AYNALAR VE İNSANLAR.. 2

Önsöz. 2

Aynalar Ve İnsanlar2

Dayanıklı yazar Olmak. 3

Okunaklı Olsa Da  Dokunaklı Yazmamak. 4

Kalemin Ucundaki Umud. 5

Davul mu? Yoksa Tokmak mı?. 5

Bağışıklık Kazanmak. 6

Hoşgittin Ramazan. 7

Evlenmek Ya Da Evlenmemek!.8

Çok Evlilik. 10

Bizim Kadınlarımız. 12

İnanın Yalan. 14

Ayasofya İbadete Açılsın mı?. 15

Elerinden Gelse. 16

Fal Okları16

Adalet ve Mülk. 17

Önce Vatan. 17

Vaziyet Değil, Vasiyet Etmek!.18

Atam İzindeyiz!.19

Yarın Buldum, Bugün Yerim!.19

Dedemizin Hesabı20

Ez Onu Ezz. 20

Keramet Şapkadaysa. 21

Tilki Hükümet mi Oldu?. 21

Kayseri Havası23

Körükörüne Müctehitlik. 24

Yol Mu Kapalı, Göz Mü Kapalı?. 24

Namaz Televizyondan Hayırlıdır25

İneği Sallayan Kuyruk. 25

Kazıklarüstü Yaşam.. 26

Boynuza Anlat26


AYNALAR VE İNSANLAR

 

Önsöz

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Hamd, sena ve övgülerin en güzel, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri ya­ratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Alİah (c.c.)'a mahsustur.

Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanı­yıp idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderi­miz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, a'line, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.

Gülmek veya gülümsemek, insanların fıtri ihtiyaçlarındandır. Hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, bütün insanlarda bu fıtri istek bulunmak­tadır.

Nitekim Hak dinin peygamberi olan Resuluüah (s.a.v.) de, bu fıtri ihtiyacı dikkate alarak çevresindeki müslümanlara veciz latifelerde bulunmuştur. Mesela bizlere ulaşan bir riva­yette, Efendimiz (s.av.) ile Hz. Ebubekir (r.a.) birlikte hurma yiyorlarmış.

Ebubekir (r.a) bir yandan hurma yiyor, diğer yandan ise yediği hurmaların çekirdeklerini usul usul Resulullah (s.a.v.)'in önüne koyuyormuş!.

Efendimiz (s.a.v.)'in önünde hurma çekirdekten çoğaldı­ğı zaman, Ebubekir (r.a.) bu çekirdekleri göstererek ve gülüm­seyerek şöyle demiş.

“Ya Resulullah!. Galiba acıkmışsınız, epey hurma yediniz.

Rahmet peygamberi olan Resulullah (s.a.v.) gülümseye­rek ve Ebubekir (r.a.)'ın önündeki çekirdehiz boşluğu işaret ederek şöyle buyurmuş.

“Ya Ebubekir! Sen daha fazla acıkmış olacaksın ki, hurmaları çekirdekleriyle birlikte yemişsin!.”

Tabi ki hoş ve latif ifadelerdir bunlar.

Kendisine cenneti soran yaşlı bir kadına ise Yaşlı ka­dınlar cennete girmeyecek!, diye buyurduktan sonra, üzülen ve telaşa kapılan yaşlı kadına Yaşlı olarak değil, genç ola­rak girecekler müjdesini vermesi, yalandan ve aşırılıktan uzak aynı veciz latifelerdir.

Nitekim bu ve benzer rivayetlerden anlaşıldığı gibi, asr-ı saadet dönemi müslümanlan, gülmesini ve gülümsemesini bil­meyen asık suratlı insanlar değildir.

Yeri geldiği zaman onlar da latife yapıyorlar, onlar da gülüyorlar, onlar da gülümsüyorlardı.

İşte meseleye bu bağlamda yaklaşarak, elinizdeki kitap çalışmasında bazı nüktelere, latifelere ve hoşunuza gidecek kıssalara yer verdik İçimizde ve dışımızda meydana gelen bazı olayları, hoşunuza gidecek kıssalarla ve nüktelerle açık­lamak istedik.

Fakat unutulmamalıdır ki anlatılan kıssalar ve bu kıssalarla işaret edilen olaylar, özellikle bizlerle yahndan ilgisi olan olaylardır. Dolayısıyle ne kadar hoşunuza giderse gitsin, bu hoşlanmayla birlikte siz­leri düşündürmeyi ve zikredilen kıssalardan hisseler almanızı amaçlamaktadır.

Kitapta yer alan kıssalara, nüktelere ve latifelere bu amaç istikametinde yaklaşılırsa, hayırlara vesile olacağını umuyoruz.

Selam ve rahmet üzerinize obun..

Mehmed ALAGAŞ İzmir/1990

 

Aynalar Ve İnsanlar

 

Lunaparka hiç gittiniz mi?

Bu gibi yerlerde kahkaha aynalan vardır. Değişik eğilimlerdeki bu aynalar, insanları olduklanndan çok farklı gösterirler. Fiziki durumlannın ne olduğunu, ne olmadığını bilen insanlar, bu aynalara baktıkları zaman ister istemez gülerler. Çünkü herbir aynanın karşısına geçtikleri zaman, kendilerini olduklarından uzun, olduklanndan kısa, oldukla­nndan şişman veya olduklanndan zayıf görmektedirler.

Kendini bilen insanlann bu farklı görüntüler karşısın­da gülmeleri veya gülümsemeleri tabi ki doğaldır. Kahka­ha aynalan arasında insanlan güldürmeyen sadece bir ayna vardır. Dümdüz olan bu ayna, insanlan olduğu gibigöstermektedir. İnsanlar bu aynanın karşısında genellikle gülmezler.

Hem neden gülsünler ki?

Bu aynanın karşısında güldükleri zaman kendi halleri­ne gülmüş olacaklardır!. Nitekim bu aynanın karşısında gülmek bir yana, aynanın ciddiyetini ve doğruluğunu bile­rek kendilerine çeki düzen verirler. Doğru bir ayna karşı­sında, doğru bir tavırdır bu.

Günümüz toplumunda eli kalem tutan veya eline ka­lem tutuşturulan yazarlar da, insanlar ve olaylar karşısında birer ayna olmaktadırlar. Yazarlann dünya görüşlerine ve gözettikleri menfaatlere göre değişebilen bu aynalar çok çeşitlidir. Egemen güçlerin basın-yayın sultasından kurtula­mayan insanlar, kendilerini ve kendileriyle ilgili olayları söz konusu egemen güçlere uşaklık eden yazarlann aynalannda görürler.

Ne olduklarını ve ne olmadıklannı bilmedikleri için aynadaki görüntüleri gerçek sanırlar!. Aynı şeytana uşaklık eden değişik yazarlann aynalarında kendileri gibi makamsızları bir karış, makama oturanları ise iki arşın görmeye alıştıklarından, bu gerçekleri de kabullenmişlerdir artık!.

Bundan böyle hadlerini bilmeleri ve egemen güçlere karşı kulluklannı ifa etmeleri gerekmektedir. Çünkü aynalardan yansıyan görüntü, barış ve huzur içinde kölelik yap­mayı, kölelik yapmalarını gerekli kılmaktadır.

Tabi ki yaptıkları bu kölelik, dünya selameti içindir.

Ahiret selameti için, Allah'a inanan insanlar olarak müslümanhğı kabul etmeleri yani müslüman olmalan gerekmektedir. Çünkü müslüman olarak ebedi cennet haya­tını garantiye aîdıklan zaman, hem gönülleri rahatlaya­cak ve hem de adi dünya hayatında çektikleri kölelik. sıkıntılarını göğüslemeleri kolay olacaktır!.

Egemen güçler onlann bu durumunu gördükleri için, onlann bu ihtiyacını da karşılamakta gecikmezler. Sank ve cübbe giyerek kürsülere oturan bel'amlar, firavunların menfaatlerine zarar vermeyecek bir dini anlatmaya başlamışlardır artık!.

Çağdaş müslümanhğın nasıl ve nice olması gerektiği, büyük bir cüretle ve büyük bir yaygarayla her tarafta yankılanmaktadır. Bunların anlattıklan dine göre bir insan sadece Allah'a inanmakla mü'min, cum'a namazına gitmekle muttaki, beş vakit namaz kılmakla evliya olmaktadır!.

Nasıl müslüman olduklanni görebilmek için, bel'amlann tuttuğu bu aynalara bakan insanlar, tabi ki uhrevi endişelerden kurtularak rahatlamaktadırlar. Bu aynalara baktıklan zaman, ne güzel müslüman olduklannı görmekteler ve bu müslümanlıklan ile kıvanç duymaktadırlar!.

Kendilerini ve kendilerini ilgilendiren olaylan böylesi aynalarda görmeye alışık olan ve aynalarda gördüklerini gerçek zanneden bu insanlar -nadir de olsa- dümdüz bir ayna ile karşılaştıkları zaman tabi ki şaşırmaktadırlar!.

Hem neden sasıtmasınlar ki!.

Dümdüz olan bu aynada, koskocaman firavunlar ile kendileri aynı boyda gö­zükmektedir!.

Büyük büyük adamları sıradan bir insan gibi gösteren bu ayna ürkütmüştür onlan. Aynca bu aynadaki kendi görüntüleri, diğer aynalarda gördükleri gibi müslümanca bir görüntü de değildir.

Fakat bu şaşkınlıktan uzun sürmez.

Kendilerini diğer aynalarda görüp, diğer aynalarda tanıdiklan için, bu aynadaki görüntülerin gerçekleri yansıtmadığın anlayıverirler!.

Rahatlamışlardır artık.

Aynadaki görüntü kendileri olmadığına, kendilerini yansıtmadığına göre endişelenmelerine hiç gerek yoktur.

Bu aynadaki görüntüler, başkalanna aittir nasıl olsa!.

Birbirlerini dürterek ve aynadaki görüntüleri göstere­rek gülmeye başlarlar. Olaylan ve insanlan hiç alışık olmadıklan bir biçimde gösteren bu ayna, hoşlanna gitmiştir onlann. Gülmeye, tekrar tekrar gülmeye devam ederler.

Tabi ki kendi hallerine değil, başka hallere, tabi ki kendilerine değil, başkalanna güldüklerini zan­netmektedirler!.

Sanki Lunapark'taki kahkaha aynalanna gelmişler­dir..

Fakat ne var ki kendilerini güldüren ayna,

kendilerini olduğu gibi gösteren dümdüz bir aynadır!.

“Aynalar ve insanlar” ismini taşıyan bu kitapta, bir­çok fıkra, kıssa veya değişik nüktelerle karşılaşabileceksi­niz. Bu yazılanlann insanlarla ve yaşanılan olaylarla elbet-teki ilgisi olacaktır. Gerçek hayatla ilgisi olan ve gerçeklerin bazı boyutlarını yansıtmayı amaçlayan bu görüntülere, lütfen itidalli ve düşünerek yaklaşınız.

Nefislerine hoş gelen görüntüleri hep başkalarına nisbet ederek, başkalanna güldüğünü zanneden, fakat aslında kendi haline gülen insanlardan olmayınız.

Dikkat ediniz, lütfen dikkat ediniz.

Önünüzdeki ayna, yaşanılan durumu olduğu gibi gös­teren, düz, dümdüz bir aynadır!..

 

Dayanıklı yazar Olmak

 

İtiraf etmek gerekirse pek sevmiyorum yazarlığı, yazmak ve yazışmak güzel olmasına rağmen, ne bile­yim nefsime hoş gelmiyor işte!.

Bu durumum biraz da gençlik yıllanmı geride bırak­mamdan kaynaklansa gerek. O yıllarda yeterince sağlam bir kafaya sahip olmasak da, sağlam ayaklara, sağlam kollara, sağlam ciğerlere velhasıl sağlam bir vücuda sahiptik. Koşmaya, koşturmaya, dövmeye, dövülmeye dayanıklıydık o yıllar.

Tabi ki geride bıraktık bu yıllan. Sağlam ayaklan ve dayanıklı ciğerleri geride bıraktığımız gibi..

Yaşanılan ve geride bırakılan bu yıllarda, Allah'ın lutfu ile kafa sağlamlaşırken, Allah'ın sünneti gereği vücut zayıflamaya başlamıştı. Nallanndan kıvılcım çıkan atı kocat­tıktan sonra, biniciliği öğrenmek gibi tuhaf bir şeydir bu!.

Ata nasıl bineceğinizi, nasıl dört nala koşturacağınızı ve nasıl şaha kaldıraca­ğınızı öğrenmişsinizdir. Öğrenmişsinizdir amma at kocamıştır artık!. Öksürmeye, aksırmaya, ağnlarla kıvranmaya başlamıştır..

Yazmakla veya yazar olmakla bunlann ne ilgisi var? demeyin!.

Hakim ideolojilere bağlı bir yazar değilseniz ve bunun da ötesinde kaleminizle hakim ideolojilerin çürük tahtaîanna dokunuyorsanız, mutlaka ve mutlaka dayanıklı bir yazar olmanız gerekmektedir.

Çünkü ne zaman, neyle karşılacağmız pek belli ol­maz. Dokunduğunuz çürük tahtalardan ortaya çıkan tahta kurulan “Sen bizim düzenimizi mi yıkmak istiyorsun?” di­yerek size hücum edebilirler!.

İşte bütün bunlara karşı dayanıklı olmanız gerekir. Yazılması gerekeni yazmışsamz, tabi ki katlanılması gere­kene de katlanacaksınız. Bunlara katlanabilecek dayanıklı bir yazar iseniz, herhangi bir sorun veya herhangi bir problem yok. Bütün bunlara katlanabilir ve kat kat olan ecrinizi alabilirsiniz.

Fakat yazılması gerekeni yazıp, katlanılması gerekene katlanabilecek olan dayanıklı bir yazar değilseniz, aşağıda zikredeceğim arzuhalcinin yaptığı gibi “Yazmam, Yaza­mam” diyeceksiniz.,

Bir Şiraz'h, arzuhalciye giderek mahkemeye verilmek üzere bir istida yazdırmak ister. Arzuhalci Şiraz'lıya bakarak.

“Ayağım çok ağrıyor, şimdi yazamam” der.

İstida yazmak ile ayak arasında bir bağlantı kurama­yan Şirazlı.

“Kardeşim ben senden mahkemeye istida yazmanı istiyorum, mahkemeye gitmeni değil!, deyince, arzuhalci sıkıntıyla içini çekerek şu cevabı verir.”

“Mahkemedekiler yazdığım istidayı okuyamadıkları için, gelip beni oraya götürüyorlar da!.”

Evet, günümüzdeki bazı yazarlar da, bu arzuhalciyle benzer sorunları yaşamaktadırlar. Bu yazarlan da, yazdıklanyla ilgili olarak mahkemeye çağırmaktadırlar. Tabi ki bunlann çağnlma nedenleri, yazüanlann okunaksız oluşu veya okunamamasi değildir. Çünkü bu yazarlann söz ko­nusu yazılan gayet açık, gayet okunaklı ve gayet dokunaklı yazılardır.

Nitekim okudukları için çağınyorlarya!.

 

Okunaklı Olsa Da  Dokunaklı Yazmamak

 

Önceki yazıda belirttiğimiz gibi dayanıklı bir yazar değilseniz, bu prensibe dikkat etmeniz gerekecektir. Yaz­dıklarınız okunaklı olsun, olsun ama dokunaklı olmasın.

“Dokunaklı olmasın” derken, hiçbir şeye dokunmaya­caksınız veya dokunamazsınız demiyoruz. Yaşadığınız ülke­deki hakim ideolojilerin düşmanlarına dokunmanızın, onları rezil ve rüsvay etmenizin hiçbir mahzuru yoktur. Bütün bunlann hiçbir mahsuru olmadığı gibi, kabank mükafatlara ve değişik ödüllere de muhatab olabilirsiniz!.

Mesela Amerika da veya ABD'nin güdümündeki bir ülkede mi yaşıyorsunuz? Rusya veya komünizm hakkında ağzınıza geleni söyleyebilirsiniz. Fakat komünist bir ülkede yaşıyorsanız, bütün bu söylediklerinizden tövbekar olup, sadece Amerika'yı ve kapitalizmi lanetlemeniz gerekecek­tir.

Resmi statükonun, yine resmi olan muhalefet kana­dında iseniz; halkın muhalefetine indirimli olarak tercüman olmanız ve doiayısıyle baş belası olabilecek olan muhalefe­tin önüne baraj kurarak, bu muhalefeti baş tacı durumuna getirmeniz gerekmektedir.

Evet, durumlar genel olarak böyledir, böyledir bu ülkelerde..

Nitekim bu ülkelerde sık sık söylenen “Köprüden ge­çinceye kadar ayıya dayı deyin” sözünü, insanlara bir ömür dayılık taslayan bu ayılar mı söyledi bilmiyorum?

Bildiğim ve gördüğüm gerçek ise, bu köprülerde doğup, bu köprülerde yaşayıp ve yine bu köprülerde ölmemizdir!.

Dünya hayatı denilen bu köprülerde başınızın derde girmesini istemiyorsanız; yaşadığınız köprülerde hangi cins ayılar varsa, bu ayılara “Dayı” demeniz istenmektedir. Yaşadıklan köprülerde dokunulmaz kabul edilen bu ayılara dokunmak, belaya çanak tutmak gibi bir şeydir!.

Sözü fazlaca uzatmaya gerek yoktur. Dayanıklı bir yazar değilseniz, dokunulmaması öngörülen kişilere veya dokunulmaması öngörülen meselelere hiç dokunmamanız gerekecektir. Muhatap aldığınız insanın resmi veya gayri-resmi oluşu da, kesin bir ölçü değildir. Nice kodamanlar vardır ki; bu zenginleri, bu parababalarını, sakın ola ki di­ğerleri gibi sade birer vatandaşlar olduklarını düşünmeyi­niz.

Çünkü bu gibi adamlar, resmi gördüğünüz birçok ki­şinin, gayriresmi efendileridir!.

Bu efendilere “Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?” de­mek, normal bir vatandaşın anasına, babasına, sülalesine sövmekten, küfretmekten daha şedid, çok daha şedid bir hakaret kabul edilmektedir!.

Hele ki devlet veya yöneticiler konusunda bir yazı yazıyorsanız aman dikkat!.

Aman dikkat edin ki, aşağıdaki yazarın durumuna düşmeyesiniz..

Fanatik bir ülkede yaşayan yazarın biri, dergiye gön­derdiği yazısında devlet başkanı için “Ne yazık ki mankafanın biridir” ifadesini kullanmış. Tabi ki yazan hemen tu­tuklayıp, ağır hapis cezasına mahkum etmişler. Neye uğradığım anlayamayan yazar ise dövünüp duruyormuş.

