DÜNDEN   BUGÜNE ŞEYTAN VE DOSTLARI2

Önsöz. 2

Yeni Baskıya Girerken. 3

Şeytan Ve Dostlarını Düşman Bilmek. 4

Şeytanın Yaklaşımı6

Şeytanın İtirafları7

Şeytanın Arkadan Yanaşması8

Şeytanın Sağdan Yanaşması10

Şeytanın Önden Yanaşması11

Şeytanın Soldan Yanaşması13

İnsan, Toplum Ve Şeytan. 15

Kîtabı’n Tahrif Edilmesi17

Müstekbirlerin   İlahi   Kitaplardan   Rahatsızlığı:17

İmanın Tahrif Edilmesi21

Amelin Tahrif Edilmesi27

Dinin Tahrif Edilmesi31


DÜNDEN BUGÜNE ŞEYTAN VE DOSTLARI

 

Önsöz

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve biz­leri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (c.c.)'a mahsus­tur.

Salat ve selam da, alemlerin  Rabbi  tarafından  sevilen,   insanların ise   tanıyıp   idrak  edebilme  nisbetince  sevebildikleri:, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, aline, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun. Şeytan ve dostlarıyla ilgili böyle bir çalışmaya, neden gerek duyuldu?

Hak yolda bulunmak ve Hak yolda yaşamak için sadece Hak'kı bilmek yeterli olsaydı, böyle bir kitap çalışmasına elbetteki gerek olmayacaktı. Ne var ki Hak'kı bilmelerinde rağmen batıldan gafil olan birçok

insan, isteyerek veya istemiyerek gafil oldukları batıla düşmektedirler. Bu nedenledir ki ınüslümanlar için bir hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim, Hak'tan bah­sederken batıla karşı ilgisiz kalmamakta, Hak'kı an­latırken batılın gerçek çehresini de açıklamaktadır.

Kur'an-ı Kerimin ilgi sahasındaki bu konuya müslümanların gerekli ilgiyi gösterdiklerini ve şeyta­na karşı uyanık olduklarını söyleyemeyiz. Müslüman­lar arasında, şeytanın dostlarına karşı yüzeysel bir ilgi gözükse de, şeytana karşı açık bir ilgisizlik ve du­yarsızlık gözlenmektedir.

Birçok müslüman, şeytanın varlığını bilmesine ve bu şeytana Rabbimiz tarafından kıyamete kadar mühlet verildiğini idrak etmesine rağmen; bu şeytanın nerede olduğunu, şimdiye kadar neler yaptığını ve şimdi neler yap­mak istediğini bilmemekte ve bu konuya karşı yeterli dikkati göstermemektedir. Halbuki Allah'ın varlığına inanan müslümanların, Allah'ın varlığına inandıkla­rı gibi şeytanın da varlığına inanmaları ve varolan bu şeytana karşı uyanık olmaları gerekmektedir. Fa­kat ne hazindir ki Allah'a inanan birçok insan, şey­tandan gafil oldukları için kendileri sapmışlar ve ken­dilerine tabi olan, insanları da saptırmışlardır.

Cahili sistemler ile İslami hareketler arasındaki mücadeleleri incelediğimiz zaman, cahili sistemlerin müslümanlara karşı değişik tavırlar sergilediklerini gözlemleyebiliriz. Öncelikle bilmemiz gereken husus, cahili sistemlerin hareketlerine yön veren bazı müstekbirler olsa da, cahili hareketlerin gerçek lideri ve be­lirleyicisi Şeytan aleyhillanedir. Müslümanların kar­şısında Firavun, Nemrut ve Ebu Cehil gibi müstekbirler gözükse de, bu müstekbirlerin bağlı oldu­ğu lider şeytandır. Firavunların ölmesine karşın, fira­vunluğun yaşaması bu nedenledir.

Çünkü ölen ve öldüren firavunlardır, Firavunlağa davet eden şeytan ise yaşamaktadır. Şeytan aleyhillane her dönemde kendisine uşaklık yapabilecek dost­lar bulabilmekte ve bu insanları şeytani istekleri istikametinde kullanabilmektedir.

Çeşitli hastalıklara karşı savaş açan doktorların, bu hastalığa neden olan mikropları bilmeleri ve bu mikropları tanımaları nasıl gerekli ise, küfre karşı sa­vaş açan müslümanların da, küfre davet eden şeytanı ve küfre sebeb olan şeytani fikirleri bilmeleri gerek­mektedir. Kendisine tabi olan Firavunları, Nem­rut'ları, Ebu Cehilleri müslümanlar üzerine kışkırtan Şeytanın, kendisine özgü şeytani prensipleri bulun­maktadır. Nitekim şeytan aleyhillarıe, kendisine bağlı olan müstekbirlere yön gösterirken, bu prensiplerini dikkate almaktadır.

Ancak, bu prensipler özde aynı olmasına rağmen bu prensiplerden kaynaklanan şeytani davranış biçimleri arasında zam,an ve mekana göre değişik farklılıklar olabilmektedir.

İşte dikkat etmemiz gereken ikinci husus budur!.

Tarihin değişik dönemlerindeki cahili tavırları incelerken, bu tavırların görünür şekillerinden ziyade hu tavırlara yön veren mantığı tanımalıyız. Şeytanın yön verdiği cahili sistemler, tarih boyunca müslüman­lara farklı davranış biçimleriyle yaklaşmış olsalar dahi, bu farklı davranış biçimleri aynı şeytani mantıktan kaynaklanmaktadır. Değişik davranış biçimle­rindeki mantık, aynı mantık olmasına rağmen bu mantığın tezahürleri farklı olabilmektedir. Mesela mum ışığının önüne tutulan bir yüzüğün, duvara yan­sıyan gölgesi bulunmaktadır. Bu gölge, yüzüğün muma ve duvara olan yakınlığına veya duvarın yüze­yine göre farklı şekillerde olabilir. Duvarın üzerinde değişik engebeler varsa, yüzüğün gölgesi bu engebelere göre şekil alacaktır. Farklı duvarlarda farklı bir görü­nüm yansıtacak olan bu gölge, aslında aynı yüzüğün gölgesidir. Yüzük aynı olmasına rağmen bu yüzüğün gölgesi yansıdığı duvarın yapısına göre değişik şekil­ler alabilmektedir, Yüzüğün gölgesi yansıdığı duvarın yapısına göre nasıl değişiklik gösteriyor ise, şeytani mantık da yansıdığı toplumların yapısına göre deği­şik görüntüler sergilemektedir. Fakat bu görüntüler farklı olsa da, bu görüntülerin kaynaklandığı mantık aynıdır. Mantık aynı olmasına rağmen bu şeytani mantıktan kaynaklanan davranış biçimleri arasında farklılıklar olabilmektedir.

Bu nedenle geçmiş dünya tarihinde sergilenen ca­hili davranış biçimlerini şeklen bilmemiz, bizler için yeterli olmayacaktır. Çünkü müslümanlar için tehlike­li olan husus, bu davranış biçimlerinden ziyade, bu davranışlara yön veren şeytani mantıktır. Bilmemiz ve sakınmamız gereken husus, bizzat bu mantığın kendisidir!. Bizler sadece geçmiş tarihte vuku bulan cahili davranışları bilir ve müşahhas olarak gördüğümüz bu davranışlardan sakınmaya çalışırsak, aynı şeytani mantıktan kaynaklanan farklı cahili davranışlarla al­danmamız ve aldatılmamız mümkün olacaktır. Nitekim bazı şeytani davranış biçimlerini bilmelerine rağ­men bu davranışlara yön veren şeytani mantığı tanı­mayan kimseler, aynı şeytani mantıktan kaynaklanan farklı davranış biçimleri karşısında gaflete düşmüş­ler ve neticede helak olmuşlardır.

Bu kimselerde genel olarak şabloncu bir zihniyet hakimdir. Ne yazık ki aynı şabloncu zihniyet, bazı kardeşlerimizde de bulunmaktadır. Geçmişteki tevhidi hareketlere şabloncu bir zihniyetle yaklaştıkları için yaşadığımız çağda tevhidi bir hareket başlatamayan bu kimseler, geçmiş cahili sistemlerine de aynı şablon­cu zihniyetle yaklaştıkları için günümüz cahiliyesi ile geçmiş cahiliyeleri birbirinden ayrı değerlendirmektedir ve günümüz cahiliyesinin sergilediği tavırlar karşı­sında şaşkın bir konumda bulunmaktadırlar.

Böylesi bir duruma düşmemek için dünya tari­hinde karşılaşabileceğimiz her cahili tavırdaki mantı­ğı ve maksadı idrak etmemiz gerekmektedir. Şeytan­dan ve şeytanın dostlarından kaynaklanan cahili tavırlardaki maksadı an laya bilirsek, aynı maksada sahip olan zamanımızdaki şeytan ve dostlarının da neler yaptıklarını ve aynı maksatla daha neler yapabi­leceklerini anlamamız kolay olacaktır.

Şeytan i. hakim iyetlerin yaygınlaştığı bir çağda, şeytan ve dostlarının genel yaklaşımlarını içeren böyle bir çalışmaya bu nedenle gerek duyulmuştur.

Bu kısa çalışmanın, bu önemli konuyu kuşatabilecek yeterli bir çalış­ma olmadığı aşikardır. Yine de bu çalışmanın, konuy­la ilgili meselelerimize dikkat çekme noktasında hayır­lara vesile olmasını temenni ediyoruz.

Kovulmuş şeytandan, şeytanın  dostlarından  ve  her türlü kötülükten, şanı yüce olan Rahbimize sığınırız.

Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.

 

Yeni Baskıya Girerken

 

Allah'ın adıyla.

“Şeytan ve dostları” adını taşıyan bu kitap çalış­ması, mevcut statükoyu meşru gören, geleneksel anla­yışları alkışlayan, neyi muhafaza ettikleri açıklık ka­zanmayan muhafazakarları müjdeleyen, islam dinine nisbet edilen bid'at ve hurafeleri yine din adına kutsa­yan bir kitap çalışması değildi. Şayet böyle bir kitap çalışması olsaydı, hiç şüphesiz ki insanların boş hayellerini tasdik ve tebrik eden bir kitap çalışması ola­rak geniş kitleler tarafından benimsenebilirdi.

Oysa bunu yapmadık ve bunu yapamazdık^ Geleneksel anlayışları, bid'at ve hurafeleri, din adına meşru gösterilen batıl mercileri ve dine nisbet edilen sapıklıkları, inandığımız ve teslim olduğumuz islam adına sorgulamayı, mahkum, etmeyi tercih ettik, işte böyle bir kitap çalışmasının özellikle yaşadığımız toplumda dikkate alınmaması, dışlanması ve bazı ba­tıl isnatlarla bir kenara atılması beklenebilecek bir ne­ticeydi.

Fakat böyle olmadı!.

Kitabın birinci baskısı kısa sürede tükendiği gibi ikinci, üçüncü ve diğer baskıları da aynı grafiği sürdürdü. Şaşırdığımızı ve bu şaşkınlıkla beraber umudlandığımızı itiraf etmeliyiz.

Bizi umudlandıran husus, yaşadığımız coğrafyadaki bütün olumsuzluklara ve bulandırıcı propagandalara rağmen böyle bir kita­bın iştiyakla okunması ve okunmaya, devam etmesidir. Bu kitap çalışmasına gösterilen ilgi, yaşadığımız top­lumda hakkı arayan, hakka teslim olmak isteyen in­sanların önemli ölçüde varolduğunu ve bu varoluşun genişlediğini göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle yaşadığımız coğrafyada hakka dayalı samimi çalış­maları sahiplenecek ve bu çalışmaların yeşermesine neden olacak bir potansiyel bulunmaktadır, işte bu potansiyele dikkat çekerek, yetenekli kardeşlerimizi daha fazla celide, daha gerekli ve daha verimli çalış­malara davet etmek istiyoruz. “Şeytan ve dostları” kitabı, önceleği, birçok grupta okunan ve içeriği anlatılan bir kitaptı. Ancak bu açıklık politikası uzun sürmedi. Bazı gruplardaki ahiler ve efendiler, kitapta belirtilen gerçeklerin konuşulmasından ve kendilerine yöneltilen sorulardan rahatsız olmuşlardı. Çünkü bu gibi soru­lar, onların durumunu açığa çıkaracak sorulardı. Doğruya “Doğru” deseler, yanlış üzere olduklarını da kabul etmiş olacaklardı. Fakat ne yazık ki kendilerin­de bu samimiyet ve bu teslimiyet yoktu. Kur'an-ı Ke­rim'le sabit olan doğrulara “Yanlış” diyebilmeleri ise, kendilerini Kur'an-ı Kerime nishet eden bu kimseler için hiç mümkün değildi. Netice olarak fiili malum, faili ve nedeni meçhul bir davet çıktı ortaya.,

“Şeytan ve dostları” kitabı, bu gruplarda yasak­lanmıştı!.

Kendilerine soru yönelten müslümanların sorula­rı cevaplandırılmadan gruplardan uzaklaştırılmasına ve fitnenin(!) daha fazla yay gınlaş maması için kitabın yasaklanmasına karar verilmişti!. Fizandaki bir yaza­rın falan konudaki görüşünü büyük bir şevkle tenkid eden bu kimseler, burunlarının dibinde yayınlanan bir kitaba boykot kararı alıyorlar, amma bunun nede­nini açıklamıyorlardı!. Kitaba herhangi bir tenkid, herhangi bir eleştiri getirmiyorlardı!.

Daha açık bir ifadeyle getir emiyorlar di. Çünkü bu kitap çalışmasında ele alınan şeytani fiiller, şeyta­ni yaklaşımlar, Islami hükümler çerçevesinde yargıla­nıyor, şeytan ve dostları apaçık olan bu hükümler isti-. kametinde mahkum ediliyordu. O halde neden?

Neden bu kitap çalışmasından rahatsız oluyor­lardı ?

Şeytan ve dostlarının rahatsız olması gereken bu kitapdan, kendilerine müslümand) denilen bazı kim­seler, bazı ahiler, bazı efendiler neden rahatsız oluyor­lardı?

Yoksa onlar da, onlar da şeytanın dostu muydu?

Bu sorunun, cevabını, onları tanıyan ve bu kitabı okuyan kardeşlerimize bırakmak istiyoruz. Çünkü eğ­riliği görmek, doğruluğu bilmekle mümkün olacaktır.

Selam ve rahmet üzerinize olsun..

 

Şeytan Ve Dostlarını Düşman Bilmek

 

Halkında müslüman olan ülkelerde yaşayan birçok kardeşimiz, meselelere yaklaşımlarda ve tesbitlerde bazı yanılgılara düşmektedirler. Bu bölgelerde yaşayan ve İs­lam'a talip olan müslümanlar, cahiliyye hükümleri ve gele­nekleri ile iç içe yaşar bir duruma düşmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı cahiliyenin yasaklamadığı bazı ferdi ibadetleri ye­rine getirerek, Allah'a kulluklarını tam anlamı ile ifa ettiklerini zannetmektedirler.

Tabi ki hoş gözükse de, boş bir zandır bu!.

İslami şuura yakınlaşmış bulunan diğer müslümanlar ise yaşanılan cahiliyeden şiddetle rahatsız olmaktalar, ancak bu duruma düşmelerinin nedenini kendi nefislerinin dı­şında aramakta ısrar etmektedirler. Bu müslümanlarla görüşüldüğünde mevcut durumdan uzun uzun şikayet etmekteler ve bu olumsuz durumun yegane suçlusu olarak bazı isimleri ve tağutu itham etmektedirler.

Zikrettikleri isimlerin ve tağutun ne olduğu aşikardır. Ancak tağutu ve belli isimleri suçlamakla, şeytanı suçlamak arasında herhangi bir fark yoktur!. Şeytan, şeytanın dost­ları ve tağut, isimlerine yakışan eylemleri yapmışlar ve yapacaklardır. Şeytan şeytanlığını, Firavun firavunluğunu ye­rine getirecektir. Karşılaşılan olumsuz durumlarda şeytanı suçlu görmek ne kadar abes ise, bu gibi olumsuz durumla­rın yegane suçlusu olarak bazı firavunları ve tağutu gör­mek de o kadar abestir.

İçinde bulundukları durumdan şikayet eden ve bu du­ruma düşmelerinin nedenini kendi nefislerinin dışında aramakta ısrar eden müslümaniarın bu yaklaşımı, cahili bir yaklaşımdır. Meselemize Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bir olayla açıklık getireceğiz.,

Bilindiği gibi Allah (c.c), Adem (a.s.)'ı yarattıktan sonra, meleklere Adem (a.s.)'a secde etmelerini emretti. Sadece İblis secde edenlerden olmadı. Allah (c.c.)in tai­fesinden olan İblise şöyle buyurdu.,

“Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelle­yen neydi?” [1]

“Rabbimiz bu soruyu neden sordu?”

Elbetteki bu soruyu yöneltmesi, kendi zatı için değil­di!. İblis'in neden secde etmediğini, onu secde etmekten engelleyen şeyin ne olduğunu Rabbimiz elbetteki biliyordu.

İblise yöneltilen bu soru, biz yaratılmışların meseleye vakıf olması için sorulan bir sorudur. “Sana emrettiğim­de, seni secde etmekten engelleyen neydi?” sorusundan anlamamız gereken ilk husus; secde etmeyen İblis'in, bu isyanı nedensiz değildi. Adem (a.s.)'a secde etmeyen İblis'i, secde etmekten engelleyen bir neden vardı. Şanı yüce Rabbimiz, İblise yönelttiği soru ile bu isyanın bir nedene bağlı olduğuna işaret etmiş ve bizlerin bu nedeni bilmesini murad etmişti. Nitekim İblis'in bu soruya verdiği cevapla, Adem (a.s.)'a secde etmeme nedenini anlıyoruz. İblis, secde etmeme nedenini şöyle açıklıyor.

“Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” [2]

Burada bir isyan olayına tanık oluyoruz. Allah'ın ni­metleri ile nimetlenen İblis'in, Allah'ın rahmetinden uzak­laştırıldığını, kovulduğunu görüyoruz. Bu olay, İslam daire­sinde bulunan, İslam nimetleriyle nimetlenen müslümaniarın dehşetle ve ibretle izlemeleri gereken bir olaydır.

Nedir, İblis'in azmasına sebeb olan şey?

Nedir, onu Allah'ın rahmetinden uzaklaştıran tavır?

İblis'in bir bilgisi ve bilgisinden kaynaklanan gururu vardı. Bu bilgisine göre ateş, yaratılış, bakımından toprak­tan üstündü. İşte bu bilgisi Allah'ın hükmü ve emri ile ça­tıştığı zaman; İblis, Allah'ın hükmünü değii, kendi bilgisini tercih etmişti.

Evet!..

Allah'ın hükmü, İblis'in bilgisi ile çatışmıştı. İblis'i isya­na götüren sebeb, Allah'ın hükmüne rağmen kendi bilgisini tercih etmesiydi. Cahiii kültür ve eğitime göre kendileri­ni bilgili sanan ve bu bilgi anlayışının kuşattığı konularda Kuran ve Sünnete yönelme ihtiyacı duymayan gafil müslü­maniarın, bu hususta çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Çünkü bu önemli yönelişteki gaflet, bu gaflete düşen müs-lümanları İslam'ın nimetlerinden uzaklaştırabilecek tehlikeli bir gaflettir.

Mesela' bazı samimi müslümanlar İslam'ı hakim kıl­mak için bilgi, kültür ve tecrübelerine dayanarak ortaya bir yol, bir metod koyuyorlar. Ortaya koydukları bu yolu tas­dik ettirebilmek için Kurana yöneliyorlar ve 6349 ayet

olan Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetleri seçerek, bunları delil olarak ileriye sürüyorlar. Öncelikle şu gerçek apaçık bilin­melidir ki; Kur'an-ı Kerim, insanların bilgi, kültür ve tecrü­belerinden kaynaklanan beşeri bir yolu tasdik etmek için değil, bizzat tasdik olunması için indirilen Rabbani bir yol­dur.

Dolayısıyle bilgi, kültür ve tecrübelerine dayanarak ortaya bir yol ve bir metod koyan bu kardeşlerimiz, “Ne yapmalı?” sorusu ile Kur'anın bütününe yönelmeli ve Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde beyan edilen Rabbani yol ile kendi yolları çatışıyor ise, tereddüt etmeden ve tevile gitmeden Rabbimizin gösterdiği yolu tercih ve tasdik etmelidirler. Bilgiler vahiyden kaynaklanmalı ve vahiyle sınanmalı, bilgiyle vahyin çatıştığı noktada gerçek bilgi ola­rak vahiy alınmalıdır, Bu olaydan örnek alacağımız ilk tavır budur. Çünkü İblis'in sapma nedeni bundan kaynak­lanıyordu.

Ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi İblis, Allah'ın varlığını inkar etmemişti. “Beni ateşten yarattın” derken, kendisini yaratanın Allah (c.c.) olduğunu biliyor ve bu ger­çeği ikrar ediyordu. Verdiği cevaptan da anlaşılacağı gibi İblis secde etmekten değil, Adem (a.s.)'a secde etmekten içtinap etmişti. Secde etmekten içtinap etseydi, “Ben sec­de edicilerden değilim..” diyebilirdi. Şayet orada Allah'a secde edilmesi emredilseydi, İblis elbetteki secde edenler­den olacaktı. Allah'a secde edecek olan İblis, Adem (a.s.)'a secde etmekten içtinap etmişti.

Bir yaratığın diğer bir yaratığa secde etmemesi görü­nürde basit bir olaydır. Meselenin dehşetli olan yönü, bir yaratığın Yaratıcının hükmüne karşı çıkmasıdır. Adem (a.s.)'a secde edilmesini emreden Rabbimiz, Adem (a.s.)'a

değil, bir karıncaya secde edilmesini de emredebil irdi. Em­redilen hüküm ne olursa olsun, Allah'ın hükmüdür. Karın­cayı küçük görerek, Allah'ın hükmüne rağmen karıncaya secde etmemek; karıncayı değil. Allah 'in hükmünü küçük görmektir. Nitekim Adem (a.s.)a secde etmeyen İblis, Adem (a.s.)'a değil, Allah'a isyan etmiş oluyordu.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Allah'ın varlığını in­kar etmeyen, Yaratıcı olarak Allah'ı İkrar eden ve Allah'a secde edebilecek olan İblis, Allah'ın bir hükmüne karşı çı­karak küfre düşmüştür. Meselenin bu boyutunu,günümüze getirecek olursak; Allah'ın varlığına inanmalarına ve cami­lerde Allah'a secde etmelerine rağmen, fiil ve inançlarıyla Allah'ın birçok hükmünü tevil ve tahrif ederek inkara sa­panlar, İblis'in yolunda bulunmaktadırlar. Camilerde Al­lah'a, sokaklarda putlara, yaşantılarında tağuta yönelen bu insanlar, müslüman oldukları kuruntusuyla kendilerini alda­tan insanlardır.

Tekrar kıssaya dönecek olursak, bilgisinden1 kaynakla­nan bir gurur ve tavır ile Allah'ın hükmüne itaat etmeyen İblis'in, içine düştüğü ikinci hata daha büyüktür. İblis, Al­lah'ın rahmetinden kovulduğu zaman nasıl bir duruma düş­tüğünü anladı. Ancak bu duruma düşmesinde suçlu olarak kendi nefsini değil, Adem (a.s.)'ı görmüştü. Kendisini suçlu görmediği için Allah'a tevbe etmemiş. Adem (a.s.)'a şedid bir şekilde düşman olmuştu.

Adem (a.s.)'a bir eş olarak Havva validemizi yaratan Allah (c.c). her ikisini cennete yerleştirmişti. Burada nefis­lerinin arzuladığı herşey vardı. Adem (a.s.) ve Havva vali­demiz, bu cennet bahçesinde yaşıyorlar, cennet nimetleriy­le nimetleniyorlardı. Rableri kendilerine sadece bir ağacın meyvesini yasaklamıştı. Onlar bu ağacın neden yasaklandığını bilmiyorlar ancak cennette ebedi kalmak istiyorlardı. İşte şeytan aleyhillane onlara bu noktadan yaklaştı ve şöy­le dedi.

“Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, sadece, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.” Ve:

“Gerçekten  ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin etti.” [3]

Bu aldatma ile aldanan Hz. Adem ve Havva, ya­saklanmış olan meyveyi tatmışlar ve ayıp yerleri ken­dilerine açılmıştı. Bunun üzerine Rableri kendilerine şöyle hitap etti.

“Ben sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Ve, şeytanın da sizin gerçekten apaçık düşmanınız oldu­ğunu söylememiş miydim?” [4]

Burada önemle dikkat etmemiz gereken bir husus vardır. Rableri kendilerine seslenince Adem (a.s.) ve Hav­va validemiz;

“Ya Rabbi şeytan bize geldi, şunları söyledi ve Senin adına da yemin etti” diyerek şeytanı suçlayıp kendi nefislerini temize çıkarmaya çalışmamışlardır.

Çünkü böyle bir mazeretle, kendi nefislerini temize çıkaramazlardı.

Çünkü düşmanın düşmanlık yapacağı aşikardı ve şanı yüce Rabbimiz her ikisine de “Şeytanın onlar için apaçık bir düşman olduğunu” önceden bildirmişti.

Nitekim Adem (a.s.) ve Havva validemiz suçu bizzat kendi nefislerinde görerek Rablerine şöyle yönelmişlerdi.,

“Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten kayba uğra­yanlardan olacağız.” [5]

Şeytanın, Allah'ın hükmüne rağmen Adem (a.s.)'a secde etmemesini ve Allah'ın hükmüne rağmen yasak meyvenin yenilmesini dikkate aldığımız zaman, iki isyan olayının akabinde iki ayrı tavır görüyoruz. Suçu kendi nef­sinde görmeyen şeytan aleyhillane ve suçu kendi nefisle­rinde görerek Allah'a tevbe ve istiğfarla yönelen Adem (a.s.) ve Havva validemiz. Elbette ki bu iki tavırın birisin­den içtinap etmemiz, diğerini ise örnek almamız gerek­mektedir, örnek almamız gereken ve örnek alacağımız ta­vır ise, hiç şüphesiz ki Adem (a.s.)'ın tavrı olacaktır.

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssayı dikkate alarak günümüze ve günümüzdeki müslümanlara bakacak olursak, bu kıssanın ve kıssadaki gerçeklerin günümüz müslümanlan tarafından yeterince dikkate alınmadığını görürüz.

Mesela günümüzdeki müslümanlar fert ve toplum olarak, İslam'ın hoş görmediği çeşitli ortam ve konumlara düşmüş olabilirler. Tabi ki onların bu duruma düşmelerine sebeb olan müstekbirler ve aldatıcılar vardır. Bu durumda suçu müstekbirlere ve aldatıcılara yükleyerek nefsi temize çıkartmaya çalışmak, şeytani bir tavırdır. Çünkü aldatıcılar görevlerini yapmışlar ve haia yapmaktadırlar. Şayet müslü­manlar bu aldatıcıların tesirinde kalarak aidanmışlar ise, suçu, aldattıkları için aldatıcılarda değil, aldandıkları için kendi nefislerinde görmeleri ve kendi nefislerini hesaba1 çekmeleri gerekmektedir.

Ne var ki birçok müslümanın dert yanmaları, şikayet­leri, suçlamaları., hep aldatıcılara ve müstekbirlere yöneliktir.

“Falanca müstekbir şöyle yaptığı, filanca aldatıcı böy­le dediği için bu durumlara düşülmüştür!” ifadeleri, sık sık karşılaşılan ifadelerdir. Falanca müstekbîrier öyle yaparken, filanca müslümanlann ne yaptığı veya ne yapmadığı pek dikkate alınmaz bu suçlamalarda!.

Genel olarak hep aldatıcılar suçlanmakta, hep müstekbirler lanetlenmekte ve dolayısıyle müslümanlar ve müslüman nefisler temize çıkarılmaktadır!.

Oysa böylesi yönelişler, bizleri Rabbimizin rızasına götürecek yönelişler değildir. Böylesi yaklaşımlar, bizleri kurtuluşa erdirecek yaklaşımlar değildir.

Çünkü bir uyan, bir ikaz, bir hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'de, şeytan ve dostlarının müslümanlar için apaçık düşmanlar olduğu beyan edilmektedir. Bunların yaptıkları ve yapabilecekleri kötülüklere işaret edilmekte ve tüm müslümanlara bunlardan sakınmaları emredilmektedir. O halde şeytan ve şeytanın dostları düşman olarak bilinmeli ve onlara karşı uyanık bulunulmalıdır.

