Okunaklı Olsa Da Dokunaklı Yazmamak
Vaziyet Değil, Vasiyet Etmek!.
Namaz Televizyondan Hayırlıdır
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
Hamd, sena ve övgülerin en güzel, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Alİah (c.c.)'a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, a'line, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.
Gülmek veya gülümsemek, insanların fıtri ihtiyaçlarındandır. Hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, bütün insanlarda bu fıtri istek bulunmaktadır.
Nitekim Hak dinin peygamberi olan Resuluüah (s.a.v.) de, bu fıtri ihtiyacı dikkate alarak çevresindeki müslümanlara veciz latifelerde bulunmuştur. Mesela bizlere ulaşan bir rivayette, Efendimiz (s.av.) ile Hz. Ebubekir (r.a.) birlikte hurma yiyorlarmış.
Ebubekir (r.a) bir yandan hurma yiyor, diğer yandan ise yediği hurmaların çekirdeklerini usul usul Resulullah (s.a.v.)'in önüne koyuyormuş!.
Efendimiz (s.a.v.)'in önünde hurma çekirdekten çoğaldığı zaman, Ebubekir (r.a.) bu çekirdekleri göstererek ve gülümseyerek şöyle demiş.
“Ya Resulullah!. Galiba acıkmışsınız, epey hurma yediniz.
Rahmet peygamberi olan Resulullah (s.a.v.) gülümseyerek ve Ebubekir (r.a.)'ın önündeki çekirdehiz boşluğu işaret ederek şöyle buyurmuş.
“Ya Ebubekir! Sen daha fazla acıkmış olacaksın ki, hurmaları çekirdekleriyle birlikte yemişsin!.”
Tabi ki hoş ve latif ifadelerdir bunlar.
Kendisine cenneti soran yaşlı bir kadına ise Yaşlı kadınlar cennete girmeyecek!, diye buyurduktan sonra, üzülen ve telaşa kapılan yaşlı kadına Yaşlı olarak değil, genç olarak girecekler müjdesini vermesi, yalandan ve aşırılıktan uzak aynı veciz latifelerdir.
Nitekim bu ve benzer rivayetlerden anlaşıldığı gibi, asr-ı saadet dönemi müslümanlan, gülmesini ve gülümsemesini bilmeyen asık suratlı insanlar değildir.
Yeri geldiği zaman onlar da latife yapıyorlar, onlar da gülüyorlar, onlar da gülümsüyorlardı.
İşte meseleye bu bağlamda yaklaşarak, elinizdeki kitap çalışmasında bazı nüktelere, latifelere ve hoşunuza gidecek kıssalara yer verdik İçimizde ve dışımızda meydana gelen bazı olayları, hoşunuza gidecek kıssalarla ve nüktelerle açıklamak istedik.
Fakat unutulmamalıdır ki anlatılan kıssalar ve bu kıssalarla işaret edilen olaylar, özellikle bizlerle yahndan ilgisi olan olaylardır. Dolayısıyle ne kadar hoşunuza giderse gitsin, bu hoşlanmayla birlikte sizleri düşündürmeyi ve zikredilen kıssalardan hisseler almanızı amaçlamaktadır.
Kitapta yer alan kıssalara, nüktelere ve latifelere bu amaç istikametinde yaklaşılırsa, hayırlara vesile olacağını umuyoruz.
Selam ve rahmet üzerinize obun..
Mehmed ALAGAŞ İzmir/1990
Lunaparka hiç gittiniz mi?
Bu gibi yerlerde kahkaha aynalan vardır. Değişik eğilimlerdeki bu aynalar, insanları olduklanndan çok farklı gösterirler. Fiziki durumlannın ne olduğunu, ne olmadığını bilen insanlar, bu aynalara baktıkları zaman ister istemez gülerler. Çünkü herbir aynanın karşısına geçtikleri zaman, kendilerini olduklarından uzun, olduklanndan kısa, olduklanndan şişman veya olduklanndan zayıf görmektedirler.
Kendini bilen insanlann bu farklı görüntüler karşısında gülmeleri veya gülümsemeleri tabi ki doğaldır. Kahkaha aynalan arasında insanlan güldürmeyen sadece bir ayna vardır. Dümdüz olan bu ayna, insanlan olduğu gibigöstermektedir. İnsanlar bu aynanın karşısında genellikle gülmezler.
Hem neden gülsünler ki?
Bu aynanın karşısında güldükleri zaman kendi hallerine gülmüş olacaklardır!. Nitekim bu aynanın karşısında gülmek bir yana, aynanın ciddiyetini ve doğruluğunu bilerek kendilerine çeki düzen verirler. Doğru bir ayna karşısında, doğru bir tavırdır bu.
Günümüz toplumunda eli kalem tutan veya eline kalem tutuşturulan yazarlar da, insanlar ve olaylar karşısında birer ayna olmaktadırlar. Yazarlann dünya görüşlerine ve gözettikleri menfaatlere göre değişebilen bu aynalar çok çeşitlidir. Egemen güçlerin basın-yayın sultasından kurtulamayan insanlar, kendilerini ve kendileriyle ilgili olayları söz konusu egemen güçlere uşaklık eden yazarlann aynalannda görürler.
Ne olduklarını ve ne olmadıklannı bilmedikleri için aynadaki görüntüleri gerçek sanırlar!. Aynı şeytana uşaklık eden değişik yazarlann aynalarında kendileri gibi makamsızları bir karış, makama oturanları ise iki arşın görmeye alıştıklarından, bu gerçekleri de kabullenmişlerdir artık!.
Bundan böyle hadlerini bilmeleri ve egemen güçlere karşı kulluklannı ifa etmeleri gerekmektedir. Çünkü aynalardan yansıyan görüntü, barış ve huzur içinde kölelik yapmayı, kölelik yapmalarını gerekli kılmaktadır.
Tabi ki yaptıkları bu kölelik, dünya selameti içindir.
Ahiret selameti için, Allah'a inanan insanlar olarak müslümanhğı kabul etmeleri yani müslüman olmalan gerekmektedir. Çünkü müslüman olarak ebedi cennet hayatını garantiye aîdıklan zaman, hem gönülleri rahatlayacak ve hem de adi dünya hayatında çektikleri kölelik. sıkıntılarını göğüslemeleri kolay olacaktır!.
Egemen güçler onlann bu durumunu gördükleri için, onlann bu ihtiyacını da karşılamakta gecikmezler. Sank ve cübbe giyerek kürsülere oturan bel'amlar, firavunların menfaatlerine zarar vermeyecek bir dini anlatmaya başlamışlardır artık!.
Çağdaş müslümanhğın nasıl ve nice olması gerektiği, büyük bir cüretle ve büyük bir yaygarayla her tarafta yankılanmaktadır. Bunların anlattıklan dine göre bir insan sadece Allah'a inanmakla mü'min, cum'a namazına gitmekle muttaki, beş vakit namaz kılmakla evliya olmaktadır!.
Nasıl müslüman olduklanni görebilmek için, bel'amlann tuttuğu bu aynalara bakan insanlar, tabi ki uhrevi endişelerden kurtularak rahatlamaktadırlar. Bu aynalara baktıklan zaman, ne güzel müslüman olduklannı görmekteler ve bu müslümanlıklan ile kıvanç duymaktadırlar!.
Kendilerini ve kendilerini ilgilendiren olaylan böylesi aynalarda görmeye alışık olan ve aynalarda gördüklerini gerçek zanneden bu insanlar -nadir de olsa- dümdüz bir ayna ile karşılaştıkları zaman tabi ki şaşırmaktadırlar!.
Hem neden sasıtmasınlar ki!.
Dümdüz olan bu aynada, koskocaman firavunlar ile kendileri aynı boyda gözükmektedir!.
Büyük büyük adamları sıradan bir insan gibi gösteren bu ayna ürkütmüştür onlan. Aynca bu aynadaki kendi görüntüleri, diğer aynalarda gördükleri gibi müslümanca bir görüntü de değildir.
Fakat bu şaşkınlıktan uzun sürmez.
Kendilerini diğer aynalarda görüp, diğer aynalarda tanıdiklan için, bu aynadaki görüntülerin gerçekleri yansıtmadığın anlayıverirler!.
Rahatlamışlardır artık.
Aynadaki görüntü kendileri olmadığına, kendilerini yansıtmadığına göre endişelenmelerine hiç gerek yoktur.
Bu aynadaki görüntüler, başkalanna aittir nasıl olsa!.
Birbirlerini dürterek ve aynadaki görüntüleri göstererek gülmeye başlarlar. Olaylan ve insanlan hiç alışık olmadıklan bir biçimde gösteren bu ayna, hoşlanna gitmiştir onlann. Gülmeye, tekrar tekrar gülmeye devam ederler.
Tabi ki kendi hallerine değil, başka hallere, tabi ki kendilerine değil, başkalanna güldüklerini zannetmektedirler!.
Sanki Lunapark'taki kahkaha aynalanna gelmişlerdir..
Fakat ne var ki kendilerini güldüren ayna,
kendilerini olduğu gibi gösteren dümdüz bir aynadır!.
“Aynalar ve insanlar” ismini taşıyan bu kitapta, birçok fıkra, kıssa veya değişik nüktelerle karşılaşabileceksiniz. Bu yazılanlann insanlarla ve yaşanılan olaylarla elbet-teki ilgisi olacaktır. Gerçek hayatla ilgisi olan ve gerçeklerin bazı boyutlarını yansıtmayı amaçlayan bu görüntülere, lütfen itidalli ve düşünerek yaklaşınız.
Nefislerine hoş gelen görüntüleri hep başkalarına nisbet ederek, başkalanna güldüğünü zanneden, fakat aslında kendi haline gülen insanlardan olmayınız.
Dikkat ediniz, lütfen dikkat ediniz.
Önünüzdeki ayna, yaşanılan durumu olduğu gibi gösteren, düz, dümdüz bir aynadır!..
İtiraf etmek gerekirse pek sevmiyorum yazarlığı, yazmak ve yazışmak güzel olmasına rağmen, ne bileyim nefsime hoş gelmiyor işte!.
Bu durumum biraz da gençlik yıllanmı geride bırakmamdan kaynaklansa gerek. O yıllarda yeterince sağlam bir kafaya sahip olmasak da, sağlam ayaklara, sağlam kollara, sağlam ciğerlere velhasıl sağlam bir vücuda sahiptik. Koşmaya, koşturmaya, dövmeye, dövülmeye dayanıklıydık o yıllar.
Tabi ki geride bıraktık bu yıllan. Sağlam ayaklan ve dayanıklı ciğerleri geride bıraktığımız gibi..
Yaşanılan ve geride bırakılan bu yıllarda, Allah'ın lutfu ile kafa sağlamlaşırken, Allah'ın sünneti gereği vücut zayıflamaya başlamıştı. Nallanndan kıvılcım çıkan atı kocattıktan sonra, biniciliği öğrenmek gibi tuhaf bir şeydir bu!.
Ata nasıl bineceğinizi, nasıl dört nala koşturacağınızı ve nasıl şaha kaldıracağınızı öğrenmişsinizdir. Öğrenmişsinizdir amma at kocamıştır artık!. Öksürmeye, aksırmaya, ağnlarla kıvranmaya başlamıştır..
Yazmakla veya yazar olmakla bunlann ne ilgisi var? demeyin!.
Hakim ideolojilere bağlı bir yazar değilseniz ve bunun da ötesinde kaleminizle hakim ideolojilerin çürük tahtaîanna dokunuyorsanız, mutlaka ve mutlaka dayanıklı bir yazar olmanız gerekmektedir.
Çünkü ne zaman, neyle karşılacağmız pek belli olmaz. Dokunduğunuz çürük tahtalardan ortaya çıkan tahta kurulan “Sen bizim düzenimizi mi yıkmak istiyorsun?” diyerek size hücum edebilirler!.
İşte bütün bunlara karşı dayanıklı olmanız gerekir. Yazılması gerekeni yazmışsamz, tabi ki katlanılması gerekene de katlanacaksınız. Bunlara katlanabilecek dayanıklı bir yazar iseniz, herhangi bir sorun veya herhangi bir problem yok. Bütün bunlara katlanabilir ve kat kat olan ecrinizi alabilirsiniz.
Fakat yazılması gerekeni yazıp, katlanılması gerekene katlanabilecek olan dayanıklı bir yazar değilseniz, aşağıda zikredeceğim arzuhalcinin yaptığı gibi “Yazmam, Yazamam” diyeceksiniz.,
Bir Şiraz'h, arzuhalciye giderek mahkemeye verilmek üzere bir istida yazdırmak ister. Arzuhalci Şiraz'lıya bakarak.
“Ayağım çok ağrıyor, şimdi yazamam” der.
İstida yazmak ile ayak arasında bir bağlantı kuramayan Şirazlı.
“Kardeşim ben senden mahkemeye istida yazmanı istiyorum, mahkemeye gitmeni değil!, deyince, arzuhalci sıkıntıyla içini çekerek şu cevabı verir.”
“Mahkemedekiler yazdığım istidayı okuyamadıkları için, gelip beni oraya götürüyorlar da!.”
Evet, günümüzdeki bazı yazarlar da, bu arzuhalciyle benzer sorunları yaşamaktadırlar. Bu yazarlan da, yazdıklanyla ilgili olarak mahkemeye çağırmaktadırlar. Tabi ki bunlann çağnlma nedenleri, yazüanlann okunaksız oluşu veya okunamamasi değildir. Çünkü bu yazarlann söz konusu yazılan gayet açık, gayet okunaklı ve gayet dokunaklı yazılardır.
Nitekim okudukları için çağınyorlarya!.
Önceki yazıda belirttiğimiz gibi dayanıklı bir yazar değilseniz, bu prensibe dikkat etmeniz gerekecektir. Yazdıklarınız okunaklı olsun, olsun ama dokunaklı olmasın.
“Dokunaklı olmasın” derken, hiçbir şeye dokunmayacaksınız veya dokunamazsınız demiyoruz. Yaşadığınız ülkedeki hakim ideolojilerin düşmanlarına dokunmanızın, onları rezil ve rüsvay etmenizin hiçbir mahzuru yoktur. Bütün bunlann hiçbir mahsuru olmadığı gibi, kabank mükafatlara ve değişik ödüllere de muhatab olabilirsiniz!.
Mesela Amerika da veya ABD'nin güdümündeki bir ülkede mi yaşıyorsunuz? Rusya veya komünizm hakkında ağzınıza geleni söyleyebilirsiniz. Fakat komünist bir ülkede yaşıyorsanız, bütün bu söylediklerinizden tövbekar olup, sadece Amerika'yı ve kapitalizmi lanetlemeniz gerekecektir.
Resmi statükonun, yine resmi olan muhalefet kanadında iseniz; halkın muhalefetine indirimli olarak tercüman olmanız ve doiayısıyle baş belası olabilecek olan muhalefetin önüne baraj kurarak, bu muhalefeti baş tacı durumuna getirmeniz gerekmektedir.
Evet, durumlar genel olarak böyledir, böyledir bu ülkelerde..
Nitekim bu ülkelerde sık sık söylenen “Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı deyin” sözünü, insanlara bir ömür dayılık taslayan bu ayılar mı söyledi bilmiyorum?
Bildiğim ve gördüğüm gerçek ise, bu köprülerde doğup, bu köprülerde yaşayıp ve yine bu köprülerde ölmemizdir!.
Dünya hayatı denilen bu köprülerde başınızın derde girmesini istemiyorsanız; yaşadığınız köprülerde hangi cins ayılar varsa, bu ayılara “Dayı” demeniz istenmektedir. Yaşadıklan köprülerde dokunulmaz kabul edilen bu ayılara dokunmak, belaya çanak tutmak gibi bir şeydir!.
Sözü fazlaca uzatmaya gerek yoktur. Dayanıklı bir yazar değilseniz, dokunulmaması öngörülen kişilere veya dokunulmaması öngörülen meselelere hiç dokunmamanız gerekecektir. Muhatap aldığınız insanın resmi veya gayri-resmi oluşu da, kesin bir ölçü değildir. Nice kodamanlar vardır ki; bu zenginleri, bu parababalarını, sakın ola ki diğerleri gibi sade birer vatandaşlar olduklarını düşünmeyiniz.
Çünkü bu gibi adamlar, resmi gördüğünüz birçok kişinin, gayriresmi efendileridir!.
Bu efendilere “Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?” demek, normal bir vatandaşın anasına, babasına, sülalesine sövmekten, küfretmekten daha şedid, çok daha şedid bir hakaret kabul edilmektedir!.
Hele ki devlet veya yöneticiler konusunda bir yazı yazıyorsanız aman dikkat!.
Aman dikkat edin ki, aşağıdaki yazarın durumuna düşmeyesiniz..
Fanatik bir ülkede yaşayan yazarın biri, dergiye gönderdiği yazısında devlet başkanı için “Ne yazık ki mankafanın biridir” ifadesini kullanmış. Tabi ki yazan hemen tutuklayıp, ağır hapis cezasına mahkum etmişler. Neye uğradığım anlayamayan yazar ise dövünüp duruyormuş.
“Yahu beni neden mahkum ediyorsunuz? Ben hür bir insan değil miyim?”
“Hürsün!”
“Bu ülkede basın hürriyeti yok mu?”
“Tabi ki var!”
“Yazdıklarımın doğru olduğunu siz de biliyorsunuz. Bu adam mankafanın birisi, öyle değil mi?”
“Evet, öyle!”
“O halde beni neden cezalandınyorsunuz?”
“Verdiğimiz ceza ondan değil!”
“Ya neden?”
“Mühim bir devlet sımnı açığa vumaktan!,”
Biraz önce “Aman dikkat!” derken, ne kadar ciddi olduğumu herhalde anlamışsınızdır. Muhtevası ne olursa olsun devlete veya özel sektöre ait bazı sırlan gelişi güzel gündeme getirip, başınızın derde girmesini istemiyorsanız, sır sahibi olmanız gerekecektir. Daha açık bir ifadeyle pa-puçtan ve papucun güzelliğinden bahsedeceksiniz.
