Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu

 

 

TAKDİM

· Bu eser İdeolocya Örgüsü’ne bağlı olarak benim en başa alınması gereken verimlerimden

biri...

· Eser 20 yıl kadar önce Ramazan ayında ve üç defada konferans şeklinde verilmiş ve üç gece

teravihten sahur vaktine kadar sürmüştür.

· Geçen seneye gelinceye dek teyplerden naklen kaleme alınarak tarafımdan titizlikle

muhafaza edilen ve birdenbire kitaplık çapta ortaya çıkarılmasını bekleyen üstüne titrediğim

eserimi, temiz ve hatasız baskı, emniyet ve itinası içinde nihayet kitaplaştırıyorum.

· "Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” üç gecede dörder saatten oniki saat konuşan adamın

muazzam dâvayı temellendirmeye ve bir (sentez)e bağlamaya çalıştığı en kesafetli bir deneme

kabul edilmelidir.

· Kısa ve kalın hatlariyle Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu...

· Bu eser, kendi zâtiyle ne olursa olsun, muhtaç bulunduğumuz tefekkür cehdine mihenk teşkil

etmesi bakımından kıymetlendirilse yeridir.

· Türkiye’yi, İslâm âlemini ve bütün insanlığı kurtaracak sistemin örgüsü lif lif bu esere

yerleştirilmeye çalışılmıştır.

· Aydan, dünya küresini (mikro-film)e alırcasına el attığımız bu tahlil içinde terkip cehdi,

umulur ki, yeni İslâm gençliğinin şiddetle muhtaç bulunduğu kültürde temel vazifesi görsün

ve “b.d. Yayınları”nın ana eserlerinden biri olsun...

Nisan 1982

N.F.K.

 

Birinci Bölüm

BATI TEFEKKÜRÜ

Şimdiye kadar yaptığım konuşmalar, muhtelif ana fikir aynalarından cemiyetin gösterdiği

kemal ve zeval tezahürlerinin kendi teşhislerimiz zaviyesinden parça parça aksettirilmesiydi.

Ama bu defaki öyle değil... Bu defaki, dâvaların dâvası... Bu defaki, temelinden, topyekon

meselemiz... En çetin ve belki yükü kaldırılmaz dâva.. Onun için, Yunus’un dediği gibi

«zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?» diye ifadelendirebileceğimiz bu dâvaya, dünyalar arası

büyük murakabe göziyle bakabiliriz. Belki sahura kadar 3 gece sürecek olan bir konuşma...

ݺte sizi, sofranıza zehirle pişmiş bir kazan aş sunduğum takdimiyle, lezzetli iftarınızdan

sonra, öyle bir acı iftara davet etmekteyim ki, fikir çilesini sevmeyenlerin dilini yakabilir ve

yüzünü buruşturabilir. Büyük muhasebe işi bu, kolay değil...

Dâvamız, Ferhad’ın delmeye çalıştığı dağdan çok daha engelli ve mukavemetli... Onun,

eğlendirici üslûplardan, (espri)lerden, birtakım renkli sözlerden ziyade, insanı boğacak kadar

işkenceli bir tefekkür cehdine ihtiyacı var...

Evvelâ müzakere usulü olarak bu zorluğa katlanma şuurunu başa almak lâzım...

Bilirsiniz ki, renkli ve cicili bicili konuşmaları pek beceremez bir insan değilim... Ama bu

defaki uzun konuşmamın, böyle, acı haplar üzerine sıvanmış çukulata zarflarına itibar

gösterdiği yok... Kafamızı bir limon kabuğu gibi sıkıp son usaresine kadar almamızı emreden

bir mevzuda aziz hakikatin çehresini, mümkün olduğu kadar (makiyaj) hokkabazlıklarından

arındırarak görebilmek şart... Bu yüzdendir ki, konuşanın konuşabilmesi, dinleyenin de

dinleyebilmesi için, dâvaya bu ilk giriş hazırlığını zarurî saymaktayım.

Dünyalar arası bu nefs murakabemiz, aynı zamanda bana, âciz şahsıma büyük kazanç

getiriyor. Dâvaların dâvasını huzurunuzda mahrem olarak konuşup «nakş-ı ber’âb – su

üzerine yazı» kabîlinden harcamamak için, tespiti gereken bir şema üzerinde çalışmış olmak...

Konuşmamı kelimesi kelimesine satırlara aksettireceğim eserimin şemasına malik bulunmak...

Kelimeleri ilk defa kullanmaya başladığımız, yani düşünmeye koyulduğumuz çağdan beri

hepimizin, belli veya belirsiz bir hasreti vardır. Bu hasreti çok defa isimlendirmek bile

mümkün değildir. Şu veya bu sandığımız zaman da aldanmış olduğumuzu görürüz, inkisara

uğrarız. ݺte, şimdi ben kendimi bu türlü bir hasret içinde görüyorum. İstiyorum ki, bu

konuşmam, bütün yazdıklarım, söylediklerim ve düşündüklerimin en üstünü olsun... Yan, ön

ve arka, başka bir bahis açmaya ihtiyacım olmasın... Fakat ne mümkün!.. (Hamlet)in dediği

gibi:

«- Kelimeler, kelimeler, kelimeler!..»

Ama bu girişle mevzuumuzun azametini biraz gösterebildimse mes’udum.

Saadetim, kitaplık çapta bir fikir cehdini omuzlamaktan geliyor. Evet, kitaplık çap...

Kitap, büyük mesele!.. Dikkat ederseniz Şarka, Şarkın aslî rengini veren ve kâinatın tek

mümessili olan Allah Resolüne, her şeyi anlarsınız. «Dlmi kitapla kaydediniz, bağlayınız!»

buyuruyor. Bu, Garbın (Rönesans)tan sonra vâsıl olduğu bir sistemdir. Orda hiçbir şey yokken

bu hikmet İslâmda görülmüş... Buna dikkat etmek lâzım, insafla...

Sonraları Şark, ezbercilik âlemi olmuştur. Halbuki işin başında bu emir verilmiş... Hiçbir şey

zayi olmayacak, kitapla kaydedilecek ve kitaplık çapta çalışılacak... Kitap mevzuunda

memleketimizin ne halde olduğunu görmenizi isterim. Bunu bir cümle ile geçeyim;

Profesörlerimiz kitapsızdır. Şairlerimiz kitapsızdır. Yahya Kemal’in yüzüne söylemiş ve onu

kitaplık bir cehde davet etmiştim: «O nedir senin yaptığın? Radyum gibi miligram miligram

tartılan keyfiyetin bile kemiyete istinadı şarttır!» Bu ona çok tesir etmişti; son zamanlarında

bir hamaratlık gelmişti ona... «Hürriyet» gazetesinde, şiirleri çıktı. Ama yine kitaplık çapta

değil... Ne yazık ki, bizde kitaplık çapta adam yoktur. Fransa’da bir lise mualliminin bile

(orijinal) eseri vardır. Bugün Avrupa kültürüne örnek birçok adam vardır ki, ana eserlerini

doktora tezleri olarak vermişlerdir

ݺte böyle!.. Kitap, kitap, kitap!.. Ama evvelâ kitap, kitabın kitabı ve bütün kitap mefhumunun

ruhu olan Allahın Kadîm Kitabından ders alarak kula düşen vazife, kitap hacminde çalışmak...

Gerisi haylâzlık ve başıboşluk...

*

Evet, işte böyle, kitaplık bir cehd içinde dâvamızı ele almak üzere, Batı dünyasına geçmeden,

şimdi, umumî olarak dış cephesiyle tasavvufu gösterebiliriz.Sonra Batıya geçecek, ondan

sonra da tasavvufun ruhuna nüfuz etmeye, onun potasında erimeye çalışacağız.

Tasavvuf... İslâmî ruh ikliminin, su gibi, güneş gibi, ağaç gibi, ana unsuru... Belki de hepsi

birden...

Tasavvuf mevzuunda dıştan ve satıh üstü beş türlü anlayış ve görüş tespit edebiliriz:

Birincisi bu işe akıl ermez bir keyfiyet, «evliyalık» diye bakanların basit anlayışı... Bu anlayış

bir «merveyyö-fevkalâdelik» tespitinden ileriye geçemez ve hiçbir tarif ve izaha yaklaşamaz.

Avam görüşü... Giderler; türbe kapılarına ve mezar parmaklıklarına çaput bağlarlar... Evliya

bildikleri şahısların da önünde diz çökerler ve başka bir şey bilmezler... Halbuki bu

hareketlerin çoğu Şeriat ölçüsüyle yasaktır. Bağlandığı şahsın harikalar yaptığını kabul eden,

fakat bu mevzuda hiçbir şey bilmeyen kaba bir teslimiyet...

İkinci görüş, İslâmda yarı aydınların anlayışı... Bu zümre «Ledün İlmi – iç âlem bilgisi, İlâhi

marifet» ve daha bir sürü yafta, klişe ve lûgat... Sadece içinden incisi düşmüş istiridye

kabukları gibi kelimeler... Çilesi çekilmemiş ıstılahlar...

Üçüncü görüş, İslâmî ruha yanaşmayanların tavrı... Bunlar tasavvufun dine sonradan ekleme

bir müessise olduğu ve akıllarınca Şeriatın haşîn ölçülerini yumuşatmak ve tadlandırmak için

getirildiği iddiasındadırlar.

Dördüncü anlayış, Batı kültürüne birazcık ulaşmış nasipsiz tiplere göre... Tasavvufun,

İskenderiyye mektebi (Neo – plâtonizm)den devşırme olduğu ve yine, kuru gördükleri

İslâmiyete renk ve hava getirmek için benimsendiği hayali... Küfür görüşlerinin gûya daha

kültürlüsü...

Beşincisi ise, din içinden tasavvufu red davranışı... İslâmiyet ve Şeriati goya müdafaa...

Tamamiyle şeytanî bir teselli içinde, tasavvufu şeriat dışı, hattâ şeriate aykırı kabul eden

bunlar, «Dbn-i Teymiyye» çırakları olarak tasavvufu anlamakta en nasipsiz zihin ve ruh

haletini belirtirler... Onu kanun ve ölçü dışı bir «bid’at», yani uydurma yenilik sayarlar...

Korkunç bir hayal kuvveti olan bir ressamın çizdiği bir dağ resmi düşünün! Billûrdan bir

dağ... Kat kat göğe doğru yükselmiş bu dağın etrafında nâmütenâhîye çıkan bir yol... Yol

asfalttır. Yanında incecik bir çimen pist onu takip eder. Asfaltın bir yerde durur gibi olduğunu

görürüz. Ondan sonra çimen pist devam eder. Dağın tepesinde muhteşem bir saray... İçinde

göze görünmez mahlûkların meclis kurduğu bir saray... Bu sarayın kapısına yalnız çimen pist

varıyor...

Tasavvufu böyle hayal edebiliriz. Şu var ki, bu çimen pist, geldiği asfaltın, yani ana caddenin

bir kopuntusu değildir ve doğrudan doğruya ondan gelmektedir. Ondan, yani şeriatten... Bu

çimen pist, başından beri ana caddeyi takip ederek gider. Ondan sonra, Şeriatın götürdüğü

hiçbir noktada ondan ayrılmaksızın devam eder.

Bu çimen yol nereye gider, nasıl gider, hangi gayeye erer; işte dâvaların dâvası!..

Herşeyden evvel şeriat ve tasavvufu böyle anlamak lâzımdır. Şeriat o füze rampasıdır ki, o

rampa marifetiyle ve onun âletleriyle fezaya fırlatılmadan sonsuzluğa ermenin çaresi mevcut

değildir.

Tasavvufu tek başına dinin esası kabul edenler, tasavvufu dinin «mebna-temeli» bilenler,

şeriatı reddedenlerdir. Küfürdür nasipleri bu adamların... Bu adamların yaptıkları

hokkabazlıktır zaten... Sahte velîlerin çoğu bunlardandır. Şeriatın tezviç etmediği, kabul

etmediği hiçbir kıymet makbul değil; ve ölçülendirmediği, kucaklamadığı hiçbir hakikat

mevcut değildir. Tasavvufa dinin esası diyenler Şeriate karşı gizlice omuz çevirenlerdir ki, en

büyük yanılma içindedirler.

Fakat «Şeriat öz tebliğleriyle esasdır, tasavvuf hiçbir şey değildir!» demek de Şeriatın

lübbünü, ruhunu görmemek ve satıhta kalmak gibi bir hataya gider. Bakın, ne kadar ince!..

İslâm incelik işidir. Ruh ile beden arasındaki münasebeti sezenler, şeriat ve tasavvuf arası

taalloku kestirirler... Şu halde tasavvufa dinin esası olmak bakımından esasın ruhu diyebiliriz.

Dinin esası, ancak Resolün tebliğ ettiğidir. Ve Şeriattır. Onun içi, mahremi, ruhu, özü

tasavvuf... Tebliğ mevzuu olmayan, yani bütün beşeriyete mecburî rejim ifade etmeyen hususî

eriş noktası ise tasavvuftur. Dinin esasına bağlı tamamlayıcı nokta... ݺte bu şekilde, tasavvuf,

ne bakımdan dinin esası, ne bakımdan değil, izah etmiş oluyoruz.

Şimdi Avrupa’ya geçmeden biraz da şeriat ve aklı ele alacağız. Şeriat akla hitap eder. Teklif

akladır. Mükellef akıldır.

Avrupa’yı gördüğünüz zaman orada tüylerinizi ürpertici dalâletler, bulacaksınız. Sakametler,

abesler... Bunun anahtarını şöyle verebiliriz: Aklın bütün hududu, bütün haklariyle beraber

İslâmda çizilmiştir. İslâm esas itibariyle akıl değildir, mâkulât değildir demek, aksini iddia

etmek kadar saçma... Tabire dikkat edin: Bu, akla gerektiğince kıymet vermek demektir.

İslâm, mâkulün üstündeki, onun da üstündeki mâkuldür. Fakat tâbi mâkul... Ve akıl, akıl

hâkimiyeti yoktur İslâmda... Akıl teslim olur. «Ben teslimim!» der ve ondan sonradır ki

hakikate erer. Akıl teslimiyette aranır. Teslim olunduktan sonra, nasıl kimse cennet için ibadet

etmez, fakat ona cennet verilirse, akıl da bahşolunur, sahibine iade olunur. ݺte ona İslâm,

«selim akıl» der.Ve o akıl herşeydir ondan sonra...

Bilmem izah edebiliyor muyum? Akıl bu akıldır işte!.. İlerde bunun da hudutlarını

anlıyacaksınız. Akıl bu kadar vardır İslâmda, ve bu kadar yoktur. Buna bir misal: Kur’ân

tefsiri meselesi... Bir adam Kur’ânı tefsir etse, fakat tefsirinden evvel dese ki «ben Kur’ânı

ancak aklımla tefsır ederim!» ve etse; ve tefsiri İslâmın en makbul tefsirlerinden biri olan

Beyzavî Hazretlerinin tefsirine noktası noktasına mutabık çıksa, bu adamın tefsiri makbul

değildir ve bu adam küfürdedir. İncelik işte burada!..

Kur’ân tefsiri işini izah edebilmek için en az yirmi konferans vermek icab eder. Bu iş

böyleyken, insan «aklımla tefsir ediyorum» derken, iş bu menzeledeyken, ve Kur’âna Türkçe

Kur’ân vesaire gibi lâflar felâkettir. ݺleri güçleri Şeriatı yıkmaktan başka bir şey olmıyan

insanların bir de tutup halkı kazanmak için (burada kabahati halkta bulacağım) şeriatın ana

dayanağını – hâşâ – romanlaştırırcasına vermeye kalkmaları ve halkın da yüzbinlercesinin

buna talip olmasından daha hazin manzara olamaz. Kime anlatacağız, nasıl anlatacağız bu

incelikleri?

Şeriat, mutlak ölçüler ve ebediyet sırlarının gömülü olduğu hazine kapısını açıcı şifreler

manzumesidir ki, o olmaksızın hiçbir şey olamaz. Bu şifreler manzumesi dış ifadesiyle her

ferde emir ve farz... Esrarına inilmesi ise emir ve farz değil... Tebliğ ve tatbik maddeleri esas

olan...

Böyle olunca umumî mânada tebliğ ve tatbik mevzuu olmayan hiçbir şey dinin esası olamaz.

Ama esasa bağlı ve esas yolunda hususî bir varış noktası olabilir. ݺte şeriatle tasavvuf

arasında, kalıpla, kalıpta dökülen anahtarı andırıcı mahrem münasebet!.. Akla gelince, o da

teslim olduktan sonra gerçek hürriyet ve üstün hakikate eren vasıta...

Akıl sırrı derin... Yalnız aklı anlatmak için kamuslar doldurmak lâzım... Akıl vardır İslâmda...

Öyle ki, var’la yok arasında bir mevcut... ݺte hak dininin hususîliği de bu!.. Olması gereken

yerde var, olmaması gereken yerde yok...

Katolik dininde (Moryak), (Morua), şu, bu (Akademi Fransez) âzaları ve Fransa’nın en büyük

edipleri, İslâm diniyle ilgilenen (Masinyon), kral, prens, tüccar, profesör, filozof, misyoner,

kiliseye giderler, diz üstü çökerler; papas gelir yanlarına, kuru bir ekmek parçası uzatır; «Bu

Hazret-i İsa’nın – hâşâ – etidir, inandın mı?» der. Muhatabı, «inandım!» diye cevap verir.

Şarap uzatır, «bu da kanıdır, inandın mı?» diye sorar. Karşısındaki yine «inadım!» der. Şimdi

bakın, burdaki akla! Burada bir bedahet vardır. Teklifler abestir. Bu adamlar, aklı baltalayıcı

noktaya varmışlardır ama, akılla abes, mümkünle muhal arasını ayırd edecek muvazeneyi

elden kaçırmışlardır. Ve bir kere inandıkları için, her türlü saçmalığa kucak açma felâketine

düşmekten kurtulamamışlardır. İman ile akıl arası muvazeneyi bozmuşlardır. Dedik ya,

İslâmda akıl evvelâ Allaha teslim, sonra kula iade edilir ve tam akılla hareket gerçekleşir.

Şimdi, akıl deyince oradan iş felsefeye dökülüyor.

Felsefe aklın, kendi hükümdarlığını göstermek için kurduğu müessise... Ve doğruyu bulmanın

değil de yanlışı düzeltmenin müessisesi... Felsefede her mektep, öbürünün yanlışını

gösterirken doğruyu söyler.

Felsefeyi de şu şekilde izah ettikten sonra Garp tefekkürüne geçip bilâhare tasavvufa

döneceğiz. Felsefe, hakikati hiçbir çıkış noktası olmaksızın serbest arama yoludur. Kelime

iştikakı (filos) ve (zofos)tan gelir. Yunanca... «Hikmet dostluğu» demek... Peşin hiçbir şeye

inanmaz. Yahut peşin inanmak diye bir şey yoktur sisteminde... «Hakikati bulacağım, ona

memurum» der ve başsız, sonsuz, arar. Bir odada saklanmış bir eşya gibi... Kâinatta saklanmış

şeyi, mücerredi aramanın müessisesi felsefe... Din ise odadaki gizli şeyi peşin bildirmenin

yolu... O malom şey yerinde dururken ayrıca armaya nasıl müsaade olunur? En güzel izah

olabilir, bu... (Paskal) varmıştır, bu ince hakikate... O, vâhid olan «şey»in mihrakı etrafında,

ebedî meçhule doğru hudutsuz bir fikir cehdi... Aklın vazifesi budur. Bunun ismi hikmettir,

felsefe değildir. Felsefe bulmanın değil, boyuna aramanın yolu..

Burada çekinmeden söyleyebilirim ki, bu dünyaya hiçbir insan gelmemiştir ki, «hakikate

talibim» demesin. Komünist de bunu der, herkes de... Ve yine herkes bilir ki, hakikat tektir.

Bunu bedahet halinde biliriz. Hakikat tektir. Hakikati bulan, onu nâmütenâhide arar mı? Onun

için dinlerin felsefeye karşı bakışına dikkat etmek lâzım...

Din, buluş; felsefe ise bulduğu herşeyde hatâlı veya hatâ etmesi mümkün bir arayış... Böyle

olunca, elbette ki, «sabit»in değişene ve mihverini bulamıyana tahammülü olamaz.

Hiçbir karasızlık kararın yerini tutamaz ve kuvvetin kazanamaz.

«Sabit» üzerinde donmamak ve her ân arayıcılıkta devam etmekse, ancak o «sabit»in bağlısı

meçhuller âlemi üzerinde derinleşmekle olur. Dindar, mihverlik bir inanış etrafında fezayı

dolaşırken, başıboş hakikat arayıcısı onu her defa kaybedici, neticesiz bir maceraya

mahkûmdur.

Böylece hududu iyi çizmek şartiyle felsefeden istifadenin binbir şer’î ve makbul yolu vardır.

Tasavvuf bazı hikmetleri bakımından felsefeye yakındır. ݺte bir mihver etrafında meçhuller

âlemini çevrelemenin mübarek mektebi... Fakat şeriatın hiçbir alâkası yoktur felsefeyle...

Şeriatteki mânalara, evet, hikmet denir. Felsefenin sefaletini, felsefede en büyük eserlerini

vermiş Avrupalı filozoflardan dinleyeceğiz birazdan... Şimdi bu hal üzere bırakalım

felsefeyi... Ve şu kadarını söyleyelim:

Hududunu tanıyan, tükeniş sınırlarını gören akıl, dince en mübarek vasıta... Ve kendi

kendisini yenmeye, çürüğe çıkartmaya memur köle âlet...

Bütün Garp, büyük bir felsefe zinciri halinde gelir. Ve bütün bu geliş, kendisini tatmin

etmeyen ve daima yanlışlar içinde boğulan bir manzara çizer.

Biz felsefeyi işte böyle anlarız ve ancak meçhullerini nâmütenâhî bildiğimiz mutlak hakikat

etrafında, tâbi bir müessise olarak lüzumlu görürüz. Hakikatı aramakta «buldum!»

yobazlığına düşmemek ve «buldum!» denilen vâhidin, mutlak surette bulunduktan sonra da

nice arayışlara muhtaç olduğunu göstermek için felsefî tefekküre de öz hududu içinde yer

veririz.

Bir zamanların İslâm medresesi – ki eski devirlerin en mükemmel tahsil ocağı – felsefeyle

hikmet arası çizginin en sadık muhafızı olmuştur. Bizim bugün o büyük medeniyetin ruhunu

ihtiva eden büyük külliyemiz, hakikî mânada üniversitemiz olsa, felsefe fakültemiz de olur.

Fakat biz – söyledik ya – peşinen biliriz ki, felsefe, birbirinin yanlışını çıkarmaya memur,

sonu gelmez ve bir noktada durmaz serseri bir katar... Ve uçurum yolcusu...

Bu tarifi kabul etmeyecek tek Avrupalı yoktur. Şimdi ileride daha iyi göreceksiniz; birbirinin

yanlışını çıkarmaya memur ve her defa müflis hakikat nerede, biz neredeyiz?

Bırakın, onlar patırdı ede ede gerçeği araya dursunlar.

Biz felsefeyi dalâletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hal olarak tarihî bir

sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu diye görmekte mazuruz. O bir ahlâk da getiremez;

getirse bile onu müeyyideleştiremez.

Ona düşen, nihaî illiyet ve gaiyet üzerinde görüş selâhiyeti olmadığını tasdik yoliyle,

kanunları vazedilmiş ve ilmîleştirilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi

fazilet ve ismi hikmet olur. Felsefeyi andırıcı, fakat metod olarak ona tamamiyle zıt, bağlı

tefekkür ocaklarından biri de «Kelâm ilmi»dir.

Fakat bu dâvaya en güzel cevabı, akıl üstü bir irtifadan yine tasavvuf vermiştir:

«- Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...»

İleride sırlarını daha yakından göreceğimiz akıl ve felsefe bahsini giriş halinde bu kadariyle

bırakıp hemen Batıya dönelim.

Batı dünyası, tasladığı medeniyetin formülünü bir kimyager kesinliği içinde klişeleştirmiştir:

(Yunan aklı + Roma nizamı + Hrıstiyanlık ahlâk ve hassasiyeti = Greko-Lâtin Medeniyeti)...

*

Yunan’dan başlayalım: Başını bilmiyoruz. Avrupalı, Yunan vâkıasına «mucize» nazariyle

bakar. Gerçekten bu dünyada müessirleri bilinmeyen ve mucize çapında görülmeye değer iki

büyük vâkıa vardır. Biri Yunan zuhuru, öbürü de uçsuz bucaksız çöllerde insanı sarhoş eden

bir mâna rüzgârı halinde esici Arap dili... Bir devenin adım atışını 72 ayrı kelimeyle ifade

eden bu dil, önceden bâdiyede hiçbir (metropolis-büyük şehir) kurulmaksızın ve hiçbir insanî

tefekkür kaynaşmasına şahit olmaksızın, nereden ve nasıl gelmiştir? Yunan harikası gibi bu da

kaynak bakımından büyük meçhullerden biri...

Yunan medeniyetinin başında (mitoloji-Yunan ustore ve hurafeleri) var... (Mitoloji), bir

tarafiyle efsane, bir tarafiyle de cemiyetin itikatlarını gösteren uydurma din... Birçok ilâha

inanma, putlaştırma mizacının meydana getirdiği bir tablo... Bütün putların başında da başbuğ

put olarak (Zeus), Fransızların (Zös) dediği sahte tanrı... Aynı sahte tanrının putperest

Roma’daki mukabili (Jüpiter) ismini taşıyor. Cebinde çift pasaport taşıyan bir sahtekâr gibi

Yunan ve Roma’da, vasıfları, birbirine tam uygun iki ilâh tasavvuru... Ayrıca bunlara tâbi

birçok uydurma ilâh... Onlara da bağlı yarı ilâhlar... Yarı ilâhlar insanlardan olur ve isimlerine

(Demetr) denilir. İnsan harikalaşınca yarı ilâh telâkki edilir onlarca...

Böyle bir âlem... Bu âleme dikkatle baktığımız zaman şunu görüyoruz: Eski Yunan

(mitoloji)si, aklın, fikrin, vehmin, hayalin bile içinden çıkamayacağı girift bir (plâstisite), yani

eşyanın dış kabartısı, müşahhas bir zemin üzerinde, bir dış âlem rüyası... Hezeyanın da

anlamayacağı kadar korkunç, hattâ (estetik) kıymetlere bulanmış, muazzam bir tahayyül

cümbüşü...

Ne tuhaf! ݺte burada Garbın ana damını ele geçireceğiz. (Plâstisite) kelimesini kullandık

demin... Bunu hiç kaybetmeyin zihninizden! (Plâstik), pazarlarda satılan naylon eşya değil,

felsefî mânada eşyanın dış kabartısı, dış görünüşüdür. Göze hitap edici dış şekiller, renkler,

hacimler... Meselâ Yahya Kemal (plâstik) çerçevede büyük şair, fakat ruhta ve iç muhtevâda

zaif... Meselâ resim, heykel ve mimarî (plâstik) sanatlardan...

Eski Yunandan aldığı bu (plâstik) zeminden Avrupalı hiçbir zaman ayrılmamıştır. (Plâstik)

zemine bağlıdır Avrupalı; koparamazsınız oradan... O (plâstik) zeminde kendini aşmak için

bir çeşit madde aşkı, tabiat zevki temsil eder; dolayısiyle iç âleme yabancı kalır.

Bu (plâstik) zeminin (idealizasyon)u (Zeus) veya (Jüpiter)dir. Bunlar, 100 katlı apartman gibi

bir sarayda otururlar ve ne kadar beşerî zaaf varsa hepsini nefslerinde toplarlar... O, bunun

karısını kaçırır, şu, onun gözünü kör eder. Dünyada böyle bir aile görülmemiştir; bu sözde

tanrılardaki aile gibi... Ve ondaki hayal o kadar zengindir ki, (Şekspir) bile inanmışçasına,

bunlar adına yemin eder. En son şairler de mitolojinin ifade ettiği (estetik)ten ayrılmazlar.

Büyük saçmayı gördükleri halde... Sorsanız onlara:

«- Senin tasavvur ettiğin kudret, hâlik makamında kudret, beşerî zaaflarının aynası nasıl

olabilir? İnsanda bile olmayan zaaf, ahlâksızlık onlarda vardır. Bu türlü uydurmalara,

belirttiği hayal gücü ne çapta olursa olsun, mâbud göziyle nasıl bakabilirsin?»

Cevapları şu olabilir:

«- Biz onlara hakikat göziyle değil, zevk ve (estetik) göziyle bakıyor ve bu yönden

inanıyoruz! Gerçeği değil, güzelliği ve insanoğlunun hasret çektiği iklimleri buluyoruz

onlarda...»

Tamamiyle Batılı olan böyle bir düşünce ise, malik olmak vehmi içinde ebedî bir

mahrumiyetten başka bir şey olamaz. Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!

Neticede Yunan (mitolojisi)ni bir büyük hokkabazlık panayırı diye alabilirsiniz. İçinden, ilâh

kabul edilen birtakım tiplerin, insanî zaaflara batmış, birbiriyle boğuştuğu panayır... Bu

panayıra bugün Garp çok uzak olduğu halde, zevkinin içinde (mitoloji)yi daima taşır. Ve bu

yalanın (estetik) cazibesine öyle kapılır ki, onu doğru bile sayabilir. Yunan (mitoloji)si,

bugünkü Batı yalanının ilk kaynağıdır.

Nihayet bir fikir adamına ondan alınacak hisse şudur: Zengin tabiat plânını (plâstisite)ye

mıhlamak, en büyük mücerredi de (plâstik) idrakten elde etmeye çalışmak...

(Mitoloji)den sonra, Yunanda ilk fışkırış noktası olarak karşımıza (Dyonya) mektebi çıkıyor.

Bu (Dyonya) mektebinin, (Tales), (Aleksimandros), (Aleksimen), (Diyojenis) gibi birkaç

mensubu var... Basit bir mektep... (Mitolojik) plânın avam sınıfından değil bunlar... İlk

düşünen adam bunlar, Batıda...

Ve eşyayı bir şeye irca etmek isterler. Vahdet’e doğru bir hazırlık... Eşyanın aslı nedir? ݺte

meşhur «anâsır-ı erbaa : dört unsur» nazariyesi... «Ateştir, sudur, topraktır, havadır» şeklinde,

bir fikir sistemi olarak satıh üstü bir arayış... Bir fikir mesnedi olmaktan ziyade, neticesiz bir

tahlil ölçüsü... Ve satıh üstü... Eşya ve tabiat, şundan, bundan mürekkepmiş... Ama aslî zat

nerede, aslî müessir ne?.. Su, ateş, hava ve toprak buluşu, büyük anlayışa susamış insanı

tatmin etmez!.. Mutlak çözümü de getirmez.

Böyle bir görüş nâmütenâhî verâlardan bir perde açmaktır ve nihaî verâyı boş bırakmak... ݺ

bununla bitmez.

(Dyonya) mektebinin peşinden (Ksenofon) geliyor.

(Dyonya) mektebi Milâttan yedi asır öncedir. (Ksenofon) ise altı asır evvel...

(Ksenofon) da bir mektep sahibidir. (Ele) mektebi... Bu mektebin esası (panteizm)... Bu tabir

bahislerimiz arasında sık sık geçecek... Allahı, tabiata mutabık, tabiatın aynı, kendisi kabul

etme mezhebi... Madde enerjisi içinde gaaî bir müessir olarak Allahı görür; fakat o gaaî zatı

tabiatla birleştirir. Tevhide doğru giderken, birden, müşahhasa düşmenin ve mahlûku hâlik

görmenin sekamet mezhebi... İlk (panteist)ler, (Ksenofon) başta olarak ortaya şu nazariyeyi

atmışlardır: «Bütün gördüklerimiz cevher ve arazdan ibarettir. Arazlar gözle görülür, fakat

cevher görülmez.» Ve işte o «görülmez»i, daima «görülür»e bağlı kalarak ilâhlaştırmak...

Tevhide tam zıt... Maverâ hissinden mahrum...

Sırası gelmişken bildirelim:

Yukarıdan beri kullandığımız «Allah» kelimesi yerinde değildir. Bu kelime yaratıcıyı vasfiyle

değil de zâtiyle belirten mukaddes lâfız... Zat ismi, hâs isim... Alem, simge, tura ismi... Fakat

umumî mânada, hâlik, yaratıcı gibi vasıfları bu mücerret zat isminde toplayan Allah’ı bilmiş,

tevhide ermiş olur.

Gelelim yine (panteizm)e... ݺte onun tabiatta gördüğü cevher, arazların gerisindeki yaratıcı

kuvvettir ki, tabiatten başka birşey değildir. Bu da, Allah’ı bulmaya doğru bir adım olduğu

halde, sürçmekten ve eşyayı putlaştırmaya düşmekten ibaret kalır. Yine kaba müşahhasa ve

(plâstik) zemine bağlı kalmanın bir çeşidi...

Ondan sonra (Pitagor) geliyor. Bizim (Fisagor) dediğimiz... O da Milâttan önce 6. Asırda...

(Fisagor) adet, sayı mistiğini getirmiştir. (Mistik) sırrîlık, sırrî idrak ile sayı felsefesi...

Sayı üzerinde (mistik) telâkkî şöyle:

«Adedin aslî unsuru neyse eşyanın da aslî unsuru o olmak icap eder.»

Bu anlayış da kemmiyetin keyfiyetini aramak yolunda hudutlu bir dereceye kadar varıp yine

kemmiyette kalmanın neticesini getirir ve (plâstik) idrakten öteye geçemez. Dikkat edin; en

mücerret tefekkürde bile Batı âleminin dönüp dolaşarak yine müşahhasa esir olmak

mahkûmluğu... Sayılarda bir (mistik) görüş bile yine kemmiyette kalıyor ve kemmiyetin

keyfiyetini yapmaya çabalıyor. Eğer bütün sayıları inkâr edip (1) adedi üzerinde

derinleşebilseydi büyük oluşa varabilirdi.

Fakat Eski Yunan’da ilk defa büyük mücerrede doğru bir atılıştır bu... (Fisagor) bu adedî

«mistik» içinde gayet ince bir dereceye tırmanabilmiştir. Gökleri adetlere böler, musikiyi sayı

hesabiyle ele alır, göklerin dönmesinden ahenk, ahenklerden de sayılar çıkarır Gerçek sırra

doğru bir uzanış... Fakat topukları yere mıhlı olduğu için (1) adedinde kalan ve ötesine

eremiyen bu uzanış, elbette ki, eksik...

(Pitagor)dan bize hiçbir eser ve bilgi intikal etmemiştir. Böyleyken riyaziye ilminin

kurulmasında ve bu ilmin yapısında onun büyük rolü vardır. Meselâ hendese... İslâmî bir ilim

olan ve mücerret nisbetlerin şiirini gösteren cebir ilmine kıyasla dış kalıpların hesapçısı

Yunanlı hendese, iki âlem arasındaki mücerret ve müşahhas farkını göstermekte birebirdir.

Ne gariptir ki, bu adam, «Metanpsikoz»a inanıyordu. Yani bizim (tenasuh) dediğimiz hâle...

Ölümden sonra ruhun kalıp değiştirdiğine ve başka bir cesede hulûl ettiğine... Bu itikat

İslâmda küfürdür.

Ruh, kendi cesedi, zarfı içinde ayrı ve müstakil bir vâkıadır.

Eski Yunan’da bu ilk tefekkür mekteplerinden sonra bir akamet devresi... Ve peşinden büyük

bir ruh fışkırışı...

Bu akamet devresi (sofist)lerin çığırı...

(Sofizm), mantığın yalama haline gelmesi, birtakım aklî çıkmazlar üzerinde sahte nispetler

kurması, kendi içinde döne döne ve basit daireler çize çize hakikati güme götürmesi... Akıl

yobazlığı...

Nitekim biraz sonra göreceğimiz (Sokrat), büyük fışkırışın başı olarak ilk hücumunu

(sofist)lere karşı yapacak, derin idrak ve üstün tecrit oklarını o tarafa çevirecektir.

Şimdi (sofizm) üzerinde biraz daha durmamız icap ediyor. Çünkü son zamanlara bakarsanız

her politikacı bir (sofist)tir, bu memlekette... Hattâ siyasî (demagog)lar bunların en âdi

örnekleri...

(Demagog) kelimesi de yunanca... Garbın da bütün sermayesi, malûm, Yunan’dan...

(Sofist)leri size daha geniş ve izahlı anlatabilmem için bir iki fıkracık nakletmek istiyorum.

(Sofist)lerin ilk darbeyi (Sokrat)tan yemeleri, bakın nasıl oldu! Bir kaplumbağa... Gerisinde

bir tazı... İkisi hareket ettiği zaman tazı asla kaplumbağayı yakalayamaz! Neden? Çünkü

kaplumbağa o zaman içinde biraz daha ilerlemiş olacak... «Acaba?» diyeceği gelir insanın bu

saçmaya... Bakın nasıl mantık istismar ediliyor. (Dinamik) tarafından alamıyorlar da zamanı,

(statik) tarafından alıyorlar... Böyle olunca asla kaplumbağaya yetişemez tazı... ݺte mantıkta

(dinamizm) noktası... (Dinamik) mantık cansız tahlil değil, ruhçu terkip emrindedir ve

parçaları bitiştiremeyen kaba şaşırtmacaların, gülünç safsataların ağına düşmez.

(Sofist)lerin ruh ve zihin haletini belirtmekte, yukarıdaki hokkabazlıklarından daha çarpıcı bir

misal var:

Zekî bir (sofist) talebe gidiyor, hocasına; diyor ki;

«- Seneden ben avukatlık icazeti alacağım! Fakat sen bilmem ne kadar para istiyeceksin! Bu

parayı vermeye şimdilik muktedir değilim. İleride kazanacağım ilk dâvadan ödemek üzere

bana ders verir misin?»

Adam:

«- Olur!» diyor; «sana ders veririm, kazanacağın ilk dâvadan benim hocalık ücretimi

ödersin!»

Bir tuğlanın üzerine senet yazıyorlar – O zamanlar senetler tuğla üzerine yazılırmış –

mukavele tamam oluyor. Hoca ders veriyor. Çocuk avukat oluyor. Bir sürü iş yapıyor, fakat

parasını ödemiyor hocasının... Hoca talebesi hakkında dâva açıyor. Mahkeme kurulur

kurulmaz hoca ayağa kalkıyor, diyor ki:

«- Bu dâvanın duruşması yersizdir, bâtıldır. Şimdiden hükmedilmesi lâzım, hakkım için...

Sebep şu: Benim talebemle dâvam var. Kazanacağı ilk dâvadan ödeyecekti hakkımı...

Kazanamadım, diyor, şimdiye kadar... Güzel; ama bu bir dâvadır. Burada kazanırsa kazandığı

için ödeyecek, kaybederse kaybettiği için verecek... O halde duruşmaya lüzum yoktur!»

Söylenecek lâf var mı? Dâvayı kazanırsa talebe, mukavele mucibi borcunu verecek,

kaybederse ödeme hükmü aldığı için verecek... Yani, o türlü veya bu türlü, verecek...

Talebe kalkıyor ayağa:

«- Ben, diyor; hocamdan ders aldım. Onun bütün hüneri, işte böyle, mantığı güme getirmektir.

Bütün mahareti budur. Ben de muhakemeyi lüzumsuz görüyorum! Zira kazanırsam

ödememek hükmünü alacağım için vermiyeceğim; kaybedersem kaybettiğim, kazanmadığım

için vermiyeceğim; yani mukavele mucibi iki türlü de vermiyeceğim!»

(Sofistik) mantığı anlamak için ne zarif bir hikâye...

Mantığı sahte mantıkla bulandırmanın hüneri (sofizm)... Şu var ki, bizim sofistlerimiz eski

sofistlerden çok daha aşağı seviyede...

(Sofist)ler arasında bir garip ihtiyar görüyoruz. Sağından dolayıp sol omuzuna attığı beyaz

harmânîsi içinde, yere baka baka yürüyen, gidip gelen, çarşı ve pazarlarda dolaşan, elindeki

asâyı hemen her rastgeldiğinin önüne eğip yolunu kesen ve şöyle soran bir ihtiyar:

«- Kimsin sen, nereden gelip nereye gidiyorsun? Niçin yaşadığının hesabını hiç nefsine

soruyor musun? Hayat sistemin nedir? Öküzüne ve atına bir terbiye sistemi içinde bakıyorsun

da çocuklarına, yaşanmaya değer hayat üzerinde ne öğretiyorsun? Kudret ve hakikat ancak

«Bir», bölünmez bir vahidde toplanabilir ve o «Bir» sizin uydurma ilâhlarınız olamaz!»

Bu, Eski Yunan’da büyük düşünce fışkırışının başı (Sokrates-Sokrat)... O, Batı tefekküründe

ilk vahdânî görüşün habercisi...

(Sokrat)ın hazin bir hikâyesi var. Üzerinde fazla duramıyacağız. Sonunda zehir içirtilerek

öldürüldü. Ve şu sözü söyledi: «Bu, benim başıma gelen, ilk defa benimle başlamış olmuyor.

Kimbilir tarihte nice insanlar var ki, hep böyle öldüler. Benimle de bitmeyecek bu iş...

Hakikatı söyliyenlerin çoğuna bu zehiri içireceksiniz!»

Hakikaten böyle oldu ve hep böyle gidecek...

(Sokrat) Garp tefekküründe ilk defa (metod) fikrini getiren adamdır. (Metod), usul, herşeyin

başı...

Evvelâ düşünüyorum; neyle düşünüyorum, nasıl düşünüyorum? Bütün bu gördüğüm şeyler

kendimden mi, yoksa dışımdan mı? Gözümün içine yerleştirilmiş küçük küçük resimler mi bu

eşya?..

Usul: Dâvaların dâvası... Bunu getiren adam, (Sokrat)... Ne kitabı, ne başka bir şeyi var. Onun

bütün kitapları, fikirleri, müthiş bir kütüphane getirmiş Eflâtun (Plâton)un eserleri içinde...

Eflâtun (Sokrat)ın ilk talebesidir. Onun talebesi de Aristo (Aristoteles)... Bu müselles, bütün

Garba hâkimdir. Sokrat için «bizim ilâhlarımıza inanmıyor» diyorlar. Ve adama zehir

içiriyorlar. O kadar güzel bir müdafaa yapıyor ki, müdafaası biraz yumuşak olsa kurtulurdu.

Çünkü parlak müdafaalar tehlikelidir. Hasımlarının içyüzlerini meydana dökmesi

bakımından... Ve zehir içip ölüyor. (Sokrat)ın (Apoloji) ismi verilen eseri (Plâton) tarafından

tesbit edilmiştir. Bu (Sokrat)ın müdafaasıdır. Yerle yıldızlar arası insan tâkatinin ve derin

fikrin sanatla karışık harikulâde senfonisi...

Bu adam, «niçin»den evvel «nasıl»ı getiren kafa... «Niçin» (Plâton)da başlıyacak... «Nasıl»

fevkalâde mühim bir yol, metod... İlk eşiği kurabilmek...

(Sokrat)ın üzerinde fazla duracak olursak diğerlerini anlatamayız. Onun için kısa kesmek

mecburiyetindeyim. Bu arada demin anlattığım sofistleri kendi mantıklariyle boğuyor ve kaba

hesapların üstüne çıkmalarını ihtar esiyor. Hakikat burda değil, maddenin üstünde, üstünün de

üstünde... O kadar (sofistik) mantığı boğmaya alışmış ki, gayet hissî bir tabloda bile o şahane

kafasındaki mantık dalâletlerinin ifade ettiği hınç belli oluyor. Meselâ ölüme giderken

yanında (Plâton) ağlamaktadır.

«- Ne ağlıyorsun?» diyor, (Plâton)a...

