İdeolocya Örgüsü

 

 

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

İÇİNDEKİLER

I – ADIMIZ, DÂVAMIZ, MÂNAMIZ

Büyük Doğu

Orkestra, Senfonya ve Biz

Doğu – Batı


 

II – DOİU VE BATI MUHASEBESD

Batının Doğuya Bakışı

Batının Kendisine Bakışı

Doğunun Batıya Bakışı

Doğunun Kendisine Bakışı

Doğuya İnanalım

Doğu ve Batı Birarada

Batıyı Anlamak

Kendi İçinde Batı

Kendi İçinde Doğu

Batının Buhranı

Doğuda Buhran

Bizde Buhran

Batının Ucuzculuğu

Doğunun Ucuzculuğu

III – TÜRKÜN MUHASEBESD

Oluş

Sebep

Teşhis

Kendi Zaviyemizden Avrupalılık

Avrupalı Tuzağı

Bugünkü Dünya


 

Doğan Dünya ve Biz

Olmadı – Olamaz!

Bu Ağacın Yemişleri

Tek Kelimeyle Kurtuluş Yolu

Ahlâk Dâvamız

Ahlâk Kaynağımız

IV – ANA KAYNAK: İSLÂM

Neye İnanıyoruz

İslâm ve Herşey

İslâm ve Kâinat

İslâm ve Dünya

İslâm ve İnsan

İslâm ve Ahlâk

İslâm ve Cemiyet

İslâm ve Devlet

İslâm ve İnkılâp

İslâm ve Siyaset

İslâm ve Adalet

İslâm ve Ordu

İslâm ve Müsbet Bilgiler

İslâm ve Güzel Sanatlar

İslâm ve Kadın

Dışı ve İçiyle İslâm


 

V – TARDH HÜKMÜ: NASIL BOZULDUK

Fasledici Tarih Çizgisi

İslâm Nasıl Bozuldu?

1. Kanunî Devrinde

2. Kanunîden Sonra

3. Tanzimat Devrinde

4. Meşrutiyet devrinde

5. Son Devirde

Ahlâk Yaralarımızdan Misaller

VI – BEKLEDDİDMDZ İNKILÂP

Bekliyoruz

Daima Onu Bekliyoruz

Hep Bekliyoruz

Giriş

Reformacılar

Nefsanî Tefsirci

Ham Yobaz ve Kaba Softa

Sahte Sofîler

Derin ve Gerçek Müslüman

Gerçek ve Derin Mü’minde Akıl

Hülâsa ve Netice

Netice


 

Usul

Esas

Hedef

Vasıta

VII – BEKLEDDİDMDZ İNKILÂBIN YÖNLERD

İçtimaî ve İktisadî Mezhepler

Siyaset

Asyacılık

İktisadî Nizam

İçtimaî Faaliyet

Teşkilât ve İdare

Devlet

Sınıf

Gençlik

Milliyet

Köy

Şehir

Aile

Mektep

Müspet Bilgiler

Güzel San’atlar

Adalet

Mahkeme


 

Sıhhat ve Güzellik

Kadın

Üreme ve Türeme

Ordu

Ordu ve İnkılâp

Millet ve Ordu

Anladığımız Ordu

Dünyayı İmar

Toplam

VIII – DEVLET VE İDARE MEFKÛREMDZ

Yüceler Kurultayı

Başyüce ve Kurultay

Başyüce

Başyücelik Hükûmeti

Hükûmetin 11 Dâvası

Yüce Din Dairesi

Halk Divanı

Başyücelik Akademyası

Başyücelikte ݺ Ölçüsü

Başyücelikte Ceza Ölçüsü

Başyücelikte Umumî Manzara

Başyücelik Emirleri – Kanun

Başyücelik Emirleri – Zevk ve Terbiye


 

Başyücelik Emirleri – Kumar

Başyücelik Emirleri – İçki ve Zehir

Başyücelik Emirleri – Zina ve Fuhuş

Başyücelik Emirleri – Faiz

Başyücelik Emirleri – Kahvehane

Başyücelik Emirleri – Külhanbeylik

Başyücelik Emirleri – Vatan Dışı

Başyücelik Emirleri – Sinema

Başyücelik Emirleri – Dans

Başyücelik Emirleri – Parazitler

Başyücelik Emirleri – Heykel

Başyücelik Emirleri – Matbuat

Başyücelik Emirleri – Yine Basın

Başyücelik Emirleri – Radyo

Başyücelik Emirleri – Üniversite

Başyücelik Emirleri – Batıda Tahsil

Başyücelik Emirleri – Ecnebi Mütehassıs

Başyücelik Emirleri – Harf Dâvası

Başyücelik Emirleri – Kıyafet ve Şapka

Başyücelik Emirleri – Kadın Kılığı

Başyücelik Emirleri – Vâizler

Başyücelik Emirleri – Yine Kılık

Başyücelik Emirleri – Köy İmamı

Başyücelik Emirleri – Subay


 

Başyücelik Emirleri – ݺçi

Başyücelik Emirleri – Sermaye ve Patron

Başyücelik Emirleri – Fabrika

Vesaire

IX – TEMEL PRENSDPLER

Ruhçuluk

Keyfiyetçilik

Şahsiyetçilik

Ahlâkçılık

Milliyetçilik

Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik

Cemiyetçilik

Nizamcılık

Müdahalecilik

X – HAL VE MANZARA

Bu Hal

Asıl Dâva Hep’çilikte

Geliş ve Gidişimiz

Asıl İnkılâp

Felix Culpa – Mes’ut Suç

Hürriyet

Uydurma Dil Felâketi


 

İktidarların Hikâyesi

Dünyamız

Sahte Şans Devirleri

Niçin, Niçin, Niçin?

Nesini Kabul Edelim?

7 Ölüme Karşı Biz

Merhamet Buyurunuz!

Ucuzculuk

Tezatlar Dünyası

Üstün Politika

Hareketsizliğimiz

Küfür Yobazları

Cepheler

Cepheler – Ham ve Kabalar

Cepheler – Yeni Müctehid Taslakları

Cepheler – Karton Adamlar Gövdesi

Cepheler – Damgalı Adamlar Gövdesi

Dışımızda İslâm

İç ve Dış Düşman – Yahudi

Doğunun Yolu

Makine

Makine ve Keşifler

Program – Reçete

Fikirsizlik


 

Sınırlar

İleri – Geri

Meccanî Hayat

Yine Hürriyet

Kurtarıcı Hikmet

Demokrasya

Dünya Buhranı

Babıâli’de İnkılâp

Basın Yönünden İnkılâplar

XI – ÇDLEMDZ VE DÂVAMIZ

Ocak Kızıştı!

Hakikatimiz ve Gençliğimiz

Mefkûreci Ahlâkı

Ümidimiz

Ümitsizliğimiz

Fedakârlık

Çilemiz

Divanelere Muhtacız

Mürteci – Gerici

Deli Olmak Lâzım!

Türk Gençliğine!

Yolumuz

Lüpçülük, Hepçilik


 

Beklenen Nizam

Tamamlığın Şartları

Anadolu

Genç Adam!

Görünmeyen Genç

Anadolu Gençliğine

Bir Neslin Son Örnekleri

Son ve Tek Kıvılcım

XII – EK

İslâmı Yenilemek (AKINCI GÜÇ-DBDA KADROSU’NA

                    İTHAF)

xxxxxxxx

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

İÇİNDEKİLER

I – ADIMIZ, DÂVAMIZ, MÂNAMIZ

Büyük Doğu

Orkestra, Senfonya ve Biz

Doğu – Batı

II – DOİU VE BATI MUHASEBESD

Batının Doğuya Bakışı

Batının Kendisine Bakışı

Doğunun Batıya Bakışı

Doğunun Kendisine Bakışı

Doğuya İnanalım

Doğu ve Batı Birarada

Batıyı Anlamak

Kendi İçinde Batı

Kendi İçinde Doğu

Batının Buhranı

Doğuda Buhran

Bizde Buhran

Batının Ucuzculuğu

Doğunun Ucuzculuğu

III – TÜRKÜN MUHASEBESD

Oluş

Sebep

Teşhis

Kendi Zaviyemizden Avrupalılık

Avrupalı Tuzağı

Bugünkü Dünya

Doğan Dünya ve Biz

Olmadı – Olamaz!

Bu Ağacın Yemişleri

Tek Kelimeyle Kurtuluş Yolu

Ahlâk Dâvamız

Ahlâk Kaynağımız

IV – ANA KAYNAK: İSLÂM

Neye İnanıyoruz

İslâm ve Herşey

İslâm ve Kâinat

İslâm ve Dünya

İslâm ve İnsan

İslâm ve Ahlâk

İslâm ve Cemiyet

İslâm ve Devlet

İslâm ve İnkılâp

İslâm ve Siyaset

İslâm ve Adalet

İslâm ve Ordu

İslâm ve Müsbet Bilgiler

İslâm ve Güzel Sanatlar

İslâm ve Kadın

Dışı ve İçiyle İslâm

V – TARDH HÜKMÜ: NASIL BOZULDUK

Fasledici Tarih Çizgisi

İslâm Nasıl Bozuldu?

1. Kanunî Devrinde

2. Kanunîden Sonra

3. Tanzimat Devrinde

4. Meşrutiyet devrinde

5. Son Devirde

Ahlâk Yaralarımızdan Misaller

VI – BEKLEDDİDMDZ İNKILÂP

Bekliyoruz

Daima Onu Bekliyoruz

Hep Bekliyoruz

Giriş

Reformacılar

Nefsanî Tefsirci

Ham Yobaz ve Kaba Softa

Sahte Sofîler

Derin ve Gerçek Müslüman

Gerçek ve Derin Mü’minde Akıl

Hülâsa ve Netice

Netice

Usul

Esas

Hedef

Vasıta

VII – BEKLEDDİDMDZ İNKILÂBIN YÖNLERD

İçtimaî ve İktisadî Mezhepler

Siyaset

Asyacılık

İktisadî Nizam

İçtimaî Faaliyet

Teşkilât ve İdare

Devlet

Sınıf

Gençlik

Milliyet

Köy

Şehir

Aile

Mektep

Müspet Bilgiler

Güzel San’atlar

Adalet

Mahkeme

Sıhhat ve Güzellik

Kadın

Üreme ve Türeme

Ordu

Ordu ve İnkılâp

Millet ve Ordu

Anladığımız Ordu

Dünyayı İmar

Toplam

VIII – DEVLET VE İDARE MEFKÛREMDZ

Yüceler Kurultayı

Başyüce ve Kurultay

Başyüce

Başyücelik Hükûmeti

Hükûmetin 11 Dâvası

Yüce Din Dairesi

Halk Divanı

Başyücelik Akademyası

Başyücelikte ݺ Ölçüsü

Başyücelikte Ceza Ölçüsü

Başyücelikte Umumî Manzara

Başyücelik Emirleri – Kanun

Başyücelik Emirleri – Zevk ve Terbiye

Başyücelik Emirleri – Kumar

Başyücelik Emirleri – İçki ve Zehir

Başyücelik Emirleri – Zina ve Fuhuş

Başyücelik Emirleri – Faiz

Başyücelik Emirleri – Kahvehane

Başyücelik Emirleri – Külhanbeylik

Başyücelik Emirleri – Vatan Dışı

Başyücelik Emirleri – Sinema

Başyücelik Emirleri – Dans

Başyücelik Emirleri – Parazitler

Başyücelik Emirleri – Heykel

Başyücelik Emirleri – Matbuat

Başyücelik Emirleri – Yine Basın

Başyücelik Emirleri – Radyo

Başyücelik Emirleri – Üniversite

Başyücelik Emirleri – Batıda Tahsil

Başyücelik Emirleri – Ecnebi Mütehassıs

Başyücelik Emirleri – Harf Dâvası

Başyücelik Emirleri – Kıyafet ve Şapka

Başyücelik Emirleri – Kadın Kılığı

Başyücelik Emirleri – Vâizler

Başyücelik Emirleri – Yine Kılık

Başyücelik Emirleri – Köy İmamı

Başyücelik Emirleri – Subay

Başyücelik Emirleri – ݺçi

Başyücelik Emirleri – Sermaye ve Patron

Başyücelik Emirleri – Fabrika

Vesaire

IX – TEMEL PRENSDPLER

Ruhçuluk

Keyfiyetçilik

Şahsiyetçilik

Ahlâkçılık

Milliyetçilik

Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik

Cemiyetçilik

Nizamcılık

Müdahalecilik

X – HAL VE MANZARA

Bu Hal

Asıl Dâva Hep’çilikte

Geliş ve Gidişimiz

Asıl İnkılâp

Felix Culpa – Mes’ut Suç

Hürriyet

Uydurma Dil Felâketi

İktidarların Hikâyesi

Dünyamız

Sahte Şans Devirleri

Niçin, Niçin, Niçin?

Nesini Kabul Edelim?

7 Ölüme Karşı Biz

Merhamet Buyurunuz!

Ucuzculuk

Tezatlar Dünyası

Üstün Politika

Hareketsizliğimiz

Küfür Yobazları

Cepheler

Cepheler – Ham ve Kabalar

Cepheler – Yeni Müctehid Taslakları

Cepheler – Karton Adamlar Gövdesi

Cepheler – Damgalı Adamlar Gövdesi

Dışımızda İslâm

İç ve Dış Düşman – Yahudi

Doğunun Yolu

Makine

Makine ve Keşifler

Program – Reçete

Fikirsizlik

Sınırlar

İleri – Geri

Meccanî Hayat

Yine Hürriyet

Kurtarıcı Hikmet

Demokrasya

Dünya Buhranı

Babıâli’de İnkılâp

Basın Yönünden İnkılâplar

XI – ÇDLEMDZ VE DÂVAMIZ

Ocak Kızıştı!

Hakikatimiz ve Gençliğimiz

Mefkûreci Ahlâkı

Ümidimiz

Ümitsizliğimiz

Fedakârlık

Çilemiz

Divanelere Muhtacız

Mürteci – Gerici

Deli Olmak Lâzım!

Türk Gençliğine!

Yolumuz

Lüpçülük, Hepçilik

Beklenen Nizam

Tamamlığın Şartları

Anadolu

Genç Adam!

Görünmeyen Genç

Anadolu Gençliğine

Bir Neslin Son Örnekleri

Son ve Tek Kıvılcım

XII – EK

İslâmı Yenilemek (AKINCI GÜÇ-DBDA KADROSU’NA İTHAF)

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

I- ADIMIZ, DÂVAMIZ, MÂNAMIZ

*Büyük Doğu *Orkestra, Senfonya ve Biz *Doğu Batı

--------------------------------------------------------------------------------

BÜYÜK DOİU

· Koskocaman, top şeklinde bir yumak gibi iplik iplik sarılı, kangal kangal bükülü, ilk

ucundan son ucuna kadar üstüste devşirili; dışarıya doğru lif lif dağınık ve içeriye doğru kol

kol toplu, muhitte nâmutenahî çok ve merkezde nâmutenahî tek; ve nihayet gelmiş ve gelecek

zaman boyunca bütün eşya ve hâdiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı halinde düğüm

düğüm çerçeveli bir manzume... Yekpare bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi... İsmi

de BÜYÜK DOİU...

· Büyük Doğu?.. Bildiğimiz doğuş hâdisesine bağlı bir delâlet mi?.. Yoksa mâlum Şark

dünyasına mı işaret?.. Birincisiyle beraber, yahut birincisinin içinde ikincisi!.. bu isim, sadece

doğuş mânasına kabuğunu çatlatan tohumun kıvılcımlı nefesiyle pembeleşmiş bir ufuk

üzerinde, asıl Doğu âlemini, kubbe ve servi, saray ve künbed, kemer ve harabe, bütün dış

çizgileri ve iç nakışlarından kucaklamakta...

· Bir aradaki bu çiftte delâletten sonra da, bütün insanlığa örnek olmak dâvasiyle, onların da

üstünde ve güneş gibi topyekûn yeryüzünü yalayıcı bir mâna...

· Doğuş olmaya doğuş... Doğu olmaya Doğu... En doğrusu Doğunun doğuşu...

· En ulvî tecrid ve mânalandırmalara, çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar

musallattır. Kendimi bunlardan korumak için, sadece yavan bir isim delâleti yüzünden

dâvaların en çıkmazı, en kabasiyle aramızda benzerlik arayacak vehimleri şimdiden kovalım:

BÜYÜK DOİU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir

ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOİU’yu, öz vatanımızdan başlayarak

güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz

BÜYÜK DOİU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlariyle çevrili bir ruh ve keyfiyet

plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde

gerçekleştirmeye talip...

· Maddi ve manevî sınır dışı ırk gayreti, kavim hırsı ve toprak iştahı, sadece alâkasız

olduğumuz bir iş sanılmasın!.. büyük ve gerçek kurtuluş adına, yüzdeyüz düşmanı sıfatiyle

alâkalı olduğumuz ve karşısında cephe tuttuğumuz zıt ve bâtıl hedeflerden bir tanesi!..

· Kendimizi kendi içimizde; fert ve cemiyetimizi içinden ve dışından kucaklayarak kendi

içimizde tamamlığa erdirmeden dışarda gözü olmak, bu iç oluşa ihanettir. Ötesi, olduktan

sonra düşünülecek iş...

· Öyleyse BÜYÜK DOİU, çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve nefsanî bir

yürüyüş olmaktan ziyade, rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve

ruhanî bir sefer...

· Doğudan fışkırmış, Doğunun gerçek ruhuna ermiş, onu örnekleştirmiş, nefsinde halkalamış,

Batıya doğru yürütmüş handiyse Batıyı devirecek hale gelmiş; sonra kabuk üstü donup

kalmış, yeni zaman yemişlerine can verecek kök feyzini emmekten uzak yaşamış, doğurucu

ve yaşatıcı aşk ve çile dairesinden kayıp çıkmış, hikmetini kaçırdığı şekillere incisiz istiridye

kabukları gibi tutunmaya çalışmış; ve sonra doğan ve gelişen Batının karşı saldırışları önünde

topyekûn Doğuyla beraber gerilemiş, geriledikçe gerilemiş, bir uçurumdan öbür uçuruma

sürüklenmiş, fakat sukûtun dibini boylamış, gizli bir bünye sırı yüzünden hastalığa dayanmış,

apışmış ve donmuş, devir devir sahte ve gülünç kurtuluş hareketlerine şahit olmuş, nihayet

büsbütün tasfiye vaziyetine düşmüş, bir şahlanışta kendisini yalnız mekân çerçevesinde

kurtarabilmiş, derken işin satıh ve maddede en dizginsiz Garp taklitçiliğine ve öz kök

alâkasızlığına döküldüğünü görmüş, zaman çerçevesindeyse bir türlü kurtarıcısını bulamamış

bir millet olmak şuuruna sımsıkı bağlıyız.

· Kavramak lâzımdır ki, bir zamanlar Doğunun teknesinde yuğurulan, kendi teknesinde de

Doğuyu yuğuran şahsiyet hamurumuz, Doğunun zaafında biz, bizim zaafımızda ise Doğu

mecalden düşerken kurtlanmaya yüz tuttu; ve o gün bu gün, kendi öz cevherleriyle yabancı

cevherler arasındaki anlayışsız, bilgisiz, ölçüsüz ve hikmetsiz katışmalar yüzünden çürüye

çürüye şimdiki müzmin haline geldi. Bu halin ismi, müzmin şahsiyetsizlik ve asliyetsizlik

hastalığı...

· Zira, Viyana bozgunundan <<Nizam-ı Cedid>>e ve Tanzimattan Cumhuriyete kadar

içimizle dışımız ve köklerimizle dallarımız arasındaki mahsup sırrına erecek,içi muhasebe,

murakebe ve çile dolu, dünya çapında tek bir kafa bile yetiştiremedik ve hep onbaşı kültürlü

basit aksiyon adamlarının itiş kakışlarına uyduk ve onları kahramanlaştırdık.

· Tanzimattan beri devam eden sahte inkılâplar ve bu inkılâpların türettiği sahte kahramanlar,

dâvamızın, müşahhas plânda baş meselesidir.

· Kendi içimizde ve kendi cebimizde kaybettiğimiz, sonra körler gibi el yordamıyla eşya ve

hâdiseleri sığayarak hep dışımızda ve yabancı ceplerde aradığımız, aradıkça kaybettiğimiz,

kaybettikçe bulduk sandığımız, bulduk sandıkça kaybımızı derinleştirdiğimiz anahtarın kum

üzerindeki yuvası... BÜYÜK DOİU budur. O, hem bir mâna, hem bir madde, hem bir zaman,

kem bir mekân ismi; ve belli başlı bir ruhun, kendisiyle beraber bütün insanlığa örnek halinde

donatacağı Doğu âlemine remz...

· Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur; ve bu ruh,

sistem ve isim, ancak başbuğ imanın her iradesini yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre

zerre nakşedici köle bir emir subayından ibarettir.

· Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne

de yeni bir içtihat kapısı... Sadece <<Sünnet ve Cemaat Ehli>> tabirinin ifadelendirdiği

mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi;

ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve

hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı…

ORKESTRA, SENFONYA VE BDZ

· Bir orkestra, âhengindeki terkibî ifade bütünü ve onu parça parça gerçekleştiren merkezî

nizam makamiyle bir devlettir. Hasretinin devletini kuramayan, gitsin onu nağmelere tercüme

ettirerek bir orkestraya şeflik etsin...

· Büyük Doğu, alem olduğu mefkûre çerçevesinde, (senfonik) bir orkestra...

· Doğunun ruh kökü üzerinde, öz gövdesi ve dallariyle içiçe, Batının madde ağacını yetiştiren,

böylece Doğu âlemi içinde bir Büyük Doğu’nun fışkırmasını hedef tutan bir mefkûre

senfonyası çalınıyor!.. her işi bırakıp bunu dinleyiniz!

· Doğu, bu senfonyada kurtuluşunun bestesini dinlesin; o ki, ruhuna, sırtını döndürdüğü

madde hakikatları yıkıldı; ve bu yüzden asırlar boyu esir ve mukallit yaşadı ve yaşamakta...

Ve Batı, yine bu senfonyada en aziz dâvasına kulak versin; o ki, maddesine, ihmal ettiği

ruhun zaruretleri çöktü ve devirler boyu ihtilâc içinde kıvrandı ve kıvranmakta...

· Doğunun, mücerret tekevvün plânı içinde, biricik müşahhas zemin olarak, dünü, bugünü ve

yarınıyla mukaddes iman vatanını kucaklarken; aynı mukaddes vatanın yalçın ve bakımsız

mekân kalıbına en ileri zaman ruhunu nefhetmek ve o ruhtan yola çıkıp mekânı lif lif ve nokta

nokta tarh ve tanzim etmek cehdinin senfonyası çalınıyor!

· Bayram yerlerinde çocukların kağıt ve kursaktan düdüklerle cızırdattığı cümbüş

derekesindeki bir buçuk asırlık fikir hayatımızı, kemanından davuluna kadar en haysiyetli ses

manzumesinin âletlerine ve terkip vahdetine kavuşturmak dâvasındayız. Eğer bu dâvayı

bütünleştirebiliyorsak, bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen

maskaralaştırıyorsak, maskaraların âkibetine mahkûm ediniz!

· Mâdemki bir orkestra, âhengindeki ifade bütünü ve nizamiyle bütün bir devlettir; şimdi onun

telli, nefesli ve tokmaklı sazlarından her birini notasında düğümleyici büyük senfonyaya

başlamak zamanı gelmiştir.

· Bu senfonya, BÜYÜK DOİU’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece sâf ve

gerçek İslâm ruhunun, dünü, bugünü ve yarını, hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün

Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan dâvasından ibarettir.

· Bu bakımdan, yine tekrarlayalım: Büyük Doğu, kendi başına, kendisiyle vardığı bir sebep ve

netice hükmü halinde hiçbir hürriyet, istiklâl ve benlik haletine malik değildir. Mutlak istiklâl,

mutlak hakikat sahibinindir; İslâm ona teslim olup selâmeti bulmaktan ibarettir; hürriyet ve

istiklâlin hakikati de işte bu hakikate teslimiyet ve esaret... Kendini Allaha esir ver ki,

hürriyeti bulasın ve hayvan hürriyetinden kurtulasın!..

· Şu halde BÜYÜK DOİU, gûya hür ve istiklâlli fikir çıkışlarının bugüne dek örgüleştirdiği

sistem manzumeleri arasında, onlara düşen şeref payını güneş ışığı yanında bir kibrit

alevinden aşağı bilici ve insan cehdlerinin en büyüğünü de bu güneşe pencere açmaktan ibaret

tanıyıcı bir ölçüyle, kendi isim ve cisminin sadece, Ahmed, Mehmed, Hasan, Hüseyin gibi

iman ve İslâma muhatap, iman ve İslâm şualarını süzmeye memur bir prizmadan, bir anlayış

mihrakından başka bir şey olmadığını tekrar tekrar dile getirmek borcundadır. Tâ ki, bu

vesileyle, iman ve İslâmın ne demek olduğu bir zevk sezişi halinde anlaşılsın...

· Biz aklımızı peşin olarak (sahibine) teslim ettik ve ondan sonra bize geri verilen akılla

düşünmeye başladık. ݺte esasta hür, istiklâlli, kudretli; ve eseriyle, tesiriyle, her şeyiyle her

şeyin üstünde olan akıl budur!

· Zahirde 14 asır evvelinden başlamış olsan da, bütün zaman ve mekânı ezele ve ebede doğru

kuşatan bayatlamaz yeni, solmaz renk, eğrilmez çizgi, geçmez ân, pörsümez güzel, değişmez

doğru, örselenmez iyi ve anlaşılmaz ileri!.. Gayemiz sensin!..

DOİU - BATI

· Biz baştan başa yeryüzünü kaplayan ve hattâ yıldızlarda insan ve arada temas vasıtası

bulunsa, oralara ve her tarafa kadar bütün mesafe, istikâmet, hacim ve hareket âlemi üzerinde

tam bir gerçeklik ve uygunluk iddia eden küllî ve beşerî bir dâvanın işçileri olarak, kendimizi

Doğu – Batı diye mevhum ve müteassıp bir ayırt edişe bağlayamaz, böyle bir darlığa

sığdıramayız. Şekillerin en kemallisi olan bir yuvarlağın hudutladığı Dünyamız, tıpkı bir

yuvarlaktaki başlangıç ve bitiş meçhulüne eş, kendi etrafından hiçbir noktayı öbürlerinden

çözüp ayıramaz, güneşi hiçbir noktada demirleyip durduramaz bir bütün temsil ederken;

herkesin kendi arkasında veya önünde bölgeleştireceği hakikat, nihayet son arkayı en

öndekinin önüne, yahut son önü en arkadakinin arkasına bağlayıcı fasid daire şivesiyle

mekâna yerleştirilebilir mi?

· Hakikat, eğer hakikatse mutlaka her yeri kaplayacak ve ilerisi göründükçe esasta onu da

kapladığı meydana çıkacaktır. Bizim hakikatimizse her türlü mekân ve mıntıka hasisliğinden

mücerred ve münezzeh...

· Böyleyken biz, Doğu – Batı bölümünde, sadece büyük ve şûmullü hakikatimize yol veren

müşahhas âlet ve manivelâdaki amelî istinat noktası bakımından, vasıtacı gerçeklerin en

faydalısını buluyoruz.

· Bu bakımdan Doğu – Batı ayırımı keskin bir vâkıadır. Mücerred mânada nâmütenahi bir

intişar hakkı tüttüren dâvamız, müşahhas mânada, hele bazı tarihî ayırma zaruretlerine çakılı

hudut kazıkları önünde, Doğu ve Batı isimli bir bölünüşe ve iki yarı dünyaya kuvvetle

inanmak ve sarılmak zorunda kalıyor. Elverir ki, Doğu ve Batı bölünüşünün parça hendeseleri

arasındaki tefrikî hüviyyet, bütüne erdirici bir kıyas vasıtası olmaktan ileriye götürülmesin...

· Zaten kendi içinde binbir tezada gömülü, ve bu tezatlar önünde nisbeten tezatsız Batıya karşı

belki parça parça duygu ve seciye birliklerine sahip bir Doğunun, san’at adına san’at

yaparcasına gayesiz ve fantazyacı meddahı olmak, üstün fikre yakışmaz.

· Biz, Doğuya galip rengini üfleyen, onu bütün dünyaya karşı taarruza ve (aksiyon)a kaldırmış

olan, böylece kendi intişar dalgaları önünde Batıyı maddî ve mânevî (barikad)lara girmeye ve

aradaki bölümü çizmeye zorlamış bulunan ezelî ve ebedî ruhun, hak yolunda ve iç ve dış

istikametlerde sistemli dâvacılarıyız. Doğu da bizim için, olsa olsa, ancak bu ruh etrafında

mücerret bir istidat ve ruhî bünye tarlası olarak haritalaşabilir. Yoksa, kaba mekân ölçüsüyle

gözümüzde Doğu diye de bir şey yoktur.

· ݺte bu üstün ve münezzeh mânanın sadece madde mihrakı sıfatiyle Doğu, bir zamanlar

dünyayı altın varaklarla zarflamak isterken, Batı, yalnız kendisini ve lâyık gördüğü kadar bir

insanlık sahasını duman renginde bir madenle kapladı; ve bu iki madde ve mânanın tokuştuğu

hudut boylarınca, güneşin doğduğu ve battığı istikametlere doğru, ister istemez iki âlem

peydahlandı: Doğu ve Batı...

· Ne yapalım; bir zamanlar sonsuzluk ve hudutsuzluk bayrağı altında kendilerini zorlamış olan

biz olsak da, hududu çizen, bölümü yükselten ve zorla gözlere sokan onlardır! Ve şimdi biz

ifade ve muhasebemizi Doğu – Batı bölümleri dışında hiçbir kalıpda canlandıramıyorsak,

kendi öz dâvamızın sonsuzluğuna ve hudutsuzluğuna karşı mazur, düşmanlarımıza ve

zıtlarımıza karşı da, kendi ayırımlarını kabul eden bir gerçekçi sayılmalıyız!

· Hangi cephesiyle inanmayıp hangi tarafiyle inandığımızı gösterdiğimiz Doğu – Batı

bölümüne bir kere yerleştikten sonra, Doğu bizce, öteden beri kendi içinde beslediği binbir

tezat yüzünden, yine kendi esas rengine, hâkim vasfına, kâinat çapındaki (aksiyon)cu ruhuna

karşı mes’ul bir ters varış ve bâtıl anlayışın zemini oluyor; Batı da topyekûn Doğuyu

yıldırmış, apıştırmış ve sindirmiş olmak noktasından Doğu hüviyetinin som ve yekpâre (aksi

dâva)sı ve zindan bekçisi halinde ufukları kelepçelemiş bulunuyor.

· Evet; Doğu – Batı ayırımını ortaya koyar koymaz, ilk bakışta ortaya şu manzara çıkıyor:

İçeride, Hint Denizine doğru, bütün vecd ve hakikatini kaybetmiş, her türlü savunma

kudretinden mahrum, sadece yılgınlar, ezginler ve kravatlı maymunlardan ibaret, ölü bir

insanlık... Dışarıda da, Atlas Okyanusuna doğru, yalnız saldırıcı, dize getirici ve kendisini

Doğuya örnek gösterdikçe büsbütün zehirleyici bir âlem... İçli ve dışlı bu iki zıt dünya

arasında da, dış tezahür aynalarının bütün aldatıcı gösterişlerinden ve yalancı teyitlerinden

müberrâ ve müstağni fakat galip gelmek için mutlaka içli ve dışlı binbir cephede savaş

vermeye memur ve mecbur ezelî ve ebedî hakikat dâvası...

· Böylece Doğu, Batı ve Büyük Doğu anlamları şimdiden hecelenmeye başlanmış olmuyor

mu?

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

II- DOİU VE BATI MUHASEBESD

*Batının Doğuya Bakışı

*Batının Kendisine Bakışı

*Doğunun Batıya Bakışı

*Doğunun Kendisine Bakışı

*Doğuya İnanalım

*Doğu ve Batı Birarada

*Batıyı Anlamak

*Kendi İçinde Batı

*Kendi İçinde Doğu

*Batının Buhranı

*Doğu'da Buhran

*Bizde Buhran

*Batının Ucuzculuğu

*Doğunun Ucuzculuğu

BATININ DOİU’YA BAKIŞI

Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası

(Herodot), yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi

kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk

arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem

sınırladı: Şark ve Garp...

Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine "Arap" ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi,

Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir

yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes

ve herşey barbardı.

Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis,

onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne

gittiği, barbar...

Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet

sahiplerine hâstır.

Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine

zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği

kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve

zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans)dan

sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu

çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu

şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller

peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan

kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti

tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet

hârası...

Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden

sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu

çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı

at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor)dur.

(Rönesans)tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım

halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın

kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri,

Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden,

kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh

ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama

anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint

recasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece”

hayalinden ileriye geçiremez. ݺaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına

mahsus, beylik görüştür bu...

Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya

arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba

çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini

onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve

nefsini iptale kadar gitmiştir. ݺte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz

ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.

Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert

fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe

selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen

sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.

Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır-

kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle

çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan

korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci

olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek

ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata

hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşama. Aklın madde üzerindeki nüfuz

hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında,

parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız.

Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine

takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki

nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”

Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar

ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için

daima satıhta ve âciz kalacaktır.”

Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği

şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin

sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...

Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem

üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan,

her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle

güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak

istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”

Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz,

dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma

halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.

Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de

meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda

getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden

süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.

BATININ KENDDSDNE BAKIŞI

Batının Batıya bakışı, (mayonez)in içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibi,

kendi kendisini üç esasa irca etmekle başlar: Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık... Bu

bakımdan Garp, kendi tahlil raporunu imza etmekte son derece kat’î ve riyazîdir. Sanki

Yunanın müsavisi 1, Roma’nın yine 1, Hıristiyanlığınki de 1 ve neticede kendi tutarı 3...

Batı, kendisini en ileri mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle hülâsa eder: “Romalılaşmış,

Hıristiyanlaşmış ve eski Yunan’ın zihnî nizamına teslim olmuş her toprak Avrupa’ya

bağlıdır.”

Eski Yunan, yine en ileri Batı mütefekkirlerinden birinin üslûbunda ve yine bir kimya tahlili

kadrosunda şöyledir: “Hâkim zekâ, ince muhakeme, sağlam bilgi; vüzuh, aydınlık, açıklık...”

Garblı, düşüncelerinin hendesesini,bütün şekiller üzerindeki ölçüsünü, tefekkür usulünün

şaşmaz misalini, yüzde yüz Eski Yunandan aldığına inanmıştır. Ona göre Eski Yunan, her

şeyi yüksek insana kazandıran, yüksek insanı her şeyin temeli haline getiren, yüksek

insandan, her şeyi yuğurup, şekillendirip son derece vüzuhla ve imkân nisbetinde âşikâr bir

âhenk içinde sımsıkı tutmasını isteyen bir müessirdir. Garplı der ki: “Dnsana ilk madde ve ruh

alâkasını o telkin etti: ruhu hayal ve rüya uçurumları önünde kendi kendisini müdafaaya o

alıştırdı; ruhun iphamlı ve mevhum verimlerini ince bir tahlil ve tenkid melekesiyle o

dizginledi: hep Eski Yunan... Ve işte bu tefekkür nizamından da ikim doğdu. İlim ki, yine

onca, Garp ve Garplılık ruhunun biricik kat’î fârikası, yegâne emin ve şahsî zafer alametidir.”

Roma ise, Garplının gözünde “Teşkilâtlı ve temelli insan kudretinin ebedî örneği”dir: Devlet,

imparatorluk, müessise, yasa, nizam, teşkilât, üstünlük duygusu, hareket şuuru, fert ve

cemiyet halinde taş gibi adalelerle örülü gövde, zafer arabası, zafer tâkı ve dört bir tarafa

yayılmış hâkimiyet ruhu... Kısaca nizam ve aksiyon...

Hıristiyanlık... Bu nokta üzerinde merkezî Garp telâkkisi, Eski Yunan ve Roma tesirlerinden

sonra, Batının muhtaç olduğu hassasiyet, ahlâk ve iç âlem kaynağını Hıristiyanlıkta

bulduğudur. Onca Hıristiyanlık, asırlar boyunca Hintte ve bir zamanlar İsknderiye (mistik)

lerinde olduğu gibi, insanın derinliğine doğru kendi iç âlemine dalmak, orada

mücerretleşmek, ve bir iç hayat, iç ahlâk, iç görüş temsil etmek ihtiyacının bir ifadesidir.

Onca Hıristiyanlık, ruha, en ulvî ve en hayatî, en doğurucu ve doğurtucu meseleleri arzeder.

İman ve akıl, tasdik ve tahkik, iş ve fikir, eser ve gaye, hürriyet ve bağlılık, prensip ve

merhamet, adalet ve fedakârlık, fert ve cemiyet ve kadın; ve neticede madde ve ruh

kuvvetleri, birbiri arasındaki tezad ve ahengi, yine onca, hep o kaynaktan, Hıristiyanlıktan

aldığı feyizle mihraklandırır.

Avrupalı demek ister ki, Eski Yunan tabiatla insan arasındaki alâka ve münasebet sırrının

selim duygu ve düşünceye bağlı zıhnî tertibini veren biricik kaynak. Roma bu zihnî tertibi en

geniş hâkimiyet ve nizam edasına kavuşturmuş kuvvet şuuru; Hıristiyanlıkta bütün bu

şartların en iç plânında, tefsir, hassasiyet ve ahlâk merkezi...

Böylece Avrupalı demek ister ki, o, insanı maddeye hâkimiyetle mükellef kılan hendesî bir

idrak zevki, bu zevkin imparatorluk teşkilatı, ve bütün bunların tâ derinlerinde ruhî mizanını

yaşatıcı bir iç duygu âleminden ibaret, üç vâhidli bir hüviyyet yekûnudur.

İsa Peygamberin sâf ve kâmil imanını üçüzleyen Batı, kendi tahlilini de üç unsura irca

ederken, Eski Yunan ve Roma putlarından aldığı ilhamla, daima satıh üzerinde ve “çokçu” bir

mizaç taşıdığını görür de, derinliğine ve “tekçi” bir ruhtan mahrumluğunu anlayamaz.

DOİUNUN BATIYA BAKIŞI

Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki

bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının

teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.

Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... garp

temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan

bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu

için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek

unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran,

Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü,

tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı

parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi

manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit

olmayarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir

dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya

üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve

iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya

<<barbar>> diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski

Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı

kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet

görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu

kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir

bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer

ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.

Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında

Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun

gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir

efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve

kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş

olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve

görüşe sahiptir.

Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet

ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da

Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek

vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar

halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış

olmak yüzünden, Doğudan batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma

Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu

gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı

Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına

girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir

bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul

edebiliriz.

İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini

getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet

darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden

müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu

nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına

daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir

üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka

türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da, 7 – 8 asır boyunca,

(Rönesans)a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans)a kadar aslî

rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle

denktir.

İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, islâm

dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı

ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını

mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: <<Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.

İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede

bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî

nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.

Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve

kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans)dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa

düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...

ݺte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist)ini de, (Brehmen)ini

de, (Mecusî)sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka

başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim

bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da,

bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp

apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...

Ve yine Doğunun batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan

başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hintlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru

ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı

bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle

bakmaya başlaması...

ݺte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti;

ve bütün Doğu aleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (medyum)lar

sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve

fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.

Doğunun olanca derdi bu son bakışın içindedir.

DOİUNUN KENDDSDNE BAKIŞI

Şark, izafî kıt’a bölümüyle, İslâm, Brehmen, Budist, Mecusî vâhidlerine ayrıldığına, bir bütün

halinde Garbın din ve irfan vâhdetine sahip olmadığına, kendisini kıt’a manzarası bakımından

topyekûn irca edebileceği teklik esaslarından mahrum bulunduğuna göre, aynı kıt’a topluluğu

noktasında öz nefsi üzerinde hususî bir nazar sahibi değildir.

Bütün başka ve ayrı kutuplariyle Şarkın, İslâm kadrosundaki zaaftan sonra Garba bakışındaki

beraberlik, öz nefsini bilmek, anlamak ve ölçülendirmekten gelen aslî bir görüş vâhdetinden

değil; tek ve yekpare bir düşman karşısında düşülen yılgınlık ne mahkûmluk duygusu

birliğinden doğmakta... Ormanı, beklenmedik bir hayvan basmış ve arslanından köstebeğine

kadar her cins, kendisini kaybeder gibi olmuştur. Bu vaziyette arslanla köstebeğe nefsleri

hakkında ne düşündükleri sorulamaz.

Fakat arslan, keyfiyette bütün Doğuyu ve onunla beraber cihanı ve kâinatı nizamlandırıcı

İslâm, tek ferdin içine ve topyekûn insanlığın dışına doğru muazzam fetih aksiyoniyle, iki

istikamette de nefs murakabesi nazarının kâmil zaviyesine malik bulunmak durumunda...

İslâmın, kıt’a ifadesiyle kendisini görüşü, kâinat görüşüne eş, kıt’a, ırk ve kavim çerçeveleri

hasisliğinin üstünde, bütün insanlığı bire irca edici ana kıymet olarak tek gaye etrafında

halkalananlara <<millet>> mefhumu, gerçekte, İslâm Bayrağının altında toplananlara mahsus

isim... Nitekim bütün dünyada, İslâm görüşünce iki millet vardır: Müslümanlarla, Müslüman

olmayanlar. <<Küfür tek bir millettir>> düsturu, İslâm milletinin kendi zıtlarına da topyekûn

ve tek millet göziyle bakışındaki esası, aslında kendi nefsine bakış olarak billûrlaştırır.

<<Ümmet>> Allah Resulünün tâbirleri, <<millet>> ise tâbiler topluluğunun mücerret kitle

ismi olduğuna göre, İslâmın bu mefhum zaviyesinden kendisini görüşü, Hazret-i İsa’ya

atfedilen bir sözün hikmeti içinde belirtilebilir. <<Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle cem

etmeyenler dağıtır!>> Bu ölçüyle İslâm zaviyesinden Doğunun, Doğuyu görüşü de, onun, 15

inci asra kadar sürmüş yekpare bir aksiyon çizgisi halinde, fezanın dibine ve Arşın üstüne

kadar her meselenin hesabını verici mutlak kemal hamlesine beşik saha olmasıdır. Yine bu

ölçüyle İslâm, Doğuya, kendi zıtlariyle beraber tam olarak dünyayı irca etmekle mükellef

olduğu sonsuzluk vâhidinin, mânası madde üstü, ilk mekânı diye bakar. Bu bakışta, ortaçağ

boyunca yaban domuzu hayatı yaşayan Garplının sefaletine karşı, dünya ve âhiret hayatının

bütün madde ve mâna şartları ve ayrıca Garbın Eski Yunan ve Roma tecrübelerindeki

kaybedilmiş hikmetler, aklın sınırları ve ruhun hakkı, bir ışık demeti halinde kümelenmiştir.

Bu bakış, Araplarda Dört Büyük Halife, sonra Emevî ve Abbasî büyükleri ve daha sonra

Türklerde Kanunî Sultan Süleyman’a kadar, bütün madde ve ruh ölçüleriyle, hâkim ve

rakipsiz bir nefs emniyetini tablolaştırır ve Doğuya aslî ve galip rengini verir. İslâmdan

evvelki Doğu medeniyetlerini, daima iç nakışlara bağlı, girift ve karanlık kıt’a ruhunun

fışkırışları diye görsek de, bunları insanlık çapında zuhurlar kabul edemeyiz ve kendilerinde

bu çapa denk birer nefs murakabesi bulamayız.

Dalgaya düşmüş 1 milyar esrarkeş, içtimaî enerji bakımından 1 kişi bile etmeyeceğine göre,

Doğunun hele İslâmiyetten sonraki Brehmen, Budist ve Mecusî kalabalığını keyfiyette nazar

almaksızın, sadece bellibaşlı bir ruh yapısı olarak göz önünde bulundurmak; ve onun içine ve

dışına doğru, hayret ve tevahhuştan başka hiçbir bakış sahibi olamayacağını kestirmek

gerekir.

Böylece kâinat boyu bir aksiyona yataklık etmek bakımından Doğunun aslî ve galip rengi,

Âdem Peygamberden beri gelen Âllah Resulleri ve nihayet bütün zaman ve mekânın sâhibiyle

İslâmiyette gerçekleşince, İslâmiyetin temsil kadrosunda zaafa uğramasını ve nefsinden

şüpheye düşmesini de, son zamanlarda Doğunun kendisine en nazik bakışı olarak ele almak

borcunda oluruz. Şöyle ki: (Rönesans(a kadar, halısından, kağıdından, ipekli kumaşından,

bütün dilleri birleştiren kütüphanesinden, kubbesine, kalyonuna, silâhına, minyatürüne kadar

yeryüzüne ve buram buram ebedî tecrit helezonlariyle ötelere hâkim nefs görüşü birdenbire

tersine dönmüş ve nazarlara şu mânayı nakşetmiştir: (Rönesans)tan bu yana, şu veya bu ruhî

ve içtimaî müessirler yüzünden garbın akıl hârikası önünde hezimetinin sebebini bir türlü

kestiremeyen, eşya ve hâdiselere yeniden hâkim olma cehdine tırmanamayan ve bazı fertlerini

bu yüzden öte tarafa kaptırdığı halde, mahzun ve mütevekkil, şuursuz ve bilgisiz bir sâdıklar

topluluğunu, her ne pahasına olursa olsun, devam ettiren muztarip ve mütevahhiş nefs bakışı...

Bu ikinci bakışın karşı tarafa kaptırdığı, tarihî bir asırlık köksüzler kadrosu da, Doğuya, yani

kendisine, öz evine, annesine ve babasına; çamaşırcı Hatçe hanımın oğlu olup da derken

vezirliğe yükselen bir türedinin utanç ve hakaret nazariyle bakar.

Bu son sınıfın türemesinde birinci âmil, ham yobaz ve kaba softa sınıfı da, körü körüne

müdafaa ettiği kışır değerlerinin bütün hikmetinden gâfil, önüne hangi yenilik çıkarsa, din

adına küfür yaftasını vurur ve peygamberinin <<Hikmet mü’minin malıdır; nerede bulsa

alır!>> emrine yüzde yüz aykırı, kaybolmaya başlamış vecd ve aşkı sopa kuvvetiyle iadeye

çalışmaktan başka bir şey yapamaz. Nitekim adamakıllı belirmeye yüz tutan ricat ve bozgun

çığırı da, ruhları kaybedilmiş hikmet yaftalariyle önlenemez. Bunlardan, burnu halkalı Batı

esiri yenilik maymunu, Doğuya örümcek kafalıların yatağı, geri adam tarlası diye bakarken,

sözde dindar da <<ben bunlardan hiç biri değilim!>> gibi bir protesto tavrı içinde, fakat ne

olduğundan gâfil, sadece ölgün ve yılgın, içte hırçın ve yalçın, baskı altında gizli bir nefs

şüphesini ihtar etmekten kaçınamaz.

Bir tarafta ham yobaz ve kaba softa, öbür tarafta ondan daha ham inkâr yobazı ve daha kaba

taklit softası; ikisi arasında da boynu bükük, dilsiz ve iktidarsız halk kitleleri, maddî ve

manevî Garp toslayışlarına karşı Doğunun düştüğü küçüklük ukdesini ve mahkûm nefs

görüşünü temsil ederler ve bu hal birkaç asırdır derinleşe derinleşe, hemen bütün İslâm

Âlemini kaplayıcı bir ruh halinde günümüze kadar gelir. Bir küçüklük ve yetersizlik ukdesi ki,

Batı heyûlası karşısında, öz nefsindeki gerçeklik ve üstünlüğü bir daha tam bir madde ve ruh

imtihanına tâbi tutulmaktan alıkoymakta, bir daha kendi kendisini kışır ezberciliği üstünde

tefsire davranmayı imkânsız kılmaktadır. ݺte, Doğunun Doğuya bakışındaki zaviyelerin en

öldürücüsü!..

Şu anda Doğu, İslâmdan başka bütün topluluklarıyle, kendisini radyo ve frijider kullanan sirk

hayvanları yerinde göreceğine, bu görüşü de temsilden âciz ve sadece (refleks) halinde bir

mahkûmluk şuuru belirtirken, İslâm kadrosu içinde de, ruhuna tıkaç sokulmuş bir ihtibâsın

bakışını yaşatmaktadır. Batının Haçlı Seferlerinden nâmütenahi defa öldürücü olan ve onun

usta parmaklarıyla ruhumuza kakılmış bulunan bu sefil küçüklük ukdesi yüzünden birkaç

asırdır, hususiyle yüzyıldır, Şarkta, bütün İslâm âleminde peydahlanan satıh inkılâpçıları,

züppe ve papağan, dış yüz canbazları; Şarkın kendi kendisine, Garbın Şarka bakışından da

daha hakaretli gözlerle bakışını temsil eder; ve bu hal her an biraz daha azgın, devam ede ede

nihayet bugünkü zirve noktasına varır.

DOİUYA İNANALIM!

Hiçbir coğrafya taassubuna düşmeden ve dâvamızın bütün yeryüzünü ebedî hayat madeniyle

kaplayıcı mânasını mekâna esir etmeden, onun ilk mekânı olan Doğuya, sırf (antitez)imize

karşı tutulacak bir mevzu kıymeti olarak inanalım!

Herşey Doğudan geldi; herşey herşey, yani ruhumuz...

Doğu, insanın yağmur suyu kadar saf ve aydınlık olduğu çağlarda, yürekleri ve kafaları dört

köşe madde hendesesi körletmezden evvel, ruhumuzun ilk ve büyük marifetlerine sahne olan

vatan... Asıl vatandan yere düşünce onu bulduk.

İlahî beyana göre, insan tohumu Âdem Peygamber, Doğu plânında bir yere ayağını bastı.

Bütün nevilerin kurtarıcısı Nuh Peygamber, gemisini, orada bir noktaya oturttu. Resûller atası

Hazret-i İbrahim, Doğunun maddî ve manevî çerçevesi üzerinde ateşi gül bahçesine çevirdi.

Büyücüleri büyüleyen Musa Resul, ümmetine vâdedilen toprağı orada aradı. Meleklerden

merhâmeti Hazret-i İsa, ölüleri dirilten nefesini, Batı istikametinde Doğudan üfledi. Ve... Ve

nihayet Allah’ın Sevgilisi ve âlemlerin yaratılış hikmeti baş Resûl, Doğunun bir kenarında, bir

nefhada kum tanelerinin içine mermer kubbeler yerleştirdi.

Dâvanın, inananlar için bütün bunlara inanmayı, inanmayanlar için de inanmamayı isteyecek

noktasına henüz uzağız. Dâvanın şimdi o noktasındayız ki, nasıl Allaha inanmayan bir insan,

hiç olmazsa Allaha inanan başka insanlar bulunduğuna inamaya mecbursa, ruhun bütün

binasını da, o binayı ister sağlam, ister çürük bilsin, yalnız Doğunun temelleri üstünde görmek

ve tanımak borcundadır. Evet evet, herşey, herşey, yani ruhumuz, bu şeyi kıymetli bilen

içinde, bilmeyen için de, Doğudan geldi.

Kudüs orada, Mekke orada, Kâbe orada... Ne kadar insan yüzü varsa hepsinin birden

yöneleceği istikamet sırrı orada...

Yeryüzü ve bütün insanlık tek bir vâhid olduğuna göre, Doğuyla Batı arasında hiçbir sınır

yobazlığına düşmeyeceğimizi, baştan beri tekrarlamaktayız. Doğuyu, Batıya nisbetle, sadece

bellibaşlı ruh ve kafa şartlarına ilişik bir vâkıa kabul ettikten ve onun hâkim ve hakiki rengini

de İslâmlığa bağladıktan sonra, hemen belirtelim ki, insanoğlunda maddenin ötesini

kurcalama ve ötelerin rüyasını yaşama cehdi, mucizeler bahçesinin renk ve ışık yüklü ufkunu

yalnız Doğuda buldu.

Ruh, mucize, masal, büyü, şiir; ve ötelerin, giriftlerin, sarmaş – dolaşların, bilmecelerin,

varılmazların ilmi ve ruhu, mizacı ve şahsiyeti bütün hak ve bâtıl kutuplariyle Doğudadır.

Yine belirtelim ki, ilk ve derin insan örneğine hayat veren ihtişam ve azamet kaynağı

Doğunun, ihtişam ve azametine eş, bir zaafı oldu. Bu zaaf onda, (Aşil)in topuğundaki nokta

gibi, ölüm okunu kendi üzerine cezbedici bir hususîlik yaşattı. Ve okun ucu işte bu topuğa

gömülüp Doğuyu boylu boyunca yere serdi. Doğunun kaatili olan ok, maddeye seyislik eden

basit akıldan ve onun emrettiği miskin icaplardan ibaretti. Doğunun farketmediği bir sır

olarak, öyle bir cüceydi ki, akıl, kendisine devi yere yıkmak imkânı da verilmişti. İlâhi cilve,

boyuna sırtı yere gelecek olan akla, hisarsız ve silahsız ruhun sırtını yere getirmek imtiyazını

vermiştir. Öyle bir nüktedir ki bu, Kâinatın Efendisinden birkaç asır sonra farkedilmez

olmuştur.

DOİU VE BATI BDRARADA

Derinliğine doğru insanın ve bütün iklimlerinin kaynağı olan Doğu, hiçbir zaman ve

mekânda, kuru aklın maddeyi avlama hakkını ruhuna sindiremedi. Sebep: Madde görüşünü

körleştirecek ve aradaki muvazeneyi bozacak kadar, dinî ve ruhî usûl dışı, sapık tarafından iç

âleme mıhlanma bünyesi...

Sığlığına doğru insanın ve bütün madde bilgilerinin menbaı olan Batı da, hiçbir zaman ve

mekânda, ruhun maddeye ve ötesine hâkimiyet şartını akılla denkleştiremedi. Sebep: Ruh

âlemini gölgeleyecek ve aradaki muvazeneyi örseleyecek kadar, maddenin hendese ve dış

kalıbına kapanıp kalma mizacı...

Doğu, ruha, batı da maddeye, dürbünün doğru tarafiyle bakmış; Doğu maddeye, Batı da ruha,

aynı dürbünün tersini çevirmiştir.

Doğunun gidiş ve usulü, bütün hak ve bâtıl kollariyle, bu dünyanın ötesini; Batının gidiş ve

usulü de, bütün şubeleriyle bu dünyayı fethetmek oldu. Böylece, biri yumruğunu çözüp bu

dünyayı elden düşürürken, öbürü yumruğunu sıkıp bu dünyayı avucunun içine aldı.

Bu dünya çerçevesinde Batının kazancı besbelliyse de, ebedîlik âlemindeki zararı, bu dünya

göziyle belli değildir. Dâvaların dâvası da, işte bu belli olmayandadır. Öyle ki, besbelli bir dış

kazanç, derinin yalnız üstünü gören gözlere, belirsiz bir iç zararı feda edebilir bir şey gibi

gösterdi.

Ne olduysa oldu; iki ayrı hedef, iki ayrı usûl, iki seciye halinde, bütün tarih ve coğrafya

hususîlikleriyle, sadece mücerret <<cins ismi>> plânında iki ayrı âlem yaşadı: Madde

fetihlerinin çocuk oyuncağı tesellilerine yapışanlarla; büyük teselliye ait iman kutbu ellerinde

olduğu halde bu çocuk otuncaklarına mahkûm, sürünenler... ݺte biri ve işte öbürü!...

Doğuda müsbet ve menfi örneklerine ve kendi iç ve dış dost ve düşmanına doğru herhangi bir

idrâk, teftiş ve murakabe mizacı mayalandırılamadı. Batı sahası ise, erdiği küçük marifetlerin

gururu içinde mahkûmunun hâkim tarafını görebilecek ve o yüzden kendi eksiğin dikkat

edebilecek bir nefs muhasebesine, tâ makine saltanatının kendi kendisine müthiş bir

kifayetsizlik arzedeceği ve büyük hafakanlar doğuracağı Yirminci Asra kadar yanaşamadı.

Zaman, istediği kadar mekân kıymetinin dışında ve ondan müstakil bir hâdise olsun; onu

mekân değişiklikleri ve nisbetleri dışında elde edemeyeceğimize göre, mekâna hâkim

görünmenin açıkgöz imtiyazına erdi. Bu yüzden dse, başlangıçta zaman âleminin sanatkârı

Doğu, sonunda mekân dünyasının zanaatçisi Batıya esir düştü.

Dâva, hesap ve kitabını bilmeyen ve bir madde kaygısına malik olmayan konak sahibinin,

eşya tasarrufunda açıkgöz uşağına nihayet esir düşmesi tarzındaki masallara uygundur.

Doğu, bütün peygamberleri, velileri ve sanatkârlariyle, maddeye tahakküm oyununun miskin

manivelâsına kurban, muazzam bir tiyatro dekoru gibi sahnenin altına inerken; Batı

Eflâtun’da ses verip (Bergson)da fısıltısını bulan mağlup ruhçuluğu bir tarafa, (Aristo) da

gürleyip şoförlere kadar nakaratı yayılan müsbet ve riyazî kafanın muhteşem kadro perdesi

halinde, sahne üstüne çıkmanın kolayını buldu ve bir daha indirilemez oldu.

Doğuyla Batı arasında, siyaset, askerlik, felsefe, ilim, fen, san’at, iktisaat, her plânda olup

bitenler, Doğunun kaydettiğimiz gibi eşya ve hâdiseleri derinliğine doğru, Batının da sığlığına

doğru tefsir etmesinden doğan hazin bir usûl ve bünye farkından başka hiçbir müessire

dayanamaz. Biri, Doğu, derinliğine iner ve sığlıkta kaybolurken, sığlığa serpili bütün dünyayı

ihmal etmek gibi hayatî ve esasî bir yanlışa sürüklendi; ve öbürü, Batı, sığlığına yayıla yayıla

derinlikler içindeki köksüzlük ve temelsizliğinin birdenbire patlak vereceği yirminci asırdaki

felâketine, bir zafer geçidi edasiyle adım adım yaklaştı. Ve böylece, birinin hakkı öbüründe,

öbürününki diğerinde kaldı ve ulvî âhenk hiçbir tarafça büyük murakabe ve tefahhusa

vardırılamadı. Fakat Batı, kuru akıl ve mağrur ilim şirretliğini daima muhafaza etti.

Netice şudur ki, bugün Batı dünyası, haksızlığını, hak diye gösteren hünerli bir gözbağcı,

Doğu âlemi de bu gözbağcıya mahkûm ve ana hazinesinin anahtarını, ceketinin astarında

kaybetmiş bir sarsaktan başka bir şey değil...

BATIYI ANLAMAK

Mesele, Batıyı anlamak... Dâvanın en nazik istikameti, bütün mazi ve tarih hükümlerinin özü

halinde bugün Doğunun Batıya karşı nasıl bir anlayış tavrı takınacağına...

Hasis mesafe ve istikamet izafiliklerinin sun’î ve hudutlu, nefsânî ve enfüsî (subjektif)

gözlüğünden değil, bir başka yıldızdan dünyaya bakar gibi, tam bir hakikat kaygısının göziyle

inceleyerek...

Batıyı Doğuyla beraberce, lif lif, en mahrem köklerine kadar muhasebe etmiş bir idrâkin

varacağı hüküm, Batının, geniş madde plâniyle baştan başa ve sıkı sıkıya temas halinde bir

kuru akıl hârikasından ibaret olduğudur. Batı, bir kuru akıldır ve Allah kuru akla ne kadar hak

ve imtiyaz vermişse Batı hepsine malik; ve kuru aklı nelerden mahrum etmişse hepsinden

yoksundur.

Batıya, sığlığına geniş, fakat uçsuz bucaksız madde plânının her unsuru arasındaki münasebeti

düsturlaştırıcı muazzam bir logaritma cetveli diyebiliriz. Kemmiyetlerin ayrıca keyfiyet ifade

edici hesap ustalığı, tek kelimeyle madde fenni Batıdadır.

Batı, malik olduğu kuru akıl cevherinin ruhunu da, ekseriyetle (plâstik) dış görünüş, eşyanın

dış belirtisini aşmayan bir duygu ve düşünce kıymetinde buldu. Evet; -tâbire dikkat!-

ekseriyetle (plâstik) idrâk çerçevesini, eşya ve hâdiselerin zâhiri hacim ve kabartmalarını,

mekân ölçü ve cümbüşlerini aşmayan bir ruh... Batının olanca şevketi bu ruhta olduğu gibi,

olanca buhranı ve iç zaafı da yine bu ruhta, bu ruhun hudutluluğunda...

Batının, sadece (plâstik) kadroda bir kuru akıl hârikası ve onun (estetik) zevkinden ibaret

olduğuna şahit, onun şehirleri, meydanları, sokakları, fabrikaları, tavır ve kılıkları, eda ve

şekillendirişleri, ölçü ve âletleri ve daima bir hafakan ve kâbus sınırına takılıp kalan fikir ve

sanat örnekleridir. Kitaplık mikyasta mucip sebeplere istinat ettirilebilecek olan hüküm,

Batının, madde idrakine bağlı bir şuurla, bu şuurun çerçevelediği bir his mihrakının etrafında,

sadece fâni dünyaya, fâni dünya imparatorluğuna mahsus bir nizam ve marifet temsil ettiği ve

ferdin (metafizik – madde ötesi) vicdanını besleyemediğidir.

İnsan öldüğüne, saray yıkıldığına, âbide çatladığına ve fikir pörsüdüğüne göre, eğer bu

âkibetlerden hiçbiri olmasaydı Batı dünyasının da eksiği olmazdı. Fâniliğin üstündeki, vecd

ve teselliyi ve bu vecd ile eşya ve hâdiselere tahakküm kudretini getiremeyen bir dünya,

dışının mamurluğu nispetinde haraptır.

Batı, insanoğlunun, binbir işve fayda mevzuunda maddeyi yontarak ve fâni hayatı buut buut

genişleterek, sadece kalıp dehâsına verebildiği nihai akıl yetkinliğinin büyük zemini oldu.

Bunun kabulü zarurî...

Bu idrâk bünyesini Batı dünyasına, daima (plâstik) kadroda muhteşem bir vezin ve âhenk,

hendese ve nisbet, ölçü ve muvazene, aydınlık ve açıklık kaynağı olan Eski Yunan ve (Lâtin)

dehası aşıladı. Roma imparatorluk nizamı bu aşıyı perçinledi. Aynı aşı, Doğudan batıya, İsa

Peygamberin üflediği derin nefeste, binbir tahrif ve putlaştırmaya rağmen hassasiyet ve ahlâk

mayasını buldu. Fakat Batı adamı, maddenin daima sığlığına geniş zeminini kurcalama

seciyesine sadık kalarak, Ortaçağ dehlizini geçti; ve (Rönesans- Yeniden Doğuş) ismi altında

ve bir fışkırışta Yeni Çağı açarak bünyesinin en üstün verimine kavuştu: Müsbet Bilgiler...

Bunun da idraki mecburî...

Amma ki... Maddeyi, aklî ve ruhî her bakımdan ihata ihtirası ve bu ihtirasın büyük eseri olan

müsbet bilgiler manzumesi, terakki ede ede bir taraftan batının dünya fâtihliğini sağlarken,

öbür taraftan da kendi kendisine hâkimiyetini, ruhî hegemonyasını altüst etti; ve onu, çırpınan,

ruhuna dayanak arayan, dışı ziynetli ve içi harap, bir dev haline getirdi.

Batıyı anlamak, onun, madde plânına hâkim ve ruh plânına mahkûm tezadını en haysiyetli

çapta görmekle olur.

KENDD İÇİNDE BATI

Batı, bütün Garp milletlerince taksim ve kendi kadrolarında ayrı ayrı temsil edilmiş tek ve

yekpâre bir oluş belirtir. Doğu, başka başka tecelli çerçevelerinde, fakat umumî ve esasî

seciye bakımından çok defa aynı duygu ve düşünce mizacına bağlı olsa da dağınık bir

manzara arzederken, Batı zâhirde tezatsız bir oluş merkeziliği içindedir.

Bu oluşun, bütün sebepleri ve neticeleriyle, sabit ve muayyen birkaç dönüm noktası var. Batı,

kendi oluşunun sathî dönemeşlerini tesbit ve tâyinde, yine satıh hendesesi hesabiyle yanılmış

değildir: Eski Yunan, roma ve Hıristiyanlık basamakları; derken Ortaçağ dehlizi, pek kısa

(Rönesans) saadeti ve 19 uncu asırdan öteye buhran devresi...

Eski Yunan: Batı adamının gözünde, tepeden inme, insan ve cemiyet mucizesi... Roma: Eski

yunandan aldığı ışığa, Lâtin ruhunda yeni pırıltılarla geçit veren ve onu devlet, teşkilât ve

hâkimiyet iklimine zıplatan köprü... Hıristiyanlık: batının karşısında birdenbire apışıp teslim

olduğu, bütün eski muvazenelerini kaybettiği, yenisini de asırlar boyunca elde edemediği ruh

ve hassasiyet kaynağı...

Ortaçağ: Batının, dünkü gelirinden mahrum, yarınki mirasına namzet, fakar her şeyden

habersiz; hem Eski Yunan’ın dünya muvazenesini, hem de İsa dininin ruh ve gayesini elden

çıkarmış, için için kıvrandığı ve çile doldurduğu zulmet tüneli... bu zülmet tünelinde bir devre

ilerideki Batıya, kendi kendisini bulmak için en keskin aksülâmel hedefini kuran, İsa

Peygamberin tahrifçisi kilise ve bu kilisenin dünya manivelâsı (Feodalite – derebeylik)

idaresi...

(Rönesans –yeniden doğuş): Bir fışkırışta aklın maddeye tahakküm ihtiyaciyle beraber, baskı

altındaki ruhun, Eski Yunanda bulduğu şafak aydınlığına doğru kanat çırpma ve kendisini

yeni bir terkipte özleştirme hamlesinden ibaret oldu. Garbın, kurtarıcı tanıdığı <<aklın

zaferi>> diye isimlendirdiği bu hamleden sonra hemen meydana gelen ve Lâtin kazanını

taşıran fâni âhenk; oradan kepçe kepçe milletlerin tabaklarına döküldü ve bir iki devre sonra

bütün eşya ve hâdiseleri çepçevre ve sımsık sarmaya davranıcı akıl kuşağı, müsbet bilgiler

manzumesine ulaştı.

(Rönesans)tan sonra, kendisini, Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık vâhidleri arasında

(mayonez)leştiren Batının, cehl ve taassup yatağı kilisesine karşı aksülâmeli, onun temsil

ettiği iman kökünü gitgide yalnız ferdî ahlâk ve hassasiyet plânına indirmekle tesellisini

buldu. Aklın maddeyi kurculama ve her şeyi bu kurcalayıştan bekleme ihtiyacı, gitgide ön

plâna geçti. Bu plân 19 uncu asırdan sonra, basit akıl buluşlarının yonttuğu âletlerin putlariyle

donandı; ve (Rönesans)tan bir iki asır ileriye kadar barıştırılmış gibi görünen ruh ve akıl, 20

nci Asra doğru, her yönden hesap yanlışını haykırırcasına en korkunç şekilde patlağını verdi.

Bu da, ruhî, siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî sahada, Garbın bugün, en hâd ve müzmin felâketini

yaşadığı buhran devresi oldu. Ruhunu arayan Batı...

Garbın, başlangıçtan beri oluş hâdisesini, ırklar ve milletler kadrosuna çekince, büyük

sermayedarlık hisesini Eski Yunana, bu sermayeyi yeni ilâvelerle işletme ve devletleştirme

hakkını Roma’ya ve ondan sonra billûrlaşmaya başlayan millet zümreleri kalıbında, Lâtin,

Cermen ve Anglo – Sakson gruplarına vermeliyiz.

Batının oluşunda, Lâtinler, garplının sâf duygu ve düşünce sarmaş – dolaşları içinde

mizacındaki giriftlik ve inceliği; Cermen ve Anglo – Saksonlar, halis bir ruh ve kafa

muvazenesi içinde dış âleme tahakküm ve müsbet fayda ölçüsünü; İslâvlar da, aslî batı

kadrosunda, ona sonradan ermeye çalışma ve arkadan gelme hususiyetini canlandırır.

Batının, kendi içinden taşırdığı kısımlarla, daha Batıya doğru ve (Yeni Dünya) ismi altında

meydana getirdiği bulamaç, yani Amerika, Batıda kaybolmaya başlayan ruh ve âhengin

doğurduğu çileye yabancı, bütün hızını madde plânının cümbüşlerinden alan ve henüz

buhranını yaşayacak kadar ihtiyarlamamış bir cemiyet ve kemmiyet h3arikasından ibaret; ve

Batının içinde değil, kenarında bir hâdise olarak kalıyor. O sonradan erme, hazırlop tarafından

olma, sıhhatini melezlikte bulma, ruh plânında iğdişliğe sığınma ve madde oyuncaklariyle

avunup sırt çevirme tecrübesinin amelî dehâsı, muhteşem hiçlik...

KENDD İÇİNDE DOİU

Doğunun mayasını, ayrı zaman ve mekânlarda, ayrı mânalarda ve baş örnekler halinde Çin,

Hint, Fars, Arap ve Türk kavimleri yuğurdu.

Japonlar, medeniyet bakımından tâbi bir millet halinde Doğunun mayasına başlangıçta hiçbir

şey katamayan, sonunda da Batıyı sadece kerrat cetveli plânından ezberlemek

açgözlülüğünden ötürü yeni bir şey gösteremeyen ve haşin bir an’ane zindanında bütün iptidaî

putlariyle başbaşa yaşamakta devam eden bir millet olarak, Doğunun hüviyet mizanında pay

sahibi değil... Başlangıçta Çin’in ikinci sınıf tâbii, sonunda da Garbın ucuz tatbikçisi ve hep

aynı dar ve sert ruhun muhafızı... Fakat Batının sadece kuru bir akıl harikası olduğunu

kavrayıp bu aklı aparıvermek ve millî ruhunu koruyabilmek noktasından Doğuda örneklik bir

keşfin sahibi... Yani Batı oyuncaklarının sırrını aparmakta ve Batı marifetini iflâs ettirmekte

biricik Doğu örneği... Ama o kadar...

Çin, doğuyu, çağların en eskisinde, yalnız müstesna bir ruh inceliği ve madde nakışı

kadrosunda temsil etti. Hint, bu ruhu, en dolambaçlı iç dehlizlere ulaştırdı. Fars, başlangıçta

ve sonda derinlikleri genişletti: hususiyle başlangıçta şahsiyetini işe ve maddeye aksettirdi ve

Batıya karşı Doğu İmparatorluğunu kurdu. Arap ezelle ebed arası bir zeminde, kendisinden

evvelki ve sonraki Doğunun sistemleşmesine, gerçekleşmesine, mihraklaşmasına sahne oldu.

Türk de, evvelâ, bozkırların dış yüzüne benzeyen kapanık ruhuyla, hiçbir kap içinde şeklini

bulamıyan kızgın ve hırçın bir mâyi gibi, Doğunun akıcılığını ve hareket hakkını

heykelleştirdi; sonra da aynı hareket hakkını, gerçek Doğunun gerçek ruhuna bağlamak

nasibine erdi.

Doğuya aslî renk ve hakikatini getirmiş olan Büyük Tecellinin altın çerçevesinde buluşmuş

baş hissedarlar, bütünleriyle Arap, Fars, Türk ve parçalariyle Hint ve Çin’dir.

Doğu nihâî erişini, Resuller Atası İbrahim Peygamber, hattâ Âdem Babadan başlayıp, bayrak

yarışında olduğu gibi elden ele hakiki sahibine kadar getirilen Müslümanlıkta buldu.

Böylece Doğu, netice olarak Batıya, fakat sebep olarak Doğuya bağlı öbür dinlerle beraber,

vahdâniyet yolunun son basamağında, kendisinden evvelki bütün basamakları düzleştirmiş ve

ilerisinde basamak bırakmamış olarak, topyekûn mâzi ve istikbalini kadrolaştırdı; ve böylece

Batının ve bütün dünyanın karşısına çıktı.

Doğunun bu son tekevvünü, iptidaî çağlardaki bütün (Totem)leri, putları, ilâhlaştırmaları,

şiirleri, büyüleri ve iksirleriyle temsil ettiği maddenin ötesini feth ve zaptetme hamlesi adına,

kürenin sathı ve merkezi, göklerin de muhiti ve dibi arasında nihaî ve hakikî köprüyü çekmiş

oldu. Allahın tamamladığı İslâm, Doğu’yu tamamladı.

Tarihi Âdem Babadan başlayan ve basamak basamak atlayıp nihayet ezelî ve ebedî tahtına

yerleşen Müslümanlıkta Doğu, dalâlet çağlarının hariklalariyle hidayet çığırının mucizelerini

tek vahid içinde toplamak ve bütün Doğuyu bütün yeryüzü mikyasında özleştirmek dâvasına

memurdur. Yapamadıysa suç nefsinin...

Ve nihayet, Doğunun, bütün insanlığı nefsine irca hamlesine kadar ulaşmış üç büyük

mümessili, zamanın hak kutbuna ulaşmadığı devirde Fars, Saadet Çığırından sonra da Arap ve

Türk milletinden ibaret kalıyor ki, Türk gitgide bütün mecalini kaybeden Doğuyu, Araptan

sonra, İslâmın bayrağı altında Batının merkezine kadar ulaştırmak cehdi ve hâlâ Doğunun en

canlı milleti olmak haysiyetiyle, onun baş örnekliğini elinde bulunduruyor. Bu memuriyet, ne

şunun 80, ne de bunun 100 milyon nüfusuna bağlı olmayan, kemmiyet üstü tarihi bir keyfiyet

hakkından doğuyor ve Türk’ü, Doğu’ya, iflâsı veya ihyasiyle önder olmak nasibine bağlıyor.

BATININ BUHRANI

Batının buhranı, Ondokuzuncu asrın ikinci yarısında deri üstüne sızmaya başladı; Yirmini

asrın başlarında da, içinden ve dışından bütün bir bünye yangını halinde patlak verdi.

19 uncu Asır Fransız edebiyatının, (Bodler) ve (Rembo) gibi büyük sar’a ve ihtilâç şaireleri,

bı içtimaî hâilenin, fert çerçevesinde habercileridir.

Bu buhranı, nihaî hadlere ulaştırılmış müsbet bilgiler manzumesinin binbir âletiyle çepçevre

kuşatılmaya başlanan madde zemini üzerinde, insan ruhunun teker teker bütün dayanaklarını

kaybetmesi diye tesbit edebiliriz.

Batı adamı, 19 uncu Asrın son yarısında ve 20 nci Asrın başlarında maddeye o türlü tahakküm

istidadına geçti ki, bu tahakkümü ona denk bir ruh köküne bağlıyamaması, üstelik eski ruh

köklerinde de yavaş yavaş çözülme başlaması yüzünden maddenin tahakkümü altına girdi ve

böylece onun ruhu, belirsiz bir yırtıktan döküle döküle, tükenmeye yüz tuttu.

Ve Batı dünyası, aşağı kısmı dolarken yukarı kısmı boşalan bir kum saati gibi, madde

ilimlerinin terakkisiyle makûsen mütenasip olarak, ibdâ edici âhengin kaynağı olan ruhî

muvazenesinin elden gitmekte olduğunu hafakanlar içinde sezmeye başladı.

Ruhî ve aslî düğümünü belirtmeye çalıştığımız bu buhranın, içtimaî, iktisadî, idarî ve siyasî

cephelerindeki ihtilâtlarını, Batı sahnesine başınızı bir çevirişte görürsünüz.

19 uncu Asırdan başlıyarak Batının encamındaki karanlığı felsefede yaşayan batı adamına

yeni bir sulta ve selâhiyet arıyan (melânkoli) hastası (Niçe)den, (Angsfilozofi , sıkıntı

felsefesi) kurucusu (Haydeger)e kadar Garp tefekkür zinciri, bir şüphe ve ihtilâç halkası oldu;

ve bu şüphe ve ihtilâç, sâf ilim ve san’attan, müsbet bilgilere kadar, inkâr seciyesini

sindirmediği yer bırakmadı.

Birinci Dünya Harbi, oluşundaki sâikler bakımından, İkinci Dünya Harbine nisbetle âlet ve

kemmiyette daha basit bir madde hareketi olmakla beraber, götürdüğü ve getirdiği kıymetler

bakımından insanlık tarihinde ilk defa olarak müthiş bir vesile hâlinde, tıpkı fevkalâde insan

kalabalıklarının lekeli hummayı doğurması gibi,Batının yüz seneden beri için için mayalaşan

ruhî buhranını heykelleştiriverdi. Güzel sanatlardan başlayarak her sahada bozulan muvazene

ve nizam, Batı buhranının Birinci Dünya Savaşiyle beraber peçesini düşürmesidir. İkincisi,

onun her sahada terakkisinden başka bir şey değildir ve tohum birincidedir.

Her ikisinde de dış sebepler bahane; iç sebep ise, iç ve yeni bir nizama hasret...

Bir taraftan komünizma ihtilâli, Batının içtimaî bünyesindeki binbir tezat ve çürüklüğü tesbit

etmek bakımından müsbet, fakat buna devam getirmek bakımından de menfilerin menfisi bir

tecrübe halinde, ruh ve nizam kargaşalığını, bütün ruhî kıymet ölçülerini yıkmak ve

nizamların en maddî ve sun’îsine başvurmak yolunda, kurtuluş adına Batı münevverinin

intiharını temsil ederken; öbür taraftan Faşizma ve Nazizma, yeni bir iman ve mefkûre

bayrağı altında (Greko –Lâtin) medeniyetinin sulta ve salâhiyet hakkını yalnız mahdut

topluluklara bağlayıcı bir nefsanîlik psikolocyasiyle batı buhranına çare bulacağını vehmetti.

Böylece Batının buhranı, artık devlet çapında dâhhameleşen (hipertrofi) tezatlar ve

aykırılıklar yüzünden, açık bir ideolocya harbi olan İkinci Dünya Harbini doğurmaya kadar

terakki edip, Batı adına ya tam ölüm veya tam şifa ile neticelenecek olan nihaî safhasına ayak

bastı.

Batını kurtuluşu adına yine Batının iki menfî kutbu tarafından ayrı ayrı zaman ve mekânlarda

tahrip ve tasfiye edilmek istenen ve batı buhranının hem illet, hem de deva arama zemini olan

demokrasyalar, dünkü bünyelerideki maddî ve manevî yatalaklıktan yarının hakikî ruh ve

madde ölçülerini ve insanlık nizemını yine kendi içlerinden fışkırtmaya geçen bir hamleyle

şahlanır şahlanmaz, Batı adamının en büyük nefs muhasebesine, (Greko – Lâtin)

medeniyetinin aslî vârisleri tarafından el konulmuş oldu.

Fakat bu el koyuş hiçbir netice vermedi. Hürriyet cephesinin harbi kazanması, kendi iç

bünyelerinin dünya çapında bir müşahede, muayene ve tedavisine yönelemedi. Batıyı bütün

zaaf ve illetlerinden temizlemek ve bir inanış sistemine bağlamnak için kurulup devrilen

sultacı rejimlere karşılık, meydana biri vâdettiği şifada yalancı ve öbürü belirttiği hastalıkta

doğurucu (antikapitaklist) ve (kapitalist) rejimler topluluğu, her ân birbirini yemeye memur

iki dev gibi karşı karşıya kaldı. Zira Batı, makineyi ve âleti emrine vereceği ruhî nizam, ahlâk

ve iman kutbundan mahrumdur.

DOİU’DA BUHRAN

Doğuda buhran, Doğunun İslâmlıkla kazandığı toplayıcı ve bütünleştirici zemine bağlı

hükümdar ve milletler arasında, bu zemini dünya çapında ve yeni zaman ve mekânlar içinde

koruyamamak, dâvanın aşk ve vecdini kaybetmek, işi dedikodu ve mezhep tepişmelerine

bırakmak yüzünden patlak verdi. Evvelâ Araplar, sonra İranlılar, daha sonra Türklerde...

Bu üç milletten gayri Hintlisi, Çinlisi, Moğolu vesair topluluklariyle Doğu, İslâmdan evvel

bellibaşlı medeniyetlerin her biri kendi infirad veya tesir bölgesinde ayrı ayrı doğup gelişmesi

ve çürüyüp batmasından başka bir hüviyet belirtmez. Galip ve (aksiyon)cu rengiyle BÜYÜK

DOİU, İslâmdan sonra billûrlaştığı için aynı büyüklüğün buhranı da İslâmdan sonradır.

Doğuda buhran devresi, biri millet. Millet kendi uzuvları arasında ve kendi içinde, öbürü ve

Batının teşekkül ve tebellüründen sonra rakip dünya karşısındadır. Doğunun, daima

Muhteşem Şark göründüğü ve Mukaddes Emaneti bir kavimden öbürüne devrederek, yalnız

buhranlı kavmi tasfiye etmekte kaldığı mes’ut devir, 7 nci Asırdan 16 ncı Asır ortalarına

kadar sürer. 16 ncı Asırdan sonra ise, Doğu, hükümdarlık hakkı bakımından tasfiye edilmiş ve

Türke intikal etmiş milletleriyle, Türkün şahsında, topyekûn en büyük buhranı kaydeder.

18 inci ve 19 uncu asırdan sonra Doğu, artık Batının gözünde, bütün cins ve mezheplerini

birleştiren bir miskinlik, dâvasızlık, mahkûmluk ve gerilik psikolocyası yatağıdır. Her türlü

akıl ve âlet, madde ve dünya şuurunu kaybetmiş olan bu kocaman yatak, o günden beri

Batının muazzam istismar arsası...

Doğunun Türkte, 16 ncı asırdan sonra patlak veren, öbür Doğu milletlerini de daha evvel

kavurmuş olan buhranı, binbir harikulâde müsbeti içinde binbir harikulâde menfisiyle başta

Fars ve Bizans tesiri bulunmak üzere İslâm saffet ve hikmetinin bulandırılmasından doğdu.

Bulandırışlar ve bulanışlar, kendi kavimlerini yere sere sere bayrağı genç ve saffetli kavimlere

ciro ettire ettire sürdü. Fakat her şeye rağmen doğu, İlâhi kubbeleri, fildişi yüklü kervanları ve

Eski Yunana kadar her şeyi ilk defa zaptetmiş kütüphaneleriyle, insanlık fezasına tek başına

tahayyüz hassasını muhafaza etti. En genç ve saffetli kavim olan Türkün eline geçtikten sonra

da, aynı bulandırış ve bulanışla, teşekkül ve tebellürünü tamamlayan Batıya çatar çatmaz

topyekûn ricat, hezimet ve iflâsa düştü.

Halbuki, Doğu, Batının 15 inci ve 16 ncı Asırda ayak bastığı akıl hakları sınırını 8 inci asırda

aştığı halde kazancını sistemleştirmeden geriye dönmüş; Batının (Rönesans) günlerinde de

mânalardan habersiz kışır muhafızı yobazlar elinde, Peygamberin emrini hatırlayamamıştır:

“Hakikat, mü’minin kaybolmuş malıdır; nerede bulursa alır!”

Doğunun buhranı içeriye ve dışarıya doğru, evvelâ kendisini kendi menfî dehâsiyle

çürütmekten, sonra da bizzat kendisinde mevcut silâhları rakibine kaçrtmaktan ve hakikat

içinde hakikati kaybetmenin ruh sar’ası altında şifası zor bir felce uğramış olmaktan ibarettir.

BDZDE BUHRAN

Bizim buhranımızın iki büyük devresi var: Tanzimattan evvel, Tanzimattan sonra... Bu

devrelerden ilki, Tanzimattan evvel 3 asır, ikincisi de Tanzimattan sonra 1 asır ve küsur sene

boyunda...

İki b üyük devrelerden her birini de kendi içinde üç hususî dilime ayırabiliriz: Kanunî

Süleymandan Dördüncü Mehmede,, Dördüncü Mehmedden Üçüncü selime, Selimden

Abdülmecide, 3 dilimli ilk devre... Ve Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete

ve Cumhuriyetten bu güne, 3 dilimli ikinci devre...

İki devrelik bu dilimler asır ölçüsüyle ifadelendirecek olursak, 16 ncı Asır ortalarından 20 nci

Asır ortalarına kadar 4 asır boyunca şöyleyiz: 16 ncı Asır sonlarında maraz, derimizin altında

ilk köprü başlarını tutar, 17 nci Asır sonlarında, deri üstüne sızmaya başlar, 18 nci Asırda deri

üstüne çıkar, 19 uncu Asırda tam yerleşir, 20 nci Asırda da bu müzmin yerleşmenin uydurma

devâ tesellileriyle bünyeleştiğini gösterir.

Buhranımızın ilk büyük devresinde baş illetimiz ham ve kaba softalık... İkinci büyük

devresinde de körkütük hayranlık, şaşkınlık ve şahsiyetsizlik...

Buhranımızın ilk devresinde, nasıl İslâmiyetin vecd ve aşkı yerine, yanlış anladığımız

kabuğuna ve dış şekillerine esir isek; İkinci devresinde de, Batının, mahrem maktâlarını

göremeden ve oluş sırlarına eremeden yine kabuğuna ve dış şekillerine esiriz.

Her iki devrenin de kahramanı, ham ve kaba softa olduğu halde, bu iki ham ve kaba softa,

hakikatte birbirinin aynı olduklarından habersiz, zâhirde birbirine zıt iki temayül vesilesiyle

birbirine düşmandır.

Biri dinin, öbürü küfrün yobazı, ham ve kaba softası... Başımıza ne geldiyse bunlardan geldi.

Buhranımızın Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten İkinci

Dünya Harbine gelinceye kadar süren üç merhale, ufak tefek kemmiyet farklariyle, hesapsız

ve kitapsız batıya hayranlık, dünyayı ve nefsini müşahede altına alamamak hastalığının

yekpareleştirdiği bir bütündür.

İlk buhran devremizde, bağlı olduğumuz iman manzumesinin vecd ve aşkını kaybettikten

sonra anlamadan kabuğa mıhlı kalmak yüzünden,- Batı harikasını hemen müşahede altına alıp

ciğerlerimize sindirmek ve şahsiyetimizi kaybetmeksizin kanımızda eritmek imkânlarından

nasıl mahrum kaldıksa; ikinci buhran devremizde, ayrılmak bilmez bir hayret ve dehşet

psikolocyası altında, Batının kabuğunu bir türlü oyamadık ve meyvesine eremedik...

Ve nihayet ilk buhran devremizden evvelki nûrlu günlerimizin ruh kök muvassalasını

zayıflatmak yüzünden, fikrî buhran hengâmesini dâvet etmiş olduk.

Bu, Türk’ün ayrıca muhasebesine girişmeden tertiplendirilmesi gereken ilk kabataslak

hükümdür.

BATININ UCUZCULUİU

Batının ucuzluğu ilk belirtisini 19 uncu asrın ikinci yarısında göstermeye başlar. Fakat,

Batının ucuzluğu en zıt ve en pahalı fikrî ve edebî oluşlarla atbaşı beraber giden bu tarafı,

(Dinamik) hayat ve ameliye plânına 20 nci asrın başlarında girer ve ortalarında azamî haddine

ulaşır.

Batıda ilk ucuzluğun habercisi fikriyat, ne de olsa (metafizik) bir tecrit haysiyetinden gelen

(Hegel) materyalizmasını “Tarihî materyalizma” ismiyle son derece kaba ve köksüz bir teşhis

plânına döken Engels’e irca edilebilir.

(Engels)in fikirdaşı ve yoldaşı (Karl Marks); arkadaşının dünya görüşünü iktisat sahasında, iş,

kazanç, emek, kâr, sermaye ve hak gibi en müşahhas, elle tutulur ve gözle görülür, kaskatı

dertlere tatbik ederek bu dertlerin zatî kıymeti ve içtimaî

ehemmiyeti sayesinde ucuzluktan uzak görünse de, meselenin dayandığı temel ucuz

ve koftur.

Dinî, siyasî, ahlakî, tek kelimeyle ruhî hâdiseleri ve topyekûn ruh hayatını, maddî ve iktisadî

(faktör)lerin birer tâbi ve tâli şubesi, vücutsuz in’ikâsları ve mevhum gölgeleri farzeden bu iki

fikir adamı, Batı münevverinin, bütün bir “girift”ler âlemini, kolay anlaşılır dış satıh

nisbetlerine fedâ edişine, yani idrâki birdenbire ucuzlaştırışına en keskin misâldir.

Bu iki tip, amelî ve kolay fikirler tezgâhında ördükleri kumaşa nihayet “Bütün mânevî

kıymetler baskı altında kabul ettirilen ve semerelendirilen birer vehimden ibarettir!” hükmünü

basmakla üzerinde çok çalışılmış ve çok şişirilmiş bir ucuzluk sisteminin, 20 nci asır

başlarında yemiş verecek olan ağacını diktiler.

19 uncu asrın aklî ve akliyeci felsefe temayülü, 20 nci asırda (Bergson) gibi bir filozofun

pusuda beklemesine rağmen, birtakım teftişsiz ve murakabesiz makine keşifleri içinde amelî

fütuhattan başkasına sırtını dönen, artık düşünmekten bezen ve (Metafizik)ten tiksinmeye

başlayan yeni garplı mizacını besledi ve idrâki sığlaştırmakta büyük rol oynadı.

Hele 20 nci asrın tamamen (Metafizik) düşmanı riyaziyeci felsefe mektebi, herşeyi “beş

hasse” plânındaki izahsız bedahetlerle ele almak, nihâî izaha külliyen arkasını dönmek ve

eşyanın künhünü aramak cehdine boş ve dipsiz bir gayret diye bakmakla, maddeci bünyeyi

felsefe yoliyle takviyelendirdi.

"Elektriğin ne olduğunu düşünmeye ve bilmeye lüzum yoktur; gaye onu bir ampul içinde zapt

ve istismar etmektir!" hükmü, şüphesiz ki, büyük fikir çapında bir ucuzluğun nasıl

sistemleşmek yoluna girdiğini belirtir.

Öbür taraftan da âlemi en vahşî ve kaba vâhidler içinde özleştiren ve çilekeş fikir

medeniyetini topyekûn inkâr eden komünizma tecrübesi Batının en iptidaî milletinde bir

tatbik zemini bulunca, yürek hoplatıcı ve iç gıdıklayıcı bir ameliye cereyenı içinde Garbın

büyük ucuzluk çığırı açılmış oldu.

Birinci Dünya Harbinden sonraki müthiş kıymet yıkıcılığı, güzel sanatlardaki sar’a ve ihtilâç,

sahte yenilik hamleleri, günü birlik garabet tecrübeleri, hep ucuzluğun câzip ve kolaycı

tarafiyle, bir türlü mağlup edilmeyen eski ukdeler, hikmetler, âhenk ve nizam ölçüleri

arasındaki muharebenin doğurduğu muvazene buhranı yüzündendi. O yalınkat bir ucuzluk

cümbüşünün, insan ruhu tarafından daima yalanlanan sahteliği karşısındaki gizli emniyetsizlik

duygusunu ihtar eder.

Nitekim bu korkunş gelişin 19 uncu asırda ilk sar’alı habercileri (Bodler) ve (Rembo) gibi

san’at adamları iken, 20 nci asırda da en halis aksülâmelcileri (Blondel), (Bergson),

(Haydeger), (Rozenberg) gibi filozoflar ve (Prust), (Valeri), (Morua), (Moryak) gibi

san’atkârlardır.

Nihayet komünizmanın kendi iç âleminde (statik)leşmesi, Batı fikir lâboratuarında da çabucak

yaftalanması yüzünden nazarî maddecilik Batıyı yutacak bir felâket olmaktan çıkmış; fakat

asrımızın ilk rub’u ile ikinci ve üçüncü rub’u arasında, hem de nazarî maddeciliğe düşman

olmak şartiyle korkunç bir amelî maddecilik âlemi teşekkül etmeye başlamış ve bu âlem şimdi

bütün dünyayı yutacak hale gelmiştir. Bu, Yeni Dünya dedikleri Amerika’dır.

Ne tezattır ki, maddecilik yatağı Rusya, resmî fikirde maddeci, hususî hayatta (mistik),

Amerikalı ise inanışta (antimateryalist) yaşayışta maddecidir.

(Mussolini) ve (Hitler) tecrübeleri, destekleri bombalanan Batı medeniyetine cebrî bir

dayanak veya eski dayanakları müeyyideleştirmek gayesini kollar ve komünizmanın

aksülâmelini belirtirken, şimdi bütün zıtlarını temizlemiş olan Amerika, henüz

temizliyemediği ana zıddı komünizmanın nazarî maddeciliği karşısında, dehhaş bir amelî

maddecilik tavriyle yer almış bulunuyor. Amerika, kurtardığı Garp medeniyetini, onun en

halis unsurlarını, yani öz mütefekkirini takatten tam düşürmek suretiyle ezip daha azîm bir

çıkmaza yol açmış ve elinde tuttuğu madde vasıtaları ve manivelâları yüzünden itiraz ve

mukavemeti imkânsız kılan bir ucuzluk hegemonyası kurmuştur. Artık fikir mahkûm, âlet

gâliptir.

Bugün hayatı, aslâ hesabı sorulmaz, sadece hoş ve ızdırapsız geçirilmeye çalışılır bir ilcaîlik

menşuru içinden seyreden Amerikalı, maddeye nihaî derecede tasarrufu yüzü suyu hürmetine

ihtiyar Avrupanın olanca sesini ve iddiasını boğazına düğümlemiş ve kemmiyette nâmütenahi

girift bir ucuzluğu atom bombasiyle müdafaa edecek hale gelmiştir.

Yine basitlik ve ucuzlukta en büyük "girift"i ve en ileri "pahalı”yı temsil eden (Aynştayn),

asrımızın muazzam ucuzluğuna muazzam dehâsını maddenin nihaî istismarı yolunda

kullanmak suretiyle misâl teşkil etmektedir. Artık yeni bir ruh tepkisinin yeni ve mânevî bir

atom çekirdeğini infilâk ettirebilmesi, şimdiki Amerika’yı Fransız ihtilâli başındaki haline

ricat ettirmek kadar çetinleşmiştir.

Batının ucuzluğu, bugün Amerika vâkıası ile müeyyidelidir; ve bunun Batı dünyası içinden

değiştirilmesi ancak Avrupanın gebe bulunduğu yeni bir davranışa bakmaktadır. Batı

ölmeyecekse, bu davranış gelecektir.

Şu muhakkaktır ki, Batının ucuzluğu, Doğununkinden çok başka, girift ve hususî sebeplere

bağlı... Ve Doğu ucuzcularını mahcup edecek mâhiyette... Doğu, Batı yüzünden ucuzcularla

dolmuş, Batı ise kendi yüzünden ve kendi kendisine çürüğe çıkmıştır.

DOİU’NUN UCUZCULUİU

Doğuda mânevî ucuzluk, 16 ncı asırda başlar, 17 nci asırda besbelli hale gelir.

Başlangıcın aşağı yukarı (Rönesans)a raslaması en ince hususiyet...

Bu tarihten sonra Doğunun ricat çığırı, evvelâ devlet ve ordu, her sahada açılmıştır.

Âmil, Batının “Yeniden Doğuş”u değil, Doğunun kendi içinde rehavete düşmesi; ve bu

uyanışla o uıykuya dalışın, karşılıklı birbiriyle nisbet kurmasıdır.

Bir türlü sebebe bağlanamayan ve durdurulamayan gerilemenin ruhlarda bıraktığı tesir, kendi

öz dünyasına karşı için için ve gitgide büyüyen bir itimadsızlık ukdesiyle beraber, hâdiseleri

müthiş bir sığlıkta, satıhta ve kışırda mütalâaya mahkûm olmak felâketidir.

Artık büyük fikri besleyen ve onunla beslenen büyük aşk ve vecd elden gidince, bütün

mârifet, kabuk ve kışır hesaplarını ehliyetsizce muhafaza ve anlayışsızca müdafaa gayretinden

ibaret kaldı.

Sahnede büyük şahsiyet ifadelerinden hiç kimse kalmadı. Süleyman Çelebi, Âşık Paşa, İbn-i

Kemal, Ebussuud Efendi, Mimar Sinan, Fuzulî, Bakî, “Şah-ı âlem” Kanunî Sultan Süleyman,

perdeden çekildiler.

İlk ucuzluk Doğu insanının (Metafizik) plânını çizen din sahasında başladı.

Ham yobaz ve kaba softanın zuhuru ve müessiseleşmesi ondan sonradır.

16 ncı asır sonlarının Hindistanda pırıldayan ve her hikmeti getiren güneş şahsiyeti, İkinci

Binin Yenileyicisi (hâlâ onun devresindeyiz) İmam-ı Rabbâni Hazretleri, ne yazık ki, sosyal

plânda dengini bulamadı; ve bu işi geleceğe bırakmış oldu.

Kemal devrini çoktan yaşamış ve tüketmiş bulunan Doğu âlemi, (Rönesans)tan sonra, Türk

bütünlüğündeki devamının tam bir ucuzluğa çarptığına ve bu yüzden Doğu milletleri

arasındaki merkezî düğümün pörsümeye ve gevşemeye başladığına şahittir.

Fakat ucuzluklarını dış tesirlerden ziyade iç çöküntüden alan 16-18 inci asır örnekleri, biraz

sonra Doğuyu baştan başa kaplayan hâilevî ucuzluğun timsalleri olmaktan çok uzaktır. Asıl

ucuzcular birtakım sefil madrabazlardır ki, 19 uncu asırda sökün etmeye başlamışlardır.

Doğuyu kaybetmiş, Batıyı da bulamamış olan bu çeyrek münevverler, bizde Tanzimat

hareketini doğurmakla, Doğuya yeni bir istikamet vermek istediler. Rusya Doğuyu, vıcık

vıcık yapışkan balçık sıvalı bir satıh ve kışır zemini üzerinde süründürmeye ve maddede

müstemlekeleştirmeye kâfi geldi.

Ucuzcu, bir şeye ait kıymetsiz hâlin ve posasının simsarı demek olduğuna ve mutlaka büyüğü

küçülttüğüne, asîli soysuzlaştırdığına göre, tarihimizde, bütün Doğuya şâmil olarak ilk ve

hakikî ucuzcular, işte Tanzimattan sonra sökün etmiş bu çeyrek münevverlerdir.

Mimar Sinan’ın arkasından içimize girebilen ve kendisini Mecidiye kasrı halinde asîl Topkapı

Sarayına bitiştiren, sonra bazı câmi ve saraylarda boy gösteren (Barok) ve (Rokoko)nun

yalnız mimarî çerçevesinde belirttiği sefaleti, Tanzimatın bütün fikir, politika, iş ve san’at

kadrosunda aynen seyredebilirsiniz.

Nesil nesil kahraman diye tanıtılan Mustafa Reşit Paşalar, Şinasîler, Namık Kemaller, Ziya

Paşalar, Hâmidler, Mithat Paşalar, daha kimler ve kimler palamudun karaya vurma

mevsiminde ortaya çıkan küçük idrakli, küçük esnaf tipleridir.

Bizde, bütün Doğuya menfî örnek olarak Tanzimatla hız alan ve asıl çehresine kavuşan

ucuzculuk, artık cevherine ve hakikatine dönülmesi muhal kabul edilen İslâmiyete ahmak bir

tahkir, ve Hıristiyanlık dünyasına kör bir tâzim göziyle bakmış; ve taraflardan birine her şeyi

o yüzden kabul şleklinde muamele ederek ve asla içyüzlerini aramıyarak ve aratmayarak

bugünkü haline vâsıl olmuştur.

Edebiyat-ı Cedide, en mide bulandırıcı ucuzculuk usurlarının bitpazarı...

İttihat ve Terakki Cemiyeti, siyasî ucuzculuğun müzelik şaheser nümûnesi...

Birinci Dünya Harbi sonundaki Türkçülük hareketi, dinin yerine konulmak istenen yeni bir

heyecan ve bu mevzuda kopya edilen garplı filozof (Dürkaym) olarak, daha ucuzunun

imkânsız olduğu bir iş...

Nihayet bunca ucuzcunun koruduğu bu vatan, asırlardır birikmiş hesapların son tasfiye

darbesine çarpıp, hiç de ucuzcu olmayan çilelerle istiklâlini yerine getirince ucuzluğun

topyekûn bırakılması ve yerine müstesna bir asliyet ve şahsiyet devri açılması lâzım gelen bir

hengâmede, ucuzculuğun en cür’etlisine, en gözü karasına düşürülmüştür.

Şahsiyeti, Fransızların (Lejyon donör) nişaniyle mükâfatlandırılan Tanzimatın Mecellesine

karşılık, boyacı küpü tercüme kazanına sokulup çıkarılmış İsviçreli Türk Medenî Kanunu

nedir?

Aynı kazana bir kerecik sokulup çıkarmakla elde edilen Türk Ceza Kanunu?..

Kitaplık çap yerine bir cep defterinin tek sahifeciğine yerleştirilen Altıokluk dünya görüşü?..

Tamtamlar diyarında bile gülünç Parti vecizeleri?..

Broşürlük mikyasta bile esersiz profesörler ve yabancı mütehassıslarla dolu üniversitemiz?..

Tarih tezleri, dil nazariyeleri?..

Mutlak bir nebatîlik ve ilcaîlik içinde ağzına geleni merdivenvâri altalta yazmak hünerinden

ibaret şiirimiz?..

Kusmuk hâline getirilen musikimiz?..

Ucuz kalıplar içinde dondurulup modelleştirilen ve ciğerci dükkânına kadar düşürülen (kübik)

mimarimiz?..

Filmciliğimiz, gazeteciliğimiz, tercümeciliğimiz, romancılığımız?..

Bütün bunlar "Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” mısraının belirttiği nâmütenahi

ucuzculuk ikliminin teadsız eşya ve unsurlarıdır ve hüküm şudur: Bu ucuzculuktan

kurtulmadıkça kurtuluş olamaz!

Daha ziyade kendi bünyemizde ve kalın çizgiler haline takip ettiğimiz Doğunun ucuzculuğu,

sorumsuz halk yığınları müstesna, Doğunun İslâm âleminin bütün (standard) çeyrek

münevverlerinde ve Batı oyuncağı liderlerinde aynı şeydir.

Şifası için Allaha yalvarmanın ilk şartı illetin teşhisi ise, açıkça bilinmeli ve bildirilmelidir ki,

bizde hele Tanzimattan beri, belki de ırkî bir akâmeten ötürü hiçbir büyük tefekkür adamı

yetişmemiş, yetişenler büyük ve usta kopyacılık seviyesini aşamamış, bu yüzden mukaddes

din, birtakım hamlar ve kabalar elinde son derece ucuzlaştırılmış, bu hal Tanzimata kadar

sürmüş, ondan sonra da büyük ve usta yerine cücelerin cücesi ve acemilerin acemisi

kopyacılar elinde Avrupalılık ucuzluğu başlamış ve işte bu hale gelinmiştir.

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

III- TÜRKÜN MUHASEBESD

*Oluş

*Sebep

*Teşhis

*Kendi Zaviyemizden Avrupalılık

*Avrupalı Tuzağı

*Bugünkü Dünya

*Doğan Dünya ve Biz

*Olmadı Olmaz

*Bu Ağacın Yemişleri

*Tek Kelimeyle Kurtuluş Yolu

*Ahlak Davamız

*Ahlâk Kaynağımız

OLUŞ

Irkımıza, din tarihlerinde, ikinci insan tohumu Nuh Peygamberin oğlu Yafes’e kadar bir çizgi

uzatılan biz, Doğu ve Batı hesaplaşmasında topyekûn Doğunun mümessili olduk. Gün geldi,

bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğunun mümessili halinde Batı dünyasını çiğnedik; ve

gün geldi, bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğu’nun mümessili halinde Batı dünyasına

çiğnendik. İkinci birincisinden sonra oldu, ve (bir) bitince gayet tabiî olarak (iki) geldi.

Doğunun Arap, Fars, Hint ve Çin gibi büyük mümessilleri, belli başlı zaman ve mekânlarda

eserlerini verdikten ve durgun güneş altında hamle ve hayâtiyet revnaklarını kaybettikten

sonra, Doğunun kendi içindeki rakip gelişme cereyanları altında silinip gittiler. Fakat Türk,

Osmanlı İmparatorluğu kadrosunda, Doğuyu Araplardan en büyük iş ve hamle plânına çekti;

bütün dağınık kıymetleri, baş ideolocya hâlinde nefsinde yaftaladı. Böylece Batının ve bütün

dünyanın yeni çağından biraz evvel ve biraz sonra, hem taarruz eder, hem de taarruza

uğrarken, öz bünyesinde Doğuyu heykelleştirmiş oldu.

Tarihin masal devirlerine ait sırma saçlı hayallerin bön ve ham telkinlerine değer vermeksizin

kaydedelim ki, biz Osmanlı İmparatorluğundan evvel, dünyanın yaratılışından evvelki fezâ

gibi, belki başsız ve sonsuz, fakat kalıpsız ve ifadesiz, hususiyle henüz ruhunu

kubbeleştirmemiş mücerret bir hareket kaynaşmasından, helezonvarî bir akıştan başka bir şey

değiliz; ve belli başlı bir mekâna mıhlı olarak, belli başlı zamanımızı, birkaç küçük örnek bir

tarafa, Osmanlı İmparatorluğuyla beraber yaşamaya başlamış bulunuyoruz.

Orta Asya yaylalarından inen zamansız ve mekânsız Bozkurt, Anadolu ırmaklarından birinde

su içerken, suda ateş gözlerinin aksini seyrede ede bir söğüt ağacına istihâle etti; toprağa,

göğe ve güneşe perçinlendi, yepyeni bir ruh ve iman hamûlesiyle gerçek zaman ve mekân

âlemine girmiş oldu. Bozkurt’da, yalnız göğsüne taktığı hassas kalbden evvel, mücerret akıl

değerinden başka bir mânâ kıymeti aramayınız!

Ve işte ondan sonradır ki, Batı dünyasını, yine gerçek zaman ve mekân kıymetleri içinde ve o

kıymetlere doğru toslamaya başladık.

Taarruzlarımız, iki cepheden; biri, kendi dünyamızın gevşek ve dağınık kendi artçılarına,

öbürü de rakip dünyanın yine gevşek ve dağınık öncülerine karşı oldu. Bu taarruz, birini kendi

nefsinde toplamaya ve öbürünü kendi nefsinde toplanmaya zorladı; ve toplanmalar muvaffak

oluncaya kadar sürdü. Böylece Doğu – Batı ayrılışı ve kümelenişi, en keskin hatlariyle, bizde

ve bilhassa bozgun çığırımızda belli oldu.

Nihayet Kara Mustafa’nın düşman eline düşmüş çadırında sevgilisine mektup yazan ve şâhid

olduğu hazinelerin pırıltısıyla gözleri kamaşan Avrupalı prensin, mânasını anlamadan

gördüğü şeylere eş olarak, bütün taarruz hamlelerimiz, Viyana önlerinden İstanbul kapılarına

kadar yolara serpili mücevher, kırık kılıç kabzaları, sorguçlar, kürkler, incili şalvarlar, kırık

top namluları, cins at ölüleri, çil yavrusu yeniçeriler kadrosunun taşırdığı bir zemin üzerinde

tersine döndü.

Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa, kaybolan vecdimizin ve doğmaya başlayan yeni Avrupanın

ifşacısı, ilk hazin örnek...

Ufak tefek zaman ve mekân fasılalariyle tam o âna kadar zaferle devam eden taarruzlarımız,

yine ufak ve tefek zaman ve mekân fasılalariyle tam o anda kendini bulmaya başlayan Batının

karşı taarruzları önünde hazin bir müdafaaya inkılâp etti; bu hazin müdafaa, zafer günlerinin

rüyasını bile görmekten mahrum, tâ İstiklâl Savaşına kadar sürdü.

Ve en hazini, bu basit tarih ölçüsü, artık saldıran, boyuna saldıran Batının karşısında

duyduğumu apışma ve can havli yüzünden bir türlü terkip edilemedi, şuurlaştırılamadı,

örgütleştirilemedi, sebebe bağlanamadı.

Az kaldı Peygamber sancağını bile düşmana kaptırma durumuna düşen Vezir-i Âzam Kara

Mustafa Paşadan mahkûmluk âkıbeti ve ukdesi terakki ede ede bugüne kadar geldi.

SEBEP

Tarihin ezelî karanlığı içinde, pırıl pırıl ışık helezonları çizerek sadece madde zeminini

köpürtücü mücerret bir hayatiyet ve hareketiyle fezada bir seyyarenin teşekkül devresine eş

bir varlık belirten Türk, gerçek ve billûrlaşmış fikir ve ruh dünyasına İslâmiyetten sonra girdi.

Henüz bütün kıymet ölçülerinden uzak, fakat sadece terkip yapmaya memur bir müşahedeci

göziyle mahyalaştıralım ki, belli başlı bir madde ve ruh zeminine perçinli olarak, insan,

cemiyet, millet ve devlet halinde müessiseleşmemiz, sadece İslâmiyetten sonradır.

İslâmiyet dünyasına girerken, birkaç devre sonra hepsini birden maddî rehberliğimizde

topladığımız Arap ve Fars milletlerinin rehberliğini kabul ettik. Olgunlaşmamızın, Osmanlı

İmparatorluğu kadrosunda en dolgun vâhidine ulaşır ulaşmaz, İslâmiyetle millî bünyemiz

arasındaki mayalaşmanın en olgun âhengine varmış olduk.

Ve işte, ister kendi muhasebemiz, ister bütün dünya muhasebesi içinden geçerek, yine kendi

kendimizi tam muhasebe edebilmemiz için mutlaka örgüleştirilmesi lâzım gelen, çetin bir

hakikate çatmış bulunuyoruz. Şu ki: İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalanmanın en

olgun âhenge vardığı Osmanlı İmparatorluğu, fâtihlik devresinde, bizim bütün duygu ve

düşünce plânımızı kuran İslâmiyet kadrosuna kendimizden katabildiğimiz en büyük vâhit,

İslâmlıktan evvelki seciyemize de eş olarak, maddî hamle iş ve hareketten ibaret kaldı. Biraz

evvel, bizdeki tefekkür kıtlığını kaydetmiştik.

Maddî hamle, iş ve hareket çerçevesinde örnek ve rakipsiz millet olarak temsil ettiğimiz

İslâmiyetin, doğrudan doğruya fikir ve hikmet kutbunda ise, içimizden fışkıramamış olan

şahsî ruh ışıklarını, kendi bünye şartlarımıza göre mümkün olduğu kadar benimsemiş ve

yüreğimize aşılamış olmaktan ileriye geçemiyoruz; tekrar edelim, sâf ve büyük tefekkür

plânında bir türlü doğurucu, oldurucu, ibda edici olamıyoruz. Bu nokta üzerinde ne kadar

derinleşsek azdır.

İslâm yazı çizgilerine Yesari’nin, İslâm mekân ölçüsüne Sinan’ın, İslâm ses terkibine

Dede’nin, tahassus kumaşına Yunus Emre’nin eklediği yüzde yüz şahsî, millî, hususî

unsurlara rağmen, doğrudan doğruya sâf ve büyük tefekkür plânında ve basit nas ezbercileri,

kâtipler, usulcüler dışında, içimizden bir Şeyh-i Ekber, bir İmâm-ı Rabbânî, bir İmâm-ı Gazalî

fışkırmayışını, oldum olası sâf ve büyük tefekkür mevzuunda tam bir yetkinliğe varmamış

olmaktan başka hiçbir türlü ifadelendiremeyiz.

Hüküm: Kendimizde İslâmiyeti ve İslâmiyette kendimizi bulduğumuz en yüksek muvazene

ânında bile, bir taraftan maddî hamle, iş ve harekette, öbür taraftan da zevk, hissî idrâk ve

mizaçta, birinci; saf ve büyük tefekkürde ise ikinci kaldık.

İslâmiyeti tam bir nas ve hazmediş hüneriyle derimizin üstüne ve altına geçirdikten sonra,

bize başlangıçta rehber olmuş, fakat peşinden maddî hareket çerçevesinde rehberliğimiz altına

girmiş Arap ve Fars milletlerinin asırlarca sarf ve nahiv esaretine düşmemiz ve bir türlü

içerden dışarıya doğru kendimizi muhasebe edemeyişimiz, yalnız ve yalnız sâf ve büyük

tefekkür plânında ikinci olmak ve bundan kurtulamamak hikmetine bağlıdır.

Dünya çapında bir Türk mütefekkiri doğuramamış olmak nasibi –ki, ezelde Bozkurdun bize

geçit gösterdiği saniyeden, şimdi şu satırları okuduğunuz saniyeye kadar, oluş çilelerimizin

tek müessirini teşkil eder, tamamiyle anlaşılıp çerçevelendiği zaman, bize başka bir Bozkurt,

hakikî kurtuluş geçidini göstermiş olacaktır. O belki bir zümrüd-ü anka kuşudur.

İslâmiyeti anlamak, anlaşılır ve anlaşılmaz noktalarıyle anlamak, ona tam bir sınır idrak ve

teslimiyeti içinde bağlanmak, tam pazarsızlık ve muvazaasız iman noktasını bulasıya ve aklı

son haddine kadar gerdikten sonra tepeleyesiye suçlamak ve aklı aşan akıla sırlara ermek

dâvası... Vecd ve aşk çığırımızda da bu çapta bir tefekkür adamı yetiştiremedik, her türlü nefs

ve hakikat muhasebesinden uzak yaşadık, din bahsinde de, belki büyük, soylu, hattâ

şahsiyetli, fakat daima taklitçi kalmak sınırını aşamadık.

Düşünemediğimizi düşünmedikçe düşünebilmekten uzak yaşayacağız. Düşünce milleti

olmadığımızı bilmekte, kurtarıcı düşüncenin ilk şartı vardır.

TEŞHDS

Kendimizi kalın çizgilerle, hem Batı ve hem de Doğu âleminde çerçeveledikten sonra, şimdi

ikisinde birden hülâsalandıracak tek terkip hükmüne irca edecek olursak, görürüz ki, bir

zamanlar sâf ve büyük tefekkürde bir türlü birincisi olamadığımız ve yalnız maddî iş ve

harekette reisliğini temsil ettiğimiz Doğu, nihayet bizim nefsimizde ve (Rönesans – Yeniden

Doğuş)’unu idrâk eden Batı karşısında, iflâsa sürüklenmiştir.

Belirtmiştik ki, zaafımız 17 nci asırda belirir, 18 nci asırda apaçık hale gelir, 19 uncu asırda

iflâsa döner, 20 nci asırda da iflâs temelleşir.

Yine belirtmiştik ki, Batının bizi iflâs ettiren tek müessiri, maddeye hâkim bir nizam ve usûl

kafasiyle, bu kafanın doğurduğu müsbet bilgiler manzumesinden ibarettir ve bu teşhis

mutlaktır.

Doğunun ruhu, maddesini bulamayınca batının erdiği madde yetkinliği bir çelmede onu

yıkmıştır. Daha doğrusu, madde hâkimiyetini kuramayan Doğu ruhçuluğu, maddenin

çelmesine gelmiştir.

Bir zamanlar batı ülkelerine birer eyalet göziyle bakan, karaların ve denizlerin hâkimi Türk,

ezelden beri sâf ve büyük tefekkür kafaları yetiştirmemek yüzünden, ne Doğuyu ne de Batıyı

köklerine kadar müşahede edebilmiş; derken Batının birdenbire fışkırdığı müsbet bilgiler

umacısı karşısında küçük dilini yutmuş; ve o yutuş, bu yutuş, ruhu ve kolları bağlı, bugüne

kadar gelmiştir.

Kaderin ve için için pişen hâdiselerin Süleymaniye camiine bitişik bir kerpiç ev gibi Kanunî

Sultan Süleymana bitiştirdiği Sarı Selimden 3 üncü Selim’e kadar (17 nci ve 18 inci asırlar)

manzara: Kendimizi, kendimize ve dâvamıza imanımızı, vecdimizi, aşkımızı, zaman ve

mekâna tahakküm kudretimizi, kısaca ruhumuzu ve ahlâkımızı kaybetmeye başladığımız ve

aşksız, vecdsiz, anlayışsız, hikmetsiz yobazlar elinde küflendiğimiz devir...

Ondan sonra bizi dışarıdan toslayan Batı ejderhasiyle, içeriden tartaklayan ruh zelzelesi,

kolkola üzerimize çullanıp apışmamızı resmî ve alenî hale getirir ve göğsümüze iflâs yaftasını

asar.

Tanzimat; öteden beri eksiğimiz olan sâf ve büyük tefekkür adamları yerine, sığ ve basit

politika kuklalarının; Batıyı, radyodan duyduğu sesleri, taklit eden bir (Eskimo) çapında

anlamaya davranıp, ruhu ve maddesi inmeli Türk’e deri üstü bir kopya plânında kurtuluş

aramaları hengâmesi.

Büyük tefekkür eksiğimiz, asıl bu devirde belli olur ve üstü kaval, altı şişhane, bir cemiyet

bünyesi doğmaya başlar...

Meşrutiyet; artık içimize, elinde bir de "Hasta Adam!" kırbacı, "Düyun-u umumiye"leri,

(Kapitülasyon)ları, (Banker)leri, mektepleri ve kavaslarıyla giren Avrupalı karşısında

duyduğumuz, fakat bir türlü ferdî ve içimaî illiyetlerine ulaştıramadığımız akılsız bir hıncın,

intikamını basit idare şekillerinde aramasından ibaret, cüce bir aksülâmel...

Cumhuriyet ise, tek cümle halinde, o çığırın ismidir ki, artık Türk’ü mekân plânında tasfiyeye

gelen Batı dünyasına karşı bu millet, binlerce yıllık bir tarihin asîl vârisi sıfatıyla şahlanmış,

tam o anda millî kuruluş iradesini şahıslandırabilmiş, sadece mekân plânında kurtuluşunu

idrâk etmiş; amma zaman, yani ruh plânında Garbın daha maharetli, fakat daima satıh üstü

kopyacılığından başka bir oluşa şahit olamamış, maddesini Batının pençesinden

kurtarabilmesine karşılık, ruhunu topyekûn, muhasebesiz ve murakabesiz, Batı üstünlüğü

ukdesine teslim etmiş, büyük hamlesinin sanat ve ideolocyasından öksüz yaşamış ve ruh

plânının, belli başlı bir zümre elinde büsbütün harap edildiğini görmüştür.

Esrarlı bir cilve olarak, maddî ve mânevî çöküşümüzle maddî doğruluşumuz arasında tam altı

Mustafa vardır: Kara Mustafa Paşa; bozgun çığırımızın mümessili... Deli Mustafa; saray

tereddisinin timsali... Kabakçı Mustafa; iç bünye tefessüh ve ihtilâlinin işareti; Bekri Mustafa;

Ruhî ve ahlâkî zaaf ve işi vurdum duymazlığa dökme halinin sembolü... Alemdar Mustafa

Paşa; artık yenileşme ihtiyacı önünde ancak Balkanlardan kopabilen ilk rüzgâr cereyanının

bayraktarı... Mustafa Reşit Paşa; ıslâhçılık ve Doğu – Batı arası muvazaa gayretinin maymun

seviyesinde habercisi...

Millî kurtuluş iradesiyle ayağa kalkan Türk, ayakta kalabilmenin manevî hamlesine 50 yıldır

ulaşamamış; ulaşabilmek şöyle dursun, ulaşamaması için her şeyin yapıldığına şahit olmuştur.