Şayet, düşman olarak bildirilen ve düşman olarak bilinmele­ri gereken müstekbirter, düşman olarak bilinmeleri gere­ken aldatıcılar, cahili değer ölçüsüne göre dost kabul edi­nilmiş ve onların telkinleri ile aldanılmış ise, bu müstekbirleri veya bu aldatıcıları suçlamanın bir faydası yoktur.

Suçlu aldatıcıları dost kabul eden müslümanlardır.

Suçlu, aldanan müslümanlardır.

Nitekim cehenneme yalnız aldatıcılar değil, İlahi vahiyle uyarılmalarına rağmen aldananlar da gi­recektir.

 

Şeytanın Yaklaşımı

 

Şeytan ve şeytanın dostlarını düşman olarak kabul eden müslümanlann, bu düşmanlarının yapısını, ne gibi düzenler kurduklarını, silahlarının ve aldatma vasıtaların ne olduğunu bilmeleri gereklidir. Bunlar bilinmelidir ki, düş­man olarak tanınan şeytan ve dostlannın şerlerinden korunabilmeleri mümkün olsun.

Bilinmeyen ve tanınmayan küçük düşman, bilinen ve tanınan büyük düşmandan daha tehlikelidir. Müslümanla­nn en büyük düşmanı olan şeytan ve dostlarının gerektiği gibi tanınmaması, müslümanlan bu düşmanlarının karşısın­da zayıf düşürmekte ve yenilgiye mazur bırakmaktadır.

Müslümanlardan hiçbiri şeytanı dost kabul etmemek­te ve kendilerine sorulduğunda; “Şeytan elbetteki bizim en büyük düşmanınıızdır.” demektedirler. Ancak, şeytanı düş­man bilen bu müslümanlardan kaç tanesi şeytandan rahat­sız olmakta, şeytandan gelen vesvese, düşünce ve tavırlara karşı uyanık olup, bütün bunlardan Allah'a sığınmaktadır­lar. Bu soruya ne yazık ki olumlu cevaplar verebilme duru­munda değiliz.

Bir kardeşimize “Şeytanla en son ne zaman karşılaş­tın?” sorusunu yönelttiğimizde, başını sallayarak “Hiç” cevabını verdi. “Şeytan sana hiç gelmiyor mu?” sorusunu ise “Lanet olasıyı hiç farkedemiyorum” diyerek cevapladı.

Aslında bizlerin durumu da, bu kardeşimizden pek farklı değildir. Bizler de yaşantımızda ve fikir dünyamızda şeytanın varlığını yeterince hissedebilme durumunda deği­liz. Nitekim bizlere pişmanlık veren birçok hatamız, bu gafletimizden kaynaklanmıyor mu? Peki neden?

Yaşantımıza ve fikir dünyamıza müdahale edebilen şeytanın varlığını neden hissedemiyoruz?

Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiğine göre şeytan aley­hillane kişiyi kötülüğe çağırmakta, azgınlığa ve küfre davet etmektedir. Daha açık ifade ile bir çağına, bir davet edici durumundadır.

Peki, insanları isyana ve küfre davet eden şeytan, bu davet eylemini hangi kişilik veya hangi vasıfla yerine getirmektedir?

Elbetteki insanları küfre davet ederken, bazı saçma resimlerde çizildiği gibi elindeki üç ağızlı mızrağı ve boynuzlarını sallayarak. “Ben şeytanım ve seni bu konuda şöyle davranmaya davet ediyorum..” demiyecektir!.

Burada önemle dikkat etmemiz gereken husus; şey­tan aleyhillane bir insana müdahale ederken, bir insanı küfre davet ederken, ikinci bir kimlikle veya ikinci bir kişi­likle seslenmez. Yaşadığımız an sahip olduğumuz kişilik ne ise, şeytan aleyhillane bize bu kişilikle yaklaşmakta ve bizi küfre davet ederken, bize yabancı olmayan bu kişilikle davet etmektedir. Bu nedenledir ki iç dünyamızda zuhur eden her isteği, her düşünceyi ve her kararı kendimizden sanmakta ve bütün bunları tahlil etmeye gerek duymadan sahip çıkabilmekteyiz. Oysa bu istek ye düşünceleri Rabba­ni ölçüye göre tahlil ettiğimiz zaman, bu istek ve düşünce­lerden bir kısmının şeytandan kaynaklandığını müşahade edebileceğiz.

Elbetteki her insanın iç dünyasında birçok istek ve düşünceler tezahür edebilir. Bunların hepsini tahlil etme­miz gerekmese de, eyleme dönüştüreceğimiz istek ve dü­şünceleri yeterince tahlil etmemiz gerekmektedir. İç dünyanızda bir istek veya bir düşünce tezahür edebilir ve bunu yapmaya niyetlenirsiniz. İşte bu noktada o isteği tahlil et­melisiniz. İslami görüşünüze, İslami ölçülerinize uygun ise, o eylemi yaparsınız. Şayet İslami ölçülerinizle çelişen şey­tani bir vesvese ise, bu vesveseden Allah'a sığınır ve bu vesvesenin gerektirdiği eylemden vazgeçersiniz. İşte bu şe­kilde davranmanız, Kur'an-ı Kerime uygun bir davranış bi­çimi olacaktır.

“Eğer sana şeytandan bir kışkırtma (vesvese) gelir­se, hemen Allah'a sığın; çünkü O işitendir, bilendir. Sakınanlara, şeytandan bir vesvese eriştiğinde (Allah'ın emir ve yasaklarını) düşünürler, kemen (ger­çeği) görürler.” [6]

Tahlil etmemiz gereken diğer istek ve düşüncelerimiz ise, bizleri hayırlı .eylemlerden alıkoyan istek ve düşüncelerdir. Daha açık bir ifade ile. bizleri bir eyleme sürükle­yen istek ve düşüncelerimizi tahlil etmemiz gerektiği gibi, bizleri bir eylemden alıkoyan istek ve düşüncelerimizi de tahlil etmemiz gerekmektedir.

Allah için yapılması gereken bir eylemle karşılaşıp, bu eylemi yapmaya niyetlendiğimiz zaman, iç dünyamızda şu gibi vesveseler tezahür edebilir.,

“Bu işi de bana yıktılar!” veya “Bu işi benden başka yapacak insan yok muydu?” Bütün bunlar, şeytan kaynaklı vesveselerdir. Ancak bu vesveselerin şeytandan kaynaklandığını anlamak güçtür. Çünkü bu şey­tani vesvese iç dünyamızda “Bu işi senden başka yapa­cak insan yok muydu?” ifadesiyle tezahür etmiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu vesveseler, ikinci bir şahısa nisbet edilmiyor. Bu nedenle iç dünyasında “Bu işi de bana yıktılar!” veya “Bu işi benden başka yapacak in­san yok muydu?” ifadeleri ile karşılaşan insan, bu gibi vesveseleri kendi düşüncesi olarak kabul edebilmektedir (Tabi ki buraya kadar yazdıklarımız, vesvesenin iç dünya­mızdaki son şekline binaen yazılanlardır. Şeytani vesvese­nin ilk anım lafzi veya lisanı olmayan bir ilka olarak kabut edersek, bu ilkanın ifadesini bulması şahsın kendi kişiliğine göre olacağından sonuç yine değişmeyecektir).

Netice olarak şeytandan bihaber olarak yaşantısını sürdüren insanlar, şeytan ile ünsiyet peyda etmekteler ve ondan yelen vesveselere, kendi istek ve düşünceleriymiş gibi sahip çıkmaktadırlar.

Hiç şüphesiz ki Allah'a inanan ve O'na tevekkül eden müslümanlar için. yeterince tanınan ve kendisine karşı uyanık bulunulan şeytan tehlikeli değildir. Şeytanın tehlike­si, yeterince tanınmamasından ve kendisine karşı uyanık olunmamasından İleri gelmektedir. Bu nedenle şeytan ve dostları tanınmalı, şeytani yaklaşımlar bilinmelidir.

 

Şeytanın İtirafları

 

İnsanlara karşı gizlenerek düşmanlık eden şeytan aleyhillane, Rabbimize' karşı bazı itiraflarda bulunmuş ve insanlara nasıl düşmanlık yapacağını, onlara nasıl yaklaşa­cağını açıklamıştır. Şanı yüce Rabbimiz, şeytanın bu İtiraf­larını Kur'an-ı Kerim'de zikretmekte ve bizleri ikaz etmek­tedir. Şeytanı düşman olarak kabul eden müslümaniarın, bu düşmanı tanıya bilmeleri için şeytanın bu itiraflarını de­ğerlendirmeleri gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen bu itiraflardan bir tanesi şöyle zikredilmektedir..

“Dedi ki: “Bana onların diriltileceği güne kadar mühlet ver” Allah  “Sen mühlet verilenlerdensin” dedi.

Dedi ki: Beni azdırdığın şeyden dolayı onlarfı saptırmak) için dosdoğru yolunda oturacağım.” “Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağla­rından, sollarından sokulacağım. O'arın çoğunu şük-rediciler olarak bulmayacaksın” dedi.” [7]

“Şeytan aleyhillane hangi yolda bulunmaktadır?” so­rusuna, “Sırat-ı müstakimdedir.” cevabını verebiliriz.

Evet, şeytan aleyhillane Sırat-ı müstakimde bulunmaktadır. Ancak sırat-ı müstakimde bulunma gayesi Rabbimizin rı­zasını kazanmak için değil, bu doğru yoldaki müslümanları saptırmaya çalışmak ve onları bu yoldan uzaklaştırmak içindir. Şeytan aleyhillane doğru yolda bulunmasına rağ­men, doğru yolun doğru yolcusu değildir.

Nitekim zamanımızdaki şeytanın dostları da, aynı şeytani gaye ile müslümanlann arasında, camilerde ve cemaatlerde bulunmaktadırlar. Gayeleri Rabbimizi hoşnut et­mek değil, müslümanlan saptırmaya ve doğru yoldan en­gellemeye çalışarak tağutu hoşnut etmektir. Ne yazık ki müslümanlann bilgisizliğinden ve gafletinden faydalanarak, bu konuda önemli bir başarı gösterebilmektedirler.

Rablerinin rızasını gözeterek doğru yola talip olan müslümanlann, bu yolda görecekleri her insanı samimi bir müslüman olarak kabul etmemeleri gerekir. Çünkü şeytanın birçok dostu, şeklen ve zahiren bu yolda gözükmekte, “Müslümanlar kardeştir” hükmüne göre kendile­rini kardeş kabul eden müslümanlan aldatmaktadırlar. Bunlar doğru yoldaki sapık kullardır. Doğru yolda gözükmelerine rağmen müslümanlann kardeşi değil, müslüman­lann düşmanıdırlar.

Şeytan aleyhillane “Senin dosdoğru yolun üzerinde durarak; onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yanaşacağım.” demektedir. Dikkat edilirse bu yanaşmada tek bir yon belirtmemekte; önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yanaşacağını ifade etmektedir.

Bu itirafı değerlendirmemiz için, sırat-ı müstakimdeki bir müslümanın önünde, arkasında, sağında ve solunda ne olduğu belirlememiz gerekecektir. Bu konudaki birçok gö­rüşü değerlendirerek, meseleyi şu şekilde ele alabiliriz.

Sırat-ı müstakimdeki bir müsiümanın arkasında; kalu bela denilen, Allah (c.c.)'ın varlığını ve birliğini tasdik ve İk­rar etmesi, geçmiş dünya tarihi ve ataları, yaratılışı, yaşadı­ğı dünya hayatı ve yapmış olduğu ameller bulunmaktadır. Müslümanın önünde; yaşayacağı dünya hayatı, ölüm, ka­bir, kıyamet, haşr, mahşer, hesap, cehennem ve cennet vardır. Müslümanın sağında, yapmış olduğu iyilikler ve Rabbimizin yapılmasını emrettiği hayırlı, ameller: müslüma­nın solunda ise yapmış olduğu kötülükler ve Rabbimizin yapılmasını yasakladığı ameller bulunmaktadır.

Şeytan aleyhillane, İnsanlara bu dört yönden de yak­laşacağını ifade etmektedir. Bu ifadeden şunları anlayabili­riz. Şeytan sol taraftan yanaşamadığı insanlara, sağdan, önden ve arkadan yanaşacaktır. Arkadan ve sol taraftan yanaşamadığı insanlara, önden ve sağdan yanaşacaktır. Önden, arkadan ve soldan yanaşamadığı insanlara ki bunlar seçkin müslümanlardır sag taraftan yanaşacaktır,

Şeytan aleyhillanenin bu yaklaşımlarından korunmak isteyen müslümanların, bu yaklaşımları bilmeleri gerekmektedir. Meseleyi bu şekilde genel bir çerçeveye aldıktan sonra, şeytanın arkadan yanaşmasını inceleyebiliriz.

 

Şeytanın Arkadan Yanaşması

 

İnsanların arkasında kalu bela denilen, Allah (c.c.)'ın varlığını ve birliğini tasdik ve ikrar etmeleri, yaratılışları, geçmiş dünya tarihi ve ataları, yaşadıkları dünya hayatı ve yapmış oldukları ameller bulunmaktadır. Şeytanın arkadan yanaşmasını, bunları dikkate alarak incelememiz gereke­cektir.

Her insan kalu bela'da Allah'ın birliğini tasdik ve ikrar etmiştir. Dünya alemine gelen her insanın özünde bu İlahi gerçek bulunmaktadır. “Hatırlat” emri ile muhatap olan tüm peygamberler, insanlara bu İlahi gerçeği hatırlatıyorlar ve insanları bu İlahi gerçeğe davet ediyorlardı. Duydukları ve gördükleri ayetleri tefekkür ederek bu İlahi gerçeği ha­tırlayacak olan samimi insanlar, bu gerçekler istikametinde yaşamak işeyeceklerinden, şeytan ve dostlarının müdahale­si bu noktadan başlamaktadır. Bu konuda Allah'ı inkar et­tirmek veya Allah'a eş koşturmak gibi iki ayrı hedefleri vardır.

İnsanları ve tüm kainatı yaratan Allah (c.c.)'ı inkar et­tirebilmeleri için. herkesin açıkça müşahade ettiği bu yara­tılışla ilgili bir görüş, bir teori ileri sürmeleri gerekiyordu. Çünkü en basit düşünceli insanlar bile, Allah'ı inkar etme temayülündeki bu kimselere; “Yaratıcı olarak Allah'ı inkar ettiğinize göre, bütün bu yaratılmışların yaratıcısı kim?” so­rusunu soracaklardı. Bilindiği gibi bilimsellik adı altında ya­pılan birçok çalışma, bu soruya bir açıklık getirebilme gay­retindedir. Yaratılmış olan tabiatı, yaratıcı kabul eden bu çalışmaların gülünç bir hüsranla karşılaşması elbetteki kaçı­nılmazdır. Nitekim Daru in'in ileri sürdüğü; “Atalarımız maymundur” görüşü, hayvanları tanıyan insanların gülme­lerine neden olmuştur.

Kur'an-ı Kerim'de cumartesi yasağını çiğneyen yahudilerin, Rabbimizin azap emriyle aşağılık ve zelil maymunlar haline getirildiği beyan edilmektedir. Bir yahudi olan Darwin “Atalarımız maymundur” görüşü ile maymunlaştın-lan yahudi atalarını kastediyor olsaydı, bu görüş kendi açı­sından kısmi bir doğruluk taşıyabilirdi. Ne var ki bu gibi görüşler, atalarının ve kendilerinin birer insan olduklarını idrak edenler için bağlayıcı değildir. Ancak bütün bu sapık teoriler bilimsellik adına ileri sürüldüğü için. bilimselliği körükörüne putlaştıran insanlar tarafından tasvip görmüş ve bu insanları küfür vadisine sürüklemiştir. Nitekim bu ka­ranlık vadide birbirlerinin leşleri üzerine basarak yükselme­ye çalışan, ancak yükselmeye çalıştıkça daha da alçalan birçok sözde ilim adamı ve sahte aydın bulunmaktadır.

Allah'ı inkar hususunda geniş kitlelere tesir edeme­yen şeytan ve dostları, çalışmalarını ikinci hedef üstünde yoğunlaştırmışlardır. Tek yaratıcı olarak Allah'a inanan in­sanları İslam'dan uzaklaştırmak için, bu insanların şirke sü­rüklenmesi gerekiyordu. Şeytanın dikkat ettiği husus, şirk vasıtalarının yaşanılan çağın kültür ve anlayışına göre tes­pit edilmesiydi. Geçmiş dünya tarihini ve günümüzü ince­lediğimiz zaman, bu şirk vasıtalarının: güneş, ay, yıldızlar, ateş, nefs, heva, ölen bazı kimselere   nisbet edilen putlar ve Allah'ın hukukuna tecavüz ederek ilahlık taslayan birçok müstekbirler olduğunu müşahade ediyoruz. Bunlar kimi za­man gizlenmişler, kimi zaman açık bir şekilde ortaya çık­mışlardır. Mesela Firavun, kavmine ilahlık taslarken bu tav­rını gizlememiş ve onlara “Ben sizin Rabbinizim” derken, küfründe mert bir tavır göstermiştir. Zamammızdaki ilahlık taslayan firavunlar ise, aldattıkları insanları uyandırmamak için “Biz de Allah'ın kuluyuz, biz de müslümanız” demekte­dirler!. Kendilerini ve kendilerine tabi olan insanları alda­tan bu şaşkınların, Nil vadisinde bulunarak. Londra British müzesinde teşhir edilen Firavun'un cesedine ibretle bakma­ları gerekmektedir. İnsanları Allah'ın ayetlerinden uzaklaştı­rarak, propaganda vasıtaları ile batılı hak göstererek, müslümanlara baskı ve eziyet yaparak Firavun'un yolunu takip etmektedirler. Firavun'un yolundan ve Firavun'un ta­vırlarından vazgeçmezlerse, akibetleri de Firavun'un akıbeti gibi olacaktır. Çünkü Firavun gibi Allah'a karşı çıkmakta ve yine onun gibi Allah'a karşı savaş açmaktadırlar.

Şeytanın arkadan yanaşmasında inceleyeceğimiz di­ğer husus, insanların körükörüne atalarına bağlılığıdır. İn­sanların arkasından geçmiş bir dünya tarihi bulunmaktadır. Bu dünya tarihindeki atalarımız içerisinde; Allah'a kul ol­muş, müslüman olarak yaşayıp, müslüman olarak ölen atalarımız bulunduğu gibi, müşrik ve kafir olarak yaşayan ve bu isyankarlıkla ölen kimseler de bulunmaktadır.

Atalara bağlılık hususunda, Kuran ve Sünnet gibi Rabbani bir değer ölçüsü gereklidir. Bu değer ölçüsünü yi­tiren veya bu değer ölçüsünden gafil olan insanlara, şey­tan ve dostlarının müdahalesi kolay olmakta ve bu insanla­ra   kendilerinin tesbit ettikleri ataları, kendi şeytani maksatlarına uygun olarak empoze etmektedirler. Böylesi­ne bir bağlılığın kurbanı olan insanlar, karşılaştıkları hak ve kendilerine sevdirilen atalarının görüşü çatıştığı zaman, atalarının yolunu tercih etmekte ve hakka karşı çıkmakta­dırlar.

“Ne zaman onlara: “Allah'ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde buldu­ğumuz şeye uyarız” derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu bulmamış idiyseler?”  [8]

Şeytan aleyhillane sapık ve kafir ataları empoze etti­ği gibi, atalarımız içersindeki salih kimseleri de. kendi çı­karlarına uygun olarak empoze etmektedir. Bu şeytani iş­lev yerine getirilirken, salih kimselere batıl isnatlarda bulunmakta ve bu kimselerin eserleri tahrif edilerek mak­sada uygun bir şekilde tanıtılmaktadır. Mesela Mesnevi'de zikredilen ve Mevlana Celaleddin Rumi'ye nisbet edilen birçok görüş, salih bir müslümana yakışmayacak görüşler­dir. Bu durumda ya Mevlana'yı sapıklıkla itham etmemiz, ya da onu salih bir müslüman kabul ederek bu gibi isnat­lardan tenzih etmemiz gerekecektir. Şeytan ve dostlarının Hz. İsa (a.s.) gibi peygamberlere dahi batıl isnatlarda bulun­duklarını  dikkate   aldığımız  zaman,   Mevlana   Celaleddin Rumi'ye hüsnüzania yaklaşıyor ve salih bir müslüman ka­bul ettiğimiz bu zatı, sözkonusu batıl isnatlardan tenzih ediyoruz.

Şayet itham edilen sapık fiillerin faili ise, bu durumu­nu da Allah'a havale ediyoruz.

Şeytanın bir diğer müdahalesi, kişinin ataları ile övünme noktasında kendisini göste­rir. Birçok müslüman, salih ve abid atalarımızı zikrederek “Bizim Atalarımız şöyle insanlardı, biz onların nesilleriyiz” diyerek, bu durumdan kendilerine bir pay çıkartmakta ve kendilerini bununla tatmin etmeye çalışmaktadırlar.

Atalarımız arasında salih ve abid kimselerin bulunma­sı sevindirici olmakla birlikte, bu durumun bizlere bir faydası yoktur. Çünkü her insan, her toplum, her cemaat kendi yaptığının hesabını verecek ve kendi yaptıklarının karşılığını görecektir.

Nuh (a.s.)'nın oğlu Kenan, babası peygamber olması­na rağmen kendisi Rabbani yolda bulunmadığı için tufan­dan kurtulamamış ve ebedi azaba müstehak olmuştur. Herkes işlediği amellere göre abid veya asidir. Kişi bu gibi sıfatları, İşlediği amellerin karşılığında kazanır. İnsan Rab­bani yolda değilse peygamber babası, peygamber amcası, peygamber hanımı olsa bile, bu durum o insanı kurtara­maz.

Bu İlahi gerçek her insan, her cemaat, her ümmet için geçerlidir. Her ümmet kendi yaptıklarından hesaba çe­kilecektir.

“Onlar bir ümmetti gelip geçti; kazandıkları ken­disinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.” [9]

Şeytanın arkadan yanaşmasının bir diğer yönü ise in­sana yaptıklarını süslü göstermesidir. İnsanın arkasında bı­raktığı yaşantıda iyi veya kötü birçok amel bulunmaktadır. Şeytan aleyhillane insanın işlediği kötü amelleri süslü gös­tererek, insanı tevbeden uzaklaştırmakta ve bu gibi kötü amellerin devamını sağlamaktadır. Yaşamış olduğu batılı süslü gören insanlar, batıl, olan bu yaşantılarını benimse­mekte ve devam ettirmektedirler.

“Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsle çekici kıldı, böylece onları (doğru) yoldan alıkoydu.” [10]

Kötü amelleri süslü ve çekici gösteren şeytan aleyhillane. insanın iyi amellerine de müdahale etmekte ve bu amelleri abartarak maksadına ulaşabilmektedir. Yaptıkları iyi amellerle büyüklenenler veya geçmişte yaptıkları bazı iyi amellerle övünenler, bunlarla teselli bulanlar, bu şiiani müdahaleye maruz kalan insanlardır. Söz ve sohbetlerde geçmişte yaptıklarını zikredenler, bu yaptıkları ile övünen­ler, bugünü unutan,

bugünü yaşamayan insanlardır. Hayatının birkaç yıl­lık döneminde verdiği mücadele ile hayatı boyunca teselli bulmaya çalışan bu İnsanlar, boş bir teselli arayışı içerisin­dedirler. Çünkü mücadele içerisinde geçen birkaç yılımız­dan değil, bütün bir hayatımızdan sorumluyuz. Yaşadığı­mız bütün yılların hesabını vermekle mükellefiz.

Birgün yediğimiz yemekle bir hafta yetinmediğimiz gibi, dün yaptıklarımızla da bugün auunmamah, bugün yetinmemeliyiz.

Bugünü yaşamakla, bugünü iyi amellerle donatmakla mükellef olduğumu­zu idrak etmeliyiz.

 

Şeytanin Sağdan Yanaşması

 

Kur'an-ı Kerim'de, amel defterleri sağ taraftan verilecek olan ashab-ı meymene'den ve amel defterleri sol taraftan verilecek olan ashab-ı meş'eme'den örnekler zikredilmekte, bunların akibetleri açıklanmaktadır. Amel defterleri sağ taraflarından verilenler kutlanırken, amel defterleri sol taraflarından veri­lenler ise azap ehli olarak nitelendirilmektedir.

Ancak Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu olayın, günü­müz Türkiyesi'sinde yaşanan sağcılık ve solculukla herhan­gi bir ilgisi yoktur. Sosyalistleri ve komünistleri solcu kabul ederek kendilerini sağcı gösteren kapitalist müstekbirler de, Kurana göre amel defterleri sol taraflarından verilecek oian meşeme ashabındandır.

Rabbani ölçüye göre, müstekbirler in komünistleri ve kapitalistleri arasında hiçbir fark yoktur. Allah'a isyan eden müstekbirler ister faşist, ister komünist, ister kapitalist ol­sunlar, amel kitaplarını sol taraflarından alacaklar ve azap ehline dahil olacaklardır.

Fakat ne yazık ki.

Allah'a inanan ve Allah'ın razı olacağı dine talip olan birçok insan, sosyalist müstekbirlere düşmanlık beslerken, kendilerini sağcı olarak empoze eden faşist ve kapitalist müstekbirlere sahip çıkmakta, bunların zulmünü desteklemektedir. Yaşanılan bu olaylar, şeytan ve dostlarının sağ­dan yanaşmasına açık örneklerdendir.

Allah'a inanan insanlara sağ taraftan yanaşan şeytan ve dostları, müsiüman kimliği ile görünmekte ve aldatıcı propagandalarında Allah'ın adını kullanmaktadırlar. Bu müstekbirlere göre, Allah'a inanan insanları uyandırmadan sömürebilmek için müsiüman gözükmenin ve Allah adına yemin etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Bunun da ötesin­de, böyle gözükmek onlar için siyasi bir gerekliliktir. Bu müstekbirler bulundukları çevreye göre renk değiştiren bu­kalemun gibidirler. Sömürmek istedikleri insanlar mecusi ise bunlar da mecusi gibi gözükürler. Bu müstekbirlerce önemli olan, sürü olarak kabul ettikleri insanların sevgisini kazanmak ve bu sürüyü ürkütmemektir. Nitekim yakın ta­rihte Hindistan'da yaşanılan bir olay. bu konuda zikredebi­leceğimiz örneklerden sadece bir tanesidir.

Hindistan'ı sömüren İngiltere'ye bağlı bir müstekbir. siyaset icabı bir Hint mabedini ziyaret edecektir. Kendisine mabede gi­rerken ayakkabılarını çıkartması gerektiğini, bunun mabede saygı olduğu hatırlatılır. Yalan çevresi ile yola koyulan İngiliz müstek­bir, mabede yüz metre kala “Bu kutsal yol ayakkabı ile yürün­mez” diyerek saygı ile ayakkabılarını çıkarır ve mabede doğru ya­lınayak yürürken, kendisim izleyen halkın sevgi ve saygı gösterileri ile karşılaşır!.

Halkında müsiüman olan ülkelerde de buna benzer olaylar yaşanmaktadır. Müslümanları sömürmek için müslüman gözüken ve gerekirse hacca giden müstekbirler bu­lunmaktadır. Bu müstekbirlerin en büyük yardımcıları ve destikçileri bel'amlardır. Cehenneme davet ettikleri halkı, cennet vaadleriyle uyutan bu bel'amlar, satılmış din adam­larıdır.

Şanı yüce Rabbimizin:

“Ey insanlar, hiç şüpesiz Allah'ın vadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi aldat­masın ve aldatıcılar da sizi Allah ile aldatmasın” [11] uyarısına rağmen uyanmayan müslümanlar, Allah adını kullanan aldatıcılara inanabilmekte ve onla­ra sahip çıkabilmektedirler.

Arapça yazılmış bir içki etiketini bulsalar, ayet sanıp duvara asabilecek olan bu insanlar, .aldatıcıları da kılık ve kıyafetlerine göre değerlendirmektedirler. Nitekim bu duru­ma vakıf olan zamanınızdaki birçok aldatıcı, bu niyetle cübbe giymekte ve bu niyetle sakal bırakmaktadırlar. Çün­kü gayri İslami görüntüler ile, İslam'a talip olan insanların aldatılması zordur!.