Fakat, papucun içindeki ayaktan bahseder de, ayağın kokusu ortalığa yayılırsa vay halinize!. Evet, ne demiştik? “Aman dikkat!.”
Aman dikkat edin!.
Çünkü ortanın sağında veya solunda değil, ortalıkta dayı dolu..
Fili çekimlerini okul yıllarında öğrenmiştim. Tabi ki ara sıra yine aklıma geliyor ve başlıyorum bir fiili çekmeye. Ne bileyim, şiirimsi bir tekerleme gibi geliyor bana.
“Şiir” deyince hatırladım!.
Abidin Toprak kardeşimizin fiil çekimiyle ilgili güzel bir şiiri vardı. Şöyle diyordu kardeşimiz.,
Ben çalışıyorum/
Sen çalışıyorsun/
O çalışıyor.. Biz çalışıyoruz/
Siz çalışıyorsunuz/
Onlar yiyorlar!,. “Onlar kim?” diyerek abes bir soru yöneltmiyoruz Abidin'e ve daha önce de belirttiğimiz gibi, dayılara pek dokunmadan sözümüze devam ediyoruz.
Evet, fiil çekiminden bahsediyorduk. Herhangi bir fiili çekerken, gayet tabii olarak çektiğim fiilin manasını da düşünüyorum. Mesela “Yaşamak” fiili, bende genel olarak İslam'ı yaşamak anlamını çağrıştırmakta!. Nitekim bu anlamı çağrıştırdığından.,
“Yaşıyorum/
Yaşıyorsun/
Yaşıyor.. Yaşıyoruz/
Yaşıyorsunuz/
Yaşıyorlar” diyerek, bu fiili gönül rahatlığıyla çekemiyorum. İçim sıkılıyor, yalan söylüyormuşum hissine kapılıyorum sanki!. Tabi ki her fiile karşı bu tedirginliğim veya bu kalbi rahatsızlığım yok. Mesela “Oturmak” veya “Beklemek” veya “Umudlanmak” fiillerini rahat çekebiliyorum.
Oturuyorum/
Oturuyorsun/
Oturuyor.. Oturuyoruz/
Oturuyorsunuz/
Oturuyorlar... “Yazmak” fiili ise gayet rahat çektiğim fiillerden. Bu fiili çekerken, apaçık bir gerçeği, apaçık ifadelerle anlatıyorum sanki.
“Yazıyorum/
Yazıyorsun/
Yazıyor.. Yazıyoruz/
Yazıyorsunuz/
Yazıyorlar... Peki bunca yazılanlar ne oluyor ? Yazılanların ne olduğunu da bir başka fiil çekimiyle izah edeyim.,
Belki okuyorum/
Belki okuyorsun/
Belki okuyor.. Belki okuyoruz/
Belki okuyorsunuz/
Belki okuyorlar..
Okuyup da ne oluyor ? Eee, başladık artık fiil çekimine ve devam ediyoruz.
Belki anlıyorum/
Belki anlıyorsun/
Belki anlıyor.. Belki anlıyoruz/
Belki anlıyorsunuz/
Belki anlıyorlar. Anlayınca ne oluyor ?
Belki yaşıyorum/
Belki yaşıyorsun/
Belki yaşıyor.. Belki yaşıyoruz/
Belki yaşıyorsunuz/
Belki yaşıyorlar Yaşayınca ne olacak?
Yazılanlar, okunanlar, anlaşılanlar doğru ise, şayet doğru ise.,
Kurtulacağım/
Kurtulacaksın/
Kurtulacak.. Kurtulacağız/
Kurtulacaksınız/
Kurtulacaklar... Allah'a şükür, yazmakla kurtulmak arasında nihayet bir bağlantı kurabildik!.
Gerçi biraz uzun oldu ama olsun, ne çıkar!.
Bundan böyle bizlere “Neden yazıyorsunuz?” diyenlere, göğsümüzü gere gere “Kurtulmak ve kurtarmak için” diyebiliriz.
“Hiç olur mu?” demeyin, umud dünyası bu neden olmasın ki!..
Yazdığımız ve yazmaya çalıştığımız, genelde İslam'ın gerçekleri olduğuna göre., bu yazdıklanmız belki okunacak, yazdıklanmızı belki okuyanlar arasında, belki anlayanlar olacak, yazdıklanmızı belki okuyup, belki anlayanlar arasında, belki yaşayanlar olacak ve işte bunlar, bu üç belki engelini aşabilen yiğitler kurtulacak, kurtulabilecekler öyle değil mi?
Artık sözü uzatmaya gerek yok!.
Bu satırları belki okuyup, belki anlayanlar, kalemimizin ucundaki incecik umudu da, belki görmüşlerdir!,.
Ara sıra düşündüğüm sorulardan birisidir bu!. Bir yazar veya bir düşünür, davul gibi mi, yoksa tokmak gibi olmalı?
Kaleminden veya yazdıklarından ses mi çıkmalı, yoksa kalemiyle veya yazdıklarıyla ses mi çıkarmalı?
“Çığlık” veya “Feryat” isimli bir roman yayınlanır. Romanın başından sonuna kadar gerçekten bir feryat vardır. Fakat dikkat edilirse feryat eden okuyucu değil yazarın ta kendisidir!. Yazar romanı boyunca değişik frekanslarda feryat etmesine rağmen, okuyucu bu romanı esneyerek anlam kazanan bir sükunetle yavaş yavaş okumaktadır. Ara sıra açılan ağzı feryat etmek için değil, gayri ihtiyari esnemek için açılmaktadır. Yazdıklarından ses çıkmasına rağmen, yazdıklanyla bir ses çıkaramamıştır bu yazar!.
Bir de nadir karşılaşılan bazı yazarlar vardır. Bunların yazdıklarında somut feryatlar, somut sesler yoktur. Bu yazılar genellikle sakin ve sade bir üslupla yazılmıştır. Üslup bazı noktalarda gerginlik kazanmakta ve yaydan boşalan ok gibi hedefine kavuşmaktadır. Bu yazılan okuyan kimselerin, okuduktan sonra susmaları veya susturulman mümkün değildir.
İnsan fıtratiyla tanış bir düşüncenin veya bir düşünürün mahsulü olan bu yazılar, yakından tanıdığı insan fıtratını muhatab almakta ve adeta bu fıtratın bam teline dokunmaktadır. Açık yüreklilikle itiraf etmek gerekirse, bu yazarlar, tokmak gibi yazarlardır. Ne zaman, neye vuracaklarını bilen ve vurdukları yerden ses getiren nadir yazarlardır.
Bana gelince, şahsım adına bu soruya olumlu cevaplar veremiyorum. Bazen vurulması gereken yere vurabilen bir tokmak gibi, bazen de sinirleri gerilmiş hassas bir davul gibi olduğumu hissediyorum!.
Her tokmağa karşı duyarlı bir davul mu, yoksa her davula karşı bilinçsiz bir tokmak mı olduğu açıklık kazanmayan şahsımı bir kenera bırakarak, sorumuzu genele göre cevaplandırmaya çalışalım..
Nasıl olunması gerekir?
Tabi ki bu soruyu sizlere ve okuyucu olarak kendimize soruyoruz. Şayet sizler ciddi meselelere duyarlı bir davul gibiyseniz, yazarlann veya düşünürlerin bilinçli bir tokmak gibi olmasını isteyeceksiniz.
Ama hayır!.
Sizler, siz okuyucular, davul gibi olmaktan ziyade, nereye olursa olsun vurma aşkıyla yanan tokmaklar gibisiniz. Nitekim yazarlann çoğundan, sizin vurduğunuz tokmakların sesi gelmektedir. Okuyucunun isteğine göre ses veren yazarlar, siz okuyucuların tokmağından kurtulamayan davul gibi yazarlardır!. Bu gibi yazarlar sizi şekillendirmekten ziyade, size göre şekil amaktadırlar.
Tabi ki bu durum, aklıselim kimselerin idrak edebileceği vahim bir durumdur!.
Çünkü herhangi bir toplumda yaşayan düşünürler, bu toplumu gerçeklere göre değiştirmeyip, bu topluma göre değişebiliyorlarsa, bu toplumun gelişmesi, bilinçlenmesi ve kurtulması mümkün değildir. Ayrıca topluma karşı şekil alan böylesi yazarlar, toplumun her isteğini meşrulaştıran ve onlann muğlak yapısını onaylayan yazarlardır.
Asıl itibariyle şartlan değiştirme mücadelesi vermeleri gereken bu yazarlar, şartlan değiştirmenin çok çok gerisinde kalarak şartlara göre değişmekte ve tamamıyle uyum sağladıktan şartlar içinde eriyip gitmektedirler.
“Nasıl olunması gerekir?” sorusuna düşünürler ve yazarlar boyutundan verilmesi gereken cevap, yukarıda belirttiğimiz gibidir. Değişmeye ve gelişmeye talip olan toplumların, kendilerini geliştirecek ve değiştirecek düşünürlere de talip olmalan ve bunlare karşı insaflı davranmaları gerekmektedir. Çünkü bizlerden ortak bir ses çıkabilmesi için; nereye, ne zaman, ne şekilde vuracaklannı bilen tokmak gibi yazarlara ve yetkin düşünürlere ihtiyacımız vardır.
Öyle değil mi!.
Yeni olan bir çok şeye karşı, canlı ve diri bir ilgi vardır. Böyledir insanoğlu veya böyle yaratılmıştır. Yeniye veya yeniliğe karşı bu eğilim, değişik düşünceler ve görüşler için de geçerlidir.
Müslümanlarla ilgili olarak tevhid akidesinden örnek verecek olursak, bu tertemiz akideyle karşılaşan yeni bir müslüman, Allah'ın lutfuyla yepyeni duygularla tanış olur. Bu dönemlerde yerinde durması veya durdurulması mümkün değildir bu müslümanın.
Bir şeyler yapmak, mutlaka ve mutlaka bir şeyler yapmak ister. Çünkü yaşadığı yepyeni duygular, onu böylesi eylemlere teşvik etmektedir. İşte böylesi dönemlerde bu müslümana vaziyet edebilecek yetkin bir kimse yoksa veya gayriyetkin kimseler tarafından zamansız ve mekansız eylemler önerilmişse; yerinde duramayan bu müsiümanın zamanla durulduğunu, çırpınmaktan yorulan ayaklarının büküldüğünü ve bir kenara çöktüğünü görürsünüz!.
Gereğini yapmadığı veya gereği gibi yaşayamadığı duygular, ondan uzaklaşmaya başlamıştır artık. Daha önceleri onu heyacanlandıran, onu ve duygulannı ayağa kaldıran Kelime-i Tevhid gerçeği, eski fonksiyonunu yitirmeye başlamıştır. Bir başkasına duyumsamadan söylediği veya bir başkasından işittiği zaman kafa sallayarak tastik ettiği tevhid gerçeği, kupkuru bir gerçek durumuna gelmiştir sanki!.
Yazdığım bu ifadelerle, sineklerin üşüştüğü bir yaraya değindiğimin farkındayım. Farkına vardığım gibi, kendilerine yetkin denilen kimselerin de farkına varmasını istiyorum. Çünkü bu yaranın oluşmasında, onlann yaptıklannın ve yapmalan gerekirken yapmadıklannın olumsuz tesirleri vardır. Bu konuyla ilgili olarak daha önce yazılan ve gereğince dikkate alınmayan yazılara tekrar değinecek değilim. Fakat istiyorum ki müslümanlara vaziyet etmeye kalkışan bazı kimseler, bu gerçekleri görsünler, dikkate alsınlar artık. Muhatap kabul ettikleri insanlara, yapılması gereken tavırlarla ilgili bilgi ve şuuru vermeden; bu insanlardan bilinçli tavırlar beklemesinler ve bu tavırları gösteremeyenleri yargılamasınlar. Apaçık bir zulüm olan bu yaklaşımdan sakındıkları gibi, muhatap aldıkları insanlara maksatsız ve gereksiz bilgi vermekten de sakınsınlar. Vermeleri gereken ve verdikleri bilginin gereğini de teklif etsinler.
Yarınlarda yaşanması gereken hükümleri, bugünlerde gündeme getirerek bu hükümleri yozlaştırmasınlar. Çünkü zamansız, mekansız ve mükellefsiz gündeme getirilen bu hükümler, gündeme getirildiği günlerde müslümanların amelsiz ve anlamsız kıpırdanmalanna neden oluyorsa da, yaşanmayan bu hükümler gün geçtikçe etkinliğini yitirmekte ve müslümanların zihninde kuru bir ifade olarak kalmaktadır.
Yaşanan ve yaşanmakta olan bu durumların en vahim tarafı, müslümanların söz konusu hükümlere karşı bağışıklık kazanmalarıdır. Artık bu hükümler yetkin müsiü-manlar tarafından zamanında ve mekanında gündeme getirilse dahi, bu hükümleri kupkuru bir ifade olarak zaten bilen müslümanların, bu hükümlerden etkilenmesi ve bu hükümlerle ayağa kalkması mümkün değildir. Çünkü onlar çok öncelerden bildikleri fakat yaşamadıkları bu hükümlere karşı olumsuz bir bağışıklık kazanmışlardır.
Diyeceksiniz ki nasıl,
nasıl bir olumsuz bağışıklık?
Bakın size nasılını anlatayım.
Vaktiyle, Osmanlı ordusundaki mehter takımlannın davullarını develer taşırdı. Nitekim bu davulları yıllarca taşıyarak ihtiyarlayan bir deve azad edilmişti. Azad edilerek salıverilen bu deve, birisinin bostanına girip otlanmaya başlamış..
Devenin bostanda otlandığını uzaktan gören bostancı, deveyi ürkütüp kaçırabilmek için eline aldığı küçük bir değnekle tencere kapağına vurmaya başlamış.
Fakat devenin oralı olduğu yokmuş!
Bostan sahibinin tencere kapağına devamlı olarak vurduğunu, devenin ise gayet sakin otlamaya devam ettiğini gören ve yaşlı deveyi mehter takımından tanıyan komşusu seslenmiş.
“Yahu komşu, boş yere hiç uğraşma! O deve yıllarca davul dinlemiş, senin tencere kapağının tıngırtısı ona vız gelir!.”
Ne diyorsunuz? Anlaşıldı mı?
Anlaşıldı mı bağışıklık kazanmanın ne anlama geldiği?.
Yine de anlaşılmıyorsa söyleyin, söyleyin ne olur!.
Söyleyin de, elimdeki tencere kapağına daha fazla vurmayayım!.
Gelene “Hoş geldin” demek, adet olmuştur bizim toplumda. Gelenin nasıl ve ne şekilde geldiğine bakmadan hemen ağzımızı açıyor ve “Hoş geldin” deyiveriyoruz.
Soruşturmaya gelen yetkililere de gülümseyerek “Hoş geldin” dememiz, bu alışkanlıktan kaynaklansa gerek!. Oysa birçok kardeşimizin biidiği gibi, bu adamlar hiç de hoş gelmiyorlar!..
Tabi ki “Hoş geldin” ifadesiyle ilgili olarak bu basit örnekler üzerinde değil, her sene hoşgeldiği söylenen Ramazan üzerinde duracağız. Bildiğiniz gibi Ramazan ayına yaklaştığımız zaman her yerde aynı ifadelerle karşılaşınz.
“Hoşgeldin Ramazan”
Doğrusunu söylemek gerekirse ki gerekiyor hep rahatsız olmuşumdur bu ifadelerden. Ramazan ayının mahiyetini ve içinde bulunduğumuz toplumu düşündükçe, bu rahatsızlığım daha da artmıştır.
Hepbir ağızdan söylenen bu ifadeye göre Ramazan hoşgelmiş!. Bu kimselere Ramazanın nereye hoş geldiğini sorduğumuz zaman ise aldığım cevaplar, genelde aynı cevaplar olmaktadır.
Ülkemize, milletimize, yurdumuza, vatanımıza hoşgeldü. Hoşgeldi Ramazan!.
Duydunuz mu Ramazan'ın nereye hoşgeldiğini?
Ramazan ayı, bu millete, bu ülkeye hoş gelmiş!.
Faizin, fuhşun, zinanın, ahlaksızlığın, zulmün, küfrün, fışkın yaygınlaştığı ve yaşadığı bu topluma, böylesi bir topluma Ramazan hoş gelmiş!
Mübarek Ramazan ayı tiksindiği bu şeylerden nasıl hoşlansın ve bu şeylerin yaşadığı ve yaşatıldığı toplumlara nasıl hoşgelsin ki!.
Velhasıl hoşgelmedi,
“Hoşgeldi” denilse de, hoş bulmadı Ramazan!..
Ramazanın gelmesiyle birlikte değişik yerlerde asılan bir başka ifade daha var.,
“Oruca saygı”
Allah'a, peygamberlere, kitaplara saygı göstermeyen kimselerden oruca saygı göstermeleri istenmektedir!
İzmir sokaklannda yürürken ağızlan boş durmayanları görmek bir yana, meyhanelerden yayılan içki kokusunu duyanlar, “Oruca saygı” ifadesinin ne derece dikkate alındığını anlamaktadırlar. İzmir'le ilgili olarak “Gavur İzmir” diyenlere tabi ki itiraz etmiyoruz. Gerçi İzmir'e “Gavur” diyenlerin, bulunduklan yeri İslam'la tarif edemeyecekleri de ayn bir gerçektir.
Gavur İzmir denilen bu yerde şüphesiz ki müslümanlar da bulunmaktadır. Müslüman olduklarını iddia edenler ise küçümsenmeyecek bir kalabalıktır bu şehirde, özellikle teravih namazlannda camileri dolduran insanlar, camilerin dışına da taşmaktadır. Her gün beş vakit farz namazlanna ilgi duymayan kimselerin, farz olmayan teravih namazına gösterdikleri büyük ilgi haliyle şaşırtıcıdır!.
Bu kimselere göre beş vakit namaz değil, teravih namazı farz kılınmıştır sanki!. Beş vakit namaz kilınmasa da, teravih namazı mutlaka ve mutlaka kılınmalıdır!.