KENDD ZAVDYEMDZDEN AVRUPALILIK

Avrupalı, aşağı yukarı şu temel unsurlardan mürekkeptir: metod, sistem, akılla maddeye

tahakküm sistemi, lâboratuvar tecrübesi, Yunanî ve hendesî zevk...

Bir asırlık Avrupalılaşma gayretimiz, eğer bizi gerçekten bir arpa tanesi boyu Avrupalıya

yaklaştırabilseydi, bu beş unsurdan birer parça hisse alır ve o hisseciklerle anlardık ki, bu

gidiş kof ve sahtedir.

Avrupalı bize, son derece maharetle idare ettiği gizli telkincileri vasıtasiyle kendi öz ruhunu

terkib eden cevherlerden hiçbir şey kaptırmaksızın, birer cansız ve mânasız kalıp halinde,

şapkasını, ceketini, pantalonunu muaşeret edeplerini ve ideolocyalarının posalarını, âletlerinin

ihraç malı beylik mamûllerini verdi ve bütün bunların sırrını kendisine sakladı.

Eğer Avrupalı bir kafayla, yedek parçaları memlekette bulunmayan ve yapılamayan, olduğu

gibi yabancı eliyle yabancı topraklarda kurulan, hattâ yabancı mütehassıslar tarafından

düzenlenen bir fabrikanın, sanayileşme yolunda ne hazin bir iflâs belirttiğini düşünecek

olursak, Avrupalılaşma hikâyemizin iç yüzünü anlarız. Ve "kıys alelbevâki –gerisini kıyas

et!" deriz. Avrupalıdan bugüne kadar maddî ve manevî kaç unsur almış bulunuyorsak,

istisnasız, hepsinde aynı kanun...

Ve bütün bunlar, ruhu metod ve sistem yuvası olan Avrupalının, bir zamanlar ödünü patlatmış

olan İslâm ve Türk bütünlüğüne karşı duyduğu hınç yüzünden oldu; onun perde arkası

giriştiği metodlu telkinler ve sevk ve idarelerle meydana geldi.

Biz onu taklitte gûya mahâret gösterdikçe, o bizi daima alkışladı; daima şanlı mâzimizdeki

kıymetleri zemmederek, onları çiğnemiş olmak meziyeti adına bizi methetti; ve her defa biraz

daha güme gittiğine şahit olduğu eski medeniyetimizin yeni harabelerini gördükçe neşesinden

uçtu. Bütün bu halleri de asrî küfür yobazlarımız, cihana hayret veren terakki ve

inkılâplarımızın senetleri diye göstermeye kalktı.

Şüphesiz ki, Avrupalı, bize karşı metod ve sistemini muazzam ve muhteşem bir

muvaffakiyetle idare ve maksadını nihaî haddiyle elde etti.

Şimdi şu merkezdedir ki, bütün bu hallerin iç yüzünü anlayabilmek için, ya gerçek ve üstün

mânasiyle Şarkı kavramış bir Şarklı olmaya, yahut da düpedüz ve ikisi ortası, öz buhranının

farkında bir Avrupalı kültürüne ihtiyaç vardır. Bu şartlardan birincisi, işi müsbet, ikincisi

menfî zâviyeden hal ve fasletmeğe yeter. Bizse bunlardan hiçbiri değiliz. Sadece kendisini

içinde yitiren ve dışında hiçbir şey bulamayan...

Hale bakın ki, kaybettiğimiz kıymetleri bize gösterip tekrar buldurmak için bile en kolay çâre,

gerçek ve üstün mânasıyle Şarkı kavramış bir Şarklı olmayışımıza karşılık, hiç omazsa

sahiden biraz Avrupalı olabilmeye bağlı kalıyor.

Ne Şarklı ne de Garplı olan bizim asrî yobazlarımızdır ki, bu incelikleri ebediyen

göremeyecek ve anlayamayacaktır. Bilemeyeceklerdir ki Batıyı anlamak hakkı, her şeyi

anlamak hakkiyle beraber sadece müslümandadır.

Ne ızdıraplı ve işkenceli tecellidir: Garba karşı Şarkı, Garplıya mukabil Şarklıyı müdafaa için

bile, hiç olmazsa Garplının ruh ver fikir mimarisine ermekten gayri bir çâre bırakmamış bir

devrin içinden sesleniyoruz! Efendiler, kendinizi ve kendi mazinizi anlayabilmek için bir türlü

kendiniz olamadığınıza göre hiç olmazsa –kötü niyetleri bir tarafa- sadece Avrupalı olunuz,

razıyız! O zaman size diyeceğiz ki, "metod, sistem, akıl, lâboratuvar ve en nadide zevk

ölçüsüyle kâinatta tek esasın İslâm olduğunu isbata hazırız!" Ama siz Avrupalı olmadığınız

için, fikre karşı tükürük, yumurta kabuğu ve bekçi sopasiyle harekete geçmeyeceğinizi neyle

temin edersiniz?

AVRUPALI TUZAİI

Biz, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını

topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.

Zira bizim, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve

alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkârımız nisbetinde kabildir.

Bizim, kendi kendimizi bulmamız, Avrupalıya akıl ve madde mârifetleri yolunda erişmemiz

ve bu yetkinliği kendi ruh hamurumuz içinde pişirip, onun karşısına, yeni ve ileri bir millet

vâhidi halinde çıkmamız, onu şadetmek şöyle dursun, ancak ürkütür, bedbaht kılar ve binbir

vasıtayla üzerimize çullandırır.

Şu yüzden ki, biz Avrupalının kendi familyasından sandığı bir millet değiliz. İstediğimiz

kadar ondan olduğumuzu iddia edelim, onun kılığına bürünelim ve harfleriyle yazı yazalım,

Avrupalı bu iddiamızı, hattâ bu iddiada muvaffakiyetimizi alkışlarken, için için bize gülecek,

bizden tiksinecek ve tuzağa kendi ayağiyle düşen bu safdil avı kaçırmamak için her

şaklabanlığı yapacaktır.

Kendimizi, Avrupalının bizi hakikatte gördüğü gibi görmek istersek, bütün bir tarih, din ve

medeniyet kökü bakımından kendimize ve ona "Ben benim, sen de sen!.." diyebilmemiz

lâzımdır. Çünkü o bunu içinden daima söylemekte ve daima bu ölçüye göre iş görmektedir:

"Ben benin, sen de sen! Seni senden ayırmak ve kökünü kurutmak için de sana, dış yüzleri

kopya etmek metodiyle aslâ varılamayacak birşeyi, benim halime özenmeni ve beni

körükörüne taklit etmeni telkin ediyorum!.."

Tanzimattan beri bütün inkılâp anlayışımız, Avrupalının kâh Masonluk ve sınır dışı (plâsman)

arayan büyük sermayecilik ve kâh doğrudan doğruya emperyalizma ve silâhla tazyik şeklinde

karşımıza çıkardığı, bu, kendimizi inkâr ve tahrip tuzağına bir parça daha yerleşmekten ve o

tuzakta dünyanın en yavan ve sahte saadet ve kurtuluş edebiyatlarını gevelemekten başka bir

şey olmamıştır.

Yarın, farz bu ya, kendi başımıza ve dışarda tek yardım almadan bir sanayi kurmaya

muvaffak olur ve iptidaî toprak mahsullerimiz karşılığında cıvata ve somunlarına kadar

dışardan getirttiğimiz âletlerin kaynağını, fikir plânından döküm potasına kadar benimsemek

kudretine geçer, buna da Avrupalının müsaade ettiğini görecek olursak, o vakit onun bizi

sevdiğine ve tuttuğuna inanabiliriz. Halbuki Türk milletinde böyle bir yetkinlik, Avrupalıyı,

kendi sınırlarına tarafımızdan bir tecavüz olmuş kadar şahlandıracak ve her vasıtayla buna

engel olmaya zorlayacaktır. Zira dâva yalnız bizden ibaret değildir, gerimizde birde büyük

Asya vardır. Batının, mamul eşya ihraç pazarı büyük Asya...

Tarih boyunca birbirine karşı en ağı imtihanları vermiş olan Şark ve Garp medeniyetleri,

neticede Garbın, akıl ve madde hâkimiyetiyle Şarkın boynuna, müstemleke ve istismar sahası

boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşundan beri, karşılıklı ve zımnî bir anlaşma

halindedirler: Bütün medeniyet unsur ve âletlerini Garplı imal edecek ve Şarklı, sadece ahmak

müstehlik sıfatiyle bunları kullanacak ve mukabilinde tarlalarını Garplı hesabına ekip biçecek

ham maddelerini onun emrine verecektir. Bu arada Şarklının Garplıya yaklaşma haddi, sadece

iradesiz bir hayranlık ve ipin ucu daima efendide kalmak şartiyle satıhtan taklittir.

ݺte Türk milleti, 18 inci asırdan sonra Garp cemiyetini işbâ haline getiren ağır sanayi, büyük

kapitalizma ve bunların emri altındaki Garp emperyalizmasının bir avı halinde, boyuna

kurtuluş reçeteleri getirerek kendisini zehirleyen inkılâp rehberlerinin izinden, Garbın bu

tarihî tuzağına bütün külçesiyle oturtulmuştur

Bütün bu incelikleri sezen ve ona engel olmak için cihanda bir eşi görülmemiş bir siyasî dehâ

gösteren İkinci Abdülhamid, sadece bu milliyetçi cephesi yüzündendir ki, Garp

Masonluğunun, kapitalizmasının ve emperyalizmasının kurbanı olmuş ve her biri Mason

localarından icazetli şahıslar eliyle devlet reisliği makamından indirilmiştir. Tarih, bir gün

serbest kalıp da onun bu mahrem çehresini tesbit ettiği an ikinci Abdülhamid, Osmanlı

hanedanının devlet reisleri arasında en büyüğü diye anılacaktır.

Tanzimat bir Mason inkılâbı olmuş, Meşrutiyeti doğrudan doğruya Masonlar idare etmiş, ve

Birinci Cihan Harbinden sonra artık büsbütün tasfiyesi takarrür eden Türk’ün istiklâlini tasdik

ederken, Avrupalı, meydana gelecek yeni rejim bakımından bizim tarihî köklerimizle aramızı

açacak bütün tedbirleri almayı ve bize kabul ettirmeyi ihmal etmemiştir. Böylece ve bütün bu

arada, ismine inkılâp denilen tuzağa düşme hareketleriyle hakiki inkılâp imkân ve istidadı

büsbütün güme gitmiştir.

BUGÜNKÜ DÜNYA

Bir türlü göremediğimiz ve bir türlü bize gösterilmeyen şey, bugünkü dünyadır.

Medenî insanlık –ki Batı dünyasından ibaret biliyoruz- bundan evvel işaretlediğimiz şekilde,

Batının binbir tezat ve buhranını, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlariyle kökünden tesviye ve

tasfiye için ayaklanmış, bütün tezat kutublarına, bütün mevcutlarını teraziye atmak borcunu

yüklemiş; kan ve ateş tarlası bir ufuk üzerinde, yarının büyük nizam ve muvazene şafağını

gerçekleştirmek adına, asrımızın bütün cemaat, nebat, hayvan ve insan kadrosuna bir mahşer

manzarası vermiştir. Şimdi bu mahşer, ruhlardaki yırtığını, her ân biraz daha genişletirken,

maddede kısa ve sahte ir mola, bir vurdumduymazlık devresine girmiş bulunuyor.

ݺte medenî insanlık, bugüne kadar ulaştığı binbir kemale rağmen, elinden kaçan maddî ve

ruhî nizam ve muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir iman, yepyeni bir ruh, yepyeni

bir ahlâk ve yepyeni bir nizam yuğurmak için, ya tam varlık, ya tam yokluk peşinde, müthiş

bir metobolizma ihtilâli yaşarken, Türk cemiyeti, bu ana-baba gününü, kendisinden ve

cihandan habersiz şartlar içinde karşıladı.

Bu şartlar içinde, yegâne iyi olanı, basit mânada dış politika ölçüsüdür. Türkiye’ye hür dünya

safında yer veren siyasî selâmet duygusu... Bir bunu sezebildiler.

Fakat yine bu şartların sa’dede en uzak bulunanı, içtimaî ve ruhî olanıdır; yâni bu dünya

kıyametine, bütün bir tarih seyri icabı, içtimaî ve ruhî buhranlarımızın en hassas ve nâzik

anında, Sırat köprüsü geçidinde çatmış olmamız... Ve kuru teselliler altında, bir türlü cihan

hâilesi içinde muhasebesine girişemediğimiz iç çöküşümüzden gafil bulunmamız.

Koskoca milletlerin, erimiş demir potalarına düşen bir iğne gibi bir ânda yoklara karıştığı bu

dünya kıyametinde, dış politika cephesinden salim duygumuz, gerçek bir koruyuculuk

değerinde olsa da, bu koruyuculuk, yine madde ve mekân plânını aşamayacak, yarın

tuttuğumuz dış politika yolunun yüzüsuyu hürmetine sahibi kalacağımız madde ve mekân

plânında, ciddî bir ruh ve zaman fâtihliği gösteremeyecek olursak, hayatımız yeniden

tehklikeye girecektir.

Evet, evet; bizim kendimizi harbte ve karışıklıkta değil, sulhte ve huzur zamanında, müdafaa

etmemiz daha zor olacaktır.

Öyle, bizim yarınki dünyaya, bugünkü kıyametin bütün illet ve müessirlerini tartarak,

tanıyarak, anlayarak; ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefs muhasebemizi dibine kadar

yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizle tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh,

mefkûre ve nizam yekpâreliği içinde doğmamız lâzım...

Vâdesinin son ânı geldiği için, icap ederse bir yudum su içmeden ve tek saniye uyumadan

bütünleştirmeğe mecbur olduğumuz bu yepyeni ruh, mefkûre ve nizam nedir? ݺte bütün

mesele!

İçimize göz atarak dışımızı ayarlamak bir yol olduğu gibi, dışımıza bakarak içimizi düzeltmek

de daima iç hakikatte birleşen ayrı bir iştir. Bunun için, bir türlü göremediğimiz, bir türlü bize

gösterilmeyen bugünkü dünyayı, en mahrem fikir ve ruh kökleriyle hecelemek zorundayız.

Bu heceleme işinde, dünü, bugünü, yarını, kendimizi, onları ve herşeyi, düpedüz bütün zaman

ve mekânı murakabeye memur bir idrak ve irfan seviyesine muhtacız. Yoksa, fikircilerimizin

seviyesi bakımından, çent zamandan veri olduğumuz gibi, üst katında kanserli vârislerine çâre

aradıkları bir şatonun bodrum katında, ayrıca, müzmin bir illetle kavrulduğu halde kendisini

sıhhatli sanan hasta bakıcılardan farkımız ve ana dâva önünde kelâm hakkımız olamaz.

Dünü, dünün hakkını; yarını, yarının hakkını, bugünkü dünyayı teşhis ve tesbit etmekle

anlamaya başlayabiliriz.

Bugünkü dünya, tahlilini bekleyici tek cümlelik terkip hükmiyle, Yirminci Asrın başında ve

ortasında iki kere neşterlediği halde bir türlü çıkaramadığı ruhî ve içtimaî urunu daima içinde

gezdiren ve şimdi fâni bir gaflet ve sahte sükûnet devresine girmiş bulunan ve pek yakında

bütün iç ihtilâlini açığa vurmaya mahkûm yaşayan asırlık bir illet panayırıdır.

İllet, atomu çatlatmaya ve yıldızlara sun’i peyk göndermeye kadar giden madde terakkileri

yanında, insan ruhunun bütün muvazene, huzur ve gayesini kaybetmesi ve bütün bir ahlâk,

içtimaî nizam ve siyasî âhenk buhranına düşmesidir.

Bu illet dünyasının siyasî, içtimaî ve ferdî avunma ve avutma tedbirleri, dişi çekilecek çocuğa

"ağzını aç ve şu uçan kuşa bak!" demekten farksızdır. Ne Amerikan doları para eder, ne

"Sallan – yuvarlan!" dansı, ne feza yolculuğu, ne de bilmem ne tableti!.. Cihan, şu veya bu

kıymetin değil de, bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır.

Ne mutlu, böyle bir dünyanın nihaî ihtilâl eşiğinde nefsini muhasebe edebilen, mazi ve

istikbalini kurcalayan, gaipler perdesinin çan iplerini çekmeye savaşan ve yaşanmaya değer

hayatın şartları uğrunda beynini törpüleyen milletlere!

DOİAN DÜNYA VE BDZ

Bir dünya doğuyor, yepyeni bir dünya. Kat kat sis arkasında, yarı belirli, yarı belirsiz bir

dünya...

Bu dünyayı hecelemekte en zayıf olanlar, -her yerin mahzun ve münzevi mütefekkirleri

müstesna- kaba politika dizginlerine sarılmış, bir dünyayı güttüğünü sananlardır. Yani basit

(aksiyon) seyisleri...

Türk milletini, yarına yekpare bir ruh, mefkûre ve nizam bütünü içinde çıkarmak için ilk

zarurî teşhis, bugün kan ve ateş lâvları altında artık pelteleşmeye, donmaya yüz tutan yeni

dünyanın birkaç ana çizgisini sökebilmek...

Batı çevresinde doğan bu dünyada, arayanlar, ne sâf halde komünizma ve sosyalizmayı

yerinde bulacaklar; ne faşizma ne nazizmayı hortlatmaya namzet görecekler; ne de

liberalizma ve kapitalizmada bir temellilik kaydedebilecekler... bu dünya bir "yeni"ye

muhtaçtır.

Çoktandır kendi mekân çerçevesi içinde, maddecilikten ruhçuluğa, (beynelminel)cilikten

(millet)çiliğe, içtimaî toptancılıktan ferdî şahsiyetçiliğe, kemmiyetçilikten keyfiyetçiliğe,

mutlak devletçilikten mahdut mülkiyetçiliğe dümen kırmış bulunan komünizma; şimdi, can

havliyle ve bütün oyun ve ustalık dehasiyle atlattığı imtihanların ertesinde, dünyaya, kendi

içine doğru kurnaz bir yamacı ve muvazaacı, dışarıya doğru da bir türlü hizaya girmez ve

ihtilât kabul etmez bir bozguncu ve yıkıcı gibi bakıyor.

Bedbaht faşizma ve nazizma, hiçbir zaman ve mekânda beşeri bir ideolocya haysiyetine

ulaştıramadığı kaba ve nefsanî kuvvet psikolocyasının macerasını muhteşem bir (gangster)

romanının üstüne çıkaramadan tüketmiş bulunuyor.

Liberalizma ise, kendine zıt her şeklin kötü taraflarını tasfiye edip iyi taraflarını nefsine

sindirmek, böylece kendi pörsük ve gevşek taraflarını besleyerek içtimaî mezhepler arası yeni

bir terkip kurmak ve terkibini liberalizma ruhuna uydurmak yolunda çırpınıyor; fakat bir türlü

yapamıyor.

Girift ifadeleri çözmeye çalışarak belirtelim ki, yeni dünyada, sâf (doktrin)ler zaviyesinden

komünizma dönek, nazizma müflis; demokrasya ise, yeni zaman ve mekânın fâtihi olmak,

kendinden ve düşmanlarından aldığı derslerle nefsini gençleştirmek hamlesinin âcizi...

Komünizma, Batı münevverinin, bütün istismar ve sultalariyle Batı cemiyet düzenine karşı,

intihardan farksız ihtilâli oldu. Faşizma, bu ihtilâl önünde, Batı münevverine, bütün istismar

be sultalariyle tezatsız ve zaafsız bir Batı muvazenesini perçinleme yolunda teşkilâtlanma

hamlesini verdi. Liberalizma ve kapitalizma ise, biri kendisini soldan devirmeye, öbürü

sağdan çelmelemeye savaşan bu iki zıt bünye dürtüşü arasında, birtakım mekân zaferlerine

erdikten sonra, birini biraz döndürmüş, fakat kandıramamış, öbürünü ise vakitsiz yere sermiş

olarak, doldurmakla mükellef olduğu fikirtaştahtasının önüne geldi.

Demokrasyalar dünyasının takma dişli hatiple, hâlâ bu taştahta üzerine, "insan, cemiyet,

millet kadrolarındaki serbest oluş hakkına saygı mefkûresi"nden başka bir ibare yazamıyorlar.

Kendi iç tefekkür tabakalarından gelen mahrem seslerse, aynı nizamın bütün zayıf ve yatalak

taraflarını tasfiye etmesi ve asırlar boyunca eşya ve hâdiselere yeniden tahakküm iktidarını

verecek bir gençliğe kavuşması için, ruhî bir eriş ve oluş zaruretinden dem vurmakta...

Dünya, "insan, cemiyet, millet kadrolarındaki serbest tekevvün hakkına saygı mefkûresi" gibi,

"ne olursan ol; elverir ki, olduğun, istediğin olsun!" tesellisine değil, "mutlaka bir şey ol;

elverir ki o şey doğru olsun!" itminânına muhtaçtır ve bütün ıstırap ve ihtilâç kaynağı işte bu

itminânsızlıktır.

Dünya bir iman ve nizam kaybetmiştir ve yeni zaman ve mekân şartları içinde bunlara

muhtaçtır.

Neticede, mutlaka bir şey olmak isteyenler, korkunç bâtıllarını dağ gibi yükseltmekten ve

düşmanlarını temizlemekten başka bir şey yapamamışlar; ne olmak lâzım geldiğine

eremeyenler de, hep bu bâtıları fışkırtan bünye ihtilâline razı, mücerret be başıboş bir hürriyet

hakkını müdafaadan gayri bir şey bulamamışlardır.

Bu dünya, şu ânda, yanlış olanlarla doğru olamayanlar arasındaki kavgada, bir ân için yanlışın

tasfiyesi, fakat doğrunun tesviye edilemeyişi buhranını yaşamakta; ve ister bugüne kadar

gelmiş içtimaî mezhepler arası, ister hepsinin dışında ve üstünde mücerret bir vâhid olarak

kendisine yeni bir terkip ve nizam getirecek haberciyi bekliyor.

Doğan dünyayı, şimdiden, ruhçu, ahlâkçı, milliyetçi, cemiyetçi, şahsiyetçi, keyfiyetçi,

nizamcı, müdahaleci, sermaye ve mülkiyette tedbirci gibi ana fârikalar altında, mücerret insan

hürriyetine saygı mefkûresi altında toplanmaya namzet sayabiliriz.

Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimâi

mânada ölüm ve yokluk düşüyor. Öyle bir dünya doğuyor ki, niçin yaşadıklarını ve

ürediklerini izah edemeyen milletlere, yarın, üstünde süründükleri stepleri sulamak vazifesini

verecektir.

Böyle bir dünyanın doğmak üzere olduğunu; ve bütün medeniyet dünyası bütün dâva ve aks-i

dâvaları içinde son tekevvün buhranlarını çekerken, bizim biricik kurtarıcı sistemi kendi öz

cebimizde kaybettiğimizi bilelim; ve Garp döne dolaşa, bizim kaybettiklerimize gelmeden,

biz, dönüp dolaşmaksızın onu kendimizde arayalım!

Fakat bu, "arayalım" demekle olacak iş değil... Onu arayıp bulacak olanları bulmak lâzım...

Bunun için de asırlık mahrumluğumuzu, derinden derine incelemek ve onun hınciyle harekete

geçmek...

OLMADI – OLAMAZ!

İnhitat günlerimizden ve hele Tanzimattan beri, hiçbir asrın, hiçbir yılının, hiçbir ayının,

hiçbir gününün, hiçbir saatında Türk milletini gerçekten uyandırma hamlesi görülmedi.

İnhitat günlerimizden ve Tanzimattan beri, Türk milletini, kendi öz kökünden dallarına kadar,

devir devir bütün bir nefs muhasebesi ehliyetin ulaştırabilecek hiçbir içtimaî şart doğmadı.

Türk milletine, evvelâ nefsini, sonra dünyasını, önce kâinatını, sonra yine nefsini teşhis ettirici

idrâk ve irfan melekesi, inhitat günlerimizden ve hele Tanzimattan beri bir türlü

mayalaştırılamadı.

Türk milletine, dâvaları ve aks-i dâvaları hiçbir gün öğretilemedi, gösterilemedi.

Türk milletine, niçin hâlâ öz eliyle bir dikiş iğnesi yapamadığı ve bir fabrikanın parçalarını

yabancı diyarlardan getirip burada kurmakla bir sanayi sahibi olunamayacağı sırrından asla

bahsedilmedi.

Gerçek münevver ve dünya meselelerinin çilesini çekmiş en aşağı bir milyon adam yerine,

niçin bir düzine insan bile yetiştiremediği, Türk milletinin yüzüne, saffet, samimiyet ve

halisiyetle haykırılmadı.

Şu İkinci Dünya Savaşının hangi ruhî, içtimaî, iktisadî, siyasî müessirlerden doğduğunu izah

edebilecek kıratta bir devlet ve siyaset adamı istidadına bile tesadüf olunamadı.

Tam 50 yıldır, 10 yaşında futbol, 20 yaşında sinema, 30 yaşında kumar, 40 yaşında içki, 50

yaşında ihtikâr, 60 yaşında sahte vatan edebiyatı ve inkılâp nakaratı kahramanlarından başka

hiç bir şey zuhur etmedi.

Ve hal böyleyken, birdenbire, Türk milletine, paranı sesi halinde demokrasya tesellisi verildi;

memlekette halk ve demokrasya idaresinin kurulduğuna inanıldı ve onlarca Türk milleti

saadete erdirildi; ve oldu bitti.

Halbuki hiç bir şey olmadığı ve olamayacağı şöyle dursun, sahte oluşlarla, olmak ihtimaline

de set çekildi.

Hiçbir Asya ve Afrika vahşi kabilesinde eşine tesadüf olunamaz bir (tabu) asabiyetiyle

üzerinde düşünülemez, yanına sokulunmaz ve yüzüne bakılmaz "devrim" isimli öyle bir put

yontuldu ki, gerçek oluşun hiçbir kanunundan bahsedilemez, insanoğlunun hiçbir hatırası dile

getirilemez oldu. Ve işte böyle oldu. Olamamanın ve olamazlığın son haddiyle böyle oldu.

BU AİACIN YEMDŞLERD

Bu ağacın yemişleri, (Noel) ağaçlarının dallarındaki takma ve iliştirme eşya gibi sun’îdir. Bu

ağacın kökünden doğma ve beslenme değildir.

Bu ağaç, bu takma ve iliştirme eşya altında, tıpkı (Noel) ağaçlarının bir gece sonraki hali gibi

cansızlaşır. Ya bu dallardaki türeme yemişlere bir kök bulmalı, yahut bu ağacın kökünü

dallarına hâkim kılmalıdır.

Bize, dallarımızın ziynetini dışarıdan taşıyanlar, sistem ve plânda, içerden kökümüzü

kurutmaktan başka gaye gütmemişlerdir.

Halbuki dünyada ne kadar dal ziyneti varsa, hepsi de belli başlı bir kökten gelmektedir.

Kökü yabancıda, yemişi bende bir nakil ve iktibas işine inanabilmek için, hayvan haysiyeti

bile fazladır.

Yeni zaman yemişlerini dolduracak büyük hamleyi bu ağacın kökünden dört asırdır

devşirmeyişimizdeki sırla, nihayet büsbütün köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki sır arasında,

çok ince bir münasebet aramalıdır.

Kökünden can fışkırmayan ve yemişini emzirmeyen ağaçların sahte donatımlarla ayakta

kalmasındaki miâd pek kısadır; ve böyle ağaçlar bugünkü milletler ormanından taranıp odun

depolarına atılmaya mahkûmdur.

Muhtaç olduğumuz inkılâp, yeni zaman yemişlerinin en olgun ve şifalılarına bu ağacın

kökünden kan ve hayat emdirmek işidir; ve artık vâdesi taşan bu işin bir gece donraya dahi

tahammülü kalmamıştır.

TEK KELDMEYLE KURTULUŞ YOLU

Evvelâ şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha sonra da çepçevre yeryüzüne ve

insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletine tek bir yol vardır.

Bu, şimdiki manzarasiyle Türk milletinden şunu istemek gibi bir şeydir: Kafdağının

tepesindeki zıpzıp cüsseli kar parçası kendi üzerinde döne döne büyüyecek, dağın bütün kar

mevcudu derecesinde şişecek, nihayet koskoca Kafdağını dize getirici bir azamet kazanacak...

Halbuki, hakikatler içinde en olgun ve en ince bir tanesi de var: Türk milleti, bütün tarih

boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşa edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey

olmaya, yahut olamayınca hiçbir şey olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır; ve

bu şanlı nasibin sert hükmünde, Türk milleti için, arslanın maiyetindeki karakulaklardan (tilki,

çakal, sırtlan vesaire) biri olmaya mahsus, ikisi ortası bir muvazenecilik yoktur. O, bizzat

arslan gibi, ya ormanların hâkimi, yahut kafeslerin mahkûmu kalacak; birinci halde

karakulaklar onun sığıntısı, ikinci halde de, o, karakulakların maskarası diye yaşayacaktır.

Demek ki, bizim kendi kendimizi, kendi dar ve pek hudutlu çerçevemiz içinde dahi

kurtarabilmemiz için, bağlı olduğumuz dünya parçasını da beraber kurtaracak ve o dünya

parçasının bütün yeryüzüne üstünlüğünü gösterecek bir kudrete ulaşmamız lâzım... Yâni bir

dünya çapında kurtarıcı olamadan, bu çapta kurtarıcılara mahsus bir hamle ve hazırlık sahibi

bulunmadan, bu küçücük zatımızla bile kurtulamıyoruz.

Evvelâ şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha donra da çepeçevre yeryüzüne ve

insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletin e gereken yol, en

girift, en mahrem ve en iç kavranışiyle İSLÂMİYET’tir.

Gerçek ve büyük ifadesiyle 600 küsur senelik devletimizin yarısında tam ve sıhhatli bir

arslan, yarısının ilk yarısında dişleri ve pençeleri iltihap içinde bir arslan benzeri, yarısının son

yarısında de ne dişi ve ne pençesi kalmış bir kafes arslanı hayatı süren milletimize, hele son

bir asrın sahte ve büsbütün kaybettirici birkaç davranışından sonra düşecek en sağlam, en yeni

ve en ileri şuur, ruhunun röntgen camını hangi çöplüğe atmışsa bulup çıkarmak ve onu

bugüne kadar yapılmış her teşhisin yanlışlığı ve yalancılığı adına Yirminci Asrın güneşine

tutmaktadır.

İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci

Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden

olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vâhidine sahip, sağ elimizde

Allahın kul parmağı girmemiş biricik Kitabı ve sol elimizse insanoğlunun olanca fikir ve iş

kütüphanesi, ânî bir şahlanışla, kendi kendimizi bulma!... Kurtuluşumuzun ve dünya çapında

kurtarıcılığımızın reçetesi sadece budur: Ve bu reçetenin temel unsuru İslâmiyettir. ݺte

bugünden başlayarak kendimizi çerçevelemeye memur bildiğimiz muhteşem ve açıklığı

içinde bir o kadar mahrem hakikat!

AHLÂK DÂVAMIZ

Türkün ahlâk yönünden muhasebesine girişirken ahlâkı bedâhet mânasiyle ele alıyor ve onun

ne olduğunu "Ana Kaynak" faslına bırakmak usulünü tutuyoruz.

Ahlâkı bedâhet olarak ele alıp Türkün bu yönden muhasebesine girişmek için de, ahlâkın dış

kaynakları ve zahiri nisbetlerine göz atmalıyız.

Ahlâkın iki kaynağı vardır: Dinler ve din yerinde felsefî mezhepler... Yâni kâinatın irca

edilebileceği vâhid etrafında, hakikisi ve sahtesiyle iman manzumeleri...

Cemiyette, umumî ve amelî bir iman ve amel mevzuu olmak bakımından kendilerini din

yerinde gören felsefî mezhepleri, sadece dâvaları yüzünden ve bâtıl tarafından mücerret din

kadrosuna alacak olursak, ahlâkın kaynağını esasta bire irca edebiliriz: Din...

Dünyamızın içini ve dışını, malûmunu ve mechulünü, "Mâsiva"sını ve "Mâverâ"sını ana illet

prensiplerine bağlayıcı bütün bir (metafizik) örgüsüne malik olmayan hiçbir fikir sistemi

üzerinde, hiçbir ahlâk telâkkisi bina edilemez. Böyledir; ve hakikî dinler de, işte bu eksiksiz

ve gerçek iman manzumelerinden başka bir şey değildir.

Garbın çoktan beri mütearifeleştirmiş bulunduğu inanışlardan biri şudur ki, büyük tecrit ve

teşhisin kaynağı tam bir (metafizik) örgüsüne malik herhangi bir felsefî mezhep bile, aynı

bütünlükle ahlâk telakkisini manzumeleştirmedikçe yarımdır. Tamamlansa da dinlere nisbetle

daima eksik kalacak bir tecrit ve teşhis cehdi, ahlâkını bina etmedikçe eksik içinde eksik

kalıyor.

Felsefî mezheplerin, ahlâk telâkkileriyle yanyana gelmek mecburiyeti, Batı ve dünya

irfanında su götürmez bir mükellefiyettir. Örgüleştirdiği fikir mimarisine bitişik olarak ahlâk

telakkisini bina edemeyen (filozof)a "yarım mütefekkir" diyorlar.

Bir yüzüğün halkasına ana pırlanta taş gibi, kendi fikir sisteminin merkezine bir ahlâk

telâkkisi oturtmamış olan "yarım mütefekkir" hemen yoktur; yahut parmakla sayılacak kadar

az... Bir tanesi, "ahlâk telâkkiniz nerede?" itirazına karşı "Din ve Ahlâkın İki Kaynağı" isimli

eserini ortaya atan (Bergson)...

Buraya kadar belirtmek istedik ki, ister bâtıl ister hak, üzerinde çekişmek için insanlara ahlâk

görüşünü göstermek her sistemin borcudur. Bu işin (olmaz)ı olamaz; ve bu gerçek üzerinde

bütün insanlık beraber...

Hal böyleyken, felsefî mezhepler, umumî ve amelî bir ahlâk mevzu olarak bütün dünyada ve

bütün tarih boyunca, Eski Yunan ve Roma’nın Stoisizma ahlâkiyle bugünkü Sovyet Rusyanın

maddecilik ahlâkından başka hiçbir tesis bina edememişlerdir. Bu iki sistem müstesna, baştan

başa nazariyede ve kağıt üzerinde kalmışlar; ve bu iki sistemin birincisinde mitolocya,

ikincisinde de Hıristiyanlık ahlâkının artıklarından faydalanmışlardır. Netice itibariyle hakikî

ve semavî dinlere bağlı ahlâkın rekâbet kabul etmez bir bütün olduğu mutlaktır.

Bütün dünyaya bütün tarih boyunca hâkim gerçek ahlâk telâkkileri, bâtıl veya hak, hakikî din

ahlâklarından başka bir şey olamadı. Batıda mitolocya ve Hıristiyanlık ahlâkı, Doğuda da

kendi mitolocyalarından sonra Müslümanlık ahlâkı...

Bugünkü Garp ahlâkının temeli, üstünde binbir ahlâk dâvasının karıncalanmasına rağmen

sadece ve daima Hıristiyanlıktır; ve Garpta hiçbir inkılâp hareketi bu ahlâkın kökünü

baltalayamamıştır.

Bizim ahlâkımızsa, baştan başa müstesna bir ahlâk manzumesinden ibaret Müslümanlık

ahlâkıdır ki, eski çağlarda ham ve kaba softa bu ahlâkın sâf ve hâlis imân cephesini kurutmuş;

yeni çağlarda da Avrupalıya körükörüne hayran, (modern) inkâr yobazı bu ahlâkın öz

kaynağını yıkmış; İnkılâp dedikleri de kendi içinden yeni bir ahlâk telâkkisi getirmeyince,

bugünkü ahlâk faciamız doğmuştur.

Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı fıkırdatacak bir sesle

haykırınız; "Bizim son 50 yıldan beri ahlâk telâkkimiz nedir? Varsa, târifinden vazgeçtik,

yalnız adını öğrenmek istiyoruz; yoksa, mevcut olmadığının tesbitini!.."

Böyle bir suale, yeryüzünde bizden başka cevap vermemek mevkiinde tek millet yoktur.

Bütün Avrupa ve Amerika, filozoflarının fert ve nazariye ahlâkı bir tarafa, cemiyet ve ameliye

ahlâkiyle Hıristiyanlık ahlâkına bağlıdır. (Sovyet)ler madde ve maddecilik telâkkisi ahlâkına:

Müslüman olmayan kısımlariyle Hind, Çin ve Japonya, (Budist), (Brehmen) ve (Mecusî)

ahlâkına... Afrika vahşileri (Totem) ve kabile ahlâkına... Yâni bâtıllar ve dalâletler manzumesi

içinde bile her biri din ahlâkına...

Dâvaları, ilmî, edebî, felsefî, hukukî, siyasî, beledî, sıhhî, malî, iktisadî, ferdî, içtimaî, millî,

askerî kaç şubeye dağıtırsanız dağıtın; bizim, her şubeyi ayrı ayrı kucaklayan her şubenin ayrı

ayrı temelini kuran biricik dâvamız ahlâktır. Aslî olarak başka meselemiz nâmevcut...

Siz iyi ve temiz bir Türk müsünüz?... Eğer bir elinizle bugünkü ahlâk faciamızın müşahhas

tecelli plânındaki tüyler ürpertici manzaralarını pençelemiyor; öbür elinizle de muhtaç

olduğumuz ahlâkın mücerred inşası bakımından varılması mümkün yegâne teşhise işaret

etmiyorsanız, biricik vatanî ve millî borcunuzu yerine getirmiyorsunuz demektir.

Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu et tutabilen insan, iyi ve

temiz bir Türk değildir. İyi ve temiz Türk’ün, ağlaya ağlaya su kesileceği yakın bir istikbalden

hâl günlerini yaşıyoruz.

Âlemde bedâhetler arası hiçbir tezahür, şehirde, köyde, evde, mektepte, sokakta, pazarda,

cemiyette, ailede, fikirde, kanaatte, işde, vazifede, ahlâk buhranlarının en korkunç ve

dipsizine düşmüş bulunduğumuzdan daha yalçın bir gerçek belirtemez.

Ahlâk bozgunumuz da, fikir bozgunumuzla kolkola geldi.

Bizi, evvelâ ham ve kaba softalık yere serdi; sonra körkütük hayranlık ve şahsiyetsizli

kıskıvrak bağladı, daha sonra kaatil züppelik ve ahmak kopyacılık zehirledi; en sonra da iman

ve ahlâk kaynaklarımızla aramızı büsbütün açan cebrî ve ceberutî ilericilik komaya yatırdı.

Cumhuriyet İnkılâbını doğuran İstiklâl Savaşının ruhuna bağlı ve o ruhun fedaisi herkes,

sadece bu fedailiğin verdiği hakla, ondan inkılâp gerçeğini ve gerçek inkılâbı istemelidir!

Hindlilerin "gulûgulû"su gibi, "inkılâp, inkılâp!" diye geviş getirmek mi gerçek inkılâba

hizmettir; yoksa ona, kaynaklarını tıkadığı eski ahlâk telâkkimize karşılık yeni bir kaynak

açmak kaygısını aslâ duymamış olduğunu hatırlatmak mı? ݺte o zaman inkılâp şapa

oturacaktır.

Gerçeğimiz tektir! Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı

fıkırdatacak; ve (Serkldoryan)daki baydan Ağrı dağındaki çobana kadar bütün kulakları

yırtacak kuvvetle haykırmak borcunda olduğumuz tek gerçek: Ahlâk yaramız, beynimizden

topuğumuza kadar işlemiştir; asıl bunun kurtuluş savaşına muhtacız.

AHLÂK KAYNAİIMIZ

Bizim, olmuş ve olabilecek ahlâk kaynağımız adıyla ve sanıyla İslâm ahlâkıdır. Bunu

anlayamadık; anlaşılacak olan buydu; anlaşılacak olan budur!

Bir zamanlar ne olduksa bu ahlâkın yüsüsuyu hürmetine olduk; ve ne olmadıksa, bu ahlâkı

gölgelendirmek ve sonra büsbütün karanlığa gömmek yüzünden olamadık. Bunu bilemedik;

bilinecek olan buydu; bilinecek olan budur!

Kafalar arası bir kere daha mahyalaştıralım ki, dünyanın biricik kâmil ve esasî ahlâk

manzumesi olan İslâm ahlâkını, bize, Tanzimattan evvel ham ve kaba softa, Tanzimattan

sonra da aynı seciyenin tersi ahmak ve şahsiyetsiz Garp taklitçisi kaybettirdi. Bunu

göremedik; görülecek olan buydu; görülecek olan budur!

Bütün intikal ve istihale basamaklarımızda, muhtaç olduğumuz ahlâk doğruluşunun bayrağını

açacak terkipçi ve sistemci Türk mütefekkirlerinden hiçbir haber gelmedi. Böylece güme

giden fâtihlik, zaman ve mekânımızı yeniden kazanma yolunda her hamlemiz ruhta

dayanaksız kaldı. Sadece dayanaksız kalmadık; en sağlam dayanağımızla ruhumuz arasındaki

ulaşma yollarını tıkadık; satıhta süslenmek isterken kökte kuruduk ve nihayet son 50 yıllık

misilsiz ruh ve ahlâk buhranına çattık. Bunu örgüleştiremedik; örgüleştirilecek olan buydu;

örgüleştirilecek olan budur!

Islâhcılık ve yamacılık hareketimizin hiçbir çığırında seçemedik ki, maddî ve manevî bütün

plânlariyle vatan; Anadolu, Trakya, köy, kasaba, şehir ve mektep, mabed, sokak, meydan,

dükkân, resmî daire, fedaî Mehmedçik, masum Emine, müşfik anne, ben, sen, o, biz, siz,

onlar; topyekûn Türk cemiyetini terkip eden bütün şahsiyet ve asliyet unsurları, yekpâre bir

millet kadrosu halinde, ana çizgilerini İslâm ahlâkının potasında eriyerek almıştır; ve bu

unsurları o ahlâkın ikliminden sürüp çıkarmak, kül ve çamur haline getirmekten farksızdır.

Bunu seçemedik; seçilecek olan buydu; seçilecek olan budur!

Yol, en eski dünle en uzak yarın arasında hiçbir zaman değişmedi ve değişmeyecek;

kafamızla intibak zorunda olduğumuz yeni zaman ve mekân âlemine, ruhumuzla, İslâm

ahlâkını taşıyacak ve aşılayacaktık. Bunu yapamadık; yapılacak olan buydu; yapılacak olan

budur!

İslâm ideolocyasını, ham ve kaba softanın kuru, keyfi, hikmet ve asliyetlerine aykırı naslar

baltası olmaktan kurtaracak, yâni İslâmlığı bütün hakikatiyle anlayacak onu sâf ve mutlak bir

iman, vecd ve aşk kandili halinde Türk evinin baş köşesine asacaktık. Bunu duyamadık;

duyulacak olan buydu; duyulacak olan budur!

Müslümanlık cevherini gübre beyinli yobazın dar ve ışıksız ruhundaki küf ve pastan

ayıklayıp, tek zerresini feda etmeden millî Türk ruhunun tertemiz iptidâi maddesi halinde

kullanacaktık. Bunu sezemedik; sezilecek olan buydu; sezilecek olan budur!

Aklın eşya ve hâdiselere tahakküm hakkiyle ruhun iman ve ahlâk boyunduruğu içine girmek

ihtiyacını, birinde dış örneği içimize, öbüründe iç örneği dışımıza tatbik ederek

kaynaştıracaktık. Bunu bulamadık; bulunacak olan buydu; bulunacak olan budur!

Maddî ve mânevî bütün plânlariyle Türk vatanını, Anadolu’yu, Trakya’yı, köyü, kasabayı,

şehri, evi, mektebi, mâbedi, sokağı, meydanı, dükkanı, resmî daireyi, her şeyi, her şeyi içine

alan yekpâre bir cemiyet ve devlet şuuriyle ahlâkın kapısını çalmak; işte kurtuluşumuzun

sırrı!.. Buna eremedik; erilecek olan buydu; erilecek olan budur!

400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz, göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz,

seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediğimiz, bulamadığımız,

eremediğimiz, kendi öz kaynağımızdan ibaretti ve bu kaynak her evin içinde, her köyün

ortasında ve her şehrin meydanındaydı. Bilemedik, göremedik, anlayamadık. Tek cümleyle

her şey, evet, tek zerresi feda edilemez bir bütün halinde İslâma nüfuz etmekti. Edemedik.

Nüfuz edilecek olan buydu, nüfuz edilecek olan budur!

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

IV- ANA KAYNAK: İSLÂM

* Neye İnanıyoruz?

* İslâm ve Herşey

* İslâm ve Kainat

* İslâm ve Dünya

* İslam ve İnsan

* İslam ve Ahlâk

  * İslam ve Cemiyet

* İslam ve Devlet

* İslâm ve İnkılap

* İslâm ve Siyaset

* İslâm ve Adalet

* İslâm ve Mülkiyet

* İslâm ve Ordu

* İslâm ve Müsbet Bilgiler

* İslâm ve Güzel Sanatlar

* İslâm ve Kadın

* Dışı ve İçiyle İslâm

--------------------------------------------------------------------------------

NEYE İNANIYORUZ?

· Yanlız İslâmiyete inanıyoruz!

· İnsan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğiyle

tekeffül eden tek nizamın İslâmiyet olduğuna inanıyoruz!.

· İslâm Şeriatinin, ham yobazdaki kuru ve nefsani idrak dışında ve kendi öz saffet, asliyet ve

tamamiyeti içinde hiçbir tecezzi ve muvazza kabul etmez bir bütün olduğuna inanıyoruz!.

· (Rönesans)tan sonraki dünyanın İslâmi gözle görülemediğine ve güdülemediğine

inanıyoruz!

· Tanzimata kadar bütün ricat ve hezimet tarihimiz boyunca, meydanın, sadece kışır ezbercisi,

ezberlediği ebedî hakikatlerin aşk ve hikmetinden uzak, tavla zarı gibi dar ve dört köşe

ruhundan başka dayanağı olmayan ham ve kaba softalar elinde kaldığına ve başımıza ne

gelmişse bu yüzden geldiğine inanıyoruz!

· Dâvanın İslâmiyeti anlatmaktan başka bir şey olmadığına, yeni baştan kendi ruh kökümüzü

muhasebe ve murakabe etmekten başka bir iş bulunmadığına; kaybettiğimiz kıymetleri öz

bahçemizde kuyuya düşürüp sonra şaşkınlar gibi sokak sokak ve iklim iklim dışarda kıymet

aradığımıza inanıyoruz!

· İslâmiyeti bildiğimizi sandığımıza, halbuki tek bilmediğimiz şeyin İslâmiyet olduğuna;

yegâne felaketin de bilindiği sanılan bir şeyin tekrar gözden geçirilmesine mâni olan o meşum

kayıtsızlık ve o ahmak istiğnadan doğduğuna inanıyoruz!

· Ve biz, kâinat görüşünün İslâmda, dünya görüşünün İslâmda, insan görüşünün İslâmda,

iktisadî ve içtimaî adalet görüşünün İslâmda, müsbet bilgiler görüşünün İslâmda, güzel

san'atlar görüşünün İslâmda, kadın görüşünün İslâmda, devlet görüşünün İslâmda, ordu

görüşünün İslâmda, siyaset görüşünün İslâmda bulunduğuna ve bütün bu davaları ancak

Yirminci Asrın ruh ve kafa çilesi içinde süzülecek bir tahlil ve terkip güzünün

heykelleştirebileceğine ve bu heykelleştirme işinin bitin cihand eşi görülmemiş bir ideolocya

binası kuracağına, onun da siminin hem zaman ve hem mekân ölçüsiyle «Büyük Doğu»

olduğuna inanıyoruz!

İSLÂM VE HERŞEY

· Merkezde tek, muhite sayısız dâvamızın mihrak noktasındayız. Bugünkü dünyaya asırlık

ıstırapları, irtişaları, ihtilaçları, inkisarlariyle el atıp onu biricik şifa lâboratuarına çeken küllî

sağlık iksiri... Ona geldik.

· Bir zaviyenin başındaki nokta gibi, muhitten merkeze doğru toplana toplana tekte karar

kılan, merkezden muhite doğru da açıla açıla sonzuluğa erişen dâvamızın böylelere menbâ ve

mansupolarak, ikişer heceli iki ismi var... Menbâımızın iki heceli has ismi İSLÂM,

mansabımızın da yine iki heceli cins ismi HERŞEY...

· O küllî şeyin adı ki İslâm, herşey onda, o da her şeyde...

· İslâmın her türlü çürük ve günübirlik payandalar ve dayanaklardan istiğnası ve her ân

yeniden ve derece derece gerçekleştirile gerçekleştirile keşfolunmak hikmetindeki sırrı

düşünün ki, sadece İslâm ismini verip geçmenin HERŞEY ifade ettiği mutlak Saadet Devri,

bir asrı bile doldurmadı. Ve on üç asır boyunca bu NUR, kör ve kaba nefsaniyet aynalarında

bulandırıla bulandırıla nihayet Nasreddin Hocanın harikulâde buluşundaki hikmete eş bir hal

doğdu :

- Hoca, bize, kuyu ne demektir, anlatır mısın?

- Tersine, çevrilmiş minare demektir!

· ݺin en derin hüzün noktası, bütün bunlar din adına oldu. Bütün bu hallerin aykırıları, gerçek

dinden hareket edip yobazlar neslini kurutacakları yerde, İslâmiyeti bunların temsil ettiği

birşey sandılar; dinden soğudular, dinsizlikten harekete geçtiler ve nihayet meydanı dinsizlik

yobazlarının yüzüne güldürdüler. Ve nihayet, iki heceli mukaddes kelimeyi, en hafif vasıfları

züppellik olan bir sınıfın şuurunda, ağza alınmaz bir bayatlık, gerilik ve eskileralayımcılık

ifadesi haline getirmeye muvaffak oldular. Düşünün, siz, bizim lif lif çözmeye, aslî vâhidine

irca ermeye, mahrem hakikatine iade kılmaya mecbur olduğumuz kördüğüm ne grifttir!

· Herkesin sahte ve kemmiyet hokkabazı (modern)ler peşinde gezdiği bu kukla ideolocyalar

panayırında, Garp ve Şarkın dünyalarının fikir çileleri içinde pişe pişe kül olmuş, sonra bu

küllerden artık parçalanamaz bir tuğla idrakine varmış, böylece hakikati muhasebe edebilmiş

ve herkese muhasebe ettirmeye davranmış, dış ve ucuz tezahürler plânında her aldatıcı

teyidden müstağni nasip sahipleri olarak, bize bu kadar ağır bir yük altına girmiş olmak şerefi

yeter.

· Bundan büyük şeref, bundan çetin hamle, bundan ileri hareket, bundan yeni dâva olamaz;

zira biz, asırlar boyunca cebimizdeki delikten astarın dibine kaçmış hakikat mücevherini, her

ân üstümüzde taşıdığımızdan habersiz, hep dışımızda arıyoruz! Ve tam yüz küsur yıldır, devre

devre «ha bulduk, ha buluyoruz!» tesellisiyle, her netice sabahı hiç bir şey bulamadığımızı ve

her gün her şeyi biraz daha bulunamaz hale getirdiğimizi ispat ediyoruz. İslâmı Amerika,

Rusya veya Hotanto'da savunmaktan daha zor olan bir vaziyetin şerefi... İnsana, bildiğini

sandığı bir şeyi bilmediğini kabul ettirmek, hiç bilmediği bir şeyi kabul ettirmekten daha zor...

· Ve şimdi biz en kat'î lâboratuar tatbikinden, en mübhem ruh telkinine kadar bütün vasıtaları

elimizde tutarak ve neticeyi başa alarak haber veriyoruz ki, insanlık kadrosunda ve bilhassa

muazzam ve muhteşem Garblı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felâket şekli,

kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekûn hakikati ve müsbet

ve menfi haberi, kısaca küllî nimet ve devâ İslâmdadır. Sosyalizma ve komünizmanın var

etmek isteyip de yok ettiği içtimaî adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâmda.. Liberalizma

ve kapitalizmanın yedire yedire ferdi çatlamasına veya mukabil fertten her hakkı çaldırmasına

mâni ölçüler, İslâmda. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik sınırları ve özü İslâmda..

Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalıpa sarkan aşırılığını

köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslâmda... Nazizma ve Faşizmanın kâzip rüyasını gördüğü

üstün nizam ve ruhi müeyyidecilikteki esas İslâmda... Batının her sahada arayıp bulamadığı

cennet İslâmda; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu İslâmda, herşey

İslâmda...

· Olunmayacak herşeyle, olunacak herşeyin kefalet ve keyfiyeti İslâmda... Herşey İslâmda...

İSLAM VE KÂDNAT

· Kâinattaki her şey ve sen... Kâinattaki her şeyle bereber senin evveli, nihayetin, vücud

hikmetin.. Niçin oldun, ne oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacaksın? ݺte

bunların cevabını ve hesabını veren dindir. Bütün bunların cevabını ve hesabını dosdoğru

veren de hak ve tek din, İSLÂM...

· Yeryüzünde hak ve bâtıl, topyekûn veya parça parça tasdik veya inkâr edici tek bir inanış

sistemi yoktur ki, bu suallerin cevabını vermek vazife ve iddiasında olmasın... İnsan,

inananlarca, yanlız bu suallerin cevabını ve hesabını aramaya memur merkezi mahlûk;

inanmayanlarca da, yine aynı suallerin cevabını ve hesabını ters tarafından veren başıboş

varlık... Çare yok; her şeye yok demek mümkümdür; fakat bu suallere, insan başını fare

kafasından ayırd eden bu biricik tefahhus hummasına yok diyebilmek henüz mümkün olmadı.

· İslâmda kâinat, peygamberler kolundan kendisine kadar gelen dinlerin son ve kâmil ifadesi

halinde, bütün dipsizliği ve sonsuzluğu, zerre zerreYaratıcıyı haykıran muhteşem zaman ve

mekân cümbüşü, muğdil ruh ve madde mimarîsiyle, esrarına ve teshirine memeur olduğumuz

bir hârikalar manzumesidir.Yani fezaya insan göndermek maddecinin değil, ruhçunun vazife

ve hakkı. Müslümanın memuriyeti..

· Ezelden ebede kadar topyekûn insanoğlunun başı, son kemâl haddi, uğrunda âlemlerin

yaratıldığı en üstün insan ve Allahın Sevgilisi olarak vücut bulan Peygamberler Peygamberi,

işte bütün edâsı ve mânâsiyle bu kâinatın anahtarını Allahtan aldı ve Ümmetine getirdi.

Allahın insan ruhuna gömdüğü o anahtar ki, aslî sahibini buluncaya kadar ilk insan ve

Peygamberden, en büyük İnsan ve Peygambere kadar mukaddes bir bayrak koşusu halinde

elden ele teslim edilerek geldi... Ve kâinat; bbir atomu bir dünya farzederseniz, onun mevhum

merkezindeki atoma kadar küçüle küçüle ve her atomda ayrı bir dünyaya ulaşa ulaşa

nâmütenahi küçük; ve bir atomdan bir arza, bir arzdan bir güneşe ve bir güneşten sayısız

yıldızlara, sonra içinde yıldızların atom kesesi halinde çınladığı dipsiz fezalara kadar büyüye

büyüye ve her fezada ayrı bir fezaya uğraya uğraya nâmütenahi büyük mimarîsiyle, bütün

esrarını, o en Büyük Resulün başı üzerinde halkalandırdı.

· Kısaca İslâmda kâinat, bütün esrarı ve kanunlariyle, O'nun, O yaratıldığı en Büyüğün

bâtınında çağlayan nâmütenahi ince ve girift mânalardan ve bu mânaların aksettiği büyük

tecelli plânından ibaret..

· Bu tecelli karşısında insanoğlu, ben, sen, o, biz, siz, onlar, topyekûn beşeriyet, kundaktan

kefene, bütün ferdî oluşlar; ve köyden metropole, bütün içtimaî tekevvünleri boyunca,

okyanusları birbirine katıştıran kanallar açmaktan, bir tohumun nabzındaki çatlama ve açılma

hummasını âhenkleştirmeye kadar her cehdinde, tek tek ve sâf sâf memuriyetini bulacak,

maddî ve mânevî varlık ve iş plânını göz göz petekleştirecektir.

· Herşeyi içe bağlayan hudutsuz bir dış... İçin tecellisi nisbetinde derinleşen fena ve âdem

kuyusuna doğru topyekûn yuvarlanış... Ve bu yuvarlanış karşısında ölümsülük ve gerçek

hayat kapısını bütün insanlık çapında açan ezelî mimarî.. ݺte İslâm ve kâinat!..

İSLÂM VE DÜNYA

· İslâmda dünya, dünyanın en ulvî ölçüsü halinde vecizelendirilmiştir. Âhiretin ekin yeri...

Dünyada ne ekilirse öbür tarafta o biçilecektir.

· İslâmda dünya, ebedî hayatın eşiğidir. Düşünelim; İslâmda dünya, bütün hudutlu buudları

içinde ne hudutsuz bir mâna sahibi!..

· Birbirine zıt ne kadar mefhum ve hâdise varsa aralarındaki en ince kaynaşma ve ayrılma

noktalarını farkların en incesiyle belirten İslâm, işte böylece dünyaya birbirine zıt iki nazarla

bakar; ve sonra bu bakışları tek ve en ileri bir gözde birleştirir: Biri, fânilik ve hiçlik plânı

dünya; öbürü, bu en dipsiz fânilik ve hiçlikten zıplanacak ebedî hayatın basamağı, yine

dünya...

· Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır

ki, kendimizi «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek

emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı

ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

· Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır

ki, kendimizi «Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek

emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı

ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

· İslâmda dünya, varlığın arkasından yokluk, yokluğun arkasından varlık gelen ve iki tempolu

âhenk halinde bir ademi, bir de mutlak vücudu haykıran zamanı; ve her ân hiçlik pası altında

eriyen fânî mekâniyle, sadece ne mkal olduğu ve nasıl bir gayeye yaradığı bilinecek bir

atlama taşıdır. Bir atlama taşı ki, ona gözlerin en bedbiniyle baktıktan sonra onu gözlerin en

nikbiniyle süslemeye, bezemeye ve gelişmeye memur bulunuyoruz.

· Böylece İslâmda dünya, gerçek ve üstün mü’minler için, birtakım bâtıl itikatlarda ve inanış

sistemlerinde olduğu gibi, fânîliğine inanıldıktan sonra herkesin arkasını döneceği ve

kabuğuna çekileciği bir mahkûmiyet plânı değil, içyüzü biline biline bütün iş sahalariyle

kucaklanacak, atom atom sayılacak, tertiplenecek ve düzenlenecek bütün bir beşeri hâkimiyet

plânıdır.

· İslâm, âhiretin ve ebedî oluşun topyekûn sahipliğinden sonra, bütün oluşların ve en haşin

madde hesaplariyle de topyekûn dünyanın maliîki...

· Müslümanlıkta dünya odudr ki, mü’min onu zapt edecek, ona hâkim olacak, fakat onun

esaret ve hâkimiyetine düşmeyecektir. Tıpkı İslâmda gerçek fakrin, mal sahibi olmamak değil

malın ona sahip olmaması ve onu köleliğe düşürmemesi demek olduğu gibi... Bu harikulâde

inceliği anlayan, en dakik (nüans-gamıza)lardan ibaret İslâmın dünya ölçüsünü de kavrar; ve

bu vakte kadar eşya ve hâdiselere İslâm adına nasıl tek taraflı bir gözle bakıldığını ve

dünyanın nasıl elden kaçırıldığını görüp ürperir.

· Allah, Kur’ânında insanı kendisine halife olarak yarattığını ve onu eşya ve hâdiseleri teshire

memur ettiği emriyle, fânî ve ebedî, sahte ve gerçek dünyalara ve her ikisine karşı insanî

vazifelere ait sırrı bildirmiş ve ölçüyü vermiştir.

· Sadece bu, dünyaya bakıştır ki İslâmın hak din olduğunu göstermeye yeter.

İSLÂM VE İNSAN

·Dnsan , neden ve niçin olduğunu, nasıl ve ne olacağını; her canlının başına musallat bu tek

sualin biricik cevabını yalnız İslâmda bulur.

·Dnsan, İslâmda, derinliğine ve yüksekliğine doğru ruhunun, genişliğine ve uzunluğuna doğru

da aklının, biri gök ve öbürü yeryüzünü donatıcı iki büyük hükümranlık işine memurdur.

İnsan, bu memuriyetlerden birinde mâna ve öbüründe madde âleminin anahtarlarını elinde

taşıyacak ve bu iki âlemi en büyük saltanatla zapt ve teshir ettikten sonra «solmaz»a,

«eskimez»e,«ölmez»e, «bitmez»e ulaşacaktır.

·Dslâmda ruh ve akıl, insan varlığının ne eksik ve ne fazla, tam ve mükemmel kıvam isteyen

bu iki temel kutbu; biri dünya ve madde, öbürü de mâvera ve üstün hayat gayesine karşı,

değişmez ve kıpırdamaz esaslar etrafında nâmütenahî derin ve geniş bir hürriyet ifadesiyle iki,

yol gösterici mizana sahiptir: Şeriat ve Tasavvuf...Mücerret hikmetlerinin yeri bu bahis

olmayan Şeriat ve Tasavvuf, muhteşem ve ebedî gerçeklik sarayının, İnsanoğluna mahsus iç

ve dış plânından başka bir şey değildir.

·Dslâmda insana yol, sırlardan ve sistemlerden hiçbirinin yanaşamadığı şekilde ve kulluğun en

üstünü halinde, Allah halifeliğine kadar açıktır.

·Dnsan olduğu için İslâm oldu; ve İslâm olduğu için insan vardır.

·Maddî ve manevî bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse, bunun

biricik müteahhidi İslâmdır.

·Dslâmda insan, hem kangal kangal kemmiyetiyle üstüne düştüğü ve fânî âdetler boyunca

nefsine devam aradığı dünya ve madde kadrosunda, hem de her ferdî yekpare bir ebedîyet ve

keyfiyette toplayan mâvera çerçevesinde, ölümsüzlüğün mümessilidir. İslâm, insanın yüzüne

şu nûrdan satırı yazdı: « Sen ölmeyeceksin!»

·Bekâ yalnız Allahın sıfat ve hakikati olduğuna göre, ayağına fânîlik zemini çekilip başına

sonsuzluk tacı oturtulan insan, İslâmda, her iki tarafın hakkını gerçekleştirmeye memur Şeriat

ve Tasavvuf yollarından, Allahın ilahî çaptaki hediyesine nâildir. Mahlukların en şereflisi

sıfatiyle ya bu hediyenin kul üstü seviyesine yükselecek, yahut yaratıkların en sefilinden de

aşağıya düşecek...

·Ebedîlik divanesi insan, İslâmdan başka her görüş sisteminde lâğım faresinden daha aşağı,

İslâmdaysa, sonsuzluk şevkinin pırıldattığı nûr yüziyle, en büyük kahraman.

·Bütün sırrı şu ölçüde bulunuz: «Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için

yarattı.»

İSLAM VE AHLAK

·Dlk Peygamberden Sonuncusuna, en doğrusu, İlkinden ilki ve Sonların Sonuna kadar, ahlâkı

getiren, gösteren, vaz’eden, esaslandıran, yalnız İslâm...

·Dnsanın fikirle gördüğüne karşı hisle takındığı değerlendirme edâsı, ahlâktır. Fikir, «niçin?»,

ahlâk da «nasıl?»ı cevaplândırır.

·Hakikatin «niçin?»leri önünde, ruhun tavır ve hareketleri bakımından «nasıl?»ları, ahlâktır.

·Hakikat karşısında ruhun bürüneceği tavır ve eda melekesi olan ahlâk, ruhun başlıca sıfatı ve

hâdiselerin ruhta kıymet hükmüdür. İçimizde ve dışımızda olan her şeyin ulvî ölçüsü ahlâktır.

·Ahlâka fikir öncülük ettiği kadar, fikre de ahlâk yol gösterir. Fikrîn gösterdiği sebepten ahlâk

doğduğu gibi, ahlâkın doğuşundan fikir sebep kazanır. Öyle ki ikisini de, içiçi, birbirini muhit

(kuşatıcı) ve birbiriyle muhat (kuşatılmış) sayabiliriz. Adeta fikrîn «niçin?»lerini, ahlâkın

«nasıl?»ları içinde buluyoruz. Dâvanın en sağlam ifadesi şu ki, ruh bütün melekeleriyle el ele,

bir anda buluyor, ruh bulduktan sonra fikir öne geçiyor, peşinden ahlâk zuhura geliyor;

hakikatteyse hangisinin ve neyin önde olduğu belirsiz kalıyor.

·Amma ki, fikrîn kuşattığı yerde bir ahlâk kümelenmesi, ahlâkın kuşattığı yerde de bir fikir

bulunması zarurî.. hacimle renk gibi bir kaynaşma...

·Dnsanoğlunun, içine ve dışına doğru bütün münasebetlerinde birer fikrî «niçin?»e bağlı

«nasıl?»lar halinde ahlâk dayanağını temel kabul etmek, mütearifedir. Beşeriyet bu

mütearifeyi fikir hendesesinin ilk bedahati sayar ve oradan yola çıkar. Onsuz ne ruh, ne insan

vardır. Denilebilir ki ahlak, fail olmak yerine münfail sıfatta, sadece tavır ve eda hüviyetiyle,

içinde fikir, mâna, sır, hikmet, her şeyi istihlâk eden ve kendisinden zuhura geldiği ruhu zuhur

ettiren üstün duyuş ve anlayıştır. Ahlâk, anlayıştan doğar ve anlayışı tamamlar.

·«Ben ahlâki yücelikleri tamamlamak için gönderildim!» ve «Müminlerin en faziletlisi, ahlâkı

en güzel olandır» buyuran Allah Rasulünü işte bu incelikler içinde anlamaya çalışmak lâzım...

·Dslâm ahlâkının binbir sütun üzerinde duran ahlâk çatısında dört ana direği, ihlâs (samimîlik),

aşk, fedakârlık ve merhamet diye göstermekte hata yoktur. Sade şunu bunu değil, ruhun ve

hakikat merkezinin bütün topoğrafyasını getirmiş olan İslâm, iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da

nefste mihraklandırdığına göre, bu dört esas, ruhu pırıldatmak ve nefsi dizginlemekte en

tesirlileri...

·Dhlâs, samimîlik, «olduğu gibi»lik; nefs hislerinin maskesini düşüren ve hakkı karşılamanın

temel şartını veren hakikat ateşi... Onun bulunduğu yerde riya, yalan, dolan, sahtecilik yoktur;

ve ihlâs, nefsin hapsettiği ruhu meydana çıkaran ve onun yerine nefis hapseden biricik

zabıtadır. Baştan başa hakikat, iman ve ahlâkın arsası, ihlâs... İhlâs, doğrunun, gerçeğin zarfı,

kabuğu...

·Aşk mı?.. Canın ışığı, varlığın mayası, hayatın desteği tek hikmet... Aslî hedefi Allah... Aşk

olmasaydı varlık olmazdı; ne kuşlar öter, ne de sular fısıldaşırdı. Allahın, en büyük Resûlüne

yakıştırdığı vasıf, Sevgilisi olmak... Nefs yalnız kendisini sevdiğine göre aşkı aslî hedefine ve

onun rızası etrafına mahluklarına yöneltmek, insanda insanı gerçekleştirir. Seven adamda

kibir, benlik, âdilik, küçüklük, miskinlik, cansızlık barınamaz.

·Dhlâssız aşk olmayacağı gibi, aşksız da fedakârlık olmaz. Fedakârlığın olduğu yerde de bütün

fert alâkalariyle cemiyet, hamle, atılganlık, yardım, en üstün tecellileriyle adâlet hazır ve her

türlü hasislik gaiptir.

·Merhamet o kadar İslâmın şiarıdır ki, gerçek ve derin mü’minde onun özentisi, şamatası

edebiyatı yok, yalnız hakikati vardır. Bir güvercin öksürürken merhametinden ağlayan

mümin, kılıcını çekip Allaha hakkını vermeyenlerin üzerine yürüdüğü zaman, bunu kendi

nefsinden değil, onlara merhametinden ve kılıcının ucunda kurtuluş ilacını taşımak idealinden

yapar. Kin ve nefretin tam zıddı olan merhamet, onların besleyicisi kıskançlık ve

küçümsemenin, ihlâs, aşk ve fedakârlıkla beraber panzehiridir. Merhamette şefkat, rikkat,

yumuşaklık, incelik tümen tümen; darlık, katılık, kabalık, vurdumduymazlık hiç yok... Daha

nice ahlâkî yücelik, kendileriyle beraber bu dört temele bağlı...

·Nihayet ahlakın ezelî ve ebedî bir örneği mevcut... O, Allahın Sevgilisi... Ahlâk O’nun

ahlâkı; en üstün mücerredi ve en parlak müşahhasiyle O’nun ahlâkı... Başka hiçbir vasıf O’na

yetişemez.

·Ve nihayet ahlâkın nihaî ideali bir din emriyle çerçeveli: «Allahın ahlâkıyle ahlâklanınız!»

Mutlak hikmet sahibinin, o hikmete kıymet hükmü ve sıfat olarak ifadelendirdiği ahlâk ve

ondaki sır...

İSLÂM VE CEMDYET

·Dslâm, en ileri bir cemiyet ve cemiyetçilik telâkkisinin bütün ruh ve hakikatine biricik

kaynaktır.,

·Dslâmda fertle cemiyet arasındaki unsur ve terkip düğümü, milyonluk kitle bir kişinin diş

ağrısını aynı diş üzerindeki herkesin duyacağı nisbette mefkûrevî bir sarmaşdolaş belirtir.

·Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi olduğu hakikati İslâmındır.

·Alabildiğine derin ve gizli fert hayatı, alabildiğine geniş ve açık cemiyet hayatiyle, iki taraf

da kendi öz değerinden hiçbirşey kaybetmeksizin nasıl kaynaşabilir diye sorarsanız, cevap

hazırdır: Ancak İslâmın potasında kaynaşabilir!.

·Dslâmda fertle cemiyet arasında iki tarafın da en ince hakkını koruyan ulvî ve mefkûrevî

muvazeneyi, incin görünmez bir köşede Allahı için namaz kılan tek fert, sonra bu fertlerin saf

halinde ve muhteşem bir kubbe altında kurduğu nizam, ne güzel ifade eder! İbadet şeklinde

bile ferdle cemiyetin en ileri paylarını gösteren İslâm, Cuma namazını, fertlerin teker teker

kılamayacağı, fakat teker teker fert mükellefiyetine bağlı içtimaî kulluk çerçevesi içinde edâ

edebileceği bir fert-cemiyet ibadeti olarak hususiyetlendiriyor.

·Dslâmda cemiyet, ferdî, yüzüğün taşını tutması gibi her köşesinden sımsıkı kavrar ve onunla

kıymetlendirir. Bu fert, o cemiyeti ören ulvî ve insanî örnek olarak tek hakkı uğrunda bütün

cemiyetin feda edileceği bir hürriyet ve selâhiyet makamında; o cemiyet de, aynı ferdî suflî ve

nefsani hallerine karşı bütün fert kemmiyetlerini çiğneyici bir mizan ve (otorite)

mevkiindedir.

·Dslâmda fert ve cemiyet, kendi mücerred ve müstakil mânaları içinde tam hakkını almıştır.

·Namaz, hac, zekât, cihat farizalarında daima fert köküne bağlı sımsıkı cemiyet örgüsü,

(Dmperium romanum) un, rüyasına bile yaklaşamadığı ideal toplum gayesini çerçeveler.

·Allahın eli topluluktadır buyuran Allah Sevgilisinin açtığı nûr ufkunda işte İslâm ve cemiyet

yapısı!.

İSLÂM VE DEVLET

·Dslâm, devlete, ruhunu uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz

uzviyet düşünülemez.

·Akıl erer mi ki, bütün kâinatı kucaklayan İslâm, insan kalabalıklarının maddî ve manevî

yekûn kıymeti ve toplum iradesi olan devleti, sınırları dışında bıraksın?

·Dslâmda halk, hakkın zâhiri ve hak, halkın bâtını olduğuna göre, İslâmî devletin tek ölçüsü

Haktır ve biricik hâkimiyet onundur. Halkın değil, Hakkın hâkimiyeti...

·Dslâmda halk, hak ve hakikatin esiri (teslim olmuşu) sıfatiyle gerçek ve mükemmel olarak

hudutsuz hür ve yine aynı bakımdan gerçek ve mükemmel olarak hudutsuz olarak bağlıdır.

·Öyleyse İslâm, en sâf ve mükemmel kavranış zaviyesinden, en ileri devletçiliğin en ileri

hürriyetle aynı zaman ve mekânda birleştiricisidir.

·Dslâmda halk, hak ve hakikatin esiri ( teslim olmu- ğıtmak bakımından kölelerin en zayıfı,

yine Hakkın fert üzerindeki hakkını istemek bakımından da sultanların en kuvvetlisidir.

·Dslâmda idare şekil yok, idare ruhu vardır; ve ulvî ve münezzeh İslâmiyeti, saltanat,

cumhuriyet vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidaî şekil ve kadro tercihlerine

karşı her hangi bir alâkası mevcut değildir. O, Hakka esir bir fert hükümranlığını,başıboşluğa

mahkûm bir hürriyet idaresinden üstün tutar; fakat en seçkin cemiyet temsilcilerinin meşveret

idaresini hepsinden üstün görür.

·Evet; idare esasının mücerret ruhu noktasından İslâmiyetin ana prensibi, bütün cemiyet ve

milletin seçtiği, benimsediği ve baş kestiği büyük ve merkezi şahsiyet gerisinde, imam ve

arkasındaki cemaat gibi, en nizamlı bir düzendir. ݺte İslâmiyetçe «ulü-l emr» diye anılan bu

şahsiyetin reisliği altındaki devlet, zaman ve mekâna göre devlet ve idare şekillerinin en üstün

ve ilerisi olacak mevcut şekiller içinde en fazla nefsanî saltanat şekline yabancı kalacaktır.

·Dslâm devletinin reisi, o cemiyette en mütekâmil ve en ileri müslüman şahsiyet, onun

verâsında Âlemlerin Efendisi olan Allahın Sevgilisi, onun da mutlak emirleri ve iradesiyle

Allah...

İSLÂM VE İNKILAP

·Âlemde, zatiyle, kendi kendisine, kendi kendisinden ibaret kaldıkça hiçbir değer belirtmeyen

iş ve mefhumların başında inkılâp gelir. Fakat bağlandığını gayenin vasıta ve usûlü olarak,

inkilâp, her kıymetin üstünde..

·Dnkılâp, taş ve toprak kütlelerini berhava edip hayat kurtarıcı yollar ve kanallar açmakta

müessir bir infilâk maddesine, dinamite benzer bir şeydir. Böyle olunca o, yüzde yüz kölelik

ettiği dâva ve hakikat kutbuna göre kıymetlenir. Yoksa aynı dinamit bütün bir medeniyet

sathını da hissîzce ve anlayışsızca küle çevirebilir. Bu bakımdan, inkılâp, sırf, kendi nam ve

hesabına hiçbir hak iddia edemez.

·Dnsan tefekkürünün kopmaz yuları içinde sımsıkı zaptedilmiş koskoca ve iradesiz bir hayvan

gibi, dinamit, sırf kendi nam ve hesabına, sadece patlamak ve yıkmak için patlamak ve

yıkmak diye bir kuvvet imtiyazına mâlik olamaz. Mücerret inkılâp ruhu da, yalnız inkılâp için

inkılâp temayülüne sapamaz. Bu takdirde, inkılâp adına mücerret ve münhasır değişmek ve

değiştirmekten başka bir izah sebebi olmıyan ve umdeleri arasında, mücerret ve münhasır

inkılapçılık diye bir madde bulunduran bir telakkiye şöyle hitap etmek yakışır: «Mademki

sadece değiştirilicikten başka bir şeye aklın ermiyor, öyle ise sırf kendi prensibine sadık

kalman için herşeyden evvel sen değiş, yâni yerini başkalarına bırak!..» Böyleleri, kendilerine

ters telâkkilerden değil, bizzat öz nefslerinden gelen tezatlar karşısında iflâs ve izmihilâl

halindedirler. Dâvasını bahâne, âlet ve usûlünü gaye edinen, her inkılâp, sadece

öldürücülüktür...

·Dnkılâp, eğer ulaşılmış bir hak ve hakikat manzumesinin kıl kadar yerinden kıpırdamaz, sabit

ve mutlak mihveri etrafında sonsuz bir hakikat aracılığı; hep o sabit ve mutlak mihverin

pörsümez tazeliği ve solmaz yeniliği adına boyuna aramak, boyuna keşfetmek, boyuna

değişmek, ermek olmak ve hiçbir durakta kalmadan terakki etmek demekse, İslâmlıktan

büyük inkılâpçılık yoktur. Kâinatın Efendisi buyuruyor: «Bir günü bir gününe eş geçen

aldanmıştır.»

·Dslâm, dikkat ve sıhhatle hesaplânması gereken bu temel ölçüyü lif lif bağlı olarak, hem ayrı

ve zıt nefsleri kendisine kendisine irca etmek, hem de kendi öz nefsi içinde ebedî bir (doğru),

(güzel) ve (yeni) fâtihliğine memur bulunmak noktasından, ulvî mânada inklâp ve inkılâpçılık

hakkının, merkezinden muhite ve muhitten merkeze doğru bütün teaddî ve taarruz seciyesiyle

ve en ileri aksiyonculukla zenginleştirilmiş, muhteşem ve mükemmel sistem...

·Gören göze ayandır ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar her hâdisede olduğu gibi, inkılâp

iş ve mefhumunun hakikati de İslâmda...

·Her şeyin, etrafında döneceği, olacağı bulacağı kıl kadar yerinden kıpırdamaz, sabit ve

mutlak mihver, İslâmda Şeriat’tır. Şeriatın red ve mahkûm etmediği her şey de İslâmda

serbest; sade serbest değil, iyiliği, doğruluğu ve güzelliği nisbetinde yerine getirilmesi lazım

gelen bir emirdir. Gerçek iyi, doğru ve güzel her şeyse İslâm Şeriatinin engeline çarpmak

şöyle dursun,himaye kanatları altında muhafazalıdır.

·Günümüzün, inkılâp mefhumunu batıran mâkûs yobazlarına tam bir nazire mi istiyorsunuz?

Bir zamanların, Şeriat lâfından başka bir şey bilmeyen, bu ilahî hükümler kadrosunu kendi

havasız ve ışıksız ruhunun içinde görmeye, benimsemeye kalkışan ve böylece herşeyden

evvel Şeriate ihanet eden mebsut yobazlar! Her «yeni»ye «bid’at» klişesini basan ham ve

kaba softa, İslâmın ebedî ölçülerini sımsıkı ölçülerini sımsıkı tutmanın displin nizamından

doğma mübarek «Şeriat» kelimesini iç hakikatiyle asla bilmeyendir. Eğer bu yobaz, İslâmın

ebedî doğruluk, güzellik ve yenilik ruhunu kendi buzlu nefs ikliminde kaskatı donduruyorsa,

kabahati, bu iklimin Müslümanlığa uzak oluşunda aramak lâzım değil midir? Halbuki, yüzü

cenuba doğru bir ham ve kaba yobaz tip, yüzü şimale doğru başka bir ham ve kaba yobaz

örneğine bakıp, kabahati, her kabahatten tem münezzehlik plânı olan mukaddes İslâm

Şeriatinde buldu. Sahte bir sarık, kapkara bir ağız, simsiyah dişler ve sonunda kaba, küstah ve

ahmak edanın sahipleri, bizzat kendi torunlarına artık öz temizlik rengi sarığın, nûr yuvası

ağzın, inci gibi dişlerin ve eşsiz bir incelik ve tatlılık ve derin edasının temsil edeceği gerçek

iman hakikatini bir daha aratmaz oldular ve olanlar oldu. Bütün hikâye ve macera bundan

ibaret; ve Tanzimattan beri inkılâp lâfından başka kelime bilmeyen hareketçiklerin içyüzü de

bu kadar!..

·Dslâmlığı, kendi öz vatanımızdaki tecellileri ve kendi öz ve mahrem çehresindeki nâmütenahî

derin ve asil istiğna ifadesiyle, bir takım ezberci inkılâplara karşı fevkalâde ince girift ve her

iki yobaz örneği tarafından örselenmiş mevkiini evvelâ tesbit edelim; ve sonra hemen damdan

düşercesine belirtelim ki, tarih boyunca hak ve hakikati arama yolunda yapılmış ve özenilmiş

ne kadar inkılâp varsa hepsinin alıp bulamadığı ve çırpınıp eremediği şey, İslâmdadır. Ve her

şey, İslâmı, onu dışarıdan hiçbir şey katmaksızın, kendi işinde arayıp bulmaktan ibaret,

nâmütenahî basit ve bir o kadar girift bir dusturda toplânmaktadır.

·Büyük Fransız inkılâbının, sosyalizma hareketlerinin, kominizma ihtilalinin, faşizma ve

nasizma, liberalizma ve kapitalizma vesairenin bütün bir birine zıt ve bir biri için müşterek

cepheleriyle, isteklisi ve gönülüsü olup da en yanlış dağıtmalar ve toplamalar içinde

kaybettikleri hak ve hakikat parçaları, her zıddı barıştıran ve bağdaştıran yekpâre bir âhenk

plânında ve tam bir bütünlükle İslâmdadır.

·Dnkılâp ve inkılâpçılık; hak ve mutlak din Peygamberinin mukaddes ayak izleriyle açılmış

yolu bulmak demektir! Şu (damping) malları kadar ucuzlatılan inkılâp ve inkılâpçılık

mefhumunun ( radyum) derecesinde nadir cevheri de, bizdedir. Gül bahçesine dağdan

boşanan öldürücü sel halindeki inkılâp, kurak toprağı gökten serpilen diriltici yağmur

şeklindeki inkılâbı kıyaslarsanız, katil bıçağı ve operatör neşteri arasındaki farkı ve inkılâbı

İslâm gözlüğünden görmüş olursunuz.

İSLÂM VE SDYASET

·Dslâmın sayısız dallara ayrılan siyaseti tek gövdede birleşir: Bütün insanlığın İslâma teslim

olmasını sağlayıcı usûl... Teslim olmakda selamete çıkmak, selamete çıkmakta İslâma ermek,

İslâma ermekde sonsuz kurtuluşu bulmak vardır; ve İslâm siyasetinin baş hedefi, İslâm

ülkelerinin içinde ve dışında, insanlığı bu saadete erdirmektir.

·Siyasetinin bu esasi hedefi yolunda İslâm, iki esasi vasıta kullanır: Kılıç ve kalem.. Kılıç

maddeyi kalem de ruhu fethetmenin bütün vasıta ve âletlerine şamil iki remzidir.

·Dslâm, topyekûn madde ve topyekûn ruh kadrosunda hakikî fâtihliği emreder ve hakikî

fâtihlerin ulvî iş çerçevesini belirtir. Bu yüzdendir ki, İslâm siyasetinin ana gövdesi, madde ve

ruh fâtihliklerinin sayısız iş ve fikir dalını nefsinde düğümleyen yekûn hattıdır.

·Dslâmın madde fâtihliğindeki âleti kılıca, orak, sapan, kazma, balyoz, makine, motor, bütün

inşa ve imal âletleri; İslâmın ruh fâtihliğindeki âleti kâleme de, kitap, kürsü, ses, çizgi, edâ,

ifade, bütün telkin vasıtaları girerken, bunlarla bu soydan herşeyle mukaddes gayeyi

devşirmek için ne kadar yol, çare, şart ve usûl varsa hepsine birden enfes ve mükemmel

nazariyle bakılacak ve bunlardan hepsine birden el atılacaktır. Tek, Allahın ve Peygamberinin

emirleri muzaffer olsun...

·Ferdînden cemiyetine ve dünyasına kadar İslâm siyasetinin ruhu, babaya, anneye, evlâda,

kardeşe, dosta, muhite, cemiyete, yabancı fertlere ve milletlere gerçek kurtuluş yolunu maddî

ve manevî her vasıtayla göstermek, belirtmek, benimsetmek ve sevdirmektir. İslâmın

muhabbet telkini dehâsı, kendisini sevdirmek isteyen bir kadının tavır ve hareket dehâsını

geçmelidir. Bu çetin işde de fertlerin ve cemiyetlerin imkân ve istdatlarını son derece dikkatle

hesap etmek ve nâzik âletleri tamir ve ihya ederken gösterilen inceliğe sahip kılmak başlıca

usûldür.

·Dslâm siyasetinde usûl, kılıç yolunda hudutsuz bir doğruluk ve adâlet, kâlem yolunda da

sonsuz bir güzellik ve zerâfettir. Her iki yolun da gayesi «kolaylaştırın, zorlaştırmayın;

müjdeleyin, soğutmayın!» mealindeki Hadis emrine tam uygundur. Neticede her yoldan ne

yapılırsa yapılacak, fakat inandırılacak ve sevdirilecektir.

·Dslâm, günlük, istismarcı, miskin, hasis, sadece hile için hilekâr politikadan nefret eder ve

kendi vecd ve aşk hamurunun kıvamında buna yer veremez.

·Dslâm siyasetinde, 24 saatlik hayata hâkim olmak dâvasını güden cüce açık gözlülüklerden

hiç birine yer yok!; ebedî hayata nailiyet yolunun dünya ve cemiyet tedbirlerini arayan büyük

ve muhteşem zekâya ise baş üstünde yer vardır. Bu zekânın rakip ve düşman millet ve

dünyalara karşı, politikası da, İslâmın iç ve dış oluşumu köstekleyici her hale mâni tedbiri

almaktır. Sırasında kuvvet sırasında hud’a, sırasında idare... «Harp hud’a demektir!» emri...

·Bütün bu bakımlardan,en muğdil, en girift,en açık, en sade, en mürekkep,en basit, en sâf, en

kurnaz, en kahraman, en hud’acı, en sert, en yumuşak; ve eşya ve hâdiselere her ân baş

eğdirme mefkûresi altında eşya ve hâdiselerin her ân icabına baş eğen, incelerin incesi ve

derinlerin derini siyaset, İslâmdadır.

İSLÂM VE ADALET

·Âlemde tek adâlet kaynağı, İslâm...

·Adâlet, hakkı «mâvuzua leh»ine, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu

dengi olan karşılığı kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi o şey ister bir mâna, ister bir

madde olsun, uygun olduğu hak makamına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak,

muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak... Adâlet budur.

·En büyük, nâmütenahî büyük hak Allahdır ve bütün bu kâinat onun tarafından yaratılmış

olmak makamına oturtulunca, kalbde imanın ilk şartı ve bu hak tecelli eder. En büyük

haksızlık da bunun aksi.. Mükafat ve cezaları da en büyük hakla, en büyük haksızlığa göre...

Bu bakımdan her mâna ve maddenin, kalıbına nisbetle oturtulacağı yer, ulaştırılacağı karşılık,

kavuşturulacağı ölçü, ayrı ayrı..

·Hakikatin, yerini bulmasından ve bir cisimle onun kumdaki yatağı arasındaki intibakı

kazanmasından ibaret olan adâlet, zat ve tecelli, keyfiyet ve takdir, iş ve karşılık olarak, iki

kefeli bir terazi halinde, iki cepheli bir oluş ve muvazene arzeder; ve içimizle dışımızı

denkleştirici ruhî ve maddî, ferdî ve içtimaî, bütün kıymet hükümlerini kuşatır.

·Anlaşılyor ki, adâletin, en mücerret fikirden en müşahhas medde tezahürüne kadar,

hudutsuzdan gelip hudutluda meydana çıkan bir kök ve dal mâhiyeti vardır; ve insanoğlunun

amelî mânada adâletten anladığı, onun cemiyet münasebetlerindeki müşahhas tezahürlere

bağlıdır.

·Adâletin tam zıddı olan zulüm de, eşya ve hâdiseleri, nispet ve liyakat belirttikleri

makamların, plânların, ölçülerin dışına çıkarmaktan başka bir şey değil. En büyük hakka karşı

en büyük zulmün ne olduğu kendi kendisine anlaşılıyor: Allahı inkâr.. Nefsin kendi kendisine

zulmü..

·En hâlis ve mutlak adâlet emirleriyle, en sağlam ve keskin zulüm yasakları sadece

İslâmdadır. Ve İslâmda örgüleşen adâlet emirleriyle zulüm yasakları, cemat, nebat, hayvan ve

insan, her şeyin, her maddenin, her mânanın ve bütün bunlar arasında her münasebet şeklinin

hakkın sımsıkı çerçevelemiştir. Bütün dünya kadrosunda hakkını isteyen kim ve ne varsa bize

gelsin!.

·Bize dünyanın en kokmuş, çürümüş ve azmış cemiyetini teslim edinîz; teahhüt ediyoruz ki, o

cemiyette İslâm ideolocyasının sonsuz ruhu sindirilinceye kadar sadece İslâm adâletinin

kışrındaki ölçüler tatbik edilmekle, göz açıp kapayıncaya kadar kurtuluş, dış yapıda

gerçekleşecektir. İslâm adâleti öyle bir şeydir ki, İslâma inanmayan bile onun adâletini şekilde

tatbik etmekle dünyasını olsun kurtarır. Müslüman için de en üstün adâlet görüşü Allah

neylerse onu adâletin ta kendisi bilmek, bu sırra akıl ulaşmanın muhal olduğunu anlamak ve

adâleti Hakkın emirlerine noktası noktasına riayette aramaktır. Adalet, ne türlü olursa olsun,

Allahın işi; ve bize, mutlaka şu ve bu türlü olarak Allahın emri..

·Dnsan hayatına kıyanların hemen başlarını uçuracağına, onlara hayatını bağışlayan; ve

hırsızlık edenlerin derhal kollarını keseceğine kendilerine hapishane köşelerinde rahat rahat

geviş getirecekleri yataklar ve sanatlarını ilerletecekleri dershaneler hazırlayan zihniyet, birer

kötü kişiye medeniyet göstermek için bütün iyi kişilerin hayatına ve malına kıymış olmak

mânasındadır. İslâm adâletinden başka her ölçü, bizce cezalandırmaya yeltendiği kötülükle

bilmeden ittifak halindedir.

·Dslâmda hâkim, bütün devlet ve millet manzumesinin bağlı olduğu kök telakkiye ait ölçülerin

müstakil kazaî temsilcisidir. Bu hüviyetiyle o, devlet ve hükümet, reislerine, herhangi bir

çöpçüve dilenciden ayırt etmez bir irtifadan bakar.

·Dslâm adâletini ışıldattığımız ve insanlığa serpmek istediğimiz çağlarda en küçük kazancımız

Viyana surları önünde boy göstermek oluysa, o adâleti paslandırdığımız devirlerde de en

küçük kaybımız yurt dışını düşmâna ve yurt içini eşkiyaya sardırmak oldu. Ondan sonra da,

her zaman ve mekâna ait ebedî adâlet hazinesinin anahtarını cebimizde taşıdığımızdan

habersiz, çapraşık ve dolambaçlı medeniyet dünyasının binbir icabı karşısında, bir adâlet

buhranından öbürüne atlayarak, adâlet adına boyuna zulüm kopyacılığı yapmaktan ve en hâs

ve halis zâlimleri sürü sürü türetmekten başka işimiz olmadı.

İSLÂM VE MÜLKDYET

·Dslâm ve mülkiyet, yahut İslâm ve malî adâlet, yahut İslâm ve iktisadî nizam... Tek kelime

ile, İslâm ve bugünkü dünyanın ana derdi olan kazanç ve hak taksiminde kurtarıcı ve erdirici

sistem...

·Dslâm nasıl en üstün hürriyet ifadesi içinde en sıkı disipline, hem hürriyet ve hem de displinin

haklarından hiç birini incitmeden mâlikse, ferdî mülkiyetle ferd üstü içtimaî tasarruf hakkına

da aynı kaynaştırıcı âhenkle sahiptir.

·Zaten İslâm, her bakımdan bütün zıt kutuplar arasındaki iyilikleri zatında toplayan

kötülükleri tasfiye edici ulvî ve ilahî ahenk ve terkip demektir. Hangi dâva, aks-i dâvanın

tegallübü karşısında hakkından bir şey kaybettiğini görür ve hangi aks-i dâva, dâvanın

tahakkümü altında hakkından bir nokta çalındığını hissederse, ikisi birden gelsin ve

kendilerini artık ortada kendilerinden hiçbir hüviyet kalmayarak İslâmda tatmin etsin!.. ݺte

Kapitalizma ve Liberalizma ile Sosyalizma ve Komünizmaya edilecek tavsiye budur:

«Buyrunuz; birbirinizde bulduğunuz karşılıklı sakatlıkların bir arada tasfiye edildiğini görmek

ve her biriniz ayrı ayrı nefslerinizde vehmettiğiniz değerlerin bir arada hakikatine kavuşmak

isterseniz, isminizden ve cisminizden, ruhunuzdan ve hüviyetinizden zerre kalmıyacak tarzda,

İslâmda fânî olun, eriyin, yokluğa karşın ve her şeyi bulun!»

· Evet, bugüne kadar insanoğlunun uzanabildiği ne kadar iktisadî ve içtimaî sistem varsa –ki

İslâm bunlardan hiçbiri değildir ve hiçbiriyle isimlenmez – hepsinin de iyi taraflarından tek

mahsup halinde bütün kıymeti, aslı ve hakikati İslâmdadır. Kötü taraflarının panzehiri de yine

İslâmda...

·Böylece hudutsuz ve murakabesiz fert mülkiyetinin, zıt sistemlerce son derece haklı olarak

çerçevelenmiş bütün kötü ve zararlı istismar ve ihtilâtlarını dibinden tasfiye edilmiş görmek

isteyenler İslâma buyursun! Ve ferdî mülkiyet hakkından mahrum edici telâkkilerin, yine

aykırı rejimler tarafından gayet doğru olarak belirtilen bütün öldürücü tesirlerini temelinden

önlenmiş görmek isteyenler yine İslâma buyursun! Ayrıca iki cephenin de ne kadar iyi ve

faydalı tarafı varsa, en erişilmez, nisbet ve kıvam miyarı ve üstün hakikat ruhu içinde

topyekûn ezelden zaptedilmiş olduğunu görmek isteyenler, bilhassa İslâma buyursun!

·Ferde alabildiğine mülkiyet hakkı veren İslâm, ferdî içtimaî mal evine (beytülmâl) ve öbür

fertlere karşı bağladığı kutlak kayıtlarla, dâhhameleşmiş başı boş sermayenin bütün istismarcı,

ihtikârcı,murabahacı,, maddeci ve zorba temayüllerine hiçbir dayanak noktası bırakmamıştır.

·Dslâmda, alabildiğine serbest fert mülkiyetine karşı, ferdî ve mülkiyeti varabildiğine

içtimaîleştiren ve bu mefkûrevi kıvamı kıyamete kadar temin kudretinde olan iki kapı halinde

biri âmir ve öbürü mâni, iki kurtarıcı ve erdirici şart: Birinin farz ve öbürünün haram oluşiyle

Zekât ve Faiz..

·Sadece faizin haram ve zekâtın farz oluşu – ki bunlardan her birini öz çerçevesi içinde nokta

nokta ve çizgi çizgi incelemek lâzım – iktisadî ve içtimaî ilimlerden anlıyanlarca haddinden

fazla yüklü kafasını yarasalar gibi duvardan duvara çarpan Yirminci asır dünyasının en

dolambaçlı meselelerini bir anda düzeltmeye ve elinden kaçırdığı iktisadî ve içtimaî saadetin

düzenini temelleştirmeye yeter.

·Bitişiğindeki evde aç varken sofrasına ilişebilmiş insanı kendinden saymayan İslâm ruhu,

sermayenin, oturduğu yerde ter ve yelpazelenme hakkı diye kullandığı faize sed çekici; ve

belli başlı bir haddin üstündeki her 40 vâhidden birini içtimaî tasarruf yoliyle bir taraftan

muhtaçlara dağıtıcı ve bir taraftan sermayeyi budayıcı ve mala tahâret ve ibâdet teklif edici iki

şartiyle, kör ve sağır Yirminci Asır dünyasının, muhtaç olduğu yegâne kurtarıcı ve erdirici

sistemidir.

İSLÂM VE ORDU

·Dslâm, ordu ve askerliği sımsıkı tutar.

·Eski Türklerin «Altın ordu» ve Almanların «Büyük ordu» mefkûreleri bizzat mâlik

bulunmadıkları hakikat ve ruha dayalı olarak, İslâmdadır.

·Dslâm, «herkes ne yaparsa yapsın, ben kendime bakayım» diyen ferdî ve pasif bir müessise

olmadığı, her ferdî tek tek ve bütün insanlık plânını topyekûn kurtarmaya memur biricik ve

aktif bir ruh temsil attığı için, hiçbir ferdî, hiçbir cemiyeti ve hiçbir dünyayı kendi haline

bırakamaz; mutlaka kurtarmak ve ebedî devlete ulaştırmak ister. Bunun için de, fikir ve mâna

ile dolu, maddî kuvvet ordusunu teşkilâtlandırır. Farz olan cihâdın, İslâm devletine yüklediği

vazife...

·Dslâm düşmanlarının anlayamadıkları ve anlayamıyacakları şudur ki, bir operatörün elindeki

neşter gibi, İslâm ordusunun kılıcı, yalnız merhametin, âzâmî lutuf ve ihsanın âletidir. Zira,

ameliyat olmamak için tepinen bir ölüm hastasından farksız olanları, istedikleri kadar

tepinsinler ve çatlasınlar, kurtaracak, hem de zorla kurtaracaktır.

·Dslâmın gönül ve iman tarafında zora yer yoktur; ve dinde ikrah olmadığı, Allahın emridir.

Fakat son safhada işi gönlün nihaî hükmüne bırakan İslâm, ilk safhada, gönlü karartan bütün

pasları kaldırıcı ve onu bütün menfi tesirler dışında kendi karariyle başbaşa bırakıcı maddî

tedbirleri bilfiil almakla mükelleftir. Amelîyattan sonra saadete kavuşan hastanın doktora

minnettarlığını düşünelim!.

·Dslâmın kılıcı bizzat merhamettir. Hıristiyanlıktaki sun’î merhamet edebiyatı değil..

·Ölümsüzlüğü getiren İslâm, zaferden sağ salim dönenle, kanını cenk topraklarına içirip Allah

uğrunda ölene ait olmak üzere, ordusu için iki eşsiz ölümsüzlük rütbesi getirmiştir: gazi ve

şehid.. Hiçbir ordu mefkûresi, dâva ve aksiyon yolundaki mücadeleci insanoğlunun

ayaklarını, bundan daha sağlam iki temel üzerine dayayamaz.

·Dslâm ordusunun gayesi «Allah adını yükseltmek» tir. Böyle bir nâmütenahîlik pınarından su

içen ordunun, beşeri akıl ve ilimle donatılmış ve en ileri ve en pırıltılı bir nizam belirtmesi, bu

nizamın insan ve âlet vahidleriyle şiir üstü bir dış mimarî ve insan üstü bir iç ruh belirtmesi

şarttır.

İSLÂM VE MÜSBET BDLGDLER

·«Beşikten mezara kadar ilim dileyiniz!» ve « ilmi Çinde bile olsa isteyiniz» ve «Allahım,

bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak göster!» ve «Allahım, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi

belirt!» mealindeki dört hadîsle ve daha niceleriyle Peygamberler Peygamberinin, kâlemini

nûr hokkasına batırarak yazdığı hikmet, İslâmın umumiyetle ilim ve bu arada müsbet bilgiler

karşısındaki vaziyetini tam olarak tesbit eder.

·Garplı, bu emirlerin kudsiyet menbaına bağlı bulunmaksızın, farkında olmadan onlardaki

hikmeti yerine getirdiği içindir ki, denizleri, kararları ve havaları, fethetti. Halbuki bu oluş

hakkı da, her hak gibi ezelden ve yalnız müslümanlarındı.

·Dnsan kafasının eşya ve hâdiseler üzerindeki tecessüs ve hâkimiyet hakkını tatmin cehdiyle

hareket eden Garplıya karşılık, eğer atom bombasını bizim dünyamız icad edemediyse,

kabahati, sadece iyi müslüman olamayışımızda arayalım!.

·Aya biz gidecek ve oraya, bilmem kaç yıldızlı Amerikan bayrağı yerine tevhid livâsını biz

dikecektik!

·Ne yazık ki, Garplının, sırf madde âlemini çepçevre ihâta ve sımsıkı tasarruf gelen ham

kuvvetiyle bizi sarsmaya başladığı günlerde, hemen yapılması gereken nefs muhasebesine

bağlı olarak müsbet bilgiler şuuru bize dinîn bir emri telâkki edileceğine, din âlimi

geçinenlerimiz arasında, bisiklete şeytan arabası ve matbaaya küfür âleti diyenler bile oldu; ve

o zaman bu gübre kafalılara «asıl siz bu hükmünüzle yaklaşıyorsunuz!» diyebilenler çıkmadı.

·Garplı, fânî madde âleminin marifetlerini, fânî müsbet bilgiler lâboratuvarının icatlariyle

teshir eder, fânî dünyanın sathını baştan başa tahakkümü altına alır ve böylece Doğu

çevresindeki üstün ve ebedî hayat mümessillerini de kulları ve köleleri haline getirirken, İslâm

dünyasının içinden bir fert çıkıp da avaz avaz şunları haykıramadı: «Yahu İslâmlığın

zuhurundan bir-iki asır sonra Şark ve Garp dünyalarının dış manzarası, bugünkü Şark ve Garp

dünyalarına ters tarafından tamamiyle uygundur! O vakit biz, meşhur seyyah (Marko Polo) yu

hayran bırakan, fildişi, baharat, kâğıt, billûr, ipek, amber ve binbir san’at eşyası yüklü

kervanlarımız ve bunların indiği kervansaraylarımızla, hâlâ (Holivut) simsarlarına rüya

filimleri çevirtici bir hayat yaşamaktayken, Garplı,sürdüğü domuzlarla aynı gıdayı alıyor ve

aynı hayatı yaşıyordu. O vakit, hakkını verdiği ruhla beraber maddeyi de tasarruf eden Şarklı,

bugün ruhun hakkını bomboş bıraktığı halde müsbet bilgiler sayesinde eşyaya tahakküm eden

Garplının önünde inhizama uğramış bulunuyorsa, elinden kaçırdığı için, haline ağlasın;

kendisini kendi öz dâvasına ihanet etmiş bilsin ve Allahtan af dilesin»

·Dslâm, müsbet bilgiler manzumesini, dünyaya değer verdiği nisbette kıymetlendirir. Nasıl

dünyanın değeri hakikatte sıfır, fakat âhirete ekim sahası olmak bakımından nâmütenahî ise,

müsbet bilgiler de, ruh değerleri önünde âdi ve sefil oyuncaklar tezgâhı, fakat ebedî hayat

işçilerinin hamle ve hareket vasıtası olarak hudutsuz kıymettedir.

·Bütün mücerret ilimlerin yanında müsbet bilgiler cehdi, İslâmda, aynı zamanda her

müslümanın ilahî hikmet ve nimeti her vecihten tefahhus, müşahede ve onunla faydalanmak

borcu olarak da, aslî gayeden kıl kadar inhiraf etmeksizin, ulvî vazifeler ve ameller arasında

yer alır.

·Herşeyle beraber müsbet bilgiler tohumunun da Peygamberler eliyle gelmiş olduğunu

düşünmek, hepsi de İslâm çizgisi üzerinde bulunan Allah Resûllerinin ve onların hepsini

birden tamamlayıcı en Üstün Resûlün hak din zaviyesinden müsbet bilgilere ait kıymet

hükmünü gösterir.

·Memuriyeti, öteleri fethetmek olan insanın evvelâ bu dünyayı fethetmesi veya sadece dünya

fâtihlerinin esiri olmamak için aynı fâtihliği elinde tutması, buna da müsbet bilgiler marifeti

yolundan ulaşması, memuriyeti icabıdır.

İSLÂM VE GÜZEL SANATLAR

·Dslâm, başta edebiyat, gerçek zemini bulmuş bütün güzel san’atların en kuvvetli himayecisi...

·Başta edebiyat... Zira İslâm, erişilmez, şiir ve edebiyat çerçevesine girmez, beşeri hiçbir

ifadeye sığdırılamaz bir ilahî mucize halinde, söz hârikasının mutlak ve münezzeh, zirve

noktasına maliktir: Kur’an, Allahın kelâmı...

·Böylece, en üstün mucize olarak, bütün benzerlik ve eşitliklerden münezzeh, nihaî fesahat ve

ilahî söz san’atını çerçeveleyen İslâm, ilahî sırların en dolambaçlı yollarını en çevik usûlle

aramak diye gayelendirebileceğimiz beşeri sanatın da, elbetteki ki, himayecisidir.

·Zaten İslâmın, fesahat tılsımına bağlı bir muhit üzerine nihaî fesahat mucizesiyle inişinde

gerçek zeminini bulmuş söz san’atını en sıcak ve sevimli bir yüzle karşıladığına dair derin bir

işaret bulunsa gerektir.

·San’at ki, bizim gözümüzde en çevik ve en gizli usûlle Allahı aramanın müessisesidir;

nâmütenahî mücerrede, yâni aslî gayesine yaklaştıkça İslâmda değer bulur. Bu bakımdan,

bütün İslâm san’atlarından mücerredin şiiri tüter. Taş, halı, gergef ve kâğıt üzerine

aksettirilmiş bütün İslâm ruh plâstikası, mümkün olduğu kadar kaba ve bayağı müşahhastan

uzaklaşmanın ifadesidir. Bunun içindir ki, İslâm, kaba ve bayağı müşahhası azizleştirmekten

başka bir şey olmayan putlaştırma işinden ve putlardan nefret ettiği kadar, kaba ve bayağı

müşahhasa yardımcı sanatları da sevmez. Hiçbir şey bilmeksizin resim ve heykelden tiksinen

bir softa ile, onları gerçekten sevmeyen olgun bir müslüman arasında işte bu anlayış farkı

vardır.

·Buna rağmen (plâstik) san’at eserleri ihtiram mevkiinde kullanılmamak, mevzuuna karşı bir

azizleştirme gayesi gütmemek ve içtimaî bir faydaya bağlı olmamak şartiyle, İslâm şeriatince

câizdir.

·Mücerredin san’atı olan musiki ise, müşahhas kadroda belli başlı kötülüklere âlet diye

kullanılmadığı ve ilâhi vecde ve ulvî tefekküre zemin teşkil ettiği nisbetinde güzel ve

makbul...

·Hacimlerin birbiriyle ihtilât ve nisbetinden, madde içinde madde üstü bir fikir bestesi

yuğurmak diye çerçeveleyeceğimiz mimari san’atının İslâmda nerelere kadar vardığı ve

ufukları nasıl süslediği malum...

·Dslâmın güzel san’atları himayesi, bütün güzel sanat şubelerinin teker teker kendi kemâl ve

aslîyet çilelerine eş olarak, onların en büyük sırdan, mücerredin sırından haberci olmak ve

kendi kemâl ve aslîyetine yaklaşmaktaki hisselerine bağlıdır. İslâm, her gerçek ve ulvî

san’atın, o san’atı kendi kemâl ve aslîyetine irca eden büyük himayecisidir.

İSLÂM VE KADIN

·Her madde, her mâna ve her şey gibi kadının da bütün vücud ve hikmeti, keyfiyeti ve mevkii

İslâmda...

·Kadın, İslâmda, kendisine Şeriat yolundan ulaşmak şartiyle sevgili bir varlıktır. Yeryüzünün

Efendisi ve Peygamberler Peygamberi ki buyurmuşlardır ki: «Bana dünyanızda üç şey

sevdirilmiştir: Kadın, güzel koku ve namaz...»

·Hemen anlamak gerektir ki, meşru şekiller ve hadler içinde kadına bağlılık, Yeryüzünün

Efendisi ve Peygamberler Peygamberinin mizacına uymak bakımından İslâmi ve makul bir

hâdise... İslâmın zâhir ve bâtın çerçevelerinin bütün kahramanları bu şekiller hadler içinde

kadına bağlı kalmışlardır. Ruhbaniyet kabul etmeyen İslâm, batinî büyük marifet yolunda nefs

körletmenin usûlu olarak kadından uzak durmayı kabul etmez. Aksine büyük marifet yolunda,

meşru şekiller ve hadler içinde kadın alâkası şarttır.

·Kadın, İslâmda, her şeyden evvel derin bir hayâ mevzuudur: ve bütün mahrem köşeleriyle

çepçevre hisarlar ortasında yükselen bir saray gibi, edep, ismet ve gizlilik surlariyle

halkalanmıştır.

·Mukaddes İslâm Şeriatı, kadını, her noksaniyle kocasının nazarlarına helâl olarak teslim

ettikten sonra, onun cemiyet hayatını, mahremi bulunduğu veya bulunmadığı insanlara karşı

ayrı ayrı görünüş şekilleriyle ve son derece sarahatle tanzim etmiştir. İslâm cemiyet ve

beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından

başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek

bir saçın bile dâhil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm

cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedâr bir unsur olabilir.

·Kadını kafes arkalarına ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve

topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece ve bir ân için cemiyet

koridorundan geçiri vermek, İslâmi ölçü ve gereklerin emrettiği bir iş değildir. Her bakımdan

mükemmel olan dine bir şey eklemek veya ondan bir şey eksiltmek, dinî anlamamaya ve

nihayet ya ham ve kaba softalığa ve kör-kütük anlayışsızlığa varacağına göre asırlar boyunca

Türk cemiyetinde kadının halini, dinî vecd ve idrâkten mahrum ham ve kaba softaların esiri

diye mütalâa ve bu halden İslâmiyeti tenzih etmek lazımdır. Şer’î ölçülere bürülü olarak

kadın, İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve faaliyet sahasında,

bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.

·Ayrıca kadın, mücerred kadın olarak,mücerred güzellik ölçüleriyle, ancak İslâm Şeriatinin

gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki, tesir ve kıymetinin azamisine ulaştırılmıştır.

Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırçıplak etin vahşetini esiri bir tılsıma

götüren örtü sırrı, münhasır (estetik) göziyle de yalnız İslâmdadır.

·Dslâmda kadın,içtimaî vazifeler arasında yalnız iki tanesinin ehliyetine malik değildir: Biri

imamlılık, öbürü hakimlik... Bunda da son derece ince bir hilkat sırrı güden İslâmiyet, her

şeyden evvel hissîlik ilcaîlikten uzak bir erkek seciyesi isteyen bu iki işte başka kadına hiçbir

içtimaî vazifeyi yasak etmemiş, fakat kadının en yüksek ve ulvî mevkiini, onun ve erkeğinin

yuvası olarak göstermiştir.

·Kadın; anne, hemşire, zevce; güzellik bakımında kadın, içtimai vazife noktasından kadın,

hilkat sırrının maddî ve mânevi bütün tecelli şekillerini İslâmda arasın ve yanlız onunla

övünsün!

DIŞI VE İÇİYLE İSLÂM

·Dslâmın dışı Şeriat, içi Tasavvuf... O’nu, kâinatın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Allah

Sevgilisini, üzerinde bütün hilkat mimarisinin ışıldadığı bir saray farz edecek olursanız Şeriat

o sarayın dışı Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, varış ve erişlerde içeride...

·Dslâmın topyekûn ruhu, hikmeti, ahlakı, edebi, eşya ve hâdiselere bakışı, bu dünya ve ötelerin

dış ve iç nizam sırrı, var oluş sebebi, ölümsüzlük yolu, bütün illiyetler ve gâiyetler, her şey,

her şey tasavvufta...

·Ddeolocya Örgümüzün bu noktası, nâmütenahî derin tasavvuf bahsinin ona yakışır bir

derinlikle işlenebileceği yer olmadığı için, meseleyi kalın hatlariyle ve sadece başlık

ifadesiyle ele alıyor ve bildiriyoruz ki, İslâm tasavvufu karşısında apışan ve gözleri kamaşan,

Bâtılı, daima olduğu gibi, onu , dış ve aldatıcı çizgileri içinde heceleyip ( Neo-Plâtonizm –

Nev Eflâtuniye – Yeni Eflâtun-culuk) mektebine bağlamış, sonradan kurulma ve bu

mektepten aparılma bir müessise diye göstermeye yeltenmiş ve İslâmı yalnız zâhir plânındaki

dış mimarisinden ibâret bırakmak istemiş; tasvvufun mutlak olarak Allah Resûlünden gelici

ve O’nun kainat özü mukaddes bâtınında fışkırıcı ebedî hayat mâdeni olduğunu

anlayamamıştır.

·Dslâmdan sekiz asır sonra türeyen bazı maddeci mankafalar da, tasavvufu topyekûn inkâra

varmışlar böylece üç buudlu din hacmini derinlik buudundan ayırıp satıh haline getirmişler ve

yine böylece, ister istemez bâtılı görüşle birleştiklerinin ve ona destek olduklarının farkına

varamamışlarıdır.

·Tasavvufun, «Allah kâinatı insan için, insanı da kendi mârifeti için yarattı» düsturu, bu

suretle nihaî hesabı mutantan şekilde verilen oluş sırrının, biri dış rejim, şeriat, öbürü de iç

rejim, tasavvuf olarak her ikisi de birbirinden kopmaz, ayrılmaz ve tecezzi kabul etmez bir

bütün halinde en parlak ifadesidir.

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

V- TARDH HÜKMÜ: NASIL BOZULDUK

*Fasledici Tarih Çizgisi

*Dslam Nasıl Bozuldu?

1-Kanuni Devrinde

2-Kanuniden Sonra

3-Tanzimat Devrinde

4-Meşrutiyet Devrinde

5- Son devirde

*Ahlâk yaralarımızdan misaller

FASLEDDCD TARDH ÇDZGDSD

· Daha evvelki loş devirlere ait masal iklimlerini bir kenara bırakalım; kaydetmiştik ki, 1 inci,

2 nci, 3 ncü, 4 üncü, 5 inci ve 6 ıncı asırlarda Türklüğün bütün varlık hülâsası, kasırga gibi,

çağlayan gibi, şimşek gibi, yıldırım gibi, henüz billûrlaşmamış, kalıbını bulmamış, sabit

medenî ifade çizgilerine erişmemiş, mücerred ve serâzad bir hayatiyet akışından ibarettir. Ve

bu mücerret hayatiyet, yeleleri alevlenen atların cidago kemiklerine bağlı, ruhuna büyük

muhteva çatısını yerleştirerek büyük iman mimarîsine istekli, asırlar boyunca aktı durdu.

· 7 nci ve 8 inci asırlarda Türklük, kısım kısım ve parça parça, İlâhî binanın ulvî bedaheti

önünde ve en asîl teslimiyet edâsı içinde İslâmlığı kabul etti ve kılıciyle ruhunu ona bağışladı.

· 9 uncu, 10 uncu, 11 inci, 12 nci asırlarda, Türklük, edindiği ruhî muhtevanın ışıklarını en

sâdık ve hususî bir tahassüsiyet ve tefekküriyet billûrundan aksettirerek yine kısım kısım ve

parça parça, en parlak medeniyet protoplazmalarını örmeğe başladı.

· Bizim, devlet ve cemiyet, eser ve hamle, dâva ve siyaset halinde ve dünya çapında gerçek

medeniyet ifademizi bulmamız, Osmanlı kuruluşiyledir: 13 üncü asır...

· 14 üncü asır, bazı sâiklerin tepeden indirdiği çözülüşlere rağmen, vecd, aşk, nizam, tedadî ve

taarruz devrimizdir. Bu teaddî ve taarruz, iki zıd medeniyet dünyasının muhasebesi halinde

Batıya doğrudur.

· 15 inci asırda ve aynı vecd, aşk ve nizam içinde, taarruzumuz, Batı dünyasından yeni bir

safhaya esas olacak kadar büyük bir zafer iklili kuşandı.

· 16 ncı asırda, tarihin en büyük İmparatorluğunu kurmuş, fakat artık gurur ve hissizliğe

sapmış, doğmakta olan Batı dünyasının tahammuruna dikkat edemez olmuş, vecd ve aşkımızı

dondurmaya başlamış bulunarak, itilânın zirvesindeyiz.

· 17 nci asırda, donan, kabuk tutan vecd ve aşk, hikmetleri kör nefsaniyet ve şahsî idrakine

kurban edici zümre mânasına ham softa ve yobaza meydanı terketti; ve maddî ve mânevî en

şanlı taarruz hamlemiz, birdenbire en hazin bir müdafaa çabalamasına döndü.

· 18 inci asırda, artık aklın madde üzerindeki tecessüs ve tefahhus hakkını sistemleştirmeye ve

bu sistemin ilk yemişlerini devşirmeye başlayan Batı dünyasından ve bu aziz cehdi emreden

dinin yalnız İslâmiyet olduğundan daima habersiz, din perdesi altında dini karartmaya memur

ham softa ve kaba yobaz elinde esir, en ümitsiz müdafaa ve en acıklı hezimetlere göğüs

germekle meşgulüz! Fakat İmparatorluk o kadar cüsselidir ki, can çekişirken bile dünyayı

titretmektedir.

· 19 uncu asırda, mahut ham softa ve kaba yobaz tipi, yerini pembe kıçlı maymunlardan daha

sefil Avrupa hayranlarına; ve bu defa aynı yobazlığı küfür ve dinsizlik adına göstermeye

namzed, takma beyinli züppelere bırakmak yolundadır. O, Batı dünyası, bir türlü

deviremediği muazzam ağacı, içinden kurutmanın yolunu bulmuştur. Böylece tam ruhî ve yarı

maddî müstemlekeleşme çığırımız açılır.

· 20 nci asırda, en çetin buhranını kaydeden ve unsur unsur birbirinin boğazına sarılan Batı

dünyasının tefessüh ve ihtilâç haline rağmen tasfiye çanlarımız çalınır. Garp buhranının

tezadları sayesinde ilk istiklâl ve şahsiyet dâvamızı maddeten kazanırız, fakat mânen

büsbütün ezdiririz. İkinci Dünya Harbinin Üçüncüye geçit veren eşiğinde de, tarihî bir netice

olarak, Sırat gibi kıldan ince ölüm köprüsüne getirilir, bırakılırız!

· Her şey gibi tarih ölçümüz de gösteriyor ki, bir tarihin bittiği ve bir başkasının başlamak

üzere bulunduğu fasledici çizgi üzerindeyiz.

· Yalnız bu çizgiyi görmek, tedbirlerini de bulmaktır.

· Bu çizgi üzerinde «icra-yı hükûmet», ya hep, ya hiçe varır. Hep için duadayız.

İSLÂM NASIL BOZULDU?

1 – KANUNÎ DEVRDNDE:

· İslâmın bizde nasıl bozulduğunu tarihî bir kronolocya içinde incelemek ve anlamak, İslâm

bundan böyle ve en ileri bir dünya görüşü plânında ele geçecek olursa onu bir daha

kaybetmemek olacaktır.

· İslâm, büyük Türk hükümranlığı tarihinde, ilk defa Kanunî Sultan Süleyman çağında

bozulmaya başlamıştır. O devrin şevket ve satveti bu mânevî zaafı örter ve bu derin hususiyeti

kimse bilmez ve görmez. Zira gerçek tarihçimiz henüz gelmemiştir.