Ökse ile kuş avlamak isteyen avcı, ökseye avlamak İstediği kuşun hoşlanacağı yiyecekleri koyar. Yaşadığımız ortamda da birçok grubun kendilerine has ökseleri vardır. Bu ökselerin hepsinde, parça parça alınmış İsiami gerçek­ler bulunmaktadır. Belli bir tevhidi şuura gelmemiş olan müsiümanlann, bu ökselerden kurtulabilmeleri oldukça zor­dur. Bu ökselere yakalanan müslumanlar, ökselerde gör­dükleri parça gerçekleri İslam'ın bütünü sanmakta ve di­ğer insanları da bulundukları ökselere davet etmektedirler!.

Değişik ökselerden gelen bu davetlerde: “Biz buna çağırmakla aslında Allah'a çağırıyoruz, biz buna davet etmekle aslında İslam'a davet ediyoruz” denilmektedir. Oysa ki İslami davetin bu şekilde ikiyüzlülüğe, bu şekilde zikzaklı yollara hiçbir ihtiyacı yoktur. Çağrı ve davet tüm açıklığı ile Allah'adır.,

“Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Sen Rabbine çağır ve sa­kın müşriklerden olma.” [12]

Bu ilahi buyruk ile davetin sadece Allah'a olacağı be­yan edilmiş, bunun dışındaki davet sahipleri müşriktik ile tehdit edilmiştir. Durum böyle olmasına rağmen günümüz Türkiye'sinde İslam adı altında çok değişik davetlerde bulu­nulmaktadır. Allah'ın dostu olarak gözüken birçok insan, bilerek veya bilmeyerek İslam'a ihanet etmektedir. Bunları dost kabul eden ve Allah'ın gösterdiği Rabbani yolun dışın­da mücadele veren bu insanların çoğunda iyi niyet vardır. Ancak sahip oldukları iyi niyet bu insanları kurtarmaya­caktır. Çünkü niyet, takva ile ilgili amellerde müessirdir. Takva ile ilgili bir amel niyetin bozuk olmasıyla İsyana dö­nüşebilmektedir. Ne var ki isyan olan bir amel iyi niyetle takvaya dönüşmeyecektir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle beyan edilmektedir.,

“O'ndan başka veliler edinenler (derler ki): “Biz bunlara, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” [13]

Ayet-i kerimede belirtilen insanlar, Allah'a daha fazla yaklaşma niyeti ile Allah'tan başka dostlar edinmişlerdir.

Niyetleri Allah'a daha fazla yaklaşmaktır!.

Allah'a daha fazla yaklaşma niyeti ile Allah'tan başka dostlar edinmişlerdir. Fakat görünürde iyi olan bu niyetleri onları kurtarmamış ve kurtarmayacaktır, Ancak bu nokta­da şunu belirtmek gerekir ki, bir insanın, Allah'ın dostunu dost edinmesi, Allah'tan başka dost edinmesi olarak nite­lendirilmez. Kur'an-ı Kerime göre Allah'ın dostları ise; Allah'tan korkan, Allah'ın hükmünü yasayan ve insanları sadece Allah'a davet eden kimselerdir.

Kuran-ı Kerim'den aldığı bazı ayet-i kerimeleri slo­gan laştırarak, insanları bu kısmi ayet-i kerimelerin gölgesinde kendi görüşlerine davet eden insanlar, Allah’ın dos­tu değil, Allah'ın düşmanıdırlar. Bilerek veya bilmeyerek bu davete icabet eden kimseler, Allah'tan başkasını dost edinmişlerdir. Çünkü Allah'ın düşmanını dost kabul etmek, Allah'tan başkasını dost edinmenin en açık ifadesidir.

Caferiyye mezhebi mensuplarını imamların masum olduğuna inandıkları için tenkid eden birçok kimse, savundukları bu görüşe muhalif yaşamakta; tabi oldukları hoca ve imamlara toz kondurmayarak, onlara masum muamele­si yapmaktadırlar. İmam ve hoca görünümündeki şahısla­ra, Rabbani ölçüyü dikkate almadan körükörüne bağlan­mak birçok insanı hıristiyanlann durumuna düşürmüş ve hala düşürmektedir.,

“Onlar, Allah'ı bırakıp da bilginlerini ve rahip­lerini rabler edindiler.” [14]

Dikkat edilirse Allah'a inanan hıristiyanlann yöneldik­leri şahıslar azgınlar veya ahlaksızlar değil, bilginler ve ra­hiplerdir. Çünkü görünürdeki niyetleri Allah'ın rızasını ka­zanmaktadır. Ancak İlahi ölçüyü tahrif ettikleri ve gözönünde bulundurmadıkları için, bilginlerin ve rahiplerin söylediği herşeye körükörüne itaat ederek, onları rab ittihaz etmişlerdir, Allah'a kul olmak isterlerken. Allah’ın lükrnünü dikkate almayan rahiplere itaat ederek, rahiplere olmuşlardır.

Şeytan ve dostlarının müslümanlara sağdan yanaşması, müslümanlar için en tehlikeli yaklaşım biçimidir. Müslümanların fert ve toplum olarak karşılaştıkları birçok heziletin kökeninde, şeytan ve dostlarının sağdan yanaşma hadisesi bulunmaktadır, Asr-ı saadet döneminden bu yana Müslümanları aldatan firavunlar, müslümaniarın karşısına Musa kimlikleriyle çıkmışlardır.

Günümüzde de durum pek farkı değildir!. Halkında müslüman olan birçok ülkede firavunlara 6zqu zulümler sürmekte, ne var ki firavun sıfatına hiç kim­se sahip çıkmamaktadır. Çünkü firavunluk yapan müstek-birler, ellerine birer asa alarak Musa kimliklerine soyun­muşlardır.

Artık çağdaş piramitlerde, bu Musafların denetimindeki köleler çalışmaktadır. Bu   zavallılar  firavunları   Musa   zannetmekte, kendilerini Kur'an-ı Kerim'e davet eden gerçek Musa'ları ise, belamların tahriklerine aldanarak fitneci firavunlar kabul etmekte ve bilmeden taşlamaktadırlar!. Gerçek Musa'lar gariptir, gerçek Musa'lar yalnızdır bu ülkelerde.. Musa'ların karşısında yine Musa kimliğinde firavunlar, Musa kimliğinde bel'amlar bulunmaktadır. Hepsinin ellerinde birer asa vardır. Fakat hiçbirisi dayandıkları asayı, dayandıkları delil ve mesnetleri ortaya koyma, ortaya atma durumunda değillerdir. Çünkü bilirler, dayandıkları asanın Musa'nın asası olmadığını!. Çünkü bilirler, dayandıkları mensetlerin ve delillerin geçersiz olduğu­nu!.

Musa gibi gözükmelerine rağmen, birer Musa olma­dıklarını, Musa gibi olmadıklarını çok iyi bilirler!,.

 

Şeytanın Önden Yanaşması

 

İnsanların önünde,  yaşayacakları dünya hayatı, ölüm, kabir, kıyamet, haşr, mahşer, hesap, cehennem ve cennet olduğunu be­lirtmiştik. İnsanlara önden yanaşma fırsatı bulan şeytan ve dostları, bu esaslardan bazılarını inkar ettirerek, inkarı mümkün olmayan esaslara ise şeytani yorumlar getirerek insanları saptırmaya çalışmaktadırlar.

İnsanlar yaratılışları itibari ile sevdikleri, beğendikleri, özendikleri hedefler istikametinde amel ederler. Bu gerçeği çok iyi bilen şeytan ve dostları, belirledikleri cahili hedefle­ri süslü ve cazip hale getirerek, bu hedefleri insanlara em­poze etmektedirler.

Bu şeytani yaklaşım, Kur'an-ı Kerim'deki Firavun ve Karun kıssalarında şöyle beyan edilmektedir.,

“Böylelikle (Karun) kendi ihtişamlı süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar; “Ah keşke Karun'a verilenin bir benzeri, bi­zim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler.” [15]

Karun'un ihtişamlı bir şekilde kavminin karşısına çıkma nedeni, o insanları mal ve makam büyüsü ile büyüle­mektir. Böylesine bir büyünün tesirine giren insanlar, hay­ran oldukları Karun'a benzemek veya Karun'a yakın olmak isteyecekler ve bu nedenle Karun'un koyduğu hükümlere bağlı kalarak. Karun'a kul olacaklardır. Çünkü firavunlara ve karunlara özenen kimselerin, firavunların ve karunların yolunu takip edecekleri aşikardır.

Günümüzdeki cahili kültür faaliyetlerinde de aynı Ka­run psikolojisi, aynı şeytani yaklaşım gözlenmektedir. Karunlara dublörlük eden satılmış sanatçılar, karunları rahat­sız etmeden bu işlevi yerine getirmektedirler. Göz, kulak, kalp gibi duyu organlarını televizyona yöneltmiş olan kitle­ler, televizyon ekranında birçok karunlar görmekte ve ha­zırlanan senaryolar ile bu karunları sevmektedirler. Yaşan­makta olan bu olayları müşahade ettikten sonra; “İnsanlar neden firavunları veya karunları seviyorlar, onları destekli­yorlar ve onların yolunu takip ediyorlar?” sorusu, tabi ki abes bir soru olacaktır.

Bazı köylerde su çıkartmak için kullanılan dolaplar vardır. Bu dolaplarda, dolap beygirinin az önüne bir tutam ot konulmakta ve beygir bu ota yetişebilmek için sabahtan akşama dönmektedir. Tabi ki günde 50 Km. yürüse bile, kendisinden 50 cm. uzaklıktaki ota yetişememektedir. Çünkü sistem öyle kurulmuştur!. Nitekim bu dolap beygirleri sabahtan akşama kadar dönmekte ve çalışmaları ile bu sistemi kuran köylülere hiz­met etmektedir.

Bazı köylerde bulunduğunu söylediğimiz bu dolapla­rın en modem şekli, emperyalizmin girdiği her ülkede bulunmakta ve sistemli bir şekilde çalışmaktadır. Ancak bu dolaplara insanlar koşulmakta ve bir tutam ot yerine, hergün değişen yeni tüketim maddeleri ve umud paketleri konmaktadır. Modern dünyanın, böylesine modem dolap­ları sömürü çarklarına bağlı olmakta ve sabah sekiz, ak­şam beş mesaisine bağlı kalınarak hergün döndürülmekte­dir.

Evet, dünyanın birçok ülkesinde sömürü çarkları her gün dönmekte, her gün döndürülmektedir. Fakat ne gariptir ki. dünyadaki sömürü çarklarını sömürenler değil, bizzat sömürülenler çevirmektedir!.

İnsanları böylesine bir esarete mahkum eden şeytan ve dostları, dünya sevgisini değişik propagandalar ile canlı tutmakta ve bu sevginin gölgesinde cahili hedeflere yönelt­tikleri kitleleri istedikleri gibi kullanmaktadırlar.

Şeytanın insanlara bir diğer yaklaşımı da ölümü uzak göstermesidir. Bütün insanlar arasında genel bir hastalık olan bu konuyla ilgili olarak zikredilen bir kıssa vardır..

Hoca efendi köyün kenarından geçerken, bir köylünün ker­piç yapmak istediği çamurun içinde zıpladığını görür ve sorar..

“Ey Allah'ın kulu ne yapıyorsun öyle?”

“Ne yapayım hocam kerpiç yapıp satacağım da. çamuru çiğniyorum. Ne yapacaksın fani dünya bu.”

“Sırtına sardığın tutum içindeki şey nedir ki, sen zıpladıkça o da kabarıp iniyor?”

“Yoğurttur hocam. Hazır zıplarken o da yayılıp, ayra-nıyla yağı bir tarafa ayrılsın da satayım dîye düşünmüştüm.”

“Ne yapa­caksın fani dünya bu.”

“Şu elinde eğirdiğin şey nedir?”

“Bu çoraplık yündür hocam, elim boş durmasın eğirip sa­tayım diye düşünmüştüm. Ne yapacaksın fani dünya bu.”

“Ağzınla da bir şeyler mırıldtyordun galiba, o neydi?”

“Bazı kimseler geçmişleri için ücretli Yasin okumamı iste­diler de, onlar için de Yasin okuyordum. Ne yapalım hocam. fani dünya bu!.”

Hoca efendi, bunun üzerine şöyle der.

“Ayağınla çamur çiğniyorsun, aynı anda sırtındaki yoğurdu da yayıyorsun, bu yetmiyormuş gibi elinle de ip eğiriyorsun ve bununla da kalmayarak aynı anda ağzınla da Yasin okuyorsun. Behey şaşkın, bunun neresi fani dünya? Baki dünya olsaydı nasıl çalışacaktın?”

Günümüzde de durum aynıdır!. Fani dünyanın fani insanları, baki bir dünyada baki kalacaklarmış gibi çalışmaktadırlar!.

Sizlere sormak istiyorum, günümüzdeki insanlara “Bundan sonra dünya hayatı baki olacaktır” şeklinde bir hüküm gelse, kaç kişinin yaşantısı değişicektir? Tabi ki Önemli bir değişiklik olmayacaktır!. Çünkü bu insanlar zaten dünya hayatı bakiymiş gibi çalışmakta ve bu fani hayata bakiymiş bağlanmaktadırlar. Oysa hüküm açık ve değişmezdir.

“Her nefis ölümü tadacaktır, sonra  bize döndürü­lecektir.” [16]

Kaçınılması mümkün olmayan ölüme doğru gittiğini idrak eden bir insan, öldükten sora karşılaşacağı ahiret hayatının bilincinde olursa, geri kalan hayatını bu gerçeğin istikametinde yaşamaya çalışacaktır. Böyle bir Rabbani ya­şantıya girdiği zaman ise şeytan ve dostlarını düşman tanı­yacak onların ölçü ve hükümlerini reddedecek ve dolayısıyla sömürü çarkları arasında çelik bir leblebi olacaktır. Tabi ki insanların bu bilince ulaşması, şeytan ve dostları­nın işine gelmemekte ve satılmış kafalarla, satılmış kalemleri, satılmış ağızlarla “Ahiret hayatı yoktur. Asıl hayat ya­şadığınız dünya hayatıdır” propagandası yapılmaktadır.

Geçmiş dönemlerde olduğu gibi yaşadığımız çağda da insanlar iki davet arasındadır. Bir tarafta insanları Al­lah'ın rızasına ve cennete davet eden Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'in daveti, diğer tarafta ise insanları Allah'ın gazabına ve cehenneme davet eden şeytan ve dostlarının daveti!. Her iki davet de insanın aklını muhatap almakta, ancak İlahi davet muhatap aldığı akıla, meseleyi hakikat düzleminde ve doğru bir düşünce yöntemiyle değerlendir­mesini  önermektedir.

Mesala şeytan ve dostları insanların dikkatini mezar­lıklara yönelterek, oradaki çürümüş kemikleri göstermekte ve: “Bu çürümüş kemikler, toprak olmuş vücutlar hiç dirilir mi?” diyerek akla hitap etmektedir. Meseleyi sadece bu dar çerçevede değerlendiren akıl, bu vesvesenin tesirinde kalmaktadır. Bunun neticesinde ise ya ahireti inkar etmek­te veya ahirete karşı kuşku duyarak “Ahiretin olup olmadığını zaman gösterecektir” demektedir. Tabi ki her iki durumda da insan ahiretten gafil yaşamakta ve yüzüko­yun cehenneme sürüklenmektedir.

İlahi davet ise kainatın ve insanların yaratılışını izah ederek, Yaratıcıya ve Yaratıcının kudretine dikkatleri çekmekte ve “Herşeyi yoktan yaratan bu Yaratıcı, siz çürüseniz, taş toprak olsanız bile sizi tekrar diriltmeye muktedir­dir” diyerek, muhatap aldığı akılı ve akıl sahibini net bir değerlendirmeye davet etmektedir.

Muinin, münafık, müşrik veya kafir her insanın aklı bulunmakta, ancak bu aklın işlediği sistem değişiklik göstermektedir. Örnek vermek gerekirse, akılı elektriğe ben­zetebiliriz. Buzdolabına bağlı elektrik havanın soğutulmasına vesile olurken, fırına bağlı elektirik havanın ısıtılmasına vesile olmaktadır. Elektirik aynı elektirik olmasına rağmen, farklı sistemlere bağlı olduğu için, farklı sonuçlara vesile olmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'de aklını doğru bir düşünce sistemin­de kullananlar, temiz akıl sahipleri olarak zikredilmişlerdir. Beyan edilen apaçık hükümler ile, temiz akıl sahipleri dü­şünmeye davet edilmektedir.

Akıl, Rabbimizin bizlere lütfettiği bir nimettir. Şeytan ve dostlarına karşı kullanmamız gereken bir silahtır. Bu si­lahını düşmanına teslim eden veya bu silahı onların gös­terdiği sistem ve istikamette kullanan kişi, kendi silahı ile kendisini helak eden kişidir.

Mesela J. Paul Sartre akılsız bir insan değildir. Akıl­sız bir insan olmadığı gibi, yaşantısına bakılırsa çalışkan ve mücadeleci bir insan olduğu da gözlenir. Ancak aklını doğru bir düşünce sisteminde kullanmadığından, doğruların ve yanlışların içice olduğu birçok sonuçlarla karşılaş­mıştır. Bazı doğrularda derinleşmesine rağmen içine düştü­ğü yanlışlar sapmasına ve helakına neden olmuştur.

Netice olarak Rabbani düşünce sisteminin mahiyeti, boyut ve özellikleri incelenmesi gereken bir meseledir. Bu incelemede. Kuran ve sünnet bütünlüğünde zikredilen meselelerin hangi boyutlardan gözlendiğini, nasıl yaklaşıldığını, değer ölçüsünün ne olduğunu, sebeb sonuç ilişkisi­nin nasıl bir zaman anlayışına göre değerlendirildiğini, ne gibi maslahatların gözetildiğini, maslahatlar arasındaki ter­cihin ve bu tercihteki değer ölçüsünün hangi esaslardan kaynaklandığını dikkate almamız gerekecektir.

 

Şeytanın Soldan Yanaşması

 

Halk arasında sık sık kullanılan “Şeytana uydu” ifade­si vardır. İnsanlar tarafından kolaylıkla teşhis edilebilen bu şeytana uyma vakası, genellikle şeytanın soldan yanaşma­sının bir tazahürüdür.

Türbelere çaput bağlayan, ölmüşlerden medet bekle­yen kimseler; kendi durumlarına bakmadan, içki içen bir sarhoşu gördüklerinde; “Şeytana uymuş” ifadesini kullanır­lar. Şeytanın sağ taraftan yanaşmasına karşı gafil oian bu kimseler, şeytanın soldan yanaşmasına karşı kısmen duyar­lıdırlar. Çünkü İblis'in şeytani yüzü, soldan yanaşma esna­sında çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Yaratılışı ve yaratılış gayesini idrak edemeyen insan­lara sol taraftan yanaşan şeytan ve dostları, onları açıkça küfre davet etmekte ve Allah'ın yasakladığı eylemlere ça­ğırmaktadırlar. İslam toplumlarında iyiliğe çağırmak, kötülükten menetmek için yapılan davetler; cahili toplumlarda kötülüğe çağırmak, iyilikten menetmek için yapılmaktadır!, Bu gibi cahili toplumlarda apaçık bir şekilde içkiye, kumara, zinaya davet edilen insanların, aynı açıklıkla Al­lah'a davet edilmesi suçtur!.

Putlara kulluk yapan, kravatlarından tutularak put meydanlarına sürüklenen ve bu meydanlarda putlara kur­ban edilmek istenen insanların, yegane kurtuluşun gereği olarak putları inkara ve sadece Allah'a kulluğa davet edilmeleri suçtur!.

Bu olay karşısında gözleri dolmayan, yumruğunu ve dişlerini sıkarak acı ile yutkunmayan kimseler, meselelenin idrakinde olmayan kimselerdir. Bu kimseler yaşanan olay­lar karşısında acı çeken müslümanlann, neden acı çektik­lerini henüz anlayamamışlardır. Bunu anlayamadıkları gibi, “Faiz haramdır” dediği için hapse atılan ve hapishane tele­vizyonunda banka reklamını seyreden müslümanın neden ve kimin için ağladığını da anlayamıyacaklardır!. Çünkü sahip oldukları propaganda vasıtaları ile insanların duygu ve düşüncelerine tahakküm eden şeytan ve dostları, “Rabbimiz Allah'tır” diyen ve insanları sadece Allah'a kul olma­ya davet eden bu müslümanlan yanlış tanıtmaya devam etmektedirler.

Kur'an-ı Kerim'de şeytanla ilgili olarak zikredilen bir diğer ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır.,

“Allah onu lanetlemiştir. O da şöyle dedi: “And ol­sun ki, kullarından belirli bir kısmını (emrime) alaca­ğım. Onları mutlaka saptıracağım,, onları olmayacak kuruntulara düşüreceğim ve onlara emredeceğim, hay­vanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emrede­ceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler.” Kim Al­lah'ı  bırakıp  da   şeytanı  dost  edinirse,  kuşkusuz apaçık bir kayba uğramıştır.” [17]

Şeytan aleyhillane; “Kullarından belirli bir kısmı­nı emrime alacağım, onları kendime uşak edineceğim” demektir. Bu açıklamadaki kul ifadesi insanları ve cinleri içine almaktadır. Şeytana uşaklık yapan, şeytanın grubuna dahil olan bu insanlar ve bu cinler, şeytanın her yönden sarıp kuşattığı yaratıklardır.

“Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır, böylelikle de on­lara Allah'ın zikrini unutturmuştur, işte onlar, şeyta­nın fırkasıdır. Dikkat edin, şeytanın fırkası şüphesiz kayba uğrayanların ta kendisidir.” [18]

Şeytanın bu fırkası1 zamanımızda bir hayli genişlemiş­tir. Bu fırka içerisinde birçok devlet başkanları, milletvekil­leri, parîementerler, iş adamları, basın yayın mensupları ve din adamı görünümdeki birçok satılmış bulunmaktadır. Dünya müslümanlan arasında henüz gerçekleşmemiş olan birlik, şeytanın dostları arasında birçok konuda teşekkül et­miş bir durumdadır.

Birbirine dost gözüken müslümanlar, kısmı ihtilaflara dayanan ayrılığı ve düşmanlığı yaşarlarken: çoğu kez bir­birlerine düşman gözüken şeytanın dostları, emperyalist menfaatlere dayanan beraberliği ve dostluğu yaşamaktadır­lar.

Sağ ve sol gibi iki gruba ayrılmış gözükseler de, bu iki grup aynı kafaya bağlı iki el gibidir. Zihniyetleri ve dün­yaya yaklaşımları aynıdır. Her iki grup da emperyalizme dayanmakta, her iki grup da para gücünü elinde bulundu­ran Siyonizme boyun eğmektedir. Ezilmiş ve ezilmekte olan ülkeler, sağ ve sol gruptaki emparyalist çıkarlara he­def olmakta, bilerek veya bilmeyerek boyun eğdikleri bu zulmü çekmeye devam etmektedirler. Tabi ki bu zulme boyun eğdikleri sürece, bu zulmü çekmeye devam edecek­lerdir.

İçinde bulundukları zulmü farkeden ve insani duygu­larla bu zulme baş kaldıran dava adamları ise, emperyalizmin diğer bir oyununa düşebilmektedirler.

Çünkü kapitalist veya komünist emparyalizmin ya­şandığı ve yaşatıldığı ülkelerde, alternatif olarak yine bu iki emperyalist ideolojiden birisi sunulmaktadır. Sömürüye başkaldıran dava adamlarına alternatif olarak, yaşadıkları emparyalist ideolojinin karşıtı gözüken diğer emparyalist ideoloji empoze edilmekte ve bu yolda mücadele vermele­ri istenmektedir. Bu konuda gözettikleri maksat, zulme başkaldıran dava adamlarının mücadelelerini kontrol altına almak ve meydana gelen muhalefet potansiyelini istedikle­ri gibi deşarj etmektir. Şayet herhangi bir ülkede muhale­fet potansiyeli aşın boyutlara varmışsa, karşı ideolojinin ik­tidarına izin verilir. Bu iktidar değişikliği devrim gibi gözükse de, dünya emparyalizmi bu devrimi kendi yapısı için tehlikeli görmez. Çünkü bu gibi devrimlerle, emperya­lizmin devrilmesi söz konusu değildir. Devrim adı verilen böylesi yönetim değişiklikleriyle, sadece söz konusu ülke­lerdeki emperyalizmin rengi değişmektedir. Siyonizm ve dünya emperyalizmi yine memnundur. Hangi renkte olur­sa olsun, her iki durumda da söz konusu ülke kendi tahak­kümü altında bulunmaktadır.

Değişik dil, ırk ve milletlere mensup olan1 şeytanın dostları, hedef ve gaye birliği içerisinde şeytani bütünlüğü sağlamışlardır. Hepsinin gayesi şeytani fikirleri yaymak, şeytani tavırları desteklemek ve şeytanı memnun etmektir. Bunların en büyük düşmanı, Allah'a inanıp sadece Allah'a yönelen dünya müslümanlandır. Sömürmekte oldukları ülkelerde İslam'ın gündeme gelmesini, Rabbani hakikatlarin topluma yansıtılmasını istemezler.

Çünkü bilirler, Rabbani hakikatleri kavrayan bir top­lumu istedikleri gibi ezip sömüremeyeceklerini.

Çünkü bilirler, Rabbani hakikatler karşısında şeytani görüşleri savunamayacaklarını.

Bilirler, çok iyi bilirler, Rabbani hakikatleri kavrayan ve bu hakikatlerle dirilen toplumum onlara boyun eğmeyeceğini, onları yargılıyacağını, makamlarıyla birlikte onları yere çar­pacağını.

Bunu bildikleri için, insanların duygu ve düşüncelerine tahakküm etmek isterler. Toplumların idaresini ellerine geçirerek şeytani bir hakimiyet kurmak ve bu hakimiyeti devam ettirmek ister­ler. Çünkü şeytani hakimiyetlerini devam ettirdikleri süre­ce, insanları yönlendirmeleri ve istedikleri şeytani vadilere sürüklemeleri kolaylaşmaktadır.  Yegane kurtuluşu Allah'a kullukta gören müslümanları gerici, yobaz olarak tanıta­caklar ve aldattıkları halkın onayı ile bu müsiümanian sus­turmaya veya öldürmeye çalışacaklardır. Nitekim birçok tağuti  sistemde  bu  işlerlik gözükmektedir.  Satılmış  basın-yayın organları üzerlerine düşen görevi fazlasıyle yerine getirmekte, muhatap aldıkları insanlara batılı hak, hakkı batıl olarak empoze etmektedirler.

Şeytani müdahaleler ile aldatılan halk kitleleri katilleri doktor, doktorları katil kabul edebilmekte ve doktor kabul ettikleri katillere birçok kurbanlar vermektedir. Hint filozo­fu Beydeba'nın Kelile ve Dimme adlı kitabında, konumuzla ilgili olarak ibret almamız gereken bir kıssa vardır.

Bir Balıkçıl 'kuşu. göl kenarında, hergün tutabildiği birkaç balıkla geçinip gidiyormuş. Gitgide ihtiyarlamış, artık balık tutamaz olmuş. Bu gidişle artık açlıktan öleceği muhakkakmış. Niha­yet gıdasını temin edebilmek için, kurnazca bir çareye başvur­muş. Göldeki bir yengece giderek demiş ki:

“Geçen gün buraya avcılar geldi. Göle ağ atacaklarını ve ne kadar balık varsa, hepsi­ni tutacaklarını söylediler. Zavallı balıklara yüreğim acıdı. Gölde nesilleri kuruyup gidecek.”

Yengeç balıklarla beraber kendisinin de avlanacağını seze­rek pürtelaş balıkları tehlikeden haberdar edince, cümlesinin aklı başlarından gitmiş. Kendilerini kurtarmak için. bir çare aramışlarsa da bulamamışlar. Düşmanlarından fikir almak gibi. aşağılık bir düşünceyle, Balıkçıl kuşunun yanına gelmişler. Kendilerini, bu akıbetten kurtarabilmek için neler düşündüğünü sormuşlar.

Balıkçıl kuşunun “Şurada bir nehir var. Oraya taşınırsanız kurtulursunuz.” demesi üzerine, geniş nehirde avcıların ağların­dan kurtulabileceklerine balıkların aklı yatmış. Lakin oraya nasıl gidebileceklerdir? Bu meselede de bir yol göstermesini düşmanla­rı olan kuştan rica etmişler.

Balıkçıl kuşu:

“Ah, keşke genç olsaydım. Sizi oraya pek kolay taşırdım. Şimdi ihtiyarladım. Ne kadar gayret etsem, bir-gün de ancak birkaçınızı taşıyabilirim” demiş. Balıklar, bu yardı­mı kendilerinden esirgememesini kendisinden tekrar, tekrar rica etmişler. İşi bu raddeye getiren Balıkçıl, hergün birkaç balığı alı­yor, nehire diye ormana götürüp afiyetle yiyormuş.

