ezri’at şehrine yerleşirken, diğerleri kısa sürede hakim sınıf haline geldikleri Hayber’e gitmişlerdir.[551] Bazı kaynakların ifadesine göre[552] bunlar aynı zamanda Gatafânlıların da müttefiki idiler. Ancak ne Hazrecli müttefikleri ne de Benû Kurayza Yahudileri onların yardımına koşmamıştır. Fakat yukarıda İbn Mardûye’den okuduğumuz farklı bir anlatıma göre, Resulullah (a.s.) Benû Kurayzaları Benu’n-Nadîrlerle olan askerî ilişkilerinden dolayı kuşatma altına almıştır. Ve bu verdiğimiz bilgi Buhârî (64/14), Muslim (32/62, Nº 1766) ve Ebû Dâvûd (19/23, Benu’n-Nadîr bölümü) gibi güvenilir kaynaklarca da desteklenmektedir. Buna göre “Benu’n-Nadîrler ve Kurayzalılar savaş açmışlar, sonra Resulullah Benu’n-Nadîrleri buradan sürüp çıkarırken, Benû Kurayzaları yerlerinde bırakıp, daha sonra Müslümanlara savaş ilan edecekleri döneme kadar onlara destek olmuştur. O zaman da Resulullah (a.s.) kendilerine ceza olarak.” Durum ne olursa olsun, Nadirliler Medine’den sürülüp çıkarılırken, mücevher ve diğer değerli eşyalarının yanı sıra evlerinin kapılarına varıncaya kadar her şeylerini söküp yanlarında götürdüler.[553] Kenz’lerini, yani Hayber’deki kabilelerinin merkezi hazinesini de birlikte alıp gittiler. Resulullah (a.s.), onların Medineli Müslümanlardan alacaklarını tahsil etmelerini yasaklamadı. Hatta, henüz vadesi gelmemiş alacaklar konusunda onlara şöyle bir imkân tanındı:
“Alacağınız meblağı biraz azaltınız ve böylece alacaklarınızı daha erken tahsil ediniz.”[554]
Kur’an’ı yorumlayan diğer tefsirciler gibi Taberî de, Kur’an’daki “dinde zorlama yoktur” meâlindeki ayetle (Bakara: 2/257) ilgili olarak, İslam’dan önce Medine’de çocuğu olmayan ailelerin adakta bulunup, şayet Allah kendilerine bir çocuk verirse onu Yahudi terbiyesine göre yetiştireceklerini belirtmektedir.[555] Bunun bir sonucu olarak, Medine’de bu yolla Yahudileşmiş çok sayıda çocuk bulunuyordu. Yahudiler giderken bu çocukları da yanlarında götürmek istediler. Çocukların ana-babaları araya girdi ise de, Resulullah (a.s.) Müslümanların tarafını tutmayı reddedip, Yahudileşmiş olan bu Arap çocuklarının onlarla gitmesine göz yumdu. Böylece 600 deveden oluşan kervan, şarkıcı ve çalgıcıların eşliğinde yola koyuldu. Benu’n-Nadîrli Yahudilerin parayla tuttuğu ve şair ‘Urve ibn el-Verd’in dostlarından biri olan Gıfârlı Umm ‘Amr adlı bir kadın da görülmemiş mücevherlerini takınmış olduğu halde onlarla birlikteydi.[556] Olayın devamını biliyoruz: Bunların şehirden ayrılmalarının üzerinden bir yıl geçmeden, Benu’n-Nadîrlerden bir heyet, H. 5 yılında Medine’nin kuşatılması ve Hendek Savaşıyla sonuçlanan büyük saldırı ittifakını organize etmişlerdir.
950. Aşağıda özetleyerek verdiğimiz Kur’an ayetlerinin kesin tarihini bilmemekle beraber, H. 3 ila 5 yılları arasında indirildiğini söyleyebiliriz:
951. Yahudiler, Resulullah (a.s.) hakaret etmek için iki anlama da çekilebilecek sözcükler kullanırlar.[557] Örneğin, Arapça “bizi gör, gözet” anlamına gelen sözcüğü, İbranca’da yapılan vurgularla kolayca “kötü, rezil”[558] gibi sövgü anlamı yüklenir. Hatta onlar, İslam’ın Kutsal Kitabı Kur’an’la alay edip[559] Müslümanların ibadetle ilgili hareketlerini eğlence konusu yaparlar. Kendi Kutsal Kitaplarını bile tahrif edip değiştirir[560] ve Ahiret hayatı karşılığında bu dünya hayatını satın almaya kalkışırlar.[561] Kendi dinlerinde de yasak olmasına rağmen, faiz ve tefecilikle uğraşıp, başkalarının mallarını haksız olarak yerler.[562] İçinde Allah’ın kendilerine imanı emrettiği Kutsal Kitaplarına sırt çevirirler.[563] Peygamberlerini haksız yere öldürürler.[564] Bu ve benzeri birçok durum Kur’an’da tespit edilmiştir. Yahudilerin İslam karşısında gösterdikleri dik kafalılık ve inat konusunda Müslümanları teselli etmek için, Kur’an, Dâvûd ve İsa Peygamberlerin bile Yahudileri lanetlediğini hatırlatır[565] Onların sahip olduğu belli kafa yapısı birçok ayette açıkça sergilenmiştir: Allah, kendilerine “altın buzağıyı” derhal yok etmelerini emrettiği halde, onlar güya işin aslını araştırır gözükerek, “nasıl bir şeydir, rengi nasıldır, mahiyeti nedir” gibi sorularla işi savsaklamak istemişlerdir (Bakara. 2/67-71). Ayrıca, gerekli muhakemeyi yapıp karar vermeleri için Kur’an’da ifadesini bulan İslamî tebliğ de onlar için yeterli olmamıştır:
“(Ey Muhammed!) Ehl-i Kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa’dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, “Bize Allah’ı apaçık göster” demişlerdi.” Nisâ: 4/153)
Bu ayetle onlar hakkında söylenmek istenen şudur: Bu insanlar için Kitap neye yarar! Musa da onlara kitap getirdi ama onlar bununla yetinmeyip, Allah’ın bizzat kendi eliyle onlara kitabı verdiğini görmek istediler.
952. Şurası dikkat çekicidir ki, Kur’an, bazı Yahudilere karşı bu suçlamalarda bulunmasına rağmen, Yahudi cemaatinin gerçek meziyetlerini asla inkâr etmez:
“Ey İsrail Oğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.”
Bu ayet Kur’an’da bir tek surede iki kez tekrarlanır.[566] Tevrat’ın ilk beş kitabı olan Pentatök de ilahi bir kitap olduğu için, Yahudilerin onun içerdiği hükümlere titizlikle uymaları gerekir. Bu hususa da aynı sure içinde iki kez değinilmiştir.[567] Her iki surede de, Kur’an herkesin uyabileceği asgarî müşterekleri içeren ortak bir dinin özünün temelini atmaktadır ki bu bütün dinler arasında bir tür “barış içinde bir arada yaşama” halidir:
“Kuşkusuz, iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiîlerden Allah’a ve Ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.”[568]
953. Bununla birlikte, Kur’an’a göre, insanın sadece Allah’a iman edip de Onun gönderdiği peygamberlere inanmaması kabul edilemez: Kur’an bu tür “inananları” gerçek inkârcılar arasına katmaktadır:
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip “Bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız” diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu: İşte bunlar gerçek kâfirdirler.”[569]
954. Her ne kadar Kur’an, Müslümanların putperest müşriklerle evlenmesini ve bunlar tarafından kesilmiş hayvanların etini yemeyi yasaklamışsa da, diğer Ehl-i Kitap milletlerin yanı sıra, Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlenmelerine ve onların kendi dini kurallarına göre kesilen etleri yemelerine izin vermiştir.[570]
955. Medine şehri içinde yaşayan Benû Kurayza Yahudileri, önceleri doğru dürüst davrandıkları halde, Hendek Savaşında, çarpışmaların en yoğun bir anında, daha önce de belirttiğimiz gibi, ihanet etmişlerdir. Böylesine ağır bir ihanet suçu kolay kolay affedilemezdi: Tam müttefiklerin kuşatmayı kaldırdıkları gün, Resulullah (a.s.) da Benû Kurayzaların oturduğu mahalleyi kuşattı; birkaç günlük bir direnişten sonra teslim oldular. Kur’an onların sahip olduğu kale ve hisarlardan (sayasî) bahseder (Ahzâb: 33/26). Samhudî de (2. bs., s. 1256), bu kalelerin özelliklerinden söz ederken, bunlardan birinde yangın çıksa diğerine sıçrayacak kadar birbirine yakın ondört “utum” (müstahkem kale) bulunduğunu nakleder.
956. Doğubilimci Wensinck,[571] hangi ulus söz konusu olursa olsun, en uygar toplulukların bile, Benû Kurayzalıların durumunda aynı cezayı vereceklerini güzel bir biçimde dile getirmektedir: “Resulullah (a.s.) vaktiyle Benu’n-Nadîrlere hoşgörüyle davranmış, ancak onlar buna korkunç Hendek kuşatmasıyla karşılık vermişlerdir. Aynı af ve hoşgörüyü şimdi Benû Kurayza’ya göstermek, çok büyük tehlikeleri göze almak anlamına gelecekti.” Eğer Benû Kurayza, kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etseydi, Resulullah’ın onları Medine’den uzaklaştırmakla yetineceğini düşünebilirdik. Zira Benu’n-Nadîr Yahudileri, bizzat onun hayatına kastetmiş oldukları halde onlara böyle davranmıştı. Ancak, İbn Hişâm’ın bize açıkça bildirdiğine göre,[572] onlar müttefiklerinden Evsli bir Müslüman olan Sa’d ibn Mu’âz’ın hakemliğini Resulullah (a.s.)’ın kabul etmesi koşuluyla görüşmeleri kabul etmişlerdi. Onlar bu kararı alırken, herhalde daha önce müttefiki olan Kaynuka Yahudileri lehine cesaret ve azimle arabuluculuk yapan Hazrecli Abdullah ibn Ubey’in davranışını dikkate almışlardı. Resulullah (a.s.) bu hakemliğe razı oldu. Sa’d, Hendek Savaşı sırasında aldığı yaralar yüzünden bir süredir tedavi olduğu için, Resulullah (a.s.) kendisiyle birkaç hafta boyunca hiç konuşamadı. “Askerî hastane”den bir eşeğin sırtına bindirilerek getirilen Sa’d, Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıktı: önce, kendi kabile üyelerine, hakem sıfatıyla vereceği tüm kararları kabul edip etmeyeceklerini sordu. Onlar buna razı oldular. Daha sonra aynı soruyu Resulullah (a.s.)’a yöneltti; o da olumlu cevap verdi. Hakem, kendi kutsal kitapları olan Pentatök’deki Musevi yasasının (Tesniye, XX/10-14) bu Yahudilere uygulanmasına karar verdi. Humeyd b. Hilâl’e göre (Samhudi’den naklen, 2. bs., s. 308), hakem, ayrıca Yahudilere ait evlerin de, Ensâr zümresinden biraz daha bağımsız olmaları için Mekke’den gelmiş olan Muhacirlere verilmesini hükme bağladı. Böylece Resulullah (a.s.) hem hakeme yeni bir teklifte bulunamazken, hem de verilen kararın tekrar gözden geçirilmesi konusunda da eli kolu bağlı kaldı. Hakemden böyle sert bir kararın çıkacağını beklemediği için, şöyle mırıldandı:
“Allah’ın, yedi kat göğün yüceliklerinden onlar için takdir ettiği kader meğer bu imiş.”[573]
Ama değişik biçimlerde içindeki merhamet ve bağışlayıcılığını açıkça ortaya koymaktan çekinmemiştir. Şöyle ki:
957. Savaş tutsaklarına iyi davranılmış ve onlara hurma gibi yiyecekler verilmiştir (bk. Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, II, 264, Münecced bs., § 2000). Sâbit ibn Kays adında başka bir Müslüman da, hükümlülerden biri lehine Resulullah (a.s.)’la konuşup, bu kişinin İslam öncesi dönemde kendisine çok iyiliği dokunduğunu söyleyince, Resulullah (a.s.) İbn Bâtâ adlı bu Yahudi’nin ve çocuklarının hayatını bağışlamıştır. Hatta kendisine bütün ailesi ile birlikte mallarını da iade etmiştir.[574] Rifâ’a ibn Samuel adlı bir Yahudi de, yaşlı bir Müslüman kadının yanına sığınmıştı. Bu kadın Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıkıp, kendisine şöyle dedi:
“Rifâ’a’nın canını bana hediye et; kendisi namazlarını kılacağına hatta deve eti bile yiyeceğine söz veriyor.”
Muhammed (a.s.) de bu isteği olumlu karşılamıştır.[575]
958. Bu arada Kurayza konusu ile ilgili olarak şunu hatırlatalım: Medine Şehir-Devletini kurma çalışmaları sırasında, bir gün Yahudiler Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıktılar ve geleneğe göre Kurayzalılar’la Benu’n-Nadîrler arasında bir farklılık olduğunu, Kurayzalıların kanının Benu’n-Nadîrlerinkinin sadece yarısı (140’a karşılık 70 vask hurma) değerinde olduğunu söylediler. Muhammed (a.s.) bu konuda eşit davranılmasını emretmiştir. Benu’n-Nadîrli Ka’b ibn Eşref bunun üzerine homurdanarak şu itirazda bulundu:
“Biz senin kararını kabul etmiyoruz, senin emrine itaat etmeyeceğiz ve bu konuda eski âdet ve geleneğimizi sürdüreceğiz.”[576]
Belki de Benu’n-Nadîrli Ka’b’ın Resulullah (a.s.)’a duyduğu şiddetli kinin kaynağında bu karar yatmaktadır; Benu’n-Nadîrlere karşı Müslümanların başlattığı savaşta Kurayzalıların tarafsız kalmasının nedeni de bu olsa gerektir[577]
959. Anlaşıldığı kadarıyla Medine’de kalan diğer Yahudiler, Müslümanlar aleyhindeki her türlü siyasal etkinlikten kesinlikle vazgeçip sadece ticaret yapmakla yetinmişlerdir. Hiçbir zaman da Resulullah (a.s.)’ın huzuruna gelip şikâyet ya da kendilerini acındırma durumuna düşmemişlerdir. Buna karşılık o da onlara gayet anlayışlı ve şefkatle davranmış, hatta onlara her yıl sürekli ihsan ve hediyelerde bulunacak kadar ileri gitmiştir. Bugün elimizde Benû ‘Ureyd Yahudilerine önemli miktarda hububat verilmesini emreden bir fermanın metni bulunmaktadır.[578] İbn Hişâm, Hurretu’l-’Ureyd (‘Ureydlerin lavlık ovası) adında bir yer olduğundan bahseder.[579] Aynı yazarın tarif ettiği güzergâha bakarak (Şi’bu’l-’Acûz, Benû Umeyye ibn Zeyd, Benû Kurayza, Bu’âs, ‘Ureyd), bu bölgenin Medine’nin güney-doğusu ile doğusu arasında bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Aynı adı taşıyan ve İbn Sa’d’de geçen öteki yerin ise Medine’nin kuzeyinde, Uhud Dağının doğu ucunda olması gerekir.[580] H. 10 yılında hala Medine’de bazı zengin Yahudi tüccarlar bulunmaktaydı. Muhammed (a.s.) o yıl amcası ‘Abbas’a hediye olarak verdiği değerli kaftanı o, 8000 dirhem karşılığında bir Yahudi’ye satmıştır.[581] Muhammed (a.s.) H. 11 yılında vefat ettiği sırada, onun zırhlı gömleği, Benû Zafarlar’ın mevlası olarak[582] Medine’de ticaretle uğraşan ve Ebû’ş-Şehm adlı bir Yahudi’nin elinde bir borca karşılık rehin bulunuyordu. Kastallânî’ye göre (İrşâd, 4/296), Resulullah (a.s.), fiyatı 1 altın dinar tutan 30 sa’ (yaklaşık 60 kilo) arpayı kredili olarak (taksitle) satın almıştı. Zâtu’l-’Ukul adını taşıyan zırhlı gömlek, daha sonra Halife Ebû Bekir tarafından borcu ödenerek rehinden kurtarılmıştır.[583]
960. Hayber, Medine’nin kuzeyinde yer alır. Burasını arkadaşlarımla ziyaret ettiğimde, arabamızın kilometre sayacı Medine’de 36949, Hayber’de ise 37133’ü gösteriyordu ki, bu yaklaşık 184 km.lik bir mesafe olduğu anlamına gelir. Hayber, volkanik ovalarla çevrili geniş bir vahadır. Vadiler ve bölgenin yağışlı iklimi burada sulama kanallarının inşasına imkân sağlarken, derelerden çağlayan kaynak suları da burada çiftçilerin imdadına yetişmektedir. İslâm’ın yayılmaya başladığı sıralarda, Hayber 20.000 savaşçı çıkaracak bereketli bir yer idi. Biraz ilerde de göreceğimiz gibi, burada yedi sekiz tane müstahkem kale bulunmaktaydı. Bunlar arasında Kamus adını taşıyan ve Merhab ibn el-Hâris’e ait olduğu bildirilen bir kale Hısnu Merhab adıyla bugün hala ayaktadır ve buradaki Suudî Arabistan valisi tarafından lojman olarak kullanılmaktadır.
961. Hayber’in tarihsel kökeni hakkında elimizde herhangi bir bilgi mevcut değildir. Bugüne kadar ele geçen en eski belge Harran’da bulunmuş olan ve MS 568 yılına ait bir kitabe olup, üzerinde, Hayber kalesinin yıkılmasından bir yıl sonra yazıldığı bilgisi yer almaktadır.[584] Bildiğimiz kadarıyla bu yıkım işi Gassan hükümdarı el-Hâris ibn Ebî Şamir Cebele’nin düzenlediği bir sefer sırasında gerçekleşmiştir.[585] Bizans’ın koruması altındaki bu hükümdarın Hayber’e neden böyle bir sefer düzenlediği ise bizce meçhuldür. Bu olaydan altmış yıl sonra burada sadece Yahudiler yaşamaktaydı. Yoksa burada oturan Arap nüfus el-Hâris tarafından tamamen saf dışı mı bırakılmıştı? İslam’dan önce Hayber zengin bir ticaret merkezi olarak bilinmekteydi: Örneğin, Mekkeliler düğün törenleri için büyük ziyafet tencerelerini ve kadınların mücevher ve takılarını kira yoluyla Hayberlilerden sağlarlardı. Bir defasında mücevherler kaybolmuş ve Hayberlilere onbin altın dinar tutarında tazminat ödemek zorunda kalmışlardır.[586]
962. Hayber bölgesi nemli bir yer olduğundan burada sıtma hastalığı yaygındı. Eski insanlar bu bulaşıcı hastalıktan nasıl kurtulacaklarını bilmedikleri için, yabancılar bu bölgeye seyahat etmeye çekinirlerdi. Bu yörede oturan Yahudilere kötü iklime rağmen sağlıklı olmalarının sırrı sorulduğunda, onlar alaylı bir biçimde, şehre girerken durup on kere eşek gibi anırmak gerektiği cevabını verirlerdi. Saf yürekli Bedeviler onların sözüne inanır ve Hayberlileri büyük bir zevke gark eden bu sihirli sesleri çıkartırlardı. Buna ta’şîr (onlama) denilirdi. Ancak ünlü Arap şairi ‘Urve es-Sa’âlik bir istisna teşkil etmiş ve eşek gibi anırarak gülünç duruma düşmektense sıtmaya yakalanarak ölmeyi tercih ettiğini belirten dizeler kaleme almıştır.[587]
963. Bu konuyla ilgili bir başka hikaye de şudur: En büyük salgın hastalıklar, Araplara göre Süreyya takım yıldızının batışı ile doğuşu arasına rastlayan dönemdir. Onların “ulusal doktoru” (tabîbu’l-’Arab) şöyle diyordu: “Bana Süreyya takım yıldızının batışı ile doğuşu arasını emniyetli kılın, ben de size yılın geri kalan kısmını sağlıklı kılayım.” Hayberli Yahudilere “Hayber’de sağlığınızı nasıl koruyorsunuz?” diye sorulduğunda, onlar: “Şarap içerek, sarımsak yiyerek, yüksek yerlerde oturarak, alçak ve basık vadilerden uzak durarak ve Süreyya takım yıldızının batışından doğuşuna kadar Hayber’den dışarı çıkarak” diye karşılık verirlerdi.
964. Şu anlatım ise daha az önem taşımaktadır: Bir gün, Resulullah (a.s.)’ın sahabesinden Ebû Hureyre, arkadaşlarını yeni moda olmuş giysiler içinde görünce onları şöyle uyardı: Siz bugün bu taylasân’larla Hayberli Yahudilere benzemişsiniz.[588]
965. Rivayete göre[589], Resulullah (a.s.)’ın büyük dedelerinden Hâşim, Hayberli bir Yahudi kızıyla evlenmiş ve ondan iki oğlu dünyaya gelmişti: Seyfî ve Ebû Seyfî. Bu hanım Hâşim’in kardeşi Abdu’l-Muttalib’le de evlenmiş (ancak yazar bunun önce mi sonra mı olduğunu açıklamaz) ve ondan da Mahrama adında bir oğlu olmuştur. Mahrama da Dâse adında bir başka Hayberli Yahudi kızıyla evlenmiş ve ondan Kays adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Aynı yazar, İslam’dan önce Mekkelilerce nikahlanan Medineli Yahudi kadınların durumu hakkında da bilgi vermektedir.
966. Abdu’l-Muttalib’in, şayet Allah kendisine on erkek çocuk verirse bunlardan birini kurban edeceğine dair adağıyla ilgili hikayeyi biliyoruz. O bu konuda kâh Medine’de kâh Hayber’de oturan bir kahin kadına başvurmuştu.[590]
967. Medineli Benu’n-Nadîrlerin buraya göçmesiyle, Hayber’deki Yahudi nüfusu hem sayıca artmış, hem de servetçe daha zenginleşmiş oldu. Bu yeni gelenlerin Hendek Savaşını çıkararak İslam Devleti’ni yok etme girişimleri boşa çıktıktan sonra bile, halkın sahip olduğu güç ve kudret etkisini hiç kaybetmedi. Klasik İslam Tarihçisi Sarahsî, bu konuda şöyle derin bir tespitte bulunmaktadır:
“Mekkelilerle Hayberliler arasında bir uzlaşma vardı: Şayet Muhammed (a.s.) bu iki topluluktan birisi üzerine yürüyecek olursa, diğeri Medine’ye hücum edecekti. O zaman Resulullah (a.s.), Hayber üzerine yürüyeceği sırada, bu cepheyi güven altına almak için, Mekkelilerle bir barış anlaşması (Hudeybiye) imzaladı.”
Medine’nin, Mekke ile Hayber’in tam arasında yer aldığını biliyoruz. Hudeybiye Anlaşmasından hemen sonra, Müslümanlar bu sürekli ve görünür tehditten kurtulmak için Hayber’e karşı savaş hazırlıklarına başladılar (H. 7 yılı Muharrem ayı).
968. Müslümanlar yolda Gatafânlıların arazisinden geçtiler. Bunlar Hayberlilerle müttefik oldukları için, Resulullah (a.s.) kendilerine, tarafsız kalmaları karşılığında bir miktar Medine hurması vermeyi önerdi. Ancak onlar bunu reddedip, Hayber’i savunmak üzere kuvvetli bir askerî birliği yola çıkardılar. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) güzergâhını değiştirip, Gatafânlıların oturduğu bölgenin tam merkezine yöneldi. Askerî güçler Hayber’e gönderildiği için burada geriye sadece kolay bir ganimet olabilecek durumdaki kadınlar, çocuklar ve sürü hayvanları kalmıştı. Haberi öğrenen Gatafânlı birlik derhal Hayber’den kendi memleketine döndü ve harekat tamamlanıncaya kadar da yerinden hiç kıpırdamadı.1284 (Olaylar daha sonra şöyle gelişti: Hayber’in fethinden sonra, Resulullah (a.s.) dönüş yolu üzerinde bulunan Gatafânlıların arazisinden geçtiği sırada, onlar kendisine bir heyet göndererek, Hayber Savaşında tarafsız kalmaları karşılığında vermeyi vaat ettiği hurmaları ondan istediler. Onların bu şekilde zoraki hareketsiz kalmış olmalarının gönüllü bir tarafsızlık anlamına gelip gelmediğini bilmiyoruz ama, Siyer kitabı yazarı Şe’mî’nin bildirdiği gibi Resulullah (a.s.)’ın gönderilen heyeti huzurundan kovmuş olduğuna da şaşmıyoruz.
969. Kuşatmacılara karşı kendilerini savunabilmek için ellerinin altında mancınıklar da bulunan Hayberli 20.000 savaşçının,[591] bu seferde Muhammed (a.s.)’ın komuta ettiği İslam Ordusu karşısında tutunamamış olması gerçekten şaşırtıcıdır. Müstahkem kaleler birbiri arkasına teslim oldular.[592] Ele geçen ganimetler arasında Müslümanların yararlandığı tahıl ürünü stokları da bulunuyordu. Bir gün, bu hisarlardan birinden 20-30 kadar eşek çıktı ve Müslümanların eline geçti. Herhalde ortalığı kasıp kavuran açlık nedeniyle bunları kesip pişirme hazırlıklarına giriştiler. Oradan geçmekte olan Resulullah (a.s.), onların bu halini görünce, her türlü işte kullanılan ehlî bir eşeğin etini yemenin İslam’da haram olduğunu belirterek, içindekilerle birlikte tencerelerin devrilmesini emretti (Makrîzî, I, 317). Kalelerin Hayberliler tarafından teslimi sırasında yapılan görüşmelerde, Resulullah (a.s.) şu konularda uzlaştı:
“Canları bağışlanacak, aileleri hiçbir şekilde incitilmeyecek, üzerinde taşıdıkları dışında bütün giysilerini, arazilerini, paralarını, silahlarını ve kumaşlarını Resulullah (a.s.)’ın yararlanmasına bırakarak çıkıp gidebilecekler ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyecekler.”[593]
Ebû Dâvûd’da geçen metin ise bazı küçük farklılıklar içerir:
“Hayber seferi sırasında Resulullah hurmalıkları ve tarlaları ele geçirip kaleleri kuşatınca, burada oturanlar, altın, gümüş ve silahların Resulullah (a.s.)’a bırakılması, bunun yanı sıra Hayberlilerin, hiçbir şeyi gizleyip saklamaksızın, yük hayvanlarının taşıyabileceği her şeyi beraberlerinde götürebilecekleri, aksi takdirde her türlü himaye ve güvenceyi kaybedeceklerini kabul ettiler.”
970. Durum ne olursa olsun, bölgenin tamamen İslam idaresine geçmesi üzerine, vahanın bakımsızlıktan bir çöle dönüşmemesi için yeni bir tüzük yürürlüğe konuldu. Çünkü, Ebû Dâvûd’un da belirttiği gibi, Müslümanlar arasında çiftçilikle uğraşan pek kimse yoktu. Buna göre, yerli halk, yeni ve kesin bir karar alınıncaya kadar, ziraî gelirlerinin yarısını her yıl İslam hükümetine vermek koşuluyla, yerlerinde bırakıldı. Daha sonra hasat sırasında ürünleri paylaştırmak için Medine’den bir memur gönderilmiş, yerli çiftçiler bu memuru boş yere yanıltmaya çalışmışlardır. Tahsildarın izlediği adaletli yöntemden memnun kalan çiftçiler şöyle söylemişlerdir:
“İşte bu yüzden gökler yere düşmüyor!”[594]
971. Hayber Anlaşmasının imzalanmasından kısa bir süre sonra, yenilgiye uğrayan halk tüm medenî haklarını elde etmeye başlamıştır. Tarihi belgelerde okuduğumuza göre, bazı Müslüman askerler hala bahçe ve hurmalıklara girerek, hiçbir ödemede bulunmaksızın ürünlerden yemeyi sürdürüyorlardı. Yahudilerin şikâyeti üzerine Muhammed (a.s.) adamlarına, derhal bölge ahalisine ait olan hiçbir şeye kesinlikle el sürmemelerini emretmişti[595]
972. Aynı şekilde, ganimet olarak ele geçirilen Tevrat nüshaları Yahudilere geri verilmiştir.[596]
973. Kuşatma sırasında Hayberli bir köle-çoban İslam ordugâhına sığınarak, İslam’ı kabul etti. Resulullah (a.s.) ondan, efendisine ihanet etmemesini ve beraberinde getirdiği hayvan sürüsünü yerine teslim ettikten sonra karargâha geri dönmesini emretti. Makrîzî’nin yazdığına göre (bk. İmtâ’, I, 312-313), bu çoban geri döndükten sonra, Yahudilere karşı başlatılmış olan savaşa katılmış ve şehit düşmüştür.
974. Bu sefer sırasında bazı Müslüman askerleri (belki de Yahudi kadınlarla ?) belirli süreler için (mut’a) nikâh akdi yapmışlardı. Bunun üzerine Resulullah (a.s.), kiminle olursa olsun geçici nikâh (mut’a) yapılmasını yasakladı[597] Muhammed (a.s.) bu arada Yahudi-Müslüman ilişkilerini düzeltmek için etkili bir çareye başvurdu ve Hayberli genç bir dul olan Safiye’yi kendisine nikâhladı. Bu kadın sürekli olarak kendi gayrı müslim akrabalarına yardım etmeye devam etmiş, hatta tarihçilerin ifadesine göre,[598] ölümü halinde, 100.000 dirhem tutarındaki servetinin üçte birinin o sırada hala Yahudi dini üzerinde bulunan yeğenine verilmesini vasiyet etmiştir.
975. Hayber bölgesine tam bir özerklik tanınmıştır. Bununla birlikte, Hakem ibn Sa’îd’in, diğer bölgelerin yanı sıra[599] aralarında Hayber ve Fedek’in de bulunduğu Kurâ Arabiyye[600] bölgesine Müslüman vali olarak atandığına işaret edilmektedir. İbn Sa’d’e göre Hayber bölgenin en güzel şehriydi. Burada yetiştirilen ürünler atasözlerine bile geçmiştir.[601] İbn Hanbel’in verdiği bilgiye göre (5/244), Resulullah (a.s.) bir defasında buraya, elde edilen ürünün üçte biri ya da dörtte biri oranındaki hazzu’l-arz adlı arazi vergisini tahsil etmek üzere Mu’âz ibn Cebel’i –muhtemelen ilk vergi tahsildarı ‘Abdullah b. Revâha’nın vefatından sonra- de göndermiştir. Genç Mu’âz, aşırı cömertliği nedeniyle iflas etmiş ve Resulullah (a.s.), evine varınca dek onun her şeyini satmak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) kendisini Suffe’ye yerleştirmiş ve onu, burada toplanan yoksulların (demek ki Mu’az da yoksuldu) günlük ihtiyaçlarında kullanmaları amacıyla hayırseverlerin sadaka olarak getirip Mescid-i Nebevî’nin duvarlarına astıkları hurma salkımlarının korunması ve bakımı işiyle görevlendirmiştir (Samhudî, 2. bs., s. 1265). Mu’az’ın böyle yeni bir muhafızlık görevine getirilmesi, kendisinin yeniden doğru düzgün bir hayata başlamasını temin etme amacına yönelikti. Nitekim Resulullah (a.s.), Hayber’den sonra onu Yemen’e vali olarak gönderecektir.
976. Öyle görünüyor ki, bazı Yahudiler, bu bölgede Ömer’e ait bazı arazilerin çıkardığı sorunlar yüzünden, bütün taşınmaz mallarını satıp bu toprakları terk etmeyi yeğlemişlerdir. Bizzat Resulullah (a.s.)’ın sahip olduğu araziler ise[602] muhtemelen, İslam hukuku çerçevesinde sahipsiz topraklar kapsamına girmişlerdir.
977. Müslüman bir tüccar, Hayber’de bulunduğu sırada faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Resulullah (a.s.) yöre sakinlerine mektup göndererek, kan diyetinin ortaklaşa ödenmesini emretmiş, ancak onlar suçsuz olduklarına yemin edince, sonunda Resulullah (a.s.) kurbanın yakınlarına Devlet hazinesinden ödeme yapmak durumunda kalmıştır.[603]
978. Hayber’e pek fazla uzakta bulunmayan Vâdi’1-Kurâ, Arap ve Yahudilerin yanı sıra birçok kabile tarafından iskân edilmiş durumdaydı. Belazurî’nin verdiği bilgiye bakılırsa,[604] Resulullah (a.s.), Hayber’den ayrıldıktan sonra Vâdi’l-Kurâ üzerine yürümüştür. Özellikle sığınmış oldukları müstahkem kalelerde (utûm) gösterdikleri bir günlük bir direnişin ardından (bk. Samhûdî, II. bs, s. 1328), bölgedeki Yahudiler, Hayber halkının kabul ettiği aynı koşullara boyun eğmişlerdir: Buna göre toprak mahsullerinin yarısının (% 50) vergi olarak İslâm Hükümetine ödenmesi gerekiyordu. Resulullah (a.s.) buraya vali olarak ‘Amr ibn Sa’îd’i tayin etmiştir.[605] Hayber halkının başına gelenler, civar bölgelerdeki diğer Yahudi ahalinin de aynı koşullara bağlı olması sonucunu doğurdu. Benû Uzre Yahudileri buna bir örnektir.[606] Resulullah (a.s.), Uzre kabilesinden Hamza’ya, İslam’a girdiğinde tımar olarak Vâdi’1-Kurâ’da geniş araziler bağışlamıştır. Yine H. 9 yılında, aynı bölgede geniş arazilere sahip bir hanımdan bahsedilir.[607]
979. Vâkıdî, Medine ile Hayber arasındaki bölgede yaşayan ve özellikle atların koşum takımlarını yapmakla ün yapmış (Samhûdî, II. neşir s. 1245) Fedekli Yahudilerin, Hayberlilerin yardımına koşmak üzere toplanıp bir araya geldiklerini; bunun üzerine Resulullah (a.s.)’ın H. 6 yılı Şa’bân ayında onlara karşı Ali’nin komutasında bir askerî birlik gönderdiğini nakleder.[608] Oysa Hayber savaşı bu tarihten beş ay sonra, yani H. 7 yılının Muharrem ayında cereyan etmiştir. Acaba yine bu yazarda daha önce sıkça karşılaştığımız bir hesaplama yöntemi farklılığı mı söz konusudur? İbn Hişâm’a göre,[609] Fedek halkı Hayberlilerle aynı koşulları içeren bir barış anlaşması yapmak üzere Resulullah (a.s.) nezdinde bir heyet göndermişlerdir. Bu bölgeden elde edilen gelirler, diğer bazı devlet giderleri de dahil olmak üzere, daha sonra Muhammed (a.s.)’ın aile fertlerinin harcamalarına tahsis edilmiştir. Sadece Ebû Dâvûd’da yer alan bir anlatımda (Sünen, 19: 33-35, “Gayrı Müslimlerin sunduğu hediyeler” Bölümü), bir gün Fedekli Başkanın Resulullah (a.s.)’a hediye olarak kumaş ve tahıl yüklü dört deve gönderdiği, Resulullah (a.s.)’ın da bu hediyeleri kabul ettiği belirtilmekte ve başka bir bilgi verilmemektedir.[610]
980. Arabistan’ın en kuzeyinde bulunan Teymâ. şehri, M. VI. yüzyılın neredeyse tamamını kapsayan Arap edebiyatında bir çok hatıra ve olaylara sahne olmuş bir yerdir. Arkeolojik kazı ve araştırmalardan çıkarılan ve Hıristiyanlık öncesi antik döneme ait bilgiler ise burada hiç bir şekilde bir Yahudi tesir ve izinin bulunmadığını göstermektedir.
981. İkinci Asur İmparatorluğunun kurucusu III. Tiglath-Pileser (M.Ö. 745-727) Kuzey Arabistan’ı istilâ etmişti. İmparatorluk tarihiyle ilgili yıllıklarda (sâlnâme), M.Ö. 728 yılında bu hükümdarın Temai (Teymâ) şehri ile Mas’ai ve Seb’ai kabilelerinden vergi olarak altın, deve ve baharat tahsil ettiği belirtilmektedir. Bundan iki yüzyıl sonra, son Kalde kralı Nabonidus (M.Ö. 559-539) burada bir eyalet konağı inşâ ettirdiği zaman, bu şehir yeniden önem kazanmıştır. Çivi yazısı ile yazılmış bir kitabeye göre, tahta çıkışının üçüncü yılında Nabonidus, Têmâ (Teymâ) hükümdarını öldürüp bu kez kendisi aynı vâhaya yerleşti.[611] (Bu konu ile ilgili bir diğer kitabe için bu bölümün sonuna bakınız).
982. Pierre de Taimâ (Teymâ kitabesi) adıyla günümüzde Louvre/Paris) Müzesi’nde sergilenen M.Ö. V. yüzyıla ait bu kitabede gerçekten de çarpıcı ifadeler yer almaktadır. Arâm dilinde çiviyazısı ile yazılan bu kitabede, bir dîn adamı tarafından Hacem’li Selem adında bir putun Teymâ’ya nasıl getirildiği ve bundan sonra kurduğu tapınağa nasıl bağışlar yapıp burada babadan oğula geçen dîn hizmetleri ihdas ettiği anlatılmaktadır.[612]
983. Teymâ’daki Yahudi nüfuz ve tesiri muhtemelen M.S. VI. yüzyıla kadar dayanır. Arapça başvuru kaynaklarımızda, Samuel ibn ‘Adiyâ adında, Teymâ’da büyük üne sahip bir müstahkem konakta oturan Yahudi bir hükümdardan bahsedilir. Bu Samuel sadece Arapça bilirdi ve onun kaleme aldığı şiirler bir divan (antoloji) halinde toplanarak Beyrut’ta yayınlanmıştır. Gerek dil ve gerekse düşünce bakımından bu şiirlerde onu bir Araptan ayırt etmek mümkün değildir. Belki de kendisi İsrail Oğullarından olmayıp Yahudileşmiş bir Araptı. O dönemlerde Araplar, temeli animizme dayanan bir dini bırakıp Allah inancına dayanan başka bir dine geçmek istiyorlardı. (Zû Nuvâs da bu dönemde Yahudiliğe girmişti. Sonuç itibarıyla, Samuel (Samev’el) Arapçada “Samuel’den daha sâdık” deyiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Nitekim, aşağıda da göreceğimiz gibi o bunu gerçekten hak etmişti:
984. Onun oturmakta olduğu müstahkem konağa el-Ablak (alaca)[613] ve bazen de el-Ablak’ul-Ferd (yegâne alaca) adı veriliyordu. Belki de burası çeşitli renkte taşlarla inşa edilmiş bir saraydı. Teymâ, Medine’ye 7 günlük uzaklıkta, etrafı surlarla çevrili ve el-’Ukayra gölü üzerine kurulmuş bir şehir olup, içinde çok sayıda hurma, incir ve asma bahçeleri bulunuyordu. Tarihçi el-Bekrî’nin verdiği ek bilgiye göre,[614] buradaki konak Süleyman Peygamber (Salomon) tarafından inşâ edilmişti. Bu konuda kendisini desteklemek üzere büyük şair el-A’şâ’dan bir şiir de nakleder. Arap şâirlerinin en meşhuru İmru’ul-Kays, Samuel’in çağdaşıdır. Bir gün bu şâir Teymâ’ya gelerek bütün taşınabilir eşyalarını, özellikle de silâhlarını Samuel’e emanet etmiş ve 540 yılında Bizans İmparatoruyla buluşmak üzere Ankara’ya doğru yola çıkmıştır. Kendisi bu şehirde öldürülmüş olup, kabri bugün bile Ankara’da gösterilmektedir). Bunun üzerine Gassân Hükümdarı el-Hâris el-A’rec, kendi kıskançlığı yüzünden öldürülen İmru’ul-Kays’ın eşyalarını kendisine teslim etmesini Samuel’den istemiş, onun bunu reddetmesi üzerine de Teymâ’yı kuşatmıştır. Kötü bir talih sonucu, Samuel’in oğlu o sırada bu müstahkem konağın dışında bulunuyordu ve el-Hâris tarafından esir alındı. El-Hâris, bir kez daha Samuel’den İmru’ul-Kays’ın eşyalarını kendisine teslim etmesini, aksi halde oğlunu öldüreceğini bildirdi. Ancak Samuel, bunu da reddetti; hattâ kendisi konağının kulelerinden birinden baktığı sırada oğlu gözleri önünde boğazlandı. El-Ablak şatosu bir kuşatmaya karşı koyacak kadar güçlü olduğundan, düşman boş yere onu ele geçirmek üzere uğraştıktan sonra geri dönüp gitmiştir.
985. Kaynaklarımız, Resulullah (a.s.)’ın ordusu karşısında Teymâ’nın tam olarak ne zaman teslim olduğunu açıklamamakla birlikte, o sırada Teymâ’da Benû Âdiyâ adlı bir Yahudi hanedanının iktidarda bulunduğunda görüş birliği içindedirler (Âdiyâ, Samuel’in babasıydı). Belâzurî’nin açıkladığına göre, Hayber ve Vâdi’1-Kurâ seferlerinden bir süre sonra (Yıllık 7), Teymâlı bir heyet Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıkıp, cizye vergisini ödemeye razı olduklarını, buna göre bir barış anlaşması yapmak istediklerini beyan etmişler, Resulullah (a.s.) da bu öneriyi kabul etmiştir. Burada sözü edilen heyet H. 9 yılında ziyarete gelmiş olmalıdır. Gerçekten de Resulullah (a.s.) H. 9 yılında kudretli ve 30.000 kişilik büyük ordusuyla Tebûk üzerine yürüdüğü zaman, daha önce Teymâ’ya uğraması gerekiyordu. Başka bir yazardan öğrendiğimize göre, Resulullah (a.s.) buraya Yezid ibn Ebû Sufyân’ı vali olarak atamıştır.[615] Elimizde o döneme ait diplomatik yazışma tarzına güzel bir örnek teşkil eden, Teymâ Barış Anlaşması’nın metni bulunmaktadır:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Bu, Allah’ın Elçisi Muhammed’den Benû Âdiyâ’ya yazılmış bir yazıdır: Cizye vergisine mukabil onların himaye ve korunma hakları vardır. Onlara hiçbir şekilde baskı ve şiddet uygulanmayacaktır! Gece uzasın, Gündüz sıkı ve sağlam olsun... Hâlid ibn Sa’îd tarafından yazılmıştır.”[616]
(Burada Gece uzunluğa, Gündüz ise sağlamlık ve kararlılığa işaret etmektedir. Aynı zamanda uzun kış gecelerine ve aşırı sıcak nedeniyle zor geçen yaz günlerine de bir gönderme söz konusudur.)
986. Anlaşma metninde, hüküm süren Benû Âdiyâ hanedanının zikredilmiş olması, bizce burada söz konusu edilen anlaşma hükümlerinin sadece Teymâ şehrinde değil, onların eli altındaki bütün topraklarda da geçerli olduğunu göstermektedir. İbn Sa’d neşrinde bu hanedanın adı Benû Gâdiyâ olarak geçmektedir ki başka yerlerde bu ada hiç rastlanmamıştır. Ancak diğer kaynaklar bunu açıkça Âdiyâ olarak vermektedirler. [Her iki kelime arasında sadece bir nokta farkı vardır: Âdiyâ ve Ğâdiyâ] Bu anlaşma metninden bir cümle aktaran İbn Manzûr[617] şu açıklamada bulunmaktadır: “Bu, Teymâ ile yapılan barış anlaşmasından alınmıştır.” Buradan, Teymâ’da sadece Benû Âdiyâ hanedanının hâkim olduğu sonucu çıkarılabilir. Üstelik, metinde cizye vergisinin zikredilmesi de anlaşmanın yapıldığı tarihe işaret eder: Bildiğimiz kadarıyla Resulullah (a.s.), gayrı müslimlerle yaptığı anlaşmalara bu cizye şartını ancak H. 9 yılından itibaren koymuştur. H. 7 yılındaki Hayber seferi sırasında da ziraî ürünlerin paylaşımıyla ilgili bir maddeye rastlamaktayız: Ayrıca Makrîzî[618] de açıkça “Tebûk seferi sırasında Teymâlar korkuya kapıldılar” ifadesini kullanmaktadır.
987. Kendi köy ve kasabalarından geçen Müslümanlara yaptıkları ardı arkası kesilmeyen suikast ve saldırılar nedeniyle,[619] Halîfe Ömer, Arabistan’daki Yahudi tebeaları, yine İslâm Devletinin diğer bölgelerine sürgüne yolladı. Bununla beraber İbn’ul-Kayyım’ın ilave ettiğine göre, Teymâ’da ve hattâ Yemen’de oturan Yahudilerden hiç birine dokunulmadı. Ancak bu durum, hiç kuşku yok ki sadece onların, Yemenli Hıristiyanlar örneğinde olduğu gibi, diğer topluluklardan daha iyi davranmalarından kaynaklanmış ve özellikle bu Yemenli Hıristiyanlar Ömer’in emriyle Necrân’dan alınıp Irak bölgesine yerleştirilmişlerdir.[620]
988. Kudretli İslâm Ordusunun Tebûk’e varması üzerine, bütün komşu bölgelerde yaşayan insan toplulukları, ister istemez Resulullah (a.s.)’a boyun eğdiler. Tebûk’ün batısındaki Akabe Körfezi kıyısında, Yahudi balıkçılara ait Maknâ adlı bir köy vardı. O sırada burası içinde hurma bahçeleri ve yün dokuma atölyeleri bulunan bayındır bir vaha idi. Öyle anlaşılıyor ki buradaki huzur ve refah, aynı körfezin daha kuzeyinde bulunan Eyle adındaki büyük liman şehrinde Bizans’a tabi olarak yaşayan Hıristiyan ahalinin hırs ve tamahla gözlerini buraya dikmelerine neden oluyordu. Muhtemelen Heraklius’un emri üzerine Yahudiler aleyhine başlatılan işkence ve eziyetler sırasında, Maknâ ahalisini buradan sürüp çıkardılar. Bu durumda, Maknâ’dan sürülen bu insanların Tebûk seferi sırasında Resûlullah’ın huzuruna çıkmış olmalarına ve onunla, müşterek düşmanları Bizans’a karşı bir dostluk ve karşılıklı yardım anlaşması imzalamış olmalarına hiç şaşmıyoruz. Tebûk’ten hareket eden çok sayıdaki askerî birlikten biri, Eyle limanına girip buranın piskoposuna Resulullah (a.s.)’ın bir mektubunu vermiş ve ondan ya İslâm’a girmesini, ya da cizye vergisi ödemek suretiyle İslâm Devleti’nın tebaası olmayı kabul etmesini istemişti. Bu yazılı ültimatomun sonunda şöyle bir cümle yer almaktaydı:
“O halde, Maknâ ahalisini, tam donanımlı olarak kendi ülkesine gönderiniz” (Biraz yukarıda, Eyle piskoposunun Tebûk’e kadar gelip Resulullah (a.s.) ile bir anlaşma yaptığını belirtmiştik).
İslâm kaynaklarında herhangi bir açıklama bulunmamakla birlikte, Eyle’yi temsil etmek üzere gelmiş bulunan bu heyetin, Tebûk’te İslâm Ordusunu görüp, o güne kadar himayesi altında hayatlarını sürdürdükleri Bizanslı kuvvetlerden de hiç bir ses ve seda çıkmaması karşısında muhakkak dehşete düştüklerini ve ültimatom’da Maknâ ile ilgili bu isteğin kabul edilmiş olduğunu düşünmemiz gerekmektedir. Yine rahatlıkla inanıyorum ki Maknâ’lı Yahudiler, Resulullah (a.s.)’a Eyle üzerine bir harekâtta bulunmasını da tavsiye etmişler ve hatta kuvvetlerin buraya sevk edilmesinde onlara yardım etmişlerdir.
989. Ancak böyle bir sonucu çıkarırken, sadece Resûlullah ile Yahudiler arasında varılan ve az sonra vereceğimiz anlaşma metnindeki muhtevadan değil, aynı zamanda bu anlaşmanın iki ayrı metni arasında göze çarpan büyük farklılıklardan doğan zorluklarla da karşılaşmaktayız. Ayrıca, elimize son zamanlarda yayınlanan Maknâ ile ilgili yeni bir belge geçmiş olup, bizden önce bu konuyu tartışan yazarlar bundan habersiz idiler. Konunun halledilmesi gerçekten zordur, zira kaynaklarımız Maknâ’nın hangi koşullar altında boyun eğdiğine bir açıklık getirememişlerdir; ne tarihi, ne sebebi, ne de tarzı bilinmeyip, söylenebilecek her şey sadece tahmin ve varsayımlara dayanmaktadır.
990. Az önce bahsettiğimiz yeni bulunup yayınlanan belge ile söze başlayalım:
“Nihayet ‘Ubeyd ibn Yâsir ibn Numeyr ve keza Cüzam kabilesinden bir adam, Tebûk’e gelerek İslam’ı kabul ettiler. Resulullah (a.s.) bu iki adama Maknâ’da denizden ve hurmalıklardan elde edilen mahsulün dörtte birini ve yine eğrilen yünün dörtte birini bağışladı ve ‘Ubeyd ibn Yâsir’e yüz örme giysi, yani manto bağışladı. Çünkü o atlı, Cüzamlılar ise yaya idiler. Sonra her ikisi de Maknâ’ya geldiler. Burada onun atıyla ilgilenen Yahudiler bulunuyordu. Ve o (?) ona (?) atının (?) altmış balyasını bağışladı. Ve ‘Ubeyd, Resulullah (a.s.)’a Murâvih cinsi, yarış kazandığını söylediği saf kan bir at hediye etti. Resulullah (a.s.) Tebûk’te bir at yarışı düzenledi ve o at, yarışı kazandı. Daha sonra Resulullah (a.s.) bu atı Mikdâd ibn ‘Amr’e hediye etti.”[621]
991. Görüldüğü gibi, muhtemelen bir tek elyazmasına dayanarak yayınlanan bu metnin bazı bölümleri karışık ve müphemdir. Muhtemelen 60 balya yaya olan Cuzâmlılara bağışlanmıştı –ki bu balyalardan 100’ü Ubeyd’in süvari birliğine aitti- ve bu balyalar at üzerinde nakledilmişlerdi. Ancak bizim en çok dikkatimizi çeken, Resulullah (a.s.)’ın Maknâ’da elde edilen mahsullerin dörtte birini bu komşu kabilelerden iki başkana bağışladığını belirten metnin gayet açık ve anlaşılır olmasıdır. Acaba Maknâ şehri eski Yahudi sakinleriyle bütünleşmek suretiyle zaten boyun eğmiş miydi, yoksa bu bağış in eventum (belli bir olayın gerçekleşmesine bağlı) bir armağan mıydı? (Resulullah’ın konu ile ilgili şu talimatına bakınız: “Maknâ’yı benim adıma fethediniz ve hem masraflarınıza karşılık ve hem de bir ödül olarak dörtte birini alınız”). İşin ilginç yanı, Maknâlılarla imzalanan ve aşağıdaki sayfalarda verdiğimiz anlaşma metninde, gerçekten de hurma, balık ve dokuma mahsullerinin dörtte birinin İslâm Devletine teslim edileceği belirtilmektedir.
992. Anlaşma metniyle ilgili en eski kaynak, İbn Sa’d’ın eseridir; ancak elimizdeki, bu yazardan kısa bir müddet sonra yaşamış ve İslâm Halifeliğinin resmî yazışma ve arşiv dairesinde görevli Belâzurî tarafından da nakledilen bir metin daha vardır. Bu zat, eserinde söz konusu belgeyi şehrin yerlilerinin elinde görüp orijinal metni kendi eserine aktardığını ifade etmektedir. İki farklı yoldan nakledilen bu belgedeki metin farklılıklarını okuyuculara daha iyi gösterebilmek için yan yana sütunlar halinde vermeyi uygun gördük. Çizgili yerler (-) her iki kaynakta da metnin aynı olduğuna, üç nokta (…) ile gösterilen yerler ise, eksik cümlelere işaret etmektedir. Şimdi her iki metni birlikte görelim:
Benû Cenbe’lere (diğer bir yazmada Benû Hayne’lere) ve Maknâ ahalisine: Şehrinize dönmekte olan sizin temsilci heyetinizi kabul ettim.
Mektubum size varır varmaz siz emniyet ve selâmet içinde olacaksınız. Allah’ın himayesi ve Resulünün koruması sizlere tanınmış olacaktır.
Ve onun Resulü, sizin yaptığınız bütün kötülük ve kusurları bağışlıyor; ve Allah’ın himayesi ve Resulünün koruması sizlere tanınmış olacaktır
Size ne bir tecavüz, ne de bir zulüm uygulanacaktır.
Ve Allah’ın Elçisi bunlara karşı hem kendisinin hem de sizin savunucunuzdur.
Resulullah’ın ya da onun görevlendirdiği bir başka elçinin muaf tuttukları dışında, dokumalarınız, elinizin altında bulunan köleler, binek hayvanlarınız ve silâhlarınız Resulullah’a aittir. Ayrıca, hurmalıklardan elde ettiklerinizin dörtte biri, küçük sandallarla tuttuğunuz balıkların dörtte biri ve kadınlarınızın dokuduklarının dörtte birini ödemekle yükümlüsünüz.
Bundan sonra her türlü cizye ve angarya vergisinden muafsınız.
Buna göre, eğer kulak verip itaat ederseniz, Resulullah da sizin aranızdan şerefli kimseleri onurlandıracak ve aranızda suç işlemiş olan kimseleri bağışlayacaktır.
Şimdi ben, müminlerin ve müslümanların yararına şunu ilâve ederim: Kim Maknâ ahalisine iyi muamele gösterirse bu onun lehine, kim onlara kötü davranırsa bu da onun aleyhine bir durum doğuracaktır.
Üzerinizde Başkan olarak kendi aranızdan veya Resûlullah’ın hemen yakınında bulunanlardan (ehl) seçilmiş birine sahip olacaksınız.
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Benû Habîbe’lere:
Selâmet içinde olunuz. Bana sizin kendi şehrinize döneceğiniz vahy edildi.
Ve Allah’ın Resulü sizin kusurlarınızı, güttüğünüz bütün kan davalarınızı affetmiştir.
Şehrinizde Resulullah’tan yahut Resulullah’ın gönderdiği elçiden başka hiçbir kimseye (idareye) katılma hakkı tanımayacaksınız.
Ve hiçbir tecavüzde bulunulmayacaktır.
O kendisini korur.
köleleriniz
Bundan sonra muafsınız ve Resulullah sizi her türlü cizye ve angarya vergisinden bağışık tutuyor.
Müslümanlardan kim olursa olsun (herkes), Benû Habîbelere ve Maknâlılara iyi muamele gösterilmesini sağlayıp bu tavsiyede bulunacaktır.
Aile üyeleri(ehli beyt) ‘Alî ibn Ebû (aynen böyle) Tâlib tarafından H. 9 yılında yazılmıştır.
993. Ancak hiçbir tarihçi, Maknâlıların Resûlullah ile bir çatışmaya girdiklerini beyan etmemektedir. - Gerçekten de otuz bin askeriyle Tebûk’e gelmiş olan İslâm Ordusu’na nasıl karşı gelebileceklerdi?- Bununla birlikte, Maknâlılar, imzalandığı öne sürülen bu anlaşma metnine göre, Resûlullah’a silâhlarını, kölelerini, hayvan sürülerini ve dokudukları kumaşları, ayrıca çıkardıkları ziraî mahsullerin, ürettikleri sınaî malların, sandala binerek tuttukları balıkların dörtte birini ödemek zorunda kaldılar. Buna karşılık, baş vergisi şeklindeki bütün angaryalardan ve keza, haraç ya da imece vergisi denebilecek suhre vergisinden de muaf tutuldular. (Sanki bu vergi Resulullah (a.s.) zamanında mevcuttu! Belki de bununla kastedilen, Bizans hâkimiyeti altında iken onlar tarafından konulmuş ve suhre (angarya) adı altında boğaz tokluğuna çalıştırmak olan bir uygulamadır); Kendilerini suçlu duruma düşüren bütün kusurlu hareketleri bağışlanarak tatlıya bağlanmaktadır. Resulullah (a.s.) bu yazı ile onların asil ve soylularını onurlandırarak suçlarını bağışlamaktadır. Başkanları ise, ya onlar arasından ya da sadece Resûlullah’ın yakınları arasından seçilecektir (bu madde sadece İbn Sa’d’in naklettiği metinde yer almaktadır). M. 845’de vefat eden İbn Sa’d’den kısa bir süre sonra, Belazurî (öl. 892), bu anlaşma metnini (kırmızı deri üzerindeki yazıları neredeyse kaybolmaya yüz tutan) asıl belgeyi bizzat görmek suretiyle kopya eden bir Mısırlıdan elde ettiğini söylemektedir. Belazurî’nin alıntı yaptığı bu nüsha bir takım önemli ekler ve katıştırmalar taşımaktadır: Heyet mensuplarının sıradan bir şekilde karşılandıktan sonra şehirlerine dönüşleri, vahye dayanan bir öngörüye dönüştürülmektedir; dökülen bütün kanlar bağışlanmaktadır; Resulullah ya da onun temsilcisi, yönetim ya da mülkiyette kasabalarının ortağı yapılmaktadır (Ne büyük bir şeref!). “Resulullah’ın veya onun gönderdiği elçinin istisna kıldıkları dışında” silâhların teslim edileceği kuralı getirilmektedir. Şehrin valisi olarak “Resulullah’ın hemen yakınında bulunan kimselerden biri” ifadesi, Belazurî’nin metninde “Resulullah’ın Ehli Beytinden bir kimse”ye dönüşmüştür. (Bu durum, özellikle Şiîlerin gözünde büyük bir şeref demektir); Metni yazan kâtip olarak (Şiî’lerce çok özel bir hürmet ve yüceltmeye tabi tutulan) Ali’nin adının verilmesinde aynı düşünce yatmaktadır; Nihayet belgenin 9. yıl olarak tarihlendirilmesi kesinlikle kabul edilemez; zira Resûlullah’ın sağlığında Hicret olayının tarih ve takvim başlangıcı olarak kullanılmasına henüz başlanmamıştı; Bu uygulamaya ancak Ömer’in Halifeliği ile birlikte, yani H. 16 yılından itibaren geçilmiştir.
994. Bu konuda kesin bir yargıya varmadan önce, aynı anlaşmanın bir üçüncü nüshası üzerinde de duralım. Bu belge, şimdi İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nde muhafaza edilen ve Kahire Kenizesi’nden alınıp götürülmüş bir Yahudi elyazması içinde bulunuyordu. Arapça olan metnin yanında ibranca çevirisi de bulunmaktadır. Birçok imlâ ve gramer yanlışlarıyla dolu bu uzun vesikanın[622] tam bir tercümesini vermek yerine, İbn Sa’d ve Belazurî’ye ait en eski nakillerde görülen ana konularla yetineceğiz:
Kenize’deki bu yazı, Maknâ ahalisinin yanı sıra Hayberlilere ve onların soyundan gelenlere, Kıyamet kopuncaya kadar hükümleri devam etmek üzere gönderilmiştir.
Yapılan bir takım bağışların gerçek nedeni olarak, Resulullah (AS’ın Hayberli Safîye ile nikâhlanması gösterilmektedir.
Söz konusu Yahudiler, ne silâhlarını, ne kölelerini, ne paralarını ve ne de hayvan sürülerini teslim edeceklerdir. Bu konuda bir ayrıcalık tanınmamıştır. Tüm bu sayılanların onların elinde kalacağı açıkça belirtilmiştir.
Zaman sırası tutarsızlıkları (anakronizm) arasında, her çeşit vergiden (rüsum) muafiyet, Yahudilere özgü ayırıcı bir takım elbiselerin giyilmesi, alâmetlerin takınılması gibi istisnalar gösterilebilir. Aksine, kıymetli elbiseler giyilmesi, her çeşit silâh takınılması ve ata binme imkânı açıkça belirtilmektedir.
Bir Yahudinin kasıtlı olarak bir Müslümanı öldürmesi halinde, Müsİümanlarla eşit hukukî işleme tâbi tutulması.
Öteki gayrı müslim tebaalara karşı Yahudilere öncelik tanınması..
Mescitlere girebilmeleri; mal ve hayvan kervanlarını ana yollardan geçirebilme imkânı (Burada şunu hatırlatalım ki burada henüz hiç bir Müslümanın oturmadığı, tamamen yeni fethedilmiş yerler söz konusuydu. Bu gibi bölgelerde mescitlerin olmayacağı bellidir).
İçlerinden biri İslâm’ı kabul ettiği takdirde Resulullah (a.s.)’ın aile fertleri arasına karışması.
Burada büyük bir dil hatası yapılmıştır; şöyle ki: “Kim bu anlaşma hükümlerine uymazsa, ben (Muhammed), Allah’ın huzurunda onun şefaatinin ve himayesinin dışında olacağım.” Burada söylenmek istenen sadece şudur: “Böyle biri, benim himâyemden ve şefaatimden mahrum olacaktır.”
Bu belge 3 Ramazan Hicrî 5 tarihini taşımaktadır (Oysa Maknâ’nın fethi H. 9 yılına rastlar).
Son olarak şunu ifade edelim ki belgede şahit yerinde görülen üç isim de Şiîler nezdinde velî sayılan sahabelerdir: yani, ‘Ammâr, Selmân ve Ebû Zer.
995. Bu belgenin sahte ve uydurma olduğu hakkında daha fazla bir şey söylemeye gerek yoktur sanırız. Oysa Hirschfeld ve Leszynsky[623] gibi Yahudi bilginler, bu belgenin tam bir sıhhat ve doğruluk içinde olduğunu göstermek için bütün hüner ve marifetlerini ortaya dökmüşlerdir. Sperber ise, bu belgenin sahte ve uydurma olduğunu ileri sürmüş,[624] ayrıca bunun, Belazurî’deki rivayetten yola çıkılarak uydurulduğuna işaret etmiştir ki esasen kendisi bu belgenin de doğruluğunu kabul etmemekte, ancak İbn Sa’d’ın rivayet ettiği belgenin doğruluğunu kabul etmektedir. Yazar, bizim değindiğimiz zaman sırasındaki tutarsızlıklar (anakronizm) ve istisnaî hükümlerle ilgili noktaları ise hiç tartışma konusu yapmaz..
996. Biz ise okuyucunun dikkatini silâhlar, dokuma kumaşların, vb. eşyanın teslimi ile ilgili maddelere çekeceğiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Resulullah (a.s.)’ın H. 7 yılında Hayber’i fethetmesinin ardından buradaki Yahudilere önerdiği hükümler burada da yer almaktadır. Daha sonra Resulullah (a.s.) kendilerine Hayber bölgesinde, ancak İslâm Hükümetinin uygun görüp izin verdiği sürece oturabileceklerine dair bir izin çıkarmıştır. İşte bu şartlı izine dayanarak, -sadece- Hayber ahalisi, Ömer’in Halifeliği zamanında Suriye taraflarına hicret ve iskân ettirilmiştir. Çünkü bunlar, bize göre, Hayberlilerin Resulullah (a.s.)’la yaptıkları anlaşma haberini sızdırarak bu olayı Maknâ Yahudilerine de duyurmuşlardır. Halife Harun Reşîd 807 yılında çıkardığı bir ferman ile gayrı müslimleri bir takım haklardan mahrum edip yetkilerini ellerinden alınca, muhtemelen buradaki Yahudiler, İbn Sa’d’ın (öl. 845) eserine iktibas ettiği anlaşma metnini uydurmuşlardır. Daha sonra işbaşına gelen Halife Mütevekkil, 850 ve 854 yılında, Yahudilere karşı aldığı bir çok diğer önlemin yanı sıra, gayet sert fermanlar çıkardığı zaman,[625] yine bu Yahudiler Belazurî’de kayıtlı olan sözde anlaşma metnini uydurmayı akıl etmiş olabilirler. Bir başka ihtimale göre ise, dengesiz bir kişiliğe sahip olan Fatımî hükümdarı el-Hâkim’in (996-1021) yaptığı eziyet ve zulüm hareketleri, bu kez Kahire Kenizesi’nden kaynaklanan sözde anlaşma metninin uydurulup ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu uydurmanın asıl hedef ve gayesi ise, bağnaz tutumlardan kaynaklanan duyguları ortadan kaldırmak ve böylece Şiî’lerin Mısır’da kalkıştıkları zulüm ve işkence hareketlerini önlemekti.[626]
997. Daha sonraki dönemlerde bu belgenin başına gelen tuhaf olaylarla ilgili birkaç söz daha söyleyelim.
998. M. XIV. Yüzyılda İran’ın Kazvîn bölgesinde Benû Zâkân adında, Arap asıllı bir kabile bulunuyordu (Ünlü şâir ‘Ubeyd Zâkânî bunlardandır). Hamdullah Mustevfî’nin 730/1330 M. Yılında yazdığı Te’rih Güzide adlı eser, Kazvîn’de oturan kabilelerin çoğunun Arap asıllı olduğunu belirterek (bk. s. 843) ve şöyle söylemektedir (bk.s.845-6):
999. “Zâkânîler, kökleri itibariyle Benû Hafâce Araplarının soyundan gelmektedir. Bunların elinde bizzat Ali’nin kendi elinden çıkmış Resûlullah’a ait bir ferman bulunmaktaydı ki metni şöyledir:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Benim huzurumda İslâm’ı kabul etmelerinden sonra Resûlullah Muhammed’in Benû Zâkânlara yazdığı yazıdır. Ben size kendisinden başka bir tanrı bulunmayan Allah’ın övgülerini gönderiyorum. Sizin tekrar ülkenize, sığınaklarınıza ve evlerinize döneceğiniz bana vahy edildi. Allah’a ve Resulüne olan yakınlığınız nedeniyle size hiç bir kötülük dokunmayacaktır. O (Resûlullah), sizin suçlarınızı ve kusurlarınızı bağışlayacaktır. Resûlullah ona(?), bizzat kendisine verdiği aynı yetenek ve imkânı verecektir. Onun Resulünün himaye ve koruması sizin üzerinizedir. Gerçekten Allah sizin kusurlarınızı sizler mümin kimseler olduğunuz ve (nas’sı) kabul ettiğiniz için, affetti ve yakarışlarınıza kulak verdi. Size tanınmış olan hiçbir hak, sizler Allah’ın Resulünü dinleyip ona itaat ettiğiniz sürece yürürlükten kaldırılmayacaktır. Sizler otuz adet zırhlı gömlek ve kırk adet deve ödünç vermekle mükellefsiniz. Resulullah Yemen’i fethettiğinde bu ödünçler sizlere geri verilecektir. Buna karşılık sizler, kendi canlarınız, mallarınız ve çocuklarınız için Allah’ın ve O’nun Resulünün himayesine nail olacaksınız. Sizler cizye vergisine ya da angaryaya tabi tutulmayacaksınız. Doğru bildiğiniz yolda aranızda yardımlaşınız, zaten doğru olan da budur.
Onlara kim iyi davranırsa, hayırlı bir iş yapmanın sevabına kavuşacaktır; kim onlara eziyet ederse kötü bir iş yapmanın getireceği şerefsizliğe uğrayacaktır. Kadın-erkek her mümin, kadın-erkek her Müslüman, bu yazıda yer alan hükümleri yerine getirmekle yükümlüdür... (Daha sonra, yayınlanan metinde hiç anlamı olmayan şöyle bir cümle yer almaktadır: “O kadının ağladığı yerde, size bırakıldı ve bu yazıda bu ikisinden başka”).
Şahitlik edenler: Ömer ibn’ul-Hattâb, Ebû Bekir es-Sıddîk, Selmân el-Fârisî, Sakîf’li el-Muğîre ibn Şu’be, Cerîr ibn Abdillah el-Becîlî ve Mâlik ibn ‘Avf.
Ali ibn Ebî Tâlib tarafından 7 Muharrem’de yazılmıştır,
Mühür ( el-Vesâ’ik adlı kitabımdaki Ek VI’ya bakınız)
1000. Oysa ne Benû Zâkân ve ne de Benû Hafâce kabileleri, Muhammed (a.s.)’ın hayat hikayesiyle ilgili eserlerde hiç geçmezler. Aslında İbn Hişâm’da[627] Hafâce adlı birinden şu sözlerle bahsedilir: Rivayete göre, Resulullah (a.s.)’ın sahabelerinden Sa’d ibn Mu’âz’a ok atan kimsenin adı Hafâce ibn Âsım ibn Hibbân olarak verilmekte ve daha sonra bir daha kendisinden hiç bahsedilmemektedir. Bununla birlikte, Samhudi’de (II. bs., s. 1193-94) yer alan müphem kayda göre, Medine’nin güney banliyösündeki Zu’l-Huleyfe’de bulunan içme suyunun mülkiyeti, Benû Cuşem ve Benû Hafâce arasında paylaşılmış durumdaydı. Yukarıda zikredilen mektup metni, içinde Arapça metinlerin de bulunduğu Farsça yazılmış bir eserden alınmıştır. Ancak metin çok sayıda müstensih hatasıyla doludur ve klasik Sîret yazarlarınca hiç bilinmemektedir. Farsça yazılan bu eser, belirtildiği gibi yedi yüzyıl sonra kaleme alınmıştır. Eserde geçen Arapça mektup metni, oldukça belirgin bir biçimde, Maknâ Yahudileriyle imzalandığı iddia edilen anlaşma metnine benzerlik arz etmekte, ayrıca zırhlı gömlek ve develerin ödünç verilmesiyle ilgili cümle, Necrânlı Hıristiyanlarla varılan anlaşma metninde de yer almaktadır.[628] Gerçekte hiç değişmeyen bir uygulamaya göre, Muhammed (a.s.), bu tip silâhları sadece gayrı müslimlerden almıştı. Müslüman olan kimselerin silâhları zaten İslâm lehine kazanılmış durumdaydı. Belgede belirtildiği gibi, şayet Benû Zâkân İslâm’ı kabul etmişse, onların silâhlarının ödünç olarak alınması hâdiselerin gerçek yüzüne uygun düşmemektedir. Benû Zâkân ahalisinin eskiden oturdukları yerlere döneceğinin vahye dayanılarak mucizevî bir biçimde haber verilişi, Maknâ Yahudileriyle varılan anlaşma metninde de görülmektedir; ancak Benû Zâkân’ın döneceği yerler mağara olarak gösterilmektedir. İnsanların bir mağarada oturması için onların dinlerinden dolayı eziyet ve işkenceye tabi tutulmaları gerekirdi. Bu ise Arabistan’da pek bilinen bir şey değildir. Acaba buradaki mağara kelimesi ile, son zamanlarda meşhur hale gelen Mağâriyye (Essen’li, mağarada oturan) adlı Yahudi mezhebine göndermede mi bulunulmaktadır?[629] Burada hemen hatırlatalım ki, son zamanlarda Filistin’deki Ölü Deniz yakınlarındaki mağaralarda bulunan bazı el yazması metinlerin muhtevasına bakacak olursak, bu Mağâriyye Yahudileri, diğer Yahudilerden ayrı inanış ve yaşayış özelliklerine sahiptiler. Tomar halindeki bu el yazmaları incelendiğinde, bunlarda verilen bilgilerin, halen Yahudi ve Hıristiyan topluluklar arasında okunan resmî dîn kitaplarına aykırı düştüğü görülür. Doğubilimci Profesör Kahle bu mağarayı, yine Ölü Deniz kıyılarında bulunan ve el yazması eski Tevrat metinlerinin bulunduğu mağara ile aynı saymaktadır.
1001. Öte yandan, bu mektubun muhatapları şayet İslâm’ı kabul etmiş kimseler idiyse, imece vergisinden muaf tutulmaları onların Müslüman olmadıkları anlamına gelir ki bu çok tuhaf bir şey olur. Zira Benû Zâkân örneğinde olduğu gibi, İslâmî bir hükümet kural gereği Müslümanlar üzerine herhangi bir imece vergisi yükleyemez ki, onları da bundan muaf tutmuş olsun. Ayrıca, bildiğimiz kadarıyla Resulullah (a.s.) zamanında imece (suhre) uygulaması yoktu. “7 Muharrem” tarihinin ise hangi yıla ait olduğu belirsizdir. Hemen ifade edelim ki Resulullah (a.s.)’ın Hayber Yahudileri üzerine düzenlediği sefer (H. 7 yılının) Muharrem ayının başlarına rastlamıştı. Belgedeki Arapça’ya gelince bu, taşıdığı dil özellikleri bakımından insanı tatmin etmemekte ve sanki bir yabancı kalem kokusu hissedilmektedir.[630]
1002. Bunlar, her birinde sadece yüz kadar insanın yaşadığı iki ayrı köydür. Elimizdeki bazı verilere göre bunlar Yahudi idiler ve aynı zamanda Eyle’ye tâbi olarak yaşıyorlardı. Makrîzî’ye göre1331 bu iki köyün temsilcileri, Eyle piskoposu Tebûk’te Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıktığında kendisine eşlik etmekteydiler. Buradan hareketle, bu üç mahallin birbirine komşu oldukları sonucu çıkarılabilir (Bugün Ma’ân’ın biraz ötesinde Ezruh adını taşıyan bir demiryolu istasyonu vardır). Her iki köy de Resulullah (a.s.)’tan yılda ortalama 100 dinar karşılığında onun yazılı teminat ve himâyesini almıştı.[631] Ezruh’a gönderilen yazıdaki şu cümle oldukça karanlıktır:
“Allah, Müslümanlara karşı ve Müslümanlar arasından, cezalandırılacakları ve tehlikeye düşecekleri korkusuyla onların yanına sığınacak kimselere karşı gösterecekleri iyi tutum ve davranışların kefilidir. Ve onlar (Ezruh ahalisi), Muhammed yola koyulmadan önce kendilerini haberdar edinceye kadar emniyet içinde olacaklardır.”
Bu durumda bu köyün, istilâcıların sığınacakları bir yer, eziyet görmüş Müslümanların kolayca girebilecekleri bir merkez olması gerekirdi (Ma’ân valisinin ölüme mahkûm edilmesini göz önünde bulundurursak, o devirde onlar Bizans İmparatorluğu içinde de aynı sıkıntıları çekiyorlardı).[632]
1003. Tâ’if’te[633] aralarında şâir Umeyye ibn Ebî’s-Salt’ın da bulunduğu çok sayıda Yahudi bulunmaktaydı.[634] Bu şehirdeki İsrâil Oğulları hakkında hiç bir bilgiye sahip olmamakla birlikte, bu bölgenin iktisadî hayatı üzerinde bunların önemli bir etkileri olduğundan bahsetmek mümkündür. Tâ’if şehri H. 9 yılında İslam’a katılmıştı. Elimizdeki belgeler, buradaki Yahudiler konusuna açıkça değinmemektedirler Fakat Tâ’iflilerle yapılan anlaşma metninin 13. maddesi, muhtemelen Yahudilerle ilgilidir:
“Sakîflilerin bütün müttefikleri ve tüccarları, Sakîf’lilere gösterilenle aynı muameleye tâbi tutulacaklardır.”
(Bu konu ile ilgili olarak Tâif şehri ve Sakîf’lilerle ilgili bölümlere bakınız; § 822.) Aynı şekilde faizle ödünç alma hakkındaki maddeler de Yahudileri ilgilendirmektedir; en azından, daha çok onların durumunu yansıtan bir hükümdür. Geçmiş ve gelecek bütün faizlerin ortadan kaldırılması, normal ya da mâkul ölçüler dışında büyük bir etki ve nüfuza sahip olan bir avuç kapitalistin cesaretini herhalde kırmış olmalıdır.[635]
1004. Yemen, Bahreyn ve ‘Uman’da da Yahudiler vardı. Bu bölgelerin İslâmlaşması sırasında onlar, gayrı müslim yurttaşların tâbi olduğu hukukî statüye girmişlerdir.
1005. ‘Umân’da özellikle de el-Mazûn limanında geçimini denizcilikten sağlayan birçok Yahudi bulunuyordu. Bahreyn vâlisinin (Münzir ibn Sâvâ) sorduğu bir soruya karşılık gönderdiği cevabî yazısında Resûlullah:
“Dinlerini terk etmek istemeyen Yahudiler” için mükemmel bir dini hoşgörü vaat etmişti (bk. daha yukarıda “Bahreyn” Bölümü).
1006. Tarihçi İbn Habîb’in naklettiğine göre,[636] Resulullah (a.s.), Cerîr ibn Abdillah el-Becîlî’yi, Yemenli başkanlar Zu’1-Kalâ’ve Zû ‘Amr nezdinde kendilerini İslam’a davet etmek üzere acele olarak göndermişti. Üstelik Zû ‘Amr Yahudi idi; Gelen elçiye şöyle söyledi:
“Eğer seni gönderen kimse doğru söylüyorsa onun tam bugün ölmesi gerekir; zîra bizim Kitaplarımızda son Peygamberin şu şu tarihte öleceği yazılıdır.”
Yazarımız İbn Habîb, Zû ‘Amr’ın söylediği bu tarihin bir kenara kaydedildiğini ve gerçekten de bir süre geçtikten sonra, Muhammed (a.s.)’ın vefat ettiği haberinin bölgeye ulaştığını, ayrıca her iki Yemenli başkanın da İslam’a geçtiklerini eklemektedir.[637]
1007. Tevrat ve İsrail Oğullarıyla ilgili tarihi eserlerde, sadece Musa peygamberden sonra gelmiş Yahudi krallarından bahsedilir. Kur’ân’da yer alan şu âyetler (bkz. 5/20-21) bizce zikredilmeye değer:
“Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: ‘— Ey kavmim! Allah’ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zîra o, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı... Ey kavmim! Allah’ın size (vatan olarak) yazdığı kutsal toprağa girin...”
Bu âyetlerde, Mısır’dan “Çıkış” sonrasında Musa Peygamberin Sina Yarımadasında İsraillilerin hükümdarı olduğu döneme işaret edilmektedir. Kur’ân’ın aynı sûresi, gayrı müslim tebaaya tanınan özerklikle ilgili kuralları düzenlemektedir. Bu âyette Yahudilerle ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
“Gerçekten de biz içinde doğruya rehberlik ve nur bulunan Tevrat’ı indirdik. Kendilerini (Allah’a) vermiş peygamberler onunla Yahudilere hükmederlerdi. Allah’ın Kitab’ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zahitler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) tanık idiler. Şu halde (Ey Yahudiler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide: 5/44)
1008. Daha sonraki ayette ise Kur’ân, Tevrat’ın Levililerle ilgili Yahudi yasalarında ifadesini bulan (24/17, 19/20, 25/18) kısas konusuna değinmektedir
1009. Bu hukukî ve kültürel özerklik, yaşanan bir realite olarak kaldı. Birçok olay bize bunu kanıtlamaktadır. Kimi durumlarda ise Yahudiler kendi aralarında çıkan ihtilâfları çözmesi için Resulullah (a.s.)’a başvurmuşlar, o da Benû Kurayza ile Benû’n-Nadîr arasında çıkan adam öldürme olayında olduğu gibi Yahudi yasalarını uygulamıştır. Bir başka sefer ise, Resûlullah’a, her iki tarafın da Yahudi olduğu bir zina olayında hüküm vermesi için müracaat olunmuştur. Resûlullah onlara, bu konuda kendi yasalarının neyi emrettiğini sormuş, onlar da suçluların suratlarını kara boya ile boyamak ve her ikisini de sokaklarda alenen dolaştırıp teşhir etmek olduğunu söylemişlerdir. Muhammed (a.s.) onlara inanmayarak Tevrat’ı getirtmiş ve ilgili bölümü okutmuştur. Daha sonra kitapta okunan hüküm doğrultusunda her ikisinin de recm edilmesini (taşlanarak öldürülmesini) emretmiştir.[638] Şurası dikkati çekicidir ki, elimizdeki Tevrat’ın ilk beş kitabında (Pentatök) (bk. Levililer, 20:10-11; ayrıca bakınız 19: 20, 21: 9; Tesniye, 22: 21 ve 24), Yuhanna İncili’ndeki hükmün aynısı yer almaktadır (bk. 8: 3-5).
“Yazıcılar ve Ferisi’ler zina (yaparken) yakalanmış bir kadın getirip ortaya atarak, İsa’ya şöyle dediler: Efendim! Bu kadın zina yaparken suçüstü yakalandı. Musa, kendi şeriatında bize bu gibilerin taşlanmasını emretmişti; sen ne buyurursun?”
Bu yasa ile ilgili bir başka kanıtı ise Journal Asiatique dergisinde Dr. B.R. Sanguinetti tarafından çevrilip yayınlanan Les préceptes de l’Ancien Testament” adlı makalede yer alan Arapça metinde görmek mümkündür.[639]
1010. Taraflardan sadece birinin Yahudi olması halinde, öyle anlaşılıyor ki suçlamaya maruz kalan davalının tabi olduğu hukuk sistemi Resûlullah tarafından davanın çözümünde kullanılmıştır. Bir Yahudinin, Müslüman bir kadını, başını iki taşın arasında ezerek öldürmesi olayında da böyle olmuş ve Resûlullah, katilin de aynı şekilde, yani başının iki taş arasında ezilerek (kısas) öldürülmesini emretmiştir.[640]
1011. Kur’ân’da çok özel bir hukuki önem taşıyan Yahudi tarihi ile ilgili bir kıssaya göndermede bulunulur. Gerçekten de Kur’ân’daki bu âyetlerde İsrail Oğulları, kendi peygamberleri olan Samuel’in huzuruna girip, kendilerine bir hükümdar seçmesini istemişler ve o da hükümdar (yani Talût) olarak Saül’ü tayin etmiştir:
“Kuşkusuz Allah sizin üzerinize onu seçip gönderdi, ilim ve bedende ona üstünlük verdi.”
Bilindiği gibi Musa Peygamber, cismanî ve ruhanî olmak üzere her iki gücü kendi elinde toplamıştı. Allah’ın bir Peygamberi yanına onunla rekabet edercesine bir de hükümdar getirilmesi, o güne kadar aynı elde toplanmış bu iki iktidarın birbirinden ayrılması sonucuna yol açmıştır. Bu durumda ortaya şöyle bir prensip çıkmaktadır: Şayet bir tek başkan, devletle ilgili bütün fonksiyon ve görevleri yerine getirmekte aciz kalırsa, hiç şüphesiz her biri kendine tahsis edilen alanda ilâhî hukuk düzenini sürdürecek olan bir çok kimse arasında bu otoritenin taksim edilip bölünmesi gayet meşru bir şey olacaktır.
1012. En azından nazil olduğu dönemde, Kur’ân’da İsrailliler aleyhine yer alan itham ve suçlamalar arasında öyle biri vardır ki bu, bir çok tartışmaya yol açmıştır. Kur’an’da şöyle denilmektedir:
“Yahudiler ‘Uzeyr, Allah’ın Oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da Mesih (İsâ) Allah’ın Oğludur’ dediler.”[641]
Kur’ân’ı Fransızcaya tercüme eden doğubilimci Blachère bu âyeti açıklarken[642], Hell’e atıfta bulunarak, “şayet Uzeyr Esdras’la aynı kişi ise, Esdras’ın IV. Kitabının başlığı altında verilen ve Milâdî birinci yüzyıldaki Apocalyps’e çağrışım yapılmaktadır” demektedir.
1013. Ancak burada Tevrat’ın Tekvin Kitabında “Allah’ın oğulları” ifadesinin geçtiği bir bölümü (6/2) hatıra getirmek de mümkündür. Zira, Yahudi hahamlarının dediklerine göre, bu “Oğullar” bazen “Uzael” olarak da anılmaktadır. Blachère, bu “Uzael” adının Arapça’da Uzeyr’e dönüştüğünü ifade etmektedir.[643]
1014. Nihayet, bilgi vermek amacıyla, 1956 yılında Harran’da bir çivi yazısı kitabenin ortaya çıkartıldığını ekleyelim. Bu kitabede, kıral Nabuna’id’in (Nabonidus, M.Ö. 556-539) Arabistan’a bir yolculuk yaptığı ve Teymâ’da “Babil gibi bir şehir” inşâ ettirdiği sırada Hayber, Fedek, vb. yerlerden geçerek Yesrib’i ziyaret ettiği belirtilmektedir. Bu, Medine şehriyle ilgili elimizdeki en eski tarihî kayıttır. [644]
1015. İslâm’ın beşiği durumundaki Mekke’de bir zamanlar putperest bir inanç sistemi egemendi. Hıristiyanlara burada pek az rastlanırdı. Asıl eğitimini muhtemelen Suriye’de “papazların yanında” tamamlamış olan ve anlaşıldığına göre Arapça yazılmış bazı İncil el yazmalarına da sahip bulunan Varaka ibn Nevfel dışında, buradaki Hıristiyanların hepsi köle idi.[645]
1016. İbn İshâk tarafından nakledilen oldukça müphem bir hadise göre, Hicretten önce Mekke’ye yirmi kadar üyeden oluşan bir Hıristiyan heyeti gelerek Resûlullah (a.s.)’ı ziyaret etmişti. Bunlar Kur’ân’dan bazı ayetlerin tilâvetini dinledikten sonra İslâm’ı kabul etmişlerdir. Eldeki bazı verilere göre,[646] gemi tayfası anlamına gelen ve muhtemelen efsanevi yolculukları[647] sebebiyle kendisine Dârî lâkabı verilen Hıristiyan Temîm ed-Dârî de aynı şekilde Hicretten önce İslam’a girmiş ve şayet gerçekleşirse (in eventum) Filistin’de bulunan Habrûn vb. köyleri kendisine tımar olarak bağışlamasını Muhammed (a.s.)’dan rica etmişti.
1017. Medine’de, Ebû Âmir er-Râhib[648] adında, Resûlullah (a.s.)’ın kendisine Fâsık (sefih, ahlâksız) adını verdiği bir Hıristiyan keşiş vardı. Resûlullah’ın buraya Hicret etmesi üzerine Medine’yi terk etmiş ve Mekke’ye yerleşerek, çevresine topladığı bir rivayete göre on beş, başka bir rivayete göre elli kadar adamıyla aktif bir şekilde Uhud savaşına katılmıştı. Belki bu taraftarları da Hıristiyandı.
1018. Bizans, Gassân, Eyle, Dûmet’ul-Cendel ve Tay kabilesi Hıristiyanlarıyla olan ilişkilere daha önce değinmiştik. Hıristiyanların sayıca en çok olduğu tek kabile ise Yemen bölgesindeki Necrân’da yaşayan ve Mazhiclerin alt kolu durumundaki Belhârisler (Benû’l-Hâris ibn Ka’b) idi.[649]
1019. Necrân vadisi bereketli topraklarıyla meşhurdur. Strabon ve Pline adlı tarihçilere göre Roma İmparatoru Aelius Gallus (251-253) bu şehri savaşarak ele geçirmiş ve daha sonra onu yerle bir etmiştir. Meşhur Namâra kitabesinde bu olaydan söz edilmektedir. Kıtalar arası ticaret kervanlarının yolları üzerinde kurulu şehir oldukça zengindi ve gelişmiş bir dokuma ve dericilik sanayiine sahipti. Resûlullah (a.s.) döneminde de dokuma sanayii bu bölgede gelişmişliğini sürdürmekteydi. Yahudi Kralı Zû Nuvâs, Necrânlı Hıristiyanlara çok büyük işkenceler yaparak büyük ateş çukurları açtırmış ve bu insanları diri diri ateşe attırmıştı. Bu olayın acıklı hatırası Kur’ân’da konu edilmiştir (bk. Ashab-ı Uhdûd). Günümüzde buraları ziyaret eden kimselerin verdikleri bilgilere göre, Medinet’ul-Uhdûd (Çukurlar Şehri)’un ve Halife Ömer’in bu Hıristiyanlık şehitleri anısına yaptırdığı mescidin harabeleri ibret verici anıtlar olarak ayaktadır. İbn İshâk da Yahudi hâkimiyetinden sonra Hıristiyanlığın Yemen’e tekrar nasıl geldiğinden ve el-Uhdûd’da yakılarak şehit edilen Hıristiyanlardan uzun uzun bahseder (bk. İbn Hişâm, s. 20 vd.).
1020. İmparator Justinyen’in (527-565) imparatorluk sınırları dahilindeki sapık Hıristiyanlara karşı başlattığı işkence ve zulüm sırasında, çok sayıda Monofizit[650] Hıristiyan Necrân’a sığınmıştı.[651] Ancak çok sonraki dönemlerde Bizans İmparatorları bu bölgede birçok kilise inşâ ettirdiler ve buranın piskoposuna zengin armağanlar sundular (Bu piskopos aslen Kuzey Arabistan’daki Bekr ibn Vâ’il kabilesindendi).[652] Bu duruma bakarak bütün Necrân vadisinin ya da Belhâris’in bütün kollarının Hıristiyanlığı kabul ettiği sanılmamalıdır. Resûlullah (a.s.)’ın Belhâris kabilesinin Müslüman olan çeşitli başkanlarına verdiği birçok fermanda, onları putperest olan yani sapık inançlarından henüz vazgeçmemiş akrabalarıyla ilişkilerini kesmelerini istemesinde bunu açıkça görürüz. Ancak bu fermanlarda Hıristiyan akrabalara bir göndermede bulunulmamaktadır. Dahası, Necrân Hıristiyanları Resûlullah (a.s.) ile bir anlaşma imzalamış olmalarına rağmen, biraz ilerde de göstereceğimiz gibi, Muhammed (a.s.), Allah’ın Kılıcı Hâlid ve Ali’nin komutasında, Hıristiyanlarla barış anlaşması yaptıkları dönemden çok önce ve onlarla hiçbir ilgisi olmayan bir konuda, Belhâris’lere karşı iki askerî sefer düzenlemiştir.
1021. Elimizde Resûlullah (a.s.)’a ait şöyle bir mektup metni bulunmaktadır:
“Muhammed’den Necrân piskoposlarına: İbrahim, İshâk ve Yakûb’un Allah’ının adıyla! Gerçekten ben sizi yaratılmışların dışında bir varlığa, Allah’a kulluk ve ibadette bulunmaya davet ediyorum ve sizi yaratılmışlarla yapılmış olan ittifak anlaşmalarının ötesinde, Allah ile ittifak yapmaya çağırıyorum. Bu durumda, eğer reddedecek olursanız, cizye gelir; cizyeyi de reddedecek olursanız, size savaş ilan ederim. Ve’s-selâm!”
1022. İlâhi Tebliğ konusundaki bu yazışmanın öncesinde neler yaşandığını bilmiyoruz. Zuhrî’nin verdiği bilgiye göre,[653] İslâm Devleti’nin tebaası olarak cizye vergisini ilk ödeyenler Necrânlılar olmuştur. Bilindiği gibi Eyle ahalisi bu hukukî rejime Tebûk seferinin düzenlendiği H. 9 yılı Recep ayında tabi olmuştur. Bu durumda, Necrânlıların, bu tarihten önce söz konusu rejimi kabul etmiş olması gerekir. Yukarıda alıntı yaptığımız mektup da, Necrân’la yapılan barış anlaşmasından önceye ait olmalıdır. O halde bu mektubu H. 8 ila 9 yılları arasına tarihlendirebiliriz. Hatırlatalım ki Bahreynli Yahudiler de aynı şekilde Tebûk seferine çıkmadan önce cizye vergisi ödemeyi kabul etmişlerdi. Durum ne olursa olsun, sonuçta Necrânlı Hıristiyanlar, Midras’larının (okul ve mahkeme) başkanı ve piskoposları durumundaki Ebû Hârise ibn Alkame, onun naibi Abdu’l-Mesîh ve kervan başkanı el-Eylem’in idaresinde altmış kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler. Kaynağımız bu konuda birçok ayrıntılı bilgi verir:[654] Onların giysileri ve develeri Medinelileri çok etkilemişti; öğleden sonra geç saatlerde, Mescid-i Nebevî’de Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıktılar. Daha sonra kendilerine has ibâdetlerini yerine getirmek istediler; bu amaçla Resûlullah (a.s.) dışarı çıkıp Mescid’i onlara bıraktı: “İbâdetleri sırasında doğuya yöneldiler. Bunlar krallarının dini olan Hıristiyanlık inancına sahiptiler, sadece tutum ve davranışlarında biraz farklılık vardı” (metinde geçen ifade aynen böyle). Muhtemelen bazıları Melkî, diğerleri ise başka mezheptendi. Doğal olarak Hıristiyanlık ve İslâmiyet’le ilgili uzun tartışmalar cereyan etti. Ancak, nedendir bilinmez, bu tartışmalara Yahudiler de katıldılar ve bir ara tartışma Hıristiyanlarla Yahudiler arasında kavgaya dönüştü. “O sırada Muhammed (a.s.)’e, Kur’an’ın üçüncü suresinin seksenden fazla âyeti nazil olmuştu.” Gerçekten de bu surenin ilk 89 âyeti, Necrân’lı Hıristiyanlarla Resûlullah (a.s.) arasında cereyan eden tartışmaların canlı bir hatırasını içermektedir: Bu ayetlerde, İslâm dinindeki Hıristiyanlıkla ilgili bütün verileri bulmak mümkündür. Şimdi bu âyetleri çözümleyelim: Sûre, Allah’ın Hayy (Diri) ve Kayyûm (herşeyi elinde bulunduran) olduğunu açıklamakta ve böylece hiç kuşkusuz İsâ’nın Allah olduğu ve buna rağmen çarmıha gerilerek öldürüldüğü yolunda Hıristiyanların beslediği inanca göndermede bulunmaktadır. Ertesi ayette ise, Muhammed (a.s.)’e indirilen Kitab’ın, Pentatök (Tevrat) ve İncil’in tasdik edilmesinden başka bir şey olmadığı, ayrıca Allah’ın Tek ve Mutlak Kudret sahibi olduğu belirtilmektedir. Daha sonra şöyle bir ifade göze çarpar:
“(Ey Resûlüm!) De ki: -Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
De ki: “Allah’a ve Resûlüne itaat edin!” Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.
Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.”(Âl-i İmrân: 3/31-34)
(İmran, Musa Peygamber’in babasıydı.) Bundan sonra Kur’ân İsa’nın annesi Meryem’den, onun doğumundan itibaren İmrân ailesine evlâtlık olarak alındığından ve nihayet İsa’nın mucizevî doğumundan bahseder.
“O, salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak… Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğretecek. O, İsrail Oğullarına bir elçi olacak” (Âl-i İmrân: 3/46-49).
Belki de bu son âyetleri, İsâ’nın çevresindeki yakın arkadaş ve talebelerini (Havâriler), getirdiği dini inancı insanlara anlatıp yaymaları için etrafa gönderirken onlara “sadece İsrail’in evinin (soy ve ailesinin) kaybolmuş koyunlarıyla ilgilenmeleri” (Matta, 10: 6) şeklinde verdiği talimata bir gönderme olarak algılamamız gerekmektedir. Kur’an, bir annesi bile olmayan Âdem ile İsa’yı birbiri ile mukayese etmektedir. Buna göre Adem’in yaradılışı İsâ’nınkinden daha mucizevî, daha harikuladedir ve her iki olay da sadece Allah’ın Mutlak Kuvvet ve Kudret sahibi olduğuna tanıklık eder. Kur’an’ın şu ayetlerinde ileri sürülen tezin son kısmı pek önemlidir:
“Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişip münakaşa edenlere de ki: Geliniz sizler ve bizler de dahil olmak üzere (hepimiz), siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim. Şüphesiz bu (İsa hakkında söylenenler), doğru haberlerdir. Allah’tan başka ilah yoktur. Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. Eğer yine yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları hakkıyla bilendir. De ki: Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlarız! deyiniz.”
1023. Kur’an’da açıkça ortaya konulan bu ültimatom (yalancıların herkes tarafından lanetlenmesi için yapılan bu meydan okuma) üzerine Necrân heyeti kendi aralarında görüşüp istişare etmek üzere huzurdan çekildi. Daha sonra heyettekiler, önerilen bu ciddî metoda karşı bir fikir beyan etmeyip, sadece siyasî bağlılık şeklinde bir barış anlaşması yapmaya karar verdiler. Muhammed (a.s.) de buna razı olarak aşağıda metnini verdiğimiz anlaşmayı kaleme aldırdı. Daha sonra heyet mensupları Muhammed (a.s.)’den, kendi aralarında çıkan parasal ve mali ihtilafları hakem sıfatıyla çözmek üzere bir Müslümanı görevlendirmesini istediler. Resûlullah (a.s.), Ebû ‘Ubeyde’yi bu işle görevlendirdi ve kendisine ihtilâfları daima hukuka uygun bir biçimde halletmesi talimatını verdi. Necrânlılarla varılan anlaşmanın metni şöyledir:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Bu, Resûlullah Muhammed (a.s.) in üzerinde yetkili kılındığı Necrân ahalisi adına, bütün meyve (mahsulleri), bütün sarı ve beyaz (altın ve gümüş para), bütün köleler konusunda yazıp tespit ettiği bir belgedir. Kendisi cömertlik göstererek, bütün bunları, 1.000 tanesi her yılın Recep ayında, diğer 1.000 tanesi ise her yılın Safer ayında teslim edilmek üzere (her biri bir ons [ûkiye] ağırlığında) 2.000 zırhlı elbise karşılığında onlara terk etmiştir. Ayrıca her zırhlı giysi başına bir ons (ûkiye) ağırlığında gümüş de verilecektir (diğer bir okuyuşa göre giysilerin her biri bir ons değerinde olacaktır). Belirlenen vergi (haraç) miktarının üzerinde ya da gümüş miktarından eksik olan kısım, hesaplama sırasında göz önünde bulundurulacaktır. Ayrıca, üzerlerinde taşıdıkları zırhlı giysi ya da at ve binek hayvanı (deve) gibi yanlarında götürdükleri her şey onların hesabına yazılacaktır. Gönderdiğim elçilerin, en çok bir ay (diğer bir okuyuşa göre yirmi gün) süreyle yedirilip içirilmesi ve ihtiyaçlarının sağlanması Necrânlılara aittir. Elçilerimin onların yanında kalma süresi bir ayı geçemez. Yemen’de bir suç işlenmesi ya da bir savaş çıkması halinde, onlar (NecrânIılar), (gönderdiğim elçilere) ödünç olarak 30 zırhlı gömlek, 30 at, 30 deve vereceklerdir. Elçilerime ödünç olarak verilen bu zırhlı gömleklerden, atlardan ve binitlerden diğer temin edilen şeylerden telef olup kaybolanlar, Necrânlılara geri verilmek üzere, bu elçilerimin zimmet ve sorumlulukları altındadır.
Allah’ın himayesi ve Resûlullah Muhammed (a.s.)’ın zimmeti, onların gerek malları, gerek canları ve gerekse dini inançlarını yerine getirmeleri konusunda, hazır bulunanlarını ve bulunmayanlarını, ailelerini, mabetlerini, ve az ya da çok ellerinin altında bulunan her şeyi kapsayacak şekilde, Necrânlılar ve çevresindeki müttefikleri üzerine bir haktır. Hiç bir piskopos kendi dini görev yeri dışına, hiç bir keşiş, içinde yaşadığı manastırından başka bir yere, hiçbir papaz, görevli olduğu kilisenin dışına gönderilmeyecektir. Alınan borç paralar için hiç bir şekilde faiz söz konusu olmayıp, bu tâbi oluştan önceki Câhiliye dönemine ait kan davaları da kaldırılmıştır. Onlar hiçbir şekilde toplanıp bir araya getirilmeyecek ve öşür vergisine tâbi tutulmayacaklardır. Onların toprakları üzerine hiç bir askeri birlik ayak basmayacaktır. İçlerinden biri alacağını talep ettiğinde hakkaniyet ölçüleri içerisinde hareket edilecektir. Onlar ne zulmedenlerden, ne de kendileri zulme uğrayanlardan olacaklardır. Eğer içlerinden biri daha sonra faizli muamelere girecek olursa, benim himayemin dışında kalacaktır. Aralarından hiçbir kimse, bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan sorumlu tutulmayacaktır.
Bu durumda, Necrânlılar iyi davranışlar sergiledikleri, üzerlerine düşen görevleri gereğince yerine getirip hiç bir zulümde bulunmadıkları sürece, Allah’ın bütün kuvvet ve kudretini göstereceği güne kadar, Allah’ın himâyesi ve Resûlullah Muhammed (a.s.)’ın koruyup gözetmesi bu belgenin içerdiği hususlar üzerinde olacaktır.
Tanık olanlar: Ebû Sufyân ibn Harb, Gaylân ibn Amr, Mâlik ibn ‘Avf en-Nasrî, Akra’ ibn Hâbis el-Hanzelî ve el-Muğîre ibn Şu’be. Bu belgedeki hususlar ‘Abdullah ibn Ebî Bekr tarafından yazılmıştır.”[655]
Belâzurî’ye göre, iki yüzyıl kadar sonra Necrânlıların elinde bulunan anlaşma metninin bir nüshasında, katip olarak Ali ibn Ebû (aynen böyle) Tâlib’in adı görülmekteydi. Herhalde bu belge Abdullah tarafından çoğaltılarak Medine’de muhafaza edilmek üzere alıkonulmuştur. Ali tarafından yazılan diğer metin ise, kendilerinde kalması için Necrânlılara verilmiştir. Demek ki, her kopya üzerinde onu yazanın adı bulunmaktadır. Şahitler arasından üç kişinin Tâ’ifli, diğer ikisinden birinin Mekkeli, diğerinin ise Temim kabilesinden olması dikkat çekicidir. İşin içinde Temîmlilerin de bulunması, acaba ekonomik çıkarlar ve faiz yasağı ile açıklanabilir mi?
1025. Görüldüğü gibi, Necrânlılara mükemmel bir dîn ve vicdan özgürlüğü tanınmıştı. İster istemez faizi reddetmek zorunda kaldılar. Ancak, Resûlullah (a.s.) için pek büyük önem taşıyan bu ekonomik reforma onların sonradan karşı çıkmaları nedeniyle, Halife Ömer sonradan bunları Irak’a tehcîr etmiştir. Hıristiyan Necrânlıların sayısı her geçen gün İslâm lehine azalıyordu. Bu nedenle, onlardan alınan elbise vergisi miktarı, önce Halîfe Osman R.A., daha sonra da II. Ömer ve diğerleri tarafından yavaş yavaş azaltıldı. El-Cahşiyâri, Harun er-Reşîd zamanında yılda sadece iki yüz elbise mükellefi kalmış olduğunu söylemektedir.[656]
1026/1. Resulullah (a.s.)’ın piskoposlar ile diğer Necrânlı Hıristiyan ahaliye hitaben gönderdiği bir mektup daha vardır:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den piskopos Ebû’l-Hâris’e, Necrân’ın diğer piskoposlarına, onların papazlarına, onların yolundan gidenlere ve onların keşişlerine: Az ya da çok, ellerinin altında bulunan her şey, kiliseleri ve manastırları kendilerine aittir. Allah’ın ve Resulünün zimmeti de aynı şekilde (onlar üzerinedir). Hiçbir piskopos, piskoposluk görevini yaptığı yerden, hiç bir keşiş kendi manastırından ve hiçbir papaz de kendi kilisesinden alınıp bir başka yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku, ne de alışageldikleri örf ve âdetleri bir değişikliğe tâbi tutulacaktır. Samimi davranıp kendilerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirdikleri sürece, Allah’ın ve Resulünün zimmeti bunlar üzerine olacaktır.Ne kendileri zulme uğrayacaklar, ne de kendileri başkalarına zulmedeceklerdir. El-Muğîre tarafından yazılmıştır.”
1026/2. Bu olayın devamı niteliğinde İbn Sa’d’de (1/2, s. 85) yer alan şu anlatım da bizi hiç şaşırtmamaktadır: Necrân heyeti Resulullah (a.s.) ile barış görüşmelerini tamamladıktan sonra ülkesine döndü; ama çok geçmeden Başkanları ve Âkibleri (piskopos ya da naip) tekrar Medîne’ye gelerek Resulullah (a.s.)’ın huzurunda, İslâm’ı kabul ettiklerini açıkladılar. Peygamber onları Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yerleştirmiştir (çok anlamlı hatıraları olan bu ev hk. bk. yukarıda § 323).
1027. Bu arada, tarihi belgelerin sergilendiği Patrologia Orientalis[657] adlı eserde, tarihsel yanlışlıkların yanı sıra çok sayıda ilâve ve katıştırmalarla birlikte bu belgenin de yer aldığını hemen hatırlatalım.