· Kanunî çağı, sâf ve berrak İslâm akîdelerini bulandırmakta umumiyetle en korkunç tesiri

aşılayan Fars ve Bizans parmak izlerinin, iman çehremizi adamakıllı lekelemeye başladığı

devirdir.

· Farsların ettiği cenklerde Fars krallarının usûl ve âdetlerine kapılıp kendisine akran

muamelesi eden generallerinden mabud muamelesi istiyen Büyük İskender, bu korkunç tesirin

ilk kurbanlarındandır. O zaman bir generali, Büyük İskender’e «Veyl, atalarının âdetlerini

bırakanlara!..» diye bir Yunan şairinden bir mısra okumuş ve İskender’in bizzat başına

indirdiği harbi altında can vermişti.

· Fars tesiri korkunçtur; İslâmda en büyük kafalarla at başı, en hain bozguncu kelleleri de

İranlı...

· İnsanoğlunu mabud mevkiine çıkarıp insanoğullarını ona mahkûm kabul etmekte en müthiş

edebiyata malik bulunan Fars ve Bizans dünyası, İslâmın, hakca en zayıf köleden farklı

görmediği devlet reisine, elbette ki, İslâmî hükümlere karşı da hâkim mevkide bulunmayı

telkin edecekti. Nitekim bu gizli tesir Kanunî çağındadır ki, «Şeyhülislâm» lar, bir memur

gibi, Padişahın iradesiyle nasp ve tayin edilmeye başlanmışlardır. Önceleri, şûrâya benzer bir

heyetçe seçilirlerdi.

· Artık, ilk sarhoş Padişah Yıldırım Beyazıd’a «Yaptırdığınız cami güzel ama yanında bir

meyhane eksik!» diyebilen büyük ve halis din adamı nerede, bu yeni «Şeyhülislâm» lar

nerededir? Hatır, gönül ve korku fetvâları başlamıştır.

· Fars ve Bizans tesirinin, büyük ve kutsî fetva makamını imparatora yavaş yavaş mahkûm

kılmaya başladığı bu vaziyet, devrindeki şevket ve satvet ne kadar büyük ve din ve devlet

adamları ne derecede ulvî olursa olsun, İslâmın ilk defa aldığı ve ileride çok genişlemek

istidadını kazandığı en canhıraş yaradır.

· Garp dünyasının yepyeni bir doğuş (Rönesans) fecri içinde yüzdüğü en nazik hengâmede bu

yara, İslâm tefekkür dünyasının aceleyle seferber olup cihanın yeni keşf ve istikametlerini

sadece kendisine bağlamasını gerektiren bir çığırda, ancak naslara sadece mıhlanmak ve

onların vecd ve hakikatinden uzak kışırlarında kalmak gibi ölü bir ezbercilik mevsimi

açabilirdi. Yani naslara yapışmak değil, onları hikmetlerinden öksüz bırakmak, düpedüz

ihanet...

· Nitekim öyle olmuş; ve Garp dünyası, aklın eşya ve hadiseler üzerindeki tefahhus hakkını

zafer iklimleriyle süslerken, bizde Medrese, aslındaki nâmütenahi derin ruh ve istiklâle

rağmen, vecdsiz ve hakikatsiz nas ezberciliği mevkiinde tutunmaktan başka çare

bulamamıştır.

· Kanunî ile başlayan Yahudi istilâsı da cabası...

2 – KANUNÎ’DEN SONRA:

· Kanunî’den sonra başlayıp Tanzimata kadar devam eden tereddi devrimiz, İslâmî bir idare

içinde İslâmlığı anlayamamak, onu bütün saffet ve asliyetiyle kavrayamamak ve yine bütün

saffet ve asliyetiyle yeni zaman ve mekâna tatbik edememek, ilerleyen ve giriftleşen insan ve

cemiyet tecrübelerini İslâmî ölçüler mihrakında toplayamamak, İslâmiyeti yeni zaman ve

mekâna hâkim kılamamak; ve sadece papağanvâri, nas tekerlemeciliğinin iç mânalarından

habersiz ölü idrakinde bütün ruh feyizlerini kaybetmek; böylece insan ve cemiyeti, bütün yeni

oluş ve hamlelere karşı öksüz bırakmak ve nihayet iflâs ve inhizama kadar sürüklemek gibi

tarihî bir seciye ve seyr arzeder.

· ݺte tam bu devirdedir ki, Garp dünyası (Rönesans) ın ilk yemişlerini devşirmeye başlamış,

eşya ve hadiseleri yeni usûller ve âletlerle teshire başlayan ve eski insan yaşayışını allak-

bullak eden müstakbel çığırın eşiğine ayak atmıştır. Böyle bir harika karşısında İslâm

dünyasına ve tefekkür âlemine düşen ilk borç, her feyzin sadece İslâma bağlı olduğu ve

İslâmdan fışkıracağı emniyeti iken ve dolayısiyle her şeyi İslâma maletmek gerekirken, küfür

dünyasına hakaretle arka çevrilmiş, ruhta ve esasta her kuvvete malik bir dinin, ruhta, esasta

ve hele maddede hiçbir hakkı verilmemiştir. Nihayet hakikatte dine zıt olarak din adına

düşülen bu gurur ve nefsanî halet, meydana, Şeriat maskesi altında Şeriata ihanet eden ham ve

kaba softa tipini çıkarmış ve bu tip bütün kaba, geri ve nefsanî saltanatiyle İslâm ruhunu

asırlarca zulmet ve cendere içinde tutmuştur.

· İnsan ve cemiyet hayatını yeni bir fayda ve kıymete ulaştıran her buluş ve hamle –eğer

Şeriate aykırı değilse- bizzat Şeriate karşı bir teyid ve hizmettir. Bu inceliği bizzat Şeriat

Hamili’nin binbir emriyle tanıdığımız halde, otomobile şeytan arabası, matbaaya küfür âleti,

«Nizam-ı Cedid» kaputuna küfür libası ve daha bilmem nelere, bilmem ne hükmünü veren

ham ve kaba softayı, din ve hakikat hizmetçisi mi, din ve hakikat kaatili mi telâkki etmek

gerekir? Heyhat ki, bütün saffet ve asliyetiyle dinin, en korkunç suikastçısı olan ve Kâinatın

Fahri’ne, bilmek ve anlamaksızın ihanet eden bu tavla zarı kafalı tip, hakikatte dinin

mümessili bilinmiş, din hakikatte bu tipin söylediklerinden ve anladıklarından ibaret sanılmış;

ve o devirde zavallı insan ve cemiyet, mayasındaki derin sadakatin sadakatsizliğe âlet

edildiğinden habersiz, başına ve dinine gelecek bütün belâlara karşı mahzun ve mütevekkil

beklemekten başka bir yol bulamamıştır.

· O devrin hükümdarları da, içlerinden geniş ve derin bir dünya görüşüne malik tek şahıs

bulunmaksızın, emir ve iradeyle nasb ve tayin edilen fetvâ mümessillerinin sultanî nefse göre

din uydurmaya müstaid tavırları karşısında müteselli, gelip gittikçe, boyuna «Şeriatın icrası»

emrini vermişler; asi ve bozguncu askerler «Şeriatın icrası» adına padişahlarını tahttan

indirmiş; padişahlar, onları «Şeriatın icrası» adına tepelemek istemiş; medrese kaçkınları

«Şeriatın icrası» adına isyan ve politika meydanlarını doldurmuş; ve sağlı, sollu, ilerili gerili

her davranışın ağzında kuru bir «Şeriat» lâfzı, cihanda ve cihanın en büyük imparatorluğu

üzerinde bir misli görülmemiş, bir «ana-baba günü» dür kopmuş ve bu hazin yuvarlanış içinde

hiçbir gerçek din ve tefekkür adamı doğrulup, bu cemiyete «dur; din, din diye diye yalnız dine

zıd gittiğin için bu hale düşüyorsun!» diyememiştir.

· Neticede Türk cemiyeti, sırf dünya çapında bir mütefekkir yetiştirememek ve kâinatın tek

kurtarıcı sistemi olan İslâmlığı, bütün saffet ve asliyetiyle vazifelendirememek, onu beşerî

hamlelere hâkim, doğurucu ve yapıcı bir platformada tutamamak, vecd ve aşkını kaybetmek

ve meydanı istismarcı yobazlara kaptırmış olmak yüzünden bu hale gelmiş; İslâmlığı,

şahısların temsil kadrosunda, en nazik yerlerinden bozmuş ve yaralamıştır.

3 – TANZDMAT DEVRDNDE:

· Tanzimatta İslâmın bozuluşu, Müslümanların umumî bozgunu ve bunun sorumluluğunu

tahteşşuurlarında kendi an’ane ve köklerine yüklemeye başlamaları şeklinde, en vahametli

safhasına girmiştir.

· Denilebilir ki, İslâmın, gitgide bütün çarelerden uzaklaştırılarak, gözden ve itibardan

düşürülmek metodiyle bozulduğu ilk ve kaatil devir, Tanzimattır.

· Tanzimat, İslâma zıd dünyanın maddeye hâkimiyeti ve fennî terakkileri önünde, bu dünyayı

İslâm göziyle muayene ve tefahhus edip onun bütün marifetlerini İslâma maletmek yerine,

ona körükörüne teslim ve mahkûm olmak, sonra da hâlâ İslâmiyeti itibarda tutmaya çalışmak,

yani muhale yeltenmek gibi, beşerî şaşkınlık ve ahmaklıkların en büyük âbidesi olarak

kuruldu; ve derhal İslâmiyeti, her gün tesiri biraz daha şiddetlenecek ve zehirli eserini bir iki

devir sonra verecek tarzda bütün kredilerinden mahrum etti.

· Böylece İslâm, Tanzimatta, gûya hissiyle dinine bağlı göründüğü halde fikriyle rakip

dünyanın bütün tasallut vasıtalarına karşı teslim bayrağını çekmiş, mahkûmiyetini kabul

etmiş, üstelik yegâne müdafaa çaresini mahkûmun hâkimi körükörüne tasdikinde bulmuş ve

buna rağmen kendi eski dünya görüşünü ve ruhî tamamlığını muhafaza edebileceğini sanmış,

sözde münevver, sarsak ve pinpon politikacılar elinde, tâ can evinden vuruldu. Ve yine

böylece, evvelki ham ve kaba softalık, aynı çapta, fakat kendi kendisine ters istikamette bir

başka hamlık ve kabalık doğuracak zehirli yemişini verdi; ve artık İslâm, tavan aralarında

haline ağlıyan haminnelerin münzevî hassasiyet plânından daha ileri bir zemin olmak

haysiyetini kaybetmeye yüz tuttu.

· Nasıl, şekiller üzerinde, o şekillerden hiç birinin ruh ve gayesini bilmeden ısrarcı ve inatcı

ham ve kaba softa tipine karşı İslâm, kendisini, büyük mütefekkirini yetiştirememiş olmak

yüzünden müdafaa edemediyse, şimdi de yine kendi kendisini bedava tarafından rakip

dünyaya teslim ederek kökünü baltalamaya kalkan Tanzimat hareketine karşı, yine büyük

mütefekkirini yetiştirememiş olmak yüzünden mukavemet edemedi.

· Tanzimatın, olmaması değil, aksine, İslâmlık emrinde ve çok daha geniş ve köklü bir hareket

şeklinde olması lâzımdı.

· Halbuki, Tanzimat, kekeme bir edâ ile, İslâmı mahkûm ve Garp dünyasını hâkim tanıdığını

söylemeden söyleyen, kısır ve korkak bir hareket şeklinde oldu.

· Gülhane fermanı, İslâmı zâhirde medh, fakat batında zemmedici, köksüz ve yönsüz, bir

dalâlet vesikasıdır.

· İslâmı, kendi içinden, lâyık ve âmir olduğu terakki servetlerinden mahrum etmek suretiyle, 1

numaralı sahte temsilciler bozmaya başlamıştı.

· İslâmı, kendi dışından da, lâyık ve âmir olduğu terakki servetlerine kavuşturmak için rakip

dünyanın teftişsiz ve murakabesiz kopyacılığına sevkeden 2 numaralı sahte münevverler

bozdu ve bu kaatil çığır, ilk defa Tanzimatla temel attı.

4 – MEŞRUTDYET DEVRDNDE:

· İslâmın, Tanzimat devrinde, cepheden ve belki de şuursuz bir teaddi ile bozuluşu,

Meşrutiyetle tabiî ve melhuz eserini vermeye başlar.

· Meşrutiyet, getirdiği ruhî ve içtimaî şartlar bakımından, İslâmın, yine cepheden, fakat gitgide

daha şuurlu bir teaddiyle apaçık hırpalanmaya başladığı devirdir.

· Tanzimatta atılan tohum, üç çeyrek asır kadar sonra Meşrutiyette yemiş vermeye başladıysa

bunda şaşılacak ne vardır?

· Meşrutiyet, bir takım fikirsiz Makedonya kabadayılarının ruhuna gem takmış ve kör

hamlelerini istismara yol bulmuş teşkilâtlı Yahudilik, Masonluk ve Dönmeliğin eseridir!

Yahudilik, Masonluk ve Dönmelik isimli üç ayaklı sehpanın da, ipinde sallandırmak istediği

tek hüviyet, İslâmdır!

· Bir gün, yalnız ilim adına ilim yoğuracak tarafsız tarihçilerin itiraf edecekleri gibi,

Meşrutiyet hareketinin hedefi olan İkinci Abdülhamid, sadece Müslümanlığı, Milliyetçiliği,

Türklüğü inkıraz ve müstemlekeleşmekten koruyuculuğu ve bütün bunlardan dolayı

Yahudiliğe ve Garp emperyalizma ve kapitalizmasına karşı sistemli mücadeleciliği yüzünden

bunların kurbanı olmuş; ve bu menhus müselles, kolaylıkla büyülenen sâf gençler ve cahil

komitacılar vasıtasiyle devşirdiği neticeye, inkılâp, Meşrutiyet ve onun altında «hürriyet,

müsavat, adalet» yaftasını taktırmıştır. Altıok yaftacılığı o zamandan başlar.

· Meşrutiyet, dilindeki yalancı idarî ve içtimaî inkılâp teraneleri bir tarafa –zira biz ne

mutlakiyetçi ne de padişahçıyız!- sadece İslâm ve Türk ruhunu, İslâm ve Türk ahlâkını, İslâm

ve Türk an’anesini, İslâm ve Türk tarihini bir pula satmak dâvasında, gizli ve yabancı bir

kurmay hey’etinin bir takım eçhel ve ahmak kuklalara oynattığı sefil oyundan başka bir şey

değildir!

· Oyun oynanmış ve muvaffakiyet tam olarak ele geçmiştir. Çünkü Türk fert ve cemiyet

ahlâkının zedelendiği, meydanı kazdan daha ahmak satıh canbazı züppelerin sardığı, iğrenç

Şişli âlemlerinin kurulduğu, sanat ve edebiyat diye misilsiz gülünçlüklerin köpürtüldüğü, genç

nesillerin ana ve babalarındaki iptidaîlikten utanmaya başladığı, «Düyun-u Umumiye» ve

Osmanlı Bankasında çalışmanın mukaddesat sırasına geçtiği, Türklük ve Anadoluluktan

nefret etmenin zarafet ve zekâ sayıldığı ilk devir, Meşrutiyettir.

· Kadın o devirde açılıp saçılır, fuhş o devirde yayılır, Avrupalılık adına Garbın bütün kir ve

pası o devirde içimize dökülür; ve nihayet Birinci Cihan Harbinde Meşrutiyet hareketini gûya

özleştirmeye doğru giden sahte ve köksüz Türklük ve Türkçülük cereyanları; müflis Türk ve

Türkiye, o devrin bir neticesi olarak iflâs ve inkıraz sandalyesine oturtulur.

· Meşrutiyet, yapanlarca belki de şuursuz, fakat yaptıranlarca tam şuurlu olarak, doğrudan

doğruya İslâm ruh ve bütünlüğünü mahvetmek için girişilmiş bir harekettir!

· Vatanı tüm batıran mecnun politikalarının da ne olduğu malûm...

5 – SON DEVDRDE:

· Son devirde İslâmın nasıl bozulduğu, hiçbir izah ve teşhise muhtaç değildir. Ayân olan,

beyan istemez.

· Son devirde İslâmın bozuluşu, kendisinden evvelki devirlerin yekûn hattı oldu. Mustafa

Reşit Paşadan çıkan çizginin nerede biteceği hendesî bir bedahetti.

· Son devir, kendisinden evvelki çığırların, sûretâ İslâma bağlı kalıp onu her noktadan

bozulmaya terkeden tereddüt ve şaşkınlıklarından hiçbirisini göstermedi ve her şeyi topyekûn

halletmekte pek kat’î davrandı.

· Son devir, artık mânasız bir yük gibi taşınan İslâmî alâkayı bir kalemde kopartıp atacak

kadar cesur oldu; ve devlet, içinde 100 portakal bulunan bir portakal sandığının portakallıkla

alâkası olmadığını ilân edişi tarzında, muhtevası olan milletin ruh ve keyfiyet mayasına

yabancılığını açığa vurdu.

· Böyle olunca da portakalların, yabancı sandık içinde çürümeye terkedilmiş olmaktan başka

hiçbir istikbali kalmıyor demekti; ve bu, bugüne kadar böyle devam etti.

· Bu yeni çığır, artık İslâmın bozuluşunda nihaî bir devre değil, bir gaye ve netice teşkil etti.

Ve bu çığırın seri malı politikacıları ve sözde münevverleri nazarında Müslüman «cahil +

ahmak + geri + yobaz + kaba» nın müsavisi sayıldı.

· Ve bu gaye ve netice temel attığı nisbette, fertle cemiyetin ahlâk bütününden ve ruh

muvazenesinden ne esaslı, ne muazzam, ne hayatî bir şeyin koparılıp götürüldüğü, cemiyetin

nasıl başaşağı tekerlenmek vaziyetine düştüğü, meydana çıkmaya başladı.

· Artık İslâmın bozuluşu, «ilelmerkez – merkeze doğru» ve «anilmerkez – merkezden muhite

doğru» her istikametten, her şubeden ve her macera şekliyle tamamlanmış; ve onun yerine ne

geleceğinin ve bu gelen şeyin ne olacağının anlaşılması için zemin açılmış oldu: Giden şey

İslâm, gelen şeyse hiçti.

· Böylece İslâm ruhunun hafif bir baygınlık geçirmesiyle bile ne felâketler doğuracağı, İslâm

düşmanlığı (tez) inin tam bir (antitez) i ve bu ruhun intikamı halinde başa neler getireceği,

yine bu son devrede görüldü.

AHLÂK YARALARIMIZDAN MDSALLER

· Dalkavukluk... Bugün, fertlerin, maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında,

büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım... Manzara şudur:

Bütün cemiyet, bir miknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi,

en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde... Çünkü; ortada fanî ve

mahkûm şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkûre ölçüsü kalmayınca,

muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak san’atından ibaret kalır. İhlâs

yokluğu...

· İltimas... Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru bir korunma tedbiri ise, bu da büyükten

küçüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir

korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin) den fazla el atılan ilâç...

Çünkü: Birinci «çünkü» nün mukabil kutbu... Değer ve liyakat ölçüsünün iflâsı...

· Hırsızlık... Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında

içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibini herkes arasında; evde babayla evlât,

müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında.

· Dört asırdan beri için için işleyen ve bu son devrede tam patlak veren ahlâk yaralarımızı

misallendirmeliyiz. Birbirinin yararına korkunç menfaat pususu... Manzara: İkinci Dünya

Harbinden sonra, cemiyet gövdesinde, irinli kandilini asmadığı tek hücre bırakmamış bir

cüzzam indifaı... Çünkü: Bütün ruh, vicdan ve korku müeyyidelerinin, üstünde topyekûn

çökmeye ve yıkılmaya başladığı netice zemini çığırındayız.

· Rüşvet... Hırsızlığın en korkunç şubesi... Şahıslarda temerküz eden manevî haklandırma

iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması... Manzara: Rüşvet gişesi önünde,

Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık... Çünkü: Haktan

sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi hâlisiyetini, su

içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür.

· Fuhuş... Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağiyle sımsıkı kementli olarak

birbirini sevmek ve birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsî ve en mahrem aidiyete vesile teşkil

eden hâdisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi...

Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikler açık olarak bütün cemiyete şâmil bir

«mum söndü» âlemi... Çünkü: artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemiyecek kadar

pörsümüştür.

· İçki... Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi

kendisini kaybetmek, yok olmak ihtiyaciyle şuur ve muvazenenin zehir içmesi... Manzara:

Gündelik su istihlâkini aşan içki sarfiyatı... Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak

nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır.

· Cinâyet... Allahın en haşmetli binası insanın, insanlar arasında, insan eliyle ve her türlü

kanun ve kâide dışı yıkılması... Manzara: Kestane fişekleri halinde birbirinden ateş alarak

giden ve şehirleri, kasabaları ve köyleri tabanca sesleriyle fıkırdatan bir ölüm panayırı...

Çünkü Fertler en küçük hınç ve teessürlerini, Allahın ve kulların kanunlarına havale ettirecek

bütün emniyetlerden boşanmış ve münferit ihtilâller yaşamaya başlamışlardır.

· Kumar... Hırsızlık fiilinin ve birbirini talan etme hırsının, herkesçe makbul, herkesçe

muteber ve bir ilim ve medeniyet tertibine bağlanmış alenî şekli... Manzara: İskambil

kâğıtlarının (Bey) leri ve kralları etrafında, yeryüzünü idare eden bey ve kral fikirlerden çok

daha fazla alâka, bilgi ve sadakat... Çünkü: Müsbet insan iş ve emeğinin tatlı alın terine

karışık, bütün verim değeri herhangi bir formülle birbirini soyma hünerine bırakılmıştır.

· Ayrıca hile... Doğruluktan korkuyoruz! Ayrıca yalan... Hakikatten korkuyoruz! Ayrıca riya...

Samimiyetten korkuyoruz! Ayrıca nefret... Aşktan korkuyoruz. Ayrıca inkâr... İmândan

korkuyoruz! Ayrıca şüphe... İtimattan korkuyoruz! Ayrıca istihza... Ciddiyetten korkuyoruz!

Ayrıca kargaşalık... Nizamdan korkuyoruz!

· İnsanoğlu, bizde ve bu son devirde alçalmaya bırakıldığı kadar, hiçbir zaman ve mekânda

bırakılmadı.

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

VI- BEKLEDDİDMDZ İNKILÂP

* Bekliyoruz

*Daima Onu Bekliyoruz

*Hep Bekliyoruz

*Giriş

*Reformacılar

*Nefsani Tefsirci

*Ham Yobaz ve Kaba Softa

*Sahte Sofiler

*Derin ve Gerçek Müslüman

*Gerçek ve Derin Mü'minde Akıl

*Hülasa ve Netice

*Netice

*Usul

*Esas

*Hedef

*Devrimbaz

*Vasıta

BEKLDYORUZ

· Kanunî devrinden beri gerçek inkılâbı bekliyoruz.

· Gerileme ve çürüme tarihimizin başı, kendisindeki evvelki vecd ve aşk devirlerinin hıziyle

Türk cemiyetini hükümranlıklar şâhikasına çıkarmış olmasına rağmen Kanunî devrindedir.

Bütün zafer ifadesi dışta ve kabukta; ve bütün çürüme başlangıcı içte ve özde...

· Kanunî, ilk büyük hatâsını Şeyhülislâmlığı azl-ü nasb makamı yapmakla gösterdi.

· Kanunîden sonra devlete baş olan Sarı Selim ise, hem ruh ve hem madde kadrosunda bütün

taarruz ve hattâ müdafaa gücünü kaybetmeye başlayan Türk cemiyetinin hastalığını apaçık

ifşa etti.

· Ufak tefek iniş ve çıkışları kaydetmeyici tek ve kaba bir hat şeklinde ifade bulmak lâzım

gelirse, Sarı Selim’den bugüne kadar boyuna toprak ve nüfus, hayatiyet ve nüfuz, ahlâk ve

iman kaybederek gelen gerileme grafiğimizi, baş aşağı muntazam bir çizgi kabul etmekte hata

yoktur.

· Gerileme tarihimizin muntazam iniş çizgisinde, bu hattı üç yerden kıran ve gerileme seyrini

akıllarınca ilerlemeye çevirmek isteyen üç köşe noktası vardır ki, bunlar, Tanzimat,

meşrutiyet, Cumhuriyet inkılâplarıdır.

· Ama ki, bu inkılâplardan her biri, inhitat çizgisinin seyrini düzeltmek yerine büsbütün

dikleştirmiş ve bu dik çizgi üzerinde, cemiyet aşağılara doğru, bir heyelân şeklinde akmaya

başlamıştır.

· Cumhuriyet mefhumunun bütün dünyaca kabul edilmiş idare şekil ve prensibine karşı hiçbir

düşmanlığımız olmadığını kayıt ve sâdece bu devre içindeki ruhî kıymetler paniğini

kastederek belirtelim: Garbın akıl ve mârifet seviyesine erişmeyi maymunvarî bir kopya işi

sanan Tanzimat ve nihayet âdi bir Mason oyunundan ibaret olan Meşrutiyetten sonra Türk

cemiyeti, birdenbire tasfiye tehlikesiyle karşılaşınca, artık hem maddede, hem de ruhta

kurtuluş zoru gibi muazzam bir borcu tarihten devralmış bulundu.

· Cumhuriyete takaddüm eden millî hareketin misilsiz hamlesiyle birinci borç ödendi; fakat

ikinci ve en esaslı borç yerine, bütün ruh plânının kökünden tahrip edilmesiyle de sükûtumuz

azamî haddine çıkarıldı. Acaba bu hale getirilmek için mi kurtarıldık? İthamımız, belli-başlı

bir ruh ve zihin hâletine karşıdır.

· Artık anlayalım ki, Kanunîden beri beklediğimiz İnkılâba en muhtaç olduğumuz dem, bu

demdir; ve daima «inkılâp, inkılâp» diye diye gerçek inkılâp iflâs yoluna sürülmüştür.

DADMA ONU BEKLDYORUZ!

· Tam 410 yıldan beri bir inkılâpçı bekliyoruz. Bunu tam 1566 danberi bekliyoruz! Bunu,

Kanunî Sultan Süleyman’ın idareyi, mütereddî oğlu Sarı Selim’e teslim ederek şâhane

gözlerini yumduğu tarihten beri bekliyoruz!

· Bu tam 400 yıllık bekleyiş devremiz, 4 bölümlüdür: Sarı Selimden Tanzimata kadar; 273

sene... Tanzimattan Meşrutiyete kadar; 69 sene... Meşrutiyetten Birinci Dünya Harbi

mütarekesine kadar; 10 sene... İstiklâl Savaşından bugüne kadar: 57 sene.

· Bekleyiş devremizin 273 yıllık birinci bölümünde, daima eski şeklimize sâdık, fakat bu

şeklin en ileri ruh hamlesi altında en yeni zaman ve mekân yemişlerini devşirici akıcılığından

mahrum, özünü kaybettiğimiz kabuğun ahmak muhafızı olarak bekledik. Beklediğimiz inkılâp

eğer o devrede olsaydı, düsturu şu olacaktı: «Garp dünyasını yükselten (Rönesans)

hamlesindeki ruh, insan aklının eşya ve hâdiseleri feth ve teshir etme vehdi, hakikatte

Hıristiyanlığın değil, İslâmın malıdır. İçeriden ve dışardan bu aziz tekevvün hamlesine mâni

kim varsa, onu, dinimizin, ruhumuzun, mevcudiyetimizin düşmanı sayarak işe girişiyoruz!»

Eğer bu böyle olsaydı, Garb’da (Oran), Şarkta Bakû, Şimalde Viyana ve Cenupta Yemene

kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu ve bütün Doğu âlemi bugün kimbilir ne olacaktı? Dünya

bizim olacaktı!

· Bekleyiş devremizin 273 yıllık birinci bölümü her ân kendi kendimizin, kendi dünyamızın

içinde, her ân kendi kendimizden uzaklaşma çığırı olduysa, Tanzimat, Meşrutiyet ve

Cumhuriyet bölümleri de, kendi kendimizi resmen kaybetmeye başlayış ve bunu her ân

derinleştire derinleştire nihayet son hadde çıkarış safhası oldu. Bu son üç bölüm içinde de,

beklediğimiz inkılâp ve inkılâpçı, yalnız şu düsturun bayrağını açacaktı: «Aklın bütün hak ve

müesseselerini Garpdan öğrenip, tam hazmedip ve tam benimseyip, bunu kendi öz ruhumuzun

emrine vermekten başka işimiz ve çaremiz yoktur! Hiçbir ahmak taklit, ezbere tatbik, deri

üstü ıslâh ve yamalı bohça inkılâbına inanmıyoruz! Dünün arslanı bugünün maymunu

olmuştur! Dünün, dini yanlış anlıyan yobaziyle, bugünün körü körüne Garplılaşma ve

maymunlaşma yobazı, aynı zamanda tasfiyesine memur olduğumuz geriliş ve aşağılık

kutuplarıdır!»

· Bekleyiş devremizin ilk bölümündeki inkılâp, yalnız ve yalnız, dini ışıksız beynine ve

buudsuz ruhuna uydurmak isteyen ham ve kaba softaya karşı olabilirdi. Olmadı! Bekleyiş

devremizin ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerindeki inkılâp ise, aynı ham ve kaba softayla

beraber, onun tersinden asrî tecellisi olan şahsiyetsiz ve aslîyetsiz, çilesiz ve muhasebesiz

Garp hayranlığı budalalarına karşı!.. Bu da olmadı!

· Bütün Şark ve Garp dünyalarını, ruhunun potasında zerre zerre erittikten sonra onları

yepyeni bir döküm terkibinde billûrlaştıracak büyük ve derin inkılâpcının başı, heyhat ki, ne

Tanzimatın ürkek ve muvazaacı fesine, ne İttihatçının sadece atılgan ve gözü kör

keçekülâhına veya (Enveriye) sine, ne de Cumhuriyetin dış tezahür plânını bütün takım -

taklavatiyle benimseyen ve iç plânın büsbütün ezen silndir şapkasına sığabilirdi. Sığmadı!

· Tanzimatla beraber kaybolmaya başladık. Meşrutiyetle basit idare şekillerinde teselli

arayarak kaybımızı derinleştirdik; Cumhuriyetle de kayıbımızı hemen artık bir daha

bulunamaz hale getirdik.

· Ve işte bugün, beklediğimiz büyük inkılâp ve inkılâpçıya olan acıklı ihtiyacın son vâdesini

yaşıyoruz! Ya onu Yirminci Asır güneşinin batışından evvel bulacağız; yahut bir daha bu

meselelerin adını bile ağza alamaz hale geleceğiz!

· Bizi, 400 yıllık bekleyiş devremizin son ıstırap sayhası ve bu inkılâbın ilk sesi kabul

edebilirsiniz! Memuriyetimizin, ihtiyacının son kertesini ve vâdesinin son gününü temsil

ettiğimiz bu inkılâbın plânını, -işin madde tarafı sizin olsun– fikirler, mânalar dünyasına

nakşetmekten ibarettir.

· Bu plânın, her biri mutlak İslâm ruhunun bir şubesi ve her biri kamusluk birer bahis halinde,

ruhculuk, ahlâkçılık, milliyetçilik, şahsiyetçilik, cemiyetçilik, keyfiyetçilik, nizamcılık,

müdahalecilik sermaye ve mülkiyette tedbircilik ölçüleri, herşey yerli yerine oturulduğu

zaman görülecektir ki, mustarip ve muhteliç insanlığın bir baştan bir başa şifasını ve rüyasını

taahhüt edici yoldur.

· Bütün bunları yerli yerine oturtabilmek için, her şeyden evvel (Büyük Doğu) mefkûresinin

idare şeklini bilmek lâzımdır. Bu şekil, ne malûm kalıplariyle Demokrasya, ne bunların

malûm zıtları, ne şu, ne de budur. Bunu bir örgü sonra gördüğümüz vakit, bizim, bazılarınca

geri gibi duran ruhumuzun ne sonsuz ve dipsiz bir yarına sarkmakta olduğunu

farkedeceksiniz.

HEP BEKLDYORUZ!

· Kanunî devrinden beri gerçek inkılâbı bekliyoruz, dedik. Dediklerimizi tekrarlayacağız.

· Gerileme ve çürüme tarihimizin başı, çocuklarımıza okuttuğumuz tarih kitaplarının zıddına,

kendisinden evvelki vecd ve aşk devirlerinin hıziyle Türk cemiyetini hükümranlıklar

şahikasına çıkarmış olmasına rağmen Kanunî çığırıdır. Kanunî devrinde bütün zafer ifadesi

dışta ve kabukta; ve bütün çürüme başlangıcı içte ve özdedir. Kanunî bütün kıymetini

kendisinden evvelki devirlerden almış büyük bir mirasyedidir.

· Gerçek Türk tarihî henüz yazılmamıştır. Yazılabilseydi zaten mesele yoktu.

· Bu bakımdan ilk büyük ve gerçek inkılâp, Batının (Rönesans) tecrübesine karşı Kanunî

devrinde başlayabilirdi. Tehlike o günden görülebilir ve önlenebilirdi.

· Kanunîden sonra devlete baş olan Sarı Selim ise, hem ruh ve hem madde kadrosunda bütün

taarruz ve hattâ müdafaa gücünü kaybetmeye başlayan Türk cemiyetinin hastalığını

birdenbire ifşâ etti. Yine vicdanlarda bir burkulma olmadı; ve Türk satvetinin dayanağı olan

iman ruhunun eşya ve hâdiselere hükmedici şartlarla taclandırılması zarureti idrak edilemedi.

· Sarı Selimden Tanzimata kadar, boyuna toprak ve nüfus, ruh ve hayatiyet, imân ve ahlâk

kaybederek yol alan alçalma grafiğimizi, ufak tefek iniş ve çıkışları kaydetmeyici tek ve kaba

bir hat şeklinde tasavvur edebiliriz. ݺte 19 uncu Asrın başına kadar tüm üç asır, tepesi üstü

giden bu hat boyunca Türk cemiyeti içinden: «Dur! Nereye gidiyoruz? Dünya nerede ve biz

neredeyiz? Bu dünyayı feth ve tasarruf borcu ile imân borcumuz arasındaki münasebet nedir?

Bizim bu gidişimiz her iki tarafı birden kaybetmek değil midir?» diye bir ses yükselmemiştir.

Bu sesin yükselmeyişinde tek sebep, ham ve kaba softanın, kendi müdürlüğü içinde tutmak

ihtirasıyla içice olarak aramızdan sâf imân ve tefekkür, aşk ve hamle tiplerinin çıkmayışıdır.

Yani Kanunîden sonra ruh yönünden tükenişimiz...

· Bir inkılâba bu kadar muhtaç yaşadığımız uzun inhitat devresi içinde yegâne ince idrak, din

adına gösterilen kışrî muhafazakârlığın hakikatte dine uygun bir şey olmadığı ve mukaddes

din hükümlerinin bu kaygılardan münezzeh olduğuydu. Tanzimata kadar yapılması gereken

inkılâp buydu.

· Tanzimattan itibaren de bu üç asırlık iniş hattının birkaç noktada kırıldığını ve inişi çıkışa

döndürmek isterken büsbütün inişlere daldırıldığını görüyoruz. Tanzimat ve Meşrutiyet

inkılâplarını bu kırılış noktalarından ikisi kabul edebiliriz.

· Sarı Selim’den Mahmud (Adlî) ye gelinceye kadar faraza 30 derecelik bir meyille gelen

inhitat hattı, Abdülmecid’ten Abdülhamid’e doğru birdenbire 45 derecelik bir meyil fazlası

kazanır; Abdülhamid’ten sonra ise büsbütün dikine dalar. Üstünde tutunma mümkün olmayan

80’derecelik bir meyil...

· ݺin hazin tarafı şudur ki, Kanunî ile Tanzimat arası din adına ve dinin sâf hakikati uğrunda

beklediğimiz inkılâp, Tanzimat ve onu takip eden inkılâplarda, sezmeden ve sezdirmeden,

yavaşdan ve hafifden dine karşı istikâmet alır ve tarih boyunca bütün mesuliyet ve

felâketlerimizi, atalet ve hezimetimizi din ruhuna atfetmeye doğru bir istidat kazanır. Şu halde

ilk devirde beklediğimiz gerçek inkılâp inkılâpların başladığı devirlerde tersine dönmüş ve

inkılâbın gerçeğine büsbütün zıt bir mâhiyet almıştır. O gün bugündür, her ân biraz daha artan

bir şiddetle, dinin saffet ve hakikatine bağlı dünya görüşleri, tek kelimeyle irticadır; ve dinin

gerilik sebebi olduğu, çeyrek münevverler indinde bir mütearifedir.

· Cumhuriyet inkılâbı, dayandığı dasitanî kurtuluş hareketleriyle, tam izmihlâl ve inkıraz

noktasına kadar gelip çatan sükût hattını birdenbire düzlüğe çıkaran millî bir vâkıadır. Fakat

bu mes’ut vâkıanın madde plânındaki zaferini ruh plânında mutlak bir tahrip takip etmiş ve

böylece gerçek inkılâp, idare şekli, istiklâl ve sair nâiliyet şartları yanında ruh yönünden

tamamen öksüz kalmıştır.

· Garbın akıl ve mârifet seviyesine erişmeyi maymunvâri bir kopya işi sanan Tanzimat ve

nihayet âdi bir Mason oyunundan ibaret olan Meşrutiyetten sonra Türk hem maddede, hem de

ruhta kurtuluş zoru gibi muazzam bir borcu tarihten devralmış bulundu. Bu iki cepheli borcun

ilk kısmı tam ödendikten sonra ikinci kısmı tamamen açık bırakıldı. Açık bırakılmadı; tersine

kapatıldı.

· Artık anlayalım ki, Kanunî’den beri beklediğimiz inkılâba en muhtaç olduğumuz dem, bu

demdir. Buna en müsait şartlar bugünün şartları olmak lâzım gelir. İnkılâp diye diye gerçek

inkılâbın şartlarını karartmak yobazlığını kökünden kazıyıp hakikî inkılâbı düşünebilmek

saadetine ermeyi bugünden bekliyoruz.

GDRDŞ

· Güneşe karşı billûrdan bir menşur tutup içindeki harikulâde yolları gösterir gibi, artık bütün

ideolocyasını, en ince noktalarına kadar arzetmenin zamanı geldi.

· Bu dâva herhangi bir rejime karşı başka bir rejim teklif ve propagandasında bulunmak değil;

Türk’ünden, Arabından, İranlısında, Hintlisinden, Çinlisinden, Endonezyalısından ve daha

filânından ve falanından hiçbirine mahsus olmaksızın, İslâm dünyasını bütün yer yüzüne,

kavimler ve tarihî vâkıalar üstü mücerret ve gerçek hüviyet ve şahsiyetle sâf bir mefkûre ve

münezzeh bir ideolocya halinde belirtmek işidir.

· Bu dâvaya, İslâmın iyi veya kötü bütün mensupları kadar bütün mensup olmayanları da

muhataptır. Zira biz, bilenlerdeniz ki, bütün insanlık icabet edenleri ve etmeyenleriyle,

Peygamberler Peygamberinin Ümmet kadrosu içindedir. O’nu, Kâinatın Nurunu tanımıyan,

çatlasa da, patlasa da, onun kadrosundan dışarıya kaçamaz; ancak icabet etmiyenler topluluğu

içinde kalır ve ebedî hüsranı bu topluluk içinde tadar. Onun içindir ki, icabet edenlerin icabet

şartlarını, en nâzik ve ulvî noktalarına kadar belirtecek olan her zaman ve mekâna şâmil

mânalar ve kıymetler tablosunu çizerken, bu tabloya, icabet etmiyenlerin de gözleri önünde,

gerçek varlığın her satırını kucaklıyan bir örnek olarak dikmek, bize borç oluyor.

· İslâm, her münevver Müslümanın şahısında, bütün kıymet hükümlerini, zaman ve mekânlara

tatbik edici inkılâp ideolocyasını kurmakla mükelleftir. Tekliflerin en azizi olan bu teklife

kulak asan, milyonlarca kalabalıklar içinde kaç kişidir? Yani Müslümanlık iddia edenler

arasında gerçek müslüman kaç kişi?

· Gerçek Müslüman! Senin işin, İslâmın, herkesçe bilinen, bilinmesi kolay olan, kolayca

bilinmekle mahrum nasipler üzerinde bir tesir bırakıp bırakmıyacağı meçhul bulunan, umumî

ve hususî bilgilerini ezbere sıralamak değildir! senin işin, bu bilgiler altında yaşayan

nâmütenahî derin ruhun, tamamiyle İslâmî ölçüler altında, ebediyet mikyasiyle zaman ve

mekân fethedici hayat mimârisîni kurtarmaktır! Ebediyetin Rehberi belki de böyle bir fiile

şart tâyin buyurmak için, bazı İlâhî tefekkürlerin bir saatine yetmiş senelik namaz sevabı

müjdelemişlerdi.

· İslâm İnkılâbını kim örgüleştirecek? Reformacılar mı, nefsanî ve havaî tefsirciler mi, kışrî

şeriatciler mi, ham ve kaba softalar mı, yalancı sofîler mi, yeni müctehit taslakları mı, yoksa

bunlardan hiçbiri olmadığını telkin ederken, kendisine henüz bir sınıf ismi veremediğimiz,

mücerret bir ifadeyle gerçek ve derin Müslüman ne demektir ve böyle Müslümanların

ruhundan tütecek bir hayat mimarisinin çizgi çizgi müşahhas beyanı nedir? Evvelâ,

yukarıdaki suallerin çerçevelediği zümreleri tanıyalım!

REFORMACILAR

· Reformacı, eski şeklin ismini ve gûya esasını muhafaza edip, onu, zannınca bazı ihtiyaçlara

göre yenileştirmek isteyendir.

· Reformacı, yani ıslâhçı, herhangi bir dâva ve mevzuu, ister maziye, ister istikbâle doğru

olsun, yekpare bir vâhid olarak kabul edemiyen bîçare idrak bünyesidir. Ne attığını tam

atabilir, ne de aldığını tam alabilir.

· Reformacı, dış şartları dâvanın öz bünyesine tâbi kılacak hâlis ve mutlak mefkûreci olmak

yerine, dâvanın öz bünyesini dış şartlara göre ezip büzmekte, ayarlamakta hesaplamakta

mahzur görmiyen bir arabulucu, bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır.

· Reformacı inandığından şüphe edendir.

· Tanzimat hareketi, dinin merkezinde olmasa bile, muhitinde, çok âciz, şaşkın ve kısır bir

reformacılık hareketidir.

· Meşrutiyet hareketi, bu reformacılığın, daha az şaşkın, fakat daha çok idraksiz, üstelik

büsbütün tereddî ifade eden garp züppelerinin elinde, devamıdır.

· Son devir, reformacılığı bozdu ve Garbı tâ kökünden benimsemeye kalkarak, tâ kökünden

benimsemeye kalkarak, dâvayı menfî tarafından tezatsızlığa götürmek istedi.

· Herhangi bir dâvanın istediği, muhakkak ki tezatsızlıktır; fakat hangi istikâmetten? Küfürden

mi, imândan mı?

· Nihayet, sun’î ışıkları ne kadar zengin olursa olsun, güneşi kaybetmiş bir beldenin korkunç

hali gibi, tepemizde kanat açan ve mıhlanıp kalan mânevi kara bulut, yekûn halindeki

eksikliğin din ve imân olduğunu ihtar edince, ortalıkta yeni bir sınıfın üremesine istidat açıldı:

Bunlar, gûya din taslayan veya taslaması ihtimali olan yeni reformacılardı...

· Birçok bölüme ayrılan bu tiplere göre din lâzımdır. Elbette Allaha inanılır. Peygamber

bazılarınca lüzumludur bazılarınca değildir. Kur’ân bazılarınca Allahın kitabıdır, bazılarınca

değildir. Peygamberi ve Allahın kitabını tanıyan yine bazıları için bile günde beş vakit namaz

lüzumsuzdur. Namazın şekli iptidaîdir. Abdest imkânsızdır. Kadın hayattaki yeni mevkiinden

geriye sürülemez. Kur’ân her dilde Kur’ândır. Kurânda malûm ibadetlerin birçoğuna sarahat

yoktur; bunların hepsi ham yobazlar tarafından icat edilmiştir. Hadîsler hep uydurmadır aklın

kabul etmediği hiçbir şey doğru olamaz; akıl ve fen her sırrı teftiş ve murakabede biricik

mîzandır. Bütün dinî merasimi bediiyatçılar elinde güzelleştirmek icap eder. Zaten tasavvuf

dinin bu eksikliğini tamamlamak için sonradan bulunmuştur. Şeriat hükümlerinin cemiyet

kanunları yerine geçmesi mânasızdır. Vesaire vesaire... Bu hünsâ ruhlara göre din işte bütün

bunlar olmamak şartiyle, harikulâdedir, güzeldir, şarttır, mutlaka lâzımdır, onsuz hiçbir şey

olmaz. Allah bir ve ebedîdir, ruh vardır, Peygamber mutlaka cihanın en büyük adamıdır

fakat!!! ݺte bu «fakat» işin en belâlı dönemeci...

· Henüz seslerini işittirebilecek hale gelmemiş olsalar da yarın birdenbire zuhurları pek

muhtemel olan yeni devrin reformacıları, bugün tam dinsizlerle tam dindarlar arasında bir

köprü vaziyetindedirler; ve aralarında, mebuslar, profesörler, doktorlar, muharirler,

mühendisler avukatlar ve daha neler, neler vardır! Bunlar, umumiyetle «münevver» klişesinin

belirttiği zümrelere mensupturlar; ve şaşkın Tanzimat efendisinin sadece muhite bağlı

mütereddit reformacılığına karşılık, dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyen biri

merkezî reformacılık üzerindedirler. Yani akıllarınca İslâmiyeti merkezinden değiştirecekler,

muhite tatbik edebilecekler, böylece büyük eksiği tamamlayacaklardır.

· Reformacı der ki: «Allaha ve Peygambere, evet, Şeriate, hayır!» Yani güneşe, evet, ışığına,

hayır! O kadar saçma!...

· Aralarında, hiçbir şeye ve hiçbir cüz’iyle inanmıyan sahtekâr istismarcıların da bulunduğu

yerli reformacılar zümresi, kime ve neye ve ne nisbette samimiyetle inanırsa inansın, gerçek

Müslüman gözünde, zift renkli inkârdan daha kara, daha tehlikeli ve mukavemeti daha zor bir

küfür şubesini temsil eder.

· Düpedüz kâfir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir; hidayet vincine bağlanırsa olduğu gibi

doğrulur, yüzer, mükemmel bir tekne halini hemen kazanır. Fakat reformacı, gûya denizde

yüzen, ama her noktasından su sızan, kırık dökük, perçin ve macun kabul etmez bir teknedir.

İkincisini kurtarmak, birincisinden çok daha zor...

· Üstelik reformacı, mücerret fikir ve dâva haysiyeti bakımından da, hem mü’min ve hem

kâfirin nefretini kazanmış, mitolocya unsurları gibi, başı insan, vücudu keçi, bir hilkat galatı...

· Yarın kendilerine bir zuhur plânı açılmasını muhtemel gördüğümüz reformacılar, üç katlı

evlerinin üst katında, tam bir İslâmî edeple ellerini Allaha açan ihtiyar annelerinin hakkiyle,

alt katta erkek arkadaşlarına kokteyl veren ve onlarla mayo içinde dans eden kızlarının

hakkını, «Allahın hakkını Allaha, Sezarın hakkını Sezara veriniz!» tarzında bir demagocya

tesellisi içinde ve aynı zaman ve mekânda barındırmak isteyen muhteşem ve ebediyen

mahrum nasipsizlerdir. Biricik fârikaları, münevverlik ve okumuşluk yaftası altında salâh

kabul etmez bir enayilik ve cahilliktir.

· Fakat sayıları günden güne çoğalan bu tip insanların, pestenkeranî bir açıkgözlülükle bir gün

İslâmiyet himayeciliğine geçmeleri ve kendileri gibi «fasl-ı müşterek» noktasında oturanları,

avlamaya yeltenmeleri daima mümkündür.

· Bunlar, topyekûn ve en çok, «softa» diye isimlendirdikleri, şeriatin kışrında ve kabuğunda

kalmış tiplere düşmandırlar. Bilmezler ki, kendileri de, o örnekler de biri menfî ve öbürü

müspet taraflardan şeriatı heva ve nefsaniyetlerine, aynı zamanda dar ve basık ruhlarına tatbik

suretiyle hakikatten uzak kalmış iki örnektir.

· Reformacılar arasında mühim bir zümrenin, imân adına hiçbir zerreye mâlik olmaksızın,

insan kitlelerini sevk ve idarede dini sadece vasıta ve «maslahat» unsuru kabul etmiş esfeller

olmasına karşılık, havaî ve nefsanî tefsirler, hiç farkında olmadıkları küfür şeklini din sanan

ve keyiflerine göre din icat ettiklerinin farkında olmıyan bedbahtlar... Bazı gözlerin, görmek

fiilini büsbütün kaybetmek için yaratılmış olması gibi, bunların bilgi ve anlayışı da, bilgisizlik

ve anlayışsızlığın tâ kendisidir. Bunlar emirler ve yasakların ruhunu, sağa doğru uzaklaşarak

bozan müspet kaba softalara inat, sola doğru uzaklaşarak bozan menfi kabalık timsalleridir; ve

birincilerin aksülâmeli olarak doğmuşlar ve türemişlerdir.

· Bir de, Türkiye dışının reformacıları var ki, üstelik ilmî bir nikap altında ve kitaplık çapta

gayretlerle İslâmı fesada sürüklemekten başka rolleri yoktur.

· Reformacı, ne türlüsü olursa olsun, İslâmı harap bir bina farzedip onu dışından

payandalamak, ahşap evlere dışardan çimento püskürtürcesine, onu dışından desteklemek,

onu yardıma muhtaç bilip bu yardımı dışından tedariklemek gayretinde bir fikir haini ve iman

yoksunudur.

· Birinci hüküm, İslâm inkılâbı bunlarla olmaz!

NEFSANÎ TEFSDRCD

· İslâm inkılâbı mevzuunda, bu sınıf, reformacıların bir şubesidir; ve kısım kısımdır.

· Farkları şudur ki, reformacılar, hiçbir eksik ve fazla kabul etmiyen din bütününe, dışarıdan,

akıllarınca güzelleştirici ve iyileştirici unsurları ilâve etmekte mahzur görmedikleri halde,

bunlar, dışardan unsur dâvet etmezler, fakat dinin zatî hükümlerini kendi içinde diledikleri

gibi tefsire yeltenirler.

· Bu tefsirlerde, sâik sadece nefsaniyetleri ve keyifleridir.

· Bunlardan bir kısım, üstelik din ve ilim de satarlar sâf reformacı, yalnız ileri fikir taslarken,

bunlar, dinî mânada gerçek bilgi iddia eder ve sağlam bir akîde taşıdıklarına kendilerini ve

herkesi inandırmak isterler.

· Bu sınıfa en parlak misal, son zamanların bazı «Şeyhülislâm» lariyle, Cumhuriyet devresinin

bazı Diyanet ݺleri Reisleridir. Ayrıca, kendisini İslâmiyet bahsinde bir şey sanan bazı müellif

ve hitabet taslakları...

· Kur’ânın Türkçe ve onun yine Kur’ân olabileceğini kabul ederler; Müslümanların,

zekâtlarını filân ve falan yere verebileceklerine dair fetvâlar karalarlar, tasavvufu inkâr

ederler; ve kalpazanlıklarının hak olduğuna şahit diye de, dinin en büyük müçtehitlerini

gösterirler... Daha doğrusu bizzat kendileri müçtehit geçinirler.

· Bunlardan bir kısım, Peygamberler Peygamberini gûya tenzih ve taziz mevzuunda, onun

mübarek sahabîlerine dil uzatır, gûya Peygamber aşkına sığınarak, Gaye İnsanın, mukaddes

emaneti omuzlarına yüklediği ana direkleri baltalar, keyiflerine ve ağızlarına geldiği gibi de

hüküm savururlar.

· Yine bunlardan bir kısım edindiği en kaba ilk mektep bilgisi ve en bayağı okur – yazarlık

gayretiyle, âlemde teselli formüllerinin en gülüncü halinde bir nakarat tutturur; «Allahla kul

arasına kimse giremez; bu iş tavassut kabul etmez!» ... Bu şifasız budalalar, Üsküdardan

Beşiktaşa gitmek için bile bir rehbere muhtaçken, Allaha giden sonsuz girift yolda

kılavuzsuzluk iddiasının sefaletini kavrıyamazlar. Bunlara «Peygamber de mi lüzumsuz?»

diye sorulduğu vakit biraz şaşırırlar, ezilip büzülürler ve cevap verirler: «O değil ama, ondan

başka herkes lüzumsuz!» ... Hasılı bu bedbahtlar, ellerinden gelse Peygamberi bile aradan

kaldırmaya razı bir nefs istiklâliyle Allaha yalnız gitmek sevdasında mütereddit sınıflara yeni

bir İslâmiyet telkinine kalkışmaya kadar gidebilirler.

· «Denize düşen yılana sarılır» kabîlinden bazı yarı bilgililer de bunların arkasına düşebilir; ve

bilmezler ki, denize düşen yılana sarılır ama, yılan da onu sokar ve denizden evvel öldürür.

· Topyekûn fikrî ifadesini üzerimize aldığımız İslâm inkılâbının, yapıcısı olmak şöyle dursun,

gerçek yapıcılığını en fazla zorlaştırmak ve onu Yahudî dehâsıyla tepetaklak etmek tehlikesini

arzeden sınıf, her cins ve meşrepten reformacılardır.

· İkinci hüküm: İslâm inkılâbı nefsanî tesfsircilerle olmaz!

HAM YOBAZ VE KABA SOFTA

· Mukaddes şeriâtin kışrında kalmış, vecdsiz, çilesiz, hikmetsiz, dinde ne tarh, ne zam, ne

indirme, ne bindirme olmayacağından habersiz, gâfil insan mânasına ham yobaz ve kaba

softa...

· Allahın emri ve Peygamberin tavrı önünde hiçbir teftiş ve muayene hakkına malik olmayan

aklı, bir süvari gibi durduracağı ve koşturacağı yeri ayırd edemeden, onu yerinde durdurmak

ve yerinde koşturmak emrinin bizzat din buyruğu olduğunu kestirmeden, topyekûn her şeyi

yasak bilen ve sırf bu sebeple bütün tarhî felâketlerimize yol açan içten bozucu sıfatiyle ham

yobaz ve kaba softa...

· İslâm inkılâbının bu tip elinde hiçbir yemiş veremeyeceği, üçüncü hüküm olarak bedahettir.

SAHTE SOFÎLER

· Sahte ve yalancı sofîler, ham ve kaba softaların, gûya din ve dinî hikmetler plânında tam

mukabil kutbudur.

· Ham ve kaba softaların gerçek din hikmetlerine nüfuz edemeyişi ve mütemadiyen

nefsaniyetini din olarak ileriye sürüşü, nasıl başımıza tamamiyle aynı cins ve meşrebin tersine

dönmüş örnekleri halinde küfür nesillerini çıkardıysa, onlardan çok daha evvel ve pasif seciye

nümuneleri olarak da sahte ve yalancı sofîlerin türemesine vesile oldu.

· Pîrinden itibaren birkaç kuşak doğru yol olarak devam eden ve Osmanlı İmparatorluğunun

ilk şerefli ordu unsurlarına ruh ve seciye nefheden Bektaşîlik, en kısa zamanda bozulmuş ve

gitgide tefesühte öyle bir hız ve mikyas kazanmıştır ki, hiçbir küfür müessisesi, onun temsil

ettiği bozgun dehâsına varamaz olmuştur.

· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlikte silâh olarak nükte, telkin tesir altında bırakıcı meşrep, her

işde telifçi, muvazaacı, oluruna bağlayıcı ve sulhçu seciye ve bilhassa sâbit ve mutlak

kıymetlere karşı gizliden gizliye müthiş bir suikast zekâsı belirtir.

· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlik üniforması altında, Yahudilerin ve Masonların

ulaşamayacağı bir içten tahrip dehâsiyle, her dişi gûya zarif bir nükte belirten testeresini

cemiyetin ruhî salâbet kökü üzerinde gezdirirken, intisap iddia ettiği Melâmîlik veya

«Vahdet-i Vücud» culuk meşrebiyle de bütün günahlara müsait zeminleri açar ve insan

nefsaniyetini tanrılık dâvasına kadar düşürür.

· Ruh nescimizin, tıpkı beyin zarına üşüşen verem mikropları gibi sahte ve yalancı sofîler

elinde lif lif dişlenmesi neticesi olarak aldığımız büyük ahlâkî yara, son devirlerin bile ilk

âmilini ihtar edecek mâhiyettedir.

· Devirler boyunca bu türlü sahte ve yalancı sofîler, en küçük köylerden bile yerden mantar

bitercesine, birer «ajans» türetecek kadar kötü sirayetlerinin kendi kendisine inkşafını

görmüşlerdir. Tarikat ve mârifet taslayan şeyh edalı bu nevi echel ve esfel mikropların içinde,

türlü üfürükçüler, gâipten haber verenler, devlet ve istikbâl dağıtanlar, tılsım ve keramet

taslıyanlar, namaz ve ibadet sevabı bağışlayanlar ve daha neler neler vardır.

· Sahte ve yalancı sofîlerden bir kısımının en zehirli tesiri de, derviş seciyesi adına

heykelleştirdiği korkunç ruh tablosudur: Pis, hasta, dünya ile alâkasız, iradesiz tedbirsiz,

bütün madde ve mâna hâkimiyetinden uzak, nerede akşam orda sabah, topyekûn içtimaî

vazife hissine lâkâyt, kapıları çalıp «Şey’en lillâh – Allah için bir şey» istemeyi ve dilenmeyi

şiar edinmiş tipler... Devirler boyunca bütün vatan bu nevi dervişlerle dolmuştur.

· Bütün dinlerin ve medeniyetlerin anası olan ve aslî rengini İslâmlıktan alan Doğuya,

Avrupalının gözündeki sahte ve yalancı mânayı verdiren, işte bu sahte ve yalancı sofîlerdir!

Onların en tehlikeli cephesi de, câhil insanları çabucak avlayıveren gûya renkli ve san’atlı ruh

hâletleridir.

· Sahte ve yalancı sofîler, muhkem ve mukaddes şeriat tablosunun önünden tahrip eden ham

ve kaba softalara karşılık, onu arkasından bozan ihanet unsurlarıdır.

· Dördüncü hükûm: İslâm inkılâbı sahte ve yalancı sofîlerle olmaz!

DERDN VE GERÇEK MÜSLÜMAN

· İslâm inkılâbını, fikir plânında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.

· Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? ݺte bütün mesele!

Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek

borcunu da yükleniyoruz.

· Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır: Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine

nüfuz ehliyetinde şahsî ruh ve akıl...

· Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalâ edecek olursak, hüküm

şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her şey, alttaki

üsttekine tâbi olarak bu üç hakikat plânını yerine getirmekten ibarettir.

· Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazî ifade çerçeveleri içinde herbiri sonsuz ve

dipsiz sırların işareti ve bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mîzanı olan Şeriati,

dâva ve gayenin ruhu; onun bâtını olan tasavvufu da, âlemin ve insanlığın kemâl sırrını

saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve

limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır.

· Öyle ki, baştan başa eşya ve hâdiseler plânına hâkim ve yeryüzünü maddî ve manevî bütün

mevcutlariyle kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet ve

hakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanadlariyle,

bu kanadların ortasında ileriye doğru uzanmış bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir.

Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçekleştiricisi halinde

Şeriatle tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsî ruh ve akıl...

· Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini

muazeneleştirmiş, zimmet ve matlûp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı

mîzana sokmuş, yapılacak ve yapılmıyacak her şeyi tesbit etmiş, bütün istikametleri keşfetmiş

ve işaretlemiş, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmış, en

uzak buğday başağının ucundaki taneden güneşin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her

noktaya dikmiş ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermiş, yer yüzüne ve madde

âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmiş,

idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmuş, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd,

zarafet, huzur ve sükûna varmış; kısaca, insan başını sümüklüböcek kafasından ayıran tek

haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamış, plânlaştırmış ve bunun

insan cemiyetini teşkilâtlandırmış, kâmil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğunu da,

gerçek ve derin Müslümanın kısım kısım hüviyeti tâyin edilirken görülecek, İslâm inkılâbını

yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.

GERÇEK VE DERDN MÜ’MDNDE AKIL

· Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl

başladığı noktada biterse, akıl da nihayet «mutlak» dan hiçbir şey anlıyamıyacağını anladığı

yerde nihayete erer.

· Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini «Sidretül – Müntehâ» ya kadar taşıyabildi; ve

orada «Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!», dedi. «Ya buradan

ileriye nasıl geçilir?» sualine de «Aşkla!» cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde

akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona

göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır

ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. ݺte, bütün nükte buradadır.

· Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan

sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve

münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.

· ݺte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î

isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak

mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.

· Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı

silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra

onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkûmiyet

neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır.

Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.

· Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen,

aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan

adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek

müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.

· Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü «Allah ve Resulüne esir olan, hakikat

ve hürriyete ulaşır!» düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın

ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu,

hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi

kendisini tahrip etmekten başka çare bulamıyan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire

asgarîye dönen âzamî payı...

· Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı

vermiştir: «Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...» Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey

yapılamıyacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete

köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma

harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu

vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı

oluverir.

· Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini

anlamak şartiyle, anlıyamadığını anlıyarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla

anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allahın sınırına baş eğmektir.

Anlamadığını yine akıl anlıyacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i

Ebu Bekr’in ölçüsü: «Ddrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir» ...

· Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda

filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a «Sen aklı tahrip ettin»

diyen akılcılara karşı cevap şudur: «Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku,

kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!...» Garp, İslâmiyetin getirdiği

bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece

varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.

· Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün

kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve

insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta

nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken

her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde

ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin

mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de

reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece

hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına

mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve

dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır.

Şeriata köle, cihana sultan akıl...

· Derin ve gerçek müminde tasavvuf, «Dışı ve içiyle İslâm» bahsinde dokunduğumuz gibi,

dinin ve kendisinin bütün ruhudur.

· Derin ve gerçek mümin, olanca dâvaları ve gayeleriyle girift ve ebedî insanı, girift ve ebedî

oluş muammasını yalnız tasavvufta bulur; ve onu kâinatın topyekûn hesabını veren biricik

dünya görüşü kaynağı telâkki eder.

· Derin ve gerçek müminde tasavvufun iki cephesi vardır: Biri, nihaî insan memuriyet ve

mârifetinin, derinliğine doğru, fert ve iç hayat plânında en mahrem rejimi: öbürü de, bu

rejimin, genişliğine doğru cemiyet ve dış hayat plânında akisleri, ilhamları, kıymet hükümleri

ve bunlardan doğan dünya görüşü...

· İnsanı bütün hilkat sırrına ulaştıran, derinliğine doğru fert ve iç hayat plânına bağlı üstün

mârifet sahası, yani tasavvufun merkezi, dinin, ismine velî dediğimiz büyük oldurucu ve

kurtarıcıları elinde en hususî kadrosunu belirttiği için, cemiyet sınırları ötesinde müstakil ve

münzevi bir âlemdir. Bu âlem insan kitlelerinin ve kitle hayatının üstündedir; oraya, etrafına

hiçbir iz yaymamış bir noktadan, tıpkı toprak altındaki periler sarayına girilir gibi münferit ve

münzevi gölgeler halinde kayılır; ve orada, tek ve muazzam vâkıa olarak tek ve mücerred

insan oluşunun sırları ve usulleriyle yüz yüze gelinir. Bu, insanı kendi üstüne çıkaran ve

ölmezliğe erdiren ulvî ve bu selin doğurduğu içtimaî dâvaların dışındadır.

· Fakat gaye, keyfiyet ölçüsiyle olduğu kadar kemmiyet ölçüsiyle de topyekûn insanı

kurtarmak ve onun kurduğu cemiyeti ana kurtuluş merkezinin etrafında inşa etmek olunca,

derin ve gerçek müminde tasavvufun içtimaî fayda zaviyesinden en amelî cephesi, genişliğine

doğru inkişaf eden sahadır; yani nakışlarında aslî marifet merkezinin akislerini, ilhamlarını,

kıymet ölçülerini taşıyan büyük insan kitlelerine mahsus geniş hayat plânı... Tek kelimeyle, şu

kaskatı ve kaba hayat! Bütün dâva, şu kaskatı ve kaba hayatı, insan oluşunun gizli sarayına ve

o sarayın en mahrem oluş hücresine yol veren büyük ve amelî bir avlu içinde

kadroloştırabilmekte... İcabında o avluda kaybolup gizli fert iklimlerine dolacak istidatları,

dâvanın bu cephesi cemiyetçi mütefekkirin işi olmayarak geniş kitle ve günlük yaşayış

çerçevesi içinde en üstün dünya görüşüne kavuşturabilmekte... Böylece ferde ait büyük ve

mahrem oluşun insan yığınları çerçevesinde başlangıç hayatını yaşatabilmek ve bu hayata

mahsus bütün gaye kutuplarını müstakil olarak tesislendirmek borcu, derin ve gerçek

müminde, tasavvufun ikinci, fakat amelî noktadan en hassas ve mühim cephesi olarak

meydana çıkıyor.

· Bu aziz borcun kefilleri de şâmil ve küllî şeriat dairesinin içinde tasavvuf ve onun içinde de

tâbi ve münkad akıldır.

· Gerçek ve derin mümin, tasavvufu Peygamberler Peygamberinin sonsuz bir nur okyanusu

halinde bâtını diye tanır. Şeriat O’nun zâhiri; akıl da, kendi verâsındaki Peygamberlik tavrının

mutlak hakikatine esir olduktan sonra gerçek idrake eren ve artık o zâhir ve bâtın plânına

uygun olmak şartiyle her türlü arayıcılık ve buluculuk işine memur olan hizmetçi... Şeriat,

tasavvuf ve akıldan ibaret bu üç kutup arasındaki âhenge eremeyen, derin ve gerçek

mü’minden anlaşılacak mânaya uzaktır.

· Tasavvufun genişliğine hayat plânındaki baş ilhamında, eşya ve hadiseleri daima öteleriyle

tefsir ve en üstün illiyetleriyle tefahhus emri vardır. Tasavvuf ruhuna mâlik, derin ve gerçek

mü’min gözünde dünya, her zerresiyle ilâhî hikmeti besteleyen ve Allah’tan başka her şeyin

fenaya mahkûm olduğunu terennüm eden bir senfonya tertibinden ibarettir. Dünya, gerçek

varlıktan üzerine iplik gibi tek bir istidat ve ihtimal ışığı düşmüş öyle bir hiçlik plânıdır ki,

bütün insanlık, muazzam bir hevenk şeklinde o incecik ipliğe yapışıp sonsuz kurtuluşa

çıkabilir. Bu bakımdan başlıca hak, ötelere ve perde gerisindeki âleme mahsustur. Bu

yüzdendir ki, âhiretin hakkı, dünya içinden tahsil edilir; ve yeryüzündeki her eser, su üzerine

parmakla yazılmış mevhum satırlardan ibaret bulunduğu halde, bu satırları durmadan yazmak,

vasıta-gaye telâkkisiyle borçların en azizi olarak tahakkuk eder.

· Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Gaye - İnsan ve Ufuk – Peygamber «Hiç

ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi âhirete çalış!» emrini verirken, işte bu

nâmütenahî derin ve girift hikmeti, zâhir ölçülerinin en kolay ve amelî ifadesi içinde

heykelleştiriyordu. Ne çare ki, tasavvufun yalnız posasını yiyen sahte sofî, bu emirdeki dünya

borcunu anlamaz ve marifeti dünyaya topyekûn arkasını dönmek diye görür; şeriatın kışrının

kışrında kalan ham ve kaba softa da, her şeyin âhiret gayesini ezbere tekrarlarken, dünyayı,

şeriatta mevcut olmayan bir darlık ve havasızlık içine almaya çalışır. ݺte, tasavvufla şeriatın

hâlis verimlerinden mahrum ve tarih boyunca neler yaptığı ve ne tesirler bıraktığı malûm iki

tipin tecelli şekli ve mânası!

· Dünyayı dünya ve âhireti âhiret olarak, Allah tarafından biçilmiş en doğru sınırları içinde ele

alan ve haklarını ona göre veren büyük tasavvuf zincirinin altun kolunda (Silsile-i Zeheb), en

büyük Sahabî Hazret-i Ebubekir’den başlayarak, Şahı Nakşıbend, Ubeydullah Ahrâr, İmam-ı

Rabbanî, Mevlânâ Halid gibi kutupların kutupları bulunduğunu ve bu kutupların ruh rejimini

bilenler, içi yalnız Allaha bağlı insanın içtimaî fayda plânında en hareketli faaliyetlere nasıl

büründüğünü ve hattâ bürünmeye mecbur olduğunu bilirler. Bu gerçek kahramanlarının

tâbirine göre böyle insanların sırrı ve bâtını Hakla (Allahla), zâhirleri de halkla (dünyayla) dır.

Şeriat dairesinin içinde tam ve hakikî tasavvuf anlayışı da sadece budur.

· Büyük marifet yolunun gerçek kahramanları lisanında, içiçe olarak, Şeriat – tarikat diye

ifadelendirilen oluş kademeleri ve Allahta fâni olmak diye hulâsalandırılan dâva, tasavvufun

genişliğine cemiyet plânına tatbikî işinde, yine içiçe, Şeriat – tasavvuf ruhu ve tâbi akıl

esaslarına bağlanacak; Allahta fâni olmak hikmetinin içtimaî hayata aksediş tarzı da, en üstün

dünya görüşünde ve bu dünya görüşünün içtimaî hüviyeti ve nizamı içinde, yani cemiyette

fâni olmak diye tezahür edecektir. Bu da, ferdî mârifete mukabil onun ilk ve yetiştirici zemini

olarak, içtimaî mârifet olacaktır.

HÜLÂSA VE NETDCE

· Her şeyden evvel ve sadece küllî hakikat mizanının İslâmiyet olduğuna imân...

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ilk bâtıl güdüm, reformacıların yoludur. Bunlar,

İslâmiyetin bütün kâinatı ve topyekûn vücut sırrını ihtiva eden asliyet ve saffetine nüfuz

etmek yerine İslâmiyette bulunmadığını sandıkları farazî kıymetleri dışarıdan ona eklemeye

çalışanlardır. Nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ikinci bâtıl güdüm, havaî ve nefsânî tefsircilerin yoludur.

Bunlar da mutlak kemâl belirten Allahın müessisesini keyf ve hevalarına göre aslî vaz’ından

ayıran ve zevâle uğratanlardır. Yine nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde üçüncü bâtıl güdüm, satıhcı ve kışırcı şeriatçilerdir.

Bunlarsa, körü körüne bağlı oldukları dış hükümlerin iç çilesini çekmemek, küllî mânasını

kaybetmek ve sadece sırdan ve incelikten ibaret mahrem delâletlerine yabancı kalmak

suretiyle farkında olmadan, bizzat Şeriati zedeleyenler ve ona ihanet edenlerdir. Hep nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde dördüncü bâtıl güdüm, sahte ve yalancı sofîlerin yoludur.

Ve bunlar, birinci ve ikinci bâtıl güdümcülerle az çok müşterek olarak, gûya bâtın yolundan

dinin ve dinî emirlerin tamamlığını bozanlardır. Büsbütün nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde beşinci bâtıl güdüm, ham ve kaba softaların yoludur. Ve

işte bunlar, ikinci bâtıl güdümcüleri tersinden, üçüncü bâtıl güdümcüleri de yüzünden

nefslerinde toplıyarak, Allah’tan gelen fazl, feyz ve rahmete set çekenlerdir. Daima nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde biricik hak yolu, gerçek ve derin Müslümanların, hem

zâhir ve hem bâtında dosdoğru istikametleridir. Kâinatın Efendisi ve Allah’ın Sevgilisine ait

zâhirî cepheyle (Şeriat), bâtınî cepheyi (tasavvuf) bir arada birbirleriyle tam âhenk ve bilhassa

Şeriate mutlak intibak halinde benimseyen ve topyekûn dünya ve kâinata tatbik edenlerin

yolu... «Fırka-i Nâciye – Kurtulmuşların fırkası» işte bu tek istikâmette yürüyenlere ait

topluluk... «Sünnet ve Cemaat Ehli» topluluğu...

· Gerçek ve derin Müslümanda şeriat, iyice bilindikten ve anlaşıldıktan sonra, tek zerresi ve

noktası değişmez ve feda edilmez, topyekûn dünya ve kâinatın bütün mesele ve dâvalarında

mutlak mizan üssüdür.

· Gerçek ve derin Müslümanda tasavvuf, din sarayının iç esrarına ait bütün bir kemâl ve

mârifet hazinesidir ki, başında ve sonunda dâvayı, aynı sarayın dış mimarî cephesi ve ölçüler

manzumesi olan şeriat mizanına tatbik etmekle kemâllendirir; ve Şeriate, mukaddes kabuğunu

teşkil ettiği büyük ruhu refakat ettirir. Bizzat Şeriatın, teşekkülünü emrettiği bu ruh olmazsa,

kabuğun içi boş kalır; kabuk olmayınca da hiçbir şey olmaz, yahut her şey bâtıl olur.

NETDCE

· Günümüz, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasına ait (antitez) lerin, kendi kendisine yıkıldığı,

yüzükoyun yere kapandığı ve tam iflâs belirttiği bir manzara çiziyor.

· Bu neticeyi, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasının (tez) leri, kendi hamleleri sayesinde ve

(aktif) plânda elde etmemiş, hattâ aksine, bu (tez) ler büsbütün mahkûm edilmiş, prangaya

vurulmuş; fakat karşı taraf, (antitez) ler cephesi, «kendi kendisine» diye belirttiğimiz ilâhî

cilveyle, köküne kadar pörsük ve çürük olarak meydana çıkmıştır.

· Günümüzü, 1960 – 1976 arası 16 yıllık zaman çerçevesi içinde ele alırsak, Türk milletinin

bu devrede ne derin bir inkisar ve ıstırap yaşadığını, topyekûn hayat şevkini ne türlü elden

çıkardığını, başındaki idareye ve onun temel ölçülerine güven duygusunu nasıl kaybettiğini,

dehşet ve ibretle görürüz.

· Düne kadar Türk milletinin başındaki idare; bilmem kaç zamandan beri her ân ilerileyici bir

seyr içinde, sular çekilince meydana çıkan yalı kazıkları gibi; mânevî dayanaklarının bütün

kofluğunu göstermişti. Bugün de henüz, değişen bir şey yoktur.

· Artık devrimler, verimler, anılar, kanılar, töreler, süreler, ulusal egemenlikler, toplumsal

güvenlikler, özgür ülkeler, uygar ilkeler, Batıya bel bağlamalar, Batıdan kurtuluş sağlamalar;

ve daha aynı lûgatçeye bağlı nice nice damga ve klişe; onları kullanan ağızlarda posalığını

bile kaybetmiş cansızlıktadır.

· Günümüzde her şeyle her şeyin arası açıktır: Milletle hayatın, aydınla köylünün, halkla

başındaki idarenin, baştaki idareyle millet temsilcilerinin, hükümetle icra kuvvetlerinin,

tüccarla piyasanın, rençberle toprağın, öğrenciyle ders programının, akılla hakikatin, hakla

terazinin, aynalarla yüzlerin, kalblerle dudakların, her şeyle her şeyin...

· Hâsılı, bütün bir hayatın, bütün şubeleriyle yerinden oynadığı ve artık yerine oturtulamaz

olduğu ve bu gerçeğin anadan doğma çırılçıplak meydana çıktığı gündür bu nâmübarek gün...

1923’den beri her devrenin birbirine ekleyerek getirdiği, ruhî, ahlâkî, siyasî, idarî, içtimaî,

iktisadî iflâs günü...

· Hâlisiyet, samimiyet, emniyet, selâmet, gayret, faaliyet, hamiyyet, cesaret hisleri bulandıkça

bulanmış; nuhuset havası çöktükçe çökmüş; ve koca vatan, kendi öz evinde ve öz eşyası

içinde sürgün yaşayan boynu bükük insanlarla dolmuştur.

· Manzara, kalın ve erkek çizgilerle budur; ve onun gayet ince bir mânası vardır: Ilık bir

Mayıs gecesindeki küçük bir dürtüşle altı üstüne gelen perişan bir nizam zemininde, o dürtüş

aslında bu perişanlığa aykırı olmadığı ve yeni bir şey getirmediği halde, birdenbire, bütün eski

temel ölçüler, yalama somunlar misali, yerlerinden oynuyor ve bir daha eski yerlerini ve

muvazenelerini kabul etmez oluyor.

· Yani, yerinden oynatılan «kötü» den sonra, öyle bir loşluk doğuyor ki, artık «kötü» bile

yerini bulamıyor.

· Ve bizim (antitez) cephemize ait bu hezimet manzarası, bizim eserimiz değil de, kendi

kendisinin, kendi kendisine meydana çıkan içyüzü halinde beliriyor. Ve bunun için küçük bir

dürtüş yetiyor. Bu dürtüşün, her tarafa, her cepheye, hususiyle son 35 yıllık gidişe ait

maskeleri düşürmekteki rolü inkâr edilemez.

· İmdi, olanca çapımız ve gücümüzle meydan yerinde görünmek, Allahın haklı çıkardığı

dâvamızı âbideleştirmek ve (tez) lerimize tac giydirmek vazifesi de şimdi belli oluyor.

USUL

· Çizdiğimiz manzara, mutlaka bir inkılâp beklediğmizi şimşekvâri bir bedahet ölçüsüyle

resmeder.

· Var olma cehdini kaybetmemiş bir millet için günümüzün şartları karşısında bir inkılâp

zarureti mutlaktır ve bunun aksi yokluktur.

· Bu inkılâp, (statik) ve parça parça düzeltme gayretlerinin, hep aynı gidiş içinde küçük

ıslâhçılık teşebbüslerinin işi değildir. (Dinamik) sıfatını en hareketli ve şiddetli mânada

canlandırıcı bir doğruluş, davranış, şahlanış dâvasıdır bu...

· Bütün yolları, sokakları, meydanları, kapıları bir hamlede tutacak ve eski ruhî (trafik)

nizamını darmadağın edip yenisini getirecek ve yerine perçinleyecek bir doğruluş, davranış,

şahlanış...

· Öyleyse bu hareket, «ihtilâl – inkılâp» tâbirine lâyıktır.

· Fakat sadece ruhlarda ve düşünce çevresinde bir ihtilâl – inkılâp...

· Bu ihtilâl – inkılâbın âletleri, söz ve kalem...

· Bu ihtilâl – inkılâbın plânı, göz ve kulak yollarından kafataslarına girmek ve beyin zarları

altına zerketmek...

· Bu ihtilâl – inkılâbın şartı, dâvayı, kanun hakkıyla en sıcak zeveban ve en ileri heyecan

noktasına ulaştırmak...

· Bu ihtilâl – inkılâbın kadrosu mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik, dayanak sınıfı da, Şehadet

getiren herkes..

· Bu ihtilâl – inkılâbın mekânı, bütün büyük şehir ve kasabalariyle Türkiye; zamanı da,

güneşin ufka bir mızrak boyu yaklaşması ve artık son vâdeyi ihtar etmesi gibi, şu ân, ölü

dakika...

· Son devrenin başlarında bizim dâvamız mahkûm hayatı yaşarken, hâdiseler, asıl

mahkûmların neler olduğunu gösterdiğine göre, şimdi durumdan faydalanmak cansız

mankenlerin tuttuğu mâna siperlerini düşürmek ve Türk Anayasasının kefaleti altındaki fikir

hürriyetiyle, beklediğimiz ihtilâl – inkılâbı körüklemek de bize ve sıfatlandırdığımız gençliğe

düşen borç..

· Ülkemizde Anayasayla müeyyideli fikir hürriyeti diye bir şey varsa ve eğer kanunlara doğru

söyletiliyorsa, müspet ve menfî her iki haliyle biz vaziyetin ispatçısı olacağız ve her iki

haldede şeref ve hizmetimiz büyük olacaktır.

· ݺte avaz avaz haykırıyoruz ki, yüz küsur yıllık yanlış inanışlar bakımından ruhlardaki takma

dişleri söküp, onların madenî baskıları altında ezilen hakikî ve bünyevî dişleri belirtme ve

geliştirme gayesinden ibaret dâvamız, metod olarak sâf fikirden başka vasıta ve âlet

tanımıyor. Böyle olunca, fikirlerimiz ne kadar dokunaklı, yakıcı olursa olsun, kendimizi

kanun namusunun kefaleti altında görüyor ve bu güven duygusundan sonra başımıza hangi

inkisar ve ıstırap gelirse gelsin, onu hiçe sayacağımızı, o zaman da, belirteceğimiz misâldeki

ibret payı noktasından en büyük hizmeti yerine getirmiş olacağımızı, hak ve millet huzurunda

ilân ediyoruz.

· Mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik ve Şehadet getiren herkes!... Senin için belirme günü,

(antitez) ler cephesinin kendi kendisine tökezlediği ve yıkıldığı bu demden başkası olamaz!

Fikir meydanı ve atalarının ruhu seni çağırıyor. Elinde kanun bayrağı, ruh kalesini fethet!..

ESAS

· Bize bütün bir cihan imparatorluğu kazandırmış olan mânevî temelimiz ve ahlâk kökümüzün

çeyrek, yarım, tam ve birbuçuk asır boyunca sistemli yıpratılışı karşısında ne hale geldiğimizi

bugün entariler düşmüşçesine ayanbeyan görüyor ve her felâketin yalnız o yüzden doğduğunu

artık lâboratuar tecrübesi kesinliği içinde kavrıyorsak, beklediğimiz inkılâbın esası elimizde

demektir. O halde ana şahsiyet ve asliyet kutbumuza en doğru anlayışla sarılmanın zaruretini

teslim etmek ve ettirmek, buna göre de muazzam bir fikir (aksiyon) una yol açmak ve

açtırmak... ݺte beklediğimiz inkılâbın esası!.. Tek kelime: Su katılmamış ve suyu çekilmemiş

tam hakikatiyle İSLÂM...

· Omuzlarımız üstünde baş ve kaburga kemiklerimiz altında kalb diye taşıdığımız pıhtı

torbalarını bir bıçakta kesip atacak ve bütün hayatî uzuvlarımızı, iş ve yerlerine kavuşturacak

bir ideale ihtiyacımız, acele kan bekleyen ağır yaralınınkinden daha büyük müdür, değil

midir? Bu ihtiyacı, inanmamaya inananlardan gayri herkes, neye inanırsa inansın, hemen

doğrular.

· Halbuki kan, ağır yaralının iple boğulmuş ve (kangren) olmaya bırakılmış bir uzvundadır ve

tükenmek bilmez bir depo kıymetindedir. Bu ideal olanca zaman ve mekânı, olanca hedef ve

istikametiyle kuşatmak ve her şeye onun öz hakikat ve saadetini bağışlamak kefaleti altında,

evet, İslâmiyettir. Beklediğimiz inkılâbın esas üstü esası da, evet, İslâmiyetin gerçek anlamı...

· Ruhlarımızdaki asırlık felç tesirini, kör gözleri açan İsâ Peygamberin elindeki ihyâkâr

kudretle silip süpürme ve inmeliyi bir kavrayışta ayağa kaldırma dâvası ve onun bağlı olduğu

esas...

· Sadece maddede ve nazariyede, pazarlıklı bir istiklâl karşılığı, mânâda ve ameliyede

düşürüldüğümüz esaret faciasını sona erdirme; ve rejimleri, kanunları, mefhumları, âdetleri,

âletleri, zevkleri bilhassa herbirinin şifalı cevheri kendisinde ve olta yemi zehirli posası bizde,

türlü formülleriyle, Batı üstünlüğü ukdesini içimizden söküp çıkarma dâvası ve esası...

· Dışımızdaki emperyalistlerin, içimizdeki taklitçi ajanları vasıtasiyle, Batılılaşma bayrağı

altında bizi mahkûm ettikleri tam mânevî sömürge durumunu her sâhâda anlama ve onlara

paydos diyebilme dâvası ve esası...

· Bütün bunlara karşılık, insanoğlunun Doğuda ve Batıda, güneyde ve kuzeyde her türlü çile

ve tecrübesini en ince eleklerden süzüp hakikatlerini nefsimize mal etme, öz mayamızda

eritme, öz hamurumuza sindirme dâvası ve esası...

· ݺte bu dâvanın fikriyatı, rûhiyatı, içtimaiyatı, iktisadiyâtı, bediiyâtı etrafındaki esaslar...

· ݺte bu dâvanın prensibi, sistemi, metodu, kadrosu, iç ölçüsü etrafındaki esaslar...

· ݺte bu dâvanın aşkı, vecdi, ahlâkı, heyecanı, fedakârlığı etrafındaki esaslar...

· ݺte bu dâvanın zıt kutuplara karşı nefreti, asabiyeti, hareketi etrafındaki esaslar...

· Bütün bunların toplamı, dünün, daha ziyade bugünün içleri boş konserve kutularına benzer

marka müslümanlarına karşılık, şimdi nasıl bir insan, gençlik ve cemiyet vâhidini

çekirdekleştirmeye çalıştığımızı gösterir ki, zaten onu beklemekle, özlediğimiz inkılâbı

kollamak arasında fark yoktur.

HEDEF

· Fikirde ana taarruz hedefimiz, belli başlı bir ruh ve zihin hâleti arzeden, gözle görünür ve

elle tutulur, meydan yerine hâkim bir sınıf... Yayın, ilim, sanat, iş ve nüfuz merkezleri,

ellerinde...

· Bunlar, hangi meslekten olurlarsa olsunlar, un helvaları gibi hep aynı kaşıktan, aynı

(damping) tezgâhından çıkma tipler... Meslekleri ve içtimâî, ferdî, iktisadî, idarî, ancak bu

helvaların tabaklara dizildiği lokanta farklarını belirtir ve kendilerini ayrıca sınıflandırmaya

yer bırakmaz.

· Bunları en muhkem sınır çizgileri içine alacak (faktör), sadece ruhîdir. Ha gazeteci olmuşlar,

ha profesür, ha milletvekili, ha iş adamı, ha memur, ha müdür; meslekî ayırım yönünden değil

de, ruhî yönden birdir, birliktir bu tipler...

· Bunlar, kurbağanın değişme devreleri şeklinde, Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten

Cumhuriyete ve Cumhuriyetten bugüne, üç çığır içinde yetkinliklerini tamamlamış ve şimdi

azmanlaşmış, sun’î ilkah mahsulü, ulvî oluş gayesi gütmez ve eser çilesi çekmez, aşksız ve

madde üstü iştiyaksız, yalnız zehirlemeye memur haşereler...

· Bunlar, asırlık Avrupacılık ve Avrupalılık yeltenişinin havası içinde hemencecik devşirilmiş

ve kolayca yontulmuş hazır elbise mankenleri..

· Bir çobanda bilgisizliğin bile samimîlik, tabiîlik içinde asîl durmasına karşılık, bunlar,

bilhassa mahrum oldukları şeylerin sahibi görünmeye bayılırlar. Bilgiçlik edâsı içinde koyu

cahil, kötülüğe karşı tiksinti tavrı altında nâmütenahî ahlâksız... Ve akıl taslarken aptal,

öldürürken korkak...

· Bütün faziletleri, evlerinin, kalblerinin, ellerinin, aile kadrolarının her türlü rezalet ve şenaat

yatağı olması yanında, bankalara karşı protesto namusundan ibaret; bütün bilgileri de, ister

Doğu, ister Batı adına, işporta malı çıkartma kâğıdı şekillerinden ve niyet kuşlarının çektiği

pusulacıklar çapında âdi tekerlemelerden...

· Gayemize baş engel ve davranışımıza ana hedef teşkil eden ve bu sebeple inceden inceye

bilinmesi gereken bu sınıfın, protoplâzma mevkiindeki mücerret örneğine, lâyık olduğu isim,

eski bir muharrir tarafından verilmiştir: «Devrimbaz!» ... Ama biz, meseleleri, «Devrimbaz»

uslûbiyle teker kelimelik klişelere hapsetmek mizacında olmadığımız için, devrimbaz

kartvizitinin altına, iki satırlık bir izah cümlesi daha ekliyoruz:

DEVRDMBAZ

Mânevî Batı sömürgeciliğinin iç ajanı ve Türk ruh kökünün (DDT) yle kurutucusu

· Halbuki o, kendisini, nurlu Batı! uygarlığının şanlı bayraktarı ve Türk ruhunun eski

pisliklerden temizleyicisi diye takdim eder.

· Görülüyor ki, her şey, «kurutucu» mefhumiyle «kurtarıcı» anlamı arasındaki farktan ve bu

iki sıfatın yakışığını bulmaktan ibaret kalıyor. Ne hazin!...

· Komünistler, kozmopolitler, yahudiler, dönmeler, masonlar ve daha nice nikap altındaki

İslâm düşmanları, arka mevzilerden mâhut sınıfın iaşe ve cephane ikmalini yerine getirmekte,

onu kukla gibi oynatmaktadır.

VASITA

· Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuriyle el

atabiliriz. Su bulunmadan boru döşenemez.

· Ruh yetkinliğinden belli başlı bir kıvam belirten bu iç destekler, bilhassa yılgınlığı,

düşüklüğü, küçüklük ukdesini, nefs güvensizliğini, mızmızlığı, hareketsizliği, dünya ve

eşyaya karşı ilgisizlik ve bilgisizliği kendi menfî kutupları saymak ve şiddetle mahkûm etmek

borcu altındadır.

· İç desteklerin müspet unsurları şunlardır: «Nâr-ı beyzâ» halinde bir vecd ve aşk mizacı,

sultânî bir nizam ve disiplin zevki, sırasında baldan tatlı ve sırasında zakkumdan acı bir

seciye, sabrından zerre kaptırmaz sebat bünyesi, şecaat, fedakârlık, atılganlık, derinlik,

gerçeklik melekeleri; ve bunlarla bir arada, kâinattaki her noktanın kıymet hükmüne ve bütün

bir dünya muhasebesine sahiplik şiarı... Hayatı bütün dallariyle kuşatıcı, renklendirici,

süsleyici bir (estetik – güzellik sanatı), dağları, taşları devirip sürükleyici ve gaye noktasına

sürücü bir (diyalektik – metodlu düşünme ve ifadelendirme sanatı), başıboşları mıknatısların

demir tozlarını çekişi gibi toplayıp derleyecek bir (retorik – örgüleştirme sanatı), silâhların

tesir kudretini saha saha bölgeleştirecek bir (taktik – tâbiye sanatı). Bu kıymetler bu dâvayı

güdenlerce, başlarına geçirmek zorunda oldukları vasıfların tâcından birer elmas taş...

· Tek tek içimizi ve kitle halinde müdîrler kadromuzu, nefsimize yarım saat uyku ve bir dilim

ekmek fazlasını bile haram edercesine, her türlü şahsîlikten uzak ve yalnız içtimaîliğe bağlı,

müthiş bir (aksiyon) ruhu etrafında tamamladıktan sonra, dış vasıtalar...

· Dış vasıtaların başında, bütün şubeleriyle güzel sanatlar (bilhassa edebiyat, tiyatro, sinema),

yayın yolları (gazete, mecmua, kitap), telkin kürsüleri (konferans, vaaz, sohbet), kültür

teşekkülleri (her köşede bir kulüp) ve İslâm sermayesine yön ve hareket verici mihraklar..

· Güzel sanatlarda, kadro ifadesiyle mevcut değiliz. Zaten Tanzimattan beri güzel sanatlar, ana

kaynağını kaybetmiştir. Bugün esasen mevcut olmayan ve yangın yerine dönmüş bulunan

edebiyat âsasında, en aşağı örnekleriyle de olsa, solcular ve başıboşlar dolaşmakta... Biz

yokuz! Büyük Doğu ideolocyasının örücüsü, bir zamanlar, şimdi küfür edebiyatını idare eden

bir şahıs tarafından «tek mısraı bir millete şeref vermeye yeter!» diye anıldığı ve hiçbir zaman

ve mekânda sanatkâr olarak inkâr edilmediği halde, gerçek çehresi belli olur olmaz, kendisine

bütün sanat müesseseleri ve kayıtları (tiyatro, antoloji, okuma kitabı) kapılarını kapamış, o da

40 yıllık çilesi içinde, özlediği İslâmî duygu plânına bağlı gençlik kolunu sanatta bir türlü

yetiştirememiştir. Her halde kabahat, cemiyeti bu hale getirenlerle, bu hâle gelip farkında

olmayanlarda...

· Güzel sanatlar sahasına, bilhassa şiir, roman tiyatro, el atmak ve buna ehliyet kazanıncaya

kadar şişmanların zayıflama idmanı yapmaları gibi, kan-ter içinde çalışmak borcundayız.

· Yayın vasıtaları, başta günlük gazete bulunmak üzere, kuruluşundan beri, köksüzlük ve

kozmopolitlik güdümünün kuklası olarak millî ruha aykırı bir hizip elinde kalmış ve bu hizbin

içinde, hiçbir zaman ve mekânda, sâf ve hakikî Anadolu çocukları yer alamamıştır. Artık

gazeteciliğin koca bir işletme haline gelmesi ve ruhî kıstas yanında bir de iktisadî (faktör)

belirtmesi bakımından tamamiyle İslâmî sermayeye ait olan bu suç, gaflet ve zillet

derecemizin gönderlere çekilmeye lâyık belgesidir.

· Eğer son 10 yıldaki, lâfta mukaddesatçı, hakikatte sözü ve fikri nâmevcut 4 – 5 gazetenin

hazin tecrübesi öne atılacak olursa, deriz ki, bu da bizim ehliyetleri tâyinde, dâvayı tespitte ve

ne ve nasıl olmak gerektiğini teşhiste düştüğümüz aczin ifadesinden başka bir şey olmamış ve

dâva bu yüzden kalkınma yerine harcanma yoluna itilmiştir. Yumurtadan yeni çıkmış

civcivlerin, kendilerini baba horoz farzetmeye yeltendiği ve kendilerine tecelli imkânı

bulduğu şuursuz bir vasatta başka türlü olamazdı.

· Telkin kürsüleri, yönünden karşı taraf, İstanbul’un bütün ampulleri kuvvetinde bir lâmba

yakıyorsa, biz bir kibrit bile çakamıyoruz. Konferanslarımız mahrem ve kaçamak, vaazlarımız

köhne ve gafil, sohbetlerimiz de bezgin ve mahçuptur.

· Almanların eski cep kuruazörleri gibi, her sınıfın kuvvetini toplaması, ilmî, fikrî, siyasî,

iktisadî, her şekle döndürülebilecek tarzda teçhizatlandırılması ve Anadolu’nun 10.000 nüfus

üstü bütün kasabalarına dağıtılması gereken kültür teşekküllerimizden ne haber????

· Gelelim İslâmî sermayeye: Müslümanlığın her türlü içtimaî tezahür hakkını kaybedip ancak

fert fert gönül mahzenlerine tıkalı olmasına ve namaz saflarının bile birbirinden kesik ve

kopuk fertlerin toplam kabul etmez yekûn çizgisi haline getirilmiş bulunulmasına uygun

olarak, unsurları arasında her türlü birlikten mahrum, gayesiz plânsız, (risk) siz, kullara karşı

korkak ve Allaha karşı kaygısız, sermayenin resmî ibadetini belki de, onun ruhunu ve sarf

yerini bilmez bir gizli çıkın... Bu, cihad farzına yabancı, ödlek sermayeye yön ve hareket

aşılayıcı mihrakları, yine aynı sermaye bağlılarının halisleri arasında bulup onları her ân

kamçılamak, beklediğimiz inkılâbın ilk maddesidir. Böyleleri de vardır.

· Bütün bu iç ve dış vasıtalar harekete geçirildikten ve her şey ruh ve fikir plânını

köpürtmekten ibaret bırakıldıktan sonra, bir balkona çıkıp, güneşi beklercesine neticeyi

kollamaktan gayri iş kalmaz.

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

VII – BEKLEDDİDMDZ İNKILÂBIN YÖNLERD

· İçtimai ve İktisadi Mezhepler

· Siyaset

· Asyacılık

· İktisadi Nizam

·Dçtimai Faaliyet

·Teşkilat ve İdare

·Devlet

·Sınıf

·Gençlik

·Milliyet

·Şehir

·Aile

·Mektep

·Müsbet Bilgiler

·Adalet

·Mahkeme

·Sıhhat ve Güzellik

·Kadın

·Üreme ve Türeme

·Ordu

· Ordu ve İnkılap

·Millet ve Ordu

·Anladığımız Ordu

·Toplam

İÇTİMAÎ VE İKTİSADÎ MEZHEPLER

· İslâm inkılâbı, liberalizma ve kapitalizme, faşizma ve nazizma., sosyalizme ve komünizma

gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimaî ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine

üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder : «Herbirinizin. bütünü

kucaklayamayadan, ayn ayn ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır; ve

herbirinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde

İslamiyettedir.»

· İslâm inkılâbının bu hitabı, ona inanmayanlar için ve kof bir iddiadır; fakat inananlar için

değil de sadece hakikat adına tarafsız bir cephe tutanlar için. Bütün bir lâboratuar tecrübe ye

müşahedesine dayalı riyazî bir vâkıa haysiyetindedir.

· İslâm inkılâbının, bilhassa, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma, sosyalizma ve

komünizma gibi bugün medeniyet dünyasını en vuzuhlu çizgilerle üçe bölen ve tarih boyunca

tatbik mevzuu olabilmiş yegâne üç mezhebi teşkil eden rejimler karşısındaki mevkiini tayin

ederken, ilk metod inceliği şu noktada toplanır: İslâmiyetin bunlardan hiçbirine tâbi olması ve

hiçbirine kendi ismini ilâve etmesi mümkün değil; ancak bunlardan herbirinin öbüründe

kaybetmek istemediği hak ve hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici küllî

mizanın tahkikik ve tefahhusu, ancak İslâmiyet içinde kabildir.

· Demek ki, İslâm inkılâbı, tam saffet ve asliyetiyle İslâm temeline dayanarak, hesabını dünya

ve insanlık çapında vermek üzere, kendisini, bütün yanlışları doğrultucu bütün bozukluktan

düzeltici; ve bu arada meydana çıkacak her meseleyi kaybedilen hakikati bakımından

cevaplandırıcı ve kimsenin hakkını .kimsede bırakmıyacağı mikyasta küllî bir vâhid olarak

mütalâa edilmek mevkiindedir. O, bunlardan hiçbiri değil, her şey kaybettiği hakikatiyle

onda...

· Onun içindir ki, ya İslâmiyeti, ya bu mezhepleri, yahut ve en doğrusu, hem İslâmiyeti ve

hem bu mezhepleri tanımayan bazı echel ve züppe tefsircilerin dillerine pelesenk ettikleri

şekilde, İslâm demokrasya ve liberalizması, Islam fasizması ve hattâ İslâm sosyalizma ve

komü-nizması tarzındaki beyanlar, hakikat çilesi çekenlerce dünyanın en sefil, bîçare ve

hakikate zıt ifadeleridir, İslamiyet. Kendisini bunlardan birine benzetmekten ve bunlardan

birini öncü olarak kabul etmekten tamamiyle münezzeh; aksine, bunlardan herbirinin, teker

teker malik oldukları kısmî hak ve küllî haksızlık içinde, parça parça bulup da

bütünleştiremedikleri yekpare ve toplayıcı hakikat merkezine, yani kendisine davet etmekle

mükelleftir.

· Bu mezheplerden herbiri, ancak öbürüne karşı hâk ve kuvvetine rağmen âzami haddine

çıkarılmış bir bâtıl içinde harcayıp tükettiği hakikatin İslâmiyette olduğunu görecek; ve orada,

her mezhebin, bu ölçüyle, birleştiğini, toplandığını ve yalnız Islâmiyetten ibaret kaldığını

tesbit edecektir.

· Liberalizma ve kapitalizmanın insanî mülkiyet mefkuresi, aslî hakikat bakımından İslâmın

fert haklan kadrosunda kemâle ulaşırken, bu mülkiyetlerin deh-hâmeleşmesi, ur haline

gelmesi ve bütün vücudu sömürmesi neticesinde bir aksülâmel olarak doğan sosyalizma ve

komûnizmanın umumî tesviye ve adalet dâvası da, İslâmda, zekâtın emir ve faizin yasak

oluşiyle hakkını ve tam mânia tedbirini elde eder; ve yine demokrasya nizamının istimnâ

haline getirdiği ye bizzat gayeleştirdiği başı boş hürriyete karşılık türeyen faşizmanm

müdahaleci ruhu. İslâmda, ancak hak sahiplerine verilen hürriyet ve bütün hürriyetleri hak

kutbunda İstihlâk eden merkezî hakikat ölçüsüyle gayesine varır.

· Böylece, her üç mezhebin öbürüne karşı elinde tuttuğu müthiş (koz) ve kendi «doğru» sunu

bulamadan öbürünün nezdinde ispat ettiği müthiş yanlış, her «parça doğru» nün «bütün

doğru» olabilmesi için gereken yekparelik istinadiyle, ls,lâm çerçevesinde mahsubuna

kavuşur; ve böylece, istâmî mihrakta erimiş, öz hakikatini bulmuş ve önü kabul etmiş olarak,

bugün dünyayı idare eden üç veya iki mezhep de, bütün ismini ve cismini ona feda ettikten

sonra İslâmiyette müşterek (sentez) ahengine erişir.

· İslâm inkılabının bugünkü içtimaî mezhepler karşısında vazifesi, liberal ve kapitaliste «gel

de, fertteki mülkiyet ve hürriyet hakkının maddî ve mânevî tam hakikat ve kefaletini

İslâmiyette gör!», sosyalist ve komüniste «gel de, fert hakkına ve her fertte değişik keyfiyet

payına el sürmeden iş gören içtimaî ve iktisadî tesviye ve teavün âmilini ve sermaye

tahakkümüne karşı zabıta faktörünü İslâmiyette bul!»; faşist ve naziye «gel de, şahsî

hürriyetleri nefsanî müdahalelerle incitmeden bütün şahısları ister gönüllerinden ve ister

cisimlerinden kavrayıcı hak ve hakikatin nizam ve saltanatını İslâmiyette seyret!» demekten

ve İslâmiyet!, topyekûn zaman ve mekân bo yunca her şeyi, her hamleyi, oluşu ve her

hakikati kuşatıcı ve toplayıcı bilmek ve bildirmekten ibarettir.

SDYASET

· İslâm inkılâbında siyaset, içeriye doğru, her çizgisi ve noktası tamam bir ideolocya

manzumesine dayalı bütün bir tekevvün işinin manivela dehâsıdır. Bu yüzden o, teker teker

kendi aslî hamle ve hareket şubeleri içinde ifade edebilir; toplu ve merkezi olarak

belirtilemez.

· İslâm inkılâbında toplu ve merkezî siyaset, ancak «haricî politika» ifadesiyle, dışarıya doğru

olanıdır. Gerçekten, İslâm, dışarıya doğru tek bir vâhid belirtici, tam mânasiyle sabit ve

çerçeveli bir siyaseti vardır.

· İslâm İnkılâbının iç siyasetini mutlaka toplu ve merkezî teşhise kavuşturmak lazımsa, ona,

birinin tasfiyesi ve öbürünün ihyası bakımından, biri düşman ve öbürü dost, iki kutup

gösterilebilir. Bunlardan düşman kutup iki şubelidir: 1 — İslama iman dairesinin dışından

musallat, tam 100 senelik, dinsizler köksüzler, şahsiyetsiz mukallitler nesli ve bütün

yardımcıları.. Bunların fâal yardımcıları, manevî sömürge ustası Garplılar, Yahudiler,

Masonlar, dönmeler, melezler ve kozmopolitler... 2 — İslama, iman dairesinin içinden

.musallat, tam 400 senelik, aşksızlar. vecdsizler, kuru ezberciler, nefsanî tefsirciler, insan ve

dünya murakabesinden uzak nasipsizler, dinin zahirî bâtınî ruhuna yabancı ham ve kaba

softalar nesli ve bütün yardımcılan... Bunların yardımcıları ise bugün faaliyetini kaybetmiş,

fakat ananevî bir insiyakla her ân türeyip üreyebilecek soydan umumî cahiller...

· İslâm inkılâbının iç siyasette en büyük dostluk kutbu da, dine topyekûn ruhunu ve aklını

teslim ederek onu nihaî saffet ye asliyetiyle temsil etmek üzere yetiştirilecek yepyeni

nesiller... Bunlar «nâr-ı beyzâ»dan daha yakıcı, en ince havalan kaydeden barometre

plâkalarından daha hassas, dünya çapında, tarih ve fikir çilesine sahip, aklın ve ilimlerin son

humma noktasına yapışık, solmıyacak renk ve geçmiyecek ânın kara sevdalılan... Bunlara.

İslâmın saffet ve hakikat devirlerinden başka maziye doğru hiçbir örnek gösterilmeyecek; her

şey bunlar vasıtasiyle, mazideki tek hareket noktasından dosdoğru istikbale havale edilecektir,

İslâm inkılâbını iç siyaset ölçüsü bakımından iyice kavramak lâzımdır ki, gözün göremiyeceği

ve hayalin alamıyacağı kadar ve ezelle ebede doğru her ân yeni bir dâva ve hamle temsil

edecek olan bu rüya nesli, cihanın en büyük «doğru» sunu tam dört asırdır yanlıştan yanlışa

sürüklemiş, nihayet bir ve en nihayet yarım asırdan beri de bu «doğru» ya «yanlış» ismini

takmış olan seleflerini hiçbir mevzuda örnekleştirme ve kopya etmek mevkiinde olmıyacaktır.

Gelin de siz bu nesil idealini güdenlere mürteci deyin! Asıl onun gözünde en koyu-bugünden

başlıyarak, gittikçe hafifleye hafifleye dört asır gerisine doğru devam eden tabakalardır ki,

mürteci tâ kendileri olacaktır! Zira bu tabakaların ilticaları, günden itibaren gittikçe hafifleye

hafifleye 400 senelik maziye doğru, baştan başa, en kör ve aşağı «emmâre» haliyle kaba nefse

rücuun ve o yüzden din dışına çıkışın hikâyesi olarak izah edilecektir. İste İslâm inkılabının iç

siyasette hedef tuttuğu başlıca gaye, bu ebedî yeni daimî taze nesillerin maya tutması

etrafındaki iş dehâsıdır.

· İslâm inkılâbının, tam mânasiyle toplu ve merkezî politikasına gelince, bu. incelerin incesi

ve naziklerin naziğziği bir sanat işidir. Bütün dâva, Garplının ruhî butlanından hariç ve iyi

taraflarını lif lif ayıklayıp onu «hikmet ve hakikat mü'minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa

alır!» fermaniyle ve gerçek bir bünye aşısıyle Doğuya zam ve bundan yepyeni bir terkip

çıkarmak.. Bu terkibin yıllar boyunca sınır içi, gizli ve acık, tezgâhını kurup işletmek.. Büyük

Doğu mefkuresinden damlayan bu mayayı, şimşeklerini yedi bucak ve dört iklime saçmaya

başlıyacağı âna kadar bir vatan sırrı olarak muhafaza etmek ve devre devre bütün -

mahremlerin hududuna riayet et yi bilmek... Yoksa Batı dünyası böyle bir oluşa im bırakmaz.

Batıyı aldatıcı, incelerin incesi bir siyaset.

· Bütün bu ölçülerin kıvama erişinden sonra, tün Doğuya şâmil bir sirayet plânından,

mütefessih mütereddî Garba, en yeni ruh ve kültür savaşçısı olar yönelmek.. Topyekûn

Doğunun, maddî ve mânevi Garp emperyalizmasına karsı kurtuluş ve ihtilâlini, anbean

beslemek ve günü gününe geliştirmek... Bunun için. dünyasını bütün tezattan ve buhranları

içinde devam ettirici şartlara, muazzam bir casus ve sahte müttefik dehasıyle yardımcı

olmak... Nihayet ve kısaca, rahimdeki çocuğu, doğuracağı andan pehlivan yetiştireceği ve

mazlûm mânasiyle makhur maddesinin intikamını alacağı güne kadar yamyamların çadırında

idare, ikâme ve idâme edebilmek... Bu iş!!! Her ân değişik her ân zıt istikametlerde yol

almaya mecbur, korkunç mikyasta girift ve d« keyfiyetle bu dâva. sırf politika dehâsı

bakımından, cihanın en sanatlı cehdine ve en dakik plânına muhtaçtır. Belki 50 , belki 100,

belki 300 senelik bu plânın, ana ölçüsü de prensip bakımından bu kadar…

· İslâm inkılâbında siyaset, her çizgisi ve noktası tamam bir ideolocya manzumesinin,

kendisini madde âlemine nakşetmekteki alet ve usul dehâsına bağlı bir şubedir ki, o ruhun aşk

ve feyz ile ışıldadığı müddetçe daima ana kaynağını, bütün kıymet hükümlerini ve her türlü

direktifini hazır bulacaktır.

· İslâm inkılâbında siyaset, içeriye doğru, sadece olmak, dışarıya doğru da bu oluşu

tamimleştirmek gayesinin gerektireceği umumî tedbir dehâsı olarak ifade edilmeli; ve bu

temel hareket noktasına göre programlaşmak, topyekûn usul prensibini belirtmelidir.

ASYACILIK

· İslâm inkılâbının günlük politika üstünde, iç oluşu dışarıya doğru örnekleştirici.

bütünleştirici ve kadrolaştırıcı büyük siyasî, millî, ruhî dâvası Asyacılıktır.

· ݺte bu en hassas nokta üzerinde. Büyük Doğu mefkuresinin, Büyük Şark, yani Büyük

Asyayı kucaklayan mâna şubesinden pırıltılar toplanmakta; ve isim delâletimizin temel

direklerinden biri, tepesinde en aydınlık bir vuzuh feneriyle meydana çıkmaktadır. Evet;

Büyük Doğu mefkuresinde, esas bakımından bütün bir ruh muhtevasına istinad eden Büyük

Doğu isminin mekân ve saha delâleti, sadece Büyük Asyadır. Geriye kalan dünya, zıt ve

düşman saha…

· Büyük Asyaya. esasta bizzat Büyük Asya bulunmak üzere Afrika dâhildir. Avustralya, zıt ve

düşman sahaya tâbi, dâva yönünden küçük, şahsiyetsiz ve uydurma bir sahadır; geriye kalan

Avrupa ve Amerika ise, zıt ve düşman sahanın tâ kendisidir.

· Aslında koskoca insanlığa şâmil dâvamızın, belli başlı bir mekân ve saha hükmiyle Asya

üzerinde kümelenmesi ve bir bölüm zoruna düşmesi şu yüzdendir kî, bütün beşeriyet vak'ası,

zâhirde, Asya mekânında tecellî eden ruhla Avrupa mekânında zuhura gelen ruhun

çarpışmasından ve dünyayı iki vazıh bölüme ayırmasından ibarettir.

· Ve işte bu bölüm, dâvaya teşmil plânının ifadesi değildüşmanı tesbit zaruretinin, kendi

kendimizi kadrolaştırmak ve tek vâhid halinde bütünleşip manada ve maddede hesaplaşmak

için bize yüklediği bir tefrik icabıdır. Yoksa dâva. kâinat çapındadır; ve bu davayı, mazideki

tantanalı seyrinden, Garbın (Rönesans) hamlesinden ve bilhassa müspet bilgi aletlerinin

hakimiyet devrinden sonra mağlûp gösteren biricik müessirde yalnız Avrupadır. Demek ki,

tefrik mecburiyeti, zıt ve düşman saha tarafından çekilmiş, Çin Şeddi yerine bir Frenk

seddinden doğuyor. Asyayı Avrupa'ya karşı bütünleştiren ve bir encam birliği içinde

kadrolaştıran, dolayısıyla yine Avrupa oluyor.

· Bütün ruh çilelerinin doğuşiyle beraber, topluluklarının ve eserinin doğuşunu temsil eden

Şark , manada ve maddede ufukları kervansaraylarla donatır insanoğlunun biricik haysiyet ve

hikmeti olan din ihtiyacını, hak ve bâtıl her şubesiyle örnekleştirirken. Garp, tepeden inme

Eski Yunan harikasından ve onun peşi sıra Roma nizamından sonra, yabanî domuzlar gibi

ağaç köklerini kemirerek yaşıyor; ve Şarka kâinat çapında aslî rengini bahşedici İslâmiyet'in

milyon kere milyon kandili avizesine çipil gözlerle bakıyordu. ݺte bu Garp, yine Şark

kaynaklı hak din olan İsa Peygamber yolunun nurunu kaybedip. artık o yol Allah tarafından

kapatıldıktan ve yenisi ve daimîsi açıldıktan 8 asır sonra, Hıristiyanlık hassasiyetini, Yunan

tefekküriyeti ve Roma hayatiyeti içinde pişirme muamelesine girişmiş, bu muameleyi yine

Medeniyetinin kütüphanesinden faydalanarak yapmış ve ancak bu sayede Eski Yunan izlerini

bulabilmiş; ve neticede eşyayı semerelendirme ve aletleştirme dehâsına ererek, korkunç bir

madde hâkimiyetiyle ortaya çıkmış, hakikatta İslamiyetin emri olan bu ulvî borcu ihmale

giriftar Şarkın karşısına dikilmiş, ona karşı en büyük hınçla taarruza geçmiş ve onu birdenbire

afallatıp bugünkü haline kadar getirmiştir.

· Şarkın bugünkü hali, sadece bir mamul eşya pazanndan ibaret bulunan ve nsanoğlunun

imtiyazlar kâdrosunu temsil eden Garp nam ve hesabına ırgatlık etmeye. ağır rençberlik

emeğini onun fikir hakkiyle değiştirerek Garp mahsullerini atmaya, böylece tek bir kement

içindeki manda sürüsü gibi yaşamaya, bütün suçu kendi eski altın şahsiyetinden ve dininden

bilmeğe, eğer canı çekerse Garbı taklit etmeye ve büsbütün maymunlaşmaya ve kendi özünü

tahrip etmeye, nihayet Garp (Mandaren) lerinin besleyici ve gıda yetiştirici daimî esirler

sahası halinde bu tefriki hep muhafaza etmeye mecbur tutulmasıdır.

· Başlıca metod halinde biricik gıda ve istismar pazarı olan Şarki asla gerçekten

uyandırmamak, üstelik kendisine özendirip büsbütün mazideki şanlı dâvasından

uzaklaştırmak ve böylelikle Şarkın içinde bulacağı sahte kurtarıcılar vasıtasıyla onu ebediyen

esaret plânında mıhlı tutmak emelini güden Garp, İslâmiyeti gerçekten temsil edici bir

hamlenin, Garp marifetini Şark ruhiyle evlendirmesinden, Büyük Asya'ya böyle bir hârika

örnek hazırlamasından, sonra onu bu örnek etrafında teşkilâtlandırıp: Batıya yöneltmesinden

ve bin bir madde hokkabazlığı

içinde tam bir ruh iflâsına düşmüş Garbı birdenbire tasfiye etmesinden çok korkar.

· Garbın bu kâbusunu tamamiyle gerçektestirmekten ve (aksiyon) dünyasına çıkarmaktan

başka bir şey olmıyan İslâm inkılâbının Asyacıhk dâvasınca. Büyük Asva, yegâne beşerî

kurtuluş müeyyidesi İslamiyetin manivelâsına en mükemmel istinat noktasıdır.

· Bu ölçülere göre, Garbın bütün aletler (bonmarşe) sini esrarengizlikten çıkarmış ve nefsine

gerçekten mal etmiş bir ruhla Avrupalının karşısına Asyalı olarak dikilmek, beklediğimiz

yepyeni fert ve cemiyet hesabına ne büyük bir şeref ifadesidir!

· Bu yüzdendir ki, İslâm inkılâbının Asyacılık davası, müsbet Garbı, olduğu gibi Garplının

elinden almak ona malik bulunmadığı ruhu ilâve etmek ve birdenbire bütün Asya'ya teşmil

edip sun’i ve zalim cihan (Mandaren) lerinin karşısına, hem keyfiyet ve hem kemiyette en

galip kadrosiyle çıkartmak gayesinin mekân ideali olarak en aziz meselelerimizden biri ve

belki başlıcası oluyor.

· Şu var ki, bugün komünizmanın milyarlık Çin'i içinden ve dışından kuşatmış bulunması,

bizim Asyadan beklediğimizi komünizmaya nasip olmuş gibi göstermekteyse de, içyüzlere

inenlerce bu görünüş günübirlik bir baskı eseri olmaktan ileriye geçemez; ve asıl İslâmî

fikriyatın, bir gün muazzam sarı ırk sahası üzerinde temelleşmesi ihtimalidir ki, dâvayı yarı

yarıya halledebilir. Asrımızın şartlarına göre bu ihtimal muhale benzese de Asyacılık

dâvasında istikâmet daima budur ve rüyamız daima bu olmalıdır.

İKTİSADİ NDZAM

· İslâm inkılâbında iktisadî nizam, bugün insanlığın başlıca ızdırabını teşkil eden ferdî

mülkiyet ve serbest kazanç hakkiyle (kapitalizma). içtimaî tevaün ve ݺtirakl zarureti

(Sosyaljzma) arasındaki bütünn tezatları batırıcı İlâhi bir ahenk ifadesidir, öyle bir ahenk

ifadesi ki, bu, kendi başlarına ayrı ayrı bâtıl sistemlerden herbirinin kendi başlarına

erişemiyeceği gaye ve hakikati, onlardan hiçbirine vücut ve istiklâl vermeksizin sağlıyacaktır.

· Cemiyete rağmen tek tek kabarmaya mezûn fert hakkiyle, tek tek ferde rağmen botun

fertlere pay vermeye mecbur cemiyet hakkı arasındaki iki zıt kutbu, bir hamlede telif edici

ilâhî ahenk... Bu ahengin İlk kutbunda, ticaretin helâl ve ferdî mülkiyet ve kazancın hak

olması; ikinci kutbunda da faizin haram ve zekâtın farz olması vardır.

· ݺte bu azîm dâva, ismine medenî dünya dedikleri Batı âleminin biricik çözülmez ukdesidir;

ve 2500 yıllık uyanık beşeriyet tarihinin bu son ukdesini, bütün başka ukdeleriyle beraber

çözecek olan, sadece İslâmlıktır. Bu noktada da, İslâmlığın selâmet ve teslimiyete bağlı

mefhum inceliği içinden geçen muazzam ve nur döşeli kurtuluş caddesi görünmekte..

· Zekâta; Allah rızası yolunda maldan pislik kısmını süzmek ve bu suretle mâlın da ibadetini

yerine getirmek ölçüsüyle bakan İslâmlık, fert hakkı içinde gizlice biriken cemiyets hakkının

da aklî ve ruhî nüktesine ait ne enfes bîr işaret vermektedir. Yalnız Allahın rızasında, emrin

tatbikatında ve ibadet borcunda toplanan gaye, asliyle yerine geldikten sonra, dolayısiyle ve

neticesiyle de bütün bir cemiyet ve dünyayı kefâlet altına almaktadır. Ve işte İslâmlığın emir

ve yasaklarına bağlı sırlar, baştan aşağı böyledir!

