Muhammed (a.s.)’in Hükümet Anlayışı
Kamu Erkine Boyun Eğme ve Ulusal Dayanışma
Madde ve Mânânın (cismânî olanla rûhânî olanın) Birleştirilmesi
Hükümet Yönetimi ve Danışma (İstişâre)
İstişârelerde Gayr-i Müslim Tebaanın Yeri
Yasama (kanun yapma) Çalışmaları
İktidarın El Değiştirmesi (Hilâfet)
Kamu Görevlerinin Yerine Getirilmesi
Kamu Görevlerinin Başlangıçtaki Durumu
Kamu Görevleriyle İlgili Örf ve Âdetler
Hukuksal Kavramların Gelişmesi
Olay Mahallinin İncelenmesi ve Bilirkişilerin Görüşlerinin Alınması
İslâm Öncesi Araplarının Ünlü Fuarları Ve Bunların İşleyiş Tarzları
Bu Fuarların Doğurduğu Sonuçlar
İslâm’da Devlet Vergilerinin Ortaya Çıkışı
Vergiler ve Bunların Tahsil Edilme Yöntemleri
Vergilerin Tahsil Edilme Dönemleri
Ağırlık, Ölçü ve Geçerli Para Birimleri
Resulullah (a.s.)’ın Uygulaması
Siyâsî Temsilcilik (Diplomasi) ve Büyükelçilik Faaliyetleri
İslâm’dan Önceki Dönemde Arap Diplomasîsi
Çağdaş Yabancı Elçiler ve Hükümet Temsilcileri
Resulullah’ın İzlediği Siyasetin Temel İlkeleri
2. Her Şeyden Önce Dürüstlük ve Adâlet
4. Ülke İçinde Dayanışma ve Barış Ortamının Sağlanması
10. Düşmanın Dostlarıyla İttifak Yapılması
11. Düşmanı Kendi Düşmanlarıyla Kuşatmak
13. Düşman Arasına Tefrika Sokmak
14. Düşmanın Bir Kısmının Yakınlığını Kazanmak
15. Yeni İhtidâ Edenlerin Onurlarının Korunması
Oturulan Evler ve Yaşayış Tarzları
Resulullah (a.s.)’ın Devlet Başkanı Olarak Kişisel Hayatı
Dînî Uygulamalarla İlgili Diğer Bilgiler
Hastalık ve Sonsuzluk Alemine Göç
Toprağa Verme ve Hilâfet Sorunu
1452. İslâm’dan önceki devletlerden söz etmeksizin, Kur’an’ın birçok ayetinde anayasal ya da hükümetle ilgili sorunlara değinilmektedir. Bunlar, Müslümanlara siyasal topluluklarını nasıl yönetmeleri gerektiğini bildiren ayetlerdir:
Egemenlik
1453. Dikkatimizi çeken ilk husus, egemenliğin sadece Allah’a ait olduğunun ve insanın ancak Allah’ın vekili ve O’nun emanetini taşımakla yükümlü olduğunun tekrar tekrar ve hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kesinlikle açıklanmış olmasıdır:
a) “De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten senin her şeye gücün yeter.”[1]
b) Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği nimetler konusunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan, rahmet edendir.
c) Doğrusu biz sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!
Ve bunlara benzer nice ayetler.
1454. Demek ki Mülkün sahibi insan değildir: O bunu ancak Allah’ın memuru ve vekili olarak elinde bulundurmaktadır. Öyle ise insan Rabbinin iradesine uygun şekilde hareket etmelidir. Ancak Allah her türlü fiziksel algılamanın ötesindedir. Kur’an bu güçlüğü, bizzat Allah’ın insanlar arasından bazı kullarını, emirlerini tebliğ etmek üzere Resul olarak seçtiğini bildirerek çözümlemiştir. Allah, görevlendirdiği bu kişilere, Buyruğunu vahy ve ilham yoluyla bildirmiştir. Adem (a.s.), “yeryüzünde Allah’ın ilk Halifesi” olmuştur;[2] bütün peygamberler de, kendi devirlerinde, İbrahim (a.s.) , Dâvud (a.s.) vs. gibi tek başına, ya da Musa ve Harun (a.s.) gibi ikisi birlikte, Allah’ın Halifesi olmuşlardı. Muhammed (a.s.) ise bunların sonuncusudur (Hâtemu’l-Enbiyâ). O’nun izlediği yöntem ise, kendisini Allah’ın Resulü olarak kabul edenlerden bağlılık andı (biat) istemek olmuştur. Bir insanı Allah’ın Resulü olarak tâyin eden Allah’ın kendisidir; ancak, siyasal-dinsel bir topluluğu oluşturan ise insanların yapmış olduğu bu bağlılık ve itaat yeminidir. Burada, bir devletin, bir hükümetin, bir başkan tarafından yönetilen bir toplumun temelinde yatan bir tür toplumsal sözleşme söz konusudur.
1455. Resulullah (a.s.) ve onun yerine geçmiş olan halifeleri mutlakıyet yanlısı bir hükümdar, bir zorba (tiran) olmamalıydı. Çünkü ona yapılan yemin, Muhammed (a.s.)’e vahyedilmiş şekliyle ilahî buyruğa itaat etmeye söz verildiğini açıkça gösteriyordu. Resulullah (a.s.) da, herhangi bir müslüman gibi bu kanuna uyacak bir fert idi (Hattâ bazı durumlarda, örneğin gece namazı (teheccüt) gibi, onun daha sıkı bazı yükümlülükleri vardı). En azından on vakanın açıkça gösterdiği gibi, ister müslim isterse gayrimüslim olsun, herhangi bir mütevazı insan bile Muhammed (a.s.) aleyhine hukukî bir dava açabiliyor ve gerek maddî bir haksızlık, gerek parasal bir yükümlülük (borç, taksitli satış fiyatı, vs.) konusunda hakkını elde edebiliyordu. Devlet gelirleri üzerinde sıradan bir Müslüman’dan daha fazla bir hakka sahip değildi; bunu bizzat komutanı olduğu askerî seferlerde ganimetin paylaştırılması sırasında açıkça görüyoruz: Komutanın payı, sefere katılanlardan herhangi birininkiyle aynıdır. Şüphesiz ganimetin beşte biri Devlet hazinesine (Beyt’u’l-Mâl) gidiyordu.[3] Fakat bu asla Devlet başkanının şahsı için değil, bütün toplumun yararına sarf edilmek üzere kamu harcamaları için ayrılıyordu. Normal yoldan toplanan vergiler konusunda da, Resulullah (a.s.) ve ailesinin bunlardan yararlanabilmesi sıkı bir şekilde engellenmiştir. Aşağıda göreceğimiz gibi, bu vergi gelirleri, halkın refahı için ayrılmıştı.
1456. Arapçada yemin karşılığında kullanılan bey’a, sözcük anlamı itibarıyla satış sözleşmesi demektir; Allah, müminlerin canlarını ve mallarını –karşılığında kendilerine Cennet’i vermek üzere- satın almıştır.[4] Bu bağlılık yemini (biat), aslında Peygamberin şahsına değil, ancak onun aracılığı ile, Allah’a verilmektedir.
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.”[5]
Erkeklerin yanı sıra, kadınlar da bu yemini yapmak zorunda idiler:
“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”
1457. Peygamber nasıl biat’e (ittifak anlaşması) başvurmuşsa, daha sonra dinî bir kimliği olmaksızın onun yerine geçen halifeleri de, iktidara gelişlerini meşrulaştırmak için en üst derecede böyle bir uygulamaya ihtiyaç duymuşlardır. Prensip olarak egemenlik Allah’a aittir ve onu istediğine veren de O’dur; ancak uygulamada, ilâhî iradeyi temsil eden, toplumun genel iradesidir. Muhammed (a.s.), vox populi vox dei[6] demek yerine: şöyle diyecektir:
“Allah’ın eli, tek vücut olan topluluğun (cemaat) üzerindedir.”[7]
Başka bir hadisinde ise şöyle der:
“Ümmetim asla yanlış bir hüküm üzerinde ittifak etmeyecektir.”[8]
1458. Doğal olarak, başkanı seçen, aynı şekilde onu bu görevden alma hakkına da sahiptir. Bir peygamber söz konusu olduğunda ise, onun atanması doğrudan doğruya ilâhî vahiyle olabilir: ona inanan kişiler, onu peygamber olarak seçmezler, sadece onun bu özelliğini kabul edip onu tanırlar. Din dışı (dünyevî) bir iktidarda peygamberin yerine geçecek bir halifenin seçilmesi ise doğrudan doğruya halkın ya da onun yetkili kıldığı temsilcileri aracılığıyla gerçekleşir. Demek ki bu temsilciler (ehlu’l-hall ve’l-’akd, iktidarı kurmaya ve bozmaya yetkili kılınanlar), başkanı yetersiz gördükleri takdirde görevine son verebilirler.
1459. Kendisine inananlar tarafından ilâhî görevlerinden uzaklaştırılma gibi bir duruma düşmesi şöyle dursun, Peygamber’in her türlü hata ve kusurdan arınmış olması gerekir. Ancak, yukarıda da gördüğümüz gibi, onun böyle olması, kendisini kanun ve kuralların üstüne çıkarmaz. Üstelik İslâm’da günah ve kusurdan arınmış olma, yani Allah tarafından himaye edilip korunmuş olma özelliği (masûmluk, ‘ismet), tamamen ilâhî vahiylerin tebliği ile sınırlandırılmıştır. Peygamber, insan olarak yaratıldığı için hata yapabilir: Eğer kanun veya hukuk kuralı oluşturacak bir hüküm ya da tümdengelim[9] söz konusu ise, Allah onu gönderdiği vahiylerle düzeltir (Kur’an’da bununla ilgili birçok örnek vardır); eğer başkalarının hukukuna zarar verecek bir eylem söz konusu ise Resulullah mahkeme huzuruna çağırılabilir. Eğer Resulullah için durum böyle ise, onun halifeleri için durum haydi haydi öyle olacaktır. İlk halife Ebû Bekir döneminden beri, İslâmî gelenekler daima hükümdarın, ülkenin en mütevâzı vatandaşı tarafından bile hakim huzuruna çağrılabilmesini mümkün kılmıştır. [10]
1460. Biat yemini bizi kamu erkine itaat etmeye yöneltir: Kimsenin kimseye boyun eğmediği anarşi durumu, devletin örgütleriyle ve bundan ortaya çıkacak olan karşılıklı işbirliğinin sağlayacağı nimetlerle bağdaşmaz. Önemli bir ayette, Kur’an, Müslümanların başkanlarına itaat etmelerini bildirmektedir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülülemre (yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz –Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resul’e götürün (onların talimatına göre çözümleyin); bu hem hayırlı, hem de sonuç bakımından daha güzeldir.”[11]
1461. Aynı surenin 83. ayetinde de, söz tekrar Müslümanlar arasında iktidarı elinde bulunduranlara getirilmekte ve birlik, dayanışma ve itaatin sağlayacağı yararlar zikredilmektedir.
1462. Resulullah (a.s.)’a itaat üzerinde doğal olarak ısrarla durulmaktadır. Kur’an kimi ayetlerde bu isteğin nedenlerini şöyle sıralar:
a) “Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de, sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”[12]
b) “(…) Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.”[13]
c) “Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[14]
1463. Şu ayet daha da önemlidir:
d) (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdiği şeyler) vahy edilenden başkası değildir.”
1464. Bu sonuncu ayet, İslâm hukuku ile ilgili olarak çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu konuya ilerde tekrar döneceğiz.
1465. Devlet başkanlarının tebaalarına karşı görevleriyle ilgili olarak, onların da tebaaları gibi ortak yasalara tâbi olduklarını hatırlatmak yeterlidir. Bir kimse, sadece üstün biri olduğu için değil, bilgeliği ve hikmet sahibi olması nedeniyle ve ayrıca toplumun genelinin hayrına bazı üstün meziyetlere sahip olduğu için başkan seçilir. Allah’a itaatsizliği gerektirecek hiçbir konuda ona itaat edilemez. Peygamberlerin sorumlulukları üzerinde ısrarla durulması ve bizzat Muhammed (a.s.)’in ilâhî buyruklara titizlikle itaat etmek zorunda oluşunun başka bir açıklaması olamaz. Konu ile ilgili olarak aklımıza şu ayetler geliyor:
a) “Elbette kendilerine Peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.”[15]
b) “İşte bunun için sen (Ey Peygamber, tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.”[16]
1466. Siyasî başkan, görevinden alınabilir; peki, sınırlı bir süre için bu göreve atanabilir mi? İslâmiyet, Hulefâ-i Râşidîn döneminde tevarüse dayanmayan bir cumhuriyet yönetimine tanık olmuştur. Ancak, bildiğim kadarıyla, seçimler belirli süreler için yapılmamıştır: Devlet başkanları, gerekli görülmesi halinde görevden alınabilmeleri koşulu saklı kalmak üzere, ömür boyu görevde kalmak üzere seçilmişlerdir. Sınırlı bir süre için seçim yapılması yasaklanmamıştır; ancak İslâmî gelenekler göz önünde bulundurularak ömür boyu göreve getirilme ilkesi benimsenmiştir. Muhtemelen ilk Müslümanlar, bütün Peygamberlerin Allah tarafından ömür boyu seçilmiş olduklarını düşünerek böyle davranmışlardı. Zira ne Kur’an’da ve ne de hadislerde, Allah tarafından herhangi bir peygamberin görevine son verildiği yolunda bir kayıt yoktur. Allah onları muaheze etmiş, ancak vazifelerinden uzaklaştırmamıştır. Şöyle de denebilir: Eğer insanın iktidarı yerinde ise, onun başkanlıkta giderek artan deneyimlerinden yararlanma yoluna gidilmeli, aksi takdirde, yani artık âciz ve yetersiz bir hale gelmişse, bu görevinden af edilerek yönetimden uzaklaştırılmalıdır. Çünkü İslâm, başkanlığın mutlak tevarüs yoluyla bir başkasına geçmesini kabul etmez.[17]
1467. Romalılar daha işin başında jus (akla dayanan hukuk) ile fas’ı (dinî hukuk)birbirinden ayırmışlardı; İsrail Oğulları hem bir peygambere hem de bir krala sahip idiler. İsa’ya atfedilen bir söz vardır: “Sezar’a ait olanı Sezar’a, Allah’a ait olanı Allah’a verin.” Budistler ve Brehmenler de, dünya hayatını hor görüp terk etmenin dindar insanın ideali olduğu üzerinde dururlar. Ancak, bilindiği kadarıyla hayatlarında bu ideali uygulayanlar her toplumda çok az sayıdadır ve bu ideal sâdece tavsiye edilmiş, ancak yaptırımlarla desteklenmemiş olduğundan, özlenen ahlâki seviyenin bu toplumun çoğunluğunu oluşturan vasat insan’da yüksek olma ihtimali pek yoktur. Vasat insanın iyi davranışlar sergilemesi için yaptırımlara ihtiyacı vardır.
1468. Burada “cismanî” ve “ruhânî” kavramlarının Müslümanlarda ve Hıristiyanlarda farklı bir biçimde algılandığını belirtmek çok önemli gibi görünüyor. Tarihsel evrimi ne olursa olsun, Kur’an’da neredeyse yüz kez kullanılmış olan din sözcüğünün çok sayıda anlamı vardır: Bu kelime, “insanın hem bu dünyadaki hem de ahiretteki hayat düzenine” göndermede bulunur. Kelime anlamı “boyun eğme”, yani bireysel ya da toplumsal davranış bakımından ilahî iradeye itaat etmek demektir. Bu bağlamda İslâm ve din sözcükleri eşanlamdırlar. Batı dillerinde kullanılmakta olan “religion” sözcüğünün İslâm’da karşılığı yoktur. Ayrıca, Müslümanlarda din adamları (ruhbanlık) da yoktur: İnsan ile Allah arasındaki ilişkiler aracısız ve kişiseldir. İslâm’da işler “dinsel olan” ve “dinsel olmayan” yerine, “dahilî” ve “harici” şeklinde ayrıma tabi tutulur. İster ibadet ve tapınma isterse din dışı konular söz konusu olsun, Devlet hep insanın dışa yansıyan eylemleriyle ilgilenir. Belirtmek gerekir ki, her ferdi gerek maddî-dünyevî, gerekse manevî-ruhî bakımdan uyum içerisinde eğitip geliştirme endişesi taşıyan İslâm Devleti, hem dinî hem de dinî olmayan konulara eşit derecede önem verir. Ancak insan ile Allah arasındaki ilişkiler, kendi mahremlikleri çerçevesinde Devletin yetki sınırlarının dışında kalır: İşte dahilî ve harici konular arasındaki ayrım burada yatmaktadır. Niyeti ve güdüleri, samimiyeti ve kanaatleri bireyin kendisine bırakılmıştır; işin gerisi Devlete aittir: Müslümanlara cemaat namazlarında imamlık yapan da, ülkeyi yöneten de hep bu Devlet Başkanıdır. Bu durum, dünyevî ve manevî-ruhî meseleler arasında bir denge kurmakla kalmaz, aynı zamanda zayıfların daha az fenalığa sapacağı ve insan kişiliğinin sağlam ve güvenli bir biçimde gelişmek için her türlü imkâna sahip olduğu bir ortam meydana getirir. Çünkü devletin sahip olduğu kaynaklar, hem maddî hem de manevî hedefler için elverişli durumdadır.
1469. Bir uyarı sözcüğü: İslâm’da madde ile mânanın bu şekilde birleştirilmesi, kimi zaman çok hassas bir hal alan ilahiyat tartışmalarının, siyasetin ve gündelik yaşamın temeli haline geleceği anlamını taşımaz. Bu birleşme, iç ya da dış politika sorunlarının inananların dini ile ilgili temel bir konu teşkil etmelerini de gerektirmez. Din ve siyâset hiç kuşku yok ki apayrı iki alandır: Birisi insanın Yaratıcısı ile ilişkilerini, diğeri ise insanın insanla ilişkilerini ele alır. Muhammed (a.s.)’ın uygulamaları (sünneti) ve din bilginlerinin bilimsel görüş ve içtihatları bize sadece şunu öğretmektedir: Müslüman bir devlet başkanının siyasal bir konudaki tutum ve davranışı kendi ruhî-manevî alemi ile aynı kaynağa, yani Allah’ın vahiy yoluyla bildirdiği buyruğu olan Kur’an’a dayanmalıdır. İster bir hükümdar isterse basit bir tebaa olsun, istisnasız olarak insanın her işinde hakemliğine başvurulması gereken merci, bu ilahi kanundur. Başka bir ifade ile, ne siyaset ahlâktan ve ne de ahlâk realiteden mahrum ve uzak olmalıdır. İnsanın insan olmayı hak etmesi için, her ikisinin karşılıklı olarak birbirlerini tamamlaması gerekir. Muhammed (a.s.)’in hayat hikâyesini yazan çağdaş siyer bilginlerinden Hind-Pakistanlı Seyyid Süleyman Nedvî’nin (öl. 1953) haklı olarak işaret ettiği gibi, “Allah Elçisi Muhammed (a.s.) bu dünyaya, her iki dünyanın da rahmet ve bereketi ile gelmiştir: O sadece Cennet’i müjdelemekle kalmamış, bunun yanı sıra, bu dünyada Allah’a endişe ve korkudan uzak bir şekilde ibadet edilebilmesi ve Allah’ın hükümranlığının tüm yeryüzünde tesis edilebilmesi için, bu fani dünyadaki hükümranlıkla ilgili müjdeleri de bildirmiştir. Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:
Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.”[18]
1470. İnsanın gayret ve çabalarını yönlendirmesi gereken ideal, Kur’an’ın birçok ayetinde şu şekilde belirtilmiştir
a) “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azabından koru!”[19]
b) Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükâfat vardır. Ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir.”
c) “Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi), ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, iyi davrananları sever.”[20]
1471. “Bu dünyada elde edilecek ödül” egemenlik, şan ve şöhret, maddî refah vb. dir. İnsanın, çevresinde dönüp durmakta olan şer güçlere karşı bir mücadeleye girişmeksizin bunları elde edebilmesi mümkün değildir. Bu fani dünya ile ilgili ödül, aynı zamanda bazı yükümlülüklerin yerine getirilmesini gerektirir:
d) “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse, ahiretin mükâfatı elbette daha büyüktür.”[21]
e) Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”[22]
1472. Bu sonuncu ayette bize, bir yandan Kur’an’a göre dini ibadetlerin ve devlete ödenen vergilerin birbirinden ayrılamayacağı gösterilirken, öte yandan kanunlara, emirlere ve yasaklara uyulmasını sağlamak için, Müslümanların gerekirse zor kullanarak devlete destek ve yardımcı olmaları gerektiği bildirilmektedir. İyilik ve kötülüğü (hayrı ve şerri) bildirdikten sonra, birey bunlara uyma ya da uymama konusunda özgür bırakılamaz; bazı yaptırımlar da gerekir. Vicdan asla göz ardı edilemeyeceği gibi, bu özgürlüğün gelişi güzel kullanılarak ahlâkî ve toplumsal yozlaşmaya zemin hazırlamasına izin verilemez.[23]
1473. Maddî (dünyevî) olanla manevî (ruhî) olanın birleştirilmesi, yetki alanlarının ayrılmasına engel oluşturmaz. Bu ayrım, gerekirse devlet başkanına bile uygulanabilir. Kur’an, her biri kendi alanında bağımsız olmak kaydı ile, bir peygamberin (Samuel ya da İşmuel) yanı sıra ayrıca bir de kralın (Tâlût ya da Saül) bulunması, ancak ikisinin birlikte aynı ilâhî kanuna, yani Tevrat’a dayanmaları gerektiğini kabul etmiştir. İslâm’a göre böyle bir ayrım zorunlu olmadığı gibi, yasak da değildir: Tamamen meşru ve mubahtır, zira bizzat Kur’an’ın da teyit ettiği gibi bu konuda bir peygamberin tutumu (İşmuel’in sünneti) söz konusudur.[24]
1474. Kur’an’daki birçok ayette, yeryüzünün, denizin, güneşin, kısaca bütün evrenin insanın yararlanması için yaratıldığı, insanın ise Yaratıcısına karşı yükümlülüğünü yerine getirmek için yaratıldığı açıkça bildirilmektedir:
a) “O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”[25]
b) “Allah o (yüce) varlıktır ki, emri gereğince içinde gemilerin yüzmesi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için ve de şükredesiniz diye denizi size hazır hale getirmiştir. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…”
c) O (öyle lütufkâr) Allah’tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için akıttı.” Düzenli seyreden güneşi ve ayı size yararlı kıldı, geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O, size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız…”[26]
d) “Sağduyulu (aklıselim sahibi) insanlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın.”[27]
1475. Kanaatimize göre Müslümanları tabiî ilimleri geliştirmeye, diğer toplulukların yüzyıllarca süren çabalardan sonra edindikleri gelişmişlik düzeyini daha hızlı bir biçimde yakalamaya ve maddî refah için keşif ve icatların yolunda mümkün olduğu kadar ileri gitmeye sevk eden de bu son ayettir. Kur’an, Müslümanlara dünyevî bilimlerle ilgili alanlarda inançlar empoze etmek şöyle dursun, bu konulara hiç değinmez. Zira herkes kendi çabasına göre bilgi sahibi olacaktır. Kur’an’da: “Allahım! Benim ilmimi artır” diye buyurulmaktadır. Bu ayetin altında yatan anlama göre, bu türden gelişme ve ilerlemelere ışık tutacak elverişli ortamlar meydana getirmek, İslâmî bir hükümetin görevlerindendir.
1476. İslâm anlayışına göre, maddî alandaki gelişmelerden yararlanmak, sadece din ile ilgisi olmayanların tekelinde değildir; velilik ve Allah’a yakın olma kavramı da, hiçbir zaman insanlıkla ilgisini kesip manastırlara çekilmek anlamına gelmez. Hangi insan bir peygamberden daha çok Allah’a yakın olabilir? Hiçbir peygamber, dünya ile ilişkilerini koparıp bir kenara çekilmeyi uygun görmemiştir. İdeal olan, bir İran atasözünün de belirttiği gibi, bâ hâme ve bî hame (herkesle birlikte ama yalnız) olmak, başka bir deyişle insanlar arasında yaşarken aynı zamanda sadece Allah’ı düşünmektir.[28]
1477. Hiç şüphe yok ki insanın kendi yakınları, arkadaş çevresi ve içinden çıktığı “ulus”unun gözünde daha fazla saygı ve itibar görmesi çok doğaldır. Ancak gelişmiş toplumlarda, coğrafî özelliklere dayanan bir devlet anlayışı kabul edilmiştir. Ülkede yerleşmiş olan yabancıların medenî haklardan yararlanabilmeleri için, sadece kan birliğine dayalı siyasal birlik anlayışının kapsamı genişletilmiştir. Ancak, Devletin bütün dünyayı kuşatması dışında, sadece coğrafî özelliklere dayanan bu anlayış, Âdem ve Havva çiftinin soyundan geldiği kabul edilse bile, insan türüne uluslar arası bir nitelik kazandırmak için yeterli olamayacaktır. Dünya Devletinin ortaya çıkmasını beklemeksizin, Kur’an, etnik ya da coğrafî anlamdaki “ulus” kavramının dar kalıplarından kurtulmak için daha başka bir kavram geliştirmiştir: Kur’an, ümmet (veya ulus) anlayışını, deri rengi, konuşulan dil ya da yaşanılan yer birliği üzerine değil, düşünce ve inanç birliği üzerine kurmuştur. Başka bir deyişle, Müslümanlar arasında birliği sağlayan, bireylerin doğdukları yer değil, bireylerin kendi akıllarını ve deneyimlerini kullanarak ortaya koydukları kişisel tercihleridir. İnsanların eşitliği ve takva sahiplerinin üstünlüğü konusunda, Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu formül şudur:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[29]
1478. Kur’an’a göre önemli olan, “soylu bir aile ya da toplumsal sınıfa mensup olmak” değil, bireysel olarak güzel davranışlarda bulunmaktır.Tufan Nuh kavminin dört bir yanını kuşatınca, Nuh (a.s.) şöyle dua etti:
“Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hakîmler hakîmisin!”
Ancak Allah şöyle karşılık verdi:
“Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir…”[30]
Bu bağlamda bir peygamberin oğluna bile ayrıcalık tanınmazken, başkalarının sahip olduğu haklar daha da sınırlı olacaktır.
1479. Kur’an’da ifade edildiğine göre “Müminler ancak kardeştirler.” Weltanschauung (İnanç birliği) üzerine kurulu böyle bir yapıda, bir “ulus”ta kişisel ya da ailevî çıkarlar asla öne geçemez:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah’ın katındadır.”[31]
Ya da:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini yerine getirinceye kadar bekleyin. Allah sapıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”[32]
1480. Şu halde, İslâmî ölçüler içerisinde “yurtseverlik”, tamamen rastlantılarla belirlenen akrabalık ya da hemşerilik esasına dayalı olmayıp, insanın bilinçli olarak seçtiği bir durumdur. Kur’an bu konuya sık sık değinir:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah ayetlerini size böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [33]
1481. İslâm Hükümetinin temelinde danışma (meşveret) yatar. Bu danışmanın şekli ve nasıl uygulanacağı insanın tercihine bırakılmıştır. Ancak önemi Kur’an’da defalarca ele alınmıştır:
a) “(…Ey Muhammed!) İş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da Artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”[34]
b) “Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat, iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir. Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar, kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızktan da harcarlar.”
c) “(Karar verdikten sonra artık) Onlara yakışan, itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah’a sadakat gösterselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu.”[35]
1482. Bu sonuncu ayet açıkça göstermektedir ki, söz konusu danışma meclisinin kararı herhangi bir nedenle kabul edilsin ya da edilmesin, diğerleriyle tam bir dayanışma içinde olmalıdırlar. Ancak Kur’an, Devlet Başkanının danışma meclisinin (Şûra’nın) kararını veto etme hakkı olup olmadığını açıkça göstermemektedir. Muhtemelen dönem ve günün koşulları göz önünde tutularak bu kararı bizzat halkın vermesi daha uygun görülmüştür. Hiç kuşkusuz, bir karar Şura’da çoğunlukla ya da oybirliğiyle alınmış olsa bile, eğer Kur’an’da belirlenen ilkelere ters düşüyorsa bir değer ifade etmeyecektir. Devlet Başkanının böyle bir kararı reddetmesi gerekir (Krş. En’âm: 6/114-7).
1483. Resulullah (a.s.)’ın uygulamaları, dinî olmayan konularda danışmanın bu yönü ile ilgili olarak bize ışık tutmaktadır. Pek yakın sahâbelerinden biri bize şöyle anlatır:
“Arkadaşlarına Resulullah’tan daha çok danışan hiç kimse görmedim.”[36]
Ya da:
“Allah’ın Elçisi, Ebû Bekir ve Ömer’e şöyle dedi: “Siz ikiniz bir noktada mutabık iseniz ben buna karşı çıkmam.”
Râvi şöyle ekliyor:
İbn ‘Abbâs’a göre onlar, Peygamberin iki bakanı (veziri) idiler.[37]
Bir başka hadisinde de Muhammed (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Eğer Müslümanlara (Şûra-yı Müslimîn’e) danışmaksızın birisini başkan tayin edebilmem mümkün olsaydı, İbn Umm Abd’ı (Abdullah İbn Mes’ûd) tâyin ederdim.”[38]
İşte bu konu ile ilgili bazı somut örnekler:
1484. (a) Resulullah (a.s.) Medine’ye geldiğinde, namaza davet için en uygun aracın ne olduğu konusunda sahabeleri ile görüş alış verişinde bulundu. Kimileri ateş yakılmasını, bir kısmı Yahudiler ya da Hıristiyanlar gibi boru ya da çan çalınmasını önerdiler; bir başkası ise rüyasında bir insanın “gür sesiyle ezan okuduğunu” gördüğünü söyledi. Ve Peygamber bu tarzı kabul etti. Diğer öneriler ise reddedilmiş oldu.
b) Medineli Müslümanlar, bir anlaşma yaparak, kendi akrabalarını korudukları gibi Resulullah (a.s.)’ı da koruyacaklarına ant içmişlerdi. Bedir seferi sırasında, Mekkeli müşrik ordusunun geldiği öğrenilince, Resulullah (a.s.) savaşa çıkılıp çıkılmayacağına karar vermek üzere genel meclisi toplantıya çağırdı. Mekke kökenli (Muhacir) Müslümanların hep birlikte yardıma hazır oldukları konusunda güvence vermeleriyle yetinmeyip, sözlerini şöyle sürdürdü: “Aranızda görüştükten sonra kararınızı bana bildiriniz.” O zaman Medineli Müslümanların (Ensâr) temsilcisi ayağa kalktı ve Resulullah (a.s.)’ın özellikle kendi görüşlerini sorduğundan emin olduktan sonra, O’na tam anlamıyla dayanışma içinde olduklarını bildirdi. Bu durum Resulullah (a.s.)’ın çok hoşuna gitti.[39] Medineli birlikler kendisine katılmayı kabul etmeselerdi, savaşa girişmeyecekti.
c) Bir yıl sonra, Uhud savaşı sırasında, Resulullah (a.s.)’ın kişisel görüşü, düz ve çıplak bir ovada bir savaşa tutuşmaktansa, şehirde kalarak düşman saldırısını beklemekti. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla çoğunluğu oluşturan karşı tarafın ısrarı karşısında bu düşüncesinden vazgeçti. Bin kişi ile şehirden dışarı çıktı. Bir süre sonra Medineli “Müslümanlardan” üçyüz kişilik bir grup, açıkça döneklik anlamına gelen amaçları doğrultusunda ordudan ayrıldılar. Bunlar münafıklar idi. Resulullah (a.s.), onlara rağmen savaşa girdi. Şunu belirtmek gerekir ki, oldukça önemli sayıda Medineli, Resulullah (a.s.)’ı desteklemek üzere yanında kalmıştı.[40] Ancak savaş meclislerinden konumuzla ilgili fazla abartılı sonuçların da çıkarılmaması gerekir.
d) Bedir’deki ilk savaşta esir alınanların durumu görüşüldüğü sırada, Ömer, bunların hepsinin öldürülmesi teklifinde bulundu; Ebû Bekir ise fidye karşılığında serbest bırakılmalarından yana idi. Resulullah (a.s.) bu sonuncu görüşü kabul etti.[41] Ancak rivayette bu iki ayrı görüşün taraftarlarının sayısı açıkça bildirilmemektedir. Çünkü o dönemde oylar sayılmıyordu.
e) Hendek savaşı sırasında, Resulullah (a.s.) kuşatmaya katılan düşman birliklerinden birini, kendilerine bir miktar Medine hurması vermek suretiyle saf dışı bırakıp düşmanı zayıflatmak istemişti. Medine’nin önde gelen başkanlarından biri, ekonomik nedenlerden dolayı değil de, sadece gururuna ve izzet-i nefsine dokunduğu için, bu uygulamaya karşı çıktı. Resulullah (a.s.) da söz konusu düşman kabilesinin başkanına yapılan teklifi geri çekti.[42]
f) Hudeybiye seferi sırasında, Resulullah (a.s.) Mekkelilerin müttefiki olan ve İslâm aleyhine bir kaynaşma içinde bulunan Ehâbîşlere karşı harekete geçmek istedi, ancak Ebû Bekir’in tavsiyesi üzerine kararından döndü ve doğruca Hudeybiye’ye gidildi.
g) Hudeybiye barış anlaşmasıyla ortaya çok önemli bir durum çıkmıştır: Bu barış anlaşmasının Müslümanlar aleyhine görünen elverişsiz koşulları herkesi üzmüş ve Ömer gibi bazı insanlar bu durumdan duydukları hoşnutsuzluğu açıkça dile getirmişlerdi. Ancak Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Allah bu koşulları kabul etmemi bana vahiyle emretti.” Bu hadis, söz konusu hukukî soruna bir çözüm getirmemekle birlikte, bir Müminin elini kolunu bağlayıcı niteliktedir. Zaten ilâhî vahiyler Resulullah (a.s.) ile birlikte son bulmuştu. Din dışı konularda onun yerine geçecek olan halifeleri ise böyle bir ayrıcalığa sahip değillerdi.
h) Son olarak, H. 8 yılında ortaya çıkan Hevâzinli esirlerin durumunu hatırlatalım. Köle kapsamına giren kadın ve çocukların da bulunduğu ganimetlerin dağıtımından sonra, mağlup kabileden bir heyet İslâm’a geçtiklerini bildirmek ve mallarının ve savaş esirlerinin iadesini istemek üzere Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıktı. Muhammed (a.s.) şöyle buyurdu: Mallarınızdan ya da esirlerinizden birini seçiniz.” Heyettekiler bu sonuncuları, yani esirleri seçti. Ashabını bir araya toplayan Resulullah (a.s.), Hevâzinlilerin İslâm’ı kabul ettiğini ve kararının, ganimetin paylaşımı sırasında kendisine ve kabilesinin mensuplarına düşen bütün esirlerin geri verilmesi yönünde olduğunu bildirdi. Bazı kabile başkanları onun tutumunu izlerken, kimileri karşı çıktılar. Resulullah (a.s.) bir tercih yapılmasını isteyerek her kabilenin içinde bulunan aile temsilcilerini huzuruna çağırdı. Sonunda, sadece iki kabilenin esirlerini bedelsiz olarak serbest bırakmak istemedikleri ortaya çıktı. Bunun üzerine Resulullah (a.s.), dik kafalılık ederek karşı çıkan bu kabilelere devlet hazinesinden (Beytü’l-Mâl) uygun bir tazminat ödenerek esirlerin serbest bırakılmasını emretti.[43]
1485. İtiraf etmeliyim ki bu çok sayıdaki istişare örneklerine rağmen veto sorunu hakkında bir karara varmak oldukça zordur. İzlenimlerimize göre İslâm, göründüğü kadarıyla devlet başkanının veto hakkı konusunda lehte ya da aleyhte bir hüküm koymamıştır. Dönemin koşullarına ve başkanın kişisel yeteneklerine göre bu hakkı ona tanıyıp tanımamak, başkanı seçecek olan kimselerin elindedir. Bir kez daha yineleyelim ki, İslâm Devletinin bütün yasama ve idarî kararları daima Kur’an ve hadisler doğrultusunda ve bunlara bağlı olmalıdır.[44]
1486. Resulullah (a.s.)’ın hayatında cereyan eden kimi olaylar bizi bu konuda aydınlatmaktadır: Medine’ye geldikten hemen sonra, Muhammed (a.s.), Medine’yi bir “Şehir-Devlet” olarak örgütlendirmek üzere bir belge ortaya koydu; o sıralarda şehir halkının neredeyse yarısı Yahudi idi ve bunların (bağımsızlıklarını kısmen koruyarak) Konfedere Devlet’e katılmaları barışçı yollarla ve tamamen kendi istekleriyle olmuştur. Bu Anayasa metninin meydana getirilmesi sırasında, kuşkusuz Müslümanlar ile Medineli Yahudiler arasında bazı ön görüşme ve istişareler yapılmış olsa gerektir.
1487. Bu anayasada, barış, savaş ve askerî savunmanın, Müslümanlarla Medineli Yahudiler arasında ortak ve bölünmez oldukları açıkça ortaya konulmuştur. Bu maddenin günlük hayata uygulanırken, Yahudilerle bir istişarede bulunulmamış olduğunu düşünmek anlamsız olurdu.
1488. Resulullah (a.s.) ile Arabistan’ın putperest kabileleri arasında, daha önce de belirttiğimiz gibi, bazı ittifak ve askerî yardım anlaşmaları yapılmıştı. Bu itibarla, Gayrimüslim müttefiklerle zaman zaman görüş alış verişinde bulunması kendisi için zorunlu idi.
1489. Resulullah (a.s.), bir Gayrimüslim olan Amr ibn Umeyye ed-Damri’yi, Necâşî’ye elçi olarak göndermişti. Bedir’de esir alınan müşriklerden de, her birinin “fidye” olarak on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmesini şart koşmuştu. Kişisel sekreteri Zeyd ibn Sâbit’e İbranî yazısını öğrenmesini emretmiş, o da anlaşıldığına göre bunu şehirdeki Yahudilerden öğrenmişti. Demek ki kendisi, Gayrimüslimlerin memur, öğretmen, teknisyen, inşaatçı vb. olarak kullanılmasını meşru ve helal kabul ediyordu. Resulullah (a.s.), bizzat Medineli Yahudi tüccarlardan gıda maddesi ve zahire satın almış, hattâ zırhlı gömleğini onlardan birine rehin bırakmış ve geri alamadan da vefat etmişti. Bir Yahudi bankerinin Resulullah (a.s.)’a bizzat gelerek borcunu ödemesini istediğinden bahsedilir. Vasiyetnamesinde şöyle bir cümleye rastlarız (bk. Mâverdî, s.248): “Gayrimüslim tebaama (Ehli Zimme) iyi muamele ediniz!” (İhfazûnî fî zimmeti).
1490. Gayrimüslimlerle istişare ve onların Devlet hizmetlerinde görevlendirilmeleri ile ilgili olaylar, Hulefâ-i Râşidîn ve özellikle Ömer (RA) zamanında sıkça rastlanan ve önemli işlerdendir. Bu Halife’nin, valilerinden birine, Hıristiyan olan sekreterini görevden alması için verdiği emirle ilgili münferit bir olay üzerinde ısrarla durulmuştur. Bu, genele uyarlanamayacak, tamamen kişisel bir emir idi. Burada, bu özel talimatın nedenlerinden[45] uzun uzadıya söz edecek değiliz. Ancak, tezimizi doğrulayan diğer olaylara işaret edelim: Aynı halife Ömer (RA), bir gün Suriye’deki valisine, başkentin malî işlerinin yönetiminde görevlendirilmek üzere hesap uzmanı bir Rum göndermesi için mektup yazdı.[46] Kendisi, zirâî vergiler ve hatta askerî meselelerde bile gayrimüslim tebaa ile sık sık görüş alışverişinde bulunurdu.
1491. Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki uygulamaların hem teorik anlamda hem de günlük hayatta uygulanmasıyla ilgili olarak göze çarpan bu ve benzeri örnekler, daha sonraki dönemlerde Şafiî mezhebinden Mâverdî ve Hanbelî mezhebinden Ebû Ya’lâ el-Ferrâ gibi hukukçuları,[47] âmme hukukuyla ilgili eserlerinde, fazla önem taşımayan görevler dışında, Halîfenin gayrimüslimleri devletin icra organlarında vezîr olarak görevlendirmesinin tamamen meşru olduğunu kabul etmeye yöneltmiştir.[48]
1492. Yürütme faaliyeti çok sâde bir biçimde yapılırdı: Gördüğü ya da bahsedildiğini duyduğu herhangi bir şey konusunda Resulullah (a.s.) bir emir verme ihtiyacı hissettiği zaman girişimde bulunarak gerekli emirleri verirdi; herhangi bir uygulamayı benimsiyor, bir başkasını değiştiriyor, bir başkasını ise yasaklıyor ya da yerine tamamen yeni bir uygulama getiriyor ve bu böylece sürüp gidiyordu. Bütün bu durumlarda onun yapmış olduğu yasama çalışması, birbirinden tamamen farklı üç sınıfa ayrılıyordu: 1. Ya kendi ağzından (ya da örneğin kişilerin eyâletlerde bulunmaları sebebiyle yanında bulunmadıklarında) bizzat bir açıklamada bulunuyor, ya o şeyi bizzat işliyor ya da ashabının bir şey yaptığını gördüğünde ses çıkarmıyordu. Bu sessiz onama ve bazı eski âdetleri hoşgörü ile karşılama, aynı zamanda İslâm hukukundaki kuralların bir kaynağını oluşturmaktadır.
1493. Resulullah (a.s.)’ın bu şekilde koymuş olduğu bir yasadan haberdar olanlar, bunu diğer insanlar arasında da yayıyorlardı. Ancak nâdir de olsa bazen yeni konulan bir yasanın bütün halka duyurulmasına bizzat özen gösterirdi. Örneğin, damadı Ali (RA)’yi H. 9. yılda Hac sırasında Mekke’ye gönderip bazı yeni hükümleri orada ilân etmekle görevlendirmiştir. Ali (RA)’nin, aralarında Ebû Hureyre’nin de bulunduğu özel memurları, zaman zaman kalabalıklar arasında dolaşarak bu ilanı yüksek sesle tekrarlamışlardır.
1494. Yeri gelmişken, İslâm’a göre insan hayatının bir bütün olduğunu hatırlatalım: Bu hayatın manevî, ibâdetlerle ilgili, toplumsal vb. çeşitli yönleri tek bir yasa kapsamında bir araya getirilmiştir. Kur’an, birçok ayetinde, her türlü otorite kaynağının Yaratıcımız olan Allah olduğunu tekrarlamaktadır. Allah dilediğine hükmeder;[49] hükmünde hiçbir ortağı yoktur.[50] Allah her türlü fiziksel idrâk ve algılamanın ötesinde olduğu için, onun yeryüzündeki Halîfesi olan insan, yani peygamber aracılığıyla, Allah insanlara kanunlarını bildirir ve bunların uygulanmasını sağlar.
1495. Kur’an, Müslümanlar için Allah’ın vahyedilmiş sözü, Muhammed (a.s.) tarafından müminlere iletilmek üzere alınmış bir ilâhî kanunlar bütünüdür. Bu Kitap, insan hayatının her yönüyle ilgili bir kanun ortaya koymuştur. Ancak, bu kutsal kitapta, hukukun tekâmülü ve uygulanan yasaların günün koşullarına uyarlanması öngörülmemiş olsa idi, giderek karmaşık bir hal alan bir toplumun değişen ve sürekli olarak artan ihtiyaçları karşısında yetersiz hale gelebilirdi.
1496. Şu halde Kur’an, her şeyden önce Resulullah (a.s.)’ı, ilahi emir ve kuralları belli bir olgunluğa eriştirmek için en üst merci olarak kabul etmekte ve şöyle söylemektedir:
“O, arzusuna göre de konuşmaz; o (bildirdikleri) vahy edilenden başkası değildir.”[51]
Ya da:
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.”[52]
Anlam olarak bunlara benzeyen daha başka birçok ayet vardır. Bu açık ve kesin beyanlar olmasa bile, Muhammed (a.s.)’in Allah’ın Resulü olduğuna inanan birisi için, onu göndermiş olan Yüce Varlığın resmi elçisi olarak, getirmiş olduğu her şeye inanmak yine de çok tabii olurdu. Öte yandan, yirmiye yakın ayette, insana fert olarak düşünme, inceleme ve bizzat anlayıp idrâk etmesi emredilmektedir. Bazı ayetlerde ise:
“Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre (âlimlere) sorun.”
buyurulmaktadır. Kuşkusuz, diğer bütün bilim alanlarında olduğu gibi, hukuk da özel bir bilim dalıdır; ve bu bilimi yorumlayıp geliştirecek ve ondan yeni kanunlar çıkaracak olanlar da ancak bu bilimin uzmanı konumundaki hukukçulardır. Tıbbî bir konuda bir şâirin görüşünün alınmayacağı gibi, mimarî ile ilgili bir konuda da, kendi sahasında uzman bir filozofa da soru sorulmamalıdır; hukuk ya da ilahiyatla ilgili sorunlarda da başka bilim dallarındaki kişilere, hele de sokaktaki bir insana danışılması çok sakıncalı sonuçlara yol açar. Kur’an bu konuya şu ayetlerle göndermede bulunur:
“Müminlerin hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”[53]
“Oysa onu Resûl’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi…”[54]
1497. Resulullah (a.s.)’ın yasama konusundaki uygulamaları, kendisinin aslında sadece bir ıslahatçı olduğunu ve kendisine tabi insanların eskiden beri uygulaya geldikleri ve değiştirip yürürlükten kaldırılmasına gerek duymadığı alışkanlıkları sürdürmelerine izin verdiğini bize göstermektedir. Bu durum, sadece ticaret vb. gibi dinî olmayan konularda değil, aynı zamanda ceza kanunları ve hattâ Hac gibi tamamen dinî konular için de söz konusudur. Bu âdet ve geleneklerden bazılarının İbrahim ve İsmail (a.s.)’in getirdiği “Şeriat”a kadar dayandığını, ancak bir kısmının ise daha yakın zamanlara ait olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, Resulullah (a.s.), İslâm öncesine ait ve putperestlikle ya da adaletsizlik ve haksızlıkla bir ilgisi bulunmayan uygulamaların sürdürülmesine izin vermiştir. Böylece bir eski uygulamalar “İslâm Şeriatı”na da girmiş oluyordu. Resulullah (a.s.)’ın bu hoşgörüsü, belki de aynı yöntemin daha sonraki dönemlerde de geçerli olmasına yol açmıştır. Yani herhangi bir gelenek ya da alışkanlık, müminler için her zaman için bir mihenk taşı olan Kur’an ve Hadis’e aykırı olmadığı sürece, tabiatı itibarıyla iyi ve –en azından mübah- şeylerdir.
1498. İşte Muhammed (a.s.)’in hayatına dair, oldukça anlamlı birkaç yaşanmış olay:
1499. a) Resulullah (a.s.), Muaz ibn Cebel’i hâkim olarak Cened’e tayin etmişti (Yemen’deki bu şehirde ona ait anıları günümüze kadar saklamış olan görkemli bir cami bulunmaktadır). Görev yerine gitmek üzere izin istemek için huzuruna geldiğinde, Resulullah (a.s.) ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Ey Muaz! Bir anlaşmazlık durumunda bunu nasıl halledeceksin?
-Allah’ın Kitabı’na (Kur’an’a) göre!
–Ya orada uygun bir hüküm bulamazsan?
–O zaman, Resulullah’ın Sünneti ile.
Muhammed tekrar sordu:
-Peki onda da bir hüküm bulamazsan?
- Kendi içtihadımla hükmederim.
Mu’âz’ın bu cevabı karşısında Resulullah (a.s.) çok sevinerek ellerini göğe kaldırmış ve şöyle dua etmiştir:
-Allah’a hamd ü senalar olsun ki Resulünün elçisini, Resulünün razı olduğu ve istediği şeye muvaffak kıldı.”[55]
Ve devesine binerek Medine’den yola çıkan Mu’âz’a, Resulullah (a.s.), hem kendisini onurlandırmak hem de son birkaç talimat (bk. İbn Hanbel, 6/235, 243, 244) vermek isteyerek, bir süre yaya olarak eşlik etmiştir. Bu emir ve talimatlardan bazıları şöyle idi:
“-Gösteriş ve şatafattan kaçın; zira Allah’ın gerçek kulları, gösterişli bir hayat sürmezler.” (İbn Hanbel, 6/243, 244.)
Mu’âz şöyle nakleder:
“Resulullah (a.s.)’a şöyle sordum:
-Şayet senin sünnet ve tatbikatına uymayan ve senin buyruklarına uygun hareket etmeyen bir takım başkanlarla karşılaşırsak, onlara karşı nasıl davranmamızı önerirsiniz?
Resulullah (a.s.) şöyle cevap verdi:
-Allah’a itaat etmeyene (yani Allah’ın emirlerine aykırı buyruklara) itaat yoktur.”(bk. Ebû Ya’lâ, İbn Hacer’in Metâlib’inden (No 2110) naklen; ayrıca bk. İbn Hanbel, 3/213.)
Hayber Yahudileri ile ilgili bölümün ek kısmında da belirttiğimiz gibi Resulullah (a.s.), Mu’âz’ın namuslu ve dürüst bir hayat sürmesini istemiş ve bu nedenle, tamamen istisnaî bir şekilde, onun Devlet Hazinesi’nden (Beytü’l-Mâl) bir miktar borç alıp bununla ticaret yapmasına izin vermişti. Gerçekten de Mu’âz, Yemen’de birçok yıl görevde kalarak zenginleşmiş ve Ebû Bekir halife oluncaya dek Medine’ye dönmemiştir. O zaman Ömer, kamu yönetimi bakımından pek hoş olmayan ve diğerlerine kötü örnek oluşturan bu ödünç alma uygulamasından vazgeçmesini Mu’âz’a tavsiye etmiş, o ise bu tavsiyeden son derece etkilenerek, bu yolla elde ettiği bütün kazancını, kıymetsiz bir deve kırbacına varıncaya dek Halife Ebû Bekir’e iade etmiştir. O da Mu’âz’ın bu hareketinden çok duygulanarak, aldığı para ve malları Hükümetin bir hediyesi olarak ona geri vermiştir. Artık bu idarî görevlerden bıkan Mu’âz, gönüllü olarak askerî seferlere yazılmış ve Suriye’ye giderek bir süre sonra burada vefat etmiştir (bk. İbn Hacer, Metâlib, Nº 1389-1390, İbn Râhûye ve Abdurrezzâk’dan naklen; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, 6/48).
1500. b) Resulullah (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Hanımları henüz çocuklarını emzirdiği sırada, erkeklerin onlara yaklaşmalarını yasak etmeyi arzu ediyordum. Daha sonra Rumların ve İranlıların böyle yapmadıklarını ve bunun çocuklara bir zararı olmadığını görerek, bu düşüncemden vaz geçtim.”[56]
Aşağıdaki hadis ise daha anlamlıdır:
1501. c) Muhammed (a.s.) Medine’ye gelince, halkın çiçek açma döneminde hurma ağaçlarına sunî döllenme uyguladıklarını gördü. Bu durum, onun edep ve haya duygularına ve toplumsal ahlâk anlayışına ters geldiğinden, böyle yapmamalarını önerdi. Daha sonra, bu uygulamadan vazgeçilmesi nedeniyle çok düşük miktarda ürün elde eden üreticiler gelip bu durumdan şikayetçi olunca, Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu:
“Nasıl alışmışsanız öyle yapınız; siz bu dünya işlerini benden iyi bilirsiniz.”
1502. d) Resulullah (a.s.) bir gün şu açıklamada bulundu:
“Hakim karar verirken bazen yanılır, bazen doğru karar verir. Doğru karar vermişse Allah katında kendisine iki kat sevap vardır ve eğer yanılırsa, yine de o (gösterdiği iyi niyetli çabasından dolayı) bir sevap kazanır.”[57]
1503. Herhangi bir konudaki uzman ve mütehassıs kişiler bile yanılabildiklerine göre, herhangi bir yetkilinin, kendisinden önceki bilim adamlarının görüşlerine karşı çıkması ve sorunlara daha iyi çözümler getirmeye çalışması gayet doğaldır. Bu, sadece eski fıkıh bilginlerinin kişisel görüşleri için değil, aynı zamanda herhangi bir dönemde birçok hukukçunun oybirliğiyle almış olabileceği kararlar için de geçerlidir: Aralarında büyük fıkıhçı Pezdevî’nin de bulunduğu birçok bilgin, sonraki döneme (Müteahhirîn) ait bir icmâ’ın önceki dönemlerde alınanın yerine geçebileceğini belirtmektedirler.
1504. Hukukçunun kanaatleri, Kur’an ve Hadis’in tefsirine dayanır. Tefsirler birbirlerine göre farklılık gösterebilir ve koşullar değişebilir. Resulullah (a.s.)’dan başka herkes yanılabileceğine (en azından Sünnî Müslümanlar böyle düşünmektedirler) göre, eski fıkıhçıların kıyas yoluyla vardıkları sonuçların yine fıkıhçılar tarafından gözden geçirilmesi, Kur’an ve Hadis açısından bir sakınca doğurmaz. Bu kıyas ve yorumlamaların bizzat Kur’an ve Hadis’te yer alan talimatlara uygun bir biçimde yapılmış olması yeterlidir.
1505. Kur’an’a ve Resulullah (a.s.)’ın sünnetine dayanarak ortaya konan delillerin hukuksal karakteri üzerinde son birkaç kelime daha söyleyelim: İslâm hukukunun bu iki temel kaynağında belirtilmiş bulunan her şey, taşıdığı önem ve kapsadığı yer bakımından hep aynı düzeyde olmamıştır; zira, gerçek Kanun Koyucu (Allah) tarafından kullanılan terimler, ele alınan konunun durumuna göre farklılık arz etmektedirler. Buradan hareketle, Müslüman fıkıhçılar şöyle bir genel teori geliştirmişlerdir: Onlar, her türlü kuralın Hayır ve Şer’i temel aldığını söylerler: şayet bir şey hayır ise onu zorunlu olarak yapmak gerekir. Eğer şer ise, ondan da kaçınmak gerekir; karışık durumlarda eğer iyilik (hayır) tarafı daha ağır basıyorsa, bu şeyin yapılması tavsiye edilir; kötülük (şer) tarafı baskın ise kaçınılması önerilir; hayır ve şerrin eşit göründüğü kuşkulu durumlarda ya da ne hayır ve ne de şerrin görünmediği durumlarda ise, duruma göre bir tercihte bulunmak kişiye bırakılmıştır: Öyle ki, aynı kişi, şeriatı çiğnemeksizin, bir defasında yaptığı bir hareketi başka bir sefer yapmaktan kaçınabilir. Kur’an’da ve hadîsi şeriflerde, yapılması ya da kaçınılması kesin olan emir sayısı son derece sınırlıdır. Allah’a îman, namaz, oruç, hac ve zekât vergisi ile ilgili kuralları değiştirmek için yeni bir yasa koymak ise kesinlikle söz konusu olamaz; bunlar bir müslüman için daima zorunlu (farz) ibadetler kapsamında kalacaklardır. Aynı şekilde, adam öldürme, zina, başkasının malını gasp etme gibi şeyler de daima haram olarak kalacaklardır. Yapılması tavsiye edilen (hasen) ya da önerilmeyen (mekruh) fiiller konusunda ise, içinde bulunulan koşullara göre, kanun koyucu, herhangi bir kuralı geçici olarak askıya alabilir. Beşinci kategoriyi oluşturan ve insan fiillerinin çoğunluğunu meydana getiren, ne iyi ve ne de kötü denebilecek (mubah) fiilleri düzenlemek için ise, yasama mercii haydi haydi ve öncelikle bu konuda yetkili makamdır. Böylece, sistemin ne denli esnek olduğu ve onun samimi ve inanan insanların meşru ihtiyaçlarına nasıl uyarlanabilir nitelikte olduğu görülmektedir. Müminlerin, İslâm Fıkhı’nda uzmanlaşmamış ve aşağılık kompleksi içinde bulunan ya da pek dürüst ve şerefli amaçlar peşinde koşmayan kişilere itibar etmelerine ve onların yolundan gitmelerine ise kesinlikle izin verilmemiştir.
1506. İçinde bulunulan koşulların değişmesi ve şer’î kuralların bunlara göre uyarlanabilirliği meselesine gelince: Herkes şunu kabul etmekte hemfikirdir ki, herhangi bir yetkilinin vermiş olduğu emir ya da talimat, bir üst konumdaki başka yetkili tarafından değiştirilebilir ya da tamamen yürürlükten kaldırılabilir. İslâmî esasların uygulanmasında belli bir hiyerarşi vardır: Fıkıh bilgininin bireysel görüşleri, bu fıkıhçıların ortak görüşü (icma), Resulullah (a.s.)’ın sünneti ve Allah’ın ayetleri. Bir fıkıhçının bireysel görüşü, onun çağdaşı olan ya da daha sonra yaşamış bir başka hukukçu tarafından tartışılıp eleştirilebilir. Bu imkân, Kıyamet’e kadar geçerli olacaktır. Aynı şekilde bir icmâ’ın başka bir icmâ ile, bir peygamber buyruğunun bir başka gerçek peygamber buyruğu ile ya da onun getirmiş olduğu sünnet ile (İslâm inancına göre Muhammed AS, peygamberlerin sonuncusu olup, kendisinden sonra yeni peygamber gelmeyecektir) ve ilâhî bir hükmün bizzat Allah tarafından değiştirilmesinde (nesh) de aynı durum söz konusudur. Demek ki, sıradan bir fıkıhçı, bırakın Allah’ın koymuş olduğu ilahi bir hükmü, Resulullah (a.s.)’ın bir sünnetini bile değiştiremez ve böyle bir şeye kalkışmamalıdır da.
1507. Sorunun bir başka yönü de, Resulullah (a.s.)’ın vahiy olayında nasıl bir rol üstlendiğidir. Müslümanlar arasında Kur’an’ın birçok ayetine dayanarak benimsenen görüşe göre, (örneğin, Enfâl: 8/68), vahiy Muhammed (a.s.)’in ihtiyaçları doğrultusunda gelmezdi; Resulullah (a.s.), kimi kez kendi kanaat ve sağduyusu doğrultusunda çaba sarf edip muhakeme yapmak durumunda kalıyor ve bazen de Allah, onun bu görüşünü desteklemeyerek, Resulünün hatası yüzünden toplumun bir kusur ve günah işlememesi için, derhal onun bu kararını nesh edip yürürlükten kaldırmak üzere bir vahiy gönderiyordu. Demek ki Resulullah (a.s.)’ın şahsında, biri kendisine vahiy gönderilen peygamber –ve dolayısıyla yanılmazlık ve hata işlemekten uzak olma (ismet)-, diğeri ise fani ve beşerî bir kul olmak üzere iki özellik mevcut idi. Eğer vahiy gelmemesi durumunda Muhammed (a.s.)’in ortaya koyduğu kişisel görüş ya da uygulama daha sonra Allah tarafından nesh edilmemişse bu, Allah’ın bu kararı uygun gördüğünü gösterir. Böylece, Muhammed (a.s.)’in Allah tarafından nesh edilip yürürlükten kaldırılmamış her türlü görüş ve uygulaması (sünneti) Kur’an ile eşdeğer hale gelir. Zira, Kur’an’ın ifadesine göre (Necm: 53/3-4), Muhammed (a.s.) hiçbir zaman kendi hevâ ve hevesine göre değil, ancak kendisine vahyedilen bir vahye dayanarak konuşur. Bununla birlikte Muhammed (a.s.), aldığı bütün vahiyleri Kur’an’a sokmuyordu. İşte, vahy-i metlû (insanlara okunup açıklanan vahiy) ile vahy-i gayri metlû (okunup açıklanmamış vahiy) arasındaki farkı buradan kaynaklanmaktadır. Sadece vahy-i metlû (yani namazlarda okunan vahiy) kapsamındaki ayetler, baştan sona ve bir bütün olarak Kur’an metnine dahil edilmişlerdir. Gayri metlû denilen vahiyler ise Hadisleri oluştururlar. Sonuç itibarıyla, Resulullah (a.s.)’ın sağlığında ve onun ashabına göre Kur’an ile Hadis arasında kesinlikle hiç bir ayrım gözetilmiyordu. Ancak bu ikisinin yazıyla tespit edilip bir araya getirilme yöntemleri aynı olmadığı için, Muhammed (a.s.)’den sonraki devirlerde, hadislerin doğruluğunu kanıtlama sorunu ortaya çıkmıştır: Eğer bir hadîsin doğru yani sahih olduğu kanıtlanırsa, bunu Resulullah (a.s.)’ın dolayısıyla da bizzat Allah’ın emri olarak benimseyip, emir (farz), yasaklama (haram) ya da tavsiye (mübah) niteliğinde olmasına göre uygulamak gerekecektir.
1508. Fıkıhçıların başvurduğu içtihat, yani dinî hüküm çıkarma işlemi, iki durumda söz konusu olabilir: Ya Kur’an ve Hadis’te ilgili konuya yer verilmeyip sessiz kalınmıştır, veya Kur’an ya da Hadis’te yer alan ifadeler çeşitli yorumlara açık bırakılmıştır. Kur’an ve Hadis çerçevesindeki temel hukuk kurallarına dokunulamaz ve hiçbir hukukçu tarafından değiştirilemez. Ancak, yanılma olasılığı olan insanların yapmış olduğu açıklama ve yorumlar ise beşerî olup tartışmaya açıktırlar ve başka fıkıhçıların yorum ve tefsirleri zaman içerisinde bunların yerini alabilir. Her Müslüman, Allah katında izlenmeye en yakın ve en makul gördüğü ve genel olarak toplumun çıkarlarına en iyi hizmet edebileceğine inandığı din bilgininin görüş ve düşüncelerini izlemekte serbest olacaktır.
1509. Din’in, vahy edilen, yani Allah tarafından gönderilmiş, ilahî bir özellik taşıması ve insan elinden çıkmamış olması gerekir (İslâm’a göre kanunlar dinin bir parçasıdır). İlâhî kanunun zamana ve günün koşullarına göre değişmesi gerektiğini ya da değişebileceğini söylemek, İslâm dininin de insan elinden çıkmış bir sisteme dönüşme riskini beraberinde getirecektir. Hulefâ-i Râşidîn tarafından ikinci derecede kalan bir çok konuda bazı düzenlemeler yapıldığı olmuştur. Ancak her olayın diğerlerinden ayrı ve bağımsız olarak değerlendirilmesi ve Allah’ın emir ve buyruklarında insan eliyle bir değişikliğe gidilmemesi gerekir. Bu noktada Resulullah (a.s.)’ın eyâletlere gönderdiği vali ve hâkimlere vermiş olduğu şu talimatı bir kez daha anımsatalım:
“Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; ve bir Müslümanı dininden soğutacak şekilde hareket etmeyiniz.”
1510. İslâm Hukukunun gelişmesi konusunda Muhammed (a.s.)’in bizzat almış olduğu önlemler, bu hukuk sistemini her çeşit bozulma ve kokuşmanın kötü etkilerinden koruyup, onu bütün canlılık ve bütünlüğü içinde sürdürecek niteliktedirler.[58]
1511. Kur’an, Devlet Başkanının iç ve dış sorunlar karşısında nasıl bir tavır sergilemesi gerektiğini ayrıntılı olarak ele alır. İslâm Devletinin bütün siyasetinin temeli, sadece Allah’ın hükümranlığını ve O’nun ilâhî düzenini bütün yeryüzünde tesis etmektir. Bir başka deyişle bu Devlet, elindeki bütün uygun imkânlardan yararlanarak, Tek Allah inancını ön plana çıkartıp, Tanrıtanımazlığın ve Çoktanrıcılığın ortadan kalkması için çaba sarf etmelidir; bu çabanın dünya çapında olması gerekir. Allah Kur’an’da şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed!) Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”[59]
Bir başka ayette ise şu ifadelere yer verilir:
“(Ey Muhammed!) Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[60]
Allah katında en makbul şey, O’nun irâdesine boyun eğmektir. Allah’ın bildirmiş olduğu yegâne Hak din, budur.[61] Bu din, Muhammed (a.s.)’in vefatıyla sona ermeyip, sonsuza dek sürüp gidecektir.
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.”
Bunun büyük bir ideal olduğu gayet açıktır; Muhammed (a.s.) ve onun izinden giden halifeleri, kendi yetenek ve ölçülerine göre bu ideali gerçekleştirmişler ve aynı faaliyet bugün de sürüp gitmektedir.
1512. Yabancı politikasının temelinde yatan bu ayetler dışında, Kur’an, gayrimüslimlerle yapılan anlaşmalara titizlikle uyulması (Tevbe: 9/7 vs.), kendisiyle anlaşma yapılan bir topluluğun anlaşmayı ihlal etmesi ( Enfâl: 8/58), dinî hoşgörü (Bakara: 2/256, Yûnus: 10/99-100, Kâfirûn: 109/6), İslâm topraklarına sığınıp himaye isteyen müşriklere iltica hakkı tanınması (9/6), cezalandırma savaşı (Bakara: 2/190-3), savunma savaşı (Nisâ: 4/75; Hac: 22/39-41), zulme uğrayanlara yardım amacıyla destekleme savaşı (Enfâl: 8/72), fethedilen ülkelerin yönetimi (A’raf: 7/10; Haşr: 59/6-10), savaş esirlerine nasıl davranılacağı (Muhammed: 47/4, İnsan: 76/8-9), kabul eden herkes ile barış anlaşması yapılması (Enfâl: 8/61), tarafsızlık (Nisâ: 4/90-93, Haşr: 59/11-12, Mümtahine: 60/8-9) gibi konularda da çeşitli talimatlar verir. Ayrıca, ayrıntılı bir biçimde açıklamaya giriştiğimiz takdirde bizi konumuzdan uzaklaştıracak, aynı türden birçok sorun daha vardır. Kur’an, dini kabul ettirmek için yapılan zorlama -ki buna asla izin yoktur- ve sosyal adaleti kabul ettirmek için yapılan zorlama arasında açık bir ayrım yapmıştır. Resulullah (a.s.)’ın Herakliyus’a kendisini İslâm’ı kabul etmeye ya da en azından müslüman olmak isteyen tebaasına güçlük çıkarmamaya davet eden mektubuna dayanarak diyebiliriz ki, gayrimüslim bir ülkede dinsel hoşgörü ve vicdan özgürlüğü olmadığı ve bu durumu düzeltmek için yapılan bütün girişimler sonuçsuz kaldığı zaman, silâh zoruyla bu özgürlüğün elde edilmesi İslâm’da mübah saymıştır.[62]
1513. Müslümanlara göre insan hayatının: 1. Dinle ilgisi olmayan (siyasî ve dünyevî), 2. İbadetler ve dini kurallarla ilgili, 3. Manevî ve ruhsal olmak üzere üç farklı yönü bulunmaktadır. Muhammed (a.s.), bunların hepsiyle ilgili iktidarları kendi elinde toplamıştı. Onun vefatından sonra, devrin ileri gelen Müslümanları ilk iki iktidarı, yani dinî olmayan siyasî ve dünyevî iktidar ile ibâdet ve dinle ilgili iktidarı birleştirdiler ve bunları, kendi aralarından seçtikleri bir başkana, yani halifeye bıraktılar. Manevî-ruhî iktidarı ise bunlardan ayırarak, müminleri bu alanda sevk ve idare etmek için, aynı zamanda Resulullah (a.s.)’ın yerini alacak çok sayıda kişiye (tarikat şeyhleri ya da onların halifelerine) bıraktılar. O dönemde başlayan bu durum, İslâm ülkelerinde halen devam etmektedir. “Siyâsî ve dinî alanda Resulullah (a.s.)’ın ilk halîfesi Ebû Bekir olmuş ve bu iktidara hiçbir ortak kabul edilmek istenmemiştir. Manevî-ruhî alan konusunda ise tanıdığımız simalar Ebû Bekir, Ali, Ebû Zerr, Ebû Hureyre ve diğerleri olup, bunlar da derhal Resulullah (a.s.)’ın halifeleri olarak ortaya çıkmışlardır. Aralarından bazılarının günümüze kadar devam ettiği çeşitli tasavvufî tarikatların mürşitler silsilesi bunun kanıtı durumundadır: Örneğin, yetkilerini Ebû Bekir aracılığıyla icra eden Nakşibendîler ya da Ali aracılığıyla bu silsileyi sürdüren Kâdirîler ve Suhreverdîler gibi. Aynı anda iki farklı tarikat rehberine (Şeyh ya da mânevi Halîfe) biat edildiği de olmuştur: Bir müslüman, Resulullah’tan hemen sonra onun ruhî-mânevî alanda halifeleri olan Ebû Bekir ve Ali’ye aynı zamanda bîat ederek, hem Nakşibendî ve hem de Kâdirî olabilir.
1514. Bu mevzuda herkes aynı görüştedir. Ancak, Ebû Bekir’in siyasî ve ibâdetlerle ilgili dinî iktidara seçilişinin meşruluğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Zira dünyadaki Müslümanların yaklaşık % 10’unu temsil eden Şiî mezhebinin inancına göre, Ali hilafeti daha çok hak etmişti. Sayıları yaklaşık % 0,25 düzeyinde kalan Haricîler ise her türlü siyasî seçimin gayrı meşru olduğuna ve bireylerin hükümetlerin vesayetinden kurtulması gerektiğine, başka bir deyişle Hükümetin gereksiz olduğuna, her bireyin en azından siyasî alanda işlerini kendisinin yürütebilmesi için serbest bırakılması gerektiğine inanırlar. Geriye kalan ve büyük çoğunluğu oluşturan Sünnî mezhepler ise Resulullah (a.s.)’ın bu konuda hiçbir açık emir ya da tavsiyesinin bulunmadığını, dolayısıyla iktidarın el değiştirmesi için en uygun şekli belirleme hak ve özgürlüğünün toplumun kendisine ait olduğunu ve nitekim sahabenin de yukarıda belirttiğimiz gibi hareket ettiğini doğrularlar. Bu eserin son bölümünde konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi vereceğiz.[63]
1515. Önceki bölümde, her yönüyle Medine’de Resulullah (a.s.) tarafından oluşturulan Devlet anayasası hakkında bilgiler vermiştik. Adalet, maliye, savunma, dış ilişkiler vb. gibi farklı yönetim birimlerinin işleyişini ayrıntılı olarak ele almadan önce, belki de genel olarak kamu görevlerinin ana hatlarının belirlenmesi ve bu görevlere getirilecek insanların seçiminde nasıl bir yol izlendiğinin belirlenmesi daha uygun olacaktır.
1516. İnançlarıyla ilgili değişmez kurallarda olduğu gibi, bunların ibâdetleri sırasında uygulanmasıyla ilgili olarak Müslümanların en büyük şansı, kamuya ait görevlerinde de bizzat Peygamberleri tarafından yönetiliyor olmalarıydı. Zira Muhammed (a.s.), yalnızca dinini tebliğ eden bir peygamber değil, aynı zamanda en yüksek başkan olarak yönettiği İslâm Devleti’nin kurucusu idi. Bu durumda kendisi, Dâvud ve Süleyman peygamber örneklerinde olduğu gibi, hem bir Resul, hem de bir hükümdar idi. Şu konu üzerinde daha fazla durmanın bir anlamı yoktur: Er ya da geç, güçlü bir toplum, -ister kendi dinini kabul etmiş bir hükümdarın yönetiminde, isterse daha önceden bir dini benimseyerek savaş ya da bir başka yolla bir Devlet kurmuş olsun- kendisine ait bir Devlet sistemini oluşturacak ve dininin öngördüğü temel eğitim kapsamında, hükümdar ya da yöneticisinin kamu hukukuyla ilgili emir ve talimatlarını araştırma yoluna gidecektir. Benimsediği inanç sisteminde bu tür kuralları bulamadığı takdirde, bu önemli sorunun üstesinden gelmek için müşrik ve putperestçe uygulamalara yönelmek zorunda kalacaktır ki bunlar genellikle bencil ve ancak bir peygamberin gönüllere nakşedebileceği insanlık anlayışından uzak yaklaşımlardır. Kur’an, İncil’de geçen (Markos, 12/17; Luka, 20/25) “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Allah’ın hakkını Allah’a veriniz”, ya da İsa’ya gönderme yaparak kullanılan “Benim krallığım bu dünyada değildir” (Yuhanna, 18/36) gibi Kilise ve Devlet’in birbirinden ayrılmasını gerektiren ilkelere yer vermez. Zira İslâm’da her şey Allah’a aittir ve Kur’an sadece: “Bize Ahirette olduğu gibi, bu dünyada da iyilik ve hayır ver” (Bakara: 2/201) idealini öğretmekle kalmaz, hatta Resulullah (a.s.)’a kendi lutfu ile hem Mülk’ü (hükümdarlığı) hem de Hikmet’i (bilgece yönetim) verdiğini söyleyecek kadar ileri gider:
“Yoksa onlar, Allah’ın lutfundan verdiği şeyler için insanlara (Müslümanlara) haset mi ediyorlar? Oysa biz, İbrahim soyuna (Müslümanlara) Kitab’ı ve Hikmet’i verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bağışladık.”[64]
Bir Peygamberin işlevi, bir hükümdarın işlevinden çok da farklı değildir; aksine, eğer bir peygamber aynı zamanda gönderildiği toplumun hükümdarı olma gibi bir görev üstlenmişse, maddî-dünyevî ve manevî-ruhî ihtiyaçları bu dünyaya ait hırs ve çıkarlardan arınmış bir başkan tarafından gözetilip sağlanan bir toplum için bundan daha güzel ne olabilir?[65]
1517. İslâm’ın Mekke’de ve bu şehrin bir Şehir-Devlet yapısına sahip olduğu ve din olarak da putperestliği benimsediği bir dönemde ortaya çıktığını görmüştük. Bu şehirde, kendilerine özgü idarî yapıları olan kabilelerin yanı sıra, şehrin tamamını ve orada oturanları da içine alan merkezî bir yönetim yapısı bulunmaktaydı. Şehri oluşturan kabileler içinde, özellikle Resulullah (a.s.)’ın mensubu bulunduğu kabilede başkan, ölünceye dek görevde kalırdı. Bir oğulun başkan olan babasının yerine tevarüs yoluyla geçmesi zorunlu değildi: Kabilenin akıllı, cesur ve tabii ki zengin olan her üyesi bu göreve gelebilirdi. Başkanlık, bazen o kabileye mensup kimselerin seçimiyle, bazen de önceki başkanın vasiyet yoluyla tayin etmesi şeklinde belirlenirdi. Bu kabile başkanı, savaş zamanlarında ordu komutanı, barış zamanında ise hakem-hâkim olarak görev yapardı. Bunun dışında, her kabilenin, aynı zamanda “kabile meclisi” olarak kullanılan bir toplantı yeri (Nâdî) vardı.
1518. Daha önce gördüğümüz gibi, şehir hayatı ile ilgili sorunların çözümünde oligarşik bir yapı söz konusu idi. Bu sistemde, Mekke’de ikamet eden ve tevarüs yoluyla işbaşına gelen on önemli kabilenin başkanları, kendilerine düşen görevleri otomatik olarak üstlenmekte ve aynı zamanda “Devlet Konseyi”ni teşkil etmekteydiler.
1519. İslâm’ın gelişip ilerlemesi tedricen olmuştur. Ashabının gözünde, Resulullah (a.s.), din, yasama, yürütme, adaletin sağlanması, ibadetler vb. konusundaki tüm yetkileri kendi elinde toplamıştı. Putperest bir toplumdan çıkmış olan Tek Allah inancına sahip Müslümanlar, başlangıçta Mekke’de zorunlu olarak Devlet içinde Devlet oluşturuyorlardı. Çünkü içinde yaşadıkları toprakların Medine Şehir-Devleti sınırlarını aşarak bir başkent haline geleceği Medine’ye henüz hicret edilmemişti. Mekke dönemi ile ilgili olarak söylenebilecek fazla bir şey bulunmamaktadır. Ancak, görüldüğü kadarıyla, özellikle Kur’an ayetlerini yazıp çoğaltmaya çalışan gönüllü kâtipler vardı. Resulullah (a.s.) Medine’ye gelir gelmez, kendisinin bizzat üstlenemeyeceği birçok kamu görevi için atamalar yaptı: Müttefik kabile başkanları, elçiler, askerî sefer komutanları, eyalet valileri, hakim ve yargıçlar, bölge bölge gezen eğitici öğretmen ve müfettişler, vergi tahsildarları, gümrük ve zabıta denetçileri, imam, müezzin, Mekke’deki Hac işlerini sevk ve idare edenler vb. gibi. Kendisinin valilere, komutanlara ve özellikle hâkimlere verdiği talimatları içeren belgeler günümüze kadar muhafaza edilmişlerdir. [66]
1520. Muhammed (a.s.)’in hayatını inceleyen bir okuyucu, O’nun Medine’deki bu sürgün döneminde, Mekke’deki hukukî (de jure) hükümetin başkanı olduğu, fiilî (de facto) hükümetin ise oradaki putperestlerin elinde olduğu izlenimini edinecektir. Zira, daha önce de işaret etme fırsatı bulduğumuz gibi, Resulullah (a.s.), kendi sancağını, Mekke’de iken veraset yoluyla sancaktarlık görevini üstlenmiş olan bir Mekkeliye vermişti. Aynı şekilde, tevarüs yoluyla elçilik yapma (Sifâre) görevini elinde bulunduran ve artık İslâm’ı kabul etmiş olan Ömer’e, Medine’de yabancılarla yapılan görüşmelerde elçilik yapması için öncelik tanımıştır. “Hâlid ibn Velîd de İslâm’ı kabul ettiği zaman, Resulullah (a.s.)’ın süvari kıtaları komutanlığına tâyin edilmiştir.” (Kâ’be muhafızlığı vs. gibi sadece Mekke’de yapılabilecek görevleri burada tartışmayacağız. Ancak fetihten sonra Mekke, İslâmi yönetim altına girdiğinde, Resulullah (a.s.) bu görevlerin mümkün olduğu kadar yine önceki ailelerin elinde kalmasına özen göstermiştir.) Hattâ denilebilir ki, sürgündeki Müslümanlar, Kur’an’ın emri doğrultusunda Mekke Şehir-Devletinin hukukî hükümetini oluştururken, Müşrikler, bizzat Şehir-Devlet içinde yaşayan kimseler olarak hükümeti fiilen (de facto) ellerinde bulunduruyorlardı. Zira Kur’an’ın bir ayetinde şöyle denilmektedir:
“Onlar Mescid-i Haram’ın mütevellileri olmadıkları halde (müminleri) oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın mütevellileri takva sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” [67]
1521. Müslümanların da kamu görevlerini üstlenebileceği düşüncesini, bu sorunu ele alan Kur’an ayetlerinde görmek mümkündür. Kur’an, İslâm’dan çok önceki dönemlerde Devletin işleyişiyle ilgili birçok uygulamadan bahsetmiş ve önceki uygulamaların, adaletsizliğe yol açtıkları için Kur’an tarafından yürürlükten kaldırılmamışlarsa, İslâm için de geçerli olacaklarına işaret etmiştir. Daha önce bu konuyu özel bir bölümde ele almıştık. Bu örnekler arasında Hâmân’ın Firavunun emirlerini yürürlüğe koyan bir bakan olduğunu, Yûsuf’un ise, Devlet hazinesinin yönetiminden sorumlu olup, genel olarak Mısır’ın malî işleri ve ekonomik sorunlarıyla ilgilendiğini (bk. Yûsuf: 12/55), Saül’ün (Tâlut) ise bir Peygamberle birlikte ve onun hemen yanında bir hükümdar olarak atanmış olduğu ve hatta kendisinin, Kur’an’ın ifadesiyle “ilimde ve bedende (siyasi ve askerî bakımdan) diğer insanlara göre daha üstün niteliklerle donatıldığı (Bakara: 2/247), Musa (a.s.) zamanındaki Firavun’un ve Süleyman (a.s.)’ın çağdaşı olan Saba Melikesi’nin “danışma meclisleri” olduğu gösterilebilir.[68]
1522. Yerinden yönetim ve dolaylı idare gibi yöntemler temel kural gibi gözükmektedirler. Medine Şehir-Devleti, federal olmaktan çok konfederal bir yapıya sahip olup, burada merkezî bir yönetimin aranmaması gerekir. Daha Hicret’ten önce Akabe Biatleri’nin yapıldığı sıralarda Medinelilerin henüz siyasal bir topluluk olarak ortaya çıkmaları söz konusu değilken, Medine’de İslâm’ı kabul eden halkın gündelik işlerini takip etmek üzere, Resulullah (a.s.), Nakîpler ve bir de Nakîbu’n-Nukabâ tayin etti. Resulullah (a.s.) henüz Medine’ye hicret etmediği için, Mekke’de bir tek eyâletin bulunduğu göz önünde tutularak, Nakîbu’n-Nukabâ’nın, yetkilerini aşan konularda her bir Nakîb’in ya da kabile başkanının kendisine baş vurabileceği ve buna mecbur olduğu bir hükümdar vekili ya da bir vali olduğu düşünülebilir.
1523. Bu uygulama daha sonra da devam etmiş ve her bir yeni kabilenin üyeleri İslâm’ı kabul ettikçe Resulullah (a.s.) bunlara kendi vekili sıfatıyla, bir başkan tayin etmiştir. Merkezî Hükümet, ihtiyaç duyduğu zaman müdahale hakkını mahfuz tutuyordu; ancak her kabile yönetimle ilgili konularda ilke olarak özerk idi: Sadece kabile başkanını atama yetkisi Merkez’in elinde bulunuyor ve çoğunlukla Resulullah (a.s.) tarafından, iktidarının işaret ve sembolü olarak bu başkana bir bayrak veriliyordu.
1524. Kabile başkanı, kendisine uygun bütün iktidar ve yetkileri elinde topluyordu: Kabile mescidinin imamlığını yapıyor, kabile mensupları arasında çıkan anlaşmazlıklarda hakemlik ediyor ya da askerî bir sefer sırasında, Baş komutanla (Resulullah ya da onun vekili ile) doğrudan temas kurarak kendi kabilesinin oluşturduğu birliklere komuta ediyordu. Merkezî hükümetin göndermiş olduğu vergi tahsildarları da yine onun aracılığıyla mükelleflerle temasa geçiyorlardı. Kısacası o, hem kendi kabilesinin idarî yöneticisi ve hem de gerek kendi adına ve gerekse bütün kabile mensupları adına sadakat ve itaat yemini verdiği Devlet Başkanının naibi idi. Ayrıca bu Başkan, kendi emri altında çalıştıracağı kişileri de tam bir serbesti içinde seçerdi.