1028. Bir kere daha belirtelim ki Ömer R.A., kendi halifeliği sırasında, Arabistan’da yaşayan ve dik başlılık ederek verdikleri sözü tutmayan bazı Yahudi ve Hıristiyanları İslâm Devleti’nin diğer bölgelerine tehcir etmiştir. Necrânlı Hıristiyanlar da bu kararname hükümlerine tabi tutulmuşlardır. Zira onlar, Resulullah (a.s.)’la yaptıkları anlaşmanın aksine, faizli işlemlerle uğraşmaya devam ediyorlardı. Onlara cömertçe tazminatlar ödenmiş ve kendilerine Irak’da üzerinde yine Necrân adlı bir şehir kurdukları geniş araziler verilmiştir. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla Necrân vadisindeki bütün Hıristiyanlar bu göç hareketine zorlanmamıştır; bu zorunlu iskân uygulaması, sadece faiz alıp verme suçu işleyen materyalist kapitalistlere uygulanmıştır. Zira tarihi kaynaklar, Hicretten sonra üçüncü yüzyılda bile Necrân’da hâlâ Hıristiyanların bulunduğundan bahsetmektedir. Necrânlı Hıristiyanların Halife Ömer tarafından tehcir edilmediğini söyleyen Müslüman coğrafya bilgini Bekrî[658] de muhtemelen aynı şeyi söylemek istiyordu. [659]
1029. H. 10 yılı başlarında Resulullah (a.s.), Allah’ın Kılıcı Hâlid’in kumandasında bir askerî birliği, onlarla herhangi bir savaşa tutuşmadan önce, üç gün boyunca kendilerini İslam’a girmeye davet etme göreviyle Necrân’a, Belhârislerin bir kolu olan Abd el-Mudânlara gönderdi.[660] Bu, uzlaşma yolu aramakla görevlendirilmiş bir cezalandırma harekâtıydı. Bir süre sonra komutan Hâlid, Resulullah (a.s.)’a bir mektup göndererek, söz konusu kabilelerin İslam’ı kabul ettiklerini bildirdi; Resulullah (a.s.) ise cevap niteliğindeki yazısında, diğer konularla birlikte şu uyarıda bulundu::
“Allah kendi lütuf ve iradesiyle onları doğru yola iletti; öyleyse sen onların müjdecisi ve yol göstericisi ol ve sözü dinlenenlerden oluşturacağın bir heyeti de yanına alarak beni görmeye gel!”
Medine’ye geldiklerinde Muhammed (a.s.)’ın onlara karşı takındığı tavırdan, bu kabilelerin daha önceleri baskın düzenlemek ve düşmanca hareketlerde bulunmaktan suçlu oldukları sonucunu çıkarıyoruz. Resulullah (a.s.) onların arasından başkan olarak Zu’l-Gussa ibn el-Huseyn’i tayin etti. Abd el-Mudânların heyeti bir süre Medine’de kaldıktan sonra (Şevval ayının sonlarına doğru) kendi yurtlarına döndüler. Yaşadıkları bölgenin valisi olarak Resulullah (a.s.), onlara ‘Amr ibn Hazm’ı göndermiştir. Onun, kendisine verdiği yazılı talimatlar oldukça ilginç bir belge niteliğindedir. Oldukça uzun bu yazısında, Resulullah (a.s.), bir valinin adlî işler, insanların eğitim ve öğretimleri, vergilerin toplanması ve İslam inancıyla ilgili bilgi ve birikimlerin yayılması gibi işlerle uğraşması gerektiğine işaret etmekte, ayrıca kendi dinleri konusunda da olsa, gayrı müslim tebaaya karşı mükemmel bir hoşgörü örneği sergilenmesini öğütlemektedir. Ayrıca, valinin örf ve âdetlerin işleyişine nezâret etmesi, âdâba aykırı her türlü fiili önlemesi gerektiğine işaret etmektedir. İslam’a yeni girmiş bir ülke söz konusu olduğunda, bu bilgiler arasında gündelik dini hayatla ilgili ayrıntılara girilmekte, hattâ günlük beş vakit namazın saatlerinden bile bahsedilmektedir. Kısas uygulaması bu talimatlarda önemli bir değişikliğe uğramıştır: Bedene karşı işlenen ve yaralanmaya neden olan suçlar için maddî cezalar öngörülmüştür: Örneğin bir diş’in 5 deve, bir göz, bir kol veya bir ayağın 50 deve etmesi gibi.
1030. Bu kabile içinde siyasal bir birlik olmadığı görülmektedir. Bunu, Resulullah (a.s.)’ın Medine’ye gelen heyet mensuplarına beş farklı imtiyaz fermanı vermiş olmasından çıkarıyoruz.[661] Bunun dışında, Resulullah (a.s.) tarafından aynı kabilenin farklı ailelerine verilmiş dört ayrı imtiyaz yazısı olduğunu da biliyoruz..[662] Ancak kaynaklar, bu yazıların heyetin Medine’ye geldiği aynı tarihlerde verilip verilmediği konusunda bir açıklama yapmamaktadır. Bu belgelerde genellikle bazı arazi ve su kaynaklarının tahsis ya da bağışı söz konusu edilmektedir.
1031. İbn Hişâm’ın belirttiğine göre,[663] ‘Abd el-Mudânlardan bir heyet Medine’ye geldiği zaman, Muhammed (a.s.) yanındakilere şöyle sormuştu:
“Hindistan ahalisine benzeyen bu adamlar da kim?”
Burada hatırlatalım ki Hintliler güney-doğu Arabistan’daki fuarlara gelip giderlerdi; Resulullah (a.s.)’ın bu bölgede oldukça uzun süre kaldığını göz önünde bulundurursak, Hindistanlıları buradan görüp tanıdığını söyleyebiliriz.
1032. Bir defasında Ömer’in, zenginliğini kastederek:
“Zu’l-Gussa’nın kızı için de olsa, nikâh için zevcenize vereceğiniz mehirde Hükümetçe belirlenen sınırı aşmayınız.” dediği büyük başkan Zu’l-Gussa, Muhammed (a.s.)’den hem kendi kabilesi ve hem de muhtemelen komşuları ve müttefikleri olan Benû Nehdler[664] için bir imtiyazname almıştı. Bu yazı onları askerlik hizmetinden muaf tutmakla birlikte, onların putperest dost ve akrabalarıyla ilişkilerini kesmelerini gerektiriyordu. Yine bu yazı onları öşür vergilerinden muaf tutuyor, buna karşılık zekât vergileriyle yükümlü kılıyor ve “Müslümanların onların malları üzerinde bir hakka sahip olduklarını” ekliyordu. Burada zekât ile öşür’ün birbirinden farklı vergi grupları olduğunun açıkça hükme bağlanması oldukça önemlidir: Muhtemelen, öşür’den maksat, zekâta tâbi ziraî mahsullerden alınan vergiler değil, ihracat ve ithalata tâbi ticarî mallardan alınan “gümrük vergileri”dir. Eğer durum böyle ise, “öşür’lerden (yani gümrük vergilerinden) muaf tutulma” hükmünün, ticarî hayata bir canlılık ve hamle getirmesi gerekirdi. Benû Kenân ibn Yezîdler[665] de Resulullah’tan kendilerine bazı imtiyazlar sağlayan bir ferman alarak, üzerinde yaşadıkları topraklar ve sulama kanalları hakkında bir takım teminatlar elde etmişler ve buna karşılık vergi ödemekle yükümlü olmuşlardır. Ancak şurası oldukça dikkat çekicidir ki, onların mülkiyet haklarının korunması, bölgelerinden geçen ticaret yollarının emniyet ve asayişini sağlamaları koşuluna bağlanmıştı. Bu hüküm, onların geçmişi hakkında bize çok şey ifade etmektedir.
1033. “Putperest-müşriklerle ilişkilerin kesilmesi” koşulu bu fermanların hemen hepsinde tekrarlanmaktadır. Başkan Yezîd ibn et-Tufeyl,[666] “putperest-müşriklerle savaştığı sürece” mülkiyet haklarının güvence altında olduğuna dair bir imtiyazname almıştı. Askerlik hizmetinden (Cihat) muaf tutmak bir yana, Muhammed (a.s.) onu, bölgedeki çok önemli bir silahlı mücadelede görevlendirmiştir. Öyle görünüyor ki burada söz konusu olan, onun esasen sahip olduğu herhangi bir arazinin tanınması değil, yeni bir arazinin tımar olarak verilmesidir.
1034. İşte burada Muhammed (a.s.)’ın ülkede asayiş ve emniyeti sağlama ve ekonomik bir hamle yapma konusunda gösterdiği gayret açıkça ortaya çıkmaktadır. Halkın eğitilip aydınlatılması alanında gösterdiği gayret ve çalışmalar da bundan aşağı kalmaz. Taberî’nin de belirttiği gibi Resulullah (a.s.), Mu’âz ibn Cebel’i değişik köy ve kasabaları dolaşıp, halkın eğitim ve öğretimiyle ilgilenmesi için Yemen’e göndermiştir. Bir yandan güçlü bir şekilde anarşi ve kargaşa ortamına son vermek, öte yandan halkın maddî ve manevî beklentilerini karşılamak: İşte resmî belgelerin ortaya koyduğu kadarıyla onun çift yönlü politikası bu olmuştur. [667]
1035. Muhammed (a.s.) H. 10. yılı Ramazan ayında, Ali’nin komutasında aynı bölgeye bir askerî birlik gönderdiği sırada, yukarıda adı geçen heyet henüz Medine’de bulunuyordu. Ali’ye asla hücum etmemesi, sadece kendini savunmakla yetinmesi talimatı verilmişti. Başlangıçta bazı çatışma olayları yaşanmışsa da, daha sonra dini tebliğ faaliyeti için yola çıkan bu heyet başarılı bir şekilde dönebilmiştir. Tarihçi ve tefsirci Taberî bu konuda yukarıda verdiğimizden hafif farklılık gösteren iki anlatıma yer verir: Bunlardan ilkine göre Resulullah (a.s.), buraya önce Hâlid’i göndermiş ve o da hiçbir başarı göstermemesine rağmen, Hemdânlıların ülkesinde altı ay kadar kalmıştır. İkinci rivayete göre, aynı bölgeye Ali’yi göndermiş ve bir gün içerisinde bütün Hemdânlılar Müslüman olmuştur. (Burada, taraf tutucu bazı eğilimler kolayca göze çarpmaktadır.) Makrîzî[668] bu konu ile ilgili olarak, bize Ali’nin sert ve kesin tavırlı kişiliğiyle ilgili küçük bir olay nakleder: Ali, ele geçen ganimeti askerleri arasında usûlüne uygun biçimde dağıtmış ve Devlet Hazinesi’ne (Beytu’l-Mâl’e) ait hisseyi de mühürleyerek kontrol altına almıştı. Daha önce diğer komutanlık yapan kimseler ise, kendi arzu ve keyifleri doğrultusunda bu Devlet hissesinden bazı hediye ve mükâfatlar dağıtmayı âdet edinmişlerdi. Ancak Ali, “Resulullah’ın kendisi versin” diyerek, bu yönde en ufak bir dağıtımda bulunmamıştır. Dönüş yolculuğu sırasında bu konuda bazı acı ve üzüntü veren şiddetli tartışmalar olmuş ve hatta bu konuda Resulullah’a şikâyette bulunanlar olmuştur. Ne var ki, Muhammed (a.s.), komutan Ali’nin dürüstlüğü konusunda övgüler yağdırarak, Müslümanlara, ganimet olarak ele geçirilen malların devlet hissesine ayrılan kısmından, komutanın askerlere hediye ve mükâfat dağıtmasının doğru olmadığını, İslâm uğruna hizmette bulunurken bir hediye ya da ödül beklenmemesi gerektiğini dolaylı bir biçimde anlatmıştır. Bu olayın yankılarının bir süre daha devam ettiği ve bunun Resulullah (a.s.)’ı endişelendirdiği anlaşılmaktadır. Zira, yolda komutan Ali ve askerî birliğiyle karşılaştığı Hac dönüşü sırasında, Resulullah (a.s.) Râbiğ kasabası yakınlarındaki Cuhfe’de, Hum gölü kıyısında konakladığı sırada, yeniden etrafını kuşatan sahabelerine hitap ederek, sözlerini şöyle tamamlamıştır:
“— Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur; ey Allahım! Ona dostluk gösterenin dostu ol ve ona düşmanlık gösterenin de düşmanı ol!”[669]
1036. Belhârisler gibi Ruhâlar da Mazhic kabilesinin bir kolu durumundaydılar. H. 9 yılı ortalarına doğru Himyer kabilesinin birçok büyük başkanı, İslam’a girdiklerini bildirmek üzere Mâlik er-Ruhâvî’yi Resulullah (a.s.)’a temsilci olarak gönderdiler. Bu ziyaret sonrasında Resulullah kendilerine şöyle bir mektup göndermiştir:
“Himyer kabilesinden el-Hâris, Masrûh ve Nu’aym ibn Abd Kulâl’e: Allah’a ve O’nun Resulüne inandığınız sürece barış ve huzur içinde kalın! Gerçekten de Allah Tek’dir ve hiçbir ortağı yoktur. O Mûsâ’yı mucizeleriyle donatarak gönderdi; kendi Kelimelerinin bir sonucu olarak İsa’yı yarattı. Yahudiler, “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da, “Allah, Üç’ün Üçüncüsüdür ve Mesih (İsa) Allah’ın oğludur” dediler.”[670]
1037. Bu Himyerli başkanlar arasında Hıristiyan ve Yahudiler de olsa gerektir. Tebûk seferi dönüşünde Resulullah (a.s.) onlara ayrı ayrı cevap göndermiş ve İslam’a girişlerini kutladıktan sonra, yürürlüğe koyacağı idarî uygulamaları onlara açıklamıştır. Yine, ödemeleri gereken zekât vergilerini açıkladıktan sonra, Muhammed (a.s.), toplanacak bu vergilerin asla kendisi ya da ailesi mensupları için harcanmayacağını, ancak yoksullara, yolda kalmış ve sıkıntıya düşmüş yabancılara sarf edileceğini bildirmiş ve şöyle eklemiştir:
“İster Yahudi isterse Hıristiyan olsun İslam’a geçen herkes, Müslümanların daha önceden yükümlü olduğu aynı hak ve sorumluluklara tabi olarak, müminler arasına katılacaktır. Yahudi ya da Hıristiyan olarak kalmakta ısrar edenler, bundan (zorla) döndürülmeyecekler, ancak cizye vergisine tâbi tutulacaklardır.”[671]
1038. Bu arada belirtelim ki, cizye vergisi ödeyen gayrı müslim tebaalar, Müslüman tebaaların ödemekle yükümlü olduğu zekât vergisinden muaf tutulmuşlardı. Aslında zekat, yüzde hesabına dayandığı için, kişi başına sadece l dinar olan cizyeye göre daha ağır bir vergiydi.[672]
1039. Kur’an bütün insanlığa hitap eden bir kitaptır. Bu durumda onun diğer din mensuplarına olduğu kadar Hıristiyanlara da hitap ediyor olması normaldi. Kur’an’da anlatıldığı şekliyle İsâ (a.s.)’nın hayatı esas itibariyle iki görünüşe sahiptir: Onun bir insan olarak sürdürdüğü hayatı ve dünyaya gelişindeki özel ve ayrıcalıklı durum.
1040. İsa’nın kişisel hayatıyla ilgili olarak Kur’an, birçok yerde onun “bir Peygamber, halkını her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın çizmiş olduğu doğru davranışların yoluna iletmek üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi” olduğunu tekrarlayıp durur.
“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrail Oğulları! Kuşkusuz ben, size Allah tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Benden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek adı Ahmed olan bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti…”
Bir başka yerde geçen bir ayette de:
“Ve o (İsâ), İsrail Oğullarına bir elçi olacak…”[673]
İsa da diğer bütün peygamberler gibi, saf ve temiz bir hayat sürmüştür. Kur’an bu konuda şöyle der:
“O salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak.”[674]
Yine Kur’an, İsa’nın ağzından şu sözleri nakleder:
“Kuşkusuz ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitâb’ı verdi ve beni Peygamber yaptı; nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı, yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.”[675]
Yine Kur’an şunları tekrarlar:
“O (İsa) sadece kendisine bol bol nimet ve rızık verdiğimiz ve İsrail Oğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.”
Başka bir âyette ise şu konu üzerinde durmaktadır:
“Ne Mesîh ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan geri dururlar.” (Nisâ: 4/172)
Bu arada hatırlatalım ki Kur’an, “Allah’ın Kulu” deyimini Muhammed (a.s.) de dahil bütün peygamberler için kullanmaktadır. Allah yegâne hüküm sahibi varlık olduğuna göre, aşağıdaki âyetteki şu ifadelerin bizi şaşırtmaması gerekir:
“Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahmân (olan Allah’ın huzurun)a gelecektir.”[676]
Bir başka ayette (Zuhruf: 43/19), meleklerin de Allah’ın kulu oldukları belirtilmektedir.
1041. İslâm inancına göre mucizeler, Allah’ın işleyip yapmış olduğu, genellikle tabiat olayları gibi fiillerdir. Allah, böylece göndermiş olduğu peygamberlerin doğruluk ve gerçekliğine bir kanıt olmak üzere ve böylece ilâhî tebliği yaymakla görevli Elçilerinin öğretimi karşısında onların hitap ettiği kişileri inatçılıktan ve ayak diremekten vazgeçmeye ikna eder. Bu hususta peygamberler asla mucizeye ihtiyaç duymazlar ve zaten onlar kendiliklerinden, tek başlarına mucizeler gösterme gücüne de sahip değillerdir. Mucizeleri tek başına yaratıp yapan ancak Allah’tır. Kur’an’da İsa (a.s.) ile ilgili olarak sıralanan mucizeler, yani Allah’ın İsa’ya yardım etmek için yapmayı istediği şeyler, önce doğumu sırasında yaşanan olaylardan başlayarak, dünyaya gelişi ve daha sonra da, aşağıda ele alacağımız başka konuları kapsamaktadır. Kur’an’a göre İsa, insanlar arasından herhangi bir babası olmaksızın dünyaya gelmiştir. Kendisinin bir çocuk dünyaya getireceğini bildiren ilâhi hitap karşısında:
“Meryem: Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?”[677]
Nuh, İbrahim, Yahya (Jean-Baptiste), kısacası bütün insanoğlu için bir baba ve bir de anne söz konusudur;[678] ancak az önce gördüğümüz ayette, İsa (a.s.):
“Beni anneme saygılı kıldı” (Meryem: 19/32), derken, sadece annesinden bahsetmektedir. Ayrıca, İsa’nın doğumu ile ilgili olarak Kur’ân’da bütün bu anlatılanlar,[679] çocuğun, namus ve iffeti Allah tarafından doğrulanan bir “bâkire”den dünyaya geldiği esasına dayanmaktadır; ve nihayet Kur’an’ın doğruladığı bir hakikat daha vardır:
“Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “Ol!” dedi ve oluverdi.”
Dikkat edilirse burada bir çocuğun babasız dünyaya gelişi, birincisine göre kolay bir şeydir: Gerçekten de Allah, Âdem’i (ve Havva’yı) ne annesi ne de babası olmaksızın yaratmıştır. Bu Allah’ın bir lutfudur; ve tıpkı Nuh’u Tufan’dan, İbrahim’i Nemrut’un ateşinden kurtardığı, ve Musa ile konuştuğu gibi, İsa’yı da babasız olarak dünyaya getirmiştir. Böyle bir özellik, o kimseyi insanlığın üzerine çıkarıp ilâhî bir seviyeye ulaşmasını sağlamaz ama, her peygamberin kendisini farklı kılacak bir özelliği olmuştur. Aksine bu mucizeler istisnai olaylar olup, sadece Tek olan Allah’ın Mutlak Kudret sahibi olduğunu kanıtlar.
1042. Kur’an’da şöyle bir âyet vardır:
“Şüphesiz ki o, kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve ona (Muhammed’e) uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.” (Zuhruf: 43/61)
Ayetin başında yer alan O zamirinin neyin veya kimin yerine kullanıldığını açıklarken tefsir bilginleri sıkıntıya düşmüşlerdir. Bunlardan bazıları O zamirinin İsa’yı temsil ettiğini söylemiştir. Biz ise bunu Kur’an’ın yerini tutan bir zamir olarak kabul edenlerin görüşünü tercih ediyoruz. Zira Kur’an, vahiy yoluyla inmiş Kutsal kitapların hepsinden daha fazla Öte Dünyadan bahseder ve Kıyamet Gününü, öldükten sonra dirilmeyi, Hesap Gününü, Cenneti, Cehennemi, Cennetten sonra olacak şeyleri tasvir eder. Bu âyetin sonunda tartışmasız olarak Muhammed (a.s.)’den bahsedilmesi de bizim bu tefsirimize uygun düşmektedir. Bu arada şunu belirtelim ki, Hıristiyanların inancına göre İsa, “çarmıha gerilip” idam edildikten sonra göğe çıkmıştır ve “hem canlıları ve hem de ölüleri hesaba çekmek” üzere tekrar yeryüzüne inecektir. Allah’ın onu kendisine yükselttiğini (urûc) kabul eden Kur’an (Nisâ: 157-158) ise onun tekrar yeryüzüne ineceğinden bahsetmez. Ancak hadiste de aynı konuya değinilmektedir (bk. Müslim, 52,. Nº 110, 116):
“Yeryüzü adaletsizlik ve zulüm ile dolduğu zaman “O”, Muhammed ümmetinden biri olarak yeryüzüne dönecek, Deccâl’i öldürerek, zamanın Müslüman Halifesi el-Mehdî Muhammed ibn Abdillah ile işbirliği yapacak vs. ..ve ölümünden sonra yeryüzü tekrar küfre dalacak ve o zaman dünyanın sonu (Kıyamet Günü) gelecektir.”
Ahmed ibn Hanbel’den (bk. 5/13) nakledilen metninde ise, şunları okuruz:
“Sonra İsa, Muhammed’in (Resûllüğünü) tasdik eden ve onun milletinden (yani ümmetinden) biri olarak yeniden (dünyaya) gelecektir.”
Başka bir hadiste de şunları okuruz:
“Meryem’in oğlu sizin aranıza inip geldiği saman, imamınız sizin kendi içinizden (Müslümanlar arasından) biri olacaktır” (bk. Buhari, 60/49/2)
1043. Kur’an’a göre İsa’nın diğer özellikleri arasında şunlar göze çarpmaktaydı: O, henüz beşikteki bir bebek iken konuşmuştu;[680] Allah’ın izniyle körleri tedavi edip, çamurdan yapılmış kuş heykellerine can verme ve ölüleri diriltme yeteneğine sahip olduğunu ifade etmiştir.[681]
1044. İsa’nın sıfatları arasında sayılan “Allah’ın Ruhu”, “Allah’ın Kelimesi” ve “Rûh’ul’-Kudüs tarafından yardım edilmiş” gibi özellikler çok karmaşık bir nitelik taşımaktadır:
“Ey Ehli Kitap! Dininizde aşın gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın Resulüdür. (O), Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı “kün: Ol” kelimesi(nin eseri)dir. Ondan bir ruhtur. (Onun tarafından gönderilmiş, yahut teyit edilmiş, yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur) Şu halde Allah’a ve O’nun peygamberlerine îman edin: “Tanrı üçtür” demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah’tır. O çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur. Vekil olarak Allah yeter.”(Nisâ: 4/171)
“O Peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya açık mucizeler gösterdik ve onu Ruhu’l-Kudüs ile güçlendirdik.” (Bakara: 2/253; Ruhu’l-Kudüs hakkında bk. İsrâ: 17/85).
1045. Bana öyle geliyor ki, Kur’an, (örneğin Hıristiyan’lar arasında) halen yaygın olan terimlerin kullanılmasına izin vermektedir. Ancak o, bu terimlere saf tek tanrıcılık inancına uygun yeni bir anlayış ve kavrama biçimi yüklemektedir. Peygamberlerin ve hattâ sıradan insanların[682] bile imdadına koşan melekler Kur’an’da “Ruhu’l-Kudüs” adıyla sık sık ele alınmaktadır. (Burada hatırlatalım ki, Muhammed (a.s.) bir hadisinde, nazmettiği şiirler aracılığıyla Allah yolunda mücâdele eden sahabesi şâir Hassân ibn Sabit gibi peygamber olmayan bir kimse için de bu terimi kullanmış ve bu şiiri yazdığı sırada Ruhu’l-Kudüs’ün kendisine yardıma geldiğini beyan etmiştir.) Dolayısıyla, bu terim kesinlikle peygamberlikle doğrudan ilişkili bir sıfat, bir özellik değildir. “Allah’ın Sözü” ya da “Kelimesi” ise, Allah’ın emir ve irâdesi dışında bir anlam taşımıyor gibi gözükmektedir. Allah “Ol” demiş ve kâinat da oluvermiştir; aynı şekilde Allah, Meryem’in üzerine Söz’ünü (Kelime’sini) atıp bırakmış ve bu sayede o, İsa’nın annesi olmuştur. Yine hatırlatalım ki Kur’an, İsa ile ilgili olarak “Allah’ın Sözü” ve “Allah’ın Ruhu” terimlerini kullanmakla birlikte, hiçbir zaman “Allah’ın Oğlu” terimini kullanmaz. Bu, çok uzak da olsa bir antropomorfizm (Allah’ı insan şeklinde düşünme) ihtimalinin önüne geçmek içindir. Benzer terim ve ıstılahları kullanan bütün dini inanışlara karşı İslâm’ın açtığı bu şiddetli mücadele, tektanrıcılık anlayışını temizleyip saflaştırmak, Tek ve Bir olan Allah’ın zâtını yüceltmekten başka bir amaç taşımamaktadır. Gerçekten de Yahudilerde, “Allah’ın Çocukları”, Çinlilerde “Göğün Oğulları”, Japonlarda “Güneş’ten İnen”, Eski Yunanlılarda, Brahmanlarda vb. “Tanrıların Soyundan Gelenler” şeklinde dinsel terimler vardır. Allah’ın (hâşâ) “babamız” olarak gösterilmeye çalışılması çok ilkel bir yaklaşımdır. Resulullah (a.s.), her biri ayrı bir sıfatı temsil etmek üzere Allah’ın “doksan dokuz” güzel adı (Esmâ’ul-Hüsnâ) olduğunu söylemiştir: O, Allah’tır, Yaratan’dır, Rahmân’dır, her şeyin sahibi ve efendisidir, Öldüren ve Yeniden diriltendir, Ödüllendiren ve Cezalandırandır vs… İslâm, dil imkânlarının gelişip ilerlemesi ve en soyut düşüncelerin bile ifade edilmesine yetecek imkân ve yeteneklere kavuşulması sayesinde, artık bizim, örneğin aile topluluğunda diğer sıfatları arasında “bizi besleyen, ve gerekirse bizi cezalandıran, bizden daha büyük, daha kudretli ve daha akıllı bir varlığı belirtmek için”, ailevi ilişkilerde kullandığımız baba terimine artık ihtiyacımız olmadığını ısrarla belirtir. Hıristiyanlıktaki Teslis (Üçleme) inancı, Tek Tanrıcılığa uygunluk arz etse ve hiç bir şekilde “üç Tanrı”yı temsil etmese bile İslâm, “eşyayı kendisine özgü isim ve kelimelerle ifade etmek gerektiğini” söyler.
1046. Gerçeği söylemek gerekirse, Hıristiyanlık, tarih sahnesine çıktığı çok uzun yüzyıllar boyunca bütünlüğünü koruyamamıştır. Örneğin, Sosiniyenler[683] ve Unitaristler[684] ile Katolikler arasında hiç bir ortak yön bulunmamaktadır. Bir yandan Arianizm,[685] diğer yandan Blachère vb. tarihçilerin[686] işaret ettiği Koliridiyenler gibi Meryem’e tapmaya varacak kadar ileri gidenler, aynı konunun ikinci bir örneğini oluştururlar. Günümüzde sadece “Science Chrétienne” (Hıristiyan İlmi) mezhebinin taraftarları arasında bile öyle ayrılıklar ortaya çıkmıştır ki, bu mezhebin bir “düşünce topluluğu” mu, yoksa “inanç topluluğu mu” olduğunu belirlemek oldukça güçtür. Her birinin birbirine yönelttikleri itham ve töhmetler bir yana, bunların hepsi de gerçek Hıristiyanların kendileri olduğunu iddia ederler. Ne yazık ki bu durum, dünyadaki bütün dini cemaatlerde oldum olası görülen bir durumdur. Bir Katolik ve hatta bir Protestan’ın, Kur’an’da geçen ve “Hıristiyanların, Allah’ın dışında kendilerine papaz ve rahipleri Rab edindikleri”[687] mealindeki âyetteki ithamı ele alarak, Kur’an’ı doğru olmayan, haksız bir şey yapmakla suçlaması kolaydır. Ancak azizlerin kutsallığına ve beşerî varlıkların (Peygamberler dışında) kusursuz olabileceğine olan inanışlarda aşırıya kaçan mezhepler, geçmişte olduğu gibi bugün de vardır. Hattâ bu âyetlerde yer alan tespitlerin, Muhammed (a.s.) ile aynı çağda yaşayan Hıristiyanlara ait olduğu da düşünülebilir. Örneğin bu durumu, İsa A.S.’nın şu gayet kesin ve sağlam sözü ile mukayese edelim:
“Sakın benim Tevrat (‘daki Şeriat)’ı yahut Peygamberleri (n Kitaplarını iptal) etmeye geldiğimi sanmayın. Ben yıkmaya değil, ikmal etmeye geldim. Zira, gerçekten ben size şunu söylüyorum: Gökyüzü ve yeryüzü yok olup gitmeden ve her şey olup bitmeden önce, Şeriat’ın tek bir harfi bile yok olmayacaktır. Öyleyse, onun en küçük bir kuralını bile kim bozar veya insanlara da aynı yanlış şeyleri öğretirse, göklerin hükümranlığında kendisine en küçük denilecektir; aksine, kim onları doğru bir biçimde yerine getirir ve öğretirse, o da göklerin hükümranlığında büyük (azim) muamelesine tabi tutulacaktır.” (Matta İncili, 5: 17-19)
Yine Matta İncili’nde şöyle denilir:
“Size emrettiğim her şeyi gözetmelerini onlara öğrettiğiniz zaman…” (Matta, 28/20)
İsa (a.s.)’nın verdiği bu talimat ve emirlere rağmen uygulamada neler olduğuna bir bakalım:
‘‘Ruhu’l-Kudüs ve biz, yapılması kaçınılmaz olan şu emirlerden fazlasını size yüklememeye karar verdik: Putlara kurban edilen hayvanların etinden, kandan ve boğulmuş hayvanların etlerinden ve zinadan çekinin. Bunlardan sakınırsanız iyi edersiniz” (İncil, Havarilerin İşleri, 15: 28-29).
Bir de Aziz Paul’ün şu tasdikine bakalım:
“İsa, Şeriat’ın (Tevrat’ın) sonudur” (İncil, Romalılara Mektup, 10/4).
Oysa İslam’da, dini ya da dünyevi alanda yetkili kim olursa olsun, Allah’ın ya da O’nun gönderdiği Peygamberin sözünü iptal veya ilga edemez.
1047. Kur’an’a göre İsa’nın çarmıha gerilmesi de önemli bir şey değildir. Gerçekten, Kur’an’da insanların kurtuluşu için (hâşâ) Allah’ın oğlunun ölümü kesinlikle söz konusu edilmemektedir: Her insan, bu dünyada yaptığı işlerden dolayı Allah’a karşı bireysel olarak sorumludur; ve Allah, onu kendi adalet ve bağışlama ölçütlerine göre, mükâfatlandırır, affeder ya da cezalandırır. Bununla birlikte Kur’an, İsa’nın bizzat çarmıha gerilmek suretiyle idam edildiğini tarihsel bir gerçek olarak kabul etmez ve bu işi yapanların bir benzerlik dolayısıyla yanıldıklarını ifade eder. Yine burada, bu tür tarihi yaklaşımların sadece Kur’an’a has bir görüş olmadığını; aslında Hıristiyanlar arasındaki Modalist’ler ve Gnostiklerin de aynı görüşte olduklarını hatırlatmak gerekmektedir.
1048. Bu çeşit bazı ayrılıklar dışında Kur’an, Hıristiyanlar konusunda genellikle çok hoşgörülü bir tutum sergiler: Onları, sıradan inançsız ve küfre sapmış kimselerden üstün tutar; çünkü onlara “Kutsal kitabın sahibi kimseler” (Ehli Kitab) olarak bakar. Bu bağlamda, bir Müslüman erkek bir Hıristiyan kadınla nikahlanırsa -ki putperest yahut Allah inancı taşımayan bir kadınla nikahlanması haramdır-, bu kadın isterse kendi dininde kalma hakkına sahiptir ve ibadetlerini yerine getirebilmek için kiliseye bile gider.[688] Hatta bazı İslam Hukukçuları, kendi dininde yasaklanmadığı için, o kadının şarap bile içebileceğini savunurlar. Ve o kadın, bir Müslüman erkeğin karısı olarak, bu konuda, yahut İslam ile Hıristiyanlık arasındaki diğer farklılıklar nedeniyle, hakkını ve özgürlüğünü kaybetmez.
1049. Kur’an’daki şu ifade belki daha şaşırtıcı ve daha beklenmedik bir şeydir:
“… Onlar içerisinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.”[689]
Burada belki şöyle bir söz söylenmesi uygun olur: Kur’an, insanları yeni bir dine (başka bir deyişle ezeli ve ebedi dine), yani İslam’a davet ederken, eğer bunlar Allah inancına sahip bir dine mensup iseler, bu davete uymayıp Müslüman olmayanları, kendi dinleri konusunda asla ihmalkar davranmaya çağırmaz; aksine biz, Kur’an’da, gayet anlaşılır bir üslupla, bu insanların kendi dinlerinin gereğini yerine getirmeleri için ısrar edildiğini görürüz. Örneğin Kur’an, İsa’ya İncil’i verenin Allah olduğunu ve,
“Onda hidayet ve nûr olduğunu,”[690]
hatta onun:
“…İnsanlara doğru yolu göstermek üzere,”[691] gönderildiğini ifade eder; ve sürekli olarak Hıristiyanların İncil’e sadık bir şekilde ibadetlerini yerine getirmelerini tekrarlar;
“İncil’e inananlar, Allah’ın onda indirdiği (hükümler) ile hükmetsinler.”
Aynı şekilde:
“De ki: Ey Kitap ehli! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça, (doğru) bir şey (yol) üzerinde değilsinizdir.”[692]
(Bu ayet, İslam Hükümetlerini, gayrı müslim tebaalarına hukuki ve adlî özerklik vermekle yükümlü kılmaktadır.)
1050. “Yahudilerle İlişkiler Bölümü”nde belirttiğimiz gibi, Kur’an, Muhammed (a.s.)’ın gelişinin, art arda gönderilen bütün peygamberlerce bildirilmiş olduğunu açıklar. Bu durumda, Hıristiyanların İncil’i baştan aşağı gözden geçirmeleri halinde muhakkak Muhammed (a.s.)’i tasdik edeceklerdir. Kur’an’daki şu ayeti hatırlatalım:
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyanlar …”[693]
İncil’le ilgili olarak ise, Kur’an, Muhammed (a.s.)’ın gelişini önceden haber veren bir çok bölüm bulunduğunu belirtir ki kuşkusuz en önemlisi şu ayettir:
“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrail Oğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti.”[694]
İlk İslami dönemlerden itibaren Müslüman bilginler, -örneğin H. 151 (M. 768) yılında vefat eden İbn İshak,[695]bu ayeti Yuhanna İncili’ndeki metinle (bk. 14/16) mukayese ederler:
“Ben de Baba’ya yalvaracağım ve o da sizinle ebedi olarak kalması için başka bir Teselliciyi (Ruhu’l-Kudüs) verecektir.”
Yine Yuhanna İncili’nin başka bir bölümünde şu satırlar gözümüze çarpmaktadır:
“Şimdi, beni gönderene gidiyorum; ve sizden kimse bana “Nereye gidiyorsun?” diye sormuyor. Ama ben size bunları söylediğim için yüreğinizi keder kapladı. Ne var ki ben size gerçeği söylüyorum; gitmem sizin için hayırlıdır, zira gitmezsem, Tesellici size gelmez; ama gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah, adalet ve yargı konusunda dünyayı ikna edecektir (…) Size söyleyecek daha çok şey var; ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Tesellici olarak o Ruhu’l-Kudüs gelince, gerçeğe giden tüm yolları size gösterecektir; zira o kendiliğinden konuşmayacaktır; ama duyduğu herşeyi söyleyip, bunları size haber vermeye gelecektir. O beni aziz kılacaktır; çünkü bende olanı alıp size bildirecektir. Babanın sahip olduğu her şey bana da aittir; bu nedenle, onun bana ait olanı aldığını ve bunu size ileteceğini söylüyorum.” (Yuhanna İncili, 16, 5-15)
1051. İsa’nın hangi Aramca kelimeyi kullandığı bilinmemekle birlikte, bu metinlerde geçen yunanca paraklètos sözcüğü, Tesellici ya da İdareci anlamına gelmektedir. İncil uzmanları, bu kelimenin eski Yunan dilinde (Grekçe) daha çok periklytos şeklinde kullanıldığını ve bunun tam olarak Kur’an’da geçen (Ahmed) sözcüğünün karşılığı olduğunu düşünmektedirler. Gelecek olan Tesellicinin sıfatının “en çok övgüye değer” ya da “yönetici” olmasının hiç bir önemi yoktur: Bir tek kişinin binlerce sıfatı olabilir. Burada şunu belirtmek uygun olacaktır ki, Hıristiyanlara göre, (İncil’de geçen ve) İsa tarafından önceden haber verilen gerçek Ruhu’l-Kudüs, “Pentecôte Günü” ortaya çıkmıştır. Ancak o sırada İsa’nın öngörüde bulunduğu her şeyi Onun da bildirmiş olduğu yolunda bir kayıt yoktur. Ruhu’l-Kudüs daima İsa ile beraber bulunuyordu. Ancak İncil’deki vurgu gayet kesin ve serttir:
“Eğer ben gitmezsem, Tesellici size gelmeyecektir.”
Bunun dışında, “Hakikat Ruhu”nun özellikleri ile ilgili olarak şunlar söylenebilir:
1052. Kur’an, birçok ayette, Allah’ın İsa’ya Ruhu’l-Kudüs aracılığıyla yardım ettiğini belirtmektedir[696] Aynı Kur’an’a göre, diğer peygamberler de aynı yolla Allah tarafından teyit edilip desteklenmişlerdir: Bizzat Muhammed’in şahsı[697] ve Allah’ın diğer seçkin kulları da böyledir.[698] Yine, İsa, Allah’ın Ruhu aracılığıyla yaratılırken,[699] Âdem de, yine Kur’an’a göre Allah’ın Ruhu vasıtasıyla yaratılmıştır. Bir başka ayete göre,[700] Ruh, “Allah’ın emri ve iradesi”nden başka bir şey değildir. Daha önce Allah’ın Sözü (Kelimesi) deyimini incelerken belirttiğimiz gibi, burada da, Kur’an’ın, Hıristiyanlar arasında yaygın biçimi değiştirmeyip, ona yeni bir mefhum kazandırdığını, saf Vahdaniyet (Tek Allah) inancının esaslarına uygun, herhangi bir antropomorfizmle (Allah’ın cisimde maddeleşmesi) karışmasına imkân tanımayacak bir anlam verdiğini görürüz. Kur’an’a göre,[701] İsa Mesih Allah’ın bir kuludur, Allah’a kulluk etmeyi asla küçümsemeyen ve sürekli olarak, etrafındaki öğrenci ve havarilerini sadece tek ve ebedî olan Allah’a ibadet etmeye davet eden bir insandır. Öte yandan İsa Mesih de annesi de, yeryüzünde oturan herkes gibi ölümlü ve fani varlıklardır. [702]
1053. Buraya kadar gördüklerimizden, İslamiyet ve Hıristiyanlık arasında İsa-Mesih ile ilgili temel farklılığın şu iki noktada toplanmış olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır: “Allah’ın Oğlu” terimi ve Teslis (Üçleme) inancı. Dediğimiz gibi Kur’an, İsa’nın çarmıha gerilerek idam edilmesinin günahkar insanlar için bir kurtuluş vesilesi olduğu inancından hiç bahsetmez. Kur’an, İsa’nın çarmıha gerilerek öldürülmesini reddettiği için ve başka nedenlerden ötürü, bu konuya değinmeyeceğiz. “Allah’ın Oğlu” konusuna gelince; Tevrat’ta (Tesniye, 14: 1) da ifade edildiği gibi, çok önceden beri Musa, “Allah’a gerçekten teslim ve tabi olmuş” ve “İnanan ve inandığı şeyi bizzat yaşayan” bir kimse olabilmek için çok çalışmıştır. Nitekim bu yolda çaba gösterenler için Tevrat’ta şöyle bir ifade vardır:
“Sizler Allah’ınız Yahova’nın oğullarısınız” (Tesniye, 14/1).
Aynı şey, Allah’ın Davud Peygamber’e şu sözlerle hitap ettiği Mezmurlar (2:7) için de söylenebilir:
“Rab bana şöyle dedi: “Sen benim oğlumsun! Ben seni bugün doğurdum.”
İsa ise, İncil’lerde genellikle “İnsan Oğlu”, kimi zaman da “Allah’ın Oğlu” diye adlandırılmaktadır. Görüldüğü kadarıyla, bizzat kendisi, bu ifade ve terimlerden neyin anlaşılması lazım geldiğini, kendi düşüncesinde nasıl bir mana taşıdığını şu sözlerle açıklamaktadır:
1. “Ne mutlu barış ve huzuru sağlayanlara; çünkü onlar Allah’ın Oğulları diye çağrılacaklar” (Matta İncili, 5: 9).
2. “Aksine, düşmanlarınızı seviniz, karşılığında hiç bir şey beklemeksizin iyilik yapınız ve ödünç veriniz; bu durumda sizin mükafatınız büyük olacaktır ve siz O Çok Yüce’nin Oğullan olacaksınız...”(Matta İncili, 5: 44-45)
Acaba ‘‘Müslim, Müslüman” kelimesinin boyun eğen ve sulh ve selamet veren şeklinde iki anlamı olması sadece bir rastlantı mıdır, yoksa bunda ilahi bir hikmet mi vardır? İkinci anlam şu pek ünlü hadiste şöyle geçmektedir:
“Müslüman, elinden ve dilinden diğer insanların emin ve selamet içinde olduğu kimsedir” (Buhari, 2: 4, 5; Müslim. 1: 64, 65; diğer kaynaklar için bk. Wensinck, Concordance, selim ve İslam maddeleri).
Kur’an, her türlü yanlış anlamanın önüne geçmek için, “Allah’ın Oğlu” terimini kendi metni dışında tutmak istemektedir. Bugün elimizde bulunan İncil’lerde görülen İsa’nın sözleri ise, aşağıdaki örnekte olduğu gibi, bu terimin kapsamı hakkında hiçbir şüphe bırakmayacak bir açıklıktadır:
“Fakat o Gün ve Saat hakkında Baba’dan başka kimse, ne göklerin melekleri ve ne de Oğul, hiç kimse bir şey bilmez.” (Matta, 24: 36; Markos, 13: 32)
1054. Teslis inancına gelince: Bu akide, İsa’dan birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkmış, ancak Tek Tanrıcılık anlayışını benimseyen Arius ve taraftarlarının uzun bir süre gösterdikleri büyük direniş ve mücadelelere rağmen, Hıristiyanlar arasında kabul görmüştür. Bugün bile Hıristiyanlar arasında, Arius’un görüşlerini kabul eden ve kendilerine unitarien denilen mezhepler vardır. Teslisçiler, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla Matta İncili’ndeki şu cümleleri örnek gösterirler:
“Şimdi gidip bütün uluslardan şakirtler edinin, Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs adına onları vaftiz edin ve Size emrettiğim şeyleri yerine getirmeyi onlara da öğretin.” (Matta İncili, 28: 19-20)
Müslüman biri, burada kastedilen varlıkların: 1. Vahyi gönderen Allah, 2. İlahi tebliği, yani vahyi alan Resul, ve 3. Bu tebliği Allah’tan alıp Resule ulaştıran bir Aracı olduğuna inanır. Ve Müslüman, bu üç ayrı şeyi birbirine karıştırma gereğini de duymaz. İsa, İncil’de (bk. Matta, 21: ll; Luka, 7:16, 26) “Peygamber” olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Yuşa (a.s.)’nın önceden haber verdiği gibi (42: 1), İsa (a.s.), kendisine “Allah’ın kulu”[703] denmesiyle iftihar etmektedir.
“İşte insanlar arasından seçip çıkardığım ve lutuf ve inayetime mazhar kıldığım sevgili kulum! Ruhumu onun üzerine koyacağım ve o, bütün insanlara gerçek imanı bildirecek.”
Hatta öyle anlaşılıyor ki bizzat Teslisçiler de, Amentü’lerinde İsa’nın “Göğe yükseltildiği ve Allah’ın sağ tarafında oturduğunu ifade ederken, Allah ile İsa (a.s.) arasındaki bu büyük farkı kabul ve itiraf etmektedirler. İnsan kendi kendisinin sağına oturamayacağına göre, İsa’nın da hem bu dünyada iken hem de gökte, yani Arş-ı Alâ’da Allah’tan ayrı ve farklı bir varlık olması gerekir.
1055. Bu durumda, İsa (a.s.)’nın zamanındaki Hıristiyanlıkta, İslam’a aykırı ve onunla çelişen hiçbir hususun olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan Hıristiyanlık anlayışlarında ise durum tamamen farklıdır.[704]
1056. İslam Öncesi Arabistan’ında, Hıristiyan ve Yahudiler dışında, Mecusiler, Sabiiler, Tanrıtanımaz Materyalist’ler de bulunuyordu. Ayrıca Putperestler, Fetişistler ve Animistler de Yarımada nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaktaydı. [705]
1057. Kur’an’da bir tek yerde, o da tamamen tesadüfi bir şekilde Mecusîlerden (Zerdüştler) bahsedilir; şöyle ki:
“Mümin olanlar, Yahudi olanlar, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusîler ve müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah, bunlar hakkında Kıyamet gününde (ayrı ayrı) hükmünü verecektir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hac: 22/17)
1058. Kur’an, bunların ne dini inançlarından, ne de dini ve toplumsal uygulamalarından bahseder. Oldukça şaşırtıcıdır ki, Arabistan’da bunların sayıları oldukça fazlaydı ve bunlar, Arapların yüzyıllar boyunca yakın ilişkiler kurduğu ve en kudretli komşularından biri olan İran Sasani İmparatorluğu’nun başında bulunuyorlardı. Muhtemelen, İran’da Zerdüşt’ün Mecusîliği ile Mezdekçilik arasında yaşanan hararetli mücadeleler, İran’ın resmî dini olan Mecusiliğin etkisiz ve yararsız bir hale gelmesine neden olmuştur. Her halde İslam, bu ülkeye geldiğinde karşısında kendisinden korkulacak bir rakip kalmamıştı. Şimdi Muhammed (a.s.)’ın bu dine karşı tutum ve davranışını daha net bir biçimde öğrenmek için şu hadise bir göz atalım:
1059. Hadis bilginlerinin eserlerinde sıkça naklettikleri Muhammed (a.s.)’e ait bir hadis vardır:
“Mecûsilere, Ehl-i Kitab’a gösterdiğiniz tutumun aynısını gösteriniz.”
Resulullah (a.s.)’ın Bahreyn ve Hacer bölgesi valisine gönderdiği bir mektupta Mecusilerle ilgili olarak şöyle denilmektedir:
“Onları İslam’a davet ediniz; eğer boyun eğerlerse, bizimle aynı haklara ve yükümlülüklere sahip olurlar. Bu daveti reddedenlerin ise kestikleri eti yemeyip onların kadınlarını nikâhlamaman ve onlardan cizye tahsil etmen gerekir.”[706]
Burada hatırlatalım ki Kur’an,[707] Müslümanların Ehl-i Kitap (Hıristiyan ve Yahudiler) tarafından kesilen hayvanların etini ve pişirilen yemekleri yemelerini, ayrıca bu dinlere mensup kadınları nikâhlamalarını meşru saymıştır. Muhtemelen Mecusîlerin hayvanları kesiş tarzı İslam’ın şu iki koşuluna uygun değildi: Hayvanı boğazlamadan önce Allah’ın adını anma ve hijyenik koşullara uygunluk. Evlenme yasağı ile ilgili olarak İslam’ın üzerinde ısrarla durduğu konu, büyük önem verdiği insan neslinin bekası ve nesep temizliğidir. Oysa Mecusilerin uyguladığı Huvezvagdas yöntemi, bir erkeğin kendi kız kardeşi, kızı ve hatta annesi ile nikahlanmasına izin veriyordu.[708] Böyle bir evlilikten doğan çocuk, acaba kocanın oğlu mu, yoksa sırasıyla yeğeni, torunu ya da kardeşi mi sayılacaktı? Şair Evs ibn Hacer’in bir hicviyesinde de okuduğumuz gibi, bu uygulamadan (Deyzan) İslam öncesi Bedevileri bile nefret edip tiksinmekteydi.[709]
1060. Resulullah (a.s.) dönemine ait belgelerde, ‘Uman bölgesinde Mecusîlere ait bir ateş tapınağı ve değirmenler olduğundan bahsedilmektedir. Bu konuda Ebû Dâvûd[710] ilginç bir ayrıntı nakleder:
“Resulullah (a.s.) şöyle dedi:
“Bebeklerini emziren annelerle eşlerinin bir yatağa girmelerini yasaklamak istedim, ancak bu durumun Bizanslılar ve İranlılar arasında da bulunduğunu ve bunun çocuklarına zarar vermediğini hatırlayıp (vazgeçtim).”
1061. Son olarak hatırlatalım ki, Hindistanlı Parsîler (Mecusiler), Selman-ı Farisi’nin devreye girmesiyle kendilerine bağışlandığını ileri sürdükleri Resulullah’a ait bir imtiyaz belgesini gösterirler.[711] Ancak bunun tamamen düzmece bir belge olduğu kesinlikle kanıtlanmıştır.[712]
1062. Kur’an, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi İslam dışı çeşitli dinleri sıralarken, Sabiîlere de üç ayrı yerde değinir.[713] Bunun dışında, ne Kur’an’da ve ne Hadislerde, bunların inançları ve tarihleriyle ilgili herhangi bir bilgi verilmez. Ancak, Resulullah döneminde, çıktığı yer olan Irak da dahil bütün Arabistan’da esasen ölmüş bulunan bu dinin temel özelliğinin yıldızlara tapmak olduğu sanılmaktadır.[714]
1063. Kur’an bu dine ve onun mensuplarına diğerlerinden daha şiddetli bir biçimde karşı çıkar. O dönemde Arabistan’da taştan, ağaçtan ya da madenden yapılmış bir takım heykellere tapan insanlar vardı. Yine bunlar arasında, bu insanların az ya da çok ilkel oluşuna göre, yontulmamış kayalar, ağaçlar ve özellikle at gibi çeşitli hayvanlar da bulunuyordu. Örneğin, atasözlerine geçecek derecede verimli topraklara sahip Necd bölgesinde oturan Benu Hanife kabileler topluluğunu ele alalım: Bunlar, un ve hurma karışımıyla yapılmış, devasa bir put yapmışlardı. Kıtlık baş gösterdiği bir yıl, bu topluluk, kendi elleriyle yaptıkları putu parçalayıp kopararak yiyip tükettiler. Rakiplerine de, kendi tanrılarını yemek gibi bir skandala yol açtıkları için, birçok hicviye yazma fırsatı vermiş oldular.[715] Özellikle Mekke’deki din ile ilgili olarak, Devletin anayasa esaslarından bahsederken bu konuya tekrar döneceğiz.
1064. Dini yayma faaliyetleri ve genel anlamda dini hoşgörü konusunda İslam’ın tutumunu daha iyi anlamak için, Kur’an’ın özellik taşıyan bir ayetini zikredelim:
“Allah’tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.” [716]
1065. Daha Muhammed (a.s.) döneminde Budizm, dünyanın en büyük dinlerinden biri durumundaydı. Hindistan ve Çin’den gelen Budist tüccarlar, Arabistan’ın özellikle güneydoğu bölgelerinde kurulan büyük fuarlara katılırlardı. Ancak bunların dillerinin farklılığı, sayıca az oluşları ve ülkelerinin Arabistan’a uzaklığı, bu dinin Araplar arasında fazla bilinmeyişinin nedenini açıklamaktadır. Kur’an bu din ile ilgili doğrudan bir bilgi vermemektedir. Kur’an’ı yorumlayan bazı bilginlerin ince zekâsı sayesinde, Zu’l-Kifl peygamberden bahsedilirken, Budizm’in de Kur’an’da geçtiği ortaya çıkarılmıştır.[717] Kur’an’da geçen ve başka bir şekli bilinmeyen bu isim, “Kif’li veya Kifl’e mensup” anlamına gelmektedir ve tefsir bilginleri bu isimle Kapilavastu, yani Gotama Buda’nın doğduğu şehir arasında bir ilişki kurarlar. “Zu’l-Kifl” aynı zamanda “besleyici” ya da “besin” anlamına gelmektedir. Hatırlatmak gerekirse, Filliozat adlı doğubilimci (L’Inde Classique, II, s. 468-9, § 2177), Gotama Buda’nın babasının, başkenti Kapilavastu olan bir Devlet başkanı olduğunu, adının da “temiz ve saf besin” anlamına gelen Sudhodâna olduğunu belirtir. Başka tefsirciler ise, Budizmle ilgili olarak Kur’an’ın şu ayetine göndermede bulunurlar:
“Andolsun İncir’e ve Zeytin’e; Andolsun Sîna Dağına; Andolsun şu emin Belde’ye ki…”[718]
Ayette geçen “Şu Emin Belde”, Muhammed (a.s.)’ın doğduğu şehir olan Mekke’ye işaret etmektedir. “Sina (Sînîn) Dağı” ise ister istemez Musa (a.s.)’yı hatırlatmaktadır. “Zeytin Ağacı” denince de herkesin aklına Filistin’deki Zeytin Dağı ve İsa Peygamber gelmektedir. “İncir Ağacı”na gelince: Bazı müfessirler, burada söz konusu edilenin, yabani bir incir ağacı altında kendisine vahiy gelen Buda olduğunu ileri sürmüştür.[719]
1066. Belhârisler konusunu ele alırken, Resulullah (a.s.)’ın Hintlilerin giydiği elbiseleri tanıdığına işaret etmiştik. Kur’an’da ve hadis kitaplarında, bu büyük ülkelerdeki diğer dinlerden söz edilmemektedir. Bazı hadis kitaplarında Resulullah (a.s.)’ın ağzından şu sözlerin döküldüğü nakledilir:
“Çin’de de olsa bilimi arayınız; zira bilimsel araştırma yapmak erkek ve kadın her Müslüman üzerine düşen bir görevdir.”[720]
1067. Kendilerine bir öğünme ve iftihar payı çıkartmak için, İslam’ı kabul eden toplulukların, Resulullah (a.s.) ile ilişki kurmaya çalışmalarını anlayışla karşılamak gerekir. Bu bağlamda, Hindistan’ın güney-batı yakasında yaşayan Malabarlıların, kıralları Çakravati’nin, Hicretten önceki yıllarda Resulullah’ın herkesçe bilinen “Ayın Yarılması” (Şakku’l-Kamer) mucizesini gördüğünü iddia etmelerine şaşırmamamız gerekir. Bu mucize üzerine Kıral, İslam’ı kabul etmek üzere Arabistan’a gelmiş ve dönüş yolu üzerinde, Yemen’in liman şehri olan Zafar’da vefat etmiştir.[721]
1068. Aynı şekilde Çinliler de, Resulullah (a.s.)’ın kendilerine akrabalarından birini gönderdiğini ve Çin İmparatorunun da, İslam’a girdiğini bildirmek üzere Medine’ye bir elçi gönderdiğini öne sürerler[722]
1069. Halk arasında dolaşan, efsane niteliğindeki bu bilgilerin bizi yolumuzdan alıkoymasına izin vermek istemiyoruz. Ayrıca, Hindistan ve Türkistan gibi ülkelerde de, Resulullah (a.s.)’ın vefatından birkaç yüzyıl sonra bir takım maceraperestler ortaya çıkmışlar ve kendilerinin Resulullah (a.s.)ın sahabesi olduklarını iddia etmişlerdir. Ve ne gariptir ki, bu kimseler asırlar boyunca, peşlerinden sürükleyecekleri kitleler bulma şansına sahip olmuşlardır. Örneğin, Ratan Hindi (bk. İbn Hacer, İsabe, Nº 2759), Sarbâtak Hindî (a.g.e., Nº 3739), Malkabe ibn Melkan el-Harezmi (a.g.e., Nº 8126) ve bize Sahîfe (bk. Ahmed ibn İsmail el-Kazvînî’nin Kitâbu’s-Serd ve’l-Ferd fî sahâ’ifi’l-Ahbâr adlı derlemede) adlı bir eser bırakan ve Zehebî’nin Tecrîdu Esmâu’s-Sahâbe adlı eserinde bahsettiği (Nº 806) Ca’fer ibn Nastûr er-Rûmî bunlardandır. İslamabad’lı Prof. Hurşîd Rizvi’nin varlığından haberdar etme lutfunda bulunduğu, Ahmed ibn Muhammed es-Selefî’nin Mu’cemu’s-Sefer adlı Dublin kütüphanesindeki Chester Beatty elyazması eserde de aynı konulara değinilmektedir.[723]
1070. Resulullah (a.s.)’ın yabancılarla olan medenî ilişkileri ve uyguladığı ruhanî-dünyevî politikalar sonucunda elde ettiği olumlu sonuçları irdeleyerek bu incelememizi bitirelim. Muhammed (a.s.), başkanı olduğu Devleti asla bir başkasından ya da babadan oğula geçen bir yönetim anlayışıyla devralmamış –ki böyle bir uygulama zaten bu ülkede mevcut değildi-, onu, en ince ayrıntısına varıncaya dek kendi elleriyle kurmuştur. Ve bu Devlet, küçük bir şehir ya da kasabanın belli bir bölümünden başlayarak, kuruluşundan tutun da, onu kuran kişinin hayatının son günlerine kadar devam eden on yıllık bir süreçte yayılıp genişlemiştir.
1071. İslam’ın ilk dönemlerinde yaşamış olan (klasik) yazarlarda veya bizden önceki yazarların kitaplarında başkaca veriler bulunmadığı için, bu Devlete ait ülke sınırları ve topraklarının genişlemesiyle ilgili bilgileri, ittifak anlaşmalarını ve nihaî fetihle sona eren askerî seferleri incelemek suretiyle yeniden ortaya koymaya çalışabiliriz:
H. 1. yıl: Medine’de bir Şehir-Devlet’in kuruluşu; Medine ile Kızıl Deniz arasındaki bölgede yaşayan kabilelerle nüfuz (dostluk) alanı oluşturulması ve özellikle Cuheyne kabilesiyle kurulan ilişkiler.
H. 2. yıl: Benu Damralılarla yapılan savunma anlaşmaları sonucunda, bu ilişkilerin Medine’nin güney ve güneybatı bölgelerine doğru pekiştirilerek yayılması. Resulullah (a.s.), savaşta ele geçen ganimetleri sadece İslam toprakları üzerinde sefere katılanlar arasında bölüştürüyordu. Bedir savaşında ele geçen ganimetlerin Safra vadisi yakınındaki Seyer mevkiinde bölüştürüldüğüne işaret edelim (bk. İbn Hişam, s. 458). Aynı yıl, Resulullah (a.s.), Medine’nin doğusunda Suleym ve Ğatafanlıların arazisi üzerindeki Karkaratu’l-Küdr üzerine kendi komutasında bir cezalandırma seferi düzenlemiştir.
H. 3. yıl: Medine’nin doğusundaki Necd bölgesinde, Zatu’r-Rika’ya, Karade’ye vb. bir çok askeri sefer düzenlendiğine işaret edilir.
H. 4. yıl: Daha da doğuda, Necd’deki Feyd bölgesine kadar düzenlenmiş bir çok sefer.
H. 5. yıl: Arabistan’ın en kuzey taraflarındaki Dûmetu’l-Cendel bölgesine ve güneyde, Mekke’ye fazla uzak sayılmayan Mureysi’ bölgesindeki Benu Musta’likler üzerine de birer sefer düzenlenmiştir. Bu kabilelerin de Müslüman olmasıyla, İslam ülkesi, Mekke sınırlarına kadar genişlemiş oldu.
H. 6. yıl: Medine’nin doğusundaki Necd bölgesine birçok sefer düzenlendi. Ayrıca, Mekke’nin hemen yakınlarındaki ‘Usfân’a ve Kura’l-Ğamim’e de birer sefer düzenlendi.
H. 7. yıl: Medine’nin kuzeyinde uzanan Hayber, Vadi’l-Kurâ ve Fedek düzlükleri de İslam topraklarına ilhak edildi. Necd üzerine daha birçok askerî sefer düzenlenmiştir. Yarımadanın doğu ve güney-doğusunda uzanan Bahreyn (bugünkü Ahsâ) ve ‘Uman bölgeleri de İslam Devletine bağlanmıştır.
H. 8. yıl: Mekke ve daha güneyde, Kızıl Deniz kıyıları üzerinde bulunan Tihame fethedilerek, aralarında Mu’te ve Zat Atlah gibi şehirlerin de bulunduğu Filistin topraklarına birçok askerî sefer düzenlenmiştir.
H. 9. yıl: Yarımadanın güney bölgelerinde bulunan Yemen vs. ile kuzeyde Dûmetu’l-Cendel’den Filistin’e kadar uzanan topraklardaki Maknâ, Eyle, Cerba’, Ezruh vb. şehirleri ülke sınırlarına katıldı. Bu yıl, “Âmu’l-vüfûd (Elçiler Yılı) adıyla ün kazandı. Gerçekten de Resulullah (a.s.) o yıl Arabistan’ın her yöresinden gelen heyetleri ayrı ayrı huzuruna kabul etmiştir. Irak’ın güneyi ile Filistin’deki bazı bölgelerin fethedilerek itaat altına alınmasıyla, Yarımada’nın fetih ve itaat altına alınma işlemi tamamlanmış oldu.
H. 10. yıl: Yemen’den Aden’e kadar uzanan bazı dağlık bölgeler tamamen ve kesin bir biçimde itaat altına alındı. Resulullah (a.s.), Mekke’ye yaptığı Veda Haccı sırasında, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelmiş bulunan 100.000’i aşkın Müslüman onu dinleme imkân ve fırsatını bulmuştur.
H. 11. yıl: Bu yılın üçüncü ayında Resulullah Muhammed (a.s.), bu fani dünyadan göç ederek Refîk-i A’lâ’ya (En Yüce Dost Allah’a) kavuşmuştur.
1072. Arabistan Yarımadası 3 milyon km2 lik bir yüzölçümüne sahiptir. Gerçekleştirdiği fetih hareketinin 10 yıllık bir süre içinde tamamlanabilmesi, günde ortalama 845 km2 lik toprağın ülke sınırları içine katılması anlamına gelmektedir. H. 10 yılında 140.000 kadar Müslüman, Hac için Mekke’ye gelmiştir. Ayrıca Hacca katılamayıp kendi ülkesinde kalan daha ne kadar Müslüman vardı, bilemiyoruz. Başka hangi din kurucusu, bizzat kendisi hayatta iken davasını yayma çalışmaları sonunda böyle bir başarı elde etmiştir?
İdari Bölünme
1073. Henüz işin başında iken, Müslümanlar günlük vakit namazlarını kılma ve sadaka adı altında Medine’ye birtakım vergiler gönderme gibi tamamen ruhi-manevi yükümlülükler altında iken bile, bir takım idarî amaçlar doğrultusunda ülkeyi bazı bölümlere ayırma gereği hissedilmekteydi. Resulullah (a.s.) kuşkusuz İslam’ı yeni kabul etmiş kabileler nezdinde, buralara hem ibadetler hem de hukuki-adlî meselelerde karşılaşılacak sorunları çözmek üzere bazı sorumluluklar yükleyerek bir takım idareciler tayin etmişti; ama o, bütün bu insan topluluklarının eskiden beri sahip oldukları mülkiyet haklarını da kabul ediyordu. Bu durumda, kabile ya da diğer bağımsız insan topluluklarından oluşan çok sayıda “eyalet” ortaya çıktı. Bu “eyaletler”in yüzölçümleri, bu insan topluluklarının sahip oldukları toprakların miktarına bağlı olarak son derece çeşitlilik arz etmekteydi.
1074. Ancak H. 9 yılına gelindiğinde, Resulullah (a.s.), bundan böyle doğrudan merkezi hükümete ödenmesi gerekli vergiler kapsamına alınan zekât vergisini tahsil etmek üzere, -daha çok geçici görevle- vergi tahsildarlarını bu eyaletlere göndermeye karar verdi. İşte bunun üzerine, gerçek anlamda bir idari bölünme işine başlanmıştır. Bir yandan, Abbâd ibn Bişr el-Eşhali’nin, Suleym ve Muzeyne gibi iki ayrı kabileye -bu iki kabile aynı mahalde oturup birbiri ile nüfusça tamamen kaynaşmadığı halde- tek başına gönderilmesi, iki küçük eyaletin topraklarının bir tek ve daha büyük bir “Eyalet” halinde birleştirildiğine işaret ederken; öte yandan, Temim kabileleri örneğinde olduğu gibi, bir tek bölgeye çok sayıda vergi tahsildarının tayin edilmesi, nüfusça çok kalabalık bir “eyalet”in alt bölümlere ayrılması gerektiğini gösterir. (Taberî, İbn Habib, Safadî vb. yazarların eserlerindeki bazı özel bölümlerde, veya Resulullah’ın yaptığı anlaşma ya da verdiği imtiyaz belgelerinin metinlerinde bu tür görevlilere ait onlarca isim göze çarpmaktadır). Bunlara bakarak, araştırmacıların, henüz doğup gelişmekte olan bu Devletin eyaletlerinin ve daha küçük çaptaki yerleşim birimlerinin idari bölünmesini ortaya çıkarmaları mümkün olacaktır. Her kabilenin sınırları içinde bulunan su kaynakları, dağlar, vadiler vb. bugün çoğunlukla bilinmektedir. Ayrıca elimizde Arap Yarımadası ile ilgili oldukça iyi hazırlanmış haritalar bulunmaktadır Her ne kadar bazı yer isimleri değişmiş olsa da, birçoğu aynen muhafaza edilmiş ve halk tarafından kullanılmaktadır. Bu da, tarihçinin işini çok daha kolay hale getirmektedir.
1075. Bu idari hiyerarşi içerisinde iki temel kategori ayırt etmek mümkündür:
1. Resulullah (a.s.)’ın aynı kabile üyeleri arasından seçip farklı kabilelere göndermek üzere tayin ettiği veya esasen tevarüs yoluyla geldiği halde eski yerinde bıraktığı başkanlar,
2. Vergi tahsildarları, hukuki anlaşmazlıkları çözen hakimler, İslam’ı öğretmekle görevli muallimler ve Resulullah (a.s.)’ın başkentten sık sık gönderdiği diğer devlet memurları.
Görevi tevarüs yoluyla sürdüren başkanlar da bazen, Devlet vergilerini tahsil etme ve bunları ya doğruca Medine’ye gönderme ya da gezici tahsildarlara teslim etme yetkisine sahip idiler. İlk gruba giren başkanların sayısı oldukça fazladır. Gerçek anlamda krallıkların süregeldiği, yabancı devletlere ait eski sömürgelerde, iş başındaki yerli başkanların görevlerinde kalmalarına izin verilmiştir. Bölgedeki özerk yapı günün koşullarına uyarlanmıştır. Böylece ortaya çıkan dolaylı idare tarzı, bize federatif veya konfederatif türde yapılanmanın söz konusu olduğunu düşündürmektedir.[724]
1076. Çalışmamızın buraya kadar olan kısmında, Araplar arasından çıkmış bir peygamber olarak Muhammed (a.s.)’in toplum içindeki hal ve hareketlerinden genel anlamda bahsetmiş ve cemiyet insanı olarak sahip olduğu özellikleri gözler önüne sermiş bulunuyoruz. Artık kitabımızın bundan sonraki sayfalarını rahatlıkla onun kişisel hayatıyla ilgili farklı konulara tahsis edebiliriz: ne yiyip içtiği, nasıl giyindiği, çevresindeki arkadaşları ve kendisini ziyarete gelen insanlarla nasıl ve neler konuştuğu vb. gibi. Bu konuda elimizde bol miktarda malzeme mevcut olup, klasik yazarlar bu konularda ciltler dolusu eser kaleme almışlardır. Ancak, Resulullah (a.s.)’ın hayatıyla ilgili dikkatimizi çekmesi gereken en temel konu, onun aile hayatıdır.
1077. Muhammed (a.s.)’den şöyle bir hadis nakledilir:
“Şu dünya hayatından bana kadınlar ve güzel koku hoş gösterildi; bununla beraber, namaz kılmak gözümün nûru (gönlümün neş’esi)’dur.”[725]
Bu söz, İslâm Peygamberinin kişiliğini ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Bu hadis bir yandan insanın elinin altında bulunan tüm nimetlerde bir âhenk sağlayarak hem ruhu ve hem de bedeni kapsamakta, öte yandan bize, Muhammed (a.s.)’in kendisine tâbi olup onun yolundan giden müminlere, orta halli bir insan için uygulanabilecek, hayata dair geçerli bir örnek verme kaygısı taşıdığını göstermektedir. Öyle görünüyor ki, Allah’ın Elçisi olan bir kimse, vasat bir insan için asla geçerli bir örnek oluşturmayacak olan, tamamen zühd ve takvaya dayalı insanüstü bir hayat sürmek gerektiği görüşünü hiçbir zaman savunmamıştır. Bu nedenle, Resulullah (a.s.) Muhammed (a.s.):
“Düşmanınızı seviniz!” demediği gibi, böyle yapanlara da karşı çıkmamakta; ancak:
“(Düşmanınıza), onun size vermiş olduğu zarar kadar (daha fazla değil) bir zarar veriniz; aksi halde, bağışlayacak olursanız., Allah size bunun mükâfatını verecektir,” buyurmaktadır. Bu tavsiye, Kur’an’da bir çok kez yinelenmektedir. Başka bir ifadeyle, Resulullah (a.s.), gerek toplum hayatında gerekse manevî hayatında dosdoğru olan bir insan için gerekli “asgarî davranış” biçimini göstermekte, ancak, eğer istiyor ve elinden geliyorsa iyilik istikametinde gerekli asgarî davranış sınırını aşmaya çalışmayı bireyin kendisine bırakmaktadır. Kur’an’da da geçen aşağıdaki dua, İslâm düşüncesinin insan davranışlarıyla ilgili en belirgin özelliklerini mükemmel bir biçimde özetleyerek bize sunmaktadır:
“Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da güzellik ve iyilik ver, Öteki Dünyada da iyilik ve güzellik ver! Ve bizi Cehennem azabından koru!”[726]
Muhammed (a.s.) bütün hayatı boyunca bizzat bu gerçeğin ideal bir örneği olmak, öğrettiği ve başkalarının da yapmasını istediği şeylerin yaşanan bir örneğini ortaya koymak istiyordu. Onun her hareket ve davranışı, her sözü İslâm toplumu için hukukî bir kural olduğundan, Resulullah (a.s.), istese bile, kendiliğinden daha fazla kural koyamazdı. Kur’an’ın bu konudaki görüşü gayet açık ve nettir:
“Andolsun ki Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar için güzel bir örnektir.”[727]
Bu ilâhî buyruk, istisnasız bütün Müslümanları kapsamaktadır; şayet Muhammed (a.s.) beşerî alemde hoş ve güzel olan şeyleri hor görüp küçümseyerek, bunlardan uzak bir melek hayatı sürdürmeyi tercih etseydi, Kur’an’daki bu buyruğun hiçbir hükmü kalmazdı.
1078. Muhammed (a.s.)’in özel hayatıyla ilgili en hassas konu, hiç kuşku yok ki onun çok kadınla evlenmiş olmasıdır. Bu sorunun çok farklı boyutları vardır.
1079. Müslümanlar için izlenmesi gereken örneğin, evlenmemiş bir bekârın hayatı olduğu kabul edilemez: Böyle bir hayat, insan neslinin sonu olacağı gibi, bu, insanın doğasına da aykırıdır. İslâm, kadınların çok erkekle evlenmesini (polyandrie) yasaklamıştır; ve bildiğimiz kadarıyla Resulullah (a.s.) zamanındaki Arabistan’da böyle bir âdet yoktu. Muhammed (a.s.) çok sayıda hanımla evlenmiş ve aşağıda göreceğimiz gibi, bazı koşullarda, Müslümanların çok kadınla evlenmelerine izin vermiştir. Bekâr kalmak yasaklanmamıştır; ancak her türlü zina, fuhuş ve eşcinsellik kesinlikle yasaklanmıştır. Tek hanımla evliliğe (monogami) gelince: Kur’an, karı-koca ilişkilerinde gözetilmesi gereken adalete daha uygun olduğunu beyan ederek, bunu açıkça teşvik etmektedir. Ne var ki çok kadınla evlilik, sadece yapılmasına izin verilen (mübah) bir şeydir. Acaba İslâm’da durum niçin böyle olmuştur? Şimdi bunu daha yakından görmeye çalışalım:
1080. Canlıların biyolojik yapısı bu sorunu çözümleyecek gibi görünmemektedir. İnsanlardan çok farklı yapıdaki bitkileri bir kenara koyarsak, hattâ hayvanlar âleminde bile bu konuda benzer ve tekdüze bir kural bulunmadığını görürüz. Bütün hayvan türleri arasında, içinde bulundukları koşullar bakımından büyük farklılıklar göze çarpar. Bunlar arasında, hiç bir kural gözetmeyen serbest bir cinsel hayat sürenler olduğu gibi, çok dişi ile veya tek dişi ile hayatlarını sürdürenler de vardır. Kuşlar aleminde bile tekdüze bir cinsel hayata rastlayamayız. İnsan fizyolojisine en yakın çeşitli maymun cinsleri de bu bağlamda olağanüstü çeşitliliğe sahiptirler.
1081. Muhtemelen doğa koşulları, canlıların sürdürdüğü yaşam biçimleri üzerinde etkili olmaktadır. Nitekim, söylentiye göre her doğumda biri kız, diğeri erkek ikiz çocukları dünyaya gelen Âdem ve Havva çifti, insan soyunun devamı için şayet bir batında doğan ikiz kardeşlerin kendi aralarında evlenmelerine imkân tanısalardı, insan nesli, sürekli olarak biri kız diğeri erkek ikiz çocuklar dünyaya getirmek durumunda olacaktı. Yine büyük bir olasılıkla, böyle bir durum, ilk çiftin soyundan türeyecek olan kuşaklarda her türlü zihinsel gelişmeyi engelleyecekti.[728] Kısacası, biyolojik yapıyla ilgili özelliklerin incelenmesi, bize bu sorunla ilgili makul çözümler sunmaktan yoksun gibi gözükmektedir.
1082. Tarih boyunca hemen bütün devirlerde, en azından toplumun bazı sınıflarına mensup insanlar arasında çok kadınla evliliğin (poligami) uygulandığı görülür. Kendilerine kutsal kitap gönderilen toplumlarda, İbrahim, Musa, Davut, Süleyman başta olmak üzere bütün peygamberlerin, poligam bir evlilik hayatı sürdükleri anlaşılmaktadır. Matta İncili’nde (25: 112) geçen “on karılı koca” hikâyesi pek meşhurdur. Aralarında Martin Luther’in de bulunduğu, Hıristiyanlık üzerine araştırma yapan uzmanların bir bölümü, bu hikâyeyi esas alarak, İsa (a.s.)’nın hiçbir zaman çokeşliliği yasaklamadığı sonucunu çıkarmışlardır (bk. Dictionnaire de la Bible, “Polygamie” maddesi).
1083. Toplumsal yaklaşımlar bu konuda daha belirleyici gibi gözükmektedir. Eski Yunan ve Romanın da içinde bulunduğu Antik dönemde meydana gelen savaşlarda, her zaman ve her yerde kadınlara erkeklerden daha çok saygı gösterilmiştir. Üstelik ganimetler, ele geçirilen mal ve eşyayla birlikte, büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu esirlerden meydana geliyordu. Bu durum doğal olarak nikâhsız birliktelik (cariyelik) ve çokeşlilik ile sonuçlanıyordu. Nedenler ortadan kaldırıldığında sonuçlar da kendiliğinden yok olacaktır. Toplama kampları ya da zorunlu çalıştırma biçimleri altında ulusallaştırılmış ya da kamusal kölelik uygulaması halen varlığını sürdürmekle birlikte, Allah’a şükürler olsun ki çokeşlilik veya cariyeliği doğuran nedenlerden biri olan özel kölelik sistemi, bugün artık fiilen ortadan kalkmıştır. Savaşlar günümüzde de vardır. Ancak kullanılan modern silâhlar iki farklı cins arasında ayrım gözetmemekte, öte yandan kadınlara düzenli asker olarak ordu saflarında sıkça rastlanmaktadır. Bu ise, her iki cins arasında sayı farkını ortaya çıkaran ikinci nedenin de kaybolup gitmekte olduğu anlamına gelmektedir. Çokeşliliğin sürüp gitmesindeki en büyük etken olan servet dağılımındaki eşitsizlik, artık kapitalist ülkelerde bile yürürlüğe konan toplumsal yasalar sayesinde bugün azalmaya yüz tutmuştur. Başka bir deyişle, suiistimal kaynakları, en azından günümüz dünyasının büyük bir bölümünde azalma eğilimi göstermektedir.
1084. Ancak şu kadarı var ki, kimi durumlarda birden fazla kadınla evlenme zorunluluğu, ideal bir toplum oluşturuncaya dek varlığını sürdürecektir. Burada, zevcenin müzmin ve devamlı bir hastalığa yakalanması gibi anormal durum ve koşulları kastediyoruz: Bu durumda onu boşayıp aile dışına atmak, ikinci bir hanımın eve getirilmesinden daha acıklı durumlara yol açacaktır. Bunun dışında, insanın öngörülerini aşan birçok durum daha söz konusu olabilir.
1085. Muhammed (a.s.)’in ortaya koyduğu İslâm hukukunda kadın, nikâh akdi ile hayatını bir erkekle birleştirmeye razı olurken, erkeğinkiyle eşit bireysel bir özgürlük ve bağımsızlığa sahiptir. Bu durumda, nikâh akdi yapılırken çokeşli bir evliliğe razı olup olmaması tamamen o kadına bağlıdır. Muhammed (a.s.), evliliği, her türlü koşula imkân veren, tarafların karşılıklı serbest irâde ve rızâlarıyla gerçekleşecek normal bir hukuksal işlem haline getirmiştir. Kendisine evlenme önerisinde bulunulan kadın, evinde zaten başka bir kadın olan bir erkeğin bu önerisini reddetme hakkına sahip olmakla kalmayıp, nikâh kıyıldığı sırada nişanlısına, gayet haklı olarak, evlilikleri boyunca sadece kendisi ile nikâhlı kalacağı ya da boşanma hakkını kadının kendisine ya da bir hakeme bırakması koşulunu ya da bir başka şartı öne sürebilir. Aynı zamanda kadın, bu ayrıcalıkların hiçbirini istememe hakkına da sahiptir. Böylece, Müslüman kadının, sadece tek evliliğe dayalı bir aile hayatı sürmekten başka seçeneği olmayan Batılı hemcinsinden daha fazla haklara sahip kılındığı görülmektedir. Unutmamak gerekir ki, bireysel tabiatlar ve olanaklar birbirinden çok farklıdır: erkek ya da kadın olsun, her iki tarafın da karşılıklı olarak birbirlerinin kişiliğini ömürleri boyunca tamamlayıp eksikliklerini giderebilecekleri ideal bir sevgi kurumu olan evlilik, ancak pek az kimsenin gerçekleştirebileceği bir ideal olarak varlığını daima sürdürecek, insanların çoğunluğu ise bu idealin pek azını hayata geçirebilecektir. İslâm her alandaki kanun ve kurallarını, normal bir insanı göz önünde bulundurarak ortaya koymuş ve bu konuda gerçekçi bir esneklik payı bırakmıştır.
1086. Muhammed (a.s.)’in ümmetine şöyle bir öğüdü vardır:
“Nikâha rağbet ediniz ve çoğalınız! Ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla öbür ümmetlere karşı iftihar edeceğim.”
Bu hadisten edindiğim izlenime göre, Resulullah (a.s.) evlenmeyi, İslâm’ın yeryüzünde daha çabuk yayılmasını sağlayacak barışçı bir yöntem olarak görmekteydi. Demokratik Hükümet biçimlerinde nüfus sayısı her şeyden daha önemlidir; özellikle çoğunluğu oluşturan gayrı müslimlerin böyle çokeşlilik uygulamasından kaçındığı toplumlarda. Ancak körü körüne uygulanacak bir “çokeşlilik” hiç de arzu edilen bir şey değildir. Çünkü her şeyden önce çokeşlilik, hiç bir zaman dinin insanlara zorunlu olarak emrettiği bir şey değil, sadece belli koşullarda izin verilen bir imkândır. Bundan başka evlilik, karşılıklı anlaşmaya dayalı hukuksal bir sözleşme olduğu için, çokeşlilik erkeğin tek taraflı olarak dayatacağı bir uygulama olamaz: Kadının da kendi arzu ve iradesiyle, kendisiyle eşit haklara sahip diğer eşlerle birlikte ortak evliliğe razı olması gerekir. Ve nihayet İslâm, herhangi bir kadınla evlilik bağı kurulmasına da izin vermemektedir. Müslüman bir erkeğin, Ehli Kitap dışında, Allah’a inanmayan (ateist), putperest, müşrik ya da monoteist kadınlarla nikahlanması yasaklanmıştır (bk. Mâide: 5/5). Bu arada, Müslüman bir kadının da hiçbir gayrı müslim erkekle evlenmesine izin verilmediğini hatırlatalım. (Bakara suresinin 221. ayeti müşrik erkeklerle nikahlanmayı yasaklarken, Mümtehine suresinin 10. ayeti daha da ileri giderek, hangi dinden olursa olsun bütün gayrı müslim erkeklerin bu hükme dahil olduğunu belirtmektedir.)
1087. Biz şimdi asıl konumuz olan Muhammed (a.s.)’in hayatına dönelim. Resulullah (a.s.)’ın şahsen çokeşli bir hayat sürmesinin çok daha başka nedenleri olduğunu belirtmek uygun olacaktır. Bilindiği gibi İslâm, Resulullah (a.s.)’ın hayatı boyunca tedricen şekillenip olgunluğa kavuşmuştur: Kendisi, getirdiği reformları kademe kademe yürürlüğe sokmuştur. Oysa putperestliğin yanı sıra çokeşlilik de Arabistan’da olağan şeylerdi. Resulullah (a.s.), dini yayma faaliyetine, inanış ve akideleri öğreterek başlamıştı. Kur’an’da çokeşlilikle ilgili ortaya çıkan kısıtlamalar, onun hayatının son yıllarına rastlar. Kur’an, İslâm toplumunun bu yönü ile de ilgilenmeye başladığı sırada, biraz sonra ortaya koyacağımız nedenlerden ötürü, kendisi esasen çok hanımla evli bulunuyordu. Bu durumda, bütün insanları kapsayacak mutlak ve kesin bir tekevlilik kuralının getirilmesinde bazı güçlüklerle karşılaşılabilirdi. Öte yandan Kur’an, şöyle bir açıklamada bulunmaktadır:
“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri onların analarıdır (…) Sizin Allah’ın Resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla câiz olamaz…”[729]
Bu durumda, yani çokeşliliği kısıtlayan ayetler indikten sonra Resulullah (a.s.)’ın kendi zevcelerini boşaması, onun adına bir zulüm ve gaddarlık olurdu.
1088. Tekeşlilik kuralının kesin bir biçimde gündelik hayatta uygulanmaya başlaması, İslâm adına çokeşlilik imkânının sağlayacağı yararları bir çırpıda silip atmak demek olurdu. Zira, az önce de belirttiğimiz gibi, çokeşlilik, Muhammed (a.s.) döneminde bütün Arabistan’da oldukça yaygın ve herkesçe benimsenen olağan bir yaşam biçimiydi; özellikle çokeşliliğe dayanan evlilik ilişkileri, farklı insan grupları arasında dostluk ve ittifak bağlarının güçlendirilmesi için en etkili araç ve yöntemlerden birini oluşturmaktaydı. Kur’an’da buna işaret eden birçok ayet vardır. Hatta tarihî kaynaklarda geçen kayıtlar da bu konuda görüş birliği içindedirler. Henüz gelişme dönemindeki İslâm, olabilecek her türlü desteğe muhtaçtı; ve İslâm toplumunun bu konuya duyduğu aşırı ilgisi dolayısıyla da Resulullah (a.s.)’ın kendi şahsında bir çok özveride bulunması gerekiyordu.
1089. Yine hatırlatalım ki, Resulullah (a.s.), kadınlarla ilgili bir takım İslâmî kural ve uygulamalar konusunda yine kadınlardan yardım almak durumundaydı. Kadınların gündelik hayatla ilgili olarak öyle farklı sorunları vardır ki, bir hanım bunlar hakkında gerekli bilgiyi utanma duygusuna kapılmaksızın bir erkeğe sorarak öğrenemez. Ve bu yüzden, Resulullah (a.s.)’ın hanımları, bir bakıma ülkedeki Müslüman kadınların hukuk danışmanları görevini üstlenmişlerdi. Şayet Resulullah (a.s.) geride çok sayıda dul hanım bırakmış olsaydı, bu hanım müfessirler ve danışmanlar, bir tek kalıncaya dek daha uzun süre müminler topluluğunda en büyük yetkililer olarak aynı görevlerini yerine getirebileceklerdi. Kur’an, aşağıda meali verilen ayetlerde onlara şu görevleri yüklemektedir:
Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayâsızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır. Bu, Allah’a göre kolaydır. Sizden kim, Allah’a ve Resulüne itaat eder ve yararlı iş yaparsa ona mükâfatını iki kat veririz. Ve ona (cennette) bol rızık hazırlamışızdır. Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Güzel söz söyleyin. Evlerinizde oturun, eski Cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.”(Ahzâb: 33/28-34)
1090. Öte yandan, meselenin insanî yönünü de ihmal etmemek gerekir. Zaman zaman İslâmî hedef ve gayeler uğruna övülmeye değer hizmetlerde bulunan bazı Müslümanların mükâfatlandırılmaları gerekiyordu. Acaba o devirde hangi Müslüman kadın, yanında başka kadınların da olacağını bildiği halde, Allah’ın elçisi olan bir peygamberin karısı olmayı istemezdi! Konu ile ilgili olarak aynı surenin müteakip ayetlerinde bu düşüncenin yansımasını görmekteyiz:
“Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık).” (Ahzâb: 33/50)
Ayette geçen “kendisini peygambere hibe eden bir kadın” cümlesinden de anlaşıldığı gibi, Peygamber’e hayranlık duygusuyla bağlı birçok kadın vardı. Resulullah (a.s.) kendilerinden bu bağlamda yararlanmamakla birlikte, İbn Habîb’in Muhabbar adlı eserinde işaret ettiği Ummu Şerîk ve Buhârî’nin Sahîh’inde (67: 33) geçen diğer müslüman kadınlar, buna örnektir. Ebû Sufyân’ın kızlarından birinin başından bu konuyla ilgili çok dikkate değer bir olay geçmiştir: Bir gün Resulullah (a.s.)’ın eşlerinden Ummu Habîbe, (hiç şüphesiz kız kardeşinin ısrarı üzerine) Resulullah (a.s.)’a:
“Kız kardeşimle de nikahlanmak istemez miydin?” diye sorunca o:
“Bunu sen mi arzu ediyorsun?” diye sormuş, Ummu Habîbe de:
“Ben senin tek hanımın değilim. Yeryüzündeki bütün kadınlar içinde en çok kız kardeşimle birlikte seninle müşterek yaşamayı tercih ederdim” (bk. Buhari, 67/27) cevabını vermiştir. Muhakkak ki Kur’an iki kız kardeşin aynı koca ile nikâhlanmasını kesinlikle yasaklamaktadır (Nisâ: 4/23); ancak biz Resulullah (a.s.)’ın eşi Ummu Habîbe ile olan bu konuşmayı naklederken, sadece bütün kadınların çokeşliliği mutlaka reddetmediğini göstermek istedik.
1091. Netice itibarıyla çokeşlilik, ta Antik dönemden beri, özellikle büyük bir direnç gösterdikten sonra bir ülkenin ele geçirilip istilâ edilmesi durumunda, saldırgan savaşçıların öfke ve saldırganlığını dolaylı olarak yatıştırmak amacıyla, gayet akıllıca ve takdir edilecek bir gelenek olarak sürdürülmüştür. Böylece galip gelen tarafın başkanının yenilgiye uğrayan taraftan bir prensesle ya da ileri gelen bir kadınla evlenmesi, iki hasım taraf arasında bir köprü kurulmasına vesile olmuş ve en yüksek düzeyde etkili müdahale ve arabuluculuk imkânları ortaya çıkarmıştır. Bu tür evliliklerin hiç bir derin anlam taşımadığı gibi bir önyargıya varılmaması gerekir.
1092. Bu arada, hangi dinden olursa olsun bütün beşerî topluluklarda erkeklik yeteneği çok güçlü bazı kimselerin bulunduğunu da belirtmeliyim. Hamilelik ya da doğan çocukların henüz pek küçük bulundukları bir sırada durum gereği birkaç ay hanımlarından ayrı kalmaları gerektiğinde, bu tip erkekleri kendilerine yakışan bir iffet ve namusluluk içinde tutabilmek imkânı, katı biçimde uygulanan tekeşlilikten ziyade, çokeşli bir evliliğin meşru olması durumunda daha fazla mevcuttur. Kaldı ki çokeşliliğe izin veren toplumlarda bile, bu yetkiyi kullanıp çok kadınla evlilik bağı kuran kimselerin yüzdesi pek düşüktür; geri kalan kesim hayatlarını tek kadınla evli olarak sürdürürler.
1093. Belki benim bu görüşüme karşı birileri çıkıp, nefsine hakim olmanın sağlam bir kişiliğin göstergesi olduğunu söyleyip ve bir Allah Elçisinden beklenen şeyin, sıradan insanlara bu imkândan yararlanma fırsatı vermekle beraber, bu “nefsine hakim olma” örneğini kendi şahsında yaşaması gerektiğini öne sürebilir. Ancak, bana göre bu sözleri Muhammed (a.s.)’e olduğu kadar, daha önce gelmiş geçmiş peygamber ve resullere de yöneltmek gerekir. Ben, “kâmil insan” ile “kemâle ermemiş” insan arasında kesin bir ayrım yapıyorum. Kanaatimce, bedenlerinin maddi ihtiyaçlarını göz ardı ederek dünya hayatının cazibelerinden tamamen sıyrılmış ve sadece kendi rûhî-mânevi âlemlerine dalarak, böylece Allah’ın insana bağışladığı bir takım yetenekleri kaybetmiş olan bütün herkes, artık insanlıktan çıkıp melek mertebesine ulaşmış kimselerdir. Yaratılışları gereği melekler kötülük yapma yeteneğinden arındırıldığı gibi, şeytanların da iyilik yapma gibi bir meziyetleri yoktur. İnsanı her iki yetenekle de donatarak yaratan ve ona akıl ve irâde gibi yetenekler bağışlayan Allah’ın bundan beklediği özel bir amacı olmalıdır. Şayet insan sadece melek veya sadece şeytan tabiatına sahip olursa, Allah’ın insanları meleklerden ve şeytanlardan ayrı yaratılışa sahip kılmaktaki amacı, yani O’nun bahşettiği bedensel ve manevî bütün kabiliyetlerden insanın yararlanması gerçekleşmemiş olacaktır. Zühd ve takva hayatı yaşayanlara büyük bir saygı duyuyorum. Ancak bu insanlar benim idealim olan düşünce tarzını temsil etmemektedir. Allah’ın Elçileri, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan vasat insana, onun en kolay şekilde yaşayabileceği, en uygun yaşayış örneğini sunmak zorundadırlar. Muhammed (a.s.) ise bunların hepsinden daha fazla, maddî (dünyevî) ve mânevî (rûhî) her iki gücü birden kendisinde toplamış bir Elçi idi; Kendisi hem bir zâhid hem de bir hükümdardı. O kendisini iki yönün her çeşit aşırılıklarından korumasını bilmişti. Ne dünya hayatını reddedip terk etti, ne de bu dünya hayatının içinde kaybolup gitti. Ramazan ayı dışında da sık sık oruç tutar ve sahabelerinin hepsinden daha fazla, gece uyanıp saatlerce teheccüt namazı kılardı. Tüm bunlara rağmen o, kendisine özgü nedenlerden dolayı çok kadınla evlilik hayatı yaşadı.
1094. Genel anlamdaki bu birkaç gözlem ve tespitten sonra, her ne kadar aşırı şüpheciler için pek bir anlam ifade etmese de, iffet ve namus timsali bir insan olan Muhammed (a.s.)’in ilgi çekeceğini ümit ettiğimiz veciz bir hadisini zikretmek istiyoruz. Şöyle buyuruyor:
“Benim kadınlara ihtiyacım yok.”[730]
O bu hadis ile, evlendiği kadınları sadece aşk duygusu ve şehvet düşkünlüğü ile değil, tamamen başka nedenlerden dolayı nikahladığını ifade etmek istiyordu. İlâhi tebliğ ile görevlendirildikten sonra, ömründe ilk kez ikinci bir hanımla evlenmeyi düşündüğünde 53 yaşına varmıştı. Burada söz konusu olan kimse, birazdan göreceğimiz gibi, Ebû Bekir’in kızı Â’işe’dir.
1095. Kısacası, çok kadınla evlenmeyi Muhammed (a.s.) icat etmediği gibi, bunu dışardan kendi toplumuna sokan da kendisi değildi. O yalnızca kendisinden önceki Peygamberlerin yolundan yürümekle kalmayıp, aynı zamanda hiçbir sınır gözetmeyen çokeşlilik kavramına ve uygulamasına bir takım sınırlar getiren ilk Resul olmuştur. Kur’an bu konu ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.
Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz. Bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız, Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ: 4/3, 129)
1096. Ayette yer alan “yetimlere adalet ve doğrulukla davranamama ihtimaline karşı çok kadınla evlenme” önerisiyle gündeme getirilen muhakeme yöntemi, bazı açıklamalar yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla burada anlatılmak istenen şu olsa gerektir: “Sorumluluğunuz altında yetim bir takım çocuklar bulunuyor ve siz de bekârsanız ya da bir tek kadınla evli olsanız bile o, evin ve çocukların bakımı ile idaresine yetişemiyorsa, bu halde sizin ikinci, üçüncü veya dördüncü bir hanımlar nikâhlanmanızda şer’î hukuka göre bir sakınca bulunmamaktadır. Ancak bu çokevlilikte, nikâh altına alınan eşler arasında, bir eşitlik ve adalet sağlanamayacağından korkuluyorsa, bu durumda bir tek kadını nikâhlamakla yetinmek gerekir. Çok kadınla evli bulunan bir erkeğin aile yükünü hafifletmek amacıyla, cariyeler edinmesine de izin verilmiştir.”
1097. Burada söz konusu edilen eşitsizlikten kastedilen, hiç de eşler arasındaki sevgi ve evlilik ilişkileriyle ilgili eşitsizlik ve adaletsizlik gibi gözükmemektedir. Zira bazı durumlarda çokeşliliğe açıkça izin vermekle birlikte, Kur’an, şu noktayı özellikle vurgular:
“Allah, hiç bir erkeğin göğsüne iki kalp yerleştirmemiştir.”[731]
Şüphesiz diğer ayetlerde olduğu gibi, Kur’an (Nisâ: 4/3), çok kadınla evliliğin mübah sayılabileceği diğer noktalara değinmemekte, sadece en geçerli duruma işaret etmektedir. Diğer durumlarla ilgili olarak, Resulullah (a.s.)’ın yaşantısını dikkatle incelememiz gerekecektir. O, sahabelerine, maddî bakımdan eşleri arasında adil davranmaları ve onlara eşit miktarda zaman ayırmaları koşuluyla aynı anda dörde kadar kadınla nikâhlanabilmelerine imkân tanıyordu. Tekeşlilik her zaman arzu edilen bir şey olmuş, çokeşliliğe ise yargı makamlarının gözetiminde ancak belli koşullar altında izin verilmiştir. Ben buradan, Kur’an’ın, evliliğe rıza gösterme hususunda kadın tarafına erkekle aynı hakları vermek suretiyle çokeşliliği yürürlükten kaldırdığı -ya da en azından yürürlükten kaldırma imkânını verdiği- anlamını çıkarıyorum: Kadın, nikâh akdi sırasında ya da sonradan, eğer ilk hanımı olacaksa erkeğin daha sonra bir başka kadınla evlenmemesini şart koşar ve bu durum nikâh akdinde açıkça beyan edilirse, veya erkek daha önceden bir ya da daha fazla kadınla evli olduğu için bu hanım kuma olmak istemediğini belirterek evlenmeyi reddederse, çokeşlilik de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İslâm, çok kadınla evliliği bazı durumlarda hoşgörü ile karşılamakta birlikte, onu asla ebediyete kadar sürdürüp toplumda yaygın hale getirmeyi istememektedir.
1098. Bu giriş bölümü ile ilgili olarak son bir söz daha söylemek istiyoruz: Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı gibi, dört kadınla nikâhlanmak İslâm hukuku çerçevesinde meşrû sayılmıştır. Muhammed (a.s.)’in hayatıyla ilgili kaynakların belirttiğine göre, o bu sayıyı en üst sınır olarak anlıyor, hatta dörtten fazla hanımla evli bulunan sahabelerin bunlardan boşanmalarını emrediyordu.[732] Sakîf kabilesinden Gaylân, İslâm’ı kabul ettiğinde on hanımı vardı: Resulullah (a.s.) ona, bunlar arasından dördünü seçmesini, kalan diğer altısından ayrılması talimatını vermiştir.[733]
1099. Şu husus üzerinde de önemle durmak gerekir ki Muhammed (a.s.), farklı türden konular üzerine aynı hassasiyetle gitme eğilimine karşı çıkmıştır: Örneğin Allah’a ortak koşma ile alkollü içki içmeyi bir tutmamıştır. İçki içmek de kumar oynamaya göre daha çok cezaya lâyık görülmüştür. Giyim tarzı, saç şekli vb. hususlarda erkeklerin kendilerini kadınlara benzetmelerinin yasaklanışı da, kumar vb. talih oyunları ile aynı değerde tutulmamıştır. O, kesinlikle emretmeksizin ya da hepsini istisnasız zorunlu hale getirmeden, birçok talimat bırakmıştır ve böylece, değişik devirlerde yaşayan veya farklı entelektüel birikimleri olan ya da değişik sosyal çevrelere mensup bağlılarına, bireysel ihtiyaçları doğrultusunda hareket etme imkânı tanımıştır. Bu esneklik, aile hukuku ile ilgili konularda da en az öncekiler kadar göze çarpar. Çeşitli nedenlerden ötürü çok kadınla evliliğin, İslâma yeni giren kimselere yasaklanamayacağı gayet açıktı. Dinî ve toplumsal hayatın diğer birçok alanlarında olduğu gibi, çok kadınla evliliğin sürdürüldüğü bir yuvada bulunması gereken tutum ve davranışlar konusunda, Muhammed (a.s.)’in bizzat kendi şahsından örnekler vermesi gerekiyordu. Muhammed (a.s.) sık sık şöyle söylerdi:
“Sizin en hayırlılarınız, eşlerine karşı en iyi tutum ve davranış içinde olanlarınızdır.[734]
Dünyanın çeşitli ülkelerinde ve önceki din önderlerinin öğretilerinde de pek yaygın olan, zayıf ve korumaya muhtaç kadın cinsinin aşağılanmasına ve hor görülmesine asla izin vermemiştir. O, kadın güzelliğine hayran idi. Bu cins-i lâtif’ten gelecek düşünce, öğüt ve önerilere fazla itibar etmemekle birlikte, onları toplum içinde incitip aşağılanacak bir duruma da düşürmüyordu. Yaratılış ve fiziksel bünyeden kaynaklanan eksiklik ve kusurları göz önünde bulundurmakla birlikte, her iki cins arasında eşitliği meşru bir hale getiriyordu.[735]
1100. (I) Hatice: Mekke’deki Esed kabilesinden Huveylid’in kızıdır. Çalışmamızın birinci cildinde, bu evlilikten ayrıntılı bir biçimde bahsetmiştik. Tarihçilerin çoğunun verdiği bilgiye göre, o sırada 25 yaşında bulunan Muhammed (a.s.) ile nikâhlanacağı sırada, kendisi 40 yaşında, iki çocuk annesi bir dul idi. 25 yıl boyunca, Hatice’nin vefatına kadar Muhammed (a.s.), tek kadınla evli kalmıştır. Mutlu bir evlilikleri olmuş ve Muhammed (a.s.)’in ondan üç oğlu ve dört kızı dünyaya gelmiştir. Oğullar küçük yaşlarda ölmüşler, bunlardan büyük olan el-Kâsım’ın adı babasına künye olarak verilmiştir: (Ebe’l-Kâsım). İlk kızları Zeyneb, Hatice’nin kız kardeşinin oğlu olan yeğeni Ebu’l-Âs ile evlenmiştir. Diğer iki kızı olan Rukayye ve Umm Kulsum, ilerde Halife olacak olan Osman (RA) ile, birincinin evlendikten sonra vefatı üzerine diğerinin nikâhlanması suretiyle evlenmişlerdir. En küçük kızları Fâtıma ise, Ali (RA) ile evlenmiştir; Muhammed (a.s.)’in soyu, daha çok bu evlilikten dünyaya gelen torunlar aracılığıyla sürüp gitmektedir. İslâm dünyasında Fâtıma’nın soyundan gelenler, her ülkenin âdetine göre, Şerîf, Seyyid veya Habîb sıfatıyla anılırlar.
1101. (II) Sevde: Zem’an’ın kızıdır. Âmir ibn Lu’eyy kabilesinden, Mekkeli bir hanımdır. Daha önceden es-Sukrân’ ibn ‘Amr ile evlenmişti. Rivayete göre önce kendisi İslâm’ı kabul etmiş, bir süre sonra da kocasının İslâm’a geçmesinde önemli rol oynamıştır. Mekke’de Müslümanlar eziyet ve işkencelere tabi tutuldukları sırada, Şükran (anlaşıldığı kadarıyla karısını da yanına alarak) Habeşistan’a sığınmış ve orada Hıristiyan dinine geçmiş[736] kısa bir süre sonra da burada ölmüştür. Hanımı Sevde ise, Müslümanlığını sürekli korumuş ve bu olaydan bir süre sonra da Mekke’ye dönmek zorunda kalmıştır. Bu sırada Hatice yeni vefat etmişti ve Muhammed (a.s.)’ın bakıma muhtaç çok sayıda küçük çocuğu bulunuyordu. Resulullah (a.s.), Sevde’nin inancına olan bağlılık ve sadakati son derece etkilenmiş ve ona karşı duyduğu bu takdiri ve verdiği yüksek değeri somut olarak göstermek istemiştir. O sırada, Sevde 50 yaşında bulunuyordu; buna rağmen Muhammed (a.s.) ona evlenme teklifinde bulundu ve Hicretten önce 3. yıla doğru nikahları kıyıldı. Bu hanım, H. 24 yılında, Ömer (RA)’in halifeliği sırasında vefat etmiştir. Sevde’nin bir erkek kardeşinin yanı sıra bir çok yeğeni pek erken dönemde İslâm’a geçmişler ve İslâm’dan çıkmaktansa hicret etmeyi yeğleyerek başka ülkelere sığınmışlardı. İnancının ateşli bir savunucusu olan Sevde, kendisinin bu özelliğinden dolayı onurlandırıldığını hissediyordu. Bu nedenle de, Resulullah (a.s.)’ın çocukları ile yakından ilgilenmiş ve onları gerçek anneleri imiş gibi büyütüp yetiştirmiştir[737] Kendisi H. 24 yılında, Ömer (RA)’in halifeliğinin son dönemlerinde vefat etmekle birlikte, Ibn Hacer (bk. Isâbe, “Hanımlar Bölümü,” No. 606) gibi bazı kaynaklar vefat tarihi olarak H. 54 yılını gösterirler. Kendi oturduğu daireyi, bitişik dairede oturan büyük dostu Ayşe’ye vasiyet etmiş (Samhûdî, 2. bs., s. 464) ve böylece Müminlerin Annesi Ayşe, kendi yatak odasının bir bölümünde Resulullah (a.s.) defnedilmiş olduğu için çok sıkışık durumdaki odasını biraz genişletme imkânı bulmuştur.