· Bir taraftan; ferdin, İslâmi bir yasak belirtmeyen sahalarda, yasaksız metodlarla dilediği gibi

çalışıp dilediği gibi kazanmak ve böylece hudutsuz mikyasta ferdî oluş ve davranış

(liberalizmanjn aradığı hakkim yerine getirmekte serbest olması.. Öbür taraftan, zekât sınırına

ayak basmış mal ve sermayenin her yıl kırkta biriyle süzülerek, Şeriatın kabul ettiği gibi,

İslâmî devlet hazinesini doldurması (Sosyalizmanın aradığı) ve oradan muhtaçlara,

müstehaklara ve cemiyet hayrına dağılması... Ve aynı mal ve sermayenin, şeytanî faiz

metodiyle, uyuduğu koltukta göbek salıveren silindir şapkalı patronlar gibi, habis yağ ve

semene karşı hisarlanması… İste bu iki kutup şartın (tez) ve (anti-tez), sağlı ve sollu iki kanad

halinde bünyesinde halkalanacağı cemiyetlerdir ki muvazaneyi kurtarmış; ve dâvaya aslî ve

gaî kutbiyle de bağlanınca ebediyen kurtulmuş olacaktır.

· İstediği kadar yemekte serbest olan adama , yediği nesbette vazife ve yol yürümek

mükellefiyeti verilince hak cephelerinden hiçbiri müteessir olmadan, fayda, âzami haddine

yükseltilmiş olur. Bugünkü Garp dünyası ise açadamlar ve hakkı ödenmemiş iktidarlar

arasında istediği kadar yiyen, yiyemediğini döken ve koltuğunda leş gibi uyuyup kendisini

parazitlere yelpazeleten, her manâyı parayla kiralayan ve hiçbir emek sarfetmeyen patronların

(kapitalizma) cemiyetiyle , sadece, bütün yağları devlet fıçılarına bastırılmış ve ruhları kör

barsak gibi çıkarılmış kimya gürbüzü (homongolos)lara yol yürüten inkar yobazlarının

(komünizma) topluluğundan mürekkeptir; ve ortalıkta ses adına bunların şamatasından,

hareket adına bunların tepintisinden başka bir şey yoktur.

· Zekatın yalnız iktisadi neticeleri (ekonomik) kıymet (faktör)ü üzerinde ince ve derin

tetkikler yapan bazı Garp mütefekkirleri, Garbın ana hastalığı sermaye (hipertrofi-

dehhâmeleşmesi) hastalığın ve ne bulursa hortumiyle sömürücü mülkiyet canavarlaşmasının,

bu kıstas içindehemen hemen imkânsızlık belirttiğini; ve sermaye yükseldikçe devrilmeye ve

cemiyet kasasına yuvarlamaya mecbur zirve kısımların tekrar yerine gelmesi ve evvelki

hadleri aşabilmesi için, gittikçe ve muzaaf çoğalma kanuniyle artırıcı bir gayret ve kudret

yükselişine ihtiyaç bulunduğunu tesbit etmişlerdir. Ne hazin!.. Onlar bunu tatbik edemezler;

zira tatbik edebilmeleri için sade ve mücerret zekata değil, Allaha ve onun Üstün Resulüne

inanmaları lâzımdır.

· Bugün (modern) iktisat ilmi zaviyesinden, zekâtın, parayı yerinde saymaya veya sandıkta

pineklemeye bırakmayışı, sermayeyi boyuna harekete davet, yoksa tükenmeye mahkûm edişi,

kabardıkça, budayışı, cemiyete dağıtışı ve ulaşmasına engel oluşu, devlet kasasından fert

ihtiyaçlarına kadar dağıtım işinde tercih kademeleri belirtişi ve bütün bunlara rağmen sırf

işletme ve işleme dehâsıyla kabaran sermaye ve servetleri de takdir edişi ve daha nice oluşu

ve olduruşu, 19 ve 20 nci asırlar hastalığının, hem (kapitalist, hem de (anti kapitalist)

cenahlardan biricik ilacı kabul etmek gerekir.

· Zekattan sonra, İslâmiyette para telâkkisi, cömertlik âhlakı, bitişiğinde aç ve muhtaç varken

yemeğe oturmamak emri ve mütemadi yardım mükellefiyeti nazara alınacak olursa, (sosyal

adelet) tekerlemecilerine verilecek cevap kendi kendine ortaya çıkar.

· Büyük Doğu mefkûresinde «Sermaye ve mülkiyette tedbircilik» ölçüsünü bütün iç yüzü ve

hakikatiyle aydınlatan İslâm İnkılâbının iktisadî nizam maddesi, bütün bir devlet (kriter) leri

manzumesidir.

İÇTİMAİ FAALDYET

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, işsiz, daha yerinde bir tabirle içtimaî faaliyetsiz tek ferd

yoktur.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, içtimaî faaliyet mefhumu, ferdin kendi nefs hayriyle, iç içe ve

daima cemiyet hayrına zıt olarak görmeye memur olduğu iştir. Cemiyet bilânçosunda (1)

vâhidlik bir (pasif) kıymet teşkil ederken, öbür taraftan (1) den fazla bir (aktif) değer

belirtmekle mükellef olan fert, daima, cemiyete kaça mal olduğunu,cemiyete

kazandırdığından ne tarh edebileceğini ve eldemüsbat nakiye kalıp kalmadığını vicdanına

saracaktır. Böyle yapamıyan ferde, huzur yoktur; ve devlet reisinden çobana kadar ölçü budur.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, muvakkat veya daimî olarak, içtimaî faaliyet çerçevesi ve bu

şuurun kaygısı dışında kalabilecek yalnız üç sınıf insan vardır: Küçük çocuklar, geçkin

ihtiyarlar ve ağır hastalar.. Küçük çocuğu ileride atılacağı faaliyetin biriktirme çağında geçkin

ihtiyarı da biriktirilmiş ve kaldırılımış faaliyet harmanlarının istirahat çardağı altında kabul

eder (ki gerçek bir Müslüman için mezara girmeden istirahat yoktur) ve bu bakımdan bu

mesut ve kıymetli örneklerin sadece seyrinde bile (sosyal) bir fayda bulursak, gerçekten

içtimaî faaliyet çerçevesi dışında kalabilecek tek özürlü sınıf, sadece ıskartalar, yani devâsız

hasta ve ailelerden başkası olamaz.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde, her işe ve her ruha hâkim olacak içtimaî faaliyet şuuru beş

yaşındaki çocuğu bile başka çocuklar ve binbir küçük fayda üzerinde vazifeli kılarken, seksen

yaşındaki ihtiyarı da muhteşem ve müsterih bir murakabe ve teşvik edicilik vazifesine memur

eder; ve köre , sağıra, topala, kalb hastasına, kanserliye vesaireye kadar asgari faaliyet

nevilerini teker teker gösterir. Düşünün; topyekûn bu faaliyet çerçevesinin dışında kalıcı

ıskarta sınıfa geçmenin şartları ne kadar ağır olmak ve bu ağırlık fert hesabına ne ümitsiz bir

mâna ifade etmek lâzımdır!

· Aile himayesi ve kazanılıp istif edilmiş kıymetleri rahat yemek hakkı bile, ferde, göstermeye

elverişli olduğu içtimaî faaliyet mavzuunda esirgeyicilik selâhiyeti vermiyecek; milyonluk bir

telefon santralı gibi, devlet, her fişinin nakıliyet ve faaliyeti üzerinde herân ve belli başlı

sınırlar içinde murakıp bulunacaktır.

· İslâm İnkılâbının cemiyetinde fert için iş bulamamak ve nefsiyle cemiyete faydalı olmamak

diye korkunç ve asrî bir «adem-i iktidar»a yer yoktur. Bu azim dâva ile muvazzaf olan

devlettir; ve devlet bu bakımdan nüfusu sayısında iş dosyasına sahip, kocaman bir

«müstahdemin idarehanesi» dir.

· İslâm inkılâbının cemiyetinde devlet, o nisbette sahası açmakla mükellef, ö muazzam ve

muntazam teşkilâtın ismidir ki, başlıca vazifesi, mevcut işe işçi bulmak değil, evvelâ mevcut

olması gereken işi bulmak ve ona işçi devşirmektir. Mesafeleri açmak iktidarı başta gelince,

kalabalık ve üstüste yığılmak diye bir tehlikeye vücut imkânı olmadığı kendi kendisine

anlaşılır ve Yirminci Asır cemiyetleriyle devletlerinin acz ve «adem-iktidar» kaynağı belirir.

· ݺte insan gücünü değerlendiremez hale gelen ve nüfusunun büyük bir kısmını ham beygir

kuvveti olarak yâdellere gönderen Türkiye'nin hali!... Avrupa ve şurada buradaki işçilerimizin

hikâye ve mânası bundan ibarettir.

· İslâm inkılâbının cemiyetinde devletin bu rolü, bir taraftan şahsî teşebbüs ve kendi kendisine

ötüş melekesini besler ve işletirken, öbür taraftan da bu melekenin dağınık olarak

merkezîleştiremiyeceği kıymet ve kudret tasarrufunu içtimaî iradeye bağlıyarak tekleştirrnek

hikmetini güder. Binaenaleyh devlet, iş ve içtimaî faaliyeti görmek, ya göstermekle mükellef

olacak; daha doğrusu gösterdikten sonra yerine geldiğine görecek, göremediği yerde de

mutlaka gösterecektir. Netice, daima gösterecek ve görecek, görecek ve gösterecek...

· Dâva bu kadar mücerret ve haysiyetli, küllî ve esasî çapta ele alınınca, artık İslâm inkılâbının

cemiyetinde, doğrudan doğruya cemiyet zararına faaliyetler şöyle dursun. dilencilik,

miskinlik, goygoyculuk, fodlacılık, istirmarcılık, caban ortalık, mirasyedicilik, beyzadelik,

ağalık, tembel patronluk vesaire gibi her türlü parazitliğe ne nisbette hayat hakkı bulunduğunu

tahmin çok kolaylaşır; ve mefkurenin kâinat çapındaki buutları bu noktadan da açıkça görülür.

TEŞKDLÂT VE İDARE

· Fikir temellerini kurduğumuz ve oluş hedeflerini plânlaştırdığımız İslâm inkılâbı, başlı

başına ve müstâkil (ideal) kıymetinde, bütün bir teşkilât ve devlet şekli gayesine sahiptir. Bu

gayenin ismi. Başyücelik devleti teşkilâtıdır. Tafsilâtı ileride...

· Büyük Doğu'nun ilk devresinde tafsilâtlı bir seriyle inceden inceye çerçevelediğimiz bu

devlet şekli Yunandan bugüne kadar gelen örnekler arasında misilsiz bir ilerilik ve yenilik

temsil ettiği gibi, tarih boyuncada gelmiş, ya ferdî, ya içtimaî, yahut da zümrevî irade

hakimiyetine bağlı şeklîllerden teker teker herbirinin mahzurlannı bertaraf ettiği kadar, teker

teker herbirinin ;faziletlerini toplayıcı son ye üstün buluştur. Öyle bir bulu ki İslamın «Şûra»

ölçüsüne de sımsıkı bağlı..

· Tarih boyunca gelmiş devlet şekillerini ferdî,içtimaî veya zümrevî irade hâkimiyeti diye

ifadelendiğimiz, mutlâkiyet, cumhuriyet veya tek parti diktatoryası olarak üç ana, grupta

toplayabiliriz, işte bizim Başyücelik mefkuremiz, bu şekillerin birbirine nişbetle fayda ve;

mahzurlarma karşı, faydaların herbirinden süzülüp, mahzurların herbirinde bırakıldığı, bir

tamamlık ifadesidir.

· Yirminci Asnn ikinci yansından sonraki devlet teşkilât (ideal) i, belki bütün insanlık

kadrosunda, bizim Başyücelik mefkuremizden ders ve gıda almaya mahkûmdur. Hasta

liberalizma, bâtıl komünizma ve faşizma tecrübelerinden sonra istikbâlin gayesi, tün yer

yüzünde, İslâm İnkılâbının bu şubesini benimsemek zorundadır.

· Teşkilât cephesi. (Büyük-Doğu) nün ilk dvresinde gergef gibi nakışlandırılrmş olan bu

dâvanın fikir özü, bir topluluğu, o topluluk içindeki en üstün ruh vcve idrak kahramanlarının

emir ve iradesine teslim etmekten ibarettir. Açıkçası, her sahadaki idrak soylularının, bir

hastahanede ilmî doktorluk hâkimiyeti gibi mutlak hegemonyasını kurmak...

· Bu muazzam dâva yolunda en kısa ölçü şudur ki, halkı, kendi nefsini aşan hakikî hâkimiyet

plânına çıkarmak için onu hakka esir etmekten ve başıboş kalabalikları başı bağlı münevverler

iradesine tâbi ve mahkûm kılmaktan başka yol yoktur. Hakikatte tam ve mefkûrevi hürriyet ve

hâkimiyet demek olan bu zahiri esaret ve mahkumiyetten gayrı her şekil, halkın maddasine ve

kemmiyetine hürriyet verip, onun mânasını ve keyfiyetini mahrum bırakıcı günübirlik teselli

dolaplarından başka bir şey değildir. Ve artık Yirminci Asır, bütün bu dolapların hazin

tecrübesini yaşamış, herbirinin buhranı içinde yanıp yakılmış ve hiçbirinde muradına

erememiş olmak vaziyetindedir.

· (Ddeal) sizlikten patça parça kopmaya ve yanima-ya başiayah dünya cerriiyetlerine, (ideal

üstü mutlak fde-al) ile beraber, bağlı olacağı içtimaî nizam (ideal) ihi de bizzat bu davanın

vâdettiğine inanıyoruz.

· Doktorların ilme esir oluşu ve keyfî hiçbir temayül sahibi olmayışı gibi, bütün fazilet ve

haysiyeti sadece hak ve hakikat bağlılığından ibaret olacak olan gerçek münevverler

hegemonyasının müessise ismi, bizde«Yüceler Kurultayı» dır. Bu kurultayın reis kürsüsünün

arkasında «Hâkimiyet Hakkındır!» cümlesi, yazılıdır; ve kanun onun kanunu, devlet onun

devletidir. Devletin de, her bakımdan başı bağlı tek fert ve şahsiyet nezdinde mihraklaşmış

remzleşmiş nihaî ve merkezî makam ifadesi. Baş yüceliktir.

DEVLET

· Bütün zıtlarından ve sahte benzerlerinden ayırarak. şeriat, tasavvuf ve onlara tâbi akıl

anlayışı ile derin ve gerçek mü'mine bağladığımız İslâm inkılâbı içinde devlet ve hükümet

şekli, serbest ve ileri akıla bırakılmış, bütün bir icat ve ibda mevzuudur. Bu dâvada serbest ve

ileri akıl, ana ölçüye daima bağlı kalarak, insan cemiyetlerinin ve idare nizamlarının tarih

boyunca macerasını takip ederek, en doğru, en iyi ve en güzel şekli seçmekte veya bulmakta

yüzdeyüz hürdür.

· İnsanlık, bütün salâhiyetleri, fert, halk ve zümre hâkimiyeti elinde toplayan üç idare nevi

tanıyor; Saltanat, Cumhuriyet ve muhtelif içtimaî sistem plânlan etrafında kadrolaşmış zümre

idareleri... (Monarşi), (Demokrasi), (Oligarşi)... Eski tarih birincisinin; yeni tarih, ikincisinin;

en yeni tarih de. üçüncüsünün ve ayrı ayrı hepsinin saf veya birbiri içinde karışık örneklerine

maliktir. En eski tarihte de, birincisine, ikincisine veya üçüncüsüne ircaı kabil nümuneler

yaşadığını biliyoruz.

· Kısacası şudur ki, bugüne kadar insanlık, kavim ve millet çerçevesi içinde nefsini İdare

etmek için. nizam merkeziyetini bu üç şekilden bir başkasına temsil ettirecek bir rejim şekli

bulabilmiş değildir.

· İnsanoğlunun, bu üç vâhidden birine ircaı ve bozan bu vah idlerin birbiri içinde ihtilâtI

mümkün devlet ve idare buluşu da gösteriyor ki, gaye, şekillerden ziyade o şekillerin bağlı

olduğu ruhlardadır; ve her şey, inanılan ana fikir manzumesinin temel kadrosundan ibarettir.

· Devlet ve hükümet nevileri içinde şekil, hiç bir zaman aslî gaye olamaz. Olsa Olsa, ruhu

aksettiren madde, keyfiyeti aksettiren kemmiyet ifadesi gibi, en lâyık ve uygun şeklî belirtir

ve sadece bu bakımdan birtakım efrad ve ağyar unsurlarına malik olabilir.

· Aslî gayeye, o her neyse, merkezî nüfuz ve salâhiyeti, nefsinin ve keyfinin başıboş âleti

sanmıyan bir saltanat idaresi bile hizmet edebileceği gibi, bir Cumhuriyet, yahut belli başlı bir

ölçü ve sistem fikrine malik bir zümre hâkimiyeti, daha kolay ve daha tesirli hizmet edebilir.

· Öyleyse derin .ve. gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbında devlet, hiçbir şekle bağlı

olmıyan, sadece İslamiyetin ruh ve ana. ölçüler manzumesine zerre feda etmez bir intibakla

uygun bulunan, mücerred ve umumî daima arayıcı ve yenileştirici bir kıstastır.

· Derin ve gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbın, devlet, mevcut idare şekilleri içinde,

halk idarelerine uzak ve halk menfaatine en yakın olanıdır. Zira gerçek halk idaresinden ve

gerçek halk menfaatinden gaye hiçbir zaman hüküm ve ölçünün, başıboş kalabalıklar

elin.kalması demek değildir.

· Derin ve gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbında devlet. halk kitlelerini, hastasını ona

sormadan tedavi eden doktor gibi. istikâmet verici müdahalesi; ve ferd, zümre ve sınıf üstü bir

hak ve hakikat kutbundan jdaresiyle tecellı eder. Bu dâvanın ulvî tezahür mihrakı olan ve tarih

boyunca bir eşi bulunmayan mefkûrevî şekli de, İdeolocya Örgümüzün başlarında

gösterdiğimiz ve cumhuriyet seken ileri derecesi saydığımız «Yüceler Kurultayı» ve ,

«Başyücelik» idealidir. Bu ideal, ezel kadar eski ve ebed kadar yeni, sabit ve mutlak temel

ölçüye bağlı olarak, insanoğlulunun binlerce yıllık tecrübeleri arasında, her şeklin faydalarını

toplamış ve zararlarını atmış merkezî hikmet ve hakikat buluşu ile, cihan çapında bir yenilik

ve ilerilik hamlesidir.

· Müslümanlığı, Müslümanlığın .ezelî ye ebedî ruh füshatini sezmeden, ölü klişeler ve posa

bilgiler halinde temsil etmiş cansız nesillere göre anlıyan idrak bedbahtlarının bize bakıp

mürteci ve padişahcı hükmünü vermeleri yepyeni ideal karşısında ne kadar sersemcedir; hep

beraber kavrıyalım!

· Derin ve gerçek mü'min anlayışiyle İslâm inkılâbında devlet, Peygamberler Peygamberlerine

mutlak tâbilik altında, hak ve hakikat temsilciliğinin kat’i metbuluğunu isteyen, metbuluğu

büyüdükçe Hakka ve halka tâbiliği terâkki eden ve idare cihazını o cemiyetin her sahada en

üstün yücelerine teslim eden, büyük, muhteşem ve yepyeni bir mefkurenin irade ve icra

mihrakıdır.

SINIF

· Tarih boyunca her inkılâp bir sınıfa dayanmıştır. Fransız Büyük inkılâbı burjuvazya sınıfına;

komünizma inkılâbı işçi sınıfına vesaire vesaire... Askerler, rahipler, derebeyleri gibi sınıflar,

tarihte bellibaşlı rejimlerin, bellibaşlı zamanlar ve mekânlar içinde, dayanağı olmuştur.

· İnkılâb tarihleri, içtimaî sınıflardan birine istinat etmiyen inkılâpları, dolayısiyle devlet ve

idare şekillerini, üzerinde tecelli edeceği maddeden mahrum bir ruh gibi mücerret ve havada

muallâk farzeder. Sınıflar, tarih boyunca, fikirlerin ve dâvalarının manivelası olmuştur.

· Gerçekten, içtimaî sınıflar, zamanın tecelli aynası olan mekân gibi dâvaların müşahhas

tezahür zeminleridir. Sınıfsız, ruh ve fikri kadrolaştırmanın, zaptetmenin imkânı yoktur.

· İslâm inkılâbında ise sınıf, insan topluluklarının şu veya bu menfaat, imtiyaz ve tasallut

hırsına bağlı hizip teşekküllerine değil, bütün insanlığı kuşatan üstün insan vasıflarının

merkezinde toplanacağı kitlelere dayanır. Öyleyse, İslâm inkılâbında sınıf, bellibaşlı

farikaların kendisini cemiyet içinde sınırladığı zümreleri değîl kitlelerin, bütün insanlık

çapında mayasını tutturacak örnek şahsiyet kadrosunu murat eder. Bu kadronun da bellibaşlı

bir sınıf ismi vardır: Gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası...

· İslâm inkılâbında sınıf dâvası böylece, bir yandan sınıf mefhumunun dar ve hasis çerçevesi

dışına çıkıp bütün beşeriyeti kucaklayıcı bir genişlik belirtirken; bir yandan da mücerret

fikirlerin taallûksuz kalmaması ve mutlaka muşahhas hayat akışı içinde bir «yed-i emin»ler

kadrosuna malik bulunması gibi, sınıf mefhumunun ilk zararlı cephesine karşılık, ikinci

faydalı cephesinden semerelenmiş olur.

· İslâm inkılâbında sınıf, böylece varken yok, yokken var bir keyfiyettir. Dar ve hasis

mânasiyle yok, ana oluşa mihrak teşkil edici ve dâvayı müşahhas plânda temsil ve bütün

insanlığa teşmil edici manasiyle var...

· ݺte zamanın tecellisindeki mekân zarureti halinde, maddi dayanak noktası olmak haysiyetini

kabul ettiğimiz bütün darlık ve hasisliğine sed çekici ölçüleri de kendi içinde mütalâa edip

onu inhisarsız bir açıklığa ulaştırdığımız sınıf, İslâm inkılâbında, ismiyle ve cismiyie.

Tekrarlayalım GERÇEK MÜNEVVERLER, ÇDLEKEŞ FDKDR SOYLULARI ASALET

SINIFIDIR.

· Nasıl sosyalizma ve onun azmanı komünizma, gayet müşahhas örneklere dayanarak ortaya

hakkı çalınan bir işçi ıstırabı çıkarmış ve bunu sistemleştirmişse, bizim dayandığımız ve bütün

insanlık mikyasında hudutsuz ve şamil gördüğümüz zümre hakkı da, fikir çilesinden ve idrak

ıstırabından doğar. Demek ki, bizim bu türlü münevverler sınıfından anladığımız bu asîl

mefhumun orospulaştırılmış delaletiyte baştan başa mankafa ve hiçbir ise yaramaz zoraki ve

ukalâ aydınlar kalabalığı değil, kargabüken zehrini almış gibi kıvranırcasına fikir çilesi ve

idrak ıstırabı çekenler kadrosudur.

· (Karl Marks) «kapitalist nizamlarda, biriken sermaye ve edilen kâr, sâyi ödenmemiş işçilerin

zapt ve gasbolunmuş haklanndan yığılmadır!» diyor. Esası tamamen yanlış fakat sathı

tamamen doğru olan bu düsturu, hak merkezine irca, ancak şöyle olabilir: «Başıboş rejimlerde

biriken yanlış ve edilen hatâ, sâyi istenmemiş münevverlerin yol açılmamış faaliyetlerinden

dogmadır.»

· Bir İmam-ı Gazali ile keleş bir çoban arasındaki farkı daima aziz tutan ve tutacak olan

ölçümüz, keleş çobanla uyuz keçinin de hakkını kendilerinden daha emniyetle tekeffül edecek

nizamın nihaî hak ve adil tecellisi içinde fenaya ermiş ve nefslerini aşmış entellektüeller

hâkimiyeti olduğunda asla tereddüt sahibi değildir.

· Bir İmam-ı Gazalî ile bir çobanı kemmiyet hesabiyle bir tutan bir rejim, onu ehramlara taş

taşımaya mahkûm edici Firavunlar rejimi derecesinde bâtıldır. Yani ne fert sultanlığı, ne de

başı boş hükümranlığı...

· Bütün bunlar yüzündendir ki «hâkimiyet halkın değil, hakkmdır!» düsturunu, herbiri hakta

fâni olarak ruhlarına nakşetmiş idrak soylularını teşkilâtlandırma ve-sadece hak âdına nefs

dışı imtiyazlandırma dâvası, İslâm inkılâbının istinat edeceği sınıfsız sınıfı, her sınıftan üstün

insanlar sınıfını hedef tutacaktır.

GENÇLDK

· İslâm inkılâbının, ruhunu dökeceği kalıp gençliktir.

· İslâm inkılâbının ruh ve fikir muhtevası, kâinatı kavuracak bir hareket şiddetiyle, erimiş bir

maden gibi bu kalıba dökülecek ve şahsî temsil kadrosu olarak, o ka-lıpta her şekline

kavuşacaktır.

· Gençlik kalıbını, en ince girintileri ve çıkıntılariyle oymak ve dâvayı yüzde yüz gençlik işi

haline getirmek, İslâm inkılâbının, ameliye sahasında başlıca çilesidir.

· Ne bugünkü murakabesiz. rehbersiz, gayesiz ve şahsen mesuliyetsiz gençlik; ne dünkü

çürümüş ve kokmuş, şaşırmış ve ihtilâca düşmüş nesiller; ne de evvelki günkü, aşksız ve

vecdsiz, ruhsuz ve heyecansız, sadece kitapların ve mevzuların başlıklarına takılı ve kakılı

softacıklar nesli., İslâm inkılâbını kadrolaştırmaya memur gençlik, Sahabiler ve onların

gerçek bağlılarından başka kendisine hiçbir ruhî örnek kabul etmiyecek; ye bu ruhu, baştan

başa yepyeni, fakat aslına uygun olarak, nefsinde ve dünyada maddeye nakşedecekir.

· Allanın, güzel isimleri arasında «Ganî» adiyle tecellisinden harikulade bir hikmet ifadesi

olarak, 4 asırdan beri yeryüzünde ve devletler, hükümetler, cemiyetler, topluluklar plânında,

İslâmî temsil kadrosu bütün nurunu kaybetmiş bulunuyor. O gün bugün, sadece bazı şahıslar

ve dar zümreler çerçevesinde ışık salan bu nurun, hem mânasını ve hem maddesini topluluk

çapında bina etmek ehliyetine malik ortada hiçbir içtimaî örnek mevcut değildir. Bu örneği,

müstakil olarak, işte İslâm inkılâbının erimiş bir maden gibi ruhuna dökeceği yeni gençlik

kalıbı billûrlaştıracaktır.

· Bu gençlik, annesine, babasına, dedesine, ninesine ye geride bıraktığı mü'min nesillere,

sadece ve kısaca ancak Müslüman (hakikatte Müslümanlığın ateş ve hamlesinden mahrum,

klişe ve kelime Müslümanları) oldukları için saygı besleyecek; ve İslâmî temsil kadrosunun

bugünkü duruma düşmesinden tarih boyunca bu ölü nesillerden hiçbirisini hiçbir hususta,

hiçbir tavır ve edasiyle, hiçbir renk ve çizgisiyle taklit etmiyecektir. Onlar, gerçek ve derin

müslüman olamamışlardır.

· Başlıca dövizlerimizden biridir ki, umumiyet ifadesiyle (hususiyet ifadesiyle değil) bugünün

bütün İslâm diyarlarındaki, hem mânaları ve hem maddeleri geçkin pörsük örnekler, bize, aks-

i dâvamızı temsil edenlerden bel ki daha uzaktır, ve onlarda kendilerine benzemek, banı

mından tasavvur edilebilecek hiçbir hayır kalmamıştır.

· Ancak İlâhî bir nefha halinde ve tepeden inme bir intikalle, yeni gençlik kalıbının içine,

Kâinat Mefahirinin ve O'na eksiksiz ve fazlasız bağlanmış olanların ruhaniyet âleminden

düşecek bir yıldırımdır ki, İslâm inkılâbının özlediği gençliği birdenbire alevler içinde

belirtecek; ve artık her şeyi bu gençlik örnekleştirecek ve temelleştirecektir.

· 40 yıllık yırtınış ve didinişlerimizle, böyle bir gençlige maya tutturabildiğimizi sanıyoruz.

· Bu gençlik, her ferdîyle mutlaka, sağındakini, solundakinî, önündekini ve arkasındakinî

yakan «otomobil: zatiyle hareket halinde» bir teaddî, hamle ve hareket ateşi olacak; ve

değdiği her şeyi, kendisine, ateşe döndürecektir.

· Bu gençlik ruhta en ileri ve maddede en güzel vücuda sahip ve bu gayenin en girift hesabına

malik olacaktır.

· Safha safha bütün dünyanın tarih ve oluş çilesini çekmek, cihanı bütün kıtalarına şamil tarihî

roller ve encamlar içinde murakabe etmek, nefsine ve millî tarihine edilen ihanetleri, gizli

parmak izlerine kadar belirtmek, bütün putları devirip bütün gerçek âlemleri yerli yerine ve

tam hakikatiyle oturtmak, bu gençliğin en asıl nefs muhasebesine bağlı ana fârikasıdır.

· Bu gençlik, basit ve ahmak bir evlilik - sonralık hesabiyle sadece keleş kemmiyet imtiyazını

ve bu imtiyazın mankafa korkuluğunu değil, ezele doğru bitmez ve ebede doğru tükenmez

«yeni» ve «doğru»nun keyfiyet muhafızlığını temsil edecektir.

· Bu gençlik, bütün muaşeret şekillerinden, maddî ve manevî bütün tavr ve edalarda, ahlâkta,

edepte, ha yâda, hicapta, saffette, ölçülü heyecanda, hakikî vecd ve aşkta ve bütün bunlara

rağmen en yırtıcı hamle ve hareketlerde semavî bir zuhur denecek kadar muhteşem ve

Muazzam bir tecelliye, en harikulade renkler ve çizgilerle dekorluk edecektir.

· Pantolonun ütüsünden, serpuşunun biçimine kadar yepyeni, malûm örnekler içinde benzersiz

ve tamamen aslî bir dünya görüşü, bir şahsiyet ve hakikat murakabesi getirecek olan öyle bir

gençlik ki, onu, ne bütün merhaleleri ve sınıflariyle küfür ve delâlet kutuplarının eski ve yeni

vereseleri ne de Âlemlerin Nuru'ndan, Sahabelerinden ve gerçek bağlılarından başka hiçbir

ata soyu tanıyamayacak; eski ve yeni Müslümanlar ona hayranlıkla bakıp sadece «ha, işte

Müslümanlık buymuş!» diyeceklerdir.

· Evet; birdenbire açılan göklerin kapaklarından paraşütle atlamış, ayrı ve esîrî bir dünyanın

insanları halinde topraklarımıza inecek bir gençlik!., ݺte hayal ve rüya ufkunda, İslâm

inkılâbının muhtaç olduğu gençliğe ana vasıflariyle kısa bir bakış!

MDLLDYET

· İslâm inkılâbında milliyet görüşü, kendisini milliyetçiliklerin tersine zarf değil mazruf, kap

değil muhteva, madde değil ruh, mekân değil zaman işi telâkki eder:

· İslâm inkılâbında milliyet görüşü. Türkü fırlak kemikler çekik gözler, dar alınlar ve kirpi

saçlar kadrosunda, yani hor ve kaba madde plânında aramaz.

· İslâm inkılâbında milliyet görüşü, her şeyi ana; ruh vahidine bağladıktan sonra, o ruh

vahidini en iyi aksettiren yahut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıp ve madde ölçüsü

olarak da (dalma bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasma sever.

· ݺte Gaye - İnsan ve Ufuk - Peygamberin «Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılmaz!»

mealindeki muazzam Hadîsinde, dışarıdan ve ilk bakışta o kadar kolay sanılan namütenahi

derin mânaya bir yol; ve hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe bir işaret!...

· İslâm inkılâbında milliyetçilik görüşü. Müslümanhkta mahdut o sınırlı milliyetçiliktir ki, bu

sınırın en küçük mikyasına kendisin hudutsuz ve başıboş bilen hiçbir milliyetcilik ulasamaz,

ve böyleleri bizimle uyuşamaz.

· Tıpkı Şeriate baş kesmekle, onun yasak etmediği sahalarda hudutsuz bir salâhiyet ve

memuriyete kavuşan akıl gibi, İslâm inkılâbının milliyetçiliği de, topyekûn insanlık

kadrosunda ruhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o ruhu taşımaya,

renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyakat ifadesi bakımından bütün kavimler arası

yarışmada üstünlük mefkuresinden ibarettir.

· Böylece İslâm inkılâbında milliyet mefkuresi, ırk, kavim ve soy ifadesiyle de Peygamberine

lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir ki, her türlü ırk ve kavim sınırını kuşatan ve aşan

Müslümanlığı incitmek yerine şadedecek; ve ana ölçüye bir kere bağlandıktan sonra en iteri

haklara kadar kazanıcı izinli milliyetçiliğin tâ kendisi atacaktır.

· İslâm inkılâbında, Şeriatle hudutlu akıl, hakikatte nasıl hudutsuz aklın tâ kendisiyse, yine

onunla hudutlu milliyetçilik de hakikatte hudutsuz milliyetçiliğin tâ kendisidir.

· Hudut içinde hudutsuzluğa çıkmanın girift sırrından nasip almış olanlar, mücerret ve

münhasır milliyetçilik alevine gaz ve fitil ahengi verecek ve onu Şeriat şişesinin içinde en ileri

ışığa kavuşturacak sistemin de, derin ve gerçek mü'min anlayışıyle İslâm inkılâbına bağlı

milliyetçilik görüşünden olduğuna inansın.

· Milliyetçiliğin, bu ölçü dışında bütün alevli tezahürleri, yalnız gövdeleri yakıp kül eden dar

ve hasis bir nefsanîlik, ham ve yobaz bir putculuktan başka bir şey değildir.

· Allah ve Resulünü en çok sevdiği, yahut en çok seveceği, yahut da en çok sevmeye memur

edeceği için Türkü sevmek, onun şahsî ve kavmî ruh hazinesini bu aşk zemininin üzerine

serpiştinııek ve bütün zaman ve mekân boyunca bu ruhu. geliştirmek, kalıplaştırmak,

billûrlaştırmak ve maddeye nakşetmekten ibaret olan üstün milliyetçilik, ruhî muhteva dışı ırk

ve kavim sebebine değil. ruhî muhteva içi ırk ve kavim neticesine bağlı o mefkuredir ki, usul

ve sistemini de her millete veren, böylece darlık v& hasislik çemberini kıran, dünya çapında

bir yenilik belirten ve hudut içinde hudutsuzluğa ulaşan büyük oluşun en gerçek yapıcısıdır.

· İslâm İnkılâbında köy, dâvayı geniş madde, zengin kemmiyet ve müstahsil kitleye nakşetme

hamlesinin en hassas ve nazik tezahür çerçevesidir.

· İslâm inkılâbında köy, kasabalara ve şehirlere doğru yontulan ve nihayet büyük (Metropolis)

te en muğdil çizgilerine kavuşan cemiyet heykelinin maddî ve manevî iptidaî madde

kaynağını belirtir; ve bu bakımdan birinci derecede bir kıymet ve ehemmiyet arzeder.

· Köylüye, şehrin en ileri ferdiyle eşit seviyeye yükselip onu fethedici yolları açık bırakan bir

nizam örgüsü içinde, derin ve girift şehirli, en silik unsuruna kadar köyü ve köylüyü fethetmiş

ve ona dâva ehramının eteklerini-kurdurmuş /olarak/ köyün mânasını daima elinde tutacak ve

koruyacaktır.

· İslâm inkılâbında köy dâvasının üç hedefi vardır: Binincisi, köylüyü okutmak ve terbiye

etmek... Ruhunu ve kafasını İmar... ikincisi, köylüyü güzelleştirmek ve sağlamlaştırmak...

Vücudunu ve nesillerini imar... Üçüncüsü, köylüyü zenginleştirmek ve refah içinde

yaşatmak... ݺ unsurlarını ve kesesini imar... ݺte köy ve köylü dâvası, ilk ana ölçülerden

sonra, herbiri binlerce kola ayrılan bu üç imar hedefinde toplanabilir.

· Birinci imar hedefi: Bu hedef, malûm ve mahut ilk öğretim çekirdeğini, hattâ 10 haneli bir

köye bile bir tanesi düşecek kadar geliştirmenin çok üstünde bir iş... Herbiri «Karagöz» veya

«Hacivat» gazetesini sökebilecek, dünyanın yuvarlaklığını isbat edebilecek. Cumhuriyet

tarifini tek klişe içinde ezberliyebilecek ve hepsi bir ağızdan «Soğol!» veya «Egemenlik

ulusundur» diye bağırabilecek bir köylü kalabalığı, bellibaşlı bir ruh ve kafa mimarîsine sahip

bir millet tarlasının başak başak emilmiş Ve hazmedilmiş olmak gereken iman ve ahlâk

keyfiyetinden hiçbir oluş belirtmez ve sadece kemmiyet plânında vâki bir hamaratlık

gayretinden ileriye geçemez.

· Birinci İmar hedefini yerine getirebilmek için, her köyde, cedlerimizin her köyün

göbeğinden fışkırttıkları minarelerden tüten müdir fikir ve muallim dâva noktasına eş, birer

talim ve telkin istasyonu kurmak lâzımdır, Gerçek ve şâmil mânasiyle, elbette ki, camilerden

başka merkez tanımıyacak olan bu telkin istasyonları, cahil yobazların eline değil, yepyeni

nesiller halinde üretilecek! atan genç ve aşk dolu terbiyecilerin eline teslim olunmak

ihtiyacındadır.

· İkinci imar hedefi: Birinci imar hedefi yerine getirilemeden ikincisinin çaresi bulunsa da,

Diyarbakır karpuzlarının birkaç misli büyüklüğe çıkarılması gibi, nebat içinde nebatî bir

gelişmeden başka bir şey elde edilmiş olmıyacağına göre, bu dâva, ancak birinci hedefe bağlı

fennî zabıta müeyyideleri altında ve askerî bir disiplin içinde son haddine kadar getirilecek; ve

köylü,, solucanları burnundan sarkan ruhî sefalet halinden kurtarılıp gayet titiz ve temiz bir

madde asliyeti ifade edecek; bu iş de, her şubesiyle, yine deminki telkin ve terbiye

istasyonlarının murakabesi altında yürütülecektir.

· Üçüncü imar hedefi: Daima ve mutlaka istinadını birinci hedefte bulacak olan bu saha da,

ufak tefek sıva tedbirleri dışında esaslı bir merkezî ve iktisadî plândan şubelenerek, köy köy

teşkilâtını ve iş programını köyün öz vicdanına yerleştirmek iŞi de tâlim ve telkin

istasyonlarının eline verilecektir.

· Bu istasyonların kimler tarafından idare edileceği biraz ilerde ele alınacak..

· Görülüyor ki, İslâm inkılâbında köy dâvası, her işde olduğu gibi, .her şeyden evvel bir ruh

meselesidir; ve bu ruh bir kere mayalandırıldıktan sonra, onun kerpiçten kulübeleri ve sokağa

akan üç köşeli helaları tasfiye edip güvercin kanadı renginde ve temizliğinde bir madde ve

mekân telâkkisine /yarması isten bile değildir. İkinci ve üçüncü hedeflerin dünya çapında

malûm kaide ve yolları, yine birinci hedefin yerine oturtulması sayesinde köylünün öz

vicdanına sindirilebilir. Başka türlü, köylüye zorla kasket giydirmekten farklı hiçbir şey

olmaz; ve köylü, işte bu tarzca yaptığı işleri, giydiği kaskete benzetir. . .

· Bütün bunlar için; köylünün öz vicdanını, ruh kıvamını her ân kaşıkla karıştırarak talim,

terbiye ye telkin istasyonlarının köy köy kurulabilmesi ve bu istasyonların ağa babalarından

sığırtmaçlara kadar yepyeni bir dünya görüşü, madde ve hayat estetiği getirebilmesi için,

faraza 40.000 köyü olan bir vatanda, hususî üniversiteler içinden hızla yetiştirilip köylere

dağıtılacak 40.000 manen fedaî münevver tipine ihtiyaç vardır, İslâm inkılâbında köy ve

köylü dâvasını kudret ve selâhiyetle kucaklayacak olar bu harikulade yeni ve şahsiyetli

teşkilât işi de, Büyük Doğu mefkure ve iş plânının, gayet husus! ve sarih bir faslını

çerçevelemektedir.

· Küçük ve temiz bir meydan... Ortasında nefis bir cami... Etrafında, hendese zevkine ulaşmış,

muntazam sokaklar... Sokaklarda minicik, tertemiz ve baştan hususî üslûplar içinde gönül

açan evler... Köyün dışına doğru, kırpıl ve karmakarışık saçının her teli örülmüş tabiat

parçası... Sanki dağlarının taşları bile sabah ve akşam cilâlanıyormuşçasına parlak ve temiz...

Temiz, temiz, temiz. Onda, temizden başka bir şey görünmüyor. Köyün içine doğru da tam bir

içtimaî alâka ve dayanışma havası... Kılıkları taklitten uzak ve millî yenileştirme üslubuna

bürülü, dağ gibi, yanaklarından kan ve can fışkıran insanlar... Vazifesi, bir mâna ve ihtimali

beklemekten ibaret, sevimli bir hizmetkâr tavırlı jandarma... Köyün yardım sandığına, ilâç

stokuna ve tohum örneğine kadar işi idare eden küçük köy meclisleri.... Ve uzaktan, bütün bu

erginlik ve yetkinlik bestesinin notasını dağıtan ve genç çağını köye gömen, talim terbiye ve

telkin istasyonunun mümessili mânevî fedailer; feda olmak ahlâkı! örneği münevverler...

İslâm inkılâbının hasret ufkunda şayan köy budur!

ªEHİR

· İslâm inkılâbı, milyonluk kitlelere, ruhî, harsî, içtimaî, iktisadî, idarî, siyasî, fennî, en ileri bir

merkez edecek olan büyük (Metropolis)lerin binacısıdır.

· Gece ve gündüz nur saçacak olan bu (Metropolis)lerde, bir minareyle bir minare arası,

yıldızların bile pertavsız kullanmadan okuyabileceği şekilde, Allahın birliğine ve

Peygamberinin hak olduğuna dair ışıktan vecizeler...

· İslâm inkılâbının şehrinde hudutsuz tenzih ve tecrit ruhunun mekânı olan mâbed, nihaî

derecede sade; İslâm satvet ve heybetinin ifadesi olan her nevi mesken de, en salim zevk

ölçüsiyle, fevkalâde ziynetlidir.

· Allah Resulünün «Camilerinizi sade, evlerinizi ziy-netli bina ediniz!» mealindeki hadîsleri,

bu fevkalâda nazik ölçünün bizzat kaynağıdır. Müslümanların, asırlar boyunca, mukaddes

kaidelerden herhangi biri olan bu ölçüye ne kadar ters hareket ettiğini düşünecek olursak,

İslâmiyet! olanca saffet ve asliyetiyle kavramaktan ibaret olan İslâm inkılâbının kaç asırdan

beri mevzu teşkil ettiğini anlarız.

· Asırlar boyunca Müslümanların şehir, kasaba ve köy manzaraları, beka yolu olduğuna

inandıkları mavera âleminin işaretçisi muhteşem ve müheykel camiler etrafında, fena sahası

olduğuna inandıkları dünyanın en küçük tamire bile değmez çerden çöpten dam altlarını ve

entipüften insan koğuklarma ihtar etmiş; ve en fecî netice olarak, yabancı nazarlara, bu

aşağılık ruhu telkin edenin İslâmiyet olduğu hissini vermiştir.

· İslâm inkılâbının nurlu, süslü ve heybetli mekân ölçüsünü billûrlaştıran şehir, dünyanın imarı

ancak nihayete kadar getirildikten sonrar asli gaye teşkil etmiyeceğine, sadece fena ve beka

arası bir basamak olduğuna ait bir remzdir. Muazzam bir ruh notasına benziyecek olan İslâm

(Metropolis) leri, bu dünyadan öbürüne geçecek insanoğlunun, bu dünyada en çilekeş ve derin

ruha sahip olabilmesi için, nokta nokta ve çizgi çizgi bütünleştirilmeye muhtaç, grift içtimâi

hayat kadrosunu pırıldatacaktır. Her türlü ruhbaniyete zıd olan, ve ukbâ hakkını dünya

hakkının eksiksiz verilmesine bağlıyan İslâmiyetin hakikati de bu mevzuda, yalnız bu ölçüden

ibarettir.

· İslâm inkılâbında şehir, dünyaya ait terk ettikten sonra «tek»ide terkedip «terk-üt-terk»

makamına yükselmiş ve bu inceler incesi düsturuyla yine yine dünyaya dönmüş ruhun

(metropolis)idir. Bu (Metropolis)lerde sokak, meydan ve bütün umumî sahalar , teker teker

Müslüman evlerinin müşterek ve maşeri geçit çerçeveleridir; ve bunlar , selim zevk ve

temizlik ölçüsüyle , bir Müslüman kadının başörtüsü kadar güzel ve paktır.

· İslam inkılâbının şehri , sokak , meydan , saray ve geçit resmi tezahürlerinin bütün

bediiyatına maliktir. Ahmak ve mankafa heykeller yerine adım başına dikilecek mücerret

ziynetli kitabeler ve hitabeler, İslâm inkılâbının şehirlerine, baştan başa Garp âlemini de

hayran bırakacak yeni bir şehircilik mânâ ve şahsiyetini getirecektir.

· Fildişi kaldırımlarda, her yaştan, maddeleri ve ruhları nur insanların sel sel akacağı

İslâm(Metropolis)leri, Garbın milyonluk şehirlerindeki ruh ihtilâcının tam zıddına yataklık

edecektir. Şâir (Bodler) in , 19. Asırdaki cehennemî Avrupa şehrinin mânasından aldığı ve

böylece 20 nci Asrı ihtar etmiş bulunduğu korku ve kasvet duygusu, İslâm (Metropolis)inde

büyük refah ve ümide dönecektir.

· Ruhi, harsî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî, fenni ölçülerden, gerçek ruh ve harsın gittikçe

müeyyidesizleşmesi neticesinde, öbür ölçülerin cehennemî terakkilerle büyümesi ve nihayet

Avrupa (Metropolis) lerin bir türlü çözülmez grift ukdelerin kaynağı haline getirmesi, çok

ince bir vâkıadır. ݺte (Bodler) ve onu takip eden büyük şâirlerin farkında o|mıyarak, bazi

mütefekkirlerin de bile bile haber verdikleri ve dehşet belirttikleri bu büyük şehir vakıası,

müsbet olan her müessiri semerelendirildikten sonra, menfî olan bütün saikleri ve

müessirleriyle tasfiye edilip, Hak ve hakikate giden kahraman insanların şevk ve muvazene

bucağı olmak haysiyetini, İslâm İnkılâbının şehir telâkkisinde bulacaktır.

· İslâm İnkılâbının, köy bahsinde bir cephesiyle işaret edilen büyük ve salahiyetli (Metropolis)

leri, köyü sömürerek, köleleştirerek ve yok ederek inkişaf etmek yerine, insanoğlunu köy

kaynaklarında üretip ummânlara benzer şehir denizinde toplayan ve aradaki kemmiyet ve

keyfiyet sınırlarını daima muhafaza eden üstün hak ve ada-iet nizamının kurultay merkezi

olacak; ve en ince, en muğlâk, en hassas, en dakik, en mükemmel, en sanatlı, en hesabî madde

ve mâna donatımını âbideleştirecektir.

ADLE

· İslâm İnkılâbında aile, «zat-ül-hareke»ligini kazanıncaya kadar, yeni baştan maya

tutturulacak ve her un-suriyle yeniden teşkil ve tesis edilecek bir mevzudur.

· İslâm İnkılâbında aile, tıpkı bir makinenin iyi işleyip işlemediğini muayene eden bir

mühendis gibi, uzaktan ve devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret,«zat-ül-hareke»liğine

kadar her ferdi ve her unsuriyle sımsıkı bir müdahale hedefidir.

· Büyük Doğu idealinin fideliğini teşkil edecek olan aileye maya tutturuncaya kadar ona

musallat olmakta devam...

· Bu müdahalenin esaslarında, cemiyetin protoplazması olan muazzez aile mefhumunu

korumak; babayı, anneyi, evlâdı, zevci, zevceyi ve.bütün yakınlık kademelerini birbirine

karşı- her türlü ahlâkî emirler ve yasaklarla vazifelendirmek ve bu hususların yerine gelmesi

için gereken aile ruhunu elifbesinden başlıyarak fasıl fasıl tedvin etmek işi vardır.

· Mukaddes gayenin eşya ve hadiseler nakşı içinde devlet dışarıdan ve aile içeriden yetiştirici

olacaktır.

· İslâm inkılâbında, devlet tesisi olarak, müstakil bir aile zabıtası ve mecburî aile kursları,

tohumun ağacı ve ağacın yemişi elde edilinceye kadar muvakkat teşkilâtın esas şubelerinden

olacaktır.

· Çocuğun yetiştirilme metodu üzerinde devlet, anne ve babayla el ele, nihaî salâhiyet merkezi

rolünü oynıyacak; anneyle babayı, adetâ mesul memurları gibi kullanacaktır.

· Teferruata girmeden sadece umumî prensiplerini çerçevelediğimiz bu noktalar, adetâ aileye

istiklâl ve manevi tasarruf hakkı bırakmaz bir cendere mahiyetinde görünebilirse de, bütün

cemiyet ve milletin ana çekirdeği olan ve her kötülük onun bozulmasından doğan aile

mayasının kurtulabilmesi ve artık her şeyi kurtarıp koruyabilmesi için başka hiçbir çare

yoktur.

· İzdivaç müessesesi, en genç yaşlarda adetâ mecburiyet belirtecek şekilde devlet tarafından

himaye edilecektir.

· İslâm inkılâbında, mektep vesair telkin ve terbiye vasıtalarından herbiri, rnefkürevî nizamına

göre ayarlanacak ve yine cemiyette aileyi zaafa uğratan her faaliyetmutlak olarak kökünden

kazınacaktır

· Cemiyetle aile arasında karşılıklı öyle bir ahenk doğacaktır ki, ferdin vazife ve iş zeminini

yalnız cemiyet, zevk ve saadet bucağını da yalnız aile yuvası temsil edecektir. Bütün aileler

için müşterek ve meşru zevk ve saadet müesseseleri cemiyeti taşıracak derecede bol olacaktır.

Fakat buna mukabil cemiyetin, ferdleri aile kadrosu dışına cezbeden ve aileyi örseleyen her

nevî fuhuş ve hafiflik müesseseleri kezzapla ve tâ köklerinden kurutulacaktır.

· İslâm İnkılâbının, mimarîsini yerine getireceği cemiyette, aileye müteveccih suikastçı ve zıt

vücutlardan, umumhane, meyhane, kumarhane, balo, bar ve hattâ kahvehaneye bile yer

yoktur. Buna karşılık o türlü ve tamamiyle ulvî müşterek zevk ve şevk müesseseleri vardır ki,

cihanın nazarında örnek buluşlar ifade edecektir.

· Netice itibariyle, her ferdi devlet, tarafından, maddi ve manevî devlet tezgâhlarında

yetiştirilecek olan bir cemiyette, aile ocağı büyük ye resmî devlet içinde küçük ve hususî birer

devlet rüşeymi halinde, yumurtayla tavuk gibi herbiri öbüründen doğma ve herbiri her haliyle

öbürünü besleyici ve koruyucu bir mâna belirtecek; bu mânanın bütün gerekli iç ve tedbir

unsurlarına ve lâzimelerine malik olacak; ve bu mâna çerçevesi içinde nihaî masuniyet ve

muhafaza müeyyideleriyle tahkim edilmiş bulunacaktır.

MEKTEP

· İslâm inkılâbında mektep, dâvanın muhtaç öldüğü yeni ve dayanak nesli yetiştirmeye

mahsus aileyle el ele bütün bir talim, terbiye ve telkin ocağı olacak; ve mâlum. bandrollü bilgi

posalarını veren tarafsız bir müessise olmaktan çıkacaktır.

· İslâm inkılâbının mektebinde talebe, annesi ve babasından ziyade hocasının malıdır; ve

alacağı ilgiden, benimseyeceği ahlâktan, bürüneceği tavr ve edaya kadar,her şeyi onun elinden

alacaktır.

· 7 yaşından başlayıp 12 yaşında bitecek ve çocuğa bütün bilgilerin kaba hatlarını verecek

olan beş yıllık ilk tahsil, mecburîdir, işçi, nefer, hamal ve çöpçü bile bu ilk bilgi sermayesiyle

mücehhez olmak borcu altındadır, İslâm inkılâbının cemiyet kadrosunda «okur-yazar» ol-

mıyan bir ferd tasavvuru mümkün değildir.

· İslâm inkılâbında devlet teşkilatının en girift ve hummalı şubesi, baştan basa plânlı tahsil

devrelerinin jlk kısmını çobanlara kadar teşmil etmekle mükellef maarif cihazıdır. Bu cihazın

köylerdeki mümessilleriyle, köylere memur yetiştirici inkılâp unsurları, birbiriyle en sıkı

temas halindedir.

· Aynı maarif cihazının hususî bir müsteşarlıkla ve konferanslarla idare edeceği koskoca bir

halk terbiyesi şubesi de bulunacak; ve aileyle mektep arasındaki sıkı münasebeti, aileyi

murakabeye memur devlet teşkilâtına mesnet olarak bu şube idare edecektir.

· İlk tahsilden sonra, 12 yaşında başlayıp 17 yaşında bitirilecek olan yine beş yıllık bir orta

tahsil devresi vardır ve yüksek tahsile kadar bütün öğretim kadrosu, en ince ve semereli bir

programla, çocuğu işte 7 yaşı ile 17 yaşı arasındaki bu on sene içinde mayalandırmaktan

ibaret bir cehde memurdur. Ayrıca «lise» veya başka bir isim altında orta tahsile ekli bir devre

yoktur.

· Orta tahsil müesseseleri kazalara kadar teşmil edilecek; ve devlet teşkilâtında «memur»

unvanına mâlik her ferdin mecburî vasfını teşkil edecektir. Ayrıca hali, vakti ve meslekî

vaziyeti müsait her ferd orta tahsille mükellef olacaktır. Bunun İçin de ölçü, devletten orta

tahsil mevzuunda öbür vesikası olmıyan her ferdin bu tahsille de mükellef bulunmasıdır. Orta

tahsile karşı özür beyanı, ancak köylü, rençber, kaba isçi ve benzerleri olan sınıfların hakkıdır.

· Vazifesi talebesine sadece umumî bilgiler vermekten ibaret olmayıp İslâm inkılâbının en

girift insan ve cemiyet politikasının mümessili olan hocalar, ilk tahsil dev-resinde

mimledikleri istidatları, her türlü özürlerine rağmen devlet himayesinde yüksek tahsile

ulaştırıcı yolları açmak hususunda vazifeli ve selâhiyetlidirler. Bu mevzuda hocaların vereceği

istidat raporları, en hakîr çobanın oğlunu bir gün devlet reisi makamına kadar getirici tahsil

çilesini ona mecburi kılabilir.

· Her türlü orta meslekî tahsil, ilk tahsilden; ve yüksek meslekî tahsil, orta tahsilden ayrılarak

şubelenir.

· Talebenin seçeceği ve ayrılacağı kolda da bütün karar hakkı kendisinin ve ailesinin

keyfinden ibaret olmıyacak, bu hususta başlıca söz yine onu yetiştiren müessiseye düşecektir.

· Bilhassa yetiştirici yetiştiren, yâni muallimi talim len mektep müessisesi, fikir, terbiye ve

teşkilât bakımından görülmemiş bir derinlik ve incelik belirtecektir.

· Üniversitenin ismi «Külliye»dir; ve vatan bölgesinin üçer milyon olarak taksim edilecek

havzalarına bunlardan bir tanesi isabet edecektir. Bahsi ayrıca gelecek...

· Avrupada tahsil, devletin maarif sistemine bağlı hususî bir cihaz tarafından, her biri seçilmiş

ve mukaddes dâva uğrunda Garbın müsbet bilgiler manzumesini fethedip vatana intikal

ettirmeye memur ulvî bilgi casusları halinde gençlerin eline tevdi edilecek; ve bunlar ferd ferd

fisken casusluk işiyle mükellef kurmaylar derecesinde üstün vasıflar taşıyacak; ağır

mükellefiyet ve mesuliyet artları altında bulanacaklardır.

· Talim ve terbiye işinde Avrupalı mütehassıs, kız ve erkek karışık öğretim gibi heyulâî

abesler, İslâm inkılâbının maarif siyasetinde bahis mevzuu olamaz. Bulûğdan ; evvelki ilk

tahsil devresinde karışık bulunmasında bir mahzur olmayan kız ve erkek talebeler, ilk

devreden sonra tahsillerine cinsiyetlerinin müstakil toplulukları içinde devam ederler. Kızlar

için orta tahsil ayrıca mecburiyet ifade etmez. «Külliye» tahsili ise kızlar için kendilerine

mahsus birkaç hususi üniversitede kabildir. Ana vazifesi ev kadınlığı olan kız talebe, kadınlık

iş ve mefhumuna yabancı yüksek meslek mekteplerinden' tamamiyle tecrit edilmiş

vaziyettedir. Buna mukabil kadınlık iş ve mefhumuna bağlı hususî meslek mektepleri, kızlar

için imkânın son haddiyle ve her tarafta çok geniş bir mahiyet arzedecektir.

· Kalın hatlarla İslâm inkılâbının ana prensip bakımından mektep telâkkisi şudur ki, her şey,

tahsil programlarının belirteceği keyfiyet ölçüsüne bağlı olarak orta ve yüksek sınıflariyle

mekteplerde yuğurulacak; ve İslâm inkılâbında mektep, dâvanın ilim ve nazariye, telkin ve

terbiye plânını en canlı, en olgun şekilde bütünleştirecektir.

MÜSBET BDLGDLER

· Mücerret keyfiyet olarak müspet bilgiler, İslâmın malıdır,

· Halbuki müşahhas vakıa olarak müspet bilgiler, Garbin, Şark dünyasına ve onun merkezinde

İslâm âlemine karşı öldürücü silâhı, uyuşturucu zehri ve kıstırıcı tuzağı olmuştur.

· Batı, Doğuyu tam dört asır, vahşi hayvan avlamaya mahsus bir tertip ve üslûpla, bu tuzağın

içinde hapsetti; ve Doğu bu işin sırrını halâ kavrayamadı.

· İslâmın temsil kadrosunun bütün ferini kaybettiği ve Hıristiyanî iş sahasının boyuna cila

kazandığı son dört asrin hazin hikâyesi şudur; Batı, sadece müspet bilgilere bağlı kaba marifet

imtiyaziyle Doğuyu apıştırmış, sindirmiş, yıldırmış, yumruk altında .sersemletilen bir hasım

gibi gittikçe aksülâmel kabiliyetinden düşürmüş ve onun perişan kalbine ölümden beter bir

felç illetini, «kendini aşağı görme ukdesi» ni yerleştirmiştir. Böylece Batı, Doğuyu, kendi

kendisiyle en acıklı ihtilâfa düşürmüş, kendi kendisini yıkmaya ve hiçbir şey olmamaya

mahkûm kıl

mıştır.

· İlk hüküm; İslâ temsil kadrosu, tam dört asırdan beri İslâmın amelî hayat plânına

hâkimiyet emreden başlıca düsturundan öksüz, yani gerçek Müslümanlığa uzak yaşamakta; ve

yine tam dört asırdır, bu inceler incesi nükteyi çözecek büyük inkılâpçı, murakabeci ve fikirci

şahsiyeti yetiştirememektedir. Bu zavallı akıbetin sebepleri pek girifttir.

· Hâlâ (Holivut) aptallarının hayalini bezeyen Bağdat halifeleri devrinde Batı adamı domuz

hayatı yaşarken, büyük (metropolis) adamlarına mahsus en medenî eşya ile çevrili

Müslümanlar kadrosu nerde, son dört asırlık muhtaç ve sefil sürüler nerede? Ve Garbın

(Rönesans) şahlanışı. Araplann eliyle Batıya intikal etmiş eski Yunan metinlerine dayandığı

halde, İslâmî temsil kadrosu adına, bu şahlanışın, belirttiği mânayı anlıyamamak ve ona göre

davranmamak ne demek? Bu da en girift meselelerden bir tanesi.. Müspet bilgilerin tarifi

kolaydır; eşya ve hâdiseleri bütün dış kanunlariyle, amelî fayda bakımından teftiş, tefahhus ve

insan iradesine bağlamak yolunda aklın istismar hakkı,.. Bu hak o kadar İslâmın malıdır ki,

her şeyden evvel mü'minlere Allah tarafından ve Kur'ân'la emredilmiştir; «Rabbiniz sizi

yeryüzünde halifeler etti; sizi Arzın teshir ve tasarrufuna memur eyledi ve öbür mahlûklara

hâkim kıldı.» Ayrıca ve hep o gayeye bağlı binbir muazzam hadîs içinde hep aynı düstur.. Bu

düstur, eğer başkalarının malı olsaydı, onların bunu haber alıp kavramlariyle, içlerinden ve

derhal muhteşem bir medeniyetin fışkırması aynı zaman ve mekâna tesadüf ederdi.

ADALET

İslâm inkılâbında Şer’î mahkeme diye bir teşekkül yok, sadece ve düpedüz mahkeme vardır.

Zira İslâm inkılâbının mahkemeden anladığı, yalnız ilahî emirlerdeki ana kaideye ve ona

uygun be bağlı olarak insanî selim his ve fikir temeline dayalı adalet mekanizmasıdır. Böylece

her şey ve her düstur Allah’ın emirleri içinde gâip ve fânidir.Sudan başka bir şeyle çevrili

olmayan balık, suyu nasıl göstersin ve tefrik etsin? Şer’i mahkeme tefrikine şu yüzden yer

yoktur ki, Allahtan gelen hakikatin gayrına yer olmıyan noktada herhangi bir ayırt edişe de

yer olamaz.

Eski devirlerin «Mahkeme-i Şer’iye»leri, Avrupa yoliyle içimize sızan bazı hukuki ve cezaî

ölçülerin benimsenmesi karşısında düşülmüş bir pazarlık ve aracılık seciyesinin ve bu yüzden

dine bir kısım hak tanımanın ifadesidir. İslâm inkılâbında ise Allah ve din adına tanınacak bir

kısım hak yoktur, topyekûn hak vardır.

Bir zamanlar İslâmlığın, beşeri temsil kadrosunda, nefsine Müslüman ismini verenlerdeki

idrak ehliyetsizliği yüzünden nurunu kaybetmeye başladığına, ricat girdiğine, işi pazarlığa ve

aracılığa döktüğüne, ne kurtarabilirse kör saydığına; ve bir kısım fedakârlığa razı olarak bir

gün her şeye fedaya namzet bulunduğunun işaretini verdiğine, su kesimi altında ceviz kadar

deliğe razı olmakla teknenin bir hamlede devrilmesine razı olmak arasında fark

bulunmadığına biricik misal, işte, Tanzimat dedikleri avanak hareketin bu malûl secîyesidir,

İslâm inkılâbında ise her şey «hep» çi ve «hiç» çidir. Bütün «müspet» ler «hep» te ve bütün

«menfî» ler «hiç»te toplanır; ve bu ruhun tecellisinde adalet miyân, tam bir kıstas rolünü

oynar.

Anlaşılıyor ki, İslâm inkılâbının, kanun tohumu, kanun maddesi şudur: Bütün kanunlar,

hakkın hükümlerine ve ona uygun ve bağlı olarak insanî selim duygu ve düşünceye dayanır;

ve bu soydan kanunlara karşı aklî, ruhî, ilmî, hiçbir itiraz ve temyiz makamı bulunamaz.

Bu bakımdan, İslâm inkılâbının hâkimleri, mihrakınıl mukaddes ölçüler manzumesinde

merkezleştiren ve her tesirden müstakil hükümlerin tatbikçileri; savcılar da, aynı emirlerin

âmme hakları çerçevesinde takipçileri olarak, güzideler güzidesi birer memuriyet sınıfını

temsil ederler vs kendilerine teslim olunan emanetin nezaketî derecesinde Mesuliyet

belirtirler. Herhangi bir hâkimi eline, ihtiyacı her neyse aydan aya çekmesi ve dilediği

rakamla doldurması için devlet hazinesine karşı açık ve sınırsız bir çek karnesi verilip,

böylece o hâkim dahi en ince bir hüküm altında tutulurken, maddî ve manevî tek pulu irtikâp

edecek kaza mümessili hakkında da kat ve tahammülün son mertebesindeki ceza tatbiktir.

Neticede hâkimler, İslâm inkılâbında evvel nefslerinin hâkimi ve ilâhî sınırlann muhafızı

olarak, bir taraftan, hâkim olmaktansa ömür boyu prangaya mahkûm olmayı mumla aratacak

derecede işkenceli bir mesuliyet duygusunun çilekeşleri, öbür taraftan da yeryüzüne sultan ve

kahramanlık mevzularına destan olacakları yerde, hâkim olmaya can attıracak nisbette

muazzam bir şeref ve haysiyetin sahipleridir.

İslâm inkılâbının adalet telâkkisinde en canlı ve müşahhas tatbikatcılık örneği, mefkûrevî

çapta merhametle, mefkûrevî çapta şiddetli cezayı iç içe barındıran. yani gerçek merhameti vs

yerinde şiddeti, yani hakiki adaleti heykelleştiren Halifeler Halifesi Hazret-i Ömer’dir.

İslâm inkılâbının, adalet tablosu ölçüler manzumesindeki herhangi bir madde gereğince,

ferdin ve cemiyetin vermiyeceği ve alıkoyabileceği, karşılık olarakda almıyacağı ve

alıkoydurabileceği hiçbir kıymet bahis mevzuu değildir, İnsanlar, gerektiği zaman, sinekler

gibi öldürülecek; ve bir sinek için; gerektiği zaman bir yıkılabilecektir.

İmparatoruna «Berlin'de hâkimler vardır!»cevabını vererek, fertler ve salâhiyetler üstü adalet

telâkkisine işaret etmekte Garp adaletine hayranlık çeken Alman köylüsünün misali, hakikatte

İslâmın ve Türkün malıydı Fakat kimse bunun farkında değil: Padişahın «beni, kime şikâyet

edebilirsin?» sözüne, Garp misalinden asırlar evvvel bir Türk köylüsü «Şeriate şikâyet

ederim!»cevabını vermişti. Kanunî ve köylü...

İslâm inkılâbının adalet ölçüsünde, ferde cezanın şiddeti değil, neticede korunacak fertlerin ve

cemiyetin kurtuluşu mevzuu teşkil eder; ve cezalardan bir çoğu, onu tatbik etmenin değil, o

suçu yok etmenin emelini güder.

İslâm inkılâbının adalet ölçüsü; dinin yasak etmediği her sahada selim aklı bütün tantanasiyle

sınır çizme ye ve had koymaya davet ederek, cana kıymak, hırsızlık etmek, alenî fuhşa

meydan açmak, nefsinin ve gaynn hakkını yemek, nefsini ve cemiyetini her türlü ifsat etmek

gibi asri hastalıkların mütekeffil ve müteahhit doktorudur; ve bütün yeryüzünde ondan başka

hiçbir doktor, tedavi usulü, reçete ve ilâç yoktur.

İslâm inkılâbının hâkimleri, halka göre değil, hakka göre hükmederler; ve devlet reisliği

makamına niyabetle, halk adına değil, hak adına kaza makamını işgal ve adalet tevzi eylerler.

İslâm inkılâbının adalet sisteminde, dinin, devlet reisine tanıdığı hakla, daima ana ölçüye

sımsıkı bağlı olarak, terbiye, edep, zevk ve güzellik hıyanetlerine kadar fertleri şigaya çekici

ve tenbihkâr küçük müeyyidelerle İrºad edici, yepyeni ve cihan târihinde misilsiz teşkilâta da

yer vardır; ;

İslâm inkılâbının adalet sisteminde, hürriyet telâkkisi, fertlerin hakikate esaretinden doğan

gerçek ve üstün insan hürriyetidir; ve hayvan hürriyetiyle hür olmak istiyenlere hayat hakkı

tanınmamıştır. .

İslâm inkılâbının yalnız adalet düsturları laboratuarı, atom harbinden ziyade cihanı yıldıracak

ve ruhlarının ta içinden büyüleyip fevc fevc Müslümanlık sarayının somakî eşik merdivenleri

üzerinde dize getirecek tesir ve kuvvettedir.

MAHKEME

Bizde mahkame, en alt seviyesinden en üst kademesine kadar Başyüce (devlet reisi) adına

kaza icra eyler.

Bu öyle bir kaza terasıdır ki, devlet reisine nispeti, sadece onun temsil ettiği fikirler ve ölçüler

manzumesine(sembol) olması bakımındandır ve aynı Başyüce, kendi nasbettiği hâkim

karşısında, şahsiyle, en aşağı fertten daha zâiftir.

Fatih Sultan Mehmed'e kendi kadısının «ayağa kalk; şer murafaası üstündesin ve hâkim

karşısındasın!» ihtarını, Halifeler Halifesi Hazret-i Ömer'in de kendisini görünce ayağa

kalkmak isteyen Kadıya «oturunuz; taraf tutmanın ilk alâmeti budur!» dediğini hatırlayalım!

Bu iki tabloda, adına kaza icra edilen devlet reisiyle hâkim arasındaki bütün münasebet,

olanca incelikleriyle pırıldar.

Büyük Doğu fikir vs ahlâk ikliminin en nadir ve nadide mahsulü olan hakime, bağlı öfduğu

ölçüler karşısında, ne devlet, ne menfaat, ne kadın, ne his, ne merhamet, tesiri mümkün hiçbir

şey düşünülemez.

Büyük Doğu nizamında hakim tatbik ettiği kanuna, mahkûm da hesab verdiği hâkime inanır;

ve eski bir atasözü olan şu ölçü. taraflarca kanun itimadının ruhunu teşkil eder, «Şeriatm

kestjği parmak acımaz!»

Büyük Doğu adalet cihazında, merhamet cemiyete, riâyet konuna ve ibret suçluya ve bütün

suç istidatlılarınadır. «Bu medeniyet asrında bu kadar ağır ceza olur mu?»diye bîr görüş, suça

gelişme payı vermekten ve tek ferde acıma bahanesi altında cemiyeti feda etmekten başka bir

şey değildir. Büyük Doğu adaletinde kanun ve hâkim, boyuna olagelen ve cezalandırılan

tüllerin böylece ilelebet devamını değil, kökünden kazınmasını hedef tutar

Büyük Doğu mahkemesinde hiçbir dâva sürüncemede kalmaz, bir mevsimden öbürüne

geçmez ve en hızlı (prosedür - muhakeme şekli) içinde ve her delili tamam olarak hak ve

adalete kavuşturulur.

Büyük Doğu adalet nizamında Allah üzerine yemin eden şahit, âmme haklarının müdafii

savcı, birer emin vazife örneğidir; ve işlerinde gösterecekleri- en küçük uygunsuzluk,

cezaların en büyüğünü çekici mahiyettedir.

Büyük Doğu mahkemelerinin, idam, hapis, sürgün, mecburî işçilik vesaire gibi hükümler

dışında, suçluya karşı ve suçuna.göre en tesirli ceza müeyyidesi manevîdir ve suçlunun

cemiyette teşhiridir. Bu teşhir, suçlunun, suç işlediği ve hüküm giydiği beldenin meydan

yerinde, göğsünde yafta, muayyen merasimle sabahtan akşama kadar bekletilmesidir.

Beraetle neticelenen haksız takipten manevî zarar ve 'ziyanını devlet -'öder-ye sebep olanları

cezalandırır.

Büyük Doğu hâkimi, geçimi ve içtimaî mevkiiyle mütenasip her türlü ihtiyacı için gereken

parayı, elindeki harcama mevzularını gösteren resmî cetvele göre, hesap vermeksizin ve

herhangi bir muameleye münasip bir ikramiye ödeneceği gibi, devlet kasasından çeker; ve

devlet, sadece hâkimin ne çektiğini bilmekle kalır. Mübalâğayla kanaat gösterenlere seneden

seneye münasip bir ikramiye ödeneceği gibi, tekaüt zamanında da hâkime, bellibaşlı kıdem ve

liyakat ölçülerine göre bir maaş bici* lir. Tek cümleyle hâkim, kendisinden beklenen ilmî ve.

ahlâkî vasıfların korunması adına, her türlü ihtiyaçtan âza-, de tutulur ve başka bir vazifeye

tâyini halinde muayyen bir maaş derecesini daima muhafaza eder.

SIHHAT VE GÜZELLDK

Ruhun tecelli zemini olarak maddenin ehemmiyeti azîm bir değer belirttiği için, daima bu

ölçünün ışığı altında madde sahasına verilecek emek bakımından, İslâm inkılâbı, insanî sıhhat

ve güzellik cehd ve tedbirlerini başa almaktadır.

Müşahhas plânda işaret ve alâmetine malik bulunmaksızın hiçbir mücerredi

kavnyamayacağımıza göre. esasların esası ruhumuzun sağlamlık, gerçeklik ve güzelliğine en

canlı misal, maddemiz olacaktır. Bu Ölçüyle, ruhumuz adına maddemize cila üstüne cila

çekmek ve revnak üstüne revnak püskürtmekle mükellef, olacağız.

Dâvamızın dünya çapında sirayet ve intişarını sağlamak için, insanları en hayırlı yoldan telkin

altına atan madde kıymetini hiçbir ân unutmıyacağız; ve bu hamleyi, hem şahsî bir kıymet ve

liyakat ölçüsü, hem de bizden olmayanları büyülemekte başlıca saik ve âlet olarak

besliyeceğiz.

İslâm İnkılâbının başlıca hedeflerinden biri olan sıhhat ve güzellik cehd ve tedbiri, ruh

pırlantamızın mahfazasını örgüleştirmekten ve onu öbürüne lâyık kılmaktan başka birşey

olmıyacaktır. Dünyada maddî ve manevî hiçbir elmas mahfazası gösterilemez ki, çerden ve

çöpten olsun ve çerçevelediği müstesna kıymetin ilk habercisi ve işaretçisi mevkiinde

bulunmasın... Halbuki biz, pırlantaların pırlantasını, asırlar boyunca, içi saman ve gübre dolu

bir kese içinde gezdirmişiz ve bundan hiçbir gocunma, liyakatsizlik hissi duymamışız.

Bir metre seksen santim boyunda, dinç, güzel, dik, vakur görünüşte, seyircisini tilsımlıyan,

açık alınlı, derin ve ateş bakışlı, nur yüzlü, her türlü İllet ve marazdan salim, fevkalâde temiz

ve sade giyinmiş, 35-40 yaşlarında kâmil bir insan tipi düşününüz. Bu tipin yanına da, kendi

muhteşem ihtiyarlık nüshasiyle harikulade sevimli çocukluk nüshasını ilâve ediniz; ve üçünü

de el ete verdiriniz. ݺte İslâm inkılâbının rüyasını gördüğü sıhhat ve güzellik tablosunun

müşahhas ifade unsurları bunlardır. Ve bu vasıfları iktibasa doğru nesil nesil çalışma ve maya

tutturmanın bellibaşlı ilmî metodları yardır.

Her dâvanın olduğu gibi tek hadîsiyle bütün kâinatı ihata etmiş bulunan Peygamberler

Peygamberinin, güzel yüzler ve ifadeleri medh buyuran ve Allah'ın da güzelleri sevdiğini

anlatan fermanları, bu batışın ruh ve merkez dayanağını belirtir.

Güzelleştirme dâvamızın, izdivaç müessesesini kuşatıcı ve çocuklarla gençleri yetiştirici

şekilde ve din ölçüleri içinde gerek kanunî tedbir ve gerek şahsî telkin voliyle insanları

mütemadi bir istifaya tâbi tutan bütün bir plânı olacaktır. Yalnız bu plân, müstakil olarak,

koskoca bir dünya görüşü değerindedir.

Sağlamlaştırma dâvamızın da, kaydetmiştik ki. on haneli köylerden bir milyon haneli şehirlere

ve küçücük seyyar sıhhat istasyonlarından (Metropolis) manzaralı koskoca hastane şehirlerine

kadar bütün bir memleket manzumesi çapında ve en ileri bilgi verimlerine göre muazzam bir

şebekesi kurulacaktır. Sadece bu şebeke, müstakil olarak, koskoca bir devlet değerindedir.

İslâm inkılâbının sıhhat ve güzellik bahsindeki fikir ve iş plânı, en başta ruhları imâr

dâvasının ruha yataklık edici en haysiyetli madde olan insan uzviyetini imâr şeklinde tezahür

etmiş bir şubesidir; ve bu şubenin kadrolaştırdığı cehd ve tedbirler manzumesi, topyekûn

insanlığa eri yeni ufuklardan birini açmaya namzettir.

KADIN

Bu inkılâbın kadınları, cihanın en zarif ve en cazibeli kadınları olacaktır.

Bu inkılâbın kadınları, kutsî ölçünün örtmeğe mecbursun!» dediği her noktalarını örtecekler

ve «örtmeye mecbur değilsin!» dediği hiçbir noktalarını örtmiye zorlanmayacaklardır.

Bu inkılâbın kadınları, böylece ve anlıyanlarca, kadınlık mefhumunun heykelleştirdiği en

derin ve esrarlı hicap ifadesi içinde cemiyet zeminini süsliyeceklerdir,

Bu inkılâbın kadınları, böylece ve anlıyanlarca, kadınlık mefhumunun heykelleştirdiği en

derin ve esrarlı hicap ifadesi içinde cemiyet zeminini süslerken, evvelâ Allah'ın emrini yerine

getirmiş olmanın saadetine, sonra da kadınlık sihrinin son merhalesine ermiş bulunmanın

imtiyazına kavuşacaklardır.

Bu inkılâbın kadınları, erkek veya horoz gördüğü yerde kukumavlaşan veya kaçacak delik

arayan eski nesil kadınlanndan hiçbirine benzemiyecek; Saadet Devrinin; ulvî kadınlığına eş

olarak, kendisine kutsî ölcünün, yasak etmediği her noktada boy gösterecek; ve esasen

kacsalar da, gelseler de, otursalar da, kalksalar da, giyinseler de, soyunsalar da, ne erkek ve ne

horoz, onları dinî edep ve eda dışında görmeyi imkân bulamıyacaktır.

Bu inkılâbın kadınlarında vekar, hayâ, iffet, mâna, şahsiyet eda, öyle cömert bir ifadeye

bağlıyacaktır ki, dünyanın en havaî erkeği bile yüzlerine bakarken ûrperecek, onlara karşı

hürmetten başka bir şey duymıyacaktır.

Bu inkılâbın kadınları, küfür; dünyasının bütün kadınlarına ve erkeklerine, İslâm

üstünlüğünün, ilk bakışta aşikâr, müşahhas vesikalarından birini verecektir.

Bu inkılâbın kadınları, esasta, muazzez ve münezzeh ev kadrosunun ve aile çerçevesinin

sultanı olacak, hayatın yırtık seciye emredici iş sahalarından hiçbirinde görünmiyecek; buna

rağmen İslâm ölçülerinin yasak etmediği ve kendisince icap gördüğü sahalarda da şerefle

içtimaî faaliyet kabul etmekten kaçınmıyacaktır

Bu inkılâbın kadınlarından, yüzde yüz İslâmî çerçeve içinde ve bilhassa kendi, cinsi üzerinde

yetiştiricilik vazifesiyle, muallim çıkacak, doktor çıkacak, hastabakıcı çıkacak, muharrir

çıkacak, sanatkâr çıkacak, âlim ve bilhassa fahişe çıkmıyacak, bar artisti cıkmıyacak, sarhoş

şarkıcı çıkmıyacak. göbek atıcı çıkmıyacak ve nihayet başıboş işçi ve memur yaftası altında

cinsiyetini azmanlığa götürmüş pislik ve yırtıklık nevilerinden hiçbirisi çıkmıyacaktır.

• Bu İnkılâbın kadınlığına ruh örneği, cinainin fetanet ufku Hazret-i Âişe ile, hassasiyet ufku

Hazret-i Fatıma.

Bu inkılâbın kadınlığı. temeli 14 asır evvel atılrnış ve sonra hiçbîr mimarî çizgisi kalmamış ve

anlaşılmamış olarak, bütün insanlığa örnek olacak kıymettedir.

ÜREME VE TÜREME

Sağlamlaşma ve güzelleşme tedbirlerimiz ve en ince istifa buluşlarımızdan sonra iş, bu

keyfiyet esası üzerine dayalı ve fevkalâde hareketli bir üreme ve türeme plânını tatbiktedir.

Potada pırlantaya maya tutturduktan sonra o cevheri kirşiz ve küfsüz olarak büyütmeye

çalışmak... Hedef budur!

Her kemmiyet köpürüşü mutlaka bir keyfiyet esasına dayandığına göre. bu sahadaki

kemmiyet hamlemizin aslî keyfiyeti tamamiyle mahfuz olduktan başka, sırf kemmiyet

ölçüsüyle de ayrıca ve başlıbaşına bir keyfiyet değeri vardır.

Üreme ve türeme gayemizin, ayrıca başlıbaşına keyfiyet değerinde oluşu şundandır ki,

Peygamberler Peygamberinin, durmadan ürememiz, beklemeden çoğalmamız ve boyuna

sayımızı artırmamız hususunda da muazzam fermanları vardır. Kıyamet günü Ümmetlerinin

çokluğuyla iftihar buyuracaklarını bildiren Kâinatın Efendisi, bu iftihar duygulan içinde,

Müslümanlar kadrosuna düsen k€ ve kemmiyette ezici üstünlük vazifesini ne harikulade ilan

ve ihtar etmiş bulunuyorlar.

Evet; Olmak, hep olmak ve her sahada olduktan sonra bu oluş etrafında çoğalmak, hep

çoğalmak ve nihayet her sahada hâkim mikyasları taşırmak, Müslümanların varlık borcudur.

Üreme ve türemenin iki cenahı vardır; Birincisi içeriden ve iç tedbirlerle çoğalmak, hep

çoğaltmak ve nihayet en titiz yetiştiricilik tasarrufunun rejimini yaşamak… İkincisi de, bu

çığın kitlesine, ruhî ve kavmî dış benzerlerini cezbetmenin iç ve dış şartlarını tamamlamak...

Hem kemmiyet ve hem keyfiyette bir arada telâkki şuuru...

Birinci usul, en şanlı sünnetlerden biri olan izdivaç müessesesini, hemen hemen aksi

düşünülemez bir nimet haline getirici bütün yolları plânlaştırmakla yerine gelir Bu plânda,

gençleri en taze yaşta evlenmeye sevk etmekten, verdikleri evlât yemişi nisbetinde

şereflendirmeye ve refahlandırmaya kadar bütün tedbirler, devlet cemiyet ve aile arasında tam

bir işbirliği ifadesiyle perçinleşmiştir.

Devlet, en genç çağdan başlamış olarak evli ve çocuk sahibi fertlere; onları sevk ve himaye

edici bütün imkânları hazırlayacak, cemiyet kadınsız, ve çocuksuz insana hayat ve saadet

hakkı tanımayacak, fert de (hormon) kesesinin içinde Büyük Ümmet mefkuresinin hakkı olan

tohumlardan bir tekinin bile hapis, veya israfından der bir mes'uliyet çilesi çekecek...

İkinci usul, islâm İnkılâbının erişeceği tesir ve yacağı manevî cazibe nisbetinde dışarıdan

içeriye ru t&nin edeceği cereyandır ki, bu cereyanı evvelâ sınırları içine çekmenin, sonra o

sınırlar içinde kanallar almanın, daha sonra onları bellibaşlı havuzlarda biriktirmenin, en sonra

da bu havuzlardaki su kalitesiyle vatan gölünün su kalitesi arasında birlik sağlamanın ve

nihayet her şeyi o gölde toplamanın ve göl seviyesini boyuna yükseltmenin, bu arada tek

damla bile olsun, su kaybına ve yolların vıcık vıcık çamurlanmasına mâni olmanın, madde

madde örgüleştirilmiş bir sisteme ihtiyacı vardır, şin sistemi de, dâvanın idrakiyle beraber

kendi kendisine tahakkuk ve tecelli edecek tabiî bir neticedir.

İslâm inkılâbı, üreme ve türeme dâvasında, sistemli bir çalışmayla, 40 milyonluk bir

kalabalığı çeyrek asır içinde 80 milyonun üstüne çıkarmayı taahhüt ve tefekkül edici bir

hamle ruhuna maliktir.

Bütün ât dünyaların hem keyfiyet ve hem kemmiyette. mütemadi tereddi, tefessüh ve dumura

doğru yuvarlanışını çerçeveleyen ufuklarda, İslâm inkılâbının bellibaşlı bir keyfiyet cevherine

bağlı üreme ve türeme dâvası, gerçek hayat yetkililerinin kadrotanışını belirtici ve onlara

bütün cihanın hâkimiyet anahtarını teslim edici azîm bir kitle tecellisi olacaktır.

Elbette ki, bu seviye ve mükellefiyete ulaşabilmenin ilk şartı, insan gücünü evvelden

kıymetlendirmiş, verimli kılmış olmak... Yoksa netice, iyi yerine kötüyü çoğaltmak olur.

ORDU

İslâm inkılâbı orducudur.

Bu ordu asla günlük siyasete karışmaz; ve içeriye doğru hiçbir hizip ve zümreye dayanak ve

manivela hizmeti görmez. Eğer bu şiarının aksine yönelecek ve sırf ordu maddesine

dayanmak bakımından mâna âlemine tahakküm edici, kendi içinden şahıs ve zümreleri

destekliyecek olursa, taşıdığı mukaddes livaya ihanet etmiş olur.

Bu düstur, İslâm inkılâbının, rüyasını gördüğü Yeni Altun Ordunun temel ölçüşüdür.

Evet, Yeni AItun Ordu... İslâm inkılâbının rüyasını gördüğü ordu ismi budur.

İslâm inkılâbında ordu, büyük ve mukaddes dâvanın yalnız dışarıya doğru, azametli, tantanalı

ve ihtişamlı (aksiyon) cihazını temsil eder; ve hedef emrini yalnız ve dâva kadrosunun

merkezinden alır.

İslâm inkılâbında orduyu ve orduculuğu, sadece iman ve fikrin, dimağ emrinde pazı kuvveti

ve bu pazı kuvvetini azizleştirme işi diye anlıyalım! Pazı kuvveti hiçbir zaman ruh kuvvetinin

emrinden dışarıya çıkmıyacak ve sadakatle temsilini gördüğü ruhun «öl» dediği yerde ölüp,

«kal!» dediği yerde kalacaktır.

İslâm inkılâbında ordu, işte, körükörüne bağlı olacağı ruh merkezine tâbiliğin sarsılmaz

ruhunu nizamlaştıracak, onun ruhu da bu olacaktır.

İslâm inkılâbında ordu, iç bünye ve mimarisi bakımından madde âlemine, tarihte eşi

görülmemiş bir harika nakşedecektir. Bu ordu «ölmeden ölenler «Allah’ta fâni olanlar» ın

emri altında, «ölüp de ölmiyenler - şehitler»in muazzam güzelliğini yaşatacaktır.

İslam inkılâbında ordu, büyük ve aziz topluluk ifadesi içinde asla hususî ve meslekî bir sınıfı

temsil etmiyecek; ordunun bellibaşlı meslek potası içinde, bütün millleti, bütün cenkçi

unsurlariyle eritmiş olarak hulasalandıracaktır.

İslâm inkılâbının rüyasını gördüğü orduda, en küçük unsurundan en büyük rüknüne kadar

kumanda heyeti, üniformasından göz kırpışma kadar «ya şehit, ya gazi...» ölçüsünün, tam ve

tezatsız bütününü heykelleştirecek; ve bu manevî heykel, ilmi, fenni, imanı, ahlâkı, ede

muaşereti ve bütün ferdî ve içtimaî hayat tezahürleriyle «ya şehit, ya gazi» den ibaret

harikulade insanı tablolaştıracaktır. İslâm ordusunun subayını çerçeveleyen bu harikulade

insan, bütün millet ve cemiyet içinde, sade askerî talim ve terbiye bakımımdan değil, mücerret

insan ölçüsiyle de en yetkin ve dâvaya en yatkın örnekleri tezgâhlandırmak için gayet hususî

bir rejim altında yetiştirilecektir. Bu harikulade insan, kuvveti nisbetinde, mahcup, bilgisi

nisbetinde sükuti dâva adına bürünmeye mecbur olduğu ihtişamı nisbetinde mütevazı ve

cemiyetin kaymak tabakasından seçilmedir.

Ve İslâm ordusunda er, işte bu kumanda heyetinin eline, nihai mülkiyet ve malikiyet hakkiyle

teslim edilmiş, fevkalâde güzel, besili, sıhhatli ve seçili; ve her biri vatan kadar aziz ve teraf

edilmiyecekleri emin kurbanlık koyunlardan başka birşey değildir.

İslâm inkılâbında ordu. fikrin emrinde, en harikalı nizamla estetiğin, en ileri müspet bilgilerle

aletlerin tecelli mihrakında, davayı bütün cihana teşmile memur, tarih boyunca gelmiş

manivelaların en muhteşemi ve en manalısıdır.

ORDU VE İNKILAP

Bizde, iyileri ve kötüleriyle bütün inkılâplar orduya dayanılarak yapılmıştır.

Tanzimata gelinceye kadar nice devlet ve idare değişikliği olduysa, sadece yeniçeri veya

çerileştirilmiş isyan hizipleri tarafından başarıldı.

Yeniçeriliği ortadan kaldıran da, devlet himayesine mazhar, başka ve asrî çerilerdir. Tanzimat

inkılâbı ise iktidar makamına bilfiil sahip şahıslann, yine bütün icra

vasıtalariyle hükümet kuvvetlerinden faydalanarak meydana getirebildiği basit bir ıslahatçılık

gayreti...

Ötesi, sadece ve daima, ordunun manivela diye kullanılışiyle meydana gelmiş cebr-ü zor

hareketleri...

Yâni bizim tarihimizde fikrin bizatihi fikirden yola çıkarak meydana getirebildiği ve

dayanağını düğü tek bir inkılâp yoktur.

Tam mânasiyle orducu bir çizgi taşıyan {Büyük Doğu) mefkuresi, orduyu, ancak üstün dünya

görüşünün emrinde mücerret ve muazzam bir (aksiyon) cihazı diye sevdiği ve benimsediği

için kaydetmek ihtiyacındadır ki, fikir, ister ordu içi, ister ordu dışı şahısların elinde, mutlaka

ordu üstü bir hâdise olarak yuğrulmadıkça fikir inkılâbına mahsus iklim maya tutamaz. Ve

baştan başa orduyu da kavrayıcı bu iklim maya tutmadıkça, ordu ya dayanmış ve dayanacak

nüfuzlu fertler, düne kadar olduğu gibi, yarın da. kendi şahsî temayüllerini,ordu ismini

verdiğimiz asîl ve itaatli kuvvet manivelâsına istinat ettirerek, saf fikrin hakkını çalmış

olurlar.

İnsanda fikir evvel, teşkilât ve ordu sonra olduğuna göre, ulvî fikrin manivelası olan ordu,

birtakım istismarcılar elinde kendi orduluğunu fikre takaddüm edici bir vasıta diye

kullanmaya başlarsa, her şeyden evvel ordu elden çıkmış ve gerçek ordunun biricik fazilet

itaat tersinden kullanılmış olur.

Ordunun da hakkı, fikrin, bütün fikirler âleminde mîzanına istekli ve ondan sonra madde ve

(aksiyon) dünyasına talip olarak, sadece fikir haysiyetiyle zaferini elde etmektir.

Artık bu memlekette, tokmak inkılâbına değil, fikir inkılâbına sıra geldiğini kafalara tokmakla

ihtar günü gelmiştir.

MDLLET VE ORDU

Bir daha kaydedelim: Büyük Doğu İdeali orducudur.(Antimilitarist)lere zıt…

Fakat bu orduculuk, silâha, madde gücüne, madde manivelasına dayalı, vaktiyle Yeniçeri

Ortalarında olduğu gibi, kaba ve fikirsiz bir tasallut taraftarlığı değildir. Büyük Doğu ideali,

böylesine en fazla zıt...

İlâhî mimarîde her şey, ters cephesiyle, ulvîliği nisbetinde süflîliğe namzet olduğu için,

orduculuk mefkuresini, bağlı bulunduğu iman ve dâva kutbundan ayırıp orduyu öl

nefsaniyetiyle azizleştirmek, her şeyden evvel o mübarek ocağa kıymak olur.

Ordu için ordu yok; millet için ordu vardır.

Ok, tüfek veya atom bombası... Üçü de keyfiyet. ve gayede bir... Farkları kemmiyette...Ok da,

tüfek de,atorn bombası da bir gaye ve dâva emrine girmedikçe

kendi zatî madde; imkânları ve iş görme avantajlariyle hiç bir hak ve imtiyaz belirtmez. Hak

ve imtiyaz, onları kullanan ele, elin bağlı olduğu kafaya, o kafaya yön veren ruha göredir.

Aynı ok, Kerbelâda Peygamber Torununun mukaddes yüreğine saplanabileceği gibi. kör

Deccal'ın iki kaşı arasından da girip geçebilir.

Ordu bir oktur onu kullanan el ayni okun şuur merkezi subaydır; en bağlı olduğu kafa, fikir ve

hakikattir; kafaya yön verici ruh, millet ve cemiyet... Ve olanca hak ve hakikat, değer, ve

İmtiyaz, sırasiyle ve derece derece , ruh, kafa, el ve âlete ait...

Ordu ki cemiyetin yumruğudur; gömülü olduğu eti acıtmayan bir tırnak gibi, başiyle âhenk

halinde bulundukça, o cemiyet salim, o baş aziz ve o yumruk mübarektir.

Tarihte bütün büyük orduları saran kanun ve hikmete misal: Fransaya Papa'ların hazinelerini

ve (Rönesans)ın sanat eserlerini taşıyan (Napolyon) un Büyük Ör-dusiyle, haşmetli Prusya

ordu idealinin billûrlaştırdığı asker…

«Altun Ordu» yu kuran Türk de, ordu ve millet, baş ve yumruk tamamlığının en parlak

örneği… Şu var ki, Türk. ö devirde ordu-millet halindedir ve ayrı bir vasfa malik değildir

(Sivil) mefhumuna bağlı medeniyet cağındaysa ordu - millet yok. millet - ordu var... Bağlı

olduğu başın hamle ve iradesini heykelleştirici mübarek yumruk...

Bu yumruk başiyle ihtilâfa düşer ve kendisini kendi zatiyle imtiyazlandırmaya kalkarsa, o

milletin, başını dövmesinden başka bir netice doğmaz, öz yumruğu öz başına inen millet..

Nitekim tarihimizde, büyük ruh dayanağımızı kazandıktan sonra iç ve dış bütün fetihlerimiz

millet – ordu sayesinde olmuş; bu ordu, dayanaklariyle alâkasını kaybedince de bozgun

çığırımız açılmış ve aynı ordu, Tanzimata kadar milletin başını cenderelemiştir. Düşmana

mağlûp bir mekanizmanın kendi Öz milletine galip gelmeye! kalkması, yumruğun ağızdan

girip damağı çatlatması ve beyni ezmesi, ne korkunç hâile!. işte Yeniçeri felâketinin tam

izahı..

Her zaman ve mekânda, ordunun, bağlı olduğu ruh ve kafaya att fesoaj görür görmez

yumruğu ağızdan sokması. damağı çatlatması ve beyni ezmesi haktır. Şu incecik farkta ki,

beyin yerine 'gecen. yumruğun kafa kadrosu neman yurnrukluktan çıkıp beyinleşecek, bunun

için haysiyetli bir fikirle gelmiş olacak, her fikir gibi sivilleşecek, kendine inandıracak;

peşinden, yumruğu (ast) ve beyni (üst) rnakama iade edecek ve böylece beyin yine beyin ve

yumruk yine yumruk kalacaktır.

Millet - ordu budur: Türk ordusu Tanzimattan beri bu Garplı ölçü etrafında şekillenmek

istemiştir. 50 küsur yıl evvelki dâsitânî zaferini bu ruhla kazanmıştır ve bugün…

Bugün, millet . ordular topluluğu manzumesindeki İtibarlı mevkiini yine bu eski ruha

borçludur. Esasta ve kökte münezzeh, fakat son zamanlarda, yönü değiştirilmek ve bazı

hiziplerin eline teslim edilmek istenen bu ruh. Mehmetçikle subayının şiarı oldukça Türk

milleti kendisini mutlu sayabilir.

ANLADIİIMIZ ORDU

İmam-ı Rabbânî Hazretleri, müridin şeyhine bağlılık derecesini anlatırken şu teşbihi kutlanır:

«Gasledicinin elindeki ölü gibi, nereye cevrilirse dönen insan...» Dünyada hiçbir benzetiş, tâbi

olunanın iradesinde erime halini bundan daha güzel anlatamaz. Bu ölçüyü başa aldıktan sonra

hemen mimleyebiliriz ki, bizim anladığımız ordu, fâni şahsın değil, ebedî fikrin emrinde bu

teslimiyeti ve o fikir dimağına bağlı yumruk sadakatini gösterendir.

Evinde arslan besleyen adam, arslanın hilkatinde meknuz yırtıcılığı kontrol edemez onun eve

karsı ehliliğini, dışarıya karşı da yırtıcılığını murakabe altında tutamazsa, aynı arslanın bir gün

kendisine saldırmasından şikâyet hakkına mâlik olamaz. Suç kendisinindir.

Bu bakımdan Türk cemiyeti ve onun irade ve idare cihazı. Kanunî'den Tanzimata kadar, iki,

Tanzimattan bugüne değin de birbuçuk asırdır suçlu...

Türk cemiyeti, İslâm vecd ve aşkını kaybetmeye başladığı Kanunî devrinden sonra emrindeki

yeniçeri arslanının, ne pars, ne sırtlan, ne akrep, ne yılan, hiçbir yırtıcı ve sokucu hayvan

cinsinin beceremeyeceği şekilde, pençesini, dişini, kıskacını, iğnesini beynine geçirdiğini

görmüş; ve ancak satıh üstü ıslahat ve dıştan macunlama hengâmesi altına alabildiği askerini,

bir daha, yeniçeriliğin başındaki fikir ve ideal ordusu mânasına erdirememiştir.

Büyük Doğu ideali, fikir ordusu mânasına (militarist - orducu) zihniyetinden ayrılamaz; ve

lâtince tabiriyle (militarist) mefhumun ışıklı kalesi içinde, millî ruhu yayıcı ve koruyucu

kuvvet heykelini tebcil eder.

Bu heykel, ne tarafa çevrilirse gık demeden döneceği, asla dönülemez istikametlere zorlandığı

zaman döndürmek isteyenlerin başına ineceği şartları takdir v« hududunu tayin etmekte gayet

dakiktir. Onu, Hazret-i Ömer'in «kötü yola saparsam ne yaparsınız?» sualine «kılıçlarımızla

düzeltiriz!» cevabındaki hikmet çerçevesinde tespit edebilirsiniz. Şu var ki, kılıç, sırf kestiği

için kesmeye ve bu arada hakkın boynunu vurmaya kalkışma gibi bir itisaf cinnetine

düşmekten her ân mahfuz ve masun tutulacak ve çürümüş, kokmuş cemiyetlerin bu sâri

hastalığına, karşı daima aşılı bulundurulacaktır.

Cemiyet ve cemiyetinin irade ve idare cihaziyle asla ihtilâf haline düşmeyen, düştüğü zaman

da o irade ve idare cihazına kendi dünya görüşünü nakşetme kudretini elinde tutan; ve kılıcı,

kılıç için değil, fikir için çeken bir ordu; âlemde hiçbir hendese şeklinin erişemeyeceği

(senfonik) nizam ifadesi içinde başımızın tacıdır.

Bizim anladığımız «gassal elinde meyyit» kadar hakka tâbi ve aynı nispette haksızlığı ve

haksızlığa karşı vazifesini müdrik ordunun heybetli bir kıtası, rap, rap, cemiyet meydanından

geçerken, bando mızıka önünde zıplaya zrplaya koşan sümüklü mahalle çocuklarının

heyecanını duymaktan üstün bir duygu tanımıyoruz.

Zira dünyayı gaye kabul edenler ve ötesine inanmıyanlarca, hiçbir görüş tarzı, faniliği ve

mahdutluğu açık olan bu dünyada bir eser bırakmak ve arkadan geleceklere bir mâna ve

madde donatımı terketmek cehdini besliyemez. «Bu. bu kadardır!» dedikten sonra dikilecek

her taş, günübirlik hayat ihtiyaçlarına ne derecede medar olursa olsun, hakikatte ve esasta,

korkunç ve lüzumsuz bir abes belirtmeye mahkûmdur. Arkadan gelen nesillerin tesellisi ise,

varlığı ve yokluğu, kendi öz ferdiyetinin kâsesi içinden tadan insanoğlu hesabına, aşk ve

şevkle eser vermek yolunda kâfi ve sağlam bir müeyyide değil, sadece suni ve dayanıksız bir

tedbirdir. Allah'a inanılmıyan yerde, hakikat ve esas gaziyle, tek taşı ayakta durdurabilmenin

imkânı yoktur.

Böyle olunca, dünyayı imar, her halde ve herşeyden evvel maddeci telâkkilerin işi olmamak

icap eder.

Halbuki böyle olmamış; asırlar boyunca İslâmiyet, ferdî temsil kadrolarında, ahiret uğrunda

dünyayı yüz üstü bırakmak ye camilerden başka hiçbir mekânı haşmetli bina etmemek

mânasına alırimıştir. Garbın bâtıl dini ise, ancak papas telkinlerinin zayıflamaya ve

mensuplarının maddîleşmeye başlamasından sonra dünya imarına yol açıldığını görmüştür.

Böylece, hak ve bâtıl kutuplariyle dinlerin, insanoğlunu dünya vazifelerinden alıkoyduğu ve

din telkinlerine ne kadar kıymet verilmezse o kadar dünya imarına imkân hâsıl olduğu

üzerinde, tamamiyle yanlış ve ters bir zehap doğmuş; ve bu kolay zehap asırlar boyunca

kökleşerek. hemen hiçbir fikir adamında, tersyüz edilen hakikati ihtara kudret bırakmamıştır.

Garbın bâtıl din bünyesi böyle ,bir idrake imkân vermediği için, hakikat, Garplı mütefekkirler

tarafından keşfedilemezdi. Bunun için İslâma kucak açmak gerekirdi. Fakat İslâm

mütefekkirlerince, Garbın bütün tezat ve buhranı da dâhil olarak, yegâne kurtarıcı dinin

ruhuna bîgâne kalınması ve bu yüzden sebeb ve neticelerin süzülememiş olması, şahsî idrak

ve tefi kabiliyetsizliğinden bu düğümü çözememiştir. Eğer yalnız bu nokta izah edilebilseydi,

dünyayı ve dünya hakimiyetini elimizden almak suretiyle ruhumuzu ve gayemizi körlettiğini

sanan Hıristiyanlık, çoktan bize mağlûp olmuş bulunurdu.

Din gözünde âhiretin zıplama taşı olmaktan ibaret bulunan dünya, yine dirî eliyle

çerçevelenmiş hakları verilmedikçe, bizi ötelerin haklarından da mahrum edecek kadar

kuvvetli bir tuzaktır; ve bütün marifet, bu dinî inceliği kavrayabilmektedir.

Onun içindir ki, hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya hemen ölecekmiş gibi âhirete memuruz; ve

yine onun içindir ki, mescitlerimizi sade ve şehirlerimizi ziynetli bina etmek gibi hudutsuz

hikmetli bir Peygamber emri almış jnuyoruz. Yani bugüne kadar yaptığımızın tam aksi... Hi

nen ölecekmişiz ve zaten yaşamamaktaymışız gibi ezginlikten ibaret âhiret tesellisi; ve yalnız

mabetler aç ıa bir ihtişam ve gerisi teneke evler... Bize bu ruhu te in edenierse. Kâinat

Efendisinin her mikyas üstü deri tâtırvma yol: açmak dâyösiyle yalan haber veren sahte

mutasavvıflar ve kalpazan dervişler olmuştur. Gerçek ta| avvuf ve bâtın yolculuğu, bu gidiş ve

gelişin tam aksi' tedir. • islâm inkılâbında düriya, Islâmiyetin hakikatine tı-<jttp uygar»

olarak, biz her şeye malik olduktan sonra! içbir şeyin bize malik olmaması inceliğinden ibaret

bu-ınön gerçek fakirlik gibi, bizim yüzde yüz sahip ve hö-J im olacağımız, fakat onun bize

sdhip ve hâkim olamıya-ağı ve üstüne yapılan her nakşın asit gaye olarak ken-isini aşacağı

muvakkat bir plândır. Ve iste dünya böy-îce kabul edildikten sonradır ki, solmaz renk ve

ölmez eslerin iklimine yol veren geçit noktası olarak bu muvakkat plânı baştan başa

donatmak, bezemek, ötelerin sevk ve neşesiyle süslemek din! bir vazife olur ve zahmetine

değer. Yoksa dünya dediğimiz plânı donatmak ve bezemek için, ondan başka bir şeye

inanmamak icap etseydi, asıl o zaman bu plânı donatmaya ve bezemeye imkân verici büyük,

devamlı ve mefkûrevî şevk kaybedilmiş olurdu. Bilinen ve görülen imar örnekleri, tek başına

kaldıkça yine bilindiği ve görüldüğü gibi, yarını tekeffül etmek iktidarında değildir ve

tamamiyle suni ve büsbütün fânidir.

İslâm inkılâbının, dünyayı imar mevzuunda, Allah ve Resulünün muradına tam uygun

olduğundan emin bulunduğu bir girift hikmet dâvası kavranır kavranmaz, şimdiye kadar Garp

dünyâsında gördüğümüz bütün örnekler ve onları kât kat aşan en yeni buluşlarla mukaddes

ölçüler çerçevesi içinde dünyayı imar. küfrün veya bâtıl dinlerin değil, bizim hakikatimiz ve

onların tezadı olarak meydana çıkar.

TOPLAM

Dâvayı evvelâ vatan sınırlan içinde, sonra eşit ruh muhtevasına sahjp milletler kadrosunda,

daha sonra da bütün zıt topluluklar muhitinde zafere ulaştırmaya memur, harikulade çevik ve

ince bir plân zekâsı ve siyaset dehâsı...

Müslümanlıklarına rağmen, o nuru gölgelendirmiş ve Resulünün muradına tam uygun

olduğundan emin numuneliği haysiyetinden mahrum gören, bütün feyzi tek ve mutlak kaynak

bildiği Saadet Devri ve Sahabîler topluluğundan alan, böylece hayatın her tecelli sahasına

hâkim yepyeni bir vecd ve edaya yol açan bu vecd ve edayı namütenahi ileri bir nesil

başlangıcına perçinleyen ve ebediyen perçinleyecek olan bir gençlik teşekkülü dâvası...

Bütün kıymet hükümlerini ve nefs muhasebelererini İslâmiyet mizanından aldıktan sonra birer

birer sükut edecek ve herbiri her hakkın İslâmiyette gerçekleştirip îst| lal dâvalarını

kaybedecek olan içtimaî ve iktisadî mezheplerin hâs isimleri ve öz hüviyetleriyle kökünden

iptali...

Kuvveti nispetinde mahcup, hicabı nisbetinde kur, vakarı nisbetinde edib; ve mukaddes

dâvanın ruh emrine bağlı madde kıymet ve zarafetini temsilden başka tek gayesi olmıyan bu

ulvî gayenin asîl ruhuna malik ve her cihazı, âleti, hali ve şekliyle mefkûrevî nizam ve heybet

şiirini heykellestiren Yeni Altun Ordu…

Dâvanın kemmiyet ve iptidaî madde kaynağı satranç tahtaları gibi muntazam, polis noktaları

gibi her murakabeye nezaretli, maddî ve manevî sjhhat ve şahsiyet çekirdeği, süt beyaz ve süt

liman, mesut ve müreffeh köy…

Dâvanın keyfiyet ve mâmul madde mansabı, sanki fil dişinden kaldırımlarında en ileri ve

nuranî fikir ve idrak çilekeşlerinin harikulade bir ahenk ve huzur ifadesiyle aktığı ve kimsenin

kimseye çaparız teşkil etmediği, kat ve kubbe kubbe bina ve çatılarının insanoğluna ait büyük

oluşu mekânlaştırdığı ve her dert ve her ihtiyacın kadrosunda muessiseleştîği muazzam şehir,

haşmetli (Metropolis)…

İçinden ve dışından sımsıkı müeyyideli ve tam sigortalı aile hücresi...

Bütün oluş sahalarının merkezî ve muhitî eksiksiz ve tezatsız bilgi plânını çerçeveleyen tek

sistemin, devlet aile ve muallim gibi üç ayaklı sehpa üzerinde durması sına bağlı olduğunu

bilen talim ve terbiye ocağı.

Zekât ve yardım emri sayesinde' içtimaî teavün ve tesavi gayesini son haddine ulaştırıcı ve

şahsî mülkiyet hakkı içinde içtima? mülkiyetin her hakkını ödeyici ihyakâr iktisadî nizam...

Müslümanlara ait, eşya. ve hâdiselere hâkimiyet hakkının icra vasıtası olan ve mü'minlerin

kaybolmuş malını belirten müspet bilgiler dehâsını, henüz erişilmemiş ve erişilemez haddiyle

temsil...

Mukaddesat ve cemiyetin müşahhas hicap ifadesi olan dinî ölçüler içinde her tarafı kapalı,

ondan sonra her kıymeti açık, böylece her örnekten fazla güzel ve tesirli kadın...

Vatanın, cemat, nebat, hayvan ve insan, bütün kadrosuna şâmil içtimaî fayda ve faaliyet

prensibi; ve zayi olmaktan memnu, hattâ tek zerre (enerji)...

Kulların değil. Allanın ve ona bağlı vicdanın emrettiği adalet...

Âhiret mâmurluğunun tarlası olan dünyayı, sonunda bir taş tahta gibi bütün yazılariyle

silineceği biline biline, son kum tanesine kadar imar...

Bütün pisleri ve pislikleri ayıklanıp, bütün temizleri ve temizlikleri çeşmeler ve seller gibi

akıtılacak ve dâvanın tahassüs âletlerini şekillendirecek güzel sanat şubeleri...

Sıhhat ve güzellikte her tedbir...

Öreme ve türemede her çare...

Nihaî kavga ve zafer plânı olan Batıya karşı, kemmiyet ve keyfiyet zemini olarak istinadı şart,

Asyacılık gayesi

Ve nihayet, herbiri kitaplık çapta bu otuzüç prensibin. bütün teşkilât ve idare ruh ve dehasını

billûrlaştıran üstün üstü buluş ve eriş; Yüceler Kurultayı ve Başyücelik mefkuresi... ݺte bu

noktaya gelmiş bulunuyoruz

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

VIII- DEVLET VE İDARE MEFKÛREMDZ

* Başyüce ve Kurultay

*Başyüce

*Yüceler Kurultayı

*Başyücelik Hükümeti

*Hükümetin 11 Davası

*Yüce Din Dairesi

*Halk Divanı

*Başyücelik Akademyası

*Başyücelikte ݺ Ölçüsü

*Başyücelikte Ceza Ölçüsü

*Başyücelikte Umumi Manzara

*Başyücelik Emirleri-Kanun

*Başyücelik Emirleri - Zevk ve Terbiye

*Başyücelik Emirleri-Kumar

*Başyücelik Emirleri-Dçki ve Zehir

*Başyücelik Emirleri-Zina ve Fuhuş

* Başyücelik Emirleri-Faiz

*Başyücelik Emirleri-Kahvehane

*Başyücelik Emirleri-Külhanbeylik

*Başyücelik Emirleri-Vatandışı

*Başyücelik Emirleri-Sinema

*Başyücelik Emirleri-Dans

*Başyücelik Emirleri-Parazitler

*Başyücelik Emirleri-Heykel

*Başyücelik Emirleri-Matbuat

*Başyücelik Emirleri-Yine Basın

*Başyücelik Emirleri-Radyo

*Başyücelik Emirleri-Üniversite

*Başyücelik Emirleri-Batıda Tahsil

*Başyücelik Emirleri-Ecnebi Mütehassıs

*Başyücelik Emirleri-Harf Davası

*Başyücelik Emirleri-Kıyafet ve Şapka

*Başyücelik Emirleri-Kadın Kılığı

*Başyücelik Emirleri-Vâizler

*Başyücelik Emirleri-Yine Kılık

*Başyücelik Emirleri-Köy İmamı

*Başyücelik Emirleri-Subay

*Başyücelik Emirleri-Dşçi

*Başyücelik Emirleri-Sermaye ve Patron

*Başyücelik Emirleri-Fabrika

*Başyücelik Emirleri-Vesaire

*Not

BAŞYÜCE VE KURULTAY

· Bütün kuvvet tevazünü, her temsil kutbu aynı kök ideolocyaya bağlı olarak, “Başyüce” ile

“Yüceler Kurultayı” arasındadır. “Yüceler Kurultayı” “Başyüce”de, kendi mânevî

şahsiyetinin öz eliyle seçilmiş icra ve temsil birliğini; ve “Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nda,

kendi icra ve temsil birliğinin, üstün güzîdelerden mürekkep, murakabe ve muhasebe

kadrosunu bulur.

· Öyle ki "Yüceler Kurultayı”, havâi kitle reylerinin kemmiyet dalgalanışındaki hikmetsizliğe

zıd olarak, daima kendi kendisini tekmil ve inşâya ve daima hak ve hakikate memur,

giderken; onun ve devletin kafası olan “Başyüce”, yine onun seçiminden gelerek, hak ve

hakikatin millet üstü manasiyle hak iradesine bağlı cephesini en ince âhenk içinde telif eder.

· "Yüceler Kurultayı” vicdan; ve “Başyüce” irade...

· Böylece, hak ve hakikatin muhtaç olduğu birbirini murakabe ve muhasebe edici iki ana

merkez doğmuş olur; ve bu iki ana merkezin iş ve fikir kaynaşmasından doğacak olan vahdet,

demokrasyaların varamadığı ve varamayacağı nizamlı hürriyetle, demokrasyalara zıd bütün

şekillerin başaramadığı ve başaramayacağı hür disiplini, sağ ve sol kanatlardan hiçbirini

incitmeden elinde tutar.

· "Başyüce”, "Yüceler Kurultayı”nı, her defa giren ve çıkan âzasiyle tasdik edecektir.

"Başyüce”, "Yüceler Kurultayı”nın fert fert dağınık ve zümre halinde toplu ruhunu, millet

adına ona karşı murakabe ve müdafaa halinde olacak ve hükmü “Yüceler Kurultayı”na

bırakacaktır.

· Buna karşılık “Başyüce” bütün hayat, faaliyet ve işiyle “Yüceler Kurultayı”nın murakabe ve

hakikati müdafaasına hedeftir.

· Şöyle anlamak lâzımdır ki, her şey, herkesi aşan bir hak ve hakikat mizanı önünde, daima o

hak ve hakikat adına birbirine hâkim ve mahkûm, birbirine şahit ve murakıp, mefkûrevî bir

âhenk tertibini işletebilmekten ibaret...

· Kendisi ve kendisine murakabe eden yine kendisi olarak, bir insanda iki cephe veya iki

cephede bir insan...

· "Yüceler Kurultayı” “Başyüce”yi beklenmedik menfî ve zıd şartlar içinde görürse, onu, en

aşağı yüzde yetmiş beşi bulması gereken bir ekseriyet karariyle devirip, bu takdirde nihâî

irade tecelli edinceye kadar arasından birini “Başyüce” ilân etmek hakkına maliktir.

· "Başyüce” “Yüceler Kurultayı”nı doğrudan doğruya feshetme hakkına malik değildir. Ancak

“Yüceler Kurultayı”nda beklenmedik menfî ve zıd temayüllerin kümelendiği ve bütün

kadroyu kuşatmaya başladığı bir fesat takdirinde, derhal milletten, kendisiyle "Yüceler

Kurultayı” arasında hakem kararı isteyebilir. Bunu isteyebilmesi için, "Yüceler Kurultayı”nın,

en aşağı yüzde kırk nisbetinde kendisiyle beraber olması lâzımdır. Milletin “Başyüce” lehinde

vereceği hüküm, “Yüceler Kurultayı”nı, yalnız “Başyüce” tarafını tutuş nisbetinden ibaret

bırakır; gerisi derhal tasfiyeye uğramış olur ve bu kısım, sonra kendi kendisini ikmal eder.

Milletin “Başyüce” aleyhinde vereceği hükümse onu hemen düşürür ve yeni bir devlet reisi

seçimine yol açar.

· Her beş senede bir “Başyüce” seçimi gibi tabiî haller üstü, millet iradesini tecellisi aranan

vaziyetlerde, devlet ve hükümet bütünü dışında, “Yüceler Kurultayı” milli iradeye

başvurabilir.

· Hükûmet ve icra mekanizması, böyle vaziyetlerde sadece millî iradeyi tahakkuk ettirmekle

vazifelidir.

· Hükûmet, evvelâ "Başyüce”ye, sonra o yoldan “Yüceler Kurultayı”na karşı mesul olarak,

“Başyüce” tarafından ve “Yüceler Kurultayı” kadrosu dışından teşkil edilir.

· Hükûmet, "Yüceler Kurultayı”nın 1 fazlasiyle itimatsızlık reyini aldığı ân derhal düşer.

· "Başyüce”den itibaren “Yüceler Kurultayı” âzasına ve topyekûn hükûmet kadrosuna kadar

hiçbir ferdin, kanun muvacehesinde mesuliyetsizlik ve şahsî masuniyet gibi bir imtiyazı

yoktur. Meselâ, sokağa tükürmek, “Yüceler Kurultayı”ndan çıkacak bir zevk ve terbiye

yasasına göre suçsa, zabıtâ, bunu yapacak bir “Başyüce” ile bir “yüce"yi, bir hükûmet reisini

veya bir çöpçüyü bir tutar.

BAŞYÜCE

· "Başyüce” kaba ve umumî manasiyle herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimaî

bir remzdir. Bir timsal...

· Bütün selâhiyetler beşerî haddin en üstüniyle eline teslim edilmiş kâmil ferdin, Allah’ı,

vicdanı ve milleti arasında terkibleştirmeye memur bulunduğu kâmil âhenk uğrunda, öz

nefsini selâhiyetsizlikte son mertebeye indirmesi... “Başyüce”nin heykelleştirdiği remz, işte

bu mânanın temsilciliği ve şahıslandırıcılığıdır.

· "Başyüce”, milletini tek şahıs içinde yekûnlaştıran baş örnek… Onun içindir ki, selâhiyeti,

hak ve hakikate karşı bu yekûna eş, kendi öz nefsine karşı da bu yekûnun en ufak parçasından

daha küçük...

· "Başyüce”nin kendi öz lisanından başka her edâsı ve işi, “ben milletimin, görünürde en

ahlâklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim!” diye ilân edecektir.

· "Başyüce” "Yüceler Kurultayı”nın her şubede lif lif örülmüş kanunlar manzumesine aykırı

emir veremez ve vermez; fakat her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur.

