MAZNUN

 

TÎMAŞ YAYINLARI

 

 

 

1932 yılında Erzincan'da doğdu. Asıl adı Ömer Okçu'dur. 1967'de "Minyeli Abdullah"ı yazarak adım duyurdu. îttihad ve Yeni Asya gazetelerinde 1968-1973 yıllan arasında makaleler yazdı. Şirket kurup ticari çalışmaların içine girdi. "Sur" dergisini çıkarıp uzun yıllar idare etti. Halen "Zaman" gazetesinde günlük makaleler yazmaktadır...

Yayınlanmış Eserleri:

—Minyeli Abdullah

—Maznun

—Derdimi Seviyorum (3 kitap)

—Bir Millet Uyanıyor

—Yapraklar

—Yokuş

—Düşünceler

—Menan Cinleri

—İlimler ve Yorumlar

—İlimde, Teknikte, Dinde Rüya

—îslam'da Davet (Tükendi)

—Çığ (Tükendi)

—ölüm Yokluk mudur?

—Ben Bir Müslümanım, Neye Nasıl tnanınm?

—Osmanlıca Türkçe Lügat (Heyet)

—Yeni Ansiklopedi (4 cilt, Heyet)

—Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?

—Rusya'daki Müslümanlar Bu Hale Nasıl Düştü?

—Müslüman ve Para

Böyle Başladı

Ortadan kısa boylu, zayıfa yakın, içine kapanık bir delikanlıydı. Delikanlıydı amma diğer delikanlılardan çok farklıydı. Hele «delilik» le uzaktan yakından hiç bir alâkası yoktu; kendi âleminde bir gençti. Zaruri konuşmaların dışında lâf etmezdi; sevmezdi de... Sanki, dünyaya bazı şeyler yapmak için gelmiş fakat yapamamıştı. Bir şeyler arıyor ve bir şeyler istiyordu. Ne istediğini kendisi de bilmiyordu. Ara - sıra içlenir: «ne oluyor bana, ne var?» derdi. Nedense halini kimseye söyleyemez ve bu soruların cevabını da veremezdi. Bazı sabahlar herkesin gazete kapıştığı anda o da bir gazete alır; her sahifesine dikkatli dikkatli bakar, bırakırdı. Aradığını bir türlü bulamazdı. Düşünürdü : «Ne aradım?» Arkasından omuzunu silker, «hiç» derdi. Bazı arkadaşları roman okurdu. O da denedi, bir roman aldı, sayfalan tek tek çevirdi ve kapadı. «Bir şey yok» dedi. Bir gün kalabalığa takılıp stadyuma gitti, maçın yarısında terketti. Bir başka gün akrabaları, yemeğe davet etmişti. Herkesin öve öve bitiremedikleri yemeklerden, o, tad bile alamamışı. Hattâ baklavayı yerken, unutularak kaldırılmamış salatadan da almayı ihmâl etmedi. Başkaları güldü. O kendi kendine «ne var ki, normaldi bu» deyip, devam etti.

_ 5 —

Hangi anormalliğe «normal» demedi ki? Annesini, babasını dikkatle tedkik ediyor, söz ve hareketlerindeki tezatları yakalayıp, bu tezatlardan «hayat» denilen bir gerçeği nasıl yaşadıklarına hayret ederek, buna da «normal!» diyordu. Ona göre halli imkânsız görünen her hâdise ve hâl, bir «normal» fiskesiyle kenara atılabilirdi. «Madem ki, tezatların ördüğü bir hayat tarzı var ve madem ki biz bunu kabul etmişiz; bu en büyük yanlışı reddetmek, umumun nazarında anormal olacağından, bir (normal) çek, gitsin!» diyordu. Doğru zannedilen yanlışların yanmda çok hakikatlar yetimdi...

Cehalet ve menfaat gibi iki direğe bağlanan gaflet salıncağında; bir Garb'a, bir Şark'a doğru sallanan bu aile içinde şimdilik baş gaile; delikanlının evlen-mesiydi. Fakat «babamın hatasını ben tekrarlamıyaca-ğım!» diyen genç, lâf anlamıyordu.

Hani şehirli bir genç kız, köydeki akrabalarına misafirliğe gider:

  Aaa, bu ne pis koku?., diyerek temizliğe başlar. Onbeş gün sonra burnu bu kokuya alışır:

  Gördünüz mü, geldim, sizi o pis kokudan kurtardım, der.

Halbuki evin yaşlıları ise, bu ahır burda oldukça, bu kokunun gitmeyeceğini bilir ve tebessümle cevap verirler.

Aynen böyle de evin delikanlısı evlilik konuşmalarına ahşti; itiraz ede ede sonunda onu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yahut bu anormalliğe de bir «normal!» çekti.

Nitekim, bir gün annesi:

  Oğlum, evlenme çağın geldi, Ayşe'nin kızı, ev-

— fi —

lâdun yerinde, n'olur onu sana alayım. Eğer sözümü tutarsan ne sevinirim, ne sevinirim. Haydi güzel oğlum, evet de!..

Düşündü, annesinin bu ısrarına ve sevinmesine yine hayret etti.

Sabah kahvaltısı ister gibi «evet» dedi. Annesinin sevinmesini, boynuna sarılmasını, hattâ tülbenti ile gözlerini silmesini daha çok hayretle karşıladı.

Nihayet evlendi. Kızcağızı, az kalsın, okunmayan roman gibi kapatıp rafa koyacaktı. Fakat kız buna razı olmadı. Çünkü onu tanıyordu. Onun çok iyi bir insan olduğunu, iyiliği sevdiğini ve hassasiyetini biliyordu. Biliyordu ki o, baklava ile turşu arasmda fark görmezdi.

Babası bir gün sordu:

  Oğlum, kadastroda münhal yer var; memur istiyorlar, girmek ister misin?

Ufak yüzü, kısa ve ayrılmış saçları ve muntazam elbisesiyle insanın içi ısınan bu temiz, fakat derin bakışlı genç, babasının yüzüne baktı baktı; döndü, genç zevcesine baktı, sonra yüzünü annesine çevirdi. Zev-cesiyle annesi güldüler. O, «hesapta bu da var mıydı?» gibilerden başını önüne eğdi.

Annesi:

  Efendi, boşver öyle şeyleri, benim oğlum daha büyüyecek, dedi.

O, bunu annesinin densizliğine saydı. Ne büyümesi? Neredeyse baba olacaktı!

Hayır, aptal ve ahmak değildi. Konuşunca âdeta bir hatip kesilirdi. Bilgi dersen, az çok mürekkep yalamıştı. Fakat yanlış bir yere gelmişti. Bu sebepten

midir, nedir, ölümü pek umursamazdı; hattâ bu a/, ela

özlerdi.

Bir gün yalnızlığın mahşerinde kendi kendine söylendi. «Ben niye başkalarından farklıyım?»

O an, beyninin döndüğünü hisseti. Kafası hummalı bir çalışmaya girdi. Hayatını, muhitini bir laborant maharetiyle tahlil etti, kıymetlendirdi ve hâdiseler arasında bağ kurdu: «Belki onlar başka» diye nefsine olan itimadını belirtti.

Bir şeyi sevmek istiyordu. Birisinin emrine girip ömrünü ona vakfetmek ihtiyacını duyuyordu. Ekmeğe, suya muhtaç olduğu gibi, buna da muhtaçtı. Lâkin bir şeyi aramak başka, bulmak başkaydı. Ruhundaki boşluğu dolduramadığı için içki içmeyi denedi. Pası, kezzapla temizlemek gibi bir şeydi bu. Fakat pas değil, kendini rahatsız eden şeyin inci olduğunu anladı. Günahları sevmemesi, onun için manevi bir hazine idi. Amma, hiç bir midye kendi bünyesindeki incinin değerini bilmez.

Nihayet işsizliğin maddi ve manevi zararını iyice hissettiğinden bir iş bulmaya karar verdi. Yanlış anlaşılmasın, paraya ihtiyacı yoktu, bir iş olsun işte!..

Çiftçi olmağa niyet etti: Çünkü bu işte memlekete hizmet etme imkânı vardı. Fakat herkes karşı çıktı:

  Sen efendisin, yapamazsın!

  Zayıfsın, dayanamazsın!

  Rençberlik zor, git memur ol, bedava ekmek ye.

  Sen işi ne yapacaksın, baban zengin, kayınpederin zengin!..

O, bunlara kulak asmadı. Gitti, hazine malından bozkır bir araziyi satın aldı. Etrafını tümseklerle çe-

— 8 >—

virdi. İçini bölme bölme ayırdı. Baharda çamur gibi akan sel sularıyla bölmeleri doldurdu; böylece çayın milinden istifade etti. Bazan yağmur altında sırılsıklam ıslanırdı. Böyle anlarda içi bir hoş olurdu. Aradığını bulmuş gibiydi. Daha dik yürür, daha gür konuşurdu. Çünkü, bir gaye için çalışmanın ne büyük bir haz doğurduğunu şu birkaç ay içinde anlamıştı.

Onun bu gayretlerini görüp:

  Boşuna emek, diyenlerin sözüne:

  Boşuna konuşuyorsunuz, derdi. Çiftçilerden bazıları ona yardımcı olmak istedi:

  Kumluk arazide bostan iyi olur, dediler.

  Arı, tavuk işi olmaz mı?

  Zaten rençberlikte tek iş yaparsan, batarsın; işleri birbirine destek etmek lâzım. Meselâ bostan olmazsa arıdan, tavuktan kazanırsın. O da olmazsa fidan dikmelisin, ondan istifade etmelisin...

Günler aylara ve aylar da yıllara el uzattıkça onun da elleri nasır tuttu, cildi karardı, minyon tipine bir ciddiyet geldi.

Çok memnun. Onun bu memnuniyeti ev halk-kını da memnun ediyordu. Hele dizleri yamalı pantolonu ve basma gömleği, Avrupa modası kadar, günün meselesi olmuştu

işçilerle oturur yemek yerdi. Çökeleği dürüm edip bir ısırışı vardı ki, babası onu bu haliyle görünce kasıklarını tuta tuta gülerdi. Akşam da evde onun taklidini yapar, herkes güle güle bir hâl olurdu. Suyu tasla içişi de görülecek şeydi...

9

Mehtaplı gecelerde tümseğin üstüne oturur, saatlerce bir heykel sessizliğinde beklerdi. Efsunkâr bir şekle bürünen tabiat, sanki nefes alıyordu. Ağustos böcekleriyle kurbağa sesleri en güzel orkestrayı kıskandıracak derecede güzel ve ahenkliydi. Her şey bir yana bu yalnız kalmada, bir başka esrar vardı. Bu, çok daha güzeldi.

1953 yılının bir akşamında, uzun zamandır görüşmediği mektep arkadaşı Nuri, yanma geldi. Ona bir kitaptan paragraflar okudu, anlattı.

Nuri okuyup anlattıkça, o, ruhundaki pılıpırtıyı toplayıp bir başka âleme taşınıyordu. Yabancısı olmadığı bir âleme... Daha doğrusu yıllarca arayıp bulamadığı bir âleme:

«Ebedî âlem, Allah'ın emri, O'nu sevmek, O'nun rızası için çalışmak, Peygamberin izinden gitmek...»

Gibi şeyleri arkadaşı okuyup anlattıkça bunların her biri bir anahtar olup, bir büyük sarayın kapılarını açıyordu. Her oda, her türlü tasvirin dışında süslü ve kıymetliydi.

Ruhu, bir kelebek gibi uçmaktan vazgeçip, yemyeşil bir bahçeye konmuştu ve bahçıvanını bulmuştu...

Gönlünde vahalar açılıyor, seraplar yerini haki-

kata terkediyordu. Diyor ki:

— Binler çeşit hayvanatı ve binler çeşit nebatatı nasıl bir tesadüfün eline bırakabiliriz? Nasıl, bu büyük ve sağlam nizamın nâzımını inkâr edebiliriz? De-nizanasından balinaya; çayır otundan çınara kadar her şeyin hakkını veren ve her şeyi asırlar boyunca bir nisbet dahilinde besleyen, büyüten ve öldüren o Kudret-i Mutlak'ı nasıl bilmezlikten gelebiliriz? Her

— 10 —

harfin bir kâtibi varken, bir ağacı destan gibi yaratıp, dallarını mısra, yapraklarını hece ve çekirdeklerini nokta yapan, her noktada kitabı yeniden yazan, bir Rabbülâlemini yok kabul etmek ne büyük divaneliktir!..

Konuşmalar böyle devam ederken, sanki o, yeryüzünün dışına çıkmış ve kulağını arza dayayıp, dünyanın kalbini dinliyordu:

  Şu nizamın Nâzımını nasıl inkâr edebilirsin?

Artık hissettiği nizamın Nâzımını aramak ona düşmüştü. Aradıkça kapılar aralanıyor; aralık kapılardan, ebedî saadete giden yollar ve asr-ı saadet hayâl - me-yâl görünüyordu.

Ruhunun asaleti sebebiyle günahlardan kaçan bu genç, şimdi şuurlu adımlarla İslâm cephesindeki yerini almağa çalışıyordu. Bunun için, en mükemmel asker olmağa, yâni Allah'ın emir ve yasaklarına nokta nokta uymağa gayret ediyordu:

  Faiz yasak mı?

  Evet!

  öyleyse o kapı bana ebediyen kapalı olsun!.. Tebliğ ve itaat!.. Gerisi lâf!..

Mehtaplı gecelerde, yalnız başına oturan ve bir meçhul sevgiliyi, kimsesiz yollarda bekleyen bu baş, şimdi kelime ve cümlelerde sevgilisinin sıfatlarını, arkadaşından aldığı bir kitapta bulmuş ve kendini ona vermişti. Her akşam o kitabı okuyordu. İçine kapanma hâli gitmiş, onun yerine bir gayret gelmişti; konuşuyor, anlatıyor, dinliyordu.

Sür'atle değişen hayat seyri içinde pek çok hadiseler dolup taştı. Birkaç hafta sonra duydu ki, o meh-

— 11 —

taplı gecede, gelip kendisine kitap okuyan arkadaşını tevkif etmişler. Sebep: Kitabı okumak ve kitap bulundurmak suçmuş. Bu duruma hayret etti. Sonra, kitabın müellifinin de hapis ve sürgün hayatı yaşadığını öğrendi. Bunlara bir mânâ veremedi. Bir sürü ni-çinler, nedenler sıraladı zihninde, hepsi' de cevapsız

kaldı.

Kalktı, şehri dolaştı. Adam yaralamakla nam yapmış bir külhanbeyini gördü. Bu adamın işi yoktu. Şundan bundan aldığı haraçla geçinirdi.

Camına tül perde çekilmiş meyhanenin açık kapısından, içerde içenler görülüyordu. Daha geçen gün iki ahbap, kafaları çekip, «yaparsın, yapamazsın» kabadayılığı yüzünden biri diğerini bıçakla öldürmüştü. «Meyhaneci serbest,    bizim kitabın müellifi    hapis!.. Acayip» dedi. Genelevde çalışan bir fahişe faytona binmiş ortada hiç bir şey ve hiç bir mesele yokmuş gibi, şehrin en kalabalık yerlerinde geziyordu. Şü memurun rüşvet yediğini bilmeyen yoktu. Halk «onun huyudur, yemeden yapamaz» diyerek yasak olan bir işi tabiîleştirmişti.  «Şu zengin, serhat şehirlerinden kaçak mal getirmiş ve şu binayı da böyle bir kazançla yapmıştı. Şu kulüpte oturanlar, bir kısım devlet memurları değil miydi? Hiç bir zaman suçlu sayılmadan kumar oynuyorlardı. Hem de bu işi koca koca diplomaları ile yapıyorlar. Bu parada çoluk çocuğun hakkı var demeden, alıyorlar, yiyorlar   sonra kaybeden de rüşvetle açığını kapatıyordu. Şu bayan öğretmen, talebesini saatlerce evinde alıkoymuştu; bir değil, defalarca... Ve, o talebe de gururla bize bir şeyler anlatmıştı.»

Her kavmin, her meslek sahibinin,   kısacası her zümrenin iyisi de kötüsü de vardı. Biz kötülüklerinden

— 12 —

misal verdik. İyilerini siz, biliyorsunuz. Kötülerin itibar gördüğü dünyada yaşamak zordu.

Başına şiddetli bir ağn saplandı. Midesi de sancılanıyordu. Bütün bu gördüklerine ve duyduklarına bir manâ veremedi. Bu misâlleri o kadar çoğaltabilirdi ki saymakla bitmez. Fakat faydası ne? Baş ağrısı, mide bulantısı mı?

Artık şehri dolaşmaktan vazgeçti. Döndü eve geldi. Zevcesine:

  Bir çay yapar mısın, demli olsun! dedi.

  Vallahi kusura bakma, misafirim gelecek, pasta hazırlıyorum!

Diyerek, şuh bir eda ile mutfağa koştu.

İç âleminden bütün dünya habersizdi. O, memleket sathına yayılan kötülüğün revaç bulma sebepleri üzerinde beyin patlatırken, genç hanım, kibar kibar pasta yapmakla meşguldü. Kalktı, kendi eliyle çayını yaptı, bir bardak içti, baş ağrısı için ilâç aldı. Sonra belki bir saat düşüncelere daldı. Akşam yaklaşmış, misafirler de gitmişti. Can sıkıntısı ile kalkıp dışarı çıktı. Arkasından zevcesi konuşuyordu:

  Evde durmaz, bizimle meşgul olmaz. Bir tarla işi tutturdu, onu da yüzüne gözüne bulaştırdı. İnsan azıcık anlayışlı olur.

Annesi:

  Bu oğlanda bir hal var amma, anlayamadım.

  Eline bir kitap geçirmiş, onu okuyalı hareketleri değişti.

  Burada mı o kitap?

  Burada...

  Getir, bakalım ne yazıyor. Hımm, bizim oğlan hoca olacak desene, artık rençberlik tamam!

  Sakal bırakmasını istemem.

— 13 —

Annesi:

  Sakal değil, bıyık bıraksa, yine yolarım. Sonra ne imiş böyle gerici merici işler. Dans etsin, poker oynasın, arada bir içki içsin. Şöyle sarhoş sarhoş gelip, «anneciğim» diye boynuma sarılsın. Vallahi daha çok hoşlanırım, diye kahkahayı bastı.

Karısı:

  Ben de... Amma dans ederken gönlünü başkasına kaptırır, diye korkuyorum.

  Onun ağzını yırtarım, beni biliyor mu?

  Bravo anne!

  Öoo, kızdırmasın beni, senin üstüne gül koklatmam.

Anne, iyi-kötü günler görmüştü. Çile çekip, sefa sürmüştü. Tatlı dilliydi, lâf olsun diye en yakınının arkasından atar tutardı. Edepli edepsiz demez şakalar da yapardı ve herkesi güldürürdü. Kitap okumamıştı. Fakat arada sırada vaaz dinlemeğe gider, anne - baba Hakkını anlatan vaizlere bayılırdı.

  Hay ağzına sağlık, ne güzel söylüyor, derdi.

Namaz kıldığı da olurdu. Fakat cildi gösteren çorapla namaz kılınamayacağım, kılınırsa bir farzın ter-kedildiğini bilmezdi Başını camiye gidince kapatır, sonra da açardı. Ümidin hududu yoktu: «Eh, belki kabul olur, âhiret işini de hallederiz» gibilerden araşıra ibâdet yapıyordu. Nasreddin Hoca'nın göle maya atması gibi bir şey!.. Ya tutarsa...

Geline gelince: O, cildini, yâni güzelliğini bir hazine gibi bilmiş ve tuvaletiyle daima onu cilâlamıştı. Herkes tarafından beğenilmesini çok isterdi. Birisi, onu beğendiğini, meselâ güzel giydiğini veya güzel olduğunu söylese, dünyalar onun olurdu. Bu sebepten ko-

— 14 —

casından çok komşularını memnun etmeğe çalışırdı. Komşular «temizsin» dedikçe o her gün evi silerdi. Yeni yeni pastalar yapmasını başarır, görenlerin:

  Ooo, neler de biliyormuş, ne kadar da maharetli imiş...

Demelerine bayılır, onlar için yeni sürprizler hazırlardı. Halbuki, kocasma bir çay demleyecek zamanı yoktu. Kitap dersen, onunla alâkadar değildi. İbâdet etmek için, kaynanasının yaşma gelmeyi bekliyordu. Bu hususta sanki Azrail ile mukavele yapmıştı. İbâdet işinde daha ileri giden olursa.-

  Sen kalbime bak, kalbime... der, elini göğsüne vururdu. Fakat kalbini, ne kendisi, ne de başkası bilirdi. Bütün iyiliği muhite uymak ve Cennet'i satın almak ümidiyle fakirlere para veya eski giyecek vermekten ibaretti. Kalb temizliği ile kap temizliğini müsavi tutuyordu.

Kaynanasına dert yanardı:

  Anne, oğluna bir şey de.

  Ne diyeyim kızım, ne istiyorsun?..

  Benimle gezmeğe çıksın. Çaya, partiye gidelim.

  Kızım kocanın huyunu biliyorsun,    o bunları yapmaz, hiç boşuna ümitlenip durma.

  Kâhyaların gelini geniş bir bilezik almış...

  Kolunda kelepçe gibi duruyor. Daha kibarını seçebilirdi.

  Nedense benim de hoşuma gitti...

  Sizin kafanızda rüzgâr esiyor...

  Bizim bey geliyor... Pencereden başını uzatarak:

  Buyursunlar efendim!.. Bugün erkencisin.

  Selâmün aleyküm.

— 15 —

Annesi diğer odaya geçerken; genç kadın alaylı bir tarzda cevap verdi:

— Nasıl diyecektim? Ve bereket ve selâmet, aley-

küm selâm.

Güldüler... Genç adam:

  Yavaş yavaş olacak, dedi.

— Bugün erken geldiğine göre zikir mi yapacaksın?

— Bilmem ki...

  Sahi sana «hoca» diyorlar; senin hocalıkla ne

alâkan var?

  Allah, peygamber deyince oldun hoca. Gel gör ki nerden nereye düşmüşüz!.. Benden hoca olursa, var cemaatı tahayyül et!

  Duyduğumuza göre pancar parasını dindarlara vermişsin?..

  Vermek lâzım...

  O parayı oraya vereceğine bana bilezik alsay-dın, hah alsaydın, koltuklarımızı yenileseydin daha iyi olmaz mıy-dı?

  Onları da yaparız.

— Hani nerde? Haydi gidip alalım.

Yandaki odada konuşmalara kulak misafiri olan annesi geldi ve çıkıştı:

  Oğlum, caminin içi dururken dışına haramdır derler; bana bir entari getirmedin, avuçlar dolusu parayı götürüp onun bunun eline verdin. Allah'tan kork!

  Anne sandıklar dolusu entarin var.   Fakat istersen yine alırım.

  Ayy, entarim fazlaymış, evlâda bak!.. Kasabın karısı simli entari giymiş, ben giyemem mi?

  Giy.

— 16 —

Annesi kızarak bağırdı:

  Al da giyeyim!

  Haydi gidip alalım.

  Ağzımla istedim,"onun kıymeti kaçtı. İstemeden alsaydın ya... Hem öyle binbir zahmetle kazandığın param götürüp ona-buna verme. Onların evite git bak neleri var, neleri... Aklını basma topla, babanın zenginliği para etmez.

O anda kapıdan içeri giren baba:

  Nedir bu çal çene?..

  Babası, oğluna nasihat et. Pancarın parasını götürüp dini kitaplara, dindarlara vermiş.

Baba cömert ve mert mizaçlı bir adamdı. Her yerde kendisini dinletmesini bilirdi. Aynı vakarla bağırdı:

  Size ne? Kazandığı gibi harcasm. Kadınlar erkeğin işine bu kadar karışmaz!..

  Bize de harcasm...

  Haydi dır dır ötme!.. Herkes işinin basma... Delikanlı evden çıktı, gitti.    Anne, kocasına dert

yandı:

— -Adamın birini kitap okuyor diye hapse atmış-' lar. Bizim bu oğlan da onlarla düşüp kalkıyor. Şu raftaki kitaplar o cinstenmiş.

Baba:

  Bir zaman harb, bir zaman kıtlık, bir zaman ev bark sahibi olalım derken, biz dinimizi imânımızı öğrenemedik...

Anne yumuşak bir edâ ile cevap verdi:

  İsteseydik de öğrenemezdik, zaten yasaktı...

— Yâ yasaktı. . Bu çocuğu mühendis yapalım diye okuttuk, olmadı; liseyi zor bitirdi. Sonra garip bir çocuk! Bana acayip geliyor. Lâkin hamur değil ki yo-

— 17 —

F.: 2

gurup istediğin biçimi veresin; nihayet insan!.. Son günlerde üstüne bir canlılık geldi. Hiç ümit etmediğim halde işi de iyi oldu. Şimdi onun tarlaları dünyanın parasını eder, eğer satsa...

  Yok satmasın.

Adam bir muallim tavrı takınarak karışma dedi ki:

  Dinden de insana kötülük gelmez. Biz dedelerimizde gördük ki hakiki dindar insanların hâli başka oluyor. Doğruluk, iyilik adına ne varsa hepsi onlarda. Şimdi sen oğlana karşı ileri-geri konuşup gelini şımartma... İstediğin bir şey varsa söyle, ben alırım.

  Simli bir entarilik isterim.

  Sen de kasımpatı gibi, sonbaharda çiçek açıyorsun...

Kadın sitem etti:

  Evvelce çiçek değil miydim, koca ihtiyar?

—¦ Çiçektin çiçek... Fakat dikenin de yok değildi.

  Aman, yine başlama!

  Yok canım, şaka ediyorum, söz veriyorum, entarin gelecek. Yalnız Azrail daha evvel gelirse karışmam.

— İnşallah gelmez.

Delikanlı yolda giderken annesinin söylediklerini düşünüyordu:

«Evlerine git, onların neleri var, neleri...» «Olsun» diyordu. «Ben yine veririm. Müslümanlar zengin olsun!.. Nasıl olsa çeşitli yollarda bu paralan harcayacaktık. Yahut öleceğim, bunlar geride kalacak; nasıl bir sürü gayrimüslim, zengin oluyor; tabiî bizim sayemizde zengin oluyorlar! Onlara ses çıkaran

— 18 —

yok. Sonra dini faaliyetler para ile desteklenmezse bu işler yürümez. Fakat niçin bir İslâm memleketinde Müslümanlar hapis ediliyor? öyle zannediyorum ki, kendini dinî ölçülerin dışında tutanlar, böylece haram -helâl demeden para kazananlar, bu paranın temin ettiği konfora boğulanlar, hapishaneye girmek istemezler. Hapis olabilmek için biraz fakir, hattâ huzursuz olmak lâzım. Hattâ ve hattâ hapishane, evi aratmamak...»

Bu düşüncelerle hapis olan arkadaşını ziyarete gitti. Hapishane müdürünün odasma girip, müsaade isteyecekti, orada oturanlardan biri kendisini «savcı» olarak tanıttıktan sonra sordu:

  Siz bu sanığın nesi oluyorsunuz?

  Arkadaşı.

  Onu ziyarete mi geldiniz?

  Evet.

  Başka?..                                                           .

  Hepsi bu kadar, ziyaret...

  Çantanızda ne var? Malûm, hapislere her şey verilmez...

  Çanta burada kalsın.

  Bir görelim, ne var?.

  Kitap.

  Bakalım; ooo, desene sen de bizdensin. Üzülerek söyleyeyim, ifadenizi alıp, sizi mahkemeye sevk edeceğim.

  Neden?..

  Bu kitapları okumak yasak!..

  Dinî kitap?.

  Fark etmez...

Fark etmez! Yâni nasıl ve ne biçim kitaplar yasak edilirse; dini kitaplar da onlarla müsavi tutuluyordu.

_ iğ _

Bu söz, delikanlının kemiklerini sızlattı. Sonra daktilonun inen kalkan tuşları bir kelime yazdı: MAZNUN! Bu kelime bu delikanlının ismi oldu. Bundan sonra onu, hep «Maznun» diye çağıracaklar. Evet o, öz vatanında, öz dinini, hem de sadece vicdanî olarak yaşarken; tevkif edildi, hapislere atıldı, maznun ismini aldı. Maznun'un bileklerine kelepçe vurulunca onun için yer demir, gök bakır kesildi. Her şey kıymetini kaybetti. Ne olduğunu bilmeden şuursuz bir nesne gibi yürüdü, hapishanenin demir kapısından içeri itildi. Ne üzülüyordu; ne seviniyordu ve ne de düşünüyordu, şuursuz bir şeydi. Sanki nebatî hayat yaşıyordu.

Maznun'u getiren gardiyan bağırdı:

  Hoca, bak sana arkadaş getirdim!

O, hemen geldi, Maznun'un boynuna sarıldı. İki maznun iki sıvı gibi ayrılmayacak şekilde sanıldılar.

Maznun, eşya plânında, şuursuz şekilde mırıldandı:

— Nuriii!

  Evet kardeşim, sen hoş geldin, sefa geldin! Sana geçmiş olsun demeyeceğim. Gazan mübarek olsun,

diyeceğim.

Durdu, önüne bakarak, dalgın bir tavırla devam

etti:

— Hani, civcivi için köpeğe saldıran tavuk; hani avcının uzattığı namluyu ısıran tavşan; hani yavrusuna hizmetkâr olan aslan!.. Evet, evet; biz de dinimiz için cirmimize bakmadan belki devlerle uğraşıyoruz. En başta nefsimizi muhatap aldık. Hem kendimizi, hem tanıdıklarımızı kurtaracağız. İnanıyoruz ki, yalnız başımıza Cennet'e gitsek, orası bize Cehennem olur. Hep birlikte gideceğiz. Bunun için dinimize hizmet ediyoruz ki, dünyamız ve âhiretimiz Cennet olsun.

— 20 —

Başım kaldırdı. Maznun'un gözlerine bakarak:

  Burada kalmayacağız. Bu dört duvar bizi mahkûm edemez.   Sevgi ve imân kanatlarını takıp ümit ufuklarında hizmete koşacağız. Hizmet için yer, zaman seçmeyeceğiz, koşacağız, dedi.

Hapislerin kimi hayretle, kimi tevekkülle, kimi de zevkle dinliyordu

Maznun'un koluna girdi, onu bir yatağın üzerine oturttu. Bu sırada diğer hapisler gelerek Maznun'a «geçmiş olsun» dediler. Arada bir «gazan mübarek olsun» sesleri de duyuluyordu.

Ezan okundu, Nuri hemen mescide gitti. Nuri'nin imametinde ekseri mahpuslar da namaz kılıyordu.

Maznun'da hayat eseri olarak sadece göz kapakları inip kalkıyordu. Namazdan dönenlerden biri sordu:

— Hocam, siz namaz kılmayacak mısınız? Kur'ân okumasını bilmiyor musunuz?

— Bilmem!

  Peki, sizi ne diye tevkif ettiler?

  Dini siyasete âlet etmek, nüfuz temin etmek, dinî propaganda yapmak,   devletin temellerini   dinî esasa uydurmak.», gibi şeyleri hâkim bey yazdırırken duydum.

  Bunları yaptınız mı?

  Ne dinimi biliyorum, ne de kendimi!..

Bu soruları soran mahkûm bir zamanların serse-risiydi. Nuri ile karşılaşınca, evvelâ kızdı, sonra takdir etti, nihayet hayran oldu. Böylece namaza başladı; kendi tabiriyle «hizaya geldi.» Fakat, Maznun'u dinleyince eski hayatın içinde şöyle bir dalgalandı, sarhoş edası talandı ve: «Kimsenin dalgasına taş atmaz, dokunmadığı adama bile pardon, der... Dinden anla-

   21 __

maz, devletten anlamaz, tam çakar almaz! Sonra kurbağa yürekliler bundan korkar, devletin ayağına karpuz kabuğu kor diye, dizleri titrer... Ulan hapşırsam bayılacaksınız.» Bu sırada Maznun'la göz göze geldi. Hatâ işlemiş gibi:

— Kusura bakma ağabey, eski alışkanlık...

Maznun'un iç âleminde kasırgalar esiyordu, bir hayâl dünyasına girmişti. Durmadan söyleniyordu. «Bir zaman çocukluk, sonra deste deste kitaplar, kalemler ve silgi kokuları arasında devam eden tahsil... Dini kötülemek için «din» kelimesini ağzına alan öğretmen... Ve, yemek, içmek, eğlenmek gayesiyle yaşayan, çalışan anne baba... Nihayet dinsiz bir hayat içinde garip yaşayan, çalışan ben... Bu garipliğimi hastalık zannedecek kadar evhamlara bürünen ben! Günahları eğlence bileri arkadaşlardan tiksinip, yalnız kalan ben!   Bu yalnızlıktan kurtulamıyan ben.   Ahhh ben,

ben!..»

Genzi yandı, gözleri yaşardı, saçlarının diken diken olduğunu hissetti. Böyle anlarda yüzü hafif sararır ve sağ gözü, diğerinden biraz küçük görünürdü. Devam etti:

«Nihayet, kimsesiz dünyama bir arkadaşım; evet bir arkadaşım, girdi. Mehtaplı bir gecede ve bir tarla başında... Sanki ak sakallı Hızır gibiydi: «Kitapların anlattığı nizâmı kuran bir Nâzım-ı Mutlak var! Düşün, kimyadaki, cebirdeki o kanunları Allah yarattı, şu - bu âlim buldu. Kaldı ki, âlimleri de Allah yarattı. Düşün diyordu, şu sinek, tayyareden çok daha mükemmel bir şey! Ondaki san'ata beşer ulaşamaz. Ve, düşün!..» Issız dünyama bir kapı açtı. O kapı, büyük bir yola çıkü. Tabelâsında «Ebediyet» yazılıydı. Ebedi yaşamak, ebedi saadet, ebedî sevgi!.. îşte o an, mu-

___  OO  ___

hitimle aramda sınır çizgileri belirdi. Bizler, hususî dünyamızda, ayrı ayrı milletler gibiydik... Doğrusu, bunlara da bir mânâ veremiyordum. Çünkü, o arkadaşla iki defa görüştük; birinde, okudu, anlattı. İkincisinde kitap verdi, gitti. Ve duydum ki tevkif edilmiş. Namazı kimden öğrenebilirdim? Namazda ne okuyacaktım? îşte cevapsız kalan bu sorular beni -istediğim halde- bugüne kadar namazsız bıraktı. Sonra... Evet sonra, savcı beyin ithamları ile hayrete düştüm: «Devletin temellerini dinî esasa uydurmak.» îşin garibi şu ki, devletin dinli mi, dinsiz mi olduğunu da bilmiyorum. Demek bu işin içinde çok şeyler varmış...»

Hayâlinin bu noktasına gelince kendisi hakkmda konuşulduğunu duydu.

  Usta, birisi daha düştü!

  Hesabını görelim çömez!..

Uzun yemek masalarının gerisinde, sabit sıralardan birinde üç kişi... Havanın sıcaklığına rağmen üçü de pardesü giymiş ve yakalarını kaldırmış. Bunlardan ikisi pür - şiddet ve pür - azamet yan yana oturmuş güya hâkimler heyeti... Diğeri biraz açıkta oturarak savcı olmuş.

İki posbıyıklı geldi, Maznun'un ellerini pantolon kemeri ile bağladılar ve kendilerine ayrılan yere geçtiler ve Maznun'un ellerini açtılar. Maznun bir çocuk safiyeti ile itaat ediyordu. Diğer mahkûmlar, dinleyici olarak mahkûmun arkasmda ve yanlarında toplanmışlardı. Herkes bir şey konuştuğundan koğuşta bir gürültü vardı. Bu gürültü, hâkimin yumruğunu masaya vurması ile bıçak gibi kesildi:

  Celseyi açıyorum!..

Protokol konuşmaları yapıldıktan sonra sava iddianamesini okudu:

— 23 —

—i Karşınızda oturan maznun, yalnız memleket hâini değil, asrımızın da hâinidir; asrımıza ihanet etmiştir. Ve medeniyetin her türlü nimetlerini tepmiş, onlardan hem kendi istifade etmemiş, hem de başkasını istifade ettirmemiştir. Afaki konuşmadığımı göstermek için misâller vereceğim; elimde delillerim var.

Sayın hâkimler, uzun takiplerin neticesinde, Millî Emniyet Teşkilâtı'nın verdiği raporlara göre, şu karşımızda süt dökmüş kedi gibi oturan adam, içki inmemiş, kumar oynamamış ve zevcesinden başka bir kadına elini sürmemiştir. Böylece bizim medeniyetimize ayak uyduramamış, hattâ beğenmemiş, reddetmiştir. Rica ederim, hal böyle olunca, medeniyet adına bunca yıl çalışmalar heba olmuş sayılmaz mı? Bu hususta, yüksek takdirlerinizi bekler ve medeniyetimizi kurtarmanızı istirham ederim.

Dahası var: Suçlu bizim sohbetlerimize «gıybet» diyor; «günah» diyor. Böylece hürriyetimizi tahdid ediyor. Sonra mecmualarda neşredilen o canım resimleri, ayıplıyor. Meselâ Mia'nm çıplak resmini yırtınıştır. Halbuki Mrs. Mia bir tuvaletine on bin dolar verecek ve viski ile banyo yapacak kadar medenidir. Bu kara düşünceli adamlar plajların da kapanmasını isterler. Plajlar kapansın, kulüpler kapansın, meyhaneler kapansın, barlar, randevu evleri, genelevler kapansın; geriye ne kaldı? Medeniyet elden gitti ve bizi Orta Çağ'a ittiler demektir; bunlar bu sebepten gericidir; bizi hep geriye götürüyorlar. Asırlar boyunca te'sisi-ne çalışılan bugünkü medeniyeti silmek, yıkmak isteyen bu şahsın, 1129 uncu maddeye göre idamını istiyorum. Ve ben kanunen ve vicdanen biliyorum ki bu şahsa verilecek idam cezası dünya hukuk tarihine altın harflerle yazılacaktır!

— 24 —

Sava etrafa bir göz attı ve mendiliyle terini silerek oturdu. Ceza kanunu adına elinde tuttuğu «Çamlı Köşkün Esrarı» isimli romanı masanın üstüne koydu ve ona bir düzen verdi.

Dinleyicilerden biri:

  Bravo Ustura Muhsin!.. Diğeri:

  Taş, kayış istemez; hem keser, hem traş eder. Hâkim yumruğunu şiddetle masaya indirdi:

  Gürültü etmeyin, atarım dışarı!.. Biri mırıldandı:

  Nerede o günler!..

Bu sefer hâkim, Maznun'a hitaben:

  Müdafaa mukaddestir, söyle bakalım bu kadar suçu nasıl işledin?

Maznun ayağa kalktı. Sağa sola baktı bir şey diyemedi.

Arkadan:

  Ağabey konuş, konuş!.. Oyunu bozma, dediler. Fakat o hakikî bir şaşkınlık içindeydi.

Hâkim ciddiyetini bozmadan:

  Otur yerine, bu kadar suçu işlerken bülbül gibiydin. Şimdi dut mevsimi mi?

Birisi yırtılırcasına bağırdı:

  Üç kâğıtçı Memo, avukatlığa!.. Bunu bağıran da mübaşir oluyormuş!

Memo, halkı ite kaka ileri geçti. Burnunu koluna sildi, parmaklarını tarak yapıp saçlarım güya düzeltti. Sonra omuzlarını kaldıra indire yakasına paçasına bir düzen verdi.

Bunu gören hâkim gürledi:

  Bitlenip durma orada, ne diyeceksen de!

— 25 —

 

  Bitlenmiyorum hâkim bey, medeniyet icabı olarak elbisemi düzeltiyorum. Malûm elbise demek, medeniyet demektir. Elbisesi iyi olmayan medenî değildir.

Hâkim tashih etti:

  Modaya uymayan, demek istiyorsun değil mi?

  Babana rahmet, doğru dedin. Yandan biri fısıldadı:

  Ulan burası poker masası değil, doğru konuş! Cevabı hazırdı:

  Geometrideki her çizgi eğri,   bizim sözlerimiz doğrudur, buna emin olabilirsiniz, abi...

Bir alkış tufam başladı. Hâkim yine masayı yumruklayarak bağırdı:

  Gürültü yapmayın, hepinizi dışarı atanm. Hep bir ağızdan cevap verdiler:

  Nerede o günler!..

Üç kâğıtçı Memo müdafaasma başladı:

  Sayın, muhterem, âdil hâkimler!.. Savcı beyin iddiasmda geçen suç isnadı müvekkilim için doğrudur!

Herkes dikkat kesildi. Memo ceketin yakasını kaldırmayı unutmuştu, hemen kaldırdı; şöyle bir dikleş-ti; gardiyanm uzattığı yoklama defterini iki eliyle tutarak devam etti:

  Savcı beyi bu dikkatli mesaisinden ötürü tebrik etmeme müsaadelerinizi rica edeceğim.

Hâkim eliyle işaret ederek:

  Et, et!..

Memo azametle yürüyerek gitti, savcıyı öptü. Yerine dönerken, ağzını şapırdatıyordu. Herkes güldü. Sonra:

  Yalnız bir husus unutulmuş, diye devam etti. Adalet tarihine hizmetimiz geçsin diye, bu hususu açıklayacağım: Efendim, müvekkilim Mars'tan gelmiştir.

— 26 —

Hâkim:

  Tavladaki mars mı?

  Hayır efendim, Mars isminde bir gezegen vardır. Yâni bir yıldız...

  Artist desene be evlâdım şuna!..

  Değil efendim, gökteki yıldız!.. Hâkim biraz şaşkınca:

  Olsun, gökteki yıldızdan bize ne?

  Efendim karşınızda maznun sandalyesinde oturan şahıs, yıldızlardan gelmiştir. Mars yıldızından... Dolayısıyla, onun hareketleri bizler gibi olmayabilir. O, kendi memleketindeki örf ve âdetleri yaşıyor, misafirdir. Bizler misafire hürmetkarız. Bunu serbest bırakmanızı, dünyamızı bol bol gezmesine müsaade etmenizi rica edeceğim. Ne yapalım bizi ve medeniyetimizi beğenmiyormuş, varsın beğenmesin. Biz de onları beğenmiyoruz. Fakat biz bu adama fenalık edersek Mars'daki hemşehrileri duyar, başımıza taş atarlar. Hem bu arbede futbol maçındaki kavgaya benzemez, hepimiz helak oluruz!

  Bravo!.. Bir diğeri:

  Memo'yu gördün mü, yine rest çekti.

  Galiba blöf...

Memo biraz düşündü, bir şey hatırlamış gibi başını kaldırdı:

  Üzülerek söyleyeyim ki   sayın misafirimizden rahatsız olduk. Kabahat bizde değil! Biraz da onun, bize ayak uydurması lâzımdı. Bu sebeple ortadaki kabahati hiç olmazsa bölüşmemiz gerekir. Madem iş bu kadar tatsızlaştı, misafirimize soralım, acaba ne zaman memleketlerine dönecekler?

— 27 —

Hâkim, başıyla «evet» derken, bakışlarıyla da bu soruya iştirak ediyordu. Bütün başlar Maznun'a çevrildi.

Maznun yüzündeki tevekkül ifadesine hayret çizgileri karışmış olarak o da, onlara bakıyordu.

Arkadan biri Maznun'a yardım etti:

  Gökten ip salladıkları zaman... Savcı hemen atıldı:

  İyi ya idam edelim, diyorum. Hâkim gürledi:

  Dışardan gazel okumak yasak!.. Bir dinleyici:

  Amma da sert ha!..

  İsveç çeliği!..

Yine mahkûmlardan biri söze karıştı:

  Medenî olmak için isveç çeliği değil, hela taşı bile oluruz.

Gardiyan:

  Çocuklar oyunu bozdunuz. Her kafadan bir ses çıkarsa bu işin tadı kaçar. Ne ise haydi yemeğe, dedi.

¦ **

Kuyumcu altın yapmaz, altına şekil verir, tşte mürşid budur! Sen altm ol ve viranelerden çık, sana şekil veren bulunacaktır.

  Fakat epeyce çekiç yenecek...

  Çile...

Maznun'a müjde verdiler:

  Bir oğlun olmuş, gözün aydın.

  Allah, analı babalı büyütsün, uzun ömürlü etsin.

Maznun hepsine: «Sağ olun»la mukabele etti. O arkadaşlarının heyecanına, arkadaşları da onun soğukkanlılığına, yahut vurdum-duymazlığına şaşdılar.

_ 28 —

Maznun'un ruhuna hâkim olan hal şu idi: Meselâ, gazetede okuyor, otobüs kazasında yirmi ölü, onbeş yaralı... İşte hayat1 bu... Ölenler başlarını alıp gittiler. Mevki,, para, sevgili hep geride kaldı. Demek bunlar benim değil! Madem ki, ben her an bu âlemden ayrılıp gidebilirim, öyleyse buranın misafiriyim...» diyordu.

Namaza kalkanlardan birisi Maznun'a sordu:

  Hem hocasm, hem namaz kılmıyorsun. Böyle şey olur mu?

  Ben hoca değilim. Hocalığı bırak, îslâmî talebe bile olamadım.

  Namaz kılmayacak mısın?

  Kılacağım, kılmağa çoktan karar verdim amma nasıl?

  Haydi bir başlangıç olsun.

Birlikte kalktılar, abdest alıp namaza durdular. Namaz sûrelerini ve namazın âdâb ve erkânmı iyi bilmeyen Maznun: «Kimin huzurunda duruyorum, bu itaatim kimedir» diye, Allah'ın huzurunda olmanın heyecanına düştü. Yüzünde bir soğukluk dolaştı; saçları dikleşti, rengi sarardı ve kalbi hızlı hızlı atmağa başladı. Vali, paşa, müdür ne ki, âlemleri yaratanın huzurunda bulunduğunu hatırladıkça kanı donuyordu. Zaman değişmez ölçüsünü kaybetti. Heyecan dalgasına göre uzayıp kısalıyordu. Nihayet rükûa gitti, insanların önünde eğilen insanları düşündü. Fakat o şimdi Allah'ın huzurunda eğiliyordu. Asıl hürmet edilecek makam bu idi. Ve insanlara yaltaklık etmek felâketinden kurtulduğuna sevinip şükretti. Sonra secdeye gitti. Yüzünü toprağa koymuştu. Başını yere eğmişti, bunları Allah için yapıyordu. İçinde bir boşluk hissetti, üfürseler uçacağını sandı. Bekledi, bekledi. Şu

___   OQ   ___

-^~   Cjj   ^^

ânın bitmesini elbette istemezdi. Fakat sırtına bir el dokundu:

  Maznun... Maznun... • Kalbler dile geldi:

«Allah'a itaat ettiğin için seni şimdiden maznun defterine yazdılar. Ve bütün yazıları bozdular...» Aynı ses daha yumuşaklıkla devam etti:

  Maznun... Maznun...

Maznun başını kaldırdı, baktı. Siyah gözlerinin, siyah kirpiklerindeki yaşlar, okyanuslar kadar derin ve manâlı duruyordu. Sanki her zerre, maveraya bir pencereydi.

Yine o ses? Sessiz yağan yağmur gibi, iliklere iş-lercesine... Boşluktaki ürperti, derinlikteki mânâyı üzerinde taşırcasına dedi.

  Maznun!..

Maznun'un gözyaşları cevap verdi: Aynı ses sahibinin, yanaklarında iki damla yaş yuvarlanırken:

  Yeter, biraz da sonra kıl!.. Ve taşlanan bir sessizlik...

Hapishanenin taş duvarları pamuk kadar yumuşamış, katillerin, hırsızların bile kahreden hançer bakışları bir çocuk masumiyetini almışta. Artık yerin sert olduğuna kimsenin itimadı kalmamıştı. O, şimdi bir civa gibi sağa sola akabilirdi. Bu sebeple herkes düşmemek için dikkatli duruyordu.

  Maznun yeter!..

Derin bir rüyadan uyanır gibi Maznun gözlerini sildi:

  Namaz kılıyorum...

  Kalk biraz gez, sonra yeniden kılarsın. Kalktı abdestini tazeledi. Herkes Maznun'un bu-

30 —

lunduğu yerden ayrıldı. Onu görmeğe tahammül ede-miyorlardı. Çünkü ruhlarındaki kangrene bir neşter vurulmuş ve kısmen koparılmıştı. Bu taze yaranın üzerine ikinci ameliyatı göze alacak kalmamıştı. Tabipten kaçtılar, çocuk gibi...

— 31

Nuri'nin Hayatı

20 yaşlarında zayıf, san saçlı, beyaz yüzlü, çökük yanaklı, alnı açık, mavi gözlü olan Nuri Bey, memuriyete gireli altı ay olmamışta... Zaten stajyer memur idi. Fakat lisede iken dinden yana oluşu ile tanınmış, hattâ mimlenmişti. Bazı ebeveynler, evlâtlarına nasihat ederken: «Nuri gibi mimlenirsin ha!..» diyorlardı. Her nedense bu nasihati kız evlâtlarına vermeği düşünmezlerdi. Erkeklerle müsavi olduklarını iddia eden kız talebelerin ekserisi, din ile meşgul olmazken, bunun da istisnası çıktı ve bir kız: «Ben kapanmağa taraftarım» diyerek onların tâbiri ile bayrağı açta. Sadece bununla da kalmadı. Mehmed Akif'i ezberledi. Fâtıma, Hatice (R.A.) gibi büyük ve meşhur sahâbiye-leri kompozisyonlarına mevzu yaptı ve kısa zamanda: «Sevgi'yi de kaybettik» dedirtti. Sonra tahminler ve iftiralar: «Sevgi, Nuri ile evlenmek için bu oyuna başvurdu» dediler. Zaman onların da yalanlarını meydana çıkardı; lâkin utanmanırfiie* demek olduğunu bilmediklerinden hiç kızarmadılar... Siz de anladınız ki, artık ebeveynler kız evlâtlarına da: «Aman Sevgi gibi mimlenmeyin» diyecekler. Ama bu mimlenme nasıl bir mimlenme? Dindar olmayın,    demek istiyorlardı;

Müslüman memleketinde dindar olmamak!.. Daha fazla bir şey söyleyelim mi?..

İşte sadece Garb rüzgârlarının estiği bu atmosfere Nuri, bir lodos gibi, fakat ince ince değil, fırtına bora gibi girdi. Rejimi bir balıkçı teknesine benzetenler, bu çocuktan korktular. Devletin temellerine sarılanlar içinde sarhoşlar da vardı. Kendi başları döndükçe devletin temelleri sarsılıyor sandılar.

Nuri Bey bu hâlet-i ruhiye ile valinin yanma gitti. Daha evvel müdür ve komiser onu çağırmış; çeşitli soruşturmalar yapmış ve çeşitli tehditlerde bulunmuşlardı. Bu da onlara eklenecek yeni davetti.

Saçmı taradı, kravatım düzeltti ve ceketini ilikleyerek kapıyı vurdu, içeri girdi:

  Buyurun Vali Bey.

Vali, Nuri'ye bir defa baktı ve evrakları imzalarken:

  Çalışkan ve bilgili arkadaşsın, gençsin!.. Lâkin bunlar kâfi değil Nuri! Bilmem ne demek istediğimi anlıyor musun?, dedi.

Vali gün görmüş adamdı. «İdarenin mektebi yok» der, âdeta kendine has bir idare vaz'ederdi. Sert konuşur, tehdit eder, fakat kimsenin burnunu kanatmak istemezdi. Hattâ bir babalık tavn takınır, bilmeyerek de olsa birisi «bir babalık edin» dese akan sular dururdu, yapmayacağı iyilik kalmazdı. Yine aynı usûlle sert konuştu. Fakat, ceza vermeyecekti, yâni mahkemeye sevk etmeyecekti.

  Nedir senin bu yaptıkların?   Senden çektiğim nedir? Her gelen «Nuri» diyor. Nuri'yi kurtarmak isteyenleri girdab tehdit ediyor. Söyle bakalım dün gece nerede idin?

— 32 —

— 33

F.: 3

  Arkadaşlarla oturduk, sohbet ettik    ve kitap

okuduk.

  Niçin kahvede değil de arkadaşta?

  Siz arkadaşlarınıza misafirliğe gitmez misiniz efendim?

  Anladım evlâdım, sizin arkadaşlığınız bizimkine benzemiyormuş, mesele bu! Bunu izah et.

  Arkadaşlığın şeklini tarif eden bir kitap veya kanun hatırlamıyorum. Bu hususta tavsiyeleriniz varsa, size hürmetim vardır, dinlerim ve tatbik etmeye çalışırım.

Vali baklayı ağzından çıkardı:

  Dinî eserleri toplu halde okumayın!

  Müslümanlar kardeştir, kardeşlerin bir araya gelmesi tabiîdir, birbirimizin fikirlerinden istifade ediyoruz, dinimizi öğreniyoruz.

  Buna neden ihtiyaç duyuyorsun?

  Ben ır-ken Türk ve dinen Müslümanım. Türk'ün ne demek olduğunu mekteplerde öğrendim, fakat Müslümanlık hakkında tatmin edici bir şey bulamadım.

  Camilerdeki vaazlardan?..

  Vaiz efendilere şimdiye kadar ne verdik ki, onlardan ne isteyelim?..                            ,

  Herkes nasılsa sen de öyle!..

  Ben tek başıma öleceğim Vali Bey, ve ne zaman öleceğim belli değil. Nasıl siz emrinize itaat etmeyen memurları cezalandırıyorsunuz... Kâinatın tek Hâkimi olan Allah da, verdiği emirlerin tatbikinden kullarını mes'ul tutacaktır.

 Bunun için evvelâ devletin kanunlarına itaat etmelisin.

  Ediyorum efendim. Dini eserler okumak kanunen yasak değil, keyfen yasaktır...

34

Vali tatlı ve yumuşak bir sesle cevap verdi:

  Yalnız kendinizi düşünmeyin, biz de emir altındayız. Anlıyorsunuz değil mi?

  Anladım efendim.

  Haa, o halde, siz dinî eser okumak, hattâ çay içmek için şu veya bu eve gitmeyin arkadaşlarm size gelsin; ama iki üç kişi ve gayr-i muayyen zamanlarda... Bunu sana söylememin sebebi İslâmiyeti anlamış, tahkiki imânı elde etmiş kimseler, ahlâklı, çalışkan ve bilgili oluyorlar. Anlıyorum ki dinî terbiye, bir millet için zaruridir, lâkin!..

Bu kelimelerden sonra Valinin gözleri odanın üst köşesine takıldı ve' öyle kaldı. Gizli bir ıstırabın izleri yüzünde okunuyordu. Valinin daha fazla üzülmesine gönlü razı olmayan Nuri:

  Anladım Vali Bey, dedi.

Gizli bir dert taşırmış gibi bir tavır takınan Vali, takdir edici nazarlarla baktı:

  Peki evlâdım, gidebilirsin.

  Sağolun efendim, hürmetlerimi arz ederim. Vali başı ile mukabele etti. Ve Nuri Bey oradan

ayrılarak dairesine geldi. Bu sefer arkadaşları tarafından sual yağmuruna tutuldu:

  Yine mi din?

  Evet!

  Başka ne olacak, stajyer bir memurla Vali Beyin konuştuğu vâki değildir. Ama sen meşhur adam olduğundan...

  Meşhurluğumuz yok, sadece dinimizi öğreniyoruz.

Memur, kızarak:

  Biz dinimizi bilmiyor muyuz?

  Ben kendi hesabıma konuştum, Muhasip Bey, Zât-ı âliniz çok şeyler bilebilirsiniz.

35

Muhasip kendini beğenmiş, herkesin kendisini dinlemesini isteyen âlim mukallidi bir tipti. Bu sebepten Nuri Bey gibi (bir çocuğun) kendisinden değil de bir kısım kitaplardan ders almasma hayli içerliyordu:

  Benim vaktim olsaydı öyle kaç tane kitap yazardım. Ne olacak, yaz, ver matbaaya basılsın, çıksın. Birkaç tane de genç buldun mu, artık dağılır gider. Amma ben bu memleketin gençlerini böyle şeylerle meşgul etmek istemiyorum. Bize  (elini telefonun üz-rine vurarak) bu lâzım, bu!.. Yapabiliyor musun?..

  Efendim teknik okullarımız var, teknik üniversitelerimiz var, bu gibi işler onların ihtisasına girse gerek. Malûm ben lise mezunuyum...

  Onlar da kafasını kıza, karıya takmış gidiyorlar. Sen bir yolda, onlar bir yolda.

  Demek maarif sistemimiz bozuk olduğundan böyle neticeler veriyor?..

  Ooo, bak bu olmadı! Demek sen boyunlarına torba takıp kapı kapı dilenen eski medrese talebelerinin hasreti içindesin?

  Biz, bugünkü sistem hakkında konuşurken; siz hemen söylemediğimiz bir mes'eleyle bizi itham ediyorsunuz.

  O, öyle demektir. Biz bu saçları değirmende ağartmadık...

Etrafına dönerek diğer memurlara baktı, onların ikisi tasdik makamında başını salladı, diğerleri lakayt kaldılar. Muhasip Bey'in içki içip dinî konuşmalar yapması hoş karşılanmıyordu. Bunun için anlattıkları tesirsizdi.

Nuri Bey'in cevabı ise bomba tesiri yaptı, çünkü böyle bir cevap bu gençten ümit edilmiyordu:

  Biz, ilmi ile amel eden âlimlerden, dinimizi öğreneceğiz, imânımızı kurtaracağız. İnşallah başkaları-

 

 

nın imânını kurtarmalarına yardımcı olacağız, öğrendiklerimizi yaşamak için öğreneceğiz. Dilimizden ziyade halimizle konuşacağız.

Nedense herkes güldü. Muhasip Bey de işin sarpa sardığını anlayarak espri yaptı:

  Dindar olmak bir şey değil, kumbaraya düş-, mek de var!..

Yine güldüler ve havadan, sudan konuştular. Sonra diğer daireden gelen yüksek dereceli bir memurla sohbete başladılar.

Muhasip Bey uzun saçlarının arasında parmaklarını gezdirdi, filozofça bir kelime mırıldandı:

  Ruh...

Diğeri alay edercesine sordu: -=- Ne olmuş ruha? Aynı eda ile:

  Sanki anlatsam anlayacak mısın?.. Şakayla:

  Sanki anlatabilecek misin? ikisi de işi şakaya döktü:

  Seninle bir çatı altmda bulunmak benim için ne talihsizlik!

  Aym şeyleri benim namıma da söyleyebilirsin.

  Az ye, bir kâhya tut.

  Lâf ebesi!..

  Seninle beraber olmaktansa taş taşısaydım daha iyi idi.

  Hem de   Keops Ehramına taşımalıydın.    Yani dünyanın yedi hârikasından birine...

  Neden?

  Ben senin gibi hasis değilim! Bak seni iyi işlere lâyık gördüm.

  Mersi.

36 —

— 37 —

  Teşekkür demeyip mersi demen (gönlünce) bana vurduğun bir kamçıdır.

  Lâyıksın.

  Neden?

  Dünya hârikalarının inşasmda taş taşımak istemez misin? Hani, şöyle benden uzak, çıplak sırtın, uzun saçların, belinde zincir, omuzunda iplerle taş çekmelisin ve arada bir, bir firavunun nâmına sırtma bir kırbaç inmeli. Sen bu kırbacın altmda ezilip, büzülme-lisin ve sırtında parmak gibi kırmızı bir iz belirmeli, sonra dönüp efendine bakmalısın, baktığın için yüzüne kırbaç inmeli! O zaman sen sadece yaşama kaygısı içinde çırpınmalısın. Bu da sana çok görünmeli ve herkese ibret olsun diye kırbaçlar altmda öldürülmelisin. Sen ve senin gibilerinin teriyle, kanıyla yükselen o inşaata dünyanın hârikalarından biri demeliler ve onu yapanı, yâni seni öldüreni alkışlamaklar. Sonra bunu san'at eseri diye mekteplerde okutmalılar; senin kanınla ıslanan, inşaatın plânını bilmedi, diye çok talebeyi sınıfta bırakmalılar, ölenler yetmiyormuş gibi onları da ağlatmaklar.

  Seni sevmem ama, güzel konuştun!..

  Şimdi de hakperest geçiniyorsun, öyle mi? Demek güzel konuştuğumun hakkını veriyorsun. Seni, Salon mukallidi seni!..

  Beni neden bir Rum'a benzettin?

  Türk olman her nesilden üstün olmanı gerektirir mi?

  Gerektirmese de yine üstünlüğümü kabul ederim.

  Şimdi hakperestlikten vazgeçtin galiba?

  Beni tahlile memur değilsin.

  Amma boş konuşuyoruz, keselim artık!..

38

  Edip olmak, edebiyatla uğraşmak kolay mı? Dır dır öteceksin, cız cız yazacaksın. Beğenmediğin yazıları tutup yırtacaksın, beğenmediğin sözleri...

  Evet...              .

  Cevap versene!  «Sileceğim» de.

  Peki peki, susalım.

Bu adamlar devlet memuru idi. Her memur böyle değildi amma, bunlar da memurdu.

Ne demek istiyorlardı, ne yapacaklardı belli değil! Her meselede bir fikir yürütmeyi âlimlik ve bir yüksek diploma ele geçirmeyi «ömür boyu aylık gelir» biliyorlardı. Onlar için diploma bir inek, kendileri buzağıydı. Amma gemi mi yapılacak, çağırın Alman mühendisi; plân mı çizilecek, italyan gelsin; maliye mi şu, bu... Maarifimiz; «bir baltaya sap olmayacak» birçok insan yetişmişti. Ceviz boyalı, çam tahtalarından mobilya yapılmak isteniyordu. Halbuki renkten ziyade öz lâzımdı. Bu öz de dindi. Adı kalıp, kendi yok edilen dinin mensupları, yok olmamanın bile azabı içindeydiler. Var olmak ise din iksirini içmekle mümkündü.

Şu yaşlı ve yüksek tahsilli iki şahsın konuşmasına, bu dairede, içinden «zırva» demeyen kalmadı amma, kimi vurdumduymazlığı şiar edinmiş, kimi zırvaya alışmıştı. Nuri'ye gelince; o, başkalarında gördüğü hatâlardan kaçmakla, hatasız hâle yaklaşıyordu.

Nuri iç dünyasında konuşup, kendi kendine emirler veriyordu:

  Boş lâf yok, iş lâzım, iş!.. Kötülükten kaçacaksın; iyilik peşinde koşacaksın, ilimle meşgul olacaksın ve hayatm her noktasını dininin esaslarına uyduracaksın! İşte mesele bu!

— 39 —

İçinde volkanlaşan bu düşüncelerle mesai zamanı doldu ve hemen eve dönüp, ikindi namazını kıldı. Annesine bir emri olup olmadığını sordu. Gür saçlı, şişmana yakın ve ekseriya entari ile gezen annesi, yan gözle baktı ve alt dudağını bükerek:

  Emrim, insan içine kanşmandır... Nuri şaşkın ve mahcup bir tarzda:

  İnsanların içindeyim, anne.

  Haydi, bana akıl öğretme, sana ihtiyacım yok, çekil odana!

Nuri biliyordu ki, imanı kahve gibi bir insana içirmek mümkün olsa, onda büyük değişiklikler görülecekti. Anneyle evlâdı birbirinden ayıracak tek unsur imanın derecesi ve yönü idi. Evet herkes bir şeye inanıyordu: Konuşmaya, paraya, bid'ata ve hakikata... Diğer yıldızlar içinde seçilmez duruma gelen Kutup Yıldızı gibi, gerçek imânı bulamayanlar, gittikleri istikameti doğru, attıkları adımı hak zannediyorlardı. Halbuki gerçek imân birdi, onu da islâmiyet çizip, takdim etmişti.

Aile

Nuri, düşüncelere dalmışken akşam karanlığı da basmıştı.

Artık kim haber vermişse Nuri'nin babası eve girer girmez bağırdı: *- Nuri!

  Buyur baba!