1102. (III) Ayşe: Ebû Bekir’in kızıdır. Teym kabilesine mensup olup Mekkelidir. Hicretten önce 2. yılda Muhammed (a.s.) kendisini nikahladığında henüz 7 yaşında idi. Nikâhtan sonra ebeveynlerinin yanında kaldı ve Medine’de bulunan kocasının yanına, ancak ergenlik dönemine ulaştıktan sonra varabildi. Bu nikâh akdi yapıldığı sırada, ortada İslâm’ın geleceği ve ulaşabileceği hedeflerle ilgili somut bir şey yoktu ve Resulullah (a.s.), kendisine iman edip bağlanan cemaatiyle ilgili olarak her zamankinden fazla endişe taşımaktaydı. Kendisi, İslâm’ın ilke ve kurallarını lâtif cinsin mensupları arasında anlatıp açıklayacak akıllı ve coşku dolu bir kadına gereksinim duymaktaydı. Ayşe bütün bu niteliklere fazlasıyla sahip kimseydi ve doğrusu pek genç olmasına rağmen bu nitelikleriyle Resulullah (a.s.)’ın dikkatini üzerine çekmişti. Ayrıca, küçük yaşta olmasına rağmen, kocası Resulullah (a.s.)’ın görmek istediği her türlü haslet ve güzellikleri benimsemeye elverişli bir yapıya sahipti. Ayşe’nin ilme susamış bir kişiliğe sahip olduğunu ve kendisinin, Resulullah (a.s.) ile görüşmelerinde sorunların çok derinliklerine indiğini ve ele alınan konuların her yönüyle anlatılıp açıklığa kavuşturulması için uzun tartışmalara girdiğini gösteren çok sayıda hadis mevcuttur (bk. Buhârî, 3/35). O, tüm bu saydığımız özellikleri dışında, Resulullah (a.s.)’ın en büyük dostu Ebû Bekir’in, henüz evlenmemiş öteki kardeşleri içinde bu işe en uygun tek kızıydı. Öte yandan, nesep (soy) konusuna büyük bir önem veren Arap toplumunda evlilik bağları, iki aile yahut iki kabile arasındaki dayanışmanın sıkı ve sağlam esaslara oturtulmasında büyük bir rol oynuyordu. Ebû Bekir, İslâm’ı ilk kabul eden birkaç kişiden biriydi ve onun imanı o denli sağlam ve ateşli idi ki Resulullah (a.s.) kendisine Sıddîk (En doğru, en sâdık) şeklinde onurlandırıcı bir lâkap takmıştı. Ebû Bekir, Resulullah (a.s.)’tan böyle bir nikâh teklifinin geleceğini hiç beklemiyordu ve o sırada kendisi, kızı için bir sözlü (nişanlı) bakınmaktaydı. Ancak Muhammed (a.s.) kendisine konuyu açınca buna memnun oldu; çünkü, özellikle aklından geçirmekte olduğu damat adayının, “kendisini İslâm’a çevirmeye çalışmamasını” ifade eden sözlerinden dolayı o sırada zaten gururu incinmişti. Kısacası, Muhammed (a.s.)’in Ayşe’ye karşı beslediği ümitler fazlasıyla ve mükemmel bir biçimde gerçekleşmiştir: O, İslâm’ın yetiştirdiği en büyük hukukçu hanımlardan biri olmayı başarmış ve tarih, belagat ve şiir gibi edebiyatla ilgili konularda zevk-i selim sahibi bir kişilik olarak temayüz etmiştir. Medine’de dokuz yıl boyunca Resulullah (a.s.)’ın en yakın ve en samimi arkadaşı olmuş, bunun sonucu olarak, Muhammed (a.s.)’in hayatı ile ilgili birçok hadis onun sayesinde bize kadar ulaşabilmiştir. Aynı zamanda o, askerî seferlere de katılmış ve bizzat savaş alanında cesur bir hastabakıcı hemşire olarak görev yapmıştır. Onun hukukî, tıbbî, matematik, edebî, tarihî ve folklorik konulara olan büyük kabiliyeti herkesçe bilinmekteydi. Hattâ sportif bir yönü de vardı. Resulullah (a.s.) kendisini eğlendirip hoşnut etmek için kimi zaman kırlara çıkarak onunla yarış yaptığı bile olmuştur. H. 57 yılında vefat etmiştir.
1103. (IV) Hafsa: Ömer’in kızıdır. ‘Adî kabilesine mensup olup, Mekkelidir. Daha önce Huneys ibn Huzâfe ile evlenmiş ve İslâm’ın ilk dönemlerinde Müslüman olarak Habeşistan’a hicret etmek durumunda kalmıştır. Kocası H. 3 yılındaki Uhud savaşında vefat edince, Hafsa 22 yaşında iken dul kalmıştır. Daha sonra hilâfet makamına geçecek olan babası ve aynı zamanda Resulullah (a.s.)’ın en yakın dostlarından biri olan Ömer, kızı Hafsa için Müslümanların en ileri gelenleri arasından bir koca aramaya başlamış, ancak ne Ebû Bekir ve ne de Resulullah (a.s.)’ın kızı olan zevcesi Rukiyye’yi henüz kaybetmiş bulunan Osman, Ömer’in kendilerine yaptığı bu öneriyi kabul etmemişlerdi. Bu duruma çok üzülen Ömer, içini Resulullah (a.s.)’a döktü. Resulullah (a.s.) kendisini teselli edip, Hafsa’ya bizzat talip olduğunu bildirdi. Bu durumu herkes memnuniyetle karşıladı; Ömer de, ne Ebû Bekir’e ne de Osman’a karşı herhangi bir hınç duymamış oldu. Aydın ve okumuş bir aileden çıkmış olan Hafsa, o devirde okumayı ve yazmayı bilen ender hanımlarından biriydi. O da bize, Resulullah (a.s.)’ın yaptığı veya söylediği şeylerle ilgili çok sayıda hadis nakletmiştir.
1104. (V) Zeyneb: Necidli Huzeyme’nin kızı olup, Mekke’ye sonradan gelip yerleşmiştir. Mensubu bulunduğu ‘Âmir ibn Sa’sa’a kabilesi, o sıralarda Arabistan’ın en güçlü kabilelerinden biriydi. H. 3 yılında bu kabile ile İslâm arasındaki ilişkilerin, İslâm’ı tebliğle gönderilen sahabelerin haince kılıçtan geçirilmesi ve bu olaydan sonra sağ kurtulan bir sahabenin yolda, İslâm’a geçtiklerinden habersiz olduğu için bu kabileye mensup iki Müslümanı yanlışlıkla öldürmesi ile bu ilişkilerin nasıl büsbütün bozulduğunu önceki bölümlerde açıklamıştık. Bu büyük kabile ile İslâm’a olan husumetinin daha uzun süre devam etmesini önleyecek bir şeyler yapılması gerekiyordu. Esasen Resulullah (a.s.)’ın ailesine mensup biriyle evlenmiş bulunan Zeyneb, ikinci kocası olan ve Bedir savaşında şehit düşen ‘Ubeyde ibn el-Hâris ibn Muttalib’i de kaybetmişti. O sırada yaklaşık 30 yaşlarındaydı. Kendisi, İslâm’dan önceki devirde de merhametli ve iyilik sever bir kimse olduğu için Ummu’l-Mesâkîn (Yoksul ve düşkünlerin annesi) lakabıyla biliniyordu. Dolayısıyla, ülkedeki insanlar üzerinde tartışılmaz bir manevî etki ve nüfuza sahip olsa gerekti. Resulullah (a.s.), onunla nikahlanmak suretiyle Âmir ibn Sa’sa’a kabilesi ile İslâm arasında belki de bir uzlaşma zemini oluşturmaya çalışıyordu. Ancak bu hanımı üç ay geçmeden vefat etmiştir.
1105. (VI) Ümmü Seleme Hind: Ebû Umeyye ibn el-Mugîre’nin kızıdır. Mahzûm kabilesine mensup olup, Mekkelidir. Allah’ın Kılıcı Hâlid’in yakın akrabasıdır. Tıpkı ilk kocası Ebû Seleme gibi kendisi de daha ilk devirlerde İslâm’ı kabul etmiş idi (Hattâ İbn Hişâm’a göre, Ebû Seleme, İslâm’a ilk giren on kişi arasında yer almaktadır). Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar arasında bu çiftin adına da rastlarız. Daha sonra bunlar Medine’ye giderken yolları üzerinde bulunan Mekke’ye uğramışlar, ancak kocası Mekke’den ayrılırken, akrabaları Ümmü Seleme’nin kocasının yanında gidişini engellemişlerdir. Mekke’de kaldığı süre içerisinde, hem kendi ailesi hem de kocasının ailesine karşı, büyük bir mücadele vermek zorunda kalmıştır. O, her gün Safa tepesi üzerine çıkar ve Kâbe’ye doğru dönerek, kendisini burada tutan akrabalarına öyle beddualar ederdi ki, akrabaları intikam almak için, henüz bebek olan çocuğunun kolunu çıkaracak kadar ileri gitmişlerdir. Onun bu sürekli feryadı nihayet Mekkelileri yumuşatmış ve çıkıp gitmesine izin vermişlerdir. Daha sonra tek başına Medine’ye çıkıp gelmiştir[738] Hicrî 3. yılda Uhud savaşı sırasında kocası şehit düşmüştü. Tekrar elem ve kedere boğulan bu hanımın ağlayıp feryat etmesi bir yıl kadar devam etti. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) kendisine çok acımış ve “ilerlemiş yaşına, birçok çocuğu olmasına” rağmen ona, çok sevdiği kocasının ölüm acısını unutturabilmek için evlenme teklifinde bulunmuştur. Bu hanım H. 61 yılında vefat etmiştir. Kendisi okur-yazarlığı olan şair bir hanımdı[739] Bize Muhammed (a.s.)’in öğretimi ve ilahi tebliği ile ilgili birçok hadis nakletmiştir. İlk evliliğinden olan kızları arasında Habeşistan’da dünyaya gelen Zeyneb’in, sonradan büyük bir hukukçu olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Bilindiği gibi Hâlid, Uhud savaşına kadar azılı bir İslâm düşmanıydı. Ümmü Seleme’nin Resulullah (a.s.) ile evlenmesinden sonra ise onun bu düşmanlığı yatışmış, iki yıl sonra da İslâm’ı kabul etmiştir.
1106. (VII) Zeyneb: Cahş’ın kızıdır ve Mekke’ye sonradan gelip yerleşmiştir. Annesi Umeyme, Resulullah (a.s.)’ın halasıydı. Resulullah (a.s.)’ın bu evliliği birçok beyhude tartışmaya yol açmıştır. İşin aslının şöyle olma ihtimali vardır:
(1) Zeyneb (RA), kuzeni Resulullah (a.s.)’a karşı şefkatli bir sevgi besliyordu ve gizliden gizliye adakta bulunarak, bir gün Resulullah (a.s.) kendisi ile nikâhlanacak olursa, Allah’a şükranının ifadesi olarak, iki ay devamlı oruç tutmaya yemin etmişti. O kadar çok beklediği bu haberi aldığında, kendisine müjdeyi getiren kimseye, o sırada üzerindeki bütün mücevherleri çıkarıp hediye etmiştir (bkz. Belâzurî, Ensâb, I, § 900, s. 436);
(2) Resulullah (a.s.)’ın yaptığı bunca evliliğe rağmen Zeyneb, ümidini asla yitirmeyip, 35 yaşına kadar bakire olarak hayatının sürdürmüş ve o sırada Resulullah (a.s.)’nın ısrarıyla Zeyd ibn Hârise ile evlenmek zorunda kalmıştır. Tabii ki o, hiçbir kimseye bu gizli adağından bahsetmemiştir;
(3) Zeyneb Zeyd’den boşandıktan sonra, nihayet Resulullah (a.s.)’ın kendisiyle evlenmek istediği müjdesini alır almaz, daha bu haberi getiren elçiye cevabını vermeden, hemen kalkıp Allah’a bir şükür namazı kılmıştır, (bkz. İbn ‘Abd el-Berr, İstî’âb, “Zeynep” maddesi). Öte yandan Resulullah (a.s.), azatlı köleleri kapsayan, geleneksel hukuka dayalı her türlü kısıtlılık halini ortadan kaldırmaya iyice karar vermişti. İşte onun verdiği talimat doğrultusunda Zeyneb, Muhammed (a.s.)’in azatlı kölesi (mevlâsı) ve evlat edindiği Zeyd ibn Harise ile evlenmişti. Fakat taraflar mutlu olamadılar: Karı-koca birbirine karşı sinirli davranıyor ve karşılıklı acı sözler sarf ediyorlardı. Resulullah (a.s.)’ın sürekli müdahalesine rağmen Zeyd, boşanmak istiyordu. Bir gün Resulullah (a.s.), onun ailesine karşı gösterdiği bu tutumu değiştirmek amacıyla bizzat evinde onu ziyarete gitti ise de Zeyd’i evde bulamadı. Zeyneb evdeydi -ve yaklaşık 36 yaşında olmasına rağmen-, safranlı suda yıkanmış elbisesi içinde pek cazibeli bir duruşu vardı; bu görüntü karşısında Resulullah (a.s.) şöyle söylenmekten kendini alamadı:
“Gönülleri bir halden diğer bir hale evirip çeviren Allah’ın şânı ne Yücedir!”
Kanaatimizce Resulullah (a.s.), kendi özel hayatıyla ilgili eserler bırakmış birçok yazarın da görüşleri doğrultusunda, bu sözlerle şunu kast etmiş olsa gerektir: Daha evvel bir siyahi (zenci) olan ve kendisinden yaşça büyük hanımı Ümmü Eymen ile mutlu bir evlilik hayatı sürdüren Zeyd’in böylesine güzel ve hoş, iyi bir aileden gelen ve pek seçkin bir huy ve kişiliğe sahip bir hanımla uyuşamamış olması çok garibine gitmiştir. Resulullah (a.s.)’ın bu şekilde söylenmesi, beklenen etkiyi sağlayamamış, hattâ açık seçik olarak verdiği “Allah’tan kork ve zevceni boşama!” talimatına rağmen Zeyd, kısa bir süre sonra nikâh akdini bozmuştur. Bundan birkaç ay sonra Resulullah (a.s.), Allah’tan, Zeyneb ile evlenmesini emreden bir vahiy aldı. Kur’an’ın bu ayeti ile, evlenme ile ilgili yasaklar konusunda öz oğulla evlatlık oğlu bir tutan örf ve âdetin ıslâh edilip değiştirilmesi amaçlanmaktaydı: Evlat edinilen oğulun boşanmış ya da kocasının vefatı nedeniyle dul kalmış karısının, kayınpederi ile nikâhlanması geleneğe göre yasaktı. Bu örf, toplum üzerinde o kadar derin bir biçimde yer etmişti ki, Müslümanlar arasından bir kimse bile böyle utanç verici bir şey yapmayı aklından geçiremezdi. Zeyneb’in akrabalarının geçirdiği tereddütler bir yana, bizzat Muhammed (a.s.)’in bile, Kur’an’daki şu ayetler kendisine vahy edildiğinde, bir süre tereddütte kaldığı anlaşılmaktadır:
Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (Resulüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir. Allah’ın, kendisine helâl kıldığı şeyde Peygamber’e herhangi bir vebal yoktur. Önce gelip geçenler arasında da Allah’ın âdeti böyle idi. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir. O peygamberler ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter. Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
1107. Allah’ın kullarına olan rahmet ve sevgisinin bir tecellisi olarak, lütuf ve himayesiyle desteklediği, böylesine yüksek düzeyli, her hareketi güzel bir örnek oluşturan bir insanın tasarrufları sayesinde İslâm, köleler konusunda da önemli yenilikler getirmiştir. Ben şahsen, İslâm dışında hiçbir toplumda azatlı kölelerin oluşturduğu bir hükümdar hanedanına tanık olmadım. Mısır’daki Memluklular, Kuzey Hindistan’daki Gulâmlılar, Güney Hindistan’da Âdil Şâhidler ve Kutb Şâhidler, bakanlık ve komutanlık görevlerinin yanı sıra, hükümdar olarak kendilerini kabul ettirip, imparatorluk hanedanları kuracak kadar ileri giden gerçek azatlı köleler idi. Zeyneb’in bu evliliği H. 3. yıla rastlar; Resulullah (a.s.)’ın vefatından sonra geride dul olarak bıraktığı hanımları arasında, H. 20 yılında hayata veda eden ilk kişidir. Kendisi, elinden iş gelen ve iyilik sever bir insandı; deri işlemeyi (debbağlığı) ve deriden mamul eşya (maroken) yapımını bilen bir kadındı. Bu yoldan kazandığı parayı, hayır işlerinde sarf ederdi; ufak tefek bir hanımdı (Kastallânî, İrşâd, III, 22; İbn Kesîr, Bidâye, VII, 104; Hâkim, Mustedrek, 4/25, bk. “Zeynep bintu Cahş’ maddesi).
(VIII) Cuveyriye: Benû’l-Musta’lik kabilesinden el-Hâris’in kızıdır. Daha önce bu kabileden bahsederken belirttiğimiz gibi, Hendek Savaşı ile hemen hemen aynı tarihlerde, Benû’l-Musta’likler İslâm’a karşı savaş hazırlıkları içine girmişlerdi. Bu durumda, Resulullah (a.s.) onlara karşı, hiç beklemedikleri anda ve çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu yüzlerce esirin alınmasıyla sonuçlanan bir harekat düzenledi. Paralı askerlerden ibaret bu İslâm düşmanı kabileye merhametli davranmak için hiç bir neden yoktu. Köleliği hiç sevmemesine rağmen Resulullah (a.s.) henüz şu meşhur talimatını açıklamamıştı:
“Araplara hiç bir şekilde kölelik yoktur.”[740]
Bölgenin örf ve adetlerine göre, bu sefere katılmış olan kendi askerleri arasında harp esirlerinin ganimet olarak dağıtılmasını kabul etti. Cuveyriye, yenilgiye uğrayan kabile başkanının kızıydı ve iki askerin hissesine düşmüştü. Bu ikisi, ya aynı kişinin mülkiyetini paylaşmanın uygunsuz olduğunu düşünerek, ya da onun kabile başkanının kızı olması nedeniyle, esir kızı değerinden daha yüksek bir fidyenin ödenmesi halinde serbest bırakmaya karar verdiler. Her ne ise, esir kız, Resulullah (a.s.)’ın huzuruna girip ona başından geçen felâketi başından sonuna kadar anlattıktan sonra İslâm’a girdiğini beyan etti şu sözlerle kendisinden tekrar özgürlüğünün geri verilmesini rica etti:
“Ey Allah’ın Elçisi! Ben kabilemin Başkanı el-Hâris’in kızıyım; başıma gelen felâketi ve içine düştüğüm durumu görüyorsun. Özgürlüğümü tekrar elde edebilmem için bana yardım et! Allah da sana yardım edecektir.”[741]
Resulullah (a.s.) ona acıyıp yardım isteğini kabul etti ve kendisi ile nikahlanmasını teklif etti. O da hiç tereddüt etmedi. Bu haber ordu içinde yayılır yayılmaz, hiç bir müslüman asker, bu evlilikten sonra ortaya çıkacak olan akrabalık nedeniyle, Resulullah (a.s.)’ın hısımı olan birini köle olarak alıkoymak istemedi ve sonunda bütün esir düşenler derhal azat edilip özgürlüklerini elde etmiş oldular. Kabilenin savaştan kaçıp kurtulan erkekleri ise, çok geçmeden Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıkıp İslâm’a girdiklerini beyan etmeye başladılar. Resulullah (a.s.) böylece bir taşla iki kuş vurmuş oldu: Köle durumuna düşmüş olan Arapların özgürlüklerine kavuşmaları ve böylece büyük bir kabilenin İslâm’ın saflarına katılmaları. Bu Cuveyriye daha sonraları, kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar ve takvası ile şöhret bulmuştur. Kendisi H. 57 yılında vefat etmiştir. Muhammed (a.s.)’in hayatıyla ilgili bazı hadisleri de ona borçluyuz.
1109. (IX) Ümmü Habibe: Mekkeli, Benû Umeyye kabilesi’nden Ebû Sufyân’ın kızıdır. İslâm’ın henüz başlangıcında Müslüman olmuş ve kocası ‘Ubeydullah ‘ibn Cahş ile birlikte Habeşistan’a hicret etmiştir. Alkolik bir kimse olan kocası oraya varınca, İslâm’ı terk edip Hıristiyan dinine geçmiş ve kısa bir süre sonra da ölmüştür. Kocasının tüm baskılarına rağmen o, İslâm’a sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Muhtemelen Habeş hükümdarı Necâşî huzuruna Resulullah (a.s.) tarafından bir elçi gönderilmesinin ardından, bu hanımın İslâm lehine gösterdiği sebat ve cesaret haberi Medine’ye kadar ulaşınca, bundan son derece memnun olan Resulullah (a.s.), Habeşistan’a özel bir elçi göndererek, eğer o da kabul ederse Ümmü Habibe’nin kendisi ile nikâhını gıyaben (in absentia) kıymasını ve onu da beraberinde alıp Medine’ye getirmesini emretmiştir. Bu, onun İslâm’a olan sıkı bağlılığın bir mükâfatıydı ve hangi Müslüman kadın böyle bir şeyden onur duymazdı ki? Bu olay yaklaşık H. 6 yılında meydana gelmiştir. Biz, onun babası Ebû Süfyân’ın İslâm’a karşı ne kadar azgın bir biçimde mücadele ettiğini de biliyoruz. Bu konuyla ilgili olarak İbn Habib’den şu satırları okuyoruz:
“Bu olaydan önce Allah, Kur’an’ın şu ayetini (Mümtahine: 60/7) vahy etmişti: “Olur ki Allah, sizinle düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir.” Resulullah (a.s.)’ın, Ebû Sufyân’ın kızı Ümmü Habibe ile nikâhlanması işte bu dostluğun başlangıcı idi. Çünkü Ebû Sufyân’ın bu olaydan sonra Resulullah (a.s.)’a olan tavırları yumuşamıştır. Ayette geçen dostluğun da bu olması gerekir.”
Ebû Sufyân’ın İslâm’a karşı içinde hissettiği sıcaklık ve yakınlığı gösteren şu küçük olayı sizlere hatırlatalım: Mekkeliler Hudeybiye anlaşmasının hükümlerini çiğnemişlerdi. Ebû Süfyân bunun doğuracağı sonuçlardan endişe duyarak, durumu düzeltmek amacıyla Medine’ye çıkageldi. Önce, kızının, yani Resulullah (a.s.)’ın hanımı olan Ümmü Habibe’nin yanına vardı. Küçücük odasında, yerdeki tek sergi, Resulullah (a.s.)’ın yatağı idi. Ümmü Habibe bunu derhal dürüp kaldırdı. Babası:
“Niçin böyle yaptın?”diye sorunca, ona şöyle cevap verdi:
“Bu Allah’ın Resulünün yatağıdır. Sen ise bir putperestsin ve buna oturamayacak kadar necîssin, pissin.”
Ebû Süfyân ise şu cümleleri homurdandı:
“Kızcağızım! Sen bizi terk ettiğinden beri ne kadar değişip bozulmuşsun.”
Ve daha fazla bir şey söylemeden evini terk etti. Ümmü Habibe, H. 59 yılında vefat etmiştir. Hadis derlemelerinde, onun rivayetiyle gelen bir çok hadis bulunmaktadır.
1110. (X) Safiye: Huyey’in kızıdır. Hayberli Yahudi bir hanımdır. Kastallânî’ye göre (İrşâd, VI, 368) onun adı aslında Zeyneb idi; evlendikten sonra Resulullah (a.s.) bunu Safiye olarak değiştirmiştir. H. 7 yılında birkaç günlük bir direnişten sonra, bölge insanları ile Medine’deki Müslümanlar arasında patlak veren ve Hayber’in fethiyle sonuçlanan olayları esasen biliyoruz. Safiye genç ve dul bir hanımdı. Muhammed (a.s.), “mağlûplarla uzlaşma ve anlaşma” şeklindeki değişmez politikasının bir neticesi olarak onu kendisine nikâhladı. Birçok kaynağın ifadesine göre[742] olay şu şekilde gelişti: Resulullah (a.s.), yeni hanımıyla ilk tanıştığı gece, onun yanağında mor bir leke gördü. Ne olduğunu sorunca, Safiye şöyle cevap verdi:
“Bir süre önce rüyamda ayın yerinden kalkıp göğsümün üzerine düştüğünü gördüm; bunu kocama anlattığımda, o: ‘Sen şu Medine kralı ile evlenmek istiyorsun,” dedi. Ben ise o sırada senin hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ve tutup suratıma müthiş bir tokat indirdi; işte bunun izi hâlâ devam ediyor.”
Düğün gecesi Resulullah (a.s.), onun kabilesinin uğradığı zarar ve kayıplar konusunda onu teselli etmiş ve kendisini Hayberlilerle savaşmaya iten nedenleri ona açıklamaya çalışarak, bu durumda, olayların sorumluluğunun tamamen onlara ait olduğunu anlatmıştır.[743] Safiye, H. 50 yılında vefat etmiştir. Ölüm döşeğinde iken, mallarının üçte birini Yahudi dinine bağlanmakta ısrar eden yeğenine vasiyet etti. Bazı Müslüman sahabeler bu vasiyetin yerine getirilmesine karşı çıkmışlar, ancak Muhammed (a.s.)’in hanımı Ayşe, araya girerek vasiyet yapılanın lehine taraf tutmuştur[744] İbn Sa’d’ın verdiği bilgiye göre,[745] Safiye annesi tarafından Yahudi Kurayza kabilesine mensuptu. Nesâ’î’ye göre ise,25 Safiye’nin pişirdiği yemekler, Resulullah (a.s.)’ın aile bireyleri (Ehl-i Beyt) arasında pek beğenilirdi. Bu hanımı da, Muhammed (a.s.) hakkında bir miktar hadis rivayet etmiştir.
1111. (XI) Meymûne: ‘Âmir ibn Sa’sa’a kabilesinden Hâris’in kızıdır. Yukarda (V) numara altında gösterdiğimiz Huzeyme kızı ve Resulullah (a.s.)’ın beşinci hanımı olan Zeyneb’in üvey kardeşidir. Resulullah (a.s.) H. 7 yılında Mekke’ye umre yapmak üzere gelip de kendisini nikâhladığında, Meymûne 36 yaşında dul bir kadındı. Bu evliliğin nedenlerinden sadece ikisini biliyoruz:
1. Meymûne’nin, hepsi de çeşitli kabilelerin ileri gelen kimseleriyle evlenmiş 8 kız kardeşi vardı; öyle ki, İbn Habîbe göre,[746] “(Meymûne’nin annesi olan) Hind’in sahip olduğu kadar soylu damadı olan hiç bir Arap kadını yoktu.”
2. Resulullah (a.s.)’ın İslâm ile Mekke arasındaki ilişkilerde bir uzlaşma, bir yumuşama meydana getirmek için çare ve yollar aradığı varsayımı daha akla yatkın gözükmektedir. Kendisi Hudeybiye anlaşmasının koşulları çerçevesinde Mekke’ye gelmişti ve burada üç geceden fazla kalmaması gerekiyordu. Gerçekten de, Müslümanların burada kalacaklarını tahmin ederek şehri tamamen boşaltmış bulunan Mekkelilerden bir elçi gelip ondan şehri terk etmelerini istedi. Resulullah (a.s.) bu elçiye şöyle söyledi:
“Şayet bizim burada daha fazla kalmamıza izin versen bunun sana ne zararı olur ki? Ben daha yeni evlendim. Büyük bir şölen düzenleyeceğim ve sizin hepinizi bu düğün yemeğine davet ediyorum.”[747]
Şayet Mekkeliler bu düğün davetini reddetmişlerse, bunun kabahati, düşmanları ile anlaşıp uzlaşmak için hiç bir fırsatı kaçırmayan Muhammed (a.s.)’in üzerine atılamaz. Meymûne H. 51 yılında vefat etmiş ve o da kocası Resulullah (a.s.)’ın hayatıyla ilgili çok sayıda hadis nakletmiştir.
1112. Muhammed (a.s.)’in nikâhlandığı hanımları bunlardan ibarettir. Yukarıda da gördüğümüz gibi, aralarından ikisi zaten ölmüştü. Onun aynı anda nikâhlı olduğu eşlerinin sayısı, on bir evlilik yapmış olmasına rağmen dokuzu aşmaz. Evvelce evlendiği kimselerden bahsederken esasen işaret ettiğimiz gibi, kendisine özgü nedenlerden dolayı, bu nikâhlardan beklenen karı-koca ilişkileri gibi normal evlilik hayatının yaşanmadığı bir kısmını burada tekrar ele almayacağız. Bununla birlikte şunu hatırlatalım ki, bu gibi durumlarda bile Muhammed (a.s.)’in asıl hedefi, çevresinde Arap Yarımadası’nın dört bir köşesine dağılmış olan çeşitli kabilelerin dostluklarından bir halka meydana getirmekti.
1113. Muhammed (a.s.)’in ayrıca iki cariyesi olmuştur. Bunlardan bahsetmeden önce, başka bir sorunu çözmeye çalışalım: Kur’an’a göre,[748] bir Müslümanın nikâhı altına alabileceği kadın sayısı en çok dörttür. Resulullah (a.s.) asla kendisini, toplumda yürürlüğe koyduğu dini hükümlerin dışında saymamıştır. Öyleyse niçin bu konuda kendisini daha serbest hissetmiştir? Acaba onun böyle yapması ilâhî vahye dayanan bir imtiyazdan, bir istisnaî durumdan mı kaynaklanıyordu? Kur’an bu konuya hiç değinmez. Resulullah (a.s.)’ın kendi ağzından nakledilmiş hadisler de, bildiğim kadarıyla bu konuya hiçbir açıklık getirmemektedirler. Geriye bir ihtimal kalıyor: Zevcelerin sayısını sınırlayan ilâhî hüküm, kendisinin sonuncu nikâhı kıymasından sonraki bir dönemde nazil olmuş olabilir. Kaynaklarda tespit ettiğimiz olaylar bu varsayımı doğrulamaktadır. Yukarıda, Sakîf kabilesinden Gaylân’ın, Resulullah (a.s.)’dan, on hanımından sadece dördünü nikâhı altında tutması emrini aldığına işaret etmiştik. Bu olay yaklaşık H. 8-9 yıllarına rastlar. Az önce de gördüğümüz gibi Resulullah (a.s.)’ın gerçekleştirdiği nikâhların en sonuncusu ise H. 7 yılında akdedilmiştir. Peki öyleyse niçin Resulullah (a.s.) da bu sınırlayıcı ayet indiğinde, evli bulunduğu bu dokuz hanımdan beşini boşamamıştır? İbn Sa’d ve İbn Habîb[749] diğer bazı yazarlar, bu konu hakkında bize gayet açık ve anlaşılır bir biçimde; Buhârî (bk. Tefsir adlı eseri, Ahzâb: 33/28-51. ayetlerin açıklandığı kısımlar) ise, üstü kapalı ancak yeterince anlaşılır bir üslupla bizleri bilgilendirmektedirler. Bunların ifadesine göre, Resulullah (a.s.), hanımlarından her birine, nikâh akdini bozucu kararı kendilerinin almalarını teklif etmiş ve onlara geçimlerini temin edecek imkânlar sunmuştur. Ancak bu hanımlardan hiç biri buna razı olmamıştır ki böyle bir davranış, esasen bütün Müslüman hanımlar için gayet doğaldır. Kur’an bir çırpıda ikilemin üstesinden gelmiştir: Resulullah (a.s.), bundan böyle bu dokuz hanımından ancak dördü ile karı-koca ilişkilerini sürdürecektir. Resulullah (a.s.)’ın hanımlarının hepsi, bu fiilî ayrılık durumunda bile, hukukî bakımdan onun eşi olarak kalmayı tercih etmişlerdir. Bu arada şunu hatırlatalım ki, bu şekilde fiilî bir ayrılığa maruz kalan eşleri arasında en gençleri olan Safiye ve Cuveyriye de bulunmaktadır. Yine hatırlatalım ki, Kur’an’a göre, Resulullah (a.s.)’ın bütün hanımları, Müslümanların anneleri durumundaydılar. Buna göre, bir Müslüman, ister dul isterse boşanmış olsun, bu hanımlarla nikâhlanmayı asla düşünmemesi gerekir; zira “böyle bir şey, Allah katında çirkin ve yakışıksız” olacaktır.[750] Muhammed (a.s.), hanımlarına mümkün olan her türlü serbestliği tanımış, onlar da kendi seçimlerini yapmışlardır. Bu konuda bizim söyleyebileceğimiz hiçbir şey olamaz.
1114. Muhammed (a.s.)’ın evlendiği hanımlar konusuna, biraz karmaşık bir durumu da göstererek son verelim: Daha önce, Allah’ın Resulullah (a.s.)’a sayısız kadınla evlenme yetkisi verdiği bir ayetten söz etmiştik.[751] Aynı şekilde, çok kadınla evli bir erkeğin hanımlarının sayısını dört ile sınırlayan ayeti de zikretmiştik.[752] Şimdi burada bir başka ayete göndermede bulunalım:
“Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helâl değildir. Allah herşeyi gözetler.” (Ahzâb: 33/52)
1115. Bu ayetin vahyedildiği tarih tam olarak bilinmemekle birlikte, Mukâtil’in[753] bu konudaki görüşü oldukça kesindir: Ona göre, Resulullah (a.s.)’ın o sırada dokuz hanımı bulunuyordu. Daha önceki sayfalarda, Resulullah (a.s.)’ın Yemenli yahut Kelb kabilesinden bir hanımla nikâhlandığı ve bu hanımın Medine’ye varamadan vefat ettiğine dair bir olaya işaret etmiştik. Şayet bu anlatım gerçek ise, yukarıdaki satırlarda söz ettiğimiz ayet ile bunu bağdaştırmak çok zor olacaktır. Acaba bu hanım, söz konusu ayetin vahy edilmesinden önce yapılan nişan töreni sırasında henüz küçük mü idi ?
‘‘Sağ elinin sahip olduğu”
1116. Bu deyimle kastedilen genellikle kölelerdir. Onların İslâm’daki hukukî statülerinden bahsetmeden önce, Muhammed (a.s.)’in (Kur’an’ın izniyle) sahip olduğu kadın kölelerden (cariyelerden) bahsedelim.
1117. (a) Reyhâne: Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdır. Bu kabile ile yapılan bir savaş sonunda, Muhammed (a.s.)’in payına ganîmet olarak düşmüştür. Bazı tereddütlerden sonra İslâm’ı kabul etmiştir. Bunun üzerine Muhammed (a.s.) ona nikâhlanma önerisinde bulunmuş ve böylece özgürlüğüne kavuşacağını söylemiş, o ise şu cevabı vermişti:
“Beni nikâhlamaktansa cariyen olarak al! Ben bir câriye kadın olarak kalmayı yeğlerim, zira hür müslüman kadınlar gibi başıma örtü ve yüzüme peçe takmak istemiyorum.”[754]
Muhammed (a.s.) de buna rızâ göstermiş ve böylece o, eski evinde oturmaya devam ederek, Medine şehrine bile gelip yerleşmemiştir. Resulullah (a.s.) Veda Haccı’ndan döndükten kısa bir süre sonra, H. 10. yılında da vefat etmiştir (bk. Samhûdî, II. bs., s. 309).
1118. (b) Mâriye: Mısırlı Hıristiyan bir hanımdı. (Bazı yazarların belirttiği gibi o, belki de Kopt soyundan, kız kardeşi Şirin’in adından yola çıkarak da yine muhtemelen İran asıllı idi. Diğer kaynaklar ise annesinin Grek olduğundan bahsederler.[755] Muhtemelen babası, Mısır, İranlılar tarafından fethedildiğinde, Hıristiyan bir Grek kadın ile evlenmiş bir İranlı idi.) H. 7 yılında Mısır’daki “Koptların Büyük Başkanı,” Resulullah (a.s.)’ın gönderdiği İslâm’a davet mektubuna bir yazı ile cevap vermiş ve aralarında bu köle kadının da bulunduğu bir çok hediye göndermişti. Resulullah (a.s.) bu hediyeleri kabul etmiş, Mâriye de daha sonra İslâm’a geçmişti. Kaynaklar, bu sırada bir nikâh teklifinin yapılıp yapılmadığından söz etmezler. Mariye, ilk hanımı Hatice (yukarıda No: I) dışında, Resulullah (a.s.)’a bir erkek evlat (İbrahim) doğuran tek kadındır; ancak bu çocuk küçük yaşta vefat etmiştir. Bu birliktelik, diğer bütün cariyeler için de bir nimet teşkil etmiştir; zira Resulullah (a.s.)’ın şöyle bir açıklamada bulunmuştu:
“Şayet bir cariye, sahibinden bir çocuk dünyaya getirirse, sahibi onu daha önce azat etmemiş olsa bile, onun vefat etmesiyle birlikte o kadın kendiliğinden azatlı (hür) hale gelir.”[756]
Kendisinden sonraki İslâm toplumu için bir örnek oluşturmak üzere, Resulullah (a.s.)’ın böyle bir “cariye ile evlilik” hayatı da sürmesi gerekmiştir.
1119. Resulullah (a.s.)’ın hayatını anlatan ilk
kaynaklarda belirtilen cariyeler sadece bunlardır. Reyhâne hakkında fazla bir
bilgi verilmemekle birlikte, bir çocuk dünyaya getirmesi nedeniyle Mâriye,
efendisi Resulullah (a.s.)’ın vefatı üzerine kendiliğinden hür bir hanım haline
gelmiştir:[757]
1120. Çok şükür ki kölelik kurumu bugün artık dünyanın hiçbir yerinde mevcut değildir. İslâm’ın bu konuya yaklaşımını bir kaç kelimeyle belirtmekte yarar vardır. İlk Müslümanlar, bütün dünyaya yayılmış olan bu uygulamayı kendileri icat etmemiş, aksine önceki kuşaklardan devralmışlardı. İslâm’a göre kölelik, ne bir cezalandırma yolu ve çaresi, ne de bir takım ekonomik kaygılarla kendisinden yararlanılmaya çalışılan bir savaş ganimetidir. Bu kölelik müessesesi esas itibariyle –ki tek başıma da olsam benim görüşüm budur- insanlığa hizmet amacı güden, âcizlerin barındırılıp hallerinin düzeltildiği bir “ıslah evi” gibi bir şeydir. Bu durumda olanların halleri düzeltilir, entelektüel ve maddî anlamda kendilerini yetiştirip geliştirmeleri için her türlü imkân kendilerine sağlanır, daha sonra da onları özgürlüklerine kavuşturması için bu defa köle sahibine bazı yükümlülükler getirilir; kanunun öngördüğü belli kültür ve bilgi seviyesine ulaşmış olmaları koşuluyla köleler, isterlerse özgürlüklerini satın alabilirler. Bu, işin bir yanıdır; öte yandan Kur’an, kölelerin serbest bırakılması için sadece öğüt ve tavsiyelerde bulunmakla kalmamış, aynı zamanda İslâm Hükümetlerine, her yıl devlet bütçesine kölelerin azat edilmesi için ödenek ve fonlar koyma zorunluluğunu da getirmiştir (bk. Tevbe: 9/60). Ayrıca Kur’an, kölelerle ilgili olarak şu “zorunlu azat etme” kuralını da getirmiştir:
“…Sağ elleriniz altında bulunanlardan (köle ve cariyelerden) kölelikten azat edilme sözleşmesi (mükâtebe) yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (yetenek ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükatebe yapın. Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin…” (Nûr: 24/33)
1121. Hiç şüphe yok ki bir kölenin İslâm’ı kabul etmesi, hâkimin bu köleyi azat etmesi için sahibine bir yükümlülük getirmesinde en kuvvetli sebeptir. Bu durumda köleye bir meslek icra edip kazanç sağlama imkânı sağlanacağı için, takdir edilen uygun bedeli sahibine ödeyebilmek ve böylece özgürlüğünü satın alabilmek için para biriktirmeye başlar. Kur’an, Müslümanları köle azat etmeleri konusunda teşvik etmektedir (Beled: 90/13; Bakara: 2/177). Diğer ayetlerde de,[758] bazı durumlarda Müslümanların nakdî bir ceza (sadaka) ödeme ya da bir köle azat etme hakkına sahip oldukları beyan edilmektedir. Son olarak bir başka ayet de, savaşta düşmana esir düşen Müslüman ve gayrı müslim yurttaşların fidyelerinin yanı sıra, İslâm Devletinde kölelerin azat edilmesi ile ilgili ödemelerin de, Devletin zorunlu harcamaları arasında sayıldığına işaret etmektedir. Daha evvelce de belirttiğimiz gibi, savaş sırasında düşman safları arasında esir olarak bulunan kimseler de, İslâm ordusuna sığınıp teslim oldukları ve İslâm’ı kabul ettikleri takdirde, kendiliklerinden özgürlüklerini elde etmiş sayılmışlardır. İbn Sa’d’e göre, Muhammed (a.s.), Ramazan ayı geldiğinde, elinde ne kadar esir varsa, bir sadaka ve bir iyilik olmak üzere, hepsini azat ederdi (bk. Yukarıda § 459).
1122. Köleliğin temelinde savaş ve onun doğurduğu sonuçlar yatmaktadır. Kur’an’a, Resulullah (a.s.)’ın sünnetine ve İslâm fıkıhçılarının oybirliğiyle ortaya koydukları görüşlere göre, İslâm Ordusu’nun başkomutanı, -uluslararası, karşılıklı iki ülke arası ya da evrensel nitelikli bir anlaşmanın bulunmaması durumunda-,
(1) karşılıksız olarak serbest bırakma,
(2) kurtulmalık (fidye) karşılığı yahut savaş esirlerinin mübadelesi şeklinde,
(3) ya da onları köle statüsüne sokma gibi, savaş esirlerinin kaderini tayin etmekte mutlak bir yetkiye sahiptir.
Komutanın yetki sınırları içindeki bu üç seçeneği sınırlandırmak için, İslâm, uluslararası bir uzlaşmanın imkân ve meşruiyetine de imkân tanımıştır. Artık bugün bu kölelik kurumunun yeryüzünde mevcut olmadığını, ancak İslâm hukuku çerçevesinde böyle bir uygulamanın meşru sayılmasının da gerçek bir insanî ihtiyaca cevap vereceğini burada sevinerek tekrar etmek istiyorum: Her şeyden önce, kendisi ile savaş halinde bulunulan ve bu kölelik kurumuna henüz son vermemiş bir millete karşı, kalkıp da köleliği tek taraflı olarak yürürlükten kaldırdığını ilan etmek anlaşılmaz bir şey olurdu. Öte yandan, köleler, genellikle her şeyini, ailesini, evini barkını, geçim kaynaklarını kaybetmiş, bir tür “yerlerinden, yurtlarından olmuş insanlar” topluluğunu oluşturuyorlardı. Kendilerine bir çatı altı temin edecek ve maddî bakımlarını üstlenecek olan, onların Müslüman sahibi idi. Dahası, benim kanaatime göre, kendi kendilerini ıslah etmeyi reddeden ve insanlık dışı alışkanlık ve gelenekleri sürdürmekte ısrar eden topluluklar, günümüzde de vardır. Acaba bu topluluklara, hatalı ve yanlış tutumlarını yavaş yavaş görmelerine olanak sağlayacak, daha güvenli ve daha gelişmiş bir ortam ve çevre sağlamak suretiyle, biraz zorla da olsa onları doğru yola sevk etmek gerekmez mi? Bu tür toplumlarda zulüm ve kana susamışlığın başını alıp gitmesi, kimi insanların doğuştan sahip oldukları bazı özellikleri nedeniyle hor görülerek körü körüne “dokunulmaz” ilan edilmesi, bazı insanların sadece derilerinin rengi yüzünden linç edilmesi ya da açıkça haksızlığa maruz kalması vb. gibi insan haklarına tecâvüz kapsamına giren birçok fiil, halledilmesi gereken sorunlar yumağı olarak ortada durmaktadır. Hatta, eğer yer yüzünde hâlâ bu tür akıl almaz ve insanlık dışı uygulamalar varsa, bunlara karşı uluslar arası kuruluşların gözetiminde bir kölelik kurumunun oluşturulmasını düşünüyorum.
1123. Biz tekrar konumuza dönelim: Bir kadın köle (cariye) açık ve kesin bir nikâh akdi olmaksızın, sadece efendisinin emir ve hizmetine bağlıdır. Çünkü, evlilik (nikâh) durumunda erkek hanımının vücudu üzerinde sadece bir yararlanma hakkına sahip iken, kadın kölenin sahibi, cariyesinin şahsı üzerinde de bir mülkiyet hakkına sahiptir. Diğer bütün insanlar, hattâ efendinin kendi oğlu bile bu câriye ile cinsel ilişkiye girmekten kesinlikle men edilmişlerdir. Bir efendi, kendisinden çocuk dünyaya getirmemiş olan bir câriyeyi satabilir. Efendi, cariyenin bir başka erkekle nikâh akdi yapmasına da izin verebilir; ancak bu durumda efendi, bu cariye ile bir daha karı-koca hayatı yaşayamaz. Eğer nikahlanan her iki taraf da köle ise, doğan çocuk da köle olur. Sadece kocanın köle olması halinde, çocuklar hür kimseler olarak anaya tâbi olurlar; sadece annenin köle olması durumunda, doğacak çocukların o câriye kadının efendisine ait olmayacağı konusunda efendi ile önceden anlaşmış olmak gerekir. Câriye bir kadının kendi efendisinden olan çocukları hür olarak doğarlar ve bu kadın artık “çocuklu anne” sıfatını alır. Hukuken bu, efendinin bundan sonra o cariyesini satamayacağı ve ne şekilde olursa olsun, onu her hangi bir erkeğe veremeyeceği, hatta efendisi onu hayatta iken azat etmemişse, onun ölümüyle birlikte cariyenin kendiliğinden hürriyetine kavuşacağı anlamına gelmektedir. İslâm hukukunda nikâhlı hür bir zevce ile bir câriye arasındaki en temel fark, cariyenin efendisi konumundaki kocasından, nikâhlı hür bir eş gibi miras alma hakkına sahip olmamasında görülür.[759]
1124. Yukarıda gördüğümüz gibi, Resûlullah’ın da birkaç kölesi vardı. Erkek kölelerin hemen tamamını azat etmişti.[760] Kadınlar konusunda ise, Umm Eymen adlı bir cariyesi olduğunu ve onu, kendi kölelerinden Zeyd’le nikâhladığını biliyoruz. Reyhâne ve Mâriye ile ilgili olarak da gerekli açıklamalarda bulunduk.[761] Buraya kadar verdiğimiz bilgiler, biyografik yönden yeterli olsa gerektir.[762]
1125. Muhammed (a.s.)’in öğretisiyle ilgili belli başlı ayrıntıları ele almadan önce, öyle görünüyor ki, günümüzde Resulullah (a.s.)’a ait olduğu ileri sürülen şeylerin doğruluk ve gerçeğe uygunluğuyla ilgili birkaç söz söylememiz yararlı olacaktır. Bu konu, eski peygamberlerle ilgili tarihsel verilerin, az çok karanlık ya da zayıf oluşundan çok daha önemlidir. Bilindiği gibi, Muhammed (a.s.) hakkında bütün bildiklerimiz, yani onun hayatı, fiil ve hareketleri, sözleri, onun genel davranış biçimi ve etrafındakilere öğrettikleri ile ilgili her şey, esas itibariyle yazı ile tespit edilmiş olan şu iki kaynakta toplanmış durumdadır: Bu kaynaklar, Kur’an ve Hadis (Sünnet)’tir. Aşağıda bu kaynaklarla ilgili bazı açıklamalar verilmeye çalışılmıştır.[763]
1126. Kur’an, Müslümanların Kutsal Kitabıdır. Müslümanlar onun, Allah’ın yaratılmamış sözü olduğuna, Allah’ın Elçisi olarak görevlendirilen ve 23 yıl boyunca ilâhî tebliği insanlara bildirmeye çalışan Muhammed (a.s.)’e kısım kısım vahy edildiğine inanırlar. Müslümanlara göre bu kitap, asla Muhammed’in ortaya koyduğu bir eser olmayıp, aksine Allah’ın, insanlığa hitaben ve onların yararlanmaları için kendisine vahy etmiş olduğu, ayet ve surelerden meydana gelen bir eserdir. Muhammed (a.s.) bu ilâhî tebliğin yazarı değil, sadece onu insanlara iletmek üzere seçilmiş bir aracıdır.
1127. Tarihsel verilere göre, Resulullah (a.s.) ne zaman kendisine bir vahiy, yani Kur’an’dan bir parça gelse, bunu önce erkeklerden oluşan bir topluluğa, daha sonra da kadınlardan oluşan bir topluluğa okuyup tebliğ ederdi (Bu, onun kadınların eğitimine verdiği önemi açıkça göstermektedir) (bk. İbn İshâk, Megâzî, Fes bs., § 192). Daha sonra da yazıcılarından birini çağırıp, kendisine vahiy yoluyla gelen ayetleri yazı ile kaydettirirdi. Yazım işi tamamlanınca, Resulullah (a.s.) ona, kaydettiği ayeti yüksek sesle okumasını emreder ve böylece vahiy kâtibinin muhtemel yanlış ya da eksikliklerini düzeltme imkânı bulurdu (bkz. Heysemî, Mecma’uz-Zevâ’id, I, 152; VIII, 257, Taberânî’den naklen). Ayrıca Muhammed (a.s.), yeni vahyin, daha önce gelen parçalar arasında nereye ve hangi sıraya göre konulması gerektiğine de işaret ederdi. Muhammed (a.s.) inen bu parçaları, burada açıklamaya gerek duymadığımız bazı önemli nedenler doğrultusunda, vahy ediliş sırasına göre bir araya getirmemiştir. O, Kur’an’ın bu parçalarının yazı ile tespiti ve topluluğun diğer üyeleri için çoğaltılmasının yanı sıra, aynı zamanda bunların namazlarda okunmak üzere ezberlenmesini de Müslümanlardan istiyordu. Alınan bu iki yönlü önlem sayesinde kutsal metinler insanı oldukça tatmin edici bir biçimde muhafaza edilmiş oluyordu. Vahiy süreci Resulullah (a.s.)’ın vefatına kadar devam ettiği için, kendisi henüz hayatta iken Kur’an’ın tam ve kesin bir biçimde yazımı söz konusu olamazdı. Bununla birlikte aralarında Buhârî vb. nin de bulunduğu birçok güvenilir kaynak, Muhammed (a.s.) vefat ettiği sırada –az çok uzun Kur’an metinlerini ezbere bilen binlerce Müslümanı saymazsak-, Ensâr’dan en az dört kişinin, -6.000 i aşkın ayet ve 114 sureden meydana gelen ve bu haliyle Tevrat’ın Pentatök’ü ve dört İncil metninden daha kapsamlı bir kitap olan- Kur’an’ın tamamını ezbere bildiklerini belirtmektedirler. Resulullah Kur’an ayetlerini, her gün cemaatle olduğu kadar tek başına kıldığı namazlarda da okurdu. Ancak, tarihçilerin verdiği bilgilere göre o, her yıl bir defa, vefat edeceği yılda ise iki kez olmak üzere, Kur’an’ın tamamını, kendisinin belirlediği ayet ve sure sırasına göre baştan aşağı tekrarlayarak okumuştur. Tebliğ konusunda gösterdiği yumuşaklık ve hoşgörü nedeniyle, Resulullah (a.s.)’ın çeşitli kabilelere mensup sahabeleri arasında Kur’an’ın, Arap dilinin değişik lehçe ve ağızlarıyla okunuşunu hoş görüyle karşıladığını düşünmek makul bir yaklaşım sayılmalıdır. Resulullah’ın vefatından sonra ise bütün Müslümanlar, kuşkusuz bilinçaltında yatan bazı özlemler nedeniyle -Resulullah (a.s.)’ın kullandığı lehçe olan- Mekke ağzı üzerinde birleşmeyi tercih edeceklerdir. Öte yandan, kimi durumlarda, ellerinde Kur’an’la ilgili bazı yazılı ayet metinleri olan kimseler, orada geçen bazı kelimelerin açıklaması niteliğinde bizzat Resulullah’tan duyduğu bilgileri, unutmamak için, metnin kenarına haşiye şeklinde eklemişler ve bu ilave metinler, daha sonraki kuşaklarca, çok nadir de olsa, ayet metni sanılarak esas metne ilave edilmeye kalkışılmıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz Arapça’daki lehçe farklılıkları ya da metin kenarı açıklamaları ile açıklanamayacak çok ender rastlanan durumlar da olmuştur. Örneğin, en güvenilir kaynaklardan biri olan Buhârî’nin Tefsir adlı eserinde de belirtildiği gibi, Kur’an’ın Leyl suresinin 3. ayetini önceleri Resûlullah, şeklinde okurken, daha sonra aynı metni şeklinde okumaya başlamıştır. Bu farklı okuyuşun, üslûbun gözden geçirilmesi sırasında ortaya çıkan bir durum olduğu söylenebilir. Tabii burada, kesinlikle Allah’ın bir üslup değişikliğine gittiği ya da aynı şekilde Rûhu’l-Kudüs olan Cebrail’in, ayetleri Resulullah’a ulaştırırken bir hata işlediği ve daha sonra bunu düzeltme yoluna gittiği gibi bir şey akla getirilmemelidir. Resulullah (a.s.)’ın unutma ya da dalgınlık gibi insan doğası ile ilgili bir özelliğinin söz konusu olduğu da akla getirilmemelidir. Bu görüşlerimizle ilgili olarak diğer sahîh hadis kaynaklarının yanı sıra Buhârî (52/11 ve 80/19/5), Muslim (6/22, No. 788) ve Ahmed ibn Hanbel’de (6/138) yer alan Resulullah (a.s.)’ın şu hadisini ele alalım:
“Kur’an’ı (geceleri okuduğum için) Allah bu kuluna merhamet etti de unuttuğum (yahut metin dışı kalmış) filân surede geçen falanca ayeti bana hatırlattı.”
Acaba bu hadisteki bazı bilgilere bakarak, kendisine vahyedilen bu ilâhî tebliğlerin, -Musa (a.s.)’nın tabletlerinde olduğu gibi yazılı olarak değil de- şifahî olarak kendisine bildirilmesi nedeniyle, bazen küçük nüansların atlandığını mı düşüneceğiz? Ayrıca daha sonra her yıl Ramazan ayında Cebrâil’in huzurunda icra edilen ve Kur’an ayetlerinin karşılıklı okunma işlemi (arza) sırasında, ve yine Resulullah’ın arada sırada içine düştüğü ilâhî istiğrak hallerinde acaba Kur’an’ı daha net ve doğru bir biçimde alıyor ve kendi kendisini düzeltip doğrultma imkânı mı buluyordu? Resulullah’ın yukarıda bahsi geçen ve yılda bir kez gerçekleştirilen arza olayı, Ramazan orucunun ancak Medine’ye hicretten sonra farz kılınıp yerleşmesinden sonra başlamış gibi görünmektedir. Bütün bunları göz önünde bulundurarak, yukarıda verdiğimiz Buhârî’nin bu hadisiyle ilgili olarak, Kur’an’daki bütün ayetlerin yazıyla tespiti için bizzat Resulullah tarafından tayin edilmiş kâtipler olan, meselâ aralarında bir yandan Ebu’d-Derdâ ve İbn Mes’ûd’un, öte yandan Zeyd ibn Sabit’in bulunduğu kıdemli sahâbelerin, genç vahiy kâtiplerine tâbi olarak onlara teslimiyet göstermek istememelerinden kaynaklanan bir takım önemsiz kayıt ve tespit farklarının (varyantlar) ortaya çıkabileceği düşünülebilir. Ancak, işin aslına bakılırsa, bu varyantlar (tespit farklılıkları) çoğunlukla hayatî önem taşımayan farklılıklardan ibarettir.
1128. Anlaşıldığı kadarıyla “resmî” vahiy kâtiplerince kaydedilip çoğaltılan nüshalar, Resulullah tarafından saklanmış olmayıp, bunları yazan kâtipler tarafından ayrı ayrı muhafaza edilmişler ve bunları çoğaltmak isteyenlere de izin verilmiştir. Böylece yeni nüshalar da, günden güne artan müminlerin sayısıyla doğru orantılı olarak çoğalmıştır. Çok sayıda Müslüman, parşömen, deri, kürek kemiği, hurma yapraklarının orta damarı, düz satıhlı taş parçaları ve çanak çömlek kırıkları vb. çeşitli malzeme üzerine kaydettikleri ve aynı zamanda da ezberlemiş oldukları bu Kur’an parçalarını tilâvet etmek veya yeni baştan yazıp çoğaltmak amacıyla ya bizzat Resulullah’ın huzuruna çıkar, ya da kendisinden daha bilgili ve daha iyi yetiştirilmiş dindaşı diğer sahâbelerle birlikte ders çalışırlardı; ve böylece yapılan yanlışları düzeltme fırsatından yararlanırlardı. Tabii olarak bunlardan her biri, kendi yetenek ve imkânları oranında bu işlerle ilgilenirlerdi. Resulullah (a.s.), bütün bunları anadili Arapça olan kimseler için yapmıştı. Ancak Kur’an, Muhammed (a.s.)’in bütün insanlık için gönderildiğini açıklamaktadır (Sebe’: 34/28). Gerçekten de bütün peygamberlere örnek olarak gönderilmiş olan Muhammed (a.s.), Arap dilini bilmeyen toplumların gereksinimlerini de göz ardı etmemiştir. Aşağıdaki kısa fakat özlü anlatım bize bunu kanıtlamaktadır: es-Sarahsî’nin Mebsût adlı eserinde (bkz. I, 37) şöyle bir kayıt vardır:
“İmâm Ebû Hanîfe’nin görüşüne göre, namaz esnasında Kur’an ayetlerinin, örneğin Farsça’dan yapılmış çevirilerinin okunması caizdir. Zira nakledildiğine göre, İranlılar Selmân el-Fârisî’ye bir mektup yazarak kendilerine Fâtiha Suresini (Fars alfabesiyle değil de herhalde Arap alfabesiyle) Farsça olarak yazıp göndermelerini istemişler, o da gerekli cevabı yazmıştır. Böylece İranlılar, dilleri Arapça telâffuza alışıncaya dek namazlarında bu Farsça tercümeleri okumuşlardır.”
Sarahsî’nin metnini aynen alan Tâcu’ş-Şerî’a da (bk. Nihayetu Hâşiyeti’l-Hidâye, Delhi 1915 bs., s. 86, not 1) şu ek bilgiyi vermektedir:
“Selmân el-Fârisî. bu (tercüme) çalışmasını bitirir bitirmez Resulullah’a sundu. O, böyle yapmasına ses çıkarmayınca, tercümeyi tamamlayıp İranlılara gönderdi. Onlar da Arapça metnin telâffuzu dillerine kolay gelinceye kadar bu tercümeyi namazlarında tilâvet ettiler...”
Tâcu’ş-Şerî’a’nın verdiği bir başka bilgiye göre, bu tercümede geçen besmele’nin Farsçası şöyle idi:
“Benâm-ı Hudâvend-i Bahşâyende-i Mihrebân.”
1129. Resulullah’ın vefatı üzerine İslâm camiasında birkaç ay süren ridde ya da irtidat adı verilen “dinden dönme savaşları” baş gösterdi. Sözde Peygamber Yemâmeli (Necd) Museylime’ye karşı verilen bu savaşlardan biri özellikle kanlı olmuş ve savaşta, Kutsal Kitabımız Kur’an’ı ezberlemiş olan ve onunla ilgili geniş bir bilgiye sahip ilk dönem Müslümanlarından çok sayıda kişi şehit düşmüştü. Bu durum, merkezî hükümeti harekete geçirmiş ve Halîfe Ebû Bekir, o sırada çeşitli sahâbelerin elinde dağınık vaziyette bulunan Kur’an’a ait bütün parçaları bir araya getirerek, tam ve mükemmel bir Kur’an nüshası hazırlamaya karar verdi. Bu amaçla Muhammed (a.s.)’in vahiy kâtiplerinden biri olan ve onun sağlığında esasen özel olarak bu işle uğraşmış olan Zeyd ibn Sabit bu işle görevlendirildi. Bu vahiy kâtibinin aynı zamanda Kur’an metnini baştan sona ezberlemek gibi seçkin bir özelliği de vardı. Kendisi yukarıda değindiğimiz nitelikleri taşıyan dört sahabeden biriydi. Hazırlanacak olan Kur’an metninin mümkün olan en büyük itimat ve güvene sahip olabilmesi için Halife Ebû Bekir, Zeyd’e, her bir ayetin yazılı bir halde metne katılabilmesi için en az iki yazılı delil ile kanıtlanması ve kesinlikle sadece hafızaya itimat edilmemesi emrini verdi. Haklarında sadece birer yazılı kanıt bulunan ikisi dışında bütün ayetler için bu emir yerine getirildi. Ancak bu ayetlerin doğruluğu da bir çok kimsenin hafızasından olmak üzere tasdik edilmişti. Böylece bütün metin tek bir kitap halinde derlenip toparlanarak, buna Mushaf (sahifelerin toplanıp bir araya getirildiği yer) adı verildi.[765]
1130. Yıllar geçtikçe Kur’an nüshalarının sayısıyla birlikte Kur’an’ı ezberleyenlerin sayısı da giderek çoğalıyordu. Resulullah’ın vefatı üzerinden henüz bir yıl geçmeden hazırlanmış olan bu resmî nüsha önceleri Halife Ebû Bekir’in yanında kaldı. Sonra onun vefatı üzerine Halife Ömer’e geçti. Halifeliğinin son dönemlerinde Ömer, esasen Kur’an’ın özel kişilerdeki nüshalarını kontrolden geçirmeyi tasarlıyordu. Ancak kendisi bu konuda bir karar alamadan vefat etmiş, böylece onun muhafazası altında tuttuğu resmî nüsha, Resulullah’ın dul eşi olan ve ilimce oldukça yüksek seviyedeki kendi kızı, “Müminlerin annesi” Hafsa’nın eline geçmiştir. Bundan sonra Devlet yönetiminde kısa süreli bir boşluk yaşanmıştır.
1131. Bilindiği gibi, Muhammed (a.s.)’in vefatından sonra geçen onbeş yıl, O’nun yolundan giden Müminler ordusunun bir yandan Endülüs’e (İspanya), diğer yandan Mâverâünnehir’e kadar ulaşmasına ve bu iki uç arasındaki bütün toprakları ele geçirmesine yetmişti. Bunlar ayrıca Ermenistan’dan Batı Hindistan’ın kıyı şehirlerine kadar uzanan ülkeleri tamamen fethetmişlerdi. Kuşkusuz, Arapların dışındaki yüz binlerce insanın dinlerini değiştirip Müslüman olması, hiç beklenmedik sorunları da beraberinde getiriyor ve bu nüshaların o sırada henüz pek gelişmemiş bir yazı biçimi ile çeşitli topluluklar arasında yayılması, Kur’an metninin saf ve doğru bir biçimde öğrenilebilmesinde kötü ve tehlikeli sonuçlara yol açıyordu. Üçüncü Halife Osman, bu durumu göz önünde bulundurarak, sorunu çözmek için etkili bir yöntem önerdi: Yukarda adı geçen Hafsa’nın yanında muhafaza edilen resmî Mushaf’ı getirtti ve aynı Zeyd ibn Sâbit’i, yanına birkaç yardımcı daha alarak bu resmî metinden yedi ayrı nüsha çıkartmakla görevlendirdi. Bu heyet, Mekke lehçesi esas alınmak suretiyle ayetlerin daha tam ve daha doğru telâffuz edilebilmesi için yazılış tarzı ve imlâsını da gözden geçirerek kısa zaman içinde çalışmasını tamamladı. Halife bunlardan birini kendi yanında alıkoydu, diğer altı nüshayı ise üç kıtaya yayılmış olan bu muazzam İslâm ülkesinin altı büyük merkezine gönderdi. Kur’an bilimleri ile uğraşanlar arasında çıkan ihtilâf ve fikir ayrılıkları durumu iyice karıştırıp bozduğundan, ortaya çıkan ciddi sorunları halletmek üzere Halife Osman, hadis bilgini İmam Buhârî’nin bize naklettiğine göre, o sırada elden ele dolaşmakta olan Kur’an parçalarının toplatılıp yakılmak suretiyle ortadan kaldırılmalarını emretti. Muhtemelen burada, düşünce ve kanaatlerini açıkça beyan etmekten çekinmeyen bazı inatçı ve dik kafalı kimselerin elinde bulunan bir kısım yazılı metinler söz konusu idi. Aksi takdirde, bu resmî nüshalar dışında bütün yazılı Kur’an metinlerinin imha edildiğini söylemek pek abartılı bir ifade olurdu. Bizi böyle söylemeye iten neden, çok daha sonraki devirlerde, Osman (RA) tarafından yapıldığı iddia edilen bu imha hareketinden iki, üç, hattâ dört asır sonra bile, resmî nüshalar ile aralarında sadece bazı kelimelerin yazılışı bakımından farklılıklar bulunan İbn Mes’ûd, Ubeyy, ‘Ukbe ibn ‘Amir el-Cuhenî gibi sahabelerin yazıyla tespit ettiği Kur’an parçalarının hala var olmasıdır. O dönemde kâğıt denilen yazı malzemesi henüz keşfedilmemişti. Üzerine yazı yazılan parşömenleri yakmak yahut yırtmak yerine, üzerinde yazılar bulunan bu değerli malzemeyi yıkayıp yeniden kullanmak daha kolay olurdu. Bazı hadis mecmualarındaki anlatımlarda, Kûfe şehrinde bulunan İbn Mes’ûd’un resmî nüshalardaki metne karşı çıktığından bahsedilmekte ve kendisinin başşehir Medine’ye çağrılarak Halife Osman tarafından cezalandırıldığı bildirilmektedir. Emevî karşıtı bu efsânenin ciddi bir inceleme karşısında tutarlı hiçbir yanı yoktur: Bu anlatımda, o sırada İbn Mes’ûd’un oturmakta olduğu Kûfe’de, şehrin valisi olduğu söylenen bir kişinin, İbn Mes’ûd’u yakalayıp onu işkenceye tâbi tutmakla görevlendirildiği belirtilmektedir. Aynı kaynaklar, bu valinin daha sonra uzunca bir süre bir başka eyaletin valiliğini yaptığından söz ederler. Anlaşıldığı kadarıyla, gerçek gayet açıktır ve aşağıdaki gibidir: Halife Osman zamanında, bir takım münafıklar tarafından uydurularak, henüz doğmakta olan bu dini bozmak amacıyla elden ele dolaştırılan bazı Kur’an parçaları bulunuyordu. İşte Halife Osman, bu sahtekâr münafıkları büyük bir üzüntü ve kedere boğacak şekilde bu parçaları yaktırmıştır; bu tür insanların döktüğü timsah göz yaşlarının nedenini anlamak gayet kolaydır. Bu arada, İbn Mes’ûd’a ait olduğu iddia edilen bu sözde Kur’an parçalarında Ali’yi yüceltip öven ayetlerin bulunduğunu ve bu Kur’an nüshasının, aradan asırlar geçtikten sonra Ali taraftarı bir mezhep mensubunun yanında bulunduğunu da hatırlatalım.[766] Her halde o sırada bazı namuslu ve dinine samimiyetle bağlı kimselerin elinde eski metinler olup, bunlar özellikle eyâletlerde oturdukları için bazı ayetlerin sonradan nesih edildiğinden (hükümlerinin kaldırıldığından) ve bizzat Resulullah tarafından metin dışı bırakılmış olduğundan habersiz idiler. Yakûbî’nin naklettiğine göre parşömenler sıcak ve sirkeli suda yıkanıyorlardı.[767] Bu yöntem, Kur’an’ın resmî nüshasına uygun olması gerektiğini kendiliklerinden kabul edenlerin ellerinde bulundurdukları parçalara uygulanmış olabilir. Bu olayın geçtiği söylenen devirde (H. 32 yılına doğru), Halifenin başında bulunduğu Devletin sınırları Endülüs’ten Mâverâünnehir’e, Ermenistan’dan Hindistan’daki Gucerât kıyılarına kadar yayılmış bulunuyordu. Bu uçsuz bucaksız topraklarda hiç şüphesiz binlerce, hattâ yüz binlerce Kur’an nüshası bulunuyordu. Bu arada, resmî nüshaya uygun nüshaları imha etmek gerekmiyordu; uygun olmayan diğerlerinin ise her bir kelimesini bu sayısız nüshalarla karşılaştırmak gerekiyordu. Bu ise maddî bakımdan çok zor hattâ imkânsız bir husus olduğu gibi, tarihsel olarak da böyle bir olay cereyan etmemiştir. Bilindiği gibi Halife Osman’ın yaptığı tek şey, Ebû Bekir zamanında bizzat Resulullah’ın baş vahiy kâtibi Zeyd tarafından toparlanarak bir araya getirilen Kur’an’ı çoğaltıp yaymak olmuştur. Halife Osman bu konuda o kadar titizdi ki, sıkça geçen bir anlatıma göre, resmî nüshadaki bazı kelimelerin imlâsını (yazılış biçimini) kişisel olarak beğenmediği halde, bu tür önemsiz ayrıntılarda bile işe müdahale etmek istememişti. O şöyle söylemekle yetiniyordu: Nasıl olursa olsun yazınız, Arap okurlar bunların nasıl dosdoğru okunacağını bileceklerdir.[768] El-Aynî’nin söylediğine bakılırsa,[769] Halife Osman, Zeyd’in hazırlamış olduğu nüshadaki imlâ tarzının muhafaza edilmesini emretmişti. İslâm dünyasında halen bu yazılış tarzı devam ettirilmektedir ve hatırlanacağı gibi, Resulullah’ın göndermiş olduğu mektupların orijinallerinin gerçek ve doğru nüshalar olup olmadığı ile ilgili bölümlerde bu husus, bilimsel bir araştırma ortaya koyabilmemiz için çok işimize yaramıştı.
1132. Kısaca söylemek gerekirse, şimdi elimizde bulunan Kur’an metni, Ebû Bekir zamanında toplatılıp bir araya getirilen ve Halife Osman tarafından resmen çoğaltılıp İslâm Dünyasının yedi tarafına yayılan metindir. Şimdi bütün dünyada yaygın olan metin budur. Tarihçiler, bu eski metinlerle ilgili bazı hatıraları eserlerinde muhafaza etmişler ve sayıca az ve pek önemli olmasalar da, bugün elimizdeki metinden farklı olduğu anlaşılan bazı bölümleri aktarmışlardır. Bu farklı metinler daha yakından incelendiğinde, bunlardan çoğunun, vaktiyle Kur’an nüshalarını elinde bulunduranlar tarafından yapılmış, açıklama ve yorum niteliğinde bilgiler olduğu kolayca görülür. Bu eklemeleri yapanlar, muhtemelen bizzat Resulullah’tan duydukları bu bilgileri başlangıçta açıklama amacıyla satır aralarına yerleştirmişken, daha sonraları bilgisiz birtakım yazıcılar (müstensihler) bu nüshaları esas alarak yazdıkları Kur’an’larda bu açıklayıcı bilgileri esas metne dahil etmişlerdir. Özellikle İbn Mes’ûd’a ait olduğu belirtilen farklı ayet metinlerinde durum böyledir. Diğer farklılıklar ise Resulullah’ın emri ile yürürlükten kaldırıldıkları için Kur’an metninden çıkarılanlar dışında, yazıcı (müstensih) hatalarından, yanlış okuma hatalarından vb. kaynaklanmaktadır. Her halde, şurası kesindir ki bugün elimizde bulunan Kur’an metni, ta işin başından beri, onu ezberlemiş olan kimselerin hafızalarının yanı sıra, aynı zamanda yazılı metinlere de dayandırılmaktadır. Burada şunu belirtmek yerinde olacaktır ki, Kur’an öğretimiyle ilgilenen Müslüman öğretmenler, öğrencilerine diploma (icazet) verirken, bu talebelerine kendi üstatlarının ağızlarından çıkan aynı telâffuz ve ses ölçüleri içinde öğretim yaptıklarını, onların da aynı şeyi kendi hocalarından gördüklerini ve zincirleme olarak bu tarz Kur’an okuyuş ve tilâvetinin Osman, Ali, Zeyd ibn Sabit, Ubeyy gibi sahabelerin ağızlarından çıktığı şekilde olduğunu tasdik ve ifade ederler ki, bu dört sahabe de bu okuyuş tarzını Resulullah’ın ağzından duydukları şekliyle kendi talebelerine naklettiklerini tasdik etmektedirler. (Benim de Medineli Şeyh Hasan ibn İbrahim eş-Şair’den aldığım bu tür bir icazetnamem vardır). Bu da, Resulullah’ın çeşitli sahabelerine atfedilen bazı varyantların gerçekte bu ayetlerin açıklama ve yorumlarından başka bir şey olmadığı varsayımını doğrulamaktadır.
1133. Halife Osman devrinde çoğaltılıp dağıtılan yedi asıl nüsha ile Ebû Bekir zamanında bir araya getirilen nüshalardan hiç biri günümüze kadar ulaşamamıştır. Ancak, bugün Taşkent, Londra ve İstanbul’da sergilenen nüshaların Halife Osman dönemine ait olduğu düşünülmektedir. Eski yazarlar bu ilk nüshaların yanıp kül olduğu muhtelif devirlerde çıkmış bir takım yangınlardan söz etseler de bugün elimizde, bu ilk nüshaların henüz mevcut olduğu bir sırada bunlara bakılarak çoğaltılmış, sonraki dönemlere ait bir çok el yazması Kur’an nüshası bulunmaktadır. Yine belirtelim ki, bu en eski el yazması Kur’anlarla bugün elimizde bulunan Kur’an metinleri en küçük bir fark olmaksızın tıpatıp aynıdır. Kur’an’ın yazıyla tespiti konusunda manzara böyledir. Öte yandan, Kur’an’ı ezberlemiş bulunan hafızlar her devirde var olmuş ve hattâ günümüzde de mevcut bulunmaktadır. 1956 yılında bana söylendiğine göre, sadece Türkiye’de çoğunluğu genç olan bu hafızların sayısı 150.000’e varmaktaydı. Bu hafızların ezberlerindeki Kur’an ile yazılı metin halindeki Kur’an mükemmel bir uyum göstermektedir. Hafıza ve yazılı metin, her ikisi birden, Kur’an metninin doğruluk ve sahihliğinin dayandığı ana temelleri oluştururlar. Daha ayrıntılı bilgi için, benim Fransızca Kur’an çevirime* bakılabilir.[770]
1134. Hadis, Muhammed (a.s.)’in sahabeleri arasında yaptığı, söylediği ya da yapılmasını hoşgörü ile karşıladığı şeylerin anlatımıdır. Burada, binlerce kaynaktan gelen parça parça anlatımların bir araya getirilmesi söz konusudur. Her bir anlatımda Resulullah’ın bir sahabesi bizzat tanık olduğu bir olayı anlatıp nakletmektedir. Kuşkusuz bu tür bilgilerin nakli, hem şifahî olarak, yani ağızdan, hem de yazılı olarak yapılmıştır. Aşağıda da göreceğimiz gibi Resulullah’ın sözlerinin mecmualar halinde yazılı olarak derlenerek bir araya getirilmesi, kendisi henüz hayatta iken zaten başlamış bulunuyordu; zira Resulullah’ı ziyaret edip onunla görüşen birçok kimse, onunla yapmış olduğu konuşmaları ve tanık olduğu olayları yazılı bir biçimde tespit etmeye başlamışlardı. Daha sonraki kuşaklar arasından çıkan araştırmacılar ise, çok sayıdaki sahabenin hatıralarını ve naklettikleri bilgileri bir tek kitapta toplayarak, daha tam ve daha mükemmel hadis derlemeleri meydana getirdiler. Daha sonraki kuşaklar ise çok daha gelişmiş eserler kaleme almış olup, bugün bu hadis kitaplarının bir çoğu elimizde bulunmaktadır. Bunlardan altısı (Kütüb-i Sitte), yazarlarının derleyip bir araya getirdiği hadis kitapları olup, diğerlerine göre daha doğru ve daha sahîh kabul edilmiş, adetâ resmî nitelikli eserlerdir. Ayrıca burada, İslâm hukukunun ve İslâm inancının ikinci ana kaynağı olan Hadis derlemelerinin Kur’an’dan sonra ikinci sırada geldiğine işaret etmek gerekir. Bunun nedeni, Kur’an’ın bizzat Resulullah’ın denetim ve kontrolü altında yazıyla tespit edilmiş olması, buna karşılık Hadisin özel şahıslar tarafından tespit ve nakil edilmiş olması ve ayrıca bütün bu tespitlerin yetkili kişi ve makamlarca herhangi bir denetimden geçirilmemiş olmasıdır. Hadis sadece kişisel gayret ve çabalara dayanır ve bireysel çalışmaların ürünü olan derlemeler ve hatta tek bir anlatım, bu olayı nakledenlerin ve bunları seçip sınıflandırarak eserine alan kimselerin zihinsel kabiliyet, yatkınlık ve güvenilirlikleri oranında kabul görür. Bu güvenilirlik şartını ararken, hadisi nakleden kişinin olayın öncesi ve sonrası ile ilgili durumlara ne derece hakim olduğu da göz önünde bulundurulur: Anlatımı nakleden kimsenin o sıradaki yaşı, aklî ve zihinsel yapısı, hafıza derecesi, kişiliği, güvenilir biri olup olmadığı, onun anlatımlarının muhafaza ve naklinde kendisinden sonra gelenlerin gösterdikleri itina ve titizlik vb. gibi. Resulullah’ın sahabeleri arasından çıkan ilk devir İslâm bilginlerinin sayısı yüz binlerle ifade edilmektedir. Klasik dönemde yaşamış (Selefiyyûn’dan) bir hadis mütehassısının ifadesine göre, bunlar arasından yüz bini aşkın insan, kendilerine dinlerini öğretmiş olan Muhammed (a.s.) hakkında bize en az bir hadis nakletmiş bulunmaktadır. Yine bunlardan elli kadarının Resulullah’tan sonra 50 veya daha fazla yıl yaşamış olduğu bilinmektedir. Örneğin, Ebu’t-Tufeyl, H. 110 yılında, yani Muhammed (a.s.)’in vefatından 100 yıl sonra; Hirmâs ibn Ziyâd H. 102 de; Mahmûd ibn Rabî’ ise H. 99 yılında vefat etmişlerdir. Bütün bu sahabeler, halifelik döneminde başta Mısır, Suriye, Mezopotamya olmak üzere ülkenin her yerine dağılmışlardı. Resulullah (a.s.)’ın sahabelerinin tamamının okuyup yazmayı bilmedikleri bir gerçektir. Bunlardan bazıları, Resulullah’tan duyduğu yahut ondan gördüğü şeyleri kaydedecek durumda da değildi. İhtiyaç duyduklarında yaşanılan olayları hafızalarında canlandırıyorlardı. Bunlar genellikle, öğrencilerine ya da diğer araştırmacılara, Resulullah’ın vaktiyle sarf ettiği bir söz veya takındığı tavırla ilgili olarak hafızalarında kalmış olan şeyleri sözlü olarak anlatıp nakletmişlerdir. Elimizde sahabe neslinden gelen ve bizzat onlar tarafından bir araya getirilmiş birkaç hadis derlemesi olmakla birlikte, diğer mecmualar bunların öğrencileri tarafından meydana getirilmişlerdir.
1135. Kimi durumlarda art niyete dayanmayan bazı hadislerin uydurulduğu da olmuştur. Örneğin, kendisini dinleyen cemaati iyi yola sevk etmek ve sözlerini bazı kanıtlarla desteklemek isteyen bir vaiz ya da hatip, sözde Resulullah’a ait olan ve kendi amacı doğrultusunda bir vecize ya da bir buyruk ortaya atardı. Hatta İslâm toplumunda inançla ilgili ya da başka konularda birtakım ihtilaflar ortaya çıktığında, sorumsuz ve hiçbir utanma ve çekinme duygusu taşımayan bazı hasımlar, Resulullah’a mal ettikleri nice uydurma sözler icat etmişlerdir. Bu nedenle, daha ilk dönemlerden başlayarak, hadislerin hem dahilî (rivayet), hem de haricî (dirayet) tanıklıklarla bireysel olarak rivayet edildiklerinde bunların doğruluk derecesini kontrol etme ihtiyacı duyulmuş ve buna dayanarak yeni bir ilim ortaya çıkmıştır. Bu tenkit ilmi, her şeyden önce, Resulullah’ın sahabelerinden başlayarak, herkes tarafından sahihliği kabul edilmiş ve tamamı ya da bir kısmı derlenmiş hadis çalışmalarının ortaya çıktığı döneme kadarki süre içinde mevcut bütün hadis ravilerinin hayat hikâyelerini kapsamaktadır. Her bir râvînin biyografik bilgileri arasında, hadis nakleden o kişinin doğum ve ölüm tarihleri, hadis rivayetinde yararlandığı hocaları ve kendisinden hadis rivayetinde bulunan öğrencilerinin adları, bu râvîlerin zihinsel yetenek ve ahlakî nitelikleri vb. bilgiler bulunuyordu. Bu çalışma o kadar gerekli ve önemli idi ki, her bir anlatım için hadis yazarlarınca, bu anlatımı ilk kaynaktan itibaren nakleden ve râvî silsilesi, senet, isnat zinciri gibi adlarla anılan bir kaynak zinciri verilirdi:
“Ben (A)’dan, (B)’nin kendisine şöyle dediğini işittim, o da (C)’den duymuş ve o da filân’dan... Resulullah’ın şöyle dediğini işitmiştir: ....”
Örneğin, Ahmed ibn Hanbel gibi bir hadis bilgininin mecmuasına otuz bin anlatım almışsa, yazar bunlarla birlikte bazen birbirinin aynı bazen de farklı otuz bin kaynak zinciri vermiş demektir. Öyleyse, bu çeşit eserlerde yer alan hadis râvîlerinin hayat hikâyelerine bakarak, hadisin senedinde geçen (A) râvisinin (B) râvisinden, (B)’nin de (C)’den ders alıp almadığı ve nihayet (C) ya da (D)’nin gerçekten Resulullah’ın sağlığında yaşayıp yaşamadığını belirlemek mümkündür. Yine, (A), (B) ve (C) adlı râvîlerin, hem ahlakî hem de bilimsel açıdan güvenilir olup olmadığı da bu eserler aracılığıyla ortaya çıkarılabilir. Hadis tenkidi ilmi, sadece hadisin dış özellikleriyle sınırlı olmayıp, aynı zamanda her anlatımın dahilî yapısı ile de ilgilenir. Örneğin iki hadis anlatımı arasında birbirine zıt gibi gözüken bir nokta varsa, ya da bir anlatımın maddî yapısında bir imkânsızlık olması halinde vs. ortaya çıkacak güçlüklerin üstesinden gelmek için bir takım kural ve ölçütler geliştirilmiştir. Öte yandan, aynı olay çoğunlukla birbirinden tamamen bağımsız çok sayıda tanık tarafından ayrı ayrı nakledilmiş olabilir. Bu durumda, olayla ilgili ayrıntıları kontrol etme ve hatta bunları belirleyip tamamlama imkânı da doğabilir. Kuşkusuz her dönemin, her topluluğun ve her sınıfın kendisine has özellikleri vardır. Chicago ya da Londra’daki gangsterleri yakalayıp ele geçirmeye elverişli yöntemler, örneğin Yemen’deki Bedevî haydutların yakalanmasında bir sonuç vermeyebilir. Aynı şekilde, Yahudi-Hıristiyan çevrelerinde ortaya konulan edebî eleştiri yöntemlerinin de Müslümanların meydana getirdiği hadis eserlerine mutlak surette uygulanması gerektiği düşünülemez.
1136. Müslümanların, hadislerde yer alan bilgileri öğrenmeye duydukları ihtiyaçları o kadar büyüktü ki, pek eski devirlerden itibaren konularına, nakleden râvîlerine, güvenilirlik derecelerine, hadiste geçen kelimelerin alfabetik dizilişine vb. göre olmak üzere bir çok hadis derlemeleri yapılmıştır. Sonuç olarak bu konu o kadar geniş bir boyuta ulaşmıştır ki, günümüzde yapılacak tek şey, Hadis bilimi ile ilgili herhangi bir dalda uzmanlaşmaktır. Bu hadislerden Resulullah’ın hayatı ve faaliyeti ile ilgili anlatımlar, daha sonra siyer (Resulullah’ın gerçek hayatı ve faaliyeti) adı altında ayrı hadis eserlerinde bir araya getirilmiştir ki bu durum bize, İsa (a.s.)’nın hayat hikâyesi ve faaliyetleri ile ilgili bilgiler veren çeşitli İncil kitaplarını hatırlatmaktadır. Resulullah’ın sahabeleri, kesitler halinde hadis rivayetlerini derleyerek kaleme almışlardı. Sîretle ilgili hadislerin bir araya getirilebilmesi için ise ikinci kuşak Müslümanları (Tabiîn) beklemek gerekmiştir. En eski siyer yazarları şunlardır:
1. ‘Urve ibn ez-Zubeyr (öl. H. 94)
2. Ebân ibn ‘Osman (öl. H. 105)
3. Vehb ibn Münebbih (öl. H. 110)
4. Şurahbîl ibn Sa’d (öl. H. 123)
5. Ez-Zuhrî (öl. H. 124)
6. Mûsâ ibn ‘Ukbe (öl. H. 141)
7. İbn İshâk (öl. H. 151)
8. Ma’mer ibn Râşid (öl. H. 153)
9. Ebû Ma’şer (öl. H. 170)
10. Yahyâ ibn Sa’îd ibn Ebân (öl. H. 194)
11. El-Vâkıdî (öl. H. 206)
1137. Bir başka çalışmamda[771] hadislerin yazılı bir biçimde tespit ve tedvîninin tarihsel gelişimi, çeşitli kaynaklardan yararlanarak Resulullah’a ait olduğu öne sürülen ve onun Kur’an dışında söylemiş olduğu şeylerin Hadis adı altında tespitinin yasaklanması ya da buna izin verilmesiyle ilgili daha fazla bilgiler sunmuştum. Ben burada sadece Resulullah zamanında ve onun vefatından sonra da sahabe döneminde ilk Müslümanlarca yapılan Hadis çalışmalarına işaret etmekle yetineceğim:
1138. Hadislerin dışında, Resulullah’ın kurmuş olduğu “resmî yazışma bürosu” tarafından düzenlenen arazi imtiyaz fermanları, resmî mektuplar, askerî ve mülkî yüksek devlet memurlarına hitaben yazılan talimatlar, gelen mektuplara verilen cevabî yazılar, Medine Şehir Devleti anayasası, Müslümanlarla ilgili nüfus sayımları, her askerî sefer için ayrı ayrı düzenlenmiş gönüllü asker kayıtları, ittifak ve barış anlaşmaları, vergi tarifeleri vb. gibi çok sayıda resmî belge de yer almaktadır. Mecmû’atu’l-Vesâ’ikı’s-Siyâsiyye adlı kitabımda bunlara ait üç yüzden fazla metni bir araya getirebildim. Muhammed (a.s.) H. 8 yılında Mekke’yi fethettiğinde burada büyük bir nutuk (hutbe) irat etti. Buhârî’de belirtildiğine göre, dinleyenler arasında Ebû Şah adında biri, okunan bu hutbenin bir metninin kendisine yazılı olarak verilmesini Resulullah’tan rica etmiş, o da bu isteğin yerine getirilmesini emretmiştir. Resulullah’ın bir takım özel tasarruflarıyla ilgili sözleşmelerin metinleri de bize kadar gelmiştir; bir kölenin alım-satım belgesi, yine bir kölenin azat edilmesi ile ilgili belgeler gibi. Bütün bu belgeler bizzat Resulullah’ın elinden çıkmıştır. Ancak hepsi bu kadar değildir. Henüz kendisi hayatta iken de, sahabelerinden bazıları onunla ilgili bazı anıları kaleme aldılar:
1139. (a) Ensâr’dan Medineli bir Müslüman bir gün onun huzuruna çıkarak şöyle dedi:
“Benim hafızam zayıf, sen ise her gün, akılda tutmamız için bunca şey söylüyorsun. Ne yapacağımı bilemiyorum?”
Bunun üzerine Resulullah ona şu cevabı verdi:
“Sağ elini kullan!..”
(Her halde o sahabe bu izni aldıktan sonra onun sözlerini kayıt altına almış olmalıdır.)
1140. (b) Mekkeli bir genç olan Abdullah ibn ‘Amr ibn el-’As bize şöyle nakleder:
“Resulullah, kendi sözlerinden istediğim her şeyi yazmama izin verdi; bu beni şaşırttı ve aramızda şu konuşma geçti:
-Senden duyduğum her şeyi yazabilir miyim?
- Evet!
- Sen sevinçli ya da öfkeliyken hiç fark etmez mi?
- Kesinlikle evet. Çünkü ben, hangi durumda olursam olayım sadece gerçeği söylerim.”[772]
Bu Abdullah daha sonraları, Resulullah’ın hadisleri üzerinde en çok bilgiye sahip kişi olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten de kendisi, Sahîfetu Sâdıka adını verdiği ve içinde kendisine ait bir takım görüşler de bulunan bir hadis kitabı kaleme almıştır. Elimizdeki bazı verilere göre, bu kitapta bine yakın hadis vardı. Bu elyazması eser uzun süre muhafaza edilmiş ve yazarın torunu ‘Amr ibn Şuayb, bizzat dedesinin yazdığı bu nüshayı kendi eline alıp, talebelerine buradan hadis yazdırmıştır.[773] İbn Manzûr[774] ise bu konuda bize bir başka ayrıntıyı bildirmektedir:
“Biz Abdullah ibn ‘Amr’ın yanındaydık; kendisine şöyle bir soru yöneltildi:
- Şu iki şehirden hangisi, Kostantiniyye (İstanbul) mi, yoksa Roma mı ilk önce fethedilecek?’
Abdullah eski bir sanduka getirtip, içinden bir kitap çıkararak ona baktı, sonra bize şunları okudu:
-Biz Resulullah’ın yanında onun söylediklerini yazmakla meşgul idik; kendisinden hangi şehrin, Kostantiniyye’nin mi, yoksa Roma’nın mı daha önce fethedileceğinin sorulması üzerine, Resulullah: Heraklius’un oğlunun şehrî (İstanbul) dîye cevap verdi.”
1141. (c) Enes ibn Mâlik’in durumu daha da ilginçtir. Resulullah Medine’ye hicret edip yerleşince, okumayı ve yazmayı bilen bir delikanlı olan Enes, ailesi tarafından Resulullah’a hizmet etmek üzere onun yanına bırakıldı. Enes, gece-gündüz on yıl boyunca, Resulullah son nefesini verene kadar onun yanında bulundu. Gerçekten de kendisi bu sayede Muhammed (a.s.) hakkında, başkalarının bilmediği bir çok şeyi görme ve duyma imkânı buldu. Daha sonra, yanında yetiştirdiği öğrencilerinden Sa’îd ibn Hilâl bize şu bilgileri nakletmektedir :
“Çok sayıda olduğumuzda (diğer bir okunuşa göre: biz çok ısrar edince) Enes, elinin altında bulunan bir çekmeceden bize defterler (mecelle) çıkarır ve şöyle derdi:
- Benim Resulullah’tan işitip yazdığım ve sonra kendisine kontrol etmesi için arz ettiğim şeyler işte bunlardır.”[775]
Bu anlatım, Enes’in Resulullah’tan duyduğu şeyleri yazmakla kalmayıp, bunları zaman zaman Muhammed (a.s.)’e, olası yanlışları düzeltmesi için okuduğunu kanıtlamaktadır.
1142. Muhammed (a.s.)’in vefatından sonra onun hakkındaki anlatımların ve hâtıraların tespit edilerek muhafaza altına alınma ihtiyacı, her geçen gün daha çok hissedilmeye başlandı. Onun sağlığında her hangi bir şey kaleme almamış olan sahabeleri bile yavaş yavaş buna yöneldiler. Bu konuyla ilgili elimizde çok sayıda anlatım bulunmaktadır. İşte bunlardan bazı örnekler:
1143. I) Bir gün Halife Ebû Bekir, Resulullah’la ilgili anılarını kaleme almaya başladı ve bunlardan 500 kadarını bir araya getirmeyi başardı. Sonra küçük de olsa bilmeyerek bir yanlış yapmaktan çekinerek hepsini yok etti
1144. II) Ebû Cuheyfe’nin kendisine sorması üzerine Halife Ali, Kur’an ve kendisine gösterdiği bir tomar yazı dışında, Resulullah hakkında hiç bir şey yazmadığı cevabını vermiştir. Bu sahifelerde ise adam öldürme, savaş esirlerinin kurtarılması ve diğer adlî vakalarda ödenmesi gerekli diyet ve fidyelerle ilgili ayrıntılı bilgiler yer almaktaydı.[776]
1145. III) ‘Amr ibn Hazm, Resulullah zamanında Yemen valiliğine atanmış ve Yemen’e hareketinden önce uzun bir yazılı talimat almıştı. O, bu belgeyi muhafaza etmekle kalmayıp, aynı zamanda, Resulullah’ın diğer kabile başkanlarına gönderdiği yirmi kadar belgeyi de bir araya getirerek, günümüze kadar ulaşan bağımsız bir hadis kitabı ortaya çıkardı.
1146. IV) Kaynaklar Câbir ibn Abdullah’a ait bir çok eserden söz ederler ki bunlardan biri Hac’la ilgilidir.[777] Belki de bu kitap, Resulullah’ın yapmış olduğu Veda Haccı ve Hutbesi’ni konu edinmekteydi. Diğer rivayetleri[778] bir yana bırakarak, öğrencisi Katâde’nin şu sözlerini nakledelim: “Ben Câbir’in Sahife’sini, Kur’an’ın ikinci sûresinden daha iyi bilirim.”[779]
1147. V) Semure ibn Cundeb, oğlunun yararlanması için, “çok miktarda bilgi içeren” ve “oldukça hacimli” hâtıralarını kaleme aldı.[780]
1148. VI) Sa’d ibn ‘Ubâde İslâm’dan önce de bir âlim olarak tanınırdı. Oğluna miras olarak bıraktığı bir hadis kitabı kaleme almış ve o da bunu kendi talebelerine okutmuştur.
1149. VII) Resulullah (S) vefat ettiği sırada henüz genç bir çocuk olmasına rağmen ‘Abdullah ibn Abbâs, o yaşta önemli eserler yazmaya başlamıştır. Kendisi sadece özel anılarını yazmakla kalmamış, aynı zamanda Resulullah’ın diğer sahabeleri arasında kendisinden daha yaşlı olanların hâtıralarını da, onlardan Muhammed (a.s.)’le ilgili bilgiler toplayarak yazıyla tespit etmiştir. ‘Abdullah vefat ettiğinde, geriye bu derlemelerden oluşan bir deve yükü tutarında yazılı malzeme bırakmıştır.[781]
1150. VIII) Ebû Hureyre’nin durumu da ilginçtir: Bir gün öğrencilerinden biri, kendisine bir hadis sormuş ve Ebû Hureyre ona: “Ben bu hadisi hatırlamıyorum” diye cevap vermişti. Öğrencisi: “Ama bunu bana nakleden sendin!” deyince, Ebû Hureyre: “Eğer ben bu hadisi sana rivayet etmişsem, bunun benim yazılarımın arasında bulunması gerekir” karşılığını vermiş ve öğrencinin elinden tutarak onu kendi evine götürmüş ve ona, Resulullah’la ilgili “çok sayıda kitap” (Kütüben kesîraten) göstermiştir. Ve sonunda söz konusu hadisi bulmuş ve şöyle eklemiştir: “Sana, şayet onu ben rivayet etmişsem, benim yanımda yazılı olması gerekir dememiş miydim?”[782] Aynı Ebû Hureyre’nin, Hemmâm ibn Münebbih adında genç bir öğrencisi vardı; onun dikkat edip yararlanması için Resulullah’la ilgili yaklaşık 140 anlatım seçip ayırdı. Bize kadar ulaşmış olan onun bu derlemesi, yüzyıllar boyunca, hadis alanında bir el kitabı olarak kullanılmıştır. Bu elyazması derlemeyi basıp neşretme şerefi bana nasip olmuştur.[783]
1151. Burada sıraladıklarımızın yanı sıra daha başka birçok örnek, Muhammed (a.s.) ile ilgili anlatımların ilk elden yapılıp yapılmadığı konusundaki her türlü kuşkuyu dağıtmaya yeterli olsa gerektir. Resulullah’ın sahabelerinin, hâtıralarını doğrudan doğruya kendi öğrencilerine yazdırdığı oldukça fazla sayıda vakaya da rastlamaktayız. Resulullah (a.s.)’ın sahabelerinin bizzat kendilerinin kaleme almış olduğu ya da öğrencilerine dikte ettirdikleri bu hadis derlemeleri kuşaktan kuşağa aktarılmış ve daha sonraki yüzyıllarda büyük hadis koleksiyonlarıyla yavaş yavaş karışıp onlarla bütünleşmişlerdir. Belgelerin bu şekilde kesintisiz olarak aktarılması karşısında insanın heyecan duymaması mümkün değildir. H. 58 yılında vefat eden Ebû Hureyre’nin, kendi talebesi Hemmâm ibn Münebbih’in (öl. H. 101) yararlanması amacıyla kaleme alınmış Sahîfetu’s-Sahiha adlı hadis derlemesine yukarıda işaret etmiştik. Aynı şekilde Hemmâm’ın öğrencisi Ma’mer ibn Râşid’in (öl. H. 153) Cami’[784] adlı eseri ile Ma’mer’in öğrencisi olan Abdu’r-Rezzâk’ın (öl. H. 211) Musannef’i de elimizde bulunmaktadır. Ahmed ibn Hanbel, Abdu’r-Rezzâk’ın öğrencisi ve aynı zamanda İmâm Buhârî’nin hocası idi. İbn Hanbel’in Müsned adlı büyük hadis kitabı uzun zamandan beri yayınlanmış bulunmaktadır. Yine bugün, hepsi de Buhârî’nin hocası durumundaki el-Humeydî’nin, et-Tayâlisî’nin, İbn Mübârek’in, Ebu’l-Yemân’ın, İbn Râhûye’nin, İbn Ebi Şeybe’nin eserleri elimizde bulunmaktadır. Bütün bu yayınlanan belgeler karşısında, kalkıp hâlâ Buhârî’nin, eserini meydana getirmek için kendi dönemine ait folklorik malzemeleri bir araya getirdiğini ya da önceki kaynaklara atfetmek suretiyle, kesintisiz isnat zincirleri halinde Resulullah (a.s.)’la ilgili anlatımların her birinden bizzat kendisinin hadis uydurduğunu söylemek çocuksu bir iddia olacaktır. Gerçekten de, Ebû Hureyre’nin Sahîfe’sinden tutun da, önceki kaynakların da mutluluk verici bir biçimde ortaya çıkmasıyla doğruluk ve sıhhati kanıtlanmış olan İmâm Buhârî’nin Sahih’ine varıncaya dek, yukarıda belirttiğimiz bütün kaynaklarda, aynı bilgileri ve aynı ifadeleri hiç değişmemiş bir biçimde bulmaktayız.
1152. Son bir noktayı daha aydınlatalım: İlk dönemlerdeki Arapça yazısı, bir takım üstü kapalı anlamlar taşıma gibi bir kusura sahipti. Bunun önüne geçmek için, etkili bir yöntem izlenerek, anlatımlar kişiden kişiye aktarılırken sadece yazılı metinle yetinilmemiş, aynı zamanda yazıyı veren kişinin önünde baştan sona yüksek sesle okunarak doğruluğu kontrolden geçirilmiştir. Bu şekilde yazılan hadis metinleri üzerine, bunların gözden geçirildiğini belirtmek üzere, gerekli durumlarda bir doğruluk kaydı (tasdikname) düşülmüştür. Bu tür gözden geçirme ve karşılaştırmalar, aynı eser için kuşaktan kuşağa ve bazen aynı nüsha için devam edip gitmiştir. Bu eğitim ve öğretim geleneği, İslâm ülkelerinde günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Hiç kimse, günümüze kadar aktarılması sırasında o eserle ilgili kuşaktan kuşağa kesintisiz bir isnat zinciri kaydına sahip değilse, güvenilir bir bilim adamı ya da rivayet edici olarak görülmemiştir. Yazan kişinin ya da onun icazet vermek suretiyle yetkili kıldığı öğrencilerinin ya da onların öğrencilerinin huzurunda sözlü bir denetimden geçirilen bu yazılı kayıt yöntemine, Muhammed (a.s.)’in hayatıyla ilgili bütün hadis kitaplarında başvurulmuştur. Zaten bir toplumun hayatında böylesine önemli bir yer tutan metinler için, çok küçük de olsa, herhangi bir kuşkunun bulunması kabul edilemezdi.[785]
1153. Muhammed (a.s.) her şeyden önce, dini alanda yenilikler getiren bir kimseydi. O, sadece kendi ülkesi olan Mekke’ye ya da genel olarak bütün Arabistan’a değil, aynı zamanda bütün dünyaya gönderilmiş olduğunu ve yine kendisinin, Allah’ın, kullarına göndermiş olduğu en son peygamberi olduğunu ve bu durumda, getirdiği ilâhî tebliğin sadece kendi içinde bulunduğu dönemi kapsamayıp sonsuza dek geçerli olduğunu ilan ediyordu. Muhammed (a.s.)’in, ilâhî bir vahiy ve ebedî gerçeğin yenilenmesi olduğunu belirttiği bu bildirinin özellikleri nelerdi?
1154. İslâm inancının basit ve yalın bir formül olan Kelime-i Tevhid’le özetlendiğini biliyoruz: “La ilahe illallah Muhammed Resulullah” (Allah’tan başka tanrı yoktur ve Muhammed Allah’ın Elçisidir). Muhammed (a.s.), pek meşhur bir hadisinde[786] bu formülün üç farklı boyutunu gün ışığına çıkartmakta ve bunları:
İman (inanç)
İslâm (Teslim olma ve ilahî buyrukları yerine getirme)
İhsan (Maddî, manevî ve ruhsal anlamda güzellik) şeklinde adlandırmaktadır. O, İman’ı şöyle tanımlar:
“Allah’ın bir ve tek olduğuna, melekler arasından görevlendirmiş olduğu Elçilerine, kendi katından insanlara vahy ettiği Kutsal Kitaplarına, insanlar arasından seçtiği Elçilerine (Peygamberlere), (dirilip hesap verilecek gün olan) Âhiret Günü’ne, iyilik ve kötülüğün (hayır ve şerr’in) Allah’tan geldiğine inanmak.”
“İslâm nedir?” sorusuna ise şu cevabı vermiştir:
“Allah’tan başka hiçbir tanrı olmadığını ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmek; namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve Mekke’deki Allah’ın evini Hac maksadıyla ziyaret etmek.”
“İhsan” ile ilgili olarak da şu açıklamada bulunmuştur:
“Sanki Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk et! Sen O’nu göremesen bile, O seni mutlaka görmektedir.”
Yukarıya almış olduğumuz bu hadis, bir bakıma İslâm inancının kısa bir açıklaması niteliğindedir.
