İhtilal
b.d. yayınları 17 -
b. d Yayınları» Sahibi: Mehmed Kısakürek
' Her hakkı mahfuz ve «b. d. Yayınlarımın.
Kapak kompozisyonu : Mehmed Kısakürek
Adres : Alayköşkü Caddesi 2-4 Cağaloğlu/Dst
Dizgi-Baskı : Özkaya Matbaacılık Nisan 1976-
GİRİŞ
Yeryüzünde ihtilâl, insanoğluyla beraber başlar.
Yirmibirinci Asra doğru dünyaya sığmayacak kadar
ürediği görülen insanoğluna, en başta, doğrudan doğruya
ilk insan, babasız ve anasız Adem Peygamber, ilk tevhid ve
hakikat vahidini temsil edici nirengi noktasıdır. İnsan-
oğlunun, üreyişinde kendisinden hiza ve istikamet alacağı
ilk müspet ve hak kutup...
Âdem Peygamberde ilk insan ve resul birleşiyor, insan,
Allah’ın habercisi ve Allah ile kaim hakikatin arayıcısı olarak
dünyaya ayak basıyor. Ondan sonra da bu hizayı ve istikameti bozacak soyu ve koluyla insanoğlu
başlıyor.
Böyle!... Âdem Peygamberden sonra, bu ilk müspet ve
hak kutba karşı insanoğlunun menfi ve fesatçı tarafı harekete geçecek, müspetle menfi arası bir
nevi elektrik cereyanı doğacak ve iki taraf arası boğuşma, mânalar âleminde şimşekler çizerek ve
yıldırımlar düşürerek, madde plânını da gümbürtederek ve hoplatarak, ihtilâl denilen keyfiyeti
zuhura getirecektir.
insanoğlunun müspet ve hak mukabili menfi ve fesatçı tarafı... Bu ikiliği, ruha karşı nefs diye ele
alabiliriz, ihtilâl denilen keyfiyeti de, tek insandan en kalabalık topluma kadar bu iki kutup arası
birbirine çullanma, birinden öbürüne karşı ayaklanma diye tarif edebiliriz. Esas budur; gerisi de
sayısız bahane...
Kur'ân bize öğretiyor ki, Allah, yeryüzüne hükmedici, eşya ve hadiseleri tasarrufla vazifeli bir
varlık yaratacağını meleklere bildirince, onlar, dünyada fesat çıkaracak ve kan dökecek bir mahlûka
mı vücut verileceğini sordular; oysa meleklerin kendisini tevhid ve tenzihten başka bir şey
yapmadıklarını söylediler ve Allahtan «ben sizin bilmediğinizi bilenim!» cevabını aldılar.
Böylece insan, biri ulvilerin ulvisine, öbürü de süflilerin süflisine namzet ve kalbin hakikatinde
birleşik ve toplu iki zıt taraf halinde yaratıldı; ve Kur'ân hükmünce bu eşsiz kıvam içinde vücut
bulduktan sonra kutuplardan birinden birini gerçekleştirmek üzere «sefillerin en sefili» olan âleme
indirildi ve ihtilâl zemini açılmış oldu.
Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket,
ihtilâldir ve bu davranış, içi beşeriyet kadar kalabalık tek fertten, üç beş kişilik aileye, sekiz on
ailelik kabileye ve koskoca cemiyete, hâsılı topluluk belirten her varlığa kadar, esasta ve mücerrette
birdir.
Şu var ki, üstün mânasiyle inkılâp vasıtası ihtilâl, vasıtalık ettiği gayeye göre kıymetlenir. Gaye,
ulvilerin ulvisi Allah yolu olunca da, yığınların bazen hiç ve bazen hep, bazen bâtıl ve bazen hak
yüzünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı müstakil değer kabul etmez. Vasıtayı hangi şekilde
bulursa onda kullanır ve inkılâp ismini alır.
Bu mânada resuller ve nebiler, âdi anlamiyle ihtilâlci olmaktan münezzeh, en üstün ve erişilmez
çapta inkılâpçıdırlar. Alelade inkılâpçılara kıyasla onlara «mutlak inkılâpçılar» demek gerekir.
îşte bu ölçüler çerçevesinde ihtilâli, mutlak inkılâp cephesiyle resuller ve nebilerden başlatırken,
yeryüzünde ve insanoğlunun hayatında ilk fesat ifadesi olarak, Âdem Peygamberin iki oğlu Hâbil
ve Kaabil'e iliştiriyoruz.
Ötesi, insanoğlunun hak gördüğü ve bildiği yollardaki ayaklanışlarından, tarihin şahitliği altında
romanımsı hikâyelerdir ki, bu cazibeli hikâyelerden gerçek gaye, mâna, ilim ve usul bakımlarından
alınabilecek dersler, hak ve hakikat bağlılarına en faydalı iş ve hareket kültürünü aşılayabilir.
Onları da kendi oluş plânlarında büyük, orta ve küçük olarak sınıflandırıyor, ayrıca «kırıntı ihtilâl»
teşhisi altında ve birkaç satır içinde miskin ve mânâsız hareketleri de gözden kaçırmamayı lüzumlu
buluyoruz.
Ezelden ebede doğru kabancı sahilsiz insanlık denizi-
nin, kâh hak, kâh küfür, korkunç çalkantılarını resmeden
ihtilâl, Allahın insana biçtiği memuriyeti bilenlerce ne kadar
manalıdır!
însan, nefsinde ve cemiyetinde, kendi ölçüsüne göre
aradığı cennetin engellerine karşı daima ihtilâl halindedir.
Ortalık mahşer gibi...
Kim buranın sahibi,
Kimlerin düğünü var?
Güneş batan bir bayrak;
Şu kıpkızıl ufka bak,
Ana baba günü var!
RESULLER
ve NEBDLER BOYUNCA
HÂBDL — KAABDL
Allah Kur'ânında:
«— Ben emaneti dağlara ve taşlara teklif ettim ebâ
ettiler (kaçındılar); insan ki, zalûm ve cehûldür, üzerine
aldı, kabul etti!»
Buyuruyor.
Mayasında, zalûm ve cehûl olmak, zalimlik ve cahillik-
ten pay bulundurmak, böylece hakkı ziddiyle tecelli ve zıt
yoldan tahakkuk ettirmek gibi şanlı bir nasibin kahramanı
insan, yenmeye memur bulunduğu bu cephesinin ilk tezahü-
rünü, kemmiyette basit, fakat keyfiyette büyük çapta, Âdem
Peygamberin iki oğlu arasındaki çatışmada bulur. Bu çatış-
mada, ileriye doğru bütün yeryüzünü saracak olan ihtilâl
sarmaşığının, menfi cepheden ilk tohumu vardır.
Âdem babamızla Havva annemizden gelen insanlık, üre-
mesini, ilk defa, kardeşler arasındaki birleşmelerden sağlı-
yor. Allah huzurunda akid ve Allanın izniyle sağlanan bu
birleşme, ancak ayrı batından gelen kardeşler arasında müm-
kün... Zira Hazret-i Havva bir batında her defa, biri erkek
ve öbürü kız, iki çocuk doğurmakta ve îlâhî yasak icabı, ay-
nı batından iki kardeş birbirini alamamaktadır.
Kaabil ise aynı batından, yani ikiz doğduğu kızkarde-
şine âşık...
Emelini babasına anlatıyor ve olamayacağı cevabını alı-
yor. İklimâ isimli aynı kıza, bir batından olmadığı için ev-
lenebileceği Hâbil de istekli... Kaabil emelinde diretiyor,
Hâbil ise, boynu bükük, bekliyor.
Âdem Peygamberin Hâbil ve Kaabil'e teklifi:
—Birer kurban kesiniz! Hanginizin kurbanı kabul edi-
îir ve makbul sayıldığının işareti gelirse, öbürü ona nza
göstersin!...
Kurbanın kabul edildiğine işaret, Hazret-i Âdem'e mah-
sus bir tecelli ile, toprak üstündeki hayvanın üzerine bir-
denbire gökten düşen ve kurbanı bir anda eritip siliveren
beyaz bir ateş...
Kurbanlar kesildi ve ateş Kabil'in kurbanı üzerine düş-
tü. Kabil'in kurbanı kabul edilmiş ve Kaabil'e emelinden
vaz geçip kardeşine rıza göstermesi düşmüştü.
Fakat Kaabil bu İlâhî ihtarı dinlemedi. Nefsinin pen-
çesinde, onun üflediği kıskançlık ve rakabet soluğu yüzün-
den kendisini kaybetti ve çileden çıktı. Kıskançlık, üstün
çıkma ihtirası ve her ölçüyü unutturan öfke... Nefste, şey-
tanın karargâh kurduğu ve insanoğlunu kıskıvrak bağladığı
taarruz kalelerinden başlıcaları...
Kaabil, dünyada ilk defa olarak, küçük bir aile içinde
bu ailenin nizamına karşı çıkan ilk insan oldu; ve o âna
değin, ölümü bilse de henüz görmemiş olan insanoğluna,
insanoğlu tarafından tadtırılan ilk ölüm hadisesini getirdi.