«- Haksız yere ölüme gittiğine»...

«- Demek haklı gitseydim gülecektin,öyle mi?»...

Orada bile «niçin»i nasıl yerine yapıştıran bir adam... Ve ölüyor (Plâton)un tabiri ile boğa

bakışlı, hocası...

Son sözü:

«- Falana bir horoz borcumuz var! Ödeyin!»

Ve bitişik odada kadınların vâveylâsına cevabı:

«- Ben size kadınları buraya sokmayın demedim mi?.. Onlar yarım mahlûklardır ve çığlık

koparmaktan başka bir şey bilmezler...»

(Plâton) kocaman bir kütüphane bıraktı. (Sokrat)ı tamamen (Plâton)dan öğreniyoruz. (Plâton)

idealizmayı getirmiştir. Yalnız (Plâton) için dört beş konferans lâzım... Onu da (Sokrat) gibi

kısa geçmeye mecburuz. İdealizma nedir, (Plâton) nedir? «Fikirler âlemi» onun (tez)i...

(Plâton) maddeye inanmaz. Maddenin illiyetini madde içinde aramaz. Madde ötesi (ide)ler

âleminde arar. Ve insanın içi o (ide)ler âlemine bağlıdır. Madde, sadece fikrin suret ve şekil

kazanması...

Araplar (ki Eski Yunan fikriyatı Araplar tarikiyle geçmiştir Batıya), (Plâton)a, «Eflâtun-u

İlâhî» derler. Ondaki vahdaniyet mizacı bakımından...

(Plâton) bir heykeltraş tasavvur eder. Mecaz halinde... Halîki böyle tasavvur eder. Burada

mecaz olarak tasavvur diyorum; inceliğe dikkat!.. İlâhî isimler arasında «müsavvir» ismi de

var... Müsavvir; hâlik, Rezzak, Rahîm, Rahman gibi, İlâhî isimlerden... Tasvir edici, suret

verici demek... Elbette Allah müsavvirdir. Hepimizin yüzünü çizen O, maddeyi biçimlendiren

O... Bizse yüzümüzü kendimiz çizmişiz gibi sahiplik taslarız!

Eflâtun bir heykeltraş tasavvur eder, dedik. Bu heykeltraşın iki vechi vardır. Biri «kendi», biri

«kendinden» olarak... Müessir ve eser... Bu heykeltraş tasvirinde plân, müessirin zatına

mahsus hikmet... Muazzam bir mermer kitle... Kendi hikmetleri... Heykeltraş mecazen zât...

Ve çekicin o mermer kitlesi üzerindeki hudutsuz hareketi, mahloklar manzumesi...

Hiçbir din değil, fakat müstakil bir fikir çıkışının yükselebileceği üstün nokta bu görüş...

Eflâtun İlâhî teyide mazhar bir nebî olmanın ulaşılmaz derecesi altında, fakat insan aklının

çok üstünde... O’na nebî denemez; çünkü; zamanın nebî’sine bağlı olmayan hiçbir fertte ve

idrakte bu imtiyaz düşünülemez.

(Plâton) bir (jeoğrafik) veya (topografik) yer tayin etmeksizin yükseklikler âleminde fikirler

kabul eder. Her hakikat o fikirlerdedir. Ve madde kendinı aşan bir fikre tâbidir. Onun için

idealizma (Plâton)da bütün bünyesiyle tamamdır. İlk büyük, muazzam idealist... Ve

idealizme, size basite irca ederek anlattığım bu şekilden ibaret...

Eserlerinde bu tezini olduğu gibi koyar. Eserleri pek çoktur. Hemen hepsinde (Sokrat)tan

naklettiği fikirler vardır. (Apoloji)den itibaren (Sokrat)ın konuşmaları eserlerde yer almıştır.

(Sokrat) küçük talebe halkaları içinde konuşmuştu. Akademiyi Eflâtun kurdu. Ağaç altı

konuşmaları... (Akademus)... Bugünkü akademi tabiri oradan gelir. Ona göre hakikat

(fenomen)lerde değil, fikir ve ruhtadır. (Fenomen) felsefede mühim bir mefhum... Sırasında

göstereceğiz. (Fedon, Fedr, Gorgiyades, Ziyafet, Cumhuriyet)... Başlıca eserleri bunlar...

Bunların büyük tesiri olmuştur. Tesiri azîm... Öyle ki, biraz sonra (Aristo)yu görünce, bütün

Avrupa’yı, herbiri orijinal, herbiri ayrı, herbiri başka olmak itibariyle, (Sokrat, Plâton ve

Aristo) müsellesinde, birinden birine irca kabildir. Talebesi (Aristo), tam (Plâton)un mukabili,

tersidir. (Plâton) buradan oraya gidiyorsa aynı hat üzerinde o, oradan buraya gelir. Yani

tabiata... Müessirden esere, eserden müessire geçişteki inceliği tasavvufta anlıyacaksınız. O

maddeye bakar; maddenin iç bünyesindeki kanunları keşf hedefine bağlar, aklın ve büyük

mânada (rasyonalizm) akılcılık, tabiatçılık, gerçekçilik temellerini arar ama bunlara ezbere bir

çıkışla gelmez ve fizik ötesini fazla deşmez.

Metafiziği onun, bakın nedir? Maddenin gittikçe sâf hareketi, görünüşte elene elene sâf

hareketi... Yani fikir durumuna kadar yükselttiği muazzam (efor) kadrosu... Tabiat budur onun

için... Onu bir maddeci olarak görmek yanlıştır. Onu maddeyi ilk defa esîrîleştiren adam

olarak görmek lâzımdır. Bir sürü eser yazmıştır. Demin kitaptan bahsediyordum; görün kitap

kadrosuna bağlı insanları... Meselâ «Mantık» adlı eseri İslâmiyete destek getirmiştir. Bazı

kelâmcıların kullandığı eserler...

(Aristo)nun «Mantık» başta, Fizik, Tabiat ilmi, Politika (Siyaset), Poetik (Sanat felsefesi)

vesaire birçok eseri var...

(Aristo) Büyük İskender’in dostu ve hocası... Abdülhak Hâmid bir piyesinde de vezin icabı

(Aristo) diyemez de (rosto) der gibi, «Risto bu nedir?» diye sorar ve cevabını alır: «Zafer

veya hiç!»...

Büyük fikir fütuhatının yanında, madde fâtihlerinin ve madde fethine memur adamlarının yan

yana bulunmasına dikkat edin! Bu İlâhî sır derin... İskender ve yanında koskoca bir (Aristo)...

Kanunî de bir aksiyoncu; yanında kimler yok ki... Şairi Baki, Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi,

Mimarı Sinan, Amirali Barbaros, Veziri Sokullu... Kimler, kimler yok! Bakın beraberlik

ifadesine, üstün cemiyetlerde...

(Aristo) mantığı kafanın çalışma metodu olarak ve bununla beraber tabiata doğru giden ve

maddeyi bir (efor) kadrosu diye ele alan adam...

Bu üçü (Sokrat, Plâton ve Aristo), hemen hemen maddenin üç buudu gibi derinlik, uzunluk,

genişlik halinde bütün Garp felsefesinin temeli... Bütün Batı tefekkürünün, usulcü, idealist ve

maddeci olarak bunlardan birine ircaı kabildir.

Şu kadar ki, (Aristo) maddede kalan bir felsefe yerine, maddeyi mânaya götüren bir

tefekkürün sahibi... Eflâtun ruhtan gelir, (Aristo) maddeden...

Şimdi bu üçünden sonra ne geliyor Eski Yunan’da? (Zenon) geliyor. Ahlâk felsefesi...

(Zenon) eza ve cefaya tahammül ahlâkının kurucusu... Cevr ve cefaya tahammül ahlâkı... Bu

ahlâk gururun ahlâkıdır, benliğin... Aşkın ahlâkı değil... ݺ aşka gelince hangi cevre tahammül

edileceğini tasavvuf bahsinde anlatacağım.

Asıl Roma’da (Epiktet) isimli filozofta tecellisini bulan bu ahlâk (Stoisizm) adını taşır.

(Epiktet) bir köledir. Onun ayağını işkence aletinde burkarlar, bükerler. Hiç ses çıkarmaz.

Gayet sakin bir tavır ve tonla der ki:

«- Daha fazla bükerseniz ayağım kırılacak!»

Bükerler ve ayak, müthiş bir sesle kırılır.

Verdiği cevap:

«Demedim mi?..»

(Stoisizm) ahlâkı budur ve (metafizik-madde ötesi) bir dayanağa malik değildir. Sadece insan

benliğinin madde acısına karşı hissiz tavrı... Satıhçı Romalı bünyesinin satıh ahlâkı...

Fakat bu ahlâk gayet dikkatle not etmeniz icab eden bir şey... (Zenon) ahlâkı, cevr ve cefaya

tahammül ahlâkı Roma’da öyle tecelli eder ki, Romalı ateşe sokar elini, bileklerine kadar

yakar ve «Romalı asîl yalan söylemez!» der. Ama (Plâstik) plânda bu kadar güzel görünen bu

ahlâk, belirttiğimiz gibi, (monizm)in, gururun, benliğin, (ampir)in ahlâkıdır; bir kâinat

görüşünün, derinliğine ruh dünyasının ahlâkı olmaya çok uzak...

(Zenon)dan sonra (Epikür) çıkıyor karşımıza...

(Epikür)ü bizde yanlış anlarlar. Zevk ve sefa meselesi... Bizde bu felsefe, cismanî, şehvanî

mânada zevk ve sefa olarak anlaşılır. Hayır! (Epikür) bu değildir. (Epikür) öyle ruhî hasletler

arar ki, ruhî safaya ve neş’eye, şevke varmanın ahlâkı yolunda gider. Ama bu şevk’e varacak

bütün yollardan mahrumdur. Onun için, mecburîdir, felsefesinin cismanî telâkki edilmesi...

Tasavvufta da bu en büyük dâva... Büyük safa... Fakat o safaya gidecek yol?.. İsimle olmaz bu

iş... Meselâ Hayyam bizce tam (Epikür)cüdür. Bedbin bir felsefe içinde keyfine bak, hükmü...

Bu hüküm insanı saadete ulaştıramaz; olsa olsa hislerini iptale götürür. Ebediyet tefekkürü

önünde duygusuzluk telkin eder ve cismanî plânda kalır. Fakat hayvanî rahata götürücü bir

tarafı vardır bu felsefenin... Fazla kurcalamaktan alakoyucu bir tarafı... (Epikür)ü yanlış

anlıyanlardan olmıyalım, yalnız mânasını bilenlerden, yolunun kapalı görenlerden olalım...

Bundan sonra Yunanda bir unsur eksik kalıyor Garbı tamamlamak için... Bütün Garp

Yunan’dır demiştik. Evet Yunan... Aslında Batı tefekkürünün, birinin çizdiğini öbürü bozan

fâsid dairesi üzerinde Yunan, bütün (tez)leriyle bir arada (antitez)lerini de besleyici bünyesi

bakımından işi bedbinlik felsefesinde bitirir. Nihayet öyle bir filozof gelir ki, her şeyi bozar

ve bütün bu fikir yolları çıkmaz sokaktır, anlayışını getirir.

O da (Piron)... O da (Septisizm)i kurar ilk defa... (Piron), «hakikatı insan bulamaz, hakikat

bulunur şey değildir» felsefesinin adamı...

Bu felsefe, «hiç»in kendi noktası üzerinde ve bir daire şeklinde harekete geçip işi yine «hiç»te

bitirişine en keskin misal... Nura muhtaç ruhu intihara sürüklemenin felsefesi...

Zaten böyle olmamış mıdır? 19. Asırda bütün satvetiyle istiklâlini ilân eden akıl nihayet

(Bergson)un elinde izmihlâle uğratılmamış mıdır?

Yunan’ı kısaca şöylece markalayıp kapatıyoruz:

Yunan, sadece akıl ve (plâstik) zevk harikasıdır. Aklı uzanabileceği en uzak noktalara

götürmüş ve nihayet ona, «geber, sende iş yok!» diyebilmiştir. Fakat ruh emrinde büyük aklı

bulamamıştır. Bu da zaten filozofun değil, peygamberlerin işidir. Böyleyken, tek başına

rehbersiz akıl nereye kadar gidebilir, göstermiş ve nasipsiz Batıya örnek olmuş tefekkür

zemini... Din olarak inandığı ustûre (Mitoloji)lere gelince, hayal gücünü belirtmekten ileriye

geçmez, beşerî hırslarla dolu tanrı tasavvurlarından ibaret bir oyuncak panayırı...

ݺte, Batıya aklı tedarik eden, fakat nihaî erişin sırrını veremeyen Yunan’ın en kısa çizgilerle

portresi!..

Aklı, varabileceği son noktaya kadar ulaştırıp sonunda fânî bir (plâstik) dünyadan başka hiçbir

şeye vardıramamanın ve ebediyet soluğuna hasret kalmanın muhteşem, fakat mahzun

zemini...

Roma üzerindeyiz. Onu çabuk bitireceğiz. Orada iki adam var: (Senek) ve (Epiktet)...

Roma’da büyük mütefekkiri, filozof çapında aramayın! Roma’da büyük mütefekkir bir nevî

âlim olarak, devlet reisi olarak, aksiyoncu olarak mevcut... Yani havâs, aydın yetiştirici

cemiyet... Fakat bu cemiyeti, Avrupa’yı meydana getiren büyük ferdî vâhidler topluluğu diye

ele alamayız. Roma cemiyet dehâsıdır. Orada ferdden çok cemiyetin dehâsı vardır. Bu

cemiyetin dehâsında nizam esasdır.

Roma kaldırımı... Roma’dan tâ Kırım’a kadar giden kaldırım... Bir doku, bir nesc, sımsıkı bir

nesc... Ve Yunan kültürüne tam bağlılık... Roma’nın (Jüpiter)i, (Zeus)un ikinci pasaportunu

taşır. Bütün inanışları ufak tefek farklarla aynıdır. Sadece (Plâstik) zevk; ve madde üstü

anlayıştan yoksun bir putçuluk...

(Senek): (Stoisizm)den mülhem temelsiz bir ahlâk felsefesi yapar. Bedbin ve mağrur... Ve

Roma dekadansını (çökmektedir Roma) tam ifade edici bir gurur havası ve onun ruh haleti...

Ümitsiz bir gurur... (Epiktet) mağrur değil; onda vecdi arayan, ama pervaneler gibi başını sağa

sola vuran ve bulamayan bir çıkmaz sokak rotası... O da tam (stoisyen)dir. Bedbin ve

mahzun... Köleliğinin de tesiri... (Epiktet) kölelikten gelme...

Onun için orada Yunan’da olduğu gibi âbide çapında fertler göremiyoruz.

Şimdi meselenin meselesi geliyor: İskenderiye mektebi... Üzerinde durmaya değmezdi, ama

şu iftira var ya; tasavvuf oradan alınma diye... Onun için İskenderiye mektebini biraz tafsilâtlı

göreceğiz.

Bu mektebin (filozofik) ehemmiyeti, bahsettiklerimin yanında Süleymaniye camiine nisbetle

bir gecekondudur.

İftiraya cevap verelim: Garplı fikirde son derece hilekârdır. İskenderiye Mektebine hiç

ehemmiyet vermez, fakat bizim tasavvufu oradan çaldığımızı söyler. ݺte bütün mesele

burada... İskenderiye Mektebi Hristiyanlıktan sonra... Bir ân duralım! Burada Hristiyanlık

sözünü kullanmıyalım, onu İsevîlikten ayıralım! Zira Hazret-i İsa hak Peygamber... Hazret-i

İsa’nın tebliğ ettiği ve bilâhare tahrif edilmiş olan din, Allah Resûlüne kadar hak dindir.

Tahrif edildiği için İlâhî vasıfları tenzihte küfre düşer. Küfür buradadır. Dalâlet, küfür,

bulunan hakikatı kaybetmektir.

Küfür kelimesi insana acı gelir; mânasını bilsek çok seyrek kullanırız. Küfür gizlemek

demektir. Yani hakikatı perdelemek... Onun için meseleyi doğuşu İsevîliğin zuhurundan sonra

olduğu halde biraz evvele alıyorum. Bu mektep bir yahudi müessisesidir ve ilk defa İsevîliğe

karşı bir tepki olarak başlamıştır.

Şöyle:

İslâm tasavvufu gûya İskenderiye mektebinden çalınma ve zâtiyle (orijinal) olmayan bir

müessise... Bu değil mi iddiaları?..

Ne gariptir ki, orijinallerin orijinali; yani aslîlerin aslîsi tasavvuf, zaten Eflâtun ile, muharref

Tevrat arası bir bulamaçtan ibaret, büsbütün sahte bir felsefe koluna bağlanmak isteniyor!

İskenderiye veya (Neo-Plâtonizm), Yeni Eflâtunculuk ismini taşıyan bu mektep,

Hristiyanlıktan sonra (Plâton) ve talebeleri tarafından kurulmadan çok evvel Yahudi (Filon)un

elinde ilk temelini atmıştı.

(Filon) Hazret-i İsa’dan 20 yıl evvel doğmuş, 54 yıl sonra ölmüş, 74 yaşında bir yahudi...

Cenup Suriye taraflarından... «Ddeler Âlemi» nazariyesini Yahudilerin tahrif edilmiş kitabı

Tevrat ile karıştırır, bir (kokteyl) yapar ve bu (kokteyl)den sahte bir (mistik) süzmeye bakar.

Fakat devrinde hiç alâka görmez. Ondan 193 sene sonra, İskenderiye mektebi (Filon)dan alır

diyalektiğini ve «Nev-Eflâtuniye» namiyle, yani sırf (Plâton)dan alınmış gibi göstererek

felsefesini kurar. Ve bu mektep 193’de başlar, 500’e kadar gider. 4. Asır sonlarına kadar...

Hiç tutunamaz ve işi büyücülükle bitirir.

(Plâton) aslında Romalıdır. İskenderiye mektebi millî bir mektep değildir. Karmakarışık,

melez... İsevîlik gelmiş, Yahudi ellerde tahrif edilmiş, ortalık bulanmış, put alâkası

zayıflamış, çünkü büyük ruhtan haber gelmiş ve erimiş bütün heykeller... (Zeus) iki büklüm

olmuş... Fakat böyle bir âlemde her şey karmakarışık...

İskenderiye vaktiyle İskender’in kurduğu kasaba... Adetâ bir Bâbil Kulesi manzarasında...

Yahudi orada, politika tezgâhları orada, her fitne orada... Bir hercümerc... Şimdi, dâvaları

nedir; ona bakalım! Bunlar başlangıçta İsevîlikle açık bir mücadeleye girerler. Ve ona karşı

(Plâton)un «Ddeler Âlemi»nden bir nazariye atarlar ortaya... (Aristo)yu da (diyalektik) olarak

alırlar.

(Diyalektik) nedir?

(Diyalektik) fikrin tanzim şeklidir, ambalajı, mimarisi... Mantıkla yanyana... Çok defa

(diyalektik)lerin çelmesine takılır kalırız, üstün fikre çıkamayız. Halbuki (diyalektik) başka,

fikir başkadır.

İskenderiye Mektebi (Aristo)nun diyalektiğini alır, (Plâton) ile karıştırır ve der ki: «Benim

metodum sâf fikir ve hissi istidlâldir»... Öyleyse akıl nerede kaldı? Hissî istidlâlden gelir, işi

neticesiz bir noktaya getirir; ve (ekstaz) vecd ve istiğrak gayesine bağlar. İstidlâl yolu ile gelip

(ekstaz)a geçmek... Bu noktalara iyi dikkat etmek lâzım... Burada dünyanın en büyük bir

«olmaz»ı, muhali var...

Hissî istidlâl, insanı, nihayet kendi öz varlığına bağlı bir akıl kamaşmasına götürür.

Varlığından geçici, zâtını görmeyici, kendini kaybettirici bir «fenâ» noktasına vardıramaz.

Bu, kendinde olarak «kendimde değilim!» iddiasına varır ki, kamaşmış bir aklın hokkabazlık

oyunundan ileriye geçemez.

Balıkla kuş evlenip de çocuk sahibi olamazlar... Akıl eğer balık, vecd ise kuşsa yolları

ebediyen birleşemez. Hilkat kanunu bu... Zorlarsanız ne olur? ݺ yine akıl meselesi olarak

kalır, üstelik aklı da öz payı içinde iptal eder.

Tasavvuf ise ruhtan gelip akla hisse veren, aklı hissesine asla tecavüz ettirmeyen ve gayeyi

«ne akılla olur, ne de akılsız» diye tespit eden İlâhî marifet rejimi...

İskenderiye mektebinden devşirilmiş olduğu iddia edilen tasavvuf böyle bir sahte malı çalmış

olabilir mi?..

Tesiri ve takipçileri 5. Asra kadar devam eden İskenderiye mektebinde, bize yalan veya doğru

tarafından ötelere ait bir haber getirici bir tek ermiş yoktur. Tasavvuftaysa kol kol velî... Onlar

işin saçmasapan dedikodusundadır, tasavvuf kahramanları ise yaşantısında... Ve şiarları «kaal-

söz» adamlığı değil, «hal-bizzat yaşama...»

Büyük (metafizik) ölçülere dayalı ve sistem belirtici kitapları da yoktur. Bir yarım kısır

(psikoloji) ve (Plâton) devşirdikleri ve kısırlaştırdıkları bir yarım (ideoloji)...

Biricik dehâsı satıhta derinleşmek ve ne kadar derinleşirse derinleşsin, yine de satıhta

kalmaktan ibaret Batı tefekkürü, işte, bir fare kılı ile fil kılı arasında ayırd edici bir (faktör)

bulamayan bir dış müşahede göziyle baktığı için her kılı aynı cinse bağlar ve önceki ve

sonrakine göre âdi bir hesap mantığiyle hükmünü verir:

«- İslâm tasavvufu, İskenderiye Mektebinden iktibas edilmiş, asliyet ve şahsiyetten mahrum

ve İslâmın kuruluğunu değiştirmeye memur bir yamadır.»

Bahsinde göreceğimiz gibi, doğrudan doğruya Allah Resûlünün bâtın hazinesinden başka bir

şey olmayan tasavvufa bu bakış, Garplının muhteşem hamakatini göstermekte en çarpıcı

misaldir.

Uça uça nihayet motor kuvveti sayesinde biraz havalanabilmiş olan Batı adamı, elbette ki,

küçücük bir solukla ve feza boyunca yol alan, ışık hızlı tasavvuf füzesini çocuk

uçurtmasından ayırt edemez. Buna kafa yapısı müsait değildir.

İskenderiye Mektebi, aslında, Roma’nın benlik felsefesi diye hüviyetlendirebileceğimiz haşin

tefekkür zemini üzerinde, İsevîliğin çökerttiği bir nizamın, Hıristiyanlık içinden gelerek

Hristiyanlığa da zıt ve Eski Yunan’dan imdat isteyici ve gûya ruha bağlanıcı son nefs

müdafaası hamlesidir.

*

İskenderiye Mektebinin, hem de zıt yoldan Eski Yunan’la karışım yapmaya kalkıştığı gerçek

İsevîliğe bir göz atalım: Hazret-i İsa, babasız hak peygamber... Bize İhlâs Sûresi herşeyi

söylüyor. “Allah doğurmadı ve doğurulmadı”... Hazret-i Meryem’in doğurduğu büyük

Peygamber... Yoksa Allahın oğlu değil...

Şu Avrupalı bir nevi zekâ içinde ne muhteşem ahmaktır! Babasız çocuk olmasını muhal görür

de din ona bu muhali kabul ettirince bu defa muhallerin muhaline kaçar; yani Allahı baba

kabul eder. Ve babasız yaratıldığını kabul ettiği Âdem Peygamber hakkında böyle düşünmez.

Hazret-i İsa’nın Peygamberlikte derecesi dördüncüdür. Birincisi, Allahın Sevgilisi, ikincisi

Hazret-i İbrahim, üçüncüsü Hazret-i Musa, dördüncüsü Hazret-i İsa... Nebî üstü resul, hepsi...

Resul, yeni bir şeriatle gelendir. Nebî kendinden evvelki resulün şeriatına bağlı, fakat

Allahtan vahy alan...

Her resulün karşısında küfrün bir timsali vardır. Hazret-i İbrahim’in karşısında Nemrut,

Hazret-i Musa’nın karşısında Firavun, Hazret-i İsa’nın karşısında da Roma... Her resulde

olduğu gibi, eritici bir nefes sahibi O... Eritici ve silip süpürücü... Asliyle hak; Kur’ân’ın bize

emrettiği şekilde resul; fakat hristiyanlık menbaından alacağımız bilginin hiçbir noktasına

mutabık değil... O bir eritici nefes dedik, yanlışı ve kötüyü silen kezzap... Çünkü resul... Bâtılı

yıkmaya ve hakkı dikmeye gelmiş resul... Dinini aşağı yukarı nasıl neşrettiğini biliyorsunuz.

Ne kadar ufak ve dar bir zümrenin kendisine iltihak ettiğini, orada Hazret-i Musa’ya ihanetle

başlayan yahudi dehâsının nasıl Hazret-i İsa mevzuunda da pusu kurduğunu ve bir toplantıda

“yarın horoz ötmeden içinizden biri beni ihbar edecek” dediğini... Ve onun da (Juda) adlı bir

yahudi olduğunu biliyorsunuz. Oniki havâriyi de... Hazret-i İsa’nın, sakın asılmış falan

olduğunu zannetmeyin! O Hristiyanlığın telâkkisidir. Hazret-i İsa çarmıha gerilmemiştir. İlâhî

iradeyle semaya ref’edilmiştir. Çarmıha gerilen, ona benzettikleri bir yahudidir; belki de

(Juda)... İslâmî ölçü çarmıha gerilme hadisesini böylece tespit eder ve sonradan tahrif edilmiş

olan İsevîliğin bu iddiasını kökünden kazır.

Hazret-i İsa’dan sonra dâva oniki havâriye kalıyor. ݺte bu havârilerin sadıklarında yükselen

soluktur ki, koca Roma İmparatorluğunu yerle bir etmiştir.

Havârilerden doğru yolda gidenlerele tahrifçiler arasında tefrik yapamıyoruz. Elbette Kâinatın

Fahrine kadar geçen müddet içinde ve Allahı tenzih kaydiyle hak olan bu dinin birçok velîleri

olmak gerekir. Velîleri, şehitleri ve kahramanları... Fakat onları ayıklıyabilmek mümkün

değil... “Teslis” dalâletinin ortaya atıldığı ve Son Resûlün bayrağını açtığı andan itibaren

Hristiyanlık cephesine ne bir velî, ne de, Allah Resûlünü reddetmeleri bakımından bir mûmin

kabul edilemez!..

İsevîlik yerine Hristiyanlık kelimesiyle vasıflandırdığımız ve bu suretle dâvalarını gerçek

İsevîlikten ayırdığımız yol, Katolik ismi verilen mezheple başlar. Bu yunanca bir kelime...

“Katolikon” umumî din mânasına... Cihanşümul din... Teslis, yani üçleme; baba, oğul ve

“Ruhulkudüs” olarak Allah’ı ve İlâhi vahdeti üçe bölen bu mezhep kendisini umumî din kabul

eder ve ortodoksluk ve protestanlık yollarına hakaret nazariyle bakar. Halbuki ondan sonraki

mezheplerle beraber bizzat kendisi hiçbir bedahet duygusunun kabul edemeyeceği bir abesler

manzumesidir.

Katolikliğin kalesi halinde kurulan Roma kilisesi Allahı tenzihte en büyük abese düşer ve

abesi tayinde akla en küçük hisseyi vermezken, İslâmın zuhurundan evvel küfür uçurumuna

düşmüş ve zuhurdan sonra da gerçek vahdâniyet davetçisini inkâr ederek bu uçurumu

büsbütün derinleştirmiştir.

İlâhi varlığı tenzihte sabit kaldıkça, topyekûn zaman ve mekânın Peygamberi zâhir oluncaya

kadar hak din olan İsevîliğe ilk tahrif tohumunu kim atmıştır?..

Şüphesiz ki, yahudi...

Ama kim?.. Bizim şüphemiz (Sen Pol) üzerindedir. (Sen Pol) bir yahudidir. Onu biraz

yakından görelim: (Sen Pol) ve (Sen Piyer)... ݺte katolisizmin ve Roma kilisesinin iki

kurucusu... (Sen Piyer) baş kurucu ve ilk papa kabul edilebilir. Papalığın bütün kanunlarını o

koymuştur. Fakat tahrif onunla mı başlıyor, bilmiyoruz. Asıl şüphe (Sen Pol) üzerinde... (Sen

Pol), asıl ismi (Saul), şahsiyeti ve hayatiyle son derece dikkate değer bir tip... Gayet çirkin bir

adam... Küçük, çipil, hummalı, sabit bir noktaya dikili gözler... Felç geçirmişçesine çarpık ve

sırıtkan bir ağız... Avrupalının, Batıya (mistik) ruhu aşıladığını kabul ettiği bu adam,

İsevîliğin başında ilk mazlumlardan biri olan (Sen Etyen)in idamında sehpanın karşısına

geçiyor ve feci manzarayı sonuna kadar seyrediyor. ݺ bitince de Romalı askerlerin yanına

gidip mahkomun üzerindeki elbiseleri istiyor. Veriyorlar... Hristiyanlığın en büyük

azizlerinden bilinen bu adam günün birinde seyahata çıkıyor. Tarsuslu yahudi (Saul) dört beş

iklim aşıyor, dağlara çıkıyor, çöllere iniyor, dere tepe düz, gidiyor. Bir gün kuytu bir sahradan

geçerken birdenbire güneşin ziyasını kapatan müthiş bir şimşek şulesi karşısında kalıyor.

Rivayet onlardan... Yere kapanıyor, “Efendimiz, efendimiz! “ diye haykırıyor. Ve goya

gaipten bir ses geliyor: “Beni incitmekle devam edecek misin?” Bu ses, yine goya Hazret-i

İsa’nın... (Saul) işte o andan başlıyarak yeni bir adam olmuştur. Derhal Hristiyanlığa

kapılanıyor, havârilerin kısa zamanda başına geçiyor ve “putperestlerin yola getiricisi” ismi

altında harekete koyuluyor.

O zamanlar iki cereyan var Hristiyanlık yolunda... Biri Yunan, Öbürü Yahudilik cereyanı...

Bir kısmı Hristiyanlığın kültür bağını Yunan’a çekmeye bakarken, bir kısmı da yahudiliğe

doğru çekme gayretinde... Bu cereyanların ikisi de gerçek İsevîliğe zıt... Hele yahudilik

cereyanı, getirdiği sahte (mistik) ve bâtıl itikatlar yüzünden büsbütün aykırı... Bu cereyanın

bağlıları halis İsevîlere yapmadığı zulüm bırakmıyor.

ݺte bu hava içinde (Sen Pol), nam-ı diğer (Saul) Anadolu içinden bir hat çizerek Yunanistan’a

ve oradan da Roma’ya gidiyor. Roma’da öldürülecektir. Fakat öyle bir ölüm şekliyle ki, ancak

hak yolunda muazzam bir vecd sahibi bir müminin can verişi gibi... Görülüyor ki, (Sen Pol)

kendi bâtılına bizzat inanmış vaziyette... Kendisini ayağından asmalarını istiyor. Başı aşağıda,

o şekilde can veriyor ve böylece hayatiyle de Batıya aşıladığı sahte (mistik) mânaya misal

oluyor.

Batı adamı, (Sen Pol)ün bu haline “Salip cinneti” ismini verir. Gerçekten bir cinnet...

Tasavvuf bahsinde göreceğimiz gibi, muvazeneli ve kıvamlı, zaptedilmiş ve murakebe altına

alınmış ve herşeyden evvel hak kutbuna bağlı cezbeyle bu cinnetin arasındaki fark sonsuzdur.

İslâm tasavvufunun gerçek velîlerince makbul tutulan hal ile bunun arasında bir ters-yüz

durumu vardır.

(Sen Pol)ün bir de “tenimizdeki diken, kıymık” diye bir tabiri var.. O da çok uzaktan gördüğü

“nefs”e işaret...

Sırası gelmişken söyleyelim ki, “nefs” kelimesi Arapçadan başka hiçbir dilde yok... Bu

kelimesinin çerçevelediği mâna, muazzam... Kalbin hakikatini ifade eden nefs ile ruh

arasındaki bağ, Allah’a erme dâvasında en ince ukdeyi belirtir ve çözümü sadece ve sadece

İslâm tasavvufundadır. (Sen Pol) ise, herşeyde olduğu gibi bu dâvada da işin sahte cephesini

temsil etmekte... Ama yanan ve tutuşan bir insan olduğu besbelli... Suriye’den Anadolu’ya,

oradan Yunan illerine, oradan da Roma’ya doğru bir orman yangını halinde etrafını yaka yaka

ilerliyor. Roma’da (Sen Piyer) ile buluşuyor. Oradaki gerçek ve masum İsevîlerle

(katakomp)larda müthiş bir vecd hayatı sürüyorlar ve sonunda asılıyorlar.

Burada derin (nüans-gamıza) var... İsevîlik, topyekûn zaman ve mekânın Peygamberine kadar

hak din... Fakat Allah’ı tenzihte dalâlet ve felâkete düşmemek şartiyle... Kâinatın

Efendisinden sonra ise topyekûn bâtıl... O devirde henüz Son Resûlün çağına 5-6 asırlık bir

mesafe bulunduğu için, dalâlet ancak Allah’ı tenzih bahsinde olabilirdi ki, işte bu yüzden

yahudi parmağının oynadığı rolü (Sen Pol)e bağlamakta kendimize bir şüphe hakkı tanıyoruz.

Yoksa katiyetle tespit ediyoruz ki, Allah’ı tenzihte hataya düşmeksizin, yani babasız hak

peygamber Hazret-i İsa’ya tam bağlılık içinde olanlar o devirde hak dinin halis velîleridir. Bu

noktayı nazara alarak umumî bir kıymet hükmü içinde havârilerin kıymet hükmü içinde

havârilerin hakikatlerini Allah’a havale etmek lâzımdır.

O devirde İsevîlik vecdi o kadar derindi ki, (plâstik) ve dışa bağlı Romalının ruhu tamamiyle

içe dönmüş ve benliği bu vecd içinde erimiş bulunuyordu. Meselâ putperestlerce hesaba

çekilen bir Romalı; “kimsin, nesin, nerelisin, ne düşünüyorsun?” sualine “ben bir İsevîyim!”

cevabından başka bir karşılık vermiyor ve seve seve arslanların dişlerine atılıyordu. Ammâ ki,

bu ilk masumların başlarında (Sen Pol) ve (Sen Piyer) gibilerin telkinleri, İsevîliğin ilk tahrif

hareketi olarak acaba ne gibi bir yön gösteriyordu? Tespiti zor...

(Sen Pol) için “Hristiyanlığa mistik buudu getiren insan!” diyen Batı adamı, böylece nisbet

iddia ettiği Peygamberi küçülttüğünün ve herşeyi, vahdâniyet bayraktarı büyük Resûl’den

koparıp belki bir tahrifçiye bağladığının farkında değildir.

(Sen Piyer)e gelince, hakkında fazla bir şey tesbit edemiyoruz. O, Roma kilisesini kuran

havâri... Fakat (Katolik) mektebinin ilk tahrif kitabıyatını düzenleyen o mudur, bilmiyoruz.

Şüphe, (Sen Piyer)den ziyade (Sen Pol) üzerindedir. Bunu tekrarlayalım...

İsevîlik nefesi bu haliyle bile koca imparatorluğu silip süpürüverdi. Dış kabartmalariyle

eşyayı nakış nakış yontan, plâstiği, estetiği ve (lejyon)lariyle dalga dalga gelen insan selini

hayal edin! Nasıl da köpük köpük eriyiverdi.

Her tarafı yalayıp geçen ve bütün bir madde dünyasını kökünden kurutuveren bir nefes, ruhun

şehametinden müthiş bir misal... Eski Yunan, Roma’nın sömürgesi olmuşken ve o güne göre

madde marifetlerinin hepsi Romalının elinde toplanmışken bir anda o sımsıkı yumruk çözüldü

ve bütün madde marifetleri toprağa serildi.

ݺte bu (atmosfer) içinde Batının asırlarca süren bir dehlize girdiğini görüyoruz. Kapkaranlık

bir dehliz...

Bâtıl da olsa bir oluş yıkılmıştır, (plâstik) dünya sönmüştür. Bu oluş, İsevîliğin tahrifçisi ve

dünya hayatının tahripçisi bir müessise olarak yığınları kapkaranlık bir dehlize sürmüştür.

Kuru akıl ve madde fütühatı devrinin yapma çiçekleri dökülmüş, ama gerçek ürüne yol

açılmamıştır. Hak Peygamber Hazret-i İsa’nın hak dini, daha ilk safhalarda tahrife

uğratılmıştır.

Artık, Orta Çağ isimli bu dehlizin içinde papazların, selim akıl ve bedahet duygusunu bile

köstekleyici yobazlık devri başlar. Orta Çağı bu teşhis belirtebilir. Kısa zamanda öyle bir

papaz tipi meydana gelmiştir ki, bedahet halindeki gerçekleri göz göre göre iptal etmek

sevdasındadır. Orta Çağ boyunca kilisenin bu gidişini İsevîliğe en büyük hıyanet bilmek

gerekir. Papaz tipi, insanı sanki – hâşâ – Allah adına yargılayan (otorite) isimli bir yetki temsil

eder. İnsanı diz üstü yere çöktürür, günahlarını söyletir ve sonra bağışlandığını bildirir.

Cennette arsa satar, Allah adına bir murahhas edasiyle hükümler savurur, aklın her türlü

arayıcılık melekesini küfürle suçlandırır!.. Kürenin döndüğü, yıldızların deveranı, (Kopernik)

buluşları hep İncil’e aykırı kabûl edilir.

Bir de bütün bu bedihî saçmalıklara karşılık Kur’ân’daki münezzeh ifadeyi düşünün!

Karanlık dehlizin sonlarına doğru kilise (engizisyon) isimli mahkemesini de kurdu ve aklın

baş gösterdiği her yerde bu başı koparmaya memur cellâtlarını teşkilâtlandırdı. O kadar ki,

inkârına tâkat getirilemez olan hakikatleri bile dile getirenleri, iddialarını inkâr ve sözlerini

geri almaya zorladı. (Galile)ye “dünya dönmüyor!” dedirtmeye kadar varan fikrî zulüm bütün

insanlığın malûmu...

Bu arada tam da kilise yararına jandarmalık edecek olan (feodalite-derebeylik) ocağı...

Bu müessise, olanca şakavet selâhiyetini kiliseden alır ve onun vicdan haczine memur zabıtası

rolünü oynar. Derebeyi guruplarının bağlı olduğu krallar da aynı yoldadır ve papaların eşiği

üzerinde yalnayak ve başı kabak, af dileme durumunda...

ݺte kendileri için:

-Allah’tan çok çok küçük, insanlardansa, çok çok büyük!

Düsturunu koyan papaların (otorite) sistemi...

Asırlarca gider bu iş... Bunun böyle gidebilmesi için de bir fikriyata ihtiyaç vardır.

(Skolâstik)... Bizim, ceplerde kaybedilmiş güneşimizin zavallı imansızları, (Skolâstik)

kelimesini Medrese hakkında kullanırlar. Beyinsizler!.. Meselâ konuşurken “bırak bu

(Skolâstik) lâfları!” diye sözü kesmeye çalışırlar... “Gel, bana skolâstiği anlat!” deseniz hiçbir

şey söyleyemezler... Kısaca (Skolâstik) işte bu abesler manzumesine (Aristo) mantığını

katarak meydana getirilmiş müessisedir. Onun da kurucusu (Sen Toma)... 13. Asır... (Sen

Toma), tuttu, (Aristo) diyalektiğini aldı, Hristiyanlığa yamadı. (Aristo) korkunç adam...

Maddeye hâkimiyette hünerli... Ve kendi mantığına bir ilk mütarefe bağlıyarak ve devamını

gayet ileri götürerek o diyalektik üzerinde bir mektep kuruyor (Sen Toma)... Ondan sonra

insana düşünme ve muhakeme imkânı bırakmıyor. Kiliseye gitmek, günah çıkartmak...

Papanın gönlünce hak ve irade... Kadın almak ve vermek... Papa her şeyin mümessili...

Aforoz müessisesi gibi gayet kuvvetli bir silâh var elinde... Krallar dahi aforoz korkusiyle

papadan mağrifet dileniyorlar.

·

Şimdi (Rönesans)...

(Yeniden doğuş – Rönesans) “hümanist”lerle başlar işe... Burası Batının en mühim dönüm

noktası... “Ümen” insanî demek olduğuna göre “Ümanist” ne olsa gerek? Bizde herşey

satıhtan devşirme olduğu için bunlara “insaniyetçiler” denilir. Halbuki “ümanist” Eski Yunan

ve lâtin metinlerini toplıyanlar demektir. Gayeleri insanî olduğu için “ümanist”tirler.

(Ümanizm) i Batıya hediye edenler de Araplardır, İslâmdır. İslâm medeniyetinin bütün

ufuklara hâkim eseri... Zira Araplardır ki, Eski Yunan ve Lâtin eserlerini Arapçaya tercüme

etmişler, onları kaybolmaktan kurtarmışlardır. (Aristo)yu, (Eflâtun)u tetkik etmiş, “Dlm-i

kelam”ı kurmuşlardır. Hepsi gözden geçirilmiş ve Yunan tam mânasiyle süzülmüştür.

(Skolâstik)ten asırlarca sonra yeni fikirler Batıya gelir. Vasıta Arapçadır. Arapça ile

münasebet esnasındadır ki, Fransızca Arapçanın tesiri altında kalır ve ondan birçok kelime

alır. Meselâ (amiral – emîrülmâ), (alşimi – el’kimya) ... Ne yazık ki, Doğu’da hiçbir

mütefekkir bu hakikatleri belirterek Batıya pes ettirici bir fikriyat yuğurmamıştır.

Ben bahsettiğim o mütefekkirin gölgesinin kırıntısının kırıntısı olmaya çalışıyorum. Kendime

bir pay çıkardığım zehabı uyanmasın zihinlerde... Böyle bir mütefekkir şimdiye kadar

gelmemiştir ve bundan sonra da gelmesi gayet güçtür.

İmam-ı Gazalî ve benzerlerinin kendi zaman ve mekânlarında en zengin çapta ödedikleri bu

mütefekkir borcunu asrımıza tatbik etmekle mükellefiz... Büyük marifet bunda...

(Ümanist) ler içinde iki mühim adam var... Bir tanesi İtalyan Kardinal (Bembo), öbürü de

Fransız (Rable) ... Birincisi, Kardinal olduğu halde kilisesinin üstüne çıkmaya doğru cereyan

açar...

(Ümanist)lerin faaliyetlerinden sonra meydana birdenbire şu mütefekkirler çıkar: (Servetüs)

İspanyol, (Bruno) İtalyan, (Kampenellâ) İtalyan, (Vanini) İtalyan... Biraz sonra da (Loter)

Alman, (Kalven) Fransız...

(Servetüs) bir İspanyoldur. Ateşte yakılanlardan bir doktor... (Kristiyanizmi Restitudyo)

Lâtince ilk eseri... “Hristiyanlıkta ıslah hareketi”... Sonra meşhur eseri (Tritatis Erolis –

Teslisin Tashihi) ...

Artık kimsenin muhal ifade edici uydurmaları yutmak ihtimali kalmamış gibidir. Hâşâ,

münezzeh Allahın bir oğlu olsun, oğlunu sağında oturtsun, filân, falan... “Ruhulkudüs – oğul

– baba” itikadı; mahut “teslis – üçleme”... Yani bir nev’i hulûl itikadı... Hâşâ, Allah insana

hulûl etsin!.. Hulûlün, yine hâşâ, timsali onlarca Hazret-i İsa’dır.