  Valiyle de müşerref olmuşsun?..

  Bunca yıldır emek verdim, para döktüm, yorulduğun yerde han, hastalandığın yerde doktor oldum. Bütün bu emekler yok mu olacak?.. Boyunca evlât yetiştir, o da karakollardan, müdüriyetlerden, valiliklerden çıkmasın!.. Oğlum sen de bir nevi sarhoşsun. Sen de bir nevi delisin...

Elinin birini cebine sokmuş, diğeri ile sigarayı tutan esmer, orta boylu baba, odayı bir baştan bir başa dolaşırken; bir köşeye büzülmüş oturan oğluna bakarak devam etti:

  Babanım, senin hapis yatmana gönlüm nasıl razı olur? Ya memuriyetten kovulmana?..

41

  Baba, affınızı dileyerek arzedeyim ki; şu anda İslâmiyet, yâni dinimiz bizden hizmet istiyor; biz ona bugün hizmet etmezsek, yarın (âhirette) dinin sahibi olan, Allah'tan ne isteyebiliriz? Beni bu hizmetten alıkoymanız, hapis yatmamı, memuriyetten kovulmamı diyelim ki önler ama, Cehennem'e girmemi önleyemez; bilâkis beni elinizle Cehennem'e itiyorsunuz; ateşe atıyorsunuz!..

Baba, sesini alçalttı, nasihat verir gibi:

  Evlâdım sen mi kaldın bu dini kurtaracak? Zaten batmış balık yan gidiyor;   kurtarmağa kalkarsan sen de batacaksın!..

Durdu, sigarasından derin bir nefes çekti ve bir şeyler hatırlamış gibi yeniden başladı:

  Sen bilmezsin, biz o devirleri yaşadık, ne âlimler, ne hocalar dîn-i mübîn için kaybolup gittiler, yahut ak sakalları ile sehpalarda sallanıp durdular. Âhir zaman evlâdım, din ateştir eline alsan seni yakar demişler...

  Babacığım, beni sevdiğin ve benden ayrılmak istemediğin için bunları anlatıyorsun. Ben de dinimi o kadar çok seviyorum ki, ona hizmetkârlıktan ayrılamıyorum. Sigara gibi basit bir alışkanlığı bırakamıyorlar; ben dinimi nasıl bırakabilirim?

Babası sitem etti:

  Yalnız din din deyip duruyorsun, sanki biz din-sisiz! Elhamdülillah ben de Müslümanım. Kıl namazını, tut orucunu, Allah'a şükret yat; kim ne der?

  Koskoca Kur'ân-ı Kerîm söylediğiniz şu üç maddeden ibaret olmasa gerek?

Şehâdet parmağını oğluna uzatarak, haykırdı:

  Oğlum! Şunu unutma ki, babaya, anaya itaat dinin emridir!..

— 42 —

Sert ve sinirli adımlarla odadan ayrıldı. Nuri buna da cevap verdi ama babası duymadı:

— Baba -ve annenin isteği dine uygun ise itaat edilir, değilse edilmez!..

Bundan sonra dudakları kapandı, dimağı konuşmağa başladı:

«Kahveye, meyhaneye gidenler, babasından izin alıyorlar mı? Din bütünü ile tehlikede... Yirminci Asır okyanusunda bid'at torpidolanyla yara alan İslâm gemisinin hamulesini pay etmeğe kalkmak, hattâ ve hattâ o geminin cankurtaran simitlerini kapışıp denize atlamak, topyekûn yok olmak demektir. Kaptan haykırıyor: «Ya bid'at torpilleriyle açılan yaralar tamir edilecek veya tayfalarla birlikte bütün yolcular suya gark olacak!»

«İşte bütün şahsî işlerimizi ve menfaatlarımızı terk edip, kaptanın emrinde, gemiye tayfa olmak hu-kukullahtır. Bunu terk edip ebeveynin hukukuna riâyete çalışmak ise gemiden kaçan yolcuya benzer ki, köpekbalığına yem olmaktan bilmem onu kim kurtarır?»

«Bu hâl evlâdının dini çalışmalarına muhalefet eden anne-babalar içindir. Yoksa, bir ahenk içinde İslâmiyete hizmet edenler, hem hukukullahı, hem de ebeveyn hukukunu ifâ etmiş olurlar.»

İç dünyasındaki konuşmalar bu şekilde devam etti.

Mektepte, dairede, sokakta ve evde yalnızlığın zehirden emziği ile beslenen Nuri için dünya, bir bulut kümesinden farksızdı. Dimağı o kadar zorlanıyordu ki bazen eşyanın katılığını anlayamıyor ve dünya ile âhiretin sınır çizgisi olan ölüm ona çok basit geliyordu. Hele kalbi! O yuvasma sığmayan, patlamak, çat-

lamak isteyen bir şeydi. Ne yapabilirdi? Nereye gidebilirdi? Bu hâl neydi? Ne oluyordu? Bunları idrak edemiyor, anlayamıyor ve cevap veremiyordu. Yalnız içinde büyük bir hınç vardı: En büyük tehlikelere atıl; dağıl, parçalan ve yok ol!..

Bütün bunlara rağmen Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi olmaya çalışan bu genç adam, akşam namazını kılmaya kalktı.

Namazını kılıp oturduktan sonra holden kaşık seslerinin geldiğini duydu. Allah Allah!.. Ebeveyn yemek yiyordu, fakat Nuri'yi çağırmamışlardı. Halbuki kız-kardeşlerinden biri gelerek, «ağabey yemek hazır» diyebilirdi. Demediler. O da belkedi. Beklediği müddetçe yüreğine yavaş yavaş bir hançer saplanıyordu. Elindeki kitaba iş olsun diye baktı, okuduğu falan yoktu. Bu sırada annesinin sesi duyuldu. Belli ki kasden böyle bağırarak konuşuyordu.

  Kız sofrayı kaldır!..

Ve, kapıyı açarak Nuri'ye seslendi:

  Senin karnını din kardeşlerin doyurabilir... Nuri ayağa kalktı, ellerini açarak sordu:

  Ne demek, bana git mi diyorsun?

  Durman mânâsız...

Annesi, mutfağa doğru giderken yüksek sesle konuşuyordu:

  Sana dedim ki; oğlum, için sıkılıyorsa foto romanlar al oku; oradan hayatı daha iyi öğrenebilirsin. İngilizce kursa gönderelim, oradaki güzel ve zengin kızlarla lisan öğreneceğim diye konuş, için açılsın. Para vereyim kız arkadaşlarınla gezmelere git. Yok, yok, yok!.. Öyle ise sen insan değilsin. Bizim içimizde ne işin var? Zaten bizi de beğenmiyorsun. Haberin olsun

— 44 —

sana yerecek tek -lokmam yok, hem babanı da üzmüşsün...

Diğer odada oturan babası yüksek sesle, karısının konuşmasını tamamladı:

  Sana Mızraklı İlmihal alalım, istersen Kur'ân tercümesi de alalım, onları oku!

Nuri ayağa kalktı, hürmetle annesinin yanına geldi:

  Elinizi öpebilir miyim anneciğim?

  Güle güle...

Kovulduğunu anlayan Nuri, sarardı. Hazan görmüş yaprak gibi titreyerek, sallanarak evden ayrıldı.

Annesi:

  İyi oldu, biraz aklı başına gelsin!    Ne biçim adam! Dans etmez; içki içmez, karı, kız bilmez! Eee ne olacak?.. Okula verdik adam olsun, o da olmadı. Şimdi gitsin de görsün dünya nasılmış? Ne dersin bey?

«Bey» diye hitab ettiği kocasıydı. İlk evlendikleri aylarda karısının kavgalarından .dargınlıklarından ve hırçınlıklarından o kadar canı yanmıştı ki, yeniden o «muharebe yılına» dönmemek için her şeye «peki» demeyi veya susup bir sigara yakmayı usul edinmişti. Şimdi de ikincisini yaptı, yâni susup bir sigara yaktı. Bu demekti ki, söylediklerini tasdik etmiyorum ama ne yapalım? Kadın da bunu anlamıştı:

  Senin akim ermez, o oğlanı ben adam edeceğim, sen sabret, yeter!..

Kendisinin susması, kocasının konuşması demekti. Bu sebeple konuşmaya devam etti:

  Biz de Müslümamz: Dayımlardan gelirken dilenciye 25 kuruş verdim. Biri de kapıya geldi, ona da yarım ekmek verdim. Ekmek dünden kalmaydı ama, gözüm çıksın yumuşaktı. Afiyetle yesin. Yaa, n'olacak

— 45 —

hepimizin sonu toprak!.. Ne verirsen elinle, o gider seninle demişler.

Biraz düşündü:

  Oğlanın gidişine üzülüyorsun ama o, it gibi geri gelir. Ben haklıyım, vallahi haklıyım, billahi haklıyım; işte yanımızda Hacı Şükrü var, adam geziyor, tozuyor, yiyor, içiyor; eğleniyor. Kızlan dekolte dolaşıyor. Kendisi sinemaya da gidiyor, saza da... Bizimki öyle mi? Açık giymeyecekmişiz, eee diri diri toprağa girin demek istiyor, bende o göz var mı?

Ayağa kalktı:

  Namazımı kılayım... Allah'ım affet! Abtiestim var mıydı? İnsanda akü bırakmıyorlar ki!.. Ne ise, paralı değil ya, bir daha abdest alayım...

Adamcağız buna çok sevindi. İçinden: «Şu kan namaza dursa da ben de kulübe gitsem.» diye söylendi. Sigarasından son dumanlan emerken kansı tekrar içeri girdi:

  Ayla Hanım bana diyor ki; sen çok dindarsın. Ama gel de bizimkilere anlat...

Kocasma döndü, gülerek:

  Herif, sen de namaz kusana?..

  Haa, evet! Gerekli hazırlıklan yapayım da...

Hayatındaki muvaffakiyetleri yuvarlak ve oyalayıcı cümlelerde bulan bu adam, su gibi bir karakter taşıyordu; her döküldüğü kabın şeklini, rengini almakta tereddüt etmezdi. Menfaatine gelince, aslan kesilir, taştan ekmeğini çıkarırdı. Yakmlan, menfaa-tına dokunmazlarsa diğer bakımlardan gül gibi geçi^ necelkerini bilirlerdi.

Kadın nükte yaptı:

  Ne hazırlığı beyciğim? Sefere çık demedim, namaz kü! dedim.

— 46 —

—¦ Seferi namaz da varmış... Kadın yüzünü ekşitti:

  Sakın vaaz dinlemeğe gideyim deme. Sen de başlarsın içki yasak, pişpirik yasak demeğe. Vallahi evi yıkanm! Allah u Ekber...

Ve böylece kadıncağız, namaza durdu. Adam baktı, baktı: «Büyük annem namaz kılarken örtünürdü, böyle lâflar etmezdi... Adaaam» diye içinden bir kayıtsızlık sigası çekti.

  Güngül bir su ver.

Güngül, evin büyük kızının ismiydi. Nisbeten yavaş sesle bu cümleyi söyledi ki, duymasınlar; kendisi su içme bahanesi ile evden kaçmak istiyordu.

  Duymadılar galiba... deyip kalkıp hole geçti,, yavaşça ayakkabılarını giyip, evden çıktı. Belki kansı namazı bırakır, kendisini çağınr düşüncesi ile, uzun adımlarla bahçeyi geçti ve ilk rastladığı arabaya atlayarak kulübün önünde indi. Kulübe girince arkadaşlarından biri takıldı:

  Bravo İhsan Bey'e, her gün kulübe gelebiliyor. Yakup Bey gibi izin kâğıdı alamamazlık etmiyor...

İhsan Bey, esnaf olmasına rağmen bir «müdür» haşmeti ile sandalyeyi çekti ve oturdu:

  Biz kanya pabuç bırakmayız. Kan dediğin ne ki? Üstüne kırk tane alınm.

  Yaşa be İnsancığım! Tam erkeksin.

  Aslını inkâr eden haramzadedir.

  Evet, altı kola bir kişi?..

  Çetin Bey kâğıtlan siz yapın, eş için...

  Tamam!..

  Nasıl oynuyoruz?

  Kapikli...

__ 47 ___

Her ne kadar bu kulüpte «kumar oynamak yasaktır ve üye olmayanlar giremez» gibi yazılar mevcutsa da, kumar oynayanları yakalayacak, yâni bu kulübü basacak dışarıda memur kalmadığından herkes emin bir şekilde kumarını oynar ve üye olmayanlar da buraya girebilirdi. Çünkü «ördek yakalamak» ancak bu şekilde mümkündü.

İhsan Bey: «Koz ispatı» diye dursun; kadın alelacele namazı selâmladı ve diğer odaya koştu. Pikapta dans parçaları çalan ve mahallenin çocukları ile dans talimleri yapan kızlarına sordu:

  Yine o hınzır herif kaçtı mı?

  Vallahi haberim yok anneciğim. Hoparlör haykırıyordu: «Seviyorum dedin, neden aldattm, Yalancısın yalancı, hem çok yalancı...»

  Ah ben de... diye iç geçirdi. Ve devam etti:

  Kız Güngül, ben Şeyda Hanımlardayım... Plâktaki soliste refakat eden Güngül başını salladı.

* * *

Baba bir yana, ana bir yana ve çocuklar başka başka istikametlere gidiyordu, ilim ve sanat adına en ufak bir şey bilmeyenler, dansta ve kumarda çok başarılıydı. İslâmiyet ise anka kuşuna benzemişti: İsmi var, cismi yok. Fransızlar gibi yaşayanlar, bir kısım hurafeleri din adına yapıp, gerçek ibadetlerle, hurafeleri ayırmayıp, helâlle haramı karıştırıyorlardı. Garblılaşmanın yuvalara soktuğu diken, herkesi huzursuz etmişti.

Avrupalıların içkileri, kumarları ve zinaları dinlerine ters düşmediği için onlar, en berbat hayat içinde de bir çeşit huzur bulabilir. Bizde günaha ve ha-

— 48 —

rama inananlar olduğu için, günah işleyene bakıp rahatsız olanlar vardır. Eğer Türkiye'de huzur isteniyorsa, İslâmi hayata hürmet edilmesi şarttır. Aksi halde, anarşizm hortlar ve cemiyet bütünü ile huzursuz olur.                                              .

* * *

Nuri, kalabalık caddede yalnız yürüyordu.

Gökyüzünün bir tarafı siyah bulutlarla kapalı, diğer yanında Ay, tekerlek halinde pırıl pınldı. Dua eden.-eller gibi göklere yükselen minareler mahzundu. Bir kuş, evet bir tek kuş minarelerin arasında geziyordu. Nuri bu hazin tabloya baktı ve kendisine benzetti:

-— Yuvasız, kimsesiz!..

Yüreğinin sızısından gözleri yaşardı. İç ve dış âleminde yalnızlığın verdiği kahredici acı ile sokakları adımladı.

Devlet memuru idi... Bir çok akrabası vardı. Fakat dindar olduğu için evinden kovulmuştu. Hangi akrabaya ve hangi arkadaşa gidebilirdi? Kur'ân tefsiri okunan bir dershanenin yolunu tuttu. îçki satmayan bir bakkaldan yarım ekmek, biraz peynir aldı. «Kimseye yük olmayayım» dedi.

Aslında her dindarın evi bir dershane, bir medrese olmalıdır. Amma her aile de bütünü ile dindar olamıyor. Bunun için dindar bir kaç gencin bir araya gelerek tuttuklan daireye dershane veya medrese diyorlar. Nuri de burada kalabilirdi.

Kalabilirdi amma Vali Beyin «îspiyoncu»îsn Nuri'nin medresede yatıp kalktığını haber verdiler. VâH buna çok sinirlendi:

— Vay anasını, amma da inatçı çocukmuş, biz ona nasihat ediyoruz? O, «sen mi böyîs söyledin, işte senin inadına Kur'ân dershanesinde kalacağım, yap bakalım ne yapacaksın» der gibi hareket ediyor.

K

— 49 —

F.: 4

Menfaatinin mabuduna tâbi olan ispiyoncular rü-kûa gelerek cevap verdiler:

  Bunlar böyledir efendim,    insaniyetten anlamazlar!..

Hâle bakın ki, insaniyeti tepeleyenler, belki kravatlarından yakalanıp bir ahıra bağlanmaları lâzımken, iyi niyetli Vali Bey'i yanıltmak için yüksek makamları işgal ediyorlardı.

Vali, zile bastı ve giren kapıcıya:

  Nuri'yi bana çağır!

«Nuri» ismi sanki bütün dünyada bir şahsa aitti. Evet, «Nuri» denince dindarlığı sebebiyle zengin babasının evinden kovulmuş; bu yüzden sorguya, suale çekilmiş, yirmi yaşlarında, masum bakışlı bir genç akla gelirdi.

Yine ceketini ilikledi ve kapıya bir defa vurup içeri girdi; evraklarla meşgul olan Vali Bey'e:

  Buyurun efendim, beni çağırmışsınız... dedi. Vali, Nuri'ye baktı, baktı:

  Seni memuriyetten azlettim.

Etrafına bakındı, sonra yine Nuri'ye döndü:

  Mecburum!..

Sinirli ve telâşlı bir halde tekrar evrakları imzalamaya başladı.

Bu arada Nuri bir şeyler sölyemek istedi. Fakat dar borudan nehir hacminde bir su geçmek isterse nasıl boru tıkanır, aynen öyle de Nuri'nin söyleyeceği pek çok şey, gırtlağında düğümlendi, sustu ve titreyen dudaklarını, yaşarah gözlerini oradakilere göstermemek için başını iyice öne eğdi, bekledi.

Bu hal Vali'nin şefkatine dokundu, yavaşça:

  Gidebilirsin!., dedi.

îşte Vali'nin Nuri'ye alâkası bu kadardı. Kibarca işine son verildi ve Nuri dışarı çıktı.

Okyanusta gemisi batan kaptanın, can kurtaran simidine sarılıp, yaşaması gibi, Nuri de «Allah» deyip müdür beyin yanma vardı. Daha kapıyı açar açmaz:

— Evrakları Hüseyin'e teslim edip, gidebilirsin.

Nuri gayri ihtiyari kapıyı kapattı, Allah'a ısmarladık dahi diyemedi.

***

Lise derslerinde başarılı plan Nuri, sosyalist edebiyat öğretmeninin verdiği Tarihi Maddecilik, Kari Marks'dan Nazariyeleri okumuş ve bu paralelde neşrolunan mecmuaları da yine aynı öğretmenin tavsiyesiyle takip etmişti. Kari Marks'ı okumak suç değil, Said Nursi'yi okumak suç...

Böylece 1949-50-51 ders yılları geçti. Şimdi dinini öğrenmek için çalıştığından suçluydu!.. Bu suç ile sarmaş dolaş olarak yine dershaneye gitti. Zaten iltica edebileceği tek yer orasıydı.

Öğrendiklerini kendi hamurunda yoğurmaya başladı.

Her sanat eseri bir sanatkâra aittir. Kâinatta her şey sanat eseri ise, bunun sanatkârı da Allah'tır. Demek ki, kâinatın yaratılmasındaki gaye Allah'ı bilmektir, öyle ise kâinata DİKKATLİ BİR GÖZLE bakan kimse, Allah'ın, sıfatlarını öğrenir ve Allah hakkında bilgi edinmiş olur.

DİKKATLİ GÖZLE deyince görünen ve görünmeyen hususları kastediyoruz.

Mikroplar gözle görülmemekle beraber mikroskopla görülmektedir. Bunlar canlıların ne kadar küçük olabileceğini göstermektedir. Meselâ:

Transistor icat edilince, radyoların ve telsizlerin hacimleri küçüldü. Eskiden koltuğumuzda taşıdığımız

— 51 —

radyoları şimdi cebimizde taşıyoruz. Küçük radyoları görenler «amma da sanatkâr kimselermiş..» diyerek, transistorun mucidini takdir ediyorlar.

Bu kâinata bakan, âlim ve sanatkâr olmalıdır. Böylece gezegenlerin arasındaki çekimi görür. Bunu «evâ-mir-i tekvüıiyye» yani yaratılışla alâkalı emirler cümlesinden kabul eder, kanunları koyanı bulur. Buradan şunu anlıyoruz: Kanunları Koyan Biri vardır, bir de bunları bulan... Yerçekimi kanununu Allah koymuştur. Bu kanun, kâinatın yaratılışı ile alâkalıdır. Nev-ton ise bulmuştur. Demek, fizik ilmini okuyan, kâinatı anlamada ve onu yaratanı öğrenmede mühim ilerlemeler kaydediyor.

Yumruklarını sıktı:

  Tabiatçılığa isyan ediyorum! Deyip, tekrar düşüncelere gömüldü:

Kur'ân Allah'ın kelâmıdır. Bütün mevcudata hitaben yazılmış bir fermandır. Fezayı, feza içindekileri, bu arada Dünyayı yaratan, yaratıkların en üstünü olan insana, Kur'ân'da hitap eder. İnsanlara kulluğun şartlarını bildirir. Hayatı bir cuma namazı hükmüne getirir, âyetler, hutbe olur.

Kur'ân bizlere bir iltifattır. Âyetler Allah'ın sözleridir. Âyet okuyan, Allah'ın sözlerini tekrar ediyor demektir. Bu bir şereftir. Hem bir insan kendi miyarını öğrenmek isterse Kur'ân'ın mihengine başvurmalıdır.

Sonra bir kâğıda şunları yazdı:

  Gönlümün ufkundan can damarıma doğru birisi bağırdı:

— Gel!..

Sonra her türlü fikrin ve düşüncenin kasırgasında bir ışık yol gösterdi:

52

  Gel!..

Ve bütün yolları yay gibi büktü, sonunu başına bağladı: Bir yanda kuyuyu, bir yanda minareyi göstererek haykırdı:

  Gel!..

«Cân, canan» gibi manşet olan kelimeleri sildi ve heceledi:

  Gel, gel, gel!..

Bu ses eriyip gitti. Mânâlar maddeleşti. «Gel» kelimesi basit bir emir oldu, tükendi.

Şu hâl karşısında kaybolan, «Gel» deki mânâya hasret kaldım. Her şeyi unuttum, onu aradım:

Gezerken bir «Gel» diyeni duysam döner bakardım, başkasına el ediyor. Kurtların ulumasından yılanların ıslığına kadar o derin ve lâhuti mânâya hasrettim.

Her oynayan yaprakta, her şafakta ve her grupta bu mânâya koştum.

Nihayet kıvılcımın zulmeti emdiği bir anda, yine aynı ses, aynı mânâyla, «G«l» diye bağırdı.

Koştum, koştum!.. Dizlerimin bağı çözülünceye kadar koştum. Bir de baktım ki «Gel» diyen, iki elini git der gibi sallıyordu. Buna bir mânâ veremedim. Şaşırdım!..

Aynı şefkat ve merhamet yüklü ses devam etti:

  Kendine gel!..

Heyhat! Başka şeylere koşmaktan o kadar çok yorulmuştum ki, öz benliğimi aşıp, kendime gelmem çok zordu.

«Terazi kendini tartmaz» derler, ne acı gerçek!..

  Kendine gel!

Okumak, yazmak, düşünmek... Nuri'nin hayatını yoğuran bu üç kelime zamanı bir nehir bilip, günlerden

haftalara akıp gitti. Dershaneye gelen her şahıs aynı akıntıya tâbi olup, okudular, anlattılar:

«İnsanlar yemeye, içmeye, giyinmeye, mevki ve makama çok düşkündür. Bu sebeple suç işlenir, bu sebeple insanlar, insanlara düşman olur.

Dünyanın en zengini olma imkanma sahip iken, fakir yaşayan Peygamberimizin, fakir yaşamasındaki sır anlaşılmamıştır. Peygamberimizin fakir yaşayışını yirminci asra getiren, zengin iken fakir hayatı yaşayan, kazancmı İslamiyet uğrunda harcayan din büyüklerinin hayatı anlaşılmamıştır.

Hiç değil bir adam çıkmalı. O nur kervanına bir tane daha eklenmeli...

Mevkiler, makamlar, çok yakın olmasma rağmen, O, mevkilere, makamlara yüz vermemeli. Tâ ki, bilinsin ki, bu şahsın gayesi, kendi menfaati değil...

Onu sevenler çıkacaktır. Ona bağlananların sayısı az olmayacaktır. Onun için ölümü göze alanlar, hattâ ölenler bulunacaktır. O, bunlara Allah'ın emir ve yasaklarını bildirecek. Çalışan bilecek ki, Allah için çalışıyor, ölen bilecek ki Allah için ölüyor. Bunların hepsi mükâfatlarını Allah'tan bekleyeceklerdir. En büyük mükâfat Allah rızasıdır.

«Peygamberler, Allah'ın emirlerini öğrenir, yaşar ve anlatır. Buna karşılık insanlardan maddi hiç bir şey beklemezler. Herkes onları taklit eder, herkes Allah'ın emirlerini öğrenir, yaşar ve anlatırlar. Herkes Allah'ın rızasına taliptir.»

Saat gecenin onbirini vuruyordu. «Selâmün aley-küm» diyen yola koyuldu.    Gidenlerin ardında Nuri

yalnız kaldı.

***

54 —

Ertesi gün cebinde ekmek pamsının bile olmadığını hatırlayarak buna bir çare düşündü. Evvelâ ceketini satmak akbna geldi: Ama, kime ve nasıl satabilirdi? Bu küçük şehirde herkes onu tanırdı. Aklına 24 ekspresi geldi. «İstasyona gider, bir yabancının bavulunu taşırım, yarınki ekmek parası çıkar» dedi. Sonra bunu beğenmedi. «Olmaz, borç alırım!..» Yine düşündü : «Nasıl ödeyebilirim? Ve beni bir işe alan olur mu? Bu kadar düşünmeğe lüzum yok!.. Kalk, desinler ki Nuri hamallık yapmış, utanan utansın, bana ne?..» Kendi kendine verdiği bu emirle, istasyonun yolunu tuttu.    

* * *

Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi İslâmî ilimlerin sadece ismini bilen Nuri; duyup, işittikleriyle ve îmân derslerinden aldığı kanaatla: «Bir İslâm memleketinde, dinî çalışmalarından dolayı, fakir düşüp hamallık yapanlar değil, bu işe seyirci kalanlar utanmalıdır.» diyordu. Bir hadis duymuştu: «Komşusu aç iken karnını doyurup yatanlar bizden değildir.» Biraz durakladı «hayır ben isteyemem, onlar arasın!..» dedi.

Nuri gafil avlanmıştı. Stajyer memur iken aylığını, babasına teslim ediyordu. O da her gün iki buçuk lira masanın üzerine bırakıp gidiyordu. İşte Nuri'nin harçlığı bu idi. Böyle bir hâlin başına geleceğini de tahmin etmiyordu. Dolayısıyla şimdi parasız kalmıştı.

Yollarla düşünceler sarmaş - dolaş olurmuş, öyle oldu ve istasyona vardı.

İstasyona varır varmaz hemen bir akasyanm gölgesine geçti. Böylece tanıdıklara görünmeyecekti. Tren gelince yataklı vagonun son kompartımanından bir subayın dışarı baktığını gördü ve hemen yanma gitti:

— 55 —

  Bavullarınızı taşıyabilirim ağabey.

  Ooo, çok teşekkür ederim, sana zahmet olacak.

  Estağfurullah...

İçinden de:   «Bu subay böyle kibar hamal görmemiştir» dedi.

  Bavul...

  Ver, ağabey...

  Sıkı tut biraz ağırca...

  Olsun merak etmeyin.

  Elbiselerim... Çanta... Valiz... Tuvalet çantası... Tamam.

Subay etrafa bakındı:

  Bir hamal bulalım! Nuri pişkinliği göze almıştı:

  Ben götürürüm efendim.

  Sana zahmet olacak!

  Rica ederim.

Nuri, bavulla valizi aldı, subayla karısı da çantaları... Ve yola koyuldular.

Subay:

  Yorulduk!.. Kadın:

  Senin bu konferanslarından, kurslarından nedir çektiğimiz?..

  Bu mühim...

  Mühimi mi kaldı?..

Subay vizon kürklü kansınm sözünü kesti:

  Bu delikanlıyı tanıdın mı hanım? Bizim îhsan'-ın oğlu...

  Sahi mi? Ne çabuk büyümüş. Bizi nasıl tanıdı? Subay:

  Akıllı çocuktu. Onun büyük adam olacağını ben on sene evvel tahmin etmiştim.

— 56 —

Nuri beyninden vurulmuşa döndü. Ne yapalım olan olmuştu. îyisi mi vaziyete intibak etmeli diye karar verdi.

Kadın:

  Adınız Nuri idi, değil mi? Kocası takdir etti:

  Bravo, hafızan kuvvetli.

  Tabiî, kadmlar her bakımdan kuvvetlidir. Seni kurmay eden benim, onu da unuttun mu?

  Rica ederim... Hele çocuğun annesini, babasını soralım.

  Sahi, annen nasıl? Ah ne kadar çok severdim. Çok şen ve şakrak bir kızdı... Kardeşlerin?

  Hepsi iyi.

  Lâtife Hanım?.. -îyi.

  Kızı gelin oldu mu?

  Hanım müsaade et,   biz de hala oğlumuzu soralım.

  Geç kaldın, sor sor!..

  îyi efendim, o da iyi.

  Sen ne yaptın? Üniversite falan?.

  Liseyi bitirdim...

  Üniversite?

  Onu babamla konuşursunuz......

  Konuşursun ne demek; kulağını çekerim!.. Bir mektupla seni gönderseydi Harb Okuluna kaydettirirdim. Bu memleket senin gibi temiz ve çalışkan insanlara muhtaç!

  Teşekkür ederim.

  Hele bu iyiliğini hiç unutmam: Ne zaman istersen Ankara'ya gel, senin tahsilin garantilidir.

  Teşekkür ederim, inşallah...

  Küçükken de böyle terbiyeli ve sıkılgandı...

— 57 —

  Büyük şehirlerin çocukları gibi şımarık olmaktansa...                                                               ,

  Evet, evet.

  Eve mi gidelim?..

  İstemem, Orduevine...

  Peki...

Nuri, nizamiyeli, bahçeli yerden geçip Orduevine girdi. İçerde tezyinat ve temizlik hârikaydı. Her tarafta derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Posta neferi, bunları nöbetçi âmirine götürdü. Yer mes'elesi hal-lolduktan sonra yatak odası gösterildi.

Nuri, bavulları bıraktı. «Allahaısmarladık» dedi. Mahallî örf ve âdete göre ellerini öptü ve tekrar müsaade istedi. Onlar da şükran duygularını tekrar tekrar belirterek Nuri'yi uğurladılar ve babasına, annesine selâm söylediler.

  Yarın size geleceğiz, haberiniz olsun.

  Buyurun.

Nuri, kimi nereye ve ne selâhiyetle davet ettiğini bilmiyordu.

Ve tekrar dershanenin yolunu tuttu.

Bekçi düdükleri gecenin sessizliğini paçavra gibi yırtıyordu... Yanda bir gazinonun serpilmiş sandalye ve masaları, Roma İmparatorluğu'nun son zamanlarından nişanlar taşıyordu. Buz tutmağa başlayan, su dolu kazan gibi beyni zorlanıyordu. Bir türbenin yanından geçti; iki mum son anlarını yaşıyordu : «Şu mum diken bid'at sahibine göre suçluyum» dedi. «Belki şu mumları söndürsem bu kâfir nerden geldi? Diyen de olabilir.. îslâmı yaşayan Müslümanlar, dinsizlik cereyanını yürüten gafillere göre suçlu. Hayalindeki ve kalbindeki vehmi inançları, İslâmiyet sayanlara göre suçlu, çeşitli putçuluğu İslâmiyet zanneden-

— 58 —

lere göre suçlu!.. Evet suçluyum!..» diye içinden haykırdı. «Hem de. Evet hem de bu memlekette, dindarlığım kadar suçluyum!.. Ne hazin tecelli: Memleketin dinini, namusunu, istikbâlini yıkmak isteyenler karşısında; din, namus ve istikbâlin selâmeti için çalışanlar suçlu olsunlar!..»

Bu sırada gözü yandaki kitapçı vitrinine ilişti: «Tarihî Maddecilik, Nâzım Hikmet'ten Mektuplar, Sosyalizmin Esasları, Lenin...» Daha fazla bakamadı, «Hayır, ben komünistlerden daha suçluyum!» diye inledi. Yüzünün hatları, bozulmuş bostanlar kadar karmakarışıktı, genç yaşta asırlık bir adamın çilesini yüklenmiş ve onun ak saçma sahip olmadığı halde, onun kadar kendini yaşlı ve ömrünü sarp bir yokuş saymıştı; gayri ihtiyarî, kamburca yürüyordu. Karşıdan yaramaz çocukların bisiklet sürmesine benzer şekilde yolun bir sağına, bir soluna giden; elini, kolunu at kolanları gibi sallayan bir sarhoş birkaç dakika içinde geldi; Nuri'nin önüne dikildi:

— Sarhoşum! . Ama bir hoş değilim! Aklım başımda. Sen bana kızabilirsin, sövebilirsin de... Karde-şimsin desem, belki sarhoşla kardeş olmak istemezsin... Arkadaşım ol! İşine gelmezse düşmanım ol! Yâni bana söv, say. Ha ne dersin? Vallahi ben bir şey demem. Gençsin, sonra şunu bil ki. . Nerde kalmıştık?.. Gaza bas!.. Yaylan; beyaz pantol, siyah ceket, yaylan medet yaylan... Ne isö özür dilerim. Zannetme ki sarhoşum, boşver. Bana birisi sövse aldırmam. Hayvan dese kendimi aslan zannederim. Yok hayvan demekle köpeği kasdetmişse, ona öyle iyilikler yaparım ki, kendi insanlığından utanır, benim hayvanlığıma imrenir; haaa ne dersin?.. Meselâ, istersen gel seninle bir yemek yiyelim. İstersen kafaları çekelim, garipsen evime gel, misafirim ol!..

— 59 ---

(S) harfi gibi duran vücudunu doğrulttu, burnunu Nuri'nin burnuna yaklaştırdı:

  Allah için, hiç olmazsa bir «hayır» de be adam, dilin yok mu?..

  Söylediklerine teşekkür ederim,   ben eve gidiyorum.

  Haa, anladım,   sen muhallebi çocuğusun. Ha-    | yatın acı taraflarını görmemişsin, zehire bade dememişsin!.. Anladım, anladım...

Bu sırada iki bekçi geldi ve beş adım ilerideki binanın gölgesinde bunlan gözetlemeğe başladılar. Nuri ayak seslerinden gelenler olduğunu ve yakın bir yerde kendilerini gözetlediklerini anladı.

— Haydi bakalım yeğenim, sen evine git, sütünü iç, yat. Ben de gider, oturur, derdimi şişeye anlatırım.

Sarhoşun selâm verdiği bekçiler, selâmı almadan sitem ettiler:

  Mahmut yine bulutsun...

  Millet azıttı, kuraklıktan imânımız yanıyor, bir damla yağmur düşmüyor, bunun için ben bulut oldum ki, bu millete söveyim, böylece yaptıklarının cezasmı görsünler... Onlara küfür yağmuru lâzım.

  Yine şaşırdın; yine zırvalıyorsun!

  Ne var abi sen de bana söv, bir şey mi dedik? Kızma.

  Haydi bakalım doğru evine git,   âmir devriye geziyor.

  ölmüş eşeğin kurttan korkusu olur mu, ölmüşüm...

Sesler Nuri'nin kulağında zayıfladı ve duyulmaz hale geldi. Simsiyah pencerelerle şehir mezarlık sessizliğine gömülmüş, zulmetin yorganı altındaydılar.

— 80 —

Nuri'nin ayak seslerine köpekler cevap veriyordu. Fener ışıklarından gölgeye, gölgeden fener ışıklarına geçerken mesafeler adımlarının makasında doğranıyordu. Fenersiz bir köşede durup geriye baktı, üçüncü fenerin altında resmî üniformalı iki kişi...

Düşündü:

  Ben miyim?.. Geceleri kimsesiz, sarhoşlara muhatap, bekçilerce takip edilen   ben miyim?..    Bunun için mi onbir sene okudum?..

Başını öne eğdi, iki elini pantolonunun cebine sokarak, büyük işlere hamle eder gibi yürüdü :

  Kimbilir,    annem, babam,    kardeşlerim nasıl uyuyorlar?.. Mışıl mışıl, Nuri sen sürün!..

Kur'ân dershanesinin kapısına geldi, cebinden çıkardığı anahtar ile kapıyı açmak istedi. Fakat kapının menteşeleri laçka olduğundan, bütün yük kilidin üzerine biniyor; bu sebeple anahtar kapıyı açmıyordu. Nuri bir iki defa daha anahtarı ileri geri çevirdi kapı yine açılmadı.

  Dur!..

  Efendim?..

  Sen kimsin?..

  Nuri.

  Burda ne arıyorsun?

  Burası benim evim.

— Burası dershane, senin evin nasıl olur?

  Ben burada kalıyorum.

  Hem ayyaş Mahmut'la kafayı çek, hem de buraya gel, nasıl olur? İşler değişti mi?

  Ben içmedim.

  Kapıyı açamayacak   kadar sarhoşsun,   yahut başka niyetlerin var.

  Yok.

— 61 —

  Gerisini karakolda konuşalım, yürü bakalım. Nuri şaşkın şaşkın:

  Nereye gideceğiz?

  Karakola!..

Yollar, evler, elektrik fenerleri, çeşmeler, köpekler ve üç insan...

Karakola girdiklerinde saat ikiyi vuruyordu.

  Şefim bir şüpheli yakaladık!..

  Nezarete!..

Uykulu gözlerini yumruğu ile ovalayan komiser muavini, masanın üzerinde duran şişeden bir yudum daha yuvarladı ve bir türkü mırıldandı:

«Ceketleri de çıkardık girdik gişeye,

Derdimizi anlatırız beyaz şişeye...»

Kaderin çizdiği bu yol, muhakkak karakoldan ve mahkemeden geçmekteydi. Bir de hapishane... Nuri de aynı yolda ve aym noktalarda. Kaç- çeşit suçlunun çömeldiği şu loş köşeye o da bağdaş kurdu, başmı ellerine gömüp, «Ne olursa olsun!..» gibilerden uyumağa çalıştı. Birden, çan sesi şiddetiyle başlayıp ve yavaş yavaş kaybolacak şekilde manevi dünyasında bir fer-yad duydu:

— Maznun!..

* * *

Ufak pencerede alaca karanlığı gören Nuri, sabahın yaklaştığını tahmin ederek saatine baktı, zor zoruna akrebi, yelkovanı seçti. Ayağa kalktı. Fakat ayağının biri keçeleştiğinden fazla iğneleniyordu. Biraz bekledi, bacağım ovdu. Kollan ve beli de ağnmıştı. Mevcut duruma göre bunları normal saydı. Sonra kapıya yaklaştı ve çaldı. İki, üç... Nihayet cevap verdiler:

  Ne var?

62

  Namaz kılacağım... Kapıyı esmer bir polis açtı:

  Kim. namaz kılacak?

  Ben.                                     , Polis, Nuri'yi baştan ayağa süzdü:

  Sen niye buraya düştün?

  Dershanenin kapısından iki bekçi beni alıp, buraya getirdi.

  Şefin haberi var mı?

  Var.

Polis başını salladı:

  Peki, abdestini al, namazını kıl.   Musluk şurada, namaz kıldığımız yer de, bak, o ilerdeki kapı...

  Teşekkür ederim...

Nuri namazı müteakip ellerini yüzüne sürüp, tekrar nezarete döndü. Daha evvel okuduğu derslerdeki bazı cümleler hafızasında resm-i geçit yapıyordu: «Biz kendimizi öyle bir hakikata vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve Saâdet-i Ebediye gibi şirindir. Elbette biz bu sıkıntılı haller ile müftehirâne, müteşekkirâne bir mücahede-i mâneviye yapıyoruz diye şekva etmemek lâzımdır.»

Kuşluk vaktine doğru Nuri'yi çağırdılar.

  Kaleme.

Anasının, babasının adını sordular. Sonra zabıt kâğıdını çekip okudular:

  Tamam mı?

  Evet.

  İmzala!..

Nuri imzasını attı, odadan çıkarken, komiser seslendi :

  Bir dakika! Nuri geri döndü:

— 63 —

w

  Buyurun.

Komiser, bir polise işaret etti:

  Şunun üstünü ara. Ceplerinde ne varsa şu masanın üstüne koy!

Mendil, ufak çakı, tarak, defter, kalem, kitap ve onbeş kuruş para.

Komiser hemen kitabı aidi; «Küçük Sözler». Birinci sayfasını açtı, «Bismillah, her hayrın başıdır.» Kitabı bıraktı defteri aldı:

  Bu adres kimin?

  Teyzemin.

  Bu?

  Arkadaşımın.

  Âlâ, tahkik edilsin. Sonra daktilonun başındaki polise döndü:

  O zaptı yırtın, yeniden zabıt tutulacak!

Bu arada defterin sayfalarını çevirmeğe başladı:

Nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır.

Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır »

«Bizim mesleğimizde benlik, enaniyet, şar» ve şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden haletten şiddetle içtinap ediyoruz.»

Diğer sahifede:

«Mesleğimiz bu zamanda Hakk'a hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle, olabileceğine kafi kanaatimiz olduğu gibi...»

Komiser bunları okudukça kaşını, gözünü oynatıyor ve başını sallıyordu.

«Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bîr baldır. Ve insanı, insanlara abd ve köle yapar.»

Hayretle sordu:

  Siz bu yazdıklarınıza uy&billyor musunuz? ~ Uymak için yazdık.

 

  Bunlara uydunuz mu, siz velî olursunuz.

  Makam için değil, Allah için Islâmiyeti yaşıya-cağız. Burası hizmet yeridir, mükâfat yeri âhirettir.

  Bir dakika, bir dakika...   Şimdi sizi konuşturduk mu vaizlere taş çıkartırsınız. Ne ise evlâdım, sizin zaptınızı tutup, savcılığa göndermek mecburiyetindeyim.

  Niçin?

Elindeki kitabı tutarak, manâlı manâlı baktı:

  Bu kitap...

  Yasak değil.

  Biliyorum. Amma öyle istiyorlar.    Sizi savcılığın serbest bırakması daha münasip olur.

* * *

Savcı, okuduğu derslerin, öğretmenlerin ve profesörlerin tesirinde kalarak solculuğu benimsemişti. Memleketin kurtuluşunu bunda buluyordu. Hiç bilmediği İslâmiyete düşmandı. Gerçi Kur'an'a hürmeti vardı, yeri geldikçe «Allah» derdi. Memleketini sevdiğini de iddia ederdi. Fakat bin senedir Türk tarihine ruh veren, can veren İslâmiyetten habersizdi, öyle yetiştirilmişti.

Aksi halde, solculuk ve sosyalistlik için gösterdiği gayreti, dini için de gösterebilirdi.

Bu sebeple, çok sevdiği vatanının istiklâlinde, iktisadında, maârifinde mühim rol oynayıp, onları en iyi şekle getirecek Islâmiyeti ve onun fedakâr mensuplarını tevkif ettirmekle tezada düşmeyecekti. Hani bir hikâye vardır: Kadının biri evde kartal beslenmiş. Çocuğunu uyutup kendisi hamama gitmiş, kartal bakıyor ki kundağa bir yılan yaklaşıyor. Hemen atılmış,

65 —

F.: 5

demir pençesiyle yılanı parçalamış. Sonra gururla kundağın başında beklemiş. Kadın eve dönüp kundağın üzerinde kanları görünce: «Eyvah çocuğumu kartal parçalamış» diyerek, oklavayı kaptığı gibi kartalın başına indirmiş. Bir de ne görsün? Çocuğu sağlam. Yılan ölüsü ve kartal...

Hal bu : Gerçek Müslümanlar, bu memlekete sokulan komünizm yılanı ile mücadele ederken bir kısım kimseler, o kadının aceleciliği içinde, yanlış kararlarına hem Müslümanları, hem de (dolayısıyla) kendilerini kurban ediyorlar. «Ama bin başımız olsa her gün birini feda etmeğe hazırız!» diyenlerin cenazeleri bu dâvayı, kabirlerinin üzerinde de ayağa kaldırır ve mezar taşları, «İslâmî Fütuhatı» alkışlar.

Plâstik kaplar, plâstik çiçekler, plâstik oyuncaklar yanında her şeyin sahtesi çıktı. Sahteler aslın yerini almağa başladı. Yanlışlar doğruyu kenara itti, böylece mahkemede inen - kalkan daktilo tuşları Nuri'nin tevkifini yazdı. Ve kalem tutan ellere, Allah'a açılan ellere, yardıma koşan ellere, millete adanan ellere demir kelepçe vuruldu. Bütün bunlar kanun namına kabul edildi. Ve hapishane!..

Demirli pencerelere kalın teller gerilmiş. Kapılara asma kilitler asılmış. Bileklerde kelepçelerin izi kalmış. Ve sanki kanunun her maddesi bir taş olmuş içe- * riyle dışarıyı birbirinden ayırmış. Bilmem hangi yıldıza bir anda bakacaklar da o zaman, anneyle evlât, karıyla koca göz göze gelmiş olacaklarmış. Bilmem hayâlin hangi noktası vuslat çanını çalacak da yüzlerde bir nebzecik tebessüm belirecek!..

Hapishane!..

Burada duvarların yüzü,   insan   çehreleri kadar asıktır. Burada tavan, direklerin ve duvarların üzerin-

— 66 —

de durmaz,    mahkûmların tepesinde durur.    Burada boylar cüce, sözler kısa, ümitler basıktır.

Hapishane!..

İnsan yutan kumsala benzer. Kim bilir girenler ne zaman dönecekler?.. Kim bilir kaç gonca açılmadan solacak ve kaç baş burada ap - ak olacak!

Orada zaman, adımların mekiğine bağlanır. Orada mekân bir yataktır. Eyet orada her şeye zincir vurulur, her şey dört duvar arasında durur. Lâkin!.. Lâkin hayâlle imân iki kanat olur, öyle insanları, öyle diyarlara alır götürür ki, oraya ne savcı ulaşır, ne gardiyan!..

«Madem âhiret için, hayır için ibâdet ve sevab için, imân ve âhiret için (bu eserlere) bağlanmışsınız. Elbette bu ağır şerait altında her bir saati yirmi saat ibâdet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve imân hizmetindeki mücâhede-i mâneviya haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettardır. Yüz saat ise böyle her biri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakiki mücâhid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesânüdle kudsi hizmete sebatkâra-ne devam etmek ve güzel seciyelerden istifade etmektir. Medresetüzzehranın şâkirdliğine., liyâkat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Medrese-i Yûsufiyede talihini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder razkını yemek ve o yemekte sevab kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır...»

«Şükr-ü mutlak» ı düstur edinenlere, hapislik bile bir nevî şükre değer. Böylece, imânın taşıdığı Cennet tohumu, filizini hapishanede vererek Nuri'nin gönlünü Cennet'e çevirdi. Ne gam, ne kasavet ve ne de tasa!.. Hizmet ve hizmet!..

— 67 —

Yer yer sıvaları dökülmüş duvarın önünde bir karyola ve üzerinde bir yatak... Bu yatak, aynı zamanda sedir ve seccade vazifesi görüyor. Nuri namazını kıldıktan sonra oturup teşbih çekmeye başladı.

Mütekait zannı uyandıran bir şahıs Nuri'ye yaklaştı :

  Hayrola hoca...

  Buyurun...

  Devletin temellerini dini esaslara uyduracaksın diye mi, kapana düştün?

  Bu da nereden çıktı?

  Siz böylesinizdir; şeriat istersiniz,    Şeyhinize şöhret ve siyasî nüfuz sağlarsınız. Dini istismar edersiniz. Bunun için Kur'ân'a aykırı sözler de söyler, hattâ yazarsınız.

—. Bunlar! nerden okudunuz, öğrendiniz? ^- Benim okuduğum   gazete ve mecmuaları tahmin edersin.

  Evet, o gazeteler,    dinden bahsetmezler; ederlerse aleyhinde bulunurlar. Şimdi bir şahıs gelse, Moskova Radyosundan dinlediği   vaazı bize anlatsa ona itimad edebilir miyiz?   Siz demeliydiniz ki,   şu eseri okudum, şurası yanlış.   Şu İslâm âlimiyle konuştum, şu sözü hatalı... Böyle yapmayıp da düşmanı dinleyip, dostu itham etmek akıllıca bir iş olmasa gerek.

  Ne var, yine din mi?

Bu soruyu hapishanenin efesi geçinen Didon Şükrü sordu. Sormak değil, «kesin şu dırıltıyı» demek istedi. Geniş omuzlarmm ortasında, kabak kafası ve pala bıyıklan ile heybetli duruyordu. Ellerini beline koydu, gürledi :

  Sofuluk falan, yalan!..

Nuri ilk soruyu soran adamı işaret ederek:

— 68 —

  Bu bey bir şeyler okumuş,   hitap   edebilecek hâle gelmiş. Sen, onu da yapmamışsın.   Hasbünallahü ve ni'melvekil (Allah ne güzel vekildir) derim ve sizi O'na havale ederim.

Didon Şükrü ceketini omuzlanna attı, biraz düşündü ve bıyıklarını bükerek, yürüdü. Allah'a havale edilmekten ürkmüştü. Çünkü O'na inanıyordu.

Nuri namazına, duasına devam ederken beş - altı gün geçti. Ara sıra, sorulu - cevaplı konuşmalar ve sohbetler de oluyordu:

«Mahlûkatın en zâlimi insandır. İnsan kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı, kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur.»

«Bu halden kurtulmanın yolu Allah'a kul olmaktır. O'nun emirlerini öğrenmek ve yaşamak dünyayı da Cennet eder. Allah bu dünyayı kullanna bir mutfak ve bir sofra olarak açmıştır. Çocuklar ve deliler gibi nimeti bırakıp, itişip - kakışma yerine, ilâhi nizâma tâbi olup, kemâl-i edeple istifâde etmeliyiz.»

Gerek konuşmalar, gerekse Nuri'nin hal ve tavrı Didon Şükr^ü'ye tesir ediyordu. Çok dalgın olarak arkadaşına dedi ki:

  Şu gencin hayat tarzı çok hoşuma gidiyor. Samimî bir adama benziyor. Bana namazı öğretse..-.

Bunu Nuri'ye haber verdiler. O da Didon Şükrü'-yü ziyaret etti:

  Selâmün aleyküm ağabey.

  Aleykümselam.

Sohbetlerine böylece başladılar. Akşam dokuzda, hapisler yattıktan sonra, kalkıp abdest almasını, namaz kılmasını tâlim edeceklerine dair karar aldılar. İnandığı   Allah'a nasıl ibâdet edeceğini    bilmiyordu.

69

Kimse görmeden, abdest almasını ve namaz kılmasını öğrenmek istedi.

Böylece Didon Şükrü namaza başladı, Fakat, hapishanede mescid yoktu. Bunu da Şükrü halletti:

  Müdür Bey, bir mescid yeri rica ediyoruz.

  Ne o Şükrü, namaz mı?

  Ne yapalım abi, artık yeter. Müdür, kibar, fakat kararsız bir adamdı:

  Güzel!    Güzel amma,    mescid olacak yerimiz yok.

  Amma yaptın Müdür Bey!   Koğuşun birini boşaltıp mescid yaparız.

  Meselâ hangisini?

  Ufak koğuşu.

  Oradaki hapisleri,    diğer koğuşlara verelim... Olur. Lâkin, onları sen razı edeceksin ve bu işi gürültüsüz yapacaksın.

  Emredersin, Müdür Bey! Böylece mescid de bulundu.

Didon Şükrü abdest alıyor, namaz kılıyor ve dakikalarca Allah'a yalvarıyordu. Eski sertliğinin yerini yumuşaklık, eski argo konuşmalarının yerini nezaket almıştı. Kısacası kader, Hz. Ömer (R.A.) 'a tanıdığı şerefi Şükrü'ye de tanımıştı.

Reislerini kaybeden çete mensupları telâşa düşüp, Didon Şükrü'yü eski hayatına çekmek için plânlar düzdüler:

  Reis, namaz    kılıyorsun amma, müdür    sana verdiği avantaları keser.

  Çömez, avantamn lâfı mı olur; elbise, ayakkabı, yemek de vermeseler yine kılarım.

Didon Şükrü,   kazaya kalan namazlarım   hesaplattı ve her gün yüz rekât namaz kılmağa başladı; Fitne yine yetişti:

70

  Didon ağabey taşların üzerinde namaz kılıyorsun, bacaklann kangren olur...

  Kesseler de kılacağım!

Külhanlıktan, serserilikten, onun bunun malını gasbetmekten kurtulup müsbet hareketi ile en iyi hizmet etmesi yetmiyormuş gibi, Nuri'ye sordu:

  Ağabey,   İslâmiyete hizmet   etmek istiyorum. Bana yol göster!

«Ağabey» lâfı, yaşça büyüklüğe değil, saygıya işaretti.

Kısa bir ders yaptılar:

«Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imâm kurtarmaktır. Başkalarının imânına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın benlik ve gurura medar şeylerden çekin! Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat mahviyetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir.»

Şükrü yine ısrar etti:

  İnşallah bunları yapacağız.    Fakat şurada bir hizmet istiyorum.

Bu ısrar karşısmda Nuri dedi ki:

  Namazlardan onbeş dakika evvel koğuşları dolaş, halkı namaza kaldır.

Şükrü Bey sevinçle haykırdı:

  Tamaaam!..

Böylece Şükrü namaz vakitlerinde koğuşları geziyor:

  Hayye ales-selâh ya eyyühel mü'minun!..

  Yaşa be Şükrü, adam oldun, diyenlere de...

  «İmân insanı insan eder, belki de sultan eder» diye cevap veriyordu.

— 71 —

Bir gün Şükrü'yü öğle ve ikindi namazlarında görmediler. Herkes hayret içinde:

  Nasıl olur, diyorlardı.

Nuri, hemen Şükrü'nün yatağına gitti. Yatak kabarıktı. Yorganın baş tarafını açtı. Şükrü hıçkıra hıç-kıra ağlıyordu. İri siyah gözleri sulanmış, bıyıkları ıslanmıştı.

  Ne var ağabey?

Meğerse, Şükrü o gece sabaha kadar namaz kılmış. Kahvaltı yapıp, yatmış. Bir de uyanmış ki, öğle vakti geçmiş. «Allah beni yine eski halime mi döndürecek» diye, ağlıyormuş.

Duruma vâkıf olan Nuri çok hislendi, duygulandı:

  Ağabey, öğle namazını kaza edersin, ikindinin de edası mümkün. Şükrü yatağından doğruldu, gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü bir başka mânâ taşıyordu. Ellerini Nuri'nin omuzuna koydu:

  öğlenin kazası mümkün mü? Allah kabul edip, affeder mi?

  Evet kaza edersiniz, inşallah kabul olur.

Sevincinden Nuri'nin boynuna sarıldı.

«Kalbsiz» dedikleri Didon Şükrü'nün böyle ağlamasına herkes hayret ediyor ve bilen biliyordu ki, İs-lâmiyetin insan mizacı ve karakteri üzerinde mühim tesiri vardır. İnsanlığın kurtuluşu onunla mümkündür.

Bu sıralarda gardiyan bağırdı:

  Hoca, bak sana arkadaş getirdim.

Nuri hemen fırladı, «kardeşim» diye boynuna sarıldı.

  Demek seni, tarlanın genişliğinden alıp, buralara attılar... Maznun, kardeşim benim!..

  Nuri...

Nuri ile Maznun uzun zaman sonra tekrar buluştular, bu sefer hapishanede...

Bir Mektup ve Subay

Nuri hapiste iken, misafir subayla hanımı onlara

gitti.

  Aaaa, maşallah maşallah!..   Sizi hangi rüzgâr attı.

  Vefasızlar! Hem gelmezsiniz,    hem de    sitem edersiniz...

  Biz geldik mi aylarca kalırız...

  Buyurun efendim, öyle olacak ki, akrabalık anlaşılsın.

Subay:

  Yenge Hanım, yine en vefalınız Nuri imiş...

  Ya, Nuri evden...

  Evden kaçtı falan demeyin, çocuk bizi karşılamaya geldi.

Subayın hanımı:

  Aman ne can çocuk olmuş, ne can!.. Gece yanlarına kadar...

  Gelmedi ya...

  Çok terbiyeli çocuk. Hiç şüphelenmeyin. Bu sırada aşağıdan bir ses duyuldu:

  Posta!..

  Gülgün koş, teyzenden...

72

__ 70 __

  Yok, anne ağabeyimin arkadaşlarındandır.   .

  Sobaya, sobaya!.. Subay itiraz etti:

  Yenge müsaade et, görelim.

  Kendini üzme be şekerim, abuk - sabuk şeyler.

  Merak ettim, görelim. Gülgün ver bakayım... Ooo, epeyce de uzunmuş.

«Aziz Kardeşim,

Hasret ve iştiyak dolu binler selâm... Seni bütün rûh-u canımla kucaklar, kemâl-i hasret ve muhabbetle gözlerinden öperim.

İlâhî dâvanın sâdık ve çilekeş bir hadimi, Hak cephesinin fedakâr ve cefakâr bir neferi olarak İ'lâyı Kelimetullah yolunda, hak ve hakikat uğrunda, tarihte misli ve emsali görülmedik dehşetli bir küfür tufanına ve zmdıka cereyanına karşı açmış olduğun mukaddes cihadında, amansız, çetin ve büyük mücadelenden dolayı seni bütün kalbimle tebrik ve tebcil eder, rızâ-i İlâhiye nâiliyetle hizmet-i kudsiyende muvaffakiyetler dilerim.»

Esmer, biraz şişmanca subay hayretle:

— Ooo, neler varmış! Küfür tufanı, zmdıka cereyanı ve bunların karşısında Allah rızası mukabilinde mücadele edenler... Mühim!

«Bu Kur'ân ve imân dâvası ne büyük dâva, ne ilâhî mânâ Yâ Rab!.. Ey Nür-u Kur'ân hazinesi, seni dinlerken, kendimi ürpertici bir vecd içinde asr-ı saadette, burcu burcu Peygamber kokan o mübarek iklimlerde hissediyorum...

Senin şakirdlerini seyrederken ruhum asırlar ötesine gidiyor; kendimi âdeta bütün dünyayı titreten, kıt'alan fetheden o dev orduların yanında zannediyor, dalga dalga ufuklarda, serhadlerde seyreden kasırga:

— 74 —

tabiatlı akıncı cedlerimin saikavâri naralarını, aslan kükreyişlerini duyar gibi oluyorum...» Yine hayretler içinde:

  İmân dâvâsi, Kur'ân dâvası. Bak bir de şakirt meselesi var.

Karısı söze karıştı:

  Bu bir vaaz mı? Bayram nutku mu? Yoksa mahkeme naevzuu bir dâva mı?

  Ne o, ne o!.. Sadece mektup.

  Böylesini de hiç görmedik. Ayol meraklandım, okuyuver...

«O büyük nûr'u Kur'ân ve imân dâvasının, senin o ilâhî idealinin ve o mukaddes mücâhedenin azamet ve ulviyeti karşısında kemâl-i huşu ve hürmetle eğiliyorum. Münevver kardeşim, senin bu asırda Kur'ân-ı Hakîm'in bir mûcize-i mânevisi olan Nûr'u Kur'ân'ın ihtiva ve izhar ettiği o dâvan; ilâhî aşkın ezeli gayenin ve ebedi hakikatin cazibesine takılan «duraksız hareket halindeki sonsuz oluş» davasıdır.

Senin gayen: Zaman ve mekânı bütün vecibeleriyle olanca hedef ve istikametleriyle kuşatmak ve kâinatı bütün esrar ve hakikatlarıyla beraber kucaklamak ve tefekkür etmek cehdidir.

Muhteşem tarihimi, şanlı satvetli mazimi satır satır, asır asır sende okudum. Senin asil varlığında yaşadım. Bin yıllık tarihim, Kur'ânî hakikatlarla mücehhez olan senin şahsında bayraklaştı. Mazi sende yoğ-ruldu, asır asır sende örüldü; ve o muazzez ecdadımın ruh ve mânâsı sende temerküz etti ve ebedileşti. Sen Saidlerin, evlâdısın. Sen Ömerlerin, Fatihlerin, Yavuzların, sâdık ve vefakâr ahfadısın. Sende Ebû Bekir (R.A.)'nin cesareti, Hazret-i Ömer (R.A.)'in şecaati, Fâtihlerin azmi, ikbâllerin yanık feryad ve figânı ve Saidlerin ihlâs ve yenilmeyen kudreti var.

Senin engin mânâ ikliminde gezerken tarihin derinliklerine daldım. Asr-ı Saadetin nurlu kapısından içeri girdim. İlâhi hakikatlann, ebedî faziletlerin hükmettiği bu saadet asrını bucak bucak, semt semt gezdim. Burcu burcu imân, İslâm ve ihlas kokan havasını doya doya teneffüs ettim. İslâmın tevhid bayrağını açarak bütün bir küfür âlemine ve cihan husûmetine karşı: (Sağ elime Güneşi, sol elime Ay'ı koysalar ben yine bu yoldan dönmem) diyen iki cihan güneşi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü vesselamın bayrağı altında seferlere katıldım... Bilâl-i Habeşi (R.A.)'nin yanık ezanlarını dinledim. İlâhi inkılâblan hayranlıkla temaşa ettim ve ebediyetlere açılan nurlu ufuklara doğru kanat kanat yükseldim.

107l'de Malazgirt'te, Alparslan'la beraberdim. Ko-şova'da Sultan Hüdâvendigâr'ın şehâmet destanlarını yazdım. Ve Murad'ımm geçtiği topraklara yüzümü sürerek ağladım:

«Söyle meşhed öpeyim secde edip toprağım, Yok mudur, Murâd'ın sende iki - üç damla kanı...» Niğbolu'da mağrur ve zâlim Frenk krallarına, Yıl-dırım'ın fermanını ben götürdüm: «Ehli imâna bu zulmü yapmasınlar, yoksa Senpier'in mihrabında atıma ot yedirmesini bilirim!» diyordu.

İstanbul seferinde büyük Fâtih'in şanlı ordusunda göklere set çeken surların, burçların üstünde Ulubath Hasan'ımla omuz omuza idim. Dünya haritasını göstererek: «Bir hükümdara çok, iki hükümdara az» diyen koca Yavuz'un muhteşem ordusunda bir neferdim... Malkoçoğlu'yla serhadlerde kol gezdim. Avrupa'nın en büyük imparatorluklarmı dize getiren ve en azgın imparatorlarına etek öptüren muhteşem Süley-manlann kumandasında Viyana, Almanya, Hindistan

— 76 —

seferlerine çıktım... Preveze'de Akdeniz'i bir Türk gölü haline getiren büyük kumandan Kaptanı Derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın bir levendiydim. Prut'ta Türk ordusunun kudret ve azameti karşısında, ölüm korkusu içerisinde sara nâbetleri geçiren Rus Çarı Deli Petro'nun köpekler gibi alçalışını iğrenerek seyrettim.»

Durdu, yutkundu:

  Bravo, bravo!.. Gülgün:

  Amca onun nesine bravo? Tarih anlatıyor. Ben de Malazgirt Muharebesini anlatabilirim.

Bu konuşmasıyla anlayışsızlığını ifşa eden genç kıza, Binbaşı baktı, sadece «evet» dedi. Binbaşının hanımı dayanamadı. Gülgün'e cevap verdi:

  Yok kızını, herkes böyle yazamaz ve böyle konuşamaz. Bunun içinde bir şeyler var ki, kaleminden altın damlamış.

Binbaşı:

  Okuyalım...