Göldeki balıklar ise giden arkadaşlarının o büyük nehirde rahat bir şekilde yaşadıklarına dair balıkçılın verdiği haberi alıyor­lar ve çok seviniyorlarmış!.

Bu kıssayı gülümseyerek okuyan ancak kıssadaki ba­lıklardan farkı olmayan birçok insan olabilecektir. Bu ne­denle durumumuzu tahlil etmemiz ve kıssadan ibret alma­mız gerekir. Çünkü yaşanılan toplumlarda Balıkçıl zihniyetli birçok müstekbir bulunmaktadır.

Sömürdükleri insanlara ekonomik, siyasi, iktisadi bir­çok değişik tehlikeler gösteren bu müstekbirler, söz konu­su tehlikelere karşı yegane kurtarıcı olarak kendilerini gös­termektedirler. Nitekim böylesi propagandalar ile aldatılmış toplumlar, bu gibi tehlikelere karşı onları kurtarı­cı olarak kabul etmekte ve müstekbirlerin İlahi vahye zıd olan şeytani görüşlerini benimseyerek, onlara kulluk yap­maktadırlar.

Oysa asıl tehlike, gösterdikleri siyasi, ekonomik, iktisadi meseleler de­ğil, bizzat kendileridir. Asıl büyük tehlike, savundukları ve basınyayın organlarıyla halka empoze ettikleri şeytani gö­rüşlerdir. Gündeme getirdikleri siyasi, ekonomik, iktisadi tehlikeler, tehlikenin ta kendisi olan bu namussuzların icra­atından kaynaklanan tehlikelerdir.

Bunların tanınması ve tanıtılması gereklidir.

Bunlara akıl damşılmaması, bunlardan yardım beklenilmemesi, savundukları şeytani görüşlerin karşısına Rabbani hükümlerle çıkılması ve aldatılan zavallıların kurtuluşa, gerçek kurtuluşa davet edilmesi gereklidir.

Gerçek kurtuluş ise, Allah'a kul olmayı. Allah'ın hükmü ile çatışan şeytani hükümleri reddetmeyi ve Allah'ın hükmüne teslim olmayı gerekli kılmaktadır.

 

İnsan, Toplum Ve Şeytan

 

Toplumlar, insanlardan meydana gelmesine rağmen, insan ve toplum arasında bazı farklar bulunmaktadır. Birçok batılı sosyolog bu farklar üzerinde durmuş ve bu farkları açıkla­mışlardır. İnsan psikolojisi ile toplum psikolojisi arasındaki farkları anlayabilmemiz için batılı sosyologlara yönelmemiz bizler için yeterli olmayacağı gibi, bazı yanlış saplantılara düşmemize de neden olabilecektir.

Çünkü birçok batılı sosyologun toplumlarla ilgili ileri sürdükleri görüşler, cahili toplumlara nisbet edilen ve bu gibi toplumlar esas alınarak ileri sürülen görüşlerdir. Deği­şik toplumlar arasında benzer yönler olmasına rağmen, İs­lam toplumu ile cahili toplumlar arasında belirgin farklılık­lar bulunmaktadır. Bu farklılıklar toplum psikolojisini etkilemekte ve dolayısıyla cahili toplum psikolojisiyle İs­lam cemaati psikolojisini birbirinden ayırmaktadır. Emper­yalizme danışmanlık eden sosyologlar bu farkı idrak ede­medikleri ve edemeyecekleri için, müslümanlar üzerine yaptıkları bazı hesaplarda aldanmışlar ve aldanmaya de­vam edeceklerdir.

Şimdilik bu farklılıklara işaret etmeden toplumların genel yapısı üzerinde duracağız. Çünkü insanların ve in­sanlardan meydana gelen toplumların Rabbani düzlemde kurtuluşunu umud ve gaye edinen dünya müslümanlarının, toplumların genel yapısını bilmeleri gerekmektedir.

Birarada yaşama durumunda olan insanlar, tarihin her döneminde farklı toplumlar meydana getirmişlerdir. Toplumları oluşturan insanların bir arada yaşama nedenle­ri; siyasi, iktisadi, coğrafi ve milliyetçilik gibi değişik alan­larda incelenmektedir. İslami veya cahili niteliğe sahip olan her toplumu ayakta tutan; din, iman, kitap ve amel gibi dört ana temel vardır. İslam toplumunda bulunduğu gibi birçok cahili toplumda da bulunan bu dört esası, ge­nel bir perspektif içinde kısaca tanımlayacağız.

 

Din:

 

Her toplum yaşantısına yön verecek bir dünya görüşünü, bir yaşam biçimini benimseme durumundadır. Her din bir yaşam biçimi ve her yaşam biçimi bir din ol­duğu için, toplumların dini, bu toplumların benimsedikleri yaşam biçimidir.

Hangi  toplum  hangi  yaşam  tarzını benimsemişse, içinde bulundukları yaşam tarzı, o toplumun dinidir.

Mekke'li kafirler hiçbir semavi dine mensup olmama­larına rağmen, onlara;

“Sizin dininiz size, benim dinim bana” [19] buyruğu ile seslenilmesi, onların bir din üzere olduklarına işaret etmektedir.

Tabi ki Mekke müşriklerinin içinde bulundukları bu din, beşeri görüşlerden kaynaklanan beşeri bir dindir. Semavi bir din ise, Rabbani hükümler ile beyan edilen ve bu hükümler çerçevesinde yaşanılan bir dindir.

 

İman:

 

Dinlerin ortaya çıkışı tesadüfi bir olay değildir. Her dini belirleyen, hükümlerini vazeden bir merci vardır. Semavi dini ve bu dinin hükümlerini vazeden merci, alem­lerin Rabbi olan Allah (c.c.)'dır. Budizm, Kapitalizm, Nas­yonalizm. Komünizm, gibi beşeri dinlerin ortaya çıkışın­da ise Allah'a isyan eden ve kendi menfaatleri doğrultusunda çıkardıkları hükümlerle, hükmettikleri insan­lara ilahlık taslayan firavunlar bulunmaktadır.

İster semavi, ister beşeri olsun, her iki durumda da mevcut dine karşı iman ve teslimiyet istenmektedir. Sema­vi dinde Allah'a, peygambere ve hükümlere iman istenir­ken; beşeri dinlerde, bu dini ortaya koyan firavuna ve firavunun va'zettiği hükümlere İman istenmektedir. Nitekim “Büyük önder, büyük lider” sloganlarıyla büyütülmeye çalı­şılan firavunlar; bu propagandanın tesirinde kalarak kendi­lerine inanan ve bu inançla küçülen insanlara gayet rahat hükmedebilmededirler.

 

Kitap:

 

Toplumlar hangi dini, hangi hayat tarzını be­nimsemişi erse, bu hayat tarzını açıklıyan bir kitaba sahip­tirler. Bu kitapta vazedilen kanunlar, benimsenen hayat tarzını ortaya koyar. Nasıl ve ne şekilde yaşanacağı bu ki­tapta beyan edilmiştir. Haramlar, helaller, suç ve cezalar bu kitaplarda açıklanmaktadır.

Herhangi bir toplumun nasıl ve ne şekilde yaşayaca­ğını beyan eden ve pratik yaşantıda yürürlükte olan kitap, o toplumun kitabıdır.

Fakat ne gariptir ki, halkında müslüman olan ve be­şeri hükümlere göre idare edilen ülkelerde, çarpık bir ki­tap anlayışı vardır. Bu ülkelerde kitaba küfretme vakıası, genelde Kur'an-ı Kerime küfretme olarak anlaşılmaktadır.

Oysa ki mevcut anayasayı benimseyerek onaylayan kimse­lerin kitabına küfredildiği zaman, bu insanların rafa kaldır­dıkları Kur'an-ı Kerime değil, anayasaya küfredildiği anlaşılmakdır.

Amel:

 

Toplumları ayakta tutan dördüncü esas amel­dir. Dini, imanı ve kitabı olan toplumların, vazedilen hü­kümler çerçevesinde amel etmeleridir. Toplumların maddi ve manevi gücü, bu amellerin bir neticesi olarak ortaya çı­kar. Mevcut dini ve bu dinin yaşanır şeklini beyan eden ki­tabı benimseyerek, bu iman istikametinde amel eden in­sanlar, o dine canlılık ve güç kazandırmış olurlar.

Din, İman, kitap ve amel gibi dört esası bünyesinde bulunduran ve yaşayan toplumlar, sıhhatli toplumlardır. Bulundukları toplumu güçlendirmek isteyen kimseler, bu dört esasa genişlik ve derinlik kazandırmaya gayret sarfederler. Çünkü eğitim ve kültür faaliyetleri ile bu dört esas pekiştirildiği zaman, kitlelerin maddi ve manevi potansiyeli yükselecek dolayısıyle kitlesel bir güçlenme gerçekleşecek­tir.

Toplumları güçlendirmek istiyen kimseler bu dört esası hedef aldıkları gibi, herhangi bir toplumu yıkmak is­teyen kimseler de yine bu dört esası hedef almaktadırlar. Onlar da bu esasları muhatap almakta, bu esasları zayıflat­mak ve çürütmek için gayret göstermektedirler. Nitekim toplumsal çözülmeler ve yıkımlar, bu esaslardaki tahribatların bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Din, İman, kitap ve amel konularındaki bu kısa açık­lamalardan sonra, şeytanın toplumlara yaklaşımını inceyebiliriz..

Şeytan aleyhillane müslüman ferde düşmandır, müslüman aileye daha çok düşmandır. Şeytanın en büyük düşmanlığı ise İslam'ı kabul eden ve yaşayan İslam toplumunadır. Çünkü İslam toplumunda emri bil maruf ve nehyi anii münker yaygınlaştırılmakta, İslam'ın Hak ve adil çeh­resi günyüzüne çıkmakta ve muallaktaki birçok insan duy­duğu, gördüğü ve teneffüs ettiği bu Rabbani iklime teslim olmaktadır. Şeytanın bu toplumlardaki insanları azdırması ve yoldan çıkarması hiç şüphesiz ki oldukça güçleşmekte­dir.

Böylesi bir durumun ciddiyetini ve vehametini kavra­yan şeytanın düşmanlığı, haliyle doruk noktasına çıkmaktadır. Elindeki her imkanı ve her fırsatı, bu İslam toplumunu parçalamak ve yıkmak için kullanan şeytanın da; din, iman, kitap ve amel gibi dört hedefi vardır. İslam toplumu­nu parçalamak ve yıkmak için, bu dört esası tahrif etmesi gerekmektedir.

Dünya tarihini incelediğimiz zaman, şeytan ve dostla­rının bu yolda amansız bir mücadele verdiklerini görüyo­ruz. Çalışmalarını öncelikle küçük hedefler üzerine yoğun­laştıran şeytan ve dostları, müslümanların gafletinden yararlanarak büyük tahribatlara neden olmuşlardır.

İslam toplumunu hedef alarak müslümanların dinine, imanına, kitabına ve ameline saldıran şeytan ve dostları, tevil ve tahrif ederek yaşantıdan uzaklaştırdıkları Rabbani değerlerin yerlerini boş bırakmamışlar, bu yerlerdeki boş­lukları şeytani değerler ile doldurmuşlardır. Bu şeytani yak­laşımın ne anlama geldiği ve neticesinin ne olacağı düşü­nülmelidir. Bu idrak edildiğinde, ismi İslam olan birçok gayri İslami yapılanmanın nedeni de İdrak edilecektir.

Cahili yapıların mimarı olarak ön planda bazı müstekbirler gözükse de, cahili yapıların gerçek mimarı arkaplanda olan şeytan aleyhillanedir. İlginçtir ki cahili yapıla­rın gerçek mimarı olan şeytan aleyhillane, bu cahili yapıla­rı oluştururken model olarak islami yapıları almış ve bu modeli şeytani malzemeler ile inşa etmiştir. İsiami yapıda bulunan din, iman, kitap, amel gibi esaslar cahili yapılarda da bulunmakta, fakat mahiyetinde küfri farklılıklar göster­mektedir.

Şeytan aleyhillane İslam toplumunu hedef alan çalış­masında yıkım sahasını boş bırakmamış, bu yıkım sahasın­da yeni dinler, yeni imanlar, yeni kitaplar, yeni ameller oluşturmuştur. Halkında müslüman olan ülkelerde meyda­na getirilen şeytani yapılar ise. halkın nabzı gözönünde bulundurarak bazı İslami kavramların sloganlaştırdığı du­var kağıtları ile ustaca kaplanmıştır. Nitekim bir zamanlar müslümanları uyandırmak için çalınan ramazan davulu, bu şeytani yapılarda müslümanları uyutmak için çalınmakta­dır.

Ezanlar ninni, camiler vatandaş beşiği durumuna getirilmiştir bu şeytani yapılarda!..

Sun'i duvar kağıtları arasında yaşayan ve meselesini idrak etmeyen müslümanlar, duvar kağıtlarındaki bazı İslami motiflere bakarak “İslam var” demekteler, ne var ki İs­lam'dan ve İslam'ın adaletinden uzak bir konumda, zulüm ve sömürü çarkları arasında yaşamaktadırlar.

Bu hazin durumu idrak eden dünya müslümanlarının. öncelikle bu duvar kağıtlarını yırtmaları ve şeytani yapının şeytani çehresini aldatılmış kitlelere göstermeleri gerek­mektedir,

Konumuzla ilgili olarak İslam toplumunun parçalan­masını ve yıkılmasını. Kitab'ın, imanın, amelin ve dinin tahrif edilmesi gibi dört temel grupta inceleyeceğiz.

Yaşadığımız ülkede İslam toplumu olmamasına rağ­men, İslam toplumunu yıkmak için gerçekleştiren tahribat­lar bizlerin ilgi sahasındadır. Çünkü İslam toplumunu par­çalamak ve yıkmak için gerçekleştirilen tahribatların hepsi günümüze de uzanmış ve günümüzde de yaşanmaktadır.

Daha açık bir ifadeyle asırlar önce İslam düşmanları tarafından döşenen mayınlar, hergün tekrar tekrar patla­makta ve yeni yıkımlara neden olmaktadır.

 

Kîtabın Tahrif Edilmesi

 

Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiğine göre bazı İlahi ki­tapların şeytan ve dostları tarafından tahrif edildiğini müşahade ediyoruz. İlahi kitapların tahrif edilmesi meselesine girerken, şeytan ve dostlarının bu tahrifata neden gerek duyduğunu tesbit etmemiz gerekecektir. Çünkü “Tarih te­kerrürdür” ifadesini, eylemlerden ziyade bu eylemlere yön veren zihniyetlerin bir tekerrürü olarak anlamalıyız. Bu ne­denledir ki şeytan ve dostlarını tanımaya çalışırken. “Şey­tan ve dostlarının eylemlerinden ziyade onların meseleye yaklaşım zihniyetlerini tesbit etmemiz gerekir” demiştik. Bu şeytani zihniyetleri tesbit edebilirsek, bu zihniyetlerden kaynaklanabilecek olan her türlü şeytani eylemlere karşı uyanık olabiliriz.

BNitekirn geçiniş dünya tarihini incelediğimiz zaman, aynı şeytani zihniyetten kaynaklanan değişik eylem biçimleriyle karşılaşıyoruz. Bazı şeytani eylemleri bilmelerine rağmen bu eylemlere yon veren şeytani zihniyetleri tesbit edemeyen kimseler, bu şeytani zihniyetlerden kaynaklanan yeni ve değişik eylemler karşısında yenik düşmüşlerdir.

Şeytan ve dostlarını tanımak, onların meselelere yak­laşım zihniyetlerini tanımakla mümkündür. Bu zihniyetleri

tanıdığımız zaman, bu zihniyetlerden kaynaklanacak olan her türlü şeytani eylemlere karşı uyanık olabileceğiz.

Şeytan ve dostlarının İlahi kitaplardan rahatsızlığı neydi?

Neden İlahi kitapları tahrif etmek istediler?

 

Müstekbirlerin İlahi Kitaplardan Rahatsızlığı:

 

Tarihin her dönemindeki müstekbirler, İlahi kitaplardan büyük bir rahatsızlık duymuşlardır. Bu rahatsızlık İlahi ki­taplarda beyan edilen İlahi hükümler nedeniyledir. Çünkü bu İlahi hükümler yaşandığı sürece, müstekbirler diğer in­sanları sömürememekte ve onlara tahakküm edememekte­dirler. Müstekbirlerin emparyalist arzularına ulaşabilmeleri için, bu İlahi hükümleri yürürlükten kaldırılmaları ve kendi menfaatlerine uygun şeytani hükümler vazetmeleri gerek­mektedir.

Şeytan aleyhillane tüm insanların cehenneme sürük­lenmesini istemesine rağmen, müstekbirlerin böyle bir problemleri yoktur. İnsanlar cennete veya cehenneme gi­decekmiş onları ilgilendirmez. Müstekbirlerin kendilerine ilişkin böyle bir endişeleri yoktur ki, diğer insanlar için bu endişeyi duysunlar!.

Onların yegane arzusu, her türlü isteklerini gerçekleş­tirebilecekleri bir yaşam sürmektir. Bu müstekbirler mil­yonlarca insanı sömürerek, onları açlığa ve sefalete terkederek böylesi bir yaşantıya talip olmaktadırlar. Tabi ki bunu gerçekleştirebilmeleri için İlahi hükümleri yürürlükten kaldırmaları, eşitlik, hürriyet ve çağdaşlık sloganları altında şeytani hükümler vazetmeleri gerekmektedir.

 

Şeytanın İlahi kitaplardan rahatsızlığı:

 

Şey tanın İlahi kitaplardan rahatsızlığı neydi? Meseleyi kısmen id­rak eden her kardeşimiz bilecektir ki şeytanın rahatsızlığı, taş üzerine kazınmış veya kağıt üzerine yazılmış İlahi hü­kümler değildir. Şeytan aleyhillane bu hükümlerden veya bu hükümlerin yazılı olduğu nüshalardan değil, bu hüküm­lerin yaşanmasından rahatsız olmaktadır. İşte bu rahatsızlık nedeniyle, İlahi kitapları tahrif edilebilmek için değişik ça­lışmalara yönelmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de zikredilen olaylarda, şeytanın oyununa gelen veya şeytana taraf olan kimselerin, İlahi kitaplardaki hükümleri değiştirdiklerini, gizlediklerini ve arkalarına attıklarını görüyoruz.

Görülen olay, İlahi kitapların tahrif edilmesidir. Oysa ki bu tahrifata yön veren şeytanın asıl hedefi İlahi kitabı tahrif etmek değil, İlahi kitapdan kaynaklanan yaşantıyı tahrif etmektir.

İlahi dine mensup olan insanlar, mensup oldukları di­nin yaşanır şeklini elbetteki bu dinin kitabından öğreneceklerdir. Netice olarak İlahi kitaba göre şekillenen Rabbani yaşantıları ile kurtuluşa nail olacakları için, Şeytan, bu Rabbani yaşantıyı tahrif etmek istemektedir. Rabbani ya­şantıyı tahrif edebilmesi için, bu yaşantının kaynağı olan İlahi kitabı tahrif etmesi gerekmektedir. Tabi ki İlahî kitap tahrif edildiği zaman, bu kitaba göre şekillenen Rabbani yaşantı da tahrif edilmiş olacaktır. Nitekim İlahi kitapların tahrif edildiği dönemlerde, bu tahrifat yaşatıya da yansımış ve dolayısıyle yaşantı da tahrif edilmiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi şeytanın asıl hedefi İlahi kitabı tafrif et­mek değil, İlahi kitabın İndiriliş gayesini ve yaşantıdaki et­kinliğini tahrif etmektir.

Resuluiiah (s.a.v.)'in zamanına kadar ki dönemde, şeytanın İlahi kitapları tahrif etme nedenini bu şekilde tanımlayabiliriz. Resulullah (s.a.v.) döneminde ise. şeytan aieyhillane o zamana kadar hiç karşılaşmadığı yeni bir du­rumla karşılaşmıştır. İslam'a teslim olan müslümanlann, bu teslimiyet ile yönelecekleri, okuyacakları, öğrenecekleri ve yaşayacakları İlahi kitap Kur'an-ı Kerim, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'in korumasına alınmıştı.

“Hiç şüpesiz zihri (Kur'an-ı) biz indirdik ve onu biz koruyacağız.” [20]

Şeytan için bir duraklama!..

Ne yapacaktı?

Şayet bu İnsanlar Kur'an-ı Kerim'i okur ve okudukla­rını yaşarlarsa şüphesiz cennete gideceklerdi. Kendisi cehenneme giderken, şedid bir şekilde düşman olduğu bu in­sanlar cennete gideceklerdi. Önceki İlahi kitapları tahrif ederek, tahrif ettirerek, Rabbani yaşantıyı da tahrif ettir­mişti. Fakat karşılaştığı bu yeni durum farklı idi. Karşısında bir harfine bile uzanamayacağı, bir kelimesini bile değişti­remeyeceği İlahi bir kitap vardı!.

Şimdi ne yapmalıydı?

Elbetteki şeytani mücadelesinden vazgeçmeyecek ve elbetteki elinden geleni ardına koymayacaktı. Bu durumda çok yönlü bir çalışmaya girmesi gerekiyordu. Hedefi Rab­bani yaşantıyı tahrif etmek olduğu için, insanların yaşantı­sında Rabbani bir etkisi olmayan Kur'an-ı Kerim, onun için bir engel teşkil etmezdi.

Bu kitab ilk günkü tazeliğini ve temizliğini taşıyor olsa da, insanların yaşantısına müdahale etmeyen İlahi bir kitaptan rahatsızlık duymasına gerek yoktu.

Şeytanın hedefi belli olmuştu!.

Tahrif edemediği ve edemeyeceği Kur'an-ı Kerim'i yaşantıdan uzaklaştırarak, yaşantıdan soyutlamak için çalı­şacaktı. Dostlarını ve uşaklarını bu yolda bir mücadeleye davet edecekti.

Ancak bunu nasıl yapacaktı?

Kur'an-ı Kerim'i yaşantıdan nasıl soyutlayacaktı?

Çünkü Kur'an-ı Kerim ortada idi. Müslümanlann elin­de, dilinde, zihninde Kur'an-ı Kerim vardı. Okuyorlar, öğreniyorlar ve öğrendiklerini yaşıyorlardı.

Bu yaşantıyı kısa sürede tahrif etmesi düşünülemezdi. Bu nedenle uzun hesaplar yapması ve aralıksız çalışması gerekiyordu. İlk tesbit ettiği şeylerden birisi, müslümanlann İlahi kitabı okumaları, öğrenmeleri ve yaşamaları idi. Hal­buki sadece okuyup öğrenseler ve bu çalışmaya boğularak öğrendiklerini yaşamasalar, şeytan için müsbet bir gelişme olabilecekti. Çünkü insanların öğrendikleri ve bildikleri ile değil, yaşadıkları ile cennete gideceğini biliyordu.

O halde İlahi kitabı okuyan müslümanları, sırrını ve hikmetini idrak edemeyecekleri müteşabih ayetlere yönelt­meli ve bu ayetler çerçevesinde fikri bir çalkantı meydana getirmeliydi. Nitekim ilk dönemlerde bu şeytani müdahale gerçekleştirilmiş ve değişik fitneler ortaya çıkmıştı.

Ancak bu yeterli değildi.

Çünkü müslümanlar yine kitaplarını okuyorlar ve muhkem ayetler çerçevesinde yine bütünfeşebiliyorlardı. Çok daha şeytanca bir çalışmaya girmeliydi!.

Fakat nasıl bir çalışma?

Görmüş olduğu en büyük tehlike.

Kur'an-ı Kerim'in müslümanlann müracaat kitabı ol­masıydı. Müslümanlar genelde Kuran-ı Kerime müracaat ediyorlar ve yaşantılarına bu İlahi hükümler istikametinde yön veriyorlardı. Şeytan aleyhillane meselenin can alıcı noktasını tesbit etmişti.

Bütün sorunlar, bütün proplemler Kur'an-ı Kerim'in ilk müraacaat ki­tabı olmasından kaynaklanıyordu. Müslümanlar, müslümanca yaşayabilmek için ilk önce Kur'an-ı Kerime müra­caat ediyorlardı.

Bu durumu tesbit eden şeytan aleyhillane ne yapma­sı gerektiğini açıkça anlamıştı. Yaşanan bir din ve bu dinin tahrif edilmesi mümkün olmayan İlahi bir kaynağı vardı. O halde tahrif edilmesi mümkün olan kaynakların türetil-mesi, bu kaynakların bayraklaştırılması ve müslümanlann bayraklaştınlan bu kaynaklara yöneltilmesi gerekiyordu. Bayraklaştıracağı kaynaklar sapık kimselerin kitapları ola­bileceği gibi, salih kimselerin kitapları da olabilirdi. Çünkü bu kitaplara gereken dikkati çektikten ve müsİümanlar İslamı yaşantılarını bu kitaplara göre tanzim etmeye başla­dıktan sonra, şeytanın yapması gereken tek bir iş kalıyor­du.

“Müslümanların İslam'ı yaşamak için yöneldikleri bu beşeri kitapları tahrif etmek. Salih kimselere nisbet edilen bu kitaplardaki bazı hükümleri değiştirmek, bazı görüşleri tevil ve tahrif etmek!.”

Bunu yapması mümkün müydü?

Beşeri kitaplar İlahi bir koruma altında olmadığına göre, elbetteki bu tahrifatı yapması, yaptırabilmesi müm­kündü. Yeter ki müslümanlar bu gibi kaynaklara yönelsin­ler ve bu kaynakları bayraklaştırsınlar. Yeter ki müslümanca yaşamak için müracaat ettikleri kitap, Kur'an-ı Kerim olmasın.

Kur'an-ı okusunlar.

Kur'an-ı yüce ve kutsal bir kitap olarak bilsinler. Ama yeter ki İslam'ı anlamak ve İslam'ı yaşamak için Kur'an-ı Kerime müracaat etmesinler.

Önemli olan, dinin yaşanır şeklini belirleyen Kur'an-ı Kerim'in yüksek ve kutsal bir rafa kaldırılması ve dinin ya­şanır şeklini belirleyen ikinci, üçüncü, dördüncü kaynakla­rın türetilmesiydi. Bu beşeri kaynaklar, dinin asli kaynağı durumuna getirildiği zaman, bu kaynaklardaki bazı can alı­cı görüşler tahrif edilerek, dinin yaşanır şekli de tahrif edi­lebilecekti.

“Bu şeytani yaklaşım olmuş mudur veya olmakta mı­dır?” şeklindeki bir soru, abes bir sorudur. Vefat eden bir­çok salih kimsenin eserlerinde yapılan tahrifatlar, bu kim­selere nispet edilen sapık görüşler, söz konusu şeytani yaklaşımın açık bir göstergesidir. Bu konuda şeytan ve dostlarının dikkat ettiği husus, eserlerine müdahale edecekleri kimselerin vefat etmiş olmasıdır. Çünkü müellif ve­fat ettiği zaman, batıl isnatlar karşısında itiraz veya tekzip etme durumu olmamaktadır.

Bizlere göre büyük bir önemi olan bu meselede ifrat ve tefride düşülmemesi gerekmektedir. Bu meselede dikka­ti çekmek istediğimiz husus, müellifleri salih kimseler de olsa beşer kaynaklı kitapların tahrif edilebilme olasılığıdır. Bu olasılığa ihtimal vermek ancak birçok fıkhi mirası bizle­re intikal ettiren salih kimseleri gözönünde bulundurarak, bu tahrifatı geniş boyutlu düşünmemek durumundayız. Bu olasılık bizleri uyanık kılmalı, savunduğumuz veya savuna­cağımız görüşleri tetkik ve tahkik etmeye yöneltmelidir.

Peki başka, daha başka neler yapmışlardır şeytan ve dostları?

Şeytan ve dostlarının daha başka neler yaptıklarını anlayabilmemiz için, Kur'an-ı Kerim'in günümüzdeki durumunu incelememiz yeterli olabilecektir. Çünkü günümüzde yaşanan birçok olay, söz konusu şeytani yaklaşımların bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Yaşadığımız coğrafyalarda müslümanların birçok dert ve problemleri bulunmaktadır. Bu problemler karşısında umutsuz bir şekilde düşünmemize ve sadece akıla dayanan çözümler tasarlamamıza gerek yoktur. Şiddetle gerek duy­duğumuz yegane husus, Allah'ın ayetlerine dönme ve bu ayetleri hatırlama vakasıdır.