ݺte bu adamlar, (Servetüs) ve arkasından gelecek olanlar, bu abeslere karşı, kaybolan, o,

kendilerine göre ışıklı dünyanın ilk talipleri, arayıcılarıdır. Birden, derhal kilisenin karşısına

dikilirler. Ve eserlerini ona göre yazarlar.

O devirde bir büyük hadise var!.. (Kopernik) sistemi meselesi... (Kopernik) isimli müsbet

bilgi adamı çok açık ve vazıh delillerle dünyanın döndüğünü ve güneş manzumesi isimli

sistemini ortaya koymuştur. Ama neler çekmiştir bu adam!.. (Servetüs) ilk defa bunun

müdafaası ile işe girer. Böyle bir fikir kilisece katiyen yasaktır. Uzun boylu bir macerası var.

Nihayet engizisyon ve yıkılış... Ondan daha mühimi (Bruno)dur. (Cordano Bruno)... (Bruno)

yine 16. Asırdan... Büyük kafa ve sanatkâr mizaç... Aklî tenkitçidir ve (skolâstik)in şiddetli

düşmanıdır. Yani aparma (Aristoteizm)in, yani uydurma akılcılığın en büyük düşmanı... Şiirle

karışık büyük eserler yazar. Aklın, hakkı içinde idamını isteyen, yani akılla akılcı olmayan bir

(mistik) mizaç ifade eder. Aklın ilk haklarını ister. (Kopernik) ve tecrübe metodu ana dâvası...

Şiirleri derin ve hummâlı... Hattâ (Şekspir)in “Fırtına” ve “Hamlet” isimli eserlerindeki büyük

(melânkoli)yi harikulâde bir tarzda terennnüm etmiş adamdır (Bruno)...

Bu adamı da yakılmaya mahkûm ederler; tam yanarken salibi uzatırlar, eliyle iter haçı (putu)

ve hâkimlere bağırır: “Ben ölmekten korkmuyorum, siz bana bu cezayı verirken benden daha

büyük bir korku içindesiniz!”... Tarihte çok meşhurdur bu söz... Ne güzel söz! Keşke gerçek

iman dâvasında bunu söyliyebilenler olsa... (Bruno) böylece gider. Dikkat edin; hepsinde

karakter tektir. Kiliseye, abeslere karşı aklın ilk haklarını almak direnişi...

Bundan sonra (Kampenellâ) geliyor. Ona ilk komünist derler komünistler... “Güneş Beldesi”

adlı meşhur eseri, dayanaklarıdır.

Evet, (Kampenellâ)... Basit kafasiyle, insan haklarının dürüst dağıtıldığı bir cemiyet hayal

eder. “Güneş Memleketi” adını verdiği eserinde... 20. Asrın maddeci kafası onu hemen

markalar: “Gel beri, ilk komünist!” (Kampenellâ) dan çok önce gelen Şeyh Bedrettin Simavî

(Simavna Kadısı) için de, satıh istismarcıları aynı şeyi yapmışlar ve onu komünizmanın

öncülerinden saymışlardır. Nâzım Hikmet onun için bir destan yazmıştır. Halbuki Şeyh

Bedreddin’in dalâleti apayrı bir sahadadır.

İnsanoğlu malûm ve umumiyetle kolaya, kolay anlaşılmaya, dış mantık oyunlarına mahkûm...

(Kampanellâ) da kilisenin sâf aklı ezici cinayetini anlamış olmasına rağmen, aklın aslını ve

künhünü anlayamamış, “kolaycı”lardan olmuş, bâtıl’ın bâtılla kavgasında satıh üstü kalmıştır.

Küçük ve dış görünüşlere takılı cüce idrak... (Vanini) keza...

Bir müddet sonra (Lûter) peydah olur. (Marten Lûter)... Alman Protestanlığının kurucusu...

ݺte (Rönesans)ın hristiyanlık sahasında (filozofik) fikir cephesi...

(Rönesans)ın bir sanat, bir de fikir cephesi var... Bir (Mikelanj)ı, bir (Leonardo Davinçi) yi ele

alın; muazzam adamlar... Kiliseye karşı olan (Rönesans) kilisede yalnız vecdi ve hassasiyeti

geliştirmeye bakar. Bir de (Bazilik dö Sen Piyer – Sen Piyer Kilisesinin kubbe altı tezyinatı),

düşünün ne eserdir! (Mikelanj) buraya otuz sene emek sarfeder. Öyle ki, bir akşam çizmesini

çektikleri zaman derisi beraber çıkacak kadar ayağına yapışmıştır. Ne türlü vecd içinde

çalıştığına dikkat edin! Resimlerinin çoğu dinîdir. Uydurma, o başka... Heykelleri dinîdir. Hep

o vecd... Papazların aleyhinde bir hareket ama bu ismi koymadan... Her şeyi yine dinden

bekliyen bir hareket... Dinsizlik hareketi değildir kendilerine göre... Yani dinden birçok aklî

abesleri koparıp bir hassasiyet elde etmeye Romalının kendi vahidine ilâve etmeye doğru bir

cereyan... Çifte vâhid, Yunanla Roma... (Fikirde Yunan, + Nizamda Roma, + hristiyanlık

hassasiyeti = Greko-Lâtin Medeniyeti...) Bugünkü (Greko-Lâtin) medeniyetinin kimya

formülü budur!.. Başta da kaydettik.

(Sen Pol) ve (Sen Piyer) den sonra (Skolâstik) ile gelip (Rönesans) hareketiyle aklını ve

hıncını bulan hamlenin biraz sonra (Lûter) ve (Kalven) le dini islah etmek üzere bir hamlesi

olsu. (Lûter), bu Alman mütefekkiri derhal sapıklıkları protesto etti. Evvelâ rahipte günah

çıkarma selâhiyetinin bütün abeslerini protesto... Dikkat olunursa bu, dinin abeslerini

ayıklama hareketi... Bu, aynı zamanda İslâmiyete bir yaklaşma rotası... Teşhisimizin özü

şurada: (Lûter) bu hareketlerine girişirken devir 16. Asır... Bizim haşmet ve taarruz

devrimiz... Bu zamanda biz oralara fikir misyonerlerimizi göndermiş olsaydık bir anda

İslâmiyet hazırdı Batıda... Çünkü tam bulmuştu pundunu, zamanını, mekânını...

“Olamaz!” diyor “bu saçmalık olamaz!” kilisenin yetiştirdiği fikir adamı... Al sana, fırsat!..

İslâmiyet hakikî din öyleyse!.. Yalnız kılıç tek başına kâr etmez!.. ݺte kılıç fikirle beraber

gitmezse böyle olur. Fikir zaafımız çok devamlı olmuştur. (Lûter), protestanlıkla İslâmiyete,

Hristiyanlık kalesinden bir gedik açmıştır.

Bütün bunlar (reform) namı altında toplanır. İkinci protestan da (Kalven) dir. İsviçre’de bir

hayalî cumhuriyet tasarlar. (Lûter) den daha ileri gider. Bütün merasimi, ekmeği ve şarabı

reddeder, ananeyi reddeder. Bu arada kaderi de reddeder. “Böyle bir şey yoktur!” der.

Anlıyorsunuz; erimiş, bitmiş, bir türlü rehberini bulamıyan bir cemiyet... Bu ikisi de

(Rönesans) da dini içinden kurtarma çabalayıcıları... Fakat kendisine (Relijyon Katolik

Apostolik Romen) diyen katolik müessisesi hâkimdir Batıya... Bütün bunlara ve engizisyonun

türlü işkencesine rağmen Batılının ruhundan çözülüp gitmesi mümkün olmıyan bir

müessisedir o... Böylece (Rönesans) 16. Asırda Hristiyanlığı tam bir tökezlemeye uğrattığı

halde bu vasiyet bizde gözden kaçırılmış ve madde kudretimizin yanına ruh gücümüz

katılamamıştır. (Rönesans) kapıyı açmış fakat biz içeriye dalamamışız...

(Rönesans) tam kıvamını bulduktan sonra, 17. Asırda Batıyı millet millet sarmaya başlar...

Şimdi (Rönesans) üzerinde umumî kıymet hükmümüzü koyalım:

Tahrif edilmiş İsa dininin gömdüğü akla karşı insanî fakültelerin her sahada ayaklanma, eski

serbest insanı arama ve Hristiyanlığı içinden islaha çalışma, kısaca hurafeye karşı aklın

intikamını alma hareketi...

Şimdi 17. Asra gelelim: Bu Asırdan itibaren Rönesansın getirdiği (espri) Avrupa’yı kol kol

sarmaktadır. İlk (tipik) zuhuru İngiltere’de görüyoruz. Meşhur filozof (Beykın) ...

(Beykın) 17. Asrın başındadır. İngilizdir. O da (Ümanist) ler gibi Skolâstiğin, Aristo mantığı

ile takviye edilmiş kilise fikriyatının düşmanı... Fikir hürriyeti ve ilmin, dinî (otorite) dışı

olması esasının müdafii... Kat’i istiklâlci...

Burada küçük bir istidrat yapalım: Meşhur (Şekspir), İngiliz tiyatro muharriri ve şairi...

(Şekspir) isminde birinin yaşayıp yaşamadığı hususunda büyük münakaşalar olmuştur.

(Beykın)la aynı asırdan olduğu için bunun (Beykın) olduğu zannedilir. Çünkü (Şekspir) de

öyle büyük hikmetler ve fikirler vardır ki, anlatıldığı gibi, tiyatro önünde arabaların kapısını

açarak veya tiyatroda perdecilik ederek hayatını sağlıyan bir serseriye yakıştırılamaz. Bir

aralık İngiltere’de dünyanın en büyük meselesi oldu bu...

İngilizler (Şekspir)i çok üstün görürler. Bir İngiliz nâzırı, “bize müstemlekelerinizden mi,

(Şekspir)den mi, vazgeçersiniz diye sorsalar tereddütsüz vereceğimiz cevap şudur: Bütün

müstemlekelerimizi feda ederiz de (Şekspir)den vazgeçmeyiz!”

Kendisi mi, (Beykın) mı, ayrı mesele!.. Yalnız (Beykın)ı çok andırır; (Beykın) felsefesinin

şiirini, sanatını belirtir. (Beykın) sistem iddiacısı, büyük felsefe çapında en ileri merhaleden

değildir. Yalnız akıl istiklâlcisi olarak 17. Asrın başında İngiliz fikriyatını mühürler.

Ondan sonra (Spinoza) geliyor. Bir Yahudi... Yahudinin iç karakteri icabı fikriyatının birçok

cephesinde, yapıcı, yıkıcı, yıktığını yapıcı, yaptığını yıkıcı rolde... Bunları ileride tek tek

göreceğiz. (Spinoza), Hollandalı Yahudi, o da 17. Asrın başında, o da dinî (rasyonalizm)

müdafii.. (Rasyonalizm) akılcılıktır. Akıl insanda birleşen ruh ve maddeden ibaret dünyanın

anahtarı... Bir nev’i (panteizm)e doğru gidiyor. Ve “cebreyici”... İslâmdaki bâtıl

mezheplerden birisi olan cebriyeci kafa... İnsan, mukadder fiilini icraya mecbur... Bir sözü

var... Bu söz şayet hak kutbunda söylenseydi çok yerinde olurdu.

Diyor ki:

“- Haydi ben işlediğim fiili işlemekte veya işlememekte hür olayım, fakat acaba istediğimi

istemekte hür müyüm?”

Bu büyük bir tecrit kuvveti... Yalnız bunu İslâmî hikmetlere bağlamak ve o yolda söylemek

icab ederken bir cebriye fikri etrafında varıyor bu hükme...

(Spinoza)dan sonra Onyedinci Asırda en enteresan kafa (Dekart) tır. Fransız... Tahlilî

Hendeseyi kurdu. İlmî çalışmalarında materyalist, metafizikte idealist... Skolâstiği yıktı ve

akla yepyeni bir istikamet verdi. O zamana kadar görülen (Skolâstik) aleyhdarları skolâstiği

yıkabilmiş değildi. (Dekart) yıktı. Meşhur eseri “Usul Hakkında Nutuk”dur. ݺte bununla

skolâstiği kökünden harap etti. Ve kiliseye bağlı yeni bir akıl metodu getirdi. Bu bakımdan

(Dekart)ın açtığı mektep büyüktür. Şiddetli hristiyan, fakat (skolâstik) metodu ile değil...

(Rönesans) içinde aklın istiklâlini arayan cereyan bu defa akla dayanarak, yine kiliseye

mütemayil bir (ekol) kuruyor. Bunun davası şu: Akılla inanmak... Aklın inanma usulünü

bulmak... O âna kadar da her sahada bilgiyi terkedip aklı bomboş hale getirmek ve onun

işleme metodu içinde bulacağı hedeflere akılla yönelmek ve akıl içinden bir merhale olarak

kiliseye varmak...

BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLAM TASAVVUFU

NECDP FAZIL

(53. Sayfa'dan Devam)

Varlık yokluk hakkında meşhur bir sözü var (Dekart)ın: "Mademki düşünüyorum, öyleyse

varım!"

Buna bir nev'i tahkikçi iman yolu da diyebiliriz.

(Dekart)ın yanı başında, bütün Batının en büyük kafa telâkki ettiği (Paskal) vardır. Birbiri ile

yanyana dururlar. Ve birbirlerini idrak etmişlerdir. (Paskal) üzerinde biraz duracağız. Bu

adam evvelâ zekânın insanı tahrip edecek kadar üstün inkişafını ifade etmiş bir idrak... Marazî

zekâ... Dokuz yaşında riyazî kanunlar keşfetmiştir. Bugün hâlâ çürütülememiş birtakım

münhanî (eğri) kanunları... Gitgide zekâyı ve sâf tefekkürü o hale getirmiş bir insan ki, artık

zekânın kıymığı beynine batmıştır, aklın son merhalesinde... Büyük bir buhran geçirir. Size

(Sokrat)tan bahsederken onun bir (vizyon) gördüğünü söylememiştim. (Sokrat)ın gözü önüne

bir ışık gelirdi ve fikirlerini o ışıkla imtihan ederdi. Bir gece evinde buhran esnasında büyük

bir ışık görüyor. (Sen Pol)a atfedilen rivayetler gibi bir şey... Ve kapanıyor yere... Hudutsuza

kadar gitmiş aklın son hududunun kendi aczi olduğunu, gaibin aklını tırmaladığını görüyor ve

(hani ölüm tehlikesi yazılı elektrik direkleri vardır ya, onun gibi) gaibin elektrik teline

dokunan bir kademeye geliyor aklı; ve öyle bir cereyana kapılıyor ki, kendisinden geçiyor ve

“artık akılla olmaz!” hükmünü veriyor.

Müthiş bir merhaleye varmış olan adam... Bu bakımdan o, bizim tasavvufumuzun kafa

buhranı üzerinde birçok kaidelerine yaklaşan bir insandır. Bir insan rehbersiz kalırsa,

tamamiyle itikatsiz, dayanıksız, mesnetsiz kalırsa, münhasır akılla nereye kadar gidebilir?

Denebilir ki, (Paskal)ın gittiği yere kadar gidebilir. Ve insan orada mahvolur. (paskal) ondan

sonra (Port Ruayal) isimli bir nev’i manastıra çekiliyor ve ömrü boyunca orada, kendince

ibadet ve eser yazmakla uğraşıyor.

(Paskal)ın mücerret akılla vardığı son nokta şudur: “Bana Allah gerek; filozofların anladığı

mânada değil, haberini peygamberlerin getirdiği Allah...” Ve başlıyor saymaya: “Hazret-i

İbrahim, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa’nın haber getirdiği...” Orada kalıyor zavallı... Oraya

kadar gelir akıl, rehbersiz kalınca...

(Paskal) –tasavvufta, adem ve vücut bahsinde göreceksiniz- ademin, yokluğun –birçok insanı

kül eden nokta budur- helâk ettiği ve tam varlığa geçmek üzereyken varlığın gerçek

temsilcisini bulamamak yüzünden tekrar yuttuğu en büyük kafalardan bir tanesidir.

Belki bundan üstün bir buhranı derin müslüman İmam-ı Gazalî Hazretleri çekti ve o, ademden

tam vücuda geçti. Onu tasavvuf bahsinde göreceğiz. Fakat o hem çıkış, hem varış noktasından

üstün bir nasibe malikti. İnsanda derin bir acıdır bu... (Paskal) nev’inden hristiyanları görmek

ve onları tam da iskeleye yanaşmışken tek adım daha atamamak yüzünden, son vapuru

kaçırdıklarına şahit olmak... Bir tanesi de bunların, meşhur şair (Rembo)dur. 19. Asır

fesefesinde göreceğiz. (Rembo) ve (Bodler)... (Rembo) mücerret fikri o hale getirmiştir ki,

ilâhî azameti her noktada görür olmuştu. “En küçük bir teşbih yapsam çıldıracağım; o hale

geldim” diye bir notu vardır. Bırakıyor edebiyatı, bir coğrafya cemiyetine âza oluyor,

Afrika’ya geçiyor. Bir tek kelime mecaz, teşbih, istiâre kullanmadan kuru kuru raporlar

veriyor. “Güneş battı, yağmur yağdı, şu oldu, bu oldu” gibi... Ve sonra otuzsekiz yaşlarında

bir hastalığa tutuluyor, Marsilya’da ölüyor. Ölürken son sözü şudur: “Allah Kerim...” Aynen

böyle... Zira Afrika’da araplarla teması olmuş, bu kadarını öğrenmiş... Evet, “Allah Kerim”

deyip ölüyor. Bir sözü, var... Bu söz ayarında bir söze az rastladım ben hayatımda: “La vrais

vie est apsante-Hakikî hayat nâmevcuttur!” Olmadı! (Apsante) nâmevcut demek değil... Olup

da olmayan... Bütün bu hayatın (Rembo)ya verdiği his şudur: “Var” burada değil; burası, bir

olanın işareti; ama o burada değil... (Paskal)ın da buna yakın bir sözü var. Pek basit, çok

derin.. Sözdeki derinlik, tumturaklı olmaktan uzak olduğu, tabiîleştiği; kendi kendine içten

geldiği vakit tecelli eder. Süslenen ve âlâyişli giyenen bir kadında olduğu gibi değil de, tabiî

çizgileri içinde görünen bir kadın gibi...

(Paskal) diyor ki:

"-Nous mourrons seul-Yapayalnız ölürüz!”...

Bu basit sözün ruhundaki derinlik hudutsuz... Öleceğimiz anda saniye ve sâlise hesabiyle

bütün insanlık bizimle beraber ölse yine her fert tek başına ve yapayalnız ölür. Bütün insanlığı

bir havana doldursalar da bir darbede ezseler yine her unsur tek başına ve yapayalnız ölür. Bu

büyük yalnızlığı Yunus Emre de ne güzel duymuş ve duyurmuştur:

Bir garip öldü diyeler,

Üç günden sonra duyalar,

Soğuk su ile yuyalar,

Şöyle garip benceleyin...

Yine Yunus’tan:

Meğer ki gökte yıldızım,

Ola garip benceleyin...

(Paskal) hakkında bir teşhisimiz daha var: Kaba aklı tahripte en üstün Batı fikircilerinden

daha derin ve güçlü İmam-ı Gazalî Hazretleri müstesna, aklın, kumarda kâğıt çalarcasına

hilelerini en iyi enseleyen (Paskal) diyor ki:

“Bir sözün gelişinden, gelişiminden, kazarâ araya sıkışan bir kelimeden, bir tertipleme

zaafından mânalar çıkarıp ve sahte nispetler kurup mantık perendebazlığı yapanlar, bir binada

tenazura uygun düşsün diye sahte pencere açanlara benzer.”

Evet; rastlamamışsınızdır: Bazı yapılarda böyle sahte pencereler vardır. Pencere şeklinde bir

çerçeve; fakat içi tuğlayla örülü ve tıkalı... (paskal) yalancı mantığın sefaletini bu benzetişle

ne güzel ixah ve (demagog) tipini bütün iç yüziyle ne hoş tespit ediyor! Aklı, kendi kendisini

tahrip noktasına dek götüren, her şeyi ruhî seziş melekesine bağlayan, fakat peygamber

rehberliğinden yoksun olduğu için “müntehâ” noktasına varamayan, beyninde koskocaman

bir urla ölen (Paskal), o kadar yaklaştığı ruhî feyze avuç açamamış, çünkü gerçek din

menbaını bulamamış olarak, akıl bîçareliğinin yaftacısı ve acıklı bir örneğidir.

(Paskal)dan sonra (Malbranş) geliyor. Yine “Fransız... “Hakikatin Aranması” isimli eserin

müellifi... İdealist metafizikçi... Eflâtun ve (Aristo) arası İskenderiye mektebi tarzında bir

vecdi müdafaa ediyor.

Büyük atlama taşlarıdır bunlar Batının... Karakteristiğini verdikten sonra bazılarının üzerinde

çok az duruyorum. Bunların büyük insanlar olduğunu kabol etmek lâzım... Büyük meselelerin

insanları... (Malbranş) böyle bir vecdin müdafii... Ve bu arada da bu vecdle (hâşâ) Allah’la

ittihadın mümkün olacağına inanmış... ݺte sapıtma noktası!.. (Malbranş)a çok istinad edenler

olmasına rağmen onun merhale aşıcı bir ufku yok...

Arada, ilimleri sınıflandırma, kıyaslama ve tecrübeye bağlama metodunu getiren bir İngiliz...

Ondan sonra Almanya’ya atlıyoruz. 17. Asırda (Lâypniç)... Bu da (Paskal) gibi bir zekâ; fakat

ondan çok eksik... Çok genç yaşında darp (çarpı) makinesinin mucidi... Yani ilk hesap

makinesinin... O şu fikrî esasa dayanıyor: Hiçbir makine, (elektronik) beyin), şu, bu, insan

fiilinin en ahmağının dahi mukallidi olmak iktidarında değildir. Fakat fikre ait bazı hesapları

maddenin hesaplariyle (teorem) haline getirdiniz mi, oradan bir prensip bulabilirsiniz. Bu,

darp prensibini maddeye tatbik etme esasını keşfeden ilk adam... Şimdi tabiî bu esas etrafında

makineler yapılıyor. Bu adam aynı zamanda mezhepleri barıştırmak dâvasında... Yani,

(katolisizm)le protestanlığı... Fakat muvaffak olamıyor. Ve meşhur (monad) nazariyesinin

sahibi... (Monedoloji dö lâypniç)... (Monad) eşya ve hadiselerde bölünmez bir vâhid görmek

fikri... Bu ne mücerret, ne müşahhas... O, bölünmez vâhide tam gitse onun ne olduğunu

görecek... Eşyada “vahdet-i vücud”a doğru bir bölünmez vâhid prensibi görmeye başlıyor;

fakat bu bölünmez vâhid kendisiyle eşya arasında bir (mistik) olarak kalıyor. Bir sisteme

geçemiyor. Hayat ile tabiatın tek prensibi onca (Monad)dır. Büyük idealist... fakat bu

bölünmez vâhidin bütün eşya ve ruha şamil üstün esası nedir? Bu (Lâypniç)de bulunmaz. Yarı

yolda kalmış adam...

17. Asra baktığımız zaman ne görüyoruz?

17. Asrın karakteri akılda ilerleme... ve bu arada akılla iman arası çırpınma ve bir ruh

muvazenesi arama teşebbüsü, tecrübesi... Yani (Rönesans)dan çok hisse almış, ama

Hristiyanlıktan da vazgeçmiyor. İkisi arası bir felsefe... Tam bir (reaksiyon) ve patlama yok...

Bu patlama 18. Asırda oluyor.

Şimdi karşımızda (Volter) denilen meşhur dinsiz var. “Fransız İnkılâbı” konferansımı

hatırlayanlar (Volter)i fikrî cepheden görecekler...

(Volter)... Bu bahis üzerinde ne kadar dursak yeridir. Çünkü (Volter) değil de onun milyonda

bir mukallidi veya eksiği olarak, ortalık, sokaklar, kürsüler, özenti (Volter)lerle doludur

günümüzde.. ama hangi çapta; söyledik. (Volter) muhteşem bir satıhçıdır; usta bir kolaycı...

Kelimeye iyi dikkat edin, bunlar benim infialî hükümlerim değildir; (idealist) Avrupa

felsefesinin kondurduğu değişmez ölçüler... (Volter), espri, tekerleme ve zihin zerafeti

hududunu aşmayan inkâr psikolojisinin elebaşlarından bir tanesidir. Topyekûn münkir... Ve

inkârını hiçbir sisteme dayamaz. Küçük meselelere, pratik dâvalar, dıştan görüşlere ve

kolayına getirmelere el atar. (Volter)in dünyası bir çıkartma kâğıdıdır.

Kolayına getirme... Bu tabiri şâmil bir dalâlete malik görüyorum.

Tasavvufta bir ölçü vardır: “Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.” diye... Bu tabirdeki

gizlilik ve anlaşılmazlığın sezilebilmesi için, kafa denilen odunu şeffaf bir zar kadar

inceltmeli... (paskal) misalinde olduğu üzere...

Evet, o kadar zâhirdir ki, Allah zuhurundaki şiddetten gaiptir. Güneşin, tepe noktasındayken

ona bakanın gözünü kamaştırması ve onu hiçbir şey göremez hale getirmesi gibi...

Halbuki bir inkârcıya sorarsan “nerde, nasıl, gözümle görmeliyim ki inanayım!” der.

Gösteremeyince de dış hesap mantığına göre münkir gûya galip çıkar, mümin ise mağlûp...

Kolayına getirici mantık oyunu diye böylesini görüyoruz.

Bir de Bektaşî mizacı var ki o, taşıdığı (espri) gücü bakımından deminki huşunetli inkâr

diyalektiğinden daha zehirli... Şöyle:

Bektaşî vaaz dinlemektedir. Hoca, iki büklüm, kürsüsünde ve Allah’ı tenzih yolunda, ter

dökerek gayret sarfetmekte... Hoca bu mevzuda, Kelâm İlminden devşirdiği kadarını bilir ve

sığ kalmaktan kurtulamaz. Çilesini çekmediği klişe bilgiler üzerinde kalır.

Der ki:

“-Allah bütün eksik sıfatlardan münezzehtir. Bu sıfatlardan hiçbiri kendisinde yok...

Zamandan, mekândan, istikâmetten, şekilden, her şeyden münezzeh...”

Hocanın, kaba idrake hitap edici, fakat gayet doğru ve gerçek sözlerine karşı bektaşî

dudaklarını oynatır ve mührünü basar:

“-Evirip çevireceğine, kıvranıp terleyeceğine, şuna büsbütütn yok de de kurtul!”

ݺte bu mizacın allâme kılıklı (protatipik), baş örneklerinden biridir (Volter)... Böylesine

mizaçlar, yarı okumuş, binaenaleyh tam cahil kalabalıklarda kendilerine hayli tarftar bulurlar.

(Rönesans) tan sonraki akılcı cereyan, sakat mantığın, ayrı bir sakata, kiliseye baş kaldırması,

bir bâtılın, kendinden daha bâtıl bir hedefe yol açması şeklinde yorumlanabilir. Aklın kaatili

kiliseden kopup aklın savunucusu olmaya geçiş, kilisenin abesini görerek ve onu düzeltmeye

çalışarak değil, onun inandığını ve inandırmaya baktığını gerçek itikad zannederek olmuştur.

Arada, krallıkta tecelli edici ve kilisece takviyeli mutlak (otorite) eziciliğine isyan zemininin

açılması da bu yüzden...

ݺte (Volter) nâdir bir dış mantık hokkabazı olarak bu zemin üzerinde yetişmiş ve aynı

zeminin yetişmekte olan benzer örnekleriyle, meşhur (Ansiklopedi) çevresinde el ele

vermiştir.

(Ansiklopedi)nin tesiri büyük olmuştur. Maddeci ve tam inkârcı...

Ben her zaman söylerim; müslümanlığa zıt insanlar da nev’i nev’idir. Bir kısmı müsamahacı

ve lâkayttır. Yukarı katta anası namaz kılar. “Kılarsa kılar” der. Bir kısmı delice mütearrızdır.

“Yarın görüşelim inşaallah” desen, “ne demek inşaallah!” diye çıkışır. Böylelerini de

görmüşsünüzdür. Yani cin çarpmış gibi çarpmıştır onları müslümanlık... İhtiyatına da

bırakmaz işi... Meselâ birçok kâfir, hiç olmazsa “Allahaısmarladık, elhamdülillâh” tabirlerini

kullanır. Birçoklarını da gördüm ki, bu kelimelerin bir tanesini duyduğu yerde başı döner,

sar’ası tutar.

Didero işte onlardandır.

Çok yakın tarihteki birtakım islâm düşmanı mütearrızları tanımamız gerekir. İnanmadıkları

şeylere, onları karşılarına almış gibi söğüp sayarlar ve tersine dönmüş insanlar olduklarını

gözleyemezler... Kuduz kâfirler...

Fransa’da, Fransız İnkılâbını da besleyen ve Ayrupa’yı yepyeni bir bünyeye doğru süren bu

heyecan başlarken, Almanya ve Alman tefekkürü bu gidişi, âmiyane tabirle, yutmuyor.

Almanya’daki bu hâlisliğe dikkat! O arada Almanya’da (Kant) diye cihan çapında bir filozof

türemektedir. Evet; bu gidişi Alman ruh yapısı hazmedemiyor. (Romantik) bünye, kuru

akılcılığa yatmıyor.

(Kant) biraz evvel (Dekart) bahsinde söylemiştim; (rasyonalizm)ini çok ileri ve tevhitçi bir

merhaleye götürüyor ve (Kritisizm) felsefesini kuruyor. Meşhur eseri (Kritik dö lâ rezon pür-

Sâf Aklın Tenkidi)... Bu eseri okuduğu zaman insanın duyacağı saygı hissi azimdir. Bu

dereceyi bizim mütefekkirlerimizden ancak İmam-ı Gazalî, Muhiddin-i Arabî gibi büyük

dehâlar aşar.

Aklı bir yeraltı şehrine benzetebiliriz. Aklın, büyük yeraltı şehri (Atlantik) içinde inmediği

tabaka yoktur. Tenkitçi, idealist, akıldan (idealizm)e geçen ve aklın her buudunu ölçmüş ve

ölçmeye çalışmış adam... Aklın içinden aklın üstünü arama metodu...

Hadisenin zaman ve mekân içinde bize görünüşü, -ki buna (fenomen) diyoruz- esastır.

(Nomen) ise sınırlanması imkânsız bir şey... (Fenomen) gördüğümüz şeylerin his

aynalarımızdaki irtisamlarıdır. Bize görünenler... (Nomen) ise kendisi neyse odur. Zâtı neyse

o... (Fenomen)leri ihata çemberi içine alıyor, (nomen)ler için “ihatası imkânsız” diyor,

(Kant)... Fakat onları da bir zât kabol ediyor. Bu arada ruhu doğruluyor. (Fenomen)ler bize

görünüşü ile yani (Fenomen) olmak haysiyetiyle, kendi içimizde mütemadiyen aranması,

kanunlaştırılması lâzım gelen bir vâkıa iken, (nomen)ler bilgi dışı kalıyor. Bu iki meçhul

dışında bir ara vasıta var... O da ruh... Ruh bu kayıtlardan muarrâdır, müberrâdır. O Allah’a

taliptir, ahlâka taliptir. Aynı zamanda bunların üstüne çıkmaya taliptir. Kısaca (Kant),

(kritisizm) mezhebiyle aklın tenkidi yolundan bu idealist hükümlere çıkmış büyük kafa...

Aklın tenkidi yolunda ufuk açan haşmetli anlayış...

(Kant)ın yanında Almanya’da onun talebesi (Fihte)... O yavaş yavaş, (Hitler)e kadar yol açan

dinamik milliyetçi Alman görüşünün (bencil görüşün) ilk tohumunu atar. (Fihte)ye göre

insanda “ene”den başka vâkıa yoktur. Tek realite odur, “ene”... Ve buna biraz da (panteist)

çerçevede temayül eder. (Panteist) çerçevede idealist... (Panteizm) daha önce de temas ettiğim

gibi, (hâşâ!) Allah’la tabiatı bir görmektir, (Fihte) insanı idealize eder. İnsana inanmak,

Allah’a değil... Allah’a inanmadan insan kendisine nasıl inanabilir?..

Fransız İnkılâbını fikirde ve ruhta hazırlayan “Ansiklopediciler” kadrosu, başta (Didero,

Dalâmber, Monteskiyö, Jakar) ve onlara ilâveten (Volter) ve (Jan Jak Ruso)...

Bu (ansiklopedi) teşkilâtı lâlettayin bir has isimler logati değil, bütün beşerî mefhumları,

içinde toplayarak ve kendilerince değerlendirerek 18. Asır insanına yeni bir yön vermeyi

tasarlayıcı ve goya ilim ve aklı hâkim kılmayı plânlayıcı hususî bir tezgâhtır.

(Volter)in eserleri birçok... En meşhuru “Felsefî Hikâyeler”... Peşinden “Felsefî Mektuplar”...

Daha bir sürü... Bir de Kâinatın Efendisi ve Risalet Tacının ilk ve son sahibi hakkında onun

hâs ismini saygısızca kullanarak yazdığı bir tiyatro eseri var ki, Ulu Hakan İkinci Abdülhamîd

Hânın enerjik müdahalesi olmasaydı, Fransız tiyatrolarında sahneye konulacaktı.

(Volter) hayli gezdi. En çok İngiltere’den müteessir oldu. Oradan Fransa’ya dönüşünde şöyle

dedi:

“-Dünya bir büyük inkılâba hazırlanıyor, ama ben onu göremeyeceğim her halde...”

Ve göremedi, öldü. Öleceğine inanabilmiş, fakat perdenin arkasına inanmamıştır.

(Volter)in arkasından, ondan daha sathî, tabiatçı (Jan Jak Ruso) geliyor. Onca herşey tabiata

terkedilmelidir. Terbiye baskıdır çocuk üzerinde... Tabiatın yaptığı herşey ve her netice ondan

alınmalıdır. Hiçbir insan müdahalesi olmadan...

Görüyorsunuz ki, bunlar büyük mânada biraz sonra hazırlanmakta olan maddeciliğe doğru

açılmış geniş zeminler... Çocuk üzerinde bir ruh murakabesi ve ruhî mihrak tanımamak...

Bu adam da aklın pratik idrak hududu içinde... Yakıcı (metafizik), madde ötesini arama

cehdinden uzaklık, bütün kaba akılcılarda sabit karakter... Bunlar basit tatbikat (ideolog)ları...

Ucuz adamlar...

Üçüncüsü (Didero)... (Didero) doğrudan doğruya (Ansiklopedici)dir. 18. Asrın pratik

mantıkçı zekâsını sergileme vasıtası, (Ansiklopedi)... Bu (Ansiklopedi)nin bir büyük faydası

var, bir de büyük açıkgözlüğü... Demin de söylemiştim; bütün cihan mefhumlarını bir araya

koyarak o cihan mefhumlarının içinde (konkre-müşahhas), basit ve dört köşe bir dünya

kurmak; ve kalabalıkları o dünya içinde zaptetmek... Onun için, kilisenin, sarayın, şunun,

bunun (mistik) edebiyatına set çekmek... İçinde fındık kurdunun bile yaşayamayacağı bir

kabukçuktan ibaret bir dünya...

18. Asrın hükmünü şöyle verelim:

Akıl ve eşyayı tahkik hamlesini, baskıdan kurtarmak için bir taraftan kalıplarını kiliseden

aldıkları itikatları topyekûn inkâr, bir taraftan da hakikati arama ve büyük tecride tırmanma

cehdi...

17. Asırda akılla kalbi barıştırma, uzlaştırma tefekkürü hüküm sürer gibidir. Bu tereddüt 18.

asırda yerini kaybetmiş ve işini tüm inkâr modasına bırakmıştır. Bu modanın da vatanı

Fransa...

Şimdi geldik, asırların en mânalısı ve bir bakıma verimlisi olan 19. Asra....

Bu asrın başında Almanya’yı, fikrî harekette en hamarat görüyoruz. Mezhep üstüne mezhep

doğurur. (Lûter)in memleketinden... (Subjektif-enfüsî) ve (objektif-âfâkî)türlü felsefeler...

Umumî karakter de,önce maddeye bağlı ruhçu, sonra büsbütün maddeci bir anlayış...

Karşımıza ilk çıkan büyük çapta tefekkür sistemi, bir eli kaba madde de, öbür eli esîrî mânada

olmak üzere (materyalizm) felsefesini getiren (Hegel)... Bu komünizmin el çabukluğuna

kurban edilmek istenen ve Nasreddin Hoca’nın kuşu gibi her tarafı budanıp yalnız işlerine

uygun tarafiyle benimsenen, hattâ tepetaklak ve ters-yüz edilmeye kadar giden filozof...

(Hegel) o güne kadar büyük dedikodu mevzuu olan “madde mi, ruh mu?” meselesini,

maddenin içine girerek, onu içinden de bir yere çıkarmaya çalışarak, büyük mikyasta ele

alıyor. O (Ddealist – Materyalist)tir. Böyle olmak kabilse eğer... Yani ilk materyalizmi böylece

kuran... Onun kurduğu (materyalizm) maddede kalmayan, oradan (idealizm)e bir kıvrım

getiren maddecilik... Biraz sonra (Engels)le (Marks)ın ve daha sonra (Lenin)in, (Hegel)i

benimsemekteki fikir hilelerini göreceksiniz.

(Hegelyanizm)... İlk maddeci mezhep sistemi... O zamana kadar gelen mezhepler, sistemler

arasında, maddecilik zeminini andıran birçok şey var... Ve zaten başlangıçta söylemiştim:

(Sokrat) “nasıl”ı getiren, (Platon) “niçin”i getiren... Madde üzerinde derinleşme metodunu,

(realizm)i ve (natüralizm)i getiren de (Aristo)... Batıda her fikir manzumesi bu üçünden birine

bağlanabilir, demiştim. Fakat (Hegel)de materyalizm gaye ve temel idrak olarak tecessüs

ediyor. Faide mevzuu olarak değil...

Onca fikirde üç hareket vardır: (Tez, Antitez, Sentez)... Hüküm, ters hüküm ve terkip...

Eserden müessire yol arayan bir prensipte, maddede kalarak ruhu tasdik ve mutlak müessiri

(Allah)ı kabûl felsefesi... Bu yine bir nevi (panteizm)... Ama bu arada cihan çapında bir

(diyalektik) kuruyor bu adam... Diyalektiği anlatmıştık; fikrin bir nevi zarfı, terkip tarzı... Bir

sofranın tanzimi gibi... (Diyalektik) çok mühim bir silah... (Hegel) diyalektiğini aynen

aparmışlardır komünistler... Ama onun maddeden ruha geçiş yolunu tıkıyarak ve böylece fikir

namusuna kıyarak...

Şimdi (Hegel)i hülâsa edelim: (Hegel) materyalisttir. Herşeyi maddede bulur, fakat maddeyi

tahkik ede ede bundan bir üst inanışa bir yol bırakır; ve arar, bulur, tasdik eder. Bulur değilse

bile o yolu oraya kıvırır ve orada bırakır. ݺte (Hegel) budur.

(Hegel) bu yolda giderken, aynı milletin içindeki tezatlara bakınız:

(Şopenhavr)... Yine Alman... (Septisizm)i getiriyor.

Biliyorsunuz ki, bu meslek Eski Yunan’da (Piron)la başlamıştır. Hiçbir tanesi yeni değil

bunların... Büsbütün yeni, tam, sâf yeniyi bulamazsınız. (Septisizm) gelmeliydi zaten, bunca

zikzaklı yoldan sonra... Bu kadar uğraşma sonunda yine vardıkları bir yer yok; o halde akılla

arayış boş...

Şimdi göreceksiniz (Şopenhavr)ın ne kadar hazin bir akamet habercisi olduğunu...

(Septisizm)... Bedbin, reybî, şüpheci görüş...

Diyor ki:

“-(Fenomen)lere karşı irade, hadiselerin dayanağı zat (substratum) ile mütemadiyen çarpışma

halindedir.”

İnsan iradesi, hadisenin iç yüzünde ise (substratum) onunla çarpışmada... Ve bu çarpışma

hiçbir neticeye varmak imkânına malik değil...

Bir kaide koyuyor:

“-Hayat demek iş demektir. ݺ de cehd demek... Cehd ise boştur. O halde hayat sefalettir.”

(Septisizm) bu... Bu hal Batı tefekkürünün artık intihara hazırlanmasından başka bir şey

değildir. 19. Asırda bıçak bilenmektedir. Biraz sonra bıçağı nasıl ciğerlerine sokacaklarını

göreceksiniz. Bu gelişin gittiği yer, istikâmet, boşluktur. Bu sürpriz değil, bizim için... Batı

tefekkürü, akrebin kıskacı gibi, aradığı hakikatten ziyade kendi nefsine çevirmektedir

bıçağını, iğnesini...

(Şopenhavr), Yunanlı (Piron) ve Hindli (Nirvena) ile çok alâkalıdır.

İslâm tasavvufunu benzettikleri, sadece İskenderiye mektebi değil, birazda (Nirvena)... Buda

felsefesi... ama o ciddi değil, Batı buna “hayır!” diyor.

(Nirvena)yı bir çırpıda halledeceğiz. (Şopenhavr) (Nirvena)ya çok yakın hakikaten... Çünkü

(Nirvena), evvelce size ademin, hiçliğin helâk ettiği mezhepler demiştim size, işte o...

(Nirvena) hiçlik felsefesidir.

Almanya’da bir taraftan (Şelling)in enfosî (idealizm)i, bir taraftan (Hegel)in (materyalizm)i,

bir taraftan da (Şopenhavr)ın işi ümitsizlikte bitirmeye giden (septisizm)i inkişaf ederken,

Fransa’da bir büyük akliyecilik (ekol)ü kurulmaktadır. (Ogüst Komt).. O da (pozitivizm)in

kurucusu... “Müspet Felsefe Dersleri”, eserinin ismi... “Müspet Felsefe Dersleri” bir mektep

açtı Avrupa’da... Muazzam bir tesir... Akliye (ekol)ünü kurdu. Akliyeciler dedikodu dedi her

iddiaya... “Aklın motalarını (veri) ara, aklın kendi hududu içindeki imkânlarını!..” Bu onların

kanunudur.

“Nerede ahlâkın ve dinin?” ilk sualleri budur. Bunlara lûzum yok, diye ancak bu memlekette

fikir savrulur. Avrupa’da bir filozof ahlâk cephesini belirtmezse “eksik o tarafın, nerede ahlâk

anlayışın?” diye sorarlar. (Pozitivist)lerin cevabı ise şu: “Dnsanlık dini”...

Görüyorsunuz ki, semavî dinlere karşı bir sırt çevirişi var goya müspet felsefenin... Onca din

insanlık dinidir. Ve her şey (pozitivist) düşünce meselesidir. Maddeciliğe doğru gidişin akıl

çizgisi bu... Onlarca aklın maddecilikle bir alâkası yok... Akla güven ve aklın içinde kalmak...

Dâvaları bu... Bu dâvanın bütün kanunları, bütün sistemi (Ogüst Komt)ta... Bizde de

taklitçileri çok...

Şimdi Fransa’dan yine Almanya’ya geçelim. İki korkunç adam: (Engels) ve (Marks)...

Bunlara filozof denmez; onu da peşin söyliyelim. Diğer anlattıklarımın hepsi büyük

filozoflardır. Bunlar birtakım aksiyoncu fikirciler... Ama kendi müşahhas meselelerinde

büyük tecritlere varmışlardır. Batıda büyük bir merhale olarak onları aksiyoncu bir fikir

mektebi diye ele almaya mecburuz. (Engels) ve (Marks), demin bahsettiğimiz (Hegel)

materyalizmini (buna çok dikkat edeceğiz çünkü bedava komünist aleyhdarlığı yok!) ve

(Hegel) diyalektiğini açıkgözce aldılar.