Kardeşini öldürmek üzere elini kaldırdı.
Hâbil şu karşılığı verdi:
—Ben sana, beni öldürmek için uzattığın ele karşı aynı
hareketle mukabele etmem! Ben bu cinayeti işleyemem!
Âlemlerin rabbi Allahtan korkarım! Allahım, öldüren kulu
olmaktansa öldürülen kulu olmayı tercih ederim! Seni de
"böyle düşünmeye ve Allahtan korkmaya davet ederim!
Mâide Sûresinin 30 uncu âyetinden meal:
«— Artık kardeşini öldürmeyi nefsi ona kolaylaştırdı.
Kardeşini öldürdü ve ziyana uğrayanlardan oldu.»
Mâide Sûresinin 27, 28, 29, 30 ve 31 inci âyetlerinden
öğrendiğimiz Hâbil - Kaabil vakasının sonu şöyle:
Kaabil, sırtında Kabil'in naaşı, aile topluluğundan uzak-
ta, günlerce, şaşkın ve tam bir vicdan ihtilâli içinde dolaşıp
duruyor. Ne yapacağını, insanlık tarihine ilk kan dökme ser-
mayesi olarak verdiği bu ilk ölüyü, ilk cinayet ölüsünü ne-
reye koyacağını, nerede bırakacağını bilemiyor.
Birden gözünün önünde İlâhî hikmetin çizdiği bir lev-
ha: Bir karga, toprağı eşmekte, orada bir çukurcuk açmak-
ta... Yanı başında, öldürdüğü başka bir karga.. Karga, öl-
dürdüğü kargayı o çukura gömüyor ve üzerim toprakla ör-
tüyor.
işte, insan ölülerinin ne yapılacağına ait, Kaabil vası-
tasiyle öğrenilen Allah emri!...
Kaabil başını dövüyor:
— Bir karga kadar da olamadım!
Ve Hâbil'i gömüyor.
Mâide Sûresinin 31 inci âyet meali:
«— Sonra Allah ona, kardeşinin cesedini nasıl gömece-
ğini göstermek için, yeri eşen bir karga gönderdi. (Yazıklar
olsun bana, şu karga kadar da mı olamadım, kardeşimin
ölüsünü örtmekten de mi âciz kaldım?) dedi ve nedamet ge-
tirenlerden oldu.»
Fakat nedameti semere vermiyor. Babası tarafından ev-
lâtlıktan atılıyor. Yemen taraflarına göçüyor, orada Hâbil'in
kurbanı üzerine düşen ateşin şeytanca yorumiyle bir ateş
ocağı düzenleyip ateşe tapmaya başlıyor. Böylelikle, ilk puta
tapma hadisesi de, ilk düzen bozma ve menfi ihtilâle çekir-
dek teşkil etme vâkasiyle birlikte Kaabil tarafından başla-
tılmış oluyor. Sülâlesi Nuh Peygamber zamanına kadar ula-
şıp Tufanda kökünden kazınacak, fakat insanoğlunun nefs
belâsı mikrobu olarak sıçraya sıçraya gidecek olan Kaabilr
işte, insanoğlunun menfi kutbundan böyle bir remz...
NUH PEYGAMBER
Resuller ve nebiler boyunca, müspet yolda ve «Mutlak
înkılâp» mânasiyle ilk ihtilâl manzarası, harikulade aksiyo-
nu bakımından, beşerin ikinci babası Nuh Peygamber'de...
Nuh Peygamber zamanında insanlık ilk iptidaî devresini
yaşamış ve bir ingiliz tarihçisinin, hak ve bâtıl ayırmaksı-
zın dinleri ve dindarlığı izah etmekte kullandığı «korku ve-
ümit» tabirindeki başıboş mânayı putlara tapmakta göste-
rir olmuştur. Toprağı ısıtan ve hayatı yeşerten güneş, her
şeyi yakıp yutan ve sanki kahrı altında titreten ateş, her yö-
ne dönük dallariyle varlık bilmecesinden bir imza gibi tuğ-
ralaşan ağaç, en girift sırra erip de kelimelerin üstüne çık-
mışçasına susan hayvan ve daha, şaşkın insan hayalinde ne-
ler ve neler!... insanoğlu, etrafını çevreleyen eşyanın verâ-
sında, ötesinde bir delâlet arayacağı ve mutlak vahdeti gö-
receği, mutlak kudreti bulacağı yerde, tek tek bu âciz eşyaya
takılmak, yaratıcılık gücünü onlarda vehmetmek dalâletine
düşmüş ve ufkunu türlü putlarla donatmıştır. Nuh Peygam-
ber zamanında ilk devreye göre son haddine varan bu hal,
insana mahsus memuriyetin tersine döndürülmesidir.
işte «mutlak» diye vasıflandırdığımız inkılâbın zama-
nı!...
Nuh Peygamber, böyle bir toplum içinde insan küme-
lerine sesleniyor:
—Yaradan Allatılır; onun gücüne ve birliğine iman
ediniz! Onu, gözlerinize görünen ve içinize doğan şekiller-
den tenzih ediniz!
Nuh Sûresinin 5, 6, 7 nci âyetlerinden meal:
«— Nuh dedi: Rabbim, ben kavmimi gece ve gündüz
çağırdım. Fakat benim davetim firarlarını artırdı. Doğrusu,
senin tarafından bağışlanmaları için kendilerini her çağrı-
şımda, parmaklariyle kulaklarını tıkadılar, esvaplanna hü-
ründüler, ayak dirediler ve büyüklendikçe büyüklendiler.»
Evet istihza ve Peygambere eza... Yalınız üç oğlu, Sam,
Ham ve Yâfes, zevceleriyle beraber imanda... Dördüncü
oğlu Yâm, küfürdekilerle...
Nuh Peygambere öz toplumundan gelen acı o dereceye
, vardı ki, Nebî, ellerini göğe kaldırdı ve kavmine beddua
etti:
—Allahım; bu küfür topluluğunu, tez, kökünden ku-
rut!
Allah ona, büyük, sağlam ve her tarafı sımsıkı kapalı
bir gemi yapmasını vahyetti. Nuh Peygamber, dağlarda ve
sahilden uzaklarda gemisini yapa dursun...
9
Bu noktaya kadar nass belirtici mutlak nakillerle öğ-
rendiğimiz hadiseye bağlı olarak, gemicilik tarihinde Nuh
Peygambere kadar götürülen ilk geminin yapım şekline dair
lâtif bir efsane anlatılır:
Nuh Peygamber zamanında öyle uzun boylu bir dev
varmış ki, denizin en derin yerinden kolunu daldırıp tuttuğu
balığı, güneşin en hararetli noktasına kadar uzatıp pişirir
ve yermiş... Fakat bir türlü tam doymasına, «oh, doydum!»
diyebilmesine imkân yok... Nuh Peygamber ona, dağlardan
kucaklayabildiği kadar odun getirmesini teklif ve bu hizme-
tine mukabil kendisini doyuracağını vâdetmiş... Adam git-
miş, dağlardan belki bir ormanlık kadar ağacı kucaklayıp
kökünden sökmüş ve getirmiş... Bir de ne görsün?... Yerde,
küçük bir kap içinde basit bir yemek... Dev adam, dişinin
en küçük koğuğuna bile az gelecek bu yemeği görünce odun-
ları fırlatıp uzaklara atmış...
—Sen beni aldattın; ben bu kadar az bir yemekle na-
sıl doyarım?
—Doyarsın! Besmele çekerek ye ve doy!
«Allanın ismiyle» diye başlanıp yenilen yemek dev ada-
mı doyurmuş... Bunun üzerine dev adam, üstündeki odun
kırıntılarını yere silkelemiş ve Nuh Peygamber gemisini on-
lardan yapmış...
Hayalî olsa da zarif ve mânalar âlemine göre doğru bir
hikâye...
Toplumu, yaptığı garip tekneye bakarak Nuh Peygam-
berle eğleniyor. O da gülümsemeli, cevap veriyor:
—Zamanı gelir, biz de sizinle eğleniriz!
Tufan... Bulutlar dünya yuvarlağını göklerin askeri gibi
çepçevre sarmış, en hışımlı şimşeklerle, sonsuzluk şellâle-
sini yeryüzüne boşaltıyor. En yüksek dağ, tez zamanda, sivri
tepesiyle, sanki bir boğulmuşun suda yüzen külahı...
Nuh Peygamber, sahile indirilmeksizin yüzen gemisin-
de... Yanında müminlerden birkaç fert ve her hayvandan
birer çift, kabaran suların asansöründe yükseliyor. Son da-
kikaya kadar babasının davetini dinlemeyen ve dağlara
sığınıp kurtulacağını söyleyen Yâm da, bir dalganın pençe-
10
sinde dibi boyluyor. Gemilerdekinden başka yeryüzünde bü-
tün canlılar ölü...
Büyük hadiseye dair, fasahatta arap şairlerine dillerini
yutturan bir âyetten meal:
«— Denildi: (Ey arz, suyunu yut; ve sen, ey sema suyu-
nu tut!)... Su çekildi, iş de bitti. Ve denildi: (Zalim kavim-
ler Allahın rahmetinden uzak olsun!)...»