«Senin kalbi selimin, senin akl-ı selimin hak ve adaletin ihlâs ve faziletin gerçek timsâlidir. Hayır ve şer, hak ve bâtıl, dalâlet ve hidâyet ilm-i Kur'ân'a göre bilinir, ona göre ölçülür. Sen imânın harâretiyle şu tefessüh etmiş madde âleminin çok ötesinde yepyeni bir dünyanın inşasına memursun. Yeryüzünde Hakk'ın şahidisin.

Sende «Âlem-i İslama indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Ben cemiyetin selâmeti yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de... Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu! Cemiyetin imâm nâmına bir Said değil, bin Said feda olsun, Kur'ân'ımız yeryüzünde, cemâatsız kalır-

— 77 —

fe-

sa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imânını selâmette görürsem Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül - gülistan olur.» diyen necib üstadımın mukaddes ıstırabı, cehd ve uluvv-ü himmeti var.

«Bana, sen şuna buna niçin sataştın diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangm var. Alevleri göklere yükseliyor. O yangını söndürmeye, imânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var! O müthiş yangm karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar gömüşler!..»

Evet aziz kardeşim, büyük ve çok müthiş bir yangınla karşı karşıyasuı. Vicdanlar yanıyor, imânlar tutuşmuş yanıyor. Binlerce, milyonlarca masum, körpe yavrular, yanıp mahvoluyor. Belki beşer tarihinin hiç bir devrinde bu kadar dehşetli bir musibet görülmemiştir. Her tarafta vaveyla, her tarafta feryâd ve figânlar, elim inlemeler... Hüsranlar, buhranlar... «İmdat yanıyorum, imdat! Kurtarın beni! Dünyam zindan, her yer matem bana! Beni can evimden vurdular... Elimden Kur'ân'ımı adılar, kalbimden imânımı çaldılar; ışığım söndü, hayatım söndü, yıldızım düştü benim. .. Karanlıklarda kaldım, ateşlerde yandım., Issız ve kurak çöllere, yıkık ve virane mezarlara döndüm. Camiyi görüp gidemiyorum. Ezan okunuyor duyamıyorum. Kur'ân okunuyor dinleyemiyorum. Kahredici sıkıntıların kıskacında mahvoldum. Kalbimde bin türlü acı, ruhumda dinmez sancılar var. Karanlıklarda yolumu yitirdim, kendimi kaybettim. Bana nûr ver, ışık ver, kurtar, beni Yâ Rab!» diye acı acı feryad eden

— 78 —

her türlü inancını, güvencini, desteğini ve isteğini kaybeden «imânımı kurtarın» diyen bir neslin bu büyük yalvarışı karşısında elbette duramazsın. Kadir-i Zül-cemal ve Rahîm-i Zülkemâl olan Allah'ımızın bu asır Müslümanlanna ve insanlarına büyük bir halaskarı imân olarak ihsan ettiği Nûr-u Kur'ân'ı ruhu canla okur ve okutursun. Karanlıklarda boğulmak üzere olanların ve dinsizlik ateşi içine atılanların mededi-ne halâskâr-ı İslâm olan bu Nûr'u Kur'ân'la yetişirsin.»

  Bey, tahmin ederim, büyük bir mes'ele ile karşı karşıyasuı!

Binbaşı dönüp karısına baktı ve tasdik etti:

  Evet, Ben, liseyi bitiren her gencin Avrupalılaştığını kabul ederdim. Şimdi ise hayretler içindeyim; bir lise mezunu genç bu satırları nasıl yazabilir? İmânının yandığını nasıl anlayabilir?

  Doğrusu, beni gören şu açık kıyafetimle Garb-lı zanneder. Amma ben kadınların    açık gezmesinin aleyhindeyim. Bugüne kadar üzerime çevrilen her yabancı erkek gözünden sıkılmış ve ıstırab duymuşumdur.

  Desene imkân olsa çarşaf bile giyeceksin.

  Çarşaf değilse de manto ve başörtüsü için hazırım.

Şimdi hayret etme sırası Gülgün'e gelmişti:

  Aaa, siz şaşırdınız mı? Gün görmeden bizi bezlere mi saracaksınız?

Binbaşı ile karısı bakışıp gülüştüler. Kendilerini karşılayan Nuri'nin durumunu yavaş yavaş, anlamaya başladılar. Nuri ile ebeveyni arasında ateşle su gibi zıddiyet vardı. Mevcut hâl, bunu da ihsas ettirmişti. Çünkü odadan çıkan Nuri'nin annesi hâlâ dönmemişti. Gülgün ise başka telden çalıyordu.

— 79 —

Mektubu okumağa devam ettiler:

«Muhitin, imândan mahrum bir vaziyette, inim inim inlerken elbette ağlarsm, gülemezsin. Ağla kardeşim ağla... Kanlı yaşlar dökerek ağla... Nûr'u Kur'-ân'ı bütün mânevi varlığına nüfuz ettirmekte ve mâ-rifetullah irfanını vatanımızın en ücra köşelerine kadar neşretmekte sana İlâhî bir coşkunluk verecek olan bu mübarek gözyaşlarm, bir rahmet olarak şu müthiş enkaz altında dipdiri bir neslin zuhuruna ve neşv ü nemasına vesile ve vâsıta olacaktır, inşallah!..

Sen tahkik-i imân salâbetiyle İslâmın eğilmez kolu ve yenilmez kuvvetisin.

Ey Nûr-u Kur'ân sen bize Hîra'da bırakılan mukaddes emanetin ma'kesi ve dellahsın. Sen benim şahlanan tarihimsin. Sen, İslâm güneşinin bir daha asla perdelenmeyecek olan ebedî doğuşun, mutlu yarınların ve büyük sabahların hakikî müjdecisisin.

Ey İslâmî kahramanlığın timsali olan kardeşim, şimşekler gibi göklerde çak! İlâhî bir sayha gibi nursuz iklimlere hayat ol! Ruhunda şehid ecdadmın ulvî vecd ve ithamını duyarak haykır.»

Gülgün, mektubun okunmasını burada keserek:

  Amma da lâf ebeleriymiş... Ben sıkıldım, tahmin ederim siz de sıkılmışsınızdır. İster misiniz bir plâk çalayım. Meselâ:

«Her yerde kar var.»

Misafirler evvelâ şaşkın şaşkın bakıştılar, sonra güldüler:

  Mektup bitsin onu da dinleriz, dediler.

«İslâm fedaisi kardeşim, son sermayen ve tek imkânın oluncaya kadar «kâinat orduları da toplansa, en korkunç ıstıraplar ve azgın ölümler de gelse» şer kuvvetlerle mücadelene, bu mukaddes cihâdma    devam

— 80 —

edeceksin. «Bir asker nöbette iken başkumandan da gelse silâhını bırakmayacak. Ben de Kur'ân'ın bir hizmetkârı ye bir neferiyim. Binâenaleyh vazife başında iken karşıma kim çıksa, hak budur derim başımı eğmem» diyen muazzez Üstadın rehberin olarak bugün de, yarından sonra da, tâ haşre kadar sen onun hizmetinde coşarak Hakk'ın sâdık ve gerçek müdafii ve imân hudutlarının yılmaz bekçisi olacaksın.

Biz imân talebeleri İslâm şâirimiz merhum Meh-med Akif gibi deriz ki:

«Cehennem olsa gelen bağrımızda söndürürüz... Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa... Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar. Değil mi cephemizin sinesinde imân bir Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir Değil mi sine birdir, vuran yürek... yılmaz Cihan yıkılsa, emin ol bu Cephe sarsılmaz.»

Elbâki, Hüvelbâki

Duanıza muhtaç kardeşin NAZIM.»

* * *

  İşte gençlik böyle olmalı. Hanımı mendiliyle gözlerini sildi:

  Ağlattı, beni, ağlattı...

Mektubun bittiğini tahmin eden Nuri'nin annesi, kahve tepsisiyle içeri girdi:

  Demedim mi üzüleceksiniz!.. Bizim deli... Binbaşı:

  Yoo, üzülmedik, enteresan bulduk.

— Biz alıştık.   Aman ne samimiyet, ne samimiyet.

Bizimkinin bu mektupları okuyuşunu bir göreceksiniz, gözlerinin içi gülüyor, âdeta kabına sığmıyor.

  Kendisi de yazıyor mu?

  Destan efendim, destan!..    Ben sevgili bacıma iki satır yazamıyorum, o hiç tanımadığı, belki yüzünü görmediği arkadaşma beş - on sahifelik mektuplar yazıyor.

  Bu mektubun bende kalmasına müsaade eder

misiniz?

  Müsaade ne demek? Zaten yırtıp atacaktım.

  Teşekkür ederim.

  Siz erkeklerin işine akıl ermiyor. Böyle mektuba neden alâka gösteriyorsunuz?

  Yengeciğim, biz askeriz, memleketin her türlü mes'elesiyle alâkadar omamız lâzım.

  Haa, o başka!..

  Evet.

Şakacı bir tavırla:

  Ne o kız, ağladın mı?

  Yenge, mektup okundukça yüreğim eriyip, gitti.

  Ne var ayol bunda? Bunlar da hayat mı?

  Kanaatim şu ki. İslâmiyeti gerçekten yaşasak, en iyi hayatı bulmuş oluruz.

  Nerden biliyorsun?

  Belki hatırlarsın; Kurşunlu Camiinin hocası benim dedemdi. Adamcağızın ağzından bal akardı. O ne kibarlık, o ne doğruluk, o ne temizlik. Gerçi o zaman ben ufaktım.    Amma komşunun altınlarını dedemin muhafaza ettiğini ve ihtiyaçları oldukça gelip aldıklarını bizzat kendilerinden dinlemiştim. Şimdi bu doğruluk nerede?

Dedemi bu hale getiren inancı idi. Zavallı dedemi «şapka» yüzünden astılar.

Zaten yazıya da itiraz etmiş. Onun ölümüne kasaba yas tuttu. Elden ne gelir?

Kapının zili çaldı. Ev sahibesi Gülgün'e dönerek:

  Babandır, kapıyı aç. Gelen Nuri'nin babasıydı.

Hasret ve samimiyetle birbirlerini karşıladılar. Hâl, hatır sorduktan sonra Binbaşının hanımı:

  Efendim, biz de Nuri'den söz açmıştık. Adamın yüzünü ıstırap, bir tül gibi kapladı.

  Artık ben, teli kopmuş bir saz gibiyim, bu bahsi akmayın.

Senelerce ekilen dalâlet tohumları, bu evde «huzursuzluk» meyvesini vermişti. Elbette ki aynı hâl cemiyete de teşmil edilebilir.

Binbaşı hanımına hafiften bir göz etti: «Bu bahsi açmayalım!» diye, fakat yara cerahat topluyordu. Cemiyetin uzuvları olan aile ve fertler bu derdin pençesinde inliyorlardı. Artık cerrahi müdahale gerekti. Bakalım bu neşteri kim vuracak?..

— 82 —

— 83 —

Saf Müdür

Mahkûmların namaza başlamasını, kumar ve esrar kaçakçılığının sona ermesini, hapishane müdürü iftiharla savcıya anlatıyordu.

  Islah oldular, ıslah oldular, diyordu. Savcı saf saf sordu:

  Kim ıslah etti?

  Nuri ile Maznun.

  YaaaL

Bundan- sonra emniyet tedbirlerinden, yiyecek ve giyecek mes'elelerinden konuştular. Ve savcı kalktı, gitti.

Ertesi gün bir emir: «Nuri falan şehrin hapishanesine nakledilecek.»

Müdür hayretten dona kaldı:

  Nasıl olur, nasıl olur?

Oldu işte ve Nuri gözyaşları arasında uğurlandı.

Nuri'nin gittiği hapishanenin dört tarafı koğuşlarla çevrili, ortasında «iç bahçe» ismi verilen bir aydınlık yer vardı, belirli saatlerde hapislere müsaade edilir, onlar da çıkıp gezerek, burada hava alırdı, işte Nuri'nin hücresi bu bahçeden taraf, demir parmaklıklı olanıydı. Bir buçuk metre eninde ve üç metre boyun-

— 84 —

da olan hücrenin, bir tarafında hela, diğer tarafında yatak vardı. Nuri burada günleri sayacaktı.

Fakat o memnundu. Çünkü, mü'minin sebeplerden eli kesildiği nisbette, Allah'a olan teslimiyetinin derecesi artıyordu. O zaman, ilâhî bir kudrete inanmanın hazzı her türlü sıkıntıyı unutturuyordu.

«Mesleğimizde meşakkat, alâmet-i mâkbuliyettir.» diyen bir üstadın talebesi her türlü çileyi muvaffakiyetin nişanı sayıyordu.

«Efelikleri kırılsın» diye hapishaneye her girene bir sopa faslı geçilirdi. Nuri'ye fiske bile vurmadılar. «O, namaz kılıyor, terbiyeli ve ilim âşığı bir insandır» dediler.

Onların yapacakları bu kadardı. Bundan sonrası mermeri çatlatan bir sessizlikten ibaretti. Gelen mektuplarını vermediler; uzaktan kendisine selâm veren bir neferi ellerini patlatıncaya kadar odunladılar. Mektuplarının basma «selâm»ı Kur'ân harfleriyle yazdığı için hapishane müdürünün bir sürü sorusuna, sualine ve tekdirine muhatap ettiler. Sonra da «ilâhî ve mutlak kudrete inanmanm ve teslimiyetin engin huzuru içindeyim!» cümlesine hayretle; «nasıl olur hücrede yatan bir insan, engin huzur içinde bulunabilir; biz onu evimizde bulamıyoruz?» diye hayrette kaldılar.

Hey Yaradan!..

Burada da ne garip tecelliler oldu: Dört aylık hapse mahkûm bir gayr-i müslim, tahsilli olduğu için hapishanenin yazı işlerine alınmıştı. İşte bu genç, Nuri'nin yardımına koştu, gelen mektupları müdüre göstermeden ona yetiştirdi. Çünkü, bütün sülâlesi Avrupa'da olan bu genç biliyordu ki, dinsizliğin ta kendisi ko-

— 85 —

I

münizmdir! Dindara hürmet ise komünizme darbedir!..

Pek az yiyeceklerle iktifa eden Nuri; namaz vakitlerini ancak saatından öğrenerek ibadetiyle meşgul oldu; evrakı savcılık ve sorgu hâkimliğinden geçtikten beş ay sonra onu nihayet mahkeme huzuruna çıkardılar.

Yüksek kürsünün üzerinde göğüslerine kadar görülen hâkimler hey'eti ve önde zabıt kâtibi.

Bunların karşısında jandarmalar arasmda Nuri ve müdafaa makamında avukat...

Sorgular yapıldı.

Savcının aylardan beri hazırladığı iddianameyi dinlemek için stajyer hâkimler ve avukatlar da gelmişti.

Savcı iddiasında Nuri'yi değil de, Nuri'nin okuduğu kitapların müellifini suçladı, onu itham etti.

îddia biter bitmez genç ve ateşli avukat vecd içinde elini masaya vurdu:

  Olmaz!

Hani Shakespeare'in eserinde Hamlet'in babasının ruhu gelir de bütün sır perdesini yırtar... İşte öyle bir şey oldu:

  Olmaz!..

Bütün başlar bu nidaya döndü, nefesler kesildi.

  Olmaz! Çünkü maznun sandalyesinde başkası değil Nuri oturuyor. Savcı Maznun'a ait en ufak bir iddia ve ithamda bulunmazken merhum müellifi hedef alması olmaz!

O, aylarca çalışarak hazırlanan iddianameye sanki manevî bir kezzap dökülmüş; çehrelerde bir değişme ve gözlerde şüphe...

— 86 —

Avukat konuşmaya devam ettikçe bu gözler için için gülecek ve zaman zaman yüreğe düşen imân ateşi kor haline gelecek...

— Maznun sandalyesinde oturan şu şahsa isnad edilen suç, sadece kitap okumak ve üzerinde dinî bir kitap bulundurmaktır. Dinsizlik cereyanlarının kol gezdiği bir memlekette, din ihtiyacının tatmin edilmediği bir memlekette, gençlerin din ile meşgul olmaları; dinsizliği meslek ve gaye edinenlere indirilen kuvvetli bir şamardır. Demek dinsiz bir nesil yetiştirmek, insanları dinsiz bırakmak mümkün değil! Bütün ömrü boyunca Garp ilim ve metodlanyla tahsil gören şu genç, İslâmiyet için, mevkiini, makamını, istikbalini ve evini terk edip hapishane köşelerine razı oluyor. Bunun sebebi nedir? Elbette ki ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyulan mânevi inançlardır. Maneviyatından koparılan gençlik, köksüz bir ağaç gibi olsa gam yemeyeceğiz. Çünkü onu ölü kabul edeceğiz. Fakat her gün gazete, mecmua sütunlannı dolduran suçlular listesi, mâ-neviyatsızlığın neye mâl olduğunu isbata kâfidir.

Milleti bu felâketten kurtarmak için bir mücahid ortaya atılıyor, eser yazıyor, bu eserler yüzlerce mahkeme tarafından tetkik ediliyor, maznunlar beraat ediyor, kitaplar iade ediliyor, bütün bunlara rağmen yine tevkifler, yine beraatler... Bunlar yetmiyormuş gibi savcı, vefat etmiş bir müellifin mezarını sırtlanlar gibi tırmalıyor ve ona defalarca beraat kararı veren hâkimleri manen suçluyor.

Zulümle, korkuyla ağızlar kilitlenecek, vicdanlar susturulacaksa, asrımızın Neron'u olmak isteyenler var, demektir. Onların verecekleri zulüm kararları ebediyen boyunlarda bir levha-i hacâlet olarak asılı kalacaktır.

87

Müdafaayı dikkatle dinleyen hâkim (şahsî bir meziyeti olarak kabul edeceğimiz) tarafsız bir sesle sor-du:

  Nuri, sizin söyleyeceğiniz bir şey var mı? Maznun'un şahsı namına söyleyeceği bir -şey yoktu. Fakat dâva namına söyleyecekleri vardı:

  «Muhterem hâkimler:    Umum Müslümanların kalblerini yaralayan,    vicdanlarını hançerleyen    din aleyhindeki ve İslâmiyete hakaretlerle dolu milyonlarca nüsha, menfî propagandalar lâikliğe aykırı görülmüyor da, imân ve İslâmiyet dersi aldıkları esaslar ve bir din adamı ve bir İslâm mütefekkiri lehinde yapılan çalışmalar neden lâikliğe aykırı görülüyor?

Madem lâiklik, ne dindarlara ve ne de dinsizlere ilişmektir. Şu halde bu kitaplar için de kanunî bir takibat yapılmaması, kanunun iktiza ettiği bir keyfiyettir.

Bu Müslüman milletin dinine yapılan taarruzları karşılamak ve suçluların cezalandırılmasını istemek, savcı beyin en kudsî bir vazifesidir. Demek din aleyhindeki komiteler, ehl-i imânın mukaddesatına caniyâ-ne taarruzlar, hakaretler yapsınlar, onlar serbest bırakılsın, o fecî ihanetler lâikliğe aykırı görülmesin, onlara kanun tatbik edilmesin. Ehl-i imân hukukunu müdafaaya teşebbüs edince hemen dini propaganda, lâikliğe aykırı yaftaları, cebrî bir surette yapıştırıp, hapislere atılsın, mahkûmiyetleri istensin. Acaba böyle bir kanunsuzluk, böyle bir zulüm, hangi memleketin adalet tarihinde mevcuttur?

Hâkim, Nuri'nin elindeki kâğıtlara dikkatli dikkatli baktı:,

  Onları mı okuyacaksın evlâdım? diye sordu. Nuri okumasını kesti ve cevap verdi:

— 88 —

  Evet, efendim.

  öyle ise verin biz okuyalım, dedi.

Böylece Nuri'nin müdafaası yazılı olarak verildi..

Nuri hapishane ile mahkeme arasında mekik dokuya dursun; onun vasıtası ile îslâmiyetten haberdar olanlar, Kur'ân caddesinde, yürümeğe başladılar.

Binbaşı

Senelerdir tecrübe edilen dinsiz hayat, zehirden meyvesini vermişti. Ferdi, ailevî ve içtimai yaralar gün geçtikçe büyüyordu. Seneler önce millî bünyemize giren mikroplar, hayatımızı tehdide başlamıştı.

Küfrün zevâliyle birlikte Müslümanlar uyanmıştı. Herkes çok şey biliyordu. Tecrübeleri çok şeyler öğretmişti.                               !

Maddeten her türlü ihtiyacın temin edilmesi, saadetin temini mânâsma gelmediğini, ekseri zenginler ve ., devlet büyükleri biliyordu. Bir insana mevki, makam, para ve selâhiyet verebilirsiniz. Fakat onun içini rahat ettiremezsiniz. Bu iç rahatını gayr-i meşru yolda arayanlar, sonunda aradıklarından daha çok uzaklaştıklarını anlayıp, hüsrana uğramışlardır. Çünkü kasımpa-tı için bahar olan mevsim, papatya için kış olmuştur.

Ağlayan gönlü «bade ve dilber» güldüremez. Bütün bunlar zehire bade demektir. Çok gönül vardır ki, ulvî şeyler arar. İşte ordunun saflarına karışan genç subaylar gibi, şu subay da, mütekâmil bir insanın rehberliğinde «Cadde-i Kur'aniye» de yürümek istiyor-.du. Bu sebeple cami cami gezdi. Bir ilkbaharda Nişan-

taşı Camiinde yatsı namazını kıldı. Tam manâsıyla dinini bilmiyordu. Bir Müslüman olarak ne isteyip ve nasıl hareket edeceğini çok zaman kestiremiyordu.

İlâhî rahmete açılan elleriyle: «Yâ Rab!» dedi. Gözleri doldu. Gönlü taştı... Her bir kelime sanki Süleyman Mühürü gibi kilitli kapıları açtı!.. Fakat o çekingendi. Bu açılan kapılardan değil içeri girmek, dönüp bakamıyordu bile. Üstünde taşıdığı üniformanın içinde bir melek gibi çırpındı. Kanat açıp sonsuzluğun her türlüsüne uçmak emelindeydi.

Diğer taraftan camilerde üniformalı mü'minleri görememenin hasreti içinde yanan cemaat, hep bu genç subaya bakıyordu. Asya'nın ortalarından, Avrupa'nın ortasına kadar özengi şakırdatmış zabitleri hatırladılar. Herkes gelip bu genç subayın eline sarılmak «hoş geldin» demek istiyordu. Acaba bunu kabul eder mi, endişesi ile, bu samimî isteklerine zincir vuracak bir iç burkulmasıyla dönüp bakıyorlardı. Sadece içlerinden biri:

  Hoş geldiniz kumandan!., diyebildi.

  Hoş bulduk.

Genç subayın tatlı sesinden ve güler yüzünden cesaret alanlar yaşlarına bakmadan bu gencin eline eğildiler. Samimî mü'minler, mü'min kardeşlerinin mezi-yetleriyle iftihar ediyorlardı.

' Cami müştemilâtından bir yeri, çocuklar için Kur-' ân kursuna ayırmışlardı.

Müezzin, Kur'ân öğreten hocalar arasındaydı. Genç subayı odasına davet etti:

  Fakirhanemize uğramaz mısınız efendim?

  Hay hay!..

Becerikli, güzel fakat fakir bir sadelik içinde tanzim edilen odada, genç subayın dikkatini en çok çeken şey kitaplar olmuştu.

— 90 —

— 91 —

  Bu kitaplar kimin? dedi.

Müezzin hafif pembeleşti. Çekingen bir durum aldı. Cevap verecekti ama cevabının sonundan endişeli

gibiydi:

  Bu öyle bir hal ki, kanunen yasak olmayan eserlerin adını yasağa çıkardılar. İmânımızı kurtaran, pek çok meselemizi halleden eserleri zincire vurmağa kalktılar. Böylece dine giden yolları kestiler. Hani; «Şehid Evliya Tepesini ziyaret etmek serbesttir» diye ilân olunur, fakat hangi yoldan gitsen jandarma karşma dikilir: «Yasak!» der. Sorsan ki, «Şehid Evliya Tepesini ziyaret etmek serbest değil mi?» buna da «Evet» derler, «öyle ise müsaade et gidelim» deyince; insanı çileden çıkaran cevaplar hazırdır: «Bu yoldan geçmek yasak!» Hangi yoja başvursan bir «yasak..» karşına çıkar. Yine de  «Şehid Evliya Tepesine    gitmek serbesttir!» diye bangır, bangır bağırırlar. Bu yola düşmeyen, o Tepeye gitmeğe niyet etmeyenler, buna inanır, onlar da döner bizi kınarlar...

Aynen böyle de, «Müslümânım» demek serbest. Fakat Müslümanlığı anlatan Kur'ân tefsirlerini okumak yasak!..

Binbaşı merakla sordu:

  Nasıl olur?

  İspatı kolay efendim:   İşte buradan bir kitap alıp, tetkik edersiniz, tslâmiyete uygun olduğunu kendiniz ve ileri gelen din adamları vasıtasıyla öğrenirsiniz. Şimdi, bu kitabı serbestçe okumak hakkınız değil mi? Elbette!.. Fakat imkânsız! Çünkü İslâm kalesine giden yollar kapatılmıştır.

  Anlıyorum. Birçok yerlerde bu ve buna benzer hâdiselere şahit oldum. Tetkik etmeliyim, araştırmalıyım; bu huzursuzluğun sebebi nedir? Belki bu yönden memleketime ve milletime bir hizmetim dokunur..

  Sağ olun efendim.                         ,

Binbaşı bir kitap r^ca etti. Onu alıp, evine döndü. Düşünceliydi; ne vardı, ne oluyordu?.. Düşüncelerini bir arkadaşına açtı:

  Kâzım, memleketimizde bir din probleminin ol/ duğunu kabul eder misin?

«Kâzım» dediği şahıs, kendisinin sınıf arkadaşıydı. O kurmay olmadığı için kıdemsizdi. Fakat eski arkadaşlık, aynı samimiyetle devam ediyordu.

Yüzbeş kilo ağırlığındaki Kâzım Binbaşı, gözünü budaktan, sözünü kimseden esirgemezdi:

  Binbaşım bizde problem pek çok! Din de bunlardan biri.

  Meşgul olmak gerekmez mi?

  Gerekir amma hangi bilgi ile?..

  Bazı din adamlarıyla temas kursak!..

  Din âlimi yok, dinî mektep yok...

Garip bir hissin tesirinde kaldı. Kâzım Binbaşı'nm" ümitsizliği onun azmini sarsmadı, içinden:

  Uğraşacağım! diye karar verdi.

Vazifesi ağırdı. Evraklar, eğitim, ziyaretler... İşi başından aşkındı. Ancak fırsat buldukça kitap okuyordu:

«Bu âlimin en bariz tarafı, yazıp ve söylediklerini bizzat yaşamasıydı. Yemesi, giymesi, ibâdeti, gezmesi ve zulmün karşısında dimdik durmasıyla ona gerçek bir islâm âlimi hüviyetini vermektedir. Bir insan üstadına para verebilir, hürmet edebilir, fakat maddi bir yardım kabul etmeyen, hattâ ziyaretleri dahi mânevi hediye kabul eden bu üstün insana, talebeleri hayatlarını veriyorlar, hapisliklere, sehpalara tebessüm edip, seve seve onunla birliket koşuyorlar. Ve, hayatlarını polis kontrolü altında devam ettiriyorlar. Bu büyük

— 93 -

feragatin sebebini üstadın samimiyetinde ve ilmi ile amel etmesinde aramalıdır...»

Dalgın dalgın düşündü: Akrabaları, komşuları sinema şeridi gibi gözünün önünden geçti; Nuri'ye gelen mektubu ve Nuri'nin hayatını daha iyi anlamağa başladı:

— Mühim bir husus, dedi.

Çalışmalarının sonucunu şöyle özetledi:

Dinden anladığımıza göre, Allah'ın bu kâinatı yaratmasındaki esas: Kendisini bildirmek istemesidir. Kur'ân'da yazılmış, Resûlüllah anlatmış ve kâinat bunu ispatlamıştır. İnsan, bunlari görmeğe, öğrenmeye ve anlamaya memur. Allah, sıfatlarıyla bilinir.

Madem ki gaye; Allah'ı bilmektir. Allah'ı bilmenin karşılığı, Allah'a itaattir. Öyle ise, öyle bir şahıs öğretmen olmalıdır ki, O, Allah rızasından başka bir gaye gütmemelidir. O şahıs, bütün insanların maddi ve manevi gelişmesi için çalışacak, fakat bütün insanlar ona kötülük yapmak isteseler de yapsalar, o yine Allah'ı anlatacak O'nun emirlerini tebliğ edecek. İnsanlardan en ufak bir menfaat gözetmediği gibi, insanlar arasında fark gözetmeksizin herkese yardımda bulunacak. Bunların içinden Müslüman olanları, Müslüman olmayan kendi yakınlarından üstün tutacak...

O şahıs en mühim ve en zor bir vazifenin altına girecek, buna karşılık Allah rızasından başka bir şey gözetmeyecek ve istemeyecek. Hattâ kendi elinde olan mallarım da bu yolda sarf edecek...

Elbette ki bu derece üstün vasıflara sahip olan sadece Peygamberimiz Hazreti Muhammed (A.S.M.) dir.

Beş vakit namazını vaktinde kılmağa başlayan Binbaşı, kâğıt ve zar oyunlarını da bırakmıştı. Bu de-

— 94 —

ğişiklik, arkadaşları arasında dedi koduya sebebiyet, verdi:

  Artık sarık sarıp dolaşsın... ,   — Depoda da «hû» çeksin.

  Dünya Ay'a gitmeğe çalışırken biz nelerle meşgul oluyoruz.

Geriden geriye devam eden bu ithamlar, gün geçtikçe kuvvet kazandı ve subay gazinosunda günün mevzuu oldu:

  Binbaşım namaza başlayınca poker oynamak yok mu?                       \

  Bugüne kadar poker oynadık   bir menfaatini görmedik.

  İnsaf Binbaşım, ekseriya siz kazanıyordunuz. Gülüştüler.

  Onu demek istemiyorum, pokerin millî bir faydası...

  Olamaz tabiî... Gönül eğlendiriyoruz işte...

  Ulvî gayeler peşinde koşan kimseler en büyük eğlenceyi bulmuşlar demektir.

  Bundan namazı mı kastediyorsunuz?

  Memleketin yükselmesi, milletimizin daha iyi duruma gelmesi vesaire.

Bir diğeri:

  Bütün bunlar nasıl olacak?

  Evvelâ bizim işe sarılmamızla... Ordu, milli mü-eseselerin en mühimlerinden biridir. Subay bunun beynidir. Bu beyni oyun masalarında harcamamalıdır.

Yarbay müdahale etti:

  Personel vazifesini müdriktir.

Bu yanlış anlaşılmayı, yine Binbaşı düzeltti:

  Elbette efendim. Biz, boş zamanlarımızın kıymetlendirilmesi üzerinde konuşuyoruz. Meslekî bakım-

— 95 —

dan kanun ve talimatlar dairesinde normal seyir var. Meselâ; büyük bir ihmale uğrayan din, millet için hayatî bir unsurdur. Bu ihmalin neler doğurduğunu görüyoruz. Gençliğin ahlâkı bozuluyor, suç işleme meyli günden güne artıyor. Bunları bir an unutalım; harpte «Allah Allah» diyerek şehid olmak azmiyle, canla başla harp eden nerde, ölür müyüm, gibilerden çekingen davranan nerde? Dinsiz bir hayat bizim için anarşidir, ölümdür, dinsiz medeniyet muhaldir.

Yarbay ciddiyetle cevap verdi:

  Ordu bu hususta kendine düşeni yapmaktadır. Peygamberlerinin ismini bilmeyenler   askere geliyor, bizim din derslerimizde, az çok, dinini, imânını öğreniyor. Bu kâfi değil, diyorsan, moral subaylığını da sana verelim, erata daha faydalı ol.

  Emredersiniz efendim. Bu vazifeyi de memnuniyetle kabul ediyorum.

  Ben de gelip, dinleyeceğim.

  Sağ olun kumandanım.

Binbaşı çok sevinçliydi.'Artık, İmân-ı Tahkiki Derslerinden notlar çıkarıp erata anlatacaktı. Kitaplardan notlar çıkardı. Tabii sadece bu notlara tâbi kalmayacak, diğer derslerden de hatırladıklarını ilâve edecekti.

Notları şöyleydi:

«Beyinler göz penceresinden dışarıyı seyreder. în-san beyni gördüğü şeylerin nedenini ve niçinini araştırır. Meselâ, kar yağmaktadır. Beyin göz penceresinden yağan kan seyrederken düşünür: «Bu kartane-ciklerinin belirli bir şekli var mıdır?» Düşünce burada bitmemiştir, devam eder: «2 ilâ 3 bin metreden yere düşen kar tanecikleri neden birbirlerine çarpıp, büyük toplar haline gelmiyorlar?»

-     — 96 —

Kar tanelerinin şekli var mıdır? yok mudur?

Bunun için bir genç çalışmaya başladı.

Evvelâ kar tanelerinin şekillerini görebilmek gayesi ile bir büyüteç aldı. Sonra sokağa fırlayıp, saçak altında kendine bir yer ayırdı, elindeki kartonu yağan karın altına uzattı. Düşen taneleri, hemen önüne çekti ve büyütecini onun üzerinde gezdirdi, net görüntü elde etmeye başladı. Hayretler içindeydi: Zira kar tanesi gayet muntazam geometrik şekillerde ve bir dantel zerafetinde işlenmişti. Bunun üzrine elindeki kartonu silkledi ve tekrar karın altına uzattı. Düşen, bir, iki taneyi önüne çekti ve büyüteci ile onlara da baktı. Hayreti bir kat daha arttı. Çünkü gördüğü kar tanecikleri ayn ayn biçimde ve hepsi muntazam geometrik şekillerde ve fevkalâde işlenmişlerdi.

Aklına bir başka fikir geldi: Acaba kar tanelerinin fotoğrafmı çekmek mümkün olamaz mıydı?

Mikroskopla görülebilen mikropların fotoğraflan çekilirken, kar tanelerinin fotoğrafı neden çekilmesin?

İnsan beyni bunun da çaresini buldu. Tesbit ettiği kar şekilleri beş yüzü aşmıştı...

Yıldız biçimindeki kann, her bir parçası diğerine eşitti... (Söylediklerini tahtaya çiziyordu.) Altıgen kar taneciklerinin kenarlan aynı uzunluktaydı. Bu eşitlik, bu simetriklik onu allak bullak etti. Tesadüf denilen şey ve kendi kendine oluş nazariyesi yıkılmıştı... Bir büyük geometri âlimi vardı, bu âlim, kristallerde ve kimyevi bileşiklerde daima geometriyi kullanıyordu. Sonra biraz daha teferruatı düşündü: Baktı ki her şey bir ölçü ve ahenk içinde... işte o zaman secdeye kapandı: «Sen olmasan bunlar izah edilemez, Allah'ım» diye, O'nu noksan sıfatlardan tenzih etti.

Bir başka misâl:

— 97 —

F.: 7

Serinlemek için gölgesine oturduğumuz ağacın bir yaprağını elinize alıp hiç düşündünüz mü? «Bu yaprağın vazifesi yalnız gölge yapmak mıdır? Yoksa daha başka vazifeleri de var mı? gibilerden.

O sigara kâğıdı gibi ince nazik yapraklar, kendileri boğucu sıcakta yaş kalarak bizleri güneşin yakıcı tesirinden korurken görmediğimiz öyle işler yaparlar ki; eğer bir yaprağın içerisine girmek mümkün olsaydı, belki küçük dilimizi yutabilirdik.

Yaprakların üst yüzü, alt yüzünden daha koyu olduğu gibi daha parlak ve cilâlıdır. Alt yüzü ise soluk renktedir.

Alt yüzü solunum yaparken üst yüzü de güneşten aldığı enerji ile bir fabrika gibi çalışır, öyle bir fabrika ki «Atom devrimizin milyarlarca yıl evvelinden beri güneş enerjisini kullanarak, yeryüzünün en muazzam fabrikasını işletmektedir. Fakat bu fabrikanın etrafında ne tekerlek döner ne de bacasından dumanı çıkar. Bilâkis üst'yüzü klorofil sayesinde fotosentez yoluyla gıda imâl ederken havayı da temizler.» Üzerinde binbir sanatın bulunduğu o incecik cismin iki yüzünde birbirine tamamen zıt iki faaliyet vuku bulmaktadır.

Güneş tarafından dünyaya gönderilen ışınların bir kısmı akseder, bir kısmı toprak tarafından yutulur, bir kısmı suyun buharlaşmasına, yağmur bulutlarının meydana gelmesine sebep olur. Çok az bir kısmı yani yüzde l'i kadarı yeşil yapraklarda bulunan muazzam fabrikanın çalışması için kullanılır.

(Masanın üzerindeki bitkileri göstererek),

Yeşil bitkiler bir günde, canlıların solunum sırasında çıkardıkları ve zehirleyici bir gaz olan karbondioksitten bir milyar 800 milyon ton emerek bir milyar

ton organik madde yaparlar. Bitki bu sırada topraktan su ve nitrat almaktadır. Aynı zamanda bir milyar 300 milyon ton kadar canlılar için büyük bir ehemmiyet taşıyan oksijen çıkarmaktadır.

Birbirine tamamen zıt faaliyet dediğimiz işte budur. Yani üst yüzü oksijen çıkarırken, alt yüzü oksijen alıp karbondioksit vermektedir.

Eğer bitkiler olmayıp da insanlar atmosferdeki karbondioksiti oksijene çevirmeye kalksalardi; bitkilerin bir günde yaptığı işi yapabilmeleri için 20 bin sene lâzımdı. Tabiî insanlar o şartlar altmda yaşayabilir-lerse.

Küçücük basit, şuursuz hücrelerden meydana gelmiş bitkilerin bütün bu işleri kendi başlarına yapabilmelerine imkân var mı? Böyle büyük bir faaliyete tesadüfün karışması da imkânsızdır.

Zaten bitkiler bütün bunları bilerek yapmış olsaydılar insanlar fabrika kurma ve işletme işini onlara verirlerdi.

Yeryüzünde bulunan 400 bin çeşit ayrı ayrı hayvanların ve bitiklerin hiç birini unutmayarak, şaşırma-yarak, vakti vaktine gıdalarını veren, sevk ve idare eden bir Zât'm olması lâzımdır ki karışıklık çıkmasın. Çünkü her zerre kendini idare etmeye kalkışsa. nasıl bir karışıklık çıkacağını en akılsız bir insan dahi idrak eder.

Peki kimdir bunları sevk ve idare eden? Yaprağın bir yüzüne başka diğer yüzüne başka iş yaptırma kud-' retine sahip olan Zât kimdir? Her halde Kâinat Halikından başkası olmasa gerek!..

Binbaşı derse devam etti:

«Bir misâl daha verelim:

— 98 —

99 —

İnsanların parmak ucu izleri birbirinden farklıdır. Çeşitli sebeplerle, emniyetin alâkalı şubeleri, parmak izi toplarlar.

Herhangi bir suç işlendiğinde, suç mahallinde parmak izi alınır. Bulununca bunun resmi çekilir, sonra emniyetteki parmak izleri ile mukayese edilir. Şayet suçlu bulunursa onun suç yerindeki parmak izi ile kayıtlardaki birbirinin tamamen aynıdır. Yani benzer değil, tamamen aynıdır.

Olabilir ki bazı kimseler kafalarını çalıştırırlar, parmak izi verdikten sonra, bir suçu işlemeye niyet edince parmaklarının derilerini yüzebilirler. Parmak yaraları iyileştikten sonra, parmak izi, yine evvelkinin aynı olacaktır.

Anlaşılıyor değil mi? Milyonlarca insanın parmak izlerini bilen biri var ki, insanlar içinde iki kişinin parmak izi birbirine benzemiyor ve daha evvelkinin aynı oluyor.»

Yemekhanede moral ders için toplanan alayın eratına Binbaşı bu dersi verdi, tabiî gereken yerleri açıklayıp, izah ediyordu. Askerlerin her biri büyük bir dikkatle dinliyorlardı. Dikkatli dinleyenler arasmda Yarbay ve birkaç subay daha vardı. Dediler ki:

  Sizin anlattığınız din dersi, bugüne kadar alıştığımızdan farklı idi. Biz bekliyorduk ki, namazın, orucun, guslün farzından, sünnetinden anlatasınız... İtiraf edeyim ki, bu usûl daha faydalı...

  Sağ olun efendim. Yarbay sordu:

  Bu notları ve misâlleri nerelerden çıkardınız?

  Din âlimlerinin kitaplarından...

—^ Güzel... Sizde bariz değişmeler görüyorum. îç-ki içmiyorsunuz, duyduğuma göre hanımınız da kapanıyormuş. Bu gidişle bizi beğenmeyeceksiniz.

— 100 —

  Estağfurullah efendim.

  Hayır, öyle oluyor:   Evvelâ günahlardan kaçıyorlar, sonra dinin emir ve yasaklarına uyuyorlar, arkasından günahkârlan itham etmeye başlıyorlar. Çıngar da bundan çıkıyor.

  Kimseyi itham etmemek lâzım Yarbay'un. Çünkü bir insan ne kadar dinî esaslara uymağa çalışsa yine günahkârdır,    yine günah    işlemeğe    meyyaldir. «Nefs» denen düşman var iken,   başkalarıyla   uğraşmak büyük hatadır.   İmân Kabe hükmündedir. Bunu görmeyip, çakıltaşı hükmünde günahları görmek akıl kân değildir.

Takdirkâr nazarlarla bakan Yarbay:

  Bravo!   Lâkin bu anlayışı umûma nasıl teşmil etmeli?.. Mes'ele bu!

  Haklısınız. Uzun zaman ihmal edilen bir meselenin hallinde pek çok zorluklar olacak...

Anlayışlı insanlann tasvibi ile karşılaşan Binbaşı, muarızlarla da karşılaşıyordu. İçki kokan ağzı ile âyete mânâ vermek isteyenler oluyordu. Bilhassa bir veya iki ciltlik Kur'ân tercümelerini alıp okuyanlar din hakkında acayip konuşmalar yapıyorlardı. İçkinin, kumarın yasak olacağından dine muhalefet etmeğe kalkışıyorlardı. Bütün bunlara rağmen, imân derslerini bunlara anlatmak mümkün olsa, bu itirazların sonu geleceğine Binbaşı inanıyordu. Ve mümkün oldukça anlatıyor, bilhassa müsbet hareketleri ile güzel örnekler veriyordu.

Kumandanlarının ve muhitinin sevgisini, itimadını kazanan Binbaşı'ya. mahallenin cami imamı:

  Binbaşım, cami müştemilâtında ders yapıyoruz, akşamları buyursanız, ilminizden istifade etsek...

Tevazu ile cevap verdi:

  Rica ederim, biz sizin ilminizden istifâde ederiz..

— 101 —

Böylece yatsı namazından sonra, derslere devam etmeğe başladı. Aradan bir hafta geçmemişti ki, burada sohbet yapılmasını istemeyenler oldu. Bunu duyan Binbaşı derin derin düşündü. (Hârici) baskıların olduğunu hissetti. Bu sese kulak asılmasına da üzüldü.

O mahallede bir ev tuttular, yine imân derslerine devam ettiler. Derse gelenler konuşuyordu:

  Burada taharri memurları dolaşıyor.

  Dün iki resmi elbiseli polis geldi, evin numarasını yazdılar, komşulardan «Bu ev kimin? Kime kiraya

verildi?» gibi sorular sordular.

Emniyet müesseselerinin ilim yuvalarıyla uğraşacağım, devletin ilme cephe alacağını asla kabul etmeyen Binbaşı, kızgın bir ses tonu ile dedi ki:

  Taharri memurlarının burada işi ne?   Bunlar, hırsız, kumarbaz, ayyaş ararlar.    Biz, hepimiz ilimle meşgul oluyoruz, bize ilişmezler.

içlerinden şakacı olan biri söze karıştı:

  Binbaşım, taharri memurlarının kendileri sarhoş...

Diğeri:

  Kumar da oynarlar... Bir diğeri:

  İçlerinde iyiler var amma!...

Binbaşının bu işe cam sıkıldı. Dünya ilim peşinde koşarken bizde ilmin yasak edilmesi akim alacağı şey değildi.

Fazla duramadı, eve geldi. Hemen bir kâğıt kalem alıp valiliğe şu dilekçeyi yazdı:

VİLÂYET MAKAMINA

«Vicdan ve din hürriyetine dayanarak şahsi ve hususî dinî çalışmalarını esnasında   görülen ve duyu-

— 102

lan bir hâdise dolayısıyla vilâyet makamını ve ilgilileri tenvir etmek maksadıyla vatandaş olarak işbu dilekçemi yazıyorum.

Resmî vazifem münasebetiyle yurdumuzun güzel beldelerinden biri olan vilâyetinizde bulunuyorum. Aziz milletime ve Cumhuriyet Hükümetimize ve Müslümanlığa hizmet etmek en mukaddes vazifemdir. Aynı esaslar dahilinde şehrin tam tesettüre riayet eden imanlı ve dindar asil halkına karşı âcizane olarak vazifelerime devam ediyorum. Mesai dışında ve istirahat zamanlarımda dinî vazifelerimi yaparken Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti'nin mer'i kanunlarını rencide etmeden vicdan ve din hürriyetine ve Anayasamızın 70 inci ve 75 inci maddeleriyle 103 üncü maddesine is-tinad ederek Müslüman büyük Türk milletinin bir vatandaşı olarak çalışıyorum. Dinî çalışmalarım (dünya vazifelerime halel gelmemek şartıyla) tamamıyla şahsi ve hususi mahiyettedir. Sadece imânmı ve dinini öğrenmek isteyenler bu mevzuda benden bir şey sorarlarsa bildiğim kadarıyla cevap veririm. Ve kendim de bir kelime dahi olsun öğrenmek için nerede çalışma yapılıyorsa icabında oraya giderim.

Lâiklik prensibiyle dinsizlere ilişilmediği gibi elbette dindarlara da ilişilemez... Zamanımızda «Toplanma Kanunu ihlâl ediliyor, lâikliğe aykırı hareket yapılıyor, irtica vardır ve inkılâblâr elden gidiyor, gibi belli sözlerle dindarların çalışmalarına müdahale edilmek istenmektedir. Vicdan ve din hürriyetiyle lâik rejimde Müslümanların dinî çalışmalarına karışmamak icap eder.

Madem ki dinsizlerin ve bâtıl dinlere sahib olanların her türlü hareket ve çalışmaları dedikodu olmuyor. Acaba ne için Müslümanlık hususundaki dinî ça-

103

lışmalar şu veya bu şekilde menfî sözlere sebeptir? Bu ifade eder ki ortada Müslümanbk bakımından dinî bir ihmal ve kayıtsızlık ve dinî bilgisizlik mevcuttur. Dinî bilgimi genişletmek için Kur'ân'ın tefsiri olan imân-ı tahkiki kitaplarını okurum ve bu mevzuda bana soru soranlara bildiklerimi söylerim. Bu kitaplar, yirminci asra bakan Kur'ân âyetlerinin izahlı bir tefsiridir. Tefsirin okunmasına mâni olan; Kur'ân ve mânâsının öğrenilmesine mâni oluyor demektir ki, bunu kasden, ga-rezen ve bilerek yapıyorsa, Cenâb-ı Hakk tarafından mutlaka cezası verilecektir. Eğer bilmeyerek cehalet yüzünden mâni olunmak isteniyorsa, bu gibiler affa mazhardırlar. Bir eseri okumadan menfi tesirlere kapılmak kat'iyyen doğru değildir. Evvelâ okumalı, ondan sonra hüküm verilmelidir.

Batıl dinden olan biri için şöyle dinine çalışıyor, böyle propaganda yapıyor diye savcılıklara verilen ve mahkemelere gönderilen vatandaşlar duyulmuyor ve görülmüyor. Acaba Müslüman dindarlar için sık sık mahkeme haberleri ve tevkif haberleri ve uydurma menfî haberler ne için neşrediliyor?' Ben Müslüman olarak bu acıklı hâdiselerden utanıyorum. Müslüman vatandaşlar dinî bilgisizlikleri yüzünden komünist ve mason ajanlarına alet oldular. Böyle olan kardeşlerimizin bu gibi kötü hareketlerden çekinmelerini Müslümanlık bakımından tavsiye ederim.

Bu nokta millî birliğimizin muhafazası yönünden de çok önemlidir. Münevver idarecilerin bilhassa nazarı dikkatlerini celbetmek istiyorum.

Buraya kadar yazdıklarım Türkiye'de olan hâdiselerle alâkalı olarak umumîdir. İdarecilerle hiç bir alâkası yoktur. Zaman zaman gazetelerde imân-ı tahkiki dersleri hakkında çıkan menfî neşriyat millî bütünlü-

— 104 —

ğümüzü bozacak mahiyettedir. Münevver olarak tahammül edemedim ve hakikati ifâde eden fikirlerimi yukarıya yazdım.

Şimdi vilayetimizdeki basit hâdiseye geçiyorum: Son beş - on gün içinde hususi olarak imân dersleri okunan ve dine çalışılan iki arkadaşın evi civarında taharri memurlarının dolaşmaya başladığı görülmüş ve işitilmiştir. Ben ümid ediyorum ki, emniyet ve asayiş vazifesi ile alâkalı bulunan bu muhterem kardeşlerimiz, herhalde dinî işlerle alâkası olmayan başka bir vazife ile buralarda dolaşmaktadırlar. Ancak bu ev civarında her ne sebeple olursa olsun dolaşmaları hususî olarak dine çalışan masum vatandaşlar üzerinde korku, baskı tesiri bırakmışta*.

Resmî vazifemi gece - gündüz çalışmak suretiyle Allah rızası için yapmağa çalışıyorum. Bu vazifeme halel gelmemek şartıyla, şahsî, dinî çalışmalarda kanuni bir mahzur varsa, kanun maddesi tasrih edilmek suretiyle tarafıma bildirilmesini; ben her şeyden önce kanun, nizam ve talimatlara uyarak asayiş ve emniyeti te'min etmeyi seven bir ferdim. Şayet bahsedilen dinî çalışmalarıma engel kanunlar varsa bunlar ka-nun-u İlâhînin karşısında hükümsüz kalır. Böyle antidemokratik kanunları ıslah etmek için hükümeti ikaz etmek bizim gibi dindar münevverlerin başlıca vazifesi olacaktır. Sözlerimi burada bitiriyorum. Vatandaşlarımızın ve aydın fikirli münevver arkadaşlarımızın selâmetleri namına yazdığım bu âcizane fikirlerimin ilgili makamlarca hüsn-ü niyet ve nazar-ı müsamaha ile karşılanmasını arzeder, cümleye Allah'tan selâmetler dilerim.»

Onbeş senelik vali ömründe böyle bir dilekçe ile karşılaşmamıştı. Düşündü  taşındı   (ne yaparsa  yap-

— 105 —

sın)  gibilerden dilekçeyi Dahiliye Vekiline gönderdi. O da Erkân-ı Harbiye'yi haberdar etti.

Dilekçe ellerde dolaşırken,  herkes hayretini izhar

ediyordu:

  Binbaşıya bak,   kendisini    Kanunî ordusunda

zannediyor...

  Bir binbaşının dinine böylesine taraftar olması görülmüş şey değil...

  Gündüz eğitim, gece eğlence içinde yüzen bizler, din ile nasıl meşgul olacağız? Bu binbaşı nasıl meşgul olmuş?..

Tabiî, Binbaşı bunlardan habersiz olarak, manevra kemerinin arasına talimnameyi sokup eğitim meydanlarında terini siliyordu.

Gün geçtikçe, bir şeyler öğrenmek için soru soranların ve muhalefet edenlerin sayısı artıyordu. Bu arada samimî pek çok yeni dostlar çıkıyor, kırk senelik ahbap gibi hareket ediyorlardı. Bu değişiklikler Binbaşının dikkatini çekiyordu: Allah, Allah... İnsan dinine bağlı olunca çok şey değişiyor... diyordu.

Daha fazla hizmet etmek için yeni imkânlar arayan Binbaşı, bir dilekçe de askerî makamlara vermeyi düşündü. Eve gelir gelmez, elbisesini değiştirdi, kendisine yardım eden karısına:

  Hanım, valiliğe bir dilekçe verdim. Şimdi de kumandanlığa dilekçe vereceğim.   Duyup,   hissettiğime göre, bu işin içinde tevkif olmak, ordudan atılmak da var. Her şeye razı olacağız, yalnız dinsiz hayata razı olmayacağız.

Kadın kocasına dalgın dalgın baktı. Elinde tuttuğu elbiseleri yatağın üzerine attı.

  Cemiyetin uçuruma    gittiğini görüyorum. Çocuklarım için endişeliyim.   Ahlâksızlık onları yutacak diye korkuyorum. Bugüne kadar yaptıklarımızı Allah affetsin. Bundan sonra mecburuz...

— 106 —

Daha dalgın, daha hisli bir sesle devam etti:

  Dinimize hizmet etmeğe mecburuz. Bizi ancak dini terbiye kurtarır. Allah'tan korkmayan kimselerin kanundan, babadan,, anadan korkmaları muhaldir.

  Bravo hanım! Bana kuvvet verdin, cesaret verdin. Belki sen böyle konuşmasaydın, ben çekingen davranacaktım, dinimizle birlikte her şeyimizin zayi olmasına göz yumacaktım.

Başını yukarı kaldırdı, taarruz emri verir gibi hâ-kimâne gürledi:

  Şimdi dinime uzanan hâin elleri kıracak, iftiracı dilleri susturacağım. Böylece vatanıma, milletime hizmet edeceğim.

Sonra imân-ı tahkiki derslerinden ezbere bir parça okudu: «Din hayatın hayati; hem nuru, hem esasi; ihya-yı dinle olur, bu milletin ihyası!»

Ve, bu heyecanla oturup dilekçesini yazdı: «Kumandanlık önüne,

Özü: Türk ordusunda yapılması lâzım gelen dinî ve imânı kuvvetlendiren eğitimler hakkında teklifler.

Teklifimiz Ramazan-ı Şerif hürmetine kaleme alınmış olduğundan, her şeyden önce bunları, okuyacak değerli kumandan ve arkadaşlarımın ve kahraman Türk ordusu mensuplarının mübarek Ramazan-ı Şeriflerini tebrik eder ve daha birçok Ramazan aylarına sağlıkla kavuşulmasını Cenâb-ı Hakk'dan temenni ve niyaz ederim.

Şimdiye kadar gördüğüm duruma göre moral eğitimi çerçevesi içinde askerlere verilmekte olan din derslerinin imân hakikatlannı öğrenmekten uzak olduğunu müşahede ettim. Bunun telâfisi için din dersleri programının, imân hakikatlannı öğretecek şekilde tertibi ve bu dersi verecek   subay ve astsubayların

— 107 —

dinî bilgilerle mücehhez olması zaruridir. Abdest ve namaz hakkında bilgisi olmayan askerlere şahsen çok rastladım. Binâenaleyh din dersleri programında imân ne demektir? İmânın muhafazası nelerle kaimdir? Ce-nab-ı Hakk'a, Kur'ân-ı Kerîm'e, Âhiret gününe, Cennet ve Cehennem'e inanmak ne demektir? Bunlar kâfi miktarda izah edilmeli, Müslümanlığın direği olan namaz hakkında yeter derecede bilgi bulunmalı. Ayrıca gusül abdesti ve abdest nasıl alınır? Teyemmüm nasıl yapılır ve şartları nelerdir? Açıklanmalıdır. Böylece dinî bilgileri gelişecek olan kahraman ordumuzun dünyevî ve uhrevî saadete ulaşacağı şüphesizdir.

Türk milletinin en büyük meziyeti, İslâm dinine bağlı oluşudur. Bu mukaddesata hürmet etmek şarttır. Moral işleri talimatı, 134 ve 135 inci maddeleri gereğince okullarda, kışla ve müesseselerde birer ibadethane tahsis edilmelidir. Mezkûr talimatın bu maddesi vesilesiyle burada geçmiş bir hâdiseyi anlatmak isterim:

Piyade Okulunda Subay Tekâmül Kursuna iştirak etmiştim. Kursiyer arkadaşlardan sekiz, on kişi devamlı namaz kılardı. İbâdet yeri olmak üzere okulda bir odacık ayrılması için bir arkadaş okul kumandanına müracaat etti. Okul kumandanı şimdilik müsait yer olmadığını beyân etti. Bina bakımından milyonluk olan Piyade Okulunda bir ibâdet yerinin te'sis edildiğini duymak hepimiz için büyük sevinç olacaktı. Bazı büyük kışlalarımızda camilerin inşâ edilmiş olduğunu memnuniyetle duyuyor ve görüyoruz. Ezcümle: P. Eğitim Tugayının batı kışlasında muazzam bir cami yapılmış bulunması, mukaddesatımıza bağlılığımızın şahane bir sembolüdür. Böyle eserleri bize bahşeden hükümetimize, devlet büyüklerimize ve bu babda mesâilerini esirgemeyen değerli kumandanlarımıza min-

— 108 —            ,

nettarlığımızı ifade etmeyi bir borç bliiriz. Allah hepsinden razı olsun ve hepsine dünyevî ve uhrevi saadetler nasip eylesin. Amin...

Cami yapılmamış kışlalarımızda birer ibâdet yerinin yapılması şâyân-ı arzudur. Ayrıca ibâdet yerlerinde, kışla ve müessese kütüphanelerinde İslâmiyete âit istifade edilecek dinî eserlerin ve kitapların bulundurulması, askerlerin ve öğretmenlerin ve arzu edenlerin istifâde etmeleri bakımından uygun olur.

İslâm saray gibi bir binadır. Temelleri erkân-ı imâ-niyedir. Bunun için bir insanın başta elde etmeğe çalışacağı, imân ilmidir. İşte bu hakikatlara binâen tah-kik-i imânı ders verecek ve inşam ebedî saadete ve selâmete götürecek bir eseri, dikkatle okumak kat'iyet-le lâzım ve elzemdir. Bunun için Kur'an-ı hakimin imânı âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir tefsire sarılmak lâzımdır.

Bazı mevsimlerde cuma namazları mesaî saatına uygun gelmemektedir. Cuma namazı kılmak isteyenler, namaza yetişmek için izin almaya teşebbüs ediyorlar. Ben şahsen utanıyorum. Çünkü her zaman imkân oldukça cuma namazını kılmak isterim. Binâenaleyh cuma günleri mesâi saati öyle ayarlanmalı ki (meselâ: sonbahar mesâisinde öğle paydosu saat 11,30 da başlar, saat 12,30 da biter gibi) cuma namazı kılmak isteyenler namaz vaktine göre serbestçe namaza gidebilirler ve böylece izin almaya lüzum görmezler.

Sonuç: Bin senedir Kur'an'a bayraktarlık yapmış ve İslâmiyete asırlarca hizmet etmiş kahraman bir milletin kahraman ordusuna mensup olmamız dolayısıyla ne kadar iftihar ve şükretsek azdır. Ecdadımız gibi İslâm dinine önem vermek suretiyle Cenâb-ı Hakk'-ın izniyle kılıcımızı her tarafa sallayacağız ve gittiğimiz yerlere ahlâk ve ilim götüreceğiz.   Bu ise ancak

— 109 —

imanlı olarak dinî eserleri okumak ve takip etmekle mümkün olur.

Teklif atımı ve esbabı mûcibelerini burada bitiriyorum. Bu tekliflerimin din kardeşlerime ve silâh arkadaşlarıma azıcık bir faydası, bir yardımı dokunursa kendimi çok bahtiyar sayar, Cenab-ı Hakk yanında ka-bûle yakın olmasını dilerim. Görülecek ufak tefek kusurlarımın muhterem ve değerli kumandanlarım tarafından hoş karşılanmasını ve iyi niyetlerime bağışlanmasını umarım.»

Müslüman bir memlekette böyle isteklerde bulunmak normaldi. Hârici rejimlerin te'siri altında kalmayanlar «doğru!» diyorlardı. Fakat târihin sayfalarmda, birçok isyanlar «dinî» gösterilmişti. Bazılarının endişesi bu yönden geliyordu.

  Acaba medeniyete karşı çıkar mı?

  Acaba şahsî nüfuz peşinde koşar mı?

  Acaba, acaba...

Bu soruların cevabını yine kumanda heyeti verdi:

  Dindarlar desteklenmelidir. Devletin ve münevverin vazifesi onlara karşı çıkmak değil,   kontrol etmektir. Şayet İslâmiyete aykırı bir halleri görülürse, müdâhale etmek,   salahiyetli makamların vazifesidir. Hıristiyanların, Musevilerin dinî yerlerini   kontrol ile çalıştıran devlet,   İslâm gibi ulvî bir müesseseyi yine kontrolü ile çalıştırmalı,   din adamları yetiştirmeli ve İslâmiyet bu millete ruh   olmalıdır.

Bu düşüncelerin ışığı altmda bir kurmay albay ile bir hâkim binbaşıyı tahkikata gönderdiler. Bu şahıslar gelip binbaşının fikrini öğreneceklerdi. Nitekim alay komutanını ziyaret eden bu müfettişler, alaydan da birkaç subayın iştirakini istediler.

Brifing salonunda dokuz subay toplandı. Toplan-, tiyi kurmay albay idare ediyordu.

— 110 —

İlk soru şu oldu :

  Binbaşım bir dilekçe vermişsiniz, ordunun moralini takviye bakımından bazı isteklerde bulunmuşsunuz. Bu bir fikirdir, her fikir saygıya değer. Fakat sizi yakînen tanımıyoruz. Bu sebepten böyle bir toplantıyı faydalı bulduk. Bilmem ne dersiniz.

  İsabei buyurmuşsunuz albayım.

  Peki öyleyse, şimdi birkaç sorumuz var, onları cevaplandırınız, dinleyelim.

  Buyurun efendim, bildiklerimi söylerim.

  Soru bir: Bir balık varmış,   onun üzerinde de bir öküz... Dünya bu öküzün boynuzu üzerinde durur-muş ne dersiniz.

  Allah, gök kubbeyi şirin dünyamıza bir tavan yapmış, bütün yıldızları birer kandil gibi asmış. Bu yıldızların Güneşten ışık aldığı ve Güneşin çekim kanununa bağlı olduğu,   gerek Kur'ân-ı Kerîm'de,    gerek Hâdîs-i Şeriflerde bildirilmiştir.   Galile, «Dünya dönüyor» dediği zaman buna hiç bir islâm âlimi itiraz etmemiştir. Galile'nin başına gelen hadiseleri biliyorsunuz...

Bu balık ve öküz mes'elesini   üç cihetten izah et-nfek mümkün:

1  — Pek çok melek vardır. Bu melekler vazifelidir. Sevr isimli melek karaların, Hud isimli melek ise denizlerin âmiridir.   Aynı zamanda Arapça'da Sevr .-Öküz, Hud: Balık manasınadır.   Bazı kimseler bu iki meleği, iki hayvan zannetmişler.

2  — Resûl-ü Ekrem'e bir gün sormuşlar: «Dünya neyin üzerinde?»   Cevaben buuyrmuş ki:    «Sevr'in*» Bir başka gün yine sormuşlar:   «Dünya neyin üzerinde?» Buyurmuş ki: «Hud'un üzerinde.» Bugün astronomi ilmî ile anlıyoruz ki,   iki cihan serveri tâ o zamanlar burçlara işaret ederek balık ve öküz burçlarını göstermiş.

— 111 —

3 — Devlet, kalem ve kılıçlara istinad eder, denilirse; devletin kalem ve kılıçların üzerinde oturduğu anlaşılamaz. Bu mecazî bir ifâdedir. Aynen böyle de on dört asır evvel maişet, ziraatta halkın çok faydalandığı öküze, sahillerde ise balığa istinad ediyordu. Mecazî ifadeyi hakikat zanneden câhil, dünyayı balıkla öküzün sırtına bindirmiş. Bunun aslı ise arzettiğim gibidir.