Kanunun birşey söylemediği yerde “Başyüce”nın emri, kat’îdir.

· "Başyüce”nin bir emriyle hükûmet değişir.

· Bütün hükûmet manzumesi, en büyük mümessilinden en küçüğüne kadar onun adına iş

görür.

· Kaza cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.

· "Başyüce”, bütün icra vasıtalarının ve bütün şubeleriyle ordunun başıdır. Başbuğ, doğrudan

doğruya “Başyüce”nin vekilidir.

· Anlaşılıyor ki, "Başyüce”, İslâmın “ulülemr” diye isimlendirdiği büyük içtimaî irade ve icra

makamını, bu makama en küçük nefs ve hırsı karıştırmamak ve kendi öz nefsaniyeti

bekımından mâdum kalmak borcu altında, şahsiyle dolduran ideal ferddir. “Başyüce”, temsil

ettiği iman ve hakikat kutbunun, en ileri hürriyet içinde her şeyi ve herkesi köleleştiren

mânasına karşı mukaddes mîzan önünde, bizzat, her şeyden ve herkesten fazla köleleşecektir.

“Başyüce”, temsil ettiği hudutsuz mânanın altında evvelâ kendisini ezecek; ve sonra bağlı

olduğu mânalar âleminin temsil hadkleri içinde, fâni şahsını –fâni şahsına hiçbir pay

vermeksizin- en göz kamaştırıcı kudret ve haşmet ifadesiyle alabildiğine pırıldatmaktan

çekinmeyecektir. “Başyüce”de pırıldayan kudret ve haşmet ifadesi, onun değil, bütün

milletiyle bağlı olduğu mânalar âleminin; ve oradan aksederek, milletinindir.

· Cemiyetin, hangi sahada olursa olsun, en dertli ve ıstırablı unsuru, “Başyüce”yi, kendisi

kadar dert ve ıstırab içinde olup olmadığını ve derdinin çaresini elinde tutup tutmadığını

anlamak bakımından, her ân hesaba çekmeye muktedir, kanunî bir imkân sahibi olacaktır. En

küçük suistimale karşı, cürret edicisine en büyük cezayı dâvet edecek olan bu imkân, her

vatandağın evinde, keyf için çekilmesi yasak bir imdat işareti koludur.

· "Yüceler Kurultayı” beş yıl için seçtiği “Başyüce”yi tekrar intihab edebilir.

· Tekrar seçilmeyen "Başyüce” yaş haddini aşmamış bulunuyorsa “Yüceler Kurultayı”ndaki

yerine davet eder.

· "Başyüce”lik makamı üzerinde Kurultaya karşı en tesirli irşad, “Başyüce”nin kendi yerine

bizzat göstereceği namzet veya namzetlerdir.

YÜCELER KURULTAYI

· "Büyük Doğu” mefkûresinde, cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri

bilinen millet meclisleri yerine, bir “Yüceler Kurultayı” vardır.

· "Yüceler Kurultayı”, milletin;dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müspet bilgilerde,

ticarette, askerlikte, idarede, işde, hulâsa insan kafasının arayıcı hamlelerini ve idrak çilelerini

plânlaştıran her sahada, eser, keşif, görüş, terkip ve dâva sahibi (aksiyon)cu güzidelerinden

örülüdür.

· "Yüceler Kurultayı” nın mânası, milleti, en ileri düşünenlerinin ve en iyi yapanların

kadrosunda özleştirmektir.

· "Yüceler Kurultayı” nın mânası, milleti, -doktor hâkimiyeti altındaki hasta gibi- sâf ve

mücerred idrak ıstırabı çeken ruh ve dimağ işçilerinin hâkimiyeti yolundan, hak ve hakikatın

hâkimiyeti altında tutmaktır.

· "Yüceler Kurultayı” nın cephe duvarında şu levha ve şu ölçü pırıldar: “Hâkimiyet

Hakkındır”...

· Bir millet kadrosunda gerçek münevverler (otorite)si diye vasıflandırılabilecek “Yüceler

Kurultayı”, hâkimiyeti, ister fert ve ister zümre olarak kendi nefsâniyet ve enâniyeti olmayan

üstün yaradılışlar elinde, hak ve hakikate mahkûmiyetten başka bir şey değildir. “Yüceler

Kurultayı” gerçekte hâkimlerin değil, mahkûmların çerçevesidir.

· "Yüceler Kurultayı” nın bir ân bile tahammül edemeyeceği birici telâkki "Milletin keyfi ve

canı böyle istiyor!” tesellisi altındaki nebatî serbestlik ve hayvanî başıboşluktur. Sadece

kemmiyet plânına bağlı rey ve temayül tecellisinin, serbestlik maskesi altında keyfiyeti

mahkûm eden istibdadı, "Yüceler Kurultayı” na tam aykırıdır. “Yüceler Kurultayı”nın

anladığı hürriyet, bir kere ve bin kere daha tekrarlıyalım; hakikate esarrettir.

· "Yüceler Kurultayı” nın âzası, en aşağı 40, en yukarı 65 yaşında ve maddî ve mânevî kâmil

sıhhat içinde olur. Bütün hususî hayatı, her türlü faaliyeti, her ân hayat ve hâdiselere karşı

verdiği imtihanlarla, kendi kendisini millet ve Kurultayın tam ve mutlak müşahade ve

murakabesi altında tutar. Bağlı olduğu iman kutbunun, fikirde ve ahlâkta tam ve katî

samimiyet ve hâlisiyetini canlandırır. Vecd ve aşk içinde yaşar. Dâvasından başka hiçbir hasis

fert ve nefs hayatı sürmez. Meslekî politika zanaatinin ve her türlü menfaat ve tesirin üstünde

kalır.

· "Yüceler Kurultayı”na ait zatî vasıflar manzumesi, en ince teferruatına ve en hurda

tafsilâtına kadar sımsıkı örülmüştür. "Yüceler Kurultayı”, âzası içinde üstün vasıflarını

düşüren, yahut yerli yerinde bekleten değil, hattâ daima ilerletmeyen ve yükseltmeyen her

ferdi derhal tasfiye edici nâmütenahî ince bir dikkat ve hassasiyet ölçüsüne sahiptir.

· Millet meclislerinde olduğu gibi, topluluğun bütün irade ve karar mihrakı "Yüceler

Kurultayı”dır. "Yüceler Kurultayı”nın her ölçüsü kanundur; ve her kanunu, tezatsız bir

ideolocya bütününün tatbikî hükümleri halinde bir ana manzumeye ve onun da perçinli

olduğu aslî mihraka bağlıdır.

· "Yüceler Kurultayı”nı ilk defa bir “Müessisler Meclisi” meydana getirir. Ondan sonra

kurultay âzası, kendilerini şahıs şahıs kuşatan ve en küçük uygunsuzluk tezahüründe tasfiyeye

uğratan sebepler dışında, ebedi olarak yerinde kalır. Dinç ihtiyarlık engel teşkil etmez.

· "Yüceler Kurultayı” temelleştikten sonra kendi kadrosu içinden “Başyüce”yi seçer.

· Kurultayın seçtiği “Başyüce” devlet reisidir; devletin ismi de “Başyücelik”tir.

· "Başyüce” 5 yıl için seçilir.

· "Yüceler Kurultayı”, ölüm, ağır hastalık, çekilme isteği, çekilmeye dâvet gibi hâllerle ayrılan

âzası yerine derhal yenilerini bizzat ilân ve intihab eder.

· "Yüceler Kurultayı”, vatan ileri gelenlerinden en lâyıklarına "Yüceler Kurultayına namzet”

unvanı altında, sayıyla kayıtlı olmayarak, mânevî bir derece verir. En büyük kıymet ve

mükâfat olan bu derecenin sahibi, hiçbir temsil hakkı olmaksızın, derecesine her ân liyakat

belirtmekte devam eder. Bu dereceye en küçük bir liyakatsizlik, sahibini, "Yüceler

Kurultayına namzet”lik hakkından düşürür. "Yüceler Kurultayı”, yeni âzasını bu namzetler

arasından seçer.

· "Yüceler Kurultayı”nın âzası, eksiksiz ve fazlasız 101dir ve bu âzadan herbiri bütün vatanı

temsil mevkiindedir.

· "Yüceler Kurultayı” âzası, halkın değil, Hakkın seçtikleridir.

BAŞYÜCELDK HÜKÛMETD

· Başyücelik Hükûmeti, bir Başvekil ve onbir vekilden mürekkeptir.

· "Vekil" tâbiri, doğrudan doğruya “Başyüce”ye izafetledir.

· Her biri üçer müsteşarlığa bölümlü olan vekâletler, memur olduğu vazife bütününün, birkaç

vekâlet çapında en girift ve en dolgun iş manzumesini belirtir.

· Maarif Vekâleti: "Dlim ve Güzel Sanatlar”, “Halk Terbiyesi ve Evleri” “Umumî Öğretim”

isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Savaş Vekâleti: “Kara”, “Deniz”, “Hava” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· İktisat Vekâleti: “Sanayi”, “Ticaret”, “Ziraat” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Maliye Vekâleti: "Bütçe ve Umumî Muvazene", "Vergiler ve Resimler", "Bankalar ve

İnhisarlar” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Sağlık ve Bakım Vekâleti: “Dyileştirme”, “Güzelleştirme”, “Çoğaltma” isimli üç

müsteşarlığa bölümlü…

· Adliye Vekâleti: "Mahkemeler", "Islâhhaneler", "Kanunlar" adlı üç müsteşarlığa bölümlü...

· Matbuat ve Propaganda Vekâleti: "Matbuat", "Propaganda", "Turizma" isimli üç

müsteşerlığa bölümlü…

· Hariciye Vekâleti: "Şark”, “Garp”, “Haber Alma” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…

· Dâhiliye Vekâleti. "Mülkî Teşkilât”, “Belediyeler”, “Umumî İnzibat” isimli üç müsteşarlığa

bölümlü…

· Nâfia Vekâleti: "Tesisler", "Yollar", "Münakale Vasıtaları” isimli üç müsteşarlığa bölümlü...

· Düzenleme Vekâleti: "Teşkilât Düzeni”, “Dş Düzeni”, “Sigorta ve Tekaüt Sandığı” isimli üç

müsteşarlığa bölümlü…

· Müsteşarlıklardan her birinin emrinde, kucakladığı işin kütle ve mahiyetine göre müteaddit

umumî müdürlük organizmaları vardır. Bu umumî müdürlükler, günümüzün Bakanlık

teşkilâtına eş genişlikte ve ünvan iptizaline mâni kıymettedir.

· Vekâletlerden herbirinin kumanda ve kurmay heyetini, bir vekille üç müsteşar kadrolaştırır.

Her vekâletin üç müsteşarı kendi aralarında tam bir iş âhengi belirttikleri gibi, bütün

vekâletlerin otuzüç müsteşarı da hükûmet bütününde aynı şeydir. Siyaset yolundan gelecek

olan vekillere nazaran meslek yolundan gelecek müsteşarlarda da, vekillere eş bir terkip ve

telif ruhu aranacaktır.

· Hükûmetin umumî siyasetini, Başvekilin reisliğinde 11 vekilden mürekkep Vekiller Heyeti;

hükûmetin iş sistemini de, topluca Vekiller Heyetine ve ayrı ayrı kendi vekillerine bağlı

olarak, Başvekâlet müsteşarının reisliğinde 33 müsteşardan mürekkep Müsteşarlar Heyeti

temsil eder. Müsteşarlar Heyeti, daima Vekiller Heyetinin emriyle toplanır.

· Din işleri reisliği, ve seferde Başbuğluk ve hazarda Başkurmaylık; doğrudan doğruya

“Başyüce”nin o sahalardaki icra ve temsil hakkına izafetle, müstakil ve hükûmet üstü

mahiyettedir. “Başyüce”nin reislik edeceği veya “Başyüce”yi temsilen Başvekilin lüzum

göstereceği Vekiller Heyeti toplantılarına, bu iki iş kutbu da, en ehemmiyetli söz ve fikir

hakkiyle katılır.

· Temyiz mahkemesi, devlet şûrâsı, muhasebât divanı gibi teşekküller, devlet ve hükûmet

siyâsetinde hiçbir fiilî mevkii ve hakları bulunmayarak ve bütün hareketiyetlerini sadece

kendi mevzuularındaki kanunlardan alarak, daima “Başyüce”ye izâfetle, Vekiller Heyetine

karşı her bekımdan müstakildir.

· Vekiller Heyeti âzâsını, "Başyüce"nin "Yüceler Kurultay"ından seçeceği bir Başvekil,

"Başyüce"nin tasdikine arzetmek suretiyle tâyin eder, hükûmet üstü müstakil devlet

organizmalarının başları, daima "Başyüce" tarafından tâyin edilir.

· Bütün hükûmet cihazı bütün şubeleriyle, "Yüceler Kurultayı" âzâsının her türlü teftiş ve

murakabesine açıktır.

· Teşkilât bakımından ana ölçü: Esasların esası,devlet idaresi ve cemiyet güdücülüğünü,

milletin en yetkin ve seçkin ferdlerinden kurulu bir "şûrâ" vasıtasiyle yürütmek ve bu

"şûrâ"yı, reyi alınmaksızın, bu reye ender şartlar içinde başvurulmak üzere -ki bu şartların

zuhuru muhale yakındır- en gerçek millet temsilciliği mevkiinde görmektir. Ötesi kemmiyet

ve basit müşahhaslardan ibaret... Kemmiyet ve dış kalıp plânında her şey ve her zaman

değiştirilebilir ve icatlara uydurulabilir. Değişemez olan ruh ve keyfiyettir. Dâva, sadece, bu

ruh ve keyfiyete denk, dış kalıp ve teşkilâtı, usta mimarlar eliyle petekleştirebilmekte...

HÜKÛMETDN 11 DÂVASI

· "Başyücelik Hükûmeti"nin ruhunu dayadığı büyük iman ve dünya görüşü plâtforması

üzerinde ve sayısız ve mücerred dâva arsında, basit hükûmet programlarının müşahhas

ameliye hedefleri bakımından başlıca 11 dâvası vardır.

· RUH VE AHLÂK DÂVASI: "Başyücelik devlet ve hükûmeti"nin kucakladığı millete ait

bütün bir kök telâkkî ve idrakini her ân biraz daha titiz sulayacak, ışıklandıracak ve

nemalandıracak tezatsız bir ruh ve ahlâk örgüsünün, maddî ve manevî ameliye sahasında,

mükemmel ve muazzam tedbir cihazını kurma işi.. Bu dâvada Maarif, Matbuat ve

Propaganda, Adliye ve Dahiliye Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· UMUMî İRFAN DÂVASI: Bilhassa Garbın müspet bilgiler manzumesini kendi

topraklarında iklimlendirici, an'aneleştirici ve bütün taklit ve özenti plânlarından çekip

kurtarıcı mikyasta, en uzazk ve küçük köyden, en yakın ve büyük şehire kadar ve en üstün ve

ileri mâna irfaniyle beraber mayalandırma işi... Bu dâvada Maarif, Matbuat ve Propaganda ve

İktisat Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· KÖY VE KÖYLÜ DÂVASI: Köylünün ruhunu, vücudunu, kesesini, âletini, verimini,

ticaretini ihya; ve onu kılığından evine ve köyünün manzarasına kadar bütün bir şahsiyet ve

asliyet ifadesi altında zapdetme işi... Bu dâvada Mâarif, Dahiliye, Matbuat ve Propaganda,

Sağlık ve Bakım ve İktisât Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· ªEHİR VE UMRAN DÂVASI: Büyük şehir, belde ve (Metropolis) hayatının topyekûn

maddesini, görülmemiş bir şahsiyet, asliyet ve hususiyet damgası içinde kalıplaştırma ve

heykelleştirme işi... Bu dâvada Dahiliye, Matbuat ve Propaganda, Nafia, Sağlık ve Bakım

Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· ORDU DÂVASI: İmanından, ahlâkından, terbiyesinden, nizâmından, ilminden, âletinden,

kılığından, biçiminden, muâşeretinden her şeyine kadar, kemmiyette ne olursa olsun,

keyfiyette dünyanın en üstün ordusunu kurma işi... Bu dâvada Başkurmaylıkla, Savaş ve

Maarif Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· İÇ İNZİBAT DÂVASI: Müşterek dâva ve hamle yolunda, kelebekler ve güvercinler

arasındaki huzur ve âsayiş dünyasını gerçekleştirme işi... Bu dâvada Dahiliye ve Dliye

Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· DIŞ MÜNASEBETLER DÂVASI: Memleketin dış politikasını, ana ideolocyaya tam uygun

vaziyette, bir topyekûn Şark, bir de topyekûn Garp kutbuna göre ayarlı ve son derece nazik ve

çevik, ve millî menfaat uğrunda Şeytanı çatlatacak kadar ince tertiplerle takviyeli tarzda adım

adım gayesine ulaştırma; ve bu yolda bütün yeryüzü milletlerini bütün kuvvetleri ve

zaaflariyle tâ köklerinden ve ciğerlerinden bilme ve tanıma ve ona göre davranma işi... Bu

dâvada Başkurmaylıkla, Hariciye, Matbuat ve Propaganda Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· BÜTÜN NEŞDR VASITALARINI MURAKABE VE HDMAYE DAVASI: Her cins kitap,

broşür, gazete, mecmua, radyo, sinema, tiyatro, temsil, konferans, musikî, resim, hulâsa fikir

ve ruh telkinine mahsus her vasıtayı, en dipsiz hürriyet içinde dibinden kavrama, destekleme,

tutma, cevherlendirme, tesirlendirme ve ana hedefe yöneltme işi... Bu dâvada Matbuat ve

Propaganda ve Maarif Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· ݪ EMNDYETD VE ݪ SAHALARI ARASINDA ÂHENK DÂVASI: Bütün vekâletler arası

faaliyeti âhenkleştirme, millî iş ve memur kitlesini bütün haklariyle emniyet altında tutma,

halk şikâyetlerini takip ve mercilendirme ve büyük devlet teşkilâtını düzenleme işi... Bu

dâvada Düzenleme Vekâleti her vekâletle tam işbirliği halindedir.

· NÜFUSU ÇOİALTMA, GÜZELLEŞTDRME VE SAİLAMLAŞTIRMA DÂVASI: Nüfusu

kemmiyette şelâle bereketiyle taşırma, kitleyi insanoğlunun en nâdide çizgileriyle

güzelleştirme, sıhhati en yeni ve ileri tedbirlerle koruma işi... Bu dâvada Sağlık ve Bakım,

Maarif, Matbuat ve Propaganda, Dahiliye ve İktisat Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

· MDLLî SERVET VE İKTİSAT DÂVASI: Tam bir millî iktisat ideolocyasının tezatsız

sistemini örgüleştirme, millî serveti köpürtme, içtimaî refahı temellendirme, bütün deveran

sürat ve kıymetiyle para ve sermayeyi güdümleme, cemiyeti ve ferdi bütün verim ve alım

faaliyeti içinde muvazelendirme, maddî verim âlet ve cihazlarında en ileri dereceyi tutma ve

büyük iş ve kazanç, tediye ve taksim adaletini yerine getirme işi... Bu dâvada, İktisat, Maliye

ve Nafia Vekâletleri tam işbirliği halindedir.

YÜCE DDN DADRESD

· Bütün bu dâvaların ruh ve ölçü, müşahede ve murakabe kürsüsünde, icra bakımından

doğrudan doğruya "Başyüce"nin şahsında tecelli etmek ve onun dışında kendi şahsî

çerçevesinin mücerret vecd, aşk, fikir ve hakikat lâboratuvarını temsil etmek şartiyle "Yüce

Din Dairesi" vardır.

· Hükûmet reisiyle bir hizada ve hükûmet üstü seviyede "Başyüce" tarafından seçilecek olan

"Yüce Din Dairesi" Reisi, Başyüce nezdinde ana kaynağın ilim ve vicdan sesini belirtir ve bir

çelişme halinde Başyüceye karşı "Yüceler Kurultay"ını hakem tutar ve hiçbir tesir dinlemez.

· Ulviyet ve hususiyeti bakımından teşkilâtını hükûmet kanavasında göstermediğimiz ve iç

telkin, dış propaganda, dinî öğretim, din vazifelilerini yetiştirme ve kadrolaştırma, Evkaf

vesaire noktalarından inceden inceye plânlandırılmaya muhtaç gördüğümüz bu Daire,

Başyücelik emrinde ve "Yüceler Kurultayı" yanında, devletin başlıca istişare merkezi kabul

edilebilir.

· Bütün bu dâvaların, bütün iş, vazife ve teşkilât mümessilleriyle nefsinde düğümlü olduğu

büyük ferdî, irade ve icra mihrakı "Başyüce"dir.

· Ve bütün bu dâvaların, büyük tefekkürî topluluk mihrakı da "Yüceler Kurultayı"... Esasta

"Yüce Din Dairesi"nin hüviyet ve ruhu bütün iş dairelerine sindirilmiş olacağı için, böyle bir

teşkilâta lüzum, sadece mesleki ihtisas bakımındandır ve bu ihtisasın murakıplığından

ibarettir. Yüceler yücesi muazzez sahabîler devrinde olduğu gibi, herkesin ve her şeyin tek ve

mutlak istikamet üzerinde toplu bulunduğu bir vasatta, böyle bir teşkilâta ihtiyaç bile yoktur.

Ama nerede o erişilmez (ideal) dünya?..

HALK DDVANI

· "Büyük Doğu" mefkûresinin, "Başyücelik Hükûmeti"nde, halk kendisini devletin, devlet de

halkın kölesi bilecektir. Yarısı siyaha ve yarısı beyaza boyalı tekerleğin siyah ve beyaz yarım

daireleri gibi, her ân halkla hükûmet, birbirinin üstünde ve birbirinin altındadır.

· Selim duygu ve düşünceye dayanan hiçbir ferdî ve içtimaî alâka ve himaye isteği yoktur ki,

devlet ve ferdin hassasiyet ve mesuliyet çerçevesi dışında gösterilebilsin... Bizim anladığımız

devlet ve hükûmet ruhunun, "bu beni alâkalandırmaz" diyebileceği bir mevzu hayal edilemez.

· Delilerin çılgınca istekleri de beraber, her dâva sahibi, sonunda ya hastahaneye, ya

ıslahhaneye, ya kanaat ve itminana, yahut hakkının teslim, tespit ve takibine sevkedilmel

üzere, başlangıçta ve edep ve ölçü sınırları içinde her türlü hesap sorma selâhiyetine sahiptir.

Cemiyetin gözü önünde herkesi, istihkakına göre ölçmek, ana mîyardır.

· Cemiyette tek işsiz, tek aç, tek bakımsız, tek mazlum, tek mağdur, tek muztar yoktur ki,

gerekirse "Başyüce"nin kulak zarlarını patlatacak kadar mükemmel bir uyandırma ve hesap

isteme cihazının manivelâsını el altında bulundurmasın...

· Bu manivelâ, doğrudan doğruya "Başyüce"nin şahsına bağlı bir iş şubesi marifetiyle

dâvasını tespit ettirecek her ferdin, senenin bellibaşlı günlerine mahsus olmak üzere her yıl

ilân edilecek ve kurulacak “Halk Divanı”nda söz istemesidir.

· "Halk Divanı”, Başyücelik saryında bu ismi taşıyan büyük bir salonda açılır ve herkes

dinleyici ve seyredici sıfatiyle bu salona girebilir.

· "Halk Divanı"nda söz isteyen herkes, evvelâ dâvasındaki ciddiyet, sonra onu "Başyüce" ye

gelinceye kadar alâkalı makamlar nezdinde takip etmiş olup olmamak, sonrada ortaya attığı

şartlar üzerinde doğruluk ve hâlislik noktasından şiddetle mesuldür. Bunlar üzerinde en küçük

eksiklik, yanlışlık ve yalancılık, cüret edicisini "milletin fikir, hürriyet ve dâva hakkını

suistimal noktası"ndan en acı mahkûmiyete sürükler. Buna karşılık, doğru olmak ve daha

evvel takip edilip neticelendirilmemiş bulunmak şartiyle en küçük hak, "Başyüce" nezdinde

derhal kabullerin en büyüğünü kazanır; ve kemmiyet ve keyfiyeti daima "Başyüce"nin

takdirine kalmış olarak sahibini mükâfatlandırır.

· Bizzat "Başyüce" ve arkasında bütün hükûmetinin hazır bulunacağı "Halk Divanı"na mahsus

bütün şartlar, edepler, usuller, nokta nokta ve çizgi çizgi örgüleştirilmiş ve kanunlaştırılmış

olacaktır. "Halk Divanı"nda ve bu edepler içinde halk, bir veya birçok ferdiyle, haklarını,

"Başyüce"ye karşı bağıra bağıra müdafaa eder ve neticeyi alır.

· Cemiyetle halkın bütün ihtiyaç ve dâvalarını cevaplandırmak ve ait olduğu iş ve vazife

sahasında takip etmekle mükellef hükûmet cihazı, her vekâletteki hususî cihazdan başka

"Düzenleme Vekâleti"dir.

· "Halk Divanı"nın mânasını, halk, haklı olduğu mevzuda devlet reisini bütün hükûmetiyle

beraber herhangi bir ferdinin huzuruna çıkarıp hesap vermeye ve yol göstermeye memur, bu

ana şart dışında da aynı ferde, aştığı edep ve hak sınırı nisbetinde mesuliyet yükletici bir

adalet tertibi diye anlayacak ve ona göre kıymetlendirecektir. Bu noktada, hiçbir demokrasya

idaresinin varamayacağı fert hakkıyla hiçbir (totaliter) rejimin ulaşamayacağı hükûmet hakkı

bir aradadır.

· "Halk Divanı" buluşunun üstün mânası da, daima en küçükle münasebet halinde bir en

büyüğün, hâkimiyeti nisbetinde mahkûm ve mahkûmiyeti nisbetinde hâkim ve bütün tezatları

toplayıcı, kapatıcı ve son derece nazik ve ince ve yeryüzünde bir misli görülmemiş bir ruh ve

şekil belirtmesidir.

BAŞYÜCELDK AKADEMYASI

· "Doğru”nun, “iyi”nin, “güzel”in sonsuz arayıcılığı yolunda üç sınıf insan ve bu üç sınıf

insanın kümelendiği üç ruh ve akıl zümresi, “Başyücelik Devleti”nde, tam bir himaye, sahabet

ve kefalet altındadır. İlim adamları zümresi, fen adamları zümresi, sanat adamları zümresi...

· İnsan kafasının sâf ve mücerret ilim, fen ve sanatta en yeni ve en ileri görüş ve buluş

hamlelerini muhitleştirecek olan bu üç zümrenin umumî kadrosu “Başyücelik Akademyası”nı

çerçeveleyecektir.

· "Başyücelik Akademyası”nın üç ana kolu vardır: İlim ve Tefekkür Kolu, Fen ve Keşifler

Kolu, Edebiyat ve Güzel Sanatlar Kolu...

· Dünya çapında eser ve hüviyet sahibi asker, tarihçi, dinci, hukukçu, iktisatçı, içtimaiyatçı,

terbiyeci, ruhiyatçı, riyaziyeci ve her soydan mütefekkir, akademyanın “Dlim ve Tefekkür

Kolu”nu şubelendirir. Keşif sahibi doktor, fizikçi, her neviden mühendis ve benzerleri de

“Fen ve Keşifler Kolu”ndadır. Aynı üstün vasıflardaki şairi, romancıyı, piyes muharririni,

tenkitçiyi ve güzel sanatların başka şubelerine bağlı sanatkârları “Edebiyat ve Güzel Sanatlar

Kolu”nda bulabiliriz.

· Bütün bu kolların mensupları, bağlı oldukları verim faaliyetlerinin, sâf, müstakil ve mücerret

cehd ve zevkini temsil ettikçe, “Başyücelik Akademyası”nın kadrolaştırdığı hüviyet

içindedirler. Bütün bu mücerret ibdâ sahalarından, müşahhas cemiyet ve amelî dâvalarına

aktarılmış fikir mizaçlarının yeriyse “Yüceler Kurultayı”dır. Yani Akademya, kendilerini,

faaliyetlerinin mücerret tarafına bağlamış olanların ocağı...

· Böylece "Başyücelik Akademyası” mücerret ilim ve sanat çalışmalarından, müşahhas

cemiyet ve amelî hayat dâvalarına doğru kayan terkipçi ve (aksiyon)cu zekâlariyle, “Yüceler

Kurultayı”nın tabiî bir namzetler zümresi sayılabilir.

· "Başyücelik Akademyası” âzası, bütün hayat ihtiyaçlarını ve faaliyet icaplarını en (lüks)

mikyasta karşılayabilecek refah vasıtalarına sahip kılınırlar; ve (akvaryum) içindeki balıklar

gibi, “Başyücelik Akademyası”nda kaldıkça, kendi mücerret faaliyetlerinden başka hiçbir

sahaya çıkmazlar. “Başyücelik Akademyası” âzası, fahrî olarak memur kılınacakları hocalık

işlerinden başka hiçbir vazife kabul etmezler.

· "Başyücelik Akademyası”nın âzasını, kemiyet haddiyle kayıtlı olmıyarak, doğrudan doğruya

“Başyüce” tayin eder. Ondan sonra Akademya âzası, hususî kanununda belirli olacağı şekilde

teşkilâtını tamamlar.

· "Başyücelik Akademyası”, sâf irfan meselelerinde, daima “Başyüce”nin istişare çevresi

halindedir.

· Milli dil, lûgat, ansiklopedyalar, dağıtılacak mükâfatlar; millî tarih, resmî irfan programları

ve yetiştirme plânları ve alâkalı vekâletlerin sâf ve mücerret irfan meseleleri, “Başyücelik

Akademyası”nın vazifeleri içindedir. Şu kadar ki, ana gayesi, her sahada mücerret ibdâ çilesi

çeken insanları kadrolaştırmaktan ibaret olan Akademya’nın birinci hedefi, mensuplarının

ferdî ve hususî çalışmalarını ve müstesna verimlerini emniyet altına almaktan başka birşey

değildir. Akademyadan istenecek veya onun lüzum göstereceği işler, daima “Başyüce”den

alınacak emirler veya ona takdim edilecek tasarılar üzerinde olur; ve bunlar dışında,

“Başyücelik Akademyası’nın resmî hükümet işleriyle hiçbir münasebet ve alâkası bulunmaz.

· "Başyücelik Akademyası” âzasının tek manevî borcu, bir mısrâ veya bir fikir cümlesi

karşısında, yahut bir (lâboratuvar) içinde yıllar ve mevsimler geçirse de, sadece çalışmak, eser

vermek; ve nokta nokta büyük eser çilesini doldurmaktır. Akademya, durmak ve dinlenmek

bilmez, had ve derece tanımaz faaliyet ve verimini, devlet ve halkın müşahadesine arzetmek

bakımından, her ân, en yeni ve ileri şekilleri bulmakla mükelleftir.

· "Başyücelik Akademyası” hiçbir icraî müeyyide sahibi olmayıp devletin kültür “erkân-ı

harbiye”si makamındadır ve raporlarını Başyüceliğe takdim eder. Maarif cihaziyle de sıkı

temas halindedir.

· Başyücelik Akademyasının birinci vazifesi, kendi bölümlerinin hedef tuttuğu sahalarda

memleket kültürünü devamlı bir murakabe altında bulundurmak, onu (statik) plândan

(dinamik) plâna geçmesi için kamçılamak, her şubede türlü büyük mükâfat ve

şereflendirmelerle hamleleri beslemek, hâsılı insanî fikir, ilim ve sanat fâtihliğini

geliştirmektir.

· Başlangıçta Başyücelik tarafından seçilecek olan Akademya âzası, ancak ölüm veya

çalışmaya mâni devamlı hastalık sebebiyle emekliye çıkarılarak boşalabilmesi mümkün

kadrosunu bizzat doldurur ve devletin tasdikine arzeder. Yaşı 40’dan aşağı ve üzerinde

herhangi ahlâkî bir leke olan şahıs, “Başyücelik Akademyası”na seçilemez.

· Teşkilât ve hedeflerini bizzat plânlayacak ve bu mevzuda tam hürriyet ve istiklâl sahibi

bulunacak olan “Başyücelik Akademyası” ancak Büyük Doğu idealinin ulvî prensiplerini

mahfuz tutmak bakımından Başyüceliğe ve o vasıtayla Yüceler Kurultayına karşı mesul ve bu

kayıt dışında sonsuz serbesttir.

· Maymunvâri Batı taklidi hareketinden ibaret Tanzimat devrinin, içinde ekalliyet paşalarına

kadar yer veren “Encümen-i Dâniş” tecrübesiyle Başyücelik Akademyası arasındaki fark,

aynen maymunla insan farkına denktir.

· Başta “Fransız Akademisi” bulunmak üzere, bir memleketin kültür hayatını mayalandırmak

ve çeşnilendirmek ve gıdalandırmak bakımından “Başyücelik Akademyası”ndan daha

tesirlisini tarih kaydedemez.

BAŞYÜCELDKTE ݪ ÖLÇÜSÜ

· "Başyücelik Devleti"nde, maddî ve manevî her ne şekilde olursa olsun, tufeyli; başkalarının

kazança ve emeğine musallat tek fert bulunmaması gayedir.

· Tufeylîlerin başında, dilenciler, bütün işsizler ve mesleksizler, her türlü verimsizler, kaçaklar

ve ahlâk dışı tertiplerle kazanç sağlamaya bakanlar vardır.

· "Başyücelik Devleti"nde ana prensip, ferdin, devlet murakabesi altında, ister hükûmet ve

ister cemiyete mesul bir ifadeyle, bellibaşlı bir verim ve işe memur bulunmasıdır.Bu millî ve

umumî memuriyet, sadece bellibaşlı yaş hadleri ve bellibaşlı sağlık şartlariyle sınırlıdır.

· Devletin, millet ve cemiyet iradesini temsil yoliyle iş ve meslek diye kabul etmediği ve

içtimaî faydasına inanmadığı faaliyet şekilleri, iş ve meslek değildir. Meselâ "Başyücelik

Devleti"nde, köşebaşlarında boynu bükük bekleyip otomobillerin kapısını açarak bahşiş

toplıyan, nüfuzlu ve tesirli şahısların başları etrafında sivri sinekler gibi dolaşa dolaşa

dalkavukluk şarkıları söyleyen, hiçbir hak ve gerçeğe bağlı olmaksızın mâneviyat

istismarcılığı yapan ve uzaktan ve yakından bunları andıran örneklere yer yoktur.

· Tufeylî olmaya doğru giden verimsiz şahıs, ya iş bulamadığı, ya iş görebilmek şartlarına

malik olmadığı, yahut iş görmek istemediği için bu vaziyete sürükleneceğine göre, birinci

halde işi "Düzenleme Vekâleti" yoliyle devletten isteyecek, ikinci halde ve aile himayesinden

mahrum kalmış olmak şartiyle "Devlet Bakım Evleri"nde yaşayacak, üçüncü halde de

kafasına vurula vurula iş sahalarına sürülecektir. ݺ ve meslek sahibi olma çağındaki

"Başyüce"nin oğlu bile aynı ölçünün en aciz mahkûmu ve takip hedefidir. "Başyücelik

Devleti"nde babaya ve mirasa dayanma yoktur. Mutlaka iş ve emek...

· Başyücelikte iş ölçüsü ve iş dağıtımına memur hükûmet organizması, açık ve tabiî yollardan

bir mesleğe ulaşamayan ve bir meslekte tutunamayan ferdi, maddî ve manevî en sıkı ve en

doğru muayeneden geçirip, rençberlikten ameleliğe veya talebelikten herhangi bir memurluğa

kadar lâyık olduğu verim toprağına dikmek, orada tutturmak ve geliştirmekle mükelleftir.

Böylece içtimaî müspet sınıflar dışı bir iş kaçağından, bir gün, bir "Başyüce" meydana

gelmesi ihtimalinin yolu açıktır.

· Bakımından mesul olacak hiçbir yakını veya isteklisi bulunmayan maddî ve manevî sakat

fert, illetinin iyileşme veya iyileşmesine bağlı imkân kadrosu içinde, şifasına veya ölümüne

kadar devlet hastahanelerinin, devlet ıslahhânelerinin ve "Devlet Bakım Evleri"nin en has ve

en kıymetli konuğudur. Buralarda cemiyetin çürük ve tortu kısmı, en şefkatli gizlenme ve

bakılma örtüsü altında sokaklardan ve meydanlardan nihândır. Her türlü yakınlık himayesi ve

gelirden ve tam mânasiyle iş iktidarından mahrum ileri ihtiyarlarında yeri, "Devlet Bakım

Evleri"nin hususî şubeleridir.

· Devlet, çocuklara masal anlatmak kabiliyetinde bir ihtiyardan, parmak uçlarına inen temas

dehâsiyle bir hasır iskemle örebilecek körlere kadar herkesi en rahat iktidarı içinde

verimlendirmekle mükellef olduğuna göre, "Devlet Bakım Evleri"nin topyekûn verimsiz

konukları, topyekûn iktidarsızlardır. Bu bakımdan devlet, bir taraftan kendi girift ve

muhteşem teşkilâtı, öbür taraftan da irade mihrakını teşkil ettiği cemiyette aile ocaklarıyla sıkı

ve uyanık bir bağlantıya sahiptir.

· Başyücelikte iş ölçüsü ve iş dağıtımına memur hükûmet organizmasının, evvelâ önlemek ve

sonra verimlendirmekle mükellef olduğu tufeylîler ve serseriler mevzuunda, ihtiyarlar ve

illetliler zümresinin karşı kutbu olan başıboş çocuk bulunmaktadır. Esasta ana baba murakabe

çerçevesi içine sımsıkı mıhlı, bu çerçeveden kaydığı ve kaydırıldığı nisbette ana ve babaya

büyük mesuliyetler yükletici, ancak bellibaşlı şartların zoriyle bu çerçeveden kopar kopmaz

ve her türlü yakınlık himayesinden mahrum kalır kalmaz da hemen devlet eline geçmeye ve

devletin elinde yetiştirilmeye mahkûm, fevkalâde hassas, başı boş çocuklar mevzuu... Devlet,

doğrudan doğruya kendi eline geçme vaziyetindeki çocukları, bir taraftan onları evlât

edinecek aile ocaklarına arzederken öbür taraftan da bizzat kendi müessiselerinde yetiştirip,

en parlak istikbale takdim etmek; böylece insan, istidat, kabiliyet ve iş tasarrufunu son

haddiyle misallendirmek borcundadır.

BAŞYÜCELDKTE CEZA ÖLÇÜSÜ

• Uçurumdan kendisini atan parçalanır; bunu herkes bilir ve kimse uçurumun bu kat'î ve riyazî

şartını bir müsamahasızlık veya merhametsizlik diye karşılamaz. ݺte "Başyücelik Devleti"nde

ceza ölçüsü her şeyden evvel şu hikmete bağlıdır ki, orada ceza, nasıl olsa işlenilmeye

mahkûm bir suçun mümkün mertebe hafif karşılanmasını gözetici yumuşak bir âkıbet değil,

asla yapılmaması gereken hareketlerin sırf yapılamaz olmasını temin için konmuş kat'î

mânialardır.

• Öyleyse bizim cemiyet ve devletimizde ceza ateşi, "niçin beni bu kadar merhametsizce

yakıyor?" şikâyeti yerine, "aslâ sürünmiyeceğim için hiç yakmaz!" anlayışındaki âzamî

hafifliğe maliktir; ve bu bakımdan en ileri şiddet, bu müthiş ve kahhâr derecesiyle

merhametin tâ kendisi olmuştur. Bizim cemiyet ve devletimizde ceza ölçüsü, rahatça

yapılacak fiillere göre değil, yapılamaması sağlanacak fiillere göre bir tedbir mânası taşır.

• Bizim cemiyet ve devletimizde kasıtla adam öldürmenin cezası, cezaya ehliyet sınırları

içinde ve bellibaşlı mazeret ve müdafaa vaziyetleri dışında, istisnasız ve hiçbir zorlayıcı ve

hafifletici sebep bahis mevzuu olmaksızın, ölümdür.

• Bizim cemiyet ve devletimizde bile bile hırsızlığın cezası, cezaya ehliyet sınırları içinde,

istisnasız ve kayıtsız ve şartsız, bir kolun kesilmesidir. Bütün suistimaller, sahtekârlıklar,

dolandırıcılıklar, hile tertipleri, netice itibariyle hedef tuttuğu kast ve gaye esas olarak

hırsızlığın şubeleri halinde sınırlandırılır ve ona hükümlendirilir.

• Bizim cemiyet ve devletimizde fuhuş ve zina kökünden yasaktır. Ve fuhuş ve zinanın

mânası, meşru şekil dışı erkekle kadın arasındaki cinsî birleşme; ve sonra erkekle erkek ve

kadınla kadın arsındaki aynı fiildir. cezası da, işliyenlerin evli, bekâr, dul ve rüşd sahibi olup

olmamasına göre değişik şekilde, devlet ideolocyasının bağlı olduğu ana kaynağın

hükümlerine eş olarak fevkalâde ağırdır. Şu kadar ki, meydan, sokak ve umumî yerler edebine

göre bütün yardımcı saikleri tâ dibinden kazınacak ve içtimaî çerçevede tezahürüne imkân

verilmiyecek olan bu fiilin ceza görebilmesi için, her tecessüs ve zor tedbirinden masun olan

ev içi müşahedesi veya açığa vurulması lâzımdır ki, bu da hemen hemen imkânsızdır. Demek

ki, cemiyetin alenîlik plânına vurulmayan ve gizli kalan bir fuhuş ve zina fiilinin cezası, bu

fiile devlet, cemiyet, aile ve ferdde engel olucu maddî ve manevî her tedbirden sonra, Allaha

aittir. Şüphe ve tahminle hiç bir takip yapılamaz. "Başyücelik Devleti"nde resmî ve hususî tek

bir umumhane bulunmayacağını belirtmeye bile değmez.

İnsan eliyle gelen ceza, hakikatte, Allah'ın insanlara lûtfettiği gizlenme ve korunma

örtüsünün yırtılması ve umumî bir ibret temsil etmesi diye anlaşılacağına göre, şehirlerin ana

meydanlarında, en ağırından en hafifine kadar bütün ceza şekilleri etrafında bütün gözlere

serilecek müthiş merasim işkencesi vardır. Başta vatan ve dâvaya ihanet, içtimaî emniyet ve

selâmeti bozmak gibi, "Başyücelik Devleti" üstün hâkimleri elindeki takdir hakkı ile bir

kalemde ölüme kadar yükselecek cezalardan, sokaklara işemek ve sümkürmek gibi en çerden

çöpten bediî suçlara, her fiilin bu meydanlarda görülecek bir hesabı vardır.

• Nihayet bizim cemiyet ve devletimizde ceza ölçüsü, her türlü ferd, cemiyet ve dâva hakkı,

ahlâk, terbiye güzellik bakımından - misal bu ya - 10 kişilik oturma yerine 11 kişinin

binmediği ve bilet parasının orta yerdeki üstü açık kutuya attığı bir minibüsün; ve yolda

giderken arkasındaki erkekle kadının ne yaptıklarına bakmayan edepli insanların

çerçevelediği cemiyet ruhunu billûrlaştırmaya mahsustur. Ve ferde değil, cemiyete acıma

esasına bağlıdır.

BAŞYÜCELDKTE UMUMÎ MANZARA

• Aynı şeyleri değişik bir üslûpla ele alalım.

ªEHİR... Büyük ve eşsiz (Metropolis) rüyası: Fildişinden ve bir bâkirenin başörtüsü kadar

temiz kaldırımlar... Altına bir milyon kişi alan kubbe... Ayna döşenmiş gibi pürüzsüz ve pırıl

pırıl meydan... Ziynette tavuskuşu, sadelikte güvercin binalar... Ferdî ve içtimaî bütün

müessiseler, vasıtalar, âletler... Kuşbakışı, en güzel ve en üstün nizamın peteği... Göklere

doğru bir beste şeklinde yükselen vahdetli ve şahsiyetli mekân ölçüsü...

• KÖY... Tarlasının hendesesi, buğdayının şekli, öküzünün kuyruğu, horozunun ibiği, atının

yelesi, arabasının nakşı, çatısının üslûbu; ve, boyu ve bosu, suratı ve giyimi, sazı ve sözü,

bayramı ve seyranı, doktoru ve hocası, pazarı ve muhtarı maddî ve mânevî her kıymet unsuru

içiçe tam bir asliyet, şahsiyet ve mükemmeliyet murakabesi altında büyük istihsal

plâtforması...

• MÂBET... İçi nâmütenahî sade, dışı nâmütenahî muhteşem; döşemesi eczahane

pamuğundan daha temiz; içine bir girenin birer ipek eldiven kadar ince ve hafif namaz

ayakkabılarını giydiği kubbesi altında tek lâubalilik, sefalet, vahşet ve istismar tavrının

görülmediği, saflarında her meslekten mareşal rütbelilerin dizildiği, vecd ve aşk merkezi...

• MEKTEP... Nereden gelip nereye gittiğini ve ne olmuşken ne olduğunu ve ne olacağını ve

başkalarının da bu maceralarını bilen cemiyette, insan kafasının meçhuller ikliminden

devşirdiği topyekûn bilgi unsurlarını, en ileri ve tezadsız ideolocya kaynağının ahlâk, terbiye

ve usul gergefinde nakışlayıp, yedisinden yetmişine kadar her ferde giydiren, aziz tezgâh...

• YOL... Her noktayı her noktaya bağlayan ve hiç bir noktada hiç bir infirad ve inziva köşesi

ve ihtilâtsızlık ve intikalsizlik bucağı bırakmayan muazzam örümcek ağı...

İNZİBAT... Her yanda ve her yönde, bütün müeyyideleriyle, anne koynundaki ılık emniyet

ve selâmet iklimi...

• ORDU... Dâva saldırış ve korunuşunun, en ileri fenle silâhlandırılmış insan kitlelerine

verdiği başdöndürücü vezin ve ahenk şiiri; bu şiirin ahlâkı, bu şiirin terbiyesi ve bu şiirin

vazife uğrunda gerçek ölümsüzlüğe götüren ölüm borcu...

• SAİLIK... Bir ayak tırnağından bir tel saça kadar insan vücudunun her lifi ve her zerresi

üzerinde, cihazlaşmış dikkat ve itina şuuru...

• GÜZELLDK... Allah'ın eşref mahlûku olan insanı, kadınlı ve erkekli, kökündeki harikulâde

plâstikaya ulaştırıcı bediî tedbirler manzumesi...

• MAHKEME... Allah elindeki mutlak adalet terazisinin gölgesi altında, bütün fânilikler

âlemine istihkarla bakan ve "Başyüce"nin otomobil rüzgâriyle devrilecek bir simitçi tablasının

bile hakkını yerine oturtacak olan, tesir ve engel dinlemez ulvî ölçü mihrakı...

ݪÇİ... Sırtından 9 kazanan sermayedarın kendisine 3 verdiği ve yalnız ezilip kahrolmaya

mahkûm tutulduğu kokmuş Garp cemiyetlerine yüzdeyüz zıt bir topluluk çerçevesinde, bütün

dertleri ve ıztıraplariyle iş ve istidat keyfiyetine göre değerlendirilmiş amele sınıfı... Bundan

sonra, aynı amelede, her şeyi en parlak adalet ve içtimaî menfaat kutbuna bağlayıcı iman

hedefi önünde seve seve ezilmeye hazır bir fedakârlık ruhu...

• TÜCCAR... Sermaye kuvvetiyle malı bir elden bir ele aktarıcı basit ve hasis tavassut

rolünün üstünde, içtimaî ve iktisadî toplama ve dağıtma memurluğu zihniyeti; ve kör nefs

menfaatine zıtlık seciyesi... Bu ruha bağlı, istendiği kadar kazanış ve kazandırış ve her yıl

kazancının kırkta biriyle devlet hazinesini besleyiş...

• HAZDNE... Cemiyetin şahıs şahıs dağınık ve tek şahsiyet halinde toplu bütün dâva ve

ihtiyaçlarının hak ve adalet kasası...

• POLDTDKA... Evvelâ kendisini, sonra bütün Doğu âlemini kurtarmayı, Garbı bütün müsbet

bilgileri ve âletleriyle benimseyip mahrûm olduğu ruh plânına ulaştırmayı, en sonra da

topyekûn Garpla hesaplaşmayı hedef tutan, inceler incesi ve uzun vâdeli plân...

• KAFA... Ruhçu, ahlâkçı, cemiyetçi, milliyetçi, şahsiyetçi, keyfiyetçi, nizamcı, müdahaleci,

sermaye ve mülkiyette tedbirci...

• RUH... İslâm; ve onun etrafında herşey...

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-KANUN

· Ana ölçümüzün çerçevelediği zorlayıcı sebepler dışında kasıtla adam öldüren, en kısa bir

muhakeme neticesinde, suçu sabit olur olmaz derhal idam edilecektir. Bu vatanda, insan

varlığına ve mücerret hayat telâkkisine hürmet ettirmenin biricik usulü, ana ölçümüzün

emrettiği vechile, bu fiili, bir insanın, ancak ve mutlaka kendi hayatını kaybedeceğini bilmesi

şartiyle yapması, yani yapamıyacak hale gelmesidir. Zorlayıcı meşru sebepler dışında insan

öldürenin cezası kısastır.

· Eğer cezadan murat, kötü fiilin yapılmasına mâni olmak ve kötülüğü tasfiye etmekse,

cihanın en müessir ve mukaddes, hattâ merhametli ve adaletli ölçüsü halinde hırsızlığın cezası

kolun kesilmesidir. Her ne şekilde olursa olsun, hırsızlığı sabit olan şahıs, ana ölçümüzün

mutlak çerçevesi içinde ve umumî bir yerde kolunu kaybedecek; ve bu vaziyetin herhangi bir

kaza ve malûliyetten ayırt edilmesi için, ömrü boyunca, kolunu hırsızlık yüzünden

kaybettiğine dair üzerinde bir alâmet taşıyacaktır. Bu tüyler ürpertici ceza, en kısa zaman

içinde hırsızlık fiilini bütün cemiyetten kaldıracağına göre, ancak bu şenî fiile taraftar

olanlardır ki, daha az tüyler ürpertici ve merhametli diye vasıflandırdıkları cezaları müdafaa

edebilirler. Gaye kol kesmek değil, cemiyetin her ân ruhunu kesen hırsızlığı tasfiye etmektir.

Merhamete, hırsızla cemiyetten hangisinin lâyık olduğunu kestirmekse en basit bir vicdan ve

idrak işidir.

· Her nevi suistimal, zimmet irtikâp, irtişa, ana ölçümüzün emrine göre hırsızlık fiiline uyar

uymaz, göreceği ceza, aynen hırsıza tatbik olanıdır. Mukaddes ölçülerin içtimaî irade mihrakı

olan devlet hazinesinin hırsızları, fazla olarak, taşıyacakları alâmet üzerinde bu izahı da

yüklenecekler, yani fiillerinden sonra yaşayabilirlerse ölümden beter bir hayat süreceklerdir.

· Mutlak küfrün cezası mutlak ölüm olduğuna göre, ana ölçümüzün bu maddesine tatbik

yoliyle, bütün vatan ihanetlerinin cezası, topluluğumuzun bağlı olduğu imana hiyanet, yani

küfür sebebine bağlanarak, ölümdür. Başta Komünizma bulunmak üzere, bu vatanı küfür ve

delâletin emrine verici her telâkki ve teşebbüsün cezası, sabit olduğu anda, idamdır.

· Her türlü ihtikâr, fesat, (sabotaj) vesaire benzeri ictimaî hiyanetler, zaman ve mekân

nezaketine göre, yukarıdaki maddenin çerçevelediği mânaya kadar teşmil edilip sahiplerini

idam sehpasının altına sürükleyici imkân kapısını daima açık bulacaklardır.

· Yol kesici ve eşkiyanın cezası, daima ana ölçümüzün ruhuna tezavüz tefsiriyle, doğrudan

doğruya idamdır.

· Kanun ruhumuzun, ana ölçüye sımsıkı bağlı özü şudur: Vatanda, hayalimizdeki cemiyete

çekirdek olacak tek kadınla tek erkek kalıncaya kadar, gerekirse bütün topluluğu tırpandan

geçirmek ve bu hamleyi takip edici yeni cemiyetin üstün selâmet şartları karşısında,

hamlemizi, adlet ve merhametin en ileri tecellisi şeklinde kabul etmek lâzımdır. Biricik

usulümüz ve bütün mevzualarımızın dayanağı budur. Ürkütülmüş bir serçenin çırpınışı

karşısında göz yaşlarını zaptedemiyecek kadar rikkat ve merhamet dolu bir gönülle, (Hazret- i

Ömer’in gönlü) dâva uğrunda, anmızı babamızı ve çocuğumuzu mukaddes ölçünün satır

kütüğüne yatırıp kesmekte tereddüt duymayacak bir şiddet kalbi (Hazret- i Ömer’in kalbi),

Allah ve Peygamber dostluğuna lâyık üstün cemiyeti mutlaka gerçekleştirmek bakımından,

gayemizdir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-ZEVK VE TERBDYE

· "Yüceler Kurultayı”dan geçip madde madde kanunlaşmak üzere, terbiye, zevk, muaşeret ve

güzellik mevzuunda, bütün bu hususlar en derin bir idrak, irfan, örf ve âdet müeyyidesi altına

girinceye kadar en sert zabıta ve ictimaî müdahale tedbirleri alınacaktır.

· Öyle ki, sokak, meydan ve umumî yerler, azamî derecede vekarlı, hiç kimseyi etmez ve hiç

kimsenin gözüne ve ruhuna batmaz, her türlü ictimaî mevzuaya hürmetkâr, maddesi ve

mânasiyle üstün insan ifadesine malik şahıslardan başka, bütün (parazit) ve kötülük

cinslerinden zorla temizlenecektir.

· Büyük Doğu âleminin cemiyet kadrosunda, rastgeldiği insanı tepeden tırnağa süzen ve hiçbir

göz yasağı tanımayan, sokaklara tüküren ve sümküren, sokak köşelerini ve duvar diplerini

pisleyen binbir tarzda lâübali ve edepsiz tavır takınan, şuna buna lâf atan, umumî yerlerde

öteberi atıştıran, umumî yerlere öteberi atan, her vesileyle itişip kakışan ve öne geçmek

isteyen, her yerde nefs gemisini kurtarmak istercesine davranan ve ictimaî ahenk ve intizamı

bozan, ve yüksek sesle adım başında şamata ve münakaşa koparan, muhtelif zümre kılıkları

(bobstil, hippis, külhanbeyi, hafif kadın, serseri sanatkâr, gülünç köylü kılığı vesaire) içinde,

bilerek veya bilmeyerek ictimaî birlik ifadelerine karşı isyan bayrağı açan ve başı boşluğu

canlandıran, hâsılı terbiye, edep, zevk, mâna, muaşeret, muamele, güzellik ve ahenk

ölçüleriyle barışamaz herhangi bir eda, tavır, hareket ve biçim sakatlığını temsil eden hiçbir

fert bulunmayacaktır. Batı dünyasiyle elele, Doğu âlemine mahsus ictimaî murakabesizliğin

türettiği bu tipler, filleri umumî kanunlar bakımından bir suç belirtmese de, derhal ve alenen

yaka paça tutulup, hususî kanunların teşkilâtlandıracağı hususî bir zabıta marifetiyle takip

edilecekler; ve hareketlerini kökünden kesici kuvvette bir terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik

dersi verecek cezalara çarptırılacaklardır.

· Terbiye ve zevk zabıtası her tarafta hummalı bir faaliyet halinde bulunacak ve

yakaladıklarını derhal umumî zabıta merkezlerine sevkedip, oralardaki, münferit terbiye ve

zevk hâkimlerinin huzuruna çıkaracaktır. Bu hâkimlerin tek ve gayet kısa celselik kararları

hemen tatbik veya iş yerlerine hitaben yazılı teşhir, umumî yerlerde teşhir, nihayet ve bilhassa

fiillerinin tekerrürü halinde daha şiddetli ceza şekillerine kadar varıcı müeyyideler vasıtasiyle

te’dib edileceklerdir.

· İnsanların ufak ve basit kusur telâkki edegeldiği ve umumî kanunların zaptetmediği bu

terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik kusurları üzerinde en küçük bir ihmal ve müsamaha, itiraz

ve müdafaa imkânı bulunmıyacaktır. Suçlunun, kim olursa olsun, yarım saat içinde hüküm

giymesi için, hususî polisin resmî zaptını imzalıyacak iki tarafsız ve alâkasız şahit kâfi

gelecektir.

· Terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik murakabesini tesis edici, zabıtasını kurucu ve

mahkemelerini teşkilâtlandırıcı hususî kanun, aile ve mektebin yanında, ictimaî bir teftiş ve

ceza ocağı olacak; ve birçok şey yapılmasına rağmen bir türlü yerine getirilemiyen, halbuki

her işin neticesini temsil eden, bu bakımdan basitliği içinde en çetin iş olan ictimaî

seviyelenme dâvasını tekeffül edecektir.

· Gaye, umumî apteshaneleri, meçhul kahramanların ictimaî ve ahlâkî isyan fermanlariyle ve

duvar dipleri “Eşeklerin apteshanesi” yaftası altında çiş eden sıra sıra insanla dolu, en küçük

göz, kılık, eda ve tavır yasağı tanımaz nesillerin kapladığı bir diyarı, inkılâpların en çetini olan

ve neticelerin neticesini belirten terbiye, zevk, muaşeret ve güzellik ölçüleri zaviyesinden

üstün hayat çıkarmaktır. Haysiyetli bir inkılâbın ilk ve son şartı da budur: Ruhu, madde ve

harekete nakşetmek...

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-KUMAR

· Kumar mefhumunun ifade ettiği umumî fiil, bütün şubeleri ve şekilleriyle yasaktır.

· Kumarın tarifi şudur: Herhangi bir müsbet iş ve emek mahsulü olmadan, muhtelif alet ve

vasıtalarla, meçhule ve tesadüfe dayanarak, para mukabilinde oynanan oyun...

· Kumarın başlıca aletleri olan İskambil kâğıdı, zar, (rulet), (tombala) ve ayrıca bilinen ve

bilinmeyen bütün alet ve vasıtalar; yapılması, satılması, satın alınması, muhafaza edilmesi ve

kullanılması katiyetle memnu eşya cümlesindendir.

· Kumara ait bütün aletlerin ecnebi memleketlerden ithali yasaktır. Hangi şekil ve suretle

olursa olsun, Türkiyeye ecnebi memleketlerden herhangi bir kumar aleti ithaline teşebbüs

eden veya bu teşebbüse yardımcı olan şahıs hakkında …… cezası tatbik olunur.

· Kumar aletlerini memleket içinde yapanlar veya bu imal fiiline yardımcı olanlar hakkında

…….. cezası tatbik olunur.

· Kumar aletlerini sadece satan, sadece satın alan veya sadece muhafaza eden şahıslar

hakkında ……. cezası tatbik olunur.

· Kumarı bilfiil oynamak fiilinin cezası ……… hapistir.

· Herhangi bir kumar fiilinin, derhal zabıtaya haber vermeksizin sadece bitaraf seyircisi

vaziyetinde kalmak dahi bilfiil kumara iştirak etmiş olmak sayılır.

· Resmî ve hususî bütün piyango şekilleri, at yarışlarında ve (toto)da müşterek bahisler,

vesaire, bu emrin neşrî tarihinden itibaren mülga ve yasaktır. Şekil ne olursa olsun, ruhu

kumar olan her fiil birdir.

· Evinde, dükkânında veya müessesesinde kumar aletleri bulunan her fert veya müessise, bu

emrin neşri tarihinden itibaren 3 gün zarfında kumar aletlerini en yakın polis karakoluna

teslim etmekle mükelleftir. Kulüp, kahvehane, otel vesaire gibi umumî yerler, teslim ettiği

kumar aletlerinden başka ayrıca bu mevzuda hiçbir başka vasıtaya malik olmadığına ve malik

olmaya teşebbüs etmiyeceğine dair birer taahhütname verecektir.

· Bu emrin neşri tarihinden itibaren bütün kulüpler, hayatlarını temin eden kumarın menfaat

müeyyidesinden mahrumdur. Bu kulüpler ya kendilerini hemen tasfiye etmek veya kumarla

hiçbir alâkası bulunmayan ictimaî birer mahfil haline istihale etmek hususunda bizzat karar

verecektir.

· Birer miskinlik ve kumar yatağı olan kahvehanelerde de, kumarla alâkası olsun veya

olmasın,hiçbir oyun ve hiçbir oyun aletine izin yoktur. Bu gibi yerlerin vaziyeti, ayrı bir emir

mevzuudur.

· Hususî, resmî ve umumî her türlü mesken şekli içinde, bütün nakil vasıtalarında ve açık

havada mücerret fiil bakımından yasak olan kumarın en hassas takip merkezleri hususî

meskenler, yani evlerdir. Asıl ve esas bakımından her türlü tecavüzden masun olan ev, kumar

mevzuunda, resmî herhangi bir merasime ihtiyaç ifade etmeksizin, her ân alâkalı memurlar

tarafından teftiş edilebilir. Şu kadar ki, mesuliyetini üzerine almak şartiyle bu fiili icraya

salâhiyetli memurların cebrî araştırması neticesinde masumiyeti tesbit edilen evin reisi,

hükûmetten her türlü maddî ve manevî zarar ve ziyan istemekte haklı olur.

· Bir evde oynanan kumarın mesulleri, oyunculardan başka o ânda evde bulunan ve hâdiseyi

müşahede eden her ferttir. Evin hizmetçisinden, cezaî mesuliyet yaşında bulunan çocuklarına

kadar ev çerçevesinin her mensubu aynen kumar oynıyanların suçiyle cürümlendirilirler.

· Hapishaneler, kışlalar, mektepler, hastaneler, vesaire gibi resmî topluluk mekânlarında, o

mekânın âmiri ve idare heyeti, kumar mevzuunda en sıkı murakabe tedbirlerini alacak; ve her

hangi bir suç mevzuunda bizzat kumar oynatan ve oynıyanın vaziyetine geçecektir.

· Bu emrin, ictimaî ve ahlâkî bir suç olarak ele aldığı ve memlekette kökünü kazımak gayesini

güttüğü kumar, onu en uzak ve alâkasız plânda bile olsa, gören ve gördüğü halde hemen

müdahale ve ihbar vazifesini yapmıyan her vatandaşa da aynı suçu yüklemekte olduğuna göre

tam mânasiyle müteselsil ve şâmil bir ictimaî mesuliyet ve zabıta tedbirini istihdaf etmektedir.

Bu yüzdendir ki, kumar fiilini, şehirde, köyde ve her yerde, gördüğü halde derhal ihbar

etmiyen her vatandaş, fiilde müşterek sayılacaktır.

· Kur’a şekline dayanarak ikramiye ve hediye tevzileri gibi tertipler, tamamiyle karşılıksız

hibe şeklinde kaldıkça, kumardan sayılmaz. Fakat iştirak edenlerden bellibaşlı paralar alıp bu

paraları kura neticesinde muayyen şahıslara dağıtıcı her tertip, tam bir kumardır.

· Kumar fiilinin herhangi bir cepheden suçlusu, cezasını görmeye sevkedilmeden evvel,

bulunduğu mevkiin umumî bir mahallinde, göğsüne şu yafta yapıştırılmış olarak tulûdan

guruba kadar teşhir edilecektir: “Türk ahlâk inkılâbının 1 numaralı hâini, kumarbaz!!!”

· Kumar fiilinin mükerrer suçlusu, vatandaşlık haklarından düşürülür, hudut dışına çıkarılır ve

memleket içindeki bütün hak ve mülkiyetlerinden mahrum edilir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-DÇKD VE ZEHDR

· Bu emrin neşri tarihinden itibaren sekir verici her türlü içki ve bütün uyuşturucu ve

keyiflendirici zehirler, tamamiyle yasaktır.

· Sekir verici içkiler içinde, şarap, rakı, viski, votka, apsent, cin, konyak gibi bilinen ve

bilinmeyen her nev'i bulunduktan başka, bütün cinsleriyle en hafif (likör)ler ve bira dahi

vardır. Bu hususta isim, şekil ve derece hiçbir kıymet ve istisna belirtmez. Prensip şudur:

Çoğu en az miktarda sekir veren bir içkinin en küçük zerresi bile haram ve yasaktır. Yasak

olmıyan, mümkün olsa da sarnıçlar dolusu içilse dahi en küçük sekir vermiyecek olan

meşruplardır. Bu arada, pek fazla içildiği takdirde hafif bir baş dönmesi vereceği ihtimal

dâhilinde olan şıra ve boza gibi meşruplar, hiçbir zaman sarhoş olacak kadar içilemiyeceği ve

sarhoşluğa mevzu teşkil edemiyeceği için prensip bakımından helâl ve binaenaleyh serbesttir.

· Uyuşturucu ve keyiflendirici maddelere, esrar, afyon, (kokain), (eroin), (eter) ve bu gibi

maddelerin daha bilinen ve bilinmiyen her nev'i dahildir. Bu hususta da prensip, tıbbî ve

ispençiyarî bütün tertiplerle, ruhî ve gayr-i tabiî bir teessür elde etmek için kullanılan veya

kullanılması mümkün olan ne kadar madde varsa, hepsine birden şâmil bir yasaktır.

· Umumî ve merkezî yasak ölçüsü "Sekir verici her şey haramdır" mealindeki Hadisî şümul

dairesidir.

· Devlet teşkilâtında sarhoşluk ve keyiflenme fiiline uzaktan ve yakından yardımcı bütün iş

şubeleri (onların vaziyetleri ayrı bir emir mevzuudur) bugünden mülga olduğu gibi, bu gibi

maddelerin sıhhî ve ispençiyarî sahadaki istimalini mesuller ve salâhiyetliler eliyle en küçük

istismar ve kötüye tevcih etmek, ölüm cezasına yakın bir şiddet belirtir.

· Sekir verici içki ve uyuşturucu zehir mevzuunda murakabe ve ysak iki kutupludur. Biri, fiili

içeriden dışarıya doğru kolaylaştıranlar, hazırlıyanlar, yani bunları yapanlar ve istimal

sahasına sürenler... Öbürü de, fiili, içeride ve dışarıda bizzat temsil edenler, yani içkileri

kullananlar... Bu iki kutbun suçlularına biçilecek cezanın dehşetini şu ölçüden anlamak

mümkündür ki, resmî mesuliyet ve salâhiyete malik olmaksızın bu işi kolaylaştıran ve

hazırlayanlara ait suçun cezası, birinci defasında 5 yıl müddetle şâkka hizmetleri, ikinci

defasında da bütün medenîhaklardan mahrumiyetle beraber daimî hürriyet tahdididir.

Hastahane, eczahane selâhiyetlileri ve doktorlar gibi şahıslardan resmî imkân ve iktidarlarını

kötüye kullananlar, biraz evvel kaydedildiği gibi ölüm cezasına yakın bir ukubet tehdidi

altındadırlar. Sadece ana prensipleri belirten bu hükümler dışında, hâdiseye ait teferruat,

lâkika emirde ve bunun bağlı olduğu kanun maddelerindedir.

· Dış plânda sarhoşluğu tesbit edilen ferdin cezası da birinci defasında üç yıl müddetle şâkka

hizmeti; ve tekerrüründe mütenasiben artacak, nihayet sahibini ömrü boyunca her türlü

hürriyetten mahrum etmeye kadar gidecek cezalardır. Fiilin bu kutbuna ait tafsilât da lâhika

emirdedir.

· Umumî olarak hâdiseye hangi kutup tarafından olursa olsun, şahit olup da haber

vermiyenlerin cezası, aynen içki veya uyuşturucu zehiri kullananlarınki gibidir.

· Sekir verici her türlü içki ve uyuşturucu her türlü zehirin, memleket dâhilinde her bakımdan

kökü kurutuluncaya kadar çalışılacaktır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-ZDNA VE FUHUŞ

· Bugünden itibaren vatan sınırları içinde, zina ve fuhuş, her tezahür şekliyle mutlak olarak

yasaktır.

· Zina, erkeklere mukabil cinsiyetin herhangi bir unsuru arasında, meşru olmıyan birleşme;

fuhuş da bu hâdisenin meslek ve sanatıdır.

· Ferdî zinayı yasak eden ölçü, onun meslek ve sanat ocağı ve toplu tezahür çerçevesi olan

fuhşu tabiatiyle yasak edeceğinden, ferdî zinaya karşı kanunî mânia tedbirinin öne alınması ve

müdahale sınırlarının nezaket ve hassasiyetle çizilmesi icap eder. Fuhuş ise, doğrudan

doğruya ictimaî plâna aksetmiş ferdî zinacılar topluluğunun nümayişi olduğu için tamamiyle

satıhta ve dolayısiyle müdahalesi çok kolay bir plândadır.

· Ferdî zinaya karşı kanunî müdahale imkânı, ancak bu mahrem fiilin ictimaî tezahür plânına

sarkışı ve çıkışı nisbetinde olabilir. Yoksa suçunu Allahla kendi arasında bırakan hiçbir

ferdin, peşin bir şüpheyle teftiş ve tefahhusuna, murakabe ve tecessüsüne, Allah ve Şeriat; ve

tâbileri olan insan ve akıl razı değildir. Böyle olunca, zina hakkındaki ölçü şudur; Ferdî

zinanın ictimaî tezahür çerçevesine sarkmak ve çıkmak istidat ve teşebbüsünü gösteren her iş

ve hareket madde madde gösterileceği veçhile, yasaktır. Bu fiilin, cemiyet ve aleniyet plânını

masum tutan mahrem şahıs plânında işlenmemesini müeyyideleştirecek tek vasıta ise, şahsî ve

umumî telkin ve terbiyeden başka bir şey olamaz.

· İctimaî ahenk ve ifadeyi alenî sızıntı çizgileriyle bozmadıkça hususî mesken, içinde kimler

bulunursa bulunsun ve ne yaparsa yapsın, her türlü cebrî teftiş ve murakabeden masundur.

Dâva, zina haddini dört şahidin tam ve kat’i müşahadesi kadar alenî bir tezahür şartına

bağlıyan mukaddes Şerîatın zımnındaki mâna ile sabittir. İz göstermiyeni biz arayıp bulmakla

mükellef değiliz. Bu hikmet bir tarafta dursun, ayrıca tecessüs etmemekle de mükellefiz.

Asırlar boyunca yanlış anlaşılmamış İslâmî ölçünün hakikati budur ve bizde şüphe üzerine ev

basmak yoktur.

· Hususî mesken dışında, umumî toplulukların mahremiyet belirten her mekânında, zevc ve

zevce olmıyan hiç bir çift, tek başlarına bir araya gelemez. Bu mekânlar, otel, hususî vapur

kamaraları ve yataklı tren kompartımanları ve benzerleridir.

· Aile pansiyonları başta olmak üzere bütün topluluk ve her türlü iş müessiseleri, göz önünden

gaip mahrem plânlarda, zevc ve zevce olduğunu bilmediği hiçbir çifte, tek başlarına birleşme

imkânını veremez.

· Aile efrat ve reisinin, iştigal ve maişet tarzının, şekil ve mânasının malûm ve sabit

bulunmadığı hiçbir ev, hususî mesken masuniyeti içinde telâkki olunamaz; ve esasen böyle bir

nikap gerisindefena maksatla hiçbir çatının teşekkülüne imkân verilemez.

· Yalnız ana prensipleri canlandıran bu emre bağlı hususî maddelerden anlaşılacağı gibi,

dâvaya muhalif hareket eden ve bu muhalefeti kolaylaştıran fertlerin cezaları, takat ve

tahammül üstünde ağırdır.

· Resmî ve hususî, fakat hükûmetçe sabit fuhuş müessiseleri, bu emrin intişar tarihinde derhal

ve her yerde kapatılacak ve bunların bütün mensupları, lâhika emirde gösterilen kamplarda

toplanacaktır. Bu kamplara, aynı zamanda, malûm ve müseccel ne kadar fâhişe varsa

sevkedilecektir. Bu kamplarda tatbik olunacak muamele tarzı ve eski fâhişelerin tâbi

tutulacakları (rejim) ayrı bir emir mevzuudur.

· Bütün dâva ve gaye şu noktada toplanmaktadır ki, ev, evden başka hiçbir şeye âlet edilemez

bir dış murakabeye tâbi tutulur. İç murakabe yalnız onun salâhiyetli şahıslarına ve İslâmî

ruhuna terkedilir ve masun bulundurulurken, ferdî zinayı kolaylaştırıcı ve müessiseleştirici

imkânolar cemiyetin ve ictimaî tezahür plânlarının kâffesinden silinip kazınacak; fuhuş ise

gizli ve açık her şubesiyle ve bir kalemde tasfiye edilip “fâhişe” isimli tipler, ya tam salâh ve

hürriyetlerini, yahut tam murakabe ve tavziflerini devlet elinde idrak edeceklerdir. Cemiyetin

iç plânını iman ve terbiye ıslâh etmeye bakarken, ona bağlı kanun da, dış plânda, namus ve

iffetten başka hiç bir çizgiye zaman ve mekân vermeyecektir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-FADZ

· Faiz, bizim cemiyetimizde her şekliyle mutlak olarak yasaktır.

· Asıl ve esas bakımından her şekliyle yasak olan faize, bugünkü cemiyetin zaten kanunî bir

yasak belirtici bütün tefecilik ve murabahacılık nevileri dahil olduktan başka, resmî ve kanunî

ölçüyle yasak olmıyan her nevi de girmektedir. Yâni resmî ve hususî hiç bir faize, faiz

mefhumuna, uzaktan ve yakından faize benzer hiç bir fiile, devlet ve idare telâkkimizin

tahammül etmesine imkân mevcut değildir.

· Faizin kat’î tarifi şudur: Umumiyetle borç diye alınan ve verilen herhangi bir şeyin,

mislinden fazla olarak iadesini peşin bir akidle iki taraf arasında kararlaştırmak ve bu kararı

yerine getirmek. Dinî ismi (ribâ) olan faiz fiili, bugün en ileri cemiyet telâkkileri ve iktisadî

prensiplerince ezici sermayenin ictimaî sınıfları müstemlekeleştirmesi ve oturduğu yerde

kendisini besletmesi diye anlaşıldığına göre, bizim, her hakikati ezelî bir kıdemle

çerçeveleyen ana ölçümüzün hikmeti daha kuvvetle kavranabilir.

· Bu mutlak yasak, resmî ve hususî her fiil halinde faiz mefhumunu, bütün iktisadî, ictimaî ve

idarî hayattan topekûn tasfiye edecektir.

· Komşusuna ödünç olarak bir tas pirinç verirken yerine bir buçuk tas pirinç isteyen bir

insanın hareketi (ribâ) mefhumunun tâ kendisi olmasına mukabil, bir tas pirince sadece bir tas

pirinçten başka bir isteği olmadığı halde karşılığında hediye olarak ve evvelden bilmiyerek bir

çuval pirinç alan insanın faizle en küçük bir alâkası yoktur. Doğrudan doğruya ticaret ve

meşru kâr ise hudutsuz mânada serbesttir. ݺte faizin böylece en ince noktalarına kadar

sınırları çizildikten sonra, yalnız peşin akde dayanan ve bir karzın fazlasiyle iadesini

tazammun eden fiil, hususî şahıslardan başlayarak devlet müessiselerine ve resmî, hususî

bütün muamelelere kadar kökünden kaldırılacaktır.

· İktisadî hayatta birer nâzım mevkiinde bulunan bankaların fiillleri de ana ölçüye

uydurulacak; bankalara yatırılan paralara karşılık hiçbir faiz alınmıyacağı gibi, bankalardan

alınan paralara karşılık olarak da ancak “masraf karşılığı” ve “iştirak payı” namiyle muayyen

miktarlar verilecektir. Kat’î olarak bilmek lâzımdır ki, bazı iktisadî faaliyetlerin ana ölçüye

tatbiki mümkün ve hareketleri sömürücü faiz mefhumundan uzaklaştırmak kabil iken, bizzat

kendilerinin “faiz” tâbir ve mefhumuna iltifat etmeleri ve kendilerini böyle göstermeleri, ana

ölçüye karşı kayıtsızlıklarının ve faizi muhterem addetmelerinin neticesidir. Bu telâkkiye en

parlak misal de bankaların vaziyetidir. Halbuki bunların fiilini ana ölçüye tatbik, böylece

faidelerini semerelendirerek mazarratlarını tasfiye, pekâlâ imkân dahilindedir.

· Faiz yasağı cemiyetin her muamelesine teşmil edilecek, devlet idaresinin bütün ruhuna

hâkim kılınacak, ticaret hayatına mutlak olarak tatbik olunacak ve bu yasağa karşı en küçük

hareket, ana dâvaya ihanet suçiyle cezalandırılacaktır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-KAHVEHANE

· Bugünden itibaren, en hücrâ köyden en kalabalık şehre kadar, kahvehane mefhumunun ifade

ettiği, öldürülmüş zaman ve yok edilmiş faaliyet müessiseleri baştan başa kapatılacaktır.

· İyi maksatla ağız tatlılandırmak, gazete ve mecmua okumak, arkadaşlarla buluşmak ve

oraları da bir tenbelhane ve (enerji) mezbahası haline getirmemek şartiyle yeni tipte pasta ve

çay salonları müstesna, eski kahvehane tipinin çerçevesi içinde her şey yasaktır. Bunlar da işi

kudret ve faaliyet makteli haline getirecek olurlarsa derhal kapatılacaklardır. Bütün bir ictimaî

ve ruhî israf mevzuunda hürriyet gibi lâfları dinlemak istiyenler, bizi bu lâflarla avlayıp sonra

kahvehane köşelerinde apıştırmak suretiyle müstemlekeleştiren demokrasya diyarlarına

gidebilirler. Bizim diyarımız, hürriyetin ve halkın değil, hakikate baş eğmenin ve hakkın

vatanı olacaktır.

· İster kahvehane, ister pastahane, ister muhallebici dükkânı vesaire, iş ve faaliyet zamanı bir

sürü başıboşun toplandığı her yer şüphelidir ve derhal tepeden inme bir kapatılma mevzuudur.

ݺ ve faaliyet zamanı içinde ve dışında meşru ve mâkul buluşma, istirahat ve zevklere istinat

eden her yer ise, sonuna kadar serbesttir. Ölçü bundan ibarettir.

· Bu gibi yerlerde, ne şekilde olursa olsun, oyun, içki ve fuhşu kolaylaştırıcı şeylerin mutlak

olarak yasak olduğu kaydedilmekten müstağnidir.

· Sadece kahvehaneleri kapatmak ve bu tedbiri en hücra köyden en kalabalık şehre teşmil

etmekle elde olunacak ictimaî fayda, en aşağı, vatanın umumî seferberliğin halinde

çıkarılacak âzamî ordu mevcudu çapında bir kudretin her ân iş başında bulundurulması kadar

azîmdir. Bu sayede en aşağı 2-3 milyon kişi (parazitlik)ten müstahsilliğe geçecektir.

Memleketimizde kahvehanelerin tahribatı belki meyhanelerinkinden beterdir. Zararsız gibi

duran bu tenbel yataklarının, kemmiyet bakımından azametidir ki, zararını son hadde

çıkarmaktadır.

· İctimaî faaliyet makteli halindeki müessiselerin kontrolu, ictimaî faaliyeti nizamlama

vazifesiyle, devlet manzumesindeki iş bulma ve çalıştırma teşkilâtına aittir.

· Kahvehaneleri kapatan, ictimaî faaliyet israfına mâni ölçünün hiddet ve asabiyeti o kadar

büyüktür ki, şümulünü, evden itibaren yöneltmiyeceği yer yoktur. ݺsizlik veya mânasız ve

faydasız işin her mensubu, cemiyetten kıymet çalan ve enerji israf eden bir halin

mevkiindedir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-KÜLHANBEYLDK

· Külhanbeylik, efelik ve benzeri tabirlerin belirttiği hal, tâ kökünden kazınacak ve bu halden

cemiyet sathında ve ruhunda hiçbir iz ve tohum bırakılmayacaktır.

· Külhanbeyliğin mânası ve tarihi: Külhanbeylik, doğrudan doğruya devlete ve ictimaî nizama

karşı ferdî ve zümrevî bir isyan ifadesi ve bu ifadenin çerçevelediği zorbalık tavrıdır.

Bellibaşlı tarihî, ictimaî ve ruhî müessirler yüzünden, Yniçeriliğin tefessüh ve tereddisi

üzerine meydana çıkmıştır. Yeniçerilik ocağı kapatılınca, aynı ruh, kendisini korumak ve yeni

tecelli zeminini kurmak insiyakiyle halk kitleleri içine sığınmış ve oradan (sivil) bir kılığa

bürülü olarak sızmaya başlamıştır. Külhanbeylik, tefessüh ve tereddi devresinde, Yeniçeri

ruhunun, ocağı kapatılır kapatılmaz, devlet ve cemiyetin aczini belirtmek için halk arasında ve

(sivil) şekilde bir nevi mukavemet harbi açmasından ve çete hareketine girişmesinden başka

birşey değildir. Ve hiç şüphesiz, şuur ve plânla alâkası bulunmıyan bir insiyak hamlesinin

düzenlediği bu teşkilât, gittikçe an’aneleşmiş, hususî lisan, eda ve kıyafet unsurlarını bulmuş,

daima aynı idarî lisan, eda ve kıyafet unsurlarını bulmuş, daima aynı idarî ve ictimaî zaafın

ihtarcısı halinde müessiseleşmiş ve en zengin şekilde müritlerini devşirmenin yolunu

bilmiştir.

· Külhanbeylik, efelik ve benzeri tabirlerin ifade ettiği hal, ictimaî murakabesizliğin ve bu

murakabesizlik içinde iktisadî, idarî ve her türlü nizamî müeyyidelere karşı riayetsizliğin,

devlet ve cemiyetten gelen bütün kayıtlar önünde mukavemetin ve tam mânasiyle

yularsızlığın en parlak ve en canlı misalini heykelleştirir. Bu bakımdan herhangi bir dünya

görüşünün ictimaî murakabeyi tesis adına tâ kökünden kazımak ve bütün ruhunu ele geçirip

topyekûn feshetmekle mükellef bulunduğu başlıca sınıf budur.

· Külhanbeyi, zâhir plânına sızdırdığı ve kendi kendisini üniformalaştırdığı her haliyle takip

edilecek ve bu hallerden hiçbirisine müsaade edilmiyecektir.

· Külhanbeyvâri giyinmek, tavır takınmak, ağız kullanmak yasaktır. Bunların uzak ve yakın

benzerleri hemen yakalanıp cemiyet huzurunda teşhir edilecek ve burunlarının kırılması için

en ağır muamelelere hedef tutulacaklardır.

· Şehirlerin umumî meydanlarında üstleri başları yırtılacak, bol paçaları parçalanacak, hususî

şekilde muhafaza ettikleri saçları kırptırılacak, yumurta ökçeleri kırılacak; ve icabında bir

külhanbeyi, halk huzurunda, dünyaya geldiğine pişman olacak şekilde, bilfiil devlet kamçısını

yiyecek, zorla adam edilecektir.

· Dilenciler vesairenin merhamete sığınır ve bu ulvî duyguyu istismar eder parazitler olmasına

mukabil, halkın korku hissini gıcıklar ve huzurunu tehdit fikrinden çimlenir en hain bir parazit

sınıfı olan külhanbeyler, ocaklarının büsbütün söndüğü kanaati yerleşinceye kadar, en ufak

emare ve delâlet unsurlarına kadar takip olunacaklar ve cezaî ölçülerin hayvanlara bile tatbik

edilemeyecek kadar ağırları altında ezilip yok edileceklerdir. Öyle ki, esasen her biri bir

külhanbeyi olan eşkıya, kaatil, hırsız vesaire, teker teker kendi fiilleriyle takip olunurlarken,

bütün bu fiillerin doğurucu ve besleyici iklimi olan külhanbeylik, en basit ve masum delâlet

unsuriyle, göze çarptığı her yerde enselenecek ve ezilecektir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-VATAN DIŞI

· Bu emirle beraber Türk vatanının, yalnız Müslümanlar ve Türklerle meskûn, yalnız

Müslümanlardan ve Türklerden ibaret bir hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan

başa temizlenmesi için her tedbir alınacaktır.

· Temizlenmesi gereken başlıca hain ve muzlim unsurlar, Dönmeler ve Yahudilerdir.

· Dönmeler ve Yahudileri takiben, haklarında hiyanet tabirini kullanamıyacağımız halde, din

ve ruh ayrılıklarından dolayı iklimlerimizden uzaklaştırılmaları gereken Rumlar, Ermeniler ve

sair ufak-tefek topluluklar gelir.

· Türkiye’de sayılarını onbinden fazla tahmin etmediğimiz, böyleyken umumî Türk servetinin

muazzam bir kısmını elinde tuttuğunu bildiğimiz (nüfusları umumî Türk nüfususnun onbinde

üçü, servetleri umumî Türk servetinin onda biri!!!) dönmeler, bütün mal, mülk ve her türlü

kıymetlerine el konulmuş ve kendilerine sadece bir yıllık geçim imkânları bırakılmış olarak,

kitle halinde sınır dışı edileceklerdir. Bu hususta, bu kadar haşin ve hattâ vahşi farzedilecek

bir muamelenin insanlık vicdanına karşı bütün mucip sebepleri, bütün bir tarihî geliş halinde

gösterilecektir.

· Yahudiler, olanca servet ve imkânlarına sahip ve ellerinden hiçbir şey alınmamış olarak,

muayyen bir vâde içinde Türk vatanını terketmiye mecbur tutulacaklardır. Yahudiden hiçbir

istihale ve bize inkılâp edası kabul olunamaz.

· Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek topluluklar da, ya ait oldukları ırk din topluluğunun

hariçteki müstakil devletine yahut seçecekleri herhangi bir ırk ve devlet himayesine geçmek

üzere, bu devletlerle vâki olacak muslihane anlaşma neticesinde Türk vatanından

çıkarılacaklar; ve servetlerinin hepsini birden muhafaza edeceklerdir.

· Servetlerini beraberinde alacak olan yabancı unsurlardan hiçbiri, Türk vatanı içinde herhangi

bir gayr-i menkul sahibi kalamaz. Bunlara gayr-i menkullerinin değeri ödenir ve devletin sınır

dışı para muamelesine göre bu kıymet, bellibaşlı şartlar ve şekiller altında kendilerine temin

olunur.

· Türk vatanını bütün hain ve muzlim yabancı unsurlardan temizlemek dâvasında ana ölçü:

“Ya bizden ol, ya bizden ayrıl”dan ibarettir; ve bizden olması isteği peşinen reddedilecek

yegâne sınıfın Yahudi olması, Dönmelerin esasen bizden olduğu vehmini vererek bizden

olmadığını asırlar boyunca göstermiş bulunmasındandır. Rum ve Ermenilerin bizden olmaları

muhal değildir. Bu takdirde samimiyetle sevk dairemize giren her Rum ve Ermeni bizden

olur.

· Tek başına kendinden ve öz cevherinden ibaret kalacak ve her türlü fesat unsurundan

temizlenecek olan Türk vatanı Büyük Doğu dâvasını, elmas gibi bir ırk ve kavim aynasında

parıldatacaktır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-SDNEMA

· Bundan böyle sinema, yerli ve ecnebi bütün nevileriyle, kat’î devlet murakabesi altına

geçecektir.

· Batı dünyasının, hain bir ticaret gayesiyle bütün tefessüh mikroplarını, en kesif mikyasta,

çerçeve çerçeve bir film kordelâsının içine yerleştirilmiş olarak cihana yayan ve tek çerçevesi

atom bombasından daha tehlikeli olan cinayet, hırsızlık, rezalet, fuhuş, macera ve başıboşluk

filmleri kat’î olarak yasaktır.

· Amerika ve Avrupadan ithal edilen filmler, ancak ictimaî, ruhî, ahlâkî, terbiyevî, talimî,

bediî bir fayda temsil ve bir hikmet ve ibret telkinine mevzu teşkil ettiği nisbette kabul

olunmak talihine maliktir. En küçük menfî tesirin (ki Garp ve dünya sinemacılığının binde

dokuz yüz doksan dokuzu böyledir) yayıcısı olan filmlere hiçbir suretle müsaade edilemez.

· Film murakabesi ve bunların memleket içine sokulup sokulmuyacağı kararının alınması işi,

hususî ve mesul bir heyete verilecektir. Bu heyetin vaziyet ve salâhiyeti ayrı bir emirle

çerçevelenecektir.

· Yerli filmler de aynı prensip ve kaideye bağlıdır. Şu kadar ki, onlar, filmleştirecekleri

(senaryo)ları, bütün (rejisör) ilâve ve (kompozisyon)lariyle beraber bu heyetin tasdikından

geçirtmek mükellefiyeti altındadırlar. Film yapıldıktan sonra yine aynı heyete gösterilir ve

onun son tasvip ve izniyle halka gösterilmek imkânına erer.

· İster yerli, ister yabancı filmlerde, ahlâkî, ruhî, hissî, fikrî, siyasî, hattâ bediî ve zevkî en

küçük zaaf, sakamet ve dalâlet ifadesi, böyle bir filmin yasak edilmesi için kâfi sebeptir; ve bu

hususta tek salâhiyet, memleketin en anlayışlı ve alâkalı şahıslarından seçilecek olan

murakabe heyetindendir.

· Cihanın, ister yerli, ister yabancı, bugünkü örneklerine ve bu örneklerin belirttiği kıymet

ifadesine göre, gösterilmesi iznini alabilecek film, hemen hemen yok gibidir. Bütün

Amerikan, Avrupa, Arap, Türk filmciliği bugünkü örnekleriyle her bakımdan mahkûmdur.

· Bu nisbette titiz ölçülerde anlaşılması gereken nokta şudur ki, Büyük Doğu inkılâbı, en

büyük mikyasta kıymet ve ehemmiyet verdiği sinema şubesini de bizzat himaye ve teşvik

edeceği ve herbiri yepyeni bir buluş ifade edecek olan yerli filmlerle canlandırmak

dâvasındadır.

· Dâvanın en dokunaklı telkin kürsülerinden biri olan sinemayı, devletimiz, bugünkü

örneklerin yüzde yüzüne birden şâmil bir ölçüyle bütün kötülüklerden ayıklayıcı ve bütün

iyiliklerle yeni baştan kurucu bir anlayış emrinde imha ve ihya edecektir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-DANS

· Dans yasaktır.

· Vatan kurtarıcısı çapında eski bir Fransız devlet adamının, dansa dair sorulan suale, sırf bir

yatak içinde kadınla erkeğin fiilini kastederek verdiği, “Niçin aykta?” cevabı kadar dansı izah

edebilecek bir tarif olamaz. Hususiyle bu tarif, Avrupanın, millî kahraman tanıdığı bir

büyüğüne ait olduktan sonra…

· Alenî ve ictimaî bir zina nazariyesinden başka bir şey olmıyan dans, belki de bu münafık

cephesiyle zinadan da iğrenç bir fiil olarak, Büyük Doğu mefkûresinin hiç bir noktasında

barınamayacak bir fiildir; ve bu bakımından, aynı mefkûrenin en şiddetli yasakları

arasındadır.

· Kadınla erkeği müşterek ve ahekli hareketlerle vücut kıvrımlarını göstermeye davet eden ve

ister bir çift, ister birçok insanın şehevî hareketlerinden ibaret olan dans, millî ve gayr-i millî

bütün çeşitleriyle bizden değildir.

· Zaten murakabe ve tecessüsü mümkün olmıyan ve içinden geçen her şey Allaha havale

olunmak icab eden hususî mesken müstesna, umumî ve ictimaî mekânlardan herhangi birinde,

her şekliyle dans yasağı şiddetle takip olunacaktır.

· Sadece dans fiiline dayanılarak yarım asırdan beri memleketimizde ananeleştirilen balolar,

ayrıca (bar)lar, (dansing)ler, (diskotek)ler, gece kulüpleri kendilerini içki yasağı bakımından

sınırlamış olsalar bile, dans yasağı ölçüsiyle tâ kökünden tasfiyeye tâbi…

· Karısını ve kızını, yabancı bir erkeğin kolları içinde ve göğsü üzerinde nazarî ve alenî bir

zinaya terkeden ve bundan gocunmıyan erkek, bizim anlayışımıza göre, bu halini izaha

yelteneceği, nefsine özür aramaya kalkışacağı, bir fuhş ajanından daha aşağılık bir şahıstır.

· Dansa karşı nefretimizi bilhassa şiddetlendirmesi icap eden nokta, Tanzimattan beri gelen

murakabe ve muhasebesiz Garp taklidi cereyanlarının, içimize, Masonlar ve Dönmeler

vasıtasiyle bilhassa dansı sokarak, güzelim ahlâkımızı ifsat ettiğidir.

· Avrupalı için, kendi hususî bünyesi, telâkkisi, ruhî ve ictimaî müessiseleri bakımından bir

dereceye kadar tabiî olduğu halde, bir Fransız büyüğünün bu kadar ağır bir nefret ve hakaretle

vasıflandırdığı dans, Avrupalı hesabına başlıbaşına bir tahrip vesilesi olduğu halde, bizim

İslâm ve millî bünyemize tatbik edildiği gün, her şeyimizi birden berhava edecek bir yıkıcılık

müessiri olur. ݺte böyle olduğu ve büsbütün olacağı içindir ki, bizim cemiyet ölçümüzde

dansla göz önünde zinanın birbirinden farkı yoktur.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-PARAZDTLER

· Dilenme ve dilencilik, şahit olunmuş ve olunmamış bütün nevileri ve tarzlariyle yasaktır.

· Gerçekten âciz ve çaresiz bir insanın, mahrem plânda ve Allah için birinden istiyeceği

yardım müstesna olarak, umumî ve ictimaî plâna akseden her türlü dilenme ve dilencilik şekli,

dinin kat’iyetle yasak ettiği bir fiil halinde en şiddetli takibe uğrıyacaktır.

· Dilenci, fiilini, izhar ettiği her yerde derhal yakalanacak, tecrit edilecek, en ağır muameleye

hedef tutulacak ve cemiyeti bütün parazitlerden tasfiyeye, parazitkeri ıslaha ve faaliyet sahibi

kılmaya memur hususî devlet teşkilâtının emrine suçlu olarak teslim edilecektir. Her ferdi

çalıştırmak ve çalışmıyana bakmakla mükellef olan bu teşkilâta suçsuz olarak teslim olmanın

şartı, parazitliğin herhangi bir fiilini irtikâp etmeden devlete başvurmaktır. Bu takdirde

müracaat sahibi ağır ve cebrî muameleden kurtulur ve yalnız şefkat ve yardım görür. Onun

içindir ki, cemiyetimizde, herhangi bir parazite mazeret yoktur.

· Dilenmeyi ve dilenciliği peçelemek için yapılan sahte öteberi satıcılığı vesaire (kamuflaj)

tedbirleri, dilencilik bahsinde, takip ve cezayı şiddetlendirici sebeptir.

· Parazitlerin başka sınıflarını teşkil eden işsizler, serseriler ve mekânsızlar, derhal ve en

küçük delâlet ve emareyle hemen yakalanır ve aynı alâkalı devlet teşkilâtına teslim edilirler.

· Çocuklarını ve aile kadrolarının masum örneklerini dilenme ve dilencilik işinde ökse gibi

kullanan ana ve babalar, öz çocuklarının hayatına kasdetmiş olmak derecesinde

cezalandırılacaklardır.

· Herhangi bir sefalet ve serseri kılığı bile, fiili bahis mevzuu olmaksızın, parazitliğin bir

delâletidir ve takip mevzuudur.

· Sahipsiz çocuk, murakabesiz genç ve mesleksiz şahıs, herhangi uzak ve yakın bir delâletle

derhal tesbit ve tecrit olunur ve hemen devlet sahabet, murakabe ve meslek emrine tâbi

tututlur.

· Büyük Doğu mefkûresinin örgüleştirdiği cemiyet, cihanda ve kokmuş cemiyetlerdeki

örnekleriyle tip tip ve çizgi çizgi şahit olduğumuz parazit nevilerinden hiçbirine, hiçbir

köşesinde yer vermeyecektir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-HEYKEL

· Bizde heykel yoktur.

· Fânileri putlaştırmaktan ve toprak altında tek tel kaşı kalmamış şahısları taş halinde

dondurmaktan ibaret olan heykel, İslâmî yasağı içinde bu derin hilkat sırrına karşı da gülünç

ve iğrenç bir nümayiş olarak, zatı ve asliyle, bizim güzellik ve doğruluk ölçümüze sığmıyacak

bir “kaba”nın ihtarcısıdır.

· Bizde âbide, taş ve tunç kütlelerini mücerrede doğru tefsir eden blokların ve nakışların

üstündeki muazzam kitabelerdir. Böylece madde sanatı ve süsü, bizde, ezelî ve ebedî kelâm

marifetinin mücerret çizgileri kadrosunda tecelli eden (fon)u şeklinde meydana çıkar ki,

sadece bu ölçünün mihrakında kurulacak âbidelerle, bütün vatanı süslemek ve (plâstik)

güzelliğe kavuşturmak da başlıca gayelerimizdendir.

· Bütün kadrosu bir iki aç ve çıplak, hasta ve alt köylü ile, aynı teşhisi ifadede müşterek birkaç

hayvan ve salaştan ibaret kasabacıkların meydanında on binlerce lira sarfedilerek dikilen

heykellerin, heykel dışı ve heykel üstü mânasındaki dehşet ise izahtan müstağnidir. Her

şeyden evvel vatanın ve maddenin tam imar ve donatımından sonra bu imar ve donatımın

tamamlandığını ifade için bir imza mahiyetinde kurulabilecek olan âbide, üstelik bu vaziyette

ve putlaştırılmış şahısların heykeli şeklinde dikilecek olursa, artık belirttiği mânanın felâketini

kavrıyabilmek lâzımdır. İlk iş olarak bu soydan eserleri ve mânaları dibinden kazımakla

mükellefiz.

· Bir fikre bağlı olmak yerine fâni şahıslara bağlananlar o fâni şahıs dünyadan çekip gidince

düştükleri hiçlik ve boşluğu heykel dikmekle gidermeye çalışırlar ve onun tunç, mermer veya

alçıdan, cansız gözlerinden yardım ve teselli ararlar. Bizse, şahıslara değil, fikre ve gayeye

bağlı olduğumuz için o fikir ve gayeyi, tunca, mermere ve her yere nakşetmekten gayrı yol

tanımayız.

BAŞYÜCELDK EMDRLER-MATBUAT

· Bu emrin neşriyle beraber, “Matbuat Hürriyeti" isimli millî ve ictimaî felâket vesilesi

kaldırılmıştır. Bundan böyle matbuat, bilinen mânada hür değildir.

· Bu yasağa, kitap, gazete, mecmua, bröşür, afiş vesaire olarak matbuat çerçevesinin belirttiği

ne kadar yayın vasıtası varsa hepsi birden dahildir.

· Şimdiki istikâmetsiz beşeriyetin en aziz hürriyetlerden biri tanıdığı fikir hürriyeti, hürriyet

mefhumunu hakka esaret bilen yekpâre telâkkinin emrinde, sırf “Hürriyet için Hürriyet”

faciasından ve her menfi tesire açık başıboşluktan cebren kurtarılacaktır.

· Yukarıda sayılan yayın vasıtalarının kadrolaştırdığı, roman, şiir, piyes, hikâye, tenkid, tetkik,

siyaset, ilim, fikir, haber röportaj vesaire gibi bütün ifade nevileri, neşirlerinden evvel kendi

kendilerini devlete tasdik ettirmek ve neşir ehliyet ve liyakatini alâkalı devlet teşekkülü

marifetiyle huccetlendirmek mükellefiyeti altındadır.

· Gerçek hürriyetin gerçek hürriyetin ne demek olduğu anlaşılıncaya ve bu anlayışı doğuracak

yüksek ferdî ve ictimaî irfan maya tutuncaya kadar, her şekli ve her nev’ile matbuat, en sert

murakabe ve en keskin güdüme tâbi tututlacaktır. Basın, kendi kendini kontrol edebilecek

hale gelinceye kadar, böyle!..

· Hususî şartları bakımından ayrı bir emir ve teşkilât mevzuu bulunan ve murakabeye tâbi yazı

sahalarının en ileri salâhiyet ve ihtisas unsurlarını ihtiva edecek olan devlet murakabe

kadrosu, şahsî, nefsanî ve basit mânasiyle siyasî hiç bir endişeyle hüküm vermiyecektir. Her

nev’iyle matbuat, meşru ölçüde ve gerekirse en ağır üslûp içinde, yalnız şahsî tenkid

yolundadır ki, yüzde yüz hür ve serbesttir. Bu noktadaki “şahs” mefhumuna, en âdi çobandan

en ulvî bir Başyüceye kadar her ferd dahildir.

· İsbat edilmek şartiyle, kim ve ne olursa olsun, hayatta bulunan her ferd hakkında her şey

iddia edilebilir. Fakat isbat edilemediği takdirde, cezası, kurban şahsa yöneltilen isnad ve

iftiranın cezası nisbetinde olur.

· Matbuat Hürriyetine tahmmülü olmıyan zulûm rejimleriyle, sadece matbuat hürriyetinin ruh

ve cemiyet sahasındaki zararlarına tahammülü olmıyan hak rejimi arsındaki farkı şundan

anlamak lâzımdır ki, bunların ilkinde en büyük yasak, devre hâkim şahısları korumaktan

ibaretken, ikincisinde mahfuz olan sadece mukaddes ve münezzeh mânalar, tamamiyle serbest

ve açık olanlar da şahıslardır.

· Âdi ve keyfiyetsiz, fikir ve sanat cevherini bozucu eserlerden başlıyarak, iman ve ahlâk

çürütücü, zıd ideolocyaları (antitez)leriylebirlikte muhakeme ve muhasebe etmeden

benimseyici; hulâsa insanoğlunu hayvanî, nefsanî, şeytanî ve sakîm mânada aklî cepheleriyle

istismar edici bütün yazılar kat’î olarak yasaktır.

· İman ve hidayet, küfür ve delâlet cephesinin herhangi bir fikir ve iddiasını zorla, gizli ve

baskı altında tutarak kuvvet kazanmaktan müstağni ve münezzeh olduğuna göre, murakabe

tedbirlerimizin ruhu, hakikatte ermiş bir topluluğun sakin ve muhteşem huzuru içinde, ictimaî

ve mutlak kıymetleri “Hürriyet için Hürriyet” gibi bir ruh istimnası bahanesiyle mahv ve

perişan edilmekten korumaktır. Yoksa ölçümüzün esası, küfür ve delâlet davranışlarını, hakkı

tam verilmek ve âkıbeti sıhhatle tayin edilmek şartına bağlı olarak, ortaya ve aydınlığa

çıkarmaktan bizi menetmez. Fakat böyledir diye, bir sütun üzerinde toplanan adedlerin doğru

cem’i bir tane ve o da meydandayken, bu bir tanenin esasen malûm ve müsbet hakkı adına,

önüne gelene o sütunu yeni baştan cemetmek ve hakikatleri mütemadiyen karıştırmak ve

şüpheli göstermek salâhiyetini vermeyiz. O zaman, bu salâhiyeti kötüye kullanacak bir iki

tecrübe bizi mahv ve perişan etmeye yeter. Aynı salâhiyeti iyiye kullanmanın da zaten mânası

yoktur. Hakikat karşısında teslimiyet ve salâhiyetsizliktir ki, anlayanlar nazarında, insana en

üstün hürriyet ve iktidarı bağışlar. Makinesi fevkalâde iyi işlediği için yol alan ve mesafe

kazanan bir trenin, güya iyi bir niyetle her ân tekerleklerini ve âletlerinin teftişe tâbi tutmak, o

treni bombalamaktan farksızdır. Onun içindir ki, bizim hakikatlerimiz, yerinde ve meşru

ölçüler içinde mutlaka gerekli olan tetkik ve teftişler müstesna olmak üzere, altından rayları

çekilemez katarlar vaziyetindedir.

· Evlerin kilidleri, nasıl “harîm”in korunması için bütün insanlıkça müttefikan alınmış, fakat

belki (ideal) bir cemiyette mânasız bir tedbirse, bizim bir baştan öbür başa kadar murakabe

altında tutacağımız matbuat da, öylece ruh “harîm”imizin kilidiyele emniyet altına alınmış

olacaktır. Bu kilid noktasını, dinsize, Masona, Yahudiye, Komüniste, materyaliste, züppeye,

şahsiyetsize, hayvanî ve nefsanî temayüllere karşı açık bırakarak ruhî ırzımızın

hetk’edilmesine müsaade etmiyeceğiz. Günü gelip de (ideal) cemiyet doğduğu zaman,

gerekirse evlerin kilidleriyle beraber matbuatın kilidlerinin de sökeriz.

· Aynı fikir ve iman bütünü içinden bize zıt ve yanlışlarımızı düzeltici her şey söylenebilir;

fakat "bütün"e dokunulamaz.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-YDNE BASIN

· Büyük Doğu nizamı, başıboşluk mânâsına, demokrasilerde olduğu gibi, bağırsak gurultusuna

kadar dilediğini yazmak ve işlemekte serbest basına tahammül edemez.

· Büyük Doğu nizamında, gazetesi, dergisi, kitabı ve her şeyiyle basın, üstün insanın hak ve

hakikatle kayıtlı olmasındaki hikmete uygun olarak, cemiyetçe inanılan ve bağlanılan

mukaddes ölçüler tarafından kelepçelidir.

· Büyük Doğu nizamında, sözü ağıza tıkamak, fikri vicdana hapsetmek, kalblerde mevcut bir

kötülüğü göre göre dışarıya çıkmaktan alıkoymak diye tarif edilebilecek (sansür)den eser

yoktur. Büyük Doğu nizamında (sansür) mânevîdir ve kişinin kendi kendisine tatbik etmesi

gereken bir zabıtadır.

· Kalbinde kötülük olan ve onu içinde zaptedemeyerek dışarıya atan her fert, bu fiilini

serbestçe yerine getirebilir ve neticede cezasına razı olur. Nasıl ki, herkes, dilediğini

öldürmekte, hiçbir fiilî mâni ile engellenmiş değil, fakat neticede cezasına katlanma

durumundadır.

· İma ve cinas yoliyle de olsa, cemiyetin bağlı olduğu mukaddesat bütününe karşı her istihfaf

ve hakaret onu yapanın cemiyet içinde barındırılmamasını gerektiren bir sebeptir; ve bu

barındırılmayış, suç sahibinin bir daha o suçu işlemeyecek hale getirilmesinden başka bir şey

değildir.

· Bunun, yani kök inanışın dışında, dallar, yapraklara ve meyvelere ait her tenkit, ne kadar

ağır ve acı olursa olsun, hürdür ve hiçbir takibe uğrayamaz.

· Büyük Doğu nizamında hükûmet, tenkit ve teşhire tâbi tutulmak bakımından, en hakîr

fertten daha zaiftir ve ispat edilmek şartiyle her isnada açık hedeftir. Şu var ki, isnadını ispat

edemeyen, aynı isnadın veya iftiranın gerektirdiği cezaya uğrar.

· Büyük Doğu nizamında basının vaziyeti, nur yuvası gözleri semaya doğru, HAK’tan

bahseden Hazret-i Ömer’e boyuna ve her cümlesinde “Allahtan kork, yâ Ömer!” diye bağıran

müslümanınkine eşittir. Nasıl öbür sahabîler bu tekerlemeciyi susturmaya kalkışmışlar,

Hazret-i Ömer de “bırakınız; bizim vazifemiz hakkı söylemeye çalışmak ve onunki bunları

söylemektir!” demişse, bizim basınımızda HAK’ka bağlı ağacın kökü mahfuz ve müstesna,

tatbikattaki her noktasını dilediği gibi tenkit etmekte her fert “nâmütenahî” hürdür.

· Büyük Doğu nizamında basın, cemiyetinin ahlâk, edep ve terbiye kıstâslarına yüzde yüz

mutabakatla mükelleftir. Hiçbir san’at bahanesi, bu ölçülerden en küçük inhirafı mazur

gösteremez. Bir kadının dizini gösteren resimden fikirsiz herhangi bir sövme kelimesine kadar

İslâmî ahlâk, edep ve terbiye dışı her şey şiddetle yasaktır. Fikir olunca da ayrıca sövmeye yer

kalmayacağını tesbite değmez.

· Büyük Doğu nizamında, başta devlet reisliği, hiç bir makam ve fert, mevcut tenkit ve

yerinde isnat hürriyetine karşı imtiyaz sahibi değildir.

· Basın ve yayın her fert ve teşekkül hesabına açık bir hak olduğu gibi, devletin de hakları

meyanındadır. Gazete, dergi ve kitap neşri etrafında emredici şartlarla yasaklayıcı kaideler,

Büyük Doğu nizamının teşkilât manzumesinde ve bu ana ölçüler etrafında madde madde

örgüleştirilecektir.

· Büyük Doğu nizamında basına ait gerçek hürriyet, bütün dünya ve insanlığın, bütün geçmiş

ve geleceğiyle bir eşini görmeyici bir tamamlık belirticisidir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-RADYO

·Radyo, Büyük Doğu dâvasının en tesirli silâhlarından biridir.

·Milyonlara seslenen radyo, Büyük Doğu ölçüler manzumesinde iki şubelidir: Biri eğitici,

öbürü eğlendirici...

·Birbirinden ayrı iki posta hâlinde faaliyet gösterecek olan bu şubelerden eğitici olanı, bütün

gün vazifeli olacak ve herbiri yine ayrı bölümler halinde başlıca iki dal üzerinde çalışacaktır.

Birinci dal, din, ikinci dal da umumî kültür...

·Din dalında İslâmın, zâhir br bâtın cepheleriyle, çizgi çizgi ve renk renk, bütün hüküm ve

hikmetleri... Şeriat ve tasavvuf, billûrdan, muhteşem bir saray gibi, dış hendesesi ve iç

cümbüşiyle Allah Sevgilisinin zâhir ve bâtınından ibaret olduğuna göre, pratikte Büyük Doğu

dâvası, radyoyu, din dalında tek eksik bırakmaksızın, misilsiz bir vecd, zevk ve irfan

dentlemeye memur kılar.

·Kur'ânı, Kur'ân ruhundan başka gayesi olmayan bir aletten dinlemek, onu meyhane ve türlü

rezalethanelerde okumaktan farksız olan günümüzün göstermelik yayınlarına nispetle,

gerçekten Allah Kelâmına muhatap olmak yerine geçebilir ve gerektiği edebi saylayabilir.

Artık her şey, Allah Kelâmını dinleyenlerin her türlü hafiflik ve lâübalilikten uzak, hürmet

tavırlarına ısmarlanmış olacaktır.

·Radyomuzun eğlendirici şubesine kadar hâkim olacak Kur'ân ruhu, kendi doğru, iyi ve güzel

hükümlerine aykırı tek sesin mikrofondan üflenmesine müsaade ve müsamaha edemez.

·Dkinci şubenin umumî kültür dalında ise, zengin bir kuyumcu vitrini manzarası içinde, sanat

ve edebiyat, tarih ve siyaset, hukuk ve iktisat, felsefe ve hikmet, fen ve müspet bilgiler, ordu

ve kahramanlık, çocuk ve gençlik, köylü ve işçi bölümleri, elvan elvan mücevherler hâlinde

pırıldayacak ve bunlar en cazibeli ve sanatlı şekillerde, yepyeni buluşlarla sunulacaktır.

·Radyomuzun eğitici şubesine bağlı iki dalda en azılı küfür edebiyatına karşı gereken

(polemik-fikir kavgası) ve (diyalektik-söz sanatı) usûl ve düsturları tâlim edileceği gibi,

topyekûn imamlara ve öğretmenlere yol gösterici örneklik vaazlar ve dersler tertiplenecektir.

Bunlar köy odaları ve mekteplerde, imam ve öğretmen huzurunda belli saatlerde takip

edilecektir.

·Radyomuzun eğlendirici şubesi, başta müzik, folklor, temsiller, skeçler, hikâyeler, öğütler,

haberler, bildiriler ve türlü buluşlar, hassasiyetle sınırlı bir edep dairesini aşamaz ve hiçbir

suretle fuhşiyata kaçamaz. Mûsikînin din gözünde mahiyeti, hikmet ve tefekküre vesile

olduğu nisbetle iyi, kötüye âlet edildiği mikyasta da kötü olduğuna göre; bu ölçü bilhassa ana

kıstas bilinecektir.

·Pratikte Büyük Doğu dâvasının özlediği radyo, ilk mektepte çocuğu, yüksek okulda genci,

orduda eri, fabrikada işçiyi, köy odasında rençberi, hâsılı evinde herkesi kucaklayıcı ve insana

yaşanmaya değer hayatı belletici muazzam bir üniversitedir.

·Büyük Doğu dâvasının radyosu, göklerde ateş böceklerinden üstün bir rota sahibi olmayan

cüce sesler arasında bir şimşek nârasıdır ve (televizyon)la el ele, hem kulağa hem göze hitap

edicidir.

·Malûm şekli, ruhu ve idare usulüyle bugünün (T.R.T)sini, gırtlağına ot tıkayarak susturmak

hususî ve ruhî bir tâlim ve idman devresinden geçirmek ve ondan sonra renk, nâme ve pırıltı

halinde, feza yolcusu cins bir küheylân gibi göklere salmak, "Başyücelik" devletinin ilk işleri

arasındadır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-ÜNDVERSDTE

· Bu emirde, olması lâzımgelenle, tasfiyesi icap eden, yanyana ve karşı karşıyadır.

· Büyük Doğu âleminin Üniversitesine ait ana prensiplerin başında, Üniversite muhtariyetinin

kaldırılması vardır. Bizim Üniversitelerimiz, hürriyet için hürriyeti anlamaz; gerçek hürriyeti

hak ve hakikate tâbîlik olarak tanır ve devletin bağlı olduğu hak ve hakikat kutbu adına, bu

kutbun tedrisî riyasetini temsil eden Maarif cihazına teslimiyeti ve onun emirleri çerçevesinde

hareketi esas bilir. Böylece muhtariyeti, bir kere muhtar olduktan sonra, sekamet ve delâlette

de muhtariyet felâketinden kurtarmakta, Büyük Doğu âleminin Üniversiteleri örnektir.

· Bizim Üniversitelerimizin adı "Külliye"dir. Millî şahsiyet ve şuurun ilmî ocağını temsil

edecek olan müessiseyi yabancı bir kelimeyle isimlendirmekteki abes üstüne abes

düşünülemez. İstanbul, Ankara, İzmir, Erzurum vesaire Külliyeleri... Üniversitelerimizi böyle

anacak ve isimlendireceğiz. Zaten "Külliye"nin küllî delâleti yeter.

· Bağlı bulunduğumuz mutlak hakikat kutbunun mutlak bir ölçüsüne uygun olarak tedrisat

usulümüzde kız ve erkek karışık öğretime imkân olmadığı için, Üniversitelerimiz de, kız ve

erkek Külliyeleri halinde ayrı olacaktır. Vatanın her köşesinde Üniversiteleri üretmek

gayesine doğru gidilirken, kızların daha fazla ev kadını olarak yetişmelerini ve sadece ilim ve

muallimliği tercih edenlerden bir zümrenin yetişmesini temin için, bellibaşlı bir merkezde bir-

iki kız Üniversiteleri kurmak kâfidir.

· Üniversitelerimizde, hiçbirinin, hiçbir şubesinin hiçbir sınıfında yüzden fazla talebe

bulunmıyacaktır. Bu ölçüye dayanarak, istek ve kalabalık miktarına göre Üniversiteleri

çoğaltmak icap edecek; fakat meselâ Hukuk Fakültesinin bir sınıfında iki bin talebenin

toplanması ve o sınıfı bir kargaşalık âlemi haline getirmesi gibi bir vaziyete asla imkân

verilmeyecektir.

· Üniversitelerimizde, tıpkı askerî cihazlarda olduğu gibi, vatanın mânevî müdafaasiyle

mütenasip bir disiplin ruhu taşıyacak, talebe Üniversitesini bitirinceye kadar bir melek hayatı

sürmekle mükellef tutulacak, hiç bir ferdî ve içtimaî bir hak iddiasında bulunamıyacak, sigara

bile içemiyecek; ve iki bin kişilik sınıflarda, hoca takririni verirken gerilerde (poker) oynıyan,

gramofon çalan, uyku uyuyan hattâ rakı içen devirlerin ahlâkına tam bir zıddiyet ve cemiyet

idealine mükemmel bir teslimiyet belirtecektir.

· Üniversitelerimizdeki tedrisat tamamen parasız olacak ve yeni eski misallerde görüldüğü

gibi "derslere devam harcı", "kayıt harcı", "imtihan harcı" vesaire namiyle talebeden alınan

gûya harç ve haraçlara paydos denilecektir. Böylece sırf gelir menbaı olsun diye sınıflara

yığılan binlerce talebenin maddî ve manevî felâketi önlenmiş olurken, yine gelir kaynağı

teşkil etsin diye başvurulan ve hattâ profesörlerin cebine kadar intikal ettiren, talebeyi

haksızca çaktırma ve sınıfta bırakma şekavetinin önüne geçilecektir.

· Bizim Üniversitelerimizin talebesi, mukaddes dâvanın "Yüceler Kurultayı" makamına

namzet idealist gencin bütün vasıflarına malik olmak mecburiyeti bakımından, talebelik

devresi içinde her türlü maddî ve manevî murakabe, nizam ve disiplin kıymetinin mihrakını

teşkil edecek; ve bu üstün mesuliyet duygusu altında, kendi şahsî muvaffakiyetsizliğiyle

vatanî ve ictimaî bir felâketi müsavi telâkki edici bir ruh ve zihin haleti arzedecektir.

· Bizim Üniversitelerimizin talebesinden beklediğimiz mâna ve madde ifadelerinin tamamlığı

bakımından, Üniversitelerimizin, teşkilât, ders, hoca, kitap, fikrî ve mânevî malzeme gibi her

noktası tamamlanmış ve plânlanmış olacaktır.

· Ruh kökümüzden olmıyan Üniversite profesörü olamaz.

· Eser ve şahsiyet sahibi olmıyan, Üniversite profesörü olamaz.

· En küçük ahlâkî zaafı olan, Üniversite profesörü olamaz.

· Üniversite profesörü, kendisini mücerret ve arayıcı ilim ve tefekküre hasretmiş büyük

münevver örneği olduğu için, başka hiçbir işle uğraşamaz.

· Bazı ihtisas bölümleri müstesna, sâf ilim plânında ezbere bilgi vermek ve bir şey

öğretmekten ziyade, öğrenmenin metodunu göstermek ve mücerret bilgi hassasına

erdirmekten ibaret gaye (ki üniversitenin bu gayesi her yerde bilinir ve yalnız Türkiyede

bilinmez) Külliyemizde tam tecelli edecektir. Gerçek kültürden murad, nasıl, birçok şey

bildikten sonra onların unutulması neticesinde insanda kalan öz, yani bilgi hassası ise, Büyük

Doğu külliyesinin de hedefi, sâf ilim ve tefekkürü mayalandırarak her sahada arayıcı hamleye

zemin açmak ve donmuş bilgi kalıpları içinde ruh pörsüyüşlerine engel olmaktır.

· Metodu (dinamik) olan Büyük Doğu Külliyesinin cümle kapısında, Allah Sevgilisinin şu

ölçüsü vardır: "Bir günü bir gününe eş geçen, hüsrandadır."