Bu camilerde ibretle izlenmesi gereken bir diğer tablo ise “Sakalı Şerif ziyaretleridir. Efendimiz (s.a.v.)'e ait olduğu söylenen mübarek sakal, kırk kat bohça içinden salavatlarla çıkanlmakta ve uzun bir kuyruk oluşturan insanlar, cam muhafaza içindeki sakal telini öperek, yüzlerine ve gözlerine sürmektedirler.
Diyeceksiniz ki “Böyle yapmakla ne oluyor?”
İnanın bilmiyorum!.
Bilsem hiç söylemem mi?
Bunların söylediklerine göre, bu merasim sakala hürmetmiş!. Tabi ki bu söylenenlere de biz inanmıyoruz. Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'in sakalına yüz sürebilmek için kuyruk oluşturan bu adamlann geneli sakalsız!.
Oysa biliyoruz ki Resulullah (s.a.v.)'in sünneti olan sakala hürmet; bu mübarek sakala, sakalsız yüzleri sürmekle değil, sakal bırakmakla gerçekleşebilir. O halde uzun kuyruklar oluşturan bu sakalsızlar, sakala yüz sürmekle ne yapmak istiyorlar ve ne yapıyorlar ki?
Demin de söylediğim gibi, inanın bilmiyorum!..
Ramazanla ve Ramazan'da olanlarla ilgili yazılacak şeyler çok. Fakat sözü şimdilik fazla uzatmayalım. Bildiğiniz gibi Ramazan nasıl olsa gitti, nasıi olsa şimdilik kurtuldu bu toplumdan ve bu gibi ayinlerden!.
Geldiği toplumu dikkate alarak “Hoş geldin” diyemediğimiz Ramazana, giderek kurtulduğunu kabul ederek “Hoşgittin” diyebiliyoruz.,
Hoşgittin Ramazan!..
Gündem ve gündem bilinci konusunda oldukça güzel şeyler söylenmiş ve gündemin önemine dikkat çekilmiştir. Yazılan ve yazılacak olan şeylerin, müslümanlann acil sorunlan olması gerektiği kabul ettiğim gerçeklerdendir. Bu gerçekleri kabul ettiğim için, birçok rnüslümanın en acil meselelerinden biri olan evliliğe değinmek istiyorum.
Evlilik meselesini acil servise almam karşısında bekar kardeşlerimiz başlannı öne eğerek “Yok be abi, bu konu o kadar önemli değil” diyeceklerdir!. Çünkü bizler, yani evli olan müslümanlar da, bekarlık günlerimizde evlilikten söz açıldığı zaman. sanki önemli değilmiş gibi, sanki bizi ilgilendirmiyorrnuş gibi, sanki gündemimizde yokmuş gibi, sanki basit ve önemsiz bir meseleymiş gibi, sanki bunu hiç dert etmiyormuşuk gibi başımızı öne eğiyor ve “Bu mesele pek önemli değil” diyorduk!.
Oysa “Önemli değil” dediğimiz bu mesele, iç dünyamızın en önemli gündemlerinden biriydi. Bahçeli bir ev veya yolda yürüyen bir çift müslüman görünce hatırlamak bir yana, vitrinlerde eşarp veya bir çift kadın ayakkabısı görünce hatırladığımız ve uzun uzun düşündüğümüz bir meseleydi bu..
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele” özdeyişi gibi “Evlenmek ya da evlenmemek, işte bütün mesele” özdeyişi de iç dünyalarımıza girmekte ve sık sık tekrarlanmaktaydı. Tabi ki evlenmek düşüncesi kabule şayan bir düşünce olup, evlenmemek düşüncesini ağırlıklı heybetiyle ezmekteydi.
Hem neden evlenmeyecektik ki?
Efendimiz (s.a.v.) bizleri evliliğe teşvik ederken, aynı teşviği nefislerimizde de hissediyorduk. O halde nefsi bir engelle karşılaşmayan bu sünneti ihya etmeli ve hemen evlenmeliydik!.
Evlenmeliydik, evlenmeliydik amma kiminle evlenecektik?..
İşte mesele bu noktaya geldiği zaman hangi toplumda yaşadığımızı unutuyor, içinde bulunduğumuz toplumsal gerçeklere gözlerimizi kapatıyor ve bakışlanmızı saadet asrına yönelterek başlıyorduk konuşmaya.
Efendim, benim evleneceğim kızda şu şu şu vasıflar mutlaka bulunmalıdır. Sonra iç dünyası şöyle şöyle, dış dünyası ve görünüşü ise böyle böyle olmalıdır. Efendim daha sonracıma aile görüşü şu şekilde, dünya görüşü bu şekilde olması gerekmektedir. Ayrıcana şunlan şunlan bilmeli, bunları bunlan ise mutlaka yapmalıdır...
Cennet hanımlarını tarif eder gibi tarifimizi yaptıktan, nadide siparişimizi verdikten ve bu siparişimizi yakın dostlanmıza usul usul fısıldadıktan sonra başlıyorduk beklemeye.
Aman ya Rabbil!. Ne uzun bekleyişti bu!..
Bekliyorduk..
Bekliyorduk..
Bekliyorduk... Fakat sonuç yok!.
Gerçi bazı adaylar bulunuyordu, bulunuyordu amma, hiç üşenmeden uzun uzun anlattığımız vasıflar bunlarda yoktu ki!
Hani güvercin hikayesi vardır. Güvercin kaya gölgesini, burçak tarlasını ve su kenannı çok severmiş. Bu üçünün bir arada bulunduğu yeri bütün ömrü boyunca aramasına rağmen bir türlü bulamamış. Kaya gölgesini ve burçak tarlasını bulduğu yerde su yokken, suyu ve kaya gölgesini bulduğu yerde de burçak tarlası yokmuş!.
İşte bizim durumumuz da, bu güvercinin durumu gibiydi!. Aradığımız vasıflann birarada bulunduğu. bir namzetle bir türlü karşılaşamıyorduk. Netice olarak su kenarından veya burçak tarlasından vazgeçebilen kardeşlerimiz, evlenebilen kardeşlerimiz olmuştu. Nadide siparişlerinden ve isteklerinden taviz vermeyen kardeşlerimiz ise, bekarlığın bunaltıcı sıcaklığı altında hala kanat çırpmakta ve bir seraptan diğer bir seraba doğru arayışlarını sürdürmektedirler.
Küçük yaşta evlenen kardeşlerimiz, tabi ki büyüklere özgü, büyük problemlerle karşılaşmıyorlardı. Çünkü bu yaşlarda karşılaşılan eş adaylan sıcak bir hüsnüzanla değerlendirilmekte ve karşısındakinin ne olduğunu/ne olmadığını hiç anlamayan delikanlıdan coşku dolu bir ses çıkmaktadır.
“Aldım gitti...”
Evet!. Bazı istisnalar olsa da, çoğumuz böyle evlendik.
“Aldım gitti” diyerek aldık, aldık ama aldıktan sonra gitmedi!.
Fakat ne yapılabilir ki?
Şimdi de çocuklarımızın başlannı okşuyarak “Katlandım gitti” diyoruz. Kaça katlandığımız veya kaça katlanıldığı ise kişilere ve karşılaşılan müennes imtihana göre değişmektedir.
Tabi ki bu söylediklerimiz, erkeklerin boyutundan söylenen sözlerdir. İyimser olduklan ve aradıkları bazı vasıflardan vazgeçtikleri için evde kalmayan kızlanmız ve bacılanmiz ise, “Vardım gitti” dedikten sonra gerçeğin maske tutmaz çehresiyle karşılaşmakta ve çocuklannı öpüp koklayarak onlar da “Katlandım gitti” demektedirler. Çünkü onlann da evlenecekleri erkekten ve evlilikten güzel beklentileri bulunmaktadır. Erkekler birer Fatma veya Fatma gibileri veya Fatma gibi gibileri ararken: onlar da birer Ali veya Ali gibileri veya Ali gibi gibileri aramaktadırlar.
Tabi ki boş arayışlardır bunlar!.
Çünkü Fatma gibiyi arayanlar, nasıl ki Ali gibi değillerse, Ali gibiyi arayanlar da Fatma gibi değillerdir. Gerçi nikahtan önceki konuşmalarda Ali ve Fatma gibi gözükenler çok olsa da, söz ve konuşmalardaki bu güzel hava nikahla birlikte dağılmakta ve yerini acı hakikatlere bırakmaktadır.
“Nikahta keramet vardır” derler!. Bu güzel söze karşı çıkmıyorum, çıkmıyorum ancak, kimler arasındaki nikahta güzel kerametler olduğunu gerçekten çok merak ediyorum!.
Çünkü gördüğüm ve gözlediğim birçok nikahta keramet değil, nedamet tecelli ediyor. Fakat yine de bekar kardeşlerimizin renkli umudlanm zedelememek için “Nikahta nedamet vardır” demiyorum.. Gelelim sadede..
İçinde bulunduğumuz toplumu ve konuyla ilgili söylediklerimizi dikkate alarak evlenecek olan kızlarımıza ve erkeklerimize, gerçekten evlenmek istiyorlarsa aradıkları vasıflardan indirim yapmalannı teklif ediyorum. Tevhid akidesine vakıf ve bunu gücü nisbetince yaşamaya çalışan bir adayla karşılaştıkları zaman, bu toplumda kolay bulunamayan nadir ve nadide bir adayla karşılaştıklarını bilsinler. Varsın burçak tarlası olmasın, ne çıkar!.
Aynca ve önemle belirtmek istediğim diğer husus birbirlerine karşı dürüst olmalarıdır. Evlilikten sonra zaten ortaya çıkacak olan gerçekleri, evlilikten önce açık yüreklilikle birbirlerine iletirlerse, evlilikleri şüphesiz ki hüsran olmayacaktır.
Kendilerine evlenme teklifinde bulunan açık yürekli müslümanı tanıdıktan sonra kendi durumunu dikkate alarak ve şayet o müslüman; layık değilse “Ben sana layık değilim” diyebilen adaylar, görmeye hasret çektiğimiz adaylardır.
Fakat ne gariptir ki büyük çoğunluk kendilerini iyilere, daha iyilere, çok daha iyilere layık görmektedirler!.
Ne diyorsunuz, öyle değil mi?
Evlenme yaşını geride bırakan ve henüz evlenemeyen birçok kardeşimiz, dudaklara uzanmayan bir fısıltı ile “Evet öyle” diyeceklerdir.
Gerçi evlenmenin belli bir yaşı yoktur. Yaşın önemi evlilikte değil, evliliğe karar verme noktacında kendisini göstermektedir. Mesela yirmi yaşından küçük kardeşlerimizin, evlenecekleri adaylara iki gözlerini de açık tutarak bakmalannın bi? sakıncası yoktur. Çünkü iki gözleri açık olsa da karşı tarafın eksikliklerini fazla göremeyecekler ve gördüklerini de sımsicak bir iyimserlik ile hayra yorumlayacaklardır. Yaş yirmiden otuza doğru uzandıkça kişi olgunlaşmakta, insanları yakından tanımakta ve dikkati daha fazla artmaktadır. Bu dönemlerde gerçekten evlenmek isteyenlerin, mutlaka bir gözlerini kapamaları ve görülen bazı şeyleri gözardı etmeleri gerekecektir.
Yaş otuzu aşmışsa ve evlenme niyeti hala sürüyorsa, evlenebilmek için iki gözün de kapatılma zamanı gelmiştir artık!.
Günümüz şartlannda evliliğin önündeki en büyük engellerden birisi, müslümanlara da sirayet etmiş olan ihtiyaç ve tüketim kültürüdür. Bir ev için zaruri olan ihtiyaçlara elbetteki bir şey demiyoruz. Fakat evin en güzel ve en geniş olan odasının koltuk takımı, vitrin, yemek takımı gibi şeylerle doldurularak ev halkının kullanımına kapatılması, faydalarından çok zararlan olan bu eşyaların bir toz beziyle ve özenle silinmesi; evlerinin bir bölümünü puthane yapan ve buradaki ağaç oyma putlann hergün tozunu alan cahiliye dönemi kadınlannın yaptıklan saçmalığı çağrıştırmaktadır!.
Nasıl bir İslam ve nasıl bir İslami yaşam anlayışıdır ki, oturmak için koltuk takımına, yemek için yemek odası takımına, yatmak için yatak odası takımına ihtiyaç duyulmaktadır!. Bunlan ihtiyaç kabul eden bir bacıyı almak ve onun böylesi ihtiyaçlarını karşılayarak ona bakmak, hiç şüphesiz ki asr-ı saadet dönemindeki dört kadını yakın akrabasıyla birlikte alıp-bakmaktan çok daha zordur.
Özellikle doğu bölgelerinde kendisini gösteren başlık parası ise, öncelikle müslümanların çözümlemesi gereken bir meseledir. Bazı müslüman babalar başlık parasını gerçekten yadırgamakta fakat yine de “Şuna bak! Kızını bedavaya vermiş..” gibi batıl bir sözle karşılaşmaktan sakınmaktadırlar!.
Bedavaya vermek ne demek? Hiç şüphesiz ki müslümanlar ktzlanna ve diğer evlatlarına Allah'ın nzası için bakarlar, Allah'ın rızası için yetiştirirler ve yine Allah'ın rızası için evlendirirler, O halde kızını Allah'ın nzası için evlendiren, Allah'ın nzası için bir müslümana veren baba, bu kızını bedavaya veya ucuza mı vermiş olur?
Allah'ın rızasından daha büyük bir bedel veya bu yüce rızadan daha büyük bir karşılık var mıdır ki, bu kutlu alış verişte zarar edilmiş olsun?
Ayrıca talep ettikleri başlık bedelini, kendilerine o evladı veren, onu yaratan, sayısız nimetlerle onu yaşatan Allah'a ödemişler de, Ödedikleri bu bedeli mi talep ediyorlar?
Hemeyse bu sözü fazla uzatmayalım. Çevreyi ve gelenekleri dikkate alan babalardan, Allah'ı ve Allah'ın rızasını dikkate almalarını istirham edelim..
Evlenmekle ilgili olarak ikinci veya üçüncü evlilik meselesi ise, bir evliliğin üstesinden gelemeyen erkeklerin gündemine girebilecek bir mesele değildir. Çünkü asr-ı saadetten örnek alarak ikinci evliliği gerçekleştiren birçok kardeşimiz, diğer müslümanlara örnek değil, ne yazık ki ibret olmuşlardır. Asr-ı saadet döneminden örnek ve bu müslümanlardan ibret aldıktan sonra ikinci evliliğe karar verebilmek, tabi ki çok zor bir hadisedir. Kaldı ki bir veya iki gözü kapatarak bu konuda karar verebilmek, cesaretle değil cehaletle ilgili bir yaklaşımdır.
Fakat yine de yiğidin hakkını yiğide vermek istiyor ve bir evli müslümanlar adına ayağa kalkarak, birden fazla evlenen ve bu evliliklerini rahmetli bir şekilde sürdürerek nadide örnekler olan kardeşlerimizi ayakta selamlıyoruz.
Evet., haddimizi bilerek oturalım artık!..
Ve önemli meselemizi kısa da olsa bir sonuca bağlayalım. Şimdiye kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi evlenmek ya da evlenmemek meselesine genel yaklaşımımız ve kardeşlerimize neyi önerdiğimiz bellidir.
Evlenin arkadaşlar!.
Evlenin kardeşler!.
Uyum sağlayabileceğiniz birisiyle karşılaşırsanız, yaşarken mutlu; uyum sağlayamayacağınız birisiyle karşılaşırsanız, düşünürken filozof olabilirsiniz!. Görüyorsunuz her iki olasılıkta da bazı hayırlar var!
Veya var gibi!..
Geçen yazıda “Evlenmek ya da evlenmemek” başlığında du meseleye değinmiş ve sonuç olarak “Evlenin arkadaşlar” demiştik. Evlilik meselesi her ne kadar arka plana bırakılıyor veya böyle gözüküyorsa da, yazı yayınlandıktan sonra aldığımız birçok mektup, bu meselenin gizli önemini açığa çıkarmaktadır. Yazıyı biz kaleme aldığımız için, gelen mektuplarla da tabi ki bizler muhatap olduk!.
Konuyla ilgili gönderilen mektupları okuduktan sonra, bütün bu mektupları genel olarak iki ayn başlıkta değerlendirmek mümkündür.
Bacılanmızdan gelen mektuplarda ortak dert ve bunalımlara değinilmekte, bunları çözümlememiz İstenmekte ve bir önceki yazıda “Evlenin arkadaşlar” dediğimiz için, bu hayırlı tavsiyeye vesile olmamız talep edilmektedir..
Erkek müslümanlardan geien mektuplarda ise bacılarımızın hiç değinmediği bir hususa ağırlık verilmekte ve genellikle çok evlilik üzerinde durulmaktadır!. Hanımların göremeyeceği tenha bir yerde mektup yazarken oldukça erkek gözüken bu kardeşlerimiz, ilk yazıda çok evlilik meselesine neden teğet geçtiğimizi sormaktalar ve korkulanımızın legal mı, yoksa ilegal mi olduğunu öğrenmek istemektedirler!..
Bütün bu sorular ve birbiriyle uyuşmayan farklı beklentiler altında ezilmemeye çalışarak, öncelikle bacılanmızın ortak dert ve sorunlanna değinmek istiyorum.
Bacılarımızdan gelen mektuplarda da ifade edildiği gibi; Türkiye'deki İslami gelişmelerde bacılarımızın yeri, ne yazık ki açıkça belirlenmemiştir. Çünkü bu coğrafyada yaşayan bacılanmız, değişik mihraklar tarafından, çok değişik yerlere nisbet edilmesine rağmen, gerçek yerlerini ve gerçek kimliklerini bulabilmiş değillerdir. Bunun en önemli nedeni bacılanmızın yeterince anlaşılmaması ve bacılanmız arasında meseleyi disipline edebilecek keyfiyette ve kemiyette kardeşlerimizin olmayışıdır.