Büyük hadise, insan yığınları yerine, Nuh Peygambe-
rin şahsında, göklerin ayaklanması şeklinde mutlak inkı-
lâptan bir numune...
HAZRET-D İBRAHİM
Göklerden gelen darbenin Nuh Peygamberde Tufan şek-
linde tecellisinden sonra, Hûd Peygamberde denizi köpük
köpük ve dağları toz toz savuran bir rüzgâr, Salih Peygam-
berde de gâibler âleminden bir haykırışla, toplumun üstüne
çullanış...
Şimdi sıra, en büyük dört resulden ikincisi ve Resuller
Resulünün ceddi Hazret-i İbrahim'e geliyor. Hazret-i ibra-
him'de, insanların bildiği mâna ile, toprağa bağlı büyük ak-
siyon, ihtilâl ve inkılâp, daha açık bir (perspektif) kazan-
maktadır.
Nuh Tufanından sonra onun üç oğlundan üç kol halin-
de üreyen insanlık, topyekûn zaman ve Mekânın Peygam-
berine kadar en büyük Resulü Hazret-i İbrahim'de buldu.
Mukaddes sancağı, ikinci oluşun başında teslim alıp, bir sa-
hipten öbür sahibe ve nihayet aslî sahibine devredecek olan
İbrahim Peygamber, Irak bölgesinde, Fırat kıyılarını süs-
leyen Bâbil şehrinde... Nemrud'un hüküm sürdüğü diyar...
Sarayının en yüksek kulesine çıkıp oradan göğe ok çekecek
ve mecnun hayalince Allahı öldürmeye kalkışacak derecede
deli nefsinin esiri Nemrud, tarihin en büyük küfür heyulala-
rından biri... «Biri» diyoruz; zira Musa Peygamberin karşı-
sında Firaun'u, İsa Peygamberin karşısında Roma kayserle-
rini, hele Kâinatın Efendisine karşı çıkanları düşünecek
11
olursak, Nemrud'a tarihin en büyük küfür heyulası diyeme-
yiz.
ibrahim Peygamber, içinden geldiği, türlü (plâstik) na-
kışlarla süslü toplum ve karşısında bulduğu korkunç küfür
heyulası, mutlak inkılâbının cemiyet ve fert halinde her şar-
tına maliktir.
İbrahim Peygamber büyük aksiyonuna babasından baş-
lıyor. Dükkânımsı bir yerde taştan putlar yapıp satan baba-
sının atölyesine giriyor ve putlardan bir tanesini bırakıp
öbürlerini çekiçle kırıyor, paramparça yere seriyor.
Babası dehşet içinde Hazret-i İbrahim'e soruyor:
—Kim yaptı bu işi?...
Hazret-i İbrahim, sağlam bıraktığı putu işaret ediyor:
—ݺte bu!
—Nasıl olur; taştan bir heykel öbürlerini nasıl parça-
layabilir?
—Ya sen, öbürlerini parçalayabilecek kadar güç sahibi
olmadığını bildiğin bir taş parçasına ilâh diye nasıl tapar-
sın?...
İbrahim Peygamber bu noktaya en ulvî nefs muraka-
belerinden geçerek gelmiştir.
En'âm Sûresinin 75, 76, 77, 78 ve 79 uncu âyetleri onun
bu murakabesini anlatır:
«— Yakin yoliyle bilmesi için İbrahim'e göklerin ve
yerin hükümranlığını gösteriyorduk.»
«— Geceleyin bir yıldız görmüştü. (Dşte benim Rab-
bim!) dedi. Yıldız batınca da (batanları sevmem!) diye
söylendi.»
«— Ay'ı doğarken gördü. (Dşte benim Rabbim!) dedi.
Battığını görünce de (Rabbim beni doğruya erdirmeseydi
yemin ederim ki, sapıklardan olurdum!) dedi.»
«— Güneşi doğarken görünce (iste Rabbim; bu hep-
sinden büyük!) dedi. Güneş de batınca dedi: (Ey milletim,
ben Allaha ortak koştuklarınızdan uzağım!)
«— (Ben yüzümü, yeri ve gökleri yaratana çevirdim ve
doğruya yöneldim. Ben puta tapanlardan değilim!)...»
Ve Bâbil semalarında, evlerin çatışım zangırdatan ve
12
kapısını tokmaklayan, bir ses:
—Allaha tapınız; Bir de Münezzeh olana!... Putları de-
viriniz ve tepeleyiniz!
Bu, mutlak inkılâp çapında ayaklanmaya davettir; bü-
tün küfür âdetlerine, yaşayış şekillerine veda ve küflenmez
yeniye, onun yeni hayatına çağırma işaretidir; karşısında da
Nemrud vardır.
Nemrud'un emri:
—Büyük bir ateş yakılsın! Allahtan haber getirdiğini
iddia eden bu adam da orada yakılıp kül edilsin!...
Odunların arasından yılanlar gibi helezonlar çizerek fış-
kıran alevler... Meydanı geceye çeviren duman... İbrahim
Peygamber ateşin üstünde... Birden, alevler, tek kumanday-
la yere çöken bir katar deve gibi kısılıverdi. Sanki bir cam
mahfaza altında gül rengi veren bir ışık... Harlı ateş, gül yı-
ğını... İbrahim Peygamber, orta yerde, dudaklarında İlâhî
kudrete hayranlık ilân eden bir tebessümle bakıyor.
Odun yığınından indi ve gökleri saran dehşet naraları
ve paralayıcı çığlıklar içinden geçerek, ardında müminlerden
küçük bir dizi, Batıya doğru yol aldı.
Şam, öz ayaklariyle açtığı peygamber geçidi cenup yolu,
Mısır ve Ken'an illeri...
Oradan da Mekke ve Kabe...
Bakara Sûresinden, 127, 128, 131 inci âyet mealleri:
«— İbrahim ve İsmail, Kâbenin temellerini yükseltiyor-
du. (Rabbimiz, yaptığımızı kabul buyur, sen hem işitir, hem
bilirsin!) dediler.»
«— (Rabbimiz, bizi sana teslim olanlardan eyle! Soyu-
muzdan da, sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir! Bize
kulluk yollarını göster! Tövbemizi kabul et! Çünkü tövbele-
ri kabul eden sonsuz merhamet sahibi ancak sensin!)...»
«— Rabbi ona (teslim ol!) deyince (Âlemlerin Rabbine
teslimim!) cevabını vermişti.»
Allahm Evini, Âdem Peygamberden sonra ikinci defa bi-
na eden ve üçüncü ve peygamber eliyle sonuncu binayı, Kâi-
nat binasının, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Son Peygam-
13
bere devreden Hazret-i ibrahim, Resuller ve Nebiler boyunca
mutlak inkılâp timsallerinden ikinci dereceyi belirtir.
HAZRET-D MUSA
Arada, kavminin üstüne, İlâhî iradeyle gökten taş yağ-
dıran Lût Peygamber...
Araf Sûresinden 80 ve 81 inci âyetler meali:
«— Lût'u da gönderdik. Milletine (dünyada sizden önce
hiçbir ferdin yapmadığı kötülüğü mü işliyorsunuz? Siz ka-
dınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz! Elbette
çok aşın giden bir kavimsiniz!) dedi.»
Ve işte bu kavim, gökten üzerilerine yağan taşlar altın-
da silinip gitti. Ve yeryüzüne getirdikleri, hayvanlarda bile
görülmedik şenî âdetten izler kaldı.
Hazret-i ibrahim'in, kardeşi Lût Peygamberi takip eden,
iki oğlu İsmail, İshak, ardlarından Yakup, Yusuf, Eyyub ve
Şuayb Peygamberler... Hepsi de İlâhî memuriyetlerinde
«mutlak inkılâp» bayraktan... Ama aksiyonları ve toplumla-
riyle «haşr ü neşr»leri, toprak üstü manzarasiyle, öbürleri
derecesinde bir kaynaşma göstermiyor ve daha ziyade içte
cereyan ediyor. Şuayb Peygamberin, ırmakları kaynar su ha-
line getiren bedduası müstesna, insan kalabalıklarını fıkır-
datıcı soluk, bunlarda aynı keskinlikle dışarıya dönük de-
ğil...
Büyük hamle, resuller derecesinde üçüncü, Hazret-i Mu-
sa'da...
Yakup Peygamberden gelen «Dsrail» isminin çerçevele-
diği topluluk Mısır'da hayli çoğalmış bulunuyor. Onlar, Ya-
kup ve Yusuf Peygamberler yoliyle gelen, Hazret-i İbrahim
şeriatindeler...
Mısır'ın yerlileriyse baştan başa puta tapanlardan...
Bunlar Firaunların esiri durumunda; İsrail oğullan da esir-
lere esir... En ağır işlerde kullanılıyorlar ve böyleyken boyu-
na çoğalışlarından Firaunlara kuşku aşılıyorlar... Firaunların
zulüm ehramlanna taş taşımaktan bel kemikleri öyle çöker-
14
mis ki, İsrail oğullarının eski yurtlan Ken'an illerinin rüyası-
nı görmekte ve kendilerini Mısır'dan çıkarıp o vâdedilmiş
toprağa iletecek kahramanı beklemekteler... Onlar Yakup
Peygamberin oniki oğlundan gelme oniki «sabt-soy kolu...»