Ümmet genelinde başımıza gelen her felaketin köke­ninde. Allah'ın ayetlerini unutma hastalığını görmekteyiz. Müslümanlar okudukları Kur'an-ı Kerim ayetlerinden gafil oldukları her dönem, yeni felaketlerle karşılaşmışlardır. Bu nedenle üzerinde durmamız gereken en önemli konu, Al­lah'ın ayetlerini hatırlama ve Allah'ın ayetlerini hatırlatma olmalıdır. Ne var ki cahili toplumlarda yaşayan müslüman­lann Allah'ın ayetlerini hatırlaması ve Allah'ın ayetlerini hatırlatması oldukça ciddi çalışmaları gerektirmektedir.

Meselemiz. Allah'ın ayetlerinin bilinmesiyle halledile­bilecek bir mesele olsa, arapça bilen ne kadar hafızımız varsa, o kadar rehberimiz var demektir. Ne var ki mesele­miz, Allah'ın ayetlerinin bilinmesinin ötesinde bu ayetlerin Rabbani manalarını anlamak, kavramak ve iman etmek meselesidir. Ne yazık ki birçok kardeşimizde bu bilinç yok­tur. Falancanın kitabını okur gibi Allah'ın kitabını okumak­tadırlar. Okuduğu ile ezilmesi, okuduğu ile inlemesi ve yepyeni bir dünyaya dirilmesi gerekirken, kıraati ile övün­mekte veya mealini vererek kibirlenmektedir. Bir çeyiz aksesuarı olarak kabul edilen, işlemeli kılıflara konularak raflara terkedilen, merasim gecelerinde okunan kitap. Allah'ın kitabıdır. Kainatı ve bizleri yaratan Allah (c.c.)'ın kitabıdır.

Rahman ve Rahim olan, Gaffar ve Kahhar olan Allah'ın kitabıdır.

Okumak, öğrenmek, yanlışı bilmek, yanlıştan sakın­mak, doğruyu bilmek, doğruyu yaşamak için yönelmemiz gereken kitap; ilk günkü tazeliğini koruyan, pak ve temiz olan Kur'an-ı Kerim'dir. Neyi okumamız gerektiğini ve neyi okuduğumuzu idrak etmeliyiz.

Herhangi bir müslüman dağların yürütülüşüne, göğün yanlışına şahid olsa ve bu olayı yaşarken, dağlardan, taş­lardan, ağaçlardan velhasıl her yönden “İnsanlardan kork­mayın, yalnız Ben'den korkun” şeklinde İlahi bir hitapla karşılaşsa, bu hitabı nasıl anlar ve nasıl kavrarsa: Kur'an-ı Kerim sayfaları arasında sakin bir şekilde yerinde duran “İnsanlardan korkmayın, Ben'den korkun” ayet-i kerimesini de aynı şekilde anlamak ve kavra­makla yükümlüdür.

Kur'an-ı Kerim ayetlerini bu şekilde duyuyor, bu şe­kilde anlıyormuyuz?

Arılamıyorsak niye?

Allah'a inanmış ve O'na teslim olmuş müslümanlar için, İlahi mesajın tüyler ürpertici bir sayhayla duyulması ile Allah'ın kitabında yazılması arassnda ne fark vardır?

Elbetteki hiçbir fark yoktur.

Musa (a.s.)'ın Sina dağında muhatap olduğu kelam, nasıl ki İlahi bir kelam ise: Kur'an-ı Kerim'de bizleri muhatap alan kelam da, aynı şekilde İlahi bir kelamdır. Firavun­ların karşısına Rabbani bir hüviyetle çıkabilmesi için, bu kelamla Sina dağında muhatap oimak ile, sayfa ve satırlar­da muhatap olmak arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de Allah'ın kelamı, her ikisi de Allah'ın emridir. Fakat ne yazıktır ki, bu gerçekler henüz müslümanlann dünyasında yeterince yer etmemiştir.

Dünyanın birçok yöresindeki kapitalist, komünist, fa­şist gibi cahili toplumlarda, yadırganması ve hayretle karşı­lanması gereken bir olay daha yaşanmaktadır. Bu olay, mevcut cahili otoritelerin izni ile Kur'an-ı Kerim'in resmi matbaalarda bastırılması ve ayrıca okunmasına ve okutul­masına izin verilmesidir.

Bu olay, ilk bakışta hayret edilecek bir olaydır!. Nasıl olurdu?

Tağut için en tehlikeli kitap olan Kur'an-ı Kerim, tağutun matbaalarında nasıl bastırılır ve okunmasına nasıl izin verilirdi?

Oysa ki Mekke dönemindeki kafirler ve müşrikler Kuranın okunmaması için her yola başvuruyorlar ve birbirlerine; “Kur'an'ı duyduğunuz zaman bağırıp çağırarak velvele yapınız ve Kur'an'ın sesini bastırınız” diyorlardı.

O halde ne olmuştu?

Günümüzdeki şeytan ve dostları. Kur'an-ı Kerim' den neden rahatsız olmuyorlar ve kendileri için çok tehlikeli bir kitap olan Kur'an-ı Kerim'in basılmasına ve okunması­na nasıl izin veriyorlardı?

Yoksa bir değişiklik mi vardı?

Oysa ki tağut, aynı isyankar tağuttu!.

Peki ya müslümanlar? ne yazık ki müslümanlar aynı müslüman değildi!. Bir değişiklik vardı ve bu değişiklik Kur'an-ı Kerim'de veya tağutta değil, müsiümanlardaydı. Müslümanlar değişmişti!.

Müslümanlar öylesine değişmişti ki, şeytan ve dostları bu müslümanların Kur'an-ı Kerime sahip olmalarından veya Kur'an-ı Kerim'i okumalarından rahatsız olmuyordu.

Peki neden?

Tağut, Kur'an-ı Kerim'i okuyan bu müsiümanlardan neden rahatsız olmuyordu?

Şaşkınlıkla beraber utanç ve ızdırap verici bu duru­mun kökeninde, İslam'a talip olan müslümanların cahili yaklaşımlara ve cahili değer ölçülerine sahip olmaları bu­lunmaktadır. Cahili toplumlarda yaşayan müslümanlar, bi­lerek veya bilmeyerek cahili yaklaşımlara ve cahili değer ölçülerine sahip olmuşlardır.

Cahili sistemlerin önemle üzerinde durdukları ilk konu müntesiplerine cahili değer ölçüsünü vermek, eğitim ve kültür faliyetleri ile bu değerlerif pekiştirmektir. Çünkü cahili değer ölçülerine sahip olan insanlar, sahip oldukları cahili değer ölçüsü ile cahiliyeye destek olacaklar ve cahili sistemler için bir tehlike arzetmeyeceklerdir.

Herhangi bir meseleyle, görüşle veya olayla karşıla­şan İnsanların bunu değerlendirebilmeleri, iyi veya kötü, güzel veya çirkin olduğuna karar verebilmeleri için, bu in­sanların bir değer ölçüsüne sahip olmaları gerekmektedir. İnsanlar sahip oldukları değer ölçüsüne göre meselelerini değerlendirebileceklerdir. Karşılaştıkları olay ve görüşlerin iyi veya kötü, çirkin veya güzel olduğuna bu değer ölçüsüne göre karar verebileceklerdir.

İnsanların hangi değer ölçüsüne sahip oldukları, bu nedenle çok büyük bir önem arzetmektedir. Şeytan ve dostları bu önemli konu üzerinde yeterince durmuşlar ve şimdi de durmaktadırlar. Cahili sistemlerin eğitim ve kültür faaliyetleriyle empoze ettikleri cahili değer ölçüsünü be­nimseyen İnsanlar, karşılaştıkları olaylar ve görüşler karşı­sında cahiliyenin istediği İstikamette karar vereceklerdir. Çünkü sahip oldukları ve kullandıktan ölçü. cahili değer öl­çüsüdür. Karşılaştıkları olay ve görüşleri cahili değer ölçü­süne göre değerlendireceklerinden, cahiliyenin istediği so­nuçlara varacaklar: cahiliyenin “Doğru” dediğine “Doğru”, “Yanlış” dediğine “Yanlış” diyeceklerdir.

Zamanımızdaki müslümanlann birçoğunda da cahili değer ölçülerinden değişik birikimler bulunmaktadır. Cahili değer ölçüsüne sahip olan müslümanlarm Kur'an-ı Kerim'i okumalarından, cahili sistemler bu nedenle rahatsız olma­maktadırlar. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen Rabba­ni gerçeklere cahili değer ölçüleriyle yaklaşan insanlar, bu Rabbani gerçekleri anlayamayacaklar ve neticede bu ger­çeklerden kaynaklanan Rabbani tavırları gösteremeyecek­lerdir.

Kaldı ki cahili toplumlarda Kur'an-ı Kerim'i okuyanla­rın büyük bir kısmı, sadece okuyucudurlar. Bunlar yaşanmayan bir Kur'an-ı okuyarak, cennete gireceklerini um­maktadırlar. Şeytan ve dostları bu kimselerden neden rahatsız olsun ki!.

Nitekim dünya müstekbirlerinin, Kur'an-ı Kerim'i sa­dece okumakla yetinen bu gibi kimselerden herhangi bir rahatsızlığı yoktur. Mesela Libya lideri Kaddafi. ülkesindeki müslümanlann Kur'an-ı Kerim'i okumalarından rahatsızlık duymamaktadır. Çünkü bu ülkede Kur'an-ı Kerim okun­makta, fakat Libya lideri Kaddafi'nin yazdığı Yeşil Kitap'taki ilkeler ise yaşanmaktadır.

Kaddafi neden rahatsız olsun ki?

Okunan Kur'an-ı Kerim, yaşanan ise Yeşil Kitaptır!.

Kaddafi'ye gidilerek: “Yeşil Kitab'ı kıraatle okuyup, Kur'an-ı Kerim'i yaşayalım” şeklinde bir teklif sunulsa, bu teklif karşısında Kaddafi'nin ne kadar müslüman oiduğu or­taya çıkacak, kendi kitabına reva görmediği davranışı, Al­lah'ın kitabına reva gördüğü anlaşılacaktır.

Tabi ki Kur'an-ı Kerim'i sadece okumak için okuyan­ların yanısıra, Kur'an-ı Kerim'i anlamak ve yaşamak için okuyanlar da vardır. Ne var ki cahiliyye bunlardan da pek rahatsız olmamaktadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi. cahili değer ölçüsüne bilerek veya bilmeyerek sahip olan bu müsiümanlar Kur'an-ı Kerim'i okumakta, ancak Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen Rabbani gerçekleri cahili değer öl­çüsüyle değerlendirdikleri için Rabbani gerçekleri kavraya-mamakta ve neticede Rabbani tavır gösterememektedirler. Yaşanan ve yaşanmakta olan bu olaylara zamanımızdan bazı örnekler verebiliriz.

Şam yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de. kendisine inanmış ve teslim olmuş müslümanlarm üstün ve güçlü olduklarını beyan etmektedir. Ne var ki bu İlahi buyruğu yüzlerce kez okuyan birçok müslüman, bu buyruğun ver­miş olduğu izzet ve şeref ile doğrulması gerekirken, cahili toplumlarda silik ve pasif bir şahsiyet olarak yaşamaya de­vam etmektedir.

Sanki müslüman olmakla yüz kızartıcı bir suç işlemiş­tir!.

Allah'a isyan eden kafirler ve müşrikler, isyan ettikle­ri Allah'ın arzında, cadde ve sokaklarda haketmedikleri sahte bir izzetle gezinirlerken; Allah'a kul, Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olan müslümanların boynu bükük tavırları nedendir?

Yüce Rabbimizin “İnanmışsanız, üstün olan sizlersi­niz” buyruğu, bu müsiümanların yaşantısında ve tavırların­da neden gözükmemektedir?

Çünkü, bu müslümanlara cahili sistemler tarafından, üstün ve güçlü olmaya ilişkin cahili değer ölçüsü verilmiştir. Bu cahili değer ölçüsüne göre üstün ve güçlü olabil­mek için mal, makam, para, silah ve asker gibi yaratılmış nesnelere ihtiyaç vardır. Müslümanlarda ve müslümanlara yön veren birçok kimsede böylesi cahili değer ölçüleri bu­lunmaktadır. Meselenin en hazin tarafı ise. bu şaşkınların. İslam'ı hakim kılmak için böylesi cahili değer ölçüsüne göre güçlenmeye çalışmalarıdır!. Nitekim kapitalist ekono­miye ve tağuti makamlara bu niyetle talip olunmaktadır!.

Cahili değer ölçüsüne göre üstün ve güçlü olabilmek için yaratılmış nesnelere yönelen müslümanlar, bu nesne­leri yaratan Allah (c.c.)'ın buyruğunu anlayamamakta ve yüceliğini idrak edemedikleri Allah'ın yardımı karşısında gafil bulunmaktadırlar.

Bir milyarder, herhangi bir müslümana; “Falanca işi yaparsan sana yüz milyon yardım ederim” dese, o müslüman yüz milyonluk vaadi cebinde bilir. Çünkü kendisine vaadde bulunan bu milyarderi, vaadini yerine getirmeye muktedir görmektedir.

Fakat ne hazindir ki, aynı müslüman Kur'an-ı Kerim'de Rabbimizin birçok vaadleri ile karşılaşmasına rağmen, bu vaadlere karşı muğlak ve kararsız bir tavır göstermektedir. Oysa ki Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde “Bunları yaparsanız, sizlere şunları va'detmekteyim.” buyruğunu beyan eden. vaadinden hiçbir zaman dönmeyen ve her şeye kadir olan Allah (c.c.)'dır.

Bu ve buna benzer yaklaşımlar, müslümanlarda az veya çok olarak gözüken cahili yaklaşımlardır. Kendimize yöneldiğimiz ve hoşgörü örtüsünü üzerimizden kaldırdığı­mız zaman, bu cahili birikimlerin bizlerde de bulunduğunu üzüntü ve kızgınlık ile müşahade edebiliriz. Yine de bu gibi cahili birikimleri tesbit edebilmemiz, bizler için olumlu bir gelişme sayılabilecektir. Çünkü temizlenebilmemiz ve İslami bir kişiliğe sahip olabilmemiz, bu gibi cahili birikimleri bilmemiz ve bunları izale etmeye çalışmamızla gerçekleşe­bilecektir.

Cahili değer ölçüleriyle Rabbani gerçekleri kavrama­mız veya cahili kimliklerle Rabbani bir iklime çıkabilmemiz mümkün değildir. Müslümanlar için yegane değer ölçüsü, Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen Rabbani değer ölçüsüdür. Bu Rabbani değer ölçüsünde şanı yüce Rabbimizin neleri değerli kılıp, neleri değersiz kıldığı net bir şekilde açıklan­makta, bizlere kesin ve değişmeyen ölçüler verilmektedir.

Müslümanlar Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen bu hu­susları kişisel yaklaşımlar ve beşeri ölçülerle değerlendirmeye ve ölçmeye yetkili değildirler. Çünkü bildirilen bu Rab­bani esaslar bizlerin ölçüp-değerlendireceği görüşler değil, bizler için kesin ve değişmeyen ölçülerdir. Ölçü ve ölçülecek nesne ilişkisinde netleşmemiz, neyin ölçü ve ne­yin ölçülecek nesne olduğunu idrak etmemiz gerekir. Bunu idrak edelim ki. metre ile kumaşı ölçmemiz gerekir­ken, kumaş ile metreyi ölçmeye kalkışmayalım!.

Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen Rabbani esasların hepsi, bizler için ölçülecek bir nesne değil, kesin bir ölçü­dür. Beşeri fikir, düşünce ve görüşlerimiz ise, Rabbani esaslar karşısında ölçülecek bir nesne durumundadır. Her Rabbani değer bir ölçü, beşeri değerler ise ölçülecek nes­nedir.

Beşeri değerleri ölçü kabul ederek, Rabbani esasları bu ölçüye göre değerlendiren kim­seler birçok çıkmazlara girecekler ve Rabbani mesajı kavrayamayacaklardır. Böylesi durumlara düşmememiz için beşeri ölçülerle Kur'an-ı Kerim'i değerlendirmekten vazge­çerek, Kur'an-ı Kerim ile değerlendirilmemiz ve Kur'an-ı Kerim ile değerlenmemiz gerekmektedir.

Kur'an-ı Kerim bizim yaklaşımlarımıza ve ölçüleri­mize göre bir Kitap olmayacak. Bizler Kur'an-ı Kerim'in yaklaşım ve ölçülerine göre müslüman olacağız. Ve o zaman, ancak o zaman kurtuluş bulucağız..

 

İmanın Tahrif Edilmesi

 

İman, bütün dünya müslümanlarının ortak bilinci, ortak inancıdır. Allah birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yerlerin ve göklerin yegane Rabbidir. Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) Allah'ın kulu ve son Resulüdür. Kur'an-ı Kerim hak­tır ve kıyamete kadar tüm dünya insanlarını Rabbani bir hayat tarzına, dolayısıyla ebedi kurtuluşa davet etmektedir. Diğer İlahi kitaplara, peygambere, meleklere, kadere ve gayba inanma ile şekillenen bu İman; müslümanların müslümanca yaşama gücü, zorluk ve güçlüklere karşı dayanabilme yeteneğidir.

Bu duygudur, oruçlu insanı sabırla ve umutla bekle­ten.

Bu bilinçtir, işkence altındaki yiğit müslümanlara; “Al­lah Bir, Allah Bir..” dedirten.

Bu hakikattir. İnsanı mü'min ve müslüman yapan..

İman bu ve imanlı insan böyle İse, yaşanılan birçok olayı nasıl yorumlayabiliriz?

Küfrü yaşamalarına ve küfrü tasdik etmelerine rağmen; "Biz mü'miniz. biz müslümamz" diyen bu insanlar kimdir?

Nasıl bir imana sahiptirler?

Alman asıllı bir müslümari kardeşimiz Türkiye'ye gel­diğinde bu tuhaf durumu görmüş ve: “Müslüman olmaz­dan evvel Türkiye'ye gelseydim, müslümanlık budur zanne­dip müslüman olmazdım!.” demişti!.

Gerçekten bunlar müslüman mıydı veya müslümanlık bu muydu?

Ne var ki Alman kardeşimizin yadırgadığı bu durum, birçok insanımız tarafından yadırganmamaktadır.

Çünkü inanç hürriyeti vardır!.

İnanmak ve İnanmamak serbest olduğu gibi nasıl ina­nılacağı da serbest bırakılmıştır. Bu inanç hürriyetine göre, neye, nasıi inanılacağı sınırlandırılamazdı.

İsteyen. istediğine. istediği şekilde inanabilirdi!.

İnancın İslami hakikatlerden soyutlandığı, sapık kafalarca iğdiş edildiği toplumlarda, böylesine bir inanç hürri­yeti yaşanmaktadır. Bu toplumlarda veya bu gruplarda amentüye göre kulluk yok,

kulluğa göre amentüler vardır!.

İslami endişe ve sorumluluğu hisseden birçok kardeşi­mizin sosyal yaşantıda karşılaştıkları, çoğu kez de cevabını bulamadıkları bir soru vardır. Bu kardeşlerimiz derler ki:

“Allah'a inandığını söyleyen bir müslümana gidiyoruz. Bu müslümana inandığı Allah'ın razı olacağı dinden ve bu dinin müslümanlara yüklediği sorumluluktan bahsediyoruz. Ancak bu anlatılanları dinlemelerine rağmen kendilerinde bir depreniş, bir silkelenme, bir harekete geçme yok ne­den?”

Allah'a inandıklarını söyleyen bu insanlar, inandıkları Allah'ın emir ve nehiylerine neden teslim olmuyorlar?

Allah'a inandıklarını söylemelerine rağmen neden Al­lah'tan korkmuyorlar, korkup sakınmıyorlar?

Çünkü bu insanların birçoğuna yanlış ve kısır telkin­lerden kaynaklanan eksik bir iman telakkisi verilmiştir. Allah'a inandığım söyleyen on insanın kalbine nüfuz edilebilse, belki de on değişik Allah telakkisi ile karşılaşılacaktır!.

Meselemizle ilgili olarak, basit olmasına rağmen an­lamlı bir kıssa vardır.

Hayatında hiç zeytin ağacı görmemiş ve zeytin yememiş saf bir adam. ilk kez bir zeytin ağacıyla karşılaşır. Bu ağacın zey­tin ağacı olduğunu öğrenince, zeytin ağacının dalına uzanarak bir zeytin koparır ve ağızına götürür. Zeytin henüz olmadığı ve olgunlaşmadığı için ağzı acılanır. Ve bu acı ile yüzünü buruştura­rak:

“Ya Rabbi, Sen bu zeytini Kur'an-ı Kerîm'de methediyorsun. Acaba tadına baktında mı methettin, yoksa tadına bakmadan mı methettin” der.

Tebessüm ederek karşıladığımız imani bilince ilişkin bu yanılgı, değişik boyutlarda az veya çok olarak müslümanlarda bulunmaktadır. Allah'a inanmalarına rağmen Al­lah'tan gerektiği gibi korkup sakınmayan insanlarda, bu gibi yanılgılardan kaynaklanan değişik ve eksik Allah telak­kileri vardır. Allah'a imanları tevhidi bir istikamette olma­yan insanlara, Allah'ın razı olacağı dinden ve bu dinin ge­tirdiği sorumluluklardan bahsetmek, elbetteki o insanları harekete geçirmeyecektir.

Bir insanın herhangi bir talebi yerine getirmesi için, talep sahibini hak olarak bilmesi gerekmektedir. Buna sos­yal yaşantıdan birçok örnek verebiliriz.

Bir insana elçi göndererek, o insandan bazı taleplerde bulunsanız: talepte bulunduğunuz insan sizi tanıyıp sevdiği veya sizden korkup-sakındığı oranda talebinizi yerine getirecektir.

Televizyonda veya radyoda yayınlanan vergi ihtarla­rından sonra veznelerin önünde meydana gelen kuyruk, açık bir sakınmanın tezahürü değil midir?

Yaratıklardan oluşan devletin ihtarına karşı duyarlı olan insanların, Yaratıcının ihtarına karşı duyarsız olmalarının nedeni, Yaratıcıyı eksik ve yanlış tanımlamalarında.

Böyle bir durumda ne yapılacak ve teğlibe muhatap olan insanlara nasıl bir telakki verilecektir?

İmani meseleler üzerinde durarak; “Topluma Allah'ınvarlığını anlatmalıyız” diyen müslümanlarla birlikte, Kalu Bela'dan şehadet ettiğimiz Allah'ı tanımak ve insanla­rın fıtratında bulunan, ancak çeşitli nedenlerle perdelenen bu hakikati günyüzüne çıkarmakla mükellefiz.

Bunun aksine cahili kültür ve eğitimden etkilenerek tahayyül edilen uzlaşmacı bir iman telkin etmek, müslümanlan Allah'ın rızasına ve arzu ettikleri neticeye ulaştırmayacaktır.

Ne hazindir ki zulmün, sömürünün ve şirkin yaygın­laştırıldığı toplumlarda imani tebliğde bulunmak isteyen bazı kimseler, muhatap aldıkları insanlara; zulme, sömürü­ye, şirke ve tağuta müdahale etmeyen bir Allah telakkisi vermeye çalışmaktadırlar. Samimi olduklarına hüsnüzan ettiğimiz bu kimseler, tabiat olayları ve yaratışla ilgili me­seleler üzerinde durarak “İlla Allah” tebliğini değişik boyutlardan yapmaya çalışmaktadırlar. Oysa ki bu gibi mesele­ler tevhidi teğlibin sadece bir cüz'ünü teşkil etmektedir. Bu cüz, tevhidi tebliğden ayrı olmadığı gibi, tevhidi tebliğ sa­dece bu cüzden ibaret de değildir.

Herhangi bir insan yaratılışla ilgili bazı olayları göre­rek ve tefekkür ederek: “Allah vardır” dese, sadece bu ik­rar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz. Bilindiği gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah'a inanmaktalar ve; “Allah vardır” demektedirler. Nitekim müşriklerle ilgili olarak Kuran-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır.

“Andolsun, onlara; “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?” diye soracak olursan, şüpİıesiz; “Allak” diyecekler. Şu halde nasıl oluyorlar da, çevriliyorlar?” [21]

“Andolsun, onlara; “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, hiç tartışmasız; “Allah” diyecekler. De ki; “Hamd Allah'ındır.” Hayır onların çoğu bil­mezler.” [22]

“Andolsun, onlara; “Gökten su indirip de ölümün­den sonda yeryüzünü dirilten kimdir?” diye soracak olursan, şüphesiz;  “Allah” diyeceklerdir. De ki; “Hamd Allah'ındır.” Hayır onların çoğu akletmiyorlar.” [23]

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu ayet'i kerimelerle me­seleye açıklık getirilmektedir. Müşrik, Allah'a inanmasına rağmen Allah'a eş koşan insandır. Allah'a eş koşan bu in­sanın, Allah'ın varlığına olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu insan müşriktir ve İslam dairesinde değildir. Böyle bir insana “İlla Allah” tebliğinin değişik bo­yutlardan yapılması, o insanı İslam dairesine dahil etmeye­cektir.

Tagutu ve tağuti görüşleri inkar ettirmeden, insanları Allah'ın varlığına iman ettirmeye çalışan ve bununla yeti­nen kimseler, bu yolu ve bu davet metodunu nereden al­mışlardır?

Bu çerçevede yapılan çalışmaların neticesinde “Al­lah'a inanıp, tağuta kulluk yapan” kimliklerin tazahürü gö-zönüne getirilirse: söz konusu davet metodu, tağuti bir gö­rünüm arzetmektedir. Nitekim tağuti sistemlerin böylesi davetlerden herhangi bir rahatsızlıkları yoktur. Hatta böy­lesi davetleri destekleyebilmektedirler. Çünkü bu gibi da­vetlerde sadece Allah'ın varlığı anlatılmakta, insanları sö­müren firavunların sahte ilahlığına dil uzatmamaktadır.

Zaten onların istediği de bu değil midir?

Mekke müşrikleri. Resulullah (s.a.v.)'e; “Senden sade­ce bizim ilahlarımıza di! uzatmamanı istiyoruz” şeklinde bir uzlaşma teklifi götürmüşlerdi. Resulullah fs.a.v.) tarafından reddedilen bu teklif, acaba sözü edilen çalışmalara yön ve­ren kimseler tarafından kabul mü edilmiştir?

Bu gibi çalışmalara yön veren kimseleri alim kabul ettiğimiz zaman, durum daha fazla karışmaktadır!.

Çünkü herhangi bir alimin.

asılla ilgili olan bu meseleleri çok iyi bilmesi gerek­mektedir. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin neden gönde­rildiği zikredilerek, peygamber varisi olan alimlerin tak'ip edecekleri yol açıkça beyan edilmektedir.,

“Andolsun, biz her ümmete; “Allah'a kulluk edin ve tağuta (Allah'tan başka her şeye) kulluktan kaçının” (demesi için) bir peygamber gönderdik.” [24]

Nitekim kelime-i tevhid “La İlahe” ile başlamakta, tagutu red ve inkar ederek temizlenen kalbe “İlla Allah” gerçeği sunulmaktadır.

Tevhidi tebliğ, bu esaslardan kaynaklanan ve bu esaslara göre şekil­lenen tebliğdir. Tevhidi tebliğin gündeme gelmediği top­lumlarda kimlerin müslüman, kimlerin kafir oldukları açık­lık kazanmış değildir. Çünkü müslümanhk ve kafirlik gibi sıfatlar, hak tebliğe muhatap olan insanların, bu tebliğe karsı gösterdikleri ve gösterecekleri tavrın bir neticesi ola­rak o insanlara verilmektedir.

Müslüman, karşılaştığı hak tebliği kabul eden ve bu hakka teslim olan insandır. Kafir ise. hak tebliğle karşılaş­masına rağmen bu hakkı örten, hakkı gizleyen ve hakkı inkar eden insandır. Tevil ve tahrif edilmiş gayri İslami tebliğle karşılaşan insanlar, bu tebliği kabul etmekle İslam'a göre müslüman olmayacakları gibi, bu tebliği reddetmek­le de İslam'a göre kafir olmazlar. Her iki durumda da cahil diyebileceğimiz gayrimüslimdirler. Kafir kabul edilip tekfir edilmeleri veya müslüman kabul edilip cennetle müjdelenmeleri caiz değildir.

Bizlerden istenilen ve bizlere emredilen yükümlülük, bu insanları tevhidi tebliğ ile yüzyüze getirmemizdir. Hak tebliğle karşılaşmadıkları için kendilerine telkin edilen ya­lanlarla gayri islami yaşantılarını sürdüren insanlara “Kafir” diyerek onları tekfir etmekten ve dalalete terketmekten Al­lah'a sığınırız. Bu insanları cennete davet etmedik ki, ce­henneme terkedelim. Kaldı ki Rabbani tebliğle net ve açık bir şekilde muhatap olmayan bu insanlar, hergün değişik şeytani tebliğlere muhatap olmaktadırlar.