1155. Görüldüğü gibi burada inanç, günlük ibadetler ve bunları yaparken içinde bulunulması gereken manevî haller ve bunların yapılış yöntemleri söz konusu edilmektedir. İslâm’ın özünü oluşturan bu üç yönlü öğretimi daha yakından inceleyelim:
1156. Tek Allah İnancı, İslâm öncesi devirlerde de insanlar tarafından bilinmiyor değildi; Muhammed (a.s.), hiçbir zaman kendisinin yeni bir şey icat etmediğini, ancak ve sadece ezelî gerçeğin ve daha önce defalarca vahiy yoluyla bildirilen ama insanın yine de unuttuğu ilâhî mesajı yenileştirerek gündeme getiren biri olduğunu açıklamıştır. Hattâ günümüzde bile, insan neslinin en çok gelişmiş olduğu bölgelerde görülen büyük dinlerin yanı sıra, ilkel toplumlarda bile az çok belirgin bir biçimde, her şeyin yegâne sahibi olan bir Allah inancı mevcuttur. Böyle bir düşünce tarzını, fetişlere, putlara ve kendisine saygı gösterilen her türlü nesneye tapanların batıl inançlarının derinliklerinde görmek mümkündür. Muhammed (a.s.)’in eğitim ve öğretim tarzı, saf ve arınmış Tek tanrıcılık inancıyla kendisini gösterir: O, her türlü insanî algılamanın ötesinde olan, varlığı ezelî ve ebedî olan, eşi, çocukları ve ortağı olmayan ve daima her şeyin üzerinde olan Allah’ın resim, suret ve heykellerle temsil edilemeyeceğini ve O’na herhangi bir ortak koşulamayacağını kabul eder: Geçici bir süre için de olsa, ne Allah insan suretine girer, ne de insan Allah olabilir. Muhammed (a.s.) eşyayı kendi isimleriyle adlandırır ve böyle yapılmasında da ısrar eder. Ona göre Allah, sadece her şeyin yaratıcısı değil, aynı zamanda, göklerde olduğu kadar yeryüzünde de hüküm sürendir ve bütün bu yarattıklarının tek Sahibidir. O’nun izni ve bilgisi olmaksızın hiçbir şey yerinden kımıldayamaz. Resulullah (a.s.), Allah’ın 99 temel sıfatına karşılık 99 güzel ismi (Esmâu’l-Hüsnâ) olduğunu söylemiştir. Örneğin O, Yaratandır, her şeyin özünü teşkil edendir, Hakîm (Hikmet ve Bilgelik sahibi)dir, Adaleti gözetendir, her an ve her yerde Hâzır ve Nâzırdır, Mutlak Kudret Sahibidir (Herşeye gücü yeter), her şeyi Bilendir, her şeyi Takdir edendir, hayat bağışlamak, öldürmek ve öldükten sonra tekrar diriltmek hep Ona aittir vs. Kur’an’a göre: “Allah, göklerin ve yeryüzünün Nûr’udur.”[787] Muhammed (a.s.)’in bir hadisine göre ise Allah, gündüzleri ve geceleri birbiri arkasına getirdiği için, Zaman’dır (Dehr).[788] Allah aynı zamanda Aşk’tır, Sevgi’dir (Vedûd, bk. Hûd: 11/90 ve Bürûc: 85/14).
1157. Kuşkusuz Allah anlayışı ve düşüncesi kişiden kişiye değişir: Bir filozof O’nu sıradan bir insan gibi açıklayıp ifade etmez. Bizzat Muhammed (a.s.), alelade insanların imanlarındaki coşku ve heyecanı daima takdir eder, sarsılmaz ve güven dolu bir inanç için genellikle “yaşlı kadınların imanını” örnek gösterirdi. Fil ile körler topluluğunun şu çok hoş hikâyesini hepimiz biliriz: Hikâyede geçen kişiler daha önce hiç filden bahsedildiğini duymamışlardır; körlerden her biri bu tuhaf hayvanın yanına gelir ve içlerinden biri elini hortumuna, bir başkası kulağına, üçüncüsü ayağına, bir başkası kuyruğuna, bir başkası da dişlerine vb. değdirir. Sonunda her biri fili kendi algılama biçimine göre bir sütun, bir kanat, taş gibi sert, yumuşak ya da ince bir şey vb. olarak tarif eder. Bu hikâyedeki körleri, gözle görülemeyen Allah’ı arayan insanların yerine koyacak olursak, onlardan hiç birinin yalancı olmamakla beraber, hiç birinin de gerçeği tam olarak ifade edebilecek, yeterli bilgiye sahip kimseler olmadığını görürüz. İslâm’ın ilk dönemlerinde yetişmiş bazı tasavvuf erbabının haklı olarak söylediği gibi, avamın (sıradan kimselerin) Allah anlayışı ile İslâm’a yeni girenlerin anlayışı ya da Peygamberlere özgü anlayış arasında çok fark vardır. Allah’ın kendi kendisini değerlendirişi ve bunu insanlara ifade edişi ise daha farklıdır. Muhammed (a.s.)’in getirmiş olduğu basit ve yalın inanç sisteminde, alim ve cahil, zeki ve sıradan, şair, sanatçı, fıkıh bilgini, kelâmcı gibi farklı sınıflara mensup insanların, kendilerine özgü düşünsel ihtiyaçlarını karşılayıp onları gönül huzuruna erdirmeye yeterli bir yumuşaklık ve esneklik vardır. Görüş açısı ve görüş noktası değişebilir. Ancak gözün gördüğü şey olduğu gibi kalır.
1158. Melekler: Allah her türlü fiziksel algılamanın tamamen ötesinde ve görünmez bir varlık olduğu için, ayrıca O’nun, algılanamayan ilâhî bir varlık olarak ve meçhul bir biçimde kalmaması için, insanların Allah’la temas kurmasının bir çıkar yolu olmalıydı. Allah sadece bizim maddî bedenimizin değil, aynı zamanda gelişmeye oldukça elverişli ve çok yönlü zihinsel ve ruhsal yeteneklerimizin de yaratıcısı olduğu için, insan kendisini doğru yola eriştirecek sezgi, bilinç ve diğer imkânlarını da Allah’a borçludur. İnsan ruhu iyi ilhamların yanı sıra kötülerini de alabilir. Avama mensup ancak iyi yaratılışlı insanlar kimi kez kötü ilhamlar alabileceği gibi, sıradan ama kötü insanlar da iyi ilhamlar alabilirler. İslâm, insan ve Allah’ın birbirine karıştırılması olasılığını reddeder: İnsan insandır ve Allah, herhangi bir insanın tabiat ve vücût yapısıyla birleşmez. İnsan, ilâhî bir ilhamı ancak dışardan alır. Allah’ın insanlara gönderdiği çeşitli ilâhî ilhamlar arasında hem nicelik ve hem de nitelik bakımından derece farkları vardır. Ancak herkes bu ilhamları almakla birlikte, aralarından bazıları bunlara kulak asmazlar.
1159. Muhammed (a.s.)’in bir hadisine dayanan İslâmî bir prensibe göre, “iyi rüyalar” da Allah tarafından ilham edilir ve insanı doğru yola sevk ederler. Muhammed (a.s.) bu gerçeği bilmesine rağmen bu tür rüyalara pek önem vermemiştir.
1160. Ayrıca, kelime anlamı bir şeyi birine doğru atmak olan ilkâ kavramı vardır ki bu, bir tür kendi kendine telkin, sezgi, içinden çıkılmaz bir durum ya da çözümlenmesi imkânsız ya da zor bir sorun karşısında çıkar bir yol olduğunun insanın içine doğması demektir.
1161. Bir de ilâhî esinlenme olarak ifade edebileceğimiz ilhâm kavramı vardır. Kişisel çıkarlardan ve tutkulardan tamamen sıyrılmış ve kendisini başkalarının iyiliğine adamış bazı insanların gönlüne Allah bazı şeyleri ilham edebilir. Her devirde aziz ve veli olarak bilinen insanlar bu ayrıcalığa nail olmuşlardır. İnsan kendisini tamamen Yaratan’ına verip, maddî varlığından sıyrılarak O’na yöneldiği zaman, öyle bir an gelir ki, bir şimşeğin çakışı gibi kısa süreli bir parıltı kendisini huzur-u ilâhî’ye çeker alır ve o, hiç bir gayret ve çalışma ile anlayamayacağı şeyleri hiçbir çaba göstermeksizin kavrayıp anlar hale gelir. Böylece insanın rûhu (eskilerin ifadesiyle gönlü) aydınlanmış olur ve o kişide tam bir kanaat (yakîn), bir gönül hoşnutluğu (rızâ) ve kendisinde yok oluş (fenâ) hali meydana gelir. Artık ona yol gösteren, düşüncelerinde olduğu kadar fiil ve eylemlerinde de onu kontrol (murâkabe) eden hep Allah’dır. Ancak ne yazık ki böylesine bir îlhama nail olan insan, kendisine bağışlanan bu ayrıcalığı yanlış yorumlayabilir. Tasavvufî düşünce ve yaşayışa sahip hal ehli kimseler, en zâhid ve sofu insanların bile, içlerindeki gizli “ben”leri (Ar. Ene; Fr. Ego) yüzünden, Allah’ın kendilerini sınamayı dilediği Şeytan aracılığıyla gelen kötü ilham ve telkinlerle bazen doğru yoldan sapabileceklerine dikkat çekerler.
1162. İnsanın Yaratıcısı ile hem hâl olup O’nunla buluşmasının en yüksek derecesi, insanla Allah arasında bir iletişim kurmanın en güvenilir ve kesin yolu, Muhammed (a.s.) tarafından vahy olarak adlandırılmıştır. Bu basit ve sıradan bir esinlenme değil, tanrısal bir ilhamdır. İnsan maddeden yaratılmıştır. Allah ise aksine “rûh”un da ötesindedir; yani O, insan denen yaratık ile doğrudan ve aracısız ilişki kurmanın ötesindedir. Bunun bir sonucu olarak, Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçisine, yani peygambere, genellikle insanların istifade ve dikkatlerine sunmak üzere ilâhî tebliği (vahyi) ulaştırmakla yine bir elçi olan melek görevlendirilmiştir. Peygamberlerden başka hiç bir kimse, semavî bir elçi olan melek aracılığıyla gelen böyle bir vahyi alamaz. Burada Melek denilen bu yaratığın kâinattaki maddî varlıklardan tamamen farklı, ruhanî ya da daha başka nitelikte bir varlık olup olmadığını tartışacak değiliz. Kur’an’a göre, Muhammed (a.s.)’e ilâhî vahyi getiren semavî elçi Cibril adındaki melektir. Kur’an, diğer belli başlı meleklerden biri olarak Mikâil’in[789] de adını verir; ayrıca isimlerini ve özel görevlerini belirtmeksizin, Allah’ın emirlerini yerine getiren diğer meleklerin varlığından söz eder. Cibril, Kur’an’da aynı zamanda Rûhu’l-Emîn olarak adlandırılmıştır. Bizzat Muhammed (a.s.)’in ağzından çıkmış hadislerde, bu semâvî elçinin, yani Cibril’in her zaman aynı şekilde kendisine görünmediği belirtilmektedir: Muhammed (a.s.) bazen onu gökyüzünde asılı duran bir varlık şeklinde, kimi kez sıradan bir insan olarak, bazen de kanatlı bir varlık vb. biçiminde görmüştür. Vahiy olarak adlandırılan olay, şu şekiller altında meydana geliyordu: Muhammed (a.s.) kulaklarında bir takım gürültüler duymaya başlıyor, yahut kendisini pek ağır bir yükün altında ezilmiş gibi hissederek, soğuk bir günde bile hararetten kan ter içinde kalıyordu. Vahyin, yani ilâhî tebliğin kendisine bildirilmesi sona erdiğinde, Muhammed (a.s.) normal durumuna geliyor, ancak bu sırada inen vahiy kalbine (belleğine) nakşedilmiş oluyordu. Muhammed (a.s.), kendisine vahiy indiği sırada değil de, normal hale döndükten sonra, almış olduğu ilâhî tebliği sahabelerine okuyordu. İnsan ile Yaratıcısı arasında bu tür bir ilişki kurmanın yollarıyla ilgili sırları açığa çıkarmayı uzman ruhbilimcilere ve ilâhiyatçılara bırakıyoruz. Sıradan bir insan için önemli olan ise, bu ilahi tebliğin kendi yararına sunulmak üzere alınıp muhafaza edilmiş olmasıdır.
1163. Vahye dayanan kitaplar: İslâm inancına göre, Allah sadece bizi yaratmakla kalmamıştır; o, aynı zamanda bu dünyada bizim Sahibimiz, yani Rabbimizdir. Bu nedenle hepimizin, onun emir ve buyruklarına göre hareket etmesi ve bunlara uygun davranışlar göstermesi gerekir. Allah, mutlak hâkimdir ve dinî-mânevî olduğu kadar dünyevî her türlü hukuk kuralının da kaynağıdır: Yukarıda vahiyden bahsetmiş ve bununla insana ilâhî buyrukların nasıl bildirildiğini göstermiştik. İşte bu vahiylerin bir araya getirilmesiyle, ilahi buyrukları içeren bir Kitap ortaya çıkmıştır.
1164. Muhammed (a.s.)’in ortaya koymuş olduğu iman formülünde, tek başına Kur’an’ı kasteden bir kitaptan değil, bütün kutsal kitaplardan söz edilmektedir. Bu hoşgörülü yaklaşım, Muhammed (a.s.)’in öğretiminin en belirgin özelliğidir. Kur’an, birçok ayette bu gerçeği dile getirir. Örneğin:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız’…”
Bir başka ayette ise:
“Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.”[790]
Ve yine:
“Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var.”[791]
Kur’an açık seçik bir biçimde: “İbrâhim’e gönderilen Sahîfeleri,” “Mûsâ’nın Tevrât’ını,” “Dâvut’un Zebûr’unu” ve “İsâ’nın İncil’ini” Allah tarafından gönderilen kitaplar olarak kabul eder. İbrahim (a.s.)’in Suhuf’undan (sahifeler) artık hiçbir iz kalmadığı bir gerçektir. Musa (a.s.)’nın Tevrat’ı ise birçok tahrifata maruz kalmış ve daha sonra belleklerde kalan bilgiler doğrultusunda yeniden kaleme alınmaya çalışılmıştır; aynı şey Zebûr için de geçerlidir. İsa (a.s.)’nın ise, hiçbir zaman insanlara öğütlediği şeyleri toplayıp kaleme alarak bir kitap haline getirme fırsatı olmamıştır. Bugün elimizde bulunan İnciller ise, ya onun öğrencileri (Havâriler) ya da onlardan sonra gelen kuşaklarca, tarihsel gerçeklerin öncesi ve sonrası göz önünde bulundurularak, İsa (a.s.)’nın hayat hikâyesi doğrultusunda toplanıp bir araya getirilmiş, ona ait sözlerden ibarettir. Öğrencileri, bu sözleri birçok nüsha halinde sonraki kuşaklara aktarmışlar, ancak bunlar birçok Hıristiyan zümreler tarafından sahte veya uydurma olarak değerlendirilmişlerdir. Ne olursa olsun, her Müslümanın, Kur’an’ın yanı sıra, Muhammed (a.s.)’den önceki devirlerde gönderilmiş olan diğer ilâhi vahiy kitaplarına da inanmaları İslâmî bir inanç kuralıdır. Kur’an kendisinin, insanlar arasında daha önce çıkan kardeş kavgalarında birçok kez kaybolup sonra yeniden gönderilen ilâhî tebliğin en son ve en yeni “baskısı” (muhdes)[792] olduğunu açıklamaktadır.
1165. Allah’ın gönderdiği Elçiler: Yukarıda yaptığımız açıklamalar aynı zamanda Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçiler için de geçerlidir. Müslümanlar onları hiç bir şekilde birbirinden ayırt etmeksizin, peygamber, resul, nebî, nezîr vb. gibi değişik adlarla anarlar. Bunlar arasından bazıları Kutsal Kitapları Allah’tan bizzat aldıkları için, Kur’an onlardan söz eder. Diğerleri ise kendilerinden önceki Resûl’e gönderilen Kutsal Kitab’ı takip etmekle yetinmişlerdir. İbn Arabî’nin kaynağını belirtmeden naklettiği (bk. Fütûhâtu’l-Mekkiyye, III, 607) bir hadiste, Allah’ın 100.000 ayrı Âdem yarattığından ve bizlerin, bunların en sonuncusu olan Âdem’in soyundan geldiğimizden bahsedilmektedir. Ahmed ibn Hanbel de (Müsned, 5/266), yine Muhammed (a.s.)’den bir hadis naklederek, Allah’ın Âdem’den sonra 124.000 peygamber gönderdiğini ve bunlardan 315’ine vahiy yoluyla kitaplar indirildiğini belirtmektedir. Bu rakam, İbn Kesîr (Bidâye, II, 15152) ve İbn Hacer (Metâlib, Nº 3023, 3453 ve 3454)[793] tarafından da nakledilmektedir.
1166. Âhiret Günü: Muhammed (a.s.), Âhiret Günü’ne (Kıyamet ya da Hesap günü) de inanılmasını istiyordu. Kur’an’a göre Allah, insanı öldükten sonra diriltecek, bu dünyada yaptıklarının hesabını sorup onu yargılayacak, daha sonra da iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıracaktır. Kur’an ve Hadis, içinde yaşadığımız evrenin bir gün gelip Allah’ın emri ile yok olacağını açıklamaktadırlar. Bundan kısa bir süre sonra da, bizi ilk kez yaratmış olan Allah, bizleri yeniden diriltecektir. Ödül olarak Cennet, ceza olarak da Cehennem, dinsel inançlarımızın doğal bir sonucu olarak benimsediğimiz, ancak şu dünya hayatında tamamen göz ardı ettiğimiz bir durumu açıklayan kavramlardır. Muhammed (a.s.)’in çok sık nakledilen bir hadisinde şöyle belirtilmektedir:
“Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hatta hiçbir insanın gönlünden (hayalinden) asla geçirmediği şeyler vardır.”
Bir başka hadiste ise, Cennet ehlinin Allah’ın huzuruna varıp O’nun cemâl’ine (güzelliğine) daldıktan sonra, duydukları gönül hoşnutluğu ile kendilerinden geçecekleri ve artık başka hiç bir şey düşünmeyecekleri ifade edilmektedir.[794] Bu açıklamaları yapmakla birlikte, Kur’an ve Hadis, Cennet’in nimetlerini ve orada yaşanacak sevinç ve huzur halini, ayrıca Cehennem’in insanı dehşete salan korkunç gerçeklerini, içinde bulunduğumuz dünyada olup bitenlere en yakın terimlerle tasvir etmekten geri kalmazlar. Örneğin, Cennet’te bahçeler, genç ve güzel kadınlar, halılar, inci ve kıymetli taşlarla süslü giysiler, şaraplar, meyveler, kuşlar ve insanın gönlünün çekebileceği her şey bulunmaktadır. Cehennem’de ise aksine ateş, yılanlar, işkenceler, zincirler, son derece soğuk bölgeler olup, ancak bütün bu işkence ve eziyetlere rağmen ölüm yoktur. Arabistan gibi çöllük bir ülkenin okur-yazar olmayan ve basit köylülerine (Bedevîlerine) bu ilâhî ve göksel kavramları anlatabilmek için başka hangi çare ve yöntemlere başvurulabilirdi ki? Herhalde o dönemde Suriye, düşlerindeki tek ülkeydi. Bu insanlar Suriye’yi, “Altlarından ırmaklar akan bahçelere sahip” bir ülke olarak tanıyorlardı. Şarabı, balı, sütü, kuşların etini seviyorlardı. Başka her yerde olduğu gibi, onlar da bedensel ve cinsel hazlardan hoşlanıyorlardı. Çok güç koşullar altında bir ömür süren hangi insan, en azından öldükten sonra, yukarıda betimlediğimiz gibi içinde sonsuz nimetler ve zevkler bulunan bir Cennet’te yaşamayı istemez? Her insanla, onun kültürel düzeyine göre ve kavrama yeteneğine göre konuşmak gerekir. Bir gün Muhammed (a.s.) etrafına toplanmış sahabelerine Cennet’ten ve oradaki zevk ve nimetlerden (insan taşımaya mahsus bir takım tahtlar vb.) bahsediyordu ki, o sırada bir Bedevi ayağa kalkarak şu soruyu sordu:
“Orada develer de olacak mı?”
Resulullah bu soruya gülümsemekten kendini alamayıp, kibarca şu cevabı verdi:
“Orada insan istediği her şeye sahip olacaktır.”
1167. Kısacası, bir Müslüman için Cennet, bu dünya hayatında yapmış olduğu iyi işlerden dolayı Allah’ın vaat etmiş bulunduğu bir ödül, Cehennem de bir cezadan başka bir şey değildir. Kur’an’a göre bunun belli bir yer veya belli bir hal olmasının önemi yoktur; aslında her iki durumda da sonuç aynıdır. Kur’an, sadece insanları dürüst bir hayat sürmeye ve doğru yoldan ayrılmamaya ikna etmek için bu konulara değinmektedir.
1168. Hiç kuşku yok ki, Cennet ödülü ve nimeti ebedîdir: İnsan bir kere buna lâyık görülmüşse, artık bundan yoksun kalması söz konusu olmayacaktır. Bazı insanlar oraya bir çırpıda girecekler, kimileri ise, günahları karşılığında az ya da çok bir süre Cehennem azabına maruz kaldıktan sonra Cennet’e girmeyi hak edeceklerdir. Cehennem’in kâfirler yani inanmayanlar için ebedî olup olmadığı da sık sık tartışma konusu edilir. Kelam bilginleri bu konuda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bunlardan çoğu, Kur’an ve Hadislerdeki verilere dayanarak, “inkâr ve şirk” (Allah’ın varlığını kabul etmemek ya da O’na ortak koşmak) dışında, Allah’ın bütün günahları affedebileceğini, bunların cezasının ise ebedî olduğunu kabul ve beyan ederler. Bu bilginlerden pek azı ise, bu inkârcılığın gerektirdiği cezanın da bir gün sona ereceğini öne sürmekte delil olarak da Kur’an’daki bazı ayetleri ve Muhammed (a.s.)’in bazı hadislerini göstermektedirler. Ancak bu tartışmayı daha fazla uzatmanın yerinin burası olmadığı görüşündeyiz.
1169. İlâhî Kazâ-Kader ve İnsanın Özgür İradesi: İman’ın şartları arasında, Muhammed (a.s.) en son olarak, her türlü iyiliğin (hayır) ve her türlü kötülüğün (şer) Allah’tan geldiğine, yani kadere inanmayı emretmektedir. Acaba bu, insanın başına gelen ve gelecek her şeyin Allah tarafından önceden kararlaştırılıp takdir edildiği anlamına mı gelmektedir? Yoksa, hiç bir şey kendiliğinden iyi yahut kötü olamayacağına ve Allah onun o şekilde olmasını isteyip emrettiği için öyle olduğuna göre, insan bu ilâhî isteğe boyun eğmek zorundadır ve herhangi bir fiilin iyi ya da kötü olarak nitelendirilmesi sadece Allah’a mı aittir? Gerçekten burada ilahiyatçılar açısından bir ikilem söz konusudur: Eğer insan kendi fiillerinden sorumlu ise bu, onun fiil ve davranışlarının önceden takdir edilmesi ilkesi ile pek bağdaşmaz; aynı şekilde eğer insan, fiil ve davranışlarında özgür ise, bu durumda, Allah’ın, herhangi bir kulunun bu dünya hayatında yapacağı şeyler konusunda her şeye gücü yeten (Kâdir-i Mutlak) ve her şeyi bilen (Alîm) bir varlık olmaması ve deyim yerinde ise, en azından Kıyamet Günü’ne kadar devre dışı kalması gerekir. Burada bir güçlüğün olduğu kesindir: İnsan yaptıklarından sorumlu tutulmak istenirken, aynı zamanda da Allah’a her şeyi önceden bilme ve evrende olup bitenler hakkında mutlak bir kudret verilmek istenmektedir. Muhammed (a.s.), hiç bir sonuç alınamayacak olan bu tür tartışmaları gülünç ve yararsız bulmuş ve şöyle söyleyerek, sahabelerinin böyle tartışmalara girmelerini açıkça yasaklamıştır:
“Sizden önceki topluluklar bu tür tartışmalar yüzünden sapıtıp doğru yoldan çıktılar.”[795]
O bir bakıma bunları “Yumurta mı tavuktan çıkar yoksa tavuk mu yumurtadan?” tarzındaki gülünç tartışma ile aynı seviyede tutmaktadır. Kur’an, bir yandan “insan, iyi ya da kötü bütün yaptıklarının hesabını vereceğini göz önünde bulundurmalıdır”83 diyerek onların yaptıklarından tamamen sorumlu olduklarını bildirirken, öte yandan, evrende olup biten her şeyin ancak Allah’ın kudret ve bilgisi dahilinde meydana geldiğine işaret eder.[796] Bu iki açıklama arasında hiç bir çelişki yoktur. Çünkü, Kur’an iki şeyi birbirinden ayırmaktadır. 1. İnsandan bahsederken hiç bir şekilde onu Allah ile ilişkilendirmemekte, 2. Allah’tan bahsederken de O’nu hiç bir şekilde insanla ilişkilendirmemektedir. Bu açıklamanın mantıklı bir yönünün olmadığı söylenebilir. Ancak, Kur’an’a göre,85 Allah mümin kullarını, müminler de Allah’ı severler; aşk ve sevgide mantık aranmaz: Akıllı ve mantıklı kişi, bütün davranışlarından sorumlu tutulacağını kabul eder ve aynı zamanda Allah’ın mutlak kudret sahibi ve herşeyi bilen bir varlık olduğundan emindir. Ne de olsa sorumluluk anlayışı, bu dünyada geçerli olan bir şeydir; oysa her şeyi Allah’ın takdir etmesi ve kaderin onun elinde bulunuşu semâvî bir konudur; bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.
1170. Bir uyuşukluk ve gevşekliğe yol açmaktan uzak olan bu anlayış, ilk Müslümanların son derece canlı bir faaliyet içine girmelerinde başlıca rolü oynamıştır. Onların askerî alanda olduğu kadar, düşünce ve bilim alanında gerçekleştirdikleri fetihlerin sürat ve büyüklüğünün, insanlık tarihinde bir benzeri yoktur.
1171. Yukarıda, bir Müslümanın inanması gereken şeylerin bir özetini vermiş olduk; ancak İslâm kuru ve yalın bir inanç sisteminden ibaret değildir. Onun ayrıca ruh ile bedeni bir araya getiren uygulama ve eylem yönü bulunmaktadır. Muhammed (a.s.)’in de bizzat açıkladığı gibi, bu eylemin esas itibarıyla dört boyutu vardır: Namaz, Oruç, Hac, Zekât:[797]
1172. Resulullah (a.s.), bir hadisinde, “Namaz dinin direğidir”[798] buyurmaktadır. Kur’an ise yüzden fazla ayette bu konuya değinerek ona salât (eğilip çökme), zikir (anma, hatırlama), tesbîh (arındırma, saflaştırma), inâbe (saygıyla diz çökme) vb. gibi değişik isimler vermektedir.
1173. Allah’ın yeryüzündeki egemenlik ortamını oluşturabilmek düşüncesiyle Kur’an, günde beş vakit namazın kılınmasını emretmiştir:
“… (1) Güneşin doğmasından önce de, (2) batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; (3) gecenin bir kısım saatleri ile (4-5) gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et …”[799]
Ayette geçen “etrafında” deyimi çoğul olduğu için bunu en azından “iki” şeklinde anlamamız gerekir. Nitekim başka bir ayette geçen tarafeyn deyimi de bunu doğrulamaktadır.[800] İlkin güneşin doğuşundan önceki namazdan söz edildiği için, “günün her iki ucu (etrâf) deyimi sadece “öğle,” ve “akşam” namazları için kullanılabilir. Bu durumda, sabahleyin erkenden kalkıp sabah namazını (salâtu’l-fecr), daha sonra öğle (salatu’z-zuhr) ve ikindi (salatu’l-asr) namazlarını, güneş battıktan hemen sonra akşam namazını (salâtu’l-mağrib) ve gece olduğunda da yatsı namazını (salâtu’l-ışâ) kılmak gerekmektedir. Böylece her mümin, Yaratıcısına itaat ettiğini ve onu tanıyıp kabul ettiğini göstermek üzere, her namaz vakti içinde birkaç dakikalığına da olsa bütün maddî ve kişisel çıkarlarını bir yana bırakacaktır. Haklar ve görevler arasında karşılıklı bir ilişki bulunduğuna göre namaz, insanın yerine getirmesi gereken bir ödev ve Rabbinin de bir hakkıdır. (Burada biraz konumun dışına çıkıp, hemen tamamı gayrı müslim olan toplumlarda yaşayan müslüman bireylere, inançlarının gereği olan görevlerini yerine getirirken kendilerine bir takım ayrıcalık ve istisnaî durumların tanınması gerektiğine işaret etmek istiyorum. Vakit namazlarının farz kılınması sırasında vahyedilen Kur’an’ın şu ay tine kısaca göz atmak yeterli olacaktır:
“Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.”[801]
Allah katında önemli olan, insanın gösterdiği niyet ve iradedir, yoksa ortaya koyduğu çabanın sonucu değil.)
1174. Vakit namazları dışında, haftada bir kez cuma günleri kılınan bir namaz daha vardır.[802] Ayrıca yılda iki kez kutlanan bayramlar, -biri Ramazan ayının sonunda ve diğeri Hacc için Mekke’de toplanıldığı sırada- kılınan özel bayram namazları ile başlar.
1175. Kur’an’a göre, canlı ya da cansız her varlık, kendisine özgü bir biçimde Rabbini tesbih edip yüceltir. Aşağıdaki ayet son derece ibret verici ve öğreticidir:
“Görmez misin ki göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur…[803]
Aşağıdaki ayette salât (namaz) teriminin kullanılışı özellikle dikkat çekicidir:
“Göklerde ve yeryüzünde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi salâtını (duasını) ve tesbihini (öğrenip) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilendir.”[804]
Bir Müslümanın namaz kılış biçimi, bir bakıma bütün yaratıkların çeşitli şekillerde gerçekleştirdiği namaz kılma tarzlarını bir araya toplamıştır: Yıldızlar gökyüzündeki hareketlerini sürekli tekrar edip dururlar (Müslüman da namaz esnasında belli hareketleri tekrar eder). Dağlar ayakta dikili dururlar (Müslüman da namaza ayakta durarak başlar: Kıyâm). Hayvanlar sürekli öne eğik dururlar (Namazdaki ikinci hareket öne eğilmektir: Rükû). Ağaçların ağızları onların kökleridir ve onlar aracılığıyla, yani sürekli yerlere kapanarak, kendileri için gerekli besinleri ararlar (Müslümanlar da namazlarının üçüncü hareketi olarak, alınlarını yere koymak suretiyle secde ederler; ağaçların secdesi için bk. Rahmân: 55/6). Akarsular sürekli olarak yıkayıp temizlerler (Müslüman da namazdan önce abdest alır) vs.
1176. Namazın taşıdığı sırlardan bahseden büyük mutasavvıf Ahmed Veliyyullah ed-Dihlevî şu açıklamada bulunur:
“Şunu bil ki insan, bazen şimşek hızıyla Huzur-u İlâhî’ye götürülüp kendisini Allahu Azîmü’ş-Şân’ın Arş’ının mümkün olduğu kadar yakınında bulur. Orada bu insanın bütün benliğini kuşatan bir takım ilâhî tecelliler meydana gelir. Orada öyle şeyler görüp hisseder ki, insan dili bunları ifadeden âciz kalır. Bir şimşek hızıyla meydana gelen bu hal geçip gittikten sonra insan, daha önceki durumuna döner ve bu coşku ve vecd halinin kaybolup gitmesinden dolayı kendini üzüntü ve ızdırap içinde bulur. Ve böylece elinin altından kaçıp giden bu hali tekrar elde etmek için büyük çaba gösterir. Allah hakkında edindiği bu bilgi (Ma’rifetullah) sayesinde ve bu dünyada içinde bulunduğu koşullar dahilinde, O’nunla hemhâl olmaya çalışır. Bu, hürmet, sadakat ve neredeyse doğrudan doğruya Allah ile baş başa olma durumudur... Namaz esas itibariyle üç aşamadan oluşur: Önce, Allah’ın büyüklük ve yüceliği karşısında tevazu ve alçak gönüllülük göstermek; daha sonra (Allah’ın) bu mutlak üstünlük ve yüceliğini tanıyıp bildiğini belli formüllerle dile getirmek; ve nihayet, vücudu ve bütün organlarıyla en uygun saygı ve hürmet ifadesine bürünmek... Herhangi birine saygı ve hürmette bulunmak istediğimizde ayağa kalkar ve saygı gösterip kendisinden bir istekte bulunacağımız kimseye karşı döneriz. İnsan, daha fazla saygı gösterdiğini vurgulamak için eğilir ve başıyla selam verir... Tevazu ve alçakgönüllülüğün en tepe noktası, zirvesi başı öne eğmektir; böylece benlik bilinci, saygı duyulan nesne karşısında toprağa kadar değdirilmek suretiyle, olabildiğince yoğunlaştırılmış olur… İnsan, manevî gelişiminin zirvesine yavaş yavaş ulaşabildiği için, kuşkusuz böylesine bir yolculukta üç aşamadan geçecektir. Nitekim namazın tam ve sahih olması için, şu üç rüknü içermesi gerekir: Ayakta durup dikilmek (kıyâm), öne eğilmek (rükû), ve Allah’ın büyüklüğü karşısında insan olarak aczini ve O’nun yüceliğini hissetmek ve böylece ruhun gerekli olgunluğa ermesini sağlamak için, Allah’ın huzurunda başını yere koymak (secde).[805]
1177. Bilindiği gibi günde beş vakit namaz kılmak, Resulullah (a.s.) Mirac’a çıktığı sırada Müslümanlara farz kılınmıştı. Ayrıca Muhammed (a.s.):
“Namaz, mü’minin miracı, yani ilâhî huzura yükselmesidir”[806] buyurmuştur ki, gerçekten de namazın sonunda mümin kendisini Allah’ın huzurunda hisseder. Bunlar boş yere söylenmiş sözler değildir. Bir Müslümanın namaz sırasında yaptığı hareketlere bir göz atalım:
1. Önce ayakta dikilip durarak ellerini kaldırır ve “Allahu Ekber (Allah en büyüktür) der. Böylece O’nun dışında herşeyi reddedip sadece O’nun emir ve irâdesine tâbi olur.
2. Rabbinin şânına yaraşır övgülerde (hamd) bulunduktan sonra, O’nun Zât-ı Ulûhiyeti karşısında kendisini o denli aciz ve zayıf hisseder ve saygısının göstergesi olarak başını eğer (rükû’a gider) ve şöyle der: “Büyüklük ve Yücelik sadece kendisine ait olan Rabbimi her türlü noksanlıktan arındırıp yüceltirim” (Sübhâne Rabbiye’l-Azîm).
3. Sonra doğrularak kendisini bu doğru yola ilettiği için Allah’a şükür ve hamd eder. Ve bir an için, Allah’ın yüceliği ve kendi hareketinin basitliği ve küçüklüğü karşısında düşünceye dalıp bundan o derece etkilenir.
4. Ve derhal secde’ye kapanarak, tam bir acizlik içinde başını yere değdirir ve şöyle der: “Büyüklük ve Yücelik sadece kendisine ait olan Rabbimi bütün noksanlıktan arındırıp yüceltirim” (Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ).
5. Bu hareketleri birkaç kez tekrarladıktan sonra, namaz kılan kişi kendini, arada hiç bir aracı olmaksızın doğrudan doğruya Allah’ın huzurunda bulur ve dua ederek ondan yardım talep eder. İki kişi karşılaştığında daima aralarında bir selâmlaşma olur. Müslüman da, namaz kılarken, Mirâc sırasında Muhammed (a.s.) ile Allah arasında geçmiş olan selamlaşma ifadelerini aynen tekrar ederek şöyle der:
“- En kutsal ve en zâhidâne saygı ve yüceltmeler Allah’adır.
- Ey Nebî! Allah’ın rahmet ve bereketi de Senin üzerine olsun!
- Allah’ın selâmı bizim üzerimize ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun!”
(-Et-Tahiyyâtu li’llahi ve’s-Salevâtu ve’t-Tayyibâtu.
-Es-Selâmu aleyke eyyühe’n-Nebiyyu ve Rahmetu’llahi ve berakâtuhu.
- Es-Selâmu aleynâ ve alâ ibâdi’llahi’s-Sâlihîn).
1178. İşte İslâm’da insanın Allah’a erişebileceği en yüksek mertebe, bir Müslümanın günde beş vakit erebileceği “mirâc,” Muhammed (a.s.)’in kendi göğe erişinin (Mirac’ın) bir hatırası olarak kendisine inananlara Allah katından getirdiği “ilâhî armağan” bundan ibarettir. Resulullah (a.s.) bir hadisinde, namazın mü’minin mirâcı olduğunu söylerken (bkz. Suyûtî), bir başka hadisinde de namazın Kurbân (Allah’a yaklaşma) ya da Burhân (Allah’ın tecellisi) olduğunu ifade etmektedir (İbn Hanbel’den naklen, Müsned, III, 321, 399).
1179. Biz burada sadece namazın rûhî-mânevi yönünü ortaya koymaya çalıştık; oysa onun birçok maddî-dünyevî yararları da vardır. Namaz, günde beş defa bir semtin sakinlerini ve haftada bir kez (Cuma günü) de bir şehrin halkını bir araya toplar. Bunların dışında, birbirlerinden uzak şehirlerde oturan insanların, gerek toplumdaki sıradan memurların gerekse o bölgedeki yüksek dereceli Devlet görevlilerinin yan yana gelip buluştuğu bayram namazları vardır. Öte yandan, o yörenin idarî başkanının (başkentte ise Devlet Başkanının), namazlara imamlık etmek gibi bir ayrıcalık ve hatta görevi vardır. Toplumsal yönden bu namazların ortaya koyacağı sonuç ve bunlardan alınacak yarar, müminlerin çevrelerinde Allah’ın hüküm ve irâdesinin egemen olduğunu yakından görüp hissetmeleridir; böylece inançlı kimse ömrünü askerî bir disiplin içinde geçirir; gösterişli ve parlak bir tören olmaktan çok uzak bir ibadet olan cemaatle namaz sırasında, onu kıldıran imamın bir takım komutları doğrultusunda hep birlikte belirli hareketler yapılır. Ayrıca, dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar, namazları esnasında hep birlikte bedenlerini ve yüzlerini tek bir merkez olan Mekke’deki Beytullah’a (Allah’ın Evi), Kâbe’ye çevirirler. Bu Kıbleye yönelme hareketi, en basit ve en az gelişmiş bir insanın bile ruhunu ürpertmekten geri kalmaz ve ona, bütün cemaatin her yerde Hâzır ve Nazır olan, itaat edilmeye değer Bir ve Tek Allah’a boyun eğdiğini hatırlatır.
1180. Her namazdan önce abdest alma denilen birtakım temizlik faaliyetlerinde bulunulur; insanın bedeni, giysileri ve üzerinde namaz kılınacak yer temizlenir, ve bütün bunlara bir de, insanla Rabbi arasında gerçekleşecek olan buluşma (miraç) için gerekli koşul olan ruh ve gönül temizliği eklenir.
1181. Bu daha çok, işin maddî-dünyevî hayatın içinde rûhî-mânevî bir ortam meydana getirmek amacıyla bedenle yapılan ibadetlere özgü boyutudur. Ancak bu arada müminin her an Allah’ı düşünmesi ve çalışırken, yatarken ve bir iş yapmak için kalktığı sırada onu hatırlayıp aklına getirilmesi de tavsiye edilmektedir. Kur’an bu konuda bize şöyle söyler:
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın…”
Kur’an’ın bir başka ayetinde ise Allah’ın, gökte ve yerde olan herşeyi bizim için yarattığı ve bundan yararlanmamız gerektiği belirtilmektedir.[807] Ancak, bizim yararlanmamız için emrimize sunulan bu nimetlere karşılık, bizim de kendisine bütün bunları borçlu olduğumuz Zât’a itaat etmemiz ve ona şükranlarımızı sunmamız, (Allah’a) isyandan, (diğer yaratıklara karşı) zulüm ve haksızlıktan uzak durmamız gerekir.[808]
1182. İnanan bir insanın ikinci ruhî-mânevî görevi oruç tutmaktır, yani Allah rızası için gün boyu yemek ve içmekten kendini uzak tutmasıdır. Yılda kaç gün, hangi günlerde ve günün hangi saatlerinde oruç tutulacağı konusu dünyanın her yerinde ve her toplumda aynı olmasa bile, bütün topluluklarca bilinen oldukça eski bir adet ve gelenektir. İslâm öncesi Mekke halkı –ve onlarla birlikte müstakbel peygamber Muhammed (bk. Buhârî 30/69/3)-, takvimlerinin birinci ayı olan Muharrem’in 10. günü (Aşûre) yılda bir gün oruç tutarlardı. Anlaşıldığı kadarıyla İslâm’ın başlangıcında oruç farz kılınmamıştı. Medine’ye hicret ettikten sonra Resulullah (a.s.), her Müslümanın Aşûre orucunu tutmasını emretmiştir. Ancak Medineli Müslümanlar arasından bazı zahit ve dine düşkün kimseler, bu emri yanlış anlayarak, süt emzirmekte oldukları bebeklerini dahi yedirip içirmeyecek kadar ileri gittiler (bkz. Buhârî, 30/47). Resulullah (a.s.) durumu öğrenir öğrenmez, orucun sadece bulûğa ermiş erginleri kapsadığını, hasta ve yolcular için bu yükümlülüğün kaldırıldığını açıklamıştır. H. 2 yılında meydana gelen bu olaydan birkaç ay sonra Kur’an, Aşûre günü tutulan orucun yerine Arap takviminin 9. ayı olan Ramazan’ın tamamını oruç ayı ilân etmiş (bkz. Bakara: 2/183-185) ve böylece, tan yerinin ağarmasından güneşin battığı vakte kadar, gün boyu yemekten ve içmekten uzak durulması zorunluluğu getirilmiştir. Tütünün yanı sıra, tedavi amaçlı iğne yaptırmak da o sırada Arabistan’da bilinmiyordu. Günümüzde İslâm hukuku (Fıkıh) üzerinde uzman olanların oybirliğiyle belirttiklerine göre, oruçlunun tütün içmesi yasaklanmıştır. Hastalar ise, hastalıkları sırasında tutamadıkları oruçlarını, doğal olarak Ramazan ayı dışında kendileri için uygun bir zamanda tutabilirler. Tan yerinin ağarmasından güneşin battığı vakte kadarki sürede yemek, içmek ve tütün çekmekten kaçınmak, Ekvatoral ve Tropikal bölge insanlarını kapsamaktadır. Bu süre, bazı mevsimlerde güneşin haftalarca ve hatta aylarca batmadığı kutuplara yakın bölgeler için geçerli değildir (bk. aşağıda § 1304-1305). Sayıları her geçen gün daha da artan modern İslâm hukukçularına göre, sadece 45º Kuzey ve 45º Güney paralelleri (enlemleri) arasında yaşayan ülkelerdeki insanlar oruçlarını güneşin hareketlerine göre tutabileceklerdir. 45º Kuzey paralelden Kutuplara doğru uzanan bölgelerdeki insanlar ise 45º paralelde gözlemlenen güneşin doğuş ve batış saatlerine tabî olacaklardır. Hemen belirtelim ki, oruç esnasında şehevî ya da herhangi bir diğer dünyevî zevki düşünmekten de kaçınmak gerekmektedir. Bu oldukça katı bir disiplin olup, başka dinlere mensup kimselerce uygulanması çok zor görünebilir. Ancak gerçekte kendi gönül rızasıyla İslâm’ı kabul eden yeni Müslümanlar, yüzyıllarca edinilen deneyimlerin de gösterdiği gibi, kısa sürede buna alışmaktadırlar.
1183. Oruç, bir ay boyunca aralıksız tutulur, ve bilindiği gibi İslâm toplumları tamamen kamerî takvimi uygulamaktadırlar. Bu uygulamanın doğal bir sonucu olarak, Ramazan ayı, yaz kış demeden sırasıyla yılın dört mevsimini dolaşır durur ve insan, oruç tutarken, yazın kavurucu sıcaklarından, kışın dondurucu soğuklarına kadar her mevsimin kendine özgü mahrumiyetlerine alışır. Bütün bunlara katlanırken gözettiği ise, sadece Allah’a itaat ve O’nun rızasını kazanmaktır. Kuşkusuz, namaz ibâdetinde olduğu gibi, oruçtan da bir takım dünyevî yararlar sağlanmaktadır. Ancak oruç aynı zamanda insanın meleklere özgü yanını geliştirmeyi de amaçlamaktadır. [810]
1184/1. Yeryüzünde Bir ve Tek olan Allah’a adanmış olan en eski tapınak, İbrahim (a.s.)’in Mekke’de inşâ ettiği Ka’be’dir. Geçmişi İbrahim (a.s.)’e kadar uzanan Hac geleneklerinin vârisi olarak İslâm, mensuplarına, ömürlerinde en azından bir kez Allah’ın Evi olan Kabe’yi ziyaret etmelerini emretmiştir. Bu mâbet aynı zamanda bütün Müslümanların günde beş vakit kıldıkları namazları esnasında yöneldikleri yapıdır. Hac, her şeyden önce, Müslümanların Mekke yakınlarındaki Arafat ve Minâ düzlüklerinde toplanması ve daha sonra görkemli topluluklar halinde Kâbe’yi ziyaret etmelerinden ibarettir. Bu, aynı zamanda bir Devlet Başkanından tutun da sıradan bir dilenciye kadar istisnasız herkesin en çok tevazu ve alçakgönüllülük göstermesini ve kendi nefsinden en çok özveride bulunmasını gerektiren bir ibadet türüdür: Burada, traş olmamak, hatta tek bir kılını bile koparmamak ve karı-koca ilişkilerinden uzak durmak gerekmektedir. Asgarî üç-dört gün süren Hac günleri esnasında (ihram’dan çıkana kadar), yılan ve akrep dışında bir sineği bile öldürmek yasaktır. Bu sırada kendini tamamen unutup sadece Allah’ı tefekkür etmek gerekir. Hac ibadetini yapan kimsenin böyle bir tutum ve davranış içinde olması gerekir.
1184/2. Tıpkı namaz gibi (bk. yukarıda § 1175) Hacc’ın da kendisine özgü ve en azından namaz kadar etkileyici simgesel bir yönü vardır. Bu ibadet, diğer dinlerde olduğu gibi ne bir aziz veya velinin kabrini ya da bir mucizenin ya da doğa üstü bir olayın meydana geldiği bir yeri ziyarettir; bu, sadece Allah’ın Evi’ni (Beytullah) ziyaret etmektir. Allah her türlü insan algılamasının üstünde ve mekândan soyutlanmış bir varlıktır. Bizler, kul olarak duyduğumuz ibadet ihtiyacını gidermek amacıyla O’nu bir simge, bir mecaz ile somutlaştırırız. İslâm’ın dışındaki dinlerde ise Allah’ın Kerem, Kudret, Yaratma, İlim ve daha başka herhangi bir sıfatı ele alınarak, bu sıfat insan elinden çıkmış bir putta sanatsal olarak somutlaştırılır. İslâm, Allah’ın Evi (Beytullah) simgesini seçmiştir. Bu ev, üstü kapalı olarak (zımnen) bütün sıfat ve isimleri ile birlikte, orada oturan, orayı işgal eden varlığı simgesel olarak temsil etmekte, ancak onu işgal eden ve insanın beş duyusuyla algılayamayacağı bu Varlıkla ilgili bir şekil ya da suret verme ihtiyacı duymamaktadır. Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâ’sından (güzel isim ve sıfatları) Melik (Hükümdar) sıfatı, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi bize en iyi tanımlayan bir sıfat olarak gözükmektedir: Allah, her şeye gücü yeten (Kâdir-i Mutlak) bir hükümdar, insan ise onun bütün emir ve buyruklarını yerine getirmeye hazır ve bununla yükümlü olarak O’nun kulu ve kölesidir. Kur’an bu ilişkiyi birçok ayetinde çok güzel ifade edip kullanmıştır. Şöyle ki: Allah, kelimenin tam anlamıyla bir hükümdardır (Melik’dir) (Tâ-Hâ: 20/114, vs.) ve bunun sonucu olarak:
1. O’nun bir Taht’ı (Arş) vardır (Tevbe: 9/124, vs.),
2. Hazineleri (Hazâ’in) vardır (Münâfikûn: 63/7),
3. Orduları (Cünûd) vardır (Fetih: 48/4),
4. Hükümdarlığı vardır (Mâliku’l-Mülk) (Âl-i İmrân: 3/189),
5. Geniş bir kırallıkta elbette bir başşehir, anakent (Ummu’l-Kurâ) olması gerekir (En’am: 6/92, Şûrâ: 42/7),
6. Başşehirde doğal olarak bir Hükümdar Sarayı (Beytullah) vardır. (Mâide: 5/97, Bakara: 2/125 vs.).
7. Bu sistemde, Hükümdarın tebe’ası bizzat onun elini tutarak bağlılık andı içmek (biat etmek) zorundadır. (Burada, en azından dört sahabenin farklı kaynaklardan naklettiği şu meşhur hadise işaret etmek istiyoruz: “Kâbe’deki Haceru’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elini temsil eder.”[812] (Bu hadis, İbn Mâce (25/32, Nº 2957), İbn Huzeyme (Sahîh), Taberânî, Aliyyu’l-Kârî (Risaletu fî Fadli Mekke), eş-Şâmî (Sîre) vb. kaynaklarda kayıtlı olup, hepsi de İstanbul Kütüphanelerinde yazma halinde bulunmaktadır; ayrıca, İbn Hacer de (Metâlib, Nº 1147) Muhammed ibn Ebî Ömer’den nakletmiştir. Hacceden kişi, tavaf sırasında elini Haceru’l-Esved’in üzerine koyarak, Efendisine (Rabbine) bağlılık yemininde bulunur (bîat eder). Hükümdar (Melik), tebaasından birinin samimiyetinden hoşnut olur ve içinde bütün sıfat ve isimleriyle birlikte sahibinin ve bütün nimetlerin bulunduğu evin muhafızlığı görevine tayin etmesi o kişi için ne büyük bir şereftir! Kâbe’nin çevresinde yapılan tavafı bu muhafızlık göreviyle özdeşleştirmemiz mümkündür (Hac: 22/29). Bu arada, simgesel olarak gökyüzünde tam Arş-ı A’lâ’nın altına gelecek şekilde, etrafında Meleklere özgü bir Kâbe olduğundan ve yeryüzündeki Kâbe’nin tam olarak onun altında bulunduğundan, yani Mekke’deki Kâbe’nin Arş-ı Alâya açılan bir pencere olduğundan bahseden bir hadis olduğunu da hatırlatalım (İbn Kesîr, Tefsir, IV, 239); bu kaynakta, göklerde bulunan ve meleklere özgü bu Kâbe, el-Beytu’l-Ma’mûr olarak geçmektedir. Aynı yazar (Bidâye, 1/163), yedi kat göklerin her bir katında, o katta oturanların ibadet ihtiyacını karşılamak üzere özel bir Kâbe bulunduğunu eklemektedir (bu öyle bir şeydir ki, eğer insanoğlu bir gün Ay üzerinde de yerleşim bölgeleri kuracak olursa, belki de insanların Hac ibâdetlerini yerine getirebilmeleri için Ay’da da bir Kâbe inşâsı gerekecek, ayrıca insanlar Ay’a bilimsel ya da turistik amaçlı gezi programları düzenlediklerinde, günlük beş vakit namaz ihtiyaçları için yönelecekleri bir kıbleye ihtiyaç duyacaklardır).[813]
1185. Bir Müslümanın dördüncü ve son görevi, Resûlullah tarafından belirlenen oranda malının belli bir yüzdesini Hükümetine vermesidir. Kur’an’da çok dikkat çekici bir ayette, bir tek cümle içinde “ekîmû’s-salâte ve âtû’z-zekâte” (Namazlarınızı kılınız ve zekâtlarınızı veriniz) denmektedir. Bu ayette, hem bu fani dünya hayatının hem de Ahiret hayatının tam bir uyum halinde olabilmesi için, insanın ruhî-mânevî yönü ile maddî yönü bir araya getirilmektedir. Müslümanın hayatının hiçbir yönü ihmal edilmemiş, her şey ayrıntılı olarak düşünülmüştür. Zekât asla bir yoksulu sevindirmek amacıyla verilen, isteğe bağlı bir malî fedâkârlık değildir; aksine, tamamen zorunlu bir vergidir. İlerde ayrı bir bölümde bu konuyu ayrıntılı olarak yeniden ele alacağız. Bununla birlikte belirtelim ki İslâm, dünyevî olan şeyi manevî bir konu haline getirerek, vergi ödeme yükümlülüğünü insan bilincine yerleştirmiştir. Bu, insana ya da Devlet’e karşı duyulan bir yükümlülük değil, Allah’a karşı bir borç, bir görev, dinî bir kuraldır (Daha ayrıntılı bilgi için bk. ilerde “Ekonomik Sistem” Bölümü, § 1616-1676).[814]
1186. Muhammed (a.s.)’in ilgili hadiste açıklamış olduğu gibi, dinin üçüncü boyutu, ahlâkî ve ruhî bilincin geliştirilmesi, fiil ve davranışların güzelleştirilmesi, yani onun deyimiyle ihsân’dır; insanın her an ve her yerde Allah’ın huzurunda olduğu bilincine varması gerekir: Deyim yerindeyse, sanki efendi kölesinin yaptığı işi en küçük ayrıntısına kadar gözetliyormuş gibi davranmak gerekir. Yani:
“Sanki Allah’ı görüyormuşçasına hareket et! Sen O’nu göremesen bile, O seni mutlaka görmektedir.”
1187. İman etme, inandıklarını uygulama ve bilinçli gözlem: Muhammed (a.s.)’in öğretilerinde göze çarpan üçlü temel yapı işte bu öğelerden oluşmaktadır. Dikkat edilirse İslâm’ın temel gayesi manevî-ruhsal âlemle maddî-dünyevî âlem arasında eşgüdüm sağlamak ve uyumlu bir denge kurmaktır. Rabbimizi tefekkür edip zikretmek amacıyla dünyadan ve insanın nefsine hoş gelen nimetlerden vazgeçmek; işte insanın rûhî-mânevî yönü bunu gerektirir. Sadece maddî hayatın zevk ve nimetlerini düşünmek ve bunlardan mümkün olduğu kadar yararlanmak ise onun bedensel ve maddî yönünün gereğidir. Eğer insan, doğasının gereği olan bu iki yönden birini diğerinin aleyhine dışlayacak olursa, bu iki eğilimden sadece biri geçerli ve baskın duruma gelecektir. Ayrıca, bireylerin anlayış ve zihinsel durumları da birbirlerine göre çok değişkendir. Böylesi durumlarda, insan hayatının bütün yönlerini hedef alan ve mümkün olduğu kadar çok sayıda insanı kurtarmayı amaçlayan bir dinin, orta yolu izleyerek, maddî ve manevî olmak üzere her iki yöne de eşit derecede ağırlık vermekten ve istisnâî durumdaki insanlardan (havâs) ziyade, çoğunluğu oluşturan orta halli insanı (avâm) düşünmekten başka seçeneği olmayacaktır.
1188. İslâm, bir yandan insana yukarıda açıklamaya çalıştığımız bir takım rûhî-mânevî eylemler (ibadetler) yüklerken -ki bunlar ona göre asgarî yükümlülüklerdir-, öte yandan da, münzevî bir hayatı benimseyip dünya nimetlerinden el etek çekmeyi açıkça yasaklayacak, bu arada hiç kimseye haksızlık etmemek ve dürüstlük ve erdem sınırlarını aşmamak koşuluyla dünya nimetlerinden yararlanmanın meşru bir şey olduğunu da açıkça belirtecektir. Kur’an ısrarla şunu belirtir:
“De ki: Allah’ın kulları için hazırladığı ziynetleri ve temiz rızıkları kim haram kıldı?”
Bir başka ayette ise şöyle buyurulmaktadır:
“… Bu dünyadaki nasibini de unutma! Ve Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de (insanlara) iyilik et!”[815]
Yine bir başka ayette de mümin insana şöyle dua etmesi söylenmektedir:
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azabından koru!”[816]
Daha birçok ayette işaret edildiğine göre Allah’ın bu evrende, göklerde ve yeryüzünde yarattığı her şey, insanın yararlanması içindir. Ancak insanın kendisine gelince, Allah onu sadece kendisine itaat ve ibadet etmesi için yaratmıştır.
1189. İnsanın doğasında gizli bu iki yön arasında bir uyum ve denge sağlama kaygısıyla, Resulullah (a.s.), estetik anlayış (bediî zevk) üzerinde durmaktan da geri kalmamıştır.[817]
1190. Hiç kuşku yok ki Muhammed (a.s.), estetik konusunda pek ince bir zevk ve anlayışa sahipti. Hadis alanında en yetkili eser sahiplerinden olan Müslim’in Sahih adlı eserinden öğrendiğimize göre, Resulullah (a.s.):
“Allah güzeldir ve güzelliği sever,”[818]
ve yine:
“Allah her konuda ihsan’ı (incelik gösterilmesini) emretmiştir: (Düşmanınızı bile) öldürürken bunu ince ve zarif bir biçimde yapınız.”[819] (Böylece o, canlıların organlarını kesmeyi ve hiçbir zorunlu durum yokken işkence ve eziyet yapılmasını yasaklamıştır) diyecek kadar incelik göstermiştir.
1191. Kur’an sık sık refah ve mutluluktan, hattâ gösterişli ve şatafatlı bir hayattan bahseder ve belli bir dengeyi gözetenler için böyle bir hayatı yasaklamaz. Bu konuyla ilgili olarak aşağıda sıraladığımız ayetleri örnek gösterebiliriz:
“Biz yakın göğü bir süsle, yıldızlarla donattık.”[820]
“Kuşkusuz biz, insanlardan kimin daha güzel işler yapacağını sınayalım diye, yeryüzünde bulunan her şeyi kendine özgü bir ziynet yaptık.”[821]
“Servet ve oğullar, bu dünya hayatının süsüdür.”
“Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (giysiler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik (zevk) vardır. Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı, ancak güçlüklere katlanarak ulaşabileceğiniz ülkelere taşırlar… Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve övünüp gösteriş yapmanız için yarattı. Allah bunlardan sizin bilmediğiniz daha nicelerini yaratmıştır.”[822]
Bu ayetlerin yanı sıra, Kur’an gerçekten şu açıklamayı da yapacaktır:
“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşi bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.”[823]
1192. Resulullah (a.s.)’ın görüşü açık ve nettir:
“Allah, verdiği nimetlerin izini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.”[824]
Kur’an’ın şu ayeti de konu ile ilişkilendirilebilir:
“Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!”[825]
Yukarıda da açıkladığımız gibi, namaz kılmak, tam bir tevazu ve alçak gönüllülük içinde insanın Rabbi ile buluşması demektir. Öyleyse Kur’an’ın sadece beden temizliği için gusül ve abdesti emretmekle kalmayıp, şu konuya da dikkat çekmesine şaşırmamamız gerekir.
“Ey Âdem Oğulları! Gerçekten de biz sizin üzerinize, çıplaklığınızı örtüp kapatması için giysiler ve (süslenmeniz) için kuş tüyü indirdik... Ey Âdem Oğulları! Her namaza kalktığınızda güzel elbiselerinizi giyinin.”
1193. Resulullah’ın hayatıyla ilgili şu iki küçük olay, bize onun bu konuda nasıl bir yol izlediğini açıkça gösterecektir:
Bir gün, bir cenazenin defin törenine katılmıştı. Mezarın içinde küçük bir kazım hatası göze çarpıyordu. Derhal düzeltilmesini emretti. Cemaatten biri kendisine:
“Bunun ölüye bir zararı dokunur mu?” diye sorunca, Muhammed (a.s.) şöyle buyurdu:
“Aslında bu tür şeyler ölüye ne bir zarar verir, ne de fayda; ancak bu (düzeltme), yaşayanların gözlerini rahatsız etmemek içindir” (bir diğer kaynakta ise “bu, yaşayanların gözüne hoş görünmesi içindir”).[826]
Bir başka gün, saçı sakalı birbirine karışmış, korkunç görünüşlü bir kimse onu mescitte ziyarete gelmişti. Resulullah ona, dışarı çıkıp üstünü başını düzeltmesini işaret etmiş, o kişi de derhal bu isteği yerine getirmişti. Döndüğünde, Muhammed (a.s.) şu açıklamada bulundu:
“Öyle şeytan gibi karmakarışık saçlarla gelmektense böylesi sizin için daha güzel değil mi?”[827]
1194. İşte Resulullah (a.s.)’ın bunca emir ve talimatının temelinde bu sağlam estetik duygusu yatmaktadır. Örneğin, onun erkeklere ve kadınlara dış görünüşleri, saçlarının şekli ve giysileri konusunda birbirlerine benzememelerini emretmesi[828] hep bu duygudan ileri gelmektedir. Bu da bizi güzel sanatlardan bahsetmeye götürecektir:[829]
1195. Sanat zevki, insanlarda görülen doğal bir dürtüdür. Aslında sanatsal bir etkinlikte bulunabilecek çok az sayıda insan olmasına rağmen, bir çok insan buna ilgi duyar. Heykel, resim, müzik, edebiyat, mimarlık ya da sanatın hangi dalı olursa olsun, sanatsal eserlerin hepsinin de temelinde aynı dürtü ve eğilim yatmaktadır.
1196. Tıpkı hafıza, akıl ve zekâ, görme, işitme vs. gibi diğer yetenekler kadar, bu özellik de az ya da çok yüksek derecede her insanda bulunur. İnsanda görülen bu yeteneklerin geliştirilmesi mümkündür; bu özellikler, bitkilerin gelişip büyümelerini andırır; şayet yararsız kısımlar, örneğin gereğinden fazla uzayan dallar kesildiği takdirde bu, aynı bitkinin çiçek, meyve gibi diğer özelliklerinin çoğalıp gelişmesine katkıda bulunur. Bilindiği gibi, körlerin hafızası, gözleri iyi gören kimselere göre genellikle daha güçlüdür.
1197. Birazdan göstereceğimiz gibi Resulullah (a.s.), hiçbir zaman güzel sanatları yasaklamış gibi görünmemektedir. Ancak o, tıpkı bir bahçıvanın daha iyi meyve vermesi için bir bitkinin dallarını budaması gibi, sadece güzel sanatların açılımı konusunda bazı engeller koymuştur.
1198. Şurası bir gerçektir ki, Resulullah en büyük darbeyi, hayvan ve insan heykellerine ve resimlerine indirmiştir. Tevrat’ın aksine,[830] Kur’an bu konudan bahsetmeye gerek duymamıştır. Ancak Resulullah (a.s.)’ın hadislerinde konu ile ilgili olarak şu buyrukları görürüz:
“Kıyamet günü en çetin azaba uğrayacak olanlar, resim (sûret) çizen kimseler olacaktır.”
“Canlı suret yapan her kişiye, Allah, yapmış olduğu suretlerin sayısınca, onu cezalandırmak üzere özel görevliler tayin edecektir.”[831]
“(Kıyamet günü), suret yapanlardan yaptıkları resimlere can vermeleri istenecektir.[832]
“Bir canlının suretini yapan kimse cezalandırılacak ve ruh (can) vermeye zorlanacaktır.”[833]
“İçinde bir canlı resmi bulunan eve melekler girmez”[834] vs.
Anlaşıldığına göre bu konudaki yasaklama mutlak ve her şeyi kuşatır nitelikte değildi. Biz önce bu yasağın tasavvufî (mistik) ve fizikötesi yönü üzerinde duralım. Tevrat’ın Pentatök[835] yazarının ve İslâm Peygamberi’nin[836] kabul ettikleri gibi, Allah insanı kendi suretinde yaratmıştır: Asl olan Allah’dır ve insan O’nun yansımasıdır. İnsan, sahip olduğu takva duygusuyla, Yaratıcısı karşısında her an tevazu ve aczini dile getirmeye çalışır: Bunu yaparken de (hâşâ) Allah olmaya ya da kendisini O’nunla eşit ve denk tutmaya çalışmak şöyle dursun, Yaratıcısının huzurunda tam bir saygı ve yüceltme duygusuyla bulunduğunun bir göstergesi olarak, kendi istek ve iradesiyle kendisine bazı sınırlamalar getirir. İnsan, ilâhî yaratılış içinde madenlerden ve hatta bitkilerden daha çok hayvanların, Rabbinin yaratıcı kudretinin bir tezahürü olduğunu gördüğü için, Allah’ı bu yüce kudretinde taklit etmeyi kendisine yasaklayarak, daha alt düzeydeki şeylerle yetinmiştir. Heykel ve resim alanında sadece madenlerin ve bitkilerin “yaratılışı” ile yetinmiş, canlıların (hayvan ve insanların) “yaratılışını” ise sadece Allah’a tahsis etmiştir. Çevremizdeki somut gerçeklere daha yakından baktığımızda, Antik dönemden beri insanın Görülemeyen, Aşkın (Gayb) âlem hakkında bir fikir sahibi olmaya çalıştığını ve bu yolda, büyük bir ahmaklık ve akılsızlık içinde, kendi eliyle yapmış olduğu şeylere Tanrı diye tapacak kadar ileri gitmiştir. Putperestlik, İslâm Peygamberi tarafından insanın içine düşebileceği en korkunç bir çılgınlık olarak görüldüğü için, ister bir sanatkârın hayal gücünden çıkmış bir tanrı sureti, isterse bir velinimetin, bir atanın, manevî bir kılavuzun vs. tanrılaştırılmasına adanmış bir heykel, hangi türden olursa olsun, yaratılmış bir şeye tapınma konusunda Resulullah (a.s.) tavrını açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insanın içinde gizlenmiş olan ilâhî yetenek bazı engellemelerle yok olup gitmez: bir taraftan bastırılıp susturulsa, bir başka yerden çok daha güçlü olarak ortaya çıkar. Bilindiği gibi İslâm sanatı, bütün diğer toplumlardakinden daha aşağı düzeyde değildir; hattâ bazı alanlarda diğer uygarlıklar onunla boy bile ölçüşemezler.
1199. İşin bir de ahlakî ve manevî yönü vardır: Sanatçı, eğer nefsanî duyguları baskın geliyorsa, çıplaklığı konu edinen çalışmalar ortaya koymaya kalkışır. İslâm’a göre bu, sanatın “güzel” adını kirletmekten ve saygınlığını zedelemekten başka bir şey değildir. Toplum içerisinde alenen yapılması hoş karşılanmayan şeylerin sanat adı altında resim ya da heykel olarak da ortaya konmaması gerekir.
1200. Daha önce de işaret edildiği gibi, bu yasaklamanın bir takım serbest yönleri de olmalıdır. Resulullah (a.s.), üzerine basılan halılar ya da oturulan minder ve yastıklar üzerine yapılan canlı varlık resimlerine izin veriyordu.[837] Aynı şekilde, çocukların oynadığı bebekleri ve çeşitli canlıları temsilen yapılmış oyuncakları da hoşgörü ile karşılıyordu. Şu anlatacağımız olay herkesçe bilinmektedir: “Bir gün Muhammed (a.s.), çocukluktan yeni kurtulmuş bir genç kadın olan Ayşe’nin oyuncakları arasında bir takım kanatlı atlar şeklinde oyuncaklar görmüş ve şakalaşmak için şöyle demiştir:
“Aaa! Hiç atların kanatları olur mu?...”
Bunun üzerine Ayşe hemen şu cevabı vermiştir:
“Nasıl olur? Sen ki Allah’ın Resulüsün, Süleyman Peygamber’in atlarının gökte uçtuklarını bilmiyor musun?”[838]
Resulullah (a.s.) bu tür eşyalara izin verdiğine göre, en azından bunların üretimine de izin verildiği anlamı çıkarılabilir. Ahâlisi tamamen Müslüman olan ülkelerde bile küçük çocukların oyuncak bebeklere düşkünlüğü bilinen bir şeydir. Yine, anatomi, tıp, antropoloji gibi bilim dallarında canlı varlıkların resimlerine duyulan ihtiyaç, ya da kimlik belgelerindeki resimlerde olduğu gibi güvenlik ve askerî ihtiyaçlar konusunda İslâm hep hoşgörülü davranmıştır. Kendi görüşümde çok ısrar etmemekle birlikte, bu düşünceleri yetkili bilginlerin değerlendirmesine sunuyorum.
1201. Şiir güzel sanatların bir parçasıdır. Kur’an’da bu konuyla ilgili olarak şu ayetler göze çarpar:
“Şairlere gelince; onların peşinden ancak sapık ve başıboş kimseler giderler. Onların her vâdîde başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söyleyip durduklarını görmedin mi? Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında (yazacakları karşı şiirlerle) kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, sonlarının nereye varacağını yakında bileceklerdir.”[839]
1202. Burada Muhammed (a.s.)’in şu hadisini hatırlatalım:
“Bilgelik (hikmet) dolu nice şiirler vardır; hitabet ve beyan sanatı ise insanı âdeta büyüleyip etkisi altına alır.”
Resulullah (a.s.)’ın çevresinde, İslâm dâvasını savunmak için daima şairler olurdu. Yine bir gün kendisi şu konuya dikkat çekmiştir:
“(Şair) Hassan ne zaman iman lehine şiirler kaleme alsa, Cibrîl ona yardım eder.”[840]
Kendisi bir çok kez, gayrı müslim şairlerin bile şiirlerine takdir ve hayranlıkla atıfda bulunmuştur. Öte yandan bazı şairleri lanetlediği de olmuştur. Şair İmru’ul-Kays’a yönelttiği aşağılayıcı sözler çok meşhurdur.[841] Gerçekten, bu hayâsız ve rezil Arap şairini kim tanımaz? Sonuç itibarıyla onun için önemli olan, şiirin kullanılış biçimi ve içeriğiydi. Böylece o, topluma zararı dokunacak konularda boş yere enerji sarf edilmesinin önüne geçmek istemiştir.
1203. Şarkı ve müzik konusunda da benzer bir tutum sergilemiştir. Görev ve sorumluluklarını ihmal etme pahasına bu tür eğlencelerde aşırıya kaçanlara Resulullah (a.s.) şiddetle karşı çıkmıştır. Aksine, insanın müziğe ve şarkıya olan içgüdüsel yatkınlığı onun sayesinde yeni ve farklı bir yola yöneltilmiştir. Nitekim Kur’an tilâveti ve bunun Müslümanlar arasında ne kadar çok gelişmiş bir durumda olduğu hepimizin bildiği bir şeydir. Resulullah (a.s.), Kur’an okumayı, Dâvûd (a.s.)’a ait olduğu söylenen[842] ve musikînin en ulvî tezahürü olan Mezâmir’le karşılaştırır. Askeri mûsikî için ise bir engelleme söz konusu olmamıştır. Muhammed (a.s.)’in hayatında bu sanatın din dışı kullanılışı ile ilgili bazı olayları burada hatırlatalım: Araplar arasında bayram günleri şarkılar söyleyip def çalma adeti yaygındı. Ömer, yine böyle bir vesile ile def çalıp şarkı söyleyen kişileri tehdit edince, Resulullah araya girerek bunun bir bayram günü olduğunu ona hatırlatmıştır.[843] Yine bir defasında bazı zenci cambazlar ellerinde mızraklarla oyunlar oynayıp dans ederken, Resulullah (a.s.), hanımı Ayşe’yi evinin kapısı önüne çağırmış ve bu oyunları ona seyrettirmiştir. O, aynı tavırları düğün törenlerinde de sergilemiştir; ona göre düğün kutlamalarının böyle neşe ve eğlenceden yoksun bir şekilde yapılması düşünülemezdi.[844] Manevî olduğu kadar dünyevî görevlerin de ihmaline ve engellenmesine yol açacak türden her türlü eğlence daima yasaklanmıştır. Bunun dışında, Müslüman ılımlı bir biçimde eğlence ve refahtan yararlanma özgürlüğüne sahip olacaktır.[845]
1204/1 Mimarî ile ilgili olarak, Kur’an’ın bir ayetinde şunları okuruz:
“Siz her yüksek tepeye bir alâmet dikerek eğleniyor musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?”[846]
Ama aynı Kur’an ayetleri arasında şunları da okuruz:
“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu (öyle kimseler) tesbih eder ki..”[847]
Milli servetin ister Devlet eliyle isterse fertler aracılığıyla her türlü israfı cezayı gerektirecektir. Bir ülkenin zenginliklerini ellerinde bulunduran kimselere mutlak bir özgürlük tanınacak olursa, bir avuç insan görkemli köşk ve saraylarda yaşarken ulusun geri kalan kısmı neredeyse başını sokacak bir çatı altından yoksun hale gelecektir. Hayatın hangi alanında olursa olsun, hattâ namaz ve oruç gibi ibâdetlerde bile, itidal ve tevazu her şeyden önce gelir: Muhammed (a.s.)’in öğretisinde temel ilke budur.
1204/2. Resulullah (a.s.) şiirin yanı sıra folklora da değer verirdi. Onun şu hadisini çoğumuz duymuşuzdur:
“Halanız sayılabilecek dişi hurma ağaçlarına değer verip saygı gösteriniz. Zira bu ağaç, Adem’in yaratıldığı çamurun arta kalanından yaratılmıştır ve döllenmeyi gerektiren tek bitkidir” (bir hayvan gibi,) bk. Ebû Ya’lâ, İbn Hacer’den naklen, Metâlib, Nº 2380).
Resulullah (a.s.), hanımlarına bazen Umm Zer hadisi ya da güyâ cinler tarafından kaçırılıp bir süre sonra tekrar yeryüzüne getirilen Hurâfe[848] hadisi gibi hikâyeler de anlatırdı. Yine, ünlü demagog Kuss ibn Sâ’ide el-İyâdî’ye ait cümleler naklettiği de rivayet edilir (bk. İbn Kesîr, Bidâye, II, 230-237).
1205. Tartışmamızı bizzat Resulullah (a.s.)’ın koymuş olduğu şu genel kuralla bitirelim:
“Sizden biri bir iş yaptığında, onu en güzel biçimde yapması (itkân) Allah’ın hoşuna gider.”[849]
Bu, güzel sanatlardan tutun da hayatın her alanına uygulanabilecek bir kuraldır.[850]
1206. Kur’an’ın en belirgin özelliklerinden biri de, İyilik kavramı için “Ma’rûf” (herkesçe iyi bilinen, iyi tanınan) ve Kötülük kavramı için de “Münker” (herkesçe kötü, âdet ve usûle aykırı bilinen, kabul edilmeyip reddedilen şey) terimlerini kullanmasıdır.[851] Bir başka deyişle Kur’an, herkesçe iyi bilinen şeyi emreder ve herkes tarafından kötü bilinen şeyi de yasaklar. Bu da, Kur’an’ın ve Muhammed (a.s.)’in, sadece ebedî gerçeğin, yani Peygamberler aracılığıyla birçok kez yinelenen ilâhî buyrukların bir teyit ve doğrulanmasından ibaret olduğu şeklindeki bir başka ilâhî hükümle[852] uyuşmaktadır.
1207. Demek ki Kur’an, adaleti, iyiliği, tevazuu, hayvanlara karşı bile merhametli olmayı, ayrıca doğru söz söylemeyi, sözünde durmayı, Allah’a, diğer insanlara ve hattâ kendisine karşı olan görevlerini yerine getirmeyi emretmektedir (zira insan, kendisine ait bir varlık değildir; o Allah’a aittir ve bu varlık ona emânet olarak verilmiştir). Öte yandan Kur’an, adam öldürme, haksızlık, zulüm ve eziyet, yalan, hırsızlık, fuhuş ve zina, namussuzluk, sözünde durmama vb. gibi hususları da yasaklamıştır.
1208. Ancak, eğitim-öğretim konusunda sadece İslâm’a özgü olan ve üzerinde durulması gerekli konular da vardır:
1209. Her şeyden önce Kur’ân ve Hadis’in en belirgin özelliği, mutlak anlamda iyi ve doğru bilinen konularda bile itidal (orta yol) ve tevazu üzerinde ısrarla durmalarıdır. Muhammed (a.s.) sık sık şöyle buyururdu:
“Ey insan! Senin kendine karşı da birçok görevlerin vardır.”
Ayrıca:
“İşlerin en hayırlısı orta (yolda) olanıdır.”
Bir gün o, sahabelerinden birinin gece boyunca namaz kıldığını öğrenmiş ve böyle yapmasını açıkça yasaklamıştır. Bir başkası, Ramazan ayı dışında bile sürekli oruç tutuyordu; onu da aynı şekilde böyle davranmaktan men etti. Muhammed (a.s.) eyâletlere İslâm’ı yaymak için görevliler ve valiler gönderdiğinde de onlara şu talimatı verirdi:
“(Din konusunda) Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!”
Yine bir valiye şöyle söylemişti:
“Cemaate imam olduğunda namazı uzatma, zira içlerinde hastalar, yaşlılar ve acelesi olan yolcular bulunabilir.”
Parayla yapılan iyilikler konusunda ise Muhammed (a.s.), sık sık şöyle buyururdu:
“Allah, bütün mal varlığınızı sadaka ve zekât olarak harcayarak mirasçılarınızı insanlardan dilenen kimseler olarak bırakmak yerine, çocuklarınızın refahını sağlamanızı tercih eder.”
Kendisine sahabeden biri gelerek bütün servetini, yakın akrabalarını mahrum bırakma pahasına hayır yolunda harcamak için izin istedi. Resulullah, “Hayır!” diye cevap verince, zâhid ve takva sahibi sahabe, teklifini önce 2/3’e indirdi; yine reddetmesi üzerine 1/2’ye indirdi; ve Muhammed (a.s.)’in yine olumsuz cevap vermesi üzerine, sonunda malının 1/3’ünü vermeyi önerdi. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu:
“Peki, üçte bir olsun; aslında üçte bir bile fazla!”[853]
İntikam konusunda da Resulullah’ın öğretimi aynı itidal anlayışının izlerini taşır: Kötülük yapan bir kişinin herkes tarafından affedilmesi için pek ısrar edilmez. Oysa Kur’an bu konuda şöyle der:
“Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Ancak kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir.”[854]
Yine bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”[855]
Aşağıdaki ayetteki ifade ise daha serttir:
“Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır. Allah’a isyandan sakının…”[856]
1210. Kur’an, özellikle ana-babaya, yetimlere ve yabancılara güzel davranmak gerektiği üzerinde durur. Köle azat etmeyi Kur’an, “bir dağı aşıp geçmek” gibi pek güzel bir hareket olarak tanımlar. Muhammed (a.s.) de şöyle buyurmuştur:
“Aramızdaki küçüklere sevgi ve merhamet, yaşlı kimselere de saygı ve hürmet göstermeyen asla bizden değildir.”
Yine anlamlı bir hadisinde, Resulullah (a.s.) şu açıklamada bulunur:
“Her biriniz birer çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz: Devlet adamı bir çobandır ve yönetimindekilerden sorumludur. Kişi ailesinin çobanıdır ve aile bireylerinden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve kocasının evinden sorumludur. Hizmetkâr bir çobandır, efendisine ait maldan sorumludur. Oğul da bir çobandır ve babasının servetinden sorumludur. Kısacası, her biriniz birer çobansınız ve kendi sürünüzden sorumlusunuz.”
Komşularla ilgili olarak ise, Muhammed (a.s.)’in şu iki hadisini nakledelim:
“Kendisi için sevdiği şeyi bir başkası için de sevmeyen kimse gerçek mümin olamaz.”
“Cebrail bana sürekli olarak komşu hakkına saygı gösterilmesini salık verirdi (Bu konuda o kadar ileri gitmişti ki) ben yakında (Allah’ın emriyle komşuyu) komşuya mirasçı kılacak sandım.”
1211. Muhammed (a.s.)’ın eğitim-öğretimiyle ilgili büyük bir kural da şu hadisinde özetlenmiştir:
“Ameller (insanların yaptıkları şeyler) (Allah tarafından) niyetlere göre değerlendirilecektir.”
Kur’an da bu konuda belirgin bir örnek vermektedir:
“(Kurbanların) ne etleri, ne de onların kanları Allah’a ulaşır; O’na ancak sizin takvanız ulaşır.”[857]
İnsanlar arasında saygınlık kazanmak niyetiyle, ne dinî de olsa ilimle meşgul olmanın ve ne de inancı uğruna canını feda etmenin bir önemi vardır. Bütün eylemlerimizi başka hiçbir art niyetle değil de, sadece Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanmak için yapmalıyız. Bir gün Muhammed (a.s.) şöyle buyurdu:
“Allah, kendi gölgesinden başka hiç bir gölgenin bulunmayacağı (Kıyamet) gününde şu yedi kişiyi kendi gölgesinde barındıracaktır:
1. Adaleti gözeten Devlet Başkanı,
2. Rabbinin ibadetine kendisini adamış olan genç,
3. Gönlü mescitlere bağlı kimse,
4. Birbirleriyle Allah için buluşup, yine o amaçla ayrılan iki kimse,
5. Şöhretli ve güzel bir kadın kendisine musallat olduğunda ona “Hayır! Ben Allah’tan korkarım” diyerek harama yanaşmayan erkek,
6. Sadaka verirken (ihtiyaç sahibine maddi bir yardımda bulunurken), bu işi solundaki (sol eli) haberdar olmayacak kadar gizli yapan,
7. Yalnızken, Allah’ı anıp da gözü (yaşla dolup) taşan kişi.”[858]
1212. İslâm her türlü batıl inanca karşı çıkar. Şu hadis buna güzel bir örnektir: Resulullah, en son dünyaya gelen oğlu vefat ettiğinde Güneş tutulduğu ve insanlar, bunun Resulullah’ın oğlunun ölümü için bir yas işareti olduğunu iddia ettiklerinde, Muhammed (a.s.) onların bu ifadelerini kabul edebilir veya sadece susmakla yetinebilirdi. Ancak o, bu söylentileri duyar duymaz öfkeye kapılmış ve şöyle buyurmuştur:
“Hayır! Güneş ve Ay, Allah’ın kudretinin işaretleridir; bunların tutulmasının herhangi bir kimsenin ölümü ile hiçbir ilgisi yoktur.” (Buhârî, 16/1).[859]
1213. İslâm’ın gerçekleştirdiği en önemli reformlardan biri de insan denen canlı türünün üyeleri arasında sonradan meydana gelmiş olan eşitsizlikleri kaldırmak olmuştur: İslâm, tek bir ırkın Allah tarafından seçilmiş olabileceği düşüncesine kapılmamıştır. Kur’an şöyle der:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olandır” (Hucurât: 49/13).
Bir başka ayette ise şöyle buyurulur:
“... O’nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Kuşkusuz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” (Rûm: 30/22)
1214. H. 10 yılında Mekke’de vermiş olduğu meşhur Veda Hutbesi’nde, Muhammed (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Sizler hepiniz Âdem’in soyundansınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Takvâ dışında Arabın Arap olmayana karşı ya da Arap olmayanın Arap olana karşı hiçbir üstünlüğü yoktur.”[860]
1215. İslâm’ın diğer özelliklerinin yanı sıra, her türlü alkollü içeceği ve şans oyunlarını (loto, at yarışlarında bahis vs. gibi) kesinlikle yasakladığını da belirtmeliyiz.[861]
1216. Günümüzde alkolizmin neden olduğu hastalıklar herkesçe bilinmektedir; bunun üzerinde daha fazla durmak istemiyorum. Şans oyunları ise, millî servetin toplumu oluşturan bireyler arasında ölçülü ve dengeli dağılımını olumsuz yönde etkilemektedir. Binlerce ve yüz binlerce insan bir tek kişinin kazanabilmesi için kaybetmekte ve emek harcamadan elde edilen bu kazanç İslâm’ın her türlü toplumsal ahlâk anlayışına ters düşmektedir. Kur’an bunu “Şeytan işi” olarak adlandırmaktadır. Gerçekten de bu tür gündelik “küçük kayıplar” uzun süre devam edecek ve bunun zararları bütün topluma bulaşacak olursa, ekonomik hayat tamamen tahrip olacaktır; ve intihar olaylarına ya da diğer suçlara yol açması bir yana, bütün kalkınma ümitleri de suya düşecektir.
1217. Alkollü içkilerden başka, Kur’an domuz etini ve İslâmî usûllerle kesilmemiş hayvanların etini, ayrıca hayvan kanının içilmesini de yasaklamıştır.[862] Kur’an ayrıca, kıtlık ve kuraklık gibi açlık ve susuzluktan ölme tehlikesi karşısında kalan kimselerin, yasak olmayan gıdaları bulamadıkları takdirde, bu tür yasaklanmış gıdaları yiyebileceklerini eklemektedir.
1218. Ödünç olarak verilen para üzerinden faiz alınması yasağı açık ve kesindir; Kur’an, böyle yapanların “Allah’a ve O’nun Resulü’ne karşı savaş açmış olacağını” beyan etmektedir. Bu konuya ilerde tekrar dönecek ve Kur’an’ın faizsiz kredi sistemini nasıl “millileştirdiğini” açıklayacağız; bu sisteme göre Devlet, geçici olarak kredi (kısa vadeli kredi) ihtiyacı duyan kimselere yardım etme sorumluluğunu kendisi üstlenmektedir. Kur’an, toplumun devamı için paranın vazgeçilmez bir unsur olduğunu da kabul etmektedir.[863] Bu nedenle, Kur’an’ın, millî servetin az sayıda bir zengin insan topluluğunun eli altında toplanmasına izin vermeksizin, bu serveti, toplumun bütün bireyleri arasında dönüp duran bir varlığa dönüştürmek istemesi bizi şaşırtmamaktadır.[864] Bu hedefe ulaşabilmek için, İslâm, örneğin faizle borç para vermeyi ve şans oyunlarını yasaklamış, hatta servetin tamamının tek bir kişinin eline miras olarak geçme ihtimalini ortadan kaldırmak için mirasın bütün yakın akrabalar arasında paylaştırılması ilkesini koymuştur.[865] Buna göre ölen bir kimsenin mirasçıları, vasiyete gerek kalmaksızın, hukuken hisselerine düşen payı alırlar; meşru ve kanunî mirasçılar dışında kalan yabancılar ise, ölen kişinin bıraktığı servetin üçte birinden fazlasını, ortada lehlerine bir vasiyet bulunsa bile alamazlar.[866]
1219. Toplumsal yapıda reformlar yapabilmek için eğitim sisteminin yeni bir anlayışla düzenlenmesi gerekiyordu. Resulullah (a.s.) hep şöyle derdi:
“Allah beni bir muallim (öğretmen) olarak gönderdi.”[867]
Kur’ân, bu konuyu ele aldığı birçok ayetinde, Muhammed (a.s.)’ın ilâhî tebliğ görevinin bir eğitim-öğretim işi (yu’allim, ta’lim) olduğunu açıklamaktadır. Kuşkusuz bu öğretimin konusu İslâm’dır; ancak İslâm hem maddî ve hem de rûhî-mânevî olmak üzere hayatın her safhasını içine alan bir kurallar bütününden başka bir şey olmadığından, Resûlullah’ın göstermiş olduğu çaba ve gayretleri sadece rûhî-mânevî olarak nitelendirmek mümkün değildir.
1220. Muhammed (a.s.)’ın ifadesi ile, onun döneminde yaşayan Araplar:
“Ne okuyup yazmayı ve ne de hesap yapmayı bilen bir câhiller topluluğu”[868] idi. Ancak iki yüzyıla kalmadan, Arap dili o dönemdeki bütün bilim dallarında uluslar arası bir dil haline geldi. Böyle bir sonuca yol açan nedenlerin araştırılıp ortaya çıkarılması gerekir.
1221. Arabistan’ın en güney bölgelerinde, Roma ve hattâ Atina şehirlerinin kurulmasından da önce, bir çok gelişmiş uygarlık gün ışığına çıkmıştı. Ma’în ve Sebe’de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan kitabeler, yasaların yazılı olarak yayınlanması amacıyla anıtlar dikildiğini göstermektedir. Ancak bu uygarlıklar, İslâm’ın ortaya çıkışından çok önceleri yitip gitmişlerdir. Ayrıca, İslâm’ın doğup kök saldığı Kuzey ve Orta Arabistan bölgeleri, Güneyli Araplarca “uygar” olarak görülmemekteydi. Zaten, eski Yemen’de konuşulup yazılan dil de Arapça değildi. Mekkeli Arapların konuştukları dil ve kullandıkları yazı ise tamamen farklı idi.
1222. Bugün elimizde, İslâm’dan önce hatta bazıları M. 1. yüzyıl başlarında Hicaz, Yemen, Necd ve Arap Yarımadası’nın diğer bölgelerindeki şairlerce kaleme alınmış çok sayıda şiir ya da küçük nazım parçaları bulunmaktadır. Bunların hepsinde aynı dil, aynı dil kuralları ve aynı ölçüler (vezin) göze çarpar. Aynı şekilde, elimizde İslâmî dönem öncesine ait atasözleri, meşhur kitabe ve nutuklardan cümleler, bazı kâhin ve hakemlerin söylemiş oldukları cümleler, çocuk ninnileri, kabilelerin yeni meralar ve su kaynakları aramak üzere gönderdikleri keşifçi ya da öncülerin (ra’îd) dolaştıkları bölgeleri tariflerinden ibaret anlatımlar ve daha birçok diğer konuyla ilgili düzyazı metinler içeren anıtlar da bulunmaktadır. Bu düzyazı parçalarda kullanılan dil, şiir şeklinde yazılanlardan kesinlikle farklı değildir. İşin daha da tuhaf yanı, Kur’ân’da karşılaştığımız dil özellikleri bunlardakiyle tamamen aynıdır. Bu da, henüz İslâm ortaya çıkmadan önce, Arap Yarımadası’nın bütün bölgelerindeki insanların, dilbilimsel açıdan tek bir ulus olduğu anlamına gelmektedir.
1223. Bu dilin bizâtihi sahip olduğu kurallar aslında o denli sabit ve yerleşik bir hal almıştır ki, Kur’ân’ın derlenmesinin üzerinden 14 yüzyıllık bir süre geçmesine rağmen, bu kurallarda hiçbir değişiklik olmamıştır. Çoğu dillerde göremediğimiz eklemeli özelliği ile sözcüklerin başına ve sonuna ekler getirerek yeni sözcükler türetmeye imkân vermesi ve böylece olası gelişmelere açık olmasının yanı sıra, Arapça daha o devirde oldukça zengin, açık ve anlaşılır bir kelime hazinesine sahipti. Hatta bu ulusun kendisine taktığı arab sözcüğü bile “düşüncelerini açık ve net bir biçimde ifade eden kimse” mânasına gelmektedir; aynı ad, “göçebe” anlamını da taşır. Arap olana göre kendisinin dışındaki bütün uluslar acem, yani “dilsiz,” “konuşamayan”dır. Bu, yabancılara Greklerin barbar, Brahman Hinduların ‘mileç’ demelerinden kesinlikle çok daha kibar bir adlandırmadır.
1224. Bununla birlikte, Arabistan’daki ilk dönem edebiyat faaliyetleri konusunda geniş bir birikime sahip olan Hammâd er-Râviye’nin bize vermiş olduğu şu bilgileri biraz tereddütle karşılamak gerektiğine inanıyoruz:
“Hîre Hükümdarı Nu’mân, Arapların şiirlerinin bir kitap halinde toplatılarak kendisine getirilmesini emretti. Sonra bu şiirleri Beyaz Sarayında toprağa gömdürdü. (İslâmî dönemde) Muhtâr ibn Ebî Ubeyd bu bölgeye vali olarak atandığında, söylentilere göre bu Sarayın bir yerlerinde gömülü bir hazinenin bulunduğu kendisine söylendi. O da bunun araştırılmasını emretti ve kazı çalışmaları sonunda bu şiirler ortaya çıkarıldı. Hîre’nin temelleri üzerine yeniden inşâ edilen Kûfe şehrinin halkı bu nedenle eski Arap şiirini, rakipleri olan Basralılardan çok daha iyi bilirler.”[869]
1225. İslâm Öncesi Arabistan’ında yazının pek nâdir kullanıldığı muhakkaktır. Klasik İslâm tarihçileri daha da ileri giderek, İslâm’ın henüz ortaya çıkmakta olduğu bir sırada, o zamanın en gelişmiş şehri olan Mekke’de onbeş yirmi kişiden başka kimsenin yazmayı bilmediğini ısrarla belirtmişlerdir. Ancak bu iddiayı aynen kabul etmemiz gerekmez. O sırada Mekke’de yazmayı bilen kadınlar da yok değildi. Ömer (RA)’in aile mensupları özellikle bu konuda diğerlerinden ayrı bir üstünlüğe sahipti. Yakın akrabalarından biri olan Şifâ, Ömer’in kızı Hafsa’ya yazmayı öğretmişti.[870] Ömer’in kız kardeşinin de yazmayı bilmemesi imkânsızdır, zira kendisi Hicretten önce henüz Mekke’de otururken, üzerinde Kur’ân’ın bazı sûrelerinin yazılı bulunduğu yapraklara sahipti.[871] Huzeyl kabilesi –ki bunun Lihyân adlı kolu kitâbeleriyle ünlüdür-, çok sayıda şairiyle ve bunların şiirlerinin yer aldığı divanlarıyla ayrı bir yere sahipti. Bu kabile Mekke yakınlarında otururdu. İbn Kuteybe’nin eserinde yer alan şaşırtıcı bir bilgiye göre, İslâm öncesi dönemde bu kabileye mensup Zilme adlı bir fahişe, henüz küçük bir kız iken kabilenin okuluna gitmekte ve burada, öğrencilerin kalemleri ve mürekkep hokkalarıyla oynamaktaydı. Herhalde o da, ne derece ilkel olursa olsun, zamanı gelince bu okula gitmiştir. Bu arada yeri gelmişken belirtelim ki, Mekkelilere atalarından miras kalan ve Resulullah (a.s.)’ın da inen Kur’ân ayetlerini tespit ettirmekte kullandığı yazı biçimi, ihtiyaçları tam anlamıyla karşılamaya yetmiyordu (bk. San’atu’l-kitâbe fî ‘Ahdi’r-Rasûl ve’s-Sahâbe adlı makalem, Fikrun ve Fen dergisi, Hamburg, Nº 3, 1964, s. 21-27). O sırada, Arapça’daki 28 sese karşılık, alfabede 22 harf bulunuyordu ve bunların karşılığı olarak da topu topuna 15 şekil vardı. Üstelik kısa sesli harfler yazıda belirtilmiyor ve etken (malûm) ve edilgen (meçhul), geçişli (müte’addî) ve geçişsiz (lâzım) fiillerin tespiti vs. tamamen okuyucunun tahminine kalıyordu. Diğer alfabeleri taklit yoluna başvurarak Arap dilinin kimliğini ve kendisine özgü yönlerini yok etmek yerine, Resûlullah, mevcut olan yazı tarzının geliştirilmesi ile bizzat ilgilendi. Benzer harf işaretlerini noktalama (rakş) ile birbirinden ayıran ve anlaşıldığı kadarıyla bir takım özel işaretler kullanarak harflerin seslendirilmesini, en azından nunlama (tenvin) yöntemini düşünen de kendisi olmuştur; bu çalışmaların izlerini bugün Kur’ân’ın resmî imlâsıyla yazılı Mısır nüshalarında görmekteyiz. Bu nüshalarda: Âl-i İmrân: 3/146 Alak: 96/15 şeklinde yazılmaktadır. Arap alfabesi çok geçmeden kusursuz bir alfabe haline gelmiştir. Estetik bakımdan ise, Alman doğu bilimci Helmut Ritter’in ifadesiyle bu yazı biçimi “Dünyadaki yazıların kraliçesi” olup, aynı zamanda, tam olarak yani günümüzde kullanılmakta olan hareke işaretleriyle yazıldığında en açık seçik, hiçbir karışıklığa yer vermeyecek nitelikte bir yazıdır. Bugün bazı kimseler bu yazıyı, zaman ve yer tasarrufunda bulunmak amacıyla stenografi olarak kullanmakta ve hiç zorlanmadan anlayabilmektedirler. En iyisi olduğu öne sürülen diğer yazı sistemlerinin hiçbiri hakkında aynı şeyi söylemek mümkün değildir. En basitinden, Latin harfleriyle bir tek yazım şekli olan Hamid sözcüğünün Arapça’da dört farklı yazım şekli vardır:
Hamd Hâmid Hamîd Hâmîd
(Bunun nedeni, Latin alfabesinde sesleri uzatmaya yarayan herhangi bir harf veya işaret bulunmamasıdır.)
1226. Mekke yakınlarında her yıl kurulmakta olan Ukâz fuarı, neredeyse Arapları bir araya getiren (Pan-Arap) edebî bir kongre niteliği taşıyordu. Bu durumda fuarın, en yakın komşuları olan Mekkeli ve Tâ’iflilerin etkisinde kalması çok doğaldır; ancak onun gerçekten Araplar arası bir özelliğe sahip olduğunu gösteren nokta, Batı Arabistan’da kurulan bu fuarda, hukukî ihtilâfları çözme görevinin kalıtsal olarak Temîm kabilesine bırakılmış olmasıydı.[872] Bu kabile, Yarımadanın Doğu ucunda, Basra körfezi kıyılarında oturmaktaydı. Arabistan’ın en Güneyinde hüküm süren Kinde hükümdarları bu fuara ticarî emtia gönderirken,[873] Kuzey ucundaki Hîre hükümdarları da kendi ülkelerinde çıkan ürünleri buraya göndermek suretiyle bu imkândan en az onlar kadar yararlanıyorlardı.[874] En ünlü hatipler ve şairler, kendi değerlerine bir de “uluslararası” nitelik kazandırabilmek için, buraya gelen halk yığınlarına nutuklar atarak kendilerini göstermeye çalışıyorlardı. Büyük kadın şair Hansa buraya düzenli olarak gelirdi. Ukâz’ın İslâm Öncesi edebî etkinliklere olan katkısı, benim burada ondan söz etmeme gerek bırakmayacak kadar yaygın ve bilinen bir gerçektir. Mekke ve Ukâz arasındaki yakın ilişkiler konusunda bir fikir verebilmek için, Ukâz’da okunan ve en mükemmel olarak kabul edilen şiirlerin (tarihi kaynaklar bunların sayısının yedi olduğunu belirtirler) yapraklar üzerine yazılarak Mekke’deki Kâbe’nin içine asıldığını söylememiz yeterlidir. Muhtemelen Ukâz fuarının açık olduğu günlerde, Tâ’ifli Gaylan ibn Seleme, vaktinin bir bölümünü hukukî anlaşmazlıkları çözmeye ve öte yandan kendi huzurunda okunan şiirleri değerlendirmeye ayırırdı.[875]
1227. Mekke şehrine gelince: En ileri fikrî-edebi faaliyetleri burada görmekteyiz. Resulullah (a.s.)’ın ilk hanımı Hatice’nin yeğeni Varaka ibn Nevfel, Mekke’de İncil’i Arapçaya tercüme etmekle meşguldü (bk. Buhârî, 65: Alak ve Şems surelerinin tefsiri). Kız kardeşi Kutayle de “Kutsal Kitapları okurdu.” Kadınlar o dönemde kültürel bakımdan bu derece ilerde iseler, erkeklerin onlardan daha geri kalmamaları gerekirdi.
1228. El-Hâris ibn Kelede, Mekke’de hekimlik yapardı; hatta halk sağlığı üzerine bir kitap yazdığı da söylenir[876] ki bu esere ait uzun parçalar günümüze kadar koruna gelmiştir.[877] Bu Arap tabip, bir valiyi tedavi etmesi için İran gibi uzak bir ülkeden bile çağrılmıştı.[878]
1229. Yazı araçlarına gereksinim duymadan da bir edebiyat gelişebilir. Mekkelilerin gerek meslekten gerekse amatör bir takım “anlatıcıları” vardı ki bunlar, hikâye ve masallar anlatarak halkı geceleri eğlendirirlerdi. Müsâmere denilen bu eğlentiler, Kâbe mabedinin tam karşısında bulunan Dâru’n-Nedve adındaki Şehir Meclisi’nde yapılırdı. Tabii daha mütevâzı başka benzer toplantılar da olurdu; bunlar özellikle havanın güzel olduğu mehtaplı gecelerde, kabilelerin Nâdî adı verilen toplantı yerlerinde yapılırdı. Bazen bu toplantılara yabancı ülkelerdeki gezilerinden henüz dönmüş kimseler de katılır ve ziyaret ettikleri ülkelerle ilgili ayrıntılı bilgileri naklederler, böylece genel bilgilerin ülkede yaygınlaşmasına katkıda bulunurlardı. Mekke’ye yolu düşen yabancıların ve özellikle de tüccarların bu konudaki katkıları göz ardı edilemez. Bunlar mallarını satmak ve ticarî hesaplarını ayarlamak üzere bir süre burada kalırlar ve doğal olarak kendilerine de açık olan bu gece toplantılarında, ahbap ve müşterileriyle gevezelik etme imkânı bulurlardı.
1230. Bugün elimizde Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından yazılmış Arapça şiir antolojileri bulunmaktadır. Bu şiirler ne dil ve ne de içerik bakımından, “putperest” Araplarınkine göre pek hissedilebilir bir farklılık göstermezler. Arabistan’da İbranî alfabesi kullanılarak kaleme alınmış Yahudi edebiyatının durumu ise tamamen ayrıdır. Medine gibi büyük merkezlerde, içinde Yahudilerin hem adlî-hukukî işlerinin, hem de öğretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü Beytu’l-Midrâs adlı kurumları vardı. Önceki bölümlerde, örneğin Mesih’in yeryüzüne geleceği ile ilgili Yahudilere özgü bir takım inanışların putperest Araplar arasında nasıl yayıldığını ve Medine, Yemen ve daha başka bölgelerdeki Araplar arasında Yahudilerin nasıl kendi dinlerini yayma girişiminde bulunduklarını açıklama fırsatı bulmuştuk. Yarımadada İncil öğretimi, yani misyonerlik de çok yaygındı; Arap toplumunu yönlendirmek üzere o günlerde dışardan gelmiş olan bir takım papazların durumu hakkında da elimizde bilgiler bulunmaktadır.
1231. Bununla beraber dil ve edebiyatla ilgili (filolojik) incelemeler, İslâm Öncesi Arapça’sında yazı sanatı ve yazıyla ilgili çok sayıda terim bulunduğunu bize açıkça göstermektedir. Sadece Kur’ân’da bile şu kelime ve terimlere rastlamaktayız:
Kırtâs ve Karâtîs: Karton gibi, üzerine yazı yazılan sert ve kalın düz şey veya papirüs.
Rakk: Parşömen, üzerine yazı yazılan özel deri.
Esfar, zübür, kütüb, suhuf vs.: Kitaplar, yapraklar, isim belirtmeksizin İncil, Tevrat, Zebur, Elvâh gibi kutsal kitaplar.
Kalem, aklâm: Kamış ya da divit şeklinde kalem.
Nûn : Mürekkep hokkası (bazı müfessirlere göre).
Midâd: Mürekkep.
Ketebe, neseha (nestensih, nushatihâ), rakam, hatta (tehuttuhû), emlâ (tumlâ), emele (yümlil): Hepsi de yazma, yazdırma ve nüsha (kopya) çıkarma anlamına gelen fiillerdir.
Sefere, Katip: Yazıcı.
Sicil: Bir mektubu mühürleyen kimse, mühürdar.
Hâtem: Mühürlemek anlamına gelen fiilden türemiş bir isim.
1232. Ayrıca Muhammed (a.s.)’ın hadislerinde ve İslâm Öncesi Arapça şiirlerde yazmak, kitap vs. gibi kavramlarla ilgili daha birçok kelime yer almaktadır.
1233. Son bir nokta: Muhammed (a.s.), Arabistan’ın hemen hemen bütün bölgelerine İslâm’a davet mektupları göndermişti ki bu, aynı alfabeyi okuyabilen insanların Arabistan’ın bütün bölgelerinde bulunduğunu kanıtlamaktadır. İşte İslâm, Arabistan’daki düşünce ve inanç sistemini bu temeller üzerine oturtarak, hepimizin bildiği sonuçları elde etmek için bilimsel ve edebî faaliyetleri teşvik etmiştir.
1234. Muhammed (a.s.)’in göstermiş olduğu çabaları daha iyi anlayıp değerlendirmek üzere, elimizde bilgileri iki bölüme ayıracağız: Hicretten Önce ve Hicretten Sonra.
Hicretten Önce
1235. Bu, İslâm’ı kabul edenlerin işkence ve eziyetlere maruz kaldığı ve az sayıda kimsenin yeni hareketi benimsediği bir dönemdir. Ancak bu dönemden itibaren, sürdürdüğü eğitim-öğretim politikasında Resulullah (a.s.)’ı canlandırıp kendisini yüreklendiren bir ruhun ortaya çıktığını görüyoruz.