Çahşmalannı takdirle karşıladığımız birkaç bacımız gibi bacılarımızın fazlalaşması ve bu bacılanmızın kendilerini daha yetkin aşamalara çıkarmalan, bu konudaki umud-lanmızı arttırarak durumlara netlik kazandırabilecektir.
“Bu gerçekleşecek midir veya nasıl gerçekleşebilecektir?” sorulanna, verebileceğimiz somut cevaplar yoktur. Fakat böyle bir boşluk varsa ve bu boşluğun sıkıntısı çekiliyorsa, bu boşluk erkek müslümanların yardımlanndan ziyade bizzat bacılanmızın kendi özverileriyle doldurulabilecektir. Çünkü bacılarımıza özgü sorunlann çözümlenebilmesi, bacılanmızla ilgili soruların cevaplandıralabiîmesi, günümüzdeki kadın dünyasının yakından ve yeterince tanınmasıyla ilgilidir.
Mesela bizlere sık sık yöneltilen “Müslüman bacılarla İslami hareketteki birlikteliğiniz hangi düzlemde ve nasıl olabilir?” sorusunu, bizler ne yazık ki mutmain bir şekilde cevaplandıramıyoruz. Çünkü bu soruya asr-ı saadeti veya olması gereken bacı. kimliğini esas alarak cevap versek; günümüz bacıları, olunması gereken bacı kimliğinden ne kadar uzak ise, verdiğimiz cevap da, doğrudan o kadar uzak olacaktır. Yukardaki soruya sadece kadın fıtratını esas alarak cevap verebilmek de mümkün değildir. Çünkü fıtrat aynı olmakla birlikte, değişik çevre şartlarından etkilenen fıtratlarda, çok değişik eğilimler ve çok değişik şekillenmeler söz konusudur.
Türkiye coğrafyası tek bir coğrafya olarak zikredilmesine rağmen, etkileyici çevre şartları itibariyle en az dokuzon bölgeye ayrılabilir. Nitekim Türkiye'de bu bölgelere özgü bacı kimlikleri olduğu gibi, birkaç çevreden aynı zamanda etkilenen mozaik bacı kimlikleri de vardır.
Belirttiğimiz bu kimliklerde batıl eğilimlerin veya cahili motiflerin olduğunu dikkate alarak “Bütün bunları bir kenara bırakalım ve gündemimize almayalım” da diyemeyiz. Çünkü bunu diyebilmemiz, yine kenara bırakılması gereken şeyleri bilmemizle ve arkaplana bırakılıp-bırakılamayacağını tesbit etmemizle mümkün olabilecektir.
Kaldı ki ideal bacı kimliğine ulaşılabilmesi, bu kimliğe talip bacıların şu an içinde bulundukları konuma açıklık getirilmesiyle mümkündür. Çünkü yapılması gereken ve yapılacak olan bu tesbit, ideal bacı kimliğine ulaşmak isteyen bacılanmız için doğru ve .ağlıkh bir kalkış noktası olacaktır.
Günümüz bacılanna önce hangi hakkın, nasıl verilmesi gerekir, hangi batıl eğilimlere nasıl müdahale edilme: lidir.. sorulan, bu bacılanrnızın çevrelere göre özel, Türkiye coğrafyasına göre genel konumlanna açıklık getirilmesiyle cevaplandinlabilecektir. Tabi ki bütün bunlar, sadece masa başı çalışmalanyla çözümlenebilecek sorunlar değildir!. Sağlıklı ve yeterli bilgiyle beraber, yakın gözlem ve rahat dialog zeminlerine de ihtiyaç duyan bu sorunlar, yukanda belirttiğimiz gibi özellikle yetkin bacılan-mızın samimi gayretleri ve özverileriyle çözümlenebilecektir. Çünkü bütün bu meselelerde bilgi ve metod önemli olduğu gibi, günümüz kadın dünyasınr nüfuz edilmesi, olaylann sebeb ve sonuçlanna inilmesi de önemlidir.
Şimdi bu sorunlarla az veya çok ilgisi olan evlilik meselesine gelelim. Hiç şüphesiz ki kadın ve erkeğin birlikte
cehdetmesi gereken meselelerde, bu cehdi gerçekleştirebilecek olan müslümanlar, aynı amaçla bir araya gelerek evlenen müslumanlardır. Çünkü aynı amaçla evienen müslümanlar için evlilik düzlemi, söz konusu cehdin en rahat ve en geniş şekliyle gerçekleşebileceği bir düzlemdir. İşte konumuzla ilgili olarak evliliğin bu önemli boyutuna değineceğiz.
Dünyalık endişeleri ve dünyalık istekleri bir kenara bırakarak meselenin bu boyutunu esas alan ve sadece İslami hareketin maslahatını gözeterek yapılan ve yapılacak olan evlilikler, yaşadığımız ortamda gerçekten ihtiyaç duyulan evliliklerdir. Dolayısıyle birçok bacımın bu istikamette gözüken ve bu ifadelerle belirtilen samimi isteklerini saygı ve takdirle karşılıyorum. Fakat bu istekle birlikte “Yaşımıza, fiziğimize, kültürümüze uygun, tahsilli ve iş sahibi vs. olsun” şeklinde şartlar ileri sürmeleri, samimi gördüğümüz bu istekleri kısmi olarak gölgelemektedir. Evlenebilecekleri müslümanlarla ilgili olarak “Bekarlık” şartını yazmamalannın nedeni ise, bunun zaten bilinen ve yazılmasına gerek duyulmayan bir husus olduğu içindir!.
Hiç şüphesiz ki bu istekleri yadırgamıyorum. Bunlar gayet doğal ve makul sebeblerden kaynaklanan istekler olabilir. Yadırgadığım husus, “Dava için evlenmek istiyorum” diyen bazı bacılanmızın, diğer hususlan birer istek oiarak değil, birer şart olarak ileri sürmeleridir!. Durum böyle olunca “Öncelikle davanın maslahatı için evlenmek istiyorum” ifadesi anlamını kaybetmekte, bu bacılanmızın nefsi maslahattan ile davanın maslahatı aynı kalkış noktasına getirilmektedir.
Bu kalkış noktasından sonra, davanın maslahatı için nefsi maslahatlardan değil, nefsi maslahatlar için davanın maslahatından indirimlerde bulunulması ve dolayısıyle nefsi maslahatların ön plana çıkarıldığı evliliklerin yapılması ise, örnek değil ibret alınması gereken ve akıbeti dehşetli olan hadiselerdir.
Bütün bacılarımızdan, böylesi durumlara düşmemeleri için İslami isteklerinde biraz daha duyarlı ve tutucu olmalarını isterken, dünyevi isteklerinde de biraz daha fedakar olmalarını veya olmaya çalışmalarını tavsiye ediyoruz.
Erkek müslümanlann hep konuştukları fakat pek bir şey yapmadıklan veya yapamadıkları çok evlilik meselesine gelince, öncelikle bu meselenin İslam'a göre yeterince anlaşıldığı kanaatinde olmadığımı ifade ediyorum. Çok evlilik meselesini İslami düzlemde ve İslami ölçülere göre kadın ve erkek boyutundan ayrı ayrı değerlendirdiğimiz zaman, birden fazla evliliği genel olarak iki ayrı başlıkta ele alabiliriz.
Birincisi dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçlan karşılamak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan çok evliliklerdir. Bu gibi evliliklerde gerek duyulabilecek maddi potansiyelin kadında veya erkekte bulunması ve ayrıca erkeğin adil olması gerekmektedir. Ancak ayet-i kerimede de belirtildiği gibi, bütün müslümanlann en ufak bir zulümden dahi müstağni olan adil bir kimliğe uiaşmalan mümkün değildir. İlahi vahyin öngördüğü ve teşvik ettiği adalet vasfı, gücü nisbetince adil olmaya cehdeden ve bu cehdinde zulümden uzaklaşıp, adalete yaklaşabilen müslümanlann vasfıdır.
Dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçlan karşılamak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan bu çok evliliklerde; bir hanımının şer'i ihtiyaçlannı karşılarken zorlanan bir erkeğin, ihtiyaç sahibi ikinci bir hanımı alması, bu sosyal dertlerin çözümlenmesi değil daha da büyütülmesidir. Dolayısıyle ihtiyaç sahibi mü'mine bir kadını nikanlama sorumluluğu, adil olmak vasfıyla birlikte bu bacının ihtiyaçlannı giderebilecek güçte olan müminlerin öncelikli sorumluluğudur. Daha açık ve genel bir ifadeyle, evliliğe neden olan beklentilerin, söz konusu evlilikte karşılığını bulabilecek beklentiler olması gerekir.
İkinci başlıkta ele alacağımız çok evlilikler ise, dünyevi ihtiyaçlann veya fıtri beklentilerin fevkinde, İslami hareketin maslahatı için yapılan çok evliliklerdir. Efendimiz (s.a.v.)'in, sosyal kariyeri bulunan veya kişisel özellikleri yüksek olan annelerimizle evliliği, bu başlığa örnek gösterebileceğimiz evliliklerdir. Bu evliliklerde İslami hareketin maslahatına öncelik verilmekte ve buna paralel olarak kadın dünyasıyla ilgili birçok boşluklar, diğer kadınlara örnek olabilecek yetkinlikteki böylesi mü'minelerin yetiştirilmesiyle doldurulmaktadır. Nitekim hem kendi çağdaşlannın ve hem de günümüz kadınlannın birçok sorusuna cevap veren ve bütün müslüman kadınlara örnek olan annelerimiz, Resulullah (s.a.v.)'in kutlu öğretisiyle ve aynı zamanda kendi kişisel gayretleriyle bu aşamaya yükselen annelerimizdir.
İslami hareketin maslahatıyla ilgili olan bu evliliklerde, maddi konumdan ziyade ilim ve kişisel özellikler esas alınmaktadır. Dolayıstyle bu gaye ile yapılabilen çok evlilikler, özellikle ilmi yetkinlikteki dava adamlannın ve bazı konumlara talip olmakla birlikte, bunun gereğini de yapabilecek hasletlere sahip olan mü'minelerin gerçekleştirebildikleri evliliklerdir. İslami düzlemde ve İslami gayelerle yapılan bu evliliklerle, kadın ve erkek dünyaları arasında ciddi ve bilinçli köprüler kurulabilmektedir. Yaş durumunun pek önemsenmediği veya ön plana çıkarılmadığı bu gibi evliliklerde, eşinden daha yaşlı biriminin veya daha yaşlı bir mü'minenin uzun yıllar yaşayarak ve düşünerek kazandığı olgunluk, bunlarla evlenen gençlere ve dolayısıyla genç nesillere daha aktif ve daha pratik bir yolla intikal edebilmektedir.
Günümüzdeki anlayışlara göre yukarıdaki ifadelerin anlaşılabilmesi ve toplumsal yaşantıda yerine oturtulabilmesi mümkün değildir. Fakat bu ifadeler anlaşılsın veya anlaşılmasın, müslüman toplumbilimciler tarafından dikkate alınsın veya alınmasın, özellikle asr-ı saadet döneminde açıkça müşahade edilen bu toplumsal gerçeklikleri tekzip edecek değilim. Çünkü asr-ı saadet döneminde, günümüzde olduğu gibi kadın dünyası ile erkek dünyası arasında önemli bir yabancılaşma ve gençlerin dünyası ile yaşlılann dünyası arasında kutuplaşmaya varan bir uzaklaşma yoktur. Toplumsal ahengi ve olgunluğu engelleyen bu gibi olumsuzluklara! olmayışında ise, yukarıda anlatmaya çalıştığım yönelişlerin önemli bir etkisi vardır. Genelde değil, özelde dikkate alınması gereken ve yetkin insanlarca özelde dikkate alınan bu gibi yönelişlerin rahmeti, özelle birlikte genele de yansıyan rahmetlerdir.
Çok evlilikle İlgili olarak kısaca ifade ettiğim bu değerlendirmeler, meselenin başında da belirttiğim gibi çok evliliğin İslami düzlemde değerlendirilmesidir. Günümüz toplumunda ise yaşanan şartlar ve anlayışlar oldukça farklıdır. Hiç şüphesiz ki bu farklılıkları ileri sürerek “Birden fazla evlilik hükmü neshedilmiştir veya birden fazla evlenmek haramdır” diyemem ve demiyorum. Ancak söz konusu farklılıklar, mutlaka ve mutlaka dikkate alınması gereken farklılıklardır. Dolayisıyle böylesi evliliklere niyet eden veya bunu gerçekleştirmek isteyen kimselerin; yukanda belirttiğimiz özelliklerle birlikte, cahili toplumun yadırgayıcı baskısını da dikkate almalan ve iyimser temennileri veya nefsi temayülleri bir kenara bırakarak, karşılaşabilecekleri sorunlann üstesinden gelip gelemeyeceklerini gerçekçi olarak tesbit etmeleri gerekir. Bilmem anlaşıldı mı?...
Neden bu ifadeyi kullanıyoruz? Şimdiye kadar gelmiş, geçmiş bütün mü'mineleri içine alan genel bir ifade neden kullanmıyoruz? Çünkü bazı istisnalar olsa da, gelmiş, geçmiş mü'minelerden oldukça farklıdır, farklıdır bizim kadınlarımız!.
Geçenlerde bir arkadaşa rastladım. Sağolsun, iyi bir arkadaşımızdır. Birkaç yıl önce gerçekleştirdiği evliliğine vesile olduğumuz için sözü aile yaşantısına getirdim ve sordum kendisine.
“Nasılsınız, ne yapıyorsunuz?”
Başladı konuşmaya.. Anlattıklanna bakılırsa, memnundu aile yaşantısından. Birlikte okuyup, birlikte araştırma yapıyorlarmış. Hanımı ayrıca belli günlerde bazı evlere gidip, bacılara ders veriyormuş.
Hanımını evliliklerinden önce tanıdığım için, şaşırmadım anlattıklarına. Gerçekten bunları ve hatta bunlann fevkinde birçok çalışmayı yürütebilecek bir kişilikte gözüküyordu o zamanlar. Nitekim anlatılanlar, kısmi olsa da yine bu istikametteydi. Dolayısıyle böyle bir evliliğe vesile olduğum için sevindiğimi hissettim.
Ne var ki bu sevincim uzun sürmedi!.
Evliliğin olumlu yönünü belirten bu kısa anlatım, araya konulan bir “Ammaa” kelimesinden sonra mecrasını değiştirmişti!.
Bu ikinci mecrada anlatılanlar, ne yazık ki duymak istemediklerim şeylerdi.
Meğer bizim mücahide bacı, tam bir hanımefendiymiş!.
Hani beş-on hizmetçili eski yalılar vardır ya, işte bizim bacı, bu yalılarda yaşayan bir hanımefendi sanki! Bilumum ev işlerinden, tağuttan sakınır gibi sakınıyor. Bu sakınmada öyle bir mertebeye ulaşmış ki, yabancı bir erkeğin ellediği, yabancı bir erkeğin kirlettiği bir yeri ellemesi, burasını temizlemesi hiç mümkün olmadığı gibi, bunlar hakkında onunla konuşulması bile abes!.
Diyeceksiniz ki “Peki ev İşlerini kim yapıyor? Evde gerçekten beş-on hizmetçi mi var?” Ne diyeyim,
bir erkek olarak nasıl ifade edeyim bilmem ki!. Arkadaşım ev işlerinde hem tecrübeli ve hem de oldukça geçimli bir insandır. Bu nedenle on hizmetçinin olmasa da, beş hizmetçinin yerini doldurmaya çalışıyor!. “Hiç olur mu? Olur mu böyle şey?” demeyin.. Neden olmasın ki!. Günümüz Türkiye'sinde hem çalışıp, hem de ev işlerini yapan kadınlar yok mu?
Var, tabi ki var.. O halde kadınlann bile güç yetirebildiği bu işe, bizim arkadaşımız neden güç yetiremesin ki!.
Bal gibi yapıyor, yapabiliyor işte!
Ayrıca bu konuda pek bir rahatsızlığı da yok. Çünkü evin hanım Efendisi (İnsaf ve merhamet onun üzerine olsun), ona bu konuda birçok şer'i mesnet de getirmiş!. Resulullah (s.a.v.)'in evlilik yaşantısında belki de birkaç kere yaptığı bütün işleri, arkadaşımıza sünnet-i müekkede olarak vazetmiş!.
Birkaç aylık olan çocukları ise, hanım Efendinin biricik meşgalesi. Gerçi mazlum arkadaşımıza “Bunu İslam'a göre emzirmek zorunda değilim. Şayet emzirmezsem, süt anne tutmak zorundasın..” demesine rağmen, eksik olmasın emziriyormuş!.
Tabi ki bu büyük özveriden, çok mutlu arkadaşımız!.
Allah korusun, hanımefendi çocuğu emzirmezse, ne yapacak ki? Süt anne bulamayacağı gibi, kendisinde de gerekli organlar yok!. Nitekim meselenin vehametini kavradığı için, şükretmeye devam ediyor..
Tahammül sınırlarımın zorlandığını hissettim. Benim dinlemeye bile tahammül edemediğim bu durumlara, arkadaşımın nasıl tahammül ettiğini, edebildiğini düşündüm!.
Olumlu bir cevap bulduğumu, bulabildiğimi söyleyemem. Çünkü yaşanan olaylar, mümine bir bacıya karşı duyulan sevgi veya saygıyla açıklanabilecek olaylar değildir. Bu bacı hakkında "Mücahide" sıfatını ise hiç kullanmak istemiyorum. Henüz evinin kadını, erkeğinin kansı olamayan bir bacıya, İslam davasında nasıl yer verilebilir ki!.
Acıdım, acıdım, arkadaşımın açması haline!.
Evliliklerine vesile olduğum veya daha doğru bir ifadeyle bu müsiümanın başını yaktığım için, bir kibrit kutusu gibi görmeye başladım kendimi.
Hem sadece bu değildi ki!.
Dolaylı veya dolaysız vesile olduğumuz bazı evliliklerde de benzer hadiselerle karşılaşılıyordu. Küçükken ana kuzusu olan birçok kardeşimiz, büyüyüp evlendikten sonra kan kuzusu olup çıkmıştı!.