İslam toplumunu yıkmak isteyen şeytan ve dostları, diğer esaslarda olduğu gibi iman esasında da büyük tahri­batlar yapmışlar ve bu insanlara yanhş bir Allah telakkisi vermişlerdir. Bu yanlış telakki insanları şirke, bu yaniış te­lakki insanları inkara sürüklemiştir. Nitekim yaşadığımız toplumda neye iman ettiğini bilmeyen şaşkınlar ve neyi in­kar ettiklerini bilmeyen ateistler bulunmaktadır.

Şeytan aleyhillane bazı İlahi hükümleri birçok müslümandan daha iyi bilmekte ve hareket metodunu bu hü­kümlere göre tesbit etmektedir. Şeytana göre, Allah'ı in­kar eden ateistler ile Allah'ın varlığına inanmalarına rağmen Allah'a eş koşan müşrikler arasında herhangi bir fark yoktur. Her iki grup da cehenneme yuvarlanmakta, yol ve akibetleriyle şeytanı memnun etmektedirler.

Şeytan aleyhillane her iki durumdan da, her iki grupdan da memnundur. Çünkü Allah'ı inkar eden ateistlerle birlikte, Allah'a inanmasına rağmen Allah'a eş koşan müş­riklerin de cehennem ehli olduğunu bilmektedir..

“Hiç şüphesiz Allah:, kendisine şirk koşanları ba­ğışlamaz. Bunun dışında kalanlardan dilediğini” [25]

“Ey İsrailoğalları, benim de Rab bini, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü O, kendisi­ne şirk koşana kuşkusuz cenneti haram kılmıştır, O'nun barınma yeri ateştir.” [26]

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu hükümlerde, Allah'a inanmalarına rağmen Allah'a eş koşan müşriklerin akibet-

leri beyan edilmektedir. Kafirler ve müşrikler arasında ameli farklılıklar olsa da, müşriklerin amelleri boşa çıkmak­tadır. Yaratıcı olarak Allah'a inanıp, namaz ve oruç gibi bazı ibadetleri yapmalarına rağmen Allah'a eş koşan müş­riklerin hüsrana uğrayacakları, Allah için yaptıklarını zan­nettikleri amellerin kabul edilmeyeceği ve boşa çıkacağı Kur'an-ı Kerim'de açıkça beyan edilmektedir.

“Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz senin de amellerin boşa çıkacak ve elbette nen kayba uğrayan­lardan olacaksın.” [27]

“Onlar da şirk koşsalardı, elbette bütün amelleri boşa çıkmış olurdu.” [28]

Müşriklik ve kafirlik açısından akibete ilişkin herhangi bir fark olmadığı için, şeytan aleyhillane sinsice davranmakta, geleneksel bir İnanç ile Allah'a inanan insanları Allah'ın varlığını inkara değil, Allah'a eş koşmaya davet et­mektedir. Böyle bir çalışma şeytan ve dostları için hem çok daha kolay, hem çok daha verimli olmaktadır.

Bu şeytani çalışmalar yapılmış mıdır ve günümüzde de yapılmakta mıdır?

Bu sorunun cevabını Kur'an-ı Kerim'de zikredilen müşrikler ile günümüz insanlarının mukayesesinde görebili­riz. Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen müşriklerin vasıflarım ve Allah'tan başka yöneldikleri, kulluk yaptıkları nesnelerin ne olduğunu bilirsek, günümüz insanlarını d eğeri erdirme­miz  daha kolay olacaktır.

Müşrikler Allah'a inanmalarına rağmen Allah'tan baş­ka nelere tapıyorlar ve neleri İlah kabul ediyorlardı?

Şeytan ve dostları onları nelere davet ediyorlar ve onları nasıl müşrik durumuna düşürüyorlardı?

İşte bu soruların cevabını ve bu meselemizi genel olarak şu başlıklarda değerlendirebiliriz.

Tabiata tapanlar: Geçmiş dünya tarihinde güneşe, aya ve yıldızlara tapan kavimler bulunmaktadır. Bu kavim­ler güneşte, ayda veya yıldızlarda büyük güçler olduğunu kabul etmekte ve karşılaştıkları olayların bu güçlerin etkisiyle meydana geldiğine İnanmaktadırlar. Geçmişte bu gibi şeylere ayrı ayrı tapıhrken, günümüzde tabiat ve doğa adı altında topluca tapümaktadır. Tabiatperest denilen bu kim­seler bir yaratık olan tabiatı yaratıcı yerine koymaktalar ve bu sapık görüşlerini bilimsellik adı altında yaymaya çalış­maktadırlar. Laboratuvarda gördüklerini tasdik eden ancak göremedikleri her şeyi inkar eden, yalanlayan bu sapıklar, yalanladıkları akibete duçar olacaklardır..

“Cehennem ateşine sürülüp, itilecekleri gün; “İşte sizin yalanlamakta olduğunuz ateş budur” (denilecek­tir).” [29]

“Oradan her çıkmak istediklerinde oraya geri çev­rilirler ve onlara; “Yalanlayıp durduğunuz ateşin aza­bını tadın” denir.” [30]

Yıldızların insanların kaderi üzerinde müessir olduğu­na, yıldıznameye ve yıldız falına inanan kimseler de. bu sapık fırkanın, sapık müntesipleridir.

 

Kendileri gibi birer mahluk olan insanlara tapanlar:

 

Kendilerini ilahlaştırmaya çalışan ve diğer insanla­rı da şeytani hüküm ve görüşlere davet eden bu mahlukla­rı, iki ayrı grupta inceleyebiliriz. Birinci grubun küfrü aşikardır. Bunlar kendileri azdığı gibi kendilerine uyanları da azdırıp, saptırmışlardır.

“Üzerlerine (azap) sözü hak olanlar derler ki; “Rabbimiz, işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız bunlar, kendimiz azıp saptığımız gibi onları da azdırıp-saptırdık.” [31]

Diğer İnsanların bu azgınlara kulluğu, bu azgınları dost kabul etmeleri ve bunları fayda veya zarar vermeye muktedir görmeleri üzerine gerçekleşmektedir. Bir kısım İnsanlar bu firavunları severek, bu firavunlara kulluk yapar­larken diğer bir kısım insanlar ise, bu firavunlardan kork­tukları için bu firavunlara kulluk yapmaktadırlar.

Ne garip ve ne hazindir ki dünyadaki sömürü çarkla­rını sömürenler değil, sömürülenler çevirmektedir. Çağdaş firavunları güçlü görerek bu firavunlara itaat eden ve kul­luk yapan bu zavallılar, firavunlarda gördükleri ve ürktükle­ri gücün, kendi kulluklarından kaynaklandığını idrak etmez­ler!.

Halbuki firavunların sahip oldukları güç, bu kölelerin gücüdür!.

Çağdaş firavunlar, hükmettikleri bu kölelerin gücü ile ayakta durmakta ve kölelerden aldıkları bu güç ile kölelere hükmedebilmektedirler!

Firavunluğu yaşatan ve firavunları güçlendiren bu kö­lelerdir!.

Sonra. sonra da kendilerinin verdiği bu güçten korkarak kul­luğa devam edenler yine bunlar,

Çağımızdaki birçok insanda, kimlere ve ne için itaat ettikleri bilinci yoktur. Herhangi bir binek hayvanı bile sahibinden başkası sırtına binince, rahatsız olmakta ve huysuzlanmaktadır. Köleliğe alışmış olan insanlar ise karınları­nı doyurabilmek İçin gözlerini bir tutam ota yöneltmişler, sırtlarına kimin inip bindiğine hiç önem vermemektedirler. Şanı yüce Rabbimiz biz insanları bu konuda uyarmakta ve Resulullah (s.a.v.);

“Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez” buyruğu ile bizleri ikaz etmektedir.

Şeytana kulluk yapmaktan içtinap etmeye çalışan kimseler, farkında olmadan şeytanın dostlarına kulluk yapmaktadırlar. Oysa ki şeytana kulluk yapmak ile şeytanın dostuna kulluk yapmak arasında herhangi bir fark yoktur.

Birinci gruptaki saptırıcıların küfürleri aşikar olması­na  karşın,  ikinci gruptaki saptırıcıların küfürleri herkese açık değildir. Bunlar müslümanlann arasında yaşamakta,. müslüman gözükmekte ve meseleye vakıf olmayan kardeş­lerimiz tarafından müslüman bilinmektedirler. Bu gruptakiler, birinci gruptakilere nazaran çok daha tehlikelidirler. Şeytanın sağdan yanaşmasında da belirttiğimiz gibi bunlar dost gözüken düşmanlardır. Allah adını kullanarak müslümanları aldatmaktalar ve bu samimi insanları sapık yollara davet etmektedirler.

Müslümanlar Allah (c.c.)'ı tekbir etmek ve diğer in­sanları Allah'a davet etmekle yükümlüdürler. Kendilerini veya başkalarını yüceltenler ve diğer insanları bunlara da­vet edenler açık bir sapıklığı yaşamaktadırlar. En seçkin in­san Resulullah (s.a.v.) dahi sadece Allah'ı tekbir etmiş ve insanları kendisine değil, Allah'a davet etmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'e ve efendimizi örnek alan müslümanfara emredilen tavır budur.

“Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma.” [32]

Her gördüğü sakallıyı hacı, her gördüğü sarıklıyı hoca sanan insanların, bu aldatıcılara aldanmalarının kökeninde, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle şu yanılgı bulunmaktadır..

“Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.” [33]

Aldanari insanlar, bu aldatıcıları yüce ve emin kişiler olarak görmekte ve onların Allah adını kullanarak yalan söyleyebileceklerine hiç ihtimal vermemektedirler. Oysa ki bu aldatıcılar “Bes­mele” ile söze başlamaktalar ve insanları tağuta kulluğa da­vet ettikten sonra “Elhamdülillah” diyerek sözü bitirmekte­dirler.

Müslümanların bu konuda dikkatli olmaları, sevdikleri ve itaat ettikleri kimseleri Allah'ın hüküm ve ölçülerine göre değerlendirmeleri gerekmektedir. Bu bilinçten uzak bir teslimiyet ile hoca ve üstadlarına teslim olan bazı kim­seler, bilginlerini ve rahiplerini Rab kabul eden hiristiyanların durumuna düşmektedirler.

 

Ölmüşlere tapanlar:

 

Ölülere tapma hadisesi, öl­müş olan salih veya azgın kimselerin, onlarda olmayan va-

sıflarla yüceltilmesi, çok ulvi makamlara çıkarılması ve on­lara bu itikatla yönelinmesi üzerine gerçekleşmektedir. Müşrikler, bu şekilde yücelttikleri bir mevtaya yönelmekte: bu mevtanın görüş ve ilkelerine itaat ederek, bu mevtanın sevgi ve rızasını gözeterek, ihtiyaçlarını bu mevtaya arzedip, bu mevtadan isteyerek.. Allah'tan başkasına kulluk yapmakta ve küfre girmektedirler. Kur'an-ı Kerim apaçık şirk olan bu yönelişi zikretmekte ve bu müşriklerin nasıl bir zelil duruma düştüklerini beyan etmektedir.

“Allah'tan başka çağırdıkları, hiçbir şeyi yarata­mazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar. Ölü­dürler, diri değildirler; ne zaman diriliceklerinin şuu­runa da varamazlar.” [34]

Evet, geçmişteki ve günümüzdeki müşriklerin yöneldikleri, itaat ettikleri, kurban verdikleri ve kulluk ettikleri insanlar ölüdürler!.. İnsanları zelil bir duruma getiren bu hadise geçmişte yaşandığı gibi, ne yazık ki günümüzde de yaşan­maktadır!. İstanbul'daki Eyyüp Sultana uzanan eller, İz­mir'deki Susuz Dedeye dökülen sular ve Ankara'dakine akıtılan kanlar bunun açık bir göstergesi değil midir?

Yaşanılan zillet öyle boyutlara varmıştır ki, dünya işleri falanca ölüye bırakılırken, ahiret işleri fi­lanca ölülere bırakılmaktadır!. Daha açık bir ifadeyle dirilerin idaresi, ölülere tevdi edilmiştir!. Tabi ki ölülere yönelen bu insanlara.

“Diri” denilebilirse!..

 

Sebeblere tapanlar:

 

Kur'an-ı Kerim'in birçok ye­rinde zikredildiğine göre, sıkıntıya düşen insanların Allah'a yalvardıklan ve sıkıntıları giderilince Allah'a eş koştukları beyan edilmektedir.,

“Nimet olarak size ulaşan ne varsa. Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda ancak ö'na yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, siz­den bir grup Rablerine sirk koşarlar; Kendilerine ver­diklerimize karşı nankörlük etmek için. Öyleyse yararlanın, ilerde bileceksiniz.” [35]

Bu olay geçmiş tarihte yaşanmış ve günümüzde de sık sık yaşanmaktadır. Sıkıntıya düşen insanların duası Allah'a, sıkıntı kalktıktan sonra hamd ve şükrü ise sıkıntıları­nın kalkmasına vesile olan sebebedir. Halbuki o sebeb ile sıkıntıyı kaldıran Allah (c.c.)'dır.

Sebebi yaratan da. O sebeble yardım eden de sanı yüce olan Rabbimizdir. Allah'ın yardıma mazhar olmalarına rağmen sebebleri yücelterek hamd ve şükürlerini bu sebeblere yönelten kişi­ler, Allah'a nankörlük eden müşrikler durumuna düşmekte­dirler.

Geçmişte yaşanan bazı olaylar.

bu meseleye açık bir örnek niteliğindedir. Düşman is­tilasına uğrayan herhangi bir ülkedeki insanlar, yardım etmesi için Allah'a dua ediyorlar ve Allah'ın yardımıyla üstün geldikleri zaman Allah'ı değil komutanlarını yüceltip, ko­mutanlarına şükrediyorlarsa, bu ülkedeki insanlar açık bir sapıklağa girmektedirler.

Bu insanlar, Allah'ın yardımına vesile olan herhangi bir sebebi ilahlaştırmaya çalışarak, kurtuluşlarına vesile olan sebebi. helaklanna vesile olacak bir sebeb durumuna getirmekte­dirler!

 

Putlara tapanlar:

 

Geçmiş müşriklerin ağaçtan ve taştan yonttukları putlara taptıkları, onlardan yardım dile­dikleri, onların önünde saygıyla durdukları ve bu putlara kurbanlar adadıkları birçok insan tarafından bilinmektedir. Bu putların mahiyetini ve bu putlara yönelen putperestle­rin durumunu idrak eden kardeşlerimiz, aynı hadisenin gü­nümüzde de tekrar edildiğini müşahade edeceklerdir. Put­lar ve putraperest mantığı günümüzde de yaşamaktadır. Tabi ki günümüzdeki putların isimleri değişmiş ve sayılan da artan nüfusa ve ihtiyaca göre(!) fazlalaşmıştır.

Bilindiği gibi İsrailoğullanndan bir kısmı böğüren bu­zağı heykeline tapınışlardı. Tefsirlerden açıklandığına göre Samiri tarafından yapılan bu altın buzağı heykelinin içinde hava akımını sağlayacak kanallar vardı ve rüzgarın esmesiyle böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmaktaydı. Günümüz­deki putlar bu şekilde böğürrnese de, bu putlara yönelen putperestler ibadetleri sırasında çeşitli besteleri terennüm ederek, bu boşluğu telafi etmektedirler!.

Müşriklerin durumlarıyla ilgili bu yönelişlerin hepsi, şehadeti bozan unsurlardır. Şeytan ve dostlarının bu yolda vermiş oldukları mücadelede ne derece başarılı oldukları ise. yaratıcı olarak Allah'ın varlığına inanan birçok insanın içine düşdüğü durumda belirginleşmektedir. Allah'a inanıp, taguta kulluk yapan bu kimseler, hem Allah'tan hem de tağuttan korkmaktadırlar. Ne Allah'ı ve ne de tağutu gazaplandırmak isterler. Tağutu gazaplandırmamak için tağuta itaat ederken. Allah'ı gazaplandırmamak için   Allah'a dua ederler. Gençliklerini tağut yolunda, yaşlılıklarını Allah'ın yolunda geçirirler. Kısacası bu şaşkınlar hem Allah'ı ve hem de tağutu hoşnut etmeye çalışmaktadırlar!.

Açık şirk içinde bulunan bu insanlarla konuşur ve bu insanları tanımaya çalışırsak, bu insanlardan birçoğunun aldatıcılar ve müstekbirler tarafından aldatıldıklarını, saptı­rıldıklarını, işledikleri şirkte bilinçsiz olduklarını müşahaae ederiz.

Bu insanların Allah'a inandıklarını zikretmiştik. Nite­kim herhangi bir müstekbir silah çekerek, bu toplumdan yüz insana; “Allah'a küfredin” dese: O insanlar kızgınlıkla sarsılacaklar, dehşete kapılacaklar ve hatta bazıları Allah'a değil omüs tekbirle re küfrederek ölümü bile göze alacak lardır. Bir örnek olarak verdiğimiz bu olay, sözkonusu in­sanların eksik de olsa samimi bir şekilde Allah'a inandıkla­rını göstermektedir.

Allah'a inanan bu insanların aldatılarak şirke sürük­lenmelerini de, şu şekildeki bir soru ile açığa çıkarabiliriz. Şirk içinde olmalarına rağmen bayram, cuma veya vakit namazı kılan insanlara şunu sorunuz.

Herhangi bir insan, herhangi bir parti veya herhan­gi bir devlet, namaz kılacağınız zaman Kabe'ye değil de falanca anıta yönelmeniz konusunda bir hüküm çıkarsa, bu hükme uyar mısınız?

Bu soruya verilecek cevap genelde aynıdır. “Uymayız.”

Bu hükme, bu kanuna neden uymadıklarını ve uyma­yacaklarını sorduğunuzda ise; “Çünkü bu konuda Allah'ın hükmü vardır. Allah (c.c.) biz namaz kılarken, bizlerin Kabe'ye yönelmesini emretmiştir” diyeceklerdir.

Açıkça anlaşılacağı gibi “Kabe'ye değil de. anıta yönelin” hükmüne, dini asabiyetle uymamaları onların sami­miyetini, fakat bunun yanısıra Allah'ın hükmüne muhalif birçok şeytani hüküm ve görüşlere uymaları ise onların al­datılmışlığın; göstermektedir.

İşte durum budur!

Vicdan sahibi kimselerin, vicdanını sızlatacak durum budur!.

İnsanımız aldatılmıştır. insanlarımız aldatılmaktadır. Cehalet içinde bulunan insanlarımız, bu cehalet ile cehenneme sürüklenmektedir.

Namazlarında ve günülük yaşantılarında yüzlerce kez “La ilahe illa Allah” diyen bu insanlar, tevhidin özünü ifade eden bu kelimeyi ikrar etmelerine rağmen tevhidi haki­katten bihaber bulunmaktadırlar. Gerçi bu insanlardan bir kısmı “Tevhid” kelimesine de yabancı değillerdir. Günlük yaşantılarında ve değişik sohbetlerde “Tevhid” kavramını kullanmaktalar fakat ne var ki. bu kavrama yanlış ve eksik manalar yüklemektedirler. Tevhid kavramına karşı gösteri­len bu batıl yaklaşım, diğer İslami kavramlarda da yaşan­mış ve hala yaşanmakta olan bir hadisedir.

Dikkat edilirse Kur'an-ı Kerim'de inkardan ve sapık­lıktan bahsedilmektedir. İnkar, herhangi bir kavramı mana ve lafzı ile birlikte reddetmektir. Sapıklığın kökeninde ise kavramın lafzına sahip çıkarak, bu lafzın içerdiği manayı değiştirmek veya inkar etmek vardır. Nitekim sapıklığa dü­şen birçok fırka, sapıklığa düşmelerine rağmen İslam'dan ve mü si limanlıktan vazgeçmek istememişler, dolayısıyle İs­lam, tevhid ve müslümanhk gibi kavramlardan feragat et­memişlerdir.

Ancak, sahiplendikleri kavramın içerdiği anlam ile nefislerini değiştirmeleri gerekirken, nefsani istekleri ile kavramın an­lamını değiştirmişlerdir!.

Tabi ki bu ve benzer hadiselerin kökeninde, şeytan ve dostlarının müdahalelerini görmekteyiz. Halkında müs-lüman olan ülkelerde şeytani bir hakimiyet kurmak isteyen şeytan ve dostları halkın nabzını gözönünde bulundurmuş­lar ve “Müslüman” sıfatından vazgeçmeyecek olan insanla­rı kendilerine kul-köle yapmalarına rağmen onlardan müs­lümanhk sıfatını almamışlardır.

Zaten Rabbani manasını iğdiş ettikleri bu sıfatı onlar­dan almalarına gerek de kalmamıştır!.

Çünkü anlamını ve aksiyonunu kaybeden bu sıfat, müstekbirlere kulluk yapan insanların göğüslerinde kupku­ru birer rozet olarak durmaktadır; Çağdaş firavunların pi­ramitlerine, cahili bir sevgi ve cahili bir korku ile emek ve ömür taşıyan bu zavallıların: “Bizler müslümanız” demeleri. Firavunları rahatsız etmemektedir. Bu toplumlarda müslüman lafzı kalmış, fakat ne yazık ki Rabbani anlamı İle müslümanhk yitirilmiştir!.

Tevhid. din, ibadet ve benzer kavramlarda da aynı acı hadiseler yaşanmaktadır. Bunun açık bir göstergesi' “İslam'ın hakikati” veya “Tevhidin hakikati” başlığında yayın­lanan kitaplar ve   bu kitaplara duyulan ihtiyaçtır.

Çünkü herhangi bir ülkede “Tevhidin hakikati” başlı­ğına gerek duyuluyorsa, bu gereksinme, o ülkede yalan ve yanlış tevhidi(!) anlayışlar olduğunu göstermektedir.

Mevcut sapmalar ve sapıklıklar karşısındaki ölçü. el-betteki Ktır'an-ı Kerim'dir. Bizleri tevhide davet eden Rabbimiz, bizleri bu önemli konuda muhayyer bırakmamıştır ki, herkes kendi anlayış ve ölçülerine göre tevhidi yaşaya­bilsin. Nikekim tevhidi prensipler Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde beyan edilmekte ve Resulullah (s.a.v.)'in sünne­tinde örneklendirilmektedir.

Tevhid.

Allah (c.c.)'ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birle­mek ve Ona hiçbir şeyi eş koşmamaktır.

Tevhid.

Allah'a inanan insanların yaşadıkları süreee ilgi ve dikkatlerini Allah'a yöneltmeleri, Allah'a teslim olmaları, hiçbir yaratığı hiçbir konuda mutlak muktedir görmeyerek, her iş ve her durumda mutlak muktedirin Allah (c.c.) oldu­ğunu idrak etmeleri ve Allah'ın gösterdiği yolda, Allah'ın emrettiği kişilikle sadece Allah'a kulluk etmeleridir.

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a imanı tevhidi isti­kamette olan bir müslüman, elbetteki bu iman ile arayışa geçecek ve yavrusunu kaybeden anne telaşı ile: “Rabbim için ne yapmam gerekir?” sorusunu soracaktır. Nitekim Rabbani yükümlülükler bu soruyu soran, bu sorunun çile ve ızdırabını çeken müslümanlara yüklenebüecekdir.

Konuşmalarında ve sohbetlerinde sahabe gibi yaşa­mak istediklerini belirten kardeşlerimi? iman düzleminde de sahabe gibi inanmak durumundadırlar.

Kimin dininde olduğumuzu. Kimi hoşnut etmek istediğimizi, bu din için mücadale verirken yardımcımızın Kim ol­duğunu idrak etmeli ve idrak ettiğimiz bu bilince yakinen iman etmeliyiz. Ancak bu şekildeki bir iman müslümanı müslümanca bir yaşantıya dahil edecek ve müslümanı Allah (c.c.)'ın hoşnutluğuna yaklaştırabilecektir.

Müminlerin vasıflarından birisi de Allah (c.c.)'ı her tür­lü noksanlıktan tenzih ve her türlü yüce değerlerle takdis etmeleridir. Her namazda ve namaz dışında teklarlanan bu eylem, müslümanlara emredilen Rabbani bir hükümdür.

Rabbinin yüce olan ismini teşbih et..

Rabbini güneşin doğuşundan önce ve batışından önce hamd ile teşbih et. Gecenin bir bölümünde ve sec­delerin arkasında da O'nu teşbih et.

Ve O'nu tekbir edebildikçe tekbir et.

Hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimizin. bu hü­kümlerindeki hikmet nedir?

Tekrarlanan tenzih ve takdis ile Rabbimizin ayırıp-yüceltmeyeceği aşikardır. Çünkü şanı yüce Rabbimiz zaten her türlü noksanlıktan münezzeh ve mukaddestir.

O halde bizlere emredilen ve bizler tarafından tekrar­lanan tenzih ve takdisin hikmeti nedir?

Daha önce de belirttiğimiz gibi, insanların kalplerinde değişik Allah telakkileri bulunmaktadır. Tabi ki bu değişik telakkilerde bazı yanlışlıklar ve eksiklikler bulunabilmekte­dir. İşte söz konusu eylemdeki tenzih ve takdis, aynı za­manda kişinin kalbi istikametindedir. Tekrarlanan tenzih ile Allah değil, kalplerdeki Allah imanı arındırılmakta ve takdis ile yine kalplerdeki Allah imanı yüceltilmektedir.

Kalplerdeki bu gerçek ne kadar arındırılır ve ne kadar yüceltilirse, hiç şüphesiz ki asıl gerçeğe o kadar yakın olacak ve bu istikamette olgunlaşan iman.

Allah'tan korkmayı, Allah'ı sevmeyi ve Allah'a güvenmeyi beraberinde ge­tirerek, müsiümanları bir bir ayağa kaldıracaktır.

 

Amelin Tahrif Edilmesi

 

Fikirler ve ideolojiler yaşandığı sürece canlılık kazan­makta, olumlu ve olumsuz yönleri yaşandığı zaman ortaya çıkmaktadır. Birçok beşeri ideoloji kitap sayfalarında, se­minerlerde ve konferanslarda insanlara cazip gelmesine rağmen, bu ideolojiler yaşam vadisine girince çarpıklık ve tezatları günyüzüne çıkmaktadır. Teori ve pratik arasındaki bu uçurum, dünyanın birçok ülkesinde kendisini göstermiş ve günümüzde de göstennektedir.

İşçi ve köylü sınıfına özgürlük vadeden komünizm, bu yaldızlı söylevlerden sonra Rusya'daki tatbikatında işçiye ve köylüye en fazla tahakküm eden bir ideoloji olarak günyüzüne çıkmıştır.

İslam'a ve îslami hükümlere düşman olan İngiltere, kendi dünya görüşüne göre bir hukuk sistemi ortaya koy­muş ve kendilerine göre insancıl olan bu hukuk sistemi suc eylemlerinin azalacağını ileri sürmüştür. Ne var ki mevcut tatbikatlar onların bu iddiasını yalanlamış  sade­ce 1982 yılında dosyalara geçen birmilyondokuzyüzbin adi şuç işlenmiştir. Yetkililerin ifadesine göre dosyalara geçen birmilyondokuzyüzbin suç olayının birmilyondan fazlasını hırsızlık teşkil etmektedir. Silahlı hırsızlık yani gasp olayında ise yine 1982 yılında 300-400 arası İngiliz ölmüştür. Yaşadıkları ve içinde bulundukları bu duruma rağmen İs­lam'a yöneltmeye çalıştıkları ithamlarda herhangi bir deği­şiklik yoktur. Onların bakış açısına göre İslam, hırsızların kolunu kesen vahşi bir dindir.

Evet, ne tuhaf bir anlayıştır ki, her sene silahlı gasp olayın­da 300-400 masum insanın boğazlanması medenilik(!), böylesi medeniliğin önüne geçmek için birkaç kol kesmek vahşiliktir!.

Yorum yapmıyoruz!.

İslam'ın hakim olduğu geçmiş toplumlarda hırsızlık olayının çok nadir olduğunu, gerçekleştirilen sosyal adalet ile hırsızlık nedenlerinin ortadan kaldırıldığını, 200-300 yıl içerisinde sadece birkaç kol kesildiğini ve buna mukabil toplumun mal ve can güvenliğinin sağlandığını biliyor, fa­kat yorum yapmıyoruz.