1236. Bilindiği gibi Muhammed (a.s.), bir yetim olarak büyüdüğü için, okuma-yazma öğrenme şansı olmamıştı[879] Yine kendisine indirilen ilk ayetlerin “oku!” emri ile başlaması ve bu ayetlerde bütün ilimlerin temel öğesi olarak kalem’e övgüde bulunulması göz ardı edilemez. Muhammed (a.s.)’in ifadesiyle:
“Allah’ın ilk yarattığı şey, kalem olmuştur.”[880]
1237. Şurası dikkati çekicidir ki, ilmin araştırılmasını emreden ya da çeşitli vesilelerle ilim konusuna değinen ayetlerin neredeyse tamamı, Hicretten önce Mekke devrinde nazil olmuşlardır. Buna karşılık, Kur’ân’ın Medine döneminde inen ayetleri ise eylem ve icraattan bahsetmektedirler. Aşağıda Mekke dönemine ait bazı ayetlerin meâlleri verilmiştir:
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer: 39/9)
“… Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (İsrâ: 17/85)
“… ve şöyle de: Rabbim! Benim ilmimi artır!”(Tâhâ: 20/114)
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah’ın sözleri (yazmakla) bitmez. Kuşkusuz Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.” (Lokman: 31/27)
“Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.” (Nahl: 16/ 43)
“Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına and olsun ki!” (Kalem: 68/1)
1238. Yukarda naklettiğimiz ilk ayetin dışında, Kur’ân’da bu konuyla ilgili daha birçok ayet bulunmaktadır.
1239. İlâhî bir mesaj getiren bir peygamberin yegâne görevi, gönderildiği toplumu eğitmektir. Kur’ân bu konuya değişik vesilelerle temas etmektedir:
“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte Beytullah’ın temellerini yükselttiği zaman (şöyle dua etmişlerdi): Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur, şüphesiz sen hakkıyla işiten ve bilensin! Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitab’ı ve Hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder…” (Bakara: 2/127-129).
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab’ı ve Hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân: 3/164; bk. Cum’a: 62/2)
1240. Allah’ın ayetleri, buyrukları ve hikmeti, her iki dünyada da insanın hayrını ve iyiliğini amaçlamaktadır.
1241. Hicretten önce 2. yıl gibi henüz daha işin başında bulunulduğu bir dönemde, Medine’den gelen bir takım kimseler Mekke’de kaldıkları kısa süre içerisinde İslâm davasına katılmak üzere bir araya gelmişler ve Muhammed (a.s.), yanlarına Kur’ân’ı ve İslâm’ın ilkelerini öğretmek üzere bir muallim vererek gitmelerine izin vermiştir.[881] Onun bu konudaki duyarlılığı, daha sonra Medine’de gerçek iktidarı yürürlüğe koyduğu zaman daha da artmıştır.
1242. Şunu da hatırlatalım ki, ilâhî tebliğ görevinin henüz Mekke döneminden başlayarak, Muhammed (a.s.), vahiy yoluyla gelen ayetlerin yazılı olarak saklanmasına büyük bir önem veriyor ve bunların kopyalar halinde çoğaltılıp dağıtılmasını teşvik ediyordu.
1243. Son olarak, Kur’ân’ın Mekke’de nâzil olan surelerinden birinde[882] anlatılan Musa kıssasını ele alalım. Bu Musa, ilmi aramak üzere evinden çıkıp yollara düşmüş ve yolculuğu sırasında, kendisinde bulunmayan bilgi ve tecrübeleri kazanmak üzere Allah tarafından musallat edilen çok sert sınamalara tâbi tutulmuştu. Kur’ân’da yer alan bu kıssadan çıkarılması gereken asıl ders, ne kadar bilgili olursa olsun, insanın asla her şeyi bilemeyeceği ve her zaman için öğreneceği daha bir çok şeyin olduğudur.
Hicretten Sonra
1244. Medine dönemi hakkında söyleyecek daha fazla sözümüz olduğu için, konumuzu alt başlıklar altında ele almak istiyoruz:[883]
1245. Muhammed (a.s.), Medine’ye gelir gelmez içinde vakit namazlarının kılınabileceği ve İslâmî eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapılabileceği bir bina inşa etmeyi düşündü. Bu iş için uygun bir arsa satın alarak üzerini düzelttirdi ve tuğladan bir bina inşa ettirmeye başladı. Muhammed (a.s.) bu inşaatta sıradan bir işçi gibi çalışmakla kalmayıp, bir mimar-mühendis olarak yeteneklerini sergiledi. Gerçekten, binanın kıble yönünü belirleyen de kendisi olmuştur. Bilindiği gibi Müslümanlar dünyanın neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, namazlarını kılarken tek bir noktaya doğru yönelirler. Kıble denilen bu merkezî nokta daha önce Kudüs mabedi olarak belirlenmiş iken, Resulullah (a.s.)’ın Medine’ye hicretinin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra, Kudüs’deki mâbetten çok daha önce Mekke’de İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmâil (a.s.) tarafından inşâ edilen ve Tek Allah inancına dayalı bir dinin ibâdet ihtiyaçlarına tahsis olunan Ka’be, kıble olarak seçilmiştir. Vaktiyle Kudüs istikametine dönüldüğünün izleri, Medine’nin Benû Seleme mahallesinde[884] bulunan İki Kıbleli Mescit’te (Mescid-i Kıbleteyn) hâlâ muhafaza edilmektedir; Resulullah (a.s.) yeni kıble düzeni ile ilgili ayet kendisine nazil olduğunda bu mescitte bulunuyordu. Elinde ne bir pusula ne de daha başka bilimsel alet olmaksızın, Resulullah (a.s.)’ın Medine’deki mescidinden Mekke yönünü tam bir isabetle belirlemiş olması oldukça dikkat çekicidir. Muhammed (a.s.)’in gençliğinde Kâ’be’nin yeniden inşâsında çalışmış olduğunu da yeri gelmişken hatırlatalım. Medine’deki bu cami-okul’un yapımı sırasında işçilerin koro halinde söyledikleri şarkılar da mâlûmumuzdur. Hurma ağaçlarının kütük ve dalları, bu yapıda sütun ve dam örtüsü olarak kullanılmıştır.
1246. Bugün Mescid-i Nebevî denilen bu camide birbirinden ayrı üç bölüm vardı 1. Namaz kılmaya tahsis edilen geniş bir salon, 2. Okul olarak kullanılan ve Suffe veya Zulle (üstü kapalı yer, gölgelik) denen bölüm ve 3. Resûlullah’ın hanımlarına ayrılmış birkaç küçük oda.
1247. Suffe İslâm’daki ilk “üniversite”dir. Resûlullah burada bizzat ders verirdi; ancak henüz işin başında bulunanlara okuma-yazmayı, Kur’ân’ı vs. öğretmek üzere kendisine yardımcı olmak üzere başka öğretmenler de görevlendirmiştir. Bunlardan biri olan Ubâde ibn es-Sâmit, okuma-yazma ve Kur’ân öğretme işiyle görevliydi Aslında yazı uzmanı olan Abdullah ibn Sa’îd ibn el-Âs, Resûlullah tarafından “Hikmet Öğretmeni” olarak atanmıştı.[885] Muhammed (a.s.)’in okuma ve yazmaya verdiği önem, Bedir savaşında esir düşen müşrik düşman askerleri için fidye olarak adam başına 4.000 dirhem biçildiği halde, bunlardan okuma-yazması olanların Medineli 10’ar Müslüman çocuğuna bu sanatı öğretmek suretiyle serbest bırakılmasını emretmesinden anlaşılmaktadır[886] Müslüman bir yazar, eserlerinden birine “Müslümanların müşrik öğretmenler edinmesine izin verilmesi” başlığını vermiştir. Yine kaynaklardan birinde, bu müşrik öğretmenlerden birinin, herhalde Bedir’de uğradıkları ağır yenilginin intikamını almak üzere, küçük öğrencileri fena halde dövdüğünü okumaktayız.[887]
1248. Kur’ân dersleri, günlük ibadetler yerine getirilirken okunacak birkaç surenin öğretilmesinden ve ayrıca bunun belirli bir tonda ahenkli seslerle okunup tilâvet edilmesinden ibaretti. Ayrıca Kur’ân, inançlardan ve ilahiyatla ilgili kavramlardan, aynı zamanda birçok hukuk kuralından ve ahlâk esaslarından bahsettiğine göre, bu buyrukların gündelik hayata uygulanabilmesi için ayet metinlerinin açıklanıp yorumlanması gerekmekteydi. Bazı kişiler Kur’ân’ı kendi aralarında konuşur gibi, kelimelerin son seslerine ve harekeleme ilkelerine pek dikkat etmeksizin telaffuz edip, ayrıca tecvit kurallarına uymaksızın okuyorlar ve durak yerlerine dikkat etmiyorlardı. Resûlullah bu şekilde okumayı yasakladı. Kimileri ise sanki mekanik bir görevi yerine getirir gibi çok hızlı bir biçimde tilâvet ediyorlardı. Bunlar da, az ve fakat düzgün bir biçimde, ayetlerin anlamını düşünüp tefekkür ederek okumaları konusunda uyarılmışlardır.
1249. Suffe, aynı zamanda Medine’de kalacakları bir evi olmayanlar için geceleri bir yurt-yatakhâne olarak da kullanılmaktaydı. İslâm’ın temel kurallarını öğrenmek üzere dışardan gelen yabancılar da burada kalmaktaydı; bunlar kendi memleketlerine dönmeden önce burada bir süre kalıyorlardı. Bir defasında buraya, Temim kabilesinden 80 kadar insan yerleştirilmişti.[888] Medineli cömert insan Sa’d ibn ‘Ubâde, her gün buradaki 80 öğrenciye yemek temin ederdi. Bir dönem Suffe’deki öğrenci sayısı 400’e kadar çıkmıştır. Muhtemelen bu sayıya yerli ve yabancı öğrenciler de dahildir. Resulullah (a.s.), burada kalan ve çoğu su taşıyıp odun keserek geçimini sağlayan yabancı talebelere yardım etmeleri için Medinelilerin cömertlik ve hayırseverlik duygularına hitap ediyordu. Bu hayırsever insanlar, üzerlerinde hurma salkımları bulunan dalları getirip, tüketilmesi için yüksekçe bir yere asıyorlardı. Samhûdî’ye göre (I, 458), Resulullah (a.s.) zamanında bu öğrencilerle Mu’âz ibn Cebel ilgilenmekteydi. Kastallânî de İrşâd (I, 425) adlı eserinde şu bilgileri nakletmektedir: “Bir gün Resûlullah buraya düşük kaliteli hurma salkımlarının getirilip bırakıldığını görünce şöyle mırıldandı:
“Bu hayır sever kimse, buraya daha güzel bir şey bırakabilirdi.”
Resulullah (a.s.), sahip olduğu şeyleri daima bu öğrencilerle paylaşırdı.[889]
1250. Bir gün Resûlullah’ın eline bir miktar para geçmişti; kızı Fâtıma gelip, kocası kuyudan su çekerken zorlandığını ve kendisinin de un yapmak için taneleri öğütecek gücünün olmadığını söyleyerek, kendisine yardım etmek etmesi için bir köle satın almasını istedi. Resûlullah ona şöyle cevap verdi:
“Suffe’deki insanların midelerini boş bırakıp da sizin isteklerinizi yerine getiremem; bu paranın hepsini onların yararına harcayacağım.”[890]
Suffe’deki öğrenciler, İslâm’ı tebliğ eden, bilgi öğreten ve inanç taşıyan kişiler olarak Arap Yarımadası’nın değişik bölgelerinde görev alacak şekilde sürekli kendilerini yetiştirip hazırlıyorlardı. Tasavvufla ilgilenen ilk Müslümanlar da onlar arasından çıkmıştır. Bunlar İslâm ideali ile ilgili öyle kuvvetli hatıralar bırakmışlardır ki, sonraki kuşaklar arasından çıkacak olan bir çok yazar (Müteahhirîn), Suffe’de yetişen insanların hayatlarını konu edinen uzun isim listeleri ve biyografiler meydana getirmişlerdir. Bu eserlerde, büyük İslâm hukukçusu İbn Mes’ûd ve Halife Ömer’in oğlu Abdullah, Resûlullah’ın müezzini Bilâl-i Habeşî, keşiş Ebû Âmir’in oğlu Hanzala, büyük tasavvuf adamı Ebû Zer, Yunanlı Suheyb, Selmân-ı Fârisî, ünlü hadis yazarı Ebû Hureyre, Irak Fâtihi Sa’d ibn Ebî Vakkâs ve diğerlerinin adına rastlamak mümkündür. Bunlar arasında Arabistan’ın en uzak bölgelerindeki kabilelerden gelmiş insanların isimlerine de rastlamaktayız ki, bu hiç de şaşırtıcı bir durum değildir.
1251. Resûlullah bu öğrenciler arasından bir kişiyi başkan olarak tayin ederdi; bir dönem de bu görevi Ebû Hureyre yerine getirmiştir.
1252. Suffe’deki öğrenciler esas itibariyle Kur’ân’ı okuyup incelemekle meşgul olurlardı. Bu nedenle kendilerine okuyucu kârî denilirdi. Bunlardan bir çoğu kendilerini rûhî-mânevî hayata vermişlerdi: Bütün gece namaz kılarlar, bütün günü oruçlu geçirirler ve zühd ü takvaya yönelik işlerle meşgul olurlardı. Hatta bunlardan bazısı, dünya hayatı ile hiçbir kelime söylemek istemez, kimilerinin parada pulda gözü olmaz, bir başka grup ise asla gülmez, bir kısmı da bütün zamanını ağlayarak geçirirdi.
1253. Bir süre sonra Suffe artık ihtiyacı karşılayamaz hale geldi ve Resûlullah buradaki yığılmanın önüne geçmek için başkentin değişik semtlerinde ilkokul ya da hazırlık okulu niteliğinde okullar açtı. Hicretin henüz 2. yılında Medine’de, Makrame ibn Nevfel’in evinde Dâr’ul-Kurrâ adıyla Kur’ân öğretimine yönelik yeni bir okul faaliyete geçirildi.[891] Aynı şekilde, Medine’nin güneyinde kurulu, Küba Mescidi’nde de bir okulun bulunduğundan söz edilmektedir ki, Resulullah (a.s.) buraya sık sık gelip öğretime nezaret ederdi.[892] Resûlullah’ın merkez edindiği Mescid-i Nebevî dışında, Belazurî, bizzat onun sağlığında dokuz ayrı küçük mescidin varlığından söz etmektedir. Gerçekte bütün bu camiler, aynı zamanda okul olarak da hizmet görmekteydi. Çünkü Resûlullah, Müslümanların dini konularda kendilerini yetiştirmeleri için en yakın camiye gitmelerini salık vermişti.[893]
1254. Resulullah (a.s.) döneminde İslâmî hükümet tarafından öğretmenlere ödenen maaşlarla ilgili verilere ulaşamadık. Ancak eğitim-öğretim için öğrencilerden herhangi bir ücret alınmadığı kesindir; ve öğrenci minnet ve şükran duygularıyla öğretmenine bir hediye sunmak istese bile, Resûlullah öğretmenlere devamlı olarak bunu kabul etmemelerini tavsiye ediyordu; bu uyarı özellikle Kur’ân ve dinî eğitimle ilgili alanlar için geçerliydi. Bir gün öğrencilerinden biri Ubâde ibn es-Sâmit’e güzel bir yay hediye etmişti. Bunu öğrenince Resûlullah:
“Bu ateşten bir yaydır”[894] buyurmuştur. Resulullah (a.s.)’ın bir başka sahabesi olan Ubey ibn Ka’b hakkında da benzer bir olay nakledilir. Bununla birlikte belirtmeliyiz ki, sonraki dönemlerde Resûlullah tarafından eyâletlere tayin edilen Devlet görevlilerine Hükümet tarafından maaşları ödenmiştir. O dönemde memurların, eğitim-öğretim işi de dahil aynı anda birçok görev almaya yetecek kadar zamanları oluyordu. Örneğin Mu’âz ibn Cebel, Yemen’de bir yandan yargıçlık ve vergi tahsildarlığıyla, bir yandan da Kur’ânî ve dinî eğitim öğretmenliği ile uğraşıyordu.[895]
1255. Resûlullah’ın genç sahâbeleri arasında en aydın kişilerden biri olan ‘Abdullah ibn ‘Amr’ın naklettiğine göre, Resûlullah bir gün camiye girdiğinde burada iki ayrı insan kümesi gözüne çarptı: Bunlardan bir kısmı namaz kılıyor, bir kısmı ise eğitim-öğretimle meşgul oluyordu . Topluluğa şu uyarıda bulundu:
“Her iki küme de güzel şeyler yapıyorlar; şu kadarı var ki, Allah’a dua edip ondan bir şey isteyen kişilerin bu isteklerini kabul etmek tamamen O’na aittir. Oysa diğerleri bir şeyler öğrenip böylece cehaleti kovuyorlar; ben ise Allah tarafından bir muallim olarak gönderildim.”
Böyle söyleyerek, eğitim-öğretimle meşgul olanların arasına gidip oturdu.[896] Muhammed (a.s.), sık sık şöyle derdi:
“Bir tek âlim, Şeytana karşı (savaşta) bin zahitten daha çetindir.”
1256. Dünyevî ve manevî konuları birbirinden ayırmamaya oldukça özen gösteren Muhammed (a.s.), imamlık ile merkezî ya da bölgesel bir yöneticinin görevlerini bir araya getirerek aynı şahıs üzerinde toplamıştır. Hiç kuşkusuz idarî görevlerde onun tercihi, daima iyi yetişmiş aydın kimselerden yanaydı. Kabile başkanlarının atanmasıyla ilgili anlatımlarda bu durum açıkça göze çarpar. Kur’ân’ı daha iyi bilenler, kendilerinden daha yaşlı durumda kimseler bulunsa bile, onlara karşı tercihan seçilmişlerdir. Örneğin Cerm ve Sakîf kabilelerine yapılan atamalar bu şekilde gerçekleşmiştir.[897] İmam olmak, mülkî olduğu kadar askerî başkan için de hep bir ayrıcalık olmuştur.
1257. Resulullah (a.s.), kadınların eğitilmesi konusuna da özel bir özen göstermiştir. Buhârî’ye göre,[898] haftada bir günü tamamen onlara ayırmış ve o gün sadece onlara hitap edip sorularına cevap vermeye çalışmıştır. Muhammed (a.s.)’in hanımları da bu çalışmalarda görev alıyorlardı. Bilindiği gibi, hanımı Hafsa okumayı ve yazmayı biliyordu. Ayşe ise hukuk alanında uzmanlaşmış ve daha sonraki yıllarda, en bilgili erkekler bile, kendisine hukukî konularda sürekli olarak müracaat etmişlerdir. Aynı şekilde kendisi, şiir, tıp, Arabistan tarihi ve Arap kabilelerinin soy ağaçları (ensâb) vb. konularında da temayüz etmişti. Kur’ân, Resûlullah’ın hanımlarına eğitim-öğretimle meşgul olmaları konusunda yükümlülükler getirmiştir:
“Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.”[899]
Buhârî de bize şu ilginç hadisi nakletmektedir:
“Kimin bir cariyesi varsa onu en güzel bir şekilde eğitsin, ona iyi bir eğitim imkânı sağlasın, ve sonra kendisiyle hür bir kadın olarak evlenebilmek için onu azât etsin. Böyle yapan bir insan, Allah tarafından iki katıyla ödüllendirilecektir.”[900]
Sahâbeler arasında 20 kadar kadın hukukçunun adı geçmektedir (bk. İbn Hazm, Cevâmi’us-Sîre, Mısır bs. 1956, s. 319 vd.).[901]
Muhammed (a.s.) bir yandan, az da olsa sahabelerinden bir şey bilenlerin bunu asla saklamamalarını ve bunu yaymalarını istiyor, bir yandan da, ihtiyaç duyulan yerlere öğretmen göndermek için idâri önlemler alıyordu. Devlet ve bireylerin işbirliği içinde gösterdiği çabalar böylece aynı anda sergilenmiş oluyordu.
1259. Kendisi şöyle söylüyordu:
“Erkek ya da kadın olsun, ilim peşinde koşmak her Müslümanın görevidir.”
Bazı kaynaklarda bu hadisin önünde şöyle bir cümle de yer almaktadır:
“Çin’de bile olsa ilmi arayınız, zira …”
Arabistan, Asya’nın Batı ucunda, Çin ise Doğu ucunda yer almaktadır. Bunların aralarındaki uzaklık ve o dönemde bu iki ülke arasındaki iletişim güçlükleri, bu ilginç buyruğa özel bir anlam kazandırmaktadır. İbn Hanbel’de geçen[902] ve İbn Kelbî’nin eserinde[903] de doğrulanan bir rivayete göre, Resûlullah, Çinlilerin çok sık uğradıkları liman şehirleri olan Bahreyn ve ‘Uman fuarlarında bulunmuştu. Büyük bir olasılıkla Muhammed (a.s.), buralarda Çin’den gelen bazı tüccarlarla tanışmıştır. Bu tüccarlar kendisine, hiç durmaksızın kaç ay yolculuk yaptıklarını anlatırken, aynı zamanda bu uzak ülkeden getirip ithal ettikleri ürünlerin kalitesiyle onun dikkatini çekmiş olmalıdırlar. Yine Muhammed (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Herhangi bir bilgiyi araştıran kimseden bunu saklayan insanın ağzına, ceza olarak Hesap Günü ateşten bir gem vurulacaktır.”[904]
Eğitimin yaygınlaştırılması için, Muhammed (a.s.)’in daha bir çok tavsiye ve buyruğu vardır.
1260. Medine’de insanlara verilen eğitim ve öğretimin seviyesi her geçen gün daha da yükselmiş olmalıdır. Aslında kendisi de Medine’ye sonradan gelip yerleşmiş bir Muhacir olan Muhammed (a.s.), İslâm’a yeni giren Müslümanların, özellikle de uzak bölgelerde oturan kabilelere mensup üyelerin kendi yurtlarını terk edip İslâm diyarına, yani Medine bölgesine hicret etmesini ve buraya yerleşmesini zorunlu tutuyordu. Bunun nedeni, onlara İslâmî bir eğitim ve terbiye verme kaygısının yanı sıra, bu dine düşman akrabaların yanında oldukça zor görünen İslâm’ı yaşamak ve uygulamak için gerekli güvenliğin sağlanmasıydı. Onun bu zorunlu hicret politikası Mekke’nin Fethi’ne kadar sürüp gitmiştir.
1261. Ancak, İslâm Devleti’nin sınırlarının genişlemesiyle birlikte, eyaletlerde oturan insanlarla da ilgilenmek gerekmişti. ‘Amr ibn Hazm’ın Yemen valiliğine atanması sırasında kendisine verilen talimatlar arasında şöyle bir cümle okuruz:
“İnsanları hakları ve görevleri konusunda iyice aydınlatsın.. İnsanların gönüllerini kazanmanın yollarını araştırsın ki böylece bu insanlar, dinlerini iyice tanıyıp kemâle ersinler.”[905]
Bu resmî belgede, İslâm’ın dinî hayatla ilgili temel kurallarının yanı sıra, temizlik, sağlığın korunması, yöre halkının ahlâk ve manevî değerlerine önem verilmesi, zorunlu vergiler, adam öldürme ya da yaralama durumlarında ödenecek tazminat (yani medenî hukuk ve ceza hukukunun eğitimi) vs. gibi konular yer almaktaydı. Valinin bütün bu sayılan işlerle ilgilenmesi gerekiyordu. Muâz ibn Cebel’in üstlendiği görevlerden daha önce bahsetmiştik; onunla ilgili olarak şu ilginç anlatımı da ilâve edelim: Taberî’nin verdiği bilgiye göre o, bir bakıma eğitim- öğretim müfettişi olmuş ve bir kazadan diğerine, bir eyâletten diğerine yapılan eğitim faaliyetlerini denetlemek üzere yolculuk eder hale gelmişti.[906]
1262. Hükümetlerin kendi görevleri arasında saymadıkları için okur-yazar insanların bir avucu geçmediği ve her ferdin ihtiyaçlarını kendine özgü imkânlarla giderdiği bir devirde, eğitim-öğretim konusunda belli ve tek yapıda bir plân beklenmemesi gerekirdi. El sanatları, ticaret ya da ziraatçılık gibi meslekleri yapan genç insanlar, bunları ebeveynlerinden, arkadaşlarından ya da komşularından öğreniyorlardı. Özellikle Kur’ân, din, hukuk gibi manevî ilimler için uygulanan belirli bazı programlar vardı. Hatta o sıralarda bu alanda belli bir uzmanlaşma bile göze çarpmaktaydı. Muhammed (a.s.) sık sık şu tavsiyede bulunuyordu:
“Kim herhangi bir ilmi, -mirasın dağıtılması için matematik, Kur’ân okuma vb.- öğrenmek isterse, filân ya da falanca kimsenin yanına gitsin (örneğin Zeyd ibn Sabit, ‘Ubeyy ibn Ka’b vs.).[907]
Resulullah (a.s.), genellikle ebeveynlerin gençlere, ok atma, yüzme, aritmetik (özellikle bütün ilimlerin yarısı değerindeki ferâiz, yani miras taksimi), tıp ve sağlık bilgisi ilkeleri, astronomi, soybilim (Arabistan tarihi – nesep ilimi), Kur’ân tilâvet sanatı (ki güzel bir mûsikî öğrenimi demektir) vs. öğretmelerini emir ve tavsiye ediyordu.[908] Ayrıca şöyle demiştir:
“Mümin bir kadın için en iyi eğlence onun (yün, kumaş vs.) dokumasıdır.”[909]
1263. İlahiyat ve kelâm bilimlerinin bazen kader ve irâde-i cüziye konusun tartışmalarına şaşırmamamız gerekir. Bir gün Resûlullah mescide girince, insanların bu meseleyi tartıştıklarını duydu. Tirmizî’nin rivayetine göre,[910] Resûlullah’ın öfkeden, sanki yanaklarına nar tanelerinin suyu sıkılmış gibi kıpkırmızı kesildiği görüldü. Hemen bu insanların bu konuyu tartışmalarını yasaklayarak şöyle ilâve etti:
“Sizden önceki topluluklar bu tür tartışmalar nedeniyle sapıtıp yoldan çıkmışlardır.”
1264. Hiç kuşku yok ki, bir öğrencinin öğretmenine değer verip ona saygı göstermesi şiddetle tavsiye ediliyordu. Öğrenciye dayak ve azarlama cezası verilmesi yasaklanmamıştı: Öğretmenin vurduğu sopa darbesinin, ana-babanın öpücüklerinden daha değerli olduğu söyleniyordu; Muhammed (a.s.), bu konuda:
“Âlimler Peygamberlerin mirasçılarıdır.” buyuruyordu. Yine o:
“İlim peşinde koşan kimsenin yolu üzerine meleklerin kanatlarını gereceğini”[911] söyleyerek bilimsel araştırmayı emir ve tavsiye ediyordu. Her ne kadar namaz ergenlik çağından itibaren farz olsa da, çocuğa 7 yaşından itibaren namaz kılmanın öğretilmesini tavsiye ediyordu. Eğer uygun şekilde uyarıldığı halde bir sonuç alınamıyorsa, çocukların 10 yaşından sonra terbiye amacıyla dövülmesine izin veriyordu.[912]
1265. Devletin çeşitli işlerinin görülmesinde görevlendirilecek insanlara duyulan ihtiyaç, hiç kuşku yok ki özel bir eğitimi gerektirdiği için, bu ihtiyacı gidermek üzere bir çok önlem alınmıştı. Örneğin Resulullah (a.s.)’ın resmî yazışmalarını takiple görevli Devlet Kitabeti’nde İbrânî yazısını okuyabilecek kimselere ihtiyaç duyuluyordu. Nitekim onun talimatları doğrultusunda, bu kurumda görevli genç katip Zeyd, bu yazıyı birkaç günde öğrenmiştir; (Mes’ûdî’nin verdiği bilgiye göre[913] Zeyd, Farsça, Yunanca, Mısır yerlilerinin dili olan Kıptîce ve Habeşçe’yi de konuşuyordu). Habeşistan, İran, Bizans İmparatorları gibi yabancı Devlet Başkanlarına elçi heyetleri göndermek gerektiğinde, daha önce bu ülkeleri ziyaret etmiş[914] ve kuşkusuz bunların dilini konuşabilen kimseler seçiliyordu.[915]
1266. Kur’ân, çok ilginç bir ayetinde, Devletin askere pek çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda bile, halkın eğitilmesinin önemi üzerinde ısrarla durmaktadır:
“Müminlerin hepsinin toptan askere alınması (sefere çıkması) doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup dinî ilimlerde geniş bilgi edinmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”
1267. Muhammed (a.s.)’in okunaklı bir biçimde yazı yazılmasıyla ilgili vermiş olduğu talimatları değerlendirmeden önce, onun yaşadığı günün koşulları çerçevesinde şu hususlara da dikkat edilmesi gerekmektedir: örneğin harflerin en ufak bir çizgisini bile ihmal etmemek, o dönemde özel kurutma kâğıtları bulunmadığı için yazının henüz taze olan mürekkebini toprak serperek kurutmak, yazı yazmaya bir süre ara verildiğinde kalemi yere bırakmak yerine kulağın üzerine sıkıştırmak vs.[916]
1268. Yazılı şeylerin okunması öğrenmenin tek yolu değildir; ve gerçekten de Resûlullah, bunun dışında bir öğretim yoluna da başvurmuştur: Dinleme yoluyla, kulaktan öğretim. Kendisi ve eyâletlere gönderdiği naipleri, sürekli olarak halkın arasına karışıyorlar ve her şeyi yakından takip edip, uygun buldukları her fırsatta halka doğrudan doğruya hitap etme yoluna gidiyorlardı. Resulullah (a.s.), dinî kuralları diğer insanlara öğreten kimselerin, bunları bizzat kendi nefislerinde yaşayıp yaşamadıklarına büyük önem veriyordu. Kur’an’ın bu konu ile ilgili gayet sert ifade ve emirleri bilinmektedir.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.”“[917]
1269. Mekkelilerin çocuklarına kendi dillerini en iyi şekilde öğretmeleri için gerekli önlemleri almaları İslâmî dönemde ortaya çıkmış bir şey değildir; ancak Resûlullah dil öğretimini yasaklamamıştır. Esasen kendisi bu konuda başından geçenleri övünerek hatırlardı.[918] Biz bu konuda yeni doğan çocukların şehir dışındaki Bedevîlerin yanına, arı bir dil öğrenmek üzere gönderilmesi geleneğini hatırlatacağız. Mekkeliler çıraklık şeklinde bir başka öğretim yöntemine de sahiptiler; her yıl, Arabistan’ın çeşitli bölgelerindeki fuarlara katılmak ve hatta Irak, Suriye, Mısır ve Habeşistan gibi yabancı diyarlara gitmek üzere çok sayıda büyük ticaret kervanları Mekke’den yola çıkarlardı. İşte bu yolculuklarda görevli yaşlıların yanına gençler de katılırlar, böylece alım-satım, yabancıların ticaret ve gümrük mevzuatı vb. konuları ve değişik dilleri öğrenip, bilgi ve becerilerini artırarak deneyim kazanırlardı. Muhammed (a.s.) de gençliğinde bu tür bir eğitimden geçmişti.
1270. Kur’an, belli bir görüş sahibi olabilmek için bireysel düşüncenin ne kadar önemli olduğunu sürekli hatırlatır ve körü körüne bir muhafazakârlığın aksine, sırf babadan oğula geçen şeyler oldukları için atalarımızdan bize ulaşan inanç ve geleneklerde ısrar edilmemesini emir ve tavsiye eder. Yine Kur’ân, daha önceden gelip geçmiş diğer milletlerin çabalarıyla ortaya konulan eserleri bizzat gözlemlemek, tabiat kanunlarını incelemek ve Allah’ın yarattığı bütün bu şeylerden yararlanmak için seyahat etmeyi emreder. Zira, Kur’ân’ın da ifade ettiği gibi, bütün kâinat insanın faydalanması için yaratılmış, hatta denizler ve yıldızlar insanın hizmetine verilmiştir. Öte yandan Kur’ân, insana daima bilinçli ve aklı başında hareket etmesi gerektiğini, zira bir gün gelip Yaratıcısına şu dünya hayatında yaptığı şeylerin hesabını vereceğini sık sık hatırlatmaktadır. Muhammed (a.s.) şöyle dua ederdi:
“Yâ Rabbi! Ben Senden faydalı bir ilim, dürüstçe kazanılmış bir ekmek ve Seni hoşnût edecek bir davranış ve tutum sahibi olmayı isterim!” [919]
1271. Her toplum ve her fert, bazı bilgileri önceki kuşaklardan kalıtım yoluyla alır ve sonra kendi deneyimleri, gözlem ve sonuç çıkarma yetenekleri sayesinde bunlara yenilerini ekler. Araplar da bu kuralın dışında kalmamışlardır. Toplumsal bir reform toplumdaki bireyleri çaba ve yeteneklerini coşkulu bir biçimde, o güne kadar ihmal edilmiş olan alanlara yöneltmeye teşvik eder; diğer insan topluluklarıyla temas etmeleri sayesinde, onların bilgilerini tanıma ve bunlardan yararlanma imkânı sunar.
1272. Doğmakta olan İslâm, Mekke-Medine ekseni üzerinde gelişmekteydi. Eski çağlarda bu bölgede pek fazla bir bilimsel faaliyet göze çarpmamakta; basit ve başlangıç düzeyinde bir çok bilgi mevcut olmakla birlikte, bunlar gelişmişlik ve ilerlemeden uzak, durgunluk içindeki bilgilerdi. Kur’ân ve ilk aşamada Araplar arasında yayılan İslâm, Müslümanların tefekkür ve düşünce alanındaki fetihlerinde önemli mesafeler almalarında vazgeçilmez bir etken olmuşlardır. Ve sonunda Resûlullah tarafından tesis edilen eğitim-öğretim sistemi, Müslümanların çabalarını boşa harcamayacak şekilde hayata geçirilmiş oldu.
1273. Resûlullah’ın hayatı ve faaliyetiyle ilgili bir siyer kitabında, bu döneme ait bilgiler içeren bir ansiklopedinin kaleme alınması söz konusu değildir; bununla birlikte, o dönemdeki dînî inanç ve uygulamaları çok yakından ilgilendiren kozmoloji-astronomi, ve tıp (zira insanlığın yeryüzünde varoluşu bu bilim dalına bağlıdır) ile ilgili bazı bilgiler bu bölümde bir araya getirilip gösterilecektir. Diğer nazarî ve fiziksel bilimlerle ilgili temel kavramlar, daha sonra bağımsız bilim dalları halinde ve insanlığın yararına geliştirilmek üzere Kur’ân ve Hadis’ten çekilip çıkarılmıştır.[920]
1274. İnsan sürekli olarak kendisine şu soruları sormuştur: Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Üzerinde yaşamakta olduğum ama kendisinden kaçıp kurtulma çaresi olmayan ölümden sonra ayrılmak zorunda kalacağım şu dünyayı yaratan kimdir? İslâm bu konularda ne söylüyor?
1275. İslâm, din olarak bazı ibadetleri de beraberinde getirmiştir: Namaz kılmak, oruç tutmak, belli zamanlarda, belirli yerleri Haccetmek; bu belirli zamanları nasıl belirleneceğini bize öğreten, astronomi bilimidir. Bu konuya ilerde tekrar döneceğiz.
1276. Kozmoloji’ye gelince; nihâî, yani ilk sebep, bizi yaratan Allah’tır. Ancak İslâm, eşyanın varoluşuna yol açan neden ve sonuçlar zincirinin öğrenilmesi amacıyla araştırma yapılmasını yasaklamaz. Aksine, Kur’ân, bizi bu konudaki bilgilerimizi derinleştirmeye teşvik eder:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gidip gelişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın! Seni yüceltir, ululuğunu kabul ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân: 3/190-191; bk. Bakara: 2/164.)
Ara bulucu ve ölçülü sınırlar konulduğu takdirde, iman ve ilim işbirliği içine girerler, dini bilimlerle fiziksel ya da insana yararlı bilimler at başı giderler.
1277. Evrenin başlangıcı ve sonu ile ilgili olarak Kur’ân’da birçok atıf bulunmaktadır (Bu arada, olayların henüz M. 7. yüzyılın başlarında geçtiğini de unutmayalım). Örneğin bir ayette, bir zamanlar gökyüzünün bir “duman bulutundan” dan ibaret olduğu (Fussilet: 41/11) belirtilmekte, Enbiya (21/30) suresinde ise şöyle ilave edilmektedir:
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”
Daha sonra şu ayetleri okuruz:
“O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.” (Enbiyâ: 21/33; ayrıca bk. Yâsîn: 36/40)
Ayrıca şöyle bir ayet daha vardır:
“Andolsun ki biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan habersiz değiliz.” (Mü’minûn: 23/17)
Allah asla bu yaratma işleminden sonra bir kenara çekilip kalmamıştır; o, daima her şeyin aslı ve özü olarak kalmaya devam etmektedir.
1278. Kur’an, çok ilginç ve beklenmedik şekilde karşımıza çıkan bir ayetinde şöyle buyurur:
“…Ve güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren, Allah’tır. Bunların her biri belirli bir vakte kadar akıp gitmektedir…” (Ra’d: 13/2; bk. Fâtır: 35/13, Zümer: 39/5)
Demek ki yıldızlar da bir gün düşerek yok olacaklardır. Günümüzde uzaya fırlatılan yapay uydular (sputnikler) sayesinde, uzayda belirli bir yörüngede dönüp duran yıldızların nasıl belli bir cismin çekim alanına girerek düşüp parçalanacağını daha iyi anlamaktayız. Greklerin bir zamanlar ortaya attıkları varsayım ve kavramlardan çok farklı olarak, Kur’ân bize şunları öğretmektedir:
“Güneş de kendisi için belirlenen yere doğru akıp gitmektedir. İşte bu Aziz ve Alîm olan (Allah’)ın bir takdiridir.” (Yâsîn: 36/38)
Yine bir başka ayette de şu çarpıcı açıklamayla karşılaşırız:
“Göğü de kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.” (Zâriyât: 51/47)
Konuyla ilgili ayetlerin tamamı incelendiğinde, evrenin genişleyip yayılması kavramı ile görecelik (izâfiyet) teorisi arasında çok yakın bir ilginin bulunduğu göze çarpacaktır.
1279. Kur’ân’ın birçok ayetinde “Allah’ın gökleri ve yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yarattığına” işaret edilir (Araf: 7/54, Yûnus: 10/3, Hûd: 11/7, Furkân: 25/59, Secde: 32/4, Kâf: 50/38, Hadîd: 57/4). Ancak bu ayetlerde geçen “gün” tabiri, ayetin geçtiği bağlama göre değişmektedir. Kimi kez bu süre “bin yıla” denk iken (Secde: 32/5), kimi kez de “elli bin yıla” eşit olmaktadır (Meâric: 70/4). Örnekler bu ikisiyle sınırlı değildir. Gerçekten de zaman kavramı, yıldızlara ve onların hareketine göre farklılıklar gösterir.
1280. Dünyanın sonu (Kıyamet Günü) da Kur’ân’ın bir çok ayetinde betimlenmiştir. Örneğin:
“Güneş katlanıp dürüldüğünde, ve yıldızlar (kararıp) döküldüğünde, ve dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde…”(Tekvîr: 81/1-3)
Ya da:
“Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman…” (İnfitâr: 82/1-4)
Ve yine:
“Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) haline getirildiği gün…”(İbrâhim: 14/48)
Yahut:
“(Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz. (Bu) üzerimize aldığımız bir vaat oldu. Biz (vaat ettiğimizi) yaparız.” (Enbiyâ: 21/104)
1281. Konu ile ilgili bütün bilgileri burada verecek değiliz. Ancak yeri gelmişken hatırlatalım ki, Kur’ân’a göre her varlığın, hatta “cansız” dediğimiz taşların bile kendisine özgü bir yaşamı, bir hayat tarzı vardır; ve her varlık, Yaratıcısına karşı kulluk görevini yerine getirir. Örneğin, diğerlerinin yanı sıra İsrâ (17/44) suresinde de bu duruma şöyle açıklık getirilmektedir:
“O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlayamazsınız.”
1282. Ancak, kozmolojinin çok daha ötesinde, astronomi (gökbilimi), ibadetlerinin gereğini yerine getirirken bir Müslümanın hayatında önemli bir yer tutar:[921]
1283. Kur’ân bu bilim dalına sık sık göndermede bulunur ve hatta bir ayetinde daha da ileri giderek şöyle buyurur:
“Hayır! Yıldızların battığı yerlere (kara deliklere) yemin ederim ki –eğer bilirseniz, bu gerçekten büyük bir yemindir.” (Vâkıa: (56/75-76)
1284. Burada, astronominin dinle ilgili bazı göze çarpan noktalarına işaret edelim:
1285. (a) Arabistan gecelerinin sıcak, açık ve çoğunlukla bulutsuz atmosferi, Bedeviler gibi sıradan Arapların ve bilhassa çölde göçebe bir hayat süren insanların, eğlence ve vakit geçirmekten çok pratik ihtiyaçları ve bundan sağlayacakları yararlı sonuçlar bakımından bir astronomi amatörü olmasını gerektirmekteydi. Kur’ân’ın da işaret ettiği gibi:
“Kendilerine rehberlik eden yıldızlar sayesinde” (Nahl: 16/16) kendisine yol gösterecek hiç kimsenin bulunmadığı çöllerde yollarını izlerlerdi. Hacca gitmek üzere yola çıkan Bedevi, kendisini ve devesini gündüzün kavurucu sıcağından korumak için özellikle geceleri seyahat eder. Bu durumda, onun yanlış yollara saparak yönünü kaybetmesini engelleyecek tek şey, gökteki yıldızlardır.
1286. (b) İslâm Devletine olan zekât vergilerinin ödenebilmesi için zamanın hesaplanıp tâyin edilmesi kaçınılmaz bir husustur; dahası, günlük (beş vakit), haftalık (cuma), ve yıllık (iki bayram) namazların kılınması için, ve yine Zilhicce ayında yerine getirilmesi gereken Hacc’ın mevsimini tayin etmek amacıyla ve özellikle de oruç ayı olan Ramazan ayının hem başlangıç ve bitiş gününü belirlemek, hem de oruçlu günlerde, tan yerinin ağarmasıyla birlikte yiyip içmeden el çekmek (sahur) ve orucu açmak için de güneşin batış saatinin belirlenmesi, hep astronomi bilgilerinin kullanılmasıyla mümkün hale gelmektedir. Ayrıca, günün beş ayrı vaktinde kılınan namazların vaktinin tayin ve tesbiti de astronomik olaylara bağlıdır: Tan yerinin ağarmaya başlaması(fecr), güneşin doğuşu, güneşin meridyeni aşması (zeval), bir nesnenin gölgesinin uzunluğunu ölçmek suretiyle ikindi namazının (asr) vaktini gözlemek, güneşin batıp ufuktaki alaca karanlığın kayboluşu (mağrib). Bütün bunlar, sıradan da olsa her Müslümanın pratik astronomi bilgilerine sahip olmasını ve o kimsenin, takvime ihtiyaç duymadan, güneşin durumlarını tayin etmek ve hilâlin çıkışını gözlemlemek için sürekli olarak gök yüzüne bakmasını gerektirir. Hatırlanacağı gibi, Kur’ân, günde beş vakit namaz kılınmasını farz kılmıştır:
“(1) Güneşin doğmasından önce de, (2) batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et, (3) gecenin bir kısım saatleri ile (4-5) gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et…” (Tâ-Hâ, 20/130)
Ayetteki “gündüzün etrafında” ifadesinin, en azından iki uç noktayı içermesi gerekir. Bu durumda, mealde (l) numara ile gösterdiğimiz vakit sabah namazı (fecr), (2) numara ikindi (asr), (3) numara yatsı (işâ), (4 ve 5) numaralar da, öğlen (zuhur) ve akşam (mağrib) namazları olmaktadır. (4) numaranın öğlen namazına işaret ettiğini söyledik: zira öğle (zuhr) vaktinin girmesiyle birlikte Güneş, artık tepe noktasından aşağıya doğru kaymaya (zeval) başlamıştır. Akşam (mağrib) vakti ise, günün sonu (Kur’ân’daki ifadesiyle nehâr) demektir.
1287 (c) Takvim konusunda, İslâm Öncesi Arabistan’ında birbirinden tamamen farklı iki zaman hesabı kullanılıyordu: 1. Yıldız takvimi ve 2. Ay-güneş (kamerî-şemsî) takvimi.
1288 (i) Yıldız takviminde bir güneş yılı, her biri yaklaşık 13 gün süren 28 menzile ayrılmıştı. (Ne gariptir ki bugün Birleşmiş Milletler Teşkilâtı (UN), bütün yeryüzünde geçerli olmak üzere, her biri 28 gün süren 13 aylık bir yıl hesabına dayanan çok modern bir öneri hazırlamıştır. Yıldız takvimi, sanki bu öneriye öncülük etmiştir). İşte bu Yıldız Takvimi için eskiler, birbiri arkasına yaklaşık 13 günlük aralıklarla doğup batan 28 yıldız seçmişlerdi. Bu tam anlamıyla güneş yılı demekti ve mevsimler hep aynı yıldızların doğduğu sırada başlamaktaydı.
1289. (ii) Diğer hesaplama yöntemi[922] ise ayın hareketlerini esas alıyor, ama güneşin hareketlerini de hesaba katıyordu. Zaten bu nedenle “Ay-güneş takvimi” denilmektedir. Güneş’in hareketleriyle uyum içinde olması için, bu takvimde normal olarak her üç yılda bir, ve bazen de iki yılda bir, takvime fazladan bir 13. ay ekleniyordu. Bilindiği gibi, güneş yılı ortalama 365.2422 gün sürmektedir. Ay yılı ise 354.36705 gündür.[923] Her ikisi arasında yaklaşık 11 günlük bir fark bulunmaktadır. Bu durumda, saat ve dakikalardan kaynaklanan küsuratlar bir yana atılırsa, 30 güneş yılında 10 gün 11 saat var demektir; 30 yıl 11 ay süren ay yılında ise daha fazla gün olacaktır. Bu durum, astronomları 30 Kamerî yıllık zaman diliminde, güneş takvimi ile uyum sağlamak üzere 11 aylık bir ilâve yapmaya yöneltmiştir. Her üç yılda bir, araya bir ay eklenmesi yeterli değildir, çünkü böylece otuz yıl boyunca toplam 10 ay eklenmiş olacaktır. Oysa fazladan bir aya daha ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durumda iki olası yöntem vardır: Ya otuz yıllık bir devrenin sonuna fazladan 11. ayı eklemek, ya da ay takvimi ile güneş takvimi arasındaki fark 29 gün veya daha fazla olduğunda, bir kamerî ay eklemek. Hesaplara göre bu ekleme işleminin 3., 6., 9., 11., 14., 17., 20., 22., 25., 28., ve 30. yıllarda, yani 30 yılda 11 kez yapılması gerekmektedir. Bu işlemin nasıl yapıldığı aşağıdaki tabloda görülmektedir:
1 365.2422 354.36705
2 730.4844 708. 73410
3 1095.7266 1063.10115 1 ay 32 gün
4 1460.9688 1417.46820
5 1826.2110 1771.83525
6 2191.4532 2126.20230 2 ay 65 gün
7 2556.6954 2480.56935
8 2921.9376 2834.93640
9 3287.1798 3189.30345 3 ay 98 gün
10 3652.4220 3543.67050
11 4017.6642 3898.03755 4 ay 119 gün
12 4382.9064 4252.40460
13 4748.1486 4606.77165
14 5113.3908 4961.13870 5 ay 152 gün
15 5478.6330 5315.50575
16 5843.8752 5669.87280
17 6209.1174 6024.23985 6 ay 185 gün
18 6547.3596 6378.60690
19 6939.6018 6732.97395
20 7304.8440 7087.34100 7 ay 217 gün
21 7670.0826 7441.70805
22 8035.3284 7796.07510 8 ay 239 gün
23 8400.5706 8150.44215
24 8765.8128 8504.80920
25 9131.0550 8859.17625 9 ay 272 gün
26 9496.2972 9213.54330
27 9861.5394 9567.91035
28 10266.7816 9922.27740 10 ay 304 gün
29 10592.0238 10276.64445
30 10957.2660 10631.01150 11 ay 326 gün
10957 gün süren 30 yıllık bir güneş takvimi, 10631 gün süren sâfî ay takvimi ile karşılaştırıldığı zaman, birinci takvim sisteminin 326 gün daha uzun sürdüğü göze çarpacaktır. Astronomi yasalarına göre, “ay takvimi”nde 30 gün süreli ayların sayısı, her zaman 29 gün süreli ayların sayısından biraz daha fazladır. Bu durumda 30 güneş yıllık bir dönem, ay hesabına göre 326 gün daha kısa demektir; bir Ay yılında, 4 tane 29 günlük ve 7 tane de 30 günlük ay olduğuna göre, o yıl 326 gün sürmüş olacaktır. Aradaki bu fark, ay yıllarına ilâve edilmek suretiyle her iki takvim, yani ay ve güneş takvimleri birbirine eşitlenmiş olacaktır. Yukarıda Kamerî-Şemsî takvimde uygulanan ay ilâvesi (nesî) ile ilgili iki metottan bahsetmiştik. Acaba Mekkeliler bu iki metottan hangisini uyguluyorlardı? Bugünkü bilgilerimizle bu soruya kesin bir cevap veremiyoruz; zira bu konuyu ele alan kaynaklarda görüş farklılıkları bulunuyor. Konu oldukça önemlidir, zira İslâm Peygamberi, vefatından 3 ay önce ay ekleme yöntemini (nesî) yürürlükten kaldırmıştı. Bu durumda, onun hayatı ile ilgili bütün olayların doğru bir biçimde tarihlendirilmesi tamamen bu sorunun halledilmesine bağlı gözükmektedir.
1290. (d) Nesî konusunda, Müslüman tarihçiler arasında en azından görünürde bir ayrılık göze çarpmaktadır: Bunlardan bazıları, nesî’nin yani Ay takvimine bir ay ekleme işleminin her yıl uygulandığından bahsederler; kimileri ise her iki yılda bir, bir grup da her üç yılda bir, ve nihayet bir kısım tarihçiler de, bazen üç ve bazen de iki yılda bir olmak üzere, astronomi hesaplarının gösterdiği ihtiyaçlara göre değişken bir biçimde nesî’nin uygulandığını öne sürerler (Bunlarla ilgili her türlü doğru referans için, önceki paragrafın dipnotunda geçen Nesî konusundaki makaleme bakınız). Her üç yılda bir (30 yılda 10 kez) takvime bir ay ilâve edilmesini ve böylece 30 yıllık dönemin sonunda da 11. ayın eklenmesi yöntemini benimseyecek olursak, ortaya çıkan bütün bu farklılıklar kendiliğinden kalkmış olacaktır. Zira 30. yılın sonunda normal bir ay eklenmiş olacaktır; 31. yılda ise, onbirinci defa on üçüncü ay (normalde o yılın ilâve bir ayı) takvime ilave edilecektir ki, 30 yıllık sürenin sonunda bunun yapılması zorunludur. 33. yılın sonunda ise yeni dönemin ilk ay ekleme işlemi gerçekleşecektir. Bu durumda, tarihçinin haber kaynağı belli bir nesî döneminin 30 ve 31. yıllarının sonunda Mekke’de gerçekleştirilen bir nesî işlemine tanık oldu ise, o zaman bu olayı aktaran kişi, “Nesî, her yıl uygulanmıştır” ifadesini kullanacaktır. Nesî’nin 31. ve 33. yıllarda uygulandığını gözlemleyen bir râvî ise: “Nesî, iki yılda bir uygulanmaktaydı” diyecektir. Bunların dışında, Nesî’nin normal olan her üç yılda bir uygulandığını gözlemleyen biri ise “Nesi her üç yılda bir uygulanırdı” ifadesini kullanacaktır. Görüldüğü gibi üç farklı rivayete rağmen, hiç biri de yalan söylememektedir; ancak bunlardan hiçbiri Nesî ile ilgili astronomi matematiği hakkındaki bütün gerçekleri bilmiş ve uygulamış olmayacaktır. Tarihten öğrendiğimiz kadarıyla, Irak’ta Hammurabi zamanında her iki yılda bir, bu yönteme başvurulurdu. Ancak bu tür uygulamalarda da bazı uyumsuzluklar ortaya çıkmaktadır; zira İslâm tarihçilerinin verdikleri tarihler aşağıda sunulmuştur:
Olay Hicrî takvime göre Milâdî takvime göre
Resulullah’ın doğumu 2 Rebî’u’l-evvel 7 Haziran 569, Cuma
8 Rebî’u’l-evvel 13 Haziran 569, Perşembe
10 Rebî’u’l-evvel 15 Haziran 569, Cumartesi
12 Rebî’u’l-evvel, Pazartesi (H.Ö. 53) 17 Haziran 569, Pazartesi
İlk vahyin inişi 17 Ramazan 22 Aralık 609, Pazartesi
27 Ramazan, Pazartesi(H.Ö. 13) 1 Ocak 610, Perşembe
Hicri Takvimin başlangıcı l Muharrem, (H. 1) 21 Mart 622, Pazar
Resulullah’ın Medine’ye varışı 12 Rebî’ul-evvel, Pazartesi(H. 1) 31 Mayıs 622, Pazartesi
Bedir Savaşı 17 Ramazan, Cuma (H. 2) 18 Kasını 623, Cuma
Hendek Savaşı’nın sona ermesi 29 Şevval, Cumartesi (H. 3) 24 Ocak 627, Cumartesi
Veda Haccı 9 Zilhicce, Cuma (H. 10.) 6 Mart 632, Cuma
Resulullah’ın vefatı 2 Rebî’u’l-evvel 25 Mayıs 632, Pazartesi
8 Rebî’u’l-evvel 31 Mayıs 632, Pazar
12 Rebî’u’l-evvel Pazartesi (H. 11) 4 Haziran 632, Perşembe
1291. Bizim hesaplama yöntemimiz şöyledir: Resûlullah, Veda Haccı’nı emin ve kesin olarak bir Cuma gününe denk gelen 9 Zilhicce’de gerçekleştirdiğine göre, daha sonraki olaylar için bu tarihi esas alabiliriz.
1292. (I) Veda Haccı’ndan Hendek savaşının H. 5. yılın Şevval ayının son gününde (ki o günün Cumartesi olduğu söylenir; zira Mekkeli Yahudi müttefikler çarpışmak istememişlerdi) bitişine kadar 5 yıl, l ay dokuz günlük bir süre vardır ki, Hammurabi sistemine göre buna 3 aylık bir ekleme yapılması gerekmektedir. Böylece aradan geçmiş olan 5 yıl 4 ay 9 günlük süre toplam 1897 gün etmektedir.
1293 (II) Hendek Savaşı, Bedir Savaşından 3 yıl l ay 12 gün sonra nihayete ermiş ve bu zaman zarfında bir Nesî işlemi yapılmıştır ki, bu da toplam 1134 gün etmektedir.
1294. (III) Resulullah (a.s.)’ın 12 Rebî’u’l-evvel günü Medine’ye gelişinden Hendek Savaşının son bulmasına kadar l yıl 6 ay 5 günlük bir süre geçmiştir ki bu da 536 gün eder.
1295 (IV) Hicrî takvimin başlangıcı olarak, Resulullah (a.s.)’ın Medine’ye varışından 2 ay 12 gün önceki tarih olan (l Muharrem) düşürülmüştür ki bu da toplam 71 güne denk gelmektedir..
1296 (V) Suheylî ve diğerlerine göre ilk vahiy bundan 12 yıl 3 ay 13 gün önce, 17 Ramazan günü gelmişti. Bu zaman aralığında 4 nesî işlemi yapılmış olup, toplam süre 4472 gündür.
1297. (VI) Melek Cebrail’in kendisini ilk ziyaretinden tam olarak 40 yıl 6 ay 5 gün önce, Resulullah (a.s.)’ın dünyamızı şereflendirdiği 12 Rebî’u’l-evvel tarihine kadar geçen 14798 günlük süre içerisinde ise 15 kez Nesî’ye başvurulmuştur. Bu durumda, Resulullah (a.s.)’ın doğumundan Veda Haccı’na kadar 22908 günlük bir süre geçmiştir. Sonuç itibarıyla Resulullah (a.s.) bir pazartesi günü doğmuş, Veda Haccı’nı da bir Cuma günü yapmıştır. Bu tarihler basit metot diyebileceğimiz yöntemle, yani içinde bulunulan döneme göre her yıl, iki yılda bir ya da üç yılda bir Nesî işleminin yapıldığı ve kaynaklardaki tarih uyuşmazlıklarını bağdaştırmaya yönelik olan yöntemle örtüşmemektedir. Aksine, eğer biz öteki yöntemi, yani Nesî işleminin 3., 6., 9., 11., 14., 17., 20., 22., 25., 28. ve 30. yıllarda uygulandığı metodu esas alırsak, yukarıda ele aldığımız bu tarihler doğrulanacak, ancak bu durumda da bazı tarihçilerin Nesî yöntemiyle ilgili olarak verdikleri bilgilerin reddedilmesi gerekecektir. Benim kişisel görüşüme göre Mekkeliler, biri Güney Arabistan’dan gelen Kinde’liler döneminde, diğeri ise Kuzey Arabistan’dan gelen Kusayy ve onun soyundan gelenlerin yönetimi altında bulundukları sırada, Nesî yönteminde değişiklik yapmışlardır. Bunlardan ilki Babillilerden alınan ve 30 yıllık dönem içerisinde 11 kez olmak üzere yıla fazladan 1 ay eklenmesini öngören basit yöntemdi. Daha sonra, bilimsel, ancak daha karmaşık hesaplara dayanan diğer yönteme geçilmiştir ki, bu yöntem Resulullah (a.s.) zamanına kadar yürürlükte kalmıştır. Benim kanımca, olayları yürürlükten kaldırılan yönteme göre tarihlendiren râviler yalan söylememekte, sadece kabileler arasında söylenegelen, kendilerine atalarından miras kalan bilgileri, bu yöntemin gerçekten Mekke’de uygulanmakta olan yönteme uygun düşüp düşmediğine bakmaksızın, diğer kuşaklara aktarıp duruyorlardı. Nesî yani “Ay ekleme işi” ile ilgilenen kimseler için nâsi ve kalammas sıfatlarının kullanılması, değişik dönemlerde farklı iki nesî yönteminin kullanıldığını göstermektedir.
1298 (e) Resulullah (a.s.)’ın Veda Haccı esnasında Arafat’ta söylemiş olduğu Veda Hutbesi’nde, bütün Arabistan için geçerli olmak üzere nesî’yi yürürlükten kaldırdığını biliyoruz; ancak, anlaşıldığı kadarıyla o, bu uygulamayı Hicret’le birlikte sadece Medine’deki Müslümanlar için zaten dolaylı bir şekilde yürürlükten kaldırmıştı. Gerçekte nesî’ işlemine, Mekke’de ve Hac mevsiminin başlangıcını belirlemek için başvurulmaktaydı. Mekke ile ilişkiler Hicretten sonra tamamen koptuğu ve Hac için bile olsa Kâ’be’ye giriş kendilerine yasaklandığı için, Müslümanlar bu nesî işlemini göz önünde bulundurmaya gereksinim duymuyorlardı (çünkü nesî teknik ve karmaşık bir iş idi ve belki de bu işte kullanılan hesaplama yöntemi, Nâsî ya da Kalammas denilen, bir bakıma “Takvim Bakanı”nın ailesi tarafından kıskanç bir biçimde saklanıyordu). Kur’ân ayrıca, 4 ayı kapsayan Eşhuru’l-Hurum’a (Barış ve Esenlik Ayları) eklenmiş ve zamanla yerleşip kalmış örfî tabuları da yürürlükten kaldırmıştır. Resulullah (a.s.) zekât vergisini kurumsal hale getirdiğinde, vergilerin tahsil edilme zamanlarını belirlemek için çift yönlü bir hesaplama sistemi geliştirdi: 1. Ziraî vergiler, fiilen hasadın yapıldığı mevsimde, yani güneş takvimine göre, 2. Ticaret, hayvan sürüleri, maden işletmeleri gibi diğer alanlardaki vergiler ise belirlenen aylarda, yani tamamen ay takvimine göre tahsil edilecekti. Tahsilat dönemleri itibarıyla ortaya çıkan bu iki yönlü sistem, Devlet Hazinesi için de memnuniyet verici bir sonuç verdi: Hükümetler genellikle, Mâlî yılın son aylarında gerekli ödemeleri yapabilmek için nakit sıkıntısıyla karşılaşırlar. Böylece tahsil devrelerinde yürürlüğe konulan bu ikili sistem sayesinde Hazine, birbirinden bağımsız iki ayrı dönemde vergi tahsiline imkân bulmuş ve Devlet, carî harcamalarında bir rahatlığa kavuşmuştur. Öte yandan, Güneş takvimine göre her 33 yıllık dönem 34 Ay yılına karşılık gelmektedir. Bu durumda, ay takvimi uygulamasında, güneş takvimine göre tahsil edilenden “bir dönem daha fazla” vergi tahsil edilmiş olmaktadır.
1299. (f) Müslüman-Arap takvim sistemi ile ilgili yenileştirme çalışmalarının ardından, “bilgin geçinen” bazı kimselerin yol açabileceği hatalardan uzak kalınmış ve böylece Jul Sezar, İznik Konsili ve Papa XIII. Gregorius dönemlerinde yapılmış olan takvim değişiklikleri ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan ve tarihçileri oldukça zor durumda bırakan tarih kaydırmalarını izlemeye gerek kalmamıştır. Zira, örneğin Fransız, İngiliz ve Rus tarih kitaplarında aynı olayla ilgili olarak anlatılanlar birbirlerine göre farklılık gösterirler. Çünkü Fransızlar, 1582’den itibaren Gregoryen takvim reformuna tabi olarak takvimlerinden 10 günü silmişler, İngilizler de 11 günlük bir eksiltmeyle aynı şeyi 1752’den itibaren yapmışlar, ve nihayet Ruslar aynı değişikliği 1918’den itibaren benimseyerek 13 günlük bir farkla tarih düşürmeye başlamışlardır. Bütün bunların aksine İslâm takvimi, okur-yazar olmayanlar da dahil bütün kesimlerce benimsenmiş ve böylece, Ramazan orucuna ne zaman başlanacağını, ne zaman namaz kılınacağını belirlemek için astronomi uzmanlarına ve onların araç-gereçlerine ihtiyaç kalmamıştır. Yapılacak şey gayet basittir: Kamerî ay bazen 29, bazen de 30 gün sürmektedir; bunun dışında bir ihtimal yoktur. Ayın 29. günü akşamı güneşin battığı taraftaki gök ufkuna bakılır. Eğer yeni ay doğmuşsa, batı ufku üzerinde ince ve parlak bir hilâl şeklinde göze çarpacaktır. Aksi takdirde ay, 30 gün olacaktır.
1300. (g) Eğer ayın 29. günü akşamı ufuk bulutla kaplı olduğu için bir görüntü elde edilememişse, Resûlullah o ayın 30 gün olarak kabul edilmesine izin vermiştir.
Ancak, Buhârî ve Müslim’in İbn Ömer’e dayanarak naklettikleri bir başka hadiste Resûlullah’ın, astronomi hesaplarının kullanımına da izin verdiğini görüyoruz:
Bu konuda ayrıntılı bilgi için İbn Kuteybe’nin Kitâbu’l-Envâ’ adlı eserinin 146. paragrafına bakınız. Görünen o ki, bu hadislerden ilki, astronomi uzmanlarının bulunmadığı yerler için, diğeri ise daha gelişmiş bölgeler için söylenmiştir. Örneğin, Avrupa’nın kuzey bölgelerinde astronomi hesaplarına başvurulamadığı ve ayrıca hava da sürekli kapalı olduğu için üst üste birçok ayın 30 gün çektiği kabul edilse bile, havanın açık ve gözleme elverişli olduğu bir akşam, 29. günden birkaç gün önce de yeni ayın hilâlini ufukta görmek mümkün olabilir. (Ben Hacc için Mekke’de bulunduğum sırada da böyle bir durum vuku bulmuştu.) Demek ki, hesaplama yöntemine, buna imkânı olan ve içlerinde uzman Müslüman astronomların bulunduğu yörelerde izin verilmektedir.
1301. (h) Bilindiği gibi hilâlin görülebilme imkânı, bir ülkenin yer kürenin Doğu ya da Batı tarafında olmasına, Kuzey ya da Güney yarım küredeki durumuna, yani o ülkenin enlem boylamına göre değişmektedir. Ayın gökyüzünde incelerek hilâl şekline gelmesi ve gün batımından sonra Batı ufkunda doğuşu, tamamen dünya çevresindeki hareketlerine bağlıdır. Yani, yeni ayın işareti olan hilâl, Japonya veya Endonezya’da henüz oluşmasa ve insanlar tarafından görülmese bile, aynı gün Pakistan, Mısır, Türkiye, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde pekalâ görülebilir. Aynı şekilde, o gün hilâl, gün batımında kuzeydeki Türkistan’da görülmemiş olsa bile, güneydeki Sri-Lanka’da (Seylan adasında) görülmüş olabilir. Veya Paris’te değil de, aynı boylam üzerinde bulunan Afrika’nın güneyindeki Lagos şehrinde görülmüş olabilir. Madem ki tabiat kanunları, bazen bir günlük bir farkın meydana gelmesini gerektiriyor, o halde, örneğin Dakar’da görülen hilâlin Japonya’daki Müslümanlar üzerinde de geçerli olması istenmemelidir. İslâm’a göre önemli olan, Bayram’ın hangi güne rastlayacağını saptamaktan çok, namazın huşu içinde kılınmasıdır.
1302. (i) Biraz da namaz vakitleriyle ilgili birkaç kelime söyleyelim. Normal olarak, ilk namaz olan Sabah namazının vakti, Subh-u Sâdık ya da Fecr-i Sâdık (gerçek tan) göründükten sonra başlayıp, en geç güneş doğmadan önceye kadar devam eder. Öğlen namazı vakti, güneşin en tepe noktaya geldiği Zeval noktasından aşağı doğru eğilmeye başladığı andan, bir cismin gölgesinin, Zeval vakti sahip olduğu gölge boyunun iki misli olduğu zamana kadar devam eder. (Bu konuda küçük bir görüş ayrılığı vardır: Şafiî mezhebine göre, öğlen namazının vakti, bir cismin gölgesi, Zeval zamanındaki gölge uzunluğunun bir misline ulaştığı ana kadar devam eder. Ancak bu ölçü Paris gibi enlem derecesi yüksek olan bölgelerde her zaman uygulanamaz. Bu gibi yerlerde başka hesaplama yöntemlerine başvurulur.) Üçüncü namaz olan ikindinin vakti, öğlen namazının yukarda gösterdiğimiz son kılınma anından başlayıp, güneşin battığı ana kadar devam eder. Dördüncü namaz olan akşamın vakti ise, güneşin battığı andan başlar ve akşamın alaca karanlığının batı ufkunda kayboluşuna kadar sürer. Nihayet beşinci namaz olan Yatsı namazının vakti, akşamın alaca karanlığının batı ufkunda kaybolmasıyla başlayıp, Subh-u Sâdık zamanına kadar devam eder. (Az önce güneş ışığı altındaki nesnelerin uzunlukları ile ilgili olarak ifade ettiğimiz gibi, Enlem derecesinin yükseldiği, Ekvator’a uzak bölgelerde, vaktin tayini için alacakaranlık vaktindeki ölçümler pek de güvenilir değildir).
1303. (j) Vakitlerin belirlenmesinde sıra dışı özellikler gösteren bölgelerden bahsetmeden önce, Subh-u Kâzip ve Subh-u Sâdık olmak üzere iki ayrı “tan” vakti bulunduğunu belirtelim. Resulullah (a.s.)’ın da işaret ettiği gibi bu ikisi arasındaki fark, Subh-u Kâzib’in ince, uzun ve ancak ufka yayılmayan bir ışıma olması; oysa bir süre sonra onu takip eden Subh-u Sâdık’ın, geniş ve yaygın bir ışıma olmasıdır (bk. İbn Kuteybe, el-Envâ’, § 168). Güneşin doğuşundan önce meydana gelen bu olay sırasında, önce doğu ufkunda bir ışık belirir: bu ışık önce dikine bir sütun şeklinde başlayıp, bir süre sonra bu ışık demeti bütün ufku kaplayacak şekilde yayılarak her yeri kaplar.
1304. (k) Ekvator bölgesinde güneş, hemen her sabah saat 6’ya doğru doğar ve yine her mevsimde akşam saat 6’ya doğru batar. Subh-u Sâdık ile güneşin doğuşu arasındaki süre gibi, güneşin batışı ile akşamın alaca karanlığının kaybolduğu an arasında da yaklaşık 90 dakikalık bir süre vardır. Yani ekvator üzerinde bir günlük oruç yaklaşık 13 saat 30 dakika sürmektedir. Ancak Kutuplara doğru gidildikçe, güneşin doğuşu ile batışı arasında giderek artan süre farklılıkları ortaya çıkar. Kışın geceler, yazın ise gündüzler daha uzundur. Bu uzunluk, bulunulan yerin enlem ve boylamına göre değişir; tam Kutup noktası üzerinde ise, -vaktiyle Bîrûnî ve ondan önce de Mes’ûdî’nin işaret ettikleri gibi-, yaz mevsiminin altı ayı boyunca güneş hiç batmaz ve yılın diğer altı ayında da hiç doğmaz. Bu bölgedeki enlem 90º dir. Öte yandan:
9 Mayıs-4 Ağustos arasında 72° Kuzey,
17 Mayıs-27 Temmuz arasında 70° Kuzey,
27 Mayıs-17 Temmuz arasında 68° Kuzey,
13 Haziran-29 Haziran arasında 66° Kuzey
enlemlerinde, İngilizce Nautical Almanac’da belirtildiği gibi, güneş sürekli olarak ufuk çizgisi üzerinde kalır ve ne “gece” olduğunda ne de “gündüz” olduğunda hiç batmaz. Aynı enlemler üzerinde bulunan Norveç, Finlandiya, Kanada gibi bölgelerde, altı ay sonra, gayet uzun bir gece hüküm sürer.
1305. (l) Namazlarda (günlük, haftalık ya da yıllık) olduğu kadar oruç, zekât vb. gibi ibadetleri yerine getirirken karşılaşılan bu güçlüklerin üstesinden nasıl gelinecektir? Gerçekten de uzun bir gündüzün ve uzun bir gecenin yaşandığı ve yılda sadece iki kez normal gün ve gecenin meydana geldiği ekinoks bölgelerinde, Cuma namazı üç yılda bir kez mi kılınacaktır, yoksa bu namaz vaktinin normal bölgelere göre hesaplanması mı gerekir? Kur’ân, bu konuda pekiştirerek şöyle söyler:
“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (İnşirah: 94/56)
Bir başka ayette ise şöyle denmektedir:
“Allah, her şahsı, ancak güç yetireceği ölçüde yükümlü tutar.” (Bakara: 2/286)
Bu da bize çözüm için ne tür yollara başvurabileceğimizi göstermektedir. Resûlullah, hadislerinde gayet açık ve anlaşılır ifadeler kullanarak, eyâletlere tâyin edip gönderdiği vali ve memurlarına:
“Kolaylık gösteriniz! Güçlük çıkarmayınız! İnsanları yıldırıp (dinden) soğutmayınız.”
şeklinde genel kapsamlı talimatlar vermekle kalmamış, aynı zamanda, anormal bölgelerde güneşin doğuş ve batış saatleri ile ilgili sorunların giderilebilmesi için, herkesi hayran bırakacak bir çözüm yolu göstermiştir. Gerçekten, Müslim’in Sahîh’inde (52. Bölüm, Nº 110) ve daha başka birçok hadis kitabında şöyle bir anlatım yer almaktadır:
“Resûlullah bir defasında Âhir zamanda olacak şeylere dair bilgiler verirken, Kıyamet alâmetlerinden biri olarak Deccâl’in (Aldatıcı, Yanıltıcı) ortaya çıkacağından ve yeryüzünde 40 gün boyunca kalarak faaliyette bulunacağından haber verdi; ancak bu günlerden ilkinin bir yıl, ikincisinin bir ay, üçüncüsünün de bir haftaya tekabül edecek şekilde geçeceğini, kalan günlerin ise normal günlerin uzunluğu kadar süreceğini bildirdi. Bunun üzerine, orada bulunan sahabelerden biri ayağa kalkarak, şöyle sordu: “Bir yıl kadar sürecek olan bu uzun günde (normal gündeki gibi) sadece beş defa namaz kılmak yeterli olacak mı?.” Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır!.. Bunu hesaplamak gerekir.”
Kıyamet alâmetlerinden bahseden bu hadiste, kutup bölgelerinden, daha açık bir ifadeyle 65. enleme kadarki bölgelerdeki gün ve gece durumlarından bahsedilmektedir.[924] Resûlullah’ın ifadesi gayet açıktır: “Bu gibi durumlarda, günlerin sayısını ve görünürdeki değil de gerçek “saat”i tayin etmek için, güneşin hareketleri yerine, elimizdeki saatin hareketlerini izlememiz gerekir.
1306. (m) Ancak bu da bütün sorunu çözüp ortadan kaldırmaz. Acaba hangi enlem derecesine kadar olan bölgeler normal kabul edilecek, ve anormal yani Deccâlî bölgeleri hangi noktadan itibaren başlatmak gerekecektir? Resûlullah zamanında Müslümanların gündeminde böyle bir sorun yoktu. Sahâbe döneminde ise, ancak 45. Kuzey enlemine kadar çıkılabilmiş ve Halife Osman zamanında, İslâm orduları Endülüs’ten Maverâu’n-nehir’e kadarki bölgelerde egemen olmuşlardır. Abdurrahman el-Gâfikî zamanında Endülüs Müslümanları, daha kuzeydeki bölgelerde (Paris’e 150 km. uzaklıktaki Tours ve Poitiers’de) uzun süre kalamadılar. Rusya’nın Volga bölgesinde yaşayan ve Hicrî 5. asırdan itibaren İslâm dînine giren Türk asıllı Bulgarlar da görüldüğü kadarıyla bu konuyla ilgili yazılı bir belge bırakmamışlardır. İbn Fadlân bile, bu halkın İslâm’a geçişini konu edindiği seyahatnâmesinde bu konuya hiç değinmemektedir. Bildiğim kadarıyla bu konudaki deneyimlerinden ilk kez bahsedenler, M. 19. yüzyılda Rusya’nın kuzeyinde yaşamış olan Müslümanlardır. (bk. el-Muslimûn dergisinde çıkan makalem, Cenevre’de 1964, V, 455-459. Bu konudaki teorik tartışmalar kuşkusuz çok daha eskilere dayanmaktadır: bk. Kâtip Çelebi, el-İlhâmu’l-Mukaddes adlı makalem, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1971, IV/3-4, s. 153-215.) Sadece bir belgesel olması bakımından burada şunu belirteyim ki, çağımızda, hem kuzey ve hem de güneyde 45. enlem, uç sınır olarak kabul edilmektedir; bu noktadan kutuplara kadar uzanan bölgeler anormal olarak kabul edilmekte ve buralarda çalışma saatlerinde 45. enlem üzerinde fiilen tespit edilen saatler esas alınmakta ve hangi bölge olursa olsun, güneşin görünürdeki hareketlerine göre değil de, koldaki saate göre günlük hayat ayarlanmaktadır: Böylece, 45. enlem üzerindeki saatler, 90. enleme, yani kutba kadar uzanan bölgeler için de geçerli olmaktadır.
1307. (n) Bu hesaplama yöntemi, bunun dışında çeşitli konulara uygulanabilir. Az önce, 66º enlemi üzerinde güneş yılının normale göre 16 gün daha eksik olduğunu görmüştük. Bu durumda, Haziran ayı içinde kalan bir cuma günü karışıklığa gelmektedir. Örneğin, güneşin hareketlerinin izlenmesi sonucunda 12 Haziran’ın bir cuma gününe rastladığını varsayalım. Bu durumda, normal bölgelerde 19 ve 26 Haziran günlerine denk gelen diğer Cuma günleri, bu anormal bölgeye 16 günlük bir gecikmeyle gelecektir. Ramazan ayı ve dînî bayram günlerinin belirlenmesinde de aynı sorunla karşılaşılacaktır. 2 ekinoks günü ve bunun dışında uzun bir gece ve uzunca bir güneşli gündüzden oluşan toplam 3 güneş gününe sahip kutuplarda, cuma günü üç yılda bir, Ramazan ayı ise 119 yılda bir gelecektir! Bugün Finlandiya ve Norveç’te çok sayıda Müslüman bulunmaktadır; bunların sayısı Kanada’da da giderek artmaktadır. Ancak bilindiği kadarıyla, bu bölgelerdeki insanlar, güneş kış mevsiminde bir hafta boyunca hiç doğmadığı zaman bütün bir hafta sürekli olarak uyumamaktadırlar. Aynı şekilde yazın bütün bir hafta güneşin batmadığını görerek, bütün bir haftayı uykusuz ve çalışarak geçirmemektedirler; aksine bu ülke insanları, örneğin saat sabah 9’u gösterdiğinde iş başı yapmakta, akşam saat 18’de evlerine dönmekte ve “gündüz” mü yoksa “gece” mi olduğuna aldırmaksızın akşam yemeklerini yedikten sonra yatmaktadırlar. Gerçekten de onlar, 168 saat süren uzun yaz gününde 7 defa uyumak üzere yataklarına girmekte ve 7 defa da uyanıp işlerinin başına koşmaktadırlar. Aynı şekilde 168 saat süren uzun kış gecelerinde bir defa değil de 7 defa öğle ve akşam yemeği yemektedirler. Yine onlara Haziran ayında, 23 günlük fiilî ve gerçek gün sayısına göre değil de, 30 gün üzerinden maaşları ödenmektedir. Haklar ve görevler birbirinden hiç ayrılmayıp, at başı giderler. Olağan dışı aylarda uzun bir gün boyunca birçok kez yemek yenilip uyunuyorsa, aynı şekilde, Ramazan ayına denk gelen uzun bir güneş gününde de birçok kez oruç tutulup açılabilir. Aynı şey zekât vergisi ödemelerine de uygulanmaktadır; fiilen 355 Kamerî takvim gününün henüz geçmediği gerekçesiyle bu dînî-malî sorumluluk ertelenemez.
1308 (o) Ramazan, Hicrî İslâm takviminin 9. ayıdır. Tamamen ayın hareketlerini esas alarak oluşturulan bu takvim, Hıristiyan Güneş takvimiyle karşılaştırıldığında yaklaşık 11 gün daha kısadır. Demek ki Ramazan ayı, kademe kademe yılın bütün mevsimlerini dolaşarak, bazen kışın Ocak ayına, bazen de yazın Temmuz ayına ve böylece yılın her ayına konuk olacaktır.
1309. (p) Günümüzde giderek daha hızlı bir şekilde gerçekleştirilen yolculuklar, dîninin gereklerini uygulamaya çalışan bir Müslüman için bir başka sorun daha çıkartmaktadır: Eğer bir kimse uçakla Sumatra’dan havalanıp doğruca Sibirya’ya gidecek olsa ya da tam tersini yapsa, oruçlu olması halinde, bu seyahati sırasında acaba orucunu saat kaçta açması gerekir? Hareket ettiği ülkenin saatine göre mi, yoksa vardığı ülkenin saatine göre mi, ya da yoksa uçuş sırasında güneşin battığını fiilen gördüğü ülkenin saatine göre mi orucunu açacaktır? Böyle durumlarda mevsimlere göre değişen büyük saat farkları ortaya çıkmaktadır. Hattâ sesten hızlı bir uçakla yolculuk yapan bir kimse, güneşin battığını hiç görmeden doğudan batıya doğru uçabilmektedir (tabii uçağın hızı yer kürenin dönüş hızına eşit olması halinde). Ya da, batıdan doğuya aynı uçakla gidilmesi halinde, 24 saat içinde bir çok defa güneşin doğup battığı görülecektir. Dünyanın çevresinde dönen uzay aracının içindeki astronot, dünya çevresinde yaklaşık 90 dakikada bir tam dönüş yapacağı için, 24 saat boyunca 16 defa güneşin doğuşuna, 16 kere de batışına tanık olmaktadır. Bu tür sorunlar, Resulullah (a.s.)’ın sahabeleri zamanında geçen ve Tirmizî, Ebû Dâvûd ve İbn Hanbel tarafından nakledilen şu anlatım ile çözümlenebilir gibi gözükmektedir: Bir defasında Ramazan ayı, Suriye’de Medine’ye göre bir gün öncesinden başlamıştı; bu sırada, Suriye’den Medine’ye gelen yolcular, bayramı kutlamak için bir gün beklemek durumunda kaldılar. Ancak, aynı Ramazan ayı içinde eğer Medine’den bir başkası yola çıkmış olsaydı, o da oruçlu olduğu halde Suriye’deki Ramazan bayramına kavuşmuş olacak, ama tutamadığı orucunu daha sonraki günlerde kaza edecekti. Başka bir deyişle, yolculuk esnasında, hareket edilen ülkenin saatleri göz önüne alınmakta ve gidilecek ülkeye fiilen vardıktan sonra ise artık oranın saatlerine uyulmaktadır. Daha önce tutulmaya başlanan oruç, ancak asıl yolculuğa çıkılan ülkenin saatlerine göre açılmaktadır. Örneğin, İngiltere’den Sibirya’ya uçakla gidildiği takdirde, güneşin göründüğü süre ve dolayısıyla güneşe uyularak tutulan oruç çok kısa olacaktır. Aksi yöne doğru, yani Sibirya’dan İngiltere’ye doğru gelindiğinde ise, bu defa da çok uzun süre oruç tutulmuş olacaktır Bu durumda, esasen başlanmış bulunan orucun, yolculuğa çıkılan başlangıçtaki ülkenin saatlerine açılması gerekir. Bir başka sorun da, Asya ve Amerika arasında bulunan ve Okyanus üzerinden boylam şeklinde geçen Tarih Çizgisinden kaynaklanmaktadır: Cumartesi günü Japonya’dan Amerika’ya doğru uçakla giden bir kimse, Amerika’ya vardığında hala cuma gününün yaşanmakta olduğunu görür; Cuma günü Amerika’dan Japonya’ya uçan bir yolcu ise, oraya vardığında, hiç farkına varmadan, birkaç saat içinde ömrünün 24 saatinin “yok olduğunu,” zira Japonya’da çoktan cumartesi gününün başladığını görecektir! Cuma namazının kılınmasında da, benzer durumlar yüzünden karışıklıklar meydana gelmektedir. Yukarıda oruç konusunda verilen dipnot doğrultusunda, bu tür yolculuklar sırasında, yolculuğun başladığı ülkenin vakitlerine ve takvimine uyulması gerektiği, gidilecek yere vardıktan sonra da oradaki saat ve takvime uyulması gerektiğini söyleyeceğiz.
1310. (r) Yukarıdaki paragraflarda, ay takvimini uygulayan Müslüman bir hükümetin, mevsimlere bağlı olarak hasadı yapılan ziraî ürünlerin vergileri dışında, diğer bütün vergileri, her 33 güneş yılında 34 kez tahsil ettiğini söylemiştik. Şüphesiz bu İslâm hükümeti, aynı dönemde memurlarına bir yıl fazladan maaş vermiş olacaktır. Ancak gelirlerin tamamı memur maaşlarına tahsis edilmiş değildir. Maaş ödemelerinden sonra devlet bütçesine kalan paranın önemli bir bölümü toplumsal koşulların iyileştirilmesi ve halkın refahı için harcanmaktadır. Dolayısıyla, Maliye bakanlığı açısından vergilerin ay takvimine göre tahsil edilmesi, Güneş yılını esas alan Gregoryen takvimine göre daha elverişlidir.
1311. Resulullah (a.s.)’ın astronomi alanında gerçekleştirdiği reformlarla ilgili olarak verdiğimiz bu ayrıntılı bilgiler, sanırız bu konuda bir fikir vermek için yeterlidir.[925]
1312. Resulullah (a.s.) zamanındaki astronomi uygulamaları konusunda verilen bilgiler, özellikle rüzgârlar, yağmurlar vb. ile ilgili olarak meteoroloji hakkında birkaç söz söylenmediği takdirde eksik kalacaktır. Resulullah (a.s.), askerî bir sefere çıkarken, karargâhını ve hattâ savaşın yapılacağı alanı, rüzgârın esiş yönünü hesaplayarak belirliyordu. Ve öyle ayarlıyordu ki, savaş sırasında güneş, doğarken ya da batarken Müslümanların gözünü alacak şekilde karşıdan değil de, arkalarından geliyordu. O dönemde sahip olunan meteoroloji bilgilerinin yeterliliği ve düzeyi hakkında ayrıntıya girmeksizin, Resulullah (a.s.)’ın bu bilim dalının uygulamadaki öneminin tamamen bilincinde olduğunu, ve tabiatın bu kanunlarından kendi payına en iyi sonucu çıkaracak şekilde hareket ettiğini belirtmemiz sanırız yeterli olacaktır. Bu noktada, İslâm’ın dinî yönü ile manevî yönü birbiri içine girmektedir. Resulullah (a.s.) şöyle diyordu:
“Hiç sanmayın ki yağmurun yağması filan ya da falanca yıldıza bağlıdır; her şeyi takdir eden ve gerçekleştiren ancak Allah’tır.”
Tabiat olaylarının meydana gelmesinde hiç kuşkusuz bazı sebepler ve sonuçlar söz konusudur. Ancak bu sebep ve sonuçlar da Allah’ın yaratmış olduğu şeylerdir. Öyleyse sebeplerin sebebine, yani her şeyin Yaratıcısı olan Allah’a yönelmek gerekir.[926]
1313. Müslüman tabipler, meslekten yetişme bir hekim olmasa bile, pekalâ pratisyen bir hekim olan peygamberleriyle gurur duymaktadırlar. Gerçekten de Resulullah (a.s.), kendisine başvuran hastalar için birçok reçete önerip tedavi yöntemi göstermiştir. Bu konuya daha sonra döneceğiz.[927]
1314. Adı “büyük tabip” ile eşanlamlı hale gelen efsanevî şahıs Nitâsî (İbn Hizyâm)[928] hakkında elimizde fazla bir bilgi bulunmamaktadır. İslâmî döneme yaklaştıkça, birçok ünlü isim karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki:
1315. El-Hâris ibn Kelede es-Sakafî, aslen Tâ’ifli olup, tıp eğitimini İran’ın Cundeysâbur şehrinde yapmış ve giderek uluslararası bir üne kavuşmuştu. Bu nedenle, Zendâverd şehrinin Nûşcân adındaki satrap’ının (vali), İranlı tabiplerden ümidini kesmesi üzerine, tedavisi için onu getirtmesine şaşmamalıyız. Bu satrap, iyileştikten sonra, el-Hâris’e, kendisinden ödül olarak ne dilediğini sormuş, el-Hâris de, cevaben, doğduğu şehir olan Tâ’if’i surlarla takviye etmek üzere bir mühendis gönderilmesini talep etmiş ve Nûşcân da bunu kabul etmişti. Surların inşâ edilmesinden sonra, Vacc vadisindeki bu savunmasız şehir, gerçek Tâ’if (sur) haline gelmiştir. Nûşcân ayrıca kendisine bazı kıymetli hediyelerin yanı sıra, Belazurî’ye göre (Ensâb, I, 489) Bâmîh (Türkçe’de yaygın bir kadın adı olan Pamuk; acaba buradan, onun Türk asıllı olduğu anlamı çıkarılabilir mi) adında genç ve güzel bir câriye hediye etmiştir. Daha sonra Mekke’ye gelen bu kız Sümeyye adını almış ve İslâm’ın ilk dönemlerinde Ebû Cehil, Müslüman olması üzerine, karnına bir mızrak saplayarak onu katletmiştir. El-Hâris adlı bu tabip, Mekke’de de pek aranırdı. Hatta İbn Ebî Usaybia’nın Tabakâtu’l-etibbâ adlı biyografik sözlüğünde verdiği bilgiye göre kendisi, sağlık bilgisi (hijyen) konusunda da bir kitap yazmış olup, bu eserden alınan bir takım uzun alıntılar el-Gazûlî’nin Metaliu’l-Budûr (II, 101-103) adlı eserinde günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca, el-Kıftî’nin tıp tarihi ile ilgili eserinde beyan ettiğine göre, el-Hâris, bir zamanlar Resulullah (a.s.)’ı bile tedavi etmişti. Anlaşıldığına göre kendisi onun tedavisinden çok memnun kalmıştır; zira, İbn Hacer’in el-İsâbe adlı eserinde (bk. “el-Hâris” maddesi) naklettiğine göre, Sa’d ibn Ebî Vakkas hastalandığında, Resulullah kendisini ziyarete gitmiş ve kendisini el-Hâris’e tedavi ettirmesini salık vermiştir. Kaynaklar, el-Hâris’in Iran imparatoru Kisrâ’nın huzuruna da kabul edildiğini ve Kisrâ’nın, acınacak durumdaki Bedevilerin bu temsilcisinin sahip olduğu akıl ve zekâ karşısında çok etkilendiğini ve görüşmeleri sırasında aralarında geçen konuşmaların hatırasının dilden dile dolaşarak muhafaza edildiğini doğrulamaktadırlar (Kaynakların referansları için, yukarıda geçmiş olan Hevâzin ve Tâif kabileleriyle ilgili bölüme bakınız). Bu tabibin oğlu en-Nadr ibn el-Hâris de, babasından öğrenmiş olduğu basit bilgiler sayesinde, şifâ dağıtan bir hekim sıfatıyla ün yapmıştır. Kendisi aynı zamanda bir müzisyen ve bir tarihçi olarak da bilinirdi. (Ayrıntılı bilgi için bk. İbn Hişâm, s. 191.) Ancak, Resûlullah’ın yakın bir akrabası (yani teyzesinin oğlu) olmasına rağmen, sadece İslâm’a karşı değil, aynı zamanda Resulullah (a.s.)’ın şahsına karşı da körü körüne saldırmış (bk. İbn Ebî Useybia, I, 113), ancak bunun hesabını daha sonra ödemek zorunda kalmıştır.
1316. Aynı dönemde, Tâ’if yakınlarında yaşayan Hıristiyan bir papaz vardı. Bu papaz da, Resulullah (a.s.)’ın küçük yaşta iken yakalandığı bir göz hastalığını (muhtemelen çapak ya da göz iltihabı) tedavi etmişti (bk. el-Halebî, İnsânu’l-‘Uyûn, I, 149).
1317. Arabistan’ın güney-doğu bölgesinde yaşayan Damâd el-Ezdî de akıl hastalıklarını iyileştirme konusunda ün yapmıştı. Bir defasında Mekke’yi ziyaret ettiğinde (muhtemelen İslâm öncesindeki Hac dönemlerinden biri esnasında), oralarda Allah’ın Resulü olduğunu söyleyen bir mecnûnun bulunduğundan kendisine bahsetmişler ve o da merak ederek Resulullah (a.s.)’ın yanına varmış, ve sokak çocuklarının onun peşine takıldığını görmüştü. Damâd ona tıbbî bir tedavi uygulamayı önermiş, ancak yaptıkları sohbetten sonra, İslâm toplumu, Mekkeli olmayan ilk Müslümanlardan birini daha kazanmıştı (bk. Muslim, Sahîh, ilgili bölümde; İbn Hanbel, I, 302).
1318. Doğu Arabistan’da yaşayan Teymu’r-Rebâb kabilesine mensup Ebû Rimse et-Teymî’nin hikâyesi de oldukça ilginçtir. Kendisi İslâm’ı kabul etmek üzere Medine’ye gelmişti. Hekim olması dolayısıyla duyduğu merak, kendisini, Allah Resulünü ayırt etmede bir işaret olarak bilinen ve Resûlullah’ın omuzunda bulunan güvercin yumurtası büyüklüğündeki mührü, bir tür tümör olabileceği düşüncesiyle incelemeye ve ameliyatla onu bulunduğu yerden çıkarmaya sevk etmişti. İbn Hanbel (II, 227, 228 vs.) ve İbn Sa’d (I/II, s. 132-133), Ebû Rimse’nin Resulullah (a.s.)’a şöyle söylediğini naklederler:
“Ben tabipler ailesine mensup bir doktorum; benim babam da çok ünlü bir hekimdi. Vallahi insan vücudundaki hiçbir kan damarı ve kemik bizim için meçhul değildir. Omuzundaki şu hastalığı bana bir göster: eğer çıkıntılı bir yumru (sal’a) söz konusu ise onu kesip yerinden çıkarır ve ilâçla tedavi ederim.”
Tabii ki Resûlullah bu ameliyata razı olmamıştır. Ancak burada anlatılan olay, Arabistan’da tıp ilminin seviyesini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Benû Âmir kabilesine mensup ve Etabbu’l-‘Arab (Araplar nezdinde en büyük doktor) lâkabıyla anılan bir başka tabip de aynı “tümör” ile ilgilenmiştir (bk. Taberî, Târîh, I, 1146).
1319. Resulullah (a.s.) bir gün, anlaşıldığı kadarıyla Medine’de yaralı bir kimseyi ziyaret ederek şöyle söylemişti:
“Filân kabilenin tabibini çağırınız.”
Tabip geldiğinde ona şöyle sordu:
“Ey Allah’ın Resulü, ilâç bir işe yarar mı?”
(Tabibin bu soruyla, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve ilâç kullanma ve tedaviye başvurmanın Allah’a tevekkülle bağdaşmayacağını söylemek istiyordu). Resulullah (a.s.) şöyle cevap verdi:
“Sübhânallah! Acaba Allah şu yeryüzünde dermanını vermediği herhangi bir hastalık yaratmış mıdır?”
İbn Hanbel tarafından nakledilen (V, 371) bu hadiste başka bir ayrıntıya yer verilmemektedir.
1320. Mâlik tarafından (Muvatta, ‘Ayn 50/12) ) nakledilen şu hadiste de keza fazla bir ayrıntı yoktur: Bir gün Benû Enmâr kabilesinden iki tabip, Resûlullah’ın huzuruna gelmişler ve o da onlara şöyle sormuştu: “İkiniz arasından hanginiz daha iyi tabipsiniz?” Ancak hadisin bundan sonraki bölümünde, tedavi ve bakımın, en iyi ve en nitelikli uzmanlara yaptırılması öğütlenmektedir.
1321. Kadın tabibeler konusunda da elimizde bazı bilgiler bulunmaktadır. İbn Hanbel’in naklettiğine göre (VI, 67), Ayşe’nin yeğeni Urve, bir gün kendisine şöyle sormuştu:
“(Resulullah’ın hanımı olduğun için) senin fıkıh konusunda çok şey bilmene hayret etmiyorum; ve yine (bu konularda büyük bir uzman olarak bilinen Ebû Bekir’in kızı olduğu için) İslâm Öncesi Arap şiiri ve tarihi konusundaki birikimin de beni şaşırtmıyor. Ama sen aynı zamanda tıp ilmine de vakıfsın, bu bilgi nereden geliyor?”
Ayşe şöyle cevap vermiştir:
“Ey Urve’ciğim! Resûlullah ömrünün son dönemlerinde kendisini pek iyi hissetmiyordu. O sıralarda Arabistan’ın her köşesinden kendisini ziyarete bir takım heyetler gelirdi; Resulullah (a.s.)’ın rahatsızlığını öğrenince, her biri değişik reçeteler önerdi ve ben de bu reçetelere göre kendisini tedavi ettim. Bilgim buradan gelmektedir.”
1322. Bedeviler arasında efsane haline gelmiş bir kadın doktor daha vardı. Şâir Ebû Simâk el-Esedî şiirlerinde bu kadının yeteneklerini dile getirmekte ve şöyle yakınmaktadır:
“Benû Evd’in uzaklardaki tabibesi Zeyneb’e kendimi gösteremedim diye ölmem mi gerek?”
Bu kadın çok uzun bir ömür sürmüş olmalıdır, zira kendisi daha sonra aynı şairin yeğenini tedavi etmiş ve onun gözlerine antimon sürerek, ilâcın nüfuz etmesi için bir süre sırtüstü yatmasını istemişti (bk. el-Isfahânî, el-Ağânî, XIII, 114). İbn Ebî Usaybia da, tabiplerle ilgili biyografik sözlüğünde, bize coşkulu bir biçimde şu bilgiyi vermektedir:
“Bu kadın, bütün tıbbî uygulamalardan haberdardı ve kendisini tedavi konusunda yetiştirmiş, göz hastalıkları ve yaraların iyileştirilmesinde uzmanlaşmıştı; ve bu yüzden Araplar arasında büyük bir üne kavuşmuştur.”[929]
1323. Allah’ın takdirine tevekkül etmenin faziletleri üzerinde durmakla beraber, dinler genellikle, bizzat Allah’ın içinde bulunduğumuz şu fani alemi bir “sebepler ve sonuçlar dünyası” olarak takdir ettiği gerçeğini görmezlikten gelirler ve mensuplarına, yakalandıkları hastalıkları tedavi ettirmekten çok, sabır ve tahammül göstermelerini salık verirler. Resulullah Muhammed (a.s.)’in öğretisi şunu ortaya koymuştur ki, İslâm, Allah’ın Kâdir-i Mutlak sıfatının gerçek anlamını pek güzel kavramıştır. Örneğin, bir gün bir tabibin kuşkusuz zühd ve takvası nedeniyle Resulullah’a “İlaç ve tedavi bir işe yarar mı?” diye sorması üzerine, o derhal şöyle buyurmuştur:
“Sübhânallah! Acaba Allah şu yeryüzünde dermanını vermediği herhangi bir hastalık yaratmış mıdır? Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez... Eğer sen hastalığı kesinlikle iyileştiren ilâcı bulmuşsan, Allah’ın takdir ve emriyle hasta iyileşir.” (İbn Hanbel, V, 371)
Şüphesiz herşeyi takdir eden Allah’tır, ancak O, bunları sebepler ve vasıtalarla gerçekleştirmektedir, ve Allah, istenilen sonuçları elde etmek için insanın çaba göstermesini ve sebeplere sarılmasını bizzat istemiştir.
1324. İbn Hanbel (IV, 278) de bize şöyle bir hadis nakletmektedir: Bir gün bazı Bedeviler Resûlullah’ın huzuruna girmişler ve konuşma sırasında kendisine şöyle bir soru yöneltmişlerdi:
“İslâm’da ilâç kullanmak suretiyle tedavi olmak meşru mudur?”
Resûlullah, gayet anlaşılır bir biçimde şöyle cevap vermiştir:
“Elbette! Zira, Allah, ihtiyarlık dışında, çare ve dermanını vermediği hiçbir hastalık yaratmamıştır.”[930]
1325. Kur’ân’da geçen şu ayet, Müslüman tıp adamlarını ziyadesiyle hayran bırakmıştır:
“Yiyiniz ve içiniz, ancak aşırıya kaçmayınız! Gerçekten O (Allah), aşırıya kaçanları sevmez.” (A’râf: 7/31)
Koruyucu hekimlik konusunda bundan daha iyi bir öğüt verilemez.
1326. Balın yararlarından bahseden şu ayetler de son derece ilginçtir:
“Rabbin bal arısına: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir” diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl: 16/68-69)
Balın her biri farklı özelliklere sahip çeşitli çiçeklerden meydana geldiğini gören tıbbî tedavi uzmanları, çeşitli bal türlerini ya da bunların karışımlarını esas alan ayrı bir bilim dalı geliştirmişlerdir. Ancak bu, son dönemlerde ortaya çıkmış, yani modern bir yöntemdir. Oysa, Resulullah (a.s.), çeşitli hastalıkların tedavisi için balı tavsiye etmiş ve rivayetlerden de anlaşıldığına göre, bu tedavi yöntemi başarılı sonuçlar vermiştir.
1327. Kur’an’da Eyyûb Peygamber’le ilgili olarak anlatılan kıssada (Sâd: 38/42) kaplıca suyu ile tedaviden söz edilmektedir. Müfessir Taberî’ye göre tedavi edici iki ayrı su kaynağı mevcuttu: Eyyûb (a.s.), bunlardan birinde duş alarak yıkandı ve hastalığı iyileşti; diğerinden ise içme suyu olarak yararlandı.
1328. Kur’ân’da embriyon oluşumu ile ilgili tasvirler (Mü’minûn: 23/14; Hac: 22/5), gerek içerdikleri açık ve net ifadeler ve gerekse diğer uygarlıkların tıbbî tedavi konusunda bile pek bilmedikleri şeyler olması bakımından oldukça ilginç ve etkileyicidirler. Bu ayetlerden biri aşağıda verilmiştir:
“Andolsun ki biz, insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alakayı bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir.” (Mü’minûn: 23/12-14)
1329. Kur’ân’da geçen Ya’kûb ve Yûsuf peygamberlerin kıssaları (Yûsuf: 12/84-96), bize göz hastalıkları ile ilgili bir olaydan bahsetmektedir: Ya’kûb Peygamber sevgili oğlu Yûsuf’u kaybetmiş ve üzüntü ve kederinden ağlaya ağlaya gözlerine perde inmişti. Daha sonra kendisine oğlu Yûsuf’un bulunduğu haberi getirilip, Yûsuf’un gömleğinin yüzüne sürülmesi üzerine, Ya’kûb Peygamber öylesine heyecanlandı ki, cerrahî bir müdahaleye gerek kalmadan gözleri iyileşti ve yeniden görmeye başladı. Mekke’de kendisine işkence yapılan Zinnîre’nin başından geçenler de aynı olaya bir başka örnektir (bk. İbn Hişâm): Bu kadını o derece dövdüler ki, sonunda gözleri görmez oldu. Ancak onun için gerçekte dayanılmaz olan şey, alay ve hakaret amacıyla, terk ettiği putların ceza olarak kendisini kör ettiğini söylemeleri idi. Hüzün ve keder içinde ağlayıp, bütün zühd ve takvasını toplayarak öylesine bir dua etti ki, ertesi gün kendisine işkence edenlerin şaşkın bakışları arasında tekrar görmeye başladı. Daha sonra Ebû Bekir onu satın alarak azât etmiştir.
1330. Kur’ân’ın şer’î hükümleri arasında yer alan oruç (Bakara: 2/183) üzerinde özellikle durulması gerekmektedir: Orucun tıbbî bakımdan sağladığı yararlar günümüzde giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Öyle ki, Fransa, Almanya ve İsviçre gibi birçok ülkede özellikle bazı kronik rahatsızlıkların, her biri muhtelif süreleri kapsayan oruç tedavisiyle iyileştirildiği başlı başına bir tedavi ekolü bulunmaktadır. Oruç tutan kimselerin mide hastalıklarına pek az yakalandığı kuşkusuzdur. Orucun askeri, manevî vb. yönden sağladığı faydalar ise buradaki konumuzun dışında kalmaktadır.[931]
1331. Devlet Başkanı olması dolayısıyla Resulullah (a.s.), tebeasının sağlık işleriyle yakından ilgilenmek zorundaydı. Onun hikmet dolu talimat ve emirlerinden birkaçına değinelim:
1332. İbn Mâce ve Nesâ’î’nin naklettiklerine göre, Resulullah, tıp ve hekimlik bilgisine sahip olmayan kimselerin, hastaların tedavisiyle uğraşmalarını resmen yasaklamış ve bu hastalara verecekleri her türlü zarardan kendilerinin sorumlu olacaklarını açıklamıştır. Ebû Dâvûd da, Resulullah (a.s.)’ın, tabibe ödenecek tedavi ücretinin meşru olduğunu açıkladığını nakleder.
1333. Buhârî[932] ve diğer hadis kitabı sahipleri, Resulullah (a.s.)’ın, “Veba görülen bir yerde oturanların bulundukları yeri terk edemeyecekleri, başka bölgelerde oturanların da onları ziyaret edemeyecekleri” talimatını verdiğini naklederler. Modern karantina yönteminin ta kendisi olan, bulaşıcı hastalıkların önüne geçmek için bundan daha iyi ne gibi bir çözüm olabilirdi ki!
1334. Askerî seferlere çıkıldığında, Resulullah (a.s.)’ın karargâhında her zaman kadın hastabakıcılar da bulunurdu. Medine’de de, bu konuyla ilgili olarak sık sık “Rufeyde’nin çadırı”ndan söz edilir. Hattâ bu çadır bazen Medine’deki büyük mescide kurulur ve yaralılar buraya taşınırdı. Her halde Rufeyde’nin sıradan bir hastabakıcı olmaktan başka özellikleri de olması gerekir. İbn Hişâm’ın ifadesine göre, bu hanım Eslem kabilesine mensup olup, hem yaralıların bakımıyla ilgilenir, hem de gönüllü olarak, sahipsiz Müslümanların hizmetine koşardı.[933]
1335. Anlaşıldığı kadarıyla Resulullah (a.s.)’ın yeterli derecede tıbbî bilgisi bulunmaktaydı. Gençliğinde birçok ülkeye yolculuk yapmış, Filistin’de, Yemen’de ve Güney Doğu Arabistan’daki Umân’da bulunmuştu. Kur’an’ın denize, denizciliğe ve fırtınalı havalardaki gemilerin tasvirlerine sık sık göndermede bulunmasına bakarak, kimi müfessirler, Resulullah (a.s.)’ın ticaret amacıyla muhtemelen Habeşistan’a gitmek için deniz yolculuğuna çıkmış olabileceğine dair görüşler ileri sürmüşlerdir. Yeğeni Ca’fer, Mekke’de uygulanan işkence ve zulümden kaçmak için Habeşistan’a sığınma isteğini ilettiğinde, Resulullah (a.s.) kendisine, Necâşî’ye hitaben yazdığı ve onunla bizzat tanıştığı izlenimi uyandıran bir tavsiye ve takdim mektubu vermişti. Sonuç ne olursa olsun, Resulullah (a.s.)’ın tıbbî konularda birçok tavsiye, öğüt ve reçeteleri bulunmaktadır. Bu hususta ciltler dolusu eserler kaleme alınmıştır. Bir yandan Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce gibi büyük hadis bilginlerinin eserleri Resulullah (a.s.)’ın tıp anlayışıyla ilgili uzun bölümler içerirken; öte yandan, daha ilk dönemlerden itibaren İslâm Peygamberinin tabiplik ve hekimliği konusunda, çeşitli yazarlar, onu anlatan özel kitaplar kaleme almışlardır.