Yâho materyalizmini elinden aldığın adam (meteryalizm)in üstünde bir realist!.. Kim metelik

verir!.. ݺin o tarafını kapatırlar, tepetaklak ederler; ve dâvalarına zıt bir fikirler manzumesini

kendi diyalektikleri olarak kullanırlar... Bu da gösterir ki, komünizm, temel dayanakta bir

yankesicilik davranışıdır.

Evet; (Hegel)i kendi “Tarihî Materyalizm”lerine tatbik ediyorlar. (Materyalizm Historik),

diyalektiğini (Hegel)den alıyor ve aldıklarını da itiraf ediyorlar:

“-Hegel’den aldık diyalektiğimizi... Bu diyalektik idealist idi; bunu maddeci diyalektiğe tatbik

ettik. Böylece (Hegel)in noksanını ikmal ettik!”

Diyorlar utanmadan... Bunlar fikri, ruhu, iç dünyayı, tamamiyle inkâr ederler... Yani

insanların Hazret-i Âdem’den bugüne, Allah’ı arayıcı ruh bünyelerini topyekûn iptal...

“Allah”... O mukaddes kelimeyi ve mutlak zatı bir ân bırakalım; bunlar ona ait arayıcı aleti de

topyekûn inkâr ederler... Ne fikir var, ne akıl var, ne ruh var, ne ahlâk var; yalnız madde ve

hareket... Komünizme kendilerince fikrî, temel zemini hazırlayan ilk (ekol) budur. İsmi de

“Tarihî Maddecilik”... (Marks), (Engels) ile aynı fikrî zemini hazırlayıp, onu iktisadî vâkıalar

ve aksiyon sahasına dökücü büyük eserini yazdı: (Das Kapital - Sermaye)...

Peşinden İngiltere’ye atlıyoruz. (Hium)u görüyoruz O da (Fenomenizm)i kuruyor. (Fenomen)i

demin izah ettim. Bize görünen dış oluşlar...

(Hium) yalnız bunlara dayanıyor. (Kant)ın tam tersi “Zâhiriye Mektebi”dir bu...

(Fenomenizm)e sorarsanız yalnız bize görünenler vardır. Göründüğü gibi olanlar, bizde

teressüm edenler... Gerisinde (nomen) diye de bir şey yoktur. Ve onların haricinde eşya

yoktur. Fikir yoktur, kıymet yoktur. Akla da bir izah yapar. O halde akıl nedir? “Akıl,

tasavvurların itiyadiyle teşekkül etmiş irtibatlar mecmuudur”... Maddecilerin ruhu icadı gibi

hokkabazca bir teselli formülü...

Bizim Kelâmcılarda bir “cevher – ârâz” tabiri vardır. “Cevher – ârâz”. Cevher öz, ârâz da

onun yansıması.

(Hium) cevher diye bir şey kabol etmez, yalnız ârâzları kabol eder. Cevher ona hitap etmez. O

halde mevcut değildir. Ne kolay kurtuluş!..

(Marks), işin felsefe tarafını, (Engels)le beraber ele aldı, hattâ daha derinlere götürdü. Ondan

sonra müşahhas dünyaya aksettirdiler dâvalarını... Budanmış ve hayvanî içgüdülere indirilmiş

bir insan kafası ve ablak bir dünya...

Ne kadar anlatsam, şimdi size göstereceğim metinden daha güzel izah edemem. Tüylerinizi

ürpertecek bir metin... Buna bir teşhis koydu sonradan (Bergson)... “Batı aydınının intiharı,

Batı kafasının inhitatı” diye bir teşhis...

Bunlar 1848 senesinde meşhur “Komünist Beyannamesi”ni neşrettiler. İngiltere’deki Birinci

Enternasyonal'den sonra... 1847’de Birinci Enternasyonal... 1848’de bu eser neşredildi. Bu

eser, ne gariptir, 1923’de bizde tercüme edildi, serbestçe... Şimdi yasak mı, bilmiyorum; ama

galiba değil... (Marks) ve (Engels)in aynen kaleminden çıkma... Benim bu tercümem sizce

noktasına emin görülmelidir. Burada hem onların dünya görüşlerini, hem diyalektiklerini,

hem de hakikati devirip iddialarını nasıl punduna getirdiklerini yakından göreceksiniz. Bu 80-

90 maddelik bir beyannamedir. Birinci maddesi şöyle başlar: “Bir hayalet, Komünizm

hayaleti bütün Avrupa’yı dolaşıyor. İhtiyar Avrupa’nın bütün iktidar makamları, Papa ve Çar,

Fransız radikalleri, Almanya polisleri bu hayaleti sıkıştırmak için bir mukaddes Ehl-i Salip

tertibinde ittifak ettiler.”

ݺte ilk madde... Bu maddeye göre bir polis romanı, yahut filmi gibi bir hayalet tasviri

çiziliyor. Avrupa da onu kuşatmak, kıstırmakla meşgûl... Böyle bir telkin havası ile giriyorlar

meseleye...

Son cümlesi şudur; sonuncu madde: “Dünya proloterleri; birleşiniz!” Bunu Moskova radyosu

daha düne kadar her adım başında söylerdi. Bu onların değişmeyen dövizidir: “Dünya

proloterleri; birleşiniz!”

Şimdi, eserin gelelim 48. maddesine: “Bütün burjuvazi, siz komünistler kadınlarımızı

müşterek kılmak istiyorsunuz, diye bir ağızdan haykırıyor! Burjuva için karısı alelâde bir

istihsal aletidir. İstihsal aletlerinin içtimaîleştirileceğini işitince bundan içtimaîleştirmenin

kadınlara kadar teşmil ettirileceği akla geliyor. Hakikatte kadınların âdi istihsal aletleri

mevkiinde bulunmalarına nihayet vermek gerektiği, zihinlerinin kenarından bile geçmiyor.

Kadınların müşterek olmasına komünistlerin asla ihtiyacı yoktur. Bu iştirak ezelden beri

mevcuttur. Burjuvalara gelince, onlar el altından işçilerin kadın ve kızlarına karşı, anmaya

bile lüzom görmediğimiz resmî bir fuhuş pazarı açmakla yetinmiyerek, birbirlerinin karılarını

karşılıklı iğfal etmekten daha büyük zevk tanımazlar. Aşikârdır ki, istihsalin bugünkü şartları

kaldırılmakla bunun doğurduğu kadın iştiraki de, yani resmî ve gayr-i resmî fuhuş da ortadan

kalkacaktır.”

Yani hayvanlık tabiî olacak, şikâyete mahal kalmayacak, ırz ve namus diye bir komplekse

ruhlarda yer bulunmayacak... Ortadan kalkması istenen şeyin ne olduğunu anladınız tabiî...

Bütün ruhî muhtevasiyle insan...

Burjuva için kadın alelâde bir istihsal aletiymiş... Bundan büyük fikir dolandırıcılığı olur mu?

Ya ne oluyor burjuva dünyasında kadınlara alınan elmaslar, pırlantalar?.. Uğurlarında

intiharlar, rekabetler, türlü faaliyetler?..

O halde kadın istihlâk âleti...

Bu mânada her şey istihsal âleti... Bu görüşün, kadına ait mahiyet ve teke tek erkeğe aidiyet

hikmetiyle alâkası ne?.. En uzak tarafından alâka şurada ki, kadın perdesinin ardında ruhun

mukaddes tanıdığı ölçüler tahrip edilmek isteniyor. Ve Burjuvazi dünyasının hiç olmazsa

günah bilerek yaptığı, komünistlerce mübaha çevrilmek isteniyor. Düpedüz fikir

dolandırıcılığı... Demek ki, istihsal aletleri içtimaîleştirilince bundan kadın da hissesini

alacaktır.

Burjuvazi tipi “Karım herkesin malı mı olacak?” diye tepiniyor ve bir ahlâk iddia ediyor. Zira

ahlâksızlığın olması için önce ahlâkın olması lâzımdır. Ahlâkın olduğu yerde ahlâksızlık da

vardır.

Komünist de diyor ki: “Ben ahlâkı kaldırınca şikâyete mahal kalmayacak fuhuş

olmayacaktır!.. Çünkü her şey tabiîleşecektir.”

Yani, maddeci bir diyarda, kocası uyuduğu zaman kadını dürtüp de “müsaade eder misiniz?”

derlerse ve bu arada koca uyanırsa soluna dönecek ve tekrar uyuyacak... Daha fazla izaha

lüzum yok!.. Bunu savunan şu, bu değildir, (Marks) ve (Engels)... İlmî konuşuyorum. ݺte aile

görüşleri, işte ahlâk telâkkileri!.. “Ezelden beri mevcuttur bu hal insanda” diyorlar... Nasıl

olur?.. Ezelden beri mevcut olan bu hâl ancak hayvandadır; ve insan, nefsindeki bu hayvanî

tarafı insanîliğe çevirmekle mükelleftir. Bu işin tekeffül edicisi de ahlâk...

Görüyorsunuz, ne kadar aşağı seviyeye bağlı ve punduna getirici, sadece avamı avlayıcı

(diyalektik) onların ki!..

Gelelim 48. maddeye: “Bir de komünistlerin vatanı ve milliyeti ilga etmek istemelerinden

şikâyet ediyorlar. Efendiler, amelenin vatanı yoktur; malik olmadıkları birşey kendilerinden

alınamaz!”

Ne sahtekâr mantık! Amelenin, kim demiş vatanı yoktur diye?.. Sen ameleyi öz dilinden ve

yurdundan ayırıp da dünya dışı bir (plânet) halkı haline getirirsen vatanı olmaz. Fakat amele

içtimaî bir katiyetle mensup olduğu kavmin ve dinin halkası içinde değil midir? Eğer

makineler (Homongolos) vâri sun’i insan yapacak hale gelirse işte o zaman onların vatanı

olmayabilir. Tabiî savunulacak hakları da... Düğmelerine basılır ve tıkır tıkır çalışırlar.

Hattâ makinenin bile vatanı olduğunu ispat ettiler ruhçular... Bir İngilizin traş makinesi ile

Fransızınki ayrı ayrıdır ve herbirinin ayrı bir karakteri vardır. Makine bile vatan sahibi iken,

ameleye vatanı yoktur demenin gülünçlüğüne ne buyrulur? Vatanı olmayanın herhangi bir hak

dâvası da olamaz.

50. madde: “Dinî, felsefî veya tek kelime ile fikrî bir görüş noktasından yöneltilen ithamlar

münakaşa etmeye bile değmez.”

Bu bahsi atlayıp geçiveriyorlar.

Diyorlar ki:

“-Allah’a inanmak ve inanmamak münakaşaya değmez. İnsanların fikirleri, mücerret bilgileri,

tek kelime ile vicdanları, şuurları, maişet şartlarına, içtimaî münasebetlerine ve içtimaî

hayatlarına göre değişir. Bunu anlamak için derin bir görüş nüfuzuna ihtiyaç mı vardır?”

Küfür yobazlığı adına bundan daha korkunç misal olmaz.

Tutuyor, asıl ispata muhtaç noktayı ispat etmişcesine atlayıp geçiyor ve oradan başka

kıyaslara el atıyorlar. ݺte yobaz budur!..

Gelelim maddecilik mankafalığına... Din görüşleri şu:

“-Bunlar maişet şartlarına bağlıdır, her şey maddeye bağlı... Bu mevzuun konuşılacak tarafı

bile yok!”

Yaho, bütün mesele, meselelerin meselesi maişet şartlariyle beraber topyekon hayatın, her

şeyin ruh emrinde olup olmadığı... Maişet şartları kaç para eder ki!.. Allah uğrunda

müminlerin türlü işkencelere katlandığı en keskin bir (realite) olarak ortada dururken maişet

şartlarını iman faktörü diye öne sürmenin mânası nedir? Yani maişet şartına göre Allah’ı

tasdik veya inkâr diye bir neticeye şahit olmuş mudur insanlık?.. Hattâ aksine şahit olduğu ve

acı şartlara imanından ötürü katlandığı, tartışma götürmez bir gerçek değil mi? Bu

mankafaların bir bedahet ve mütearefe güveniyle ağız açmalarındaki yobazlık nerede ve hangi

fikir sisteminde görülmüştür? Görünüz hallerini!..

En güzel iman, Muhiddin-i Arabi’nin dediği gibi, küfrün menşeini, kaynağını görerek vücuda

gelendir. Küfrün kaynağını tanımak her mümine borç... Demek ki “ben komünist

düşmanıyım!” demekle bitmiyor iş... Anlamak lâzım...

Şimdi o maddeden daha çok dehşetinizi çekecek başka bir maddeye gelelim. 58. maddeye...

Memlekette modalaşmış bir sosyalizm cereyanı var, değil mi? Bunlar basamak arıyorlar

sosyalizmden komünizme... Şüphesiz ki, komünizm’in sosyalizmin azmanıdır. Ama öyle bir

azman ki, gayet hususî tabiat farkları var aralarında... Komünizm kendi bâtılına göre

sosyalizmden nefret eder. Tabiîdir... Şimdi sosyalizmi nasıl görüyor komünistler? Konuşan

(Marks) ve (Engels). Burada da mahirane bir cümle kurmuşlar...

ݺte:

“Hristiyan sosyalizmi, Burjuva ihtiraslarını rahiplerin takdis etmesine mahsus bir okunmuş

sudur”...

Çok lastikli bir cümle... Gûya sâf ve hakikî sosyalizme değil de Hristiyan sosyalizmine

çatıyorlar. Yalan!

Demin “tabiî” sıfatını kullanmıştım; evet, gayet tabiî... Mümkün olsa haklı diyeceğim... Zira

sosyalizmin belirttiği çıkış hattı işi komünizmde bitirmedikçe kısır ve yarım demektir. Bir şey

neyse ya tam olmalı, ya hiç olmamalıdır. Sosyalizm ise (Marks)ın (Dlmî Sosyalizm)ine, yahut

(kollektivizm)ine gelinceye kadar, bilmem kaç şubesi ve taviz verdiği inanış şekilleriyle göz

dikilen kadını okşamak kabîlinden bir mezheptir; ve gaye, yani zina komünizme nasip

olmuştur. Kaynaklarındaki içtimaî illet aynıdır; ve biri çizgiyi yerine vardırmak, öbürü ise

yarıda bırakmakla kalmıştır. Onun içindir ki, biri hak takdiri küfründe apaçık ve cesur

davranırken öbürü münafık ve tavizci rolünde...

Bu nükteyi burada keselim.

Eski Yunan’da bir üçgen, üç köşe diye gösterdiğimiz (Sokrat), (Plâton), (Aristo)dan sonra

basamak basamak, Batı tefekkür merhalelerini kalın çizgileriyle takip ettik. Batı dünyasının,

böyle, boşlukta yıldızlar arası nispetlere eş, kendisine yol yol dayanak aradığını, nihayet 19.

Asırda (Marks) ve (Engels) ile de ne türlü ablak bir dünya tecrübesine kalktığını belirtmeye

çalıştık.

Bunca giriftten ve derinliğine dalma gayretinden sonra (materyalizm) ve komünizm dünyası

kadar sığ ve yavan bir âlem hayal edilemezdi.

Ama onlar, ne fikirde, ne de devlet çapında elde ettikleri tatbikat zemininde dünya çapındaki

bir hâkimiyet kuramadılar ve sadece Batının hastalığını ifşa edici bir tesir sahası olmakla

kaldılar. Hattâ uzun zaman, 20. Asır başlarına kadar ciddiye alınmadılar.

O devrelerde Fransa’da (Rönüvye) isimli bir filozof türer. Ortaya (Neo-kritisizm) diye yeni

bir felsefe mektebi çıkarır. (Kritisizm) malûm... (Kant)ın fikir mesleği... Demek şimdi onun

yenisi çıkıyor meydana... Yenilik şu noktadadır: (Kant)ın (fenomen) ve (nomen) anlayışı,

onda sadece (fenomen)leri kabûl ve (nomen)i inkâr suretindedir. Yarısı bölünmüş ve öbür

yarısı (fenomenist) İngiliz filozofu (Hium) arası, muallâkta bir bulamaç... “Yalnız

(fenomen)lerde derinleşelim ve (nomen) diye bir şey aramayalım!” mektebi...

Dâva yavaş yavaş (metafizik) arayıcılıktan kaymakta ve bir nev’i (realist) yöne dümen

tutmaktadır.

Derken Fransa’da yeni bir (etap) daha... Yahudi (Dürkaym)...

Sisteminin Türkiye’de de ajanlığını yapmış biri bulunan bu adam üzerinde biraz durmalıyız.

(Dürkaym) Fransız (sosyoloji – içtimaîyat) mektebinin kurucusudur. Kaydettik ki, artık

felsefe, sâf (metafizik), kendi âleminde mücerret bir şiar gibi kalamıyor; mücerret tefekkürden

birtakım kanunlar devşiriyor ve onları tatbikat sahasına dikmek yolunu tutmuş bulunuyor.

Büyük mücerretlerden müşahhaslara geçip insanı cemiyet hayatı içinde bağlı olduğu ölçülerle

müşahede altına almak... İçtimaiyat budur. Nitekim terbiye, ahlâk, ruhiyat, gibi felsefe

şubeleri de (metafizik) tefekkürden devşirilmiş kanunlarla çerçeveli ilimler... Bunlara,

mücerret tefekkürün tatbikî şubeleri diyebiliriz.

O devrede artık kıymet, eşyanın künhünü aramaktan ziyade onu içtimaî faide verimine

bağlamaya dönüşmüştür ve gidiş (metafizik) yolun kapatılması istikametindedir.

Bu mânada ilk (sosyoloji) mektebini (Dürkaym) kuruyor. Ona göre ruhî ve ahlâkî vakıâlar

içtimaî hadiselere tâbidir.

Bu noktada, (Marks) ve (Engels)ten belirttiğim maddeci telâkkiye bir yakınlık göze çarpıyor.

Ama yanlış! Arada hiçbir yakınlık yok... Maddeci görüşte ruh, fikir, his diye bir şey mevcut

değildir. Her şey geçim ve iktisadî şartlardan doğmaktadır. O kadar ki, her yıl, buğday

rekoltesine ve onun dalgalanışlarına göre ahlâk temevvüçleri ve değerleri de değişir.

Yeryüzünde hakikat inkârcılığı ve küfür yobazlığı bakımından, bundan daha çarpıcı, akıl

yakıcı bir örnek daha bulunamaz.

(Dürkaym) öyle değil... Onca insan, ruhu ve iç hayatiyle ve her türlü inanciyle muhteşem bir

mevcuttur; fakat “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” hesabı, tavuğu yumurtaya

bağlamakta, yani cemiyeti esas tutmaktadır. Bu anlayış da bir nevi yarı maddecilikten başka

birşey olamaz. Zira büyük ruhçular, cemyetin ferdi imal etmesinden ziyade, ferdin cemiyeti

imal ettiği inancındadırlar.

Ya içtimaî vâkıaları doğuran müessir nedir? Bu suale (Dürkaym)ın verebileceği açık bir cevap

olmadığı gibi, onun, böyle bir suale yer vermeye lüzumlu gören bir kafa ıstırabı da yoktur. O

cemiyet vâkıasından yola çıkar ve öncesini tahkikle mükellef olmadığını söyler. Yâni

(metafizik) tefekküre, dipnotlarını arama cehdine sırt çevirir.

İnkâr edilemez ki, tesiri büyük olmuştur. Tâ (orijinal) bir fikir ve sistem adamı sanılan Ziya

Gökalp’e kadar...

Ziya Gökalp bir (Dürkaym) aparıcısıdır. (Dürkaym) gibi düşünmek başka, onun aparıcısı

olmak başka... Birinde, fikri nefsine mal etmek, çilesini yaşamak, öbüründeyse hazıra konmak

var... Ziya Gökalp, örgüleştirdiği milliyetçilik, daha doğrusu kavmiyetçilik sentezinde,

(Dürkaym) diyalektiğini alır ve üstelik (Marks) ve (Engels)in (Hegel)e yaptıkları gibi onu ters

istikamette kullanır, dinî heyecan yerini kavim sevgisini ikâme etmeye kalkar ve (Dürkaym)ın

bu noktaya vardırmadığı yapıyı, ona ters şekilde, onun harciyle inşaya yeltenir. Bu davranış,

açıkça ilim ve fikir suîstimalidir. Zaten o devirde Tanzimattan beri fikir kurumaya başladığı

ve büyük mütefekkir yetişemez olduğu için kimse karşısına çıkıp da “sen ne yapıyorsun;

müdafaa ettiğin dâvanın müstakil muhasebe ve murakabesine gücün yetmediği bir tarafa,

dayanak diye aldığın sistem, varış noktası olarak sana terstir; bu bir ilim ve fikir

yankesiciliğidir!” diyemez.

Ziya Gökalp’in tamamiyle İslâma zıt Türkçülüğündeki büyük dinî suç bir tarafa, (Dürkaym)

aparıcılığındaki ilmî suçu da onu çürütmeye yeter.

Bu mesele bizim tefekkür tarihimizde en mühim yeri işgal etmeye lâyıktır ve dönüm

noktamızı göstermesi bakımından en nazik bir çıkış noktası diye ele alınmalıdır.

Ziya Gökalp birçok yazı ve konferanslarında uzun uzun tahlilini ve kafa röntgenini

gösterdiğim gibi, aslında bir sahte kahramandır. Türkün ruh kökünü kurutmakta, hem de ilmî

bir (otorite) kisvesi altında en büyük fenalığı yapmış ve kendisini takip eden fenalıklar

serisinin önderi olmuştur.

Bir de, en pest seviyeden bir tebliğci, bir davulcu edasiyle, fikirlerini şiirle söyleme özentisi:

Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir Turan...

Vatanı müşahhas bir mekân olmaktan çıkarıp ona zaman gibi sonsuzluk çapında (mistik) bir

hüviyet biçen bu lâfların ufkunda seyrettiğimiz, dili, fikri ve gayesi olmayan, at sırtında tozu

dumana katmış, medeniyetlere saldıran bir vahşet yığınının (plâstik) dünyasına gönül

bağlamaktan başka birşey değildir.

Biz İslâmı kabul ettikten sonra Türkün Türkçüsüyüz!..

Ziya Gökalp’in Türkçülüğü ise, milliyetçiliği ruhî muhtevâda, yani dinde gören üstadı

(Dürkaym)a zıt şekilde, İslâmı Türk ruhundan sökmenin kavmiyetçiliğidir.

Nitekim, kendisinden kısa bir zaman sonra aynen tatbik edildiği üzere:

Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’ân okunur,

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!..

Demeye kadar gitmiştir.

Bahsimiz Ziya Gökalp değil, Batı tefekkürü ve bu arada (Dürkaym)... Onun için bu bahsi

burada kesiyor ve nice yazılarımız ve konuşmalarımızla senetlerine bağlamış bulunduğumuz

dâvayı Tanzimattan beri gelen sahte inkılâplar mevzuuna bırakıyoruz. Ziya Gökalp bu

mevzuun anahtar şahsiyetlerinin başındadır.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Batı fikir lâboratuarında milliyetçiliğin bir ideoloji mi,

bir psikoloji mi olduğu, tıpkı felsefenin ilim mi, sanat mı olduğu gibi, çözümlenememiş bir

meseledir. Temayül, onun daha ziyade bir psikoloji olduğu merkezindedir.

(Dürkaym)ın (pozitivist sosyoloji) mektebinden sonra İngiliz (Herbert Spenser) ile

karşılaşıyoruz. O da (Evalüsyonizm) Tekâmül felsefesinin kurucusu... Evet, tekâmül... Ama

hangi çıkıştan hangi varışa?.. Bu hikmeti size (Spenser) mektebi değil, İslâm Tasavvufu izah

edecektir...

(Spenser)in Tekâmülcülüğü ilk ve son illiyet noktasından mahrum, başın ve sonun hesabını

vermekten müstağni, uçları görünmez tek çizgi üzerinde bir tecrübecilik usûlüne dayanır; ve

artık hiçbirşeyi halledemez durumda çırpınan (metafizik) arayış cehdinin toprağa inmesi ve

tatbikî bir dehâya kavuşması şeklinde tecelli eder. Batının sapmakta olduğu yol artık budur ve

bu yolun en parlak nümunesi Amerika, (Spenser) felsefesinin bir merhale ilerisinde, doğrudan

doğruya tatbikatçı ve tecrübeye kıymet verici sistemini yuğurmaktadır.

(Spenser)i geçerken gerçek tekâmülcülük üzerinde bir kıymet hükmü koyalım. O, tasavvufun

bahsinde göreceğimiz gibi, İslâmî bir kanundur; ve pratik hayatın dört köşesinde ele alınmak

yerine, derinliğine insana ve bütün mükevvenata şâmildir. İslâmın gözünde kâinat, bir kum

tanesinden en üstün insana ve Resûle kadar Allah’tan gelen cezbenin ışıktan helezonları

içinde, ebedî bir tekâmül yolunu takib eder. Bu hikmeti Tasavvuf bahsine bırakalım; sadece

Batının deryaya nisbetle nasıl bir yüksüklük suya kadar gelebildiğine işaret edelim ve

çizgimizi kaybetmeyelim.

(Spenser)den sonra (Stuart Mil) geliyor. Tecrübî mektep... (Spenser)in kurduğu mektep

büsbütün tecrübeye dökülerek teşahhus etmeye başlıyor. O da demin anlattıklarım gibi

(fenomenist)tir. Sebepten neticeye ve neticeden sebebe doğru büyük mantık manzumesi

borçludur ona insanlık... Fakat mantık nereye kadar gidebilir? ݺte bütün mesele!

Görüyorsunuz, yine aklın metodu üzerinde ve Amerikan (pragmatizm)ine zemin hazırlayıcı

tecrübe... Büyük sebep ve netice ile alâkası yok...

Bu arada iki adam... Onları iki kelime ile hemen savuşturabiliriz. İki komik adamdır bunlar...

(Darvin) ve (Haksley)... (Darvin) tabiî ıstıfa nazariyecisi... Öbürü de... Filozof değil, tabiat ve

(fizyoloji) bilginleri... Büyük tefekkürden tamamen mahrum bir tabiat ilmi yolu ile arama

yapar ve insanı dehşete düşürmekten başka bir marifet göstermezler...

İnsan maymundan gelmeymiş!.. Bu nazariyenin sahipleri bizzat maymun... İspatları da

kendileri... Mevzuumuz olmak haysiyetine bile lâyık değiller... Ne yapalım ki, iddiaları

büyük... İnsan menşeinin maymun olduğu abesini sezmek için büyük bir kültüre ihtiyaç yok...

Tasavvuf bunu tamamen halledecek... Herşey kendi aslı içinde seyreder, hiçbir asıl inhiraf ve

başka bir asla inkılâp etmez.

Bu arada Almanya’da başka bir filozof... (Niçe)...

(Şelling) felsefesiyle karışık, yeni bir şevk ve hamle arayan bir fışkırış... İrade ve kuvvet

şuuru üzerine dayalı insanın idealize edilmesi felsefesi... “Übermenç-insan üstü” nazariyesi...

(Niçe) insana insan üstü bir derece arıyor. Batı, kaybetmeye başladığı insanı (Niçe)ye

aratıyor. (Niçe), bu bakımdan bulutlar üstüne çıkma gayretinde... İnsanı bir insan üstü fikriyle

yüceltmek dâvasında... (Niçe) her satırı bir önceki satırını tekzip eden garip bir sanatkârdır;

fakat hakikî, ilmî mânada bir (metod filozofik) sahibi değildir. Marazî bir dehâ... Bu marazî

dehâlar artık 19. Asırda üstüste gelecektir. Ve bunda tıbbın gördüğü bir takım başka

hususiyetler de var... (Niçe) bir mecnundur, mânalı bir mecnun... (Paralizi Jeneral) dedikleri

frengi kaynaklı hastalığın zebunu...

Frengi... Şu bizim (frenk) ismiyle andığımız Batıdan gelme hastalık... Biz bu illeti burada

manevî ve mecazî mânada kullanıyor ve ayrıca dikkat ediyoruz ki, 19. Asrın 20. Asra

devrettiği bunalım devresinin, ilerideki buhranı haber verici nice marazî dehâları hep

frengilidir. Şair (Bodler), romancı (Mopasan) vesaire...

(Niçe) böyle marazî ve (vizyon)lar, hayaletler gören bir insan olarak bir (ideoloji)den ziyade

ıstıraplı bir (psikoloji) getirerek Almanya’da bir büyük ruhî zemin kurmuştur. Bu zemin

Alman milliyetçiliğini bina ettirdikleri filozofların fideliği olmuştur. (Niçe) olmasaydı (Hitler)

olmazdı. Ve (Hitler)in mütefekkiri (Haydager) olmazdı. Ve (Haydager) olmasaydı şimdi

Fransızların modası geçmiş (ekzistansiyalizm) felsefesi olmazdı. Yani Varlık felsefesi...

(Niçe)yi kendinden ziyade delâlet ettiği mâna ile ele almak lâzım... (Niçe) (pesimizm)e ve

intihara doğru giden Batı tefekkürü içinde insanı bulutlar üstüne çıkarmanın bir nevi marazî

ve şairane vecdini arayan sanatkâr ve tamamen idealist...

Batı tefekkürü Avrupa’da böyle bir buhran tüneline girmiş yol alırken, Amerika’da maddeci

olmaksızın madde faydalarını hedef tutan bir fikir mezhebi doğuyor. Amerika çoktan

kurulmuştur ama ilk mütefekkirlerini henüz meydana getirmemiştir. Ve (Vilyam Ceymis)...

(Pragmatizm) felsefesi... Bir tarafta (Marksizm) Rusya’yı idare ederken, bir tarafta da

(pragmatizm) Amerika’nın damarına geçmiş olarak orayı idare etmekte... (Pragmatizm)...

Tecrübe felsefesi... Şöyle:

“-Benim metafizikle alâkam yok!”

“-Niye?”

“-Aklım ermiyor. Fasit daire...”

“-Peki, neye eriyor senin aklın?”

“-Benim aklım tecrübeye eriyor. Elektriğin ne olduğundan bana ne? Ben onu bir ampul içinde

zaptedebiliyorum ya!.. Yeter!..”

Bu görüş tatbikatta insanı gayet yalçın bir maddeciliğe götürür. İsmi konmaksızın... İnsanı

şaşırtacak kadar güzel bir oyun bulmuşlar... Diyorlar ki, “din de bir tecrübedir. O tecrübeden

de anladığımız şudur ki, din bizim görmeye, anlamaya muhtaç olduğumuz bir şey değildir,

yaşamaya muhtaç olduğumuz bir şeydir.” ݺte (pragmatizm)de din de bu... Ve onlarca hoştur,

güzeldir, lâtiftir, denemeye lâyıktır. Yani öyle bir din ki, hiç aramadan, sebebini hiç sormadan

ruhun çekiyorsa alacaksın!.. Kadınların boyunlarına taktıkları maskotlar gibi birşey... Din bir

(bonmarşe) oyuncağı mıdır? Madem tecrübe işi “10 sent ver bir din satın al!” hokkabazlığına

dönmez mi dâva?

Amerikalının dine müsahamalı bu tavrına karşılık, komunist Moskof’un yine aynı sapık

mantıkla din (realite)sine şöyle bir bakışı vardır:

“-Biz Allah’a inanmayız ama, Allah’a inananlar bulunduğuna inanırız!”

Yârabbi, ne sefil, ne rezil mantık tekerlemesi... Bu tekerlemede Allah’a niçin inanmadıklarına

dair en küçük fikir namusundan eser var mıdır? Tabiî, elbette, mecburi olarak Allah’a

inananlar bulunduğuna inanacaksın! Buna inanman Allah’a inanmamanı mı gerektirir? Allaha

inananlar, Allaha inananlar bulunduğuna inanmıyorlar mı sanki!.. Sen evvelâ Allah’a, sonra

da ona inananlar bulunduğuna inanmaya bak! Bu kullandığın ağız derecesinde şenî ve denî bir

fikir sahtekârlığı olabilir mi?

ݺte kafasiyle (materyalist), hayatiyle de (mistik) Moskofa mukabil, kafasiyle (anti

materyalist), hayatiyle ise silme (materyalist) Amerika arasında, zıddiyet içinde ayniyet!..

Sadece bir madde harikası ve bir kemmiyet köpürtücülüğü tezgâhı olan Amerika’yı, bunca

gözle görülür ve elle tutulur başarısı içinde Batı tefekkürünün iğdiş edilmiş ve dışiyle

(Herkül), içiyle akîm bir veledi kabûl etmelidir. Batı tefekkürü, sinir buhranına, sinirini

aldırmış olan Amerikalıda nasıl teselli bulabilir?

Amerika 6 dakikada kocaman bir uçak gemisi yapıp denize indirir ama eserine hâkim ruhu

kaçırdıkça kaçırmakta devam eder.

Meselâ bir er, karşısında da bir subay... Subay garip bir emir verir, er de onu yapmak istemez.

İtiraz hakkı şu noktaya kadardır. Sorar: “Bu bir emir midir?” “Evet, bu bir emirdir!” cevabını

alınca hemen onu yerine getirir. Vazife bitince de aynı subayın ensesine bir çimdik atmaya

kadar gidebilir. Karşımızda, ayağını yazı masasının üstüne atarak, şapkası tepesinde oturur.

Daha neler, ne laübâlilikler!.. Bütün bunlara hususî hayat ve serbest mıntıka göziyle bakılır ve

sosyal bir disipline yer verilmez. Putlaşmış bir hürriyet!.. Bu hep aynı felsefenin ferdî hayat

üzerindeki nakışları... Büyük ilim adamlarını, sanatkârları dolarla Avrupa’dan satın alır ve

kaba faide ölçüsünden başka birşey düşünmez. Gerçekten hadım edilmiş insan tipi, kafadan

yana...

Bugün Batı tefekkürünün beşiği ve mezarı Avrupa’ya göre, biri Doğu ve öbürü Batı

istikametinde iki ejderha çöreklenmiş bulunuyor. Rusya ve Amerika... Biri fikirde materyalist,

fakat tatbikatta idealist bir Moskof milliyetçiliği havasında ve nazariyelerini sadece öbür

milletleri tahrip işinde kullanmakta... İkincisi Amerika ve biraz önce temas ettiğimiz üzere,

fikirde (Materyalizm) düşmanı, fakat yaşayişiyle tam maddeci ve maddenin ta kendisi...

(Pragmatizm)in ruha ve ruhçuluğa hiçbir itirazı yokken getirdiği hayat, maddeci... Tek temel

inanışı da hürriyet... Başıboşluk... Hürriyet ve hürriyet...

ݺte 19. Asrın sonlarında (Vilyam Ceymis), insan kafasına, beş duyu plânında hiçbir şey

sormadan sadece tecrübeye bağlama ve ötesine boş verme, yani tecritten kaçma ve teşhiste

kalma merhalesinin yerleştiricisi oluyor. Bu mezhep, mücerret mânada olmasa bile tatbikat

sahasında bir nevi maddeciliktir.

Fakat tezatlar kazanı Batı, şu veya bu şekilde bir billûrlaşmayı kabûl eder mi hiç?..

(Pragmatizm)in hemen ardından yeni bir tepki peydahlanıyor ve Fransa’da, (Butru) isimli bir

filozof, herşeyi ruha, dolayısiyle Hristiyanlığa bağlayıcı ve şiddetle akılcılara düşman,

(irrasyonalizm)i kuruyor. Bu davranış, 20. Asırda büyük bir fikir hareketi başlatacak olan

(Blondel)e doğru yol açış... Ve akıl vâkıasını kökünden tahrip kudretini gösteren (Bergson)a

doğru bir uzanış...

19. Asrı kapatırken şöyle bir teşhis yerinde olur:

Büyük madde marifetlerinin ve makine keşiflerinin gururiyle sâf (idealizm)i gölgeleyen,

baltalayan, fakat onun yeni yeşermelerine engel olamayan ve onu ancak (Panteizm) şeklinde

benimsemek istidadını gösteren Batı tefekkürü, marifetlerinin ruh hâkimiyetini elden kaçırma

hengâmesine girmiş ve bu hengâmenin kapısı 20. Asra ayağını dayamıştır.

Münezzeh Yaratıcı’yı tabiatte arama cereyanında fikrî ve hissî payı büyük olan (Göte) bakın

ne diyor:

“-Ey tabiat, sen biricik sanatkârsın! İnsan sende ve sen her yerdesin!”

Halbuki bu türlü bir vasıflandırma ancak Allah hakkında kullanılabilir. Varlığı bu çapta bir

tecrit ve tenzihten sonra her şeyi o Mutlak Varlık önünde silmek ve yokluğa gömmek

gerekirken, işi bir yaratıklar manzumesi olan tabiate bağlamak nice ve nasıl olabilir? Tepeye

tırmanırken zirve noktasına sıçrayamamanın ve yuvarlanmanın hazin akibeti...

Bu çırpınış Alman edebiyatında böyle tecelli ederken Fransız sanat dünyasında, yavaş yavaş

hazırlanan müthiş ruh “dacret-sıkıntı”sı halinin iki habercisini görüyoruz... (Bodler) ve

(Rembo) isimli iki şair... (Bodler), için için hazırlanmakta olan bir kanser gibi, asrının ve

ilerinin buhranını yaftalayabilmiştir: (Splin ve ideal)... (Splin-Spleen) İngilizce bir kelime...

“Dacret-hafakan” mânasına... (Ddeal) ise belli; ileriyi, öteyi arama iştiyakı...

O devirde, mücerret ilimler ve müspet bilgilerde Batını merkez (metropolis)i olan Paris’te,

kapkaranlık gökler ve fabrika dumanları altında nereye yol verdiği belirsiz kaldırımlar ve

başları dönen çatılar, bu marazî şaire, Batı aydınının ruh ihtilâç ve irtiaşlarını ilham etmekte

bir anten vazifesini görmüştür. Onun (Le flâr dü mal-Fenalık Çiçekleri) adlı şiir kitabı,

(Sosyolojik) gözle, iflâsa giden ve ruhî dengesini kaybetmeye başlayan Batının peşin

habercisi mahiyetindedir. Fikirde değil sanatta... Düşünüşte değil, sezişte... Keşfettiği ve

maddî faidelere memur kıldığı makine (robot)larının ileride tutsağı mevkiine düşecek olan

Batı, sanatkârına, henüz ortada hiçbir şey yokken, ruhun yeryüzünden bir güneş gibi

çekilmesiyle doğan boşluğu, korku ve dehşet psikolojisi içinde, bir (nostalji-gurbet duygusu)

ve (melânkoli-hüzün kâbusu) aşılayarak ilham etmiştir. Bu hal, kaybolmaya yüz tutan bir ruh

nizamı ve iman sarsılışının sanatta canhıraş tecellisinden başka birşey değildir ve bu tecelli

aynalarının neye alet oldukları hakkında şuur sahibi olmaya ihtiyaçları yoktur. Arı bal yapar,

kimyager hesabı yapmaz.

(Bodler)in biraz öncesinde (Po) ve biraz sonrasında (Rembo)yu da aynı soydan sanatkârlar

serisine bağlayabiliriz.

(Rembo) mücerret düşünce ve seziş melekesini, İlâhî hikmetlerin, varılmaz, erişilmez ve içine

girilmez kapısına kadar itebilmiş ve nihayet daha önce de bahsettiğimiz gibi aklını kaybetme

korkusiyle şiiri bırakmış, Afrika’larda, şuralarda, buralarda serserice yaşamış ve sonunda,

yarım yamalak öğrendiği Arapça ile aynen “Allah kerim” diyerek pek genç yaşta Marsilya’da

ölmüş bir garip dehâ...

19. Asır, müspet bilgilerin fışkırmaya başladığı, Batının madde plânında eşya ve hadiselere

seyislik çığırını açtığı, fakat terbiyesi altındaki atın ruh mahmuzu eksikliği yüzünden

zaptedilemez hale geleceğini henüz farkedemediği devre... Bugünkü Batı fikir ve ahlâk

buhranının en ince çizgisi budur; ve Batı bu hali yaşarken, Türkiye, birtakım satıhçı aydın

taslakları elinde kendi aslî ruh kaynağını kurutma yolundadır. Tanzimatın hesabı da bu

hükmün içinde...

Şimdi 20. Asra geçebiliriz.

20. Asır, 19. Asır içinde pişen buhranın Birinci Dünya Harbi sonlarında patlak vermesiyle

karakter kazanır. Zira İkinci Dünya Harbi, yeni alet keşiflerinden başka bir şey getirmemiştir.

Birinci Dünya Harbi ise yıktığı şeyler bakımından en büyük merhale başıdır. Beşer hayatı

üzerinde, yıktığı ruhî kıymetler... Evet, 20. Asır o buhranın Birinci Dünya Harbinde patlak

verdiği, bütün muvazenelerin yıkıldığı devre...

Bu asrın başında (Blondel)... Fransız filozofu... 19. Asrın sonunda, fakat 20. Asrın filozofu

sayılabilir. O, iman fikriyatını temsil eder. Meşhur (Aksiyon) isimli bir eseri var...

(L’aksiyon)... Bu eserin Fransa’da yaydığı tesir büyük... Aksiyon, yani iş, amel... ݺ hamlesini,

aksiyonun bağlandığı ruh kutbu üzerinde derin tabakalara ulaştı. 1932’de de “Katolik

Felsefesi Problemi” isimli eseri... Bu eserde katolik felsefesinin bütün abeslerine o türlü

(mistik) bir gözle bakar ki, o gözün acısı içinde ve tefekkürî telkini altında insanlar abese bir

sır gibi inanacak kadar büyülenirler. (Blondel) kaybedileni arayandır. O zamana kadar

kazanılan ve erişilen birçok zafer, bir de uğranılan azim bir bozgun vardır. Bulunan

doyurmuyor, kaybedilen ise bulunmuyor ve kilisede aranıyor. (Blondel) tam idealisttir, (anti-

entellektüelist)... Akliyecilerin zıddı (mistik)... (Mistik) görüşün tam izahı tasavvuf bahsinde...

(Blondel)in örneği (Paskal) ve (Sent Ogüsten)... Daha önce bahsettiğimiz (Paskal) hemen

hemen onun ana plânı...

(Blondel)in tesiri büyük oldu dedik. Kısık bir ses gibi geldi önce, fakat bu kısık ses, için için

eşyayı yiyen güveler gibi Fransız gençliğine tam hakim oldu.

Tabi binbir cereyan var, birbiri ile boğuşan... (Blondel) 20. Asırda ruhçu cereyanı temsil

ederken Yahudi (Marks)ın cemiyet meselesinde ileriye sürdüğü bâtılı, ruha tatbik eden ikinci

bir yahudi vardır: (Froyd)... (Froyd) tıpkı (Darvin) ve (Marks) gibi giriftleri basite irca edici

bir formül ustasıdır. Öyle bir esasa bağlıyor bütün tahassüs ve fikriyatını ki, madde

görüşünden daha yıkıcı oluyor. Dolayısiyle yıkıcı bir (etap) teşkil ediyor. (Froyd)e göre, insan

ruhu, bütün tahassüslerimizin mihrakı ruh, cemiyette muayyen terbiye sistemlerinin ona bir

çuval gibi tıktığı “ihtibas-işte hapsetme” keyfiyeti içinde esirdir. Evet bu hale “ihtibas” der: ve

ruhun (röfülman-boşalma) ihtiyacından doğduğunu kaydeder. Boşalma, boşanma, çatlama,

patlama... Hani vapurlarda gördüğümüz, istim koyuvermek gibi zarurî bir şey... Peki, ya bu

halin sâiki nedir? Şehvettir! Onca esas ve üzerinde durduğu ana çizgi budur. Doğan çocuk öz

annesinin memesine yalnız bu arzuyla yapışır!..