Ama, ezelî seciyeleri gereğince aralarında birlik yok... Bir
başa muhtaçlar...
Kâhinlerin Firaun'a sözü: «Dsrail oğullarından doğacak
bir çocuk, senin tahtını başına yıkacak!»... Emir: «Bütün
yeni doğanlar ve doğacaklar öldürülsün!»... Çocuk katliâmı...
Annesi Musa Peygamberi bir sal üzerine yatırıp Nil'e bıra-
kır... Sal sarayın önünde... Firaun'un karısı çocuğu görür...
Göz kamaştırıcı güzellik... Âşık... Saraya alır... Türlü süt-
neneler... Yavru Peygamber hiçbirinden süt emmez... Anne-
si sarayın kapısında: «Ben sütneneyim. Emzirilecek yavru-
nuz var mı?» Hemen alırlar. Çocuk, delikanlı ve nihayet genç
Musa Peygamber...
Bir gün sokakta gezerken bir Mısır yerlisinin İsrail oğul-
larından birini dövdüğünü görüyor. Döveni bir yumrukta ye-
re seriyor. Adam ölü... Bir dedikodu: «Bu genç ne diye İs-
rail oğullarını koruyor? Niçin onlarla temasta?»... Musa Pey-
gamber Mısır'dan kaçıyor, Medyen'e gidiyor, orada Şuayb
Peygamber'in kızlarından biriyle evleniyor ve 10 yıl kalıyor.
Bu 10 yıl içinde tevhid dini üzerinde ibadet, iç murakabe ve
Mısır'a gidip insanları hak dine çağırma ve İsrail oğullarını
kurtarma hamlesi... Büyük hareket başlıyor.
Mısır'a giderken Tür dağında kendisine bir ağaçtan İlâ-
hî hitap... Artık sıfatı «Kelîmullah - Allah ile konuşan»dır;
ve müstakil şeriat sahibi Resul olmaya namzed...
Mısır'da büyük kardeşi ve bağlısı Nebî (müstakil şeriat
sahibi olmayıp da Resule bağlı Peygamber) Harun ile bu-
luştu.
Büyük İhtilâl çapında mutlak inkılâp hamlesinin ilk ba-
samağı Firaun'a teklif:
—Seni hak dine davet ederiz!
—Hak din ne demek?
—• Âlemlerin Rabbini doğrulamak... Yalnız ona kulluk
etmek...
15
—Âlemlerin Rabbi nedir?
—Yerlerin ve göklerin ve bütün yaratıkların Rabbi...
Âlemlerin Rabbi...
Firaun, öfkeden çılgın:
—Mısır'da benden başka rab yoktur! Eğer benden baş-
kasını tanırsan seni zindanda çürütürüm!
—Ülkende bulunan israil oğullarını serbest bırak!...
Onlan alıp cedlerimizin eski vatanı Ken'an illerine göçelim...
Ve Hazret-i Musa asasını yere bıraktı. Kalınca değnek
parçası, bir anda müthiş bir ejderha... Korkunç gözlerini Fi-
raun'a dikmiş, atılmak üzere...
Firaun korkudan donmuş:
—Düşünelim!... Sonra karar verelim!...
Sarayda toplantı:
—Kâhinlerin haber verdiği çocuk bu olmasın?...
—O dehşetli bir sihirbaz... Sihirle kalbinize işleyip Mı-
sır hükümetini eline almak sevdasında...
—Ne yapalım?
—Her tarafa münadiler çıkarıp Mısır'ın en usta sihir-
bazlarını toplayalım, onu imtihana çekelim, büyüsünü boza-
lım!...
Büyük meydan yeri... Bütün Mısır orada... Ortada bir
boşluk ve tahtında Firaun... Bir alay sihirbaz ve elinde asası,
tekilasına Hazret-i Musa... Sihirbazlar ellerindeki ipleri ve
değnekleri küçük yılanlar haline getirmişler, hoplatıyorlar
ve Musa Peygambere zafer edasiyle bakıyorlar... Asa yer-
de... Kocaman bir ejderha... Küçük yılanları bir bir yutu-
yor... Ve ortada ne ip, ne değnek... Muazzam mucize... Kâ-
hinler dizüstü, Peygambere boyun eğmekte:
—Senin ilâhına inandık, sana teslim olduk!
Firaun'da gazap, yakıcı... Apar-topar sarayına dönüyor,
vezirler halkasının ortasına geçiyor. Türlü fikirler:
—Bu adama fazla meydan veriliyor!
—Halkın inançlarını çelebilir.
—Soydaşlariyle memleketten çıkıp gitmesine izin veril-
se fena olmaz.
16
—Hayır; memleket içinde tutulup göz önünde bulundu-
rulsa daha iyi olur!
Firaun, artık kahramanları etrafında kenetlenme belir-
ten İsrail oğullarının Mısır'dan çıkmalarına biraralık razı...
Sonra cayıyor ve onlan sıkı bir çember altında tutmayı dü-
şünüyor. İsrail oğullarının gözü ise Ken'an illerinde... Ya-
maçlarında saffet misali kuzulann otladığı, berrak sulann
sakıdığı, zeytin ağaçlarının sıralandığı «vâdedilmiş toprak»
larda...
Musa Peygamber, Mısır'ı içinden düşüremeyince üstün
inkılâpçı edasiyle hareket plânını düzenledi. Oniki kolu ay-
rı ayrı tertipledi, harekete hazır duruma getirdi ve bir gece
yansı işareti verdi:
—Denizin şimal ucu istikametinde hareket!...
Oniki kafile halinde yola çıktılar... Vaziyeti haber alan
Firaun da, askerleriyle, arkalarında... Deniz kenarında İsra-
il oğullarını tuttu. "
«Mutlak inkılâp» davranışının bundan ötesi, bütün re-
suller ve nebiler boyunca olduğu gibi, insan takatinin ötesin-
de ve doğrudan doğruya İlâhî iradenin tasarrufunda...
Hazret-i Musa, mucizeler miknatısı asâsiyle suya vurdu.
Yarılan deniz ve açılan oniki yol... Her yol, onikilerden bi-
rine mahsus... 12 bölümlü İsrail oğullan, başlarında Hazret-i
Musa, bu yollara daldılar ve ilerlediler. Arkalarından deh-
şetle bakan küfür kibirlisi Firaun da aynı yollara daldı. İs-
rail oğullan karşı kıyıya geçerken gerilerde kavuşan sular,
boğulan Firaun ordusu ve bizzat rablik iddiasındaki Fi-
raun...
Mucizenin bu derecesi önünde bile, ruhunun menfi kut-
bunu altedemiyen İsrail oğullarından bir topluluk, yolda uğ-
radıkları bir kabilenin öküz biçimli putlannı görünce kendi-
lerini ona kaptırmaktan geri kalmadılar; ve aralanndan, ile-
rideki Yahudi dölünü mayalandıracak olan kötülük kolunun
ilk işaretini verdiler:
—Yâ Musa, dediler; bize de böyle şekli ve biçimi olan
bir tanrı bul!
Münezzehlerin münezzehi ve mücerretlerin mücerredi
17
thtilâl/2
mutlak zatı anlamayan ve kaba müşahhasta kalan Yahudi-
den ilk alâmet...
Hazret-i Musa bu teklif karşısında köpürdü, onları en
acı şekilde nankörlük ve cahillikle suçlandırdı ve Kudüs is-
tikametinde yola sürdü. O zamanlar o havzada halka musallat
birtakım cebbarlar hüküm sürdüğü için, yollarını açmak ve
yurtlarına yerleşebilmek üzere bunlarla cenke tutuşmak ge-
rekiyordu. Buna da karşı koydular:
— Biz cebbarlarla muharebe edemeyiz!
Dediler ve geri kaldılar. Hazret-i Musa da onlara gücen-
di, beddua etti. İçlerinde Yahudi tohumunu taşıyanlar, Pey-
gamberlerini kırdıktan sonra, uçsuz bucaksız çöl, Tih Sahra-
sına düştüler ve orada 40 yıl, şaşkın ve perişan, yaşadılar.
Böyleyken İlâhî rahmet onlara gökten «Kudret Helvası»nı
yağdırdı ve «Selva» dedikleri bıldırcınları indirdi. Bu nimet-
ten de tez vakitte bıktılar, sebze istemeye başladılar.
Mutlak inkılâp sahibi yüce Peygamber bu defa yolunun
büyük engeline kavminde şahit oldu ve Tûr'a çekildi. Kırk
gün Tür dağında kalvet ve ibadet... Vasıtasız olarak Allahın
kelâmına ve dört büyük İlâhî kitaptan ilki, Tevrat'a muha-
tap oluş...
Dönüşünde gördü ki, Harun Peygambere emanet ettiği
kavmi, sâmirî adlı bir münafığın telkiniyle, Mısır'dan getir-
dikleri altunları eritmiş, ondan buzağı şeklinde bir put dök-
müş, ona tapmaya başlamıştır.