1525. İslâm’ı kabul etme vb. şeklinde ülkeye yeni katılan yerlerin idari bakımdan örgütlenmesi böylece daha kolaylaştırılmış oldu. Devletin bütünlüğü içerisindeki bu tür bölünmeler pek bir rahatsızlığa yol açmıyordu. İki kardeş hükümdar tarafından yönetilen Umân, İslâm’a katıldığında, her iki başkanın sahip olduğu imtiyazlar Müslüman olduktan sonra da ellerinde bırakılmış ve Resulullah (a.s.) onlar nezdinde bir müşavir temsilci göndermekle yetinmiştir. Necrân’ın Hıristiyan olarak kalmasına izin verilmiş, ancak buraya Müslüman valiler gönderilmesine özen gösterilmiştir. Yemen’de ise özellikle karmaşık bir yönetim ortaya çıkmıştı: Yerinde bırakılan eski kabile başkanlarının yanı sıra, Medine’den gönderilmiş yüksek devlet memurları, Amr ibn Hazm adında bir Genel Vali, bölge valileri ve ayrıca kadılar bu yönetimde görev almışlardı. Mu’âz ibn Cebel halkın genel anlamda eğitim-öğretim işlerini denetlemek üzere bölgeden bölgeye dolaşıyordu. Kısacası, çeşitli yönleri olan bir yönetim anlayışı ve her bölgenin kendisine özgü bir yönetim şekli söz konusu idi. Zira göçebe hayatı süren bir kabilenin ihtiyaçları, meskûn bir şehrin ihtiyaçlarıyla aynı olamazdı. Küçük devletçiklerin ve eski krallıklara özgü adet ve geleneklerin bulunduğu bölgelerde karmaşıklık ister istemez büyüyordu. Devlet sınırları ne denli hızlı bir biçimde yayılırsa, bu karmaşıklık da o denli büyük olmaktaydı. Nitekim Medine’nin başkentliğinde İslâm Devleti, Resulullah dönemine rastlayan ilk on yılda 3 milyon km2’ye ve 25 yıl süren Hulefâ-i Râşidîn döneminin sonunda asgarî 10 milyon km2’ye ulaşan, Endülüs’ten Doğu Türkistan topraklarına kadar üç kıtaya yayılmış bir ülke haline gelmişti.
1526. Başlangıçta tesadüfi ve geçici imkânlarla yetinmek zorunda kalınmış, ancak Resulullah (a.s.), tedricen sınırları çok iyi belirlenmiş bir kamu yönetimi oluşturmayı başarmıştır. El-Huzâî (öl. H. 789), Tahricu’d-Delâlâti’s-Sem’iyye âlâ mâ kân fi’ahd Rasulillah mine’l-Hıref ve’s-Sinâ’ât ve’l-Amâlâti’ş-Şer’iyye (yay. Tunus) adlı kapsamlı eserinde bu konuyu ele almıştır. Eserin başlığı şu anlama geliyordu: “Resulullah dönemindeki meslekler, zanaatlar ve kamu görevleri ile ilgili belgelere dayalı referanslar.” Abd’ul-Hayy el-Kettânî’nin bu esere yazmış olduğu et-Terâtîbu’l-İdâriyye adlı iki ciltlik şerh (yay. Rabat), burada özetlenemeyecek kadar zengin bilgiler kapsamaktadır.
1527. Resulullah (a.s.)’ın çevresinde, Kur’an’ın yazıyla tespit edilip yayılması gibi yasamaya yönelik ihtiyaçların yanı sıra, idarî işlerde görevlendirilmiş çok sayıda kâtip bulunmaktaydı. Karşılaşılan malî sorunlar çok sayıda insanın çalıştırılmasını gerektiriyordu (bk. Mes’ûdî, Tenbih, s. 282-283). Kaynaklarda sık sık Resulullah (a.s.)’ın bazı aynî ya da nakdî harcamalar için Bilal’e emirler verdiğinden bahsedilir. Bu nedenle, onu Devlet Hazinesi’nin (Beytü’l-Mâl) muhafızı olarak değerlendirmek mümkündür. Düzenli vergiler için, savaşlarda ele geçirilen ganimetler için ve Devletin diğer vergileri için, bunların hem toplanmasında hem de harcanmasında ayrı ayrı memurlar görevlendirilmiştir. Her an savaşa gitmeye hazır vaziyette bekletilen askerlerin maaşları için kusursuz bir tazminat sistemi oluşturulmuştu; zira bir aile reisinin askerî sefere çıkması halinde, kendisi yokken bile geride kalan aile mensupları bu hükümet yardımından yararlanıyorlardı. Fakirler, bir geliri bulunmayan yetimler, dul kadınlar vs. için de başka yardım tazminatları mevcuttu. Bu yıllık ödemelerden yararlananlar arasında Müslümanların yanı sıra Yahudi kabileler (Benû Ureyd gibi) de bulunmaktaydı.
1528. Her yıl üç ya da dört askeri sefer düzenlenirdi. Bu nedenle, gönüllü asker toplamak, bunların adlarını kaydetmek, komutan atamak ve onun emrine idarî ve teknik bütün gerekli imkânları seferber etmek gerekiyordu.
1529. Resulullah (a.s.), halkın eğitim-öğretimine büyük bir önem veriyor ve bu işte görevlendireceği memurları titizlikle seçiyordu. Bu konuya önceki bölümde değinmiştik. Yönetici ve memurların yetiştirilmesi için özel okullar mevcut değildi; ancak devlete ait okulların programlarında Kur’an öğrenimi zorunlu olduğu için, bu okullardan “mezun olanlar”, yürütme ya da yargıyla ilgili her türlü yönetim kademesinde görevlendirilmekte idi. Çünkü Kur’an, dinî ve idâri işlerle ilgili bütün İslâmî yasaları içine almaktadır.
1530. Görevlendirmeler kişisel liyakat çerçevesinde yapılıyor ve işe alınanlara uygun bir maaş bağlanıyordu. Bütün memurlar, Devlet Başkanına ya da onun temsilcilerine bağlıydı. Temsilciler, kişilikleri oturmuş ve zeki kimseler arasından seçilirdi. Mekke Valisine verilen 30 dirhem tutarındaki maaş (H. 8 yılı itibarıyla), devletin diğer memurlara ne kadar aylık verdiği hakkında bize bir fikir verebilir. Anlaşıldığı kadarıyla, Beytu’l-Mâl muhafızları her yıl geçici olarak göreve atanırlar ve kendilerine uygun bir maaş ödenirdi. Aşağıdaki olay anılmaya değer niteliktedir: Resulullah (a.s.), Ömer’i Beytu’l-Mâl muhafızı olarak görevlendirmiş ve kendisine uygun bir maaş bağlamıştı. Bunun üzerine Ömer şöyle söyledi: “Bu parayı benden daha muhtaç durumda olan birine verseydiniz!” Ancak Resulullah (a.s.) buna rağmen maaşını alması için ısrar etmiştir (Buhârî, 24/51; 93/12/1, 2).
1531. “Maliye” bölümünde daha ayrıntılı bir biçimde göreceğimiz gibi, Kur’an (Tevbe: 9/60), devlet bütçesiyle ilgili prensipleri de belirlemiş ve gayet açık bir ifade ile memurlardan ve bunların maaşlarından bahsetmiştir. Fakat özellikle hadislerde, oldukça ilginç ayrıntılar karşımıza çıkmaktadır:
1532. a) “Kim ki bir kamu görevine girmeye çalışır ve bu konuda ısrar ederse, ona görev vermeyiz.”[69] Ve yine: “Kendiliğinden bir göreve talip olma! Zira kendi isteğin üzerine sana bir iş verilecek olursa, yetersiz olduğun takdirde bundan sen sorumlu olursun; aksine, istemediğin halde bir iş sana tevdi edilmiş ise, sıkıntıya düştüğünde sana yardım edilecektir.” Böylece, haris ve maceraperest kimselerin cesaretleri kırılmak ve ehil olmayanların devlet görevlerine gelmeleri engellenmek istenmektedir.
1533. b) “Kendisine maaş ödediğimiz her memur, şayet kendi adına Beytu’l-Mâl’den başka bir gelir elde etmeye kalkışırsa, sahtekârlık yapmış sayılacaktır.[70]
1534. c) “Kendisini görevlendirdiğimiz kimse aile yardımı da alabilecektir. Eğer hizmetçi ya da uşağı yoksa onunkini de, evi yoksa kira yardımını da alabilecektir. Devlete ait mallarla ilgili olarak bunların dışındaki her türlü harcama dolandırıcılık ve hırsızlık kapsamına girer.[71]
1535. d) Resulullah (a.s.), İbn el-Lutbiyye (veya İbn el-Utbiyye) el-Ezdî adında birini, vergi tahsildarı olarak görevlendirdi. Bu zat, vergileri toplayıp Medine’ye döndüğünde beraberinde çok miktarda eşya da getirerek şöyle dedi: “Şurası size ait, bunlar ise bana hediye olarak verildi.” Bunun üzerine Resulullah (a.s.), mescidin minberine çıkıp şöyle buyurdu:
“Nasıl oluyor da gönderdiğimiz bir vergi tahsildarı (âmil) dönüp geldiğinde “bu size aittir, şu ise benimkidir” diyebiliyor? O anasının ya da babasının evinde oturup kalsaydı da görseydi bakalım, kendisine herhangi bir hediye gelecek miydi? (Bu kusurlu hareketinden dolayı Hesap Günü’nde onun cezalandırılacağına işaret edilmektedir). Yâ Rabbi, onlara tebliğ edip uyardım mı? Yâ Rabbi, onlara tebliğ edip uyardım mı!”[72]
1536. Rüşvetle ilgili olarak, onun alınmasını ve verilmesini kesinlikle yasaklayan, ayrıca bunları işleyenlerin Âhirette çarptırılacakları cezalardan bahseden çok sayıda hadis mevcuttur.
1537. Kamu görevleri konusundaki eğitim-öğretim konusunu daha yukarıda özel bir bölüm içerisinde ele almıştık. Şimdi ise, bugün için elimizde mevcut bilgiler çerçevesinde diğer idarî işlerin nasıl yapıldığını inceleyeceğiz.[73]
1538. Daha önceki bölümlerde, özellikle Mekke’de ve genel olarak da Arabistan’da İslâm-öncesindeki hukuksal ve adlî kurumları göstermeye çalışmıştık. Çok özellik arz eden bir hadisinde Muhammed (a.s.) açıkça şöyle beyan etmiştir:
“Cahiliye dönemine ait erdemli davranışların (fezâil) İslâm’da da uygulanmasına devam edilecektir.”[74]
Eski Arap adetleri arasında uygulanmakta olan bir husus gözlemcileri oldukça şaşırtmaktadır: Hükm sözcüğü, Arapça’da hem “hükmetmek” hem de “anlaşmazlıkları çözümlemek” anlamına gelir. Onlara göre, bir başkan ya da Devlet olmanın esas nedeni, adaleti tesis etmektir.
1539. İslâm’dan önceki adalet sisteminin eksik yönleri arasında, en basitinden bir hakemin doğru ve haklı olan şeyi sadece açıklamakla yetinmesini ve verdiği hükmün icrasının ise lehine karar verilen kişinin güç ve kuvvetine bağlı olmasını gösterebiliriz.Öte yandan, sürekli görev yapan hakimler de yoktu: Bir anlaşmazlık durumunda, aralarından seçtikleri soylu biri davalarını hallederdi. Belirgin bir yasa da mevcut değildi; hakemin tek rehberi sağduyusu idi ve verdiği kararı temyiz edecek bir üst makam da yoktu. İslâm, bütün bunlara bir çözüm getirecektir:
1540. Daha Hicretten önce Muhammed (a.s.) Mekke’de, küçük ancak giderek büyüyen cemaatinin tartışmasız başkanı idi. Ancak dinlerini değiştirerek İslâm’a geçen bireyler, putperestliğin egemen olduğu kabilelerin mensubu olarak kaldıkları için, ortada henüz bir İslâm Devleti yoktu. Müslümanların Muhammed (a.s.)’den bazı emir ve bilgiler aldıkları oluyordu. Ancak ben, kaynaklarda iki Müslüman arasındaki bir anlaşmazlığı çözmek üzere kendisinden bir hüküm vermesini ya da hakemlik yapmasını istedikleri bir durumla karşılaşmadım. Muhtemelen Mekke’de böyle bir durum söz konusu olmamıştı.
1541. Tam anlamıyla ilk İslâm Devleti, Medine’de M. 622 yılında ortaya çıkmıştır. Resulullah (a.s.) Medine’ye varır varmaz, daha önce çözümlemeye çalıştığımız meşhur Şehir-Devlet anayasasını ilan etti. Bu anayasa, bireylerin ve hattâ kabilelerin kendi haklarını kendilerinin savunması usulünü kaldırmış ve bu yetkiyi merkezî bir otoriteye, yani Devlet Başkanına vermiştir. Bu yasa, aynı zamanda yargı kararlarını infaz etmek için de merkezî otoriteyi görevlendirmiştir. Allah ve Resulü, yani Kur’an ve Hadis, ikisi birlikte en üst yargı mercii ve ülkenin yasalar dizgesi olarak ilân edildi. Aslında bir devrimden hiç de aşağı kalmayan bu hızlı gelişmeyi, gerek bireyler ve gerekse toplum için barış ve mutluluk getiren diğer değişiklikler izledi. Eskiden, şayet güçlü ve kuvvetli olan taraf bir hakemin kararını kabul etmeyecek olursa, davasının bir başka hakeme götürülmesini talep ederdi. İslâm’da ise durum artık böyle olmayacaktır:
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[75]
1542. Bu anayasa, o sırada çoğunluğu Yahudi olan Gayrimüslim tebaaya hukukî yasaların uygulanmasında tam bir özerklik tanıdı. Buna göre, Yahudilerle ilgili davalarda, Yahudi hukuku, Yahudi mahkemesinde, Yahudi olan taraflara uygulanacaktı. Ancak çeşitli Yahudi kabileleri arasında kin ve düşmanlığın ortaya çıktığı ve bir Yahudi ile bir Müslüman’ın, bir Yahudi ile bir Hıristiyan’ın ya da iki Yahudi’nin, hakem tâyini hususunda aralarında anlaşamadıkları ya da Müslüman bir hâkim seçme konusunda anlaştıkları için bazı uyuşmazlıklar çıkabiliyordu. Böylesi durumlarda açmazdan kurtulmak için anayasa, Medineli Yahudilerin -yani genellikle gayrimüslim tebaanın- hukukî ve adlî bağımsızlıklarından feragat edip İslâm mahkemesine başvurabileceklerini açıklamakta idi. Kur’an da, bazı istisnâî durumlarda bu tür imkânların bulunduğundan söz eder.[76] Yahudilerle ilgili bölümde, iki tarafın ya da sadece sanığın Yahudi olduğu davalarda, Resulullah (a.s.)’ın Yahudi hukukunu uyguladığına işaret etmiştik.
1543. Bu anayasanın 14. maddesinde şu hüküm yer almaktadır:
“Hiçbir mümin, bir kâfir yüzünden bir mümini öldüremez ve bir mümin aleyhine hiçbir kâfiri destekleyemez.”
Bazı İslâm hukukçuları buradan, Gayrimüslim birini öldüren bir Müslümanın ölüm cezasına çarptırılamayacağı sonucunu çıkarmışlardır. İbn Rüşd[77] ise, uzun ve derinlemesine bir incelemesinde, bizzat Resulullah (a.s.)’ın bunun tam tersini uyguladığını ve onun zamanında Gayrimüslimlerin kanını döküp öldürmeleri halinde Müslümanların ölümle cezalandırıldıklarını göstermektedir. Hanefî hukukçular da bu konuda görüş birliği içindedirler. Öyle görünüyor ki, bu hükmün amaç ve hedefi daha başka olup, ya İslâm Devletinin tebaası olan bir Müslümanın muharip akrabalarını ya da kan davası adetini veya buna benzer bir şeyi kastetmekte idi. İslâm’dan önce Medine’de, yerli kabile mensuplarıyla, buraya sonradan gelip yerleşen kimseler(mevâlî) arasında bir ayrımcılık gözetilirdi. Şayet adam öldüren kimse kabilenin aslî üyesi ise ve öldürülen kişi mevlâ konumundaysa kısas uygulanmaz, sadece kan bedeli ödenirdi. Meşhur Bu’âs savaşı, öldürülen bir mevla’nın sahibinin kısasta ısrar etmesinden dolayı patlak vermişti (bk. Samhûdî, II. neşir, s. 218).
1544. Göründüğü kadarıyla Gayrimüslim tebaa o dönemdeki İslâm adaletinden hiç de şikâyetçi değildi. Yemen’deki Necrânlı Hıristiyanları İslâm Devletine bağlayan anlaşma, kendi dindaşları tarafından yönetilen bu Hıristiyanların yargı bağımsızlıklarının güvence altına alındığını göstermektedir. Ancak onlar bizzat Resulullah (a.s.)’a baş vurarak şu talepte bulundular:
“Aramızda çıkacak parasal ve mâlî ihtilaflarımız konusunda, sahabelerin arasından seçeceğin bir kimse bize hakemlik etsin; zira biz bu hususta size itimat ediyoruz.”[78]
Bilindiği gibi, Resulullah (a.s.) onlara, Ebû Ubeyde ibn el-Cerrâh’ı göndermiştir. Olayın tanıklarından birinin ifadesine göre olay şöyle cereyan etmiştir: Resulullah (a.s.)’ın vefatının ertesi günü İslâm’ın Bizans’a karşı yeni bir askerî harekâta başladığını biliyoruz. Suriye’nin fethinden yaklaşık 15 yıl sonra bir Nestûrî piskoposu, dostlarından birine şu mektubu yazmıştı:
“Allah’ın kendilerine şu günlerde egemenlik nasip ettiği Tay’lar (Araplar), bizim de efendilerimiz oldular. Ancak onlar, Hıristiyan dini ile hiç savaşmadıkları gibi, bizim imanımızı da koruyorlar, din adamlarımıza ve azizlerimize hürmet ediyorlar ve bizim kilise ve manastırlarımıza bağışlarda bulunuyorlar.”
Karalevski’nin ifadeleri ise daha açıktır:
“Yakûbîlerin sevinçle selâmladıkları en önemli yenilik, her bir cemaatin başkanlarına, gerek dünyevî işlerde ve gerekse yargı konusunda birçok imtiyazın yanı sıra, özerk bir örgütlenme imkânı vermek olmuştur. Arapların getirmiş olduğu bu yenilikleri Türklerin de sürdürmeleri sayesinde bu durum günümüze kadar geçerliliğini korumuştur.”[79]
Resulullah (a.s.) zamanında geçen şu küçük ama heyecan verici olayı da hatırlatalım: Necrânlı Hıristiyan temsilciler bir barış anlaşması yapmak üzere Medine’ye geldiklerinde, bir gün kendilerinin ibâdet vakti gelip çattığı sırada Muhammed (a.s.)’in huzurunda, Mescid-i Nebevî’de bulunuyorlardı. Resulullah (a.s.) onlara, bu ibâdetlerini Müslümanların mescidi içinde yerine getirmelerine izin verdi, onlar da öyle yaptılar.[80] Yine bir gün Ömer (RA), Mekke’deki Mescid-i Harâm’da Cuma hutbesini okuduğu sırada gelen bir Hıristiyan’ı kabul etti. Bu Hıristiyan sınırdaki Müslüman gümrükçüleri şikayet etmek üzere gelmişti. Ömer, derhal adaleti yerine getirdi (bk. Ebû Yûsuf, Haraç, s. 79). [81]
1545. Resulullah (a.s.), mevcut kurumları yıkıp tahrip ederek bir boşluk meydana getirmek bir yana, bunlardan yararlanmasını çok iyi biliyordu. Hatta, Hicretten önce bir grup Medineli, İslâm’a geçtiklerini bildirmek üzere Minâ yakınındaki Akabe’ye geldiklerinde, Muhammed (a.s.), müttefik on iki kabileyi temsil etmek üzere her birinden birer nakîb ve bunların da üstünde bir nakîb’un-nukabâ’ tâyin etti (bk. Medinelilerin İslâm’ı Kabul Etmeleri, § 274 vd.); her bir nakîb’e (bir tür yüzbaşı) bağlı çok sayıda arif bulunuyordu. Taberî’nin ifadesine göre,[82] bir kabileden on kişilik bir grubun başkanına Resulullah (a.s.) döneminde arif (onbaşı) denmekteydi. Anlaşıldığı kadarıyla nakîpler, nihâî başvuru makamı Resulullah olmak üzere temyiz hakimi olarak görev yapmaktaydılar. H. 8. yılda Hevâzinlilerle ilgili bir davanın halledilmesinden anladığımız kadarıyla, referanduma gidilmesi halinde de bu nakîb ve ariflerden yararlanılmaktaydı (bk. yukarıda § 1484/h).
1546. Daha sonraları Medine’de yargı ve adliye ile ilgili davaların sayısı giderek artınca, Resulullah (a.s.) hâkim sıfatıyla taşıdığı yetkilerden bir kısmını devretmek ve yargı konusunda sadece temyiz yetkisini kullanmakla yetinmek zorunda kaldı. Aşağıda sunacağımız bazı veriler o sıralarda nasıl bir sistem kurulduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır:
1547. “İlk dönemlerde kadı’ya (hâkim) müftî denilmekte idi.”[83] “İki kişi, aralarındaki ihtilâfı halletmesi için bir gün Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıkarak şöyle dediler: ‘Biz daha önce konuyu bilenlerin görüşlerini aldık; onlar bizim şöyle şöyle yapmamızı söylediler.” Bu son anlatımda, Resulullah (a.s.)’ın temyiz makamı olarak kabul edildiği gayet açıktır. Vak’anüvisler, Resulullah (a.s.) zamanında müfti olarak çalışmış kimselere ait listeler bırakmışlardır.[84] Nakledildiğine göre, bir gün Resulullah (a.s.) iki kişi arasında çıkan bir anlaşmazlığı halletmesi için Amr ibnu’l-As’ı görevlendirmişti. ‘Amr şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi, senin huzurunda mı hüküm vermem gerekiyor?” O da “Evet” diye cevap verdi. ‘Amr tekrar sordu: “Peki neyi esas alacağım?” Muhammed (a.s.) şöyle buyurdu:
“Şayet bütün aklı selimini kullanarak adaleti yerine getirebilirsen on sevap elde edersin; yanılman halinde ise, yine de bir sadaka sevabı elde edersin.”[85]
1548. Başlangıçta Resulullah (a.s.), eyâletlerde çeşitli görevlere mensup memurlardan da yararlanmakta idi: Kamu ve askerlik hizmetleri, vergilerin toplanması ve adaletin sağlanması gibi. Daha sonra, gönderdiği hakimler ise sadece yargı sorunlarıyla ilgilenmek durumunda kaldılar. Bu hâkimlerin kararları aleyhine Resulullah (a.s.)’ın temyiz makamı olarak yapmış olduğu bazı itirazlar bilinmektedir.[86]
1549/1. Resulullah (a.s.)’ın atadığı hâkimlere verdiği birçok talimat bize kadar ulaşmıştır. Bu konuda daha önce Mu’âz ibn Cebel’den söz etmiştik. Bu parlak ve genç sima, H. 18. yılda, sadece 33 yaşında iken vefat etmiştir. (Resulullah (a.s.) kendisini Yemen’e gönderdiğinde ancak 24 yaşındaydı.) Necrân’da hakimlik yapacak olan Ebû Ubeyd’e de Resulullah (a.s.) şu tavsiyede bulunmuştu: “Onlar arasında her zaman adaletle hükmet.”[87] Bir başkasına ise şöyle buyurmuştu: “Kim bizim emirlerimize aykırı hareket ederse, görevinden alınacaktır.” Yine bir başkasına hitaben: “Bir göreve tayin ettiğimiz kimse, büyük işlerde olduğu gibi önemsiz konularda da gereğini titizlikle yerine getirsin; kendisine emredilen şeyi yapsın ve men edildiği şeyden uzak dursun.”[88] Aynı şekilde: “Resulullah (a.s.), ihtilaflı olan iki tarafın hakim huzuruna çıkmalarını emretti.”[89] “Resulullah (a.s.), bir hakimin öfkeli ve sinirli iken asla hüküm vermemesini emretmiştir.”
1549/2. Resulullah (a.s.), İslâm’dan önceki Araplara ait hukukî kurumlardan en az ikisini devam ettirmiştir: 1. Eğer taraflardan hiçbirinin elinde kanıt yok ise ya da hakim, aynı değere sahip iki seçenekten hangisini (hıyâr) tercih edeceğini bilemezse, kur’a çekmesi caizdir (bk. İbn Mâce, vb.). 2. Aynı şekilde, Kur’an’ın da hukukî bir olarak tavsiye ettiği hakeme müracaat (tahkim) yöntemi, İslâm öncesindeki Araplarca da biliniyordu. Ancak o dönemdeki hakemlerin kusuru, verdikleri kararı uygulayacak ya da başkasına yaptırtacak güce sahip olmamaları idi. Biraz özelliği olan şu olayı zikredelim: Resulullah (a.s.) ve hanımı Ayşe arasında, Veda Haccı esnasında bir ihtilaf çıkmıştı: Ayşe’nin yanında pek az eşya bulunmasına karşılık, güçlü bir devesi vardı. Oysa Safiye, yanındaki oldukça ağır eşyaları zayıf ve güçsüz bir deve ile taşımak zorunda kalmıştı ve bu da kervanı yavaşlatıyordu. Resulullah (a.s.) her iki hanımının rızalarını almaksızın, develerden biri üzerindeki yükün alınarak diğer deveye vurulmasını emretmişti. Ayşe’nin itirazı üzerine (bk. İbn Hacer, Metâlib, Nº 1540), Resulullah (a.s.) kendisine şöyle söyledi:
- Ebû Ubeyde’nin aramızda hakem olmasını ister misin?
- Hayır! Çünkü asla senin aleyhine ve benim lehime karar vermez.
- Öyle ise Ömer olsun...
- Olmaz! Ben ondan korkarım. Resulullah (a.s.) şöyle cevap verdi:
- (Evet) Ondan Şeytan bile korkar; baban Ebû Bekir’in hakem olmasını ister misin?”
Ayşe bu işe razı olunca babasına haber verildi. Ebû Bekir, kızının Resulullah (a.s.)’a karşı inatçılık ettiğini öğrenince, daha Resulullah (a.s.) hakem sıfatıyla davasına ve kızı Ayşe de savunmasına başlamadan, elini kaldırıp kızına öyle sert bir tokat indirdi ki kızının burnu kanamaya başladı. Resulullah (a.s.) derhal araya girip onu durdurdu ve şöyle dedi:
“Ben asla böyle bir şey yapmak istememiştim.”
Sonra ayağa kalkarak, kendi elleriyle Ayşe’nin yüzünü ve giysisini temizledi (bk. İbn’ul-Cevzî, Vefa, s. 652). Bunun dışında, Resulullah (a.s.)’ın kendisiyle ilgili bir davada hakemlik görevini başkalarına devrettiği durumlar da olmuştur.[90]
1550. Muhammed (a.s.)’in, Medine Şehir-devletini kurduğu zaman ümmetini yazılı bir anayasa ile de teçhiz ettiğini daha önce belirtmiştik. Aynı şekilde, insan eylemlerinin temelinde yatan “niyet” kavramını da ona borçluyuz. Babilliler kendi uygarlıklarının doruğuna eriştiklerinde (Hammurabi yasalarının 116, 210 ve 230. maddelerinde olduğu gibi), sanığa uygulanacak olan kısas maddesinin sadece kurbanın hayatını ya da organlarını tazmin etmekle sınırlı olmadığını, aynı zamanda mağdurla ilgili her konuya uygulanabileceği sonucuna varmışlardı: Sığıra karşı sığır ve kız çocuğuna karşı kız gibi. Bu son durumda, şayet katil, birinin kızını öldürmüş ise, yasa gereği katil yerine onun kızının öldürülmesi gerekiyordu. İbrahim (a.s.) aslen Babilli idi. Kendi doğduğu ülkede uygulanmakta olan bu tür bir kısas yasasında bazı değişiklikler yapılması önerisinde bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Ancak İbrahim (a.s.)’in neslinden gelen biri bize, kısas konusunda daha insancıl bir izlenim bırakmıştır. Daha emin olabilmek için, Hammurabi kanunlarının 196, 197 ve 200. maddeleri ile “kız çocuğuna karşılık kız çocuğu”ndan hiç bahsedilmeyen Tevrat’ı (Levililer, XXIV, 17 vd.) karşılaştıralım. İslâm ise, kısasın şiddetini daha da azaltmıştır: Önce, kasıtlı olarak yapılmış fiiller ile istenmeden ortaya çıkan hareketler gayet açık bir biçimde birbirinden ayırt edilmiştir (Bu ayrım, Resulullah’ın Veda Haccı sırasında irât ettiği hutbe’de açıkça göze çarpmaktadır). Muhammed (a.s.):
“Ameller (fiil ve eylemler) niyetlere göredir.”[91] şeklindeki meşhur hadisinde olduğu gibi, özellikle niyet üzerinde durmaktadır. Daha sonra ise, kısas cezası para cezasına (diyet) dönüştürülerek sanığın hayatının bağışlanması, ya da bir uzvun zarara uğraması halinde, belirli bir tazminat ödenmesi (bunun karşılığı Arabistan’da bir deve kurban etmekti) imkânı getirildi. Yemen valisi Amr ibn Hazm görev yerine giderken kendisine verilen talimatlar konusunda bu hususa değinmiştik.
1551. Mahkeme ve hakimlere tanınan özgürlük, Kur’an emriyle iyice pekiştirilmiştir:
“Kuşkusuz Allah, adaleti ve iyiliği emreder.”[92]
Burada ifade edilmek istenen şey, kitâbî ve körü körüne bir adalet yerine, İslâm Hukuku açısından hakkaniyet ölçülerinin aranıyor olmasıdır. Sorumluluk kişisel bir nitelik kazanmıştır. Kur’an’da sıkça tekrarlandığı gibi, suçlunun yerine vekil biri cezalandırılamaz:
“Hiçbir nefis bir başkasının yükünü çekemez.”
Şüpheli durumlarda sanığın lehine karar verilmelidir. Nitekim Resulullah (a.s.)’ın şu hadisleri de buna işaret etmektedir:
“Şüpheli bir durum varsa cezayı kaldırınız.”[93]
“(Kesin delil bulunmaması halinde) mümkün olduğu kadar Müslümanlara uygulanacak cezaları kaldırınız: Cezaya çarptırılmama ihtimali varsa, (sanığı) serbest bırakınız. Zira bir Başkanın yanlışlıkla cezalandırmaktansa, yanlışlıkla affetmesi daha hayırlıdır.”[94]
1552. Kişisel sorumluluğun bir başka yönü ise, erkek ya da kadın, hür ya da köle olsun, her bireyin kendi yaptığı suçun cezasını çekmesidir. Örneğin İslâm, bir cariyenin, efendisinden hâmile kaldığı çocuğunu satmasına izin vermez;[95] zira çocuklu bir cariye (umm-u veled), eğer efendisi daha önce kendisini azat etmemişse, onun ölümünden sonra bu çocuk nedeniyle onun nikâhlı hanımı sayılır ve otomatik olarak hürriyetini elde eder. Sahibinin bir kusurundan dolayı bir kölenin cezalandırılması ya da kocasının işlediği bir suç dolayısıyla karısının cezalandırılması da söz konusu değildir; ancak burada köleler lehine bir istisna vardır. Şöyle ki: Eğer köleler bir zarara yol açarak bir para cezasına çarptırılırlarsa, sahibi olan kişi bu cezayı ödemekle yükümlüdür; zira kölelerin, ilke olarak kişisel ve bağımsız bir mülkleri yoktur.
1553. Daha önce, gerek Araplar ve gerekse Yahudiler arasında, sorumluluk taşıma bakımından bir eşitsizlik vardı: Güçlü kabileler, kan diyeti gibi örf ve âdetle belirlenmiş tazminatların ancak yarısını öderlerdi. Muhammed (a.s.) bu âdeti de yürürlükten kaldırmıştır (bk. yukarıda § 958).
1554. Bir başka önemli yenilik de, Muhammed (a.s.)’in “insanlar dışında kalan bütün varlıkların her türlü sorumluluktan muaf olduklarını açıklaması olmuştur. XIX. Yüzyıl ortalarında ilan edilen Judicature Act yürürlüğe konuluncaya kadar, İngiltere mahkemeleri, eğer bir kimsenin ölümüne neden olmuşlarsa, arabaları, ağaçları, duvarları, gemileri, hayvanları vs. “ölüm cezasına” çarptırıyorlardı.[96] Araplar arasında İslâm’dan önceki uygulamalar ve Muhammed (a.s.)’in getirmiş olduğu değişiklikler konusunda Ebû Yûsuf’a başvuralım:
“Câhiliye dönemindeki Arapların uygulamalarına göre, eğer bir kimse (herhangi birine ait) bir kuyuya düşerek ölse, bu kuyunun mülkiyeti ölen kişinin kan diyeti olarak varislerine geçiyordu. Şayet bir hayvan bir kimseyi öldürecek olsa, o hayvan kan diyeti oluyordu; eğer bir maden ocağı birinin ölümüne yol açsa, o maden ocağı da o kişinin kan diyeti oluyordu. Bu durumdan Resulullah (a.s.)’a bahsedilince şöyle cevap verdi: ‘Konuşamayanlar (hayvanlar) muaftırlar, maden ocağı muaftır, kuyu muaftır.” [97]
1555. Resulullah (a.s.) döneminde onbaşılar (arif), yüzbaşılar (nakîb) ve nihayet birçok komşu kabileye emir vermeye yetkili başkanlar olduğunu belirtmiştik; bunlardan başka, eyâlet yahut bölgelerde bulunan vali ya da hakimlerden ve Devlet Başkanı olarak bizzat Resulullah (a.s.)’dan oluşan nihaî istinaf ve temyiz makamı bulunuyordu. Yargı yetkisini de üstlenmiş olan Resulullah (a.s.), şüpheli ya da halledilmesi zor görünen hukukî davalarda bir alt düzeydeki hakimlerin görüşlerine başvuruyor ve onlara gerekli talimatları gönderiyordu. Örneğin, Mekke valisi Attâb ibn Esîd’in mektubunu ele alalım: Bu mektupta, Resulullah (a.s.)’a, -bütün faizli işlemleri yasakladığına göre-, faiz yasağından önce akdedilmiş borçlardan kaynaklanan faizlerin alacaklıya ödenip ödenmeyeceğini sormuştu.[98] Yine, Resulullah (a.s.)’ın eyâletlerde görev yapan devlet memurlarının karar ve icraatlarını denetlemek amacıyla, Eşyem ed-Dubâbî’nin karısının, öldürülen kocasının diğer mallarında olduğu kadar kan diyeti üzerinde de bir miras hakkına sahip olduğunu belirtmek üzere, vali Dahhâk ibn Sufyân’a bir mektup gönderdiğini de belirtelim.[99] Resulullah (a.s.)’ın, Benû Cezîme davasında olduğu gibi, görevlendirdiği vekillerinin kararlarını yeniden gözden geçirmek üzere birçok kez olaylara müdahale ettiği de olmuştur; komutan Hâlid ibn Velîd, bu kabileden bazı kimseleri ölüm cezasına çarptırmıştı. Resulullah (a.s.) ise, daha önce belirttiğimiz gibi, bu kimselerin kan diyetleri ve diğer zararlarından doğan tazminatları ödemiştir. Kendisine bağlı olarak çalışan görevlilerin fiil ve tasarruflarını sürekli olarak denetleme uygulaması, Resulullah (a.s.)’ın şu sünneti ile Halifeler döneminde daha da önemli bir hale gelmiştir. Vefatına yakın günlerde bir gün Mescit’e gelerek şu açıklamayı yapmıştı:
“Eğer herhangi birinizin sırtına vurmuş isem işte kısas için sırtım; eğer herhangi birinize hakarette bulunmuşsam, öç almak için işte onur ve haysiyetim; eğer herhangi birinizin malını almış isem, işte servetim.”
Böylece Halifeler, özellikle de Ömer, her yıl eyâlet valilerinin bile aleyhine yapılan her türlü şikâyeti bizzat dinlemek üzere Hac mevsiminde Mekke’ye gelmişlerdir. İngiliz hukukundaki şu meşhur prensibi bilirsiniz: “Kral asla hata yapmaz”; ve hemen her yerde Devlet Başkanları, gerek kendi ülkelerinde ve gerekse seyahat ettikleri herhangi bir ülkede mahkemelerin yargı kapsamı dışında tutulmuşlardır. İslâm’da ise ne kuramsal olarak, ne de uygulamada durum böyle olmamıştır. İçinde bizzat Resulullah (a.s.) aleyhine şikayetler bulunan ona yakın dava olduğunu biliyoruz. Medenî hukuk ya da ceza hukukuyla ilgili bütün bu davalarda, Resulullah (a.s.) kendi aleyhine dahi karar vermiş ve aralarında Müslümanlar kadar gayrimüslimlerin de bulunduğu şikayetçi tarafları tatmin etmesini bilmiştir.[100] İslâm hukukçuları, “Devlet Başkanının kendisi ile ilgili bir davada hakimlik edemeyeceğini” açıkça kabul etmektedirler.[101] Belki de kendisine özgü yönetim politikasının önemli bir ilkesi olarak, Resulullah (a.s.) her zaman kendi aleyhine hüküm vermeyi alışkanlık haline getirdiği için, O’nun bu tür davaları temyiz ederek bir üst merci’e havale etmesi söz konusu olmuyordu. Daha sonraki dönemlerde, başşehrin hâkimi, kendisi aleyhine yapılan şikâyetlere cevap vermesi için, Halife’yi tıpkı sıradan bir vatandaş gibi mahkeme huzuruna çağırabiliyordu. Buna göre, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, daha sonra da Abdu’l-Melik, el-Mansûr[102] gibi bazı Emevî ve Abbasî Halîfeleri ile el-Hakem ibn Hişâm ibn Abd er-Rahmân ed-Dâhil[103] gibi bazı Endülüs halifelerinin, bazen bir gayrimüslim tebaanın bile şikâyeti üzerine hakim tarafından mahkeme huzuruna davet edildikleri olmuştur. Türkiye’deki Osmanlı Halifeleri döneminde veya Haydarabad’daki Asaf Şah iktidarı sırasında da benzer davalara rastlamaktayız. Mâverdî, el-Ferrâ’ vb. hukuk kuramları üzerinde çalışan yazarlar bu konuda görüş birliği içindedirler.[104]
1556. Muhammed (a.s.)’in bir hadisi bize adaletli bir yönetimin temel ilkesini öğretmektedir. Şöyle ki:
“Eğer hakimler, insanlara ‘sadece kendi beyân ve iddialarına dayanarak’ hak vermiş olsalardı, kişilerin kan bedeli ve mallarıyla ilgili davalarda âdil olmayan hükümler vermiş olurlardı; ancak, yeterli delil olmaması halinde, davalının kendini savunurken karşı iddiasını bir yeminle desteklemesi gerekir.”[105]
İslâm öncesi Arabistan’ında, fal okları, oyun zarları, sihir vb. pek ilkel araçlar yardımıyla hüküm verilmekteydi. Muhammed (a.s.) ise, hakimlerin, söz konusu tarafların sunmuş olduğu delillerle yetinmeleri gerektiğini emretmiştir: Hatta hakimin, şayet edindiği bilgi normal tanıklık şeklinde elde edilmemişse, bu bilgiyi esas almaması gerekmekteydi.[106] Aksi takdirde hakimler, kendileri bir yaptırıma maruz kalmaksızın, taraf tutuculuk yapmış olacaklardı. Kimi durumlarda adalete aykırı karar verme sakıncası taşımasına rağmen, Resulullah (a.s.), şu meşhur hadisinde ifade ettiği gibi, bu tutumunu değiştirmek istememiştir:
“Ben ancak ölümlü bir insanım (beşerim); önüme birçok ihtilaflar getiriyorsunuz, içinizden biri karşı tarafa göre beni daha çok ikna etmiş ve ben de ondan işittiğim şeye göre karar vermiş olabilirim. Ben verdiğim hükümle bir kimseye aslında din kardeşine ait bir şeyi (yanılarak) bağışlayacak olursam, o bunu kesinlikle almasın, zira ben ona bu şekilde ancak Cehennem’den bir pay vermiş olurum.”[107]
1557. İşte bu adaletli yönetimin başlangıç dönemlerinde içinde bulunduğu durumu canlandıran bir başka anlatım: Ali (RA) şöyle rivayet eder: “Yaşım küçüktü ve daha önce hiç hakimlik görevinde bulunmamıştım. Bir gün Resulullah (a.s.) beni hakim tayin etti. Tereddüt ettim, ancak o beni yüreklendirerek şu tavsiyede bulundu:
“İki taraf senin karşındaki yerlerini alınca, her iki tarafı da dinlemeden haklarında karar verme! Bu, (doğru) karar verebilmen için daha elverişlidir.”
Ali, o günden beri bu şekilde hüküm vermeye devam ettiğini ve hükmünde asla bir şüphe ve tereddüde düşmediğini söyler.
1558. Şu hadis ise, muhakeme usulü ile ilgili bir başka temel kuralı oluşturmaktadır:
“Resulullah (a.s.) şöyle dedi: İddia makamına düşen delil göstermek, savunma makamına düşen ise yemin etmektir.”
Başka bir varyant ise şöyledir:
“... iddiayı reddeden tarafa ise yemin etmek düşer.”[108]
1559. Resulullah (a.s.) her iddia ve talep için genellikle iki şahit isterdi; az rastlanan ve özellik arz eden davalarda ise, iddia sahibinin isteğini özel bir törene tâbi tutulan yemin ile teyit etmesi koşuluyla, bir tek şahitle yetindiği de olurdu.[109]
1560. Kur’an’da Haşirden sonraki Kıyamet Günü ile ilgili tasvirler yapılırken, bir Hakimin, iki tarafın, şahitlerin ve bunları desteklemek üzere, her insanın bu dünyadaki iyi veya kötü bütün hareketlerini gözetleyip kaydeden meleklerin tuttuğu amel defterlerinin o sırada hazır bulundurulacağı ifade edilir. Ayrıca, hesabı görülen kimseye meleklerin tespit ettiği şeylerin bir örneği verilir. Yine o gün, günahkâr kimseyi hakimin huzuruna zorla çıkaracak olan görevliler de olacaktır. Kıyamet Günü’nde o Büyük Mahkeme kurulduğunda, insanın eli, ayağı, dili vs. organlarının her biri, bu dünya’da iken yapmış oldukları şeyleri itiraf edip şahitlik yapacaklardır (bk. Nûr: 24/24, Yâsin: 36/69). Liyakatler doğrultusunda ceza ya da mükâfatlar verilecektir; bazen sadece Allah’ın hakkı ile ilgili işlenmiş günahlar için doğrudan doğruya, kul hakkının söz konusu durumlarda ise karşı tarafın rızasının alınması koşuluyla af söz konusu olacaktır. Yapılmış olan iyilik ya da kötülükleri tartmak için terâziler (mîzan) bulunacak ve ağır gelen taraf o kişinin kaderini belirleyecektir. (Doğru ve hattâ mükemmel bir şekilde yapılan) bu açıklama ve tasvirler hiç şüphe yok ki, Resulullah (a.s.)’ın dinleyicileri olan Arabistan’ın ilk Müslümanlarınca bilinen ve anlaşılan örneklere dayanmaktaydı. Bunlar bizim için de değerlerinden bir şey kaybetmiş değillerdir.
1561. Kur’an, genellikle iki “âdil ve dürüst” şahit getirme zorunluluğu üzerinde ısrar eder;[110] ve hattâ zina gibi gayrı meşru cinsel ilişkiler söz konusu olduğunda dört şahit getirilmesini şart koşar. Öte yandan:
“…Böyle yapmanın Allah katında daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygun…”[111] olduğunu açıklayarak, “para ile ilgili işlemlerin” yazıyla kayıt altına alınması ve ayrıca şahitler aracılığıyla doğrulanması üzerinde durur.
1562. Resulullah (a.s.) döneminde uygulanan muhakeme usûlü ile ilgili teamülleri, daha sonra yapılan değişikliklerden yola çıkarak ortaya koymak da mümkündür. Örneğin, meşhur hâkim Şureyh, görünüşe göre Emevîler zamanında, iddia makamının dahi, talebinin gerçeğe uygun olduğu konusunda yemin etmesini istiyordu. Daha önceleri yemin, sadece savunma makamına düşmekteydi. Halkın karşı çıkması üzerine hakim şöyle cevap verdi:
“İnsanlar arasında bazı yenilikler (bidatler) gördüm ve ben de bu yeniliği (bidati) getirdim.”[112]
Yemin, şahitlerin doğruluk derecesini anlamak için başvurulan eski bir uygulama idi: Hâkimler, şahadetlerini kabul etmeden önce, şahitler hakkında komşuları nezdinde bazı soruşturmalar yapardı. Sonraki dönemlerde daha da geliştirilerek, İslâm Devleti ahalisinin çoğunluğunun dosyasını tutmaya kadar varan bu uygulamaya tezkiye (aklama) adı verilmekteydi. Başlangıçta hakimler açıktan açığa soruşturma yaparak bilgi toplarlardı. Ancak bu hakim, yani Şureyh, soruşturmanın gizlice yapılmasına karar veren ilk kişidir.[113] Bir başka değişiklik ise, Ali (RA)’nin halifeliği zamanında vuku bulmuştur: Önceleri her iki taraf, şahitleri ile birlikte hakimin huzuruna çıkarlardı. Ali (RA), ilk kez tanıklık sırasında şahitleri birbirinden ayırmış ve böylece şahitlerin birbirlerinin ağzından bir şey öğrenmelerini engelleyerek, sadece kendi bildikleri şeyleri anlatmak zorunda bırakmıştır. Ali’nin şu sözü meşhurdur:
“Ben şahitleri birbirlerinden ayıran ilk kimseyim.”[114]
1563. Başlangıçtan beri Müslümanlar arasında hâkimin yapmış olduğu görev son derece önemli sayılmıştır. Lafızdan çok ruha önem veren ve dış şekilden ziyâde insanın yaratılışına uygun bir adalet isteyen bir toplumda, hakimin verdiği kararın, onun sahip olduğu bilgi birikiminden çok, kişiliğindeki bütünlüğü ve zekâsındaki incelik ve duyarlığı yansıtması gayet doğal idi: Hakimin tarafsızlığı onun feraset ve keskin zekâsından (Scharfsinnigkeit) daha önemli idi. Resulullah (a.s.) zamanında herhangi bir hukukî formasyona sahip ve yetişmiş hakim kadrolarının bulunması tabii ki söz konusu değildi; hattâ muhtemelen hakimin okuma ve yazmayı bilmesi de gerekmiyordu. İlke olarak avukatlar da yoktu: Her iki taraf kendilerini hâkim önünde bizzat ifade ederlerdi ve verilen kararlar kısa ve özlü olup genellikle derhal yerine getirilirlerdi. (Sonraki devirlerle ilgili olarak, elimizde idam cezalarının Halifenin izni olmaksızın infaz edilemeyeceğini gösteren belgeler bulunmaktadır. Muhtemelen, taraflardan birinin bizzat Muhammed (a.s.)’e şahsen başvurulmasını istemesi dışında, Resulullah (a.s.)’dan infaz izni alınmasına başlangıçta gerek duyulmamıştır. Çok geçmeden hakime bazı teknik danışmanlarca yardım edilmesi gereğinin hissedilmiş olmasına da şaşırmamalıyız. Halifeliği Resulullah (a.s.)’ın vefatından ancak üç yıl sonra başlamış olan Ömer (RA) aracılığıyla bize ulaşan bir belgede, açıkça şu ifadelere yer verilmektedir:
“eş-Şa’bî, Şureyh’den naklen der ki: “Ömer beni hâkim olarak görevlendirdiğinde bana şöyle söyledi: Allah’ın Kitabı’nda bulduğun şeye göre hüküm ver! Allah’ın Kitabı’nın tamamında bir şey bulamadığın takdirde, Resulullah (a.s.)’ın kararlarında bulduğun şeye göre hüküm ver! Resulullah’ın kararlarının tamamında da bir şey bulamazsan, Sünnî İmamların (Halifeler ?) kararlarında bulduğun şeye göre hüküm ver! Sünnî İmamların bütün kararları içinde de bir şey bulamazsan, kendi sağduyun doğrultusunda kararını ver ve ilim ve zühd ehli ile görüş alış-verişinde bulun!”
1564. Bazı hadis kitaplarında, Resulullah (a.s.)’ın hadislerini temel alarak çalışan bir “hakimler kurulu”ndan söz edilmekle birlikte,[115] Resulullah (a.s.) döneminde böyle bir uygulama olduğu yolunda elimizde somut bir bilgi yoktur.
1565. Dava konusu ister hukukî, ister cezâî olsun, taraflardan hiçbiri mahkemeye kesinlikle bir ödemede bulunmuyordu: O dönemde adaletin sağlanması ile ilgili işlerden bir ücret alınmıyordu. Hakimler ve onların yardımcılarının ücret ve maaşları Hükümet tarafından sağlanıyordu. Daha H. 8. yılda, Resulullah (a.s.), Attâb’ı Mekke hâkim-vâlisi olarak tayin etmiş ve ona ayda 30 dirhem maaş bağlamıştı;[116] başka bir rivayete göre ise bu maaş, yılda 40 ons gümüş dirhem etmektedir[117] (l ons 40 dirhem olduğuna göre, yılda 40x40= 1600 dirhem, ya da aylık olarak yaklaşık 133 dirhem). Hakimin maddi bakımdan kendi kendine yeter olmasına büyük önem veriliyordu. Devlet memurları içinde en yüksek maaşı alanlar, hakimlerdi. Ömer (RA) zamanında hakimlerin maaşları aylık 500 dirheme kadar çıkmıştı.[118] Bu konuda çok ilginç bir hikâye gözümüze çarptı: Şureyh’in fevkalâde zeki biri olduğunu gören Halife Ömer, kendisini Kûfe’ye hakim tayin etti. Ancak Şureyh pek genç olduğu için, diğerlerinin 500 dirhem maaşına karşılık, ona ayda 100 dirhem maaş bağladı. Daha sonra, halifeliği sırasında Ali (RA), Şureyh’in başkanlık ettiği mahkemenin huzuruna bir şikayetini iletmek üzere geldi ve şahit olarak da oğlu Hasan’ı gösterdi. Hakim Şureyh, “şahidin babası lehine tanıklık edemeyeceğini” söyleyerek şahadeti reddetti. Halife Ali’nin, Peygamber torunu olan Hasan’ın seçkin kişiliği üzerinde ısrar etmesi de, hakimin kararına etki etmedi. Bir süre sonra Halife Ali (RA), bu adaletli hakimin maaşını artırarak, diğer hakimlerle aynı seviyeye, yani ayda 500 dirheme çıkardı.[119]
1566. Bir cinayet işlemiş olan Sumâme ibn Usâl’den daha önce bahsetmiştik: Kendisi hapse atılmış ve birkaç gün boyunca Mescidin sütunlarından birine bağlanmıştı. Aynı şekilde, Tay kabilesinden Hâtîm et-Tâî’nin kızı Saffâne’nin de esir alınarak Medine’ye getirildiğini ve “Mescitte sanıkların alıkonulduğu bir odaya götürüldüğünü görmüştük. Ancak burada daha çok savaş esirleri söz konusu idi.
1567. Belediye, ceza ve kamu hukuku kapsamında tutuklanan kişilerle ilgili olarak, Kur’an, Yûsuf (a.s.) zamanında soruşturma sırasında şüpheli kimselerin hapsedildiklerinden bahseder.[120] Muhammed (a.s.)’in döneminde Medine’de de aynı uygulama geçerli idi: Bahz ibn Hakîm’in naklettiğine göre, dedesinin komşularından bazıları, cinayet zanlısı olarak Resulullah (a.s.) tarafından hapse atılmışlardı. Ancak dedesinin araya girerek onların masum oldukları yolunda güvence vermesi üzerine, Resulullah (a.s.) onları serbest bırakmıştır.[121] El-Hirmâs ibn Habîb de benzer bir olay nakleder: “Borçlularımdan birinin bana ödemede bulunmasından ümidimi kesince, Resulullah (a.s.)’ın huzuruna çıkıp şikayette bulundum; o da bana bu kimseyi hapse attırma yetkisi verdi. Daha sonra Resulullah (a.s.) geceleyin tutukluya ne yapıldığını görmek üzere yanına uğradı.”[122] Bir rehin ya da kefalet karşılığında, ya da kaçmayacaklarına ve duruşma sırasında hakim huzuruna geleceklerine dair söz vermeleri halinde, Resulullah (a.s.)’ın sanıkları serbest bıraktığını kanıtlayan durumlardan da söz edilmektedir.[123]
1568. Resulullah (a.s.) herhangi bir binayı hapishane olarak kullanırdı; ilk dönemlerde tutukluların bazen bir kuyu içine bile hapsedildiği olmuştur. Halîfe Ömer (RA), hapishane olarak kullanılmak üzere Mekke’de bir ev satın almıştı. Ali (RA) de Kûfe’de Nâfi’ denilen bir hapishane kurmuştu. Ancak tutuklular buradan kaçtıkları için, Ali (RA) burasını yıktırarak yeniden inşâ ettirmiş ve buraya Muhayyas adını vermiştir.[124]
1569. Bu arada, Mekkelilerin, Müslümanlara işkence ve zulüm uyguladıkları sırada, onları damsız ve çatısız odalarda (muhtemelen güneş, yağmur ve soğuktan korunamamaları için) zincire vurarak hapsettiklerini de belirtelim. Ancak böyle bir yerden tutuklunun kaçma ihtimali de vardı. Rivayet edildiğine göre, bir defasında Resulullah (a.s.) casus göndererek, bir merdiven yardımıyla bazı tutukluları kurtarmış ve sağ salim Medine’ye gelmelerini sağlamıştır. [125]
1570. Resulullah (a.s.)’ın adlî duruşmalara mahsus sabit bir yeri yoktu: Mescit, pazar yeri, konaklama yerinde bir çadır, hepsi onun için uygundu. Daha sonra halifelerin yanı sıra onların atamış olduğu dâimî statüdeki hakimler, tarafları ya mescitte ya da kendi konutlarında kabul etmişlerdir. Henüz Halife Osman (RA) döneminde bir “mahkeme evi” (Dâru’l-Kazâ) olduğundan bahsedilir.[126] Halifeler (örneğin Ömer), kendi tebaasından gayrimüslim veya yabancılar da dahil bütün şikâyetçi tarafları, eğer duruşma sırasında orada bulunuyorlarsa mescitlerde kabul ederlerdi. Aslında mescit, Resulullah (a.s.) ve onu takip eden Halifeleri tarafından hem “devlet konuk evi” olarak, hem de mahkeme salonu ve dinî yükümlülüklerin yerine getirildiği bir yer olarak kullanılıyordu.[127]
1571. Ömer (RA)’in akrabalarından Şifâ bint Abdallâh adlı hanım, İslâm’dan önce de okuma-yazma biliyordu. Bu sanatı Resulullah (a.s.)’ın hanımı Hafsa’ya da o öğretmişti. Elimizdeki bazı bilgilere göre, Resulullah (a.s.) kendisini bazı pazar (sûk) işlerinde görevlendirmişti. Bazı kaynaklara göre ise, bu görevlendirme Ömer’in halifeliği zamanında cereyan etmiştir.[128] Muhtemelen, Ömer (RA), sadece Resulullah (a.s.)’ın bu hanıma vermiş olduğu görevi sürdürmesini sağlamakla yetinmiştir. Durum ne olursa olsun, bu hanım en azından ticarî ihtilâflar konusunda muhakeme yetkisini kullanmış olsa gerektir. Semrâ bintu Nuheyk el-Esediyye’nin başından da buna benzer bir olay geçmiştir. İbn Abd el-Berr’e göre (İstî’âb, “Kadınlar” bölümü, Nº 161):
“O, Resulullah (a.s.)’ın sahabeleri arasında bulunuyordu ve uzun bir ömür sürdü. Çarşı ve pazar yerlerinde dolaşır, insanlara güzel ve doğru olan şeyleri yapmalarını emreder, kötülüklerden sakındırır ve aksi yönde hareket edenlere elindeki bir kırbaçla vururdu.”
Onun bu davranışı, resmen bu işle görevlendirilmiş olmasından kaynaklansa gerektir. Ancak, bu anlatımda geçen olayın Resulullah (a.s.) dönemine mi, yoksa daha sonraki bir döneme mi ait olduğu hususunda kesin bir bilgi yoktur.
1572. Taberî’ye göre kadınlar, her türlü davada hâkimlik yapma yetkisine sahiptirler. Ebû Hanîfe ise, cinayet vb. ağır ceza davalarını bu kuralın dışında tutmuştur. Daha sonraki dönemlere ait olmak üzere, elimizde çeşitli durumlarla ilgili bir yığın dava örneği bulunmaktadır: Bunlar arasında, iki hakimden oluşan mahkeme heyetleri, boşanma davaları, alacak davaları vb. gibi değişik alanlarda yetkili hakimler ve haftanın belirli günlerinde çalışan hakimler sayılabilir. [129]
1573. Hakim, görgü tanıklarının bulunmaması durumunda, davaya konu olan mahalde tespit edebildiği delillere göre bazı sonuçlar çıkarıyordu. Kur’an bu kurala çok güzel bir örnek vermektedir: Yûsuf (a.s.), Mısır’da Firavun’un bakanının karısı tarafından köle olarak satın alındıktan sonra, bir gün bu kadın kendisini baştan çıkartmak istedi. Yûsuf (a.s.) bunu reddetti ve öfkeli bir şekilde odayı terk etti. Kadın ise, şaşkın ve çıldırmış bir halde arkasından koştu ve Yûsuf (a.s.)’un kaçıp gitmemesi için gömleğine arkadan çekip asıldı. Ansızın bakan odaya girdi. Hem kadın hem de Yûsuf (a.s.) karşılıklı olarak birbirlerini suçluyorlardı.
“Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik etti: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir.’ (Kocası, Yusuf’un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu görünce, (kadına): Şüphesiz, dedi; bu, sizin tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür.”[130]
1574. Resulullah (a.s.) dönemine ait bildiğimiz birçok olayla ilgili olarak, kendisi bizzat olay yerine incelemelerde bulunmak üzere bilirkişiler göndermiştir. Muhammed (a.s.) de bazen aynı amaçla yerinde incelemeler yapmıştır. Önce birinci duruma örnek teşkil eden bir olayı ele alalım: İki kardeşin ortaklaşa bir arsaları vardı ve buraya küçük bir kulübe inşâ edilmişti. Her ikisi de vefat edince, mirasçıları kulübenin mülkiyeti konusunda aralarında ihtilâfa düştüler. Resulullah (a.s.), Huzeyfe ibn el-Yemân’ı olay mahalline gönderdi. O da, kulübenin, iki kardeşten evi söz konusu kulübeye en yakın olana ait olacağına karar verdi. Huzeyfe daha sonra Resulullah (a.s.)’ın huzuruna gelerek, verdiği kararı kendisine iletti. O da bu kararı uygun bulup onayladı.[131] İkinci duruma örnek olarak, Medine’de iki toprak sahibi arasında, bir araziden diğer bir araziye su geçirilmesi ile ilgili olarak çıkan bir anlaşmazlığı ele alalım. Birçok kimsenin iyi niyetli çalışmalarının sonuç vermemesi üzerine, Resulullah (a.s.), ihtilâfı çözmek üzere bizzat olay yerine gitmişti.
1575. Bazı konularda hakemlerin tahmin ve takdir tasarruflarına başvurulduğu da oluyordu. Hayber barış anlaşmasından sonra, bu bölgede oturanlar, ürünlerinin yarısını İslâm hükümetine teslim etme yükümlülüğü altına girdiler. Resulullah (a.s.) da, her yıl belirlenen mevsimde, ürünleri paylaştırması için birini gönderdi. Barış anlaşmasından bir yıl sonra, toplanan ürünü taksim etmek üzere bölgeye gönderilen ilk kimse, Abdullah İbn Revâha olmuştur.
“O, önce herşeyi bir araya yığdıktan sonra iki eşit bölüme ayırdı, ve Hayberli Yahudilere dönerek şöyle dedi: ‘İstediğiniz kısmı seçiniz.’ Bazı Yahudiler kendisine hanımlarının mücevher ve takılarını getirerek ona şöyle dediler: ‘Bunları al ve taksimat işini bizim lehimize çevirerek ağır yükümlülüğümüzü hafiflet.’ Abdullah öfkelenerek şu karşılığı verdi: ‘Ey Yahudi topluluğu! Yemin ederim ki benim gözümde sizler, Allah’ın yarattıkları arasında en iğrenç ve tiksindirici olanlarsınız! Ancak bu durumunuz beni size hakaret etmeye zorlamaz. Sizlerin bana hediye olarak sunduğunuz şeye gelince bu, gayrı meşru bir şeydir ve biz onu yemeyiz.’ Bunun üzerine Yahudiler şöyle dediler: İşte yerler ve gökler bu (adalet) sebebiyle ayakta duruyor.”[132]
1576. Resulullah (a.s.) zamanında akrabalıkla ilgili sorunların çözümünde, fizyonomi uzmanlarından (Kâ’if) da yararlanıldığı olmuştur.
1577. Hakim atamaları her zaman merkezî hükümetin yetkisi içinde kalmıştır. İkinci sınıf hakimler için ise daha farklı bir uygulama göze çarpmaktadır. Örneğin Halife Ömer’in valilerine göndermiş olduğu bir mektupta şöyle denilmektedir: “Aranızdan salih ve müttaki kimseleri hakim olarak görevlendirin ve onlara yeterli miktarda ödemede bulunun.”[133] Demek ki o sırada şehir ve kasabalara yapılan hakim atamaları eyâlet valilerine bırakılmıştı.[134]
1578. Başlangıçta hakimliğin yanı sıra birçok kamu görevinin tek bir kişide toplanması bir sorun teşkil etmediği için, anlaşıldığı kadarıyla Müslüman hakimler, daha ilk dönemlerden itibaren mesailerini sadece hukukî ihtilafların çözümlenmesiyle sınırlı tutmamışlardı. Buluğa ermemiş küçük çocuklara ait ve miras yoluyla gelen malların yanı sıra, her kesimden insanın servetine muhafızlık ve kasadarlık da yapıyorlardı. Örneğin uzun bir yolculuğa çıkarken, değerli eşyalar kendilerine emânet ediliyordu. Muhammed (a.s.) de, Mekkeli müşrikler tarafından, sadece ciddî ihtilâf ve tartışmalar konusunda değil, aynı zamanda kendisiyle aralarında iyiden iyiye bir gerginlik çıktığı zaman bile, -ki buna daha yukarıda değinmiştik-, mallarını teslim ettikleri bir muhafız, bir yed-i emin olarak seçilmiş idi.
1579. Hakimlik görevine çok benzeyen ve daha sonraki dönemlerde bağımsız bir kurum haline gelerek İslâm’ın şehir hayatında oldukça önemli bir yer işgal eden görevlerden biri de muhtesiplik, yani halkın örf ve âdetlerinin, yaşayışının denetlenmesi görevidir. Medine’de bizzat Resulullah (a.s.) ve eyaletlerde de vali-hakimler bu işle ilgileniyorlardı. Bu kurum, şu ayete dayanarak ihdas edilmişti:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”[135]
Yine bu konuda Muhammed (a.s.)’in şu hadisine yer verilir:
“Aranızdan herhangi biriniz, hoşa gitmeyen, kötü bir şey görürse onu eliyle (zor kullanarak) düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltmeye çalışsın; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin; bu sonuncusu, müminden beklenen en küçük tepkidir.”
Satıcıların üzerinde en çok durması gereken husus, belki de tartı ve ölçü sorunudur. Kur’an bu konuya birçok ayette değinmektedir.[136] Muhammed (a.s.), hileli alışveriş ya da buna benzer usulsüz uygulamaların olup olmadığını teftiş amacıyla sık sık Medine pazarına giderdi. Bir gün Pazar yerinde elini bir hububat yığınına daldırınca, altta kalan kısımların ıslak olduğunu hissetti. Nedenini sorması üzerine satıcı, bir gün önce yağan yağmuru gerekçe gösterdi. Resulullah (a.s.) şöyle cevap verdi:
“Yaş olan hububatın kuru olanlarla örtülmemesi ve alıcıların aldatılmaması gerekir.”[137]
1580. Çok sayıda kaynak, bize Resulullah (a.s.)’ın hekimlik uygulamalarıyla ilgili bir emrini nakletmektedir. O, cahil kimselerin hastaların tedavisiyle ilgilenmelerini yasaklayarak şöyle buyurmuştu:
“Tıp biliminden anlamadığı halde bir hastayı tedavi etmeye kalkan kimse, bu yaptığından sorumlu tutulacaktır.”
1581. Resulullah (a.s.), sahiplerinin fazla yük vurmayarak ve iyi besleyerek hayvanlarına özen göstermelerini ve onlara iyi davranmalarını isterdi. Bu konuyla ilgili olarak, kaynaklar duygulu ve insanî bir çok hadis nakletmişlerdir
1582. Bu bölümün bir sonuca bağlamak için, İslâm’ın ideal adaletini özetleyen birkaç Kur’an ayetine değinmek istiyoruz:
a) “Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yaraşan (bir davranış)tır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”[138]
b) “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Ancak kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.”[139]
c) “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”[140]
1583. Af şiddetle tavsiye edilmektedir. Ancak herkesten, özellikle de sıradan insanlardan böyle bir davranış beklenemez: Bununla birlikte, insanın kendisine yapılan bir kötülüğe karşılık verirken, ölçü sınırlarını aşmaması tavsiye edilmektedir.[141]
1584. İslâm’ın beşiği durumundaki Arabistan, oldukça geniş ama büyük bölümü itibarıyla çöllük bir ülkedir. Bu durum, uygarlığın temeli durumundaki tarım ve sanayinin geniş çapta büyümesi ve nüfusunun da doğal yollardan artışı için pek elverişli bir durum teşkil etmemektedir. Bu nedenle, İsa (a.s.)’dan önce en azından dört bininci yıldan bu yana, daha verimli bölgelere doğru kitleler halinde Arap göç dalgaları yaşanmıştır.
1585. Henüz İslâmiyet gelmeden önce, çok sayıda Arap kabilesi, oldukça yüksek bir kültür seviyesine ulaşmışlardı ve bunlar şehirlerde yaşıyorlardı. Bu şehirlerden en eskileri, “Mesut Arabistan” da denilen Yemen bölgesinde bulunuyordu. Süleyman Peygamber’le olan ilişkileri Tevrat ve Kur’an’da tasvir edilen Saba Melikesi, hiç de Arap uygarlığının başlangıcını temsil etmez. Zira, örneğin Ma’în gibi diğer krallıklar daha önceki yüzyıllarda ortaya çıkmış olup, son zamanlarda yapılan kazılar, vaktiyle bu bölgede yüksek düzeyde bir uygarlığın bulunduğuna dair kanıtlar sunmaktadır. Göründüğü kadarıyla, Arabistan’ın tamamı bir tek devlet başkanına tabi olmamıştır. İslâm’dan kısa bir süre öncesine kadar varlığını sürdüren Kinde krallığı, belki de ülkedeki en büyük hükümdarlık idi. Sınırları bir ara Güney Arabistan kıyılarından Irak’ta Serât Cemâsp’a[142] ve daha da ilerde Suriye içlerine kadar uzanmakta idi. Ancak Hicaz ve Batı Arabistan bölgeleri Kinde krallarını tanımıyorlardı.
1586. İslâm henüz ortada yokken, Arabistan’da tam bir anarşi hüküm sürmekteydi: İranlıların Habeşlileri söküp çıkardıkları Yemen bölgesi birçok kabile ve devlet halinde parçalanmış durumdaydı. Her kabile kendisinin mutlak anlamda bağımsız olduğunu ileri sürerek, tek başına savaş ilân edebiliyor, barış anlaşması yapabiliyor, yabancıların kendi topraklarından geçişini keyfince ve kendi koşulları doğrultusunda kısıtlayabiliyor ve hiçbir yabancı hukukî merci, ülke içindeki veya uluslararası sorunlar konusunda bir yaptırım uygulayamıyordu. Bu kabilelerden bazıları gerçekten büyük şehirlerde yaşıyorlardı. Yarımadada bunlardan yirmi kadarını sayabiliriz: Batıda Mekke, Tâ’if, Medine, Yenbû’; Güneyde Curaş, San’â’, Âden (‘Adn); Doğuda Hacer, Suhâr, Dabâ; Orta kesimlerde Yemâme, Feyd; Kuzeyde Dûmetu’l-Cendel, Hayber, Fedek, Teymâ’, Vâdi’l-Kurâ; Kuzey-Batıda Eyle, Maknâ, tüm bu şehirler antik şehirlerin her türlü özelliğine sahip olup ithalat ve ihracat alanında büyük ticarî faaliyetlerde bulunuyorlardı.
1587. Biraz su olan her yerde sebze ve hurma yetişiyordu; komşu bölgelere Necd bölgesindeki Yemâme buğday, Tâ’if ise üzüm ihraç ediyordu. Deve ve koyun sürüleri, bazı kabileleri beslemeye hemen hemen yeterli idi. Ancak Suriye, Mısır, Habeşistan ve Mezopotamya’dan, hattâ Sind’den (Pakistan) gelen ve miktarı sürekli artan hububat kervanları, Arabistan’ın kendi nüfusuna yetecek kadar üretim yapamadığını bize göstermektedir. Yemen ve ‘Uman bölgesinde dokuma sanayii çok gelişmiş olmakla birlikte, Bedeviler de her yerde yün eğirip dokurlardı. İbn Haldun “Bedevi’nin uygarlık düşmanı demek olduğunu ve yemek pişirmeye ihtiyaç duyduğunda evlerin taşlarını söküp, bunların üzerine mutfak gereçlerini koymak ve ateş yakmak için de çatı direklerini kullandığını” söyleyerek haksızlık etmekte ve olayı abartmaktadır. Bedevinin göçebe bir hayat sürdüğü doğrudur; ancak her Bedevi mutlaka haydut ve soyguncu demek değildi. Devesini, koyunlarını ve atlarını yetiştirir ve bunların yanı sıra, sakız, balsam vs. gibi ormandan toplamış olduğu ürünleri ve değerli ya da yarı değerli taşları bölge fuarlarına getirip satardı.
1588. Yerleşik nüfus ise toprağı işler, tavuk yetiştirir, bazı imâlat işleriyle ve özellikle müzik gibi bazı sanatlarla meşgul olurdu. İslâm-öncesi Arabistan’ında, demiri işleyen kimsenin oğulları anlamına gelen Balkayn ya da Benû’1-Kayn kabilesi oldukça ünlü idi. İbn Manzûr’a göre,[143] el-Hâlik ibn Esed ibn Huzeyme, Arabistan çöllerinde demir işlemekle meşgul olan ilk kimsedir. Yesrib’in (Medine) okları çok ün yapmıştı. Tarihî kaynaklar bize Mekke ve Medine’de çalışan zanaatkârların listelerini vermektedirler.[144] İşte bunların uğraştığı el sanatlarından bazıları: Terzilik, debbağlık, şarap imalâtçılığı, demircilik, kuyumculuk, mücevheratçılık, marangozluk gibi ağaç doğrama işleri, dokumacılık, tuğla imalatı; öte yandan hububat ve kumaş satıcıları, kasaplar, nadir de olsa hekimler ve hattâ bazen veterinerler, müzisyenler, özellikle zenciler arasından seçilen köçekler, güzel koku ve otlak hayvanı satıcıları vs. vardı. Medine, Tâ’if, Yemen gibi Yahudilerin bulunduğu yerlerde banker ve tefeciler de bulunurdu. Kur’an’da, her iki denizden (Kızıl Deniz ve Basra Körfezi) çıkarılan inci ve mercandan söz edilmektedir (Rahmân: 55/22). Bu konuda Resulullah (a.s.)’ın da bir hadisi vardır:
“Bir dalgıcın, henüz bir şey çıkarmadan, getireceği var sayılan bir şeyi satmayınız” (Beyhakî, Sünen, V, 338; ve diğer kaynaklar).
Bu hadis bize, daha Resulullah (a.s.) zamanında bile İslâm diyarında inci avcılığının yapıldığını göstermektedir.
1589. Medine, Tâ’if vb. yerlerde ziraat ve hayvancılık gelişmişti: Hurma ağaçlarında “tozlaşma”, meyve ağaçlarında “aşılama” yapılıyordu. Bu devirde at da büyük bir şöhrete sahipti; atın yetiştiriciliği özellikle Necd bölgesinde oldukça önemli idi.
1590. Arabistan’ın farklı bölge ve kabilelerinde “miras hukuku” ile ilgili olarak uygulanan kuralların belirlenmesi oldukça zordur; zaten bunlar muhtemelen tek bir yapıya da sahip değillerdi. Medine ile ilgili olarak elimizde kesin veriler bulunmaktadır; kadınların (eş, kız, kız kardeş, anne vs.) yanı sıra, küçük oğullar da ölenin bıraktığı mallar üzerinde hiçbir miras hakkına sahip değillerdi. Yasa gereği, oğullardan sadece savaşabilecek durumda olanlar mirastan pay alabilecek durumda idiler.[145]
1591. İran ve Bizans gibi yabancı işgali altında olan bölgeler dışında, Arabistan’da bir hükümet kurumu olmadığı için, haliyle hükümete ödenmesi gereken vergiler söz konusu olmamaktaydı. Bununla birlikte vergi ödenmesini gerektiren örf ve âdetler mevcuttu. Öncelikle kabile başkanları, büyük arazi sahipleri kendi topraklarını tek başlarına ekip biçemezlerdi; bu yüzden “arazisi olmayan” kimselere, örneğin elde edilecek ürünün yarısını vermeleri koşuluyla, sahip oldukları topraklardan bir kısmını verirlerdi.[146] Bu tür ödemelerde nakit ödeme pek bilinmemekteydi. Ziraatle ya da bir başka alanla ilgili konularda vergileri toplamak üzere bir “Hükümet” bulunmamasına karşın, Kur’an elde edilen ürünlerle ilgili olarak bazı haklardan söz eder: Genellikle ürünün küçük bir bölümünün yoksullara verilmesi emredilmekte ve böyle yapmayanlar kötü ve aşağılık kimseler olarak nitelendirilmekte idi. Ayrıca, İslâm’dan önce müşrik köylüler ürünlerinin bir bölümünü -muhtemelen yoksulların payı olarak- Allah’a ve bir bölümünü de -muhtemelen tapınakların muhafızlarının payı olarak- putlara ayırırlar[147] ve Allah’a ayırdıkları bölüme nispetle putların payı konusunda daha duyarlı davranırlardı. Sürü sahipleri de aynı şekilde bu “görevi” yerine getirirlerdi. Başlangıcı neredeyse efsanevî antik döneme kadar uzanan Mekke’deki ticarî ithalât üzerinden alınan öşür (onda bir) vergisinden daha önce bahsetmiştik. Kusay’ın torunlarının, kendi ticaret kervanlarını Habeşistan, Suriye, Irak ve Yemen’e gönderebilmek için bu ülkelerin hükümdarlarınca verilmiş olan imtiyaz sözleşmelerini nasıl elde etmiş olduklarını hepimiz biliyoruz. Bu anlaşmaların ayrıntıları bilinmemekle birlikte, bu ülkelerden hiçbirinin Mekke Şehir-Devleti ile ortak sınırlara sahip olmadığı da ortadadır. Aşağıdaki alıntıda, yağmalama ve anarşinin kol gezdiği bu yörede Mekke kervanlarının güvenliğinin nasıl sağlandığı gözlerimizin önüne serilmektedir:
“Hâşim, soylu bir geçmişe sahip biriydi. Kureyşliler lehine, onların güvenli bir biçimde gidip gelebilmeleri için Bizans İmparatoru’ndan bir ‘anlaşma’ (metinde aynen böyle) elde eden, işte bu kimsedir. Geçiş yolu üzerinde oturan yabancılarla da, Kureyşlilerin bu kimselerin ticarî malları karşılığında bir ödeme yapmaya gerek duymaksızın nakledebilmelerini öngören sözleşmeler yapmıştır.”[148]
1592. Kervanların geçiş yolu üzerinde yaşayan kabileler, bu işten başka türlü yararlar da sağlıyorlardı: Kervanların geliş-gidişleri sırasında onları ağırlıyorlar ve onlara su, odun, hayvan yemi ve diğer ihtiyaç malzemelerini satıyorlardı. Kendilerininki dışında da birçok güzergâh bulunduğundan, bu kervanların hiç rahatsız edilmemesi bu kabilelerin menfaatine idi.[149]
1593. Elimizde, İbn el-Kelbî’nin bu konu ile ilgili olarak yazmış olduğu ve görünüşe bakılırsa hemen tamamı muhafaza edilmiş olan, İslâm öncesi Arabistan’ın yıllık fuarları hakkında çok değerli bir eser bulunmaktadır. İbn el-Kelbî’nin önemli kişiliğinin yanı sıra, bu konuda yararlanılacak başka kaynaklar bulunmaması nedeniyle, eserin bu konuyla ilgili bölümünü olduğu gibi aktarmanın yararlı olduğu kanısındayız: [150]
I. Bu fuarlar arasında, Suriye ve Hicaz arasında bulunan Dûmetu’l-Cendel fuarı da vardı. Rebî’u’l-evvel ayının ilk günü başlar ve ayın ortasına kadar devam ederdi; sonraki günlerde hareketliliği azalan fuar, ayın sonuna kadar devam eder, daha sonra, ertesi yılın aynı dönemine kadar dağılırlardı. (Tayların kolu olan) Cedîle ve Kelb kabileleri burada da komşu idiler. Bu fuarın mülkiyeti ‘İbâd ve Sekûn kabilesine mensup olan Ukeydir ile Kelb kabilesinden Kunâfe arasında el değiştirirdi. Mülkiyet ‘İbâdîlerin eline geçtiğinde Ukeydir başkan olur, Gassanlıların eline geçecek olursa bu kez Kunâfe’yi başa geçirirlerdi. İktidarı ele geçirme yöntemi şöyleydi: İki hükümdar (adaylar) birbirlerine bilmeceler sorarlar ve bu hükümdarlardan biri rakibine (bilmecelerin) çözülmesi konusunda üstün gelirse, yenilen taraf, kazanan adayın orada kendi arzusu doğrultusunda çalışması için fuarı terk ederdi. Bu hükümdarın iznini almaksızın ve bu hükümdar (kendine ait ticarî) mallardan istediğini satıp bitirmeden kimse orada bir şey satamazdı. Bunun dışında, fuar öşürlerini de o tahsil ederdi. Kelblilerin elinde kıldan (yünden) çadırlarda bir çok kadın köleler vardı ve bunları (köle kadınları) fuhşa zorlarlardı. (Fuardaki) Arapların çoğunluğunu Kelbliler oluştururdu; Araplar, bu fuarda alışveriş yaparken çakıl taşı atma yöntemine başvururlardı: Yani, bazen aynı malı birkaç kişi almak istediğinde, bu kişiler mal sahibi (satıcı) ile fiyat üzerinde pazarlık yaparlar ve önerilen fiyatı kabul eden kimse, elindeki çakıl taşını yere atardı. Bazen bir mala aynı anda birçok müşteri talip olur, ve bu durumda ister istemez malı hep birlikte (ortaklaşa) satın almaktan başka çareleri kalmazdı. Bazen de, sayıları çok olduğu zaman aralarında anlaşarak, çakıl taşını hep birlikte atarlar ve böylece mal sahibini indirim yapmaya zorlarlardı. -(Okuyucu, bu cümlenin üstü kapalı olduğunu görecektir; biz metni kelimesi kelimesine çevirdik. Muhtemelen yazar, bu alıcı grubunun, önceden anlaştıkları fiyatta ısrar ederek, malı satıcının talep ettiğinden daha düşük bir fiyata satın alma konusunda anlaştıklarını söylemek istiyor. Kuşkusuz bu, satıcı üzerinde kuvvetli bir baskı oluşturacaktır.)- Yemen ve Hicaz üzerinden gelen tüccarlardan her biri, Mudar kabilesinin topraklarında bulundukları süre içinde, Kureyşlilerin kendilerine koruma görevi yapmalarını tercih ederlerdi. Zira Mudarlılar Kureyşli tüccarlara engel çıkarmadıkları gibi, Mudarlılarla anlaşma yapmış olan kabileler de onlara saldırmazdı. Aralarında böyle kararlaştırılmıştı. Bu durumda Kelbliler, Benû Temîm ile aralarında olan anlaşma nedeniyle Kureyşlilere, Taylar da, Benû Esed’le aralarındaki anlaşma nedeniyle onlara saldırmazlardı. Mudarlılar (gururla) şöyle söylemeyi adet edinmişlerdi: “Bizim İsmail adına yapmış olduğumuz [kardeş kavgaları ve bellum omnium contra omnes (tam bir kargaşa halinde) çıkarmış olduğumuz savaşlar nedeniyle] utanç verici hareketin borcunu Kureyşliler ödediler!” Onlar Irak yolunu tuttuklarında Benû Kays ibn Sa’lebe’nin bir kolu olan Benû Amr ibn Mersâd’ın muhafız kıtaları da onlara koruma görevini üstlenirler ve bütün Rebî’a kabileleri onlara saygı duyarlardı.
II. Oradan Hacer’deki (bugünkü el-Hasâ) Muşekker’e gidilirdi. Buradaki fuar Cumade’l-Ahir’in ilk günü başlar ve ayın sonuna kadar sürerdi. İranlılar buraya denizi aşarak ticarî emtialarıyla gelirlerdi. Daha sonra burası, ertesi yılın aynı dönemine kadar kapalı kalırdı. Abd el-Kays ve Temim kabileleri bu fuarın komşusu durumunda idiler. Ancak sahipleri sadece Temîm’e, yani el-Munzir ibn Sâvâ’nın sopu olan Benû Abdullah ibn Zeyd koluna mensup idiler. Bunları buraya İran hükümdarları tayin etmişlerdi: Yani Hîre’de Benû Nasr ve ‘Umân’da Benû’l-Mustekbir hanedanı. Muşekker panayırının başkanları burada Dûmetu’l-Cendel hükümdarları gibi davranırlar ve burayı öşüre tâbi tutarlardı. Tüccarlar arasından buraya gitmek isteyenler Kureyşlilerin muhafız kıtalarını tercih ederlerdi. Zira buraya ancak Mudarlıların arazisinden geçilerek ulaşılabiliyordu. Bunların alışveriş şekli ise, pazarlık yaparken birbirlerine dokunarak (mulâmese) ve hamhama şeklinde (göğsünden homurtulu sesler çıkararak) idi. Bir şeye dokunmak, bir el işaretiyle ifade edilirdi. Alışverişin gerçekleşmesi için birbirlerine parmakla göstermekle yetiniliyordu. Her iki taraf da, hareketleriyle mutabık kaldıklarını söyleyinceye kadar tek bir kelime söylemezlerdi. Homurdanmaya gelince bu, şayet alıcı aldatıldığını iddia ederse yalan yere yemin edilmemesi içindi (Metin burada müphemdir).