İlim önünde müstehcenlik yok, açık konuşuyorum: ne muazzam bir intihar psikolojisi ki,

çocuğu (Jan Jak Ruso) hesabiyle tabiata terketseniz, ruhlarda birikim diye bir şey kalmayacağı

zamanın da... ݺte tabiat! Birçok hayvan önünüzde çiftleşmezler. Bu terbiyeyi kimden

almışlardır? Birçok hayvan önümüzde pislemezler. Hattâ dağda, kırda bile pisliklerini

toprakla örterler. Çocuk dahi meme emerken annesiyle muayyen bir fiile başlar (Froyd)e

göre... Bütün fikrini buna bina eder. Ve cemiyetten aldığımız telkinlerin bir çuval halinde

ruhumuza tıkılmış olduğunu kabûl eder. Her hissi buna irca eder; bununla da kalmaz, büyük

sanatkârı ve filozofu bu ölçüyle izaha kalkar, der ki, “işte bu ihtibasları renk ve şekil

değiştirerek süren sanatkâr”... Bu fiile de (süblimasyon) adını yakıştırır, yani sanatkâr, kendi

ihtibaslarını (süblime) eder, ulvîleştirir. Yapamazsa iradesi yırtılır.

(Froyd) bir yahudidir. (Froyd) müthiş diyalektiğiyle o kadar korkunç oldu ki, onun ruh

nazariyesi (libido) âdetâ her kapıyı açan bir anahtar sanıldı. O kadar korkunç bir diyalektiği

var ki, insan istemeden kapılabilir. (Froyd)u okuyan hristiyanlardan ve öz talebelerinden

birkaçı intihar etmiştir. Anasının yüzüne bakamaz hale gelmişlerdir.

Mukabil darbeyi ona indiren de kendi hemcinsi Mösyö (Bergson) oluyor.

Yahudiler esrarlı mahlûklar... (Kapitalizm) o kurar, (Komünizm)i o yapar, sonra o yıkar.

Şimdi Yahudiyi şöyle, kısaca tahlil edelim: Biri bir adım ileri attırsa, diğeri gelir, o adımı geri

aldırır. Peki, nedir bundan murad?.. Hiçbir yerde birlik bırakmamak... Bâtılda bile

buluşturmak istemez insanları... Yahudi budur; ve hak veya bâtıl, her birliğe düşmandır. Tek

gayesi, gizli yahudilik hegemonyasını kurabilmek için insanlığı bölmek, ufalamak, çözmek ve

çürütmek...

(Froyd)ün arkasından sıra (Lenin)e geliyor. Hayret değil mi, (Lenin) bu kadar büyük

filozofların içinde nasıl yer alır? Pek azımız bilir; (Lenin)in dört-beş tane mühim eseri vardır.

(Lenin) aksiyon adamı, büyük mânada... Ama aynı dercede fikirci... Yani ezberci ve lüpçü

politikacılardan değil... Ve (Leninizm) dedikleri, (Marks)ı tefsir ve kendine göre tâdil edici ve

(Komünizm)de (Marks) ve (Engels) tarafından cevap verilemeyen şeyi, yani ruh

fonksiyonunu gûya tarif kılıcı bir anlayış... Onun için, fikrî bir (etap)tır (Lenin)... Kısaca

bahsedip geçeceğim. Yalnız ister (Lenin), ister (Engels), ister (Marks), bir şey söylemek

isterim size... Bütün dâvamızı kucaklayacak kadar mühim bir şey:

Birgün, benim mensup olduğum ve büyüklerin büyüğü bildiğim Velî, bana şöyle dedi:

“-Dnanmak o kadar mühim şeydir ki, istersen bir oduna inan!”

İnanmanın hakikatı İslâmdır ve dindir. Fakat yalanı bile, bakın, ne kadar verimli, inanmanın...

Bu üç adam (Marks), (Engels) ve (Lenin) bâtıla inanışın eşsiz mümessilleri... Dâva ahlâkında

da müthiş... (Marks) kan kusarak öldü, doktor parası bile yoktu. (Lenin) bütün Rusya’nın

başına geçmişti, fakat kendi devrinde maarif komiseri (Lûnacarski) evinin geçiminin dar

olduğundan bahsedince ona, “karını çalıştır!” cevabını verdi. Ve karısı (Vandözlük-satıcılık)

etti, maarif komiserinin... Lenin herhangi bir mesele hakkında “bu benim özel hayatıma

aittir!” diyen bir adama elini uzatmış, parmağı titreyerek, “bir komünistin özel hayatı yoktur!”

diye bağırmıştır. Ne güzel ölçü! Bunu biz kendimize alalım. “Hikmet müminin kaybolmuş

malıdır; nerede bulsa alır”... Yüce Hadis... Asıl bir müslümanın hususî hayatı olmaz!!..

Müslümanlık bizi her yerde takip eder. attâ helâda bile... Hususî hayatım, resmî hayatım, filân

lâf!.. (Lenin) tersine tam bir idealist olarak öldü. O da esrarengiz, (Niçe) vâri hastalıklardan

birine müptelâ idi... Dedik ki, birkaç eser sahibi... Bir tanesi Maddecilik ve (Ampiriyo

Kritisizm)... Öbürü “Dşçi Sınıfı İhtilâli”, daha öbürü “Devlet ve İhtilâl”... Bir tane daha var...

Bunlar arasında felsefî görüş mânasına ilki ele alınabilir. Bu dört eserden üçü tam tatbikîdir;

fakat birincisinde (Lenin)in mukabil felsefeden gelen her ihtimale cevap hazırladığı ve

mütemadi bir akıl (kritisizm)i içinde dolaştığı, fakat nice dev adama göre gayet sathî kaldığı

besbellidir. (Lenin) bir buluş sahibidir. Der ki, “ruh, madde münasebetlerinin irtibatlarından

insanda teşekkül etme bir hassedir.” Hasse, yani his merkezi...

Bir gün Mazhar Osman’ın bir kitabını görmüştüm. Başında şu ibareyi gördüm ve kitabı

hemen kapadım: “Ruh, bedenî fiillerin mecmuudur. Yoksa ruh diye birşey yoktur!” diyor, ruh

doktoru... Batıda böyle bir kitap çıksa ve adam kazârâ profesör olmuş bulunsa, mesele olur.

Adamı kepaze ederler!.. Ancak bizim memlekette yutulur böyle şeyler... Bütün dünyanın

üzerine eğildiği ruh diye bir (fenomen) varken, ruhu bedenî fiillerin toplamı diye tarif ne

demek? Yani şu, şu, şu, fiil, eşittir ruh... Olur mu böyle şey; bu nasıl izahtır? Hiç olmazsa

(Lenin) kadar izaha çalış! (Lenîn)inki bunun biraz daha haysiyetlisidir, o kadar!.. Yoksa izah

değil...

(Lenin)in arkasından yine Fransa’ya geçiyor ve 20. Asrın en büyük ruhçu çizgisini getirmiş

olan, yine yahudi, fakat katolik ölen veya böyle öldüğü sanılan (Bergson) geliyor önümüze...

(Bergson) büyük kafadır. (Bergson) mütemadiyen bozan yahudiye mukabil bir düzeltme

örneği... Ama bu düzeltme yalnız aklı tahrip işinde verimli, ilerisindeyse hiçbir şey!.. Öteden

beri iddiamız şudur ki, felsefe daima öncekileri tenkit ve iptal etmekte haklı ve kıymetlidir; öz

nefsiyle hakkı getirmekte ise çıkmaz sokak...

Evet, büyük kafa... 20. Asrın tipik kafası, zamanın ruhçulara hâkim filozofu... Fransa’nın

tefekkürde (Eyfel) kulesi... Akliyeciliğe ve maddeciliğe ölüm darbesini getiren adam... Yani

(Ogüst Komt) ve bağlıları mektebine... Ölüm darbesini indirmek lâfla olmaz. “Dndirdi,

indirmedi” demekle de... Eserle olur. (Bergson) “Yaratıcı Tekâmül”, sonra “Yaratıcı

Muhayyile” eseriyle aklı son hududuna kadar tarif, aklın kifayetsizliğini akılla ispat etmiştir.

Şimdi burada bizim tasavvufumuzun kapısına nasıl sokulduğunu, fakat tıpkı (Paskal) gibi

nasıl içeriye girmek nasibine malik olmadığını göreceksiniz. (Entüvisyon-seziş)... Akıl üstü

bir meleke var ki, içimizde, biz ona ruh diyoruz... Onun ismi seziştir ve her şeyi gören, bilen,

duyan odur. Bir anda sezen... Akıl, sırtında ölçü âletleri taşıyan bir amele gibi seziş

duygusunu takip eder. Duygu düşünceden önce gelir, o gelince de akıl ölçmeye başlar.

Herşeyi ânî olarak idrak ederiz. Bu (entüvisyon)la olur, akılla olmaz. Kalble, yani ruhla... Akıl

ruhun peşinden gelir ve onları kemmiyet aletleriyle ve kendine mahsus kıyaslarla ölçer.

Bu sistemi o türlü vaz’etti ve o türlü sağlam bir mantık kurdu ki, perişan oldu karşısındaki

Akliye Mektebi... Akliyeciler karşılık olarak hiçbir şey bulamadılar; döndüler, dolaştılar, şunu

söylediler: “Sen aklı imha ettin, kabûl ederiz; ama metodun akıldır yine... Sen bizi akılla

yendin o halde yine yaşayan akıl!.. Cevabı: “Demek ki, akla düşen en büyük hamle, kendi

kendisini inkâr, kendi eliyle intihardır!”... Bu da bizim dinimizde akıl bahsinde çok ince bir

nüktedir. “Ne akılla olur, ne de akılsız” nüktesindeki zıtları birleştirici hikmet...

(Bergson) üzerinde uzun durmak lâzım... Fakat asıl dâvamızın kapısı önünde lâfı uzatamayız.

Ve tuttu, meşhur eserini yazdı: “Din ve ahlâkın iki kaynağı”... Ve onda da döndürdü,

dolaştırdı, yeryüzünde tutunabilir tek görüşün (mistik) anlayış olabileceğini iddia etti.

İtirazcılarını kabalıkla ve basitlikle niteledi. Ve ahlâkını da bu türlü vazettiğine inandı. Yakın

zamanlarda da katolikliğe geçti ve öldü. Hristiyan ölen ender yahudilerden biri... (Lö Rir) diye

bir kitabı vardır onun: “Gülmek” adlı... Mustafa Şekip Tunç bu eseri, “Kime gülüyoruz, niçin

gülüyoruz?” diye tercüme etmişti. Gülmeyi basit bir şekilde alamayız ele, gayet ince bir fiildir

o...

Mustafa Şekip deyince aklıma şu geldi:

Peyami Safa, o ve ben, akşamları toplanır münakaşalar ederdik. Gülmelerin yüzümüze çizdiği

hatlar konuşulurken, Peyami Safa, yarı alaylı bir söz etti:

“-Hayvanlar da güler mi?”

Şekip:

“-Evet!” deyince Peyami Safa atıldı:

“-Ya hayvanlarda, dedi; niçin bu çizgiler belli olmuyor? Şekip durdu, çok sâfiyane bir cevap

verdi:

“-Tüyleri var da görünmüyor!”...

İnsan bu kadar basit olmaktan korkmalıdır. (Bergson)un Türkiye elçisi Mustafa Şekip’in

anlayışı bu kadardı.

“Gülmek” adlı kitabında (Bergson) gülmenin ruh naktaları bakımından en ince tahlillerini

yaparken kitabın ikinci baskısında Şarlo’yu almıştır ele... Hayret; (Bergson) gibi bir

mütefekkir, bu kadar komik doluyken ortalık, neden onu ele aldı? Zira Şarlo neredeyse

(Bergson)a denk adamdır. Evet, Şarlo müthiş adam... (Lenin) Şarlo için, “ben bir adama

hayranım, o da Şarlo’dur” demiştir. (Bergson) da Şarlo’yu kitabına almıştır. Şarlo İngiltere’ye

geldiği zaman kendisine Kral ailesine mahsus merasim yapıldı. Bunu dünyada kimseye

yapmaz İngiliz...

Şarlo’yu komünizme yakınlaştırıyorlar. Hatalı teşhis... Aynı yakınlaştırmayı ruhçular da

yapabilir.

Bugünün en büyük problemi makine meselesidir. Şarlo’nun makine ile alayı, o kadar zariftir

ki, ancak ruhçu telâkkiye yakışabilir. Meselâ: Bir filminde, bir fabrikada iş tasarrufu için her

şey alete dökülmüştür. Amele, soframsı bir yerde oturur. Makine gelir bir kolla ağzına yemek

verir, sonra başka bir kolla da ağzını siler. Makine esasta ahmak... Yemek veren kolu bozulur,

havada işler ve yemekler yere dökülür. Fakat diğer kol tarafından aç adamın ağzı silinir.

Şimdi bu komiklik midir, yoksa ağlatıcı fikir mi? Tam da maddeciliğe zıt... Bakın, kazâ ve

kadere ait nüktesine, ne kadar ince!.. ݺ arıyor. Nereye müracaat etse sonuncu oluyor; daima

kapıları kapatıyorlar yüzüne... Çare yoktur, bütün işçiler girer, yalnız o kalır. 1111 işçi

alınacak olsa bir fabrikaya, ona 1112’nci sıra düşer. O da gider, tanzifat memuru olur, çöpçü...

Eline bir süpürge – kürek verirler yolda temizlik yapmak için... Giderken, bakar, bir sokaktan

katırlar geliyor... Eyvah, onların pisliğini temizlemek zor!.. “Başka sokağa dalayım” der

açıkgöz; bir de bakar ki, bir cambazhanenin filleri gelmekte...

Bakın, kader fikri ne kadar ince!.. Şarlo’ya boyacı da güler. En büyük mütefekkir ise

ağlayarak seyreder. Şarlo, 20. Asrın hakikatte darmadağın olmuş kıymetleriyle alay etmeyi en

iyi bilen adamdır. Ve tamamen ağlatıcı, düşündürücü, bir plânda... Güldürücü gibi görünse

de...

·

Sonra batıda iş basitleşiyor. Müthiş bir fikir anarşisidir, gidiyor. Derin bir karmaşıklık âlemi,

fakat hep kemmiyette kalan bir dünya... Keyfiyetin giriftliği değil... Yollar şaşırılmış...

Amerikan şehirleri gibi her tarafta oklar, ışıklı ilânlar, 80 katlı binalar...

(Rayhınbah) bir (ekol) kuruyor. Bu riyaziye (ekol)üdür. (Metafizik) nefreti artık her şeye

hâkim... Her şey, malûm, yerli yerinde; ne akılcılık var ne ruhçuluk... Peki ne var?.. Yine

(Pragmatizm)in bir çeşidi halinde sefil bir faydacılık... Ruh ve beyin aç!.. Sancının ölümle

durdurulması hali...

Arkasından (Haydeger) geliyor. (Haydeger) Hitler’in meşhur mütefekkiridir. Demin (Niçe)ye

bağlamıştım onu... O, gayet mühim bir noktaya çıkanlardan... Yani gaipler perdesine el

dokundurup cereyana kapılmaya istidatlı tiplerden... (Anksfilozofi)yi kuruyor. Yokluk

korkusu felsefesi... “Dacret – Hafakan” felsefesi... (Tipik) bir adamdır o... Hiç değilse Batı

fikir buhranının ilâncısı... Ve bu adam yeni bir formül çıkarıyor (Dekart) vâri... “Zâtım,

mevcudiyetimdir!” Evet, korkudan, yokluktan neşe ve zevke zıplamanın felsefesi... Varlık

felsefesi... Büyük bir (Vitalizm) felsefesi... Alman cihangirlik dâvasını işte bu ruh haleti idare

etti. Var olma şevki... Şöyle dönüp bakın, Doğu memleketlerine, böyle bir şevk görüyor

musunuz? Halbuki ölümsüzlük şevkinin kaynağı bizde...

(Haydeger)den, (Sartr) ve grupu (Ekzistansiyalizm)i devşirdiler. Fakat bu da bizce inandırıcı

büyük bir düşünce zemini üzerine kurulu bir ideoloji değildir. (Ekzistansiyalizm) insan

varlığına din dışı yeni bir üs aramanın ve insanı Allah’tan kopararak kendisine bağlamaya

davranmanın mezhebi olarak markalanabilir.

Gerek (Haydeger)in (anksfilozofi)si, gerekse (Sartr)ın (ekzistansiyalizm)i 20. Asır insanının

geçirdiği ruhî buhran noktasından birbirine yakınlık ifade etse de hakikatte tezkiye yolu

bakımından aykırıdır.

(Haydeger)in arkasından –çok uzun konuşmaya değer adam, kısaca söyliyeceğiz; dâvamıza

girelim artık!- (Aynştayn) geliyor. (Aynştayn) filozof olmak iddiasında değildir. O sadece

fizikçidir. Fakat fiziği ve riyaziyeyi o hale getirmiştir ki, fizik, tefekkür olmuştur. Onun

felsefe formülleriyle alâkası yoktur. Ama müthiş bir şekilde dağılmış olan dünya felsefesini,

yepyeni bir yere götüren dehâ... Ve bu adam, ne garip. “Vahdet-i Vücud” gibi birçok tecrit ve

teşhisini fizikle doğrular gibi bir merhale açar. Meselâ evvelâ mesafe nazariyesi... Gide gide

kemmiyetler nereye gidiyor? Nihayet kendi üzerinde dönen bir yere gidiyor, onca... Kendi

vâhidi kendi zatı etrafında dönmek... Anlaşılması zor bir dâva... Bu, Muhiddin-i Arabî

Hazretlerine çok yakın bir fikir... Her şeye rağmen maddî ve (plâstik) plâna bağlı kaldığı için

eksik... Meselâ eşyaya bir dördüncü boyut biçer. Üç boyuttan sonra bir de dördüncü boyut...

Neymiş? Zaman... Zaman bütün boyutların va madde göeünüşlerinin üzerinde bir (kadans),

ahenk, bir oluş prensibidir. Boyut fikri içinde düşünülemez!.. Bu da meseleyi bir nevi

maddeye irca hatâsına varır. İzafiyecilik mezhebi... “Herşey rölatiftir, yani izâfidir.” Sana

göre şöyle, bana göre böyle... Bunun da yakıcı bir gerçeği var ama bir yere bağlıyamıyor.

Felsefeyi allak bullak etmiş, fakat kendi filozof değil... Böyle korkunç bir dehâ, ilâve etmeye

lüzum var mı ki, yahudidir. Evet dikkat edin! Nihayet (Hitler)den kaçış ve Amerika’ya gidiş...

Amerika’da buna suali yapıştırırlar:

“-Peki, derler; bütün bu sisteminin hülâsası nedir? Siz Allah’a inanıyor musunuz?”

“-Buna cevap vermeyeceğim!” der.

O kadar... Tam yahudi... ݺte görüyorsunuz. Acaba neden susuyor? Evet demekten korktuğu

için mi, hayır demekten ürktüğü için mi? Orası meçhul... Ve Amerika’da ölür. O, gittikçe

küçülen bir dünya ve gittikçe büyüyen bir âlemde sonsuzluk mimarîsini ve riyaziyesini ne

güzel imal etmiş bir zekâ... Fakat toplamı, yekûnu baştan aşağı ters... O malzemeyle bir

başkası, Allah’ı fizik ilmiyle ispata yol açabilirdi.

Geriye (Bertran Rasıl) kalıyor. Mühim değil... Tam (Bergson)a zıd... Onun da haklı bir sözü

var, gûya haklı: “Seziş!..” Kabûl ama ilme “mûta – veri” olamaz ki, seziş... Sezişle ilim

yapılamaz ki... Batının yapacağı zaten başka bir şey yok... Hepsi birbirinin yanlışını

çıkarmaya, zaafını aramaya memur... (Bertran Rasıl)ın şu cümlesi de sanki akla uygun:

“Seziş, akla karşı bir bilgi unsuru değildir.”... Halbuki bütün mesele sezişle ilim yapmakta

veya sezişte bir bilgi verisi aramakta değil, bilginin varamadığı hakikati sezişte bulmakta ve

bunun ilmini yapmakta...

Birici Dünya Harbi basit siyasî sebepler yüzünden kopmuş görünse de, esasta Batının

kendisine yeni bir nizam arama ihtiyacından doğmuştur. İkinci Dünya Harbi de onun

devamı... Ve beklediğimiz Üçüncü Dünya Harbi devamın devamı olacaktır. Birinci Dünya

Harbi siyasî, iktisadî bahaneler gerisinde zaman ve mekâna tahakküm iktidarından gizli gizli

düşmekte olan (Greko – Lâtin) milletler grubunun birbirini yemesi insiyakından doğma...

İkincisi bu halin açıkça ifşası oldu.

Çok defa bir romancı bir eserine girerken, hattâ bir şair şiirine başlarken kelimeler onu takar

peşine ve götürür götüreceği yere... Ne mevzu, ne plân kalır. İnsanlar hiçbir zaman

mevzularına tam hâkim olamaz. Ben bir saniye sonra kullanacağım cümlenin bir kelimesini

size şimdiden söyleyebilir miyim? Meçhule büyük riayet lâzımdır.

(Molteke) diyor ki: “Askerlikte plân, evdeki pazarın çarşıya uyması gayesini güder ama harp

sürprizlerle doludur. Hiç ummadığınız yerde devrilen bir öküz arabası bir harbin talihini başka

istikametlere yöneltebilir.”

Birinci Dünya Harbi de sürpriz şeklinde yıkıma götürdü insanlığı... Hiçbir anane ve dayanak

kalmadı. Kadınların eteği topuklardayken birden dizinin üstüne çıkıverdi. Klâsik musiki,

kapısında bir vahşi gördü, “caz” diye... Afrika vahşisinin müziği... Resim, şiir ne hale geldi?

Kübik eşya, mimarî vesaire... Bütün bugün gördüğünüz insanlar o zamanların dölleridir.

Gördüğünüz sözde yeniciler, hep o ilklerin kopyacı azmanları... (Dada)lar, (fütürist)ler,

(empresyonist)ler, (sürrealist)ler, falan, filân... Bu arada bu sahte cereyana inanmayan (Valeri)

gibiler (Neo-Klâsisizm) peşinde koştular. Neticede (uzatmayalım) cihanın bütün ruhî

metabolizma bünyesi altüst oldu, Birinci Dünya Harbiyle... Mimarî bile değişti. Eski vecdin

ifade ettiği mermerler yerine bağırsaktan çekilmiş kırk katlı binalar... Ve büyük bir inanış

yoksunluğu... Her şey değişti, piçleşti, yozlaştı.

İkinci Dünya Harbi ilk çekilen krizden sonra geldiği için birinci kriz kadar müessir değildir;

fakat meselesi açıktır: Batının muhtaç hale geldiği yeni nizam kavgası... Ruh boşluğu...

Ancak Atom ve benzerleri gibi yeni buluşların sahibidir ikincisi... Büyük sosyal sarsıntı

Birinci dünya harbinde oldu... Ve neticede bu da Batı tefekkürü ile paralel olarak, istene

istene bir türlü sahası bulunamayan, artık keşiflerine esir ve intihara mahkûm bünyesinin

iadesi... Batı buhranı budur. Çağ budur!

Şimdi size Batı meselesine ait ana hükmümüzü söyleyelim: 20. Asır, müspet ve menfi her

(idealizasyon)u bırakıp amelî faydaya dönerken, buhranı idrak etmekle, kendini tahrip

hamlesi içinde, dinî bir (idealizm) tefekkürü arama ve arada büyük çırpınışı açığa vurma

illetini yaşamaktadır.

Batı tefekkürünün topyekûn seyri şöyle:

(Plâstik) plâna bağlı akıl, mücerret fikir ve dış zevk harikası Eski Yunan... Aynı tesirler

altında nizam yatağı ve gurur ahlâkçısı Roma... Bu vaziyette iç dünyadan ve mutlak

müessirden haber getiren İsevîlik... Yeni ahlâk ve hassasiyet... Ruh önünde eriyen madde ve

(plâstisite) dünyası... İsevîliğin tahrifçi ellerde bozuluşu... Böylece daralan ve dünyasını

kaybeden akıl... İskenderiye mektebi ile sunî ve zoraki akıl mistiği... Kilise skolâstiği

etrafında büsbütün daraln kapkaranlık Ortaçağ tüneli... Akıl ve zevk fışkırışiyle (Rönesans)...

“Yunan + Roma + Hristiyanlık = Batı Medeniyeti” formülü... Ve aklın kiliseden intikam

dâvası... 17. Asırdan itibaren millet millet yayılan (idealist) ve (materyalist) kutuplar etrafında

girift zikzaklar... Maddeye hâkimiyet başarısına mukabil, kayıbı her ân meydana çıkan ruhun

hamle üzerine hamle ile aranması... Daima akıl içi cehdlerle boyuna akıl tefekkürü... Seyir

bu... Dıştan görünüş bu kadar...

Şimdi topyekûn teşhis ve tespit, terkip ve hüküm:

Bu gelişle gidişi içinde Batı tefekkürü, maddeye aksetmiş akılla harikalar doğurduğu, aynı

akılla da aklı kıracak kadar ileri gittiği halde ruh feyzine, yani nura çıkamayan, eşya ve

hadiselere insan ruhunda tahakküm ölçüsünü kuramıyan, neticede ruhu öksüz bırakan ve bu

eksiğini daima hissedip keşiflerinin oyuncaklariyle teselliye eremiyen, muazzam bir madde

bonmarşesi ve plâstik inşadan ibaret... İçinde sultanı olmayan saray...

Şimdi tasavvuftan sonra gelecek olan hükümden bir parça verelim: İki dünya arasında

problem şudur: Birinin eksiği öbüründe gizli iki dünya, Doğu ve Batı... Batının kolay takdir

edilir zaferi, madde nakışlarında ve süsünde; Doğunun müdafaasızlığı da maddî sefaletinde ve

madde çelmesiyle düşürülmüş olmak fecaatinde... ݺte, iki asırdır Doğuda çıkan bütün sahte

inkılâpçıların kıymet hükmü, tıpkı sinek kâğıdına yapışmış böcekler halinde,

ölçülendirdiğimiz nispetlerden çıkarılabilir.

Nihayet Doğunun aslî rengi ve mutlak vâhidi İslâmiyet, onun da ruhu tasavvuf ve onu

(plâstisite)ye çıkarmak, eşyaya nakşetmek dâvası...

İkinci Bölüm: İSLAM TASAVVUFU

İkinci Bölüm

İSLÂM TASAVVUFU

ݺte geldik Tasavvufa... Ana dâva ve mevzuumuza... Evvelâ bu azîm dâvaya dipsiz bir denize

dalar gibi atılırken, büyüklerin tarifleri üzerinden kısaca geçelim:

Cüneyt:

“-Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi...”

Yine Cüneyt:

“Gayr ile alâkasız olarak Allah ile olmak...”

Yine Cüneyt:

“-Toplanarak zikr, duyarak vecd, uyarak amel...”

Bunun aslı şöyle:

“-Dçtima ile zikir, istima ile vecd, ittiba ile amel..”

Yine Cineyt:

“-Şeriatin yasak ettiği şeyler ve kötü ahlâka karşı devamlı mücahede”...

Muhammed bin Aliyyül-kassab:

“-Keremli zamanda, keremli kavm içinde, keremli insanda, keremli ahlâk...”

Bu ahlâk herkesin çok iyi bildiğini sandığı umumî ve orta malı ahlâk değil... Ahlâkın ahlâkı...

Ebu Muhammed Cerirî:

“-Bütün halinde iyi ahlâka girip kötüsünden çıkmak...”

Yine Ebu Muhammed Cerirî:

“-Hallerin murakabesi ve edebin muhafazası...”

Buradaki edep de derinliğine sonsuz derecede ince bir mefhum... Bilinen basit edeplerden

değil... Yeri gelecek...

Mâruf-u Kerhî:

“-Hakikati yerinden almak ve halktan elini çekmek.”

Şiblî:

“-Kesiksiz Allah ile olmak...”

Yine Şiblî:

“-Halktan kesilip Hakka bağlanmak.”

Yine Şiblî:

“-Yakıcı şimşek...”

Bu bir tarif mi? Tariflerin tarifi... Bu üzerine dağlar yıkılan bir insanın doğrudan doğruya

uğradığı hal olarak belki tariflerin en güzeli... Yakıcı şimşek... “Berkatün muhrika”...

Ebu Ali Ruzibâri:

“-Uzaklığın kederinden sonra yakınlığın safası...”

Ebu Türab:

“-Hiçbir şeyde kedere düşmemek ve herşeyde safa bulmak...”

Salokî:

“-Şer’î yasaklar dışında kaçınmayı ve karşı durmayı bırakmak. İraz ve itirazı terketmek...”

Ve Mansur... Tam asılacağı zaman, soruyorlar:

“-Tasavvuf nedir?”

“-En aşağısı, şu bende gördüğünüz haldir!”

“-Ya en yukarısı?”

“-Onu görmeye size yol yoktur!”

Bu arada bütün tarifleri aldığımız, yüksek ismi sık sık geçecek olan, bir de mürşidim ve

kurtarıcım Abdülhakîm Arvasî Hazretleri var ki, bütün bu tarifleri naklettikten sonra;

dünyanın en kuru ifadesiyle, en büyük hakikatı zaptetmiş olarak şöyle diyor:

“-Tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp melekî sıfatlar ve ilahî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir

hal...”

Şimdi, tasavvufun isim ve iştikakı üzerinde duralım... İsim ve kaynak... Bunlar hiçbir yere

götürmez adamı... Kelimelere kaynak aramakla işin içinden çıkılmaz. Ama bu ilmin

vazgeçemeyeceği usoldür.

Abdülhakîm Arvasî Hazretleri isim ve iştikaktan bahsederken şöyle açarlar dâvayı:

“-Safa her lisanda güzel, ve aksi olan keduret her lisanda çirkindir.”

(Paskal)dan bahsederken bir lafını söylemiştim: (La joie-safa, nişat, ulvî neş’e)... Yoksa

bayram yerindeki salıncak safası değil... Büyük, ebedî safâ... ݺte onun yeri geldi. Demek ki,

Abdülhakîm Efendi Hazretleri ibaresinde “safa her lisanda güzel, aksi olan kedûret her lisanda

çirkindir!” diyerek tasavvufun iştikakından bir kapı açıyor bize ve hemen arkasından ilave

ediyor:

“-Allah’ın Resûlü, bir gün sahabîler meclisine simalarında bir tagayyür eseri olarak (yüzleri

değişmiş olarak) müteessir bir yüzle giriyorlar ve diyorlar ki, “dünyanın safası gitti ve kederi

baki kaldı.” Yani safa devri gitti ve keder devri başlıyor.”

Ne güzel, bütün etrafiyle tahakkuk etmiş bir hadîs... Artık güneşi batmıştır dünyanın ve

zulmetleri kara taşlar halinde üzerimize yığılmaktadır.

Abdülhakîm Efendi Hazretleri bu hadiste tasavvufun safadan geldiğine ait bir remz bulurlar.

Bir işaret, bir alâmet... Gerçekten safa ve saffet bütün peygamberlerin vasfıdır. Hazret-i

Adem’den son Resûle kadar... Ve Kur’ânda peygamberler hakkındaki sıfatlardan dört sıfat:

Istıfa, estafî, yestafî, mustafa... Bu sıfatlar bütün peygamberlere şamil...

Bir nazariye daha var: Sof... Yünden bir kumaş... Hepsinin elbisesi bu... Tâbilerden biri “ben

ashabtan şu kadarını gördüm, hepsinin elbisesi softandı” demiş... Softan da gelmiş olabilir

kelime... Nihayet bütün bunlar yakıştırma sözler... Doğrusu bunlardan birisi olabilir. Veya

hiçbiri... Tasavvuf bir hal, varılmaz bir hal, kelime üstü hal... O halin ismi ne ise tasavvuf da

o... Bunu böyle almak lâzım... Kelimelerin, lâfların, logatların çekicisi olmamalı...

Şimdi bütün bu tarifler ve kelime ayrılıkları içinde, o muazzam keyfiyetten hisler âlemine ve

şuura, muhakkak onu ihata edememek şartiyle, ihata edemiyeceğimizi bile bile bir tarif

aksettirmek mevkiindeyiz. Yukarıdaki büyüklerin tariflerine dikkat ederseniz onlar bir şey

tarif etmek iddiasında değiller... Onlar, hali yaşıyanlar ve olanlardır. Onun için onların

tarifinin en güzeli olamaz. Fakat onların tarifleri birşeyi şuurda zaptetmenin endişesi ile

olmamıştır. Kendi mizaçlarına göre, çizgilerine göre o aynaya düşen kırıntılardan birkaçını

vermişlerdir. Şimdi biz toplayıcı olmaya çalışacağız, çünkü biz mahrumlarız, onlar mâlikler...

Onun için bu tarifi doğru yapmak endişesinden münezzehtirler. Biz bu işi logata dökeceğiz.

Logat ne belâ!.. Burada bir şiirimden, büyük bir “entellektüel kriz”imin, fikir çilemin neticesi

olan bir manzumeden bir kıta okuyacağım:

Lûgat bir isim ver bana

Herkesin bildiği dilden bir isim...

Eski esvaplarım tutun elimden

Aynalar, söyleyin bana ben kimim!

Lûgat... Lûgatta iş yok! Ama onsuz da olmuyor. Logata bu endişeyle bir şeyler dökmeye

çalışalım. Tasavvufu kelimede bir mazruf değil, zarf ve ambalaj ifadesiyle ele alıp demin

dediğimiz gibi logatla izah etmek lâzım gelirse diyebiliriz ki, o, insanın iç memuriyeti, oluş

gayesidir. Ve nihaî oluşu... Bir çok insana mahremdir bu iç memuriyet... Kulluğu bitirip, üste

çıkmak değil... Kulluğun hiç bir ân ve mekânında üste çıkmak yok... Boyuna yüceltmek var

kulluğu... Kulluğu bitirip İlâhî huzura ermek ve Allah’ı bulmak dâvası... Bulmak da oraya

varmak değil... Bu incelikleri göreceğiz. Ve nihayet “Mutlak”ta fâni olmak... Ve onda bekâ

bulmak gayesi ve rejimi... Bu lâflar işte logatler alemine göre birşeyler söyler. Buna rağmen

bu tariflerin hepsi akla göredir. Akıl ise tasavvufa göre değil...

Ve sayısız gidebilir bu tarifler... Şimdi müşahhas ve hususî bir tarif yapalım ve bu tarife

mutlak diyelim: Evet bu tarif mutlaktır ve “tasavvuf dine sonradan eklemedir!” diyenlere

cevaptır.

Tasavvuf, O’nun ruh emanetidir! Tasavvuf, O’nun bâtınıdır! Tasavvuf O’nun özüdür!.. O,

kâinatın varlık sebebi, Allah’ın Sevgilisi ve insan ehramının son noktasıdır!

O budur!

Âdem Peygamberden itibaren bütün nebiler ve resûllerin iç halinin tasavvuf olduğunu

söylemiştik. Âdem Peygamberden itibaren bütün nebîlerin bir vazifesi var... Ama hepsinin

nübüvvet ve risalet hakkı üzerinde en küçük mübalağa, aksine küfre kadar gider. Fakat

vazifeleri birdi... Allah, İlk Peygamberine bir sancak teslim etti. Tıpkı bayrak yarışı gibi... Sen

ona, sen ona vereceksin ve bayrak aslî sahibine gelecek!

ݺte O, budur!

Hepsi bir zaman ve mekân içinde sancağı sadakatle birbirlerine verdiler ve daima O’nu haber

vere vere geldiler. Nihayet sancak sahibine geçti. Ve O, kemmiyet hesabında sonuncu oldu.

Keyfiyette ise, ilk ve son...

Hazret-i Âdem cennette Allah Resûlünün ismini gördü. “Kelime-i Tevhid” içinde... Ve

Allah’a yalvardı:

“-O’nun aşkına beni affet!”

Allah da ona:

“-Seni affettim!” dedi; “O’nun aşkına...”

Onu böyle anlamak lâzım...

Tasavvufta gayenin aslî sahibi Muhammedî hakikatin mazharıdır. Öbür nebîlerin hali de bu

ferdî ve Muhammedî hakikat üzeredir. Bu mutlak ifade... Akla göre nisbeti malûm fakat

himmeti tabiî yine aklın fevkinde... Ve akla göre bu mutlak ifade şimdi şöyle bir noktaya

çıkacak:

Şeriat Resolün zahiridir. Tasavvuf ise bâtını... Zahir, bâtın farkı... Zahir ve bâtını şöyle bir

hesaba tâbi tutmamız lâzım gelir. Bir mimari düşünün... Hayalin görmediği mimarî... Bütün

çizgileri, motifleri mukavemet hesapları, zarafet üslubuyla muazzam bir mimarî... Cephe... Bu

şeriattir. İçinde hiçbir ışığın ifade edemeyeceği nuranî pırıltıların kaynaştığı hâs odası da

tasavvuf... O’nun bâtını... Şu var ki, Nebî beşeriyete bu binanın zahirini ve zahirinden gelecek

kapının içindeki kurtuluş odasının kanunlarını tebliğe memurdur. Memuriyetinin aslîsi ve

belki nihaîsi öbürüdür. Fakat Allahın kanununda, o büyük zirve noktasına doğru giderken

kemmiyetlerin yani kalabalıkların ayıklana ayıklana gitmesi lâzımdır. Onun içindir ki, şeriat

umuma, en küçük adamdan en büyüğüne kadar tebliğler manzumesidir. Öbürü ise açık bir

kapı halinde herkese bir tebliğ manzumesi değildir. Netice davet noktasıdır. Fakat herkese

mahsus değil... Şeriat umumîdir, Tasavvuf hususî...

Zaman zaman bir takım sözler olur. Garip garip dedikodular... “Şeriat tasavvufa uyar, onu

uygun bulur” gibilerden... Buna da güzel bir riyaziye mantığı ile şöyle cevap vermek icap

eder: Onun zahiri onun bâtınına ne kadar uyarsa tasavvuf da şeriate o kadar uyar. Yani

bedahet bu... Uymak demek de bu zaten... Ben elbiseme ne kadar uyarsam, o da bana o kadar

uyar. Ve bunlar, kıl kadar çözülmez birbirlerinden... Şu halde biraz önce de söylediğim tarzda,

dinin insanlığa mahsus esası mutlak olarak şeriattır!.. O şeriatin de mahrem özü tasavvuf...

Birbirinden ayrılmaz bunlar... Fakat tasavvufu şeriatten çıkarıp bir nevi –hâşâ- eğlence

vasıtası, bir his manzumesi kabûl eder gibi ondan ayırırcasına “dinin esasıdır!” demek

cinayettir. Şimdi tasavvufun Allah’ın Resûlü’ne olan nisbetinin bir takım şifreleri üzerinde

duralım ve bunu şöylece gösterelim. Yani tebliğ etmedikleri hadisenin ne kadar kendi özlerine

ait olduğunun işaretlerini verelim:

Hadîs- i Kutsî... Hadîs- i Kutsî Allah’ın kelâmıdır. Kur’ân da Allah’ın kelâmı... Fark nedir

derlerse bu bir şer’î mesele olur. Kur’ân melek vasıtasıyla tebliğ edilen Allahın kelâmıdır.

Hadîs- i Kutsî ise şöyle: Resûlullahı bir nur kaplar ve Allah kelâmına mukaddes dudakları bir

mecra olur. Melek vasıta olmadan... Buna Hadîs- i Kutsî denir.

ݺte bir hadîs- i Kutsî:

“Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım.”

Allah’ın kelâmı... Şu Hadîsin üzerinde biraz vecd ile bakacak olursanız, tasavvufun özü

söylenmiştir.

Kur’ân’da Yasin, Elif, Lâm, Mim, Nun vel– kalem gibi sûre başlarında bir takım esrarengiz

harfler vardır. Buna “Tavasin– ül Kur’ân” denir. Mansur’un da yazdığı tek kitap, Tavasin– ül

Kur’ân(bir ismi daha var) isimli eser...

Bunlar nedir? Şu, bu tefsire kalkar. Kur’ân tefsiri ne azim bir dâvadır. Bahsimiz bu değil...

Kısaca söyleyelim. Bunlar en emin velînin ağzından şudur:

“- Sevilen ile seven arasındaki şifreler...”

Şimdi bu türlü şifreler üslobu ile, tasavvufun, asla(direkt) tebliğ edilmemiş olmak şartiyle

Resolüllah’a nisbeti üzerinde alâmetler... Miraç’ı alalım ele... Miraç insan aklını berhava eden

bir büyük vakıa... Miraç’ın Mescid– ül Haram’dan yani Kâbe’den Mescid– i Aksa’ya kadar

olan kısmına inanmamak Kur’ânın nassı olduğu için küfürdür. “Oraya kadar inanayım da

diğer tarafa inamayayım” demek de iman değil... Vakıa mühim... Burada akla tâkat yoktur.

Akla tâkat olmadığını büyük akıl sahipleri akılla tahkik etmişlerdir. Nitekim Miraç olup

bittikten sonra, bunu haber alan müşrikler doğru “en büyük delili kazandık” diye Hazret– i

Ebubekir’in kapısını çalıyorlar. Kendisini çağırıyorlar:

“- Yâ Ebubekir buna ne dersin?”

Ve anlatıyorlar:

“- Burak’a bindi, göklere çıktı. Allah’a vâsıl oldu, onunla konuştu. Akıl, fikir, idrak ve her şey

bunun karşısında...”

Hazret– i Ebubekir’in tavrına bakın!.. Buradan imanın metodolojisine ait, usûle ait en güzel

davranışı kazanacaksınız.

Diyor ki:

“- Bunları kim söyledi size?”

“- O söyledi.”

“- O mu söyledi? O söylediyse doğrudur!”

Bu ne azim cevapdır! Yani, “O söylediyse diyeceğim yok; O söylediyse tamam”... İman

budur!..

Şimdi Miraç... Miraçta safha safha birçok tecelliler var... Birçok esrarengiz oluş... Nihayet

Cebrail, Allah’ın Resolünü “Sidre– tül Munteha” dediğimiz noktaya kadar getirir. Bu aklın

münteha noktasıdır. Nihayet noktası... Cebrail mahloka ait aklın son noktasını temsil eder.

Kul aklının sonunu... Kuldaki aklın kula ait son merhalesini...

Der ki:

“- Ben buradan ileriye gidemem!.. Bir adım daha atarsam kanatlarım yanar!”

Allah’ın Resûlü sorar:

“- Nasıl gidilir ileriye?”

“- Aşkla gidilir!”

Ve bir püskürüş gibi, nur püskürüşü gibi bir tecelli içine bırakır kendisini... Ve erer.

Burada aşka ait bir alâmet alıyorsunuz Miraç’tan... Şimdi tasavvufun pek az adam tarafından

bilinen en büyük tatbikat tarafı Allah Resolünden başlamış olarak göz önüne serilecek...

Hicret zamanı... Hicrette herkes Medine’ye gider. Allah’ın resûlü yalnız Hazret– i Ebubekir’le

yola çıkar. Dikkat edin, burada dostun, bir ehli beytten olmayanlar dâvası vardır. Hiç teşbih

kabûl etmez ama hatırıma Şekspir’in Hamlet’inden bir sahne geldi. Hamlet Aşkın adamıdır

Ofelya’ya karşı... Basit aşk o ama, bir hikmet noktasından mühim... Mezarına gittiği zaman

Ofelya’nın kardeşi gelir. Yani biri Ofelya’nın sevgilisi, biri öz kardeşi...