Gözünü kırpmadan konuşmayı dinleyen albay kalktı, binbaşının elini sıkarak onu hararetle tebrik etti:

— Çok güzel "izah ettiniz. Sizin gibi münevver subay 1 arımızla iftihar ediyoruz. Biz dinimizin büyük din olduğunu biliyoruz ve inanıyoruz; tebrik ederim.

Müfettişler başka soru sormaya lüzum görmeyerek ayrılıp gittiler.

Binbaşı; terfi yılında normal terfiini yaptı. Alay komutanı ona gayet iyi bir sicil verdiğini bilhassa belirtti ve «Çok çalışkan, dürüst ve kabiliyetli bir arkadaşsın.» diye de takdir etti.

Buna rağmen ilim ve felsefeden gelen şüpheler bazı kimseleri yarbaya muarız kıldı. Sefahatin içinde boğulmuş insanlar, yarbayı beğenmedi. Her şeyi basite irca edenler, O'nu dinlemedi. Fakat O yılmadı: «Bizim vazifemiz tebliğdir, hidayet Allah'a âit» prensibine uyan bu ateşli subay anlattı anlattı. Evde okuduğu kitapları, kendi hamurunda yoğurarak izah etti. Böylece süt içenle bilmeden yağ da yemiş oldular.

Dinî fikirler ve bilgiler, denize dökülmüş boya misâli orduya yayıldı. Zaten muhafazakâr olan, millî hislerle dolup taşan ordu, dinini öğrenmekle, Fâtih devrine nazireler hazırlayacak duruma geliyordu, hatta geldi.

— 112 —

Maznun

Beş ay evvel tevkif edilen Maznun şimdi mahkemeye çıkarıldı:

Babasının, anasınm adı, memleketi, adresi?.. Sonra iddialara geçildi:

  Çantanda dinî- kitaplar bulunmuş, ne dersin?

  Dinimi öğrenmek ve yaşamak isterim...

  Yaşamaktan kastın ne?

  Yâni, dinim ne emretmişse onu yapmağa ve neyi yasak etmişse onu da yapmamağa çalışırım.

  Sen dinini bilmiyor musun?

  Bilmiyordum, hapishanede epeyce öğrendim.

  Onu sormadım. Hilâfeti istemiyor musun?

  Ben imân esaslarını öğreniyorum. Hilâfet hakkında bir bilgim yok. Herhalde o, devlete ait bir şeydir, onu devlet düşünsün.

  Peki, Nuri'yi nereden tanıyorsun?

  Lisede sınıf arkadaşımdı.

  Sizi kim idare ediyor?

  İslâmiyet.

  Bir insan ismi istiyoruz.

  Resul-i Ekrem.

-— Yâni bir cemiyetiniz yok mu?

-  T3   -                            F. : 8

— Yok.

Hâkim, Maznun'un dosyasını karıştırdı. Bir şey yok gibilerden başını yukarı kaldırdı. Biraz durdu ve ve celseye ara verdiler.

Savcının ve diğer hâkimlerin mütalâasını aldılvtan sonra yerlerine döndüler ve beraat kararını bildirdiler.

Maznun'da derin bir sessizlik vardı. Arkadaşlarından ayrılmak istemiyordu. Dindar olmanın, din kardeşi olmanın hazzını burada almıştı. Fakat hâdiseler iradesine tâbi olmaksızın seyrediyordu. Kendini bıraktı: «Mevlâ görelim neyler!» dedi.

Maznun, hapishaneden ayrılır ayrılmaz evine geldi. Annesinin elini öptü. Annesinin bir şey diyecekmiş gibi duruşu hançer oldu, yüreğine saplandı. Nitekim tahmini doğru çıktı:

  Nasıl, boyunun ölçüsünü aldın mı?

  Çok şükür!

  Oğlum sen deli misin? Hapisliğe şükredilir mi?

  Allah böyle takdir buyurmuş... Konuşmaları işiten. Maznun'un zevcesi geldi:

  Ooo, beyefendi, hoş geldiniz, inşallah eski fikirlerinizden vazgeçmişsinizdir...

  İmân bitmez tükenmez bir hazineymiş. Hapishaneyi bile Cennet yaptı.

Karısı hayretle:

  Bari biraz daha kalsaydm.

  Nasip bu kadarmış...

  Aaaa! Çıldırmış bu!.. Annesi merhamete geldi:

  Bırakalım kafasını dinlesin. Basma gelenler yetmiyormuş gibi biraz da biz sıkıştırıyoruz. Haydi evlâdım, çayını iç, yemeğini ye ve biraz uzan.

  Babamı da ziyaret edeceğim.

  Olur.

Bu «olur» sözü Maznun'un o kadar hoşuna gitti ki, gayri ihtiyari güldü. Çünkü annesi onu ilk defa tasdik etmişti.

* * *

Maznun yine evinde gurbet hayatı yaşamağa başladı. Ekseri zamanlar dalgındı. Karısının yanma kadar gelmesinin farkına varamadı. Buna içerleyen genç kadın istihzah bir eda ile:

  Kocacığım, baloya gitmeyecek miyiz? diye sordu.

Kuaförden yeni gelmiş; saçları dalgalı ve atmalı. Açık mavi bir entari giymiş, göğüsler, kollar açık, etekler yerlerde. Yakada bir iğne ve kolda zincir...

Maznun genç zevcesini şöyle bir süzdükten sonra:

  Böyle bir şeyden haberim yoktu!..

  İşte oldu. Haydi sevgilim, giyin gidelim. Genç yaşında hapislere düştün, epeyce çile çektin. Şimdi biraz eğlen, hayatın tadını çıkar.

  «Bu «tad» dediğin şey ileride zehir olacak!

  Yine mi felsefe?

  Felsefe değil hikmet!..

  Vallahi ben Hikmetleri sevmem.    Onun kansı da şımarık, çocukları da...

Maznun ellerini semâya açtı, sessizce söylendi:

  Hey Yâ Rab!.. Sıfatla ismi karıştıranlara gramer öğretmek de kâr etmez!   Onlar senin hikmetini, komşunun herifi zannediyorlar.

Karısına döndü:

  Baloya gelemem...

  Neden?

  Sen erkeksiz dans etmeği sever misin?

114 —

115 —

Sevmem! Neden?

«Yataktaki kolları

  Niçin susuyorsun?   De ki: orada bulamayacağım için.»

  Böyle düşünmeni istemem.   Kıskanıyorsan gitmeyelim.

  Hayır,   gitmememiz gerektiği için gitmiyoruz. Kaldı ki eşini kıskanmayan erkeği benzetsek benzet-sek domuza benzetebiliriz.

Kadın elindeki mendil ile gözlerini islmeğe başladı. Maznun sordu:

  Niçin ağhvorsun?

  Sen bana domuz dedin.

  Sana değil karıcığım, eşini kıskanmayan erkeklere dedim.

Kocasının yumuşadığını anlayan    genç kadın bu sefer taarruza geçti:                                     ,          .

  Müstehcen sahneler var diye sinemaya gitmeyiz; yine aynı sebepten tiyatroya gitmeyiz; kadın erkek ayrı otururuz; pişpirik ve tavla oynamayız; balo yok, kokteyl yok, çay yok, plaj yok, bira yok, yok, yok, yok!.. Yasak, yasak!.. Ee ne olacak?..

  İslâmî hayatta pek çok eğlenceler var. Öyle eğlenelim; ebedî eğlenelim; ebedi saadet!..

  Hani nerede?..

  İslâmiyet nerde ise; o da orda.

  Anlamıyorum, ne biçim insansın? Mahallemizde hacı, hoca var, onlar senin gibi mi?

  Biz hacı hocaya   tâbi değiliz.    Biz Peygamber (A.S.)'in izinden gidenlere tâbiyiz. Hacı, hoca bu izden gittikleri müddetçe onlara bağlı ve hürmetkarız, ayrıldılar mı, biz de ayrıyız.

— 11.6 —   -

  Sen kendi başına kalmışsın. Aklın bir şeye ermez. Cahilin birisin; kalkmış hacıyı, hocayı tenkid ediyorsun.

Maznun cevap vermeyince, genç kadın :

  Bende suç ki sana danışıyorum, de ki, çek git, bu adama ne söylüyorsun?..

  Şimdi sinirlenme, ben seni Çağlıyan köyüne götüreceğim. Orada arkadaşlar var, hem gezer, hem ziyaret ederiz.

  İstemem!

  Peki, sen bilirsin.

Kadın odasına kapandı. Maznun, zevcesinin ve çocuğunun yanında bile yalnızlığını tekrar hissetti. Bedenî yakınlığın bir mânâ ifade etmediğini anladı. O, aile içinde, cemiyet içinde yalnızdı.

Yâr diye bağrına bastığı, yara açıyordu. Yavrum diye kucakladığı masum çocuğunu, günahı biliyordu. Çünkü bir ailenin iki temel unsuru zıt istikametlere giderse, elbette ki, aile bağlan ikisini birlikte tutmağa kâfi gelemeyecek ve bir gün kopacaktı. Ne olursa bu masum yavruya olacaktı. Maznun gibi gözyaşı kurutmağa memur olanların öz - be öz yavrusunu ağlatması tahammül edilir çile değildi. Şu hallerden habersiz uzun kirpikli, kara gözlü, tombul yanaklı yavru, Muz-nun'un yarasına tuz, biber döküyordu.

Hem zevcesi, hem oğlu, hattâ annesi ve babası; her biri Maznun için bir meseleydi. Akrabaları da bunlara ilâve edersek, stratejik plânın Maznun lehine olmadığı hemence anlaşılırdı.

Evet zevcesini, ağlatmak istemiyordu. O gözyaşı kurutmağa memur iken zevcesini ağlatamazdı! Bu sebeple zevcesinin yanına gitti. Onu ağlar halde bulunca üzüldü. Gözyaşı zırhına bürünmüş kadın, kuvvet-

— 117 —

liydi. Zevç ve zevcenin hususi halleriyle O'nun gönlü-1 nü almak istedi. Kadın bunu fırsat bilerek:

  Bir senedir kullanıyorum; yeter artık, koltuk-; lan değiştir. Herkesin erkeği kansma neler alıyor. Sen| ne aldın?

  Ne istersin?

  Hiç değilse entari.

  Hanım söylemek gibi olmasın, sandık ve gardırop dolu elbise...

  Ay başıma gelenler eskiler de elbise sayılıyor.

  Eski mi?..

  İstemem, istemem; ne sen, ne entari. Maznun, bir taktik hatası yaptığını anladı. «Bırak

o üç buutlu fikirleri, bu kadına yirmi birinci entariden j feragat etmesini anlatmak imkânsız» diye düşündü ve: |

  Peki, canın sağ olsun, kaç tane istersen alayım. ''>

  Yalnız entari olsa bir şey değil, benim buzdolabı sekiz ayak; herkesin on bir buçuk. Ben de ondan isterim.

  Bunu ne yapalım?

  Sat!..

  Çok ucuza gider.

  Para mı mühim, hatınm mı?

  Peki ben de sana bir soru sorayım : Senin Jıatı-rın mı mühim, Allanın mı?

— Allah, «kanlarınızı memnun edin* diyor.

  îslâmiyeti panayıra döndürdünüz: İşinize geleni alıyorsunuz, gelmeyene sahip çıkmıyorsunuz, hattâ inkâr ediyorsunuz.

  Sen şaşırmışsın be!    Dini   panayıra benzettir dinden çıktın.

  Hoppala bu da nerden çıktı.

  Tabii panayırda kötü şeyler var.    Dinde kötî şeyler var mı?

— 118 —

  Bravo, demek dinimizde her hususun iyi ve doğru olduğunu sen de kabul ediyorsun.

  Tabii...

  öyleyse evimizi Hz. Ebû Bekir (R.A.)'m evine, kendimizi de onlara benzetmeğe çalışalım.

  Benzedik, işte...

  Nasıl benzedik? Sen Hatice, Ayşe, Fâtıma annelerimiz giib olmaya çalış; ben de Ebû Bekir, Ömer Osman, Ali Radiyallahü Anhlara benzemeğe gayret edeyim.

  Bu kadar sohbet yeter ben kaplan yıkayacağım.

  Sen Asrı Saadete ait kitapları oku; ben kapla-n yıkanm.                          .

  Kadının işi başka, erkeğin işi başka...

  Hayır, ilim kadına da,   erkeğe de farzdır. Ben senin kocan olarak, ilim tahsil etmeni istiyorum ve bu hususta ne gibi fedakârlık lazımsa yapmağa hazırım.

  Ben okumaktan sıkılıyorum. Komşunun kansı Serap okumuş ne olmuş, cadının biri...

  Gıybet yapma, cezası büyük.

  Yine mi yasak?

  Hani îslâmiyete uyacaktık?

  Benim yaptığım her şey İslâmiyet...

  Demek İslâmiyet sana uyuyor, sen ona değil...

  Aman, çok konuştun...

  Ne ise, ben Osman Bey'e kadar gideceğim.

  Hayır, gidemezsin!

  Yahu, gideyim de seni meşgul etmeyeyim, daha ne istiyorsun?

  Gitmeyeceksin. —Neden?

  Madem ben gitmedim, sen de gitmeyeceksin.

  Baloya mı gitmedin?

— 119 —

  Evet.

  Biraz evvel dinden, imândan ne güzel konuştuk.

  Artık Osman'a mosmana gitme yok. Kocamsan evde otur; değilsen git. Hapise mi gideceksin, nereye gideceksen git.

  Meyhaneye,    kumarhaneye gitmiyorum, derse gidiyorum. Bunda ne var?

  Keşke meyhaneye gitsen.

  Peki ben gidiyorum.

  Adın «Maznun» oldu yetmiyor mu?   Kimsenin yüzüne bakamaz oldum, utan azıcık!..

  O isim benim için bir şeref madalyasıdır.

  Ya gerici?..

  İslâmiyet hangi isim altında gelirse, baş tacı!.. Gericilik de kabul!

Kıpkırmızı kesilen genç kadın, haykırdı:

  Ben, sana yapacağımı biliyorum.

Sonra alelacele toplandı, valizini eline aldığı gibi dış kapıya doğru yürüdü. Maznun:

  Karıcığım yanlış hareket ediyorsun. Benim iyi hâlimi, kötüye kullanma. Yumuşaklığımı görüp kendini ateşe atma.

  Defol, gideceğim!..

Sivri topuklu ayakkabıları, sanki Maznun'un beynine batıyordu. Komşuların bakışları arasında geçti, gitti...

Maznun kapıyı kapayıp, yatak odasına döndü; perçemi, yana düşmüş, beyaz yüzlü, uzun kirpikli yavrusunu uyur buldu. O, dünyadan habersizdi. Kaçan annesinden haberi yoktu. Biraz sonra süt isteyecekti. Kimler ona meme verecek, kimler ona ninni söyleyecekti? Yılanlar, aslanlar, panterler yavrularına hizmet

— 120 —

ederlerken, onlar için çeşitli fedakârlıklara katlanırlarken, bu kadın, uyuyan yavrusunu bırakıp gitmişti.

Maznun'un saçları diken diken oldu. Yüzü sararmış ve mafsalları sızlamağa başlamıştı. Kendi annesine, çocuğa bakmasını rica etse alacağı cevap menfî idi.

— Ben bu yaşlan sonra çocuğa bakamarn!..

Akrabalardan ve komşulardan derde deva olacak yoktu.

Sıhhatleri, konforlan, gelirleri yerindeydi. Müstakil evlerinde karı, koca, bir de çocuk! Fakat bu huzursuzluk ne?

O, bu düşünceler içinde çırpınırken ezanın okunduğunu işitti.

«Allahü Ekber!..»

Camiye gidemezdi. Çocuğun yanında namaza durdu. O kadar yalnızdı ki, dağ başında, bir tek mezarın içinde yatıyormuş gibi yalnızdı. Duaları, sûreleri, kalbi acıya acıya okudu. İçi yanıyordu. En yakını tarafından vurulmuştu. Yârin attığı kurşun yetmiyor gibi öz evlâdı da bilmeden o yarayı uzun tırnaklarıyla didikli-yordu.

Maznun yalvanyordu:

— Yâ Rab!.. Beni kapından, beni yolundan ayırma! Yâ Rab bu âciz kulunu rızâna muvafık noktada bulundur. İnsan şerrinden, nefsimin şerrinden beni koru!..

Duayı müteakip seccadeden kalktı. Ağlamıyordu. O, ne ölüye ne diriye ağlayacak haldeydi. İslâm âlemi mecruh olarak yatıyordu. İşte Maznun bu mecruha kanlı gözyaşı dökmüş ve bu yolda gözpınarları kuru-yuncaya kadar ağlamıştı. Fakat ne giden zevcesine, ne de ölen yakınma ağlamayacaktı. Çünkü bu asil der-

— 121 —

 

 

din yanında onlar dert bile değildi. Çünkü ölenler ağır hizmetten terhis ediliyorlardı. Dünya zindanından saraylara alınıyordu. Evet imanlılar için kabir, saadeti ebediye sarayının kapısıdır. Fakat İslâm gemisine tayfa lâzım!..

Çocuğun ağlaması, Maznun'u tefekkür âleminden uyandırdı. Bütün âlem-i İslâm'ın tek tek uyanmasına bedel, şimdilik bir çocuk uyandı:

Uyan yavrum, uşaklarla köleler,

Uyandılar vatanını böleler,

Seni bekler, boynu bükük beldeler.

Uyan artık uyanacak gün bugün. Uyan artık dayanacak gün bugün!

Ninelerimizin mukaddes seccadesini ve başörtüsünü çöplük fareleri yedi. Mukaddesattan yana ne varsa çöplüğe atıldı. Artık âdi cam parçalan, elmastan üstün olmağa başladı. Düşündü ki mukaddesat gidince, geriye ne kalır? İşte bugünün sokağa dökülen kadını budur.

Diplomalısı diplomasızı, âlimi, cahili bir sıraya gelmiş: Modaya tâbi olmuşlar, zevklerin oltasına takılmışlar, sokaklara dökülmüşler, hepsi et yığını...

İşte aileden mektebe, mektepten bara uzanan gençlerin ferdi hürriyet girdabında, medeniyet teraneleri okuyarak batmaları ve dizini döven babalar analar...

Çocuk ağlıyor Maznun, biberonu çocuğun ağzına verdi. Yine ağlıyor. Emziği lokuma sürdü, verdi; biraz sustu, yine başladı.

Şu anda sussa, yarın çocuk ne olacaktı, kendisi ne olacaktı? Karısı, aile hayatını bir çay bardağı gibi kırmış, atmıştı. Bu gerçeğin verdiği ümitsizlikle çocuğu kucağına aldı, salladı; nafile!.. Çaresizliğin verdiği şaş-

¦ — 122 —

kmhk içinde bocaladı. Aniden kundağı kucakladığı gibi sokaklara düştü. İri adımlarla koşarcasına gidiyordu. Gidiyor ama güvendiği dağlara kar yağmış ve her girdiği sokak bir çıkmaz olmuştu. Bir ihtiyara rastladı:

  Amca bey, çocuk bakım evleri var mı? Nerede?

  Ne? Çocuk bakım evi mi? Bu sabiyi oraya mı vereceksin?

  Evet.                -

  Annesi nerede?

  Öldü diyelim.

  Hımm.

Maznun sinirli sinirli bağırdı:

  Biliyorsan söyleyiver.

  Sen neyisin?

  Babası.

  Başka kimsen yok mu?

  Affedersin savcı mısın?

  Yâ... lâf ediyoruz işte.

  Be adam lâfın sırası mı?

  Kızma be evlât, dünyanın    neresinden tutsan olur.

  Haydi Allahaısmarladık.

  Kim bilir, neyin nesi?.. Oğlum kilisenin çocuk bakım evi var, oraya git!..

  Her sorduğumuz bu kadar lâf ederse, bu "sefer imam arayacağız galiba...

Merhamet, rengini ve istikametini değiştirmişti. Macarlar komünist idareye karşı ayaklanınca, Rus hükümeti zecri tedbirler aldı. Macar milliyetçilerinin bindiği atların vurulduğunu gören ihtiyar Macar kadını sapık şefkatıyla şöyle haykırdı:

  Kör olasılar, vuracaksanız adamları vurun, atlardan ne istiyorsunuz?

— 123 —

Maznun, madde âleminde şaşırmış beyaz kundaklı çocuğu bağrına basmış, gidiyordu. Ama nereye? Bunu ne kendi, ne de başkası biliyordu.

Hafiften yağmur başladı. Çocuğun yüzüne damlalar düşmesin diye ceketin yakasını ona siper yaptı. Yavru, meme bulurum ümidiyle başını babasının göğsüne sürtüyordu. Ter ve yağmur adamcağızın yüzünü pancar gibi yaptı. O, bu haliyle sanki yürüyerek dünyadan kaçıyordu.

Tam bu anda pencere camına hızlı hızlı vuruldu. Maznun döndü, baktı. İhtiyar bir kadın eliyle «gel» diyordu. Pencereye doğru yürüdü, kadın camı açıp:

  Hayrola evlâdım ne bu telâş?

  Çocuk, çocuk!.. Diye kolları arasındaki yavruyu gösterdi. İhtiyar kadın pencereyi kapadı, kapıya koştu ve çocuğu Maznun'un elinden aldı:

  Gel içeri, sen de gel. Annenim çekinme...

Çamurla sıvalı bu tek katlı, ufak evin ihtiyar sahipleri olan kan - koca, daha evvel Maznun'dan iyilik görmüşlerdi. Zekâtını bu ihtiyarlara verdiği gibi, arada sırada tuz, gaz, şeker de alır, verirdi. Dün yaptığı iyilikler, bugün geçeceği çaylar üstünde köprü olmuştu.

Maznun sedire oturdu. Kadın ise mahir bir müreb-bi çabukluğu ile çocuğun altını temizledi. Eski bir entarisini yırtıp, çocuğa bez yaptı. Sonra şekerli ılık su yapıp içirdi. Ayaklarına yatırdı, seccadeyi üstüne örttü ninni söylemeğe başladı:

  Lâilâhe illallah, Lâilâhe illallah...

Maznun ninninin böylesini yeni duymuştu. «Karımın bir gözü kör, bir kulağı sağır olaydı, yalnız bana itaat edeydi kâfiydi» diye düşündü. «Tabiî dini isteklerime itaat edeydi» diye ilâve etti. Yine kalbinden fısıltılar duydu:

— 124 —

«Nefsine ağır gelen şeylerin sonunu hayır bekle!» Ve, İslâmda kader anlayışının bitmez, tükenmez teseîlisiyle sakinleşti:

  Kader!..

Şimdi ne yapacaktı? Bütün bu olan bitenlere rağmen İslama hizmet etmek mecburiyetindeydi. Fakat içine düştüğü bu hal nedir? Ne oluyordu?

İhtiyar kadın çocuğu uyuttuktan sonra, Maznun'dan meseleyi sordu, o her şeyi anlattı.

  Peki yavrum, sen merak etme! Taş yürekli analar devrinde ben ona öz evlâdım gibi bakarım.

Maznun teşekkürün kuru bir lâf olduğunu bile bile teşekkür etti, ayrıldı. Sokağa çıktığında yağmur yine yağıyordu. Yavaş adımlarla yürüdü. Islanmak istiyordu. Sırılsıklam olmak istiyordu. Kapıyı kilitlemeği unutmuştu. Evin yağma edilmesini istiyordu. Yüreğini tavaya koymuş kızartıyorlardı, bu ıstırap karşısında bütün dünyaya elveda etmek istiyordu.

Bir arkadaşına rastladı. O, selâm verdi, yürüdü; Maznun selâmını aldı ama utanmış ve kızarmıştı. Paf-desüsüz oluşuna mı utanmıştı? Elleri ceplerindeydi ona mı utandı? Yağmurdan sırılsıklamdı, ona mı utandı? «Hayır, hayır!.. Dedi; bunlar mühim değil! Asıl onlar utansın. Müslüman adıyla gayrimüslim hayatı yaşıyoruz, bundan utansınlar!»

Eve geldi. Vakit bir hayli ilerlemişti. Güneş bütün bu olan bitenlerden habersiz olarak battı, Nur-u Kur'-ân derslerinden bir mevzu açıp okudu:

«Bana ıstırap veren, İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleş-

— 125 —

ti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, imân kal'ası tehlikededir. İşte benim ıstırabım, yegâne ıstırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatlan düşünmeğe büe vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkata maruz kalsam da, imân kal'asmın istikbâli selâmette olsa.

Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, islâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum.İmân kal-asını küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız imân üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum... Ben cemiyetin iç hayatını, mânevi varlığını vicdan ve imânım terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ân'ın te'sis ettiği tevhid ve imân esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur!»

Maznunun tüyleri ürperdi. Birinci cümleyi tekrarladı:

«Bana ıstırap veren, İslâm'ın mâruz kaldığı tehlikelerdir.»

  AllaaahL

Bu ism-i âzami yüksek sesle sölyedi. Kendi sesine kendisi uyandı.

¦—• Ne oluyor?

Mevzûya o kadar dalmış ki, evde başkalannın olduğunu zannetti:

  Kimse yok, diye mırıldandı... Ve devam etti:

— 126 —

  Demek, ben İslâm'ın mâruz kaldığı tehlikelerden değil de kanmın kaçmasından, çocuğumun kimsesiz kalmasından, anamın anlayışsızlığından ıstırap duyuyorum. Yazıklar olsun!

Tam bu anda:

  İmdaat! diye bir çığlık duydu. Bir kadm... Kadın bağmyordu:

  İmdat!

Aysberge çarpan vapur gibi sarsıldı.

  İmdaat!..

Bir kadının yardım istemesi, onun şefkatma dokunmuştu.

Maznun, robot hissizliği ile ayağa kalktı. İçi «cız» etmişti. İşte bu yaradan ona can gelmeğe başladı. Sil-kindi, toplandı. Nerdeyim, ne oluyor sorularının cevabını buldu ve bir gayeye koşmanın gerektiğini anladı. Bu koşuş ona insanlığını iade ettirdi. Çünkü «aman» diyenin yardımına koşuyordu. Bunu bir hayvan yapamayacağına göre o insandı. Sonra kısa vadeli de olsa bir gayenin adamı olmalıydı. Gayeyi deniz, kendini balık bilmişti...

Maznun'u hâdiselerin zinciri çekip, ebedî bir gayeye sıkı sıkıya bağlamıştı. Bu bağ, böyle çığlıklarla kuvvetlenmekteydi.

Sesin geldiği tarafa koştu. Bir kadının saçlarını eline dolayan erkek, kanatlarından tutulmuş tavuk gibi onu kavramış, diğer eliyle de vuruyordu.

Maznun, cılız vücuduyla ilerleyip, gecenin karanlığında bir heykel gibi hâdisenin karşısında dikildi. Karanlık ona yardımcı olmuştu.

Adamın hem eli, hem çenesi işliyordu:

— Kahpe geber! Namussuz kan, mezemi hazırla-mazsm ha! Köpek!.. Babanın, ananın...

— 127 —

Karşısında birisinin dikildiğini görünce, durdu: — Ne var ulan?..

Cevap alamadığına daha çok sinirlenmiş olacak ki, hemen kamasını çekti. Serbest kalan kadın boş çuval gibi yere yığıldı.

Maznun, gördüğü hâdisenin ve işittiği sözlerin karşısında donup kalmıştı; kanı kurumuştu. Bir şeyi duymak başka, görmek başkaydı. Istırap çekeni seyretmek, ıstırap çekmekten daha çok ıstırap verir. Bir insanın diğerine böyle hakaret edebileceğini tahmin edememişti. Hayat bu mu idi? Uzvi zevklerin, siyasî gayelerin vahşi menfaatların uğrunda mızrak ucuna din kardeşinin başım takan ve bunu bir iftihar vesilesi olarak sokak sokak gezdiren adam (haklı da olsa) kaba ve canavar ruhludur, «öldürürken dahi güzel öldürün» diyen Resûl-ü Ekrem'in ümmeti, ölçü ve âhenkten bu kadar mahrum olmamalıydı. Vatan sathına yayılan bu yumruk, namlu ve kama belâsı önünde, saadetten ve selâmetten söz etmek imkânsızdı.

Adamın kama tutan eli havada kaldı. Burnunu, Maznun'un burnuna değecek kadar başını ileri uzattı. Gözkapaklan dahi kıpırdamayan Maznun'a baktı, baktı:

  Sen Maznun musun?

Bütün dağlar, dereler, kuşlar, böcekler, «Maznun!» «Maznun!» diye inleyip bir sarhoş elinde ölüme mahkûm edilmek istenene ağladılar!..

Nasıl bir sayfada kalem izleri büyük mânâlar arz-eder; nasıl bir oymada derin bir zevkin izleri okunur ve nasıl her şekil bir, aslı temsil ederse; bu sahne de bir gerçeğin minyatürü idi.

  Maznun sen misin?

— 128 —

Bunu suçlu soruyordu!..

Kader bu tabloyu bölye çizmişti. Sarhoşta bıçak, Maznun'da sükût ve sebat!..

Sarhoş yavaş yavaş geri çekildi. Çünkü, Maznun ve babası o muhitte sayılır kimselerdi.

Harcı çamur olan tek katlı evin tek odasında, yere kurulan sofrada lokmalar ve kadehler yarım kalmıştı. Odayı anason kokusu doldurmuştu. Kapıya yan düşen köşede üç çocuk, masallardaki yedi başlı devi görmüş gibi birbirlerine sokulmuş ve büzülmüşlerdi. O köşenin delinip meçhul bir istikamete düşmelerine çoktan razıydılar.

En küçükleri kızdı. Alnına düşen siyah perçemin altındaki siyah gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyümüştü. O da ağlamayı ve gülmeyi unutmuş, solgun elma yanakları ve yuvarlak yüzü bir heykel sessizliğine bürünmüştü. Maznun'a baktılar. O da çocuklara baktı. Fakat o anda bir duman gibi çekilip gitmek istedi. Artık kendi bünyesi kendine ağır geliyordu. Sofranın başında dikilip sağa baktı, sola baktı. Duvarın dibine toplanmış, yataklara gözü takıldı.

Sarhoş:

  Hain kadın, senin bana yaptığın kötülüğü ben sana yapmayayım. Diyerek yürüdü, yatağı serdi.

Cemiyetin ters döndürülmüş terliksi hayvan misali yaşadığını bilen Maznun, bu sözü yadırgamadı. Caninin masum rolü oynamasını alkışlayacak durumda değildi amma, bu hali de yadırgayacak kadar halden habersiz sayılmazdı.

Adam:

  Kahrol!..

Diyerek hallaç pamuğu halindeki kadını belinden tuttu, sarkıtarak getirdi, yatağa uzattı. Bunu gören üç çocuk bir ağızdan:

— 129 —

F.

  Anne, anne, anne!..

Diyerek tek kelimeyi gözyaşları ile insanlık tari-; hine akıttılar. Bu tarihi, taş kalbliler okumayacak, okusa da anlamayacaklar.

Bunu duyan baba çok sinirlendi.

Rakı şişesinin ağzına mantarı kapadı, onu bir merdane gibi eline alıp, çocukların üstüne yürüdü:

  Susun! Annenize de size de!.. Duvardaki sıvalar dile geldi:

Ey canavarlar dişlerinizi kırın, pençelerinize kına yakın! Ey yılanlar zehirlerinizi dökün! Ey yanardağlar sönün ve ey çığlar durun! Artık size ihtiyaç kalmadı! İnsanlar canavarlıkta sizi geçtiler bile...

Çocuklar aniden sustular. Gözyaşları kirpiklerinde asılı kaldı. Havadaki şişenin etiketini okuyacaklar-mış gibi ona bakıyorlardı: «Yeni Rakı, Tekel Bakanlığı.»

Ve Bakanlığın müsaadesi ile şu tablo çizilmişti:

Yatakta, kaşından yanağına kan sızan kadın; köşede hisleri bile çivilenmiş çocuklar ve Maznun!..

Rakı şişesi yavaş yavaş aşağı indi. Adam aniden şişeyi açarak başına dikti! Su gibi içiyordu. İçti, içti!.. Sonra duvarın dibine oturarak:

«Zehire bade dedim, derde deva niyetiyle» şarkısını kırık plâk gibi mırıldandı. Rengi, beyazdan kreme, daha doğrusu kirli beyaza kayıyordu. Evet benzi kirli beyazdı!.. Döndü çocuklara baktı. Ayakta dikilen Maznun'a baktı ve sonra nazarlarım, yataktaki kanlı yüz ve kopuk saçlar üzerinde gezdirdi.. Dizlerini dikip, elleriyle yüzünü örterek hıçkırdı, hıçkırdı!..

Maznun su- kutusuydu: Bu sarhoşu ağlatan oydu ve şu kadını da bayıltan yine o!..

Onun kelebek omuzlarına yüklü ilâhi hazinenin, içinde bunlann dermanı saklı idi.

— 130 —

Şu sarhoş ve kadın, îslâmiyeti yaşamamanın azabı ve onu sevmenin hasreti içindeydiler!..

Eğer bir kâfir olsalardı, şu sahnenin tecellisine belki lüzum kalmayacaktı. Fakat Müslüman olup, gayrı İslâmi hareket etmek, bu med ve ceziri doğuracaktı, içen rahatlıkla içemeyecek, gören rahatsız olacak, tahammül edemeyecekti. Hem bir nizama tâbi olmak; hem de o nizama ihanet etmek, zannedildiği kadar kolay değildi. Nitekim bu sahnelerin sayılarının toplamı, memleketin bütçe rakamına müsavi olabilirdi.

İslâm dini hayat dinidir. Bunu en güzel anlayanlar gayrimüslimler olmuştur. Bu hayat damarımız kesilince avizeler elektriksiz kalmış, petrol lâmbası hükmünde olan yabancı rejimler kıymet kazanmıştır.

Suçlu olan, sadece körbarsağımız gibi; dinimizi bizden kesip atanlar değil; buna razı olanlar da en az mütecavizler kadar suçludur! Zira mazlumlar olmasaydı zalim olur muydu?

İslâm âlemine bir göz atarsak: Çok kıymetli ve çok mübarek olan bu dağın altında binlerce haşarat yuva yapmış. Hakikî mü'mini bulmak için attığın her adımda bir canavarla karşılaşman mümkün!..

Düşman kardeşler gibi saf tutmuş kimselerin kendi öz vatanlarında boğuşması neticesinde; İslâmiyetin düşmanları, meydanlarda at oynatıp ve daima İslâmi-yeti hedef edip, 12'den vurmağa çalışmış!

Müslüman!.. Bir sürü bid'atları din zannedip üzerine İslâmiyet yaftasını yapıştıran gafil!..

Müslüman! İslâmiyeti kalbine ve mantığına bağlayıp, düşüncesini ve hislerini dine mal eden put!.

Ve:

Müslüman!.. Resûl-ü Ekrem'den günümüze uzanan Ehl-i sünnet zincirinin son halkasına yapışan ve

— 131 —

bu yüzden gayrimüslimlerin ve gafil Müslümanların hücumuna uğrayan ve bütün bu çileleri bir sünneti yaşama hükmünde bilen gerçek mü'min!..

Bugün gerçek Müslüman, İslâm nizamının sinesinde beslenen bir yetimdir. Bütün gayrimüslim devletler bu yetime düşman. Bütün gafil Müslümanlar bu yetime hasım. Fakat herkes istinad ettiği makama göre kuvvetlidir, öyle ise hakikî mü'min Allah'a istinad ettiğine göre, onun kuvvetini varın tahmin edin!

Müslüman!.. Cılız bünyesiyle ilâhî hazinenin hamallığını yapan, bir çakı ile dünyasını değiştirebilecek iken, dünya haritasına şekil ve renk veren şahıstır!

Müslüman!. Yaratanına bağlılığı nisbetiride yaratığa istikamet veren, bu sebeple şu veya bu nizamın, nâzımın peşinden gitmeyip kütleleri peşinden sürükleyendir.

Müslüman!.. Allah'ı bilen ve O'na itaat eden tek insan! O yok olduğu gün, son cemaat kaybolmuş ve kâinat yaratılışındaki sim kaybettiğinden dünya divaneye dönüp, başını burçlara vurmasına sebep olandır.

Müslüman!.. Gökkubbe denilen tavanın direği ve cemiyetin paratoneridir!..

Müslüman!.. Manevi dertlerin tabibi, maddî nizamın müfettişi ve mühendisidir!..

Müslüman!.. Cennet'le Cehennem'in yol kavşağında bir trafik polisi değil; Cennet'le Cehennem terazisinde dünyaya adaleti tevzi edendir!

Müslüman!.. Evet sen, dünyaya kendini tanıtmaya mecbur ve mükellefsin! Yoksa senin firman adına ithal edilen çürük mallar iflâsına sebeptir.. Ya Müs-

— 132 —

lüman membamda doğan her şeyin mükemmeliyetini göster ve sahtelerini imha ve ıslâh et veya (Allah korusun) kapılan çek, kaynakları kurut, evi ateşe ver!

* * *

Erkeğin kalın sesli hıçkırıklarına ve anlaşılmaz sözlerine bu sefer çocuklar:

  Baba, baba, diye mukabele ettiler.

  Babanız gebersin!.. Diyen sarhoş kalktı; ceketinin kollarına gözlerini sile sile yürüdü, karanlığın içinde kayboldu.

Büyük oğlan nihayet kalkmak cesaretini kendinde bularak annesine yaklaştı, onun karışmış saçlarını düzeltti.

  Anne, anne, feryadı ile annesini öpmeğe başladı. Diğer çocuklar da üşüştüler:

  Anne, anne!., diye, ufak dudaklar kanlı yüzü öpüp kanlandı.

Maznun düşmemek için mafsallardaki sinirleri gerip yumruklannı sıkıyordu:

  İmanımızı yaktılar, bizim de dudaklarımız bu yüzden kanlı görünüyor, diye düşündü. Yüzümüze bakan bizi canavar zannediyor.

Gece bir hayli ilerlemişti ki eğlenceden dönen komşu, hususî arabası ile kapının önünden geçti. Uzaktan dans şarkıları ve piyano sesleri geliyordu.

Maznun:

—¦¦ Fransızlar eğleniyor, dedi. Düşünmesi icabeden kafalar danstaki dam kavalye beşiğinde sallanıyor...

Ve bütün radyolar bu bebeğe ninni söylüyordu.

Nihayet kadın gözlerini açtı, oğlan annesini sarsarak:

— 133 —

  Anne ölme, anne ölme, aç kalırız!..

  Ne oluyor?.. Nerdeyim? Tekrar gözlerini kapadı.

  Anne, Anne ölme!., ölme, ne olur ölme!.. Çocuk annesinin üstüne kapandı. Âdeta onun âhi-

rete gitmesine mâni olmak istiyordu.  Kadın  tekrar kendine geldi:

  Ne oluyor? Ne var? Ah belim!.. Allah'ım!..

  Anne!

  Ne var yavrum?

  Ölme, ölme!

  Ölüm bir kurtuluş!

  Bizi de götür, bizi de...

  İmkânı olsa...

  Gidelim, anne gidelim...

Kadın eliyle çocuğu itti. Yüzü zelzeleden viran olmuş şehir gibiydi. Doğrulmak istedi, oğlunun yardımına muhtaçtı. Ot yastığı arkasına koydular.

Başını Maznun'a çevirince; inledi:

  Oooo, Maznun!..

Başını örtmek istedi. O şu haliyle, Bedir Muharebesinde son okunu atan şehide ne kadar benziyordu:

  Maznun kardeş dua et, şu herif içkiden vazgeçsin .

  Konuşmaz ki!..

Gözlerini yere indirdi devam etti:

  Ne konuşsun,  Müslüman'a konuşmak yasak! Şimdi sarhoşlar devri, onlar konuşsun!..

Çocuklara döndü:

  Haydi yavrum ekmek yeyin> aç kalmayın.

  Biz rakıh sofradan ekmek yemeyiz!.. Maznun mırıldandı:

— 134 —

  Nesl-i cedidi..

  Ne?

  Nesl-i cedid!..

  O neymiş...

Maznun kayalar kadar sessiz kaldı. Çünkü Nesl-i cedidi kime ve nasıl anlatacaktı? Fakat o nesil böyle yetişiyordu: Gübreli çamurlu tarlalarda çimlenen tohumlar gibi... Nesl-i cedid rakı sofralarında, sarhoş naralarında yetişiyor ve gözyaşıyla yoğrulup aile felâketlerinin ateşinde pişiyordu.

  Yapmayacağım, ona meze yapmayacağım. İsterse öldürsün.

Kadın böyle söyleyerek, tülbentine evvelâ gözlerini sonra yüzünü silip bakınca, kan lekelerini gördü; gayri ihtiyari gözyaşları boşandı. Hem ağladı, hem anlattı:

  Ne biçim devir Yâ Rab? Adam içki içer dost tutar, eve bir sürü erkek getirir, neymiş, medeniyet! Hay olmaz olsun böyle medeniyet. Bir tüccarın kızı olacağıma bir çobanın kızı olsaydım da dağlarda vahşi kalsaydım, böyle medeniyeti görmeseydim.

Oğlune dönerek:

  Ne oldu o herif?

  Gitti.

  Diğer şırfıntının evine gitmiştir. Gitsin!..

Maznun gönlüyle kafasıyla yine bir başka âlemde yaşıyordu. O dünyanın bozulmaması için döndü ve yürüdü. Bir tek gözyaşını kurutmak için seferber olan İslâm nizamının geçmişteki tarihi hakikatim hayâl ederken mest olmuştu. Arkasından şişelerin atıldığını, kapının kapandığını ve bir kilidin çevrildiğini duydu. Sessizlikten başka bekleyeni olmayan evine döndü.

— 135 —

O da kapısını kilitledi, odasına çekildi. Hiç toplanmayan yatağına uzanarak yorganı başına çekti. Kendi kendine sordu:

  Ne oluyor? İnsan nedir? Müslüman kim? Ve, ben neyim?..

Dağlardan cımbızla altın toplarcâsma, var olmanın maddî ve mânevi zerreleri arasında, hayati noktalara dokunuyordu:

  Bu nizamın hakikatini çözmek gerek! Her hali bırakın öze esasa inmek gerek...

Fırlayıp yataktan kalktı ve odada gezinmeğe başladı; aynı zamanda kâinatı bir laboratuvar yapmış, kendisi de laborant gibi başına geçmişti.

  Bak, Güneş sistemi ile atomun yapısı arasında benzerliğe. Devlet dairesi de buna çok benzemektedir: Lider, Güneşin rolünü oynamaktadır.

Boy boy, şekil şekil hayvanları gözünün önünden geçirdi.

  Bu kadar teferruat bir «Ruh» üzerine bina edilmiş, çekilince her şekil ve desen, kara toprak!.. Bitkilerin şu kara topraktan olduğuna bu kara toprağın bu kadar şekil, renk ve tad almasına hayret etti.

Aklı kafasından bir metre yukarıda duruyordu. Gece pencereleri dışarıdan sıvamıştı. Kendisini bu düşüncelerden çekip alacak birisini istiyordu. Sanki bir güve beynini nokta nokta kemiriyordu. Başının arkasında bir ağrı hissetti.

  Bu kâinatta öz ve tek bir nokta vardır, gerisi teferruat ve şekildir, ama nasıl?..

Bir bomba gibi infilâk etmeğe, bir kül gibi savrulup zerre zerre dağılmağa razıydı. Çünkü beyni çat lıyordu:

  Yaratılışta esas nedir?

— 136 —

İçindeki ikinci adam cevap verdi:

  Yaratanı bilmek! Maznun meçhul suflöre sordu:

  Yaratanı bilmek nasıl olur?

Kendini yatağa attı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Ev, tek ölüsüne ağlanan bir kazazede gibi sessiz ve korkunçtu. Selvilerdeki gelin endamı, taşlardaki katılaşmış hayat, maddeye alaylı bir mahiyet veriyordu. Arada bir maddenin tüllenip, buğulanıp mânâlaştığı oluyordu. Böyle anlarda Maznun boşlukta yuvarlanan bir tüy gibi, ruh gibi bir şeydi.

Yalnızlık çetin ve müşküldü. Yarın dağlara kaçacaktı. İnsanlar içinde durmak mümkün değilse, hayvanlar içinde yaşamağa gidecekti. Kuşlar gelip omuzlarına konacak, arslanlar gelip karşısında köpekleşe-cekti. Paraçlamak mı? Nerede o şans!.. İslâmiyet intihar yolunu kesmiş olmasaydı, hemen şimdi üzerine gaz döküp kendini yakacaktı. Hem de yanarken alevlerle alay edecekti. O, bu hayatm gerçek ve hakiki bir hayat olduğuna inanmıyordu. Hakiki hayata ulaşmak için sabırsızlanıyordu, öyle ise bu adamın karşısında arslanlar köpekleşip, kuyruklarını sallamak mecburiye-tindeydi. Onlar ölümden korkanları öldürürler. Zaten harpte de siperini terk eden vurulmaz mı? Kâinatta esas birdir; her şey birbirine benzer. Bu sebeple mecaz ifadelerdeki edebî sanatlara verilecek misaller sonsuz denecek kadar çoktur. Evet her şey birbirine benzer; esasta bir, teferruatta ayrıdır. Tıpkı insanlar gibi... İnsanlar her bakımdan birbirinin aynı olup sa-dace suratlarının şekliyle farklıdırlar. Bu farkı ortadan kaldırın o zaman komünistlere bayram olur: Zira bir kadına yüz erkek... Yüz erkeğe bir kadın düşer, memleket havraya döner.

* * *

— ]37 —

Hâdiseler, dünyanın Maznun'a küstüğünü gösterdi. Ne çiftlikle meşgul olabilirdi, ne de bir iş tutabilirdi. Arkalarını dönen anne ve babasına ne söyleyebilirdi? Evden kaçan karısını bulmak zordu...

Kendini hizmete adadı. O kadar çok çalışacaktı ki, kendisini ve kendi derdini unutacaktı. Ayrıca hizmetin mükâfatı, sanki hizmetin içine dercedilmisti. Yani hizmette lezzet vardı. Bunun için imanlı gençler üçerli, beşerli gruplar olup köy imamlarına gazete, mecmua postalıyordu. Aynca bilinen her adrese kitap gönderiyor: «Beğenirseniz alınız. Beğenmezseniz iade.ediniz» diyorlardı. Bir de halktan bayiler edinerek, kitap tevziatını yürütenler mevcuttu.

Tatil günleri gençler minübüsle seyahate çıkıp, köylerde vakit namazlarını kılıyorlardı. Bu hali görebilmek için âdeta bütün köylü cami civarında toplanır, şaşkın şaşkın seyrederlerdi. Nasıl olur?

Gömüldüğü zannedildiği yerde İslâmiyet daha gür fışkırmıştı. Bunu çoklarının aklı almıyordu. Amma ortada bir gerçek vardı: O da imanlı gençlik!

Maznun bunlardan biri idi. O, durup dinlenmeden çalışıyor ve varını yoğunu bu yolda sarfediyordu.

Köylere neşriyat gönderdi. Gönderdiği mecmualardan bir kısmı iade edildi. Birinin üstünde: «Bu köyde cami var, imam yok» diye yazılıydı. İşte Maznun kalktı, bu köye gitti. Günlerce çalıştı. Palazları, hasırlan, pencereleri sildi. Lâmbalara gaz doldurdu. Ve beş vakit minareye çıktı: «Allahü Ekber; Allahü Ekber» diye ezan okuud. Tek başına namaz kıldı. Bilhassa sabahları köyde ateşböceği kadar bir ışığın görülmemesi neticesinde, ezanı okuduktan sonra ellerini yüzüne kapar, ağlardı.

Bir gün Maznun'u karakola çağırdılar:

138

  Neye geldin, kimsin, ne istiyorsun?.. Maznun bunlara cevap verdi:

  Caminin imamı yokmuş, imamete geldim. Mahkeme zabıtlarında nâmım «Maznun» diye okunur. İsteğime gelince Allah'ın rızasıdır.

Nedense bu cevaba çok kızdılar: —¦ Defolup gidersen git, yoksa seni sopayla gebertiriz, dediler.

  Müdüre müracaat ederim.

  Deli misin, nesin?   Bizim söylediğimiz    şeyler Müdürün emridir.

  Muhtara giderim...

  Git de boyunun ölçüsünü al.

Maznun Muhtar'a gitti. Bu adam hiç de kötü değildi. Karşısındaki genci dikkatle dinledi:

  Ne demek! diye haykırdı. Bizi bir defa kandırdılar, artık yok.

Sonra «medenîlik» ismi altında oynanan oyunu, bunu müteakip nahiyede merkezi olan bu köyde içkinin, hırsızlığın, cinayetin arttığını; gençliğin serseri yetiştiğini anlattı, anlattı. Köyün yarısından fazlası muhtarın akrabasıydi; bir dediği iki olmazdı.

  Adın ne evlât?

  Maznun!

  Maznun, Maznun, Maznun! Peki, bu ismi sana kim verdi?

  Savcı.

  Suçun neydi?

  Tefsir okumak.

  Tefsir okumak suç mu?

  Evet.

  Yok canım, bizimle alay etme.

  İsterseniz deneyiniz.

— İ39 —

k

  Deneyelim. Yalnız benim anam, senin sabahları minarede ağladığını duymuş. Hani o, hayvanları yemlemek için erken kalkar da...

  Ağlarım amma duyan olmaz zannederdim. ¦— Ağlamayıver canım.

  Hayır ağlarım fakat, gözyaşlanmı içime akıtarak ağlarım.

  Ağlayacak ne var yeğen?

  Belki zamanla anlarsınız, fakat şu anda ağlamamak mümkün değil.

  Gel de yemek ye.

  Yemeğim var.

  Neyin var?

  Çantam, ekmek ve peynir dolu.

  Günlerce ekmek peynirle idare edilir mi?

  Peyniri fazla buluyorum, lâkin nefsim isyan etmesin diye..

  Yok canım bu kadarı fazla..

  Pek mühim olmasa gerek, başka mevzular konuşalım.

Muhtar ısrar etti:

  Peki camiye getirelim?

  Hediye kabul etmek âdetimiz değil.

  Allah, Allah! Tuhaf bir adamsın; bugüne kadar gördüklerimize benzemiyorsun.

Maznun asıl mes'eleye girdi:

  Efendim,   bu   köyde   kalmama   ve   caminizde imamlık yapmama müsaade buyurun, bu en büyük ikram, en büyük hediye olur.

  Elbet be yeğen, lâfı mı olur? Kâfir değiliz ya...

  Sağ olun.

  Yalnız caminin cemaatı yok.

  Arzettim ya, oturur ağlarım.

— 140 —

  Peki!.. Bize bir tefsir okuyacak mısın?

  İsterseniz...

  Âlâ, anlaştık! ..

Orta boylu, geniş omuzlu, çıkık şakaklı, ak saçlı muhtar, Maznun'a gerekli teminatı verince; bir zaman ona kimse ilişemedi.

Maznun birkaç gün boş camide hem müezzinlik, hem de imamlık yaptı, gözyaşlarıyla seccadeyi ıslattı. Umumiyetle peynir ve ekmeğini alır, caminin alt tarafından akan suyun başına oturur, yerdi. Kimsesiz olmanın hazzını, her şeyi bulmakla tatmıştı. Evet, yok olmayan, var olamazdı. Maznun şimdi Allah'a sığınmanın saadeti içindeydi. Bir gün yatsıyı müteakip yat-, ti. Yattığı yer caminin odunluğu idi. Fakat bir türlü gözüne uyku girmedi. Öğretmenin getirdiği gazeteyi düşündü, durdu; niye getirmişti. Ve niye demişti ki, «sizinkiler yakalanmış, başın sağ olsun?» Sonra gazeteyi götürmemişti. Giderken de «Erken öten horozun ömrü kısa olur» diye söylenmişti.

Bir tehdit ve tedhiş havası esiyordu. Bu belli idi. Fakat içi neden böyle kabarmıştı ve neden gözüne uyku girmiyordu. Doğruldu bir aşir okudu. Tekrar uzandı. Hayır! Uyumanın imkânı yoktu. «Allah'tan hayırlısı!» diye bekledi.

Vaktin ne kadar geçtiğini bilmiyordu. Saatine de bakmak istemedi. Bir ara ayak sesleri duydu. «Hayvanlar dolaşıyor» zannetti fakat yavaş yürüyen insanların ayak seslerine benzeyen bu sesler Maznun'un dikkatini çekti. Bir ara sesler kesildi. Sonra tekrar başladı. Saatine baktı bu sefer, onbire geliyordu. Köyde dokuzda hayat dururdu. Bu saatte bu ayak sesleri ne idi peki? Beklemekten başka çaresi yoktu.

— 141 —

Gelenler çok dikkatli yürüyorlardı. Adımlar çok yavaş atılıyordu. Arada bir duruyorlar, tekrar yürüyorlardı. Maznun jandarma onbaşısını ve öğretmeni hatırladı... ölümle hayat arasında bir zar bulunduğunu şu an bir daha anladı. Anladı ki sadece İslâmi-yete hizmet ettiği için kendisine böyle düşmanlık ediyorlardı. Fikir için, imân için insan öldürüyorlardı, yoksa ete kemiğe muhtaç olan yoktu.

Maznun «Hasbünallahü ve ni'mel vekil» i dilinden bırakmadı. Onun en büyük silâhı bu idi. Eline kibriti aldı, gözleri tahta kapıdaydı. Kapı yavaşça açıldı, içeri bir karartı girdi. Maznun tam bu anda kibriti çaktı. Beklemedikleri bir halle karşılaştıklarından şaşırdılar. Maznun:

  Bir şey mi vardı? dedi.

  Evet, cenaze...

  Ne cenazesi?

  ölmüş...

  Kim?

  öğretmen biliyor. Buyurun gelin, cenazeyi yıkayın.

  Geceleyin cenaze yıkanmaz.

  Belki ölmemiştir; gelin, okuyun.

  Peki Muhtar'a haber verin, beraber gidelim.

  Muhtar'a ne lüzum var?

  Hayır Muhtar da gelsin. Üç kişi bakıştılar. Biri:

  Peki verelim...

Dönüp giderlerken biri, bir şey saklamağa çalışıyordu.

Maznun kendi kendine söylendi:

  Yâ Rab bu ne iştir? İslâm memleketinde İslâmlar mahkûm. Silâh bize, ip bize, değnek bize... Son-

— 142 —

ra hata ettiğini anladı, tövbe etti. Yâ Rab şikâyet ettim, affet. Sen ne takdir edersen, ben razıyım. Affet Yâ Rab.

Kendini çok yorgun hissetti. Elini yüzüne dayayarak yan yattı. Hayret! Uyumuştu. Uyandığı zaman kolunda acı bir karıncalanma hissetti. Her taraf karanlıktı. Saatine baktı, epeyce uyuduğunu anladı. Sabah yaklaşmıştı. Kalktı şu garip yerde bir garip olarak, kimsesiz sesiyle ezan okudu. İçi yanıyordu. Bu ne haldi? Ne hayyaalessalâha ne de hayyaalelfelâha cevap veren vardı. Artık gözyaşları kurumuş bütün ıstırabı ile yüreği parçalanıyordu. Ezanı bitirince aşağı indi. Başını elleri arasına aldı. Yine son tesellisini ağlamakta buldu. Ne istiyordu? Niçin ağlıyordu? Bunları kendisi de kestiremez haldeydi.

Yine ayak sesleri duydu. Hemen gözlerini sildi. Zira gözyaşlarını düşmana değil, dosta dahi göstermek istemiyordu. Bu gelen normal bir yürüyüşle geliyordu. Maznun bekledi. Bir de baktı ki Muhtar!..

  Selâmün aleyküm.

  Aleyküm selâm.

  Haydi namazı kılalım.

Maznun kalktı, sünnete durdular. Sonra farz!.. Namazı müteakip, Muhtar'a gece gelenleri anlattı. Muhtar:                                                      *

  Onlar seni öldüreceklerdi...     .

  Nereden biliyorsunuz?

  Onlar ne haindir!.. Onların gayrimeşru eğlencelerine iştirak etmezsen sana hayat hakkı yok.

  Ya İslâmiyet?.. Muhtar bir kahkaha attı:

  Ne tslâmiyeti be, Ebû Cehil'den İslâmiyet sorulur mu?

— 143 —

  Siz her şeyi biliyorsunuz.

  Bunlar bize neler öğretmedi ki? Onları görüp dinimizin kıymetini anladık.

  Anladınız demek?

  Tabiî, dün benimle münakaşa ettiler; senden dolayı «o deliyi kovarsan kov, yoksa ölüsünü götürürsün»  dediler. Ben hilelerini anladım. Senin haberin var mı? Sabaha kadar benim oğlanlar burada nöbet beklediler. Eğer o herifler senin kılına dokunsalardı, çifteyi ateşlemiştik.

  Allah, Allah! Neler oluyor?

  Oluyor ya, sen uyu.

  Sağ olun.

  Ne ise bize tefsir oku bakalım, yasak nasıl olurmuş?..

  Peki, bu yatsıyı müteakip başlayalım. Maznun o günü heyecan içinde geçirdi. Nihayet

yatsı namazına köylüden üç kişi daha geldi. Bunlardan biri öğretmendi. Muhtar:

  Muallim Bey, gördün mü tefsir okumak yasakmış?

  Yasak olur mu?

  Nah, Maznun diyor.

  Yanlışı vardır.

  İsbat ediyor.         »

  Etsin görelim.

Maznun kaim ciltli bir kitap çıkardı, ortaya koydu:

  Buyurun, bu kitabın neresine bakarsanız bakın, tefsir olduğuna siz de karar vereceksiniz.

Muhtar ortadaki kitabı kendine çevirdi ve yaprakları açmaya başladı.

— 144 —

  Bismillâhm   hikmeti;   Namaz;   Haşir;   Kader, îmân... Evet, bakın âyet ve hadîslerle izah ediyor.

öğretmen istemeye istemeye:

  Peki, bir parça okuyun bakalım... Muhtar:

  Evlâdım, izah et.

Maznun kitabın açık sayfasını dinleyicilere gösterdi:

  Bakın, burada bir âyet-i kerime yazılı. Altında bu âyetin izahı yapılıyor. Anladığıma göre: Peygamberimiz (S.A.V.)  Müslümanlara kulluğun esaslarını öğretirken, îslâmiyeti tebliğ ederken, onlardan bir ücret ve mükâfat istemiyordu. Zaten, âyet-i kerîmede Allah (C.C.) buyuruyor ki: «Ben sizi ibâdet için hal-ketmişim, bana rızk vermek için değil!»  Demek ki, Allah bizi yaratmış bize pek çok şeyler vermiş, bunlara karşılık (ücret olarak) sadece, ibâdet istiyor. Yâni; O'nun emir ve yasaklanna uymamızı istiyor. Peygamberimiz   (S.A.V.)   de, bizim dünyada ve âhirette ¦ en iyi şekilde yaşamamızı temin için çalışmış, Îslâmiyeti tebliğ etmiş, buna karşılık (kendisi için) hiç bir şey istemiyor. Ne istiyorsa Allah için istiyor.

Fakat insan, rızkından endişeye düşüyor. İhtiyacını değil, fazlasını kazanmak gayreti içinde kulluk vazifelerini unutuyor. Âyet-i Kerime ne buyuruyordu: «Siz bana kulluk edesiniz diye yaratıldınız. Bunu unutursanız, yaratılışınızdaki sır kaybolmuş demektir.» Allah'ın emir ve yasaklanna uyarak rızık için çalışırsak; bu bir ibâdettir. O'nun emir ve yasaklannı unutur; haram, helâl demeden çalışırsak, kulluğumuzu unuturuz! Rızık Allah'a aittir. O'nun taahhüdü altındadır.

— Çok şükür, çok şükür... Devam et yeğen.

— 145 —

F. : 10

Maznun okudu ve yer yer-izah etti. Bu arada karşılıklı konuşmalar da oluyordu.

Muhtar'la arkadaşının, can kulağı ile dinlemelerine çok içerleyen öğretmen, yine kendisini dinlettirmek için, dinden bahsetmeğe karar verdi:

  Efendim, Peygamber bir âyetinde buyuruyor ki, zaman sana uymazsa sen zamana uyacaksın.

Biraz durdu, sözünün tesir derecesini anlamak istedi. Maznun dizlerinin üzerinde oturuyordu, bu sefer bağdaş kurdu. Muhtar, Maznun'un bir şeyler söylemek istediğini anlamıştı. Zaten öğretmenin hatasını o da yakaladığından; Maznun'a işaret etti:

  Konuş!..

  Peygamberin âyeti olmaz, hadisi olur. Zamana gelince o, bir deniz gibidir. Her hayat sahibi, ömrü nisbetinde onun   üzerinde seyreder.   Eğer zamandan kasıt insanlar ise; yâni, bütün insanlar sana uymazsa sen onlara uy, demek isteniyorsa, gayr-ı îslâmi haller içinde ahlâksızlaşan bir topluluğa giren Müsl umanın hemen ahlâksızlaşması arzu ediliyor ki, bu Asr-ı saadete aykırıdır. Müslüman, ahlâksızları taklit etmez, onların ıslahına çalışır. Müslüman; cahil içinde cahil, tembel yanında tembel olmaz, yâni «herkes böyle, ne yapalım» diye acze düşmez, çalışması ile, ilmi ile, halka mânevi önder olur, yol gösterir.

Maznun'un pürüzsüz konuşmasını dinleyen Muallim, ipliği pazara çıkmışlar gibi, telâşlı ve şaşkın bir eda ile:

— Vakit çok ilerledi. Gidelim, zaten bu mevzular da bitmez... Diyerek kalktı gitti.

Köyde Maznun'un çalışmaları müsbet netice verdi; bir ateşböceği gibi girdiği bu yerde, nurun ne olduğunu anlattı. Ve herkes de anladı ki, bizi kör eden dalâletin zulmeti imiş...

— 146 —

Sağlam Kafa

Maznun bu köyde böylesine çalışmalar yaparken, derenin ötesindeki köyde, daha başka türlü çalışanlar vardı.

Dalâletin zulmeti içinde kalan bir kısım aydınlar, hem doğru yolu bulamıyorlar, hem de başkalannm sapıtmasına yardımcı oluyorlardı. Çünkü onlar dinsiz bir medeniyet getirmeye kararlıydılar. Sanki böyle bir vazife ile buralara gönderilmişlerdi.

öğretmen dedi ki:

  Nahiyemizin   merkez   köyünde,   bir   hürriyet meydanı bulunması lâzım?..

Muhtar:

  Güzel söylüyorsun Muallim Bey, lâkin bu verimli topraklan futbol sahası yapmak akıl kân olur mu dersin?

 Futbol sahası değil, orası hürriyet meydanı olacak, dedim ya!.. Hem futbol deyip geçme. Futbol demokrasinin merkezi ve dünyanın en ileri memleketi olan İngiltere'de icat edilmiştir. Aynı yollardan gitmezsek medeni olamayız. Biliyorsun sağlam vücutta sağlam kafa bulunur.

— 147 —

  Muallim Bey, sormak ayıp olmasın; içimde de kalmasm hele bir sorayım, sen bilirsin: Sağlam vü- j cutta sağlam kafa bulunur diyorsun...

  Tabiî!..

  Hani bizim mandaların vücutları da sağlam,] kafaları da sağlam, bunu mu demek istiyorsun?

  Canım, kafası işleyecek!..

  İyi ama, futbol oynıyanların çoğu tahsilini ya-J rıda bırakıyor.

  Olur efendim, olur. Ne acelecisiniz? Biz bu işii daha başlangıcındayız...

  Bekleyelim...

  Onu bir tarafa bırak. Bu hürriyet meydanı ol mazsa ben kaymakamın, müdürün, müfettişin yüzü-| ne nasıl bakarım? Medeniyete ayak uydurduğumuz! nasıl isbat etmiş olabiliriz? İmkânı yok. Bu olacak!..

¦— Olmasın demiyoruz Muallim Bey, olsun, lâkii ekilmeyen bir yeri meydan yapalım. Şu Sarı Tepenii yamacını münasip görün...