III. Daha sonra, ‘Umân’daki Suhar fuarı gelir. Ayın yirmisinde Suhar’a yetişmek için, Receb ayının ilk gününde, Müşekker’den ayrılırlardı. Buradaki fuar beş gün devam eder ve el-Culandâ ibn el-Mustekbir burada öşürleri toplardı.
IV. Bundan sonra ise, Arabistan’ın iki büyük limanından biri olan Dabâ fuarı gelir. Buraya Batıdan olduğu kadar, Doğudan da, örneğin Sind, Hind ve Çin’den tüccarlar gelirlerdi. -Buradaki fuar Receb ayının son günü kurulur ve ticarî işlemlerini pazarlık usulüne göre yaparlardı. Tıpkı Suhar fuarında olduğu gibi, burada da Culandâ ibn el-Mustekbir onları öşür vergisine tabi tutar ve burada krallar gibi davranırdı.
V. Daha sonra, Güney Arabistan’ın Mehre bölgesinde Şihr olarak bilinen, eş-Şihr fuarı gelir. Bu fuar, üzerinde Hûd (a.s.)’un kabrinin bulunduğu dağın eteklerinde kurulurdu. Burada krallık olmadığı için öşür uygulaması yoktu. Buradaki tüccarların koruma görevini, Mehrîlerin bir kolu olan Benû Muhârib İbn Harb’in kıtaları üstlenmişlerdi. Fuar, Şa’ban ayının ortasında kurulurdu. Ticarî işlemler, çakıl taşı atmak suretiyle yapılırdı.
VI. Daha sonra Aden (‘Adn) fuarı gelir. Bu fuar, Ramazan ayının 1’inden 10’una kadar açık kalırdı. Burada koruma görevlilerine pek ihtiyaç duyulmazdı; zira burası bir krallığın ve güçlü bir hükümetin arazisi üzerindeydi. Ebnâ denilen ve Yemen’e yerleşip kalmış İran’lılar burada öşür tahsil ederler, ancak kendileri bu fuardaki alışveriş faaliyetlerine katılmazlardı. Ebnâlar (yani çocuklar), Yemen’i Vihriz’in idaresinde istilâ eden ve Habeşlileri öldüren İranlıların soyundan gelirler.
VII. Bundan sonra, Ramazan ayının ortasından sonuna kadar açık kalan San’â’ fuarı gelirdi. Ebnâlar burada öşürleri tahsil ederlerdi. Ticarî işlemler ise eliyle (satın alınacak mala) dokunmak suretiyle yapılırdı.
VIII. Sonra er-Rabciye ve ‘Ukâz fuarları gelir. er-Rabciye Hadramut’ta, Ukâz ise Necd’in yukarısında, Arafat’a yakın bir yerde kurulmakta idi. er-Râbiye’ye hiç kimse yanına koruma almadan gelemezdi; zira burası bir krallığa ait değildi ve “fırsatını bulsa, biri diğerinin (sırtındaki) elbiseyi soyup aşırırdı.” Bu nedenle, Kureyşliler burada Benû Âkil el-Murâr’ın muhafız kıtalarını, diğerleri ise Kinde kabilesinin bir kolu olan el-Mesrûk ibn Vâ’il’in korumalarını kullanırlardı. Her iki kabile de bu koruma görevini ücretsiz yerine getirirlerdi; ve Benû Âkil el-Murâr kabilesi, Kureyşliler sayesinde bütün diğer kabilelere karşı bir üstünlük elde etmişlerdi. Bazıları er-Râbiye’ye giderken, kimileri de Ukâz’a giderdi; zira her iki fuar da Zilkade’nin ortasından sonuna kadar ve aynı günlerde düzenlenmekte idi. Kureyşliler kadar Hevâzinliler ve Gatafân, Eslem, Ehâbîş (yani Benû Haris ibn Abd Menât İbn Kinâne, ‘Adel, Dîş, Hayâ ve Mustalik) gibi çok sayıda kabile topluluğu buraya geldiğinde, Ukâz, Arap fuarları içinde en büyüğünü oluştururdu. Bu fuar da Zilkade’nin ortasından ay sonuna kadar devam ederdi. Burada ne öşür ne de koruma görevlileri vardı. Ticarî işlemler için ise sirâr (gizlice söz birliği etme) yöntemine başvurulurdu: Açık artırma sırasında, satıcının, ürünü almayacağı halde fiyatı artıran arkadaşları olur ve satıcı daha sonra kârını bunlarla paylaşırdı.
IX. Daha sonra ‘Ukâz yakınlarında bulunan Zu’1-Mecâz panayırı gelir. Bu fuar da Zilhicce ayının birinci günü başlayıp Terviye gününe (yani ayın 8. günü) kadar devam ederdi; sonra (Hac için) Minâ’ya hareket edilirdi.
X. Bunlardan başka Hayber bölgesindeki Netât ve Yemâme’de (Necd’de) bulunan Hacer fuarı gelir ki, her ikisi de Aşûre (10 Muharrem) gününden ayın sonuna kadar sürerdi.”
İbn el-Kelbî’den yaptığımız alıntı burada sona eriyor.
1594. Yukarıdaki bilgileri şöylece özetleyebiliriz:
Ay Süre (Gün) Yer Koruma Öşür Özelliği
1 10-30 Hayber, Hacer ? ? Aynı günlerde açık
3 1-30 Dûmetu’l-Cendel Var Var Satış: Çakıl taşı atarak
6 1-30 Muşekker Var Var Satış: İşaret ya da fısıldaşa- rak; Uluslararası
7 20-25 Suhar ? Var ?
7 30 Dabâ ? Var Satış: Pazarlık usulü; Kıta- lararası
8 15 Şihr Var Yok Satış: Çakıl taşı atarak
9 1-20 Aden Yok Var ?
9 15-30 San’a ? Var Alınacak mala dokunarak
11 15-30 Râbiye, Var ? Güvenlik yok.
Ukâz Yok Yok Açık artırma usûlü;
Uluslararası
12 1-8 Zu’l-Mecâz Yok Yok Muhtemelen hacıların katı- lımıyla
1595. Buraya kadarki bölümde, sadece İbn Habîb’de yer alan metni aktarmış olduk; Merzûkî ise, biraz daha ileri giderek, Arapların her yıl büyük kafileler halinde geldikleri Ezri’ât ve Busrâ (Filistin’de) fuarlarından bahseder. İbn el-Kelbî tarafından yapılan fuar tasvirleriyle ilgili olarak Merzukî’nin vermiş olduğu ilave ve varyantların çevirisine geçmeden önce şunu belirtelim ki, aşağıdaki haritadan da anlaşılacağı gibi, İslâm’dan önce Arabistan Yarımadası esasen ekonomik bakımdan birlik ve bütünlüğe kavuşmuş ve bu da daha sonra siyasal birliğe geçişi kolaylaştırmıştır.
1596. Ek bilgi: Daha önce de belirttiğimiz gibi, İbn el-Kelbî’nin Arabistan pazarları hakkındaki çalışması İbn el-Habîb (ö. H. 245) ve Merzukî (eserini H. 453’de kaleme almıştı) tarafından muhafaza edilmiş olup; Merzuki, kitabına İbn Kunâse, İbn Dureyd gibi klasik kaynaklardan derlediği bazı ayrıntılı bilgiler de eklemiştir. Bu ilaveler, önemli olduğu gibi, bir o kadar da ilginçtirler.
I. Bu fuarlardan bazıları Haram aylarda, bazısı ise kutsal sayılmadığı için korunmamış aylarda kurulurlardı; ancak hiçbir durumda katılımcılar buraya yanlarına koruma almaksızın ne gelebilir, ne de buralardan dönebilirlerdi (Merzûkî, Ezmine, II, 161).
II. Dûmetu’l-Cendel’e gitmek için, Kureyşliler Mekke’den hareket ederler ve şayet dağ yolunu izleyeceklerse gidiş-dönüş güzergâhı üzerindeki hiçbir bölüm için Araplar arasında koruma gücü aramazlardı; zira bu dağlık bölgede oturan Mudarlılar, Kureyşli (aynı zamanda Mudarlı) tüccarlara hücum etmezler, Mudarlıların müttefikleri de aynı şekilde onlara hücum etmezlerdi; bunun nedeni, Kâ’be tapınağı ile olan ilişkileri dolayısıyla Kureyşlilere saygı duyulması idi. Dağları aştıktan sonra Kureyşliler, karşılarında sulak yerleri, yani Kelb kabilesinin yerleştiği bölgeleri bulurlardı. Kelbliler, Mudarlı olan Benû Temîmlerin müttefiki idiler; bu nedenle Kureyşlilere saldırmazlardı. Bunlar biraz daha ilerleyince, kendilerini (yine Mudarlılardan) Benû Esedlerin memleketinde bulurlar ve Tay kabilesinin bulunduğu yerlere kadar giderlerdi. Taylılar onlara eman hakkı verirler ve kendilerine rehberlik ederlerdi; zira Taylılar Benû Esedlerin müttefiki idiler. (A.g.e., s., 162)
III. El-Muşekker’e gelince; buraya hiç kimse, yanına koruma almadan gelemezdi. Burası çok güzel bir memleketti: Bir kez gören, burasının cazibe ve güzelliğine karşı koyamazdı. Dolayısıyla, buraya hangi kervan gelirse gelsin, mensuplarından birkaçı mutlaka burada kalmaya karar verirdi. Hacer konusunda da bütün Arap kabileleri için aynı şey söz konusu (A.g.e., s. 163).
IV. Suhar’a ise daha önceki fuarlara katılamamış olanlar gelirdi. Onlar bu fuarda (Suhar’da), kendi dokudukları kumaşları ve diğer satılık eşyalarını sergilerlerdi. Buradaki satış işlemi, çakıl taşı atmak suretiyle yapılırdı (A.g.e., s. 163).
V. Debâ’da Arabistan’a ve denizaşırı ülkelere ait ürünler satın alınırdı (A.g.e., s. 163).
VI. Deniz veya kara yoluyla Debâ’ya gelen bütün tüccarlar buradan Şihr’e giderler ve çok tutulan deri, kumaş ve sair mallarını burada satarak, karşılığında günlük (kundur), bir tür yapıştırıcı olan mürr, sarısabır (sabir) ve Hind darısı (duhn) satın alırlardı (A.g.e., s., 163-164).
VII. Herkes, deniz yoluyla gelen tüccarlar dışında, Şıhr’dan Aden’e giderdi. Bu sonunculardan, yani deniz yoluyla gelenlerden hiç kimse, henüz ellerinde satamadıkları malları kalanlar hariç, buraya gelmezdi. Yani, deniz yoluyla gelen tüccarlar arasından sadece ellerinde hala satacak bir şeyleri olanlar, ya da önceki fuarlara katılamamış olanlar buraya gelirlerdi. Daha önceki dönemlerde Himyer hükümdarları ve daha sonra bunların halefleri bu fuarlardan öşür vergisi almışlardır. Burada en son öşür toplayanlar ise, İranlıların soyundan gelen Ebnâlar olmuştur. Ancak bunlar, buradan hiçbir şey ne alır, ne de satarlardı. Halûk denilen (safran otunun terkibindeki) koku, bu fuara mahsus bir madde idi. Araplardan başka hiç kimse bunu o kadar güzel imal edemezdi; öyle ki, denizaşırı ülkelerden gelen tüccarlar bunu satın alıp yanlarında götürürler ve Sind ve Hind’de bununla övünürlerdi. Buna karşılık, kara yoluyla gelen tüccarlar da bunu İran’a ve Rum diyarına (Bizans)’a götürürlerdi, Bu durum günümüze (Merzûkî’nin yaşadığı H. 5. yüzyıla) kadar aynen devam etmiştir. Aden’de Müslümanlardan başka hiç kimse bunu daha iyi imal edemez (A.g.e., s. 164).
VIII. Aden’den pamuk, safran, boya vb. nin yanı sıra, ihtiyaç duyulan diğer şeylerin de getirildiği San’â’ya gidilir, buradan da kumaş, demir vs. satın alınırdı. Bir fuar bölgesinde oturan ahali, kendi hemşehrileri ile yörenin alışılagelmiş fiyatları üzerinden alışveriş yaptığı sürece, başka yerlere gitmezdi (A.g.e., s. 164-165).
IX. Ukâz’da ise, Arabistan’ın başka hiçbir fuarında bulunmayan özellikler vardı. Örneğin, Yemen hükümdarlarından birisi çıkıp, buraya çok kaliteli bir kılıç ya da bir kaftan, hatta bazen iyi koşan bir at göndererek, “Arapların en soylusu kim ise, bunu alması gerekir” diye tellâl çıkarırdı. Hükümdar böylece fuarın seçkin davetlilerini tanıyarak kendisini ziyarete gelmeleri için onlara davetiye çıkarmak ister, onlara dostça ve cömertçe muamelede bulunurdu (A.g.e., s. 165). Ukâz’da, hatiplerin söz alıp kendilerine ya da mensup oldukları kabilelere özgü ayırt edici nitelikleri yıldan yıla sayıp döktükleri kürsüler bulunmaktaydı (A.g.e., s. 170). Eğer bir kimse bir başkasına ihanet eder ya da ağır bir cürüm işleyecek olursa, Ukâz’a gelip ihanet bayrağı çekilir ve bu ihaneti tasvir etmek için alenen nutuklar çekilerek şöyle ilave edilirdi: “Dikkat edin! Filân kimse bir haindir, onu böylece tanıyıp biliniz de bundan sonra onunla evlilik ilişkisine girmeyiniz, onun meclisinde oturmayınız ve onunla konuşmayınız.” Şayet o kimse kendisine çeki düzen verirse ne âlâ; aksi takdirde onun bir resmi yapılarak Ukâz’da bir mızrak üzerine asılır, ona lanetler yağdırılır ve daha sonra taşlanırdı (A.g.y.).
X. Mekke’yi haccetme sırasında Allah’ın haram kıldığı üç ay vardı; ancak insanlar bu konuda üç gruba ayrılıyorlardı. Bir kısmı, kötü ve çirkin işler yaparak Mekke’deki Harem-i Şerif bölgesine bile tecavüzde bulunur ve burada yağmacılık yapıp adam öldürecek kadar ileri giderlerdi; bir kısmı bu tür hareketlerden çekinerek Allah’ın kutsal aylarına titizlikle riayet ederlerdi; ve nihayet, heva ve heveslerinin peşinde koşan (ehl’ul-ehvâ),[151] Temimli Sulsul ibn Evs’in taraftarları gelir ki, bunlar Allah’ın kutsal saydığı aylara karşı saygısızlık edenlerle mücadele etmeyi mübah kabul ederlerdi. İbn el-Kelbî şunları ekler: Temimliler böyle söylüyorlardı. Ama biz, burada söz konusu edilen kabilenin (Sulsul değil de) Kinâneli Kalammas ve onun ataları olduğundan eminiz. Kalammas, kamerî Arap takvimine ay ekleme (nesiy) usulünü sokan kişidir. Eşhuru’l-Hurum’a uymayanlar ise Tay ve Has’am kabileleri ile Benû Esed İbn Uzeymelerin bir bölümü idi. Araplar içinde asil olanlar bu fuarlara tüccar sıfatıyla gelirlerdi; zira hükümdarlar asilleri mükâfatlandırırlar ve (elde ettikleri) ticarî kazancın bir kısmını onlarla paylaşırlardı. Bölge temsilcisi asiller kendi bölgelerindeki fuarlara katılırlar, ancak Ukâz’dakine bütün bölgelerden katılım olurdu Ancak buraya gelen asillerin bir ayrıcalığı vardı ki o da, tanınmamak için yüzlerine peçe örtmeleri idi. Bir gün haydutluğu meslek edinen kimseler tarafından yakalanıp esir edilmekten ve ağır fidye talepleri ile karşılaşmaktan korktukları için, böyle bir önlem almışlardı. Bu adeti terk ederek peçesini ilk atan kimse Enbar’lı Tureyf olmuştur (A.g.e., s. 166).
XI. İbn el-Kelbî’nin babasına dayanarak verdiği bilgiye göre, bir kimse hac (hacı) ya da dâcc (Allah’ın kutsal saydığı aylarda ticaretle meşgul olan kişi) sıfatıyla evinden çıktığı zaman, geleneklere göre üzerine tasma ya da göze batacak şekilde yaralar (dağlama) gibi özel işaretler koyduğu kurbanlık hayvanları da beraberinde götürürdü; kendisi de hac elbiselerine bürünürdü. Bu, Allah’ın kutsal saydığı aylara karşı saygısız davrananların bile kendisine bir değer vermelerini sağlardı. Dâcc’a tek başına çıkmışsa, hayatından endişe eder ve uygun kurbanlık hayvanlar bulamaması halinde de kendi vücuduna kurbanlık hayvan işaretleri koyardı: Keçi ya da deve kılından bir tasma takar ve üzerine yünden bir giysi (sûfe) alırdı. Bu, kendisini dokunulmaz kılardı. Ve Mekke’ye girmek istediği sırada, kutsal (haram) bölgede bulunan ağaçların kabuklarından yapılmış bir kolye takardı. Eğer Dâcc ya da başka herhangi bir kimse bu adetlerden habersiz ve üzerinde bu hac giysileri olmaksızın Mekke’ye gidecek olursa, Allah’ın kutsal aylarını çiğneyenler tarafından yağmalanma tehlikesini göze almış demekti (A.g.e., s. 166-167).
XII. İbn Kunâse gibi klasik bir yazardan da alıntı yapan kaynağımız, daha sonra Arapların sık sık ziyaret ettikleri Filistin fuarları hakkında da kısa bilgiler vermektedir. Kuşkusuz bu fuarlar, güneş yılına göre belirlenmiş dönemlerde kurulurlardı. Deyr Eyyûb, Busra ve Ezri’ât fuarlarından ise ancak birkaç satırla bahsedilmektedir (A.g.e., s. 169-170).
Merzukî’den yapmış olduğumuz özet bilgiler burada son buluyor.
1597. Bu ayrıntılı bilgiler, Resulullah (a.s.) dönemini de kapsamaktadır: Zira bu bilgiler arasında, Muhammed (a.s.) ile aynı dönemde yaşamış olan Ukeydir’den ve Resulullah’ın son yıllarında iki oğlu ‘Umân’da hüküm sürmüş olan el-Culandâ’dan da bahsedilmektedir.
1598. Bu bilgilerden ortaya bazı ilginç durumlar çıkmaktadır: Her yıl belirli bir tarihte Araplar arasında düzenlenen büyük fuarlar, (Bedr, Hubâşe vb.) mahallî panayırlardan tamamen farklı idi. Bunlardan Hubâşe, H. 197 yılına kadar varlığını sürdürmüştür (bk. Kastallânî, İrşâd, III, 259). Araplararası fuarlar, kuzeyden doğuya, doğudan güneye, güneyden batıya ve batıdan kuzeye olmak üzere bütün Arap Yarımadasını dolaşıyordu; ve bu fuarlar, kendi bölgelerindeki tüccarların yanı sıra, aynı zamanda Arabistan dışındaki İran, Hîre, Hint, Çin vb. dış ülkelerin tüccarlarını da kendisine çekmekteydi. Bu da, İslâm’dan önce Arabistan’ın esasen ekonomik anlamda federe bir yapıya sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Anarşinin bölgede kol gezdiği doğru idi. Ancak iki etkili çareye başvurularak bu sorunun üstesinden gelinmiştir: Eşhuru’l-Hurum (kutsal aylar) müessesesi ve koruma alaylarının geliştirilmesi. Eşhuru’l-Hurum’un kökeninin nereye dayandığı bilinmemektedir. Bununla birlikte, bilindiği kadarıyla Arap takviminin 11, 12 ve 1. ayları, yani peşpeşe üç ay ve bunların dışında bir ay, yılın iki ayrı kutsal devresini oluşturuyor ve bu süreler içerisinde hiç kimse silâha başvurmuyordu. Resulullah’ın Veda Haccı sırasındaki hutbesinde belirttiği gibi, Mudarlı kabileler arasında, kutsal olarak bilinen ay, 7. ay olan Receb idi; Rebî’alılara göre ise bu ay, 9. ay olan Ramazan idi.[152] Yedinci ayda, ‘Uman bölgesindeki Suhâr ve Dabâ fuarları, dokuzuncu ayda ise Aden ve San’â fuarları kurulurdu. Yedinci ayda Medine’de hurma hasadı yapılırdı; dolayısıyla bu ay, yazın tam ortasına rastlardı. Muhtemelen dokuzuncu ay, Rebî’a kabilelerinde hasat ve ihracat dönemi ile ayrı döneme rastlamaktaydı. Aynı şekilde, Hac mevsiminin ilk üç ayı da hasat dönemine denk gelmekteydi. Zira dinî bayramların, ekonomik olarak en uygun aylara isabet etmesi ve aksine bir durumun olmaması gerekiyordu. İçlerinden en önemlileri (Bahreyn-’Umân’daki) Abdu’l-Kayslar ile (Yarımadanın kuzey-doğusundaki) Bekr ibn Vâ’iller olmak üzere Rebî’a kabileleri, İran egemenliği altında idiler. Onların kutsal saydıkları ay, aynı şekilde İran işgali altında bulunan San’â ve Aden fuarlarının düzenlendiği dokuzuncu ay idi. Yedinci ayda Mudarlılar arasında ateşkes olduğunu ve aynı zamanda bu ayda Rebî’aların Suhâr ve Debâ’da fuarları olduğunu da belirtmek gerekir. Oysa dokuzuncu ayda, Doğu Arabistan’daki Rebî’a kabilelerinde olduğu gibi, Güney Arabistan’da Rebî’alı olmayan tüm diğer fuarlarında da ateşkes söz konusu idi. Bu durum, birbirlerini güvenli bir biçimde kendi bölgelerine çekebilmek için üstü kapalı bir işbirliği anlamına geliyordu.
1599. Bu arada hatırlatalım ki, İbn Hanbel’in Müsned’inde yer alan çok meşhur bir hadisten çıkardığımız sonuca göre, Resulullah İslâm’dan önce (Yemen’deki) Hubâşe ve Abdu’l- Kaysların memleketindeki Suhâr ve Dabâ fuarlarına bizzat katılmıştı.[153] Belazurî’nin[154] naklettiğine göre, ‘Umân bölgesinin İslâmlaştırılması sırasında, Resulullah (a.s.)’ın ‘Umân’daki ortak hükümdarlar nezdinde göndermiş olduğu Genel Vali dışında, Debâ’ya özel bir vali göndermiş olması hiç de rastlantı değildi.
1600. Bu uzun ateşkes dönemi, Mekke yöresinde ‘Ukâz, Mecenne, Minâ fuarlarıyla, (Necd’deki) Yemâme ve Hayber fuarlarına rastlıyordu. Üç ay süren bu ateşkes döneminin tam ortasına ise “Mekke Büyük Haccı” geliyordu ve Hacc’ın altı hafta öncesini ve altı hafta sonrasını kapsayan bu süre, Mekke’ye en uzak bölgelerden gelen hacı adayı-tüccarların, yarımadaya çok güvenli bir biçimde gidiş gelişlerini gerçekleştirmek için haydi haydi yeterli idi. Dikkat edilecek olursa 7. ay, yani kısa süren ateşkes dönemi, Mekke’de Umre’ye (Küçük Hac) isabet etmekte idi ve yılda iki kez yapılan bu hac faaliyetleri sırasında şehir büyük bir ticarî faaliyete sahne oluyordu. Elimizde hac ibadeti sırasında alışveriş yapmanın tamamen meşru olduğu yolunda Kur’an’dan işaretler bulunmaktadır.[155] Ayrıca Kur’an’da, dinleri gereği Kâ’be’ye girişleri putperestlere yasaklanmakla birlikte, Müslümanlara bu “putperest hacıların” yokluğu dolayısıyla ortaya çıkacak maddî kayıplara karşılık, kendilerine mutlaka bir ödül verileceği ifade edilmiştir.[156] Kastallânî’nin verdiği bilgilere göre ‘Ukâz fuarı, İslâmî dönemde de varlığını H. 129 yılına dek sürdürmüştür (bk. İrşâd, III. 259).
1601. Her iki “ateşkes dönemi” genel olup, herkes bundan yararlanıyordu; ancak ortada tamamen özel bir durum daha vardı: “Mekkeliler arasında besl denilen bir uygulama vardı ki bu, onların geleneklerine göre, Araplar arasında yılda sekiz aylık bir barış dönemi demekti; bütün Araplar bu hakkı birbirlerine tanır ve tereddütsüz riayet ederlerdi. Bu uygulama sayesinde, Arabistan’ın her yerine hiçbir endişeye kapılmaksızın gidebiliyorlardı.”[157] Kaynaklar bu konuda şiirler yazmış olan Zuheyr ve A’şâ adındaki şairleri zikrederler. Dört aylık genel barış dönemine bu sekiz aylık süre de eklendiğinde, yılın tamamı güven ve barış ortamı içinde geçecek demekti.
1602. Mekkeliler gerçekçi kimseler olduklarından, az çok titizlikle riayet etmiş oldukları bu barış dönemleriyle yetinmemişlerdir; (Mekkelilerin kendileri de, Bedir savaşından hemen sonra Ebû Sufyân’ın Medine yakınlarına yaptığı saldırıda olduğu gibi, barışı ihlal ediyorlardı). Kendi kervan yolları üzerinde yaşayan bazı kabilelerle barış ve ittifak anlaşmaları yaptılar. Böylece, çeşitli kabilelerin arazileri üzerinde kendileri için güvenli bir ortam oluşturdular. Ayrıca, her kervanın tedbir olarak yağmacıları gözetleyen silâhlı muhafızları vardı.
1603. Doğu Arabistan fuarlarına Hindistanlı, Çinli vs. tüccarlar da katılmaktaydı. Burası, Sasanilerin etkisi altında olan bir yerdi; dolayısıyla, burada Bizanslıların bulunması beklenemez. Arabistan’ın diğer bölgelerinde bulundukları ise göz ardı edilmemelidir. Azrakî’nin bildirdiğine göre, “Mekkeliler, kendi şehirlerine gelen Rumları (Bizanslıları) öşür vergisine tabi tutarlardı; çünkü onlar da kendilerinden memleketine gittiklerinde öşür vergisi almaktaydılar.” Yine Yahudi ve Nabatlılardan öyle kimseler vardı ki, bunlar geçici fuarlardan bağımsız olarak, çoğunlukla ticaret amacıyla Arabistan ile Sasani ve Bizans İmparatorlukları arasında kervan tertip ederlerdi. Bunun dışında, Araplar da, Filistin fuarlarına kalabalık bir şekilde katılırlardı. Bu durum, uzun çöl seferlerinin sakınca ve tehlikelerini göze alarak Rumların Arabistan’ın iç kesimlerine kadar gelmelerini engellemiş ve onlara kendi topraklarında ticarî mübadele imkânı sağlamıştır.
1604. Bizanslı yetkililer Araplara pek iyi gözle bakmazlar ve onlara kuşkuyla yaklaşırlardı. Araplara bazı bölgeler ayırarak, bunların dışına geçmelerini yasaklamışlardı. Onların yüklerini sıkı sıkı araştırırlardı; bu katı tutumun yankısını, “Gümrükçülerin Cehennemin en derin yerine atılacaklarını” ifade eden Resulullah (a.s.)’ın hadisinde de görmek mümkündür.[158] Doğal olarak kaçakçılık da vardı; nitekim Araplar, birçok ticarî malın yanı sıra ne kılıç vb. silâhları, ne de zeytinyağı ya da şarap gibi ürünleri Bizans toprakları dışına çıkaramazlardı.[159]
1605. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Habeş tüccarlar da Mekke’ye kervanlar halinde gelirlerdi.
1606. İbn El-Kelbî’nin eserinden aktarılmış olan özet bilgiler arasında, bu fuarlarda görülen bazı yanıltıcı davranışlara da yer verilmektedir. Bu yüzden, daha önce de gösterdiğimiz gibi, Ukâz’da ticarî ihtilâflarla ilgilenmek üzere bir hakimin bulunması bizi asla şaşırtmamalıdır. Bu hakim, görev yaptığı Batı Arabistan’daki Ukâz’a çok uzak bir yerden, Doğu Arabistan’daki Temim’den geliyordu. Bir bakıma bu durum, Mekke bölgesi merkez olmak üzere, Arabistan’ın esasen federatif bir iktisadî yapıya sahip olduğu izlenimini pekiştirmektedir. Bu arada hatırlatalım ki, (Güney Irak’taki) Hire hükümdarları, Ukaz fuarına düzenli olarak latîmelerini (ticaret kervanları) gönderirlerdi. Hatta Muhammed (a.s.)’in gençliğinde kendi kabilesiyle birlikte katıldığı Ficâr savaşı da bu kervanlardan birine yapılan bir yağma ve saldırı yüzünden çıkmıştı. (Bu konuya daha önce değinmiştik.)[160]
1607. Hiç kuşku yok ki her yıl düzenli olarak kurulan bu Araplar-arası fuarlar, hem çeşitli bölgelerde konuşulan lehçelerin yakınlaşmalarına, hem de ülke birliğinin pekiştirilmesine büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Örf ve âdetler arasındaki küçük farklılıklara rağmen, ticarî alanlarda kabul edilmiş kanun ve kurallar, kanaatimize göre tedricen her yerde aynı hale gelmişti. Ülke içerisinde yetiştirilen ürünler nüfusu beslemekte yeterli olmadığı için, ithalât faaliyetleri, insanları her yıl az çok uzun yolculuklar yapmak zorunda bırakıyordu. Suriye’ye, Mısır’a, Habeşistan’a, Mezopotamya’ya ve ayrıca Arabistan’ın çeşitli bölgelerine yapılan seyahatler, bu insanların gittikleri ülkelerin sınaî ve toplumsal etkinlikleri, coğrafî yapısı, sahip olduğu kaynakları ve daha birçok alanlar hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlıyordu. Müslümanlar, daha sonra İslâm topraklarının hızlı ve kolay bir biçimde genişletilmesini sağlayan fetihler sırasında, bu bilgi ve deneyimlerden yararlanacaklardır.
1608. İslâm’dan önce Arabistan’daki zanaatkârların kendi ürünlerine yabancı ülkelerde pazar bulabilmek için çalıştıklarını gösteren izler pek gözükmemektedir. Onların yapabildikleri en iyi şey, ithalat ihtiyaçlarını biraz azaltabilmek için hemşehrilerinin yardımına koşmak olmuştur. Burada özellikle Yemen ve ‘Umânlı dokumacı ve bezzazlar aklımıza gelmektedir.
1609. Arabistan’ın kültürel gelişimi sırasında birçok güçlükle karşılaşılmasının yanı sıra, birçok kaleler, sulama bentleri ve çok katlı evler de inşa edilmişti ve toprağın altının nasıl inceleneceği ve madenlerin nasıl işletileceği bilinmekteydi. İslâm öncesine ait edebi eserlerde, Arabistan’ın bir çok bölgesinde altın madeni bulunduğundan bahsedilir. Arapların, içme suyu çıkarabilmek için, çölde inanılmaz derinlikte kuyular kazmalarını sağlayan sabırlarına hayran olmamak da elde değildir.
1610. Muhtemelen komşu ülkeler, Arapların yetiştirdiği küçük baş hayvanlara pek ihtiyaç duymuyorlar, ama Arabistan’ın deve ve hecin develerine pek rağbet ediyorlardı. Tevrat’ta, Süleyman (a.s.)’ın hükümdarlığı sırasında ve sonrasında Filistinli Yahudilerin özellikle Yemen’den ithal ettikleri çeşitli ürünlerden bahsedilmektedir. Maknâ ve ‘Uman limanlarında nakliye ve balıkçı gemilerinin inşa edildiğini daha önce belirtmiştik. Kur’an, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi gibi iki komşu denizde yapılan inci ve mercan avcılığından bahseder. Kuşkusuz hekimlikte kullanılan bazı ot ve eczaların ticareti de yapılmaktaydı.
1611. Bu bilgiler, bize İslâm öncesinde Arabistan’ın ekonomik durumu hakkında genel bir fikir vermek için yeterli olmalıdır.[161]
1612. Dinsel ve toplumsal alanlarda reformcu bir rol üstleneceği İlahi bir göreve getirilmeden önce Muhammed (a.s.), aynı mesleği icra eden hemşehrileri arasında çok saygın ve meşhur bir kervan tüccarı idi.[162] Filistin’e, Yemen’e ve Bahreyn-’Umân bölgelerine birçok gezi düzenlemişti; hattâ muhtemelen yine ticari amaçlarla Habeşistan’a da bir deniz yolculuğu yapmıştı. Buralarda kazanmış olduğu deneyimler, büyük ölçüde ekonomik alanda gerçekleştirmiş olduğu yenilikleri de açıklamaktadır.
1612/1. Bu konuya geçmeden önce, bir noktayı açıklığa kavuşturalım. Mekke, Tâ’if, Medine vs. gibi şehirler, gezici fuarlarının yanı sıra, dükkân şeklinde bir takım sürekli pazarlara da sahip olmalıydılar. Dükkânlar, normal olarak ticaretle uğraşan kimselerin evlerinin avlularında bulunuyordu (Tâ’if’deki durumla ilgili olarak, yukarda 822 sayılı paragrafta geçen anlaşmanın 16. maddesinde şu hükmü okumaktayız:
“Alış-veriş ve pazarlık işlemleri, evlerin avlularında yapılacaktır.”)
Görünüşe bakılırsa, şehrin çarşı ve pazarlarında sebze ve benzeri gibi fazla dayanıklı olmayan gıda maddelerinin günübirlik satışları söz konusu idi; küçük esnaf mallarını her gün sabahleyin satacağı malları pazara getirir ve akşam olduğunda da satamadıklarıyla birlikte evlerine dönerlerdi. Bu pazar yerlerine, buğday, arpa, yağ, hurma, kumaş vb. malların yanı sıra, koyun, deve vs. gibi hayvanları satmak üzere yabancı tüccarlar da gelirdi. Kasaplık, kunduracılık, terzilik vs. gibi meslekleri kendi evlerinde icra edenlerin dışında, çarşı-pazar yerlerinin de olması gerekliydi. Aralarında çatışma ve savaşlar yaşanan çeşitli etnik grupların ve kabilelerin çokluğu, Medine’deki pazar yerlerinin de çok sayıda olmasını gerektiriyordu. Bu noktayı bir hadiste geçen şu bilgi ile açıklayalım:
“Ömer ibn Şebbah’ın[163] naklettiğine göre, Resulullah Medine’de (Müslümanlara ait) bir çarşı-pazar yeri kurmak istediği zaman, önce Benû Kaynuka Yahudilerinin pazarına gitti; daha sonra da (halen) Medine’de bulunan pazar yerine geldi. Orada durarak, ayağıyla gösterdi ve şöyle dedi: -İşte sizin çarşınız! Burada hiç kimse rahatsız edilmeyecek ve kimseden herhangi bir işgaliye de alınmayacaktır... İslâm’dan önce Medine’de, (Ru’ma kuyusu çevresindeki) Yesrib bölgesinde, Zebâle denilen yerde bir çarşı vardı; Benû Kaynuka’lar için el-Cesr (köprü)’de, ayrıca el-Asbah bölgesindeki es-Safasif’de pazar yerleri kuruluyordu. İbn Hibbeyn sokağının bulunduğu yerde de bir çarşı kuruluyordu; İslâm’dan önce kurulmuş olan bu çarşı İslâm’ın başlangıcında da Muzâhim adıyla varlığını sürdürmüştür... Resulullah Bakî ez-Zubeyr denilen yerde bir çadır kurarak şöyle buyurdu: “Burası sizin pazar yeriniz olacaktır!” Tam o sırada (Benû en-Nadir Yahudilerinden) Kâ’b ibn el-Eşref çıkageldi, çadırın içine girdi ve gergi iplerini kesip kopardı. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu: “Kesinlikle bu çarşıyı öyle bir yere nakledeceğim ki, bu onu daha da kudurtacak. Ve daha sonra pazar yerini, bugünkü Medine Büyük Çarşısı’nın bulunduğu yere naklettikten sonra şu emri verdi: “İşte burası sizin çarşınız: burada sürekli ve sabit yerler edinmeyin (yani sabahleyin kim erkenden gelmişse, istediği yeri tutsun); burada vergi alınmayacaktır.” (bk. Samhûdî, I, 747-748).
Kuşkusuz bu olay, Hicret’in başlangıç dönemlerinde meydana gelmişti. Bu metinde, vergi (haraç) sözcüğü açıkça belirtilmemiştir. Vergi muafiyeti, doğal olarak satıcıların buraya akın etmelerini sağlamıştır. Şimdi Resulullah’ın gerçekleştirmiş olduğu reformlara geçelim:
1613. Resulullah (a.s.)’ın İslâm’ı kabul ettikleri sırada Arabistan kabileleriyle yapmış olduğu anlaşmaların çoğunda yer alan bir maddeye göre, öşür vergisi yürürlükten kaldırılmaktaydı; Necrânlı Benû Nehd, Bâhile ve Belârislerle yapılan anlaşmalar, bu kabileleri öşürden muaf tutarken, zekât mükellefiyeti altına sokmaktaydı.[164] Zekat vergisi, hayvan sürüleri ve ziraî ürünler için geçerli olup, bunlara öşür vergisi tahakkuk ettirilmezdi. Dolayısıyla öşür, sadece şehirlere ve fuarlara dışardan ithal edilen ticarî mallar üzerinden alınan bir gümrük vergisi demekti. Ülke dahilinde evvelce alınan gümrük vergilerinin kaldırılması, her türlü malın ülke içindeki dolaşımı ve el değiştirmesini sağladı. Kaynaklar, Halife Ömer tarafından, Medine’ye tahıl ve yiyecek maddeleri ithal eden Nabatlı tüccarlara indirimli gümrük tarifesi uygulandığından söz ederler.[165] Buradan anlaşıldığına göre, Medine’deki gümrük tarifesi İslâm’dan önceki devirlere ait olup, Resulullah tarafından da aynen sürdürülmüştür. Rivayete göre, Mekke’nin fethi sırasında Resulullah “Sa’îd ibn el-As’ı Mekke Çarşısı’na (sûk) tâyin etmiş olması” oldukça dikkate değer bir olaydır. Buna benzer başka olaylar da cereyan etmiştir: Ömer de Medine çarşısıyla ilgilenmek üzere görevlendirilmiştir (Halebî, II, 365). Kadınlardan da, örneğin Semra bintu Nuheyk el-Esediyye, pazar yerlerinde hile ve kaçakçılığı önlemek üzere bir tür denetçi olarak görevlendirilmişti (İbn ‘Abd el-Berr, İsti’âb, “Kadınlar” bölümü, Nº 161). Yine, Şifâ bintu Abdullah da, Medine pazarında bazı görevleri yerine getirmekle görevlendirilmiştir (bk. İbn Hacer, İsâbe, “Kadınlar” bölümü, Nº 618). Muhtesiplik görevinin ihdas edildiği o günlerde Resulullah (a.s.)’ın bu işle yakından ilgilendiği ve İslâm’ın ruhuna uygun bir ticari anlayışın hayata geçirilmesi konusunda satıcılara nezaret ve rehberlik etmek amacıyla pazar yerlerini bizzat dolaştığı görülür. Örneğin bir gün, bu denetimlerinden biri sırasında, bir dükkândaki buğday yığınına elini daldırdığında, alt kısımların nemli olduğunu hissetmiş, nedenini sorduğunda da satıcı, bunun önceki gün yağan yağmurdan kaynaklandığını söyleyince, Resulullah şöyle emretmiştir:
“Bunları bu şekilde müşterilerden saklayıp gizleme! Malları onlara oldukları gibi göster!”
Çarşı ve pazar yerlerinde kadın denetleyicilerin de bulunması, muhtemelen buralara kadınların da ürettikleri malları satmak üzere gelmelerinden kaynaklanıyordu.
1614. Millî servetin paylaştırılması ve sürekli olarak el değiştirmesi, çok erken dönemlerde Kur’an’ın dikkatleri çektiği bir konu olmuştur. Daha H. 3. yıldan itibaren, ölen bir kimsenin mirasının, yaşları ne olursa olsun baba, anne, eşler, çocuklar, erkek ve kız kardeşler gibi çok sayıda yakın akraba arasında zorunlu olarak paylaştırılacağını öngören şer’î bir hüküm yürürlüğe konulmuştur. Vasiyet yoluyla miras bırakan kimse, mirasçılarının hisseleri üzerinde bu hükümle belirlenenlerin dışında bir değişiklik yapamaz. Öldükten sonra yürürlüğe girecek olan vasiyetle, terekenin sadece 1/3’lük bölümü yabancılara bırakılabilir, geriye kalan 2/3’lük bölüm ise, ek bir irade beyanına gerek kalmaksızın kanuni mirasçılara gider. Bu hüküm sayesinde, servetin birkaç kişinin elinde yığılması önlenmiştir.
1614/1. Resulullah (a.s.), kapitalistlerin riske dayalı birtakım ticari imkânları kötüye kullanmalarını önlemek amacıyla iktisadî hayata birçok yenilik getirmiş ve tek taraflı risk ilkesine dayanan, örneğin henüz ürün olgunlaşmadan bir çiftliğin hasadının satılması ya da henüz teslimatı yapılmamış malı bir başkasına tekrar satma vs. gibi her türlü ticarî işlemleri yasaklamıştır. Satılması yasak mallar listesinde, gerçekte henüz denizden çıkarılmadığı halde, “dalgıcın denize dalarak getireceği” incilerin de bulunması oldukça dikkat çekicidir (İbn Mâce, 12/24, Nº 2196; İbn Hanbel, I, 302, III, 42; Beyhakî, V, 358).
1615. Çok daha önemli ve temel bir yenilik de, faiz konusunda benimsenen tutumdur. İslâm, ödünç verilen paraya faiz işletilmesini yasaklamıştır. Bu ilâhî kanunun hikmetini tartışmaya açmak isteyenlere cevap olması için birkaç örnek verelim: Dünyada hiç kimse, zor durumda kalarak aldığı borç para karşılığında gönül rızasıyla faiz ödemek istemez. Öte yandan, çok az sayıda zengin, bir karşılık beklemeksizin tasarruflarını borç olarak vermeye razı olur. İşte faiz bir toplumda bu yüzden yaygınlık kazanır. Ödünç verilen meblâğlar üzerinden alınan faiz, millî servetin belli bir azınlığın elinde toplanmasına ve gitgide asıl halk yığınlarını oluşturan insanların yoksullaşmasına neden olur; ve bu da birçok toplumsal patlamalara yol açar. Faiz karşılığında borç para vermenin temel bir sakıncası da, tek taraflı risk taşımasıdır. Belli bir meblâğı borçlanan kimse, bütün iyi niyetlerine ve çabalarına rağmen yapmış olduğu ticaretten hiç bir kâr elde edemese bile, faiz ödemeyi kabul eder. Zira bir ticaretin ya da üretimin kimi durumlarda başarısızlıkla sonuçlanması mümkündür. İşte ödünç veren taraf, bu riski üstlenmemektedir. Ancak faizin İslâm’da yasaklanmış olması, her türlü kazancın reddedildiği anlamına da gelmez. Aksine İslâm, adaletin iktisadî ilişkilerde egemen olduğu toplumsal bir düzen öngörmektedir. Tek taraflı risk anlayışına dayalı bir ödünç verme sistemi yasaklanarak, onun yerine karşılıklı risk (kâr-zarar) ilişkisine dayalı bir borçlanma getirilmiştir. Burada kastettiğimiz, İslâm Şirketler Hukukunda mudârabe denilen ve sermaye sahibi ile onu işletmek üzere ödünç alan kişinin, hep birlikte kârı ve riski (zararı) paylaştıkları çeşitli borçlanma sistemleridir. Oysa toplumun çıkarları doğrultusunda, belli bir kesimin, örneğin faizci-tefeci sermaye sahiplerinin üzerine bazı yükümlülük ve sınırlamalar getirilmesi daha makul ve uygun bir yaklaşım olabilir. Böylece bu tür gruplar, idarî yaptırımlar sayesinde, insanlık dışı asalak hayatı sürmekten vazgeçmek zorunda kalacaklardır. Bu durumda geriye, faizsiz borçlanmalara kaynak bulmak ve kâr amacı gütmeyen proje ve yatırımlar için gerekli para ihtiyacını karşılamak kalmaktadır. İslâm, önce faizci sermayedarların elinden faizle borç verme hakkını alarak ve daha sonra da borç verme işlemlerini devletleştirerek bu sorunun üstesinden gelmiştir. İlerde de göreceğimiz gibi, ihtiyaç sahiplerine borç para temin etmek devletin görevi olup, Hükümet, bireylerden (özel teşebbüsten) daha kolay bir şekilde, acil ihtiyaçlar içinde kıvranan vatandaşlarına borç para (kredi) temin etme işini bir ücret ya da faiz almaksızın gerçekleştirebilir. Fakat faizsiz borç verebilmek için, öncelikle elde para olması gerekir. Oysa İslâm Devleti, merkezî bir Hükümet ve teşkilât hesabına vergi ödeme yükümlülüğünden habersiz bir toplumda, bir ülkede doğmuştur. Peki Resulullah Muhammed (a.s.), bu sorunu nasıl çözebilmişti? Şimdi bu konuya değinmek istiyoruz:[166]
1616. Göçebe kabileler arasında yaşanmakta olan anarşinin ya da az çok örgütlenmiş durumdaki küçük şehir-devletlerin yerini merkezî bir hükümetin alması, ülkenin iktisadî hayatını temelinden değiştirmiştir. Bu İslâmî Hükümet, kim olursa olsun en zengin bireylerin bile üstünde bir satın alma gücüne -ve satın alma ihtiyaçlarına- sahip olacaktı. Ancak özellikle üzerinde durulması gereken bir konu da, Resulullah (a.s.)’ın değişen koşullarla ortaya çıkacak olan yeni ihtiyaçlara cevap vermek üzere, maliye ve vergi politikalarında yeniliklere tamamen açık olması idi.
1617. Hicretten önce Müslümanlar, Mekke’de esasen örgütlü bir toplum oluşturmuşlardı. Topraktan ve araziden yoksun oldukları doğru idi. Ancak, bir Devleti meydana getiren ögelerin çoğunluğuna sahip idiler: Örneğin onların, aynı zamanda kanun koyucuları ve yargıçları konumunda bulunan ve her işte nihâî yetkiye sahip bir başkanları vardı. Ve bu insan topluluğu her gün çoğalıp genişlemekteydi. Devlet içinde Devlet denebilecek bir ortamda yaşayan Mekkeli Müslümanlar, her ne kadar Mekke Şehir-Devleti denilen asıl Devlet’in bünyesinde yaşıyorlarsa da, bu Devlete asla boyun eğmiyorlardı. Bu anormal durum, Müslümanların doğup büyüdükleri memleketi terk etmeleriyle son bulacaktır. Ancak biz, öncelikle Hicretten önceki dönemin koşullarından bahsedeceğiz.
1618. Örgütlü bir toplumun, en azından bireyler kadar ve hattâ onlardan daha fazla ihtiyaç duydukları şeyler vardır. Resulullah (a.s.), bunu daha ilk günden itibaren hissetmeye başlamış ve bu nedenle sahabelerini hayır işleyip sevap kazanmaya ve “Allah yolunda” servetlerinin bir kısmını, özellikle durumu iyi olmayan kimseler için harcamaya teşvik etmiştir.
1619. Hicretten önce nazil olan Kur’an ayetlerinde, kelime anlamı “artma, arındırma”, gerçekte ise “artarken arındırma” olan zekât terimi ile, yine kelime anlamı “iyilik, doğruluk”, gerçekte ise “dosdoğru ve sadık bir imanın göstergesi olmak üzere iyilik yapmak” demek olan tasadduk terimlerine oldukça sık yer verilmiştir. Bu terimler, henüz İslâm Devleti’nin kurulmadığı ilk dönemlerde, aslında sadakanın yerine kullanılmışlardır. Kur’an, Müslümanları iyi ve güzel işler yapmaya teşvik etmek için önceki peygamberlere göndermelerde bulunur ve böylece, “eski peygamberlerin yolundan gidenler böyle yaptıklarına göre, siz de onlar gibi yapın” demek ister. İşin daha da ilginç yanı, Kur’an’ın Mekke döneminde nazil olmuş âyetlerinde şu iki teknik deyimin kullanılmış olmasıdır: İnfâk[167] fî Sebilillah (Allah’ın yolunda harcama) ve hak (hak ve aynı zamanda malî yükümlülük, vergi). Ben burada “hak” terimini içeren şu ayetlerin meallerini vermek istiyorum:
a) “Şüphesiz ki Allah’a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Kuşkusuz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı: Geceleri pek az uyurlar ve seher vakitlerinde de Allah’a tövbe ve istiğfar ederlerdi. Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak (pay) vardı (Zâriyât: 51/15-19).
b) Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır; kendisine bir kötülük dokunduğunda sızlanıp feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir. Ancak şunlar öyle değildir: Namaz kılanlar, ki onlar namazlarında devamlıdırlar (ihmal göstermezler); mallarında, isteyene ve (istemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar.”(Meâric: 70/19-25).
1620. Bu ayetlerin nazil olduğu dönemde henüz bir zorlama ya da yaptırım söz konusu değildi; ancak bu âyetlerde sadece sadaka verme ve iyilikte bulunma gibi bir takım basit tavsiyelerin söz konusu olmadığı vurgulanmaktadır. Burada, kabul edilmiş, zorunlu ve belirli kurallara bağlanmış, herkesçe bilinen vergilerden söz edilmektedir. Şüphesiz burada, maddî bir yaptırım ve hatta bir vergi teşkilatı göze çarpmamaktadır. Medine’ye hicret edip burada bir Şehir-Devleti kurar kurmaz, Resulullah (a.s.), bir Müslümanın hayatının bu yönü üzerinde de giderek artan bir etki bırakacak olan Kur’ân âyetlerini almaya başladı. Kur’an, dünyaya malını, toplumun bekası ve devamlılığı için olmazsa olmaz (sine qua non) bir temel ve koşul olarak görmektedir.[168] Bu arada zekât ve sadaka terimlerinin kullanılmasına devam edilmiş, ancak bunlarla ilgili hükümlere riâyet edilmemesi halinde bazı maddi yaptırımlar uygulanmış ve bunun sonucu olarak, Hicretten önceki dönemde “sadaka” niteliği taşıyan yardımlar devlet tarafından tahsil edilen vergilere ve düzenli kamu yükümlülüklerine dönüştürülmüştür. Klasik İslâm yazarlarının verdikleri bilgiler doğrultusunda kronolojik sıraya konulmuş olan bu konudaki birkaç ayeti inceleyelim:
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir…”(Bakara: 2/177)
1621. Yukarıdaki âyette zekât vergisinin hasenat ve iyilik anlamına gelen ve zorunlu olmayan diğer ödemelerden ayrı tutulması oldukça dikkat çekicidir. Yine şöyle buyuruluyor:
“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lûtfu geniştir. O, herşeyi bilir (…) Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın…”(Bakara: 2/261, 267)
1622. Yukarıda ise sınaî, ticarî ve ziraî kazançlar üzerinden alınan vergiler söz konusudur. Şu ayet de oldukça değişik bir konuya değinmektedir.
“(...) Allah, kendisine yardım edenlere mutlaka yardımını ulaştırır. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”(Hac: 22/40-41)
1623. Burada, Müslümanlar açısından Allah’a karşı görevler (namazlar) ile insanlara karşı görevlerin (vergiler), tıpkı ahlâk ve adalet kavramları gibi birbirlerinden asla ayrılmaz bir nitelik taşıdığı bir Devlet anlayışı göze çarpmaktadır. Hac sûresinin iniş sırası itibariyle Kur’an’ın 103. suresi olduğu kabul edilmektedir. İniş sırası itibarıyla sondan bir önceki, yani 113. sure olan ve bugün 9. sırada yer alan Tevbe Sûresi’nde de, Müslümanların parasal ve maddî yükümlülükleri ile ilgili açık ve net ifadelerin bulunması hiç de şaşırtıcı değildir.
“Ancak tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklarız. Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” (Tevbe: 9/11-12)
1624. Bir inanç birliğine ve ortak bir dünya görüşüne (Weltanschauung) dayalı siyasal bir topluluğun, kendi bünyesindeki bireylerle herhangi bir çatışmaya gitmemesi gayet doğaldır. Bu ortak kimliğin en ayırt edici niteliklerinin “namaz kılmak” ve “zekât vermek” olduğuna da âyette açıkça işaret edilmektedir. Aynı surede yer alan iki önemli ayetten biri Devlet gelirlerine (vergiler vs.), diğeri ise Devlet harcamalarına değinmektedir:[169]
1625. Devlet gelirleri ve aldığı vergilerle ilgili olarak, Kur’an şöyle buyurmaktadır:
“Onların malları üzerinden sadaka vergisi al! Böylece onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin… Allah’ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hala bilmezler mi?” (Tevbe: 9/103-104)
1626. Kur’an’ın vergiye tabi tutulacak servet kategorilerinden ya da alınacak vergi miktarlarından hiç bahsetmemesi oldukça dikkat çekicidir. Allah, bu miktarı tayin edip gerekirse toplumun ihtiyaçlarına ve günün koşullarına göre gözden geçirerek yeniden belirleme işini insana, yani Devlete bırakmıştır. Resulullah (a.s.) zamanında, vergiden muaf tutulan asgari miktarı aşan ziraî ürünler üzerinden 1/10 oranında (öşür) vergi alınmaktaydı. Ancak vergi tahakkuk ettirilirken, emek sarf edilerek (kuyu suyu ile) sulanan topraklarla fazla emek sarf etmeden (akarsu, yağmur suyu, yeraltı kaynak suları vs.) sulanan topraklar arasında ayrım yapılmaktaydı. Fazla bir emek harcanmadan sulanan arazilerden elde edilen ürünlerden 1/10 (öşür) oranında, emek harcanarak sulanan tarlalardan ise 1/20 (nısfu’l-öşür) oranında zekât vergisi alınırdı. Büyük çapta arıcılığın yapıldığı bölgelerde ise elde edilen ürün üzerinden 1/10 (öşür) oranında zekât tahsil edilmiştir. Biriktirilen altın ve gümüş üzerinden ise % 2,5 (1/40) oranında zekât vergisi alınmıştır. Kaynaklarda, Benû Suleymlerin topraklarından ve Yemen bölgesinden çıkarılan madenlerden de vergi alındığına dair bilgiler bulunmaktadır. Yer altından ya da ören yerlerinden çıkarılan definelerin ise % 20’sinin Devlet’e teslim edilmesi gerekiyordu. Açık arazide otlatılan sürülerden sadece develerle büyükbaş ve küçükbaş hayvanlara zekât tahakkuk ettirilmiş, at ise zekât vergisinden muaf tutulmuştur. Ticaret amacıyla edinilen mallar, birikmiş altın-gümüş gibi değerlendirilerek, bunlar da yıllık % 2,5 (1/40) oranında zekâta tabi tutulmuştur. Yine kaynaklara göre, yabancılar, ithal edilen malın cinsine göre % 5 ila 10 arasında gümrük vergisi ödemek zorunda idiler. Bu vergi tarifelerini tabu haline getirip değişmez kılacak şer’î bir hüküm yoktu. Nitekim, geçtiğimiz sayfalarda Halife Ömer’in, Nabatlı tüccarlar tarafından Medine’ye ithal edilen gıda maddelerine, Resulullah (a.s.) zamanında uygulanmış olan oranın yaklaşık yarısı civarında gümrük indirimi yaptığını belirtmiştik (bk. § 1613).
1627. Bireylerin nakit olarak sahip oldukları ve piyasada dönen paralarına “gelir vergisi” adı altında bir vergi tahakkuk ettirilmeyip, sadece biriktirdikleri tasarrufları üzerinden zekât vergisi alınırdı. Devletin almış olduğu bu önlem, insanları birikimlerini piyasaya sürerek değerlendirmeye zorlamakta ve kadınlara özgü süs eşyaları ya da mücevherler şeklinde de olsa, bunlardan hazineler oluşturmalarını önlemekte idi. (Ancak bazı kaynaklar, Halife Ebû Bekir döneminde maaş gelirleri üzerinden bir “gelir vergisi” alındığını zikretmektedirler.[170]
1628. Buraya kadar anlattıklarımızda, Müslüman tebaadan alınan vergiler söz konusudur. Gayrimüslim tebaa, ziraî ve ticarî vergi ödemekle birlikte, birikmiş tasarrufları ve ticarî mallarına karşılık zekât ödemekten muaf tutulmuşlardır. Kaynaklar, bunların besledikleri hayvan sürüleri üzerinden herhangi bir vergi alındığından da bahsetmezler. Bu insanlar, Devlet’in sağlamış olduğu can ve mal güvenliğinden yararlanmakla birlikte, zorunlu askerlikle (cihat) yükümlü değillerdi. “Millî savunma” gibi büyük harcamalar gerektiren ihtiyaçların bir bölümünü karşılamak amacıyla, gayrimüslimler arasından meslek sahibi kimseler, çok düşük miktarda baş vergisine (Kur’an’ın ifadesiyle, kendi elleriyle cizye ödemeye[171] tabi tutulmuşlardır. Ancak bunlar, Müslümanlara bir savaşta yardım ettikleri takdirde, o yıla ait cizyeyi ödemiyorlardı. Gerçekten de, göründüğü kadarıyla gayrimüslim tebaa, Müslümanlarla karşılaştırıldığında çok daha uygun koşullarda yaşamaktaydı; ve ilerde de göreceğimiz gibi bunlar, Müslümanların ödedikleri vergilerden de yararlanıyorlardı.
1629. Buraya kadar sadece normal ve vergilerden bahsettik. Ancak, savaş ganimetleri (ki bunun 1/5’i Devlet hazinesine giderdi) ve barış anlaşmaları sırasında belirlenen harçların yanı sıra, taşınır ve taşınmaz mallardan elde edilen, geçici ya da olağanüstü durumlarda alınan oldukça değişik gelirler de vardı.
1630. Vergilerle ilgili son bir şeyi daha belirtelim: İbn Hazm gibi klasik yazarlar, toplumun refah ve mutluluğu için yeni vergilerin yürürlüğe konulabileceğini, ayrıca daha önceden konulan vergi oranlarının artırılabileceğini özellikle belirtmişler ve Resulullah (a.s.)’ın belirlediği zekât miktarlarının asgari düzeyde olduğunu ve Devlet’in gerekli görmesi halinde geçici olarak yeni vergiler (nevâib) ihdas edileceğini belirtmişlerdir. Kuraklık ve kıtlık zamanlarında hükümet, zenginlere geçimleri için yeterli miktarın (sedd’ur-ramk) dışındaki tüm servetlerini içine alacak oranlarda vergiler koyabilir ve topladığı bu vergileri ülkedeki ihtiyaç sahipleri arasında paylaştırabilir. Bu yazarlar, görüşlerini şu olaya dayandırırlar: Bir gün, Medine’den çok uzakta bir sefere çıkıldığı sırada, İslâm Ordusunun elindeki yiyecekler tamamen tükenmişti. Resulullah (a.s.), herkesin elinde yiyecek olarak bir parça ekmek, birkaç hurma vb. neyi varsa getirmelerini emretti; herkes de bu emri istisnasız yerine getirdi. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) bu yiyecekleri herkese eşit ve adil bir şekilde dağıttı. Bu arada, toplanan bu vergilerin, -ancak vasat bir insanın harcamalarına denk bir maaş alan- devlet başkanının lüks ve konforlu bir hayat sürmesi için değil, tüm ülke insanlarının ihtiyaçlarına harcanmak üzere alındığını da belirtelim.[172]
1631. Öyle görünüyor ki Kutsal Kitaplar arasında Kur’an, Devlet bütçesi ve harcamaları ile ilgili temel kuralları açıkça ortaya koyan yegâne kitaptır. Bu konuya değinen, mealini verdiğimiz şu âyet üzerinde ayrıntılı olarak durmaya değer:
“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak:
1. Yoksullara,
2. Düşkünlere,
3. (Zekât toplayan) memurlara,
4. Gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara,
5. (Hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere,
6. Borçlulara,
7. Allah yolunda çalışıp cihat edenlere,
8. Yolcuya,
mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”(Tevbe: 9/60)
1632. Ayette zekâttan yararlanacak sekiz sınıfın bu şekilde sıralanması, sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışan başarılı bir devletin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak mükemmelliktedir. Burada tekrar hatırlatalım ki, zekât ile eşanlamlı olan sadaka terimi, Resulullah’ın sağlığında ve özellikle hayatının Medine’de geçen son yıllarında, ziraat, hayvan sürüleri, ticaret, birikmiş altın ve gümüş vs. gibi konularda Devletin Müslümanlardan tahsil ettiği vergileri ifade etmek üzere kullanılıyordu. Kur’an, yukarıda bahsettiğimiz ganimet, haraç vs. gibi bazı geçici ve olağanüstü vergilerin harcanması konusunda Devlet Başkanına büyük yetki ve serbestlik tanımıştır. Ancak normal ve düzenli vergiler (sadaka) konusunda yukarıda mealini verdiğimiz âyette, bunların nerelere tahsis ve sarf edileceği açıkça gösterilmiştir. Şimdi sadakadan yararlanacak olan bu sekiz sınıfı ele alalım:
1633. 1, 2) İlk iki sırada yoksul ve düşkünlerin ele alınması fıkıh ve tefsir bilginleri açısından bazı güçlüklere yol açmıştır. Hiç kuşkusuz burada Resulullah (a.s.)’ın birçok defa şu şekilde yinelemiş olduğu bir vergilendirme ilkesi söz konusudur:
“Zekât, aranızdaki zenginlerden alınıp yine aranızdaki yoksullara dağıtılacaktır.”
Ancak bu ayette neden yoksul (fukarâ) ve düşkün (miskinler) şeklinde iki farklı terime yer verilmiştir? Endülüslü tefsir bilgini Ebû Hayyân (öl. H. 784), Tefsir adlı eserinde, aralarında İmâm Şâfiî’nin de bulunduğu bazı klasik dönem Müslüman bilginlerinin fukarâ ve mesâkîn terimlerinin eşanlamlı olduğu görüşünü savunduklarını, ve Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarının gereği olarak, toplumda muhtaç durumda bulunan bu kimselere, (her bir sınıfa 1/8’lik pay düştüğü göz önüne alınırsa), Devlet gelirlerinden 2/8 hisse ayrılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu görüşün aksine, Hulefâ-i Râşidîn’den Ömer (RA), âyette Müslümanlar arasındaki fukarâ ve Gayrimüslimler (Yahudi, Hıristiyan vs.[173]) arasındaki mesâkîn olmak üzere iki ayrı türde ihtiyaç sahibinin söz konusu edildiğini savunuyordu: Diğerleri de bu görüştedirler. Hadisin metninden anlaşıldığına göre, hocası İbn Abbâs’ın görüşünü yineleyen İkrime de, fukara’nın Müslümanlar arasındaki, mesâkîn’in ise Ehlu’z-Zimme[174] denilen Gayrimüslim tebaa arasındaki ihtiyaç sahiplerini ifade ettiğini söylemektedir. Halife Ömer ve İkrime’nin yorumu, dil yapısı yönünden de daha tutarlı gözükmektedir. Gerçekten de Sâmî dillerinde miskin sözcüğü, Hammurabi yasalarında geçen ve uzun uzadıya açıklanan moşkîn teriminde olduğu gibi, bir başka ülkeye yerleşmiş bulunan yabancı anlamına gelmektedir.
1634. Yeri gelmişken, Halife Ebû Bekir zamanındaki bir uygulamayı hatırlatalım. Hîre şehrinin fethinden sonra, Ordu komutanı Hâlid ibn Velîd, Halife adına imzaladığı bir barış anlaşmasında şöyle diyordu:
“... Ayrıca, başlarına bir felâket gelmesi ya da zengin iken fakir olması nedeniyle artık çalışacak durumda olmayan ve bu yüzden kendi dindaşlarının lütuf ve merhametine sığınmış olan bütün yaşlı kimseler benim tarafımdan cizye’den muaf tutulmuş olup, kendisi ve geçimini üstlendiği kişiler, Hicret Ülkesinde (Dâru’l-Hicre) yahut İslâm Ülkesinde (Dâru’l-İslâm) ikamet ettikleri sürece Müslümanların Devlet Hazinesi’nden (Beytu’l-Mâl’den) yardım alacaklardır. Ancak (bu gibi yaşlılar ve onların yakınları) Hicret etmiş oldukları ülkeyi ya da İslâm topraklarını terk edip gitmeleri halinde, artık Müslümanlar, bunların geride bıraktığı kimselerin ihtiyaçlarını karşılamayacaklardır.”[175]
1635. 3) “(Zekat toplayan) memurlar” ise, açıkça anlaşılacağı gibi, Devletin bu işle görevlendirdiği kimselerdir. Belki de belirtilmesi gereken husus, burada sadece vergi tahsildarlarının değil, toplanan vergilerin muhasebesi, hesapların tasfiyesi, harcama kalemlerinin belirlenmesi, denetlenmesi gibi işlerle uğraşan memurların da söz konusu olduğu ve maaşlarını (ya da emekli maaşlarını) alırken bu sınıfa dahil edilmeleri gerektiğidir. Birazdan göreceğimiz gibi, bu vergilerden (sadakât) yararlananların sayısı oldukça fazladır. Zira, sivil ve askerî devlet memurlarının hemen tamamı bu kapsama girmektedir. Devlet Maliyesinin muhasebesini tutma konusu ile ilgili olarak şu küçük olayı nakletmek istiyorum: “Halife Ömer, Suriye’deki valisine (Muâviye’ye ya da onun kardeşi Yezîd’e) şöyle bir yazı gönderdi:
“Mâlî hesaplarımızı düzenlemek üzere bize bir Rum (Grek) memur gönderiniz (yukîmu lenâ hisâb ferâ’idinâ[176]).”
1636. 4) “Gönülleri ısındırılacak olanlar” (mü’ellefet’ul-kulûb): Bu ilginç terim, Devletin az çok gizlilik gerektiren işlemler sırasında duyduğu bazı ihtiyaçları gidermek için kullanılmıştır. Resulullah, diğer bütçeye ayrılan paranın bir bölümünü, bazı harcamaların yanı sıra, ruhî-mânevî konularla fazla ilgilenmeyen kabile veya sop başkanlarını toparlayıp bir araya getirmek için kullanıyordu. Hanefî mezhebine mensup bazı fıkıh bilginleri, âyetin (Tevbe: 9/60) bu hükmünün Halife Ömer tarafından yürürlükten kaldırıldığını, o devirde toplumun kendisi ile hemfikir olduğunu, bunun sonucu olarak bu konuda bir icma (consensus) oluştuğunu öne sürerler. Ancak bu konuda iki anlatım mevcuttur: İlkine göre, Resulullah (a.s.), ‘Uyeyne ibn Hısn gibi bazı kimselere bu tür avantajlar sağlıyordu. Halife Ebû Bekir de bu ödemelere devam etti. Ancak Halife Ömer iş başına gelince, “artık İslâm’ın Uyeyne gibi kimselerin dostluğuna ihtiyacı kalmadığını” söyleyerek, bu uygulamaya son vermiştir. Diğer anlatıma göre ise, Medine’de Devlet Mâliyesi ve vergi muhasebesi ile ilgili işlerde görevli bazı Gayrimüslimler İslâm’ı kabul edince, Halife Ömer’e başvurarak, bütçenin “Gönülleri ısındırılacak olanlar” faslından kendilerine belli bir ödeme yapmasını telkin ettiler; Halife Ömer bu öneriye sinirlenerek şöyle dedi: “Maddî çıkar sağlamak amacıyla dinlerini değiştiren kimselere İslâm’ın ihtiyacı yoktur” şeklinde cevap verdi. Ne olursa olsun, bizzat Resulullah’ın ve ondan sonra da halifesi Ebû Bekir’in uygulamış olduğu bir Kur’an ayetinin, Halife Ömer tarafından yürürlükten kaldırıldığını söylemek büyük bir hata olur. Bu olsa olsa bir kısım fıkıhçıların, Devletin ihtiyaçlarının altında yatan derin nedenleri ya da Halife Ömer’in bu tasarrufundaki hikmet ve anlamı göremeyecek kadar dar görüşlü olmalarından kaynaklanmaktadır. Zira bu anlatımda kesinlikle özel bir kişi söz konusu olup, Ömer kendisine devletin harcama kaleminden bir avantaj sağlanmasını reddetmiş, ama bundan böyle hiç kimse lehine hiçbir iş yapmayacağını söylememiştir. İbn Rüşd’ün Bidâye adlı eserinde bize bildirdiğine göre, İmâm Şâfiî’nin yanı sıra İmâm Ebû Hanîfe de, söz konusu âyetin bu bölümünün hiç bir şekilde yürürlükten kaldırılmadığını ve bundan sonra da asla ilga edilmemiş olduğunu belirtmişlerdir. Bu konuda bazı yetkililerin görüşlerine yer verelim:
1637. I. Taberî[177] (öl. H. 310), Tefsîr’inde şöyle demektedir:
“Allah, iki amaç gözeterek sadaka vermeyi emretmiştir: Birincisi, Müslümanlar arasındaki yoksulların yardımına koşmak; diğeri ise, İslâm’a yardım edip onu kuvvetlendirmektir. İslâm’a yardım ve onun peşinden koştuğu hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlamakla ilgili olarak şunu açıkça belirtelim ki, yoksullara olduğu kadar zengin kimselere de (toplanan bu sadakalardan) ödemelerde bulunulacaktır. Zira, sadakayı verirken asıl amaç sadece onu alacak kimsenin özel ve belli ihtiyaçlarını gidermek değil, fakat İslâm dinine yardım etmektir. “Gönülleri kazanılmak” amacıyla kendilerine belli bir ödemede bulunulan kimseler için de aynı şey söz konusudur. Bu gibi kimseler zengin dahi olsalar, İslâm davasını yüceltmek amacıyla, kendilerine (toplanan sadakalardan) belli bir ödemede bulunulabilir. Demek ki, günümüzde bir kimsenin kalkıp, artık gönüllerin kazanılmasına gerek kalmadığını, çünkü Müslümanların sayıca yeterli çoğunluğa eriştiklerini ve İslâm’ın kendi kendisini düşmanlarına karşı savunacak kadar güçlü olduğunu söylemenin tutarlı ve haklı bir yanı yoktur.”
1638. II. Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’ el-Hanbelî[178] (öl. H. 458) de, şu değerli gözlemlerde bulunmaktadır.
“Kalpleri kazanılacak kimseler dört çeşittir: Kimilerinin kalpleri Müslümanlara yardım etmeleri sağlanarak, kimileri ise Müslümanlara kötülük ve zarar verecek eylemlerden uzak tutularak kazanılır; yine bazıları vardır ki bunlar “İslâmî bir inanç ve yaşayış içine” dahil edilerek kazanılır; ve nihayet öyleleri de vardır ki, kendileri sayesinde diğer yakınları ve mensubu bulundukları kabileler İslâm’ı kabul etmeye ikna edilebilir. Bu müellefetu’l-kulûb (kalpleri kazanılacak kimseler), ister Müslüman isterse putperest, bu dört çeşitten hangisine mensup olurlarsa olsunlar, âyette kendilerine ayrılan paydan yararlanmalarına izin verilmiştir.”
1639. III. İbn el-Arabî[179] (öl. H. 458) ise şöyle der:
“Kalpleri kazanılacak kimselerle ilgili olarak birçok görüş ileri sürülmüştür. Bazıları bunların Müslümanlar... bazıları ise Gayrimüslimler olduğunu söyler. Bunlar arasında İslâm’a karşı bir eğilimi olduğunu söyleyen kimseler de vardır. Örneğin, Safvân ibn Umeyye, Resulullah’tan bazı hediye ve bağışlar aldığı sırada müşrik ve putperest bir kimseydi... Onuncu husus, sadakadan yararlanan bu sınıfın hak sahibi olarak varlığını hala sürdürüp sürdürmediğidir Bazıları bu sınıfın artık ortadan kalktığını söylerler; Mâlik de bu görüştedir. Bir başka grup ise, bu sadakadan yararlanan grubun halen varlığını sürdürdüğünü belirterek, her ne kadar Halife Ömer, İslâm’ın iyice kuvvet ve kudret kazandığını görerek Devlet Bütçesinden bu zümreye yapılan ödemeleri durdurmuşsa da, bir Devlet Başkanının her zaman İslâm yararına kalpleri kazanmaya ihtiyaç duyabileceğini buna delil olarak gösterirler. Şahsen ben, İslâm’ın artık çok güçlü olduğunu ve artık bu tür harcamalara ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Ancak ileride buna yeniden ihtiyaç duyulacak olursa, tıpkı Resulullah’ın yaptığı gibi, bu gelir kaleminden bir pay ayrılabilir. Zira, Resulullah’ın sahîh bir hadisinde bize bildirdiği gibi, “İslâm garib (fakir ve kimsesiz) geldi, tıpkı başlangıçta olduğu gibi tekrar garib bir duruma düşecektir.”
1640. IV. Hanefî fıkıh bilgini Kâsânî’nin[180] (öl. H. 587) bize söylediğine göre:
“Kalpleri kazanılacak kimselerin sahip olduğu hak ve hisse ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır: Hanefî bilginlerinin çoğunluğu, bu hissenin hükmünün kalmadığını ve artık ortada bulunmadığını; Resulullah’ın vefatından sonra, bu isim altında her türlü ödemenin durdurulduğunu ve artık bundan sonra da verilmeyeceğini söylerler. Bir defasında İmâm Şâfiî de benzer bir görüşte bulunmuştur. Yine İmâm Şâfiî’nin paylaştığı başka bir grup fıkıhçının görüşüne göre, Resulullah’ın sağlığında kendilerine bir ödeme yapılan kimselere hisselerinin ödenmesine devam edilmelidir. Çünkü bugün İslâm’a yeni girmiş olan Müslümanlara, kendilerini hoşnut etmek ve inançlarını sağlamlaştırmak için katkıda bulunulması gerekir. Hattâ, yetki ve kuvvet sahibi olup da kendilerinden İslâm’a bir kötülük ve zarar gelmesinden endişe duyulan, düşman (ehlu’l-harb) arasındaki başkan ve ileri gelenlere de, kötülüklerinden emin olmak için verilebilecektir. Zira Resulullah’ın kendi zamanında belli kimselere sadaka verirken gözettiği nedenler, bahsettiğimiz bu gibi kimseler için de geçerlidir.”
1641. V. Ebû Hayyân el-Endülûsî (öl. H. 754) ise şöyle demektedir:
“Çok sayıda bilginin ifadesine göre, “kalpleri kazanılacak insanlar” zümresi her zaman var olmuş ve Kıyamet Gününe kadar da varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlar, Müslüman olmuş, ancak îmanları henüz sağlam olmayan, ileri gelen Arap Başkanlardır: Bunlara, îmanlarını kuvvetlendirmek için bu fasıldan bir pay ödenir; yahut da bunlar, çevrelerinde etkili olan Gayrimüslim kimselerdir; İslâm’ın lehine, bunları ve bu gibi kimselerin peşinden gidenleri kazanmak için de onlara bir hisse verilecektir.”
1642. VI. Şevkânî[181] (öl. H. 1251) ise şöyle söyler:
“Bazı Hanefî fıkıhçılarının iddia ettiklerine göre, Resulullah (a.s.)’ın sahabeleri, bu kümenin artık mevcut olmadığı konusunda görüş birliğine varmışlardır. Ancak bir grup bilgin ise, bu kümeye giren insanların her zaman mevcut olduğunu ve İslâm Devlet Başkanının bazen buna ihtiyaç duyabileceğini belirtmektedirler. Yûnus şöyle nakleder: “Ben, bu küme ile ilgili olarak ez-Zuhrî’ye bir soru sordum, o da bana âyetin bu hükmünün yürürlükten kaldırılıp kaldırılmadığı hakkında hiçbir şey bilmediğini söyledi.”
1643. Günümüz bilginlerinden Reşîd Rızâ’nınkini[182] de kendilerine katabileceğim bu görüşlerin bizim için yeterli olduğunu düşünüyorum. Şunu da belirtmeme izin verin: Resulullah (a.s.)’ın ‘Uyeyne’ye ve o sırada henüz gayrimüslim olan Safvân’a verdiği ve bazılarının bu tartışmayla ilişkilendirdiği hediyeler, aslında zekât yoluyla elde edilen Devlet gelirlerinden olmayıp, Huneyn savaşında ele geçen ganimetlerden seçilmişlerdi.
1644. 5) Beşinci grubu ise “boyunduruk altında bulunanlar” (fi’r-rikâb) oluşturmaktadır. Fıkıh ve tefsir bilginleri, bu terimi sürekli olarak İslâm Devleti’ndeki iki tür tebaa için kullanmışlardır: Köleler ve savaşta düşman tarafından esir alınan kimseler. Savaş esirleri konusunda Müslüman ve Gayrimüslim şeklinde bir ayrım yapılmamıştır; bu konuda elimizde resmî ve kesin belgeler bulunmaktadır. Emevî halifesi Ömer ibn ‘Abd el-Azîz, Ordu komutanlarına yazmış olduğu birçok yazıda, erkek-kadın, hür-köle, Müslim-Gayrimüslim ayrımı gözetmeksizin düşman eline düşmüş savaş tutsaklarının, fidyeleri Devlet Hazinesi’nden karşılanmak suretiyle kurtarılmasını hatırlatmıştır. Bu konuda birçok yaşanmış olayı saymak da mümkündür.[183] Kölelere gelince: İslâm, kendi fidyesini sahibine ödemek koşuluyla her kölenin kölelikten kurtulmaya hakkı olduğunu ve sahibinin böyle bir talebi reddetme hakkının bulunmadığını;[184] böyle bir taleple ortaya çıkan kölenin, gerekli meblâğı kazanıp sahibine ödeyebilmek için kendi hesabına çalışma iznine sahip olduğunu; ayrıca, bu borcunu ödeyinceye kadar her türlü zekât vergisinden muaf olduğunu hükme bağlamıştır.[185] Kur’an, sadece Müslümanlar arasında takva sahibi ve hayırsever kimselerin elleri altındaki köleleri azat etmelerini veya başkalarına ait kölelerin bu durumdan kurtulmaları için yardımda bulunmayı emretmekle kalmamış, aynı zamanda, incelediğimiz ayette ((Tevbe: 9/60) açıkça görüldüğü gibi, “boyunduruk” altında yaşayan ve aralarında kadın ve erkek kölelerin bulunduğu kimseleri kurtarmak için Devlet bütçesinden yıllık ödenek ayrılması gibi, İslâm Hükümetinin olumlu icraatlarda bulunması gerektiğini vurgulamıştır.
1645. 6) “Ağır borç yükü altında bulunanlar (el-ğârimîn)” tabiri ise, su baskını, yangın, deprem gibi doğal afetlerden zarar gören ya da, örneğin hiç bir kasıt olmaksızın kaza sonucu birinin ölümüne neden olan ve kan bedeli (fidye) ödemek zorunda kalan ve borcunu ödeme imkânından yoksun bulunan kimseler için kullanılmıştır. Halife Ömer, borçlu duruma düşenlere yapılan bu yardımı daha da geliştirerek, hali vakti yerinde olduğu halde geçici bir süre için sıkıntıya düşen kimselere, yardım şeklinde değil de sadece borç para vermek suretiyle onları bu uygulamadan yararlandırmıştır (krş. Mâlik, Muvatta, 32/1). Halife, Devlet Hazinesinden bu şekilde verilen kredilerden faiz almıyor ve örneğin bu alacakları, borçluların altı ayda bir ödenen maaşlarından tahsil etme yoluna gidiyordu. Hatta Ömer’in kendisi de bu şekilde Beytü’l-Mâl’den birçok kez borç para almıştır. Bu sistem daha da geliştirildiği takdirde, toplum tefecilik denilen bu vebadan tamamen kurtulmuş olacaktır. Bu arada, söz konusu ayette (Tevbe: 9/60) geçen “yoksullar” ve “muhtaçlar”ın iki ayrı sınıf olduğunu da hatırlatalım. Resulullah zamanında, “ağır borç yükü altına girenler” için, me’âkıl adıyla birtakım sosyal güvenlik önlemleri alınmıştı. Nitekim, Medine Şehir-Devleti Anayasası’nda, bu konu ile ilgili şöyle bir hüküm yer almaktaydı:
“... ve her bir zümre, kendi savaş esirinin fidyesini müminler arasındaki hakkaniyet ölçülerini ve adaleti gözeterek ödemek zorundadır. Mü’minler, yakınlarından hiçbirini ağır mâlî yükümlülük altında bırakmayıp, gerek fidye gerekse kan diyeti şeklinde ödenmesi gereken borcu en iyi ve mâkul ölçülere göre vereceklerdir.”[186]
Başka bir deyişle, eğer bir topluluğun elindeki fonlar herhangi bir anda ortaya çıkacak olan yükümlülükleri yerine getirmeye yetmeyecek olursa, aralarında Devlet’in de bulunduğu diğer toplulukların, zorluk ve darlık içine düşen topluluğa yardım etmeleri gerekecektir. Kapitalist bir temele dayanan ve tek taraflı bir risk anlayışının egemen olduğu sigorta sistemleri İslâm’da yasaklanmıştır. Resulullah (a.s.)’ın getirmiş olduğu sigorta sistemi ise “karşılıklı risk” anlayışına dayalı ve millîleştirilmiş bir özellik taşımaktaydı. Halife Ömer dönemine ait bir diğer gelişme de, onun tüccarlara Devlet Hazinesinden borç para (kredi) vermesi ve elde edilen kârı Devlet ile tüccarlar arasında paylaştırması idi. Bu sistem, özellikle eyâletlerde toplanan Devlet gelirleriyle başkentte toplanan vergilerin karşılıklı olarak aktarılmasında işe yarıyordu. Hiç kuşkusuz burada, faiz yasağıyla örtüşen ve “önceden belirlenmiş sabit bir kâr” değil, ancak “karşılıklı kâr-zarar” anlayışına dayalı ticarî bir ortaklık (mudârabe) söz konusudur.