“Yahu beni neden mahkum ediyorsunuz? Ben hür bir insan değil miyim?”

“Hürsün!”

“Bu ülkede basın hürriyeti yok mu?”

“Tabi ki var!”

“Yazdıklarımın doğru olduğunu siz de biliyorsunuz. Bu adam mankafanın birisi, öyle değil mi?”

“Evet, öyle!”

“O halde beni neden cezalandınyorsunuz?”

“Verdiğimiz ceza ondan değil!”

“Ya neden?”

“Mühim bir devlet sımnı açığa vumaktan!,”

Biraz önce “Aman dikkat!” derken, ne kadar ciddi olduğumu herhalde anlamışsınızdır. Muhtevası ne olursa olsun devlete veya özel sektöre ait bazı sırlan gelişi güzel gündeme getirip, başınızın derde girmesini istemiyorsanız, sır sahibi olmanız gerekecektir. Daha açık bir ifadeyle pa-puçtan ve papucun güzelliğinden bahsedeceksiniz.

Fakat, papucun içindeki ayaktan bahseder de, ayağın koku­su ortalığa yayılırsa vay halinize!. Evet, ne demiştik? “Aman dikkat!.”

Aman dikkat edin!.

Çünkü ortanın sağında veya solunda değil, ortalıkta dayı dolu..

 

Kalemin Ucundaki Umud

 

Fili çekimlerini okul yıllarında öğrenmiştim. Tabi ki ara sıra yine aklıma geliyor ve başlıyorum bir fiili çekme­ye. Ne bileyim, şiirimsi bir tekerleme gibi geliyor bana.

“Şiir” deyince hatırladım!.

Abidin Toprak kardeşimizin fiil çekimiyle ilgili güzel bir şiiri vardı. Şöyle diyordu kardeşimiz.,

Ben çalışıyorum/

Sen çalışıyorsun/

O çalışıyor.. Biz çalışıyoruz/

Siz çalışıyorsunuz/

Onlar yiyorlar!,. “Onlar kim?” diyerek abes bir soru yöneltmiyoruz Abidin'e ve daha önce de belirttiğimiz gibi, dayılara pek dokunmadan sözümüze devam ediyoruz.

Evet, fiil çekiminden bahsediyorduk. Herhangi bir fii­li çekerken, gayet tabii olarak çektiğim fiilin manasını da düşünüyorum. Mesela “Yaşamak” fiili, bende genel olarak İslam'ı yaşamak anlamını çağrıştırmakta!. Nitekim bu anla­mı çağrıştırdığından.,

“Yaşıyorum/

Yaşıyorsun/

Yaşıyor.. Yaşıyoruz/

Yaşıyorsunuz/

Yaşıyorlar” diyerek, bu fiili gönül rahatlığıyla çekemiyorum. İçim sıkılıyor, yalan söylüyormuşum hissine kapılıyorum sanki!. Tabi ki her fiile kar­şı bu tedirginliğim veya bu kalbi rahatsızlığım yok. Mesela “Oturmak” veya “Beklemek” veya “Umudlanmak” fiillerini rahat çekebiliyorum.

Oturuyorum/

Oturuyorsun/

Oturuyor.. Oturuyoruz/

Oturuyorsunuz/

Oturuyorlar... “Yazmak” fiili ise gayet rahat çektiğim fiillerden. Bu fiili çekerken, apaçık bir gerçeği, apaçık ifadelerle anlatı­yorum sanki.

“Yazıyorum/

Yazıyorsun/

Yazıyor.. Yazıyoruz/

Yazıyorsunuz/

Yazıyorlar... Peki bunca yazılanlar ne oluyor ? Yazılanların ne ol­duğunu da bir başka fiil çekimiyle izah edeyim.,

Belki okuyorum/

Belki okuyorsun/

Belki okuyor.. Belki okuyoruz/

Belki okuyorsunuz/

Belki okuyor­lar..

Okuyup da ne oluyor ? Eee, başladık artık fiil çekimine ve devam ediyoruz.

Belki anlıyorum/

Belki anlıyorsun/

Belki anlıyor.. Belki anlıyoruz/

Belki anlıyorsunuz/

Belki anlıyorlar. Anlayınca ne oluyor ?

Belki yaşıyorum/

Belki yaşıyorsun/

Belki yaşıyor.. Belki yaşıyoruz/

Belki yaşıyorsunuz/

Belki yaşıyorlar Yaşayınca ne olacak?

Yazılanlar, okunanlar, anlaşılanlar doğru ise, şayet doğru ise.,

Kurtulacağım/

Kurtulacaksın/

Kurtulacak.. Kurtulacağız/

Kurtulacaksınız/

Kurtulacaklar... Allah'a şükür, yazmakla kurtulmak arasında nihayet bir bağlantı ku­rabildik!.

Gerçi biraz uzun oldu ama olsun, ne çıkar!.

Bundan böyle bizlere “Neden yazıyorsunuz?” diyenle­re, göğsümüzü gere gere “Kurtulmak ve kurtarmak için” diyebiliriz.

“Hiç olur mu?” demeyin, umud dünyası bu neden ol­masın ki!..

Yazdığımız ve yazmaya çalıştığımız, genelde İslam'ın gerçekleri olduğuna göre., bu yazdıklanmız belki okunacak, yazdıklanmızı belki okuyanlar arasında, belki anlayan­lar olacak, yazdıklanmızı belki okuyup, belki anlayanlar arasın­da, belki yaşayanlar olacak ve işte bunlar, bu üç belki engelini aşabilen yiğitler kurtulacak, kurtulabilecekler öyle değil mi?

Artık sözü uzatmaya gerek yok!.

Bu satırları belki okuyup, belki anlayanlar, kalemimi­zin ucundaki incecik umudu da, belki görmüşlerdir!,.

 

Davul mu? Yoksa Tokmak mı?

 

Ara sıra düşündüğüm sorulardan birisidir bu!. Bir yazar veya bir düşünür, davul gibi mi, yoksa tok­mak gibi olmalı?

Kaleminden veya yazdıklarından ses mi çıkmalı, yok­sa kalemiyle veya yazdıklarıyla ses mi çıkarmalı?

“Çığlık” veya “Feryat” isimli bir roman yayınlanır. Ro­manın başından sonuna kadar gerçekten bir feryat vardır. Fakat dikkat edilirse feryat eden okuyucu değil yazarın ta kendisidir!. Yazar romanı boyunca değişik frekanslarda feryat etmesine rağmen, okuyucu bu romanı esneyerek anlam kazanan bir sükunetle yavaş yavaş okumaktadır. Ara sıra açılan ağzı feryat etmek için değil, gayri ihtiyari esnemek için açılmaktadır. Yazdıklarından ses çıkmasına rağmen, yazdıklanyla bir ses çıkaramamıştır bu yazar!.

Bir de nadir karşılaşılan bazı yazarlar vardır. Bunların yazdıklarında somut feryatlar, somut sesler yoktur. Bu yazılar genellikle sakin ve sade bir üslupla yazılmıştır. Üslup bazı noktalarda gerginlik kazanmakta ve yaydan boşalan ok gibi hedefine kavuşmaktadır. Bu yazılan okuyan kimse­lerin, okuduktan sonra susmaları veya susturulman mümkün değildir.

İnsan fıtratiyla tanış bir düşüncenin veya bir düşünü­rün mahsulü olan bu yazılar, yakından tanıdığı insan fıtra­tını muhatab almakta ve adeta bu fıtratın bam teline do­kunmaktadır. Açık yüreklilikle itiraf etmek gerekirse, bu yazarlar, tokmak gibi yazarlardır. Ne zaman, neye vura­caklarını bilen ve vurdukları yerden ses getiren nadir yazarlardır.

Bana gelince, şahsım adına bu soruya olumlu cevap­lar veremiyorum. Bazen vurulması gereken yere vurabilen bir tokmak gibi, bazen de sinirleri gerilmiş hassas bir davul gibi olduğumu hissediyorum!.

Her tokmağa karşı duyarlı bir davul mu, yoksa her davula karşı bilinçsiz bir tokmak mı olduğu açıklık kazan­mayan şahsımı bir kenera bırakarak, sorumuzu genele göre cevaplandırmaya çalışalım..

Nasıl olunması gerekir?

Tabi ki bu soruyu sizlere ve okuyucu olarak kendimi­ze soruyoruz. Şayet sizler ciddi meselelere duyarlı bir davul gibiyseniz, yazarlann veya düşünürlerin bilinçli bir tokmak gibi olmasını isteyeceksiniz.

Ama hayır!.

Sizler, siz okuyucular, davul gibi olmaktan ziyade, ne­reye olursa olsun vurma aşkıyla yanan tokmaklar gibisiniz. Nitekim yazarlann çoğundan, sizin vurduğunuz tokmakla­rın sesi gelmektedir. Okuyucunun isteğine göre ses veren yazarlar, siz okuyucuların tokmağından kurtulamayan da­vul gibi yazarlardır!. Bu gibi yazarlar sizi şekillendirmekten ziyade, size göre şekil amaktadırlar.

Tabi ki bu durum, aklıselim kimselerin idrak edebileceği vahim bir durumdur!.

Çünkü herhangi bir toplumda yaşayan düşünürler, bu toplumu gerçeklere göre değiştirmeyip, bu topluma göre değişebiliyorlarsa, bu toplumun gelişmesi, bilinçlen­mesi ve kurtulması mümkün değildir. Ayrıca topluma karşı şekil alan böylesi yazarlar, toplumun her isteğini meşrulaş­tıran ve onlann muğlak yapısını onaylayan yazarlardır.

Asıl itibariyle şartlan değiştirme mücadelesi vermele­ri gereken bu yazarlar, şartlan değiştirmenin çok çok gerisinde kalarak şartlara göre değişmekte ve tamamıyle uyum sağladıktan şartlar içinde eriyip gitmektedirler.

“Nasıl olunması gerekir?” sorusuna düşünürler ve ya­zarlar boyutundan verilmesi gereken cevap, yukarıda belirttiğimiz gibidir. Değişmeye ve gelişmeye talip olan top­lumların, kendilerini geliştirecek ve değiştirecek düşünürlere de talip olmalan ve bunlare karşı insaflı dav­ranmaları gerekmektedir. Çünkü bizlerden ortak bir ses çı­kabilmesi için; nereye, ne zaman, ne şekilde vuracaklannı bilen tokmak gibi yazarlara ve yetkin düşünürlere ihtiyacı­mız vardır.

Öyle değil mi!.

 

Bağışıklık Kazanmak

 

Yeni olan bir çok şeye karşı, canlı ve diri bir ilgi vardır. Böyledir insanoğlu veya böyle yaratılmıştır. Yeniye veya yeniliğe karşı bu eğilim, değişik düşünceler ve görüş­ler için de geçerlidir.

Müslümanlarla ilgili olarak tevhid akidesinden örnek verecek olursak, bu tertemiz akideyle karşılaşan yeni bir müslüman, Allah'ın lutfuyla yepyeni duygularla tanış olur. Bu dönemlerde yerinde durması veya durdurulması müm­kün değildir bu müslümanın.

Bir şeyler yapmak, mutlaka ve mutlaka bir şeyler yapmak ister. Çünkü yaşadığı yepyeni duygular, onu böylesi eylemlere teşvik et­mektedir. İşte böylesi dönemlerde bu müslümana vaziyet edebilecek yetkin bir kimse yoksa veya gayriyetkin kimse­ler tarafından zamansız ve mekansız eylemler önerilmişse; yerinde duramayan bu müsiümanın zamanla durulduğunu, çırpınmaktan yorulan ayaklarının büküldüğünü ve bir kena­ra çöktüğünü görürsünüz!.

Gereğini yapmadığı veya gereği gibi yaşayamadığı duygular, ondan uzak­laşmaya başlamıştır artık. Daha önceleri onu heyacanlandıran, onu ve duygulannı ayağa kaldıran Kelime-i Tevhid gerçeği, eski fonksiyonunu yitirmeye başlamıştır. Bir baş­kasına duyumsamadan söylediği veya bir başkasından işitti­ği zaman kafa sallayarak tastik ettiği tevhid gerçeği, kup­kuru bir gerçek durumuna gelmiştir sanki!.

Yazdığım bu ifadelerle, sineklerin üşüştüğü bir yaraya değindiğimin farkındayım. Farkına vardığım gibi, kendileri­ne yetkin denilen kimselerin de farkına varmasını istiyo­rum. Çünkü bu yaranın oluşmasında, onlann yaptıklannın ve yapmalan gerekirken yapmadıklannın olumsuz tesirleri vardır. Bu konuyla ilgili olarak daha önce yazılan ve gere­ğince dikkate alınmayan yazılara tekrar değinecek değilim. Fakat istiyorum ki müslümanlara vaziyet etmeye kalkışan bazı kimseler, bu gerçekleri görsünler, dikkate alsınlar ar­tık. Muhatap kabul ettikleri insanlara, yapılması gereken tavırlarla ilgili bilgi ve şuuru vermeden; bu insanlardan bilinçli tavırlar beklemesinler ve bu tavırları gösteremeyenle­ri yargılamasınlar. Apaçık bir zulüm olan bu yaklaşımdan sakındıkları gibi, muhatap aldıkları insanlara maksatsız ve gereksiz bilgi vermekten de sakınsınlar. Vermeleri gereken ve verdikleri bilginin gereğini de teklif etsinler.

Yarınlarda yaşanması gereken hükümleri, bugünlerde gündeme getirerek bu hükümleri yozlaştırmasınlar. Çünkü zamansız, mekansız ve mükellefsiz gündeme getirilen bu hükümler, gündeme getirildiği günlerde müslümanların amelsiz ve anlamsız kıpırdanmalanna neden oluyorsa da, yaşanmayan bu hükümler gün geçtikçe etkinliğini yitirmekte ve müslümanların zihninde kuru bir ifade olarak kalmaktadır.

Yaşanan ve yaşanmakta olan bu durumların en va­him tarafı, müslümanların söz konusu hükümlere karşı bağışıklık kazanmalarıdır. Artık bu hükümler yetkin müsiü-manlar tarafından zamanında ve mekanında gündeme getirilse dahi, bu hükümleri kupkuru bir ifade olarak zaten bilen müslümanların, bu hükümlerden etkilenmesi ve bu hükümlerle ayağa kalkması mümkün değildir. Çünkü onlar çok öncelerden bildikleri fakat yaşamadıkları bu hükümlere karşı olumsuz bir bağışıklık kazanmışlardır.

Diyeceksiniz ki nasıl,

nasıl bir olumsuz bağışıklık?

Bakın size nasılını anlatayım.

Vaktiyle, Osmanlı ordusundaki mehter takımlannın davullarını develer taşırdı. Nitekim bu davulları yıllarca taşı­yarak ihtiyarlayan bir deve azad edilmişti. Azad edilerek salıverilen bu deve, birisinin bostanına girip otlanmaya başlamış..

Devenin bostanda otlandığını uzaktan gören bostancı, deveyi ürkütüp kaçırabilmek için eline aldığı küçük bir değnekle tencere kapağına vurmaya başlamış.

Fakat devenin oralı olduğu yokmuş!

Bostan sahibinin tencere kapağına devamlı olarak vurduğunu, devenin ise gayet sakin otlamaya devam ettiği­ni gören ve yaşlı deveyi mehter takımından tanıyan kom­şusu seslenmiş.

“Yahu komşu, boş yere hiç uğraşma! O deve yıllar­ca davul dinlemiş, senin tencere kapağının tıngırtısı ona vız gelir!.”

Ne diyorsunuz? Anlaşıldı mı?

Anlaşıldı mı bağışıklık kazanmanın ne anlama geldiği?.

Yine de anlaşılmıyorsa söyleyin, söyleyin ne olur!.

Söyleyin de, elimdeki tencere kapağına daha fazla vurmayayım!.

 

Hoşgittin Ramazan

 

Gelene “Hoş geldin” demek, adet olmuştur bizim toplumda. Gelenin nasıl ve ne şekilde geldiğine bakmadan hemen ağzımızı açıyor ve “Hoş geldin” deyiveriyoruz.

Soruşturmaya gelen yetkililere de gülümseyerek “Hoş geldin” dememiz, bu alışkanlıktan kaynaklansa gerek!. Oysa birçok kardeşimizin biidiği gibi, bu adamlar hiç de hoş gelmiyorlar!..

Tabi ki “Hoş geldin” ifadesiyle ilgili olarak bu basit örnekler üzerinde değil, her sene hoşgeldiği söylenen Ramazan üzerinde duracağız. Bildiğiniz gibi Ramazan ayına yak­laştığımız zaman her yerde aynı ifadelerle karşılaşınz.

“Hoşgeldin Ramazan”

Doğrusunu söylemek gerekirse ki gerekiyor hep ra­hatsız olmuşumdur bu ifadelerden. Ramazan ayının mahi­yetini ve içinde bulunduğumuz toplumu düşündükçe, bu rahatsızlığım daha da artmıştır.

Hepbir ağızdan söylenen bu ifadeye göre Ramazan hoşgelmiş!. Bu kimselere Ramazanın nereye hoş geldiğini sorduğumuz zaman ise aldığım cevaplar, genelde aynı ce­vaplar olmaktadır.

Ülkemize, milletimize, yurdumuza, vatanımıza hoşgeldü. Hoşgeldi Ramazan!.

Duydunuz mu Ramazan'ın nereye hoşgeldiğini?

Ramazan ayı, bu millete, bu ülkeye hoş gelmiş!.

Faizin, fuhşun, zinanın, ahlaksızlığın, zulmün, küfrün, fışkın yaygınlaştığı ve yaşadığı bu topluma, böylesi bir top­luma  Ramazan hoş gelmiş!

Mübarek Ramazan ayı tiksindiği bu şeylerden nasıl hoşlansın ve bu şeylerin yaşadığı ve yaşatıldığı toplumlara nasıl hoşgelsin ki!.

Velhasıl hoşgelmedi,

“Hoşgeldi” denilse de, hoş bulmadı Ramazan!..

Ramazanın gelmesiyle birlikte değişik yerlerde asılan bir başka ifade daha var.,

“Oruca saygı”

Allah'a, peygamberlere, kitaplara saygı göstermeyen kimselerden oruca saygı göstermeleri istenmektedir!

İzmir sokaklannda yürürken ağızlan boş durmayanları görmek bir yana, meyhanelerden yayılan içki kokusunu duyanlar, “Oruca saygı” ifadesinin ne derece dikkate alın­dığını anlamaktadırlar. İzmir'le ilgili olarak “Gavur İzmir” diyenlere tabi ki itiraz etmiyoruz. Gerçi İzmir'e “Gavur” di­yenlerin, bulunduklan yeri İslam'la tarif edemeyecekleri de ayn bir gerçektir.