Hazret-i Musa'nın eli Harun Peygamberin sakalında:
—Bu ne hal?... Nasıl engel olamadın?
—Ne yapayım; dinlemediler! Az kaldı beni öldürecek-
lerdi.
İsrail oğullarında şimdi de tövbe ve istiğfar... Tevrat
gereğince amel... Müstakil şeriat... Resul...
Geçen yıllar... Çölde yetişen yeni ve temiz nesiller...
Cebbarlarla cenk, galibiyet ve Şeria nehrinin doğu tarafına
yerleşme...
Hazret-i Musa Şeria kıyılarında yüksek bir dağa çıkıyor;
ve asasına dayanarak, oradan İsrail oğullarına vâdedilen
Ken'an diyarım seyrediyor.
Hazret-i İsa'ya kadar, İsrail oğullarından birçok pey-
gamber gelecek, hepsi de Hazret-i Musa'nın şeriatiyle amel
edecek, Hazret-i İsa'da yeni bir şeriat doğacak, o da ebedî
yeniye devredilmek üzere, zamanın çarkları dönüp gidecek-
tir.
Şeria kıyılarındaki dağdan Ken'an ilini seyreden Hazret-i
Musa, vâdedilmiş toprağın fâtihi, mutlak inkılâp yolunda
en ileri dört Resulden üçüncüsü...
HAZRET-D İSA
Avrupalının «Küçük Asya» dediği Anadolu'yu bir at ka-
fasına benzetecek olursak onun kulaklarını Kafkas dağların-
da, boynunu da Suriye ve Filistin çizgisi üzerinde bulabiliriz.
Ağrı dağından Mezopotamya'ya inen, oradan Urfa yoluyla
Şam'a kıvrılan, oradan da Filistin istikametinde caddeleşen
ve hem ilk hem de son hedefini Kabe noktasında düğümle-
yen bu yol, peygamberler geçididir. Peygamberler geçidi ve
insanlığın nefes borusu... Kalb noktası daima Mekke...
Avrupalı hesabınca 20 asır evvel perişan bir insanlığın,
uçları kurşunlu kamçılar ve atlan sorguçlu harp arabalariy-
le, itile kakıla, ezile, çiğnene sürüldüğü yol... Bu yolda, gö-
rünürler dünyasını kuşatan madde haşmetinin, görünmezler
âlemine bağlı ruh saltanatını fâni bir manivela oyuniyle esir
etme tecrübesinden ayak, nal ve tekerlek izleri...
İnsanlığın nefes borusu diye gösterdiğimiz bu yoldan ni-
ce resuller ve nebiler geçmiş, mutlak inkılâp soluğunu her
tarafa yaymış, gözü madde nakışlanndan ötelere çevrili, İs-
rail oğullan adiyle bir insanlık yuğurmuş, ama tez zamanda
bu münezzeh soyun menfî kutbunu dölleştiren gaye ve dâva
haini Yahudi tipine de meydan açılmış; başlarda harp ara-
bası imparatorluğu Âsûr'un pestil haline getirdiği bu ırk,
nihayet madde haşmetinde en korkunç örnek, dış dünya dü-
zenleyicisi ve (plâstik) plân nizamlayıcısı putperest Romalı-
nın eline düşmüştür. Ortada, İsrail oğullannın ulvi gerçeğini
kaybeden, ruhunu yitirdiği bir takım kalıpların tekerlemeci-
18
19
si, içi çürük ve dışı müdafaasız, kara takkeli ve cübbeli Ya-
hudi tipiyle, madde düzeninde müthiş bir hâkimiyet, fakat
ruhta tam bir mahrumiyet heykeli, mızrağı ve miğferi pırıl
pırıl Romalıdan başka kimse yoktur; ve işte bu Yahudi tipi,
dört ayağı üzerinde yere kapanmış, Romalı da elinde kılıcı,
ayağını onun sırtına dayamış vaziyettedir.
Bu madde tasallutuna karşı hiçbir mukabil madde mü-
dafaasına mecal gösteremeyen, sağa sola dağılıp topluluklar
içindeki boşluk noktalarında yuvalanma fikrinden gayrı bir
(strateji) hesabına girişemeyen Yahudi, bütün ümidini, ken-
disi için hayal, fakat insanlık adına gerçek bir rüyaya bağla-
mıştır:
— Mesih, kurtarıcı!... O gelecek ve Allanın seçkin mille-
ti Yahudiyi kurtaracaktır!
Evet, o gelecek, hem de Yahudilerin içinden geleceği
halde, İsrail oğullarına nispetle Yahudiliğin ne demek oldu-
ğunu büsbütün belli edecek, Yahudiler tarafından kabul edil-
meyecek, yalanlanacak, hattâ zina mahsulü olmakla suçlan-
dırılacak; ve Yahudilere, o gün bu gün, gizli (virüs)ler gibi
ayn ayrı milletlerin kan damarlarında karargâh kurmak ve
bir türlü birleşemeınek, yekpâreleşememek, milletleşememek
nasibinden başka bir şey düşmeyecektir. Fakat her milletin
ciğerinde mikrop torbaları haline getireceği tohumunu bütün
hususiyetleriyle korumak, üretmek ve yekpare bir hedef teş-
kil edip kolayca avlanma tehlikesinden uzak yaşamak usta-
lığını gösterecektir.
Ve işte şimdi gelen, mukaddes tevhid sancağını, doğru-
dan doğruya aslî sahibine, Kurtarıcılar Kurtarıcısına teslime
memur, teslimcilerin sonuncusu ye resullerin derecede dör-
düncüsü, babasız hak Peygamber Hazret-i îsâ...
Meryem'den babasız dünyaya gelen Hazret-i îsâ, karşı-
sında hemen, İsrail oğullarının fesat nesli Yahudiyi buldu.
Celil (Galile) gölünün kıyılarında Nasıra köyünde doğan Me-
sih, Meryem'in kucağında Yahudinin gözüne görünür görün-
mez, bir nâradır koptu:
— Meryez! Sen ne yaptın? Bu babasız çocuğu nereden
edindin? Baban fena adam değildi! Annen de fahişeliğe düş-
20
memişti. Sen çok fena bir iş işledin!
Ve eller, Yahudi elleri, bakire Meryem'i taşlamak üzere
havaya kalktı.
Meryem, kucağındaki nur çocuğu gösterdi:
—Cevabını o versin!
Dediler:
—Biz bir kundak çocuğuyle nasıl söyleşebiliriz?
—Söyleşirsiniz, sorunuz!
Ve dehşetler, haşyetler içinde gördüler ki, kundak çocu-
ğu konuşuyor:
—Ben Allanın kuluyum. Allah bana peygamberlik ver-
di ve kitap indirdi. Yerim neresi olursa olsun, beni mübarek
kıldı. Doğduğum, öldüğüm ve dirildiğim gün bana selâmet
versin!...
Yahudiler bu tecelli karşısında apışmış ve küçük dille-
rini yutmuş, ellerindeki «recm» taşlarım atış savuştular; fa-
kat zihinlerini törpüleyen zehir dolu suali hiç unutmadılar:
—Babasız çocuk hiç olur mu?
Ya babalı çocuk nasıl olurmuş; Âdem Peygamberin ba-
basız yaratıldığına inanan, Hazret-i îsâ'ya ille bir babadan
gelme mecburiyetini nasıl biçebilirmiş; ne düşünen, ne so-
ran!...
Hazret-i İsa'yı Meryem'in kucağında, Mısır'a yol alırken
görüyoruz. Orada, 12 yıl kalıyorlar ve sonra Nâsıra'ya dönü-
yorlar. Artık otuz yaşına kadar, Nâsıra'da kalacak ve sonra,
kendisine indirilen İlâhî Kitap «Dncil» ve yepyeni bir şeriat-
le insanlığa resul olacak...
O sıralarda ve resullüğünden önce, Hazret-i İsa'nın ya-
nında, Musa Peygamber şeriatiyle amel eden bir nebî... Yah-
ya Peygamber... Bu nebî hıristiyanlarm diliyle (vaftiz)cidir;
yani insanı okunmuş bir su ile yıkayıp dine bağlayan... Haz-
ret-i İsa'dan 6 ay büyük, Batı tarihlerine göre çekirge ile ya-
ban balı yiyerek yaşayan, elbise yerine postlara bürünen bu
nebî, her ân bekledikleri Mesih'in sokak sokak, kapı kapı
münadisi... İsa Peygamberi de (vaftiz) eden, ona resullük
gelince artık kaldırılmış Musa Peygamber şeriatini bırakıp
Hazret'i İsa'ya bağlanan Yahya Peygamber, bazı tarihçilerin
21
hayal ettiği gibi Hazret-i isa'ya üstadlık etmemiş, onu bek-
leyenlerin biri olarak ümmetinden peygamber rütbesinde bir
fert kalmış; ve nihayet sadece Yahudi hışmiyle zindanda kel-
lesini vermiş ve kanlı başı, Yahudi Kralı (Herod Antipas)ın
evlenmek isteyip de buna Yahya Peygamber'in karşı çıktığı
fettan kadın (Salome)ye sunulmuştur. (Salome) Kral (He-
rid)un öz kardeşinden olma yeğenidir ve bu izdivaca Hazret-i
Musa şeriatinde izin varsa da yeni şeriatte cevaz yoktur. Yah-
ya Peygamber, bağlandığı yeni şeriat ölçüsünde bu birleş-
meye «olamaz!» demiştir.