Hani bazı erkekler vardır. Bulunduklan yerde ara sıra saatlerine bakarak, eve geç kalıp kalmadıklannı öğrenmek isterler. Saat belli bir yere gelince, sanki zil sesini duymuş talebeler gibi fırlarlar yerlerinden! Çünkü hanımlannca belirlenen saatte, mutlaka ve mutlaka evde olmaları gerekmektedir.
Sözünü ettiğim kardeşlerimiz ise böyle zırt pırt saate bakan kimselerden değildir. Onların saatle pek ilgileri yoktur. Çünkü bu kardeşlerimiz saatten ziyade, güneşi esas almaktadırlar.
Güneş battımı, hurraa evlere!. İster sohbet olsun, ister ders olsun, durmaz, durdurulamaz bu kardeşlerimiz!. Gidilecek yerler, konuşulacak meseleler, iletilecek mesajlar ne kadar önemli olursa olsun, bütün bunlar ikinci derece öneme haizdir!. Birinci derece önemli olan ise, ev halkının güvenliğidir. Çünkü bu kardeşlerimizin hanımları, gece evde yalnız kalmaktan korkan hanımlardır. İslami davette bulunacağım veya dava için çalışacağım diyerek, hanımlarını bu dehşetli korkuyla başbaşa bırakacak değiller ya!. Dolayısıyle bir an önce eve gitmeleri ve sorumlu olduklan ev halkını güvenliğe ve esenliğe kavuşturmaları gerekmektedir!.
İşin tuhaf tarafı, böyle davrandıkları için kendilerini sorumluluk bilincine ulaşan kimseler olarak görmeleridir!.
Bu kardeşlerimizle evli olan bacılarımız ise, bütün diğer bacılar gibi mücahideliğe talip olan veya kendilerini mücahide sanan «bacılardır.
Bunlardan birçoğu Kur'an'ı Kerim'i ve Kur'an'ı Kerim'de zikredilen mu mineleri okuduklarını ve bunlan örnek aldıklarını bile ileri sürebilmektedirler!.
Onlann bu iddialarına ve içinde bulunduklan hale bakarak.
“İleri sürdüğünüz bu asılsız iddiayı, lütfen geriye, gerilere çekiniz!.” diyorum. Çünkü örnek aldığınızı söylediğiniz mü'mineler arasında, Rabbim ona rahmet etsin bir Hacer, bir Hacer validemiz vardır.
Çünkü iman ettiğinizi söylediğiniz Kur'an'ı Kerim' de, kendisini çocuğuyla birlikte ıssız çölde yalnız bırakan İbrahim (a.s.)'a “Bu yaptığın İş Allah'ın emriyse git, git ya İbrahim ve bizi merak etme” diyen Hacer anamız vardır.
Hacer anamızın bırakıldığı yerde kapı veya kilit yoktur.
Hacer anamızın bırakıldığı yerde ev yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde komşu yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde yiyecek yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde içecek yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde eşya yoktur, su yoktur, elektirik yoktur. Fakat, bütün bu yokluklann arasında bir Hacer ve bir Hacer kimliği vardır. Hacer ismiyle birlikte bu Hacer kimliğine de sahip olduğu için kocasına “Git, git ya İbrahim ve bizi merak etme” diyebilmektedir.
İşte apaçık bir gerçek olan Hacer kimliğini ve Hacer validemizi tanıdıktan sonra, şehrin göbeğinde ve tam teşekküllü evlerde yalnız kalmaktan korkan sizler, sizler, nasıl olur da Hacer validemizi örnek aldığınızı ileri sürebilirsiniz? Lütfen gerilere, çok çok gerilere çekiniz bu iddianızı!. Çünkü sebeb ne olursa olsun sizleri evde yalnız bırakmak istemeyen kocalarınız, nasıl ki hanımını çölde bırakabilen birer İbrahim değilse; sizler de birer Hacer değilsiniz!.
Evet,
“Hemeyse” demek zorundayız. Çünkü başladığımız yazının uzandığı noktalar, bu kitabın genel keyfiyetinden uzaklaşmakta. Fakat yukarda da belirttiğim gibi kadınlarımız arasında kimlik ve kişiliklerine saygı duyduğumuz istisnalar olmasına rağmen, genel durum ne yazık ki böyledir.
Nitekim geçenlerde yaptığımız bir sohbette, bu acı gerçeklerle tekrar karşılaştık. Biraraya geldiğimiz müslü-manlara, ensar ve muhacir arasındaki kardeşliği anlatıyordum. Hepimizin bildiği gibi Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirlere, Medine'nin sakinleri olan ensar kucak açmış ve sahip oldukları birçok şeyi muhacir kardeşleriyle paylaşmak istemişlerdi. Bu muhteşem paylaşmada, birden fazla evi olan ensardan bazı sahabeler, bu evlerini muhacir kardeşlerine kiraya değil, mülken vermişlerdi. İki-üç hanımı olan bazı ensar ise, bekar muhacirlere bu hammlannı vermek, nikahlamak istemişlerdi.
İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, sohbette bulunan müslümanlan ikaz etmek ve olayın derinliğini gösterebilmek için, onlara şu sorulan yönelttim.
Bizlerin iki veya üç hanımı olsaydı, bekar kardeşlerimize vermek ve onlara nikahlamak ister miydik?
Bizler yapar mıydık? Yapabilir miydik bunu? Soruyu onlara ve nefsime sorduktan sonra, kırdığım
potun farkına vardım!. Ben ne yaptığımın, kimlere ne sorduğumun herhalde farkında değildim!.
Gerçekten saliha olan bir mü'mineyi ömürlerinde görmeyen ve onun kıymetini idrak edemeyen birçok kimse, saliha bir hanımı vermenin zorluğunu nasıl anlayabileceklerdi ki!.
Nitekim bunu anlamamış olmalanndan kaynaklansa gerek, çok kısa bir düşünceden sonra birçoklannın ağızlan açılır gibi oldu. Fakat sustular, yutkundular ve yuttular söylemek istediklerini!.
Derin bir sessizlikten sonra, havayı gerginleştiren bu sessizliği bozma zorunluluğu hissettim. Sessizlikte duyduğum cevaplan, başkaianna nisbet ederek ifade etmeye çalıştım.
Gerçi günümüzdeki aile yaşantısından ve hanımlarının ölçü tanımaz isteklerinden bıkan bazı müslümanlar, “Bizler elimizdeki bir taneyi bile vermeye razıyız, fakat bekar kardeşlerimize merhamet ettiğimiz için vermek istemiyoruz!” diyeceklerdir. Bunlar tabi ki mevzumuzun dışındadır..
Bunlan söyledikten sonra ortalıktaki gerginlik sakinleşmiş ve yüzler tebessüm etmeye başlamıştı. Mevzunun içinde kalan bizler, mevzumuzun dışında kalan başkalarının haline gülüyor ve onlann bu durumlarına gülümsüyorduk!.
İşte güldüğümüz ve gülümsediğimiz durum budur!.
Gerçi bütün bunlar “Bizim kadınlanmız” başlığında yazılabilen şeylerdir. Hiç şüphemiz yoktur ki Cihan Aktaş veya Emine Şenlikoğlu bacımız, müslüman erkeklerle ilgili bir başlık açsalar ve günümüzdeki mücahitlerin durumuna değinseler; onlann söyledikleri, bizim söylediklerimizi çok gerilerde bırakabilecektir. Aynca sonuç olarak öncelikle erkek müslümanları suçlamaları ise, İlahi vahye uygun ve doğru bir suçlama olacaktır.
İstisnaların çoğunluk, çoğunluklann ise istisna olması dileğiyle..
Sizler sol basında yer alan haberlere sakın inanmayın. Bunlar özel mülkiyet düşmanıdırlar, “Özel mülkiyet düşmanıdırlar” derken, başkalarının sahip oldukları özel mülkiyetlere düşman olduklannı kastediyorum. Üst üste yığmaya çalıştıkları kendi özel mülkiyetlerine düşmanlık değil, iç gıdıkiayıcı bir sevgi beslemektedirler. Bu beylerin anlayışına göre iki eve sahip muhafazakar bir vatandaş kapitalistin ta kendisi olurken, marksist söylemlerde bulunan birisi holdinglere veya tröstlere sahip olsa dahi kesinlikle ve kesinlikle kapitalist değildir. Bunlar olsa olsa varlıklı sosyalistler veya marksist patronlardır!.
Kendi mülkiyetlerinin üzerine oturup başkalarının özel mülkiyetlerine düşmanlık duyan bu beyler, mülkiyet düşmanlığı noktasında özellikle devlet yetkilileriyle daha çok uğraşmaktadırlar. Bunların söylediklerine göre bir bakan, bakan olduktan sonra veya bir başbakan, başbakan olduktan sonra bunlardan bazısı bütün sülalesini kalkındınyormuş!. Ağabeylerine ve kardeşlerine ve yeğenlerine ve gelinlerine ve amcalanna ve dayılanna ve teyzelerine ve halalanna ve eniştelerine ve görümcelerine ve bacanaklana ve eşlerine ve dostlarına ve çoluklanna ve çocuklarına ve bütün bunlann ahbablanna ve arkadaşlarına ve komşularına ve tanıdıklarına devlet imkanlanyla yardım edip, onları kalkındırıyorlarmiş!..
Sülaleye veya hanedana veya aşirete yeni giren bir damadın karşılaştığı imkanlar, onlar, bunlar, şunlaar olduğuna göre, gerisini biz tasavvur etmeliymişik!.
Velhasıl bunlar, bütün sülalelerini yükün, bizlere yani halka yüklüyorlarmış!.
İnanmayın efendim!
İnanmayın böyle saçmalıklara!.
Hiç şüphesiz ki bu yetkililer sorumlu insanlardır. Devlete ve topluma karşı sorumlu olduklan gibi, tabi ki eşlerine, dostlanna, hısımlanna, akrabalarına ve tanıdıklarına karşı da sorumludurlar.
Önemli bir mevkiye geldikten sonra bütün bu özel sorumluluklarına sırtını dönseler, alem onlara ne der hiç düşündünüz mü?
“Şu ne oldum delisine bakın!” demezler mi? “Bakan veya başbakan oldun diye bu tavırlann niye?” “Hani dostluğumuz, hani kardeşliğimiz, hani akrabalık hakkımız, hani komşuluk hakkımız, hani arkadaşlık hakkımız, hiç sıkılmıyor musun, hiç utanmıyor musun?” demezler mi?
Derler, derler elbet!.
İşte bunlan dedirtmemek için bu kimselere lakayt kalmazlar, kalamazlar. Çünkü bu kimselere karşı sorumlulukları vardır. “Kendi ailesine, kendi çevresine faydası olmayanın, milletine hiç faydası olmaz” sözü, ne hoş bir sözdür bunlar için!.
Milletin kalkınmasını istiyorlarsa, bu yüce kalkınma hamlesine tabi ki yakın çevrelerinden başlayacaklardır. Bunların dertleriyle dertlenecekler ve bu dertleri de çözümlemeye çalışacaklardır. Söz buraya geldiği zaman, bir millet olarak ayağa kalkacak ve “Yahu bu dertler, bizim derdimiz değil ki!.” diyeceksiniz. Avam olduğunuz nasıl da belli!. Tabi ki bu dertler sizin derdiniz değildir. Bu dertlerin, bu sorunlann milletin derdi olmadığını, milletin sorunu olmadığını onlar da bilmektedir. Bu gibi dertler, bu gibi sorunlar onların özel dertleridir, özel sorunlarıdır. Ve hiçbir şüpheniz olmasın ki, seçkin olmasa da seçilmiş olan bu insanlar, kendi özel sorunlannı bu milletin sırtına yükleyecek kadar insafsız değillerdir. Bütün bunlar onlann özel sorunlan olup, bu sorunlan halkın sırtına değil, sadece kendi sırtlanna yüklemektedirler. Bu yükü, bizzat kendileri taşımaktadırlar. Nitekim bildiğiniz bir kıssa, bilmediğiniz bu gerçeği ne güzel anlatmaktadır.
Nasreddin Hoca birgün pazara giderek ahşveriş yapmış. Ailesi ve yakınlan için aldığı bütün eşyayı heybesine doldurup ve heybeyi de sırtına yüklenerek merkebine binmiş. Eve doğru giderken heybenin yüküyle terleyen Hocayı görenler, merkebin üzerindeki Hocaya sormuşlar.
“Hoca efendi! Heybeyi neden merkebin terkisine koyup da rahat rahat gitmiyorsun?”
Bu soru üzerine anlamlı, anlamlı başını sallayan Hoca.
“İnsaf be arkadaş! Merkebin beni taşıdığı yetmiyormuş gibi, ona bir de heybeyi mi yükleyeyim? Ben bu insafsızlığı şimdiye kadar hiç yapmadım ve yapmam!,” demiş.
Kırk yamasız bohça içindeki bu apaçık gerçeği görmeyen sol basın, tabi ki velvele etmekte ve bazı devlet yetkilileriyle ilgili olarak “Bütün sülalelerinin yükünü, halkın sırtına yüklüyorîar” demektedirler.
İnanın yalan!
Halkın sırtına binen sadece kendileri!..
Konuşmalar yapılıyor, makaleler yazılıyor, imzalar toplanıyor ve deniliyor ki.
“Ayasofya ibadete açılsın”
Yine konuşmalar yapılıyor, makaleler yazılıyor ve yine deniliyor ki.
“Ayasofya müze olarak kalsın”
Tabi ki bu tartışmalar sürüyor.
“Açılsın efendim”
“I ııh, açılmasın!”
“Neden açılmayacakmış?”
“Neden açılacakmış?”
“Sorduğu soruya bak! Fatih'ten utan!”
“Hadi oradan gerici, sen de batıdan utan!”
“Fatih'in karşısına hangi yüzle çıkacaksın?”
“Sen batıdan hangi yüzle borç isteyeceksin?”
“Ekonomiyi ne kanştınyorsun! Sen Türk değil misin?”
“Ben Türküm, sen laik değil misin?”
“Meseleyi karıştırmasana be!..”
Bütün bu tartışmalar haliyle müslümanlara da yansıyor ve özellikle geleneksel din anlayışına sahip kimselerden aynı ses çıkıyor.
“Ayasofya ibadete açılsın, Ayasofya cami olsun!..”
Bir kilisenin veya bir müzenin İbadete açılması ve İslam'daki mescit veya cami misyonunu yüklenmesi herhalde hayra vesile olabilecektir. Çünkü İslami mescidler, müslümanların bir araya geldikleri, Allah'tan başka hiçbir merciden korkmadan İslami gerçekleri anlatan salih mü'minlerin dinlenildiği, bölgesel ve evrensel meselelerin istişare edildiği, karara bağlandığı ve bu kararların tebliğ edildiği yerler olup, İslami çalışmalar ve hareketler için bir üs, bir merkez niteliğindedir.
İşte meseleye bu bağlamda yaklaştığımız zaman, Sultan Ahmed mabedindeki vaazında “Ayasofya ibadete açılmalıdır, Ayasofya cami olmalıdır” diye feryat ederek müslümanları tahrik eden vaizin, bu feryadına pek bir anlam veremiyoruz!.
Neden Ayasofyp?
Neden Sultan Ahmed değil?
Yoksa Sultan Ahmed mabedi, İslam'ın ve müslüman-lann tasarrufuna verildi mi?
Sultan Ahmed mabedinde, İslami mescidlerin fonksiyonu yürütülebiliyor mu?
Bu gibi yerlerde her türlü küfre, şirke ve zulüme karşı müslümanlar uyanlıp, ikaz edilebiliyorlar mı?
Arkasında namaz kılınan, hutbe ve vaazlan dinlenen kimseler, sadece Allah'tan korkup, sadece Allah'ı mı dikkate alıyorlar?
Yoksa bütün bu mabetlerde anlatılan din, rejimin her türlü çıkar ve menfaatlerine karşı İslam'ın ölçülerini, İslam'ın gerçeklerini dikkate almadan tasdik eden resmi bir din anlayışı mıdır?
O halde bu mabedler rejimin tasarrufunda ise, bu mabedlerde resmi din anlayışı anlatılıyor ise, bu mabedlerde liberalizmin çıkar ve menfaatleri gözetiliyor ise, bu mabedler rejim için propaganda merkezi, görevliler için bir ekmek teknesi, bir ticarethane ise..
Ayasofya'nın da bu işlevi kazanması için biz niye mücadele verecek, biz niye imza toplayacağız ki?
Bırakalım bu mücadeleyi rejim yapsın be kardeşim! Kimin ekmeğine yağ sürülecekse, onlar uğraşsın bu işle!.
Fakat Ayasofya'yı şimdilik bir kenara bırakıp, Sultan Ahmed'in İslami mescid olması için, İslam'ın ve müslümanların tasarrufuna verilmesi için imza toplanacak ve mücadele edilecekse, o başka!.
İşte bu mücadelede boynu bükük dilekçelere imzamız olmasa da, onurlu saflarda omuzlarımız birbirine değebilir?
Apartmanların çatısında ne olur?
Televizyon anteni olur, su deposu olur, güneş enerjisi olur falan, filan...
Tabi biliyorsunuz bütün bunları.. Fakat ben size bilmediğiniz bir şey söyleyeyim.
Efendim, sözünü ettiğim apartmanın çatısında büyükçe bir kutu ve kutunun içinde birkaç Kur'an'ı Kerim var. Diyeceksiniz ki “Hayrola ne oluyor, Kur'an'ı Kerimler neden çatı katına konuluyor?”
Sakın aklınıza kötü bir şey gelmesin. Sakın ola ki bu davranışı, Kur'an'ı Kerim'e saygısızlık olarak kabul etmeyin. Çünkü hadise bunun tam tersi. Kur'an'ı Kerim'in çatı katına konulması, Kur'an'ı Kerim'e saygısızlığın değil, saygının bir ifadesiymiş!. Bakın anlatayım.,
Hani eski evlerimizde mushaf kılıfları vardı ya, hani özene, bezene işlenmiş bu kılıflara Kur'an'ı Kerim konulurdu ya, sonra da bu kılıflara konulan Kur'an'ı Kerim, saygının bir ifadesi olarak evin en yüksek yerine asılırdı ya, işte şimdi de aynı saygının çağdaş bir ifadesi olarak evin en üst yerine, yani çatıya koyuyorlarmış!.