1336. Bildiğim kadarıyla, bu türe ait en eski derleme, H. 120’de vefat eden Abdu’l-Melik İbn Habîb’e ait olsa gerektir. İbn Hacer, İsâbe adlı eserinde onun bu konudaki çalışmasından bahseder. Brockelman (GAL) ve Kâtip Çelebi (Keşfü’z-Zünûn), Tıbbu’n-Nebî adını taşıyan ondan fazla Arapça kitap bulunduğuna işaret ederler. Bu konuda, Farsça, Türkçe, Urduca vs. gibi diğer dillerde yazılmış eserler de vardır. Bu tür eserlerin içeriğinin incelenmesi, bir tarihçiden çok bir tıp adamını ilgilendirmektedir. Bununla beraber, dikkat çeken bazı genel noktalara işaret edelim:
1337. İbn Hanbel (III, 453), bir tabibin Resulullah (a.s.)’a kurbağanın bünyesinde ilaç özelliği taşıyan bir maddenin bulunduğunu söylediğini, ancak Resûlullah’ın, kurbağaların öldürülmesini ve onların ilaç yapımında kullanılmasını yasakladığını nakleder.
1338. Aynı yazar,[934] Târık ibn Suveyd el-Hadramî’nin durumuyla ilgili bir hadisten de bahseder (IV, 311, V, 293): Adı geçen sahabe Resulullah (a.s.)’a:
“Ey Allah’ın Elçisi! bizim memleketimizde yetişen üzümlerden şarap imâl ediyoruz; bunu içebilir miyiz?” diye sormuş, o da bunu yasaklamıştı. Fakat Târık, emin olmak için ısrar etti:
“Ama biz (bu şarapla) hastalarımızı tedavi ediyoruz!.”
Resulullah (a.s.), alkollü içkilerle tedavi yapılamayacağını, hatta bu içkilerin bizzat hastalığa yol açtıkları cevabını vermiştir.
1339. Bu arada, her vakit namazından önce abdest alınması gerektiğini de unutmamamız gerekir. Kur’an, bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunuyorsanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsel birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.” (Mâide: 5/6)
1340. Bu arada belirtelim ki, -ister erkek isterse kadın için- sadece cinsel birleşmeden sonra değil, aynı zamanda uyku halinde iken ihtilâm olunduğunda da boy abdesti (gusül) almak gereklidir. Bunların dışında, kadınların hayız (aybaşı, regl) hallerinin sona ermesinden ve çocuk doğurduktan sonra nifâs (loğusalık) hallerinin bitmesinden sonra da gusül abdesti almaları gerekir. Cuma namazı öncesinde, bir cenazeyi defnetmek amacıyla onu gasletmeden önce, ve sâir teçhiz işlerini tamamladıktan sonra cenazeyi yıkayan kimsenin gusül abdesti alması, farz derecesinde kuvvetle emredilmiştir.
1340. Kendim bizzat görüp inceleme fırsatı bulamamakla birlikte, E. Enke’nin Die Medizin im Koran (Stuttgart, 1906, 92 s.) adlı Almanca eserine de burada işaret etmek isterim.
1342. Resulullah (a.s.)’ın sağlık konusunda vermiş olduğu genel talimatlara ait bazı parçaları okuyucuyla paylaşmak isterim: İbn Abd Rabbih (el-‘Ikd, VI, 271), Resulullah (a.s.)’ın bir hadisinde, sağlığı bozulan kimselere hava değişimini tavsiye ettiğini bildirmektedir. Yine birçok yazar, Resulullah (a.s.)’ın dişlerin gün içinde sık sık fırçalanması gerektiği üzerinde durduğunu belirtmektedirler. Aynı şekilde tırnakların ve saçların kesilmesi ve vücûdun mahrem yerlerindeki tüylerin temizlenmesi de hadislerde emredilmiştir. Ayrıca, her yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması gerektiğine de işaret edilmiştir. Temizliğe teşvik konusunu Müslim, Tirmizî ve İbn Hanbel’in naklettikleri:
“Temizlik imanın yarısıdır” hadisiyle bitirelim. Ayrıca, Resulullah (a.s.)’ın İbn Mâce’den nakledilen şu hadisinde, insanın ruhsal yapısına verilen önem de göze çarpmaktadır (bk. Nº 1438):
“Bir hastayı ziyaret ettiğinizde ona uzun bir ömür ümidi telkin ediniz; bu onun alın yazısını değiştirmez ama hastanın sevinmesini sağlar.”[935]
1343. Hadis kitaplarını karıştırırken, bazı hastalıkların isimleriyle karşılaştım. Liste tam olmamakla birlikte, o dönemde Arabistan’da rastlanan tropikal hastalıklar hakkında bir fikir verecektir:
Beyaz cüzam (bars-): Deride beyaz lekelere yol açan bir hastalık.
Kara cüzam (Cuzâm-): Parmakların dökülmesine yol açan cüzam.
Karın ağrısı (batn-): Bir tür mide rahatsızlığı.
Migren (şakîka-): Bir tür baş ağrısı.
Akciğer iltihabı: (Zâtülcenb-)
Kızıl (hasba-): Kırmızı döküntülü bir cilt hastalığı.
Ateş (humma-): Şiddetli ateşin görüldüğü bir hastalık.
Çiçek (cudrî-): Deride çiçek şeklinde iz bırakan bir hastalık.
Akıl hastalığı: (cünûn-)
İshal: (meşî-)
Göz çapaklanması: (ramd-)
Baş ağrısı: (sudâ’-)
Boğaz ağrısı (‘uzra-)
Yumurtalık yangısı (udre-) vs.
1344. Aynı kaynaklarda, ilâç olarak kullanılan çok sayıda ot adı geçmektedir. Ayrıca bu kitaplarda, bu ilâçların nasıl hazırlanıp uygulanacağı hakkında da çeşitli bilgiler yer almaktadır: Boğazdan, burundan, şayet hastanın ağzını açamadığı durumlarda dişlerin arasından vs. gibi.
1345. Tedavi amacıyla, Kur’an’daki bazı özel ayetlerin usulüne uygun bir biçimde okunmasının meşruluğu da Resulullah (a.s.)’tan naklen gelen hadislerde gösterilmiştir. Kur’ân tilâvetinin mümin üzerinde en azından ruhî-manevî bir yumuşama etkisi yaptığı inkâr edilemez. Ben, “kara büyü” denen belâya uğramış bir çok kimse üzerinde bunun olumlu etkilerine bizzat tanık oldum.[936]
1346.İbn Hişâm’ın naklettiğine göre (s. 1006), Resûlullah, hasta olduğu bir gün, “yedi ayrı kuyudan alınmış bir su karışımı” ile yıkanmıştı.
1347. Yine Resûlullah, Buhârî (76/19) ve İbn Hanbel’in (2/443) naklettikleri bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
“Cüzamlıdan bir kaplandan kaçar gibi kaçınız.”
Ne gariptir ki, Hansen denilen cüzam mikrobunun şekli bir kaplanı andırmaktadır. Medine’ye gelen Sakîf heyeti içinde cüzamlı biri de vardı; Resûlullah ona şöyle bir haber gönderdi:
“Senin biat yeminini kabul ettik; (beni şahsen görmeden) ülkene dönebilirsin!” (bkz. İbn Mâce, Nº 3544; Muslim, Nº 2231).
Halkın arasında iken böyle davranmıştı ama, bir başka defa da, Cüzamlı birini özel olarak yemeğe davet etmiş ve onunla birlikte aynı kaptan yemek yiyerek, bu hastaya şöyle demişti:
“Allah’a güvenerek yemeğini ye!”(bkz. İbn Mâce, No. 3542).
1348. Bir defasında, çok zayıf düşmüş bazı Bedeviler Medine’ye gelmişlerdi. Resulullah (a.s.) bunlara deve sütünün yanı sıra idrarını da içmelerini salık verdi ve bu iş için bizzat kendisine ait olan deve sürülerinden yararlanmalarına izin verdi. Bir süre sonra bu Bedeviler, eski sağlıklarına kavuşup semirince, sürü çobanını öldürerek develeri kaçırdılar; daha sonra bunlar yakalanarak gerekli cezaya çarptırılmışlardır (Buhârî, 4: 66; Müslim 28 Nº 9, 10 vs.).
1349. Buhârî, İbn Hanbel vs. gibi muteber hadisçiler,[937] günümüz tıbbını güç durumda bırakan Resulullah (a.s.)’ın şu hadisini naklederler:
“Eğer bir sinek yemek tabağının içine düşer de, sadece bir tek kanadı yemeğe batacak olursa, sineği çıkarıp atmadan önce diğer kanadını da yemeğe daldırmak gerekir; zira sineğin bir kanadında hastalık, diğerinde ise bunun ilâcı vardır.”
Acaba burada, özel bir sinek türü mü söz konusudur, yoksa sineklerin bugünkünden daha az mikrop taşıdıkları bir devir veya bölge mi söz konusudur? Muhammed (a.s.)’in bu talimatını folklorik ya da batıl inanca dayanan bir bilgi olarak değerlendirmeden önce, biyolog ya da tabiblerin meseleyi derinlemesine ele alarak incelemeleri çok yerinde bir hareket olacaktır. Resulullah (a.s.)’ın şu hadisinde ne kadar büyük bir hikmet bulunduğunu kim bilebilirdi:
“Şayet bir köpek ağzını bir kaba daldıracak olursa, insanlar tarafından bu kap kullanılmadan önce, ilki ince temiz toprak ile olmak üzere yedi defa su ile ovulup çalkalanması lâzımdır.”
Tıbbî imkânların bulunmadığı bir yerde, köpekteki kuduz mikrobuna karşı temiz kilden daha basit bir antiseptik olabilir mi?
1350. Tıp ilimlerini himâyesi altına almak ve bunların teşvik etmek suretiyle Resulullah (a.s.)’ın izlediği bu politika çok mutlu sonuçlara yol açmıştır. Kendisi H. 11 yılında vefat etmiş ve daha H. 14. yılda, Halife Ömer (RA), Kadisiye meydan savaşı sırasında, askerlerin tıbbî ihtiyaçlarını karşılamak üzere, İslâm Ordusunun yanı sıra birçok doktor (etıbba) göndermişti (bk. Taberî, I, 2225-6).[938]
1350/1. Tıp ve hekimliğin yanı sıra, insanoğlunun yeryüzündeki temel ihtiyaçlarından biri de, onun oturulacak yerler inşa etmesi ve bunları belli bir konfor ve dekor içerisinde düzenlemesidir. Arap Yarımadasında Yemen ülkesi, Atina Şehir devletinin kurulmasından çok önce, anıtsal binalara sahipti; ancak biz incelememizi Resulullah (a.s.) dönemi ve onun çevresi ile sınırlandıracağız.[939]
1350/2. İncelememizin arka planı olarak, bu konuda birçok terimin kullanılmış olduğu yüze yakın Kur’an ayetinin bulunduğunu belirtmek durumundayız:
1350/3. İnsanoğlunun yeryüzünde ilk önce mağara ve kovukları mesken tuttuğu varsayılmaktadır. Hattâ ev inşa etmeyi öğrendiği zaman bile, arada sırada bazı geçici ihtiyaçlarını karşılamak üzere önceki yerleri kullandığı da olmuştur (bk. Nahl: 16/81). Örneğin Kur’ân, dinleri yüzünden işkenceye maruz kaldıkları için uzun yıllar boyunca böyle bir mağaraya sığınan Yedi Uyurların (Ashâb-ı Kehf) başından geçenleri gözümüzde canlandırır (Kehf: 18/9 ve devamı). Aynı surede, muhtemelen mağaralarda sakladıkları kütüphaneleriyle Essenli bir insan topluluğundan (Rakîm) da söz edilmektedir. Kur’ân’da, Resûlullah Muhammed (a.s.) ve Ebû Bekir es-Sıddîk’in, Hicret sırasında Sevr Dağında bir kaç gece konakladıkları mağaradan da söz edilmektedir (Tevbe: 9/40). Bunun dışında, Resulullah (a.s.)’ın, İslâm’dan önceki yıllarda Hira mağarasına ibadet niyetiyle itikâfa çekildiği bilinmektedir ki burada Kur’ân’ın ilk ayetleri kendisine nazil olmuştu (Kadir: 97/1’de bu olaya göndermede bulunulmaktadır). Tevbe: 9/57’de de bu olaydan genel ifadelerle bahsedilmektedir. Kur’an’da, dağlarda tabiatın açtığı mağaraların yanı sıra (Nahl: 16/80), insanoğlunun çeşitli vesilelerle kayalık bölgelerde oyarak yapmış olduğu meskenlere de işaret edilmektedir (A’râf: 7/74, Hicr: 15/82, Şuarâ: 26/14). Çünkü bu tür konutlar sahanlıklara inşâ edilen, dayanıksız ve yangın çıkması halinde hemen yok olup gidecek konutlardan daha güvenli ve dayanıklıydılar (Kayalıklara oyularak inşâ edilmiş bu evler, örneğin Kuzey Arabistan’da varlıklarını hala sürdürmektedirler).
1350/4. Göçebelerin seyyar çadırlarından başka (Nahl: 16/80) Kur’ân’ın birçok ayetinde, beyt ve kasr terimleri, ev anlamında kullanılmıştır. Muhtemelen beyt, çamur ve tuğlalardan, kasr ise kesme taşlardan inşâ edilmiş evlerdir. Kuşkusuz Kur’an’ın sözünü ettiği ev’in (Beytullah’ın) kaide ve temelleriyle ilgili gelişmeler (Bakara: 2/127, Nahl: 16/26) sonraki dönemlerde ortaya çıkmışlardır. Örneğin:
Duvarlar: Kehf 18/77 ve 82,
Çatı: Nahl:16/26, Zuhruf: 43/33, Tûr: 52/5,
Kapı: Bakara: 2/189 vd.
Kilit: Muhammed: 47/24,
Anahtar: Nûr: 24/61,
Kilit altında tutulan hazineler: Kasas: 28/76,
Kiriş ve payandalar: Fecr: 89/7, Hümeze: 104/9,
Tünel: En’âm: 6/35.
1350/5. Hattâ yine Kur’ân’da kurşunla kaplanmış yapı (Saf: 61/4), takviye edilmiş kale burçları (Nisâ: 4/78), surlarla çevrili muhkem şehirler (Haşr: 59/14), her tarafı süslerle kaplı ev (İsrâ: 17/93) ve şu dikkat çekici ayet yer almaktadır:
“Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları ziynetlere boğardık. Bütün bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise, Rabbinin katında, Allah’ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 43/33-35).
Öte yandan, ziynet sözcüğü evlerin dekorasyonu için de kullanılmıştır. Bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Siz böyle eğlenmek amacıyla her yüksek yere bir anıt dikip duracak mısınız? Temelli kalacağınızı ümit ederek sağlam yapılar mı edineceksiniz? (Şuarâ: 26/128-129; Krş. Zümer: 39/20)
1350/6. Toplu halde bulunan konutları belirtmek amacıyla, Kur’ân’ın birçok ayetinde mesken (çoğulu: mesâkîn) ve diyar terimlerine rastlarız. Hadid suresinde (57/13) geçen “kapılı sur” ifâdesi herhalde insanların tek başlarına oturdukları evlerin kapıları dışında, bir sur’u ve güvenlik duvarı içinde merkezî bir kapısı bulunan müstahkem bir şehir için kullanılmıştır.
1350/7. Dekor olarak, içinde ırmakların ya da su kanallarının bulunduğu (Zuhruf: 43/51) bulunan bahçelerden de söz edilmektedir. Bahçe için ravza tabiri kullanılmış, hatta birçok kez cennet sözcüğü, insan eliyle yeryüzünde yapılmış olan bahçenin eşanlamlısı olarak kullanılmıştır (Bakara: 2/266, İsrâ: 90-91). Ayrıca güzel kokulu bitkiler vb. göz kamaştıran, lüks eşyalardan da bahsedilmektedir.
1350/8. Kur’an’da, sürekli oturmak için yapılan evler dışındaki bina ve konutlardan da bahsedilmektedir. Örneğin, hapishâne (Yûsuf: 12/6 vd.), İbrahim Peygamber’le ilgili olarak, suçlunun diri diri yakılması için yapılmış özel yerler (Enbiyâ: 21/69), aynı amaçla Yahudi krallarının zulmüne uğrayan Yemen’deki Hıristiyanlar için hazırlanmış derin hendekler (Bürûc: 104/4-5); herhalde burada, suçlu ilan edilenlerin kubbe gibi üstü örtülü bir yerde ateşe atıldıkları değişik bir işkence yönteminden söz edilmektedir).
1350/9. İnsanın canını sıkan bu yapıların yanı sıra, tuğla pişirme fırını (Kasas: 28/38), ekmek fırını (Hûd: 11/40, Müminûn: 23/27) gibi başka yapılardan da söz edebiliriz. Anlaşıldığı kadarıyla aşağıdaki ayet, toplanan buğdayın depolanıp muhafaza edilmesi için yapılmış olan silolardan bahsetmektedir:
“Yûsuf dedi ki: Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra da yiyeceklerinizden az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında (stok edip) bırakınız.” (Yûsuf: 12/47)
Gerçekten, Mısır’da yapılan arkeolojik araştırmalar sonunda, binlerce sene sonra, halâ el değmemiş çok miktarda buğday stoku ortaya çıkarılmıştır. Kur’ân’da ayrıca, Firavun’un, üzerine tırmanıp Musa’nın Allah’ını görebilmek için Teb bölgesinde yaptırmış olduğu gökdelen piramitlerden söz edilmektedir (Kasas: 28/38, Mümin: 40/36-37).
1350/10. Burada, Kur’ân’da geçen halılar, yastıklar, tencereler ve diğer ev araçlarından ya da ekin tarlalarını sürüp biçmekte kullanılan âlet-edevâttan söz edecek değiliz. Bununla birlikte su kuyularından:
“… Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve ulu saraylar..” (Hac: 22/45); ya da çardak yapma çalışmalarından:
“Çardaklı ve çardaksız’ (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmalıkları, ekinleri ... zeytin ve narları yaratan O’dur...” da söz etmek gerekmektedir.
1350/11. Doğal olarak, Kur’an’da ölüler, mezar ve kabristanlar, ve bunlarla ilgili kurallardan da bahsedilmektedir (Tevbe: 9/84).
1350/12. Şehirlerden söz etmeden önce, kutsallığı olan bir başka bina türünü de başlı başına tasvir etmemiz gerekiyor: [940]
1350/13. İslâm’dan önceki antik dönemlerde, özellikle kabileler arasında yalçın kayalıklar, İlâhî Varlığın ortaya çıktığı, ibadet edilmesi uygun yerler olarak gösterilmekte idi. Buna örnek olarak, Kur’ân (Bakara: 2/158), çok öncelere giderek, İbrahim (a.s.)’in hanımı Hâcer’in, susuzluktan kıvranan bebeği İsmâil için ümitsizce su aramak üzere Safa ve Merve tepeleri arasında koşuşturup durduğundan ve o sırada Zemzem denilen su kaynağının fışkırmaya başladığından bahsetmektedir. Bu olay, Hâcer’in henüz göçebe hayatı sürdüğü bir zamana rastlamaktadır. Daha sonra Mekke “kasabası” ortaya çıkmaya başladığında, İbrahim ve oğlu İsmail (a.s.) burada birlikte Allah için bir ev (Beytullah) inşâ edecekler (Bakara: 2/157), daha doğrusu, (Meleklerin) Âdem (a.s.) için inşa etmiş oldukları ve daha sonra Nuh (a.s.) zamanında meydana gelen Tufan’da kaybolmuş olan binayı onarıp elden geçirmişlerdir. Bu, dört duvarı olan, yüksekliği insanı boyundan biraz fazla, mütevâzı bir yapı idi. İslâm’ın ortaya çıkışına yakın yıllarda, ibadet etmek isteyenlerin binanın içine girmelerini sağlayan bir de kapısı bulunuyordu. Bu kapı o kadar yüksek bir yere konulmuştu ki, binanın içeriye girebilmek için bir merdiven kullanılmaktaydı. Bir zamanlar burada, sayıları gittikçe artan hacıların giriş ve çıkışlarına tahsis edilen iki kapı bulunduğunu tahmin edebiliriz. Beytullah’a getirilip takdim edilen eşyaların çalınması, mabet muhafızlarını bu kapılardan sadece birini kullanılır vaziyette bırakıp, diğerini ise kilitlemeye yöneltmiştir (Zamanla bu anahtarı muhafaza eden bekçi, kapının herkese açık olduğu saatler dışında, burayı özel olarak ziyaret etmek isteyenlerden bahşiş almak için elindeki bu imkânı değerlendirmiştir). O dönemde, Ka’be’nin damında biriken yağmur sularının aşağı boşalması için bir oluk (mizâb) bulunduğundan da söz edilmektedir.[941]
İslâm’dan beş-altı yıl önce Ka’be’de gerçekleştirilen son tadilat çalışmaları sırasında, kalas sıkıntısı nedeniyle, Mekkeliler Ka’be çatısının bir kısmını açık bırakmak durumunda kaldılar. Bu açıklık bugün de devam etmektedir. Hatîm denilen bu bölümün oturduğu taban köşeli değil, dairesel bir biçimdedir; bu yarı dairesel bölüm dışında, binanın oturduğu kare şeklindeki taban tamamen bir kalp şeklini andırmaktadır. Rivayete göre, İslâm’dan çok önceki çağlarda, bu bölümde, hac amacıyla gele ziyaretçilerin Beytullah’a takdim ettikleri hediyeleri attıkları dairesel bir kuyu bulunmaktaydı. Her ne ise, Ka’be’nin bir kalbi andıran bu yerleşim planı, İslâmî dönemde bazı tasavvufçuların Resulullah Muhammed (a.s.)’ın kutsî hadisini farklı bir biçimde yorumlamalarına neden olmuştur:
“Allah şöyle buyurdu: Bir gün Ben (CC), Kendim için bu âlemde eğleşip kalacağım bir yer aradım. O kadar geniş olan yeryüzü Beni içine almaya yetmedi; O kadar geniş olan gökler de Bana yetmedi. Sonunda, gerçek müminin kalbi, oraya yerleşmeme kâfi geldi.”
Yani, tasavvuf ehline göre Beytullah, mümin’in kalbini temsil etmektedir!
1350/14. Kur’ân’ın Dâvûd, Süleyman ve Zekeriyyâ peygamberlerle ilgili ayetlerinde mihrâb kelimesine yer verilmektedir (bk. : Âl-i İmrân: 3/37, Sebe’: 34/13, Sâd: 38/21). Ancak bunu, Müslümanların mescitlerinde bulunan ve imamın cemâatle namaz kıldırırken önünde dikildiği, Ka’be’nin yönünü gösteren girintili bölme ile karıştırmamak gerekir. İbrahim (a.s.), Kur’ân’da (Mâide: 5/97) Ka’be olarak geçen Beytullah’ı Mekke’de yeniden inşâ ettiği sırada, günlük ibadetler ve hatta usulleri İbrahim (a.s.) tarafından belirlenen Hac görevi de muhtemelen sadece Ka’be önünde yapılmaktaydı (bk. Hac: 22/27). Dünyanın neresinde olunursa olunsun, namaz kılarken Kabe’ye yönelmek, İslâmî dönemde ortaya çıkmış bir gelişmedir. Eğer bir Müslüman, dua ve ibadet amacıyla Ka’be yapısının tam karşısında durup onu kendi gözleriyle görüyorsa, herhangi bir güçlük çekmeden ona yönelebilir. Ancak, namaz kılmak isteyen kimse, dünyanın herhangi bir uzak köşesinde ya da Kâ’be’nin görülemediği Mekke şehrinin herhangi bir mahallesinde bulunduğu için onu bizzat göremiyorsa, bu durumda Kur’ân şöyle emretmektedir:
“(Ey Muhammed!) Artık yüzünü Mescid-i Param tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin..” (Bakara: 2/144)
İnsanların yönelmeleri, yani yüzlerini çevirmeleri istenen bu istikamete kıble adını veren, Kur’an’ın kendisidir (Bakara: 2/142-144).
1350/15. Bunun sonucu olarak, namaz kılan kimse, ister Ka’be binasının tam içinde olsun, isterse Ka’be’nin tam zıddı istikametinde bulunan Pasifik Okyanusu’nda Samoa adasının doğu tarafındaki bir noktada bulunsun, kıble için herhangi bir noktaya yönelebilir. Bunun dışında, Medine’de bulunan kimsenin güneye, Nairobi’dekinin kuzeye, Paris’te ya da İstanbul’da bulunan bir müminin ise güney-doğuya yönelmesi gerekir. (Burada ortaya garip bir durum çıkmaktadır: Yeryüzünün küre şeklinde olması nedeniyle, kıble, düz bir dünya haritası üzerinde de görülebileceği gibi, Alaska bölgesinde, güney-batıya değil de kuzeye düşmektedir. Öte yandan, cami ve mescitlerin yanı sıra, yeryüzünde bulunan bütün Müslüman mezarlıklarındaki kabirler de aynı biçimde, yani cenazenin yüzü ve bedeni kıbleye dönük ve sağ kolu üzerine hafifçe yatırılmış olacak şekilde düzenlenmektedir.
1350/16. Ka’be’nin çevresindeki avlu (Mescid-i Harâm ya da Harem-i Şerif), Allah’a ibâdet etmek için belirlenmiş tek yer olmadığına ve her Müslümanın, dünyanın herhangi bir köşesinde günlük namaz ibâdetini yerine getirmek zorunda olduğuna göre, kıble konusunda böyle bir önlem alınması kaçınılmazdır. Dahası, Ka’be, en belli başlısı olmakla birlikte, Allah’ın yeryüzündeki yegâne evi Beytullah (Allah’ın Evi) olmayıp, Müslümanların mânevî-dinî ihtiyaçlarını karşılamak üzere dünyanın her yerinde cami ve mescitlerin inşâ edilmesi gerekecektir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:
“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir.” (Nûr: 24/36)
Cami sözcüğü, Arapca mescit kelimesinin yerine kullanılmaktadır. (Çoğul biçimi olan mesâcid, Kur’ân’da altı yerde geçmekte ve dünyanın her tarafında küçük camilerin yerine kullanılmaktadır.)
1350/17. İslâm hoşgörüden yanadır. Kur’ân:
“Dinde zorlama yoktur” (Bakara: 2/256) ayetinin yanı sıra;
“Eğer Allah bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, içlerinde Allah’ın adı bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi...” (Hac: 22/40) diyecek kadar da açık görüşlüdür.[942]
1350/18. Kuranı Kerîm, eskiden var olan ya da kendisinin indiği döneme ait çok az sayıda şehrin adından bizzat bahseder:
Bekke (Mekke)
Ahkâf
Medine (Yesrib)
Bâbil
Mısır
er-Ras
Hicr
el-Eyke
Medyen (Medâyin)
Arafât bunlardandır. Yine Kur’ân’da (Saffat: 37/147), Yûnus Peygamber’in gönderildiği, adı belirtilmeyen ve içinde “yüz bini aşkın” insanın yaşadığı bir şehirden bahsedilir ki burası, hiç kuşkusuz Tevrat’ta geçen Ninova şehri olmalıdır (bk. Tevrat, Yûnus’un Kitabı 4/11), Yûsuf Peygamber (a.s.) zamanında Firavunlar ülkesinin başşehri olan Mısır, o derece büyüktü ki surlarında çok sayıda giriş kapısı bulunuyordu (bk. Yûsuf: 12/67).
1350/19. Mesâkin (İbrahim: 14/45), Dâr (Hûd: 11/65 vs.) ve Diyar (Hûd: 11/67 vs.) kelimelerinin dışında, Kur’an’da Medine (Kehf: 18/19 vs.), Karye (Bakara: 2/259 vs.) ve Mısr (Bakara: 2/61) gibi eşanlamlı kelimeleri de kullanmaktadır.
1350/20. Bir şehrin etrafını kuşatan yüksek duvar anlamına gelen sûr kelimesi de Kur’ân’da yer almaktadır (bk. Hadid: 57/13); ancak burada şehrin dışında bir şeyi çeviren “duvar” anlamı söz konusudur. Yine Kur’ân, yıkılıp harâbeye dönmüş ya da tamamen ortadan kalkmış birçok şehirden de söz etmektedir (bk. Kasas: 28/58).
1350/21. Bir şehirde ya da şehrin bir mahallesinde oturan insanların vakit geçirmek veya istişarede bulunmak için bir araya gelebilecekleri yerlere ihtiyaç vardır. Kur’ân bu amaçla nâdî (mahfil, kulüp) terimini kullanır (bk. Ankebut: 29/29).
1350/22. Yine Kur’an, halkın ihtiyaçlarını karşılamak için gittikleri çarşı ve pazarlardan bahseder (Furkan: 25/7, 20). Dükkânlarda satılacak malların temin edilebilmesi için, uzak diyarlardan gelen kervanların mallarını boşaltacakları geniş yerler de gereklidir; ve görüldüğü kadarıyla Kur’ân’da (Yusuf: 12/82), teknik bir terim kullanma yoluna gitmeksizin, bu tür bir mal boşaltma alanından bahsedilmektedir. Büyük şehirlerin çok sayıda giriş kapısı olacaktır (bk. Yusuf: 12/67). Kardeşin kardeşi öldürdüğü toplumlarda, askerî savunma amacıyla bazı binaların inşa edilmesi de gerekecektir. Bu amaçla Kur’ân’da müstahkem burçlara (Nisâ: 4/78), kalelere (Haşr: 59/2), müstahkem şehirlere (Fecr: 89/14) özellikle yer verilmiştir. Kur’ân’da geçen şu anlamlı ayeti özellikle vurgulamak isteriz:
“Onların yurdu ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezip dolaşın, dedik.” (Sebe’: 34/18)
Ayetin son bölümünde, herhalde her yöne doğru kesintisiz bir biçimde akıp giden trafiğe işaret edilmektedir. Bu bilginin ışığında, şu ayeti de okuyalım (K. 67/15):
“Yeryüzünü sizin emrinize veren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin...” (Mülk: 67/15)
Acaba bu ayetlerde birbirinin trafiğine engel olmaksızın üzerinde gidip gelinen üst ve alt geçitlerin bulunduğu kavşaklara mı işaret edilmektedir?
1350/23. Böylece, konumuzla ilgili olarak Kur’ân’da geçen bazı terimlere işaret etmiş olduk. Hadislerde ve Resulullah (a.s.)’ın hayatını anlatan eserlerde hiç şüphesiz bunlardan çok daha fazlası mevcuttur. Şehir ve kasaba kavramları arasında bazı ayırımlar yapmak ve her şeyden önce buralardaki sulama ve kanalizasyon sistemleri vs. üzerinde durmak gerekecektir. Aşağıda şu birkaç nokta üzerinde durmakla yetineceğiz:[943]
1350/24. İçinde oturulan evlerle ilgili olarak, halka şeklindeki kapı tokmaklarından, misafir geldiğini haber vermek için kapıların dışına asılmış madenî halkalardan söz edilmektedir.
1350/25. Kadınların tabiî ihtiyaçlarını gidermek için geceleyin kabilenin boş alanlarına gittikleri yolundaki bilgiler dışında, evlerin içinde tuvalet bulunduğundan söz eden pek az bilgiye rastlamaktayız (bk. İbn Hişâm, s. 733). Peki insanlar gündüz vakti bu ihtiyaçlarını nasıl gideriyorlardı? Görünüşe bakılırsa, evlerde topraktan yapılmış seramik kaplar (fahhâr) kullanılıyor ve bunlar evin erkekleri yahut hizmetçiler tarafından, kabileye ait boş araziye boşaltılıyorlardı (Resulullah (a.s.) ve onun hizmetiyle ilgilenen sahâbe hanım Umm Eymen hakkında bkz. el-Kettânî, et-Terâtîbu’l-İdâriyye, I, 30; çeşitli kaynaklara dayanarak). Belki de zengin kimselerin evlerinde, yeraltı sularının seviyesine kadar inmemek koşulu ile derin çukurlar (fosseptik) kazılıyor ve üzerlerine oturabilmek için keresteden özel bir oturak yapılıyordu.
1350/26. Her kabileye ait çöplüklerden de söz edilmektedir (bk. İbn Mâce, I, 13). Buralarda biriken çöpler muhtemelen arada sırada yakılmaktaydı.
1350/27. Henüz İslâm’dan önceki dönemlerde, Medine’de her kabilenin kollarına ait ayrı mahalleler (rab’a) bulunuyordu. Bu yerleşim birimlerinin durumları, daha sonra Resulullah (a.s.) tarafından yürürlüğe konulacak olan Medine Şehir-Devleti anayasasında da ele alınacaktır. Medine’de sakîfe (mahfil, dernek) denilen ve bunlara bağlı üyelerin bir araya gelebildiği özel yerler vardı. Ebû Bekir’in halifeliğe seçilmesiyle ilgili işlemler, Benû Sâ’ide’nin sakîfe’sinde yapılmıştı (bk. İbn Hişâm, s. 1013). Gerek iç ve gerekse dış savaşların ardı arkası hiç kesilmezdi. Bu durumda, Medine’de oturan her kabile kolunun, sayısı kabile nüfûsuna göre değişmek üzere müstahkem kuleleri (âtâm) vardı; erkekler savaşmaya gittikleri zaman, kadınlar ve çocuklar kulenin en üst katına çıkarılır ve hayvan sürüleri de zemin katta alıkonulurdu. Bu kulelerden, İslâmî dönemde de yararlanılmıştı (bk. İbn Hişâm, s. 680; Suheylî, II, 193, Hendek savaşı sırasında).
1350/28. Hicretten sonra Medine şehri, Mekkeli Muhacirlerin yanı sıra, Arap Yarımadasının değişik bölgelerinden gelen diğer Muhacirler nedeniyle çok hızlı bir biçimde büyüyüp gelişmişti; çünkü Resulullah (a.s.), uzun yıllar boyunca, İslâm dinine yeni giren Müslümanların, bulundukları ülkeleri terk edip Medine bölgesine yerleşmelerini zorunlu kılmıştı. Böylece her yeni kabilenin gelişiyle birlikte yeni bir yerleşim biriminin kurulmasının ardından, Resulullah (a.s.) mescitler inşa edip, pazar yerleri kurmaktaydı. Bu yeni mescitlerde namaz kılarken dönülmesi gerekli kıble yönlerini de bizzat kendisi belirliyordu. Yukarıda (§ 135 vd.), İslâm’ın ortaya çıkışına yakın, Mekke’deki Ka’be’nin yeniden inşâsından ve bu sırada Resulullah (a.s.)’ın bu yapım işinde önemli rol üstlendiğinden bahsetmiştik. Şimdi biraz da, Medine’nin kurulması sırasında neler yaptığından söz etmek istiyoruz:
1350/29. Şehir, Resulullah (a.s.)’ın Hicretinden birkaç yıl öncesinden itibaren İslâm’ı benimsemeye başlamış ve kaynakların ifadesine göre, vakit namazlarının kılınabilmesi için ve her bir kabilenin kendi oturduğu semte, muhtemelen mütevazı bir kulübe şeklinde mescitler inşa edilmişti. Benû Cureyclerin mescidi, diğerlerine göre daha ünlü idi; zira Samhûdî’ye göre (bkz. yeni yayın, s. 857), Râfi’ ibn Mâlik ez-Zurkî, Hicretten önce Akabe’de İslâm’ı kabul ettiği zaman, Resulullah (a.s.), o ana kadar vahyolunan bütün Kur’an ayetlerinin yazıya geçirilmiş bir nüshasını kendisine vermiş ve Benû Cureyclerin Medine’deki mescidi, böylece içinde yüksek sesle Kur’ân okunan dünyadaki ilk mescit olmuştu. Bir başka mescit ise, Es’ad ibn Zurâre’lerinki olup, daha büyük bir ün yapmıştır. Bu konuya birazdan değineceğiz.
1350/30. Resulullah (a.s.) Medine’ye varıp kısa bir süre Kubâ’da kaldığı süre içinde, hiç şüphesiz oradaki Müslümanlara ait meyve bahçelerinde ya da açık arazide kılınan cemaat namazlarına imamlık yapmıştır. Daha sonra, rivayete göre Ammâr ibn Yâsir’in önerisi üzerine, kalıcı bir mescid inşâ edilmesi için bizzat emir vermişti. Bu bölge, vaktiyle faal durumdaki volkanlardan çıkan yanmış kara taşlarla dolu bir ovadır. Şüphesiz Ammâr, bu inşaat işinde diğerlerinden daha gayretli bir biçimde çalışmıştır. Resûlullah Muhammed (a.s.), kıblenin yönünü bizzat tayin etmiş ve belli olsun diye o tarafa bir de taş dikmiştir; daha sonra sırasıyla Ebû Bekir, Ömer ve Osman’dan da, kendisininkinin yanına birer taş dikmelerini istemiş ve orada bulunan diğer Müslümanlara da, mescidin duvarlarını inşâ etmek üzere arzu ettikleri yerlere birer taş koymalarını söylemiştir. (Ali’nin o sırada henüz Medine’ye varıp varmadığı bilinmemektedir.) Suheylî’nin ifadesine göre (bk. II, 11), Resulullah (a.s.)’ın getirmiş olduğu taş pek büyük ve ağırdı ve onu kaldırıp taşıyabilmek için karnına dayamıştı. Sahabelerinden biri koşup kendisine yardım etmek istedi ama taşı kaldıramadı. Bunun üzerine Resulullah (a.s.), gidip kendisine bir başka taş aramasını söyledi. Şüphesiz bu mescidin kıblesi, o sırada Mekke’deki Ka’be’ye değil de Kudüs’e yönelik idi.
1350/31. Bir rivayete göre dört, başka bir rivayete göre ise ondört gün sonra, Resulullah (a.s.) birkaç km. kuzeyde bulunan asıl yerine yerleşmek üzere Kubâ’dan ayrıldı ve yol üzerinde, Benû Sâlim ibn ‘Avfların bölgesinde Cuma namazını kıldırdı (bk. İbn Hişâm, s. 335). Namazın, bu ziyaretin anısına yapılmış olan ve halen orada mevcut mescitte mi, yoksa boş bir alanda mı kılındığı konusunda net bir bilgi yoktur. Sonuç itibarıyla Resulullah (a.s.), Evslerin bölgesinden ayrılmış ve Hazreclilerinkine gitmiştir. Orada da, dayılarının sülalesine mensup olan Benû’n-Neccar kabilesi arasında (dedesi Abd’ul-Muttalib’in annesi bu kabileye mensuptu, bk. Buhârî, 2/30) kalmayı tercih etti. Günümüzde İstanbul’da bulunan kabriyle meşhur olan Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine yerleşti. Resulullah (a.s.) önceleri bu evin zemin katında kalmış, daha sonra Ebû Eyyûb’un ısrarlı ricaları üzerine üst kata taşınmıştı (bk. İbn Hişâm, s. 338). Bu evin hemen yakınında, Hicretten önce Es’ad ibn Zurâre tarafından inşâ edilmiş bir mescid vardı. Bu zat, Akabe Biatları sırasında Resûlullah tarafından Medine’deki Müslüman topluluğunun Nakîbu’n-Nukabâ’sı (Resulullah’tan sonra gelen en yetkili başkan) olarak atanmıştı (bk. Şe’mî, III, 485-6). Resûlullah bu mescitte vakit namazlarına cemaatle kıldırmaya başladıktan kısa bir süre sonra burası yetersiz hale gelmiş ve bu mescidin genişletilmesi gerekmiştir. Mescidin hemen yanında, iki yetim çocuğa ait ve hurma kurutmak amacıyla kullanılan boş bir arsa vardı. Resûlullah burasını satın aldırdı (10 dînâr tutan bu bedeli, Ebû Bekir ödedi; bk. Samhûdî, s. 324). Arsa üzerinde birkaç hurma ağacı ve ekili bölümlerin (hars, ya da harab) yanı sıra, birkaç eski mezar da bulunuyordu. Arsa tesviye edildi (Suheylî, II, 13). Çizilen plana göre buraya oldukça büyük bir mescit ve o sırada Resulullah (a.s.)’ın nikâhlı olduğu iki hanımının ve henüz evlenmemiş iki kızının oturacakları birkaç oda yapıldı.
1350/32. Resulullah (a.s.), gönüllü olarak çalışmaya gelen sahabeleriyle birlikte bizzat bu inşaat çalışmalarına katılmıştır. İnşaat sırasında, çalışanların söylediği şarkıların sözleri, çeşitli kaynaklar aracılığıyla günümüze kadar ulaşmış bulunmaktadır (bk. İbn Hişâm, s. 337) Talk adında bir sahabe, harcı diğer işçilerden daha iyi kardığı için, Resulullah (a.s.)’ın övgülerine muhatap olmuştur (bk. Samhûdî, s. 333-334). Gücü kuvveti yerinde ve gayretli bir insan olan ‘Ammâr ibn Yâsir de, kendi ifadesiyle, biri kendisi, diğeri ise Resulullah (a.s.) için olmak üzere bir defada iki tuğla taşırken, diğer gönüllü sahabeler, her defasında sadece bir tek tuğla taşımaktaydılar (bk. İbn Hişâm, s. 337).
1350/33. Medine’deki bu mübarek Mescid-i Nebevî’nin inşasıyla ilgili ayrıntılar şöyle sıralanabilir: Şe’mî’ye göre (bk. 3/389), ilk inşa edildiği sırada mescit, 70x60, kimi rivayetlere göre de 100x100 zira’[944] boyutlarındaydı. Kıble yönündeki iç kısım, güneşte pişmiş tuğlalarla, bir başka rivayete göre de, üst üste konulmuş taşlarla inşâ edilmişti. Sütunlar, hurma ağacı kütüklerinden ibaretti. Yine kaynaklarda geçen bir bilgiye göre, başlangıçta tavan yoktu; bu yüzden, namaz kılanlar, özellikle öğlen namazı sırasındaki sıcaktan rahatsız olunca, Resulullah (a.s.), çamurla berkitilmiş hurma dallarından oluşan bir tavan yapılmasını emretmiştir. Tavan pek yüksek olmayıp, anlatıldığına göre, Ömer ibn el-Hattâb’ın başı neredeyse tavana değiyordu. Duvarlar hurma dallarından oluşuyordu; ancak daha sonra bunların yerine tuğla duvarlar inşâ edilmiştir. Başlangıçta Cuma namazı yahut diğer vesilelerle verilecek hutbeleri okumak üzere, üzerine çıkıp oturacağı herhangi bir kürsü yoktu. Resulullah (a.s.), bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbesini ayakta veriyordu. Daha sonraları bir marangoz, bu iş için bir minber yapmış ve Resulullah bunun üzerine çıkarak hutbelerini okumaya başlamıştır (Bu minberin öyküsü çok meşhurdur: Minberin yapılmasından sonra terkedilmiş duruma düşen hurma kütüğü, mescitte hazır bulunan herkesin duyabileceği şekilde sızlanıp inlemeye başlamış, bunun üzerine Resulullah (a.s.), yeni yapılan minberden inerek kütüğü kolları arasına almış ve yatıştırmak için okşamaya başlamış, sonra da şöyle söylemiştir: “İstersen (eskisi gibi, hutbe okurken) senin önünde yerimi alayım, ya da istersen seni Cennet’e dikeyim.” Kütük minber lehine feragat ederek Cennet’e dikilmeye razı olmuş ve bir daha sesi duyulmamıştır; bk. Buhârî, 11/26/2, 34/32/2, 61/25/13, 14, 15). Cemaatle namaz kılınan salonun arka tarafındaki bir bölüm, hem gündüzleri okul, hem de geceleri sığınacak bir yeri olmayan öğrencilere yatakhane vazifesi görüyordu. Bu bölmeye Suffe deniliyordu ve burası, İslâm tarihindeki ilk yatakhaneli üniversite idi.
1350/34. H. 7 yılında Hayber’in fethinden sonra, Resulullah (a.s.), Mescit’i genişletme ihtiyacı duydu ve bunun üzerine boyutları iki katına çıkarıldı.
1350/35. Resulullah (a.s.)’a tahsis edilen daireler, tam Mescid-i Nebevî’nin yanı başındaydı. Başlangıçta sadece üç oda vardı: Bunlardan biri, henüz evlenmemiş iki kızına, biri hanımı Sevde’ye, biri de nikâhlısı olduğu halde henüz birlikte olmadığı Ayşe’ye tahsis edilmişti (bk. aşağıda § 1845/a, b). Daha sonraki yıllarda, Resulullah (a.s.)’ın yapmış olduğu her bir evlilik için yeni bir oda inşâ olundu. Suheylî’ye göre (bk. 2/13), Resulullah (a.s.)’ın hanımlarından bazılarının oda duvarları, çamurla kaplı hurma ağacı dallarıyla örülmüş, tavanlarına ise sadece hurma yaprakları döşenmişti. Diğer odaların duvarları ise, üst üste konulmuş taşlarla inşa edilmişti; ancak bunların damları da sadece hurma yaprakları ile örtülmüştü. Aynı yazarın naklettiği bir başka anlatıma göre, Resulullah’ın (bazı) dairelerinin duvarları, ar’ar denilen bir ağaçtan kesilmiş ve yün çuvallara sarılmış levhalarla kaplı idi. Şe’mî’de geçen bir anlatıma göre (bk. 3/508), Resulullah (a.s.)’ın hanımlarının odaları 6x10 zira’ boyutlarında ve yaklaşık 8 zira’ yüksekliğindeydi. Suheyli’ye göre (2/13), Resulullah’ın evinin kapısında, –şehirde çok yaygın olan- ve kapıyı çalmakta kullanılan mâdenden halka yoktu; konuklar parmaklarıyla vurmak suretiyle geldiklerini haber veriyorlardı.
1350/36. Devlet başkanı olduğu için, Hazine (Beytu’l-Mâl) doğrudan doğruya Resulullah (a.s.)’a bağlıydı ve bu amaçla, kendisinin oturmakta olduğu dairenin üst katına bu amaçla özel bir oda inşa edilmişti. (Resulullah yalnız kalmak istediğinde, bazen meşrabe ya da ulliye denilen bu daireye çekilirdi.) Bu özel dairenin anahtarı, saklaması ve istendiğinde vermesi için, aynı zamanda müezzinlik yapan Bilâl-i Habeşî’ye emanet edilmişti. Bu meşrabe’ye çıkmak için, hurma ağacı kütüğünden yapılmış taşınabilir bir merdiven kullanılıyordu (bk. § 1845/2’deki kroki). Bu arada hatırlatalım ki, ister tuğladan isterse taştan yapılmış olsun, önce başları dışarı gelecek şekilde bir sıra tuğla yan yana diziliyor, bu sıranın üstüne örülecek katta ise tuğlanın yarısı alt sıradaki tuğlanın birine, diğer yarısı da diğerine basacak şekilde dizilmek suretiyle duvar tamamlanmış oluyordu.[945]
1350/37. Yukarıdaki paragraflarda, Kubâ’daki Mescit ile Resulullah (a.s.)’ın evinin yanı başında inşa edilen Mescit’in, yani Mescid-i Nebevî’nin her ikisinin de kıblelerinin başlangıçta Kudüs’e, yani Medine’nin kuzeyine doğru olduğundan bahsetmiştik. Kur’ân’da şöyle buyurulur:
“...(O insanlar) yıldızlarla da yollarını doğrulturlar...” (Nahl: 16/16)
Resulullah (a.s.), kendisine peygamberlik gelmeden çok önceki gençlik yıllarında, uzun süren ve çok sayıda seyahatlerde bulunmuş ve bu vesile ile Suriye, Filistin, Bahreyn ve ‘Umân’ı da içine alacak şekilde doğu Arab Yarımadası, Yemen vs. gibi ülkeleri ziyaret etmişti. Bu nedenle kendisi, mevsimlere ve de gidilen bölgeye göre, kervanların yollarını nasıl bulduklarını çok yakından biliyordu. Bu iki Mescidin inşaatlarının sürdüğü sıralarda, Mekke’den yola çıkmış ve deve sırtında on iki gün kadar yol alarak doğruca Medine’ye ulaşmıştı. Vaktiyle bir kervan yöneticisi olarak Mekke’den Busrâ’ya (Bugünkü Şam’a yakın ve Kudüs’ün biraz ötesinde bir yer) doğru yola çıktığında, herhalde Medine’den geçmiş olmalıydı. Demek ki, Mekkeli ve Medinelilere namaz kılabilmeleri için Kudüs yönünü kolaylıkla gösterebilecek durumdaydı.
1350/38. İbn Hişâm’a göre (bk. s. 381), Hicretten 17 ay sonra, nâzil olan bir ayetle, o güne kadar Kudüs’e doğru olan kıble yönünün Mekke’deki Ka’be’ye çevrilmesi emredilmiştir. Bunun üzerine, hem Medine şehrinde, hem de diğer yerlerde bulunan tüm mescitlerde tadilat çalışmalarına gidilmesi gereği ortaya çıktı. Örneğin Medine’deki mescitlerde, kuzey yerine, tam yarım daire yaparak güneye dönmek zorunda kalındı. Medine’de yaşanan bu olayla ilgili bazı hatıra ve işaretler günümüze kadar korunmuş olup, halen bu şehirde Mescidu’l-Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid) adında meşhur bir cami vardır. Şe’mi’nin verdiği bilgilere göre (bk. 3/37 vd.), Resulullah (a.s.) tam bu mescitte cemaatle namaz kıldırırken, namaz sırasında bu ayet nazil olduğu için Mekke’deki Kâbe’ye (Mescidu’l-Harâm’a) dönülmüş oldu.
1350/39. Mescide giriş kapıları, barınacak yeri olmayanların gecelemeleri için ayrılmış Suffe’nin konumu vb. gibi nedenlerden dolayı, Peygamber Mescidi’nde büyük çaplı tadilât ve değişikliklere gidilmişti. Resulullah ve ailesinin oturduğu dâireler yıkılmamış, ancak Resulullah’ın namaz kılınan kısma girebilmesi için odalardan birinde değişiklik yapılması gerekmiştir. Tadilat yapılmadan önce, Resulullah (a.s.)’ın, kıblenin bulunduğu yere ulaşabilmek için, safların arasından geçiyordu. Bundan böyle, Ayşe’nin “yeni kıble” tarafına düşen odasından çıkıp, birinci safın önünden yürüyerek doğruca mihrap hizasında imamet için ayrılan yere gelmesi sağlanmıştır. Müslümanlar da, kendi evlerinde yeni kıble yönü ile ilgili önlemleri kolayca almışlardır.[946]
1350/40. İslâm Peygamberi Muhammed (a.s.), Ordu komutanları başta olmak üzere herkese, savaşın insanî boyutunu ön plana çıkartarak ve kan dökülmesini en az düzeye indirgeyerek güzel bir örnek oluşturmuştur. Şu hadisi, kuşkusuz onun bu özelliğine işaret etmektedir:
“Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim” (bk. İbn Hanbel, Müsned, IV/395).
1350/41. Okuyucularımın konu hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için, İngilizce kaleme almış olduğum “Battlefields of the Prophet” adlı esere başvurmalarını önererek, burada savaş sırasında istihkâm mühendisliği ile ilgili faaliyetleri sergilemekle yetineceğim. Bu konudaki ilk uygulamalara, H. 2 yılında yapılan Bedir Savaşı esnasında rastlarız ki bu savaşta Resulullah (a.s.), savaş alanına hâkim alçak bir tepe üzerinde, korunma amaçlı ve arîş denilen bir kulübe inşâ ettirmişti. Kendisi buradan savaşmakta olan İslâm birliklerine, taktik ihtiyaçlar doğrultusunda talimatlar gönderiyordu. Ve bilindiği gibi o gün İslâm Ordusu, sayıca kendisinin üç katı olan düşman karşısında kesin bir zafer elde etmiştir.
1350/42. H. 3 yılındaki Uhud Savaşı’nda Müslüman karargâhını korumak için tabiî siperlerden yararlanılmış, ayrıca çatışmalar sırasında İslâm Ordusunun arka saflarını koruma altında tutmak amacıyla üzerine okçu birliklerinin yerleştirildiği, savaş alanına hâkim bir tepe (Cebelu’r-Rummât) seçilmişti.
1350/43. Resulullah (a.s.)’ın askerlik hayatında gördüğümüz en önemli icraatı, H. 5 yılında yapılmış olan Hendek Savaşı’nda, dışardan gelebilecek düşman saldırılarına karşı Müslüman karargâhının çevresine bir hendek kazdırmak olmuştur. Göründüğü kadarıyla buradaki amaç, kendisinden sayıca on defa daha kalabalık olan düşmanı, savaşı bir günde yapıp bitirmekten çok, uzunca sürecek bir kuşatmaya mecbur etmekti. Oldukça düzenli ve bilinçli bir istihbarat servisi sayesinde, haftalarca öncesinden düşman hazırlıkları hakkında kesin bilgiler elde eden Resulullah, her şeyden önce askerî bir heyet topladı. İran asıllı Selmân-ı Fârisî adındaki bir sahâbenin önerisi üzerine, muhtemel düşman cephesi önüne bir hendek kazdırılmasına karar verdi. Planı ikmal etmek için, bu konuda uzman olan bazı sahabelerini de yanına alarak, at sırtında arazîye çıkıp bölgeyi bizzat denetledi.
1350/44. Esas itibariyle düşmanın, Medine’nin güneyinde bulunan Mekke tarafından gelmesi gerekiyordu. Ancak Medinelilerin yığınak yaptığı alan, üç tarafı lavlık kayalarla (harra) ile çevrili bir ova idi ki çatışmaların buradan başlatılması imkânsızdı: normal koşullarda burada ne insan, ne at ve ne de deve yürüyebilirdi. Sadece kuzey ve kuzey-batı tarafları saldırının başlatılmasına izin vermekteydi. Hal böyle olunca, lavlık kayalardan oluşan bu üçgenin kuzey ve kuzey-batıya bakan iki ucunun bir hendekle kapatılmasına karar verildi. Başlangıçta bir kilometreden biraz fazla olan hendek, sonradan, Medineli bazı kabilelerin de özel girişimleriyle biraz daha uzatılmıştır. Hendeğin tamamı, sonunda büyükçe bir “N” şeklini aldı. Kuzey-doğuda Şeyheyn burçlarından itibaren kazıya başlanmış (günümüzde bu nokta, iki kubbeli Şeyheyn Mescidi adıyla anılmaktadır) ve buradan Zûbâb tepesine kadar inilmiştir (bugün burada Zûbâb Mescidi bulunmaktadır). Daha sonra, nispeten daha alçak tepelere doğru hendek kazımı sürdürülmüş ve nihayet kuzeydeki Vedâ tepesi denilen yere ulaşılarak, burayı stratejik bir yer olan Sal’ dağıyla birleştirmiştir. Yol boyunca rastlanılan alçak tepelere, keşif ve gözcü birlikleri konuşlandırılmıştır. Hendek bir düşman atlısı dört nala gelse bile aşamayacağı genişlikteydi, derinliği ise, içine bir piyade asker düşse ya da girse, ne kadar uğraşırsa uğraşsın kaçıp kurtulamayacak şekilde ayarlanmıştı. Resulullah (a.s.), kazılması gereken hendek mesafesini, anlaşıldığı kadarıyla her bir kabilenin nüfus sayısına göre belirlemişti. Kendisi ise, mevlâsı Selmânu’l-Fârisî de dahil olmak üzere, yakın akrabalarından oluşan küçük bir grupla birlikte kazı çalışmalarında görev almıştır. Hendeğin kazılması sırasında bazı güçlüklerle de karşılaşılıyordu, zira toprak içinde yer yer sert kayalarla karşılaşılıyordu. Resulullah (a.s.), kazı hattını saptırmak yerine, bunların kırılarak ortadan kaldırılmasına karar vermiş ve bunda başarılı da olunmuştur. Çalışmalar sırasında işçiler hep bir ağızdan şarkılar söylüyorlardı. Nöbet usûlü çalışılıyordu. Hatta o günlerde, çalışanların dinlenirken yumuşak kayalara işledikleri bazı yazılar günümüze kadar ulaşmıştır.
1350/45. Düşman birlikleri bölgeye ulaştığı zaman, karşılarına hiç de beklemedikleri bir hendek çıkması üzerine şaşkına döndüler ve Müslümanların emri vâki olarak ortaya koydukları bu savaş tarzını kabul etmek zorunda kaldılar. Özellikle de, kısa süreli bir savaş için beraberlerinde getirmiş oldukları azıkların tükenmesinin doğuracağı güçlükleri yakından hissettiler. Müslüman devriyeler, hendeği gece-gündüz gözetliyorlardı. Hattâ bazen düşman birliklerine erzak getiren kervanların önünü keserek, getirmekte oldukları yiyeceklere el koyuyorlardı.
1350/46. Eli silah tutan bütün savaşçı Müslümanlar cephedeydi; kadınlar, çocuklar ve besi hayvanları ise müstahkem burçlara (âtâm) kapatılmışlardı. İslâm’dan önceki dönemlere ait olan bu burçlardan bazıları günümüzde de hala mevcuttur. Örneğin, aslında birçok kattan oluşan görkemli Utûmu’d-Dihyân burcunun harabeleri; içinde bir su kuyusunun bulunduğu Kâ’b ibn el-Eşref Kasrı gibi. Bu su kuyusunun varlığı da gösteriyor ki, zaman zaman bu tür yerlere girişilen kuşatmalar çok uzun süre devam edebiliyordu.
1350/47. Bütün bu önlemler neredeyse bir hiç değerine düşmek üzereydi; zira, bu Müslüman şehrinde gayrı müslimler ve özellikle Yahudiler de bulunmaktaydı. Bunlar, savaşta tarafsız kalacaklarına dair söz vermişlerdi ve o an için de sakin gözüküyorlardı. Ancak düşmanın girişebileceği bazı diplomatik girişim sonucunda bu kitle kandırılabilirdi. Nitekim beklenen olmuş ve Benû Kurayza Yahudileri, düşmanla gizlice anlaşarak, saldırganlar dışardan hücuma kalktıklarında onlar da içeriden aynı anda Müslüman savunma cephesinin arkasından bir saldırı başlatacaklarına söz vermişlerdi. Durumdan haberdar olan Resulullah (a.s.), hemen karşı diplomatik girişimlerde bulunarak bazı askerî önlemler aldı ve hem saldırgan Mekkeliler ve hem de anlaştıkları Yahudiler sessiz ve sakin bir şekilde geri çekildiler. Savaş sona erip kuşatmacılar gidince, Benû Kurayzalılar ihanetlerinin bedelini ödemek zorunda kaldılar. Kısa süren bir kuşatmadan sonra teslim oldukları zaman, Resulullah (a.s.) onların akıbetlerinin, yine kendilerinin seçecekleri bir hakem tarafından belirlenmesine razı olmuştur.
1350/48. Mekke ve Hayber arasındaki ittifak anlaşması, her iki Devlet’in tam ortasında bulunan Medine için sürekli bir tehdit oluşturuyordu. Sarahsî’ye göre (bk. Mebsût, X, 86; aynı yazar, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 201) bu anlaşma, eğer Resulullah saldırma amacıyla Mekke üzerine yürüyecek olursa, Hayberlilerin savunmasız kalan Medine üzerine yürüyüp onu yerle bir edeceklerini; aynı şekilde, eğer Hayber üzerine yürürse, bu kez Mekkelilerin, aynı amaçla, savunmasız kalan Medine üzerine yürümesini öngörüyordu. Bu nedenle, nereden bakılsa Medine’nin eli-kolu bağlı idi. Bu açmazdan kurtulmak için, ne pahasına olursa olsun, bu iki düşmanı birbirinden ayırmak gerektiğini pek iyi bilen Resulullah (a.s.), H. 6 yılında akdedilen Hudeybiye Anlaşması ile istediği sonuca ulaşmıştır. Kur’ân, bu anlaşmayı “apaçık bir zafer” olarak nitelendirmektedir (bk. Fetih: 48/1). Böylece, öne sürdükleri birçok ağır şarta razı olup onlara imtiyazlar tanıma pahasına Mekkeli Müşriklerle bir barış anlaşması imzalanmış ve bunun sonucunda, ister Müslümanlar arasında, isterse üçüncü bir tarafla (Hayber de dâhil) savaşa girilmesi halinde, Mekkelilerin tarafsız kalmaları sağlanmıştır.
1350/49. Hudeybiye’den döndükten birkaç gün sonra, Resulullah (a.s.), yanına sadece 1500 savaşçısını alarak, Hayber’e doğru yola çıktı; burada kendisini 20.000 düşman savaşçı bekliyordu (bk. Ebû Yûsuf ve Ya’kûbî; Makrîzî’ye göre ise 10.000). Bunun yanı sıra, düşmanın (harabeleri günümüzde halen mevcut olan) taştan inşâ edilmiş çok sayıda müstahkem kaleleri, ve hatta kuşatmaların uzun sürmesi halinde bu kaleleri birbirine bağlayan yeraltı geçitleri de bulunmaktaydı. Hayberlilerin elinde, açık arazide hücuma kalkan savunmasız kuşatmacılar üzerine taş yağdırmak üzere mancınıklar da bulunmaktaydı. Makrîzî’nin işaret ettiği gibi (bk. İmtâ’, I, 318-19), Hayberlilerin elinde, debbâbe adı verilen ve o dönemin tankları diyebileceğimiz araçlar da vardı. Merhab kalesi de, yalçın kayalıklar üzerine inşâ edilmiş, ele geçirilmesi güç bir yapı idi.
1350/50. Bütün bu engeller karşısında, Müslümanların gönüllerinde sadece iman ve Allah yolunda hizmet etme duygu ve arzusu hâkimdi. Böylece onlar, birbiri arkasına düşman kalelerini fethettiler ve daha sonraki savaşlarda kullanmak üzere, mancınık ve deri kaplı arabalar (debbâbe) gibi içlerinde ne var ne yoksa hepsini ganimet olarak ele geçirdiler. Ancak bu savaş sırasında Müslümanların girişmiş olduğu herhangi bir inşâat işinden bahsedilmemektedir.
1350/51. Aradan çok geçmeden, Mekkeli Müşrikler, Hudeybiye anlaşmasını ihlal ettiler ve ardından, Müslümanlarca girişilen harekatta çok değişik askerî taktikler kullanıldı. Herhangi bir istihkâm faaliyetinden söz edilmemekle birlikte, Resulullah, 10.000 savaşçıdan oluşan Ordusunu Mekke’nin dış mahallelerine kadar sokmayı başardığında, son dakikaya kadar düşmanın bundan haberi bile olmadı. Askerî ordugâhlarda toplu halde yemek pişirmek amacıyla birçok asker için bir tek ateş yakılır. O gece ise, Resulullah (a.s.), her askerin ayrı ayrı ateş yakmalarını emretti. Böylece, dağların tepesinden manzaraya bakan Mekkeliler, elli bin civarında bir askerî kuvvetin gelmekte olduğu izlenimine kapıldılar. Komutanları Ebû Süfyân, dağlardan Mekke vadilerine inip ne olup bittiğini anlamak için İslâm karargâhına gizlice girmeye kalktıysa da, bir Müslüman devriyesi kendisini kıskıvrak yakaladı. Mekke’de herkes ne yapacağını şaşırmış bir durumdaydı. İslâm ordusu şafakla birlikte harekete geçti ve dört ayrı koldan Mekke’ye girdi. Bir süre sonra Resulullah (a.s.), Ebû Süfyân’ı serbest bıraktı. O sırada Resulullah’ın habercileri sokaklarda dolaşarak halka şöyle haykırıyorlardı:
“Kim silahını bırakırsa emniyettedir, kim kendi evine kapanırsa emniyettedir; kim Haremi Şerif’in avlusuna girerse emniyettedir; kim Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa emniyettedir!”
Bu sonuncu çağrı, şehirde karışıklığı büsbütün arttırdı; zihinlere şöyle bir soru takılmıştı:
“Yoksa Ebû Süfyân da mı bize ihanet edip Müslüman oldu?”
1350/52. Bir kısım haberciler ise şu duyuruyu yapıyorlardı:
“Herkes Harem-i Şerif avlusunda toplansın! Resulullah orada kendilerine bir hutbe okuyacak!”
Mekkelilerin kafaları iyice karışmıştı ve herkes endişe içindeydi: “Bu istilacı adam bize ne yapacak?” Bu arada herkesi kapsayan bir genel affın ilan edilmiş olması, Mekkelilerin zihinlerinde anî bir değişikliğe yol açmış ve hepsi birden geçmişi unutarak, can ü gönülden İslâm’ı kabul etmişlerdir. Öyle ki, bir kaç gün sonra Resulullah (a.s.) Huneyn’de Hevâzinlilerle savaşmak üzere Ordusunun başında yola çıkmaya karar verdiğinde, bu askerî sefer için oluşturulan birliklere, yeni Müslüman olmuş çok sayıda Mekkelinin de katıldığı görülmektedir.
1350/53. Mekke’nin fethedilmesi, Kabe binasında bazı çalışmaların yapılmasına da fırsat vermiştir. Resulullah burada puta tapıcılık ve müşriklik ile ilgili bütün iz ve işaretleri ortadan kaldırmıştır. Sadece Kâ’be’nin çevresindeki 360 putu kırıp yok etmekle kalmayıp, Kâ’be binasının içinde duvarlara resmedilmiş bir takım dinî freskleri de silip ortadan kaldırmıştır (bk. Buhârî, 60/8/3-4). Bir ara, Kâ’be’yi tamamen yıkıp, biri giriş ve diğeri çıkış için kullanılmak üzere, iki kapılı olarak binayı yeniden inşâ etmeyi de düşünmüştür. Böylece, bugün üstü açık vaziyette duran dairevî Hatim kısmı da dahil, her şey tek bir çatı altında toplanmış olacaktı. Ancak, Buhârî’nin naklettiğine göre (bk. 3/48, 25/42/3-5, 94/9/6), olayların üstüne fazla gitmek istemediğinden, bu tasarısından vazgeçmiştir.
1350/54. Aynı şekilde, şehrin dört bir tarafında bazı duvar örme faaliyetlerine de girişilmiştir. Bu çalışmalar, Mekke’nin haram sınırlarını (ensâbu’l-haram) gösteren işaret taşlarının (bk. Makrîzî, I, 358) yenilenmesinden ibaretti. Aslında, Mekke’de iki ayrı yönde insan akımı söz konusudur: Biri, Mekke’ye çok yakın bir güzergâh üzerindedir; yabancıların yanı sıra, bu şehirde bizzat oturanların da, Umre (Küçük Hac) yapabilmek için ihramlarını giymek üzere şehir dışına çıkıp sonra tekrar ihramlı olarak dönmeleri gerekmektedir. Diğer insan akımı ise, daha çok Hac (Büyük Hac) ile ilgilidir. Makrîzî’de geçen anlatımda, yeni sınır taşı inşaatının bu güzergâhlardan hangisi ile ilgili olduğu yolunda net bir bilgi verilmemektedir. Mekke’deki bu haram sınırları çok eskilere dayanır. İslâm bunları aynen kabul ve tasdik etmiştir. İslâm’ın da benimsediği bu kutsal (haram) sınırlar içinde avlanmak yasaktır ve müeyyidelere bağlanmıştır; yine bu bölgede ağaç ve diğer bitkilerin kesilip koparılmaları da yasaklanmıştır.
1350/55. Mekke’nin fethinden sonra Resulullah (a.s.), çevredeki yerleşim birimlerinde bulunan putları yıkmak bunların bulunduğu tapınakları yerle bir etmek üzere çok sayıda askerî birlikler göndermiştir. Bu gibi hareketler, herhalde olaylar karşısında duyarsız bazı insanların dinî konulardaki düşünme ve tefekkür etme duygularını canlandırmış ve böylece onlar, bu putlarla ilgili olarak atalarından kalan eski alışkanlıkları sürdürmek yerine, bunların kendi elleriyle yapmış oldukları putlar olduğunu ve ne bu dünyadaki ne de ahiretteki işlerinde kendilerine bir yarar sağlamayacaklarını anlamışlardır. Daha sonra Resulullah (a.s.), Mekke’ye doğru gelmekte olan Hevâzin kabilelerine karşı Ordusuyla birlikte harekete geçti. Büyük bir şehir olan Tâ’if’e kadar uzandı ve şehri uzun süreli bir kuşatma altına aldı. Şehrin surları mancınık ve debbâbelerle dövülerek yıkılmaya çalışıldı. Ancak pek bir başarı sağlanamadı. Bunun üzerine şehir halkına bir duyuru yapılarak, “düşman içinde yaşayan kölelerden kim kaçar ve Müslüman Ordugâhına sığınırsa,” kendisinin otomatik olarak serbest ve hür olacağı ilân edildi. Bu duyuru üzerine Tâ’if halkı harekete geçerek, şehir dışına kaçabilmek için kale duvarlarından ipler sarkıtmaya başlayan kölelere karşı bazı ek önlemler aldı.
1350/56. Müslüman bir elçinin Bizans topraklarında öldürülmesi ve imparatorun da tazminat ödemeyi reddetmesi, Bizans ile olan ilişkileri vahim bir duruma sokmuştu. Bu olayla ilgili olarak, Mu’te üzerine düzenlenen cezalandırma seferi beklenen sonucu sağlayamayınca, Resulullah (a.s.) vakit kaybetmeksizin, hayatının en büyük ve güçlü askerî birliğini bir araya getirerek, başında da kendisi olduğu halde, Yarımadanın en kuzeyindeki Tebûk şehrine girdi. Hıristiyan Araplar ile Yahudilerin oturduğu Filistin’deki birçok bölge, Bizans’tan ayrılarak İslâm Devleti’ne bağlandılar. Büyük bir şehir olan Dûmetu’l-Cendel de, ünlü kalesine rağmen aynı şeyi yaptı. Kaynaklarda, Müslümanların bu seferler sırasında, ordugâhlarda yaptıkları geçici mescitler dışında, bölgede herhangi bir inşâat işine giriştiklerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
1350/57. Ertesi yıl, yani Hicretin 10. yılında, Resulullah (a.s.), gittikçe ağırlaşan sağlık durumuna rağmen büyük bir çaba göstererek Mekke’ye gitmiş, Hac ibâdetini yerine getirmiş ve bu son Haccında (Vedâ Haccı), Arafat’taki Rahmet Dağı’nda (Cebelu’r-Rahme), orada toplanmış olan Müslümanlara, ünlü Veda Hutbesi’ni irât ederek, böylece İslâm öğretisinin din olarak neler getirmiş olduğunu güzelce özetlemiştir. Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra ise, Âhiret âlemine göç etmek üzere son nefesini vermiştir.
1350/58. Yukarıdaki paragraflarda, Resulullah (a.s.)’ın gerek şehircilik, gerekse askerlik alanlarında bir mühendis olarak girişmiş olduğu bazı çalışmaları özet halinde verilmiştir. Bu bilgiler bize, o dönemle ilgili olarak İslâm Devleti içinde ve özellikle Arap Yarımadasında, bu alanda yapılan çalışmaların hangi koşullar altında gerçekleştirildiğine dair bir fikir verecektir.[947]
1351. Şayet Muhammed (a.s.), manevî olduğu kadar dünyevî alanda da tasarladığı reform hareketini sürdürebilmek için, bir başka devlet başkanının danışmanı rolüyle yetinmiş olsaydı, toplumun gerçek çıkarları ve yararları yönünde hareket etmiş olmazdı. O, bir Devlet’i kurup örgütlemenin yanı sıra, din eğitiminin ve hükümet otoritesinin de bizzat kendi elinde olması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre Devlet (ya da Hükümdarlık), asla bir amaç olmayıp, asıl gayeye ulaşmak için sadece bir araç idi.
1352. Bir hükümdarlık yetkisini tevarüs etmek şöyle dursun, Muhammed (a.s.), hiçbir zaman hükümdarlık altında bir araya gelmemiş olan bir ülkede Devlet örgütleyen ilk kişi olmuştur. Biz, Mekke’ye getirmiş olduğu yenilikleri ele almadan önce, Muhammed (a.s.)’in doğumundan önceki yıllarda Mekke’deki durumu inceleyelim; zira o bu şehirde doğmuş ve 63 yıllık ömrünün 53 senesini burada geçirmiştir.[948]
1353. Arapça kaynaklardaki yaygın bilgilere göre, Mekke şehrini ilk tesis eden İbrahim (a.s.)’dir. Kendisi, burada konumuzu aştığı için dile getirmeyi uygun bulmadığımız bazı nedenlerden dolayı, hanımlarından biri olan Hâcer’den ayrılmak istemiş ve onu, yeni doğmuş yavrusu İsmail ile birlikte, bir gün gelip Mekke şehrinin kurulacağı ve o sırada kimsenin yaşamadığı bir yere getirip tek başlarına bırakmıştı. Onları tamamen terk etmiş değildi; nitekim Suriye’den birçok defa onları ziyaret için gelmiştir. Başlangıçta Hâcer ve İsmâîl vadinin tek sakinleri idi. Bir süre sonra, su aramaya çıkan bazı kâşifler buradan geçerken, Amâliklere mensup Cürhüm kabilesinin bir kolu olan kendi kabileleri adına, Zemzem suyu kaynağının yakınlarına yerleşmek için Hâcer’den izin istediler.[949] Bu insanlar, o sırada Mekke ile Filistin arasındaki bölgenin tamamını işgalleri altında bulunduran Amâlika’lılara mensup idiler.[950]
1354. Yine bu ziyaretlerinden biri sırasında, İsmâil henüz pek genç bir çocuk iken, İbrahim (a.s.) Kâ’be’yi inşâ etmiş ve bu yapıyı Tek Tanrı dinine (Vahdâniyet) adamıştır. Kur’ân, bu Ev’in (Beytullah) dünyada bu türden, yani Tek Tanrı ilkesine dayanan ilk mâbet olduğunu beyan etmektedir.[951] Binanın yapımında babası ile beraber çalışıp ona yardım eden İsmâil, bu mabedin baş hizmetkârı olmuş ve dolayısıyla bu küçük yerleşim biriminin “hükümdarı” durumuna gelmişti. İbrahim (a.s.)’in getirdiği dinin şehrin civarında yayılmış olması ve onun inşa ettiği Kâ’be’yi hac amacıyla ziyaret etmenin de, daha sonraki yüzyıllarda putperestlikle ilgili birçok hurafe karıştırılmış olsa da, Arap Yarımadası’nda giderek daha çok sayıda kabileyi kendine çekerek İslâm’ın zuhuruna kadar devam etmiş olması gerekir. Her ne kadar Kur’an bu konuda daha başka örnekler vermekte ise de, biz bu kadar bir ayrıntıyla yetineceğiz.
1355. Hadisler aracılığıyla gelen anlatımlara göre, İsmâil (a.s.) Cürhüm’lü bir hanımla evlenmiş ve bu çiftten doğan çocukları zamanı gelince kasabanın başkanı olmuştur. Daha sonra, niçin ve nasıl olduğu bilinmemekle birlikte, başkanlık görevleri tamamen Cürhümlülerin eline geçmiştir.
1356. İbn Hişâm’a göre, Mekke’ye gelen ilk Arap aileleri olan Cürhümlülerle Katûrâlar yakın akraba idiler. Cürhümlülerin başkanı, daha sonra kızını İsmâil’e eş olarak vermiş olan Mudâd ibn ‘Amr, Katûrâ’nın başkanı ise es-Sumeyda’ idi. İşin ilginç tarafı, her iki aile şehirde iktidarı paylaşmışlardı: Mudâd, şehrin yukarı kesimini (Mâ’lât), Sumeyda’ ise, aşağı kesimini (Mesfele) ele geçirmişti. (Yabancılardan) herhangi bir kimse, bu bölümlerden birine ya da diğerine girdiğinde, ticaret malları üzerinden yüzde on (öşür) gümrük vergisini ilgili bölümün başkanına ödemek zorunda idi. Daha sonra, bu iki aile anlaşamayıp kendi aralarında savaşa tutuşarak, zamanla yok olup gittiler.
1357. İsmâil’in oğlu Nâbit’ten sonra, başkanlık makamına (muhtemelen yukarıda adı geçen aynı isimli kişinin torunu) Mudâd ibn ‘Amr geçti.[952] Rivayete göre,[953] Mudâd ibn ‘Amr zamanında, Mekke halkıyla Huzâ’alılar arasında bir savaş cereyan etmişti. Huzâ’alılar Yemen’den ayrılmışlardı ve yerleşecek bir yurt arıyorlardı. Önce kısa bir süre için, keşif birlikleri kendilerine uygun bir yer buluncaya kadar, Mekke’de kalmak için izin istediler. Cürhümlülerin bu isteği reddetmesi üzerine, sorunu kılıçla çözdüler. İsmâil’in soyundan gelen aileler bu ihtilafta tarafsız kaldılar; Bunun karşılığı olarak da, bu savaştan galip çıkan Huzâ’alılar, bu ülkede onların kalmaya devam etmelerine izin verdiler Bu anlaşmazlıkta Mudâd da şahsen tarafsız kalmıştı. İbn Hişâm’ın açıkça beyan ettiğine göre[954] bu Mudâd, İsmâil zamanındaki Mudâd değildir. Ancak, kendisinin yenilen Cürhümlülerle olan akrabalığı nedeniyle, Huzâ’alılar onun Mekke’de kalma isteğini reddetmişlerdir. Mudâd’ın oğlu el-Hâris, buradan ayrılmadan önce Kâ’be’nin kutsal taşı olan Haceru’l-Esved’i Mekke’de bir yere saklamayı başarmış ve kabilesiyle birlikte Mekke’den ayrılmıştır (Belazurî’ye göre[955], Huzâ’alıların sınır dışı ettiği bu kabile Cürhümlüler değil, Iyâdlılardır). El-Hâris’in kutsal taşı sakladığını fark eden Huzâ’alı bir kadın, (sonradan) bu taşı ele geçirmiş ve bu sayede Huzâ’a kabilesi, buradaki İsmâilîlerin kabul ve rızası ile mabedin başkanlığını ele geçirmişlerdir.
1358. Huzâ’alıların bu ülkede egemenliklerini sürdürüp mabedin sahibi olmayı sürdürdükleri ve içlerinden ‘Amr ibn Luhay adlı birinin Mekke’ye putperestliği sokması gibi bilgiler dışında, bu olayı takip eden yüzyıllarda ne olup bittiği hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Mabedin sahibi olmak, o yüzyılda aynı zamanda siyâsî başkan olmak anlamına da geliyordu.
1359. Huzâ’alıların egemenliği uzun süre devam etmiştir.[956] Daha sonra, İsmâil’in soyundan gelen biri yeniden Kâ’be’ye başkan olmuştur. Bu kimse, Resulullah (a.s.)’ın beşinci kuşaktan dedesi Kusay idi. Kendisi, (Huleyl ibn Hubşiyye’nin kızı) Huzâ’alı Hubbâ ile evlenmişti. Bir gün kayınbiraderi sarhoş iken, ondan Kâ’be’nin anahtarlarını satın aldı (bu konuda kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır). Aradan bir süre geçip de Huleyl vefat edince, oğulları bu yüce görev nedeniyle Kusay’la tartıştılar. Ancak, Kuzey Arabistan’daki büyük Kudâ’a kabilesinin başkanı olan üvey kardeşinin de desteğiyle, Kusay, silâh zoruyla her türlü muhalefete karşı çıkıp onları alt etmeyi başarmıştır. O dönemden sonraki yüzyıllar daha az karanlıktır.
1360. Bu arada hemen işaret edelim ki, Arapça kaynaklara göre[957] Büyük İskender (MÖ. 356-323) de Mekke’deki Kâ’be’yi ziyaret etmişti. Araplar kendisine Zu’l-Karneyn (iki boynuzu olan) adını vermişlerdir. Konuyla ilgili çeşitli açıklama ve yorumlar arasında en kabul edilebilir görüneni şudur: İskender tekeye (erkek keçiye) tapıyordu ki bunun simgesi de bu iki boynuz idi. Aynı dönemlerde kullanılmakta olan “çift boynuzla süslü şapka (bikorn),” bugün dahi Makedonya’da tamamen kaybolmuş değildir. Romalı tarihçiler, Yemen’de Necrân’ı istilâ eden General Aelius Gallus’un (M.Ö. 24) askerî seferinden ve kendisinin Mekke’ye girmek istediği halde buraya ulaşamadığından bahsederler. İmparator Neron (ölm. M. 68) zamanına kadar, Romalılar bir çok kez buralara kadar gelmişler, ancak her defasında başarısız olmuşlardır. Onları bu kadar uzak yerlere doğru çeken şey, muhtemelen güzel kokulu bitkiler (baharat) diyarı olan Yemen’in ticâret yollarına hâkim olma arzusu idi. Arapça kaynaklar, Bizans imparatorlarının da Kusay döneminde etki alanlarını Arabistan’a yayma girişimlerinden söz ederler. Gerçekten, İbn Kuteybe’nin bize rivayet ettiğine göre,[958] Kâ’be’nin kontrolü konusunda Kusay’ın Huzâ’alılarla ihtilafa düşmesi üzerine, İmparator, Kusay’a yardım etmişti. Olaylar gerçekten bu şekilde gelişmiş ve söz konusu yardım doğrudan İmparator eliyle ya da Suriye hâkiminin aracılığıyla olmuşsa bile, bu olayın I. Theodose (379-359) veya onun oğlu Arcadios’un (395-408 yılları arasında Doğu Roma İmparatoru) hükümdarlığı sırasında meydana gelmiş olması gerekir. O dönemde Bizans’ın Mekke’de ne denli etkili olduğu bilinmemektedir. Ancak şunu belirtelim ki, aynı Kusay’ın torunu Haşim, İmparatordan Suriye’ye ticâret kervanı göndermeye izin veren bir ferman almıştı; kendisi bu seferlerinden biri sırasında, Filistin’de (Gazze) iken vefat etmiştir. İki kuşak sonra yeniden Bizans’ın bir arabuluculuğu söz konusu olacaktır: Mekkeli Osmân ibn Huveyris[959] Suriye’ye giderek, burada Hıristiyanlığı kabul etmiş ve kanaatimizce, İmparator Justinien’den, bir taçla birlikte kendisini Mekke’nin kıralı tayin eden ve Mekkelilerin onun bu yüksek rütbesini tanımalarını ve ona bir vergi ödemelerini isteyen, Devlet mührü taşıyan çeşitli fermanlar almıştı. Günlük tarih yazarlarının (vakanüvislerin) söylediklerine bakılırsa Osman, Mekke’ye İmparatorun altın varakla mühürlü mektubunu getirmiş ve hemşehrileriyle genel bir toplantı yaparak durumu kendilerine bildirmişti. O sırada çok şanslı bir konumdaydı; zira Mekkeliler, ticarî ilişkileri bakımından Suriye ve Mısır’da hüküm süren ve Habeşistan üzerinde bile büyük bir saygınlığı olan Bizans İmparatoru’na büyük ölçüde bağlı idiler. Ancak Mekkeliler, bu tür mülahazalara boyun eğmeyecek kadar gururlu ve kibirli idiler: Nitekim, bizzat Osman’ın amcası mecliste ayağa kalkarak, “Mekkeli özgür hemşehrilerinin bir kıralın hükümdarlığına asla boyun eğmeyeceklerini” söyledi. O, alaycı konuşmasında o denli ileri gitti ki, sonunda İmparatorun fermanı oybirliğiyle reddedildi. Ümitleri boşa çıkan ve gururu incinen Osman, son nefesini vermek üzere Suriye’ye döndü. Onun talebi üzerine, Bizanslılar Mekke’den Suriye’ye gelen tüccarları hapse atmaya başladılar. İran’la savaşa girilmesi, büyük reis Osman’ın ölümü gibi olaylar, Mekkelilerin Suriye’ye giriş yasağını çabucak unutturdu. Bizans’la ilgili son bir olay: Benû Âmir adlı Medineli keşiş, Resulullah (a.s.) döneminde, sık sık hemşehrilerini cezalandırmak üzere Bizans ordularını çağırmakla tehdit ederdi.[960] Bu bilgiler bize, yüzyıllardır Roma İmparatorluğu ile Mekke arasında mevcut ilişkiler hakkında bir fikir vermektedir.
1361. Mekke, diğer bazı kuvvetleri de üzerine çekmiştir: Habeşlilerin, Yemen’i istilâ ettikten sonra Mekke üzerine bir sefer düzenlediklerini, ancak çıkan bir salgın hastalık sebebiyle geri dönmek zorunda kaldıklarını daha önce söylemiştik. İranlılar da, Habeşlilerden sonra Yemen’de iş başına geçince, bütün Hicaz bölgesinin hâkimi oldukları düşüncesine kapıldılar. Resulullah (a.s.)’ın İran İmparatorunu İslâm’a davet etmesi üzerine, bu Kisrâ’nın kalkıp Yemen’deki valisine, Medine’de bulunan Peygamberin, başkent Ktesifon’a (Medâyin) gelmesini sağlamasını, ve eğer reddedecek olursa zincire vurulmak suretiyle kendisine gönderilmesini yazmasından bunu açıkça anlıyoruz.
1362. Kısacası, görüldüğü gibi geçmişte bazı istilâ girişimleri yahut basit egemenlik iddiaları ortaya çıkmıştır. Ancak Mekke hiçbir zaman yabancı ulusun boyunduruğuna tabi olmamıştır: Bağımsızlığını daima muhafaza etmiş ve aşağıda ortaya koyacağımız kendine özgü anayasasıyla bir Şehir-Devlet olarak gelişmesini sürdürmüştür. Bu arada şunu da belirtelim ki, Mekke, Tâ’if ve Medine bölgesindeki kabile başkanları, girişimci tüccarlar ve hatta şairler yabancı ülkelere seyahatlerde bulunur, buraların hâkim ve hükümdarlarını ziyaret etmek için fırsat kollarlar ve bazen buna muvaffak da olurlardı. İşte böyle bir çabanın sonucu olarak onlar, Habeş İmparatoru Necâşî, Hîre ve Gassân hükümdarları ve hattâ İran ve Bizans İmparatorları hakkındaki bir çok anlatımı bizlere bırakma imkânı bulmuşlardır.[961]
1363. Hâcer’in ikameti için Mekke vadisinin seçilmesinde, bu bölgede bir su kaynağı olduğunu gösterecek şekilde büyük bir ormanın varlığı[962] etkili olmuş görünmektedir. Bilindiği üzere, yağmur getiren Güney rüzgârları Mekke’ye kadar ulaşırlar. Ancak kararsız Muson rüzgârları bir su kaynağını kolaylıkla kurutabilir ve daha çok su gelmesi için halkın su kaynaklarını daha da derinlemesine kazmasına yol açacak şekilde kurak bir dönemin başlamasına neden olabilir. Belki de Zemzem kaynağı bu yüzden Zemzem kuyusu haline gelmiştir. Nakledildiğine göre, Kusay zamanında bile bu vadinin sâkinleri, bölgenin kutsallığını göz önünde bulundurarak ağaçlara dokunmazlardı; hattâ bu ağaçlar, Mekkelileri evlerinde bile rahatsız etmeye başlamışlardı.[963] Nispeten yakın bir dönemde bile Mekke’de ağaçlar vardı; zira şehrin içme suları idaresince yayınlanan ve Zübeyde adı verilen “Mekke su yolları”nın geçmişiyle ilgili kitaptan öğrendiğimize göre, Türk hâkimiyeti sırasında bu su kemerlerinin ıslâh edilmesi ve bunun şehrin içine kadar ulaştırılması için girişimlerde bulunulmuş ve bu iş için bazı kayalık tepelerin tıraşlanması gerekmiştir. O çağda henüz dinamit bulunmadığından, yöredeki kütük yığınları toplanmış ve kayaların yarılarak kırılmasında işçilere kolaylık olması için bunlarla büyük ateş yığınları oluşturulmuştur. Bu çalışmalar sonucunda bölgedeki bütün yeşillikler de yok olup gitmiştir. Şimdi Suud hükümetinin koruma ve gözetiminde bölge yeniden ağaçlandırılmaktadır.
1364. Sonunda Kusay Mekke’de egemenlik erkini ele geçirdiği zaman, Kâ’be’nin çevresindeki vadinin muhtelif kısımlarını kendi kabilesine mensup çeşitli boylar arasında taksim etti; yörenin eski sakinleri Huzâ’alılar ise şehrin kenar semtlerinde ve mâbetten daha uzak bölgelerle yetinmek zorunda kaldılar. İktidarın yetkilerini tamamen kendi elinde toplayan Kusay, kamu düzeniyle ilgili bazı yetkileri, başta es-Safvân, ‘Advân, Nese’e ve Murre ibn Avf olmak üzere yabancı kabilelere bırakma basiretini gösterdi.250 Bildiğimiz kadarıyla es-Safvân, icâze görevini, Advân ise (Hac sırasındaki) ifâza görevini üstlenmişlerdi. Bu görevlerin neler olduğunu bu bölümün ilerleyen sayfalarında açıklayacağız. Nese’eler ise, Kinâne kabilelerine mensup olup, Mekke takvimindeki nesî’ işlerinden sorumlu idiler. Gatafânların bir kolu olan Murre ibn Avfların hangi işle görevlendirildiğini ise tespit edemedim. Es-Safvânlar, Arabistan’ın doğusundaki Temim kabilesinin bir kolunu teşkil ediyorlardı; ‘Advânlılar ise orta ve kuzey Arabistanlı Gatafânlarla kardeş çocukları idi. Mekke’yi Haccetme ibadeti sırasında kamu hizmetlerinin, en azından Muhammed (a.s.) döneminde, Mekke’nin oldukça uzağındaki Necd bölgesinde ve Basra Körfezi kıyılarında oturmakta olan kabilelerce sevk ve idare edildiğine bakarak, Mekke’yi Haccetme kurumunun, Kinâne, Temîm, ‘Advân ve Gatafânların (ki hepsi de Mudar soyundandır) henüz Arap Yarımadasının uzak bölgelerine yerleşmeden önce Mekke yakınlarında ikamet ettikleri çok eski bir döneme kadar dayandığını söylemek mümkündür. İcâze görevi ise, Kinde hükümdarları[964] tarafından (belki de onların kurduğu büyük imparatorluk sırasında) çok eskiden beri Gavs ibn Murr’a emanet edilmiş olsa gerektir.
1365. Eski Grek şehirleri, polis (yukarı şehir) ve astu (aşağı şehir) olmak üzere ikiye bölünmüştü; Mekke de, İslâm’dan çok önceki tarihi devirlerden beri, Ma’lât ve Mesfele adı altında, tamamen aynı şeyleri ifade edecek şekilde bölümlere ayrılmıştı.
1366. Kur’ân, bunların dışında yer adlarıyla ilgili başka terimler de içermektedir; öncelikle, Mekke bölgesinin tamamı Haram, yani “kutsal ve korunan yer” olarak adlandırılmaktadır.[965] Gerçekten de burası, şehre ait ya da ona bağlı bir yer olup, Şehir-Devlet sadece bu alanı kapsamaktaydı. (Yunan şehirleri için de aynı şey geçerli idi.) Şehrin asıl kurulu bulunduğu yere “Batnu Mekke,” “Ummu’l-Kurâ” (şehirlerin anası) ya da “ziraat yapılmayan vadi” denilmekteydi.[966] Mabedin inşâ edildiği düzlüğe Bekke denilmekteydi. Kur’ân, bu konu ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Bekke’deki (Kâ’be)dir.”
Mâbet için Kur’ân çeşitli adlar kullanmaktadır: Kâ’be, el-Beyt (ev), el-Beytu’l-Harâm (Kutsal ve korunulup sakınılan ev), Beytu’l-Atîk (eski ya da şanlı ev), el-Mescidu’l-Harâm (secde edilecek kutsal yer) gibi. Aynı şekilde, Kur’ân, mabedin birkaç adım ötesinde yükselen Safa ve Merve adlı iki tepeden de bahseder. Suheylî’de (I, 82), Mekke’nin öteki adları arasında şu isimlere de yer verilmektedir: Salâhi, en-Nâse, el-Bâse, er-Re’s, Umm Rahîm, Kusâ.
1367. Şehirde oturan kabilenin en ulu başkanının ve yine diğer ileri gelen soylu kimselerin Yukarı şehir’de (Ma’lât) oturmalarında şaşılacak bir şey yoktur. Aynı şekilde mezarlık da burada (Ma’lât) bulunuyordu. Kamu hizmetlerinin görüşülüp tartışıldığı Dâru’n-Nedve (parlamento) binası da burada idi.
1368. Halk arasında yerleşik inanca göre, şehrin haram (kutsal) sınırları, İbrahim (a.s.) tarafından belirlenmişti. İslâmî dönemde bu sınırlar gayet iyi biliniyordu ve Muhammed (a.s.), H. 8 yılında Mekke’nin Fethi sırasında muhtelif istikametlerdeki bu sınırları gösteren ve hudûdu’l-haram olarak bilinen sınır taşlarını bizzat tamir ettirmişti. Bu taşlar Kuzeyde Cairrâne’de, Kuzey-Doğuda Nahle Vadisi’nde, Doğuda Arafat’ta, Güney ve Güney-Doğu’da İdât Labin’de, Batı’da Hudeybiye’de ve nihayet Kuzey ve Kuzey-Batı’da Ten’îm’de bulunuyordu. Bugün de halen bilinmekte olan bütün bu mahallerin araları eşit mesafelere ayrılmış değildi. Ancak bunların tamamı yaklaşık 200 km2 lik bir alan oluşturmaktadır.
1369. Bu mıntıka içinde muhtemelen tahsis edilmiş otlaklar (Himâ) ve belki de askerî seferlere hazırlık ve at yarışları için bir alan bulunuyordu. Günlük tarih yazarları, çeşitli sporların yapıldığı alanlardan da bahsederler. Fâkihî’ye göre Mekkeliler “kurrek” denilen bir tür “futbol”a düşkündüler ve büyük kalabalıklar halinde oynayanları seyretmeye gelirlerdi. Aynı yazar, Mekke’nin her semtinde bu kurrek oyununu oynamak için özel alanlar bulunduğunu, Resulullah’ın ise bu oyunu yasaklamadığını ilâve etmektedir.[967]
1370. Kusay’ın ortaya çıkışından önceki dönemlerle ilgili olarak Mekke’deki siyasal örgütlenmeler hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Cürhümlüler dönemi hakkında bildiğimiz tek şey ise, Hılfu’l-Fudûl adıyla bir tür “savaşçı dindarlar örgütü”nün kurulmuş olmasıdır ki bu örgüte üye olanlar, bir yabancı bile olsa zulme uğrayan kimsenin yardımına koşacaklarına dair yemin ediyorlardı. (Kaynaklarımız ithal edilen mallardan alınan gümrük vergilerinden de bahsetmektedirler.) Kusay dönemiyle ilgili olarak yukarıda da belirttiğimiz gibi, o, şehrin iç işleriyle ilgili bazı imtiyazlarla yetinmiş -hatta bunlara kendisinin ihdas ettiği yenilerini katmış- ve eskiden beri atalarından kendisine kalmış olan bazı görev ve ayrıcalıkları diğer kabilelerin sorumluluk alanında bırakmıştı. Şimdi bu konuyla ilgili bazı ayrıntılı bilgiler verelim:
1371. Kinâneler Orta Arabistan’da oturuyor ve Ay takvimi üzerinde yapılan nesi çalışmalarının yararlı yönleri kadar, astronominin “gizemli yanlarını” da biliyorlardı. Muhtemelen Kinânelerin astronomi konusundaki bilgileri Kusay’ın dikkatini çekmişti. Kinâneler kendi bilgileriyle ilgili sırları kıskanç bir biçimde gizliyorlar, ancak İslâm’dan önce Mekke’ye Hac için gelenlerin bu bilgilerden yararlanmasına izin veriyorlardı. İcâze ve İfâze adı verilen ve Hacc’ın bazı merâsimleriyle ilgili görevlerin yerine getirilmesi, Kusay tarafından, kendisine gelir ve şöhret kaynağı olan Kâ’be’yi haccetmekten vazgeçmelerini önlemek için, bilinçli olarak yabancıların eline bırakılmıştı.
1372. Kusay’la ilgili olarak günlük tarih yazarları, ölüm döşeğinde iken üzerinde en az altı görev (umûr-ı sitte) bulunduğundan bahsederler. Kendisi bu görevleri dört oğlundan ikisi arasında şu şekilde taksim etmişti: Mâbedin, Parlamentonun ve Savaş Sancağının muhafızlığı Abdu’d-Dâr’a; Hacılara su ve içecek sağlanması, hacılara ziyafet vermek için Mekkelilerin ödediği vergilerin muhafazası ve savaş halinde orduya komutanlık yapma görevleri ise Abd Menâf’a bırakıldı. “Genel Meclis binasını (Dâru’n-Nedve)” inşâ eden, Kusay’dır. Hacılara ziyafet vermek için vergi koyan da odur. Kuşkusuz, kendisinin başlattığı Hükümet darbesinin devamından korktuğu için, yabancı hacıları genel bir ziyafete davet etmek suretiyle onların gönüllerini kazanmak istemiştir. Sancaktarlık ve komutanlık görevleri başkanlığa yakından bağlı işlerdendi. Gerçekten Kusay bunları da kendi iradesiyle paylaştırmış ise, bu, herhalde onun iki oğlunu da eşit derecede, birini daha yaşlı olduğu, diğerini ise iktidara daha yatkın olduğu için sevmesinden kaynaklanmıştır. Buradan anlaşıldığı kadarıyla, Mekke’de Kusay’dan önce yabancılar tarafından görülen üç görev dışında, mabedin muhafazası görevi dışında bir kamu hizmeti mevcut değildi; Kusay’dan sonraki ikinci kuşakta ise altı kamu görevine tanık olmaktayız. İslâm’ın ortaya çıkmasına yakın, Mekkeli olmayanların elinde bulunan üç görev dışında, en az 19 görev bulunuyordu. Ancak bu 19 görev alanı, sadece Mekkeli on başkan arasında dağıtılmıştı. Bu on başkandan da sadece beşi doğrudan doğruya Kusay’ın soyundan, kalan diğer beşi ise kardeş çocukları yoluyla gelmekteydi. Şu kadarı var ki, en azından Kusay’ın soyundan gelenler arasında, bu görev dağılımının kuşaktan kuşağa aktarımı konusunda ihtilaflar çıkmış ve bunların hemen tamamı kılıç yoluyla, yani savaşarak halledilmişlerdir. Sorunların barışçı yoldan halledildiği çok nadirdir. Hacılara içme suyu temin etme görevinin de tuhaf bir kaderi olmuştur. Belazurî’ye göre, Hâşim bu görevi bir kur’â sonucu elde etmişti. Daha sonra onun kardeşi el-Muttalib bu göreve vasiyet yoluyla sahip olmuş, ondan sonra da bu görev onun yeğeni Abdu’l-Muttalib’e kalmıştır (Ancak bunun nasıl olduğu belirtilmemektedir; belki de Zemzem kuyusunun yerini keşfettiği içindir); görev daha sonra Abdu’l-Muttalib’in oğlu ez-Zübeyr’e, ondan da kardeşi Ebû Tâlib’e geçmiştir. Ebû Tâlib fakir bir kimse olup, küçük kardeşi Abbas’dan sık sık ödünç para alırdı. Yine bir gün, borcunu ödeyecek durumda olmadığı bir gün, elindeki bu görevi ona devretmek zorunda kaldı. Abbâs kuru üzümleri Zemzem suyuna bandırıp, daha sonra bu içkiyi hacılara ikram ederdi.[968]
1373. Büyük Arap tarihçisi İbn el-Kelbî, İslâm’ın ortaya çıkışı sırasında Mekkelilerin kendilerini yönetmesiyle ilgili koşullar hakkında bize vecîz olduğu kadar öğretici tasvirler bırakmıştır. İbn el-Kelbî’nin eserinin asıl nüshası bugün kayıp olduğu için, biz daha sonraki tarihçilerin kendi eserlerinde yapmış oldukları alıntıları tekrar aktarmak durumundayız:
“Ebû’l-Munzir Hişâm ibn Muhammed İbn es-Sâ’ib el-Kelbî şöyle rivayet eder: İşte Cahiliye günlerinde tevarüs yoluyla Kureyşliler arasında büyük rütbe ve makam sahibi olmuş ve daha sonra İslâm’ın ortaya çıkışına tanık olmuş kişiler şunlardır: Burada 10 aile, yani 10 sop söz konusudur: Hâşimîler, Emevîler, Nevfeller, Abdu’d-Dârlar, Esedler, Teymler, Mahzûmlar, ‘Adîler, Cumahlar ve Sehmler.
Hâşimîler arasından el-Abbâs ibn Abd’il-Muttalib, Câhiliye döneminde, hacılara su temin ederdi (sikâye). İslâm’la birlikte bu görev kendisinde kalmaya devam etmiştir.
Emevîler içinde Ebû Süfyân ibn Harb, el-Ukâb (sözcük anlamı: kartal) yani Kureyşlilerin sancağını taşımakla görevliydi. Bu görevi elinde bulunduran kimse, bir savaş ilanı söz konusu olduğunda bunu çıkarırdı. Eğer biri (komutan) üzerinde anlaşmaya varabilirlerse, el-Ukâb adlı bu sancak ona teslim edilirdi. Aksi halde sancak muhafızı başkan olarak kalır ve öncelik ona verilirdi.
Benû Nevfeller içinden el-Hâris ibn ‘Âmir ise Refâde ile, yani yoksul hacılara destek olmak için Mekkeli zenginlerden toplanmış olan maddî yardımları ilgililere dağıtmakla görevli idi.
Benû ‘Abd ed-Dârlar arasında Osmân ibn Talha: Kendisine mabedin ve kapısının korunmasının yanı sıra, liva (bayrak) görevi verilmişti. Rivayete göre, Nedve’nin yani Parlamento binasının korunması işini de aynı şekilde Benû ‘Abd ed-Dârlar üstlenmişlerdi.
“Benû Esedler arasında Yezîd ibn Zem’a ibn el-Esved’di: Ona da meşveret (şûra) görevi verilmişti; yani Kureyşli başkanlar onunla istişare etmeksizin asla bir karar alamazlardı: Eğer kendisi onay verirse, onların da söz konusu şeyi yapmalarına izin verir, ya da tercih hakkını kullanma konusunda kendilerinden yardım isterdi. Kendisi Tâ’if Seferi sırasında Resulullah’ın yanında (Müslüman olarak) şehit düşmüştür.
Benû Teymler arasında Ebû Bekr es-Sıddîk: Kendisine Câhiliye günlerinde eşnâk, yani kan diyeti ve maddî tazminat işlerinin halledilmesi görevi verilmişti. Eğer kendisi (bu konuda) bir sorumluluk üstlenecekse, Kureyşlileri bu konuda bilgilendirir ve şayet kendisi haklı görülürse, (şehir adına) üstlendiği sorumluluğun yerine getirilmesine herkes katkıda bulunurdu. Yine ondan başkası (şehir adına) bir sorumluluk alacak olsa, bu kimse desteklenmez ve yalnız bırakılırdı.
Benû Mahzûmlar arasından Hâlid ibn Velîd’e ise Kubbe (tahtırevan) ve A’inne (at dizginleri) verilmişti. Tahtırevan toprak üzerine konulup, herkes sefere çıkacak ordunun donatılması için üzerine düşen payı (nakit olarak) getirirdi; “dizginlere” gelince bu da, bu görevi üstlenecek olan kimsenin, o savaş esnasında Kureyşlilerin süvari kıtaları komutanı olmasıydı.
Benû Adîler içinde Ömer ibn el-Hattâb’a ise Câhiliye günlerinde Sifâre (tam yetkili siyâsî temsilcilik ve elçilik) görevi verilmişti. Mekkeliler ile yabancılar arasında bir savaş çıkması halinde kendisini temsilci olarak gönderirler, ya da başka bir kabile ile arada bir munâfere (üstün tarafın kim olduğu konusunda ihtilâf ve tartışma) varsa, dâva vekili olarak Ömer gönderilir ve onun benimsediği karar aynen uygulanırdı.