“- Burada ne arıyorsun?”

Der Hamlet’e...

“Benden başka kardeşimi kim arayabilir?” gibilerden...

Hamlet sorar:

“- Sen kimsin?”...

“- Kardeşiyim; peki ya sen kimsin?”...

“- Ben Hamlet!”...

“- Hakkın nedir?”...

Hamlet döner ve şu cevabı verir:

“- Kaç yüzbin kardeş bir Hamlet eder?”...

Buradan da anlayın; O’na bağlılığın ve aşkın ifade ettiği yakınlık kaç yüzbin yakınlığın

üstündedir. Hazret– i Ebubekir ashabın en büyüğüdür. Tereddütsüz bunu da mutlak olarak

söylemeliyim size... Ve onun sahâbetini inkâr küfürdür! Ve böyle bir insanın, nebî olmamak,

nebî bilinmemek şartiyle, küre– i arzda yoktur ikincisi... O açıklıkla inanan adamdır. Ve

ispatın üstündedir. Öyle bir inanışı vardır ki, ispat gerisinden gelir. ݺte onunla yola çıkar

Allah’ın Sevgilisi... Kolkola kumların üstünde yavaş yavaş giderler. Sevr mağarasına girerler.

Tarihi taraflarını biliyorsunuz. Ve Sevr Mağarasında en gizli “has oda” esrarı açılır. Hazret– i

Ebubekir’e iki dizi üzerine çökmesini emreder Allah’ın Resûlü... Çöker. Dilini damağına

yapıştırmasını emreder. Yapıştırır. Ve gözünü yumup zikretmesini emreder.

Ashabın en küçüğü, Vahşi’dir. O da mutlak... En küçüğü Vahşi, en büyüğü Hazret– i

Ebubekir... Buna rağmen bütün ashap kadrosunun her biri kat’i mutemettir. Hiçbir tarzda

şüphe edilemez. Edilemez ama, dereceleri olduğu da muhakkak... Nitekim Mekke’nin fethini

yine Hazret– i Ebubekir’den başka kimseye söylemez Allah’ın Resûlü başta...

Mağaradan çıkarlar, zahir âleminin mükellefiyetleri içine girerler ve bu “has oda” esrarı,

orada mühürlenir.

Sonra bir azim alâmet daha... Bir cihaddan dönüşte, atlarının üstünde Allah’ın Resolü

yürürlerken yanlarındaki ashabına şöyle buyururlar:

“- Şimdi cihad– ı asgardan geliyoruz ve cihad– ı ekbere gidiyoruz.”

Sorar biri:

“- Ey Allah’ın Resûlü, cihad– ı ekber nedir?”...

“- Tek insanın kendi nefsiyle boğuşması...”

Yani milyonluk orduların, milyonluk ordularla, milletlerin milletlerle boğuşması cihad– ı

asgar(küçük cihad) ... Bu da bütünüyle tasavvuftur. Bilenler ve nefsini tanıyanlar için nefse

karşı cihad...

Mareşal merhum Fevzi Çakmak (beni pek severdi)... Onda tasavvuf zevki verdi. Kendisi bir

mareşal olduğu halde cihad-ı asgara kumanda mevkiinde olduğunu bilirdi. Ve cihad-ı ekberin

de insanın nefsiyle savaşmak olduğunun farkında idi. Gönül ister ki, cihad-ı asgarın her ferdi

de cihad-ı ekberi bilerek bu savaşı yapsın.

Şimdi, biraz velâyetten söz edelim, tasavvufa tam girmeden... Velâyet hususiyetlerinden

bahsetmek için Üveys-el Karanî’yi ele almak lâzım... Şu halkın “Veysel Garanî” dediği zatı...

Üveys-el Karanî... Yemenli... Biraz sonra ahlâk bahsinde üzerinde uzun duracağız. Allah

Resolünün devrinde “Kutb-u Medar” olmak derecesi – bu bir tabirdir çoğumuz bilmez,

velâyette en büyük kutuplardan biri- Üveys-el Karanî’deydi. O tam bir müslümandı tabiî... Ve

tâbi olmanın haricinde bir hususiyeti yoktu... Çünkü ashabdan değildi. Çünkü Allah’ın

sevgilisini görmüş değildi.

Sahabî nasıl olur?.. –Sağa sola atlıyor konu ama çabucak söylemek lâzım– Sahabî O’nu

görendir!.. O’nun ne olduğunu anlattık. O anlatılmazı... O’nu gören, mümin olarak gören...

Görmese de O’nun tarafından bir kere görülen... İsterse uykuda olsun... Onun için sahabînin

kıymeti nefsine bağlı değidir. Gördüğü veya tarafından görüldüğüne bağlıdır. Şimdi farkı

anlıyacaksınız. Üveys-el Karanî Allah Resûlünü görmek istedi. Ve görseydi belki, sahabîlerin

en büyüklerinden olurdu. Fakat annesi razı olmadı buna...

İslâm ahlâkında anneye karşı gelmek yoktur! Sırası gelmişken söyliyelim... Büyük velîlerden

bir tanesinden annesi su ister. Kış gecesi aşağı iner, doldurur testiyi. Fakat testide su hemen

donmak üzeredir... Elleri donar gibi... alır, getirir. Bakar ki, annesi dalmış... Uyandıramaz,

uyanıncaya kadar, sabaha kadar bekler ayakta... Annesi uyanır. Bakar ki, eli buz içinde

velînin...

Sorar:

“- Benim için mi bekledin bu kadar?..”

Ve susar velî... “Senin için” bile diyemez...

“- Allah senden razı olsun!”

Diye mukabele eder anne...

O ne duadır... Ve o ne hal!.. Üveys-el Karanî annesini kıramamak, “hayır” diyememek

mecburiyeti önünde, Allah’ın Resûlünü görememek gibi bir nimetten mahrum olur. Nihayet

çok sonra ashaba iltihak ederek ancak tâbilerden olabilir. Tâbiler sınıfı... Böylece sırası

gelecek dinin ümmette en büyük adamı olan İmam-ı Rabbanî bahsinde göreceksiniz; Velînin

en büyüğü, sahabînin en küçüğünün, atının burnundaki toz bile değil... Hep tekrarlayalım ki,

bunlar, kafamızda baremleşsin ve intibak mecburiyeti anlaşılsın...

Şimdi bir incelik geliyor... ݺte: Velâyet Nebînin, Resolün iç ve gizli hali, nübüvvet ise tebliğ

ettiği ölçüler manzumesi, dış haliyken acaba nebînin velâyeti nebîliğinden üstün müdür, değil

midir? Nebînin kendi velâyeti... Buna da İmam-ı Rabbanî Hazretleri gayet güzel ve bedahet

halinde bir ölçü koyar ve “hayır” der; “Nebînin nebîliği kendi öz velâyetinden üstündür!” ݺte,

buradan yol aramak istemişlerdir bazı Bektaşi mizaçlar...

Evet; nebînin nebîliği kendi velâyetinden üstündür! Hazret-i Ebubekir’in büyüklüğü de, bu

velâyetin kendi içinde olarak nübüvvet makamına sıddıkiyetle bağlı olmasındadır. “Sıddık-i

Ekber”dir ismi... Ve o, derecelerin en üstünüdür.

Şimdi, bütün bu alâmetlerden sonra, tasavvufun Allah’ın Resolune ait nisbetinin ve oradan

gelen yol olduğunun ve her şeyin orada bulunduğunun kısaca anlaşılmasından sonra,

tasavvufa geçerken bir kıymet hükmü koyalım. ݺte Allah Resolünden itibaren tâ 1. Asır sonu

ve 2. Asır başlarına kadar müesseseleşen yalnız şeriattir. Tasavvufta hiçbir müesseseleşme

görülemez. Gayet tabiî olarak, o bir iç bünye esrarıdır ve müesseseleşmeden gizli gizli

seyreden bir ruh halinde devam eder. O sırada ruh deryalar gibidir. Sonradan durulur.

Müesseseleşmiş olmakla o deryanın üzerine çıkamaz.

Şimdi kıymet hükmü:

“Tasavvuf bir cephesiyle ilimdir. Mevzu bakımından zahirî ilimlere nispeti – bütün zahirî

ilimleri koyabilirsiniz içine- denizin damlaya nisbeti gibidir.”

Bu ölçü büyük mutasavvıflarındır. Benim değil... Ve onlar hemen ilâve ederler:

“Bu, müessirle eser arasındaki fark gibidir.”

Hangi eser müessirden üstün olabilir? Bu, Allah ile kâinat dâvasıdır. Kâinat ilmi nasıl zat

ilminden üstün olabilir? Ve nihayet şer’i bir tabirle “vücup âlemi ile mümkünat âlemi

arasındaki fark”... Mümkünat ne kadar sonsuz olursa olsun, kat’iyet âlemine nasıl nispet

olunabilir?.. Nihayet keyfiyetin kemmiyeti yerine saf ve mutlak keyfiyetin keyfiyeti

meselesi... ݺte budur tasavvufun öbür ilimlerden farkı...

Peki aleti nedir? Aleti de zevk ve vicdan!.. Akıl değil.. Bir “zevk’en idrak” bahsi vardır ki,

yerinde anlaşılacak... Fakat burada aklın hissesi vardır. Akla verilen hisseler... Biz bu hisseler

üstündeyiz. Bu hisselerin de felsefeye benzer bir tarafı vardır. Şeriate asla!.. Çünkü şeriate

uygun olmak şartiyle bir hikmet üzerinde hudutsuz yollar açmak mümkündür. ݺi mutlaktan

çıkarıp sağ sol ihtimallere dökünce de felsefe girer işe... Bu ise şeriatte yok...

Şimdi öz keyfiyete girmeden tarihî seyrini takip edelim işin... (Önümdeki notlar, sadece fikir

başlarıdır bu konferansın... Bir tahkiye yani tertip takip ediyor bu dikkat olunursa... Bu tertipte

muayyen ölçüler nazara alınmıştır. Ona göre gidiyoruz. Bir kemmiyete, bir keyfiyete... Ve bir

şurası, bir burası derken mümkün olan büyük idraki tenine çalışıyoruz! Metodumuz bu...)

Şimdi tasavvufun isimleşmesi ve müesseseleşmesi... Bu Hicrî 1. Asır sonunda başlar. Ve ilk

mutasavvıf Ebu Haşim Es-Sofi’dir. Zünnon-u Mısrî değil... Ebu Haşim Es-Sofî, Şamlıdır ve

bu lâkabı ilk taşıyan... Meşhur müçtehitlerden Süfyan-ı Sevri’nin çağdaşı...

Zâhir adamı Süfyan diyor ki:

“- Ebu Haşim Es-Sofî olmasaydı ben Rabbanî incelikleri anlıymazdım. Yani okuttuğum

şeriatin ruhunu... Ve tasavvuf nedir bilemezdim.”

O Süfyan ki, kadın evliyadan Rabia-tül Adviye Hazretlerinin yanına gittiğinde:

“- Mahzunum, mahzunum!”

Demiş...

“- Neden?”

Diye mukabele etmiş Rabia Hazretleri...

“- İstemiyorum dünyayı da ondan...”

“- ݺte bu derece, istemektir! Bu senin mahzunluğun bir memnuniyetin arzusudur!”

Şu kadın evliyanın sezişindeki inceliğe bakın!..

Bu da istemenin bu türlüsü...

İlk Sofi, Ebu Haşim Es-Sofî... Ve nasıl oluyor, ilk dergâh ilk defa nasıl bina ediliyor, çok

enteresan!..

Zamanın emiri at üstünde maiyeti ile geçerken, bakıyor, ovada bir adam duruyor dimdik...

Dikkatini çekiyor bu hal, durduruyor atını ve seyretmeye başlıyor. Bakıyor ki, karşıdan biri

daha geliyor. Ovada, dimdik ayakta duran adama doğru... Ve sarılıyorlar birbirlerine... Gözleri

gözlerine kaynıyarak... Derin bir muhabbetle oturuyorlar, mendillerini açıyorlar ve

nevalelerini yiyorlar. Sulta hep seyrediyor bunları... Müthiş bir aşk içinde, müthiş... Hemen

döndürüyor atını ve dört nala varıyor yanlarına... O sırada adamın biri gidiyor.

Sultan, Ebu Haşim’i görüyor:

“- Ne, diyor; senin burada yaptığın? Bu adamı daha önce tanıyor muydun?”

“- Hayır!”

“- Peki, bu tavır nedir?”

“- Biz böyle emrolunmuşuz” diyor Ebu Haşim; “bizim mizacımız budur!”

Bu birkaç cümle sultana o kadar tesir ediyor ki, şöyle diyor:

“Aman, sizin gibi insanlara ihtiyacımız var... Buluşacağınız bir yer, mekân yapayım sizlere,

bir dam altı...”

Ve Remle’de, Şam’da ilk hanikâh, ilk dergâh bina ediliyor.

Ebu Haşim Es-Sofî’den sonra kol kol tasavvuf halkaları başlar. Bu verdiğim tarihi malumat

kat’idir.

Ebu Haşim Es-Sofî’nin iki sözü var ki, harika:

“- Kibrin kalbi yıkmasına nisbetle, ulu dağları berhava etmek hiçtir!”

Ve:

“- Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!”

Buyurun, bu nevî zâhir ehliyle, o nevî bâtın ehli arasındaki farkı...

Ebu Haşim Es-Sofî’den sonra kollar dağılıyor. Fakat açık tarikat isimleri olmaksızın, onlar

daha çok sonradır.

Ve bu bâtını rejim ve oluş dâvası bir müessise halinde ortaya çıkıyor.

Şimdi İmam-ı Âzam ve Maruf-u Kerhî...

İmam-ı Âzam mezhebimizin vazıı... Muhteşem insan... Büyükler büyüğü bir insan... Ondaki

ahlâk, ondaki ilim, ondaki fazilet... Bunlar o büyüklüğü ifadeden âciz, dökülen kelimeler

halinde kalıyor.

Fakat eğer Maruf-u Kerhî olmasaydı İmam-ı Âzam da olmazdı. Maruf-u Kerhî büyük bir

velî... Ve İmam-ı Âzam bâtınını ona borçlu... Şu incelikle ki, İmam-ı Âzam zâhirin

mümessilidir. Öbürü sadece bâtının... Ve zâhire, dışarıya karşı teahhüdü yoktur! Onun için

İmam-ı Âzam velâyette ne kadar derin olursa olsun, zâhir ilmi ve zâhir edebi içinde

görünmeye mecburdur. Yoksa, kendisindeki velâyetle her türlü görünmeye malikti...

Onun kerametleri de anlatılmakla bitmez.

Bir küçük ahlâkî nüktesini söyliyelim size;

İmam-ı Âzam otuz sene müddetle bütün gecelerini ihya etti. Yani uykusuz, ibadetle geçirdi

gecelerini... Tam otuz sene... Bunlar dile kolaydır. Tıpkı kelimeler gibi... Fakat daha yarı

gecesini ihya ettiği bir devirde, henüz çok gençken ve sokaktan geçmekteyken, biri öbürünün

kolunu dürtüyor.

“- Bak, bak, Ebu Hanife Hazretleri geliyor!”

“- Ha, o mu?”

Ve bütün bu konuşmaları Ebu Hanife Hazretleri duyuyor.

Diğeri devam ediyor:

“- işte o diyor; bütün gecesini ihya eden adam!..”

Halbuki, hayır... Yarı gecesini ihya etmektedir o sırada... Başı yerde eve geliyor ve kıbleye

dönüyor:

“- Allahım, diyor; ben kendimde mevcut olmayan meziyetlerden sana sığınırım!.. Bende yok

böyle bir meziyet... Bunu senin emrin diye alırım!

Ve o geceden itibaren bütün gecesini ölünceye kadar ihya ediyor.

Böyle kendisinde olmayan meziyetten kaçan üstün ahlâka mukabil, bir de bunun tam tersi

kötü olduğu halde yalnız meziyetle anılanların rahatını düşünün!.. Ve devletini düşünün.

İmam-ı Âzam bu... Yine bir gün, mescide gider. Mescide bakmakta olan hademe gitmek

üzeredir. Ve kandilde bir parmak zeytinyağı kalmıştır. Gider, kandilliğin altında diz çöker

vecd ile, Şeriatın adamı... O sırada, bu büyük zatı görünce hademe, koşup doldurmak ister

kandili... O, eliyle lüzum yok işareti yapar. Hademe zanneder ki, büyük zat bir iki dakika

sonra gidecek, bırakır. Ve sabah namazı geldiği zaman, hademe kandili dopdolu ve İmam-ı

Âzam’ı aynı vaziyette bulur.

Ve büyük veli hademeye döner:

“- Sakın kimseye bir şey söyleme!..”

ݺte ahlâk burada... Şimdi böyle bir zâtın velâyeti üzerinde bir insan tereddüt edebilir mi? ݺte,

durum böyleyken Maruf-u Kerhî olmasaydı İmam-ı Âzam olmazdı! ݺte, mezhep sahibi

olmanın ehliyet şartları... Bir de derler ki, “efendim, içtihad kapısı açıktır, kıyamete kadar

açık!” Peki, bir İmam-ı Âzam bulun da içtihad etsin!

Şimdi aynı İmam-ı Âzam’da, şeriatle ledün (bâtın) ilminin meseleleri arasındaki muvazeneyi

görüyoruz. İbrahim Ethem Hazretleri ile bir vaziyetleri var... –Burada tasavvufun hem

ruhundan hem ahlâkından ve bir çok şeyinden ders alacağız-

Bir gün İmam- Âzam talebeleri ile otururken önlerinden İbrahim Ethem geçer. Kısaca onun

hakkında şunları söyliyelim ki, İbrahim Ethem doğrudan doğruya bir ilâhî feyz ile tacını

tahtını, her şeyini bırakarak kendisini dağlara atmış bir adamdır.

Başı önünde İbrahim Ethem’in geçtiğini görünce İmam-ı Âzam ayağa kalkar:

“- Buyursunlar, seyyidimiz, efendimiz!”

İbrahim Ethem tebessümle cevap verir ve durmaz, yürür. Sorarlar talebeleri İmam-ı Âzam’a:

“- Efendim; sizin gibi büyük bir âlim böyle bir serseri dervişe vasıl seyyidimiz, efendimiz

der?..”

O zaman döner İmam-ı Âzam talebelerine ve şu cevabı verir:

“- O Allah’ın zatiyle meşgul... Biz ise O’na ait ilimlerin dedikodusu ile... Aramızdaki fark

budur!”

Tüyler ürpertici...

Şimdi tekrar tasavvufun keyfiyetine dönelim. Tasavvufta bir umumî kâinat görüşü vardır. Çok

az bilinir. Ama çok mühim... Bütün bir metod ve esas akla payanda olacak kadar mühim... Üç

hakikat kabol ederler. Bir, Allahın Hakikatı... Mutlak, faal, vahit... İkincisi insan dışı

âlemlerin hakikati, kayıtlı, münfail, sefil... Yani mutlak’a mukabil kayıtlı, faale mukabil

münfail ve ulvîye mukabil sefil... Biri de insanın hakikatı... Mutlak ile mukayyet (kayıtlı), faal

ile münfail, ulvî ile süflî, müessir ile müteessir arası hakikat... Ve insanda en aşağıdan en

yukarıya doğru iki hakikat arası bir cereyan geçirme istidadı... Ve işte insanın birinci

hakikatındaki ulviyeti, ikinci hakikatını yenerek kazanmasıdır ki, Allah’a ermenin yoludur ve

tasavvuf budur!..

Şimdi tasavvufta tekâmül görüşü... Batılı tekâmülcüleri gördünüz. Demiştik ki, onlarda bir

tekâmül görüşü var ama, Anderson’a kadar gider bu... Esasa bağlı değil... Ne içinde, hangi

ölçü, hangi vâhide doğru?.. Hangi “baş”tan hangi “son”a tekâmül?.. Kuru tekâmülden bana

ne?.. Sütü de kendi haline bıraktınız mı ekşiyerek tekâmül ediyor.

İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Marifetnâme”sinde gayet güzel bir formül gördüm. Tabiat

ilmine ait. İbrahim Hakkı Hazretlerine göre cansızlar âlemi tekâmül ede ede mercanda nihayet

bulur. Mercan bitkiye en yakın madde... Çünkü mercan kök atar. Tam, bitkileşmeye doğru

gitmekte, bitkinin ufkuna girmektedir. Bitkide tekâmül, gide gide hurma ağacına varır. Çünkü

hurma ağacı tıpkı hayvan gibi dişisine abanarak ilkah eder. Ve tam olmasa da hayvan ufkuna

girer. Hayvandaki tekâmül ise, ata doğrudur. Bazı Avrupalılara göre –bunun tahkikini yaptım-

at rüya gören tek hayvandır. Tabiî Mitolojide, şurada, burada, insana en yakın hayvan atın bu

mevkiini de nazara alın. Burada mistik bir yakınlık vardır.

Bu formülde unsurların müşahhas olarak karşımıza çıkması insana tereddüt hissi verebilir.

Unsur belirtmeden bunu söylemek daha doğrudur. Yarın çıkar biri bilmem ne der? Ama

kıymeti yok... Netice şudur: İslâm Tasavvufundaki tekâmül cemadtan insana kadar... Attan

sonra insan geliyor. Ve onun ufku yok... Anlıyorsunuz dehşetli memuriyeti!.. O İlâhi hududa

kadar hiçbir zaman kulluğunu kaybetmeksizin, kulluğu dışına çıkmak ihtimali olmaksızın

hudutsuzluğa memur... Netice şurada: Cemat, nebat, hayvan, insan, bir büyük hareket içinde...

–Aynştayn’da buna yakın yerler var- Bir hareket içinde dönüyor her şey... Yer, gök ve her

şey... Ve her şey bu büyük hareket içinde O’na doğru akıyor –Dikkat edin inceliğe... Büyük

fikir meseleleri sizi yoruyor ama mâna çok ince...

Bu demek değildir ki, cemad mercan, mercan hurma olur. Hurma at, at da insan... Böyle şey

yok... Her şey kendi (natür)ü içinde, (natür)ünü aşmaksızın hudutsuz bir tekâmüle davetlidir.

Bakın nasıl bir vahdet var, dünya mimarîsi olarak...

ݺte İslâmın hakiki tekâmül görüşü... Her zerre Allah’a doğru ebedî bir akış halindedir ve

böylece gider.

Şimdi bunun hemen arkasından Kur’ân’daki, insanın hilâfet sırrı geliyor. Allah “Dnsanı eşya

ve hadiseleri teshir etmek –ele geçirmek- üzere kendime halife olarak yarattım!” buyuruyor.

Bu Âyetin yalnız dışını ele alırsanız, buna hıristiyanların riayet, fakat müslümanların ihanet

ettiğini görürsünüz!.. Bu hilafet maddi teshirden başlıyarak insanın kendi iç oluşuna, iç

memuriyetine geçmenin ve oradan Allah’a ermenin yoludur!..

Şimdi bütün bu hakikatlerin tekrar vesikalarına dönelim. İnsana meleğin secdesini biliyoruz.

Şeytanın nasıl secde etmediğini de... Meleğin bu ulvîyeti önünde insana secde etmesindeki

hikmet nedir? Melek insana secde ediyor. Pek derin bir hikmeti var... Çok da

kurcalayamıyoruz. Hem anlaşılmamaktan korkuyoruz hem söyliyememekten...

Allahın Resûlüne risaletlerinin ilânı zamanı, yahudiler bir çelme takmak istediler. Ve

aralarında toplandılar burun buruna verdiler. O uzun yahudi burunlariyle...

Ve bir formül buldular:

“- Soralım, ruh nedir?.. O buna cevap verebilirse nebîdir!”

Allahın Resûlü hitap etti:

“- İlâhi emri bekliyorum yarın cevap verebilirim!”

O’nun aldığı bu mühletin –hâşâ- zaafla alâkası yok... Çünkü bin sene de beklese insan “ruh

nedir?” sorusunu nasıl cevaplandırır?

O hakikaten bekledi ve emir aldı. Bu ayetteki derinlik, bugün (Bergson)u tanıyan insanlara –

şu anda aramızda olsalardı- “onun vâsıl olmaya istidat kazandığı sır demek ki bin şu kadar yıl

evvel halledilmiş” dedirtirdi.

Âyetin meâlinde şu var:

“De ki, ruh Allah’ın bir emridir, ve insanlar ondan çok az şey bilecektir!”

(Bergson)un bütün felsefesi buraya kadar geldi işte... Ve işte bu nokta bütün sırrımızın

gömülü olduğu yer...

Mustafa Şekip Tunç –benim hocamdı- bu âyeti çok büyük bir zevkle tekrar ederdi. Ama amel

edemezdi. Nasip meselesi...

Yahudiler imtihanlarında apışıyorlar. Nebî olduğunu anlıyorlar fakat, “nebîsin” diyemiyorlar.

Şimdi burada bir incelik çıkıyor meydana... Buradan, bu ruha sahip insanın melekten

üstünlüğü çıkıyor ortaya... Ve demin anlattığım hakikat bakımından da herşeyden aşağılığı...

Yine Kur’ân:

“Dnsan ki, zalûm ve cehûldür emaneti kabûl etti, dağ taş almam dedi, insan aldı.”

İnsan iki kutup... Aşağılaşmada ondan aşağısı yok... Yukarıya doğru çıkmakta da ondan

üstünü yok... Kur’ân bu aşağı tabakayı “belhüm adal” diye isimlendiriyor, vasıflandırıyor.

Yani hayvandan aşağı... Gerçekten tarihlerde, cemiyetlerin hayatlarında öyle insanlar

görülmüştür ki, onları pisliğe benzetmek pisliğin hakkını yemektir. Ve pislik Allahın

huzurunda “ben bu adamdan daha temizim” der ve ispat eder. Bu nevi insanlar inkâr plânının

insanlarıdır ve cemiyet zehircileri olarak vasıflandırılabilirler. Hepsi o kadar...

Tasavvufun çerçevelediği akla ait paya dikkat edin ve görün ne büyük bir ideoloji... aynı

zamanda kâinatta ana nispet vâhidi... Ruh o kadar lâtif ki, her şeyde zıt tecellisi olduğu için

ruhun letafetindeki azamîlik maddenin kesafeti kendi üzerine almasını icabettiriyor. Ruhun

letafeti önünde madde kesafet yani yoğunluk alıyor. Ve iki uç meydana çıkıyor. Ve bütün

dâva kesifin lâtife doğru seyri, lâtife erişmeye memur olanların ona doğru yol açması tarzında

tecelli ediyor.

Şimdi büyük dâvaya geldik. Ruh ve nefs...

Ruhu böyle anlatmaya çalışacağız. O anlatılmazı... Şimdi büyük bir teşrih, bir anatomi

karşısında kalacağız. Yani madde teşrihi gibi bir teşrih... Gayet derin ve enteresan... Ruh,

Batının da bildiği bir kelimedir. Ruh her insanın bildiği bir kelime... Fakat hem Arapçanın

hem de İslâm yoliyle gelen mefhumların azametine bakın ki, nefs diye bir kelimeyi dünyada

hiçbir lisan tanımaz. Onların nefsten tanıdığı “ene” “ego” gibi lâflar... Yani bu kelimeye malik

değildir başka insanlar... Anlayın Arapçanın içinde olan, Arapçanın muhtevası olan

hikmetleri... Anlayın Arapçayı, ne kadar derin... Ve İslâmiyet’in büyüklüğünü idrak edin...

“Nefs” in lûgat mânası, bir “şey”in kendisi demektir. Nefs ruhun tam (antitez)i olarak, zıt

kutbu olarak, ruhla beraber insana verilmiş bir lâtifedir. Ruh gibi... Şimdi anatomiye doğru

gidiyoruz. Ve bir nevi (düalizm – ikileşmek) karşısındayız. Nefs ve ruh... İkileºtik böylece...

Kalbi alın ele.. Et parçası olan kalbe, kalbin maddi tarafına tasavvuf lisanında “sanuberî”

denir. Maddi kalb... Bu kalbe taallûk etmiş, bir nuranî kuvvettir ruh... Ve yine bu kalbe

dayanmış –nuranîde mütereddidim- bir lâtif kuvvettir nefs... İkisi, kalbin hakikatinde tek

olarak birleşir. Batı mütefekkirlerinin (düalizm)e inanan, insanda iki insan gören, telâkkileri

bu vahdeti görmekten âcizdir. İki kişisin, bir kişi değil... Ama bir kişide birleşiyorsun!.. Bir

kelimesi daha yok Batının... Bu da “nur”dur! Nur... Ne kadar nura ait kelime kullanırlarsa

kullansınlar bu, basit ışığın kemmiyet derecelerine göre farkeder ve hiçbir zaman “nur”

kelimesi yerine geçemez. Nur bizde ışığın mefkûresidir. Işığın arayıp da tâbi olduğu,

görünmez sultanıdır nur!.. Bu yüzden, “yak şu idare lambasını” diyeceğimiz yerde “yak şu

nuru” demeyiz. Fakat bazı yüzlere nur yüzlü diyebiliriz, o tüyler ürpertici bir hadisedir. Nuru

böyle anlamak lâzım... Bu da hiçbir lisanda yok... “Nefs” gibi... Allah göklerin ve arzın nuru

olduğunu bildiriyor Kur’ân’ında... Buradaki idrak dehşetine dikkat edin!.. Ve Allah’ın

nurundan, kelâma, ibareye, söze sığmaz bir kırıntı olarak nura sahibiz. ݺte bu nur, o

bölkünmezden ve tecezzi kabûl etmezden bir işaret, nefs de o nurun dayandığı madde

üzerinde bir odak gibi ikinci kuvveti ve o nurun bütün hükümlerine itiraz eden... Yani

muhalefeti temsil eden...

Nefsin mayası biliniz ki, küfürdür. Nefs buna memurdur. Şimdi hemen telaş etmeyelim

hepimizin nefsi var diye... Mevlâna’nın gayet güzel bir inceliği var... Yanına bir papaz gelmiş,

kendisini Avrupaî bir (reverans)la selâmlamış... Mevlâna da ona mukabele etmiş...

Hemen sormuşlar:

“- Bu hareketlerin mânası ne?”

Demiş ki:

“- Benim küfrüm bâtınımda... Ezilmiş, hapsedilmiş bir küfür... Benim imanım zahirimde,

Onun da küfrü zahirinde... Ve iman istidadı bâtınında... İkimiz de birbirimizin bâtınını

selamladık.”

Yani: “Hepimiz bir küfre malikiz... Elverir ki, onu ezmiş olalım. O, bende gizli olan küfrü

selâmladı, ben de onda gizli fakat hakiki olan imanı...”

Ne güzel bir incelik!.. ݺte, Mevlâna’yı okurken “Mevlâna ne güzel, ne büyük, anladım!”

demekle iş bitmiyor.

Buraya kadar nefs ve ruhu müstakil iki varlık halinde anladınız. Buradan da, mefhumların

hiçbir lûgatte bulunmayışını ve kendi hakir gördüğümüz ana baba lûgatimizin ne demek

olduğunu, dünya çapında anlayın!..

Allah Resûlünün bir hadîsindeki güzelliğe bakın:

“- Yarabbi önümüde bir nur, ardımda bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir

nur, kalbimde bir nur halket!”

Nurlar âlemi içinde giden zaten nur... Şu donanmanın güzelliğine bakın!..

Şimdi konuşmamızın en derin yerine, anlaşılması en güç yerine, en nazik yerine geldik. Bütün

Garp felsefesini benden dinleyenler anladı ki; Batı, aklı çatlata çatlata dumanlar içinde

kendisini kaybeden, hiçbir şey bulamayan, madde eserleriyle avunmaya çalışan bir marifetler

manzumesidir. Bu madde marifetleri manzumesi akılda ancak şuraya kadar gelmiştir: Nasıl

görüyorum, nasıl duyuyorum, nasıl anlıyorum, beyin nedir, göz nedir?.. Gözün fiziki bir tarifi

var... “Işığın yansımaları gözde bir mihrak noktasında toplanır, sonra beyindeki bir merkez ile

de görürüz!” gibilerden. Bu tarif gözden başka her şeydir. Bütün Batı filozofları bu izaha

çıldırır ve eksiği kabol eder. Ve ben size halledeyim halledilmezi... Biz, o nurla görüyoruz, o

nurla yiyoruz, o nurla taşıyoruz. Çünkü o nuru anlamak için ondan, o nurdan başka bir çare

yok ki... O nur olmadan anlama iktidarı yok beşerde...

Bende bir manevî buhran geçirdim. Tefekkür ve büyük sanat, ki böyle bir iddiam yok- büyük

nefs muhasebesine, entellektüel krize ve buhrana girmeden olmaz. Öyle bir yere geldim ki, -

İmam-ı Gazali’de göreceksizniz- arzın kışrı, yani kabuğu ayağımı bastığım yerde bir

santimlik bir satıh gibi derhal delinecek gibi geliyordu bana... Bütün itimad hislerimi

kaybetmiştim. Deliliğin de ufkundaydım. İlerisinde... Çile şiirirm söylüyor bunu... Nihayet

Allah’a hamd ederim imanım ucuz bir iman olmamıştır! Mümin doğdum. Allahın bir lutfu ile

de o imanı çile kapısına kadar götürebildiğimi sanıyorum. Yani o nura intikal ettim ve bulur

gibi oldum. Nur... İzahsızı izahtan daha rahat teselli olur mu? Bunu (Sokrat) söylüyor.

Kendini tanı! Ve tanınmaz olanı bil!.. “Tanınmaz” demek tanımaktır!.. Nur da bu... Ne varsa

dünyada açıklık hissi diye söylediğimiz ve anlayış, o nurdandır. Ve “Malik-ül Mülk”ün en

büyük hikmetlerinden bir köşedir bu... Biz kapılarımıza bu levhayı asarız: Ey Mülkün

Sahibi!.. Ama bilmeliyiz ki, o mülk sadece madde değildir! Gözümüz de, burnumuz da,

ağzımız da, hepsi O’na aittir. Ve bizde “biz” olarak “ben” olarak hiçbir şey yoktur!.. Vahdet-i

vücutta göreceksiniz. Asla O’nun tenzihi sıfatını bozmadan... Çünkü bendeki o, yani onunla

O’nu gördüğüm şey mahlûktur. Ve o kendi zatiyle bundan münezzehtir. Mutlak olan şer’i

hududa riayet şarttır!.. O’nun hikmeti ve lûtfuyla O’nu görüyoruz. Kendimizle bir şey

göremiyoruz. Bilmiyoruz, anlamıyoruz, yaşamıyoruz.

Batının bütün akıl hikâyesi ve sefaletini şı formülün içinden seyredebilirsiniz: Kendini

kendinde zannedip, akıl denilen merkebin üstüne oturup, onu füze yapıp, hâlâ bir yere

gideceğini zannetmek sefaleti!..

Fakat bunun aksini bilip de yıldızlara kadar gitmek Kur’ân’ın emri...

Burada gayet ince bir nokta var... maddenin ihmali değil... Şimdi tasavvufun en büyük

meselesi kendi kendine ortaya çıkıyor. Dâva nefsi ruha kalbetmektir. Nefs dediğim o sırtlanı,

o müstakil vakıayı ruha inkılâp ettirmektir, öldürmek değil... Gayet ince bir noktaya geldik.

Batının mistisizmiyle, “mistik” arasındaki farkın ne olduğunu yeri gelecek göreceksiniz. Barı

bu inceliği anlamamıştır. Nefsi bilmez. Ama ruhun zıt kutbu diye bir şey bilir ve kendisini

heveslendirir, onu öldürmeye başlar. Şimdi Allah Resûlünün, bütün zaman ve mekânın

Peygamberinin büyüklüğünü izahtan vareste oldukları bir incelik daha gelecek... Dinde nefse

işkencenin olmayışının sırrını göreceksiniz. Yok öyle şey... Zaten nefs ölmez onu bilin!

Mezarlıkların kapısını hatırlayalım. “Bütün nefsler ölümü tadacaktır.” Tadmak ayrı, ölmek

ayrı... Ruh demiyor. Bütün nefsler... Çünkü ölümden ödü patlayan nefstir. Ruh âmâdedir,

kurtulmaya...

O sahte mistikler mütemadiyen kendisini nefse eziyet etmek suretiyle bir yere götüreceğini

zanneder. Bu derin (nüans)ı da İmam-ı Rabbanî halletmiştir. Nefse bu kadar şeriat dışı ceza

vermek nefsi ters tarafından yine mükâfatlandırmaktır! Çünkü nefs hiçbir şey yapamayınca,

bu defa o halin keyfine düşer. Ve o kadar incedir ki, bu mesele, nefse pay vermemek için

namazı lezzetle kılmayı yanlışlık sayan büyükler bile vardır. Peki lezzetle kılmayıp da nasıl

kılacağım?.. Vazife olarak yapmak lâzımdır! Ne o, ne bu, herşeyin dışında, namaz, en büyük

vazife... Bunlar halledilir (nüans)lar değildir! Nedir, o Hind fakirlerinin, papazların hali?

Evlenmemek, yememek, içmemek...

Ashabdan biri Ramazan’da gölgede oturmuyor. Hem oruçlu, hem gölgeyi de istemiyor.

Allahın Resûlü, hemen emrediyorlar:

“- Orucunu tut ve gölgede otur!”

Hududu değiştirince bütün iş tersine döner. Bu edep bahsinden bir inceliktir! Edebin yeri

gelecek göreceksiniz... Bunları izah ettiğim bir Avrupalı bana bir gün şöyle dedi:

“- Farzet ki, ben bunlardan hiçbirine inanmıyorum, ama bunların beşerin düşünemiyeceği

kadar inceliklerle dolu olduğunu kabûl ediyorum!”

Ve basıp gitti.

ݺte bu da insanın kendi nefsine tabi oluşundan başka bir şey değildir! Papaz riyazeti, nefsin,

çileleri kendi lehine döndürüşü ve ondan ayrı bir haz devşirmeye kalkışı yine nefs içindir.

Şimdi biraz da derinliklerden hafif bir zevk, ruhî bir keyf duymamız için birkaç menkibe

anlatayım:

Büyük velîlerden biri, bu inceliği çok iyi bilen fakat bir noktasında belki tereddüdü olan bir

velî o kadar aç kalıyor ki –böyle üstüste aç kalmak mekruhtur; onu da haber vereyim!

Şeriatten başka hiçbir çare yoktur! Şeriatin yönünü anlıyacaksınız, her şeyin mizanı, o sır

âlemi- nefsinin ağzından bir köpek şeklinde çıktığını ve yerdeki bir tabak yemeğe doğru

süründüğünü görüyor ve bağırıyor:

“- O, benden gittin!.. Seni bir daha ağzıma almıyacağım!..”

O zaman bir nida duyuyor:

“- Onu ağzına al, biz seni onunla seviyoruz!”

Bu noktaya dikkat edin! Melekte nefs yoktur ve onun için secde etmiştir insana...

Bundan yirmibeş otuz sene evvel bir gün, bir arkadaşımı –ismini vermeye lüzum yok- Eyüb’e

götürdüm. Benimle Avrupa’da tahsil etmiş, Avrupa’da “alafranga kemâl” diye bir illete

uğramış, -tâbir onundur- hıristiyanlığa dehşetli bir düşkünlük içinde, onların velî addettiği

insanlardan mütemadiyen bahseden bir kimse... Ben bu adamı itikatta olsun tamamen İslâmî

hakikatlere getirdim. Ve bana bir gün eserini “alafranga kemâlin ne saçma bir şey olduğunu

ispat eden Necip Fazıl’a” diye imzalamıştır. Benim o zaman hocalık devrimdi ve bu

arkadaşım bulunduğum yüksek tahsil şubesinde müdürdü. Kendisini Eyüb’e götürmemi

istedi. Çünkü o büyük zat Eyüb’teydi. Onunla konuşmak arzusundaydı. Götürdüm. Girdi

huzurlarına... Ve girer girmez gördüm ki, götürdüğüm ne hale geliyor karşılarında... Bir

kelime konuşmadı Efendi Hazretleriyle... Evvelâ büyülendi. Öyle bir insan ki, bir kelime

söylemiyor fakat bir madenin üstüne oturduğu belli... Taşın sükotu ile göklerin sükotu

arasındaki fark... Ve kendilerinin bir kaidesi vardı, hayatınızda bunu ölçü bilin!.. “Mânasız

sualin lüzumsuz cevabı”nı vermezlerdi. Ve bir sorunun cevabını da icap ettiği kadar

verirlerdi. Çünki kelimeleri zaten sevmezlerdi.

Ve arkadaşım dayanamadı, -büyük meselesi var- hemen attı ortaya sualini:

“- Efendim, Hazret-i İsa hakkında ne buyrulur?”

O büyük velî, demin bahsettiğim üslûbuyla döndü:

“- Babasız hak peygamber!”

Kısa ve tam şer’i... Bizimki kal kaldı.

“- Peki efendim dedi; babasız Hak peygamber kabûl... Ya bizim Peygamberimizle farkı

nedir?”

Kekemeli bir dille soruyordu. Efendi Hazretleri

“- Büyük fark!”

Dedi ve sustu.

“- Nedir, efendim?”

“- Hazret-i isa’da melekiyet galipti. Ama bir eksiği vardı.”

“- Neydi, efendim?”

Efendi Hazretleri yine cevap verdi:

“- O eksiği beşeriyet!”

Öyle ezildi ki, arkadaşım...

Çok hisli bir çocuktu o... Haliç’ten vapurla dönüyorduk. Bir şey sordum:

“- Bana suâl sorma dedi; hâlâ o cevabın sarhoşluğu içimdeyim!..

Çok derin... Yine yorumunuza terkediyorum bu küçük konuşmayı...

Hazret-i İsa hak Resûl ve babasız... Melekiyette azami dercededir. Onun içindir ki, dört büyük

nebî arasındaki, sıfatlardan melekiyet sıfatı onun üzerindedir. Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa

ve bütün nebîlerin serdarı olan Allahın Sevgilisi beşerin ucu, nihaî noktasıdır.

ݺte Allah Resûlünün “devamlı nefs mücahedesi” dediği şeyin anahtarı elimize geçti. Cihad-

ekberin... İnsandaki bu nefs kadar sahtekâr, hilekâr, göz boyatıcı, aldatıcı –yahudileri nefsten

çok hisse almış insanlar olarak görebiliriz- bu nefs kadar insanı bağlayıcı, evvelâ isyandan

gelici, olmazsa itaatten gelici, her taraftan kavrayıcı bir korkunç nesne olamaz!.. işte,

görüyorsunuz nasılmış, cihad-ı ekber!..

Şimdi yine önümüzde dinin ikinci bin yenileyicisi olan İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin oğlu

Muhammed Masum Hazretleri’nin bir sözü çıktı. Bu sözü hiç kimse söyliyemez! Ancak onun

makamında olan söyler. Bizimse ödümüz patlar söylemekten!.. Fakat o öyle bir makamdadır

ki, o söyler. Muhammed Masum –masum lâkabıdır- tek günah işlememiş olan insandır

hayatında...

Diyor ki:

“- Bize Allahın Cemalindense Celâli yeğdir! Çünkü onda nefsin hissesi yoktur!”

Nerede kaldı Avrupa’nın sahte riyazet ve ıstırap efsaneleri?.. Avrupalı o mistik felâketi ister,

belâyı ister. Ve ağlayarak, sızlayarak ölür. Avrupalı “mistik – gizli”yi ifadeye çalışırken bu

gizliyi de kaybeder.

Şimdi ruhî ve nefsanî ahlâklar: hudutsuz aşk, hayâ, merhamet, doğruluk, ihlâs ruhun başlıca

vasıfları... Kibir, hırs, adavet, yalan, haset de nefsin vasıfları... Ve daha nice vasfı var... Şimdi

ihlâs... sona koyduk ama baştan alalım. O dinin esasıdır. Onun için “Kulhüvallahü Ehad”

Soresine “Dhlâs Soresi” diyoruz. Yine İmam-ı Rabbanî –sözün azametine dikkat edin- “Yalanı

ağza almamak şeriattir!” diyor. Kalbe almamak ise tarikattır!.. Kolay mı yalan söylememek?..