1646. 7) “Allah yolunda (fi sebilillah)”: Bu deyim, İslâm uğruna yapılacak her türlü hayır işleri ve savunma ile ilgili işleri kapsamaktadır: Dul kadınlar ve yetimlere yardım edilmesi, okullara ve öğrencilere bağışlarda bulunulması, hastanelere ve camilere tahsisat ayrılması ve ordunun her türlü araç ve gereçlerinin temini, ülke savunması için bazı tesislerin kurulması vb. ile ilgili harcamalar.
1647. 8) “İbnu’s-Sebîl” (Sözcük anlamı: “yol oğlu”, yani yola çıkmış, yolculuk yapan kimse). Bu deyimden anlaşılması gereken, yolculuk halindeki yabancılara karşı misafirperverlik göstermektir. Herhangi bir şehir, kasaba ya da köyden geçen her yabancıya üç gün süre ile yiyecek-içecek verilmesi ve yatacak yer gösterilmesi, Müslüman toplumlarda gelenek haline gelmiştir. Daha kapsamlı düşünecek olursak, bu terim turist akımı içinde bir ülkeye gelen yabancıların yararlanacağı her türlü faaliyet ve çalışmaları kapsar: Yol, köprü ve konaklama tesislerinin yapım ve bakımı, yollarda güvenlik ve asayişin sağlanması, yolcular için sağlık önlemlerinin alınması vb. gibi.
1648. Kur’an’da, Devlet adına alınan vergilerin harcanacağı yerlerle ilgili olarak bu sekiz ana başlık gösterilmektedir. Oranları, tarifeleri ve hatta hangi dönemlerde tahsil edilecekleri önceden belirlenen ve zorunlu olarak Hükümetin gönderdiği görevli memurlar tarafından toplanan ve Beytu’l-Mâl’de saklanıp depo edilen, tahsilat sırasında ihmalkâr davranan mükelleflere karşı çok sıkı yaptırımların uygulandığı böyle bir vergiye “sadaka” deyip geçmenin haksızlık olacağı kanaatindeyim. Ne zekât ve sadaka terimlerinin etimolojik anlamları, ne de bu vergilerden yararlananlar arasında “fakir-fukarâ”nın bulunması, hakikatlere karşı gözlerimizi kapamamıza neden olmamalıdır: Kullanılan terimler, daha Resulullah (a.s.)’ın sağlığından başlamak üzere, İslâm’ın siyasal-toplumsal gelişimi sürecinde anlam değişikliklerine uğramışlardır; o dönemde bir Devlet olduğu doğrudur. Ancak zekât dışında Devletin Müslümanlardan aldığı başka herhangi bir vergi mevcut değildi. Öte yandan, zekât kişiye özel bir harcama da değildir. Nasıl hesaplanacağı ve kimlerin yararlanacağı, hatta bunun hangi dönemlerde ödeneceği, onu veren kişinin keyfine bırakılmamıştır.
1649. Bu hususların anlamına vakıf olabilmek için, “cihat” da dahil olmak üzere diğer bütün İslâmî kurumlarda olduğu gibi, zekâtı hem dinî hem de dünyevî bir ibadet olarak gören Muhammed (a.s.)’in Devlet anlayışını göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Muhammed (a.s.), “ruhî-manevî değerler” ile “dünyevî-maddî değerleri” tek bir bütün halinde birleştirmek istemiştir. Ona göre, dünyevî-maddî görev ve yükümlülüklerin yerine getirilmesi, rûhî-mânevî görevlerin yerine getirilmesi kadar önemli ve “Allah yolunda” olunduğunu gösteren çalışmalardır. Kur’an, yirmiden fazla ayette aynı cümleyi tekrarlayarak, şu iki yükümlülüğü birleştirilmiş ve aynı öneme sahip olduklarını vurgulamıştır:
“Namazı kılınız ve zekâtı ödeyiniz!” (Akîmû’s-salâte ve âtû’z-zekât)
Konuyu Devlet açısından değerlendirecek olursak, bu anlayışın faydası, Mümin-Müslüman vatandaşın bilinç ve vicdanına, herhangi bir denetleme olmaksızın, Hükümete vergisini ödeme yükümlülüğünü yerleştirmiş olmasıdır; zira zekât vermek, namaz, oruç ve Hac’la birlikte, dinin dört temelinden biri olup, Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
1650. Ayrıca, Muhammed (a.s.)’in nasıl bir siyasî dehâ ve yetenek örneği sergilediğine de işaret edelim: O, daha önce asla böylesine bir örgütlenmenin bulunmadığı, dolayısıyla kimsenin kimseye karşı kendisini yükümlü hissetmediği, Devlet’in gelir kaynaklarının çok düşük olduğu bir ülkede Devletini kurmuştu. Bir Bedevi’yi kendi ailesi ve kabilesinden daha geniş yapıya sahip bir topluluğa karşı görevlerini yerine getirmeye zorlamak, Devlet tarafından basit ve sert tedbirlere başvurmanın ötesinde yaptırımlar gerektiriyordu. Ayrıca bu tedbirler, sadece kendini düşünen, bencil ve başına buyruk yaşayan o Bedevînin yapısıyla yakından ilgiliydi. Bir insan topluluğu bir Devlete olduğu kadar, bir inanç sistemine de muhtaçtır; bunların her ikisinin de bulunmaması durumunda bu topluluk, dengesiz ve eksik olacaktır. Bu uyum ve dengeyi sağlamak için, Muhammed (a.s.), hem Devletin ve hem de bütün toplumun yararına, ödenen vergiye bile bir kutsallık, dinî bir özellik kazandırmıştır. Bu dünyevî görevi yerine getirmede ihmalkâr davranmak, İslâm’a göre hem günah, hem de Devlete karşı işlenmiş bir suç demektir. Dünyevî ve uhrevî yönden getirilen bu iki yönlü yaptırım, bir Müslümanın istisnasız bütün fiilleri için geçerli olup, İslâmî yasaların ve toplumsal kurumların düzeyi ile ilgili tam ve doğru bir anlayışa sahip olmak isteniyorsa, bu durum akıldan asla çıkarılmamalıdır.[187]
1651. Devlet giderleri konusunda Kur’an’da yer alan bu temel prensipler, devamlılık arz eden ve önemi giderek artan toplumsal örgütlenme içerisinde göz ardı edilemezdi. Bu konu ile ilgili olarak, İmâm Muhammed eş-Şeybânî bize şu çok değerli bilgileri bırakmıştır:
“Bu konuda, Resulullah’ın, Benû’l-Mustalık ile girişilen savaşta ele geçen ganimetten Devlete ayrılan 1/5’lik payın (Hums) muhafazası işi ile ilgilenmek üzere, Mahmiyye ibn Cez’ez-Zubeydî’yi tâyin etmesiyle ilgili hadisini temel alacağız. Gerçekten de bu zat, Devlet hissesi olarak ganimetten ayrılan bu 1/5’lik hissenin idaresinde başkanlık yapmıştır. Devletin tahsil etmiş olduğu diğer vergiler Devlet Hazinesinde ayrı bir biçimde saklanıyordu ve bunlardan yararlanan özel bir kesim vardı. Düşman tarafından elde edilen ve fey’ adı verilen askerî gelirlerden yararlananlar ise ayrı bir grubu oluşturuyorlardı. Gerçekten de, kamu gelirleri üzerinden elde edilen vergilerden, Resulullah, yetimlere, yaşlı ve muhtaç durumda bulunan kimselere pay ayırırdı. (Böylece Devletten tahsisat alan) yetimler, ergenlik çağına gelip askerî seferlere katılma zorunluluğu ortaya çıkınca, “normal Devlet vergilerinden yararlananlar listesinden çıkarılarak, “askerî gelirler”den yararlananlar arasına dahil edilirlerdi. Ancak bu genç, savaşlara katılmak istemezse, kendisine verilmekte olan normal gelirler de kesilir ve geçimlerini kendilerinin sağlamaları emredilirdi” (Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, bk. 105. Bölüm: “Ganimetin paylaştırılması ve dağıtım işinden sonra Orduya katılanlar arasında kimlerin hak sahibi olduklarının belirlenmesiyle ilgili olarak bk. § 1978, Kahire yeni basım).
Burada, Halife Ömer’in daha sonra maaşlarla ilgili olarak kurmuş olduğu meşhur Divan’ı nasıl oluşturduğu görülmektedir.[188]
1652. Resulullah (a.s.) henüz Mekke’de iken, kendi geçimini sağlayacak imkânlara sahipti. Medine’ye Hicret etmek zorunda kaldığında ise, kendisine tabi olan bazı zengin sahabeleri, sağmal develerinden bir kısmını onun emrine sundular, bazıları da bahçelerindeki hurma ağaçlarından elde ettikleri mahsulü ona tahsis ettiler;[189] bir kısmı ise, zaman zaman kendi hazırladıkları yemeklerden ona da gönderirlerdi. H. 3. yılda, Muhayrık adında bir sahabe, Muhammed (a.s.)’e vasiyet yoluyla yedi hurma bahçesini bağışlamıştır. Benû’n-Nadîr Yahudileri Medine’yi boşalttıklarında, onlardan Devlet hissesine kalan arazi, Devlet Başkanının emrine tahsis edilmiş bir mülk haline gelmiş ve Resulullah’ı ziyarete gelen yabancı siyasî temsilci ve elçilerin ağırlanması ve diğer devlet harcamaları bu yolla karşılanmıştır. H. 7. yılda, Fedek bölgesi halkı kendi istekleriyle, buradan elde edilen ürünün yarısından vaz geçerek İslâm’a tâbi oldukları zaman, Muhammed (a.s.), bu toprakların gelirini kendi ailesi fertlerine tahsis etmiştir: Ailesi için gerekli harcamalar yapıldıktan sonra arta kalan miktar ise, Devlet Hazinesine aktarılmıştır.[190] Vefatından sonra ise bu gelirlerin tamamı Devlet Hazinesine aktarılmaya başlanmış ve Muhammed (a.s.).’in aile bireylerine bunlardan herhangi bir miras kalmamıştır.
1653. Savaşta ele geçirilen ganimetler üzerinde, Resulullah’ın da savaşa katılmış olan herhangi bir savaşçı kadar hissesi bulunmaktaydı: Komutanın, ganimet üzerinde herhangi bir savaşçıdan daha fazla bir hakkı yoktu. Üstelik Muhammed (a.s.), zekât şeklindeki Devlet gelirleri ya da ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere Müslümanlardan toplanan yardımlardan, kendisinin, aile bireylerinin ve hatta kendi kabilesinin veraset nedeniyle müttefiki konumundaki Muttalib Oğullarının yararlanmalarının dinen haram olduğunu beyan etmişti.[191]
1654. Henüz Hicretten önceki dönemde Müslümanlar, hayır hasenat işleri için mallarından ayırarak ihtiyaç sahiplerine verirlerdi. Ancak o döneme ait Devlet vergi ve harcamalarının tek merkezden yönetildiğine dair bir iz yoktur. Medine’ye Hicret ettikten sonra, Muhammed (a.s.) burada küçük bir Şehir-Devlet kurmuş ve yavaş yavaş bir Devlet bünyesinde yer alabilecek kurumlar vücut bulmaya başlamışlar, ortaya çıkan durumlar ve edinilen tecrübeler sayesinde gelişmişlerdir. Bu dönemde, Resulullah sahabelerini sürekli olarak hayır işlemeye ve sadaka vermeye teşvik etmiştir. Hatta rivayete göre bazı Müslüman kadınlar, onun bu tutumu karşısında, mücevher ve süs eşyalarını Resulullah’a tasadduk amacıyla vermişlerdir. Zira Resulullah (a.s.), daha önce de belirttiğimiz gibi, sadece düzenli zekât vergilerini tahsil etmekle kalmamış, kendisine getirilen her türden tasadduk şeklindeki gönüllü bağışları da kabul etmiştir. Bilâl’in görevi ise, getirilen bu malları muhafaza etmek ve Resulullah’ın emirleri doğrultusunda bunların harcanmasına nezaret etmek idi.
1655. Git gide Resulullah, kendi yönetimi altına girmeye başlayan eyaletlere bilirkişiler göndermeye ve ziraat yapılan arazi ve bahçelerdeki ürünlerin miktarlarıyla ilgili tahmin yürütme çalışmalarına başlamış ve tahsil edilen vergilerin başşehre nakliyle görevli vergi memurları tâyin etmiştir. Hayvan sürüleri üzerinden vergi olarak alınan canlı hayvanlar, baskın ve gasp girişimlerinin hiç eksik olmadığı Devlete ait otlaklarda muhafaza edilmişlerdir. Bu sürülerin muhafazası sırasında Ebû Zerr’in bir oğlu da şehit edilmiştir.
1656. H. 9. yıldan itibaren, geniş topraklara sahip Arap Yarımadası’nda vergi tahsil işleri sağlam esaslara bağlanmıştı: Resulullah vergiye tâbi farklı “mal kategorileri”ni gösteren tarife listeleri düzenlemiş ve her bir bölge için ayrı vergi tahsildarları görevlendirmiştir. Bazen bu tahsildarlar kendi bölgelerinden seçilirken, kimi zaman da Medine’den gönderilmişler, ancak hepsi de görevleri ile ilgili olarak düzenli rapor vermekle yükümlü tutulmuşlardır.
1657. Bir gün bu tahsildarlardan biri topladığı vergilerle birlikte Medine’ye gelmiş ve Resulullah’ın huzuruna çıkarak, getirdiği mallardan bir kısmının Devlete ait olduğunu, kalanın ise kendisine “hediye” olarak halk tarafından verildiğini belirtmiş, bunun üzerine Muhammed (a.s.) onu azarlayarak şöyle sormuştu:
“Ananın evinde oturup kalsaydın, yine bu hediyeler sana gelecek miydi?”[192]
Resulullah (a.s.), maaşları devlet tarafından karşılandığı için, vergi tahsildarlarının halktan “hediye” adı altında herhangi bir şey almalarını yasaklamıştır.
1658. Elimde yeterli delil olmamakla birlikte bana öyle geliyor ki, ithal ticarî mallar üzerinden alınan gümrük vergileri sınır kapılarında değil, varış yerleri olan şehirlerde tahsil edilmekte idi. Örneğin, elimizdeki kaynaklara göre, Nabatlılara ait kervanlar Resulullah zamanında Medine’ye hububat getiriyorlar ve vergileri orada tahsil ediliyordu.
1659. Son olarak, zorunlu ama özel olarak ödenen bir başka vergiden daha bahsedelim: İslâm-öncesi döneme ait olan, ancak ayrıntılarını bilmediğimiz yıllık iki büyük bayramı yürürlükten kaldıran Resulullah (a.s.),[193] bunların yerine biri Oruç ayı’nın sonundaki Ramazan Bayramı, diğeri ise Hac mevsimine rastlayan ve Mekke’nin yanı sıra bütün İslâm âleminde aynı günlerde kutlanan Kurban Bayramı olmak üzere iki ayrı dinî bayram (îd) ihdas etmiştir. Ramazan ayının son gününden sonra kutlanan Ramazan Bayramı’nda her Müslüman, belirli miktarda hububat ya da taneli gıdayı, oturduğu semtteki yoksullara vermek zorundadır. Klasik devirlerde yaşayan Müslümanlar, Sadaka-i Fıtır adı verilen bu yardımı, gayrimüslim komşularına, örneğin Hıristiyan keşişlere bile yaparlardı.[194] Aynı şekilde, Kurban Bayramında (Îdu’l-Edhâ) bir koyun kurban edilerek, kurban sahibi kestiği kurbanın bir kısmını kendisi yer, geri kalan kısmını da (asgarî 1/3), fakir-fukaraya dağıtması gerekir. Resulullah (a.s.), bir hadisinde:
“Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse, bizim namaz kıldığımız yerlere (musallâ) yaklaşmasın.”
buyurmaktadır. Ancak Devlet, bu iki dini vecîbenin yerine getirilmesi konusunda Müslümanlara karışmaz.[195]
1660. Ziraî ürünlerden alınan vergiler, her ürün kaldırıldıktan sonra ödenir; sıcak ve nemli bölgelerde yılda birçok kez ürün alınabilir. Ancak ticarî mallar, hayvan sürüleri, birikmiş paralar üzerinden yılda ancak bir defa vergi ödenir.
1661. İslâm’ın henüz başlangıç yıllarında Mekkeliler, Kamerî-Şemsî olmak üzere, nesi’ye (ay ekleme usûlüne) dayanan karma bir takvim kullanıyorlardı. Ancak Resulullah, H. 10. yılda, vefatından birkaç ay öncesine rastlayan Veda Haccı sırasında Arafat’ta irat ettiği Veda Hutbesinde, sadece Kamerî takvim esasına dayanan ve mevsimlerle örtüşmeyen bir sistem ortaya koymuştur. Necrânlı Hıristiyan topluluklarla yapılan anlaşma, vergilerin altı ayda bir olmak üzere yılda iki taksit halinde (daha açık bir ifade ile, yılın 2. ve 7. ayları olan Sefer ve Receb aylarında) tahsil edilmesini hükme bağlıyordu. Burada vergilerin dokuma ürünleri şeklinde ödenmesi söz konusu idi. Abdu’l-Kayslarla yapılan anlaşmada (bk. yukarıda § 672), bu kabilenin, vergi tahsildarlarının gelmelerini beklemeksizin, yağmur mevsiminin başlamasıyla birlikte hayvan sürülerini arazide dolaştırma hakkına sahip olduklarını görmüştük. Zira Resulullah (a.s.), bu kabilenin dürüst davranacağına güveniyor ve ziraî ürünlerin olduğu gibi hayvan sürülerinin de vergilerini dürüst bir biçimde ödeyeceklerini biliyordu.
1662. Bir başka deyişle, Güneş ve Ay takvimleri arasındaki farkları çok iyi bilen Muhammed (a.s.), doğa koşullarına bağlı ürün artışları ile el işçilerinin ürünlerini ya da tüccarların kazançlarını gayet açık bir şekilde birbirinden ayırmıştır. Üzerinde ziraat yapılan arazilerden elde edilen ziraî ürünlerin vergileri için Güneş takvimini; buna karşılık, Devletin diğer vergi gelirleri için ise, 11 gün kadar daha kısa olan Ay takvimini tercih etmiştir. Bu yeni uygulama sayesinde, her 33 yılda bir olmak üzere fazladan bir yıllık vergi geliri Devlet bütçesine kazandırılmış olmaktaydı (zira Ay Takvimi’ne göre, yıllık vergiler her 354 günde bir tahsil ediliyordu).
1663. Bu bölümü bitirmek üzere, ekonomik düzenle ilgili birkaç genel bilgiyi de aktaralım:[196]
1664. Ne Mekke’de, ne Medine’de ve ne de Tâ’if’de özel olarak bastırılmış paralar bulunmamaktaydı; Resulullah’ın kurmuş olduğu Devlette madenî para basma gibi bir gelenek de yoktu. Mekke ve Medine şehirleri, deyim yerinde ise serbest bölge niteliğinde oldukları için, özellikle komşu durumdaki yabancı ülkelerin paraları buralarda da geçerli idi. Araplar gümüş sikkelere dirhem, altın sikkelere ise, dinar adını veriyorlardı. Ayrıca, dirhem kisrevânî (Kisrâ’nın gümüş parası) ve dinar hiraklî (Herakliyus’un altın parası) deyimleri de kullanılıyordu. Tarihî bilgilerden öğrendiğimize göre, o devirde bir dinar on dirhem değerindeydi (yani para birimi onlu sisteme göre idi). Ödemelerde külçe altın ve gümüş de kullanılıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla, ağırlıkları ve değerleri birbirinden farklı iki çeşit dirhem tedavülde idi.
1665. Resulullah dolaşım halindeki madeni paralardan “parçalar koparmayı” ve böylece paranın ağırlık ve değerini azaltmayı kesinlikle yasaklamıştı.[197]
1666. Ancak çok sonrasında, Halife Ömer döneminde Suriye ve Mezopotamya’da gerçekleştirilen ilk fetihlerden sonra, Müslümanlar, yeni fethettikleri ülkelerde yaşamakta olan cahil halkın önyargılarını tatmin etmek amacıyla, uzunca bir süre ağırlık, şekil, ve üzerlerindeki kabartma yazı ve resimler bakımından öncekilerle hemen hemen aynı olan paralar bastırdılar. Yine bazı şairlerin eserlerinde örneklerini gördüğümüz gibi, Halife Ömer zamanında, bir süre için piyasaya kâğıt ve deriden yapılmış banknotlar da sürülmüştü.
1667. Ûkıye deyimi (uncia, ons) 40 dirhem değerinde bir para biriminin yerini tutmaktaydı. Çünkü, bu miktardaki dirhemlerin ağırlığı bir ons gümüşe denkti. Bu miktarın yarısını ifade etmek için ise niş deyimi kullanılıyordu.
1668. Ağırlık ölçüleri ile ilgili olarak, Medine’de mud ve sâ’ deyimlerinden söz edilirdi. Bir sâ’ yaklaşık 4 kilo, bir mud ise, bunun yaklaşık 1/4’ü kadardı. Bir vask, 60 sâ’a (yaklaşık 240 kilo) denkti. Muhtemelen bu ölçüler bölgeden bölgeye farklılık göstermekteydi.[198]
1669. İslâm Devleti, Medine Şehir-Devletinin küçük bir bölümünde ortaya çıkmış, ancak hızlı ve sürekli bir gelişme göstermiştir. On yıl gibi çok kısa bir süre içinde bütün Arap Yarımadası (3 milyon km2) ile Filistin ve Güney Mezopotamya topraklarını kuşatacak şekilde yayılmıştır. Kuşkusuz yıldan yıla, hatta günden güne Devlet gelirleri de artış göstermiştir. Bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki ayrıntılı bilgileri verelim:
1670. Devletin, düzensiz ve sabit olmak üzere iki türlü gelir kaynağı vardı. “Düzensiz” olarak nitelendirilen gelirlerin içine savaş ganimetlerinin yanı sıra, Resulullah’ın talebi üzerine Müslümanlardan alınan ve miktarı onların zühd ve takvalarıyla örtüşen mâlî yardımlar (tasadduk, infâk gibi) girmekteydi. Bu bağışlar, Devlet Başkanı tarafından tahsil edilip, yine onun talimatları doğrultusunda, askerî gaye ve ihtiyaçlar için olduğu kadar, nüfusu her geçen gün artan bir toplumdaki fakir-fukaranın yardımına koşmak için harcanırdı. Bu gelirlerin miktarı oldukça yüksekti; ancak biz bu konudan daha fazla söz edecek değiliz.
1671. Sabit gelirlere gelince; bunlar daha çok aynî ve nakdî olarak ortaya çıkmaktadır: Büyük sürü sahipleri vergilerini deve, koyun vb. hayvanlar üzerinden ödemekteydiler. Ziraatle uğraşanlar ise, hububat, hurma, kuru üzüm, bal, kumaş vb. şekillerde aynî ödemelerde bulunuyorlardı. Paranın vergisi yine para şeklinde tahsil edilirdi.
1672. Bu gelirlerle ilgili bazı rakamlar verecek olursak: Hayber bölgesindeki çiftçiler, yıllık rekoltenin yarısını, özellikle hurma ve buğday şeklinde ödüyorlardı. Hükümet bu yolla yıllık 20.000 vask tutarında (yaklaşık 4.800.000 kg.) ürün elde etmekteydi.[199]
1673. Necrân bölgesi yılda 2.000 giysi vermek zorunda idi ki her bir giysinin değeri yaklaşık bir ons (ûkiye) gümüş idi.[200]
1674. Cerbâ ve Arzuh kasabalarından her biri, Receb ayında olmak üzere her yıl 100 dinar ödemekteydi. Eyle liman şehri ise 300 dinar ödüyordu.[201]
1675. Bahreyn bölgesi de, anladığımız kadarıyla Resulullah’ın ömrünün son yılında, 70.000 yahut 80.000 dirhem tutarında bir ödemede bulunmuştu.
1676. Bu bilgiler, dönemin bütçesi ile ilgili kısa bir fikir edinmemizi sağlamaktadırlar.
O Dönemdeki Pazarlarda Uygulanan Resmî Fiyatlar
1677. Dirhem ve dinar’ın satın alma gücünün daha iyi anlaşılabilmesi için, önceki bölümlerde sizlere Mekke valisinin günlük l dirhem (ayda 30 dirhem) tutarında maaş aldığını ve kendisin de bunu yeterli gördüğünü belirtmiştik. Kasıtsız (kaza ile) birinin ölümüne neden olunduğu takdirde, fidye (kan bedeli) olarak 100 deve ödemek gerekiyordu. Öğrendiğimiz kadarıyla, Bedir savaşında esir düşenlere biçilen fidye tutarı, kişi başına 4.000 dirhem idi ve bu esirler arasında bulunan bir silâh tüccarı, 1.000 mızrak karşılığında serbest bırakılmıştı (yani bir mızrak 4 dirhem etmekteydi).
1678. Aşağıda, o günkü koşullarda tüketilen çeşitli tüketim maddelerinin fiyatlarıyla ilgili bilgileri bir araya getirmeye çalışacağız. Ancak, eldeki verilerin azlığı nedeniyle, bu konuda daha fazla çalışılması gerekmektedir. Öte yandan, alışverişler o devirde daha çok trampa yoluyla yapılmaktaydı: Örneğin, hurmaya karşılık elbise satın alma gibi... Bununla birlikte, bazen fiyatların para olarak gösterildiği de oluyordu.
1679. Koyun: Küçükbaş hayvanların fiyatı, anlaşıldığı kadarıyla yarım dinarla bir dinar arasında değişmekteydi. Bu konuyla ilgili olarak şu küçük olayı temel alıyoruz: Bir gün Resulullah, Urve el-Bârikî’ye bir dinar verip kendisi için bir erkek ya da bir dişi koyun almasını istedi. Urve önce bir dinar vererek iki dişi koyun aldı, sonra bu koyunlardan birini bir dinara satarak Resulullah’a bir dişi koyun ve bir dinar getirdi. Resulullah (a.s.) da kendisine böyle yararlı bir iş yaptığı için övgüler yağdırdı ve getirdiği bir dinarı fakirlere dağıttı. Getirilen dişi koyunu da bayramda kurban etti.[202]
1680. Deve ve Hecin devesi: Deve fiyatları hayvanın kalitesine, yaşına vs. göre son derece farklılıklar gösteriyordu. Aşağıdaki rivayetlerde 22 dirhemden 400 dirheme kadar varan fiyatlardan söz edilmektedir. Resulullah Medine’ye Hicret etmeye karar verdiğinde, Ebû Bekir, 800 dirhem karşılığında oldukça özellikli iki deve satın almış ve bunlardan birini 400 dirhem karşılığında Resulullah’a devretmiştir.[203] Bir başka anlatıma göre, Bedir savaşı sırasında Mekkeli Umeyye ibn Halef, ulaştırma işlerinde kullanılmak üzere, “kendi sınıfında mevcut en iyi deveyi” 300 dirheme satın almıştır.[204] Yine bir başka anlatıma göre, Câbir kendi devesini Resulullah’a bir ûkiye’ye (40 dirhem) bırakmıştı. Bu nakil İbn Hişâm’a aittir.[205] Diğer kaynaklara göre bu devenin fiyatı bir, dört, ve hattâ beş ûkiye olarak nakledilmektedir; beş dinar, dört dinar ya da sadece iki dinar ve iki dirhem olduğunu söyleyenler de vardır.
1681. At: Resulullah (a.s.), Benû Fezâre’li bir Bedeviden, Sekb adını verdiği bir atı on ûkiye (400 dirhem) karşılığında satın almıştır.[206]
1682. Semer: Develerin sırtına vurulan semerin fiyatı 13 dirheme kadar çıkıyordu. Ebû Bekir bu fiyata bir tane satın almıştır.[207]
1683. Kalkan: Sıradan bir kalkanın değeri, Resulullah zamanında 3 dirhem ediyordu.[208]
1684. Balta: Aşağıdaki anlatımdan, baltanın fiyatının bir dirhem olduğu anlaşılmaktadır: Bir gün dilencinin biri Resulullah’ın huzuruna geldi. Resulullah (a.s.), kendisine sadaka vermek yerine, ondan elinde neyi varsa getirmesini istedi. Dilencinin sadece yere yatıp büründüğü bir örtüsü ve su içmek bir kâsesi vardı. Resulullah bu eşyaları açık artırma yoluyla sattı ve karşılığında iki dirhem elde etti. Daha sonra bu dirhemlerden birini dilenciye yiyecek alması için verdi, diğeri ile de bir balta satın aldı. Baltayı da dilenciye vererek, ormandan çalı çırpı kesmesini ve bunları şehirde satmasını, iki haftadan önce de kendisini görmeye gelmemesini tavsiye etti. Onbeş gün sonra dilenci, Resulullah’ı ziyarete gelerek kendisine, bu süre içinde on dirhem kazandığını, bunlarla giysi ve yiyecek satın aldığını anlattı. Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu:
“Bu, dilencilik etmekten ve Kıyamet Günü’nde bu nedenle mahcup duruma düşmekten daha iyi değil mi?”[209]
1685. Giysiler: Kendileriyle yapılan anlaşmaya göre Necrânlılar, her yıl belirli sayıda hulle (iki parçadan oluşan takım elbise) vermek zorunda idiler. Anlaşma metninde hulelu’l-evâkî terimi kullanılmıştır ki bunun anlamı, bir ûkiye ya da 40 dirhem değerinde elbise demektir.
1686. Köleler: Bunların fiyatları çok çeşitliydi. Buhârî, bir kölenin fiyatını bir yerde580 800 dirhem, bir başkasında[210] ise 5 ûkiye (200 dirhem) olarak vermektedir. Kölenin mesleği, yaşı ve diğer bir takım özellikleri, fiyatının belirlenmesini büyük ölçüde etkilemekteydi.
1686/1. Meslekler: O dönemin “iktisadî hayatı” ile ilgili anlatım ve tasvirler, yapılan iş ve mesleklerin tanımlaması yapılmadığı takdirde eksik kalacaktır. Bu konuda özel bir araştırma yapmış olmamakla birlikte, şimdiye kadar edindiğimiz bilgi birikiminin ışığında ve herhangi bir kaynak gösterme imkânına sahip olmaksızın, o dönemle ilgili aklımızda kalan bazı meslek ve sanatlara ait bir isim listesi vermekle yetineceğiz. Bununla birlikte, Resulullah’ın bu konudaki genel yaklaşımı ile ilgili bir kaç söz söyleyerek işe başlayalım. İşte Sarahsî’de yer alan ve Müslümanın tutum ve davranışlarının dînen ve ahlaken güzelleştirilmesi ile ilgili küçük ve öğretici bir anlatım (bkz. Mebsût, XXX, 345, “Kesb” bölümü):
“Bir gün Resulullah (a.s.), sahâbelerinden Sa’d ibn Mu’âz ile karşılaşarak onun elini sıktı. Elinde bir sertlik ve katılık hissetmesi üzerine bunun nedenini sordu. Sa’d da şöyle cevap verdi; ‘-Ey Allah’ın Elçisi! Benim mesleğim kazma ve kürek kullanmamı gerektiriyor; ailemi böyle geçindiriyorum. Elimdeki bu sertlik de bundan kaynaklanıyor! Resulullah (a.s.) derhal onun elini öptü ve şöyle dedi: “- Bunlar, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu ellerdir.”
Resulullah’ın binlerce hadisi arasından, onun ekonomi politikası hakkında bir fikir vermek üzere sadece şu birkaçına işaret edelim:
“Allah, hayatını kazanmak için çalışan (ve kimseye yük olmayan) kimseyi sever.”
“Dilencilik, her iki Dünya için de utanç verici bir şeydir.”
“Dilenmektense, yakındaki bir ormana gidip odun kesmek ve onları sırtında bile olsa taşıyarak şehre getirip satmak daha hayırlıdır.”
Bir gün, askerî bir sefer sırasında huzuruna bir sahâbe girerek kendisine şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Elçisi! Ben bu civarda, içinde oturmak üzere geniş bir mağara buldum; hattâ pek yakınında da bir su kaynağı da var. Bana izin ver de şu dünya hayatını terk edip buraya yerleşeyim; böylece insanların kötülüklerinden uzak bir şekilde, günlerimi Allah’a ibâdet ve O’nu zikretmekle geçireyim.”
Resulullah onu, bu işi yapmaktan men etti ve gerçek İslâmî hayatın bu olmadığını söyledi. Şu meşhur anlatım ise, Buhârî’de en az on yerde geçmektedir (bk. 23/37, vs.):
“Sa’d ibn Ebî Vakkas şöyle dedi: Veda Haccı’nın yapıldığı yıl çok ağır bir hastalığa yakalandım. Resulullah beni ziyarete geldiğinde ona şöyle dedim: “Çok hastayım; elimin altında büyük bir servet var ve bir kızımdan başka da hiç bir mirasçım yok. Servetimin üçte ikisini sadaka olarak verebilir miyim?” Bunun üzerine: “Hayır” diye karşılık verdi; “Peki ya yarısını?” dedim. Yine “Hayır!” diye cevap verdi; “Sadece üçte birini verebilirsin. Hatta bu bile çok sayılır. Senden sonra dilencilik yapacak mirasçılar bırakmaktansa, onları zengin halde bırakman daha hayırlı ve değerlidir.”
Belli bir sıralamaya tâbi tutmadan, Resulullah’ın hayatı ile ilgili anlatımlarda geçen mesleklerin bir listesini şöyle verebiliriz:
Yazı yazma öğretmenliği
Kur’an öğretmenliği
Kur’ân âyetlerini çoğaltma, müstensihlik
Tercümanlık
Okur-yazar olmayan ya da az bilenler için hukukî belge düzenleme (istidacılık)
Hukuk danışmanlığı
Ölen kimsenin mirasını fıkıh kuralları doğrultusunda taksim etme
Marangozluk
Duvarcılık
Silah yapımcılığı (kılıç, ok, yay, mızrak, mancınık, deri zırhlı savaş arabası)
Gemi yapımcılığı
Çocuk oyuncağı ve beşik yapımcılığı
Tabiplik
Veteriner hekimlik
Genel cerrahlık ve sünnetçilik
Dağlamacılık
Ebelik
Vantuz çekiciliği
Dokumacılık
Kumaş tüccarlığı
Terzilik
Parfüm imal ve satımı
Gerçek değerini tespit etmek için madenî para tartıcılığı
Tüccarlık
Mezatçılık (açık artırmacılık)
Tellallık, simsarlık
Kasaplık
Tahtırevan ve yatak yapımcılığı
Kap-kacak yapımcılığı
Kuyumculuk ve Mücevhercilik
Boyacılık
Nakkaşlık
Hazır elbise satıcılığı
Deri tabakçılığı (Debbağlık)
Sahtiyancılık (deri eşya yapımcılığı)
Sepet, küfe, hasır yapımcılığı
Baş tıraşçılığı (özellikle Hac sırasında)
Kuyu açıcılığı (kuyu açmaya uygun yerlerin tesbiti)
Kuyudan su çekme ve taşıma, sakalık
Yük taşımacılığı, hamallık
Aşçılık
Kebapçılık
Fırıncılık
Berberlik
Sütanneliği
İplik eğiricilik
Şarkıcılık (kadın veya erkek)
Ağıtçılık
Rakkâselik
Koşuculuk (piyade ya da süvari)
Güreşçilik
Bankerlik-Tefecilik
Nakliyecilik
Otelcilik, pansiyonculuk
Kervancılık
Rehberlik
Çiftçilik
Çobanlık
Mezar kazıcılığı
O dönemde yapılmakta olan meslekler bunlarla sınırlı olmayıp, listeyi daha da uzatmak mümkündür.
1687. Örnek olarak verdiğimiz bu bilgiler, bize o dönemin yaşam koşulları ve seviyesi hakkında genel bir fikir vermektedirler.[211]
1688. Muhammed (a.s.)’ın askerî alandaki zaferleri, Arabistanlı müşrikler arasında elde ettiği manevî zaferlerden daha az önemli değildir. Onun yönetim anlayışı konusunda sahip olduğu üstün nitelikleri gereğince anlatabilmek için askerî bir eğitim görmek gerekirdi; bu ise bende yok. Ben sadece onun hayatından, bu konu ile ilgili görünen bazı noktaları bir araya getirmeye çalıştım. Daha ayrıntılı bilgi için İngilizce Battlefields of the Prophet Muhammed (gözden geçirilmiş Hyderabad-Deccan baskısı, 1983) adlı eserimize müracaat edilebilir.[212]
1689. Muhammed (a.s.)’in müminlere yüklediği en önemli görevlerden biri de cihat’tır (ortak çaba ve mücâdele) ve bu eylem mutlaka silâh kullanma şeklinde göze çarpmaz. Ondan nakledilen şu hadis oldukça anlamlıdır:
“Müşriklerle, mallarınız, bedenleriniz ve dilinizle cihat ediniz.”[213]
Birisi ona gelerek:
“Muhariplerin hangisi Allah yolundadır?”
diye sormuş, o da şöyle cevap vermişti:
“Sadece Allah’ın Sözü’nün yüceltilmesi için savaşan kimse.”[214]
Ayrıca, bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Bu mücâdele Kıyamete kadar devam edip gidecektir.”
1690. İslâm Ordularının teknik durumu ile ilgili olarak, Resulullah zamanında sürekli bir Ordunun bulunmadığını hatırlatalım.[215] Hattâ iç güvenliği sağlamak için polis bile yoktu. Arapların hepsi de savaşçı insanlardı ve Resulullah’ın yaptığı tek şey, bu “potansiyel gücü” kardeş kavgalarında israf olmayacak şekilde kontrol altına alıp sınırlandırmak olmuştur. Ayrıca o, ayrıntılarını aşağıda sergileyeceğimiz çeşitli mücadele yöntemleri geliştirmiş ve askerlik hizmetini maddî ve manevî alanları birlikte kuşatan İslâm Dininin çerçevesi içine sokmayı ihmâl etmemiştir.
1691. Eli silah tutabilen her yetişkin Müslüman, dininin hizmetinde, askerliğini yapmakla yükümlü idi. Bir sefer esnasında ya da dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı koymak gerektiğinde, Devlet Başkanı gönüllülere haber salardı. Bu gibi durumlarda[216] bir kayıt kütüğü açılır ve her aday adını (ve adresini) buraya kaydettirirdi. Daha sonra, belirlenen gün geldiğinde, gönüllüler, silâhları, binekleri, yollukları vs. ile şehir dışındaki bir karargâhta toplanırlardı. Resulullah meydan yerine çıkarak gönüllüleri bizzat teftiş eder ve çok genç, işe yaramayan ya da sefere katılmasını sakıncalı bulduğu gönüllüleri alıkoyardı.[217] Her sefere kaç asker katılacağını bizzat kendisi kararlaştırırdı. Kendi imkânlarıyla teçhizatlarını sağlayamayanları Devlet Bütçesinden donatırdı.
1692. Asker toplama ve celp işi kabileler tarafından yapılır, bu iş için kabile başkanlarına başvurularak, onların muvafakat vermeleri halinde kabilenin üyeleri gönüllü yazılırdı. Medine’de, dışarıya karşı savaş yapılması halinde “kardeşleştirme” (muâhât) işlemi yapılması âdettendi; savunma savaşı söz konusu ise, herkes buna katılırdı. Ancak sefere çıkılması durumunda, karşılıklı olarak kendilerini kardeş kabul eden iki kişiden birisi sefere katılır, diğeri evinde kalarak, her iki evin, yani kendisinin ve manevî kardeşinin aile bireylerinin ihtiyaçlarını temin ederdi.
1693. Askerî sefere çıkacak ordunun komutanını Devlet başkanı tayin ederdi. Ordunun başına bizzat Devlet Başkanının geçmesi halinde, kendisine bağlı komutanları tayin eder ve her türlü gerekli önlemi alırdı. Ordunun klâsik şekilde beş kısma ayrılması biliniyordu: öncü, artçı, sağ kanat, sol kanat ve başkomutanın da bulunduğu merkez. Ordu içinde, safların düzenlenmesi, mevcut kuvvetlerin dağıtımı ve diğer teknik ayrıntılarla ilgilenen bir Vâzi’ olup, bunun bir görevi de, Ordu komutanının emirlerini diğer birlik başkanlarına ulaştırmaktı. Başlangıçta bu işle bizzat Resulullah meşgul oluyordu; Mekke’nin fethi esnasında ise Ordu içinde özel bir vâzi’in görevlendirildiği kaydedilmektedir.[218]
1694. Askerî birlik ve kıtaların toplanması genellikle kabilelere bırakılırdı. Ancak, bazı kabilelerden gelenlerin çok az olması halinde, askerî ihtiyaçlardan dolayı bunlar birleştirilirdi. Sefere ya da savaşmaya çıkan birlikler içinde, ‘ariflerden (onbaşı) başkomutana kadar çeşitli rütbeler vardı. Başvurduğumuz kaynaklar, özellikle Huneyn savaşında savaş esirlerinin serbest bırakılması ile ilgili bilgiler verirken bu rütbelerden bahsederler. Ancak ordu içinde sıkı bir hiyerarşi anlayışı yoktu. Zira düzenli ve sürekli bir Ordu yoktu. Bedir ve Uhud savaşlarıyla ilgili anlatımlarda da, savaş sırasında komutanın yakın çevresinde her an emre amade bekleyen ve verilen emirleri diğer kıtaların komutanlarına ileten haberciler olduğu yolunda bilgiler yer almaktadır.
1695. Ordu karargâhı, nöbetçi dikmek suretiyle gece gündüz korunurdu. Pusu kurma, keşif kıta’larıyla düşmanı takip etme ve casusluk gibi yöntemler bilinmekteydi. Resulullah (a.s.) sadece gerekli bilgileri toplamak için casus kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda düşman casuslarına karşı önlemler de alıyordu.[219] Sefere çıkmadan önce, esirleri sorguya çekmek[220] ya da ileri keşif kolları göndermek[221] vs. suretiyle düşmanın durumu hakkında bilgiler toplanırdı.
1696. Tespit ettiğimiz bilgilere göre müşrik Araplar ve Yahudiler, savaş başlayacağı sırada teke tek dövüşmek için meydan okurlar ((mübâreze), Müslümanlar da bunu kabul ederlerdi. Resulullah (ya da başkomutan), karşılaşma için Müslümanlar arasından çıkacak savaşçıyı kendisi seçerdi.[222] Benim kanaatime göre ise, Resulullah zamanındaki Müslümanlar bu tür girişimlerde bulunmamışlardır.
1697. Düşmanı kan dökülmeksizin teslim olmaya zorlamak için, su kaynaklarını kesme gibi yöntemlere başvurulduğu da oluyordu.
1698. Muhammed (a.s.) baskın vermek suretiyle düşmanı şaşırtmanın öneminin de tamamen bilincindeydi. Genel karargâhından (Medine’den) ayrılmadan önce, asıl amacı dışında bir hedefi varmış gibi bir dedikodu çıkartır ve hattâ ilk günler asıl hedefinin dışında, sahte bir yöne doğru ilerler, daha sonra asıl güzergâhına doğru yönünü çevirirdi. Bunun dışında, hareketlerinin önceden bilinmesini engellemek için hiç akla gelmeyecek tenhâ yolları seçerdi. Tarihî kaynakların belirttiğine göre, Bizans topraklarına karşı yapılan uzak ve tehlikeli Tebûk seferi dışında, sefere çıkacak olan birlikler arasında bile, güzergâhla ilgili olarak hep yanlış izlenimler uyandırıyordu.[223] Onun şu hadisi oldukça meşhurdur:
“Harb, hiledir (el-harbu hud’a).”[224]
Mekke’nin fethi ile sonuçlanan sefer buna güzel bir örnektir. Resulullah (a.s.) sefer hazırlıklarına başlayınca, kim olursa olsun, Medine’den çıkmasına mâni olmuş ve şehrin çevresindeki bütün dar geçitlere (habasu’t-turuk, el-enkâb)[225] gözcüler yerleştirmiştir. Aynı şekilde uzak bölgelerde oturan kabilelerden devşirilen askerî birliklerle ilgili olarak, bu kabilelerin başkanlarını Medine’ye davet etmiş ve onlara askerî bir sır olarak, gidilecek yönü hiç bir şekilde açıklamaksızın, büyük bir askerî sefer düzenleneceğini, bu amaçla her an birliklerinin başında hazır bulunmalarını, onların bölgesinden geçerken kendilerini asıl Ordu’ya dahil edeceklerini bildirmiştir (bk. el-Ya’kûbî); ve Medine’den yola çıktığında da, zigzaglar çizerek bu kabilelere uğramıştır. Daha sonra, “Mekke’yle savaşmaya karar verdiği zaman, Ebû Katâde’yi bir müfrezenin başında Medine’nin kuzeyinde üç günlük mesafedeki Batn İdam’a gönderdi. Amacı, Resulullah’ın o istikamette bir sefere çıkmaya niyetli olduğunu düşündürmekti ve gerçekten söylenti bu şekilde yayıldı.”[226]
1699. Bazen, gece yürüyüşü esnasında, hareketlerini gizlemek için binek hayvanlarının boynuna bağlı çıngırakların susturulmasını emrederdi; diğer zamanlarda ise casusların ve düşman keşif kuvvetlerinin gözünde kuvvetlerinin önemini abartmak için çaba gösterirdi: Örneğin konaklama yerlerinde, birkaç asker birleşerek tek bir ateş üzerinde yemeklerini pişirirdi; ama, Muhammed (a.s.)’in, yanlış bir izlenim uyandırmak için, her birine ayrı ayrı ateş yaktırdığı durumlar da olmuştur.[227]
1700. Resulullah’ın kendi hareketleriyle ilgili haberleri gizleyip düşmanı şaşırtmaktaki amacı, savaşmadan önce düşmanı yeniden ve bir kez daha İslâm’a davet etme kaygısından kaynaklanıyordu. Bir başka deyişle, “onurlu bir barış yapma” seçeneği sunduktan sonra düşmana savaş ilân ederdi. Ordunun başında bizzat bulunmadığı takdirde ise, sefere katılan birlik komutanlarına bu konuyla ilgili kesin talimatlar verirdi.[228]
1701. Barış zamanında Muhammed (a.s.), müminlerin askerî tâlim yapmaları vb. hazırlıklarıyla yakından ilgilenir, özellikle okçuluğun gereği üzerinde dururdu.[229] İnsanlar, atlar ve diğer binek hayvanları arasında yarışlar düzenler ve kazananların ödüllerini bizzat kendisi dağıtırdı.[230] Resulullah’ın bu yarışları seyrettiği ve kimin kazandığını tespit ettiği yerin anısına, Medine şehrinin kuzey taraflarında, bugün halen mevcut olan Sabak (yarış) mescidi inşa edilmiştir.
1702. İslâm’ın yapılmasını emrettiği dinî ibâdetler, mü’minin Allah yolunda mücadeleye ve savaşın mahrumiyetlerine alışmasına da katkıda bulunur: Müezzinin çağrısı üzerine, müminler toplantı yerlerine (cami) koşarak orada sıkı sıkıya saf kurarlar ve namazı kıldıran imamın emirlerine göre hareket ederler. Namazın içinde, vücudu çalıştıran hareketler vardır. Namaz günde beş vakit kılınır; bunlardan ilki, müminleri her mevsimde güneş doğmadan önce erkenden kalkmaya mecbur eder. Oruç, açlık ve susuzluğa katlanmak için güçlü bir idman olarak faydalıdır: Ay takvimi nedeniyle yılın hemen her mevsimine isabet eden Ramazan ayı boyunca, kadın ve erkek, bütün yetişkin Müslümanlar, tan yeri ağarmadan önce başlayıp güneş batıncaya kadar, hiç bir şey yiyip içmezler. Her mü’minin ömründe en azından bir kez yerine getireceği Hac görevi de, Müslümanlara her zaman yolculuk yapma, kamp kurma, çadırda ya da açık havada yaşama gibi konularda bir idman yapma fırsatı verir. Böylece, onların hayata bakış açıları değişerek, dünya malı kadar dünya hayatının da önemi onların gözünde pek bir şey ifade etmemeye başlar ve en zor fedâkârlıklar bile onların gözünde kolaylaşır. Resulullah Muhammed (a.s.)’in sahâbelerine açıkça beyan ettiği gibi, Müslüman hükümetin ilan ettiği savaşlara katılmak, tıpkı namaz, oruç vs. gibi dinî bir görevdir. Ancak bazen Müslümanlar tarafından yanlış olarak kullanılan “cihat-kutsal savaş” terimine dikkat etmek gerekir. Gerçekten, daha önce de açıkladığımız gibi, her meşru savaş, Müslümanlar için “cihat” niteliği taşır. Dünyevî amaçlar için yapılan meşru bir savaş olamaz. Eğer meşru gerekçelerle yapılmıyorsa bu, iç savaş, ihanet ve anlaşma koşullarının ihlâli nedeniyle çıkarılan savaşlar vs. gibi bir günah teşkil eder. Muhammed (a.s.), insanlara Allah rızası için canını feda etme duygusunu aşılamış olup, İslâmî savaşlarda düşmanın malını yağma ve talan etme kesinlikle söz konusu olamaz: İnsan, Allah yolunda kendi canını ortaya koyar ve şehit olduğu takdirde bu, Müslüman için en büyük şereftir. Bir gün sahabeden birisi Resulullah’a şöyle sordu:
“Kim Allah yolundadır: Ganimet elde etmek için savaşan mı, cesaretiyle ün yapmaya çalışmak için savaşan mı, yoksa kabilesi ile dayanışma halinde olmak isteyen mi?”
Muhammed (a.s.) şöyle cevap vermiştir:
“Bunlardan hiç birisi; ancak sadece Allah’ın Sözü’nü yüceltmek (Îlâ-i Kelimetullah) için savaşan kimse.”
1703. Cihâdı diğer ruhî-manevî ibâdetlerden ayrı tutmamak için, İslâm, savaş sırasında bile namazın ihmâl edilmemesini emretmiştir. Kur’an, “tehlike sırasında kılınan namaz”ın (salâtu’l-havf) nasıl kılınacağından uzun uzun bahsetmiştir.[231]
1704. Muhammed (a.s.), meteorolojiyi ve rüzgârın ve güneşin savaşçılar üzerindeki etkilerini çok iyi biliyordu. O dönemdeki savaşlar -Hendek, Tâ’if ve Hayber’deki kuşatma savaşları dışında- ancak yarım gün kadar sürdüğünden, Resulullah (a.s.), kaynakların belirttiğine göre,[232] gün doğumu ve batımında güneşin İslâm ordusunun gözünü rahatsız etmemesine dikkat ederdi. Seçme imkân ve fırsatı bulabildiği takdirde, düşmana üstünlük sağlamak için ordusunu en iyi konuşlandırabileceği yerleri seçerdi.
1705. O dönemde henüz üniforma yoktu. Muhammed (a.s.), savaş sırasında kendi askerlerinin, silah arkadaşlarını düşmandan ayırt edebilmesi için ustaca bir yöntem kullanıyordu. Her bir sefere çıkıldığında bir şi’âr (parola) belirliyor ve Müslümanlar, savaş alanında bire bir rastlaştıklarında yüksek sesle bunu söylüyorlardı. Bu parolalar, üniformaların belli olmadığı özellikle gece savaşlarında oldukça işe yarıyorlardı.[233] Bununla birlikte, Bedir savaşında bazı ayırt edici işaretlerin kullanıldığı da olmuştur. Resulullah (a.s.) şöyle buyurmuştu:
“Size yardıma gelen meleklerin işaretleri (tasavvamat) vardır; sizin de ayırt edici işaretleriniz olsun.”[234]
Kaynaklar, bu talimat üzerine Müslümanların, miğfer, sarık ya da başlıkları (kalânis) üzerine sûfe (tüyden ya da yünden hotoz) taktıklarını belirtmektedirler. Sancak taşıma âdeti bütün Araplarca bilinmekteydi. Sancak taşıyıcısı olmak, en cesur askere bağışlanmış büyük bir şerefti.
1706. Muhammed (a.s.), savaş yöntemleri konusunda da gayet ilericiydi ve her zaman için düşmanı kan dökmeden teslim almaya çalışırdı. Şehirlerin savunması için “hendek kazma” yöntemi Hicaz bölgesinde bilinmiyordu. Muhammed (a.s.), H. 5 yılında bu usûlü kullanmıştır. H. 7. yılda Hayber Yahudileri kendilerini mancınık ile savunurken, Müslümanların elinde mancınık yoktu. Ertesi yıl, Tâ’if kuşatması sırasında İslâm ordusu, mancınığın yanı sıra, kuşatma altına aldıkları şehrin surlarını yıkmak için, içerden elle itilen ve derilerle zırhlandırılmış arabalar (debbâbe, dabûr) da getirmişlerdi. Bu arada Selmân’ın da bir mancınık yaptığı ifade edilmektedir.[235]
1707. Bedir’de olduğu gibi, ilk askerî seferlerin hiçbirinde, hemşire, aşçı vs. şeklinde de olsa kadınlara görev verilmemişti. Daha sonraları ordu içinde bunlara yeterli sayıda rastlanmaktadır. Örneğin, özellikle erkek savaşçıların düşmanı püskürtmekte tek başlarına yetersiz kaldıkları Uhud ve Huneyn savaşlarında, Umm Suleym, Umm Harâm ve daha başka birçok kadın silahlarına sarılarak, düşmana karşı yiğitçe savaşmışlardır. Hicretin 3. yılında yapılan Uhud savaşında, aralarında Resulullah’ın ailesinin de bulunduğu genç kadınlar, mücahitlere su vermişler ve yaralılara yardım etmişlerdir. Buhârî (Sahîh, 56/56), bu hanımlar arasında Umm Suleym’den özellikle bahseder. Hendek savaşında da, çok ilkel ve basit olmakla birlikte “Rüfeyde’nin çadırı”, askerî hastane olarak kullanılmış, yaralılar tedavi edilmek üzere oraya taşınmışlardır. İbn Hacer, Metâlib (Nº 1307) adlı eserinde, Hayber seferine katılan kadınlar arasında Umm Sinan el-Eslemiye’nin bulunduğunu belirtir. İbn Hacer’le (Nº 415) birlikte Buhârî (56/67, 68) de, Medineli er-Rubeyyi’ bint Mu’avviz’in, Resulullah’la birlikte bir çok savaşa katıldığına işaret ederler. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, Halife Ömer’in orduları çok daha etkili donanımlara sahip olacaklardır. “ Ömer, ordunun yanı sıra doktorlar (etıbba) da göndermiş; Abdurrahman ibn Rebîa el-Bâhilî’ye aynı zamanda ganimetin dağıtımı görevini de vererek, kendisini “Ordu hâkimi” tayin etmiştir. Selmân’ı keşif görevinin başına getirmiş, Hilâl el-Hacerî’yi mütercim, Ziyâd ibn Ebî Sufyân’ı sekreter-kâtip olarak atamıştır.”[236] Ancak ilk dönem İslâm Ordularında hiçbir zaman özel bir “din görevlisi” bulunmamıştır. Zira namazlarda imam olmak, komutana mahsus bir görev ve ayrıcalık idi.[237]
1708. Hicretten hemen sonraki yıllardan başlayarak, Resulullah, Medine’yi ne zaman bir sefer için terk etse, yerine muhakkak bir vekil (nâip) tayin ederdi.[238] Dikkat çeken bir diğer husus da, bu ayrıcalığın sırasıyla Müslümanların önde gelenlerine verilmiş olmasıydı. Bu da, Muhammed (a.s.)’in verasete ya da hiyerarşik anlayışa dayanan bir başkanlık sistemine itibar etmediğini göstermektedir.
1709. Resulullah’ın Ordusunda, ganimetin teslim alınmasıyla görevli özel memurlara da rastlamaktayız. Düşmandan ele geçirilen her şeyin, değerinin küçük ya da büyük olduğuna bakılmaksızın ona teslim edilmesi gerekirdi. Resulullah şöyle diyordu:
“Elinize geçen iğne ve ipliği bile ganimeti toplamakla görevli memura verin; zira yolsuzluk yapan Cehenneme gidecektir.”[239]
Ganimet, ancak İslâm topraklarına dönüldüğünde paylaştırılırdı. 1/5’i Devlet Hazinesine gider,[240] kalan 4/5’i ise sefere katılanlar arasında eşit olarak dağıtılırdı. Komutanın payı, sıradan bir askerinkiyle aynı idi. Ancak bazı ayrımlar da yapılmıyor değildi: Süvari olarak sefere katılmış bir kimse, piyade olarak katılana göre iki (hatta bazı durumlarda üç) kat fazla ganimet alırdı. Meydan okuma ve teke tek vuruşma (mübâreze) durumunda, öldürülen düşmanın eşyası (seleb), silâhları, bineği ve üzerinden çıkan şeyler, sadece mübârezeyi kabul eden savaşçıya kalırdı[241] Komutan, hükümete düşen payı savaşta yararlık gösterenlere ödül ve mükâfat olarak dağıtmakta serbestti. Komutanın serbestçe kullandığı bu paya tenfîl denilirdi. Tıbbî vb. hizmetlerde görevli oldukları için, askerî sefere katılıp da savaşma imkânı bulamayanlar kadınlar ve köleler, normal olarak ganimetten bir pay alamazlar, ancak komutan onlara, kendi isteği doğrultusunda her zaman çeşitli ödüller (rezh[242]) dağıtırdı. İslâm hukukçuları post-liminium denilen bir uygulamadan da haberdar idiler. Buna göre, İslâm topraklarında yaşayan bir Müslim ya da Gayrimüslime ait bir eşya düşman eline geçmiş ve daha sonra tekrar İslâm Ordusu tarafından ele geçirilmiş ise, o mal eski sahibinin olur ve bu mal ganimetten sayılmazdı. İslâm’ın fedakârlık anlayışına en az bağlı savaşçılar bile bu kanunlara uyarlardı. Oysa Arabistan’daki Gayrimüslimler arasında, ganimetin 1/4’lük bölümü komutanın şahsî kasasına gider ve herkes, ganimetin geri kalan kısmından imkânı nisbetinde yararlanırdı ki bu, Ordu disiplini ve dava arkadaşlığı adına çok kötü bir şeydi.
1710. Muhariplik hakları düşmanın hem canı hem de malı ile ilgili hususları kapsıyordu: Düşman öldürülebilir, yaralanabilir, esir edilebilir ve gerekli her türlü zarara uğratılabilirdi. Ancak kabalık ve gereksiz vahşet, Resulullah (a.s.) tarafından Müslümanlara kesinlikle yasaklanmıştır: Onların, ölülerin uzuvlarını kesmelerine, birini canlı canlı yakmalarına vs. kesinlikle izin vermemiştir. Resulullah Muhammed (a.s.), bu son konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Ancak Ateşin Sahibi ateşle cezalandırabilir.”
Kuşkusuz burada bir tutsağa karşı işlenen ve isteğe bağlı bir eylem söz konusudur; aksi takdirde, düşmanı teslime zorlamak için kullanılan ateş bu hükmün dışındadır.
1711. Resulullah (a.s.)’ın esirlere davranış biçimi özellikle dikkatimizi çekmektedir. Kur’an’a göre[243] esirin yiyeceği bedavadır; onu doyurmak İslâmî hükümetin görevidir. İslâm’ın henüz başlangıç dönemlerindeki zor koşullarda bile, Resulullah, esirleri savaşçılar arasında taksim ederek, onlara karşı iyi davranılmasını emrediyordu. İslâmî kaynaklarda, esirlerin, kendilerini esir alanlarla aynı gıdaları aldıkları vurgulanmaktadır. Resulullah (a.s.)’ın sahabeleri arasında daha duyarlı olan kimileri, ekmeklerini esirlere verip, kendileri sadece hurma ile yetinerek, fedakârlık konusunda örnek teşkil edecek kadar ileri gitmişlerdir. Bedir ve Huneyn savaşlarıyla ilgili anlatımlarda görüldüğü gibi, Resulullah (a.s.), ihtiyacı olan esirlere giysi bile veriyor, onların sıkıntılarını hafifletmeye çalışıyordu.[244] Onlara, kendi memleketlerinde sahip oldukları şeyleri miras bırakma hakkı tanınmıştı.[245] İslâm, esirlerin normal savaş koşulları içerisindeki tutumlarından dolayı onların cezalandırılmasına izin vermez: İslâm hukukçuları her zaman, “dünyevî sıkıntılar karşısında Müslümanların ve Gayrimüslimlerin eşit durumda olduklarını” yineleyip durmuşlardır. Resulullah’ın sahabeleri, bir kimsenin savaşta esir olması nedeniyle ölümle cezalandırılmaması gerektiğinde hemfikirdirler.[246] Açıkça görüldüğü gibi, burada savaş suçları ya da Müslüman tebaaya karşı işlenen kamu suçları söz konusu edilmemektedir. Kur’an’a göre esirler, ya bir fidye karşılığında ya da tamamen karşılıksız ve mübadele ilkeleri kapsamında serbest bırakılabilirler. Muhammed (a.s.)’in hayatında, bu farklı uygulamaların sayısız örneklerini görmek mümkündür. Kölelik konusuna ise daha önce değinmiştik (§ 1120-1124).
1712. Resulullah, savaş sırasında düşman tarafın kadınlarının ve küçük çocuklarının, savaşa katılmadıkları için öldürülmelerini kesinlikle yasaklamıştır.[247] Sadece kadınlardan oluşan ve aktif bir şekilde savaşa katılan askerî birlikler karşısında nasıl bir tavır takınırdı, bilemiyorum. Bununla birlikte, Resulullah’ın Ordusunda birçok kez silâha sarılarak etkin bir şekilde savaşan kadınlar da yer almıştır.
1713. Resulullah (a.s.)’ın, benimsediği strateji ve taktikten çok, devletler hukuku kapsamına giren askeri faaliyetleri ile ilgili olarak, başka çalışmalara[248] da atıfta bulunacak ve bu uzak döneme ait bir özelliği de vurgulamadan geçemeyeceğim: Savaş ilanı sadece düşmanın daha önceden kazanmış olduğu mülkiyet haklarını ortadan kaldırmadığı gibi, savaş sırasında bu hakların askıya alınması için de bir neden oluşturmuyordu: Savaşın hiç vuku bulmaması halinde düşmanın hakları o tarihte nasıl yerine getirilmekte ise, aynı hakların düşmana tanınması gerekiyordu. Bu konuda, Resulullah’ın, kendisine karşı düzenlenen suikast nedeniyle Mekke’yi terk etmek zorunda kaldığı zaman, Mekkelilerin kendisine emânet olarak bıraktıkları şeyleri onlara aynen iade ettiğini hatırlatalım. Benû’n-Nadîr Yahudilerine de, Medine’den ayrılmadan önce ahâliden alacaklarını tahsil etmelerine izin vermişti (bk. yukarıda § 949).
1714. Resulullah Muhammed (a.s.), ahlâkî temizliğe büyük bir önem verirdi. Bu nedenle, harpte esir düşen kadınlarla bile olsa, gayrı meşru cinsel ilişkide bulunulmasını sert müeyyidelerle yasaklamıştır.
1715. Son olarak, İslâm’da yasakların iki sınıfa ayrıldığını belirtelim: Kur’an ve hadislerde belirtilen yasaklar her zaman geçerli olup, misilleme yaparken bile bunlara karşı gelinmesi mümkün değildir. Diğeri ise anlaşmalardan doğan yasaklardır ve anlaşma süresince geçerlidirler. Muhammed (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlar, yaptıkları anlaşmaların hüküm ve şartlarına titizlikle riâyet ederler.”[249]
Gayrimüslimlerle yapılan anlaşmalar konusunda Kur’an’ın tavrı da gayet açık ve nettir:
“Onlar size dürüst davrandıkları sürece, siz de onlara dürüst davranın.”[250]
Bu nedenle, bir ülkeye karşı savaş ilân edilmiş olması, o sırada İslâm ülkesinde bulunan o ülke insanlarını genellikle etkilemez; onları hapsetmeye kalkışılmaz, sınır dışı edilmezler, oturma izinleri iptal edilmez -vize geçerli olduğu sürece- kalıp, savaştan önce olduğu gibi işlerini yapabilirler ve sonuç olarak, tamamen özgür bir biçimde, İslâm mahkemeleri önünde sadece davalı değil, aynı zamanda Müslüman tebaadan biri aleyhine davacı bile olabilirler. Ayrıca, kendi ülkelerine dönerken, İslâm ülkesinde bulunan kazançları da dahil olmak üzere, bütün servetlerini beraberlerinde götürme hakkına sahiptirler.
1716. Bu bölümü bitirirken, Devlet harcamaları ile Bütçe yasasında, askerlik hizmetini gönüllü hale getiren ve olayın maddi boyutunun bazı kimseler açısından “Allah yolunda” çalışma şeklindeki manevî cazibeyi pekiştirdiği ve böylece her yetişkinin hükümetin talebi karşısında silah altına alınmaya hazır olduğu bir hükmün mevcut olduğunu hatırlatmak istiyoruz (bk. yukarıda § 1651). Askerlik sistemini bazı ek kaynaklarla pekiştirmek amacıyla bir takım başka kaynaklar da ortaya atılmış, örneğin Hâlid ibn Velîd, henüz Resulullah (a.s.) hayatta iken, kendisine ait zırhlı gömleklerden bir çoğunu, diğer askerlerin kullanabilmesi için vakıf (hubûs) hâline getirmiştir (bk. Buhârî, 24/49).[251]
1717. İslâm edebiyatında kendisinden en çok bahsedilen ve İranlıların elindeyken düşman tarafından asla ele geçirilemediği için oldukça değerli kabul edilen bayrak, kuşkusuz H. 14 yılında Ömer’in Halifeliği sırasında cereyan eden Kadisiye savaşı sırasında Müslümanların eline geçen Direfş-i Kâveyânî adlı İran bayrağıdır. Aslında pek bir değeri olmayan bu bayrağı, İranlılar Müslümanların eline geçtiği sırada iki milyon altın dinar değerinde çok değerli taşlarla süslemişlerdi. el-Kâdî er-Reşîd’in Kitâbu’z-Zehâir ve’t-Tuhaf (s. 17) adlı eserinde ve Taberî ve Mes’ûdî’nin eserlerinin ilgili bölümlerinde bu konuya yer verilmektedir. Çünkü burada söz konusu edilen sancak, ülkeyi bir zâlim hükümdarın idaresinden kurtarmayı başaran asî bir kahramana ait idi.
İslâmiyet’ten Önceki Arap Yarımadası
1718. Yukarıda anayasa ile ilgili bölümde İslâm-öncesi Mekke’sinden bahsederken, bu Şehir-Devleti oligarşisinde bayraktarlık ve sancaktarlık (sırasıyla liva’ ve râye muhafızlığı) görevlerinin bulunduğunu görmüştük. Kaynaklar bu iki eşanlamlı kelime arasında bir fark olup olmadığını belirtmekle birlikte, bu konuya ilerde değinilecektir. Bununla birlikte, kaynağımız İbn ‘Abd Rabbih, İslâm’dan önceki dönemde Benû Umeyye’nin tevarüs yoluyla üstlendiği râye’nin, el-Ukâb (kelime anlamı: kartal) şeklinde özel bir ad olduğunu, aksine livâ’nın ise Benû ‘Abd ed-Dâr’lara verildiğini eklemektedir.
1719. Bu kitabın baş tarafında Bedir savaşından bahsederken, İslâm Peygamberi’nin, kendisinin Mekke’de bulunan “sürgündeki hukukî (de jure) devletin temsilcisi olduğunu ve de facto (fiilî) olan müşrik otoriteleri gayrı meşru görerek tanımadığını açıklamıştık. Bu nedenle, Mekke oligarşisi içinde çeşitli belediye hizmetlerini üstlenmiş kabile mensuplarından İslâm’ı kabul etmiş olan kimseleri, aynı görevleri bu kez Medine’deki İslâm Devletinde yerine getirmek üzere yeniden tâyin etti. Bu vesile ile, Abd ed-Dâr kabilesinden Mus’ab ibn ‘Umeyr’i İslâm Ordusunun bayraktarlığına getirdi. Gerçekten de Mus’ab, Bedir ve Uhud savaşları sırasında İslâm’ın sancaktarlığını yapmış, hatta Uhud’da şehit düşmüştür. Öte yandan, Resulullah’ın bayrağına (râye), biraz sonra göreceğimiz gibi, el-Ukâb da denilmekteydi.
1720. Öte yandan, Mekkeli müşrikler, âdetleri olduğu üzere kendi livâ’larını, hem Bedir ve hem de Uhud savaşları sırasında, Abdu’d-Dâr’lardan birine teslim etmişlerdi. Bir anlatımda, İbn Hişâm (s. 562), ordunun başkomutanı ve râye görevini tevarüs yoluyla üstlenmiş olan Ebû Sufyan’ın, ‘Abd ed-Dâr’ları daha da cesaret gerektiren bir davranışa teşvik amacıyla şöyle dediğini nakletmektedir:
“Ey Abdu’d-Dâr mensupları! Siz Bedir savaşında bizim livamızı taşımakla görevli idiniz ve başımıza neler geldiğini gördünüz. İnsanların kaderini belirleyecek olan râye’leridir: Eğer o elden gidecek olursa, insanlar da onunla birlikte yok olup giderler. Öyle ise, ya bizim livâ’mızı gerektiği gibi koruyunuz, ya da onu bize bırakınız, biz bu konuda size yeteriz.”
Tabii ki onlar bu suçlamayı reddederek şöyle dediler:
“Yarın onlarla karşılaştığımızda nasıl davranacağımızı göreceksin.”
Gerçekten de, çevresi kendi kabile mensuplarıyla çevrili olan sancaktar sözünde yalancı çıkmayacak, ancak kendisini savunma gayreti onları cidden acıklı bir duruma düşürecektir. Balâzurî, Ensâbu’l-Eşraf (I, § 112) adlı eserinde, bu kabileye mensup onbir başkanın birbiri arkasına bayrağı nasıl taşıdıklarını ve onu savunmak için ölünceye kadar nasıl çarpıştıklarını tasvir eder. Bayrağı koruyan onikinci kişi bir kadındı ve savaş sona erinceye kadar onu taşıyıp müdafaa etti (bk. İbn Sa’d, II/1, s. 28-29).
1721. Burada söz konusu edilen, Abdu’d-Dâr’ların sorumlu olduğu livâ’dır. Aşağıdaki anlatımda ise, Benû Umeyye’ye teslim edilmiş olan Râye-Ukâb’ın söz konusu olduğunu düşünüyoruz: Ali ve Muâviye arasında çıkan iç savaşlar sırasında, Ammâr ibn Yâsir, Ali’nin yanında Sıffîn savaşına katılmış ve “râye’yi karşı taraftaki Amr ibnu’l-As’ın elinde görünce şöyle haykırmıştır
“Gerçekten, Resulullah’la birlikte bu râye’ye karşı üç kez savaştım; bu ise dördüncüsü... Yemin ederim ki, ben Resulullah’la birlikte bu râye’ye karşı üç kez savaştım, ve artık o benim gözümde zühd ve takvaya bir vesile teşkil etmiyor... O gün, râye, Hişam ibn ‘Utbe’nin elindeydi.” (Belâzuri, Ensâbu’l-Eşrâf, I, § 412).
Burada Ammâr’ın sözünü ettiği ve Benû Umeyye’nin Resulullah’a karşı giriştiği üç savaş, Bedir, Uhud ve Hendek savaşları idi. Ancak, az önce de gördüğümüz gibi, bu savaşlarda söz konusu edilen bayrak Abdu’d-Dâr’ların livâ’sıdır. Bu konu oldum olası belirsizliğini korumuştur.
1722. Bu sorunun üstesinden gelmek için, livâ’nın müşrik Mekke’de genellikle düşmana karşı hücum ve çarpışma sırasında ordunun en kahraman askeri tarafından taşınan askerî sancak olduğunu düşünüyoruz. Oysa râye, ordu komutanını simgeleyen bir bayraktır (flama). Bu iki kelime bazen eşanlamlı olarak kullanılmıştır. İslâm’da ise bunun tersi olmuştur.
1723. Resulullah’ın uygulamasına geçmeden önce, İslâm’la çatışma halinde bulunan ve bir bayrağı olduğu söylenen bir başka topluluğa işaret etmek istiyoruz. Tâ’if bölgesinde iki ayrı halk unsuru bulunduğunu daha önce belirtme fırsatı bulmuştuk: Benû Mâlikler ve (farklı kökenlere mensup, ancak oldukça kalabalık ve güçlü durumdaki) Ahlâflar. Evtâs’da Hevâzinlilerle girişilen savaş sırasında, İbn Hişâm’ın (s. 845-850) ifadesine göre, Hevâzinlilerin râye’si siyah renkli olup, uzun bir mızrağa takılmış ve kızıl bir devenin üzerindeki biri tarafından taşınmaktaydı. Bu kişinin öldürülmesi üzerine, bayrağı bir başkası devralmıştır. Ahlâfların râye’sini ise Kârif adında biri taşımaktaydı. Ancak ordunun bozguna uğradığını görünce bayrağı bir ağaca asmış ve kendisi kaçıp gitmiştir.[252]
1724. Bayrak uygulaması, Resulullah’ın hayatının daha ilk dönemlerinden itibaren ortaya çıkmıştır ve bu kimseyi şaşırtmamalıdır. Zira Mekke’li hemşehrileri de, İslâm’dan önce bunu kullanıyorlardı.
1725. Hicret yolculuğunu tasvir ederken, Resulullah Mekke-Medine yolu üzerinde Eslemlerin arazisinden geçtiği sırada, yolda bunların başkanları Bureyde’nin İslâm’ı kabul ettiğini ve iki arkadaşıyla birlikte “bayraklarını açarak” Resulullah’a öncülük yaptığını belirtmiştik. Kettânî’nin et-Terâtîbu’l-İdâriyye adlı eserinde (I, 317) İbn Hibbân’dan naklen verdiği bilgilere göre, Bureyde, İslâm’a olan bağlılığını göstermek üzere, kendisine bayrak olması için sarığını kesmekle yetinmişti.
1726. Medine’ye gelişinin üzerinden bir ay bile geçmeden, Resulullah Mekkelilere ait kervanların yolunu kesmek amacıyla, daha önce de belirtildiği gibi, bazı askerî birlikler göndermeye başladı. Bu seferlerde kullanılan bayraklarla ilgili bazı ayrıntılar aşağıda verilmiştir.
1727. (1) Ubeyde ibn el-Hâris’in seferi: Resulullah ona bir râye (İbn İshâk, İbn Hişâm’dan naklen, s. 418), bayraktarı Mistah ibn Usâse’ye de beyaz bir livâ vermişti (İbn Sa’d, Vâkıdî’den naklen, II/l, s. 2) Taberî, her iki kaynaktan, İbn İshâk ve Vâkıdî’den yararlandığı için, iki terimi de kullanmıştır.
1728. (2) Hamza’nın seferi: İbn Hişâm’a göre (s. 419) râye; İbn Sa’d’e göre (II/l, s.2) ise bayraktarlığını Ebû Mirsad Kennâz el-Ganevî’nin yaptığı beyaz bir liva’ vermiştir. Taberî, 1 no’lu örnekte olduğu gibi iki ayrı bayraktan söz eder.
1729. (3) Sa’d ibn Ebî Vakkas’ın seferi: İbn Sa’d’e göre (II/l, s.3) bayraktarlığını el-Mikdâd ibn ‘Amr el-Bahrânî’nin yaptığı beyaz bir liva’ verilmiştir.
1730. (4) Resulullah (a.s.)’ın el-Ebvâ’ya karşı yapmış olduğu sefer: Bayraktarlığını Hamza’nın yaptığı beyaz bir liva’ verilmiştir (İbn Sa’d, II/1, s. 3). Aynı bilgi Taberî’de de yer alır.
1731. (5) Resulullah (a.s.)’ın Buvât’a karşı yapmış olduğu sefer: Bayraktarı Sa’d ibn Ebî Vakkâs olan beyaz liva’ (İbn Sa’d, II/l, s. 4).
1732. (6) Kurz el-Fihri’yi takip için Resulullah’ın çıktığı sefer: Ali ibn Ebî Tâlib’in bayraktarlığını yaptığı beyaz livâ (İbn Sa’d, II/l, s. 4).
1733. (7) Resulullah’ın Zu’1-Uşeyre seferi: Hamza’nın taşıdığı beyaz liva’ (İbn Sa’d, II/l, s.4).
1734. (8) Resulullah’ın da katıldığı Bedir savaşında, bayraktarlığını Mus’ab’ın yaptığı beyaz liva’. Ayrıca el-Ukâb denilen ve Ali’nin taşıdığı, ayrıca Sa’d ibn Mu’âz el-Ensârî’nin bayraktarlığını yaptığı iki siyah râye, Resulullah’ın huzurunda tutulmuştur (bk. İbn Hişâm, s. 432-433). İbn Sa’d’e göre (II/1, s. 8) ise üç tane liva’ olup, Muhacirlere ait ve daha büyük olanı Mus’ab’ın elinde, Ensâr’dan Hazreçlilere ait olan el-Hubâb el-Munzir’in elinde, yine Ensâr’dan Evslilere ait olan livâ ise Sa’d ibn Mu’âz’ın elinde bulunuyordu. Mekkeli düşmanların da üç adet livâ’ları vardı: Bunlardan birini Ebû ‘Azîz ibn Umeyr, birini en-Nadr ibn il-Hâris ve üçüncüsünü de Talha ibn Ebî Talha taşımaktaydı. Bu bayraktarların her üçü de Abdu’d-Dâr’ların kabilesine mensup idiler (İbn Sa’d, II/l, s. 8).
1735. (9) Resulullah’ın Benû Kaynukâ’ya karşı çıktığı seferde Hamza beyaz bir livâ taşımış ve râye’ye yer verilmemiştir (İbn Sa’d, II/l, s. 19).
1736. (10) Karkaratu’l-Küdr’e karşı Resulullah’ın çıktığı sefer: Bayraktarlığını Ali’nin yaptığı ve rengi konusunda elimizde net bir bilgi bulunmayan bir livâ taşınmıştır (İbn Sa’d, II/l, s. 21).
1737. (11) Resulullah (a.s.)’ın Uhud seferinde üç adet mızrak getirilerek, bunlara üç ayrı liva’ bağlanmıştır; Evslilerinkine Useyd ibn Hudayr, Hazreçlilerinkine el-Hubâb ibn el-Munzir ve Sa’d ibn Ubâde, Muhacirlerinkine ise ‘Ali ve Mus’ab bayraktarlık yapmıştır (İbn Sa’d, II/l, 26-27). Aynı kaynağa ait bir başka rivayete göre (s. 28), Resulullah (a.s.), Bedir’de yenilmelerine rağmen Mekkeli müşriklerin Abdu’d-Dâr’lardan tevarüs ettikleri sancaktarlığı sürdürdüklerini görünce, “bizim bu konuda daha sadık davranmamız gerekir” diyerek, sancağını Mus’ab’a vermiştir. Bu sahabe şehit düşünce, Müslümanların cesaretlerini yitirip dağılmamaları için, Mus’ab’a benzeyen bir melek sancağı taşımaya devam etmiştir (a.g.e., s. 29). İbn Hişâm’a göre (s. 566-567), Mus’ab şehit edilince, Resulullah liva’yı Ali’ye vermiştir... Uhud’da savaşın kızıştığı bir sırada, Resulullah Ensâr’ın râye’si altına oturmuş ve Ali’ye “Râye’yi ilerletmesi” emrini göndermiştir.
1738. (12) Resulullah (a.s.)’ın Hamrâ’ul-Esed’e düzenlediği sefer: Daha bir gün önce Uhud savaşında kullanılmış olan livâ, çekildiği mızraktan indirilmeden buraya gelinmişti. Bayraktarlığını Ebû Bekir ya da Ali yapmıştır (İbn Sa’d, II/l, s. 34).
1739. (13) Ebû Salime’nin Katan’a karşı düzenlediği sefer: Bir liva’ kullanılmıştır (İbn Sa’d, II/l, s. 35).
1740. (14) Resulullah’ın ikinci kez Bedir’e düzenlediği seferde, Ali bir livâ taşımıştır (İbn Sa’d, II/l, 42).
1741. (15) Resulullah’ın el-Mureysî’ye karşı düzenlediği seferde Muhacirlerin râye’sini Ebû Bekir, Ensâr’ınkini ise Sa’d ibn Ubâde taşımıştır (İbn Sa’d, II/l, s. 45).
1742. (16) Hendek savaşı: Düşman, Mekke’den hareket ederken livâ’sını Abd ed-Dâr’ların kabilesinden Osman ibn Talha’ya emanet etmişti (İbn Sa’d, II/l, s.47). Elimizde Resulullah’ın bayrağı ile ilgili bilgi bulunmamaktadır.
1743. (17) Resulullah (a.s.)’ın Gâbe seferinde bir mızrağın ucuna çekilen livâ’yı Mikdâd ibn Amr taşımıştır (İbn Sa’d, II/1, s. 58).
1744. (18) Abdu’r-Rahmân ibn Avf’ın Dûmetu’l-Cendel seferi: Resulullah, “kumandanın sarığını bizzat kendi eliyle sarmış,” daha sonra Bilâl’e, livâ’yı kendisine emanet etmesini emretmiştir (İbn Hişâm, s. 992).