  Olmaz!  Orası köyden uzak. Bayramda orays kimse gelmez. Hem orayı, bu işe tahsis etmemiz de-3' mek, hürriyete kıymet vermememiz demektir. Başınla mı oynuyorsun?

İşin içine «baş» girince, Muhtar ürperdi:

  Hâşâ, hürriyete kıymet vermez olur muyuz?

  öyle ise Cici Anne denen o kadının tarlasını bu işeı. vereceğiz.

  Etme Muallim Bey, kadıncağız duldur; bir tek oğlu  var askerdir,  gel  otlağın  bir  kısmını meydan edelim; onu alma.

  Gidip kırlara mı heykel dikeceğiz? Orada mı nutuk çekeceğiz; Büyüklerimizi orada mı ağırlayacağız?

— 148 —

  Kadıncağızın başka tarlası yok. O tarlayı alırsak aç kalacak.

Tombul yanaklı, vurdum duymaz Muallim coştu:

  Hürriyet için canımız feda olsun. Bir kişi aç kalmış, ölmüş çok mu?

  Aklım yatmadı...

  Aklın yatmadı ise ben yapacağımı biliyorum. Hürriyete karşı geldi, medeniyet düşmanı diye seni rapor edeceğim. Hacı İlyas gibi kaybol ki göresin.

  Etme, Allah'tan kork. Çoluk çocuğum var. Beni mahkeme kapılarında süründürme.

  Sen bilirsin. Çabuk cevap bekliyorum: Ya evet, veya hayır...

  Peki, dediğin olsun.

  İşte bu. Muhtar dediğin böyle olur. Ne mızık-lanıp duruyorsun? Artık sen, bu köyün değişmez muhtarısın. Seçim meçim lâf, iş bizim elimizde.

  Eee, şimdi ne olacak?

  Çaresizler gibi kafanı kaşıma öyle. Her şeyin bir kolayı var, sen hemen şimdi bir yazı yazacaksın: «Şuradaki tarlayı hürriyet meydanı yapmaya, ilericiliği benimsemiş   köyümüz ittifakla karar   vermiştir. Yüksek makamlarınızca kabulünü arz ve rica ederim.» Altına Cici Anne'nin, senin ve ihtiyar heyetinin imza ve mühürleri...

  Olur mu dersin?

  Oldu bitti. Haydi şu işi bitir, akşam gel ki müdürlükte «aslan sütü» içelim.

  Oldu olacak şu (hürriyet) neymiş Muallim Bey? Onu öğrenelim.

  Sonra anlatırız, şimdi sırası değil.

*** — 149 —

Nahiye Müdürü merakla sordu:  .

  Ne oldu Yalçın?

  Müdür Bey, böyle işlerin lâfı mı olur? Biraz sonra dilekçe size gelecek, imzalayın yeter.

  Yaşasın   Cumhuriyet   öğretmeni?   Bravo, dünyanın en başarılı öğretmenisin.

  Sen de müdürü...

  Tabiî, ikimiz birbirimizi bulmuşuz. Gel tebrik* edeyim.

Nahiye Müdürü ile öğretmen öpüştüler. Laubali, bir tavırla sordu:

  Bayram konuşmasını hazırladın mı?

  Kaç gündür ayna karşısında prova yapıp duruyorum. Müdürlük kolay mı?..

  Benimki de hazır.

  Çok uzun olmasm.

  Değil.

  Eminim ki, müfettiş ve kaymakam işimizi çok, beğenecekler. Belki de bizi terfi ettirecekler. Ben şehre tâyin olayım yeter.

  Ben de tapu memuru olmak istiyorum.

  Nahiye Müdürlüğü daha iyi değil mi?

  Değil. Para yok. Hep yoğurt, yumurta getiri-4 yorlar. Onları da satamam, halbuki tapu öyle mi?

  Güzel, bana da bir arsa uydur...

  Ayıp ettin, seni unutur muyum?

* * *

Nahiye Müdürü, Muallim ve Muhtar üçlüsü, Cici Anne'den tarlayı aldılar, sonra orta yerine beton döktüler ve üzerine bir büst yerleştirdiler. Gerek büstün açılması, gerekse bayram merasimini bir araya getirdiler.

— 150 —

ömrü «evet efendim» le geçmiş Nahiye Müdürü, ilk konuşmayı yaptı:

  Sayın ânlirlerim, kıymetli büyüklerim, değerli misafirlerimiz,   vatandaşlarım   ve   yarının   büyükleri olan talebelerimiz!

Bugün mutlu günümüz. Mutluyuz! Asırların elimizden aldığını geri aldık, şimdi burda toplanmış bulunuyoruz. Orta Çağın tahakkümünü, cehaletini yıktık. Laisizmde kısa zamanda uzun mesafeler kat ettik.

  Yaşa, bravo!..

  İki gözün avucuma gele!..

  Etme Cici Anne, seni asarlar.

  Assınlar, aç kaldım!..

  Avrupa'nın iki asırlık medeniyetine çeyrek asırda yetiştik. Biz bu işin çilesini çektik. Siz yavrularımız, sizler sefasını süreceksiniz, istikbale ümitle ba-kın, emniyetle yürüyün!..

  Varooooool!..

  İki gözü avucuma gele, ekmeğimi elimden aldınız. Asker oğlumun harçlığını kestiniz. Şehid kocamın hediyesini çiğnediniz.

  Cici Anne yavaş söyle, seni hapis ederler.

  Etsinler, başlarını yesin, tarlamı istiyorum.

  Asil Türk Milleti medeni bir millet olduğunu ortaya koymuş, örümcek kafalıları bir yana itmiştir. Artık hürriyet devri!.. Gençler, vatan sizlere emanet olsun, ne mutlu Türk'üm diyene!..

  İki gözün kör olsun! Tarlamı, tarlamı!..

Cici Anne'yi kaymakamın jipine attılar, motorlu vasıtayı nâdir gören köylülerin hayret nazarları arasında alıp, götürdüler. Hemen Muallim Bey kürsüye fırladı.

— 151 —

  Saym dinleyicilerimiz, size şunu müjde vereyim ki, hem bir kadirşinaslık, hem de teşekkürlerimizi arza sebep olacak, bu meydam bize hediye eden ve bu mutlu toplantımıza sebep olan Hürriyet Kahramanı Sayın Cici Anne'mizi taltif etmek için Sayın Kaymakam Bey, hususî arabasıyla onu konağına göndermiştir. Huzurlarınızda köylümüz adına kendisine teşekkür etmeyi borç bilirim.

  Yaşa, varoool!..

Jip geri geldi, bu sefer de kaymakamı ve arkadaşlarını götürdü. Salonda Cici Anne ile karşılaştılar. Kaymakam sordu:

  Ne var, anne? Bu mutlu günümüzde niçin ağlıyorsun?

  Tarlam, tarlam...

  Ne olmuş tarlana? Onu hürriyet meydanı yaptılar. Adın tarihe altın harflerle yazılacak. Sen büyük Türk anasısm.

  Aç kaldık, oğlum asker. Ne ekip, ne yiyeceğiz?

  Onu mu dert ediniyorsun? Al şu iki buçuk lirayı. Gerisini hazineden ödeyeceğiz. Sen o parayla üç tane tarla alırsın. Oğlunu da evlendirirsin.

Cici Anne bu sefer dua etmeğe başladı:

  Allah devlete, millete zeval vermesin. Allah tuttuğunuzu altm etsin.

  Tabiî, tabiî! İşte böyle. Sen üzülme. Haydi jip seni evine bıraksın, gelsin!..

¦ * *

Nahiye Müdürü, öğretmenler ve jandarma onba-şısıyla bir de köyün ileri gelenleri elele vererek köylüyü medenî etmeğe çalıştılar. Haftada bir gün çal-

— 152 —

gılı toplantılar tertiplediler; içtiler, çaldılar, oynadılar. Okulda piyesler düzenlediler; kızla erkeği kolkola oynattılar. Her türlü İslâmî yasaklara karşı çıkmayı (medenîlik) olarak sahneye koydular. Bir de ufak jeneratör aldılar, haftada üç gün film gösterdiler. Bilhassa Vurun Kahpeye, öldüren Dudaklar, Bir Geline Yedi Koca gibi fimleri getirdiler. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi köy odasında yahut surda burda imama sataştılar.-              ı

  İmam Efendi bu boş lâfları bırak, aspirin yahut iğne yapabiliyor musun? Sen ona bak!

  Siz yapıyor musunuz?

  Biz yapacağız.

  İnşallah.

Böylece, sen, ben dâvası sürüp gidiyordu. Karşı tarafın ağzı kalabalık olması İmam Efendi'nin itibarını sarsıyordu. Köylü, öğretmenle Müdüre kanmıştı.

  Ne diyon gardaşım, konuşuyo herifin oğlu... Deyip, o da onlarla iki kadeh atmayı ve fırsat

buldukça altmışaltı oynamayı becerirdi. Böylece büyük adam olduğunu zanneder, ceketi omuzuna atar, elinin birini kayışının altına sokar, şapkasının siperliğini de yukarı kaldırır, gücü yettiklerine bağırırdı:

  Hasan! Senin dana bizim ekine yakın gezmiş, onu yakalarsam bacaklarını kırarım.

  Ekine dalmamış ya, daha ne diyorsun?

  Bak dilin de çıkmış, ağzını yırtarım ha!.. Adamcağız başını sallayıp yoluna devam ederken;

içinden söylenir:

«Ne oluyor bu adamlara? Müdür'le, Muallim'le, Onbaşı ile iki kadeh attılar mı kral kesiliyorlar!..»

Müdür'le kâğıt oynamanın faydası bu kadar değildi. Eve gelince:

  Giz gıravatımı ver sehere gideceğim.

— 153 —

  Ağam o denli süslenme, seni gızlar kaçırır.

  Gızm da lâfı mı olur. Bizim Müdür'ün elinde on dâne var. Hele seherdeki müdürler?..

  Allah belâlarını versin. Onun bunun namusuyla ne diye oynuyorlar?..

  Senin anlın ermez saçı uzun. Garı dediğin çarıktır. Tuttu mu atarsın.

  Allah'dan gorhun!..

  Sus senin ahlın medeniliğe ermez, bir de dır-lan durun. Ben böyük adamım. Müdürle aynı masada oturun, içerin.

  Ağam bu yol dikenli yol. Etme eyleme bu heriflere uzah ol.

  Giz, kocanın medeni olmasını istemen mi? Nah, senin Hasan'a bir bağırdım, herif guyruğunu girdi gitti. Dün de Onbaşı'nın yiğirmi beş papelini aldım. Ama garagolda beni falakaya yıkmasın denli geri verdim. Ne edecen bu kadar olur. Hem böyle edince Müdür dedi ki; «anlayışlı adamsın» onu da tav ettik demek. Yarın Hüseyin'in    kavağını keser satarım.    Bakayım kim ne diyecek?

  Ağam etme! O gırgavatlı adamlardan uzah ol. Adam dövmek, onun bunun malım kesmeg medenî-ligse, uzah ol!..

  Haydi dırlama! Gidiyon, var mı diyecen?

  Ne zaman gelecen?

  Seherdeki Müdür bilür...

Neticede Islâmiyete hücum edilmesine sebep olan bu tip Müslümanların sayısı gün geçtikçe arttı. Böylece Müdür ve öğretmen muvaffak olduklarını anlayıp, seviniyorlardı.

Seneliği yüz kilo buğdaya tutulmuş imam; cema-atsızlık karşısında köyü terketti. Köyün yüksek ye-

— 154 —

rinde olan caminin sıvalan döküldü ve örümcek yuvası haline geldi. Tabanındaki hasırlar ve palazlar tozdan görülmez oldu. Dolaptaki cüzleri güve kesti...

Eğitim meydanında istirahat eden erlerden bjri, elini kulağına atmıştı:

Bir emir geldi asker yürüdü Ufacık dağları duman bürüdü...

  Abdullah Cici, mektup!..

  Yaşa onbaşım, benden bir çay. iç!.. Abdullah tüfeği koluna astı, acele acele zarfı açıp

mektubunu okumağa başladı:

«Tarlayı hürriyet meydanı yaptılar. Ortasına ^taş döşediler. Bir de heykel koydular. Kaymakamlıktan iki buçuk lira verdiler. Yine vereceğiz, dediler. Amma ses seda çıkmadı. Dana hastalandı diye kesmişler. Harmanda dört kile buğday vereceklermiş. Sana kazak ördüm, giyersin. Silâh tutan ellerin üşür diye eldiven de...»

Abdullah'ın kaşları çatıldı.

> «Oğul azımı çoğa tut. Sen gelince yüzüm gülecek. Anan er mi gördü, gün mü gördü? Şehid babanın hediyesi sensin, beni mektupsuz bırakma.

Oğul dağlara kar düştü gel. Gönüle yâr düştü gel İyi günün dostları                         

Kötü günüm geldi gel!»

Anan

— 155 —

Abdullah derin derin düşüncelere daldı. «Demek tarla da gitti, neyimiz kaldı. Bana artık kim kız verir? Bütün bu işler Muhtar'ın başının altından çıkıyor. Tabiî akrabası var, parası var... Amma alacağı olsun!»

  Safta toplan, marş marş!

Abdullah tüfeğini kaptığı gibi yıldırım hızıyla, safta yerini aldı.

  Hizaya geeeel!..  Sağa dön. Dağbaşı marşıyla uygun adım marş!

«Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar.»

  Abdullah ayak uydur.

  Abdullah marş söyle...

  Bölük dur! Paydos!

  Sağ ol!

Bu defa Abdullah eli kulağa attı:

«Oğul oğul, karşı dağın kurdu var. Kurdu gitmiş, çöl kalacak yurdu var, Her yiğidin gönle göre derdi var, Benim derdim hiç birine benzemez.»

  Abdullah, dertlisin?..

  Sorma izin alıp gideceğim.

* ¦ *

Tren, akşam ezanı okunurken şehre girdi. Abdullah'ın köyü buraya onbeş kilometreydi. Askerlikte boyacılık yapmıştı. Biriktirdiği bu parayla bir fayton tuttu. İnişli yokuşlu köy yolunda, koyu gölgeli ağaç siluetlerinin arasından geçerek köye vardı. Doğruca Muhtar'ın evine gitti. Kapıyı çaldı.

— 156 —

Muhtar, Müdür ve Muallim, birlikte içiyorlardı. Yine bir (asalak) gelmiştir, diye Muhtar isteksiz kapıya gitti.

  Kim o?

  Ben, Abdullah.

Muhtar kapıyı açtı, eşiğe dikilip sordu:

  Ne istiyorsun?

  Tarlayı.

Bu cevabı alacağım biliyordu. Muhtar:

  Anan onu hediye etti.

  Aç insanın hediyesi olur mu?

  Git derdini valiye anlat.

  Al!..

  Ah!., öldüm!..

Bu kelimeleri ancak inleyerek söyledi ve eşiğin üzerine yığıldı.

Abdullah faytonu geri göndermişti. Bu sebeple yaya olarak şehre inmeye karar verdi. O kimseye müracaat edemedi. Etse de bir fayda gelmeyeceğine inanmıştı. Adam kayırma, rüşvet, sonra tehditler, kavgalar...

Bütün bunlar ona bu karan verdirmişti. İdarî makamlara müracaat etmeden, içine düştüğü bu ümitsizlik, onu cinayete sürüklemişti. Ve Muhtar'ı bir bıçak darbesiyle öldürdü.

Müdür ve Muallim biraz daha içkiye devam ettiler. Muhtar'ın geç kalmasını onun saygısızlığına ve cahilliğine hamledip, «işte buralarda çalışmanın zorluğu, bu kaba insanların yüzündendir...» diye dertleş-tiler.

Yani insan, Müdür ve Muallimi bu kadar yalnız bırakır mı? Sonra kalkıp, kapıya çıkınca yerde Muhtar'ın yığılmış cesediyle karşılaştılar. Hemen köyü aya-

— 157 —

ğa kaldırdılar. Feneri alan, çıra yakan dışarı koştu, jandarmalar geldi Köylüyü Hürriyet Meydanı'nda toplayıp saydılar. Herkes tamamdı. Peki kim vurabilirdi? Cinayeti bilen ve gören yoktu, neydi, ne olmalıydı? Cici Anne:

  Ahım tuttu, dedikçe^ jandarma onbaşısı:

  Bir yumruk vurup geberteceğim, başıma insan sayacaklar!.. Diyordu. Nihayet:

  Olsa olsa, bunu San Yusuf yapmıştır, diye onu karakola götürdüler:

  Söyle ulan, Muhtar'ı sen öldürdün!

  Kur'ân'a el basarım, yok!

  Muhtar senin kavaklarını kesti diye sen de onu utanmadan öldürdün.

  Değil, vallah değil, billâh değil. Vurmayın, ben yapmadım. Ayaklarınızı öpeyim, yeter, vurmayın ben uyuyordum, yapmadım, yapmadım.

  Bayıldı.

  Bekleyin,  ayılınca  yine!..    ki  söyleyinceye kadar...

Telefon zili uzun uzun çaldı.

  Buyurun nahiye merkezi, ben onbaşı.

— Evet, Muhtar'ı vurdular. Lâkin kaatili yakaladım.

— Olamaz efendim kaatil karakolda, yarın size teslim edeceğim.

  Yaâ! Kendisi mi söylüyor. Nasıl olur, o askerdi.

  Başüstüne!..

158

  Emredersiniz, başüstüne!..   »

  Başüstüne efendim, yaparım.

  Varırım efendim.

  Aranm efendim.

  Gelirim, emredersiniz.

  Serbest bırakırız, def hal efendim.

  Kalk Yusuf Efendi, anan seni gadir gecesi doğurmuş, kaatil yakalanmış.

  Kalkacak halim mi var? Onbaşı:

  Olur böyle işler. Geçen gün sen de Müdür'e sövdün biz bir şey demedik...

159

Sıçrayan Kıvılcım

Nuri kaldığı yerin kapısını açarken bekçiler tarafından alınıp, karakola getirilmişti. Orada üzeri arandı, bir arkadaşının adresi çıkmıştı. Komiser «Tahkik edilsin» demişti.

İşte bu adresin aranmasına karar çıkarıldı. Hani eskiden ahşap evlerden biri tutuşunca, ondan fırlayan bir kıvılcım, diğerlerini de yakmaya kâfi geliyormuş ya... İşte öyle: Bir maznunun cebinden çıkan adres, diğerini MAZNUN etmeye yetiyordu.

Alman karar gereğince bir polis arabası geldi ve bir evin önünde durdu. Polisler inip eve doğru yürürken, sokağın iki başı da emniyet kuvvetlerince tutulmuştu.

Küçük çocuk gelenleri görünce, hayret ve korku ile:

  Aaa anne, adamlar geldi!..

  Kimmiş o adamlar, kız?

  Ne bileyim, bak hele...

Kadın, yaptığı biber dolmasını olduğu gibi bıraktı, kapıya koştu. Bir yandan da başını iyice kapatmağa çalışıyordu:

  Adam değil, desene polis!..   • Bunu duyan komiser gürledi:

160

  Ne demek istiyorsun be kadın, biz adam değil miyiz?

  Değilsiniz tabii...

  Ya neyiz, hayvan mıyız?

  Yo, öyle demedim. Yâni siz efendisiniz ya... Onu dedim.

  Ne ise, sonra görüşürüz. Söyle bakalım, kocan nerede?

  Namaz kılıyor.

  Camide mi?

  Hayır evde!..

  Yani içerde?..

Kadın başını salladı ve geri çekildi.

  Âlâ; demek içeri girebiliriz.

Küçük kız kapının arkasma sinmiş, polislerin içeri dalmasından korkup, altını kirletmişti. Böylece onun korkusu ikileşti: Polisler ve annesi...

Polisler içeri girince, iki oda, mutfak, hela, banyo ve bir holden ibaret olan evin, hemen hemen her kapısını açtı. Komiser odaya girdi ve namaz kılan ev sahibiyle karşılaştı. Onu alaylı bakışlarla süzdükten sonra, elindeki evrak demetini Napolyonvâri pantolonuna vurdu ve etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Bu arada namazını selâmlayan muhatabına komedi artistleri gibi hitab etti:

  Oooo, cumhuriyet çocuğuna, doğrusu bu sarık, bu cübbe pek yakışmış. Böyle Mevlâna cübbesi giyip, şeyhülislâm sangı sarasınız diye mi bu devlet sizi okuttu?

  Kıyafetin ilimle olan ilgisini anlayamadım!

  Bu basit şeyleri anlamıyorsun da okuduğun ki-taplan nasıl anlıyorsun?

  Onlar ilim!..

  Ya bizimki?..

161 —

F.: 11

  Galiba mizah...

  Ya, demek öyle... Kapıda karından yediğimiz papara yetmiyormuş gibi, bir de sen!.. Ama görüşürüz.

Ayağını hiddetle döşemeye vurdu.

  Biliyorsun evini aramaya geldik.

  Biliyorum.

  Nerden biliyorsun?

  Şimdiye kadar olanlardan.

  Senin evin daha evvel hiç arandı im?

  Hayır.

  Ya?

  Arkadaşlarımınki arandı.

  Demek bütün aranan evler senin arkadaşların?

  Esrar için, kaçakçılık için, hırsızlık için, zina için, kalpazanlık için aranan evler hariç...

  Biliyoruz canım, siz...

Komiser ciddileşip, gerdan kırdıktan sonra devam

etti:

  Siz namuslu insanlarsınız. Bunu kabul ederim.

Tek suçunuz dinî eserler okumak...

  Mahkeme olmadan, suç isnadı doğru mu?

  Görüyorsun ki savcı buna suç diyor. Hâkime gelince, bu diğer hâkimlere benzemez;  sizi içeri tıkacak!..

  Yani peşinen mahkûmuz.

  Ne ise, lâfı uzatmayın, derdinizi savcıya anlatırsınız...

Komiser bu son cümlesini iğne gibi sokmuştu. Sonra holdeki gürültünün sebebini anlamak için kapıyı araladı. Polis bir sandığı açmaya çalışıyordu.

  Dur, dedi.

Sonra ev sahibine dönerek:

  Bu ne?

  Koli, arkadaşıma göndereceğim.

  Adresi?..

  Buyrun.

  Haa, bize bu lâzımdı; şimdi söyle bakalım kolinin içinde kitap var mı? Varsa açmadan savcıya hediye olarak götürelim...

  Yok!

  Gerçi siz doğru konuşursunuz, fakat biz yine vazifemizi yapalım... Polise döndü:

  Sandığı aç!..

Polis eline geçirdiği keseri vura vura sandığı açtı. Bu arada iki tahta da kırıldı:

  Yün, hurma, çocuk ayakkabısı ve...

Polisin «ve» diye takıldığı şey bir matbu karttı. Bunda mücâhede-i imâniye derslerinden bir parça yazılı idi.

Hemen okumaya başladı:

BİR TEK GAYEM VARDIR

«O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlemi İslâmın imân esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben, bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imâna davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücâhedem ile inşallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni, bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki bolşevik-ler olsun! Bu imân düşmanlarına karşı mücâhede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukad-

— 162

— 163 —

des bir gayedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahını ve memleketin imânına, Allah'ın birliğine hizmet edeyim.»

Kartın arkasını çevirdi ve okumaya devam etti:

«— Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahat ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz. Yok, yok sef ihâne taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz! Agâh olunuz ki siz ahlâksız-casına ittiba ettikçe, hamiyet dâvasında yalancılık ediyorsunuz?.. Çünkü şu surette ittibaınız, milletinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır...»

«Kandilinizi tebrik ederim»

Komiser manâlı manâlı ev sahibinin yüzüne baktıktan sonra polise döndü:

  Ver onu!

Aldı ve elindeki evraklann arasına yerleştirdi. Sonra yüksek sesle bütün polislere emir verdi:

  Evi sıkı bir şekilde arayın! Yine ev sahibine döndü:

  Başka kitapların var mı?

  Var.

  Aferin, onları getir!..

Adam yüklüğün yanındaki dolabı açtı ve içinden bir kucak kitap çıkardı. Bunlar Kur'ân yazısı ve Lâtin yazısı ile yazılmış çeşitli ebadda kitaplardı.

Bir polis geldi:

  Şefim, hamam arandı, bir şey bulunamadı?

  Şu kitapları cipe taşı.

164

— Emredersiniz!..

Ev baştan başa aranmış, bu sebeple göç yerine dönmüştü: Yataklar ortada yığılı, kilimler toplanmış, dolaplar açılmış, kadıncağızın çöhiz sandığı bile ortaya dökülmüştü...

Fakat en zor arama mutfakta oldu. Mutfağa giren polis, evin hanımını orada gördü. Önünde bir tencere vardı. Tencere yarıya kadar biber ve kabak dolmaları ile dolmuştu. Polis düşündü: «Bu geniş tencerenin dibine bir kitap yerleştirilemez mi?» Burada bir kitap bulsa kkn bilir şefi ona nasıl aferin çekecekti. Sonra arkadaşlarına anlatacaktı:

  Biber dolmasının altından kitap, vesika bulmuş adamım!..

Bu sebeple tencereyi kadının önünden aldı, tepsiye ters çevirdi. Kadın mes'eleyi anlayamadığından müdahale etti:

  Biber dolması tepside pişmez, tencerede pişer, güveç olsaydı daha iyi idi.

Vazifesine müdahale edildiği için polis bozuldu ve gürledi:

  Vazifeme karışma kadın!

  Vazifen dolma pişirmek mi?

  Saçı uzun, aklı kısa demişler... Biz dolma mol-ma pişirmiyoruz, kocanın suç âletlerini arıyoruz anladın mı?..

Kadın, biber tenceresinde suç unsuru arayan polisten irkildi ve çekilerek bir köşeye sindi.

Polis, yoğurt bakracının içine elini soktu bir şeyler aradıktan sonra, yıkamak için bir marşaba su aldı. Bu anda, komiser mutfak kapısına dikildi:

  Ne yapıyorsun? Arama bitti mi?

Polis, hürmetkar bir hal takınarak tekmil verdi:

— 165 —

  Erzak dolabı arandı, bir şey yok. Biber tenceresine bakıldı ve yoğurt bakracı kontrol edildi: Şimdi şefim, yağ tenekesini kontrol edeceğim, sonra bulgur torbasını...

Komiser gülerek:

  Tamam tamam, gidelim. En iyi aramayı sen yapmışsın...

Hepsi holde toplandılar. Komiser ev sahibine dönerek:

  Niçin cübbe ile sarığı çıkardın?

  Onları namaz için giymiştim...

  O kıyafetle karakola gitmen lâzımdı...

  Yani mahallenin bütün çocuklarını peşime takıp bir delide buldukları eğlenceleri bende buldurmak mı istiyorsunuz? Yoksa, asırlarca Türk-İslâm tarihini yapanların kıyafetlerini şahsımda tahkir etmek mi?.. Yahut, delileri, sarhoşları, fahişeleri üstüme güldürmek mi?..

  Ooo, sen çok güzel konuşuyorsun, ama bunların cevabını karakolda vereceğim...

Bu sırada kapı çalındı. Komiser, öfkeli adımlarla kapıya gitti, gelen şahsa:

  Kimi arıyorsunuz? diye sordu.

  Arkadaşımı ziyarete geldim.

  Buyrun.

Ziyaretçi içeri girdi. Fakat beklemediği bir halle karşılaştığı halinden belli idi. Ne yapacağını şaşırmıştı. Geri dönse imkânsız, ileri gitse nereye ve nasıl? İnanca inen yumruğun, bu baş döndüren halinde, yine ilk konuşan Komiser oldu:

  Bunu tanıyor musun?

  Evet.

  Sen de!..

— 166 —

Ziyaretçi kendini toparladı, âdeta mukabil hamle tavrınr takındı:

  Evet. Gayet iyi, namuslu ve güvenilir bir arkadaştır.

  Yaaa, öyle mi?..

Polislere döndü, sonra birine işaret ederek: .

  Arayın şunun üstünü.

Polis ziyaretçinin karşısına geçti ve:

  Ellerini yukarı kaldır! dedi.

Resimlerde gördüğümüz gibi, Kore harbinde Çinlilerin ellerini havaya kaldırıp, esir olmalarına benzer bir tablo meydana geldi.

Cepler, koltuk altları pantolon paçaları, ayakkabı içleri arandı.

  Şefim, adres defteri...

  Al!..

  Şefim, Arapça yazılı bir kâğıt...

  Al!..

  Şefim, bir fotoğraf.

  Al!..

— Şefim, arama tamam.

  İkisinin ellerini birbirine bağlayın, karakola!.. Ziyaretçi itiraz etmek istedi:

  Ben arkadaşımı ziyarete geldim.

  Anladık, anladık!.. Zaten onun için ellerinizi birbirine bağladık ve onun için sizi içeri atacağız ki; birbirinize doyasınız...

Ev sahibi ile ziyaretçi, yüzyüze bakıştılar. Ev sahibi mırıldandı.-

«Senden hoştur bana gelen Ya gonca gül yahut diken Ya hayattır, ya da kefen Nârın da hoş, nûr'un da hoş!» Ve tereddüt etmeden yürüdüler.

— 167 —

Mutfağın kapışma yaslanan evin hanımı titrek bir sesle konuştu:

  Allah'a emanet olun!..

Polisler manâlı manâlı birbirlerine baktılar. Fakat en can alıcı nokta, kapının arkasına büzülen küçük kız, sanki eriyip bitmiş ve bir çift siyah gözden ibaret kalmıştı. Uzun ve kara kirpikleri en taş yüreklileri rikkate getirecek kadar ileri uzanmış, gönüllere batıyordu. Konuşmayı ve ağlamayı unutmuştu, bir başka âlemden, sadece bu iri, kara gözle dünyamızı seyrediyordu.

Bunu gören baba bir an durakladı. Zahirdeki bu bir an, bâtında saatlerce sürdü. Baktı, seyretti, içi yandı ve bir mahkemenin bekleme salonundaki sahneyi hatırladı.-

Üstadla talebelerini mahkemenin bekleme odasına doldurmuşlardı. Bunlar hapiste iken, talebelerden birinin, bir kız evlâdı dünyaya gelmiş, şimdi birkaç aylıktı. Onu getirmişler ki, babası görsün. Yaşlı bir kadın kundağı, dar pencereden ileri uzattı. Bilmediğimiz hislerin altmda kalarak, yüzü kızaran baba, yavrusunu aldı ve Üsdâd'ına uzattı. îlâhî hazinenin hamallığında saçı ağaran Üstâd, çocuğa duâ ettikten sonra, onu babasına uzattı, babası da, kundaktaki çocuğunu maznun odasında bulundurmak istemezmiş .gibi, hemen dışarı verdi. îşte o an sanki bir şimşek çaktı ve odanın darlığı ufukların genişliğinde kayboldu. Çünkü Üstâd ileriye hamle yaparak diyordu ki:

  Hurilerden on tane karım ve onlardan yüz tane çocuğum olsaydı, vallahi, gerektiğinde hepsini imân dâvasına feda ederdim!

işte ev sahibi baba, o bir anlık zamanda bunu ha-.tırladı ve yürüdü. O da çocuğunu Allah'a emanet ediyordu. Zaten böyle emaneti O'ndan başka kim alırdı?

— 168 —

Şimdiye kadar üç - dört polisin, cip arabası ile, bu mahalleye geldikleri vâki değildi.

'Bu sebeple mahalleli evin önünde toplanmışlardı. Tabiî ekseriyetini çocuklar teşkil ediyordu. Fakat konuşanlar kadınlardı:

  Hükümete karşı gelmiş...

  Sen fakir bir adamsm, nene gerek hükümete karşı gelmek?..

  Yok  ayol,  hükümete  karşı  gelmesi  melmesi yok!.. Hocaymış onun için yakalıyorlar.

  Sakalsız hocalar da yeni türedi. Eskiden neydi öyle, yonca demeti gibi değirmi sakallar.

  Zaten denmiş ya kıyamet hocaların yüzünden kopacakmış.

—• Hocalar da olmasa din diye bijr şey kalmaz.

  Zaten var mı ki? Her şey öyle bozuk ki, edepsizlik aldı yürüdü.

  Ah sorma benim kıza söz atıyorlardı da...

  Şükret kaçırmamışlar.

  Kızımı kaçıranın kafasını kırarım, gözüme bak hanım, gözüme!..

  Kızını dövmeyen dizini dövermiş.

  Evlâdımdır, döverim de severim de.

  Susun geliyorlar!..

Elleri birbirine kelepçeli iki delikanlı önde, polisler arkada evden çıktılar. Cipe sığmadıklarından iki polis memuru yürümek mecburiyetinde kaldı. Şoför de polisti. Marşa bastı, bir daha, bir daha... Boğuldu yine kontağı kapatıp biraz da öyle marşa bastı... Bu sefer akü zayıfladığından inip, itmek mecburiyetinde kaldılar. Böylece mahallenin eğlencesi epeyce uzadı.

Kadınlar yine konuşuyordu:

— 169 —

  Gördünüz mü adamları, cip bile çekmiyor?..

  Vallahi günahları yok. Hani, şunun şurasında on senelik komşumuz, bir kötülüklerini görmedik. Kız gibi delikanlılar. Bir kadın görseler başlarını kaldırmazlar.

  Ahh, âhir zamanda iyiye fırsat verilmeyecekmiş...

  Doğru doğru; Şimdi işini yapmak mı istiyorsun, kötü olacaksın. Tapuya gittim elli lira rüşvet istedi. Dedim, ulan utanmıyor musun, daha dün sümüğünü çeke çeke bize gelir teyze diye elimi öperdin, bugün bir işimiz düştü, elli lira istiyorsun!..

  Çok ağır konuşmuşsun!..

  Canım yandı, kardeş...

  E, o ne dedi?

  Maaşı azmış, zakkum yesin!

  Maaşı azsa çıksın, bizim oğlan ona razı, o çalışsın...

  Burada melek olan, oraya geçip, üç ayda kurt oluyor. Hele Allah korkusu olmazsa...

  Oğluma söz yok. Ben onu gül gibi yetiştirdim. Görseniz bir terbiyelidir, bir terbiyelidir ki...

  Mahallemizin çocuğu, bilmez miyiz!..

  Yani biraz yaramazlığı var, demek istiyorsunuz. Gençtir, o kadar da olur.

  Hah, araba çalıştı.

  Nihayet bu zavallıların suçlu olduklarım arabaya inandırırlar. Bunlar, darıyı direğe yürütürler.

Araba sür'atle oradan ayrılırken, bütün gözler takip ediyordu. Sonra oyun bitmiş gibi herkes dağılmaya başladı ve tek katlı iki odalı, çamur sıvalı ev, terk edilmiş mâden ocağı gibi, esrarengiz bir sessizliğe gömüldü.

— 170 —

Maznunların götürülüşünü seyredenler içinde, ortaokullu ve liseli talebeler de vardı. Bunlardan beyaz yüzlü, çökük yanaklı, alnı açık olanı çok müteessirdi. «Ne oldu, ne oluyordu? Niçin polis bunların evini arıyordu? Dini kitap okumak bu kadar büyük bir suç olabilir miydi?»

Böyle pek çok cevapsız kalan sorularla eve geldi. Akşam yemeğe oturduklarında babası dedi ki:

  İslâm esaslarını öğrenip yaşayan genç Müslümanları topluyorlar. Hükümet bunlara karşı amansız bir mücadele açtı. Söylendiğine göre yakaladıklarım imha edeceklermiş...

Liseye giden oğlu buna itiraz etti:

  Mahkeme ne karar verirse öyle olur. Bunun dışında kimse kimseyi imha edemez. İcap ederse, en yüksek makam hakkında da tahkikat açılabilir.

Babası onun sözünü kesti:

  Oğlum, senin dediklerin mektepte okutulur. Dı-şarda kazın ayağı hiç de öyle değil. Paşayla.vali elele verip bunları temizleseler, kim hesap soracak?

  Mahkemeler...

  Atalarımız'demiş ki, at atın ayağına basmaz... Hem sen bilmezsin amma annen hatırlar. Cansızgilin Hacı Süleyman Hocayı götürdüler; gitti o gidiş. Vasiyetini bile duyan, işiten olmadı. Sen hükümeti ne zannediyorsun?

Bu misâl karşısında liseli sustu. İçi burkuldu. Yüz hatları karıştı. Niçin hacı, hoca kayboluyor? Niçin dindarlara bu gibi muameleler reva görülüyor?

Diye düşünürken iradesi dışında Mehmed Akif'in şu şiirini mırıldanmağa başladı:

— 171 —

O nuru gönder ilâhi, asırlar oldu, yeter! Bunaldı milletin âfâkı, bir sabah ister. İnayetinle halâs et ki dalga dalga, zalâm (zulüm

görenler)

İçinde kaynamasın çırpınıp duran İslâm! Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için, Bütün solukları feryad olan şu mahşer için. Hârim-i Kâben için, sermedi kitabın için, Avalimindeki âyâtı bîhesabm için, Nasibi dâima hüsran kesilmiş ümmet için. Şu hâk-i pâke bürünmüş semâyı rahmet için. Biraz ufukları gülsün cihan-ı İslâmuı! Hududu yok mu bu bitmez, tükenmez âlâmın?

(elemlerin)

O, çünkü âleme hâkim yegâne kudret iken, Bir inkılâp ile mahrum olunca azminden Esaretin ne kadar şekli varsa katlandı. Vatanlarında garip oldu kendi evlâdı.

Şiirin verdiği hüznün yanında, 1936 yılında vefat eden dedemizin dilini anlamamak ıstırabı, hançer gibi sineye saplanıyordu... Sonra ne demekti: «Bir inkılâp ile mahrum olunca azminden.» Ve, vatanlarında garip gezen memleket evlâtları?.. Niçin bunlar lise kitaplarına yazılmıyordu?

Böyle dipsiz kuyular onu korkutuyordu. Herkes kanunlara itâaath ve bağlı olmalıydı. Ne demek hükümet şunu yapacakmış, bunu yapacakmış? Kanunlar ne icap ediyorsa, onu yapmalıydı...

Liseli genç, ertesi sabah mektebe erken gitti. Böylece zil çalmadan evvel voleybol oynama imkânı bulacaktı. Yolda arkadaşına, dün görüp işittiklerini anlattı. Arkadaşının da içi doluymuş:

— 172 —

  Ben de senin gibi, bu mes'elelere kafamı çok taktım; fakat artık kararlıyım, medreseye gideceğim.

  Ne? Medrese mi?

  Evet, hayret edecek ne var?

  Medreseler kapatılmadı mı?

  Kitapta...

  Beni deli edeceksiniz: Madem kitapta olanlar hayatta tatbik edilmiyor, ne diye bunları okuyoruz?

  Okuyacağız! Ve düşüneceğiz: Medreseler niçin kapatıldı? Bunlar ıslah edilemez miydi? Yani açılan bu mektepler medreselerin boşluğunu doldurabilmiş midir? Ve, şimdiki medreseler hangi ihtiyaçtan dolayı açılmıştır ve bu kadar Kur'ân talebesi neden hapis yatmayı göze almışlardır? İşte bunları düşünmek mecburiyetindeyiz öyle zannediyorum ki sadece Mar-yot Kanunu, Tales Teoremi öğrenmekle bu işler yürümeyecek...

  Sen filozof olmuşsun...

  Bunu alay etmek için söyledin. Fakat ben, medreseye gideceğim...

Diğeri yine asıl mes'eleye döndü:

  Babam anlattı, Cansızgilin Hacı Süleyman mı, Hüseyin mi?..

  Süleyman! O benim büyük dayımdır. Çocuklara Kur'ân okumasını öğretiyor diye alıp götürmüşler; bir daha dönmemiş.

  Sen de medreseye gider, öyle olursun?

  Ben bu tahsili dayım için yapıyorum. Büyük adam olacağım ve dayımı arıyacağım.

  Dayını mezarlıkta araşan daha isabetli hareket etmiş olursun!..

  O'nun şu anda ölü olduğunu biliyorum. Fakat düşün bir kere..   Kur'ân okumak, öğretmek ve gidip

— 173 —

gelmemek!.. Bugünkü kaatil suçlulara verilen cezaların hafifliğine ve bu cezanın ağırlığına, şiddetine bak... Karanlık da olsa bataklık da olsa o izlerden yürüyüp dayımı bulacağım. Her gün yakaladığım o meçhul yakayı sarsarak haykırırım: «Müslüman olmak suç mu?*

  Câhil Müslüman olmak, yanlış iş yapmak suç!

  öyle ise yetiştir!..

—' Yahu hükümet ben değilinr^ ne bağırıyorsun? Başvekil olduğumda gel, bu mes'eleleri konuşalım.

Sarı şeritli orta tahsil şapkalı altında, sakal tıraşı yeni gelmiş gençler, böyle konuşurlarken; Maznun'-un ve Nuri'nin iki arkadaşı karakolda ifade veriyorlardı:

  Babanın, ananın adı?..

Onlar daha cevap vermeden çok içip, sokaklarda yatan bir sarhoş karakola getirilmiş ve bir köşede sızmıştı. Komiserin, maznunlara sorduğu sorulara bu sarhoş, arada bir hırlayarak cevap vermeğe çalışıyordu:

  Babam mı?.. Onu ipe çekmişim... Yooo, öyle değil, salıncakta sallamışım demek istiyorum... Anamı...

  Sus ulan! Seni mi dinleyeceğiz?

  Kokartım seveyim, erkeksin!.. Bir şey demedik!..

  Ne iş yaparsın?..

  Memur.

  Sen?..

  Manifaturacı. Komiser başını sallayarak:

  Ne biçim iş bu? Bir yanda nurlusu gelir suç-lu; bir yanda nursuzu gelir sarhoş, bıktım usandım!..

Ağzını yaya yaya, yine sarhoş lâfa karıştı:

  Nursuz muyum? İçtikse kâfir mi olduk? Senin

— 174

gibisini okuturum... Hem de siganavabis gibi meydana çekerim. Komser:

  Şeytan diyor ki, çiğne şu itoğlunu...

  Aman abi şeytana uyma, kontak mı yaptık?.. Komiser, polislere ve bekçilere işaret etti:

  İçeri!..

Bunu duyan sarhoş yalvarmağa başladı:

  Elini ayağını öpeyim, dövmeyin! Vallahi, bir daha içmem, namussuzum içmem...

Bu yalvarmaların üzerine, bir kapı kapandı.

Onu dövmeyeceklerdi. Çünkü hususi tamim vardı; «sarhoşlara ve aşk macerası C!) ile karakola gelenlere sopa atılmaması, sarhoş ayıhnca, âşık şikâyetinden vazgeçince serbest bırakılması» için emir verilmişti. Asıl mes'ele dindarlardı.

Komiser zabıt tutan polise döndü:

  Tamam mı?

  Tamam.

  Şevket savcılığa!.. İçeri giren bekçi:

  Şefim bunların bir ziyaretçisi gelmiş.

  Türbe mi burası? Yok öyle şey, yürü!.. Manifaturacı:

  Efendim,    yatağımız,   yorganımız,   pijamamız: yok. Müsâade ediniz, bunları temin edelim.

  Onları, hocanız size getirir...

  Alay etmeseniz iyi olur.

  Komiser bağırdı:

  Neeee?

Sonra yerinden doğruldu ve bir adım atar atmaz: manifaturacının suratına şak diye bir tokat indirdi.

  Bu evvelki konuşmanın... Şak!..

— 175 —

  Bu da burdakinin! Şimdi devam et!.. Memura döndü:

  Sen ne istiyorsun?

  Hasbünallahü ve ni'mel vekil. Sizden isteğimiz yok. Allah'tan...

  Hah, şöyle akıllanın... Atın bunları da içeri! Âsâyiş bozanlara tanınan haklar, asayişe hizmet

edenlere tanınmıyor, âdeta müsbet hareket etmek suç sayılıyordu. Ah Roma!..

Karakolun bodrumunda ölüme rahmet okutan dakikalar, saat uzunluğunda geçerken, içeriye, evde arama yapan polislerden biri girdi:

  Şef dışarıya çıktı şu ekmeği yeyin. Ama beni söylemeyin...

Ve, hemen nezâretten çıktı:

Artık bu şefkata mı, fedakârlığa mı, insanlığa mı, korkaklığa mı sevinmeli, yanmalı!.. Sebebi bizce meçhul olmakla beraber evvelâ memur gözlerini sildi, arkadan manifaturaa hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı.

Gözyaşlarını ekmeğe katık edenler!..

Elbette ki iç dünyamıza âit ıstırabı, basit eşyalar misâli teşhir edemeyiz. Fakat icabmda bir söz, icabında bir damla yaş bize çok şeyleri bir anda hülâsa eder. İşte iki çizgi ile belirttiğimiz bu iki Müslü-manın gerçek hallerini anlamakta güçlük çekmeyeceksin...

Bunlar bağırlarına taş basa dursunlar, öbür taraftan savcı, ele geçirdikleri adreslerde arama kararı almış, bir çuval fasulye isteyen adamın evini de aramış ve Kur'ân-ı Kerimleri tetkik için karakola getirtmişti. Arkadaştan, kardeşten gelen mektuplar için ehl-i vukuf raporları tanzim edilmiş:

— 176 —

— Efendim fasulye ismi altında meselâ silâh isteyemezler mi? Gibilerden, komedyenlere pes dedirtecek buluşlar yapılmıştı.

Müslüman olmanın yer ve zamana göre nelere mal olduğunu ve iyi insan olmanın da cezası olacağını anlamalıyız. Çünkü arının yuvasını bozan, balının tadıdır. Mutena bir sofrada iftar etmek için ezanı beklerken; diğer Müslümanların nerelerde, neler beklediğini bilmeliyiz ve Müslümanın derdini derd edinmeliyiz!

Memleketin ve asayişin muhafazası için kendine silâh verilenler, bu silâhları nerede ve nasıl kullanıyorlar?

Ve:

İlkokuldan üniversitenin son sınıfına kadar tatbik edilen dinsiz programın körlüğü altmda çırpman, binlerce genci görüp tahsili kadar hapis yatanların, yahut kendi evinde çile dolduranların da bulunabileceğini kabul etmeliyiz.

Dindarlara yapılan zulümler; «Garpçılık» adına yapılıyordu. Garblılaşmayı yanlış anlayanlar, bu yanlışlarını zorla kabul ettirmek istiyorlardı.

Acaba şu «Garb, Garb» denilen şey nedir?

Sınır komşularımızdan başlayarak, Avrupa'ya bir göz atıp misaller vererek Garb'ı tanımaya çalışalım:

Yunanistan çetin fikir mücâdelelerine sahne olan bir memlekettir. Milliyetçi; dindar ve komünist zümreler vardır. Bizi en çok ilgilendiren tarafları İstanbul'u alıp, Doğu Roma İmparatorluğu'nu ihya etmek istemesidir.

Bulgaristan Komünist bir ülkedir. Buraya komünizm girerken, iktisadi kalkınmayı esas tutarak girdi. Girer girmez milliyetçi müdürü Sibirya'ya sürüp,

— 177

F.: 12

hademeyi müdür yaptı. Neticesinde kalitesiz, beceriksiz bir kadroyu iş başına getirdi, ehliyetsiz ellerde, yanlış bir nizama sahne olan Bulgaristan, insanlığın felaketi oldu.

Yugoslavya nev-i şahsına münhasır bir memlekettir.

Menfî sahada yer alan her nesnenin değeri, menfîdir.

Batı Almanya-. Milliyetçilik o kadar had safhaya vardırılmıştır ki, dine perde olmuş ve onu gölgelemiştir. Dolayısıyla dini bağları en zayıf olan Avrupa milletlerinden biri de Almanya'dır. Sanayideki kalkınmalarını millî hırslan ile izah edebiliriz.

Fransa: Roma'nın taklitçisi olan Fransa, bugünkü haliyle taklit ettiği o eski medeniyetin bir «veled-i zina»smdan başka bir şey değildir. Ne din, ne milliyet!.. Sadece seks, sadece moda... Erkekler kadınların emrine girdiğinden, kadınlaşmış, kadınlar da haliyle kadın! Bu durumda Fransa'da erkek bulmak çok zor. Devlet adamlannm dini hayata kaymalarına mukabil, halk diskotek partilerinin âzâsidır.

İtalya, fikirsiz devletlerden biridir. Nüfus çokluğu onu kuvvetli gösterirse de hâlâ Oruç Reis'in yelkenlisi, Amiral gemisini esir alacak durumdadır. Lâkin Oruç Reis dirilirse...

İspanya'da geri milletlere hâkim olan askeri idare (militarist), İspanya'yı karınca adımlanyla ilerletmektedir. Çingene meşrebi, bütün İspanya'ya hâkim vaziyettedir. Halk o kadar gayesizdir ki, profesörler üçtaş oynar...

İngiltere: Güneş batmayan İmparatorluğu yeyip bitirmekle meşguldür... Yine de «büyük» diye geçinir. Kendine o kadar güvenir ve kendini o kadar beğenir

— 178 —

ki, altı yüz sene evvelki dilinden, dininden, kıyafetinden ve âdetinden pek az şey değiştirmiştir.

Amerika: Komünizmi doğuran kapitalizmin ağa-babasıdır. Halk zengindir, merhametsizdir. Ben yiyeyim sen seyret, der gibi bir hali var. Amerika Birleşik Devletleri'nde her milletten adam bulunur. Fakat hepsi Amerika için çalışır. İşin en garip tarafı, içtimai bünye bakımından Amerika, Osmanlı İmparator-luğu'nun iyi bir taklitçisidir. Bugünkü kudretini bu taklide bağlayabiliriz.

İşte taklid ettiğimiz devletler bunlardır!..

Garp devletlerine böyle bir göz gezdirdikten sonra, dinsiz zannettiğimiz (ve lâikliği bu yolda tatbik ettiğimiz) Garp'tan canlı misaller vererek, Garbın fert olarak ve devlet olarak dindar olduğunu belirtelim. Tabiîdir ki, bâtıl bir dinin mensubu bâtıl olur. Lâkin onlar bu bâtıla bu kadar alâka gösterirken, biz gerçek ve hayat dolu dinimize ne derece alâkasız kaldığımızı düşünün. Ve sırası gelince Garblılarm nasıl Is-lâmî esaslardan istifade ettiklerini hatırlayınız:

Laiklik dinsizlik değildir. Meselâ laik Amerika dine bağlıdır. Şöyle ki:

*    Amerika'da dinin aleyhine film çevirmek yasaktır.

*    Yine Amerika'da yeni çıkan bir dine kimse mâni olamaz, eskisini kaldıramaz.

*    Kilisesiz üniversite, kışla, gemi, istasyon ve havaalanı bulmak çok zor.

*    Maarifin ve kilisenin özel din okullan vardır. Bunlar:

*    Devamlı tedris yapanlar: Holy Bible School.

*    Yaz tatilinde tedris yapanlar: Vocation School. *___Yalnız pazar günleri   dini   eğitim  yapanlar:

Sunday School, gibi...

— 179 —

*    Yirmi yaşa kadar kız, erkek ayrı mekteplerde

okur.

*    Ana cadde üzerinde olan kilisenin önünde bir trafik levhası vardır. Üzerinde: «Yavaş, kilise bölgesidir» yazılı.

*    Her kilisenin geniş araba ve park yerleri mevcuttur.

*    Halk kiliselere âzadır, her ay muntazam para

öder.

*    Pazar, mukaddes gündür, tatildir. O gün bütün radyo ve televizyon programları dini esasa göre yayın yapar.

*    Umuma ait olan parklara, bahçelere papazlar gelir ve dini konuşmalar yaparlar; asla müdahale görmezler.

*    Otobüslerde, gazinolarda, okullarda, parklarda: «Bu hafta kilisede buluşalım» gibi levhalar ve bazılarının da üzerinde incil'den mezmurlar yazılıdır.

*    İstasyonlarda, hava alanlarında ve limanlarda, dini neşriyat tevzi köşesi mevcuttur. Ve bunlar bedavadır.

*    Papazlardan   bazıları    (missionerler),   askerî

birliklere gider, va'z ederler.

*    Bayramlarda resmî geçitlere kilise erkânı (dini kıyafetleri ile) katılırlar.

*    Sokaklarda, çarşıda, pazarda rahip ve rahibeler resmi kıyafetleri ile gezerler; daima hürmet görürler.

*    Her türlü dinî teşkilât ve cemiyet kurmak serbest olup, bunlar ayrıca hükümetten yardım görürler. YWCA, YMCA ve USI gibi...

*    Her mezhep müstakil ve muhtar vaziyettedir. Hükümet sadece bunları kontrol eder.

— 180 —

 

*    Hükümet dini faaliyetleri bizzat destekler. Meselâ madeni paraların hepsinde,    kâğıt paraların bir dolarlıklarında  «Allah'a  güveniyoruz»,   (in  god  we trust) yazılıdır.

*    Yine posta pullarının üzerinde aynı cümle: Allah'a güveniyoruz.

*    Pulun üzerine vurulan mühürle de: Sulh. için dua ediniz (pray for peace) yazılı.

*    Her kurs, her okul, tedrisata, bir papazın duası ile başlar.

*   Her yeni icat bir papazın vaftizinden sonra piyasaya sürülür.

*    Çocuklar sokaklarda değil; Genç Hıristiyanlar Cemiyetinde, papazların ve rahibelerin idaresinde oynar, bu hava içinde büyür.

*    Sinema filmlerinin mevzuu, dinî hizmetleri ve aile bağlarını kuvvetlendirmeğe matuftur.

*    Kiliseye ait gazete ve mecmualar her yerde satılır, dağıtılır, buna kimse mâni olamaz.

*    Mekteb kitaplarında din aleyhine yazılı tek satır olmadığı gibi; meselâ, fizikte, Lavâziye Kanunu şöyledir: «Hiç bir cisim yok edilemez, hiç bir cisim de yoktan var edilemez; ancak kudret-i ilâhiyye müstes-

. na...»

Garbın lâik anlayışına dair böyle misaller verdikten sonra; şimdi onların Osmanlılardan taklid ettikleri hususları anlatıp misallendirelim:

Amerika'da gerek papazlar, gerekse içtimaiyatçılar îslâm dinini çok iyi tetkik etmişler. Bakıyoruz in-çillerde olmayanı va'z ediyorlar. Araştırdığımız zaman, bunun Islâmiyette olduğunu tesbit ediyoruz. Meselâ:

*    Kız ve erkeğin ayrı mekteplerde okumaları.

— 181 —

*    Resim, heykel gibi (paganizm) le ilgili şeylerin kaldırılması. Babdist mezhebi kiliselerinde olduğu gibi...

*    Sigara dahil, bütün alkollü içkilerle mücadele

edilmesi.

*    Çeşitli ırkları ve dinleri geniş bir müsamaha ile karşılamaları.

*    Eyâlet  (eski sancak)  usulü, idare tarzı kurmaları.

*    Ordunun ikmal ve levazım işinde sivillerden istifade edip, Normandiye çıkarmasında, bir sivili levazım generali yapmak gibi; kabiliyete göre mevki, makam, tevzii ederler.

*    Orduda alaylı ve mektepli zabit ihdası ve terfi; tenzil usulü...

*    Rüşvetle ve yalanla şiddetli mücadele...

*    Dar-ül eytam ve dâr-ül aceze teşkilâtları...

*    Mektep, istasyon, havaalanı gibi yerlere ibâ-. dethane...

*    Mekteplere din dersleri...

*    Orduda din subayları...

*    Her helaya bir banyo koyarak tahareti temini etmek...

*    Evlere çift banyo usûlü, biri ebeveyne, biri çocuklara ait.

*    Ebeveynlerle çocukların ayrı odalarda yatması ve müstakil evlere doğru gitmek...

*    Temizlik...

*    Genelevlerin olmaması, bar kızlarının hakir görülmesi.

*    îlme ve sanata ehemmiyet verilmesi hep Islâ-

mî şeylerdir.

Hıristiyan âleminin pek çok acayip ve kötü taraflarına rağmen, bu gibi iyi taraflarını takdir etmeden geçemiyoruz.

Türkiye'den ihraç edilen teşbihlerin hacılar vasıtası ile tekrar yurdumuza sokulması gibi, dinimizin esaslarını da Garb'dan alacağız nerde ise...

Şimdiye kadar Garp memleketlerine giden binlerce vatandaşımız yurdumuza içki, kumar, fuhuş gibi şeylerle bol bol kadın çamaşırı getirdiler.

Biz de yukarıda anlattığımız şeylere dikkat ettik, onları gördükçe başımızı taşlara vurduk: «Eyvah kandırılmışız» diye.

Araştırdık ve öğrendik ki İslamiyet, insanlann iyiliğini istiyor. İnsanların kötü olması da dini lekelemez. Dolayısıyla imha etmeyip ıslah edilmeliydi. Ve dinin enerjisinden kuvvet alınmalıydı.

Şunu da belirtelim ki, Garb devletlerini ayakta tutan kumarbazlar, ayyaşlar, yahut namussuzlar değil; ömrünü ilme ve san'ata vermiş ve sefahattan uzak kalmış bir avuç insandır. Gerisi sürü...

Hâlâ anlayamadım: Niçin Garb adına bize dinsizliği telkin ediyorlar? Yoksa «Garb» denince, bazı kimselerin aklma komünist blok mu geliyor?

Son sözümüz şudur:

Bu millet başka dine giremez; Ona İslâmiyet öğ-retilmezse ve hâlâ dinî kitaplar toplatılmağa ve ahlâksız neşriyat dağıtılmağa devam ederse, dinsiz kalınacak!.. Bu dinsizlik, neye mal olacak ve hangi rejimi davet edecek? Ey vatanını, milletini sevenler, düşünsenize!..

Torunlarını uyutmağa götüren ninenin uyuyup, torunların salona dönerek tekrar yaramazlık yapması

— 182 —

— 183 —

gibi, İslâm dünyası uyumuş ve haşin çocuklar evi birbirine katıp karıştırmağa başlamıştır.

Türkiye dışına çıkıp, Garbm sefahatına dalmayanlar, görmüşlerdir ki memleketimizdeki Garbcüık sadece kıyafet ve eğlence plânında kalmış, edebiyat ve fen sahasında ciddi bir adım atılmamıştır.

Hem İslamiyetin, hem Avrupa'nın tesirinde kalanlar huzur bulamamıştır.

Gümrüksüz ithal edilen Garb sefahati, akrabaları birbirine düşürmüş, milleti ikiye ayırmıştır. Çünkü Müslüman için sadece kötülükten uzak kalmak değil, kötü halleri seyretmemek de aynı derecede mühimdir. Bu gerçeği anlamayanlar birlik ve düzeni bozmuşlardır.

Bize insan lâzım! O kıymetli insanlar memleket sathına yayıldığı gün fen ve içtimaî ilimlerde büyük merhaleler kat'edeceğiz.

Nuri ile Maznun arkadaşlarını ziyaret etmek için seyahate çıktılar. Bir durakta çay içerken, birdenbire ortalık karıştı, yumruklar savruldu, tekmeler atıldı.

Nuri ayağa kalktı. Maznun:

  Hayır, karışma, dedi.

Asabi bir çehre ile ayağa kalkan arkadaşı sordu:

  Niçin?

öteki sakin bir eda ile:

  Otur anlatayım.

  Oturacak zaman mı? Herifler birbirini yiyecekler!..

  Dinimiz yenirken, telaş gösteren oldu mu? «Din» kelimesini duyan ve bu cümlenin altında

büyük hikmetlerin gizli olduğunu hisseden muhatabı sandalyeye oturdu.

Burası bir benzin istasyonuydu. Fakat kahvesi, lokantası, helası da vardı. Namaz kılmak isteyen olur-

— 184 —

sa benzincinin ardiyesinde bir hasırlık yer bulabilirdi. Lokanta içkiliydi. Kahvede devamlı pikap çalıyor; yasaklanan şarkı ve türküler dinlenebiliyordu.

j.       Fakat kavga çok şiddetliydi. İki delikanlı birbir-j < lerine kıyasıya vuruyorlardı. Doğrusu birbirlerine denk ; insanlardı. Herkes böyle kavgaya tahammül edemezdi. Kavganın dışında bir kız sayıklar gibi:

— Vur!.. Ah namussuz!.. N'olur yardım edin!.. Gibi çığlıklarla kıvranıyor, bu hareketleri perma-h saçlarına, japone koluna, mini eteğine ve uzun tırnaklarına aykırı düşüyordu. Bibloya benzetilen bu kızların, harp meydanlarında ne işi vardı? Ne ise!..

Kavga büyüdü, ortalık iyice karıştı. Artık otelci ve garsonlar da hücuma geçmişlerdi. Hattâ yolculardan iştirak edenler de oldu.

Oldu, oldu amma genç delikanlı anlaşılmaz sözler mırıldanarak, yahut boğuk sesle haykırarak yere yıkıldı. Üzerinde tepiştiler, itişip kalkıştılar... Diğer delikanlının üstü başı kan içindeydi, boynu, belki de ağzı kanıyordu.

Bu vahşetten sonra insanlık başladı. Yerde yatanı kaldırdılar. Öbürünün yüzünü gözünü yıkadılar. Otobüsün ecza dolabından oksijen ve tentürdiyot getirdiler. Böylece beş dakikada yıktıklarını tamire başladılar. Fakat bu tamirat belki bir ay sürecekti.

Sonra, hep birlikte otobüse bindiler ve hareket edildi.

Baygın çocuk, gözlerini bir an açıp yine kavga-daymış gibi silkindi ve sövdü.

Diğeri, başını koltuktan kaldırıp, yan gözle hain hain baktı ve dişlerini gıcırdattı.

— 185 —

Herkes bir şey söylüyordu. Çehreler kadar değişik fikirler vardı. Hakla bâtıl iç içe, birlikte yuvarlanıyordu. Bir nizama tâbi olmayanlar, nizamsızlığın iğrenç misallerini veriyorlardı.

Nihayet otobüs durdu. Şoför:

  Kimse aşağı inmesin, dedi ve kendisi indi. Burası karakoldu. Bir kasabanın ahşap karakol

binası...

Şoförle birlikte iki polis geldi. Maznun polisleri görünce «yine mi basıldık?» diyecekti. Fakat bu sefer o şahitti.

Hayat bu! Tabiattaki inişler, yokuşlar, futmalar, mehtaplar gibi maneviyatta da böyle haller vardı, içtimai hayat fiziki haritadan farksızdı.

Poîis, evvelâ kız ile oğlana işaretle:

  Bunlar mı? İkiniz de gelin!..

Sonra bir doktor içeri girdi. Baygın delikanlıyı muayene etti. Yüzüne baktı, nabzını yokladı:

  Hastaneye götüreceğiz... Götürdüler.

Yolcular mırıldanıyordu:

  Onlardan bize ne?

  İki kişi için yoldan olmak!..

  Bir kötünün yedi mahalleye zararı vardır...

  Namussuzluk efendim!..

  Ah gençlik, ah!..

  Bıraksalar da gitsek!

  Gidersin be, patladın mı?

  Ağzım topla, bir de biz başlamayalım. İşimiz var.

Bu sırada otobüse yıldızlı, armalı bir polis girdi. Herhalde komiserdi:

  Hâdiseyi görenler kolunu kaldırsın! Çıt yok!

— 186 —

  Hiç biriniz görmediniz mi? iki kol kalktı.

Komiser bu iki delikanlıya baktıktan sonra devam etti:

  Allah için şahitlik  edeceksiniz, başka gören yok mu?

Biri:

  Ben heladaydım. Diğeri:

^— Otobüsten inmedim, vallahi inmedim, ayaklarım kırılsın!

  Komiser gürledi:

  Onu sormuyoruz; hâdiseyi gören var mı?.. Etrafa bir göz attı:

  Peki!

El kaldıran iki kişiye % işaret ederek:

  Siz inin, dedi. Yolculardan biri:

  Komiser Bey, otobüs ne zaman kalkacak?

  ifadeler alındıktan sonra.