· Büyük Doğu Külliyesinde, bütün metodolocyası (usuliyet) ve kanunlariyle ilim, olanca

fazilet ve haysiyetiyle hoca, topyekûn itaat ve teslimiyetiyle talebe, birbirine inanmış ve

bağlanmış vaziyettedir. Bunlardan hiçbiri de, cemiyetinin bağlı olduğu hak ve hakikat

kutbuna karşı herhangi bir selâhiyet ve istiklâl imkânına sahip değildir.

· Büyük Doğu Külliyesinin, edebiyat, felsefe, iktisat, tarih gibi sâf ilim sahalarında temel

ölçüsü İslâmî naslar etrafında "nâmütenahî"ye kadar giden ve her ân biraz daha genişleyen bir

hikmet ufku açmak; şube şube müspet bilgiler plânında da, eşya ve hadiseleri, madde ve

tabiatı zapt ve teshir etmenin dinî bir farz olduğunu kanunlaştırmaktır.

· Kulunu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendisine halife olarak yarattığını, Kur'ânında

açıkça belirten Allah, elbette bir zamanlar matbaaya küfür aleti, bisiklete de şeytan arabası

göziyle bakanlardan razı değildir; ve Kur'âna inanmaksızın onun emrini yerine getiren ve bize

yalnız kötülüklerini devredenlerle, inandığı Kur'ânı elinde boş bir mahfaza gibi taşıyan ve

Batının içyüzünü göremeyenler arasındaki hazin fark, Külliyemizin metodolocyasında en ince

düğüm noktalarından biridir.

· Büyük Doğu külliyesinde felsefe, dünyada kaç bâtıl yol bulunduğunu, insanoğlunun ilk

çağlardan beri hakikat yolunu bulmak için ne mahzun çileler doldurduğunu, her felsefe

mektebinin ise öbürünün yanlışı çıkarmaktan gayri bir şey yapamadığını, sabit ve muhkem

"doğru", "iyi" ve "güzel"i getiremediğini, bütün bunların ezelle ebed arası nurlu bir mahya

halinde yalnız İslâmda toplandığını göstermek için okutulur; bu yönde ve bu mihrak fikir

etrafında "Yârabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!" şeklindeki Peygamber

fermanına uygun, sonsuz bir arayıcılık fezası açılır, öbür sâf ilim şubeleri de onu takip

ederken, müspet ilim plânında da yıldızlara kement atmaya kadar her hakkın İslâma ait

olduğu öğretilir ve genç nesiller böylece vazifelendirilir.

· Ruhları bulanık, fakat akılları yetişkin yabancı ülkelerden madde sahasında bilgi toplamaya

gönderilecek talebe, bu işin, bir gün nasıl olsa hesaplaşacağı Batı ordusundan sır çalmaya

giden bir kurmay hüviyetindedir; ve gireceği iklimin kötü tesirlerinden hiçbirine

bulaşmaksızın mukaddes sırrı vatanına taşımakla mükelleftir. Avrupada tahsildeyken fuhş

hayatına kapılan ve muvaffak olamayan Japon talebelerinin, neticede bıçağı karınlarına

saplıyarak intihara mecbur tutulmaları, bu mevzuda muhtaç olduğumuz disiplin, ruh

tamamlığı ve karakter sağlamlığına ait bir ibret misali verebilir. Bizde intihar yok, fakat onun

yerine bir daha cemiyetin yüzüne bakamayacak bir hacalet müeyyidesi vardır.

· Büyük Doğu Külliyesi, bir zamanlar kılıçla genişleyen ve fikir kılıcı kullanmaktan kendisini

müstağni sayan İslâmın, tam günü gelmiş ve çığırı açılmış olarak, ruh ve ilim kılıcının

bilendiği bir tezgâh olacak, bu tezgâhta ilim ve fen her çeşidiyle ve en cazibeli (ambalaj)lar

içinde vitrinlerde ve raflarda istiflenecek; ve oraya sırf dış ilimleri kapmak için gelen İslâm

dışı bir talebe, müslüman olmaksızın diplomasını kabul etmekten utanacaktır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-BATIDA TAHSDL

· Vatan harîmi içinde ecnebi mütehassısa hiçbir vücut hakkı bırakmıyan kat'î ölçümüzden

sonra kendi kendisine meydana şu mesele çıkıyor; Mutlaka akıl, eşyayı tefahhus ve tecessüs,

maddeyi baştan başa semerelendirme ve insan iradesine râmetme mükellefiyeti altında

olduğuna göre, Garplının fennine nasıl erişebiliriz; ve bunun usulü nedir? Bunun usulü,

Garplıyı, hapishane gardiyanı tavriyle içimize alıp onun irade ve idare zindanında mahkûm

kalmak yerine gayet ince ve ulvî bir casus sifatiyle onun harîmine girip akıl plânlarına hâkim

olmaktır.

· Bu mücerret ifadenin kastettiği müşahhas dâva, Batı âlemine gönderilecek talebe

meselesidir; ve bu mesele, tam 137 yıllık halledilmemiş dertlerimizden biridir.

· Şarkla Garp dünyaları arasındaki muhasebede Garbın zaferini ve Şarkın iflâsını kabul etmiş

ve başımızı bunca belâya salmış köksüzler, şahsiyetsizler ve züppeler kolunun bu vatanda

doğurduğu mustarip hayret devrinden beri, hem bir şeyler öğrenmesi için Batı âlemine talebe

gönderirken, hem de bir şeyler öğretmesi için ecnebi mütehassısları içimize çekerken,

mevzuun dehşet ve nezaketine en küçük bir nüfuz bile gösterebilmiş değiliz. Onların içine

giderken de, onları içimize alırken de iflâsını kabul etmiş bir mahkûm tavrını 137 yıldır

sadakatle muhafaza etmiş bulunuyoruz. Bu tavır devam ettikçe, Garplıdan devşireceğimiz,

gıda yerine daima zehir olacaktır.

· ݺte mahkûmiyetimizi başından sonuna kadar Garplı hesabına sigortalayıcı bu ruh haleti

yüzündendir ki, bizde Avrupaya gönderilen talebe, ona körü körüne hayran kul ve köleler ve

ondan ilim devşirme yerine onun bütün fesat dolaşlarına peşinen düşmeye hazır "cepte

keklik"ler mahiyetinde kalmıştır. Bu biçare keklikleri, fuhuş, kumar, içki, başıboşluk, şüphe,

inkâr ve her türlü ruhî tereddi ocağında kızartıp helmeleştiren Avrupalı da, onlara kendi

müspet ilimlerinden sadece basit reçete ve umumî (bandrol) bilgili hafif bir cilâ çektikten

sonra, kendilerini vatanları hesabına değil de, vatanlarına ihanete memur birer Garplılık

(ajan)ı sıfatiyle geldikleri yere iade buyurmuştur. Meşhur (Şinasi)den itibaren yine meşhur

(Nâzım Hikmet)e kadar, Avrupaya gidiş ve gelişlerimizin çerçevelediği mâna daima budur!

· ݺte bu tarzda gidiş gelişlerin an'anesini kıracak; ve Batı âlemine anavatanda yepyeni bir ruh

teçhizatiyle hazırlanmış, ballibaşlı vasıflarda, plânlı bir kitleyi akın ettirip kendilerini orada ve

burada sevk ve idare edecek bir ölçüdür ki, usulümüzün ruhudur. Bu ölçüye göre, Batı

âlemine gönderilecek talebe, bir taraftan her şeyi öğrenmeye muhtaç bir tavır temsil ederken,

öbür taraftan her şeyi bilen bir iç edanın da sahibi olacaktır. Yani bir taraftan en basit bir

talebe, öbür taraftan en muğlak bir âlim... Kendi gayesinin âlimi...

· Bu harikulâdeliği meydana getirebilmek için mutlaka vatan içi büyük bir inkılâba ve

müstakil bir dünya görüşüne zaruret vardır ki, zaten bu olmadan, ortada, görüşülecek tek

mesele yoktur; ve bu hususta bütün kefalet, ruhunu kâinatın biricik mimarîsine dayamış olan

Büyük Doğu mefkûresinden başka bir şey değildir.

· Japonlar, Şark milletleri arasında, bâtıl ve sapık mânasiyle de olsa az çok bu ruh istiklâlini

tutabilmiş insanlardan oldukları için, memleketlerine tek ecnebi mütehassıs sokmadıklarından

başka, talebelerini Garp Dünyasına gönderirken de hayli sert ve haşin ölçüler göstermişlerdir.

Şu kadar ki, onların misalinden ibret alınabilecek taraflar bulunmakla beraber, misallerini tam

bir yekparelik ve tamamlık içinde mütalâa etmeye imkân yoktur. Onlarınki, Garp Dünyasına

talebe göndermek işinde, basit ve dikenli bir gururdan ve bu gururun haşin birkaç tedbirinden

ileriye geçemez. Bizimki ise, nâmütenahî ince, yumuşak, fakat o nisbette kat'î ve sert; ve

ruhunu âlemin yegâne gerçeğine bağlamış insanların bükülmez ve eğrilmez (rejim)ini temsil

edecektir.

· Avrupaya gönderilecek talebe, plânı bütün teferruatiyle hususî bir iş temsil ve ayrı emirlere

mevzu teşkil etmek üzere, burada ve daha ilk mektepten itibaren gayet dikkatli ve sistemli bir

teftiş ve tetkik neticesinde seçilecek; bunlar müstesna bir (rejim) altında talim ve terbiye

gördükten sonra, cihana ebedî rengini getiren Şark dünyasının ebedî rengini silmeye memur

Garplının her türlü sırrını çalıp getirmek gibi en ince bir mükellefiyetin şartlariyle donatılarak

kol kol Garp dünyasına sevkedilecektir.

· Ve bunlar, evvelâ tâbi tutulacakları vatan (rejim)i bakımından ruhî ve ahlâkî cepheleriyle o

türlü yetiştirilecektir ki, Garp illerinde herhangi bir günah ve fesat öksesine düşmekle, Allah

ve Resulüne ihaneti bir tutacaklar ve dâvayı şahsî günah seviyesinin çok üstünde mütalâa

edebilmek kıvamına erdirileceklerdir.

· Onlar için, Garp Dünyasında muvaffak olamamak ve kendilerini onlara kaptırmak diye bir

hâdise, ancak Allah sayesinde ve Allahın lûtfiyle muhal bilinecektir. Şu veya bu suretle orada

ayağı kayan, hiç değilse derhal memleketine dönecek ve artık kendisini bu şerefli

"memuriyet"e lâyık görmeyici ihlâs ve şecaati daima gösterebilecektir.

· Esasların esası olan bu müceret ölçüler, idrak ve tedbir âlemine nakşedildikten sonra, işi bir

baştan öbür başa plânlamak; ve bilhassa Batı âlemine gönderilecek masum talebe kılıklı ulvî

irfan casuslarını yetiştirici iç teşkilâtı kadrolaştırmak pek kolaydır. yeter ki, oraya gidecek

olanlar, birkaç nesil sonra artık bu gidiş gelişleri lüzumsuz kılıcı ve her şeyi memleket siçinde

kefalet altına alıcı büyük ve ihyakâr tavassuta unsur teşkil ettiklerini iyice anlasınlar ve bu

anlayışa göre fikir ve ahlâk sahibi olsunlar...

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-ECNEBD MÜTEHASSIS

· Bu emirle beraber, memleketin talimî ve tatbikî her sahasında ecnebi mütehassıs yasaktır.

· Ecnebi mütehassısın tarifi, bir iş, meslek veya ilimde ustalık sahibi olan gayr-i Müslim

şahıstır.

· Sadece fennî ve tatbikî sahalarda bir dereceye kadar tahammülü kabil olan ecnebi

mütehassısı, bilhassa sâf ilim ve sanat sahasında iki başlı bir felâket telâkki ediyoruz. Şöyle

ki, ecnebi mütehassıs, bize hiçbir bilgiyi mal etmiyeceğine karşılık, ilim perdesi altında

ruhumuzu sistemle bozmaya memurdur.

· Tarihimizde, inkılâp âbidelerini bile ecnebi mütehassıslara yaptıran devrin, bu milleti

müstemlekeleştirmekten başka gaye gütmeyici ruhunu ifadede bu misal, âzamî derecede

parlaktır. Millî olmak iddiasında bir inkılâp, kendi âbidelerini ecnebilere ısmarlamakla, kendi

bakirelerini kadınlığa irca için ecnebilere müracaat etmek arasında bir fark bulunduğunu iddia

edemez. Biri maddede oluyor, öbürü mânada...

· Mutlaka fethetmekle mükellef bulunduğumuz Batı dünyasının aklî teçhizatını, Batılı ustaları

her selâhiyetle harîmimize çekerek elde edemeyiz; üstelik kendimizinkini kaybederiz. Bu işin

çaresi, harikulâde üstün münezzeh, hattâ mukaddes bir hırsız ruhiyle onun harîmine girip her

şeyini devşirmektir.

· Bilhassa bütün maarif teşkilâtı; üniversite, yüksek mektep ve liseler... Bilhassa bütün ordu

teşkilâtı; askerî talim ve terbiye müessiseleri ve birlikler. Ve nihayet bütün vekâletlerin

çerçevelediği bütün iş ve tatbik sahaları dâhil olarak, ecnebi mütehassısın bulundurulabileceği

tek yer yoktur.

· Bu emrin neşri tarihinden itibaren umumî devlet ölçüsü, herhangi bir müessisenin, ya millî

heyetiyle mevcut ve kendi kendisini idare eder ve her ân terakkiye doğru yürür mahiyette

olduğu, yahut bir gün varlık şartlarına erinceye kadar mevcut olmadığı ve mevcut olmak için

her çileye başvurmak borcu altında bulunduğundan ibarettir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD: HARF DÂVASI

• Bu emirle beraber ilim ve ihtisas ehlinden bir heyet kurulup aşağıdaki suallerin cevabını

hazırlıyacak ve tam mânasiyle ilim ve hakikatle teyitli olarak Başyücelik makamına

verilecektir. Sualler on dört tanedir.

İsmine “Arap harfleri” denilen, tam on asır Türk medeniyet kadrosunun ifade unsurunu

teşkil etmiş ve on asırlık millî irfanın temeli mevkiinde bulunmuş harfler, hakikatte sadece ve

kavmî mânada Arap harfleri midir, yoksa kavim üstü bir mâna ile “”Dslâm harfleri” mi? Bu

hususta dinî, tasavvufî, ilmî ve aklî bürhanlar nelerdir?

• Kavim üstü, küllî bir şümulle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemiyeceği bir ilim

meselesi olan harflere “Arap harfi” ismini vermek mümkün oluyor da, doğrudan doğruya ve

münhasıran Lâtinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl “Türk harfleri” denilebiliyor?

• Her iki harf manzumesi üzerinde, mücerret ve müşahhas imtiyaz ve faydaları bakımından bir

nefs muhasebesi, bir mukayese vazifesi yerine getirilmiş midir?

• Bizzat Lâtin harfleri dünyasına mensup bir ilim ve fikir adamının dünyada en mütekâmil ve

ince harfler olarak “Arap harfleri”ni gösterdiğini; ve kendi milleti için, kültür kökünü

değiştirmek muhali olmasa, bu harfleri tavsiye edeceğini bilen var mıdır?

• Harf inkılâbı sırasında Amerikalı bir terbiye mütehassısının “Türklerin eski harflerini

kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerikanın, bütün madenlerinden mahrum olmasından

daha ağır bir kayıptır!” sözü gerçekten vâki midir? Amerikalı profesör, şüphesiz ki, kendi

misyoner ve politikacılarının iştirak etmiyeceği bu sözüyle ne demek istemiştir? Nihayet ilmî

insafı çatlamıştır da ondan mı?

• Garptan bütün müspet bilgilerini ve her şeylerini alan, bütün medeniyet unsurlarını iktibas

eden Japonlar, cihanın en çetin ve gülünç derecede iptidaî harfleri olan kendi yazılarını acaba

niçin muhafaza etmişlerdi?

• Eski harflerin öğrenilmesindeki zorluk, acaba tedris metodlarının sakatlığından mı, yoksa

bizzat harflerin bünyesindeki çetinlikten mi doğmaktaydı?

• Eski harflerin imlâsındaki kargaşalık, acaba bu hususta sabit ve kat’i bir usul eksikliğinden

mi, yoksa bizzat harflerin kendisinden mi gelmekteydi?

• Eski harflerin bütün millete ve aşağı tabaka halka teşmil edilememesindeki zaaf, acaba o

devrin maarifine mi, yoksa harflerin zatına mı aittir?

• Yeryüzünde, o da kısmî olmak şartiyle, İtalyanca, Fransızca, Yunanca gibi cihanın en büyük

dilleri pekâla bunu yerine getirebileceğine göre, Lâtin harflerinin dilimize tatbikindeki

(fonetik) mazhariyet, acaba hakikatte ve sâf zekâ bakımından bir fayda mıdır, yoksa bir

mahzur mu? Yani (fonetik) olmıyan ve kelime usulüne dayanan yazı şekillerinin zekâyı

beslemesinde hususî bir pay yok mudur? (Fonetik) usul, insanı, pek basit ve ucuz bir

(avantaj)a karşılık, içinde hapsedilip kalacağı ve avâm seviyesinden yukarıya çıkarmıyacağı

bir kabalığa mahkûm etmez mi?

• Birbirine bağlanan, bağlandıkça şekil değiştiren ve birbiri içinde hall-ü hamur olan

şekillerle, herbiri kaba zincir baklaları ve çakıl taşları gibi daimî bir ssertlik muhafaza eden

şekiller arasında, bediî olduğu kadar aklî rüçhaniyet ve galibiyet hangi taraftadır? Ve bu

rüçhaniyet ve galibiyetin ilk bürhanı olarak eski harflerin stenografya kıymeti, telâfisi

mümkün bir kayıp mıdır?

• Nihayet eski ve yeni harf nesillerinin birbiriyle mukayesesinden çıkacak hüküm, mücerret

zekâ, irfan ve şahsiyet bakımından hangi cepheye üstünlük yöneltecektir?

• Bin kişilik bir cemiyette dokuz yüz kişinin imzasını atabilecek ve (Karagöz) gazetesini

sökebilecek kadar okur-yazar olması mı; sadece yüz kişinin tam okur-yazar ve her türlü fikir

çilesiyle dolu olması mı, o cemiyet hesabına üstün bir not belirtir?

• Acaba harf inkılâbını yapanların ve hattâ eski harfler içinde çocukluğunu ve ilk mektep

çağını idrak edip de peşinden yeni harfleri öğrenenlerin, bütün hususî ve samimî ifadelerinde

yalnız ve yalnız eski harfleri kullanmaktan başka bir şey yapamamaları, sadece alışkanlıkla

izah edilecek ve içine eski harf kudret ve imtiyazından hiçbir pay karıştırılmayacak bir hâdise

midir?

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-KIYAFET VE ŞAPKA

· Prensip, şahsiyetimizin, bütün maddî tezahür çerçevelerinde, baştanbaşa istiklâl

kazanmasıdır. Bu istiklâl ifadesini, ruhumuzdan başlıyarak, en hurda madde unsuruna kadar

nakşetmekle mükellefiz.

· Dâvanın, müşahhas unsurlar kadrosunda, (1) numaralı maddesi, kılığımız ve serpuşumuzdur.

· Tarihî "haşr-ü neşr"leri bakımından aynı kıyafet ölçüleri içinde pişmiş olmalarına rağmen

Avrupalı milletlerden her birinin öbürüne nazaran keskin farkları varken, sbizim gibi apayrı

ve zıd kökten gelen bir milletin, Avrupayı, orta malı ve hususiyetsiz (gardrop) plânında

maymunvârî taklid etmesinden daha hazin bir iflâs tavrı olamaz.

· Dâva, ne şalvara, ne de kavuğa dönmekte. Madde unsurlarının, bizzat madde sıfatiyle hiç bir

kıymet ve haysiyeti yoktur. Herşey mânada...

· Dâva sadece, Yirminci Asır hayat tarzının dâvet ettiği şeklî zaruretler içinde, şahsiyetimize

lâyık müstakil kılık ölçüsünü bulmakta...

· Şahsiyetimizin, ruhumuza üflenen korkunç hayretle beraber, nasıl kılığımızıda hayretler

içinde bırakıcı bir buhrana düştüğüne misal, Tanzimattan bugüne kadar devre devre (gardrop)

unsurlarımızdır. Artık şalvarı içinde, yeni zamanların gerektirdiği çevikliği bulamıyan eski

tip, zorla pantalonu benimserken, bu hakîr madde paröasının nefs muhasebesinden uzak; ve

fesiyle pantalonu, cübbesiyle potini arasında en canhıraş hayreti belirten bir tezad ifadesine

maliktir.

· Nihayet bu milletin başına zorla ve kanunla yerleştirilen şapka, (Giyyom Tel)in direk

üzerinde selâmlamaya mecbur edildiği zulûm şapkası hâdisesinden daha ağır bir cebirle,

şahsiyetimizi topyekûn Garba teslim ettirilişimizin, yüzde yüz palyaço haline getirilişimizin,

bir paspas üzerinde millî ırzımızı Avrupalıya feda etmeye zorlanışımızın resmî, alenî ve nihaî

hamlesi olmuştur. Binaenaleyh şapkada, şapkayı aşan bir mânâ vardır. Bütün dinî, millî, bediî,

tarihî ölçülerimizin istikrah duyduğu bu unsuru başımıza geçirmeye mecbur tutulmakla

topyekûn mukaddesatımızı, tarihî can düşmanımızın emrine vermeye zorlanmış oluyorduk.

· Halbuki şapkada, dinî, millî, bediî, tarihî ölçülerle, bizzat maddesi bakımından, muhabbet

veya nefret hissine değer hiçbir kıymet ve haysiyet mevcut değildir. Bütün kıymet ve

haysiyet, onun remz ve âlem teşkil ettiği ruh ölçüsündedir. Bu da küfürdür.

· Bize zorla ve cihanda bir eşi görülmemiş kanunî bir mükellefiyetle şapkayı giydiren fikrî

saik, şahsiyet ve hüviyetimizi küfre teslim etmekten başka tek gat-ye sahibi değildir. Yoksa ne

fes, fes olarak güzel; ne de şapka, şapka olarak çirkindir. Nitekim bir Müslümanın, gölgesine

bile el değdiremiyeceği salip, bizzat şekli bakımından hiçbir suç sahibi değilken, remzi

olduğu küfür noktasından suçlunun suçlusu ve çirkinin çirkinidir. O, sadece âlemi olduğu

mâna adına küfrü temsil eder; binaenaleyh küfrün, madde çerçevesinde tâ kendisi sayılır.

· Salip üzerinde olduğu gibi, ona yakın ve uzak her unsur üzerinde de, zıd mânayı temsil

derecesine göre dinî ölçü buyken, millî ve bediî ölçüler de başka türlü değildir. Bütün

kabahati, ruhumuzla ruhu arasında maddî bir tefrik al1mati olarak Hristiyan el tarafından

şekillendirilmek olan şapka, bize, mücerred millî ve bediî ölçülerle deşiddetle istikrah

vericidir.

· ݺte bu bakımdan, milletlerarası kıyafet (konvansiyon-anlaşma)ları içinde umumî kılığımızı

en keskin ve güzel çizgilerle şahsiyetlendirmek için inceden inceye cehd sarfederken, şapkayı

büsbütün başımızdan çıkarıp atmak ve yerine bütün Doğu âlemini ziynetlendirecek ve en ileri

şahsiyet ifadesine ulaştıracak millî bir icad koymak başlıca vazifemizdir.

· Bütün san'atkârlarımız bu millî icada şekil vermek için çalışacaklar ve modellerini tetkik

edilmek üzere Başyüceliğe tevdi edeceklerdir. Nihayet belli başlı bir şekil üzerinde karar

verilip "Yüceler Kurultayı"nda bu şekil tasvib edildikten sonra, keyfiyet millete mal

edilecektir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-KADIN KILIİI

· Kadın kılığı, bu emirden itibaren edep hadlerine girecektir.

· Bu hadlere girmek, ölçümüzün kadın vücudunda görünmesine müsaade ettiği kısımları açık

bırakıp, görünmesine müsaade etmediği kısımları örtülü bulundurmaktır.

· Edep hadleri mahfuz bulundurulmak şartiyle kadın kılığında, ne kadar süs, zarafet, güzellik

unsuru varsa tatbik olunabilir.

· Yepyeni ve misilsiz şartların çerçeveliyeceği Büyük Doğu âleminde kadın, hadleri mahfuz

tutarak, zevkî ve bediî her bakımdan zenginleştirmek ve bütün cihana örnek diye takdim

etmekle mükellef olduğu kılığını, bir taraftan mücerret kadın zarafet ve şahsiyetinin en ileri

ifadesi, öbür taraftan da İslâmî ve ahlâkî edeplerin en mükemmel tecellisi halinde

âbideleştirecektir.

· Büyük Doğu âleminin kadını, bu kılığa girdikten sonra, artık ona, ev, mektep, salon, daire,

konser, konferans, merasim; zatiyle dinî bir yasak belirtmiyen her yer açık ve serbesttir.

· Dâva, ne kadını bir konserve maddesi gibi simsiyah çarşaflar içinde lehimleyip hava

temasından uzak bulundurmak, ne de sokağa atılmış bir yemek gibi köpek nefslere peşkeş

çekmektir. Dâva, kadını birbirine zıt iki bâtıl telâkki arasında, ancak Şeriatin kendisine tâyin

ettiği içtimaî hüviyetiyle heykelleştirip cemiyet meydanına dikmektir. Yani dâva, fazlası ve

eksiği olmadan, bu mevzuda aynı ve asliyle Şeriati tatbik etmektir.

· Kadın kılığı mevzuunda yobaz, şeriat emrini, kadını utanılacak ve korkulacak bir madde gibi

büsbütün iptal etmek diye anladığı için bizzat şeriate karşı kabahatli; son üç çeyrek, yarım ve

bilhassa çeyrek asırlık hal de, kadını bütün perde ve hicaplarından soyarak nazarî ve içtimaî

bir zina ve iştiha unsuru şeklinde meydana arzettiği için suçludur. Bu iki cürüm de, bir ana

ölçünün sağından, öbürü solundan kaymak suretiyle, biri bilmeden, öbürü bile bile hakikate

karşı ihanettir.

· Kadın kılığının tâbi olacağı had meselesiyle, bu had üzerinde bina edilecek güzellik

dâvasını, en ileri din ve (estetik) adamlarından bir heyet tesbit edecektir.

· İslâmiyetin resmettiği kadını, bir fıçı içinde oturur ve ancak fıçının tıpasından ses verip ses

alır (asosyal-lâ içtimaî) bir ucûbe sananlar, Büyük Doğu âleminin İslâmiyete bütün

gerçekliğiyle uygun kadınını gördükleri zaman, iman ile güzelliği ve ahlâk ile zarafeti bir

araya getirmiş olmanın harikası, yani İslâmiyetin olduğu gibi tecellisi karşısında, Firavn

hayret ve dehşetiyle apışıp kalacaklardır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-VÂDZLER

· Bu emirden itibaren camilerdeki vaaz ve ders kürsüleri, bu kürsülerin gerektirdiği üstün

şartları nefslerinde pırıltacak insanlar yetişinceye kadar boş kalacaktır.

· Camilerde Müslümanlara bütün dinî ve hayatî incelikleri anlatmaya memur üstün şartlı

nefslerin yetiştirilmesi işi, yakın ve uzak mazi dâhil olarak, örneksiz bir inkılâp olacaktır.

· Bu dâvaya ait metod ve plânın teferruatı mahfuz kalmak üzere, başlıca esas, şu ânda ortalığı

saran basit, kaba, sığ, bilgisiz ve her türlü incelikten ve ruh avlama san'atından mahrum,

sadece çirkinleştirici ve kabalaştırıcı, soğutucu ve kaçırıcı vâizler kitlesinin bir tırpanda

tasfiyesidir.

· Hristiyanların bir papazı yetiştirirken nazara aldıkları irfan ve san'at şartlarını mütalâa

edecek olursak, asırlardan beri vâizlerimizi yetiştirmekte ve onları ruh avcılarına mahsus

umumî şartlardan mahrum bırakmakta gösterdiğimiz ihmal derecesinin azametini anlarız.

· Bundan böyle, dinî bilgi, tasavvufî zevk, umumî irfan, muaşeret edebi, terbiye, zarafet,

derinlik, telkin ve tebliğ sanatı bakımından tamamlığı kat'î ve resmî olarak çerçevelenmiş

şahıslar dışında hiçbir ferde, muazzez ve münezzeh cami kürsülerinde yer yoktur.

· Ahırındaki yanaşmaya bağırır gibi, zift dolu bir zulmet hunisine benziyen ağzının bütün

açılış imkâniyle ve bir sövme toniyle hırlıyarak, dini, şeriati ve bütün mücavir hakikatleri

kendi öz nefslerinin tavla zarı eb'adındaki darlık ve basıklığına tatbik eden, Allah ve Resulü

adına, Allah ve Resulünün murat buyurmadığı hükümleri kesip atan, böylece Allah ve

Resulüne karşı celâdet göstermekten kaygı duymıyan ve ruhlarında zerre miktarı esrar

idrakine yer bulundurmıyan hamlık ve kabalık örneklerine paydos diyecek inkılâp, bizimkidir.

Bizim bunları tasfiye etmekten muradımızsa, malûm din düşmanları gibi din mümessillerini

ortadan kaldırmak değil, böyle din düşmanlarına zuhur ve tecelli imkânı veren sahtelerini

kaldırıp hakikîlerini getirmektir.

· Bizim, en kısa zaman içinde çizgi çizgi billûrlaştıracağımız ve heybetle kürsüsünde

heykelleştireceğimiz vâiz tipi, muazzam bir vecd, aşk, heyecan ve fedakârlık ruhunun

temeline dayalı koskoca bir irfan, beşerî fikir maceralarına vukuf, insan ruhunun esrarına

nüfuz kıymeti içinde, derin bir zarafet, zevk ve esrar idrakinin örneği olacaktır.

· Dinimize, dairenin dışından ve içinden kasteden iki cereyanın sonuncusunu, işte nâmütenahî

derin ve esrarlı İslâm şeriatinin bu ehliyetsiz avukatları temsil ediyor. Bunlar, ilk cereyanı

kuvvetlendirmekte çok defa şuursuz olarak başlıca âmildirler. Başımıza iç küfrü üşüştüren de

bunlardır.

· Biz, her şubesiyle, dış cereyanı kökünden baltalamak cihadına içimizi en müsaffâ hale

getirmenin baş tedbiri olarak, Allah sevgisine vekâlet makamı olan mübarek kürsüyü ehline

teslim ve ehlinin şartlarını tesbit etmeyi hedef tutuyoruz.

· Bizim vâiz tipimiz, her noktasından, korkutmak yerine sevindirmek, zorlaştırmak yerine

kolaylaştırmak, soğutmak yerine müjdelemek, acılaştırmak yerine tatlılaştırmak emri tüten

mukaddes hadîsin imtisalcileridir; ve çepçevre kuşatıcı, bağlayıcı, mıhlayıcı ve bir daha

bırakmayıcı birer diyalektika ustasıdır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-YDNE KILIK

· Kravat ve pantalon içimize Tanzimatla girdi.

· Kravat ve pantalonu aşağı tabaka halk, büyük yığıın, bir türlü benimseyemedi, sevemedi ve

ruhunun giyim-kuşam ölçüsüne uyduramadı.

· Kravat ve pantalon, sadece Batıyı uzaktan tanımış ve marifetine körü körüne inanmış olmak

mânasına küçük aydın, hem Batı ve hem de Doğu irfanının sathında, yarı münevver bir sınıfın

üniforması haline geldi; o sınıf tarafından da hâkimiyet ve şahsiyetle kuşanılamadı.Ve işte o

sınıf, tavrındaki zaaf ve taklid edasını, seziş plânında büyük yığından gizleyemedi.

· Aşağı tabaka halk, büyük yığın, kravat ve pantalonu belki korkutucu, fakat asla güven

duygusu vermeyici ve akrabalık göstermeyici bir şey diye bakmıştır.

· Bugün mazisi yarım asra yaklaşan şapkaya gelince, o, giydirenlerce de giyenlerce de hiçbir

zaman bünyeleştirelememiş ve horozun ibiğine dikilen bir (kokard) mahiyetini aşamamıştır.

· Şapkayı getirenlerden, bir-iki şahıs müstesna, hiçbiri, onu giymeyi beccerememiştir. Kan

kırmızı devrimci bir İnönü veya bir Recep Peker'in başlarında şapka, Rus mujiğinin tepesinde

karnaval külâhı kadar sun'î ve (bediî) uygunsuzluktan uzaktır. Nitekim bu tipleri soysanız ve

onlara entari ve pijamadan hangisinin uygun düşeceğini araştırsanız, varacağınız netice,

tiksindikleri entari olacaktır. Bunlar, dâvalarını yaşamayan samimiyetsizler...

· Bize Tanzimattan beri gelen inkılâb kadrolarından hiçbiri, Batıyı (realite) ve (estetik)

plânlarında yaşamış, Batının derisi içine girmiş ve onu iki dünya arası bir mahsup muamelesi

neticesinde benimsemiş değildir. Bu hâle de en parlak delil, Tanzimat Paşasının dizi çıkmış

pantaloniyle galoşu, göbeği üzerinden kemeri düşeen setresiyle fesi arasındaki şaşkınlık

manzarasıdır.

· Şapkayı getiren zümrenin, yine birkeç fert müstesna, Batı kılığında son (estetik) merhale

olan frak içindeki komik tablosunu ele alırsanız, kravat ve pantalondan sonra şapkayla

tamamlanmak istenen hâdisenin ne hazin bir cilâdan ibaret kaldığını anlarsınız.

· Bu vaziyete göre, kasketini ters çevirip namaza duran köylüyü suçlumaya mahut fraklılarda

hak yoktur. Asıl hak, şapkanın nasıl tutulacağını ve giyileceğini bildiği halde onu hayatı

boyunca başına geçirmemiş olanlardır. Bu ölçüden çıkarılacak ders, Batıyı Batılıdan daha

derin ve ileri bir kavrayışla anladıktan sonra ondan uzak kalmayı bilmenin sırrına ermektir ki,

dâvayı tâ merkezinden kavramaya götürür.

· Şapkanın kabulü sıralarında bir Fransız fıkracısı şöyle yazmışt: "Türkler şapkayı kabul

ettilker ve başlarına geçirdiler. Manzaraya bakan onun rûha değil, kelleye geçirildiğini anlar.

Bu da inkılâb demek olmaz!".. Teşhis doğrudur: Ruh, başına geçireceğini taklitle almaz,

kendisi bulur.

· Suç ne kravat, ne pantalon, hattâ ne şapkadadır. O şapka ki, kenarlı şekliyle, Haçlılar

Seferlerinde, hristiyanlar kendilerini müslümanlardan ayırmaları için, bir giyim-kuşam eşyası

olmak yerine bir ruh alâmet ve sembolü diye icad edilmiştir. Suç, sadece, bu unsurları

şahsiyet hesabına vuramamaktadır. Bu bakımdan kravat, pantalon ve şapka, bir buçuk asırdır

gardrop kadrosunun dışına çıkmadığımızın ve iç maktâlara nüfuz edemediğimizin maddî

işaretleri olmuştur.

BAŞYÜCELDK EMDRLER-KÖY İMAMI

· Kırkbin köyümüz mü var; kırkbin imama muhtacız.

· Ortalama yaşları yirmibeşi geçmeyecek olan bu imamlar, kasaba vr şrhirledeki üstün rütbeli

ağabeylerinden daha değerli ve bir nevi hayat fedâileri...

· Hususî enstitü ve kurslarda, yetiştirilecek olan bu imamlar, Türk köyünün mânevî temeli...

· Nasıl her Türk köyü, şehadet parmağı gibi göğü gösterren bir minare etrafında

halkalanmışsa, öylece, bu imamların döşeyeceği mâna zemini üzerinde yükselecektir.

· Bu imamların en küçük vazifesi namaz kıldırmak, en büyük işi de bütün ibâdet şekillerinden

tütücü ruhu köyün bütün hayat ve faaliyet şubelerinde canlandırmaktır.

· Bu imamlar köyün ruh ve o ruha bağlı madde terbiyesine memur...

· Ne jandarma gibi emir ve yasaklama, ne de köy öğretmeni şeklinde sınıfta bırakma

müeyyidelerine malik bulunacak, yani hiçbir icra kuvveti bulunmayacak olan bu imamlar,

sadece vicdan işçileri olarak, köylünün ruhuna nüfuz edici telkin ve nasihat ustalarıdır.

· Büyük Doğu idealinin köy imamı, köy öğretmeni ve köy muhtarından ibaret üçüzlü köy

hükûmetinde imam ruh, öğretmen kafa, muhtar da el... Ve kuvvetler tam bir işbirliği

âhenginde...

· Köylünün dünya ve ötesine ait vazife ve iş ölçüsü, ruhî ve ahlâkî yönleriyle, kendi

seviyelerine göre bu imamların gergefinde nakışlanacak, öğretmen aynı dâvanın umumî

bilgisini verecek, muhtar nizamını koruyacak ve üçü birden gerekli paylarla hep o hedefi

izleyecektir.

· Köylüyü toprağına ısındırmak, onu hükûmet politikası istikametinbde bir üretim gayesine

bağlamak, "ya devlet başa, ya kuzgun leşe..." düsturu altında her ân cemiyet hizmetine hazır

tutmak; hâsılı gelin saçı gibi örgü örgü tarlası, namaz tülbendi kadar temiz ev, Yunan

heykelleri şeklinde sıhhat ve kuvvet pırıldatan vücudiyle, maddesi, ebediyet yollarının

cemiyetine desteklik vasfiyle de ruhu bakımından yetiştirmek... ݺte, tarihin bir eşini

görmediği bu imamlara düşen borç...

· Yiyeceği, içeceği, giyeceği ve her türlü harcayacağı, köylü tarafından sağlanacak olan bu

imamlar, her ân camide, meydanda, köy evinde, kahvehanede, tarlada, köylü ile yanyana ve

dizdizedir.

· Üniversite üstü, ince ve nazik ruh cihazları marifetiyle yetiştirilecek ve beş senelik köy

hizmetini doldurmadan şehre intikal edemeyecek olan bu yepyeni vecd, aşk, ideal ve

fedakârlık sınıfına ait şartlar, nasıl yetişecekleri, yetiştirecekleri, vazifeleri ve hakları

bakımından, madde madde örülü bir plâna dayanacaktır.

· Bu imamlar ruh doktorlarıdır ve şifaya kavuşturamayacakları ahlâkî âfet yoktur.

· Bu imamlar yer ve göğün kurtarıcı habercileridir.

· Bu imamlar bütün insanlığın beklediği devlet nizamının (betonarme) harcıdır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-SUBAY

· Subay, orducu (militarist) Büyük Doğu idealinin icrada mihrak şahsiyetidir.

· Büyük Doğu ordu manzumesinde subay, gayesine sımsıkı perçinli olduğu cemiyetin

müdafaa ve taarruz gücünü maddede temsil eder ve maddede böyle bir temsilciliğin mânada

gerekli bütün vasıflarını üzerinde taşır.

· Nice emsalinde görüldüğü üzere, sadece maddi ve kahhar bir kuvvetin azizleştirilmesi ve

nefsânî bir sultaya yol açması mânasına alınamayacak olan Büyük Doğu militarizması, bütün

insanlığa, icabında tam bir vicdan hürriyeti, icabında da operatör bıçağı gibi cebir ve zorla

tatbik edilecek bir ideal manivelâsıdır; ve bunun subayı, temsil ettiği bu manivelâyı bütün

kanun ve hikmetleriyle tanıyandır.

· Her sahada Büyük Doğu yetiştirme mektebi, subayı, yeniçeriliğin saffet ve fazilet çığırında

olduğu gibi, bülûğ yaşında ele alacak, orta ve yüksek tahsil devrelerinde, hususî usullerle ruh

ve madde kıvamları bakımından en yüksek dereceye erdirecek ve "Altun Ordu"nun elmas

şahsiyeti olarak vazifesi başına dikecektir.

· Büyük Doğu idealinin subayı, maddede ve mânada ccemiyetinin en şık, en pırıltılı tipidir.

· Büyük Doğu idealinin subayı, büyük fikir, dâva ve politika ocağı "Yüceler Kurultayı"

emrinde, dimağa bağlı eldir. Büyük velî İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin ifadesiyle "yıkayıcı

elinde ölü" gibi itaatli.. Ve bu körü körüne -tam gördükten ve anladıktan sonraki körlük- itaat

borcunun tasavvufî bir zevkle idrakine malik...

· Büyük Doğu idealinin subayı, günlük politikayla uğraşmayı, kılıcında kırık gibi, hüsran ve

felâket sayar.

· Büyük Doğu idealinin subayı, şahsını ve sınıfını hiçbir imtiyaz hissine kaptırmaz ve öz

cemiyetine karşı hiçbir kuvvet şuuru beslemez.

· Büyük Doğu idealinin subayı, fert, cemiyet, iman ve gaye hâlinde her kutbiyle tam bir âhenk

belirtici millet ve devlet bünyesinde, mhal farz olarak temel kanunlara tam bir ihanet gördüğü

zamandır ki, müdahale sırasının kendisine ve sınıfına gelip gelmemiş olduğunu muhakeme

eder; ve bu mutlak kayıt dışında, öz beynini ezen bir yumruk ve öz vatanını işgal eden bir

kuvvet olmaktan nâmütenahî uzak durur.

· Büyük Doğu idealinin subayı, kuvvetin şirret değil, mahçup bir şey olduğunu kestirecek

kadar ince bir irfanla, edep, terbiye, vekar, muaşeret bilgisi, prensip asabiyeti, disiplin

humması, umumî kültür ve her türlü ahlâkî kıymet bakımından, en parlak ruh teçhizatını

üniforması üzerinde taşıyan bir haşmet, haysiyet ve fazilet heykelidir.

· Büyük Doğu idealinin subayından, bazen şaşırması, tökezlemesi ve nefsine uyması mümkün

sivillere mahsus ayıp ve suçlardan hiçbiri sudûr edemez, etmemesi için her tedbir önceden ve

sonradan tamamlanmış bulunur; ve eğer böyle bir hâl görülecek olursa gerektireceği ceza,

sivillerinkinden misillerce ağır ve açacağı şeref yarası şifâsız olur. Böylece Büyük Doğu

idealinin subayı, İslâmdan başka hiçbir orduda bulunmayan, yaşarken gazi, ölürken de şehit

olmak rütbesinin emrettiği fikrî, ruhî, ilmî, fennî, usulî, inzibatî, bediî, ahlâkî bütün

kıymetleri, her yıldızının içinde ayrı bir güneş gibi pırıldatıcı bir kahraman namzedidir.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-DŞÇD

· ݺçi sınıfı bizde, orduda nefer gibi, cemiyetine karşı hiçbir sınıfî ve nefsanî hak iddiasına

kudreti olmayan; ve her hakkı cemiyeti tarafından tekeffül edilen tâbi zümre...

· ݺçi sınıfı bizde, kendisini gözü kapalı, doktora teslim eden bir hasta vaziyetinde, her

himayeyi, doktorun ilmine mütenazır olarak, cemiyetinin bağlı olduğu adalet ölçüsünden

bekler ve aksiksiz görür.

· ݺçi sınıfı bizde seviyesine göre, bir talim ve terbiye sistemi içinde, her şeyden evvel 19uncu

asrın ikinci yarısından bu yana, kendi hakkında uydurulan ütopyaları ve bu ütopyaların tatbik

sahalarındaki sahtekârlıkları yakından görecek ve cemiyetinde fâni, ayrıca meslekî imtiyazı

olmayan idealist işçiyi örnekleştirecek ve cihana takdim edecektir.

· Bu vasıflar içinde bizim işçimiz, demokrasilerin, bir taraftan patronu şişirirken, öbür tafatan

işçiye cemiyetini tehdit hakkını tanıyan tezatlı sistemine zıd olarak, grev, boykot, (lokavt) ve

her türlü direnme ve ayaklanma kudret ve selâhiyetinden arınmıştır.

· Açık bir ictimaî (şantaj) ifade eden ve karnı açıkanı ekmeği, üşüyeni kömürü, yoluyu nakil

vasıtası, hastayı ilâcından yoksun bırakma tehdidi yolundan hak arayan böyle liberalizma

maskaralıklarından Büyük Doğu ikliminde ve işçisinde tek bir iz bulamazsınız!

· (Karl Marx)ın "patron kasasında kârdan her metelik, hakkı eksik ödenen işçinin emeğinden

hırsızlamadır!" düsturu, maliyet hesabiyle kâr arasında, tespiti gayet kolay bir bilânço arzeden

sınaî manzumenin bu basit ve sathî ifadesinden faydalanılarak ileriye atılmış bir (diyalektik)

oyunudur. Bu takdirde, zararlı patrona ait her meteliği tazmin etmekle mükellef bulunanın işçi

olup olmadığı sorulabileceği gibi, 1 kilometrelik yola sırtında100 kilo yükü 5 liraya taşıyan

hamala bağlı hakkın da neyle ve nasıl hesap edilebileceği sorulabilir.

· Bütün dâva, malın ve mutlak mülkiyetin Allah ait olduğunu bilen bir cemiyette, en adaletli

bir kıymet takdiri ölçüsüyle emekleri değerlendirmek; ve komünizma ütopyasını dışarıya

doğru şımartıp içeride esir gibi kullandığı işçiye, mutlak bir askerî nizam içinde, patron

emekçi muvazenesinin sadece İslâmiyette bulunduğunu göstermektir.

· Mü'min sermayenin işçisi mazlum ve haksızlığa mahkûm olamaz.

· Mü'min işçi ise cemiyet içinde ayrı bir sınıf olmak imtiyaz ve istismariyle nefsine hâkimiyet

tanıyamaz, ve her zümreyle beraber hakka mahkûm olduğunu takdir eder.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-SERMAYE VE PATRON

· Büyük Doğu idealinin nakışlandırdığı cemiyette sermaye mü'mindir; yani patron mü'min...

· O halde bu sermaye, (Karl Marx)ın ele aldığı sömürücü, kemirici ve faiz isimli bir nevi yağ

bağlama imtiyaziyle gçbek şişirici bir vasıta değil, her ân nefsinden şüphe ve her lâhza

kendisini murakabe edici bir kuvvet merkezidir.

· İslâmda esas bakımından kirli bir nesne olan mal ve para, temizliğini helâlde arar ve zekâtta

sağlarken -zekât mefhumu temizlenmeden gelir- vasıtalık ettiği emek takdirinde de adalet

ölçülerinin en dakik, en rakik, en refik ve en şefik alanını gözleyicidir.

· İslâmın şeriatte "Seninki senin, benimki benim!" hükmü, ferdî mülkiyet hakkını tespit

ettiğine, tarikatte "Seninki senin, benimki de senin!" ölçüsü de ahlâk plânında kefâlet

belirttiğine, hakikatte ise "ne seninki senin, ne benimki benim; hepsi Allahın!" düsturu her

şeyi kökünden hall-ü fasl eylediğine göre, bu çerçeve içindeki sermaye, patron, kâr ve

mülkiyet hakkına, topyekûn bütün sistemler ve emekçiler kurban olsun...

· İslâmda, sermayenin urlaşma (hipertirofidehhâme) arzederek vücudu kemirmeye

başlamasını, zekâta tâbi kıymetlerini (kâr, serbest ana para, mal dahil) her sene kırkta birini

(yüzde iki buçuk) muhtaçlara ayırmak ve budamak suretiyle önleyici, durgun ve hareketsiz

sermayeyi çeke çeke eritici, buna rağmen iş ve para hareketi sayesinde yükselen kâr ve

mülkiyeti makbul sayıcı ilâhî sistem, "içtimaî adalet" diye bangır bangır bağıranların, gök

dururken yerde aradıkları güneştir.

· Bizde patron, ister devlet, ister şirket, ister fert, emekçiyi, babasına hizmet borcunda evlât

kabul eder; ve evlâda mahsus sımsıkı disiplin içinde, yine evlâda mahsus bütün koruma

şartlariyle destekler. Bu destekleyiş o kada ileri ve hiçbir yerde görülmemiş soyundandır ki,

emekçi, miras hakkı müstesna, hak ve ihtiyaç derecesine göre zorlama hakkına malik

bulunmaksızın patronunun olanca imkânını tasarrufu altında tutar.

· Patronu, işçi hakları mevzuunda zorlama selâhiyeti işçi ve emekçide değil, idarî ve içtimaî

murakabe mihrakındadır.

· Tavuk ve yumurta gibi, patron olmayınca işçi, işçi olmayınca da patron olamayacağı

hakikati önünde, patrona düşen, işçi sayesinde vücut hikmetine kavuştuğunu; işçiye düşen ise,

çalınmış bile olsa kendi hakkına ve gücüne tecelli zemini açanın patron olduğunu bilmek ve

onun iyisine bağlanmaktır.

· Serbest sermaye veya mamul eşyası 10 milyon ve kârı 1 milyondan ibaret, 100 işçi çalıştıran

bir patron, para ve malından 250 bin, kârından da 25 bin lirasını, zekât olark dağıtacağına

göre, işçilerine her yıl, açıktan, hepsi birden zekâta müstehak farziyle, 2750şer lira verecek ve

bu kat'î müeyyide üzerine dayalı binbir ahlâkî fedakârlık şekli icad edecektir.

· Büyük Doğu idealinin nakışlandırdığı cemiyette patronla işçiyi kaynaştıracak en büyük ruhî

ve ahlâkî müeyyide, hizmetçileriyle aynı sofrada yemek yiyen Kâinatın Efendisi; ve ata,

kölesiyle nöbetleşe binen Hazret-i Ömer'den süzülen mânadır.

BAŞYÜCELDK EMDRLERD-FABRDKA

· Büyük Doğu idealinde minarelerle fabrika bacaları, tek ve çift hesabiyle aynı dizide ve

yanyanadır.

· Türkiye de 10 veya 1000 veya 10000 veya 100 bin câmi ve mescit ve bir o kadar da minare

varsa, aynı miktar ve mikyasta fabrika bacası yükseltilmesi, câmi ve minarelerin başlıca

ihtarıdır. Öyle ki, her minare bir fabrika bacasiyle nişanlı...

· Büyük Doğu idealince eşya ve tabiatı teshir gayesinin remzi olan fabrika, hiçbir cihaz, âlet,

yedek parça, akaryakıt ve muharrik unsurunu dışarın getirtemez. Bu imkânın doğacağı ve bir

"devr-i daim" nizamına gireceği güne kadar da hiçbir makineleşme ve sınaî istihsale gerçek

göziyle bakılamaz.

· Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti meydana gelinceye kadar, idealimiz madde

hünerine malik ellerde esir bilinecek; ve o zâlim madde boyunduruğundan kurtulmak için,

müspet bilgi fedâileri, gerekirse gece uykularını 1 saate indirecek ve millet kepekle toprağı

karıştırıp yiyecektir.

· Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti başlar başlamaz da, eser ne kadar iptidaî

olrsa olsun, baş tâcı edilecek ve meselâ yabancı bir elçiliğin davetine, yerli yapı külüstür bir

otomobille giden Başbakan, herhangi lüks bir Avrupa veya Amerike arabasiyle gitmekten çok

üstün bir tesire ve ona göre kelâm hakkına sahip olacağını bilecektir.

· Batı adamının, cihazını, âletini, parça parça her şeyini dışarıdan getirdikten sonra plânını,

mühendisini, baş ustalarını, hattâ birçok dalda hammaddesini ve muharrik kuvvetini bile

Batıddan devşirip, çocukların resimli takozları gibi burada düzene sokturduğu, ismine "montaj

sanayi" denilen, bir de utanmadan firmasına "Türk" sıfatı eklenen fabrika soyu, Büyük Doğu

ideolocyası gözünde (teknoloji) fahişeliğinin en sefil ve rezil şeklidir.

· Büyük Doğu ideolocyasının vatanında fabrikaya hâkimiyet, mühendisinden işçisine kadar,

Anadolu köylüsünün kerpiç yoğurur ve tezek kuruturken gösterdiği beceriklilik ve dış

yardıma ihtiyaçsızlık nisbetinde olacaktır. Öküzünün kurutulmuş derisinden yaptığı

kaytaniyle esterinin hamudunu tamir eden köylüdeki iptidaî iş hâkimiyeti, bütün vatanı

kaplayacak fabrikalarda, alâkalılarca, ayniyle âli plânda tecelli etmek borcundadır.

· Ziraî ve sınaî temellerin karşılıklı ve kâmil âhengi içinde yükselecek olan fabrika, vatan

müdafaasından topyekûn beşerî saha bırakmayacak ve bir zamanların İngiliz sanayii eşyası

üzerindeki (Made in England-Dngilterede yapılmıştır) kaydı yerine ve aynı iftihar uslûbiyle

"Türk malı" damgasını taşıyacaktır.

· Büyük Doğu ideolocyası, minarelerden yükselen ezanlarla Batı ruh ve kültürünü yenmek

dâvasını güderken, fabrika bacalarından yükselen duman kıvrımlarının göklerdeki nakşiyle de

maddeye hâkimiyet hünerini Batıdan koparıp almak gayesini temsil eder.

VESADRE

· ZEVK İDRAKİ: Pratikte Büyük Doğu dâvasını kalen kalem göstermeye ne imkân ne de

lüzûm vardır. Her şey, bu dâvanın ruh tohumunu ele alıp her sahada ağacını şekillendirmek ve

yetiştirmekten ibarettir. Esas etrafında dal dal şekillendirme işi, izahtan müstağni bir zevk

idraki işidir.

· EMDR (YAP!)-YASAK (YAPMA!):Pratikte Büyük Doğu dâvası emirler ve yasklar, yeniden

ruh ve şekil verileceklerle, kökünden kazınacaklar halinde iki bölümlü...

· YASAKLAR: Asıl dâvamız müspet olarak yapılması gerekenler, yani emir manzumesine

girenler olduğuna göre, yasakları pratikte ve içtimaî tatbikat sahasında kısaca şöyle hülâsa

edebiliriz; bütün ölçülerimizin temel dayanağı olan ana kıstasa aykırı her şey... Evvelâ sonu

"hane" ekiyle bitenler: Umumhane, meyhane, kumarhane, bazı hayllariyle kahvehane, her

türlü tembelhane, rezalethane vesaire...

· CÂMD VE MESCDD: Yapılacakların başında, 1000 küsur yıldır ruh ve şekli bulandırılmış

olan câmi ve mescidi aslî haline getirmek vardır. "Câmilerinizi sâde ve şehirlerinizi zinetli

bina ediniz!" meâlindeki Peygamber emri, evet 1000 küsur yıldır tatbikçisini bulamamış ve

aksine şehirleri sefil ve mâbedleri şahane bina etmek mânasına alınmış olarak, hakikatine

Büyük Doğu ideolocyasında kavuşacak; ve dünyamız, muazzam ve muhteşem şehirlerin her

tarafında, son derece sade, basit, mücerret çizgili, fakat o nisbette heybetli, vekarlı ve mânalı

mâbedlerle donanacaktır. Câmiden gaye, şekil değil, ruhtur, ve orası, maddesiyle seyredilip

hayran kalınmanın değil, içinde ve mücerret bir dünyada erimenin yeridir. Bu zamanadek

dikkat edilemeyen bu mânayı Büyük Doğu dâvası maddeye nakşedecek ve doktorkların

yaralara bestıkları bezler kadar temiz, içinde hiçbir lâübalî harekete müsaade edilemez ve her

ân teftiş ve murakabe altında câmiin, yani gerçek İslâm mabedinin ne demek olduğunu

gösterecektir.

· BANKA: Ölçü dışı bütün kötü ve menfî taraflarından arınmış, kazanç şeklini temel ölçüye

uydurmuş ve yalnız temel iktisadî nâzım ve sermaye kuvvetlendiricisi roliyle makbul...

· SPOR: Hiçbir kumara âlet edimeksizin, sadecehâkim ruhun uygun bedenine yardımcı olarak

ve asla kendi başına azizleştirilmeyerek ve ruhu karartmasına imkân verilmeyerek caiz ve

lâzım...

· SDNEMA VE TDYATRO: Dâvaya tam tatbik edilmiş olarak en şerefli iki telkin kürsüsü...

· MÛSDKÎ: Kötülük ve süflîliğe âlet edebilecek her tatbik şekliyle (meyhane ve oyun

musikîsi) yasak, iyilik ve ulviliğe vesile her şekliyle de (sâf sanat ve ilâhî tefekkür)

benimsenecek ve müessirleştirilecek güzel sanatlar kolu...

· ÂBDDE: Heykele mukabil, millî kıymetler, hatıralar ve ölçülerin, harikulâde mimarî ifadeleri

ve mücerred çizgileri içinde belirtici tarz...

· MDLLî KÜTÜPHANE: Maarif cihazı emrinde, şehirlerde kubbeleşen ve köylerde tek odaya

kadar inen, üçsüz bucaksız kitap harmanı...

· PARTD, BDRLDK, DERNEK, KULÜP, SENDDKA: Ancak, nizamın zedelenmesi, fikrin

gürültüye gitmesi ve hakların çalınması ihtimalini yaşatan rejimlerde, bellibaşlı sınıf ve

zümrelerin, dâvalarını veya cemiyete karşı haklarını savunmaları için kabul edlen bu zaaf ve

menfîlik müesseselerinden hiçbirine yer yok, sadece onların devlet hamle ve teşebbüslerini

tamamlayıcı hayır ve müsbet teşekküllerine izin vardır.

· KILIK VE KIYAFET: Büyük Doğu ideali, daima bir evde baba sıkıyönetimi tavriyle

milletinin kılık ve kıyafetine kadar müdahalecidir; ve başta kadın kılığı bulunmak üzere,

ahlâk, edep, zarafet ve şahsiyeti esas tutar.

· ZABITA: Son derece şefkali, terbiyeli, halk emrinde fakat en küçük bir zorbalık ve

külhanbeylik edasına kadar bütün kalabalıkları takip edecek ve (estetik-bediî) bakımından bile

suçlandıracak derecede dikkatli, bilgili, kudretli bir zabıta...

· Büyük Doğu idealinin hüküm sürdüğü diyarda Batılı elçi, memleketine şu yolda bir rapor

yazacaktır; "Görülmemiş bir nizam, disiplin, iş ve fikir birliği hendesesi içinde, bizim

medeniyetimize bağlı bir aydının ancak cehennem hayatı kabul edebileceği bir yaşayış

şekli..."

· Büyük Doğu idealinin pratikteki şekilleriyle dünyası, bir sefa çerçevesi değil, ilâhî aşk ve

gaye uğrunda bir cefa çevresidir.

NOT:

Bütün ideolocya örgüsü ve Başyücelik emirleri, başta Türkiye bulunmak üzere hiçbir

memleketin temel nizamlarını kendi ruhundaki nizamla değiştirmek ve bunun propagandasını

yapmak gibi ameliye plânında bir maksat gütmez; sadece, yine başta Türkiye bulunmak üzere

topyekûn insanlığa, içinde bulunduğu halin tahlili ve tenkidi zaviyesinden, muhtaç bulunduğu

nizamı, sâf fakir, tasavvur ve nazariye plânında ve hiçbir kanunun suç biçmediği şekilde

göstermekle kalır.

İdeolocya Örgüsünün, bu âna kadar görülenlerle, bundan sonra görülecek kısımlarına bu

ölçüyle bakmak lâzımdır.

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

IX- TEMEL PRENSDPLER

*Ruhçuluk

*Keyfiyetçilik

*Şahsiyetçilik

*Ahlâkçılık

*Milliyetçilik

*Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik

*Cemiyetçilik

*Nizamcılık

*Müdahalecilik

RUHÇULUK

Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahade ve kuru tecrübe, kuru akıl

ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere

bağlamak anlayışıdır.

Ruhçu odur ki, beş hasse kadrosu içindeki ham ve kaba madde âlemini, o kadronun dışında ve

üstünde, gıyabında ve mâverasında, üstün bir sebep kutbuna iliştirerek mânalandırır.

Hakir bir gözyaşı damlası, herhangi bir dış tesir yüzünden herhangi bir guddenin maddî

tagayyürüne mi işarettir; yoksa aynı maddî tekevvün zincirinin başında, maddeye hâkim, fakat

madde çerçevesinde gâip, üstün ve manevî bir kuvvete mi delâlet? Sualin ikinci şıkkına

«evet!» diyen ruhçudur.

Ruhçunun usulü (enfüsî – sübjektif) ve onunla berbaer muğdil ve girift, maddecinin usulü de

(âfâkî – objektif) ve onunla beraber basit ve düpedüzdür? Öyle ki, ruhçu, kâinatı topyekün

ebediyet yolcusu insanın mihrakında toplarken, maddeci, kâinatı topyekûn fenâya mahkûm

maddenin mihraksızlığında dağıtır.

Maddenin uzviyet üzerine doğrudan doğruya tesirinden doğma hayvanî ve nebatî ihsasların

üstünde bütün haz ve elem manzumesiyle beraber, vatan, millet, aile, aşk, merhamet, namus,

kahramanlık gibi mefhumlar, baştanbaşa ruhçuluk kadrosunun mallarıdır.

Ruhçuluğun ufuk çizgisi Allahçılıktır; her Allahçı, kendi kendisine ve en mükemmel

ruhçudur; fakat her ruhçu mutlaka Allahçı değil… Ama Allaha erişemeyen ruhçu, bir zaviye

teşkil eden iki hattın çapraz gidişini kabul ettikten sonra, birleşme noktasını inkâr eden tezatlı

insana benzer ve hiçbir kıymet belirtmez.

Sebepleri ve neticeleri üzerinde sonsuz tekerlemelere düşmeden billûrlaştıralım ki, biz, ruhu

ve ruhçuluğu, hava tabakasının yeryüzüne mıhlı olması gibi, bütün kemmiyet ve keyfiyet

plânlariyle insanın tahayyüz sahasına perçinli görüyoruz. Onun olmadığı yerde bizce, bütün

kemmiyet ve keyfiyet plânlariyle insan ve insan hayatı nâmevcuttur.

Madde ilimlerinin, büyük ruh muvazenelerini altüst edecek ve kurucusunun elinden kaçıp

kurtulacak kadar murakebesiz terakkisini çerçeveleyen asrımızda, (robot)laşmış insanoğlunu

yeniden avlama ve maddeyi yeniden sindirme kudretinde bir imanın fışkırmaması yüzünden,

dünya, en derin buhranını çekti ve nihayet bu buhranın fiil halinde kıymetini yaşadı ve hâlâ

onu yaşamakta…

Bugün, gelenin, önde getirdiği ulviyetten ziyade, gidenin arkada bıraktığı süfliyet

manzarasından anlıyoruz ki, bize eski ruh muvazenemizi, eski aşk huzurumuzu getirecek olan

büyük imân manzumesini bilmesek ve tanımasak da, ona ihtiyacımız mutlaktır; ve bu seziş,

devrimizde tam bir bedahat şerefine ulaşmıştır.

Dinin ruhunu yıkmak üzere kurulan komünizmanın sabık mekânında ardına kadar açılan

kilise kapıları; en bâtıl politika uğrunda bile olsa bütün verimini ruhçuluğundan alan

nazizmanın insan ve makineye tahakküm hamleleri; ve ruhçuluğun en hür barınağı

demokrasya âleminin dilinden düşmeyen «Allah» âvâzeleri şahittir ki, medenî insanlık

dünyası, yeniden ruhunu ve yeni ruhçuluğunu arama yolundadır.

BÜYÜK DOİU’nun, bütün bir vatan kurtarıcılığı çapında gördüğü ruhçuluk, ilmî ve felsefî

delâleti içinde, ferdî ve içtimaî bütün mukaddesler zeminini kucakladıktan sonra, bu zeminin

ufuk çizgisine de muhtaç olanıdır; yâni Allahtan gelen, Allaha giden ve arada, yeni insan ve

cemiyeti bütün mukaddesleriyle ihtiva eden ruhçuluk… Ve bizim elimizde ruhçuluk, Allaha,

hem de Peygamberinin mutlak yolundan bağlı olmanın bir neticesidir. Gerçek mânasiyle

mü’minlerin, eşya ve hâdiselere bakışındaki mizaç ve uslûp ölçüsü… Bütün cemad, nebat,

hayvan ve insan kadrolariyle kâinatın, ezelî ve ebedî, kendi kendini aşma cehdi içinde derin

bir mâvera humması çekmesi ve bütün iş ve hamle merkezlerini bu nokta etrafında ayarlaması

mefkuresi… ݺte ruhçuluk…

KEYFDYETÇDLDK

Ruhçuluk, ahlâkçılık, milliyetçilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik, sermaye ve

mülkiyette tedbircilik diye isimlendirdiğimiz dokuz ölçüden her biri, her birine bağlı olduğu

gibi, keyfiyetçiliğimiz de, ölçülerimizden teker teker hepsine ve hususiyle şahsiyetçiliğimize

ilişik…

Şahsiyetçiliğimiz, nasıl insanlar arasında ibdâ çilesi çeken sınıfı imtiyazlandırma dâvasından

ibaretse, keyfiyetçiliğimiz de, insanî verim çerçevelerini, üstün bir kıymet hükmüne bağlama

işi…

Keyfiyetçilik; bütün insanî verim şubelerinde, (çok)tan ziyade (tek)in kanunları üzerinde

derinleşmek; her iş vâhidini, onu saran mücerret oluş cevherine gore değerlendirmek dâvası…

Nabzında, maddî ve manevî her verimin ana cevherine nüfuz etmek kaygısı çarpan

keyfiyetçilik, her şeyin, sâf, halis, gerçek ve daimî cephesini arar; ve sâflık, halislik, hakikîlik

ve daimîlik çizgilerinin kurduğu dört köşe çerçevedir ki, kevyfiyetin tecelli plânını bulur.

Keyfiyetçiliğin baş usulü, herşeyde ana cevhere nüfuz etmek gayesi bakımından, nâmütenahî

bir tecrittir; tecritlerin en soylusundan fışkırıp teşhislerin en ihtişamlısında billûrlaşan bir ruh;

ve bu ruhun, en derin mücerretle en katı müşahhası evlendirdiği zemin üzerinde, bütün eşya

ve hâdiseleriyle dünya…

Keyfiyetçiliğimizde herşey, insan ve cemiyet için olduğu kadar, kendisi, kendi sâf cevheri

içindir; ve bu iki aidiyet kutbundan hiçbiri, karşılığının zararına inkişaf etmez.

Keyfiyet, zamanın, kemmiyet de mekânın ressamı olduğuna göre, ruh ve maddeyi birbiri

içinde erginleştiren keyfiyetçiliğimizin, ruh ve madde kutupları arasında attığı büyük âhenk

köprüsü, sâf şiir, sâf ilim, sâf fikir ve her şeyde sâf ve hakikiyi gösteren bayraklarla

donatılmıştır.

Arap atı, İngiliz kumaşı, İsviçre saati, Alman piyanosu, Acem halısı kendi âleminde neyse;

nefasette Türk tütünü, kıymette Türk parası, nizamda Türk ordusu, güzellikte Türk kadını,

sağlamlıkta Türk erkeği, sistemde Türk idaresi, incelikte Türk politikası, usulde Türk mektebi,

gerçeklikte Türk ilmi, derinlikte Türk tefekkürü, sâfiyette Türk sanatı, imanda Türk ruhu ve

her şeyde ve her şubede Türk varlığı o olmalıdır. Gaye budur. ݺte, ana hedefleriyle, her

unsuru tecritlerin en meçhul iklimlerinden avlanıp, teşhislerin en malûm yuvalarına oturtulan

keyfiyetçilik dâvamız…

Keyfiyetçiliğimizin birinci derecede düşman tanıdığı görüş ve usûl, (Damping)çilik zihniyeti;

ve bir zamanlar komünizma plânında görüldüğü gibi, ruhunu kaybetmiş madde ve kemmiyet

cümbüşlerine inanmak dalâletidir.

Bugün Amerika, bütün iş şubeleriyle, keyfiyeti ikinci plâna alan muazzam bir kemmiyet

köpürüşü; Avrupa da, kemmiyete mağlûp hazing bir keyfiyet çöküşü…

Keyfiyet olmadan kemmiyet, milyonların sıfıra darbına müsavidir.

ªAHSİYETÇİLİK

Bütün insanlığı tek sıra üzerinde hizaya getirseler, o sıranın yüksekliği bakımından ulaşacağı

en dik had içinde en uzun boylu tek şahsiyetin irtifaıdır.

100 milyonluk bir cemiyetin, 100 milyon köşeli bir yıldız gibi, ruh ve akılda en ileri zirvesi,

köşeler içinde en fazla çıkıntılı, en ziyade fırlak olanıdır; yâni tek şahsiyet üzerinde

düğümlenmiş bulunanı…

Şu kadar ki, insan ve cemiyet hayatının nâmütenahî çapraşık ve girift oluş sırları içinde ve

şahsiyetler arasında, şube şube, bu teki veya tekleri sıhhatle tartacak hiçbir terazi

bulunmayacağına göre, dâva, bu teki veya tekleri ele geçirip geçirmemekte değil; bütün bir

zümre adına, sıhhatle benimsenmesi pek kolay olan ana gayeyi ele geçirmekte… Gaye

yerinde olsun da isterse her zaman ona varmak mümkün olmasın.

ݺte, bir cemiyette bütün temsil hakkı; mutlak olarak, fikirde, san’atta, ilimde, fende, siyasette,

idarede hülâsa yapıcı ve kurucu insanî verim şubelerinin hepsinde, en uzun çıkıntılı yıldız

köşelerinin, dolayısiyle en üstün şahsiyetlerindir.

Dünya fikir tarihi boyunca çile doldurmuş her soylu kafa, bir bedahet kolaylık ve zerafetiyle

hemen kestirir ki, cemiyet için belli başlı bir sınıfa istinat etmeyen hiçbir fikir sisteminin

mimarî temeli atılamaz. Öyleyse bizim sınıfımız, o cemiyet içinde, bir bahçenin ağaçları gibi,

en olgun ve örnekli ruh ve kafa yemişiyle yüklü, üstün şahsiyetler manzumesi…

Her cemiyet hak ve hakikatini tanıdığı sınıfın vücut hikmetini ve imtiyazını bilecektir. Bâtıl

ve müflis komünizma, bu hikmet ve imtiyaz adına işçi sınıfının ıstırabını sistemleştirmişti.

İmdi, malûm ola ki, bir cemiyette tek mahkûm fert kalmaması için biricik hâkimiyet makamı,

Allahın, idrak çilesini doldurmaya ve ona göre hayat çatıları kurmaya memur ettiği üstün

kullar manzumesine bağlı; ve biricik hikmet ve imtiyaz, idrak ıstırbaının kahramanlarına ait…

Biz de bir sınıfa bağlıyız. Fakat her sınıfı içine alan bir sınıf… Bu, her zümreyi bütün dertleri

ve ıstıraplariyle kucaklayan ve kendi öz nefsinden başka her nefsi düşünen, mücerred bilmek

ve anlamak çilesinin yakıp tutuşturduğu, cins yaradılışlar çevresidir. Hak ve hakikatimizi

dayadığımız ıstırap da, her acının üstünde, mücerret idrâk ıstırabı…

Gelen her inkılâp, hakkın kendisinde olduğunu iddia edecektir. Bütün tarih boyunca hiç kimse

hakka zıd olduğunu söylemiş ve söyleyecek değildir. Hakka mahkûmiyet ise hâkimiyetin tâ

kendisi olduğuna gör, bizim şahsiyetçiliğimiz, hakkın en üstün kaza ehliyetini temsil edenleri

hâkim kılma dâvasından başka bir şey değildir.

Kudret Sahibinin, ezelî ve ebedî saltanatını inkâra kadar hür yaratmasına rağmen tam ve

mutlak irade ve hâkimiyeti altında tuttuğu varlıklar gibi, İlâhî mimarînin, bu ulvî mânaya eş

olarak insanî mimarîye tatbikinden ibaret olan ve gerçek imanla sarmaşdolaş bulunan bu

yepyeni sistem, şu ânda, muztarip ve muhteliç dünyanın rahmindeki çocuktur; gelmekte ve

gelecek olan, yalnız o…

Bütün bâtıl ve müflis sistemler arasında, biricik doğru ve muzaffer, fakat eksik ve zayıf, ve

aslî merkezinden mahrum bir tertip olan demokrasya ve liberalizma nizamının gerçek

tekevvünü, yarın parlâmentoların, milletler adına kabul ettiği ve binbir tezada boğduğu

hâkimiyet mefhumunu, hak adına yepyeni bir şuur ve sisteme sokup kendi içlerinden birer

yüceler kurultayı fışkırttığı gün belli olacaktır.

«Büyük Doğu»nun kafasında, bir Mebuslar Meclisi değil, bir «Yüceler Kurultayı» yaşamakta;

ve bu «Yüceler Kurultayı»nın kürsüsünde «Hâkimiyet milletindir» levhası yerine «Hâkimiyet

hakkındır» düsturu ışıldamaktadır.

AHLÂKÇILIK

«Kimin malını aldımsa, işte malım, gelsin alsın; kimin sırtına vurdumsa, işte sırtım, gelsin

vursun!» diyen Allah Sevgilisinin ahlâkı…Buna muhtacız.

Çölde, devesine, kölesiyle nöbetleşe binen Reisler Reisinin ahlâkı…Buna muhtacız.

Sokakta, zina halinde gördüğü bir çift insanın üstüne cübbesini yayıp «Yarabbi, ne yazık;

gizlenecek yerleri de yok…» diye fısıldayan Mezhep Kurucusunun ahlâkı… Buna muhtacız.

Söz verdiği yerde günlerce dostunu bekledikten sonra, ona zımnen yalancılık isnat etmemek

için günlerce yerinden kıpırdayamayan Velâyet Büyüğünün ahlâkı… Buna muhtacız.

«Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!» sözüne, «Horasan’ın köpekleri de böyle

yapar; bulunca dağıt, bulamayınca şükret!» karşılığını veren Vecd Kahramanının ahlâkı…

Buna muhtacız.

Yıllardır, mustarip nefsinin biricik dileği bir içim soğuk suyla bir damla ekşi ayranı ona çok

gören büyük Çilekeşin ahlâkı… Buna muhtacız.

Şeyhinin ocağına, tam 40 yıl, cetvel tahtası gibi dümdüz odunlar taşıyarak tam 40 yıl sonra

beliren «dağda hiç eğri odun yok mu?» dikkatine, «senin kapından eğrilik geçemez» cevabını

bastıran ulvî dervişin ahlâkı… Buna muhtacız.

Ayyaş padişahın gösterdiği camiye bakıp «güzel, güzel amma, yanında bir meyhane eksik!»

cinasını yapıştıran muhteşem Hâkimin ahlâkı… Buna muhtacız.

Atının ayağı çamura batınca, üstünü başını bulayan âlime dönerek «bu çamurlu elbiseleri

öldüğümüz zaman sandukamıza örtsünler; ulema ayağından sıçrayan çamur şerefimizdir!»

tavrını takınan örnek Sultanın âhlakı… Buna muhtacız.

Ahdine hain düşman kralının kesik başını, mızrağının ucunda, «işte verdiği sözü tutmayan

başın âkıbeti!» diye gezdiren fâtih Yeniçerinin âhlakı… Buna muhtacız.

Yâni bizim ahlâkımız; kökümüzün, kaynağımızın,beşiğimizin, ocağımızın ahlâkı… Buna

muhtacız.

Millî ahlâk mefhumunu, başta din olmak üzere, o milletin bütün iman ve mukaddesat

manzumesi içinden süzülüp gelen bir vâkıa telâkki etmenin ahlâkı… Buna muhtacız.

Şu ânda dünya kıymetinin yangınını çerçeveleyen pencere karşısında, ahşap damlar gibi

çöken milletlerin püskürttüğü kıvılcım yağmuru içinde, insanoğlunu, yeni bir ruh ve ahlâk

inşa etmek cehdiyle şahlanmış görmenin ahlâkı… Buna muhtacız.

Batı dünyasının, kendi içinde ve kendi kendisine karşı, kaybedilmiş bir ruhla bir ahlâkın gûya

kurtuluş savaşını yaptığını bilmek; ve bu beşerî savaş dışında artık hiçbir hayata yer

kalmadığını anlamak şuurunun ahlâkı… Buna muhtacız.

Ve bu ana-baba gününde, en soylu ahlâkın kaynağından gelen Türk milletinin, hem kendisine,

hem de dünyaya ait ruhî ve içtimaî kıymetler kadrosunun dışında kaldığını, cesaret ve

samimiyetle tesbit etmenin ahlâkı… Buna muhtacız.

İslâm ahlâkı…Buna muhtacız.

Ahlâk ve ahlâkçılık budur.

MDLLDYETÇDLDK

Her tavus kuşu mutlaka mutlaka bir yumurtadan çıkar; ve tavus yumurtasından her çıkan,

mutlaka tavus kuşudur; öyle amma, gaye, tavus yumurtasından çıkmış olmak değil, tavus

kuşu olmaktır… ݺte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde mânası!

Tavus kuşu, sebepte değil, neticede tavus kuşudur; bu bakımdan tavus kuşunun şahsiyeti,

geriye doğru mânasız ve değersiz yumurta kırıklarında değil, ileriye doğru müstesna bir renk

ve çizgi heyetindedir… ݺte milliyetçiliğimizin tek ve kesafetli bir misal içinde ruhu!..

İsterse karga veya devekuşu yumurtasından çıkmış olsun, neticede bütün şartlariyle tavus

kuşu olabilen her varlık, tavus kuşunun bütün hakkına maliktir… ݺte milliyetçiliğimizin tek

ve kesafetli bir misal içinde kıymet ölçüsü!…

Demek ki biz, gerçek milliyetçiliği, geriye doğru değil, ileriye doğru, menba istikâmetinde

değil, mansap istikâmetinde, tohum üstünde değil, ağaç, üstünde karar kılıcı bir anlayış ve

görüşe bağlıyoruz.

Bu demektir ki, biz, tarih plânında fışkırışımıza zemin teşkil eden ırk ve toprak şartlarını

geride bırakmış; her türlü ırk ve toprak hakikatine ilgili, fakat her türlü ırk ve toprak

yobazlığına düşman, ileri bir görüş ve anlayış içinde milliyetçiyiz.

Amma yumurta olmazsa tavus olmazmış; varsın olmasın, bu zaruret bize hiçbir şey

kaybettirmez. Dairenin bulunduğu her yerde mutlaka bir merkez bulunacağı, fakat her merkez

bulunan yerde mutlaka bir daire bulunmayacağı gibi tavus, yumurtayı ihata ve ihtiva eder de,

yumurta tavusu ihata ve ihtiva edemez.

Bizim milliyetçiliğimiz, belli başlı bir topluluğa ait madde ve kemmiyet hakikatlerinin

mâverâsında, sadece ruh ve keyfiyet vâkıalarına bağlı, cevherini posasından süzen ve yalnız

cevhere nisbet kabul eden bir telâkkiden ibaret.

Türk, bizim nazarımızda, belli başlı bir inanış, bağlanış, düşünüş, seziş, hatırlayış, duyuş,

davranış ve bildiriş hususiyetleri içinde, belli başlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs,

hayal, hatıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh

nescinden ibarettir; mutlak ve müstakil bir vâhit temsil eden bu ruh nescinin zarfı da

Anadoludur.

Ya şu boyuna Türk ruhu, Türk ruhu dediğimiz şey nedir ki?.. Türk ruhu dediğimz şey, iki

vâhidin mecmuundan ibarettir: biri, onu kendi dışında olduran, öbürü de bu olan şeyi kendi

içinde renklendiren, şekillendiren, seslendiren, kokulandıran, iklimlendiren iki vâhit…

Vâhitlerden ilki, Türkün duygu ve düşünce mihrakında pırıldayıcı mutlak ve müstakil iman

ışığı, ikincisi de bu ışık etrafında, hususî ve mahallî, bütün bir tahassüs ve tefekkür

seciyesidir.

Vâhitlerden ilki, ırk ve kavim seviyesinin üstünde, bütün insanlar çapında ve hâkim; öbürü de

yalnız ırk ve kavim kadrosunda ve tâbidir.

Demek ki, zaten aslında ve lûgatta bir kavmin ruhunu dayadığı iman kaynağı mânasına gelen

ve son zamanlarda gerçek delâletinden kaydırılıp kavmiyet mânasına kullanılmaya başlayan

milliyetçilikten anladığımız, bir zarf işi olmaktan ziyade bir mazruf işi; ve mazruftaki dünya

görüşüne, insan, cemiyet ve kâinat telâkkisine bağlı bütün bir tahassüs, tefekkür, eda ve ifade

kadrosu işçiliğidir.

Bu ruhî ve kadronun ırkî plânda kendi maddesine karşı sevgisi, ancak belli başlı bir vâhidin

doğurduğu böyle bir ruha yataklık etmekten ibaret ve yalnız bu kayd ve şartla sınırlıdır.

ݺte bizim milliyetçiliğimiz; İslâma bağlı Türk ruhunun, bu mutlak kadro içinde Türk duygu

ve düşünce hususiyetlerinin milliyetçiliği!.. Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik!..

SERMAYE VE MÜLKDYETTE TEDBDRCDLDK

Sermaye ve mülkiyette tedbircilik, 19 uncu Asırla 20 nci Asrın en buhranlı dâvası,

dehhâmeleşmiş ferdî sermaye ve mülkiyet illetinin deva meselesi…

Yuvarlandıkça kütlesi büyüyen ve kütlesi büyüdükçe yuvarlanması şiddetlenen kardan bir

küre gibi, bütün içtimaî emek ve iş vâhidini, birike birike, adaletsiz ve ölçüsüz, basit bir

mekanika zaruretine esir edici başıboş ferdî sermaye sistemi, ne bizim dünya görüşümüzle

barışabilir, ne de eşiğinde bulunduğumuz yeni dünyanın şartlariyle…

Sosyalizma ve Komünizma bu yüzden doğdu; Faşizma ve Nazizma da Liberalizma faciasına,

bunların bir aksülâmeli halinde, boş yere bir ruh ve cemiyet müeyyidesi aradı.

Şu kadar ki, Müslümanın, hem Hıristiyana, hem Yahudiye, hem de Allahsıza zıt olması,

bunların da kendi aralarında biribirine aykırı olmaları gibi, bizim dehhâmeleşmiş ferdî

sermayeciliğe düşmanlığımız, bugünkü haliyle kapitalizmaya zıt olduğu kadar, hattâ daha

fazla; komünizma ve sosyalizmaya aykırıdır.

Bizim, başıboş, dehhâmeleşmiş ferdî sermaye ve mülkiyette tedbirciliğimiz, bu âna kadar ana

hatlarını çizdiğimiz 6 temel ölçünün billûrlaştırdığı dünya görüşü içinde her ferde, her iş

sahasında, her mülkiyet hakkını veren, fakat bu mülkiyetlerin başka emek ölçülerini

körletecek, onları emeksiz tasarruf edecek, onların bedavadan hisse senetlerini toplayacak

surette birikmesine, sistemleşmesine ve teşebbüse geçmelerine mâni olan; böylece büyük bir

sanatkâr, bir mütefekkir, bir kâşif, bir asker ve bir hammal ve bir memur arasında, her birinin

değişik kazanç ölçüleriyle temsil edecekleri iş vâhitlerini, sadece hikmetsiz bir teraküm

hikmetiyle yutmak iktidarına set çeken, yeni dünyanın müjdecisi, kurtarıcı sistemdir.

Bu sistemin tek cümle içinde madde ve ruh mekanizmasını belirtmek için, şehri su baskınına

karşı korumak gayesiyle açılmış büyük kanal misali verelim: Şehirde nasıl her santimetre

murabbaının çekeceği sudan fazlası bu kanala akacak, orada toplanacak, istenilen istikamete

sürülecek, böylece şehir su baskınından kurtarılmış olacaksa; bizim cemiyetimizin ferdî

sermaye ve mülkiyet çevrelerinde belli başlı mikyasları taşıran kıymetler de, ellerdeki ölçülü

kalıplara göre, kendi kendisine taşacak, cemiyet sarnıcına akacak, orada toplanacak ve devlet

emrinde içtimaî sermaye ve mülkiyeti temsil edecektir.

Devlet emrindeki içtimaî sermaye ve mülkiyet, bütün cemiyeti, bütün uzuvlariyle, beşikten

mezara kadar kefalet ve sahabet kanatları altında tutacaktır.

Ancak böyle bir nizam altındadır ki, bütün ömrünce hâmızlı hava yutmaya mahkûm bir

madde işçisinden, beynine kan terleterek insanlığa hayat inşa eden bir fikir işçisine kadar, az

veya çok, her türlü emek vâhidi, bu vâhitlerin itibarî senetlerini, keyfiyet değerleri dışında,

sadece kemmiyet imtiyazlariyle köpürten zümrelere karşı, acıklı iflâsından kurtulacaktır.

Bugün yalnız ana prensibini belirtmekle kaldığımız bu sistem kapitalizma ile sosyalizma

arasında her birinin eğri taraflarını tasfiye edip doğru taraflarını birleştiren, iktisadî bir

mihraktır; kendisi de mihrakların mihrakına bağlıdır.

Hazım cihazı yoliyle gelen ıstıraplarımız, ıstırapların en kabası olsa da, en göze görüneni,

yâni en gerçek kabul edileni bulunduğuna göre, bu plânda bir asırdır kurtuluşunu arayan

insanlık, komünizma gibi, başıboş kapitalizmadan bir derece daha bâtıl ve üstün hak ve

keyfiyet değerlerini dibinden kazıyıcı müflis bir tecrübeden sonra, bu havanın tahakkuk

vasatîsini, sadece ferdî sermaye ve mülkiyetin dehhâmesine mâni tedbirler manzumesinde

bulacaktır.

Ve hemen belirtlelim ki, yeni sistem, ezelî ve edebî İslâmdan başka hiç bir şey değildir.

CEMDYETÇDLDK

«Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışınız!» ölçüsü,

cemiyetçiliğimizin bütün ruhunu hikmetlendirir; zira ferdin yeryüzü plânında fanî olduğu

dünya kendisi, ebedî olduğu dünya da cemiyetidir. Öbür dünya ise, cemiyetiyle beraber ana

gayesi…

Ferdin yeryüzü plânında bekasını temsil eden öbür dünyası cemiyet, dindarların hakikî öbür

dünya karşısındaki teslimiyetine mütenazır olarak, bütün şahsî nefsaniyet enaniyetlere baş

kesdirici üstün hüviyet kutbudur; ve fert, hemen ölecekmiş gibi, her ân bu kutupta bekasına

çalışacaktır. Zira mutlak bekaya giden yol, bu nisbî bekadan geçer.

Şu kadar ki, bizim cemiyetçiliğimiz, cemiyetçiliği mutlak mânada ele alışına karşılık, dâvanın

hakkı nisbetinde aksi dâvanın da hakkını gözeten bir bütünlük ifade ettiği için, günümüzün

liberalizma sistemine aykırı bazı müflis (rejim) tecrübelerinin anladığı mânada ferdi esir ve

iptal edici haşin bir mezhep değil, onu bütün buutlariyle tesis ettikten sonra cemiyette ikmal

edici en ileri müessisedir; ve dolayısiyle fert, bu müessisede, hiç ölmeyeckmiş gibi kendi

kıymet ve menfaatlerine memurdur.

Dâva, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışmanın

belirttiği tezat içindeki harikulâde vahdet ve ahengi kavramaktadır. Zira işarte ettiğimiz gibi,

öbür dünyaya giden yol, bu dünyadan başlar; ve bu bu dünyadan başlayan yol, öbür dünyaya

gider.

ݺte, sistem makinemizde, aksi dâvanın bu emniyet musluğuna sahip olduktan sonra,

belirtebiliriz ki, mutlak mânada devletçilikle elele, mutlak mânada cemiyetçiliğimiz,

mimarîsindeki yumuşaklık ve tatlılık içinde, sertlik ve acılığın en ileri haddidir.

Fert, bu yepyeni sistem içinde, olmak ve oldurmak için hürriyetlerin en yumuşak ve en

tatlısına malik olacak; ve cemiyet, yine bu yepyeni sistem içinde, yine olmak ve oldurmak

için, hâkimiyetlerin en sert ve en acısına sahip bulunacaktır; ve bu iki zıt kutup arasındaki

vahdet ve ahnek sırrı, şahsiyetçiliğimizin çerçevelediği üstün yaratılışlar elinde yemiş

verecektir.

Bundan sonra, din, ahlâk, namus, şeref, can, mal, ilim, sanat, fikir, bütün ruh ve madde

kıymetleri fertlerin maşrapasiyle cemiyet küpünü dolduran yekpare bir mevcuttur, ve bu

mevcudun hakkı, fertleri kendi iradeleri üstünde doğruya, güzele, sonsuza erdirmek için,

hakların en azizidir.

Fert, ulvî ve insanî cephesiyle bizim cemiyetimizin hâkimi ve feda edicisi, süflî ve hayvanî

cephesiyle de mahkûmu ve feda olunanıdır.

Bizim cemiyetimizin ve cemiyetçiliğimizin kadrosunda, başı boş tek kum tanesi, tek buğday

tohumu, tek keçi yavrusu ve tek insanoğlu aramayınız!

NDZAMCILIK

Nizam ve nizamcılık, başlı başına bir oluş değil, her oluşun ayrılık kabul etmez iş ve hareket

şartı… Ve bunun büyük şuuru…

Görmek hâdisesinin meydana gelmesi için, nasıl görülecek madde, görecek göz ve ışıktan

ibaret, üç ayrı ve mutlak unsura ihtiyaç varsa, biz de bütün hayatı, fikir, insan ve nizamdan

ibaret sayıyoruz. Demek ki nizam ve nizamcılık, bizce, kitap okunan bir odada, kitap,

okuyucu unsurlarının yanında, ışıktır.

Nizamın bir gaye değil, vasıta, fakat bütün gayelere hâkim kudrette bir vasıta olduğunu tesbit

eden aklımız, nizamcılık dâvasını ruhumuza tercüme ettirince,, derin ve girift kâinat nizamı

altında, bu dâvayı ince tasavvufî anlayış çevreleyecektir. Öyle ki, yer yüzünde, ne fikirsiz ve

hareketsiz tek nizam, ne de nizamsız tek fikir ve hareket kabul edebileceğiz.

Nizam, topyekûn ruhun, topyekûn maddeye işlediği ölçü şiiridir; ve öyle kudretli bir varlıktır

ki, her türlü oluş cevherinin bir adım önünde gider, gittiği her yerde oluş gerçekleşir, olduğu

zaman her şey var, olmadığı zamanda her şey yok olur. Adeta ruhun mu onu, onun mu ruhu

doğurduğu muammalaşır ve nihayet nizam, en mücerret mânasiyle, ruhun iskeleti halinde

karşımıza çıkar.

Bizi tabiat düşündürsün: Üstüne taş atılmış durgun bir suyun halkacıkları, bir ağacın

yaprakları, dalları, gövdesi ve kökü, havada bir kuş topluluğunun hatları arasındaki nizam,

bunlardan her birinin bizzat tecelli aynasıdır; ve bu nizamlar, büyük ve merkezî kâinat

nizamındaki vahdetin kol kol şubesi…

Bizim anladığımız ileri ve üstün insan nizamına gelince, bu her türlü ham ve kaba istif ve sürü

tertibine zıt, her ferdin bizzat kendi şahsında inandığı şeyle cemiyette inandığı şeyin mevkiini

alması ve koruması hâdisesidir. Tıpkı camide, imam arkasındaki topluluğun, kalkar, eğilir,

oturur ve yatarken şahıslar ve cemiyet halinde temsil ettiği mükemmel iman ve şuur nizamı…

Yurdumuzu saran bütün cemat, nebat, hayvan, insan ve mefhum kadrosunun, tek ve ana bir

plan etrafında, bir arının petek mimarîsine kavuştuğunu görmek ve petekteki nizam

çizgileriyle sınırlı hücrelerin, en saf ve hakikî balla taşdığına şahit olmak… ݺte gaye ve

nizam bir arada…

Bizim, maddî ve manevî bütün varlık unsurlariyle bütün vatanı içine alan nizamcılık dâvamız,

o hesap manzumesinden bir ifadedir ki, onda ferdî kayıtlar küçük hesap zümrelerinde, küçük

hesap zümreleri tâlî hesaplarda, tâlî hesaplar esasî umumî mizanda, umumî mizan ise alacakla

vereceği denkleştirmiş bir muvazene fikrinde sımsıkı bir mutabakat levhasıdır; ve bu

mutabakat levhasında tek kuruşluk bir cem hatası, bütün muvazeneyi allak bullak edici amil

sayılmaya ve hemen yok edilmeye mahkûmdur.

Nizam ve nizamcılık, kalın hatlarını teker teker çizdiğimiz, bundan sonra da lif lif

ayıracağımız ruhun aynasıdır; ona bakmadan ne biz kendimizi görebiliriz, ne de o, bu ruha

dönmeden herhangi bir mevcudu kadrolaştırabilir.

MÜDAHALECDLDK

Müdahalecilik, cemiyetimizin her unsuriyle fâni olduğu büyük topluluk mihrakında, cephe

cephe bütün ferdî murakabe hakkını, fertleri aşan bir irade ve idare kutbuna bağlamak

sistemidir.

Müdahalecilik, cemiyetimizde, ferdin öz nefsi üzerindeki, nebatî, hayvanî ve insanî murakabe

hakkını (tırnağın uzama şeklinden, su ve iman ihtiyacına kadar) kendisini kendisinden daha

iyi koruyacağına emin bulunduğu bir topluluk cihazına, kendi iradesiyle teslim etmesi; ve o

cihazın, bütün cemiyeti fert fert teslim alması keyfiyetidir.

Müdahalecilik, şu bildiğimiz bayat devletçiliği, derinliğine, genişliğine ve yüksekliğine, çok

daha zengin mikyasta plânlaştıran bir görüş içinde, çocuğu üstünde babadan, karısı üstünde

kocadan, hastası üstünde doktordan, talebesi üstünde hocadan, borçlusu üstünde alacaklıdan

ve nihayet fert üstünde, o ferde ait fotoğrafın sahibinden bir derece üstün, ictimaî bir

murakabe ehliyetine inanmak, bu ehliyetin makamını ve iş cihazını kurmak ve bu cihazla fert

arasında, bir vücûdun uzuvlariyle beyni arasındaki âhenk sırrına ermek dâvasıdır.

Bende iki (ben) var; biri (ben) dediğim zaman işaret ettiğim irade ve hüviyet merkezi, öbürü

de bu irade ve hüviyet merkezinin emri altındaki vücût; işte bu ilk (ben), herkeste herkesi

idareye memur olarak, ictimaî irade ve hüviyet merkezinin tayin ettiği bir mümessil olacaktır;

yâni ben, benim başıboş sahibim olmayacağım, hakikî sahibim olan cemiyetin, kendi üzerime

diktiği vekil olacağım ve her vekil gibi asîlin hüküm ve idaresi altında bulunacağım.

Her ferdin, kendi ferdiyeti üzerinde, bölünmez bir bütün fikrinin ayrı ayrı vekâletini temsil

etmesindeki mânayı anlayan, başta cemiyetçilik olarak, bütün ölçülerimizle içiçe

müdahalecilik ölçümüzün de ruhunu anlar.

Akîdeler –ki öpüştüğü her dâvanın aksi dâvası tarafından kurulmuş pusulara düşmek kaderine

mahkûmdur- zıt cephelerini emniyet altına almadıkça kuru ve haşin bir softalık zindanında

mahpus kalırlar; bu bakımdan, mutlak ve pazarlıksız müdahaleciliğimiz, insanın bizzat

sevdiği şeye ve inandığı gerçeğe esir olması gibi, kendi eliyle kendisine tahakküm edilecek

bir sistem halinde billûrlaştırılmak ihtiyacındadır; öyle bir sistem ki, tırnağımız nasıl gömülü

olduğu eti acıtmazsa, o da bize, kendimize rağmen dışarıdan gelen bir tırnak gibi batmaz.

Bizim müdahelciliğimiz, Demokrasyanın, fert hürriyetinden doğarak, binbir tezat içinde

bunalan ruhunu, en üstün inkılâp plânında, hiç incitmeden, yeni zaman ve mekâna ulaştırmak

ve bütün menfi kutuplarından temizlemek hamlesidir.

Bizim müdahaleciliğimiz, iman borcunu, sopa, kasatura ve tokmakla ödenmeğe dâvet

etmeyen Allahın şart koştuğu kalbî itikat, yâni gerçek hürriyet şartındaki sırrın dünyaya

tatbiki işidir.

Bizim müdahaleciliğimiz, başbuğumuzdan dümen neferimize kadar, cemiyet kadromuzun her

uzvunu sımsıkı bağlayıcı, şahsın selâhiyetini yükselttikçe dâvaya esaretini derinleştirici,

içinden hiçbir nefsanîlik kokusu sızdırmayıcı o hâkim ölçü ruhudur ki, evindeki taharet bezine

kadar müdahale pençesine alacağı fert, eğer bu müdahalede dâva dışı en küçük nefsanîlik ve

şahsî ve keyf edası bulursa, şehrin en yüksek noktasına çıkar, oradan, başka bir şahsın

nefsanîliği uğrunda incitilen muazzez ferdiyeti adına avaz avaz haykırır ve anayasanın

yıkıcısını, anayasanın intikam eline teslim etmek kefaletini bulur.

Anlaşılıyor ki, bizim müdahaleciliğimizde iki mahkûm vardır; biri hayvanî ve nebatî hürriyet;

öbürü de ferdî ve nefsanî tasallutların her türlü zalim istibdadı!..

Ve yine bizim müdahaleciliğimizde iki hâkim vardır; biri hakikata esaretten başka birşey

olmayan gerçek hürriyet; öbürü de her ferdi aşan ezelî ve ebedî kanunlar karşısında tam ve

mutlak teslimiyet…

Bizim müdahaleciliğimiz, başımızı ve ruhumuzu dayadığımız iman kökünün en mahrem

lifidir.

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

X- HAL VE MANZARA

*Bu Hal

*Asıl Dava Hepçilikte

*Geliş ve Gidişimiz

*Asıl İnkılap

*Felix Culpa-Mes'ut Suç

*Hürriyet

*Uydurma Dil Felâketi

*Dktidarların Hikayesi

*Dünyamız

*Sahte Şans Devirleri

*Niçin, Niçin, Niçin?

*Nesini Kabul Edelim?

*7 Ölüme Karşı Biz

*Merhamet Buyurunuz!

*Ucuzluk

*Tezatlar Dünyası

*Üstün Politika

*Hareketsizliğimiz

*Küfür Yobazları

*Cepheler

*Cepheler-Ham ve Kabalar

*Cepheler-Yeni Müçtehid Taslakları

*Cepheler-Karton Adamlar Gövdesi

*Cepheler-Damgalı Adamlar Gövdesi

*Dışımızda İslâm

*Dç ve Dış Düşman Yahudi

*Doğu'nun Yolu

*Makine

*Makine ve Keşifler

*Program-Reçete

*Fikirsizlik

*Sınırlar

*Dleri-Geri

*Meccanî Hayat

*Yine Hürriyet

*Kurtarıcı Hikmet

*Demokrasya

*Dünya Buhranı

*Babıâli'de İnkılap

*Basın Yönünden İnkılaplar

BU HAL

Bu hal, Kanunî Sultan Süleyman’ın hemen arkasından başladı; ve 4 asırdır hiçbir değişiklikle

aslını ve mayasını değiştirmeden geldi.

Bu hal, kışırda kabuk bağlayan ve iç vecdini kaybeden sözde imanla, bir türlü iman haline

gelmeyen gülünç inanışların bazı kör nefsaniyetlerde belirttiği tarihî yobazlıktır.

Bizde değişiklik adına ne yapılmışsa hep kışırda, deri tabakasının üstünde oldu; ve tarihî ham

yobaz, bir an evvelki yobazlığın tam tersine dönmüş ve eskisinin düşmanı diye ortaya çıkmış

olarak hep ayni asla ve mayaya sadık kaldı.

Sakın yobazı, bir dâvaya, onun en mahrem çilelerini çektikten sonra kıl ve nokta feda

etmeksizin emirlere sımsıkı bağlanan ulvî adam sanmayınız! Yobaz, her sahada, asla

anlayamadığı ve iç yüzünü göremediği tecelliler karşısında papağan gibi hep ayni

aksülâmelleri gösterip «Nuh» diyen, fakat «Peygamber» demiyen; ve insanda en büyük İlâhî

nimet, ruh ve fikri, bekçi sopası, tulumbacı nârası ve «yurya!» çığlığıyle boğmaya kalıkışan,

böylece inanışları kör ve havasız nefsaniyetine indiren insan kılıklı insan tersidir.

Yobaz, sadece Allahı bulmak için düşünmeye, ürpermeye ve kıvranmaya memur

insanoğlunun en büyük düşmanıdır; ve en sefil hayvanlar arasında bile bir eşi bulunmaz

esâtîrî hayvandır.

İslâmlığın en ince kanunlarından biri, bir müslümana küfür isnad edildiği zaman eğer o kimse

gerçekten küfürde değilse, küfrün, bir kurşun gibi geriye teperek isnad edicisini bir daha

dirilmemecesine öldüreceğidir. Böyleyken, bir zamanların müslümanlık taslayan yobazı,

mukaddes ve muazzez Şeriatin gözünde asla suç olmamak şöyle dursun, hattâ teşvik ve rağbet

mevzuu olan işlere küfür damgasını vurmakla teferrüd etmişti.

Bir asırdan beri nesil nesil, bir derece daha katılaşa katılaşa gelen yobazlarsa, şimdi aynı

hüneri dinsizlik ve Allahsızlık yolunda göstermek istiyor; ve insanoğlunun ebedî varlık ve

kurtuluş yolunda istikamet göstermek isteyenleri hemen damgalayıveriyor: «Soysuz, vatansız,

mürteci, inkılâp düşmanı!»

Sen, ruh bağırsaklarındaki inkıbazı itfaiye hortumlarının sökemeyeceği ve kafasındaki sertliği

şahmerdanların kıramayacağı Yirminci Asır yobazı! Münzevî bir karıncanın bile ayağının

kıpırdattığı noktada, bir faaliyet ve hayatiyet merkezi varken, ne olur, o kaskatı kafanı bir

lâhza çevir de ne dediğimize, ne yaptığımıza bak ve bir lâhza düşünmeye çalış! Sonra elinden

gelirse bize fikirle mukabele et! Fikir, senin gözünde kolera mikroplarının sahası mıdır ki, onu

gördüğün her yerde üzerine kireç dökmekten başka çare bulamıyorsun?

Dünün bir türlü ölçü ve insafa gelmez yobazları, kazan kaldırdıkları mevzularda bir izah ve

müdafaa tavrı gördükleri zaman şöyle haykırırlardı: «Söyletmen, vurun!»... Ve bir kelime

söyletmeden vururlar, kelleleri uçururlardı. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış olarak yine bizzat

fikirle tesbit edilmesi gereken fikirden bu derecede korkmak için, insan geçinenlerin,

maymunlar ve leş kargaları arasında bile kendilerine bir müttefik bulamamış olmaları lâzım

değil midir?

Bugünün yobazları, dünün, hiç olmazsa aslı hak olan bir dâvada hak suretinden geçinen

zavallılarına nisbetle, aslı haksızlık olan dâvaların bâtıl suretine mıhlı ve her bakımdan sultanî

iman yağmacıları ve fikir kaatilleridir.

Avrupalının kendi içinde çoktanberi tasfiye etmiş bulunduğu bu hal, bizde tâ dibinden ve

kökünden kazınmadıkça, bunu kazıyacak cemiyet ve terbiye usullerine erilmedikçe, hiçbir

bahsi ele almaya usûl bakımından imkân yoktur. Büyük ve gerçek Türk inkılâbının başı, tarihî

yobazlığın tâ kökünden kazınması hadisesine dayanmalıdır.

ASIL DAVA HEP’ÇDLDKTE

Bin ciltlik dâvamızı, bir cilde, bir yaprağa, bir satıra, bir cümleye dökülebileceğimiz gibi, bir

heceye de yerleştirebiliriz. O hece şudur: Hep!..

Evet, hep!.. Hep’e bağlanmak, hep’çi olmak... yol budur! Yani yolun ana metodu, bu!..

Hangi dâvanın adamı olursa olsun, hep’çi olmayan hiçbir şeyci değildir.

Biz hep’çiyiz; ve İslâm, gökte tek yıldız ve yerde tek kum tanesi bırakmamak şartiyle her şeyi

mihrakında toplayıcı hep’çilik ruhu...

Kuvvet, sadece bu metodu sımsıkı tutmak ve topyekûn eşya ve hâdiselere tatbik etmekten

geldiği gibi, zaaf da onu gevşetmekten, kısmaktan, boyuna arazi kaybetmeye ve tâviz

vermeye mahkûm kılmaktan doğar.

Nihayet bu hal, İslâmın fezayı kuşatan dairesini daralta daralta, tebeşirle kondurulmuş bir

nokta kadar küçültmeyedek varır. Böyle olmamış mıdır?

Hikmetlerine eremediği ölçülerin kabuklarına sımsıkı yapışıp onlar dışında dünyayı kapkara

gören, iç ve dışa hâkim, derinliğine ve genişliğine bir âleme yol bulamayan (gûya imana

yakın) dar ruhlarla, işi gücü boyuna fedakârlık etmek, safra atmak, buhar koyuvermekten

ibaret (mutlaka küfre yakın) tâvizci mizaçların halidir bu...

Bu halin tarihi bizde 4 asırlık... Tanzimata kadar gelen ilk 2 buçuk asırda dar ruhlular, ondan

sonraki 1 asırda da tâvizci mizaçlar iş başında... Geriye kalan yıllarda ise imana uzaklık ve

küfre yakınlık diye bir meseleye yer bile kalmamıştır.

Halk Partisi şekavet idaresinin İkinci Dünya Savaşı nihayetine tesadüf eden devresinde,

Hristiyanlık dünyasından cebir yoliyle gelme sözde hürriyet havası içinde, kömür yüklü bir

kamyondan yere düşmüş tek bir parça halinde, İslâma içinden karıncaların bile geçemiyeceği

bir muvazaa deliği açıldığını ve yine sözde müslümanların bununla yetindiğini görüyoruz.

Firavun’un ehramına taş taşımaya mahkûm esirlere, kuru ekmekle beraber ayda bir kere hoşaf

lûtfedilircesine, efsane çapında bu hasis muvazaa, aradabir Allahın ismini andığı için gafil

halka mümin görünen başbakanlar tarafından her fırsatta «teokratik idare» tabiriyle şeriate

saldırarak açığa vurulduğu ve gözlere sokulduğu halde kimsede bir anlayış yoktur. Bu halin

verdiği sahte teselli bakımından da, cebrî küfürden beter olduğuna dair yine kimsede bir

takdir hissi mevcut değil...

Muvazaa ve muvazaacılık, olmanın, olmaya doğru gitmenin değil, olmamanın, olmak

istidadını her ân biraz daha baybetmeye yönemenin işidir. Yamalı bohça, çingene bohçası

marifeti...

Atla eşek arasında muvazaa oldu mu, meydana katır çıkar. Doğurmayan, eser vermeyen,

yalınız yük taşıyan hakîr hayvan... Muvazaacı budur!

Bir hep’çi yıkılacak olursa, çelikten bir putrel gibi bütün gövdesiyle devrilir; fakat vücudunda

bir zerrecik bile koparılmasına, bir talaşcık bile yontulmasına tahammül edemez. Ne mesuttur

o insan ki, devrilenlerin bile şeref ve haysiyet sahibi olduğu hep’çilik dâvasında, ezelden

ebede kadar ayakta duracağını bildiği sisteme bağlanmış ve onun muhasebesini «hep»

üzerinden vermeyi borç bilmiştir.

Biz, inanmanın Allah için olduğunu bilenler, fakat neye olursa olsun, mücerret inanmaktaki

gücü anlayanlar, bâtıla inananlardan ziyade, hiçbir şeye inanmayanlardan tiksiniriz. Zira bâtıla

inandığın halde mücerret inanma cevherini kaybetmeyen delâletteki adam, bir gün aynı

cevheri Hakka çevirecek olursa ondan halis bir mü’min doğabilir. Ama hiçbir şeye inanmayan

ve boyuna inkâr etmekten başka işi olmayan gübre insandan, çıksa çıksa tezek çıkar. Bu

yüzdendir ki, komünist, ilericilik taslayan, kendi öz ruh kökünün haini, başıboş bir

devrimbazdan daha az iğrençtir. Zira devrimbazın ne kitabı, ne mezhebi, ne dünya görüşü, ne

kafa çilesi vardır. Kısacası, hayvanî nefsi ve nebatî duygularından başka hiçbir şeyi yok...

Demek ki, hep’çi, toptancı, yekûncu olabilmek için, kâinata hâkim kanuna ermek, ona

inanmak, bağlanmak ve zerre feda etmemecesine yapışmak lâzım...

İslâm, işte bu kanunlar manzumesinin ismidir ve mücadelesini «hep» üzerinden tanzim

borcundadır.

Pratikte ve müşahhasta Büyük Doğu dâvası, her iş şubesiyle, nazariyede ve mücerrette en

büyük prensibimiz olan hep’çilik usulüne bağlıdır.

GELDŞ VE GDDDŞDMDZ

Alçalma günlerimizden, hele Tanzimattanberi, hiçbir asrın, hiçbir yılının, hiçbir ayının, hiçbir

gününün, hiçbir saatında, Türk milletini gerçekten uyandırma hamleleri görülmedi.

Alçalma günlerimizden, hele Tanzimattanberi Türk milletini, kendi öz kökünden dallarına

kadar, devir devir bütün bir nefs muhasebesi ehliyetine ulaştırabilecek hiçbir yetiştirici içtimaî

şart doğmadı.

Türk milletine, evvelâ nefsini, sonra dünyasını, ilk defa kâinatını, sonra yine nefsini teşhis

ettirici idrâk ve irfan melekesi, inhitat günlerimizden ve hele Tanzimattanberi bir türlü

mahyalaştırılamadı.

Türk milletine, dâvaları ve aksi dâvaları hiçbir gün öğretilmedi, gösterilmedi.

Türk milletine, niçin, hâlâ öz eliyle bir dikiş iğnesi yapamadığı ve bir fabrikanın parçalarını

yabancı diyarlardan getirip burada kurmakla bir sanayi sahibi olunamayacağı sırrından asla

bahsedilmedi.

Gerçek münevver ve dünya meselelerinin çilesini çekmiş en aşağı bir milyon adam yerine,

niçin bir düzine insan bile yetiştirilemediği Türk milletinin yüzüne, saffet, samimiyet ve

halisiyetle haykırılmadı.

Şu İkinci Dünya Savaşının hangi ruhî, içtimaî, iktisadî, siyasî, müessirlerden doğduğunu izah

edebilecek kıratta bir devlet ve siyaset adamı istidadına bile tesadüf olunamadı.

Tam 27 yıllık CHP devresi içinde 29 yaşında kumar, 39 yaşında içki, 49 yaşında ihtikâr, 59

yaşında sahte vatan edebiyatı reçetelerine eş kuvvette hiçbir şey zuhur etmedi.

Şu kadar yıllık şekavet devri, tamamiyle mühmel bir madde plânı içinde Türkün ruh ve

ahlâkını sistemle kemiren bir rol oynadı; ve nihayet işleri Allahın âni bir kolayına getirme

cilvesiyle, yeni, fakat eski devrin tesirinden dışarıya çıkamamış partilere yol açıldı ve bir

şekavet ocağının yıkılmasına rağmen aradaki bu kök alâkası, artık yeni bir zuhurun da talihini

karattı.

Demokrat Parti, Halk Partisinin tam zıddı olamamanın vebalini, asıl onun suçlarını kendisine

yükleyen fikirsiz bir ihtilâl darbesi yüzünden hayatiyle ödedi ve bu sır da anlaşılamadı.

Nihayet, «bana şifa getirin!» diyen millet «şifanı sen tâyin et!» gibilerden kuru bir hürriyet

vaadinden başka bir şey verilemedi; ve ruhî, ahlakî fikrî, harsî, idarî, içtimaî, iktisadî; siyasî

plânlarda dumanla boğulmuş bir ülkede her şey güneşin doğuşiyle batışı arasındaki kısa

zaman içinde bir «idare-i maslahat» canbazlığına iliştirilip bırakıldı.

Dramımız, son yıllarda, en hâd fışkırışlardan sonra birdenbire felâketli bir müzminlik

devresine geçmiş bir hastalık manzarası arzetmeye başladı.

Bu gelişten sonra bu gidişin tek ümit hedefi, Allahtan yeni bir hâd devre yaratmasını

dileyerek, onda, tam ölüm ihtimaliyle içiçe tam şifayı aramaktır.

ASIL İNKILÂP

Eski teşhibimiz: Bir asrı aşan bir zamandan beri, türlü sun’î gübreler ve kimyevî yemlerle bir

Noel ağacını beslemeye çalışıyoruz. Batılılık dedikleri ağaç... Yemişleri, Noel ağaçlarının

dallarındaki takma ve iliştirme eşyadan ibaret... Bu meyveler ağacın Türk milleti olması

gereken kökünden doğma ve beslenme değildir.

Dal dal taşıdığı takma ve iliştirme eşya altında bu ağaç tıpkı Noel ağaçlarının bir sarhoşluk

gecesi sonundaki kusulmuş haline dönmeye mahkûm...

Nitekim hep böyle oldu ve hep böyle olacak...

Ya bu dallardaki yemişlere yeni bir kök bulacaksınız, yahut ağacın öz kökünü dallarına hâkim

kılacaksınız! Hilkat kanunu bu; başka türlü olamaz!

Bizde bir asır üstüne bir çeyrek asırdan beri dallarımızın nimetini dışarıdan taşıyanlar bu

sistemsiz ve temelsiz marifetlerine karşılık sistem ve temele dayalı olarak içeriden kökümüzü

kurutmaya baktılar. Halbuki dışarıda ne kadar dal nimeti varsa hepsi mde belli başlı bir

kökten gelme. Kökü yabancıda ve yemişi bende bir nakli ve iktibas işine inanabilmek için

hayvan olmak bile fazla...

Yeni zaman yemişlerini olduracak hamleyi, eğer 4-5 asırdır kendi ağacımızın kökünden

geçinerek devşirmedikse bunun sebebini nihayet köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki, ruha

nüfuz edememek ve hep sığlarda kalmak sebebiyle birleştirmeli...

Dünün her türlü dal nimetine düşman din hikmetleri dışı ham kaba softası neyse bugünün

Noel ağacı simsarı küfür yobazı odur!

Birbuçuk asıra yakın bir süredenberi gelen inkılâpcılarımız anlıyamamışlardır ki, âdi at, ıstıfa

süzgecinden geçirile «safkan» derecesine ulaştırılabilir; fakat eşekle evlendirilecek olursa

meydana katırdan başkası gelmez.

Tanzimattan beri gelen, medeniyetler arası muvazaacılığımız, işte böyle atla eşeği

evlendirmeye kalkışmaktan öteye geçmemiştir. Zira medeniyetler arası mahsup sırlarına

ermiş, bir tefekkür sınıfı yetiştirilmemiştir. En büyük millî zaafımız işte bu tefekkür

eksikliğindedir.

Cumhuriyet devrinden beri büsbütün kurutulan ve ortaya olanca lûgatçesi birkaç hırıltıdan

ibaret, çilesiz, ıstırapsız, meselesiz bir nesil çıkaran ruh ve fikir iklimimiz, eğer dâva bir anda

idrak edilip sıhhî imdat ekipleriyle üzerine varılmazsa, bütün rotanın topyekûn kanser illetine

tutulmasından daha felâketli olabilir.

Asıl inkılâp, cüce ve yarım oluş devirlerini kapayıp kendimize dönmek ve 4 asırdır

kaybettiğimiz kendi kendimiz 21 inci Asrın eşiğinde ve onun icapları önünde yeniden

murakabe ve keşfetmek olacaktır.

FELDX CULPA – MES’UT SUÇ

Lâtince bir tabir... Mes’ut hatâ, kutlu suç mânasına...

Bu tabir, Türk tarihinin son safhasını dolduran köksüz ıslah hareketlerinin ve sahte

kahramanların iç yüzünü ifşa etmesi bakımından bir şaheser... onda, muhtaç olduğumuz üstün

idrakın en büyük ve en incesine yol açan bir anahtar değerini buluyoruz.

Eski Romalı, bu tabiri, dışından mes’ut gibi görünüp de iç yüzü felâketli işler hakkında

kullanıyor. Evet, eski Romalı, bir hâdisenin dış yüzünde kalmayıp iç maktâlarına kadar

işleyici bir göze malik olmanın bugün Batı dünyası tarafından şiarlaştırılmış akıl harikasına

malik bulunuyordu.

Böylece, daldaki meyvenin kökle alâkasını şart koşucu oluş kanununu, yoksa illetli kök

üzerindeki, ağaç dalına yapışık iğreti meyveden hiçbir hayır gelmeyeceğini pek güzel

belirtiyor bu tâbir...

(Felix Culpa) yı gayet açık bir misale kavuşturmak için, yedek parçası, muharrik kuvveti,

hattâ ham maddesi dışarıdan gelen bir fabrika düşünelim: Bu fabrika, kurulduğu memleket

hesabına, dış cephesi mübarek bir cinayetten başka bir şey değildir.

Bünyeye uymayan, bünye içinden gelmeyen ve iktisadî, içtimaî, ruhî, siyasî, ana dayanağını

bünyede kuramamış olan her ıslah hareketi bir (Felix Culpa) dır.

Tanzimattan bugünedek, devrim, verim, eser, nizam adına ne yapılmışsa, hepsi birer (Felix

Culpa)...

Mağrur, fakat hakikatte mahrum (Felix Culpa) larla ezmeye çalıştıkları mahzun, fakat

hakikatte her şeye malik şahsiyetimizi müdafa etmek için bu anahtar mefhum en büyük

silâhlardan biridir.

«Eser, eser!» diye tepindikleri şeylerin karşısına bu tabirin gözlüğüyle çıkıp bakınız: Sinan’ın

eserleri gibi gerçek ve şahsiyetli bir bina mıdır gördüğünüz, yoksa gece-kondular semtine

bitişik ve deniz kumundan yapılmış bir gök-delen misâlinde, sahiden gökleri delen ve ağlatan

bütün sahte oluşlarımızı seyredebilirsiniz.

HÜRRDYET

İnsan hür değildir; hür olan, eşek veya köpek...

Tam frensizlik ve alıkoyucu melekelerden yoksunluk mânâsına hayvanî hürriyet, hayvanda

bile sınırlıdır ve ona pisliğini toprakla örttürecek kadar olsun, bir hicap zabıtası telkin

edicidir!

İnsanda, aynı insan tarafından biri istiklâline kavuşturulacak ve başına taç konulacak, öbürü

de zindana tıkılacak ve ayağına pranga vurulacak iki zıt hüviyet vardır: Ruh ve nefs... Ruh,

hürriyeti, hakikate esir olmakta bulur, nefs ise onu her istediğini yapmak mânâsına alır.

Nefsin, tanrılık iddiasına kadar isteklerine pâyân yoktur.

İnsan ruhunu, tek kum tanesini açıkta bırakmamış topoğrafyası diyebileceğimiz tasavvuf

ölçülerine göre, insanda İlâhî nura perde olarak yaratılan ve büyük marifete ermek için

mutlaka yıkılması, eğilmesi, çiğnenmesi gereken nefs, nasıl fert plânında murakabe altına

alınması zaruri bir nesne ise, misalimizin cemiyet plânına tatbikinde de, ma’şerî vicdana

(toplum vicdanına) fertleri bağlayıcı bir mutlakiyet tanınması telkin edici bir keyfiyettir.