1745. (19) Resulullah (a.s.)’ın Hayber seferi: Ali’nin taşıdığı beyaz râye kullanılmıştır (İbn Hişâm, 756). Bir gün kalelerden birine hücum etmesi için bir birlik gönderen Resulullah, râye’sini Ebû Bekir’e emanet etmiş, ama sefer başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ertesi gün râye’yi Ömer’e emanet etmiş ve yine bir sonuç alamamıştı. Nihayet üçüncü gün onu Ali’ye verdi ve bu defa zafer gerçekleşti (a.g.e., s. 761-762). Çok değerli bilgiler veren İbn Sa’d ise (II/l, s. 77), Resulullah (a.s.)’ın Hayber’e vardığında birçok râye dağıttığını belirtir. O zamana kadar sadece liva’ kullanılmaktaydı. Râye’ler ise ancak Hayber savaşından sonra ortaya çıkmıştır. Resulullah’ın siyah renkli râye’si, hanımı Ayşe’ye ait bir kaftan ya da sırt atkısından (bürd) dikilmişti ve bu râye’ye Ukâb deniliyordu. Beyaz renkli livâ’sını Ali’ye emanet etmişti. Hazreçli el-Hubab ibn el-Munzir’e ve Evsli Sa’d ibn Ubâde’ye verdiği râye’ler de mevcuttu. İbn Sa’d (II/1, s. 80-81), kalelerden birini fethetmeyi başaran Ali’ye verilen râye’nin hikâyesine de kısaca değinmektedir. Ancak, aynı olayla ilgili olarak Taberî, “râye” ve “livâ” terimlerini birlikte kullanmaktadır. Râye’lerin ilk kez Hayber savaşında ortaya çıkmasıyla ilgili olarak, Sarahsî’ye de (Şerhu Siyeri’l-Kebîr, 5. bölüm) bakılabilir. İbn Kesîr’e göre (Bidâye, VIII, 293), Resulullah’ın Ukâb adı verilen siyah râye’si Ayşe’nin mirt’inden (bürd ile eşanlamlı bir kelime, kaftan) yapılmıştı. Mirt denilen bu beze müreccel de deniliyordu. Lisânu’l-Arab adlı Arapça sözlüğe göre (bk. Râ-Hâ-Lâm maddesi), bu iki kelime hem “müreccel”, hem de (noktasız olarak) “murahhal” şeklinde okunmakta ve yün ve ipek karışımı, bir dokuma türü olan hazz yerine kullanılmaktadır; bu kumaşın üzerinde, yük develerinin sırtına vurulan semerler (rahl) gibi çeşitli desenler bulunmaktadır. Kettânî, et-Terâtîbu’l-İdâriyye (I, 321-322) adlı eserinde, el-Kudâ’î’nin el-İnbâ’ından naklen, Resulullah’ın Râyet’ul-Ukâb’ının siyah yünden yapıldığını belirtir. Aynı yazarın, İbn Cumâ’a’nın Muhtaru’s-Sîre adlı eserinden naklettiğine göre, Resulullah’ın râye’si siyah ve kare şeklindeydi ve üzerinde desen olarak numre mucmele (sık noktalar ?) bulunuyordu.
1746. (20) Mu’te seferi: Resulullah, beyaz renkli livâ’yı Zeyd ibn Hârise’ye emanet etmişti (İbn Sa’d, II/l, s. 93). İbn Hişâm hem livâ (s. 795) hem de râye (s.794, 795, 796) terimini kullanmaktadır. Taberî ise sadece râye’den söz eder.
1747. (21) Mekke’nin Fethi sırasında Resulullah, Kudeyd’e vardığı zaman, farklı kabilelere ait askeri kıtalara ayrı ayrı livâ’lar teslim etti. Resulullah’ın râye’si Sa’d ibn Ubâde’nin elindeydi. Ancak, Resulullah onun Mekkelileri kılıçtan geçirmekle tehdit ettiğini duyunca, râye’yi onun elinden alarak oğlu Kays ibn Sa’d ibn Ubâde’ye verdi... Resulullah’ın çadırı el-Hacûn’a kurulmuştu. Zubeyr ibn el-Avvâm oraya kadar kendi râye’si ile beraber gidip onu oraya dikti (İbn Sa’d, II/1, s. 97-98). İbn Kesîr (Bidâye, VIII, 293), Sünen adını taşıyan dört hadis kitabını kaynak göstererek, Mekke’nin fethedildiği gün Resulullah’ın livâ’sının beyaz renkli olduğunu belirtmektedir.
1748. (22) Resulullah, Huneyn’de Ordunun fecir vaktinden itibaren yerlerini almalarını emretmiş ve livâ ve râye’leri dağıtmıştı: (Askerlerin sayısının çokluğu nedeniyle) çok sayıda bayrak vardı. Örneğin, Muhacirlerden Ali’nin elinde bir livâ, Sa’d ibn Ebî Vakkas ve Ömer’in elinde de birer râye bulunuyordu. Hazreçlilerden el-Hubâb ibn el-Munzir’in elinde bir livâ ve yine aynı kabileden Sa’d ibn Ubâde’nin elinde de bir başka livâ vardı. Evslilerin livâ’sı, Useyd ibn Hudeyr’in elindeydi; Evs ve Hazreçlilerin her boyu (batn’ı) için bir livâ ya da bir râye mevcuttu. Aynı şekilde, Arabistan’daki çeşitli kabilelere ait kıtaların her birinde, ünlü kişilerin taşıdığı livâ ve râye’ler mevcuttu (İbn Sa’d, II/1, s. 108). Makrizi’nin el-İmtâ’ adlı eserinde (I, 405) ifâde ettiğine göre ise, Muhacirlerin râye’leri siyah, Evs ve Hazreçlilerden oluşan Ensâr’ın râye’leri ise yeşil ve kırmızı idi..
1749. (23) ‘Ali’nin Tayy’lara karşı düzenlediği seferde siyah bir râye ve beyaz bir liva’ mevcuttu (İbn Sa’d, II/1, s. 118).
1750. (24) Tebûk’de Resulullah: Ensâr’a ve diğer kabilelere mensup birliklerin her birinde bir liva ya da bir râye bulunmaktaydı (İbn Sa’d, II/1, s. 119).
1751. (25) Ali’nin Yemen’e düzenlediği sefer: Resulullah ona bir liva vermiş, kendi eliyle de sarığını sarmıştır (İbn Sa’d, II/1, s. 122).
1752. (26) Usâme’nin Filistin seferi: Bureyde ibn el-Huseyb el-Eslemî’nin taşıdığı bir liva mevcuttu (İbn Sa’d, II/1, s. 136).
1753. (27) Medine mescidinde büyük bir kalabalığın toplandığı bir gün, siyah bir râye görülmüş ve hadisi nakleden râvînin sorması üzerine, kendisine Amr ibn el-As’ın askerî bir seferden dönmekte olduğu cevabı verilmiştir (İbn Mâce, 24. kitap, 20. bölüm).
1754. (28) el-Berâ ibn ‘Azîb şöyle anlatır: “Bir râye taşıyan amcama rastladım. Nedenini sormam üzerine, Resulullah (a.s.)’ın kendisini ‘Öz babasının hanımı ile nikâhlanan birini ölümle cezalandırmak üzere gönderdiği’ cevabını verdi.” (İbn Hanbel, IV, 297). Burada söz konusu edilen kimsenin bir tek kişi mi, yoksa diğer üyelerin daha sonra kendisiyle buluşacağı bir birlik komutanı mı olduğunu bilemiyoruz.
1755. Biz burada, herkesin bildiği, ancak kaynakların bayrak sorunu gibi küçük bir ayrıntıya girme gereği duymadıkları, bilinen diğer askerî seferlerden bahsetmedik.
1756. Ayrıntılarını yukarıda verdiğimiz bu 28 askerî sefer arasından, 9, 19, 21 ve 22 numaraları ile gösterilmiş olanlar özellikle dikkatimizi çekmektedir. Zira, Hayber savaşından önceki seferlerde râye diye bir şey olmadığı, sadece livâ’dan söz edildiği; Hayber seferi sırasında ise hem livâ hem de râye’lerin bulunduğundan söz edilmektedir Belki de bunun nedeni, savaşçıların sayısının nispeten çok sayıda (yaklaşık 1600) olması ve çok sayıda hisarın bulunması nedeniyle askerin geniş bir alana yayılması idi. Bayrakların sayıca çok olmasına İbn Sa’d de değinmiştir. Fakat aynı yazar, 15. sırada anlatılan savaşta durumun aksi yönde olduğunu ifade etmektedir; 8. sırada verilen bilgi de, biraz keyfî gibi gözükmekte ve o sırada cereyan eden olayların akışına ters düşmektedir. Zîra ordu içinde çeşitli kökenlere mensup, ancak büyük bir yekün teşkil eden kimseler olduğu zaman, her topluluğun kendisine ait farklı bir grup oluşturması ve ayrı bir bayrağa sahip olması gerekiyordu. İbn Sa’d’ın da bizzat kabul ettiği gibi (III/1, 151), Resulullah sürekli olarak, Muhacirlerle Ensâr ve Ensâr içinde de Evs ve Hazrec arasında bazı hassasiyetlerin oluşabileceği kaygısını taşıyordu.
1757. l ve 2 numaralarda gördüğümüz gibi, aynı nesne, bazı kaynaklar tarafından livâ, bazıları tarafından ise râye olarak adlandırılmaktadır. Bu durum, her iki terimin de aslında eşanlamlı olduğunu, birbirlerinin yerine kullanılabileceğini ve henüz Hayber dönemindeki teknik anlamı kazanmadığını, ancak savaştan sonra baş komutanın livâ edinme, ordudaki farklı birliklerden her birinin ise râye edinme hakkını elde ettiklerini kanıtlamaktadır.[253]
1758. Livâ sözcüğü aslında sarılıp dürülen, yani teşhire ihtiyaç duyulmadığı zaman, üzerine bağlandığı bir tür mızrağa sarılarak kaldırılan kumaş parçası demektir. Râye sözcüğünün aslı ise “görmek”ten gelir ve kendisine ya da düşmana ait kuvvetlerin merkezini gösteren şeye, yani itibarî olarak komutanın bulunduğu yere işaret eder. Arapça’da “bayrak” anlamına gelen başka eşanlamlı kelimeler de vardır. Ancak biz, Resulullah’ın hayatıyla ilgili eserlerde bunlara rastlamadık; bunlarla vakit kaybedecek de değiliz. Belki şöyle denebilir: Bayrak, gerekli görüldüğü zaman göndere çekiliyor ve kullanılmadığı zaman gönderle birlikte dürülüp kaldırılıyorsa buna livâ denmekte; her kullanımdan sonra, bayrak takılı bulunduğu gönderden çıkarılıyorsa, buna da râye denmektedir. Belki de o devirde livâ ya da râye kullanmak, Devlet Başkanı ya da Ordu komutanının zevk ve eğilimine kalmış bir husustu. Bu bayrakların boyutları da, doğal olarak başkomutan ya da ona bağlı alt kademelerdeki komutanlara ait olmalarına göre değişiyordu.[254]
1759. a) Sa’d ibn Mâlik Ebu’1-Kanûd el-Ezdî adında bir kimse, İslâm’a girdiğini göstermek üzere Medine’ye gelmiş ve Resulullah da onu kabilesine başkan tâyin ederek, ona üzerinde beyaz bir hilâlin bulunduğu siyah bir râye teslim etmiştir (İbn Hacer, İsâbe, Nº 4083, Kettânî, Terâtîb, I, 320).
1760. b) Resulullah (a.s.), Ebû Zur’a et-Tumâlî’ye (ya da es-Sumâlî) kendisini kabile başkanı olarak tâyin ettiğini göstermek üzere bir râye vermiştir. Burada söz konusu edilen şey, 1x1 zira’ ölçülerinde beyaz bir ruk’a (deri parçası ?) idi (Kettânî, a.g.e., I, 320, İbn Minde’den naklen).
1761. c) Kettânî, en-Nesâî ve Ebû Dâvud’dan naklen, Mekke’nin fethedildiği gün Resulullah’ın livâ’sının sarımtırak beyaz renkte (ebyad’ul-asfar) olduğunu beyân etmektedir (I, 321). Ben en-Nesâî’de böyle bir kayda rastlamadım; Ebû Dâvud’daki (Kitâbu’l-Cihâd, 69. bölüm) anlatımda ise, bayrağın sadece beyaz olduğu belirtilmektedir. İbn Mâce de aynı görüştedir (Sünen, 24. bölüm, 20. fasıl). Kettânî (a.y.), Ebû Dâvud’dan naklen, Resulullah’ın râye’sinin “siyahımsı sarı” (safra’ul-ağbar) olduğunu söylerken, Ebû Dâvud’a ait metinde (a.y.) iki farklı anlatım yer almaktadır: Bunlardan birine göre râye, siyah, kare şeklinde ve numra (noktalı ya da farklı renklerde çizgili) denilen bir kumaştan yapılmıştı. Diğer anlatıma göre “Onun râye’si sarı idi”; Ebû Dâvud iki anlatımı birbirine karıştırmamakta ve bayrakların rengini ayrı tutmaktadır. Kettânî (a.y.) İbn Cumâ’a’nın Muhtâr’us-Sîre adlı eserine dayanarak, Resulullah’ın livâ’sının koyu siyah (ağbar’ul-esved) renkte olduğunu beyân etmektedir. Ancak ben, hadisi teyit etmek için, söz konusu esere (elyazması ?) ulaşma imkânı bulamadım.
1762. d) İbn Abbâs’a göre, Resulullah’ın livâ’sı üzerinde “Kelime-i Tevhîd” yazılı idi (Kettânî, a.g.e., I, 322; ancak yazarın kaynaklarının doğrulanabilirliği biraz zor görünüyor).
1763. e) Resulullah’ın râye’lerinden birinin adı Ukâb (kartal), diğerininki ise Rîbe idi (Kettânî, a.g.e.).
1763/1 f) Abdu’r-Rahman ibn ‘Avf, Dûmetu’l-Cendel’e gönderilmişti. Resulullah, onun sarığını bizzat kendisi sarmış ve Bilâl’e, ona bir liva vermesini emretmişti. Daha sonra da kendisine askerî seferle ilgili bazı talimatlar vermişti (İbn Hişâm, s. 991-92).
Sonuç
1764. Burada bir araya getirilen bilgilerden çıkarılacak sonuca göre, Resulullah zamanında orduya mahsus, farklı renklerde en az iki çeşit bayrak bulunuyordu. Bir kimseyi kabilesine başkan olarak tâyin ederken, Resulullah ona bir bayrak teslim ediyordu. Muhtemelen, kabileye ait birliğin savaş sırasında merkezî hükümetin ordusuna katılması durumunda, bu bayrak onları diğer kabilelerin askerlerinden ayırt ediyordu; ama, barış zamanlarında da bu bayrak, kabile başkanının hemen yanı başında çekili dururdu.
1765. Muhtemelen Resulullah’ın seferden sefere değişmeyen özel bir bayrağı vardı. Pek tabii olarak, bu bayrağı, kendisinden başka birinin komuta edeceği seferlere çıkılırken kimseye teslim etmezdi.
1766. Büyük bir ordu içinde, çeşitli kabilelere mensup farklı kıtaları temsil eden bayrakları saymazsak, başkomutanın sancağının yanı sıra, öncü, sağ kanat, sol kanat, merkez, artçı kuvvet, süvari gibi farklı birlikleri yöneten komutanlardan her birinin flamaları olduğunu düşünmek gayet doğal ve makuldür.[255]
1767. Daha önceki bölümlerde, Muhammed (a.s.)’in göndermiş ya da kabul etmiş olduğu elçilerle ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştik. Şimdi bu bilgiler içinden bazı genel kurallar çıkartmaya çalışarak, o dönemdeki merkezî büyükelçilik faaliyetleri ve diplomatik ilişkiler hakkında edindiğimiz bazı gözlemlerimizi ilave edelim. Daha önce ise, İslâm’dan evvelki döneme ait geleneklerle ilgili olarak birkaç kelime söylemek yerinde olacaktır.[256]
1768. İslâm’ın beşiği durumundaki Mekke, göründüğü kadarıyla diplomasi ve yabancılarla ilişkiler konusunda çok eskilere dayanan teamül ve geleneklere sahipti. Hatırlanacağı üzere, Miladi 467 yılına doğru, Haşim ve üç erkek kardeşi, Bizanslılardan, Sasanilerden, Habeşlilerden ve Himyerîler’den (Yemenliler), ticaret kervanlarını gönderebilmek için izin ve yetki almak üzere bu ülkelere gitmişlerdi. Bu ülke hükümdarları ile ticarî mübadele koşullarını belirleyerek gerekli anlaşmaları imzaladıktan sonra, Muhammed (a.s.)’in büyük dedeleri olan bu kimseler, insanların ve ticarî emtianın hiçbir zarara ve yağmaya uğramaksızın serbestçe geçişini sağlamak amacıyla, kervan yolları üzerinde oturan kabilelerle de özel anlaşmalar yaptılar.
1769. Bir süre sonra Mekke’de, yetkileri tevarüs yoluyla gelen bir başkanın idaresinde çalışan, gerçek anlamda daimî bir “dışişleri bakanlığı”nın nüvesini görürüz: Mekke, “On’lar Meclisi” ile yönetilirdi ve bu meclisin çalışmalarına (müstakbel halife Ömer’in ailesi) Benû ‘Adî sopu da katılırdı. Bu sop, savaş ve barış dönemlerinde dışişleri bakanı ve tam yetkili elçi görevlerini üstlenecek olan sefîr-münâfir’leri kendi mensupları arasından çıkarırdı.
1770. Olayların nasıl geliştiği hakkında bir fikir edinebilmek için, M. 467 yılında Mekke ile Yemen arasında yapılan anlaşmadan sonra, Yemen bölgesinde birçok değişikliğin meydana gelmiş olduğunu hatırlatalım; eski Putperest Himyerî Hanedanı’nın yerine, Yahudiliği benimsemiş olan Zû Nuvâs adında bir maceraperest geçmişti. Onun Hıristiyanlara karşı uyguladığı zulüm ve işkence karşısında, Hıristiyan Habeşistan duruma müdahale ederek, bu Yahudi hanedanlığına son verdiler. Böylece Yemen, Aksûmlu Necâşî’nin özerk bir eyâleti haline geldi. Yemen’deki Habeşli başkanın, restore edilen Mârib barajının M. 543 yılında yeniden açılışı sırasında, yukarıda metni verilen kitabeden öğrendiğimize göre, Necâşî’nin, Bizans ve İran İmparatorlarının, Hîre ve Gassân krallarının ve “diğer kralların” elçilerini kabul etmesi, Yemen’in özerk bir ülke olmasıyla açıklanabilir. Ancak, Yemen’deki eski kraliyet ailesi de bıkıp usanmadan ülkesini kurtarıp yeniden özgürlüğüne kavuşturmak için çalışmaktaydı; nihayet 575 senesinde Yemenli başkan Seyf ibn Zû Yazan, Ctésiphon (Medâyin)’dan askerî bir yardım sağlayarak Habeşlileri ülkesinden uzaklaştırmayı başardı. Bu arada hatırlatalım ki, bu olaydan altı yıl önce, Yemen kralının Habeşli naibi Ebrehe, meşhur fili ile Mekke bölgesini istilâ etmiş, ancak çıkan bir salgın hastalık nedeniyle birçok kayıp vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Mekkeliler, bu istilacıların yeniden bozguna uğramalarına çok sevinmişlerdir. Bu nedenle, Mekke Şehir-Devleti’nin, muzaffer başkan Seyf ibn Zû Yazan’ı kutlamak üzere Yemen’e bir elçi heyeti göndermesi bizi hiç şaşırtmamalıdır. Heyet, San’â’da Arabistan’ın dört bir köşesinden tebrik için gelmiş olan diğer Arap elçileri ve birçok şairle karşılaştı. Mekke heyetinde, (Resulullah’ın dedesi) Abdu’l-Muttalib, Umeyye ibn ‘Abd Şems, ‘Abdullah ibn Cüd’ân ve Ömer’in üçüncü göbekten dedesi Riyâh bulunmaktaydı. Huzurda söz alıp konuşan Abdu’l-Muttalib olduğuna göre, başkan da o olsa gerektir. Kral Seyf, elçilik heyetinde bulunanlara ihsan ve lütuflarda bulunmuştur. Bir ayı aşkın süre ile kralın misafiri olduktan sonra, heyet, elleri kralın hediyeleriyle dopdolu bir halde Mekke’ye dönmüştür.
1771. Burada, gerek ticarî işleri gerekse politik amaçlarla bireysel olarak yabancı ülkelere gitmiş ve hatta bazen bu ülkelerin hükümdarları tarafından kabul edilmiş olan Mekkelilerden söz edecek değiliz. Yine de, ikinci gruba girenler arasından, Bizans İmparatoru Justinien’in Mekke kralı olarak atadığı, ancak Mekkelilerin kendisini tanımayı reddettiği Osman ibn el-Huveyris’i zikretmeden geçemeyeceğiz.
1772. Muhammed (a.s.), Allah’ın elçisi olarak göreve başladığında, hükümet edeceği bir Devletin başında bulunmuyordu; O, sadece Mekkeli hemşehrilerinin zulüm ve işkencelerine maruz kalan ve kendisine inanan küçük bir topluluğun başkanı durumundaydı. Resulullah’ın, o dönemde Mekkelilerin başlattığı boykotu kaldırmak, Mekke’de bir hâmî aramak vb. için siyasî ve dinî görüşmelerde bulunmak üzere, bir takım elçiler gönderdiği ya da kabul ettiği kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak bu karşılıklı haberleşme sürecine diplomatik bir nitelik yakıştırmamız söz konusu olamaz. Aynı şekilde, Habeşistan’a sığınmak üzere Mekke’den ayrılan Müslümanlara Resulullah’ın verdiği ve Necâşî nezdinde onları takdim ve tavsiye eden mektubuna da burada büyük bir önem vermemekteyiz (bk. yukarıda “Habeşlilerle Olan İlişkiler” bölümü, § 478 vd.).
1773. Ancak Medine’ye vardıktan sonra, H. 1. yıldan itibaren Muhammed (a.s.)’in başkanlık ettiği ve bir Şehir-Devlet şeklinde örgütlenmiş, Müslüman bir toplumun bağrından çıkan gerçek anlamda diplomatik faaliyetler göze çarpmaya başlar. Medine’ye gelişinin daha ilk haftalarında, önce bölgede oturmakta olan Arap ve Yahudi kabileleriyle, (bunları bir Şehir-Devlet halinde bir araya getirebilmek için), daha sonra da Medine ile Kızıl Deniz arasında oturan kabilelerle (askerî ittifak anlaşmaları yapabilmek için) bizzat girişimde bulunarak müzakereleri başlatmıştır. Öte yandan Mekkeliler, Medine’li putperest bir başkana ultimatom niteliğinde bir haber göndererek, kendisinden, Mekke kökenli Müslüman mültecileri (Muhacirleri), ve özellikle Muhammed (a.s.)’i sınır dışı etmesini istemişlerdir.
1774. Resulullah, zaman zaman, kendisine Müslüman olduklarını bildirmek, düşman kabilelere karşı kendisinden yardım talep etmek ya da başka konularda kendisiyle görüşmek için Arabistan’ın çeşitli yörelerinden gelen kabileleri kabul etmek durumunda kalıyordu. Gerçek anlamda diplomatik denilebilecek ilk hareket, kuşkusuz Bedir savaşından (H. 2) kısa bir süre sonra Habeşistan’a bir elçinin gönderilmesi olmuştur. Gerçekten de Mekkeliler, Necâşî’ye bir heyet göndererek, “suçluların iadesi” kapsamında, Habeşistan’a sığınmış olan Müslümanların kendilerine teslim edilmesini talep etmişlerdir. Siyer yazarı Şe’mî’den öğrendiğimize göre, bu kaygı verici haberi alan Resulullah, Mekkelilerin bu hilesini boşa çıkarmak ve kral nezdinde Müslümanların lehine şefaatta bulunmak üzere ‘Amr ibn Ummeyye ed-Damrî’yi Habeşistan’a gönderdi; Resulullah’ın bu elçisi henüz İslâm’ı kabul etmemişti (bk. yukarıda § 508).
1775. H. 6. yılın sonlarında, Resulullah, Bizans, Sasanî, Habeş vb. gibi komşu hükümdarlara, kendilerini İslâm dinine davet etmek için birçok mektup gönderdi. Bu mektuplar, özel elçiler aracılığıyla gönderilmişti. Siyasal olaylar nedeniyle, Resulullah Bizans’la olan çok sıkı diplomatik ilişkiler içerisinde idi. Bu ilk elçinin gönderilmesinden bir süre sonra, Resulullah’ın bir başka elçisi, Bizans topraklarında yolculuk yaptığı sırada, Gassanlı bir başkan tarafından öldürüldü. Bu olay üzerine girişilen karşılıklı misillemeler dışında, Resulullah, H. 9 yılında Heraklius’a, İslâm’ı kabul etmesini ya da en azından “Bizans tebaası içinde kendi isteğiyle İslâm’ı kabul edecek olanların vicdan özgürlüğüne karşı çıkmamasını” istemek üzere bir elçi gönderdi. Bu kez imparator, Bizans tebaası arasından seçtiği, Tanuh kabilesinden Hıristiyan bir Arab’ı özel elçi olarak görevlendirerek cevabını gönderdi. Resulullah (a.s.), bu elçiyi Tebûk seferinde iken kabul etmiştir.
1776. Burada bütün elçileri tek tek sıralamaya ya da onların amaçlarının ne olduğunu açıklamayı gerekli bulmuyoruz: Bunları daha önce ilgili bölümlerde belirtmiştik. Burada yapmak istediğimiz şey, sadece bu dönemin diplomasisi ile ilgili özellik arz eden durumları ortaya koymaktır. Bunun için de, önce Resulullah tarafından gönderilen, daha sonra ise onun kabul etmiş olduğu elçileri ele alıp inceleyeceğiz.
Müslüman Elçiler
1777. Tarihî kaynaklarda rastladığımız ve konumuzu ilgilendiren sınırlı malzeme arasından, aşağıdaki olayları belirtmeyi uygun bulduk:
1778. a) Elçi seçimi: Yetişmiş ve deneyimli diplomatlar söz konusu olmamaktaydı. Resulullah, ortaya çıkan durum ve şartlara göre en yetenekli ve ehil kimseleri seçiyordu. Daha önce de gördüğümüz gibi, Gayrimüslimleri bile elçi olarak seçmekte tereddüt etmiyordu. Kureyşlilerin çevirdiği entrikaları engellemek için, zekî ve kurnaz birine ihtiyaç vardı. Böyle bir özelliğe sahip olan elçi ‘Amr ibn Umeyye, Mekke şehrinde çarmıha gerilmiş bir Müslümanın cesedini bulunduğu yerden çıkarmak için Resulullah tarafından gönderildiğinde, bu cesur ve gözü pek Bedevî, çok ünlü olmasına ve Mekkeliler bu “şeytan’ın muhakkak tehlikeli ve kötü bir iş için gelmiş olduğunu” düşünerek onu izlettirmelerine rağmen, görevini başarıyla yerine getirmiştir. Bütün Müslüman elçilerin en kıdemlisi olan bu sahabe, Resulullah tarafından hassas ve değişik konularla ilgili olarak on defadan fazla görevlendirilmişti. Ancak Muhammed (a.s.), tebliğ faaliyetlerinde bulunacak kimselere ihtiyacı olduğu zaman, Amr’dan başka kimseleri seçiyordu: Bunlar yumuşak huylu, bilge tabiatlı ve güzel söz söyleyebilen, İslâm ilahiyatı konusunda iyi yetişmiş, zâhit ve dinin kurallarını titizlikle yerine getiren kimselerdi. Bu bağlamda, Ali (RA), Hâlid ve ‘Amr ibn Umeyye’ye göre daha başarılı olmuştur.
1779. Resulullah (a.s.)’ın, valilerine şöyle bir söz söylemiş olduğu rivayet edilir:
“Bana bir elçi gönderdiğiniz takdirde, yakışıklı ve adı güzel olan birini seçiniz.”[257]
Herhalde insanın dış görümünün etkileyici olması, onun elçilerini seçerken belirleyici olmaktaydı. Bizans İmparatoru Herakliyus’a iki kez gönderilen Dıhyetu’l-Kelbî’yi hatırlayalım: Kendisi çok yakışıklı olduğu için, melek Cebrâîl, Resulullah (a.s.)’a vahiy getirirken genellikle bu Dihye’nin görünüş ve kılığına girerdi.[258] (Daha önce de belirttiğimiz gibi, Resulullah, Dıhye’nin aynı şekilde güzelliği ile ün yapmış kız kardeşini nikâhlamak istemişti.)
1780. Resulullah’ın gönderdiği elçiler, bizzat Arabistan’a ya da Arap dilinin çok yaygın ve bilinmekte olduğu Suriye, Irak, Habeşistan, Mısır gibi ülkelere gidiyorlardı; ya da en azından bu ülkelerin hükümdarları Arapça mütercimlere sahip olmak için gerekli imkânlara sahiptiler. Bu durumda, gönderilen elçilerin yabancı dil bilip bilmeleri sorun olmuyordu. Bununla birlikte Resulullah, elçi olarak görevlendirildikleri Suriye, Irak, Habeşistan vs. ülkelere daha önce seyahat etmiş kişileri göndermeye özen gösteriyordu.[259] Muhtemelen bu elçiler, Resulullah’ın kendilerini gönderdiği ülkelerin lisanını az da olsa biliyorlardı.
1781. (b) Elçiyle birlikte gönderilen haber mutlaka yazılı bir belge olur ve Resulullah onu mühürlerdi. Mektupların bize kadar ulaşmış olan asıl nüshalarıyla ilgili haberlerden ve hadislerden edindiğimiz bilgilere dayanarak, yabancı büyük hükümdarlara gönderilen mektupların parşömen üzerine, Arap kabile başkanlarına gönderilen imtiyaz fermanlarının ise deri parçaları üzerine yazılmış olduklarını ortaya çıkardık.[260] Mühür genellikle mektubun son kısmına basılmıştır. Kaynaklardaki ifadelere göre Resulullah (a.s.), Dûmetu’l-Cendel’li Ukeydir ile yapmış olduğu anlaşma metninin üzerine, anlaşıldığı kadarıyla bu kişinin isteği üzerine, mürekkebe batırılmış parmağını basmıştı. Diplomatik yazışma üslûbu çok sıradan ve basit olup, fazla değişiklik göstermezdi. Mektuplar ve anlaşma metinleri genellikle besmele ile (Bismillahirrahmanirrahim) başlayıp, bunu daima gönderenin adı ve daha sonra da mektubu alacak kişinin adı takip ediyordu. Daha sonra ise birkaç cümle ile Allah’a hamd ve senalarda bulunuluyor, bundan sonra asıl yazışma ya da anlaşma metninin yazımına sıra geliyordu. Yazının en sonunda, eğer yazıyı alan Müslüman ise “es-Selamü aleyke” (Allah’ın selamı senin üzerine olsun), eğer Gayrimüslim ise “es-Selamü alâ men’ittebea’1-Hüdâ” (Allah’ın selamı, hidâyet yolu üzerinde bulunan üzerine olsun) ibaresi bulunuyordu. Belgenin en altında mühür yer alıyordu. Bize kadar ulaşmış olan metinlerin gösterdiğine göre, Resulullah şahitlerin adlarını hem anlaşma metinlerine hem de arazi bağışlarına vs. kaydediyordu. Bazen kâtibin adına da rastlanmaktadır. Ama bu uygulama çok sıkı bir biçimde sürdürülmemiştir. Resulullah’tan gelen hiçbir mektup ya da anlaşmada tarih bulunmamaktadır. Ancak Halife Ömer zamanında İslâm Hükümeti bir tarihlendirme sistemini, Hicrî tarihi esas alan bir sistemi kabul etmiştir. Şunu da hatırlatalım ki, Hudeybiye anlaşması imzalanırken, Mekkeli yetkilinin ısrarı üzerine Resulullah, belgenin baş kısmında “Ey Allah, Senin adına” şeklindeki İslâm-öncesi formülün kullanılmasını kabul etmişti. Muhatabın unvanı ile ilgili olarak İslâm hükümeti: “Herakliyus, Bizanslıların Büyük Başkanı”, “Mukavkıs, Mısırlıların Büyük Başkanı”, “Ferve ed-Du’ilî, Semâve Hükümdarı” vs. gibi basit unvanlar kullanıyordu. Anlaşma sırasında genellikle her iki tarafın şahitleri hazır bulunur ve bunlar belgenin altına imzalarını atarlardı. Mektupların olduğu gibi, bunlara verilen cevapların da lisanının, değişmez bir şekilde Arapça olduğu anlaşılmaktadır. Bizans, Habeşistan yahut Mısır (Mukavkıs) hükümdarlarına atfedilen cevaplar bu konuda bir istisna oluşturmazlar. Bununla beraber, kanaatimizce, Yahudilerle yapılan anlaşmalar, ya da en azından onların göndermiş olduğu mektuplar, Arap dilinde olmakla beraber İbranî alfabesiyle kaleme alınmışlardır. En azından şu olay, bizde bu izlenimi bırakmaktadır: Resulullah, kâtibi Zeyd ibn Sâbit’e “Mektuplarım konusunda Yahudilere güvenim yok”[261] buyurarak, ona İbranî alfabesini öğrenmesini emretmiş, Zeyd de onbeş gün gibi kısa bir sürede bunu başarmıştır. Herakliyus’a atfedilen ve Resulullah’a hitaben yazılmış bir mektup, muhatabın (Muhammed) adıyla başlamakta ve gönderenin (İmparator) adıyla devam etmektedir. Kaynaklarının zayıflığı nedeniyle kendisine fazla itibar edilmeyen Ya’kûbî[262] dışında diğer klâsik eserlerde bu mektuptan söz edilmese de biz, daha sonraki dönemlerde Bizans’ın Halifelere karşı uyguladığı teamül ve âdetlerden bahsedelim: “Merasimler Kitabı’nın yazışma protokolüne göre Halife’nin adı, hitap satırında İmparatorunkinden önce yer alırdı; oysa Bizans’ın Batılı hükümdarlarla yaptığı yazışmalarda bunun tersi bir uygulama söz konusu idi. Hâcer soyundan gelenlerin başkanı (diyataktör) unvanıyla nitelendirilen Halife’ye üç onur sıfatı verilmişti. Kendisine gönderilen mektup, dört nomismata değerinde altın mühürle mühürlenirdi.”[263] Mektubun yanı sıra, elçiye kuşkusuz göreviyle ilgili şifahî talimatlar da verilirdi.
1782. c) Resulullah zamanında pasaport ya da benzeri kimlik belgeleri yoktu. Sınırdaki korumaların yanına gelinir ve eğer bunlar ikna edilebilirlerse geçiş imkânı verirler ve elçinin güvenliğini sağlarlardı. Medine’de, bu tür heyetlerin kalmaları için tahsis edilmiş evler bulunurdu; bazen de bu heyetler Medine Mescidi’nin avlusuna kurulan çadırlarda kalırlardı. Resulullah, kaldıkları süre boyunca bu kişilere daima konukseverlik gösterirdi. Herakliyus’un Resulullah’a göndermiş olduğu Tanûh kabilesine mensup Arap elçi, Resulullah’la sefer halinde iken buluşmuştu; İbn Hanbel’in yaptığı açıklamaya göre, Resulullah’ın sahabelerinden biri bu elçinin sorumluluğunu üzerine almış ve ona konukseverlik göstermiştir.[264] Elçinin can ve mal güvenliğinin sağlanması, Araplar arasında İslâm’dan önce bile kök salmış bir âdet idi. Uhud savaşında Resulullah’ın amcası Hamza’yı şehit eden Mekkeli köle Vahşî’yi hatırlayalım: Kendisi daha sonra İslâm’a girmek istediği zaman, Resulullah’ın girişebileceği olası bir intikam hareketinden kendini esirgemek için, Onun huzuruna Tâ’if şehrinin elçisi sıfatıyla çıkmıştı (bk. Buhârî, 64/23). Bu konuyla ilgili olarak, Resulullah’ın yalancı peygamber Museylime’nin elçilerine karşı söylediği söz oldukça vecizdir: “Şayet elçilerin öldürülmesi mümkün olsaydı, sizin boyunlarınızı vurdururdum;” (çünkü bu elçiler mürted idiler). Muhammed (a.s.)’in huzuruna gelen elçi heyetleri, kaldıkları süre ve dönüş yolculukları boyunca tamamen serbest bırakılırlardı; heyetlerden sadece bir kez, geçici olarak bazı koşullara uymaları istenmiştir: Hudeybiye seferi sırasında, Resulullah Muhammed (a.s.) görüşmeleri başlatmak üzere Mekke’ye bir temsilci göndermişti; bu temsilci bir süre alıkonulmuş ve Müslüman Ordugâhında onun öldürüldüğü yolunda bir dedikodu yayılmıştı. Daha sonra İslâm Karargâhında Mekkeli delegelerle bir anlaşmaya varılması üzerine Resulullah, onlara hitaben şöyle dedi: “Bizim elçimiz emniyet ve selamet içinde geri dönünceye kadar siz de bir yere hareket edemezsiniz.” Anlaşma imzalanmış olduğu için, bu elçiler bir güçlük çıkarılmadan iade edilmişlerdir.[265] Hakkında fazla bilgimiz bulunmayan bir başka olayı daha aktaralım:
“Ebû Râfi’ şöyle dedi: Kureyşliler beni Resulullah’ın huzuruna gönderdiler. Onu görür görmez kalbime İslâm îmanı düştü ve şöyle dedim: -Ey Allah’ın Resulü, ben asla onların (Mekkelilerin) yanına dönmem! Resulullah şöyle karşılık verdi: -Ben anlaşmaları bozamam ve elçileri alıkoyamam. Şimdi geri dön, eğer fikrini değiştirmezsen, daha sonra tekrar aramıza katılabilirsin! Ben geri döndüm, sonra tekrar Resulullah’ın huzuruna gelerek İslâm’ı kabul ettim. (Hadisi rivayet eden Bukeyr şöyle ekliyor: Bildiğim kadarıyla Ebû Râfi’ bir Mısırlı (Kopt) idi.)”[266]
Bu olayın ne zaman geçtiği bilinmemektedir. Belki de Ebû Râfi’ bazı esirlerin fidye işlerini görüşmek üzere Bedir savaşının hemen ertesinde gönderilmiş bir elçi idi. O sırada Ebû Râfî’ köle statüsünde idi.[267] “Diplomatik muafiyet ve imtiyazlar” arasında, elçi fırsattan istifâde ticaret yapıyor olsa bile gümrük vergisinden muaf tutulması da bulunuyordu. Müslüman hukukçulara göre bu imtiyaz ancak mütekabiliyet esasları çerçevesinde tanınabilirdi.[268] Kaynaklarımız (bilhassa İbn Hişâm), Resulullah’ın elçilerinden Dihye’nin, Herakliyus’un yanına giderken bazı ticaret mallarını da beraberinde götürdüğünü açık bir dille ifâde ederler. Bu mallar Cüzamların memleketinden geçtiği sırada yağma edilmiştir (bk. “Bizans İmparatorluğu İle İlişkiler” adlı bölüm, § 542 vd.). Bir diğer diplomatik muafiyet de din ve vicdan özgürlüğüdür. Örneğin, Necranlı Hıristiyan temsilciler heyet halinde Medine’ye gelip Resulullah (a.s.) ile görüşmelerini sürdürdükleri sırada, Mescid-i Nebevî’nin içinde kendi inançlarına göre ibadet etmek istedikleri zaman, Resulullah (a.s.) buna izin vermiştir. Müslüman tarihçilerin ifadesine göre, heyette bulunanlar doğuya doğru dönmüşler ve hatta haçlarını çıkararak, Mescit içinde Hıristiyanlara özgü ibadetlerini yerine getirmişlerdir.
1783. d) Elçileri kabul törenleriyle ilgili mevcut kesin verilerden öğrendiğimize göre, Resulullah’a çok yakın olan bazı sahabeler, yeni gelen yabancılara bir elçinin huzura giriş merasimi ile ilgili aslında çok basit olan kuralları öğretiyorlardı: Özellikle insanlara secde etme gibi putperestlikle ilgili hareketlerden kaçınmak gerekiyordu.[269] Bedevilerin görüşme sırasında “muhataplarının sakallarını tutma” âdetleri de yasaklanmıştı.[270] Tabii olarak bazı yabancı temsilciler verilen talimata rağmen, kendi alışkanlıkları doğrultusunda uygunsuz davranışlarda bulunabiliyorlardı. (Aynı şekilde Müslüman elçiler de, gittikleri gayrimüslim saraylarındaki protokol kurallarının hepsine riayet etmek istemiyorlar, örneğin her kim olursa olsun, hiçbir insanın karşısında, sadece Allah’a mahsus olması nedeniyle, secde etmiyorlardı.) Medine’deki kabul törenleri genellikle Mescid-i Nebevî’de, Elçiler Sütunu’nun (Ustuvanetu’l-Vufûd) bulunduğu yerde yapılırdı. Bu sütün bugün de Resulullah’ın yabancı elçilerle görüşüp karşılaştığı yer olarak anılmaktadır. Kuşkusuz bu elçilerin hemen tamamı Gayrimüslim idiler. Resulullah’la birlikte müzakereler sırasında etrafında hazır bulunan danışmanları, tıpkı diğer yabancı heyet mensupları gibi güzel elbiseler giyerlerdi.[271] İbn Sa’d bize şöyle nakleder:
“Resulullah’ın elçilik heyetlerini karşılamaya çıkarken içine giydiği elbisesi ve kaftanı Hadramut’ta yapılmıştı ve kaftanın uzunluğu dört zira’ (arşın), genişliği iki zira’ ve bir karış idi. Bütün bunlar, elbise biraz eskimiş olsa da, hala Halifelerin yanında bulunmaktadır. Elbisenin üzeri başka bir kumaşla kaplanmış olup, Halifeler bunlardan birini Kurban, diğerini ise Ramazan bayramlarında giyerler.”
Hırka-i Şerîf, İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi’nde günümüze kadar muhafaza edilmiş bulunmaktadır.
1784. e) Elçiler, görevli gittikleri makama genellikle hediyeler de götürürlerdi. Tarihî kayıtlar, Habeşli Necâşî’nin, Mısır’lı Mukavkıs’ın, Bizans İmparatorunun, İran İmparatoriçesi Buran Duht’un ve daha birçok hükümdarın Resulullah’a gönderdiği hediyelere ait ayrıntılı bilgilerle doludur. Bu elçiler de, kendi ülkelerine dönmeden önce, Resulullah’tan çeşitli hediyeler alırlardı. Öyle ki, Resulullah ölüm döşeğinde iken, şifahi olarak “kendisinin yapmayı adet haline getirdiği gibi”[272] elçilerin hediyelere boğulmalarını” vasiyet etmiştir. Tespit ettiğim kadarıyla Resulullah, hususî elçiler vasıtasıyla İslâm’a girmeye davet ettiği yabancı hükümdarlara hiçbir hediye göndermezdi. Sadece aşağıdaki atıf bunun aksini gösterir niteliktedir: Bir gün Resulullah, yeğeni Ca’fer ibn Ebî Tâlib’e özel olarak çok değerli bir giysi göndererek, adamına şöyle demesini söyledi: “Bunu kardeşin Habeşli Necâşî’ye gönderebilirsin.” Resulullah bir yolculuk sırasında elçileri kabul etmesi gerektiği zaman, işler hiç de kolay olmuyordu. Örneğin, Tebûk’te kendisiyle buluşan Bizans elçisine, “kendisinin esas bulunduğu yerden uzak olduğunu, aksi takdirde âdeti gereği kendisine hediyeler vereceğini” söylemiştir. Bu özür beyanını işiten ve zengin sahabelerden biri olan Osman (RA), kendi eşyaları arasından değerli bir elbise çıkardı ve elçiye hediye etmesi için bunu Resulullah’a verdi; Resulullah bu durumdan çok memnun kaldı.[273] Bazen politik ya da başka nedenlerle, Resulullah (a.s.) kendisine gönderilen hediyeleri kabul etmeyi reddeder, genel olarak ise bunları kabul ederdi. Müslüman hukukçular daha ilk devirlerden başlayarak, nadir istisnalar dışında, huzuruna çıktıkları hükümdarın vermiş olduğu hediyelerin elçiye ait olmadığına ve Devlet Hazinesine konması gerektiğine hükmetmişlerdir.[274] Bu vesile ile aşağıdaki şu iki olaya işaret edelim: Şam’daki Gassan hükümdarı Hâris ibn Ebî Şemir, Resulullah’ın elçisine 100 miskal altın vermişti.[275] (Olayın devamını bilmiyoruz. Muhtemelen Resulullah bu olaydan elçisi sayesinde haberdar olmuş ve almış olduğu şeyleri yanında alıkoyması için ona izin vermiştir.) Diğer olayda ise, Resulullah’a gönderilen elçi aracılığıyla birçok hediye gelmiş, o da bunları elçi ile birlikte paylaşmıştır.[276] Kuşkusuz bu konu ile ilgili mevcut iç hukuk kurallarını belirlemek, elçiyi gönderen hükümet’e bağlı olup zaman zaman değişebiliyordu.
1785. f) Müslümanları diplomatik ilişkilerde bulunmaya iten nedenler, Resulullah’ın dönemi de dahil, çok çeşitlidir: Esir mübadelesi, İslâm’ın tebliğ edilmesi, düşmanın üçüncü bir ülkede girişebileceği tertip ve dalavereleri engelleme arzusu, yabancı ülkelerde yaşayan Müslümanların içinde bulundukları koşulların gözden geçirilip iyileştirilmesi, kız alıp vermeler, Müslüman mültecilerin iade talepleri, askerî takviye talepleri, barış ve ittifak anlaşmaları ve her türlü haberleşmeler. Aynı şekilde, Muhammed (a.s.)’in huzuruna değişik nedenlerle yabancı heyetler geliyordu. Bu nedenler arasında, kendi halklarının İslâm’ı kabul ettiğine dair haber de yer almaktadır.
Hükümet Teşkilâtı ve Arşivler
1786. Medine’deki Hükümet teşkilâtı oldukça sade idi. Resulullah bir şey yazdırmaya ihtiyaç duyduğunda, yazısı okunaklı sahabelerinden birini çağırıyordu. İlk resmî belgelerin hemen tamamında –ki bunlar komşu kabilelerle yapılan anlaşmalardı- ne imza, ne mühür ve ne de tarih mevcut idi. Okur-yazar olmayan Bedeviler için yazılı birkaç sözcük yeterli oluyordu. Hükümetin bu belgelerin birer örneğini kendisi için ayırıp ayırmadığını tespit edemedim. Bir süre sonra belgelerin metinlerinin son kısmında kâtibin adı da görülmeye başladı. Arazi bağışları ya da diğer önemli belgelerde de, aynı şekilde bir tasdik cümlesi ve “Resulullah’ın mührü” görülür.
1787. Hudeybiye anlaşması ile ilgili olarak tarihçilerin belirttiğine göre, anlaşma metni, her iki tarafa da birer tane verilmek üzere iki nüsha olarak düzenlenmiştir. Bazı bilgilere göre, önemli belgelerin birer örneği de Resulullah’ın evinde bulunuyor ve o bunları yastığının altında muhafaza ediyordu. H. 1. yılda hazırlanan Medine Şehir-Devleti Anayasası, kılıcının kınına bağlanmıştı. Halife Ömer zamanında bir sandukanın yapıldığından ve Halife’nin çeşitli ülkelerle yapmış olduğu anlaşmaları burada muhafaza ettiğinden söz edilir.
1788. Devlet Mührü konusunda bütün tarihçiler, Resulullah’ın kendilerini İslâm’a davet etmek için yabancı hükümdarlara hitaben mektuplar göndermeye karar verdiği sıralarda, yani H. 6. yılın sonlarında mührün kullanılmaya başladığında görüş birliği içindedirler. Kendisine, yabancı hükümdarların gönderilen mektuplara resmî bir nitelik kazandırmak için, son tarafına bir mühürle işaret konulmasına gerek duydukları söylenmişti. Bunun üzerine Resulullah, Medineli bir sanatkârdan, kendisi için habeşî (denilen değerli taştan), mühür şeklinde ve kendi adını taşıyan bir yüzük kazımasını istemişti. Başka bir hadise göre,[277] vali Mu’âz ibn Cebel, Yemen’den (H. 9. yılda) içinde “Muhammed Resulullah” yazılı bir yüzük getirdi. Bu Muhammed (a.s.)’in hoşuna gitti ve Mu’âz yüzüğü ona verdi. Diğer anlatımlara göre, Resulullah’ın yüzüğü tamamen gümüşten yapılmış olup, halkası mühür şeklinde idi. Yine bir başkasına göre, kendisine önce altından bir mühür yaptırılmış, Resulullah bir süre bunu yüzük gibi parmağında taşımış, daha sonra erkeklerin altından süs eşyası takmalarının haram olduğunu açıklayarak, gümüşten bir yüzük takınmıştır.
1789. Resulullah (a.s.)’ın son zamanlarda ortaya çıkarılan altı orijinal mektubu incelendiğinde, bu mührün yuvarlak, yaklaşık 2 cm. çapında ve içinde üç satır halinde: aşağıda Muhammed, ortada Resûl ve üstte Allah kelimelerinin yazılı olduğu görülecektir. Bu durum ilk dönemlerden itibaren Müslüman tarihçi ve hadisçileri tarafından da doğrulanmaktadır. Mührün içinde “Kelime-i Şehadet”in yazılı olduğunu beyan edenlerin ifadeleri bizim açıklamamızla tezat oluşturmamaktadır. Zira, bilindiği gibi “Muhammedu’r-Resûlu’llah” ifadesi de “Kelime-i Şehadet”in bir parçasıdır. Ne olursa olsun, ilk halifeler bu yüzüğü birbirlerine miras yoluyla aktarmışlar ve Osman (RA)’ın halifeliği sırasında bir gün bir kuyuya düşünceye kadar, bu yüzüğü Devlet Mührü olarak kullanmışlardır. Yüzük ise, Halifenin tüm çabalarına rağmen, düştüğü kuyudan bulunup çıkarılamamıştır.
1790. Kaynaklarda Mu’aykıb ibn Ebî Fâtıma, mühür muhafızı olarak zikredilmektedir. Fakat Resulullah mühür-yüzüğü parmağında sürekli taşıdığı için, bu görev, mührü koruyup saklamak şeklinde değil de, sadece belgeleri mühürlemek ve daha sonra mührü Resulullah’a iade etmek şeklinde anlaşılmalıdır.
1791. Belgeler, parşömen ya da deri parçaları üzerine yazılıyordu. Mürekkep, kalem vb. bu konuyla ilgili şeyler hakkında Resulullah’ın hayatını konu edinen kitaplarda açıklayıcı bilgilere rastlamadım. Yazının mürekkebi, üzerine bir miktar kum ya da ince toprak dökülerek kurutuluyordu; o sırada kurutma kâğıdı yoktu. H. 2. yılda Resulullah, Ordu Kumandanı Abdullah İbn Cahş’a gizli ve kişiye özel bir talimatname vermiş ve bunu hemen okumamasını, iki gün boyunca istediği gibi yolculuk yaptıktan sonra açıp, içinde yazılana göre hareket etmesini emretmişti. Belki de bu mektup bir zarf içinde ve üzeri örneğin kil ile mühürlenmiş idi.[278]
1792. Az evvel gördüğümüz gibi Resulullah dönemindeki İslâm Hükümeti, sadece kabilelerle ya da Arap ahali ile değil, aynı zamanda Bizans, İran, Habeşistan gibi komşu devlet hükümdarları ile de diplomatik ilişkiler içerisinde idiler.
1793. Ne denli güçlü ve bağımsız olurlarsa olsunlar, Arabistan’daki kabilelerde “merkezî bir Hükümet teşkilâtı” söz konusu değildir. Genel olarak, özel görevliler aracılığıyla gönderilen yazılı mesajlar da söz konusu değildir: Kabilelerin tam yetkili elçileri çoğunlukla şifahî mesajlar taşırlardı. Bu elçilerin seçimine gelince; Resulullah’ın huzuruna çıkacak kimse genellikle kabile başkanı, çok ender olarak da herhangi bir kimse olurdu. Bu elçiler İslâm devletinin sınırlarında karşılanırlar ve Medine’ye kadar götürülürlerdi. Bunlar Muhammed (a.s.)’e, çoğunlukla at, deve, bölgelerine ait bal, tereyağı, dokuma gibi hediyeler getirirlerdi. Geliş nedenleri ise sayılamayacak kadar çoktu; ittifaklar, dinî veya siyâsî tâbiiyet, savaş esirlerinin mübadelesi, af talebi, askerî ya da tıbbî yardım istekleri vd.
1794. İyi örgütlenmiş ülkeler hakkında söyleyecek fazla bir şeyimiz bulunmuyor. Zira bunlarla olan ilişkiler pek sık değildir ve tarihi kayıtlarda fazla bir iz bırakmamışlardır. Sadece, Herakliyus’un kendi tebaası arasından elçi olarak seçtiği, Tenûh kabilesine mensup Hıristiyan bir Arapdan söz edilmektedir. Ya’kûbî tarafından zikredilen Herakliyus’a ait mektuba gelince; bunun metni Bizans’a ait belirleyici özellikler taşımamaktadır. Daha önce, Justinien’in Osmân ibn Huveyris adındaki bir Mekkeliyi kral ya da patrik olarak bu şehre tayin ettiğini söylemiştik. Tarihçiler bu konuyla ilgili olarak şu bilgileri verirler: “O, İmparatorun tasdik beratı yanında olduğu halde Mekke’ye gitti. Belgenin son kısmında altından bir mühür işareti vardı.” Ancak aynı kaynaklar, Resulullah’a gönderilen mektupla ilgili bir açıklamada bulunmazlar. Bu haliyle mektubun herhangi bir resmî nitelik taşıması ihtimali varsa, Herakliyus’un bu mektubu bir imparator sıfatıyla değil de kişisel bir yazı olarak kaleme aldığını düşünmek gerekir. Sadece, Resulullah’ın gönderdiği elçinin, İranlılarla yapılan savaş dönüşü Herakliyus’un uğradığı Aelia Capitolina’da (Kudüs) imparator tarafından kabul edildiği, Bizanslı vak’anüvisler tarafından belirtilmektedir. Fakat elçinin kabul merasimi ile ilgili ayrıntılara yer verilmemiştir. Bu arada, Resulullah’ın elçisinin, aslında Herakliyus’la bizzat buluşma fırsatı aramaksızın, mektubu Filistin’deki Busrâ şehrinin Bizanslı valisine vermiş olması gerektiğini hatırlatalım. İçinde bulunulan durum ve koşullar, Herakliyus’un elçiyle bizzat görüşmesini zorunlu kılmıştır. Muhtemelen İmparator, elçinin kendisine ve ayrıca Resulullah’a götürülmek üzere hediyeler vermiştir. Bilindiği gibi, burada dinî olduğu kadar siyasi amaç ve hedefler gözetilmekteydi.
1795. Resulullah’ın elçisinin Ctésiphon’da (Medâyin) kabul edilişi hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Bütün vak’anüvisler, İran İmparatoru Husrev’in, bu kurtuluşa davet mektubu üzerine kendisini hakarete uğramış sayıp, Resulullah’ın mektubunu yırttığını söylerler. Bazıları da, Yemen’deki İran valisine Resulullah’ın bizzat Medâyin’e gelmesi için gerekenin yapılmasını emrettiğini, bu valinin iki memurunu Medine’ye gönderdiğini ve kendilerine bunun mümkün olmadığı cevabının verildiğinden bahsederler. Gelen elçileri hoş karşılama adeti doğrultusunda, Yemen’den gelen bu memurlara Resulullah (a.s.) tarafından hediyeler verildiği de kaynaklarda zikredilmektedir. Yine, İran’da kısa bir süre iktidarda kalan İmparatoriçe Buran Duht’un elçisi hakkında da pek az şey bilinmektedir. Taberî’ye göre,[279] bu İmparatoriçe de Medine’ye bazı hediyeler göndermiştir. Belki de böyle yapmaktaki amacı, daha önce Resulullah’ın elçisinin Medâyin’deki kabulü sırasında neden olunan yanlışlığın izlerini silmekti. Tirmizî ve İbn Sa’d[280] bize, Resulullah’ın kabul ettiği ve Kisrâ (İran İmparatoru) tarafından gönderilen hediyelerden bahsederler Ancak, Kisrâ’nın bu hediyeleri, ilk İslâm elçisinin kabulü sırasında mı yoksa daha sonra İran elçisinin gönderildiği sırada mı verdiğini açıkça belirtmezler.
1796. Muhammed (a.s.) ile Mısır’daki Kıptîlerin başkanı arasında teâtî edilen yazışmalarda, Başşehrin siyâsî teşkilâtı ile ilgili ayrıntılara rastlanmamaktadır. Kuşkusuz bu Hükümdar da, mektubunda saymış olduğu birçok hediye göndermişti. Hatırlanacağı üzere, Mukavkıs tarafından sunulan cariyelerden birinden, Resulullah’ın İbrahim adındaki oğlu dünyaya gelmişti. Diğer bir köle de, Mâbûr adında hadım bir kimseydi.
1797. Necâşî ile olan diplomatik ilişkiler konusunda da ayrıntılı bir bilgiye sahip bulunmaktayız. Bu hükümdar, kendisine atfedilen cevabî yazısında, Resulullah’a göndermiş olduğu hediyeleri sayıp dökmektedir.
1798. Doğrusunu söylemek gerekirse, araştırmamızın bu bölümünün, tarihî malzeme ve delil bakımından birçok eksik tarafı bulunmaktadır.[281]
1799. Muhammed (a.s.)’in bedenen ve ruhen, gece gündüz demeden, insanın her iki dünyada da mutlu olması için çalıştığını önceki bölümlerde görmüştük. Bu bölümde ise onun bu gayeye ulaşmak için kullandığı yöntem ve ilkeleri ele alacağız. Onun izlediği siyasetin ilkelerini daha iyi değerlendirebilmek için, ülkenin çöllük ve yarı göçebe yarı yerleşik bir hayata uygun niteliklere sahip olduğunu, ve o sırada, Yarımadada tam bir kargaşa halinin hüküm sürdüğünü gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Bu yöntemin nasıl bir sonuç verdiği ortadadır: Manevî ve ruhî yönden Muhammed (a.s.), kendi toplumunu, bir din ve hayatın bütün tezahürlerini içine alan davranış kuralları ile (şeriat) donatmıştır; maddî yönden ise, kendisine inanan tâbilerini bağımsız bir topluluk halinde örgütlemiş ve onlara bir Devlet temin etmiştir. Bu arada, henüz kendisi hayattayken gerçekleşen din değiştirmelerin oldukça büyük rakamlara ulaştığını ve bu devletin sahip olduğu arazi başlangıçta Medine’nin yaklaşık yarısını kapsarken, yavaş yavaş bütün Arap Yarımadasını ve Filistin ile Mezopotamya’nın güney kısımlarını içine aldığını hatırlatalım.
1800. Kuşkusuz Muhammed (a.s.)’in izlemiş olduğu siyaset, iki ana bölüme ayrılmaktadır: Birincisi, kabile ya da aşiret gibi özel halk kesimlerini gözetmeksizin güdülen genel siyaset; diğeri ise, bölgelere yahut halklara göre, ya da Mekke ahâlisinin, Arapların, Yahudilerin, Arabistan’a sığınmacı olarak gelmiş yabancı toplulukların ve nihayet büyük komşu ülkelerin insanlarının söz konusu olup olmamasına göre değişen siyasettir. Yine burada, bu çeşitli toplulukların sahip oldukları siyasî (devlet yapısıyla ilgili) görünüşleri olduğu kadar, dinleri de söz konusudur. Aşağıda, Muhammed (a.s.)’in hayatını inceledikten sonra ortaya koyabildiğimiz bazı ilkeleri bulacaksınız:[282]
1801. Ruhî-manevî meselelerde olduğu kadar maddî-dünyevî meselelerde de, insanın tek bir Allah’ın iradesine tabi olması şeklinde bir dünya görüşünün yayılması, Muhammed (a.s.)’in hayatıyla eşanlamlı ve onun varoluş hikmetinin sine qua non (olmazsa olmaz) sebebidir. O, kendisine bunu gaye edinmişti ve bunun dışında her şey ona ulaşabilmek için yalnızca bir araçtan ibaretti: Bu bir Devlet’in kurulması, bağımsız bir topluluğun vücuda getirilmesi, bu topluluğa bir hukukî yapı (şeriat), bir ahlâk anlayışı, farklı bir toplumsal yapı kazandırmak ya da daha farklı bir şey olabilirdi. Muhammed (a.s.), sadece bu amacını gerçekleştirmek için yaşıyor ve bu yegâne gayeyi gerçekleştirmek için her şeye katlanıyordu. Kendisinin içinde yaşadığı topluma İslâm’ı tebliğ edip öğretirken hakaret ve işkencelere nasıl tahammül ettiğini daha önce görmüştük. Mekkeliler ona, putperestlik aleyhinde konuşmasını kesmek şartıyla, hükümdarlık, para, en güzel kadınlar ve arzu edeceği her şeyi teklif ettiler. Onun vermiş olduğu kat’î ve nihâî cevap hatırlardadır:
“Siz sağ elime Güneş’i, sol elime de Ay’ı koysanız bile, ben bu davamdan vazgeçmeyeceğim!”
Kendisi iktidara geldiğinde ise, şahsî intikam almayı veya suçluların sırtından zengin olmayı değil, sadece İslâm’ı düşünmüş ve ona göre hareket etmiştir. Kendisini öldürmek amacıyla düzenlenen suikasttan ve Hicret hareketinden bahsederken, Mekkelilerin, ona muhafaza için emanet bıraktıkları eşya ile ilgili olarak nasıl bir tutum izlediğini daha önce göstermiştik. Yine, yirmi yıl süren bir mücâdele ve ıstıraplardan sonra, aynı Mekke’nin fethini müteakip gerçekleştirdiği genel af hareketi de hatırlanacaktır. Zira o, kendisinin ve arkadaşlarının Medine’ye hicretleri sırasında geride bırakmak zorunda kaldıkları gayrimenkulü bile geri almak istememiştir. Birisi İslâm’a girdiğini ilan edecek olduğunda, onun günah dolu geçmişini, hattâ Müslümanları katleden canileri bile affetmiştir. Onun şu hadisi pek meşhurdur:
“İslâm, hidayete ermeden önceki bütün günah ve suçları silip götürür.Ve böylece yeni bir hayat başlar.”[283]
1802. Savaş zamanında düşmana hile yapılması dışında, O, ayrım gözetmeksizin herkese adil ve dürüst bir biçimde davranırdı. Daha önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, sözlü ya da yazılı olarak verilen sözü tutmak, onun bütün hayatı boyunca uyguladığı bir politika olmuştur.[284]
1803. Din konusunda o sadece bir tek yuvanın (kendi içinden çıktığı toplumun) kaybettiği kuzuları düşünmüş değildi; başından beri onun tebliğ görevi, ırk ve bölge ayırımı gözetmeksizin tüm insanlığı hedef alıyordu. Tebliğ görevine başladığı ilk yıllardan itibaren, onun hidayete erdirdikleri arasında Mekkeli ya da Arapların yanı sıra, Habeşlilere, Nubyalılara, İranlılara, Kıptîlere, Bizanslılara ve diğerlerine tam bir eşitlikle davrandığını görmekteyiz. Kabul ettiği ve hoş gördüğü yegâne ayrıcalık, kişinin davranışında yani onun deyimiyle takvâ’sında yatmaktadır. O zamanın Arapları ve Yahudileri arasında sınıf farkları vardı. Bazı kesimlere mensup olanların kanı, diğerlerininkinden daha değerli ve üstün görülüyordu. Sadece müslüman olmak değil, İslâm Devletinin siyasî vatandaşlığına girmek de bu eşitsizlikleri ortadan kaldırıyordu. Kur’an hiçbir zaman “Arapların Allahı”ndan ya da “Müslümanların Allahı”ndan bahsetmez. O, “bütün âlemlerin Allahı”dır, yani “Rabbu’l-Âlemîn”dir. Bilindiği üzere, ırkî özellikleri ön plana çıkaran gruplar, bir süre sonra canlılıklarını kaybederler. İslâm ise, bünyesinde farklı beşerî ırkların bulunmasından yararlanacak ve hatta bu ırkların her birinin sahip olduğu erdemlerden yararlanmak için, onları yeri geldiğinde kendisinin sözcüsü ve müdafii konumuna getirecektir. Felsefeden tasavvufa, bilimden edebiyata her alanı kapsayan İslâm düşüncesi, yüzyıllar boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinden insanların İslâm’ın bağrında toplanıp bir araya gelmesiyle daha da zenginleşecektir.[285]
1804. İslâm’ın zuhuruna yakın, Arabistan’da oturanlar iç savaşlardan oldukça rahatsız oluyorlardı. Öteden beri birbirlerine düşman olan ve bu nedenle yönetilmeleri sırasında güçlük çıkaran fert ve zümrelerin bulunduğu Müslüman toplumda, İslâm’a davet herkese hitap etmekteydi. Daha işin başında Medineliler, Hicret ettikleri sırada iki kabileye ayrılmışlardı: Resulullah (a.s.), nesiller boyunca birbirlerinin kanını akıtmış olan Evs ve Hazrec kabilelerinin oluşturduğu bir toplum nezdinde kendisine sığınacak bir yer aramıştı. Bedeviler ise daha başka bir takım disiplin sorunlarına yol açmışlardı. Ayrıca Arabistan’da, İranlılarla, Habeşlilerle, Bizanslılarla, Yahudilerle ve daha başka gruplarla uyuşamayan kabileler de vardı. Geçmişi baştan aşağı değiştirmek ve İslâm içinde tamamen yeni bir varoluşu, yeni bir hayatı başlatmak: İşte Muhammed (a.s.)’in onca gayret ve çabayla sürdürmeye çalıştığı politikanın bir başka yönü de bu idi. Bu iç barış, toplumun kaynaşıp bir araya gelmesi, dış güvenlik ve nihayet İslâm’ın var oluş sebebi bakımından çok gerekli idi.
1805. Bu amacı gerçekleştirirken yardımına koşan, İslâm olmuştur: Kur’an, herkesi yaratanın sadece ve sadece tek bir Allah olduğunu, Adem ve Havva çiftinin bütün insanların ve ırkların kökenini oluşturduğunu, dil ve renk farklılıklarının aslında Allah’ın kudretinin bir işareti olduğunu; ayrıca bütün insanların Allah’ın huzurunda eşit olduklarını, mensup olunan grup ya da kökene en küçük bir önem bile vermeksizin, yegane üstünlüğün takva’dan ibaret olduğunu birçok kez tekrarlayarak zihinlere yerleştirmiştir. Muhammed (a.s.), bu terbiye anlayışını titizlikle uygulamış ve onun tarafsızlığı sayesinde, Müslümanlar arasında azınlık olan gruplar kendi lehine bir güven ortamının doğmasına yol açmıştır. Resulullah’ın kendi kabilesine mensup Kureyşli bir kadın hakkında cereyan eden şu küçük olayı hatırlatalım: Bir gün bu kadın hırsızlık yaptığı gerekçesiyle huzuruna getirildi; Resulullah’ın sevdiği sahabelerden biri, onu bağışlaması için aracı olmak istedi. Muhammed (a.s.) öfkeye kapılarak şöyle dedi:
“Benim kendi kızım Fâtıma bile hırsızlık yapmış olsaydı, ona bile öngörülen cezayı uygulardım; önceki toplumlar sadece fakir ve zayıflara ceza verip zenginleri ve soyluları affettikleri için yok olup gitmişlerdir.”[286]
Resulullah’a göre adaletin uygulanmasında tarafsız olma kaygı ve düşüncesi, yakın akraba bile olsalar suçluların her türlü himayesini yasaklayan Medine Şehir-Devleti anayasasında da görülür.[287]
1806. Elde edilen kazanımların pekiştirilmesi ve İslâmî çevrenin yayılıp genişlemesi şeklinde ortaya çıkan çift yönlü ihtiyaçla ilgili olarak Resulullah, bir yandan yeni Müslüman olmuş kişilerin yarı zorunlu bir şekilde İslâm ülkesine hicret etmelerini emrederken, öte yandan da yakın bölgelere din tebliğcileri (misyonerler) gönderilmesi talimatını vermişti. Hicret sırasında Medine şehrinin nüfusu çoğunluk itibarıyla Müslüman değildi. Ancak, H. 8 yılında Mekke’nin fethedilmesinden sonra, Resulullah:
“Fetihten sonra hicret yoktur.”[288]
açıklamasında bulunmuştu. Zira Mekke’nin fethinden hemen sonra, Arabistan’ın muhtelif bölgelerine mensup çok sayıda kabile, İslâm’ı kabul ettiklerini bildirmek üzere topluca Medine’ye gelmişlerdi; dolayısıyla büyük halk kitlelerinin yer değiştirmesine gerek kalmamıştı.
1807. İlk göç emrinin verilmesinde başka etkenler de rol oynamıştı: İslâm’a geçerek hidayete erenler, kendi putperest kabilelerinin içinde yaşarken genellikle hiçbir vicdanî özgürlükleri yoktu. Bunun dışında, cami, imam, müezzin gibi ibadete yönelik imkânları kendi bölgelerinde pek nadir bulabiliyorlardı. İslâmî olmayan bir ülkede yeni dinlerinin kanunları ve kuralları hakkında bilgi edinme imkânından da yoksun idiler, işkenceye tabi tutulma ihtimali vardı; ve son olarak, dinlerini değiştirmek zorunda kalabilirlerdi. Resulullah’ın sağlığında İslâm dini henüz tamamlanıp ikmâl edilmiş değildi; aksine her gün Kur’an ayetlerine vahiy yoluyla yenileri ekleniyor ve Resulullah, her gün kendisine başvurulan dâva ve meselelerde yürütme ile ilgili kararlar alıyordu. İslâm’daki gelişmelerin farkına varabilmek için, yeni ihtida edenlerin İslâm ülkesinde, yani hükümet yetkililerinin yakın çevresinde bulunmaları gerekiyordu. Bu durum, göçebelerin yerleşik düzene geçip medenîleşmesi demekti ki, zaten bu Resulullah’ın üzerinde en çok durduğu bir konu idi.[289]
1808. Hicret’inden vefatına kadar geçen tam on yıllık süre içinde Muhammed (a.s.)’e tâbi olan bölgeler, milyonlarca km2’lik bir alanı kaplamaktadır; bu da, İslâm’ın bu on yıl boyunca günde ortalama 100 km2 toprak kazanması demektir. Benû Kurayza vakası dışında (burada kendi seçtikleri hakemin kararının sonucu söz konusu idi), bu on yıl içinde düşman tarafından öldürülen kimselerin toplamı ayda üç kişiyi geçmez. En yüksek rakam, Müslümanların düşmanla ilk kez karşılaştıkları ve karşı tarafın 70 ölü verdiği Bedir savaşına aittir. Resulullah’ın Medine’deki hayatının on yıllık safhasında şehit edilen Müslümanların sayısı daha da azdır. Klasik yazarların Resulullah (a.s.)’dan sıkça naklettikleri bir hadis vardır:
“Ben rahmet peygamberi olduğum kadar savaş peygamberiyim de.” [290]
1809. Babadan oğula geçen kin ve garazların temelinde yatan kan dökülmesi olaylarını azaltmak ve daha sonra gücünden yararlanmayı düşünerek düşmanı bunaltmak için etkili bir çare vardır ki bu da, özellikle askerî alandaki teknik gelişmelerdir. Yetenekli bir komutan olan Muhammed (a.s.), savaş usulleri ve tekniği alanında tutucu olmaktan uzaktı. O çok istişare eder, sahabesinin deneyimlerinden ve bilgisinden yararlanırdı. Şehri saldırılara karşı korumak ve savunmak için hendek kazılması, o sıralarda Araplar için yeni bir teknikti. Bir Müslümanın önerisi üzerine Resulullah, bu tekniği H. 5. yılında büyük bir başarı ile kullandı. H. 7. yılda, Hayber savaşı sırasında karşı taraf kendini mancınıklarla savunmuştu. Ertesi yıl, İslâm Ordusu içinde bulunan uzmanlar da, Tâ’if kuşatmasında benzer silâhları imal edip kullandılar.[291]
1810. Düşman hakkında ayrıntılı bilgi edinmek ve bunun yanı sıra kendi maksat ve niyetlerini ondan saklamak: Resulullah’ın benimsediği bir başka ilke de bu olmuştu. Benû’l-Mustalık kabilesi bir casus göndermiş ve bu, Müslümanlar tarafından yakalanıp alıkonulmuştu. Hâtib adlı bir başka Müslüman da, Îslâm düşmanlarına hitaben, Resulullah’ın kendilerine karşı hazırladığı muhtemel planlardan bahseden bir mektup yazmıştı. Fakat bu ihanet mektubunu götüren kadın, yolda Resulullah’ın adamları tarafından yakalandı. Muhammed (a.s.) de, Mekke’de, Evtâs’da ve daha başka yerlerde, buraları fethetmeden önce casuslar bulundurmuştu. Bunlar kendi çevrelerinde olup bitenlerden Resulullah’ı gizlice ve düzenli olarak haberdar ediyorlardı.[292]
1811. Düşman kanı akıtmayı azaltan bir başka çare de, silâhlı kuvvetlerin kullanılmasından çok, ekonomik baskı uygulamaktı. Ziraî bir faaliyetin yapılmadığı Mekke, geçimini ticaretten sağlıyordu ve her şeyi dışarıdan ithal etmek zorundaydı. Bu durumda, onun kervan yollarını kapatmanın ne gibi felâketlere yol açacağı kolayca fark edilecektir. Arabistan’daki kabilelerin büyük bir kısmı, sadece Mekkelilerle olan ticarî çıkarları nedeniyle putperest Mekkelilerle ittifak halindeydi. Mekkelilerin kervan yollarını kesmek, bu durumdan zarar görecek olan bütün müttefiklerini tahrik etme sakıncasını da beraberinde getiriyordu; ancak biraz ihtiyatlı davranarak bu kabilelerin Mekke ile ticarî bağlarını çözmek ve onları İslâm Devletinin oluşturduğu ekonomik bloğa dahil etmek mümkündü. İşte Resulullah bunu gerçekleştirmeyi başarmıştır. Onun Mekke’ye karşı uyguladığı ekonomik baskının başka maksat ve nedenleri de vardı: Yüzlerce Müslüman aile Mekke’den göç etmek zorunda bırakılmış ve Mekkeli hemşehrileri, bu muhacirlerin geride bıraktığı taşınır ve taşınmaz bütün mallarına haksız yere el koymuşlardı. Uluslar arası savaş hukuku kurallarının yanı sıra, Resulullah’ın elinde Mekke’li kervanları durdurup mallarına el koymak için başka imkânlar da bulunmaktaydı: Mekke’nin bu kervan ticaretinden elde ettiği kazanç, İslâm’ın ortadan kaldırılması için kullanılıyordu; bu durumda Mekke ekonomisinin bu şekilde kullanımını engellemek, Müslümanlar için olumlu bir görev demekti.
1812. Ortaya bir prensip koymak kolaydır, ancak bunun hayata geçirilmesi oldukça zordur. Resulullah amacına yavaş yavaş ulaşmış, ama bu hiç de kolay olmamıştır. Eski bir kervan tüccarı olarak Muhammed (a.s.), çöllük bir bölgede yolları kapatmanın zor olduğunu biliyordu; ve başlangıçta, Medine şehrinin ancak yarısı üzerinde bir iktidara sahip olduğu için, yolu tam anlamıyla kesmeden önce bütün çevre kabileleri kendi etrafında toplaması gerekmekteydi. Suriye ve Mısır’a doğru açılan kuzey yolunu kesmek için birkaç yıl beklemek gerekti. Aynı şekilde, Irak’a doğru uzanan kuzey-doğu yolu için de ayrıca birkaç yıl daha beklendi. Sumâme ibn Usâl’in Müslüman olmasıyla, Yemâme’nin bir bölümü Mekkelilere kapanmıştı. Yemen ve diğer bazı bölgeler İslâm’ın etki alanından hep uzakta kalmışlardır. Ama eninde sonunda bu ekonomik baskı, Mekkelilerin zaafa düşmesi konusunda oldukça etkili olmuş ve böylece onların da İslâm’a katılması yönünde ilk adım atılmıştı.[293]
1813. Resulullah’ın izlediği politikanın bir başka değişmez prensibi de, kendi dostluklarını sürdürmenin yanı sıra, düşmanın dostlarıyla da ittifak yapmaktı. Ancak bu politika zamanla başarıya ulaşacaktır.
1814. Medineli müşrikler, Mekke’ye gelerek Kureyşlilerle ittifak yapmanın yollarını aramışlardı. Muhammed (a.s.), bu gelenleri, daha çok İslâm’ın etrafında toplanmaya ikna etmesini bilmiştir. Hatta, Medine Şehir-Devleti Anayasası’na göre, bu şehirdeki Yahudiler ve Gayrimüslim Araplar, ne Mekkelilere, ne Mekkelilerin müttefiklerine yardım etmek ve onların şahıslarına ya da mallarına sığınma ve güvence vermek zorunda değillerdi. Hudeybiye anlaşmasından önce Hayberli Yahudiler, Mekkelilerin dost ve müttefiki idiler, ve bu ittifak İslâm’ın güvenliği açısından bir tehdit oluşturuyordu. Muhammed (a.s.), Hudeybiye’de yapılan bu anlaşma sayesinde Mekkelileri kendi yanında toplamasını ve onları Hayberlilerden ayırıp koparmasını bilmiştir. Elimizde, Resulullah’ın imzalamış olduğu ve İslâm’a yeni girenlerden, müşriklerle ve henüz Müslüman olmayan yakın akrabalarıyla her türlü ilişkiyi kesmelerini istediği çok sayıda anlaşma mevcuttur. [294]
1815. Resulullah’ın, ihtida eden insanlara, doğdukları toprakları terk edip İslâm diyarına hicret etmeye karar vermeleri için o kadar ısrar etmesine rağmen, zaman zaman bu konudaki katı tutumunu yumuşattığı da olmuştur. Bu gibi istisnaî durumların altında yatan nedenleri araştırdığımızda, kimilerini Hicrete mecbur tutup, kimilerini de bundan istisna etmenin tamamen İslâm toplumunun yararı gözetilerek yapılan uygulamalar olduğu göze çarpacaktır . Örneğin, H. 5 yılında Resulullah, Muzeynelilerin kendi topraklarında kalmalarına izin vermiştir. Gerçekte bunlar, Medine’ye ancak 20 mil kadar uzaklıkta bulunuyorlardı ve yüzlerce savaşçıya sahiptiler. Bunların kendi topraklarında bırakılması, İslâm Devleti’nin topraklarının genişletilmesine yönelik bir niyet de taşıyordu. Ayrıca, bunların İslâm topraklarına hicret etmeleri, bu insanlara geçimlerini temin etme imkânı sağlamak gibi halledilmesi zor bazı ekonomik sorunları da gündeme getirecekti. Terk edilecek olan verimli topraklar ve sular, yabancıların ve belki de İslâm düşmanlarının işgaline uğrayacaktı. Öte yandan, eğer Medine ile Muzeynelilerin arazileri arasında oturan kabileler varsa, bunlar her iki taraftan İslâm topraklarıyla kuşatılmış olacaklar ve hızlı bir şekilde Müslümanlaşmalarına yol açacak dinî ve siyasî bir baskıya maruz kalacaklardı.
1816. Resulullah ile atalardan gelen bir ittifak halinde olan ve Mekkeli müşriklerle aralarında sürekli bir husumet olan Huzâa kabilesi, Mekke civarında ikamet ederdi ve aralarında çok sayıda ihtida etmiş kişi bulunmaktaydı. Bu kabileden olup da İslâm’ı kabul eden insanlar, kendi içlerinde dinî bir zulüm ve işkenceyle karşılaşmıyorlardı. Üstelik bu kabile, Medine’deki İslâm Devleti için, düşman olan Mekke’nin çevrilip kuşatılmasının başlangıç noktasını oluşturuyordu. Gerçekten de Huzâalılara Mekke’nin hem güneyinde hem de batısında rastlanmaktaydı. Şehrin kuzey bölgesi de İslâmlaştırıldığında kuşatma tamamlanmış ve Mekke Kureyşlileri kan dökülmeden kolayca boyun eğmiş oldular.
1817. Aynı siyaset Tâ’if için de söz konusu idi: H. 8. yılda Mekke’nin İslâmlaşma süreci tamamlanmıştı. Ta’if’in diğer tarafında oturan Ezdlerle de bir ittifak yapılınca, Ta’if’in kuşatılması da tamamlanmış ve bu durum, birkaç aya kalmadan, onları savaşa tutuşmaksızın teslim olmak zorunda bırakmıştır.