Gavur İzmir denilen bu yerde şüphesiz ki müslümanlar da bulunmaktadır. Müslüman olduklarını iddia edenler ise küçümsenmeyecek bir kalabalıktır bu şehirde, özellikle teravih namazlannda camileri dolduran insanlar, camilerin dışına da taşmaktadır. Her gün beş vakit farz namazlanna ilgi duymayan kimselerin, farz olmayan teravih namazına gösterdikleri büyük ilgi haliyle şaşırtıcıdır!.

Bu kimselere göre beş vakit namaz değil, teravih na­mazı farz kılınmıştır sanki!. Beş vakit namaz kilınmasa da, teravih namazı mutlaka ve mutlaka kılınmalıdır!.

Bu camilerde ibretle izlenmesi gereken bir diğer tab­lo ise “Sakalı Şerif ziyaretleridir. Efendimiz (s.a.v.)'e ait olduğu söylenen mübarek sakal, kırk kat bohça içinden salavatlarla çıkanlmakta ve uzun bir kuyruk oluşturan insanlar, cam muhafaza içindeki sakal telini öperek, yüzlerine ve gözlerine sürmektedirler.

Diyeceksiniz ki “Böyle yapmakla ne oluyor?”

İnanın bilmiyorum!.

Bilsem hiç söylemem mi?

Bunların söylediklerine göre, bu merasim sakala hürmetmiş!. Tabi ki bu söylenenlere de biz inanmıyoruz. Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'in sakalına yüz sürebilmek için kuyruk oluşturan bu adamlann geneli sakalsız!.

Oysa biliyoruz ki Resulullah (s.a.v.)'in sünneti olan sakala hürmet; bu mübarek sakala, sakalsız yüzleri sür­mekle değil, sakal bırakmakla gerçekleşebilir. O halde uzun kuyruklar oluşturan bu sakalsızlar, sakala yüz sür­mekle ne yapmak istiyorlar ve ne yapıyorlar ki?

Demin de söylediğim gibi, inanın bilmiyorum!..

Ramazanla ve Ramazan'da olanlarla ilgili yazılacak şeyler çok. Fakat sözü şimdilik fazla uzatmayalım. Bildiğiniz gibi Ramazan nasıl olsa gitti, nasıi olsa şimdilik kurtul­du bu toplumdan ve bu gibi ayinlerden!.

Geldiği toplumu dikkate alarak “Hoş geldin” diyeme­diğimiz Ramazana, giderek kurtulduğunu kabul ederek “Hoşgittin” diyebiliyoruz.,

Hoşgittin Ramazan!..

 

Evlenmek Ya Da Evlenmemek!.

 

Gündem ve gündem bilinci konusunda oldukça gü­zel şeyler söylenmiş ve gündemin önemine dikkat çekil­miştir. Yazılan ve yazılacak olan şeylerin, müslümanlann acil sorunlan olması gerektiği kabul ettiğim gerçeklerden­dir. Bu gerçekleri kabul ettiğim için, birçok rnüslümanın en acil meselelerinden biri olan evliliğe değinmek istiyorum.

Evlilik meselesini acil servise almam karşısında bekar kardeşlerimiz başlannı öne eğerek “Yok be abi, bu konu o kadar önemli değil” diyeceklerdir!. Çünkü bizler, yani evli olan müslümanlar da, bekarlık günlerimizde evlilikten söz açıldığı zaman. sanki önemli değilmiş gibi, sanki bizi ilgilendirmiyorrnuş gibi, sanki gündemimizde yokmuş gibi, sanki basit ve önemsiz bir meseleymiş gibi, sanki bunu hiç dert etmiyormuşuk gibi başımızı öne eğiyor ve “Bu mesele pek önemli değil” diyorduk!.

Oysa “Önemli değil” dediğimiz bu mesele, iç dünya­mızın en önemli gündemlerinden biriydi. Bahçeli bir ev veya yolda yürüyen bir çift müslüman görünce hatırlamak bir yana, vitrinlerde eşarp veya bir çift kadın ayakkabısı görünce hatırladığımız ve uzun uzun düşündüğümüz bir meseleydi bu..

“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele” özdeyişi gibi “Evlenmek ya da evlenmemek, işte bütün mesele” özdeyişi de iç dünyalarımıza girmekte ve sık sık tekrarlan­maktaydı. Tabi ki evlenmek düşüncesi kabule şayan bir düşünce olup, evlenmemek düşüncesini ağırlıklı heybetiyle ezmekteydi.

Hem neden evlenmeyecektik ki?

Efendimiz (s.a.v.) bizleri evliliğe teşvik ederken, aynı teşviği nefislerimizde de hissediyorduk. O halde nefsi bir engelle karşılaşmayan bu sünneti ihya etmeli ve hemen evlenmeliydik!.

Evlenmeliydik, evlenmeliydik amma kiminle evlenecektik?..

İşte mesele bu noktaya geldiği zaman hangi toplum­da yaşadığımızı unutuyor, içinde bulunduğumuz toplumsal gerçeklere gözlerimizi kapatıyor ve bakışlanmızı saadet as­rına yönelterek başlıyorduk konuşmaya.

Efendim, benim evleneceğim kızda şu şu şu vasıflar mutlaka bulunmalıdır. Sonra iç dünyası şöyle şöyle, dış dünyası ve görünüşü ise böyle böyle olmalıdır. Efendim daha sonracıma aile görüşü şu şekilde, dünya görüşü bu şekilde olması gerekmektedir. Ayrıcana şunlan şunlan bil­meli, bunları bunlan ise mutlaka yapmalıdır...

Cennet hanımlarını tarif eder gibi tarifimizi yaptık­tan, nadide siparişimizi verdikten ve bu siparişimizi yakın dostlanmıza usul usul fısıldadıktan sonra başlıyorduk bekle­meye.

Aman ya Rabbil!. Ne uzun bekleyişti bu!..

Bekliyorduk..

Bekliyorduk..

Bekliyorduk... Fakat sonuç yok!.

Gerçi bazı adaylar bulunuyordu, bulunuyordu amma, hiç üşenmeden uzun uzun anlattığımız vasıflar bunlarda yoktu ki!

Hani güvercin hikayesi vardır. Güvercin kaya gölgesi­ni, burçak tarlasını ve su kenannı çok severmiş. Bu üçü­nün bir arada bulunduğu yeri bütün ömrü boyunca arama­sına rağmen bir türlü bulamamış. Kaya gölgesini ve burçak tarlasını bulduğu yerde su yokken, suyu ve kaya gölgesini bulduğu yerde de burçak tarlası yokmuş!.

İşte bizim durumumuz da, bu güvercinin durumu gi­biydi!. Aradığımız vasıflann birarada bulunduğu. bir nam­zetle bir türlü karşılaşamıyorduk. Netice olarak su kenarından veya burçak tarlasından vazgeçebilen kardeşlerimiz, evlenebilen kardeşlerimiz olmuştu. Nadide siparişlerinden ve isteklerinden taviz vermeyen kardeşlerimiz ise, bekarlı­ğın bunaltıcı sıcaklığı altında hala kanat çırpmakta ve bir seraptan diğer bir seraba doğru arayışlarını sürdürmekte­dirler.

Küçük yaşta evlenen kardeşlerimiz, tabi ki büyüklere özgü, büyük problemlerle karşılaşmıyorlardı. Çünkü bu yaşlarda karşılaşılan eş adaylan sıcak bir hüsnüzanla değer­lendirilmekte ve karşısındakinin ne olduğunu/ne olmadığı­nı hiç anlamayan delikanlıdan coşku dolu bir ses çıkmakta­dır.

“Aldım gitti...”

Evet!. Bazı istisnalar olsa da, çoğumuz böyle evlen­dik.

“Aldım gitti” diyerek aldık, aldık ama aldıktan sonra gitmedi!.

Fakat ne yapılabilir ki?

Şimdi de çocuklarımızın başlannı okşuyarak “Katlan­dım gitti” diyoruz. Kaça katlandığımız veya kaça katlanıldığı ise kişilere ve karşılaşılan müennes imtihana göre değiş­mektedir.

Tabi ki bu söylediklerimiz, erkeklerin boyutundan söylenen sözlerdir. İyimser olduklan ve aradıkları bazı vasıflardan vazgeçtikleri için evde kalmayan kızlanmız ve bacılanmiz ise, “Vardım gitti” dedikten sonra gerçeğin maske tutmaz çehresiyle karşılaşmakta ve çocuklannı öpüp koklayarak onlar da “Katlandım gitti” demektedirler. Çün­kü onlann da evlenecekleri erkekten ve evlilikten güzel beklentileri bulunmaktadır. Erkekler birer Fatma veya Fat­ma gibileri veya Fatma gibi gibileri ararken: onlar da birer Ali veya Ali gibileri veya Ali gibi gibileri aramaktadırlar.

Tabi ki boş arayışlardır bunlar!.

Çünkü Fatma gibiyi arayanlar, nasıl ki Ali gibi değil­lerse, Ali gibiyi arayanlar da Fatma gibi değillerdir. Gerçi nikahtan önceki konuşmalarda Ali ve Fatma gibi gözüken­ler çok olsa da, söz ve konuşmalardaki bu güzel hava ni­kahla birlikte dağılmakta ve yerini acı hakikatlere bırakmaktadır.

“Nikahta keramet vardır” derler!. Bu güzel söze karşı çıkmıyorum, çıkmıyorum ancak, kimler arasındaki nikahta güzel kerametler olduğunu gerçekten çok merak ediyorum!.

Çünkü gördüğüm ve gözlediğim birçok nikahta kera­met değil, nedamet tecelli ediyor. Fakat yine de bekar kardeşlerimizin renkli umudlanm zedelememek için “Ni­kahta nedamet vardır” demiyorum.. Gelelim sadede..

İçinde bulunduğumuz toplumu ve konuyla ilgili söyle­diklerimizi dikkate alarak evlenecek olan kızlarımıza ve erkeklerimize, gerçekten evlenmek istiyorlarsa aradıkları va­sıflardan indirim yapmalannı teklif ediyorum. Tevhid akidesine vakıf ve bunu gücü nisbetince yaşamaya çalışan bir adayla karşılaştıkları zaman, bu toplumda kolay buluna­mayan nadir ve nadide bir adayla karşılaştıklarını bilsinler. Varsın burçak tarlası olmasın, ne çıkar!.

Aynca ve önemle belirtmek istediğim diğer husus birbirlerine karşı dürüst olmalarıdır. Evlilikten sonra zaten ortaya çıkacak olan gerçekleri, evlilikten önce açık yürekli­likle birbirlerine iletirlerse, evlilikleri şüphesiz ki hüsran ol­mayacaktır.

Kendilerine evlenme teklifinde bulunan açık yürekli müslümanı tanıdıktan sonra kendi durumunu dikkate ala­rak ve şayet o müslüman; layık değilse “Ben sana layık değilim” diyebilen adaylar, görmeye hasret çektiğimiz adaylardır.

Fakat ne gariptir ki büyük çoğunluk kendilerini iyile­re, daha iyilere, çok daha iyilere layık görmektedirler!.

Ne diyorsunuz, öyle değil mi?

Evlenme yaşını geride bırakan ve henüz evleneme­yen birçok kardeşimiz, dudaklara uzanmayan bir fısıltı ile “Evet öyle” diyeceklerdir.

Gerçi evlenmenin belli bir yaşı yoktur. Yaşın önemi evlilikte değil, evliliğe karar verme noktacında kendisini göstermektedir. Mesela yirmi yaşından küçük kardeşlerimi­zin, evlenecekleri adaylara iki gözlerini de açık tutarak bakmalannın bi? sakıncası yoktur. Çünkü iki gözleri açık olsa da karşı tarafın eksikliklerini fazla göremeyecekler ve gördüklerini de sımsicak bir iyimserlik ile hayra yorumlaya­caklardır. Yaş yirmiden otuza doğru uzandıkça kişi olgun­laşmakta, insanları yakından tanımakta ve dikkati daha fazla artmaktadır. Bu dönemlerde gerçekten evlenmek is­teyenlerin, mutlaka bir gözlerini kapamaları ve görülen bazı şeyleri gözardı etmeleri gerekecektir.

Yaş otuzu aşmışsa ve evlenme niyeti hala sürüyorsa, evlenebilmek için iki gözün de kapatılma zamanı gelmiştir artık!.

Günümüz şartlannda evliliğin önündeki en büyük en­gellerden birisi, müslümanlara da sirayet etmiş olan ihtiyaç ve tüketim kültürüdür. Bir ev için zaruri olan ihtiyaçlara elbetteki bir şey demiyoruz. Fakat evin en güzel ve en geniş olan odasının koltuk takımı, vitrin, yemek takımı gibi şey­lerle doldurularak ev halkının kullanımına kapatılması, fay­dalarından çok zararlan olan bu eşyaların bir toz beziyle ve özenle silinmesi; evlerinin bir bölümünü puthane yapan ve buradaki ağaç oyma putlann hergün tozunu alan cahiliye dönemi kadınlannın yaptıklan saçmalığı çağrıştırmakta­dır!.

Nasıl bir İslam ve nasıl bir İslami yaşam anlayışıdır ki, oturmak için koltuk takımına, yemek için yemek odası takımına, yatmak için yatak odası takımına ihtiyaç duyulmakta­dır!. Bunlan ihtiyaç kabul eden bir bacıyı almak ve onun böylesi ihtiyaçlarını karşılayarak ona bakmak, hiç şüphesiz ki asr-ı saadet dönemindeki dört kadını yakın akrabasıyla birlikte alıp-bakmaktan çok daha zordur.

Özellikle doğu bölgelerinde kendisini gösteren başlık parası ise, öncelikle müslümanların çözümlemesi gereken bir meseledir. Bazı müslüman babalar başlık parasını ger­çekten yadırgamakta fakat yine de “Şuna bak! Kızını be­davaya vermiş..” gibi batıl bir sözle karşılaşmaktan sakın­maktadırlar!.

Bedavaya vermek ne demek? Hiç şüphesiz ki müslümanlar ktzlanna ve diğer evlat­larına Allah'ın nzası için bakarlar, Allah'ın rızası için yetiş­tirirler ve yine Allah'ın rızası için evlendirirler, O halde kı­zını Allah'ın nzası için evlendiren, Allah'ın nzası için bir müslümana veren baba, bu kızını bedavaya veya ucuza mı vermiş olur?

Allah'ın rızasından daha büyük bir bedel veya bu yüce rızadan daha büyük bir karşılık var mıdır ki, bu kutlu alış verişte zarar edilmiş olsun?

Ayrıca talep ettikleri başlık bedelini, kendilerine o evladı veren, onu yaratan, sayısız nimetlerle onu yaşatan Allah'a ödemişler de, Ödedikleri bu bedeli mi talep ediyorlar?

Hemeyse bu sözü fazla uzatmayalım. Çevreyi ve ge­lenekleri dikkate alan babalardan, Allah'ı ve Allah'ın rızası­nı dikkate almalarını istirham edelim..

Evlenmekle ilgili olarak ikinci veya üçüncü evlilik meselesi ise, bir evliliğin üstesinden gelemeyen erkeklerin gündemine girebilecek bir mesele değildir. Çünkü asr-ı sa­adetten örnek alarak ikinci evliliği gerçekleştiren birçok kardeşimiz, diğer müslümanlara örnek değil, ne yazık ki ibret olmuşlardır. Asr-ı saadet döneminden örnek ve bu müslümanlardan ibret aldıktan sonra ikinci evliliğe karar verebilmek, tabi ki çok zor bir hadisedir. Kaldı ki bir veya iki gözü kapatarak bu konuda karar verebilmek, cesaretle değil cehaletle ilgili bir yaklaşımdır.

Fakat yine de yiğidin hakkını yiğide vermek istiyor ve bir evli müslümanlar adına ayağa kalkarak, birden fazla ev­lenen ve bu evliliklerini rahmetli bir şekilde sürdürerek na­dide örnekler olan kardeşlerimizi ayakta selamlıyoruz.

Evet., haddimizi bilerek oturalım artık!..

Ve önemli meselemizi kısa da olsa bir sonuca bağla­yalım. Şimdiye kadar yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi evlenmek ya da evlenmemek meselesine genel yaklaşımımız ve kardeşlerimize neyi önerdiğimiz bellidir.

Evlenin arkadaşlar!.

Evlenin kardeşler!.

Uyum sağlayabileceğiniz birisiyle karşılaşırsanız, ya­şarken mutlu; uyum sağlayamayacağınız birisiyle karşılaşır­sanız, düşünürken filozof olabilirsiniz!. Görüyorsunuz her iki olasılıkta da bazı hayırlar var!

Veya var gibi!..

 

Çok Evlilik

 

Geçen yazıda “Evlenmek ya da evlenmemek” başlı­ğında du meseleye değinmiş ve sonuç olarak “Evlenin arkadaşlar” demiştik. Evlilik meselesi her ne kadar arka pla­na bırakılıyor veya böyle gözüküyorsa da, yazı yayınlan­dıktan sonra aldığımız birçok mektup, bu meselenin gizli önemini açığa çıkarmaktadır. Yazıyı biz kaleme aldığımız için, gelen mektuplarla da tabi ki bizler muhatap olduk!.

Konuyla ilgili gönderilen mektupları okuduktan son­ra, bütün bu mektupları genel olarak iki ayn başlıkta de­ğerlendirmek mümkündür.

Bacılanmızdan gelen mektuplarda ortak dert ve bu­nalımlara değinilmekte, bunları çözümlememiz İstenmekte ve bir önceki yazıda “Evlenin arkadaşlar” dediğimiz için, bu hayırlı tavsiyeye vesile olmamız talep edilmektedir..

Erkek müslümanlardan geien mektuplarda ise bacıla­rımızın hiç değinmediği bir hususa ağırlık verilmekte ve genellikle çok evlilik üzerinde durulmaktadır!. Hanımların göremeyeceği tenha bir yerde mektup yazarken oldukça erkek gözüken bu kardeşlerimiz, ilk yazıda çok evlilik me­selesine neden teğet geçtiğimizi sormaktalar ve korkulan­ımızın legal mı, yoksa ilegal mi olduğunu öğrenmek iste­mektedirler!..

Bütün bu sorular ve birbiriyle uyuşmayan farklı bek­lentiler altında ezilmemeye çalışarak, öncelikle bacılanmı­zın ortak dert ve sorunlanna değinmek istiyorum.