Şimdi İsa Peygamber, Filistin ufuklarını bir bir aşıyor
ve onlara «încil» hükümlerini bildiriyor:
«— Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle toplanmayan-
lar dağıtır.»
Dört «încil» nüshasından hiçbiri gerçek «bir»in kendisi
olduğunu iddia edemeyeceğine ve Kur'ândaki Allah tarafın-
dan mahfuz mutlakıyet önünde incil'in kaybedilmiş bulun-
duğu riyazi bir gerçek belirttiğine göre, yukarıdaki cümleyi
bir âyet meali değil, Isa Peygambere atfedilmiş güzel bir söz
kabul edebiliriz ancak...
Her resul gibi mutlak inkılâpçı Hazret-i Isa, derecesinin
melekiyette üstün olması sebebiyle, göze, toprağı fıkırdatan
bir aksiyon sermez; sadece eritici ve eski Yunan tapınakla-
rından kıvrılıp Roma'ya ulaşıcı ve onun tunç âbidelerini kız-
gın güneş altında kardan adamlar haline getirici bir iç soluk
belirtir. Öyle bir soluk ki, kendisi göğe çekilip alındıktan
sonra büyük ihtilâlini havarileri vasıtasiyle yerine getirecek,
fakat bu yerine getiriş hiçbir zaman toprak manzaralı bir
ihtilâl oluşu arzetmeyecek, hep mazlumluk plânında ve içte
cereyan edecek, nihayet Hazret-i isa'dan 3 asır sonra, içten
kavlaştırdığı Roma'yi birdenbire alevlere boğup devlet dini
oluverecektir.
Hazret-i Isa, beşeri kemal yanında melekî kemalde üs-
tün yaratılışı gereğince, hep o eritici soluğunu üfledi, hasta-
ları tek temasiyle sağlığa kavuşturdu, körlerin gözünü açtı,
ölüleri diriltti, su üzerinde yürüdü ve daha nice mucize gös-
terdi ama kendisine, biri hain, 12 kişiden başka kimse inan-
madı.
22
Onikilerin başında (Petros - Piyer) ve sonradan, (Pavlus-
pol) vardır. Şu, hıristiyanların (Sen Piyer) ve (Sen Pol) de-
dikleri... Bunların, hep mazlumluk plânında ve içte geçen ve
bu bakımdan toprak üstü büyük harekete zemin açamayan
aksiyonları ayrıca ihtilâl çerçevemize giremez ve Hazret-i
İsa'ya ait soluğun fiile aktarılmış, mazlum müdafaası sevi-
yesinde kalır. Hele (Saul) isimli, yüzünün bir tarafı felçli,
korkunç ve mecburî bir sırıtış sahibi (Pil), Kâinatın Efendi-
sine kadar hak ve münezzeh Isa dininin ilk tahrifçisi olmak
ve Hazret-i İsa'yı Alllaha ortak koşarcasına büyütmek, Alla-
hın oğlu saymak gibi bir şüphe altında öyle bir Yahudi tipi-
dir ki, eğer hikâyesi ihtilâl mevzuuna girebilseydi, bahsini
uzatmaya ve macerasını anlatmaya değerdi. Hazret-i isa'yı
görmeksizin ve çölde yol alırken babasız hak Peygamberin
gökten ona, şimşekli ışıklar içinde tecellisiyle emir alarak ha-
varilere katıldığı iddia edilen bu hasta adam, Roma'da öldü-
rüleceği zaman ayaklarından asılmasını isteyecek kadar (mis-
tik - sırrîj bir ruh burkuntusu içindedir ve büyük ihtimalle,
arkadaşı (Sen Piyer)le beraber, Hazret-i isa'nın münezzeh
olduğu (Katolisizm - Katoliklik) mezhebinin bütün abeslerini
getiren insandır.
Üçüncüsü, yani havariler arasında görünüp Yahudilik
adına casusluk ve tuzak kuruculuk rolündeki, gaye ve dâva
haini (Yuda)... İsmi, her nerede ve ne şekilde olursa olsun
mücerret hiyanet ve ihanete ve topyekûn Yahudi milletine
«alem - işaret» teşkil eden denaet ve şenaat remzi bu adam,
«insanoğlu alçalınca nereye kadar alçalabilir?» sualine cevap
teşkil edebilecek, tarihte üç beş adamdan biridir ve doğru-
dan doğruya Yahudinin, Yahudiliğin ruh kumaşına misaldir.
Bir masa... Etrafında 12 havari... Ortada Hazret-i İsa...
Gece... Duvarda çıralı meşaleler yanıyor. Hazret-i Isa, mu-
kaddes başının etrafında (Rönesans) ressamlarının hayal et-
tiği gibi değil de, göze görünmez ilâhî nurdan bir hâle, konu-
şuyor:
— Bu gece, sabaha doğru, horoz ötmeden, aranızdan bi-
ri beni ele verecektir! Beni inkâr edecek ve küçük bir men-
faate satacak!...
23
Öyle oldu. (Yuda), Romalı valiye giderek, hani harıl
aranmakta olan Resulün yerini haber verdi. Yanlışlıkla bir
başkası tutulmasın diye de şöyle bir yol gösterdi:
—Meclislerine girdiğim zaman kime doğru ileriler, onu
kucaklar ve öpersem îsâ odur!
Zifirî karanlıkta, önlerinde Yuda, kargılı Roma askerleri
İsa Peygamberi tutmaya gidiyorlar... (Yuda) içeri girip, te-
vekkülle kaderin tecellisini bekleyen Hazret-i İsa'ya sarılıyor,
onu öpüyor ve Romalı askerler içeriye dalınca, şu yüzden
veya bu yüzden, doğrusu Allahın, kulu ve Resulü Hazret-i
İsa'yı saklaması yüzünden (Yuda)yı tutuyorlar... (Yuda) avaz
avaz, çırpına çırpına «ben o değilim!» diye çığlığı basıyorsa
da aldıran olmuyor. Gece, birtakım canilerin üstlerine ge-
rilmesi için hazırlanmış olan çarmıhların yanına Isa diye
(Yuda)yı sürüyorlar, çarmıha geriyorlar ve ellerinden ve
ayaklarından çiviliyorlar... Böylece (Yuda), İsa Peygamberi
tanıtmakta bir yanlışlık olmasın derken, İlâhî ferman asıl
yanlışlığı onda gösteriyor ve herkes yüzü gözü kan içinde ve
tanınmaz biçimde (Yuda) yerine Hazret-i İsa'nın asıldığım
sanıyor.
Allahın sadece kulu ve Resulü Hazret-i İsa'yı, İdris Pey-
gamber misali, göğe kaldırılmış ve haklarında asla «Dsevî»
tabirinin kullanılmaması gereken hıristiyanlara, onun, ken-
disini insanlığa feda ve kurban ettiği şeklinde bir masal bı-
rakılmıştır. İnsanlığı kurtarmaya gelen bir resulün, hastayı
tedaviye koşan bir doktor gibi, nefsini feda ve kurban etme-
ye ihtiyacı yoktur. Böyle bir zan, Allah tarafından teyidli bir
Resul'e, başka bir çare bulamadığı ve kurtarıcılık kudretine
gücü yetmediği gibi bir zaaf ve eksiklik isnadı olur ve çıksa
çıksa Resulü ve resullük şanım inkâra çıkar.
Mutlak inkılâp yolunda, nefesi içten harekete geçen ve
tenzihçi havarilerinin de aynı usulle gidişini ve bu gidiş so-
nunda koca bir imparatorluğu devirişini gerektiren Hazret-î
İsa'yı böyle anlamak lâzımdır.
O, mutlakların mutlağı inkılâbın ebedî sahibini, tahrifli
İndilerde ismi çizilmiş olarak haber vermiştir:
—Benden sonra (Paraklitos Ahmed) gelecek ve bütün
düzenleri yerli yerine oturtacak, kâinat nizamını tamamlaya-
cak...
KÂDNATIN EFENDDSD
Mutlak mânada inkılâbın en büyük bir erişilmezi Kâina-
tın Efendisinde olduğu gibi, şu veya bu fikir uğruna basit ce-
miyet kaynaşma ve dalaşmalarından münezzeh, en keskin ih-
tilâl çizgileri de yine O'nda...
•
Gökten toprağa inici mutlak inkılâp ifadesi içinde, top-
raktan göğe sıçrayıcı muazzam ihtilâl...
•
Nasıl her şey, topyekûn kâinat, küllî ve cüz'î her varlık
O'na verilmiş, O'nun yüzü suyu hürmesine vücut bulmuş, ni-
zamım O'nun getirdiği ölçülerde bulmuşsa, mücerret ve mut-
lak mânasiyle inkılâp ve ihtilâl de, esasını, usulünü, siyase-
tini, tabiyesini, ruhunu, ahlâkını O'na borçludur.