1818. Bu politikanın başarılı olabilmesi için, İslâm’ın uç noktalarda görev yapan birliklerini, bir düşman saldırısı karşısında var gücüyle ve mevcut kaynakları seferber ederek desteklemek gerekiyordu. Resulullah (a.s.), komşularına karşı haksız bir muamelede bulunmamaları için bir yandan bu müttefiklerini denetim altında tutarken, bir yandan da İslâm Devleti’nin gereksiz çatışmalara sürüklenmemesi için, bu politikayı sürdürmekten asla geri kalmamıştır.[295]
1819. Propagandanın yanı sıra, silâh kullanmaksızın düşmanla mücâdele etmenin diğer yolları, Resulullah’ın siyasetinin önemli bir noktasını oluşturmaktaydı. H. 5. yılda büyük bir müttefik düşman topluluğu, Medine’yi kuşatmak üzere geldiği zaman, Resulullah, bu müttefiklerden bir bölümünün çatışmayı bırakıp gitmesini sağlayacak çareler aramıştı. Aynı savaşta o, savaşın en kritik anında, şehri kuşatan düşmanla onlara yardım ve yataklık etmeye çalışan Medineli Yahudilerin arasında tefrika çıkarmayı başarmış ve bu girişim bir felâketi önlemiştir. Resulullah’ın daha sonraları atasözü haline gelen “Harp hiledir”[296] hadisi herkesçe bilinmektedir. Bu, onun savaşlarında ve müşriklere karşı sürdürdüğü mücadelede bir vecîze haline gelmiştir. O, hiçbir yalana başvurmamıştır. Ancak meselenin iç yüzünü bilmeyen bazı kimseler, onun sözleri ve davranışları hakkında yanılgıya düşmektedirler Onun çok başarılı bir şekilde uyguladığı hile ve kurnazlık şu özelliklere sahipti:[297]
1820. Herkesin çok iyi bildiği bir olaydan bahsetmek istiyorum: Bu olay, Resulullah’ın düşman ülkesinde ne olup bittiği hakkında ne derli uyanık olduğunu göstermekte ve bize onun siyâsetinin bir başka yönünü, yani düşman arasında tefrika tohumları ekme politikasını göstermektedir. Ülkesinde çıkan bir iç savaş dolayısıyla Ebû Sufyan’ın müttefiki ve mevlası olarak Mekke’ye yerleşmiş olan Ebû Uzeyhir adında bir Yemenli, Mekke’nin önde gelen başkanlarından biri tarafından öldürülmüştü. Kısas, yani “kana kan” kuralının uygulanması halinde, Mekke’deki iki büyük aile arasında bir iç savaş çıkma ihtimali vardı. Bu nedenle, Ebû Sufyân, eman verdiği bu Yemen’linin katilini cezasız bıraktı. Haber Medine’ye ulaştığında, Resulullah, Hassan lakaplı şâirinden, Ebû Sufyân’ın korkaklığını hicveden ve maktulün yakın akrabalarını intikam almaya tahrik ve teşvik eden şiirler yazmasını istedi. O devirde yazılan şiirler, bugünkü radyo yayınları ya da gazeteler kadar kolay ve etkili bir şekilde yayılıyordu: Söz konusu şiirler arzu edilen etkiyi gösterdi ve Ebû Sufyân, Hassân’ın şiirlerinin neden olduğu tahrikler karşısında kendi kabilesini güçlükle yatıştırabildi. Ancak maktulün Yemen’deki akrabaları, ülkelerine gelen Mekkelilerden intikam alarak, böylece Kureyşlilerin ticâretini felce uğratmakta gecikmediler. [298]
1821. Yukarıdaki prensibi tamamlar nitelikte, Resulullah (a.s.), çoğunlukla öyle hareket etmiştir ki, az da olsa düşmanın bir kısmı İslâm’dan olumlu anlamda etkilenmiştir. Gerçekten, H. 5-6. yıllarda baş gösteren kıtlık sırasında, zor durumda kalan Mekkeliler, İslâm’ı kabul etmiş olan Yemâme’den Mekke’ye hububat ithal etme yasağının kaldırılması için Resulullah (a.s.)’a yalvarmışlardır. Resulullah da bu isteği derhal ve kayıtsız şartsız yerine getirmiş ve aynı zamanda 500 altın sikke gibi yüklü bir parayı Mekkeli fakirlere dağıtılmak üzere göndermiştir. Bu konuda Ebû Sufyân’ın tepkisini hatırlarsınız: “Muhammed bu hareketiyle ancak bizim gençlerimizi yoldan çıkarmak istiyor.”[299] Mekkeli fakirler ve genel olarak halk, bu büyük ihtiyaç zamanında, kendi başkanlarının cimriliği ile millî düşmanları Muhammed’in tavrı arasındaki çelişkiden herhalde etkilenmiş olmalıdır.[300]
1822. Muhammed (a.s.)’in güttüğü politikanın bir başka özelliği de, insanlara, onların meziyet ve liyakatlerine göre davranması olmuştur. Bir insanın çok erken ya da çok geç bir dönemde İslâm’ı kabul etmiş olması onur ve saygınlık kazanması için tek ölçüt değildi. İslâm’ın kabulüyle geçmişe ait bütün kötülük ve günahlar silinip temizlenmiş olur. Resulullah (a.s.)’ın şu iki hadisini zikredelim:
1. “Bir Müslüman’ın Cahiliye döneminde yapmış olduğu erdemli ve güzel davranışlar, Kıyamet Günü’nde göz önünde bulundurulacaktır.”[301]
2. “Cahiliye döneminde iken sizin aranızda hatırı sayılır ve erdemli olan kimseler, İslâm’ı uygulama konusunda da titizlik gösterdikleri takdirde, aynı şekilde İslâm’da da erdemli ve hatırı sayılır kişiler olacaklardır.”[302]
Gerçekten, İslâmî olanla İslâmî olmayan, sadece belirli konularda birbirlerinden ayrılırlar: İslâm’ın dışındaki dinler de hayır ve hasenâtta bulunmayı, yararlı işler yapmayı öğütlerler. Bu durumda Muhammed (a.s.)’in şöyle buyurmuş olması bizi şaşırtmamalıdır:
“Cahiliye döneminin erdemli hareketleri İslâm’da da aynen uygulanacaktır.”[303]
1823. Hâlid ibn Velîd, Mekkeli büyük bir komutandı; Müslümanların Uhud’da uğradıkları bozgundan sadece onun sorumlu tutulması gerekir. Ancak o, İslâm’ı kabul ederken, Muhammed (a.s.)’den, artık adının bir parçası haline gelen Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) unvanını almıştır. Aynı zamanda, kendi evinin hemen yakınında oturması için ona Medine’de bir ev bağışlamıştır. Bir gün Hâlid bu evin darlığından şikâyet edince, Resulullah kendisine şöyle demişti:
“(Çevrede uygun başka bir ev ya da boş bir arazi bulunmadığından) Evine kat ilave et!” (bk. İbn Şebbe, Samhudi’den naklen, 2. bs, s. 730-731).
Daha sonra Hâlid, bu evin vakıf olarak kullanılmasını vasiyet etmiştir (Samhûdî, a.g.e.). Amr ibn el-As da, diğer bir Mekke’li başkan ve İslâm’ın azılı bir düşmanıydı. İslâm’ı kabul ettiği zaman, Resulullah kendisini başkomutanlığa tayin etmiştir; hattâ Ebû Bekir ve Ömer bile onun emri altına girmişlerdi. (O buna lâyık olduğunu, kısa bir süre içinde sadece 10.000 kişilik bir kuvvetle Mısır’ı Bizanslılardan almakla göstermemiş midir?) Ebû Süfyân’ın İslâm’a olan düşmanlığını kim bilmez? Resulullah’ın 23 yıllık tebliğ görevinin 20 yılı boyunca, herkesten daha fazla onunla mücadele etmişti. Bununla birlikte, ihtida ettiği zaman, Resulullah onun evini, “Müslümanların silâhlı saldırısına karşı bir sığınak” olarak ilân etmiş ve onu bir eyâlete vali tâyin etmiş ve böylece onun geçmişte İslâm’a olan düşmanca davranışlarını görmezlikten gelmiştir.[304]
1824. Yukarıda gösterilenler, onun birçok siyasî prensipleri arasından sadece birkaç örnektir. Muhammed (a.s.), diğer alanlarda olduğu gibi, politikada da temayüz etmişti. Ancak onu sıradan politikacılardan ayıran fark, uyguladığı politikanın kendi düşüncesi doğrultusunda tamamen insanlığın iyiliğini hedef alması ve başkalarının meşru hakları aleyhine kendisini şahsen yüceltme ya da temsil ettiği topluma çıkar sağlama gibi bir kaygı taşımamasıydı. O, insanlık onuruna sığmaz ve yakışmaz olarak gördüğü müşrikliğe karşı mücadele ediyordu. İnsanlığı acılar içinde kıvrandıran bütün diğer hastalıklar gibi, ruhî-manevî hastalıklar da, durumunun farkında olmayan hasta istese de istemese de, tıbbî ve cerrahî müdâhaleyi gerektirir. Muhammed (a.s.), bireysel olarak erdemli olmak ve diğer insanları kendi hallerine bırakmak gibi bir yaklaşımın aslında gerçek hoşgörü olmadığı, aksine bunun tehlikeli bir göz boyama ve hilekârlık olduğu; ve çevremizde olup biten rahatsızlıklar konusunda kafa yormadan ve bir çaba göstermeden, bunların kendiliğinden iyileşip düzelemeyecekleri sonucuna varmıştı. İnsanlık, iyilik ve kötülük denilen iki gücü aynı anda elinde bulundurmaktadır ve kötülük tarafı yalnızca daha baskın çıkmakla kalmaz, aynı zamanda daha cazip ve çekicidir. Her zaman için daha nazik ve daha zayıf olan iyiliğin serbestçe gelişebilmesi için, tıpkı yabani otların esas bitkilerden daha gür çıktığı ekili tarlalardan bu otların temizlenmesi gibi, kötülüğün de zor kullanılarak bastırılıp önünün alınması gerekmektedir.[305]
1825. Göçebelerle yerleşik hayat süren toplulukların yaşayış tarzları birbiriyle aynı değildi. Uçsuz bucaksız Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgeleri arasında daha başka farklılıkların da bulunması gerekiyordu. Ancak bu bölümün sınırları, bizi sadece bir Müslümanın hayatını ana çizgileriyle göstermekle yetinmeye zorlamaktadır.
Doğum ve Hayatın Henüz Başlangıcındaki Törenler
1826. Her kabilenin, her bölgenin içinde bulunan yaşlı kadınlar, aynı zamanda ebelik görevini de yerine getirirlerdi. Bir çocuk doğar doğmaz, -hadislerden edindiğimiz bilgilere göre,- ailenin bir ferdi, kimi zaman da bizzat Resulullah, çocuğun her iki kulağına da hafif bir sesle, müezzinlerin her vakit namaza davet için okuduğu ezanı okurdu. Ezan, bilindiği gibi, Allah’ın ululanıp yüceltilmesini, Allah’ın Tek ve Biricik olduğunu ve Muhammed’in O’nun Elçisi olarak gönderildiğini ifade eden ve Allah’a itaate ve sonuç itibarıyla da mutluluk ve kurtuluşa çağıran ve sonunda Allah’ın Tek ve Biricik olduğunu yineleyen cümleleri kapsayan bir çağrı idi.
1827. Anne yeni doğan çocuğunu emzirmeye başlamadan önce, bebeğe, ezilmiş hurma ve bazen de bal gibi yiyecek bir şey verilirdi.
1828. Daha sonra çocuğa bir isim koyma törenine sıra gelirdi. Çocuğa doğduğu sırada verilmiş olan bu adın, muhakkak onun insanlar arasında çağırılırken kullanılan bir ad olması gerekmiyordu. Bir kimseye seslenilirken onun kendi adı ya da lâkabı kullanıldığı gibi, “Ey filâncanın oğlu –ya da kızı” şeklinde de hitap edilmekte ve sadece babanın adı (pek seyrek olarak da annenin adı) zikredilmekte, ama hiçbir zaman her ikisinin adı aynı anda kullanılmamaktaydı. Küçük yaşlardan itibaren çocuğun, ilerde sahip olabileceği çocuğunun adı ile de zikredilerek, “Ey filâncanın babası –ya da annesi” şeklinde adlandırıldığı da olurdu ki Araplar buna “künye” demektedirler. Eğer hitap edilen kimsenin adı bilinmiyorsa, kendisine “Ey filân kabilenin kardeşi –ya da kız kardeşi” diye seslenilir; mensup olduğu kabilenin adı bilinmiyorsa sadece “Ey Arapların kardeşi –ya da kız kardeşi” denilirdi. Şunu belirtelim ki, “Filân kabilenin kardeşi” diye seslenirken kastedilen, filânın kardeşinin sülalesi değil, bizzat o kabileye adını veren kimsenin sülalesi demektir. İster yerleşik isterse göçebe olsun, her kabile bir birliktir. Her türlü resmi adlandırmalarda “Filân kabileden falanca kimsenin oğlu –ya da kızı” formülü kullanılmaktaydı. Kabile genişleyip nüfus arttıkça, yahut kabilenin içinden çok ünlü ve önemli kimselerin çıkması halinde, yaşlı ve kıdemli kabileler yeni kollara ve kabilelere ayrılmaya başlardı.
1829. İnsanlara övgü ve yergi ifade eden takma ad ve lakaplar ve daha başka yaygın isimler de verilirdi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bir kimseye daha küçük yaşlarda, “filânın babası” şeklinde bir künye takıldığı da olurdu. Ancak bu kimsenin ilerde gerçekten bir çocuğu olduğunda, bu çocuğa, babasının kendi çocukluğundan beri künye olarak taşıdığı ismin dışında bir ad verilir ve bu durumda baba otomatik olarak bir başka künyeye sahip olurdu. O devirde tek adı olan bir Arab’a rastlanması pek nadir idi: En az üç adı olurdu:
1. Özel adı,
2. Filâncanın oğlu şeklinde bir lâkabı,
3. Filâncanın babası olduğunu gösteren künyesi.
İnsanların bu üç gruptan başka isimlerle çağrıldıkları da olurdu. Aynı şey köleler için de söz konusudur. Kronolojik sıraya dizilmiş de olsalar hadisleri ve tarihi belgeleri incelerken, herhangi bir şahsı tanıyabilmek için, o şahısla ilgili bütün lâkap ve künyeleri bilmemiz gerekir. Zira aynı hadiste geçen bir ifadede bir şahıs bazen özel adı ile, bazen de künyesi ya da lâkabı ile anılmaktadır.
1830. Arapların İslâmiyet’e geçtikten sonra aldıkları isimler öncekilerle aynı idi. İstisnai olarak, putperestlikle ilgili adlar kesinlikle terkedilmiş ve insanı rahatsız eden ve edepsizlik ifâde eden isimlerden de kaçınılmıştır. Resulullah da, rastladığı bu tür isimlerin daha güzelleriyle değiştirilmesi için bizzat girişimlerde bulunurdu. Hattâ bazı yer adlarının bile değiştirilmesi yoluna gidilmiştir. Bir sahabenin adı Ğâvî (yanılan, hata içinde olan) idi. Resulullah ona Râşid (doğru yolda olan) adını koymuştur. Curaş dağına Keşer (yangın nedeniyle büzüşmüş, bk. İbn Hişâm) deniliyordu; Resulullah bunu, Şeker (Teşekkür eden) olarak değiştirmiştir. Daha başka olayları saymak da mümkündür.
1831. Yaygın olan isimler arasında, taş, bitki, hayvan, renk, meyve ya da herhangi bir nitelikle ilgili adlara da rastlanmaktaydı: Hacer (Taş) bunlar arasında en yaygın olanıydı. İbn Dureyd, Arapça’da kullanılmakta olan sözcüklerin kökenlerini açıklamak için, Kitâbu’l-İştikâk adıyla başlı başına bir kitap yazmıştır. Resulullah’ın sahabeleri arasında Alkame, Evsece, Talha, Samure, Sumâme, Harmele gibi değişik bitki adları taşıyanların yanı sıra; Esed, Leys, Bekr, Sa’lebe, Sibâ, Erkam gibi çoğunlukla yırtıcı hayvan isimlerini kullananlar da bulunmaktaydı. Bir niteliği ifade eden isimlerin başında Muhammed’in “övülen, yüceltilen ve müjdelenen”, Ömer’in “insanları bir yere toplayıp orasını canlandıran”, Ali’nin “yüksek”, Ayşe’nin “yaşayan, hayat dolu”, Fâtıma’nın “süt emzirmeyi kesen”, Rukiyye’nin “küçük olduğu halde yukarı çıkmaya, yükselmeye çalışan” anlamlarına geldiğini hatırlatalım. “Kul, köle” ya da “tapınan” anlamına gelen “Abd” sözcüğü, daha çok isim tamlamalarında ön ek olarak kullanılıyordu. Önceleri bu “tamlayan” bir put ya da bir cin adının önünde yer alıyordu (‘Abd Menât, ‘Abd el-Cin gibi). Ancak İslâm’la birlikte bu kelime, Abdullah (Allah’a tapan) şeklinde ya da Allah’ın güzel isimlerinden biri ile birlikte sıfat tamlaması oluşturacak şekilde kullanılmaya başlanmıştır: Abdu’l-Hâlık (Yaradana tapan), Abd’ul-Gafûr (Affı bol olana tapan), Abdu’r-Rahmân (Çok bağışlayana tapan) vs. gibi.
1832. Çocuğun doğumunun üzerinden birkaç gün ya da birkaç hafta geçtikten sonra bir şenlik düzenlenir, bu sırada (kız ya da erkek ayrımı gözetmeksizin) çocuğun ilk kez başı tıraş edilirdi. Bu tören sırasında özellikle bir koyun kurban edilerek, bir kısmı fakirlere dağıtılır, bir kısmını da kurbanı kesenler yerlerdi. Başı ilk kez tıraş edilen çocuğun saçının ağırlığınca gümüş de yine fakirlere dağıtılırdı. Bu kutlama törenlerinin genellikle çocuğun doğumu üzerinden yedi gün geçtikten sonra yapılmasında Resulullah’ın sünneti esas alınmış ve Müslümanlara da böyle yapmaları tavsiye edilmiştir. İslâm’dan önce Araplar, kurban edilen hayvanın kanı ile çocuğun tıraş edilmiş başını ovarlardı. Resulullah bunu yasaklamış ve kan yerine safranlı suyu ikame etmiştir.[306] İbn el-Cevzî’ye göre (Vefa, s. 655), Resulullah’ın ilk eşi olan Hatice validemiz, çocuğun başı ilk kez tıraş edilirken, erkek için iki, kız için bir koyun kurban ederdi.
1833. İslâm’dan önce pek eski çağlara kadar dayanan bir diğer tören de, çocuğun “sünnet” edilmesi idi. Muhammed (a.s.) bu uygulamayı da benimseyerek devam ettirmiştir. Bununla birlikte, Müslümanlar bu işleme Yahudilerden daha az önem vermektedirler. İslâm’da bu uygulama, Yahudilerde olduğu gibi Allah ile yapılan bir anlaşmadan çok, sağlığı koruma (hijyen) ile ilgili bir sorundur. En azından, Araplar, İslâm’dan önceki dönemlerde sahip olmakla birlikte, bu tür eski kavram ve anlayışları tamamen kaybetmişlerdir.
1834. Aile içinde kutlanan iki ayrı tören daha vardır ki, bunlar Resulullah (a.s.)’dan sonraki dönemlerde ortaya çıkmış olup, biri çocuğun Kur’an öğrenmeye başladığı gün, diğeri de ilk Ramazan orucunu tuttuğu gün yapılır. Kur’an okumaya yeni başlayan çocuğa önce, şükretmeye ve hayırlı duaya vesile olmak üzere, Muhammed (a.s.)’e ilk olarak nazil olmuş olan ve ilim öğrenmekte kalemin yararlarını açık bir dille ifade eden ayetler (Alak: 1-5) törensel bir ortamda tekrar ettirilir.
1835.Bir toplumun hayatında evlilik daima büyük bir öneme sahip olmuştur. Bir kıza evlenme teklifi, ana-babası (ya da velisi) aracılığıyla yapılırdı. Onlar da, nişan ya da söz kesilmesine rızalarını belirtmeden önce kızla istişare ederlerdi. Resulullah (a.s.)’a, bir kadınla evlenmek isteyip ne yapması gerektiğini soran Muğîre ibn Şu’be’nin başından geçen olayı hatırlatalım: Resulullah ona:
“-Kızı gördün mü?” diye sorunca, o da
“-Hayır!” diye karşılık vermiş, bunun üzerine Resulullah (a.s.) şu tavsiyede bulunmuştu:
“-Nikâhlamadan önce kızı gör! Daha sonra pişman olmaman için, böyle yapman daha ihtiyatlı bir yaklaşım olur.”[307]
Câbir adlı bir başka sahabe de, evlenmek istediği kızı daha önce gizlice ve onun haberi olmadan gördüğünü ve daha sonra o kızla nikâhlandığını anlatmıştır.[308] Resulullah (a.s.)’ın güzel bir öğüdü daha vardır:
“Bir kadınla ya güzelliği, ya asaleti ya da zenginliğinden dolayı evlenilir. Ama siz daha çok onun dindarlığını arayınız” (bk. Ebû Dâvûd, 12/2).
1836. Düğün töreni sırasında şarkı söyleyen kadınlar ve musikî âletleri (tef ve davul) çalan müzisyenler bulunurdu.[309] Bir gün şarkıcı bir kadın:
“Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Resul var” şeklinde sözleri olan bir şarkıyı okumaya başlayınca, Resulullah onun şarkı söylemesini engelleyerek, kendisine şöyle buyurmuştur:
“Deminki gibi, bir savaş hikâyesini ve kahramanların değerini dile getiren şarkını söyle!”
Öyle görünüyor ki düğün gecesi genellikle “meşale alayları” düzenlenir, kimi zaman da bu tür törenlerin yapılmasından vazgeçilirdi. Bir gün Resulullah, akrabalarından birinin nikâh töreninden dönen hanımı Ayşe’ye hayret ve şaşkınlık içinde şöyle söylemişti:
“- Ey Ayşe! Sizin düğününüzde ne musikî vardı ne de eğlence. Oysa Medineliler bu tür şeyleri severler.”[310]
Tabii ki gelini süsleyip püslerler, saçlarını özenle tararlar ve güzel kokular sürerlerdi.[311] Dîneverî’nin[312] bahsettiği dârim adlı bitkinin Resulullah (a.s.) zamanında Mekke’de ya da Medine’de kullanıp kullanılmadığını bilmiyorum. Ancak daha sonraları kadınların siyah bir ağacın dallarını, dişlerini ovalamakta kullandıklarından, -zira bu ağacın dudakları kıpkırmızı yapan bir boya salgılamaktaydı- söz edilmektedir. Damat da, kendi nikâh töreninde pek tabiîdir ki kokusu olan sarı renkli bir tür merhem sürünürdü.[313] Törene çok sayıda kimse katılırdı. Kaynaklar incelendiğinde, nikâhın camide icra edilmeyip, kız evine gidilerek aşağıda belirtilen şekilde kıyıldığı açıkça görülmektedir: Mahallenin hatırlı kişilerinden biri, -Medine’de kıyılan nikâhlarda Resulullah (a.s.)’ın bizzat kendisi- kısa bir hutbe okur ve Allah’a hamd ve senalarda bulunduktan sonra, her iki eşin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarından ve sahip oldukları haklardan bahseder, bu nikâh anlaşmasının tam ve mükemmel olması ve beraberliklerinin sonsuza dek sürmesi, aralarında asla zorluk ve huzursuzluk çıkmaması ve evlilik esnasında doğacak çocuklar için hayır duada bulunur ve daha sonra yeni evliler tebrik edilirdi. Törende gelinin kendisi bizzat bulunmaz, ama gerek kendisiyle evlenecek olan adam ve gerekse nikâhın koşulları ve kocanın karısına vermesi gereken mihir miktarı konusundaki muvafakati genellikle yakın akrabası olan iki şahit aracılığıyla alınıp, nikâhı kıyan kimseye bildirilirdi. Her iki tarafın da rıza ve muvafakatleri alındıktan sonra, nikâhı kıyan kimse, akdin tamamlandığını orada hazır bulunanlara ilân ederdi. Bunun üzerine, damadın başına ve çevresine kuru hurmalar ve daha başka kuru yemişler saçılır ve herkes bunları “kapışıp” neşe içinde yerlerdi. Nikâh törenine davet edilenlere düğün yemeği ikram edilirdi. Gelini evine götüren damat da, ertesi gün, kendi dostlarını ve mahallenin fakir-fukarasını velîme denilen özel bir ziyafet sofrasına davet ederdi. Resulullah (a.s.), bu geleneğin yaşatılmasını ısrarla tavsiye etmiştir.[314] Damat, nikâhtan sonra gelini alıp yaşayacakları eve götürdüğü zaman, eşler yalnız ve tek başlarına bırakılmadan önce, kendilerine evin kapısına kadar eşlik edenlerin katılımıyla küçük bir tören daha yapılır, ailenin en yaşlı üyesi, birkaç damla temiz suyu damat ve gelinin üzerine serper ve Allah’ın onları her türlü kötülüklerden muhafaza etmesi için dua ederdi.
1837. Halife Ömer’in anlattığı şu küçük hikâyeyi hatırlatalım:
“Biz Mekkeli Kureyşlilerin, kadınlarımıza sahip çıkıp onlar üzerinde egemen olma gibi bir âdetimiz vardı. Medine’ye hicret ettiğimiz zaman, Ensâr (Medine’nin yerlisi olan Müslümanları) topluluğu içinde ise kadınların erkeklere egemen olduğu bazı insanlar gördük. Kadınlarımız bundan etkilenmeye ve Medineli kadınların âdetlerini benimsemeye başladılar. Bir gün karıma sert bir şekilde bağırınca, o da bana aynı şekilde cevap verdi. Şaşırıp kalmıştım, çünkü ben böyle bir şeyi kesinlikle sevmezdim. O zaman bana şöyle dedi: “Benim böyle karşılık verdiğime niçin hayret ediyorsun? Yemin ederim ki, Resulullah’ın hanımları bile ona böyle karşılık veriyorlar!”[315]
1838. Dünyanın her tarafında olduğu gibi, kişilere ve onların mizaç ve yaratılışlarına bağlı olarak, aile hayatında mutluluğa da geçimsizliklere de rastlanmaktadır. Zengin ve varlıklı kimselerin ellerinin altında köle ya da hizmetçileri vardı; fakir ve yoksul kimseler ise her işlerini kendileri görürlerdi. Hadislerde, Medineli kadınların yün eğirdikleri öreke’den sık sık bahsedilmektedir. Bu kadınlardan bazıları, sokaklardan topladıkları hurma çekirdeklerini başkalarına satarlar veya kendi hayvanlarına (özellikle develere) yedirirlerdi. Kadınlar, evlerinin ihtiyaçlarını görmek üzere çarşı ve pazarlara çıkarlardı. Örtünme âyeti nazil olduktan sonra, kadınların örtüleriyle de olsa dışarı çıkma gelenekleri devam etmiştir. Kadınlar, camilerde cemaatle kılınan namazlara katılırlar, arkadaşlarını ziyaret ederler ve gerekli gördükleri herşeyi yaparlardı. Resulullah’ın hanımları da, dost ve akrabalarını kendi evlerine davet edip onlarla görüşürlerdi. O dönemde Kur’an ayetleri dışında okunacak fazla bir şey bulunmuyordu. Buna karşılık, şiir okuma, çeşitli konularda tarihî hikâyeler anlatma şeklinde eğlenceli toplantılar düzenlenmekteydi.
1839. Çocukların doğumu birtakım neş’eli ve eğlenceli olaylar için fırsat doğuruyordu. Onlara çeşitli oyuncaklar hediye edilirdi. Resulullah bir gün, genç hanımı Ayşe’nin eşyaları arasında kanatlı oyuncak atlar görünce, gülümseyerek “hiç atların kanadı olur mu?” deyince, Ayşe şöyle cevap vermişti:
“Nasıl? Sen bir Resul olduğun halde, Süleyman Peygamber’in atlarının kanadı olduğunu bilmiyor musun?”
Bu anlatım, daha o dönemde oyuncak bebek vs. yapmak üzere küçük bir seramik sanayiinin olduğunu göstermektedir. Oğlan çocuklarına ise oyuncak olarak, uçlarında sivri demiri bulunmayan ve cumme denilen ok ve yaylar hediye ediliyordu.
1840. Aile çatısı altında, karı-koca ve çocuklarının, kocanın anne-babasının veya yakın akrabasının ve kölelerin yanı sıra, yöresel farklılıklara göre kendilerine mevlâ, halîf ya da dahîl denilen korunuklar ya da anlaşmalı kardeşler yer alırlardı. İslâm, kölelerin içinde bulunduğu koşulları ıslah etmiş ve Şeriat, köleyi efendilerin kötü muamele ve istismarlarına karşı koruma altına almıştır. Buna göre, azat edilen kölenin bile eski efendisinin aile mensupları ile belli bir hukukî bağı bulunmaktaydı. Mirasçı bırakmaksızın vefat etme durumunda, eski efendisi azat ettiği kölesinin mallarını tevarüs ederdi (aynı şekilde, köle de, eski efendisinin yasal mirasçı bırakmadan vefat etmesi halinde, terekesine mirasçı olurdu).
1841. Ölüm, ölen kişiye karşı toplumun son görevlerini yerine getirmek için bir takım törenlerin yapılmasına vesile olurdu: Ölüm döşeğindeki kimseye “Allah’ın Birliği”, “Muhammed’in O’nun Elçisi” olduğuna dair belli iman cümleleri tekrar ettirilirdi. Cihat ederken şehit olanlara normal defin işlemleri yapılmazdı: Bu gibilerin cenazeleri, Allah’ın huzuruna aynen bu şekilde çıkabilmeleri için, yıkanıp kefenlenmeksizin defnedilirdi. Normal olarak, ölen kişinin cesedi yıkanır, kefen denilen kat kat bezlere sarılır, cenaze namazı kılınır ve şu şekilde mezara yerleştirilirdi: İslâm’ın henüz başlangıç yıllarında, en azından Medine’deki uygulamaya göre, kabir kuzey-güney yönünde kazılırdı. Namazda yöneldiğimiz kıble yönü olarak Kâ’be’nin belirlenmesiyle birlikte, mezarlar, ölünün başını sağ tarafa çevirdiğinde Ka’be’yi görecek şekilde kazılmaya başlandı. Aynı şekilde, diğer yerlerdeki Müslümanlar da, bölgelerinin yeryüzündeki konumuna göre muhtemel yönlere doğru mezarlarını kazarlar. Mekke’deki mezarlarla Medine’deki mezarlar arasında bir fark vardı (bunlara sırasıyla darîh ve lahd denilmektedir[316]). Cenaze mezara indirilirken, sürekli olarak “Bismillâhi âlâ dini Resulihi” (Allah’ın adıyla ve O’nun Elçisinin dini üzere) cümlesi söylenirdi. Ölü tabut içinde defnedilmezdi. Kefene sarılmış olan cenaze toprak üzerine uzatılarak, önce başının örtüsü açılıp sağ tarafa çevrilir ve sağ yanağı toprağa konulur, daha sonra sol yanak ve baş kısmı dışarıdan bakıldığında tamamen örtülecek ve sağ yanak doğrudan doğruya toprağa temas edecek şekilde kefen beziyle kapatılırdı. Resulullah’ın nâşı ise, kabirin zeminine serilen kırmızı kadifeden[317] bir örtü üzerine yerleştirilmiş ve mezarın içine kazıda çıkan topraklar yeniden yerleştirilip kabir tekrar kapatılmadan önce, atılacak topraklar Resulullah’ın mübarek naşına temas etmemesi için, kabrin enine olmak üzere kalın tahtalar ve kapak biçiminde özel taşlar yerleştirilmişti. Mezarın üzerine yeşil bir ağaç dalı dikilir ve cemaat dağılıp gitmeden önce iman ile ilgili şu cümleler yüksek sesle tekrarlanırdı:
“Sana “Rabbin kim, Resulün kim, dinin nedir, imanın şartları nelerdir gibi sorular yöneltildiğinde sakın korkma ve şöyle cevap ver: “Rabbim Allah’tır, Resulüm Muhammed’dir, dinim İslâm’dır, Kâ’be kıldığım namazlarda yöneldiğim kıbledir. Âhiret Günü’ne, tekrar diriltileceğime, hesaba çekileceğime, Cennet ve Cehennem’e inandım, iman ettim.”
Daha sonra, kabristandan çıkıp gitmeden önce, cenazenin ardından hayır dualarda bulunulurdu.
1842. Birkaç yıl sonra Medine’de ve Mekke’de cenazeleri gömecek yer kalmayınca, önceki mezarlar yeniden açılarak cenazeler buralara yerleştirilmeye başlanmış ve bu sayede, bu iki kutsal şehrin mezarlıklarının daha da genişleyerek meskûn mahallere kadar taşmaları önlenmiştir.
1843. Resulullah’ın tavsiyesi üzerine, evlerinden cenaze çıktığı için yasa gömülmüş bulunan ailenin komşuları, geleneğe göre, bu aileyi yaslı günlerinde mutfağın can sıkıcı işlerinden uzak tutmak için, üç gün boyunca onlara yemek hazırlarlardı.
1844. Fakirlere dağıtılan sadakalar dışında, ölünün ruhunu şad etmenin bir başka yolu da arkasından hayır dua etmekti. Resulullah, yılda bir kez olmak üzere (Şa’bân ayının 15. günü), kabirleri ziyaret edip oralarda yatan ölüler için dua etmeyi âdet edinmişti.[318]
1845. Henüz Resulullah (a.s.) hayatta iken, Mekke’de olduğu gibi Medine’deki evlerin de en azından bir üst katı bulunmaktaydı. Resulullah (a.s.)’ın müstakbel karısı Hatîce, evinin bu üst katlarından birine çıkarak, idaresi altındaki kervanla Suriye’den Mekke’ye dönmekte olan müstakbel kocası Muhammed (a.s.)’i uzaktan gözlerdi. Resulullah, Medine’ye ilk geldiği günlerde, ziyaretçilerinin çokluğu dolayısıyla, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinin alt katına yerleşmişti. Hattâ ev sahibi bir gün, yukarda bir su kabını devirmiş ve suların Resulullah’ın üzerine dökülmemesi için kendi yatağının örtüsü ile suyu kurulamıştı. Mekke’de kerevet yahut divan tarzında yataklar kullanılırdı. Medine’de ise odanın tabanına şilte serilirdi. Öte yandan, zengin bir Medinelinin bir gün Resulullah’a yatması için kendi kerevetini gönderdiği de kaynaklarda belirtilmektedir. Resulullah’ın daha sonraları ailesi mensupları için inşa ettirdiği evin üst katları yoktu; evin içinde sade bir biçimde hazırlanmış yatak odaları ile birkaç koyunun beslendiği küçük bir avlu yer alıyordu. Resulullah’ın evindeki avlunun dış duvarı, hurma ağaçlarının dallarından yapılmış olup, meraklı bakışların içerde olup bitenleri görmemeleri için, ayrıca deri ile kaplanmıştı.[319] Örneğin Ayşe annemizin dairesinin kapısı bir tek parçadan yapılmıştı (Samhûdî, 2. bs., s. 458). Gecenin karanlığında kadınların tabiî ihtiyaçlarını gidermeleri için, her bir kabileye ait boş ve ıssız arazi parçaları bulunduğundan da bahsedilir. İçinde oturulan evlerde de tuvalet ihtiyacını gidermek için ayrı odalar bulunurdu. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla, kullanıldıktan sonra hizmetçilerin boş araziye boşalttıkları oturaklar da kullanılmaktaydı.
1845/1. Samhûdî’ye göre (2. bs., s. 256), Medine’ye gelişinden yaklaşık beş ay sonra Resulullah, Medine’nin yerlileri olan Ensâr ile Mekkeli Muhacirler arasında meşhur kardeşlik anlaşmasını gerçekleştirdi: Bu olaydan sonra da kendisi, Ebû Eyyûb’un evinden ayrılarak, kendisi için Mescid-i Nebevî’nin hemen yanı başında inşa edilmiş dairelere ailesi mensupları ile birlikte yerleşti. Başlangıçta (bk. Samhûdî, a.g.e., s. 344), biri hanımı Sevde’ye ve diğeri ise henüz zifafa girmediği nikâhlı eşi Ayşe’ye ait olmak üzere sadece iki daire olduğundan söz edilir. Ama gerçekte üçüncü bir dairenin de bulunduğunu ve buralarda henüz evlenmemiş iki kızının, yani Ümmü Gülsüm ve Fâtıma’nın oturduğunu da hatırlatmak gerekir. Gerçekten de Samhûdî (s. 466) bu olaydan dolaylı olarak bahseder ve Resulullah’ın kızı Fâtıma’nın dairesi ile hanımı Ayşe’ninki arasında pencereli bir duvarın bulunduğunu ve Resulullah’ın buradan kızlarıyla sürekli olarak görüşüp konuşabildiğini belirtmektedir. Bedir savaşından kısa bir süre sonra Ümmü Gülsüm, bu daireyi boşaltıp kocası Osman’ın yanına gitmiştir. Fâtıma, Ali ile evlendikten sonra burada ikinci çocuğu Hüseyin’in doğumuna kadar (H. 4) oturabildiğine göre, burada yeterli miktarda kalacak yer bulunmakta idi. Kaynukalıların, Medine’den ayrılmalarından sonra, Resulullah, bunların boşalttığı ve Sûk Benû Kaynuka mahallesinde bulunan, kendi evine beş yüz metre uzaklıktaki evlerden birini onlara vermiş, Ali de ailesiyle birlikte buraya taşınmıştır. Buhârî’de geçen birçok hadiste (34/46/5, vs.), Resulullah’ın, torunlarını ve kızı ile damadını ziyaret etmek için bu eve geldiği belirtilmektedir. Fâtıma’nın boşalttığı dâire, daha sonra Resulullah’ın misafir odası (Zevr) haline getirilmiştir. Muhtemelen burasını Ayşe’nin dâiresinden ayıran duvar da yıktırılmıştır.
1845/2. Resulullah’ın inşâ edilen yeni dâirelerine geçmesinden 10 ay kadar sonra, kıble yönü Kudüs’ten Mekke’ye, yani kuzeyden güneye döndürülmüştür (İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 260). Bizzat Ayşe’den gelen bilgilere göre (bk. Samhûdî, 2. bs., s. 463), Resulullah’ın Ayşe ile zifafı, Kıble yönünün değiştirilmesinden önce ve Resulullah’ın öldüğünde defnedildiği odada gerçekleşmişti. Yani, Kıble değişikliği sırasında sadece Mescid-i Nevebî’nin duvarında değişiklik yapılmış, başlangıçta Mescid’in sağ tarafında ve arka tarafında bulunan dairelere dokunulmamıştır. Kıble değişikliğinden sonra ise bu daireler otomatik olarak Mescid’in soluna ve ön tarafına geçmişlerdir. Önceleri Resulullah (a.s.), mihraba varabilmek için Mescid’in avlusundan boydan boya geçmek ve hutbeyi dinleyecek olan cemaatin saflarının önünden geçmek zorunda kalıyordu. Yeni düzenlemeye göre ise, cemaate imamlık yapmak üzere Ayşe’nin dairesinden çıkıp hemen birinci safın önünden doğruca mihraba varıyordu. Yeni evlilikler nedeniyle, Resulullah’ın dairelerinin sayısının artırılması gerekmişti. Samhûdî (a.g.e., s. 402) ve İbn Cevzî’ye (a.g.e., s. 257) göre, Ensar’dan Hârise ibn en-Numân adında cömert ve fedakâr bir sahabe, Mescid’in hemen bitişiğinde sahip olduğu arsadan gereken miktarda bir parçayı yeni dairelerin inşası için bağışlamıştı. Bilindiği gibi Resulullah’ın dokuz hanımı ve iki cariyesi vardı. Bu iki cariye, Kuba taraflarında biraz uzakça bir semtte, ama ayrı ayrı otururlardı. Hanımlarından Safiyye, Dâru Usâme’de otururdu (Samhûdî, a.g.e., s. 460). Bu durumda, sekiz hanımı için ve bir de ziyaretçi ve misafirler için kullandığı dokuz dâire bulunuyordu. Dairelerin hepsi de bitişik ve Mescid’in sol tarafında idiler. Ayrıca, üzerinde ikinci bir kat bulunan başka bir dâireden bahsedilir. Burası, aynı zamanda içinde gıda maddeleri, silâh vb. eşyanın saklandığı, Devlet Hazinesi (Beytu’l-Mâl) olarak da kullanılan meşhur Meşrebe (alîye, ‘Ulliye, Gurfe, Hızâne) idi. Buranın korunmasından ve yönetilmesinden Bilâl Habeşî sorumlu idi. Bir defasında Resulullah, bütün hanımları ağız birliği etmişçesine, kendilerine verilen istihkakın artırılması talebinde bulununca, onların yanından ayrılmış ve bir ay boyunca bu Meşrebe’de kalmıştı. Buraya hurma kütüğünden oyularak açılmış basamakları olan portatif bir merdivenle çıkılırdı. Yeri tam olarak belirlenebilmiş değildir. Görünüşe bakılırsa, yeni kıblenin tam tersi istikametteki eski kıblenin bulunduğu yerde ve Resulullah (a.s.)’ın hanımlarının oturduğu dairelerin arkasına bitişik bir konumda idi.
1845/3. Mescid-i Nebevî, başlangıçta kare şeklinde, eni ve boyu birbirine eşit olarak tasarlanmıştı. Sağ, sol ve son cemaat mahallinde olmak üzere üç kapısı vardı. Bu sonuncu kapının yeri, Kıble yönünün Mekke’ye çevrilmesi sırasında değiştirilmek zorunda kalınmıştı. En büyük ve ana kapı, batı tarafında olup, herhalde Ka’be’nin ana giriş kapısını hatırlatması için buraya Bâbu’s-Selâm (Esenlik Kapısı) adı verilmiştir. Bu kapı Medine’nin büyük çarşısına açılıyordu. Ebû Bekir’in evi Bâbu’s-Selâm’ın bitişiğinde bulunuyordu. Osman’ın evi güneyde, Ömer’inki ise, rivayete göre, Mescid-i Nebevî’nin kuzey tarafında idi. Resulullah’ın hanımlarından Safiyye’nin kaldığı Dâru Usâme adı verilen ev de, görünüşe bakılırsa aynı yönde bulunuyordu. Mescid’in doğuya bakan kapısı, Resulullah’ın hanımlarının oturduğu daireleri ikiye ayırmaktaydı. Gerçekten de kaynaklarda belirtildiğine göre (İbn Zebâle, Samhûdî, 2. bs., s. 543’den naklen), Ayşe ve Hafsa’nın daireleri arasında bir geçit bulunmaktaydı.
1845/4. Resulullah’ın bütün dairelerinin kapıları doğrudan doğruya Mescid’e açılıyordu ve başka bir yerden dışarıya çıkış imkânı yoktu. Kıble değişikliğinden önce, içinde oturulan bu daireler, en azından eşi Sevde ile kızları Ümmü Gülsüm-Fâtıma’ya ve Ayşe’ye ait olanlar Mescidin arka tarafında kalıyor ve kapıları da avluya bakıyordu. Kıble yönünün değişmesinden sonra bu kapılar, doğrudan doğruya içinde namaz kılınan salona bakmaya başladılar. Anlatılmaya çalışılan bu arka plana bakarak, İbn Hanbel (2/26, 4/369), Tirmizî (50/70) gibi hadis yazarlarının şu anlatımına bir göz atalım: “Bir gün Resulullah, Ali’nin (ve tabii Resulullah AS’ın hanımlarının da) oturduğu daireninki dışında, Mescidin içine açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Böylece, Resulullah için olduğu kadar, Ali için de “Mescid”e gusül abdesti almaksızın girmesine izin verilmiş oldu (Tirmizî, 50/72). Bunun sebebini anlamak kolaydır: Halkın Mescid’e ön taraftan girmemesi gerekiyordu, zira bu durum, cemaatle namaza durmuş olan insanları rahatsız edecekti. Ali ise, Resulullah’ın damadı olarak, Resulullah (a.s.)’a ait dairelerden birinde, eşi Fâtıma ile birlikte, kendilerine ayrılan dairelerden birinde oturmaktaydı. Kendisinin gusül abdesti almak vb. ihtiyaçlarını gidermek için, Mescidin cemaatle namaz kılınan kısmından başka dışarı çıkabileceği bir kapı yoktu. Aynı şey Resulullah için de geçerli idi. (Bütün bu “karmaşık durumlar”, Kıble yönü değiştirildikten sonra ortaya çıkmıştı.) Ancak Ali, kısa bir süre sonra eşini ve çocuklarını alıp Sûk Benû Kaynukâ’daki yeni evlerine taşınacaktır.
1845/5. Resulullah’ın sahip olduğu erkek ya da kadın köleler meselesi birçok kez gündeme gelmiştir. Resulullah (a.s.) azat ettikten sonra bile, bunlar azatlı köle (mevlâ) olarak onun ailesi ile birlikte yaşamaya devam ediyorlardı. Peki bunlar, nerede ve hangi koşullarda yaşıyorlardı? Bunların dışında, Enes ibn Mâlik gibi esasen hür olan yardımcılar da vardı. Resulullah’ın Medine’ye Hicret etmesi üzerine, ailesi henüz on yaşında bir çocuk olan Enes’i Peygamberimize takdim ederek şöyle demişlerdi:
“Çocuğumuz (Enes), okumayı da yazmayı da bilir; onu şahsî hizmetlerin için kabul ederek bizi onurlandır.”
Enes şöyle buyuruyor:
“Ben vefatına kadar, gece-gündüz, Resulullah’ın yanında kaldım.”
Başka bir anlatımda ise, çıkılan yolculuk ve askerî seferler sırasında Resulullah (a.s.)’ın ailesini konaklayacakları yere yerleştirmekle ve binek hayvanlarına bindirip indirmekle görevli başka bir mevlâ’dan daha bahsedilmektedir. Bir de meşhur kadın sahabe Ümmü Eymen gerçeği vardır (bkz. İbn ‘Abd el-Berr, İstî’âb, “Bereket ve kadın maddeleri” Nº 26): Bu hanım sahabenin geceleyin bile Resulullah’ın yatak odasına serbestçe girmesi için izin verilmişti. Yine aynı hanım, Resulullah’ın geceleyin idrarını yaptığı (ağaçtan veya topraktan yapılmış) bir kabı götürüp boş araziye boşaltıyordu. Aynı şekilde, Resulullah’ın hanımı Ayşe’nin de Berîre adlı azatlı bir kölesi vardı. Bu arada, Resulullah (a.s.)’ın yatağa düştüğü son hastalığı sırasında, gecenin geç bir vaktinde çağırıp kabristana kadar kendisine eşlik etmesini istediği Ebû Muveyhibe’den de söz etmek icap eder: Bu çıkışları sırasında Resulullah (a.s.), daha önce kaybettiği sevgili sahabeleri için Allah’tan af ve mağfiret talebinde bulunmuştur. Belâzurî’nin Ensâbu’l-Eşrâf adlı eserinde, Resulullah’ın köleleriyle ilgili ayrı bir bölüm vardır. Bunlar sürekli olarak Resulullah’ın hizmetini görürlerdi. Peki bunlar geceyi nerede geçirirlerdi? Resulullah (a.s.)’ın mütevazı dairelerinde hizmetçilere ait odaların bulunduğuna dair bir bilgi yoktur. Belki de barınacak yeri olmayan erkek köleler ve mevlalar, geceyi Mescid-i Nebevî’nin Suffe kısmında geçiriyorlardı. Kadın hizmetliler için ise, Resulullah (a.s.)’ın bizzat geceyi yanında geçirmediği hanımlarından birinin odasında bir köşeye sığınarak uyuma imkânları vardı. Ya da Resulullah’ın dairelerinin hemen yanı başında bu hizmetliler için ayrılmış mütevazı barakalar bulunmaktaydı? Kaynaklarda bölme bir durumdan hiç söz edilmemektedir.
1846. Yemekler, hurma dal ve yapraklarından örülmüş hasırlar üzerinde ve yer sofrasında yenirdi. Çoğunlukla ağaçtan yapılmış sandıklar, tabaklar, maşrapa ve diğer mutfak eşyaları bilinip kullanılmaktaydı.. Parmaklarla yemek yenirdi; ayrıca Resulullah’ın yemeğini yiyip ellerini yıkadıktan sonra bir havluyla kurulandığından bahsedilmektedir.[320]
1847. Yenilecek şeylerle ilgili sınırlamalar aşağıdaki ayetle belirlenmişti:
“Ölmüş hayvanların etleri, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar –ölmeden yetişip kestikleriniz dışında- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır…”[321]
Bütün bu yasaklar, Arapların İslâm’dan önceki dönemlerde tüketmekte oldukları yiyecekler üzerine konulmuştu. Daha önce de hiç yemedikleri yırtıcı hayvanlar, leş yiyen kuşlar, yılanlar, köpekler, kediler, kurbağalar vs. gibi hayvanlar ve zehir gibi sağlığa zararlı diğer bütün şeyler âyetlerde hiç belirtilmemektedir. Araplar deve eti yerlerdi ve Resulullah bununla ilgili değişik bir hüküm getirmemiştir.
1848. O dönemin yemek çeşitleri arasında, öncelikle Resulullah’ın çok sevdiği serit (tirit)’i sayabiliriz. Arapça sözlüklerin açıklamasına göre bu, muhtemelen et suyu ile yapılan bir tür çorba içinde kaynatılmış ekmekten oluşan bir yemek idi. Muhammed (a.s.)’in sevgili hanımı Ayşe ile ilgili şöyle bir sözü nakledilir:
“Tıpkı serid’in diğer bütün yemek çeşitlerinden üstün olması gibi, Â’işe de diğer bütün hanımlara baskın çıkar.”
Mekke şehri, Tâ’if gibi verimli ve bitek bir yaylanın hemen yanı başında kurulu olmak gibi bir üstünlüğe sahipti. Medine de oldukça bereketli ve sulak bir ovadır ve burada bol miktarda sebze, meyve ve diğer ziraî ürünlerin yanı sıra, özellikle daha Resulullah zamanında bile çok sayıda çeşidi bulunan hurma yetiştirilmektedir. Hanımı Ayşe’nin belirttiğine göre, Resulullah tatlıyı (helva) ve balı da çok severdi (bk. Buhârî, 70/32, 74/40/2). Yine Ayşe’nin naklettiğine göre (İbn el-Cevzi, Vefa, s. 601), karpuzu henüz sarımtırak renkteki hurma ile birlikte, salatalığı da üzerine tuz ekerek yerdi. Koyun ve deve eti başta olmak üzere, kızartılmış ya da haşlanmış et de çok tüketilirdi. Yumurtadan da bahsedilmektedir. Bir defasında Resulullah (a.s.), bir askerî sefer sırasında, o dönemde Arabistan çöllerinde hala rastlanan bir hayvan olan devekuşunun yumurtasını yemiştir. Bazı bölgelerde bol miktarda rastlanan yaban eşeği avına da çıkılırdı. Ancak Resulullah, ehlî eşek etinin yenilmesini yasaklamıştır. Samhûdî’nin ifadesine göre (2. bs., s. 1248), Medine civarındaki göl ve su birikintilerinde bol miktarda güzel balık türleri bulunmaktaydı; ancak bu durumun Resulullah döneminde de böyle olup olmadığı açıkça belirtilmemektedir. Buhârî (64/65, 72/12) ve Müslim (34/17, 18, nº 1935) ve diğer kaynaklarda anlatıldığına göre, bir sefer sırasında, yiyecek sıkıntısı yaşayan İslâm Ordusu, deniz kıyısında bir anber (balina?) balığı bularak onsekiz gün boyunca bunun etiyle beslenmiş ve döndüklerinde bu etten bir parça da Resulullah’a ikram etmişerdi. Bu balık o kadar büyüktü ki, devesi üstünde bir insan, balığın kaburga kemikleri arasından rahatça geçebiliyordu.
1849. Resulullah’ın hanımı Ayşe, daha sonraki yıllarda şöyle bir hadis nakletmektedir:
“Resulullah’ın sağlığında eleğimiz yoktu; değirmenden çıkan unun kepeğini ayırmak için üzerine üfler, sonra ekmek yapardık.”[322]
Demek ki insanlar o dönemde has ekmek tüketiyorlardı
1850. Giysilere gelince: Kadınlar, genellikle üzerlerine geniş bir kaftanla birlikte uzun bir üstlük (pardösü) giyerlerdi. Sokağa çıktıklarında, yüzlerini bir peçe ile ya da kaftanlarının kenarlarıyla örtüyorlardı. Kuşkusuz bunlar imkânları doğrultusunda altın ya da gümüş takılar takınmayı da çok seviyorlardı; bu takılar, hemen oralarda bulunan Benû Kaynukâlı Yahudi sanatkârlar tarafından yapılır ya da Suriye, Irak, Mısır gibi komşu ülkelerden ithal edilirlerdi. Erkekler ise, genellikle başlarına sarık sararlar, bellerini ise topuklarına kadar uzanan ve genellikle dikişsiz bir tür peştamal ile sararlardı. Gömleğin yanı sıra, nadir de olsa pantolon giyerlerdi. Çünkü Resulullah, namaz sırasında rükû ve secdeye varıldığında vücudu daha iyi örttüğü için, sahabelerine bu tür dikişli elbiseler giymelerini hararetle tavsiye etmiştir. Erkekler ise sokağa çıktıklarında ya da törenlere katılmak için üzerlerine genellikle yensiz üstlük ya da manto türünden şeyler alırlardı.
1851. Yıkanmayı çok severlerdi. Ancak o devirde yıkanma işi umûma açık halk hamamlarında değil, evlerde yapılırdı. Resulullah (a.s.), günde beş vakit namaz öncesinde abdest almayı, Cuma namazından önce de gusül (boy) abdesti alınmasını emretmiştir. Resulullah (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Temizlik din’in yarısıdır.”
1852. Güneş doğmadan önce cemaatle kılınacak olan sabah namazına yetişebilmek için erkenden kalkılırdı. Öğleyin, yemekten sonra hafif bir şekerleme (kaylûle) yapılırdı ki bunun Arapların adetlerinden biri olduğuna Kur’an’da da işaret edilir.[323]
1853. Araplar koku sürünmeyi çok severlerdi. Evlerin güzel kokması için buhur ve günlük ağacı yakılırdı. Resulullah’ın evinde misk, kâfur, amber, ûd (öd) gibi ağaçların yongaları yakılır ve çıkan güzel kokulu dumanlarla ev tütsülenirdi.[324] Muhammed (a.s.)’in şu meşhur hadisini hepimiz biliriz:
“Şu dünya hayatından bana (iki şey) hoş gösterildi: Kadınlar ve güzel koku; Ancak namaz, benim gözümün nûrudur (benim için en hoş olanıdır).”[325]
O döneme ait edebî eserlerde birçok parfüm türünün adına yer verilmektedir. Bunlardan en çok bilineni, safranla yapılan halûk’dur. Aden bölgesi, bu sanayinin en büyük merkeziydi ve hatta dış ülkelere ihracat bile yapmaktaydı. Muhtemelen ticaret kervanları ve gezginler komşu ülkelerde üretilen birçok kokular da getiriyorlardı. Birçok içkiye, hatta içme suyuna bile koku veren maddeler katıyorlardı. Kur’an’ın bir ayetinde:
“Cennetteki şarabın içine kâfur katılmış ve şarap şişesinin mührü de misk olacaktır.”[326]
buyurulmakta ve Araplarca çok iyi bilinen görkemli bir yaşantıya mecaz yoluyla işaret edilmektedir [Bu arada, İslâm’ın her türlü alkollü içkiyi açık ve kesin bir dille yasakladığını da hatırlatalım. Resulullah’ın sağlığında, Müslümanlar bu ilâhî kurala genellikle uyuyorlardı. İhlâl edenlere pek az rastlanırdı. Bunları cezalandırmak için, Resulullah nalını ile kamçılanmaları (had vurulması) yoluna giderdi]. Bizzat Kur’an, Allah’ın kullarına, üzerinde “meyvelerin ve salkımlı hurma ağaçlarının, yapraklı dânelerin ve hoş kokulu bitkilerin”[327] bulunduğu toprak da dahil olmak üzere bağışladığı onca nimetten bahsederken, güzel kokuya da değinmiştir. Aynı zamanda Kur’an, yakut, rengârenk değerli taşlar, inciler, mercanlar ve diğer lüks eşyalardan, örneğin altın, gümüş ve değişik türde ipeklilerden (harîr, sundus, istibrak) de bahsetmektedir.
1854. Kadınlar ellerini boyamak için bol miktarda kına ve gözleri için de özellikle ismid cinsi sürme kullanırlardı. Erkekler de sürmeyi ilâç olarak kullanırlardı. Resulullah’tan şöyle bir hadis nakledilir:
“İsmid (sürme) kullanınız! Zira o, kirpikleri güçlendirir ve görme yeteneğini artırır.”[328]
Diş temizliğine de çok dikkat edilir ve bu amaçla bazı bitkilerin dal ya da köklerinin fırça haline getirilmesiyle elde edilen misvaktan yararlanılırdı.
1855. Yaşlıların saçlarını boyamaları da pek yaygındı. Resulullah’ın dedesi, Yemenli bir prensin kendisine hediye etmiş olduğu bu tür bir boyayı getirtmiş, ancak siyaha boyanmış saçlarıyla, doğup büyüdüğü şehirde bile kimse kendisini tanıyamamıştı. Ancak genellikle Araplar, saç ve hattâ sakallarını siyaha boyamaktan çok, kızıllaştırmak için kına kullanırlardı.
Yüz Örtüsü (peçe)
1856. Önceki bölümlerde birçok kez Müslüman kadınların kullandığı yüz örtüsüne (peçe) atıfta bulunmuştuk. Şimdi yeri gelmişken bu konu üzerinde biraz duralım.
1857. Öyle görünüyor ki İslâm’dan önceki dönemlerde Arap kadını ne çölde ne de şehirlerde yüzünü örtmüyordu.[329] Başlangıçta Müslüman kadınların da yüzlerini örtmemelerinde şaşılacak bir şey yoktur. Hicretten birkaç yıl sonra, -İbn Kesîr’e göre- H. 5. yılın sonlarına doğru (bk. Tefsir, III, 503), Kur’an bu örtünme konusunu, Ahzâb suresinin 59. ayetinde (ki nüzul sırasına göre 90. sıradadır ve H. 5 yılı Şevval ayında yapılan Hendek savaşından söz etmektedir), ve daha sonra Nûr suresinin (nüzul sırası itibariyle 102. sırada) 31. âyetinde ele almıştır. Nûr suresi ise Resulullah (a.s.)’a 5. Hicrî yılın Şaban ayında Benû’l-Musta’liklere karşı düzenlenen askerî sefer sırasında, İbn ‘Ubeyy’in Resulullah’ın hanımı Ayşe’ye iftirada bulunması (ifk) üzerine (ve tabii bu olaydan daha sonraki bir tarihte) nazil olmuştu. Bu ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
a) “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) celâbiblerini (dış örtülerini) almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Ahzâb: 33/59)
b) “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları dışında, ziynetlerini teşhir etmesinler (…) Bir nikâh ümidi beslemeyen ve çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların, ziynetlerini (yabancı erkeklere) teşhir etmeksizin (bazı) elbiselerini çıkarmalarında bir vebal yoktur.” (Nûr: 24/31 ve 60)
Kur’an’ı tefsir eden bilim adamları ve tarihçilerin açıklamalarına göre, yukarıdaki ilk âyetin (a) nazil olduğu günün ertesinde, Medineli Müslüman kadınlar, siyah başörtüleri nedeniyle, “sanki başlarına kargalar tünemiş” gibi bir hal almışlardı; yüzlerini örtmüşler ve sadece bir gözleri görünmekteydi (İbn Kesîr, Tefsir, III., 284, 518).
1858. Başlangıçta sahabeden kimileri bu ayetten, yüz örtüsünün sadece sokağa çıkarken zorunlu olduğunu, örneğin aile dostlarının eve ziyaret için gelmeleri halinde, kadınların evin içinde yüzlerini örtmeyecekleri anlamını çıkarmışlardı. Bunun üzerine, daha açık bir ifadenin kullanıldığı ve belli bir yaşa gelmiş olan hanımlar dışında, misafir gelmesi durumunda evin içinde de yüz örtüsünün kullanılacağını belirten ikinci ayet nazil olmuştur.
1859. Ayette geçen cilbâb-
(çoğulu: celâbib-), Arap dilinde “c-l-b” kökünden türemiş bir fiil olup “çekmek” anlamına gelmekte, metinde elbise üzerine “çekilen” pardösü ya da kaftana işaret etmektedir. Humur- (çoğulu: Hımâr) ise örtmek anlamına gelen “h-m-r” kökünden gelir. Sarhoşluk vererek insanın ayırt etme yeteneğini ve bilincini örten alkollü içkilere verilen hamr- da buradan gelmektedir. O devirde terzilik pek gelişmemişti. Müslüman bir kadın, özellikle örtünme âyetinin ilk nazil olduğu günlerde, başörtüsü ya da kaftanının iki ucunu parmaklarıyla birleştirir ve gideceği yolu görüp yoldan geçen diğer insanlara çarpmamak için sadece bir gözü dışarıda kalacak şekilde yüzünün tamamını örterdi.
1860. Sahabe dönemindeki İslâm toplumu bu kurala genellikle uymaya çalışmış, buna aykırı fiil ve hareketler ise tarihçilerin eserlerinde kötü örnekler olarak yerlerini almışlardır. Örneğin, Resulullah’ın torunlarından Hüseyin’in kızı Sükeyne’nin adı böyle bir olaya karışmıştır. Peçesini açıp örtüsüz dolaşarak bir skandala yol açtığı için, kendisinden ayıplama ile bahsedilir. Bu olay, o dönemde diğer kadınların da yüzlerini örtüp peçe kullandıklarını kanıtlamaktadır. Daha önce belirtildiği gibi, belli bir yaşa gelmiş hanımlar ve köle kadınlar (cariyeler) yüzlerini örtmekten muaf tutulmuşlardı.
1861. Daha sonraki dönemlerde yaşamış olan bazı hukukçular, kuşkusuz hür kadının, yüzü ve iki eli açıkta kalacak şekilde üzerlerine bir kaftan ya da bir pardösü almaları gerektiğine hükmetmişlerdir. Bunlar, Resulullah’tan gelen şu iki hadise dayanmaktadırlar:
1862. a) Ebû Bekir’in kızı ve Resulullah’ın baldızı olan Esma, bir gün Muhammed (a.s.)’i ziyarete geldi; üzerinde ince kumaştan (rikâk) dikilmiş bir elbise vardı. Resulullah onu bu halde görünce şöyle buyurdu:
“Ey Esma! Bir kız ergenlik çağına geldiğinde, ona yaraşan, yüzü ve iki eli dışında, artık hiçbir yerini göstermemektir.” (Ebû Dâvud)
1863. b) Resulullah, Hac için ihrâm (giyinme) sınırları içine girdiği zaman, kadının yüzünü örtmesini yasaklamıştır. (Ebû Dâvûd)
1864. Hacla ilgili ikinci (b) hadisin sıhhati konusunda bütün hadis bilginleri aynı görüştedirler. Anlaşıldığı kadarıyla, Hac esnasında Mekke’de büyük bir kalabalık olduğu için, şayet kadın Arafat, Mina gibi yerlerde yolunu kaybedecek olursa, velisi ya da kocasının kendisini tanımakta ve yeniden bulmakta güçlük çekmesinin önüne geçmek amacıyla, Resulullah (a.s.) böyle bir emir vermiştir.
1865. Ancak birinci hadisten (a) genel bir kural ortaya çıkarmamız mümkün değildir. Öncelikle bu olayın tam olarak hangi tarihte geçtiği, örtünme ayeti nazil olmadan önce mi sonra mı meydana geldiği bilinmemektedir. Resulullah’ın bu hadisi, örtülü olmakla birlikte vücudun iç kısımlarını gösteren şeffaf kumaşlar için söylenmiş olamaz mı? Öte yandan, Esma’nın Resulullah’ın baldızı, yani hanımı Ayşe’nin kız kardeşi olduğu[330] ve Resulullah (a.s.)’ın da yakın akrabası olması nedeniyle aralarında geçici bir mahremlik bulunduğunu, çünkü ayete göre iki kız kardeşin aynı anda bir erkeğin nikâhı altında bulunamayacağı (Nisâ: 4/23) gözden uzak tutulmamalıdır. Resulullah, kendisinden daha ziyade, örneğin yakın akrabalarının yanında saçlarını, kollarını vs. örtmesini istemektedir. Gerçekte, yakın akrabalar iki kısımdır: 1. Bir kadının kendileriyle evlenmesi kesinlikle ve ebedî olarak yasaklanmış erkekler: Baba, erkek kardeş, oğul, damat vs.; 2. Bir kadının kendileriyle geçici ve belli bir duruma bağlı olarak evlenmesi yasaklanan erkekler: Örneğin erkek yeğen vs. Söz konusu hadiste Resulullah, ergen bir kızın, kendileriyle nikâhlanmanın ebedî olarak yasaklanmış olduğu erkek akrabalardan çok, geçici olarak kendileriyle evlenilmesi yasaklanmış olan erkek akrabalar üzerinde durmaktadır. Diğer yabancı erkeklerden ise bu hadis hiç söz etmemektedir; ancak bunlar için genel kural geçerliliğini korumaktadır, yani yüzün örtülmesi gerekir.
1865/1. Bazı çağdaş feminist yazarlar, Buhârî vs.’den nakledilen şu hadise göndermede bulunurlar: Resulullah (a.s.) bir gün bir hutbe irat ederken, kendisini dinleyen hanım sahabelerden biri ayağa kalkarak, bir konuda kendisini aydınlatmasını istemişti. Hadisi rivayet eden kişi şu bilgiyi ekler: “Bu hanım alt tabakadan biri idi. -İbn Hanbel’de sefîletu’n-nisâ [3/18], Nesâ’î’de îdeyn [9/19], Dârimî’de salât”, [212/24], Müslim’deki kayıtta ise sitetu’n-nisâ, yani “alt tabakadan biri” [8/4 nº 885] ifadeleri kullanılmaktadır. Aynı zamanda bu kadının solgun ve makyajsız bir yüzü vardı. Feminist yazarımız, hadisin metnine bakarak, bu kadının yüzünün renginden bahsedildiğine göre yüzünün peçe ile kapalı olmaması gerektiğini söyler. Peki bu kişi, söz konusu olayın “örtü” âyeti nazil olmadan önce mi yoksa sonra mı cereyan ettiğini incelemiş midir? Bu hanımın kaç yaşında olduğunu biliyor mudur? (Adetten kesildikten sonra bir kadının yüzünü peçe ile örtmesi farz değildir). Ya da bu hanımın toplumdaki konumunu, hür bir kadın mı yoksa cariye mi olduğunu araştırmış mıdır? (Cariyenin yüzünü peçe ile örtmesine gerek yoktur). Gerçekten de bu olayın, H. 1. yılın başlarında, yani örtü âyetinin nazil oluşundan önce cereyan ettiğine dair elimizde birçok ipucu bulunmaktadır.
1866. Araştırmacı ve yazarlar, kimi zaman bu hadisin içerik ve bağlamını göz önünde bulundurmayarak, böylece örtünme konusunda akrabalarla ve yabancılarla ilgili hükümleri birbirine karıştırmışlardır. Resulullah’ın sırtına binip çenesini omuzuna dayayarak[331] zenci cambazların oyunlarını seyreden genç Ayşe’nin olayı ile, bir gün Resulullah’a bazı sorular soran koyu esmer tenli bir hanım olayının[332] bu konuda birer delil olarak kullanılmaması gerekir. Zira, bu olaylardan ilki, örtü ayetinin gelişinden önce cereyan etmiş, ikinci olayda ise, koyu esmer tenli kadının genç ya da yaşlı biri olup olmadığı belirtilmemiştir.
1867. Kuşkusuz yasaklar konusunda İslâm hukukunda bir tedricilik söz konusudur. Adam öldürme, hırsızlık, alkollü içki kullanmak gibi suçların işlenmesi halinde, hem bu dünyaya hem de Âhirete yönelik yaptırımlar vardır. Ancak örtünme emrine uyulmaması nedeniyle, dinen dünyevî bir yaptırım öngörülmemiştir; bu, tamamen kişi ile Allah arasında olan ve öte dünyayı ilgilendiren bir sorundur.
1868. Resulullah’ın hanımları ile ilgili çok daha sert hükümler vardır. Nitekim Kur’an şu hatırlatmayı yapar:
“Ey Peygamber hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.”(Ahzâb: 33/32)
Ayrıca şöyle der:
“Evlerinizde oturun, eski Cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın.”(Ahzâb: 33/33)
Onları evlerine kapanmaya sevk eden bu buyruğa rağmen, Resulullah’ın aynı ayetle ilgili olarak hanımı Sevde’ye söylemiş olduğu şu hadis gayet açık ve nettir:
“Allah, gündelik ihtiyaçlarınızı görmek için dışarı çıkmanıza izin vermiştir.” (İbn Kesîr, Tefsîr, III, 505)
Bir başka hadiste ise şöyle denmektedir:
“Kadınlara mescitleri yasaklamayınız.” (Buhârî, Müslim ve diğer kaynaklar; Buhârî, aynı hadisi Cuma namazı konusunda da ele almaktadır).
1869. Yabancı erkeklerle ilişki kurulması ile ilgili olarak Kur’an, Resulullah’ın hanımlarından bahsederken şöyle söyler:
“(Peygamber’in hanımlarından) bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.”(Ahzâb: 33/53)
Daha sonraki yüzyıllarda, erkek öğrencilere de hadis vb. konularda ders veren Müslüman kadın alimlere rastlanmaktadır.
1870. Resulullah (a.s.), nişanlılar kesin olarak evlenme kararı almadan önce, erkeğin evlenmek istediği kızın yüzüne bakmasına izin vermiş, hatta bunu tavsiye bile etmiştir (bk. yukarıda § 1835).
1871. Örtünme ayetinin nedenleri arasında ilk düşünülen şey, kadın ve erkeğin hoş olmayan bir biçimde bir araya gelmelerini önlemektir. Delikanlılarla genç kızların bir araya gelmelerine mümkün olduğu kadar engel olunması, iki karşı cinsin o nispette bir takım günah eğilimlerini önleyecektir. Bu buyruğun, kadının kadınsı yönünü ön plana çıkaran bazı üstün yönleri de vardır: Böylece onun güzelliği ve cildinin tazeliği korunmuş olmaktadır. Tarlalarda çalışan bir köylü kadının teni güneş ışınlarına daha az maruz kalan kent kadınının teni ile karşılaştırıldığında, durum daha kolay anlaşılır; yine açıkta duran elimizin derisi giysilerimizin içinde kalan deri ile karşılaştırıldığında da aynı sonuç elde edilecektir. Aynı şekilde, bir kuşun açıktaki tüyleri ile bunların altında kalan tüyleri, veya bir hayvanın sırtındaki tüylerle karnının tüyleri karşılaştırıldığında da durum böyledir. Kadın yüzünü örttüğü oranda, yüz teninin tazeliği de o kadar uzun süre devam eder. Öyle kadınlar vardır ki, bunlar fiziksel olarak pek güzel sayılmazlar; doğal olarak, yaratılışları nedeniyle insanların kendilerinden uzaklaştığını görmek bu kadınların hiç de hoşuna gitmez. Bunlar da yüzlerini örttükleri takdirde, böyle kötü muamelelere uğramaktan kurtulmuş olurlar. İslâm Peygamberi, “âlemlere rahmet” sıfatını böylece erkeklerden daha çok ve öncelikle kadınlar için taşımaktadır.
Başşehir
1872. Medine şehri İslâm’ın ortaya çıkışından çok önce mevcut bulunuyordu; ancak bu şehir, daha ziyade birbirlerinden oldukça uzak mesafelerle ayrılmış ve her biri kendisine ait ayrı mahallelere sahip olan kabile topluluklarının bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştı. Zira her bir kabilenin kendisine özgü evlerinin yanı sıra, bahçeleri, ziraat yapılan tarlaları ve hisarları vardı. Bu hisarlar esas itibarıyla bir ya da iki katlı bir kuleden meydana geliyordu (utûm: hisar; nebre: kat). Bir savaş halinde bunların içi hayvan sürüleriyle dolduruluyor, arta kalan yerlere ise kadınlar ve çocuklar yerleştiriliyordu. İslâm’dan önceki bu tür hisarların kalıntıları bugün de varlığını sürdürmekte olup, bunlardan özellikle Uhayha ibn el-Culâh’ın Utumu’d-Dihyân’ı ile Kâ’b ibn el-Eşref’in Hısn’ını zikretmek mümkündür. Bu ikinci tarihi eserde bir de suyu kuyusu vardır. Bu da hisarın uzun süren kuşatmalar için hazırlanmış olduğunu göstermektedir.
1873. Başlangıçta, şehrin doğu kesimlerinde, kuzeydeki Uhud dağı taraflarından, en güneydeki Evâlî’ye kadar uzanan bölgede Yahudiler oturmaktaydı. Bunların dinî hayatları Araplarınkinden ayrı olmakla birlikte, toplumsal yaşantılarında bir farklılık göze çarpmamaktaydı: Tıpkı Araplar gibi, her kabile kendilerine ait mahallelerde, ancak Araplardan daha görkemli bir şekilde ve çok sayıdaki hisarlarda oturuyorlardı. Arapça konuşuyorlar, ama bunu İbranî harfleriyle yazıyorlardı. Arap vakanüvislerin Beyt’ul- Midrâs adını verdikleri, adliye ve öğretim ihtiyaçlarının karşılandığı bir merkezleri vardı. Buradaki din görevlileri ve İbranîce bilen âlimler, eğitim ve hukukî danışma konularında kendilerini topluluğunun hizmetine adamışlardı. Nadir olmakla birlikte, içlerinde kendi dinlerini yayma gayretinde bulunanlar da vardı; bunun sonucu olarak, sayıları az da olsa, şehirdeki Arapların bir kısmı Yahudi dinine girmişlerdi. Bu durum özellikle küçük yaşlardaki çocukları etkilemeye yönelikti; bazı batıl inançlara göre, Yahudi olarak büyütülmeleri halinde bu çocukların hiç ölmeyeceğine inanılıyordu. Yahudilerdeki bu batıl inanç o denli güçlü idi ki, Mekkeli ilk Muhacirler buraya geldiklerinde, Medine’de uzun bir süre Yahudilerin büyü ve sihir yaptıklarına ve bunun sonucu olarak, Müslüman Muhacir kadınların kısırlaştırıldığına inanılmıştır. Yine rivayet edildiğine göre, Resulullah (a.s.)’ın kesilmiş saçlarından bir kısmını ele geçiren bir Yahudi, bunlarla hazırladığı bir kara büyü[333] sayesinde Resulullah (a.s.)’ı bir süre etkisi altında bırakmıştı (Buhârî, 76: 47, 49: 50). Ancak bilindiği gibi, Yahudi unsuru çok geçmeden şehirden silinip gitmiştir.
1874. Aynı zamanda şehirde nereden geldikleri hiç bilinmeyen az sayıda siyahî kölelere de rastlanmaktadır. Bunlar bilhassa şehre oyuncu ve profesyonel dansçılar temin ediyorlardı.
1874/1. Resulullah’ın Medine’ye gelişiyle birlikte, Müslüman olmuş Mekkelilerin çoğu bu Hicret hareketine katılmış ve sayıları da yüzlerle ifade edilmeye başlanmıştı. Daha sonraları ve Mekke’nin H. 8 yılında fethine kadar Resulullah’ın uyguladığı politikalardan biri de (bk. § 358/1 ve 1806-7), ihtida etmiş bireyleri Medine’ye çekmek olmuştur. Bu göç politikası sonunda, Medine’de halk unsurunun çeşitliliği günbegün artmış ve böylece kabile ırkçılığına dayanan anlayış giderek silinmeye başlamıştır. (Saf kan bir Arap, Resulullah onları bağrına bastıktan sonra, bir siyahî ile kardeşlik ilkeleri doğrultusunda birleşmekten iftihar eder hale gelmiştir.) Bu Muhacirler, başlı başına bir grup oluşturmakla birlikte, sonuçta aynı mahalleye yerleşerek birbirlerine komşu oluyorlar, ya da yeni bir mahalle kuruyorlardı. Samhûdî’ye göre (I, 757-765), bu şekilde Medine’de şu kabilelere ait yerleşim bölgeleri (menziller; çoğulu: menâzil) oluşturulmuştu: Gıfâr, Leys ibn Bekir, Damra, ed-Di’l, Afsâ (Eslem), Muzeyne, Cuheyne, Balî, Kays ibn ‘Aylân (Eşca’), Cuşam, Ka’b ibn ‘Amr (Mustalik). Resulullah Medine’ye Hicret ettiğinde, şehirde toplam 10.000 kadar insanın yaşamakta olduğu ve bunun yarısını Yahudilerin oluşturduğu hesaplanmaktadır. Vefat ettiği sırada ise, bir avuç (görünüşe bakılırsa onbeş kadar) Yahudi dışında, şehrin nüfusu, yaklaşık 15.000’i bulmakta idi.
1875. Şehirde deve kervanlarının hemen her gün uğradığı geniş ve boş bir alan (merbed) bulunuyordu. Eskiden burada yılda bir kurulan ticaret fuarı, İslâmî dönemle birlikte muhtemelen ortadan kalkmıştır. Bunun yanı sıra şehirde bir çok pazar yeri ve çarşı bulunuyordu: Nabatlı tüccarların yönetimindeki Sûku’n-Nebît ve Sûku Benî Kaynukâ gibi. Halkın çeşitli alışverişlerini yaptığı başka fuarlar da mevcuttu. Samhûdî (2. bs., s. 747-48), şehirde eskiden beri var olan pazar yerlerinin yanı sıra, bizzat Resulullah tarafından kurulan bir takım yeni pazar yerlerinden de bahsetmektedir. Yine bir gün, Benû Sâ’ideler için bir pazar yerini hizmete açmıştı. Kabileye ait bu boş arazi, o güne kadar mezarlığın genişletilip büyütülmesine tahsis edilmiş olup, aynı zamanda kadınlar, gecenin karanlığında buraya tabiî ihtiyaçlarını gidermek için gelirlerdi. Aynı şekilde, Resulullah, Müslümanlar için merkezî bir pazar yeri daha kurmak istemiş ve bunun için önce belirli bir yer tespit etmiş, ancak seçtiği araziye Yahudilerin önde gelenlerinden Ka’b ibn Eşref şiddetle çıkmış, hattâ bu pazarın ilk dükkânı olarak hizmet veren bir çadırın iplerini kesecek kadar haddini aşmıştı. Bunun üzerine Resulullah (a.s.) şöyle demiştir:
“Şimdi gidip, onu daha çok kudurtacak bir yer seçeceğim (bu, onun saldırılarından emin ve uzak, belki de Yahudi pazarının hemen yanında bir yer olacak).”
Daha sonra buraya tüccarları çekebilmek için şöyle buyurdu:
“Bu pazarda kesinlikle hiçbir kimsenin adına önceden yer ayırtmayınız; her gün ilk gelen kimsenin yerleşebilmesi için her yer boş kalsın, her gün kim erkenden ilk olarak buraya gelirse(istediği yeri seçip yerleşsin). Ve bu pazarda herhangi bir gümrük vergisi de tahsil etmeyin.”
Kendisi de eski bir kervan tüccarı olan Resulullah, bu mesleğin toplumdaki önemini çok iyi biliyor ve belki de henüz işsiz durumdaki Müslümanları giderek bu mesleğin içine çekmek ve böylece onları Gayrimüslim kapitalistlerin baskısından kurtarmak istiyordu. O dönemde yollardaki hareketlilik oldukça sınırlı olmasına rağmen, Resulullah, yeni evler inşa edilirken, sokakta farklı yönlerden gelen iki yüklü devenin geçişine imkân verecek kadar genişlik bırakılmasını emretmiştir.[334] Ovadaki yetişmiş ağaçların kesilmesini yasaklamış, hatta yeni ağaçlar dikilmesini tavsiye etmişti. Müslim’e göre (Sahih, “Hac” bölümü, 15/472, Nº 1372), Resulullah, Medine’nin çepeçevre etrafında, iki yerleşim birimi arasında (berîd fî berîd), enine ve boyuna birer günlük yolculuk süresi bulunan yaklaşık 20 km.lik bir mesafe bırakılmasını söylemiştir. Ebû Dâvûd’daki rivayete göre (Menâsik, 11/95), koruma altına alınan bu bölgede ağaç kesmek ve avlanmak da yasaktı. Kendisi bir yandan dürüstçe yapılmasını istediği ticaretle ilgilenirken, bir yandan da ziraatle meşgul oluyordu. Medine’deki ziraî faaliyetler, hurma ağacı yetiştirmekle sınırlıydı ve halkın en büyük derdi bu ağaçların sulanması idi. Resulullah Muhammed (a.s.), daha önce açılmış bir su kuyusunun hemen yanı başında bir başka kuyunun açılmasını yasaklamış ve kuyular arasındaki asgarî bir uzaklık tespit etmiştir.[335]
1876. At yarışlarına mahsus belli bir hipodrom bulunmamakla birlikte, şehir ahalisi, sık sık at yarışlarına giderdi. Resulullah zamanında, bir kısmı at yarışları için ve bir kısmı da başka amaçlarla olmak üzere iki tür at yetiştirildiğini biliyoruz. Deve, eşek ve hattâ insan yarışları da yapılmakta idi. Yukarıda sözünü ettiğimiz kervanların gelip konakladığı boş alan, bu tür yarışlarda da kullanılıyordu. Kimi zamanlar Resulullah buraya bizzat katılır ve kazananları tespit eder, onlara çeşitli ödüller dağıtırdı. (Şe’mi bize bu yarışları uzun uzun tasvir etmektedir.[336]) Bu yarışlarda aynı anda kaç at koştuğunu bilmiyoruz. Ancak kaynaklarımız, ilk beş dereceye girenlere hurma vb. ödüller verildiğini belirtmektedirler. Elbette, Kur’an’da kesinlikle yasaklanmış kumardan başka bir şey olmayan “bahis”, ne at yarışlarında ve ne de başka spor dallarında söz konusu olmazdı.
1877. Resulullah, gençler arasında çeşitli yarışmalar düzenleyerek okçuluk sporunu özendirmeye çalışıyordu. O devrin sporları arasında, bir tür mızrak fırlatma oyunu olan ve zenciler arasında oldukça yaygın olan dirkele[337] ile, futbolu andıran ve Mekke ve Medine’de oynanan[338] kurrek yer almaktaydı. Kaynaklarda belirtildiğine göre, “Resulullah bir gün içlerinden hangisinin daha kuvvetli olduğunu öğrenmek için (büyük) bir taşı yerden kaldırmaya çalışan bir grup insanın yanından geçmiş ve bunda hiçbir sakınca görmemiştir.” Güreş de oldukça yaygındı: Şampiyon Rukâne, Mekke’de bu spor dalında ünlü idi. Medine’de de gençler, askeri seferlere katılabileceklerini Resulullah’a kanıtlamak için sık sık güreşe tutuşurlardı. Zira daha genç yaştakiler kendilerinden büyüklere üstünlük sağlayabildikleri takdirde, gönüllü olarak askerî seferlere katılma hakkını elde ediyorlardı.[339]
1877/1. Şehir henüz çok ilkel bir durumda idi ve yoksul köylere has özelliklerini koruyordu. “Ev” denilen yerler genellikle hurma dal ve yapraklarından yapılmış kulübelerden başka bir şey değildi. “Aydınlatma araçları” da oldukça basit idi: İçine yağ konulmuş küçük bir tabak ve içine bükülüp fitil haline getirilerek daldırılan küçük bir bez parçası. Resulullah bunların yatmadan önce söndürülmesini tavsiye ederdi. Bir defasında ihmalkâr bir sahabe bunu söndürmeyi unutmuş ve daha sonra bir fare yanmakta olan paçavrayı götürmeye kalkınca içindekilerle birlikte barakanın tamamen yanmasına yol açmıştı (Buhârî, 79/49/2). Bir gün Resulullah’ın başından buna benzer bir olay geçmiştir: Yine namaz kıldığı bir sırada, bir fare lambanın fitilini götürmek istemiş ve Resulullah (a.s.) daha farkına varmadan namaz kıldığı seccadenin bir bölümü yanmış, ancak ateş zamanında söndürülmüştür (Kastallânî, Şerhu’l-Buhârî, Bulak bs., IX, 169).