Bacılarımızdan gelen mektuplarda da ifade edildiği gibi; Türkiye'deki İslami gelişmelerde bacılarımızın yeri, ne yazık ki açıkça belirlenmemiştir. Çünkü bu coğrafyada yaşayan bacılanmız, değişik mihraklar tarafından, çok deği­şik yerlere nisbet edilmesine rağmen, gerçek yerlerini ve gerçek kimliklerini bulabilmiş değillerdir. Bunun en önemli nedeni bacılanmızın yeterince anlaşılmaması ve bacılanmız arasında meseleyi disipline edebilecek keyfiyette ve kemi­yette kardeşlerimizin olmayışıdır.

Çahşmalannı takdirle karşıladığımız birkaç bacımız gibi bacılarımızın fazlalaşması ve bu bacılanmızın kendilerini daha yetkin aşamalara çıkarmalan, bu konudaki umud-lanmızı arttırarak durumlara netlik kazandırabilecektir.

“Bu gerçekleşecek midir veya nasıl gerçekleşebilecek­tir?” sorulanna, verebileceğimiz somut cevaplar yoktur. Fakat böyle bir boşluk varsa ve bu boşluğun sıkıntısı çekili­yorsa, bu boşluk erkek müslümanların yardımlanndan ziya­de bizzat bacılanmızın kendi özverileriyle doldurulabilecek­tir. Çünkü bacılarımıza özgü sorunlann çözümlenebilmesi, bacılanmızla ilgili soruların cevaplandıralabiîmesi, günü­müzdeki kadın dünyasının yakından ve yeterince tanınma­sıyla ilgilidir.

Mesela bizlere sık sık yöneltilen “Müslüman bacılarla İslami hareketteki birlikteliğiniz hangi düzlemde ve nasıl olabilir?” sorusunu, bizler ne yazık ki mutmain bir şekilde cevaplandıramıyoruz. Çünkü bu soruya asr-ı saadeti veya olması gereken bacı. kimliğini esas alarak cevap versek; günümüz bacıları, olunması gereken bacı kimliğinden ne kadar uzak ise, verdiğimiz cevap da, doğrudan o kadar uzak olacaktır. Yukardaki soruya sadece kadın fıtratını esas alarak cevap verebilmek de mümkün değildir. Çünkü fıtrat aynı olmakla birlikte, değişik çevre şartlarından etki­lenen fıtratlarda, çok değişik eğilimler ve çok değişik şekil­lenmeler söz konusudur.

Türkiye coğrafyası tek bir coğrafya olarak zikredilmesine rağmen, etkileyici çevre şartları itibariyle en az dokuzon bölgeye ayrılabilir. Nitekim Türkiye'de bu bölgelere özgü bacı kimlikleri olduğu gibi, birkaç çevreden aynı za­manda etkilenen mozaik bacı kimlikleri de vardır.

Belirttiğimiz bu kimliklerde batıl eğilimlerin veya ca­hili motiflerin olduğunu dikkate alarak “Bütün bunları bir kenara bırakalım ve gündemimize almayalım” da diyeme­yiz. Çünkü bunu diyebilmemiz, yine kenara bırakılması ge­reken şeyleri bilmemizle ve arkaplana bırakılıp-bırakılamayacağını tesbit etmemizle mümkün olabilecektir.

Kaldı ki ideal bacı kimliğine ulaşılabilmesi, bu kimliğe talip bacıların şu an içinde bulundukları konuma açıklık getirilmesiyle mümkündür. Çünkü yapılması gereken ve yapılacak olan bu tesbit, ideal bacı kimliğine ulaşmak iste­yen bacılanmız için doğru ve .ağlıkh bir kalkış noktası ola­caktır.

Günümüz bacılanna önce hangi hakkın, nasıl veril­mesi gerekir, hangi batıl eğilimlere nasıl müdahale edilme: lidir.. sorulan, bu bacılanrnızın çevrelere göre özel, Türki­ye coğrafyasına göre genel konumlanna açıklık getirilmesiyle cevaplandinlabilecektir. Tabi ki bütün bunlar, sadece masa başı çalışmalanyla çözümlenebilecek so­runlar değildir!. Sağlıklı ve yeterli bilgiyle beraber, yakın gözlem ve rahat dialog zeminlerine de ihtiyaç duyan bu sorunlar, yukanda belirttiğimiz gibi özellikle yetkin bacılan-mızın samimi gayretleri ve özverileriyle çözümlenebilecek­tir. Çünkü bütün bu meselelerde bilgi ve metod önemli ol­duğu gibi, günümüz kadın dünyasınr nüfuz edilmesi, olaylann sebeb ve sonuçlanna inilmesi de önemlidir.

Şimdi bu sorunlarla az veya çok ilgisi olan evlilik me­selesine gelelim. Hiç şüphesiz ki kadın ve erkeğin birlikte

cehdetmesi gereken meselelerde, bu cehdi gerçekleştirebi­lecek olan müslümanlar, aynı amaçla bir araya gelerek ev­lenen müslumanlardır. Çünkü aynı amaçla evienen müslü­manlar için evlilik düzlemi, söz konusu cehdin en rahat ve en geniş şekliyle gerçekleşebileceği bir düzlemdir. İşte ko­numuzla ilgili olarak evliliğin bu önemli boyutuna değine­ceğiz.

Dünyalık endişeleri ve dünyalık istekleri bir kenara bı­rakarak meselenin bu boyutunu esas alan ve sadece İslami hareketin maslahatını gözeterek yapılan ve yapılacak olan evlilikler, yaşadığımız ortamda gerçekten ihtiyaç duyulan evliliklerdir. Dolayısıyle birçok bacımın bu istikamette gö­züken ve bu ifadelerle belirtilen samimi isteklerini saygı ve takdirle karşılıyorum. Fakat bu istekle birlikte “Yaşımıza, fi­ziğimize, kültürümüze uygun, tahsilli ve iş sahibi vs. olsun” şeklinde şartlar ileri sürmeleri, samimi gördüğümüz bu is­tekleri kısmi olarak gölgelemektedir. Evlenebilecekleri müslümanlarla ilgili olarak “Bekarlık” şartını yazmamalannın nedeni ise, bunun zaten bilinen ve yazılmasına gerek du­yulmayan bir husus olduğu içindir!.

Hiç şüphesiz ki bu istekleri yadırgamıyorum. Bunlar gayet doğal ve makul sebeblerden kaynaklanan istekler olabilir. Yadırgadığım husus, “Dava için evlenmek istiyo­rum” diyen bazı bacılanmızın, diğer hususlan birer istek oiarak değil, birer şart olarak ileri sürmeleridir!. Durum böyle olunca “Öncelikle davanın maslahatı için evlenmek istiyorum” ifadesi anlamını kaybetmekte, bu bacılanmızın nefsi maslahattan ile davanın maslahatı aynı kalkış noktası­na getirilmektedir.

Bu kalkış noktasından sonra, davanın maslahatı için nefsi maslahatlardan değil, nefsi maslahatlar için davanın maslahatından indirimlerde bulunulması ve dolayısıyle nefsi maslahatların ön plana çıkarıldığı evliliklerin yapılması ise, örnek değil ibret alınması gereken ve akıbeti dehşetli olan hadiselerdir.

Bütün bacılarımızdan, böylesi durumlara düşmemele­ri için İslami isteklerinde biraz daha duyarlı ve tutucu olmalarını isterken, dünyevi isteklerinde de biraz daha feda­kar olmalarını veya olmaya çalışmalarını tavsiye ediyoruz.

Erkek müslümanlann hep konuştukları fakat pek bir şey yapmadıklan veya yapamadıkları çok evlilik meselesi­ne gelince, öncelikle bu meselenin İslam'a göre yeterince anlaşıldığı kanaatinde olmadığımı ifade ediyorum. Çok ev­lilik meselesini İslami düzlemde ve İslami ölçülere göre ka­dın ve erkek boyutundan ayrı ayrı değerlendirdiğimiz za­man, birden fazla evliliği genel olarak iki ayrı başlıkta ele alabiliriz.

Birincisi dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçlan karşılamak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan çok evliliklerdir. Bu gibi evliliklerde gerek duyulabilecek maddi potansiyelin kadında veya erkekte bulunması ve ay­rıca erkeğin adil olması gerekmektedir. Ancak ayet-i keri­mede de belirtildiği gibi, bütün müslümanlann en ufak bir zulümden dahi müstağni olan adil bir kimliğe uiaşmalan mümkün değildir. İlahi vahyin öngördüğü ve teşvik ettiği adalet vasfı, gücü nisbetince adil olmaya cehdeden ve bu cehdinde zulümden uzaklaşıp, adalete yaklaşabilen müslü­manlann vasfıdır.

Dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçlan karşıla­mak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan bu çok evliliklerde; bir hanımının şer'i ihtiyaçlannı karşılarken zor­lanan bir erkeğin, ihtiyaç sahibi ikinci bir hanımı alması, bu sosyal dertlerin çözümlenmesi değil daha da büyütül­mesidir. Dolayısıyle ihtiyaç sahibi mü'mine bir kadını nikanlama sorumluluğu, adil olmak vasfıyla birlikte bu bacı­nın ihtiyaçlannı giderebilecek güçte olan müminlerin ön­celikli sorumluluğudur. Daha açık ve genel bir ifadeyle, ev­liliğe neden olan beklentilerin, söz konusu evlilikte karşılığını bulabilecek beklentiler olması gerekir.

İkinci başlıkta ele alacağımız çok evlilikler ise, dünye­vi ihtiyaçlann veya fıtri beklentilerin fevkinde, İslami hareketin maslahatı için yapılan çok evliliklerdir. Efendimiz (s.a.v.)'in, sosyal kariyeri bulunan veya kişisel özellikleri yüksek olan annelerimizle evliliği, bu başlığa örnek göste­rebileceğimiz evliliklerdir. Bu evliliklerde İslami hareketin maslahatına öncelik verilmekte ve buna paralel olarak ka­dın dünyasıyla ilgili birçok boşluklar, diğer kadınlara örnek olabilecek yetkinlikteki böylesi mü'minelerin yetiştirilmesiyle doldurulmaktadır. Nitekim hem kendi çağdaşlannın ve hem de günümüz kadınlannın birçok sorusuna cevap ve­ren ve bütün müslüman kadınlara örnek olan annelerimiz, Resulullah (s.a.v.)'in kutlu öğretisiyle ve aynı zamanda ken­di kişisel gayretleriyle bu aşamaya yükselen annelerimizdir.

İslami hareketin maslahatıyla ilgili olan bu evlilikler­de, maddi konumdan ziyade ilim ve kişisel özellikler esas alınmaktadır. Dolayıstyle bu gaye ile yapılabilen çok evlilik­ler, özellikle ilmi yetkinlikteki dava adamlannın ve bazı ko­numlara talip olmakla birlikte, bunun gereğini de yapabile­cek hasletlere sahip olan mü'minelerin gerçekleştire­bildikleri evliliklerdir. İslami düzlemde ve İslami gayelerle yapılan bu evliliklerle, kadın ve erkek dünyaları arasında ciddi ve bilinçli köprüler kurulabilmektedir. Yaş durumu­nun pek önemsenmediği veya ön plana çıkarılmadığı bu gibi evliliklerde, eşinden daha yaşlı biriminin veya daha yaşlı bir mü'minenin uzun yıllar yaşayarak ve düşünerek kazandığı olgunluk, bunlarla evlenen gençlere ve dolayısıyla genç nesillere daha aktif ve daha pratik bir yolla intikal edebilmektedir.

Günümüzdeki anlayışlara göre yukarıdaki ifadelerin anlaşılabilmesi ve toplumsal yaşantıda yerine oturtulabil­mesi mümkün değildir. Fakat bu ifadeler anlaşılsın veya anlaşılmasın, müslüman toplumbilimciler tarafından dikka­te alınsın veya alınmasın, özellikle asr-ı saadet döneminde açıkça müşahade edilen bu toplumsal gerçeklikleri tekzip edecek değilim. Çünkü asr-ı saadet döneminde, günümüz­de olduğu gibi kadın dünyası ile erkek dünyası arasında önemli bir yabancılaşma ve gençlerin dünyası ile yaşlılann dünyası arasında kutuplaşmaya varan bir uzaklaşma yok­tur. Toplumsal ahengi ve olgunluğu engelleyen bu gibi olumsuzluklara! olmayışında ise, yukarıda anlatmaya çalış­tığım yönelişlerin önemli bir etkisi vardır. Genelde değil, özelde dikkate alınması gereken ve yetkin insanlarca özel­de dikkate alınan bu gibi yönelişlerin rahmeti, özelle birlik­te genele de yansıyan rahmetlerdir.

Çok evlilikle İlgili olarak kısaca ifade ettiğim bu de­ğerlendirmeler, meselenin başında da belirttiğim gibi çok evliliğin İslami düzlemde değerlendirilmesidir. Günümüz toplumunda ise yaşanan şartlar ve anlayışlar oldukça fark­lıdır. Hiç şüphesiz ki bu farklılıkları ileri sürerek “Birden fazla evlilik hükmü neshedilmiştir veya birden fazla evlen­mek haramdır” diyemem ve demiyorum. Ancak söz konu­su farklılıklar, mutlaka ve mutlaka dikkate alınması gere­ken farklılıklardır. Dolayisıyle böylesi evliliklere niyet eden veya bunu gerçekleştirmek isteyen kimselerin; yukanda belirttiğimiz özelliklerle birlikte, cahili toplumun yadırgayıcı baskısını da dikkate almalan ve iyimser temennileri veya nefsi temayülleri bir kenara bırakarak, karşılaşabilecekleri sorunlann üstesinden gelip gelemeyeceklerini gerçekçi olarak tesbit etmeleri gerekir. Bilmem anlaşıldı mı?...

 

Bizim Kadınlarımız

 

Neden bu ifadeyi kullanıyoruz? Şimdiye kadar gelmiş, geçmiş bütün mü'mineleri içi­ne alan genel bir ifade neden kullanmıyoruz? Çünkü bazı istisnalar olsa da, gelmiş, geçmiş mü'minelerden oldukça farklıdır, fark­lıdır bizim kadınlarımız!.

Geçenlerde bir arkadaşa rastladım. Sağolsun, iyi bir arkadaşımızdır. Birkaç yıl önce gerçekleştirdiği evliliğine vesile olduğumuz için sözü aile yaşantısına getirdim ve sor­dum kendisine.

“Nasılsınız, ne yapıyorsunuz?”

Başladı konuşmaya.. Anlattıklanna bakılırsa, mem­nundu aile yaşantısından. Birlikte okuyup, birlikte araştır­ma yapıyorlarmış. Hanımı ayrıca belli günlerde bazı evlere gidip, bacılara ders veriyormuş.

Hanımını evliliklerinden önce tanıdığım için, şaşırma­dım anlattıklarına. Gerçekten bunları ve hatta bunlann fevkinde birçok çalışmayı yürütebilecek bir kişilikte gözükü­yordu o zamanlar. Nitekim anlatılanlar, kısmi olsa da yine bu istikametteydi. Dolayısıyle böyle bir evliliğe vesile oldu­ğum için sevindiğimi hissettim.

Ne var ki bu sevincim uzun sürmedi!.

Evliliğin olumlu yönünü belirten bu kısa anlatım, araya konulan bir “Ammaa” kelimesinden sonra mecrasını değiştirmişti!.

Bu ikinci mecrada anlatılanlar, ne yazık ki duymak istemediklerim şeylerdi.

Meğer bizim mücahide bacı, tam bir hanımefendiymiş!.

Hani beş-on hizmetçili eski yalılar vardır ya, işte bizim bacı, bu yalılarda yaşayan bir hanımefendi sanki! Bilumum ev işlerinden, tağuttan sakınır gibi sakını­yor. Bu sakınmada öyle bir mertebeye ulaşmış ki, yabancı bir erkeğin ellediği, yabancı bir erkeğin kirlettiği bir yeri ellemesi, burasını temizlemesi hiç mümkün olmadığı gibi, bunlar hakkında onunla konuşulması bile abes!.

Diyeceksiniz ki “Peki ev İşlerini kim yapıyor? Evde gerçekten beş-on hizmetçi mi var?” Ne diyeyim,

bir erkek olarak nasıl ifade edeyim bilmem ki!. Arkadaşım ev işlerinde hem tecrübeli ve hem de ol­dukça geçimli bir insandır. Bu nedenle on hizmetçinin ol­masa da, beş hizmetçinin yerini doldurmaya çalışıyor!. “Hiç olur mu? Olur mu böyle şey?” demeyin.. Neden olmasın ki!. Günümüz Türkiye'sinde hem çalı­şıp, hem de ev işlerini yapan kadınlar yok mu?

Var, tabi ki var.. O halde kadınlann bile güç yetirebildiği bu işe, bizim arkadaşımız neden güç yetiremesin ki!.

Bal gibi yapıyor, yapabiliyor işte!

Ayrıca bu konuda pek bir rahatsızlığı da yok. Çünkü evin hanım Efendisi (İnsaf ve merhamet onun üzerine olsun), ona bu konuda birçok şer'i mesnet de getirmiş!. Resulullah (s.a.v.)'in evlilik yaşantısında belki de birkaç kere yaptığı bütün işleri, arkadaşımıza sünnet-i müekkede ola­rak vazetmiş!.

Birkaç aylık olan çocukları ise, hanım Efendinin biri­cik meşgalesi. Gerçi mazlum arkadaşımıza “Bunu İslam'a göre emzirmek zorunda değilim. Şayet emzirmezsem, süt anne tutmak zorundasın..” demesine rağmen, eksik olma­sın emziriyormuş!.

Tabi ki bu büyük özveriden, çok mutlu arkadaşımız!.

Allah korusun, hanımefendi çocuğu emzirmezse, ne yapacak ki? Süt anne bulamayacağı gibi, kendisinde de gerekli organlar yok!. Nitekim meselenin vehametini kavradığı için, şükretmeye devam ediyor..

Tahammül sınırlarımın zorlandığını hissettim. Benim dinlemeye bile tahammül edemediğim bu durumlara, arkadaşımın nasıl tahammül ettiğini, edebildiğini düşündüm!.

Olumlu bir cevap bulduğumu, bulabildiğimi söyleye­mem. Çünkü yaşanan olaylar, mümine bir bacıya karşı duyulan sevgi veya saygıyla açıklanabilecek olaylar değil­dir. Bu bacı hakkında "Mücahide" sıfatını ise hiç kullan­mak istemiyorum. Henüz evinin kadını, erkeğinin kansı olamayan bir bacıya, İslam davasında nasıl yer verilebilir ki!.

Acıdım, acıdım, arkadaşımın açması haline!.