Bir sorun kendinize... Dünkü komünistlerin “fuhuş ancak umumî olmakla kalkar ortadan”

demesi gibi bugün böyle bir ruh arayıcılığı hemen kimsede kalmamıştır! Yalan doğru

mevkiindedir. Nerede o kendini törpüleyen insanlar?..

Velî dua ediyor, diyor ki:

“- Allahım, istiğfarlarımdan dahi sana istiğfar ederim!”

Buyurun! Çünkü istiğfarda da samimiyet eksikliği var... “Ben bir daha yalan söylemiyeceğim,

beni affet!” derken Allah’a en büyük yalanı söylüyoruz. Velî ise, böyle istiğfar ediyor.

Görüyor musunuz dinimizin hazine tarafının hudutsuzluğunu?..

ݺte nefs böyle bir şey...

Aşk ruhun ahlâkı... O, yalnız çırpınan, her an çırpınan bir pervane gibi İlâhi aşkın feveranı

içindedir!.. Her ân ona taliptir, her ân ona uçmak ister! Hiçbir ân kesilmez kuvveti... Ve daima

nefs bacağından yakalar. “Gel aşağı” diye... Hayâ ruhun vasfıdır. Utanmak... İlâhi hudut

önünde nefsin hilelerinin ifade ettiği büyük cinayetin verdiği hicap hissi... Hayâ budur!..

Hayâdan makbul hiçbir şey yoktur! Hayâsız insan gördüğünüz yerde bilin ki, ondan hayır

yoktur! Hayâsızlığın da türlü türlü tezahürleri vardır. İnsan bir günah işlerken bile hayâ sahibi

olup olmadığı bellidir!..

Güzel bir şey geldi hatırıma... Şu Ramazan gününde... Size bir hayâ misali vereyim. Efendim;

şu alenî oruç yemek... Gayet büyük bir cinayettir. Malom... Fakat “bana izah et!” deseniz

edemez kaba softa... –Biraz sonra kaba softa ne demek onu da göreceksiniz- dikkat edin

yollara şimdi. Cemiyette o kadar korkunç bir şey ki bu, ben bir gün, vapurda giderken

birisinin suratlara üflercesine pipo içtiğini gördüm. Hakaret edecektim. Birden bir his geldi

içime... Benim oruç tutmadığım günlerde bunu yapanlara bu kadar kızıyor muydum? Nefsime

pay çıkarmamak için sustum. Ama öfkemde çok haklıydım. Bir günahı aleni yapmak o

günahın işlenmesinde mahzur görmemenin ilânıdır! Ve o günahtan bir milyon kere fazladır!..

Bunun izahı zor mudur? Ve artık günah değildir o, günahtan başka bir şeydir!

Kayseri’deydik, Büyük Doğu teşkilatında... Bir adam getirdiler, “şununla iki kelime konuş!”

dediler bana... Adam geldi. Elinde sigara, Ramazan günü... Anladım ne tip olduğunu...

Hitap ettim:

“- Sigaranı at da öyle gel karşıma!”

Gayet ucuz bir formülü vardır bu işin... Günün hemen bütün formülleri gibi...

O da aynı şekilde cevap verdi:

“- Allah’ın bildiğini kuldan niye saklıyayım?”

Bu umumî formül...

Devam ettim:

“- Allah senin tenasül aletin olduğunu da biliyor. Niye saklıyorsun?”

Bozuldu, kala kaldı, hiçbir şeye aklı eremedi.

“- Senin bu susman mağlup olman değildir. Şimdi seni mağlup edeyim dedim; Allahın

bilmediği bir şey olabilir mi?.. O her şeyi biliyor. Yalnız senin, Allah’ın bildiğini, yalnız

ondan af dileyerek ona tahsis etmen ve onun bildiği şeyi ortaya açıkça, hayâsızca dökmemeni

gerektiren bir fakülteye malik olman lâzım... Sen bundan da mahrum bir bedbahtsın!..”

Şimdi bu işe de lâikliği karıştırıyorlar. Gayet rahat söyleyebiliriz. Lâiklik Avrupaî müessese...

Ve dünyanın hiçbir yerinde bir oruçlu zümrenin bulunduğu yerde bir Fransız katoliği onlara

hakaret etmek küçüklüğüne düşmez! Ben burada bile hâlâ hürmeten sigara içmeyen

hıristiyanlar görüyorum. Hâlâ...

Biz ne idik, ne olduk, nereye gidiyoruz?.. Hayânın söylettiği sözler bunlar bana... Oruç

tutmayabilir bir insan, tutamayabilir. Şu olur, bu olur. Fakat kendisini dört duvara saklıyacak

kadar hayâ sahibi olur ve Allah’tan af diler!.. Ömrü boyunca bir tek secdesi olmıyabilir bir

adamın fakat Allah ve Resûlünün bütün emirlerine riayeti kabûl eder. İnanın o kurtulmuştur!..

Ama tam bir müslümanın bu fiil ve amellerin dışında tasavvuru mümkün değildir! Ömrü

boyunca şarap fıçısından çıkmayıp da gıdasını ondan alan, fakat “bu haramdır, biliyorum ama

dayanamıyorum!” diyen adam sadece günahtadır. Affedilir. Ömür boyunca ağzına tek damla

şarap koymayıp da “haram diye değil, ben içmiyorum, canım istemiyor!” diyen adam

küfürdedir ve ebedi hüsrandadır!.. Farklara bakın;(nüans)lara...

Merhamet... ݺte, Batının bize en büyük ithamı... Batı hayrandır İslâm dininin ulvîyetine

içinden... Siz bakmayın onun dışına... ݺte (Karlay) ve benzerleri... (Karlay) bir koyu

hıristiyan olduğu halde Allah’ın Resûlü için “Kahramanlar” isimli kitabında, “Beşeriyetin

üzerine bir yıldırım gibi, düştü!” der.

Şimdi merhamet konusuna gelelim. Merhamet tahrif edilen İsa dininin yani hıristiyanlığın icat

ettiği şekliyle ve insanda kolay anlaşılır bir hadise olduğu için ucuz merhamettir! Taklidi çok

kolay, neşri çok kolay, müdafaası çok kolay bir iş... Halbuki, merhametin bir de (aristokratik)

bir anlamı var... Gayet üstün... Bir hastanedesiniz, bir odadasınız, karyolanızın demirlerini

bükecek kadar ıstırap içindesiniz. Doktora haber gitmiştir. Doktor beyaz gömleğini giymiştir,

arkasında asistanları vardır, suratında hiç merhamet ifadesi yoktur. Tak, tak, tak, ayak

seslerini duyarsınız. Gelmektedirler. Hasta bakıcılar sizi sedyeye koyar, gidiyorsunuz

ameliyat odasına... Bu davranışların hepsi merhametin en üstünüdür! Çünkü bir dakika sonra

acınız kalmıyacaktır.

İslâmın merhameti ise, merhamet olduğunu bile gizliyen hakiki merhamet!.. Ve İslâmın kılıcı,

ucunda şifa taşıyan kaşık... Ama kılıç... Gönül ister ki, o kılıcı kullanan da, o ayak sesini

duyuran doktor da bu hikmeti anlayarak yapsın...

Bizde gizli merhametin ne demek olduğunu size bir misalle söyliyeyim... Şimdi anlatacağımı

bir Avrupalıya naklettim. “Avrupa’daki bütün merhamet edebiyatının üstünde bir hadise bu”

dedi. Merhamet edebiyatı... Hıristiyanlıkta çok korkunçtur o edebiyat...

Hadise şudur: Hazret-i Ebubekir rikkat ve merhameti, Hazret-i Ömer şiddet ve adaleti,

Hazret-i Osman hayâ ve edebi –bakın hayâ ve edep ne kadar mühim- Hazret-i Ali akıl ve

hikmeti temsil eder. Ve bu dört büyük sahabî insanoğlunu tamamlar. Bu dördü de dört yüzlü

bir fanusun, bir fenerin dört camıdır! Nur içerdedir.

Hazret-i Ebubekir o kadar merhametli bir insandır ki, anlatırken ağlamamak mümkün

değildir. Bir duası var... Bu dua aynen Bayazid-i Bestamî’ye geçmiştir.

“- Yarabbi diyor; sen kâmil kudret sahibisin. Senin hududun yok... Senden herşey istenir! Ben

öldüğüm zaman, yarın ahirette, cesedimi o kadar büyüt ki, cehennemine yalnız ben gireyim ve

başka hiçbir kuluna yer kalmasın!..”

İslâmın merhameti budur!

Fakat o, gizli bir merhamettir.

Aynı merhamet, çocuğuna içki cezasını tatbik eden Hazret-i Ömer’de de farksızdır. Ama

şiddet şeklinde...

“- Baba der; ölüyorum!”

Babası oğluna cevap verir:

“- Öl!..”

Ve ilâve eder:

“- Allah’ın huzurunda hesap vereceği ân, de ki, beni babam öldürdü; senin kanunun yerine

gelsin diye!..”

Onun içindir ki, Anadolu halkındaki, -Anadoluculuğumuz bu ruhî muhtevaya dayanır-

Şeriatın kestiği parmak acımaz sözü buna benzer hikmetlerden gelir.

Sen kanuna inandır bana; ondan sonra istediğin gibi kes parmaklarımı... Ama önce inandır!..

Şimdi nefse ait ahlâklardan en belâsına geldik: Kibir... Şeriat ve dinî hükümler, dehşetli

(nüans)lar, incelikler ifade eder... İncelik... Bir milimetreyi, bir kilometre gelecek kadar

büyütün kafanızda... –(Aynştayn) dahi bir vizyonla bir milimetreyi, bir karınca ayağını bir

kilometre görür- Ve onu bölerek milimetreye indirin... ݺte Batının kafa inceliği bu noktaya

kadar varır. Bizimki ise, iki deri arasına bir cihan yerleştirecek kadar dakiklerin dakiki bir

hesap...

Kibir ve vekar... Vekar ruhundur, kibir nefsindir. Vekar ciddi olmak... Vekar Allah’ın

nimetlerini muhafazadır, verdiği rütbeleri ifade... Asla kibre gitmeden kendini bir şey

zannetmeden... Kibir ve vekar arasında incecik bir fark var... Çok ince bir (nüans)...

Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin bir “Satranc-ı Urefa”sı var... Ariflerin satrancı... Orada levha

levhadır ahlâk... Ortaya kadar kötü ahlâk... Seyirde, sülûkte, merhale merhale ilerleyişte bir

yere gidilip, aşağı düşülür. Yılanlar tutar orayı... Sonra iyi ahlâk başlar ve basamak basamak

çıkılır.

Orada da kuşlar uçurur. Fakat iyi ahlâkın sonunda iki yer vardır ki, o son imtihanı belirtir. Biri

gurur ve kibir, öbürü kaza ve kader...

Kibir o kadar korkunç bir şeydir ki, burada Şahı Nakşibend Hazretlerinin bir küçük fıkrasını

anlatmaya mecburum. İnsana kemâl payesi geldikçe o payenin mutlak sahibi bilerek o payeye

güvenmemek dâvası kibirin aksidir. Ne kadar yükseltiyor Allah velîsini ki, bakın ne ihtiyaca

düşüyor:

Müridleriyle giderken yolda büyüklüğüne dair lâflar oluyor. Büyük velî bir köpeğin ayağını

bastığı kirli bir su birikintisine yanağını değdirip şöyle diyor:

“- Ben bu sudan da adiyim!..”

İnsan ne yükseklikte olmalı ki, bunu söylemekle mükellef bulunsun?..

Ve hırs, adavet, yalan, haset... Durmaya lüzum yok bunların üzerinde... Hepsi apaçık malûm...

Bir hadîs, hasetin, kıskançlığın insanı alevin odunu yediği gibi yediğini ve harabettiğini

söyler.

Yalan hakkındaki söylenecek en güzel söz:

“- Yalan, hilkati tağyir hevesi ve cinayettir!”

Allah’ın hakikatini nasıl değiştirebilirsin? Adavetde bu sonsuz güzel oluş içinde insanların

nefslerinin maiyetinde birbirini yemesi, birbirini çimdiklemesindeki sefalet... Bunlar hep

nefsin ahlâkı...

Nihayet ahlâk dâvasının toplandığı ana nokta...

Efendim; nefs ve ruhu anlattık. Böylece hiçbir mekâna sığmayan en büyük ölçüye bir nevi

mekân zemini de bulduk. Yani ahlâka geldik. Buraya kadar ahlâkın dayanağını gördük. Uzun

uzun konuştuk ruhu ve nefsi...

Şimdi ahlâk... Ahlâkı bir ân için Avrupalıya soralım, ahlâk her dünya görüşünün, her

telâkkinin kendi ruhuna irca etmeye mecbur olduğu tavırdır. Her düşüncenin ruhî tavrına

ahlâk denir.

Avrupalı der ki:

“- Ebedî hayata inanmakla inanmamak arasında iki ayrı ahlâk sistemi zarurî olarak mevcut...”

Gayet belli ve açık... Hiçbiri ahlâkı şu veya bu mânada reddetmez, ahlâkın çeşidini, ruhunu,

zâtını, başka şekillere koyar. Meselâ komünist ahlâkı inkâr etmez, madde ahlâkını kabûl eder,

ruhçu, ruha ait ahlâkı benimser.

Netice olarak, biz her hakikatin kaynağı ile beraber kendi kaynağımızdan öğrenelim ahlâkın

ruhunu...

Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:

“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”

Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda

sebebidir.

Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin

neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu kâinat

manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği

ruhî mîzan...

Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı

tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:

“- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen

bildirmekle!..”

Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık

hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkorenin, idealin, ta kendisi olan

tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî

mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabol ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı

olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen

düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası... Bunu birkaç menkıbeyle ve

tasavvuf ehline ait birkaç hadise ile göstermek lâzım... Daha önce nefsin ve ruhun ahlâkları

arasında birkaç misal vermiştim. Şimdi anlatayım:

Şu “ene” denilen, “ben” denilen nesneyi ve onun gölgesi olan kibiri yıkmakta en güzel ahlâkı,

bir velîden öğrenebiliriz.

Velîye soruyorlar:

“- Bütün ömrünüzde zevk duyduğunuz en büyük hadise nedir?”

Diyor ki:

“- Bir tek hadise hatırlıyorum. Gemide gidiyorduk. Bir maskara vardı gemide herkesle

eğlenen... Ve bir numara göstermek istedi. En büyük maskaralık numarasını... Etrafına

bakındı. Buna lâyık adam bulamayınca beni saçlarımdan yakaladı ve yapmadığı şey

bırakmadı. Yüzüme tükürmekten, beni yerlerde sürüklemeye kadar... Ve ben bundan derin bir

haz duydum! Hayatımda bundan başka bir haz hatırlamıyorum!”

Bu size İslâm ahlâkının “ene”yi yani nefsi ezmek dâvasından çok güzel bir izah... –Telkinî

izahlar yapalım ki, büyük dâva anlaşılsın... Fazla derinleşmeden-

İbrahim Ethem Hazretleri ile Şakik Belhî’nin gayet güzel bir menkıbesi var... Bu, ahlâkın,

fikrin ta kendisi olduğunun da ayrıca delili... Ve yine bu menkıbede, iktisadî nizamımızdan,

ruhî nizamımıza kadar, her şeyi görebilirsiniz.

İbrahim Ethem’e sorar Belhî:

“- Şükür mevzuunda ne yaparsınız?”

“- Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!”

Gayet tabiî olarak böyle cevap verir. Bu ahlâkın ta kendisidir.

“- Horasan’ın köpekleri de böyle yapar!”

Der Şakik...

“- Ya siz ne yaparsınız?”

“- Bulunca dağıtırız, bulamayınca şükrederiz!..”

Bu ise cemiyet ahlâkından tutun, fert ahlâkına kadar gider!..

Bunlar telkin çizgileridir. Uzun izahlardan çok daha faydalı... İbrahim Ethem velîler

silsilesinin en büyüklerinden değildir. Bu işin çilesini çekenler bilir. Hattâ şöhrete çıkmış

velîlerden hiç ismi, nâm ve nişanı olmıyanlara nazaran eksiktir. Şöhret bile velîler için bir

felâket...

İbrahim Ethem meşhurlarındandır. Ve büyük bir velîdir.

Mansur da bir velî... Ve O, daha meşhurlardan... Onun büyükler nazarındaki noksanlarını

anlatacağım. Sırası gelecek meselenin içinde görülecek...

İbrahim Ethem Belh sultan idi. Sarayında, (Plâstik) hayatın ve saltanatın en güzel anlarında

bir ses duydu:

“- Biz seni bunun için yaratmadık!”

Ve deliler gibi, kendisini kırlara attı, deliler gibi... Her şeyini, ne sultanlık, ne şu, ne bu,

herşeyini terketti ve kendini yalnız Allah’a verdi. Bu macerası içinde, nefsini küçültmek ve

üzerindeki sultanlık kokusunu atabilmek için hamamlara gidip müminlerin ayaklarını yıkadı.

Bir gün, bir ağaç altında bir topluluk görüyor, dervişlerden kurulu bir topluluk...

“- Beni de alır mısınız aranıza?”

Diyor.

İçlerinden biri cevap veriyor:

“- Biz seni kabûl edemeyiz! Sende hâlâ sultanlık kokusu var!..”

Susuyor ve yürüyor.

İslâmın hakiki ahlâkı budur!..

Şeriati, zâhir perdenin önündeki mukaddes hükümleri temsil edenlerin bu ahlâktan büyük

nasipleri olmak gerekir!.. Bir papazın –tam bizim (antitez)imiz, zıddımız- nasıl bir terbiye ile

yetiştiğini Fransa’da okuduğum için bilirim. Bir papazın yanında politika konuşulmaz, çünkü

en iyisini bilir. Bir piyano çalınmaz, çünkü oturur daha iyisini çalar. Bir felsefe meselesi

konuşulmaz; çünkü sizin okuduğunuzun on mislini okumuştur. Ve sonra döndürür dolaştırır

kendi abesine sizi inandırmaya kalkar. Bu abesle alâkası olmayan sahalardaki kuvveti ile...

Bir de, bizde son zamanların şer’i hükümler temsilcilerinin ne kadar dar kaldığını acı acı

düşünmek lâzım...

Evet, herşey ahlâktır diyorum! Demin ahlâk fikrin kendisidir demiştim. Fikir hem neticesidir

hem de kendisi... Onun için, Allah Resolünün “Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak

için geldim, gönderildim!..” sözündeki derinlik buradan geliyor.

Mucizeler umumiyetle halka göredir bir tarafiyle... Diğer tarafiyle yüksek sınıfın da

üstündedir, kıymeti mucizelerin... Allah Resûlünün en büyük mucizelerinden biri –hiçbiri

birinden küçük değildir- bütün ömrünce bir kere dahi kahkaha ile gülmemiş olmasıdır. Böyle

bir mucizeye insan hayali yetmez! Daima güler yüzlü, mütebessim... Ama bir kere

gülmemiş... Bir kere bile insanın nebati hayatından bir köşesi yok hayatının... Nitekim

esnememiş de... Bunu da ahlâka ilâve edin hemen... Daimi, daimi tefekkür içinde...

Mütemadiyen hüzünlü ve düşünce halinde... Bu ahlâkı kabuk kelimelerle ifade etmek güç...

Vecdini yaşamak lâzım...

Biz ahlâkı yine Abdullah Dehlevî Hazretleri ile Mevlâna Halid’in menkibesinde bulacağız.

Çok büyük mâna halinde...

Mevlâna Halid yenilerdendir. Nakşi’nin Halidiye kolu başıdır. Zahir ilimlerinde çok ileri

gidiyor. Fakat ötesine talip... Mürşidini arıyor.

Kalkıp Şam’a gidiyor. Orada birçok büyükle temasta... fakat aradığını bir türlü bulamıyor.

Nihayet biri... “Ehli hal”den bir adam:

“- Senin mürşidin burada değil!”

Diyor.

Bu defa da Hicaz yollarında... Kâbe’ye karşı bir sırtta oturuyor. Yüzü Kâbe’ye dönük...

Kâbe’ye seyirle meşgûl... Tabiî kendi âleminde... Bu sırada bir garip adam çıkıyor karşısına...

Arkasını Kâbe’ye verip onun yüzüne bakmakta... İtiraz edecek gibi oluyor; ama hayır!..Dtiraz

kolay değil İslâmiyette... O Kâbe’ye bakıyor; adam da suratına... “Be adam, benim yüzümde

ne arıyorsun?.. Allah’ın Evine dön!” diyeceği geliyor ama mümkün değil... İyice sıkılıyor.

Fakat içinden bir his geçmekte... Sadece bir his:

“- Acaba benim aradığım mürşit bu olmasın?..”

Şöyle bir yaklaşıyor adam:

“- Hayır diyor; ben senin aradığın değilim! Senin aradığın mürşit tâ Türkistan taraflarında...”

Ve oralara kadar gidiyor.

Şimdi müridle mürşit arasındaki münasebete bakın! Mevlâna Halid dergâha varır varmaz,

Abdullah Dehlevî Hazretleri:

“- Derhal buyursun!”

Diyor. Bekliyormuş gibi... Sanki (randevu)lu gibi...

Hemen kendisine şu iş veriliyor: Abdesthaneyi temizlemek... tereddütsüz kabol... ve öyle bir

haz içinde, zevk içinde suları götürüp getiriyor ki, ancak fırsat buldukça diz çöküyor. İrºat

halkasında ancak bir iki dakikası var...

Daha önce nurdan bahsetmiştim. Nur... ݺte Mevlâna Halid bu nurun altındadır. Ama nurun

altında olduğunu göstermeye delil istemez!

Ve bir gün Abdullah Dehlevî, -bu nokta büyük dâvadır! Bu nokta inananların dâvası-

pencereden baktığı zaman görüyor ki, Mevlâna Halid’in kovalarını melekler taşıyor, kendisi

değil... Ve çağırıyor yanına... Bir at ısmarlıyor. Atı eğerliyorlar. Atın özengisini tutuyor ve

atlatıyor onu ata...

Mevlâna Halid:

“- Aman, Efendim!”

Diyor, Şeyhine...

Ve Abdullah Dehlevî Hazretleri cevap veriyor:

“- Bir zamanlar nasıl seni irşada memur idiysek, şimdi de atının özengisini tutmaya memuruz!

Git ve iklimleri irşad et!..”

ݺte, bir kibiri yenme işinde, bir bağlılık işinde gösterilen teslimiyet...

Hatırıma biraz sonra göstereceğimiz İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin bir sözü geldi:

“- Müridin mürşidine, mürşidin hak olması şartiyle teslimiyeti, ölünün gaslediciye teslimiyeti

gibi olmalıdır!”

Yani, o ne tarafa döndürürse ölü o tarafa döner. Müridin hakiki mürşide teslimiyeti de böyle...

Şimdi, Seyyide-tün-Nefise Hazretleri’nin bir misali... Seyyide-tün-Nefise Mısır’dadır.

Seyyide isminden de anlaşıldığı gibi ulvî nesle mensuptur. Kendi âleminde İslâm evliyasının

en büyüklerinden biridir. Yalnız sağına soluna komşularına ihsanda bulunmakla maruf bir

kadın... Yanındaki komşusu bir hıristiyandır. Ve kızı kötürüm, yatalak senelerden beri...

Kapısı çalınıyor. Açıyor kapıyı ve hıristiyan kadını görüyor. Kadın:

“- Benim mühim bir işim var, kızımı bekler misiniz?”

Diyor.

Bir müslüman velîyesinin cevabı ne olur?.. Derhal başını örtüyor, bir kelime söylemeden

hıristiyan evine gidiyor. Ve kötürüm kızın yanına oturuyor. Bakıyor ki, güzel bir kız... Ve

dalgın... Ve kötürüm... Hiçbir yeri kıpırdamaz...

Ellerini kaldırıyor İslâmın velîyyesi:

“- Allah’ım diyor; şu kıza sıhhat ver!”

Ve hıristiyan kadın döndüğü zaman, velîyyeyi kızını okşarken görüyor kucağında... Ve kız

ayakta... Derhal müslüman oluyor.

Bütün bunlardan görüyorsunuz ki, herşey ahlâk meselesi... Ahlâk da, şu bizim bildiğimiz okul

kitabı ahlâkı değil... Bunlar ahlâkın kırıntıları... Ahlâk büyük dâva... Ruhun tâbi olduğu fikir

etrafında form kazanması...

Öyle ki, Muhiddin-i Arabî’den biri bir sadaka ister:

“- bana Allah için bir şey ver!”

Şöyle bir bakar, der ki:

“- Şimdi indiğim evden başka bir şeyim yok!”

Ve verir anahtarını, çıkar, gider.

Ahlâk budur!.. Ve ahlâk erişilir gibi değil... Bu, fikrin ta kendisi olan ahlâk... ݺin hikmet

tarafı ise, fikrin kendisi olan ahlâkın ne olduğunu bilmek...

Efendim; daha önce de temas ettiğim gibi, nefs denilen artist hilekârın üstün ahlâka da nüfuz

arama şekilleri vardır.

Ve nefsin bu hilelerini her an sezebilmek... O, gayet mümkün... Umumiyetle zor... Bütün

hıristiyanlık ahlâkı nefse eziyet şeklinde tecelli ederken yine nefsi doyurur. Oysa Şeriat, nefs

eziyetten memnun hale gelince, nefsi o memnuniyetten çıkarmak için nefse yeniden hak

verilmesini öngörür. İzahı çok güç... O nefs ki, balmumundan bir nesneye benzer. Her tarafa

döner ve her şekle girer.

Şeriat bir kırbaçtır! Nefs yalnız onun dayağını sevmez!..

Onun için nefsi daha önce de söylediğim gibi kırmak değil eğmek lâzım...Büke büke hakikate

irca etmek... Papazların, Budistlerin, Hind fakirlerinin nefs eziyetinin üstün ahlâkla hiçbir

alâkası yoktur. Onların ki, yine nefsi ters tarafından nefse irca etmek dâvasıdır.

Şimdi müride geldik, mürid... İradesini teslim eden... Murada talip olan... Bunun İlâhi marifet

yolunda birkaç vasfı var... İrade, istikamet, edep, vakit gibi... İrade sadece Allah’ı istemekle

kalbin ayağa kalkması, şahlanmasıdır. İrade budur! İradeye ait bir küçük misal vereyim size...

İradenin bir de Mahmutpaşa esnafına kadar düşmüş şekilleri var ki, bunlar çocuk oyuncağı...

İradenin hakikati Allah’ı talepte kalbin kıyamı... İrade ihlâsla beraber herşeyin başı... ݺi

taklitçilikten çıkarmak için... İsteğin ta kendisi, dilek... Ve bütün hüviyetini, o istekte

kümeleyebilmek, toplayabilmek...

Bir büyük velî, aklımız ermeyecek kadar bir büyük velî diyor ki:

“- Ben iradenin ne demek olduğunu bir kediden öğrendim!”

İzahı şöyle: Kedi, bir delikteki fareyi kollamakta... Bütün tüyleri kabarmış, bütün adaleleri

gerilme, kasılma halinde... Kendisini farenin hareketine o türlü kaptırmış ki, hiçbir noktası boş

değil... Tamamen oraya vermiş kendini...

İstikamet... Doğruluk demek değil mi?.. ݺte bazı mefhumlar var ki, tıpkı bir balon gibi... İpi

aşağıda ama, acaba kendisi nerede?.. İstikamet en zor iş... Allah’ın Resûlü, bir sûre için “Beni

ihtiyarlattı” buyuruyorlar. İstikamet emrinde “Hûd Sûresi”... Düşünün ne kadar derin,

istikamet... İstikamet her türlü tecelli önünde yine hakkı olan ölçüyü muhafaza etmek

dâvasıdır. Ve edebin yanıbaşında...

Biraz sonra edebe gelecek sıra... Onun üzerinde de duracağız.

“Vakit” de basit gibi görünüyor, ama çok derin... “Vahdet-i vücut” ta göreceksiniz aslını...

“Vakit” onun zaman deyimi...

Bugün, zaman ve mekân, felsefenin baş meselesidir. Hattâ zaman felsefeyi çıldırtan bir

mefhum... Felsefe, zamanı halledemez!..

Zaman nedir? Onu ruhun bütün topoğrafyasını bilen tasavvuf ehli halletmiştir. Mazi bir kül

yığınıdır. Gelmiş ve geçmiş devri, hattâ “hal”de olduğumuz zamanı bile nasıl mazi oluyor

diye düşündükçe insan çıldırabilir.

İstikbal ise bir kuruntudur. Bir vehim... Bir plân... Olan vardır. Dem bu dem, saat bu saat...

Yani “hal”, şimdiki zaman... Sofi “Dbnülvakt”tir. Vaktin oğlu... Hiçbir işini bir ân ileriye tehir

etmez, bütün hüviyetini o ân içinde toplar. Çünkü yarına ait her şey yalandır.

Daha önce bahsettiğim “Alafranga Kemal” (Sen Fransuva) isimli, frenklerin velî bildiği bir

adamın sözünü söyler, dururdu:

“- Eğer hemen değilse ne vakit? Yani hiçbir vakit!”

Evet, şimdi değilse hiçbir vakit... Bunu Şeyh Muhammed Pârisâ Hazretleri, kendi ifadesiyle

nakledeyim, şöyle anlatıyor:

“- Gafil halk tembelliğinden bir lâf eder: Yarın olsa da bir iş işlesem... Bilmez ki, bugün, dünü

günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın ne işleye?..”

ݺte güzel söz budur!

Demek ki, müride ait vasıflar içinde vakit şuuru, zaman şuuru, “içinde olduğumuz hal”e aittir.

Derler ki: “Uykum geldi. Beş-on dakika uyuyayım da namaza sonra kalkayım!”

Bu bir yalandır!.. Nefsin uydurduğu bir yalan... Vakit gelince yıldırım gibi fırlamak lâzımdır.

Buradaki vakit şuuruna dikkat edin! Ve sofinin “ibnülvakt- vaktin oğlu” olmasındaki kıymeti

anlayın!..

Şimdi edep...

Bu bahsin derinliğini anlatabilmek için size Abdülhakîm Efendi Hazretleri’nin tariflerini

misal vereceğim:

“ Edep, hududa riayet etmek demektir. En büyük edep İlâhi hududu muhafaza etmektir.”

Ne kadar kuru görünüyor değil mi?.. ݺte kuruluğu içinde ne kadar derin...

Ben bu derinliğe ulaştığımı zannettiğim bir mevsimdi. Pek gençtim. Otuz sularında...

Abdülhak Hâmit, o devirde büyük babam yaşlarında... Seksenbeş civarında...

“- Ah, mürşidimi arıyorum!”

Der, dururdu.

“- Haydi, götüreyim dedim; sizi bir gün!”

“- Gideriz!”

Diye mukabele etti.

Bu konuşmaları büyük zata da naklettim. Karşılık verdiler:

“- O bizden yaşlı... Biz gidelim!”

Ama olmadı. Nasip değilmiş...

Ve edebin bu tarifini okudum Abdülhak Hâmid’e... Onun, şöyle yaslanıp da koltuğuna, bir

“ah!” çekişi vardır ki, hiç gözümün önünden gitmez.

Evet; edebi anlamak... edep had meselesidir; had... Ve hududu riayet... Bütün kâinatın

mimarisidir o had... Tıpkı ressamların önceden hazır karelere, şekillere uydurması gibi...

Avrupa’da bir kısım filozoflar da herşeyi doz meselesi addederler. Doz, kıvam, had

meselesi... Yemeği de yapan edeptir. Yağ veya tuz fazla kaçtı mı, lezzet bozulur. Bakın felsefî

mânada edebin derinliğine!..

Ve en büyük itikad edeple başlar!.. Allah’ın Resolüne Allah dememek şartiyle ne kadar medih

varsa hepsi azdır!.. Evet; Allah dememek şartiyle... Gördünüz mü işin haddini?.. Bir sahabîye

nebî dememek şartiyle ne kadar yüceltme yapılırsa azdır! Bir velîye de sahabî dememek

şartiyle ne kadar saygı gösterilse az...

Bunlar hep had meseleleridir. Had... Fakat ayağına basılınca “haddini bil” diyen adamın

dilindekinden farklı... Bu had, yüksek tabakanın kavrayacağı haddir.

Haddin, edebin derinliğini anlıyorsunuz. Bir gün Eyüp Sultan Camiinin kenarında, Efendi

Hazretleriyle otururken Abdülhak Hâmid’in çektiği “ah”ı kendisine naklettim. O da bir “ah”

çekti ve dedi ki:

“- Din, edepten ibarettir!”

Çok derin... Bunu zevken anlamak lâzım...

Bazı kişilerin –çok mühim nokta bu- şeriate şeriat katmak için bir takım gayretleri vardır ki,

işte bu edepsizliktir! Şimdi anlayın kaba softa ne demektir?.. Çünkü şeriat Allah’ın

kanunudur! Ve kâmildir. Kâmil, ne zammı olan ne eksiği olan demektir?.. Ne ilâveye ihtiyacı

vardır, ne indirilmesi kabildir. Sen nasıl, ilâveler yapmaya kalkıyorsun ona?.. İmam-ı Gazalî

der ki:

“- Bazıları şeriate yardım etmeyi bir nevi hüner zanneder. Bilmez ki, bu şeriati eksik kabûl

etmektir, gizlice!..”

ݺte edep meselesi... Çok derin, çok ince...

Şimdi müride ait hallerle beraber, ilk talip oluşun ilk şartlariyle beraber, müridin dış rejimi

geliyor. Ve mürid tarafından tasavvufun hakikatlerine doğru gideceğiz. Bu dış rejimi de iç

rejim takip edecek...

Birkaç madde var müridin dış rejimine ait... Bunları eski tabirle ifade etmek lâzım gelirse

şöyle: Kılleti tamam, kılleti menam, kılleti kelâm, zikri müdam, fikri tamam...

Türkçeleştirelim: Az uyumak, az yemek, az konuşmak, devamlı zikr halinde bulunmak ve –

irade meselesinde olduğu gibi- fikir tamamlığında olmak...

Bu onun dış rejimidir. Bunlar, nihayet ahlâka ait işler ve klişeler gibi görünür. Klişelerle iş

bitmez! Bu vasıflar, hakikaten kemâl yolunun insanına ait vasıflardır! Az yemek, az uyumak,

az konuşmak dedik. Bir sofranın başında damarları şişmiş, durmadan yemek atıştıran bir

adamın biraz sonra kaşığını bırakıp size hikmetten bahsetmesine pek inanmayın! Sık sık

görürsünüz; “fodlacı” derler bu tiplere... ݺi gücü uyku olan ve boyuna lâf yetiştiren tipler...

Çünkü sözden daha kurtarıcı ve ondan da daha batırıcı bir müessese yoktur.

Klişeleri bırakalım. Müridin asıl rejimi, iki nokta üzerinde toplanır. Biri zikirdir, biri râbıta...

Mutlak olan bir hakikati belirteceğim. Zikir herkesin malûmudur. Allah’ın ismini yadetmek,

anmak... Ve bunu şöyle böyle anmak değil, merasimle anmak... O ismin bütün kudsiyeti

içinde, o ismin derinliği içinde kaybolarak, eriyerek anmak... ݺ kelimede, harharada ve

lâfızda değil... bu isim “Allah” isimidir. “Allah” ismi nedir, iyi biliyor muyuz?.. “Allah”

Kâinatın Yaratıcısının hâs ismi (özel ismi)dir. İlâhi ismin sonu yoktur... Sayılanı ise mahdut...

“Allah” sadece hâs isim değildir. Alem ismidir de... Alem ismi tuğra demektir. Yani marka...

Başka türlü de yazılamaz. Bu isimdir, zikre medar isim. Anlıyanlara göre manidar sözüm...

İsim budur.

Şimdi, zikir bütün tarikatlerin ve İlâhi marifet yolunun hemen hemen ana sermayelerinden biri

olduğuna göre bütün yolların ayırımı kâbil, zikir çeşidi ile...

Tasavvufun, sadece, Allah Resolünün bâtınına nüfuz işi, O’nun bâtınına sığınma işi olduğunu

anlatmıştım. Şimdi oraya tekrar dönebiliriz.

Sevr Mağarasında Hazret-i Ebubekir’e “zikr-i hafî” yani gizli zikir talim etmişlerdir. Dilini

damağına yapıştırarak Allah ismini kalbinden alarak –bunun rejimi uzun, şimdi oralara

girmek istemiyorum- söylemek... Kalbine götürüp kalbinden alarak... Bu “zikr-i hafî”dir. Yani

gizli zikir... “Zikr-i celi” ise herkesin duyacağı kadar sesli zikir...

Allah Resûlünün büyük emaneti, iki büyük sahabî koluyla ve yoluyla gelir. Biri ashabın en

büyüğü olan Hazret-i Ebubekir kolu, öbürü ashabın yine en büyüklerinden olan –şüphesiz-

Hazret-i Ali yolu... Hazret-i Ali yolunun zikri, celî zikirdir, açık zikir...

Şimdi hangisi üstündür diye düşünecek dahi değiliz. Mukayeseye takatimiz yok... Muktedir

değiliz. Sadece, o yolun farikası açık zikirdir diyebiliyoruz o kadar...

Hazret-i Ebubekir yolunun farikası ise kapalı zikir... Başkası duymaz. Hatta kendi de duymaz,

çünkü yoktur!..

Ve bütün tarikatler hemen hemen umumiyet halinde Hazret-i Ali’de son bulur. Hususiyet

halinde, bir ana tarikat ise Hazret-i Ebubekir’de... O ana tarikatin de ana kolu üzerinde gelmiş

ayrı kolları vardır. ݺte, tarikatlerin intisap tarafları ve Allah’ın Resolünde düğümlenmeleri...

Bütün bu anlattıklarımız, tasavvuf dine sonradan eklenmiş bir müessesedir diyen veya böyle

zanneden cahillere de cevaptır.

Zikir kolların birinde gizli, birinde açık dedik... Zikrin inceliği, hudutsuzluğu bunlar...

Anlatılır gibi değil... Biz sadece akla düşen hisseleri tarife çalışıyoruz. Gerisi mümkün değil...

Size üzerinde denizlerin karaya vurduğu bir resim göstersem, resim ne kadar canlı olursa

olsun, ıslanma hissi duyar mısınız? Fakat öbür türlü?.. Dalga sizi alıp götürüverir.

O anlatılmaz, yaşanır. Zikir budur.

Zikir hudutsuz bir denizdir.

ݺte, Abdühakîm Efendi Hazretleri’nin bir ibareleri:

“- Zikir hudutsuz bir denizdir. Herkes o denizden bir hisse alır, onunla teselli bulur.”

Şunu da söyliyelim; zikri bir nevi harhara haline getiren, sadece gırtlaktan çıkan bir ses haline

getiren ve öldüren insanların, zikrinden hiçbir şey beklemeyin!.. Böylelerini de gördük!

Deliler gibi, tepine tepine Allah ismini söyleyenleri de...

Devamı

İKİNCİ BÖLÜM: İSLAM TASAVVUFU

(153. sayfadan devam)

Gelelim Râbıtaya... Râbıta esrarın esrarıdır. Ve zahir ehli tarafından bir takım itirazlar görmüş

bir mesele... Fakat bâtın ehli bunu cevplandırmıştır.

Râbıta çok mühim bir dâva... Râbıta, fena fillah (Allah’ta fani olmak) makamına ulaşılmış -

ulaşmamışsa râbıta eden de yandı, ettiren de... Hele ettiren -mürşide, onun hayalini hiçbir an

kaybetmeden kendini mürşit halinde görünceye kadar... İki türlüsü var... Biri, kalbini geniş bir

dehliz farzeder, mürit... Eğer zayıf bir müritse böyle başlar. Ve o dehlizden pirini geliyor gibi

görür. Namazında, zikrinde, niyazında, her ân kalbindeki dehlizden mürşit gelmektedir. Zor

olanı “telebbüsî râbıta”dır. Telebbüs, giyinme, giyme demek... “Telebbüsî râbıta”da mürşidin

kılığına girmek... Yani öyle olacaksınız ki, eliniz acaba onun eli mi, diye dşüneceksiniz. Tabîi

bu iş sahtekârlıkla olmaz.

Râbıta onda erimek... Mürşitte... Ve çok ince bir sır...

Şimdi râbitnin hakikatini anlatayim size... Ashâpta bütün râbita Allah Resolünedir. Râbita o

kadar yerleşmişti ki, Hazret-i Ebubekir, hususî hallerinde, yani en zarurî hacet hallerinde bile

râbitadan kurtulamadigindan şikayet ettiginde, Allah Resolünden aldigi cevap tebessümdü.

Tebessüm ve şu söz:

“-Ne güzel.”

Bu da işin hakikatinin tam temsilcisi...

Râbıtaya itiraz felâkettir. Çünkü leblebi kafalılar zannederler ki, râbıta demek şeyhini

mübalağa ile büyütmek, gaye zanetmek! Asla... O şeyhinin kılığından İlâhi huzura doğru

çıkmak için bir bilet almaktan başka bir şey değil...

Sırası gelmişken kaydedelim. Günün ucuz, gayet ucuz, bayağı ve ahmak inkâr modası içinde

bir de formül vardır:

“-Allah’la kul arasına girilir mi?”

Cevap vereyim; siz de söyleyenlere aynı karşılığı verin...

Bana bunu söyleyen profesöre şöyle dedim:

“-Yahu, sen Üsküdar’a gitmek için bile vasıtaya muhtaçsın!.. Bütün beşerî vasıtaları elinden

alsam, sen, acaba potin mi giyebilirsin, sigara mı içebilirsin, yemek mi yiyebirlirsin?.. İlâhî

huzura gitmek için vasıtasızlık ne demek? Elbette vasıtaya ihtiyaç var... Elbette Allah’la kul

arasın girilemez! Fakat, Allah’la kul arasında münasebet kademeleri mevcut... Yoksa ey

ahmak, Allah’la kul arasına hiç kimse giremez!..”

Girmek mümkün mi ki girilsin!.. Bakın nasıl ucuz bir mantıkla işi ele alıp, nsaıl

hissettiriyorlar basitliklerini... Bunlar inkâr felsefesinin galiz taraflarıdır. İğrenç... Bu

iğrençlikleri alt ederseniz, imanınız yam teşekkül eder.

Râbıta hâşâ, Allah’la kul arasına girmek değil... Hâşâ... Eğer bütün olarak, tüm olarak

vasıtaya ihtiyaç olmasaydı, bir tane nebî ve resûl gelmezdi.

Üzerinde fazla duracak değiliz. Vecdimizi konuşturuyoruz. İnkâra cevap vermekle mükellef

değiliz şu an...

Ve râbıta, bu kirliyi temiz hale getire getire makamına tesliminin rejimidir. Baş rejimidir, ana

rejimidir.

Velî demiş ki:

“-Siz işkembelerden yapilma çorbalari içiyorsunuz da, biz, kirli nefsi temizlemekten âciz mi

görüyorsunuz?..”

Yani, onun temizlenmesini mümkün görüyorsunuz da, bir nefsin temizlenmesini neden kabol

etmiyorsunuz?.. Ne güzel... Râbıta, o huzura uygun kisveyle çıkmaktadır!

Râbıtanın tesirini anlatayım... Kendimi katiyyen misal olarak vermek istemiyorum. Fakat bu

tesiri tam ifade için anlatmaya mecburum. Ve hiç de, kolay kolay tesir altında kalan bir insan

olmadığımı bildiğim halde...