1878. Kadınlar sporla pek ilgilenmezlerdi. Resulullah, hanımı Ayşe ile evlilik hayatlarında iki kez yarış yapmış, bunlardan birincisinde Ayşe Resulullah’ı geçip yarışı kazanmış, ancak ikinci kez, aradan birkaç yıl geçip de kilo alınca, bunun tersi olmuştur. Ümmü Suleym ve Ümmü Haram adlarında iki kız kardeş, tıpkı erkekler gibi, savaşlarda etkin görevler üstlenmişlerdi. Resulullah’ın halası Safiyye de, bir defasında bir kalenin savunmasına katılmış ve tek başına bir düşman askerini öldürmüştü. Ancak kadınlar askerî seferlerde daha çok aşçı, hemşire, gözcü gibi diğer geri hizmetlerde görev yaparlardı.[340]
1879. Kendisine, tebaası karşısında herhangi bir hükümdarınkiyle karşılaştırılmayacak derecede yüksek bir konum sağlayan “Allah’ın Elçisi” olma niteliği bir yana, Muhammed (a.s.), siyasî bir lider olarak primus inter pares (benzerleri arasında rakipsiz birinci) idi: Çevresinde hiçbir şatafat ve resmiyete itibar etmezdi. Giydiği elbiseler, oturduğu ev, konuşma tarzı vs. bakımından da diğer insanlara göre bir farklılığı yoktu. Kendisine:
“-Yâ Resulullah!”,
“-Ey Allah’ın Nebîsi!”
şeklinde, bazen de:
“-Yâ Muhammed!”
ya da künye adıyla:
“Yâ Ebe’l-Kâsım!”
diye hitap edilirdi. O devirde insanlar birbirleriyle“sen”li “ben”li konuşurlardı. Savaş ve düşman saldırısı zamanları dışında, evinin kapısında nöbet bekleyen bir muhafız olmamıştı: Bu durum hem Medine’deki evi için, hem de sefer ve yolculuk sırasında karargâh kurulduğu zamanlar için geçerlidir (Kastallânî, Şerh-i Buhârî, V, 86). O, halkla iç içe yaşardı: En sıradan insanlar bile, hiç zorluk çekmeden onun yanına yaklaşabilirlerdi. Şehrin sokaklarında ya da çarşı-pazar yerlerinde ülkenin herhangi bir insanı gibi dolaşırdı. Ziyaretçilerin gelişini bildirmek üzere bir hizmetçisi vardı; ama pek fakir kimseler dışında, bu gibi hizmetçiler zaten herkesin evinde bulunurdu. Hanımlarının söylediklerine bakılırsa, evde giysilerini kendisi diker ya da yamar, hatta sandaletlerini bile kendisi onarırdı.[341] Gece yatarken giydiği bir peştamalı (pijama) vardı ve gündüz giymiş olduğu giysileri yatmadan önce çıkarıp duvara asardı (İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 559). Hanımları, yemeklerini kendileri pişirirlerdi; her birinin ayrı ama birbirine bitişik yatak odaları vardı ve muhtemelen hepsi de, Mescid tarafındaki ortak bir avluya açılıyordu. Resulullah bütün hanımlarına aynı şekilde ve tam bir eşitlikle davranırdı. İçlerinden bazılarının mutfak eşyalarında ya da mobilyalarında bir değişiklik varsa, bu kesinlikle Resulullah’ın tercihinden değil, sadece bu hanımların beraberlerinde getirdikleri çeyizin içinde bulunduğundan ya da akrabalarından aldıkları hediyelerden yahut da kendi tutumluluk alışkanlıklarından kaynaklanmaktaydı. Rivayete göre Resulullah, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olur, evdeki keçilerin sütünü sağardı. Güneş doğmadan önce, Mescitte cemaate imamlık yapmak üzere her zaman erkenden kalkardı. Arkadaşlarını ve komşularını, en mütevâzîleri de dahil, ziyaret eder, onların sevinçlerini ve kederlerini paylaşırdı; bu konuda Müslim-Gayrimüslim ayrımı gözetmezdi: Gerçekten de onun, ağır hasta bir komşu Yahudi çocuğunu ziyaret ettiği bildirilmektedir.[342] Şayet herhangi bir yerde otururken, bir Yahudinin de olsa, cenazesinin geçtiğini görse hemen ayağa kalkar, böylece diğer insanların acılarını paylaştığını göstermiş olurdu. Zaman zaman, Yakın sahabeleriyle birlikte, herhalde boş vakti olduğunda ve dinlenme ihtiyacı duyduğunda gezintilere çıkmayı âdet haline getirmişti. Aşağıdaki olay bu konuya biraz ışık tutmaktadır: Bir gün az sayıda sahabesiyle birlikte çölde gezintiye çıkmıştı; kesip yemek üzere bir koyun satın aldılar. İçlerinden biri:
“-Ben koyunu kesip yüzeyim.”
dedi. Bir diğeri:
“-Ben de etini kemiklerinden ayırayım.”
Böylece her biri bir iş yüklenmiş oldu. Resulullah da şöyle buyurdu:
“-Ben de gidip ateş yakmak için etraftan çalı çırpı, odun toplayayım.”
Diğerleri:
“-Hayır! Senin bunu yapmana gerek yok: Biz o işle de ilgileniriz.”
dediyseler de Muhammed (a.s.) ısrarla şöyle buyurdu:
“-Bu doğru olmaz. Benim de sizinle birlikte işin ucundan tutmam gerek.”
1879/1. Her zaman şaka ve lâtife yapmayı sever, kendisi ile şakalaşılmasından da hoşlanırdı. Örneğin, bir gün, samimiyet ve sadeliğinden ötürü pek sevdiği Zahir adında birine, arkadan belli etmeden yaklaşıp kollarından tutarak, şöyle haykırdı:
“Kim bu köleyi satın almak ister?”
Zahir, başını çevirip karşısında Resulullah’ı görünce, bundan çok memnun oldu ve:
“Ey Allah’ın Elçisi! Kimse çıkıp da benim gibi basit ve değersiz biri için para vermez!”
Bunun üzerine Resulullah şöyle karşılık verdi:
“-Ama senin değerin Allah’ın nazarında büyüktür.”[343]
Özellikle küçük çocuklarla şakalaşırdı. Gerçekten, bunlarla ilgili çok sayıda anı nakledilir. Kendisine bu tür bir şaka yapılmış olan ve bununla özellikle iftihar eden bir sahabe, daha sonraki yıllarda şöyle anlatıyordu:
“Ben henüz küçük bir çocuktum. Havanın çok sıcak olduğu bir gün, Resulullah ana-babamı ziyaret etmek için bize gelmişti. Biraz soğuk su ile hararetini giderdi ve ağzında doldurduğu suyun bir kısmını tam yüzüme fışkırtıp beni ıslattı. İşte ben, yüzüme fışkırtılan bu mübarek suyun bereketiyle hiç yaşlanmadım!”(Buhârî, 80/31)
Abdullah adında, lâkabı Hımâr (eşek) olan saf bir sahabe vardı. Bir gün pazardan veresiye bazı şeyler almış ve bunları Resulullah’a hediye etmek üzere getirmişti: Satıcıya da, bunları Resulullah (a.s.)’ın hesabına satın aldığını söylemişti. Daha sonra bu satıcı alacağını istemek için Resulullah’a müracaat ettiği zaman, bu Hımâr vurdumduymaz bir şekilde:
“-Yâ Resulullah! Sana bir hediye sunmak istemiştim, ama param yoktu...”
deyince, Resulullah gülümseyerek satıcıya eşyanın bedelini ödemiştir (Buhârî, 86/5/1; Ebû Ya’lâ, Kettânî’den naklen, Terâtîb, I, 38).
1880. Onun hayatında, sadece şu göstereceğimiz hususlar ayrıcalıklı muamele olarak gösterilebilir: Yılda iki kez kutlanan dinî bayramlarda, cemaatle namaz kılınacak yere giderken, törensel bir şekilde, belki de ucunda bir bayrak bulunan mızraklı bir muhafız asker kendisine öncülük ederdi. Bu arada, namaz kılınan yerin üstü açık ve musallâ (namaz kılınan yer) denilen boş bir alan olduğunu da hatırlatalım. Samhûdî’ye göre (2. bs, s. 780), Resulullah (a.s.), muhtemelen şehirde toplanan Müslümanların sayılarının giderek arttığını göz önünde bulundurarak, birçok kez bu mekanın değiştirilmesi yoluna gitmiştir. Medine dışındaki kabilelerden veya yabancı ülkelerden kendisine mesaj getiren heyetler geldiğinde ise, kabul töreni ile ilgili ayrıntılı bilgiler, nasıl selâm verileceği vb. bunlara önceden öğretilirdi. Ayakkabıları (na’leyn) ile ilgilenen özel bir muhafızı vardı; ancak hemen belirtelim ki, kabul salonlarına ve mescitlere girmek için ayakkabılar çıkarılıyor ve çıkış sırasında herkes birbirine karışan ayakkabılarını aradığı için izdiham oluyordu. Böyle bir durumda özel bir görevlinin tâyin edilmesiyle, Resulullah’ın ayakkabılarını arayarak boş yere vakit kaybetmesi önlenmekteydi. Güzel kokuları çok seviyordu. Hadislerde belirtildiğine göre, evinde tütsüleme amacıyla sarı sabur dalları ile birlikte kâfur yakılırdı. Medine’deki her kuyudan çıkarılan suyun tadı aynı değildi. Resulullah’ın siyahî hizmetçisi Rabâh, Resulullah (a.s.)’ın ailesi için özellikle Gars ve Sukyâ adlı kuyulardan su taşırdı (bk. Samhûdî, 2. bs., s. 978).
1880/1. Bugün bazı İslâm ülkelerindeki belli başlı camilerde, bir maksure (Türkçe’de Hünkâr Mahfili denilen ve Devlet Başkanı ile yakın adamlarının birlikte girip namaz kılmalarına mahsus odacıklar) görmekteyiz. İlk Halifelerden Ömer, Ali ve Mu’âviye’ye karşı düzenlenen suikastlardan sonra, rivayete göre bu sonuncu Halife (Mu’âviye) tarafından, sadece bir korunma önlemi olmak üzere, bu odacıklardan ilki inşâ edilmiştir. Hiç şüphesiz Resulullah için böyle bir önlem söz konusu olmamakla birlikte, aşağıdaki anlatımda (bk. Buhârî, 32/2, 32/3, 33/1/3, 77/43) başka bir amaçla bu konuya yer verilmektedir: Resulullah her yıl, Ramazan ayının bazen ikinci bazen de üçüncü on gününde, Mescid-i Nebevî’de itikâfa çekilir ve o günlerde, uzanıp yatarken ya da ibâdet ederken gelip geçenlerin rahatsız edici bakışlarından kurtulmak için etrafına hasırlar dikerdi. Yine bir Ramazan ayında, Resulullah, teravih namazlarını sadece üç gece böyle bir yerde tek başına kılmıştır: Böylece takva sahibi müminler, teravih namazlarının farz seviyesinde mecburi bir ibâdet olmadığını bizzat görmüş oldular. İbn’ul-Cevzî (Vefâ, s. 508), Resulullah (a.s.)’ın teravih namazını 20 rekat olarak kıldığını bildirmektedir.
1881. Resulullah’ın sağlığında Medine’de 10’dan fazla mescit bulunuyordu. Bunların en eski olanı, şehrin güneyindeki Kuba’da inşa edilen mescit idi.[344] Resulullah (a.s.), anne tarafından akrabası olan Benû’n-Neccârların mahallesine kesin olarak yerleşmeden önce, Medine’ye hicret ettiği sırada bu camiyi inşa etmişti. O gün bugündür mevcut olan ve Mescid-i Nebevî (Peygamber Mescidi) adıyla anılan Ulu Cami’yi de Benû’n-Neccârların mahallesinde inşa etmiş oldu. Bu mescid, ilki henüz Resulullah (a.s.) hayattayken, yani H. 7 yılında Hayber’in fethedilmesinden sonra (Samhûdî, 2. bs., s. 338), sonuncusu ise Kral İbn Suûd ve haleflerinin yönetimi sırasında olmak üzere birçok kez genişletme ve onarım çalışmasına tanık olmuştur. Diğer camiler ise, Benû’n-Neccâr’a oldukça uzak mesafelerde oturan kabilelere aitti. Günde beş vakit kılınan namaz için genellikle oturulan eve en yakın olan camiye gidilir, haftada bir Cuma günü kılınan namaz için ise bütün Müslümanlar Mescid-i Nebevî’de bir araya gelirlerdi. Daha Resulullah zamanında, geceleyin bu Câmi’yi aydınlatmak için yağ kandilleri kullanılırdı. Samhûdî’ye göre (I, 670), aslen Filistinli olan ünlü deniz kâşifi Temîm ed-Dârî bu aydınlatma işini üzerine almıştı. Buhârî de, Ümmü Mihcân adında yaşlı bir siyahî hanımın, gönüllü olarak Mescid-i Nebevî’nin temizlik işini üstlendiğini ve orayı düzenli olarak süpürüp temizlediğini nakleder. Bu hanım vefat ettiğinde Resulullah’a haber vermeden kendisini defnetmişlerdi. Daha sonra bunu öğrendiğinde ise çok üzülmüş ve olayda kusuru olanları azarlayarak bu hanımın kabrine gitmiş ve yeniden bir cenaze namazı kılmıştır.
1882. Bazı belgelerden öğrendiğimize göre, Cuma namazı Hicretten önceki dönemde de kılınmaktaydı. Gerçekten Resulullah, henüz Medine’ye gelmeden, daha önce oraya göndermiş olduğu özel görevliye bir yazı yazarak, her Cuma öğlen namazı vakti girince bütün Müslümanları cemaat halinde toplayıp önce bir hutbe vermesini, daha sonra da namazı kıldırmasını kendisinden istemiştir.[345] Resulullah (a.s.), sünneti gereği, Cuma namazını cemaatle kıldırmadan önce, iki bölümden oluşan bir hutbe irat ederdi. Bu hutbe Allah’a övgü ve O’nu yüceltme (hamd ve sena), O’nun güzel sıfatlarını, rahmet ve affını talep eden cümlelerle başlardı. Daha sonra imam (Resulullah), ahlâkî ve manevî hayat, iyilik ve güzel hareketler, politika da dahil toplumun çeşitli sorunları hakkında tavsiye ve önerilerin bulunduğu ve daha başka uygun gördüğü konularla ilgili bir konuşma yapardı. Her zaman doğaçtan (irticâlî olarak) verdiği hutbesini okurken, Resulullah, üzerine dayanmak üzere sol elinde bir asa, bazen bir mızrak ve bazen de bir kılıç bulundururdu. Hutbe’nin birinci bölümü bitince, dinlenmek için bir süre oturur, sonra ikinci bölüme geçerdi. Yine bu bölümün başında Allah’a hamd ve senaların yanı sıra, zâhidâne dualarda bulunurdu. İlk yıllarda hutbesini, bir hurma kütüğünün yanında ayakta okurdu. Ancak daha sonraları bu iş için bir kaç basamakla üzerine çıkılan ağaçtan bir minber inşa edilmiştir. Hutbe’nin her iki bölümü de tamamlanınca, sıra cemaatle namaz kılmaya gelirdi. Cemaatten bazı kimseler imâma (müezzin sıfatıyla) yardım ederlerdi. Namaz esnasında kesinlikle ne bir müzik âleti çalınır, ne de koro halinde müzik icra edilirdi. Sadece imam yüksek sesle 7 ayetten oluşan Fâtiha suresini okur, daha sonra diğer surelerden seçtiği birkaç ayeti okuduktan sonra bütün cemaat, rükû, secde, kâ’de vb. namazla ilgili bütün hareketlerinde imamı takip ederdi. Hicretin başlangıç yıllarında camilerin kıblesi, Medine’nin kuzeyinde bulunan Kudüs’e (Jerusalem) doğru idi. Aradan onyedi aylık bir süre geçtikten sonra nazil olan bir ayetle, kıble yönü bu defa Ka’be’ye, yani Medine’nin güneyindeki Mekke’ye çevrildi. Bugün bölgede, bu değişikliğin anısına Mescidu’l-Kıbleteyn adı verilen cami halen varlığını sürdürmekte ve içinde, halen kullanılmakta olan mihrâbın tam karşısında önceki mihrâp göze çarpmaktadır. Camiler her zaman sade olup, her tür resim, suret ve heykelden arındırılmışlardır. Camilerin zemini hasır ya da halı, kilim gibi örtülerle kaplanırdı. Ayrıca, namaz kılmak için mutlaka bir caminin olması gerekmez: Evde, açık arazide vb. (temiz olması şartıyla) nerede olursa olsun namaz kılınabilir. Resulullah, gerektiğinde binek hayvanının sırtında bile namaz kılardı. Müezzin, cemaati namaz kılmaya davet etmek için, yüksek sesle ezan okurdu; zira ilke olarak, İslâm’da çan vs. çağrı araçlarına izin verilmemiştir. Resulullah’ın müezzini, sesini en uzak noktalara kadar duyurabilmek için, Mescid-i Nebevî’nin hemen yanındaki evin damına çıkardı. Daha sonraları bu iş için minareler inşa edilmiştir. Günümüzde hoparlörler de kullanılmaktadır.
1883. Müslümanların kutladıkları bayramların, hem dînî ve hem de sosyal yönleri vardır: Muhammed (a.s.) bize bunlardan sadece ikisini bırakmıştır ki biri, oruç ayı olan Ramazan’ın sonunda, diğeri ise Kurban Bayramı olarak kutlanır. Bayramların H. 3. yıldan itibaren başladığını sanıyoruz. Zira, Ramazan orucu ilk olarak H. 2. yılda farz kılınmıştı; ayrıca, Resulullah’ın Bedir’den Medine’ye Ramazan Bayramı esnasında dönüp dönmediğini de bilmiyoruz; ikinci olarak, İbn Şebbe’nin ifadesine göre (Samhûdî’den naklen, 2. bs., s. 779), Kurban Bayramı ilk kez Benû Kaynukâ savaşından sonra kutlanmıştır. Esasen hanımlar adet ve loğusalık durumlarında camilere giremezler. Ancak Resulullah, bu iki dinî bayramda bir ayrıcalık tanıyarak, onların bu gibi hallerde bile, namaz kılamasalar da cemaate katılmalarına izin vermiştir.[346] Öte yandan, yılda bir kez kılınan bayram namazları, prensip olarak cami içinde değil de, açıklık bir alanda ve sabah erken vakitte kılınır. Namazdan sonra, toplumun değişik kesimleri, kendi zevk ve kişisel imkânları ölçüsünde neşe ve sevinç gösterilerinde bulunurlar. Ancak alkollü içki kullanılması ve ayrıca kadın-erkek karışık şenlikler ve festivaller yasaklandığından, neşe ve sevincin kalabalık insan yığınları içinde yozlaşıp çığırından çıkmasına fırsat verilmemiş olur.
1884. Muhammed (a.s.) sadece bu iki dini bayramı kurumsallaştırmış, ancak daha sonraları Müslümanlar, herkesin kolayca anlayabileceği nedenlerle, bunlara başka gün ve geceleri de ilave etmişlerdir. Bunların başında Muhammed (a.s.)’in doğum gününün kutlandığı, Rebî’ul-Evvel ayındaki Mevlit Kandili ve daha sonra da Resulullah (a.s.)’ın ilk vahyi aldığı (ve Kur’an’da bin aydan veya otuz bin geceden daha hayırlı olduğu ifade edilen) ve adetâ İslâm’ın başlangıcının yıl dönümü demek olan ve Ramazan ayının içinde kutlanan Kadir Gecesi gelir. Bunların dışında, iki kutlama günü (ya da gecesi) daha vardır: Resulullah’ın Mirac’a çıkışının yıl dönümü olan ve Receb ayında kutlanan Miraç Kandili ve yine Resulullah (a.s.)’ın vefat etmiş akraba, dost vs. Müslümanların kabirlerini ziyaret etmeyi adet haline getirdiği, Şaban ayında kutlanan Berat Kandili’dir. Dikkat edilecek olursa, mevsim değişiklikleri (örneğin ilkbaharın başlangıcındaki nevruz gibi) ya da yılbaşı gibi günler bayram olarak değerlendirilmemiştir. Burada yeri gelmişken takvim konusuna değinmek istiyoruz:
1885. Ay ekleme (nesiy) yöntemine dayanan Kameri-Şemsî takvim, hemen hemen bütün Arabistan’da uygulanan Kâ’be’nin haccedilmesi ve aynı zamanda Kureyşlilerin egemenliği altındaki uluslar arası ticaret sayesinde bütün Arap Yarımadasında benimsenmişti. Ancak Araplar zaman hesaplaması yaparken, bulundukları ülkeye özgü, daha kesin sonuçları olan ve Arapların bağımsızlık anlayışına daha uygun düşen başka bir takvim sistemi daha kullanıyorlardı. Buna göre yıl, yağmur yıldızlarından her birinin (nev’)[347] doğuş sırasına göre 28 eşit parçaya bölünüyordu (28 rakamı, aynı zamanda Arap alfabesindeki harflerin sayısını göstermektedir).
1886. Takvim başlangıcı ya da “milât” diye bir olay mevcut değildi. Olaylar kıtlık, savaş, önemli bir kişinin ölümü, Hılfu’l-Fudûl’ün kurulması[348] gibi akılda kalacak çeşitli olaylar esas alınarak tarihlendiriliyordu. Kuşkusuz başlangıç olayları bölge ya da devirlere göre değişmekteydi. Buna göre Müslümanların Hicret’i esas alarak tarihlendirme sürecini Resulullah henüz hayatta iken –ve kimilerine göre bizzat Resulullah’ın talimatıyla (bk. Samhûdî, 2. bs., s. 248)- başlattıklarını, ancak resmî ve evrensel anlamda kabulünün Halife Ömer zamanında alınan bir kararla gerçekleştiğine inanmak daha yerinde olacaktır.
1887. Kamerî takvimdeki gün sayısı 29 ile 30 arasında değişiyor ve ayın ilk günü, batı ufku üzerinde güneş battıktan hemen sonra ilk hilâlin görülmesi ile başlıyordu. Günün başlangıcı olarak güneşin batması esas alınmaktaydı. Üçer günden oluşan her bir grubun özel bir adı vardı. En meşhur grup, eyyâmu’l-bîd (ak günler) adı verilen “dolunay” evresi idi.[349]
1888. Bayram namazlarının kılındığı ve Musallâ denilen açık alanlar da dahil olmak üzere, cami ya da mescit şeklindeki yapılar dışında, İslâm’da herhangi bir dînî yapı mevcut değildir. Veli ya da aziz olarak bilinen kişilerin kabirlerinin veya bunlardan arta kalan eşyaların kutsal sayılması, bunlara tapılması İslâm’da yasak olup, Müslümanlar bu tür şeyleri bilmezler. Toplum için yapmış oldukları güzel işler dolayısıyla velilere saygı duyulması ve onların minnet ve şükranla anılmaları normaldir. Ancak, en azından gerçek İslâmî çevrelerde, tapınma şeklinde davranışlarda bulunulmaz. Muhammed (a.s.), var gücüyle yıldız falcılığına (astroloji) ve eskiden beri süregelen büyü, sihir, kuşların uçuşuna bakarak kehânette bulunma gibi her türlü hurafe ve bâtıl inanca karşı çıkmıştır.
1889. Nezir ve yemin, çok eskiden beri bütün insanların başvurduğu âdetlerdendir. Araplar da bu konuda diğer toplumlardan geri kalmamışlardır. İnsanın, başka zamanlarda yapılması zorunlu olmayan bir şeyi kendisi için zorunlu hale getirmesine nezir (adak) denir. Normal olarak yapılmasına izin verilen bir şeyi insanın kendi kendisine yasaklaması ise yemin’dir. İslâm bunları da bir düzenlemeye tabi tutmuştur. Allah’ın dışında herhangi bir şey üzerine, bilhassa bir takım putlar ve fetişler üzerine yemin etmek kesinlikle yasaklanmıştır. Bir kimse nezir ya da yemininin güvencesi olarak Allah’ın adını anmışsa, artık onu mutlak surette yerine getirmesi gerekir (bk. Nahl: 16/91; Hac: 22/91). Ne yapılması imkânsız ya da çok zor bir iş için, ne de herhangi bir basit ve kolay iş için yemin edilir (bk. Bakara: 2/224). Ağzını sıkı tutmayıp olur olmaz her şeye yemin etmek bağışlanabilir; ama içinden gelerek yapılan bir yemin veya nezirin yerine getirilmemesi kefâreti gerektirir:
“Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakiri doyurmak, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi yerine getirin!”
Başka birinin başına bir zarar ya da belâ gelmesi halinde sadaka vereceğine dair yemin etmek hükümsüzdür. Yine, günah teşkil eden bir istek ya da amaç uğruna edilen yemin de öyledir. Bir gün sahabeden biri, suçlu birini, burnuna bir halka geçirip, bir deveymiş gibi Kâ’be’nin etrafında tavaf edercesine çekip dolaştırarak cezalandıracağına yemin etmişti. Resulullah bu durumu görünce hemen müdahale ederek kendi eliyle ipi kesti ve o adamın sadece elinden tutup çekmek suretiyle yeminini yerine getirmesini emretti (Buhârî, 83: 31, Nº 4). Sahabeden bir kadın ise, Resulullah’ın çıktığı çok zor ve tehlikeli geçeceği önceden belli olan bir savaştan sağ salim dönmesi halinde, onun huzurunda müzik çalarak kendisini eğlendireceğine yemin etmişti. O, bu yeminin yerine getirilmesine izin vermiştir (Ebû Dâvûd, 21: 22; Tirmizî, 46: 17; İbn Hanbel, V, 353, 356).
1890. Resulullah (a.s.), kendilerine herhangi bir dinî önem vermemekle birlikte, rüyaların değerine ve bunların bir anlam ifade ettiklerine inanıyordu. O bunları iki sınıfa ayırmıştı:
1. Edğâsu Ahlâm (Hiç bir değeri olmayan, kâbus şeklindeki rüyâlar),
2. Ru’ya-yı sâliha (Doğru ve gerçeklik ifade eden rüyalar).
Kur’an da rüyâ konusuna yer vererek, İbrahim (a.s.)’in gördüğü sâlih bir rüyâda, Allah’tan oğlu İsmail’i kurban etmesi emrini aldığına işaret eder. Yine Kur’an’da, Hükümdar Yûsuf (a.s.)’un rüyâları yorumlama konusunda sahip olduğu ilahi kudretten bahsedilmektedir. Nitekim kendisi, Kur’an’daki kıssaya göre, önce hapishanedeki iki arkadaşının rüyalarını yorumlamış, daha sonra da Mısır’daki Firavun’unkini yorumlayarak, ona, başlarına gelecek olan bir felâketin zararlarını azaltmanın çareleriyle ilgili bazı önerilerde bulunmuştur: Bu felâket, ülkede yedi yıl art arda yaşanacak olan bir kıtlık-kuraklık devresiydi. Bu arada, Resulullah’ın Uhud savaşında Müslümanların başlarına gelecek olan büyük felâketi önceden gördüğü rüyâyı da hatırlatalım. Rüyâların yorumlanması, daha o zamanlarda bile Müslümanların ilgisini çekmekteydi. Bazen sabah erkenden gelip, Muhammed (a.s.)’e o gece rüyalarında ne gördüklerini anlatıyorlardı: O da bazen çevresindeki insanlara kendi gördüğü rüyaları anlatıp, bunların ne anlama geldiklerini bizzat açıklıyordu.
1891. Müslümanlar arasında ne gaibden haber veren kâhinler, ne de geleceği okuyan falcılar vardı. Ancak Muhammed (a.s.), putperestlik ve büyücülükle ilgili bazı formüllere başvurulmaması koşuluyla, hastalara “okunmasına” ses çıkarmıyordu. Kimi insanların, sahip oldukları sağlam ve derin inançları sayesinde, rahatsızlık duyulan bazı hastalıklara karşı etkili oldukları görülmektedir. Böyle bir zaafı olan herkesi tedavi etme imkânı yoktur. Ancak, insanlığa yakışmayan bazı özelliklerin bu gibi kimselerden giderilmesi ile, bu psişik etkinin izlerini gidermek mümkün olabilir. Bu konuyla ilgili şu iki olayı zikredelim: Bir gün çölde oturan bir bedevîyi akrep ya da yılan sokmuş ve o sırada oradan geçmekte olan seyahat halindeki bazı Müslümanlardan bu talihsiz insanın iyileştirilmesi için ona okumaları rica edildi. İçlerinden biri şöyle dedi:
“Az önce sizden, bize yakınlık ve misafirperverlik göstermenizi istediğimizde reddetmiştiniz. Şimdi biz de karşılıksız sizin hastanızı okumak istemiyoruz.”
O zaman kendisine bir bahşiş vaat edildi; o da kalkıp Bedevi üzerine Kur’ân’ın ilk suresi olan Fâtiha’yı okuyarak yılanın soktuğu yere tükürdü. Hasta iyileşti; bunun üzerine Bedeviler mükâfat olarak çok sayıda koyun hediye ettiler. Müslümanlar yolculukları bitip de Medine’ye varınca, alınan bu ödülün meşru olup olmadığını Resulullah’a sordular. O da, bu Müslümanların sadece Kur’an ayetlerini okumuş olduklarından emin olunca çok memnun kaldı ve şaka yollu şöyle buyurdu:
“Bu kazancınızı bölüşünüz ve ondan bana da bir pay ayırınız.”
Başka bir gün, Temim kabilesinden bir Müslüman bazı Bedevilerle karşılaştı; bunlar, ancak zincire vurularak zapt edilebilen bir akıl hastasının tedavisi için “okuyacak” birini arıyorlardı. Temîmli Müslüman, sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez Fâtiha’yı okuyup hastanın üzerine üfürdü. Bu okuma işi art arda üç gün devam etti. Hasta gerçekten iyileşti ve bunun üzerine bu Temimliyi ödüllendirmek istediler. O tereddüt etti ise de, sonunda çekinerek kabul etti. Medine’ye dönünce, hemen Resulullah’ın huzuruna varıp bu konudaki görüşünün ne olduğunu sordu. Resulullah, bu tür bir “okuma”nın uygun olduğunu söyleyerek, alınan mükâfatın meşru olduğunu bildirdi.[350]
1892. Bunun dışında Muhammed (a.s.), sahabelerine geceleyin yatmadan önce şu duayı okumalarını tavsiye etmiştir:
“Allah’ın yarattığı varlıklardan gelebilecek kötülük ve felâketlere karşı, O’nun en güvenilir âyetlerinin korumasını niyaz ederim!”
Ayrıca şöyle ilâve ediyordu:
“Bu dua sayesinde Allah sizi bütün kötülüklerden koruyacaktır.”
1893. Nazar veya göz değmesi denilen şeye de inanılıyordu: Yaratılışları gereği olağanüstü güçlere sahip bazı insanların, kendilerinin de sahip olmayı istedikleri bir şeyi görüp de bunu elde edemedikleri takdirde, bakışları (nazarları) ile o şeyi mahvedip yok edeceklerine inanılırdı. Resulullah (a.s.), böyle nazarı değen kimselerin ibadet maksadıyla abdest almasını ve abdest alınan bu sudan, nazar değen o insana yahut eşyaya zâhidane bir şekilde serpilmesini tavsiye etmiştir.[351]
1894. Resulullah, kuşkusuz sahabelerini teşvik etmek için, olayları hayra yorma ve uğurlu saymayı sünnet haline getirmişti. Örneğin bir askerî sefere çıktıklarında “Muzaffer” adında bir kabilenin topraklarından geçiyorlarsa, bunu hemen “Muzaffer olacağız” şeklinde yorumluyordu. Aynı şekilde bazı yerleşim birimlerinin, dağların vs. adlarına bakıp, sürekli olarak bunları uğurlu sayma ve iyiye yorma yoluna gidiyordu. Bazı kuşların uçuşlarına ve daha başka olaylara bakarak, yani fal bakmak suretiyle bir şeyin hayırlı (uğurlu) ya da hayırsız (uğursuz) olacağına hükmetmeyi ise kesinlikle yasaklamıştı.
1895. Kara büyü (sihir) denilen şeyin varlığına da inanılıyordu: Bu gibi durumlarda tedavi amacıyla Kur’an’ın bazı âyetlerinin (örneğin Felak ve Nâs sureleri) okunması tavsiye ediliyordu. Kara büyü denilen bu iğrenç şeyin öğrenilmesi ve uygulanması bütün Müslümanlara yasaklanmıştır.
1896. Belli bir kutsallık taşıyan mezarlıklardan da bahsederek bu konuyu bitirelim. Kabristanlarda temizlik ve düzene çok özen gösterilmesini isteyen Resulullah, ister defin sırasında, isterse anma törenlerinde her çeşit israfı yasaklamıştı. Kefen bezi konusunda şu açıklamada bulunmuştu:
“Diriler buna ölülerden daha çok ihtiyaç duyarlar.”
Kabirlerin üzerine türbe ya da anıt gibi pahalıya mal olan eklentilerin yapımını da yasaklamıştır.[352] Hayatta iken sevilip sayılan kimselerin kabirlerine saygı göstermek, doğal bir duygudur. Resulullah, kendi annesinin kabri de dahil, bütün kabristanları ziyaret eder ve Müslümanlar arasından vefat edip gidenler için hayır duada bulunurdu. Ama bizatihi kabir ya da kabristanlara karşı saygı gösterip, bir bakıma kabrin kendisine tapınma anlamına gelecek davranışlarda bulunmayı, örneğin peygamberlerin kabirleri önünde secdeye kapanmak gibi hareketleri yasaklamıştı. O, çevresindekilere daima şunu öğretmeye çalışmıştı: Her şeyin yegâne sahibi ve Rabbi ancak Allah’ tır: Yaratılmış olanlardan hiç biri, O’nun ilahi irâdesini değiştiremez. Üzüntü ve sıkıntı anında, doğrudan doğruya ve sadece Allah’a yönelmek gereklidir. Şefaat kesinlikle reddedilmiş değildir: Ancak bu kavramın yeni bir anlayışla yorumlanması gerekmektedir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur:
“O’nun katında, Onun takdiri ve izni dışında kim şefaat edici olabilir?”
Ancak burada söz konusu olan, Kıyamet ve Hesap Günü yapılacak olan şefaattir. Daha sonraki yıllarda göreceğimiz gibi, Halife Ömer, saygıyı hak edenlerle hak etmeyenler arasında bir ayrım yapmıştır: Hudeybiye’de Resulullah’ın bağlılık yemini (biat) alırken altına oturup gölgesine sığındığı ağacın kutsal bir özelliği vardı ve buraya tedavi edilmek üzere bir takım hastalar gelirdi. Ömer derhal bu ağacın kesilmesini emretmiştir. Ancak aynı Ömer, bir kuraklık esnasında Abbâs’ı yanı başına çağırarak şöyle dua etmiştir:
“Yâ Rabbi! İşte aramızda Senin Resulünün amcası da bulunuyor: O da susuz kalmış durumda…. Sen rahmetinle bize yağmur gönder...”
Ağacın kesilmesi olayında, o ağacın kuvvet ve kudret sahibi olduğuna inanılması, ikincisinde ise, Resulullah’ın amcasına en ufak bir kuvvet ve kudret yakıştırılmaksızın Allah’a sığınıp yakarma söz konusudur.
1897. Sözün kısası, Resulullah daima insan unsuruna yeni ve dinî bir istikamet kazandırmaya çalışıyor ve yaratılmış olan şeylerin önemini bizzat bunları yaratan Allah’a nispet ederek azaltmaya çalışıyordu. O, doğrudan doğruya putperest ve müşrik inançları yasaklıyordu. İnsanların küçük zaaflarına ise hiç müdahale etmiyor, sadece Hayy (Diri), Kadîr (Her şeye gücü yeten) ve her yerde hâzır ve nazır olan Allah’a karşı güven ve teslimiyet duygusunu pekiştirmekle yetiniyordu. Yemek yemeden ve su içmeden önce Allah’ın adını anıyor, bunları yaptıktan sonra da Allah’a hamd ve şükürler ediyordu. İslâm Öncesi Arabistan’ında ziraatla uğraşanlar ve çobanlıkla geçinenler, belli mevsimlerde elde ettikleri ürünün bir bölümünü putları için bir tarafa ayırırlardı. İslâm, bunun yerini almak üzere ve kamu erkinin denetiminde, Âhirette İlâhî bir mükâfata kavuşulacağını vaat ederek, örgütlenmiş bir sadaka (zekât) kurumu getirmiştir. Muhammed (a.s.)’in sahabelerini, içinde hiç bir hurafe ve bâtıl inancın bulunmadığı bir konuma doğru olgunlaşmaya yöneltmekteydi: Ama o, bu yönelişi gerçekleştirirken herkese aynı şekilde davranmıyordu: Ruhî-manevî yapısı kuvvetli olan sahabelerine Allah’a mutlak anlamda güven demek olan tevekkül’ü ve Allah’dan gelen her şeyi kabullenme demek olan rıza’yı öğretiyordu. Bu durum, başa gelen felâket ve kötülükler karşısında Allah’a şikâyet ve sızlanmada bulunmayıp, sadece O’ndan af ve mağfiret dileme halidir. Ruhî-manevî yapıları fazla güçlü olmayan kimselere gelince: O, bunları Tektanrı düşüncesi içerisinde toparlayabilmek için dünyevî-maddî hurafe ve bâtıl inançlardan uzak tutmakla yetiniyordu. Böyle bir durumda insan, her konuda ve her şey için sadece Allah’a yönelecektir. Allah, Diri ve mutlak Kudret sahibi olduğu için, her şeyi takdir edip kararlaştıracak olan da O’dur; ancak, takdir ettiği, olmasını istediği şeyden O’nu döndürecek olan da yine kendisidir. Mutlak merhamet ve şefkatiyle olmasını istediği o şeye ait kararını değiştirecek olursa, artık hiç bir yaratık O’nu bu ilâhî dileğinden döndüremez. İşte bu da vasat insanın Tektanrı anlayışıdır.[353]
1898. Muhammed (a.s.)’ın ilâhî davetle üstlendiği peygamberlik görevi zor olmakla birlikte, o bunu kendisinden önce gelip geçmiş herhangi bir Nebî’den çok daha mükemmel bir biçimde tamamlama mutluluğuna erişmiştir. Muhammed (a.s.)’in ilk vahyini aldığı Nûr Dağı’ndaki (Cebel-i Nûr) bir mağarada elçilik görevinin nasıl başlamış olduğunu daha önce görmüştük. Muhammed (a.s.) ve Ebû Bekir yeni bir hayata başlamak üzere, Medine yolu üzerindeki bir başka dağın, Sevr dağının Hirâ mağarasına sığındıkları zaman, kendisine karşı gösterilen muhalefetin karanlıklarından sonra doğan şafak hatırlardadır; ve nihayet onbinlerce hacının kendisini dinlemek üzere geldiği Arafat’taki Rahmet dağının (Cebelu’r-Rahme) tepesinden H. 10. yılda söylediği ve hükümdardan en basit kula kadar her insan için gerekli asgarî toplumsal görevleri özetlediği Veda Hutbesi ile bu ilâhî vazifesinin eriştiği olgunluk noktası da hepimizin zihnindedir. O, kendisine inananlara sadece insanın Yaratıcısı ile olan ilişkilerini düzenlemek için bir “din” getirmekle kalmamış, aynı zamanda, her devirde ve dünyanın her bölgesinde günlük hayatımızla ilgili her türlü ihtiyaca cevap verebilecek ve bütün zamanların ve koşulların gereklerine uyarlanabilecek bir kurallar manzumesi de sunmuştur.
1899. Ancak o, eserini hayata geçirirken çok büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Son nefesini verinceye kadar, bedenen ve ruhen, elindeki bütün imkânlarla ve kendisini bu davaya tam manasıyla adayarak, hiçbir şekilde gevşeklik ve ihmalkârlıkta bulunmadan mücâdele etmek zorunda kaldı. Ama sonunda, Rahmet Dağı’nda Veda Hutbesi’ni söylediği gün, kendisini dinlemeye gelen onbinlerce Müslüman’a teblîğ ettiği şu ilâhî vahyi almış olması, hem kendisi ve hem de müminler için büyük bir mutluluk kaynağı olmuştur:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı (verip ondan) hoşnut oldum.”(Mâide: 5/3)
1900. Bundan önceki sayfalar, herhalde bu konuda hiç bir mübalâğa olmadığını göstermiştir; zira gerçekten de Muhammed (a.s.), tebliğ ettiği kuralların somut örneklerini hem öğreterek, hem de kendi şahsında uygulayarak, görevini yerine getirmiştir. Konuyu tamamlamak için sözü başkalarına bırakıyorum:
“Hiç bir insan, isteyerek veya istemeyerek bundan daha ulvî bir gaye ortaya koymamıştır; zira bu gaye insanüstü idi, şöyle ki: Yaratan ile yarattıkları arasına sokuşturulan hurafeleri kökünden temizlemek, doğrudan doğruya Allah’ı insana, insanı Allah’a tevdî etmek, putperestliğin uydurma ve maddî ilâhlarından oluşan bu kargaşa ortamında kutsal ve mâkul Ulûhiyet düşüncesini tekrar canlandırmak.
“Hiç bir insan, bu kadar zayıf imkân ve araçlarla, insan gücüyle üstesinden gelinmesi imkânsız bir eser ortaya koymaya kalkışmamıştır. Çünkü, bu kadar büyük bir gayenin anlaşılabilmesi ve gerçekleştirilmesi için, kendisi dışında başvurabileceği tek araç ve yardımcı, çölün bir köşesindeki bir avuç câhil Bedeviden başkası değildi.
“Nihayet hiç bir insan, yeryüzünde daha az zamanda bu kadar muazzam ve bu kadar devamlı bir inkılâbı gerçekleştirememiştir; zira tebliğinin üzerinden henüz iki yüzyıl [20 yıl olarak okuyunuz[354]] geçmeden İslâmiyet, gerek tebliğ ve gerekse silah zoruyla, Arabistan’ın üç ayrı istikametinde hüküm sürüyor, İran’ı, Horasan’ı, Mâverâu’n-nehir’i, Batı Hindistan’ı, Suriye’yi, Mısır’ı, Habeşistan’ı, Kuzey Afrika olarak bilinen bölgeleri, Akdeniz’deki birçok adaları, İspanya’yı ve Galya’nın bir bölümünü Allah’ın birliği anlayışı içinde bir araya getirmeye çalışıyordu.
“Gayenin büyüklüğü, imkânların küçüklüğü ve alınan sonucun büyüklüğü insan dehâsının üç ölçüsü olarak kabul edilecek olursa, insanî değerler açısından modern tarihin önde gelen bir şahsiyetini Muhammed ile karşılaştırmaya kim cüret edebilir! Bunların en ünlülerinin yaptığı şey, sadece silâhları, yasaları, imparatorlukları harekete geçirmek olmuştur; Tabii, bunun sonucunda ortaya bir şey koyabilmişlerse, bunlar da genellikle kendilerinden önce yıkılıp giden maddi güçler olmuştur. Oysa O (a.s.), orduları, yasama erklerini, İmparatorlukları, kavimleri, hanedanları ve yeryüzünün meskûn kısımlarının üçte birlik bölümünde yaşamakta olan milyonlarca insanı harekete geçirdi; ama o bunun yanı sıra tapınakları, ilâhları, dinleri düşünce sistemlerini, inançları ve, ruhları da harekete geçirdi; her harfi kanun olan bir Kitap üzerine, her dilden ve ırktan insan topluluklarını kapsayan manevî bir milliyet tesis etti; ve bu Müslüman milliyetinin silinmez karakteri olarak, sahte ilâhlardan nefret etmeyi ve maddeden münezzeh bir Allah sevgisini aşıladı. Manevi değerleri çiğneyenlerden intikam almayı amaç edinen bu anlayış, Muhammed’in izinden gidenlerin fazileti oldu; yeryüzünün üçte birlik bölümünde onun getirdiği hükümlerin egemen olması onun bir mucizesi idi; daha doğrusu bu, bir insanın değil, aklın mucizesi idi. Uydurma ilâh anlayışlarının artık bıkkınlık verdiği bir sırada ilan edilen Allah’ın birliği düşüncesi, bizatihi öyle bir erdem taşımaktaydı ki, bu düşünce, daha onun dudaklarından dökülürken, eski putlara ait bütün mabetleri yaktı ve kendi nuruyla dünyanın üçte birini aydınlattı.
“Bu adam sahtekârın biri miydi? Onun hayatı boyunca yaptıklarını iyice tetkik ettikten sonra biz öyle olduğuna inanmıyoruz. Sahtekârlık, görüş ve kanaatlerin ortaya konulmasında ikiyüzlülük demektir. Yalanın asla doğruluk özelliği olmayacağı gibi, ikiyüzlülüğün de ikna etme gücü ve kudreti yoktur.
“Mekanikte projeksiyon (yansıtma) gücünün itme gücünün tam ölçüsü olması gibi, aynı şekilde eylem ve faaliyet de, tarihte ilham gücünün ölçüsü demektir. Bu kadar yükseğe, ileriye ve uzun zamana hitap eden bir düşünce, gerçekten güçlü bir düşünce demektir; bu kadar güçlü olabilmek için ise, tamamen samimi ve kendi davasına inanmış olmak gerekir…
“Fakat onun hayatı, eseri, ülkesindeki batıl inançlara karşı kahramanca mücâdelesi, putperestlerin öfkeleri karşısındaki gözü pekliği, onlara Mekke’de 15 [13 olacak] yıl dayanmakta gösterdiği sebatı, toplumda infial uyandıran görevinde ısrar etmesi ve neredeyse hemşehrileri tarafından öldürülecek noktaya gelmesi ve nihayet Hicret edişi, insanlara sürekli olarak öğüt ve nasihatlerde bulunması, benzersiz savaşları, başarılara olan güveni, terslikler ve sıkıntılar karşısında bile kendisine olan güveni, zaferde âlicenaplığı, asla baskıcı olmayan düşünce yapısı, sonsuz duası, Allah’la yaptığı gizemli konuşmaları, vefatı ve kabre konulduktan sonra gerçekleşen zaferi, ortada sahtekârlıktan ziyâde mutlak bir inancın olduğunu kanıtlamaktadır. Ona bir dogma (düşünce sistemi) kurma kudretini işte bu inanç vermiştir. Bu dogma iki yönlü idi: Allah’ın birliği ve Allah’ın maddi bir varlık olmaktan uzak oluşu; biri Allah’ın ne olduğunu, diğeri ne olmadığını söylüyordu: Birisi kılıçla sahte ilâhları deviriyor, diğeri ise söz sayesinde bir düşünceyi başlatıyordu.
“Filozof, hatip, havari, kanun koyucu, savaşçı, düşünceleri fetheden, mâkul ve mantıklı dogmalar ve sûretsiz bir din tesis eden, yeryüzünde yirmi imparatorluğun ve tüm gönüllerde ise bir tek imparatorluğun kurucusu: İşte Muhammed!
“Beşerî büyüklüğün hesaplandığı her türlü ölçüye vurulduğunda, hangi insan daha büyüktür?”
(Alphonse de Lamartine, Histoire de la Turquie, I, 276-280).[355]
1901. Mütevazı gücümüzün elverdiği kadarıyla, O’nun hayatını ve yaptığı faaliyetleri böylece anlatmaya çalıştıktan sonra, bu hikâyeyi, insanlık tarihiyle ilgili bu bölümü, kendisini tamamen insanlığa adayan bu yüce insanın vefatının hüzünlü anlatımıyla bitirelim.
1902. Hayatının son yıllarında, Muhammed (a.s.) genellikle rahatsızdı. Elden geldiği kadar kendisine özen gösteriliyordu. Altmış üç yaşında idi. H. 11. yılın ikinci ayının son haftasında, bir gece kalktı, yatağını terk etti ve şehrin mezarlığına gitti. Orada daha önce ölmüş olan ve ilâhi görevinin başarıya ulaştırılmasında kendisi ile birlik olup hayatını feda edenler için uzun uzun dua etti. Sonra evine döndü ve hanımının baş ağrısından şikâyet ettiğini duyunca ona şöyle dedi: “Esas başı ağrıyan benim!” Ertesi günü durumu ağırlaştı, ancak her gecesini sırayla hanımlarından birinin yanında geçirmeye devam etti. Artık buna da takati kalmayınca, hepsi birden, kendisine aynı yerde, yani hanımı Ayşe’nin yanında kalmasını söylediler. İki yeğeni, Ali ve el-Fadl ibn Abbâs’ın omuzlarına dayanarak Ayşe’nin odasına girdi. Rahatsızlığı daha da artmıştı. Bir gün ailesine, kendisine şehrin yedi ayrı kuyusundan çekilen yedi tulum su getirmelerini ve başına dökmelerini söyledi. Ülkede pek yaygın olan bu tedavi kendisini o kadar rahatlattı ki, yatağından çıkıp Mescid’e gitti ve sahabeleri arasındaki yerini alarak, onlara, birçok hadis ravisinin özet halinde muhafaza etmiş olduğu bir hutbe irat etti:
1903. İbn Hişâm[356] bize şöyle naklediyor: Resulullah başında bir sargıyla evinden çıktı ve camiye gelip minbere oturdu; sonra Uhud savaşında şehit olanlar için dua ederek hutbesine başladı; uzun bir süre böyle devam etti. Daha sonra şöyle dedi:
“Allah’ın bir kulu vardı; Allah ona bu fani dünya ile kendi yüce katı arasında bir tercihte bulunma imkânı verdi; bu kul da Allah’ın yüce katını tercih etti.”
Ebû Bekir bunun mânasını derhal anladı ve Muhammed (a.s.)’in kendi şahsından bahsettiğini fark etti; ağlamaya başlayıp şöyle dedi: “Ya Muhammed! Canımız ve ana-babamız sana fedâ olsun!” Muhammed (a.s.) şöyle karşılık verdi:
“Sus, ey Ebû Bekir!”
Sonra şöyle devam etti:
“Bakınız, kapıları Mescid’in avlusuna açılan bunca ev var. Ebû Bekir’in kapısı dışında hepsini kapayınız; zira davamda bana ondan daha çok yararlı hiç kimseyi tanımadım; gerçekten, insanlar arasında bir dost edinecek olsaydım, bu Ebû Bekir olurdu. Allah bizi kendi katında buluşturuncaya kadar, o benim sahabem ve iman kardeşimdir. Ey insanlar! Usâme’yi (Müslüman bir elçinin katledildiği Suriye’ye doğru) sefere çıkarınız. Yeminim olsun! (Her ne kadar genç olsa da) Onun komutanlığına bir itirazınız var mı? Siz daha önce onun (azât edilmiş bir köle olan) babasının komutan seçilmesine de karşı çıkmıştınız. Gerçekten o, tıpkı babası gibi komutan olmaya lâyıktır.”
Sonra minberden indi ve evine girdi.
1904. Aynı kaynak,[357] Ensar’dan yetkili bir ağıza dayanarak, bize bu konuşmadan başka bölümler de nakletmektedir: Allah’ın Uhud şehitlerine rahmetini esirgememesi için dua ve niyazda bulunduktan sonra, Resulullah şöyle buyurdu:
“Ey Muhâcirler (Medine’ye göç eden Mekkeliler)! Size, Ensâr’a karşı iyi davranmanızı vasiyet ederim; zira insanlar çoğalacak, Ensâr ise aynı durumda kalacaktır. Aralarında sığınacak bir yuva bulduğum bu insanlar, gerçekten benim güvenimi kazanmışlardır. Öyleyse onlar arasından iyilikte bulunanlara siz de iyilikte bulunun, kötülükte bulunanları ise bağışlayın!”
1905. Yeğeni el-Fadl ibn Abbâs da aynı hutbeden alınmış olan şu bölümü naklediyor:
“Ey insanlar! Belki aranızda benden hak iddiasında bulunan kişiler çıkabilir. Kimin sırtına vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!. Kime hakaret etmiş ya da onurunu incitmişsem, işte şerefim, gelsin intikamını alsın. Kimin malını almışsam, işte malım, alsın ve benden bir itiraz gelecek diye asla çekinmesin, zira bu benim sünnetime sığmaz. Gerçekten, benim yanımda sizin en değerli olanınız, hakkını istemeyi bilen ya da ondan vazgeçendir. Böylece Rabbimin huzuruna yüzüm ak olarak çıkabileceğim.”
O zaman cemaatten biri ayağa kalkıp, kendisine bir miktar -Taberî’ye göre 3 dirhem- borcu olduğunu söylemiş ve bu para derhal kendisine ödenmiştir.
1906. Taberî’nin naklettiği bir başka rivayete göre, Resulullah, kendisini dinleyenlerden, eğer borcu varsa kendisinden istemelerini söylediğinde kimse kıpırdamamış ve o zaman Muhammed (a.s.) şöyle demiştir:
“Herhalde yeterince açık ifade edemedim. Bu konuyu tekrar ele almam gerekiyor.”
Böyle söyledikten sonra konuşmasını bitirdi, kürsüden indi ve öğle namazını kıldırdı. Bir süre sonra tekrar kürsüye çıkıp önerisini tekrarladı. İşte o sırada birisi kalkıp, kendisine üç dirhem borcu olduğunu söyledi. Daha sonra Resulullah başka bir konuya geçti:
“Ey insanlar! Eğer içinizden birinizin başkasına borcu varsa onu versin, aşağılanma korkusu onu bundan alıkoymasın, zira bu dünyadaki utanma, ahirettekine göre daha hafif kalır!
[Bu sırada birisi ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Bir askerî sefer sırasında elime üç dirhem geçmişti, onları sakladım ve ganimetleri toplayan görevliye vermedim.”
Muhammed (a.s.) sordu:
“Niçin böyle yaptın?”
Adam şöyle cevap verdi:
“Âcil bir ihtiyacım vardı.”
O zaman Resulullah bu paranın tahsil edilmesini emretti. Sonra konuşmasını sürdürdü:]
“Ey insanlar! İçinizden biri işlediği günahlardan korkuyorsa, benden istesin, onun için Allah’a dua edeyim.”
[Birisi kalktı ve bazı ahlâkî kusurlarından bahsetti; dinleyiciler buna şaşırdılar; ama Resulullah (a.s.) uyardı:
“Bu her zaman Hesap Gününe kalmaktan daha iyidir.”]
Sonra Resulullah evine döndü.
1907. Buhari, Müslim, Mâlik vb. diğer kaynaklar bu konuşmanın daha sonraki bölümlerini şöyle naklederler:
“Allah, peygamberlerinin kabirlerini tapınılacak yerlere dönüştürenlere lanet etti. Sakın benden sonra, kabrimi tapınılacak put haline getirmeyin! Size, Ensâr’a iyi davranmanızı emrediyorum. Onlar vücûdumun giysileri gibiydiler ve en çok güvendiğim insanlardı; onlar kendilerine düşen bütün görevlerini yerine getirdiler, geriye ise sadece hakları kalıyor. Eğer iyilik yaparlarsa siz de onlara iyi davranınız, içlerinden fenalık yapanları ise bağışlayınız.”
1908. Ertesi gün durumu ağırlaştı ve bir kaç gün sürecek olan can çekişme haline girdi. Buhari’ye göre,[358] Resulullah can çekişir vaziyette iken, bir gün evinde bulunanlardan şu istekte bulundu:
“Bana bir yazı yazmam için kâğıt getirin, sonra yolunuzu şaşırmayasınız.”
İçlerinden bazıları şöyle dediler:
“Resulullah çok acı çekiyor. Hem elinizde Kur’ân var; o bize yeter.”
Ailenin bütün üyeleri aynı görüşte değildiler; bazıları şöyle dedi:
“Size bir yazı bırakması ve daha sonra yolunuzu şaşırmamanız için kâğıt getirin.”
diğerleri bir başka şey söylediler. Her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca, Resulullah:
“Buradan çıkın gidin!”
dedi.
1909. Aynı gün birkaç saat sonra, Muhammed (a.s.) şifahen üç şey emretti:
“Yahudi ve Hıristiyanları Arabistan’dan çıkarın; gelen yabancı heyetlere, benim âdet haline getirdiğim gibi, hediyeler verin.”
Râvî İbn Abbâs, “üçüncüyü unuttum” diyor. Bu ayrıntılı bilgiyi bize Buhârî vermekte ve Resulullah’ın diğer bir sahabesi Abdullah ibn Ebî Evfâ’dan naklen, Resulullah’ın bu şifahî vasiyetinde, Kur’ân’a sıkı sıkıya yapışılmasını emrettiğini eklemektedir (krş. yukarıda § 1486 vd. “Gayrimüslimler” bölümü).
1910. Hastalığının başlangıcında Muhammed (a.s.) namaz kıldırmak için mescide çıkmaya devam ediyordu; daha sonra artık takatten kesilince, kendi yerine geçmesi için Ebû Bekir’i görevlendirdi. Birinci defasında Ebû Bekir bulunamadığı için, haberci, namazı Ömer’in kıldırmasını söyledi. Fakat Ömer’in sesini tâ odasından duyan Resulullah:
“Hayır, benim yerime Ebû Bekir’in geçmesi gerekir.” dedi. Tekrar Ebû Bekir’i aramaya gittiler. Ve bundan böyle Muhammed (a.s.)’in hastalığı boyunca namazla Ebû Bekir görevlendirilmiş oldu. Bir gün, Muhammed (a.s.) kendisini daha iyi hissedip namazı kıldırmak üzere dışarı çıktı. Ebû Bekir namaza başlamıştı; ama Resulullah’ı görünce cemaatin arasına karışmak üzere geri çekiliyordu ki, Peygamber yerinden kıpırdamaması için işaret etti ve gidip yanına oturdu; Ebû Bekir, namazı bitirmek için ayakta kaldı. Vefatının arifesinde olsa gerek, bir gün Resulullah kendisini birden iyileşmiş hissetti -fakat bu, hastanın son iyilik halinden başka bir şey değildi- ve evinin kapısına kadar geldi. Bitişikteki camide sabah namazını kılan insanlar bir kaç gün ortalıktan kaybolduktan sonra onu ilk kez görünce sevinçten çılgına döndüler. Ama hiçbiri de yerini terk edip namazını bozmadı. Resulullah bu disiplinden çok memnun oldu, gülümsedi ve gidip tekrar yattı.
1911. Ebû Bekir, o zaman Resulullah’ın yanına gelip, geçmiş olsun dedi ve şehir dışında bulunan (Resulullah’ın hastalığı nedeniyle günlerden beri göremediği) ailesinin yanına gitmek için oradan ayrılma izni istedi. O buna izin verdi, ama birkaç saat sonra, Ebû Bekir bu ayrılışına çok üzüldü.
1912. Resulullah’ın ne kölesi, ne de sürü hayvanı vardı. Sadece beyaz bir katırı, silahları (kılıç vs.) ve bir miktar arazisi vardı. Bu arazilerin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının Devlet hazinesine devredilmesini emretti. Demek ki miras bırakabileceği hemen hiçbir şeyi yoktu. Kılıcının damadı Ali’de kaldığı anlaşılıyor. Sahip olduğu eşyalar hakkında bu şekilde karar verdikten sonra, Muhammed (a.s.), hanımı Ayşe’ye, elindeki (tamamı 7 dinar) parayı ne yaptığını sordu. O, parayı çıkardı ve Resulullah: “Sahip olduğu bu parayla Allah’ın huzuruna çıkmaktan utanacağını” söyleyerek, derhal fakirlere verilmesini emretti. Kendisine ait bir zırh, şehirde bir Yahudi tüccara 30 ölçek (sâ’; yani yaklaşık 40 kilo) arpa karşılığında rehin bırakılmıştı. Muhtemelen bu zırh, daha sonra ailesi tarafından geri alınmıştır; ancak kaynaklar bize bu konuda fazla bir şey söylemiyorlar.
1913. Bazı hadisçilerin naklettiğine göre, Resulullah (a.s.), son günlerinde “Hayber’in fethi sırasında bir kadının kendisine ikram ettiği zehirli bir yemek sebebiyle ölmek üzere olduğunu” söylemiştir. Resulullah’ ın durumu fark ettiğini ve çiğnemekte olduğu eti ağzından çıkarıp attığını, aynı etin diğer bir parçasını çiğneyip yutan bir başka Müslümanın ise oracıkta öldüğünü hatırlatalım. Muhammed (a.s.), hastalığı hakkında şöyle diyordu:
“Zaman zaman bu zehirden çok çektim; şimdi ise beni şah damarımdan vurdu.”[359]
1914. Birkaç saat sonra hastalık tekrar şiddetlendi. Kaynakların ifadesine göre, bir pazartesi sabahıydı. Resulullah artık konuşamıyor, hatta bir şeyler yiyip içmek için bile ağzını açamıyordu. Ailesinden bazı kimseler ona ağzının kenarından, dişlerinin arasından bir ilâç içirilmesini önerdiler. Muhammed (a.s.) bunu yapmamalarım işaret etti. Sadece bıkkınlığını belirtmek istediğini sanıp, yine de ilâcı verdiler. Daha sonra, Resulullah kendine gelip de etrafındakilere ne yaptıklarını sorunca, onlar şöyle cevap verdiler: “Habeşistan’da zatülcenpten rahatsız olup ağzını açamayan hastalara bu ilâcın verildiğini görmüştük.” Muhammed (a.s.) sinirlenip şöyle dedi: “Allah bana aslâ bu iğrenç hastalığı vermeyecek.” Sonra aynı ilâcın aynı şekilde (ağızlarının kenarlarından ve dişleri arasından), amcası dışında oradaki herkese verilmesini emretti. Hastaya hürmeten, o gün oruçlu olan Resulullah’ın hanımlarından biri de dahil olmak üzere, bu emir herkese uygulandı.[360]
1915. Biraz sonra Muhammed (a.s.) tekrar kendisini çok kötü hissetti ve konuşamaz oldu. O sırada kayınbiraderi (Ebû Bekir’in oğlu) elinde bir misvakla odaya girdi. Muhammed (a.s.) arzuyla misvaka baktı. Zevcesi Ayşe kendisini anlayıp, Resulullah’ın dişlerini fırçaladı. O buna çok memnun oldu. Sonra Resulullah’ın başını alıp kollarına ve dizleri üzerine dayadı. Bundan sonra ne olup bittiğini onun ağzından öğrenelim:
“Son olarak Resulullah, alçak sesle ara sıra: “Lâ ilahe illallah; ruhunu teslim etmek ne zor şeymiş!” diyordu. Güçlükle duyulan son sözü şu oldu: “Yüce Dost’la birlikteyim (Me’ar-Refikı’l-A’lâ); sanki iki şık arasından bir seçim yapıyor gibiydi.”
Ayşe şöyle devam ediyor:
“Gençtim, hiç bir şey anlamıyordum; şaşkınlığım arasında Resulullah kollarımda son nefesini vermiş ve benim hiç haberim olmamıştı! Odadaki diğer hanımlar ağlamaya başlayınca, başımıza neyin geldiğini anladım; Resulullah (a.s.)’ın başını yastığa koydum, ayağa kalktım ve ben de diğerleri gibi yüzüme vurmaya başladım.”
1916. Son böyle oldu...
1917. İlk asır Müslüman tarihçilerine göre, Muhammed (a.s.)’in sırtında, hayat hikâyesinde birçok kez sözü edilen bir tür et beni vardı.[361] Ölümünden sonra, kendisini son kez yıkayanlar, bu beni artık bulamadılar. Bunun “Risâlet Mührü” olduğuna inanılmıştır; vefatı üzerine peygamberlik görevi sona erdiği için, bu mühür geri alınmıştır. [362]
1918. Resulullah (a.s.)’ın vefatı, Medine’deki İslâm toplumu için çeşitli sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştı. Çünkü bu topluluk, ilk ve son kez ilâhi bir Elçiyi kaybetme durumu ile karşı karşıya idi.[363]
1919. Cenaze nereye gömülmeli? Kabri nasıl kazmalı? Naaşı Mekke tarzına göre çıplak olarak mı, yoksa Medine tarzına göre giysileriyle birlikte mi gasletmeli? vs.: Bütün bu sorular arasında, Muhammed (a.s.)’in “Peygamberlerin son nefeslerini verdikleri yere gömüldükleri” şeklinde bir hadis söylediği hatırlandı. Biri Mekkeli, diğeri Medineli olmak üzere iki mezar kazıcısı çağrıldı. Ve işin bunlardan hangisi önce gelirse ona havale edilmesi kararlaştırıldı. İlk gelen Medineli oldu. Naaşın üzerinden giysilerin çıkarılmamasına karar verildi: Sonuçta giysileriyle birlikte gasledilip, daha sonra naaşın gömülebilmesi için bu giysiler çıkarılıp, onların yerine birçok kefen beziyle sarıldı. Cenaze töreni düzenlenmedi. Naaş, Muhammed (a.s.)’in son nefesini verdiği odada kaldı ve kadın-erkek şehrin sakinleri iki gün iki gece cenazeyi selamlamak ve arkasından dua etmek üzere bu odaya bölükler halinde girip çıktılar. Sonra, aynı odada toprağa verildi.
1920. Bu arada insanları yatıştırma sorunu ortaya çıktı. Resulullah (a.s.)’ın vefat ettiği haberi yayılır yayılmaz, şehirde büyük bir galeyan oldu, herkes mevtanın evinin yanındaki Mescid’e geldi. Kimileri ağlıyor, bazıları o an için çılgına dönüyorlar ve her biri değişik şekillerde üzüntüsünü dile getiriyordu. Toplumun önde gelen kişilerinden Ömer, Resulullah (a.s.)’ın “öldüğünü” söyleyen herkese kızmaya başladı; Kılıcını çekip, şöyle söyledi: “Kim Resulullah’ın öldüğünü zannediyorsa, onun boynunu vururum. Vallahi o kesinlikle ölmedi, sadece, Musa’nın gidişi gibi, bir süre sonra tekrar ümmeti arasına dönmek ve Kıyamet Gününe kadar onlara rehberlik etmek üzere Allah’ın katına vardı.”
1921. Şehir dışına çıkmış olan Ebû Bekir de kısa bir süre sonra çıkageldi ve hemen Resulullah (a.s.)’ın yatak odasına girdi; Yüzünün örtüsünü açarak saygıyla öptü ve şu sözleri söyledi:
Anam-babam sana feda olsun; Allah’ın sana yazmış olduğu ölümü artık bir kere tattın, bundan sonra onu bir daha asla tatmayacaksın.”
Daha sonra Mescide gitti; orada Ömer’in halka hitap edip kılıcıyla onları tehdit ettiğini görünce, şöyle söyledi:
“Sakin ol Ömer!”
Ama o hiç onu dinlemedi. Ebû Bekir cemaatin ortasına doğru ilerledi ve bir konuşma yapmaya başladı. Herkes onun sözlerine kulak kesilmişti ve Ömer de sakinleşmek zorunda kaldı.
1922. Ebû Bekir, her zaman olduğu gibi Allah’a hamd ü senadan sonra şöyle dedi:
“Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki o gerçekten ölmüştür; ama kim Allah’a kulluk ediyorsa, Allah Diri (Hayy)’dir ve asla ölmez.”
(Daha sonra sözlerini Kur’an’ın şu ayetlerini okuyarak sürdürdü:
“Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân: 3/144)
Ömer üzüntü ve kederinden yere çöktü kaldı ve her yerden feryat sesleri duyulmaya başladı. Muhammed (a.s.)’in sadık dostu ve kayınpederi, güçlü şahsiyet Ebû Bekir, bütün cemaati kendi etrafında topladı ve şehirdeki önemli ve acil her sorun için kendisine danışılmaya başlandı.[364]
1923. Bir Devletin, merkezî bir teşkilâttan mahrum kalması düşünülemez. Defin işlemlerine başlanmadan önce bile, Ensar’dan bazıları, bu konu hakkında kafa yordular ve yakın arkadaşlarını, bu işin üstesinden gelmeye davet ettiler. Kuşkusuz bunlar bizzat kendilerini halifeliğe lâyık görüyorlardı. Toplantıya katılanların sayısı oldukça sınırlı idi. Ama kendilerini önceden Ebû Bekir lehine hazırlayan Ensar’dan bazıları, gelip ona bu toplantıdan bahsettiler ve daha fazla geç kalıp da bir oldu bittiyle karşılaşmamak için, bu sorunla ilgilenmesini kendisinden rica ettiler.
1924. İlk Halifenin seçilmesi ile ilgili anlatımlar İbn Hişâm ve Vâkıdî’de (Kitâbu’r-Ridde, Bankipore el yazması) yer almaktadır. Vâkıdî eserinde daha fazla ayrıntıya girmiştir. Onun bu konuda verdiği bilgiler kısaca şöyledir:
1925. Ebû Bekir, Resulullah’ın evinden çıkıp Mescid’e geldi ve oradakilere şu kelimelerle hitap etti:
1926. Ey insanlar! Kim Allah’a kulluk ve ibâdet ediyorsa (bilsin ki) O, daima Hayy (Diri)’dır; O’nun için ölüm yoktur. Ancak Muhammed’e tapa kimse bilsin ki o gerçekten ölmüş bulunuyor. Allah, vaktiyle Muhammed’e Kur’ân’da şöyle söylemişti: “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler”(Zümer: 39/30). Ve yine: “Biz senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı ölümü tadacaktır..”(Enbiyâ: 21/34-35) Ayrıca: “Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân: 3/144) Bilmiş olun ki hakikaten Muhammed kendi yoluna gitti. Bu durumda onun emr (komuta, yönetme erki)’inde herhangi birinin onun yerine geçmesi kaçınılmazdır. İyi düşünüp taşının ve sonra ne düşündüğünüzü söyleyin. Allah size merhamet etsin!”
1927. Mecliste bulunan bütün topluluklar ona: “Peki, yarın bunu düşüneceğiz, İnşaallah” dediler. Sonra herkes dağıldı.
1928. Ertesi gün Mekkeli Muhacirlerin bir kısmı Ebû Bekir’in yanına geldiler; Medineli Ensar’ın bir kısmı da, bugünkü Suriye kapısının hemen yakınında, Mescid-i Nebevî’nin kuzey- batısındaki Benû Sâ’idelerin toplantı salonunda (sakîfe) bulunan Hazrecli Sa’d ibn ‘Ubâde’ye yöneldiler. Ali ise, çevresine ez-Zubeyr ibn Avvâm da olmak üzere, Benû Hâşim’e mensup bazı üyeleri toplayarak, üzgün bir şekilde kendi evinde kaldı. Bütün Medine halkı, Muhâcirlerin ve Ensarın ne söyleyeceklerini dinlemek üzere dışarı çıkmıştı. Benû Sâ’idelerin Sakîfe’sinde toplanmış olan Ensar’ın arasından ilk sözü Evsli Huzeyme ibn Sâbit aldı ve şöyle dedi:
“Ey Ensar! Şayet siz önceliği Mekkeli Kureyşlilere verirseniz, bu iş (hilâfet), Kıyamet Gününe kadar onlar üzerinde kalacaktır. Allah, kendi Kitabında sizi Ensar (yardımcılar) olarak adlandırdı (Tevbe: 100, 117); hem Resulullah da sizin aranızda iken vefat etmiştir. Öyle ise, Kureyşlilerin kendisinden çekinecekleri ve Ensar’ın da güvenle kabul edecekleri birini seçiniz.”
1929. Hazrec kabilesinden olan Ensar grubu şu cevabı verdi:
“Haklısın! Biz kendi başkanımız Sa’d ibn Ubâde’yi seçiyoruz!”
1930. Muhâcirlerden bazıları da orada idiler; ama henüz şaşkınlıklarını üzerlerinden atamamışken, bu kez Ensardan Evsli Useyd ibn Hudeyr ayağa kalkarak şöyle konuştu:
“Ey Ensar! Allah sizi Ensar (yardımcılar) diye adlandırarak, sizin yurdunuzu bir sığınak kılıp Resulullah’ın vefatını da sizin aranızda takdir ederek, size nimetini bol bol vermiş oldu. Şimdi bu emr (yönetme) işini Allah’ın takdirine bırakın. Bu emr, sizden çok Kureyşlilere aittir. Öyleyse siz sadece onların tercih edecekleri kimseyi tercih edin ve onların uzaklaşacakları kimseden de uzaklaşın.”
1931. Bazıları ayağa fırlayıp ona hakaretler yağdırdılar ve onu susturmaya çalıştılar. O zaman, Hazrecli Beşîr ibn Sa’d şu hatırlatmayı yaptı:
“Ey Ensar! Siz Kureyşlilere bağlısınız, Kureyşliler de size bağlıdır. Eğer iddianızda haklı iseniz, buna kimse karşı çıkmayacaktır. Eğer siz, “Biz (Resulullah’ı) bağrımıza bastık ve ona yardım ettik” diyorsanız, gerçekte Allah, Kureyşlilere daha iyisini bağışlayıp nasip etmiştir. Öyleyse siz “Allah’ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve kavimlerini helâk yurduna süren kimseler (İbrahim: 14/28) gibi olmayın.”
1932. Daha sonra Evs’li Uveym ibn Sâ’ide ayağa kalkarak şunları söyledi:
“Ey Ensar! Sizler İslâm’ı savunan ilk kimseler olmuştunuz; şimdi bu davaya inanlarla savaşan ilk insanlar da siz olmayın. Hilâfet ancak peygamberlik görevi kimler arasından gelmişse onlara aittir. Öyleyse Hılâfet’i Allah’ın peygamberlik görevini verdiği kimselere bırakınız; hem, İbrahim Peygamber de bir duasında bunu kastediyordu” (bk. Bakara: 2/128-129; İbrahim AS, bu âyette Allah’ın Mekke’de kendi soyundan bir peygamber çıkarması için dua etmektedir).
1933. O zaman, aslen Bali kabilesinden ve Evs kabilesinin mevlâsı konumundaki Ma’n ibn ‘Adî ayağa kalktı ve şöyle dedi:
Ey Ensar! Kureyşlileri devre dışı bırakarak, Emr’in size ait olduğunu düşünüyorsanız, sizin tarafınızdan seçilecek kimseye biat edebilmeleri için bundan onları da haberdar edin. Ama bu Emr Kureyşlilere ait ise ve sizin bu olayın dışında kalmanız gerekiyorsa, o zaman bu işi onlara bırakın. Zira Allah’a yemin ederim ki Resulullah, Ebû Bekir’i kendi yerine cemaate namaz kıldırması için imam tayin etmeden vefat etmedi; böylece biz, Resulullah’ın, dinin direğini teşkil eden namazda bize imamlık yapması için onu seçtiğini öğrenmiş olduk.”
1934. Ensar bu şekilde tartışırken, Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde, yanlarında Muhacirlerden bir topluluk olduğu halde oraya geldiler. Hepsi yerlerini alıp oturdular ve bir süre hiçbir şey söylemediler. Daha sonra Hazrec’li Sâbit ibn Kays ayağa kalktı ve şöyle konuştu:
“Ey Muhâcirler! Sizler de bizim gibi biliyorsunuz ki Allah, Muhammed’i kendi Resulü olarak göndermiştir; kendisi başlangıçta (insanların) işkence ve karşı koymalarına rağmen, Allah ona her türlü şiddet hareketinden kaçınmasını emrettiği için, Mekke’de kaldı. Daha sonra onun Hicret etmesine ve savaşmasına izin verdi. Biz onun yardımcıları ve sığınağı olduk. Sonra siz geldiniz ve biz elimizdekileri sizinle paylaştık. İmdi İslâm’ın gerçek kudret ve kuvveti biziz ve Allah Kuran’da bizden bahsediyor: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri muhtaç durumda olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler…” (Haşr: 59/9) Diğerleri gibi, bu ayeti de kimse inkâr edemez. Öte yandan sizler, bizim şeref ve itibarımız hakkında Resulullah’ın söylemiş olduğu bütün güzel sözleri biliyorsunuz. O artık bu dünyadan göç etti ve hiç kimseyi açıkça kendi yerine Halife olarak tayin etmedi; ama, ümmetinin Allah’ın Kitabına ve Resulünün Sünnetine sık sıkıya sarılmalarını kesinlikle emretti. İnsanlar bu emirlere tutundukları sürece yanlış ve batıl üzerinde bir araya gelmeyeceklerdir. Bizler Allah’ın yardımcıları olduğumuza göre, halkı idare etmek de ancak bize düşer. Ey Muhâcirler! bu konudaki düşünceniz nedir? Ve’s-Selâmu Aleyküm.”
1935. Bunun üzerine Ebû Bekir ayağa kalkarak, şöyle cevap verdi:
“Ey Sabit! Senin halkın (Ensar) tamamen senin anlattığın gibidir; kimse bunun aksini söyleyemez. Bizlere (Muhâcirlere) gelince; Allah bizim hakkımızda da vahiy göndermiştir. (Haşr: 59/8): “(Allah’ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.” (Haşr: 59/8); ve Allah size Kur’ân’da (Tevbe: 9/119), “Ey îman edenler! Allah’dan korkun ve sadıklarla beraber olun” diyerek, “sadıkları” izlemenizi emretmektedir. Öte yandan, çok iyi bilirsiniz ki, Araplar bu Emr işini ancak kendi aralarında en ünlü ve şerefli kabile olarak gördükleri Kureyşliler için kabul edeceklerdir. Ve aynı zamanda İbrahim (a.s.)’in duasında (Bakara: 2/129) kastettiği kimseler de bunlardır. Öyleyse ben bu ikisinden birini sizler için seçiyorum: Ömer ve Ebû ‘Ubeyde. Bu ikisinden birine biat ediniz.”
“Kendisinde dikkate değer ve modern bir avukat ruhu sezilen Sâbit ibn Kays, ayağa kalkarak şu soruyu yöneltti:
“Ey Muhacirler! Ebû Bekir’in dediği şey konusunda hemfikir misiniz?
“Onlar:
“Evet hemfikiriz.”
Deyince, Sabit:
“Sizin Ebû Bekir’e, Resulullah (a.s.)’a karşı geldiği gibi bir suçlamada bulunmamanız gerekirdi.”
Onlar:
“Nasıl yani?”
Sabit:
“Siz, Resulullah (a.s.)’ın Ebû Bekir’i namazları kıldırmak üzere görevlendirdiğini ve bunu sadece onu kendisine Halife olarak tayin ettiğini göstermek için yaptığını söylememiş miydiniz? Oysa Ebû Bekir Halifelik seçiminden çekilerek ve “ben sizin için şu ikisinden, yani Ömer ve Ebû Ubeyde’nin birini seçtim” diyerek, Resulullah’a karşı gelmiştir. Siz nasıl olur da, bizzat Resulullah tarafından tercih edilip seçilmiş olan kimsenin (Ebû Bekir’in) göstermiş olduğu şu kimselere (Ömer ve Ebû Ubeyde’ye) tâbi olursunuz? Ey Muhâcirler! Resulullah (a.s.)’ın Ebû Bekir’i Halifesi olarak tâyin ettiğine tanıklık ettiğiniz halde başkasını seçerseniz, ola ki siz de Allah’a itaatsizlik etmiş olursunuz.”
“Muhacirler, ilk Müslümanların kendi kabileleri içinden çıktığına dikkat çekerken, Ensarın büyük meziyetlerini de asla inkâr etmediler. Şöyle dediler: “Hepimizin ortaklaşa aldığımız bir karara göre, şayet başkan Muhacirler arasından seçilirse, bakanlar da Ensardan olacaktır; biz onlar hazır olmadıkça ve onlarla istişare etmedikçe hiçbir karar almayacağız.”
“Hazrecli el-Hubâb ibn el-Munzir bir uzlaşma önerisinde bulunmak üzere ayağa kalktı. O da, Ensarın Emr konusunda, herkesten daha çok hakkı olduğunu vurguladıktan sonra, şu öneride bulundu: “Şayet bu insanlar (Muhacirler) bizim dediklerimizi kabul etmek istemiyorlarsa, o zaman bir Emîr (emr’i kendi elinde tutan) bizden, bir Emîr de onlardan olsun!”
“Ancak yeğenlerinden ikisi, Useyd ibn Hudeyr ve Beşîr ibn Sa’d, bir tek şehirde birbirlerine muhalefet eden iki Emîr şeklindeki bu bölücü öneriyi reddetmek için ayağa fırladılar.”
“El-Hubâb ibn el-Munzir, sadece Ensarın çıkarlarını gözetmek durumunda olduğunu ve şayet bunlar kendi önerisini beğenmemişlerse onu geri çekeceğini, ayrıca önerisinin abartılacak bir yanı olmadığını söyleyerek özür diledi.
“Bu konuşmayı, Ömer ile el-Hubâb arasında geçen ve daha sonra şair Hassân ibn Sâbit’in de katıldığı kısa ama hararetli bir tartışma izledi. Kargaşa giderek büyüyordu, fiziksel şiddete başvurulmasından bile endişe ediliyordu. Bu durumda Mâ’n ibn Adiyy yeniden söz aldı ve onun etkileyici kişiliği sayesinde ortalık yatışmış oldu. O şöyle diyordu:
“Ey Muhacirler! Allah’a yemin ederim ki, bizim için yeryüzünde sizden daha aziz kimse yoktur. Bizim endişemiz sadece, kendisine tabi olunacak kimsenin Muhammed ümmeti arasında adaleti gözetip gözetmeyeceğidir. O, bu konu ile ilgili olarak: “İdareciler Kureyş’tendir,” buyurmuştu. O halde halifenin de onlar arasından seçilmesi gerekir. (İbn Hişâm’ın naklettiğine göre, Resulullah (a.s.)’ın o sırada Ensar arasında da çok iyi bilinen bu hadisini bu görüşmeler sırasında ilk kez hatırlatan Ebû Bekir olmuştu).
“Daha sonra Beşîr ibn Sa’d söz alarak, o ana kadar kimsenin dikkat etmemiş olduğu Resulullah (a.s.)’ın bu hadisinin hatırlatılmasına görünüşe bakılırsa çok şaşırmış şöyle haykırmıştı:
“Elbette! Allah’a yemin ederim ki, biz gerçekten Resulullah (a.s.)’ın bunu söylediğini işitmiştik; ve ben, bu Emr’in kendisinden sonra Kureyşlilere kalacağını çok iyi anlamıştım. Allah’a yemin ederim ki artık bu Emr işini onlarla tartışmayı (Allah) bana göstermez. Ey Ensar! Allah’tan korkunuz ve artık bu işi onlarla tartışmayınız!
“Sonra Ebû Bekir yeniden söz alarak Beşîr ibn Sa’d’e övgüler yağdıran bir konuşma yaptı ve şöyle dedi:
“Ben bu Emr’e aday değilim ve size sırasıyla Ömer ya da Ebû ‘Ubeyde’yi öneriyorum.”
“Her ikisi de bu öneriyi reddettiler ve onun (Ebû Bekir’in) Muhâcirlerin en hayırlısı ve Resulullah (a.s.)’ın sığındığı mağarada (bk. Tevbe: 9/40) ona eşlik eden tek kimse olduğunu ve vakit namazlarını kıldırmak için kendi yerini almak üzere bizzat Resulullah (a.s.) tarafından görevlendirilen biri olduğu için Ebû Bekir’in seçilmesinin gerektiğini söylediler. Daha sonra Ebû Bekir’den, kendisine biat edilmek üzere elini uzatmasını istediler.