Benû Cumahlar arasında Safvân ibn Umeyye: Kendisi eysâr’dan (yani alın yazısını okumak için talih oyunu aletleri) sorumlu idi. Bu kumar oyunu oklarla (ezlâm) oynanırdı. Bu görevlinin tezgâhından geçmeksizin, (yani bu kutsal (!) oklara danışmadan) bir kamu görevine atanacak kimsenin durumuna karar verilmezdi.
Benû Sehmler’den el-Hâris ibn Kays da, hükûme (tahkim?) görevi ile tanrılara sunulmak üzere alıkonulmuş malların (emval-i muheccere) muhafazası işini elinde bulunduruyordu.
Cahiliye döneminde Kureyşlilerin üstlendikleri büyük rütbeler şunlardı:
Sikâye: Su verme, sulama.
İmâre: Mabedin avlusunda hacılara nezâret etme.
Ukâb: Kartal, sancak.
Refâde: Vergiler.
Sedâne: Mabedin korunması.
Hicâbe: Mabedin kapısının korunması.
Nedve: Şehir meclisi (parlamento).
Liva’ : Bayrak.
Meşveret: Teknik danışma.
Eşnâk: Tazminat ödemeleri.
Kubbe: Tahtırevan.
A’inne: At dizginleri.
Sifâre: Tam yetkili siyâsî temsil.
Eysâr: Kâhin olarak oklara başvurma.
Hükûme: Tahkim, para cezası (?)
Emval: Muheccere (koruma altına alınmış kutsal eşyalar).
Bu büyük rütbeler, (tevarüste?) önceliklerinin bulunması koşuluyla, bu on boydan gelen on kişiye aitti. Onlar, bu görevleri “büyükten büyüğe” (yaşça büyük oğuldan yaşça büyük oğula mı, yoksa sop’un en yaşlısından yaşlısına mı, bu konu belli değil) olmak üzere, bunları kendilerinde aynen bırakarak onaylayan İslâm’ın zuhuruna kadar, ellerinde bulundurmuşlardır. Gerçekten, Cahiliye döneminden beri sürüp gelen bu büyük rütbelerden her biri İslâmî dönemde de varlıklarını sürdürerek benimsenmişlerdir. Örneğin, hacılara su temini (Sikâye), Mescidu’l-Harâm’a “insan yerleştirme” ve seferberlik tazminatının belirlenmesi (hulvânu’n-nefer) görevleri Benû Hâşimlerde bulunuyordu.
Hacılara su temini görevi herkesin bildiği bir konudur; Mescidu’l-Harâm’a “insan yerleştirme” ise, insanların bu mahalde kılık kıyafeti düzgün olmayan bir biçimde, ahlâk kurallarına aykırı ve yüksek sesle konuşarak dolaşmamalarını sağlamak anlamına geliyordu. Abbâs böyle yapanlara engel olurdu. Seferberlik mükellefiyeti ile ilgili olarak şunu belirtelim ki, Cahiliye döneminde Mekkeliler üzerinde hiç kimse hükümdar olarak egemenlik oluşturmamıştı. Bu durumda, bir savaş çıkması halinde, mevcut başkanlar arasından kur’â çekilir ve kurâ’da çıkan kimse genç olsun, ihtiyar olsun, komutan seçilmiş sayılırdı. Ficâr (savaşı) günlerinde de böyle olmuştur. (Büyük rütbe ve makamın nöbetleşe geldiği) Benû Hâşim arasında kur’â çekildi. Kur’â, yaşı küçük olan Abbâs’a düştü ve kendisini bir kalkan üzerine çıkardılar.
1374. Bu tasvirler ilginç olmakla birlikte pek tatmin edici değildir. Zira bazı bilgi eksiklikleri vardır ve açıklamalar her zaman anlaşılır netlikte değildir. Esas kaynağı İbn el-Kelbî olan yukarda çevirisini verdiğimiz nakillerde bazı atlamalar bulunmasından kuşkulanıyorum. Diğer tarihî kaynaklarda, yukarıda saydığımız kamu görevleri dışında, Kıyâde (orduyu sevk), Câdiru’l-Kâ’be (Ka’be duvarlarının bakımı ve korunması) gibi başka işlerden de bahsedilmekte ve tevarüs yoluyla gelen bu tür “bakanlıklar” dışında, şehrin anayasal yapısı hakkında başka bilgiler de verilmektedir. Biz, yalnızca yukarıda sayılan bu kısımları açıklamak yerine, diğer kaynaklardan toplayabildiğimiz metinlerin tamamını göz önünde bulundurarak bu kurumları tasvir ve tarif etmenin daha yararlı olacağı kanaatindeyiz.[969]
1375. Vatandaşların hepsine birden cemâat (topluluk) deniliyordu. Resulullah (a.s.), diğer bütün insanlardan ayrı ve farklı bir nitelik taşıyan kendisine bağlı insanların tamamını ifâde etmek üzere bu terimi aynen benimsedi (Ülkedeki bütün diğer insanlar gibi, Bahreyn Meliki’ni de cemaate girmeğe davet eden mektubuna bakınız).
1376. Kur’ân ayrıca iki terim daha kullanmaktadır: Millet ve Kavim. Bunlardan ilki, dinsiz ve imansızların dışarıda tutulduğu, daha çok dinî bir toplumu ifâde eder; Kavim ise, putperestler de dahil olmak üzere tüm toplumu kuşatan, çok daha geniş bir anlama sahiptir.
1377. Kuşkusuz, ancak çok az sayıda yurttaş genel halk meclislerine katılma hakkına sahip idi. Bu seçkin halk tabakasına mele’ deniliyordu. (Kelime anlamı doldurmak, yardım etmek, tavsiye ve önerilerde bulunmak olan bu terim, muhtemelen başkanın çevresini ve danışma meclisini “dolduran” kimseleri kastetmesinin dışında, burada son iki anlamıyla kullanılmıştır). Kur’ân’da bu terim, çeşitli bağlamlarda 30 civarında yerde geçmektedir. Örneğin, Yûsuf (a.s.)’ın Firavunu, Mûsâ’nın Firavunu ve Saba Melikesi, ayrıca Mısır’dan Çıkış’tan sonra İsrailliler ile ilgili olarak ve çeşitli dönemlerde ortaya çıkan toplum önderleri vb. gibi. Kur’ân’da bu terimin kullanılışı sırasında,
“Ey Mele’, bana düşünce ve görüşünüzü bildiriniz,”
“Hükümdar, çevresindeki Mele’lere şöyle söyledi...,”
“Mele’ler senin hakkında görüşüp karar veriyorlar” vs. gibi ifadelere rastlıyoruz: İsrailliler, Musa (a.s.) zamanında (Mısır’dan Çıkış’tan önce), Mısır nüfusunun bir bölümünü oluşturuyorlardı; ancak onlar, Firavun’un mele’leri arasında yer almıyorlardı. Kur’ân’ın şu ayeti, bize, tartışma ve görüşme anındaki bir mele’ler topluluğunun canlı bir betimlemesini vermektedir:
“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) “Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı” dedi. “Mektup Süleyman’dandır, Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır. “Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır).” (Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam. Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün. Melike: Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler. (Elçiler, hediyelerle) Süleyman’a gelince şöyle dedi: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle (ben değil) siz sevinirsiniz. (Ey elçi!) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak surette hor ve hakir halde oradan çıkarırız! (Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir?”
1378. Elimizde azâtlı kölelerin (Mevlâ), sözleşmeye dayalı kardeşlerin (Dahîl), ittifak anlaşması gereği Mekkeli ailelere karışmış olan yabancıların (Hatif), geçici olarak koruma altında bulunanların (Câr), vatandaşların genel meclis toplantılarına katılıp katılamayacaklarını araştırmak üzere bunların hukukî durumları üzerinde ayrıntılı bilgiler bulunmamaktadır. Bütün koşullara uygun, yerleşik bir kural muhtemelen mevcut değildi. Şöyle bir olayı hatırlatalım: Resulullah (a.s.)’ın hicretinden hemen önce, Mekkeliler, kendi üzerlerine gelmekte olan “İslâm tehdidi” ile baş etmenin en etkin çözümünün ne olduğunu tartıştıkları sırada, -Resulullah’ın, Ebû Bekr’in ve Ömer’in sopları dışında- yedi sülâlenin temsilcilerinin yanı sıra, “Kureyşlilerle birlikte bulunmakla birlikte onlar arasında sayılmayanlar” da bulunuyorlardı. Hattâ kendisinin Necdli olduğunu öne süren meçhul bir kimse de, kendi isteği üzerine ve oldukça sempatik görünmesinin verdiği güvene dayanarak (klasik dönem İslâm tarihçilerine göre bu kimse, insan kılığına bürünmüş Şeytan’dan başkası değildi) kabul edilmişti. Suheylî’nin belirttiğine gör, Kureyşliler bu görüşmelerde “Muhammed (a.s.)’e yakınlık duydukları için “Tihâme’ye mensup olanların dışlanmasına” karar vermişlerdi.
1379. Mekke’de kırk yaşını dolduran herkes, bu danışma meclisine katılma hakkına sahipti; ancak bunlar her zaman bu haklarını kullanmış gözükmemektedir; kabilenin en seçkin kişilerinden oluşan çok az sayıda insanla yetiniliyordu.
Dâru’n-Nedve salonu, zaten çok sayıda davetliyi kabul edecek durumda değildi. Muhammed sorununu çözmek için görüşmelerin yapıldığı güne izdiham günü adı verilmiştir; muhtemelen o gün, bu tartışma sırasında bulunan tüm davetliler için yeterli miktarda yer kalmamıştı.
1380. Kusay döneminden sonra, öyle anlaşılıyor ki yaş sınırlaması konusunda bazı istisnalar gündeme getirilmiştir; zira Ebû Cehil, bilgeliği ve dirayeti dolayısıyla henüz otuz yaşında olduğu halde Dâru’n-Nedve’ye kabul edilmişti. Hakîm ibn Hizam ise bu şerefi yirmi yaşında, bir rivayete göre de onbeş yaşında iken elde etmişti.[970]
1381. Kusay’dan önce Mekkeliler çadırlarda yaşarlardı. Burada birçok ev ve Kâ’be’nin tam karşısına şehrin ileri gelenleri ve soylular için bir toplantı salonu (Dâru’n-Nedve) yapılmasına da kendisi karar vermiştir. Hasan ibn Sâbit gibi dönemin şâirleri bize bu salonun adını naklederler. Daha sonraları İslâmî dönemde, Kâ’be avlusunu (Mescid’ul-Harâm) genişletmek için bu salon yıkılmıştır. Rivayete göre, Hatîm’in tam karşısında bulunan bugünkü Musalla el-Hanefiyye bu salonun arsası üzerine inşâ edilmiştir.
1382. “Kureyşliler halkın genelini ilgilendiren bir konuda görüşme yapmak istediklerinde, Parlamento tarafından görevlendirilen muhafız, onun oğlu yahut yeğeni kapıyı açardı. Bir kız bulûğ çağına eriştiğinde, kendisine Dâru’n-Nedve açılır, burada muhafızın kabilesine mensup üye ona giysisini hazırlayıp giydirirdi; daha sonra bu kız, bir daha peçesiz sokağa çıkmamak üzere evine dönerdi.” “Mekkeli kadın ve erkeklerin düğünleri de Dâru’n-Nedve’de yapılır, yine burada yaşanan olaylarla ilgili tartışma ve görüşmeler yapılır, kendilerine savaş sancağı teslim edilmek suretiyle askerî sefere çıkacak komutanlar tâyin edilirdi.” Muhtemelen ittifak ve barış anlaşmaları ile diğer askerî ve iktisadî anlaşmalar da bu binada karara bağlanmıştır.
1383. Dâru’n-Nedve , şehrin merkezî danışma meclisi idi. Ancak her sop’un, ayrıca Nâdî denilen kendilerine ait bir toplantı yeri de bulunuyordu. Kur’ân bu konuya iki ayrı yerde değinir:
“… Siz … toplantılarınızda (nâdilerinizde) edepsizlik mi yapacaksınız?”
“… O hemen gidip meclisini (taraftarlarını) çağırsın! Biz de zebânileri çağıracağız.”
Herhangi bir sop’un üyelerine bir konuyu iletmek isteyen yabancılar, genellikle bunların nadî’lerinin (toplantı yerinin) nerede olduğunu sorarlardı. Gece meclislerinde (Arap yazarların ifadesiyle müsâmerelerde) şehir sakinlerini eğlendiren hikâyeciler de muhtemelen bu nadi’leri kullanıyorlardı. Bunlarla ilgili bazı anılar kimi şairlerce dile getirilmiştir. Bu şairlerden biri, mutsuz bir dönemden bahsederken şu ifadeleri kullanır:
“Sanki Hacûn ile Safa (Mekke’nin iki mahallesi) arasında hiçbir dost yoktu; ve Mekke’de hikâye anlatacak hiçbir kimse de kalmamıştı.”
Fakat Kur’ân, “uygunsuz konuların işlendiği gece oturmalarını” aşağılayarak dile getirir (Sâmiran tehcurûn). Bir sop’a ait ticaret kervanlarının uğurlanışı da o sop’un nâdisinde yapılırdı.
1384. Bir kimseyi toplum dışına itme (aforoz) ve yasa dışı ilan etmenin yanı sıra, bir kimseye himaye (emân) hakkı tanıma gibi törenlerin de o sop’un nâdîsinde yapılması oldukça önemli idi; bu tür işlemler, değişik soplardan üyelerin tam kadro katılabileceği, örneğin mabedin avlusu gibi merkezî bir yerde yapılırdı. Emân hakkı verme konusunda şu olayı hatırlatalım: Ebû Bekir, Müslümanların Habeşistan’a sığındıkları bir sırada, başka bir yere yerleşmek üzere Mekke’yi terk etmiş ve Ehâbişlerin memleketine uğramıştı. Bunların başkanı İbn ed-Duğunne kendisini Mekke’ye geri getirerek, Ebû Bekir gibi asil birini kendi yurdundan hicret etmek zorunda bıraktıkları için Mekkelileri azarlamış ve sitemler etmiştir. Daha sonra İbn ed-Duğunne, Ebû Bekir’i kendi emanına aldığını ve bundan böyle hiçbir kimsenin ona eziyet edip sıkıntı vermemesini söylemiş, Mekkeliler de bunu kabul etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, sadece bir vatandaş tarafından değil, aynı zamanda bir müttefik kimse tarafından verilen emânlar da Mekke’de geçerli idi.
1385. Mekke’de aynı anlama gelen ve münâdî ya da müezzin (bir tür elçi) denilen görevlilere de rastlanmaktadır ki, bunlar, o sop’un başkanı tarafından “genel ilan” işlerinde görevlendirilmişlerdi. Bazı kaynaklarda, Uhud savaşı sırasında askerî münâdî ve müezzinlere de görev düşmüştü. H. 9 yılında Ebû Hureyre, Resulullah (a.s.)’ın Mekke’de müşriklerle yapılmış olan bazı kararları açıklayıp, bazı anlaşmaların da yürürlükten kaldırıldığını bildirmekle görevlendirdiği heyetin müezzini olmuştu. Kur’ân her iki terimi de kullanmıştır. Bu münâdiler, halka açık bir toplantıyı, şenliklere ya da ziyafetlere daveti ya da bireyleri çok etkileyen toplum dışında bırakma (aforoz ya da tard etme) gibi kararları ilan ederlerdi. Belirtildiğine göre büyük başkan Abdullah ibn Cud’ân’ın iki münâdîsi vardı; biri yukarı şehir (Ma’lât) için, diğeri ise aşağı şehir (Mesfele) içindi. (Demek ki şehir o sırada oldukça büyümüştü.)
1386. Bu arada “çıplak uyarıcı” (nezîr uryân)’yı da unutmayalım: Örneğin düşmanın yaklaştığının bildirilmesi vs. gibi acil ve hayatî öneme sahip bir haber söz konusu ise, ister tanıdık ister yabancı kim olursa olsun insanlar herkesin bulunduğu bir yere gelerek kısmen ya da tamamen soyunarak, tehlikeyi haber verirlerdi; insanlar ne olup bittiğini öğrenmek için koşuştururlar ve bu uyarıcılar da kendilerine bu haberi iletirlerdi. Örneğin, H. 2 yılında Ebû Sufyân’ın sürdüğü kervan Müslümanların bir tuzak hazırlandığını öğrenince, habercisi Mekke’ye koşmuş ve haberi bu tarzda ilân etmişti. [971]
1387. Görüldüğü kadarıyla Mekke’de hiçbir zaman bir hükümdar söz konusu olmamıştır. Kusay, bazı imtiyazları yabancılara bırakmış olmasına rağmen, kendi kabilesi içinde tartışmasız bir otoriteye sahipti. Bu durum, gelecek kuşaklarda kolaylıkla bir hükümdarlığın oluşumuna yol açabilirdi. Ancak o, elinde bulundurduğu imtiyazları, oğullarının birçoğu arasında taksim etmeye karar verdi. Daha sonraları yerinden yönetim (adem-i merkeziyetçi) anlayışına olan eğilim giderek artmıştır. Öyle ki, Bizans İmparatoru’nun desteklediği Osmân ibn el-Huveyris bile, Mekkelileri monarşik bir idare etrafında toplamayı başaramamıştır. İslâm’ın ortaya çıktığı sıralarda şehri On’lar Meclisi, adı altında oligarşik bir hükümet yönetmekteydi. İktidarın babadan oğula geçmesi yöntemi ise pek belirgin değildi ve bu tür anlaşmazlıklarda genellikle kılıca baş vuruluyordu.[972]
1388. O sıralarda başkanların temel görevleri dinsel törenlerle yakından ilişkiliydi. Kâ’be mâbedi bu şehirde idi ve çoğu uygulamalar bu kuruma bağlıydı:
1389. Sidâne (mabedin bakımı ve korunması) ve Hicâbe (mabedin kapısının korunması), kaynaklarımıza göre birbirinden farklı iki görevdi. Putperestliğe rağmen, Beytullah (Allah’ın Evi), kendisi put olarak görülmeksizin, her şeyin üstünde tutuluyordu. Bu mabet bir giriş kapısıyla bir tek odadan ibaretti. İçerisi duvar resimleriyle süslüydü. Ancak görüldüğü kadarıyla iç kısımda hiçbir zaman put olmamıştır. Büyük put Hubel bile dışarıda, dam üzerinde bulunuyordu. Kâ’be’nin içerisinde, değerli eşyalardan oluşan bağışların atıldığı bir kuyunun bulunduğundan bahsedilir. Bu durumda, Kâ’be’nin anahtarları çok büyük bir öneme sahiptiler. Kusay ölürken, bu anahtarları oğlu Abd ed-Dâr’a bırakmıştı ve onun soyundan gelenler Resulullah (a.s.) şehri fethettiği sırada bunların muhafazasını üstlenmişlerdi. İslâm Peygamberi bu muhafızlar ailesini değiştirmemiş olup, aynı aile bugünkü Suud yönetiminde bu görevi sürdürmektedir. Kusay’ın M.S. 4. yüzyılda yaşadığını da hatırlatalım.
1390. Kur’ân’a göre, Ka’be’yi ibadet amacıyla ziyaret etmenin kuralları, İbrahim (a.s.) tarafından belirlenmişti; hacıların Mekke yakınlarında toplanmaları, eti yoksullar ve kurban kesen kimse arasında taksim edilen hayvanları kurban etmeleri, Kâ’be’yi ziyaret ederek samimi ve içten duygularla etrafında yedi defa dönmeleri (tavaf) ve böylece insanı “zühd ve takva bakımından yücelten” bu ibadeti tamamlamaları gerekiyordu. Başka bir ayette ise tavaf, diz çökme (kâde) ve secde dışında, hacıların Meş’aru’l-Harâm’da durarak tam Arafat’a girdikleri yerde, yılın belirli bir döneminde, Mekke’de itikaf’a girilmesi (dünyadan el-etek çekip oraya sığınılması), ayrıca Kâ’be’nin önünde kurban kesilmesi söz konusu edilmektedir. (İbrahim AS’in bu sünneti, Muhammed AS tarafından muhtemelen çevre ve halk sağlığı göz önünde bulundurularak değiştirilmişti: o dönemden beri kurbanlar şehir dışında, Mina’da kesilmektedir. Hatîm denilen ve Kâ’be’nin yarım daire şeklinde üstü açık kısmı, Gulam Yezdânî’nin düşüncesine göre,[973] kanları derin bir çukur içine toplamak üzere evvelce kurban kesme mahalli olarak kullanılmış olabilir.) Kur’ân’da geçen bu hususlar[974] Büyük Hac ile ilgilidir. Küçük Hac ise, muhtemelen Umre denilen ve Kur’ân’ın başka bir yerde[975] bahsettiği, Safa ile Merve tepeleri arasında koşulmasını bildirdiği hac olsa gerektir. Nihayet, bir başka ayete göre:
“Onların Beytullah yanındaki duaları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.”[976]
(Acaba bu yaptıkları, Şeytanı korkutup kaçırmak için miydi?). Tarihçilerin bildirdiğine göre,[977] Hac yapmak üzere her grubun ayrı bir ibâdet ve dua şekli vardı. Örneğin, “ ‘Âkk’lar Mekke’ye yaklaştıklarında bir deveye bindirilmiş iki zenci çocuğu önden gönderirlerdi; bunlar, giysileri olmayan ve tamamen çıplak kölelerdi; bunlar: “Biz ‘Akk’ların iki kargasıyız!” diye haykırınca, onların arkasındaki hacılar da: “Senin Yemenli kulların olan ‘Âkk’lar Sana tâbî olup bağlılıklarını ifade ederler; ancak selâmet getiren güçlüklere rağmen (umarız) bir daha hac yapmak üzere geliriz” diye bağırırlardı.
1391. Yukarıda, Mekke yakınlarındaki Arafat ve Meş’aru’l-Harâm’da yerine getirilen dua ve ibâdet toplantılarından bahsetmiştik. İfâze ile görevli başkan, Arafat’ta haccın kurallarının usûlüne uygun olarak yapılmasını denetler[978] ve (izdiham yaşanmasını önlemek için) buradan ilk çıkan kişi olma ayrıcalığını elinde bulundurarak, hacılara çıkış izni verirdi. İcâze ise, sabahleyin fecir vaktinde Minâ’ya doğru hareket etmek üzere gecenin geçirildiği Meş’aru’l-Harâm’daki (buraya Müzdelife de denir) bir toplantıda benzer bir ayrıcalık sağlamaktaydı. Kaynaklarımıza göre,[979] daha çok Sûfe lakabıyla ünlü Gavs ibn Murr kabilesi, icâze görevini üstlenmişti. Ancak bir ara bu ailenin neslinden kimse kalmayınca, bunların kuzenleri olan Temimler tevarüs yoluyla bu görevi devralmışlar ve İslâm’ın zuhuruna kadar bunu sürdürmüşlerdir. İbn Habîb’in naklettiğine göre,[980] –herhalde Mekke’nin fethedildiği H. 8 yılında-, Resulullah (a.s.), görevi kendisine vermek için onu daha önce tevarüs yoluyla kimin üstlendiğini sormuş, ancak bu imtiyazı üstlenen en son kişinin, geriye sadece bir kız çocuğu bırakmış olduğunu öğrenmiştir. Böylece bu kurum fiilen yürürlükten kalkmış oldu. Bilindiği gibi, iki yıl sonraki Veda Haccı sırasında, Resulullah (a.s.), eskiden kalma bütün bu bireysel ayrıcalık ve görevleri yürürlükten kaldırdığını ilan etmiştir. İfaze görevi ile ilgili olarak, Taberî, Advânlar’ın bu görevi kendi kabilelerinin uhdesinde muhafaza ettiklerini belirtir.[981] Aynı kaynak, yine Murre ibn Avflar’ın elinde bulunan diğer bir dinî yükümlülükten, bunun niteliği hakkında ayrıntılı bir açıklama yapmaksızın bahsetmektedir. Murreler, Gatafân’ların bir kolu idi ve daha önce de belirttiğimiz gibi, Gatafânlar son zamanlara kadar İslâm’a karşı yorulmaksızın savaşmışlardı. Belki de İslâm tebliğinin özellikle bu Murre ibn Avf kabilesinin sahip olduğu imtiyazlara darbe vurduğunu ve bunların Resulullah (a.s.)’a olan düşmanlıklarının da buradan kaynaklandığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
1392. Mekke’de Beytullah (Kâ’be) ile herhangi bir ilişkisi olmayan birçok put daha vardı. Hubel’den başka, Safa ve Merve tepelerinde İsaf ve Nâ’ile adlı putlar bulunuyordu. (Efsaneye göre bunlar birbirine âşık bir çift idi ve şehevî arzularını dindirmek amacıyla Kâ’be’ye girdikleri için İlâhî bir ceza ile taş haline getirilmişler ve diğer insanlara bir uyarı olmak üzere bu tepelere dikilmişlerdi. Ancak sonraki nesiller bu durumu unutarak onlara tapmağa başlamışlardır.)[982] Kâ’be’nin etrafında 360 put olduğu söylenir Bazıları bu 360 rakamının, bir yılın günlerinin sayısına işaret ettiğini düşünürler. Şunu belirtelim ki, bu putlara karşılık Tâif ve Nahle’de de Lât ve Menât adlı putlar dikili olmasına rağmen, Uhud savaşının yapıldığı gün, Ebû Sufyân bu iki putu kollarının altında taşıdığı söylenir.[983] Acaba bu iki put, Mekkelilerin saflarını takviye için, Tâif ve Nahle’den gelen askerî kıtalar tarafından birlikte mi getirilmişlerdi, yoksa bunlar sadece Mekke şehrine ya da şahsen Ebû Sufyân’a ait kopyalar mı idi? Son ihtimali kabul etmemiz halinde, 360 rakamının, fazla açık ve anlaşılır olmamakla birlikte sadece çokluk ifade etmek için kullanıldığını ve bu putların, gerçekten de Kâ’be’ye kendi putlarından daha fazla saygı ve hürmet gösteren çeşitli kabilelere ait tapınma eşyalarını temsil ettiklerini düşünmek daha doğru olacaktır. Böylece Kâ’be, Mekkelilerin “hoşgörü” anlayışı sayesinde anıt-tapınak haline gelmişti.
1393. Mekke’deki bu putlara tapınma törenleri, Kâ’be için yapılanlardan daha renkli ve hareketli olmalıydı. Ama ne yazık ki, bu konuda elimizde herhangi bir ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.
1394. Tahtırevan ve At Dizginleri olarak bilinen iki yönlü görev, yukarıda belirttiğimiz kaynak tarafından, bir askerî sefer için ve özellikle süvari kıtaları komutanına yapılacak ödemelerin toplanmasını amaçlayan, tamamen askerî bir imtiyaz olarak tanımlanmaktadır. Baş komutanın yetkisindeki imtiyazların bu şekilde bir alt bölümlenmeye tâbi tutulması ihtimalini göz ardı etmeksizin, bu görevlerin, günümüzdeki bazı yazarların da tahmin ettikleri gibi, barış zamanında sadece dini törenlere tahsis edilmiş olduğunu düşünebiliriz. Bu durumda tahtırevanın, tören sırasında putun taşınması için kullanılan büyük şemsiye olması; ve dinî bir tören sırasında bu putu taşıyan atı dizginlerinden tutarak götüren kişinin de şehrin süvari komutanı olması gerekir. Barış ortamının bir tehdide maruz kalması durumunda, acaba halkı silâh altına çağırmak için tahtırevan kurmaktan ve bunun içine bir put yerleştirerek, halkı, şehrin ya da kabilenin düşmanı tarafından bu puta karşı girişilebilecek bir saldırıdan onu korumak için bir miktar ödeme yapmaya davet etmekten daha etkili bir çözüm olabilir mi?
1395. Başlangıçta nesî, yani takvim işiyle ilgilenme görevi de Mekke’ye, sadece dinî bir amaçla sokulmuştu: Böylece Hac mevsimi sürekli olarak yılın aynı dönemine rastlıyor ve Mekkeli tüccarların da katılması gereken çeşitli fuarlara yetişmeleri sağlanıyordu. Mekke’de nesî işleriyle uğraşanların önceleri Yemenli Kindeliler olduğunu ve rivayete göre bunun, Kindelilerin hem Mudarlı hem de Rebi’alı Arapların toprakları üzerinde egemen oldukları bir döneme rastlaması oldukça ilginçtir.[984] Ancak, Mâlik ibn Kinâne, Mu’âviye ibn Sevr el-Kindî’nin kızı ile nikâhlanınca, takvim işleri ile ilgilenme görevini de üstlendi ve bu iş, kendi aile bireyleri arasında babadan oğula geçmeye başladı. Bu Mâlik ibn Kinâne, Resûlullah’ın 13. kuşaktan bir dedesinin kardeşidir. Kaynaklar[985] aynı şekilde İcâze görevinin Gavs ibn Murr kabilesine Kinde’liler tarafından bağışlanmış olduğunu belirtirler. Bu nesi uygulamasının tam olarak hangi tarihte başladığı belli değildir. Bu işle görevli kimseye Kalammas yahut Kalanbas deniliyordu. Hac sırasında bu kimse Kâ’be’nin kapısı önüne varır ve yardımcısı, mabedin Hatîm denilen üstü açık kısmına geçer ve her biri şu sözleri okurdu: “Ben, bütün ayıp ve kusurlardan arınmış, hiç kimsenin bir günah isnat edemeyeceği, verdiği hüküm asla reddedilmeyecek biriyim.” İnsanlar, sözlerini kabul edip onayladıkları bu iki görevliye ne yapmaları gerektiğini danışmak üzere gelirlerdi. Daha sonraki iki yıl boyunca Kalammas, normal Kamerî takvimin akışını izlemelerini söyler; ancak her üç yılda bir ise bunun aksini söyleyerek, o yılın 12. ayından sonra bir boş ayın (Safer) geleceğini ve aydan sonra yeni yılın ilk ayının başlaması gerektiğini belirtirdi. Örneğin Hac, ilk iki yıl 12. ayda, sonra birinci, daha sonra ikinci ilah. olmak üzere yılın bütün aylarını dolaşırdı.[986]
1396. Nesî ile yakından ilişkili bir kurum da Allah’ın haram kıldığı aylardı (Eşhuru’l-Hurum). Mekkeliler arasında bunun süresi dört ay idi. Onların takviminde, 7. sıradaki Receb ayı tek başına ve 11, 12 ve 1. aylar (Zu’l-Ka’de, Zu’l-Hicce, Muharrem) ise peş peşe olmak üzere dört ay süren Eşhuru’l-Hurum, aynı zamanda, Küçük Hac (1 ay) ve Büyük Hac (3 ay) ile aynı zamana rastlardı. Büyük Hacc’ın gerektirdiği ibadetler, Ukâz, Mecenne vs. (bunlara özel bir bölüm ayıracağız) gibi önemli fuarlar mevsiminde yerine getirilirdi. Bu kutsal aylarda her türlü kan akıtılması ve her çeşit silâh kullanımı yasaklanmıştı. Bu kurala titizlikle uyulurdu. Ancak nesî uygulaması, Hacc’ın işleyişini karıştırıyordu: Bilindiği gibi, her üç yılda bir olmak üzere, takvim aylarının on ikinci ve birinci ayları arasına fazladan bir “on üçüncü ay” eklenirdi. Eklenen bu ay kutsal olmadığı için, Kutsal Aylar’ın akışını istenmeyen bir biçimde bozuyordu. Ne yazık ki Arabistan sürekli savaşların yapıldığı bir ülke idi ve bu “ilave ay” sırasında yağmacı haydutlar, meydanı boş bularak tüccar ve hacıların başına büyük dertler açıyorlardı. Doğal olarak, hiçbir eğitim görmemiş olan savaşçı Bedeviler, “ay eklemenin” (bilimsel nedenini) hiç anlamıyorlar, ancak silâhların bu şekilde zorunlu olarak üç ay boyunca kullanılmaması hoşlarına gidiyordu. Kur’ân bu konuya da değinmiş ve nesî (ay ekleme) yöntemini yürürlükten kaldırdığını açıklamıştır. Birkaç kuşak sonra, Müslüman olan Bedevilerin bu konuda eskiye ait olarak sakladıkları tek hatıra, -belki de nesî ile uğraşan Kinâneler dışında-, vaktiyle yağmacıların her türlü kanı dökmekten sakındırıldıkları “haram aylar”a bir süre için ara verilmiş olmasıdır. Nesy’in uygulanmadığı Kamerî takvim’e alışmış olan bu Bedevîler, Ay yılı ile Güneş yılı arasındaki farkı en az Gregoryen takviminin uygulandığı ülkelerde yaşayan avam tabakasından insanlar kadar anlamakta güçlük çekiyorlardı. Gregoryen takviminin uygulandığı ülkelerdeki insanlar, Ramazan ayının ya da Zu’l-Hicce’nin, Güneş takvimindeki aylardan hangisine karşılık geldiğini anlamakta gerçekten güçlük çekmektedirler.
1397. İbn İshâk’ın belirttiğine göre,[987] Mekkeli bazı aileler bütün yarımadanın her yerinde tehlikesizce seyahat edebilecekleri sekiz aylık sürekli bir Eşhuru’l-Hurum’dan yararlanma hakkına sahip idiler. Bu hakka Basl adı veriliyordu. Ancak adı geçen yazar, bu konuda bize daha fazla ayrıntılı bilgi vermemektedir.
1398. Mekkeliler sadece putlarına tapınmakla yetinmiyorlar, aynı zamanda tasarladıkları bir işe girişip girişmeme konusunda onlara akıl danışırlardı ki, bu uygulama bize Araplardan başka çevrelerde rastlanan, bazı konularda tanrıların görüşlerini alma, yani putlar aracılığıyla fal bakma âdetini hatırlatmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Mekkeliler, eysâr ya da ezlâm adını verdikleri ucu olmayan çok sayıda oku bir torba içinde karıştırarak, putların fikrini alırlardı. Tevarüs yoluyla iş başına gelen bir din adamı bu okları muhafaza ederek para karşılığında bunların yorumunu yapardı.[988] İbn Habîb bu işin nasıl yapıldığını bize nakletmekte,[989] Kur’ân da bu adetin yasaklandığını belirtmek için göndermede bulunmaktadır.[990]
1399. Mekke’de çok eskilere dayanan bir uygulama da, mabede takdim edilen hediyelerden oluşan “koruma altındaki mallar” (emvâlu’l-muhaccere) idi. Bu işin sorumluluğunu, tevarüs yoluyla işbaşına gelen bir muhafız üstlenmişti. Cürhümlüler savaşta yenilip Mekke’yi terk ettikleri sırada bu “kutsal emanetleri” Zemzem kuyusuna atmışlar, sonra da üzerini toprakla doldurarak bütün izleri yok etmişlerdi. Abdu’l-Muttalib bu eşyaların yerini keşfedince, burayı kazdırmış ve buradan birkaç kılıç ve yakut gözlü, altından yapılmış bir ceylân heykeli çıkarmıştır. Suheylî’ye göre bunlar, İran’daki Sasani İmparatorluğunun kurucusu Sâsân tarafından takdim edilmiş ceylânlardı. İbn Habîb’in ilâve ettiğine göre[991] ceylânın iskeleti, üzeri altın kaplı ve kıymetli taşlarla süslenmiş tahtadan yapılmıştı; boynunda ve kulaklarında da birçok süs vardı ve bu eşyaların tamamı Arap köselesinden yapılmış bir torbanın içinde bulunuyordu. Kaynaklarımız, İslâm’dan önce, bu hediyenin daha fazla içki içmeye paraları kalmayan bazı sarhoş Mekkeliler tarafından çalındığından bahsederler. Bîrûnî’ye göre,[992] Abdu’l-Muttalib Zemzem kuyusunu yeniden kazdırdığı sırada, burada kalaiyye[993] denilen, sonradan Kâ’be’nin kapısına astığı ve sert demirden yapılmış birkaç kılıç; ayrıca altından mamûl ve kıymetli taşlarla süslü, biri Kâ’be’nin kapısının süslemelerinde kullanılmış, diğeri ise mabedin iç kısmına asılmış iki ceylan heykeli bulmuştu. Yemen’in İranlı valisi Bâzân’ın Mecûsilikten (Zerdüştlük) ve onun kurallarını yerine getirmekten vaz geçip İslâm’ı kabul etmesinin anısına hediye olarak gönderdiği altından yapılmış birsim (?) konusunda da Resulullah (a.s.) aynı şeyi yapmıştı. (Bîrûnî, a.g.e.).
1400. Arapların konuk severliği, yörenin başkanının yabancıları genel bir yemek ziyâfetine davet etmesini gerektiriyordu. Hattâ Arabistan’ın muhtelif bölgelerindeki fuarlarda bu genel kutlama (sanî’a) neredeyse olağan hale gelmişti. Belki de bu gelenek Mekke’de Curhumlular zamanında iken düzenlenmekteydi. Her ne olursa olsun Kusay, kabile mensuplarından özel bir fon oluşturmalarını isteyerek, “Tanrı misafirlerine” umûmî bir ziyafet vermelerini ve aynı zamanda yurduna dönüş imkânı olmayan yoksul hacılara yardım etmelerini söylemişti[994] Ya’kubî, bu katkının sağlanması için başka gerekçeler de olduğunu söylerken hiç de haksız sayılmaz. Kusay’ı Mekke’de iktidara getiren olay bir Hükümet darbesi olmuştu. Dolayısıyla, buraya Hac yapmak üzere gelen, ülkenin diğer kabileleri tarafından da “tanınması” gerekiyordu. Üstelik, kutsal mabedin civarında yerleşim birimleri inşa etme gibi bazı yenilikler konusunda da bu misafirlerin görüş ve onaylarını almak gerekiyordu. Bu vergiye rafâde (katılma, katkı) adı verilmişti. Daha sonraları, tevarüs yoluyla gelen bir başkan, herkesin kendi imkânı doğrultusunda ödediği bu vergiyi her yıl toplamaya başlamıştır.
1401. Mabedin duvarını Curhumlu başkan el-Hâris ibn Mudâd’ın damadı olan, Ezd kabilesinden ‘Amir inşa etmişti (Kendisi, meslekten mimar idi). Kendisine verilen Câdir (duvar kuran, mimar) lâkabı, onun soyundan gelenlerle birlikte devam edip gitmiştir. Belazurî şöyle ekler: “Hacılar Kâ’be’nin duvarlarına dokunarak, kendilerine bir hayrı dokunur ümidiyle buradaki taş parçalarını ve kokulu armağanları söküp götürüyorlardı. İşte, duvarlarda meydana gelen bu hasarları onarmak için ‘Amir görevlendirilmiş ve bundan dolayı da Câdir lâkabını almıştır.”[995]
1402. Mekke’de uygulanmakta olan bir âdete göre, buraya Hac için gelen yabancıların, üzerlerindeki “kirli” giysileri çıkarıp, bu kutsal topraklarda oturanlara ait giysilere bürünmeleri gerekmekteydi. Yabancı, bir Mekkelinin evinde kalır, onun evinde yer-içer ve ondan bir elbise alırdı; sonra da onu kendi imkânları nispetinde ödüllendirirdi. Bu ödüle Harîm, Mekkeli ev sahibine de Haremî denilirdi.[996] İslâm’dan önce, Muhammed (a.s.) de bu tür misafirleri ev sahibi[997] sıfatıyla kabul ederdi.[998]
1403. Kusay, iktidarını oğulları arasında taksim ettiği zaman, Abd Menâf’a “ordunun sevk ve idaresi’’ (Kavd’ul-Cuyûş) görevini verdi ki bu görev, tevarüs yoluyla babadan oğula devam ederek Abdu’ş-Şems’e, sonra Ümeyye’ye ve daha sonra da Ebû Sufyân’a geçmiştir.[999] Diğer kaynaklarda ise, Kusay’ın Abd Menâf’a Riyâse (Kabile Başkanlığı) görevini vasiyet ettiği bildirilmektedir. Belki de burada aynı görevin iki farklı yönü söz konusudur. Çünkü kaynaklar, barış zamanlarında kabile başkanı ve savaş zamanlarında da ordu komutanı olarak aynı kişiden bahsetmektedirler.
1404. Bizim en çok sıkıntı duyduğumuz konu, her ikisi de bayrak anlamına gelen ‘ukâb ve livâ görevleri arasındaki farkın ne olduğudur. ‘Ukâb, daima baş komutana ait ve onun sorumluluğu altında olmakla birlikte, Livâ belirli bir kabileye ait bulunuyordu (bk. yukarıda § 1717 vd.). Bu ayrımın uygulamada hangi amaca yönelik olduğunu bilemiyoruz.[1000]
1405. Yukarıda Kubbe (Tahtırevân) ve E’inne (At dizginleri) şeklinde iki askerî görevden söz etmiştik. İbn el-Kelbî (bk yukarıda §. 1373), sadece bir süvari komutanından söz etmektedir Biz ise, bunların Mekke’de iki kişi olduğunu tespit ettik: Hâlid ibn Velîd ve İkrime ibn Ebî Cehil.[1001] Şurası bir gerçektir ki, bu iki zât yakın akraba idiler; daha genç olan ikincisi yardımcı olarak görülmüş olabilir (Bu durum bize, Atina Şehir Devletinde görülen “iki süvari komutanı” ve“on piyade kumandanı” olan “on kabile”yi hatırlatmaktadır; bk. Aristo’nun Atina Anayasası adlı kitabı).
1406. İbn el-Kelbî, sefere çıkan ordunun ödüllendirilmesi (Hulvânu’n-Nefer) görevini çok tuhaf bir biçimde açıklamıştır (§ 1373). Ona göre yaşça küçük bile olsa, komutanın kura ile belirlenmesi söz konusudur. Metnin bu kısmında bir boşluk olsa gerektir. Biz, kendisiyle istişare edilen kâhine verilen ödülün Hulvânu’l-Kâhin olarak adlandırıldığını biliyoruz. Bu durumda, Hulvânu’n-Nefer’in de herhalde, yapılan bir işin karşılığı olması gerekir. Belki de bu, askerliğe tabi tutulan kimsenin kendisi yerine bu görevi yerine getirecek kimseye ödemesi gereken bir bedel idi. Bu bedel, pekâlâ bu “işi” veraset yoluyla sürdüren ve asıl yükümlü ile Ba’îs (bedel karşılığında görevi üstlenen kişi, gönderilen) arasındaki ihtilafı çözmekle görevli biri tarafından tespit edilebilirdi. Bildiğimiz kadarıyla Ebû Leheb, Bedr savaşı sırasında buna benzer bir bedel ödemişti.[1002] Bu konuda daha başka örnekler olduğu da bilinmektedir.
1407. Lammens’in “Ehâbîşler ve Hicret Asrında Mekke’deki Askerî Teşkilât”[1003] adlı uzun makalesinde var olduğunu ileri sürdüğü dâimî ordu’dan da burada bahsetmek uygun olacaktır. Yazarın savunduğu tez şöyle özetlenebilir: Mekke’deki Kureyşliler korkak ve ödlek kimselerdi. Kervanlarını korumak ve aynı zamanda savaş durumunda da yararlanmak üzere zenci askerlerden oluşan paralı ve dâimî bir ordu kurmuşlardı. Ancak bu doğubilimcinin lisan bilgisi o kadar zayıftı ki onun tezini ancak şüphe ile ele alabilmekteyiz. Örneğin, Mekke’de geceleri düzenlenen “hikâye anlatma” meclisleri ile ilgili olarak Azrakî’yi kaynak göstermektedir; ancak bu bölümde göndermede bulunduğu samurât deyimi “hikayeci meclisleri” anlamına gelmeyip, aynı adla anılan bir ağaç adıdır. Yine bir başka yerde de Belazurî’nin Ensâb’ına göndermede bulunarak, Kusay’ın, şehrin başkanı olarak, Mekke’de mirasçı bırakmadan ölen yabancıların miras edinme hakkını elinden aldığını ileri sürmektedir.[1004] Ancak Belâzurî bu bölümde sıradan bir olaydan söz etmektedir: “Kusay, pek cömert ve dindar bir kimseydi; onun ilk sahip olduğu şey, satmak üzere yüklü miktarda deri ile Mekke’ye gelen bir yabancının malları olmuştur. Bu yabancı, ağır bir hastalığa yakalanmıştı ve hiçbir mirasçısı da yoktu; bu durumda mallarını Kusay’a hediye olarak vasiyet etti.” Ayrıca bu olay meydana geldiği sırada, Kusay Mekke’nin Huzâ’alı başkanının kızıyla henüz nikâhlanmamıştı.
1408. Biz yine Mekke’deki “dâimî ordu” konusuna dönelim: Doğrusunu söylemek gerekirse bu çok önemlidir. Çünkü her şeyden önce söz konusu Ehâbîşler asla zenci olmayıp, yukarıda (§ 462-477) işaret ettiğimiz gibi Arap idiler. Onların durumu, ücretli askerler gibi olmayıp, müttefiklik esasına dayanmaktaydı. Her ne kadar Mekkeliler bu insanlara Uhud Savaşı sırasındaki katkılarından dolayı bir bedel ödemişlerse de, kendilerine yardıma gelen diğer dost kabilelere de ödemede bulunmuşlardır. Bu, o döneme ait bir uygulama olup, Ehâbîşlerin mutlaka Mekke’de para karşılığında dâimî statü ile çalışan bir ordu kurdukları anlamına gelmez. Öte yandan, Mekkelilerin devlet kurumlarını olduğu gibi muhafaza eden ya da kısmen değiştiren Muhammed (a.s.), hiçbir zaman böyle bir ordu kurmayı düşünmemiştir: Ona göre ordunun sadece gönüllülerden oluşması gerekir. Bununla birlikte, hayatının son yıllarında bir tür yarı-dâimî bir ordu teşkilâtının kurulmasına başlanmıştı (bk. aşağıda § 1651 ve 1716).
1409. Son olarak Mekke’de uygulanan ganimet yasasından bahsedelim: Bu yasa pratik olarak, Arabistan’ın diğer yerlerindeki ile aynı olsa gerekti. Buralarda her savaşçının savaşta kendi gayretiyle elde edebildiği ganimetin hepsi, baş komutan (mirbâ) için ayırdığı dörtte biri dışında, kendisine kalıyordu. Komutanın başka imtiyazları da vardı: Mirbâ’lık dışında, ele geçirilen ganimetin tamamının (sâfî) içinden özellikle değerli bir eşyayı seçme hakkına sahipti: Bir kılıç, bir at, güzel bir esire vs. gibi. Aynı şekilde, o dönemde yaşayan bir şairin ifadesine göre, fudûl (bölünmeyen eşya) ve naşîta (düşmanı bozguna uğratmadan önce ve genel yağmadan önce elde edilmiş ganimet) komutana gidiyordu. [1005]
1410. Antik dönemde, başka ülkelerde olduğu gibi Mekke’de de hukukun tespit ve beyanı ile ilgili birçok imkân bulunurken, bunu yerine getirecek bir “icra ve infaz makamı” mevcut değildi.
1411. Her şeyden önce kabile hakemleri vardı: Eğer iki taraf birbiriyle uzlaşamaz ve akrabaların yahut aile başkanlarının müdahalesi sorunu çözümleyemezse, taraflar kemâl ve hikmet sahibi oldukları kanıtlanmış bazı kişilerin hakemliğine başvururlardı.[1006] Kaynaklarımız meşhur hakemlerin ayrıntılı bir listesini verirler. Bunlar arasında, Mekkeli Benû Zühreler arasında hakemlik yapan, Tâ’if’deki Sakîf kabilesine mensup, bu ailenin müttefiki ve aynı zamanda Mekke’de oturan el-‘Alâ ibn Câriye’yi sayabiliriz. Bu demektir ki, Mekke’de yabancıların toplumla bütünleşmesi, örneğin eski Yunan’dakinden daha gerçekçi idi. Bir diğer hakem ise, Hâlid’in babası el-Velîd idi ki, herkes onu el-’Adl (âdil, doğru) lakabıyla tanırdı. Hakemlerin önceden belirlenmiş bir görev yerleri yoktu. İster yabancı, isterse hemşeri olsun, bir hakemin tercih edilmesi kesinlikle tarafların seçimine bağlı idi. Hatırlatalım ki, Kâ’be’nin köşe duvarına Haceru’l-Esved’i yerleştirme şerefinin kime ait olacağı konusunda ihtilâfa düşüldüğünde, Mekkeliler bu kişinin rastgele seçimini kabul etmişlerdi. Oradan ilk geçecek olan hakem olarak seçilecekti ki bu kişi, genç Muhammed (a.s.) olmuştur. Yine Kusay’ın taraftarları ile Mekkeli Huzâ’alıların ileri gelenleri arasında çıkan tartışmada Şeddâh el-Kinânî adlı bir yabancının hakemliği kabul edilmişti.[1007] Bunun dışında, Abdu’l-Muttalib kendisinin keşfettiği Zemzem Kuyusu’nun mülkiyeti konusunda hemşehrileriyle ihtilâfa düştüğü zaman, bir kadın kâhinin hakemliğine müracaat edilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştı. Aynı tartışma sırasında Abdu’l-Muttalib, Allah kendisine on erkek çocuk verirse bunlardan birini kurban edeceği adağında bulunmuş ve onun bu adağından dönme çaresini öneren de yine bir kadın kâhin olmuştu: Buna göre, oğul ve birkaç deve arasında kur’a çekilecek, eğer kurada oğul çıkarsa birkaç deve daha ilâve edilecekti; böylece kur’a hayvanlara isabet edene kadar artırma ve kur’a çekme işlemi devam edecekti. Nihayet, bir hemşehrisi ile aralarında hangisinin üstün olduğu konusunda çıkan bir ihtilâfın çözümü için de ilk önce Necâşî’ye müracaat etmişlerdi (bk. Ehâbîşler Bölümü). Keşiş Ebû Âmir’in terekesi ile ilgili olarak, göçebe ve yerleşik mirasçıları arasında çıkan ihtilâfta da Bizans İmparatoru’na (belki de gerçekte Suriye hâkim veya valisine) başvurulmuştu.
1412. Bir hakemin kararına karşı “temyize gitme” gibi ikinci bir inceleme söz konusu değildi. Bu konuda tek yaptırım gücü batıl inançlar ve kamu oyu idi. Hakemler düşünce ve görüşlerini, önce tartışmaya konu olan şeyin ayrıntılı biçimde anlatılmasıyla başlayan ve nihayet vardıkları kararla son bulan kafiyeli düzyazılarla açıklıyorlardı.[1008] Eğer iki taraf da kendi arzularıyla hakemin kararını kabul ederlerse, ihtilâf yeni bir kan davasına dönüşmeden “gömülmüş” oluyordu.[1009] Örf ve âdetlere göre hakemlerin yün elbiseler giyip sarık sarmaları gerekiyordu. Kâhinler renkli giysi giymekten kaçınırlardı.[1010]
1413. Mekkelilerin hakimiyeti altındaki ‘Ukâz panayırında kimi dönemlerde iki hâkime rastlanmaktadır: Birine “ticari anlaşmazlıklar,” diğerine ise “temyiz” için müracaat olunurdu. İnsanlar bu mahkemenin açılışını dört gözle bekler ve ülkenin en ücra köşelerinden buraya gelirlerdi.[1011] ‘Ukâz fuarındaki bu hâkimlerinden bazıları zamanla efsaneleşmişlerdir: Rebîa ibn Muhâşin, tamamen kütükten bir kürsü üzerine yerleştirilmiş bir sandalyeye oturduğu için, adı Zu’l-A’vâd (Kütüklü)’e çıkmıştı. Bir diğeri ise Âmir ibn ez-Zerîb idi. Bu zat, bunayıp da saçma sapan sözler söylemeye başlayıncaya kadar hâkim olarak kalmış ve kendisi gibi bilge biri olarak bilinen kızından, kendisine göz kulak olmasını ve böyle aklı başından gitmesi halinde, kendisini uyarmak için bir sopa ile kalkana vurmasını istemiştir.[1012] Bu hakem’in vermiş olduğu bazı hukukî kararlar, daha sonraki dönemlerde İslâm hukukçuları tarafından da benimsenmiştir.[1013] Yine, muhtemelen bir mabedin ya da kutsal sayılan bir başka şeyin yakınında bulunan bir “tahkim ağacı”ndan bahsedilir ki hakem bunun altında yerini alarak kararını bildirirdi.
1414. Gerçeği söyleyeceğine dair yemin eden şahitlerin ve aynı zamanda, kimilerine kâ’if denilen ve bir hırsızı topraktaki ayak izinden tanıyan bilirkişilerin tanıklığına başvurulurdu. Batıl inançlar da bu konuda önemli bir rol üstlenmişlerdi: fal okları (ezlâm), kuş uçurtma (‘â’if), gaipten haber alma (hâtif) vs. gibi.
1415. Biraz da tard ve hal’ (toplum dışı ya da yasa dışı ilan etme) uygulamasından ve bunun doğurduğu sonuçlardan söz edelim: İster göçebe, ister yerleşik olsun, bir Arap için kabile ya da Şehir Devleti, asılsız ve soyut bir düşünce değil, canlı ve hayat dolu bir hakikat idi: O, bu yurda çözülmez ve ayrılmaz bağlarla bağlanmıştı ve o bu yerleşim yerini canı pahasına savunmak için her an hazırdı; zira imtiyazlarını, saygınlığını ve hattâ varlığını ona borçlu idi. Kabile üyeleri için karşılıklı yardımlaşma kutsal ve içten gelen bir duygu idi. Ancak kimi kez kabile üyelerinden herhangi birinin davranışları, örneğin kendi kötü davranışı yüzünden topluma mal olan zararlara yol açıyorsa, bu durum giderek dayanılmaz bir hal alıyordu. Eğer kabile reisi, bu gibi sapıtmış kişilerin inatçı davranışı karşısında kendini âciz hissediyorsa, bu durumda tek taraflı olarak kendisi ya da kabilenin büyükleri, bu insanların fiillerinden doğacak her türlü sorumluluğu reddederek, mağdurun yakınları suçludan doğrudan doğruya intikam alma yoluna gidecek olsa bile, artık onu himaye etmeyeceklerini beyân ediyor ve bu gibi kimselerin toplumdan uzaklaştırılmasına karar veriyorlardı. Toplumdan uzaklaştırılan kimseler genellikle uzak bölgelere göçüp, buralarda bir eman anlaşması yaparak yeni bir hayata başlıyorlardı. Bu, bir bakıma, o döneme özgü “yeni bir tabiiyete girme” hareketiydi. Toplumdan uzaklaştırılan kişi, kendisine eman hakkı veren kimsenin ailesi içinde eriyip gider, ancak kendisi, aşağıda anlatacağımız olayda olduğu gibi, sığındığı yeni kabile adına başkalarına eman verme ya da yabancılarla ittifak anlaşması yapma hakkına sahip olmazdı: Muhammed (a.s.), kendi kabilesinin başkanı Ebû Leheb tarafından toplum dışı ilan edildiğinde, Tâ’if’de sığınacak bir yer aradı. İsteği kabul edilmeyip geri dönerken, Mekke’nin dışında Hira dağı yakınında konaklayarak, el-Ahnes ibn Şerîk’e bir haberci gönderdi ve ondan kendisine eman vermesini istedi. Bu kişi de cevaben: “Ben de eman altında bir kimseyim, bu halimle eman veremem” dedi. O zaman Muhammed (a.s.) habercisini Suheyl ibn Amr’a gönderdi ve şu yanıtı aldı: “Benim kabilem Benû ‘Âmir, Benû Kâ’b’a karşı eman vermez” (Bu kabile, Kureyşli olmasına rağmen, Mekkelilerin çoğunluğunun mensup olduğu Kâ’b kabilesinden gelmiyordu). Muhammed (a.s.) nihayet habercisini Mut’im ibn Adî’ye gönderdi ve bu zat, isteği kabul etti. Ancak kendisinin yanı sıra oğullarının ve tüm aile fertlerinin silahlanarak, himâyeleri altına aldıkları kimseye verdikleri sığınma hakkının koşullarını açıklamak üzere, Kâ’be’nin önüne varıncaya kadar şehirde kendisine refakat etmeleri gerekmişti (Taberî, I, 1203-7).
1416. Hılfu’l-Fudûl ve Hılfu’s-Silâh denilen şövalyelik teşkilâtından daha önce bahsetmiştik. Bu örgütlerin üyeleri, yabancı da olsalar Mekke’de zulme uğrayan kimselerin yardımına koşmaya ant içmişlerdi (Bk. Mekke Bölümü).
1417. Son olarak eşnâk adlı bir görevden de bahsedelim. Bu uygulama, ödenecek tazminat miktarının belirlenmesi demek olup, bu işi tevarüs yoluyla gelen bir başkan üstlenmişti. Kısasın kaçınılmaz olduğu kasıtlı cinayet ile zararın nakden ödenmesine imkân tanıyan ve cürüm işleme kastı ve niyeti taşımayan fiiller birbirinden gayet belirgin bir biçimde ayırt ediliyordu. Diğer tazminat ve telafi şekillerinden en çok bilineni ise “kan bedeli” idi. Eşnâk görevini üstlenen başkanın bu tazminatları kendi cebinden ödemesi diye bir şey söz konusu değildi; o, sadece bilirkişi sıfatıyla ödenmesi gereken tutarı tespit ederdi. Burada yeri gelmişken kasâme adlı bir uygulamayı da zikredelim: ortada suçlu olduğunu gösteren bir kanıt olmaksızın bir cinayet işlenmesi halinde, sanığın yakın akrabaları onun masum ve suçsuz olduğuna yemin ederek, “eğer yalan söylüyor ve yalan yere yemin ediyorlarsa, Allah’ın lanetinin kendi üzerlerine olmasını” isterlerdi.[1014] Bu yemin, Kâ’be’nin Hatim denilen üstü açık kısmında yapılırdı.[1015]
1418. İslâm’dan önce Mekke’de olduğu gibi nispeten ilkel bir toplumda kabile başkanının –bir başka deyişle Devlet Başkanının- görevleri oldukça sınırlı idi. Devlet, kendisini halka çok sayıda hizmet götürmekle yükümlü saymazdı. Bu durumda Devlet Başkanının aşırı derecede vergi koyma hakkı da bulunmayacaktı.
1419. Emniyet ve adalet işleri hiç bir masraf gerektirmiyordu. Askerî sefere katılmak isteyen her gönüllü, silâhını, bineğini ve iaşesini kendisi temin ediyordu. Savaşa katılacak üyelerin imkânlarının elvermediği nadir durumlarda yardımlaşmaya gidilirdi; önemli askerî seferler sırasında da yabancı askerlere ödemede bulunmak üzere para toplanırdı.
1420. Dinî ibâdetlerin yerine getirilmesi, tütsüler vs. gibi harcamalarla ilgili olarak, yerli ve yabancıların yaptığı dinî armağanların fazlasıyla yeterli olduğunu kolayca tahmin edebiliriz. Koruma altına alınan bu kutsal armağanlarla (emvâl-i muheccere) ilgilenmek üzere, tevarüs yoluyla iş başına gelmiş bir görevli bulunurdu.
1421. Yukarıda, sadece Mekkeli vatandaşların yükümlü olduğu Rafâde adlı yıllık bir vergiden söz etmiştik. Bu vergi, yüzlerce hacıya toplu olarak yemek yedirme ve imkânı olmayan yabancı hacılara ulaşım imkânı sağlama amacını taşıyordu. Hac mevsimi dışında, başkanın üzerine düşen misafirperverlik görevini yerine getirmek ve sıradan insanlardan daha gösterişli bir yaşantıya sahip olmak için ihtiyaç duyduğu giderler, anlaşıldığı kadarıyla ticarî ithalattan, özellikle de yabancı tüccarlardan tahsil edilen vergilerle karşılanıyordu. Amalikalılar döneminden beri Mekke’de öşür (onda bir) vergisi ödeniyordu: “Kusay, şehir ahâlisinin dışında, Mekke’ye gelen herkese öşür vergisi koymuştu.”[1016] Ancak Kusay’dan sonra artık bir hükümdar olmadığına göre, bu vergileri kim alıyordu, bunu bilemiyoruz. Mekke’de ziraatçılık yoktu. Dolayısıyla zirâat yapılan topraklardan bir arazi vergisinin alınması söz konusu değildir. Sürü sahiplerinin yıllık çoğalma üzerinden belirli bir yüzdeyi kabile başkanına ödemek zorunda olup olmadıklarını ise bilemiyorum. Fuarlardan tahsil edilen öşürler de vardı. Ancak bunların kimlerden toplandığı ve nerelere harcandığı da bilinmemektedir. Minâ, Mecenne, Zu’1-Mecâz ve en azından kısmen Ukâz fuarları, Mekkelilerin etki alanında idi.
1422. Aşağıdaki olay, insanî yönü ağır basan bazı uygulamaların da olduğunu göstermektedir: “Tıpkı Mekkelilerin Bizans topraklarına gittiklerinde ödedikleri gibi, Grekler de Mekke’de öylece öşür vergisi öderlerdi. Hicretten 18 yıl önce Mısır’dan Yemen’e gitmekte olan bir gemi Şu’ayba (bugünkü Cidde) yakınında batınca, Mekkeliler felâketzedelere yardım ve iyilikte bulundular: Onlardan batık geminin kalaslarını satın alarak, kazazedelerin Mekke’ye gelmelerine ve kurtarabildikleri malları burada alışılagelmiş öşür vergisini ödemeksizin satmalarına izin verdiler.” Gemi enkazına ise, diğer ülkelerdekinin aksine, ne el konuldu ne de yağmalandı.[1017]
1423. İslâm öncesinde Mekke şehrinin, yabancılarla ilişkiler kuracak kadar sağlam esaslara oturtulması ve günümüzün ifadesiyle “dışişleri bakanlığı”nın çekirdeğini oluşturan bir kurumsal yapıya sahip olması, göründüğünden de fevkalâde bir olaydır. Zira, yukarıda anılan kaynaklara göre, onlar meclisinde Sifâre (elçilik) görevini üstlenen ve tabii ki tevarüs yoluyla görevlendirilmiş bir üye bulunuyordu. Anlaşma müzakerelerine katılan ve diğer kabilelerle olan ihtilaf ve tartışmalarda deyim yerinde ise avukatlık (munafir) yapan bu kişi, aynı zamanda Şehir-Devlet’i temsil etmekteydi.[1018]
1424. Şunu belirtelim ki, şüpheli davalarda da olsa, dayanışma ve yurtseverlik Mekkelilerde hiç eksik olmazdı: Bedir’deki yenilginin intikamını almağa karar verdikleri zaman, bütün yurttaşlar Mekke ordusunu donatmak üzere gönüllü olarak külliyetli miktarda bağışta bulundular. Nakledildiğine göre[1019] bu yardımların miktarı çeyrek milyon dirheme ulaşmıştı ki buna, savaştan sonra Müslümanlara esir düşenleri kurtarmak için ödenecek “kurtulmalıklar” dahil değildir. Bu masrafları karşılamak üzere bütün Mekkeliler, Ebû Sufyân’ın idaresindeki kervanda bulunan ticarî mallar üzerinden sadece ana parayı alıp, elde edilecek kârı tamamen bu askerî sefere ayırmayı kabul etmişlerdir.
1425. İşte klasik kaynaklardaki tarihsel verilerden çıkarabildiğimiz kadarıyla, İslâm’dan önce Mekke Şehir-Devleti’nin anayasal teşkilâtı kısaca bu şekilde idi.[1020]
1426. Mekkelilerin kendilerine özgü “demokratik” oligarşik kurumlarına titizlikle bağlı olduklarını, hatta bu yüzden Bizans İmparatorunun önerilerine karşı gelecek kadar ileri gittiklerini görmüştük. Bu tür ruhsal eğilimler yaygın iken ülkede İslâmiyet’in vücut bulması hiç de kolay olmamıştır. Sadece Muhammed (a.s.)’in ailesinin sorumluluğunda bulunan kutsal Zemzem kuyusu hizmetinin yanı sıra, daha birçok önemli kurum vardı. Üstelik Muhammed (a.s.)’in babası da, yetim oğluna miras bırakabileceği hiçbir idarî imtiyaza sahip değildi: Dedesinden kalan imtiyazlar ise, tevarüs yoluyla amcası Ebû Tâlib’e, daha sonra da diğer bir amcası Abbâs’a geçmişti. Ailesinin içinde de, başkanlığa Muhammed (a.s.) değil, önce Ebû Tâlib, daha sonra da Ebû Leheb getirilmişti. O günkü koşullar altında, Muhammed (a.s.)’in ne kendi kabilesi bünyesinde ne de genel olarak şehirde hiçbir idarî yetki elde etme imkânı bulunmamaktaydı.
1427. Ancak Resulullah (a.s.) hiçbir zaman maddî-dünyevî bir iktidar düşünmemiştir. Zaten bu da, hemşehrileri kendi putlarına dil uzatıp gülünç duruma düşürmemek koşuluyla ona hükümdarlık önerisi götürdüklerinde, onun:
“Güneşi sağ elime ve ayı da sol elime verseniz, yine de davamdan vazgeçmem!”
demesinden anlaşılmıyor mu? Muhammed (a.s.), bir Devlet kurmaktan çok, kendine inananları örgütlendirmeyi düşünmüştü. Hükümdarlıktan ise nefret ederdi. Bir kabilenin ya da bir bölgenin yöneticileri onun tebliğ ettiği dava etrafında toplansalardı, siyasî iktidar da zaten kendiliğinden ve sıradan bir şey olarak onun eline geçebilirdi. Devlet onun gözünde bir amaç değil bir araç idi.
1428. Çalışmamızın ilk bölümlerinde, onun dine yeni girenlerden nasıl koşulsuz bir teslimiyet ve itaat istediğine dikkati çekmiştik:
“Genişlikte ve darlıkta, sevinçte ve tasada dinleyip itaat etmek esastır. Seni kendi nefsimizden üstün tutacağız. Emir ve kumanda hangimizde olursa sana muhalefet etmeyeceğiz. Nerede bulunursak bulunalım gerçeği beyan edeceğiz. Ve Allah yolunda kimsenin ayıplamasından korkmayacağız.”
(Bu ifâdeler, Hicretten önce Akabe’de Muhammed (a.s.)’e edilen biat, yani “bağlılık yemini”, başka bir deyişle İslâm Devleti’nin temelini oluşturan toplumsal sözleşme metnidir.) Kendisine inananlara “dinlerini” getirip öğreten Resulullah (a.s.) idi; onların “kanun koyucusu” da “hâkimi” de kendisi idi. Ortada henüz bir “ülke” yoktu. Ancak -belki teokratik, yani ilâhî kanun ve ilkelere dayanan bir düzende- Devletin ihtiyaç duyabileceği bütün diğer elemanlar burada mevcuttu. Mekke’de, Hicretten önce, doğrudan doğruya ve tek başına o küçük cemaatini “yönetebilmişti.” Bazı Medineliler ona iman eder etmez onları derhal on iki müttefik kabilenin her birine temsilci (nakîb) olarak tayin etti. Muhammed (a.s.) Medine’ye yerleştiği zaman, kalan tek eksiği yani “ülke” de kendisine verilmiş ve o, Medine’de bir Şehir-Devlet kurup yönetmek üzere, dünya tarihinde bu türde ilk olmak üzere yazılı bir “anayasa” çıkaracak kadar ileri gitmişti (bk. § 341-358).
1429. Başlangıçta bu anayasa sadece Medine şehri için geçerli olmakla birlikte, çok sıkı bir biçimde Medine’ye özgü ulusal ve yerel bir anayasa niteliği taşımıyordu. Aksine, bu anayasa İslâm’ı kabul eden bir başka yöreye ya da Medine’ye ilâve olunan bir bölgeye de pekalâ uygulanabilirdi. Gerçekten, bu anayasa, Medine’yi merkez olarak kabul eden ve üç kıtaya yayılmış koskoca bir imparatorluğu yönetecek esnekliğe sahipti; ve hiçbir zaman bu belgeyi değiştirme ya da ortadan kaldırma gibi bir ihtiyaç duyulmamış, sadece zaman içinde yeni idarî düzenlemeler eklenmiştir.
1430. Bu belgenin içeriğini daha önce çözümlemeye çalışmıştık; bu konuya tekrar dönmeyeceğiz. İlerleyen sayfalarda, Resulullah (a.s.)’ın öğretisi ve uygulamasında, özellikle de Kur’an’da bulabildiğimiz kadarıyla anayasa ile ilgili diğer açıklama ve bilgileri bir araya getirmenin yararlı olacağını düşünüyoruz[1021]
1431. Muhammed (a.s.) dünyaya geldiği sıralarda, Arabistan’da tam anlamıyla hiçbir Devlet yoktu. Yemen’deki Kinde Krallığı yerini uzun zamandan beri bir kabile anarşisine bırakmış ve kıyı bölgeleri genellikle İran, Bizans ya da Habeşistan gibi yabancı devletlerin himayesi altında bulunuyordu. Doğduğu şehir olan Mekke, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız oligarşik düzen dışında, hiçbir zaman, yerli ya da yabancı bir Devlet yönetimine tabi olmamıştı. Bununla birlikte, Kur’an’da krallıklara ve kralların görevlerine göndermeler yapan birçok ayet vardır. Doğruyu söylemek gerekirse, Kur’an sadece monarşik yönetimlere göndermelerde bulunur; örneğin, cumhuriyet gibi diğer yönetim biçimlerine asla atıfta bulunmaz. Resulullah (a.s.)’ın vefatından sonraki ilk İslâm devletinin, hiçbir şekilde tevarüs anlayışına dayanmamasıyla daha çok bir “cumhuriyet rejimi”ni andıran özelliği oldukça dikkat çekicidir.
1432. Kur’an iyi krallardan da bahsetmiştir kötülerden de: Kur’an’da her iki türe ait anlatımlara yer verilmesi, insanların iyi örnekleri taklit edip kötülerden kaçınmalarını sağlamayı amaçlamaktadır. Kur’an, Bizans ve Sâsâniler arasındaki savaşta olduğu gibi, o dönemde yaşanan bazı olaylara göndermelerde bulunmakla birlikte, bu komşu imparatorluklardaki yönetim biçimlerini tanımlama ve açıklama yoluna gitmemiştir. Anayasa hukuku bakımından en önemli ayetler, hem eski çağlara ait hükümleri, hem de İslâm’ın konuyla ilgili özel hükümlerini ele almaktadır. Eski çağlarla ilgili olarak anlatılan kıssalarda dâima bir peygamberin hayatı yer alır; bu nokta çok önemlidir, zira Muhammed (a.s.)’den önceki peygamberlerin uygulamalarının (şeriatlarının) halen yürürlükte olduğunu bilmeleri Müslümanlara Kur’an emriyle hatırlatılır:
“(Aralarında İbrahim, İsmail, Yûsuf, Musa, Harun, Davut, Süleyman ve İsa’nın da bulunduğu 18 peygamberin adı zikredildikten sonra) İşte o peygamberler, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir; Sen de onlara uy!”[1022]
Böylece, Müslümanlara benzer şekilde hareket etmeleri için en küçük bir emir bile vermeyen, ancak sadece eski peygamberlerin hayatlarını tasvir edip açıklayan ayetler, Muhammed (a.s.)’e birtakım şeyleri yapmasını emreden ayetler kadar önemli hale gelmektedir. Kuşkusuz, eski peygamberlerin tutum ve davranışları ile ilgili olarak, İslâm’ın kendi asli kaynakları olan Kur’an ve Hadisler dışında güvenebileceği hiçbir kaynak yoktur. Ancak bu durum, hukukçuların ve anayasa uzmanlarının İslâm devletinde uygulanabilecek yasaları çıkarma gayretlerinde kendilerine geniş bir hareket imkânı sağlamaktadır. Eğer doğrudan doğruya Müslümanlara hitaben vaz’edilmiş açık ve kesin hükümler söz konusu olsaydı, durum böyle olmaz ve serbest hareket imkânı ortadan kalkardı.
1433. İslâm, insanların hem bireysel hem de ortaklaşa ilişkilerine çok önem verir. İktidardaki bir milletin yerini başka bir milletin almasından söz eder ama bir Devlet şeklinin yerini bir başkasının almasından bahsetmez. Kur’an’a göre peygamberlerin görevi daima, kötü yönetici ya da hükümdarın tutumu sonucunda töreleri bozulmuş bir toplumu ıslâh etmek olmuştur. Öyleyse Kur’an’da anlatılan Devletin tarihiyle ilgili açıklamaları izlemek çok yararlı olacaktır.[1023]
1434. Âdem (a.s.)’den Nuh (a.s.)’a kadar geçen dönem içerisinde, Devlet söz konusu edilmemiştir; Kur’an’da ancak İbrahim (a.s.)’den sonra kralların adının geçtiği görülür; bu kral ya da hükümdarlar, tebaalarının canları ve malları üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptiler.[1024] Kur’an’ın rahatsız olup karşı çıktığı mutlakıyet değildir; o, iktidarın kötüye kullanılmasına baş kaldırır; çünkü onun sözünü ettiği kral, sadece putperestlikten vaz geçmek konusunda İbrahim (a.s.)’i dinlememekle kalmamış, onu yakmak için diri diri ateşe atacak kadar ileri gitmişti.[1025] Bu ayette söz konusu edilen yer ve kişi, Babil ve Nemrut (Hammurabi?)’tur. Kur’an’ın tasvirine göre, bu kralın kendisine danışmanlık hizmeti veren başkanları ve ayrıca kendisine suç isnat edilenlere savunma hakkının verildiği adil mahkemeleri vardı.
1435. Yûsuf (a.s.) zamanında Mısır, Devlet kurumları bakımından oldukça gelişmişti. O zamanlar bir hükümdar (melik) ve onun çok kudretli bir veziri (azîz) vardı; ayrıca katiller ve şüpheli şahıslar için hapishâneler olduğundan bahsedilmektedir. Bunların kaderini tayin edecek kararlar alınmadan önce, haklarında soruşturmalar açılırdı. Görüldüğü kadarıyla bu vezir, herhangi bir kimseyi sorgusuz sualsiz, hakkında dava açmadan ve hatta kralın iznini almadan hapishaneye gönderebiliyordu. Ancak idam cezasını sadece kralın kendisi takdir ediyordu. Devlet, özellikle kıtlık gibi âfetler sırasında halkla ilgilenmekteydi. Yûsuf (a.s.) haksız yere hapis cezasına çarptırılıp daha sonra kralın emri ile özgürlüğüne kavuşunca, bu haksızlığa neden olan vezir, kralın gözünden düştü ve belki de bu yaptığını hayatı ile ödedi. Her halde, kral, kendisine nasıl bir iyilikte bulunabileceğini sorunca, Yûsuf kendisine verilecek görevi belirlemekle kalmayıp, bu görevi hakkıyla yerine getirmek için gerekli nitelikleri de bildirdi:
“Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim, dedi.”[1026]
Gerçekten de Yûsuf vezir oldu ve Mısırlıların yanı sıra, o zaman Mısır krallığının tebaası olan Suriyeli ve Filistinliler de onun vezirliğinden çok memnun kaldılar. Özellikle art arda yedi yıl süren kıtlık sırasında, Yûsuf (a.s.)’un yönetiminin aldığı önlemler sayesinde, Devletin tahıl ambarları ağzına kadar doldu.
1436. Kur’an’da “kötü krallara” yapılan göndermelerde bile onların yaşantılarının bütün yönleri tam bir aşağılama ile anlatılmamıştır. Aksine, Musa (a.s.)’nın Mısır’da kalışı ile ilgili kıssada, Kur’an, Mısır’ın mutlak hâkimi Firavun’un oldukça hikmetli ve makul hareket ettiğine işaret eder. Musa (a.s.) sudan çıkarılmış ve kraliçe tarafından büyütülmüştü. Daha sonra bir İsrailliyi savunmak için Mısırlı birini öldürmekten sorumlu tutulmuş ve ertesi gün Musa’nın aynı Yahudi’yi güçlükler içinde bulduğunda karşılaştığı durum Kur’an’da şöyle nakledilmiştir:
“Musa, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, düzelticilerden olmak istemiyor da, bu yerde ille yaman bir zorba olmayı mı arzuluyorsun sen! Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi: Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim, dedi.”[1027]
1437. Bu ayet, bir yandan Mısırlıların köleleri İsrail oğullarına karşı yaptıkları son derece iğrenç tutumlarına rağmen oldukça gelişmiş bir ahlâkî ve siyasî vicdanın varlığını gösterirken; öte yandan, bir Mısırlının öldürülmesine rağmen, kralın tedbirsiz davranmayıp, suçluya ceza vermeden önce danışma meclisini toplantıya çağırdığını göstermektedir.
1438. Musa (a.s.) Mısır’ı terk etmiş ve ancak aradan uzun yıllar geçtikten sonra dönebilmiştir. O zaman, gerçekleştirmek üzere kendisine iki hedef belirledi: Kavmini Mısır’daki putperest boyunduruğundan kurtarmak ve ona yeni bir yurt temin etmek. Kur’an’daki verilere göre, Musa ve onun bu ilâhî görevinde kendisine yardımcı olarak seçilen kardeşi Harun, önce bütün çarelere baş vurarak Firavun’un iman etmesi için çalıştılar. Bu takdirde İsrail oğulları kendiliğinden özgürlüklerine kavuşmuş olacaklardı. Bunu başaramayınca, Musa, Mısır kralından ülkeyi terk etmek üzere kendilerini bırakmasını istedi. Bu öneri Mısır kralının hükümetince kabul edilmedi. Kur’an’a göre bu hükümette Hâmân (Ammon?) adında bir vezir ve bir de “büyükler meclisi” (mele’) vardı. Bunların görüşünü almadan, kral önemli bir konuda karar vermezdi. Bu meclisin görüşmeleri oldukça hikmetli ve mantıklı görünmektedir. Zira Musa ve Harun’un, Kralın bağlı bulunduğu dine karşı meydan okuma ve kışkırtmalarına, ayrıca bu iki kardeşin Mısır’ın o günkü rejimini devirmek istemiş olmalarına rağmen, kral:
“(…) Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?”[1028] diye sorunca, danışmanlar şu karşılığı vermişlerdir:
“Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler.”[1029]
Musa’yı basit bir sihirbaz olarak görüyorlar, fakat ondan sadece kaba kuvvet zoruyla kurtulmak da istemiyorlardı.
1439. Günümüzün siyasî anlayışına göre belki Musa (a.s.)’yı mutlak anlamda bir kral olarak değerlendiremeyiz. Ancak o kendi cemaati üzerinde bir başkan ya da komutanın sahip olabileceği tüm yetki ve güçlere sahipti. Kur’an’a göre, Musa’nın Allah’tan, ortak bir başkan, yardımcı bir peygamber istemiş olduğunu kaydetmesi oldukça ilginçtir:
“Bana kendi ailemden bir de vezir (yardımcı) ver:
Kardeşim Harûn’u.
Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.
Ve onu işime ortak kıl.” [1030]
1440. Kur’an’da anlatılan Musa kıssasında, Çıkış’tan sonra cemaatin temsil edilme sorununa değinilmekte ve delege tespiti için bir tür seçimden bahsedilmektedir
“Musa, belirlediğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti.”[1031]
1441. Kur’an, bu seçimin nasıl yapıldığını, seçim mi, atama mı yoksa daha başka bir yöntemle mi belirlendiğini açıklamamaktadır. Ancak kalabalık bir cemaat olması halinde, tam yetkili temsilciler halkın bütünü adına hareket etme hakkına sahiptiler. Seçimin yöntemi ikinci planda gelir; önemli olan, halkın bu seçimi sonucunu kabul etmesidir.[1032]
1442. Daha sonra, İsrail Oğulları daha da ileri gitmişler; maddî (dünyevî) ve manevî (ruhî) iktidarları ayırarak Peygamberin yanı sıra komutanlık görevini de üstlenmiş bir hükümdarlık sistemi geliştirmişlerdir. Kur’an bu önemli olaya değinirken, bir kralda bulunması zorunlu gördüğü ya da öyle görmediği nitelikleri de zikretmektedir:
“Musa’dan sonra İsrail Oğulları’nın önde gelenlerini görmedin mi? Hani kendilerine gönderilmiş bir peygambere: “Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O da: “Ya üzerinize savaş yazılır da savaşmazsanız?” demişti. Onlar (şöyle) dediler: “Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım? Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir. Peygamberleri onlara: “Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi, dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? Dediler. “Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah herşeyi kuşatan ve herşeyi bilendir” dedi.”[1033]
1443. Bir komutan-kralın ihtiyaç duyduğu şey ne zenginlik ne de dindarlıktır: Böyle bir görev için aranması gereken şey, dünyevî bilimlerin yanı sıra fiziksel yetenekler, askerî ve diplomatik ehliyettir. Bu ayette bir kral seçimi için soylu bir sülaleye mensup olmaktan da bahsedilmiyor. Peygamber (Samuel, İşmuel) böyle biriydi, o dinî ilimlere de vâkıftı; öyle ise kralın daha farklı bir şeye ihtiyacı vardır.
1444. Kur’an’a göre, Tâlût’un yerine geçen Dâvut ve Süleyman’da her iki güç, yeniden aynı ellerde toplanmıştı. Bu ise, hükümet şeklinin, içinde bulunulan koşullara ve halkın tercihine bağlı olduğunu gösterir: Allah katında yönetimin bir monarşi ya da oligarşi, ortaklaşa bir saltanat veya daha başka bir devlet yapısı olması hiç fark etmez. Önemli olan, adalet ve halkın refahının sağlanıp sağlanamayacağıdır. Dâvud (a.s.)’un kıssası özel bir önem taşımaktadır:
“Dâvud da Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.”[1034]
“Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik. (…) Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”[1035]
“Ve Süleyman Dâvûd’a vâris oldu…”
1445. Görülüyor ki savaş zamanında askerî savunma ve barış zamanında ise adaletli yönetim, hükümdara özgü iki temel nitelik idi; ve krallığın tevarüs yoluyla el değiştirmesi organik bir süreklilik, Devlet iktidarında da bir devamlılık sağlıyordu. Bununla birlikte, Dâvûd ve Süleyman’ın durumunda olduğu gibi babadan oğula tevarüs yolu ile geçiş Kur’an’a göre kesin bir kural değil, sadece bir vakıa, zorunlu olarak ortaya çıkmış bir olay gibi gözüküyor; zira, bir başka ayette, Kur’an’ın Dâvûd (a.s.) hakkındaki ifadesi gayet açıktır:
“Andolsun ki Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: “Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır” diye yazmıştık.”[1036]
1446. Kesinlikle özel bir mülkiyet olmayan krallığın babadan oğula geçen bir hak olduğu iddia edilemez; ancak tercih yapılırken esas olan, adayın birikim ve yatkınlığı ve özellikle de, hakkı ve adaleti gözetmesidir.
1447. Süleyman Peygamber zamanında Yemen’de ortaya çıkan Sebe’ krallığı, Kur’-an’daki güzel bir tasvirle hatırlatılır. Süleyman (a.s.), Saba Melikesi’ne bir mektup yazınca, kraliçe de “meclisini” toplayıp şöyle demişti:
“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ Melikesi:): “Beyler, Ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı” dedi. “Mektup Süleyman’dandır, rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.” “Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin” diye yazmaktadır.” (Sonra Melike) dedi ki: “Beyler, Ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam.” Onlar şu cevabı verdiler: “Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün.”[1037]
1448. Kur’an, başka ayrıntılara girmeksizin bir Tübba’dan (Yemen Kralı) bahseder.[1038] Tübba’ın saltanatı hemen hemen İslâmiyet’in ortaya çıkışına dek sürmüştür. Bunların anayasal düzenleri üzerinde durmakta da yarar vardır.[1039]
1449. Kur’an aynı şekilde, insanların davranışlarıyla ilgili, gerek kral gerekse sıradan insanların uymaları gereken ve ilâhî vahye dayalı bir takım kural ve kanunlardan bahseder. Bu hukuk kurallarını ifade etmek için, Kur’an birçok terim kullanmıştır: sahîfe ve zübür, her ikisi de sayfa, yaprak anlamına gelir; kitâb öğüt ve talimatların yazılı olarak bir araya getirildiği şeydir; ve nihayet elvâh da Musa (a.s.) kıssasında geçen levhalar, yani tuğladan tabletlerdir. Aynı şekilde, yümlil (yazı yazdırmak) kökünden gelen İbrahim’in millet’i de herhalde aynı anlama gelmektedir.
1450. Kur’an, kralların kötü tutumları karşısında hoşnutsuzluğunu dile getirir ve zorbalığa (tiranlığa) körü körüne itaat etmekten sakındırır. Örneğin, limanlarına gelen yabancıların güzel gemilerine el koyan hükümdarı kınar. Aynı şekilde kötü kralların savaştaki tutumlarını yerden yere vurur:
“Hükümdarlar bir ülkeye girince orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır.”[1040]
Yine, Firavun’un İsrail Oğullarına yaptığı zulüm Kur’an’da birçok kez kınanmıştır. Örneğin:
“Biz ise o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (kutsal topraklara) varis kılmak istiyorduk. Ve o yerde onları hakim kılmak; Firavun ile Hâmân’a ve ordularına, onlardan (İsrail Oğullarından gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).”[1041]
1451. Muhammed (a.s.) de şöyle buyurmaktadır:
“Yaratıcı’ya başkaldırı anlamına gelecek hiçbir konuda yaratılmış (insanlar)a itaat söz konusu olamaz.” [1042]
[1] Vesâ’iku’s-Siyasiyye adlı kitabımızın 6. baskısında (Beyrut. 1987, Nº 53) işaret ettiğimiz gibi, mektubun tam metnini veren ana kaynaklar şunlardır: Taberî, Tarih, I, 1571-72, iki farklı rivayet şeklinde; Kalkaşandî, Subh, VI, 296, Ebû Hilâl el-Askerî’nin Sına’ateyn’inden naklen, ayrıca bk 378; İbn Tûlûn, İ’lâm, Nº 3/a; Kastallânî, Mevâhib, I, 291; Ya’kûbî, Tarih, II, 83; Zeyla’î, Neşru’r-Râye, Nº 9; Kazvînî, Mufîd el-Ulûm, II, 17; Ebû Nu’aym, Delâ’ilu’n-Nübüvve, II, 122; Ömeru’l-Mevsılî, VIII, 27b; Halebî, İnsânu’l-‘Uyûn, III, 242; Bâkıllânî, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 203-204; Makrızî, İmtâ’ el-Esmâ’ (Köprülü elyazması), s. 1017; vs
[2] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/310-312
[3] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/312-313
[4] Rothstein, s. 33131 vd
[5] Muhabbar, s. 265
[6] A.g.e., s. 314, 317
[7] A.g.e., s. 265.
[8] El-Vesâ’iku’s-Siyasiyye, Nº 65.
[9] A.g.e., s. 67
[10] A.g.e., s. 54.
[11] İbn Hanbel, Müsned, IV, 206-207
[12] Belazurî, Fütûh, s. 79; bk. İbn Esîr, Kâmil, 175
[13] Vesâ’ik, Nº 56.
[14] Muhabbar, s. 77.
[15] Zeyla’î, Nasbu’r-Râye, sonuncu cildin son bölümü; Vesâ’ik, Nº 56
[16] Suheylî, II, 356.
[17] Vesâ’ik, Nº 57.
[18] A.g.e., s. Nº 64, bk. § 641-643.
[19] Vesâ’ik, Nº66; bk § 693
[20] A.y., Nº 60
[21] A.y., Nº 58
[22] A.y., Nº 62.
[23] A. y., Nº 61.
[24] Mâide: 5/5
[25] Bakara: 2/221
[26] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/314-321
[27] ZDMG, XVII (1863), s. 385-86, metin dışında bir resimle birlikte
[28] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/322
[29] Nöldeke-Schwally, Geschichte des Qorans, I, 190, n. 3.
[30] Bibliyografya için bk. Vesâ’ik, Nº 57
[31] J. Cantineau, Inventaire des inscriptions de Palmyre, Beyrut, 1932, s. 151
[32] Islamic Review, Woking, 1917
[33] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/322-325
[34] Suheylî, I, 85
[35] Merzukî, Ezmine, II, 167
[36] Suheylî, II, 334.
[37] A.y., II, 334; Makrızî, İmtâ’, I, 434-39
[38] İbn Hişâm, s. 877-78
[39] A.y., s. 983; Buhârî, 64/68/1.
[40] Makrızî, I, 434-39
[41] Vesâ’ik, Nº 141-49.
[42] A.y., Nº 142; (Ikd, I, 137: “Vesayet” bölümü. A.y., Nº 142
[43] A.y., Nº 142
[44] A.y., Nº 141/a, b; Sellâm el-İşbilî, ez-Zehâ’ir, s. 210.
[45] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/326-330
[46] Vesâ’ik, Nº 139
[47] İbn Sa’d, I/II, s. 31. (Bk. İbn Hanbel, IV, 332
[48] Vesâ’ik, Nº 142
[49] A.y., Nº 140.
[50] IV, 322
[51] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/330-331
[52] Süleyman Nedvî’den naklen, ‘Arbôn kî jahâzrânî, s. 30.
[53] İbn Hanbel, IV, 206
[54] Makrızî, I, 169
[55] A.y., s. 196.
[56] İbn Sa’d, I/II, s. 54.
[57] Buhârî, 64/49, Nº 1-4.
[58] İbn Sa’d, IV/II, s. 78
[59] A.y., s. 77.
[60] Ömer el-Mavsılî, Vesîle, VIII, Vr. 31/b-32/a; Vesâ’ik, Nº 72/a.
[61] Vesâ’ik, Nº 72; İbn Sa’d, I/II, s. 32 ve Anmerkungen
[62] Suheylî, II, 334, bk. yukarıdaki § 667
[63] Vesâ’ik, Nº 72
[64] Caetani, Yıllık No: 8, § 186, n. 2
[65] Kitabu’n-Nebât, Uppsala 1953, bk. “cerîm” maddesi
[66] Belazurî, Fütûh, s. 78
[67] Enfâl: 8/41
[68] Vesâ’ik, Nº 75, 73, 74
[69] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/331-337
[70] İslam Ansiklopedisi, bkz. “Necd” maddesi
[71] Taberî, I, 1919
[72] İbn Hişâm, s. 997-98
[73] Lisân, “Te-Be-Ayn” maddesi; Ebû Zeyd el-Belhî, el-Bed’ ve’t-Tarih, IV, 31-32.
[74] Mahabbar, s. 351-52.
[75] A.g.e., s. 369.
[76] A.g.e., s. 268.
[77] İbn Hişâm, s. 283
[78] Muhabbar, s. 168-169
[79] İbn Hişâm, s. 971.
[80] İbn Hacer, İsâbe, Nº 961
[81] İbn Sa’d, V, 401
[82] İbn Hişâm, s. 996
[83] Diyârbekrî, Tarih el-Hamîs, II, 3
[84] Suhaylî, II, 253
[85] İbn Dureyd, İştikâk, s. 209; İbn Abd Rabbih, ‘Ikd, (Buldan baskısı), II, 67
[86] Vesâ’ik, Nº 68
[87] İbn Sa’d, I/II, s. 56
[88] Suhaylî, II, 340
[89] İbn Sa’d, I/II, s. 56; İbn Hişâm, s. 945-46
[90] Suhaylî, II, 340.
[91] İbn Hişâm, s. 946
[92] Suhaylî, II, 340-41
[93] Vesâ’ik, Nº 205-206
[94] Vâkıdî, Ridde (elyazması nüsha), s. 76; Vesâ’ik, Nº 283/7.
[95] Vesâ’ik, Nº 69.
[96] A.g.e., Nº 70
[97] A.g.e., Nº 71
[98] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/337-342
[99] Bk. “Le Règne conjoint (Birleşik hükümdarlık)” adlı makalem, RSO, 1953, s. 99-104
[100] Muhabbar’dan naklen, s. 265-66. Ayrıca bk. ilerdeki § 1593-1596
[101] İbn Sîde, Muhassas, IX, 146; Lisân, “Kaf-Dâl-Fe” maddesi
[102] Lisân, bkz. “Ayn-Dâl-Lâm” maddesi
[103] A.g.e., “Mim-Zel-Nûn” maddesi.
[104] Vesâ’ik, Nº 76. Keşfedilen mektup orijinali için, bk. § 702/2 vd.
[105] İbn Sa’d, I/II, s. 18.
[106] Taberî, I, 1977-78
[107] Ebû Ubeyd, Emvâl, § 54
[108] Taberî, I, 1977
[109] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/342-345
[110] Vesâ’ik, Nº 55
[111] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/345
[112] İstanbul’da Eski Şark Eserleri Müzesi’nde sergilenen 7515 sayılı eserde, Sebelilerden kalma bir kitabe göze çarpmaktadır. Bu kitabe, Habeş hükümdarı Gadarat ile Hadramut kralı Yed’ab arasında imzalanan bir ittifak anlaşmasının anısına dikilmişti.
[113] Jacques Rykmans’ın L’Institution monarchique en Arabie Méridionale (Güney Arabistan’da Monarşik Yapı)” adlı eserinde (Louvain, 1951, s. 317) yazdığına göre, Yemen’in Habeşlilerce ilk işgali 370, ikincisi ise 575 yıllarına rastlar. Lippens ise, Expédition en Arabie Centrale (Orta Arabistan’a Sefer, s. 100) adlı eserinde, bu bölgede bulduğu Grekçe bir kitabeden bahseder. Kitabede şu satırlar yer almaktadır: “Ya Rab! Beni kurtar!” Kuşkusuz, burada Romalıların burayı işgal ettikleri dönem söz konusu edilmektedir
[114] Nasr: 110/1-3.
[115] Taberî, I, 1977-78
[116] Buhârî, 61: 74, 68: 25
[117] Selman henüz Arapça konuşamıyordu. Ancak İslam’a girmek istediği zaman, kendisine tercümanlık eden Yahudi onu yanılttı. Fakat, hadisi rivayet edenin eklediğine göre, Resulullah (a.s.) gelen bir vahiyle gerçeği öğrendi (bk. Sarahsî, Mebsût, XVI, 89).
[118] Sarahsî, Mebsût, I, 37
[119] Ferid Vecdî, el-Edilletu’l-İlmiyye alâ cevâzi’l-Me’ânî’l-Kur’ân ilâ Lugati’l-Ecnebiyye (1. bs), s. 58 (en-Nihâye ve’d-Dirâye’den naklen); ayrıca bk. Tâcu’ş-Şerî’a, Nihâyetu Hâşiyeti’l-Hidâye, Delhi baskısı, 1915, s. 86, not 1
[120] Taberî, I, 1852 vd
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/345-348
[121] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/349-351
[122] Bu eserin Türkçe çevirisi Dr. Mehmet Yazgan imzasıyla 1990 yılında Beyan yayınları arasında yayınlanmıştır. (Ç)
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/351-352
[123] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/352-353
[124] Bunun tek sakıncası, mühür yazısının da oyuk olmasıdır. Kalem ve katibin değiştirilmiş olması mümkündür, ama mührün asla. Gerçekten tarihçiler Resulullah’ın vefatına kadar tek ve aynı mührü kullandığını ifade ederler. Diğer orijinal mektuplardaki mühür yazısı tamdır (içi doludur). Bu durumu göz önünde bulundurarak, ya diğer beş orijinalin, ya da işbu belgenin sahte olduğunu düşünmek gerekecektir. Ancak geriye bir tek olasılık kalıyor: Mührün izi silik ve neredeyse okunmaz durumda olduğu için, belgenin varislerinden biri üzerinde rötuş yapıp, oraya yarık bir kalemle gerekli kelimeyi yazmış olabilir. Aşağıdaki olay, bu varsayımı teyit etmektedir: Dunlop, bir raporla birlikte Necâşî’nin mektubunun orijinalini neşrederken, sadece mührün izinden bahsetmekle kalmamış, aynı zamanda, orada üç satır halinde “Muhammed Resul Allah” kelimelerinin okunabildiğini de ifade etmişti. Ancak, makalesinde yer alan fotoğrafta mührün sadece üst kısmı tam okunabilmekte, metinle ilgili kesinlikle hiçbir şey görülmemektedir (bk. JRAS, Londra, Ocak 1940; Mührün tavsifi ile ilgili bilgiler 54. sayfada, fotoğraf ise 54 ve 55. sayfalarda yer almaktadır). Dunlop’un ifadesi aynen şöyledir (İngilizce metin): It is a parchment manuscript, some 9 inches wide by 13 1/2 inches long: The lettres are rounded, and being large are not dificult to read. The ink used is brown. There are 17 lines of text and at the end a circular seal mark, 1 inch across, with the legend reading from below, each word having a line to itself.
İngilizce metnin çevirisi: Bu, 9 inç genişliğinde, 13,5 inç uzunluğunda el yazması bir parşömendir. Harfler yuvarlak ve iri oldukları için okunmaları zor değildir. Kullanılan mürekkep kahve renklidir. Metinde onyedi satır ve sonunda dairesel bir mühür izi bulunmaktadır. Mührün çapı bir inç olup, üzerinde, yukarıdan aşağıya, her kelime bir satır oluşturacak şekilde kelimeleri okunmaktadır
[125] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/353-354
[126] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/355-356
[127] Bk. Kenzu’l-Ummâl, III, Nº 2813-2814
[128] İbn Mâce, Mukaddime, 17, Nº 222
[129] Buhârî, I: 1.
[130] Nesâ’î, bk. Cihâd bölümü, 22.
[131] Bakara: 2/256: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim Tağut’u reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.”
[132] Müslim, Sahih; Hatîb-i Bağdâdî, Tarih-i Bağdad, X, bk. Abdullah b. Muhammed el-Mansur” maddesi
[133] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/357-361
[134] İbn Hişâm, s. 419-421; İbn Sa’d, II/I, s. 2.
[135] İbn Hişâm, s. 416-18; İbn Sa’d, II/I, s. 2-3.
[136] İbn Hişâm, s. 416
[137] A.g.e., s. 210-211
[138] Samhûdî’ye göre (2. bs., s. 1001, 1018 vd), Kudayd, Râbiğ, Hum ve Cuhfe hepsi de aynı bölgede bulunuyordu. Râbiğ bugün de mevcut olup, Cuhfe yakınlarında bulunmaktadır. Medine-Mekke yolu üzerinde önce Ebvâ’ya, daha sonra da 13 mil ötede Cuhfe’ye gelinir. Hum gölü Cuhfe’ye 7 km uzaklıktadır. Mekke’ye doğru yola devam edildiğinde, büyük Kudayd pazarıyla karşılaşılır ki bunun etrafında Menât adlı putun tapınağı ve Resulullah (a.s.)’ın hicret sırasında hasta ve zayıf bir keçiden süt sağdığı Umm Ma’bed adlı kadının çadırı bulunmaktaydı. Daha sonra ise Merru’z-Zuhrân, Sirf ve nihayet Ten’îm gelir
[139] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/361-363
[140] İbn Hişâm, s. 415-16; İbn Sa’d, 2/I, s. 3.
[141] Vesâ’ik, Nº 159
[142] İbn Sa’d, II/I, s. 3.
[143] İbn Hişâm (s. 430-32), Damrilerle Mekkeliler arasındaki ilişkileri sarsan bir cinayet olayından söz eder
[144] İbn Sa’d, I/II, s. 48.
[145] “Müslümanların bir parçası olmak” ve “din uğruna savaşmamak”, Ebû Zerr’in mensup olduğu bu kabiledeki henüz Müslüman olmamış kimselerce biraz kuşkuyla karşılanmıştır
[146] Vesâ’ik, Nº 161.
[147] Makrîzî, I, 373
[148] A.g.e., I, 277
[149] İbn Hişâm, s. 983; İbn Sa’d, II/I, s. 92
[150] Buhârî, 86: 25 vd
[151] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/363-366
[152] İbn Sa’d, I/II, s. 68
[153] Vesâ’ik, Nº 151
[154] İbn Hişâm, s. 434; İbn Sa’d, II/I, s. 7
[155] İbn Hişâm, s. 495-506. Uhud Savaşı için de aynı şey söylenebilir (Damratu’l-Cuheynî, bk. İbn Hişâm, s. , s. 609).
[156] Vesâ’ik, Nº 154
[157] A.g.e., Nº 155
[158] A.g.e., Nº 153.
[159] A.g.e., Nº 156
[160] A.g.e., Nº 158
[161] A.g.e., Nº 157
[162] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/366-368
[163] Ensâb, Belazurî, I, § 651
[164] İbn Sa’d, 2/1, s. 5 (“Benû Mudlic ve onların müttefikleri olan Benû Damra ile anlaşma imzaladı).
[165] Ebû Ubeyd, Emvâl, § 448.
[166] Suheylî, I, 51; II, 6
[167] İbn Hişâm, s. 432, 474. bk yukarıda § 716
[168] A.g.e., s. 332
[169] Ensâb, Belazurî (elyazması nüsha), II, ; Taberî, I, 2595
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/368-370
[170] İbn Sa’d, I/II, s. 38
[171] Vesâ’ik, Nº 163-164.
[172] İbn Sa’d, I/II, s. 25.
[173] Makrîzî, I, 494.
[174] A.y.
[175] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/370-371
[176] İbn Habib, Munammak, s. 302.
[177] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, VIII, Nº 6.
[178] İbn Abd el-Berr, İsti’âb, II, Nº 1889.
[179] İbn Sa’d, I/I, s. 43-46; ayrıca bk. Mélanges Massignon’da (Şam) yayınlanan makalem
[180] İbn Sa’d, IV/I, s. 182-183
[181] Şe’mî, Sîre, daha önce belirtilen yer, IV, 111.
[182] İbn Hişâm, s. 648 vd.
[183] Bu olayda Ebû Berâ’nın suç ortaklığı yaptığını düşünmek yanlış olur. Zira, Suheylî’ye göre (II, 321) bu zat Resulullah (a.s.)’la gayet dostane ilişkiler sürdürmekte idi: Muhabbar’da verilen bilgilere göre (s. 472-473) kendisi yakın akrabalarını korumanın verdiği suçluluk duygusuyla kahrından ölmüştür. İbn Hişâm (s. 650) ise onunla yeğeni arasındaki düşmanlığa göndermede bulunur. Burada daha çok bu gayretli görevlilerin küçük bir tedbirsizliğinden söz etmek gerekecektir. Gerçekten de, yolculuk sırasında, düşman olduğu açıkça bilinen bir bölgeden geçerken, içlerinden biri o vadide oturan insanlar arasında İslam’ı tebliğ için ortaya çıkmıştır. Bu “hakaret”e öfkelenen o bölgenin başkanı Amir, tebliğle görevlendirilmiş olan sahabelere saldırarak onları katletmiştir (bk. İbn Kesîr, Tefsîr, I, 426, Ali İmran: 3/169).
[184] İbn Hişâm, s. 650; İbn Sa’d, II/I, s. 38.
[185] İbn Hişâm, s. 992-994; İbn Sa’d, II/I, s. 68; IV/I, s. 183. İbn Râhûye, İbn Hacer’den naklen, Metâlib, Nº 4344.
[186] Ya’kûbî, II, 77
[187] Taberî, I, 1672
[188] Belazurî, I, § 529, 903-904.
[189] İbn Sa’d, I/II, s. 15-16; İbn Hişâm, s. 144.
[190] Kaynağımız (İbn Sa’d (IV/II, s. 32-33) bu dönemden uzun uzadıya bahsederek, söz konusu dinarların gönderilmesi olayını “Mekke Fethi”nden sonraki döneme oturtur. Burada açıkça müstensihin kalem sürçmesi söz konusudur. Zira İbn Sa’d’da şöyle bir açıklama vardır: Para Mekke’ye ulaştığında Ebû Sufyân şöyle homurdandı: “Muhammed (a.s.) bununla bizim gençlerimizi kandırmak istiyor.” Fetihden, dolayısıyla Ebû Sufyân’ın İslam’ı kabul etmesinden sonra Ebû Sufyân’ın böyle bir tepkide bulunması imkansızdır. Öte yandan, Fetihden sonra Resulullah (a.s.), fakirlere yapılacak olan yardım dağıtımının özel kişilerce değil, hükümetin kendi valisi ve memurları aracılığıyla yapılmasını istemiştir. Bu durumda metnin “Hendek Savaşı’ndan sonra” veya “Hudeybiye Anlaşmasından önce”, yahut da “Mekke’nin Fethinden önce” şeklinde okunması gerekir ki biz bu son seçeneği, yani metindeki “sonra” ifadesi yerine “önce”yi tercih ediyoruz.
[191] Sarahsî, Mebsût ,X, 91-92; Aynı yazar, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 69 (S. Munecced baskısı, § 91); Belazurî, Ensâb, II, 715 (İstanbul elyazması).