Evliliklerine vesile olduğum veya daha doğru bir ifa­deyle bu müsiümanın başını yaktığım için, bir kibrit kutusu gibi görmeye başladım kendimi.

Hem sadece bu değildi ki!.

Dolaylı veya dolaysız vesile olduğumuz bazı evliliklerde de benzer hadiselerle karşılaşılıyordu. Küçükken ana kuzusu olan birçok kardeşimiz, büyüyüp evlendikten sonra kan kuzusu olup çıkmıştı!.

Hani bazı erkekler vardır. Bulunduklan yerde ara sıra saatlerine bakarak, eve geç kalıp kalmadıklannı öğrenmek isterler. Saat belli bir yere gelince, sanki zil sesini duymuş talebeler gibi fırlarlar yerlerinden! Çünkü hanımlannca be­lirlenen saatte, mutlaka ve mutlaka evde olmaları gerek­mektedir.

Sözünü ettiğim kardeşlerimiz ise böyle zırt pırt saate bakan kimselerden değildir. Onların saatle pek ilgileri yoktur. Çünkü bu kardeşlerimiz saatten ziyade, güneşi esas al­maktadırlar.

Güneş battımı, hurraa evlere!. İster sohbet olsun, ister ders olsun, durmaz, durdurulamaz bu kardeşlerimiz!.  Gidilecek yerler, konuşulacak meseleler, iletilecek mesajlar ne kadar önemli olursa olsun, bütün bunlar ikinci derece öneme ha­izdir!. Birinci derece önemli olan ise, ev halkının güvenli­ğidir. Çünkü bu kardeşlerimizin hanımları, gece evde yal­nız kalmaktan korkan hanımlardır. İslami davette bulunacağım veya dava için çalışacağım diyerek, hanımla­rını bu dehşetli korkuyla başbaşa bırakacak değiller ya!. Dolayısıyle bir an önce eve gitmeleri ve sorumlu olduklan ev halkını güvenliğe ve esenliğe kavuşturmaları gerekmek­tedir!.

İşin tuhaf tarafı, böyle davrandıkları için kendilerini sorumluluk bilinci­ne ulaşan kimseler olarak görmeleridir!.

Bu kardeşlerimizle evli olan bacılarımız ise, bütün di­ğer bacılar gibi mücahideliğe talip olan veya kendilerini mücahide sanan «bacılardır.

Bunlardan birçoğu Kur'an'ı Kerim'i ve Kur'an'ı Kerim'de zikredilen mu mineleri okuduklarını ve bunlan örnek aldıklarını bile ileri sürebilmektedirler!.

Onlann bu iddialarına ve içinde bulunduklan hale ba­karak.

“İleri sürdüğünüz bu asılsız iddiayı, lütfen geriye, gerilere çekiniz!.” diyorum. Çünkü örnek aldığınızı söylediğiniz mü'mineler ara­sında, Rabbim ona rahmet etsin bir Hacer, bir Hacer vali­demiz vardır.

Çünkü iman ettiğinizi söylediğiniz Kur'an'ı Kerim' de, kendisini çocuğuyla birlikte ıssız çölde yalnız bırakan İbra­him (a.s.)'a “Bu yaptığın İş Allah'ın emriyse git, git ya İbra­him ve bizi merak etme” diyen Hacer anamız vardır.

Hacer anamızın bırakıldığı yerde kapı veya kilit yok­tur.

Hacer anamızın bırakıldığı yerde ev yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde komşu yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde yiyecek yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde içecek yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde eşya yoktur, su yok­tur, elektirik yoktur. Fakat, bütün bu yokluklann arasında bir Hacer ve bir Hacer kimliği vardır. Hacer ismiyle birlikte bu Hacer kimliğine de sahip olduğu için kocasına “Git, git ya İbrahim ve bizi me­rak etme” diyebilmektedir.

İşte apaçık bir gerçek olan Hacer kimliğini ve Hacer validemizi tanıdıktan sonra, şehrin göbeğinde ve tam teşekküllü evlerde yalnız kalmaktan korkan sizler, sizler, nasıl olur da Hacer validemizi örnek aldığınızı ileri sürebilirsiniz? Lütfen gerilere, çok çok gerilere çekiniz bu iddianızı!. Çünkü sebeb ne olursa olsun sizleri evde yalnız bı­rakmak istemeyen kocalarınız, nasıl ki hanımını çölde bırakabilen birer İbrahim değilse; sizler de birer Hacer değil­siniz!.

Evet,

“Hemeyse” demek zorundayız. Çünkü başladığımız yazının uzandığı noktalar, bu ki­tabın genel keyfiyetinden uzaklaşmakta. Fakat yukarda da belirttiğim gibi kadınlarımız arasında kimlik ve kişiliklerine saygı duyduğumuz istisnalar olmasına rağmen, genel du­rum ne yazık ki böyledir.

Nitekim geçenlerde yaptığımız bir sohbette, bu acı gerçeklerle tekrar karşılaştık. Biraraya geldiğimiz müslü-manlara, ensar ve muhacir arasındaki kardeşliği anlatıyor­dum. Hepimizin bildiği gibi Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirlere, Medine'nin sakinleri olan ensar kucak açmış ve sahip oldukları birçok şeyi muhacir kardeşleriyle paylaşmak istemişlerdi. Bu muhteşem paylaşmada, birden fazla evi olan ensardan bazı sahabeler, bu evlerini muhacir kardeşlerine kiraya değil, mülken vermişlerdi. İki-üç hanı­mı olan bazı ensar ise, bekar muhacirlere bu hammlannı vermek, nikahlamak istemişlerdi.

İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, sohbette bulu­nan müslümanlan ikaz etmek ve olayın derinliğini göstere­bilmek için, onlara şu sorulan yönelttim.

Bizlerin iki veya üç hanımı olsaydı, bekar kardeşlerimize vermek ve onlara nikahlamak ister miydik?

Bizler yapar mıydık? Yapabilir miydik bunu? Soruyu onlara ve nefsime sorduktan sonra, kırdığım

potun farkına vardım!. Ben ne yaptığımın, kimlere ne sorduğumun herhalde farkında değildim!.

Gerçekten saliha olan bir mü'mineyi ömürlerinde görmeyen ve onun kıymetini idrak edemeyen birçok kim­se, saliha bir hanımı vermenin zorluğunu nasıl anlayabile­ceklerdi ki!.

Nitekim bunu anlamamış olmalanndan kaynaklansa gerek, çok kısa bir düşünceden sonra birçoklannın ağızlan açılır gibi oldu. Fakat sustular, yutkundular ve yuttular söy­lemek istediklerini!.

Derin bir sessizlikten sonra, havayı gerginleştiren bu sessizliği bozma zorunluluğu hissettim. Sessizlikte duydu­ğum cevaplan, başkaianna nisbet ederek ifade etmeye ça­lıştım.

Gerçi günümüzdeki aile yaşantısından ve hanımlarının ölçü tanımaz isteklerinden bıkan bazı müslümanlar, “Bizler elimizdeki bir taneyi bile vermeye razıyız, fakat be­kar kardeşlerimize merhamet ettiğimiz için vermek istemi­yoruz!” diyeceklerdir. Bunlar tabi ki mevzumuzun dışında­dır..

Bunlan söyledikten sonra ortalıktaki gerginlik sakin­leşmiş ve yüzler tebessüm etmeye başlamıştı. Mevzunun içinde kalan bizler, mevzumuzun dışında kalan başkaları­nın haline gülüyor ve onlann bu durumlarına gülümsüyorduk!.

İşte güldüğümüz ve gülümsediğimiz durum budur!.

Gerçi bütün bunlar “Bizim kadınlanmız” başlığında yazılabilen şeylerdir. Hiç şüphemiz yoktur ki Cihan Aktaş veya Emine Şenlikoğlu bacımız, müslüman erkeklerle ilgili bir başlık açsalar ve günümüzdeki mücahitlerin durumuna değinseler; onlann söyledikleri, bizim söylediklerimizi çok gerilerde bırakabilecektir. Aynca sonuç olarak öncelikle erkek müslümanları suçlamaları ise, İlahi vahye uygun ve doğru bir suçlama olacaktır.

İstisnaların çoğunluk, çoğunluklann ise istisna olması dileğiyle..

 

İnanın Yalan

 

Sizler sol basında yer alan haberlere sakın inanma­yın. Bunlar özel mülkiyet düşmanıdırlar, “Özel mülkiyet düşmanıdırlar” derken, başkalarının sahip oldukları özel mülkiyetlere düşman olduklannı kastediyorum. Üst üste yığmaya çalıştıkları kendi özel mülkiyetlerine düşmanlık değil, iç gıdıkiayıcı bir sevgi beslemektedirler. Bu beylerin anlayışına göre iki eve sahip muhafazakar bir vatandaş ka­pitalistin ta kendisi olurken, marksist söylemlerde bulu­nan birisi holdinglere veya tröstlere sahip olsa dahi kesin­likle ve kesinlikle kapitalist değildir. Bunlar olsa olsa varlıklı sosyalistler veya marksist patronlardır!.

Kendi mülkiyetlerinin üzerine oturup başkalarının özel mülkiyetlerine düşmanlık duyan bu beyler, mülkiyet düşmanlığı noktasında özellikle devlet yetkilileriyle daha çok uğraşmaktadırlar. Bunların söylediklerine göre bir ba­kan, bakan olduktan sonra veya bir başbakan, başbakan olduktan sonra bunlardan bazısı bütün sülalesini kalkındınyormuş!. Ağabeylerine ve kardeşlerine ve yeğenlerine ve gelinlerine ve amcalanna ve dayılanna ve teyzelerine ve halalanna ve eniştelerine ve görümcelerine ve bacanaklana ve eşlerine ve dostlarına ve çoluklanna ve çocuklarına ve bütün bunlann ahbablanna ve arkadaşlarına ve komşu­larına ve tanıdıklarına devlet imkanlanyla yardım edip, onları kalkındırıyorlarmiş!..

Sülaleye veya hanedana veya aşirete yeni giren bir damadın karşılaştığı imkanlar, onlar, bunlar, şunlaar olduğuna göre, gerisini biz tasavvur etmeliymişik!.

Velhasıl bunlar, bütün sülalelerini yükün, bizlere yani halka yüklüyorlarmış!.

İnanmayın efendim!

İnanmayın böyle saçmalıklara!.

Hiç şüphesiz ki bu yetkililer sorumlu insanlardır. Dev­lete ve topluma karşı sorumlu olduklan gibi, tabi ki eşlerine, dostlanna, hısımlanna, akrabalarına ve tanıdıklarına karşı da sorumludurlar.

Önemli bir mevkiye geldikten sonra bütün bu özel sorumluluklarına sırtını dönseler, alem onlara ne der hiç düşündünüz mü?

“Şu ne oldum delisine bakın!” demezler mi? “Bakan veya başbakan oldun diye bu tavırlann niye?” “Hani dostluğumuz, hani kardeşliğimiz, hani akrabalık hakkımız, hani komşuluk hakkımız, hani arkadaşlık hakkımız, hiç sıkılmıyor musun, hiç utanmıyor musun?” de­mezler mi?

Derler, derler elbet!.

İşte bunlan dedirtmemek için bu kimselere lakayt kal­mazlar, kalamazlar. Çünkü bu kimselere karşı sorumlulukları vardır. “Kendi ailesine, kendi çevresine faydası olma­yanın, milletine hiç faydası olmaz” sözü, ne hoş bir sözdür bunlar için!.

Milletin kalkınmasını istiyorlarsa, bu yüce kalkınma hamlesine tabi ki yakın  çevrelerinden  başlayacaklardır. Bunların dertleriyle dertlenecekler ve bu dertleri de çö­zümlemeye çalışacaklardır. Söz buraya geldiği zaman, bir millet olarak ayağa kalkacak ve “Yahu bu dertler, bizim derdimiz değil ki!.” diyeceksiniz. Avam olduğunuz nasıl da belli!. Tabi ki bu dertler sizin derdiniz değildir. Bu dertlerin, bu sorunlann milletin derdi olmadığını, milletin sorunu ol­madığını onlar da bilmektedir. Bu gibi dertler, bu gibi so­runlar onların özel dertleridir, özel sorunlarıdır. Ve hiçbir şüpheniz olmasın ki, seçkin olmasa da seçilmiş olan bu in­sanlar, kendi özel sorunlannı bu milletin sırtına yükleyecek kadar insafsız değillerdir. Bütün bunlar onlann özel sorunlan olup, bu sorunlan halkın sırtına değil, sadece kendi sırtlanna yüklemektedirler. Bu yükü, bizzat kendileri taşı­maktadırlar. Nitekim bildiğiniz bir kıssa, bilmediğiniz bu gerçeği ne güzel anlatmaktadır.

Nasreddin Hoca birgün pazara giderek ahşveriş yap­mış. Ailesi ve yakınlan için aldığı bütün eşyayı heybesine doldurup ve heybeyi de sırtına yüklenerek merkebine bin­miş. Eve doğru giderken heybenin yüküyle terleyen Hocayı görenler, merkebin üzerindeki Hocaya sormuş­lar.

“Hoca efendi! Heybeyi neden merkebin terkisine koyup da rahat rahat gitmiyorsun?”

Bu  soru  üzerine  anlamlı,  anlamlı  başını  sallayan Hoca.

“İnsaf be arkadaş! Merkebin beni taşıdığı yetmiyor­muş gibi, ona bir de heybeyi mi yükleyeyim? Ben bu in­safsızlığı şimdiye kadar hiç yapmadım ve yapmam!,” demiş.

Kırk yamasız bohça içindeki bu apaçık gerçeği gör­meyen sol basın, tabi ki velvele etmekte ve bazı devlet yetkilileriyle ilgili olarak “Bütün sülalelerinin yükünü, halkın sırtına yüklüyorîar” demektedirler.

İnanın yalan!

Halkın sırtına binen sadece kendileri!..

 

Ayasofya İbadete Açılsın mı?

 

Konuşmalar yapılıyor, makaleler yazılıyor, imzalar toplanıyor ve deniliyor ki.

“Ayasofya ibadete açılsın”

Yine konuşmalar  yapılıyor, makaleler  yazılıyor ve yine deniliyor ki.

“Ayasofya müze olarak kalsın”

Tabi ki bu tartışmalar sürüyor.

“Açılsın efendim”

“I ııh, açılmasın!”

 

“Neden açılmayacakmış?”

“Neden açılacakmış?”

“Sorduğu soruya bak! Fatih'ten utan!”

“Hadi oradan gerici, sen de batıdan utan!”

“Fatih'in karşısına hangi yüzle çıkacaksın?”

“Sen batıdan hangi yüzle borç isteyeceksin?”

“Ekonomiyi ne kanştınyorsun! Sen Türk değil mi­sin?”

“Ben Türküm, sen laik değil misin?”

“Meseleyi karıştırmasana be!..”

Bütün bu tartışmalar haliyle müslümanlara da yansı­yor ve özellikle geleneksel din anlayışına sahip kimseler­den aynı ses çıkıyor.

“Ayasofya ibadete açılsın, Ayasofya cami olsun!..”

Bir kilisenin veya bir müzenin İbadete açılması ve İs­lam'daki mescit veya cami misyonunu yüklenmesi herhalde hayra vesile olabilecektir. Çünkü İslami mescidler, müslümanların bir araya geldikleri, Allah'tan başka hiçbir merciden korkmadan İslami gerçekleri anlatan salih mü'minlerin dinlenildiği, bölgesel ve evrensel meselelerin istişare edildiği, karara bağlandığı ve bu kararların tebliğ edildiği yerler olup, İslami çalışmalar ve hareketler için bir üs, bir merkez niteliğindedir.

İşte meseleye bu bağlamda yaklaştığımız zaman, Sul­tan Ahmed mabedindeki vaazında “Ayasofya ibadete açılmalıdır, Ayasofya cami olmalıdır” diye feryat ederek müslümanları tahrik eden vaizin, bu feryadına pek bir anlam veremiyoruz!.

Neden Ayasofyp?

Neden Sultan Ahmed değil?

Yoksa Sultan Ahmed mabedi, İslam'ın ve müslüman-lann tasarrufuna verildi mi?

Sultan Ahmed mabedinde, İslami mescidlerin fonksi­yonu yürütülebiliyor mu?

Bu gibi yerlerde her türlü küfre, şirke ve zulüme kar­şı müslümanlar uyanlıp, ikaz edilebiliyorlar mı?

Arkasında namaz kılınan, hutbe ve vaazlan dinlenen kimseler, sadece Allah'tan korkup, sadece Allah'ı mı dikka­te alıyorlar?

Yoksa bütün bu mabetlerde anlatılan din, rejimin her türlü çıkar ve menfaatlerine karşı İslam'ın ölçülerini, İs­lam'ın gerçeklerini dikkate almadan tasdik eden resmi bir din anlayışı mıdır?

O halde bu mabedler rejimin tasarrufunda ise, bu mabedlerde resmi din anlayışı anlatılıyor ise, bu mabedlerde liberalizmin çıkar ve menfaatleri göze­tiliyor ise, bu mabedler rejim için propaganda merkezi, görevli­ler için bir ekmek teknesi, bir ticarethane ise..

Ayasofya'nın da bu işlevi kazanması için biz niye mücadele vere­cek, biz niye imza toplayacağız ki?

Bırakalım bu mücadeleyi rejim yapsın be kardeşim! Kimin ekmeğine yağ sürülecekse, onlar uğraşsın bu işle!.

Fakat Ayasofya'yı şimdilik bir kenara bırakıp, Sultan Ahmed'in İslami mescid olması için, İslam'ın ve müslümanların tasarrufuna verilmesi için imza toplanacak ve müca­dele edilecekse, o başka!.

İşte bu mücadelede boynu bükük dilekçelere imzamız olmasa da, onurlu saflarda omuzlarımız birbirine değebilir?

 

Ellerinden Gelse

 

Apartmanların çatısında ne olur?

Televizyon anteni olur, su deposu olur, güneş enerji­si olur falan, filan...

Tabi biliyorsunuz bütün bunları.. Fakat ben size bil­mediğiniz bir şey söyleyeyim.

Efendim, sözünü ettiğim apartmanın çatısında büyük­çe bir kutu ve kutunun içinde birkaç Kur'an'ı Kerim var. Diyeceksiniz ki “Hayrola ne oluyor, Kur'an'ı Kerimler ne­den çatı katına konuluyor?”