  Bizim ne kabahatimiz var?

Küçük yerlerin büyük kanunu olurmuş, komiser kızdı:

  Ortada bir hâdise var. Mesele aydınlanmadan kimse gidemez!..

Aşağı inince iki bekçiye emir verdi:

  Kimse ayrılmasın!..

  Emredersin şefim!..

Otobüsün içi kadınlar hamamına döndü. Kim ne söylüyor, kim ne diyor belli değil!.. Dan dan dan ötüyorlar...

  Bekçi efendi çocuğun çişi gelmiş, müsaade et...

  Edemem!..

  Yahu kilotunu kirletecek.

_ 187 —

  Komisere söyleyeyim... Adam çocuğuna döndü:

  Yavrum   Komiser   müsaade   edinceye   kadar bekle.

 Ayyyy!.. Diğer yolcu:

  Küçük bey, müsaade almadan nasıl çişini yaparsın?

Bir diğeri:

  Şahit yok mu?

  Peki gören yok!..

îşin şaka tarafı böyle yürürken; diğer tarafta, yani karakolda, üç delikanlıyla bir kız ifade için bekliyordu.

Evvelâ baygın çocuğun ifadesi alınacakmış, sonra bunların...

Dört kişi hiç konuşmadan beklediler. Bu sükûtu kızın kardeşi bozdu:

  Biz namusumuz için mücadele ederken hiç kimseden yardım görmedik.

Şahitlerden Nuri bu sözden alındı:

  Namus güzel şey!.. Fakat yıkılan bir dinden geriye namus anlayışı kalır mi; bilmem!..

  Anlamadım?..

  Siz bizi, biz de sizi anlamıyoruz.

  Açık konuşursanız anlaşırız.

  Dinimiz yıkılınca, onunla alâkalı her türlü fazilet de beraber yıkıldı.

  Dinimiz yıkıldı mı?

  Şu halimize bakın: Müslümana benziyor muyuz?

  Ortaçağa mı dönelim?

  Keşke Ortaçağa dönebilsek.

188

Mânâsız bakışlarla Maznun'u süzen kız söze karıştı:

  Dönüş yok, ileri!.. Parolamız bu...

  Hayır, dönmüşüz; fakat çok fazla döndüğümüzden cahiliyet devrine girmişiz.

  Biz cahil değiliz, çok okuduk...

  Olabilir. İslâmiyetten evvelki zamanlara cahiliyet devri denirdi de...

  Yani biz İslâm değil miyiz?

  Siz biz meselesi değil!.. Hepimiz îslâmi esaslardan çok uzağız. Zaten bu hâdise de gayri îslâmî yaşayışımızın neticesi değil midir?..

  Bizim suçlu olduğumuzu   söylemek istiyorsunuz?

  Cemiyet olarak hepimiz suçluyuz!..

Bu sırada polis, kız ile ağabeyisini çağırdı:

  İkiniz ifadeye... '....¦

Onlar içeri girdi, polisler, bekçiler, siviller karakola girip çıkıyorlar, o odadan bu odaya geçiyorlar. Bu hâl tabiî olsa gerekti. Çünkü burası âmme hizmeti gören bir yerdi. Elbette ki girip çıkanı, elbette ki polisi bekçisi olacaktı.

Bir polis memuru, bekleyen iki arkadaşa dikkatli dikkatli baktı. Hattâ bir şey soracak oldu, vazgeçti. Sonra dönüp gitti!..

Bu polis, doğruca Komiser'in odâsma girdi:

  Şefim, mahrem haberim var, dedi. Komiser elini kulağma götürür, başını ileri uzattı; böylece «kulağıma söyle» der gibi yaptı.

Belki kasabanın en iyi döşenmiş bu odasında Komiserle polis fısıltı halinde konuşuyorlardı. Duvarlar dahi duymasın!..

Komiser hayretle:

— 189 —

tti

  Yaa!.. dedi.

Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Hattâ ağzı bile, belki beş dakika açık kaldı. Neden sonra kendini topladı; büyük iş yapmışların edası içinde polise sordu:

  Nasıl yapsak?

  Evvelâ tedbirimizi alalım şefim!

  Bravo!..

  İfade işi, emir buyurursanız, şimdilik kalsın...

  Evet, evet, evet...

Komiser ayağa kalktı, sanki yüz polise emir verirmiş gibi, eliyle koluyla işaret yaparak talimatını

bildirdi:

  İfade işi kalsın! Bütün emniyet teşkilâtı karakolun etrafmda emniyet tedbiri alsın! Karakolun önünden şüpheli şahıslar geçirilmesin. Ve karakola izinsiz kimse girmesin! ikinci emre kadar izinler kaldırıldı!..

  Haydi...

Acele acele yürümeler, koşmalar, bu arada elleriyle tabancalarını tutmalar... Karakola girmek isteyenleri şiddetli ve kesin olarak çevirmeler...

Maznun:

  İşi ciddiye aldılar?..

Nuri, dalgın dalgın cevap verdi:

  Belli olmaz!..

  Bu telâş ne?

  Belki başka bir iş...

  Bu sözünü daha bitirmemişti ki, Komiser pür hiddet sahnede göründü:

  Emniyet işleri tamam mı?

  Emrettiğiniz gibi.

  Âlâ! O kızla oğlanı nezarethaneye aim!

  Emredersiniz!.. Yine acele hareketler...

  Tamam, şefim!..

— 190 —

Bu sefer Şef geldi iki arkadaşın karşısına dikildi:

  Sizi nezarete alıyorum.

Maznun Nuri'ye baktı. Nuri de gözlerini kırpmadan Komiser'e bakıyordu.

  Evet, sizi nezarete alıyorum.

  Biz buraya şahit sıfatıyla geldik... Komiser kendisinden emin bir şekilde:

  Sizin bu kasabada işiniz ne?

  Biliyorsunuz bindiğimiz otobüsün yolu buradan geçiyor...

  Ne işiniz var, şu şehire veya bu şehire gidiyorsunuz?

  Memleketimizde seyahat hürriyeti var ya...

  O, sizin için değil... İkisi de başını öne eğdiler.

'    Komiser polislere döndü:

  Bunları da nezarethaneye atın!

  Başüstüne şefim!.

Polisler birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldıyorlar bir yandan da palaskalarını düzeltip kendilerine çeki düzen veriyorlardı.

Nihayet, Komiser Bey, Nuri'yi yanma istetti.

  Adın Nuri mi? ¦

  Evet.

  A. şehrindensin?

  Evet.

  Takriben bir sene evvel hapisten çıktın?

  Evet. Gururla:

  Gördünüz mü nasıl biliyorum?..

  Vazifeniz!

  Ama vazifemi hakkıyla yapar, geceleyin ateş-böceği uçurtmam; çünkü o nûr taşıyor!..

— 191 —

¦pPIfi

h.

  Nur kıyamete kadar baki!..

  Anlaştık otur arkadaşça konuşalım: Sizin gayeniz ne?

  İslâmiyete hizmet.

  Daha, daha?

  Milletimizin  imânı   sarsıldığından  ahlâksızlık arttı. Her şahsın yanına bir polis dikilemeyeceğinden, sefahatla birlikte her türlü yolsuzluk aldı, yürüdü. İşte insanlığı bu keşmekeşlikten kurtarabilmek için evvelâ onun imânını kurtarmak şarttır. Bu sebeple imâna dair âyetlerin tefsirini okuyarak, fenden ve felsefeden gelen dalâlet cereyanlarını aklen ve mantıken kırıyoruz ve bunu halka gösteriyoruz.

  Bir de ben anlatayım sen dinle: Siz zeki ve kurnaz adamlarsınız. Memleketin muhtelif yerlerinde kuvvetli hatipler yetiştireceksiniz; bu hatiplerin sayısı arttıkça artacak, sonra bir işaretle bizleri keseceksiniz, değil mi?

  İslâmiyet nurdur, topuz değildir. Biz yara sarmağa memuruz, yara açmağa değil!

  Siz hakikaten hatip adamlarsınız. Nereden öğreniyorsunuz? Nasıl öğreniyorsunuz? Senin hâline bakan kundura boyacısı samr, dinleyen de Çiçeron!..

Komiser başını önüne eğdi. Bir an duyarların sükûtu her tarafı istilâ etti.

Sükût!.. Bazen en ateşli, en tesirli konuşma şekli!..

Bazen sırların üstüne perde!

Bazen lâftan anlamayanın yüzüne şamar!..

Ve bazen!.. Bazen; bilmem kaçıncı şeklinde, sonsuza doğru mânâlar arayan bir hâldir!..

Bu sükûtu yine Komiser bozdu:

— Sizi tevkif için adliyeye sevketmek mecburiyetindeyim.

Sükût...

  Emir var!..

İncideki, lâldeki yakuttaki sükût!.. Komiser zile basü, gelen polise:

  Götürün!.*.

Duvarları, tavanı ve tabanıyla «bodrumum!» diye haykıran loş, alaca karanlık bir yer!.. Yukardaki iki tane ufak pencereye, pencerenin ufaklığı ile mütenâ-sib olmayan kalın demir parmaklıklar konmuş. Ve karşılıklı iki duvarın dibinde iki tahta kanepe...

Bunların birinde kızla kardeşi, diğerinde Nuri ve Maznun...

Kız safiyâne sordu:

  Sizi niçin nezarete attılar?

— Müslüman olduğumuz için... • —Aaaa, biz de Müslümanız.

Nuri tebessüm ederek:

  Belki sizi de onun için hapis ettiler.

— YooL Çocuk baygınmış ayıhncaya kadar bur-da kalacakmışız. Ya siz?

— Biz, millet ayıhncaya kadar burada kalacağız!.. Kızın kardeşi efevâri bağırdı:

  Arkadaş dalga geçme ne söyleyeceksen dobra dobra, söyle!..

Nuri pervasızca cevap verdi:

  Yoo, öyle dayılık yok! Hapislik dersen, görüyorsun ki, evimiz!., «ölüm» dersen bizini için kurtuluş kapısı! Eeee bu iki kapı kırılınca sizin dayılığınız para etmez. Ona göre!..

Çocuk bu sefer aşağıdan aldı:

.   — Dayılık falan değil, açık konuşalım: Bence siz veya yolcular orada bize yardım etseydiniz, bu işlerbaşımıza gelmezdi. Biz haklıydık, namusumuzu müdâfâa ediyorduk!..

  Orada bir an için haklı olabilirsiniz. Fakat o zaman aklımıza şöyle bir soru geliyor, «Hak» anlayışı dinlere, milletlere göre değişiyor! Siz hangi din, hangi anlayış ve nizâm içinde haklıydınız?

  Bunun da nizâmı mı olur?

  Nizâmı olmazsa nizamsızlığın neticesi budur!..

  Peki diyelim ki îslâmiyete göre... Çünkü dinimiz, namusu mukaddes sayar...

  Elbet!.. Fakat bir ömür İslâmiyetin emirlerine aykırı yaşadınız, Allah'ın mülkünde, Allah'ın kullan olarak gezdiniz, O'nun emirlerini ve yasaklarını dinlemediniz. O'nun kitabı Kur'ân'dan bir bilgi almadınız! Fransa'yı, Almanya'yı, Amerika'yı taklid ettiniz, on dört asırlık târihi 'yaşayanların tâbi olduğu nizâmı arayıp sormadınız! Biz «din» diye «imân» diye çır-pınırken, hapisten hapise tıkılırken, siz samba, rum-ma oynadınız, şarkılar söylediniz. Nihayet mensup olduğunuz nizamsızlığın tokadını yediniz. Memleketi geneleve çevirmek isteyen bir zihniyet, kalktı kızkarde-şinize sarkıntılık yaptı. Bu hususta o tamamen haksız değildi. Görüyorsunuz ki, kardeşiniz ne kadar eteklerini çekse kapatamıyor. Bacaklarını niçin açıyor? Onları daha cazip hâle getirmek için, niçin ince parlak çorap giyiyor? Neyi, kime reklâm ediyor? AhhhL Biz, birtek insanın ağlamaması için Islâmiyeti istiyoruz. Eğer o olsa idi, ne bu kavga olurdu, ne de bir otobüs dolusu insan «görmedik» diye hâdiseyi inkâr edecek kadar alçalırdı!.. Şimdi siz kavgadan dolayı, biz de Is-lâmiyetten yana   olduğumuzdan nezaretteyiz!..   Evet dostum siz de, biz de bu hâlimizi çok evvelden hazırladık. Biz razıyız ve hapishaneler bizim yolumuz üzerindeki duraklarımızdır. Onlara uğramak mecburiyetindeyiz!..

'       1QA.   ___

Sizi Fransa'dan çekip atalarımızın şeref dolu târihine bağlamak, yâni tslâmî bir yaşayış içine sokmak kolay olmayacak. Biz, size şöyle olun, böyle olun demiyoruz. Biz hapis yatacağız, sürüneceğiz, eğer bir nebze iz'anı olan varsa soracak: «Bunlar niçin hapis yatıyor?..» Ve, din için çile çekmenin de, hesapta ol-, duğunu anlayınca: «Beni neden tevkif etmiyorlar?» sorusunu soracak. îşte bizim isteğimiz budur!

  Bu konuşmalardan fazla birşey anlamadım. Kız, Maznun'a döndü:

  Siz konuşmuyorsunuz?..                              .

  Ağabeyim ne söylüyorsa, o!..

  O, sizin ağabeyiniz mi?

  Evet. Din kardeşiyiz.

  Nasıl oluyor?

  Kur'ân'da buyuruluyor ki, «Bütün mü'minler kardeştir.»

Kız alaylı tarzda:

  Biz de sizinle kardeş miyiz?

  Biraz evvel Müslüman olduğunuzu söylediğinize göre, evet!

  Amma siz, bizi beğenmiyorsunuz?

  Günahkâr olmak müslüman olmağa mani değildir.

  Şimdi kardeş miyiz?

  Tabii...

Kız, ağabeyinin yüzüne baktı, güldü. Sonra yine sordu:

  Demek sizden bize zarar gelmeyecek?

  Şimdiye kadar gelmediği gibi...

  Biraz evvel ağabeyin çok sinirliydi, korktum...

  O din nâmına, imân nâmına sinirliydi. Sizinle bir mes'elesi yoktu.

  «Nâmına» ne demek?

—• 195 —

  Yani din adına, imân adına daha açayım: Din iç?n, imân için...

 Anladık peki, siz birbirinizle nasıl buluştunuz?

  Ben evden kaçtım...

 Aaaaa!..

  Evet evden kaçtım. Bunda, hayret edilecek ne var?

  Biz, dindar kimseleri ahlâklı biliriz, fakat evden kaçmak pek ahlâkla bağdaşmaz.

  Din adına kaçılırsa, bağdaşır. Meselâ Peygamberimiz (S.A.V.)   zamanında Ashâb-ı Kiram   denilen ilk Müslümanlar, dinleri için annelerini, babalarını, mallarını,  mevkilerini,  karılarını,  hattâ  çocuklarını terk etmişler, biz de öyle yapabiliriz.

  Babanız sizin dininize mâni mi oldu?..

  Babam Müslüman bir insandır. Fakat evde namaz kılmamı istedi, arkadaşlarımın ve âlimlerin evlerinde yapılan dinî sohbetlere bırakmadı. Ben de evvelâ kaçarak sohbetlere gittim. Buna da mâni olmaya kalkınca evi terk ettim.

  Sizi aramadılar mı?

  Aramaz olurlar mı? Eve gelmemi istediler, gitmedim. Amcamın çocuklarını göndermişler, beni zorla götüreceklerdi; dedim ki: «Bu işi zora bindirirseniz, hepinizi reddederim!» Onlar da bıraktılar.

  Parayı nereden alıyordunuz?

  Babam, bazen de annem gönderirdi.   Çiftçilik de yaptım. Zâten peynir ekmekle geçinirdim. Arada bir arkadaşların iştiraki ile bir tencere yemek pişirir, yerdik.

  Yemeği siz mi pişirirdiniz?..

  Evet.

  Ne kadar enteresan!.. Tahsiliniz var mı?

— 196 —

  Hukuktan ayrıldım.

  Aaaa!..

Kızın ağabeyisi dayanamadı:

  Niçin?

  Bir şeye inanmak istiyordum. Sonra, ölüm beni korkutuyordu,   ölüm öldürülmedikçe,   mezarların ötesini fethedecek yolları bulmalıydım, işte islâmiyet bu işi yaptı. Beni kendisine köle etti, o zaman gerçek hürriyete kavuştum.

Kız ağabeyine sordu:

  Biraz zor anlaşılıyor değil mi?

  Evet, dikkat etmek lüzım. Çünkü bizim tamamen yabancı olduğumuz bir âlemden   bahsediyorlar. Sonra fikir...

Maznun, onun sözünü kesti:

  Teşekkür ederim, isterseniz devam edeyim.

  Edin edin!.. Çok ilgi çekici bir hayat!

  O günkü kültürümle dinsizliğin   komünistlere has bir şey olduğunu anlamıştım.   Yâni dinsiz olmak, medenî ve Avrupa'lı olmak mânâsına gelmiyordu, öyle ise memleketim yanlış bir istikamete gidiyordu, gücüm yettiği kadar bunu doğrultmalıydım. Bu istek beni buraya attı.

Kız:

  Peki arkadaşınız?

  Benim bu mes'eleleri anlamamda en büyük pay onundur.

  Belli!.. Sonra?..

  Kardeşim lisede okuyordu. Onun da bu dünya ve âhiret hayatını kurtarmaya çalıştım, fakat babam mâni oldu. Babam kardeşimi isviçre'ye gönderdi. Böylece onu benden ayırmış oldu. Beş sene sonra tahsilini tamamlayıp yurda dönen kardeşimin yanında bir

— 197

de baktık ki, bir kadın ve iki yaşında bir de çocuk var. Meğer bizim oğlan orada evlenmiş, çoluk - çocuk sahibi olmuş haberimiz yok. Tabii babam buna çok kızdı. «Bu kadını boşayacaksın» dedi. Fakat kardeşim razı olmadı.

Kız, hak verdi:

  Tabiî, niye boşayacakmış!..

  Ben söz verdim, onu boşayamam, dedi. Zannedersem kız İsviçre'de kardeşime çok yardım etmiş. Belki bunun da te'siri vardır... Fakat bizim, bu gelinle anlaşmamıza imkân yok! Onların âdetleri bizimkinden tamamen farklı. Meselâ çocuğa bir çikolata alsam hemen kızıyor. Neymiş, çocuğa her şeyi anne al-malıymış, başkası alırsa annenin otoritesi sarsıhrnuş. Bir gün otomobilin önüne bindim diye lâf etti. Kocasının yanına kendisi oturmahymış. Kısacası kocasının akrabalarına bir yabancı gözü ile bakıyor. Ayrıca, Hıristiyan da... Babam bu hususta da ısrar etti: «Ya Müslüman olur, ya da boşarsın» deyince, kardeşim: «Bizler gibi Müslüman olabilir» dedi. Kız «Müslüma-nım» dedi fakat yine Hıristiyan gibi hareket etti.

— Yâni?..

— Açık gezdi, saçlarını yaptırdı, ibâdet etmedi, Kur'ân okumadı...

  Tam bizim gibi.

— Yaaa!.. Babam, annem durumdan yine memnun olamadılar. Kardeşim yüze çıktı: «Siz bana Türkiye'den böyle bir kız almayacak mıydınız? Yani Avrupa mukallidi bir kız... Taklidini almaktansa işte hakikisini aldım, daha ne diyorsunuz? Yok, bana başı örtülü, dindar bir kız alacaktınızsa o zaman ben haksızım.» Bu söz karşısında hepsi dillerini yuttular. Ben kardeşime hak verdim:

  Taklidini almaktansa hakikisini almak daha iyidir, diye.

Hepsi can kulağı ile dinliyorlardı. Bir ses çıkmadığını görünce devam etti:

  Kardeşim bir gün bana dedi ki: «Ağabey, bunlar beni senden soğutmak için ne îcab ediyorsa yaptılar. Yalan söyleyerek, senin yerini benden öğrendiler. Hâlâ vicdan azabı çekerim. Sana çok zahmet verdiler. Müslüman memleketinde Müslüman olmanm suç olduğunu, insan ebeveyninde görmemeliydi. Bunlar ne Müslüman ne Hıristiyan! öyle olmamalıydı.»

  öyleyse kardeşiniz dindar...

  Dîne hürmetkardır, itiraz etmez. Amma pasif Müslüman.

Kızın ağabeysi hayretle mırıldandı:

  Neler duyuyoruz... Kız onun sözünü kesti.

  Nerede ise hapis olduğuma sevineceğim; rica ediyorum, devam ediniz!

  Şimdi babam ve  annem hatâlarını   anladılar. Benimle birlikte oturuyorlar.   Gayet iyi geçiniyoruz. Kardeşim ayrı oturuyor. Çok seyrek birbirimizi görüyoruz. Dayım da oğlunu Amerika'ya gönderdi, o da bir kadınla çıkıp geldi. Onlar da anlaşamadılar, dayımın oğlu karısını aldı, gitti. Şimdi her iki taraf çocuklarını hârice gönderdiklerine çok pişman... Amma iş işten geçti!

  Sizin hapse düştüğünüze üzülüyorlar mı?

  öbürünün yanında bu hafif kalıyor. İsviçreli gelinimiz ayak ayak üzerine aüp babamın karşısında oturunca, beni sevgiyle anmaya başladılar.

Kız itiraz eder gibi konuştu:

  Bence kıyafet üzerinde bu kadar ısrar etme-

. — 198 —

— 199 —

mek lâzım... Meselâ Amerika, İngiltere ve Fransa açık giyiniyorlar, hem de medeniler.

  Onlar hem teknikte ileriler hem açıklıkta. Biz ise açığız, teknikte geriyiz. Tekniği taklid edeceğimize, açıkbğı taklid etmişiz!..

Kızın ağabeysi hayretle:

  Biz biliyorduk ki, gericiler, yâni sizler tekniğe karşısınız. Fakat hiç de öyle değil!.. Bize yanlış öğretilmiş.

  Bu yanlışlar, saymakla bitmez. Zâten bu hâle gelişimizin sebebi yanlışı «doğru» diye öğrenmemiz değil mi?

Kız:

  Çıldıracağım! Ben de Müslümanım, fakat İslâmiyet adına hiç bir şey bilmiyorum. Niçin böyleyim? Diyerek, ellerini yüzüne kapayıp, bir zaman bekledi.

Herkesi öyle bir hüzün kaplamıştı ki, nezarethanenin kapısı açılıp içeriye giren polisin farkına kimse varmadı. Polis konuşmaya başlaymca, rüyadan uyanır gibi o tarafa baktılar:

  Dövülen çocuk ayüdı. Doktorun dediğine göre yoluna devam edebilirmiş. Şimdi sizin ifâdenizi alıp göndereceğiz. Buyurun komiser beyin odasına!..

Kız ile ağabeyi ayağa kalktılar. Kız ufak, üç köşe katlanmış mendili ile gözlerini siliyordu'. Sordu:

  Bunlar gelmeyecek mi? Polis:

  Maalesef...

Kız sarardı, hayatını anlatan gence doğru bir adım attı ve durdu:

  Hayır, hayır, bunların kabahati yok! dedi. Polis hayretle:

  Yahu ne çabuk değiştiniz?

200 —

Delikanlı cevap vermeden, kardeşi kızı kolundan tutup, dışarı çıkardı, kız «ne yapalım, elden ne gelir» gibilerden bir masum hal takındı ve:

  Allahaısmarladık, dedi.

Eğer genzi sızlamayıp, gırtlağı tıkanmasaydı, bir şeyler daha söyleyecekti. Fakat polis de biraz acele ediyordu. Sonradan anlaşıldı ki, bu acelelik yolculardan geliyormuş.

Onlar gittikten sonra Maznun bir aşir okudu. Zaman oluyor ki, insan bu sebepler dünyasında sebeplerden ayrılıp, doğrudan doğruya Allah'a iltica ediyor.

İşte bu an, ne güzel zaman, ne güzel mekân!.. Değil mi ki şu nezarethane Allah'a imânın bir nev'i mü-tecessim hâli oluyor, orada Cennet'ten kokular var, demektir.

Yatak yok, yorgan yok, dost yok!.. İki dosta haber gönderecek bir vâsıta yok.

Hatta Maznun, biraz yakın bulduğu polise para verdi:

 Bana bir Kur'ân-ı Kerîm alır mısın? diye rica ettiği halde, polis tahliye olunurken parayı iade etmişti. Maznun:

  Herkese müstehcen resimli mecmua ve gazeteler getirilirken neden bize Kur'ân-ı Kerimi getirmediniz? diye sormuştu. Polis de:                 ^

  Kardeşim, ben şahsen sizleri severim. Doğru ve samîmi adamlarsınız. Elhamdülillah bizler de Müs-lümanız. Her nedense bazı âmirler size karşı aşırı düşmanlık besliyorlar. Bu sebepten, istediğimiz halde sizlere yardım edemiyoruz. Ne yapalım, kusurumuza bakmayın. Bizlere dua edin, demişti.

— 201 —

Maznun Kız

Kızın yüzünde masum bir hâl vardı. Hâlâ iç geçiriyordu. Hatta elinden bırakmadığı mendilini asabi şekilde sıkıyor, çekiyor, arada bir ısınyordu. Bunlar ağabeysinin gözünden kaçmadı. Hem sinirleniyor hem de (kendi kendine) bozuluyordu. Ayrıca merak da ediyordu:

  Anlamadım, bu kadar üzülmenize sebep ne?

  Müslüman olmanın suç oluşu...

  Eeee ne olmuş?

  Bir dinî kitap okuyor diye nasıl tevkif edilebilir?

  Kim bilir?..

  Ahlâksızlık değil ya?..

  Onların avukatı kesildin, yoksa işin içinde aşk mı var?

  Ne münâsebet!.. Söylediğine bak.

  Olur ya! İnsan bu...

  Hiç de değil. Çok yanlış anlamışsın.

  Yanlış anladığıma sevindim. Zira hapishanede nikâh kıymak bizim sosyetiklere yakışmaz.

  Neler söylüyorsun!

  Evet sahi, çocukların evli mi, bekâr mı olduklarını öğrenmedik bile...

_ 202 —

  Bu bahsi kapayalım.

  Evli olsalar dinlerine bu derece bağlı olamazlar.

  Belli olmaz.

  Senin kocan dindar olsa, bu şekilde hareket etmesini ister misin?

  İsteyebilirim. Ama neden sordun?

  Oooo. Bu açıkça itiraf!..

  Hayret, niçin böyle tuhaf konuşuyorsun?

  Siz mini etekli, moda taklitçisi küçük hanımdan her halde «hoca» olmaz!

  O adamların hâli beni hislendirdi.

  Ne gibi? /

  Evvelâ mertçe bize şâhidliği kabul ettiler. Sonra sırf dindar oldukları için bizim yüzümüzden tevkif edildiler. Daha sonra anlattıkları şeyler beni büyüledi.

  Demek hepsine inandın. Benim saf kardeşim!..

  İnanılmayacak ne var?

  Bana inanmıyor musun?

  Kâfi değil, memleketimizde dindar kimselerin varlığını duyuyorum. Onlardan birine bu meseleyi sormalıyız...                                          N

  Soralım, hatırın hoş olsun.

Genç kızın yüzünde karışık mimikler görüldü ve:

 îçim kaynıyor. Allah'ım; ne tuhaf oldum.

  Kadınlar böyledir, çabuk hislenir, çabuk...

   Bu öyle bildiğin gibi değil!..

  Şimdi sen de onlardan mı oldun?

  Alayı bırakalım.

  Askerlik yapmıyoruz, alayla taburla ne işimiz var?

  Buz gibi benimle matrak geçiyorsun.

  Peki kızıyorsan susalım.

  Yooo kızmıyorum ama ciddi olalım.

— 203 —

Delikanlı artistik jestlerle devam etti:

— Allah için, Peygamber için, din için, memleket için, vatan için...

— Yapma yaralıyorsun beni. Bu saydığın mukaddes isimleri şakana mevzu yapma!

  Şuna «Günah» de de, müftü ol.

  Söyle ağabeyciğim, biz niçin dinimizi bilmeye-lim? Niçin dinimizin esasına göre hareket etmeyelim? Din insanlara kötülüğü emretmez ki!

Ağabeyi, dine değil de dindara hücumu seçti. Çünkü dindarlar yıkılırsa din nazariyede kalır ve unutulurdu. Dedi ki:                                      ¦

— Ahmed de dindardı amma, öyle dindar..

— Hayır, hayır, Ahmed hakiki bir dindar olsaydı, muhakkak iyi insan olurdu.

  Desene Ahmed dindarın sahtesi...

  Olabilir.

  Fatura mı bu, yahu?...

  Şu an çok muzipsin!

  Sen de acayipsin.

Kız:

  Haydi senin şu sorunu soralım.

  Ne sorusu?

— Hani bir dindara soralım, diye kararlaştırdık.

  Evet.

  Soralım... Ağabeyisi:

  Bizi de yakalasınlar ister misin?..

— Bizim bu hâlimize kimse inanmaz.

— Neden?

  Senin gibi uzun favorili, benim gibi açık giyimli insanlardan dindar olmaz.

  Akla yatkın, soralım...

— 204

— Gidelim?..

— Haydi. Fakat yakalanınca derim ki, vallahi komiser bey bu kız suçlu, benim suçum yok!

— Onlar inanmazlar, ben dindar kızlar gördüm, hepsi kapalıydı.

  Nasıllar? Şalvarlı, püsküllü, takunyalı mı?

  Duyan olsa târihî bir film anlatıyorsun zanneder.

  Bizim konuştuklarımızı duysalar târihi vesika kabul ederler...

— Haydi geldik, sen sor.

Şehrin ileri gelen kavaflarından biri olan dindar gence çekingen bir tavırla yaklaştılar:

— Merhaba arkadaşım! dediler.

  Merhaba.

  Biz karakolda iki arkadaş gördük, iyi insanlara benziyorlardı. Siz onları tanırsınız. «Maznun» diyor-larmış... Bunlar zararlı mı? Hain mi? Yoksa başka şey mi? Açık konuşun— Bizden size zarar gelmez. Sâdece öğrenmek için soruyoruz.

— Teminatınıza gerek yok. Dinî çalışmalardan dolayı 267 mahkeme beraat kararı verdi. Her mahkemede 4 hakim olduğuna göre 1068 hakim «Bu adamlar suçsuzdur» demiş. Hakimlerin suçsuz dediğine, suç isnat edilir mi?

  Amma arkadaşlarınız yine içerde... Genç kavaf cevap verdi:

  Bak kardeşim biz, şu gördüğün insanların imânını kurtarmaya çalışıyoruz. İşte suçumuz bu!..

— İmânını kurtarınca ne olacak?

— Herkes hakiki mû'min...

— Hakîkî mü'min olunca ne olacak?

— 205

— Ahlâkımız   düzelecek, sanayi ve ticarette ileri gideceğiz.

  Nasıl olur?

  Kimse yalan söylemeyecek, hırsızlık etmeyecek, câhil kalmayacak, kumar oynamayacak, tembel olmayacak.

  Bu işleri kim yapacak?

  Her mü'min bu işi kendi kendine yapacak. Yâni imân, ona bu işleri yaptıracak.

  Sonra?..

  Birbirini seven birbirine itimad eden,, çalışkan, bilgili bir milletin yapamayacağı iş var mı?

 Bize bu hususla ilgili bir eser verseniz?..

  Buyurun!                          .            '

  Peki bu işe niçin mâni oluyorlar?

  Onu, kendilerine sorun.

•¦— Kafam iyice karıştı. Eyvallah!..

  Güle güle.

Kız ağabeysine sordu:

  Nasü?

  îyi  amma , bu  akşam  pişpirik  oynamayacak mıyız?

  Oynamayacağız.

¦— Şalvar da giy, peçe de ört bari...

  Zâten işinize bunlar gelmiyor.

  Ne çabuk, böyle ne çabuk?..

  Açıldık da ne oldu?..

  Avrupalılaşma...

  Ağır sanayii kurarsak Avrupalılaşma olur, bu olmaz!..

  Ağır sanayie senin hoca kardeşlerin mâni oluyor.

  Şimdiye kadar hangi fabrikayı protesto ettiler?

— Vallahi aklım iyice karıştı. Ben kulübe gidiyorum. Sen ne yaparsan yap! Benden müsaade.

Delikanlı sür'atle uzaklaşıp gitti.

Kız, yeniden dokunmak için sökülmüş kazak ipliği gibi karışık, kopuk bir gönülle eve girdi. Bundan sonraki günleri, ambardan tarlaya atılmış bir tohum hayatım andırıyordu. O, kabuğu çatlatmanın çilesi , içindeydi.

Çünkü imân-ı tahkiki derslerini okudukça değişiyor, bu hususta annesiyle de anlaşamıyorlardı, nizâ-ya sebep oluyordu.

Uzun saçlarım tel tel taradı, onları itina ile bulû-zunun altına soktu. Bunu gören annesi homurdandı:

  Yine mi?.. Yine mi, başım örteceksin?" Yine mi büyükannen gibi gezeceksin?.. Senden yana çok çile çekeceğim. Kızım gençsin, açıl, saçıl ki, görüp beğensinler.

  Ben satılık değilim anneciğim! Şu yeryüzünü bir pazar, kendini de satılık bir meta olarak kabul edemem. Ve, her erkeğe de müşteri gözü ile baka-mam.

  Öyleyse evde kal da gününü gör!..

  Benden o kadar bıktın mı?

Bu söz, annenin şefkat damarına dokundu:

  Ne münâsebet, ben senin gibi bir kızı arasam da bulamam.   Amma yavrum,   zaman böyle... Evde oturanı, başım örteni, esanslar boyalar sürünmeyeni alan olmuyor, beni de anla!..

  Anlıyorum; Bir yanda dinim, şu yaşadığım, hâli, hatta daha ilerisini bana telkin ederken, diğer yanda sen dînime karşı çıkıyorsun.    -

Başını yukan kaldırdı, ellerini yumruk yapü, sıkür

— Ve, ben, ikiniz arasında eziliyorum.

— 206 —

— 207

— Ne münâsebet, ben de Müslümanrm!.. Amma senin gibi değilim. Zâten senin gibisi yok. Meselâ komşumuz Hacı Şükrü, oğluna nasıl bir gelin aldı gördün. Bozulmuş evlâdım, hacısı, hocası, dindarı, dinsizi hepsi bozulmuş. Hacının gelininin kuvaförden çıkıp fotoğrafçıya, fotoğrafçıdan çıkıp nikâh dâiresine girmesi ve orada da kınta kınta herkesle toka etmesi münâsip düştü mü?

  Düşmedi.

  öyleyse?.

  Genç kız dalgın bir vaziyette, gözleri tâ ufukların ötesine çakılı olarak konuştu:

  Tek tek öleceğiz. Zamanın değişmesi ölümü değiştirmedi. Bana dünya saadetini vadedenler, beni ebedi ateşe atıyorlar: Cehennem!.. Sâdece bunun yaratı-lışındaki  hikmeti  düşünmek  bile  insana  ders  oluyor!.. Ve sen, sevgili annem, beni ateşe atıyorsun...

  Erkek olsaydın iyi va'zederdin... Ağlıyordu:

  Anneciğim, kadınların da dinlerini öğrenmeleri gerekmez mi?

  Kadının ibâdeti dört duvar arasındaymış: Kılarsın namazını, pişirirsin yemeğini, bir de süpürge... Tamam!.. Kadına daha ilerisi yakışmaz!

Peygamber  (A.S.V.)   «İlim, kadına da, erkeğe de farzdır» buyurmuş!..

  iyi ya, seni üniversiteye gönderelim, oku... Genç kız yine ufka bakarak konuştu:

  Hayır! Hayır anneciğim!..

  Neden?

  Orada haysiyeti, şerefi, dini, hattâ namusu ilimle değiştiriyorlar...

  Tabii kendini bilenler için değil!..

— 208 —

  Bir yerdeki pisliğe bulaşmasan da onun kokusu, hattâ mevcudiyeti insanı rahatsız ediyor. Rahatsızlık ne kelime, insanı deli ediyor. Hayatın gayesi bu mu?..

  Kız sen, fezof mu, filizof mu ne karın agnsıy-sa öyle olmuşsun!

  Sâdece görmeye ve düşünmeye başladım, hepsi bu kadar! Amma şu isim, bu isim verilecekmiş, mühim değil...

Anne nasîhata başladı:

  Sevginin hikâyesini duydun mu? Dans etmemiş diye kocası onu boşamağa kalkmış. Kadıncağız hâmile de... Kim der ki, bakkal Yusuf'un oğlu dans etmeyen karısına «Sen arkadaşlarımın yanında beni mahcup ettin» diye, onu boşasm.

  O mühendisti değil mi?

— Tabii, mühendis olmasa dansı ne yapacak? Böyle demeye de gelmiyor, Yâkub'un uzun favorili (ben ona zülüflü diyorum) oğlu da kafayı çekip dans ediyormuş... Hele şu bacaksıza bak!..

— Milletin beynini yıkıyorlar: Mazi adına, din adına ne varsa hepsini silip süpürüyorlar, yerine birkaç eğlenceyi «gaye» ve «hedef» olarak işliyorlar ve bunu da medeniyet diye takdim etmekten utanmıyorlar.

  Aman kızım yavaş söyle, hükümete böyle şeyler söylenir mi? Adımızı kötüye çıkaracaksın, bir de başımıza hapislik çıkarma. Allah korusun sen hapis olursan, biz komşuların yüzüne nasıl bakarız?

— Benim muhatabım hükümet değil, beyin yıkayanlardır. Herhalde bugünkü hükümet de ortaya çıkıp, bu suçu üzerine almaz.

— öyle zannederler...

— 209 —

F.: 14

  O mühim değil, sen benim âhirette yanmama nasıl razı olursun da dünyada ufacık bir çile çekmeme razı olmuyorsun?..

  Dünyada razı olamam! Âhirete gelince inşallah Allah affeder.

  İnşallah... Fakat şu «af»in ümidi altında devamlı olarak Allah'a isyan ediliyor ve devamlı günah işleniyor...

  Bana taş attın galiba...

  Diyorum  ki,   aftan   ümidimizi   kesmemeliyiz amma dinimizi öğrenip tatbik etmeliyiz; bilhassa biz kadınlar kapanmalıyız.

Anne gayet kızgın olarak dedi ki:

  Kızım, sen haddini aştın. Beni, sen doğurmadın; seni ben doğurdum. Dolayısıyla sana, ben nasihat vereceğim; sen bana değil!.. Hem de, benim kalbimin temiz olduğunu bilmiyor musun?

  Anneciğim, ben konuşunca kızıyorsun, yine bir şey söylesem sinirleneceksin...

  Söyle, söyle; susarsan daha çok sinirlenirim. İçinden pazarlıklı olanları sevmem.

  Meselâ akşam babam ciğer getirmişti. Dikkat ettim, o ciğere bağlı kalb de temizdi...

Anne ellerini dizlerine vurarak bağırmaya başladı:

— Ay, yetişin dostlar!.. Böyle evlât düşman basma... İnşallah evde kalırsın; inşallah ak saçlı kız olursun... Gördünüz mü, benim kalbimi, inek kalbine benzetti. Evlâdın böylesi varken düşmana ne hacet! Hem de başımı açıyorsam, hemen Cehennem'de yerimi hazırlamam mı gerekirdi?.. İstemem senin gibi evlât istemem! Günüme de gelme...

  «Gün» de yapılan dedi - kodularm adilik olduğunu söylesem, yine kızarsın.

Annesi ciddileşti, hayretle sordu:

  Adilik mi? Daha neler işiteceğim. Kızım ben yüksek bir kadınım, bana nasıl öyle şeyler söylüyorsun?..

Genç kız çok tatlı bir sesle izah etti:

  Anneciğim, insanlığa yakışmayan bir şey... Onu demek istiyorum.

  Daha sen neler dersin, neler?.. Biraz da bana benzeseydin. Böyle şeylere burnunu sokmasaydın, olmaz mıydı?..

  Aynı şeyleri ben de düşünüyorum...

  Ne ise çok konuştuk. Kalk giyin «gün» e gideceğiz, geç kaldık.

  Mazur görünüz gelemeyeceğim.

  O ne demek? Ben ele güne karşı ne diyeceğim.

  Deyiniz ki: Geçen «gün» de ev sahibesi pasta ve çayları hazırlarken,   onun arkasından   yaptığınız, «N'olacak görgüsüz, bu halı böyle mi serilir? Cimrinin de biri, pastaları yağsızdı. O adama bu kadın lâyık değil. Hele çocukları?..»  gibi konuşmalar kızımı ziyadesiyle üzdüğünden, tekrarını dinlememek için bu sefer gelmedi.

  Kızım âlemi düzeltecek sen mi kaldın? Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider...

— Zannetmem, böyle gelmedi, böyle de gitmez.

  İtiraz etme!..

  Bana bağırıyorsun «Gün» deki ahlâksız konuşmalara gülüyorsun.

Orta yaşlı kadın iki eliyle yakalarını yırtar gibi çekerken, avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

  Kahrol! İçimi yaktın, kahrol!

— Allah mutlak adildir. Ben dinimin esaslarını

— 210 —

— 211 —

anlatmaya çalışıyorum,   sen bana beddua ediyorsun.

Evet belki anlatmayı, tebligatı beceremiyorum amma...

—• Şimdi «Gün» e geliyor musun, gelmiyor musun?

  özür dilerim.

  Ak'şam bunları babana söyleyeceğim, yeter artık, ne yaparsa yapsın...

  Suçumu öğrenebilseydim?..

  Elbette suçlusun!..

-r- Elbette suçluyum. Bu cemiyet işinde som dindar olmak suçtur!..

Genç kız kenarı oyalı mendiliyle gözlerini sildi. Annesi kapıyı çarparak odadan çıktı ve gitti. Ebeveynin düşünce ve kararlarıyla genç kızın hükmü verilmişti:

  Maznun!..

Akşamın karanlığı müsbet, menfi her hâlin üzerine bir yorgan gibi örtülürken-, evler, çarşaf giyen, peçe örten gelin gibi kapanmıştı.

Yağmur yağıyordu, inceden ince... Kuşlar yaprak aralarına, pencere önlerine tünemişti. Yuvasına geç kalan bir kuş ise, telâşlı uçuşuyla gökyüzüne gurbetten çizgiler çiziyordu.

Bir amele çalıştığı inşaatm penceresiz, kapısız odasında gaz ocağını yakmış, hem yemek pişiriyor, hem türkü söylüyordu:

«Gurbet eldir koçyiğidin vatanı» «Gurbet elde aramazlar yi teni...»

Bir köpek acı acı uludu. Felâket haberi zannedilen bu ulumaya bir kadın: «Başına gele» diyerek belâyı güya defetti.

Rüzgârın başlaması ile yağmurun dinmesi bir oldu. Bütün kediler, köpekler duvar diplerine, odunluk-

lara ve açık kapılardan hollere girdiler. Yine bir köpek uludu durdu... Belki aynı köpekti, lâkin «Basma gele» diyen kadınların sayısı bu sefer kabarıktı.

Bu köpek uluması dindar kızın annesini de endişelendirdi. Kocasına, gündüz olan biteni anlatmakta bir an tereddüt etti. Fakat söze başlayan kocası oldu.-

  Ahh, düşman başına... Derken (bâtıl bir âdet gereğince) eliyle kulağını çekti ve duvara vurdu: Ocağımızdan uzak olsun, şeytan kulağına kurşun, dedi.

Eşi:

  Herkesin bir   türlü derdi var;   bizim de bize göre...

  Ne var yine...

—Eğil ki kulağına söyleyeyim: Bu kız iyice gemi azıya aldı, acıkmışım diye bana söylemediğini bırakmadı. «Gün» e gelmedi. Sonra «dinim için hapis olurum» diyor, şunun bir kulağını çek.

  Şu «Gün» e sen de gitmesen iyi olacak. Kadın göz etti:

— Başlama yine!.. Sen şu kızın kulağını çek, onu sonra konuşuruz...

  Fakat...

Adamcağızın lâfı ağzında kaldı. îçeriye giren genç kız:

— Hoş geldin babacığım, çoraplarını çekeyim...

  Çek amma...

Genç kız annesiyle babasının yakın oturmasından şüphelenmişti. Hele yarım kalan cümle bütün olanı biteni anlatmağa kâfi idi. Körpe denecek elleri titrerken, yakalanmış kuş gibi kalbi çırpınıyordu. Rengi hafif sarardı, söyleyecek bir şey bulamadı. Fakat, kalbinin tâ derinliklerinden bir: «Allah!» dedi.

— 212 —.

— 213 —

Bütün kapıların kapandığında açılan kapı... Bütün ümitlerin söndüğünde doğan güneş... tltica edile-, cek tek makam, güvenilecek tek istînadgâh...

Baba biraz kızgınca devam etti:

  Amma, annenle olan mes'elenizi beğenmedim. Sonra... Evet, din devlet işidir. Onlar bu işi daha iyi düşünür.

Karşısında iki kat duran kızının kireç gibi bembeyaz yüzünü görerek daha sinirlendi:

  O kitapları evden çıkar! Ne bu huzursuzluk?..

  Kitapların bir kabahati yok...

Buna cevap olarak, genç kızın omuzuna şiddetle vurdu. Yere yıkılan kız, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, öte tarafta, annesi de ağlıyordu. Hemen kalkıp evden çıktı meyhanenin yolunu tuttu:

  Susuz olsun...

— Hayrola?..

  Uzatma! Su istemez, iki tane fıstık... Pencereleri yanya kadar perdeli meyhanenin raf-

lan içki şişeleriyle doluydu. Köşedeki «bar» da «tekçiler» yudumlanıyordu. Ufak ve alçak masalann başına oturmuş dağınık saçlı, yüzünde derin çizgiler, karanlık bakışlı müşteriler, kadehlerini bir eliyle sıkarken, diğer ellerinin parmaklan arasında sigara tutuyorlardı.

Biri:

— Kim bu?.. Dedi.

  Arada sırada düşer.

— Efendi bir şeye benziyor?..

— Az konuşuyor, ne iş yaptığını bilmem.

  Üç kâğıtçı mı?

— Bizi ırgalamaz!..

— Çek şerefe...

— 214 —

.— Doldur!..

  Çok oldu, galiba.

  Paramla yahu!..

  Geçen gün yollarda yattığını unuttun mu?

  Ağzını kırarım senin.

  Dedim ya içki kafana vurdu.

 Ben erkeğim, içerim ulan!..

— Bak ağzım bozdun.

  Bir tamirci çağır...

  Tamirci ne yapsın, kaportacı lâzım.

  Al şu parayı doldur.

  Âbi...

— Âbine dedirtirsin... Esnaflığını yap! Madem açmışsın, doldur.

Bu «doldur» kelimesi diğer sarhoşun hoşuna gitmiş olacak ki, bir güfteyi mınldandi: «Doldur kadehleri doldur»

  Doldur!

Kadehi bir yudumla bitirdi ve dişlerini sıktı, diliyle dudaklarını yaladı, yan kanlı gözleriyle meyhaneciye baktı, çıktı.

Bu gibi işlere alışkın olan meyhaneci:

  Güle güle beyim, yine buyurun, demeyi ihmal etmedi.

Böylece müşterilerden biri gitti.

Çok zaman ne yapacağını bilmediği için meyhaneye düşen bizimki, kızını dövdüğüne pişman oldu. Bu sebeple gelen efkân dağıtmak için, bir kadeh daha içti. Şöyle durup kendini bir yokladı, ağlamak istiyordu. Ne yaptığını bilmeyecek veya edepsizliği marifet zannedecek kadar sarhoş değildi, «öyleyse gitmeliyim» dedi. Ayağa kalktı. Tamamen boşalmış şişesine bir göz attı ve tezgâha yürüdü:

  Bizim hesap?

  Buyurun beyim!..

  Evet.

  Bereket versin, güle güle beyim, yine bekleriz...

— Yine ha... Bekle!..

Genç kızın babası karmakarışık fikirlerle, karışık sokaklara girdi. Arnavut kaldırımlı sokaklar, obur insanların midesi gibi balkonlar ve arada sırada karşılaşılan insanlar... Gece geç vakit... Saatjne bakmaktan korkuyordu. Çünkü eve gitmek istemiyordu. Ona göre sabah olsaydı, dükkâna gitseydi; akşama yine bir yerde zamanı öldürseydi ve şu eve gitmeseydi... Onu evden soğutan, hattâ kahvelerin boğucu havasına atan karısıydı. Bu kadına pek de «kötü» denilemezdi, amma münasebetsizin biriydi. Meselâ çocukların yanında, çocukları babalarına şikâyet eder. Adamcağız kaç defa rica etti:

  Hanım şu şikâyetlerini çocuklardan gizli yap ki, mes'eleyi enine boyuna tartıp, biçeyim; ona göre hareket edeyim.

Halbuki kadın böyle ölçülü bicili şeylerden hiç anlamazdı, «vur,dediğim zaman vur, sev dediğim zaman sev» der gibi, bir hâli vardı; bunu «Altta kalmamak» için yapıyordu. Yâni evlilik müessesesinin kül-hanbeyiydi. Sonra tutar hiç yoktan geçmiş hadiseleri yeniden ortaya koyar ve kocasını doya doya tenkid etmeye bayılırdı. Tabii bunları da adamcağız hazmedemez, soluğu kahvede alırdı.

Bir gün arkadaşı vasıtasıyla «Kulüp»e gidince orayı daha kaliteli buldu, oranın müşterisi oldu. Kamı bir-iki söylendiyse de kısa zamanda buna alıştı, artık adamcağız akşam yemeğini yer yemez kulübün yolunu tutuyordu. Bazen de meyhaneye... Ama meyhaneyi hiç mi hiç sevmemişti. Zâten «şu karı adam

1                           — 216 ¦—        ¦  

olsa, evimde otururum» diyordu. Ve, hemen arkasından ilâve ederdi: «Bırak tatlı dili, diken gibi batma-sa razıyım» derdi. TAkjn karı lâftan anlayacak cinsten değildi. Somunu düşmüş tekerlek gibi hep yalpa yapıyordu. Düzeltmeğe kalksan kırılacaktı. İyisi mi «sürt» diyordu. Yâni sürünüyordu. Meselâ şu kızcağız ne yapmıştı? Boyanmıyormuş, güne gitmiyormuş, kapalı geziyormuş... Bunlar kendisi için de iyi şeylerdi. Ama bir defa emir yüksek makamdan çıktı ve «vur» dedi. Vurmasa yine çıngar vardı. Vurdu, yine çıngar oldu. Ne olduysa bir şişe rakının başına geldi. «Hayır, hayır» diyordu. «İçmeyeceğim! Hem kızım yüksek hasletler taşıyor, annesine benzemiyor. Hattâ annesin-deki hata kadar, kızımda haslet var« itirafında bulunuyordu.

Böylece kapıya geldi. «Yıkılsın!» diyerek zile bastı. Kapıyı karısı açtı:

  Buyur beyciğim, şöyle buyur, yardım edeyim mi?

  İstemez!..

  Sana bir kahve hazırlayayım mı, şöyle orta şekerli yahut sâde?..

Kadın kahve yapmağa giderken adam söyleniyordu: «Cadı istediğin yerine geldi kızı dövdürdün, beni meyhane köşelerinde rezil ettin, şimdi de sâde kahve ha... Başını yesin senin kahven.» Tabiî bunları içinden söylüyordu. Aksi halde muharebe hazırdı.

Böylece günler, aylar geçti. Kızına zengin bir tâ-lib çıktı. Kendisi ile karısı bu işe taraftar oldukları halde kızı mütemadiyen şartlar koşuyordu:

— içki içmeyecek,   kumar oynamayacak,   benim başımı açtırmayacak, erkekli toplantılara götürmeyecek, dans etmeyecek, diye.

— 217 —

Yine en şiddetli mücadeleler anne ile kızı arasında oluyordu.Bunları dinleyen anne, gözlerini araladı ve alt dudağını ileriye uzatarak:

  Söylesene kız «adam olmayacak» de...

  Hayır, adam olacak, ama Müslüman!..

  Bunları yapan Müslüman değil mi?

  Dikkat edersen Müslüman'dan çok   Fransız'a"1 veya ntgiliz'e benziyor...

  Yâni şimdi biz Müslüman değil miyiz?

  Bizim Müslümanlık anlayışımız;   Kur'ân-ı Ke-rim'in anlayışına uymalı, hiç olmazsa uymaya gayret etmeli...

  Hayret bizim evlâdımız bizi beğenmiyor!.. Belki işin bir kavgaya, daha doğrusu zevcesinin

fazla sinirlenip kızcağızı hırpalama yoluna varmaması için baba söze karıştı:

  Kızım bunlar çok zengin?..

  Mühim değil.

  Mühim olmaz olur mu? Para her şeyi halleder!.. Genç kız, gül gibi kızardı ve bütün cevaplar gırtlağında düğümlenip, kaldı.

Nihayet, kızın şartlan, erkek evine bildirildi. Müstakbel damad beyin verdiği cevap şu oldu:

  Şartı bulunmayan bir kızla evleneceğim. Ve, bu mes'ele de böylece kapandı.

Hâdiselerin can sıkıcı seyri içinde genç kız, kedere boğulmuştu. «Erkek olsaydım, bu işler daha kolay olur» diyordu. Fakat «Şükr-ü mutlak» ı prensip edinenler için bu, bir şükürsüzlüktü. «Hayır!» dedi. «îslâmiyeti kadınlar içinde yaşayıp, anlatacak insana da ihtiyaç var. Ne yazık ki, en evvel annem karşıma dikildi. Hiç ümit etmediğim taraf, fakat en zor tarafı Kurt gövdenin içine girmiş. Mücâdele zor!»

— 218 —

Evlerde kadınlara vaazlar veren genç kızla tanıştı. Ona dedi ki:

  Ne iyi... Siz Islâmiyete bol bol hizmet etmek imkânını buluyorsunuz. Biz...

Genç vaize onun sözünü kesti :

  Hayır, belki siz daha çok hizmet ediyorsunuz. Daha doğrusu kimin hizmet ettiğini iyi kestiremeyiz. Biz aklımızın, ilmimizin erdiği kadar çalışırız, takdir ve mükâfatı düşünmeyiz. Onlar Allah'a ait şeylerdir. Ayrıca şunu da belirteyim ki, yazmakta ve konuşmakta şöhret ve riya korkusu vardır. Belki menfaat için çalışıyor. Halbuki sizin gibi namsız, şöhretsiz, karşılıksız hizmet edenler,    en büyük hizmeti yapıyorlar demektir.

Genç vaize kız, arslanlar gibi kükrüyordu:

  Kadınların çıpak dolaştığı şu devirde, kapanmanız en büyük ibâdettir!

  Annem, bana çok muhalefet ediyor?.. Vaize tatlı bir sesle devam etti:

  Düşününüz,   Resûl-ü   Ekrem   Efendimize   öz amcası Ebû Leheb muhalefet etmedi mi? Dinimize muhalif olanlar ancak bize kuvvet verirler, azmimizi artırırlar. Annemiz, babamız da olsa...

Genç kız, tatlı bir tebessümle mukabele etti:

  Çok teşekkür ederim, inançlarımı takviye ettiniz, cesaretimi arttırdınız...

< 

  Biz de teşekkür ederiz. Sık sık görüşelim.

  Ahh, ne iyi olur, sık sık!..

Bunlar, muharebe meydanındaki yaralı mücâhide-lerdi. Zafer müjdesi gibiydiler. Evet bu genç kız yaralıydı. Sadece kalbinden değil, kollarından da yaralıydı, iç sıkıntısından olurmuş, cildi yer yer dışarı attı ve kızardı. Bu sebeple doktora gitti.

— 219 —

Bekleme salonunda, muhitlerine ve işlerine göre elbise giymiş, yaşlı, genç insanlar... kimisi inliyor, kimisi mevcut hâlin verdiği sıkıntı içinde görünüyordu.

Genç kız, siyah çorap, omuzdan dökümlü manto giymiş ve tek saçını göstermeyecek şekilde başını kapatmıştı ve ilkokula giden erkek kardeşi ile birlikte gelmişti.

Genç ve güzel kızın, başını böyle kapatması fısıl-tılı konuşmalara sebep oldu:

  Yazık, çok körpe ve güzel...

  Ya vah vah, saçı olmadıktan sonra neye yarar?

  Saçsız da olsa onu alırlar...

  Keli kim ne yapacak?

  Vallahi doğru, kadının süsü saçıdır.

  Annesinin gözü kör olsun, başlangıçta derman arasaydı ya...

Kendisine dikkatli dikkatli bakıp konuşan kadınlara kulak verdi:

  Kellik çok zor ve kötü şey!..

Genç kız gülmemek için dudağını ısırdı ve hafifçe pembeleşti.

Müslüman memleketinde, ancak kellik sebebiyle, baş örtüleceğini zanneden bu kadınlara ne demeli?

Yine Allah'a sığındı, yine «Allaaah» diye bir iç geçirdi. Zaten dilini kımıldatmadan hep «Allah» derdi. O'nu anmanın, O'nun için yaşamanın hazzı, sair fâni hazları kenara itiyordu.

  Allah!..

Nihayet muayene sırası kendisine geldi: Genç kız içeri girer girmez, doktor ferâestini göstermek için hemen teşhisini bildirdi:

— Kelliğiniz ne zamandan beri devam ediyor? Genç kız    etrafına bakındı.    Hemşireden başka.

kimse yoktu. Şaşkınlıkla:

I

  Ben mi? Doktor güldü:

— Tabiî size söylüyorum. Başınızı açın!

  Niçin?

  Muayene olmayacak mısınız?

  Hastalığım başımda değil, kolumda... Doktor hayretle sordu:

  Siz kel değil misiniz?

  Hayır!

  Peki, başınızı niçin böyle sıkı sıkıya kapatmışsınız.    Yoksa saçlarınızın rengini beğenmiyor musunuz?

  Saçımın rengini beğeniyorum.   Başımı kapatma mes'elesine gelince: Müslüman olduğum için...

  Başını kapatmayan kızlar Müslüman değil mi?

  Başını kapatmayan Müslüman olabilir. Fakat gayrimüslim kadınlar başını hiç kapatmaz.

Doktor bu cevap karşısında şaşırdı ve durakladı. Lâf olsun diye:

— Bence başınızı açsanız daha çok rahat eder ve daha şık görünürsünüz, dedi.

  Değerin takdirini   Allah'a bırakanlar için bu tavsiyeniz hükümsüzdür. Rahata gelince; insanın içi rahat olmalı, zira maddî rahatlık gerçek huzuru temin edemez. Bununla fakirliği tavsiye etmiyorum.

Doktor bir an dalgın kaldı. Kaleminin arkası ile masaya vuruyordu. Kendi karısı ile arasında olan geçimsizlikleri hatırladı. Genç kıza hâk verdi:

— özür dilerim, oturun demeği unuttum. Dindar, dinini müdafaa eden erkekleri gördüm. Gördüm amma kızlardan böylesini görmemiştim. Ben dinimi bilmiyorum: Babam, annem öğretmedi. Bir defa camiye gitmedim. Dinsiz değilim. Müslümanım. Lâkin, lâkin, lâkin...

220

221 —

Yine dalgın tavrını takındı. Gözleri yaşardı...

  Ne ise, dedi. Rahatsızlığınız ne idi?

  Kollarımda kırmızı lekeler var.

  Göreyim... Yaaa, bunlar, cemiyete intibak edememekten doğan iç sıkıntılardan meydana gelir. Tedavisi kolay. Yâni maddî derdinizin şifâsı mümkün, cemiyete intibak edememenizi ise,    tedavi edemeyiz. Zira cemiyetin size uymasını dileriz.

  Teşekkür ederim.

** *

Aynı hastahanede, genç kızın, midesinden ameliyat olan babası yatıyordu. Arslan gibi adam balmumu gibi erimişti. Yara kapanmak bilmiyordu.

Kızma dert yandı:

  Durum çok fena, yara kapanmıyor.   Şu anda yaramı kapatacak birisi olsa, bütün servetimi ona verirdim, dedi.

Genç kız sözün nereye varacağını hesaba katmadan:

  Babacığım, paranın her işi hallettiğini söylerdiniz?..

Kızardı ve sustu. Sözünün yanlış anlaşılacağından veya yeri olmadığından endişe etti. Baba sabit bakışla mırıldandı:

  Anladım kızım, anladım amma iş işten geçti!.. Babasının terlerini sildi.   Ona, teselli   olabilecek

sözler söyledi. Kalbi şefkatla dolan baba:

  Kızım senden çok memnunum ama itiraf edeyim ki, annen ne seni rahat bırakıyor, ne beni...

  Ne de olsa annemdir, bana çok, pek çok hizmetler etmiştir. Şimdi mes'eleyi anlamıyor. Anlamıyor

— 222 —

diye onu ayıplayamam, her namazımda Allah'a yalvarıyorum: «Allahım anneme, Islâmi bir anlayış ver ve Islâmiyete hizmet etmesini nasip et» diyorum.

  Bana duâ etmiyor musun?

  Etmez olur muyum baba?.. Sen benim her şeyimsin. Eğer sen bana yardımcı olmazsan çok müşkül durumlara düşerim.   Müslüman olmak, bir îslâm memleketinde suç olsun, hayret!..

Her ikisi de ağlıyordu. Baba titrek bir sesle, sanki yalvararak:

  Beni affet kızım... dedi.

Babasının uzattığı elini, iki eliyle tutup yüzüne kapadı, bu sefer hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Belki ağlama sesine, belki de her nasılsa odaya giren hemşire, kızcağızı babasından ayırdı; hem ayıpladı, hem de teselli ederek:

  Böyle ağlayacak ne var. Babanız yakında iyileşir, taburcu olur. Burada nice hastalar şifâ bulup, gittiler.

Genç kız düşündü, işe nereden başlamalıydı ve nasıl cevap vermeliydi? Bir Müsİümanın inancından dolayı suçlu sayılacağını, bu hemşireye nasıl anlatabilirdi? Ve bu mes'elelerden dolayı babasının kendisinden özür dilediğini nasıl söyleyebilirdi?

Baktı ki, olmayacak, o da işi başka yönünden ele aldı:

  Yara kapanmıyormuş?.. Dedi.

  Ne münâsebet, zamanı gelince kapanır. Sonra sudan, havadan konuştular. Hemşire de bir

şey anlayamadı. Yalnız giderken genç kıza nasihat etmeyi unutmadı.

  Babanı üzme!..

Hasta baba, akşam olmadan kızının eve dönmesini istedi... Vedalaşarak ayrıldılar.

— 223 —

Genç kız evine giderken, arkasından birisi konuşuyordu.

  Devrimciyiz, deviririz, eviririz, çeviririz!.. Sarhoş bir adam bu kelimeleri türkü şeklinde tekrarlayıp duruyordu. Fakat işin sonu sarpa sardı:

  Başörtüsü istemeyiz, çarşaf istemeyiz, medeniyiz, devrimciyiz, deviririz...

Başörtülü ve mantolu olan genç kızın içine korku düştü. Adımlarını hızlandırarak ilerideki kahvenin önüne yetişmek istedi. «Belki kalabalık kahvede bir tane Hak ve hakikati seven olur» diyordu.

Daha, kahvenin önüne gelmeden sarhoş, genç kızın eşarbından tuttu ve çekmeğe başladı:

  örtmeyeceksin, devrimlerimizi beğenmiyor musun?.. Gibi sözler sarf ediyordu.

Genç kız:

  Bırakın beni, ayyy!

Kız bir taraftan eşarbını tutuyor, sarhoş diğer taraftan çekiyordu.

Kız:

—imdat!., diye haykırdı.

Bu kadın çığlığına kahveden 20-25 kişi dışarı fırladı. İçlerinden ikisi ilerleyerek sarhoşu yakaladılar ve sarhoşla münâkaşaya başladılar. Bunun üzerine karakola gitmek lüzumu hâsıl oldu...