•
Mutlak inkılâp ve münezzeh ihtilâl bakımından Kâina-
tın Efendisini üç devre içinde görmeye çalışmalıyız: Hicre-
te kadar çile devresi... Mekke'nin fethine kadar büyük dav-
ranış çığırı... Veda Haccına kadar kâinat çapında oluş mer-
halesi...
«— EY ÖRTÜLERE BÜRÜLÜ NEBÎ, KALK VE İNSAN-
LARI UYAR!»
İlâhî vahyin heybet ve ürpertisi içinde, her zerresi fıkır-
dayan, fert oluşunun zirve noktasına yükseltilmenin haşyeti-
ni yaşayan, bu haşyet yüzünden bir ân döşeğine mıhlanıp ka-
lan ve örtüler altında titreyen Resuller Resulüne Allahtan
emir:
— Kalk ve insanlığı kurtuluşa çağır!
24
25
Bu emrin sonsuz derin mânasında işaret:
—Kalk, içinin haşyetini yen, kapını meydan yerine aç,
ortaya çık, inkılâbını çat ve ihtilâlini yap!
•
—Allah bir, Allah bir!'
Bu bir iniltidir, haykırıştır, çığlıktır. Habeşli Bilâl adın-
da bir kölenin, boynunda ip, çocukların ellerinde, dağdan in-
me bir canavar gibi sokak sokak sürüklenir veya kızgın kum-
lara yatırılıp çıplak karnına ateş mahfazası bir değirmen taşı
yerleştirilirken çıkardığı ses:
—Allah bir, Allah bir!
•
Mekke... Safa tepesi... Tepenin üstünde, gong gibi, vu-
rulunca bütün beldeyi tunç ürpertilerine boğan bir âlet... Fa-
kat olur olmaz zamanlarda bu âleti tokmaklamak yasak...
Ancak bir felâket zamanında, dağdan sel iner, toprak kayar,
yangın olur, baskın haber alınırsa vurulabilir.
Allah Resulü emir buyuruyorlar:
—Gidiniz ve tuncun üstüne tokmağı indiriniz!
Mekke seması tunç ihtizazlarına boğulmuş... Koşan ko-
şana... Herkes Safa tepesinin eteklerinde... Tepede, Allahm
sevgilisi, muhteşem bir vekar ve heybet edasiyle dimdik...
Elleriyle, mahrut şeklinde, zirvesi göklerin esrarını nişanla-
yan dağı gösteriyorlar:
—Ben size, şu dağın tepesinde bir düşman var, Mek-
ke'ye inmek üzere; çoluğunuzu çocuğunuzu kesecek, ırzınıza
çullanacak, malınızı yağmalayacak desem bana inanır mıy-
dınız?
Her ağızdan tek ses:
—inanırdık! Sen yalan söylemezsin! Lâkabın «Emin»
dir!
—Öyleyse şuna da inanın! Ben Allahm Resulüyüm ve
sizi Kıyamet Gününün dehşetiyle korkutmaya memurum!
Hakikate sadakat ve onu ifadedeki samimiyet derecesi-
nin bu akıl ötesi tecellisine karşı, O'nun ömründe bir kere
bile yalan söylemediğini bilenler, yere kapanacakları yerde
sırtlarını çeviriyor ve «bizi bunun için mi çağırdın?» diyerek
alay etmeye başlıyorlar.
Bu sahnede, mutlak inkılâbın, metod, (strateji), iman
ve ihlâsından ikinci bir misali olmayan çarpıcı bir tesir var-
dır.
•
Eski Roma soylularından bir çoğunun, putperest hâkim-
ler huzurunda muhakemeleri yapılırken «kimsin, nesin, ne-
relisin?» sualine hep tek kelimeyle «ben bir îsevîyim!» diye
cevap vermelerinde olduğu gibi, «müslüman!» dediği için bir
vuruşta öldürülen ilk kadın şehit cariye... Ve seri seri maz-
lum...
•
Varlık Nuru'nun kapısında kan lekeleri, yolunda diken-
ler, ısırganlar... Kabe önünde namaz kılarken secdeye var-
dığı ân sırtına oturtulan hayvan leşi ve buna da sabır ve ta-
hammül...
Bunda da mutlak inkılâp ahlâkından bir çizgi...
«
Üstüste âyetler:
«— Sana emredileni açığa vur!»
«— Oymağında yakın akrabandan işe başla ve onları Al-
lahm azabiyle korkut!»
Artık mutlak inkılâbın semavî fermanı tamamdır ve her
vasıtayla yerle gök arası ebedîlik binasını yükseltmenin za-
manı gelmiştir.
•
—Değil şu, bu, sağ elime güneşi, sol elime de kameri
verseniz ben yine dâvamdan dönmem!
Bu^ karşılık, O'na:
—Hastaysan dünyanın en büyük tabiplerini getirelim!
Gözün devletteyse seni Kureyş'in başına geçirelim; paraday-
sa deve yükü altunları ayağma serelim! Tek bu dâvadan vaz-
geç, dön!
Diyenlere cevabıdır.
Hak yolunda ciğeri inkılâp ateşiyle yanan herkes, dâva
26
27
sadakatini bu cevaptan öğrensin ve ondan bir zerrecik olsun
hisse edinmeve baksın!...
Nebîliğin beşinci yılı, mutlak inkılâbın sahibi, küfür çem-
beri içinde, Habeş illerine hicret...
Bu da usule ait inceliklerden biri...
•
Erkam'ın evi... Ah o genç ve güzel Erkam!... Mekke'nin
giriş kapısında bütün istikametleri kollayan evini Allanın Re-
sulü emrine vermiş ve Resuller Resulü karargâhını orada
kurmuştur. Dışarıdan gelecek insanları, balıklar gibi ağının
içine alacak dalyan noktası... Ve umumî hareket plânının
karargâh binası...
•
Kureyş ulularından Hazret-i Hamza, Allah Resulünün
amcası, avdan dönerken, yine oymak büyüklerinden Ebu
Cehl'in, önünden geçen Varlık Tacı'na sövüp saydığını ve
hiçbir karşılık görmediğini haber alır. Hemen yolunu o ta-
rafa çevirip elindeki ok yayını kâfirin tepesine indirir ve ba-
şını yarar. Henüz Islama gelmemiş bulunan Hamza, doğru,
yeğeni Resuller Resulüne gidip vakayı anlatır:
—Bunu senin için yaptım. Tesellini bul!
—Benim teselli bulmam, Ebu Cehl'i yaralamandan de-
ğil, senin İslama gelinendedir!
Ve Hamza'mn bir anda tutuşup Islama gelmesine yeter
bu söz...
Hamza tekrar Ebu Cehl ve Kureyş büyüklerinin karşı-
sında... îslâmı kabul ettiğine, putlardan döndüğüne ve Alla-
hı münezzeh bildiğine dair bir kaside okuyor.
Artık iş ciddileşmiş ve büyük kapışmaya meydan açılmış-
tır. O'nu öldürmek .ve tam tersinden anlayışlarınca Arap
bütünlüğünü çürütmeye başlayan fitneyi, bu yolla kaldır-
maktan gayrı çare yoktur. Kim olabilir, Hâşim oğullariyle
Kureyş'in öbür kollarım birbirine çullandıracak olan bu işi
üzerine alabilmesi mümkün yiğit?...
Yeryüzünün, Resuller ve nebilerden sonra en büyük ikin-
ci insanı (birincisi Hazret-i Ebu Bekir) Ömer... Onun, Allah
Resulünü nasıl öldürmeye gittiği, huzura hangi dönemeçler-
den kıvrılarak çıktığı, tek lâhzada nasıl imana geldiği, ilk
müminler arasında 40 inci sayıyı tuttuğu ve sesi ve gövdesiy-
le ne türlü şahlandığı malûm:
—Ne duruyoruz? Kendimizi büsbütün açığa vuralım!
Ve tekbir sesleri Mekke'yi inletirken, ona çipil hayret
gözleriyle bakan Kureyşlilere hitabı:
—Ömer müslüman oldu; «Şehadet ederim ki, Allah bir
ve M onun resulü!»
Ve kâbe hareminde, saf halinde ilk açık namaz...
İhtilâl başlamıştır.
•
Kureyş'te dehşet büyük... İlk tedbir: İçtimaî ve iktisa-
dî abluka... Kureyş'ten hiçbir fert Haşim oğullariyle, ister
mümin, ister putperest, temas etmeyecek... Bütün alım-sa-
tım ve değiş - tokuşlar yasak... Kızlarını almak da yok, kız
vermek de yok... Yalınız amca Ebu Leheb, şiddetli küfrün-
den ötürü, Haşimî olduğu halde karşı taraftan... Öbür am-
ca, müslüman olmadığı halde Allah Resulüne siper Ebu Ta-
lib ise, kendi ismini taşıyan mahallede ve muhasara çemberi
içinde... Başka semtlerdeki müslümanlar da öteberisini top-
lamış, Ebu Talib mahallesine taşınmıştır. Halis İsevîlerin,
eski Roma'da (katakomp) hayatından yeni bir örnek...