Sakın aklınıza kötü bir şey gelmesin. Sakın ola ki bu davranışı, Kur'an'ı Kerim'e saygısızlık olarak kabul etmeyin.  Çünkü hadise bunun tam tersi. Kur'an'ı Kerim'in çatı katına konulması, Kur'an'ı Kerim'e saygısızlığın değil, saygının bir ifadesiymiş!. Bakın anlatayım.,

Hani eski evlerimizde mushaf kılıfları vardı ya, hani özene, bezene işlenmiş bu kılıflara Kur'an'ı Ke­rim konulurdu ya, sonra da bu kılıflara konulan Kur'an'ı Kerim, saygının bir ifadesi olarak evin en yüksek yerine asılırdı ya, işte şimdi de aynı saygının çağdaş bir ifadesi olarak evin en üst yerine, yani çatıya koyuyorlarmış!.

Bunlann meseleye nasıl ve hangi zihniyetle yaklaştıklannı bildiğim için tabi ki şaşılmıyorum, Hatta mushaf kılıflarını naylonla kaplayarak televizyon antenlerinin en uç noktasına assalar, yine şaşırmayacağım. Çünkü bu zihniyet, göklerden inen Kur'an'ı, göklere yükseltmeyi amaçlayan bir zihniyettir!.

Laf aramızda, bu zihniyete sahip olan kimselerin ellerinden gelse, Kur'an'ı Kerim'i “Ya Rabbi, bu Senin yanına yakışır” diye­rek alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a geri verip, rahatlayıverecekler!.

 

Fal Okları

 

İslam Tarihini okuyanlar bilir..

Resulullah (s.a.v.)'in nübüvvetinden önce Mekke ida­resinde Sidanet, Şikayet, Rifade, Kıyade, Nedve, Sifaret, Nizaret, Kubbe, İşar ve Ezlam gibi görevler vardır. Bu gö­revlerden konumuzla ilgili olarak İşar ve Ezlam üzerinde duracağız.

Mekke müşrikleri tarafından yürütülen bu görev, Ez­lam denilen fal okları ile fal açmak görevidir. Fal okları, o zaman Kabe'nin içinde bulunan Hubel putunun önünde çekilirdi.

Hubel putunun yanında, fal açtıracaklann isteklerini karşılayacak şekilde yedi ok bulunurdu. Mesela bu oklar­dan birinin üzerinde “El-Akl” yani “Diyet” yazılıydı. Öldürü­len bir insanın diyetini kimin ödeyeceği konusunda anlaş­mazlığa düşüldüğünde bu oklar çekilir, diyet oku kime çıkarsa diyeti o öderdi. Oklardan birinin üzerinde “Neam” (Evet), diğer birinin üzerinde “La” (Hayır) yazılıydı. Araplar bir işi yapmayı tasarladıktan zaman bu oklan çekerler, evet oku çıkarsa o işi yaparlar, hayır oku çıkarsa o işten vazgeçerlerdi.  Dördüncü  okta  “Miyah”  (Sular)  yazılıydı.

Kuyu kazılması tasarlandığı zaman oklar çekilir, sular oku çıkarsa kuyuyu kazarlardı.

Diğer üç okun üzerinde ise “Minkum” (Sizdendir), “Muisak” (İlişiktir) ve “Min gayrikum” (Sizden değildir) kelimeleri yazılıydı. Bu oklar tanınmayan birisinin onlardan mı, onlardan değil mi, zararlı mı, zararsız mı olduğunu an­lamak için çekilirdi.

Evet,

İslam öncesi Mekke'nin gidişatı bu fal oklarına bağlıy­dı. Bunları okurken içten içe gülümseyen, müşrik arapların içine düştüğü pu ilkel durumu alaylı bir küçümsemeyle hor gören kimseler olabilecektir. Bu kimseler ilkel ve batıl olan bu durumu yadırgayacaklar ve hayretle şöyle diyecek­lerdir.

“Bir topluluk, durumlarını ilgilendiren bazı kararlan, akibetlerini veya kaderlerini, fal oklanna nasıl bağlayabilirler?”

Ne diyebiliriz ki!

Tabi ki doğruya, doğru diyeceğiz. Gerçekten bir top­luluğun kaderi, bir topluluğun akibeti, fal oklarına teslim edilmemeliydi!.

Gerçi fal oklan çekilirken, yüzde elli doğruyu bulma, yüzde elli isabetli karar verme, yüzde elli selamete kavuşma şansı vardı, vardı ama, yanlışa düşme ve yanlış karar verme durumu da yüz­de elliydi.

Velhasıl yüzde elli riskli bir durumdu. Toplumu ilgi­lendiren meselelerde fal okları çekmek, toplumun akibetini yüzde elli riske sokmaktı!.

Nitekim bazı vatandaşlar, Mekke müşrikleriyle ilgili bu meseleyi okuduktan sonra, T.B.M.M. ne bakacaklar ve mecliste fal okları gibi bir saçmalığın bulunmadığını göre­rek, bu çağdaş yapıdan gurur duyacaklardır.

Ne yalan söyleyeyim, aynı kanaatte değilim!.

Mesela T.B.M.M. için altın üzerine sedef kakmalı yedi tane fal oku hazırlatılsa, bu oklar meclis başkanına verilse ve sonra da?.

“ABD'nin sömürgesi olalım mı, olmayalım mı?”

“Batıya bağlanalım mı, bağlanmayalım mı?”

“AT’ın şeyine girelim mi, girmeyelim mi?”

“Para babalannı kollayalım mı, kollamayalım mı?”

“Vergi adaleti olsun mu, olmasın mı?”

“Halka bazı gerçekleri açıklayalım mı, açıklamayalım mı?”

“Vatandaşa merhamet edelim mi, etmeyelim mi?... gibi umud yitirilen konularda fal okları çekilse ne olur?”

Bunu hiç düşündünüz mü?

Fazla düşünmenize hiç gerek yoktur!.

Çünkü ne olacağı bellidir!.

Dünya emperyalizminin çıkarlan yüzde ellilik bir riske girerken, vatandaşın da yüzde elli kurtulma şansı olacaktır!.

 

Adalet ve Mülk

 

Adalet ve mülk arasında her asırda bağlantılar ku­rulmuş ve bu iki kavram birbiriyle ilişkili olarak kullanılagelmiştir.

Nitekim zamanımızda da yükseklerde, çok yükseklerde, çok çok yükseklerde söylenen bir söz vardır.

“Adalet mülkün temelidir.”

Başımı kaldırarak ve ayak parmaklarımın üzerinde yükselmeye çalışarak, bu ifadenin ne anlama geldiğini görmeye çalışıyorum. Hangi adaletin, hangi mülkün temeli ol­duğunu uzaktan da olsa görmek veya görebilmek için çır­pmıyorum.

Aklımla, fikrimle, düşüncelerimle, umud ve hayalle­rimle çırpınırken yükseldiğimi hissediyorum. Nitekim yükseliyorum, yükseliyorum, yükseliyorum ve görüyorum bu gerçeği!.

Hangi adaletin, hangi mülkün temeli olduğunu ilk kez anlıyorum. Gördüğüm bu adaleti sevdiğim gibi, bu adaletin disipline ettiği mülk de korkutmuyor beni!.

Hem neden korkutsun ki!. Çünkü yükseldiğim bu alem, kapitalist bir alem değildi. Bu alemde “Zulüm, mül­kün temelidir” ilkesi yoktu. Gerçek ölçülerle tanımlanan, gerçek bir adalet disipline ediyordu mülkü. Duvarlara veya levhalara değil, bizzat hayata yazılan “Adalet mülkün te­melidir” ifadesi, yaşanan bu gerçeği anlatıyordu.. Fakat ben nereye gelmiştim,

hayal dünyasında çırpınırken, hangi aleme yükselmiş­tim?

Geldiğim, yükseldiğim bu alem, hiç şüphesiz ki Türkiye değildi. Çünkü yükselmiştim, çok yükselmiştim, çok çok yükselmiştim bu gerçeği görebilmek için!.

Oysa yaşanan realite, dipsiz bir kuyu derinliğiyle kay­bolmuştu aşağılarda. Şaşırmıştım, paniğe kapılmıştım sanki. Hiç alışık olmadığım böylesi bir yükseklikten duyduğum korkuyla, bütün dengelerimi kaybettiğimi hissettim..

Düşüyordum, düşüyordum artık!

Aşağılara, daha aşağılara, daha daha aşağılara doğru düşüyordum!.

Aklım, fikrim, düşüncelerim, umud ve hayallerim, olanca hafifliği ile yere çarpın­ca, etrafıma bakındım. Nereye düştüğümü anlayınca, de­rinden bir “Ahhh” çektim. Çünkü düştüğüm yerde, fabrika­lar hani hani çalışıyor ve fabrika bacalarından çıkan dumanlar, havada kavisler çizerek şu ifadeleri yazıyordu.

“Mülk, adaletin temelidir!,”

 

Önce Vatan

 

Her ifadenin insanda çağnştırdığı bazı anlamlar, bazı görüntüler vardır. Kimi zaman ifade aynı olmasına rağmen, bu ifadenin insanlarda yankılanması farklı olabil­mektedir. Tabi ki şimdi bunun üzerinde duracak ve bazı örneklerle bunun sosyopsikolojik nedenlerini açıklayacak değilim. Çünkü nedenleri açıklanmasa da, yaşanan bir ha­disedir bu!.

Bu kısacık yazıda, özellikle şehirlerarası yolculuk ya­parken karşılaştığım bir ifade üzerinde durmak istiyorum. Geniş dağ yataklanna kireçli taşlarla yazılan bu büyük ifa­de, iki kelimeden meydana geliyor.,

Yüzlerce askerin, binlerce taşı bir araya getirerek ve kireçle boyayarak büyük büyük harflerle yazdıkları bu ifadeyi, sanırım birçok insanımız da görmüştür. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu ifade ile ne anlatılmak istendiği veya bu ifadeyi okuyanların ne anladığı yine kişilere göre değişebil­mektedir.

Mesela bu ifadenin bende çağrıştırdığı anlamı veya bu ifadenin bende yankılanmasını değerlendirecek olur­sam; belki de bendeki bu yankılanma, hiç kimsenin karşı­laşmadığı bir yankılanmadır!. Çünkü bu ifadeyle nerede karşılaşsam, hep aynı garip görüntüler ve hep aynı garip sesler geliyor kulağıma!. Yolculuk yaparken, genel olarak pencere kenarına otururum. İşte bu yolculuklarım esnasında, otobüsün pen­ceresinden dışarılara bakarken ve dışarıların halini düşü­nürken, dağ yamaçlarındaki bu koskoca ifadeyi görüyo­rum.

“Önce vatan”

Aklımı (yine Ankara'ya) kaçınyorum!. Büyük, pek büyük bir yemek salonuna giriyorum. Önce etra­fıma bakmıyorum. Ortadaki geniş masa ve masanın nakış­lan dikkatimi çekiyor. “Acaba ağaç oyma mı?” diyerek so­kuluyorum masaya.,

“I ııh, ağaç oyma değil”.

Şeref ve haysiyet olmadan,  namus ve vicdan oymadan meydana geliyor masanın nakışlan!.

Masanın üzeri, beyaz, bembeyaz emek üzerine, kırmızı ve kara, kap­kara zulüm kakmalarla bezenmiş.

Masanın etrafında ise, kimilerinin “Sevgili büyüklerimiz”, kimilerinin “Sayın efendilerimiz”,

kimilerinin “Filanca işadamımız” dedikleri, seçkin na­mussuzlar oturmakta!.

Ellerindeki çatal ve bıçaklarla, yemek servisini bekli­yorlar. Bunlann karşısında süklüm-püklüm durmayı bir sa­nat olarak algılayan garsonlar ise, papyonu andıran tasmaianyla masaya yaklaşarak ve çeşitli dillerdeki aynı ifadeyi tekrarlayarak, masadaki efen­dilerine soruyorlar.

“Sayın efendilerimiz, ne yersiniz?”

Masadaki namussuzlar için, ne güzel bir sorudur bu!.

Ağızlan bir anda sulanmış ve salyalan akmaya başla­mıştır! .

Ne yediklerinin ve ne yiyeceklerinin bilincinde olduk­ları için, hiç düşünmeden ve hiç düşünmeye gerek duyma­dan hepbir ağızdan cevap verirler.,

Önce vatan!.

Önce vatan!.. (Sonra vatandaş!.)

 

Vaziyet Değil, Vasiyet Etmek!.

 

 Dane'ye nisbet edilen bir kıssa vardır.

Saray meclisi istişare etmek gayesiyle, Behlül Dane'yi saraya davet ederler. Fakat aradan hayli zaman geçmesi­ne rağmen, Behlül Dane bu davete icabet etmemiştir.

Tabi ki neden gelmediği merak edilmiştir!. Kendisine gidilerek bunun nedeni sorulduğu zaman, Behlül Dane şu cevabı verir.

“Davetinize icabet etmezden önce tuvalete gitmiş­tim. Tuvaletteki pislik bana hal lisanı ile; “Ben daha önce­leri herkesin gıptayla baktığı, sevdiği ve sahip olmak iste­diği güzel bir nimettim. Fakat insanlann içine girince, senin de gördüğün gibi tiksinti duyulacak bu hale gel­dim!..” dedi. İşte bunlan dinledikten sonra gelmedim, gir­mek istemedim insanlann içine!.”

Behlül Dane haklı mıydı?

Şüphesiz ki bu cevabın doğruluğu veya yanlışlığı, da­vet edilen yerin mahiyetiyle ilgilidir. Nice meclisler ve nice topluluklar vardır ki, kendi bünyelerine giren insanlan pis­likten bin beter durumlara getirmektedir. Fakat yine nice cemaatler vardır ki, kendi bünyelerine giren insanlan mu­hafaza etmekte, onlann kokuşmasını ve bozulmasını en­gellemekte ve onlann daha da güzelleşmelerine neden ola­bilmektedir.

Bütün bunlan dikkate alarak Behlül Dane'nin cevabı­nı mutlaka doğrudur veya mutlaka yanlıştır yorumuyla değerlendirmiyoruz. Fakat hiç şüphesiz ki, özellikle yaşadığı­mız çağda unutulmaması gereken bir cevaptır bu!.

Şahsım adına bazı davetlerle karşılaştığım zaman, Behlül Dane'nin bu cevabı aklıma geliyor. Nereye, ne için davet edildiğimi düşünüyorum!.

Bazen çok heyecanlı davetlerle de karşılaşıyorum.

Eline hiç kazma almamış ve kazma sallamanın ne anlama geldiğini henüz bilmeyen bazı kardeşlerim “Abi bize vazi­yet ediver de, şu dağlan yerle bir ediverelim!..” diyorlar.

Ne diyeceğimi şaşınyorum!

“Kardeşlerim, önce kazmalan elimize alıp, görünür­deki pisliklerimizi gömmek için bir fosseptik çukuru kazalım!” desem olmayacak!.

Üzülecekler, ağırlarına gidecek bu cevap. Burkulmuş gözlerle bana bakarak “Abi, sen bizi hiç tanımamışsın” diyecekler!.

Oysa onlan ve kendimi tanıdığım için, hangi fiillerin, hangi faillere gerek duyduğunu bildi­ğim için, onlara kafa sallıyamıyorum. Bunlan bilmeden bana on adım gelenlere, bunlan bildiğim için bir adım yak­laşamıyorum!.

Netice olarak bu kardeşlerime tebessümle bakıyor ve Behlül Dane'nin cevabını da hatırlayarak şöyle diyebiliyorum.

Ben sizin aranıza girince vaziyet değil, ancak vasi­yet edebilirim!.

 

Atam İzindeyiz!.

 

Herhangi bir öğretmen, öğrencilerin dikkati dağıldığı zaman, bazı pratik çö­zümlerle dikkat tazelemesi yapar. Yazı ile bir şeyler anlat­mak isteyen kimselerin de, arasıra dikkat tazelemesinde birçok yararlar olsa gerek!.

Dikkat çekilecek konuya hiç dolambaçsız dikkat çeki­lebileceği gibi, belli bir sıralama ile de dikkat çekilebilir. Ben şimdi anlaşılması daha rahat olsun diye, sıralama yöntemini kullanacağım.

Önce dünyaya dikkat çekiyorum, sonra Türkiye'ye sonra İzmir'e sonra İzmir'in Narhdere semtine sonra Narlıdere'deki askeriyeye sonra askeriye bölgesinde bulunan yeşil bir banka, yani tahta sıraya!.

Evet askeriyenin bahçesinde bulunan bu yeşil banka dikkat edin!.

Diyeceksiniz ki “Neden?”

Neden birçok dikkat ile, bizi bu bankın başına kadar getirdin?

Önce şunu hatırlatayım., Sakın ola ki bu bankı, öyle sıradan bir bank zannetmeyin!. Çünkü rivayetle­re göre bu bankın başında, yıllarca bank nöbeti tutulmuş. Soğukta, sıcakta, yağmurda, çamurda binlerce asker, bin­lerce saat bu bankı beklemiş!.

Askerlik yapmayan acemiler, yine “Neden?” diyecek­lerdir!.

Tahta bir bankın neden beklenildiğini, askerlerin bu bankı beklediklerini öğrenmek isteye­ceklerdir.

Oysa askerlik yapanlar, askeriyede böyle soruların sorulamayacağını pekala bilirler!. Nitekim yıllarca bank nöbetini tutan askerler de, bunun nedenini bilmeden fakat nedenini sorma gafletine de düşmeden bu görevlerini ifa etmişlerdir.

Fakat yıllar sonra bir subay bunu merak eder!. Çün­kü askeriyede buna benzer nöbetler olsa da, bu nöbetlerin bir manası veya bir olayla ilgisi vardır. Bunu merak eden subay, bu sorusunu komutanına kadar götürür.

Fakat onlar da bilmemektedirler nedenini!.

Aynca komutan da merak etmiştir. Belki malumatı vardır düşüncesiyle bir önceki komutana sorulur.

O da bilmez nedenini!.

“Ben oraya geldiğim de bu nöbet vardı ve tabi ki de­vam etti” der. Sonra bir önceki, daha önceki, daha daha önceki komutanlara sorulur. En son konuştuklan komu­tan, verdiği şu cevap ile meseleyi aydınlatmıştır.,

Benim zamanımda o bankı boyatmıştık. Boya kuru­madan banka oturulmasın diye bank nöbeti koymuştum. O “Bank nöbeti hala devam ediyor mu?.”

Narlıdere'ye ne zaman gitsem veya büyük harflerle yazılmış “Atam izindeyiz” ifadesini ne zaman okusam, her nedense bankla ilgili bu rivayet gelir aklıma!. Atalannı körükörüne taklit eden kavimleri ve bu kavimlerin akıbetlerini hatırlarım hep!.

Ve, ve şekersiz bir tebessüm yayılır yüzüme!.

 

Yarın Buldum, Bugün Yerim!.