Sarhoşluk suç değildi. Hatta «delikanlılıktır, iki tane atmış...» gibi te'villeri vardı. Fakat büyük bir şehirde baş örtmek suçtu. Bu, devrimlere ihanetti. Komiser hâdiseye bu gözle bakınca, nezârete aldığı sarhoş genci, dört saat sonra salıverdi.

Fikrin, ilmin, ahlâkın çölünde yetişen bu ayyaş genç için hayat, gayesiz ve manasızdı. İçi ile dışı dâi-

— 224 —

ma tezad halindeydi. Gerek bu tezadı yenmek, gerekse altında ezildiği günahların yükünden kurtulmak için yine soluğu meyhanede aldı.

İçecekti, çok içecekti ve her şeyi unutacaktı.

Pikaptaki ses bir derdi terennüm ediyordu:

«Gamdan azade heman dünya da bir meyhanedir» «Derdi def etmek için âlem de bir peymânedir»

özdemir uzun gazellerin, yanık türkülerin içinde bir şifa arıyordu. Buna rağmen her türkü, her kadeh, derdini arttırdı.

Kimi oturur ağlar haline için içini

Kimi bülbül olmuştur sığırcık iken demin.

Fakat o başka bir şey yapamazdı. Hayatı boyunca bunu görmüş, bunu işitmişti. Hayat itimada şâyân bir şey değildi. Bir yanda kuvvetlinin yumruğu, öte yanda, zenginin rüşveti, beri yanda memurun dokunulmaz makamı, ona hayatı çirkin göstermişti. Ne yapsın? Bileği kuvvetliydi, amma içinde kötülük yoktu, oldu bir kere.

Üstüne yürüyen adama yumruğunu indirince onu yere çarptı. Bu sefer adamın' arkadaşları özdemir'e hücum ettiler. İş başa düşmüştü, ya temiz bir sopa yiyecekti veya dayanacaktı, özdemir dayandı. Eğildi, doğruldu, tekme attı, yumruk attı, dört kişiyi tepeledi. Zâten bu hâdiseden sonra ona «Çelik» lâkabını taktılar. O dört kişiyi hakladı, başkaları bunu on dörde çıkardı. Onlar yumruk yumruğa dövüştüler, başkaları bunu: «özdemir bıçaklı adamları tepelemiş» diye rivayet ettiler. Nihayet kasabanın «efe» si oldu. Böyle olduğuna memnun değildi. Zira şimdi de, makam yüklenmişti ve efeliği çiğnetmek istemiyordu. Şu anda birisi ona yumruk atsa, o, ne olur, ne olmaz ka-

— 225 —

F.: 15

bilinden bıçağını çekip efeliğini muhafaza etmek mec-turiyetindeydi. Bunu böyle hissediyordu. Etrafındakiler ona «dövüldün mü ağabey» dememeliydiler. Kimse kıs kıs gülmemeliydi. Yâni kendi tâbiri ile «madara» olmamalıydı.

Çöpten yapılan binayı yel götürürmüş, özdemir'e de yumruk atan çıktı. O yumruğun şiddetini anlamıştı, hattâ yere bile düşmüştü. Hasmının üstüne atıldığını fırsat bilerek bıçağını çekti ve salladı.

Acı bir çığlık!..

Arka arkaya yine salladı ve hasmını cansız olarak j^re düşürdü.

Dimağı gayet iyi çalışıyordu: «Bu böyle olmamalıydı» dedi.

«Fakat o beni öldürecekti, ölmemek için öldürdüm. Yaşamak için öldürdüm!»

Dediyse de yine de bir ses haykırıyordu: «öldür-memeliydin!..»

Bu sesi boğamadı. Perişan bir vaziyette, karakola gitti.

  Her şey bitti, dedi.

Külhanların er geç maktul veya kaatil olacaklarını bilen tecrübeli komiser:

  Geçmiş olsun Çelik!.. Al bir sigara iç, dedi.

Sonra ifâdeler alındı ve büyük bir kapının, büyük kilidi gürültü ile açılıp; zincir, kilit şakırtılarına, paslı menteşe gıcırtıları karıştı, resmi elbiseli adamlar, kapılan dünyaya kapadılar...

  Çay bir, demli olsun! efe işi...

  Alttan al yavrum adamı yerler...

  Haydi kapikliye bakalım.

  Dünyada asılacak ipim bile yok, bize mezarr dahi çok görenler var.

  Ben senin, kanına âşığım.

Bitmeyen bu külhânî konuşmalar insanlığın raydan çıktığına bariz bir işaretti.

Fakat özdemir kafasına koymuştu, o bu işi devam ettirecekti. Serbest hayatı sevmeyen bir insan, hapisliği nasıl sevebilirdi? Öyle ise sonuna kadar dayanmalıydı. Bu son ne olabilirdi. Yani hayatının bitmesini istiyordu. Dolayısıyla dünyaya gelmelerine sebep olan annesine, babasına bile kızıyordu, Herkese kızıp, herkesi ayıplıyordu. Savcıya dahi:

  İdamımı istemediğin için sana da düşmanım, demişti.

Sanki herkesin vazifesi onu öldürmek olmalıydı. Bunu yapamadıkları için, o herkese düşmandı ve herkesi ölüme mahkûm etmişti. Eğer atom bombasını eline verseler, en kalabalık yerde onu patlatmak isterdi. Böylece cemiyetten biraz hıncını almış olurdu.

Dört duvar arasında senelerin geçeceğine aklı er-miyordu. özdemir'in tehlikeli olduğunu anlayan hapishane mensupları ise onu hücreye attılar.

Fakat ekmek vermek için kapıyı açtıklarında onu kanlar içinde yerde buldular. Başını duvarlara vura vura intihar etmek istemişti, şimdi baygın yatıyordu.

Nasihat dinlemeyen, herkese keskin nazarlarla bakan, dâima kuşkulu duran bu adam, idare mekanizması için de bir problemdi. İşlediği suç, (kanunen) idam olmasını gerektirmiyordu. Eee, ne yapmalıydılar?

Bu adam bir kurşundu; hakkı da, bâtılı da müdafaada kullanılabilirdi. Bâtıl bir zihniyetin çektiği tetikle ateş alan bu genç, hakkın sinesini yaralamıştı. Şimdi herkes yaraya ve kurşuna bakıyor: «Ooo, ne büyük yara ve ne dehşetli kurşun!» diyorlardı; tetiği çekeni düşünen yok!..

— 228 —

227 —

Evet cemiyet yaralıydı; her gün gazete sütunlarını cinayet, hırsızlık, zina gibi haberler dolduruyor-du. Hapishaneler tıklım tıklım dolup taşıyordu. Yeni yeni hapishane binaları yapmak gerekiyordu-, bu binalar da o mahallin en büyükleri oluyordu. Eğer mahpuslar arasında bir istatistik yapılsaydı, okur - yazarların ekseriyette olduğu görülürdü. Hele hapise düşmeyen öyle memurlar var ki; onlar halkın gözünde mahkûm olmuşlardı. Bu hâl, maarifin iflâsı demekti. Maarif ise iflâsını anlamayacak kadar ifna edilmişti. Neticede anlaşıldı ki, bütün günahların anası cehalet, kötü ideolojiye kullanılan ilimden çok daha iyi imiş... Bunun en açık isbatı, şu yerde yatan gençti!..

Başında, yüzünde ve omuzlannda pelte pelte kan vardı. Yer yer ezilen kafasının derisi içler açışıydı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, o kendine gelip, kımıldandığı anda,    titreyen elini başında gezdirdi ve parmaklarına bulaşan kanı ağzına götürüp emdi. Bunu gören gardiyan, iğrendi; yüzünü buruşturdu, «Ca- J navar!» diye mırıldandı. Sonra bu yaralı genci sedyeye koydular, ne olur, ne olmaz düşüncesiyle yine de J ellerini bağladılar ve tahliyesine az kalmış iki mahpusa verip arabaya taşıttılar.

Pencereleri kafesli araba hastanenin kapısından içeri girince, kapıcı kendi kendine söylendi: «Hem dövün, hem getirin tedavi ettirin, alçak herifler!..» Böylece onun da şahsında itimatsızlık ve kötü zan hey-kelleşmişti.

Bu hastahanede her ihtisasda doktor yoktu. Göz mütehassısı bazen dahili hastalıklara baktığı gibi dahiliye mütehassısı da hemen hemen her hastaya bakardı.

— Yaralı var, dediler.

— 228 —

Yaralıyı ameliyathaneye aldılar. Doktor beyaz önlüğü, muntazam taralı saçları ve dalgın bakışları ile ameliyathaneye girdi. Arkasından yine beyaz önlüklü birkaç kişi... Zaten gardiyanları görünce, getirilen şahsın bir mahpus olduğunu anlamıştı: «Yine ekmek içinde, içeri sokulan şişlerle vurulmuştur» diye düşündü. Fakat elleri bağlı adamın kanlı başını görünce «ne oldu?» gibilerden eliyle işaret etti. Gardiyan hürmetkar bir tavırla:

  Azılı serserilerdendir... Kaatil!.. Hücrede, başını duvarlara vurmuş...

Doktor, gözlerini yaralıdan ayırmıyordu. İnsanın nerelere, ne hallere düşeceğini düşünüyordu. Fakat gözleri... Yarı açık gözleri, kendisine yabancı gelmiyordu. Hafızasını karıştırdı, ellerini birbirine kenetledi:

  özdemir!.. dedi.

Herkes işi ile meşgul olduğu için, bu kelimeyi kimse duymadı.

Mazi, bir sinema şeridi gibi gözünün önünden geçti: «Maarif müdürünün akıllı, çevik ve çalışkan oğlu özdemir... Allah Allah! Nasıl olur da bu çocuk, bu hallere düşebilir? Temiz giyinirdi, şakacıydı, derslerinden iyi notlar alırdı, top oynardı... Temiz bir koltuk yerine, şimdi kanlı bir çarşaf!..»

Hemen işe koyuldu, yaralan temizledi ve arkadaşının başını bir kundak gibi sardı. Hastayı yatağına götürürlerken, kendisi de çay içmek için odasına çıktı.

Hâdise savcılığa da duyurulmuş olduğundan, savcı hastahaneye telefon etti. Bir taraftan çayını yudum-layan doktor, diğer yandan da telefona cevap veriyordu:

  Başında sıynklar var, dövülmüşe benzemiyor. Kafasını duvarlara vurarak bu hale gelmiş olabilir...

— 229 —

— Hayır hayır, kafasını duvarlara vurmuş... Raporumuz böyle olacak...

Beyni kanama yapmamışsa mühim değil!..

— Kanama yapmışsa müdahale edemeyiz, imkân-

sız!..

— Şimdi hastanın yanına gideceğim.

  Evet, evet bildiririm. Allahaısmarladık.

Gardiyanın ısrarı üzerine, hastanın ellerini karyolaya bağladılar. Bunda ne kadar isabet edildiği, sonra anlaşıldı.

Hasta kendine gelince sert ve âni hareketler yaptı. Başını, ayaklarını tutmağa çalıştılar. O boğuk sesler çıkararak, çırpınıyordu. Doktor şefkatli bir sesle:

  özdemir!.. özdemir, dedi. Özdemir göz kapaklarını araladı:

  Bırakın öleyim! diye inledi ve sakinleşti. Sadece dişlerini gıcırdatıyor ve dudaklarını ısmyordu.

Doktor ona müsekkin ilâçlar verdi. Birkaç gün sonra rahat konuşacak duruma gelmişti. Eski çılgınlığı yoktu. Böyle sakinleşmesinin en mühim sebebi de doktoru tanımış olmasıydı.

Mektep sıralarını hatırladı: «Gerici, Yobaz» diye şaka ile karışık alay ettikleri arkadaşını nasıl unuturdu!. «Nerden nereye?» diye düşündü. «Ben...» dedi, içi yandı, gözleri sulandı ve yutkundu. Sonra zorla: «O!..» dedi. Doktoru düşündü: Serbestti, doktordu, itibarı vardı. Kendisi gibi okyanusa düşmüş bir kazazede değildi...

— 230 —

Evet, üç gün sonra karşılıklı konuştular:

  Doktor, hücre ve atomun iki mühim başlangıç olduğunu anlıyordum. Hücre ve atoma hareket veren bir kuvvetin, enerjinin olduğunu da biliyordum. Bu sebepten Allah'a inanmak istiyordum, fakat babam: «Bu tabiatın işidir ve kendiliğinden olmuştur.» deyip, mes'eleyi hafife alıyordu. Bu kadarla kalsa bir şey değil, likör ve votka gibi kokusuz içkilerden bir iki kadeh veriyordu, neşeleniyordum, düşünemiyordum. Misafir gelen kadınlarla meşgul oluyordum ve onların kızları ile dans ediyordum. Babam bu halime bayılır ve beni alkışlardı. Fakat... Unutamıyordum... Sabah kalkınca hücre ve atoma hareket vereni, bunları yaratanı düşünüyordum. Ona inanmak istiyordum. Babamın kaşları, çatılmasın diye söylemeyip, bunu içime gömüyordum. Okula gidince top oynamak, kızlarla arkadaşlık etmek ve öğretmenlerin naturalist telkinleri ile o inancımın iyice küllendiğini   hissediyordum.»

Doktor yarı hayret, yarı mahcup halde onu dikkatle dinliyordu, özdemir devam etti:

  Sen, bana dinden bir şeyler anlatasm diye, sana «Mürteci»   derdim. Anlatırdın.   Anlatırdın amma, şehrin gürültüsü içinde onlar kaybolur giderdi...

Dalgın dalgın düşündü:

  Bir şeye inanmak isterdim, insanlara tâbi olmaktan, onların kıymet ölçüleri ile kıymet kazanmaktan ürkerdim. İnsanlara itaati kölelik sanırdım. Daha üstün bir varlığa itaat etmeliydim. Büyük yollarda büyük hedeflere doğru ilerlemeliydim. Bu yolu ise babam kesiyordu.

Doktor gayri ihtiyari:

  Fakat çalışkandın... dedi.

— 231 —

  Evet, çalışkandım. Doktor olmak, mühendis olmak benim için basit bir şeydi. Ben daha başka şeyler arıyordum. Yine babam bana daima basiti tavsiye ederdi. O basitler ise heyecanımı tatmine kâfi gelmiyordu.

Yüzünü diğer tarafa çevirdi. Şimdi doktor, arkadaşının* sâdece beyaz sargılı başını görüyordu. O devam etti:

  Nihayet kader bizi kavgaya itti. Kavga ettim, külhan oldum, efelik ettim, eline düştüm...

Saatin ölçüsüyle kısa, gönüller ölçüsüyle uzun bir sükûttan sonra Doktor:

t- Artık babandan uzaksın; hücre, atom ve hareket mes'elesi üzerinde rahatlıkla durabilirsin...

özdemir yüzünü doktora çevirdi, hayretle:

  Siz ne ümitli insanlarsınız!.   Hâlâ benden bir şeyler ümit ediyorsunuz. Her şey bitmiştir diyen adama, her şey yeniden başlıyor, der gibi haliniz var.

  Evet her şey yeniden başlıyor. Çünkü tohum toprağa düştü. Ambarların rahatlığına karşılık buradaki çirkin hallerle o tohum neşv-ü nema bularak filizlenip, bir tohuma bedel binlerce tohum verecek.

özdemir.-

  Olur mu dersin?

  Ben her felâketin bir saadete başlangıç olduğuna inanırım.

  Amma hiç bir felâkete mâruz kalmıyorsun?..

  Kalıyorum, senin haberin yok.

Deyip, yutkundu. Dudağını ısırdı ve devam etti:

  Senin defterini kapayıp,    benimkini    açalım. Bakalım neler var?

— 232 —

Doktor

Doktorun saçları diken diken oldu, rengi sarardı. Acı hatıraların içine gömülürcesine konuştu:

  Nuri ile arkadaştık. Bir gün hastahanenin baştabibi çağırdı:

  Çalışkan ve dürüst bir arkadaşsın. Bilgini de takdir ederim. Fakat bunlar bizim için mühim değildir. Bizim için mühim olan senin fikirlerindir, düşüncelerindir...

Deyip, yumruğunu sıkıp, masanın üzerine koydu, daha ciddî bir sesle:

  İdeolojilerin çarpıştığı bu memlekette, sen başka bir ideolojinin, ben başka bir ideolojinin adamıyız. Biz de çarpışıyoruz demektir. Bu hâl daha fazla devam edemez!..

Aynı ciddiyetle cevap verdim:

  ideolojim Islâmiyettir! Madem ki siz baştabib olarak bunun karşısında olduğunuzu beyan buyurdunuz. Biz de bu havayı teneffüs etmek istemeyiz! Ve ayrılıyorum.

* * *

Bu durum karşısında hastahanelerde çalışmamaya karar verdi. Doktorsuz bir kazaya gitti ve orada bir muayenehane açtı.

— 233 —

İslâmi bir aile hayatı göstermek, halk ile kaynaşmak için evlenmesinin gerekliliğine inandı. Yakınlarının gayreti ile kısa bir zamanda evlendi. Yine kısa bir zamanda anladı ki, mücâdele edeceği şahısların safında bir de ailesi var!

Bekârlık hayatındaki iç değişmeleri ve bir defa da tevkif olmasının hikâyesi, genç kadının üzerinde endişeli te'sirler bırakıyordu, öyle ki, geceleri hastaya çağrılmasına bile sinirlenen kadın, doktorun hiç evden çıkmamasını istiyordu.

  Yine kapı çalınıyor!..

  Hastadır...

  Bıktım bu hastalardan. Doktor:

  Sıhhatli olduğuna şükret!..

  Her gün, her gün olmaz ya...

  Ne yapsınlar? Hastalık başka şeye benzemez.

  Hayır, bu gece gitmeyeceksin! Evde yok diyeceğim... İslâmiyet, gündüz gece hasta peşinde koşacaksın dememiştir.

  Mesleğimiz, hanım, ne yapalım?

  Doktorsun ama, bir otomobilin yok.

  İnşallah olur.

. — İnşallahla maşallahla olacak gibi değil.

  Bizce olursa öyle olur, aksi olmaz!

  Anlayamıyorum sizi...

  Anlamayacak ne var:   Ben doktorum, kapımı çalıyorlar. Hasta var...

  Vallahi bıktım! Evde oturduğun yok!

  Altı sattir evdeyim daha ne istiyorsun? Doktor bunu söylerken kapıya doğru yürüyordu.

Kadın:

  Kim bilir ne zaman geleceksin?

— 234 —

O, pranga mahkûmu gibi ayağını sürte sürte çökük omuzlarla kapıya yaklaştı ve:

  Kim o?

  Hastamız var, Doktor ağabey.

  Geliyorum.

Kasabanın doğu tarafından geçen çay, biraz ilerde nehire dökülüyordu. Halk ziraatçıydı. Meyve bahçeleri, kavak, söğüt ve çalılarla şirin bir yer olan bu beldenin iki katlı birkaç evi vardı. Bunlar zenginlere ve memurlara aitti. _ Ekseri evler bahçe içinde ve tek katlıydı. Herkes evinin eksiğini güzden tamamlar, ununu, bulgurunu, makarnasını ve kuru yeşil fasulyesinden hıyar kabuklarına kadar, ekseri sebzeleri kuruturdu. Bundan sonra; gaz, tuz ve şeker için 400-500 lira bir kenara koydular mı «Bu seneyi de atlattık» derlerdi.

Gel gör ki, şu 400 - 500 lirayı bulamayan da vardı. Bunlar bahçeden çalı - çırpı toplar, biraz da tezek yaparak «Kış yakacağını» te'min eder ve ineklerin sütünden peynir, yoğurt, yağ ve çökelek elde edip, geçinip giderlerdi. Bir hayvan hastalanıp, kesilmezse taze et yüzü görmezlerdi, ama etsiz de kalmazlardı. Çünkü bir yahut iki teneke kavurmayla birlikte belki yirmi tane de paça kuruturlardı.

Yollar elektriksiz ve buzlu idi. Bunun için o, çizmelerini çekti, gocuğunu giydi ve başlığını kulaklarına indirdi. Eline ağır çantasını aldı.

  Buyurun.

  Doktor ağabey, çantanı alayım.

  Zahmet etme.

— 235 —

  Yoo, olmaz. Zaten yol ırak.   Yoksulluğun gözü kör olsun! Param olsaydı, altına bir araba çekseydim, ne olurdu.

  Ziyanı yok, yürürüz.

  Var ol, senin hakkını nasıl ödeyeceğim bilmem. Şunun şurasında hasta benim olmasaydı, bu soğukta adımımı dışarı atmazdım.

  Bizim vazifemiz!

  Allah razı olsun.

  Haa, bize bu lâzım.

  Bin defa...

Her taraf bembeyaz. Yol iz kaybolmuş. Hafif bir rüzgâr var ki, yerli halk buna «sazak» der. İnsanı kasıp, kavuruyor. Yürüdükçe doktorun nefesi sıklaşıyor, çıkan sıcak nefes, tiftik başlığın ağzına gelen yerinde kıncıl kmcıl buz tutuyordu. O buna alışkındı. Şehrin güneyindeki dağ bütün heybetiyle dikiliyordu; nehir buz tuttuğundan su sesi gelmiyordu. Sesin bile buz tuttuğu bu yerde bir köpek acı acı uludu.

Hasta sahibi:

  Kurttur, dedi.

  Evet, aç kalınca şehire inerler.

  Merak etme, silâhım var.

  Yağını şildin mi, bari?

  Silmem mi be Doktor!    Yağlı silâh kışın ateş eder mi?

  Kimisi bilmez!..

  Cahillik efendim. Doktor lâf değiştirdi:

  Bacası tüten yok, ne dersin?

  Gece yansı kim oturur? Yorganı başına çeken yattı.

  Yatarken sobaları söndürüyorlar galiba?

— 23e —

  Manifaturacı Hüseyin, Mandıracı Ali, Kahveci Yâkup, Hâkim, Kaymakam, bir de Siz...    İşte bunlar söndürmezler. Yoksa fakir milletin işi yok, gece soba mı yakacak...

  Küçük çocuğu olanlar?..

  Eskiden bu iş iyi idi: Toprağı elerler, ısıtırlar, çocuğun altına korlardı.

Doktor hayretle sordu:

  Sahi mi?

  Hayret edilecek ne var? Biz böyle büyüdük.

  Nasıl oluyor?

 Bayağı... Çocuğun alt tarafı toprağa sarılı, gerekince toprak kirleniyor. Onu atar, yenisini korlardı. Şimdi bez çıktı, muşamba çıktı, yıka babam yıka... Su mu var, ateş mi var? Onu yıkayacak zaman mı var? öküze mi, çocuğa mı bakacaksın, yayık mı yayacaksın?..

  İş çok ama erkekler de kahveden çıkmıyorlar?.

  Ne yapacaksın bey, evde otursan karıyla çıngar oluyor, iş yok göresin, yer yok gidesin. Kötü olmaya kötü ama kahve yine en iyisi...

  Yazın kahvecinin önüne on teneke buğday at-sam öper başına kor.

  O kadar oluyor mu?

  Söz gelişi ...

Köylü devam etti:

  Fabrika olsa, iş olsa eşek miyiz, neden gidip kahvede oturalım?..

  Kasabalılar toplanıp, halı tezgâhlan, konserve fabrikası kurabilirler?..

  Doktor Bey,   serde cahillik var,   görgüsüzlük var... Halı tezgâhının ismini duymuşum. Konserveyi

— 237 —

1   ¦

askeriyede gördüm. Üstelik para da yok. Zenginlerimiz keyfinde, memurlarımız kulüpte...

  Yâni kusura bakma Doktor Bey, doğru söylüyorum, değil mi?

  Ben kulübe gitmem.

  Duydum Beyim, duydum!.. Gel gör ki, senin de kıymetini bilmiyorlar.

  Bilen olur!

  Allah biliyor ya, hepimiz seni seviyoruz.    Şu tevkif olmana öyle üzüldük ki!

  Sağ olun.

  Vallahi canım feda olsun.

  Ağabey,    gevezelik ediyorum, yol bitsin diye, yoksa sizin huzurunuzda    konuşmak haddim   değil ama...

  Rica ederim. Sohbet ediyoruz...

  Seni yorduk, kusura bakma!

  Ne münasebet!..

¦— Allah ömrünü uzun etsin.

  Sizin de.

  Geldik, kapıyı açayım.

Yolun iki tarafında bahçe duvarlan uzanıyor, görünürde ev yoktu. Üç tahtadan yapılmış kapıyı açan, hasta sahibi içeriye girdi. Doktor da onu takip etti.

Bahçe kapısından epeyce ilerde olan ev, yapraksız fakat karla yüklü ağaçların arasında ufak ve al-çakçaydı. Burası kasabanın tamamen dışında bulunuyordu.

Doktor içeri girince, kundağın başında ağlayan §enç kadın ayağa kalktı.

Çamur sıvalı oda, badanasızdı. Bir tarafta tahtadan yapılmış bir sedir, diğer tarafta kazan, tencere ve

— 238 —

eski bir teneke soba... Yanda bir yatak dengi ve onun baş tarafında tavana asılı salıncak. Bunun karşısında «kürsü» tâbir edilen; içinde ateş, üstünde bir sandalye ve bunun üstünde bir yorgan... Ev halkı ayaklarını bu kürsünün içine uzatarak ısınıyor, daha doğrusu üşümüyorlardı.

Doktor, eldivenlerini çıkardı, başlığını topladı, çocuğu muayene etti.

  Ne zamandan beri hasta?

  Üç gündür...

  Niçin daha evvel haber vermediniz?

  Ahhh!..

  Bilmiyor musunuz, ne zaman beni çağırsaydı-nız gelirdim?..

  öyle dediler, amma inanmadık.

  Peki...

Petrol lâmbasının ışığında   iğnesini hazırladı ve çocuğa iğne yaptı.

Çocuğun annesi yalvarırcasına sordu.-

  Doktor Bey?..

  İnşallah iyileşir merak etmeyin. Biz vasıtayız. Şafi-i rahimden şifâ dileriz. Allah hem şifa versin, hem hayırlı etsin.

  Âmin! Ağzına sağlık.

  Babana rahmet!..

Doktor etrafa bir göz attı, soba yanmıyordu. Pencereler yarı yarı kâğıtlı, yer tahtasızdı. Sedire oturdu:

  İki saat beklemem lâzım. Sizi de uykusuz bırakacağım...

Evin erkeği:

  Ne demek Doktor ağabey; sen oturuyorsun da, dedi.

  Çocuğu üşütmüşsünüz?

— 239 —

Kadın:

  Mallara baktım, sonra sulayacağım diye kapıyı açınca, gözü kör olsun, dana kaçıverdi. Çocuğu yemliğe bırakıp koştum... Kapı açık kalmış. İşte ne olduysa ondan sonra oldu...

Doktor genç adamın yüzüne baktı: İki eliyle şapkasını önünde   tutan ve hürmetten ayakta duran genç delikanlı, bir kız gibi kızardı.

  Kimsesizlik!.. Dedi. Ana-baba olmayınca   zor oluyor.

Belki yirmi dakika hiç konuşmadan beklediler. Çocuk hırlar gibi sesler çıkardı, inledi... Genç anne, devamlı olarak çocuğun yüzüne bakıyor, nefesini dinliyor; zaman zaman tülbentinin ucu ile gözlerini ve burnunu siliyordu. Dudaklarının kımıldamasından dua okuduğu zannedilirse de, mâni ve ağıt da okuyabilirdi. Çünkü bu hâl yaygındı.

Doktor, evin genç erkeğine sordu:

  Tahsilin var mı?

  Beşten çıktım.

  İlk mektebi bitirdin?..

  Evet.

  Bir iki kitap alıp okuyabilirsin?..

  Anlamam ki, Doktor Bey!

  Madem anlamıyorsun, o zaman senin hiç okumaman değil de çok okuman lâzım.

Köylüler, nükteyi severlerdi ve bu hususta kabiliyetliydiler.

  Siz okudunuz da ne oldu?

Doktor bunu anladı ve acı acı güldü. Çünkü imân-ı tahkiki dersleri okumaktan onu tevkif etmişlerdi. Üç ay hapis yatıp, beraat etmişti.

Halk:

— 240 —

  Bir doktorumuz vardı, onu da hapis ettiniz. Allah'tan korkun! diye kaymakamın, valinin   kapısını aşındırdılar ve Ankara'ya yüzlerce imza gönderdiler. Yine de üç ay yattı, avukatlar geldi, müdafaalar yapıldı neticede: Beraat!

Doktorun içi coştu-. Yâ Rab, ne ters dunun, içki içen, kumar oynayan serbest; kitap okuyan mahkûm!. Yâni şu genç, demek istiyor ki, sen okudun hapis oldun, ben de mi okuyup hapis olayım. Hayır okumam! Şimdi buna okumanın iyiliğini ve faydasını nasıl anlatabilirim? Halk (okumak) denince mekteplere devam etmeği zannediyor. Bunun dışında okumak olacağını pek kabul etmiyor. Neticede cehalet, pislik, fakirlik ve acı...                 ,         .

Tekrar sordu:

  Okumanın faydasını bilirsin, değil mi?

  Bilmem mi ağabey! Benim Hacı Dedem derin âlimdi. Kırk sene Mısır'da ilim tahsil etmiş. O derdi ki, bu gidiş kıyametedir...

  Canım deden yanılmış olabilir...

  Olur mu Paşa Doktorum? Baksana sen herkese iyilik ediyorsun, bütün millet seni seviyor ve sen dini kitap okuyorsun diye hapis yatıyorsun. Ben kahvede şeşbeş; düşeş deyip sefa sürüyorum; bu kıyamet alâmeti değil de nedir?

  YaaL

  Herifin oğlu içki içer yerlere yatar, kimse bir şey demez. Hâşâ huzurundan daha neler neler...

Genç kadın kocasını çağırıp bir şeyler fısıldadı. Bu gibi hallerde yemek, süt gibi ikramlar olabileceğinden Doktor sordu-.

  Hemşirem ne diyor?

  öyle konuşma, ayıp olur, dedi.

241 —

F.: 16

  Yok canım; bilâkis bu meseleleri anladığınıza çok sevindim.

  Cahiliz amma, Allah kafa vermiş bir kere...

— Estağfurullah, demek dedeniz âlimdi.

  Bileğini bükecek yoktu.

  Sizi okutmadı mı?

  Babamı okutmak istemiş o da kaçmış.   Sonra askerlik, İkinci Dünya Savaşı, kıtlık... Ben çocuktum zor hatırlıyorum.

  Babanız niye kaçmış?

— Kaçmış amma, sonra, şu duvara sırtını dayar, başını iki eliyle yumruklayarak «Ah kafa ah!» derdi. Ne çare, gitti yaz, gitti bülbül!..

  Çocuğa bir iğne daha yapayım...

  Eline sağlık.

  ikindiden sonra yine geleceğim...

Ev sahibi kapalı avucunu Doktora uzattı:

  Buyur Doktor.

  Para istemez. Onunla odun alın, yavruyu üşütmeyin.

Kadın ağlamaklı bir sesle:

  Para almıyorsun, oğlum ölecek mi?

  Hayır, kardeşim. Allah şifa versin. İnşallah iyi olur. Ne diyorum: O para ile odun alın, çocuğu üşütmeyin...

  Allah tuttuğunu altın etsin, çocuklarını bağışlasın.

  Cümlemizin. Allahaısmarladık.

  Güle güle, başımızın üstüne...

Sabah ezanı okunduğundan, abdest alıp camiye gitti. Camiden çıkınca, Doktoru sevenler onu bırakmak istemediler.

**¦ — 242 —   .

  Bir çay içelim, Doktor Bey.

— Peki.

Çay içtiler, iki lâf ettiler... Eve geldiğinde, karısını üzgün buldu:

  Üzgünsünüz, ne var?

— Ne olsun? Gece yansı gittin, şimdi geliyorsun: Kurt mu yedi, öldürdüler mi?.. Ağladım bekledim...

  Tevekkül, Allah'ın kudretine   itimaddır.   Bizi yaradanımız var.

  Yaradanımız var diye, gece gündüz; kurt, kuş demeden gezecek miyiz?

  Doktor olmam bunu gerektiriyor.

— Hayır, siz bunu meslek aşkı için değil, din aşkına yapıyorsunuz.

— Elbette!..

  Ve, hastalarınızdan para almıyorsunuz, bu sebepten de çamaşır makinam, buzdolabını ve otomobilimiz yok. Ben böyle hayatı istemem. Herkese mahcup oluyorum.

  Sinirlenmeyin, dikkatli olun.

— Dikkati mi kaldı? Dün iki paralık köylü gelmiş, «Doktor sağ olsun, hem hastamızı muayene etti.  Hem ilâç verdi, hem de para almadı» diyor.

  İyi işte; iftihar et ki, bir fakire yardım etmişiz.

  Fakat noksan olmuş, bir de elbise götürseydin..

— Alay mı ediyorsun?

  Sana bu lâyık!..

— Hasbünallahi venimel vekil. Ben muayenehaneye gidiyorum.

Canı çok sıkılan genç hanım, onbiri iple çekti. Hemen giyindi. Kaymakamların yolunu tuttu. Kaymakamın hanımıyla iyi anlaşıyorlardı.

243 —

Kazanın kaymakamı temiz giyinir, iyi dans ederdi. Kadınlara karşı çok kibar davranırdı. Herkesin hususî hayatı ile meşgul olmayı severdi, bu hususta karısını âdeta vazifelendirmişti. Akşam olunca karısı anlatır:

  Doktorun hanımı şikâyetçi... Kocası evde dur-muyormuş... Pek eşya almıyormuş...

Kaymakam bunları dikkatle dinler, kendine göre kıymetlendirir ve plânlar yapardı. Böylece bir kazayı değil, bir imparatorluğu idare ettiğini zannederdi. Zaten halk da, ona «Napolyon'un oğlu» derdi.

Kazada geziye çıkan kaymakam, doktorun hanımı ile karşılaştı. Böyle ufak yerlerde, umumiyetle memurlar birbirleri ile çok samimî olur, bir aile gibi geçinirlerdi. Bu hâl biraz da halka karışamamaktan ileri geliyordu.

  Günaydın, Yenge Hanım. Nereye teşrif buyuruyorsunuz?

  Günaydın Kaymakam Bey. Şöyle bir ziyarete

çıktım...

  inşallah bize buyurursunuz.   Bizim hanım da sizden bahsediyordu. «Nerede kaldı görünmüyor» diye, şikâyetçi.

  Aaa, evvelsi gün sizdeydim...

  Birbirlerini sevenler için iki günlük ayrılık çok uzun zamandır.

  Teşekkür ederim, öyle ise size gideyim.

  Şeref verirsiniz efendim. Bizleri memnun etmiş olacaksınız.

  Allahaısmarladık.

  Güle güle, devletle, Yenge Hanım!.. Kaymakam, Doktorun hanımı ile konuşmak; istiyordu. Evlerine gitmeği fırsat bildi. Tanıdığı kasapla,

— 244 —

müteahhide uğrayıp hemen eve dönecekti. Nitekim kasap ve müteahhide:

  İşlerim bugünlerde çok, evrak, dilekçe epeyce yığıldı...   Başkentten misafir de gelecek, beni mazur görün, çabuk kalkayım, gibilerden uydurma mazeretlerle ayrıldı, doğru eve gitti. Evle daire bir binanın iki katı idi: Altı daire üstü evdi.

Kocasının geldiğini gören kadın hemen kapıya koştu, seslendi:

— Kaymakam Bey, bak kimler geldi?

  îşim çok amma misafirlerimi ağırlamadan edemem...

Böyle nazlı bir edâ ile eve girdi:

  Ooo, hoş geldiniz, sefa geldiniz efendim. Rahatsız olmayın başımızın üstünde yeriniz var.

Doktorun hanımı bu iltifatları biraz fazla buluyor amma«Kaymakamın huyu» deyip geçiştiriyordu. Kaymakam yüzünü buruşturarak devam etti:

 Bizim Doktor yine acele acele gidiyordu... Kaymakamın karısı:

  Yaa, kendini çok yıpratıyor. Doktorun karısı ise:

  Kendini yıpratsa bir şey değil, beni de mahvediyor, evde tat tuz bırakmıyor, dedi.

Kaymakam bunu fırsat bildi: -r- Doğrusu, siz yüz veriyorsunuz. Hani darılmayın onu bu kadar serbest bırakmanız doğru olmaz!

  Ne yapabilirim?          '

— İkaz edin! Sonra siz onu yola getirmesini bilirsiniz.

Kadın gururlandı:

  Getireceğim getireceğim amma iş iyice tatsız* laşacak...

  Ne gibi?

— 245 —

  Babamlara gideceğim,    arkamdan meleyecek. Tabii ben de o zaman şartlarımı ileri süreceğim.

Kaymakam, kuzu postu giymiş kurt kurnazlığı ile mukabele fiti:

  Sizin üzülmenizi hiç istemeyiz. Emin olunuz kafamı patlatıyorum, başka çare de göremiyorum. Zaten bu gidişle siz gitmeseniz o gidecek.

Kadın hayretle sordu:

  Nereye?

Kaymakam kendinden emin, gülerek devam etti:

  Onun din ve milliyet adına çalışmaları (üzülerek söyleyeyim) tekrar mahpus olmasını intaç ettirecek. Biz bu memleketin mes'ul idarecileriyiz. Dinimize de milliyetimize de gereği gibi hizmet ediyoruz. Kulakları çınlasın, Doktor gibi sevdiklerimiz, ileri gidiyorlar ve ahengi bozuyorlar.

Durdu sonra:

  Bu hâl böyle devam edemez. Memleket mukadderatını omuzlarına yüklenen biz devrimciler    daha fazla seyirci kalamayız. Meselâ merkezden misafirlerim gelecek, bunlar gezmeğe gelmiyorlar. İstemediğim halde Doktoru ve sizi üzebilirler...

Kadın bunlara inanmıştı. Kaymakamın kendilerini korumasını istedi. Kaymakam:

  O vazifemiz. Fakat size de bir iş düşüyor: Kocanızdan izin alın, babanıza gidin. Gelen vazifelilere durumu anlatırız, Doktorun bu hallere dayanamayıp, vazgeçeceğini söyler, oyalarız.

Kadın ayağa kalktı:

  Ne yapalım, artık öyle olacak!.. Çok teşekkür ederim.

  Estağfurullah Efendim vazifemiz.   Sizlere hizmet etmek bizim için şereftir... Bize hizmet fırsatı ver-

246

diğiniz için teşekkür ederiz. Doktor Bey'e selâm, saygılar... Gözlerinden öperim...

  Teşekkür...

Gizlemeğe çalışsa da kadın, çok heyecanlanmıştı. Teşekkür kelimesinden sonrasını söyleyemedi. Evin hanımına veda ederken rengi kireç gibiydi.

Evleneli bir sene olmamıştı. Zengin evin bir kızı idi. Gönlüne göre birisini aradığından biraz yaşlanmıştı. Doktorun «doktorluğuna» bayılmıştı. Diğer memurlar gibi onun da «vur patlasın, çal oynasın» âlemleri yapacağını zannetmişti. «Bu arada namazını da kılarsa kılsın» derdi.

Fakat hiç de zannettiği gibi olmadı. Bu sebeple eşyalarını toplamağa başladı. İçinden bir ses «gitme!» diyordu. Bu ses çok kuvvetliydi. Bir ara bohçanın üzerine oturdu dalgın bir hal aldı. O an sanki Doktor gelmiş: «Yanlış hareket ediyorsun kancığım» der gibi oldu. İrkildi: «Hayır, hayır gideceğim!» diye ellerini yüzüne kapadı, hıçkırdı. Biraz sakinleşti «Ben gitmesem seni götürecekler...» diye âdeta inledi.

Yine de karar verememenin ıstırabı içindeydi, tç dünyası ile müacdelesi bir hayli zor geçiyordu.

Sonra dayanamaz duruma geldi. Ecza dolabına gitti, zehir cinsinden bir şey aradı. Yok! İlâçların hepsini içip intihar etmeği denedi, o da zordu.

Bitkin ve perişan bir halde oturma odasına döndü. Doktoru bekledi.

***

Doktor bir elinde çantası, diğer eliyle de işaretler yaparak yanındaki adamla hareketli bir konuşma yapıyordu:

  Dinimizi ruhsatlı tabanca gibi taşıyamayız. Yasak dediler mi, onu teslim edemeyiz. Sigara gibi basit

— 247 —

alışkanlıktan vazgeçemeyenler bize dinimizden vazgeçmemizi telkin ve emrediyorlar. ınsalsizliğin, anlayışsızlığın bu derecesi görülmüş değil!

Sonra Kur'ân'ın imâna ait âyetlerini tefsir eden Nur-u Kur'ân tefsirlerinden misâller vererek anlatıyor, anlatıyordu, ve zaman zaman da durup, yine konuşuyorlardı.

Kocasının bu hâlini pencereden seyreden kadın, çılgına dönüyordu:

  Evde konuşur, yolda konuşur,   dairede konuşur, çarşıda konuşur... Hep din, din, din!..

Eve gelen Doktor gülerek selâm verdi:

  Selâmün aleyküm hanım?

Kadm kızgınlığını belli etmemeğe çalışarak:

  Ben gidiyorum!

  Hayrola?..

  İster iyilikle, ister kötülükle olsun, ben babamlara gideceğim.                                        n

Adam hayretler içinde:

  Sebep ne?

  Sebebini bilmiyor musun? Senin kanya ihtiyacın olsa evde oturursun. Ben gidiyorum, sen de git, arkadaşlarınla bol bol gez, bolbol konuş... Hapise mi gireceksin, sürülecek misin, ne hâlin varsa gör...

  Görüyorsun herkesin erkeği geceyarılanna kadar kahvelerde, meyhanelerde, kulüplerde kalıyor...

Kadın hırçınlığa devam etti:

  Sen de sarhoşsun. Hem onlardan daha fena... Onların karısı bilir ki, kocam kahvede oturuyor. Fakat senin nerede oturduğunu ben nasıl bileyim?

  Dersanelerde oturduğumu bilmiyor musun?

  Biliyorum amma eve mi geleceksin, karakola mı gideceksin, orası meçhul...

Kadın yine eşyalarını toplamakla meşguldü.

— 248 —

Doktor:

  Ne ise bunları bırakalım, tevekkülle hayatımızı devam ettirelim.

Bu sefer kadın çekinerek cevap verdi:

  Yapmadığını bırakma, sonra tevekkül et! işin gittikçe sarpa sardığını anlayan Doktor, bir

sandalyeye oturdu, «hasbünallahi ve ni'mel vekil» demeğe başladı (Allah ne güzel vekildir..).

Bir bavul, bir file, bir de kendi el çantasını al«n genç, fakat kızgın kadın kapıyı kapatmadan evi terk etti.

Sanki bekliyorlarmış gibi, Kaymakamın şoförü göründü:

  Yenge Hanım jip emrinize âmâde... Telâşlı bir vaziyette:

  İstasyona gideceğim. Trene yetişsem bari.

  Buyurun, yetişiriz...

Ev derin bir sessizliğe gömüldü. Karısı böyle yapmamalıydı. Onu seviyordu. Onu üzmemeğe dikkat ediyordu. Bunun için bir gün bile yemek, çamaşır ve şâir işlerini mevzu etmemişti. Kırdığına, döktüğüne karışmamıştı. Fakat dininden, feragat edemezdi. Hayır hayır, zaman oldu ki, dinî çalışmalarından çok da feragat gösterdi.

Yine de anlaşamadı.

Bütün bu hâller bir anda hayalini doldurdu. Şimdi terk edilmişti; derdi ile başbaşa kalmıştı. Kalktı, abdest aldı. Kısa bir âşir okudu kanadı kırık gibiydi:

«Aşk-ı mecazinin zeval bulması ile aşk-ı hakikiye teveccüh başlar.»

Bu cümleyi birdenbire beynine fısıldadılar. Bir tuhaf oldu ve kalktı çıktı. Bir hastayı ziyarete gitti. Adam epeyce dua ettikten sonra:

249

  Hamdolsun iyiyim Doktor Bey. İlâçlarınız çok iyi geldi. Bizi sahipsiz bırakmadınız. Bilmem hakkınızı nasıl ödeyeceğiz.

  Bunlar bizim vazifemiz. Biz, Allah'ın emrinde Allah'ın memuruyuz. O'nun için koşar, O'nun için çalışırız. Allah'a kul olmaktan, Allah'a itaat etmeği anlıyoruz. Hastalıklarda da pek çok faydalar vardır. Allah'a sığınmanın, O'na güvenmenin zamanıdır. Hastalık, putlaşma istidadı gösteren nefislere bir şamardır. Yahut günahlara kefarettir. Eğer, günahsız, mübarek bir mü'min hastalanmış ise sevabının artmasına, manevî makamının yükselmesine sebep olur.   Bu hastalıklar gösteriyor ki, Dünya bizi istemiyor.    Biz dahi onu istememeliyiz. Dünya için dininden feragat edenlerin kulakları çınlasın.

Hasta:

  Ağzına sağlık, ne güzel şeyler anlattın.    Sen dindar, helâl süt emmiş bir insan olmasan, bizimle böyle meşgul olur muydun? Gelir sırtıma iki tık tık yapar, bir reçete yazar geçerdin.

Adam dalgın ve yorgun bir halde devam etti:

  Ahh, hele dişi ağrıyan genç kızları ve kadınları soyup muayene eden yeni yetmelerin   soysuzluğu yanında, sizin bu bilginiz, alâkanız ve ahlâkınız bizler için bir nimettir.

Doğruldu ve Doktor'a bir soru tevcih etti:

  Efendi evlâdım, bu mektepler sizin gibi iyi insan yetiştirecek kalitede değil, sen nasıl oldu da böyle iyi oldun?

Doktor bir genç kız gibi kızardı ve:

  Bakalım iyi miyim? dedi.

  Yâni dindar oldun, demek istiyorum. Zaten ha-ltiki dindarlar en ahlâklı kimselerdir. Peygamberimiz

—- 250 —

(A.S.V.) en güzel ahlâkı temine ve tesise gelmedi mi? Demek ahlâklı olmak, bu sünneti ihya etmektir.

  Haklısınız. Ahlâklı olmak lâzım. Zira ahlâkı bozuk Müslümanlar, hem sair Müslümanların, hem de İslâmiyetin hukukuna tecavüz etmiş sayılırlar...

  Hay babana rahmet!.. Bunları mektepler öğretmiyor, nereden öğreniyorsunuz? Merak ettim.

Doktor güldü.-

  Peki, ben size sorayım; mekteplerin böyle şeyler öğretmediğini siz nereden biliyorsunuz?

Adam ciddileşti:

  Bilmez olur muyum? Doktor Bey? İnsanın ciğeri sökülür de farkına varmaz mı? Adam olsun diye okuttuğum evlâdımı hayvan görürsem, bunun   sebebini mekteplere bağlamaz mıyım?

  Sizin de okumuş çocuğunuz var mı?

  Var ya... Gömleğimizi satıp, okuttuk. Asistan mı, ne karın ağrısı, derler. Hani büyük bir mektep var, haââ önüvörsitö, işte o yerde öğretmen...

Doktor düzeltti:

  Üniversitede asistan, öyle mi efendim?

  öyle efendim, öyle...

  Bravo...

  Ne bravosu, senin tırnağın olsaydı, ben de bravo derdim...

  Aman efendim...

 Değil, değil efendim!    Büyük, küçük tanımak yok. Din, imân dinlemiyor. Erkek arkadaş yetmiyor* muş gibi kız arkadaşlar edinmiş. Bir de sosist olmuş...

Doktor yine tashih etti:

  Sosyalist olmuş...

  Evet evet sosyalist olmuş. Sordum, oğlum sosyalist ne demek? «Zengin, fakir» kalmayacakmış; di-

— 251 —

ye anlattı. Sordum :Oğlum, zengin fakir nasıl kalmaz? Serbestlikten muradın nedir? Neticede anladım ki, herkes ahırların kapısını açacak hayvanların yularını bırakacak, isteyen» istediği yerde otlayacak. Öyle ya toprak devletin, mal devletin, isteyen istediği yerde otlasın.

Gülüştüler...

Dertli baba devam etti:

  Dinimize ettiği iftiraları hazmedemedim.   Dedim ki: Oğlum, yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. Eğer dinimle, imanımla oynamağa kalkarsan; ar, namus dinlemezsen, seni domuz gibi vururum.

Bu sırada eliyle de duvarda asılı çiftesini gösteriyordu.

  Allah razı olsun efendim, fazla heyecanlanmayın...

Doktor sözü değiştirmek istedi:

  Bostanlar bozulmağa başladı?..

  Peki, öyle olsun! Şimdi sen anlat nasıl oldu da dinini öğrendin, Doktor?

  Onu bir başka gün konuşalım. Bu kadar heyecan sizin sıhhatinize zararlıdır.

  Beni derde salan bu!..   Elimle yılan besledim,, döndü beni soktu:

Gözleri nemlendi. Doktor teselli etti:

  Söz veriyorum, gelip anlatacağım. Şimdi şu hapı alın.

Hasta müsekkin tabletini aldı ve mırıldandı:

  Oğul, babanı yataklara saldın, gayriye şifâ olur musun?

Yastığın altından aldığı mendille gözlerini   sildi. Ak bıyıklarını düzeltti. Takkesini kafasına yerleştirdi:

  Bu ilâç uyku veriyor, Doktor Beyim?..

— 252 —

  öyledir efendim. Şâfi-i Hâkim şifa versin. Faydalıdır...

  Beni tedavi eden ilâcın değil, dindarlığındır. Sizin gibi tahsilli efendilerden dindar gördükçe, yanan yüreğime soğuk su serpiliyor.

Doktor:

  Allah razı olsun, diye mukabele etti ve müsaade isteyip, ayrıldı.

Evin yolunu tutunca, karısı aklına geldi. Fakat çok hafiflemişti. Tedavi etmeğe gittiği hasta, kendini tedavi etmişti. îmânın bir Cennet çekirdeği taşıdığı bu gibi sohbetlerde daha iyi anlaşılıyordu.

O bunları düşünerek yürürken orta yaşlı iki köylü, Doktora yaklaştı:

  Selâmün aleyküm Doktor Bey! Bu seferki derdimiz hastalık değil, amma yine Doktor'a söyleyelim, dedik...

  Ve Aleyküm selâm, buyurun.

  Biz bir koperatif kurmak istiyoruz ne dersiniz?

  En lüzumlu, fakat en zor işe gelmişsiniz. Çünkü; din, hayatımızı tanzim için gönderilmiştir. Hayatımızda en mühim mesele, menfaatlarımızı dinimizden üstün tutmamaktır. Menfaatlarımızla dinimizin çatıştığı noktada, dine taraftar olmak, menfaati ayaklar altına almak gerekir, imân ehline bu yakışır. îmân-ı tah-kikiyi elde eden böyle hareket etmelidir.

Esmer, keskin bakışlı köylü dedi ki:

  Sağ ol Doktor Bey. Bizi tasdik ettin, bizden yana çıktın. Çünkü bir kısım insanlar diyor ki; «Kooperatif komünist işi...»

  Hayır, îslâmiyette ortaklık vardır, yardımlaşma vardır. Eesûl-ü Ekrem'in de ortağı varmış. Hattâ

— 253 —

ona «Ortağım» diye hitab edermiş. Fıkıh kitapları yirmiye yakın ortaklık şeklinden bahsediyorlar. Diğer köylü ceketini ilikledi:

  «Efendi» dediğin böyle olacak. Boşuna mürekkep yalamamış.

Arkadaşına döndü:

  Anlıyorsun ya; mektebin bir kapısından girip, öbüründen sıvışmamış. Adam kitapları kafasına doldurmuş.

Anlayışsızlıkla itham edildiğini zaneden diğeri çıkıştı:

  Sen armut kafanla anladın, ben anlamam mı? Bu kafada akıl dolu, saman değil! lîk önce ben dedim, koperatif kuralım...

Doktor böylesine konuşmalara mâni olmak için:

  Köylüler aralarında kooperatif üyelerini;   onlar da idare heyetini seçsinler. İdare heyetinden kimi müdür, kimi muhasip, kimi satıcı olur. Böylece isteğiniz tahakkuk safhasına girer. Ben kanunî formaliteleri bilmiyorum. Ticari ilimlerden mezun olmuş bir arkadaşa, yahut bir avukata danışırsanız çok iyi olur.

Anlayışlı olduğunu idia eden köylü itiraz etti:

  Doktor Bey, ipe un sermeğe başladın. Sen kırk tane ticaretçiyi, elli tane avukatı cebinden çıkarırsın. Kime yutturuyorsun?..

öbürü, arkadaşını tasdik etti:

  Varol be arkadaşım, lâm demeden mimi anla-yıverdin.

  Mimin de lâfı mı olur, alfabeyi elif, be, te diye sayıvereyim, gör.

Doktor yine onları sadede getirdi:

  Şimdi madem siz bana danıştınız, öyle ise ben ne dersem onu yapmağa çalışın ki, size faydalı olayım.                                      .

— 254 —

Alfabeyi sayan, bir yandan doktoru tasdik ederken; diğer yandan arkadaşını azarladı:

  Doktor doğru söylüyor. Sen dinlemeden, anasını görmüş buzağı gibi koşuyorsun. Lâf dinle be adam.

Diğeri başı ile tasdik etti.

Doktor ise endişeli bir halle devam ederek:

  Müslümanların maddî ve mânevi birlikler yapmaları şarttır. Fakat bu «birlik» kuvvetli bir imân'ın meyvesi olacaktır. Bu imânı elde etmeğe çalışmalıdır. Yâni ortaklık kuran insanlar Allah'ın emrinde çalıştıklarını bilmelidirler. O makamda, O'nun emrine aykırı hareket etmemelidir. Bu da ilim isteyen bir şeydir. Gırtlağımızdan helâl lokma geçirebilmemiz için, bir kitap hacminde fıkıh bilmemiz gerekir.

Gözleri nemlendi, daha dalgın vaziyette konuştu;

  İmânımızı yakmışlar. Tutuşan İslâm sarayı çatır çatır yanıyor.   Bu yangın içinde hangi nizamdan hangi düzenden bahsedilebilir?

Köylülere döndü:

  Arkadaşlar, yarama tuz, biber döktünüz.   Yanıyorum!

Köylülerden akıllı geçineni:

  Estağfurullah Doktor Bey, biz böyle bir şey yapmadık, dedi.

Doktor:

  Yani kooperatif kurma isteğiniz bana derdimi hatırlattı, dertlendim demek istiyorum. Din ateş haline gelmiş, onu elimize aldık yanıyoruz. Bizi yakan Allah'a hamdolsun!

  Âmin.

  Amin.

Doktorla köylüler, vedâlaştı, ayrıldılar. Köylünün biri diğerine:

  Gördün mü, dedi. Adam dağın tepesine çıkmış

— 255 —                      - '

geniş görüşünü, bizlere anlatıyor. Biz, bunları bilmediğimiz, görmediğimiz için herifi deli zannedecektik. öbürü:

  Vallahi ben deli zanederdim.

  Sen de o kadar yemin ediyorsun ki, yeminlerin sebebiyle yalan söylediğini kabul edecek gibiyim...

  Neden?

  Arkadaşım, doğru söz yemin ister mi?

  Ağzım eğri alışmış...

  Kaportacı'ya git de ağzını düzeltiversin.

  Ben otomobil miyim be?

  Şimdi kağnı arabasına benzedin. Artık, gitme!..

  öyle şakacı adamsın ki...

* * *

Bekleyeni olmayan Doktor, dalgın dalgın yürüdü. Nereye gideceğini bilmiyordu. Kafası ve kalbinde yine Nuh Tufanı başlamıştı. Dinliyle, dinsizle, zâlimle ve masumla mücâdele halindeydi. Biri söylüyor, diğeri cevap veriyordu.

Kaymakamın evinin önünden geçerken teybin okuduğu şarkıları, türküleri işitti. Konuşmalar, kahkahalar bu şarkılarla garnitür oluyordu.

Gözünün yan zaviyesinden, pencereye birilerinin abandığını, işaretler edip gülüştüklerini farketti. Garipliğin sızısı yüreğine düştü. O, karısının gittiğine değil, dininin, bu tip Müslümanlar elinde örselendiğine, pörsüdüğüne, hattâ perdelendiğine üzülüyor, ağlıyordu.

Biraz sonra yine birisi ile karşılaştı. Bu esnaftan bir adamdı:

  Kaymakamı gördün mü Doktor Bey? Böyle memura, böyle aydına nasıl itimad edilir? Böylesine na-

— 258 —

sil gidilip, akıl danışılır? O kadar kitabı, içki içmesini öğrenmek için mi hatim etti? Bunun için mi devlet, millet, kucaklar dolusu para döktü, bunları okuttu?

  Haklısın, seninle aynı fikirdeyim ...

Doktor yoluna devam ederken aynı adam:

  Doktor Bey, sizinle husûsi bir şey görüşecektik...

  Hay, hay!

  Mâniniz yoksa?..

  Kimsesizlerin ne mânisi olur?.. Acı acı güdlüler.   .

  Şöyle parkta iki ayran içip konuşsak?..

  Buyurun.

Ufak bir havuzun başında ağaç gölgelerinin altında, tahta sandalyelere oturup, sohbete başladılar.

  Sizi severiz. Sevdiğimiz için sizinle meşgul oluyoruz. Kalbden kalbe yol vardır derler; bu sebeple sizin de bize karşı anlayışla hareket edeceğinize inanıyoruz.

  Buyurun efendim...

  Siz ailenizden ayrıldığınıza iyi etmediniz. Birçok dedikoduya mucip oluyor. Evliliğe aleyhtarmışsı-nız...   Kadın ve çocuk bu devirde lüzumsuzmuş gibi, söylentiler dolaşıyor.

Adam duraklayınca, Doktor.-

  Devam ediniz...

  Dolayısıyla ailenizle barışmanız gerekiyorl.. Doktor:

  Ben terk edilmiş bir insanım! Beni bir paçavra gibi bırakıp gitiler...

— Olsun, yine bansın.

— 257 —

F.: 17

'¦'I

  Ben danlmadım ki, barışayım. Karım, dinimle kendisini karşı karşıya koydu: «Ya dinini, ya beni tercih edersin» dedi. Ben de dinimi tercih ettim. Hepsi bu kadar.

  Karınızı dövmüşsünüz...

  Dövebilirdim amma, hiç dövmedim. Adam hayretle!

  Allah Allah! Ne iftiralar dönüyor.

  Bozulan tereyağının acımayan tarafı olur mu? O bu cümleyi duymadı bile... Söyleyeceklerini hesaplıyordu. Nasıl söylesin ve lâfa nereden başlasın?..

Doktor bunu anlamış olacak ki:

  Bana her şeyi açık açık söyleyebilirsiniz. Söyleyeceğiniz şeyleri İslâmın süzgecinden   geçireceğim, işe yarıyanmı alıp, gerisine sahip çıkmayacağım.

Muhatabı hâlâ tereddüt ediyordu. Nihayet baklayı ağzından çıkardı:

  Kaymakam size bir tertip kurmuş... İsterseniz Mal Müdürüne de sorun.

  Buyurun, buyurun, dinliyorum.

  Bir içki sohbetinde, Kaymakam demiş ki, «Ufak bir dolap çevirmekle, Doktor'u yıktım. Onu ailesinden ayırdım. Bu on sene hapise bedel. Hem devrimlerimize çatsın hem mahkemede beraat etsin, böyle şey yok! İşte biz adama böyle çelme takarız.»

Zevcem bu durumu ailenize yazdı.

Onlar birbirlerini çok seviyorlar. Bizimkinin iki gözü iki çeşme... «Genç körpeciği kandırdılar, Doktordan ayırdılar» deyip, elini dizine vuruyor.

Doktor bir eliyle baldırını sıkarken, diğer elini masanın üstünde yumruk yapmış, rengi gittikçe be-yazlaşıyordu.

— 258 —

Muhatabının anlattıklarına kendi bilgilerini ekleyince, Kaymakamlık vâsıtası ile ailevî bir dramın çevrildiği anlaşılıyordu.

«Fakat» diyordu; «zevcem şuna, buna değil, bana inanmalıydı, bana danışmalıydı, benim yüküme ortak olmalıydı. O, böyle yapmadı, yükümü ağırlaştırdı. Ben, evi yanan insanın gayretkeşliği içinde dinime hizmet elfnek isterken, karım, bana pranga oldu. Ben çocuğu yaralanan bir babanın telâşı içindeyken; o elimi ayağımı tutmaya kalktı...»

Doktor bunları düşünürjken, muhatabı mütemadiyen anlatıyordu. Doktor dinliyor, fakat duymuyordu.

Nihayet adam sordu:

  Doktorcuğum bu işe bir çare bulalım, değil mi? Doktor yuvarlak cevap verdi:

  Bakalım zaman ne gösterir...

Doktorun karısı, arkadaşından gelen üçüncü mektubu da gözyaşları içinde okudu. Arada bir gözlerini ve mektuba damlayan yaşları siliyor, tekrar okuyordu: «Vilâyetten gelip, Doktoru tevkif edecekler dediği adamlarla oturup kafa çektiler. Kaymakam, sizin beye kızdığı için böyle bir yalan uydurmuş. Şu kazada Doktoru sevmeyen bir Kaymakam, bir de sen varsın. Herkes size kızıyor. Bu melek gibi adam...»

Daha fazla devam edemedi. Gizli bir el, genç kadını sarsıyordu:

  Suçlusun!.. Suçlusun!..

O, bu ithamdan kaçmak istedikçe aynı ses daha kuvvetle haykırıyordu.-                                       v

  Suçlusun!..

Ve sonra kalbinin tâ derinlerinden gelen fısıltı:

  Kaprislerine kapıldın.   Zenginliğine güvendin. Yuva yıktın. Çocuğun dünyaya yetim gelecek, hâin!..

259

Genç kadının gözleri karardı, başı döndü:

  Anneee!..

Bu çığlık üzerine koşan anne, kızını kırlentin üzerine yığılmış buldu. Ağzından ince bir su akıyordu: Yüzü bembeyazdı. Bu beyaz çehrede kirpikleri ve kaşları daha siyah görünüyordu.

Anne gördüğü bu tablo karşısında irkildi:

  Yavrum, kızım!..

Sonra şaşkın şaşkın sağa sola koştu:

  Komşu, hû! Yetişin, kızım kızım!.. Terliğinin birini yolda düşüren komşu kadın da

yetişti:

  Ayol su serp. Limon yok mu? Mahmud'u doktora koşturun..

Genç kadını alıp, yatağa uzattılar. Bir et yığınından farksızdı.

Başına, göğsüne soğuk su serptiler. El ve ayak bileklerini ovuşturdular.

  Ne oldu böyle?

  Anne, dediğini işittim, o kadar.

  Cin çarpmasın?

  Bilmem. Hâmile kadınları alkarısı da çarpar-mış amma, ben öyle şey görmedim.

  Peki, birdenbire ne oldu?

Bu sırada hasta göz kapaklarını hafifçe araladı. Annesi:

  Hah şöyle gözünü aç evlâdım bizi korkuttun. Bakışlarıyla yardım isteyen genç kadın, tekrar:

  Anne! diyebildi.

Bunu der demez yüzünü yastığa kapattı; ağlamaya başladı. Ağlamanın zoru ile böğürleri kalaycı körüğü gibi inip inip kalkıyordu.

Aile doktorları geldi. Yaşlı hafif kambur olan bu adam, zekî bir psikolog maharetine sahipti.

— 260 —

Halı yolluklarından çıktı, salondaki büyük avizenin altından geçti ve ceviz karyolanın başına geldi. İki üç cümle il© duruma muttali olunca, bir kalb takviye iğnesi yaptı.

«Hamile olduğu için fazla ilâç zararlı» dedi. Sonra etrafındakilere, dışarı çıkmalarını söyledi:

  Şöyle pencereleri açın ve hastayı biraz yalnız bırakın...