O halde, fert plânında ruha karşı nefs neyse, cemiyet plânında da ma’şeri vicdana karşı fert

odur; ve mutlaka hakkı eksiksiz verilmek şartiyle sımsıkı bir disiplin cenderesi içinde

kıskıvrak bağlı kalması, cemiyetinin bekası noktasından hilkat kanunu icabıdır.

Hürriyet için hürriyete talip milletler, kendi kendilerinin esiri olmaktan kaçarken, başkalarının

esiri olmaya mahkûm...

Hürriyet bir gaye değil, vasıtadır ve gaye bir tarafa bırakılıp vasıta gayeleştirilemez.

Demek ki, Allahın, Kur’anında «dinde ikrah yoktur» fermaniyle doğruladığı ve hakkını

bahşettiği hürriyet, hakikate ermek için, canlıların havaya muhtaç olması gibi, vicdanlara

vasıta kıymetinden ibarettir ve hakikate erilince, hürriyetin en büyük tecellisi, hakka esaretten

başka bir şey değildir.

Hürriyetin tecelli ettiği her yerde hak bulunamada, hakkın tecelli ettiği hiçbir yerde hürriyet

müdafaa dilemez.

Hürriyetin –hak için- olmadığı yerdeki felâket, hürriyetin –sırf kendisi için- olduğu yerdeki

felâketten büyük değildir. Yani zulme esaretle nefse esaret aynı belâ...

Her şeyle beraber hürriyetin de hakikati ve aslî kaynağı bizdeyken, tam bir vicdan istiklâli

yolundan erilmiş, bir petek bal gibi mânası ve hendesesi içiçe, aslında muhteşem ve muazzam

nizamımızı bozmak için bize hürriyet tuzağını kuranlar, hürriyetten anladıklarına zıt olarak

başıboşluğumuzu sağlamaya bakmışlar; ve böylece, göğsümüze taktıkları, içyüzü gizli

«hürriyet» madalyasiyle ruhumuzu esir etmeyi bilmişlerdir.

UYDURMA DDL FELÂKETD

KISA HECELER... Aşağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mânâ

murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz:

«Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru şu ki, gericiliğe mi, ilericiliği mi, ne

tarafa döneceğini bilemeyene, anadilini yitirine, yolunu şaşırana, ya kuzu gibi boyuna

budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi boşuna sıralayana, şu yeni

kuşağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?”

İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun yoktur ve böyle bir lisan

yeryüzünde mevcut değildir.

Bu hâl, tarihinin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelişmemiş bir millete işarettir.

Tek HECELER... Dilimiz umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü:

Al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yan, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap,

tap, yap, say, yay, kay, cay, sil, bil, ek, çek, şiş, piş, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden

bir dizi...

Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer «mak» veya «mek» edatı eklenince ancak

iki heceli masdarlığa çıkabilen «emr-i hâzır»lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler

kalabalığı içinde yabancı dillerden devşirilmiş dolgun heceler de Türk hançeresine uymadığı

için bölünmüştür:

Psomi (rumca ekmek) – İpsomi...

Fikr – Fikir... Spor – Sipor... Film – Film... Nefs – Nefis... Remz – Remiz...

Vesaire...

Başka dillerde tek hecede 4 – 5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler Türkçede 2 –

3 sesi aşamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir.

Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet işaretidir.

Türk milletinin, ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü

hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konuşmaya ve dolayısiyle düşünmeye

vakti olmayan bir topluluğu ifade eder.

MÜCERRET MEFHUM... Türkçede, kendi öz malı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur.

Aşağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karşılığını arayınız:

Zaman, mekân, mesafe, zevk, şevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve

nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden ibaret olan bu

kelimelerden bir tanesini bile Türkçede bulamazsınız. «Allah» adının hiçbir lisanda eşi

bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile

Türkçede yoktur. «Tanrı» kelimesi «tanyeri» nden gelir ve mücerretlikle alâkasız,

putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. «Mevzuu» kelimesine

uydurulan «konu» ise «koymak» gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. «Vazetmek» fiili

«koymak» değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans – gamıza) belirticidir.

Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beşerî tefekkür malzemesinden mahrum

bir lisan karşısında kalıyoruz. Hattâ «dil» bile «lisan» kelimesine uymuyor da ağızdaki et

parçasından ibaret kalıyor.

(FONETDK) İMLÂ... Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda

bulduğuna göre, onun yazılış tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir.

Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçenin yazılış derecesinde (fonetik – seslendirildiği

gibi) olsun...

«Fena mı, kolaylık!» mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî «zor» u ortadan kaldırmakla,

insanı süflî bir basite götüren kolaylık!... Hece usulü yerine bugün kaim olan kelime

usulünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılış şekliyle bir resim gibi ezberleme ve

ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretim düsturları

arasına girmiş ve bizim bundan haberimiz olmamıştır. (Fonetik) imlâ jandarma erlerine

göredir.

Aslı ve iptîdaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılış şekliyle de, zihin terbiyesi gücünden

yoksun bir fakirliğe düşürülmüştür.

UYDURMA DDL CDNNETD: Dil, istikrâi, yani kendi iç ve öz kanunlariyle mevcut bir

müessisedir ve dışarıdan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.

Tıpkı kâinat gibi... Esrarı ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulamaz. Lisan ile kâinatın

hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karşılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve

kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çeşidi görülmüştür ama, böyle

bir dâvaya «evet!» diyeni görülmemiştir.

DDLDN PDŞMESD: Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki

kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili

nâkilli vücuda getirebilirsin... Sonradan da zorla bu nâkille dizilecek her madde, o milletin ruh

ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil,

uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların

lisanı değil, hattâ okur – yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının,

babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve

topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfa ile bir tutulamaz. Böyle

bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânada cascavlak hale

getirmek olur. Sadece ihanet...

ABESLER SERDSDNDEN: Türkçede meselâ «sebep», «mevzuu» gibi Türkçeleşmiş, fakat

asılları arapça kelimelere karşılık, icat edilen «neden», «konu» tabirleri, vahşet hissi verecek

kadar iptidâî ve sathîdir.

Evvelâ «neden?» bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, «sebeb» in

yeri ayrı...

Meselâ:

Neden bu sebebi ileri sürüyorsunuz?

Derken:

Neden bu nedeni?..

Diye mi söze başlıyacağız?.. «Mevzuu» ise vazetmekten geldiği için Türkçeye tercümesi

zâhirî tesiri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum,

en kaba bir müşahhasa düşürülmüş be bayağı işlerde kullanılan «koymak» masdarına

bağlanmıştır. Halbuki «mevzuu», çuvala kömür konurcasına maddî bir «koyuş» fiiline

yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısına gösteren, zoraki ve daima

Arapçanın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.

NDSPET EKLERD: Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı

yerine (sel), (Sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçeye mal edilmeye çalışılan tabirler, güvercinler

arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsiyle

alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören

vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof işgal kuvvetleri

gibi görünecek ve aşıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan)

ın, (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm...

Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların

beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.

ARAP ݪGALİ YERDNE GÂVUR ݪGALİ... «Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve

devalüasyon skandalleri, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entellektüel

kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her

alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve lâboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik

illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmuştur.» Şu 43 kelimelik cümleden, 6 adet «ve» yi, 28

adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçeye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!

Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses

çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat2iyetle mevcut değil demektir.

Besbellidir ki, atılmak istenen şey dil değil, Türkün ruh cevheridir.

Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapçaya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim

ve teslim edilmiştir.

DÖNME AİZI... Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya başlamıştır. Bu ağzın ilk tecellilerinden

biri, şart edatı olan «ya» kelimesine eklediği, «dahi», da... Ya da... Türk şivesinde böyle bir

ağız yoktur. Bizde şart edatı «ya» iki kere kullanılarak kendisini belirtir:

Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!

Veya:

Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, şapa oturursun!

Fransızcada olduğu gibi, her dilde de böyle...

İslâm düşmanı bir «eleştirmeci» den kalma ve daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar

yanaşma bu dil, dikkat edilecek olursa Moskova’nın milletleri çürütme plânından hususî bir

madde olarak solcu ağızların edasıdır.

Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işaretinden başka bir şey değil...

ݺaret küçük ama delâleti büyük...

Onların ağziyle hüküm:

Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da...

Şimdi kendi ağzımızla:

Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz sedasız, çürüyüp

gideceğiz!

TEŞHDS VE ÇARE... Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle

görülür maddî hüdiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret yok... Nihayet,

uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün aşikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin

sefil ağızlarına kadar âlet... Irzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak

açmış bir dil... Bu dil her şeye rağmen Türkün, içinde duğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün

dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta...

Cedlerimizin İslâmı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesi yüklendikleri

ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sadece yalçın

madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne

cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna

fâtihliğine geçmiştir, bunun için de maddî kılıcına eş bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde,

mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın?

Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...

Türk, İslâmiyeti kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için

riyazî bir hakikattir. ݺte bu Türk, yani İslâmiyeti kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan

Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini

idrak etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunanın ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür

kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçenin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının

meyvelerini tek yol kabul etmiştir.

Ecdadımız aynen batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı

bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını

kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmiştir ki,

aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve

hançeresine mal etmeyi ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsçanın ifade

mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı

gösteren bu hal hataların en büyüğü olmuştur.

Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl

hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri,

öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi

mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir «münevver» için, Osmanlıcayı değil, Arapça ve

Farsça bilmeyi esas saydılar.

Hatâ bundan oldu ve bu hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı topyekûn ana

sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Başımızdaki bugünkü kurbağaca, işte bu dil

şahsiyetsizliği yüzünden!..

Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı,

asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana

hiçbir kumaş hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça çıkmıştır. Üstelik Türk lisan

mımarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî

ruhun katledilmesi hâdisesidir; ve artık bu bahiste son söz «sebep» ve «netice» nin tespitinde

kalmıştır.

Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî

maddeler halinde kabullenmek, onları kendi «sarf ve nahiv» dünyasından ayırmak, kendi

(gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak, Batı dillerinden

gelenleri de yalnız teknik plânda olmak şartiyle almak ve aynı muameleye tâbi tutmak, yani

Türkçeleştirmek...

ÖLÇÜLER: Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün

bilmediği dil Türkçe değildir.

Alman dilinin kıvamlanmasında en büyük rolü oynayanlardan (Göte) diyor ki: «Bir millete

yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.» Bir milletin diliyle oynamak, onun

hayatiyle oynamaktır.

Dillere daima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması

bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve

hançere dehâsına bırakılır ve bu işi sadece sanatkârlar yapabilir.

ݺte, Türk dili evvelâ müşahade altına alınamamış, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam

beceremediği incelik noktaları görülememiş, aksine ve sadece İslâm nefretiyle ulvî

mefhumların aziz eşyası süprüntülüğe atılmış, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk

şapkâlı barbar eşyası yığmak modası alıp yürümüş, bütün idrak melekelerini kavurucu bir ruh

yangını mânevî vatanı silip süpürmüş ve neticede bugünkü kısırlaştırıcı, iğdiş edici, her türlü

büyük kafa yetiştirmeye engel ve eser vermeye mâni felâket iklimi doğmuştur.

İKTİDARLARIN HDKÂYESD

Bazı rejimler, kalabalıkları, sırf ruhlarının çengellerinden tutar. Ruh müeyyidesi o kadar

sağlam bir dayanaktır ki, halka, midesinden ve maddesinden her fedakârlığı yaptırabilir. İman

kutupları saygı gördükçe güç yerindedir. İsterse inanış bâtışa olsun...

Bazı rejimler de, kalabalıkları, sırf midelerinin kancalarından tutar. Gıdasız kalan ruha

mukabil halkın kursak ve bağırsak hayatı, ortada ruh diye bir kaygı bırakmaz. Bir nebat ve

hayvan hayatıdır, gider. Toprak versin, mideler yutsun da ne olursa olsun...

Birinci soydan rejimler için şu veya bu madde aksaklığı, verimsizliği, sıkıntısı diye bir şey

olamaz. Fakat ikinci cinsten rejimlerde en küçük bir darlık oldu mu, her şey tepetaklaktır.

İnsanlar birbirine girip boynuz boynuza gelmeye ve çifteler savrulup duvarları yıkmaya

başlar.

ݺte o zamandır ki, ruh, madde sıkıntısının miskin bahanesi arkasında boy gösterip kendi

eksikliğinin ne demek olduğunu ihtar eder.

Şüphesiz ki, kalabalıklar, ruhundan ziyade maddesiyle avlanmaya müsait... Yalnız madde

cephesinin kemmiyet hesaplarıdır ki, kalabalıklarca kolayca anlaşılır. Kedilere ve köpeklere

kadar şâmil bu bedahet duygusu insanda yaşarken, onun yerine ruhu ve mefkûreci görüşleri

yerleştirmek çok zor...

Fakat esas bu zorlukta... Ayakta durabilmek, tahammül ve sabır gösterebilmek, bir iş ve

hamle hedefine yöneltici cehdi sağlayabilmek için ruha el atmaktan gayri çare mevcut

değildir.

Eski C.H.P. iktidarı, ne birinci, ne de ikinci soydan bir rejim olabilmiş; halkın hem ruh

çengellerini sökmüş, hem de mide kancalarını kırmıştır. D.P. iktidarı ise, halkta bir ciğer

kanseri haline getirilen bu ruh belâsını olduğu gibi yerinde bırakıp, sadece mideleri ve

maddeleri imar yolunda bir şey beklemiştir.

Bu vaziyette bir millet hareketi, ancak halkın ruhuyla beraber maddesini de harap edici bir

tutuma karşı fışkırmak icap ederken, böyle olmamış; ve halkın ruhunu olduğu yerde bırakıp

maddesini uzun vâdeler ve muvazenesiz hesaplarla süslemeye kalkışan bir idare, sadece

iktidar makamında bulunduğu için, on senelik değil, 27 yıllık hıncın tokatını tek başına

yemiştir.

Neticede halk, tâ ciğerinden, o türlü sarsılmıştır ki, bizzat midesini ve maddesine ait bütün

ihtiyaç iştihalarını kaybetmiş, hayat plânındaki varlık şevkini asgariye indirmiş ve İhtilâl

sonrası iktisadi buhrana, açık bir ruh aksülâmeliyle yol açmıştır.

Demek ki, yıllardır, ruhu ve maddesiyle harap edilen halk, İhtilâl sonrasında, bu hâle sadece

ruhiyle karşı koymuş; ve Adalet Partisini millet eliyle çizilen çevrenin merkezine meccanen

oturtup ondan da önce ruhunun intikamını almasını beklemiştir.

Fakat gelen rejim bu nükteyi anlayamamış ve her şey basit bir madde muhafızlığına döküp bir

gün hakkını aramaya kalkacak olan ruhun her şeyi elinden alabileceğini hesaba katmamıştır.

Hulâsa: C.H.P. bu milleti yoktan var ettiği iddiasiyle açıkgöz ve sahtekâr bir madde

kurtarıcılığı imtiyazına dayanarak Türkün ruh köküne zıt, bu kökü baltalayıcı ve onu Batı

uşaklığına bend edici, her türlü fikir ve dünya görüşünden yoksun öyle bir yol açmıştır ki, bu

yol, onu takip eden bütün partiler ve iktidarlar tarafından sadece küçük idare ve tatbikat

plânlarında tenkit edilmekten başka karşılık görememiş; ve şu veya bu farklarla, hattâ şimdi

onun kendisine yeni bir hüviyet araması ve gençlik aşısına el atması farkına rağmen, tek

fârikaları İslâm düşmanlığından ibaret, çeyrek aydın ve cüce politikacıların yolu olmakta

devam etmiştir.

DÜNYAMIZ

Evvelâ küçük ve cüce politika hokkabazlığı dışında bizim dünyamızın, bizim üstün politika

dünyamızın tesbiti gerek... Ancak bu suretledir ki, dış politika ölçümüzü basit ve gündelik

politika zanaatinden ayırmış ve bir dünya görüşü temeline oturtmuş oluruz.

Kol kol bütün örgüleştirmelerimizi boyunca kavranacak bir bedâhet vardır: Millî Türk

politikasının temel ölçüsü, kendi kendisine ve riyazî bir kat’iyetle, Türkiye’yi öz sınırları

içinde, ileri, müstakil ve şahsiyetli bir tekevvüne lâyık görecek, yahut buna en fazla

müsamaha edebilecek Garplı kuvvetler manzumesine bağlanmak ve bu manzumenin

kutuplarına faydalı görünmek sayesinde elde tutulabilir.

Bu aziz kaygının asla barışamıyacağı kutup, düne kadar Faşizma ve Nazizma idi. Evvelki

gün, dün, bugün ve yarın, İslâv ırkçılığı ve komünizmadır. Türkiye’nin kendi öz sınırları

içinde, ileri, müstakil ve şahsiyetli bir tekevvüne lâyık görülmesindeki gaye en fazla kabul,

yahut en az red tavrını, Garplı kuvvetler manzumesi zaviyesinden yalnız demokrasyalarda

bulabilir.

Herşey, üstün ve yüksek politika zaviyesiyle, asırlar boyunca hep okka altına gidişimizin

nihaî zarureti halinde, «en az zararlı cephe» yi bulmak ve bu «en az zararlı cephe» yi gitgide

daha az zararlı kılmak ve sonunda ve son fırsatlara göre büsbütün zararlı olmaktan çıkarmak

gibi umumî bir siyaset ölçüsünde toplanıyor. Bunun için de «hak ve hürriyet» lâfını yalan

olarak bile ağzından düşürmeyen tarafa yönelmekten başka çare kalmıyor.

Nitekim, geniş ve tezatsız bir dünya görüşü manzumesinin kıyasları içinden süzülmüş olmasa

da, selim bir bedâhet hissiyle çeyrek asırdır hep bu yolda yürüdük. Fakat gerçek hüner,

ilcalarla, tesadüflerin ve rüzgârlarla akıntıların dürttüğü bir zeminde, dümen, pusula ve

(seksant) âletiyle yürüyebilmekte ve evvelden hesaplı bir hedefe varabilmekte... Bugün,

gidişimizde, bütün millî ve tarihî olurlarımız ve olmazlarımızla yönelmeye mecbur

olduğumuz böyle bir hedefin hesabını verebilecek muadele kafasından hiçbir ize şahit değiliz.

Üstün politikanın anahtarı, üstün idrakin anahtarına eş, nefsini ve dünyasını bilmek

hikmetinde gizliyse, kendimize ve etrafımıza bir bakalım; Millet millet Şarka doğru, mahkûm,

tesellisiz ve ümitsiz mazlûmlar panayırı; Garba doğru da her gün biraz daha tezatlarını çözme

ve buhranlarını bastırma cehdinde, güya hâkim, muhakkak tesellisiz ve sanki ümitli, fakat

köküne kadar mustarip zâlimler cümbüşü. Ve ikisinin ortasında, bir zamanlar birinin haşmet

ve saltanat hakkiyle ötekinin ödünü patlatma ânına kadar gelmişken, gitgide ödü patlaya

patlaya kabuğuna çekilmiş ve en sonunda teselliyi bütün köklerinden kopmak ve hiçbir tarafa

kök atamamakta bulmuş, ufala ufala aksakaldan yoksakala geçmiş esbak cihangir ve mahzun

bir millet; biz!.. Eğer Şarka doğru hepsi adına mutlaka rehber bir millete, Garba doğru da en

hâkimleri ve lâyıkları önünde bazı haklarına ve faydalarına inandırmış bir «fasl-ı müşterek»

devlete ihtiyaç varsa, bu Türkiye’den başka kim olabilir ve Türkiye bunu nasıl yerine

getirebilir?

Askerlikte en sağlam müdafaanın yolu nasıltaaruzsa, bir milletin vücut emniyeti de, ancak

olacağı, olmayacağı, olmaya mecbur olduğu şeyin, bütün dünya muvazenesi içinde en tabiî bir

istihkakla devşirilmesi şeklinde temin edilebilir. Hakkından kısmî vazgeçişlerle elde

tutulabilecek cüzüler olduğuna inanmayınız! Dörtyüz senedir böyle gidiyoruz: «Ne koparırsak

kâr!»

Demokrasyalar kutbu etrafında, fevkalâde nazik ve görünürde samimî, fakat son derece

hudutlu ve şartlı bir bağlanış dehâsiyle, kendi iç tekevvünümüzü dahilî yıldırım harpleriyle

meydana getirip yeni bir dünyanın eşiğine yeni şartlarla ayak basabilmemiz için, Şarka ve

Garba doğru, birini umdurucu ve gözletici, öbürünü de oyalayıcı ve geçiştirici bir politika

marifetine muhtacız.

Herşey, birbirinin öldürücü eksiği halinde, bütün Şark ve Garp dünyasını nefsimizde

düğümleyici bir iç tekevvünü billûrlaştırıncaya kadar, Şarkı ve Garbı maharetle idare etmek

ve istikbale talik edebilmek düsturunda mihraklaşıyor.

SAHTE ŞANS DEVDRLERD

Başımıza düne, çeyrek asır evveline kadar gelen idarenin biricik özrü, kendi zamanına göre

insanlığın içinde yüzdüğü dünya buhranıydı. Bu idare farkında değildi ki, bu hal de onun

biricik talihiydi.

Zira bu idarenin, dış ihtilâtlarla asla alâkası olmadan, sadece iç bünyesindeki illet yüzünden

her ân biraz daha meydana çıkmaya başlayan çehre karhaları, onun iş başında kaldığı dünya

buhranın 10 yılı içinde demagocyaların en ucuziyle hep bu dünya buhranına atfedilmiş,

hazımkâr millet de bu masalı hazmeder görünmüştür.

Harbe giren hiçbir milletin iktisadî, içtimaî, siyasî vaziyeti o zaman bizimki kadar bedbaht

olmamış, harp ve istilâ zehirini tatmaktan kurtulabilmiş birkaç nâdir memleket de saadetin

evcine ulaşmıştır. Bütün tecelli sahalarında en muztarip memleket, o gün, yalnız Türkiye

olmuştur.

İkinci Dünya Harbi, bizim Cumhuriyet sonrası idare ve politika ölçümüzün içyüzünü

birdenbire deşen, bir zarı patlatan, yumurtanın kabuğunu kırıp içindeki kokmuş maddeyi

ortaya çıkaran bir âmil olmuş; âni fiyasko ise, özrünü hemen dünya vaziyetine bağlamak

açıkgözlülüğünü göstermeye kalkmıştır.

İlk 15 ve sonra 12 yıllık devirlerden birincisi; işin başlangıç merhalesindeki kâzip saltanatı

belirttiği, ikincisi ise zevale geçen bu saltanatın saçakları altından fışkırıcı hakikat ve

âkıbetleri dünya vaziyetiyle izaha imkân bulduğu için, kâzip tarafından talihli kabul edilebilir.

1950’den sonra başlayan üçüncü devir ise, teslim aldığı şartlara göre, bu kâzip talihlerden

uzaklaşmaya doğru giden çetin bir çığır açıldığını görememiş, gösterememiş; hattâ o da aynı

sun’i yardım ve talih yollarını aramış, geliştirmiştir. Vatanı, dış yüzünden süslemeye bakmış

ve iç yüzleri kendisine dert edinmemiştir.

27 Mayıs ihtilâlini yapanlarsa, sahte talih ve hazin ucuzculuk bakımından dünyanın en şanslı

adamları olmuş ve devirdikleri, esasen bozuk muvazenenin bir daha iade edilemez olması

yüzünden, başımıza bugünkü idarî, ahlâkî, iktisadî, ruhî buhran çökmüş ve bütün bu sahte

talih oluşlarının hesabını verme ve yükünü çekme devresi açılmıştır.

Asıl talihsizlik, yani hâdiseler tarafından himaye imtiyazından mahrum kalma vaziyeti, daha

doğrusu tam istihkakına rücu ânı, yarın, bir dünya muvazenesi kurulduğu zaman belli olacak

ve o vakit günlük ölçüler içinde bile bu milleti ayakta tutabilme zorluğu birdenbire belli

olacaktır. Bakalım, o zaman da başımızda kim ve ne, hangi idare bulunacaktır.

Amerikanın, bizden, bütün yardımını hiç olmazsa bazı ıvazlar mukabili olarak isteyeceği veya

büsbütün keseceği, Batı piyasasının piyasamızdan hiçbir şey çekemiyeceği, bütün kaynaklara

mâlik Garp demokrasyalarının bize 180 derece arka çevireceği, Çin ve Hint pazarlarına giden

hava ve kara yollarının bellibaşlı zabıtalar altına alınmak isteneceği, Türk Milletinin ise

boşlukta mekân işgal etme hassası adına şahsiyet ve ehliyete mâlik bulunduğu sorulacağı gün,

başımızda bulunacak olan devlet mümessilleri, eğer hâlâ dünkü ölçünün bir devam ve

istihalesini ifade edeceklerse, halimiz duman olacaktır.

Zira, gelmesi mukadder görünen böyle bir gün, sun’i tedbir ve sahte talih devirlerinin

paydosunu da beraber getirecektir.

Bütün bir mazi, hal ve istikbal mikyasile dünya çapında nefs muhasebelerine girişen cins

kafaları ve gerçek düşünürleri yetiştiremedikçe, alınan bütün tedbirler, yanık bir elin acısını

muvakkaten dindirmek için kendisini suya batırıp daha korkunç acıları istikbâle tâlik

etmesinden farklı olmayacak; ve herkes sahte talih tedbirleriyle gününü gün etmeye

bakacaktır.

NDÇDN, NDÇDN, NDÇDN?

İslâm ve Şeriat mefhumlarından niçin korkuyorsunuz? Siz, küfür rahipleri!

İslâm ve Şeriat mefhumlarını, niçin tarafımızdan karşılığı olan bir fikir meselesi olarak değil

de, çocukların, izahsız ve cevapsız umacı ruhiyatı içinde görüyorsunuz?

Bizim bu mevzuda söyliyeceğimiz ve dünya çapında izahına girişeceğimiz sözümüz var da,

sizin verebileceğiniz cevap niçin yok?

Yoksa bu iki mefhum, sizce, ananızı ve babanızı öldürmüş ve ocağınıza incir dikmiş iki

kaatilin ismi midir?

Bu halinize sebep, İslâm ve Şeriat mefhumlarını, bir zamanlar, bizzat İslâm ve Şeriate zıt

anlayışla temsil edenlerin sebep oldukları felâketler ve kötü misallerse, sizden evvel dinin

mahkûm ettiği ve edeceği o sakîm zihniyeti suçlu bulacağınıza, niçin İslâm ve Şeriati suçlu

buluyorsunuz?

Bütün kanunlarınız ve ölçüleriniz hakkında isteyen, kendi şahsî mide gurultusunu bile esas

tutarak bir kıymet hükmü koyabilirken, niçin sadece İslâm ve Şeriat böyle bir hak ve

selâhiyetten memnû tutuluyor?

Sâf ve hakikî kanun anlayışında; İslâmı medhetmekle, temel devlet nizamlarının onunla

değiştirilmesini istemek arasında, eve girmesi yasak edilmiş bir kadının «içeriye girsin»

demeksizin güzelliğini ve doğruluğunu övmek gibi, biri fiille teşvik ve öbürü sadece tefekkür

ve tasavvur plânında tecelli gibi muazzam bir fark varken bu mevzuda «gık!» diyenin 163

numaralı torpile çarptırılışındaki facia nedir? Yasak olan, fiilî teşvik veya fiile teşvik halinde

Müslümanlık mıdır? Eğer Müslümanlık yasak değilse; bir mü’minin kendi dâvasını

«kanunlarınızı buna uydurun!» demeden savunmasından daha tabî ne olabilir?

Bu toprağın sahipleri, üzerinde dolaşan 33 milyon insanı mı, onu idare eden 3300 kişi mi,

yoksa altında yatan 3 milyar 300 milyon Türk mü?

bir memleketin hakikî sahiplerini, kendi öz ruh kökünden utandırmaya ve bu ruh kökünün

hükümleri üstünde söz söylemeyi suç saymaya kadar giden bir ölçü, eğer o memlekete

dışarıdan musallat bir işgal rejimine ait değilse, hangi idare şekline bağlanabilir? Hele

demokrasya iddiası güdülen bir âlemde, Firavunlar asrının bile tanımadığı bu hürriyetsizlik

havası; ve söz, tebliğ ve telkin hürriyetini tahdit edici şekiller, ne demektir? Şapkasının

biçiminden potininin bağına kadar taklit ettiğiniz Amerikada Protestanlığın ağzına böyle bir

gem vurulsa, yahut vurulacağı ihtimalinden bahsedilse, yahut da böyle bir mevzu açılıp

açılamıyacağı sorulsa, acaba ne olur?

Sizin, ey ilericiler, kanunlarınız ve ölçülerinizle cihan demokrasyasında vaziyetiniz, hiçbir

fikir hakkını kanun dışı saymayan bu âlemde doğrudan doğruya kanun dışı sayılmanız

olabilir!

Biz, sağ, sol, bu tâbirlerden hiçbir şey anlamayız. Biz sade ve elhamdülillâh Müslümanız. Bu

defa da küfür adına çalışan ruhundaki erimez nasır bakımından, asıl takibi gereken yobaz

sizsiniz! Siz, dini anlamamak ve nefsine uydurmak bakımından isimlendirdiğimiz dünün

yobazı karşılık, onun tersi ve aksülâmeli olan, halis ve mükemmel küfür yobazlarısınız! Ve

elinizde demokrasya, iğneli fıçıda oturttuğunuz milletin, «Egemenlik Ulusundur» levhası

altında, içinden kan ağlama ve dışarıya karşı gülümseme ve mutlu görünme işkencesinden

başka bir şey olmamıştır.

NESDND KABUL EDELDM?

Amerikan yardım ve kredisiyle ayakta durmaya çalışılan, gelire göre gider değil de, gidere

göre gelir peşinde gezen, yıktığı rejimin idam sebebi 3.50 milyar liralık (enflâsyon) unu takdir

ve tebrik mevzuu olarak 21 milyara çıkaran ve bu hale düşmesi için harp felâketi gibi bir

mazereti olmayan bir âlemde iktisadî bir oluş kabul eder misiniz?

Muhalefet adına hep aynı kökten fırlama muvazaa partilerinin dal ve yaprak hududunu

aşmayıcı küçük ıslâh ve pudralama tenkidlerinden başka bir şeye tahammül edemiyen bir

âlemde, siyasî bir oluş kabul eder misiniz?

Yıktığı iman ve ahlâk kaynağına karşı «Ahlâk telâkkiniz nedir?» sualine verebileceği hiçbir

cevap bulunmayan bir âlemde ruhî bir oluş kabul eder misiniz?

Köylüsünün büyük kısmı günden güne kavrulan, bücürleşen, kukumavlaşan ve sıtma, frengi,

verem tırpanları altında biçilen bir âlemde sıhhî ve bedenî bir oluş kabul eder misiniz?

Henüz millî kıraat kitabını, lûgatini, kamusunu, tarihini yazamamış ve üstünkörü tercümeden

başka hiçbir şey yapamamış bir âlemde harsî bir oluş kabul eder misiniz?

Söz bu âlemde yokluktan başka ne kabul edersiniz?

7 ÖLÜME KARŞI BDZ

Türk Milletinin hakikî ve mefkûrevî hayata kavuşturmak için, onu, yedi ölüm tehlikesinden

kurtarmak lâzım..

Tehlikelerden dördü iç, üçü de dış istikamette...

İç ölüm tehlikelerinden birincisi, tarihimiz boyunca, bizi, İslâmiyetin her zaman ve her

mekâna zaferle tatbiki kazancından alıkoyan ham softa ve kaba yobaz... Yarın muazzez ve

mukaddes iman kaynağımızın zaferi gerçekleşirse, bu hastalığın nüksüne mâni çare bu tiplerin

tasfiyesi usuliyle en başta mütalâa edilmelidir. Ham softa ve kaba yobaz, dinî hükümler

çerçevesine bağlı gerçek mü’min değil, (Büyük Doğucu, işte, şeriatten kıl feda etmeyecek

olan o, mü’mindir) dini kendi havasız ruhuna ve kör nefsaniyetine tâbi kılan vecdsiz, idraksiz

ve nasipsiz ezbercisi...

İkinci tehlike, Tanzimattan bu yana, iman ve ahlâk güvesi Yahudi ve Dönme dehasının

türettiği, köksüz ve taklitçi nesiller kolu... Bugün derdini en şiddetle çektiğimiz bu âfetin

üzerine yanmamış kireç döküp bu köksüzler kökünü kurutacağımız gündür ki, her şey

halledilmiş olacaktır.

Üçüncü tehlike, çiy etin dövüle dövüle pişirilmesi gibi her çareye başvurarak önlenmesi

gereken an’anevî fikirsizlik halimiz... Büyük Türk tefekkür iklimini kuruncaya kadar, Hint

fakirleri tarzında nefesimizi dakikalarca içimizde tutsak yeridir.

Dördüncü tehlike, bu üç tehlikenin birincisini dinsizlik adına makûsen (tersinden) ikincisi ve

üçüncüsünü de aynen ve mebsuten (yüzünden) temsil eden eski (C.H.P) tipleri tarzında

devrim ağaları... Türk Milleti, ağalıkları ilga eden ve hâkimiyetin millete olduğunu söyleyen

bu beterin beteri ağalık ruhunu tasfiye etmedikçe her ümide paydos!

Dış ölüm tehlikelerinden birincisi, komünizma... O, bir gün dünyada ve Türkiye’de tahakkuk

edecek olursa, güya hakkını koruduğu (Proleter) adına, hakkını korumaya lüzum olmayan

(proleter) olarak Türk Milletini gösterecektir!

İkincisi, bugün geçmiş, fakat bir gün tekrar baş kaldırmayacağı temin edilemez olan faşizma

ve nazizma... Yatalak zamanlarında garp demokrasyalarının azmanı olarak türeyen faşizma ve

nazizma, hâkimiyet plânını ele geçirseydi, Türk Milletine düşen vazife, yine, topyekûn

Haymana ovasını sulamak memuriyetinden başka bir şey olmayacaktı!

Dış ölüm, tehlikelerinden üçüncüsü, bugün doğu istikametinden gelmesi melhuz olduğu

kadar, yarın batı istikametinden gelmesi melhuz, an’anevî Garp emperyalizması.. Beynelmilel

Yahudilikle el ele, garp emperyalizması. Buna karşılık biricik tedbir de, yine, daima ve

mecburen demokrasyalar tarafını tutup, onlara iç tekevvün hakkımızı teslim ettirici bir bünye

sahibi olmaktır.

İçeriden ve dışarıdan 7 ölüme karşı mücadele zorunda olmak!... Evet, Türk Milleti, hakikî ve

mefkûrevî bir hayata ulaşabilmek için, Garp dünyasının üç şubesine karşı ayrı ayrı müdafaa

ve mahafaza tedbirleri aldıktan sonra, içeriden de her biri bu tehlikeler çapında dört ölümü

tepelemek borcunda..

Bütün bir tarih seyrinin bugün sırtımıza yüklediği mahkûmiyet bakımından bu kadar çetinlik

belirtici bir kurtuluşun kefaleti, hangi fikirler manzumesindedir. «Büyük Doğu», işte o fikirler

manzumesinin ismidir!

MERHAMET BUYURUNUZ!

Demokrasyalar bir hesap yapıyor: Neticede Türkiye’yi kendi taraflarına mı, sovyet Rusya

tarafına mı zammederek dünya tezadının çözülmesi tecrübesine girişilecektir?

Bugünkü kuvvet ve imkân muvazenesine göre, demokrasyalar için, nasıl olursa olsun, hayatî

bir fark yoktur. Onlar nasıl olursa olsun, dünya hâkimiyetini demokrasya mefhumunun emri

altında toplayacaklardır.

Türkiye onlar için, yüzdeyüz komünist düşmanı millî bünyesiyle beraber, hazır bir sevkülceyş

ve coğrafya avantajından başka bir şey değildir.

Bu avantajın, millî bünyeye rağmen karşı tarafa geçirilmesi, onlara nihayet birkaç damla fazla

ter döktürmekten başka bir şeye mal olmaz.

Koskoca Çinin bile elçabukluğiyle komünistleştirilmesi, nihaî hamleye hazırlık terleri döken

Demokrasyaları, ümitsizliğe düşürücü bir netice doğuramadı.

Elbette ki, bu iş, çok ter ve kan dökülmeden halledilemiyecek ve elbette ki, kuvvet almak için

gerileyen, ileriye atıldığı zaman tam atılacaktır.

Bu dünya muhasebesinden biz, kendimizi, eğer nihaî hükmü meydana getirici bir kıymet ve

ehemmiyette görüyorsak, aldanma cetvelimize en hazin maddeyi ilâve ediyoruz demektir.

Bu dünya muhasebesinden bize düşen tek borç, gerçekten millî bünyemize uygun olarak,

Demokrasyalara tam itimat telkin edici bir yekparelikle, komünistlere bütün nüfuz ve hulûl

yollarını kapamaktan gayri ne olabilir?

Yalnız bu küçücük ve kolaycacık vazifenin yerine getirilmesiyle bütün bir millî kurtuluşun

kefalet altına alınması arasında fark bırakmayan tarihi bir hengâmedeyiz! Hele bu kat’î ölüm

tehlikesini yenelim; ondan sonra yenmek zorunda olduğumuz daha niceleri var, niceleri!...

Biraz önce saydık.

Böyleyken, millî bünyemize yüzdeyüz zıt olarak hâlâ Demokrasyalara tam itimat telkin edici

bir iç emniyet ağını örebilmiş, hattâ bu ağın emniyetli ellerde bulunduğu kanaatini verebilmiş

değiliz!

Millî bünyemize uygun olmayan işlerin marifetli kahramanları olan biz, acaba bu defa, bu son

oyunun, topyekûn millî tarih ve mevcudiyete bedel bir iş olduğunu ve artık hiçbir tecrübeye

yer kalmadığını farkedebiliyor muyuz? Yoksa «Merhamet ediniz, millî bünye ve iradenin

tecelli edebilmesi için milletin başa geçmesine imkân lûtuf buyurunuz!» diye yalvarmaktan

başka çare kalmadı mı? Bu iş yalvarmakla olmaz; yalvartmanın usulünü bilmekle olur.

UCUZLUK

Yirminci asrın ortasında mânevî ucuzculuk son haddine vardı. Hem Doğu, hem Batıda ayni

hal...

Bugün baştan başa Doğu, kendisini madde cenderesinde ezilmeye bırakan ruhun hazin

âkıbetini gösterici bir sefalet tablosu...

Bugün Doğu öyle bir misaldir ki, bir zamanlar Batılı düşmanlarının bile kendi aralarından

çıkaramadıkları ruh cellâdlarını bizzat içinden çıkarmış olmanın mahkûmiyetini yaşamakta...

Bu tipler, tam bir asırdır, Doğunun her köşesinde ucuz terakki ve medeniyet tekerlemeleriyle

halkı kaz gibi gütmüşler ve Garplı efendilerinin âlet hegemonyalarını kendi öz vatanları

içinde heyûlâlaştırmışlar, umacılaştırmışlardır. Çilesi çekilmeyen dâvaların satıh üstü simsarı

geçindikleri için de müthiş bir ucuzluk, bedavacılıkla iş görmüşler ve daima maddî ve mânevî

Garp emtaasından kuvvet alarak kendi ucuzluklarını kapamaya bakmışlardır.

Tam bir asırdır Doğuda manzara, kendi içinden ürettiği sahte ıslahatçılar bakımından, bir

hapishanede, açıkgöz bir mahkûmun gardiyanlığa özenmesi, onun tavır ve edasını takınması

ve mahkûmlar koğuşunda gardiyandan çok daha tesirli bir gardiyan kesilmesi gibi bir şeydir.

Ve elbette ki, bu vaziyet, hakikî gardiyanın gözünde en sefil ve gülünç bir şey olmakla

beraber, gayet verimli ve istifadelidir. Zira bir cemiyette şahsiyet tefessühünün birinci

alâmeti, işte böyle ucuzun ve satıhçıların meydanı kaplamasıdır.

Tanzimattan bugüne doğru gelen kahramanlar panoramasını sadece ucuzculuk zaviyesinden

ölçüye vursanız, her şeyin içyüzünü görmüş olursunuz. O günden bugüne edebiyat ucuz,

mimarî ucuz, musikî ucuz, fikriyat ucuz, siyaset ucuzdur. Ve bu ucuzculuk, bizden, bir zaman

Doğu âleminin bayraktarı olan bizden sızarak, Doğunun her köşesinde, Suriyeye, Mısıra,

Iraka, İrana, Pakistana, her tarafa yayılmıştır. Bu memleketlerin münevver geçinen sınıflarına

ve hükümet kadrolarının mânevî gradosuna bir göz atmak, (Markopolo) yu dizüstü getiren

eski şark prenslerinin şimdi Amerikan malı (Kadillâk) otomobillerde nasıl sırmalı uşaklar

halinde dolaştığını gösterir. Manzara mide bulandırıcı ve beyin törpüleyicidir.

Doğu, bu hale, Avrupalının icad ettiği madde bukağısı aynı bukağıya kendi öz ruhunu ihmâl

ettiği için düşmüştür.

Bugünün Batının temsilcisi kahramanı, mânalar âleminin fatihi (Sokrat) veya (Plâton) değil,

madde âleminin çilingiri teknolocya oyuncakçılarıdır.

Fakat Batı pek yakında bir (Plâton) doğurup, madde şahlanışını ruhla dizginlemenin çaresini

bulamazsa kendi içinden patlayıp yıkılacaktır.

Doğunun ise ihtiyacı, mutantan bir zuhur halinde kendi özünü madde terakkilerine hâkim

kılacak ve bu defa Batıya örnek teşkil edecek büyük fikir adamınadır.

Doğu ve Batıyı; kendi ucuzculuklarının en mahrem sebepleri içinde ayrı ayrı gözden

geçirmiştik.

TEZATLAR DÜNYASI

· Halkının, en âdi çobanından en mükellef fikir adamına kadar, topyekûn, başındaki idareye

muhalif olduğu ve «ne olacağız?» diye sorduğu bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Topyekûn muhalif halkına rağmen, bellibaşlı bir rejim ve idare zihniyetinin hâlâ ve daima

başta bulunması gibi bir imkânsızlığa gerçekleştirebilmiş bir memleket vardır ve orası

Türkiyedir!

· Milletin topyekûn muhalif olduğunu bile bile başta kalmakta mahzur görmeyici bir zihniyeti,

boyuna emniyette; ve halkını, boyuna tahammülde devam ettiren bir memleket vardır ve orası

Türkiyedir!

· Sadece din düşmanlığından ibaret bir icraat serisinin kahramanı mevkiindeki muvafakatin

(eski C.H.P.) karşısına muhalefet diye çıktıktan sonra, artık muvafakatin bile unutmaya

başladığı din düşmanlığını avaz avaz tekrar eden bir edaya (Demokrat Parti) muhalefet ismini

vermiş bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Sineğin kafasını, üzerine konduğu insan kafasiyle beraber kıran Arnavudun hikâyesinde

olduğu gibi; milletinin can düşmanı bir rejimin ruhunu, o milletin ruhiyle beraber mahkûm

edici kanunlara sahne (yine Demokrat Parti) bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Böyleyken aynı tezatlar Partisinin tepetaklak edilişindeki üslûp bakımından en koyu ıstırap

ve inkisarlara düşmüş ve karşılık olarak seçtiği Adalet Partisinden de daha korkunç ıstırap ve

inkisarlara uğramış ve hâlâ yolunu ve çaresini görememiş bir memleket vardır ve orası

Türkiyedir!

· 42 milyonluk nüfusunun ruhundaki gizli zelzeleden, yıllardır her taşı fıkırdayan, fakat bazı

köşklerinin camları bile zangırdamayan bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· «Biz bize benzeriz!» ölçüsünü koyduktan sonra üç katlı millet evinin her katındaki nesiller

arasına uçurumlar açmış ve kimseyle kimse arasında en ufak benzerliğe yer bırakmamış bir

tarihçeye bağlı bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· Mazisi ve tarihiyle dünyanın en ışıklı ve şahsiyetli, hali ve yeni manzarasiyle de dünyanın en

sönük ve taklitçi iki misalini temsil eder bir memleket vardır ve orası Türkiyedir!

· İçerde herkesin her ân gerçek kurtarıcıyı beklediği fakat onun bu işde kendisini vazifeli

görmediği; olursa mesut olacağı, olmazsa da rahatını bozmayacağı bir memleket vardır ve

orası Türkiyedir!

ÜSTÜN POLDTDKA

· Bir hamam önündeki odun yığını çöker çökmez, üst üste çarprazvarî düşen birkaç odun

parçasının kurduğu hava boşluğu içinde sağ kalan kedi yavrularının, sığıntı halli tutumlarına,

üstün politika ismini verenlerden olamayız. Politika çınar ağacının tohumundaki kesafet sırrı

halinde, en küçük çaplar içinde bile kendisine mev’ut tekevvün hakkının cehdini yaşatan ve

bu hakkı zaman ve mekâna göre kollayan ve elbette yurdunu çıkmazlardan kurtaran ve

rüyasını gördüğü en ileri hadle, vâkıasını yaşadığı en geri had arasına mutlaka merdiven

dayayabilen sihirli tedbirler manzumesidir.

· Batının (Rönesans) dan evvelki olamayışı ve sonraki oluşu, bizim bu oluştan bir-iki asır

evvelki oluşumuz ve sonraki olamayışımızla tokuşarak, devirler boyunca Türk ülkesinde

yalnız 7 cins politika buldu: Birinci Osman’dan İstanbul’un fethine ve Yavuz’a kadar, genç ve

atılgan adam politikası.. Sarı Selim’den Üçüncü Selim’e kadar, şapşal ve habersiz adam

politikası... Tanzimat başından Abdülaziz’e kadar mağlüp ve apışık adam politikası... ݺkinci

Abdülhamid devrinde, kurnaz ve maslahatçı adam politikası... Meşrutiyet ve Mütareke

devrinde tam münhezim ve müflis adam politikası... Cumhuriyettenberi de, artık hesabı

görülmüş ve teselliye terkedilmiş sulhçu ve tehlikesiz adam politikası. Sarı Selim’denberi bu

politikalardan hiçbiri, son devirlerin küçük ve yarım davranışları bir tarafa, Türk milletine

kökündeki oluş cevherinin hakkını verici millî politika yerine geçecek kıratta sayılamaz.

· İkinci Cihan Harbinde politikamız, netice itibariyle selâmet teyidine kavuşmuş olmakla

beraber, sebep bakımından bir dünya görüşü, dünya çapında bir cehd ve hüner belirtmekten

uzaktır. Allahın kaderi, sadece harikulâmet teyidine kavuşmuş olmakla beraber, sebep

bakımından bir dünya görüşü, dünya çapında bir cehd ve hüner belirtmekten uzaktır. Allahın

kaderi, sadece harikulâde tesadüfler yoliyle, Türk vatanının yanmaması işinde âdeta vasıtasız

tecelli etti; ve her tarafı yanmış bir evde, yanmadan nasıl kurtulduğu insana hayret ve dehşet

veren bir levha gibi, Türk vatanı, insanî tedbirler üstü bir plânda mahfuz kaldı. Kimsenin bu

işte iftihar hissesi yoktur.

· Eğer dün, yani İkinci Dünya Harbinin içinde bu vatanı, işin daima İlahî kadere bağlı olduğu

hakikati bir tarafa, fakat herhangi bir kul tefahhus ve tedbiriyle kurtarabilseydik, şimdi

doğmaya başlayan yeni dünya karşısında hiçbir telâşa düşmemize yer olmazdı. Halbuki

telâşta, hem de büyük mikyasta telâşta haklıyız.

· Doğan doğmakta olan dünya; ne müflis, ne de muzaffer kutuplariyle başlangıçta ayak

uydurabildiğimiz bu dünya, bugünkü iki tezat unsurdan her kim kendisine hâkim olsa, bize

müsait olacağa benzemiyor. Aksi bizim için misilsiz bir felâket olduğuna göre, tek ümit ve

tesellimiz Demokrasyalar kutbunun, ortada tek tezat bırakmamış, iç ve dış her zaafı tasfiye

etmiş, her tarafta ölçü ve yasaklarını kurmuş hâkimiyeti, acaba eski Hasta Adam’a nasıl

muamele edecektir?

· Acaba Demokrasyalarca dünkü Hasta Adam, bugünkü sağlam adam mıdır; yoksa teselliyi

körükörüne kendisine benzemekte bulmuş, baş kesmiş ve «Yurtta Sulh, Cihanda sulh»

vecîzesiyle yetinmiş ve hem ileriye, hem de geriye doğru bütün kök muvasalalarını kesmiş,

yani hiçbir dâvası kalmamış, Batının muradına uydurulmuş bir (medyum) mu?

· Heyhat ki, dünün Hasta Adam’ı, artık zaman ve mekânı işgal edebilmek hassasından

yoksunluğa ölçüsiyle bugünün ölü adamıdır.

· Yarın, bu mevzudan şu veya bu sun’î faydalanma imkânı da kalmayınca, ona lâyık ve

müstahak olduğuna hayatın kapısını açmakta yardımcı olacak kimdir ve bu yardımı niçin

yapacaktır?

· Demokrasyalar, yeni cihanın eşiğinde, bütün tezadlarını tasfiye ve tesviye ettikten sonra,

sadece istismar mevzuu Doğu milletlerine, topyekûn Batı adına, müdahaleci ve müdafaacı

olmayan bir âkıbet (dikte) etmeye kalkınca, acaba Türk vatanını Batı âlemi içinde mi

mülâhaza edeceklerdir? Acaba kaşlarımıza, gözlerimize, edebiyatımıza, fikriyatımıza ve

hakikatımıza mı âşıktırlar?

· Büyük Doğu idealine bağlı olarak bizim üstün politikadan anladığımız, Türk milletini cihana

yepyeni bir hüviyet halinde kabul ettirecek bir iş tekevvününün dışarıya doğru müdafaa

haklarından başka hiçbir şey değildir. Bu iç oluşun kollayıcılığı plânında 800 milyonu aşan

islâm kadrosu vardır.

HAREKETSDZLDİDMDZ

· Fikirsizlikten sonra, bir de, hareketsizlik derdimiz var!

· (Aksiyon) culuk ruhuna, mümkün kelimesinin son haddiyle uzak ve yabancı yaşıyor ve

yaşatılıyoruz!

· Teker teker fertleri kaplıyacak cemiyeti tehdit edici bir tehlike karşısında hemen uyanması

ve şahlanması gereken içtimaî dayanışma ruhunu, münadi gezdirerek arasanız da bizde

bulamazsınız!

· Bu hale gelmemizin sebebi, bütün bir tarih boyunca sırtımızda yaşayan, ensemizdeki «ukde-i

hayat» dan canımızı emen, bizi, münfail, mahrem, derunî bir hayat yaşamaya zorlayan ve her

defa birbirini tasfiye edip birbirinden daha baskın çıkan türlü küfür zorbaları ve ağaları olsa

gerek...

· Anadolu halkı, hele yüz yıllık taklit ve izmihlâl devrimizde, her ân biraz daha kesifleşen bir

ılgınlığa uğramış, uğratılmış ve apıştırılıp bırakılmıştır.

· Zira bizde her inkılâp, isterse gayesi sözde hürriyet olsun, kendi işini becerdikten sonra

kendi hodgâm nefs selâmeti kaygısiyle, devirdiği rejimin baskısından daha ağır bir baskı

koymayı ihmal etmemiş; böylece Anadolu halkının ruhuna kakılan yılgınlık çivisi, birbirine

düşman hareketler tarafından da, sadakatle, dikkatle, gayretle, müşterek eser halinde dibine

kadar götürülmüştür!

· Ve böylece ismine «efkâr-ı umumiye» dedikleri atmaca, bizde, her ân hareketle geçmeye

hazır içtimaî bir hâkimiyet imkânı vâdetmekten uzak, içi saman dolu bir kuş haline getirilmiş

ve bu kuşun tepesine, efendinin millet olduğu ölçüsü yazılmıştır!

· Bir millet ve cemiyette hareket imkânları baltalanırken, sonuna kadar ulaşacak olan, ya tam

hareket, ya tam hareketsizliktir. Bizde ikincisi olmuştur!

· Bizim eksikliğini gördüğümüz ve hasretini çektiğimiz hareketse, herhangi bir rejimi kanun

dışı yollarla devirmeyi hedef tutan bir iş ve (aksiyon) davranış değil, ona, her ân, her şeye

muktedir bir «Efkâr-ı umumiye» yaşadığını hissetiren, asla nöbet yerini bırakmayan ve ancak

kanun tepelendiği zaman kanun yollarını düşünmeyecek olan içtimaî dayanışma ruhudur.

· Demokrasya, getirdiği prensiplerle, icap ederse kendi kendisini tepeletmek yolunu da açık

bırakan ve bu yolu hiçbir pahaya ve hiçbir fert veya zümreye kapattırmayan telâkki ve

teşkilâtın ismidir ve sadece içtimaî dayanışma ruhunun temelleri üzerinedir.

· Demokrasyanın tam hakkını isteyerek, kanun yoliyle, fakat sonuna kadar tam hareket ruhunu

elde edemedikçe, «ukde-i hayat» ımızdan bütün canımız emilecektir! Biz, kanuna aykırı

şekilde «Dslâmı getirin!» demiyoruz: «Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!» diyoruz.

KÜFÜR YOBAZLARI

· Şu son zamanların mahut tekerlemesiyle, bir yerde insanı gerici diye damgalayıcı bir tip

gördünüz mü, hemen hükmünüzü veriniz: Bu tip, sadece ucuz klişelerle geçinen bir

ezberciden, sahte nisbetler kuran bir hokkabazdan, bir zamâne yobazından başka bir şey

olamaz.

· Ham ve kaba softalığın en (modern) âleti olan bu silâh, 50 yıldır bellibaşlı bir politika esnafı

loncasının elinde... Şimdi onu, 1960 mamulâtından, başka bir yobaz sınıfının elinde

görüyoruz.

· Ne hazindir ki, bizi yobazlıkla damgalayanlar, böylece mücerret yobazlığın en parlak

örneğini verirken, kendi halleriyle bizim halimiz arasında tarafsız bir nefs murakabesine

girişmekten ve dâvaları mücerret plânda muhakeme etmekten bucak bucak kaçarlar. Nasıl?..

Kolera mıntıkasından kaçarcasına... Zira kaçmasalar, sezerler ki, asıl kendi kafa cüzzamları

meydana çıkacaktır.

· Bu yobazlara anlatamazsınız ki, (kronolojik) mantıkla geri gibi duran nice şey vardır ki,

ilerinin ilerisidir; fakat kokmuş yeniler bu ebedî tazeye bayatlık kondurmaya memurdur.

Onların maaşı, vücut hikmeti ve rızkı bu yüzdendir.

· Gerçek yeninin, doğrunun, ilerinin yolunu kesenler ve günlük takvim yaprakları üstünde

zamanı kokutanlar, mücerret plânda müdafaa edemedikleri kendi halleri üstüne mıhlanıp

mücerret plânda müdafaasını yasak ettirdikleri hallere gericilik isnat ederler; ve polise

«eroinci!» diye işaret verircesine sizi elleriyle gösterip nârayı basarlar: Gerici!!!

· Zamanenin küfür yobazlarına ait röntgen camı, işte!... Bu cama dikkatle bakarsanız, leblebi

büyüklüğündeki beyin üzerinde, Batı emperyalizmasiyle beraber Moskova’nın gizli parmak

izine benzer bir leke görürsünüz!...

· Moskova lâboratuvarları, kobay gibi kullandığı bu tipe, kendi öz yurdunun ruh köküne

istihkârla bakmayı ve ateşli bir inkılâp koruyucusu görünmeyi öğretmiştir.

CEPHELER

· Dünyayı bir elma kadar küçültüp, yâni bütün girinti ve çıkıntılarını dümdüz edip bir bıçakta

ikiye bölercesine sağ ve sol diye sınıflandıran kaba taksim ölçüsüne göre, bir cephede

dindarlar, an’aneciler ve milliyetçiler, öbür cephede de dinsizler, komünistler ve her türlü

mâzi yıkıcılar vardır. Bu teşhis de, cihanda mevcut bütün medenî cemiyetler için aynıdır.

· Besbellidir ki, «sağ», bütün dünyada an’ane ve onun dayanağı olan din, «sol» ise yıkıcılık ve

onun mesnedi halinde inkârdır. «Sol» un bağlandığı dünya görüşlerinden hiçbiri, hak veya

bâtıl, dinin yerini tutamamış, onun nüfuz sahasına yayılamamış ve indiği tabakalara

ulaşamamıştır.

· İster mü’min ve mutekid, ister münkir ve başıboş, ister komünist ve materyalist, ister

kapitalist ve liberal, her kültürlü şahsın mücerret ilim göziyle derhal kabul edeceği bu riyazî

hakikat karşısında birdenbire ilâve edelim ki, «sol» un mâlik olduğu tek ideolocya – istediği

kadar bâtıl olsun, fakat mutlaka ideolocya – komünizmadır. O da, mücerret ideolocya olarak.

Batı tefekkür lâboratuvarından çoktan ölüm darbesini yemiş ve bugün yeryüzündeki nüfuzunu

sâf bir (doktrin) olmak haysiyetine değil, basit bir politika ve zaafları istismar oyununa

bağlanmış bulunmaktadır.

· Bugün solculuk cephesinin biricik ideolocya merkezi komünizma, artık kendi (tez) lerini bir

tarafa bırakmış, bütün dünyadaki ruhî, içtimaî, siyasî, iktisadî hallerin (Antitez) i olarak

çalışmakta ve kendisine bundan gayri nüfuz yolu bulamamaktadır. Kendi «doğru» sunu

ileriye atamıyor da başkalarının «yanlış» ı etrafında dönerek kendisini doğru göstermeye

bakıyor ve yutturuyor.

· Bugünkü insanlığın «doğru» dan fazla «yanlış» a yapışmış ve ruh payandalarını çökertmiş

bulunduğunu göz önüne alacak olursak, bu hileli usulün komünistler hesabına ne kadar

verimli olduğunu anlarız.

· Halbuki bütün dinler, (Antitez) lere karşı kendi (tez) leriyle gelmiş ve (antitez) ini çürütür

çürütmez kendi müspet dâvasını bina etmekten başka bir iş yapmamıştır. Demek ki, esasta

(tez), şu kabaca «sağ» dedikleri cephede, antitez ise «sol» cenahta... Yani komünizma bir

(antitez) olmaktan ileriye geçemez.

· Böyle olunca komünizma, nerede şüphe, tereddüt, kargaşalık, çözülme, başıboş hürriyet,

adaletsizlik, ezici ve istismarcı sermaye, bezginlik, ümitsizlik, şevksizlik, tek kelimeyle

imansızlık görürse, o yeri kendi öz zaafı içinde boğmaya bakacak ve bünyeye selâmet imkânı

bırakmıyacaktır. Hünerli (taktik)...

· Öyleyse topyekûn «sağ», öz (tez) ini kendi cemiyetine aşk ve şevkle hâkim kılmadıkça, zayıf

vücutta verem mikrobu gibi, topyekûn «sol» un tehdidi altına girecektir.

· Bu vaziyette «sağ», fert ve cemiyette dayanak teşkil etmesi veya imkânsız bütün şubeleriyle

kendi cephesini tasfiyeden geçirip, zayıflamış imanlara Allaahın musallat ettiği bir imtihan

belâsı olan «sol» a ve onun bütün şubelerine karşı gerekli vücut mukavemetini kurmak gibi

bir borç altıdadır.

· Her iki cepheyi şube şube ele almalıyız ki, dâvayı kavrayabilelim...

CEPHELER – HAM VE KABALAR

· Karşı cepheden «Karton Adamlar Gövdesi» ile «Bandrollü Adamlar Gövdesi» ni

belirtmeden, sıra, bizden görünüp veya salınıp da bizim dâvâmızı gölgeleyen, karartan iç tezat

sınıflarına geliyor. Bunlar da iki: «Kaba Softa ve Ham Yobazlar» ve «Kabuk Milliyetçiler»

sınıfları...

· Binbir vesileyle özünü, mayasını, derin ve gerçek mü’mine göre aykırı vasıflarını

anlattığımız mahut tip, bizde, vecd ve aşk çığırımızın sonu Kanunî Sultan Süleyman devriyle

başlar, Tanzimata kadar Türk cemiyetini uçurumdan uçuruma atarak hâkimiyeti hep elinde

tutar; ondan öteye de, kendi ters dölü küfür yobazlarını üreten, türeten her ân biraz daha

azdıran bir saik halinde günümüze kadar gelir.

· Bu tip, Tanzimattan gelinceye kadar verimsiz yolunda tam (aktif), Yeniçeri Ocağının

yıkılışından sonra müeyyidesiz ve yarı (aktif), Meşrutiyette arada bir görünücü ve yarı (pasif),

Cumhuriyetten sonra da cemiyet şişesinin tortu halinde dibine çökücü ve tam (pasif) dir.

· ݺte son devrede bu (pasif) liğe geçtikten ve mahkûmiyetini kabul ettikten sonra bir türlü

suyu durulamaz cemiyet şişesinin her sarsılışında ve çalkanışında su yüzüne çıkar gibi olan ve

mukaddes gayeyi pusuya düşürücü faydasız hedef vermelerle her defa tokatı yiyip tekrar ölü

(pasif) liğine geçen bu tip, hakikatte, dâvayı merkez ve muhit olarak en halis plânda

kucaklayanların – yani Büyük Doğu’nun- karşısında, başlıca engeldir.

· Bu engel olma vaziyeti, evvelâ bizim, küfrün ahmak nazarlarına karşı hemen ona

benzetilişimiz, ircâ edilişimizle başlar. Kılıktan, edadan, meşrepten, ruh haletinden, bilgiden

tutun, köklü din anlayışına ve dünya görüşüne kadar devam eder; ve nihayet sahte benzerler

arasında en feci aldatıcılık ifadesi olarak, makine dokuması taklit halı ile el emeği ve sanat

eseri halı arasındaki farkı doğurur.

· Bu sebepledir ki, eğer Türkiye bir İslâm yurdu olmasaydı da biz o sonsuzluk nurunu

dışarıdan ve öz kaynağından almış olarak yepyeni bir zuhur halinde billûrlaştırmaya

başlasaydık ve bizden evvel işi berbat etmiş herhangi bir sınıfla kıyas edilmek felâketinin

dışında olsaydık, başarı şansımızda yüzde doksandokuzluk bir fark meydana gelirdi.

· ݺte Büyük Doğu’nun bütün çilesi bu gayet nazik noktada; ve dünün sözde İslâm adına kaba

softasiyle bugünün aynı tipe tersinden uygun zift yürekli küfür yobazı karşısında bir türlü

çözülemez bilmecemiz bu yüzden karartılmaktadır.

· Görülüyor ki, bütün ümit, bizim, Müslümanlıkta annesi ve babasından başlayarak geriye

doğru 5 asırlık tarih süresince hiçbir örneği beğenmeyecek, ruhu hummâ, beyni ve sinirleri

(aksiyon) dolu yepyeni bir nesil yetiştirmemize kalıyor. Büyük Doğu bu nesle maya,

tutturmuş ve ilk örneklerini gençliğe yaymış olmakla beraber, önündeki engeller ve «Ham

Softa – Kaba Yobaz» sınıfının bu arada beslenmeye kalkması yüzünden henüz yokuşu sökme

durumuna geçememiştir.

· Allah Sevgilisinin «O olmasaydı olmak olmayacaktı!» hakikatine karşılık tam aksiyle kıyaslı

olarak, vaziyeti «o olmasaydı bütün bu başımıza gelenler olmayacaktı!» dan ibaret olan

«Kaba Softa – Ham Yobaz» sınıfını eritip, silip yok edip, ufukta, doğan güneşin önünde fikir

başbuğunu heykelleştirecek nesil meydana getirmedikçe, çekiver kuyruğunu bu kahpe

dünyanın!...

CEPHELER – YEND MÜCTEHDD TASLAKLARI

· Biz bu dâva peşinde, som iman ve bu som imanın bütün kâinatı kuşatması için gerekli som

fikriyat cephesinden, «Allah» demenin bile yasaklandığı bir hengâmede, som küfre karşı

hareket eder ve yaptığımız işi şakaya benzetemeyip kakaya alanların türlü cevr ve cefası

altında inlerken, birdenbire gördük ki, o günedek tahtakurusu sürfeleri gibi karyola

tahtalarında saklanan ve ortaya çıkamayan birtakım sözde müslümanlık gayretkeşleri kasa

açılmaya yüz tutunca yuvalarında fırlamış, ardımızı tutmuş ve dâvamızı helâk edebilecek bir

iklim yuğurmaya başlamıştır.

· Bunlar, son yılların yeni müctehid taslaklarıdır ve bazı İslâmî öğretim müessiselerinden bazı

dergilere, kitapçılara ve kitabevlerine kadar sirayet yolundadır. ݺleri de İslâmı küfre karşı

savunma değil, farkında olarak veya olmayarak kendi içinde bozma, lekeleme ve çürütme...

Küfür cephesinin şaka diye alacağı ve gülümseyerek yol vereceği bir iş, bu...

· Bizse bu işin şakasını değil, onlarca kakasını temsil ediyoruz, ve bu halimizden bellidir ki,

temsil hakkı, «Sünnet ve Cemaat Ehli» anlayışından zerre feda etmecesine ve hiçbir pazarlığa

yanaşmamacasına bizde...

· Bu taslaklardan bir kısmı, İslâmiyeti (sosyalizm) ve (liberalizm) gibi şu veya bu (izm) ile

evlendirmek ve asıl bağlı olduğu kutup işte bu (izm) lerden biri olduğu için ona câriye diye

peşkeş çekmek isterken, bir kısım da «Dbn-i Teymiyye» ve Vehhabîlik talebeliği şeklinde,

tasavvufu ve ruhaniyeti topyekûn inkâr etmekte, hiçbir velî ve mezhep tanımamaya kadar

gitmekte, kuru ve kof akıllarına rağmen nasıl doğrulayabildikleri meçhul olan mukaddes

şeriati öz ruhundan mahrum bırakmaya savaşmakta. Bunlar arasında müftüler, din

öğretmenleri ve öğrencileri de var...

· Bunca karanlık bir duygu ve düşünce yoksunluğunu ihtar eden bir devreye, tam da İslâm

ruhunun incilâya başladığını ilân edici bir şafak vaktinde zuhura gelmesi bakımından, tarih

misal gösteremez.

· Gerçek iman ordusunun cephaneliğini rutubete boğan ve kurşunlarını ıslatıp körleten bu

nasipsizlerin türemesi için mi, biz, ellerimiz ve ciğerimiz kan içinde, çilekeş âşık Ferhad’ın

kazmasıyle bu yolu açtık?. O zaman neredeydiler ve şimdi küfre karşı vaziyetleri ve

cesaretleri ne merkezdedir; cevap verebilirler mi? İslâmın bazı iç meselelerini küfrün

nazarından saklayıp ona topyekûn hücum işinde birleşmek ve dâvayı bundan ibaret bilmek

gerekirken hücum saflarının yollarına ayak kaydırıcı nesneler atmaktan utanmazlar mı?...

· Yine aynı kanun etrafında halkalanmak ve yekpâreleşmek yerine, «şucu» nun «bucu»,

«bucu» nun «ocu», «ocu» nun «şucu» ile dalaşmasındaki sefalet nasıl izah edilebilir.

· Köprülü Mehmed Paşanın düşman karşısına çıkarmadan binlerce yeniçeri kafasını düşürerek

tasfiye ettiği ve bu yüzden savaşı kazandığı ordu misaline eş, bu gibileri, köklerine kibrit suyu

dökerek ve ruhî döllerini kurutarak vücut defterlerinden kazımak, gerçek ve derin

mü’minlerle beraber boynumuza borç olsun...

· İcra kuvvetimiz, meslekî din öğretimi çerçevesinde gençlik değil, onların müspet

örnekleriyle birlikte, geniş, büyük ve hasbî mânâsiyle ve yüzbinlere varan kadrosiyle

mukaddesatçı yüksek tahsil gençliğidir ve dâvamız yalnız onlara emanettir.

CEPHELER – KARTON ADAMLAR GÖVDESD

· Unsurlarına bir arada çerçevelediğimiz gibi, bize aykırı cephenin, birçok kollarına ayrılmış

olsa da iki büyük gövdesi var: Birincisi başıboşlar, züppeler, Batı hayranları, «devrimbaz» lar,

körü körüne inkârcılar ve hürriyet için hürriyetçiler dallarının bağlı olduğu gövde... Bunlara

hep birden, hafiflikleri ve ucuzlukları bakımından «Karton Adamlar Gövdesi» diyebiliriz.

· İkincisi, inkârını bir inanışa dayadığı iddiasında, komünistler, materyalistler, bir çeşit

sosyalistler ve Batının bazı içtimaî, siyasî, ruhî mezheplerine kapılmışlar ve kapılanmışlar

gövdesi... Bu cepheye de, yine bütün dallariyle ve beylik formüllere avlanmış olmaları

bakımından «Bandrollu İnsancıklar Gövdesi» demek uygun olur. Onlara «Damgalı Adamlar

Gövdesi» adını da verebiliriz.

· «Karton Adamlar Gövdesi» nin başıboşlar dalı, günübirlik, gayesiz yaşayış hünerinde usta,

en aşağısı nebat ve en yükseği hayvan hayatı süren bir sınıftır ki, şehirleri onlar doldurur,

kemmiyetleri onlar taşırır; gazete trajı, film senaryosu, ticarî ve iktisadî ölçü, parti

propagandası, memuriyet, iş, onlara dayanır. Yalnız Ramazan ve Kurban Bayramlarında ve

musalla taşında müslümandırlar. Onun dışında, fazla düşünmemek şartiyle, hoşlarına giderse

o... Ve umumiyetle «Karton Adamlar Gövdesi» nin güdücü sınıflarına esir... Demokrasya ve

liberalizmanın tereddiye uğradığı her cemiyet tarlasında ot gibi türeyen bu sınıf, Tanzimattan

bu yana, satıh inkılâpçıları elinde geliştirilmiş, büyük iman kutbunu her ân biraz daha

kaybedici bir toplumun, bir kara cümleden başka hiçbir diyarda eşi bulunmaz felâket iklimini

ihtar eder. Ana fârikası da, fikir ve çile isteyen her şeye sırt çevirme, dudak bükme... Hiçbir

şeyi ne kabul, ne reddettikleri halde, kendileri «ilerici» hareketlerin dayanağı gösterilir.

Komünistlerin (burjuva) diye isimlendirdiği bu sınıf, her yerde belli başlı bir geleneğe

bağlıyken bizde, (prototip – baş örnek) leriyle bu haldedir ve Müslümanlık dâvasından başka

her hareketin hazır elbisesini giymeye vücut yapıları müsaittir.

· Züppeler, Batı hayranları ve «devrimbaz» lar; başıboşluk deposunun malları... Züpe, kendi

şahıs plânında, milet ve cemiyete ait bütün asliyet ve husiyetlerden soyunmuş ve palyaço kılık

ve edasına bürünmüş bir dış yüz makyajcısıdır. Batı hayranı, efendisinin kamçısını öpen bir

köle ruhiyatı içinde, anlayamadığımız bir kuvet müessirini, onun posa eseri üzerinde aramaya

kalkışan... «Devrimbaz» ise, başıboşlıuğun fikirsizliğini, züppeliğn sathîliğini ve Batı

hayranlığının pasifliğini, züppeliğin sathîliğini ve Batı hayranlığının pasifliğini, eşsiz bir

yobaz taassubiyle belli başlı bir (aksiyon) içinde gidermeye ve onu «eski hal» e karşı hınca

çevirmeye ve önüne ne çıkarsa, hesapsız kitapsız, yıkmaya savaşan... Nihayet, derece derece

hepsi birbirinin aynı; ve eserleri, şu veya bu türlü düşünen bir sınıf yetiştirilmiş olmak değil

de, muazzam bir başıboşlar deposu kurmuş bulunmak.

· Körü körüne inkârcılık ve sırf hürriyet için hürriyetçilik, en fazla başıboşlara ait olarak,

belirttiğimiz dalların umumi vasıflarından...

· Hiçbir şeyin hakkı ödenmiş dostu veya düşmanı olmayan, olamayan, olmak iktidarına malik

bulunmayan bu «Karton adamlar Gövdesi» nin biricik müşterek (antipati – sevimsizlik»

hedefi Müslümanlıktır.

CEPHELER – DAMGALI ADAMLAR GÖVDESD

· Düşman cephenin «Damgalı adamlar Gövdesi», «Karton Adamlar Gövdesi» nin 137 yılık

hayatına mukabil sadece 68 yaşındadır.

· 1917 Komünist İhtilâlinden birkaç yıl sonra bize sızmağa başlıyan «Damgalı Adamlar» bu

nevi ihraç mallarının Rusyadaki imalât tezgâhı kurulur kurulmaz terkipleri tutturulmaya

başlamış, ilk örneklerdendir.

· Bunlar, ihraç malı hayvan derileri gibi, bellibaşlı bir teknikle tuzlanmış, kurutulmuş,

mumyalaştırılmış, muhtemel tesirlere karşı ilâçlanmış ve her tarafı damgalanmış nesneler...

· Bunların gözünde üç bin yılık medeniyet tarihi, her meselesiyle, keleş bir cep logaritması

içinde ve üçer beşer kelimelik mânalar halinde zincire vurulmuştur. (Metafizik) ve mücerret

tefekkür bir soytarı, din bir afyon, milliyet bir ökse ve bütün insanlık ezilen sınıflarla ezen

zümrelerin devamlı cünbüşünden ibaret bir panayırdır. Bu panayırda, ilim, sanat, ordu,

mektep, hükümet, teşkil t, hep mâhut sınıflar arası istismar vaziyetinin korunması için birer

vasıta ve bahanedir. Büyük Fransız inkılâbı, burjuvalar tarafından, devirdikleri derebeyler ve

kralların yerine kendi sınıflarını geçirmek için yapılmış bir ihtilâlden başka bir şey değildir.

Âlemde «girift», «Sırrî» ve «ruhî» hiçbir hâdise yoktur. Herşey maddî ve bütün müessirler

iktisadidir.

· Moskova darphanesinin kurşun yuvarlaklar üzerine harf ve numara basarcasına

mengenesinde sıkıp damgaladığı bu kafacıkları, hakikatte olanca keleşlikleriyle belirtmeye

kelimeler yetmezken, ellerinde yarı okumuşlar ve çeyrek aydınlara karşı gayet tesirli bir

(diyalektik – düşünce kalıbı) bulunduğunu kabul etmek lâzımdır. Bu (diyalektik), son derece

vahşî bir basit», girift hakikati katletmeye memur, müthiş bir kolaycılıktır ki, kuvvetini her

yerin kendi içindeki tereddi ve tefessuhlardan alır ve kendi iç sükutu yüzünden bezgin

cemiyetlerde, şaşkın ve çürük fertlere, kâinatı ahmakça formülleştirmiş cep kitabiyle bütün

bilmecelerin gûya halini verir.

· ݺte, hareketleri Cumhuriyetin ilânından biraz sonra başlayıp 1928’de kızışan, derken yavaş

bir seyir takip ederek 19452de yine su üstüne çıkan, fakat bir denizaltı gibi bütün gövdeleriyle

su yüzüne çıkışları 1960 şartlarını ve bugünün zaafını bekliyen bu destanlık yobazlar,

«ilericilik» dövizini bir sancak gibi taşırlar; ve karşılarında en büyük engel gördükleri

İslâmiyeti her cepheye taşlatmak, recmettirmek için, «gerici!» yaftasını en geri bildikleri

halde, «Karton Adamlar Gövdesi» ne dal dal dağıtırlar, yuttururlar; böylece dâvalarına en

uygun bir vasat tutmuş olurlar. Kimse de işin farkında olmaz.

· «Damgalı Adamlar Gövdesi» nin, efendileri (Karl Marks) dan ezberlemiş olarak «papazların

okunmuş suyu» diye bildikleri kokmuş sosyalizma ve bazı yıkıcı Batı mezhepleri, bugünkü

modalaşmış halleriyle, bunların gözünde, yüksek mekteplerini açar açmaz, hemen yıkacakları

birer ilkokuldur; fakat şimdilik bu ilkokulların ordu ve gençliğe karşı ökse diye kullanılması

lâzımdır.

· «Damgalı Adamlar Gövdesi», halk ve millet kökünden asla beslenmiyeceğini bildiği için,

Sosyalizma maskesi altında bir hareketten ve dışarıdan takviyeli bir ihtilâlden başka hiçbir

şekle ümit bağlıyamaz.

· «Damgalı Adamlar Gövdesi» ni bir anda ve çepçevre baltalarla devirebilecek tek kuvvet ise,

mukaddesatçı ve milliyetçi zümredir ki, bunun için yol, o zümrenin arslan kafesini açmak ve

onun başka taraflara da saldıracağı vehmini yenmektir.

· Bunun aksi yapılmış ve komünizmanın 1968’den beri pişirip 1971’de açığa vurduğu

ayaklanışta, idare ölçüsü, onları mukaddesatçılarla aynı çuval içinde avlanmak gafletine

düşmüş ve işi süngü kuvvetiyle tesviyelendirme yoluna sapmıştır. Mübarek süngü kuvveti

dâvayı dışarıdan budamaya muvaffak olmuşsa da, kesilen saçların kökü yerinde kalmıştır. Bu

kök temizliğini, yeni ve mukaddesatçı Türk gençliğinden başka hiç kimsenin yapamayacağı

hakikati anlaşılamamıştır.

DIŞIMIZDA İSLÂM

· Osmanlı İmparatorluğunun son günlerine kadar «dışımızda İslâm» diye bir vâkıa yoktu.

Olanlar, «lâşey» denilebilecek çok küçük ve birkaç topluluktan ibaretti; gerisi de Rusya ve

İngiltere elinde esir, fakat ruh ve hayat ölçüleri bakımından Osmanlı merkezine bağlı

milletler... Her şey ve her mesuliyet Osmanlı İmparatorluğunun sırtında...

· İslâmın yekûn ifadesini bizden koparan, dışımıza serpen ve bir sürü devletçilik halinde

ufalayan ve merkezsiz bırakan hadise, Birinci dünya Harbini takip ve Osmanlı

İmparatorluğunu tasfiye edici Batı darbesi olmuştur.

· Batı darbesi sonunda, sırf Allah ve din adına bir davranışla şahlanan Türk milletinin

kazandığı İstiklâl Savaşı, asıl darbenin içimizden İslâmiyete çevrilmesiyle ayrı ve aykırı bir

istikamete bağlanmış, her şey içeride bozulmuş ve her şey dışarıda aynı bozgun yolunu

açmıştır.

· Bugün mevcut bütün İslâm devletleri öyle garip bir ehrama benzetilebilir ki, kaidesi, yani

halkı mü’min, zirvesi, yani güdücüleri ona zıt...

· Tarihi kaderi gereğince bin seneye yakın bir zaman boyu İslâmın kılıcını temsil eden Türkte

her şey bozulunca ondan kopma parçalarda da bozulacağı ve her biri maketlik bir kopyanın

eseri olan Batı kölesi güdücüler elinde şimdiki hale geleceği (sosyolojik) bir kanun icabıydı;

ve hâkim millet Türkte başlayan bir bozuluşun bütün cüzlere sirayet edeceği hikmetine en

keskin misal olmak bedâhetini canlandırıyordu.

· Tâ ki, bu parçalar içinde birinde, dâva ağacını, kökünden ele alarak, gövdesine, dallarına,

yapraklarına ve yemişlerine kadar kuşatıcı taptaze bir anlayış ve hamle kutbu zuhur etsin ve

bu hazin sirayet ve cereyana «dur!» diyebilsin!. Böyle bir kahraman da malûm şartlar

dairesinde parça topluluk ve devletlerden çıkamaz, beklenemezdi.

· Bu halden alınacak ders şudur ki, böyle bir zuhur ancak Türkten beklenebilir, Türkte bozulan

ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir.

· Bugün İslâm âleminin mütefekkir tanıdığı, Türk müctehid taslaklarının dış numuneleri bazı

tiplerde bu dâvayı kavramak ve onun nefs ve kâinat muhasebesine erişmek imkân ve istidadı

olmadığı gibi, devlet ve siyaset recüllerinde hiçbir asliyet ve şahsiyet görüşü mevcut değil,

bunların takip ettiği ve darağacına kadar gönderdiği şu veya bu teşekkülde de Sırat köprüsünü

aşabilecek marifet ve çeviklikten eser yoktur.

· Türkiye’de karardığı için her yerde kararan ve ancak Türkiye’de ışıklandırılacak olursa her

yeri ışıklandıracak olan İslâm güneşinin doğuşunu kendi ufuklarımızda karşılamak şuuruna

sımsıkı yapışalım!.

İÇ VE DIŞ DÜŞMAN-YAHUDD

· Önce öz peygamberine ihanet eden, tevhid bayraktarı Resul (Tûr-u Sinâ) ya çıkınca altundan

bir buzağı yapıp ona tapmaya başlayan ve peygamber lanetine uğrayan, o…

· Böylece, nebîler beşiği, üstün ırk İsrailoğulları içinden kopup fesad ve hiyanet mâdeni yeni

bir kavim halinde dölleşen, asıl yahudiyi mayalandıran, artık hep öyle devam eden ve

insanlığın başına belâ kesilen, o…

· İçinden yetişmiş ve yeni ölçülerle gelmiş İsâ Peygamberi dinsizlikle suçlayan, Romalı’lara

gammazlayan ve Romalı askerlere kimin tutulacağını göstermek için, havarîler meclisinde

onu yanağından öpmeye kadar alçalan (Yuda Şem’un) o…

· Derken babasız hak peygamber Hazret-i İsa’nın hak dinini içinden tahrif eden, yeni

Peygamberi Allah’ın oğlu diye gösteren, “baba-oğul-ruhülkudüs” küfrünü icad eden (Sen Pol)

o…

· İslâmda münafıklığı mayalandıran, bütün bâtıl mezhepleri kuran, besleyen ve Kur’ânda

Allahın lânetine hedef olan, o…

· Dünyanın her tarafına yayılıp kene sessizliği ve sinsiliği içinde kanını emdiği her yerden

atılan, sonunda İspanyadan kovulan, sırtında ucu kurşunlu kamçıların iziyle Türkiye’nin

kapısını çalan, karalar ve denizlerin haşmetli İmparatoru Kanunî Sultan Süleyman’ın lûtuf ve

merhameti sayesinde yurdumuza sızan, en kısa zamanda Türk iktisadî hayatına hâkim olan

(Yasef Nassı), hattâ bir kızını Kanunî’nin oğluna nikâh ettirmeye kadar başaran (Nurbânû

Sultan), derken Osmanlı tarihi boyunca yeniçeri fesadının baş âmili “züyûf akçe-hileli para”

marifetini yürüten, o…

· Öbür taraftan da, Türk vatanının en habis fesad ve hıyanet merkezi Selânikten kalkarak gûya

İslâmı kabul etmiş bir kafile halinde (dönmeler) Edirne ve İstanbul’a gelen ve bizi yahudi

hüviyetiyle törpüleyişini bir de müslüman sıfatına bürülü olarak tecrübeye kalkan (Sabatay

Sevi), o…

· Fransız ihtilâlinde, perde arkası en büyük rolü oynayan, ilk (enflâsyon) parası (asinya)yı

çıkartıp ihtilâlin iktisadî muvazenesini allak bullak eden, neticede bir yandan krallık, öbür

yandan inkılâp Fransasını, yani sadece Fransa’yı batırmak emelini besleyen o…

· İkinci Abdülhamîd devrinde İslâm dünyasının merkez noktalarından birine çivi çakmak için

Filistin’de küçük bir toprak isteyen, buna karşılık Türkiye’nin bütün dış borçlarını (Düyun-u

Umumiye) ödemek teklifinde bulunan, fakat Ulu Hakan tarafından teklifleri reddedilen,

nihayet yüce hükümdarı İttihat ve Terakki komitecilerine düşürten, o…

· Dünyada ilk defa parayı ve şişkin sermayeyi icad eden (kapitalizma), sonra (Karl Marks)

marifetiyle onu tahrip eden, 1917 komünist ihtilâlinde güdücüler arasında yer alan (Troçki,

Zinvoyef vesaire), peşinden dünya çapında bir yahudi filozof (Hanri Bergson)a tahrip âletini

tahrip ettiren, netice olarak nerede ve hangi mezhep varsa bir taraftan kuran ve bir taraftan

yıkan, yani kendi dışında insanlığı her türlü birlik ve yekpârelikten uzaklaştıran, o…

· Türk Millî Kurtuluş hareketi Yunanlıya karşı zafere ulaşır ulaşmaz, Türk’ü ve onun şahsında

İslâmı yok etme azmindeki Batı ülkelerinin üzerimize saldırmasını önlemek ve göstermelik

istiklâlimizi sağlamak şartını İslâmdan ayrılmamıza ve mukaddesatımızı feda etmemize

bağlayan ve bunda muvaffak olan, yine o…

· Nihayet her yerde, plânını gerçekleştiren, bu arada Türkiye’de dilediği fuhuş, ahlâksızlık ve

iktisadî çöküş iklimini tutturan, gizli imparatorluğunun maketi minik İsrail devletini kuran,

onunla İslâm âlemi ve petrol dünyasının en nazik noktasına kazığını kakan, arı kovanı

hummasiyle çalışan, çabuk seferber olmakta dünyada birinci orduyu meydana getiren,

çevresinde kendisinden en aşağı 10 misli büyük Arap âlemini iflâsa uğratan, hep o…

· Şu anda kolları karnının altında saklı bir ahtapot gibi, bir koliyle Suriye, öbür koliyle Irak,

daha öbür kollarıyle de Kuveyt, Hicaz, Mısır ve Libya istikametlerini kollayan, bu rolünün

tahakkukuna zemin hazırlamak için bir dünya felâketine muhtaç bulunan, bunun için de Rus-

Amerikan rekabetini kızıştıran ve türeme-üreme yatağı emperiyalizmayı besleyen, kısacası

topyekûn medeniyetleri eritme yolunda büyücü kazanını durmadan karıştıran, yalnız o…

· Yine o, hep o, yalnız o, daima o…

· Ve bu incelikleri kavrayamamak ve içyüzleri görememek bakımından, memleketimiz, yine

o, hep o, yalnız o, daima o…

DOİUNUN YOLU

· Makineyi yapan ve birbirini doğuran makineler manzumesini bizzat yapamadıkça veya bir

gün onu yapmaya doğru bir şuur ve plân sahibi olunmadıkça, makineleşmek esarettir.

· Bu vaziyetin bir derece daha ağırı olarak, makineyi en hazırlop nevileriyle dışarıdan

getirttikçe veya birgün onu içeride tezgâhlamanın (jeni) sine uzak yaşandıkça, makineleşmek

büsbütün esarettir.

· Bunun da beteri halinde makineyi dışarıdan getirip, yedek parça, muharrik kuvvet,

mühendis, usta vesaire gibi tamamlayıcı unsurlar üzerinde de alâkasız ve bunlar için de

dışarının iradesine bağlı kalındıkça, makineleşmek esaretin efsanevî derecesidir.

· En beterin daha da beteri, makineye ait her unsur, mühendisi, ustası ve hattâ (kalifiye –

seçkin) işçisiyle dışarıdan getirip burada kurmak; ve millî imal dehâsını büsbütün körletecek

ve hiçbir şifa ihtimaline yer bırakmayacak bu aldatıcı yapım tarzına utanmadan bir de «millî»

veya «Türk» etiketini yapıştırarak sanayileşildiği vehmiyle, esrarkeşlerin bile düşmeyeceği bir

hayal dalgasına kapılmak... Bu da günümüzün (Montaj) sanayiine bağlı hikmet...

· Bütün Şark dünyası, Japonya müstesna, baştan başa ikinci ve üçüncü paragrafların tarifi

içindedir. Doğunun hiçbir köşesinde, birinci paragrafın derecesine çıkıldığına ve o dereceye

mahsus çilenin yaşandığına dair alâmet yoktur.

· Japonya misali, Batı medeniyetinin tek dayanağı olan müspet bilgileri zaptettikten sonra ona

lâyık ruhu temsil edememek ve vahşî (mistik) içinde kalmak yüzünden daima nâkıs ve menfî

görünecektir. Bir de, hak yolunda ruhları olsaydı her şey tamamdı.

· Bütün Şark, ya ikinci, ya üçüncü maddelerin delâlet çerçevesi içinde yahut da bunlardan da

geri olarak zaman ve mekân dışında ve hâlâ Ortaçağ devrinin aletleriyle sürünme

durumunda...

· Elbette ki, makineleşmenin hakikati için gerekli şartlara mâlik olmamaktan gelen esaret,

makineyi büsbütün atmak ve Ortaçağ aletlerine kapanmak suretiyle giderilemez. Garbın Şarka

yüklediği makine ve müspet bilgiler esaretinden sıyrılmak, ancak o esaretin içinden geçmek

ve onu yenmekle mümkün... Bu, Doğu için mutlaka çekmekle mükellef olduğu tekevvün

çilesi... Onsuz Doğuya hayat yok...

· Öyleyse, başta en nazik misal Türkiye bulunmak üzere, Doğuya düşen yol nedir; onu

gösteriniz! Bizim için tek hayatî sual budur!

· Her şeyden evvel kavramak lâzımdır ki, bu yol,makineleşmenin ve müspet bilgilerle

cihazlanmanın sırrını, içinde ruh adına zerre bulunmayan kışırdan öğrenme ve ezberleme,

bilmeceyi mâdenî iskeletler manzumesi (teknik) kadroda arama işi değildir. Bu sır (teknik)

kadronun dışındadır; ve o kadronun içine, onun dışında bir ruh cehdiyle girmek lâzımdır.

· Tıpkı visal odasına girerken mâlik olmamız icap eden fizik şartların, ruhî şartlarımızın

emrinde olması gibi... ݺin sultanı olan ruh şartı, incizap, fethetme azmi ve ona bağlı büyük

anlayış ve duyuş yerinde olmadan herhangi bir visal tecrübesinin yalnız hayal âleminde

tatbiki mümkün mahzun ve münkesir şekli, ancak «istimnâ» mefhumiyle izah edilebilir.

· Tanzimattanberi bizim ve bilmem ne kadar zamandır, Doğu milletlerinin müspet bilgilerle

visâlî, hazin bir istimnâdan başka bir şey olmamıştır. Sinema artisti resimleri gibi, hep Batılı

makine ve müspet bilgiler kartpostallarına bakıp, gülünç kopya idrakleriyle mevzuumuzu zapt

ve fethetmeye savaşan bir istimnâ zaferinden ileriye geçemedik.

· Bu işin visâlî, mutlaka onun fikriyat ve ruhiyatına mâlik olmakla gerçekleşebilir.

· Bu fikriyat ve ruhiyat mutlaka kurulacak, makineleşme ve müspet bilgilerle cihazlanma

dâvası idealleştirilecek; işi maddeden başlatıp ruhta bitiren ve sonra ruhtan başlatıp maddede

ikmal eden bir sistem halinde dâva, ruha, kitaba, mektebe, terbiyeye, zevke, vazifeye ve

gayeye intikal ettirilecektir.

· Bu da, tek kelimeyle, kendi iman kaynağımıza bağlı büyük bir vecd ve hamle, yepyeni bir

ahlâk ve dünya görüşü dâvasıdır.

· Doğu, maddeyi fethetmek için de, kendi ruhundan maddeyi altedici bir fışkırış koparmak

borcundadır. Şuna kısaca, İslâmiyeti idrak etmek deyip geçelim!

MAKDNE

· Makine, ruhun emrinde mi, saadet!... Ruh mu makinenin emrinde, felâket!...

· Makine, keyfiyet değil, kemmiyet harikasıdır; ve bütün işi, tek ve düz bir çizgi veya bu

çizgilerden birçoğu, fakat hiçbir noktada karar ve düşünce hakkı olmayan tek ve düz çizgiler

üzerinde, maddî ve basit bir hareket kombinezonundan ibarettir.

· Hayvanlar içinde en hissizinin herhangi değişik bir hareketini veya insanlar arasında en

aptalının meselâ tırnağını keserken gösterdiği, yerine göre hareket kabiliyetini hiçbir makine

gösteremez. Sahibinin yani ruhun verdiği herhangi yanlış emre itiraz edebilecek bir makine

ise ne düşünebilir, ne de hayale sığdırılabilir...

· Demek ki, makine, nebat zekâsından bile mahrum ve ancak insan ruhunun fizik hassasları

arası kombinezonlarından vücuda getirdiği öyle bir kemmiyet ejderhası ki, keyfiyette bir

solucandan daha geri...

· Makineyi, olanca mahiyet ve hüviyetini tespit edici böyle bir gözle bakmadıkça ve sadece

araziye uymak fikri bakımından paletleri üzerinde kendisini çekip götüren bir tankı, aynı

hareketinin hilkatten sahibi bir solucandan keyfiyette çok aşağı görmedikçe onun

tasallutundan kurtulabilmek imkânı yoktur.

· Fakat karasabanı traktöre ve öküzü motora tercih ettirecek son derece ahmak bir anlayışa

saptırılması mümkün olan bu mânâ, öyle bir hudut içinde zaptedilmelidir ki, ifrat ve

tefritinden gelecek belâlardan sakınabilmek mümkün olsun... Yani, makineyi ihmalden

doğacak felâketin, onu azizleştirmekten gelecek musibetten eksik olmadığı bilinsin...

· Her şey, makineyi, ruh emrinde susta durdurucu bir inanış müeyyide ve nizamına bağlıdır;

ve makineyi bütün tekemmülleri içinde emrine alabilecek biricik inanış müeyyidesi ve

nizamının adı İslâmdır.

· İdeal, eşya ve hâdiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret,

iştiyak, hayal ve plândır; ve eğer ideolocya bir beyin ise ideal de kalbtir.

· Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış ideal olamaz. Bir şeyin

ideal olabilmesi için mutlaka cemiyet plânında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır.

· Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler

düşemez.

· Bir subayın mareşal, bir tüccarın milyoner olmak ihtiras ve gayesi ideal değildir; fakat o

subayın hayalinde bir «Altun Ordu» nizamı yaşıyor ve o tüccarın emelinde içtimaî bir davanın

harcına sarfedilecek bir servet fikri hüküm sürüyorsa, bu tiplerden ikisi de ideal sahibidir.

· İdealin fert plânında istediği aşk, vecd, cehd ve azm hamlesine en güzel misal, Şirin’e

kavuşmak için dağı delen Ferhad... Bu misalin erkeği, et ve kemikten ibaret basit bir kadın

visaline talip olmanın çok üstündedir. Misalimizde Şirin, (mistik) bir unsur, (sembolik) bir

hüviyet, yani (ide-fikir) dir.

· Her inanılan şey ve bağlanılan fikir, daha ilerisini, ötesini fethettirmek için insana bir

basamak üstünün, bir ufuk sonrasının cezbesini aşılar ki, ideal işte budur! Bu cezbe kara

sevda ve divaneliğe kadar gidebilir.

· İdealinin kara sevdalısı ve divanesi olmayanlardansa hiçbir şey beklenemez. İdeallerin ideali

olan İslâmda beş vakit namazını, çalıştığı dairenin devam defterini imzalarcasına eda eden

hissiz bir müslüman idealist olmaya uzaktır. Fakat namaz kılarken şeriate saygı ve

sevgisinden kaburga kemikleri çatırdayan Bayezid (Bestamî) en büyük idealist...

· 600 küsur yıllık İslâmî devlet idaremizde tam manasiyle idealist devremiz 250 seneyi aşmaz

ve ondan sonra başımıza ne gelmişse bu cezbenin kayıbı sebebine bağlanabilir.

· Siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî, harsî, terbiyevî, fennî, ilmî, inzibatî, ahlakî ne kadar dâva varsa

(elân – hamle) kudretini ideal cezbesinden alır ve hiçbir iş şubesi, onsuz, ileriye tek adım

atamaz.

MAKDNE VE KEŞDFLER

· Makine ve madde terakkileri, 19 uncu Asrın ikinci yarısında, korkunç derecede yükselip, 20

nci Asrın başlarında, insan irade ve tahakkümünden kurtulacak, sıyrılacak kadar istiklâl ve

ihtilâl belirtmeye başladı. Bu hal, bir aralık, büyük cemiyet güdücülerini ve fikir adamlarını,

yüreklerine indiresiyle yıldırdı. Öyle ki, başarıcı kudretini yalnız ruh plânında besleyen insan,

kendi öz keşiflerine ve öz eserine mahkûm sanıldı. Âdeta, büyük ruhî kuvvet, eski

kahramanlık ölçüleri, vahşilere hâs bir değer bilindi. En girift kanunları içinde dünya, tavla

zarı kadar küçük ve dört köşe bir madde görüşüne hapsedilmek istendi. Makineyi put ve

insanı onun esiri haline sürükleyen bu tersine dönmüş (mistik), Moskoflar diyarında

yuğurulduğu ve içimizde şair ajanları vasıtasiyle de terennüm edildi:

Trum...

Trum...

Makineleşmek istiyorum!..

· Yeni felsefenin en muğlak dâvası olan bu mesele, her şeyi derin ve ebedî ruh kadrosu

dışında basit bir (mekanik) faydasına bağlayıcı, vurdum – duymaz ve mankafa bir mezhep

tasarrufuna geçer gibi oldu.

· Öz terakkilerinin denizinde boğulurcasına çırpınan, imdat çığlıkları basan insan aklı, bu

gidişte, artık eserine bir daha hâkim olamıyacağı, eserini bir daha ruh prensiplerinin emrine

veremiyeceği vehmini senelerce yaşadı, durdu. Üstelik, en koyu bedbinlikten daha karanlık bu

telâkki, kendisine öz nikbinlik süsünü vermeyi ihmal etmedi. Edebiyat şevkine bağlı ruh

sistemleri yerine; insanın, ölür ölmez, yağından mum ve sakalından keçe yapmaya kadar

giden maddeci telâkki, bir de ona, gamsız ve tasasız bir hayat neşesi aşılamaya kalktı. İnsanı

taş devrinden öteye kadar ricat ettiren maddeci görüş, kendisini gerçek istikbal ve ilericilik

diye takdim etmekten geri kalmadı. Bu telâkkinin nazarında, bedbin, marazî, eski ve geri biz

olduk; biz ve bütün ruhçu sistemler...

· Makine terakkileri o hale geldi ki, sarsak ve yatalak bir Avrupalının titrek parmaklarını bir

düğmeye dokundurmasiyle koca bir orduyu havaya uçurarak kudret istihsal edeceğine; âdi bir

makine sayesinde insan kalbinin meleklere bile mahrem köşelerini okuyabileceklerine

inandılar. Bütün kuş beyinliler, bu madde kudreti önünde, ruh kadrosundan hiçbir tedbirin

metelik etmiyeceğine fetvayı bastı. Bunlar, asrî küfür yobazları sıfatiyle, eski ham softalardan

fazla üremez istidadını gösterdi.

· Nihayet şu oldu: Makine ve madde terakkilerinin ruh cevheri karşısında imtihanını vereceği

en zengin lâboratuvar olarak İkinci Dünya Harbinin patlaması... Ruhu ihmal eden maddeci

görüşle, maddeyi ihmal etmeyen ruhçu görüş, insanlığın yarınına tahakküm hakkının kimde

olduğunu işte bu lâboratuvarda göstermeye başladı. Birbirine düşman üç rejim sisteminden

her biri, maddenin hakkını tam ödedikten sonra ruhçu bir metoda bağlanmanın ne harikalar

doğurduğunu fiil sahasında gösterdiler. Bu defa makine ve madde terakkileri o kadar yükseldi

ki, sadece bu yükseliş yüzünden, ruh, tekrar eski zafer meydanını fethetti. Ruh tekrar

makinenin ve maddenin sırtına binip onu sevk ve idare etmek hakkını, maddenin âzamî

terakki haddine yükselmesi ve bu madde yükselince ruha muhtaç olması yüzünden elde etti.

Makineyi henüz nazariyle vasıtasiyle fikir ve ruh fethetmekten, bizzat kendi terakkileriyle,

ameliyede ruhun esiri olduğunu gösterdi.

· Binlerce kilometreyi aştıktan sonra (pike) hücumlarla zırhlıların tepesine mıhlanan

tayyareler, karşısında ki insan ve tabiat mânialarını bütün külçesiyle toslayan tanklar, idareleri

bakımından ne çapta bir ruh kudretine mevzu teşkil ettiklerini kendi ağızlariyle haykırdılar.

· Hele atom ve füze keşifleri?. Bunların ilki, ruhu ve ruhçuluğu öldürdüğü sanılan geri madde

keşiflerini ruhun intikamı halinde ve bir solukta yok ederken, öbürü, avlayana ve avlamayana,

feza insanının nasıl bir ruhçu metod sayesinde havalanabileceği apaçık ilân etti. Maddeci

kafa, bu inceler incesi sırrı tersine yorsa da, bir atom çekirdeğini belirttiği, nâmütenâhî küçüğe

sığmış nâmütenâhî kudret tefekkür, ve fezada arz küresine zıp zıp gibi bakarken ışık hızının

tek saniyede aldığı mesafeden ileriye geçilemediği ve sonsuzluk ufuklarının uzadıkça uzadığı

müşahedesi, zaferin maddecilere mi, ruhçulara mı yardımcı olduğunu gösterir.

· Netice: Makine ve madde, kendi öz terakkileri sonunda tekrar ruhçuluğun şanlı kapısını açtı;

ve bu kapıdan yeni bir dünya doğuşunun şafağına ait ilk pempelikler sızmaya başladı.

PROGRAM – REÇETE

· Nice parti programları gördük ve görüyoruz. Meşrutiyetten beri bu nağmeleri dinliyoruz.

Şimdi soralım: Eskiden beri bütün gördüklerimiz, program mıdır, yoksa leke sabunu tarifeleri

mi?

· Bizde her parti böyle gelmiş, böyle gitmiştir. Hepsinin de güdücüler kadrosu, programının;

programında güdücüler kadrosunun seviyesinde...

· Gerçek iş ve hamle pprogramının baş maddesi ancak şu olabilir: Yüz küsur yıldan beri bir

toplu iğne bile yapamayan bu milletin, radyosunu otomobilini, traktörünü, falanını, filânını,

kendi eliyle yaptırmanın şartlar manzumesi... Millet bu hayatî verime memur ve mecbur

edilecektir. İsterse yaptıkları tenekeden olsun; fakat yapsın, yapmaya başlasın... Türk

gümrüklerinden, hayatî ve zorurî devlet ihtiyaçlarına mahsus eşya müntesna, tek yabancı

mamulü girmeyecektir. Türk sanayi ve imal kudreti doğuncayadek... Bunun için de tek

merhale, şunu veya bunu yapmak, çatmak yaptığını ve çattığını öz eliyle meydana getirecek

hale gelmektir. Gerisi gülünç!...

· Aynı gerçek iş ve hamle programının ikinci baş maddesi de, bu madde oluşunun ruh

zeminin, yüzde yüz şahsiyetli bir plânda açabilmenin şartları... Evvelâ topyekûn Garp

dünyası, Türk’ün ve onun arkasında Doğu milletlerinin gözünde, bir türlü sırrına ulaşılmaz

tılsımlı bir umacı olmaktan çıkarılmalıdır. Bu dünya, Batı dünyası, sadece; (Rönesans) tan

beri aklın fetih haklarını yerine getirmiş –bize Kur’ânın emri- ve eşyayı ustalıkla teshir etmeyi

bilmiş bir müspet bilgiler harikasından başka bir şey değildir ve o sınırdan öteye, onun hiçbir

takdir ve taklit değeri yoktur. Bütün sahteliklerimizi, karşısında apışıp kalma ve kendisini

putlaştırma yolundan devşirdiğimiz Batı dünyasını böylece, ikiye bölüp, ilk yarısına

«mükemmel», ikinci yarısına da «esfel!» diyebileceğimiz ruh ve şahsiyet kıvamını

tuttuğumuz gün doğacak güneş, kurtuluşumuzu müjdeleyecektir.

· Ondan sonra bütün maddî müessiselerimizi birinci, bütün mânevî teşkilâtımızı da ikinci

maddeye göre ayarlamak, sudan ucuz ve kolay olacak; ve mücerret köklerini şu ân için bir

yana bırakıp, anlaşılması kolay müşahhas dallariyle göz önüne serdiğimiz bu iki noktadan,

biri madde ve öbürü ruh plânında sayısız nokta belirecektir.

· Belirttiğimiz ruh kıvamına ermek için, yüreğimizde hangi kök duyguya hamle üflemek

gerektiği, bu kök duygunun kıvılcımlarında hangi ahlâkın örgüsünden şekiller kaynaştığı,

fethine memur bulunduğumuz madde âlemine göre nasıl bir sistem ve disiplin

heykelleştirmek lâzım olduğu, artık bellibaşlı çizgilerin çekilmesiyle tamamlanacak birer

motif halindedir. Ondan sonra, mektep, aile, çocuk, meclis, kanun, teşkilât, köy, şehir, kadro,

vazife, iş, emek, huzur, refah, ilim, sanat, hak, adalet, idrâk, irfan, zevk, terbiye, idare, siyaset,

her şey, her şey, «mâ vuzua leh» ine, yani yerli yerine oturacaktır.

· Elverir ki, bu kafa, bu kafalar gelsin; ve birbirinden alev alıcı meşaleler gibi millet ormanını,

içinde 42 milyon mum yanan semavî bir âvizeye döndürdün...

· İçinde bu maddelerden bir kibrit alevi olsun, görebileceğimiz kitaplık çapta bir fikir

hamulesinden gelecek programa can feda... Fikir yok ki, programı olsun...

FDKDRSDZLDK

· Fikirsiz efendiler, fikirsiziz! Ne yola, ne madene, ne buğdaya, ne silâha muhtacız!

İhtiyacımız sade fikre. Ondan da mahrumuz! Fikir olunca hepsi olur, o olmayınca da hiçbiri

olmaz; bunu bile anlamıyoruz!

· Bugüne kadar başımıza gelen her felâket, şahidi olduğumuz her kepazelik, sadece

fikirsizliğimizden ileri gelmiştir. Bu yüzden büyüklüğümüz bize küçüklük; hiyanetler,

kahramanlık; suikastler, kurtarıcılık, gibi gösterilmiştir. Bizse bütün bunları yutup hazmetmiş

bulunuyoruz.

· Efendiler! Bizde, boşlukta mekân işgal etme hassasına mâlik, hacim ve ölçü sahibi fikir

adamı yetişmiyor. Yetişmemesi için de herşey yapılıyor.

· Efendiler! İdeolocya adına, ahçı kitaplarındaki pastırmalı yumurta izahından daha âdi ve

umumî, daha kolay ve kaba ve her dayanaktan mahrum, parti programlarından başka bir şey

bilmiyoruz!

· Efendiler! Dünya çapında tecrit ve teşhis cehdi, bize, delinin pösteki sayması gibi mânasız

ve faydasız bir iş görünüyor! O kadar ki, bu satırlar için de «amam deli saçması!» diyecekler

bulunabilir.

· Efendiler! C.H.P. nin altı okunun ucunda duran altı kelimeyi ve hepsi altı formalık

tekerlemelerini bir inkılâp ideolocyası diye kabul edebilmek için, milletçe kafalarımızı,

işkembeci dükkânlarındaki kuzu başlariyle değiştirmemiz lâzımdır!

· Efendiler! Üniversitemiz esersiz profesörlerle, iktidar makamlarımız, iş ve hareket

salâhiyetini hangi çileye borçlu olduğu meçhul kabadayılarla doludur!

· Efendiler! Ne sağ derken sağı, ne sol derken solu tanıyoruz; ne severken niçin sevdiğimiz, ne

de tiksinirken neden tiksindiğimizi biliyoruz!

· Bitpazarından (plâk) lar alırmış gibi kullandığımız, halbuki her çizgisi insanî tefekkür

emeğinin kanlı muhasebeleri neticesinde oyulmuş medeniyet tâbirlerini, küstah cehlimize

kalkan diye tutmaktan başka bir şey yapamıyoruz!

· Efendiler! Tam yüz senedir, demokrasya, hürriyet, millet, medeniyet, inkılâp ve daha nice

(izm, izm, izm) lâhikalariyle bondrollü, içimize giren aşağılık (Erzats), garp ithal mallarını,

büyük Türk tefekkür gümrüğünden muayene edecek ve iç ölçülere vuracak mütehassıslar

kadrosundan mahrumuz!..

· Efendiler! Hattâ bütün tarihimiz dolduran büyük esker, büyük şâir, büyük mimar, büyük

musikîşinas ve büyük kopyacı âlim bolluğu içinde, büyük ve şahsiyetli dünya görüşümüz

iklimlendirecek büyük müteffekkirden mahrumuz. Bu eksikliğe acaba hangi ferdî veya ictimaî

saik sebep oluyor? Bu suali nefsimize sormaktan bile âciz bulunuyoruz?

· Fikirsizliğimizi idrâk ettiğimiz gün, herşeyi idâk ve her çareyi elde etmek imkânına ereceğiz

ama, bunun yolunu ve tedavisini gösterecek olanları yaşatmamak için de herşeyi yapıyoruz.

· Ve bu yüzden, yüz küsur yıldan beri kendi öz memleketimizde, kendi öz memleketimizin

muhaciri gibi yaşıyor, son devreler içinde de, olanca millî hakikat ve mukaddesatımızın bir

paspas üstünde ve meydan ortasında resmen ve alenen ırzına geçilmesine karşı, içi boş gözler

ve zekâsız suratlara, cansız cansız bakınıyoruz. Bütün felâketimiz bu noktada...

· Fikir, fikir... En büyük ibadet onunla...

SINIRLAR

· Allahı sev! Ne kadar?.. «Had» mefhumunu da yaratan o olduğunu bilecek, onun tecelli ettiği

her yerde hiçbir zatî had imkânı kalmadığını sezecek, yani «had» mefhumunun zatiyle beraber

bütün hadleri yok görecek, yoklukta bile mutlak yokluk haddini tanımayacak kadar...

· Allah sevgisi, her şeyi sınırlayan mutlak sınırsızlıkta kaybolmanın hudutsuz fışkırış

noktasıdır. Onu sev, yanıp kül oluncaya kadar sev!..

· Bundan sonra, en büyüğünden en küçüğüne doğru hadler âlemi başlıyor. Allahın, had içine

aldığı varlılar içinde büyüğü, bütün hadleri tek noktasına sığdıracak derecede büyüğü, onun

Son Resulüdür.

· Allahın Resulünü sev! Ne kadar?. Yalnız ona Allah demiyecek kadar... Ona Allah dememek

şartiyle ne dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

· Allah Resulünün Sahabîlerini sev! Ne kadar?.. Yalnız onlara nebî demiyecek kadar... Onlara

nebî dememek şartiyle ne dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

· Allah Resulünün yoluna sımsıkı bağlı Allahı velîlerini sev! Ne kadar?.. Onlara Sahabî

çapında dememek şartiyle ne dense hepsinin az geleceğini bilecek kadar...

· Ve böylece hadler ve dereceler, en büyüğünden en küçüğüne doğru iner, gider.

· Babanı sev, anneni sev, zevceni sev, çocuğunu sev, toprağını sev, dilini sev, ocağını sev! Ne

kadar?... Herbirinin ifadelendirdiği had çerçevesini taşırmayacak ve onu daha üstün çerçeveye

karıştırmıyacak kadar...

· Ve nihayet milletini sev! Ne kadar?.. Onu, Allah ve Resulünü sevdiği ve bu sevgiyi etrafında

halkalanabildiği kadar... Ona yalnız «Seni senin için seviyorum, sen ne olsan yine severim!»

demiyecek kadar... «Seni böyle olduğun için seviyorum; ve sen sevilecek bir millet olduğun

için böyle oldun!» diye düşünecek kadar... O zaman onu, bu hudut içinde hudutsuz sevebilir;

ve bu sevgiyi, kabuk değil de öz, zarf değil de mazruf, posa değil de cevher milliyetçiliği

halinde sistemleştirebilirsin!..

İLERİ – GERD

· Zaman bir daireye benzer. Tıpkı koşu atlarının, etrafında döndüğü kavis gibi bir daireye...

Meselâ üç devir sonunda bitirilecek olan koşuyu bir devir fazlasiyle koşan at, bu daire

üzerinde, öbür atların gerisinden koşuyor gibi görünmez mi? Evet, bu at 100 metrelik daire

hesabına göre tam 900 metre ileridedir. Fakat kaba göz, onu 100 metre görür.

· Modası geçmiş kalıplardan çıkamıyanlara geri diyoruz.

· Fikir ve hayat kalıplarının eskimekte en büyük zaafı, esaslarının çürüklüğünden ziyade,

zamanın eskitmekteki yaman gücüne bağlıdır. Zaman, eşya ve hâdiseler üzerinde daima aynı

korkunç yasanın yorulmaz tatbikçisidir. Yusufun eşsiz güzelliğiyle (Perikles) in bahtiyar

cemiyetini aşındıran, aynı zamandır.

· Dünyanın en güzel insanını iki büklüm kurutan zamanı, uzvî tezahürler çerçevesinde

vasıtasız müşahede, kolaydır. Fakat içtimaî bünyemizin ihtiyarlayışında onu doğrudan

doğruya göremeyiz. Bunun içindir ki, devrini bitiren her imâ ve kalıbın yıpranışında ayrı bir

sebep arar ve buluruz. Firavun karşısında (Benî İsraîl), Atinanın karşısında Roma, Atinanın

karşısında Roma, Romanın karşısında İsâ Peygamber ve daha birçok şey..

· Ferdî hayatımız sınırlıdır. Bunu bilir ve maddî çöküşümüzün, çaresizlikten doğma bir nevî

rıza ve tevekkülün taraçasından seyrederiz? Ya içtimaî hayatımız?

· Heyhat ki, elden ele teslim suretiyle ebediliğine inandığımız birçok itikat ve şeklin hayatı da,

her şeyin hayatı gibi, hadler ve adetler çevrilidir.

· Zaten içtimaî hayatımızın ebedîliği, ferdî hayatımızla, keyfiyet halinde ulaşamadığımız bir

devam iktidarına, nöbet değiştirerek, kemiyyetle varmak için tutunduğumuz bir muvazaadan

başka nedir? Gerçek hayat ferttir; cemiyetten murad da işte bu gerçek hayat fâtihlerine fidelik

etmektir.

· Elimizdeki dürbünü bir başkası çekip baktığı zaman, biz onun gördüğünü görür; ve bir

başkası sigaramızdan alıp içtiği vakit, biz onun keyfini duyar mıyız? ݺte bütün melekelerimiz

ve bütün benlik duygumuzla içinde eksildiğimiz bir âlemi; sanki yaşayan, duyan ve gören

kendimizmişiz gibi, birbirimizde fenâ ve beka bularak sâf ve kahramanca yürüttükten sonra

kurduğumuz mimarîlerin sonsuzluğuna nasıl inanmıyalım?

· İnanmakta haklı olabiliriz. Fakat göreceğiz ki, kurduğumuz mimarîlerle oyduğumuz

kalıpların devamı için o müessiseler etrafındaki sonsuz tekevvünümüz ve kemmiyet

halkalarımız kâfi gelmiyecekltir. Göreceğiz ki, hayat, yalnız bir cepheli değildir. O

müessiselerin de bizden ayrı, müstakil ve ferdî birer hayatı vardır. Bu hakikata, tarihte birçok

cemiyetin, kendilerini yeni şekillere zorlayan müdahaleci tesirlerle göçüşü şahit olduğu kadar

kendi kendisine, için için ve müdahalesiz göçüşleri de şahittir.

· Öyleyse çaremiz nedir? İsmine zaman dediğimiz ve her cismi, her fikri, görünmez havanına

doldurmuş öğüten kuvvet daima önümüzde giden, her yaptığımızı bozan, her yazdığımızı

çizen bir son temsil ettikten sonra, güvenebileceğimiz, ebedîliğine inanabileceğimiz eser kalır

mı? Kalır!!!

· Çünkü düşmanın kudretini tasdik, yenilmiyeceğini kabul ve onunla boğuşmaktan vazgeçmek

değildir. Boğuşmak esastır. Zaman, önünde diz çökeceğimiz ve bütün silâhlarımızla teslim

olacağımız bir heyûlâ değil; sırlarını zorlayacağımız, verdiği hiçbir sırla kanaat etmeyip

alıkoyduğunu istiyeceğimiz ve verdikçe alıkoyduğunu asla unutmıyacağımız bir büyücüdür.

Öyle büyücü ki, öpüştüğü her dâvanın aksine, seviştiği her (doktrin) in tersine ve sarmaştığı

her (tez) in zıddına gebe kalmak âdettir. O, eşya ve hâdiselerin en ıssız bucaklariyle yüklüdür.

Böyle bir manzara karşısında güvenebileceğimiz mimarî ise odur ki, zamanı, kendisine en hâs

çehre ve seciyesiyle kavramış ve emrine almış olsun.

· ݺte o mimarî İslâmdır; ve Allahın her bina önüne diktiği büyük imtihancı, intikamcı ve

ihtilâlci zamanın, tek tüyünü bile örselemeyeceği, biricik varlık, asliyle ve zatiyle O’dur.

Zamanın kolayca çürüttüğü ve çöp tenekesine attığı şekiller arasında İslâmı arayanlar, idrak

sahibiyseler, orada İslâmı değil, onu şahıslarında çürütenleri bulacaktır.

· ݺte aşınmış, yahut henüz sağlam görünen kalıpları bu tedbir göziyle muayene eden ve

dökeceği yeni bir kalıp varsa, onu da kaygı ve bilgi içinde hazırlayan, İLERİ ADAM’dır.

Kendisine bu emri veren ileri dinin ileri adamı... «Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır!»

emrindeki hikmeti asıl şu anda hatırlayınız!

· Ve geri adam... Ya taze bir anlayışa varmadan eski şekillere sadece kabuğundan bağlıdır;

yahut tamamiyle aksine, zamanı âdi bir tarih sırası ve evvellik, sonralık meselesi sanır ve

geriye gitmek korkusiyle kendi önünü keser.

· Bu her iki geri adam da, düşünmekten korkan, fakat birbirine zıt hareket eden iki ham softa

tipidir.

· Zamanın hakikî fâtihleri, istikbale o kadar susamışlardır ki, gözlerindeki sonsuzluk adesesi

önünde, bazan bin sene evvelki hâdiseyi bugüne yapışık, bazan da bugüne ait bir meseleyi bin

sene geride görürler.

· İleriye doğru göründüğü halde geriye ve geriye doğru göründüğü halde ileriye giden yollar

vardır.

· İmdi, zamanın bu sanatkâr kıvrımlarındaki sırra ermeyenler, ya fâni kalıplardan birine

körükörüne bağlanmak, yahut kendisinden evvelki her kalıbı körükörüne tepelemek suretiyle

zamanın dışında kalırlar.

· Ebedîlik önünde hiçbir mesafe hükmü olmadığını, bazan zamanın, mazide bıraktığı bir sırrı,

istikbalde çözmek üzere, zahiren geriye döndüğünü, fakat hakikatte ileriye yöneldiğini

bilmezler. Bu son derece girift ince ve zarif helezonun, maziyi istikbale, geriyi ileriye inkılâp

ettiren asma köprü mimarîsini anlamazlar. Böylece, gözlerinin seçemeyeceği kadar ileri

olanlara, üstelik geri derler. Ne mutlu, ezel kadar eski ve ebed kadar yeni, İslâmın gözlüğünü

taşıyanlara!.