 

Tenis veya gailesiz insanlar, tarihin her döneminde bulunan insanlardır..

Mizaç veya dünyaya yönelişle ilgili olsa gerek, bunlar yarınlardan hiçbir endişe duymadan bugünü yaşayan insanlardır. Bugünlerinde umudsuz birçok görüntü olsa da, yarınlara umudla baktıklanndan pek endişeleri yoktur. Ni­tekim “Bugün buldum, bugün yerim, Hak Kerim'dir yarına” ifadesi, böylesi rahat insanlara atfedilen bir ifadedir.

Geçmişte yaşayan bu insanları, günümüzdeki birçok insanla mukayese edecek olur­sak; geniş ve gailesiz gözüken bu insanlann, günümüzdekilere nazaran çok daha itidalli, çok daha temkinli olduklanı söyleyebiliriz!.

Çünkü onlar, bugün bulduklarım bugün yiyorlardı. Daha açık bir ifadeyle, elde ettiklerini yiyorlardı.

Oysa günümüzdeki durum hiç de böyle değildir!.

Tüketime dayalı ekonomik sistemler, insanlann bu­günkü emekleriyle yetinmemekte,

onların yarın ki emeklerini, yarın ki gelirlerini de bugünden tüketmektedirler.

Nitekim çek, senet ve vadeli anlaşmalarla yapılan böylesi satışlar, yarınki emeğin bugünden pazarlanması ve bugünden satılmasıdır.

Yarınki emeklerinin karşılığını bugünden yiyen insan­lar, hiç şüphesiz ki “Bugün bulup, bugün yiyen” insanlar değildir!.

Çünkü bunlar, bugünlerini değil, yarınlannı yiyen insanlardır!.

 

Dedemizin Hesabı

 

Yaşlı Adamın Birisi titrek elleriyle yeri kazmakta ve küçük bir ceviz fida­nını dikmeye çalışmaktadır. Onun kanter içersinde çalıştı­ğını gören kısa akıllı birisi “Ömrünün sonuna gelmişsin. Meyvasını yiyemeyeceğin bir fidanı neden dikmeye çalışı­yorsun!” der. Yaşlı adamın cevabı ise, kısa akıllan genişle­tebilecek bir netliktedir.

Bizler, bizden öncekilerin diktiklerinin meyvasını ye­miştik. Bizim diktiklerimizin meyvasını da, varsın bizden sonrakiler yesin!.

Geçmiş ve bugün ilişkisine bu bilinçle baktığımız za­man, hiç şüphesiz ki bazı salih atalanmızı hayırla yadediyoruz. Onlann samimi çalışmalarla ve büyük cehdlerle biz­lere intikal ettirdikleri doğrulan ve güzellikleri dikkate alıyor ve “Rabbimiz onlara rahmet etsin, onlardan razı ol­sun” diyoruz.

Bizden sonrakilerin de bizler hakkında hayır, dua et­mesi, tabi ki onlara bırakacaklarımızla ilgili bir hadisedir. Çünkü nice fiiller ve nice eylemler vardır ki, bunlann genel neticesi sonraki nesillere intikal etmektedir. Bu nedenle bugünkü yaptıklarımızla, yarınki kardeşlerimize neler bırak­tığımızı dikkate almamız gerekir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de selam ve hayr ile anılanlar olduğu gibi, lanetle anılanlar da vardır.

Selam ve hayırla yadedilmek ise, hayırlara yönelmek ve hayırlara vesile olmakla müm­kündür.

Meselenin bir diğer veçhesi de, geçmişte yapılan yanlışların bedelini ödemek zorunda kalmamak veya yarın­lara bedeli ödenmesi gereken yanlışlar bırakmamakla ilgili­dir. Daha açık bir ifadeyle geçmişimizden ne bulmak istemiyorsak, geleceğimize de onu bırakmamak durumunda­yız.

Bu yazıya başlarken zikrettiğim fıkrayı, ikinci bir fıkra ile hem yorumlamak ve hem de pekiştirmek istiyorum.,

Bir adam ile kansı, bir lokantanın önünden geçerken cemakanda asılı olan şu yazıyı okumuşlar.

“Lokantamızda ne isterseniz yeyin, için.. Hesabı to­rununuz ödesin!.”

Hayli hoşlanna gitmiştir bu ifade!.

Lokantada istediklerini yiyecekler, istediklerini içecekler ve hesabı henüz doğmamış olan torunlan verecek!.

Tabi ki girmişler lokantaya ve canlan ne istiyorsa ye­meye, canlan ne istiyorsa içmeye başlamışlar.

Herhangi bir sorun yok!

Yedikleri midelerinde, yiyemedikleri önlerinde..

Fakat ne var ki tam kalkacaktan sırada garson kendi­lerine bir hesap pusulası uzatır. Hem kızmışlar ve hem de şaşırmışlardır.,

“Garson efendi! Lokantanın camında “Hesabı toru­nunuz ödesin” diye yazmışsınız. Bu doğru değil mi?”

“Evet efendim doğru.”

Garsonun bu tastiği üzerine rahatlamışlardır. Duyduklan bu rahatlıkla gerinerek şöyle derler.,

“O halde hesabı torunumuzdan alacaksınız!.”

“Evet efendim, yediklerinizin hesabını torununuzdan alacağız.”

“Oğlum  hesabı  madem  torunumuzdan alacaksın, elindeki hesap pusulasını neden uzatıp duruyorsun?”

“Garson ise müşterilerin böylesi şaşkınlıklanna alışmış bir pişkinlikle sözüne devam eder.”

“Efendim! Uzattığım bu hesap, dedenizin hesabı!..”

 

Ez Onu Ezz

 

Bazı kardeşlerime sorarım.

“Yanrılardan umudunuz var mı?”

Genelde umudlu olduklarını belirtirler. Başlanz karşı­lıklı konuşmaya..

Neden umutlandıklannı öğrenmek isterim!.

Bazdan bu ferasetsizliğime dudak bükmemeye çalışır­lar. Çünkü bunlara göre umutlanacak hayli çok şey vardır. Benim de bunlan görmemi, benim de bu durumlardan umutlanmamı beklerler.

Hiç şüphesiz ki nankörlükten Rabbime sığınınm. Ya­şadığımız ülkede gerçekten umud verici kıpırdanmalar, umud verici uyanışlar elbetteki vardır. Fakat her nedense “Yarınlardan umutlanmak” vakasına bunlan dikkate alarak yaklaşamıyorum!.

İlkin kendime yöneliyor, kendime bakıyor ve kendimi dikkate alıyorum. Kendimden, kendi yarınımdan umutlu olup, olmadığımı anla­mak istiyorum.

Şayet kendimden, kendi cehdimden umudum yoksa, başkalarıyla umut­lanmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Kendi halim, kendi durumum, kendi yönelişim, kendi eylemlerim umutsuz ise, başkalarıyla umutlana­mıyorum!. Başkalanndan umud duyarak, yarınlara umudla bakamıyorum.

Meseleye böyle yaklaştığım için konuştuğum kardeş­lerime; “Kendinizden umudunuz yoksa, yarınlardan umudlanmaya da pek hakkınız yok” diyorum. Verdiğim bu ce­vabın, doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir!.

Ancak bazı önemli boyutlarda doğru olduğuna inanı­yorum. Çünkü sağolsunlar, çok iyimser kardeşlerimiz var. Yapılması gerekirken henüz yapılamayan birçok çalışma­dan, sadece bir veya birkaç tanesini yapan bir müslüman gördükleri zaman, sanki Mehdi görmüş bekleyici gibi sevi­niyorlar!.

Kurtuluş meşalesi tutuşuveriyor gönüllerinde. Bu se­vinçle, bu umudla haykırmaya başlıyorlar.,

“Ez onu, ez!..”

Tabi ki bu ifadeyi pek anlamadınız!. Çünkü aşağıda anlatacağım kıssayla ilgili bir ifadedir bu.,

Ormanda yaşayan karıncalar, yuvalarını altüst eden ve onlan ezip geçen bir filden çok şikayet ediyorlarmış. Aralarındaki bilge karınca “Ona haddini bildirin. Hepiniz bir yerini ısırsa, ısıtılmadık yeri kalmaz ve sizden uzaklaşır” demişse de, buna cesaret edememişler.

Günlerden bir gün bakmışlar ki, bir arkadaşlan filin kafasına çıkmış ve orada, filin ka­fasında geziniyor!.

Bu arkadaşlarının cesaretine hayran olmuşlar..

Sevinmişler, umutlanmışlar ve filin üstünde gezen arkadaşlanna, bu umudla seslenmeye, haykırmaya başlamışlar.,

“Ez onu, ez!..”

 

Keramet Şapkadaysa

 

Efendim, Nasreddin hocaya okuması için bir mektup getirilir. Lakin yazı çok karışık olduğundan hoca bunu okuyamaz. Mektubu getiren ise okuması için devamlı ısrar etmektedir.

Fakat nafile, yazı okunacak gibi değil!  Nitekim Nasreddin hoca kendisini daha fazla zorlamadan, okuyamadığı mektubu sahibine iade eder.

Mektup sahibinin hayli canı sıkılmıştır!.

Bu sıkıntı ile hocaya “Bir mektubu okuyamadın, ba­şındaki sanktan utan!” diyerek sitem eder. Nasreddin hoca ise başındaki sarığı hemen çıkarıp, ona uzatarak şöy­le der.

“Keramet sanktaysa, al sen oku!.”

Şimdi diyeceksiniz ki.,

“Bunu bize niye anlattın? Bunun bizimle ne ilgisi var?”

Yok be kardeşim, ben bunu size anlatmadım!. Hani batı teknolojisine ulaşmak için kerameti şapkada görüp, şapkayı savunanlar var ya, sözlerim onlaradır!..

 

Tilki Hükümet mi Oldu?

 

Ben küçük yaşta iken “Tilki” namında birini duy­muştum.

Tilki Hasan mıydı,

Tilki Recep miydi bilmiyorum!. Fakat namının “Tilki” olduğu hususunda herhangi bir şüphem yok.

İzmir'deki saat kulesini bilirsiniz. Hani İzmir'le ilgili birçok kartpostalda yer alan ve İzmir'in sembolü olduğu söylenen kule.. İşte Konak meydanında bulunan bu saat kulesi, namideğer tilkinin geçim kulesiymişî. Bütün geçimi­ni bu kuleden, saat kulesinden temin ediyormuş.

“Yahu nasıl olur? Saat kulesinden geçim nasıl temin edilir?” diyerek mevzumu bölmeyin. Anlatıyorum işte!..

Hergün saat kulesinin yanına gelir ve oradaki bir banka oturarak sigarasını başlarmış tüttürmeye. Bir yan­dan sigarasını içer, bir yandan saat kulesinin etrafındaki insanlara bakarmış. Saat kulesinin etrafında saata bakan bir köylü veya bir taşralı görünce, hemen yerinden kalkar ve işine sadık bir memur ciddiyetiyle yanaşırmış onlann yanına.

“Kaç kere baktın?”

“Ne diyon ağam?”

“Saata kaç kere baktın?”

“Bi kere!”

“Bana iki kere baktın gibi geldi, doğru söyle..”

“Vallah bi kere!”

“Sen dürüst birine benziyorsun. İnandım sana. Ver bakalım yirmibeş kuruş.”

“Ne yirmibeş kuruşu ağam!”

“Saata bakma parası. Yoksa iki kere mi baktın?”

“Yok be ağam, bi kere!”

“İnandım, inandım, ver bakalım yirmibeşi.”

“Ne bekliyorsun kardeşim! Yoksa kanunlara karşı mı geleceksin?”

“Tövbe de efendi!. Du çıkarayom işte. On., yimi.. beş de bu yimibeeş. Al ağam!.”

“Parayı veren taşralı, başını saat kulesinin aksi istikametine çevirerek ora­dan, o belalı yerden hemen uzaklaşmaya çalışırmış!. Ne melazım, gözü gayriihtiyari saata ilişse, bir yirmibeş kuruş daha verecek!.”

Tabi ki her yirmibeş kuruşu veren böyle korkmaz, korkup uzaklaşmazmış saat kulesinden. Çünkü ticarette ce­sur olan ve yatınmı seven kurnaz taşralılar da gelirmiş İz­mir'e. Saat kulesine bir kere baktıkları için yirmibeş kuruş verdiklerinde, saat kulesi kendilerinin olsa ne kadar para kazanacaklannı düşünürlermiş!.

Üüü üfff, dünya para!.

Namıdeğer Tilki, gözlerinden ve mini mini hesap yapmalanndan tanırmış böyle yatırımcılan.. Onlann yanı­na oturur ve kırk yıllık dostlanymış gibi başlarmış onlarla konuşmaya.

“Aldığıma pişman oldum.”

“Neyi aldığına?”

“Bu saat kulesini..”

“Burada beş dakika oturamıyorum ki! Yirmibeş ku­ruş için ha babam kalk!.”

“Allah bereket versin!.”

“Sağol.. Bir adam tutayım diyorum, fakat bu zaman­da her adama da güven olmaz ki!”

“Doğru, güven olmaz.”

“Senin bildiğin dinibütün birisi var mı?”

“I ııh, yok. Hem şuraya baksana, biri var mı?.”

“Çok yoruldum, kalkmayacağım artık. Bıktım bu iş­ten!.”

“Şey!.”

“Ne var?”

“Şey diyecektim. Kaça?”

“Ne kaça?”

“Kuleyi kaça aldın?”

“Sen nerelisin?”

“Güneyli..”

“Bizim kuzeyde elli dönüm tarla, yirmi dönüm bahçe vardı. Onlann hepsini satarak almıştık bu koca kuleyi. Gerçi iyi yaptık, iyi yaptık ama yoruluyorum işte.”

“Şey, satacan mı?”

“Neyi?”

“Saat kulesini..”

“Ooo, seninle de iki çift laf etmeye gelmiyor. Açık söyleyeyim dünya malına tamah eden insanı hiç sevmem..”

“Ben de sevmem. Ben sadece sordum!.”

“Bak aramızda kalsın, ben burasını dürüst bir insana satacağım. Şu karşıda hükümet konağı var ya.. Baksana canım, bak, bak!. Oraya bakmak bedava! Hahh işte orada bir masa almak istiyorum. Artık bu ayak işinden yoruldum. Oturacağım masaya, bastır mühürü al parayı, bastır mühürü al parayı!. Tam benlik iş. Fakat çok pahalı..

“Burasını bana şey yaparsan, orasını alırsın belki?”

“Düşünmem gerek!.”

Tabi ki bu cesur yatırımcıya, saat kulesini şey yap­mak için fazla düşünmemiş Tilki..

Açgözlü birisi olmasa gerek, böylesi samimi yatınmcılar için, koskoca saat kulesini yirmi-otuz dönüm tarla parasına satma cömertliğini de

göstermiş.

“Satmış mı?”

“Elbetteki satmış!.”

“Söz, erkek adamın ağzından bir kere çıkar” diyerek almış parayı ve güven dolu ses tonuyla “Sattım, haynnı gör!” demiş..

Sonrası ise malum..

Saat kulesine bakmalanna rağmen, yirmibeş kuruş vermeyen halkla başı derde giren yatırımcı, kendisini yakapaça götüren emniyet görevlilerine durumu anlatmış.

Uzun uzun anlattıklan bitip, kısa kısa anlatılanları dinleyince, otuz dönümlük bir mezara gömüldüğünü hissetmiş!.

Bu cesur yatırımcının, daha büyük bir cesaretle yatırıldığını gören emniyet görevlileri ise, başlamışlar Tilkiyi aramaya..

Size belki tuhaf, belki de yalan gelecek ama, inanın yakalamışlar, yakalamışlar Tilki'yi!.

Çünkü o yıllarda, o eski yıllarda, İzmir'de fazla Tilki yokmuş!.

İşte Tilkiyle  ilgili olarak küçüklüğümde duyduğum bunlardı.

Halkın malı olan Saat Kulesine, halktan para alarak baktıran; halkın malını, halka satan bu namıdeğer Tilki, beni hem şaşırtır ve hem de güldürürdü.

Fakat neticesi gayet doğal olmuştu. Yaptıklarından dolayı Emniyet tarafından yakalanmış ve cezalandırılmıştı.

Sonra büyümeye başladım!.

Halkın malı olan saat kulelerinin yanısıra, ülkedeki tabi zenginliklerle ve halkın vergileriyle ya­pılmakta olan yollara, fabrikalara, barajlara, köprülere şa­hit oldum. Nitekim İstanbul Boğaz Köprüsü de, gördüğüm bu yapıtlardan biriydi.

İşte bu Boğaz Köprüsü yapılıp, oradan ilk kez geçeceğimiz zaman, aklıma küçüklü­ğümde namını duyduğum Tilki gelmişti. “Tilki şimdi sağ olsaydı, bu köprüden geçen saf kimselerden para alırdı!”dedim kendi kendime!.

Fakat o da ne?

“Kişinin aklına gelen, başına gelir” diye inanmadığım bir söz vardı. Ama aklıma gelen şey, başıma gelmişti işte!.

Ben bir Tilkiyi düşünürken, bir Tilkiyle değil, Tilki sürüsüyle karşılaşmıştım!.

Köprünün başını tutan tilkiler, gelenden geçenden para alıyorlardı. Benden para istedikleri zaman gayriihtiyari duraksadım.

Acaba karşılaştığım bu olay, Devlet İstatistik Kurumunca yapılan bir imtihan mıy­dı?

Vatandaşın enayi olup olmadığım mı öğrenmek isti­yorlardı?

Şayet gördüğüm olay böyle bir istatistik ise, vatanda­şın durumu veya kafa yapısı çoktan açığa çıkmıştı. Çünkü genelde herkes parayı veriyor ve hükümet düdüğü çalıyor­du!.

Şaşırmıştım, gerçekten çok şaşırmıştım..

Emniyet görevlilerine de şikayet edemezdim ki!.

Çünkü orada bulunan emniyet görevlileri, para alan­lara değil, para vermek istemeyenlere haddini bildiriyor­du!.

Hem para alanlar da gayriresmi kimseler değildi. Çok istisna olan bazı itiraz edenlere ise “Hükümetin emri” diyorlar ve akmayan sular duruyordu!

Netice olarak herkes parasını veriyor ve köprüyü ge­çiyordu. Nitekim biz de köprüdeki görevliye "Al dayı" diye­rek uzattık parayı ve geçtik, geçebildik Boğazlayan Köprü­sünden!.

Halkın malı olan köprüden, halkın neden parayla ge­çirildiğini henüz anlayamadan, anlamaya fırsat bulmadan köprünün satışa çıkarıldığını duydum!.