Bunlann meseleye nasıl ve hangi zihniyetle yaklaştıklannı bildiğim için tabi ki şaşılmıyorum, Hatta mushaf kılıflarını naylonla kaplayarak televizyon antenlerinin en uç noktasına assalar, yine şaşırmayacağım. Çünkü bu zihniyet, göklerden inen Kur'an'ı, göklere yükseltmeyi amaçlayan bir zihniyettir!.
Laf aramızda, bu zihniyete sahip olan kimselerin ellerinden gelse, Kur'an'ı Kerim'i “Ya Rabbi, bu Senin yanına yakışır” diyerek alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a geri verip, rahatlayıverecekler!.
İslam Tarihini okuyanlar bilir..
Resulullah (s.a.v.)'in nübüvvetinden önce Mekke idaresinde Sidanet, Şikayet, Rifade, Kıyade, Nedve, Sifaret, Nizaret, Kubbe, İşar ve Ezlam gibi görevler vardır. Bu görevlerden konumuzla ilgili olarak İşar ve Ezlam üzerinde duracağız.
Mekke müşrikleri tarafından yürütülen bu görev, Ezlam denilen fal okları ile fal açmak görevidir. Fal okları, o zaman Kabe'nin içinde bulunan Hubel putunun önünde çekilirdi.
Hubel putunun yanında, fal açtıracaklann isteklerini karşılayacak şekilde yedi ok bulunurdu. Mesela bu oklardan birinin üzerinde “El-Akl” yani “Diyet” yazılıydı. Öldürülen bir insanın diyetini kimin ödeyeceği konusunda anlaşmazlığa düşüldüğünde bu oklar çekilir, diyet oku kime çıkarsa diyeti o öderdi. Oklardan birinin üzerinde “Neam” (Evet), diğer birinin üzerinde “La” (Hayır) yazılıydı. Araplar bir işi yapmayı tasarladıktan zaman bu oklan çekerler, evet oku çıkarsa o işi yaparlar, hayır oku çıkarsa o işten vazgeçerlerdi. Dördüncü okta “Miyah” (Sular) yazılıydı.
Kuyu kazılması tasarlandığı zaman oklar çekilir, sular oku çıkarsa kuyuyu kazarlardı.
Diğer üç okun üzerinde ise “Minkum” (Sizdendir), “Muisak” (İlişiktir) ve “Min gayrikum” (Sizden değildir) kelimeleri yazılıydı. Bu oklar tanınmayan birisinin onlardan mı, onlardan değil mi, zararlı mı, zararsız mı olduğunu anlamak için çekilirdi.
Evet,
İslam öncesi Mekke'nin gidişatı bu fal oklarına bağlıydı. Bunları okurken içten içe gülümseyen, müşrik arapların içine düştüğü pu ilkel durumu alaylı bir küçümsemeyle hor gören kimseler olabilecektir. Bu kimseler ilkel ve batıl olan bu durumu yadırgayacaklar ve hayretle şöyle diyeceklerdir.
“Bir topluluk, durumlarını ilgilendiren bazı kararlan, akibetlerini veya kaderlerini, fal oklanna nasıl bağlayabilirler?”
Ne diyebiliriz ki!
Tabi ki doğruya, doğru diyeceğiz. Gerçekten bir topluluğun kaderi, bir topluluğun akibeti, fal oklarına teslim edilmemeliydi!.
Gerçi fal oklan çekilirken, yüzde elli doğruyu bulma, yüzde elli isabetli karar verme, yüzde elli selamete kavuşma şansı vardı, vardı ama, yanlışa düşme ve yanlış karar verme durumu da yüzde elliydi.
Velhasıl yüzde elli riskli bir durumdu. Toplumu ilgilendiren meselelerde fal okları çekmek, toplumun akibetini yüzde elli riske sokmaktı!.
Nitekim bazı vatandaşlar, Mekke müşrikleriyle ilgili bu meseleyi okuduktan sonra, T.B.M.M. ne bakacaklar ve mecliste fal okları gibi bir saçmalığın bulunmadığını görerek, bu çağdaş yapıdan gurur duyacaklardır.
Ne yalan söyleyeyim, aynı kanaatte değilim!.
Mesela T.B.M.M. için altın üzerine sedef kakmalı yedi tane fal oku hazırlatılsa, bu oklar meclis başkanına verilse ve sonra da?.
“ABD'nin sömürgesi olalım mı, olmayalım mı?”
“Batıya bağlanalım mı, bağlanmayalım mı?”
“AT’ın şeyine girelim mi, girmeyelim mi?”
“Para babalannı kollayalım mı, kollamayalım mı?”
“Vergi adaleti olsun mu, olmasın mı?”
“Halka bazı gerçekleri açıklayalım mı, açıklamayalım mı?”
“Vatandaşa merhamet edelim mi, etmeyelim mi?... gibi umud yitirilen konularda fal okları çekilse ne olur?”
Bunu hiç düşündünüz mü?
Fazla düşünmenize hiç gerek yoktur!.
Çünkü ne olacağı bellidir!.
Dünya emperyalizminin çıkarlan yüzde ellilik bir riske girerken, vatandaşın da yüzde elli kurtulma şansı olacaktır!.
Adalet ve mülk arasında her asırda bağlantılar kurulmuş ve bu iki kavram birbiriyle ilişkili olarak kullanılagelmiştir.
Nitekim zamanımızda da yükseklerde, çok yükseklerde, çok çok yükseklerde söylenen bir söz vardır.
“Adalet mülkün temelidir.”
Başımı kaldırarak ve ayak parmaklarımın üzerinde yükselmeye çalışarak, bu ifadenin ne anlama geldiğini görmeye çalışıyorum. Hangi adaletin, hangi mülkün temeli olduğunu uzaktan da olsa görmek veya görebilmek için çırpmıyorum.
Aklımla, fikrimle, düşüncelerimle, umud ve hayallerimle çırpınırken yükseldiğimi hissediyorum. Nitekim yükseliyorum, yükseliyorum, yükseliyorum ve görüyorum bu gerçeği!.
Hangi adaletin, hangi mülkün temeli olduğunu ilk kez anlıyorum. Gördüğüm bu adaleti sevdiğim gibi, bu adaletin disipline ettiği mülk de korkutmuyor beni!.
Hem neden korkutsun ki!. Çünkü yükseldiğim bu alem, kapitalist bir alem değildi. Bu alemde “Zulüm, mülkün temelidir” ilkesi yoktu. Gerçek ölçülerle tanımlanan, gerçek bir adalet disipline ediyordu mülkü. Duvarlara veya levhalara değil, bizzat hayata yazılan “Adalet mülkün temelidir” ifadesi, yaşanan bu gerçeği anlatıyordu.. Fakat ben nereye gelmiştim,
hayal dünyasında çırpınırken, hangi aleme yükselmiştim?
Geldiğim, yükseldiğim bu alem, hiç şüphesiz ki Türkiye değildi. Çünkü yükselmiştim, çok yükselmiştim, çok çok yükselmiştim bu gerçeği görebilmek için!.
Oysa yaşanan realite, dipsiz bir kuyu derinliğiyle kaybolmuştu aşağılarda. Şaşırmıştım, paniğe kapılmıştım sanki. Hiç alışık olmadığım böylesi bir yükseklikten duyduğum korkuyla, bütün dengelerimi kaybettiğimi hissettim..
Düşüyordum, düşüyordum artık!
Aşağılara, daha aşağılara, daha daha aşağılara doğru düşüyordum!.
Aklım, fikrim, düşüncelerim, umud ve hayallerim, olanca hafifliği ile yere çarpınca, etrafıma bakındım. Nereye düştüğümü anlayınca, derinden bir “Ahhh” çektim. Çünkü düştüğüm yerde, fabrikalar hani hani çalışıyor ve fabrika bacalarından çıkan dumanlar, havada kavisler çizerek şu ifadeleri yazıyordu.
“Mülk, adaletin temelidir!,”
Her ifadenin insanda çağnştırdığı bazı anlamlar, bazı görüntüler vardır. Kimi zaman ifade aynı olmasına rağmen, bu ifadenin insanlarda yankılanması farklı olabilmektedir. Tabi ki şimdi bunun üzerinde duracak ve bazı örneklerle bunun sosyopsikolojik nedenlerini açıklayacak değilim. Çünkü nedenleri açıklanmasa da, yaşanan bir hadisedir bu!.
Bu kısacık yazıda, özellikle şehirlerarası yolculuk yaparken karşılaştığım bir ifade üzerinde durmak istiyorum. Geniş dağ yataklanna kireçli taşlarla yazılan bu büyük ifade, iki kelimeden meydana geliyor.,
Yüzlerce askerin, binlerce taşı bir araya getirerek ve kireçle boyayarak büyük büyük harflerle yazdıkları bu ifadeyi, sanırım birçok insanımız da görmüştür. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu ifade ile ne anlatılmak istendiği veya bu ifadeyi okuyanların ne anladığı yine kişilere göre değişebilmektedir.
Mesela bu ifadenin bende çağrıştırdığı anlamı veya bu ifadenin bende yankılanmasını değerlendirecek olursam; belki de bendeki bu yankılanma, hiç kimsenin karşılaşmadığı bir yankılanmadır!. Çünkü bu ifadeyle nerede karşılaşsam, hep aynı garip görüntüler ve hep aynı garip sesler geliyor kulağıma!. Yolculuk yaparken, genel olarak pencere kenarına otururum. İşte bu yolculuklarım esnasında, otobüsün penceresinden dışarılara bakarken ve dışarıların halini düşünürken, dağ yamaçlarındaki bu koskoca ifadeyi görüyorum.
“Önce vatan”
Aklımı (yine Ankara'ya) kaçınyorum!. Büyük, pek büyük bir yemek salonuna giriyorum. Önce etrafıma bakmıyorum. Ortadaki geniş masa ve masanın nakışlan dikkatimi çekiyor. “Acaba ağaç oyma mı?” diyerek sokuluyorum masaya.,
“I ııh, ağaç oyma değil”.
Şeref ve haysiyet olmadan, namus ve vicdan oymadan meydana geliyor masanın nakışlan!.
Masanın üzeri, beyaz, bembeyaz emek üzerine, kırmızı ve kara, kapkara zulüm kakmalarla bezenmiş.
Masanın etrafında ise, kimilerinin “Sevgili büyüklerimiz”, kimilerinin “Sayın efendilerimiz”,
kimilerinin “Filanca işadamımız” dedikleri, seçkin namussuzlar oturmakta!.
Ellerindeki çatal ve bıçaklarla, yemek servisini bekliyorlar. Bunlann karşısında süklüm-püklüm durmayı bir sanat olarak algılayan garsonlar ise, papyonu andıran tasmaianyla masaya yaklaşarak ve çeşitli dillerdeki aynı ifadeyi tekrarlayarak, masadaki efendilerine soruyorlar.
“Sayın efendilerimiz, ne yersiniz?”
Masadaki namussuzlar için, ne güzel bir sorudur bu!.
Ağızlan bir anda sulanmış ve salyalan akmaya başlamıştır! .
Ne yediklerinin ve ne yiyeceklerinin bilincinde oldukları için, hiç düşünmeden ve hiç düşünmeye gerek duymadan hepbir ağızdan cevap verirler.,
Önce vatan!.
Önce vatan!.. (Sonra vatandaş!.)
Dane'ye nisbet edilen bir kıssa vardır.
Saray meclisi istişare etmek gayesiyle, Behlül Dane'yi saraya davet ederler. Fakat aradan hayli zaman geçmesine rağmen, Behlül Dane bu davete icabet etmemiştir.
Tabi ki neden gelmediği merak edilmiştir!. Kendisine gidilerek bunun nedeni sorulduğu zaman, Behlül Dane şu cevabı verir.
“Davetinize icabet etmezden önce tuvalete gitmiştim. Tuvaletteki pislik bana hal lisanı ile; “Ben daha önceleri herkesin gıptayla baktığı, sevdiği ve sahip olmak istediği güzel bir nimettim. Fakat insanlann içine girince, senin de gördüğün gibi tiksinti duyulacak bu hale geldim!..” dedi. İşte bunlan dinledikten sonra gelmedim, girmek istemedim insanlann içine!.”
Behlül Dane haklı mıydı?
Şüphesiz ki bu cevabın doğruluğu veya yanlışlığı, davet edilen yerin mahiyetiyle ilgilidir. Nice meclisler ve nice topluluklar vardır ki, kendi bünyelerine giren insanlan pislikten bin beter durumlara getirmektedir. Fakat yine nice cemaatler vardır ki, kendi bünyelerine giren insanlan muhafaza etmekte, onlann kokuşmasını ve bozulmasını engellemekte ve onlann daha da güzelleşmelerine neden olabilmektedir.
Bütün bunlan dikkate alarak Behlül Dane'nin cevabını mutlaka doğrudur veya mutlaka yanlıştır yorumuyla değerlendirmiyoruz. Fakat hiç şüphesiz ki, özellikle yaşadığımız çağda unutulmaması gereken bir cevaptır bu!.
Şahsım adına bazı davetlerle karşılaştığım zaman, Behlül Dane'nin bu cevabı aklıma geliyor. Nereye, ne için davet edildiğimi düşünüyorum!.
Bazen çok heyecanlı davetlerle de karşılaşıyorum.
Eline hiç kazma almamış ve kazma sallamanın ne anlama geldiğini henüz bilmeyen bazı kardeşlerim “Abi bize vaziyet ediver de, şu dağlan yerle bir ediverelim!..” diyorlar.
Ne diyeceğimi şaşınyorum!
“Kardeşlerim, önce kazmalan elimize alıp, görünürdeki pisliklerimizi gömmek için bir fosseptik çukuru kazalım!” desem olmayacak!.
Üzülecekler, ağırlarına gidecek bu cevap. Burkulmuş gözlerle bana bakarak “Abi, sen bizi hiç tanımamışsın” diyecekler!.
Oysa onlan ve kendimi tanıdığım için, hangi fiillerin, hangi faillere gerek duyduğunu bildiğim için, onlara kafa sallıyamıyorum. Bunlan bilmeden bana on adım gelenlere, bunlan bildiğim için bir adım yaklaşamıyorum!.
Netice olarak bu kardeşlerime tebessümle bakıyor ve Behlül Dane'nin cevabını da hatırlayarak şöyle diyebiliyorum.
Ben sizin aranıza girince vaziyet değil, ancak vasiyet edebilirim!.
Herhangi bir öğretmen, öğrencilerin dikkati dağıldığı zaman, bazı pratik çözümlerle dikkat tazelemesi yapar. Yazı ile bir şeyler anlatmak isteyen kimselerin de, arasıra dikkat tazelemesinde birçok yararlar olsa gerek!.
Dikkat çekilecek konuya hiç dolambaçsız dikkat çekilebileceği gibi, belli bir sıralama ile de dikkat çekilebilir. Ben şimdi anlaşılması daha rahat olsun diye, sıralama yöntemini kullanacağım.
Önce dünyaya dikkat çekiyorum, sonra Türkiye'ye sonra İzmir'e sonra İzmir'in Narhdere semtine sonra Narlıdere'deki askeriyeye sonra askeriye bölgesinde bulunan yeşil bir banka, yani tahta sıraya!.
Evet askeriyenin bahçesinde bulunan bu yeşil banka dikkat edin!.
Diyeceksiniz ki “Neden?”
Neden birçok dikkat ile, bizi bu bankın başına kadar getirdin?
Önce şunu hatırlatayım., Sakın ola ki bu bankı, öyle sıradan bir bank zannetmeyin!. Çünkü rivayetlere göre bu bankın başında, yıllarca bank nöbeti tutulmuş. Soğukta, sıcakta, yağmurda, çamurda binlerce asker, binlerce saat bu bankı beklemiş!.
Askerlik yapmayan acemiler, yine “Neden?” diyeceklerdir!.
Tahta bir bankın neden beklenildiğini, askerlerin bu bankı beklediklerini öğrenmek isteyeceklerdir.
Oysa askerlik yapanlar, askeriyede böyle soruların sorulamayacağını pekala bilirler!. Nitekim yıllarca bank nöbetini tutan askerler de, bunun nedenini bilmeden fakat nedenini sorma gafletine de düşmeden bu görevlerini ifa etmişlerdir.
Fakat yıllar sonra bir subay bunu merak eder!. Çünkü askeriyede buna benzer nöbetler olsa da, bu nöbetlerin bir manası veya bir olayla ilgisi vardır. Bunu merak eden subay, bu sorusunu komutanına kadar götürür.
Fakat onlar da bilmemektedirler nedenini!.
Aynca komutan da merak etmiştir. Belki malumatı vardır düşüncesiyle bir önceki komutana sorulur.
O da bilmez nedenini!.
“Ben oraya geldiğim de bu nöbet vardı ve tabi ki devam etti” der. Sonra bir önceki, daha önceki, daha daha önceki komutanlara sorulur. En son konuştuklan komutan, verdiği şu cevap ile meseleyi aydınlatmıştır.,
Benim zamanımda o bankı boyatmıştık. Boya kurumadan banka oturulmasın diye bank nöbeti koymuştum. O “Bank nöbeti hala devam ediyor mu?.”
Narlıdere'ye ne zaman gitsem veya büyük harflerle yazılmış “Atam izindeyiz” ifadesini ne zaman okusam, her nedense bankla ilgili bu rivayet gelir aklıma!. Atalannı körükörüne taklit eden kavimleri ve bu kavimlerin akıbetlerini hatırlarım hep!.
Ve, ve şekersiz bir tebessüm yayılır yüzüme!.
Tenis veya gailesiz insanlar, tarihin her döneminde bulunan insanlardır..