Bir namazda, Efendi hazretleriyle beraber bulunduğumuz bir akşam, selâm vereceğim zaman

dehşetler içinde ellerimin onun eli olduğunu gördüm. Sonra baktım ki, ellerim yine yerli

yerinde... Buradaki sırra dikkat edin! Bu benim için bir makam, bir fazilet değil... Onun

kuvveti, onun tesiri...

Şimdi son hüküm: Râbitasiz zikir erdirici degildir. Fakat zikirsiz râbita erdiricidir. O kadar

kuvvetlidir râbita... insani alir, götürür, yerine..

Hep o daha önce bahsettiğim nur meselesi...

Belki çok mahrem bir nokta ama bunu da anlatmadan geçemeyeçeğim:

Bir gün, yine Efendi Hazretleri’nin huzurundaydık. Eyüp’te... Akşam namazı kılındı. Yemeğe

indik, çıktık. Oturuyoruz ve konuşuyoruz. Yanında müritleri... Ben onların en hakiriyim ama

bana bir lutufkârlığı var... O susuyor, ben konuşuyorum. Mütemadiyen... Diğerleri memnun...

Çünkü O’nu ben konuşturuyorum.

Lâf arasında daldım ve içimden aynen şöyle düşündüm, -keramet bahsiyle alâkalıdır bu dikkat

edin- dedim ki, “biz ne sefil insanlarız! Geliyoruz buraya, iki-üç saat geçiriyoruz.

Temizleniyoruz. Deminki işkembe misalinde olduğu gibi pamuk haline geliyoruz. Bir

kokuşmuş işkembe iken... çıkıyoruz, yine atılıyoruz çirkefimizin havuzuna!.. Ne utanmaz

adamlarız biz!..”

İçimden düşünüyorum bunları... O susuyor.

Evet; dedim ki, “böyle olmaz bu iş... Bizde bu hassasiyet ve hâlisiyet yok... Bize bir tasarruf

lâzim... Bizi oldugumuz yerden alsin, oturtsun hakikate!.. Başka türlü olmaz bu iş!..”

Ve birdenbire müthiş bir his... Efendi Hazretlerinde gördügüm kerametlerin en büyügü bu,

anlayana... Bir şey oluyorum, ama ne?.. Bir maddî agri duymaya başliyorum. Ama neremde?

Onu da bilmiyorum. Bu agriyle birlikte tatli da bir his içindeyim. Fakat nasil?.. Anlamiyorum.

Ve herkes susuyor.

Şöyle bir bakindim kendime... Dogru, agri kalbimde... Kalbim lâstik olmuş, çekiyorlar sanki...

Evet, kalbim çekiliyor. Bu nasil bir aci?.. Hayali bile imkânsiz... Ve nasil bir lezzet?.. Onu da

tarife imkân yok...

Derin bir sessizlik içinde oluyor bunların hepsi... Ve Efendi Hazretleri bana bakıyor. Tam

bağıracağım anda birden hissediyorum meseleyi: “Sen mi tasarruf istiyorsun?.. senin ona

takatin var mı?..”

Ve derhal sığınıyorum ruhaniyetine... Kalbim yerine geliyor.

Bunları bir yerde söyleyecek olursak inanmıyanlar arasında, bütün bu anlattıklarımıza

hokkabazlık göziyle bakanlar bulunabilir. Bunlar, hayatından, yani bu işin çok çilesini çekmiş

adamın hayatından yapraklardır size...

Sonra, müridde, intisptan ve doğru yola gitmekten başka, bir takım tecelliler başlar. Bunlara

“makam diyoruz. Daha ileri dereceleri var... Biz basitlerini alalım...

Kabz (sıkıntı,daralma) ve bast (ferahlık)... Sahv (uyanıklık) ve sekr (manevî sarhoşluk)...

Gıybet (kaybolma) ve huzur...

Makamlar hiçbiriyle teselli bulunulmayacak, sürekli olarak insanı renkten renge sokan İlahî

imtahanlar ve çitlerdir. Aşılır. Bu makamlardan kabz ve bast hali... Sıkıntı, sıkışma ve

daralma halinde bir tecelli... Bazen de sebepsiz bir açılma, ferahlık ve neşe... Tabîi tam tersi

olarak delilerin neşesi gibi bir hal... Bunlar müritte en tehlikeli hallerdir. Bunlar hep

köprüler...

Nihayet râbıtaya bağlı olarak iş, gider gider, bir “kendinden geçiş”e varır. ݺte akla ait

hissenin en mühim noktası... Buna “Gıybet ve Huzur” diyoruz...

Yani, bu gidiş nereye kadardir, bilir misiniz? Râbita edenin, râbita ettigi şuurunu kaybedecegi

ana kadar... Tam bir giybet, tam kendinden geçiş başladi mi, râbitanin terkedilmesi lazimdir.

Çünkü o zaman gayeye degil, vasitaya hürmet edilmiş olur. Gaye tahakkuk edince vasita

birakilir. O giybet ki, hiçbir şeyi bilmemektedir. O,öyle bir cehildir ki, bütün ilimlerin

kendisi... Çünkü ilimde ilim şuuru olduktan sonra o zaten ilim degildir. Bunu da anlatmiştir

Bati felsefesi...

Bir de bu gıybet ve huzur halinin, bazen insana verdiği manevî sarhoşluk mânasına, bir “sekr”

hali vardır ki, onun ne kadar yaman bir hal olduğunu ve nice adamları uçuruma yuvarladığını

biraz sonra göreceksiniz. Başta, bildiğimiz birkaç meşhur isim olmak üzere... Fakat bu gıybet

hali o kadar makbul bir hal ki, tasavvufta adeta bunu bütün cihana teşmil ediyorlar. Elimizde

Şeriatin müsaadesi olmasa, mutasavvıfın ve büyük ermişin kanaatince kendinde olmak

küfürdür. Ama şer’an böyle bir şey yok...

ݺte tasavvuf ehlinin kaidesi: “Bâhûdî küfr. Bîhûdî iman est.”

“Bâhûdî”, aklı başında olmak demektir. “Bîhûdî” de akılsız kalmak... Bu şer’i bir

mükellefiyet değildir! Aklın hissesi vardır ve o hisse mahfuzdur. Biz de o hisse üzerine

konuşuyoruz zaten... Akla hisse veren ve kendi sırrını asla vermeyen büyük dâva üzerindeyiz.

Şimdi, bütün bu hallerin içinde, “muhazara -hazir-lama”,”mükâşefe -keşfetme”, “müşahade -

görme”, “keramet”, “marifet”... Kerametin kademeleri bunlar... Üzerinde fazla

derinleşmeyelim...

Ve Kerameti alalım ele... Keramet...

ݺte, halkın gidip de tamamen şeriat harici mumlar yaktığı, çaputlar bağladığı türbelerde yatan

veya yattıkları zannolunan insanların halk tarafından iltifat gören halleri buradan gelir!

Keramaet haldir. Ve bir İlahî ikramdır. Ama türbelerde, bütün bu yapılanlar nedir?..

Demek ki, ruhun, -nefs ve ruh bahsinde gördünüz, öyle bir üslûp içindeyiz ki, bir meseleyi

öbür meseleye irca ederek anlıyabilirsiniz- nefsin dizginlenmesi veya kahredilmesi yoluyle

kalb hakikatinde kazandığı bir takım kıymetler, insanda, “harikulâde” dediğimiz alelâdeliğin

üstündeki oluşlara zemin hazırlıyor... Fakat bunun her zaman hak olması lâzım değil...

Şimdi anliyacaksiniz farki...

Şah-i Nakşibent Hazretleri’ne derler ki:

“-Sizden niçin çok keramet sadır olmuyor?”

Yani, “ne kadar az keramet bu böyle!..”

O ki, kerametler sarayının sultanı!..

Cevap verir:

“-Bu halimize rağmen ayakta durabilmekten büyük keramet mi olur?..”

keramet bahsi en ince bahis... Kerameti benzerleriyle -katiyen asliyle değil- Hind fakiri de

gösterir. Hatta bir papaz da... Bunlara karşı cevabınız hemen hazır olmalı... Kelimesi de

hazırdır zaten; “Dstidraç”... Yani Hind fakirlerinin, papazların ve sahte şeyhlerin gösterdiği

sahte keramet...

keramet aslında şer’i mânasiyle “ruhun saffet bulduğu zaman kazandığı iktidardır.” Allah

tarafından... Keramet budur. Ve her velînin kerameti mensup olduğu nebîni mucizesine

dahildir. Kendi yoktur ortada...

Şimdi şunu söyliyelim:Hazret-i Isa, müslümanin Hazret-i Isa’sidir! Bütün hakikati ve apaçik

hakki ile... Onlarinki ise onun tahrif edilmiş hayalî figürü...

Ama bir hıristiyan şöyle sorar:

“-Niçin bizim Peygamberimizde bu kadar keramet var da sizinkinde yok?..”

Biz de deriz ki;

“-Sizin bahsettiğiniz Peygamber münezzehdir. Hak reûldür, onun hakikatini yine biz biliriz,

siz değil... Hakiki mânada İsevîlik için, sadece Hazret-i İsa’yı tanımak mânasında İsvîlik için

müslüman olmak lazımdır! Hıristıyan olmak değil... Ama sizin hayalen kondurduğunuz

kerametlerin hepsi Allah Resûlünün velî lerinde bile vardır!”

ݺte:

Şah-i Nakşibend Hazretleri bir ovada atla gitmektedir. Mürid ile beraber... Bir köye

gidecekler... Ova dümdüz oldugu için fersahlarca ötede bir köy görülmektedir. Böyle dümdüz

bir ova... Çarşaf gibi... Herbir şey söylemeyen mürid başi önünde mürşidine teslim olmuş bir

vaziyette... Bir müddet geçer. Ve bakar ki, mürid, güneş batmak üzere.. Ve köye varmak için

daha hayli mesafe var... Sabaha karşi mi varacaklar, gece yarisi mi? Gerçi, onda fazla

korkunun yeri yoktur. O terbiyeye maliktir ama, yine de bir korku sarar içini... Mürşide

yapişir ve susar... Giderler, giderler, giderler... Ve bir ân gelir ki, bakar, güneş batmiyor.

Dehşetler içinde kalir mürid... Evet güneş batmiyor. Ve köye girdikleri zaman güneş, bir

tiyatro dekorunun elektrik lâmbasindan yapilmiş sahte güneşi gibi birdenbire yoktur. Cereyani

kesilmiş gibi yok...

Buraya kadar olan hiçbir şey degildir. Buradan sonrasi ise harika... Şah-i Nakşibend döner

müride ve şöyle hitap eder:

“-Bunlar tarikatın oyunlarıdır! Gaye bu değil!..”

ݺte bu lâftır keramat!.. Bunlar tarikatın oyunlarıdır ve gaye bu değildir.

Ve:

“-Bizim bu halimizle ayakta olmamızdan büyük keramet mi olur?”

Diyen bu Şah-i Nakşibend’dir.

Ahlâk faslında da bahsettiğim gibi, Allah’ın lûtfuyle vâsıl olduğu azamete rağmen, bir

köpeğin ayağını bastığı yerdeki su birikintisine yanağını koyup:

“-Ben bu sudan da daha adiyim!”

Buyuran da işte bu Şah-i Nakşibend...

Ve bu büyükler için en büyük edep, bu hale geldikten sonra, sımsıkı şeriate yapışmaktır.

Şeriate aykiri söz söyledigi zannedilen Bayazid-i Bestamî Hazretler’inin namazda, şeriatin

azametinden kaburga kemiklerinin çatirdadigi duyulurmuş...

Velînin biri zikir halinde köşesinde oturuyor. Kapisi vuruluyor... Bir kadin... Türkistanli bir

sultan haremi... Yaninda küçük bir çocuk... Gözleri kör... Elinden tutmuş içeri giriyor.

Velî başini kaldiriyor:

“-Bu nedir?”

“-Gözleri kör, açmanız için getirdim!..”

Ona o kadar acı geliyor ki bu söz, şöyle karşılık veriyor:

“-Ben İsa’yı mücerret miyim ki, körlerin gözünü açayım?..”

Ve infialle kalkarken yerinden bir ses duyuyor:

“-O muydu, o muydu açan?.. Bizdik biz!”

Hemen dönüyor velî... Parmaklarını basıyor çocuğun gözlerine ve gözler açılıyor.

Bunlar, üzerinde inanmanın mantığı olan şeyler değildir.

ݺte, Allah Resûlünün en büyük sözlerinden - hepsi birbirinden büyük- biri...

Kıyamet günü insanların başka bir türlü veya burun üstü yürüyeceklerini söyledikleri zaman,

ashaptan biri der ki:

“-Ya Allah’ın Reûlü, insanlar böyle burun üstü nasıl yürür?..”

Allah!ın Resûlü cevap verir:

“-Yeryüzünde seni iki ayakla yürüten, orda da öyle yürütür!..”

Bu anlayan için ne büyük sözdür?.. Siz bu olurları, olmazları dinlerken beni nasıl

görebildiğinizin olurunu anlatsanıza bana?.. Veya bütün bu söylediklerimi nasıl

duyabildiğinizi?..

Ama insanlar, bir açıklık halinde bazı fakültelerine, melekelerine alışa alışa, onları, sanki

tapulu mallarıymış gibi görürler ve herşeyi onlara göre olur zannederlerç bir şey onların

üstüne çıkınca da, hemen “olamaz!” derler. Onun için, bu olur zannettiklerimizdeki olmazı

gören, olmaz zannettiklerimizdeki oluru da görür. Elverir ki, kafasını buraya kadar

inceltebilmiş olsun...

Neticede iş dönüyor, büyük rejimin büyük zevati ininde, en büyük keramet, sahte yoldan de

benzerini göstermek kolay bir fiil oldugu için, bir yerde toplaniyor: Setr-i keramet... Yani

kerameti kapamak, örtmek... Evet; en büyük keramet budur!..

Ben size lâf arasında “Efendi Hazretleri” diye, bazılarınızın ismini de bildiği bir büyük zattan

bahsediyorum. Elini öpmeye nail olduğum büyük zâttan... Ben bu zata, Avrupa kültürü

namına ne varsa, hepsini ceplerime doldurmuş olarak gittim.

Bana bu konuda bir doktorun bir sözü vardır. Burada şahsıma ait bir methiye payı çıkarsa onu

dikkate almayın ve sözün neticesine bakın.

Dedi ki:

“-Senin gibi bir adamı bu hale getirdikten sonra şüphe kalmıyor kerametine...”

Düşündüm: Ben neyim?.. Ama lâfin neticesi dogru... Şüphe yok beni bu hale getirdigine...

Bu büyük zata dikkat ettim daima... Ve kerametin ne demek olduğunu onda gördüm.

Çok çabuk aldanırlar bizde... Hele öyle sahtekârı var ki, bu için... Ve bu iş o kadar incedir ki,

ne sakalla biter ne duruşla, ne tavırla, ne edâ ile... Elinize şeriatin terazisini alın hemen...

Halledersiniz sahtesiyle hakikisini...

Şimdi, bakin büyük dâva ve incelik nerede?.. Daha önce söylemiştim. Lüzumsuz sualin

mânsiz cevabini vermemek... Ömrümde böyle bir insan görmedim. Hiç telâşi yok... Ne kadar

icap ederse o kadar veriyor cevabini... Bir insan gördüm ki, karşimda, göz lâzimdi görebilmek

için... Bir insan gördüm ki, hayatimda, bir ân bile Ilahî huzuru kaybetmedigi bir bakişta belli

Bir ân bile görülemeyen, bir nebatî işle meşgol oldugu... Çay geliyor, digerleri gibi içiyor.

“Ben çay içmem,” demiyor. Aksi, zaten velîlik degil deliliktir. O herkes gibi... En basit insan

gibi... Fakat, yerken, içerken, sizinle konuşurken, cevabini verirken daima, gözleri ufuklarin

ufkunda bir yere bakiyor. Orayi görüyor ve emrini oradan aliyor. Fakat sizinle de görüşürken,

kendini tamamiyle size verebiliyor. Işte bütün incelik... Velî budur ve keramet tavrina benzer

bir şeyin dişariya sizinti verdigini görmedim!... Fakat nicelerini gördüm.

Keramet bahsindeyken hemen söyleyeyim: Kerameti velî ancak İlahî emirle izhar eder...

Yahut elinde olmadan... İhtiyarî keramet yoktur!...”Gel şunu şöyle yapayım...” Yok böyle

şey... Bunlar kat’i kaideler ve şer’i...

Ve nihayet, ben size, keramet taslayanlara tasavvufun nefretine ait âbide çapında bir ölçü

vereyim: Bir velînin -ki velî olmaz- kerametini izhar etmesi, yani saklı saklı keramet

sahibiyim demeye getirmesi, veya ilân etmesi, bir kadının hayz zamanı kanlı donuyla

kendisini çatıdan elâleme seyrettirmesi kadar hayâ dışıdır!... Bu işden o kadar utanır velî

Bu da sahtelerini ve hakikilerini ayırmak için... Ve neler gördük neler?.. Gûya murakabeye

dalar, kalkar. Gaipten haber verir. Daha neler neler?..

Bunların hepsi küfre kadar gider.

Şimdi, bütün bu hikâye ediş şeklimiz, anlatiş siramiz içinde, ahlâktan, müride ait vasiflardan

ve onun rejimine ait hadiselerden sonra sermayemiz olan aşka giriyoruz.

Aşk... Her şey, her şey, orada başliyor ve orada bitiyor... AŞK... Hemen hemen, şimdiye kadar

söylediklerimizin hepsini geri alabilir, teyplerden silebiliriz. Bu mesele ne kafanin, ne aklin,

ne kelimenin gitmeyecegi yedir. Bu Allah’in kemendidir. Atar, yakalar. Yakar, kül eder ve

her şeyi halleder. Ne şu, ne bu... Bu saadetlerin saadeti mânasina belâlarin belâsidir.

Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin “Satranc-ı Urefa” (ariflerin satrancı) isimli tablosundan daha

önce bahsettim. Orada, ortaya kadar kötü ahlâk vardır, sonra iyi ahlâk... Şimdi yeri geldi...

“Aşk” diye dört köşe var “Satranc-ı Urefa”da.. Bir kare... Oradan çıkan bir ok doğru ”visale”e

atar insanı... İnsan hiçbir yere uğramadan dümdüz İlahî visale varır. Öbür türlü ise, bazı

engellerden geçmeye, bir çeşit (kariyer) yapmaya ve bazı baremleri doldurmaya mecbur...

Aşk dâvaların dâvası... Onu da birkaç menkıbe ile anlatalım ki, tam istidadı olanın gönlüne bir

yıldırım düşsün...

İbn-i Semnun Hazretleri mescitte bir konuşma esnasında aşktan bahsediyor. Evvelâ konuşanı

biraz kafamızda canlandıralım. Yüzüne baktığımız zaman nurun kaynadığını gördüğümüz

büyük zât... Evet, büyük zahir ve bâtın ilimlerinin sahibi aşktan söz ediyor... Gözleri öteleri

gören adam... O anda bir küçücük kuş beliriyor ve gagasını vuruyor eline İbn-i Semnun’un...

Ve kuş gagasından sızan incecik bir kanla, orada ölüp kalıyor.

O zaman İbn-i Semnun diyor ki, halka:

“-Aşka ait kelimelerin cemata , nebata ve hayvana tesiri vardir da gafil insana yok!...”

Anlattım, insan düşünce ne kadar düşer, çıkınca ne kadar çıkar?..

Yine aşka ait bir menkibe... Ve yine bir tarikat farikasi meydana çikacak bu vesileyle...

Efendi Hazretlerine yakınlığımdan bir süre sonra, bir gün, Beylerbeyi’inden İstanbul’a

inerken, vapurda Remzi Efendi isimli bir Mevlevî Şeyhi gördüm. Bu oldukça eski bir hatıra...

Sağ veya vefat etti, bilmiyorum. Bana alaka gösterdi, böyle bir büyük zata bağlılığım

yüzünden...

Ve bana onunla arasında geçmiş bir olayı anlattı:

Remzi Efendi vaktiyle İstanbul’daki ilk İlâhiyat Fakültesi tasavvuf müderrisi imiş... Tasavvuf

imtihanında mümeyyiz olarak bizim Efendi Hazretlerini rica etmişler... O da teşrif etmiş...

İmtihan heyeti oturuyor. Remzi Efendi esas hoca, sağında Efendi Hazretleri...

Bir talebe gelmiş... Sorulan soru şu:

“-Tarikatlar arasında farikalar nelerdir?”

Talebe cevap vermiş:

“- Efendim; harikulâdelik izharında Kadirîler, Rufâiler, aşk ve muhabbette Mevlevîler, zühd

ve takvâda Nakşîler...”

Ve hemen ilâve edeyim ki, Efendi Hazretleri Nakşîdir. Soran da Mevlevî... Belli ki, talebenin

bu cevabinda biraz da hocasinin hoşuna gitme gayreti var...

Bunun üzerine müderris Remzi Efendi derhal şu suali sormuş:

“-Sen birinden birini tercih mevkiinde olsaydın, hangisini tercih ederdin?”

Talebe gayet güzel bir cevap vermiş:

“-Efendim, aşk ve muhabbete herşey dahildir.”

Ve bizim Efendi Hazretleri’nin duduağı kıpırdamış:

“-Aferin oğlum!..”

Bitmiş imtihan, çikmişlar. Efendi Hazretlerini arabaya dogru götürürken o Mevlevî şeyhi, -

anlayin işi, hemen müşkülünü halledecek- demiş ki:

“-Efendim; ben Mevlevîyim, çocuk benim hoşuma gitsin diye aşk ve muhabbetten söz etti.

Siz de aferin diye mukabelede bulundunuz. Nakşî oldugunuz halde... Bundaki hikmet

nedir?..”

Kendi anlatıyor, Efendi Hazretleri değil...

Büyük zattan şu cevabi almiş:

“-Çocuğun görüşü doğrudur! Aşk ve muhabbete her şey dahildir! Ama Nakşîlerin zühd ve

takvâsı o aşkı peçelemek içindir! Çocuk o kadar derine gidemezdi. Ben bunun için aferin

dedim!”

Ve Remzi Efendi erimiş bu cevap önünde... Yani Mevlevîlerin aşk iddiasinin çok çiplak

kaldigini anlamiş...

Aşk, o büyük dâvadir ki, insani muvazenesizlige kadar götürdügü için, gayet büyük ve

muazzam , kul takatinin üstünde bir disipline ihtiyaç vardir. Işte o da, zühd ve takvâ, yani

şeriattir! Ona böyle bir boş kutu gibi bakanla, onun tam dolu halini gören arasindaki farki

sezmeye davet ederim sizi...

Şu dönen göklere insanlar, gözlerine ilim gözlügü takmiş bakiyorlar. Ve konuşuyorlar:

“-Bütün bunlar madde... Enerji ise maddedeki hareketin ruhu, şu, bu...”

Ve akıl daralıyor, akıl açılıyor, akıl yapamıyor, akıl yapıyor.

Neticede bütün varlıklar âlemi, İlâhî aşk içinde çırpınıyor ve kendi cinsine göre o aşkın bir

hissesiyle kendinde hareket kudretini buluyor.

Aşk budur! Aşk her şeydir! Yalniz, aşkin böyle (antitez)leri, zid kutuplari ve sahte benzerleri

arasindaki incecik çizgiyi görebilmek, dâvalarin dâvasi...

Aşktan daha fazla bahsedemeyiz. Çünkü insani yildirim gibi vurur. Ve o üç-beş kişilik

sohbetlerin mevzuudur. Böyle kalabaliklarin degil...

Ondan bendeki mevcut da bu kadar zaten...

Şimdi büyük dâvaya dogru geliyoruz. Bundan sonra, tasavvuftan, akla düşen son pay olarak

vahdet-i vücut meselesi geliyor. Bu meseleyi ilmî ve terkibî, tam izaha çalişacagiz. Üzerinde

çok da uzun durmadan...

Bu vahdet-i vücut dâvasının bir ucu küfürdür, öbür ucu ise, imanın ta kendisi... Böyle bir

belâlı nesnedir bu vahdet-i vücut meselesi...

Vahdet-, vücudun, evvelâ , tam ilmî bir tasnif halinde üç merhalesi vardır. Kat’i...

Biri Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ne gelinceye kadar, bütün evliyanın hali... Hatta enbiyanın

hali... Fakat burada şuura dökülmemiş hal olarak, zevken idrak olarak bir vahdet-i vücut

vardır. O haktır ve açıktır.

Sonra, Muhiddin-i Arabî tarafından şuura dökülecek kadar ileri gidilmiş cesaret olarak, bir

vahdet-i vücut ifadesi mevcuttur. Ve onun yanlış anlayışından münezzehtir Muhiddin-i

Arabî...

Bir de “Dkinci bin”in yenileyicisi, ümmetin en büyüğü İmam-ı Rabbanî Hazretleri tarafından

yerli yerine oturtulmuş, tashih edilmiş ve mühürlenmiş bir vahdet-i vücut...

Şimdi, birinci merhale: Birnci merhale bir zevken idrak merhalesidir. Zevken idrak...

Anlamadan anlamak, hesaplamadan sezmek, sirlardan koku almak... Bu merhalede Allah’in

lizatihi- bizatihi tecellisi dâvasi vardir. Zati ile zatina tecelli etmesi dâvasi... Lizatihi-

bizatihi... Hemen onun ilerisinde, râbitalardan, zikirlerden sonra zevken varilan bir hakikat

bulunmaktadir:”La mevcude illallah”

Şimdi, bu vahdet-i vücutta ne kadar derinleşsek o kadar gidebiliriz. Eşyaya var olma tâkâtini

vermemek... Bu apaçiktir. Kim var olabilir?.. Onun var ettigi ayri... Varligin özüne, iç yüzüne

kim mâlik olabilir?.. Eşyanin her zerresinde her noktasinda Ilahî nakşi görmek... Ve varligin

eşyaya ondan geldigini sezmek... Eşyayai helâkte görmek... Var olani Allah’ta görmek...

Benim cüz’i iradem ve her şeyim var, ama netice?.. Bu o kadar hassas bir nokta ki...

Konferansa başlarken tasavvufa ait bir dag misali vermiştim. Asfaltin çimenle beraber

takipettigi dag... Hayalin çikamayacagi dag... Işte odur bu nokta...”La mevcude Ilallah”... Ve

Allah’in lizatihi- bizatihi tecellisi... Kendisi ile kendisine tecellisi...

Zaten Allah buyuruyor:

“Ben bir kenz-i mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.”

Şimdi eski anahtarlari görüp onlari daha iyi anliyoruz. Bu hazla ve zevkle ele geçen bir

vahdet-i vücut idrakidir. Bu idrak, Mutlak vücudu onda görür. Onun dişindaki her şeyi ise

helâkte... Fakat yine her nesneye Allahin yarattigi diye bakar. Bu şeriattir! Mutlaka bunun

böyle olmasi lazimdir! O şeye, hâşâ, Allah diye bakmaz!

Eyvah, bakın bütün nispetler nasıl inceliyor, inceliyor, incecik bir yola giriyor ve o yoldan

insan değil kıl geçemiyor!... ݺte, idrak için bu kadar sıkıntılı bir nokta...

Kur’ânda her şeyin Allahin veçhinde helâk halinde olduguna dair bir âyet var... Daha önce

bahsettigim o büyük manevî buhran günlerimde, Beyzavî tefsirinde bu âyeti gördügüm zaman

yerimden firladim ve kendimi sokaklara attim. Her şeyde onu görür gibiyim. Ilahî çehreyi...

Başka hiçbir şey yok... Ne bastigim yer, ne içtigim su, ne şu, ne bu... Lâfta anlatilamaz... Bu

âyetin büyüklügünün altinda ezildim!

Bütün bu duygu içinde bu hayat, her şeyin gittigi, kemmiyetler halinde kaldigi, dalgalarla

deniz münasebeti gibi, dalgalarin durulup kayboluverdigi fakat denizin daima kaldigi gibi, bir

iplikteki halka gibi -çekince halka yok- bir nakiş... Ve olan sadece O...

ݺte hak olan vahdet-i vücut... Ve görülen O`nun mahlukları...

Şimdi,işi basite irca ederek daima söylüyorum ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri`nin ``vahdet-i

vücut``u şuura yükledigi yük bakimindan çekilir gibi degildir!.. Bir büyük velî oldugu için

ona en büyük hürmet içindebunu ifade etmeliyim. Muhiddin-i Arabî`ye göre eşyanin gölgesi

bile yoktur.

Yine biraz geriye gideyim... Vahdet-i vücudun ilk haline...

Mansur asılacağı zaman Cüneyt ona der ki:

``-Hak benim deme,sen gölgeye aldanıyorsun!

Onu Hak zannediyorsun!..Zatı gölge ile karıştırıyorsun!..``

ݺte tasavvufun ilk devresindeki vahdet-i vücut anlayışı budur!Gölge ve zat...

Ve Muhiddin-i Arabîye gelince iş, bu büyük zat ``eşyanin gölgesi bile yoktur!``der. Yani eşya

okadar yoktur. O haldeböyle bir ``yok``içinde insanin kendisini bulabilmesi imkâni da

yoktur!..

Bir büyük boşluktayiz.Evet; bakin bu velînin ince noktasina: Eşyanin gölgesi bile yoktur ve o

gölgeden bizde kalan son mâna, son his ``Allah``tir!

Eyvah!.. Bu geçitten geçmenin imkânı hemen hemen muhaldir.Yani eserle müessir birleşir

gibidir.

Bunun Batı (panteizm)iyle hiçbir münasebeti yok yine...Batı(panteizm)i tabiatta görür - hâşâ -

Allahı... Ve tabiatı putlaştırır sadece... Burada böyle değil... Burada tabiat görülmüyor. Sakın

küfre götürmeyin!.. Çünkü Muhiddin-i Arabî Hazretlerine küfür isnadı küfürdür!

Bir mümini bir mümine küfür isnadı,o mümin gerçek müminse isnad edene döner.

Zamanında, büyük zahir ehli ibnteymîye böyle bir isnatta bulunmuştur Muhiddin-i Arabî`ye...

Bunu asla kabûl etmez Bâtın ehli... Ve Muhiddin-i Arabîyi anlamayanların hepsi maalesef

dalâlettedir.

Bizde Fusus Şerhi vardir;Bosnavî Şerhi... Baştan aşagi anlayişsizlik... Maarif bakanliginin

klâsiklerindede mevcut... Hapishanede okumuştum. Hayretler içinde kaldim. Çünkü ben

Muhiddin-i Arabî`yi yakindan takip ettim. Muhiddin-i Arabînin eşyayi yok görüşünde,

gölgesinde bile kabul etmeyişinde, o kabol etmeyişten sonra kalan bir hisse mevcuttur ki,

onada zat ile mahlok denemez. Çünkü mahloku görmez ve insanda, onlar bir araya gelir

vehmi dogar. Bu hiçbir makasin kesemeycegi bir hadisedir. Bunun diş şuur aynalarina

yansimasindaki tehlikeyi, ``ikinci bin``in yenileyicisi olan büyük zat Imam-i Rabbanî

halledecektir.

Evvelâ Muhiddin-i Arabî`nin şahsi üzerinde biraz duralim. Ona``Hatem-ül Evliya``denir. O

hakikaten ilk kismin ``müteahhir- sonradan gelen``idir. Müteahhihirinden kabul olunur. O, bir

tek lokmayi agzina almazdi ondan tesbih sesi duymadan... Evet; yedigimiz ekmekler de

Allah`i zikreder. Ve onu ancak duyan duyar. Işte, böyle bir velî idi. Muhiddin-i Arabî

Hazretleri... Riyaziye cehdini o hale getirmişti ki, -burasi inanilmayacak bir şey gibidir, artik

kafa almaz- bir formülü var: Onun buna çarpimi, bunun şuna bölünmesi, nispetler, nispetler...

Ve eşit Hazret-i âdem`den son ferde kadar insan adedi...

Muhiddin-i Arabî`ye dönüyorlar, diyorlar ki:

``-Bu da olur mu?..``

Şöyle karşilik veriyor:

``-Kızdırmayın, geleceklerin yüzlerini de resmederim!..``

Hemen ilave edeyim... Batılı, bir çok meselede insaf sahibidir. Dinini kaybetmiş olanların

sefaleti önünde batılı çok insaflı kalır. Ve Muhiddin-i Arabî`yi defalarla, defalarla tercüme

etmiştir. O nerede bir kıymet bulursa onu araştırmaktan çekinmez. İmam-ı Gazalî`nin de bir

çok tercümesi vardır. Batılı deyip geçmeyin!.. Onu hem sıfır görelim hem ders alalım, insaf

edelim.

Şimdi, Muhiddin-i Arabî hazretleri`nin kafa olarak gösterdigi tecrit cehdini dünyada

gösterebilmiş bir başka adam hatirlamiyorum. Imam-i Rabbanî müstesna... Çünkü Imam-i

Rabbanî`nin beyninin her atomu bir güneştir gözümde...

ݺte böyle bir cehd... Cebir Arabın keşfidir demiştim. En büyük kıymetini Muhiddin-i

Arabîyle kazanmıştır.Ve daha bir çok keşif... Beşyüzü geçkin eser...

Ruhaniyet âleminde Muhiddin-i Arabîye

Sorarlar:

``-Keşit ehli ne diyorsun? Vahdet-i vücutta israr mi ediyorsun?..

Cevap verir:

``-Ne dedimse odur!..``

Ve onun asla küfürle alâkası yoktur: O bir tecellidir ve anlaşılması muhale yakın bir

müşküldür. Onu böyle alın ele!.. Muhiddin-i Arabî`nin izahçısı olmak ve vahdet-i vücutu akla

anlatmak mümkün değildir!.. Akla beyan edilemez o...

Sizi en son noktaya getirdim...

``Eşya gölge olarak bile yoktur``un ve o``yok`` içinde Allh`i görüp ``O vardir``in hikmeti, ``O

vardir, başkasi yoktur`` tarzinda bir vehme dönüyor ki bu vehmi akil ile hal mümkün degildir

ve eser üzerinde derinleşmekden ibaret bu bahsin inceliklerini akilla idrak, ancak Muhiddin-i

Arabî çapinda velîlerin işidir.

Muhiddin-i Arabînin tecritteki kıymetine bakın ki, buna Fransız tefekkürü bile hayrandır.

Bir hadis:

``-Ez`zıddan Lâ yeçtemian...``

Yani, zıtlar bir araya gelemez, toplanamaz.

Muhiddin-i Arabî zıtlar nazariyesini alıyor ele ve diyor ki:

``-Ama zıtlar, bu bir araya gelemeyiş içinde öyle bir beraberlik içindedirler ki, bir kere

buluşsalar bir daha bırakmazlar birbirlerini...``

ݺte Fransız tefekkürü buna hayrandır. Ve diz çöker bu tecrit önünde...

Hakikaten bu böyledir. Meselâ ters açı... Biri diğerinin tersi olduğu halde, katladınız mı aynı...

Ve bu ayniyet içinde zıddiyet inkişaf ediyor.Müthiş hadise...

``Vahdet-i vücut`` dâvasında Muhiddin-i Arabî ile, kendisinden bir hayli zaman sonra gelen

İkinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbanî arasında şu fark tespit edilebilir:

İlkinin, müessiri eserde, ikincinin ise hakikati doğrudan doğruya müessirde araması ve bu

yollarda mesafe alması keyfiyeti...

Demek ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri müessirden ziyade eser üzerinde derinleşmiştir.

Imam-i Rabbanî de dogrudan dogruya müessirde... Elbette ki, müessir eserin üstündedir.

Cümleye dikkat ettiniz mi?..

Bu meselede Muhiddin-î Arabî`yi en küçük mikyasta yanlış anlamak ve anlatmaya kalkışmak

küfre kadar gidebilirken aynı dâvanın dalâletten kurtarılması ve yenilenmesi yine velîler velîsi

İmam-ı Rabbanî Hazretleri`ne ait kalıyor. Yoksa ``Şeyh-i Ekber`` ünvanlı Muhiddin-i Arabî

Hazretlerine isnadı mümkün bir hata yoktur.

Tek, muradı anlaşılabilsin...

ݺte bu hikaye bu kadar... Muhiddin-i Arabî`ye ait yanlış anlayışların hepsine birden çatarken,

Muhiddin-î Arabî`ye tek bir ok değdirmemeye çalışmak ne zahmetli bir iş?..

Kâinatın en ince ve esrarlı meselesi olan ``Vahdet-i Vücut`` davası üzerinde, değil Yatsıdan

Sabah namazına kadar sürecek bir konuşma, millî kütüphaneler dolusu kitaplar karalamak bile

kıymet belirtmez.

Nihayet Hicrî 900 küsurda, yani 1000 senesine doğru, 1000 senesi de dahil, İmam-ı Rabbanî

Hazretleri dünyayı nurlandırıyor. İmam-ı Rabbanî...Müceddid-i elf-i sânî... Ahmed-î Farukî-i

Serhendî...

Bende bir huydur ve kimseye sirayeti şart değildir. Çok zordur bu noktada konuşmam...

Çünkü ben İmam-ı Rabbanî'nin ismi çıkarken ağzımdan, titrerim. Öyle bir büyüktür. Ve bu

ikinci 1000'in yenileyicisidir. Yüzyılın, asrın değil... İkinci 1000'in... İkinci 1000, içinde

bulunduğumuz 1000...

Ya birinci 1000'in yenileyicisi kimdir?.. O, bütün zaman ve mekânın yenileyicisidir. Bu ikinci

1000 tâbidir. Metbu, yani kendisine tâbi olunan ise O'dur.

Evet; İmam-ı Rabbanî Hazretleri... "Müceddid-i elf-i sânî"... Yani "Dkinci 1000'in

Yenileyicisi"...Düşünün taşının, ünvanın heybetini!.. Hayatını bir eserde ayrıca yazıyorum.

Burada uzun uzun durmayacağım. Yanlız bu büyük zat, şeriati, noktası noktasına bir daire

halinde çevirdikten sonra, onu, hikmet, vecd, aşk ve keşif halkasına noktası noktasına

mutabık, değişmez İlâhî kanun olarak anlayan ve ondan başka ölçü kabûl etmemenin tam

hakikatini getiren büyük insandır.

Muhiddin-i Arabî Hazretleri'nin dâvası iki kelime ile şudur: "Eşya yoktur!" Doğrudur. Hiçbir

şey aslı ile mevcut değildir. Tamam... Fakat onun bir gölge-vücudu vardır. Yani Muhiddin-i

Arabî'nin ifadesine mukabil bir gölge-vücud... Ve o gölge-vücud "zat"dan gayrıdır. O

değildir, ona tersdir. Evet; gayrdır ve o gayr "var"dır. Bu "var" noktasını tutamazsak işimiz

zaten çok zordur.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri büyün vahdet-i vücudu zevken tasdik ettikten sonra onu eşyada bir

şuhud vahdeti, delâletler vahdeti olarak ele alır. Esası" vahdet-i şuhud"a bağlar. "Vahdet-i

şuhud"da budur ve eşyanın gölge-vücudunu kabûlden ibarettir. Yani gölge-vücud "var"dır.

Şimdi en büyük derinliğe geldik. Bakalım tahammül kabil mi?.. Bir adama sorsanız muhal

farz dedikten sonra... Muhal farz... Bu dinde metottur. Muhal farz dedikten sonra insan her

şeyi söyleyebilir korkmadan... Evet; deseniz ki, "muhal farz Allah olmasa ne olur?..

"Yokluk"der, değil mi?.. Peki yokluk olunca ne olur?.. Yokluk diye ayrı bir "var"a ihtiyaç

olur. Demek ki, yokluk da bir mahlok...

"Var mıyız, yok muyuz?"... Filozof (Dekart)ın "mademki düşünüyorum, o halde varım" sözü

çilesi çekilmemeiş bir edadır.

Benim bir şiirim:

"Yok"bir "var"dır;

Geçit vermez,

Dar mı dardır!

"Yok" bir "yok"tur.

Akıl ermez,

Ne de çoktur!

"Var" bir "yok"tur.

Yusyuvarlak

Dönen oktur.

"Var" bir "var"dır;

O'na varmak...

Bu kadardır.

Tek tek izahı kâbil, eğer zevken anlatamıyorsam...

"Yokluk"da yokluğu düşünmek mümkün müdür?.. "Yok", unutmanın da hatırlamanın da

olmadığı yer...Öyle bir yer ki, orada "yokluk"da yok... Maddeciler bununla bulur tesellisini...

Tam yeri geldi. Bir gün Nazım Hikmet'le konuşuyoruz.Uhrevî âlemden bahsederken bende

"yokluk" korkusu olmaz Fakat, Moskava'nın bir marka, deri markası halinde onbeş dakikada

bir talebe ihraç eden makinesinden mezun bu cevabı hatrımda:

"- Yokluk'da, yokluğu da duyamıyacak bir rahatlıkta olacağım.Yani varlığın ıstırabını

çekemeyecek,var olmanın da, yok olmanın da şuuruna mâlik bulunmayacağım!"

Madde felsefesi yokluğu kendine göre tarif etmiş... İnsana bir teselli verecek hal... Gidiyoruz

ya; mezar açık, "ölmeyeceğim" diyen kim var?.. Maddeci kafa konuyu halledecek, ona böyle

bir yafta koyacak ki, biraz rahat ölmeye çalışsın!..

Şimdi meseleye gelelim İlâhî varlık ve İlâhî azamet, O varlık ki, "yokluk" da yok onun

önünde... Yani "yokluk" bir mahloktur; haberiniz olsun, demin de söylediğim gibi "adem" bir

mahlok...

ݺte İmam-ı Rabbanî:

"-Adem (yokluk) bir mahluktur. Çünkü yok nasıl olur? Var olan yanlız O'dur. Ebediyen

vardır. Ve yokluk kendi zatiyle yok..."

Bilmem, biraz zevken analtabildim mi?... Eğer, bu kafamdaki illetle sizi yivlere sokacak kadar

devam edersem bu sıkışık yerde müthiş işkence naraları duyulur. Bu kadariyle kalalım. Bu

aklın da yok oluğu yerdir!.. Ve şimdi bunun müthiş misalini koyacağım! Aslı ve hakiakati

"Vahdet-i vücut"da...

"Zaman"a geldik. Şu belâlı mefhuma... Zaman nedir? Bizzat ben, çektiğim çile ile hakikaten

cinnetin ilerisinde bir âlemi zaman vehmi içerisinde yaşadım.

Bir at giderken adımını attığı zaman, adımın atılması için gereken her vakfede (durak) zaman

yok, her yeni vakfede ise var... Nedir bu?.. Gideni tutmak mümkün değil, geleni tutmak

mümkün değil... Adeta zaman bir mızrağın ucundaymış gibi; bir uç noktaya basar her ân... Bu

tutulmaz haliyle zaman beni çıldırtıyordu... Sonra ileride İmam-ı Gazalî'yi okuduğum zaman,

onun da nasıl bu buhranı çektiğini hakikaten tahkiki olarak gördüm.

Şimdi tasavvuf ehli... Nasıl, Batılı bütün maddenin topoğrafyasını şahane bir şekilde

çıkartmışsa, Doğulu, yani tasavvuf ehli de ruhun topoğrafyasını öyle bitirmiştir. Maddeye lâf

mı kalır ondan sonra?..

Onlar zamanı, yağmur dindikten sonra oluktan inmeye başlayan damlalara benzetirler.

Durduktan sonra... Bu hal yağmurun bitmesine yakın daha çabuk anlaşılır. Yavaş yavaş

damlaların kopuntuları görünür. Ve yavaş yavaş damlalar üst üste inmeye başlar.

Netice: Zaman, bir varlık ve bir yokluğun üst üste gelmesi ve birbirini takip etmesi

hadisesidir. Müthiş bir ân...