Haydaaa!.

Yahu ne oluyor? Neler oluyor?., demeye fırsat kal­madan satıldı, satıhverdi köprü!. Sonra peşisıra yeni, yep­yeni ilanlarla karşılaştık.,

“Satlık fabrikalar!”

“Satlık barajlar!.”

“Satlık madenler!.”

“Satlık ocaklar!.”

“Satlık koylar!.”

“Satlık adalar!.”

“Ya kardeşim, can kardeşim, canım kardeşim kim satıyor bunlan? Halkın malını, halka satan bu şeyler kim?” sorulan, hep aynı cevabı alıyor.

“Hükümetin emri!.”

Bu ifadeyle köprüde ilk kez karşılaştığım zaman “Acaba İzmir'deki Tilki, hükümet mi oldu?” diye düşünmüştüm.

Artık düşünmüyorum!..

 

Kayseri Havası 

 

İzmir'den birileri pastırma imalatını düşünmüştü.

Her iş ehliyle istişare edileceği için, düşünce aşamasındaki bu iş de Kayserili bir arkadaş­la istişare ediliyordu. Uzun yıllardır pastırma işiyle meşgul olan bu arkadaş, sağolsun elinden geleni ardına bırakma­dı. Ne gerekiyorsa hepsini yaptı, hepsini anlattı.

“Bu iş çok zor bir iştir. Bir kere her etle olmaz. Ke­silecek hayvanın şöyle şöyle olması lazım..”

“Tamam abi, öyle hayvan keseriz.”

“Sonra hayvanın sadece şu taraflanndan yapılabilir..”

“Tamam abi, o tarafından yaparız.”

“Hem şunlar şunlar da lazım..”

“Alırız abi.”

“Sonra şunlan yapmak gerekir. Fakat siz nasıl yapa­caksınız?”

“İnşaallah yaparız abi.”

“Hıımmm..”

“Başka bir şey var mı abi?”

“Bakın size, pastırma imalatı için en önemli şeyi söyleyeyim.”

“O nedir abi?”

“Kayseri havası!”

“Ne havası!”

“Kayseri havası, Kayseri.. Pastırma her havada, her iklimde olmaz. Bizim oranın öyle münasip havası vardır ki, tam pastırma için. Zaten diğer yerlerin pasürmalan ile Kayseri pastırmalarının arasındaki fark, havanın farkı. Mü­barek hava, pastırmayı hiç üzmüyor, tam kıvamına getiri­yor..”

Mesele havaya gelince, pastırma projesi tabi ki hava­da asılı kalıyor. Çünkü hava bu, kamyona yüklenip İzmir'e getirilmez ki!

Hem sıradan bir hava da değil, Kayseri havası!.

Pastırma işine niyet eden arkadaşlar, karşılaştıktan bu gerçekler ile yaratılışı tefekkür ediyorlar. Rabbimizin Kayseride nasıl bir hava yarattığını konuşuyorlar!.

Bense Kayseri'deki havanın yaratılışını değil, Kayse­rilinin yaratılışını düşünüyor ve oradaki kardeşlerimi sevgiyle selamhyarak gülümsüyorum!..

 

Körükörüne Müctehitlik

 

Türkiye'deki geleneksel İslam anlayışı genel düzlem­de tartışılmaya başlandığı zamanlarda, müctehidlik ve mukallitlik üzerinde oldukça durulmuş ve körükörüne mukallit­lik apaçık ifadelerle reddedilmişti.

Allah insanlara akıl vermişti, fikir vermişti. Körükörü­ne mukallitlik olur muydu, hiç olur muydu?

Tabi ki olmazdı, olamazdı, olmamalıydı!..

Bütün bu ifadelerin hangi konularda ve hangi boyut­larda doğru veya yanlış olduğunu tartışacak değiliz. Ancak ilerleyen yıllarda gelişen olayları ve gelinen noktayı belirt­mek istiyoruz.

Hiç şüphesiz ki İslam adına körükörüne mukallitliği reddeden kimselerin, İslam'a göre ya muhakkik, ya da müctehid durumuna gelmeleri gerekirdi. Tahkik eden bir muhakkik veya içtihat edebilen bir müctehid durumuna gelebilmeleri ise, bu kimselerin çok ciddi çalışmalara yönelmeleriyle ve cehdetmeleriyle mümkündü.

Körükörüne mukallitliği reddeden bu kimselerin göz­lerini açmalan, İslam'ın asli kaynaklarına yönelmeleri ve karşılaştıkları sorunları, karşılaştıklan görüşleri asli kayna­ğın bütünlüğünde değerlendirmeleri gerekiyordu. Çünkü muhakkik veya müctehid durumuna gelebilmeleri, ancak ve ancak bu cehdi, bu yoğun çalışmayı yapmalarıyla, yapabilmeleriyle ilgiliydi..

“Peki bu çalışmalar yapıldı mı?”

“Muhakkik veya müctehid durumuna gelebilmek için cehdedildi mi?”

Bu soruya geneli dikkate alarak evrensel bir lisanla cevap vereceğim.

Bu çalışmalar ne yazık ki yeterince yapılmadı. Yete­rince yapılmadığı için karşılaştığımız bu yeni tipleri tanım­lamakta oldukça zorlandık. Çünkü karşılaştığımız bu insan­lar.

İslam'a göre mukallit değildi, muhakkik değildi, müctehit ise hiç değildi!..

O halde bunlara ne diyecektik?

Bunları nasıl tanıyacak ve nasıl tanımlayacaktık?

İşte bütün bu soruları, bu kimselerin ilmi seviyelerine değil, bunlann yedikleri nanelere bakarak cevaplandırabiliriz.

Körükörüne mukallitliği reddeden bu kimseler, çok kısa ve çok kolay bir yoldan körükörüne mücte­hid olmuşlardı!.

 

Yol Mu Kapalı, Göz Mü Kapalı?

 

Almanya'dan veya diğer Avrupa ülkelerinden kara­yoluyla Türkiye'ye gelen kardeşlerimiz bilirler. Özellikle izin zamanlarında, bu yollarda oldukça uzun konvoylar oluşur.

Bazen iki-üç kilometre uzunluğuna varan bu konvoy­lar, trafik sıkışıklığına göre yanm saatlik yolu, ancak beş-altı saatte katedebilirler.

Bazen ise konvoy tamamen durur.

Çünkü yol tamamen tıkanmıştır. Tekrar haraket ede­bilmek için yolun açılmasını beklemekten başka çare yok­tur. Nitekim kontaklar kapatılır, el frenleri çekilir ve başla­nır beklemeye.. Bu arada kamı aç olanlar arabada veya yol kenarında yemek hazırlığına girişirler. Karnı tok olan yorgun yolcular ise genelde uyumayı tercih ederler.

İşte böyle bir konvoyda bulunan bir arkadaşımız da, uyumayı tercih etmişti. Çünkü böylesi duraksamalar, şoförlerin dinlenebilmesi için en iyi fırsatlardır. Nitekim arka­daki arabalann şoförleri de bu fırsatı ganimet bilmiş ve onlar da uyumuşlardı. Olayın bundan sonraki durumunu ise arkadaşımız şöyle anlatıyor.

Abi, ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Fakat kısa bir süre olmasa gerek, Çünkü gözlerimi açtığımda, önüm­de bomboş ve ıssız bir yol uzanıyordu. Arkadakilerin bana küfredeceğini düşünerek hemen arabayı çalıştırdım ve bas­tım gaza. Bir, birbuçuk saat tam topuk gitmeme rağmen, önümdeki konvoyun kuyruğuna yetişemedim. İşin garip tarafı yolda uzun bir çay ve kahvaltı molası vermeme rağ­men arkamdan gelen hiçbir araba yoktu. Herhalde benim arkamdaki şoförler daha uyanmamıştı!.

Bu olayı dinlediğim zaman üç-beş kilometre uzunlu­ğundaki konvoyu ve bu konvoyda bulunan insanlan düşündüm!. Hiç şüphesiz ki bu konvoyda uyumayanlar, uyanık olanlar da vardı. Bu uyanık insanlar, elleri direksiyonda, ayaklan gaz pedalında yolun açılmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı!.

Yolda herhangi bir tıkanıklığın olmadığı, yolun açık olduğu tabi ki bu uyanık insanların hiç aklına gelmezdi!. Çünkü bu uyanık insanlara göre, şayet yol açık olsa, önde­ki arabalar mutlaka ve mutlaka hareket ederdi!.

Bu uyanık insanlar, öndeki yolun açık, fakat öndeki gözlerin kapalı oldu­ğunu nereden bileceklerdi ki?.

Tabi ki bu olayı sizlere, hoşunuza gitmesi için anlat­madım. Çünkü sizler de birbirini takip eden, birbirinin peşi sıra giden bir konvoyda bulunuyorsunuz. Sevdiklerinizi, saygı duyduklarınızı, yetkin ve yeterli gördüklerinizi geçir­mişsiniz bu konvoyun başına!.

Bunlar durdukları zaman, konvoy da duruyor, siz de duruyorsunuz..

Ve gönülleriniz rahat ve herhangi bir endişeniz, herhangi bir kuşkunuz yok..

Çünkü öndekiler durduğuna göre, mutlaka ve mutla­ka yol kapalıdır!. Yol açık olsa hiç gitmezler mi? Hiç hare­ket etmezler mi?

“Sizler uyanık olduğunuza göre, sizlerin önündekiler hayda” hayda uyanıktır değil mi?

İşte bu kanaatinize, sadece bir kelime ilave etmek is­tiyorum.,

Acaba!..

 

Namaz Televizyondan Hayırlıdır

 

İnsanların namaza nasıl çağrılacağı konusu, Efendi­miz (s.a.v.) ile diğer müslümanlar arasında istişare konusu olmuş ve bazı rivayetlere göre Hz. Ömer (r.a.)'ın gördüğü rüya dikkate alınarak, bugünkü şekline karar kılınmıştır. İlk ezan okuyan sahabe ise hepimizin bildiği ve sevdiği Bilal-i Habeşi'dir.

Asırlardır günde beş vakit okunan ezanı dikkate aldı­ğımız zaman, sabah ezanı ile diğer ezanlar arasında ufak bir fark olduğunu görürüz. Sabah ezanında, diğer ezanlara nazaran bir fark, bir ziyadelik vardır. Bu ziyadelik, ezan içersinde kullanılan şu ifadelerdir.

“Essalatü hayrum-minennevm Essalatü hayrum-minennevm”

Namazın uykudan hayırlı olduğunu belirten bu ifade­ler, sadece sabah ezanında kullanılmakta ve uyuyan müs­lümanlar, bu gerçek ifadelerle uyandmlmaktadır.

“Namaz, uykudan hayırlıdır Namaz, uykudan hayırlıdır”

Diğer ezanlardan farklı olarak sabah ezanında bu ifa­delere neden gerek duyuldu sorusu, cevaplanması zor bir soru değildir. Çünkü asr-ı saadet dönemi müslümanlanni, namazdan engelleyebilecek veya namaza geciktirebilecek en belli paslı şey, sadece ve sadece fıtri bir istek olan uy­kuydu. İşte bu müslümanlar uyku noktasında muhatap alınmakta, namazın uykudan hayırlı olduğu belirtilerek ikaz edilmektedirler.

Sabah ezanmdaki bu ziyadelik, ezana muhatap olan müslümanlann durumu dikkate alınarak ezana dahil edil­miş ise, acaba, acaba günümüzdeki müslümanlann durumunu da dik­kate almamız gerekir mi?

Müctehitliğe soyunarak sakın “Gerekir” demeyini

Çünkü bu soruya gerekir cevabını verdiğiniz ve ezana gerekli ifadeleri dahil ettiğiniz zaman, ezanlar uzun bir kasideye dönüşecektir! İnsanlan namazdan engelleyen, na­maza geciktiren sebebleri ezanlarda zikretmeğe kalktığınız­da, ezanlar gerçekten çok uzayacaktır. Çünkü zamanımızdaki insanlan namazdan engelleyen sebebler çok olduğu gibi, bu sebeblerin ezanda bir veya iki kere tekrar edilmesi de yeterli olmayacaktır. Mesela her yatsı ezanında, nama­zın televizyondan hayırlı olduğunu, en az on-onbeş kere tekrar etmeniz veya ettirmeniz gerekecektir!.

Namaz, televizyondan hayırlıdır.

Namaz, televizyondan hayırlıdır......

Gerçi bir ezanlarla, bu davetlerle, insanlann hangi ca­milere, hangi mescitlere davet edileceğini de soracaksınız! Konuştuğumuz mesele şimdilik namaza davet olduğu için, yukarıdaki soruyu sormayın. Meselenin o yönünü lütfen hiç karıştırmayın!.

Çünkü bildiğiniz gibi şey çıkıyor!.

 

İneği Sallayan Kuyruk

 

Cocuklar, çocuklarımız..

Hem sevinç, hem güven, hem sıkıntı, hem üzüntü kaynaklarımız!.

Evet yavrular, yavrularımız..

Her neslin ve her kuşağın karşılaştığı, yaşadığı bir olaydır bu!.

Asırlardır bu olayı yaşayanların düşündükleri, tartış­tıkları sorular ise genelde birbirine paralel sorulardır.,

Çocuklanmızı nasıl ve neye göre yetiştireceğiz?

Eğitimde dayağın yeri var mıdır?

Çocuklarımızı dövecek miyiz, yoksa hiç dövmeyecek miyiz?

Çocuklarımıza baskı yapacak mıyız, yoksa hiç baskı yapmayacak mıyız?

Nasıl yetişecek çocuklanmız?

Yoksa biraz dövüp, biraz dövmemek, biraz baskı ya­pıp, biraz baskı yapmamak mı gerekiyor?

Bütün bu sorular asırlar boyu tartışılmış ve çeşitli ya­şam tarzlanna göre genel cevaplar bulmuştur. Fakat bu sorulara dünya görüşlerine göre değişen genel cevaplar verilse de, birçok annelerin veya birçok babalann çocukla­ra yaklaşımı çok özel farklılıklar gösterebilmektedir. Bazıla-n çocuklanna karşı haşin bir kartal, bazıları uysal bir kuzu gibi davranabilmektedir. Nitekim bu farklı yaklaşımları, ya­şadığınız çevrede veya yaşadığınız bölgede görebilmeniz mümkündür. Birbirinden farklı olan bu yaklaşımlara alıştı­ğınız için, bu yaklaşımları pek yadırgamazsınız.

Fakat bu kadar hoşgörülü olmanıza rağmen yine de sizi şaşırtacak bazı olaylarla karşılaşmanız mümkündür.

İşte benim de karşılaştığım böyle bir olaydı.

Beş-altı yaşlanndaki bir çocuk, babasının ceketinden tutmuş ve babasını bir o yana, bir bu yana sürüklüyordu. Babasına bir taraftan tükürüp, bir taraftan söylediği sözler ise, sansür koymadan aktarılabilecek sözler değildi. Çocu­ğun elinde tekerlekli oyuncak gibi sürüklenen babacık ise bir yandan üzerindeki tükürükleri silmeye çalışıyor, diğer yandan çocuğun tekmelerinden sakınabilmek için kıvırtı­yordu!

Şaşırmıştım!

Gerçekten çok şaşırmıştım!.

Çünkü o zamana kadar bir ineğin kuyruğunu salla­dığını çok görmüştüm, çok görmüştüm ama, küçücük bir kuyruğun, koskoca ineği salladığını ilk kez görüyordum!..

 

Kazıklarüstü Yaşam

 

Milyonlarca insan bu hayat pahalılığına, bu zamlara, bu kazıklara nasıl dayanabiliyor, nasıl tahammül edebiliyor?.

Sakın bunları zor bir soru sanmayın!. Çünkü cevapları oldukça basittir. Hani bazı Hint fakirleri vardır. Binlerce sivri çivinin üzerine, bir yatağa yatıyorlarmış gibi rahatça yatıverirler. Üzerine yattıklan çiviler ne kadar fazla ve sık olursa, Hint fakirleri de o kadar rahat ederler. Çünkü çivi­ler azaldıkça, Hint fakirinin duyduğu rahatsızlık fazlalaş­maktadır.

Onların bu halini gören seyirciler, onların olağanüstü insanlar olduklannı düşünürler. Oysa onlann sıradan bir T.C. vatandaşından farkları yoktur!. Çünkü yaşadığımız coğrafyadaki vatandaşların da durumu budur. Bütün bu kazıklara tahammülleri, kazıkların çok oluşundan kaynak­lanmaktadır. Kazıklara lanet okuyarak, kazıklarüstü bir ya­şama alışmışmış oldukları için, bu durumlannı pek yadırga­mazlar.

Peki bunlan kim kazıklıyor?

“Milyonlarca insanı kazıklayan kim?”

“Sizi temin ederim ki Kazıklı Voyvoda değil! Emin olunuz ki, o böyle şeyler yapmazdı! Milyonlarca insana, milyonlarca kazık atacak kadar zalim değildi ol.”

Bunlar başka, bambaşka kazıkçılar!.

Bunlan gördüğüm zaman, nedense aklıma hep şu soru geliyor.

“Sadece yüzlerce insanı, sadece birer kazık üzerine oturttuğu için, tarihte insafsızca lanetlenen Voyvoda'nın İti­barını geri mi vermeli?.”

 

Boynuza Anlat

 

Hep merak eder dururdum.

Bazı gençler, bazı şeyleri neden hiç anlamazlar diye!.

Oysa bu gençlerimiz oldukça akıllı, heyecanlı ve samimi gençler. Fakat gel gör ki bunlara birşey anlatmam, anlatabilmem mümkün değil!

Bunlarla İzmir'de karşılaştığım zaman, ağızlan İz­mir'de, kulaklan Van'da sanki!.

Dinlemiyorlar mı, yoksa dinlemek mi istemiyorlar bil­miyorum. Halbuki bildikleri pek bir şey de yok. Mesela kendilerine “ABD başkanı George Bush'un büyüklenmesi ile, ozon tabakasının delinmesi arasında bir bağlanü var mıdır?” sorusunu sorsanız, bu soruyu bile şaşkınlıkla karşı­larlar.

İşte hiç söz dinlemeyen bu hızlı gençlerle konuştu­ğum bir sohbette, beni düşündüren bu mesele çözümleni vermişti. Onlardan bir kardeşimiz bana dönerek, ulaşmış olduklan seviyeyi şu veciz ifadeyle açıklayıverdi.,

Mehmed abi, boynuz kulağı geçti!.

Anlamıştım, analayıvermiştim meselenin cevabını. Beni şimdiye kadar anlamamalannın, söylenenleri duymamalarının nedeni, kulak değil boynuz olmalanndanmış!.