MECCANÎ HAYAT

· Sözde medenî insanlık – ki Batı dünyasından ibaret sanıyoruz- daha dün, Batının binbir tezat

ve buhranın kökünden tesviye ve tasfiye zoriyle ayaklandı. Bütün tezat kutuplarına, bütün

mevcutlarını teraziye atmak borcunu yüklendi. Kan ve ateş tarlası bir ufuk üzerinde, yarının

büyük nizam ve muvazene şafağını gerçekleştirmek için, asrımızın olanca madde ve insan

mevcudunu seferber etti. Netice malûm...

· Medenî insanlık, bugüne kadar ulaştığı binbir kemale rağmen elinden kaçan nizam ve

muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir ruh, yepyeni bir ahlâk ve yepyeni bir şekil

yuğurmak için, ya tam varlık, ya tam yokluk peşinde müthiş bir metabolizma ihtilâline düştü.

Bu ihtilâlin çilesi içinde atomu çatlattı ama, hâlâ, muhtaç olduğu ruhî sistemin zarını

patlatamadı.

· Dünya bugün, kızgın çelikle dolu izabe fırınlarına düşmüş hurda bir demir parçası gibi bir

anda su ve duman olan büyüklü küçüklü milletleriyle bu çileyi yaşarken, malûm, aynı

köksüzlük kökünden partiler emrindeki Türk devlet ve cemiyeti, bu ana-baba gününün

sabahını hangi ruhî ve içtimaî şartlarla karşılayacağına dair hiçbir şey düşünmedi.

· Harp bittikten sonra bile beka ve korunmamızı sağlayan biricik âmil, boşlukta mekân işgal

etmek hakkımızın medenî, tarihî, manevî ve içtimaî şartları değil, rakip dünyalar arasındaki

kilit noktaları üzerinde olmanın madde ve mekân imtiyazı olmuştur. Cedlerimizden kalıp yiye

yiye bitiremediğimiz son mekân parçasının haysiyeti yüzünden alâka ve yardım görüyoruz;

yoksa medenî dünyanın mekân dışı zamanı içinde bir pay sahibi olduğumuzu iddia edemeyiz.

Bu madde ve mekân imtiyazı olmasa, kimsenin başını çevirip yüzümüze bakmasına imkân

yoktur.

· Evet, evet; hâlâ kendimizi, Üçüncü Dünya Harbi isimli bir vehmin beslediği sun’îlik iklimi

içinde koruyabiliyor ve korunmamızı sağlıyabiliyoruz. Yarın sulh ve tabiî şartlar tekerrür

edince nasıl korunabileceğiz?

· Suallerin suali buyken biz hâlâ ve hâlâ bir düzene erebilmiş değil, düzen yıkıntıları üzerinde

çekişmelerle uğraşıyoruz.

· Bizim, yarınki dünyaya, bugünkü dünya buhranının bütün illet ve müessirlerini tartarak,

tanıyarak, anlayarak; ve tarih boyunca kendi nefs murakabemizi yapmış, kendimizi her türlü

zaaf ve kuvvetimizle tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, cehd, ideal ve nizam yekpâreliği

içinden doğmamız gerekiyor!

· Vâdesinin son ânı geldiği için icap ederse tek yudum su içmeden ve tek saniye uyumadan

bütünleştirmeye mecbur olduğumuz bu yepyeni ruh, cehd, ideal ve nizam nedir?

· Günün, her meseleyi susturması gereken büyük dâvası budur!. Bizim gibi, sadece bu dâvanın

yükü altında belkemiği çatırdayan birkaç Türkün çığlığından başak da, mesele ve dâva

kubbemizde, horultulardan, hırıltılardan, dırıltılardan, zırıltılardan, başak hiçbir ses ve seda

çıkmıyor.

· Yarın dünya ne olacak, ne olmaya doğru gidiyor; ve biz ne olacağız, ne olmaya doğru

gidiyoruz??? ݺte sual!..

· Mekânı içinde bulunduğumuz Batının zamanı içine girmedikçe, ve yepyeni bir zaman temsil

edemedikçe mekân kiralayıcılığıyle devam edebilmesi mümkün bir hayat yoktur.

YDNE HÜRDYET

· «Hürüm!» demeye zorlanan bir fert hür olabilir mi?

· «Esirim!» diye haykırabilen bir insan, sahte hürden daha hür değil midir?

· Eşek hürriyetiyle insan hürriyeti arasındaki sınırı çizecek ölçüler nerede?

· Hakikate esir olduğumuz zaman niçin ciğerlerimizdeki havaya kadar hür olduğumuzu

seziyoruz. O hangi padişahtır ki, en büyük hürriyet kendisine kul olmaktır?

· «Dinde ikrah yoktur!» buyuran Allah, insanı ne çapta hür yarattığını ve onu cebr altına

girmekten nasıl münezzeh tuttuğunu belirtirken, insanoğlunda, dudaklara polis dikerek

vicdanları avlamaya çalışmak gayreti nasıl yorumlanabilir?

· Sırayla 1839, 1908, 1923, 1945, 1950, 1960 vesaire doğumlu; ilki 137, ikincisi 68, üçüncüsü

53, dördüncüsü 31, beşincisi 26, altıncısı 16 vesaire yaşındaki bunca bâkireden hangisi iffetini

koruyabilmiş ve umumhâneye düşmemiştir?

· Hürriyetin gaye değil, vasıta ve ancak hakikatin köklerine mahsus bir hak olduğunu ne gün

anlıyabileceğiz?

· Hastahanede doktora, orduda kumandana, sınıfta hocaya karşı hürriyet mi olurmuş?

· Hürriyetin adresini, parti, gazete ismi, perükâr salonu, kemeraltı sermayesi ve Amerikadaki

liman heykelinden ayrı olarak öğrenmek isteyen niçin İslâma yapışmaz?

KURTARICI HDKMET

· Marifet, makineyi yapan makineyi yapabilmekte. Yoksa onu ne satın almakta, ne işletmekte,

hattâ ne de bazı entipüften örnekleriyle derleyip çatabilmekte... Böyle olmayınca; makine fikri

ruhumuzun rîh gibi incecik kumdan yataklarında plân ve metodla dökülemeyince, makine

insan topluluklarını her sahada ezer, çarkları içinde öğütür ve olanca şahsiyet ve

tamamiyetinden sıyırır. Bu sır, asrımızın en ince ruhî, içtimaî, siyasî ve kitisadî nüktesidir.

Fakat anlatamazsınız!

· Bütün ıslahat tarihimiz, Meşrutiyetimiz, hürriyetimiz, müsavâtımız, adaletimiz ve nihayet

Cumhuriyetimiz, işte bu soy eserlerdendir. Anlatamazsınız!

· Marifet, makine misalinde olduğu gibi, bunlarda veya bunların dış çizgileriyle kopyasında

değil, bunları meydana getiren müessirlerin bünyeleşmesindedir. Bizse, kendi içinde salâh ve

aslına ircaını bekliyen öz bünyemizi feda ederek, her şeyden evvel bizde öz bünye hakkını

idam eden yabancı bünye ifrazlariyle gıdalanmak istedik; ve buyurun, işte ne hale geldik!.

Zira ilk vazifesi tabiî bünye ifrazına mâni olmaktan ibaret bulunan ve yabancı ifrazlar,

dışarıdan alınan ve böylece içeriden meydana gelmesine set çekilen sun’î (hormon) lar gibi,

ağır bir faaliyet zaafını büsbütün tatil edip yerine yabancıyı ve iradesi zaafını büsbütün tatil

edip yerine yabancıyı ve iradesi elimizde olmıyanı geçirmekten başka hiçbir şey ifade etmez;

ve başta (montaj) sanayii bulunmak üzere, lâtinlerin (Felix – Culpa) dediği, dışından saadet

vâdedici bir cinayet olur. Bu da, insana, hastalığını bile hatırlatmıyan ve ıstırap dahi

çektirmeyen sonsuz bir maraz, yani ölümdür. Biz, tam 137 yıldır, bize ölüm getirenleri hayat

getirmiş olmakla vasıflandırıyoruz.

· Bu kurtarıcı hikmette, bütün oluş dâvamızın tek şartiyle, bütün olamayış tarihimizin tek

müessirini çerçevelemiş görerek netice hükmünü kaydedelim: Artık marifet lâfta değil,

hakikatte inkılâbı yapacak inkılâbı yapabilmekte... Sıra onun, yani bizimdir!

· Marifet, dallara oyuncak meyveler takmakta değil, köke ve kök feyzine ermekte...

DEMOKRASYA

· Komüniste göre, kendisinin âlenen ve her vasıtayla propaganda yapamadığı, yapınca da

kitleleri arkasından sürükleyemediği, zira, tagallüp ağalarının güneşi zindanlarda hapsettiği ve

meydanlara çıkarmadığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi, de

diktatördür.

· Yahudiye göre, millî iktisat ölçülerinin beslendiği, millî bütünlüğün gizli istismarlardan

korunmasına çalışıldığı, yani millî bünyenin korkunç bir yeniçeri gibi ekalliyet cellâdı

olmakta devam ettiği ve insaf diye bir şey tanımadığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle

hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Dönmeye göre, milletle hükûmet arasında uyguluğa doğru gidildiği, resmî dairenin millî

iradeyi temsile başladığı, bu yüzden en azîm bir felâkete oyl açıldığı, hakikat ışığının ebedî

bir kargaşalık ve çarpışmadan doğduğunun unutulduğu, felâketin biricik devası olarak milletle

hükûmet arasındaki bağların törpülenemediği, liberalizmanın başını alıp yürüyemediği, kısaca

millî bünyede birliğe gidildiği her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de

diktatördür.

· Masona göre, hurafelere inanmanın devam ettiği, ırk ve kavim safsataları içinde halkın

tereddiye götürüldüğü, millî sâfiyenin mukavemet edebildiği, gizli Yahudi saltanatının ferdî

ve zümrevî sermaye terakkümüne yol bulamadığı, neticede geniş ve cömert insaniyet

dururken, insanların millet ve taassup bataklığından çırpınmasına göz yumulduğu, açıkçası

beşerî aşk ve beynelmilel kemale pranga vurulduğu her yerde demokrasi eksiktir. Böyle

hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Garp hayranı züppeye göre, şahsiyet diye bir şeyin hâlâ ağır bastığı, maddî ve manevî

yerlilik diye bir ölçüye bağlı olanların yaşadığı, şu bunak dedenin daima evin üst katında

öksürmekte devam ettiği, Amerikalıya kendi kendisinden şüphe ettirecek kadar Amerikalılık

gayretinin bir türlü takdir edilemediği, demek ki müzelerdeki balmumu tiplerin ellerindeki

kırbaçla insanları güttüğü, insanların başına yular arandığı her yerde demokrasi eksiktir.

Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Halk Partiliye göre, eski hesaplara el atılmak ihtimalinin belirdiği, inkılâbın tenkidine

müsaade edilmek gibi vahşî bir küfre meydan açıldığı, eski bir Başbakanın «inkılâp

yobazları» diye ortaya bir tabir attığı; bütçe tanzimi, menfaat taksimi, adalet tevzii işinşin

kendilerinden başka ellere geçtiği, nihayet milleti yoktan varedenlere karşı en ağır nimet

küfranın işlendiği ve en ağır eşkiyalığın hüküm sürdüğü her yerde demokrasi eksiktir. Böyle

hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· İslâmiyet düşmanına göre, 163 üncü maddeye rağmen camilerde Allah ve Resûlünün

büyüklüğünden bahseden âyetlerin cehren okunmasına müsaade edildiği, «Allahtan kork!»

sözünün göz göre göre takip edilmediği, böylece vatan hainliğinden büyük suçların örtbas

edildiği ve böylece sınıfî tahakküm ve ruhî dolandırıcılığın çeteleştirildiği her yerde

demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Deyyusa göre, Türk kızlarının millî ve mücerret mânalariyle cihan avrat pazarlarına

sürülmesine zıt sesler çıktığı, bu seslerin boğulamadığı, millî infial çapına yükseldiği,

neticede güzellik, (estetik) ve serbestliğin bu kadar ağır bir zulüm altında inletildiği yerde

demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Verem mikrobuna göre, uzvîyetteki müdafaa unsurlarının kuvvetli olduğu, hemen zavallı

mikroplar üzerine çullandığı, onları boğduğu, gıdasız bırakıldığı, bir kese içinde adaletsizce

zaptettiği şefi de diktatördür.

· Hırsıza, yankesiciye, kaatile göre, polisin bulunduğu yerde demokrasi eksiktir. Böyle

hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Şu halde demokrasya, her bâtılın tek tek hayat hakkı ve oluş hürriyeti aradığı bir zemin

olduğuna göre, bu bâtıllardan her birinin gözünde, öbür bâtıla yer verildikçe eksiktir. Böyle

hükûmetlerin şefi de diktatördür.

· Gelin siz, şimdi bu şartlara göre demokrasya nerededir, nedir ve nasıldır, hesap edin!

Müslümana gelince, zaten demokrasyayı aramaz ve sormaz. Zira onun, hakikati «tek» de

bulmak yerine «çok» da aramak ve ebediyen kaybetmek sistemi olduğunu bilir, aradığı şeyin

de kendisinde değil, İslâmda olduğuna inanır.

DÜNYA BUHRANI

· Bu dünyanın beyninde bir ur var... Bu dünya, urunu, nasıl olsa bir gün kökünden kazıtmaya

mecbur... Bu dünya, 1914 ve 1939 umumî harplerin hep aynî ur yüzünden açtı. Fakat bir türlü

ondan kurtulamadı ve urunu temizleyemedi.

· Bundan 37 yıl evvel perde açıldı: Gördük ki, selim aklı, kaz gibi önüne katmış, delilik

çobanı güdüyor. Baktık ki, hayat, insanlık, tekâmül, medeniyet, cemiyet, hürriyet gibi

kıymetler, (enflâsyon) paraalrına dönmüş... Bir milyarlık mânevî kıymete bir kutu kibrit satın

alınamıyor!

· Her evin pencereleri vardır; fakat rastgelenin kendini fırlatıp atması için değil... Herkes bir

çift el sahibidir; fakat onlarla, rastgeldiğinin boğazına sarılmaz. Çünkü insan, malik

bulunduğu başıboş imkânları köstekleyici ruhî bir müeyyideye sahip. Bu, öyle bir

muvazenedir ki hayvanlar bile ondan bir nasib almışlardır.

· ݺte Yirminci Asrın ikinci rub’unda dünya, hem fert ve hem cemiyet plânında, bu aslî ve

esasî ruh müeyyidesine varıncaya kadar bütün muvazenelerini kaybeder gibi bir hale düştü.

Bu hal insanlara bir kere çökmeye dursun; yoksa ne eski ahlâkların tortusu, ne tarihin ibret

misalleri, ne istikbalin korku ve vehimleri, ne de başka bir şey felâketi önliyebilir. Bundan

böyle ağaç zehirli meyve verecek, toprak keleş kalacak, mahsul kavrulacak, tavuk kokmuş

yumurta doğuracak, anane sar’alı çocuğa gebe kalacaktır. Böyle devirlerde fikir adamı

sersem, diplomat sarhoş, âlim kaatil, sanatkâr mecnun, halk da tam başıboştur.

· Dâvanın şah damarını tutmak ister misiniz? Bu hale sebep, haddini aşmış ve ruhî emniyet

müeyyidelerinin sınırını taşırmış, dümensiz kalmış madde terakkileridir. Yani insanların

icadları, mucidin elinden ve iradesinden sıyrılıp onu kendi eline ve iradesine tâbi kılmaya

başlamıştır. Ve bu dâva, bugünkü Garp buhranının en nazik mihrak noktasındır. Bu hal, kendi

eserine hükmedememek hali, her ân şişen, her ân pıhtılaşan ve kabaran bir ur teşkil etmekte;

ve şu veya bu rejim adına küçük ve günlük politikacıların gayreti bahane hududunu

aşamamaktadır. Sonunda ya bu ur dibinden süpürülecek, yahut o yüzden topyekûn teneşire

uzanılacak...

· Garbın bugünkü macerasını, bu asırlık uru kazıtmak ihtiyaciyle kendi öz bünyesini didik

didik parçalayan, o yüzden bir takım yeni sistemler peşinde gezen, dünya harpleri açan ve

sadece hastalığın tâbi şubeleri üzerinde tedbirler arayan bir plânda müşahede edebilmek

lâzımdır.

· Ne askerî zaferlerde, ne atom keşiflerinde, ne de ur mıntıkalarını maddeten kazımakta iş

var... ݺ, uru, bir sabun köpüğü gibi çözebilecek ve yenilerinin teşekkülüne mani olarak ruhî

nizamı bulabilmekte. Bu, din çapında bir şeydir! Ve kefaleti yalnız İslâmdadır.

BABIÂLD’DE İNKILÂP

· Mutlaka bu caddede, şu sözüm ona Türk matbuatının yuva kurduğu haşarat yatağında bir

inkılâp lâzım... Bu cadde, «Babıâli»... Bu klişe, fikir ve sanat dünyasının mekân ismidir. Orası

gerçekten bir âlemdir ve bir âlem gibi tezatlarla doludur. Cemiyet bütünümüzde hiçbir iş

nevini temsil eden parça «Babıâli» de olduğu kadar birbirine zıt kutuplar kucaklıyamaz.

· Meslek, zümre, sınıf dediğimiz topluluklar, insan kitlelerinin belli başlı bir şekil ve

terazisinde kısım kısım tartılıp ayırd edilişinden doğmaz mı? Bunun içindir ki, her meslek ve

zümre, uzuvları arasında birer asgârî ve âzamî haddiyle kabataslak bir vahdet sahibidir.

Meselâ doktorlar kıymetin en yüksekliğiyle en aşağısına malik bulunmak noktasından

beraberdirler. Bu kabataslak vahdet ölçüsünü her yerde ve her meslekte bulunursunuz da

«Babıâli» de ve muharrirlikte hayır!. Sanki «Babıâli», bir kilometre murabbalık bir çevrede ve

beş – on kişi arasında, insanlığın bütün tezatlarıyla hülâsaya memur bir seciye panayırıdır.

Bütün aklî ve ruhî kıymetler, evvelki gün, dün ve bugün, yüzdeyüz hakikîleri ve sahteleriyle

oradadır. Hepsinin de ismi muharrir...

· Bunun neden böyle olduğunu, hattâ bellibaşlı bir nisbet ölçüsünün içinde daima böyle

olacağını kestirmek zor değil... «Babıâli» namlı «Babıâli» Tanzimattan beri Türk cemiyetine

ârız olan fesadın ifşa ve ilân panayırı olmuş ve hiçbir zaman onda, bu fesada karşı çıkan

sistemli bir tepki görülmemiştir.

· Muharrirlik ve yol göstericilik gibi, daha ziyade hayallerde ve hatıralarda yaşayan altın

tabakalı mâna sathı üzerine, devirler boyu yağan teneke yağmuru dineceğe benzemiyor.

· Birşeyin, vücut bulması, özünü zıdlarından tasfiye etmesi, bu cehdi hiçbir ân

kaybetmemesiyle kaim... Çöplükte gül bahçesi, cehennemde fıskiye düşünülemez.

· Fakat şu «Babıâli», âdilikte terakki ede ede, 27 yıl müddetle yerlere eğilip ayağını öptüğü

eski iktidardan sonra birdenbire hürriyet adına devşiriverdiği küstah ve echel azametle o hale

gelmiştir ki, orada bir inkılâp ancak cerrahi müdahale sayesinde olabilir.

· Caddemizde inkılâp, «Babıâli» deki artık nesli tükenmeye başlayan müspet kıymetler

manzumesinin hegemonyasını kurması ve bellibaşlı bir keyfiyet plânında bünyesini

aykırılıklardan temizlemeye başlamasiyle olacaktır. Bunu da cerrah¦ bir müdahaleyle ancak

devlet yerine getirebilir.

· Halbuki devlet, «Babıâli» yi gecekondu semtlerinden daha kontrolsüz bırakmış, nihayet

büsbütün oradan elini ayağını çekmiş; ve neticede, Halk Partisi şekavet devri köleleri,

rejimleri daima İslâmiyet aleyhtarı olmakta birleşik, işi, fikir adına komünizmaya, alâka adına

da fuhş albümlerine dökmüşlerdir.

· Bu döküş ve dökülüşün sonu tek gazetede günde yarım milyon satış... Bunlar halkı zehirler

ve bozar, her gün biraz daha zehirlenerek ve bozularak sayıları artan okuyucular da bunlara

daha fazla zehirlemelerini ve bozmalarını ihtar ederken, bunlar halkı, halk da bunları şişire

şişire öyle bir vasat doğurmuştur ki, haftalıkları ve günlükleriyle fuhuş yayın tröstünün eline

topyekûn Türk basının yüzde seksenden fazla satış payı geçmiştir. Gerisi de birkaçının birden

umumî sürümü 20 – 30 bine varamayan sağcılık sürüngenleri bir tarafa, hava – cıva ve

eğlencelik satıcılığı.. Bir de, sırası geldikçe, sözüm ona «efkâr-ı umumiye» temsilcisi

olmaktan, nefsini böyle sanmaktan gelen bir kabadayılık, küfür ve nâra imtiyazı...

· Bütün bunlar yerine fikir ve teşhis işi!. Memleket çapında büyük ve çetin bir inkılâp!..

· Ne garip cilvedir ki, şu «Babıâli», kendisini sadece hükümeti kötülemeye memur bilir ve

türlü tertiplerle bu işin gediğini işletirken, bu memlekette tek kötünün kendisi olduğunu asla

takdire yanaşmaz.

· Halk da, bu işin tek suçlusunun kendisi olduğunu bilmez. Bilseydi bunlar türeyebilir miydi?

BASIN YÖNÜNDEN İNKILÂPLAR

· Üç inkılâp devremiz var: Tanzimat, Meşrûtiyet, Cumhuriyet... Bunlardan birincisi 137,

ikincisi 68, üçüncüsü 53 yıllık...

· Garplı bir müessise olan gazete, bizde Tanzimat ile başlar.

· Tanzimat... Kendisinden birkaç asır evvel Garp âlemine karşı olanca taaruz iktidarını

kaybetmiş, hazin ve mezbuh bir müdafaaya geçmiş bir cemiyetin, tamamiyle muvazaacı satıh

üstü, malûm, maymunvâri hareketi... Bu devrin gazetesinden, büyük Türk topluluğunun kök

haklarını koruyabilmesi zaten beklenemezdi. Hattâ bu mahrem ve girift hakların müdafası

şöyle dursun, bizzat gazete, o devirde, ayrıca ve yüzüncü sınıf bir taklit ve özenti eseri olmaya

mahkûmdu. Elbette ki, Garba körü körüne tâbi ve nefs muhasebesinden mahrum ellerde

bulunacaktı.

· Meşrutiyete kadar hep böyle gitti. Basit teknik ve dış yüz ifadesiyle dahi gazete

şekillenemedi. Hele Türk topluluğunun iç plânlardan nabzını dinlemek, onun tercüme

edemediği ruh acılarını dile getirmek istidadında tek gazete zuhur etmedi.

· Bacakları çarpık ve bakışları yılgın, pantolonu ve ceketiyle Garplı, fesi ve galoşiyle Şarklı

bir Tanzimat paşası neyse Meşrutiyete kadar Tanzimat gazetesi de odur.

· Gazetenin, şöyle böyle gazete olarak zuhuru, Meşrutiyette...

· Bu devrede, kendini gûya tepesindeki Kızıl Sultan baskısından – ah o ne mübarek baskıydı!-

kurtulmuş farzeden gazete, hakikatte, tam bir Yahudi tertibi «Hürriyet, Müsavat, Adalet»

maskeleri altında, perde arkası gizli kuvvetlerin kuklası olur. «Eşek» ten «Kalem» e kadar

türlü isimler altında ve göstermelik cambazhane hayvanlarına mahsus bir hürriyet içinde

gazete, o zamanki galip ve hâkim seciyesiyle, doğrudan doğruya kozmopolitlik ve

köksüzlüğün idare ettiği bir iflâs curcunası...

· Mütareke yıllarında ve İstiklâl Savaşı başlarında, millî ruhla temasa geçer gibi olan gazete,

Halk Partisi ve Cumhuriyet teşekkül eder etmez, bazı millî tesirleri yıkmak adına kendini

kaptırdığı garp tesiri baskısına, bir de, cihanın hiçbir zaman ve mekânında görülmemiş bir

korku ve menfaat baskısının bindiğine şahit olmuş; ve 1923’ten 1946’ya kadar tam 23 yıl, bu

yürekler acısı esaret, riya ve meddahlık memuriyetinde sadıkane devam etmiştir. Öyle ki,

«Allahtan ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!» diyecek ve bunu gazete gazete tamim edecek

kadar küçülebilmiş, cihanda hiçbir (tiran) ve zâlim bulunamazken, bu imtiyaz, İkinci Dünya

Harbi ortalarında Halk Partisi hükümetine nasip olmuştur. Kendisinden mahud tarihî emri

alan gazeteler de «albabda emr-ü ferman...» edasıyle zaten öz yüreklerince müsamaha ve

müsaade edilmeyecek bir keyfiyetin lüzumsuz yasağı önünde eğilmeyi, caizecilik ahlâkına

bağlı bir edeb ve sadakat borcu bilmişlerdir.

· Tanzimattan Cumhuriyete kadar bir türlü gelemeyen, olamayan gazete, bu halini, en büyük

meziyet derecesine çıkaracak bir geliş, bir oluş ve bir zümre ruhuna bağlanış olarak muhafaza

etti. Halk Partisi ne kadar halkın partisi olabildiyse, o da aynı derecede Hakkın sesini ters

tarafından temsilde muvaffak oldu. 1956 yılına kadar Halk Partisi iktidarı boyunca gazete,

Türk milletine kendi kendisini unutturmak plânının tatbiki işine bağlı parti bürolarından

birisidir.

· Hürriyet için hürriyet mefkûrecisi büyük cihan kutuplarının zoriyle de, gazete, 1946’da, tam

23 yıl kölesi geçindiği rejimle birlikte, hürriyet oyunu oynamaya mecbur oluyor! Tamam!

Cebren verilen bir hazin hürriyetin ve onu takip eden devrenin mahzun mânasını düşünün!

Hürüz; fakat kendi istediğimiz ve olduğumuz gibi değil, başkalarının dilediği ve olmaya

zorladığı gibi... Cebren gelen hürriyet...

· C.H.P. iktidarından sonra ise bütün mâna, dışardan gelen, serbestçe burun kaşıyacak kadar

küçük bir hürriyet neticesinde Türk milletin ne yaptığı ve karşılığında ne bulduğudur. Türk

milleti, başından, derhal şekâvet çetesini atmış, fakat onu attıktan sonra gene istediğini değil,

ancak o ân olması mümkün olanı bulmuştur.

· Bu oluşun içindeyse, Türkün asliyet ve şahsiyetine zıt kutupların madde ve mâna

sermayesiyle teçhiz edilen bir matbuat, bu anda (Demokrasi) ve hürriyet adına, Türkün

kökünü kemirmekte kendince hak sahibi olmuştur. Ve bu matbuat, Türkün özü ve kökü ile

devlet ve hükûmeti müttefik görünce, ona da karşı gelmekte, asla tereddüt sahibi olmamıştır.

O devrenin Yahudi kolpoları da işte bu ölçüye göre davranışlar...

· Tarihi Tanzimatla başlıyan ve örneklerinin çoğunluğu bakımından millî kök ve içtimaî ruha

zıt, gizli tesirlerin mikrop nahiyesini teşkil eden gazeteciliğimizde, bugüne kadar alıştığımız,

ister istemez alıştırıldığımız patron vasıflar veya patronluk vasıfları acaba nelerdir?

· Bizde gazete patronu, umuiyetle, ya tüccardır, çilesiz ve faziletsiz bir sermayenin sahibidir;

nazarında paradan başka kıymet yoktur. Yahut millî bütünlük ve hayatiyetimizi sömürücü bir

iç veya dış sınıf ve cereyanın kuklasıdır; her şeyini ona bağlamıştır. Yahut da doğrudan

doğruya hükûmetlerin meslekî pohpohçusudur; giden kim ve gelen ne olursa olsun, hep bu

sefil işin daima sabit bareminde birinci dereceyi tutmak ister. Ve ilimsizdir! Ve fikirsidir! Ve

esersizdir! Ve imansızdır! Ve ihlâssızdır! Ve ahlâksızdır!

· Halbuki on parmağını birden taktığı istinat ve imtiyaz halkaları ne zaman muazzam şeyler:

İlim, fikir, hak, hakikat, vicdan, iman, hürriyet, medeniyet, halk vicdanı...

· Bu işe, gazetenin yuları çözüldü çözüleli, bir de açık fuhuş kartpostalı satıcılığı binmiştir.

· Gerçekten, Tanzimattan bu yana, Şark ve Garba doğru esen kasırgalar arasında yalpalaya

yalpalaya harap olmuş Türk varlık ağacının kökündeki lif hummasından, dallarındaki

tomurcuk hasretine kadar, hiçbir patron kalem, bu milletin nefs muhasebesine nisbet

belirtmemiştir. Zira bizde gazetecilik, hayflar olsun ki, Tanzimattan beri bu dilsiz milletin öz

hakikatine her ân biraz daha uzak ve ters bir aksülâmel mihrakı etrafında kurulmuş ve hep o

çıkış noktasına göre yol almıştır. Bizzat gazete, bizde aslında vasıta ve âletlerin en azizi

olduğu halde, teftişsiz ve murakabesiz, hazımsız ve temsilsiz Garp taklitçiliğinin ilk ve menfî

eseri kabul edilebilir.

· Onun içindir ki, bu mesleğin «esbak» ve «sâbık» ları, millî tefekkür ve tahassüs teknesinde

yoğurulmuş büyük «entellektüel» ler yerine çeyrek münevverler, günü birlik açıkgözler, basit

heves ve küçük teşebbüs adamlarıdır; onları takip eden dünküler ve bugünkülerse, züppelikte,

sahtelikte, kışırcılıkta, istismarcılıkta, riyakârlıkta, eyyam güderlikte şehinşah rütbesinde

mirasyediler...

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

XI- ÇDLEMDZ VE DÂVAMIZ

· Ocak Kızıştı

· Hakikatimiz ve Gençliğimiz

· Mefkûreci Ahlâkı

· Ümidimiz

· Ümidsizliğimiz

·Fedâkarlık

· Çilemiz

· Divanelere Muhtacız

· Mürteci-Gerici

· Deli Olmak Lazım!

·Türk Gençliğine!

·Yolumuz

·Lüpçülük, Hepçilik

·Beklenen Nizam

·Tamamlığın Şartları

·Anadolu

* Genç Adam!

*Görünmeyen Genç

*Anadolu Gençliğine

*Bir Neslin Son Örnekleri

*Son ve Tek Kıvılcım

OCAK KIZIŞTI!

· Allah Resulünün, bir gazada, yersiz bir gururu takib eden ilk şaşkınlıktan, hatta paniğe

benzer bir halden sonra, tek başlarına ileriye atılıp bütün sahabîleri geriye dönmüş ve

peşlerine düşmüş görünce, söyledikleri bir söz vardır: işte şimdi ocak kızıştı!”…

· Paniğe benzer hal, ne kelime!.. Türkiye’de İslâm dâvası dört asra yakın bir zaman boyunca

Bâbil esatirini yaşadı. Evvelâ, kendisini Müslüman sananların, sonra da müslümanlıktan

tiksinenlerin elinde Bâbil esareti…

· Evvela 300 küsur, sonra 100 küsur, en sonra 50 küsur yıllık devreler halinde; evvelâ

kuvvetten düşme, sonra baygınlık geçirme, en sonra da komaya yatma felaketlerini yaşıyan

İslâm dâvası, Türkiye’de, 30 yılı aşgın çileler nihayetinde ve gökten yıldırım gibi ilahî bir

darbe neticesinde, kendisini birdenbire aynı hikmet noktasında bulmuştur: “Dşte şimdi ocak

kızıştı!”…

· Bu çeyrek asırlık bir vâkıadır, ocak çeyrek asırdan beri yanmakta ve kızışmaktadır; ve bu

ocağın üzerine kutupların buz dağlarını devirseler, onu söndürebilmenin imkanı yoktur.

· Tam 30 yıllık Büyük Doğu ideolocya mimarîsinin kuşbakışı plânına umumî (perspektif)ine

bir göz atan, bu ocağın ne çileler karşılığı alevlendirildiğine ve niçin söndürülemez olduğuna

kolayca akıl erdirebilir. Ne mutlu anlayanlara ve anlatmak için, destanlık ıstırablar halinde

çırpınanlara!…

· Türk fikir hayatında en büyük felâket, hem iman, hem küfür cephesinde, dünyayı topyekûn

nazar çerçevesi içine alabilecek bir (stratosfer)e yükselememek, nefs ve kainat muhasebe ve

murakabesine yaşanamamak yüzünde olmuştur.

· Batı dünyasına baktığımız zaman “nefs muhasebesi” dediğimiz muazzam hassayı, Sokrat,

Lûter, Paskal, Göte, Tolstoy gibi fikir ve sanat adamlarını görüyoruz. Bizdeyse, öz tarihimizin

dışında ve henüz Batı balyozunun İslâm çerçevesini parçalamaya yeltenemediği devirde, aynı

hassaya ve en zengin çapta malik, İmam-ı Gazalî hazretleri var… Şu kadar ki İmam-ı Gazalî,

derinliğine ferdi muhasebe etmiş, aynı zamanda iman ruhunu bulandırıcı kuru akılcıları

temellerinden yıkmış, fakat devrinde İslâm dâvası sadece iç fesad ihtimaline karşı olduğu,

henüz zıt medeniyetin hücumu ve kültür istilası karşısında bulunmadığı için, büyük

muhasebesini, genişliğine, cemiyet planına intikal ettirmek fırsatını elde edememiştir. Başta

İmam-ı Rabbanî Hazretleri bulunmak üzere, büyük tasavvuf ve ilâhî marifet kahramanları ise,

memur bulundukları, yedi kat gök üstündeki ruh sarayının ulvî mimarlığı işinde, ancak

hizmetçilerine layık bir iş için toprağa inmemişler ve zaten zaman ve mekanları bakımından

buna ihtiyaç hissetmemişlerdir.

· Fakat bugün şartlar değişmiştir. Bugün, Doğuya karşı Batı tasallûtunun binbir âletli

hokkabazlığını, Hazret-i Musa’nın elindeki asâ nasıl ejderha olup sihrbazların ipten yılanlarını

yuttuysa öylece iptal edecek fikrî bir keramet gücüne ihtiyaç vardır. Yani İmam-ı Gazalî’nin

derinliğine gücüne, genişliğine ve bütün yeryüzünün bütün meseleleri ve marifetleriyle

karşılayıcı kudrette bir kahramana ihtiyaç…

· Dâva bu kadar çetin, şerefi de o nispette büyük; ve ithal malı ezberleme ideolocya

tekerlemelerinden o kadar uzak…

· Halbuki burada bilindiği sanılan, fakat iç cevheriyle en uzak yıldızdaki taş kadar bilinmeyen,

üstelik gericilik diye yaftalanan bu dâva, Türk aydınına “kalk, meteliksiz adam, babanın

mezarını açacak olursan inci ve elmas dolu olduğunu göreceksin; mirasa kondun da farkında

değilsin!” haberini verecek kadar büyük, yeni ve ileri…

· “Dleri” mefhumunu küt burunlarının ucundan ileriye götüremeyen kör kafalılar, bütün bir

feza dairesini devrettikten sonra arkalarında kalan noktayı geri sayarken, onu derinliğine ve

genişliğine anlamaya başlamış yepyeni ve namütenahi ileri bir neslin kızıştırdığı ocağı

tükürükle söndürmek gayretindedirler… Kızışan ocak, güneşin kışını yaza çevirecek kadar

hararetlidir.

HAKDKATDMDZ VE GENÇLDİDMDZ

BÜYÜK DOİU ideali, kendi tekerlemeleriyle, milliyetçiliğin de, cumhuriyetçiliğin de,

devletçiliğin de, halkçılığın da ve daha niceliğin de, neciliğin de aslına ve hakikatine malik

olarak şudur: Menbaından mansabına kadar, bütün Türk tarihini, mazisini ve istikbalini

kucaklayan, o aziz varlığı topyekûn cihan tarihinin en aziz fikir çileleri içinde yetişmiş bir

ehliyetle kâinat çapında bir mizan ve murakabeye tâbi tutan, yarasa gözlü asrî yobazlara gerici

görünecek derecede ileri bir istikbalden haber veren, bazı memleket içi insan müsveddelerine

mürteci görünürken, bazı Avrupalılara bütün insanlığın beklediği ideolocyayı belirtici bir

derinlik ve mükemmellik hissi veren; ve ilerinin ilerisi son ileriyi, nihayet ne olsa dediği

olacak olan Allah ve Peygamberinin isim mihrakına bağlayan; ve dün, bugün ve yarın

arasındaki daireyi kırmadan tamamlayan, eksiksiz ve tezatsız kurtuluş sistemi…

· Bilgisi, irfanı ve tecrübesi ne olursa olsun, millî bir mefharet halinde taşıdığı hudutsuz

sezişiyle, halis tabakadan Türk halkı ve gençliği, bütün sahte ıslahat tarihimiz boyunca

görülmemiş bulunan bu sahiciliği pek güzel anlamış ve köküne kadar benimsemiştir.

· Bugün aralarında yarım – yamalak politika adamları da boy göstermiş olarak, yaşları 50 ile

25 arasında, yüzbinleri aşan bir gençlik ve orta yaşlılık zümresini (formasyon-şekilleniş)

bakımından Büyük Doğu idealinin teknesinde yuğrulmuş kabul edebilirsiniz. İçlerinde illetli

doğanlar ve gerçek bir uzviyet ahengine erememiş olanlar varsa, kabahat bizde değil,

kendilerinde, kendilerini çabucak “oldum!” saymalarındadır.

· Bugün Meclislerde, parti liderliklerinde, hattâ bir aralık bakan koltuklarında gördüğümüz bu

ilk örneklerin dâvanın çetinliği ve kendisinin çilesizliği yüzünden kavruk çıktıklarını tesbit ve

en büyük ümidimizi, henüz (agora meydan) yerine çıkmak fırsatını bulmamış, 25-35 yaşları

arasındaki gençliğe bağladığımızı kaydederiz.

· Tesirimiz düşman kutublar üzerinde bile o kadar derin olmuştur ki, bugün komünistlerin

fikirci geçinenleri, muhabbet hedeflerimiz üzerinde olmasa da nefret hedeflerimizde bizimle

beraberliğe kalkmışlar, (Marks) ve (Engels) in (Hegel) metaryalizmasını ters-yüz etmeleri gibi

bizim (diyalektik-fikri aşılama sanatı)mızı aparmaya kadar varmışlardır. Ama ne yapsalar

boş… “Ezzıddân, lâyectemiân-zıtlar biraraya gelemez!”

· Halk Partisinin Cumhuriyet koruyucusu ileri gençliği de işi (favori) ve tam bir başıboşlukta

bitirmiş ve meydan, hak ile bâtıl, iki dâva gençliğine kalmıştır: Biz ve onlar! Onlar ki, süngü

kuvvetiyle dudakları perçinlenmiş olsa da kalbleri intizamla işlemektedir ve bu kalbleri

durdurabilmek gücü ancak bizim gençliğimizin elinde…

· Ona bıraktığımız, ebediyet bestesi bu nağme yeter!

MEFKÛRECD AHLÂKI

· Mefkûreci ahlâkında, hiç bir hasis nefs kaygısına yer yoktur!

· “Viran olası hanede evlâd-ü-iyal var!” mazereti, Şarkın tefessüh devirlerinde, kör ve kaba

nefslerin kendilerini korumak için baş vurduğu aşağılık bir hileden ibarettir. Ayni tefessüh

devirleri değil midir ki, hile mefhumiyle arasında en küçük bir münasebet yaşayamaz olan

mukaddes şeriat hakkında da “Hile-i Şeriye” tâbirini uydurmuştur?

· Mefkûre ahlâkında, ya cemiyetle beraber ferdî hanenin de kurtulması, yahut içindeki evlât ve

iyalle beraber viran olması vardır!

· Tam 400 yıldan beri bu ahlâka uzak yaşıyoruz! Sade uzak değil, taban tabana zıt…

· Viran olası hane değil, kahrolası nefs kaygısı, her ferdin kendi kendisini muhafazaya

mahkûm bulunması gibi mel’un bir şuuru besleye besleye, bizde, ictimaî bütünlük

hassasiyetinin köküne kibrit suyu dökmüştür. Öyle ki, on kişinin toplu bulunduğu bir

cemiyette birisi karşılarına çıksa da “içinizde bir namussuz var!” diye haykırsa, kimsenin

bunu üzerine alınmasına imkân kalmamıştır. Bizdeki mecburî hassasiyet ve aksülâmel, ancak

şahsen ismimiz tayin edildiği zamandır. Halbuki on kişilik biri topluluk arasında isim tayin

etmeden bir namussuzun bulunduğunu söylemek, isim tayin edilinceye kadar on kişiye birden

namussuz demek değil midir? Fakat, söyledik ya, isim tayin edilinceye kadar, kimse, ictimaî

tecavüzleri, ferdî tecavüz ayarında görmez.

· Dörtyüz senelik günah devrimiz yüzünden, maddî ve manevî izmihlâl çığırımız olan son yüz

senedir başımıza ne geldiyse, işte bu ictimaî bütünlük hassasiyetini kaybedişimizden;

mefkûreci ahlâkına topyekûn veda etmiş ve “viran olası hanede evlad-ü-iyal var!” derdine

düşmüş olmamızdan geldi.

·Meselâ komünizma gibi, haklı olarak iğrendiğimiz bâtıl akîdeler manzumelerinin bazı

kahramanlarında bile mfkûreci ahlakı, hiç bir gaye ve esasa bağlı olmaksızın, tamam ve

mükemmeldir. Bu bâtıl akîdeler manzumesinin ilk aksiyoncuları, bütün ömürlerince soğan

ekmek yemiş ve koskoca bir imparatorluğu ele aldıktan sonra bile evlerini geçindirebilmek

için karılarına işçilik ettirmişlerdir. Kaldı ki, her vesileyle, nefslerini, bağlı oldukları mefkûre

uğrunda feda edici içtimaî fert hamlesini göstermekten hiç bir an yüz çevirmemişlerdir. Son

zamanlarda gösterdikleri bazı celâdetleri de ibret mevzuu diye ele almak ve aslında bu ahlak

aslında kimindir diye düşünmek lâzımdır.

·Komünizmanın arayıp bulamadığı ve yolunu büsbütün Cehenneme çevirdiği Cennet, bütün

aslı, esası ve hakikatiyle İslâmlıkta olduğu gibi, hiç bir itikat manzumesinin aşılayamayacağı

mefkureci ahlâkının heyecan ve fedakarlık dolu ana kaynağı da İslâmlıktadır.

·Kainatın Mefharine bağlı olanlar arasında büyükler büyüğü Hazret-i Ömer’e “eğrilecek

olursan seni kılıcımızla düzeltiriz!” cevabını verenlerin mefkûreci ahlakı karşısında

ürperelim! Bu ahlakı nasıl unuttuk, nasıl kaybettik; ve aman Allahım, nasıl da tersine

çevirdik?

·Bizde bu hal oldukça, suçu, tarihimizde başımıza musallat olmuş şahıslarda aramak yerine,

onları tasallutlarında lüzumundan fazla lûtufkâr ve musamahakar bulsak daha iyi etmez

miyiz? Gerçek sorumlu biziz!

·Allah, bütün haneleri, içindeki bütün evlat ve iyaliyle beraber gerçekten viran eden “viran

olası hanede evlad-üiyal var!” korkusunun belâsını versin!

ÜMDDDMDZ

·Otuz yılı aşkın bir zaman çerçevesi içinde, ağzımıza erimiş kurşun dökülmesinden daha beter

şartlarla pençeleşerek sesimizi çıkarabildiğimiz kesik kesik devreler ve parça parça

davranışlar sonunda, eserimiz, tesirimiz ve teessürlerimiz ne oldu?

·C.H.P. sinden başlayarak D.P. si, M.B.K. si, bütün muvafakatler ve hattâ muhalefetler

boyunca, her devrin mazlumu, makhuru, mahpusu olduk ve hepsinin birden mahkûmu,

menfuru, mel’unu bilindik. Zira Türk milletinin unutturulmak istenen metbuu, matlubu,

mahbubu yolundaydık; ve tanzimattan beri millet madenini bir küf tabakası şeklinde kaplayıcı

çeyrek aydınlar, bu yolun mahrumu, mâdumu, makûsu yönde bulunuyorlardı.

·Böyleyken, gün oldu, bizi zindana tıktıkları zaman vatan köşelerinde gençler, ıstıraplarından

akıllarını oynatacak hale geldiler, cinnet buhranları geçirdiler; ve bu yüzden bir takım hastalık

ihtilâtlarıyla ölüm döşeğine düşünce de, Şehadet kelimesinin yanıbaşında ismimizi söyliyerek

ruhlarını Allah’a teslim ettiler, (1947 Kayseri misali). Bu tek vaka, herhangi bir yurt

köşesinde, herhangi aşırı hassasiyette bir şahsın, müstesna, münferit ve belki de marazî örneği

değil, binde dokuzyüz doksandokuz onda dokuzuyla bütün gençliğin, bütün Türklüğün, bütün

hak ve hakikat yolculuğunun ruh ufkundaki mânevî tecelliydi. Bu tecelli, o gençte, müstesna,

münferit ve belki de marazî bir zemin bulmuş olabilirdi; fakat ruh plânında bütün hakikatçi

Anadolu gençliğine yaygındı.

·Şifresi fikirle çözülemese bile hisle hecelenir öyle bir yaygınlık ki, cemiyet meydanına

çıkmak ve oy kullanmak hakkına mâlik değil… Herkesin birarada hasta bulunduğu bir

karantinada kimsenin hastalık lafını ağzına alamaması gibi bir şey… Hasta olabilirsin; fakat

ne olduğunu bilemezsin!.. Yasaktır!.. Karantinamız camiler; ve dış tezahürlerinde serbest

bulunduğumuz halde ne olduğunu bilmememiz gereken illet, iç hakikatiyle Müslümanlıktır.

·Biz 30 yıldır zâhirde hiçbir şey başaramadık, hattâ karantina bekçiliğinin büsbütün

sertleştirildiğine ve cemiyet meydanının bütün bütüne işgal altına alındığına şahit olduk ama,

ruhlardaki “gizli”yi fert fert, kendilerine karşı, açığa vurmuş olduğumuzu da gördük.

Böyleyken zahirde yine gizliyiz; zira bu fertlerin toplamı ve topluluk ifadesini meydana

getirebilmiş değiliz. Fakat ana unsur, temel örgü, atom fert, esas protoplazma kurulmuştur;

gerisi, dış plan, kemmiyet kadrosu açıkgözlülükten ibaret ve hayatlık değerde olmasına

rağmen basit…

·Bizim 30 yıldır yuğurduğumuz nesil, yüzbinlere rağmen halisleriyle bir tren katarını, en

halisleriyle bir otobüsü, halisin halisi başbuğlarıyle de bir minibüsü dolduracak kadar

kemmiyette zayıf olsa da, maya kıymetindedir, istikametini bulmuştur; ve Allah izin verirse

memleketin en geniş ovasını taşıracak şekilde bir gün kervanlaşmayı bilecektir.

·Bando mızıkalarının önünde koşuşan sümüklü mahalle çocuklarına mahsus arsız ve yalancı

belirliliklerden bizim gençliğimiz münezzehtir; ve piyasaya hâkim sanılan sahte mâna

kooperatiflerinin bize cevri arttıkça, anlaşılmaktadır ki, mânaları zayıflamakta ve bizim

mânalarımız kuvvetlenmektedir.

·Düşmanlarımız bilsinler ki, bağırsalar da, çağırsalar da, sussalar da, dövünseler de, çatlasalar

da, patlasalar da, hiç aldırmasalar da, arkalarını çevirseler de, dönüp bizi öldürseler de,

külümüzü savursalar da, okşasalar da, yalvarsalar da BÜYÜK DOİU ideali, artık, alevin bir

kav kümesini kucaklayışı gibi, Türk ruhunu en soylu nahiyesinden yakalamış ve üstün bir

keyfiyet zümresinin tâ can evine girip oturmuştur. Bundan sonra bizi susturmak ve yok etmek,

susmayacak ve yok olmayacak olanın yanında, ormanlar yanarken bir kıvılcım peşinde

koşmak kadar faydasız olur. Ormanları söndürmek için tükürük itfaiyesi göndermekse

yananları ancak çıralaştırır, alevlerini artırır.

ÜMDDSDZLDİDMDZ

· “Allah’tan ümit kesilmez” sözü ve hakikati, havada yanan ve baş aşağı düşen bir uçağın

içindeki tam çaresiz pilota kadar her şeyi ve her vaziyeti kucaklayıcı bir düstur olmasaydı,

bütün bu geliş ve gidişe bakarak şu hükmü vermek zaruri olurdu: Artık hiç bir ümide yer

kalmamıştır!

·Allahtan ümid kesilmez; ne doğru!.. Fakat Allah, herhangi bir mevzuda bir ümide yer bırakıp

bırakmadığını sezdirecek bir takım delaletleri de yaratır ve onların yoluyla kullarına mutlak

iradesini dilediği nispette gönderir. Bunun için de derler ki: “Perşembenin gelişi çarşambadan

bellidir.”

·Öyleyse bütün bu geliş ve gidişe bakarak, onda, her menfiliğe rağmen Allahın bize artık

acıdığı ve bir gün kurtuluşumuzu müjdeleyeceği bir doğrulma istidadından en küçük bir işaret

bulabilir miyiz?

·Heyhat ki, bu sualin cevabı menfidir; içimizde en küçük doğrulma istidadından, en küçük bir

işaret bile yoktur!

·Mektup bu oldukça, mektep dâvasında, fabrika bu oldukça, fabrika meselesinde, kanun bu

oldukça, kanun çerçevesinde, kanunu tatbik zihniyeti bu oldukça, kanunu tatbik işinde, terbiye

ve telkin bu oldukça, terbiye ve telkin yollarında, parti ve demokrasya bu oldukça, parti ve

demokrasya kadrosunda, daha ne varsa hepsi bu oldukça topyekûn hepsinde hiçbir ümide yer

kalmamıştır!

·Bizde “efkâr-ı umumîye” dedikleri üstüste yığılmış milyonlardan mürekkep kudret, tek

başına bir jandarma karakol neferinin heybetine bile muadil değildir. O, bu hale başkaları

tarafından getirildiği gibi, kendi kendisini bu halde görmeye de alıştırılmış ve bu hale

mükemmel uydurulmuştur. Başka türlü olsaydı “viran olası hanede evlâd-ü-iyal var…” diye

öncülerine mazeret ve kaçaklık destanları yazdırır mıydı?

·Bu hal, “efkâr-ı umumiye”yi lâşe kadar gayretsiz ve hareketsiz kabul etmek usulü, Türk

topluluğunun içine işleye işleye; ve gelen kim ve giden ne olursa olsun, birbirine düşman

hizipler tarafından da işletile işletile, netice de o kadar (komik) bir vaziyet doğmuştur ki,

insan buna anlayışlı bir gözle bakabilse, kasıkları çatlayıncaya kadar gülmeye mecbur hale

gelmiştir. Tek ferdin bile benimsemediği idare ve rejimlerin âzası, kendilerini kalbten seven

ve tutan tek kişi bulunmamak şöyle dursun, nefret ve lanetle anmayan tek şahıs bulunmadığı

halde, enselerde boza pişirmekte, üstelik ancak “efkâr-ı umumiye” ye istinadı kabil rejimlerin

dâvasını gütmekte ve bu iş 50 yıldır böyle gelmekte ve böyle gitmektedir. Gel de 50 yıllık

Yani’nin Kâni olabileceğine inan!..

·Demek istiyoruz ki, her plânın en üst plânında “Allahtan ümit kesilmez” düsturu yazılı

olduğu halde, bugün zahir plânında hiçbir şeyin en ufak mikyasta salâha yüz tutmasına bile

imkân kalmamış; ve atılan her adım ve dikilen her eser, bizi, bizzat o şeyin hakikatinden

büsbütün mahrum bırakmaya yaramıştır.

·Bugün son ümit, ümidsizliğin bu türlü katmer katmer çöreklendiği şartlar âleminde, sadece

BÜYÜK DOİU tarafından örgüleştirilen büyük ruhî içtimaî kıymetler nizamına bağlı kalıyor.

Son ümit bizdedir; bizde, bizim sonsuzluk nefesine bağlı taptaze ve yepyeni soluğumuzda…

Kendimizi bizzat ve bilfiil (aksiyon)a istekli görmeksizin, bu kıymetler nizamını, biricik

doğru, güzel ve iyi hükmiyle, geleceğin meçhul şartlarına ve (aksiyon) cu vicdanlarına emanet

ediyor ve diyoruz ki: Bu soluk da kesilecek ve küfrün, yokluk rüzgârının buzlu ikliminde

öldürülecek olursa, artık ümit kelimesini lugatlardan kazımak lazımdır. Ama,

ümidsizliğimizin içinde, tek ve zaif kuşcağızın minicik gagasına alıp kaçıracağı ve herhangi

bir noktaya rastgele salıvereceği bir tohumdan ormanlar fışkırması ihtimali de yok değildir.

Müslüman ruhunun son haddiyle ümitsiz ve ümitliyiz. Herşeye rağmen tepesinde yapayalnız

kaldığımız dağdan memlekete baktıkça göz attıkça da ümitli… Ümidimizin de dayanağını

bildirdik.

FEDAKÂRLIK

·Büyük dâvanın evvelâ vecd ve divaneliğine, sonra da cesaret ve hamlesine malik

bulunmamak yüzünden, onun başlıca ahlâkî esaslarından biri olan fedakârlığa tamamiyle

yabancı, ömür tüketip duruyoruz.

·Bekliyoruz ki, doğmayacak bir günün, tahakkuk etmeyecek şafağında, gökten zenbille

düşecek hazineler vasıtasiyle gayemiz gerçekleşsin; ve biz bu gerçekleşecek d-âvanın, varını

yoğunu ona sarfetmiş hissedarları sıfatiyle değil de, “Armut piş, ağzıma düş!” tarzında

lüpçüleri ve sanki baba hakkına dayanan mirasçıları olarak ondan faydalanalım!.

·Dâva tahakkuk ettikten sonra, onun sebil musluklarına maşrapasını sürmiyecek tek fert

yoktur. Fakat dâvanın tahakkuk etmesi ve sebil hazinelerinin dolması için peşinen bir yüksük

dolusu su sarfetmeye kandırılabilecek, bilemeyiz, kaç fert vardır?

·Fedakârlık mefhumu, devrimizde, hiç kimsenin kapısından geri çevirmeyeceği ve her an

yolunu kolladığı efsanevî bir tevzi memurudur; yoksa her defa kapısından döndürdüğü ve

mütemadiyen yolundan kaçtığı gibi, bir tahsil memuru değil!… Fedakârlığı, yalnız almaya

mahsus ve nefsimizi tatmine mecbur bir fiil ismi makamında lûgatimizde muhafaza ediyoruz;

tamamiyle aksi olarak vermenin ve nefsi sıkmanın işi nerede, bu iş nerede?

·Hazret-i Ali “Hasis mümindense, cömert kâfiri tercih ederim!” buyurmuşlardı. Sadece Allah

rızası için mukabilsiz vermenin ifadesi olan ûlvi ve hasbî cömertlik noktasının bile küfre

yaklaşmasına mukabil, kendi öz kurtuluşu için meteliğe kıyamayan sözde müminlerin halini

acaba nasıl yorumlarsınız?

·Sadece mal ve para bahsinde değil, her hususta hasislik, bütün ciğerimizi kavurmuştur.

İtimatta hasis, anlayışta hasis, ümitte hasis, hayalde hasis, temennide hasis, gayrette hasis ve

nihayet malda hasis…

·Sadece vermek, boyuna vermek, hep vermek, her türlü vermek, her sahada ve her işde

vermek şeklinde anlaşılması ve ancak bu surette fedakârlığa tekabül ettirilmesi lazım gelen

umumî cömertliğin, biz, ne acınacak mahrumları haline gelmişiz ki, aşkta hasis, gönülde

hasis, akılda hasis, emekte hasis, teşebbüste hasis posalara dönmüşüz!.

·Biricik özrümüz, terlemek ve sıkıntıya girmek istemeyen ham ve kaba nefsimizin biricik ham

ve kaba tesellisi olan itimatsızlıktır. Deriz ki: “Şöyle veya böyle olacağını bilsem ve

neticesinden emin olsam her fedakârlığı ederdim!” Bu teselli yalandır, şeytanîdir, günahtır!

Sen itimat et de, isterse vazifeye davet eden seni kandırsın! Ecri sana ve hüsranı onadır! Sen

boyuna itimat et ve icap ederse her defa aldatılmaya razı ol ki, böylece bir gün aldatılmamak

imkânın da tahakkuk etsin, aldatmayacak olan da zuhur etsin? Ve o bir kere zuhur ve

tahakkuk edince, onunla beraber muazzam zafer de gerçekleşsin!.. Emin olsaydın kendinden

bin vâhid vereceğin işe, her defa kandırılacağın, fakat bir defa da kandırılmayacağın

ihtimaliyle bin kere neye birer vâhid veremiyorsun?

·1870 tarihinde almanlar Paris’i alıp Fransız milletine altından kalkılmaz bir harb tazminatı

biçtikleri zaman, Fransız kızları saçlarını kesip Avrupa pazarlarında satmışlar ve milletlerinin

borcunu en kısa zamanda ödemişlerdi. İtimat ve aşk o kadar büyüktü ki, hiç kimsenin gönlüne

şüphenin gölgesi bile düşmemişti. Ya bütün Türk mâzi ve istikbalinin en köklü kurtuluş

zeminine oturtulması dâvasında, bize sağ elinin baş parmağından bir milimetrelik tırnağını

kesip verecek olan kaç kişidir? Bu tırnakların nefs terazisiyle tartılıp nefs pazarında

satılacağından ve mukabilinde nefs apartmanları kurulacağından şüphe edenler varsa, bunlar

bizden değil, kendi kendilerine şüphe ediyorlar demektir. Zira onlar vermeye hazır olsun da,

dediğimiz gibi, alan bugün bir hain bile olsa, elbette yarın başka bir sadık zuhur eder ve gâye

hasıl olur. Bu işin tecrübesi de, bir değil, bin kere bile aldanmaya değer. Ya kimse vermeye

hazır olmaz ve böyle bir şeytânî tesellinin kabuğunda rahata çekilirse, tek bir hain ihtimaline

karşılık, acaba kaç bin veya kaç milyon gerçek hain türeyecektir?

·Fedakarlık eden aldanmaz ve ilâhî adalet tecellisiyle mutlaka verdiğini misilleriyle alır.

“Cesur, merzuktur.”

·Hasis aslında mahrumdur; ve biz malik olduğumuz için değil, mahrum olduğumuz için

fedakar değiliz! Allah uğrunda vermek… Dâva ahlakımızın baş kaidelerinden biri budur!

ÇDLEMDZ

·Bütün dünya zaman ve mekânı boyunca, bizim ideolocyamızın ruha ve maddeye

nakşedilebilmesi için gereken şartlarla başka ideolocyaların şartları arasındaki nispet

bakımından, bizim aleyhimize tecelli eden pay hiçbir defa görülmemiştir.

·Fakat aleyhimizdeki bu çetinlik, hakikatte lehimizdedir; ve ideolocyamızın her ucuzluk

kolaylıktan müstağni şan ve şerefi icabıdır.

·Bu çetinlik şudur ki, bir ideolocyanın muvaffak olabilmesi için gereken iki ana şarttan fikir

kıymetiyle bu fikrin aşılanacağı kitle kabiliyeti, bizim dünyamızda, kurnaz ve sahtekar

istirmarcılar tarafından her an aleyhimize kullanılabilecek bir hususîliktedir.

·Fikir ve dâva bizde ne kadar yeni, doğru ve güzel olursa olsun, kurnaz ve sahtekar

istismarcılar, onu, birtakım müşahhas misallere tatbik ederek daima eski, yanlış ve çirkin

göstermeye çalışacaklardır.

·Biz ne şerefli bir dâvanın insanlarıyız ki, bağlı olduğumuz ebedî yeni, değişmez doğru ve

sonsuz güzel, herhangi bir mümin çobanın belirttiği müşahhas ve gayet iptidaî hale irca

edilivermekte, böylece o çobanın sadece ünvanda müslümanlığı, bizim bütün gaye ve dâva

kadromuz diye gösterilerek, hamlemizin münevver zümre arasında hiçbir tılsım

doğurmamasına çalışılmaktadır.

·Halbuki bizim gözümüzde devlet reisinin ufku, asrımızın oluş çilesini çektikten sonra,

başrehber Hazret-i Ömerin seciyesine yaklaşan örnektir. Fikir adamı İmam-ı Gazalî, vecd

adamı da Mevlânâ Celâleddindir. Her ân her müşahhası aşan mücerredin sayısız kemal

merdivenleri karşısında, kimsenin, ille müşahhası ele almak gerekiyorsa, hiç olmazsa ulvî

müşahhasları görmeye ve göstermeye niyeti yoktur. Müslüman adına yamalar ve yaralar

içinde bir köylüyü görürler de, Nur heykeli İmam-ı Rabbânî’yi görmezler.

·Vatanımızdaki kitle kabiliyeti ise, evvelâ ırkî husussiyetlere dayanan, sonra da asırlar

boyunca gelen tesirler yüzünden, içtimai dayanışma alâkasını tamamen kaybetmiş

bulunmaktadır.

·Ortada, gerçekten bizi anlayan, kurnaz ve sahtekâr istismarcıların basit ve köhne gördüğü

nâmütenahî giriftlik ve yenilik sırrını çözebilen, İslamı bu ölçülerle kalbinde, dilinde,

kılığında ve edasında değerlendirebilen, tam bir ictimaî dayanışma ifadeli bir halk sınıfı

mevcut değildir, ve biz, bunlarla beraber ibadet ederken namazda bile yalnızız. Hayatta

büsbütün yalnız…

·Fakat biz, yepyeni kurmaylarımızı üretmenin, baştanbaşa simsiyah bir zemini yuğura yuğura

onu süt beyaz bir renkte köpürtmenin, en ince ve nazik gamızaları teker teker

heykelleştirmenin, dâvayı yassı kafalı bir çobanın ruh kadrosundan, beyni okyanuslar misali

kıvrım kıvrım, en ileri mütefekkirin çapına çıkarmanın ve barut zerreleri gibi birbirine bağlı

içtimaî bir alâka nesci dokumanın, Allah isterse, nasıl mümkün olacağını isbat edeceğiz. O

zaman ise, gerek yeni gibi duran ideolocya reçeteleri, gerek ellerindeki canlı ve ileri millet

kitleleri bakımından pek ucuz ve kolay işlere girişmiş hiçbir yabancı inkılâp zümresiyle kıyas

kabul etmez hakikatimiz meydana çıkacaktır.

·O gün herkes bize yenilerin yenisi diyecektir.

DDVANELERE MUHTACIZ

·Garplıların (possédé) diye bir tâbirleri vardır; zapt veya istila olunmuş mânasına gelen bu

tâbir; bir fikir veya his tarafından kavranıp, sımsıkı yakalanıp, başka tarafa bakmaya, başka

birşey düşünmeye imkân ve mecali kalmamış insanlar hakkında kullanılır. Ve bu tâbir, bazan,

marazî ve muvazenesiz ruhların; bazan da, kendilerini bir davaya kaptırmış, gönüllerini yalnız

o dava ile doldurmuş kahramanların vasfıdır.

·Her kahraman mutlaka bir (possédé)dir; fakat her (possédé) mutlaka bir kahraman değildir.

ݺte, muazzam davalarla şişip büyümesi ve sonunda insan topluluklarını eteğine dolayıp

göklere yükseltmesi gereken ulvî ve sağlam ruhlarla, delice vehimler yüzünden şişemeden

patlıyan ve sönen, fakat dış manzaraları ilk misali andırıyormuş gibi duran süflî ve hasta

ruhlar arasındaki fark!.

·Bu tâbirin mukabilini bize “divane” sıfatı verebilir. Bizim ihtiyacımız, yalnız bu mânada, ulvî

ve müspet mânada divanelerdir. Oysa, devrimizde, kâmil iman, kâmil ahlak, kâmil insan gibi,

en az bulunan, hemen hemen kalmamış gibi duran nesne…

·Büyük bir velî, kendisine “Siz zamanımızda sahabîlere eşitsiniz!” diyen müritlere şu cevabı

vermiş: “Ben nasıl sahabîlere eşit olabilirim ki, siz onları görseydiniz divane derdiniz; onlar

da sizi görselerdi böyle Müslüman olmaz derlerdi!” Âlemde hiçbir misal, (possédé) ve

“divane” tâbirlerinden anladığımız ulvî ve müspet mânayı bu kadar azîm çapta belirtemez.

ݺte muhtaç bulunduğumuz müspet ve ulvî divaneliğin son durak noktası!..

·Cihanda büyük ve ulvî insan olarak kim gelmişse hepsi de müspet cepheden birer divanedir.

Aşkın zivanaden çıkardığı insan olarak, divane olmadan bir iş görebilmeye, bir hamle

gösterebilmeye imkân yoktur.

·Kimi Allahın, kimi şeytanın divanesi olarak, İmam-ı Gazalî’den Yunus Emre’ye, Sokrat’tan

Bergson’a, Konfüçyüs’ten Gandi’ye kadar her büyük çaplı fert, bir iç dâvanın istilâ edilmişi,

yani (possédé) sidir. Müspet divaneliğin bâtıl kutbu olarak da, her inkılâb ve hareketin sahibi,

meselâ Marks, meselâ Lenin; onlarla beraber Hitler, Mussolini; onlardan evvel Mirabo,

Danton, Robespiyer, Napolyon, hep birer divane… İnkılâpta bu, idarede bu, askerlikte bu,

ilimde bu… (Sen Piyer)in Bazilikasını yaparken haftalarca ayağından çıkarmadığı çizmesini

bir gün çıkarmaya mecbur kalınca derisi de beraber çıkan Mikelânj’ın misali nedir? Bulonya

ormanında rastgeldiği bir lândon arabasını evindeki siyah tahta zannedip üzerine yazı

yazmaya kalkışan Lâvvazye’nin hali neyi gösterir? Arşimed, Nuyton vesaire…

·Halbuki divanelik, aslî, esasî ve hakiki kutbiyle gerçek imanın verdiği bir sıfat; ve insanı

aracılığa, buluculuğa, keşfediciliğe, yapıcılığa, yakıştırıcılığa memur eden ilâhi bir lûtuf…

Divaneliktir ki, yedirmez, içirmez, uyutmaz, gaflete daldırmaz, vazgeçirtmez, ümidsizliğe

düşürmez; ve mutlaka dindirir, yaptırır, koşturur, bağırtır, saldırtır, vardırtır, erdirir.

·Tarih boyunca Türkün başına ne geldiyse, hep ulvî ve mukaddes vecd ve aşk seciyesini

gölgelendirmesi ve divanelikten uzaklaşma yüzünden geldi. Türkün, plânla, bu seciyesini

gölgelendirmeye ve ulvî divanelikten uzaklaşmasını sağlamaya çalıştılar. Bugünse elimizde,

birtakım klişeleri papağanvâri heceleyen, fakat imanın ruhu olan divaneliği zerre miktarı

kalbine sindiremeyen müstehaselerden başka kimsecikler kalmadı.

·Mukadesatçı Türk!.. Davamızın birinci ruh ve ahlak kaidesi olarak evvelâ divaneliğin

çaresini bulman, ruhunu vecd ve aşk eline kaptırman, böylelikle bizi anlaman, bize yapışman

lâzımdır.

·Mukaddesatçı Türk!.. Hep fâni 24 saatleri kollayan ve kovalıyan miskin ve nâmevcut hayatın

açıkgöz muvazenelerinden olmaktansa, insanlığın biricik haysiyeti, ulvî ve ebedî divaneliğe

koş!.. ݺte o zaman seninle anlaşır ve kervanımızı kurabiliriz. Yoksa, iş yok!..

MÜRTECD-GERDCD

· Bir yerde insanı “mürteci” diye sıfatlandıran bir tip gördünüz mü, hemen hükmünüzü

veriniz: Bu adam, sadece ucuz klişelerle geçinen ve tekerlemeciden, sahte nisbetler kuran bir

hokkabazdan, bir zamane yobazından başka bir şey olamaz.

· Mürteci, lûgatte “geriye dönen” demek… Anlam olarak da, sabit bir yeniden eskiye, iyiden

kötüye, ileriden geriye dönmek isteyen… Bu hesaba göre sapan, traktörün; Arnavut kaldırımı,

asfaltın; kağnı, trenin yanında birer irtica unsurudur. Ve bu nisbetler doğrudur.

· Bu nisbetler elbette ki doğru… Zira bir halin öbür hale gerilik isnat edebilmesi için, evvelâ

onların bir cinsten olması, sonra da birinin öbürüne nazaran bedahet derecesinde sabit bir

tekâmül belirtmesi şarttır. Biri öbürünün içinden çıkmış olacak, böylece zarurî tekâmül

kanununun canlı ifadesini teşkil edecek ve öbürüne nazaran üstünlüğü bedahet çapında

bulunacak…

· Fakat, biribirine göre ileriliği ve geriliği sadece zamanın kaba kemmiyet ve basit (kronoloji)

senedinden başka bir şeye dayanmayan zıt keyfiyetler arasında irtica isnadı, ancak hakkı

yenmek istenilenlere, peşin mahkûmlara ve mazlumlara karşı kullanılan fikirsiz ve haysiyetsiz

damgalardan başka ne olabilir?

· Ham softalığın en modern ve nihaî ifadesi olan bu silâh, 40 küsur yıldır komünizma

yobazlarının bize karşı biricik baltasıdır. Hınk dediniz mi, tınk dediniz mi, düşünür gibi

oldunuz mu, yüzünüzü buruşturur gibi oldunuz mu, hemen damgayı basarlar: Mürteci!..

· Ne hazindir ki, sizi yobazlıkla suçlandıranlar, mücerret yobazlığın böylece en parlak

şaheserini verirken, kendi halleriyle sizin haliniz arasında şöyle tarafsız bir nefs murakabesine

girişmek ve dâvaları mücerret plânda muhakeme etmek gibi bir insaf ikliminden, kolera

mıntıkasından kaçarcasına firar ederler. Zira, kaçmasalar, asıl kendi hastalıklarının meydana

çıkacağını âdetâ sezerler.

· Bir şey geri ise geriliğini, ileri ise ileriliğini, mücerret plânda isbât yerine, kasdî bir duyguyu

mütearife diye elçabukluğuna getirip, yâni esasa ihanet edip âdi usul hileleriyle muhatabını

çürütmeye yeltenmek, mürtecilere ait ruh yapısının tâ kendisi demektir.

· Durun efendim, kerem buyurun ve izin verin, esası konuşalım! Ve doğru, iyi, yeni, ileri

kimmiş ve neymiş, mücerret olarak tesbite çalışalım!.. Ayniyet değil de, zıddiyet ifadeleri

arasında “şu evvel, bu sonra” gibi ahmak tasniflere girişecek olursak, mürteci diye

suçlandırdığımız adamın bize dönüp şu karşılığı vermesi son derece tabiî olur: “Müsaade et,

başa geçeyim de, ondan sonra seni müdafaa edecek olanlara mürteci damgasını basmaya ben

koyulayım!”

· Bir hâdise, giriftler ve muğdiller âleminde kör fırsatların arka arkaya veya öne getirmesiyle

kendi öz kıymet veya kıymetsizliğini kapatan muhkem bir imtiyaz kazansaydı, insanoğlunun

bir defalık ne olmuşsa onun üzerinde kalması ve tek adım atmaması gerekirdi.

· Zira (kronolojik) mantıkla geri gibi duran nice şey vardır ki, ilerinin ilerisidir; fakat kokmuş

(yeni)ler bu ebedî (taze) ye bayatlık kondururlar.

· İyice belleyelim ki, gerçek (yeni)nin, (doğru)nun, (ileri)nin yolunu kesenler ve zamanı

kokutanlar, mücerret plânda müdafaa edemedikleri kendi hallerinin üstüne kapanıp, mücerret

plânda müdafaasını yasak ettikleri hallere mürtecilik isnat ederler.

· Gerilerini dönüp, ileriye kıçlarındaki gözle bakanlar bize “gerici” diyor.

· “Gerici”… O da ne kelime? Gerilerinde damgamız mı var ki “gerici” oluyoruz?

· “Dleri”, bir yuvarlak üzerinde gezici bir noktadır. Bakarsınız, kendisini ileri sanan, sabit ve

ölü noktanın gerisinde, bakarsınız, ilerisinde… Bütün hikmet, daire sırrını ve devir farkını

kestirebilmekte değil mi?..

· Zaman, yokuşu çıkarken de ilerler, yokuşu inerken de… Çıkıştan sonra gelen inişin zamanı,

çıkışa geri mi diyecektir?

· Bugünkü Yunan cemiyeti, ikibin şu kadar yıl sonra geldiği için, (Sokrates)in eski cemiyetine

geri mi desin? (Rönesans), güneşini eski Yunan ve Romada ararken onlara geri mi diyordu?

· Niçin bir şeyi, zaman, mekân dışı mücerred keyfiyet hesabiyle teraziye vuramıyorlar da, her

şeyi boğucu bir darlık içinde, öldürücü kemmiyet plânına bağlamaya kalkıyorlar ve mânâları

katlediyorlar? Böyle düşünen ve anlayanlara “gerici” bile denilmez de, bütün verimi

bağırsaklarında ve mesanesinde toplanan ve mekteplerin teşrih derslerinden başka hiçbirşeye

yaramayan, insanı kaybetmiş insan olarak hayvandan aşağı bir yaratık denir.

DELD OLMAK LÂZIM!

· Tarihte, belli başlı tahakküm ve tasallut zümrelerince milletlerin kıskıvrak bağlanmaları ve

iradesiz (medyum)lar gibi keyfî fermanlara münkat kılınmaları, hep aynı usule bağlıdır. Bu

usul, içtimaî benlik ve birlik duygusunun o zümreler tarafından sömürülüp yokedilmesi,

fertler arasındaki bağların çözülmesi ve her ferdin kendi başına kurtarmaya mecbur bir infirat

haline getirilmesidir.

· Tahakküm ve tasallut zümreleri, anlayarak veya anlamayarak, fertte ictimaî alâkaya yer

bırakmazlar. Onların rejiminde fert, sadece kendi şahsî ve nefsanî alâkasının dopdolu küpü

halinde kalır ve başka küplerden kaç tanesi kırılırsa kırılsın, kendi küpüne zarar gelmedikçe

başını kaldırmaz.

· Kitle duvarı, tuğlaları arasındaki bütünlük rabıtasını kaybettiği ve sadece entipüften bir

kemmiyet istifiyle durduğu için, tahakküm ve tasallut zümreleri, diledikleri gibi o duvarı

mıncıklarlar ve hiç mukavemete uğramazlar. Zira mukavemet edecek tuğla, tek başına bir

fiskede düşürülür ve gittiğiyle kalır.

· Fizik ilmi bile gösterir ki, zerreler arasında kitle alakası bulunmadıkça cisimler teşekkül

edemez; ve hiçbir kuvvet, bir cismin kutlesine hâkim olmadan zerrelerine müteessir edemez.

Fakat insan kitlelerinde vaziyet tersinedir. Zerreler müteessir edilerek kitleye hâkim olunur.

· Böyle cemiyetlerde, kimse çıkıp da “yâhu, birleşin, ne duruyorsunuz, her irade sizin değil

mi?” diye bağıramaz. Çünkü bunu bağıracak olan, daima, cemiyet değil, bir veya bir kaç fert

olacaktır ve onlarda cemiyette cemiyet haysiyetinin teşekkülüne vakit kalmadan tasfiye

edilivereceklerdir.

· Geride kalanlar da, daima fert kadrosunda, asla cemiyeti teşkil edemeden başlarına gelecek

bu mahzun ve mahkûm âkibeti bildikleri ve ondan tek tek ürktükleri için hiçbir şey

yapamazlar. Böylece bir cemiyette tek tek herkesin “hayır!” dediği bir mevzuda, birbirine

bağlı üç beş zalimin “evet”i, ister istemez hüküm sürer.

· Bu hale gelmiş ve getirilmiş cemiyetlerde, zalimler şebekesi alenen kitlenin tarihine,

ananesine, maşerî vicdanına en şenî fiili tatbik etse, fertler bu tecavüz kendi öz karılarının

başına gelmedikçe hâdiseyi benimsemez ve umursamaz olur.

· Böyle cemiyetlerde, fert gitgide o kadar alçalır ki, millî vicdan, bir kadın gibi, açık havada,

bir pas pas üzerinde ve dünyanın gözü önünde kirletilse kimse kendi üzerine toz kondurmaz.

· Bütün tarih boyunca firavunlar, kisrâlar, çarlar, racalar, mandarenler, krallar, titanlar,

melikler, imparatorlar, kayserler, sultanlar, her türlü zulüm şebekelerinin başları, daima bu

metodla kitlelere hükmetmişlerdir; fakat onların tasallutları her şeye rağmen maddî istismar

plânında kalmış, teşkilâtlı ve imtiyazlı sınıf sayesinde muvaffak olmuş, büyük kitlenin cehalet

ve şuursuzluğu da buna yardım etmiştir. Bu şartların hepsi de, ezenler ve ezilenler hesabına

birer izah şekli ve birer mazeret unsurudur.

· Asıl izah kabul etmiyen ve mazeret unsuru olmayan vaziyet, bütün baş ve ayak takımiyle

cemiyetin, bütün bir millî irdae ve mâşerî vicdan plânında ve küçücük bir kadro tarafından

tahakküm ve tasallûta uğramasıdır ki, bunun için, ancak ters tarafından mucize çapında akıl

almaz bir misale ihtiyaç vardır.

· En mütereddi cemiyetlerden biri haline gelmesine rağmen fertlerin, (Bastiy) kalesini kazma

ve kürekle zaptetmiş nesillerden gelme bir heybetle dolaştığı, mutlakıyet devrinde hâkimlerin

kral oğullarını hapse attığı, (Giyom Tel) isimli destanların devşirildiği, mücerret fert hakkı

uğrunda olanca menbaını insanlık emrine veren hükümetlerin iş gördüğü, cumhurreislerine

“vatan haini!” diye bağıran şahısların polis tarafından ancak yolları tıkamamak ihtarını aldığı

ve nihayet vahşilerinin bile sinema perdesi üzerinden demokrasya dâvasını ezberlediği bir

dünyada böyle bir misalden bahsedebilmek için yoksa deli mi olmak lâzımdır?

TÜRK GENÇLDİDNE!

· “Büyük Doğu”, son haddiyle derin, ince, girift ve kütüphaneler dolusu tafsilat istiyen

dâvasının ana çizgilerini tek eksiksiz ortaya koymuştur. Bu bakımdan, sesi ne zaman kesilse

“aman, şu da vardı; şu bahsi de açacaktım!” diye gam yemez.

·Dşin esasını, Türkiye haritasını göz önüne koyar gibi sınırlayabildiğimize inanıyoruz. ݺin

teferruatına gelince o, Türkiyenin, her taş parçasına kadar geniş topoğrafyasını çıkarırcasına

muğdil ve hudutsuzdur; ve bakalım Allah, bize bu hudutsuzluk içinde ne nisbette bir hudut

nasib etmiştir?

· Bu memlekette “Allah” adını alelâde teleffuz etmenin bile bir azim suç teşkil ettiği

mevsimde, bundan tam 30 yıl evvel, sabık Maarifsizlik Bakanı Hasan Âli Yücel’in bize kendi

ağzıyla söylediği gibi, “Allah’a itaat etmiyenlere itaat olunmaz” mealli bir hadîsi

neşrettiğimiz ve yalnız “Allah” dediğimiz için kapatıldık; bir yüksek mektebdeki

hocalığımızdan koğulduk ve Eğridir dağlarında çile doldurmaya memur edildik.

· 1994’te böyle başlayan çilemiz, ondan sonra, tiyotro perdecisi gibi bize sahneyi açtı ve 27

Mayıs gece baskınına kadar, Halk Partisi devrinde görmediğimiz zulümleri Demokrat Parti

zamanında tadmak şartiyle, hapis üstüne hapis, kapatılış üstüne kapatılış ve bir Fransız

ansiklopedisinin tabiriyle “hapisleri üniversite hayatını aşan fikir adamı”nın hikayesi… Bir

başka eserimizde renk renk ve çizgi çizgi anlatılan bu hikâyenin yeri burası değil… Yalnız şu

noktasının yeri burası ki, toplamı belki 101 seneye varacak mahkûmiyetlerimizin hepsinden

birden, İhtilâl dedikleri 27 Mayıs gece baskınının basın affı lûtfiyle kurtulurken, bütün dünya

adalet tarihinde ilk defa görülmüş bir sakamet olarak, o günedek istisnası yapılmamış bir

mahkumiyetin şahsen af dışı diye yorumlanması üzerine askerî garnizondan sivil hapishaneye

gönderildik; ve ondan sonraki aflara rağmen hep o mahkûmiyetin müstesna olduğu kaydı

devam ettiği için, tam birbuçuk yıl, Toptaşı Cezaevinin ağlamaklı duvarları arasında ağlamaya

bırakıldık. Çilemiz üzerinde bu kadarcık tafsilatı da, birbirine zıt iktidarların hep birden

müşterek bulunduğu nefret kutbunu göstermek için veriyoruz. O biziz; yani tam hakikatiyle

İslam… Düşünün ki, Millî Birlik Komitesi, çıkardığı ilk emirden birinde “Büyük Doğu

kapatılmıştır!” fermanını yayınlıyor ve böylece zaten kapalı bulunan bir organı, ölüye kurşun

sıkarcasına, bir daha kapatılıyordu. Halk Partisi, Demokrat Parti, Millî Birlik Komitesi

boyunca böyle giden halimiz ondan sonra ne olabilirdi ki… Hangi parti bizim ruhumuzu

tercüme kifayetinde olabilirdi?

· Bu vaziyette, başımıza ne gelirse gelsin, söylenecek, söylenmeye değecek ve gerisi yalnız

“laf-ü-güzaf” dan ibaret kalacak söz şudur ki, herşeyin esasını bildirmiş insanlara mahsus bir

itimat ve itmi’nan duygusiyle sesimizi tarihe emanet ediyor; ve aziz ve ebedî varlığına dua

ettiğimiz Türk milletinin, bir gün yeni bir nesil elinde bu dâvayı gerçekleştireceğinden emin

bulunuyoruz.

YOLUMUZ

· Rabbim, bize ne güzel bir yol nasib ettin! Şöyle bir yol: Efsanevî bir levha halinde, sislere

batmış bir dağbaşına doğru ilerleyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsü… Bu patika vaktiyle

dünyanın en muazzam caddesiymiş; sonra gelen bozmuş, giden harab etmiş, en son gelenler

ve gidenler de onu büsbütün tıkayıp üstünden geçilmesin diye sivriliğine cam kırıklariyle

döşemiş… Sislere batmış dağ başında, insanoğluna yekpare ebedîlik ânını ve gerçek oluş

saadetini tekeffül eden bir saray var… Fakat bizim gözümüze böyle görünen saray, yolu cam

kırıklariyle döşeyenlerin gözünde, dünya saadet ve nimetine, eşeklik hürriyet ve meziyetine

mâni bir zindandır. Onlar, biz dünyaya bu zindanı musallat etmiyelim diye yolumuzu

keserken, biz de dünyayı bu felâketten kurtarmak için yolu o saraya doğru açmaya

çalışıyoruz. Bu “yeni”lerin en yenisine, ezel noktasını ebed noktasına iliştiren mutlak ve nihaî

“yeni” ye malik olduğumuz halde, bu “yeni”nin mâziye ait bayat ve yanlış tatbikatından, eski

olmakla suçlandırılıyor ve bu yüzden tek kelimesi dinlenmez “kokmuş kafalar” ve vahşi

yobazlar telâkki ediliyoruz. Halbuki bizi böyle telâkki edenler, sahte kemiyet yeniliklerinin

aldatıcı kabukları içinde donmuş, mutlak ve şifasız küfür yobazları… Donmuş kafa asıl

onlarınkidir; ve o kadar kokmuşlardır ki, kokmuşluğu bile dondurmuşlar ve tefehssühlerini

konserve kutusunda ebedîleştirmişlerdir. Bunların, gerçekten, ebedîleştirebildiği tek şey,

bizzat ve binnefs kokmuşluktur.

· ݺte bu yüzden, kimsenin anlamadığı, kuş diline benzer bir muamma lisanı konuşuyoruz.

Bizi, ne bizden olduğunu sananlar, ne de bizden olmayanlar anlayabiliyor. Bizi anlayabilmek

istidadı, ancak Allah ve Resûlünün sırları yolunda kafasını berhava etmiş yüksek çile ehli

müslümanlardadır. Onların da bu devirde sayısını tesbit edebilmek çok zor… Korkarız ki,

“kaç kişisiniz?” diye sorulsa “milyonları aşkınız!” diye cevab verildikten sonra “öyleyse

buyurun zehirle pişmiş aşı yemeye!.” Der demez, tıpkı Hacı Bayram-ı Velî’nin müritleri gibi

birbuçuk kişiye inmesinler!..

· ݺte arkamızdaki bu birbuçuk kişi, sivriliğine cam kırıklariyle döşeli yolda, topuklarımızdan

saçlarımıza kadar kan içinde, ilerlemeye çalışıyoruz biz!. Yürünmez yolda, anlaşılmaz dille,

aşılmaz mânialara rağmen mesafe aldığımızı görenler, bununla da kalmıyorlar! Dağların ve

kırların, köpek, çakal, sırtlan, karga, fare, domuz, ne kadar mundar hayvanı varsa üzerimize

musallat ediyorlar! Ayrıca kanunî yol bekçileri, ellerinde ceza makbuzları, memnu

mıntıkalara girmiş olmanın suçunu ha bire kaydedip duruyorlar. Bu kadariyle de dolmuyor

çile… Arkamızdaki bir buçuk kişinin çeyreği, bizden aldığı tefekkür dersini, davaya en zıt

yollara saparak, bir nevi istiklâl ilânına kadar gidiyor ve İslâm cephesine âdetâ “Tavâif-i

Mülûk” manzarası veriyor ve küfür ejderhası tarafından kolayca yutulmamıza çalışıyor, asıl

bu manzara karşısında cam kırıkları topuğumuzdan ciğerimize kadar batıyor, köpekler

havlıyor, mukayyitler yazıyor, dönekler çark ediyor; ve şu âna kadar bahsettiğimiz en korkunç

zümre, bugün belki bütün cihana hâkim Yahudiler ve Yahudilik müessiseleri, bütün

şubeleriyle perde arkasından bu vaziyete bakıyor. Cam kırıklarını onlar döşetiyor, köpekleri

onlar besliyor, mukayyitlere onlar talimat veriyor ve dönekleri vasıtalı vasıtasız, onlar idare

ediyor.

· Ve biz her şeye rağmen yüzbinleri aşan kadromuzla yürüyoruz; her şeye rağmen yürüyoruz,

yürüyeceğiz ve güzel isimleri arasında “Galip” isminin sahibi Allah adına ve aşkına

yürümekten vazgeçmeyeceğiz!

·Rabbim, Rabbim; bize ne güzel bir yol nasib ettin! Sırlarının ve nimetlerinin hazinesi olan

saraya, elbette ki, bundan daha kolay şartlarla gidilemezdi. Mademki zorluk bu kadar müthiş,

o halde tam yolun üzerindeyiz; ve mademki tam yolun üzerindeyiz, o halde yürüyeceğiz ve

erişeceğiz! Çünkü biz, herhangi bedavacılık ve lüpçülükten uzak, senden, nimetinle mütenasip

ebedî devleti istiyoruz; o halde her çileyi çekeceğiz ve sonunda –yalnız senin dilemen

şartıyla- bu devleti kazanacağız! Mademki ıstırap bu kadar büyük, mazhariyet ve devlet de o

nisbette azîm olacaktır.

LÜPÇÜLÜK, HEPÇDLDK

· Âdem peygamberden beri, ictimaî dâva ve savaş mevzuunda daima iki cins zümre seciyesi

görülmüştür: Lüpçüler, hepçiler… Lüpçüler, ceset mezara girdikten sonra üzerine üşüşen

kurtlara benzer; hazıra konarlar. Hepçilerse, cesedi, sağlığında bir dağ yavrusu gibi omuz

kabartırken alnının tâ ortasından vurup yere serenlerdir. Hazıra konmazlar; bizzat hazırlarlar.

Bütün dinler ve büyük inanış sistemleri hepçidir; hak veya bâtıl, herbirinin kendisine göre bir

oluş çilesi vardır. Lüpçülüğün biricik vasfı ise, çilesizlik, bedavacılık, kolayına getiricilik…

· Bizim ictimaî tarihimizde, asırlar boyunca lüpçülükten başka bir şey göremiyoruz! Ham ve

kaba softa, bizde, mukaddes dinimizin bir çile mevzuu olmaktan çıkarılıp lüpçülük matahı

halinde getirilişinden sonra doğmuştur. Ondan sonra bu ham ve kaba softaya ve birbirine zıt

ne kadar cereyan ve hareket türemişse, tüm lüpçüdür. Tanzimatçılar, hem garbı en ucuz

çizgileriyle taklide yeltenmekte, hem de iç huzurluğu tefsir ve istismarda gayet lüpçüdürler.

(Jön-Türk) ler ve ittihatçılar, büyük ihtilal hareketlerinin lüpçü üstü lüpçülerdir. Cumhuriyet

Halk Partisi, kendi kendisini kurtaran Türk milletinin hicabından, tereyağından kıl

çekercesine bütün bir kurtarıcılık devşirmekte, zorla aldığı bu hak üzerine hudutsuz bir

salâhiyet bina etmekte ve kütübhaneler dolusu dünya ideolocyalarının karşısına altı okla

çıkmakta, gelmiş gelecek lüpçülerin en kıyağıdır. Heyhat ki, demokrat Partinin, bu, Allah

eliyle içinde törpülene törpülene yılan gömleği halinde bomboş bırakılmış Halk Partisi

lüpçülerini patlatıvermesi de, lüpçülükte ötekine taş çıkartıcı tarihî bir misalden başka bir şey

olmadı ve lüpçülükle gelen, başka lüpçülere kurban olup gitti.

· Komünistlerimiz lüpçü, dindarlarımız lüpçü, demokratlarımız lüpçü, faşistlerimiz lüpçü,

milliyetçilerimiz lüpçü, insaniyetçilerimiz lüpçü; bizim halimiz ne olacaktır???

· Bizim bir şey olabilmemiz ve boşlukta mekân işgal etme hassasına erebilmemiz için,

mutlaka tarihimizdeki birkaç asırlık lüpçülük seyrinin sona ermesi ve içimizden hepçi bir

zümrenin fışkırması lâzımdır.

· O, biziz efendiler; ve bunun içindir ki, bu kadar sinirleri dokunmakta, huzur kaçırmakta,

üstelik kendi sinirlerimizi yemekte, huzursuz kalmakta; ve milyonlarca surat içinde

kaybolmuş tek çehreyi arar gibi, bizden olabilecek önder veya önderleri aramaktayız! Biz

hepçiyiz; bütün bir çile pahasına “hep” ten geliyor ve topyekûn “Hep”i dileyen, “hep”e erer.

BEKLENEN NDZAM

· Yüz yıldanberi bir toplu iğne yapmaktan bile âciz yaşayan bu milleti, radyosunu,

otomobilini, traktörünü, dikiş makinesini, falanını ve filanını zorlayacak bir nizam… “Dstersen

bunları tenekeden yap; fakat kendin yap!” diyecek bir nizam…

· Türk gümrüklerinden, hayat devlet ihtiyaçları müstesna, tek Garp âletinin geçmesine

müsaade etmiyecek bir nizam… Tâ bu âletlerle rekabet edici Türk sanayi ve imâl kudreti

doğuncaya kadar başka çıkar yol görmiyecek bir nizam…

· Bütün Garp âlemini, Türkün ve onun ruhî idaresinde bütün Asyalıların gözüne tılsımlı bir

umacı gibi görünmekten çıkaracak bir nizam… Garp âlemini, (Rönesans)dan beri sadece

aklın fetih hakkını kullanmış ve eşyayı teshir etmiş bir müspet bilgiler hârikasından ibaret

gösterecek ruh plânında taklide değer hiçbir kıymeti bulunmadığını meydana çıkaracak bir

nizam… Ve mevcut Garp bilgilerini maharetle çalacak ve onları ehliyetle Türke mal edecek

bir nizam…

· Türkiye’de tek bir kahve köşesine bile izin vermeyecek ve saatte 35 milyon kilovat

çapındaki millî enerjiyi tasarruf edecek bir nizam…

· Sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı, fikriyatı, hattâ ilmi bile mutlaka millî şekilde verimlendirecek

bir nizam… Bunlar bir kere millîleştikten sonra da onları beynelmilel çapa ulaştıracak bir

nizam…

· Kârhane, meyhane, kumarhane ve bütün rezalethanelere “paydos!” diyecek bir nizam…

· Ruhumuzu dayadığımız mukaddes ölçülerin hem düşmanlarına, hem de dost görünüp bu

ölçüleri anlamayan ham yobaz bozuntularına hayat hakkı tanımayacak bir nizam…

· Çoraptan serpuşa, harften binaya, muaşeret edebinden bütün ifade şekillerine kadar (plastik)

plânda şahsiyetin ne demek olduğunu meydana çıkaracak bir nizam…

· Adam öldüreni hemen öldürecek, hırsızlık edeni bir daha edemez hale getirecek; ve bütün

ictimaî ihtilâtlarında ferde öz evinden daha emin sığınaklar gösterecek bir nizam…

· Dâva adamlarının nasıl çalışacağını belirtecek; ve en büyük göz mütehassısını en şiddetli

trahom mıntıkasında hayatını feda etmeğe zorlarken, en büyük terbiyecinin de en hücrâ köyde

bir jandarma erinden farksız yaşamasını sağlayacak bir nizam…

· Memlekette tek sahipsiz çocuk, tek serseri, tek işsiz, tek sakat bırakmayacak ve hiç olmazsa

bunları göz planından sürecek bir nizam…

· Ve nihayet halkın nefsaniyetini değil, Hakkı razı edecek ve Kurultayın büyük duvarına

“Hakimiyet Hakkındır!” düsturunu kazıyacak bir nizam…

· Nizamların nizamı olan düzen, iki heceli ve beş harfli bir isim taşır: İSLÂM…

TAMAMLIİIN ŞARTLARI

· Tatbik ettiği kanuna inanan hâkim… Kendisini hâkime inandıran kanun… Aldığı dâvanın

hak olmasına bağlı avukat… “Kanunun kestiği parmak acımaz” bilen mahkûm… Bunlar oldu

mu adalet tamamdır.

· Terazideki uygunsuzluğu Allah’ın gördüğünü bilen ve parmakları titreyen esnaf… Teraziye

bakmayı kötü zan ve boş zahmet sayan müşteri…

· Fazla kazancının kaç fakir lokmasından meydana gelme bir vâhid olduğuna dair ruh

muhasebesinde hususî bir fasıl açan tüccar… Tüccarların vergi kaçakçılığını takib için bir

hafiye ordusu beslemeyen ve bunu Allahın bilgisiyle müeyyide altına alan idare… Bunlar

oldu mu, müeyyide tamamdır!

· Sırtında tasarruf edilen emek artığını sanki kendisi biriktiriyor ve cemiyet hesabına

yatırılıyormuş gibi bir huzur ve (mistik) zevk içinde çalışan amele…

· Amelesinin diken batmış ayağını dizine koyup saran patron…

· ݺ verenle iş gören arasındaki âhengi bir orkestra nizamıyla kıvamlandıran ölçü… Bunlar

oldu mu, usul tamamdır!

· En ileri, en zengin ve en kalabalık (Metropolis)in billûr sarayında; en geri, en fakir ve en

tenha köyün cemiyet bütünü içndeki hak ve vazifesini kolluyan ve bu kollayışın kafa

hâkimiyetini temsil eden münevver…

· En ileri (Metropolis)in en ileri ufkundaki ufuk münevverin teşekkülünü besleyici şartlara

inanan ve kendisi için bu şartlardan daha üstün bir koruyucu olmayacağı idealine feda olan

köylü…

· En ileri münevverle en iptidaî köylü arasındaki oluş kavşağını açık tutan sistem… Bunlar

oldu mu, nizam tamamdır!

· Bacaklarına bakılıp memuriyete kayrılacağını ummayan daktilo kız…

· Günahın idarî ve ictimaî selâhiyetlerinden hiçbirine ortak etmeyen ve mide kanseri gibi

ferdiyeti içinde hapseden âmir…

· Cemiyete sâri günahı en büyük felâket sayan toplum havası… Bunlar oldu mu, ahlâk

tamamdır!

· Mikroplara karşı muvazalı bir muhalefet tavrı takınmayan doktor…

·Nefsi hastalığına razı olsa bile cemiyetin buna razı olmayacağını ve nereye saklansa kendisini

arayıp bulacağını bilen hasta…

· Bir hastahanedeki ilim ve hakikat otoritesi önünde, fert hakkı, hürriyet, demokrasi gibi

laflara yer bulunmayacağına inanmış ve bu inanışla beslenmiş, gönül… Bunlar oldu mu,

hakikat tamamdır!

· Öğrenmemenin vatana ihanet olduğunu en başta öğrenen öğrenci…

· Hatır için numara vermeyi, vatan ihanetine müsavi bilen öğretmen…

· Bütün haklarını okul ve öğretmene devretmiş aile ve cemiyet… Bunlar oldu mu, terbiye

tamamdır!

· Saadetini, ne yapıp yapıp kötüyü bulmakta değil, ne yapıp yapıp kötünün bulunmadığını

bulmakta arayan polis…

· Polisi, kendi mesleğinin tesadüfen aksini temsil etmeye memur bir yoldaş sanmayan hırsız…

· Polisle korkuttuklarına karşılık, polisi korkutmak ceberrutu yerine, ona hak takipçiliğini

telkin eden hükûmet… Bunlar oldu mu, emniyet tamamdır!

· Namazda, akşama indireceği hatimden kaç para alacağını düşünmeyen imam…

· Her ferdi öbüriyle dirsek teması halindeyken, yine her ferdi Allahla yapayalnız ve aynı

ictimaî dayanışmaya her sahada mâlik, milyonluk safları çerçeveleyen cemaat…

· Dini, kör ve sağır nefslerin karanlık bodrumuna indirmeyen, asliyet ve saffetinden zerre feda

etmeksizin koruyan bilgi… İmam tamamdır!

· “Hâkimiyet halkın değil Hakkındır!” düsturunu mahyalaştıran telâkki…

· Hâkimiyet kendisinin değil, ancak Hakkın olursa kendisinin de hâkim olacağını şuurlaştıran

halk…

· Halka “Sen kendi hayrını bilemezsin; onu Hak bilir ve gösterir! Gerçek hürriyet de bu

teslimiyettir!” diyen hükûmet… Bunlar oldu mu, demokrasya tamamdır!

· Büyüklerin keyfi için tarihi ve gerçekleri değiştirmeyen bilgin… Düşünce tamamdır!

· Sanatın, sanatla beraber her şey için, her şeyden evvel mutlak hakikat ve cemiyet için olduğu

sırrına eren şair… Duygu tamamdır!

· Herkesi ve herkesten ziyade kendisini aşan prensipler heyûlasının gölgesiyle heybet ve

haşyet saldıktan sonra, hak ve vicdan adına kendi gölgesinden ödü patlayan politikacı…

Devlet tamamdır!

· Yangın kulesinden Sarıçizmeli Mehmet Ağayı arar gibi boş yere ismi haykırılmayan, daha

ilk seslenişte ilk ferdiyle “burdayım!” diye meydana çıkıveren yığın… Cemiyet tamamdır!

· Beyin, kalb, yumruk ve taban arasındaki ilâhî vazife bölümünü ve rütbe dağıtımını, her uzvu

kendi faaliyeti içinde mesut ve öbürüne riayetkâr, cemiyet bünyesi…

· Allahın, meleklerine bile mahrem tuttuğu hakikat yuvası kalblerle, hakikatin sesi diller

arasında mesafe bırakmayan samimiyet… Bunlar da oldu mu, baştan beri saydıklarımızın

hepsi ve her şey tamamdır!..

ANADOLU

· Anadolu… Bozkurdun bir dere kenarında gümüş sulara dalıp gözlerindeki tılsımlı ateşi

seyrede ede, içli ve mütevekkil bir söğüt ağacına istihale ettiği (mübarek) diyar…

· Anadolu… Türkün, gerçek ruh ve muhtevasını bulur bulmaz seyyarlıktan sabitliğe geçtiği ve

ruh vataniyle içiçe yeryüzü vatanını kurduğu büyük mâna çerçevesi…

· Anadolu… Kıt’alar arası tarihî hesaplaşmaların geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi,

mahrem ve muazzam Asyanın, Avrupa’ya bakan cumbası…

· Anadolu… Putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn hilâle teslim

eden ve onun dâvasını bütün dünyaya şâmil bir (aksiyon) halinde güden aslî ve asîl unsur

kadrosu…

· Ve nihayet Anadolu… Tarih boyunca cihanın en büyük mâna ve madde imparatorluğuna

dayanak vazifesini gördükten sonra, dört asırdır öksüz, mazlum, harap ve mahrum yaşayan;

bir asırdan beri de ihanetlerin en acıklısına uğrayan, derken ananevî tahammül ve

tevekkülünün üstünde ruh eşkiyasının çatı kurduğuna şahit olan misilsiz çile ve işkence

arsası…

· Halbuki Anadolu; şehitler toprağı, gaziler bucağı, velîler ocağı…

· Nihayet Anadolu, her taşında bir Yunus Emre’nin oturduğu, her yolundan bir Yunus

Emre’nin geçtiği, hak âşıklarının yurdu ki, minareleri, evleri, rüzgârları, ırmakları, kağnıları

ve kalbleri hep “Allah Allah!” sesleriyle uğuldamakta…

· Böyleyken, Anadolu; suları bile “Allah deyu deyu” akarken, tam 65 yıldır kendi iradesiyle

başa geçtiğini iddia eden istismar idarelerinin esiri olmak gibi, hayal ve efsaneye sığmaz bir

gözbağcılığının, hokkabazlığın zebunu…

· Anadolu’nun yine 65 yıldır beklediği, böyle bir Anadolu görüşü ve en üstün milliyetçilik

halindeki böyle bir Anadoluculukla, ona, kendi kendisini, kendi uktesini, kendi kökünü

göstermeye, kendi özünü ve yemişini kuvvetlendirmeye, sırlarını çözmeye ve dostlariyle

düşmanlarını tanıtmaya memur, büyük fikir hamlesidir.

· Suları bile “Allah deyu deyu” akan vatanın, o mukaddes emanet çerçevesinin “Harîm-i

ismet” inde, Anadolu, düşmanlarını boğacak şuura yükselmedikçe, bilerek veya bilmeyerek,

Firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlerden farksız yaşayacaktır. “Harîm-i ismet”te

boğulmasıyla, Anadolunun ve Anadolu ruhunun büsbütün boğulması arasında, ihtimal payı

olarak hiçbir mesafe kalmamıştır. “Olmak mı, olmamak mı; işte bütün mesele!..”

· Annelerin gittikçe unutkan, habersiz ve nebat hayatına namzet yavrular doğurduğu ve aziz

mânaların gittikçe ışıkları sönük bir liman gibi arkada kaldığı bu hengâmede, sahipsizliğine

rağmen ulvi bir sezişle hakkı gördüğünü birkaç yıldır belli etmiş bulunan Anadolu, elbette

ruhî istiklâl veya buna bağlanması değil, mücerret bir hasretle yanması yeter! Sadece şuur!…

· Hasret, vuslatın yarısıdır. İste ki, olsun!.

GENÇ ADAM!

· Genç adam, düşün! Evvelâ, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!

· Senin yaşadığın devirde insanların meşin toptan birer kafa taşıdığını ve bu topu dolduran

havanın en basit fikri bile kavurup kül edici bir kezzap buharı olduğunu düşün!

· Düşünmeyi düşün; düşünülecek her şey ondan sonra kuyruğa girer. Filozof: “Mademki

düşünüyorum, öyleyse varım!” der. Ya biz ne diyelim?..

· Bırak filozofu, milozofu: Kâinatın ve insanlığın Ufku, bir ân düşünceyi bilmem kaç yıllık

ibadete denk tutar ve şöyle buyurur: “Yarabbi; bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!”

Aziz varlığın aziz aynası fikir… Düşün!

· Seni karartmak isteyen tesirler evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yani varlık şiarını

körletmekle işe girişti. Bunu düşün!

· Hiç bir kaptan haritadan, hiç bir şoför kilometre işaretinden, hiç bir doktor röntgen camından

şüphe edemez. Fakat sen, Tanzimattan bu yana, önüne sürülen bilgi ve hakikat unsurlarından

şüphe edebilirsin!.. İlimde bile dolandırıldın? Bunu düşün!

· Düşün ki, genç adam, Masonluk, Yahudilik, Kozmopolitlik, daha bilmem ne ve ne, Türk

bütünlüğünü çürütmeye memur, gizli ve maskeli tesirler eliyle, senin için yalancı tarih

kitapları düzülmüş, zehirleyici telkin iklimleri kurulmuş, kök kurutucu aşılar hazırlanmıştır;

ve senin, gayet mazur olarak, bunlara inanman, kapılman, bağlanman sağlanmıştır. Düşün!

· Beynelmilel fesat erkân-ı harbiyesi Yahudiliğin, kâh emperyalist, kâh komünist, kâh liberal

cepheden, fakat daima murakabesiz bir taklitçilik ve hesabı görülmemiş bir ilericilik telkiniyle

yürüttüğü bu tesir, her şeyden evvel, senin, mutlak temele dayalı mükemmel ahlâkını

didiklemeyi hedef tutar. Ondan sonra kafanı herc-ü-merce uğratmak, senin bütün gerçek

kahramanlarını düşürmek ve sahtelerini, yani emirleri altındakileri yükseltmek… Bu iş için

siyasî recüllerden, sözde ilim adamlarına, sanatkârlara iş ve servet otoritelerine kadar, devir

devir, müstemleke – şahsiyetler bulmakta hiç zorluk çekmemişlerdir. Düşün!

· Sana sürdürülen bu kaba ve nefsânî hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine

ait uyandırıcı telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış, sana lâşe gibi gösterilmiştir.

İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve onun ahlâkı, yaşanmaya değer

hayatın hesabı ve onun duygu ve düşünce ölçüleri, onlarca sebze hâllerinin süprüntü eşyasıdır.

Düşün!

· Bunlar sende, dimağî cihazı kişniş şekerinin tanesi kadar küçültüp, hazım ve tenasül

cihazlarını alabildiğine şişirmekten ve urlaştırmaktan başka yol takip etmediler. Bu gidişi

görüp seni tezgâha çekecek ve beyninle tabanın arası büyük ruh imarına tâbi tutacak bir rejim

de hiç bir gün kurulmadı.

· Sen yalnız düşün!

· Suç senin değildir!

· Suçu irca edeceğin vâhidleri, sınıfları ve şahısları düşün! Düşün!

· Sen, düşünmeyi düşünmekten başlayarak düşün, yeter!

GÖRÜNMEYEN GENÇ

· Ortada görünmeyen bir genç var… Şu veya bu vilâyet lisesini tamamladıktan sonra, üzerinde

acemi terzi elinden çıkmış soluk ve buruşuk bir caket ve pantolon, çekingen ve kaygılı, yılgın

ve kuşkulu, dilsiz ve iddiasız, sokaklardan kırgın kırgın ve hep yere bakarak geçen genç

adam…

· Bu genç Adam; ortalıkta görünmeyen bu genç adam, köylüsünden üniversitelisine kadar şu

müşterek vasıfların tablosunu çizer:

· Apışmış ve donmuş… Eşya ve hâdiselere hâkim ve menbaından mansabına kadar tezatsız

bir oluş çizgisi üzerindeki insanların emniyet hissinden uzak… Yırtık, şirret, arsız mizaçlara

yabancı… Hakkın, söylenemez ve konuşulamaz bir şey olduğunu görmekten gelen bir

tevekkül içinde.

· Bu genç adama dikkatle baksanız, onu, Firavunun ehramına taş taşıyan bir esir sanırsınız…

Halbuki, o “ebâ an Ceddin” bu vatanın sahibidir.

· Bu genç Anadolu genci!..

· Düne kadar bu genç adam, inanılmış bir dâvâ etrafında ve ancak ev sahibine düşen bir çile

borcu altında, Viyanadan Yemene kadar bütün taarruz ve müdafaa yollarımızı al kaniyle

asfaltlamış, böyleyken hor görülmüş ve değerlendirilmemiş; bugün ise –ne siz sorun, ne ben

söyleyeyim- yakasının içinde büzülmüş kalmıştır.

· Bugünün genç adam tipini, dedesi başka, babası başka, mescidi başka, mektebi başka,

mahallesi başka, meydanı başka, köyü başka, kasabası başka; kitabı, dergisi, gazetesi başka

başka istikametlere çekerken, o, sadece bir bünye sırriyle ayakta kalabilmekte ve bin yıllık

Anadolu tarihinin hazin ve değişmez tecellisine bağlı, her şeyi boyuna içine akıtmakta, içinde

biriktirmektedir.

· Ortalıkta görünmeyen bu gençtir ki, Türk gencinin hakikî tohumu ve tohumluğudur; ve

bütün dâva, cemiyet meydanında onun sâyedar ağacını yetiştirmekten ibarettir.

· Bu genç olma ve oldurulma yolundadır.

ANADOLU GENÇLDİDNE

· Anadolu gençliği! Sen kimsin, biliyor musun? Ruhunu, malını îman köküne dayadıktan

sonra dünya çapında bir devlet kurmuş… Peşinden, vecd ve aşk çığırı kapanınca, ev ve hak

sahipliğinden koğulmuş… Derken İran transitli Şark fesadlariyle, Makedonya transitli Garp

fesadları arasında çürütülmek istenmiş… Derken, vatanın boğaz tokluğuna azat kabul etmez

ırgadı haline getirilmiş…. Ruhuna, şuursuz fedâkarlık ukdesi olarak:

Adı Yemendir;

Gülü çemendir!

Giden gelmezmiş,

Acep nedendir?..

Dedirtecek kadar dâsitanî bir hayret ve dehşet havası üflenmiş… İran ve Bizans kırması

İstanbul efendileri tarafından “bir sürü Etrâk-i bîidrak” diye anılmış… Nihayet topyekûn

sindirilmiş, yıldırılmış, apıştırılmış; ezdirilmiş, bezdirilmiş, zaman ve mekân dışına

sürülmüş… Dünyanın en şanlı taarruz devresini takip eden üç asırlık hazin müdafaa ve

kahharî bozgun çığırını nihayet tam tasfiye hükmiyle idrâk etmiş… Haritadan büsbütün

silineceği ve artık İslâm düşmanı emperyalist Garp Firavunları hesabına Haymana ovasını

sulamaya memur edileceği anda, hâlâ kanının tortusunda yanan son varlık hummasiyle

şahlanıvermiş… Millî Kurtuluş hareketini idare edenlerin, göz çıkaracak kadar ön plâna dikili

şahıs bahaneleri gerisinde, göze görünmeyecek kadar arka plânda, bizzat sadece din ve devlet

uğrunda bu vatanı kurtarmış… Fakat ondan sonra, bir takım şahısların yoktan var ettiği bir

topluluk sıfatını giyerek maddî ve mânevî vergilerin en ağırına matrah teşkil etmiş…

Maddede başkaları tarafından kurtarıldığı rivayetine karşılık, ruhta; aynı başkaları tarafından

doğrudan doğruya harap edilmiş… Ve sadece rakı şişeleri, iskambil kâğıtları, verem ve

firengi mikropları ve bir takım kasket şekilleri arasında yalnız bırakılmış… Üstelik, canlı

cenazesinin başında tamtam dansı şivesiyle “Efendimiz sensin!” diye bağrıla bağrıla,

kendisini tarihte efendi kılan bütün mukaddesat kıymetlerinin çalındığına şahit olmuş…

BDR NESLDN SON ÖRNEKLERD

· Sen bizdesin ve biz sendeyiz. Biz, senin içinden, seni sana anlatmıya ve seni vatanından

başlıyarak eşya ve hâdiselere hâkim kılmaya doğru ilk cereyanı açmış olan kol…

· Bütün ümidimiz sensin! Zira gençlik adına, yine göz çıkaracak kadar ön plâna dikilmek

istenen ve millî marş yerine “Samba” ve “Rumba” teganni eden birkaç sahte inkılâp gencinin

arkasında ve yine göze görünmez plânda, vatan sahipliği hüviyeti sende kalmakta; ve bu

hüviyetin ilâhî cevheri, bu zamana kadar damarlarına ve zerkettikleri en şenî zehirlere rağmen

hâlâ “damarlarındaki kanda mevcut” bulunmaktadır.

· Vazifemiz, seni mânâ dolandırıcılarının derhal gözlerini çıkaracak kadar keskin bir noktaya

dikmek, ön plâna çıkarmak; ve “Efendimiz sensin!” diye sana 27 yıl söylenen yalanı

gerçekleştirmektir!

· O da, senin, Hak ve hakikate kul ve Hak ve hakikat rehberlerine âlet olmanla tahakkuk

edecektir.

SON VE TEK KIVILCIM

· Şu bu kemmiyet böbürlenmelerine paydos! Aslına bakarsanız, arsadaki odun yığınının gizli

bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Odunların üstüne, yıllar ve asırlardır, yağmadık

yağmur, düşmedik kar kalmadı. Onları küf basmış, pas yutmuş, rutubet bürümüş; üstelik Garp

dünyasının bütün kanalizasyonları bu odunların üzerine akmıştır.

· ݺte, arsadaki böyle bir odun yığının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Kim

bilir hangi muazzez velînin mangalından sıçradık, hangi mübarek müminin fenerinden

damladık, hangi muhterem mustaribin sigarasından düştük de; bu, süngerlerden daha ıslak ve

çöp tenekelerinden daha kirli odun yığınının bir köşesinde karargâh kurduk.

· Bu odun yığını, uzaklarda, çok uzaklarda, ormanı temsil eden ve hergün bir ağacı daha

köklerinden koparılıp mahut arsadaki yığına atılan münezzeh Türk milletinin içinde menhus

bir zümredir; ve işte biz, böyle bir odun yığınının gizli bir noktasında tek bir kıvılcım

noktasıyız!

· Dâva, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasiyle çatır çatır yakmak, onun

alevleriyle güneşi soldurmak; ve üzerinde, kir, pas, küf, rutûbet, ne varsa, hepsini birden

buhara çevirmek…

· Ateş, her pisliği yiyen, süpüren, götüren, yok eden ateş, mânevî ateş; sana âşığız!

· Doğru ama, bu odun yığını öyle bir kütle ki, üzerine, Şarkın ve Garbın bütün petrol kuyuları

dökülse yine alev alacağa benzemiyor! Onu ıslatmak, onu küfletmek, onu pisletmek, onu

rutûbet süngeri haline getirmek için, bazı sihirbazlar, babadan oğula menfi bir tarikat edebiyle

el ele verip tam bir asır çalıştılar! Biz ki onun gizli bir köşesinde tek ve son kıvılcım

noktasıyız, onu nasıl yakar, tutuşturur, alevlerle sarabiliriz?

· Biz, işte, Allahın böyle bir harikaya memur ettiği, pis sularda boğulmuş kimbilir hangi yanık

bağrın sönmiyen ve istikbale sıçrıyan son zerresiyiz! Fırtınalar içinden geçtik, kasırgalı

denizler üzerinden aştık, lâğım akıntılarını bir saman çöpüne sarılıp geçtik, yine sönmedik,

yine bugünlere vardık; ve şimdi mahut odun yığınının gizli bir köşesinde pırıldamaktayız!

· Allahını ve Allahının Sevgilisini seven bu son tek kıvılcım noktasının üzerine titresin, onu

Nuh’un gemisindeki son insanın son menî nutfesi gibi muhafaza etsin, onu gayet büyük bir

ihtiyat ve itina ile üflesin, genişletsin; ve Allahtan lûtfedeceği mucizeyi beklesin!

· Bekleyiniz!

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

NECDP FAZIL

XII: EK

(Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü'ne Ek - AKINCI GÜÇ-DBDA KADROSUNA İTHAF)

--------------------------------------------------------------------------------

İSLÂMI YENDLEMEK

* İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.

* Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek...

* Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.

* İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi... Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki,

yenilik...

* "Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır" hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve

yeniliğin sırrını getirmiştir.

* Dava işte bu mânâda İslâm'ın yeni neslini yuğurmakta...

* İslâmın en yeni, değiştirilmez ve örnek nesli, Resûl eliyle yuğurulan sahabiler...

* Sahabilerin ardından "Tabi"ler bu nesil çizgisini uzatmışsa da onlardan sonra dava içtimaî

plânda zaafa uğramış ve büyük ferdî zuhurların çevrelediği mahzun zümrelerden öteye

geçilememiştir. Bu tecellide, muhafazası en zor iş olan aşkı kaybetmenin ve kaba akılla

yapayalnız dış plânda kalmanın neticesi olarak ilâhî hikmet aşikâr...

* Emevî ve Abbasî devrelerini takip ederek Türk'ün eline geçen İslâmî devlet livası, 600

küsur yıllık gerçek devlet hayatının ancak 250 senesinde böyle bir nesle yataklık etmiş, ondan

sonra 300 yıl korkunç bir aşk ve üstün anlayıştan yoksunluk çığrına girmiş, 100 küsur senedir

de, aynı ham yobaz ve kaba softa idrakinin tersine dönük şekliyle bütün cehdini İslâm'a karşı

çıkmakta bulmuştur.

* O gün bugündür ki, nesillere kahraman diye tanıtılanlar, İslâm'dan tiksinmenin fikrî ve fiilî

icracıları olmuştur.

* İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve

nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca din

ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvâzaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş;

ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm'a kapı açmaya

bakılmıştır.

* Reformcu, İslâm'ı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına

göre değil, kendi şahsî nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir

binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından, İslâma cepheden zıt olanlardan daha

tehlikelidir; ve İslâmı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi

içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır; aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasipsiz

reformcu... Yani ruhu, kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkâr eden ve ikisi arasında

arabuluculuğuna kalkışan...

* İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye'de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak

Türkiye'de düzelirse her yerde sağlığa kuvuşabileceğine ait İlâhî bir ihtar...

* İslâmı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye'sinde son ve som, hepçi

ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef...

* Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir...

* Dört büyük halifenin sırayla şiarları olan merhamet, celadet, edeb ve akılda tam ikmalli ve

teçhizatlı olarak, 15. İslâm Asrının eşiğinde, İslâmı yenileme davasını çözümlemeye güçlü

nesilden, ana rahmini tekmeleyici sesler duyuluyor. Aya gitmek hüner değil, bu sesleri

güneşten duyulacak derecede fikirde ve aksiyonda yükseltmek marifet...