Yeniden dirilmeyi inkar eden kafirlerin, Kur'an-ı Ke-rim'de zikredilen bir istekleri vardır.

Biz yeniden dirilip-kaldırılacak olanlar değiliz. Eğer doğru .söylüyorsanız, şu halde atalarımızı getirin bakalım.[36]

Bu ve benzeri ayetleri okuduktan sonra bazen düşü­nüyorum..

Rahbimiz, ashab-ı kiramdan bir müslümam diriltse ne yaparız?

İçinde bulunduğumuz durumu ve yaşanılan olayları ona nasıl İzah ederiz?

Tabi ki bazı kimseler ona; “20. Yüzyılda yaşadıklarım, artık medeni olduklarını, hırsızların kolunu vahşice kesmediklerini ve hırsızlan eğitimle ıslah ettiklerini..” söyleye­ceklerdir. Sonra da ne kadar müslünıan olduklarını kanıtla­yabilmek için onu değişik camilerde gezdireceklerdir.

Merak ettiğim bir husus, camileri gezen bu sahabe, vakit namazları dışında ca­milerin neden kilitlendiğini veya cami tuvafetlerindeki mus­lukların bir kelepçe ile duvara neden kaynaklandığını sor­sa, ona nasıl eevap verilecektir?

Bırakın camideki halıları, cami tuvaletierindeki muslukların bile çalındığını ve bu nedenle musluklara bir kelepçe geçirerek duvara kay­nak yapmak zorunda kalındığı hangi medeni yorumla an­latılacaktır?

Velhasıl zor bir hadise..

Farazi olan bu meselede biz yine yorum yapmıyor, diriltildiği zaman yüzaltmışüçle (veya yeni uyarlaması olan terör yasasıyla) karşı karşıya gelebilecek olan sahabenin diriltilmesini ve Resulullah (s.a.v.)'i gören kurlu gözlerin, ça­ğın pisliklerine bakarak kirlenmesini istemiyoruz.

Konumuzun başında, “Fikirler ve ideolojiler yaşandığı sürece canlılık kazan­makta, olumlu ve olumsuz yönleri, yaşandığı zaman ortaya çıkmaktadır.” demiştik. Nitekim teoride kulağa hoş gelen şeytani hükümler, pratikte asıl rengini göstermekte ve ko­nuşmalarda hikmek va'deden hükümlerden zillet tecelli et­mektedir.

Şam yüce Rabbimiz ise hükmünde hikmet sahibidir. Yaşanılan Rabbani hükümlerin, yaşandığı sürece ortaya çı­kan güzel sonuçları bulunmaktadır.  Rabbani  hükümlerin yaşandığı İslam toplumunda meydana gelen ve bu toplum­daki insanları kuşatan mal, can, din, akıl ve nesil güvenli­ği, yaşanılan Rabbani hükümlerin hikmetlerindendir.

Fakat şu açık bir gerçektir ki, ancak ve ancak yaşanılan Rabbani hükümlerin hik-metiyle karşılaşılır. Rabbani bir hükmün hikmetiyle karşılaşabilmek için, söz konusu hükmün mutlaka ve mutlaka ya­şanması gerekmektedir. İşte bu nedenle Şeytan ve dostları Rabbani hükümlerin yaşantıdan soyutlanması üzerinde durmuşlar ve değişik çalışmalarda bulunmuşlardır. Rabbani hükümleri yaşantıdan soyutladıklan zaman şeytani emelle­rine kavuşabilmektedirler. Çünkü yaşanılan Rabbani hü­kümlerle cennete gidebilmek mümkündür. Müslümanlar, bildikleri ve tasdik ettikleri hükümlerden ziyade, yaşadıkları hükümlerle cennete yaklaşabileceklerdir.

“Allah, amel bakımından hanginizin daha iyi (ve daha güzel) olacağını denemek (açığa çıkarmak) için ölümü ve hayatı yarattı..” [37]

Bu ve benzeri ayet-i kerimelerde yaratılış gayesine açıklık getirilmekte, imtihanın ameli düzlemde olacağı be­yan edilmektedir. Bilgice, malca veya makamca üstünlük Rabbimiz nezdinde geçerli olmamakta, gerçek üstünlük amellere göre değerlendirilmektedir.

Rabbani bilgi ile karşılaşan ve bu bilgiyi kavrayan in­san, söz konusu bilginin ışığında Rabbani bir amelde bulunmuyorsa, sahiplendiği fakat yaşamadığı bu bilgi kendisi için bir yük, bir vebaldir.

Nitekim bildikleri ile amel etmeyen kimselerin Kur'an-ı tabirle “Kitap yüklü eşeklere” benzetilmesi mesele­ye açıklık getirmektedir. Eşek hepimizin bildiği gibi bir yük hayvanıdır. Hayvan olma hasebiyle taşıdığı yükten fayda­lanma bilincinden uzaktır. Sırtında taşıdığı yük ne olursa olsun, onun sıfatını ve değerini değiştirmez.

Sırtında odun da taşısa, altın da tasısa. kitap da taşısa onun sıfatı yine aynıdır.

Rabbani bilgiye sahip olmasına ve o bilgiyi taşıması­na rağmen, taşıdığı bilgiden faydalanmayan kimsenin, elbetteki adı zikredilen hayvandan bir farkı yoktur. Bu kimse yaşadığı zaman faydalı olabilecek bilgiyi taşımakta ancak yaşamadığı için bu bilgiden faydalanmamakta ve faydalan­madığı bilgiyi bir yük olarak taşımaktadır. Faydalanmadığı bu ilimden diğer insanları faydalandırması ise oldukça zor bir hadisedir. Bu konuda merhum Said Nursi'nin güzel bir ifadesi vardır..

Hakiki mürşid-i alim; koyun olur, kuş olmaz.

Hasbi verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffa sütünü.

Kuş veriyor ferhine luabalud kayyım

Bu beyitlerde, talebelerine yol gösteren bir alimin, ta­lebelerine karşı kuş gibi değil, koyun gibi olması gerektiği vurgulanmaktadır. Ana kuş yavrusunu, ağzına aldığı yiye­ceği tükrüğü ile karıştırıp kusmukla beslerken koyun yedi­ğini hazmetmekte, özümlemekte ve bunu süt olarak yavru­suna vermektedir.

Okuduğunu hazmetmeden. yaşamadan, özümlemeden talebelerine tükrükle karışık bir anlatımla aktaran kimselerin, yediklerini hazmetmeden kus­muk olarak yavrusuna veren kuşlardan ne farkı vardır. Merhum Said Nursi bu noktaya temas etmekte ve bu ger­çeği güzel bir şekilde örneklendirmektedir.

Bilgi, mal. makam... vs. gibi değer kabul edilen her şey. insanlara Allah'ın izniyle ve insanların denenmesi için verilmektedir. Şunu idrak etmeliyiz ki Allah'ın bize verdik­leri ile değil, Allah'ın bize verdiklerini Allah yolunda kulla­narak ve Allah'a takdim ederek cennete girebileceğiz. Me­sela el. ayak. dil, dudak. göz. kulak gibi uzuvlarımız. Allah'ın bizlere lütfettiği nimetlerdir. Bu nimetlerin bizlere verilmesi ve bizlerin bu nimetlere sahip olması, bizleri cen­nete sokmaz. Ancak ve ancak Allah'ın verdiği bu nimetleri Allah yolunda kullanarak cenneti umabiliriz.

Bilgi, mal, mülk, para ve servet de Allah'ın izniyle in­sanlara verilen nimetlerdir. Bu nimetlere sahip olmak üstünlük değildir. Üstünlük bu nimetten Allah yolunda kul­lanmakla gerçekleşebilir. Bu nimetler Allah'ın razı olacağı yolda kullanılarak Allah'a takdim edildiği zaman nimet olma vasfını koruyacak ve nimet sahibinin kurtuluşuna ve­sile olacaktır.

Sahip oldukları malı Allah'ın razı olacağı yolda kulla­narak ebedi kurtuluşlun için değerlendiremeyen kimseler, değerlendiremedikleri ve dolayısiyle faydalanamadıklan malı taşıyan (haya ederek söylüyorum; eşek gibidirler. Öyle ki eşekler yüklerine yük katılmasını istemezlerken, bu kimseler yüklerine yük katabilmek için geceli çabalamaktadırlar. Normal eşeklerin bile tuhafına gi­decek bu durum, henüz bu seviyeye ulaşamamış kimsele­rin oldukça rağbet ettikleri bir durumdur!.

Allah'ın verdiği malı. Allah yolunda infak etmekten çekinenler. Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir;

“Ve onlara: “Size Allah'ın rızık olarak verdiklerin­den infak edin” denildiği zaman, o küfre sapanlar iman edenlere derler ki: “Allah'ın eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseye, biz mi yedirecek misiz? Gerçekten siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz.” [38]

Meseleye yaklaşım mantıkları gavet açıktır: “Allah dileseydi o muhtaçlara verirdi. Allah'ın vermediği kimselere biz mi vereceğiz” demektedirler.

Bu mantık zamanımıza yabana mı?

Elbetteki değil!..

Allah'ın razı olacağı yolda mücadele eden müslümanlara infak etmekten içtinap ederek, bu müslümanlara; Al­lah yardımcınız olsun" diyen kimselerde de aynı mantık, aynı cahili hastalık bulunmaktadır. Allah'ın razı olacağı yol­da mallarını infak etmekten içtinap eden bu kimseler, sa­vaş emri ile mükellef olduklarında yine kenara çekilecekler ve müslümanlara yine: “Allah yardımcınız olsun” diyerek, onlardan uzak durabileceklerdir. Çünkü bu cahili yaklaşı­mın ilk patentini ellerinde bulunduran İsra i loğu Harının dav­ranışı böyledir..

“Dediler ki: “Ey Musa, onlar orada durduğu süre­ce biz hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, İkiniz savaşın. Biz şüphesiz burada, duranlarız.” [39]

Ayet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere şöz konusu beldeye girerek oradaki insanlarla savaşmaları emredilen İsrailoğulları. oradaki insanları kuvvetli gördükleri için can korkusuyla savaşmaktan kaçınmaktalar ve Musa  (a.s.)'a:

“Sen bizim gibi acizleri, güçsüzleri bırak. Gerçek kuvvet ve güç sahibi olduğunu söylediğin Rabbinle git ve ikiniz sava­şın. Biz burada bekleyeceğiz. Siz onları yenip, o beldeden uzaklaştınnca biz oraya geleceğiz..” demektedirler.

İsrailoğulları tarafından binlerce yıl önce söylenen bu sözler. Resulullah (s.a.v.)'in ümmetinden olduklarını iddia eden birçok kimse tarafında şu şekilde tekrarlanmaktadır:

“Bak kardeşim görüyorum ki çok samimisiniz ve Allah rı­zası için mücadele etmek istiyorsunuz. Fakat bilmeniz la­zım ki düşman çok kuvvetli. Can ve mal korkusunu taşı­yan müslümanlan ise biraraya toplamamız mümkün değil. Mutlaka bir bahane bulup, sizin yanınızdan savuşacaklardır. Ben tabi ki onlardan değilim. Ama bildiğiniz gibi ço­luk çocuk sahibiyim ve bir baba olarak onların geleceğin­den sorumluyum. Yarın okula gidecekler. Haydi diyelim ki okul önemli değil fakat mezun oldukları zaman durum ne olacak? Ne iş yapacaklar? Ne yeyip. ne içecekler? Bütün bunları düşünmek zorundayım. Görüyorsun ki kolay değil. Herneyse dertlerimle seni de dertlendirmeyeyim!. Ben yine de sizin için dua edeceğim. Allah yardımcınız olsun. İnşallah onları yenersiniz de hepbirlikte İslam'ın nimetlerin­den faydalanırız!..”

Evet, böyle diyebiliyorlar ve bunları dedikten sonra da kendilerini kutlamamızı ve dualarını bizlerden esirgeme­dikleri için onlara “Hay Allah sizden razı olsun” dememizi bekliyorlar!. Tabi ki üzülüyoruz, sıkılıyoruz, iğreniyoruz bu durumlarından. Onların bu durumuna bakarak “Hay Allah müstahakmızi versin” demeye de gerek duymuyoruz. Za­ten Allah (c.c) müstahaklarını vermiş!.

Şeytan ve dostlarının ameli sahada yaptıkları tahribatlardan bir diğeri ise. müslümanlan emr-i bil maruf ve nehyi anil münkerden uzaklaştırmalarıdır. Emirler ve nehiyler karşısında basit gibi gözüken bu suskunluk korkunç neticeler vermiş, çeşitli kötülüklerin İslam toplumunda ya­şamasına ve yayılmasına zemin hazırlamıştır.

“Yapmakta oldukları rnünkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları .şey ne kötü idi” [40]

Zikredilen İlahi buyruk ile bu hastalığa işaret edilmek­tedir. “Her koyun kendi bacağından asılır, sana ne, bana ne..” gibi tabirlerle kök salan bu tutum, kötülüklerin yaşa­masına ve yaygınlaşamasına neden olmuştur. Fahişelerin ve homoseksüellerin içinde bulunduğu durum ve onların bu rezilliklerine müdahale edilmemesi, yaşanılan durumun vehametini göstermektedir. Hatta öyle durumlara gelinmiş­tir ki, sokaklarda görülen homoseksüellere gülümsenmekte ve iğfal edilen genç kızların haberlerini yayınlayan gazete­ler satış rekoru kırmaktadır. Çünkü toplumun ahlak seviye­si o kadar düşmüş ve düşürülmüştür ki, bu gibi olaylar İğ­renç bir hoşgörü ve sapık bir hoşnutlukla karşılanabilmektedir.

Bir genç kızın aldatılarak iğfal edilmesini ve kötü yola düşürülmesini sapık bir zevkle okuyan kimseler, aynı du­rum kendi kızkardeşlerinin veya kendi kızlarının başına gel­diğin de acaba ne yapacaklardır?

Bu soru kendilerine yöneltildiğinde kızacaklar ve kaş­larını çatarak: “Hiç böyle şey olur mu?” diyeceklerdir!.

Bunlar cahil kimselerdir!

Bu kimseler toplumsal kültürün ne olduğunu ve bu kültürün insanlar üzerindeki etkisini bilmemektedirler. İğfal edilen kızın babasına veya erkek kardeşine sorsalar, onlar da böyle bir şeyin olacağını hiç düşünmüyorlardı. Onîar da “Hiç böyle şey olur mu?” diyeceklerdi. Onlar da böyle bir rezilliğe ihtimal vermiyorlardı.

Fakat düşünmedikleri, ihtimal vermedikleri bu rezillik gerçekleşmiş, olmaz dedikleri şey olmuştu işte!.

Hem neden olmasın ki?

Şeytan ve dostları böylesi rezilliklerin gerçekleşmesi için her türlü şartı ve zemini hazırlamamışlar mı?

Söz konusu insanlar böyle bir zeminde ve bu şartlar­dan etkilenerek yaşamıyorlar mı?

Tabi ki bunu biraz açıklamamız gerekecektir.. Bu toplumlarda öncelikle görücü usulü evlenme ya­dırganmış ve basın-yayın faaliyetleriyle böylesi evlilikler il­kel ve çağdışı olarak empoze edilmiştir. Değişik kültür faaliyetlerinde görücü usulü ile evlenmeye çarpık örnekler verilmiş, birbirini görmeden, birbirini tanımadan evlenen çiftlerin karşılaştıkları olaylar dram ve komedi türünde ser­gilenmiştir. Görücü usulü ile evlenmeyi böyle sanan genç kızlar elbetteki bu kültür faaliyetlerinin tesiri altına girmek­tedirler. Bu gibi faaliyetlerin toplum kesiminde ne derece kabul gördüğü ise aşikardır. Görücü usuİü ile evlenmekten söz edildiği zaman, genç kızların büyük bir çoğunluğu du­dak bükmekte ve alaycı bir üslupla; “Hangi çağda yaşıyo­ruz” demektedirler.

Peki ama bu genç kızlar nasıl evleneceklerdir?

Bu soruya da birçok yazar, tiyatrocu, fotoromana ve sinamacı cevap vermektedir. Sık sık yayınlanan fotoromanlarda ve sahneye konulan filmlerde genç kızın bir erkekle tanışması, onunla gezmesi, onunla beraber olması ve daha sonra evlenerek mutlu sona ulaşmaları konu edil­mektedir. Bu fotoromanları dikkatle okuyan ve bu filmleri hayranlıkla seyreden genç kızlara, nasıl evlenecekleri ko­nusunda çiçekli bir yol gösterilmektedir.

Artık yapılacak iş. kendisiyle ilgilenen erkeklerden bir tanesini seçmek ve onunla bir süre arkadaşlık yaptıktan sonra evlenip-mutlu olmaktır. Fakat ne yazık ki tanıştığı erkek, filmlerde seyrettiği (hadım) erkek gibi davranmamış ve kendisine zorla sahip olmuştur. Daha da kötüsü, almış olduğu kültüre göre sahip olduğu kızla evlenmeyi enayilik telakki eden erkek arkadaşı, ona sahip olduktan sonra onu ya satmaya yeltenmiş, ya da terketmiştir. Daha sonra kar­şılaşabilecekleri olaylarla kısa sürede “Satılık kadın” duru­muna düşebilecek olan bu zavallılar, aldatılarak sürüklen­dikleri bu durumun bedelini hayatlarıyla ödeyecekler ve gözyaşları içinde; “Gerçek hayat, filmlerdeki gibi değilmiş!” diyeceklerdir.

Peki bu adi zihniyet,

bu namus düşmanları, gerçek hayatın filmlerdeki gibi olmadığını bilmiyorlar mı?

Ne yazık ki yüzbinlerce kızın kötü yola düşmesine ve­sile olan bu zihniyet, kötü yola düşen kızları toplumun yüz­karası olarak damgalarken, kendileri saygm(!) mevkilerde bulunmaktadırlar. Aslında toplumun gerçek yüzkarası, ca­hiller tarafından alkışlanan bu namussuzlar ve bu namus­suz zihniyettir.

Bu zihniyeti alkışlayan.

bu zihniyetin yaşamasına göz yuman şaşkınlar, bu zihniyete kendi ailelerinden de kurbanlar vereceklerdir. Komşusunu yakan ateş, onların evine de sıçrayabilecektir.

İnsanları emr-i bil maruf nehyi anil münkerden uzak­laştıran şeytan ve dostları, namaza da müdahale etmişler ve bu müdahaleye maruz kalan insanlar, namazın anla­mından uzak bir konuma düşmüşlerdir. Nitekim halkında müslüman olan ülkelerde yaşayan birçok insan namaz kıl­makta, fakat ne var ki kıldıkları namazdan gafil bulunmak­tadırlar. Kur'an-ı Kerim ifadesiyle bu kimseler namazların­da yanılgıdadırlar, ne için nereye yöneldiklerinin, ne yaptıklarının bilincinde değildirler..

“İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılgıdadırlar. Onlar gösteriş yap­maktadırlar.”[41]

Müslümanların en görkemli ve en anlamlı ibadeti olan namaz, günümüzde ne yazık ki Önemini ve etkinliğini kaybeden bir eylem durumuna getirilmiştir.

Namaz kılmayı veya hacca gitmeyi ticari bir bonser­vis olarak kullananları bir kenara bıraksak bile. samimi müslümanlarda da namaza ilişkin yanılgılarla karşılaşabili­yoruz.

“Ne yapmalı?” sorusuyla yanınıza gelen bir müslümana;

“Öncelikle dosdoğru namaz kıl” dediğinizde, bir el havada sallanmakta ve;

“Zaten namaz kılıyoruz” şeklinde ba­sit bir cevap verilmektedir!.

Oysa ki bu namaz.

Mekke dönemi müslümanlarının en büyük eylemlerindendi. Bu kutlu müslümanlar dosdoğru kıldıkları namaz ile cahili pisliklerden temizleniyorlar, dosdoğru kıldıkları namaz ile dosdoğru bir Rabbani kimliğe kavuşuyorlardı.

Nitekim Resulullah (s.a.v.) Efendimiz.

“Herhangi birinizin kapısında günde beş defa yı­kandığı bir nehir nisa, o kimsenin üzerinde kir kalabi­leceğini tasavvur edebilir misiniz?” buyurunca Ashab:

“Kir kalmaz” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):

“İşte beş vakit namaz da böyledir” buyurdu. [42]

Cahili toplumlarda yaşayan müslümaniar, bu cahiliye­den kaçınılmaz olarak etkilenmektedirler. Bu müslümanlara sosyal yaşantıları esnasında cahiliyeden birçok izler, bir­takım pislikler bulaşmaktadır. Böyle bir konumda bulunan müslümanlann öyle namaz kılmaları gerekir ki, kılacakları bu namaz ile üzerlerindeki cahili izler ve pislikler dökülebilsin. Dosdoğru kılacakları bu namazla dirilsinler, bu namaz İle Rabbani iklimi teneffüs etsinier.

Allah'ın huzuruna durdukları zaman, neleri terketmeleri gerektiğini ve neleri terkettiklerini bilsinler. Yöneldikleri kıbleye, vücudlanyla, akıllarıyla, fikir­leriyle, kalbleriyle, her şeyieriyle yönelsinler..

Rabbim şahiddir, muhtacız böylesi namazlara!.

Havaya, suya, ekmeğe muhtaç olmamızdan daha faz­la , çok daha fazla muhtacız böylesi namazlara. Çünkü böyle kılınan namazlarda temizlenebilecek ve böylesi na­mazlarda dirilebileceğiz..

Evlerinizde namaza durmazdan önce düşünün!..

Resulullah (s.a.v.) o sırada, evinizin bir odasına teşrif etmiş olsa, Resulullah (s.a.v.)'in bulunduğu odaya, onun huzuruna nasıl girersiniz?

Bunu düşünün!...

Vücudunuzun heyecanla titremesini, kalbinizin say gıyla çarpışını dinleyin!.

Sonra seccadenize bakın!.

Kendi kendinize; “Şimdi Resulullah (s.a.v.)'in huzuru­na değil, onun ve hepimizin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın huzuruna çıkıyorum” diyerek kendinizi uyarın, ikaz edin.

Korkarak, titreyerek, severek, sevinerek girin O'nun huzuruna.

“Allahuekber” diyerek O'nu tekbir ettiğiniz zaman, O'nun dışında kalan herşeyin küçüklüğünü, acizliğini bir kez daha idrak edin.

Namaz boyunca Rabbinizle konuşmanın, Rabbinize açılmanın, Rabbinize sığınmanın haşyetini teneffüs edin.

Ve açın ellerinizi, isteyin Rabbinizden,

O'ndan isteyin,

Malik'ül Mülk'ten isteyin,

Rahman ve Rahim olandan isteyin.

Kendinizi unutup, kardeşleriniz için isteyin.

garipler, mustazaflar, muvahhidler için isteyin.

Sonra doğrulun seccadenizden ve dosdoğru kimlikler­le, dosdoğru eylemlere doğru yürüyün..

İnsanları kurtarmaya ve gerçek kurtuluşa doğru yürü vüni...

 

Dinin Tahrif Edilmesi

 

Geçtiğimiz konularda imanın, kitabın ve amelin tahrif edilmesine değinmiştik. Bu tahrifatlardan sonra “Dinin tah­rif edilmesi” başlığında yazacak fazla birşey kalmamakta­dır. Çünkü değindiğimiz tahrifatlardan sonra dinin tahrif edilmemiş tek bir vasfı, yani sadece ismi kalmaktadır.

Tabi ki aklımıza şu soru gelebilir..

İlahi dinin ismi olan “İslam” kelimesine neden dokunmamışlardır?

İlahi dinin yaşanır şeklini belirleyen hükümleri tevil ve tahrif eden şeytan ve dostları, hükümlerde bu tahrifatı yapmalarına rağmen İlahi dinin ismi olan “İslam” kelimesi­ne neden dokunmamışlar ve bu ismi neden değiştirmemiş­lerdir?.

İnsanları ve, insanlardan meydana gelen toplumları yakından tahlil eden kimseler için önemli olan bu soruyu, kelimeler ve kelimelerin anlamları üzerinde durarak açıkla­yabiliriz.

Konuşabilme yeteneğine sahip olan insanlar, sosyal yaşantılarında birçok kelimeler ve kavramlar kullanmaktadırlar. Kelimeler ve kavramlar taşıdıkları anlam ile değer kazanmakta ve bu anlama göre kullanılmaktadır. Kelimeler ve kavramlar anlamlarına göre değer kazanmalarına rağ­men kelimeler ile anlamları arasında somut ve değişmez bağlar yoktur. Çünkü kelimeler ve anlamları farklı düzlem­lerde bulunmaktadırlar.

Harf ve seslerden meydana gelen kelimeler, müşaha-de edilebilir maddi bir düzleme ait olmalarına rağmen bu kelimelerin içerlediği anlam zihinsel bir düzleme aittir. Ke­limeler ve anlamlar farklı düzlemlere ait oldukları için bun­lar arasında doğru orantılı bir bağlantı yoktur. Bu nedenle­dir ki harf ve seslerden meydana gelen kelimeler aynı kalmasına rağmen, bu kelimelerin zihinlerde uyandırdığı anlam nesilden nesile değişebilmektedir. Bir toplumun zih­ninde çok geniş anlamlar uyandıran bir kelime, daha son­raki toplumların zihninde bu derin anlamını yitirebiimektedir. Hatta bunun ötesinde, içerdiği anlam ile önceki nesillerin uyanmasına vesile olan bazı kelimeler bu anlam­larını yitirerek yanlış anlamlar yüklenmekte ve bu yanlış anlamlar ile daha sonraki nesillerin uyutulmasına vesile olabilmektedir.

Kelimeler aynıdır, harf ve seslerden meydana gelen yapısı değişmemiş­tir. Değişen ve değiştirilen, bu kelimelerin zihinlerde uyan­dırdığı anlamlardır. Şunu bilmemiz gerekir ki bir nesilden daha sonraki nesillere intikal eden miras, kelimelerin içer­diği anlamdan ziyade kelimelerin kendisidir. Geçmişe ve geçmişteki sevdiklerine bağlı kalmak isteyen toplumlar, kendilerine miras kalan bu kelimelere karşı çok tutucudur­lar. Mesela saadet asrından günümüze intikal eden birçok kelime vardır. Saadet asrı müslümanlarının kullandığı bu kelimeler, günümüzde yaşayan birçok insan tarafından da kullanılmaktadır. Ne var ki saadet asrından günümüze inti­kal eden sedece kelimelerdir. Bu kelimelerin İçerdiği birçok yüce anlam günümüze intikal etmemiş, saadet asrında kalmıştır.

Saadet asrında kullanılan birçok kelimenin anlamı, tevil ve tahrif edilerek günümüze ulaşmıştır. Fakat insanlar yine de bu kelimeleri dışlamak, bu kelimelerden feragat et­mek istemezler. Çünkü birçok umudlan, birçok özlemleri bu kelimeler üzerine bina edilmiştir. “Allahuekber” nidala­rı ile kazanılan savaşları okudukları zaman, aynı kelimeyi tekrarlayarak, aynı kelimeyi haykırarak yeni savaşlar kaza­nacaklarına inanırlar.

Oysa düşünmeleri gerekiri.

“Alhhuekber” kelimesi, asr-ı saadet müslümanlan için ne anlam ifade ediyordu?

Öncelikle bunu düşünmeleri, bunu araştırmaları ve bunu idrak etmeleri gerekir. Bu yüce kelimenin, yüce manasını anladıktan sonra, dönsünler kendilerine, incelesinler çevresindeki insanları ve bu insanların “Alhhuekber” keli­mesinden ne anladıklarım ve bu kelimeyi hangi anlamda kullandıklarım tesbit etsinler.

Bunu tesbit ettikleri zaman.

insanları arkalarına alarak hergün kıldırdıkları namaz­larda yüzlerce kez “Allahuekber” diyen kimselerin neden aciz olduklarını da tesbit edebileceklerdir, Ve anlayacaklardır,

kıldıkları ve kıldırdıkları namazlarda yüzlerce kez “Ye­gane büyük Allah'tır” diyen kimselerin, zikrettikleri bu söze rağmen yüce olan Allah'tan değil de, zelil olan tağuttan korkmalarının nedenini!,.

Konumuzla ilgili olan “Din” ve “İslam” kelimeleri de, nesilden nesile miras kalan ve her neslin genellikle sahip çıktığı kelimelerdir. Resulullah (s.a.v.) ve ashab-ı kiram na­sıl ki “Dinimiz İslam” demişlerse, yaşadığımız toplumun büyük bir çoğunluğu da bu kelimelere sahip çıkmakta ve “Dinimiz İslam” diyerek, bu kelimeleri telaffuz etmektedir­ler. Ne var ki sahip çıktıkları ve telaffuz ettikleri sadece bu kelimelerdir!.