İpek,    açık pembe zemin üzerine,   beyaz desenli yorgun altında yatan genç kadınla doktor yalnız kal-/dılar, fakat kapı hafif aralık idi.

  Şimdi kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Genç kadın gözlerini açmadan cevap verdi:

  İyiyim...

  İki üç gün sonra bir şeyiniz kalmaz. Eski sıhhatinize kavuşursunuz.

  Nabzını sayayım...

Nabza parmağını koydu ve sordu:

  Doktordan mektup alıyor musunuz?

Genç kadının nabzı birdenbire hızlandı, rengi sararmaya başladı... O devam etti:

  Mektup yazınca selâmlarımı yazın, gözlerinden öperim. Evlâdım yerinde bir talebemdir...

Nabız yüze yaklaşıyordu. Renk kireç gibi olurken gözpınarlarından iki damla yaş yuvarlanıverdi.

Tecrübeli doktor teşhisini koymuştu. Sohbete başladı:

  Bizim kızın da düğünü yaklaşıyor. Aman ne çeyizler, ne çeyizler... Yakıştırıyor da... Ben olsam sıkılırım vallahi, zâten düğme dikemem. Bir defa iğneyi elime batırdım, şimdi enjektörden bile korkuyorum.

— 261 —

Yaşlı doktor, böyle havadan sudan bahsederek, hastasının heyecanını yatıştırmak istiyordu.

Sinirledi teskin edici bir ilâç verdi ve kapıya seslendi:

  Yenge Hanım, Yenge Hanım!..

  Geldim Doktor Bey, geldim! Bir limonatamızı buyurmaz mısınız?

  Teşekkür ederim. Hastayı göstererek:

  Sevimli yeğenimin biraz sonra hiç bir şeyi kalmayacak, asude bir uykuya dalacak, inşallah.

  Ahh! Allah razı olsun, öyle korktuk öyle korktuk ki!..

  Korkacak bir şey yok merak etmeyin.

  Elinize sağlık Doktor Bey.

  Ben limonatamı salonda içeyim.   Şu tezyinatı seyretmeye doyamıyorum doğrusu...

Güldüler. Doktor:

  Bizim kardeş nerede?

  Uçakla Antalya'ya gitti. Ticari iş, malûm...

  Maşallah çok çalışıyor.

  Yaa, yeter diyorum, kendini yıpratma. Lâf anlamıyor. «Ben çalışırken dinlenirim» diyor.

  Ne güzel, ne güzel!..

Doktor yavaşça yerinden kalktı; yatak odasının kapısını araladı; fısıltı halinde:

  Uyumuş, dedi. Yerine oturdu ve sordu:

  Yeğenim niçin buraya geldi?

  Halen çocuk; mızıkçılık etmiş, kocasını bırakıp gelmiş.

  Fakat onu çok seviyor!.

  Evet amma, gururuna yedirip dönemiyor; o da gelip götürmüyor...

— 262 —

  Bunun hastalığının ilâcı; kocasına dönmesidir. Ben de, siz de bunun tahakkukna çalışacağız.   Şimdi en az dört saat uyur. Bayılmadan evvel ne yapıyordu?

  Arkadaşından gelen mektubu okuyordu.

  O mektubu siz okudunuz mu?

  Asla! Hiç okur muyum, kızıma ait bir şey...

  Olabilir, fakat okuyacağız.

Ev sahibesinin tereddütü karşısında misafir hanım, gidip mektubu getirdi.

Gözyaşları ile bozulmuş kelimeler... «Yalan söylemiş... İftira etmişler... Gitmemeliydin...»

Mektubun nirengi noktalan bunlardı.

* * *

Aile doktoru, genç kadının kocası olan meslektaşına gördüklerini bir bir yazdı: «Evlâdım seni sevenleri ağlatma» dedi. «Bu filizi kırma, bir gün çiçek açar» diye ilâve etti.

Genç Doktor, bu mektubu okuyunca hem yanlış anlaşılmanın, hem de kendisi için ağlayanların olduğunu düşünerek üzüldü. O, dininin derdi ile başbaşa kalmıştı. Şimdi dini için çalışıyor, dini için yaşıyor, dini için seviniyor ve dini için ağlıyordu. Ailesi bu yükün altından kaçmıştı. Sadece kaçmamış, bir de yük olmuştu. Kendi kendine söylendi:

«Evet, sabretmekten başka çare yok» dedi. Kalktı, pijamasını çıkardı, elbisesini giyerek bilmem hangi köydeki bir arkadaşının hâlini hatırını sormağa ve iki lâf etmeğe gitti.

Hayâlinde bir çift göz daima ağlıyordu. O, bu hayâli dağıtmak istedikçe, hayalindeki kirpikler aşağı iniyor ve birkaç damla yaş daha döküyordu.

Böylece yoluna devam ederken bir cip gelip Doktorun yanında durdu:

— 263 —

  Selâmün aleyküm Doktor Bey!.. Dönüp bakınca arkadaşını tanıdı:

  Ooo, merhaba kardeşim, merhaba!..

  Merhaba efendim. Hayrola bu tozlu köy yollarında işin ne?

  Biliyorsun, bu yol tozlan, bizim pudramızdır. İnşallah âhirette de yüzümüzü ak eder.

  Arabaya buyurun, gittiğiniz yere beraber gidelim...

  Size yük olmayayım?..

  İnciden, pırlantadan yük!. Doktor jip'e binince arkadaşı sordu:

  Hangi köye?..

  Maznun'a gidiyorum, özledim...

  Maznun özlenmeyecek çocuk mu? Rençberlik işlerinin arasında imân-ı tahkiki derslerini    okuyor, ibadetini yapıyor. Bütün köylü de onun ahlâkına, çalışkanlığına hayran kalıyor.

  Maznun'un lisan-ı hâli, çok kuvvetli konuşuyor. ..

  öyledir efendim... Ben de Maznun'u çok özlemiştim, Allah razı olsun, sebep oldunuz.

Bu sırada, ağacın gölgesinde oturan iki jandarma neferi el kaldırarak arabayı durdurdular. Bir tanesi gayet sert bir ses tonu ile âdeta emir verdi:

  Araba aranacak, aşağı inin!.. Şoför:                                                     .

  Araba işte, gördüğünüz gibi... Bırakın, biz yolumuza devam edelim...

Jandarma eri bağırdı:

  Ne diyorsak o!..              .

Diğer er tüfeğin mekanizmasını açıp   kapatarak soğuk soğuk madeni sesler çıkarttı. Bu sefer doktor sordu:

  Arabayı niçin arayacaksınız?

Jandarma eri muhatabının temiz elbisesinden ve düzgün konuşmasından endişe ederek daha yavaş sesle ve güya akla yakın bir sebep ileri sürdü:

  Sakallı şoför olmaz. Madem ki bu sakallı adam araba kullanıyor bunda mutlaka bir iş vardır.

Doktor gülerek aşağı indi. Şoför zaten inmişti. Burada kanun namlunun ta kendisiydi...

Doktor düşündü: «Bu er nasıl hükümete güvenerek bizlere böyle tahakküm ediyor şahsî durumunu unutuyor; aynen böyle de Allah'a güvenen bir raü'-min dünyaya meydan okur!..»

Jandarma eline geçirdiği birkaç kitaba bakarak emir verdi:

  Arabayı çevir karakola gideceğiz. Şoför itiraz etti:

  Karakola gitmeği gerektiren bir şey yok.   Kitaplar dinî eserlerdir. İstersen hüviyetimizi yaz, kitaplarla birlikte götür.

Diğer er tüfeği doğrulttu:

  Burada kanun adamı konuşuyor, sen nasıl itiraz edersin?

Tabii kanun anlayışı bu olursa, yâni yorulmuş iki jandarma eri vasıtadan istifade etmek için, böylesine plân yaparlarsa, daha vahim hallere gidebilirdi. Bu sebeple hep birlikte arabaya bindiler ve kazaya döndüler.

O gün, kaza en hararetli gününü yaşadı. Gelenler, gidenler...

  Tevkif olmuşlar...

  Acaba nasıl şey?..

Kimi ziyaret için kimi görmek için koşuşuyordu. Kaymakam arka arkaya telefon ediyor. Ve jandarma erlerine birlik kantininden ödenmek üzere on beşer

i

— 264 —

265

lira mükâfat verilmesine dair emir yazdırıyordu. Savcı ifadeleri aldıktan sonra hâkime havale etti ve tevkif oldular.

Sanki gök kubbe bir çan olmuş; savcı elindeki kalemi bu çana vurarak müthiş sesler çıkarıyor ve dalga dalga hece hece bir tek kelime anlaşılıyordu. Maznun, Maznun, Maznun...

***

Genç kadın, bu haberi yine bir kadın arkadaşının mektubundan öğrendi. Hemen kalemi kâğıdı eline aldı:

  «Sevgili Doktorcuğum,

Arkadaşım Fatma'nın mektubunda sizin tevkif edildiğinizi okuyunca, beynim attı. Tevkif edecek kimse yokmuş da sizi mi buldular? Din için çektiğimiz bu eziyet nedir? Yalan mı söylemediler, iftira mı etmediler?.. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de başımıza tevkif çıkardılar. Hiç üzülme. Tevkife mevkife ben de razıyım. Dine hizmette sizinle beraberim. Babam gelir gelmez onunla birlikte hemen yanına geliyoruz.

Selâmlar, Allah'a emanet ol.

Karın...»

İmzayı atınca içinde bir ferahlık hissetti. Artık sırtı ve kolları ağrımıyordu. O üzüntü ve ıstırap gitmişti: «Zâten suç bende» dedi. «Bu fırsattan istifade barışmış oluruz.»

Hemen kalktı, saçlarını taradı. Koltukları düzeltti. Vazoları yerlerine koydu. Geldiğinden beri ilk defa ev işi görmeğe başladı. Annesi hayretle sordu:

  Kızım, iyileştin mi?

  Evet, çok iyiyim...

  Evlâdım, senin de ânın ânına uymuyor... Kaç gündür başını yastıktan kaldırmıyordun, şimdi arslan kesildin.

— 266 —

  Doktor, imân kuvvetinden bahsederdi.    Şimdi ben de bir şeye inandım, böyle canlandım.

Kadın heyecanla:

  Aman evlâdım, o inandığın şeyi kaçırma! Genç kadın güldü, annesi de...

Sonra hayallere daldı:

«Gideceğim, model kitapları üzerinde çalışıp, îs-lâm kadın modasını çıkaracağım. Onu evvelâ kendi üzerimde tatbik edeceğim. Şöyle kapalı, böyle şık, surdan gizli bir pile, burda ufak bir dantel... Baş örtüsü omuzlara dökülmüş... Bilekler manşetli... Etekler?.. Hâ, biraz uzun, çoraplar, entari rengine uygun. Sonra eldiven, çanta, şemsiye ahengi... Şık Müslüman bir kadın!..

Ah Doktor, bunlara ne sevinir, ne sevinir. Der ki: «Kancığım hapishaneyi bana Cennet ettin.» Sonra hapiste fazla kalmaz, çabukça çıkar. Kadın misafirlerimi odama alırım. Erkek misafirler kocamla birlikte... Ceyhun Hanım ağzını iki karış açar:

«Aaa, haremlik, selâmlık mı?» der. Ben de, «dinimizin icaplarını yerine getiriyoruz, diye ona güzel bir ders veririm. Neden onlar Avrupa'nın bedava reklâmını yapsınlar da biz dinimizi anlatmayalım? Doktora bunu söylesem, öyle memnun olur ki, nasıl iltifat edeceğini şaşırır.»

Felâketin birleştirici tarafı bu... Zaten zulme mâruz kalanlar birlik olmak mecburiyetindedirler.

Felâket, genç kadmı, kocasına kavuşturdu; Ona yardım etmek istemesi ayrıca gururunu okşuyordu.

Böylece hatası gizlenmiş, dönüş için sebep kendiliğinden hâsıl olmuştu.

Genç kadının gönderdiği mektup hapishane müdürünün eline geçti.

— 267 —

! İ i

Hapishane müdürü imanlı, cesur ve iyi bir insandı. Bir cemile olmak üzere Maznunları çağırdı:

  Sizin gibi imanlı, ahlâklı, vatanperver kimselerin hapishaneye düşmesinden utanıyorum, dedi.

Biraz durdu, sonra devamla:

  Belki, benim müdür, sizin mahpus olmamız değil de; sizlerin müdür, benim mahpus olmam daha uygun olurdu.

Bu hitap karşısında ikisi de şaşırdı. Gayri ihtiyarî yerlerinden kalktılar:

  Estağfurullah efendim! Bizi mahcup ediyorsunuz, diyebildiler.

Sonra, Müdür, mektubu uzattı ve Doktor'a hitaben:

  Bir kapıyı   kapatan Allah,    bir kapı açarmış. Hürriyetinizi kaybettiniz, zevcenizi buldunuz...

Doktor şaşkınlık içinde mektubu alırken, sakallı Maznun cevap verdi:

  Dinimize hizmet ettiğimiz her yerde hür; dinimize hizmet edemediğimiz yerde hapisiz,    demektir. Yani hapishanede hizmet varsa hürüz, dışarda hizmet imkânı yoksa, evimizde hapisiz sayılır.

Hapishane Müdürü hayretle:

  Allahu Ekber! diyerek,    bu cevap karşısında duyduğu heyecanı belirtti.

Doktor dalgındı: «Bu ekmeği çamura düşürmeden yeseydin, diyecektim, fakat şu asil heyecanın karşısında, her şeyi unutuyorum ve seni bekliyorum» diye içinden konuştu.

Bu güzel hayali Müdür yırttı:

  Arkadaşlarınız    girdikleri hapishaneleri sulh, sükûn yuvalarına çeviriyorlar. En az bir ay burada kalırsınız...    Gayretlerinizi esirgemeyin, esirgemezsiniz ya...

— 268 —

Vedalaşıp ayrıldılar.

Adam yaralamaktan hüküm giymiş genç bir mahkûm, eli kulağa atmıştı:

«Talan var, talan var» «Kara bağda talan var»       , «Çek makinist treni» «Gözü yolda kalan var»

Hapishanenin taştan ağırlığı içinde makiniste seslenen bu mahkûm, kim bilir, nasıl ve neredeki sevgilisini merak ediyordu? Belki de olmayan sevgilisine, daha doğrusu muhatabsız sevgilisine ağıt okuyordu.

Bestelerin ateşinde yanan güftelerle birlikte buram buram tüten bacasız hapishanede, bir diğeri başladı:

«Oğul, eğirdim kelep ettim» «Şam yolun Halep ettim» «Bir hayırsız yâr için» «Genç ömrüm telef ettim.»

Herkes kendi derdini böyle bilir. Çünkü manevi ıstırapları bilen çeker. Yâni bir baş ağrısını veya hasret acısını çeken bilir. Fakat, dinsiz bir millet meydana çıkarmak dramının kahreden azabını, ancak bilen çeker!

Şarkı söyleyenin omuzunu dürttüler:

— Suss! Abdest alıyorlar...

Hapishanede abdest ve namaz... Kerim. Ve, imân-ı tahkîkî dersleri...

Sonra Kur'ân-ı

Bu hususta sanki bütün hapishaneler, birbirinin simetriği idi. Dost ve düşman... Namaz kılan, kumar oynayan... Vefhâsıl çekirdeği zehir, suyu panzehir olan limon misâli zıdlar, iç içe...

— 269 —

Gün geçtikçe cemaat, saf tutmaya başladı. Zaten bir buçuk saflık hapis vardı. Bunun tek fazlası Mü-dür'dü. O da, bazı vakit namazlarını bu saflarda eda ediyordu.

Doktor, zaman zaman vaaz tarzında sohbetler yapıyordu:

Bir şeyler oluyordu amma bu oluşun seyri ve menzili bilinemiyordu. Günler, islâmiyet adına kucak dolusu müjdelerle geliyordu. Güneş Islâmiyetin üstüne doğmaya başlamıştı. Artık Müslümanlar İslâmiyet esasına uyuyordu. Artık, Muhammed ümmeti olmağa lâyık bir millet beliriyordu. Artık zamanın çarkı Islâ-miyetin lehine dönüyordu. Bazen büyük felâketlerin sonunda bile, Islâmî inkişaflar oluyordu. Müessesele-şen dalâlet komitesi içinde genç mü'minler yer alıyordu. Annesi bilmem ne gazinosunda pişpirik oynarken; oğlu «medrese» ismi verdikleri evlerde imân-ı tahkiki dersleri okuyordu. İmânını kuvvetlendiriyordu. Her harfin bir yazan olduğu gibi, her çiçeğin, her taşın, her hayvanın, velhasıl her şeyin, tek Yaratanı vardı. O bunu anlayıp; bunu görmeğe çalışıyordu. Babası meyhanede sızarken; kızı «Lâilâhe illallah» diye ninniler söylüyordu. Evlerde seks mecmualarıyla ilmihâller iç içe karışmıştı. Fikrin mütenâkız kutupları bir araya gelmişti. Fakat mü'min kuvvetleniyor, dalâletin bastığı çürük tahta çöküyordu. Yerine göre herkes hem öğrenen, hem de öğretendi. Herkes, İslâ-miyeti anlatıyordu. Asrımız bu cihetten Asr-ı saadet ile eleleydi. Garabet, yoksulluk, kimsesizlik içinde zaferin takları kuruluyordu. Çünkü bu dinin sahibi Al-lah'dı. O'nu kıyamete kadar muhafaza ve himaye buyuracağını taahhüd etmişti. Sebepler âleminde bulunduğumuzdan; bu mukades yük, bazı şahısların omu-zuna yükleniyordu; sadece bu şeref, en büyük şükür'e

— 270 —        ,

I

değerdi. Bu hizmette, bu vazifede başa gelen taşlara, sinemizi hançerleyen ellere, uzatılan dikenli dillere, çelme takmak isteyenlere, ekmeğimizle oynayanlara, bizi kınayanlara karşı sadece sabrediyoruz ve Müslüman olmanın saadeti, O'na gereği gibi hizmet edememenin ızdırabı içindeyiz.

Yeryüzünü bir kitap gibi önümüze açan, her harfinde, her kelimesinde ve her cümlesinde sıfatlarını bize gösteren; dünyayı bir üniversite.Kur'an-ı Kerim'i temel kitap, kâinatı lâboratuvar yapıp, Resûl-ü Ekrem'i başmuallim olarak bizlere bahşeden Allah'a hamd olsun!

Sivrisineğin bacağına çeşitli kanallar yerleştirip, teller gerdirip, ufacık kafasına radarlar, kompütörler yerleştiren ve bu teşkilâtı mikroptan balina'ya kadar teşmil eden Allah'a namütenahi şükürler olsun!..

Yâ Rab, âciziz! Bazen, felâketlerin ördüğü ıstırap, gözümüze perde oluyor ve gönlümüze kasvet veriyor. Felâketin arkasındaki rahmeti göremiyoruz. İnliyoruz, şikâyet ediyoruz... Senden gelene razı olmamanın tenakuzuna ve azabına düşüyoruz, şefkatli tokatlardan ağlıyoruz. Bizleri af et! Bizleri rızana muvafık noktada bulundur; bizleri İslâm'a hizmetkâr eyle; bizleri bize bırakma, nefsimize uydurma, Müslümanların, İslâm esaslarına uymalarını nasip et, Resûl-ü Ekrem'in ümmeti olmamızı müyesser kıl... Âmin, âmin* âmin.

Doktor, hapishanenin hususî şartları içinde gün geçirirken, kayınpederi de alış - veriş için İstanbul'a gitmiş, dönüyordu. Arabanın devrilmesi ile can verdi. Gazeteler ölülerin resimlerini bastılar ve 25 kuruşa satıp, trajlarını arttırdılar. Fikrin katledildiği bir memlekette, bu gibi haberlerin traja mühim te'sirleri oluyordu.

— 271 —

Doktor'un hanımı babasının ölümünü gazetede okuyunca evvelâ şaşırdı. Sonra ayıp olur düşüncesi ile, ağladı, bağırdı, kendisini yerden yere attı. Hattâ bayılma numaraları yaptı. Çokları onunla meşgul oldular:

  Ayol hamile, bir hal gelecek başına...

  Vah körpecik kocadan olduğu yetmiyormuş gibi, bir de babadan oldu.

Annesi:

  Başıma gelenler, diye fır fır dönüyordu.

Her nedense komşu kadınları daha çok bağırıp ağlıyorlardı.

Kanlı bir tabutta cenazeyi getirdiler. Heyecan ve feryad bir dalga halinde yüksedli.

  Görelim!.

  Gösterin!..

  Ah!..

  Yandım, ben öleydim...

Sesleri arasında, gazetelerin lisanı ile «memleketin tanınmış zenginlerinden, iş adamı...» mn yüzünü açtılar. Sağlığına mukayese ile, biraz rengi sararmış ve saçları, kirpikleri karışmıştı, ölüden ziyade uyuyan adam intibaını veriyordu. Görenler ellerini bir daha dizlerine vurdular. Bir daha bağırıp, haykırdılar. .. Bayılanlara su serptiler. Çiçekli ve çamlı bahçeyi mahşerî bir kalabalık sarmıştı. Nerede ise çiçeklerin, çamların ağlamamasına sinirlenip, danlacaklardı.

Her hâlin bir zirve noktası vardır. Oraya varınca dönüş mukadderdir, öyle oldu:

  Nasıl olmuş, diye sormağa ve konuşmağa başladılar. Kazanın seyri anlatıldıktan sonra:

  Boynu kırılmış ve göğsü yaralanmış... dediler. Yine feryad, yine feryad... Fakat ölü, haline razı

gibi yatıyordu. Diriler ölülere ağlarken, kendi ölüm-

— 272 —

lerini hatırlamıyorlardı bile... Hatırlasalar belki kendilerine ağlayacaklar ve kendilerine geleceklerdi.

Doktorun hanımı yaşlı gözleri ile bir noktaya bakmağa başladı. Sanki küre-i arz yarılmış ve o, Doktor ile karşı karşıya gelmişti. Dinlemediği halde Doktor konuşuyordu: «Fani şeyleri sevmek, fâni şeylere bel bağlamak bize gözyaşı hediye eder. Her fâni bizi bir bir terk ederken Mahbub-u hakikîyi bulacağız. Fâni olduğumuzu anlayıp, hakiki'ye güvenip, iltica edeceğiz. Zahiri çirkin hâllerin perdesi altında neşv-ü nema olacak birçok istidat çekirdekleri mevcuttur. Zahiri çirkin hâller, pek çok hakikatin tecellisine sebep olur.»

Hayır bu sözler değil, ona asıl te'sir eden kocasının hâdiseler karşısındaki soğukkanlı hâli idi. Sevinç ve üzüntüde aşırılık göstermemesiydi. Sanki hâdiselerin ötesini görüyordu; sanki yangının bir sahibi vardı, o bunu biliyordu ve yangını sahibine havale ediyordu.

Mesafelerin ötesindeki kocasını hayal etti. Onu taş duvarlar arasında, tahta ranza üzerinde yatarken ve çamaşırlarını kendisi yıkarken düşündü. Katillerle, hırsızlarla yan yana, iç içe ve aynı listede!.. Niçin?.. Niçin Doktoru hapis ettiler? Gözlerinde yaşlar kurudu, imânı kuvvetlendi:

  Allah babama rahmet etsin, dedi. Avuçları ve gönlü dolu dualar etti. Onun bu hâlini görenler çeşitli tefsirler yaptılar:

  Zavallının içine indi.

  Vah vah, ağlasa açılır, böyle düşünmesi iyi değil!

  Bari bir musibet isabet etmese...

O, evini hatırladı. Kocası diğer oradaki erkek misafirlerine anlatıyordu: «ölüm, yokluk değil, hiçlik değil!   Belki   darü'l-fenâdan   darü'l-bekâya   hicrettir.

273 —

F.: 18

Kabir idam kapısı değil, belki saadet-i ebediye sarayına açılan bir penceredir!»

Şuur altına yerleşen cümleleri ancak böyle hatırlıyor ve tesellisini buluyordu. Teselli ne kelime, şu mevcut tabloyu beğenmiyor ve içinde bir başkalıklar hissediyordu.

Cenazelerde iki üç gün tahammül ettin mi, giden gitmiş, geride yine aynı âlem kalmış oluyordu. Dövünmeler, bağırmalar, helva pişirmeler gibi bid'atları müteakip, iş ticari safhaya geldi. Dükkân, imalâthane, depo, evler gibi gayri menkuller de, alacak verecek, menkullerin hesap edilmesi, derlenip toparlanması içinden çıkılması güç bir problem olmuştu. Âni ölüm... ölümü uzak zannedenlerin ölümü, pek çok mes'eleyi karıştırıyordu. Borcunu inkâr edenler, .alacağını çok gösterenler bu meyandaydı...

Bu durum karşısında genç kadın, annesine şu teklifte bulundu:

— Anne, Doktorun yanına gidelim. Onu hapishanede ziyaret edelim. Çabuk tahliye olacaksa gelip, bu işlerimizi yapsın, çabuk tahliye olmayacaksa bize yol göstersin. Ne dersin?

Kadm düşündü. Doktor fena bir insan değildi. Bunların Doktora, Doktorun da bunlara ihtiyacı vardı, Dolayısıyla kabul etti.

Bu sırada akıl verenler çoktu. Akrabalardan yardımcılar çıktı. Fakat bunların hiç birine itimad edemediler: Kimisi kumara, kimisi içkiye, kimisi menfaa-tına düşkün kimselerdi. Doktorun böyle zaafları yoktu. Onu sadece hapis ederlerdi ki, bunun da zararı kendisine idi. Mum varsın yanabildiği kadar yansın, bizi aydınlatıyor ya...

274

Anne kız, toplandılar, yanlarına bir bavul, bir de çanta aldılar. Dayıları ile birlikte Doktorun bulunduğu kasabaya gittiler.

Şehrin dışmda, yüksek kerpiç duvarlarla çevrili çapraz iki köşesinde iki nöbetçi kulübesi bulunan bu hapishaneye yaklaştıkça üçünün de heyecandan nefesleri kesiliyordu. Çünkü hayatları boyunca hapis ve hapishane üe alâkaları olmamıştı. Mahpuslardan, cüz-zamlılardan kaçar gibi kaçıyorlardı. Kim ve nerden bilecekti ki, mukaddes çilenin mensupları olacak, şah damarımız kadar mühim olan dinimize hançer saplayacaklar da, zalimin elini tutmak istediğimizden, mahkûm olacağız!.. Hapisle, hapislikle iftihar etmek kimin aklına gelirdi? Buna rağmen, heyecanları had safhaya vardı ve titrek bir sesle, «Doktoru ziyarete geldik» dediler.

Gardiyan:

  Bizim Doktor mu? Hay hay efendim. Buyurun, içeri buyurun. Hoş geldiniz, sefa geldiniz.

İçleri biraz rahatladı. Böyle karşılanacaklarını hiç tahmin etmemişlerdi. Gür bir ses Doktoru çağırıyordu:

  Doktor, Doktor!..

Doktor abdest almış olacak ki, çorapsız ve gömleğinin kollarını indirerek, demir kafesli kapıya doğru yürüdü.

Demir kafesli kapı ile tel örgülü duvar arasmda bir metre mesafe vardı. Ziyaretçi bu tel örgülü duvara yaslanır, mahpus da demir kafesli kapıya dayanarak birbirleri ile konuşabilirlerdi. Aradaki boşluk, bir-birbirine bir şeyler verip, almamaları içindi.

Doktor gelenleri evvelâ tanıyamadı. Çünkü kasaba halkı sık sık ziyarete gelirdi. Ayrıca, her evden bir gün, bir tepsi dolusu yemek getirilirdi. Kendi hesapla-

275

rina yatanları bilirlerdi. Din herkesin malı idi. Hain bir zifinly&ttn, bu dindar mücahidleri takip etmesi halkın dini hislerini kuvvetlendiriyor, hamiyyet duygularını galeyana getiriyordu.

Ziyaretçilerin içinde iki tane kadın olması sebebiyle yüzlerine bakmadan, demir kafeslerden iki eliyle tuttu, burun kısmını bir aralıktan içeri uzattı:

  Selâmün aleyküm, hoş...

Cümlesini tamamlayamadan gelenleri tanımıştı. Gözleri yuvalarından fırlarcasına açıldı, bir an karı koça böyle bakıştılar, dilsiz ve işaretsiz konuştular, genç kadın eldivenli parmaklarını tel kafese taktı, göğsü yırtılırcasma hıçkırmağa başladı. Annesi bavulun üzerine oturmuş gözlerine mendilini basmıştı. İhtiyar dayının tüyleri diken diken olmuş, belki İstiklâl Harbinde onbeş arkadaşını şehid olarak önüne uzattıklarında bu kadar dehşete kapılmamıştı.

Hıçkırık sesine Müdür geldi:

  Olur mu, efendim, olur mu .olur mu, olur mu?.. Belli ki o da şaşırmıştı. Hep «olur mu»    derken,

bir yandan demir kapıyı açmağa çalışıyordu. Hemen başgardiyan koştu, kapıyı açtı ve ziyaretçileri içeri aldı. Siyasi mahkûmlara ait boş bir oda vardı, topluca oraya girdiler. «Hoş geldin» işi hal olduktan sonra, kaynanası, beyinin başına gelen hâlleri anlattı. Teselliyle üzüntünün yoğrulduğu bu fasıladan sonra, yine kaynanası damadına sordu:

  Evlâdım, ne zaman tahliye olacaksın? Doktor, tevekkül ve teslimiyet dolu bir ifade ile

omuzlarını kaldırdı:

  Allah bilir... İhtiyar adamcağız:

  İnşallah yakında...

v            — 276 —

  Belli olmaz Dayı Bey, çünkü benim dayım bu hapishanelerde kayboldu. Ben de aynı yolda, aynı iz üzerinde yürüyorum.

Zevcesi heyecanla atıldı:

  Sen de mi kaybolacaksın?

  Allah bilir.

  Ahh, öyle deme, içim eziliyor.

  Cemiyet değirmen olmuş, bizi öğütüyor...

Sohbetten sonra ziyaretçiler ayrıldı. Doktoru zincirli kapıların, kalın duvarların ardında yalnız bıraktılar. Onu taşlarla hemdert, düşüncelerle yoldaş ettiler. Hususi dünyasına bir başka pencere açtılar. Bu pencereden mantosu topuklarına ulaşan, eldivenli, koyu renkli çoraplı ve bol baş örtülü bir genç kadın... Numune olmak için meydana çıkmış; sanki ilmihal sayfalarından elbise yapıp sırtına giymiş... Herkes ona bir tuhaf bakıyor: Japone kollusu, tayyörlüsü... Herkes, erkek ve kadın herkes, ona bir tuhaf bakıyor; şu gözlüklü, omuzlarına kadar geniş baş örtülü, uzun ve bol mantolu kadın!.. Ve, bu kifayet!.. Acayip gibiydi. İslâm memleketinde Müslüman kıyafeti yadırganıyordu... Hayır, hayır, japone kollu entarili kadınlar menfide ne gibi tesir yaptı ise, bu genç kadının îslâ-mî kıyafeti, müsbette o te'siri yapmakta idi. Yeni idi. Yeni olan her şey dikkati çekiyordu. Ufak bir kasabada İslâm modası, büyük şehirlerdeki son model otomobiller kadar dikkati üzerine topluyordu.

Bu genç mü'minenin yanında, kendisi gibi giyinmiş, fakat dalâlet fırtmalanyla gnden saçları dışarı fırlamış, kol bilekleri açıkta kalmış, velhasıl öz kızından mânâda geri, maddede ileri olan annesi bulunuyordu. Kızının şu haline hayret edenlerin başında o geliyordu. Fakat, bir zamanlar «karasevda» diye bir şey duymuştu. Gördükleri ve düşündüklerini, bu has-

— 277 —

talığm alâmetleri olarak kabul edip, «sarhoşu kendi haline bırak» meşhur, lakin meçhul olan bir hükme tâbi olmuş, zahirî bir tevekkül içindeydi.

Artık ister doktorun evi deyin, ister kendi evi... Bu eve geldiler, sildiler, süpürdüler, döşeyip bezediler; evimiz diye yerleştiler.

Menfi uçtan müsbet uca uzanan hat boyunca bulunan her noktayı bir manevî makam kabul edersek; bu makamların mensupları eve dolup boşaldılar. Gelenlerin içinde erkekler de vardı. Eski alışkanlıkla onlar da misafirliğe geldiler. Şahsiyetin maya tutmağa başladığı genç kadın, «Doktor Bey evde yok» demeye cesaret edebiliyordu. Ve onlar da dönüyorlardı. Bunlardan biri de Kaymakamdı. Adam geri giderken: «Kadıncağız anasının evine değil, sanki medreseye gitmiş» diye kendi kendine söyleniyordu.

Ondalık kesirlerle ifade edilecek makam sahibi kadınlardan eve gelenler ise:

  Ayol, bu ne hâl?   Aydın ve devrimci bir genç kadına bunlar yakışır mı? diyorlardı.

Doktorun hanımı bunların cevabını hazırlamıştı:

  Söylediğiniz gibi olsaydım,   bu kıyafet ve bu hâller bana yakışmazdı. Fakat Hatice (R.A.) annemizi taklid eden bir Müslüman olduğuma göre herhalde yakışması lâzımdır.

Tabiî onu takdir edenler de az değildi. Hele yerli halk, yani mazisine bağlı muhafazakârlar, kendilerine benzeyen bir memur hanımını görmenin saadeti içindeydiler. Kasaba halkı:

  Allah razı olsun kardeşim, diyorlardı.

Artık süt, yoğurt, peynir getirenin haddi hesabı yoktu:

  Can feda, kardeşim, lâfı mı olur? Biz doktorun hakkını nasıl öderiz? diyorlardı.

***

— 278 —

Öte yanda hapishane kaynıyordu. Savcı, başgardiyanı çağırmış:

  Ya bunun sakalını kestirirsin veya işine son veririm.

  Savcı bey, bu adamı bütün mahpuslar seviyor. Öl dese, hepsi ölecek... Kasabalı desen hakeza...   Bu sebeple adama bir fiske vuramam. Vursam ölümü çıkarırlar. Ekmeğimle de oynama, sen bilirsin!..

Savcı şu nasihati verdi:

  Al sana bir tüp uyku ilâcı; uyut, ayrı odaya al ve sakalını kes...

Verilen emir harfiyen tatbik edildi, adam kendisine geldiğinde beyninden vurulmuşa döndü.

Medeniyeti saçta, sakalsızlıkta, elbisede görenler, bu gibi hareketleri ile halkı uyandırmış oluyorlardı:

«Ya sakal kesmek için binbir hile ha...» deyip bütün mahpuslar sakal bırakmağa söz verdiler. Fakat hapishane müdürü bunun bir isyan hareketi sayılacağını ve her birinin bir başka hapishaneye sürüleceğini, belki hücreye atılacaklarını kendilerine izah etti:

  Hatırım için şimdi sakal bırakmayın.    Fakat tahliye olunca da sakalsız gezmeyin.   Çünkü sakallı şoförlerin sayısı kabarık olsaydı, bu adamcağızın arabasını, sakalı var diye aramazlardı.

Bir kaç gün sonra savcının tayini çıktı ve ayrıldı. Onun yerine gelen savcının kendine has prensipleri vardı. Ona göre memleket ve millet menfeatlerine uygun hareket etmek vatanperverliktir. Böylece tarifi yapılmamış vatanperverliğin, tarifini o, kendine göre yapmıştı. Milliyetçiyim diyen bu savcı, milliyetçiliğini de şöyle tarif ediyordu: Asırlardır devam eden tarihî seyrimizi koparmadan devam ettirmek, milliyetçiliktir. Denebilir ki, ilk defa düşünen, prensip sahibi olan,

— 279 —

malayani konuşmalardan uzak, ilmi ve akli sohbetler yapmaya çalışan bir savcı ile bu yörenin halkı karşılaşmıştı.

Bu savcı hapishaneye de gitti, maznunlarla ve hükümlülerle sohbet edip, onların dertlerini dinledi. Adi suçlarla fikir suçluları arasında büyük fark gördüğünden, İslâmiyet için hapis yatanlarla meşgul oldu.

Bunlardan biri şöyle anlatıyordu:

  Savcı Bey, biz Müslümanız,    Islâmiyeti yaşamak zorundayız, gücümüz yettiği kadar    yaşıyoruz. Bunun için dinî kitaplar okuyoruz. Bu sebeple burada hapis yatıyoruz. Dinimiz, «İlmi, beşikten mezara kadar tahsil ediniz» buyuruyor, biz de üç beş arkadaş bir araya gelip dinî kitaplar okuyorduk,   bu yüzden tevkif edilip, hapishanelere atıldık.

Savcı sadece dinliyordu, bunu fırsat sayan maznun devam etti:

  Ahlâksız kitapları, gazeteleri,    dergileri okumak serbest, dinî kitapları okumak yasak, bunun sebebini anlamıyoruz. Şimdi hapis yatıyoruz, yarın berat kararı verecekler. Peki, bunca çektiğimiz sıkıntılar, işimizden uzak kalışlarımız, üzülen yakınlarımız ne olacak? Biz berat edince, bizi şikâyet edenler tevkif edilmeli ki, her aklı esen, bir iftira ile karakollara veya savcılıklara koşmasın...

Savcı, bütün örf, âdet ve kanunların ruhunda dinin te'siri olduğunu biliyordu. Yâni islâm kanunlarını kaldırıp, Hıristiyan dininin tesiri altında hazırlanmış kanunları aldığımızı, profesöründen duymuştu. Fakat biz Hıristiyan değiliz... Hiç bir dine tâbi değiliz... Eeee, neyiz? Dinsiz demeğe de dili varmıyordu.

Bu sebeple Kur'an tefsirini alıp, günlerce okumuştu.

— 280 —

Tefsiri bitirince, kitabı kapadı, diğer ciltlerin yanına koydu. Şöyle bir düşündü: Bu kitap neler anlatıyor, cemiyete ne getiriyor? Allah'a inanın, Peygambere inanın... Sonra yalan söylemeyin, içki içmeym,. putlara tapmayın... Sonra, teraziyi doğru tutun, okuyun, kumar oynamayın...

Sanki beynine fısıldadılar: «Müslümanlara ve İslâm âlemine baksana! Ne kadar geri, ne kadar iptidai!..»

«Olsun» dedi. «Nazariyat başka, tatbikat başka... Ben, şimdi şu ceza hukukunu tam tatbik edemezsem, bunda kitabın ne kabahati var? Kısacası, Kur'ân-ı Ke-rîm'de cemiyete zararlı olacak bir şey yoktur!» diye meslek hayatında düstur olacak en mühim bir hususu kavradı.

Dahası var:

İddia makamında iken, mahkemeye, 163'üncü maddenin şümulüne giren sanıklar getirilmişti. «Biz imânımızı kuvvetlendirmek, dinimizi öğrenmek için bu kitapları okuyoruz» diyorlardı. «Bu kitapları okuyunca içki içmekten, kumar oynamaktan ve zinadan vazgeçtik. İsterseniz tahkik edin» diyorlardı. İçlerinden biri: Hâkim Beyin beni tanıması lâzım, içki içip bir adamı yaralamıştım. Sizin verdiğiniz hapislik beni ıslah etmedi. Bilâkis bir kısım hapislerden çok kötü şeyler öğrendim. Bu arada yine dinini öğrendiği için «Maznun» olan, bu sebepten hapse atılan bir kardeşten imân esaslarını tedris ettim. İnandım, Allah'a inandım. O'nun emirlerine uygun hareket etmeğe başladım. Bunun için arkadaşın evinde toplanıp, ilim tahsil ediyorduk. O zaman bizi tutup buraya getirdiler. Halbuki (eskiden) evlerde toplanıp içki içtiğimizde, nâra attığımızda kimse bir şey demiyordu. Karakola götürseler de ertesi gün salıveriyorlardı.»

— 281 —

Savcı, 163'üncü maddeden muhakeme edilen sanıkların avukatlarını düşündü. Bu adamlar Avrupa hukukunu okumuş, Avrupa'yı iyi bilen kimselerdi. Fakat İslâmiyeti müdafaa ediyorlardı, onu anlatıyorlardı. «Bu kadar dinî bilgiyi nereden de öğrenmişler» diye hayret etti.

Avukat diyordu ki: «Türk Hâkiminin bu sahada verdiği kararlar ve ehl-i vukuf raporları mahkemelerimizin açık kararları göstermektedir ki, maznunlarda bulunan imân-ı tahkiki kitaplarının hepsi aynı mahiyette olup, Kur'ân'ı tefsir etmektedir. Din ve imân kuvveti hakkında bilgi vermektedir.

Bu kitapların, Mukaddes kitabımız Kur'an-ı Ke-rim'in imana dair âyetlerinin tefsirleri olması noktasından, T.C.K.'nun 163'üncü maddesindeki unsurları ihtiva etmemektedir.»

Aklında kalanlar bunlardı. Diğer tarafta, «sol neşriyat» ismi altında gelişen, komünizmi öven kitaplar...

Her ilme ait bir fakülte olduğu halde îslâmî ilimleri öğreten bir fakültenin olmaması...

Bunların bütünü çözülmesi gereken problemlerdi...

Savcıdaki bu his. Ağır Ceza Mahkemesine getirilen Doktor'la, Şoför'ün şahsında müşahhas bir hâl aldı.

Şahitler dinlendi:

  Efendim, şoförü sakallı görünce arabayı durdurdum. Çünkü sakallı bir şoför olamaz!..

Hâkim:

  Arabayı durdurmanızın sebebi sadece    sakal mı?

  Evet efendim.

  Peki...   Mektep   kitaplarında   görmüşsündür. Fatih Sultan Mehmed gibi şahısların sakalı var, bunlara ne dersin?

— 282 —

Jandarma neferi hemen cevap verdi:

  Onların   zamanında   otomobil   yoktu,   Hâkim Bey...

Güldüler...  Bütün ciddiyetine rağmen hâkim de güldü... Ve:

  Sonra bu kitapları arabanın içinde buldun?..

  Evet.

  Bunların yasak olduğunu sana kim söyledi? Niçin aldın?

  Bizim çavuş içki içince; «îmân da, imam da bırakmayacağım»    derdi ve bu kitapları yazan adama çatardı...

Şahitlerin ifadesi tamamlandıktan sonra Savcının mütalâası soruldu. Savcı:

  Yolda dinlenmekte olan iki jandarmamız, şoförün sakalından şüphelenip, gelen arabayı durduruyorlar ve içinde bulunan bu iki maznunun üstünü ve arabasını arıyorlar. Nihayet ömrünü dini çalışmaya vakfetmiş bir âlimin eserlerinden birkaçını   buluyorlar. İçki masasında çavuş tarafından suçlanan bu eserler, iki şahısla birlikte karakola getiriliyor, tevkif edilerek hapse atılıyorlar. Suç âleti olarak gösterilen kitapları sayfa sayfa çevirdiğimizde daima âyet ve hadîslerin açıklanmasının yapıldığını görüyoruz.   Diyanet İşleri Reisliği dahil olmak üzere, ehl-i vukuf raporları ile, eserlerin sıhhati sabit...    öyle ise, suçlu olan Kur'ân mı, hadîs mi? Biz bu iki şahsın şahsiyetinde on üç asırdır milyonlarca şahsın mukaddes kitabı olan Kur'ân-ı Kerîmi ve O kitaba elçi olan Peygamberi  (S.A.V.) burada muhakeme edemeyiz. Çünkü aynadan akseden ışığı suçlamakla Güneşi suçlamak arasında fark yoktur. Ben de Müslümanım... Elbette ki dinimin esası olan bir kitabın âyetlerini suç

___   OQQ   _

unsuru addedemem. İhtisas personelince doğruluğu tasdik edilen tefsirleri okuyanların tecziyesini isteye-mem.

Devlet lâik olmakla beraber, millet Müslümandır. Devletin lâik olması, Müslümanların dinlerini öğrenmelerine ve onun esaslarını yaşamalarına mâni değildir!

Bir şahsın İslâmiyeti öğrenmek için dinî kitaplar okuması suç olmadığı gibi, suç olmayan bir şeyin propagandası dahi suç değildir. Bu husus Anayasada ve Ceza Hukukunda açıkça belirtilmiştir, tmân-ı tahkiki dersleri hakkında sivil, askerî ve örfî idare mahkemelerince verilen beraat kararları, onları okumanın ve anlatmanın suç olmadığını gösterir. Zaten, kanunsuz suç olamaz!

Bir suçtan bir defa muhakeme olur. Aynı suçtan ikinci defa âmme dâvası açılamaz! Çünkü kaziye-i muhkeme vardır. Kaziye-i muhkeme* hukuku âmme dâvası açılmasına devamlı surette mânidir. Kat'iyet kesbetmiş her dâva, bir kaziye-i muhkemedir.

Hakâik-i imâniye dersleri hakkında kesinleşen yüzlerce beraat kararları bulunduğuna göre; T.C.K.'-nun 163'üncü ve 526'ncı maddelerine, 6180 sayılı Kanunun l'inci maddesine, 6777 sayılı Kanuna ve şâir kanunlara aykırı bir tarafının bulunmadığı tesbit edilmiştir.

Maznunların daha fazla mağduriyetine sebebiyet vermemek için, beraatlarına karar vermenizi yüksek heybetinize arz ederim.

Şoföre, bir diyeceği olup, olmadığı soruldu. O da:

— Her sakallı şoför buraya maznun olarak getirilirse, eczanelerde uyku ilâcı, hapishanelerde de yer kalmaz. Yine böyleyken sakalımla, kitaplarımın iadesini istiyorum.

— 284 —

Doktor da şöyle konuştu:

  Kitapsız olmaktan korktuğum için arz edeyim ki, o kitaplardan bende var. Benim hapis yatıp, yatmamam mühim değil, fakat vereceğiniz beraat karan Savcı Beyin belirttiği gibi, dinimize ait olcaktır.   İslâ-miyetin mahkûm olduğu yerde    Müslüman hür olamaz; Müslümanın hür olduğu yerde İslâmiyet mahkûm edilemez. Hepimiz Müslüman olduğumuza göre durumun hassasiyetini,    takdirlerinize arz ediyorum, dedi.

Mahkeme heyeti celseye beş dakikalık bir ara verdi, müzakere odasına çekildiler.

Sonra hep birlikte yerlerini aldılar. Hâkim: «Gereği düşünüldü» dedikten sonra hadisenin seyrini özetledi ve: «Netice itibarıyla maznunların suçları sabit görülmemiş ve hareketlerinde suç unsurları mevcut bulunmamış olmakla cümle maznunların müsnet suçtan BERAATLARINA, kabili temyiz olmak üzere talebe uygun olarak yüzlerine karşı açıkça karar verilip anlatıldı.»

* * *

Maznunlar hapishaneye döndüklerinde herkeste bir tuhaf hâl vardı: Tahliye olduklarına seviniyorlardı, ayrıldıklarına üzülüyorlardı. İçlerinden birisi dalgın dalgın bir şeyler yazıyordu. Dikat edilse ak saçları diken diken olmuştu.

Yaşlı mahkûm titreyen elini kâğıdın üzerinden kaldırdı. O an Doktor:

  Okuyabilir miyim ağabey? diye sordu. İhtiyar cevap olarak kâğıdı uzattı:

«Rahmetine güvenip Andım seni Allah'ım Âsi ve günahkârım Affet beni Allah'ım.

— 285 —

Günahım, isyanım çok Kusurum, noksanım çok Senden başka Rahim yok Affet beni Allah'ım.

Adını ana ana, Yalvarıp yana yana Kapandım dergâhına Affet beni Allah'ım.

Çok fazladır günahım Göklere çıkar ahun Geldim sana ey şahım Affet beni Allah'ım.

Kapında tevbe etsem Nurlu yolundan gitsem Yalvarıp duâ etsem Affet beni Allah'ım.»

Gözleri yaşaranlar, gizli gizli ağlayanlar ve mendilini gözlerine basanlar...

Bu hâl içinde vedâlaştılar. Her biri tek tek ayrılığın ıstırabını tattı...

Şoförle Doktor hapishaneden ayrılınca kendilerini bekleyen on - onbeş kişiyle karşılaştılar. Hep bir ağızdan:

«Ne diyorsa İslâm dini Uyacağız suç olsa da Gerçeği örten kefeni Yırtacağız suç olsa da

Alnımız ak, yüzümüz ak İslâm olan olmaz korkak Bâtıla bâtıl Hakk'a hak Diyeceğiz suç olsa da.

— 286 —

Çiçeklenir sevda serde Cihad, düğün olur merde Nûr-u Kur'ân-ı her yerde Yayacağız suç olsa da.

Baba, ana, bacı, kardaş Ehl-i küfre açtık savaş İslâmın yoluna can-baş Koyacağız suç olsa da.

Cihad bize bayram düğün. Tâ doğuştan Haşre değin Her an zikrullah gömleğin Giyeceğiz suç olsa da.

Mânâ doldurmuş içleri Gam mı maddenin suçları Dine taş atan hiçleri Sustururuz suç olsa da.»

Marşını söylediler, manlar ordu...

Müslümanlar asker,   Müslü-

* * *

Doktor eve dönünce, iki - üç gün kalıp, hep beraber memleketlerine gittiler. Vefat eden kayınpederinin hesaplarını çıkarmağa başladı. Kur'ân esaslarına göre yapılan her iş ibâdettir. Bu esas dahilinde iş-Terini şer'i esaslara uydurmaya azamî gayret ediyordu. Zekâtını hesapladı, kırkta birini fakir dindar talebelere dağıttı. Kalan maldan muhitindeki fakirlere sadaka verdi. Çocuklara, ninelere yiyecek ve giyecek faldılar. Bunu da kâfi görmeyerek, kasabalıların da yardımı ile bir bahçe alıp, içine meyve fidanı diktiler. Tapusunu çocukların ve ninelerinin üzerine yaptılar.

— 287 —

Böylece onlara hem iş, hem de kazanç temin ettiler. Nüfusu milyonu aşan bir şehirde büyük bir yer kiraladılar. Bunu dindar talebelere verdiler. Kendileri gelir sağladıkları gibi, talebelerden dindar olanlar da bir araya geldiler, haftada bir gün ders yaptılar. Karısı sordu:

  Doktorcuğum, evimize koltuk falan alamaz mıyız?

  Alırız...

  Yâni paramız var, annem de istiyor. Onun için teklif ettim.

  Alırız elbette alırız. Meselâ koltuğu üç bin liraya aldık ise (fevkalâde hâl içinde   bulunduğumuz için) kırkta biri olan 75 lirayı bir dini müesseseye te-berrük etmemiz gerekir.

  öyle ise bu şartla araba da alabiliriz.

  Elbette. Meselâ altmış bin liraya alman otomobil için hemen bin beş yüz lira sadaka vermelidir. Ayrıca âlem-i İslâmın aç olduğu bir devirde arabanın zekâtını da vermek gerekir.

  Amma o araba ile siz   hastalarınıza ve arkadaşlarınıza ziyarete gideceksiniz?..

  Allah razı olsun. O zaman araba dinin emrinde bir âlet olur ki tamamı teberrük demektir.

Böylece Avrupa'nın sefahati ile îslâmiyetin asaleti arasında iki zıd istikamete çekilen karı kocadan; kadının sefahati itip, kocasına dönmesi ve her ikisinin de İslama uymak ve ona hizmet etmenin gayreti içinde erimeleri neticesinde âdeta iki kişi bir insan olmuştu. Yahut bu karı koca bir vücudun iki eli gibiydiler. Dâima birbirlerinin yardımında, dâima birbirlerinin yanındaydılar.

Dışarıdan konak manzarası veren, içine girince müze olmuş sarayları andıran bu evde dâima îslâmî

— 288 —

bir hava teneffüs edilir; her gün ders yapılır; her âlim bu evde ağırlanır; her talebe bu evden harçlığını alırdı...

Maddiyata istinad eden büyük işlerde de bunlar rehber olur. Dindarlara bir apartmanımı yapılacak arsa bulur, alırlardı. Bir gazete mi çıkarılacak, ortak olurlardı. Böylece ufak sermayeleri de bir araya getirerek, çiftlikten fabrikaya, gazetecilikten nakliyata kadar gerçek dindarların iş başına geçmesini te'mine çalıştılar. Çünkü imânın alâmeti, cemiyet içinde Müs-lümanca çalışmaktan ibaretti. Çünkü Kur'ân, dünyada yaşanması için gelmişti. Çünkü fakirlikte musibet vardı. Çünkü makamsız fazilet gülünçtü.

îslâmiyetin camiden cemiyete intikal ettiğini gören bilhassa hâin bir zihniyet, bu körpe teşebbüslere balta vurmağa başladı. Fakat uyanık Müslümanlar biliyorlardı ki, mağlûp olmak (maddeten ve manen) zayıf olmanın alâmeti idi. Bu hal ise Müslüman için bir suçtu. Allah için çalışanlar, sırf onun rızası için koşanlar asla ve asla yılmayacaklardı, durmayacaklardı da... İslâm târihi buna şahittir. Dikkat edilirse mağlûbiyetlerin içinde ferdî menfaatlar vardı. İslâm dini günah kaldırmayan bir dindir. Müslümanı, gayrimüslim değil, onları kendi öz günahları tarumar eder!

îslâmî teşebbüslere çekilen tırpanlar, Müslümanların eline geçti, şimdi hasad zamanı. Çünkü imân-ı tahkiki, Müslümanlara, içtimâi hayatta, Müslümanca hareket etmelerini te'min etti. Hak din, cemiyete hâkim olmağa başladı. Ve alan el değil veren el hâline gelerek üstünlüğümüzü isbat etmeye başladık.

îşte bunun için maznun olduk, işte bunun için bize «MAZNUN» dediler...

SON

- 289 -

F.: 19

Minyeli Abdullah

Hekimoğlu Ismail Roman 256 s.

"Minyeli Abdullah" önce gazetede neşredildi.

Gazeteden takip edenler romanı çok beğenmişlerdi.

Maddi imkansızlıkları, bir zenginden borç aldığı 10 bin

lira ile aşmaya çalışan Mustafa Polat, 1968'de Mihrab

Yayınları'nın ilk kitabı olarak

"Minyeli Abdullah" in baskısını gerçekleştirdi.

Dine konan yasakların, dinsizliğe tanınan

hürriyetin acısını tadanlar bu kitaba sahip çıktı. Hakkı

haklıya vermek isteyenler bu kitabı beğendi.

Değişik yayınevlerinde onbinlerce basılan Minyeli'yi

yüzbinlerce kişi okudu, okuttu. Filme alındı..

Her yaşa hitabeden Hekimoğlu' nun bu romanı

canlılığını korumakta ve satış rekorları kırmaya

devam etmektedir. Kitlelere malolan bu eseri

okudunuz mu? Okuduysanız çevrenize de okuttunuz mu?

Hkfm

ismail

Derdimi Seviyorum

Hekimoğlu İsmail, Recep Şükrü Apuhan - Ali Erkan Kavaklı

1.-2-3. ciltler   312+400+360 s.

"Yalnızım... Kitap okuyorum. Başka kitap okuyan yok. Kitaba para veriyorum, kitaba para veren yok. Bir tarafta ben arıyorum Büyük Doğu'yu, bir tarafta polis... Dergiyi bulunca otuzar kırkar alıp vapura, trene, istasyona, duraklara unutmuş gibi birer birer bırakıyorum. Bazen tren pencerelerinden atıyorum... O zaman kimisi takdir ediyor, kimisi karşı çıkıyor. Takdir edenler kuzu kuzu otururken, karşı çıkanlar sövüp sayıp üzerimize yürüyorlar." 3 kitaptan oluşan bu eser,

Hekimoğlu İsmail'in sohbetlerinden ve sorulan suallere

verdiği cevaplardan oluşan bir fikir romanı, bir hatıra

demeti. Farklı konulara İslâmî bir yaklaşımla

açıklık getirip aydınlığa çıkarıyor.

Yapraklar

Hekimoğlu İsmail 160 s.

Allah indinde din, islâmiyet'tir. Kur'an kelamullah'tır. İslâmiyet kıyamete kadar devam edecektir. Öyle ise Müslümanlar yok edilemeyecek, esaret altında tutulamayacaktır. "İnanıyorsanız üstünsünüz" hükmü tecelli edecektir. "Mü'minler kardeştir" hükmüyle Itti-had-ı İslâm gerçekleşecek... Tarih buna şahittir ve tekrar şahit olacaktır.

Düşünceler

Hekimoğlu İsmail 176 s.

İslâm'ın meyhane kapılarına vurduğu kilitler toplatıldı, İslâm'ın kapısına vuruldu. Şimdi tek tek kilitler açılıyor. Duyduğun gürültüler kapı gıcırtılarıdır, İslâm'ın kapısı aralandı. Evimize, yerimize, yurdumuza giriyoruz. Ondört asırlık işimize yeniden başlıyoruz. Küflenen tarihi silecek, onu yeniden ciltleyecek ve sahifeler ilave edeceğiz.

Yokuş

Hekimoğlu İsmail 160 s.

İnişi olmayan

yokuşlar da var.

Çünkü insan,

kuş gibi, kuzu gibi

büyümüyor. Büyüdükçe

iyiyi kötüden ayırması

gerekiyor. Kötülüklerin

çukuruna düşmek

istemeyen insan,

iyilik yokuşuna

tırmanırken helal

halkalarına tutunup,.

fazilet ipine sarılmalı.

Var mısınız hep birlikte

sarılmaya

Bir Millet

Uyanıyor

Hekimoğlu İsmail 168 s.

Her şeye rağmen İslâm'ı bütün zer releriyle yaşamaya çalışanların mücadelesi... Tek bir millet olan müslümanlann dünya çapında ayağa kalkma mücadelesi; karşılaştıkları problemler ve çarelerini ortaya koyan bu eser düşüncelerinizde yeni ufuklar açacaktır.

 L Müslüman

ve Para

Hekimoğlu îsmail

416 s.

"İslâm İktisadı"nın gün ışığına çıkması ve iktisadi gafletimizin son bulması için önemli bir adım: Müslüman ve Para. Para ile ilgili her meseleye çözüm getiren, bu husustaki pek çok soruyu cevaplandıran bu kapsamlı eseri Hekimoğlu İsmail yazdı.. Yazdıklarını, kurduğu şirketler ve uyguladığı İslâmî sistemle hayata tatbik eden Hekimoğlu İsmail'in bu eseri sizin için de vazgeçilmez bir müracaat kitabı olacaktır. Aldınız mı?..

      —t HİKAYBİB1    ,                      '

Memm

 

Menan Cinleri

Hekimoğlu îsmail Hikâye    176 s.

"Menan Cinleri'nin Padişahı, akşamın alaca karanlığında, kayalık bir vadide, yanık otlar üstünde toplanmış olan kabilesine dedi ki:

—İnsanlar çok ilerledi ve bizi geçtiler. Gökte uçuyorlar, denizin dibinde gidiyorlar, yerde ise birbirlerini yiyorlar. Böylece bize iş kalmadı, işsizlik bütün acılığı ile artıyor. Bilmem ki ne yapmalı? —Yani insanları çarpmaya gitmeyecek miyiz?" Yukarıya bir bölüm aldığımız Hekimoğlu İsmail'in hikâ-ye-lerini zevkle okuyacaksınız.

Ben Bir Müslümanim

Neye Nasıl İnanırım?

Hekimoğlu îsmail 112 s.

İslâm'ın temeli olan Akaid ilminde, AKAİD kelimesinin manasını bilmeyenlerin dahi istifade edip imanlarını kuvvetlendir eckeleri, hacmi küçük kendisi büyük bir eser. İman, ibadet, akıl, vicdan, tarikat, vesveseler, müceddjd, deccal, mehdi, siyaset gibi günümüzde konuşulan mevzulardan merak ettikleriniz bu kitapta.

OLUM YOKLUK MUDUR?

Hekimoğiu İsmail

Ölüm Yokluk mudur?

rîekimoğlu îsmail 64 s.

Hayatın sonu ve ölümle

gelen başlangıç;

kendisi de bir

varlık olan ölüm;

ebediyet müzesine giden

varlıklar ve yok olan

yokluk; birçok

büyük kitapta

bulamayacağınız hayat

ve ölümle ilgili

meselelerin cevabını bu

kitapçıkta bulabilirsiniz.

TİMAŞ YAYINLARI'NDAN MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI'NCA

OKULLARIMIZA TAVSİYE EDİLEN KİTAPLAR

Kur'an-ı Kerim Lügati

Hadis Istılahları Sözlüğü

Aynada Batan Güneş •

Yanık Buğdaylar

Çiçekler Susayınca

Azat Kuşları

Figan

Dallar Meyveye Durdu

Boşluk

Sitem

Zafer Rüzgârları

Hazin Göç

Hüzün Çiçeği

Bir Namludur Yüreğim

Mahmut Çanga

Doç. Dr. Abdullah Aydınlı

Ahmed Günbay Yıldız

Ahmet Yılmaz Boyunağa

M                       II                  M

Hüseyin Yılmaz ismail Yılmaz

yukarıdaki kitaplar, Milli 'Eğitim 'Bakanlığının 3.2.1986 tarifi ve 1142 sayılı; 7.12. 1987 tarifi ve 9705 sayık; Mart 1988 tarih ve 1870 saydı; 'Eylül 1989 tarifi ve $$92sayılı kararlarıylaleĞûğler(Dergisindeyayınla-narakjıkullanmıza tavsiye edilmiştir.

"Hapishane!

Burada duvarların yüzü, insan çehreleri kadar asıktır. Tavan, direklerin ve duvarların üzerinde durmaz, mahkumların tepesinde durur. Burada boylar cüce, sözler kısa, ümitler basıktır.

Hapishane, insan yutan kumsala benzer. Kimbilir girenler, ne zaman dönecek?.. Kimbilir kaç gonca açılmadan solacak ve kaç baş burada apak olacak?

Orada zaman, adımların mekiğine bağlanır. Orada mekân bir yataktır. Evet orada herşeye zincir vurulur, herşey dört duvar arasında durur. Lakin... hayalle iman iki kanat olur, öyle insanları, öyle diyarlara alır götürür ki, oraya ne savcı ulaşır, ne gardiyan!...

Dindarların yolu karakoldan ve mahkemeden geçmekteydi. Bir de hapishane... Nuri de aynı yolda ve aynı noktalarda. Kaç çeşit suçlunun çömeldiği şu loş köşeye o da bağdaş kurdu, başını ellerine gömüp, ne olursa olsun, gibilerden uyumaya çalıştı. Birden, çan sesi şiddetiyle başlayıp ve yavaş yavaş kaybolacak şekilde manevi dünyasında bir feryad duydu:

MAZNUN!"

Yiizbinlerin gönlünde taht kuran Hekimoğlu İsmail'in bu kıymetli romanını bazan gülerek, bazan ağlayarak okuyacaksınız.

ISBN 975-7544-12-4

Baskı: Seçil Ofset • 522 66 51 - 527 32 00

Hekimoğlu İsmail _ Maznun

Merhabalar.

 UYARI :

 

www.KitapSevenler.com

 

Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...

Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla, ekran okuyucu,

ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran ve benzeri yardımcı araçlara uyumlu olacak şekilde, "TXT", "DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görme engelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele" düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbir şekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tüm yasal sorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.Kitapsevenler.com'un amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.

 

-Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyorum. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum. Bilgi paylaşmakla çoğalır.

Yaşar MUTLU

 

İLGİLİ KANUN : 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

 

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitabı Tarayan ve Düzenleyen Arkadaşa çok çok teşekkür ederiz. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp, kitapsevenler@gmail.com adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz. Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz. Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...

Teşekkürler.

Tarayan

Süleyman Yüksel

www.suleymanyuksel.com

suleymanyuksel@suleymanyuksel.com

suleymanyuksel6@gmail.com

Hekimoğlu İsmail _ Maznun