[192] Makrîzî, I,464
[193] İbn el-Kelbî, Cemheretu’l-Ensâb, British Museum elyazması, Vr. 45b-46a. (Bu ayrıntıyı Sayın Levi della Vida’nın değerli yardımları sayesinde öğrendim).
[194] İbn Sa’d, IV/I, s. 183
[195] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/372-377
[196] Muhabbar, s. 372
[197] Egânî, XIII, 110
[198] İbn Hişâm, s. 51
[199] Suheylî, I, 62
[200] Munammak, s. 278; İbn Hişâm, s. 79; İbn Sa’d, I/I, s. 38
[201] Muhabbar, s. 48, 13, 18, 47, 52, 402, 403
[202] İbn Hişâm, s. 803. Huzâ’alı bazı kimseler, Bedir Savaşı sırasında Kureyş müşriklerinin safında yer almışlardır. Bk. İbn Hişâm, s. 563, 611; Belazurî, I, § 696
[203] Muhabbar, s. 178-179
[204] Vesâ’ik, Nº 171
[205] Belazurî; Muhabbar, s. 24..
[206] Belazurî, a.g.y.; İbn Hişâm, s. 272.
[207] Belazurî, I, § 333
[208] Muhabbar, 390; İbn Hişâm’da adı geçen bir başka şeytan da Nevfel ibn Huveylid’dir, bkz. S. 177
[209] Belazurî’ye göre o da Huzâ’alı idi. İbn Hişâm (s. 276) ise onun bir Sakifli olduğunu söyler. Hicretten önce Resulullah (a.s.)’ın Mekke’de komşusu idi
[210] İbn Sa’d, I/I, s. 142; Makrîzî, I, 28.
[211] İbn Hişâm, s. 330; İbn Sa’d, I/I, s. 155-156
[212] Makrîzî, I, 169
[213] İbn Hişâm, s. 812
[214] Muhabbar, s. 111
[215] A.g.e., s. 410-411
[216] Vesâ’ik, Nº 167
[217] A.g.e., Nº 165
[218] A.g.e., Nº 166.
[219] Makrîzî, I, 42
[220] İbn Hişâm, s. 333; Suheylî, II, 9-10; Makrîzî, I, 43
[221] Makrîzî, I, 433
[222] A.g.e., I, 173 (bir başka olay için, s. 511; Buhârî, 15/2/1).
[223] İbn Sa’d, II/İ, s. 45; Makrîzî, I, 195
[224] İbn Sa’d, II/I, s. 46
[225] A.g.e.; Makrîzî, I, 197
[226] Bu üç ayrı tarih, Beyhakî’nin de düşündüğü gibi (Delâ’il, II, 127b. İstanbul elyazması) muhtemelen üç farklı takvim başlangıcı olduğunu göstermektedir. Gerçekten, Beyhakî’nin ifadesine göre, daha Hicret’in ilk gününden itibaren, herkes kendiliğinden bu olayı Yeni İslamî Dönem’in takvim başlangıcı olarak kabul edip, olayları buna göre tarihlendirmek istemişlerdi. Ancak bazılarına göre Hicret ilk Mekkeli Müslümanların ayrılışını, kimilerine göre Resulullah (a.s.)’ın Mekke’den bizzat ayrılışını, bir kısım sahabeye göre ise Resulullah (a.s.)’ın Medine’ye vardığı günü göstermekteydi. Aynı olay için üç farklı tarih verilmesinin nedeni işte bu idi (bk. yukarda geçen § 400, dipnot).
[227] Makrîzî, I, 219
[228] Yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü, İbn Sa’d’in H. 4 ve Makrîzî’nin H. 6 yılını göstermesine rağmen, biz H. 5 yılını benimsiyoruz
[229] İbn Sa’d, II/I, s. 35-36; Makrîzî, I, 254; bk. İbn Hişâm, s. 981-982. Bu Huzeylî’nin adı konusunda kaynaklarda çelişki vardır: Belazurî’de (Ensâb, § 780) hem Hâlid ibn Nubeyh, hem de oğlu Sufyân ibn Hâlid ibn Nubeyh’in adı geçmektedir
[230] Makrîzî, I, 285.
[231] İbn Hişâm, s. 742; İbn Sa’d, II/I, s. 70
[232] Makrîzî, I, 368
[233] Suheylî, II, 226
[234] Makrîzî, I, 276.
[235] A.g.e., s. 282
[236] A.g.e., s. 300
[237] A.g.y.
[238] A.g.e., s. 305
[239] Vesâ’ik, Nº 172
[240] İbn Sa’d, I/II, s. 25; İbn Hişâm, s. 84-85.
[241] Bunlardan biri olan ‘Addâ’ya, Resulullah (a.s.) bir su kaynağını tımar olarak bağışlamıştı. Bk. Vesâ’ik, Nº 223-225; İbn Sa’d, 7/I, s. 35
[242] Makrîzî, I, 337.
[243] Belazurî, I, § 740; Makrîzî, I, 337
[244] İbn Fahd, Tarihu Mekke, s. 144-146; İbn Hişâm, s. 803; İbn Sa’d, I/II, s. 97
[245] İbn Hişâm, s. 806. Ayrıca bk. yukarıda “Mekke ile İlişkiler” bölümü
[246] A.g.y.
[247] A.g.e., s. 811; İbn Sa’d, I/II, s. 97.
[248] İbn Hişâm, s. 80;/II, s. 4; İbn Sa’d, I/II, s. 87.
[249] Makrîzî, I, 377, 388-389
[250] A.g.e., s. 373. Onun şiiri için bk. İbn Hişâm, s. 773
[251] İbn Sa’d, 2/I, s.99 ; 4/II, s. 33; Azrakî, s. 357
[252] Makrîzî, I, 422
[253] A.g.e., s. 446
[254] A.g.e., s. 502
[255] A.g.e., s. 537, 539.
[256] A.g.e., s. 433
[257] İbn Sa’d, 1/II, s. 82
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/378-390
[258] İbn Abd el-Berr, el-İsti’âb (Resulullah’ın sahabelerinin hayat hikâyeleri sözlüğü) adlı eserinde bu kadına büyük bir yer vermiştir. Yazarın ifadesine göre, İslam’ı kabul etmek üzere kabilesinin Medine’ye gönderdiği temsilciler arasında el-Hansâ da bulunuyordu. El-Hansâ’nın yeteneklerini yakından bilen Resulullah, yazdığı şiirleri huzurunda okumasını kendisinden rica etmiş, ve takdir ve beğenisini sözleriyle ve el hareketleriyle belirtmişti. Bu sahabe hanım, oldukça samimi idi. Daha sonra, halife Ömer (RA) zamanında dört oğlu ile birlikte o büyük Kadisiye Savaşı’na katılmıştır. Savaş başlamadan önceki günlerde, oğullarını çarpışmalarda yararlık göstererek temayüz etmeleri için o denli yüreklendirdi ki, hepsi de bu savaşta art arda şehit düştüler. Şehadet haberleri anneye haber verildiğinde, o sükunetle şöyle söyledi:
“Onların şehadetiyle beni onurlandıran Allah’a hamd olsun! Ümit ederim ki Rabbim rahmetinin tecelli edeceği o yerde beni onlarla buluşturur.”
Halife Ömer, bu davranışını o kadar beğendi ki, bu dört oğulun aldıkları maaşın tamamının annelerine ömür boyu verilmesini emretti.
[259] İbn Habîb, Muhabbar, s. 315; daha açık bir ifade ile, Benû Sirme ibn Murre ailesinden.
[260] Belazurî, Ensâb, I, § 241; İbn Hişâm, s. 55.
[261] Suheylî, I, 77
[262] Belazurî, § 1071-10850
[263] Suheylî, I, 76-77; İbn Habîb, Muhabbar, s. 48; aynı yazar, Ummehâtu’n-Nebî, s. 11; Belazurî, § 1071-180; İbn Sa’d, Tabakât, I/I, s. 34.
[264] İbn Hişâm, s. 55.
[265] El-Emâkin (Şehid Ali Paşa ktp., İstanbul),bk. Burza maddesi. Eş-Şimşâtî (H. 6. yüzyıl), el-Envâr ve Mehâsinu’l-Eş’âr (Kuveyt bs., 1977), I, 120-126
[266] İbn Habîb, Munammak, s. 306
[267] İbn Hişâm, s. 770 vd.
[268] İbn Habîb, Munammak, s. 164-166
[269] A.g.e., s. 70
[270] A.g.e., s. 316.
[271] Muhabbar, s. 234-235
[272] Belazurî, Ensâb, § 241
[273] İbn Hişâm, s. 539-540. (İbn Sa’d (2/I, s. 21), bu olayın üç ay daha sonra, yani Muharrem ayında olduğunu kaydeder. Bunun nedenini, yukarıda “İran’la İlişkiler” bölümünde açıkladığımız farklı takvim hesaplarının kullanılmasında aramak gerekir. Vâkıdî ve İbn Sa’d, Hicret’in yılını vermek yerine, genellikle “Resulullah (a.s.)’ın bizzat hicretinden şu kadar ay sonra” ifadesini kullanırlar. Bilindiği gibi, her iki olay arasında üç aylık bir zaman farkı bulunmaktadır
[274] İbn Mucâvir, Mustabsar, I, 14-15 (Leyden bs., 1951).
[275] Muhabbar, s. 499-500
[276] İbn Hişâm, s. 55.
[277] Belazurî, Ensâb, I, § 679.
[278] Du’sur el-Muharibi için bak. 848. paragraf
[279] A.g.e., § 680
[280] İbn Hişâm, s. 544; İbn Sa’d, 2/I, s. 24
[281] Kaynaklar, bu buluşmanın çok fırtınalı bir biçimde geçtiğini nakleder: “Amir Resulullah (a.s.)’a şöyle dedi: “Sana ait olan yerleri tüysüz atlarla, sakalsız insanlarla doldururum ve oradaki hurma ağaçlarının sayısınca at(lıy)ı üzerine gönderirim!” Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şöyle haykırdı: “Ruhumu elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, eğer o (Amir) İslam’ı kabul etse ve bunun sonucu olarak kabilesi de Müslüman olsalardı Kureyşlilerin önüne geçerler ve hatta onların minberleri üzerine çıkarlardı.” (bk. İhsân el-‘Abbâsî, Şerhu Dîvân-ı Lebîd, s. 15, Faslu’l-Mekâl fî Şerhi’l-Emsâl’den naklen, vr. 61-62). Buhârî’deki kayıt daha ayrıntılıdır: “Enes’den rivayet edilmiştir: Resulullah (a.s.), Umm Seleme’nin erkek kardeşi olan dayımı, develere bindirdiği yetmiş adamıyla birlikte askerî sefere gönderdi. Gerçekten, putperestlerin başkanı ‘Amir ibn Tufeyl, Resulullah (a.s.)’a üç seçenek sundu: 1. Yaylalardaki göçebe insanlar sana (Resulullah’a) ve kara balçıkta yaşayan (yerleşik) insanlar bana tâbi olsunlar, 2. Senin iktidarından sonra halifen (yerine geçecek olan) ben olayım, 3. Aksi takdirde Gatafânlılardan bin, öteki kabilelerden de bin süvariyle birlikte sana hücuma geçeyim…” Görünüşe bakılırsa Resulullah (a.s.)’ın onunla karşılaşması Bi’ru Maûne katliamından önce olmuştur. İbn el-Cevzî’de (bk. Vefâ’, s. 755-756) başka ayrıntılı bilgiler de vardır: Aralarında ‘Amir ibn Tufeyl, Erbed b. Kays ve Cebbâr b. Selmâ’nın da bulunduğu ‘Amir ibn Sa’sa’a kabilesinden bir heyet… ‘Amir (arkadaşlarına) şöyle dedi:
-Vallahi ben (bir zamanlar) (bütün) Araplar beni izleyip yolumdan gideceği vakte kadar (onlarla) durmadan savaşacağıma dair yemin etmiştim. (Şimdi kalkıp) bu delikanlının (Muhammed) yoluna mı gireceğim?
Sonra Erbed’e dönerek şöyle dedi:
-Bu adamın yanına varınca ben seni onun gözünden uzak tutarım, sen de onun üzerine kılıcınla atla.
Oraya vardıklarında ‘Amir Resulullah (a.s.)’la konuşmaya başladı ve sonunda şöyle dedi:
-Allah’a yemin ederim ki biz (şu Medine şehrini) saçlarını kısa kestirmiş, sakalsız bıyıksız adamlarla dolduracağız; ve senin hurma ağaçların kadar benim atlarım olacak.
(O gittikten sonra) Resulullah (a.s.) şu açıklamada bulundu:
-Şayet İslam’ı kabul etseydi ve (onunla birlikte) ‘Amir ibn Sa’sa’alar da kabul etselerdi, Kureyşlilerin minberleri üzerinde onlarla rakip olurlardı
[282] Buhârî, 34/28/6
[283] Dîvânu ‘Amir ibn Tufeyl, “Giriş” bölümü s. 90-91.
[284] İbn Sa’d, 2/I, s. 47.
[285] A.g.e., s. 62; İbn Hişâm, s. 975
[286] İbn Hişâm, s. 770-772; ayrıca bk., s. 626; Şiirleri için bk. Makrîzî, I, 125.
[287] İbn Sa’d, 2/I, s. 89.
[288] A.g.e., s. 97
[289] Makrîzî, I, 361
[290] A.g.e., s. 4058-406, 413.
[291] İbn Hanbel, Nº 5108; Buhârî, 61: 7 (2).
[292] Makrîzî, I, 424
[293] A.g.e., s. 429.
[294] İbn Sa’d, 2/1, s. 106-108; İbn Hişâm, s. 833-839
[295] Makrîzî, I,433
[296] Belazurî, I, § 985 (Hiçbir kaynakta bunun zekât değil de ganimet olduğundan söz edilmez).
[297] Makrîzî, I, 434.
[298] A.g.e., s. 446
[299] Vesâ’ik, Nº 231.
[300] A.g.e., Nº 208, 210
[301] A.g.e., Nº 207
[302] A.g.e., Nº 211.
[303] A.g.e., Nº 207-215.
[304] Muhabbar, s. 93.
[305] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/390-402
[306] A.g.e., s. 460
[307] İbn Hallikân, Nº 831; Wüstenfeld, Regis. General. Tab., “Haris” maddesi.
[308] Yakut, Buldân, bk. “Zendverd” maddesi; İbn el-Kelbî, Cemhere (Londra), 36b-37a; Belazurî, I, § 989; İbn ‘Abd Rabbih, ‘Ikd, III, 2;İbn Kuteybe, Ma’ârif, s. 147; İbn Hallikân, Nº 831.
[309] Egânî, XII, 48-49.
[310] Muhabbar, s. 135
[311] Ahmed Emîn, Feyzu’l-Hafîr, Kahire, 1949, 265-288.
[312] Belazurî, Fütûh, s. 56
[313] Mâlik, Muvatta’, 31: 83
[314] Muhabbar, s. 124, 312-315.
[315] İbn Hişâm, s. 32-33; İbn Kesîr, Tefsir, II, 229, bk. Araf Suresi (7/78).
[316] Suheylî, I, 43.
[317] İbn Hişâm, s. 131.
[318] Bruce Howe, Two Groups of Rock Engravings from the Hijaz (Journal of Near Eastern Studies, January, 1950).
[319] İbn Kuteybe, Ma’ârif, s. 43; Ebû Nu’aym, Delâ’ilu’n-Nübüvve, XX. Bölüm
[320] Muhabbar, s. 64-65.
[321] A.g.e., s. 968; bk. yukarıda § 456.
[322] Muhabbar, s. 64-65
[323] İbn Sa’d, I/I, s. 71-72.
[324] Makrîzî, I, 397
[325] Suheylî, I, 260; Makrîzî, I, 27
[326] Makrîzî, I, 160
[327] Belazurî, I, § 730
[328] İbn Hişâm, s. 744
[329] A.g.e., s. 744-745
[330] Ebû ‘Ubeyd, Emvâl, § 441; Ayrıca bk. Vesâ’ik, “Mekke” bölümü, Nº 11, dipnot
[331] İbn Sa’d, 2/1, s. 85; İbn Hişâm, s. 973.
[332] İbn Sa’d, 2/1, s. 85
[333] Makrîzî, I, 344; bk. İbn Sa’d, 2/1, s. 91-92
[334] Makrîzî, I, 361; yukarıda § 790.
[335] İbn Sa’d, 2/1, s. 105.
[336] İbn Hişâm, s. 842; Kettânî, I, 363. Yazar Evtâs’a sürekli bir casusun yerleştirildiğinden söz eder
[337] İbn Sa’d’e göre (2/1, s. 105), Resulullah Hevâzin-Tâ’if seferine çıkarken, Sakîflilerden Hubeyre ibn Şibl’i Mekke valisi olarak tayin etmişti; ‘Attâb’ın Mekke valiliğine getirilişi ise, onun Medine’ye dönüş sırasında Mekke’ye uğradığında gerçekleşmiştir.
[338] Bk. Hz. Peygamber’in Savaşları adlı eserim, § 178-187.
[339] Tevbe: 9/25-26.
[340] Suheylî, II, 290; Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 124.
[341] Makrîzî, I, 423. Tâ’if kuşatması ile ilgili genel bir bilgi için bk. Hz. Peygamber’in Savaşları adlı eserim, § 188-202.
[342] A.g.e., s. 416
[343] İbn Hişâm, s. 872-873; İbn Sa’d, 2/1, s. 114, II, 4, 19-20; Suheylî, II, 301, 303.
[344] Belazurî, I, § 989
[345] İbn Hişâm, s. 879.
[346] İbn Sa’d, 2/1, s. 114-115.
[347] İbn Hişâm, s. 877
[348] A.g.e., s. 856-857
[349] A.g.e., s. 876-879; İbn Sa’d, I/I, s. 72-73; II/I, s. 110-113.
[350] İbn Hişâm, s. 879; Makrîzî, I, 430.
[351] İbn Hişâm, s. 869
[352] A.g.e., s. 914
[353] A.g.e., s. 916; İbn el-Esîr, Usd, I, 116; Ebû Dâvûd, 19: 26.
[354] Taberî, I, 1971, 1988. Bizzat Resulullah (a.s.)’ın onlar arasına vergi toplamak üzere gönderdiği memurla ilgili olarak bk. Belazurî, I, § 1067
[355] İklim ve doğal zenginlik bakımından, hayvan ve bitki örtüsünün korunması için Arabistan’da Tâ’if’den daha uygun ve elverişli bir yer yoktur. Alınacak kararın aynı zamanda dinsel bir nitelik taşıması sadece idarî uygulamanın etkinliğini artırmaya yarayacaktır
[356] Vesâ’ik, Nº 181
[357] A.g.e., Nº 182
[358] A.g.e., Nº 34, 48, 84, 90, 94, 122, 181, 189
[359] Yahyâ ibn Âdem, Harâc, s. 111
[360] Ebû Yûsuf, Harâc, s. 40 (Bulak bs.)
[361] İbnu’l-Esîr, Kâmil, I, 246.
[362] İbn ‘Abd Rabbih, Ikd , Bulak bs., I, 135: […] kısmı sadece Lisânu’l-‘Arab’da geçmektedir, bk. L-Y-T maddesi
[363] Suheylî, II, 302
[364] İbn Hişâm, s. 917
[365] A.g.e., s. 918
[366] Vesâ’ik, Nº 183
[367] İbn Sa’d, II/I, s. 33; Ebû ‘Ubeyd, Emvâl, § 507
[368] Suheylî, II, 303
[369] İbn Hişâm, s. 874
[370] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/402-422
[371] Hemdânî, s. 117-118.
[372] İbn Hişâm, s. 954
[373] A.g.e., s. 52. Bu şehrin diğer putları için bk. İbn Hişâm, s. 54, 55-59, 254 (Zu’l-Keffeyn ve Zu’l-Halasa)
[374] Lisânu’l-‘Arab, bk. Ha-Zel-Fe maddesi
[375] A.g.e., bk. H-C-R maddesi
[376] İbn Hişâm, s. 869; bk. İbn Sa’d, 2/1, s. 114
[377] İbn Hişâm, s. 252-255.
[378] A.g.e., s. 254; İbn Sa’d, 2/1, s. 113-114
[379] Vesâ’ik, Nº 185
[380] İbn Hişâm, s. 954-955, özellikle 12. satır
[381] Vesâ’ik, Nº 186.
[382] Kudâme ibn Ca’fer, Harâc, 19. bölüm
[383] Vesâ’ik, Nº 188.
[384] A.g.e., Nº 189
[385] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/422-425
[386] Muhabbar, s. 248-249.
[387] A.g.e., s. 461-462, 490; Taberî, I, 1901-2.
[388] Muhabbar s. 169, 412
[389] A.g.e., s. 267, 315
[390] İbn Sa’d, I/I, s. 145
[391] İbn Hişâm, s. 661-665; ayrıca bk. yukarıda § 783.
[392] İbn Sa’d, I/II, s. 48-49.
[393] Vesâ’ik, Nº 162
[394] A.g.e., Nº 270, 271
[395] Makrîzî, I, 204
[396] A.g.e., s. 194
[397] A.g.e., s. 229.
[398] A.g.e., s. 262; İbn Hişâm, s. 619
[399] Makrîzî, I, 263
[400] Muhabbar, s. 461-462, 490; İbn Sa’d, 2/I, s. 65; İbn Hişâm, s. 979-80; Suheylî, II, 360-361.
[401] İbn Sa’d, ‘e göre (2/1, s. 66), ‘Abdullah ibn ‘Atîk adlı bu ajan Yahudi dilini (İbrânice?) konuşuyordu; Makrîzî, I, 186
[402] Taberî, I, 1576; Makrîzî, I, 313.
[403] Makrîzî, I, 335-336
[404] İbn Sa’d, 2/I, s. 65-69; Makrîzî, I, 335.
[405] İbn Sa’d, 2/8i, s. 96.
[406] Makrîzî, I, 365-366.
[407] A.g.e., s. 356, 414
[408] İbn Hişâm, s. 874.
[409] A.g.e., s. 878.
[410] A.g.e., s. 881
[411] İbn Sa’d, I/II, s. 42.
[412] Makrîzî, I, 433
[413] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/425-433
[414] İbn Hişâm, s. 947
[415] Vesâ’ik, Nº 201.
[416] Suheylî, II, 342.
[417] İbn Hişâm, s. 56; İbn Sa’d, 2/I, s. 118.
[418] İbn Hişâm, s. 947-950; Buhârî, 61/25/23
[419] Vesâ’ik, Nº 196.
[420] A.g.e., Nº 193-201
[421] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/433-436
[422] Lisânu’l-‘Arab, bk. Y-K-N maddesi.
[423] Vesâ’ik, Nº 202
[424] İbn Hanbel, IV, 111, Nº 6.
[425] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/436
[426] Muhabbar, s.251; İbn Hişâm, s. 75-76.
[427] İbn Hişâm, s. 76; Suheylî, I, s. 84-85
[428] Muhabbar, s. 179.
[429] İbn Sa’d, I/1, s. 145
[430] A.g.e., 2/1, s. 44
[431] İbn Hişâm, s. 794.
[432] İbn Sa’d, 2/1, s. 95
[433] Makrîzî, I, 461, 463
[434] A.g.e., s. 504
[435] Muhabbar, s. 293; İbn Sa’d, I/II, s. 66-67; Vesâ’ik, Nº 149
[436] İbn Sa’d, I/II, s. 33.
[437] A.g.e., s. 2/1, s. 64; İbn Hişâm, s. 979-980
[438] İbn Sa’d, I/II, s. 65-66
[439] Vesâ’ik, Nº 48
[440] Makrîzî, I, 477
[441] İbn Hişâm, s. 792, 797 (Burada Mâlik ibn Zâfile söz konusu edilmektedir),
[442] İbn Sa’d, I/II, s. 65
[443] Muhabbar, s. 312 vd., 316; İbn Hişâm, s. 52
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/437-440
[444] Kalkaşandî, Subh, IV, 292.
[445] Lisânu’l-‘Arab, bk. M-R-D maddesi
[446] Munemmak, s. 405-407
[447] Muhabbar, s. 263
[448] İbn Hişâm, s. 282-283
[449] Mes’ûdî, Tenbîh, s. 248; İbn Sa’d, 2/1, s. 44.
[450] Makrîzî’ye göre ( I, 467), bu Ukeydir daha sonra Irak’a yerleşmiştir; İbn Asâkir ise (I, 422), Ukeydir’in İran İmparatorundan bir şeref kaftanı aldığını yazar. Acaba bu kişi sadakat ve bağlılığını mı değiştirmişti?
[451] İbn Hişâm, s. 911; Ebû ‘Ubeyd, Emvâl, § 1397; Makrîzî, I, 194.
[452] İbn Hişâm, s. 668; İbn Sa’d, 2/1, s. 44-45
[453] İbn Hişâm, s. 991-992; İbn Sa’d, 2/1, s. 64.
[454] İbn Hanbel, III, 133, Nº 2.
[455] Vesâ’ik, Nº 191.
[456] A.g.e., Nº 192.
[457] İbn Sa’d, 2/1, s. 119-120; Belazurî, Fütûh, s. 62; Makrîzî, I, 463-467; İbn Hişâm, s. 903-904.
[458] İbn Sa’d’in bu açıklaması hakkında bk. O. Krückmann, Neue babylonische Recht-und Verwaltungstexte, Leipzig, 1933, Text 37, Tafel, 28; Ch. Edwards, The Hammurabi Code, s. 11; Meissner, Babylonien und Assyrien, I, 179
[459] […] içindeki cümle sadece Makrîzî’de geçmektedir
[460] Vesâ’ik, Nº 190.
[461] Ebû Ubeyd, § 508
[462] Makrîzî, I, 467; İbn ‘Asâkir, Dimaşk, I, 422
[463] Makrîzî, I, 467
[464] İbn Sa’d, 2/1, s. 67-68; İbn Hişâm, s. 998-999.
[465] Vesâ’ik, Nº 235; Makrîzî, I, 441-443. İbn Sa’d’e göre (I/II, s. 31), burada söz konusu olan çocuk Sim’ân ibn ‘Amr el-‘Uranî’dir
[466] İbn ‘Asâkir, I, 432.
[467] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/440-448
[468] Muhabbar, s. 172, 175. Daha ayrıntılı bilgi için bk. İbn Hişâm, s. 143-149; Suheylî, I, 145-151
[469] Yâkût, Buldân, bk. “Hismâ” maddesi, ayrıca bk. Muhabbar, s. 283
[470] Makrîzî, I, 66.
[471] Vesâ’ik, Nº 175
[472] İbn Hişâm, s. 975-979; Suheylî, II, 384
[473] İbn Hişâm, s. 984-985; İbn Sa’d, 2/1, s. 94-95; Makrîzî, I, 353; İbn ‘Asâkir, 1, 407; Muhabbar, s. 122.
[474] Makrîzî, I, 446
[475] A.g.e., s. 469-470.
[476] Vesâ’ik, Nº 174.
[477] A.g.e., Nº 176
[478] A.g.e., Nº 177
[479] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/448-451
[480] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/451
[481] Tirmizî, 19/31; İbn Mâce, 17/41; Şâfiî, Umm, IV, 96
[482] Ebû Yûsuf, Harâc, s. 73 vd.; Sarahsî, Mebsût, X, 119.
[483] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/452-453
[484] Taberî, I, 1.
[485] A.g.e., I, 1798
[486] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/454-455
[487] Eski Mısır tarihi ve uygarlığıyla ilgili çalışmalara dayanarak, bu kitabın ilk baskısı sırasında bu ve biraz ilerdeki 920. paragraflarda, Ramses’in (Ra’mses) boğularak ölen bir firavun olduğunu yazmıştım. Günümüzde ise bazı bilim adamları, boğularak ölen bu kişinin Ramses’in yerine geçen oğlu Mineptah olduğunu söylemektedir. Görünüşe bakılırsa bunun iki nedeni vardır: 1. “Tevrat (Çıkış: 2/23), Musa peygamber Medyen’e sığındığı sırada Firavun’un ölmüş olduğunu ve bunun üzerine Musa’nın Mısır’a dönerek, yeni hükümdardan İsrail Oğulları’na ülkeden çıkmaları için serbest bırakmasını istemiştir. 2. Arkeologlarca bulunan bir mezar taşında, Mineptah, “İsrail Oğulları’nın kökünü kazıyıp, onlardan geriye bir iz bile bırakmamakla” övünmektedir. Ancak bu da yeni sorunların ortaya çıkmasına engel olmayacaktır. Gerçekten, gerek Tevrat (Çıkış: 2/11-15) ve gerekse Kur’an’da (Kasas: 14-22), Musa’nın kaza sonucu bir hemşerisini öldürüp Meyden şehrine sığındığında henüz genç bir çocuk idi. Daha sonra Tevrat (Çıkış: 7/7) şöyle anlatır: “Firavun’la görüşüp konuştuklarında Musa 80, ağabeyi Harun ise 83 yaşındaydılar.” Acaba Musa elli yıl kadar mı sürgünde kalmıştı? Bu pek olası görünmüyor. Tevrat’ın bu cümlesini “o sırada Musa otuz (kırk ?) yaşında ve kardeşi de üç yıl daha büyük –belki de burada kastedilen Firavun’un yaşıdır- idi” şeklinde anlamak gerekir. Kur’an’daki kıssa (Kasas: 28/27-32) ise daha mantıklı görünüyor: “(Kayınpederi Şu’ayb’ın yanında 8-10 yıl hizmet ettikten sonra) ailesiyle birlikte oradan ayrılıp, yolda Sina’ya geldiğinde, Firavun’a dinini tebliğ etmek üzere ilahî emri aldı; Kur’an’da anlatılanlara bakılırsa (Şuarâ: 26/18-19) aynı Firavun Musâ’ya şöyle dedi: “Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yılını aramızda geçirmedin mi? Sonunda o yaptığın (kötü) işi de yaptın ve sonunda değer bilmeyenlerden (nankörlerden) oldun.” (Medyen, bugünkü Suudî Arabistan sınırları içinde, Akabe’nin güneyinde bir yerdir.) Mineptah’ın mezar taşı ile ilgili şu bilgileri ise ‘Abd el-Vehhâb en-Neccâr’dan (Kısasu’l-Enbiyâ, Kahire, 2. bs., s. 203) aktarıyorum:
“599 no’da kayıtlı bu kitabe, 3 m. 14 cm. yüksekliğinde, üzerinde farklı dönemlere ait iki yazıtın bulunduğu granit bir mezar taşıdır. Bu yazıtlardan biri III. Amenhotep (Aménophis)’e ait olup, kendi putu için neler yaptığını açıklamaktadır; Taşın öteki yüzünde ise Mineptah’dan ve onun Libyalı ve Filistinliler karşısında elde ettiği büyük zaferlerden söz edilerek, şöyle denmektedir: “İsrail Oğulları toz duman oldular ve onlardan geriye tohumları bile kalmadı.” Ama bu nokta bazı kuşkuları da beraberinde getirmektedir: Acaba bu büyük zaferlerin anısı niçin özel bir taş üzerine kazınmamıştır ve niçin daha eski dönemlerden kalma bir anıt üzerinde kala kalmıştır? Soruna kendi açılarından yaklaşan Mısırlı uzmanların düşüncesi ise şöyledir: “Uzun zaman sonra ulusal bir utancın izlerini silmek isteyerek, dışarıdan gelmiş olan bu yabancı İsrailliler karşısında Firavun’un yenilmemiş olduğunu göstermek için tarihî gerçeği saptırmaktan çekinilmemiş ve Mısır’da tek bir İsrailli bile kalmayacak şekilde bu halkın ırkının Mısırlılar tarafından yok edildiği gösterilmeye çalışılmıştır.”
Hatırlatmak için şunu da ilave edelim ki, 1976 yılında Paris’te aylarca süren bir Ramses sergisi düzenlenmiş, hatta bizzat II. Ramses’in (Ra’mses) mumyası Paris’e getirilerek, gitgide tahrip olmasını engelleyici önlemler denenmişti (bk. Le Monde gazetesi, Paris, 25 Eylül 1976. s. 31, sütun 2; 3 Şubat 1977, s. 20, sütun 2-6).
La Bible, le Coran et la science (Tevrat, Kur’an ve Bilim) (Paris, 1976, s. 239-240) adlı eserinde, Maurice Bucaille, daha 1881’de II. Ramses’in mumyası ilk keşfedildiği sırada bile, ceset üzerinde bazı bozulma belirtileri gözlemlendiğini ve çoktandır dile getirilmekle birlikte, son zamanlarda yapılan yeni bir tıbbî-yasal inceleme sırasında bu bozulmanın daha belirgin bir hal aldığı, ve bu inceleme sırasında Fransız tabiblerin inceleme amacıyla mumyadan bazı parçalar aldıklarını, ancak sonuçların, kitabı yayınlandığı sırada henüz kamuoyuna açıklanmadığını belirtmektedir. Aynı yazar, Dijon’da yayınlanan aylık Archeologia dergisinin Eylül 1976 sayısında 30-38. sayfalar arasında yer alan “Momies pharaonique et études médicales” adlı makalesinde konuyu tekrar ele almaktadır. Makalede ayrıca çok sayıda resim, fotoğraf ve röntgen filmi de yer almaktadır.. Yazar, röntgen filmlerini temel alarak, II. Ramses’in cesedinin bozulmamış olduğunu, oysa oğlu ve veliahtı olan Mineptah’ınkinde, ani ölüme yol açacak büyüklükte bir kafatası çökmesi bulunduğunu gözlemlemektedir. Bununla birlikte yazar, ne Ramses’in ne de oğlunun cesetlerinin uzun süre suyun içinde kaldıklarına dair bir iz taşımadıklarını söyler. Bucaille, bunun bir boğulma olayı olması durumunda, suda kalma süresinin bu kadar uzun sürmemesi gerektiğini (kralın maiyetinin kısa süre içinde cesedi tekrar çıkaracakları) düşünmektedir.
Kanaatimizce bütün bunlar, Tevrat’ın Çıkış bölümünde anlatılan ve suda boğulduğu bildirilen Firavun’un Mineptah olduğunu kanıtlamak için yeterli değildir. Zira, Tevrat’ta anlatılanlara kendimizi kaptırmazsak, mumyaların tıbbî yönden incelenmesinin, suda boğulduktan sonra çabucak dışarı çıkarılanın Ra’mses değil de Mineptah olduğunu kanıtlamaya yetmeyeceğini kabul etmek gerekir. Kafatasındaki eziklik, bir suda boğulmayı kanıtlamamaktadır. Mineptah’la ilgili hiyeroglif kitabe, Ramses’in Kadeş Savaşı’nda Hititlere karşı kazandığı büyük “zafer”i anlatan kitabe ile aynı stilde yazılmıştır. Bu savaşta, sadece düşmanın ilerleyişi durdurulabilmiş, bununla birlikte Hitit işgali altındaki Kadeş şehri devamlı onların ellerinde kalmıştır. Mineptah kitabesi aslında İsraillilerin çıkıp gittiklerini örtbas etmekten başka bir şey değildir. Şayet Mineptah suda boğulmuş olsaydı, bu mezar taşını, bu hükümdarın yerine geçecek olan halefinin diktirmesi gerekirdi. Bu kitabede İsraillilerden bir halk topluluğu olarak bahsedilmektedir; onlar gerçekten de, hem Mısır’dan çıktıkları sırada, hem de Çıkış’tan sonra Sina çölünde iken küçük bir topluluktan ibaret idiler. Şayet Mineptah’ın o önüne geleni yıkıp geçen askerî seferi Mısır’a yönelik olsaydı ve yine, bu sefer onun zulüm ve işkencelerinin bir devamı ve son perdesi olsaydı, bu “Mısır’dan Çıkış” olayının vuku bulmaması gerekirdi; zira bu tür bir savaştan sonra bir yere gidecek kimse kalmazdı; eğer bu sefer, eski kralın kaza sonucu ölümünün intikamını almak üzere Sina çölünü hedef alsaydı, bu durumda Tevrat’ın bundan mutlaka söz etmesi gerekirdi. Ancak bu konuda tek bir kelime bile edilmemiştir. Öyleyse ortada kaçınılmaz olarak duran bir sonuç vardır ki o da, Mısır’da artık kimsenin kalmadığını belirtmek amacıyla “İsraillilerin Çıkışı” denilmesinde bir edeb-i kelâm (örtmece) olduğudur. Musa’nın Medyen’de kalışı sırasında Mısır’da bir Firavun’un öldüğü yolundaki anlatımla (Tevrat: Çıkış, 2/23) ilgili olarak, R. P. Vaux “bu ayetin kaynağından kuşkulandığını” söylerken, Bucaille bu olayı kabul eder (bk. La Bible, Le Coran et la Science, s. 232).
Üç bin yıl gibi uzun bir süre geçtikten sonra , ne iç organları ne de beyinleri olan mumyaların tabii ölümle mi yoksa suda boğularak mı öldüklerini belirleme imkânı bulunmamaktadır. Eğer şans eseri, İsraillilere zulüm ve işkence yapanın Ra’mses olduğu ve onların Mineptah zamanında kitleler halinde göç ederek Mısır’ı terk ettikleri kanıtlansaydı, –ki elimizde bulunan teknolojinin en son ve yeni olanaklarıyla mumyalar üzerinde yapılan birçok incelemeye rağmen bu bilgiye sahip değiliz-, Kur’an’ın yine bu konuda hiçbir şey anlatmayan, sadece bazı müphem işaretlerle yetinen tarih ilminin işini kolaylaştırdığı söylenebilirdi. Mineptah, babası Ramses’in ölümünden birkaç yıl önce onun yerine tahta geçtiği zaman, Musa peygamberin kraliyet sarayında bir “hizmetli” ya da “görevli” olduğunu biliyor olsa gerektir. İşte bu nedenle, o Musa’ya şöyle söylemiş olabilir:
“Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? … ve sonunda değer bilmeyenlerden oldun.”(Şu’arâ: 26/18-19).
Yine geçici olarak, II. Ramses’in Musa’yı Nil’den çıkarıp kurtardıktan sonra onu yetiştirdiğini, sonra da ordusuyla onun peşine düşüp Sazlı Deniz (Nil)’de boğularak öldüğünü düşünmeye devam edelim. Bu arada, Musa’nın annesinin içinde bebek Musa’nın bulunduğu sandalı Nil’in sazlıkları arasına salıverdiğini de hatırlatalım (bk. Çıkış, 2/3). Kızıl Deniz kıyılarında sazlıklar bulunmaz. Musa’nın, Medyen’de bir süre kaldıktan sonra Firavun’la tekrar görüşmek üzere Mısır’a döndüğünde içinde bulunduğu 80 yaş, anlaşıldığı kadarıyla onun daha çok vefat ettiği zaman sahip olduğu yaştır. Zira, eğer kaza sonucu bir Mısırlının ölümüne neden olduğunda kendisinin 30 yaşında olduğunu var sayarsak, Medyen’de de on yıl süre ile kalmıştır. Çıkış olayından sonra da yaklaşık 40 yıl çölde yaşamıştır (Mâide: 5/26). Tevrat da, Çıkış bölümünde, Musa Medyen’den döndüğünde 80 (Çıkış: 7/7) , Moab çölünde vefat ettiğinde 120 (Tesniye: 37/7) yaşında idi derken, Çıkış’tan sonra 40 yılını çölde geçirdiğini üstü kapalı olarak kabul etmektedir! Kaynaklarda Ramses’in 67 yıl saltanat sürdüğü belirtilmektedir. Buradan kendisinin 90 ila 100 yaşlarında ölmüş olabileceği sonucunu çıkarabiliriz (Bucaille, Momies, s. 34) –benim gibi konuya fazla aşina olmayan biri için, Ramses’in mumyasının fotoğrafında dişlerin çoğunun tam ve eksiksiz olması ve yüzünün bu ilerlemiş yaşı göstermemesi nedeniyle pek inandırıcı gözükmemektedir; ama yine de fazla ısrar etmiyorum-. Ayrıca, inatçı ve arabasına rahatça kurulmuş bir kral için, ilerlemiş yaşına rağmen Mısır’dan kaçmakta olan İsraillilerin peşine düşmesi olmayacak bir şey değildir. Söz konusu mumyalar Yukarı Mısır’da, Nil’in batı yakasındaki Teb’de bulunmuştur. Şayet Musa’nın Çıkış göçünün Ramses’in oturduğu şehirden hareketle başladığını anlatan Tevrat’taki ifade doğru kabul edilecek olursa, kralın bu sırada Teb’de mi yoksa Kuzey’de Nil deltasındaki başkentte mi bulunduğuna cevap vermek çok zor olacaktır. İsrail oğullarının kaçtığı haberini aldığı zaman Firavun onlardan oldukça uzakta olmalıydı. Eğer Firavun İsraillilerle aynı şehirde olsaydı, bunlar kitle halinde göç etmeye cesaret edemeyeceklerdi.
Burada, Urduca makalemin İngilizce çevirisine de göndermede bulunmak istiyorum: The Name of the Pharaoh who died by Drawning”, Islam and Modern Age, Nouvelle Delhi, XII/3, 1981, s. 160. Bu yazıda, çevirmen Prof. A. R. Momin, II. Ramses’in mumyasıyla ilgili röntgen filmlerini inceleyen, Michigan Üniversitesi’nden Wilton Krogman’a dayanarak, Ramses’in “öldüğü sırada büyük ihtimalle 50-55 yaşları arasında olduğunu” söylemektedir. Ayrıca bk. Immanuel Kelikovsky: “Ramses II and His Time”, London, 1978, s. 235-236 (İngilizce çevirisi).
[488] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/456-460
[489] Neml: 27/20 vd.
[490] Mohammad et la fin du monde, s. 28
[491] İbn Hişâm, s. 286 (Hıristiyanlar hakkında bk.., s. 107); Bakara: 2/89
[492] İbn Hişâm, s. 116; İbn Sa’d, 1/I, s. 21.
[493] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/460-461
[494] Şu’arâ: 26/214
[495] Hicr: 15/94.
[496] En’am: 6/92
[497] Müzzemmil: 73/15. (Bu bölümle ilgili olarak şu noktaya dikkat çekelim: Biz genellikle bir sureyi göstermek için, örneğin III/73 gibi, iki rakam veriyoruz. Buradaki Romen rakamı o surenin Resulullah (a.s.)’a indiriliş sırasını, diğer Arap rakamı ise, günümüzde kullanılan Kur’an’daki okuyuş sırasını göstermektedir).
(Çevirenin Notu: Biz, okura kolaylık olması için, çalışmanın başından beri, Kur’an’daki sırasıyla birlikte, sure adını da vermeyi uygun bulduk. Bundan sonra da böyle devam edeceğiz.)
[498] A’lâ (VIII): 87/16-19
[499] Bk. Fecr (X): 89/10; Neml (XXVII): 85/18; Nûr (XXXIV): 50/ 13; Saffat (XXXVII): 54/41; Sâd (XXXVIII): 38/12.
[500] Ümmî: Okur-yazar olmayan, Yahudilerden ayrı milletlerden olan, soylu
[501] A’raf: 7/155-159
[502] Nebe’ (LXXX): 78/2.
[503] Şu’arâ (XLVII): 26/196.
[504] Konu ile ilgili olarak şu eserlere başvurulabilir: Towards Understanding Islam, H. G. Dorman jr.; Muhammed in the Bible, David Benjamin Kaldani; Muhammad in Parsi, Hindu, and Buddhist Scriptures, A. H. Ali ve Vidyarathi; Rahmetullah, İzhâru’l-Hak, II, 131-165, 1315 bs.; vs.
[505] Neml (XLVIII): 27/1-44, 76.
[506] Bu hususu birkaç örnek vererek aydınlatmaya çalışalım: Tevrat’a göre (Tekvin, 22: 2) Allah İbrahim’e şöyle emretti: “oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu” al ve kurban et. Yine Çıkış (13: 2 ve 12, 22: 29) ve Sayılar (3: 13, 8: 17) vs. bölümlerine göre, İlahi Buyruk ilk doğan, yani büyük oğulun kurban edilmesini gerektiriyordu. Oysa İshak ne ilk doğandı, ne de babasının hayatı boyunca doğan tek oğluydu. Kur’an ise gayet mantıklı bir biçimde, İsmail’in kurban edilmesi gerektiğini ortaya koyarak, İbrahim (a.s.)’in ilahi emri hiçbir tereddüt ve itirazda bulunmaksızın yerine getirmeye kalktığına (Saffat: 37/112), bunun üzerine Allah’ın ikinci hanımından da bir oğlunun dünyaya geleceği müjdesini vererek kendisini ödüllendirdiğine işaret eder.
I. Samuel (7. bölüm)’e göre, Saül, Allah’ın iradesinin aksine, kura çekilerek krallık makamına getirilmiştir. 9. bölüme göre ise Allah’ın emriyle kral olmuştur; 11. bölüme göre ise, Saül, ansızın düşmanı kovalayan bir grup direnişçinin komutanı olarak ortaya çıkar ve kendisini böyle kabul ettirir. Kur’an’a göre (Bakara: 2/246), İsrail Oğulları, Samuel’den kendilerine bir kral tayin etmelerini istemişler, ama o kendilerini geri çevirmiştir. Ancak ısrarları üzerine Allah’a dua etmiş, o da Saül’ü kral tayin etmiştir.
Tevrat’a göre (Çıkış, 32: 4 ve 24), Harun altından buzağı yaparak buna tapılmasını emretmiştir. Kur’an’a göre ise (A’raf: 7/150, Tâ-Hâ: 90-94) Harun, aksine bu altın buzağıya tapılmasını engellemiş ve buna öfkelenip galeyana gelen halk kendisini nerdese ölecek hale getirmişti.
Krallar I (11: 7 vd.)’e göre, Süleyman kâfir olup putperestliğe başlamıştı. Kur’an bu iftirayı nefretle reddederek, Süleyman Peygamber’in masum olduğunu öne sürer. Buna benzer daha birçok örnek vardır.
[507] Kasas (XLIX): 28/43.
[508] İsrâ (L): 17/2.
[509] Yahudiler, kendi takvimlerine göre yılın 7. ayı olan Nisan ayında Paskalya (Hamursuz) bayramını kutlarlar (ve o gün oruç tutulmaz). Çok sayıda hadis kitabına girmiş olan (Buhârî, 30/68/4, 63/50/2-3, 65, sure 11 ve 20; Müslim 13 No 28; İbn Mâce No 1734; Ebû Dâvûd 14: 64; Dârimî 4: 46; İbn Hanbel I, 291, 310, 336, 340, II, 359, IV, 409) bir hadis-i şerif, bu bayramı Yahudilerin oruç günü olarak kabul etmektedir (Tişri ayının 10. günü, yani Yôm Kippur): “Bir Aşure günü, Resulullah Yahudilerin oruç tuttuğunu görmüş ve sorması üzerine Yahudiler kendisine şöyle bir açıklamada bulunmuşlardı: ‘Bu kutsal bir gündür, o gün Allah, İsrail Oğullarını düşmanlarının elinden kurtarmış ve o gün Musa oruç tutmuştur’. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şöyle buyurmuştur: Benim Musa üzerindeki hakkım, sizlerden daha çoktur. Zira kendisi o gün oruç tutmuş ve çevresindekilere de aynı şekilde oruç tutmalarını emretmiştir.”
Eleştirmenler için bu konuda mevcut olan Yahudi ve Müslüman gelenekleri arasındaki farkı göstermek ve İslamî bilgilerle Yahudilerin yaşamış oldukları gerçekler arasında pek az bir ilgi olduğunu “kanıtlamak” kuşkusuz kolay olsa gerektir. Ancak burada bir başka İsrailî gerçeğe de değinelim: Büyük Yahudi hahamı S. Debré tarafından Paris’te 1932 yılında Fransızca çevirisi ile birlikte yayınlanan Rituel de Prière pour tous les jours de l’Année (Yılın her günü Yahudilerin yaptığı dua ve ibadetler) adlı kitapta, hem İbranice hem de Fransızca olmak üzere 25 sayfa tutan Yôm Kippur’a özgü bir duanın açıklaması yer almaktadır. Eserin 680 ve 681, sayfalarında şu dikkate değer bilgiler göze çarpar:
Türkçe çevirisi: KİPPUR DUASI
Chémoné-Esrê, Mouçaf ve Neila.
Kusurlarımız, ve (senin sevginde) bu bayramı Mısır’dan çıkışın anısına kutsal bir şenlik olarak adlandırdın.
(*) Parantez içindeki kısım Cumartesi günü anlamına gelmektedir.
Şayet Yôm Kippur’un kutsallığı, onun Mısır’dan çıkışın hatırası olmasından kaynaklanıyorsa, her iki dinin gelenekleri arasında bir fark yok demektir. Kolayca anlaşılacağı üzere, karşıdan karşıya geçme hengâmesi içerisinde, kendilerini takip eden düşman karşı kıyıda iken, İsrail oğulları başarılı bir biçimde sona eren bu Çıkış olayını uygun bir şekilde kutlamayı akıl edemediler. Ancak aylar sonra, herkes yerine iyice yerleşip, ekinler biçilip hasat kaldırılınca böyle bir şenlik düzenlemeyi düşündüler. Böylece Yeni Yıl, yeniden toparlanma, kefaret (kippur) orucu ve Mısır’dan çıkış sonrasında çölde (succot) çadırlarda sürdürülen hayatın anısına büyük şölenler düzenlenerek, her an, Firavun’dan kendilerini kurtaran büyük ilahi lütuf sürekli akılda tutulmaya çalışıldı.
Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Resulullah’ın bir hadisine göre (bk. Taberî, I, 197-198, İbn Kesîr, Tefsir, II, 447, Bakara Suresinin 44. ayetinin tefsiri), “Aşure günü” Nuh Peygamber Tufan’dan sonra esenlik içinde toprağa basması üzerine, Allah’a şükrünün bir göstergesi olarak o günü oruçlu geçirmiştir. Görünüşe bakılırsa, İslam öncesi dönemde yaşayan Mekkeliler, Muhammed (a.s.) de dahil olmak üzere, İbrahim ve İsmail peygamberlerin yolunu izleyerek, o günü oruçlu geçirirlerdi (bk. Buhârî 30: 1 Nº 3, 30: 68, Nº 3, 63: 25; İbn Hanbel, IV, 162 vs.) Şayet Nuh Peygamberle ilgili bir şükran günü, Allah’ın bir başka peygamberine, yani Musa’ya da aynı gün verdiği bir başka nimet ile çakışırsa, bu durum o günün kutsallığını daha da artırır. İslam, Adem (a.s.)’den başlayarak sürekli ve evrensel bir din olma özelliği taşıdığına göre, doğal olarak bu günü de benimseyip kabullenecekti. Çünkü Musa (a.s.) sadece Yahudilerin değil, aynı zamanda Müslümanların da peygamberidir
[510] Yûnus (LI): 10/93-94.
[511] Vesâ’ik, Nº 43; bk. İbn Hişâm, s. 192, 259.
[512] Hûd (LI): 11/110.
[513] Hûd (LI): 11/17; Ahkaf (LXVI): 46/12; Necm (XXIII): 53/36; En’am (LV): 6/83-90.
[514] Fussilet (LXI): 41/45; Şûrâ (LXII): 42/14; Câsiye (LXV): 45/16-18.
[515] Enbiyâ(LXXIII): 21/48.
[516] Zâriyât (LXVII): 51
[517] Ğâşiye (LXVIII): 88.
[518] Kehf (LXIX): 18
[519] En’âm (LV): 6/146
[520] Nahl (LXX): 118
[521] Bk. İbn Hişâm, s. 692 (Deve ve Medineli Yahudiler konu edilmektedir).
[522] Âl-i İmrân (YXXXIX): 3/93.
[523] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/461-474
[524] Lisânu’l-‘Arab, bk. “Sâ-R-B (» — À) maddesi.
[525] İbn Hişâm, s. 383, 394.
[526] Şe’mî, Sîre, IV, 259
[527] İbn Hişâm, s. 383. Görünüşe bakılırsa burada sadece günlük ihtiyaçların karşılandığı bir alışveriş yeri yanında, yıllık büyük bir fuar da söz konusudur. Zira Samhûdî’nin (2. bs., s. 1238) verdiği bilgiye göre, en ünlü fuar olan ‘Ukâz’a olduğu gibi, buraya da şiirlerini okumak üzere gelirlerdi
[528] S. 31 (Kowalski’den naklen, Dîvan des Kais ibn el-Hatim, s. XVIII).
[529] İbn Hişâm, s. 130-136, 351 vd
[530] A.g.e., s. 353-354.
[531] A.g.e., s. 352 vd
[532] Vesâ’ik, Nº 15
[533] Fetih: 48/29
[534] İbn Hişâm, s. 545. Kıble’nin değiştirilmesiyle ilgili ayet (Bakara: 2/139) Yahudileri çok tahrik etmiş olsa gerekti
[535] Yeri gelmişken, aynı çirkin davranışın, Ukaz fuarında cereyan eden ilk Ficâr (saygısızlık) savaşının da nedeni olduğunu hatırlatalım (bk. İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 135).
[536] İbn Hişâm, s. 545-547
[537] Buhârî ve Müslim, İbn el Kayyim’den naklen, Ahkâmu Ehli’z-Zimme, I, 128 (Haydarabad elyazması). Bk. Buhârî, 58: 6.
[538] İbn Hişâm, s. 546; Taberî, I, 1362; İbn Sa’d, 2/1, s. 19-20; Hz. Peygamber’in Savaşları adlı kitabımız, § 203
[539] Burhânuddin el-Marginanî, Zakîratu’l-Burhâniyye, bk. “Siyer” § 18, “Ahkâmu Ehli’z-Zimme”; (Yeni Cami elyazması, İstanbul, Nº 614).
[540] İbn Sa’d, 2/1, s. 34. Sarahsî’nin verdiği bilgiye göre (Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, III, 187) bunların sayısı 700 civarındaydı
[541] Sarahsî, Mebsût, X, 25; Şeybânî, el-Asl, bk. “Siyer” bölümü
[542] Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, IX, 53.
[543] İbn Sa’d, 2/1, s. 19.
[544] A.g.e.; Makrîzî, I, 13
[545] İbn Hişâm, s. 548
[546] Vakî, Ahbâru’l-Kudât, 1, 54; Mukâtil, bu görev karşılığında kendisine yıllık bir ücret ödendiğinden söz eder (bk. Tefsir, Maide: 5/42 İstanbul/Hamidiye elyazması, vr. 95/b).
[547] İbn Hişâm, s. 548-553; İbn Sa’d, 2/1, s. 21-23.
[548] İbn Sa’d, 2/1, s. 23.
[549] İbn Hişâm, s. 652
[550] Taberî, I, 1453; İbn Hişâm, s. 654
[551] İbn Hişâm, s. 652-661; Taberî, I, 1448-1452. İbn Sa’d, 2/i, s. 40-42; Hz. Peygamber’in Savaşları adlı kitabım, § 204.
[552] İbn Sa’d, 2/1, s. 41
[553] Bk. Haşr: 59/2.
[554] Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, III, 180, 229; İbn el-Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme, Şam bs. 1961, s. 186, Dârekutnî’den naklen.
[555] Taberî, Tefsir, Bakara: 2/257. ayetin tefsiri
[556] İbn Hişâm, s. 653-654; İbn Sa’d, 2/1, s. 41; Suhaylî, II, 176-181
[557] Bakara: 2/104; Nisâ: 4/46.
[558] Blachère, Coran, II, 257, n. 98 (Geiger ve Basset’ye göre). Ayrıca bk. Abraham Elmalah tarafından yayınlanan Nouveau dictionnaire Hébreu-Français (Tel Aviv) adlı sözlüğün şu maddeleri: Mal, méchant, laid, déplaisant; Sauvage, pernicieux; Malheureux, triste, abattu.
[559] Mâide: 5/57.
[560] Nisâ: 4/46
[561] Bakara: 2/86
[562] Nisâ: 4/161
[563] Bakara: 2/101
[564] Bakara: 2/61.
[565] Mâide (CXII): 5/78.
[566] Bakara (LXXXVII): 2/47, 122.
[567] Mâide (CXII): 5/43-44, 68.
[568] Bakara: 2/62; Mâide: 5/69.
[569] Nisâ: 4/150-151
[570] Mâide: 5/5.
[571] Bk. Wensinck, Der Islam, II, 289. Benû Kurayzalılarla yapılan savaş hakkında genel bilgi için bk. Hz. Peygamber’in Savaşları adlı kitabım, § 206-208
[572] İbn Hişâm, s. 689, II, 16-17: bk. Taberî, I, 1487; İbn Sa’d, 2/1, s. 53-54.
[573] İbn Hişâm, s. 689; İbn Sa’d, 2/1, s. 54.
[574] İbn Hişâm, s. 691.
[575] A.g.e., s. 692
[576] Mukâtil, Tefsir, İstanbul/Hamidiye elyazması, vr. 96b, Mâide: 5/44 ayetinin tefsiri
[577] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/474-490
[578] Vesâ’ik, Nº 20
[579] İbn Hişâm, s. 552.
[580] İbn Sa’d, 2/1, s. 26, 1, 2.
[581] A.g.e., s. I/II, s. 75.
[582] İbn Sa’d, I/II, s. 173; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 337, Bakara (2/285) suresinin tefsiri
[583] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/490
[584] RSO, IV, 193 vd. (1911-1912). Ayrıca bu bölümün sonuna bakınız.
[585] İbn Kuteybe, Ma’ârif, s. 313.
[586] Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 186 (§ 370), İbn Sa’d, 2/1, s. 81.
[587] Kazvinî, Âsâr, II, 60-61.
[588] Buhârî, 64: 40 (Nº 12).
[589] Munemmak, s. 506.
[590] İbn Hişâm, s. 98-99 (bk. yukarıda § 67).
[591] Ebû Yûsuf, Harac, Kür Ali’den naklen (İdâretu’l-İslamiyye, s. 12); Ya’kûbî, II, 56. Makrîzî ise İmtâ’ (I, 310) 10.000 savaşçıdan bahseder
[592] Hz. Peygamber’in Savaşları adlı kitabım, § 209-220
[593] Belazurî, Fütûh, s. 23
[594] A.g.e., s. 777. Gerçekten de, memur ürünü iki eşit kümeye ayırıp, sonra onlara şöyle diyordu: “Bu ikisinden hangisini istiyorsanız onu alınız.”
[595] Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 92 veya § 1018
[596] Makrîzî, I, 323
[597] Buhârî, 64: 40, Nº 20; 72/28/3; Suhaylî, II, 239.
[598] Zurkânî, III, 296; Ebû ‘Ubeyd, Emvâl, § 1993.
[599] Emvâl, § 23.
[600] Muhabbar, s. 126 (Buraya Kurâ ‘Ureyne adı da verilir, bk. Yâkût, Buldân maddesi); Safedî, Vâfî, I, 84-85.
[601] Buhârî, 63: 34 (9); İbn Sîde, Muhassas, XI, 7; İbn Kesîr, III, 315.
[602] Bekri, Wüstenfeld bs., X, 331, bk. “Hayber” maddesi.
[603] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/491-496
[604] Balâzurî, Ensâb, I, § 738.; aynı yazar, Fütûh, s. 33-35.
[605] Muhabbar, s. 126; Safadî, I, 84-85.
[606] Sarahsî, Mebsût , XXIII, 2-7.
[607] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/496
[608] İbn Sa’d’den naklen, 2/1, s. 65; Belazurî, Ensâb, I, § 793 (Burada sözü edilen Benû Sa’dler acaba Yahudiler mi idi?).
[609] İbn Hişâm, s. 764, 773-74, 776.
[610] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/497
[611] A.g.e., s. 39 (Dougherty, Nabonides and Balshazzar, 1929 bs., s. 106-107’den naklen).
[612] A.g.e., s. 40 (Cook, Text-book of North Semitic Inscriptions, Oxford 1903, s. 195-96’dan naklen; F. Vigouroux’ya göre (Dictionnaire de la Bible, 1910; ayrıca bk. Ecriture Hebraique, 1581. sütun), Teymâ kitabesinin metni şöyle idi:
Trône qu’a offert
Ma’nân, fils de ‘Imrân au dieu Salm pour sa vie.
(Türkçesi: Tanrı Salm için, ‘İmrân’ın oğlu Ma’nân tarafından kendi canı uğruna sunulan taht’tır.)
[613] Lisânu’l-Arab, “M-R-D” maddesi.
[614] Bekrî, bk. “Teymâ” ve “el-Ablak’ul-Ferd” maddeleri
[615] Safadî, I, 84-85
[616] Vesâ’ik, Nº 19
[617] Lisân, bk. “Ğ-D-V” maddesi
[618] Bk. s. 467.
[619] İbn el-Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme, Şam bs., s. 183
[620] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/497-500
[621] Makrîzî, I, 469-470.
[622] A.g.e., Nº 34. Belgenin Fransızca’ya tam çevirisi için bk. Documents adlı kitabım, II, Nº 22.
[623] Hirschfeld, Jewish Quarterly Review, 1903, s. 172-74; Leszynsky, Die Juden in Arabien, s. 107 vd.
[624] Sperber, Die Schreiben Muhammeds, MSOS, Berlin, XIX/2 (1916), s. 1-93 (konu için bk. s. 56-57).
[625] A.g.e., s. 1389-1393, 1419
[626] El-Hakîm hk. bk. İslam Ansiklopedisi, “Fâtımîler” maddesi.
[627] İbn Hişâm, s. 679.
[628] Hattâ kâtibi ve şahitlerin çoğunu buna dahil etmek mümkündür: bk. aşağıda § 1023, “Hıristiyanlarla İlişkiler” Bölümü. İbn Sa’d ve Belâzurî’de geçen “şerefliler” ve “suçlular” deyimleri de Resulullah (a.s.)’ın Ensâr ile ilgili hutbesinden alınmıştır. Bk. İbn Hişâm, s. 1007.
[629] Kahle, The Age of the Scrolls, Vetus Testamentum, 1951, C. I, 39-48; Pere de Vaux, A Propos des manuscrits. de la Mer Morte, Revue Biblique, LVII, 1950, s. 417-29; Kirkisânî, Kitâb’ul-Envâr ve’l-Menâkıb, New York, 1939-43; Bîrûnî, Âsâr’ul-Bâkıye, s. 284; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, I, 169; bu kaynaklar Prof. Kahle’nin gönderdiği nâzik mektupta adı geçen belli başlılarıdır.
[630] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/500-509
[631] Vesâ’ik, Nº 32
[632] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/509
[633] Belazurî, Fütûh, s. 56.
[634] Belazurî, Ensâb, II, 1267 (İstanbul elyazması): Kitapta geçen ifade aynen “kâne Yehûdiyyen” şeklindedir
[635] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/510
[636] Muhabbar, s 75.
[637] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/510-511
[638] Buhârî, 61: 26, 97: 51; İbn Hişâm, s. 39395; Mes’ûdî, Tenbîh, s. 274; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, VIII, 231; Ebû Dâvûd, 37: 26.
[639] JA, 1860, I, 33-34.
[640] Buhârî, 44: 1; Taberî, Tefsîr, V, 127
[641] Tevbe: 9/30.
[642] Blachère, Coran, bk. Tevbe suresi 30. ayetin açıklaması
[643] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/511-513
[644] Daha fazla bilgi için bk. D.S. Rice, Excavations in Harran’s Great Mosque, Illustrated London News, 21 Sept. 1957, s. 466-469. Münih’te toplanan Uluslararası Doğubilimciler Kongresi zabıtlarında konu ile ilgili ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. bk s. 132 vd
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/513
[645] Bk. İbn Hişâm, s. 143 (Varaka), 260 (Cebr); Suheyli, I, 123 (Addâs), 130 (Mısırlı Kıptî Bâkûm); Belâzurî, I, § 744 (İkrime adlı bir Grek köle). Diğer bir Grek köle de Tâ’if’li el-Azrak er-Rûmî’dir (bkz. aynı eser, § 342 ve 989). Bu zâtın aslında muhtemelen bir Hıristiyan olması gerekir
[646] Vesâ’ik, Nº 43.
[647] Müslim, Sahîh, 52, Nº 119-122.
[648] Journal of Pakistan Historical Society (Karachi) adlı dergide çıkan makaleme bakınız: 1959, VII/4, s. 231-40.
[649] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/514-515
[650] Hz. İsâ’da sadece bir tek tabiat, bir tek bünye olduğunu gören akîde?
[651] The Book of the Himyarites, Moberg yay
[652] İbn Hişâm, s. 401
[653] Ebû ‘Ubeyd, 67
[654] İbn Hişâm, s. 380-81, 401-11.
[655] Vesâ’ik, Nº 94.
[656] Cahşiyârî, Vüzerâ, Viyana bs., 179b
[657] Vesâ’ik, Nº 96, 97; ayrıca bk. PO, XIII, 600-618
[658] Bekri, s. 9.
[659] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/515-520
[660] Vesâ’ik, Nº 79-80; İbn Sa’d, 2/1, s. 122
[661] A.g.e., s. Nº 81, 85, 86, 87, 90; Heyet üyelerinin adları için bk. İbn Hişâm, s. 960
[662] Vesâ’ik, Nº 82, 83, 84, 88
[663] İbn Hişâm, s. 960; Taberî, I, 1826.
[664] Vesâ’ik, Nº 90.
[665] A.g.e., Nº 87.
[666] A.g.e., Nº 82.
[667] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/521-523
[668] Makrîzî, I, 502-504
[669] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/523-524
[670] Vesâ’ik, Nº 107-108, Söz konusu mektup ve ona verilen cevapla ilgili olarak bu kaynağa bakınız
[671] A.g.e., özellikle Nº 109’a bakınız
[672] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/524-525
[673] Âl-i İmrân: 3/49.
[674] Âl-i İmrân: 3/46
[675] Meryem: 19/30-32
[676] Meryem: 19/93. İsa, bizzat kendisinden bahsederken, “Allah’ın kulu ve kölesi” olduğunu söylemiştir. Konuyla ilgili olarak bu konunun sonundaki “Sonuç” bölümüne bakınız.
[677] Âl-i İmrân: 3/47, Meryem: 19/20.
[678] Nuh: 71/28, İbrahim: 14 /14, Ahkâf: 46/15
[679] Meryem: 19/16-35.
[680] Meryem: 19/29-33; Âl-i İmrân: 3/46; Mâide: 5/110.
[681] Âl-i İmrân: 3/49, Mâide: 5/110.
[682] Mücâdele: 58/22
[683] Lelio ve Fausto Socin’in kurduğu, Hıristiyanlıktaki Teslis inancını ve İsa’nın kutsallığını kabul etmeyen bir öğreti. (Çev.)
[684] Teslis inancını reddeden ve Tanrı’yı tek bir varlık olarak kabul eden Hıristiyan. (Çev.)
[685] Teslis’i oluşturan üç varlığın birbiriyle ilişkisi olmadığını ve kutsallığın sadece Baba’da olduğunu ileri süren doktrin. (Çev.)
[686] Joseph Henninger, “L’influence du christianisme oriental sur l’Islam naissant”, C.-R. della accademia nazionale dei Lincei, 1964, Cilt: 62, s. 399 vd. (bu bilgiyi M. Labarrière’e borçluyum).
[687] Tevbe: 9/31
[688] Mâide: 5/8, 47
[689] Mâide: 5/82.
[690] Mâide: 5/46.
[691] Âl-i İmrân: 3/3-4.
[692] Mâide: 5/68. krş. Mâide: 5/66
[693] A’raf: 7/157
[694] Saf: 61/6
[695] İbn Hişâm, s. 150
[696] Bakara: 2/87, 253; Maide: 5/110.
[697] Nahl: 16/102; Şu’arâ: 26/193; Şûrâ: 42/52.
[698] Nahl: 16/2; Mümin: 40/15; Mücâdele: 58/22.
[699] Nisâ: 4/171; Meryem: 19/17; Tahrim: 66/12
[700] İsrâ: 17/85.
[701] Nisâ: 4/172; Mâide: 5/75.
[702] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/526-535
[703] Matta İncili: 12/17-18.
[704] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/535-537
[705] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/538
[706] Vesâ’ik, Nº 61. Ayrıca bkz. Abdu’r-Rezzak, Musannaf, § 10028; İbn Zencuye, el-Emval (Burdur elyazması, vr. 10/b); İbn Hacer, el-Metâlib’u’l-‘Âliye, § 2007; Beyhakî, Sünen-i Kübra, 9/192.
[707] Mâide: 5/5.
[708] Christensen, Sassanides, s. 323 vd.
[709] İbn Habib. Muhabbar, s. 32
[710] Ebû Dâvûd, 27: 16.
[711] Vesâ’ik, Nº 1, Ek Bölümü; Ayrıca bk. Abdu’l-Mu’îd Khan’ın Islamic Culture’de yayınlanan makalesi, Haydarabad, Ocak 1943, s. 96-104.
[712] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/538-539
[713] Bakara: 2/62, Mâide: 5/69, Hacc: 22/17.
[714] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/539-540
[715] Bk. Benu Hanife ile ilgili bölüm. Genel bilgiler için bk. İbn el-Kelbî, Asnâm; Lammens, Bétyles
[716] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/540
[718] Tîn: 95/1-3.
[719] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/540-541
[720] Diğer kaynakların yanı sıra, Suyutî bu hadisi İbn ‘Adî (Kâmil), Beyhakî (Şu’abu’l-Îmân), İbn ‘Abd el-Berr (‘Ilm) ve ‘Ukaylî (Zu’afâ)’ye dayanarak nakletmektedir
[721] Ma’berî, Tuhfetu’l-Mucâhidîn fî ba’d-i ahbâri’l-Purtugâlîyîn, ilgili yerde; ayrıca bk. India Office Library’deki elyazması bir şiir kitabı, Arapça kısım, Nº 2807, vr. 152-173
[722] Broomhall, Islam in China, s. 66, 83-90: ayrıca bk. Majallah Tailasâniyîn adlı makalem, Haydarâbâd, 1942 (VI, 3-4: “Sawâhil Hindustan”, Muhammed Murtaza’nın makalesine notlar halinde yayınlanmıştır
[723] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/541-542
[724] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/543-546
[725] Nesâ’î, 28:2, 36: 1; İbn Hanbel, III, 128, 285; İbn Sa’d, I/II, s. 112.
[726] Bakara: 2/201
[727] Ahzâb: 33/21.
[728] Bkz. Les frères et sœurs de lait du Prophète, France-IsIam, Paris, Nº 78-80, Août-Octobre 1973; s. 6. Bu makalenin Türkçe çevirisi için bk. Hz. Peygamberin Süt Kardeşleri, İslâm Medeniyeti, Yıl: 3, Sayı: 34, (İstanbul 1973), s. 35; ayrıca bkz. elinizdeki kitabın 1. cildi, § 183. paragraf, 229 nolu dipnot.
[729] Ahzâb: 33/6, 53.
[730] Dârimî, (Q. M. Sulaiman’dan naklen) II, 153; Buharî, 66/21, Nº 3.
[731] Ahzâb: 33/4.
[732] Ebû Dâvûd, 13: 24; Tirmizî, 9: 33.
[733] İbn Sa’d, V, 371. Diğer olaylarla ilgili olarak bk. İbn Kesir, Tefsîr, Nisa suresi 3. ayetinin açıklaması (I, 450-451); İbn Habîb, Muhabbar, s. 357; Sarahsî, Mebsût, IV, 54. Bu sonuncu kaynakta şöyle bir ifade yer almaktadır: “Gaylân’ın sekiz, Kays ibn Hârise’nin on hanımı vardı; ed-Dahhâk ibn Kays ed-Deylemî’nin ise, birbiriyle kardeş iki hanımı vardı. Bu durum karşısında Resulullah (a.s.) ona: “Bunlardan istediğin birini seç!” demiştir. (Zira Kur’an’a göre, iki kız kardeş aynı anda bir erkeğin nikâhı altında bulunamaz.)
[734] İbn Hanbel, II, 472
[735] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/549-560
[736] Taberî, I, 1767; İbn el-Esîr, Usd, III, 131, V, 457, 573; İbn el-Esîr, Nihâye, II, 284. Muhabbar, s. 80.
[737] Muhabbar, s. 80
[738] Muhabbar, s. 85.
[739] Belazurî, Fütûh, s. 472.
[740] Sarahsî, Mebsût, X, 40 ve 118 (La Rıkk ‘alâ ‘Arabî).
[741] Muhabbar, s. 89-90.
[742] A.g.e., s. 90-91; İbn Hişâm, s. 763
[743] Suhaylî, II, 240.
[744] İbn Sa’d, VIII, 91-92
[745] A.g.e., VIII, 86
[746] Muhabbar, s. 109.
[747] İbn Hişâm, s. 790
[748] Bk. Nisâ (IV): 4/3; ayrıca Ahzâb: 33/52. Bu ayete göre bundan böyle Resulullah (a.s.)’ın yeniden nikâhlanmasına müsaade edilmemektedir. Daha sonraki paragraflarda verilen bilgilere bakınız. Resulullah (a.s.)’ın bazı sahabeleri bu yasaklayıcı ayetin hükmünün daha sonra kaldırıldığını düşünmüşler, ancak, diğer bir kısım sahabe ise, bu yasağın devam ettiği görüşünü savunmuşlardır. Bk. İbn Sa’d. VIII. 140-43.
[749] İbn Sa’d, VIII, 141-142; İbn Habîb, Muhabbar, s. 92. Bu eserlerde, Ahzâb Sûresi 51. ayete atıflar yapılmaktadır
[750] Ahzâb: 33/53.
[751] Ahzâb: 33/50
[752] Nisâ: 4/3
[753] Tefsîr (İstanbul Hamidiye elyazması), Ahzâb: 33/52. ayetin tefsir edildiği sayfalara bakınız
[754] Belazurî, I, § 920. Aynı kaynak, bu olayla ilgili başka bir anlatımda, Resulullah (a.s.)’ın kendisini azat edip daha sonra evlendiğini belirtmektedir. Bu durumda o, hiçbir zaman cariye olmamış demektir
[755] A.g.e., I, §. 914. İbn ‘Abdi’l-Hakem’in verdiği bilgiye göre (s. 51), onun kız kardeşinin adı Kaysara ya da Hanna idi.
[756] Herhangi bir fıkıh kitabının “Ummu veled (çocuğun anası)” konusuna, yahut Beyhakî’nin Sünenü Kübrâ’sına (C. X, s. 342-343) bakınız
[757] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/561-573
[758] Nisâ: 4/92; Mâide: 5/89; Mücâdele: 58/3.
[759] Bu konuda herhangi bir fıkıh kitabının Rikk bölümü ile benim Urduca kaleme aldığım Rûmî aur İslâmî idâra-é-ghulâmî adlı kitabımı karşılaştırınız
[760] Bk. özellikle yukarıda § 134, 452.
[761] Resulullah (a.s.), nikahlı olarak emir ve buyruğu altına almadığı bütün kadın köleleri azat etmiştir. Bk. Belazurî, Ensâb, I, § 984
[762] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/574-576
[763] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/577
[764] Genellikle benim yapmış olduğum Kur’an’ın Fransızca çevirisinin Önsöz’üne bakınız. En son yayınlanan baskıya müracaat edilmesi tavsiye olunur (Aziz Kur’an, -Çeviri ve Açıklama-, Beyan Yayınları). Ayrıca bk. İbn Şabba, c. 2 ve 4
[765] Buhârî, 66: 2-4.
[766] Bk. Jeffery, Materials for the History of the Texte of the Qur’an, s. 66, 68 vs.; Nöldeke-Schwally, Geschichte des Qorans, ilgili bölümde.
[767] Ya’kûbî, II, 116
[768] İbn Ebî Dâvûd, Kitâbu’l-Mesâhif, s. 32 vd. Jeffery’nin de (a.g.e., s. 9) “Şurası dikkati çekicidir ki bunların hepsi olduğu gibi muhafaza edilmiştir” diyerek kabul ve itiraf ettiği gibi, Kur’an nüshalarındaki farklılıklarla ilgili malzemeler o kadar zengin ve bol idi ki, Kur’an metni üzerinde geleneklerin resmi baskısı olduğu varsayımının tersine, bu konuda H. IV. yüzyılda bile birçok eser kaleme alınmıştır. Jeffery’nin günümüzde kaleme aldığı çalışma ise, Batıda dört kuşak boyunca yapıla gelen araştırmaların sonucu niteliğindedir. Varılan sonuç şudur: kuşaklar boyunca aktarılan varyantların hiçbiri, bugün elimizde bulunan ve kullanmakta olduğumuz Kur’an metnindekilere göre en küçük bir tercih edilebilme özelliği taşımamaktadır.
[769] Umdetu’l-Kârî, I, 406.
* Aziz Kur’an, -Çeviri ve Açıklama,- Beyan Yayınları.
[770] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/577-585
[771] Sahîfetu Hemmâm ibn Münebbih’in yeni baskısına (eser H. 58’de kaleme alınmıştı) Arapça, Urduca, İngilizce, Türkçe, Fransızca vs. dillerinde yazdığım Giriş bölümü. Ayrıca bk. Kazvinî, es-Serd ve’l-Ferd, Şehit Ali elyazması, İstanbul.
[772] Râmhurmuzî, Nº 330. Ayrıca bk. “Râfi’ b. Hadic” maddesi
[773] İbn Sa’d, 4/II, s. 8-9; İbn Hanbel, Nº 6510, 6802 vs
[774] Lisânu’l-‘Arab, Zal-He-Mim maddesi; Dârimî, Mukaddime, 43. bölüm.
[775] Hâkim, Mustedrek, ilgili bölümde; Hatîb, s. 95-96; Râmhurmuzî, Nº 325; İbn Mâni’ (İbn Hacer’den naklen, Metâlib, No. 3016).
[776] Buhârî, 3: 49, Nº 1; 58:10, 17; 96: 2.
[777] Müslim, Manâzir Ahsen Gîylânî’den naklen.
[778] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, IV, 215, Nº 369.
[779] Buhârî, Târîhu’l-Kebîr, IV, 182
[780] A.g.e., IV, 198, 236
[781] İbn Sa’d, V, 216
[782] İbn ‘Abdi’l-Berr, Cem’u Beyânu’l-‘Ilm, I, 4; Fethu’l-Bârî, I, 174
[783] 1. bs., RAAD, 1953. Daha sonra çeşitli dillerde baskıları yapılmıştır (Türkçe tercümesi: Hadis Tarihi, Sahife-i Hemmam İbn Münebbih).
[784] Beyrut bs., 1972; bundan sonraki dipnota bakınız.
[785] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/585-593
[786] Diğer kaynakların yanı sıra, bk.İbn Hanbel, Nº 374. Herkesçe “Cibril Hadisi” olarak bilinir, zira Cebrail adlı melek, herkesin gözü önünde ve herkes onları dinler durumda iken Resulullah (a.s.)’a bu soruları sormuş, o da cevap vermiştir. Ebû Hâtim’e göre bu olay H. 10. yılın son aylarına rastlar (Samhudî’den naklen, II. bs., s. 317).
[787] Nûr: 24/35
[788] Hemmâm, Nº 117; Buhârî, 78: 101; Müslim, 40: 2, 3, 4.
[789] Bakara: 2/98 (Zuhruf: 43/77 suresinde, Cehennem’in bekçisi olarak Mâlik adında bir melekten söz edilir).
[790] Fâtır: 35/24.
[791] Mü’min: 40/78; Nisâ: 4/164.
[792] Enbiyâ: 21/2; Şu’arâ: 26/5.
[793] İbn Ebî Şeybe, İbn Râhûye, Muhammed ibn Ebî ‘Umer, et-Tayâlîsî, el-Hâris ibn Usâme ve İbn Hibbân’ın Zevâid adlı eserinden naklen.
[794] Müslim, Tirmizî, Nesâ’î vs. bu hadisi Suheyb’den naklen verirler
[795] Tirmizî, 30: 1; İbn Mâce, Mukaddime, § 10.
[796] En’âm: 6/59; Nisâ: 4/78-79.
[797] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/594-603
[798] Kenzu’l-Ummâl, IV, Nº 1206-1208, vs.
[799] Tâ-Hâ: 20/130. Günde sadece iki, üç ya da dört vakit namazından bahseden başka ayetler de vardır. Bunları, dürüst bir insanın daha fazlasını yapmaya gerçekten zaman ve fırsat bulamadığı imkânsızlık haliyle ya da, örneğin, beş vakit namazın saatlerinin tam olarak tespit edilemediği soğuk bölgelerdeki ya da tropikal ve ekvatoral bölgelerdeki iklim koşullarının kararsızlığıyla açıklamak yerinde olacaktır
[800] Hûd: 11/114.
[801] Bakara: 2/286.
[802] Cum’a: 62/9.
[803] Hacc: 22/18. Krş. Ra’d: 13/13, İsrâ: 17/44 vs
[804] Nûr: 24/41.
[805] Veliyyullâh, Huccetullâhu’l-Bâliğa, I, 57-58 (1323 bs.)
[806] A.g.e.; ‘Ali el-Kârî, Mirkâtu Şerhu’l-Mişkât, C. 1, 48 (1309 bs.); Kummî, Tefsîr, XXII, 17; Suyûtî, Câmiu’Sagîr, bk. “salât” maddesi. Burada yazar, miraç yerine kurban deyimini kullanmaktadır. İbn Hanbel, Müsned, III, 321, 399
[807] Bakara: 2/29
[808] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/603-608
[809] Bk. “Duration of Fasting” adlı makalem, Islamic Review, September 1957; ayrıca bk. “Niçin Oruç Tutuyoruz (Pourquoi jeûner? Warum Fasten? Why Fast?) adlı kitapçıklarım, Genève 1961.
[810] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/608-609
[811] Genel bir bilgi edinmek için bk. Les Pèlerinages adlı kitaptaki (Seuil yay., Paris 1961) ya da France-Islam dergisindeki (Nº 21-22, 1968) makalem. (Bu kitabın Dr. Mehmet Akif Aydın tarafından Türkçe çevirisi için bk. İslâm Tetkikleri Dergisi, 1984, C. VIII, cüz: 1-4, s. 123-162.)
[812] Bu taşla ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır: Bir gün Ömer, Hac sırasında Haceru’l-Esved’in karşısına geçip şöyle dedi: “Sen, kimseye yararı ya da zararı dokunmayacak, sıradan bir taşsın; Eğer Resulullah’ı önünde saygıyla eğilip seni öperken görmeseydim böyle bir şey yapmazdım.” Bu sözü duyan Ali, şöyle itiraz etti: “Aksine! bu taşın bir yararı olabilir; zira Resulullah bir hadisinde şöyle buyurdu: “Kıyamet gününde, Allah’ın birliğine inanarak ve biat yemini yapmak için bu taş üzerine elini koymuş olanların lehine tanıklık yapmak üzere, Allah ona hünerli bir dil ve konuşma yeteneği verecektir” (Tirmizî, İbn Mâce, Dârimî, İbn Hanbel vs. den naklen).
[813] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/609-611
[814] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/611-612
[815] Kasas: 28/77.
[816] Bakara: 2/201.
[817] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/612-613
[818] Muslim, I: 147; İbn Hanbel, IV, 133, 151.
[819] Muslim, 34: 57; Ebû Dâvûd, 16: 11.
[820] Sâffât: 37/6
[821] Kehf: 18/7.
[822] Nahl: 16/5-8.
[823] A’raf: 7/32.
[824] Tirmizî, 41: 54; Ebû Dâvûd, 31: 14.
[825] Duhâ: 93/11
[826] İbn Sa’d, I/I, s. 91.
[827] Mâlik, Muvatta’, 51, Nº 7.
[828] Buhârî, 77: 61; Ebû Dâvûd, 40: 53.
[829] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/613-615
[830] Tevrat: Çıkış, XX, 4 ve Tesniye V, 8: “Kendin için yontulmuş put ya da yukarıda göklerde olan şeylerin ve aşağıda yerde olanların herhangi bir sûretini yapmayacaksın.”
[831] Müslim, 37/99; İbn Hanbel, I, 308
[832] Buhârî, 97/56; Müslim, 37/96-97; İbn Hanbel, II, 4.
[833] Buhârî, 91/45, 34/104; Müslim, 37/100; Ebû Dâvûd, 40/88; Tirmizî, 22/19; Nesâ’î, 48/112; İbn Hanbel, I, 216 vs.
[834] Buhârî, 59/7 ve 17, 67/76, 64/12, 60/8; Müslim, 37/85, 86, 96; I/89, 31/44, 75; Tirmizî, 41/44; Dârimî, 19/34; Nesâ’î, I/167, 42/9 ve II, 48/110; İbn Hanbel, I, 83, 107 vs.
[835] Tevrât, Tekvîn, I, 26.
[836] Hemmâm ibn Münebbih, Nº 58; Buhârî, 99/1; Müslim, 45/115.
[837] Yasaklama için bk. Buhârî, 34: 25, 68: 51, vs. Kısmî hoşgörü için bk. Buhârî, 46: 32, 77: 91-92: “Resulullah (a.s.)’ın hanımı Ayşe şöyle nakleder: ‘Resulullah (a.s.) bir seyahatten dönmüş ve ben de o sırada odamın penceresine (sahve), üzerinde resimler bulunan bir perde çekmiştim. O bunu görünce tutup yerinden çıkardı ve şöyle dedi: “Âhiret Gününde en ağır ve sert cezaya uğrayacak kimseler, Yaratma eyleminde Allah ile boy ölçüşmeye kalkışanlardır. Ayşe şöyle ilave eder: “Bu durumda biz de ondan bir iki yastık (visâde) yaptık (bk. Müslim, 37/8595; Ebû Dâvûd, 31/45).
[838] Buhârî, 78: 81; Ebû Dâvûd, 37: 54; İbn Sa’d, VIII, 40-45.
[839] Şu’arâ: 26/224-227
[840] Buhârî, 59: 6.
[841] İbn Hanbel, II, 228 (Nº 7127, başka atıflarla birlikte).
[842] Buhârî, 66: 10.
[843] Buhârî, 13: 2, 3, 25; 56: 81, 63: 46.
[844] A.g.e., 67: 63.
[845] Bk. Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 18. kitap
[846] Şuarâ: 26/128-129.
[847] Bk. İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 623
[848] Bk. İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 623
[849] İbn Sa’d, VIII, 156
[850] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/615-620
[851] Âl-i İmrân: 3/104, 110, 114
[852] Bakara: 2/89, 101
[853] A.g.e., 55: 2.
[854] Şûrâ: 42/40.
[855] Nahl: 16/126
[856] Mâide: 5/8.
[857] Hac: 22/37.
[858] Buhârî, 10: 36; 24: 16; 81: 24; 86: 19; aynı hadis, Tirmizî, Nesâ’î, Ebû Dâvûd vs.’de de yer alır.
[859] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/620-623
[860] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/623-624
[861] Mâide: 5/90-91.
[862] Mâide: 5/3; 6/145.
[863] Nisâ: 4/5
[864] Haşr: 59/7. Ellerindeki nakit parayı yatırıma dönüştürmeyip biriktirenler, zekât vergisi sayesinde cezalandırılmış olmaktadır
[865] Nisâ: 4/11-12, 176
[866] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/624-625
[867] İbn Mâce, Mukaddime, § 17, Nº 229.
[868] Buhârî, 30; Müslim, 13: 15; Ebû Dâvûd, 14: 6.
[869] Lisânu’l-‘Arab, T-N-C maddesi
[870] Ebû Dâvud, 27: 18; İbn Hanbel, VI, 372; Hâkim, Mustedrek, IV, 56-57.
[871] İbn Hişâm, s. 226.
[872] Merzûkî, Ezmine, II, 167
[873] A.g.e., II, 165
[874] İbn Habîb, Muhabbar, s. 195.
[875] Marzukî, II, 274; İbn Kuteybe, Ma’ârif, ilgili bölüm..
[876] İbn Ebî Usaybi’a, “Hâris ibn Kelede” maddesi
[877] Gazûlî, Metâli’al-Budûr, II, 101-103.
[878] Yâkût, Buldân, § “Zendverd” maddesi.
[879] Ankebût: 29/48. Muhammed (a.s.), muhtemelen daha sonraki yıllarda biraz da olsa yazmayı öğrenmişti. Buhârî’de yer alan şu hadis bizi böyle düşünmeye yöneltmektedir: “Pek iyi olmasa da yazmayı bilirdi”(Leyse yuhsinu yektub). Bk. 64/45.
[880] Tirmizî, 44. Kalem suresi; Ebû Dâvûd, 39: 16; Tayâlisî, Nº 577.
[881] İbn Hişâm, s. 289-290. Kur’an ve Medineliler konusunda bk. yukarıda § 279/2.
[882] Kehf: 18/60-62
[883] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/626-633
[884] İbn Sa’d, I/II, s. 3-4.
[885] Muhabbar, s. 460.
[886] İbn Sa’d, 2/1, s. 14, 17; Ebû ‘Ubeyd, Emvâl, § 308, 309; vs.
[887] İbn Hanbel, I, 247 (Nº 2216).
[888] İbn Hanbel, III, 371.
[889] İbn Sa’d, I/ii, s. 13-14.
[890] İbn Hanbel, Nº 838.
[891] İbn Sa’d, 4/1, s. 150
[892] İbn Abdi’l-Berr, İlm, s. 97.
[893] Kettânî, I, 41, İsâbe adlı eserden naklen, § Abaz el-Huzâ’î
[894] Ebû Dâvûd, 22: 36.
[895] Belazurî, I, § 1064.
[896] İbn ‘Abd el-Ber, ‘İlm, s. 15
[897] İbn Sa’d, I/II, s. 70; Taberî, I, 1691; ayrıca bk. İbn Sa’d, 2/1; s. 95.
[898] Buhârî, 3: 45
[899] Ahzâb: 33/34
[900] Buhârî, 3: 41
[901] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/633-638
[902] İbn Hanbel, IV, 206
[903] Muhabbar, s. 265 (Debâ); Mes’ûdî, Mürûc, I, 308. Taberî, Ömer’in halifeliğinin ilk yıllarında bu bölgede girişilen İslâmî fetih hareketi sırasında bu Çinlilerin Ubullah’a (Basra’ya) geldiklerinden bahseder (Tarîh, 14. yıl olayları, I, 23, 84).
[904] İbn Hanbel, IV, 206.
[905] Vesâ’ik, Nº 105
[906] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/638-640
[907] İbn Sa’d, 2111, s. 115-117; Tayâlisî, Nº 2096
[908] Ok atma konusunda Ebû Nu’aym, İbn Minde ve Deylemî’ye; yüzme konusunda Ebû Nuaym ve İbn Minde’ye; aritmetik için Ebû Dâvûd, İbn Mâce vs.’ye bakınız. Tıp ilmi öğretimi konusunda Mâlik’e, astronomi konusunda İbn Sanî vs.’ye bakınız. Soybilimi için Mâlik, Tirmizî ve Beyhakî’ye, Kur’ân kıraati için ise Deylemî’ye bakınız (Bütün bu konular için bk. Suyûtî, Cem’u’l-Cevâmî’, “Allimû,” “Ta’allemû” ve “Te’allemunne” maddeleri).
[909] Aynı hadis, Ebû Nu’aym ve İbn Minde’den naklen (Suyûtî, “Nimet” maddesi).
[910] Tirmizî, 30: 1; İbn Mâce, Mukaddime, § 10, Nº 85.
[911] Ebû Dâvûd, 24:1; İbn Mâce, Mukaddime, § 17, Nº 225-226.
[912] Tirmizî, Mevâkıt bölümü, 182; Ebû Dâvûd, 2: 26.
[913] Tenbîh, s. 283
[914] Suhaylî, II, 253.
[915] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/640-642
[916] Tirmizî, 40: 21.
[917] Saf: 61/2-3.
[918] Suheylî, I, 109.
[919] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/642-643
[920] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/644
[921] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/644-647
[922] Bu konuda şu İngilizce makaleme bakınız: “The Nasi’, the Hijrah Calendar and the Need of Preparing à New Concordance of the Hijrah and Christian Eras for the Life-Time of the Prophet,” Journal of Pakistan Historical Society, 1968, XVI, 1-18, 213-219; ayrıca Islamic Review, London, C. 57/2, s. 6-12, (1969).
[923] Burada verilen rakamları gün değerine göre hesaplarsak, Güneş yılının 365 gün 5 saat 48 dakika, Ay yılının ise 364 gün 8 saat 48 dakika olduğu görülecektir (Çev.)
[924] Malezya’nın Penang şehrinden, dostum Prof. İlyas beyin nâzik açıklamalarına göre, 66.3º Kuzey enlemi üzerinde, Haziran ve Temmuz aylarında uzun bir gün, bir haftalık bir zamana; yine 67º enlemi üzerinde, aynı yaz aylarında bir uzun gün, normal bölgelerdeki bir aylık zaman dilimine denk gelmektedir. Güney Yarımküresinde ise, bir hafta süren günü 65º 8’, bir ay süren günü ise 66º 8’ Güney enlemleri üzerinde ve bu kez Aralık ayında aramak gerekecektir
[925] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/647-661
[926] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/661
[927] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/661
[928] İbn Sîde, bk el-Muhassas XII, 327; Tâ’cu’l-‘Arûs, “Nun-Tı-Sin” maddesinde nitâs ve nastas kelimelerinin eşanlamlı olduğu belirtilmektedir. Muhtemelen Arabistanlı Bedeviler arasında bilinen en ünlü tabip, Anastas adını taşıyordu ve daha sonraları bu özel isim cins isim haline gelmiştir
[929] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/661-665
[930] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/665
[931] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/665-667
[932] 76: 30; bk. Muslim 39 Nº 93, 94, 98, 100.
[933] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/667
[934] Ayrıca bk. Muslim, 36 Nº 12
[935] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/667-669
[936] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/670
[937] Buhârî, 76: 58, İbn Hanbel, II, 263, vs.
[938] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/670-671
[939] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/672
[940] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/672-674
[941] Bu yağmur oluğu ile ilgili olarak, şu küçük ama aydınlatıcı bilgiyi nakletmekte yarar görüyoruz (bk. Samhûdî, s. 476, 486, 490; çeşitli kaynaklara dayanarak): Resulullah (a.s.)’ın amcası Abbâs H. 8 yılında Medine’ye hicret ettiğinde, Resulullah (a.s.) kendisine Mescid-i Nebevî’nin Bâbu’s-Selâm kapısının hemen bitişiğinde küçük bir ev tahsis etmiş ve hatta bu evin bazı tadilat işlerinde bizzat çalışmıştır (Burası daha sonra girişilen genişletme çalışmaları sırasında Mescide dahil edilmiştir). Bu sırada, yağmur sularının akması için çatıya bizzat kendi eliyle bir oluk yerleştirmiştir Daha sonra, Halife Ömer zamanında, bir gün burada iki tavuk kesilmiş ve dikkatsiz hizmetçiler, akan kan ve pislikleri temizlemek için buraya su döktükleri sırada, Ömer Cuma namazını kılmak üzere Mescit’e girmek üzere iken giysileri kirlenmişti. Hiddetlenen Ömer (RA), kendi eliyle oluğu bulunduğu yerden söküp çıkardı. Abbas ise karşı çıkarak, onu oraya bizzat Resulullah (a.s.)’ın taktığını söyledi. Ömer yaptığı harekete pişman olup, Abbas’dan, omzuna çıkıp oluğu tekrar yerine takması için ısrar etti; o da kabul etti. Bundan kısa bir süre sonra, Abbas, Mescit’in genişletilebilmesi için oturduğu küçük evi Halife’ye sunmuş, Ömer de, şehrin bir başka semtinde daha büyük bir ev vererek onu ödüllendirmiştir.
[942] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/674-677
[943] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/677-679
[944] Zira’, dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan, yaklaşık 50-60 cm. uzunluğunda bir ölçü birimidir. Arış olarak da bilinir. (Çev.)
[945] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/679-683
[946] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/683-684
[947] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/684-690
[948] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/691
[949] İbn Hişâm, s. 71; Suheylî, I, 12; bk. Kur’ân, 22: 26.
[950] İbn Hişâm, s. 51; Suheylî, I, 12.
[951] Âl-i İmrân: 3/96.
[952] A.g.y.
[953] Egânî, XIII, 10.
[954] İbn Hişâm, s. 73.
[955] Ensâb, I, § 105
[956] Azrakî’ye göre beş yüzyıl, s. 59
[957] Aynî, ‘Umdetu’l-Kârî, Vll, 365; Azrakî, ilgili yerde; İbn Hişâm, Tîcân, s. 85. Kâ’be’ye ait hazineye sunulan eşyalar arasında süslü bir teke başının bulunuşu (Azrakî, s. 114), aklımıza Büyük İskender’in ülkesi olan Makedonya’nın sembolü çifte boynuzları getirmektedir.
[958] İbn Kuteybe, Ma’ârif, 313
[959] Bk. Two Cnrıstıans of Pre-Islamic Mecca adlı makalem,1958
[960] Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 195
[961] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/691-695
[962] İbn Hişâm, s. 71; Egânî, XIII, 108; Azrakî, s. 74
[963] Belazurî, I, § 117; Suheylî, I 87-88.
[964] Suheylî, I3 84-85.
[965] Kasas: 28: 57; Ankebut: 29/67.
[966] Sırasıyla bk. Fetih: 48/24; En’âm: 6/92; İbrâhim: 14/37.
[967] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/695-698
[968] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/698-699
[969] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/700-702
[970] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/702-704
[971] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/705-707
[972] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/707
[973] Bk. Mélanges Muhammed Chafî’ (Lahore 1955): “Ka’ba”; ayrıca bk. Hac: 22/33; İbn Hişâm, s. 94.
[974] Tevbe: 9/3.
[975] Bakara: 2/158.
[976] Enfâl: 8/35.
[977] Muhabbar, s. 311-315
[978] Bakara: 2/199
[979] Suheylî, I, 85
[980] İbn Habîb, Muhtasaru’l-Cemhere, Vr. 41 b.
[981] Taberî, I, 1098; İbn Hişâm, s. 80
[982] İbn Hişâm, s. 54.
[983] Taberî, I, 1395; Egânî, XIV, 15.
[984] Azrakî, s. 125
[985] Suheylî, I, 84-85.
[986] Munemmak, s. 273-275; Muhabbar, s. 156-157; Azrakî, s. 125-129; Suheylî, I, 41, 42; Mes’ûdî, Tenbîh, s. 218, bk yukarıda § 1290-1297.
[987] İbn Hişâm, s. 66; ayrıca bk. Makrîzî, el-Haber. II, 370-371
[988] İbn Hişâm, s. 97’de 100 dirhemden ve bir deveden söz etmektedir
[989] Muhabbar, 332.
[990] Mâide: 5/3, 90.
[991] Munammak, s. 54-67.
[992] Bîrûnî, Cevâhir, s. 66-67
[993] Demircilik sanatıyla ilgili bu kelimenin tam anlamı için, aynı yazarın eserinin 248-250. sayfasına bakınız
[994] İbn Hişâm, s. 83: Taberî, I, 1099; İbn Sa’d, I/i, s. 41; Yâkût, Buldân, “Mekke” maddesi
[995] Belazurî, I, § 99; bk. İbn Hişâm, s. 67; Muhabbar, s. 52; İbn Sa’d, I/I, s. 35-36
[996] İbn Dureyd, İştikâk, s. 171-172.
[997] Muhabbar, s. 181
[998] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/707-714
[999] Lisânu’l-‘Arab, “Kaf-Vav-Dâl” maddesi
[1000] Burada, Ukâb’ın “bayrak,” “Livâ”nın ise “sancak” ya da “flama” olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. (Çevirmen)
[1001] Uhud savaşı sırasındaki olaylar için bk. İbn Hişâm, s. 561; Hendek savaşı için bk. İbn Sa’d, II/i, s. 50; Mekke’nin Fethi sırasında Resulullah (a.s.) için İbn Sa’d, , 3/1, s. 73
[1002] İbn Hişâm, s. 460; Makrîzî, I, 67
[1003] Journal Asiatique, 1916; Arabie Occidentale’de yeniden yayınlanmıştır, s. 273-293.
[1004] A.g.e., s. 44; bk. Ensâb, Belazurî, I, § 101 (Şunu hatırlatalım ki, Munammak’a göre burada Kusay’ın haydutluğundan söz edilmekte ve onun Habeşli birini mallarını ele geçirmek için öldürdüğü anlatılmaktadır; bk. s. 18).
[1005] Tâcu’l-‘Arûs, bk. “R-B-Ayn” maddesi; Sarahsî, Mebsût, X, 9.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/714-716
[1006] Muhabbar, s. 132-137; Ya’kûbî, I, 300
[1007] İbn Hişâm, s. 412
[1008] Kalkaşendî, Subh, I, 398-399. Temyiz’in olmadığı konusunda bk. Câhiz, Beyân, I, 113
[1009] Kalkaşendî, Subh, XIII, 352.
[1010] Kâhin sözcüğünün anlamı ile ilgili olarak bk. Suheylî, II, 178; renkli giysi yasağı için bk. Tyran, Organisation judiciaire, 288; görünüşe bakılırsa, türban konusu Câhiz’den nakledilmiştir: Beyân, III, 66.
[1011] Muhabbar, s. 134; Makrîzî, I, I, 167; Nekâ’id Cerîr ve Farazdak, 105, 139, 428; Egânî, XIX, 74.
[1012] İbn Hişâm, s. 78-79; Muhabbar, s. 135; İbn Dureyd, İştikâk, s. 164; Egânî, yeni bs., III, 89
[1013] Suheylî, I, 86-87.
[1014] Nakâ’id, s. 438; Munammak, s. 140-142
[1015] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/716-720
[1016] İbn Sa’d, I/I, s. 39.
[1017] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/720-721
[1018] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/721
[1019] Şe’mî, Sîre, § “Uhud” maddesi
[1020] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/721
[1021] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/722-723
[1022] En’âm: 6/90.
[1023] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/723-724
[1024] Bakara: 2/258
[1025] Enbiyâ: 21/68.
[1026] Yûsuf: 12/55
[1027] Kasas: 28/19-20
[1028] A’raf: 7/109-110.
[1029] A’raf: 7/111-112..
[1030] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/724-727
[1031] A’raf: 7/155; bk. Tevrat, Çıkış, XXIV/1.
[1032] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/727
[1033] Bakara: 2/246-247; birbiriyle çelişen üç anlatım için krş. Tevrat, Samuel, VIII, 5-7, IX, 148, X, 16 vd., XI, 15.
[1034] Bakara: 2/251
[1035] Sâd: 38/20, 26.
[1036] Enbiyâ: 21/105; krş. Psaume (Zebur), XXXVII, 29.
[1037] Neml: 19/27.
[1038] Duhan: 44/37; Kaf: 50/14.
[1039] Örneğin, Râgıb el-Isfahânî, Muhadarât (1326 yay., II, 155) adlı eserinde şunları nakleder: “Tübbalar döneminde, Devletin ileri gelenleri hiyerarşik olarak yedi sınıfa ayrılmıştı: 1º Ebâhileler (Büyük Reisler): Bunların üstünde kimse yoktu, 2º Kayller (çoğulu: Akvâl, Akyâl, Makâvîl). Bunlardan 60 kadarı Saltanat ailesine mensuptu ve kral onlar arasından seçilirdi. 3º Mesâmine’ler: Bunlar da 80 kişi idiler; bir Tübba’ öldüğünde, Kayl’li birini Tubba’ olarak seçmek için istişare ederler, sonra Mesâmineli birisi Kayllerin safına terfî ederdi. 4º Sena’îler: Bunlar, müstahkem kalelere, garnizonlara ve sınır görevlerine bakarlardı. 6º ‘İbâdlar, kralın hizmetçileri idiler. Onun kapısına bağlı olup, sıra ile hizmet ederlerdi. 7º Kıtalar: Esma’î’nin bu konuda biraz farklı bir tasviri olduğu söylenir (bk. Marzukî, Ezmine, II, 153): Eğer kralları savaşa katılmazsa, Himyerliler kendisine mavsabân (yastık, yatağa düşmüş) diyorlardı. Himyer kralları, krallıklarını, kralların soyundan gelenler arasından seçtikleri Sekizler Meclisi ile örgütlemişlerdi. Bunlara Mesâmine deniliyordu. Bunlar krala hizmet ederlerdi ve kral ölüm döşeğinde iken, kendisinden sonra iktidara geçecek oğul veya yeğen bırakmamışsa, krallığın ileri gelenleri yeni kralı aralarından seçerlerdi. Daha sonra Akyâllerden biri seçilerek Mesâmine sınıfına terfi ettirilir ve komitenin görevi sona ererdi. Daha sonra kral ailesinden biri seçilerek Kayl’ yapılmıştır. Akyâl (Kayl’in çoğulu; Kaylliler) 80 kişi idi, kral ailesinin fertleri ise sayılamayacak kadar çoktu.”
[1040] Kehf: 27/34.
[1041] Kasas: 28/5-6.
[1042] Muslim, 33: 39; Ebû Dâvûd, 15: 87.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/727-730