Mizaç veya dünyaya yönelişle ilgili olsa gerek, bunlar yarınlardan hiçbir endişe duymadan bugünü yaşayan insanlardır. Bugünlerinde umudsuz birçok görüntü olsa da, yarınlara umudla baktıklanndan pek endişeleri yoktur. Nitekim “Bugün buldum, bugün yerim, Hak Kerim'dir yarına” ifadesi, böylesi rahat insanlara atfedilen bir ifadedir.
Geçmişte yaşayan bu insanları, günümüzdeki birçok insanla mukayese edecek olursak; geniş ve gailesiz gözüken bu insanlann, günümüzdekilere nazaran çok daha itidalli, çok daha temkinli olduklanı söyleyebiliriz!.
Çünkü onlar, bugün bulduklarım bugün yiyorlardı. Daha açık bir ifadeyle, elde ettiklerini yiyorlardı.
Oysa günümüzdeki durum hiç de böyle değildir!.
Tüketime dayalı ekonomik sistemler, insanlann bugünkü emekleriyle yetinmemekte,
onların yarın ki emeklerini, yarın ki gelirlerini de bugünden tüketmektedirler.
Nitekim çek, senet ve vadeli anlaşmalarla yapılan böylesi satışlar, yarınki emeğin bugünden pazarlanması ve bugünden satılmasıdır.
Yarınki emeklerinin karşılığını bugünden yiyen insanlar, hiç şüphesiz ki “Bugün bulup, bugün yiyen” insanlar değildir!.
Çünkü bunlar, bugünlerini değil, yarınlannı yiyen insanlardır!.
Yaşlı Adamın Birisi titrek elleriyle yeri kazmakta ve küçük bir ceviz fidanını dikmeye çalışmaktadır. Onun kanter içersinde çalıştığını gören kısa akıllı birisi “Ömrünün sonuna gelmişsin. Meyvasını yiyemeyeceğin bir fidanı neden dikmeye çalışıyorsun!” der. Yaşlı adamın cevabı ise, kısa akıllan genişletebilecek bir netliktedir.
Bizler, bizden öncekilerin diktiklerinin meyvasını yemiştik. Bizim diktiklerimizin meyvasını da, varsın bizden sonrakiler yesin!.
Geçmiş ve bugün ilişkisine bu bilinçle baktığımız zaman, hiç şüphesiz ki bazı salih atalanmızı hayırla yadediyoruz. Onlann samimi çalışmalarla ve büyük cehdlerle bizlere intikal ettirdikleri doğrulan ve güzellikleri dikkate alıyor ve “Rabbimiz onlara rahmet etsin, onlardan razı olsun” diyoruz.
Bizden sonrakilerin de bizler hakkında hayır, dua etmesi, tabi ki onlara bırakacaklarımızla ilgili bir hadisedir. Çünkü nice fiiller ve nice eylemler vardır ki, bunlann genel neticesi sonraki nesillere intikal etmektedir. Bu nedenle bugünkü yaptıklarımızla, yarınki kardeşlerimize neler bıraktığımızı dikkate almamız gerekir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de selam ve hayr ile anılanlar olduğu gibi, lanetle anılanlar da vardır.
Selam ve hayırla yadedilmek ise, hayırlara yönelmek ve hayırlara vesile olmakla mümkündür.
Meselenin bir diğer veçhesi de, geçmişte yapılan yanlışların bedelini ödemek zorunda kalmamak veya yarınlara bedeli ödenmesi gereken yanlışlar bırakmamakla ilgilidir. Daha açık bir ifadeyle geçmişimizden ne bulmak istemiyorsak, geleceğimize de onu bırakmamak durumundayız.
Bu yazıya başlarken zikrettiğim fıkrayı, ikinci bir fıkra ile hem yorumlamak ve hem de pekiştirmek istiyorum.,
Bir adam ile kansı, bir lokantanın önünden geçerken cemakanda asılı olan şu yazıyı okumuşlar.
“Lokantamızda ne isterseniz yeyin, için.. Hesabı torununuz ödesin!.”
Hayli hoşlanna gitmiştir bu ifade!.
Lokantada istediklerini yiyecekler, istediklerini içecekler ve hesabı henüz doğmamış olan torunlan verecek!.
Tabi ki girmişler lokantaya ve canlan ne istiyorsa yemeye, canlan ne istiyorsa içmeye başlamışlar.
Herhangi bir sorun yok!
Yedikleri midelerinde, yiyemedikleri önlerinde..
Fakat ne var ki tam kalkacaktan sırada garson kendilerine bir hesap pusulası uzatır. Hem kızmışlar ve hem de şaşırmışlardır.,
“Garson efendi! Lokantanın camında “Hesabı torununuz ödesin” diye yazmışsınız. Bu doğru değil mi?”
“Evet efendim doğru.”
Garsonun bu tastiği üzerine rahatlamışlardır. Duyduklan bu rahatlıkla gerinerek şöyle derler.,
“O halde hesabı torunumuzdan alacaksınız!.”
“Evet efendim, yediklerinizin hesabını torununuzdan alacağız.”
“Oğlum hesabı madem torunumuzdan alacaksın, elindeki hesap pusulasını neden uzatıp duruyorsun?”
“Garson ise müşterilerin böylesi şaşkınlıklanna alışmış bir pişkinlikle sözüne devam eder.”
“Efendim! Uzattığım bu hesap, dedenizin hesabı!..”
Bazı kardeşlerime sorarım.
“Yanrılardan umudunuz var mı?”
Genelde umudlu olduklarını belirtirler. Başlanz karşılıklı konuşmaya..
Neden umutlandıklannı öğrenmek isterim!.
Bazdan bu ferasetsizliğime dudak bükmemeye çalışırlar. Çünkü bunlara göre umutlanacak hayli çok şey vardır. Benim de bunlan görmemi, benim de bu durumlardan umutlanmamı beklerler.
Hiç şüphesiz ki nankörlükten Rabbime sığınınm. Yaşadığımız ülkede gerçekten umud verici kıpırdanmalar, umud verici uyanışlar elbetteki vardır. Fakat her nedense “Yarınlardan umutlanmak” vakasına bunlan dikkate alarak yaklaşamıyorum!.
İlkin kendime yöneliyor, kendime bakıyor ve kendimi dikkate alıyorum. Kendimden, kendi yarınımdan umutlu olup, olmadığımı anlamak istiyorum.
Şayet kendimden, kendi cehdimden umudum yoksa, başkalarıyla umutlanmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Kendi halim, kendi durumum, kendi yönelişim, kendi eylemlerim umutsuz ise, başkalarıyla umutlanamıyorum!. Başkalanndan umud duyarak, yarınlara umudla bakamıyorum.
Meseleye böyle yaklaştığım için konuştuğum kardeşlerime; “Kendinizden umudunuz yoksa, yarınlardan umudlanmaya da pek hakkınız yok” diyorum. Verdiğim bu cevabın, doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir!.
Ancak bazı önemli boyutlarda doğru olduğuna inanıyorum. Çünkü sağolsunlar, çok iyimser kardeşlerimiz var. Yapılması gerekirken henüz yapılamayan birçok çalışmadan, sadece bir veya birkaç tanesini yapan bir müslüman gördükleri zaman, sanki Mehdi görmüş bekleyici gibi seviniyorlar!.
Kurtuluş meşalesi tutuşuveriyor gönüllerinde. Bu sevinçle, bu umudla haykırmaya başlıyorlar.,
“Ez onu, ez!..”
Tabi ki bu ifadeyi pek anlamadınız!. Çünkü aşağıda anlatacağım kıssayla ilgili bir ifadedir bu.,
Ormanda yaşayan karıncalar, yuvalarını altüst eden ve onlan ezip geçen bir filden çok şikayet ediyorlarmış. Aralarındaki bilge karınca “Ona haddini bildirin. Hepiniz bir yerini ısırsa, ısıtılmadık yeri kalmaz ve sizden uzaklaşır” demişse de, buna cesaret edememişler.
Günlerden bir gün bakmışlar ki, bir arkadaşlan filin kafasına çıkmış ve orada, filin kafasında geziniyor!.
Bu arkadaşlarının cesaretine hayran olmuşlar..
Sevinmişler, umutlanmışlar ve filin üstünde gezen arkadaşlanna, bu umudla seslenmeye, haykırmaya başlamışlar.,
“Ez onu, ez!..”
Efendim, Nasreddin hocaya okuması için bir mektup getirilir. Lakin yazı çok karışık olduğundan hoca bunu okuyamaz. Mektubu getiren ise okuması için devamlı ısrar etmektedir.
Fakat nafile, yazı okunacak gibi değil! Nitekim Nasreddin hoca kendisini daha fazla zorlamadan, okuyamadığı mektubu sahibine iade eder.
Mektup sahibinin hayli canı sıkılmıştır!.
Bu sıkıntı ile hocaya “Bir mektubu okuyamadın, başındaki sanktan utan!” diyerek sitem eder. Nasreddin hoca ise başındaki sarığı hemen çıkarıp, ona uzatarak şöyle der.
“Keramet sanktaysa, al sen oku!.”
Şimdi diyeceksiniz ki.,
“Bunu bize niye anlattın? Bunun bizimle ne ilgisi var?”
Yok be kardeşim, ben bunu size anlatmadım!. Hani batı teknolojisine ulaşmak için kerameti şapkada görüp, şapkayı savunanlar var ya, sözlerim onlaradır!..
Ben küçük yaşta iken “Tilki” namında birini duymuştum.
Tilki Hasan mıydı,
Tilki Recep miydi bilmiyorum!. Fakat namının “Tilki” olduğu hususunda herhangi bir şüphem yok.
İzmir'deki saat kulesini bilirsiniz. Hani İzmir'le ilgili birçok kartpostalda yer alan ve İzmir'in sembolü olduğu söylenen kule.. İşte Konak meydanında bulunan bu saat kulesi, namideğer tilkinin geçim kulesiymişî. Bütün geçimini bu kuleden, saat kulesinden temin ediyormuş.
“Yahu nasıl olur? Saat kulesinden geçim nasıl temin edilir?” diyerek mevzumu bölmeyin. Anlatıyorum işte!..
Hergün saat kulesinin yanına gelir ve oradaki bir banka oturarak sigarasını başlarmış tüttürmeye. Bir yandan sigarasını içer, bir yandan saat kulesinin etrafındaki insanlara bakarmış. Saat kulesinin etrafında saata bakan bir köylü veya bir taşralı görünce, hemen yerinden kalkar ve işine sadık bir memur ciddiyetiyle yanaşırmış onlann yanına.
“Kaç kere baktın?”
“Ne diyon ağam?”
“Saata kaç kere baktın?”
“Bi kere!”
“Bana iki kere baktın gibi geldi, doğru söyle..”
“Vallah bi kere!”
“Sen dürüst birine benziyorsun. İnandım sana. Ver bakalım yirmibeş kuruş.”
“Ne yirmibeş kuruşu ağam!”
“Saata bakma parası. Yoksa iki kere mi baktın?”
“Yok be ağam, bi kere!”
“İnandım, inandım, ver bakalım yirmibeşi.”
“Ne bekliyorsun kardeşim! Yoksa kanunlara karşı mı geleceksin?”
“Tövbe de efendi!. Du çıkarayom işte. On., yimi.. beş de bu yimibeeş. Al ağam!.”
“Parayı veren taşralı, başını saat kulesinin aksi istikametine çevirerek oradan, o belalı yerden hemen uzaklaşmaya çalışırmış!. Ne melazım, gözü gayriihtiyari saata ilişse, bir yirmibeş kuruş daha verecek!.”
Tabi ki her yirmibeş kuruşu veren böyle korkmaz, korkup uzaklaşmazmış saat kulesinden. Çünkü ticarette cesur olan ve yatınmı seven kurnaz taşralılar da gelirmiş İzmir'e. Saat kulesine bir kere baktıkları için yirmibeş kuruş verdiklerinde, saat kulesi kendilerinin olsa ne kadar para kazanacaklannı düşünürlermiş!.
Üüü üfff, dünya para!.
Namıdeğer Tilki, gözlerinden ve mini mini hesap yapmalanndan tanırmış böyle yatırımcılan.. Onlann yanına oturur ve kırk yıllık dostlanymış gibi başlarmış onlarla konuşmaya.
“Aldığıma pişman oldum.”
“Neyi aldığına?”
“Bu saat kulesini..”
“Burada beş dakika oturamıyorum ki! Yirmibeş kuruş için ha babam kalk!.”
“Allah bereket versin!.”
“Sağol.. Bir adam tutayım diyorum, fakat bu zamanda her adama da güven olmaz ki!”
“Doğru, güven olmaz.”
“Senin bildiğin dinibütün birisi var mı?”
“I ııh, yok. Hem şuraya baksana, biri var mı?.”
“Çok yoruldum, kalkmayacağım artık. Bıktım bu işten!.”
“Şey!.”
“Ne var?”
“Şey diyecektim. Kaça?”
“Ne kaça?”
“Kuleyi kaça aldın?”
“Sen nerelisin?”
“Güneyli..”
“Bizim kuzeyde elli dönüm tarla, yirmi dönüm bahçe vardı. Onlann hepsini satarak almıştık bu koca kuleyi. Gerçi iyi yaptık, iyi yaptık ama yoruluyorum işte.”
“Şey, satacan mı?”
“Neyi?”
“Saat kulesini..”
“Ooo, seninle de iki çift laf etmeye gelmiyor. Açık söyleyeyim dünya malına tamah eden insanı hiç sevmem..”
“Ben de sevmem. Ben sadece sordum!.”
“Bak aramızda kalsın, ben burasını dürüst bir insana satacağım. Şu karşıda hükümet konağı var ya.. Baksana canım, bak, bak!. Oraya bakmak bedava! Hahh işte orada bir masa almak istiyorum. Artık bu ayak işinden yoruldum. Oturacağım masaya, bastır mühürü al parayı, bastır mühürü al parayı!. Tam benlik iş. Fakat çok pahalı..
“Burasını bana şey yaparsan, orasını alırsın belki?”
“Düşünmem gerek!.”
Tabi ki bu cesur yatırımcıya, saat kulesini şey yapmak için fazla düşünmemiş Tilki..
Açgözlü birisi olmasa gerek, böylesi samimi yatınmcılar için, koskoca saat kulesini yirmi-otuz dönüm tarla parasına satma cömertliğini de
göstermiş.
“Satmış mı?”
“Elbetteki satmış!.”
“Söz, erkek adamın ağzından bir kere çıkar” diyerek almış parayı ve güven dolu ses tonuyla “Sattım, haynnı gör!” demiş..
Sonrası ise malum..
Saat kulesine bakmalanna rağmen, yirmibeş kuruş vermeyen halkla başı derde giren yatırımcı, kendisini yakapaça götüren emniyet görevlilerine durumu anlatmış.
Uzun uzun anlattıklan bitip, kısa kısa anlatılanları dinleyince, otuz dönümlük bir mezara gömüldüğünü hissetmiş!.
Bu cesur yatırımcının, daha büyük bir cesaretle yatırıldığını gören emniyet görevlileri ise, başlamışlar Tilkiyi aramaya..
Size belki tuhaf, belki de yalan gelecek ama, inanın yakalamışlar, yakalamışlar Tilki'yi!.
Çünkü o yıllarda, o eski yıllarda, İzmir'de fazla Tilki yokmuş!.
İşte Tilkiyle ilgili olarak küçüklüğümde duyduğum bunlardı.
Halkın malı olan Saat Kulesine, halktan para alarak baktıran; halkın malını, halka satan bu namıdeğer Tilki, beni hem şaşırtır ve hem de güldürürdü.
Fakat neticesi gayet doğal olmuştu. Yaptıklarından dolayı Emniyet tarafından yakalanmış ve cezalandırılmıştı.
Sonra büyümeye başladım!.
Halkın malı olan saat kulelerinin yanısıra, ülkedeki tabi zenginliklerle ve halkın vergileriyle yapılmakta olan yollara, fabrikalara, barajlara, köprülere şahit oldum. Nitekim İstanbul Boğaz Köprüsü de, gördüğüm bu yapıtlardan biriydi.
İşte bu Boğaz Köprüsü yapılıp, oradan ilk kez geçeceğimiz zaman, aklıma küçüklüğümde namını duyduğum Tilki gelmişti. “Tilki şimdi sağ olsaydı, bu köprüden geçen saf kimselerden para alırdı!”dedim kendi kendime!.
Fakat o da ne?
“Kişinin aklına gelen, başına gelir” diye inanmadığım bir söz vardı. Ama aklıma gelen şey, başıma gelmişti işte!.
Ben bir Tilkiyi düşünürken, bir Tilkiyle değil, Tilki sürüsüyle karşılaşmıştım!.
Köprünün başını tutan tilkiler, gelenden geçenden para alıyorlardı. Benden para istedikleri zaman gayriihtiyari duraksadım.
Acaba karşılaştığım bu olay, Devlet İstatistik Kurumunca yapılan bir imtihan mıydı?
Vatandaşın enayi olup olmadığım mı öğrenmek istiyorlardı?
Şayet gördüğüm olay böyle bir istatistik ise, vatandaşın durumu veya kafa yapısı çoktan açığa çıkmıştı. Çünkü genelde herkes parayı veriyor ve hükümet düdüğü çalıyordu!.
Şaşırmıştım, gerçekten çok şaşırmıştım..
Emniyet görevlilerine de şikayet edemezdim ki!.
Çünkü orada bulunan emniyet görevlileri, para alanlara değil, para vermek istemeyenlere haddini bildiriyordu!.
Hem para alanlar da gayriresmi kimseler değildi. Çok istisna olan bazı itiraz edenlere ise “Hükümetin emri” diyorlar ve akmayan sular duruyordu!
Netice olarak herkes parasını veriyor ve köprüyü geçiyordu. Nitekim biz de köprüdeki görevliye "Al dayı" diyerek uzattık parayı ve geçtik, geçebildik Boğazlayan Köprüsünden!.
Halkın malı olan köprüden, halkın neden parayla geçirildiğini henüz anlayamadan, anlamaya fırsat bulmadan köprünün satışa çıkarıldığını duydum!.
Haydaaa!.