Şeytan ve dostları insanların sımsıkı sarıldıkları bu kelimelere müdahale etmeye gerek duymamışlarıdır. Çün­kü onların rahatsız olduğu husus harflerden ve seslerden oluşan kelimeler değil, bu kelimelerin zihinlerde ve gönül­lerde uyandırdığı anlamlardır. Bu nedenle kelimeleri değil, kelimelerin anlamlarını tahrif etmişler ve bu tahrifatla iste­dikleri şeytani hedeflere ulaşmışlardır.

Din nedir?

İslam nedir?

“Dinimiz İslam” ne demektir? sorularının gerçek ce­vabını bilmeyen birçok insan, bu soruların cevabını bilme­melerine rağmen “Dinimiz İslam” diyebilmektedirler. Bu insanlar şeytan ve dostları tarafından aldatılmışlardır. Bu insanlar Allah adına konuşan ancak tağuta uşaklık yapan satılmışlar, belamlar ve din tüccarları tarafından aldatılmış­lardır.

Satılmışlar tarafından aldatılan bu insanlar, “Din” ke­limesinin asli manasım bilmedikleri gibi bilmediklerini de bilmemektedirler. Çünkü şeytan ve dostları bu kelimeye kendi menfaatlerine uygun bir anlam yüklemişler ve sömürdükleri insanlara “Din” kelimesini bu şeytani anlamla birlikte vermişlerdir. “Dinimiz İslam” diyen birçok insan, bu ifadeyi kullanırken şeytan ve dostlarının empoze ettiği manayı anlamakta ve bu manada kullanmaktadır. anlayış,, taguttan aidıg, destekle hayli yaygınlaşrmştır Tabi ki ortaya çıkan bu din anlayışına göre kendilerine “Aziz din adamı” denilen bazı zelil kimseler de, vaaz ve fetva kürsülerine oturmuşlardır!.

Artık dine ait bütün sorunları halletmek için, bu kim­selere müracaat edilmesi gerekmektedir. Çünkü bu gibi iş­ler, bunların görevleridir. Şeytan ve dostları bu satılmışları, sapık bir din anlayışını anlatmaları ve yaygınlaştırmaları için görevlendimiş ve bunlara değişik makamlar ve unvan­lar vermişlerdir.

Bunlar tağuta hürmet ettikleri için hürmete layık gö­rülen kimselerdir!.

Tağutun çıkar ve menfaatlerine hürmet etmeyen ger­çek alimler, gerçek hocalar cezalandırılırken: tağutun önünde eğilip, bükülen bu satılmışlar, üç-beş parça kemik­le ödüllendirilmektedir. Oysa yedikleri kemikler, namaz kıldırdıkları cemaatin kemikleridir. Hak adına yapılan batıl konuşmalarla aldatılan cemaatlerin etlerini yiyen tağut, ke­mikleri de bu köpeklere atmaktadır.

İslam dinine karşı işlenebilecek olan cürümler, bu sa­tılmışlar tarafından işlenmektedir. Bu cürümlerden bazılarını, Kur'an-ı Kerİm'de beyan edilen şu örneklerle zikredebi­liriz..

Onlar dinlerini oyun ve eğlence (konusu) edinmiş­lerdi ve dünya hayatı da  onları aldatmıştı..[43]

Topluma verilen din anlayışının temel direklerinden olan “Mevlid” toplantıları, bu ayet-i kerimeye açık bir Örnektir. “Mevlid farz mıdır, sünnet midir, nafile midir?. sorularına; “Güzel bir adettir” şeklinde cevap verilmektedir.

“Güzel bir adettir” cevabını verenler,

bu güzel adetle yolunu bulan mevlidhanlardır!. Din adamı geçinen bu mevlidhanlara okudukları mevlidler için para verilmese, “Mevlidin dinde yeri olmadığını, bidat ve hurafe olduğunu” önce onlar, hiç şüpheniz olmasın ki önce onlar söyleyeceklerdir. Boş ellere, boş zarflara baka­caklar ve “Bize faydası olmayan mevlidin, ölmüşlere hiçbir faydası yoktur” diyeceklerdir.

“Cengizhan mı yoksa Mevlidhan mı daha zalimdir?” sorusuna:

“Mevlidhan” diye cevap vermek daha doğru ola­caktır. Çünkü dini bir kisve altına saklanan bu mevlidhan-lar, gizli düşmanlıkları ile insanların dünyalarına ve ahiretlerine büyük zararlar vermektedirler.

Avrupa'da para karşılığı “Cennet tapusu” satan geç­miş papazlar ile bunlar arasında elbetteki bir fark vardır. Papazlar “Hıristiyanlık” adı altında İnsanları sömürürken, bunlar “İslam” adı altında insanları sömürmektedirler.

İçki masaları arasında yapılan sünnetler ve bu sünnet düğünlerinde Kuran ve mevlid okuyan zeliller, dinlerini oyun ve eğlence konusu edinenlerin ta kendileridir.

Apaçık belgelerle indirdiklerimizi ve insanlar için kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanla­ra, işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilenler lanet eder. [44]

Hakkı batıla karıştırmayın ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.

Bu ayet-i kerimeler, hakkı bilmelerine rağmen bu mualmaktadır, Dünyalık menfaatler için hakk, gibu   kimselere   genellikle’nin  Dın adamı denilmektedir, İslamda Din adamı sıfatı ile ayncahkh bir sınrf bulunma­masına rağmen halkında müslüman olan birçok ülkede din adamları zümresi bulunmaktadır. Cahiliyeye bağlı olan bu din adamları, İslam dinini, cahili görüşlerle çatışmayacak bir şekilde anlatmakla görevlidirler!.

Geçmiş devirlerdeki peygamberlerden şeytani istek­lerde bulunan cahiliye mensupları, peygamber varisi (!) olduklarını İddia eden günümüzdeki bu din adamlarından da aynı isteklerde bulunmaktadır. Değişik ifadelerle tekrarla­nan bu isteklerde: “İslam dini Öyle bir şekilde anlatılmalıdır ki, cahili yapıların çıkar ve menfaatleriyle çatışmasın” de­nilmektedir.

Bu mümkün müdür?

İnsanların insanlara kulluk yapmasının reddedildiği İslami dünya görüşü ile insanların insanlara kulluğuna daya­nan beşeri dünya görüşlerinin çatışmaması mümkün mü­dür?

Elbetteki mümkün değildir!.

Bu iki ayrı dünya görüşünün çatışmaması için, bu dünya görüşlerinden birisinin tevil ve tahrif edilerek diğer dünya görüşüne göre değiştirilmesi gerekmektedir. Ya be­şeri dünya görüsü, İlahi dünya görüşüne göre değiştirile­cek; ya da İlahi dünya görüşü tevil ve tahrif edilerek, beşe­ri dünya görüşü ile çatışmayacak bir duruma getirilecektir.

Peygamberler tarafından reddedilen bu gibi şeytani istekler, günümüzdeki din adamları tarafından kabul edilebilmektedir. Dünyalık menfaat için bu işe talip olan dm adamları, menfaat duygusuna can korkusu da ekleninceseçimlerini yapmaktalar ve İslam dinini, cahiliyenin çıkar ve menfaatleriyie çatışmayacak bir şekilde anlatmaya çalış­maktadırlar. Namaz, abdest. oruç ve güzel ahlakla ilgili meseleler, cahiliyenin çıkar ve menfaatlerini etkilemediği için söz konusu din adamları devamlı bu meseleler üzerin­de durmaktadırlar. Tekrar tekrar gündeme getirdikleri bu meseleleri anlatırlarken gayet rahattırlar. Cahili sistemler bu meselelerin anlatılmasını sakıncalı görmemişlerdir. Çünkü müstekbirler. bu gibi meselelerin gündeme gelme­sinden rahatsız olmazlar.

Peki neden?

Neden rahatsız olmazlar?

Fazla düşünmemize gerek olmadan bu nedenin ceva­bını yakın tarihte yaşanılan bir olayda müşahade edebili­riz. ,

İrak, İngilizlerin tahakkümü altındayken ezan sesini duyan İngiliz komutan;

“Bu nedir?” diye sorar. Kendisine duyduğu sesin ezan olduğunu söylediklerinde:

“Bu ezanın İngiliz siyasetine ve İngiltere'nin menfaatlerine herhangi bir zararı var mıdır?” şeklinde ikinci bir soru sorar. Bu so­ruya:

“Herhangi bir zararı yoktur hatta müdahale edilme­mesinin faydası vardır” karşılığını alınca;

“O halde bırakın okusunlar” cevabını verir,

Evet,

halkında müslüman olan ülkelere tahakküm eden bir­çok müstekbir, bu ülkelerde okunan ezanlardan ve sömür­dükleri insanların namazlarından, oruçlarından rahatsız ol­mamaktadırlar. Çünkü bu insanlar namaz kılşa da, oruç tutsa da bu müstekbirlerin hükümlerine göre yaşamaktalar ve dost kabul ettikleri bu müstekbirlerin şeytani görüşleri­ne itaat ederek,  boyun eğerek bu müstekbirlere  kulluk peki İslam dinine göre böyle bir kulluk anlayışı var mıdır?

İslam'da olduklarını söyleyen bu insanlar, Allah'ın hü­kümlerine göre İslam dininde midir?.

Herhangi bir insanın İslam dinine girmesi için kelime-i şahadet esas alınmıştır. Bir insanın müslüman olması için “Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah” buyru­ğunu tasdik ve ikrar etmesi gerekmektedir.

“Allah'tan başka İlah yoktur ancak Allah vardır ve Muhammed (s.a.v.) Allah'ın Resulüdür” ifadesi ne demek­tir?

Bu ifadeyi tasdik eden kimseler, neyi tasdik etmekte­dirler?

Kelime-i şahadette “La ilahe” yani “(Allah'tan başka) İlah yoktur” ifadesine neden gerek duyulmuştur?

Neden sadece: “Allah vardır ve Muhammed(s.a.v.) Allah'ın Resulüdür” denilmemiştir?.

Allah'tan başka İlah var mıdır ki,

şanı yüce Rabbimiz Allah (c.c.) bizleri “La ilahe” (Al­lah'tan başka İlah yoktur) buyruğuna davet etmektedir?

Akıllı olduklarını söylemelerine rağmen akılsızca bir aldanış içinde buiunan insanlar bunu düşünmüyorlar mı?

Allah'tan başka İlah olmadığına göre “La ilahe” buy­ruğunu tasdik ve ikrar etmemiz neden emredilmiştir?

Çünkü!.

Allah'tan başka İlah yoktur gerçeğine rağmen tahak­küm ettikleri insanlara ilahlık taslayan, kendilerini ilahlaştırmaya çalışan firavunlar bulunmaktadır. “La ilahe” buyru­ğu ile bunlar inkar edilecektir. Kendilerini ilahlaştırmaya çalışan bu müstekbirler inkar edilecektir.

Peki.

İlahlaşmaya çalışmak ve insanlara ilahlık taslamak ne demektir?

Milyonlarca insanın kabul ve tasdik ettiği gibi her şeyi Allah (c.c.) yaratmıştır. İnsanları yaratan Allah (c.c), insanları dünya yaşantısında kendi zatından habersiz bırak­mamış ve bu insanlara peygamberler göndererek nasıl ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini kendilerine bildirmiştir. Bildirilen bu hükümlerle insanlara bir yol, bir dünya görü­şü, bir yaşam biçimi sunulmaktadır.

Bir yol, bir dünya görüşü, bir yaşam biçimi olarak ifade ettiğimiz şeyin en kısa adı “Din'dir. Din kelimesi bütün bunları kuşatmaktadır. “Her yaşam şekli bir dindir ve her din bir yaşam şeklidir” ifadesi, genel olarak doğru bir ifadedir. Tabi ki Allah'ın hükümlerine göre belirlenen ve şekil alan din, Allah'ın razı olacağı dindir. Herhangi bir toplumun gittiği yol, herhangi bir toplumun dünya görüşü, herhangi bir toplumun yaşam şekli Allah'ın hükümlerine göre belirleniyor ise bu toplum Allah'ın razı olacağı bir din üzeredir. Allah'ın razı olacağı dini, yani İslam'ı yaşayan toplumlarda, Allah'ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan ayrıcalıklı veya dokunulmaz bir sınıf yoktur.

Peki bu durumdan herkes memnun mudur?

Elbetteki değildir!.

İnsanlan ezmek ve sömürmek isteyen müstekbirler

bu durumdan hiç memnun değillerdir. Çünkü İlahi hüküm­lere göre insanlan ezmeleri ve sömürmeleri mümkün de­ğildir. Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaat­lerine dokunan İlahi hükümleri tevil ve tahrif etmek ve yaşam şeklini belirleyen yeni hükümler vazetmektir.

Yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler vazetmek!..

Ne demektir bu?

Allah (c.c.) böyle bir yetkiyi kime vermiştir?

Okuduğu Kur'an-ı Kerim'i anlamaya çalışan herkesin bildiği gibi, Allah (c.c.) böyle bir yetkiyi peygamberlerine dahi vermemiştir.

Bu demektir ki insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarına dair hü­küm vazetme yetkisi sadece ve sadece Allah (c.c.)'a aittir. Hiçbir insana verilmeyen bu yetki ancak Allah'a aittir. Daha açık bir ifade ile insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarını belirleme hakkı, sadece ve sadece Allah'ın hak­kıdır.

İlah olmakla,ilgili olan bu hak, yegane İlah olan Allah (c.c.)'ın hakkıdır.

İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarına dair hü­küm vazetme meselesi, İlah olmakla ilgili bir mesele ise aldatılan bütün şaşkınlara soruyoruz..

“İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini beyan eden Allah'ın hükümlerine rağmen, kendi çıkar ve menfaatlerine uygun şeytani hükümler vazeden bu firavunlar kimdir? İnsanların nasıl ve ne şekil yaşayacaklarına dair hüküm vazetme meselesi, İlah'lıkla ilgili bir mesele olduğu­na göre bunlar İlah mıdır?”

Bağırsaklarında pislik taşıyan bu mahluklar, elbetteki İlah değildir. Ne var ki İlah olmayan bu firavunlar. İlah'likla ilgili meselelerde hüküm vazederek ilahlaşmaya çalışmaktalar ve tahakküm ettikleri insanlara ilahhk tasla­maktadırlar.

İşte ilahlaşmaya çalışmak veya İnsanlara İlahhk tasla­mak budur. Bu anlaşıldığı zaman, “La ilahe” (Allah'tan başka İlah yoktur) hükmünün vazedilme nedeni ve hikmeti daha iyi anlaşılacaktır.

Bizleri bu hükme davet eden Rabbimiz, bizlere bu hükmün gerektirdiği tavrı emretmektedir. Bu hükmün ge­reği İşe ilahlaşmaya çalışan, insanlara ilahlık taslayan fira­vunların red ve İnkar edilmesidir. Kelime-i şahadette yer alan “La ilahe” buyruğu bunu gerektirmektedir.

Herhangi bir insanın İslam dinine girebilmesi için; kendisine ilahhk taslayan bütün firavunları, ilahlaştırılmaya çalışan bütün putları “La ilahe” buyruğu ile İnkar etmesi, bu inkardan sonra “İlah Allah” diyerek alemlerin yegane ya­ratıcısı olan Allah (c.c.)'a yönelmesi ve “Muhammedun Resulullah” buyruğu ile Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'i Resulullah olarak, bir önder ve bir örnek olarak kabul ettiğini ikrar etmesi gerekmektedir.

Kelime-i şahadetin manasını bilmeden, bunun gerek­tirdiği tavın idrak etmeden, bu kelimeyi telaffuz eden her­kesi müslüman kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çün­kü günümüzde yaşayan birçok firavun bil kelime-i şahadeti telaffuz etmekte ve müslüman olduklarını ileri sürmektedirler. Alim  geçinen  bazı şaşkınlar da; 

“Şayet hükmü inkar etmiyorlarsa bunlar da fasık olan müslümanlardır” şeklinde görüş beyan etmektedir.

Bu gibi kimselere alim denilse de bunlar aslında ca­hildirler. Çünkü Kur'an Kerim'de yapmakla emredildiğimiz ve yapmaktan nehyedüdiğimiz hükümler vardır. Her­hangi bir müslüman yapmakla emredildiğimiz takva ile ilgili bir hükmü yaşamamasına rağmen inkar etmezse din­den çıkmaz. Fakat yapmaktan nehyedüdiğimiz küfre ait bir hükmü, inkar etmemesine rağmen, ikrah söz konusu de­ğilken yaparsa dinden çıkar. Tabi ki kişiyi günaha sokan ameller ile küfre sokan amelleri birbirinden ayrı değerlen­dirmemiz gerekir.

Kelime-i şahadeti telaffuz etmelerine rağmen firavunlaşan ve firavunlara kulluk yapan kimseler müslüman değil­dirler. Çünkü kelime-i şahadet sihirii veya büyülü bir keli­me değildir ki. bu sözü söyleyen kimsenin hali, durumu, yönelişi, fiilleri ne olursa olsun hemencecik onu mümin yapabilsin!. Oysa büyüden ve sihirden münezzeh olan kelime-i şahadetin yüce bir anlamı vardır. Nitekim bu yüce anlam, bu sözü söyleyen kimselerin yaşantılarına ve fiilleri­ne müdahale etmektedir. İşte bu müdahale ile, bu müda­haleyi kabul ve tasdik etmek ile bir insan müslüman olabi­lir.

Netice olarak kelime-i şahadeti telaffuz. etmelerine rağmen, firavunların şeytani hükümlerine gönülden itaat eden kimseler; namaz da kılsalar, oruç da tutsalar, hacca da gitseler ne yazık ki müşriktirler.

Peki bu zavallılara tekrar tekrar namazı, tekrar tekrar abdesti, tekrar tekrar orucu ve güzel ahlakı anlatan birçok din adamı bu durumu bilmiyor mu?

Hem Allah'a, hem de tağuta kulluk yapılmayacağını bilmiyorlar mı?

Hem Allah'a, hem de tağııta kulluk yapmaya çalışan kimselerin müşrik olduklarını ve bu kimselerin yaptıkları bütün amellerin boşa gideceğini bilmiyorlar mı?

O halde neden neden anlatmıyorlar.

Allah'a  kul  olmak  istiyen  bu  insanlara acımıyorlar mı?

Bilmeyerek   cehenneme  doğru   yol   alan   insanları cennet vaadleriyle aldatmaya utanmıyorlar mı?

Allah (c.c.)'ın Kahhar olduğunu ve hakkı gizledikleri için kenelerini kahredeceğini bilmiyorlar mı?

O halde neden, neden anlatmıyor?

Bu soruların cevabını da, yine kendileri veriyorlar.

Çünkü sakıncalı!..

Allah'a karsı cürüm islemeyi sakıncalı görmeyen bu satılmıştırlar firavunlara karşı cürüm işlemeyi sakıncalı görmektedirler Allah'tan değil de firavunlardan korkan bu satılmışlara artık ne denilebilir ki?

Oysa Kur’an-ı Keri’i okumaktadır!.

“Hani kendilerine kitab verilenlerden; “Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz” [45] diye söz almıştı. Fakat onlar bunu arkalarına attılar ve ona karşılık az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey ne kötüdür.

“Alalh’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla az bir değeri satın alanlar: onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap da vardır.” [46]

Allah'ın hükümlerini derin bir suskunlukla gizleyen ve büyük bir cüretle tevil eden bu satılmışlar, cahiliyenin akar ve menfaatlerine dokunmayan bazı İlahi hükümleri tekrar tekrar anlatarak “Din adamı!” unvanlarım korumak­tadırlar.

Bunların din adamı oldukları doğrudur. Bilmemiz ve bilinmesi gereken husus, bu aldatıcıların kimin dini üzerinde olduklarıdır!.

Aldıkları az bir paha karşılığında hakkı gizleyen bel'amlardan bazıları, anlattıkları birkaç doğruyu dikkate alarak halkı ıslah ettiklerini ve iyi işler yaptıklarını zannet­mektedirler. Oysa Kur'an-ı Kerim ifadesiyle bunlar tesatçıların ta kendileridir.

(Müstek birlerin ve aldatıcıların) kendilerine;  

“Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde:

“Biz yal­nızca ıslah edicileriz” derler.

“Haberiniz olsun; gerçekten, asıl fesatçılar bunlar­dır, ama farkında değildirler.” [47]

Allah adını kullanarak insanları insanlara kul yapan, bilerek veya bilmeyerek zulmü ve sömürüyü meşrulaştıran bu aldatıcılardan ortak bir ses gelir..

“Biz yanlızca ıslah edicileriz!.”

Firavunların zulmüne, emperyalistlerin sömürüsüne uğrayan insanları ıslah etmek, daha doğru bir ifadeyle onları ehilleştirmek isterler.

Allah'ın rızasını isteyen insanlara;

“Şayet Allah'ın rızasını istiyorsunuz, saygıdeğer firavunlara itaat edin ve sakın fe­sat çıkarmayın” derler. Peygamberlere ve peygamber va­rislerine itaat etmekle ilgili olan ayet-i kerimeleri, firavun­lara itaat edilmesi için delil olarak ileri sürerler. Devamlı olarak Allah'ın adını kullandıkları ve Allah adına yemin et­tikleri için, aldatılan insanların bu satılmışları tanımaları ve tesbit etmeleri güçtür. Nitekim Kuran' Kerim bizleri bu konuda da uyarmaktadır.

“Ey insanlar; hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcıar) da sizi Allah ile (Allah adını kullanarak) aldatmasın.” [48]

Daha önce de zikrettiğimiz bu ayet-i kerimeyi düşün­memiz gerekmektedir. Çünkü birçok insan bu şekilde aldatılmaktadır. Allah'ın affetmeyeceği cürümleri işleyen kimseleri, Allah'ın adını kullanan satılmışlar tarafından; “Allah Rahmandır, affeder” denilmekte ve bu insanlar Al­lah'ın affedeceğini umud ederek aynı cürümleri işlemeye devam etmektedirler. Oysa ki ayet-i kerimede: “Hiç şüp­hesiz Allah'ın va'di haktır” buyurulmaktadır. Söz konusu cürümleri işleyenlere cehennem va'dedilmişse. Allah'ın bu va'di haktır.

Allah'ın affetmeyeceği cürümler hakkında “Allah affe­der” diyerek tevbeyi ahirete bıraktıran ve İnsanları bu cürümlerden uzaklaştırmayan kimseler, ayet-i kerimede be­yan edilen aldatıcıların ta kendileridir. Fakat yine belirtiyorum, bu aldatıcıların tanınmaları ve tanıtılmaları zordur.

Bu meseleyle ilgili olarak yaşadığım bir olayı anlat­mak istiyorum..

Mahalle komşumun bir av köpeği vardı. Hangi niyet­le yaptığını bilmiyorum, bu köpeğin boynuna bir koyun çıngırağı takmış. Geceleri evde çalışırken, sokaktan gelen çıngırak sesini duyar ve “Acaba kimin koyunu?” diye düşü­nürdüm. Aynı çıngırak sesini duyduğum bir gece sokağa çıkıp baktığım da, bunun koyun değil, komşunun köpeği olduğunu görmüştüm!.

Odama dönerken kendi kendime gülümsüyor, ses ve sözlere aldanılmaması gerektiğini kendime bir kez daha hatırlatıyordum.

Evet!.

Dünyalık menfaatler için ahiretierini satan din adam­larının boynunda da firavunların taktığı buna benzer bir çıngırak bulunmaktadır. Bu çıngıraktan gelen sese ve söze kulak verenler, çıngırak sahiplerini bu ses İle değerlendi­renler, onların birer koyun olacaklarını sanacaklardır. Hal­buki onlar firavuna köpeklik yapan zavallılardır. Menfaat­ten yağ bağlamış kuyruklarına ne zaman hassanız, havlamaya başlayacaklar ve dişlerini göstereceklerdir.

Allah'ın adını kullanan ve Allah'a yalan isnat eden bu sapıklar haramlara helal, helallara haram diyebilmektedirler. Haramlara helal denilmesine örnek vermemize gerek yoktur. Tesettürün farz olmadığına  dair yapılan beya­natlar ve “Okula giderken başınızı açabilirsiniz” şeklinde verilen ruhsatlar haramın helal kabul edilmesine açık örneklerdendir.

Helallere haram denilmesine ise sadece bir örnek vermekle yetinelim.,

Urfa'daki Halil-ul Rahman Camisine gidenler, cami bahçesindeki havuzda yüzen kutsal  balıkları görmüşler­dir. Bir süre önce Urfa'ya gittiğimizde tutulması yasak, yenilmesi haram olan bu balıklan bizler de görmüştük.

Kutsal balıklar!..

Hindistan'daki kutsal inekleri çok önceleri duymamı­za rağmen Urfa'daki kutsal balıklan yeni görmüştük!. İneği kutsallaştıran Budistlerdi. Peki ama bu balıklan kutsallaştıran kimlerdi?

İneği kutsallaştıran Budistlere gülen müslümanlar, şimdi kimlere güleceklerdi?

Kimdi?

Allah'ın helal kıldığı balığı haram ilan eden şaşkınlar!. Hangi dinin şeriatına göre bu hükmü veri­yorlardı?

Bazı balıkları kutsallaştıran ve yenilmesini haram kı­lan din, cihetteki İslam değildi.,

Ey iman edenler, Allah'ın bizin için helal kıldığı güze! şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüp­hesiz Allah, haddi aşanları sevmez. Allah'ın size rızik olarak verdiklerinden helal ve temiz olarak yiyin.

İslam dini adına konuşan birçok aldatıcı.

İslam'a yabancı bir din anlayışı ortaya koymaktadır­lar. Haramların helal, helallann haram kıhnabildiğini bu din anlayışına ne yazık ki “İslam” ismi verilmektedir. Böy­lesi İslam  anlayışlarıyla karşılaşan insanlar, samimi niyetlerle bu anlayışları kabullenmekteler ve “Dinimiz İslam” diyerek, İslam dininde oldukları hayaline kapılmaktadırlar.

“Her din bir hayat şekli ve her hayat şekli bir dindi” gerçeğini bilmeyen bu insanları, İslam'a davet ettiğimiz za­man şaşirmaktalar ve bizleri derin bir acıyla yaralayan şu cevabı vermektedirler..

“Biz zaten İslam dinindeyiz ki!”

İnsanımızın bu durumu karşısında acıyla yutkunuyor ve sözlerimizi dünya şeytanizmini lanetliyerek bitirmek isti­yoruz.

Vey! olsun, firavunlara uşaklık yapan satılmışlara. Veyl olsun, hakkı bilip, hakkı gizleyen dilsiz şeytanlara..

Ve lanet olsun. yine lanet olsun, yine lanet olsun şeytan ve dostlarına...



[1] A'raf: 7/12.

[2] A'raf: 7/12.

[3] A'raf: 7/20-21.

[4] A'raf: 7/22.

[5] A'raf: 7/23.

[6] A'raf: 7/200-201.

[7] A'raf: 7/14,17.

[8] Bakara: 2/170.

[9] Bakara: 2/141.

[10] Ankebut: 29/38.

[11] Lokman: 31/33.

[12] Kasas: 28/87.

[13] Zümer: 39/3.

[14] Tevbe: 9/31.

[15] Kasas: 28/79.

[16] Ankebut: 29/57.

[17] Nisa: 4/118-119.

[18] Mücadele: 58/19.

[19] Kafirun: 109/6.

[20] Hicr: 15/9.

[21] Ankebut: 29/61.

[22] Lokman: 31/25.

[23] Ankebut: 29/63.

[24] Nahl: 16/36.

[25] Nisa: 4/116.

[26] Maide: 5/72.

[27] Zümer: 39/65.

[28] En'am: 6/88.

[29] Tur: 52/13-14.

[30] Secde: 32/20.

[31] Kasas: 28/63.

[32] Kasas: 28&87.

[33] Cin: 72/5.

[34] Nahl: 16/20-21.

[35] Nahl: 16/53,55.

[36] Duhan: 44/35-36.

[37] Mülk: 67/2

[38] Yasin: 36/47.

[39] Maide: 5/24.

[40] Maide: 5/79.

[41] Maun: 107/4,6.

[42] Sünen-i Nasei 461.

[43] Araf: 7/51.

[44] Bakara: 2/159.

[45] Al-i İmran: 3/187.

[46] Bakara: 2/174.

[47] Bakara: 2/11-12.

[48] Fatır: 35/5.