“Beşîr ibn Sa’d yeniden fırlayıp şöyle haykırdı:
“Allah aşkına sizden rica ediyorum! Benden önce kimse Ebû Bekir’e biat etmesin!..
Ve gerçekten, ilk biat eden o oldu.”
1936. Düş kırıklığına uğrayan bazı müfritler, hala karşılıklı olarak acı ve sitemli sözler söylemeyi sürdürüyorlardı. Ama, Ensar da dahil bütün orada hazır bulunanlar, biatlerinin simgesi olmak üzere, sırayla Ebû Bekir’in elini sıktılar.
1937. Hazreçlilerin adayı olan ve o sırada oldukça rahatsız olan Sa’d ibn ‘Ubâde ise kolay kolay razı olacağa benzemiyordu. Ancak Ebû Bekir’in güttüğü siyaset herkesi yatıştırdı. Zira o, kimseyi halifeliğini kabul etmek için zorlamamış ve taraf ya da hasım olarak görmeksizin herkese bilinçli bir adalet uygulamıştı; ve kendi kabile mensupları bile Sa’d’i yalnız bıraktılar.
1938. Resulullah (a.s.)’ın ailesi Benû Hâşim ve Ali ile de bazı zorluklar ortaya çıkmıştı. Medinelilerin hemen tamamından biat aldıktan sonra, Ebû Bekir, Ali’yi de getirtti. Ali, kendisi görüşünün alınmaması ve bir oldu bitti ile karşı karşıya bırakılmaktan duyduğu hoşnutsuzluğunu dile getirdi. Özellikle şu ifadeyi kullandı:
“Sizler Muhâcirler olarak, bu Emr konusunda, Muhammed’in kendi aranızdan çıktığını ve Ebû Bekir’in de ona yakın olduğunu söyleyerek Ensar’a galip geldiniz; oysa ben, Resulullah’ın ailesi (Ehl-i Beyt) olarak kendisine herkesten daha yakın olduğum konusundaki delilleri size defalarca tekrarlamaktayım.”
1939. Bunun üzerine (Muhacirlerden) Ebû Ubeyde ve (Ensardan) Beşîr ibn Sa’d, Ali’yi yatıştırmaya çalışarak, onun Muhammed’in halifeliğine kendi lehinde liyakat iddiasında bulunduğundan haberleri olmadığını söylediler. Ve kendisini, esasen herkesin kabul ettiği şeyi onun da kabul etmesi için iknaya çalıştılar. Ebû Bekir de şöyle dedi:
“Ey Ali! Keşke ben, senin bu Emr konusunda bana itiraz ettiğini bilseydim! Ben, ne bunun ardından koştum, ne de istedim. Şimdi herkes biat etti. Eğer sen de aynı şekilde hareket edersen, senden beklediğim şey(i yapmış olursun). Aksine, hemen biat etmek istemiyor ve biraz düşünmeyi arzu ediyorsan, seni zorlayacak değilim. Sana hak veriyorum, selâmetle evine dön!”
Ali evine döndü. Akşam olduğunda, (Buhârî gibi, bk. 85/3/1) diğer kaynakların da ifade ettiğine göre, Resulullah (a.s.)’ın kızı ve Ali’nin hanımı Fâtıma, Ebû Bekir’in huzuruna gelerek, Resulullah’ın terekesini ve özellikle Fedek bölgesindeki araziyi miras olarak istedi. Ebû Bekir kendisine, Resulullah’ın “Biz peygamberler, miras olarak bir şey bırakmayız” şeklindeki bir hadisini hatırlattı. Ona, tıpkı Resulullah’ın hayattayken yaptığı gibi, Peygamber’in aile bireylerinin masraflarını karşılamaya devam edeceğine dair güvence verdi. Fâtıma, bu işten pek memnun olmadı ise de artık Ebû Bekir’e fazla bir şey söylemedi. Ali, Resulullah (a.s.)’ın kızı olan hanımına saygısından ötürü, Ebû Bekir’e biat etme işini bir süre askıya aldı; ancak İslâm Devletinin o günkü sorunları hakkında kendisiyle işbirliğini sürdürmeye devam etti. Birkaç ay sonra Fâtıma’nın son nefesini vermesi üzerine, Ali de herkesin huzurunda Ebû Bekir’e biat etti.
1940. Bu konuyu, seçildikten hemen sonra Ebû Bekir’in yapmış olduğu, ilk Müslümanlardaki egemenlik anlayışını ve Ebû Bekir’in izlediği genel siyasetin temellerini ortaya koyan hutbesi ile bitirelim. Medine’de oturanların çoğunluğunun yardım ve desteğini aldıktan sonra, Ebû Bekir toplanmaları için onları Mescid’e çağırdı; burada Ömer söz alıp, önceki günkü davranışından ötürü (Resulullah öldüğünü söyleyen kimseleri ölümle tehdit etmişti) özür diledi, Ebû Bekir’in meziyetlerini hatırlattı ve kendisine yeniden biat edilmesini istedi. Herkes memnuniyetle bu isteği yerine getirdi. Daha sonra Ebû Bekir söz aldı.
1941. Kendisi ilk olarak, her zamanki gibi Allah’a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi:
“Ey insanlar! Aranızdan en iyiniz olmadığım halde, sizin Başkanınız olarak seçilmiş bulunuyorum. Öyleyse, eğer iyi ve güzel davranırsam bana yardım ediniz, şayet kötü davranacak olursam beni düzeltiniz. Gerçekte doğruluk, güven ve emniyettir; yalan ise güven ve itimadın kötüye kullanılmasıdır. Bu durumda, içinizden zayıf olan (zulme uğramış) kimse, ben onun adına hakkını alıncaya kadar, benim nazarımda güçlüdür; ve sizin içinizde (zulüm yapan) güçlü kimse ise, başkasının hakkını ondan geri alıncaya kadar benim gözümde zayıftır. İnşaallah. Şimdi beni dikkatle dinleyin! Allah uğrunda mücadele etmeyi ihmal eden hiçbir toplum yoktur ki Allah onları hakir ve zelil bir duruma düşürmemiş olsun; bir toplumda ahlâksızlık yaygınlaşmaya görsün! Allah muhakkak onların hepsini kuşatacak bir bela ve musibet verecektir. Ben Allah’a ve O’nun Resulüne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Ne zaman ki Allah’a ve O’nun Resulüne isyanda bulunurum, o zaman artık bana kesinlikle itaat etmeniz gerekmez. Haydi şimdi namaza kalkın ki Allah da size Rahmeti ile karşılık versin!”
1942. Ebû Bekir cemaate namazı kıldırdıktan sonra evine döndü (bk. İbn Hişâm, s. 1017, Belazuri, Ensâb, I, § 1196). Bu konuyla ilgili iki önemli olayı hatırlatalım: a) Belâzurî’ye göre (Ensâb, I, 587, § 1189): “Genel olarak herkesin kendisine bağlılık yemininde bulunup biat etmesinden sonra, Halife Ebû Bekir, ertesi günden itibaren üç gün peşpeşe (Medine şehrini kapsayan) şu ilânda bulundu:
“Sizleri, ettiğiniz biat yeminlerinde serbest bırakıyorum. Hilâfet makamı için bir başkasını seçip ona biat edebilirsiniz.”
Tabii kimse bu çağrıya uymadı. b) El-Hâkim’e göre (bk. Mustedrek, III, 66): “Ebû Bekir biatler edildikten sonra bir konuşma yapmak için ayağa kalktı ve önce herkesten özür dileyerek şöyle dedi:
“Allah’a yemin ederim ki, benim şu Hilâfet makamında asla gözüm olmamıştır: Ne gündüz, ne gece, bunu asla arzu etmedim ve bu işin bana verilmesi için gizli ya da açıktan Allah’a dua etmedim. Ancak (şayet bu görevi kabul etmediğim takdirde) toplumda fitne ve kargaşa) çıkmasından endişe ettim. Bundan böyle, Halifelik görevi üzerimde olduğu sürece bana asla rahat ve huzur yoktur. Bana yöneltilen bu görevi yerine getirebilmem için, Allah’ın bana bağışladığı güç ve imkânlar dışında, hiç bir güç ve imkân bulunmamaktadır. Bugün benim yerime bu işi daha iyi yerine getirebilecek birinin görevlendirilmesini isterdim.”
1943. Böylece Allah’ın lûtfu ve yardımı sayesinde, Resulullah (a.s.) için büyük anlam ifade eden bazı dilek ve temenniler gerçekleşmiş oldu.
1944. Gerçekten de o şöyle bir açıklamada bulunmuştu
“Biz, kamuya ait bir görevi, ona talip olan kimselere vermeyiz.”[366]
Resulullah (a.s.)’la çok yakın ilişkileri olan ve İslâm öğretisini en güzel bir şekilde temsil eden şahsiyetlerin, asgarî düzeyde de olsa parlaklıklarından bir şey yitirmemeleri gerekirdi. Daha önce de gördüğümüz gibi, sahabenin önde gelenlerinden bazıları, Halifeliği kendileri için istemişler, bir kısmı ise asla böyle bir şeyi arzu etmemişlerdi.
1945. Resulullah (a.s.), aynı zamanda bütün ırklar arasında mükemmel bir eşitlik bulunduğunu açıklayarak, bireyler arasındaki yegâne üstünlüğün ise sadece takva konusunda söz konusu olabileceğini açıklamıştı.[367] En yetenekli kimselerden biri olsa bile, halifeliğe Resulullah (a.s.)’ın yakın bir akrabasının seçilmesi, yerleştirilmeye çalışılan bu yeni anlayışa gölge düşürecekti. Şunu hatırlatalım ki, Ebû Bekir, kuşkusuz Kureyşlilere mensup olmakla birlikte, kabilesi olan Benû Teym, Kusay’ın soyundan gelmediği için onlara soğuk duran, hatta Kureyş’in pek itibar etmediği[368] bir aileye mensup idi. Daha sonraları Müslümanlar, kölelikten yeni azât edilmiş ve Mısır’da Memluk, Hindistan’da Gulâmân gibi hanedanların kurucusu olan hükümdarlara en küçük bir tereddüt göstermeksizin itaat etmişlerdir. Resulullah (a.s.) gerçekçi biri idi ve sürekli olarak yenilenmeyi tercih ediyordu. Belâzurî’ye göre[369] Resulullah (a.s.), Medine’den askeri seferler amacıyla 25 kez çıkmış ve sürekli aynı kişi olmamak üzere, yokluğu boyunca kendi yerine bir naip görevlendirmişti. Bunlar arasında, aslen Güney Arabistanlı olan Medine’deki Hazreçliler, Evsliler, Mekkeliler, Gıfârlılar, henüz azat edilmiş köleler ve hattâ âmâlar bulunmaktaydı. Resulullah (a.s.)’ın akrabalarından geçici olarak ona vekâlet edenlere ise oldukça enderdir. Kölelerden (Kuzey Arabistan’ın) Kelb kabilesine mensup azatlı Zeyd ibn Harise’yi sayabiliriz. Âmâ bir sahabe olan İbn Ümmü Mektûm ise, bu göreve oldukça geç bir dönemde, yani H. 10. yılın sonlarına doğru, Resulullah (a.s.)’ın vefatından sadece üç ay önce tayin edilmişti. Biz, Resulullah’ın: “Başkanlar Kureyş’tendir” şeklindeki meşhur hadisini hangi amaçla ve kimler için söylediğini bilmiyoruz. Ancak, bu hadisin kapsamının, bizzat Resulullah (a.s.)’ın yukarıda açıklamaya çalıştığımız uygulamasına uygun olarak, oldukça sınırlı olması gerekir. Ömer’in kendi Halifeliği sırasında sık sık tekrarladığı şu sözü, bizim bu düşüncemizi pekiştirmektedir:
“Eğer Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim hayatta olsaydı, Halifem olarak onu tayin etmekte hiç tereddüt etmezdim.”
(Bilindiği gibi, soyağacı bilinmemekle birlikte, Salim, Kureyş’den birisi değildi)[370] Resulullah (a.s.), ne kendi yerine geçecek olan Halife’nin seçilmesi için gereken ön koşulları, ne de kendisinden sonra uygulanacak yönetim yapısının (monarşi, cumhuriyet vs.) şeklini açıkça belirtmek istememiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Resulullah (a.s.), uygulanacak rejimin belirlenmesini kasıtlı olarak ve isteyerek toplumun tercihine bırakmıştır; eğer bundan farklı davranmış olsaydı, belki de Müslümanlar, siyasal ve toplumsal koşullar rejim değişikliği gerektirdiğinde zaman zaman sıkıntıya düşeceklerdi. Resulullah, Müslümanların üstün yeteneklerine tamamen güveniyordu ve nitekim şöyle buyurmuştu:
“Sizler şu dünya işlerini daha iyi bilirsiniz!”
1946. İlk Müslüman olanların Peygamberlerinin vefatı sırasında göstermiş oldukları tutum ve davranışlar, bundan böyle İslâm idealini gerçekleştirmek için izlenmeye değer bir örnek oluşturmuştur. Allah onların hepsinden razı olsun!
1947. Bu eseri tamamlamamızı nasip eden Allah’a sonsuz hamd ve senalar olsun.[371]
1- Abdu’r-Razzâk ibn Hemmâm, el-Musannef (11 cilt) Beyrut 1970 (10. cildin ikinci yarısında ve 11. cildin tamamında Ma’mer ibn Râşid’in eseri yer almaktadır)
2- Agânî (bk. Isfehânî)
3- Alî, A. H. ve Vidyarethi, Muhammed in Parsi, Hindu and Buddhist Literature, Hindistan
4- Alî Dede (öl. 1007), Muharâtu’l-Evâ’il, Kahire, 1300
5- Aliyyu’l-Kârî (öl. 1014), Mirkât Şerhi’l-Miskât, Kahire, 1309
6- Alî el-Muttaki (öl. 975), Kenzu’l-Ummâl, Haydarabad, 1311. Atıflar cilt ve hadis sırasına göredir.
7- el-Aynî (öl. 855), Ummedu’l-Kâri’ fi Şerhi’l-Buhâri, Kahire
8- el-Azrakî (öl. 219), Ahbâru Mekke, Leipzig, 1855
9- el-Bağdâdî (öl. 1093), Hızânetu’l-Edeb, Kahire
10- Becker, C. H., Papyri Schott-Reinhardt
11- el-Bekrî (öl. 487) Mu’cem Mâ’sta’cem, Kahire
12- el-Belâzurî (öl. 279), Ensâbu’l-Eşraf (el yazması: İstanbul Reisülküttâb Ktp., 2 cilt) 1. cilt yayınlanmıştır, Kahire, 1959
13- el-Belâzuri (öl. 279), Ensâbu’l-Eşraf (el yazması: İstanbul Reisûlküttâb, tercümeleri vardır)
14- el-Belhî Ebû Zeyd, (bk. Mutahhar ibn Tâhir)
15- Benveniste, Les mages dans l’ancien Iran, Paris, 1938
16- el-Beyhakî, Delâ’ilu’n-Nübüvve (el yazması: İstanbul, Köprülü Ktp. No: 285, 286, C. l, 2, 4; Topkapı Sarayı Ktp. tek nüsha)
17- el-Beyhakî (öl 458), es-Sunenu’l-Kubrâ, Haydarabad, 1344 (10 cilt)
18- el-Bîrûnî (öl. 440), el-Cemâhir fi Ma’rifeti’l-Cevâhir, Haydarabad, 1355
19- Biachere, R., Coran, Paris 1949-51 ve 1957
20- Bréhier, L., Les Institutions de l’Empire Byzantin, Paris, 1949
21- Brehier, L., Vie et Mort de Byzance, Paris, 1948
22- Bretschneider, E., On the Knowledge possessed by the Ancient Chinese of the Arabs, Londra, 1871
23- Broomhall, Marshall, Islam in China
24- el-Buhârî, Abdu’l-Aziz {öl. 730), Keşfu’l-Esrar Şerhu Pezdevî, Kahire
25- el-Buhârî (imâm) (öl. 256) es-Sahîh (Atıflar, Kitap ve Bab sayısına göredir)
26- el-Buhârî (imâm) (öl. 256) Tarîhu’l-Kebîr, Haydarabad, 1360 v.d.
27- Buhl, K, Das Leben Mohammeds, Leipzig, 1930
28- Caetani, L., Annali dell’Islam, Milano, 1905
29- el-Câhiz (öl. 255), el-Beyân ve’t-Tebyîn, Kahire
30- el-Câhiz (öl. 255), Fadl Hâşim âlâ Abd Şems (Sendûbî baskısında Rasâ’il de yer almaktadır), Kahire. 1352
31- el-Câhiz (öl. 255), er-Risâletu’I-Osmâniyye (el yazması, İstanbul, Köprülü Ktp.) Kahire
32- el-Cahşiyârî (bk. el-Cihşiyârî)
33- Cantineau, J., Inventaire des inscriptions de Palymre, Beyrut 1931
34- Casanova, Mohamed et la fin du monde, Paris, 1911
35- Christensen, L’Iran sous les Sassanides, Paris, 1936
36- el-Cihşiyârî (öl. 331), Kitâbu’l-Vuzerâ, Viyana, 1926
37- Code Justinien (İmparator)
38- Dahlân, Ahmed Zeynî (öl. 1304), es-Sîretu’l-Muhammediyye ve’l-Âsâru’n-Nebeviyye, Kahire, 1293 (2 cilt)
39- ed-Dârimî (öl. 255), Sünen (atıflar, Kitab ve Bâb sırasına göredir)
40- de Goeje, Mémoire sur la conquête de la Syrie, Leyden, 1900 (II. bs.)
41- Desvergers, N., L’Arabie, Paris, 1847
42- Dictionnaire de la Bible (F. Vigouroux yay.), Paris, 1912 (4 cilt)
43- Dictionnaire d’Histoire et de Geographie ecclésiastiques, Paris
44- ed-Dihlevî (bk. Veliyyullah)
45- ed-Diyarbekrî (öl. 990), Tarîhu’l-Hamîs, Kahire, 1289
46- Dorman, H.G., Towards Understanding Islam, Newyork, 1948
47- Ebû Dâvûd es-Sicistânî (Öl. 275 H.) Sünen (Atıflar Kitap ve Bâb sırasına göredir)
48- Ebû Hayyân (öl. 745), Tefsir Bahri’l-Muhit (8 cilt), Kahire, 1328
49- Ebû Nu’aym (öl. 430), Delâilu’n-Nubuvve, Haydârabad, 1320
50- Ebû Ubeyd el-Kâsım ibn Sellâm (öl. 224), el-Emvâl, Kahire, 1353 (Hadislere atıflar paragraf sayısına göredir)
51- Ebû Ya’lâ el-Ferrâ (öl. 458), el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Kahire, 1357
52- Ebû Yûsuf (öl. 182), Kitâbu’l-Harâc, Kahire, 1302 (Fransızcaya çev.: Fagnan)
53- Emval (bk. Ebû Ubeyd)
54- Encyclopaedia Britannica
55- el-Fâkıhî (öl. 272), el-Muntakâ fî Ahbâr Ummu’l-Kurâ, Leipzig, 1859
56- el-Fâsî (öl. 832), Şifâu’l-Ğarâm fi Ahbâri’l-Beledi’l-Harâm, Leipzig
57- el-Fetâvî el-Hindiyye (yahut el-Âlemgîriyye), Kahire
58- Gaudfroy-Demombynes, Mahomet, Paris, 1957
59- Gerland, E., Die persische Feldzüge des Kaisers Heraklius, Leipzig
60- Glaser, E., Zwei Inschriften (Vorderasiatiche Gesell., 1897 birlikte yayınlanmıştır)
61- Goeje, de (bk. de Goeje)
62- Goldziher, I., Die orientalischen Religionen (Kultur der Gegenward)
63- el-Ğuzûlî (öl. 815), Metâliu’l-Budûr, Kahire, 1299-1300 (2 cilt)
64- el-Hâkim, el-Mustedrek, Haydârabad/Dekkan, 1334-42 (4 cilt)
65- el-Halebî (öl. 1044), İnsânu’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîn el-Me’mûn, Kahire
66- el-Hamdânî (öl. 334), Sıfat Cezîreti’l-Arab, Leyden, 1884
67- Hamidullah, M. (1326 doğ.), Corpus des Documents, Paris, 1935
68- Hamidullah, M., Documents sur la Diplomatie musulmane à l’époque du Prophète et des Khalifes Orthodoxes, Paris, 1935
69- Hamidullah, M., Hz. Peygamberin Savaşları
70- Hamidullah, M., Muslim Conduct of State (İslâmda Devlet İdaresi, İstanbul) Lahore, 1973 (VI. neşir)
71- Hamidullah, M., The Prophet’s Establishing a State and his Succession, Haydarabad/Dekkan, 1986
72- Hamidullah, M., Six Originaux des Lettres Diplomatique du Prophete de l’IsIam, Paris, 1985
73- Hamidullah, M., Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu (çev. Mehmet Yazgan, İstanbul 1990)
74- Hamidullah, M., el-Vesâ’iku’s-Siyâsiyye, Beyrut 1969 (III. bs.)
75- Hamidullah, M., Le pélerinage, Paris.
76- Hamidullah, M., Pourquoi jeûner ?, Geneve et Paris.
77- Hamidullah, M., Problèmes constitutionnels aux premiers temps de l’Islam, Paris 1988.
78- Hamidullah, M., Le Prophete en tant qu’éducateur, derleme Paris, 1987.
79- Hamidullah, M., Sahîfah Hammâm ibn Munabbih, (Fransızca’ya çev. Tocheport), Paris 1979.
80- Hamidullah, M., Traditions islamiques, (Buhari’nin Fransızca çevirisi), Paris 1981.
81- Hamidullah, M., Traduction française du Saint Coran. (Kur’an-ı Kerim’in Fransızca çevirisi) Paris 1959 ; 15. bs.; gözden geçirilmiş baskısı 1988 (New York).
82- Hamidullah, M., Les ambassades du Prophète et du calife Abu Bakr auprès de l’empereur Heraclius et le livre byzantin de la prediction des destinées et l’ambassade du Prophete en Chine, Folia Orientalia, Cracovie, c. 2, 1961 ; yeni baskısı: Connaissance de l’Islam, Paris, N° 7, 1981.
83- Hamidullah, M., A Letter of the Prophet in the Musnad Script, adressed to theYemenite Chiefs, Hamdard Islamicus, Karachi, V/3, 1982.
84- Hamidullah, M., El-Vesâ’iku’s-Siyâsiyye li’l ‘ahd an-nebevî ve’l-Hilâfeti’r-Reşîde, Kahire, 1941; 6. bs. Beyrut, 1987.
85- Hamidullah, M., “Hallu’t-Tasavvurâtu’l-ukûbe ba’de kabûli’t-tevbe”, Hidâyah dergisi, Tunus, XI/3, Ocak-Şubat 1984.
86- Hamidullah, M., Mescidu’l-Aksâ ve’l-Mescidu’l-Aksâ, Hidaye dergisi, X/5, 1983. Kur’an-ı Kerim’in Tarihi, İstanbul, 1965.
87- Hamidullah, M., Ahd-é nabawî men nizami hükümrânî, Delhi 1946 ; 3. bs., Karachi, 1981.
88- Hamidullah, M., Rasûl-e Akram ki siyâsî zindagi, Lahore 1950, 3. bs. Karachi, 1980.
89- Hamidullah, M., Rûmî awr Islamî idâra-e ghulâmî, Hayderabad-Deccan, 1930.
90- Hamidullah, M., Khutbât-é Bahâwalpûr, Bahawalpore, 1981, 3. bs. Islamabad, 1985.
91- Hassân ibn Sabit, Dîvân, Leyden, 1910
92- el-Hatîbu’l-Bağdâdî (öl. 463), Takyîdu’l-ilm, Dimaşk
93- Hemmâm ibn Munebbih (öl. 101), Sahîfe li Ebî Hureyre, Dimaşk, 1372 (İngilizce çev.Haydarabad 1961)
94- Heyd, W., Histoire Du Commerce Du Levant Au Moyen-Age, Leipzig, 1885-6
95- Hitti, Ph. K., History of the Arabs, (Salih Tuğ çevirisi, İstanbul 1980-81) Londra, 1951
96- İbn Abdi’l-Berr (öl. 463), el-İsti’âb, Haydarabad, 1309(Atıflar biyografi sırasına göredir)
97- İbn Abdi’l-Hakem (öl. 257), Futûh Mısr, Leyden, 1922
98- İbn Abd Rabbih (öl. 327), el-lkdu’l-Ferid, Kahire, 1293 (3 cilt)
99- İbn Asâkir (öl. 571), Tarîh Dimaşk, Dimaşk, 1371 ve d. (ayrıca 1. bs.)
100- İbnu’l-Cevzî (öl. 497), el-Muctebâ mine’l-Muctenâ (el yazması, İstanbul Ayasofya No. 3395; Kahire nüshasından fotokopisi)
101- İbnu’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’1-Mustafâ, Kahire, 1386/1966
102- İbn Dureyd (öl. 321), el-İştikâk, Leyden, 1853
103- İbn Ebî Dâvûd (öl. 316), Kitâbu’l-Mesâhif, Leyden, 1937
104- İbn Ebî Usaybi’a (öl. 668), Uyûnu’l-Enbâ’ fi Tabakâti’l-Etıbbâ (Fransızca çev.: Sanguinetti)
105- İbn Ebî Zerr (öl. 726), el-Enîsu’l-Mutrib bi’r-Ravdi’l-Kırtâs, Fas (Fes) 1301
106- İbnu’l-Esîr, İzzu’d-Dîn (öl. 630), el-Kâmil, Leyden, 1862-76
107- İbnu’l-Esîr, İzzu’d-Din (öl. 630), Usdu’l-Gâbe, Kahire, 1280
108- İbnu’l-Esîr, Mecdu’d-Dîn (öl. 606). en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadis, Kahire
109- İbn Fadlullah (bk. Umarî)
110- İbnu’l-Ferrâ (öl. ykl. 426), Rusulu’l-Mulûk, Kahire, 1366
111- İbn Habîb, el-Bağdâdî (öl. 245), el-Muhabbar, Haydarabad, 1361
112- İbn Habîb (öl. 245), Muhtasar Cemhereti’l-Ensâb (el yazması, İstanbul Râgıb Paşa Ktp., No. 999)
113- İbn Habib (öl. 245), el-Munammak, Haydarabad-Dekkan, 1964
114- İbn Habîb (öl. 245), Nekâ’id Cerîr ve’l-Ferazdak, Leyden
115- İbn Habîb (öl. 245), Ummuhâtu’n-Nebî, Bağdad, 1950
116- İbn Hacer el-Askalânî (öl. 852), Fethu’l-Bâri’. Kahire
117- İbn Hacer el-Askalânî (öl. 852), el-İsâbe fî Temyizi’s-Sahâbe, Kalküta, 1856
118- İbn Hacer el-Askalânî, el-Metâlibu’l-Âliye (4 cilt), Kuveyt, 1393/1973
119- İbn Hacer el-Askalânî (öl. 852), Tehzîbu’t-Tehzib, Haydarabad, 1348 (atıflar, biyografik sıraya göredir)
120- İbn Hanbel (öl. 241), Musned, Kahire, 1313, Kahire, 1368 (yeni baskıda atıflar, Hadis numarasına göredir)
121- İbn Hazm (öl. 456), Cevâmiu’s-Sîre, Kahire 1956
122- İbn Hişâm (öl. 218), Sîret Resûlillah, Göttingen, 1858-60 (İngilizce’ye çevrildi)
123- İbn Hişâm (öl. 218), Kitâbu’t-Tîcân, Haydarabad, 1347
124- İbnu’l-Kelbî (öl. 204), Cemheretu’l-Ensâb (I. cilt el yazması: British Museum Ad. 23297, II. cilt, Escurial No. 1698 ve benim kütüphanemde bulunan bir fotokopi nüsha)
125- İbnu’l-Kelbî (öl. 204), Kitâbu’l-Asnâm, Kahire (İngilizce’ye çevrildi)
126- İbn Kesîr (öl. 774), el-Bidâye ve’n-Nihâye, Kahire, 1351
127- İbn Kesîr (öl. 774), el-Fusûl fi Sîreti’r-Resûl (el yazması: İstanbul Ayasofya Ktp., No. 3369)
128- İbn Kesîr (öl. 774), Tefsir, Kahire, 1373
129- İbn Kayyım el-Cevziyye (Öl. 751), Ahkâmu’z-Zimme, Dimaşk, 1961 (2 cilt)
130- Ibn Kayyım (öl. 751), el-Furûsiyye, Kahire
131- İbn Kayyım (öl. 751), İ’lâmu’l-Muvakki’in, Kahire
132- Ibn Kayyım (öl. 751), el-Turuku’l-Hukmiyye, Kahire
133- Ibn Kudâne, el-İstibsâr fî Neseb’is-Sahâbe min’el-Ensâr
134- İbn Kutayba (öb. 276), el-Envâ’, Haydarabad, 1377
135- Ibn Kutayba (öl. 276), Ma’ârif, Göttingen, 1850
136- Ibn Kutayba (öl. 276), Uyûnu’l-Ahbâr, Kahire, 1925
137- Ibn Mâce (öl. 275), Sünen (atıflar Kitap ve Bâb sırasına göredir)
138- İbn Manzûr (öl. 711), Lisânu’-Arab, Kahire (atıflar kelime köklerine göre yapılmıştır)
139- İbn Mücavir (öl. ykl. 626), el-Mustabsar (Paris’teki bir el yazması ve Leyden neşri)
140- İbn Ruşd (Öl. 520), Bidayetu’l-Muctehid, Kahire
141- İbn Sa’d (öl. 230), Tabakât, Leyden, 1904-12
142- İbn Seyyidu’n-Nâs (öl. 734), Uyûnu’l-Âsâr, Kahire, 1356
143- İbn Sîde (öl. 457), Muhassas, Kahire, 1316-21
144- İbn Şebbe (öl. 262), Tarihu’l-Medîneti’l’Munevvere, 4 cilt, Medine (?), 1399 vd.
145- İbn Tiktaka (öl. 702), el-Fahri, Gotha 1860 {Fransızca çevirisi: E. Amar)
146- İbn Tulun (öl. 953), Î’lâmu’s-Sâ’ilîn’an Kütüb Seyyidi’l-Murselîn, Dimaşk, 1348
147- el-İbşeyhî (öl. ykl. 850), el-Mustatraf fî Kull Fen Mustazraf (Fransızca çevirisi, Rat, G.), Kahire
148- İncil (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna; atıflar Bâb ve cümle sayısına göredir)
149- el-Isbehânî, Ebû’l-Ferec (öl. 356), el-Ağânî, Kahire, 1285
150- Islamic Culture (Dergi), Haydarabad-Dekkan (Hindistan işgalindeki Haydarabad)
151- Islamic Quarterly (Dergi), Londra
152- Islamic Review (Dergi), Woking (İngiltere)
153- el-İşbîlî (bk. Selâm)
154- JA (Journal Asiatique) Dergisi, Paris
155- Jeffery, A., Material for the History of the Text of the Qur’an, Leyden
156- JRAS (Journal Royal Asiatic Society) Dergisi, Londra
157- Kahle, P., The Age of the Scrolls el-Kalkaşandî (öl. 821), Subhu’l-A’şâ, Kahire
158- el-Kâsânî (öl. 597), Beda’iu’s-Sanâ’i’, Kahire
159- el-Kastallânî {öl. 923), İrşadu’s-Sâri, Şerh u’1-Buhârî, Kahire 1267
160- el-Kastallânî (öl. 923), el-Mevâhibu’l-Ledûniyye, Kahire, 1281
161- el-Kazvînî {öl. 682), Âsâru’l-Bilâd, Göttingen, 1848-49
162- Keldânî, D.B., Muhammad in the Bible, Hindistan Kenzu’l-Ummâl, (bk. Alî el-Muttakî)
163- Keramet Ali, es-Sîretu’l-Muhammediyye, Bombay (Hindistan)
164- el-Kettânî, Abdu’l-Hayy, et-Terâtibu’l-îdâriyyeNizâmu’l-Hükûmet’in-Nebeviyye, Rabat 1346-9 (2 cilt)
165- Khadduri, Majid (Haddûrî, Mâcid), War and Peace in Islam
166- el-Kıftî (öl. 646), Ahbâru’l-Hukemâ
167- el-Kindî (öl. 350), Kitâbu’l-Vulât ve Kitâbu’l-Kudat, Leyden, 1912
168- Krückman, O, Neue babylonische Recht und Verwaltungstexte
169- Kudâmet ibn Ca’fer (öl. 310), Kitâbu’l-Harâc (el yazması, İstanbul Köprülü Ktp., No.1076)
170- el-Kummî, Nizâmu’d-Dîn (öl. H. 4. ?), Tefsiru Garâ’ibi’l-Kur’ân, Kahire (Taberî’nin Tefsir’ine Haşiye)
171- Kur’ân-ı Kerîm (Sûreler numara ile değil de, kendi isimleriyle verilmiş, daha sonra ayet numaraları verilmiştir. Çeviride, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca hazırlanan meal esas alınmıştır (çev.))
172- Kürd Ali, M., el-İdâretu’l-İslâmiyye
173- Lammens, H., L’Arabie ocddentale, Roma, 1914
174- Lammens, H., Les Bétyles
175- Laramens, H., La Mecque à la veille de l’Hégire, Beyrut, 1924
176- Lammens, H., La cité arabe de Tâ’if à la veille de l’Hégire, Beyrut, 1922
177- Lisân (bk. İbn Manzûr)
178- el-Ma’beri, Zeynu’d-Dîn (öl. 987), Tuhfetu’l-Mücahidin fi ba’z Ahbâri’l-Purluğâliyyîn, Lizbon 1897 (İngiltere, Rowlandson)
179- el-Makkarî (öl. 1041), Nefhu’t-Tib, Londra, 1840-43
180- el-Makrîzî (öl. 845), el-Haber ani’l Beşer (el yazması: İstanbul Ayasofya, No. 3362-66)
181- el-Makrîzî (öl. 845), Hitat, Kahire, 1270 (2 cilt)
182- el-Makrîzî (öl. 845), İmtâu’l-Esmâ, Kahire, 1941 (l cilt)
183- Mâlik (İmâm) (öl. 179), el-Muvattâ’ (Atıflar Kitap ve Bâb sırasına göredir.
184- Ma’mer ibn Râşid, el-Câmi (yukarda geçen Abdu’r-Rezzâk ibn Hemmâm’ın kitabına ek olarak basılmıştır)
185- el-Matarî (öl. 741), El-Ta’rîf Bimâ Ensetu’l-Hucre Min Ma’âlim Dâri’l-Hicre (el yazması:Medine Şeyhülislâm Arif Hikmet Ktp.)
186- el-Mâverdi (öl. 450), el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Bonn, 1953 (Fransızca çevirisi: Fagnan)
187- el-Mavsilî, Ömer (öl. ykl. 557), Vesîletu’l-Mute’abbidin (el yazması: Bankipor)
188- Mebsût (bk. Sarahsî)
189- Melanges Levi della Vida (Studia Orientalistici), Roma, 1956
190- Melanges Massignon, Beyrut, 1956 vd.
191- Melanges Muhammed Chafi’ (Armağan İlmî), Lahor, 1955
192- Menâzir Ahsen Gîlânî, Tadwîn-e-Hadis (Orduca), Karaçi
193- el-Merzûkî (öl. 453), el-Ezmine ve’l-Emkine, Haydarabad, 1332
194- el-Mes’ûdi (öl. 326), Murûcu’z-Zeheb, Paris, 1871-76 (Fransızca çevirisi: Barbier de Meynard)
195- el-Mes’ûdî (öl. 326), et-Tenbih v’el-işrâf, Leyden, 1894 (Fransızca çevirisi: Carra de Vaux)
196- Miles, George C., “Early Islamic Inscriptions near Tâ’if in the Hijaz” Journal of Near Eastern Studies, C. V (1948), s. 236-42
197- Moberg. C.A., The Book of the Himyarites, Lund, 1924
198- Moberg, C.A., en-Nesî’ Lund, 1931
199- Muhabbar (bk. İbn Habîb)
200- Muhâdaratu’l-Evâ’il (bk. Ali Dede)
201- Muhassas (bk. İbn Sîde)
202- Mukatil (öl. 150), Tefsir (el yazması, İstanbul,. Hamidiye Ktp.) Munammak (bk. İbn Habîb)
203- Murtaza el-Hindî ez-Zebîdî (öl. 1205), Tâcu’l-Arûs, Kahire
204- Mus’ab ez-Zubeyrî (öl. 236), Neseb Kureyş, Kahire, 1953
205- Müslim (İmâm) (öl. 261), Sahih (atıflar Kitap ve Hadis sırasına göredir)
206- Mutahhar ibn Tâbir (öl. ykl, 355) (yahut Ebû Zeyd el-Belhî), el-Bed’ ve’t-Te’rih, Paris
207- Nedvî (bk. Süleyman)
208- en-Nesâ’î (303), Sünen (atıflar Kitap ve Bâb sırasına göredir)
209- Nicéphore de Constantinople, De rebus post Maundum gestis
210- Nöldeke, Th., Geschichte des Qorans, Göttingen, 1860
211- Nöldeke-Schwally, Geschichte des Qorans, Leipzig, 1909
212- Nys, E., Origines du droit des gens, Brüksel, 1894
213- Olinder, The Kings of Kında of the Family of Akil al-Murar, Lund 1927
214- RAAD (Revue de l’Académie Arabe de Damas), Mecelle
215- Râgıbu’l-Isfehânî (öl. 502), Muhâdarâtu’l-Udebâ, Kahire
216- Rahmetullâh, İzhâru’l-Hak, Kahire, 1315 (Fransızca çevirisi var)
217- er-Râmhurmuzî, el-Hasan ibn Abd’ir-Rahmân (öl. 360 ?), el-Muhdisu’l-Fâsıl, Beyrut, 1972
218- er-Reşid, el-Kâdi, ez-Zehâ’ir ve’t-Tuhaf, Kuveyt 1959 Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, Kahire
219- Rothstein, G., Die Dynastie der Lahmiden, Halle, 1898
220- RSO (Rivista degli Studi Orientali) Dergi, Roma
221- es-Safadî (öl. 764), el-Vâfî bi’l-Vefeyât, İstanbul
222- Salomon Ben Isaac de Troyes, Commentaire du Pentateuque (İbranice)
223- es-Samhûdî, Vefâu’l-Vefâ fî Ahbâr Dâri’l-Mustafâ (2 cilt). Beyrut 1955, 1975 (II. bs.)
224- Schwally (bk. Nöldeke)
225- Sellâmu’l-İşbîlî (öl. 544), ez-Zehâ’ir ve’l-A’lak fî Âdâbi’n-Nufûs ve Mekârimi’l-Ahlâk, Kahire, 1298
226- es-Sarahsî (öl. 483), el-Mebsût, Kahire, (30 cilt)
227- es-Serahsî, Şemsu’l-E’imme (öl. 483), Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir (4 cilt) Haydarabad 1335-6 (Kahire baskısı tamamlanmamıştır)
228- Sezgin, Fuat, “Hadis musannefâtının mebde’i ve Ma’mar b. Râşid’in Câmi’i” Türkiyat Mecmuası, C. XII (1955), s. 115-34, İstanbul Speiler, J., “Die Schreiben Muharrimeds an die Stamme Arabiens und die Gesandten’ an ihn”, MSOS, 1916/11, Berlin
229- Sprenger, A., Das Leben und die Lehre des Mohammed, Berlin, 1861 (3 cilt)
230- es-Suheylî (öl. 581), er-Ravdu’l-Unuf, Kahire, 1332
231- Süleyman, Kâdî Muhammed, Rahmeten li’l-Âlemîn (Orduca), Amritsar ve Lahore (3 cilt)
232- Süleyman Nedvî, Arbön ki Jahzrânî (Orduca)
233- Süleyman Nedvî, Sîretu’n-Nebî, A’zamgrah U.P/Hindistan
234- es-Suyûtî (öl. 911), Cem’u’l-Cevâmî’ (M. Hamidullah’ın kütüphanesinde bulunan el yazması)
235- es-Suyûtî (öl. 911), Husnu’l-Muhâdara, Kahire, 1299
236- es-Suyûtî, Ref Şe’ni’l-Hubşân (el yazması: Bursa Kurşunlu Ktp.)
237- eş-Şe’mî (öl. 942), es-Sîre ya da Subulu’l-Hudâ (Mekke el yazması)
238- Şerhu’l-Mevâki fi’l-Akâ’id
239- eş-Şevkânî (öl. 1250), Fethu’l-Kadir, Kahire, 1349
240- et-Taberânî (öl. 360), el-Mu’cemu’l-Kebir (el yazması: İstanbul Topkapı Sarayı Ktp.)
241- et-Taberi (öl. 310), Tefsir, Kahire
242- et-Taberi (öl. 310), Tarihu’r-Rusûl ve’l-Mulûk, Leyden 1897 v.d.
243- Tâcu’l-Arûs (bk. Murtaza el-Hindi)
244- Tevrat (Türkçe çeviride Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nin yayını esas alınmıştır),
245- Theophane, Chroniques
246- et-Tirmizi (öl. 279), Cami’ (ya da Sünen) (atıflar Kitap ve Bâb sırasına göredir)
247- Togan, Z.V. (öl. 279), Umûmî Türk Tarihine Giriş, İstanbul
248- Tyan, E., L’Organisation Judiciaire en Pays d’Islam, Lyon
249- Umaru’l-Mavsılî (bk. Mavsılî)
250- el-Umarî, İbn Fadli’llâh (öl. 749), Mesâliku’l-Ebsâr, Kahire
251- el-Umarî, İbn Fadli’llâh (öl. 749), et-Ta’rif bi’l-Mustalahi’ş-Şerif, Kahire
252- el-Vâhidî (öl. 468), Esbâbu’n-Nuzûl, Kahire
253- el-Vâkıdî (öl- 207), el-Meğâzî
254- el-Vâkıdî (öl. 207), er-Ridde (el yazması: Bankipor ve özel kütüphanemdeki nüsha)
255- Veliyyullâh ed-Dihlevi (öl. 1176), Huccetullahi’l-Bâliğa, Kahire, 1323
256- Vesâ’ik (bk. Hamidullah)
257-Vidyarathi, Abdu’l-Hak (bk. Ali, ayrıca Vidjarathi)
258- Watt, W.M., Muhammed at Mecca, 1953
259- Watt, W.M., Muhammad at Medina, 1956
260- Weil, G., Mohammed der Prophet, Stutgart, 1843
261- Wellhausen. J., Ein Gemeinwesen ohne Obrigkeit
262- Wellhausen, J., Skizzen und Vorarbeiten
263- Wensinck, Mohammed en de Joden te Medina, Leyden, 1908
264- Wüstenfeld, Genealogische Tabellen
265- Yahyâ ibn Âdem el-Kureşî (öl. 203), Haraç, Kahire
266- el-Ya’kûbî (öl. 284), Tarih, Leyden, 1883
267- Yakut (öl. 626), Mu’cemu’l-Buldân (şehir adlarına göre alfabetik sıralama)
268- ZDMG (Zeitschrift der deutschen morgenlandischen Geselischaft) Berlin
269- ez-Zehebî (öl. 748), Tarîhu’l-İslâm, Kahire, 1367 ve d.
270- Zeki Velidi (bk. Togan)
271- ez-Zeylâ’î (öl. 762), Nasbu’r-Râye fî Ehâdisi’l-Hidâye
272- Zonaras, Epitomae Historiarum
273- Zubeyr ibn Bekkâr (öl. 256) Neseb Kureyş (İstanbul-Köprülü ve Oxford Kütüphanelerindeki eksik el yazmaları ve özel kütüphanemdeki mikrofilimler), Kahire neşri de eksiktir.
274- ez-Zurkânî (öl. 1122), Şerh Mevâhibu’l-Ledüniyye, Kahire[372]
Ek Bibliyografya
EK-2
Dünya’nın çeşitli dillerinde İslam Peygamberi’nin hayatı ve faaliyetleri ile ilgili olarak kaleme alınmış yüzbinlerce eser bulunmaktadır. Bir gün bir uzman heyetinin çıkarak bu tür eserlerin listelerini güncellemesi ve zaman zaman okurların ilgisine sunması gerekmektedir. Aşağıda bulacağınız mütevazı liste, en zeki düşünürlerin bile zihinlerine durgunluk veren, öznellikten ve ön yargılardan uzak kalmayı başarmış, Batı’da gerçekleştirilen bazı çalışmaları sizlere sunmaktadır. Katedilmesi gereken yol çok uzun ve engebeli olup, oldukça yoğun bir çaba ve bilgi birikimini gerektirmektedir.
DANİMARKA DİLİNDE
Buhl, Frants, Muhammeds Liv., Copenhag 1903.
FİN DİLİNDE
1. Holma, H., Arabian Suuri profeeta, 1943
2. Tietosanakirija, Uusi, Muhammed, Helsinki 1967, XIV. 171
İTALYANCA
1. Rampoldi, Vita di Maometto, Milano 1882
2. Caetani, L., Annali dell'Islam, Milano 1905, 10 cilt (ilk iki cilde bakınız)
LATİNCE
Maracci, Ludovico, Alkorani Textus universus, Patavi 1698. (Eserin giriş bölümünde Resûlullah'ın hayatına yer verilmektedir)
POLONYA DİLİNDE
1. Hrbek, I. ve Petracek, K., Mahomet, Varşova 1971.
2. Wielka, Encyklopedia Powszachna PWN, “Mahomet” maddesi VI. Cild, 784, Varşova 1965.
3. Illustrowana Encyklopedja Trazaski, “Mahomet” maddesi, Everta i Michalskiego, Krakov 1927
RUSÇA
1. Dobroliubov (ayrıntılı bilgi verilmeksizin Eliseef tarafından Mélanges Massignon adlı eserde geçmektedir. M. Charnay’in bana göndermem lutfunda bulunduğu mektupta, Sevrekanik 1858'de imzasız olarak yayınlanmış ve daha sonra aynı Dobruliubov tarafından Oeuvres, Kritika i publicistika, 1936, III. Cilt s. 334-339'da yeniden basılmıştır)
2. Soloviev, V., Magomet, ego jizn i religioznoe utchenic, 1836
3. Krymski, Istotchniki i posobiadiia izytchenia istorii Makommeda.
4. Tomara, M. L., “Proiskhodjenia Islama i ego klassovoe osnovanie”, Ateist, No. 58 1930’da yayınlanmıştır.
5. Tolstov, Otcherkie pervonatchal'nogo Islama, 1932
İSVEÇ DİLİNDE
Andrae, Tor, Muhammed hans liv och hans tro, Stockholm 1930 (Geo Widangren tarafından 1950'de yayınlanmıştır)
TÜRKÇE
Hamidullah, Hz. Peygamberin hayati ve eseri, (Çev. Salih Tuğ) İstanbul, birçok baskısı yapılmıştır.[373]
[1] Âl-i İmrân: 3/26.
[2] Bakara: 2/30.
[3] Enfâl: 8/41.
[4] Tevbe: 9/111
[5] Fetih: 48/10.
[6] Halkın sesi, Hakk’ın sesidir. (Çev.)
[7] Tirmizî, 31: 7; Nesâ’î, 37: 6.
[8] İbn Mâce, 36: 8
[9] Genelden özeli çıkaran mantık biçimi, Fr.: Déduction. (Örnek: İnsanlar ölümlüdür; Ahmet insandır; Ahmet de ölümlüdür, gibi.) (Çev.)
[10] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/730-733
[11] Nisâ: 4/59.
[12] Enfâl: 8/46
[13] Haşr: 59/7.
[14] Ahzâb: 33/21.
[15] A’raf: 7/6.
[16] Şûrâ: 42/15.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/733-735
[17] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/735
[18] Nûr: 24/55.
[19] Bakara: 2/201.
[20] Âl-i İmrân: 3/148.
[21] Nahl: 16/41.
[22] Hac: 22/40-41.
[23] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/735-738
[24] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/738
[25] Bakara: 2/29
[26] İbrâhim: 14/32-34.
[27] Âl-i İmrân: 3/190-191; krş. Bakara: 2/164.
[28] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/738-739
[29] Hucurât: 49/13.
[30] Hûd: 11/45
[31] Enfâl: 8/27-28
[32] Tevbe: 9/24
[33] Âl-i İmrân: 3/103-104; krş. 110 ve 114. ayetler
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/739-741
[34] Âl-i İmrân: 3/159.
[35] Muhammed: 47/20-21
[36] Tirmizî 21: 35; İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, XIII, 286.
[37] İbn Kesîr, Tefsîr, I, 420, İbn Hanbel’den naklen
[38] İbn Sa’d, 3/I, s. 109.
[39] İbn Hişâm, s. 435; İbn Sa’d, 2/I, s. 8.
[40] İbn Hişâm, s. 558-559
[41] Taberî, I, 1354-135
[42] İbn Hişâm, s. 676; İbn Sa’d, 2/I, s. 49-50.
[43] İbn Hişâm, s. 877-878, ayrıca bk. yukarıda § 816
[44] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/741-744
[45] Burada sözü edilen vali, Ebû Musa el-Eş’arî’dir. Daha Hicret’ten önceki dönemde İslam’ı kabul eden ve çok takva sahibi bir kimse olan bu zatın okuma-yazması yoktu. Söylediğine bakılırsa, “alfabenin harflerini Resulullah’ın vefatından sonra öğrenmişti” (bk. İbn Sa’d, IV/I, s. 83). Bu öğrenme işi, muhtemelen Ömer’in halifeliği sırasında, hatta halifenin kendisine Hıristiyan kâtibinin görevine son vermesini emrettikten sonraki dönemde olmuştur. Hayatının sonuna dek yazıyla arası hiç iyi olmamış, kendi eliyle bir şeyler yazmak zorunda kaldığında da ortaya çıkan yazı “bir akrebi andırırdı.” İhtiyatlı halife, böyle davranarak, kâtibin, okuma-yazması olmayan amirinin güvenini kötüye kullanmasını önlemek istemişti. O sıralarda Irak’ı fetih hareketi henüz başlamıştı; ülkede henüz barışçı bir ortam sağlanamamış ve eski Sasanî hükümdarı Müslümanlarla savaşmaya ve halkı birbirlerine karşı kışkırtmaya devam ediyordu. Bu durumda, askerî işlerle oldukça meşgul Müslüman bir valinin, her koşulda kendisine güvenebileceği bir sekretere sahip olması gerekirdi
[46] Belazurî, II, 258 (İstanbul elyazması).
[47] Bk. Mâverdî ve Ebû Ya’lâ el Ferrâ’nın aynı adı taşıyan el-Ahkâmu’s-Sultâniyye adlı eserlerindeki “Vizâre” adlı bölüm.
[48][48] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/744-746
[49] Mâide: 5/1.
[50] Kehf: 18/26.
[51] Necm: 53/3-4.
[52] Haşr: 59/7
[53] Tevbe: 9/122
[54] Nisâ: 4/83.
[55] İbn Hanbel, 5/230, 236, 242; Tirmizî, 13: 3, Ebû Dâvûd, Şâfi’î vs.
[56] Ebû Dâvûd, 27: 16.
[57] Buhârî, 96: 21; Müslim, 30: 2; Şâfi’î, Risâle, ilgili yer
[58] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/746-753
[59] Sebe: 34/28.
[60] Enbiyâ: 21/107.
[61] Âl-i İmrân: 3/19, 85
[62] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/753-755
[63] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/755
[64] Nisâ: 4/57.
[65] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/756-757
[66] Metinlerle ilgili olarak bk. “Corpus des documents” (Paris 1935) ve onun Arapça versiyonu olan el-Vesâ’iku’s-Siyâsiyye (Beyrut 1969) adlı çalışmamız. Bu ikinci eserde, Fransızca metnin yayını sırasında henüz elimize geçmemiş olan bazı belgeler de yer almaktadır
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/757-758
[67] Enfâl: 8/34.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/758
[68] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/759
[69] Buhârî, İcâre 1 ve Murteddîn 2; Muslim, İmâre 15; Ebû Dâvûd, Akziyye 3 ve Hudûd 1; İbn Hanbel, 4/309.
[70] Ebû Dâvûd, İmâre 10.
[71] Ebû Dâvûd, İmâre 10.
[72] Buhârî, Ahkâm 24 ve 41; Muslim, İmâre, 27-28; Ebû Dâvûd, İmâre, 11.
[73] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/759-763
[74] İbn Hanbel, III, s. 45. Hadis, metin olarak değil, anlam olarak aktarılmıştır.
[75] Ahzâb: 33/36
[76] Mâide: 5/42-43.
[77] İbn Ruşd, Bidâye, § “Kısas.”
[78] İbn Hişâm, s. 410-411.
[79] Bk. Dictionnaire d’Histoire et de Géographie ecclésiastiques, “Antioche” maddesi
[80] İbn Hişâm, s. 402
[81] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/764-767
[82] Taberî, I, 2234
[83] Sarahsî, Mebsût, XVI, 109
[84] Kettânî, I, 56-57, İbn Sa’d ve İbn el-Cevzî’den naklen; İbn Hazm, s. 319-323.
[85] Sarahsî, Mebsût, XVI, 76.
[86] İbn ‘Abdi’l-Berr, İsti’âb, Nº 1455; İbn Hanbel, II, 187, VI, 205
[87] İbn Hişâm, s. 411
[88] Ebû Dâvûd, 23: 5.
[89] A.g.e., 23: 7.
[90] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/767-769
[91] Buhârî, I: 1
[92] Nahl: 16/90
[93] İbn Rüşd, Bidâye, “Kısas” bölümü.
[94] Tirmizî, 15: 2; İbn Hanbel, V, 160.
[95] Paris’te çıkan Continental Daily Mail adlı bir gazete, 28.4.1949 tarihli sayısında, Anvers’de 14.4.1849 tarihinde yayınlanan Het Handelsblad adlı gazeteden naklen, “XIX. Yüzyıl ortalarında Worcester’li bir İngiliz’in karısını ve on yaşındaki kızını altı pens karşılığında satabildiğini” yazmaktadır.
[96] Hobhouse, Morals in Evolution, § Law and Justice.
[97] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/769-771
[98] Bakara: 2/278 (… mevcut faiz alacaklarınızı terk edin…”); ayrıca Taberî ve Hâzin tefsirlerinin bu ayetle ilgili bölümlerine bakınız.
[99] Vesâ’ik, Nº 228.
[100] Bu olaylarla ilgili referanslar için bk. benim Muslim Conduct of State adlı kitabım (§ 258-260).
[101] Sarahsî, XVI, 73
[102] Kindî, Vulat, s. 336-337
[103] Mekkârî, Nefhu’t-Tîb, I, 557, Avrupa bs
[104] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/771-773
[105] Diğer kaynakların yanı sıra, İbn Hanbel, Nº 3188, 3292.
[106] Bu konuda yapılan bir tartışma ve Ebû Bekir ile Ömer’in sözleri için bk. İbn el-Kayyım, Turuk Hukmiye, s. 74-76.
[107] Buhârî, Tirmizî ve İbn Hanbel’den naklen
[108] Buhârî, 48: 6, vs.
[109] Muslim, 30: 1; Tirmizî, 23: 13; Ebû Dâvûd, 23: 21.
[110] Talak: 65/2; Bakara: 2/282, vs
[111] Bakara: 2/282.
[112] İbn el-Kayyım, Turuk Hukmiye, s. 128
[113] Sarahsî, XVI, 91; Muhâdarat el-Evâ’il, s. 97
[114] İbn el-Kayyım, Turuk, s. 60.
[115] Nesâ’î, 49; Kâsânî, Bedâ’î, VII, 12.
[116] İbn Hişâm, s. 887
[117] Fâkihî, s. 40; Kettânî, I, 246
[118] Sarahsî, XVI, 122, Bu bilgilere, Süleyman ibn Rabî’a el-Bahilî’den söz ederken yer verilmiştir
[119] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/773-777
[120] Yûsuf: 12/36.
[121] Ebû Dâvûd, 23: 28
[122] A.g.y.
[123] Sarahsî, XX, 75
[124] Sarahsî, XX/88; İbn Side, Muhassas, XII/93; Lisânu’l-Arab, bk. “Hı-Yâ-Sin” maddesi; Kettânî, I/297
[125] İbn Hişâm, s. 320-321, Belâzurî, I, § 537 (el-Velîd ibn el-Velîd olayı).
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/777-778
[126] Kettânî, I, 271-272, İbn Asâkir’den naklen
[127] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/778-779
[128] İbn Hacer, İsâbe, “Kadınlar” bölümü, Nº 618
[129] Ebû Ya’lâ, s. 44-54
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/779
[130] Yûsuf: 12/26-28.
[131] İbn Sa’d, V, 403; İsti’âb, I, Nº 346; Kettânî, I, 280.
[132] Ebû Ubeyd, Emval, § 1437, Mâlik, 33: 1-2.
[133] Kettânî’den naklen, I, 260
[134] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/780-781
[135] Âl-i İmrân: 3/104
[136] Hûd: 11/84-85; Mutaffifîn: 83/1-3 vs.
[137] Ebû Dâvûd, 22: 52
[138] Mâide: 5/8.
[139] Şûrâ: 42/40.
[140] Nahl: 16/126
[141] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/781-783
[142] İbn Habîb, Muhabbar, s. 369
[143] Lisânu’l-‘Arab, “Kaf-Yâ-Nûn” maddesi
[144] Buharî, 34: 28-39; İbn Kuteybe, Ma’ârif, ilgili konu; Kettâni, Terâtib, II, 1-166
[145] Taberî, Tefsir, IV/171, Nisâ Suresi 8. âyeti; Muhabbar, s. 324-325
[146] Buhârî, 41: 8
[147] En’âm: 6/137-139
[148] İbn Sa’d, I/1, s. 45-46; bk. Mélanges Massignon’da yayınlanan Îlâf adlı makalem; ayrıca bk.Câhiz, Fazl-ı Hâşim, s. 68-70 ve aşağıda § 1593/I, II, 1596
[149] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/784-787
[150] Muhabbar, s. 263-8; Marzûkî, Ezmine, II, 161-70; Ya’kûbî, I, 313-5.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/787
[151] Ya’kûbî’de, “ehl-i hevâ” yerine Zâde (savunucular) kavramı geçmektedir ki, yaptıkları işe bakılırsa bu tanım tercihe daha uygun gözükmektedir
[152] Suheylî, II, 351
[153] İbn Hanbel, IV, 206, France-Islam, Paris, Nº 93.
[154] Belazurî, I, § 1066 (Burada söz konusu edilen kişi, Huzeyfe’dir).
[155] Bakara: 2/198
[156] Tevbe: 9/28.
[157] İbn Hişâm, s. 66; krş. Suheylî, I, 75; Kâmûs, § “Be-Sin-Lâm” maddesi
[158] Ebû Ubeyd, § 1624 vd.
[159] Krş. Justinien Kodu, IV. bölüm, 41. kısım, § 1-2
[160] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/787-798
[161] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/798-799
[162] Suheylî, II, 103
[163] Tarihu’l- Medînetu’l-Munevvere, I, 304, 306.
[164] Öşür muafiyeti ile ilgili olarak bk. Vesâ’ik, Nº 48, 122, 181; 84, 90 ve 189 No’lu belgelerde zekât mükellefiyeti getirilirken, öşür vergileri kaldırılmaktadır; 94 No’lu belgede ise, zekât vergisi ödeme yükümlülüğü taşımayan Hıristiyanlar lehine de öşür vergisi muafiyetinden söz edilmektedir.
[165] Ebû ‘Ubeyd, § 1397, 1660; % 10 olan vergi oranı % 5’e indirilmiştir
[166] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/799-803
[167] İnfâk deyiminin daha sonraki dönemlerde geliştirildiğini söylemek mümkündür. Örneğin, (Mekke dönemine ait bir ayet olan Bakara suresinin 267. ayetinde) Kur’an, ticarî kazançlar ve ziraî ürünler üzerinden alınan vergilerden söz eder gibi gözükmektedir:
“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan infâk edin (güzel işler yapmak için harcayın). Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın.”
Yine, aynı surenin aşağıda mealini verdiğimiz 3. ayetinde, infâk deyimi kullanılarak, zekât’ın her türlü şeklini içeren davranış biçimlerinden söz edildiğini belirtmek gerekir:
“Onlar gayb’a inanırlar, namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar (infâk ederler).
Ben, başlangıçta îtâ (verme) teriminin de aynı anlama geldiğini düşünüyorum. Zira, Mü’minûn (23/60) Sûresinde şu ayeti okumaktayız:
“Ve onlar, Rablerine dönecekleri için, vermekte oldukları şeyleri kalpleri çarparak (yürekten) verirler.”
Ayetteki verme eylemi, belli bir yükümlülüğe, manevî bir göreve, samimi bir şekilde bu dini kabul ettiğine bir kanıt anlamı taşımaktadır. Daha sonra gelen ve kelimenin kökeni itibarıyla daha asil bir anlam içeren zekât ve sadaka terimleri ise, İslâmî bir yükümlülük olarak daha yaygın bir şekilde kullanılmışlar, îtâ (verme) terimi ise, örneğin aşağıdaki ayette olduğu gibi, daha az kullanılarak zekât teriminin gölgesinde kalmıştır:
“(Asıl iyilik…) Elinde olan maldan Allah’ın rızasını gözeterek yakınlara, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan vermek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermektir…”
Görüldüğü gibi, aynı ayette itâ (vermek) ve zekât kavramları birlikte kullanılmıştır.
Nasîb kavramı da aynı anlama gelmektedir. Hicret’ten önce nazil olan En’am Suresi’nin 136. ayetinde, müşriklerden şöyle bahsedilmektedir:
“Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a pay (nasîb) ayırıp, zanlarınca, bu Allah’a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan, Allah’a ulaşmıyor; fakat Allah için ayrılan, ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar!”
Yine Hicret’ten önce nazil olan Nahl Suresi’nin 56. ayetindeki “kendilerine rızık olarak verdiklerimizden bir pay ayırıyorlar” ifadesi de, adet haline gelmiş ve neredeyse zorunlu bir vergiye işaret etmektedir. Ancak ayette geçen nasîb terimi, Kur’an’da Müslümanlarla ilgili olarak kullanılmamıştır
[168] Nisâ: 4/5.
[169] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/803-806
[170] İbn Ebî Şeybe, Musannef; Mu’âviye’nin bir uygulaması ile ilgili olarak bk. Mâlik. 17: 7.
[171] Yed (el) teriminin Kur’an’da (Tevbe: 9/29) kullanılan anlamı ile ilgili olarak, Vesâ’ik adlı kitabımın sonunda yer alan “Terimler Sözlüğü” bölümüne bakınız
[172] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/806-808
[173] Ebû Yûsuf, s. 72; İbn Ebî Şeybe, Şevkânî’den naklen: Feth’ul-Kadîr, II, 357; Belazurî, Fütûh, s. 129. Taberî, Tefsir, X, 110; Ebû Hayyân, Tefsir, s. 58
[174] Taberî, Tefsir, X, 110; Ebû Hayyân, Tefsîr, s. 58.
[175] Vesâ’ik, Nº 291.
[176] Belazurî, Ensâb, II, 585 (İstanbul elyazması).
[177] Taberî, Tefsîr, X, 113.
[178] Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’, s. 116.
[179] İbn el-‘Arabî, Tefsîr, 394-395
[180] Kasânî, Bedâ’î, II, s. 45
[181] Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 365
[182] Reşîd Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, X, 494-495
[183] İbn Sa’d, V, 260, 272
[184] Nûr:24/33
[185] Ebû ‘Ubeyd, § 1348-1354.
[186] Vesâ’ik, Nº 1, § 11-12.
[187] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/809-817
[188] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/817-818
[189] İbn Sa’d, I/II, s. 178; Muslim, 32: 70-71
[190] İbn Sa’d, 1/2, s. 182-83; İbn Hişâm, s. 354; Suheylî, II, 26,143; Belâzurî, I, § 1043.
[191] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/818-819
[192] Buhârî, 93: 24.
[193] Nesâ’î, 19:1; İbn. Hanbel, III, 103, 178, 235, 250
[194] Ebû ‘Ubeyd, § 1996-1997
[195] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/819-820
[196] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/820-821
[197] Ebû Dâvud, 22: 50; Kettânî, I, 426; Ebû Ya’lâ, s. 166-67 vs. Bu konuda Kur’an’a da bakılabilir: 11 /85
[198] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/821-822
[199] İbn Ebî Şeybe, Ebû ‘Ubeyd’den naklen,§ 1437; Hayber’den toplanan buğday gelirleri için bk. İbn Hişâm, s. 776.
[200] Vesâ’ik, Nº 94
[201] İbn Sa’d, I/II, s. 37.
[202] Ebû Dâvûd, 22: 27. Burada iki ayrı rivayet vardır
[203] Taberî, I, 1784
[204] Makrîzî, I, 68.
[205] İbn Hişâm, s. 663-664.
[206] Taberî, I, 1782
[207] Bk. Buhârî, 62: 2.
[208] Buhârî, 86: 13
[209] Ebû Dâvûd, 9: 26: İbn Mâce, 12: 25.
[210] A.g.e., 50: 1.
[211] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/823-828
[212] Hz. Peygamberin Savaşları, Beyan Yayınları, İst.
[213] Dârimî, 16: 39
[214] Buhârî, 3:45 ; 56: 15; Müslim, 33: 149-51; ayrıca bk. aşağıda § 1702
[215] Bk. yukarıda § 1651
[216] Buhârî, 56: 138.
[217] İbn Sa’d, II/1, s. 27; İbn Hişâm, s. 560-561
[218] İbn Hişâm, s. 815
[219] A.g.e., s. 45
[220] İbn Hişâm, s. 436.
[221] A.g.e., s. 435
[222] A.g.e., s. 443, 760
[223] A.g.e., s. 894.
[224] Buhârî, 56: 157
[225] Ebû Yûsuf, s. 131; İbn Sa’d, II/I, s. 97.
[226] İbn Sa’d, II/I, s. 96
[227] İbn Hişâm, s. 812; İbn Sa’d, s. 35, 97
[228] Muslim, 32: 2; ayrıca bk. İslâmda Devlet İdaresi adlı kitabımızın Ek Bölümü
[229] Muslim, 33: 67-69.
[230] Şe’mî, Sîre, ilgili bölümde
[231] Nisâ: 4/102-104.
[232] Vâkıdî, Megâzî, Vr. 15a (British Museum elyazması).
[233] Belazurî, I, § 697, vs
[234] İbn Sa’d, 2/I, s. 9; Taberî, Tefsîr, Âl-i İmrân: 3/125 ile ilgili bölüm
[235] Belazurî, I, § 765
[236] Vesâ’ik, Nº 367 (Taberî’den naklen).
[237] İbn Hişâm, s. 985.
[238] A.g.e., s. 421
[239] Belazurî, I, § 765.
[240] Enfâl: 8/41 (safiy için, bk. Belazurî, I, § 1037-8).
[241] Buhârî, 57: 18; Ebû Dâvûd, 15: 100.
[242] Muslim, 32: 137, Ebû Dâvûd, 15: 141; İbn Hanbel, I, 315, (Nº 2931-2).
[243] İnsan: 76/8.
[244] Taberî, I, 1341.
[245] Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, IV, 225.
[246] İbn Rüşd. Bidâye, I, 351 (Mısır bs.).
[247] Buhârî, 56: 148; Muslim, 32: 24-25.
[248] Örneğin, İslam’da Devlet İdaresi adlı kitabım
[249] Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 185
[250] (Tevbe: 9/7.
[251] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/829-839
[252] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/840-842
[253] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/842-847
[254] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/847
[255] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/847-848
[256] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/849
[257] Suheylî, II, 64.
[258] İbn Sa’d, 3/II, s. 52 ve 4/1, s. 184; İbn Hişâm, s. 685; İbn Hanbel (Nº 5857), II, 107; III, 334
[259] Suheylî, II, 253
[260] Vesâ’ik, Nº 233
[261] Ebû Dâvûd, 24: 2, vs
[262] Yakûbî, II, 84; Vesâ’ik, Nº 28
[263] Bréhier, Institutions de l’empire byzantin, s. 284.
[264] İbn Hanbel, IV, 74-75.
[265] Halebî, İnsânu’l-‘Uyûn, III, 26; Dahlân, II, 46
[266] Ebû Dâvûd, 15: 15
[267] İbn Hişâm, s. 460
[268] Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, IV, 67.
[269] A.g.e., s. 916
[270] A.g.e., s. 744.
[271] Makrîzî, I, 509
[272] Buhârî, 64: 87.
[273] İbn Hanbel, IV, 74-75.
[274] Fetâvî ‘âlemgîrîye (hindiye), III, 265-266, Şeybânî’den naklen
[275] İbn Sa’d, I/II, s. 17
[276] Taberânî, Kebîr, II, 289 a, b; Arabica, 1955, Nº 105.
[277] A.g.e., s. 165.
[278] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/849-860
[279] Taberî, I, 2163
[280] Tirmizî, 19: 23; İbn Sa’d, I/II, s. 107.
[281] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/860-861
[282] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/862
[283] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/862-863
[284] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/863
[285] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/863-864
[286] Ebû Dâvûd, 38: 4.
[287] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/864-865
[288] Buhârî, 56: I, 58: 22.
[289] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/865-866
[290] İbn Teymiye, Siyâsetu’ş-Şer’iyye, s. 8.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/866
[291] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/866
[292] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/866
[293] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/867-868
[294] Vesâ’ik, Nº 41, 81, 87, 90, 121, 152, 189, 193, 196, 233
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/868
[295] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/868-869
[296] Buhârî, 54: 157; 61: 25.
[297] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/869-870
[298] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/870
[299] Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 69.
[300] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/870-871
[301] Buhârî, 24: 24, 34: 100, Nº 4
[302] Buhârî, 61: ı; Muslim, 63: 168.
[303] İbn Hanbel, III, 425 (Hadis metin olarak değil, mealen verilmiştir).
[304] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/871-872
[305] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/872
[306] Mâlik, 26. bölüm; Ebû Dâvûd, 16. bölüm.
[307] İbn Mâce, 8-9: 9 (Nº 2-3); Tirmizî, 9: 5.
[308] Ebû Dâvûd, 12: 19
[309] Buhârî, 67: 48.
[310] A.g.e., 67: 63 (bk. İbn Hanbel, , IV, 67).
[311] Muhabbar, s. 95
[312] Dineverî, Kitâbu’n-Nebât, C. 5, “Dârim” maddesi, C. 3, “Misvak”bölümü (bk. RAAD, C. 29, s. 476-77; C. 30, s. 694.)
[313] Buhârî, 67/7 ve 67/54 vs.
[314] A.g.e., 67: 54, 67: 56.
[315] A.g.e., 67: 83
[316] İbn Hişâm, s. 1019
[317] Belazurî, I, § 1165.
[318] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/873-880
[319] İbn Sa’d, I/II, s. 182.
[320] İbn Sa’d, I/II, s. 155
[321] Mâide: 5/3.
[322] İbn Sa’d, I/II, s. 119.
[323] Nûr: 24/58.
[324] İbn Sa’d, I/II, s. 113
[325] A.g.e., s. 112; Nesâ’î, 36: 1
[326] İnsan: 76/5, Mutaffifin: 83/26
[327] Rahman: 55/11-12
[328] İbn Sa’d, I/II, s. 170-171; Buhârî, 68: 46; Ebû Dâvûd, 27: 14.
[329] Evlenmemiş kızlar bundan müstesna idi. Bk. § 1382. Muhtemelen, İslam-öncesi Arabistan’ında, toplumun bazı kesimlerinde kadınlar, yabancı erkekler karşısında yüzlerini peçe ile örtüyorlardı. Arab dilinde bununla ilgili olarak bazı izler bize kadar gelmiştir: Kadının, burnunun üzerine ya da gözlerinin altından başlamak üzere iliştirdiği örtüye hımâr denmekteydi. Bazen bu örtü göz hizasına kadar yaklaştırılıp kirpikler de artık görünmez oluyor ve bu durumda bu örtüye vesvâs adı veriliyordu. Örtü burnun ucuna doğru düşürülürse buna da lifâm deniliyordu. Dudaklar üzerine kadar indirilip burun açık bırakılırsa, buna da hisâm adı veriliyordu” (Kastallânî, İrşâd, III, 312).
[330] Baldızın (hanımın kız kardeşinin), eniştesinin (kız kardeşinin kocasının) yanında yüzünü örtmesi gerekmez. Aşağıdaki hadisten bu sonucu çıkarıyoruz: “Abbâs şöyle nakleder: (Son hastalığı sırasında) etrafı hanımlarıyla çevrilmiş olan Resulullah’ın huzuruna girdim. (Karım ’Umm el-Fadl’ın kız kardeşi olan baldızım) Meymûne dışında, hepsi de derhal örtülerini (peçelerini) yüzlerine çektiler....”(İbn Hanbel, I, 209, Nº. 1784; Ebû Ya’lâ el-Mavsılî de, Veliyyyu’llâh ed-Dihlevî’den naklen (bk. İzaletu’l Hifâ’ ‘an Hılâfeti’l-Hulefâ, Breilly/Hindistan, H. 1286, I, 103), Bu istisnanın nedeni, baldızın eniştesi ile geçici bir mahremiyet (evlenme yasağı) ilişkisi içinde olmasıdır; yani bir erkek, iki kız kardeşi aynı anda eş olarak nikâhı altına alamaz
[331] Buhârî, 13: 2, Muslim, îdeyn, 19
[332] Muslim, îdeyn, 4; Ebû Dâvûd, Edeb, 121; Dârimî, Salât, 224
[333] Samhûdî (2.bs., s. 1135) bu konuyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgi vermekte ve Yahudiler arasından çıkan bir takım Medineli acemi sihirbazların önce boş yere ona büyü yapmaya çalıştıklarını söyler. Bunlar daha sonra Lebîd ibn A’sam adlı yabancı bir Yahudi’ye, gerçekte 3 altın tutarında yüklü bir bahşiş vermişlerdir. Lebîd’in kız kardeşleri büyü sanatında ondan çok daha fazla uzman idiler. Asıl yapılacak işi onlar yapmışlar ve Lebîd ise, sadece üzerine büyü yapılan nesneyi (Resulullah’ın kesilmiş saçlarını) Zurvân (Zû-Arvân) adlı kuyuya gizlemek olmuştur; bunun üzerine kuyunun suyu sanki kına ile boyanmışçasına sapsarı kesilmişti.
[334] Bk. Buhârî, 46: 29; Muslim, 22: 143 (7 arış, yani yaklaşık 3,5 m.)
[335] Ebû Yûsuf, Harâc, s. 57.
[336] Ayrıca bk. Buhârî, 96: Nº 14.
[337] Lisân, bk. D-R-K-L maddesi
[338] Suheylî, II, 304
[339] Örneğin, İbn Hişâm, s. 560
[340] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/880-897
[341] İbn Sa’d, 1/II, s. 91
[342] İbn el-Cevzî, Vefâ, s. 582.
[343] İbn Hanbel, III, 161
[344] Burada Resulullah (a.s.)’ın inşa ettirmiş olduğu mescitler söz konusudur. Özel girişimler sonucu yapılan mescitler ise, Hicret’ten 2 yıl kadar önce Akabe Biati’nden hemen sonra inşa edilmişlerdir. Örneğin, Câbir’in bahsettiği mescitlerden biri (bk. İbn Ebi Şeybe, İbn Hacer’den naklen, Metâlib, Nº 4176 ve 4289) hiç şüphesiz kendi kabilesince inşa edilmişti; diğeri ise, Es’ad ibn Zurâre’nin (bk. Şe’mî, III, 485; Samhûdî, 2. bs, s. 224, 1323) ve Râfi’ ibn Mâlik ez-Zurkî’nin (a.g.e., s. 857) Benû Selemelerin mahallesinde olduğunu rivayet ettikleri mescittir. Esasen, ne kadar küçük ve sade olursa olsun, 12 nakipten her birinin kendi mahallesinde birer mescit inşa etmiş olduğunu düşünüyoruz
[345] İbn Sa’d, 3/1, s. 83; Vesâ’ik, Nº */vâv. Kaynaklarda bu konu ile ilgili olarak iki anlatım göze çarpmaktadır: Bunlardan ilkine göre, Resulullah Medine’ye hicret etmeden önce, buradaki Cuma namazlarını Mus’ab ibn ‘Umeyr kıldırıyordu; diğer anlatıma göre ise, bu işi yapan, Ensâr’dan (Hazreçli) Es’ad ibn Zurâre idi. Samhûdî’nin verdiği bilgi (2. bs., s. 224), sorunu çözecek gibi gözükmektedir. Onun ifadesine göre, Evs kabilesine mensup olanlar, Hazreçli bir imamın arkasında cemaat olup namaza durmayı pek istemiyorlardı. Bunun üzerine, Mekke’li Mus’ab, tabii ki Resulullah’ın emri üzerine bu işle görevlendirildi. Şunu da belirtelim ki, Resulullah (a.s.) Mekke’den Cuma namazına başlanması için emir gönderdiğinde, Medine henüz bir İslam beldesi değildi.
[346] Buhârî, Muslim, Ebû Dâvûd vb.
[347] İbn Kuteybe, Kitâbu’l-Envâ’, § 6-97
[348] Mes’ûdî, Tenbîh, s. 209.
[349] İbn Kuteybe, Enva’, § 159; ayrıca bk. yukarıda § 1287-1312
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/897-904
[350] Ebû Dâvûd, 27: 19, Nº 7.
[351] A.g.e., 27: 15.
[352] Müslim, 11/93; Ebû Dâvud, 20/68; A. b. Hanbel, VI, 10, v.s
[353] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/904-909
[354] Birinci cildin ilk bölümünde Halife Osman’ın İspanya’da fetih hareketine girişen orduları ile ilgili dipnot açıklamasına bakınız. Bu fetihler sırasında, sadece Galya (Fransa) bölgesinin ele geçirilmesi, Halife Osman’dan sonraki tarihlerde gerçekleşmiştir. (Ç.)
[355] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/910-912
[356] İbn Hişâm, s. 1006.
[357] A.g.e., s. 1007
[358] Buhârî 64/83, Nº 4 ve 5. Bazı kaynaklar, vasiyet beyânında bulunmak üzere kâğıt getirilmesini bizzat Resulullah’ın istemediğini, ancak orada bulunan ziyaretçilerden birinin (görünüşe bakılırsa, amcası Abbâs) kendisine bunu telkin ettiğini belirtirler. Bu hatırlatma üzerine Resulullah: “Bana bir kâğıt getiriniz!..” emrini vermiştir. Şayet Resulullah bizzat kendi iradesiyle bir şeyler yazdırmak istemiş olsaydı, kimse bu isteğe karşı çıkmayı göze alamazdı. Bu konuda Abbâs’ın aşırı istekli olduğu bilinmektedir. Nitekim, Resulullah’ın bu son hastalığı sırasında, yeğeni Ali’ye şöyle demişti:
“-Üç gün sonra, elinde asa taşıyan birine tabi olmak zorunda kalacaksın! Ben Resulullah’ın yüzünde ecel alâmetleri gördüm. Haydi benimle gel, Resulullah’ın huzuruna varıp, kendisinden, yerine kimi bırakacağı konusundaki talimatını alalım! Şayet bu yetki (Hilâfet) bizlerden birine ait olacaksa, bunu öğrenmiş oluruz; aksi takdirde (en azından) o bize bu konuda bazı emirler verir ve bizim aracılığımızla vasiyette bulunur.”
Ali ise şöyle cevap vermiştir:
“-Ben bunu asla yapamam zira, Allah’a yemin ederim ki, eğer o bunu bize şimdi vermezse, daha sonra da kimse kalkıp bu işi bize vermez...” (bk. Buhârî, 64/83, Nº 16; İbn Hişâm, s. 1011; Belâzurî, Ensâb, I, § 1147).
Daha sonra, Resulullah’ın vefatından hemen sonra, Abbâs yeniden sevgili yeğeni Ali’nin yanına gelerek, ona:
“Ey Ali! Haydi gel ben sana herkesin gözü önünde alenen biat edeyim de artık kimse sana karşı çıkmasın!...”
Ali bu öneriyi reddetmiş ve şöyle demiştir:
“Bizim (bu konuda) sahip olduğumuz hakları reddedip inkâr eden biri mi var?” (Belâzurî, Ensâb, I, § 1180, 1185).
Ebû Bekir’in halife seçilmesinden sonra ise, Abbâs üzüntü ve keder içinde Ali’ye koşmuş, ona sitemde bulunarak şöyle eklemişti:
“Ben sana söylemiştim!” (Belâzurî, Ensâb, a.g.y.)
[359] İbn Hişâm, s. 765. Vâkıdî’nin verdiği bilgiye göre bu kadının adı Zeyneb bint el-Hâris idi (bk. Megâzî, Londra el yazması, vr. 154/a ve b). Aynı zamanda Merhab adlı Yahudinin yeğeni ve Sellâm ibn Mişkem’in hanımıydı (her iki adam da Yahudilerin ileri gelen başkanlarındandır). Bu kadının kocası, erkek kardeşi, babası ve amcası, Müslümanlarla yaptıkları savaşlarda ölmüşlerdi.
[360] A.g.e., s. 1007-8, Suheylî, II, 369-70’de farklı metinler yer almaktadır
[361] Selmân (İbn Hişâm, s. 141) ve Herakliyus’un elçisi (İbn Hanbel, IV, 74-75) de kendisine bunu sormuşlardı. Yine bir Arap tabip de bununla ilgilenmiştir (İbn Sa’d, I/II, s.132-3). Bk. yukarıda “Tıp ilmi” adlı bölüm.
[362] İbn Sa’d, 2/11, s. 57.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/912-919
[363] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/920
[364] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/920-921
[365] Genel bilgiler için bk. Problèmes constitutionnels aux premiers temps de l’Islam, Paris 1988; The Prophet’s Establishing a State and his Succession, Hyderabad-Deccan 1986
[366] Ebû Dâvûd, 23: 2; Buhârî, 37¨1, Nº 2 vd.
[367] Hucurât: 49/ 13.
[368] Bir şair, bu kabile hakkında alay yollu şöyle söylemekteydi: “İşler özellikle Teymlerin yokken karara bağlanır; onlar orada bulunsalar bile, onların görüşleri alınmaz,” (bk. Mecelletu’l-Hac, Mekke 1378 H., XII, 10, s. 605).
[369] Ensâb, I, § 648-767.
[370] Bk. “The Notion of Khilafat and its Modern Application”, Journal of Pakistan Historical Society, C. 4, 1956, s. 278-284.
[371] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/920-930
[372] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/931-938
[373] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi Hayatı ve Eseri, Beyan Yayınları: 1/939-940