Yahu ne oluyor? Neler oluyor?., demeye fırsat kalmadan satıldı, satıhverdi köprü!. Sonra peşisıra yeni, yepyeni ilanlarla karşılaştık.,
“Satlık fabrikalar!”
“Satlık barajlar!.”
“Satlık madenler!.”
“Satlık ocaklar!.”
“Satlık koylar!.”
“Satlık adalar!.”
“Ya kardeşim, can kardeşim, canım kardeşim kim satıyor bunlan? Halkın malını, halka satan bu şeyler kim?” sorulan, hep aynı cevabı alıyor.
“Hükümetin emri!.”
Bu ifadeyle köprüde ilk kez karşılaştığım zaman “Acaba İzmir'deki Tilki, hükümet mi oldu?” diye düşünmüştüm.
Artık düşünmüyorum!..
İzmir'den birileri pastırma imalatını düşünmüştü.
Her iş ehliyle istişare edileceği için, düşünce aşamasındaki bu iş de Kayserili bir arkadaşla istişare ediliyordu. Uzun yıllardır pastırma işiyle meşgul olan bu arkadaş, sağolsun elinden geleni ardına bırakmadı. Ne gerekiyorsa hepsini yaptı, hepsini anlattı.
“Bu iş çok zor bir iştir. Bir kere her etle olmaz. Kesilecek hayvanın şöyle şöyle olması lazım..”
“Tamam abi, öyle hayvan keseriz.”
“Sonra hayvanın sadece şu taraflanndan yapılabilir..”
“Tamam abi, o tarafından yaparız.”
“Hem şunlar şunlar da lazım..”
“Alırız abi.”
“Sonra şunlan yapmak gerekir. Fakat siz nasıl yapacaksınız?”
“İnşaallah yaparız abi.”
“Hıımmm..”
“Başka bir şey var mı abi?”
“Bakın size, pastırma imalatı için en önemli şeyi söyleyeyim.”
“O nedir abi?”
“Kayseri havası!”
“Ne havası!”
“Kayseri havası, Kayseri.. Pastırma her havada, her iklimde olmaz. Bizim oranın öyle münasip havası vardır ki, tam pastırma için. Zaten diğer yerlerin pasürmalan ile Kayseri pastırmalarının arasındaki fark, havanın farkı. Mübarek hava, pastırmayı hiç üzmüyor, tam kıvamına getiriyor..”
Mesele havaya gelince, pastırma projesi tabi ki havada asılı kalıyor. Çünkü hava bu, kamyona yüklenip İzmir'e getirilmez ki!
Hem sıradan bir hava da değil, Kayseri havası!.
Pastırma işine niyet eden arkadaşlar, karşılaştıktan bu gerçekler ile yaratılışı tefekkür ediyorlar. Rabbimizin Kayseride nasıl bir hava yarattığını konuşuyorlar!.
Bense Kayseri'deki havanın yaratılışını değil, Kayserilinin yaratılışını düşünüyor ve oradaki kardeşlerimi sevgiyle selamhyarak gülümsüyorum!..
Türkiye'deki geleneksel İslam anlayışı genel düzlemde tartışılmaya başlandığı zamanlarda, müctehidlik ve mukallitlik üzerinde oldukça durulmuş ve körükörüne mukallitlik apaçık ifadelerle reddedilmişti.
Allah insanlara akıl vermişti, fikir vermişti. Körükörüne mukallitlik olur muydu, hiç olur muydu?
Tabi ki olmazdı, olamazdı, olmamalıydı!..
Bütün bu ifadelerin hangi konularda ve hangi boyutlarda doğru veya yanlış olduğunu tartışacak değiliz. Ancak ilerleyen yıllarda gelişen olayları ve gelinen noktayı belirtmek istiyoruz.
Hiç şüphesiz ki İslam adına körükörüne mukallitliği reddeden kimselerin, İslam'a göre ya muhakkik, ya da müctehid durumuna gelmeleri gerekirdi. Tahkik eden bir muhakkik veya içtihat edebilen bir müctehid durumuna gelebilmeleri ise, bu kimselerin çok ciddi çalışmalara yönelmeleriyle ve cehdetmeleriyle mümkündü.
Körükörüne mukallitliği reddeden bu kimselerin gözlerini açmalan, İslam'ın asli kaynaklarına yönelmeleri ve karşılaştıkları sorunları, karşılaştıklan görüşleri asli kaynağın bütünlüğünde değerlendirmeleri gerekiyordu. Çünkü muhakkik veya müctehid durumuna gelebilmeleri, ancak ve ancak bu cehdi, bu yoğun çalışmayı yapmalarıyla, yapabilmeleriyle ilgiliydi..
“Peki bu çalışmalar yapıldı mı?”
“Muhakkik veya müctehid durumuna gelebilmek için cehdedildi mi?”
Bu soruya geneli dikkate alarak evrensel bir lisanla cevap vereceğim.
Bu çalışmalar ne yazık ki yeterince yapılmadı. Yeterince yapılmadığı için karşılaştığımız bu yeni tipleri tanımlamakta oldukça zorlandık. Çünkü karşılaştığımız bu insanlar.
İslam'a göre mukallit değildi, muhakkik değildi, müctehit ise hiç değildi!..
O halde bunlara ne diyecektik?
Bunları nasıl tanıyacak ve nasıl tanımlayacaktık?
İşte bütün bu soruları, bu kimselerin ilmi seviyelerine değil, bunlann yedikleri nanelere bakarak cevaplandırabiliriz.
Körükörüne mukallitliği reddeden bu kimseler, çok kısa ve çok kolay bir yoldan körükörüne müctehid olmuşlardı!.
Almanya'dan veya diğer Avrupa ülkelerinden karayoluyla Türkiye'ye gelen kardeşlerimiz bilirler. Özellikle izin zamanlarında, bu yollarda oldukça uzun konvoylar oluşur.
Bazen iki-üç kilometre uzunluğuna varan bu konvoylar, trafik sıkışıklığına göre yanm saatlik yolu, ancak beş-altı saatte katedebilirler.
Bazen ise konvoy tamamen durur.
Çünkü yol tamamen tıkanmıştır. Tekrar haraket edebilmek için yolun açılmasını beklemekten başka çare yoktur. Nitekim kontaklar kapatılır, el frenleri çekilir ve başlanır beklemeye.. Bu arada kamı aç olanlar arabada veya yol kenarında yemek hazırlığına girişirler. Karnı tok olan yorgun yolcular ise genelde uyumayı tercih ederler.
İşte böyle bir konvoyda bulunan bir arkadaşımız da, uyumayı tercih etmişti. Çünkü böylesi duraksamalar, şoförlerin dinlenebilmesi için en iyi fırsatlardır. Nitekim arkadaki arabalann şoförleri de bu fırsatı ganimet bilmiş ve onlar da uyumuşlardı. Olayın bundan sonraki durumunu ise arkadaşımız şöyle anlatıyor.
Abi, ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Fakat kısa bir süre olmasa gerek, Çünkü gözlerimi açtığımda, önümde bomboş ve ıssız bir yol uzanıyordu. Arkadakilerin bana küfredeceğini düşünerek hemen arabayı çalıştırdım ve bastım gaza. Bir, birbuçuk saat tam topuk gitmeme rağmen, önümdeki konvoyun kuyruğuna yetişemedim. İşin garip tarafı yolda uzun bir çay ve kahvaltı molası vermeme rağmen arkamdan gelen hiçbir araba yoktu. Herhalde benim arkamdaki şoförler daha uyanmamıştı!.
Bu olayı dinlediğim zaman üç-beş kilometre uzunluğundaki konvoyu ve bu konvoyda bulunan insanlan düşündüm!. Hiç şüphesiz ki bu konvoyda uyumayanlar, uyanık olanlar da vardı. Bu uyanık insanlar, elleri direksiyonda, ayaklan gaz pedalında yolun açılmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı!.
Yolda herhangi bir tıkanıklığın olmadığı, yolun açık olduğu tabi ki bu uyanık insanların hiç aklına gelmezdi!. Çünkü bu uyanık insanlara göre, şayet yol açık olsa, öndeki arabalar mutlaka ve mutlaka hareket ederdi!.
Bu uyanık insanlar, öndeki yolun açık, fakat öndeki gözlerin kapalı olduğunu nereden bileceklerdi ki?.
Tabi ki bu olayı sizlere, hoşunuza gitmesi için anlatmadım. Çünkü sizler de birbirini takip eden, birbirinin peşi sıra giden bir konvoyda bulunuyorsunuz. Sevdiklerinizi, saygı duyduklarınızı, yetkin ve yeterli gördüklerinizi geçirmişsiniz bu konvoyun başına!.
Bunlar durdukları zaman, konvoy da duruyor, siz de duruyorsunuz..
Ve gönülleriniz rahat ve herhangi bir endişeniz, herhangi bir kuşkunuz yok..
Çünkü öndekiler durduğuna göre, mutlaka ve mutlaka yol kapalıdır!. Yol açık olsa hiç gitmezler mi? Hiç hareket etmezler mi?
“Sizler uyanık olduğunuza göre, sizlerin önündekiler hayda” hayda uyanıktır değil mi?
İşte bu kanaatinize, sadece bir kelime ilave etmek istiyorum.,
Acaba!..
İnsanların namaza nasıl çağrılacağı konusu, Efendimiz (s.a.v.) ile diğer müslümanlar arasında istişare konusu olmuş ve bazı rivayetlere göre Hz. Ömer (r.a.)'ın gördüğü rüya dikkate alınarak, bugünkü şekline karar kılınmıştır. İlk ezan okuyan sahabe ise hepimizin bildiği ve sevdiği Bilal-i Habeşi'dir.
Asırlardır günde beş vakit okunan ezanı dikkate aldığımız zaman, sabah ezanı ile diğer ezanlar arasında ufak bir fark olduğunu görürüz. Sabah ezanında, diğer ezanlara nazaran bir fark, bir ziyadelik vardır. Bu ziyadelik, ezan içersinde kullanılan şu ifadelerdir.
“Essalatü hayrum-minennevm Essalatü hayrum-minennevm”
Namazın uykudan hayırlı olduğunu belirten bu ifadeler, sadece sabah ezanında kullanılmakta ve uyuyan müslümanlar, bu gerçek ifadelerle uyandmlmaktadır.
“Namaz, uykudan hayırlıdır Namaz, uykudan hayırlıdır”
Diğer ezanlardan farklı olarak sabah ezanında bu ifadelere neden gerek duyuldu sorusu, cevaplanması zor bir soru değildir. Çünkü asr-ı saadet dönemi müslümanlanni, namazdan engelleyebilecek veya namaza geciktirebilecek en belli paslı şey, sadece ve sadece fıtri bir istek olan uykuydu. İşte bu müslümanlar uyku noktasında muhatap alınmakta, namazın uykudan hayırlı olduğu belirtilerek ikaz edilmektedirler.
Sabah ezanmdaki bu ziyadelik, ezana muhatap olan müslümanlann durumu dikkate alınarak ezana dahil edilmiş ise, acaba, acaba günümüzdeki müslümanlann durumunu da dikkate almamız gerekir mi?
Müctehitliğe soyunarak sakın “Gerekir” demeyini
Çünkü bu soruya gerekir cevabını verdiğiniz ve ezana gerekli ifadeleri dahil ettiğiniz zaman, ezanlar uzun bir kasideye dönüşecektir! İnsanlan namazdan engelleyen, namaza geciktiren sebebleri ezanlarda zikretmeğe kalktığınızda, ezanlar gerçekten çok uzayacaktır. Çünkü zamanımızdaki insanlan namazdan engelleyen sebebler çok olduğu gibi, bu sebeblerin ezanda bir veya iki kere tekrar edilmesi de yeterli olmayacaktır. Mesela her yatsı ezanında, namazın televizyondan hayırlı olduğunu, en az on-onbeş kere tekrar etmeniz veya ettirmeniz gerekecektir!.
Namaz, televizyondan hayırlıdır.
Namaz, televizyondan hayırlıdır......
Gerçi bir ezanlarla, bu davetlerle, insanlann hangi camilere, hangi mescitlere davet edileceğini de soracaksınız! Konuştuğumuz mesele şimdilik namaza davet olduğu için, yukarıdaki soruyu sormayın. Meselenin o yönünü lütfen hiç karıştırmayın!.
Çünkü bildiğiniz gibi şey çıkıyor!.
Cocuklar, çocuklarımız..
Hem sevinç, hem güven, hem sıkıntı, hem üzüntü kaynaklarımız!.
Evet yavrular, yavrularımız..
Her neslin ve her kuşağın karşılaştığı, yaşadığı bir olaydır bu!.
Asırlardır bu olayı yaşayanların düşündükleri, tartıştıkları sorular ise genelde birbirine paralel sorulardır.,
Çocuklanmızı nasıl ve neye göre yetiştireceğiz?
Eğitimde dayağın yeri var mıdır?
Çocuklarımızı dövecek miyiz, yoksa hiç dövmeyecek miyiz?
Çocuklarımıza baskı yapacak mıyız, yoksa hiç baskı yapmayacak mıyız?
Nasıl yetişecek çocuklanmız?
Yoksa biraz dövüp, biraz dövmemek, biraz baskı yapıp, biraz baskı yapmamak mı gerekiyor?
Bütün bu sorular asırlar boyu tartışılmış ve çeşitli yaşam tarzlanna göre genel cevaplar bulmuştur. Fakat bu sorulara dünya görüşlerine göre değişen genel cevaplar verilse de, birçok annelerin veya birçok babalann çocuklara yaklaşımı çok özel farklılıklar gösterebilmektedir. Bazıla-n çocuklanna karşı haşin bir kartal, bazıları uysal bir kuzu gibi davranabilmektedir. Nitekim bu farklı yaklaşımları, yaşadığınız çevrede veya yaşadığınız bölgede görebilmeniz mümkündür. Birbirinden farklı olan bu yaklaşımlara alıştığınız için, bu yaklaşımları pek yadırgamazsınız.
Fakat bu kadar hoşgörülü olmanıza rağmen yine de sizi şaşırtacak bazı olaylarla karşılaşmanız mümkündür.
İşte benim de karşılaştığım böyle bir olaydı.
Beş-altı yaşlanndaki bir çocuk, babasının ceketinden tutmuş ve babasını bir o yana, bir bu yana sürüklüyordu. Babasına bir taraftan tükürüp, bir taraftan söylediği sözler ise, sansür koymadan aktarılabilecek sözler değildi. Çocuğun elinde tekerlekli oyuncak gibi sürüklenen babacık ise bir yandan üzerindeki tükürükleri silmeye çalışıyor, diğer yandan çocuğun tekmelerinden sakınabilmek için kıvırtıyordu!
Şaşırmıştım!
Gerçekten çok şaşırmıştım!.
Çünkü o zamana kadar bir ineğin kuyruğunu salladığını çok görmüştüm, çok görmüştüm ama, küçücük bir kuyruğun, koskoca ineği salladığını ilk kez görüyordum!..
Milyonlarca insan bu hayat pahalılığına, bu zamlara, bu kazıklara nasıl dayanabiliyor, nasıl tahammül edebiliyor?.
Sakın bunları zor bir soru sanmayın!. Çünkü cevapları oldukça basittir. Hani bazı Hint fakirleri vardır. Binlerce sivri çivinin üzerine, bir yatağa yatıyorlarmış gibi rahatça yatıverirler. Üzerine yattıklan çiviler ne kadar fazla ve sık olursa, Hint fakirleri de o kadar rahat ederler. Çünkü çiviler azaldıkça, Hint fakirinin duyduğu rahatsızlık fazlalaşmaktadır.
Onların bu halini gören seyirciler, onların olağanüstü insanlar olduklannı düşünürler. Oysa onlann sıradan bir T.C. vatandaşından farkları yoktur!. Çünkü yaşadığımız coğrafyadaki vatandaşların da durumu budur. Bütün bu kazıklara tahammülleri, kazıkların çok oluşundan kaynaklanmaktadır. Kazıklara lanet okuyarak, kazıklarüstü bir yaşama alışmışmış oldukları için, bu durumlannı pek yadırgamazlar.
Peki bunlan kim kazıklıyor?
“Milyonlarca insanı kazıklayan kim?”
“Sizi temin ederim ki Kazıklı Voyvoda değil! Emin olunuz ki, o böyle şeyler yapmazdı! Milyonlarca insana, milyonlarca kazık atacak kadar zalim değildi ol.”
Bunlar başka, bambaşka kazıkçılar!.
Bunlan gördüğüm zaman, nedense aklıma hep şu soru geliyor.
“Sadece yüzlerce insanı, sadece birer kazık üzerine oturttuğu için, tarihte insafsızca lanetlenen Voyvoda'nın İtibarını geri mi vermeli?.”
Hep merak eder dururdum.
Bazı gençler, bazı şeyleri neden hiç anlamazlar diye!.
Oysa bu gençlerimiz oldukça akıllı, heyecanlı ve samimi gençler. Fakat gel gör ki bunlara birşey anlatmam, anlatabilmem mümkün değil!
Bunlarla İzmir'de karşılaştığım zaman, ağızlan İzmir'de, kulaklan Van'da sanki!.
Dinlemiyorlar mı, yoksa dinlemek mi istemiyorlar bilmiyorum. Halbuki bildikleri pek bir şey de yok. Mesela kendilerine “ABD başkanı George Bush'un büyüklenmesi ile, ozon tabakasının delinmesi arasında bir bağlanü var mıdır?” sorusunu sorsanız, bu soruyu bile şaşkınlıkla karşılarlar.
İşte hiç söz dinlemeyen bu hızlı gençlerle konuştuğum bir sohbette, beni düşündüren bu mesele çözümleni vermişti. Onlardan bir kardeşimiz bana dönerek, ulaşmış olduklan seviyeyi şu veciz ifadeyle açıklayıverdi.,
Mehmed abi, boynuz kulağı geçti!.
Anlamıştım, analayıvermiştim meselenin cevabını. Beni şimdiye kadar anlamamalannın, söylenenleri duymamalarının nedeni, kulak değil boynuz olmalanndanmış!.