•
Allanın Resulü, mukaddes parmağiyle işaret eder etmez,
ay, iki şakk... Fakat, İbrahim Peygamber'in ateşi gül bahçe-
sine çevirmesi, Musa Peygamber'in denizi yarması, İsa Pey-
gamber'in de ölüyü diriltmesi karşısında yola gelmeyen kü-
für, hakkı nasıl doğrulasın... Allahın mühürlediği kalbi kim-
se açamaz ve hiçbir hadise döndüremez.
Mekke devresinin sonlarına doğru «Miraç» mucizesi...
Resuller Resulünün büyük ferdaniyetine ait bu mucize, doğ-
rudan doğruya toprak üstü inkılâp ve ihtilâl plânına uzak
olsa da, toplumda bulduğu akis ve cemiyete verdiği ders ba-
kımından, başlıca iman usulünü telkin etmiş olmasiyle mev-
zuumuzun içindedir.
Âyet meali:
28
29
«— Kulunu, geceleyin, Mescid - ül - Haram'dan, etrafım
mübarek kıldığımız Mescid - ül - Aksâ'ya, bazı âyetlerimizi gös-
termek için götüren Allahın sanı büyüktür; işiten ve gören
odur.»
Hadis meali: -
«— Geceleyin beni alıp gittiler!»
Mekke'den Kudüs'e, oradan göklere, tabaka tabaka yük-
sekliklere, nihayet asıl ve hayalin son durağı «Sidre-tül Mün-
tehâ»ya; ve o noktayı aşabilmesi imkânsız Cebrail'i geride
bırakıp tek başına, nur çağlayanı içinde İlâhî visal noktası-
na... Ve oradan dünyaya dönüş...
Sabahleyin en büyük sahabîlerden otuz kadarının keli
mesi kelimesine Allah Resulünden işittikleri vakıa ve ileride
gelecek nesillere imzaladıkları senet... Hiç kimsede hiçbir
itiraza mecal yoktur; ve Miraç hadisesi, ruhanî ve cismanî
olarak, evvelâ Mekke'den Kudüs'e kadar Kur'ân nassiyle, ora-
dan da tabaka tabaka sonsuzluk âleminedek Miraç hadîsiyle
sabittir.
Burada, biraz önce belirttiğimiz gibi, bir usul, iman usu-
lü noktası var:
Kâfirler, hadiseyi haber alır almaz «Sıddik-i Ekber: bü-
yük doğrulayıcı» Hazret-i Ebu Bekir'in evine koşuyorlar ve
mantıklarını öne sürüyorlar:
—Mekke'den Kudüs'e kadar uçtum, oradan göklere çık-
tım, tabaka tabaka yükseldim, birçok nebilerin ruhaniyet-
leriyle temas ettim, «Sidre-tül-Müntehâ»ya vardım, oradan
yalımzca ileriye atıldım ve Allah ile buluştum, diyor. Buna
da mı evet diyeceksin?
—Bütün bunları diyen kim...
—O!... Ms!
—O söylüyorsa doğrudur!
îşte metod!... O'ıiun söylediği her şey, hakikatin ta ken-
disi, hakikatten daha fazla hakikatin kendisi...
Bazı dar idraklerin, hele günümüzde tslâm bilgini geçi-
nen bazı mankafaların, İlâhî kudreti pazarlığa çekercesine,
Mirac'ı sadece bir rüya, ruhanî bir oluş farzetmeleri, Allah
Resulünü o gece yatağından çıkmamış göstermeye kalkışma-
lan ve en büyük sahabîlerce imzalı Miraç hadîsi dururken
bazı hadisler tedarikine çalışmaları en hafif tabirle ibişlik-
tir. Allaha inanan, ruh ve cisim birarada, Mirac'a da inanır,
Mirac'ı inkâr etmek mecburiyetiyse ancak çürük küfür man-
tığına uygun düşer.
•
Bazı Medine'li büyüklerin Mekke'de Allah Resulünü gö-
rüp İslama gelmeleri ve dönüşlerinde yakınlarını dine çek-
meleri Kureyş nasipsizlerini o kadar telâşa verdi ki, ticaret
ve dışariyle münasebet yollarının kesileceği korkusiyle, artık
ne yapıp yapıp, Allah Resulünü öldürmekten başka çare gö-
remez oldular. Fakat bu muazzam cinayeti tek kabileye yük-
letmemeki cin birkaç oymağın ortaklığını istediler, işi «kim
vurdu?»ya getirmek dilediler ve bir gece baskım düşündü-
ler. Allahın Resulü haberi Melekten aldı, yatağına Hazret-i
Ali'yi yatırıp evinden çıktı. Elinde bir avuç toprak, suikastçi
gölgelerin üzerine saçtı. «Yâsîn» sûresinde bir âyet, suikast-
çilerin nasıl hiçbir şey göremez olduklarını anlatır.
Hazret-i Ebu Bekr'i ziyaret... Beraberce hicret karan...
Yolda kâfirler tarafından takip... «Sevr» mağarasına sığı-
nış... Mağara kapısında, onlar içeriye girdikten sonra örüm-
cek ağı... Ve... Ve o mağarada, mutlak inkılâbın, fert ça-
pında, kâinata denk insan ruhu plânında, derinliğine gerçek-
leşmesi...
Hazret-i Ebu Bekr'e emir:
— Dizüstü otur, gözlerini yum, dilini damağına yapıştır
ve içinden, Allah, Allah, Allah diye zikret!
Bazı akılcı ahmakların dine sonradan ekleme sandıkları
tasavvuf işte oradan ve böyle başlar. Hazret-i Ebu Bekr'e,
Kâinatın Efendisince aşılanan ve gösterilen has oda sırrı...
Mutlak inkılâp, genişliğine, uzunluğuna ve derinliğine,
tam kemal ifadesiyle yürümektedir.
Medine birbirine giriyor. Çoluk çocuk, genç, ihtiyar, so-
kaklarda, damlarda, tümseklerde, tepelerde «Birini» gözlü-
yor. Bu «Biri», Allah'n insanlar içinde «bir» olarak yarattığı
ve öbür kullarına O'nun arkasından ve yüzü suyu hürmetine
hayat verdiği sevgilisi ve Resulüdür.
30
31
Çocuklar, mini mini çocuklar, henüz dilleri dönmeye baş.
lamış çocuk, zıplaya, hoplaya, sanki mânasını büyüklerde»
fazla biliyormuş gibi, sokak sokak haykırmakta:
—Allah'ın Resulü geliyor! Allah'ın Resulü geliyor!
Genç kızlar damlarda, delikanlılar giriş kapısında, ihti-
yarlar sokak başında hep O'nu beklemekteler... Medine'ye,
su, ışık, hava gibi, varken yokluğunu hissettikleri, diriltici
bir varlık sızıyor.
Bir haykırış koptu:
—Gölündüler, geliyorlar!
O ve en yakını «Büyük Doğrulayıcı» Ebu Bekr Medine'ye
girdiler. Allah Resulünün ayaklarına sarılanlar, devesinin yu-
larına yapışanlar, ağlayanlar, bağnşanlar:
—Safa geldin, ey Allanın Resulü!
Böyle yapanların hepsi müslüman değil... Akabe'de
Müslümanlığı kabul etmiş birkaç Medine'li ulu kişiden ve
onların İslama çektiği topluluklarından ötesi, sadece gelenin
büyüklüğünü sezen ve O'na düşmanlık duymayan selim duy-
gu sahipleri...
Allah Resulü etrafına soruyor:
—Beni sever misiniz?
Her ağızdan tek ses:
—Severiz, ey Allah'ın Resulü!
—Ben de sizi severim!
Ve her taraftan davet:
—Bizim eve buyur, bizim eve buyur, ey Allah'ın Re-
sulü!
Cevap:
—Devem hangi evin önünde durursa oraya ineceğim!
Deve, Neccar oğullarına ait boş bir arsada durdu, çö-
ker gibi yaptı, sonra birden doğruldu, yürüdü ve «Ebâ Ey-
yub-ül-Ensarî» Hazret-i Halid'in kapısı önünde çöktü.
Devenin ilk uğradığı yer, parası verilip satın alman Pey-
gamber Mescidine mahsus; ikincisi de bu Mescid ve bitişi-
ğindeki barınma dairesi yapılıncaya kadar, 7 ay müddetle ka-
lacakları Hazret-i Halid'in evi...
—Ey Allah'ın Resulü, yukarı katta misafir ol!
32
.— Niçin?
Üzerine vayh inen Allah Resulünün üstündeki oda-
larda oturamam!
Mescide, Medineli «Ensâr-yardımcılar» ve Mekke'li mu-
hacirlerle yanyana öz elleri üstünde kerpiç taşıdılar ve sa-
habîlerin:
giz taşıyalım, ey Allah'ın Resulü, sen mübarek elle-
rini zahmete sokma!
Seklindeki ricalarım kabul etmediler. Kerpiçleri taşır-
ken de, hayatlarında ilk ve son defa, bu taşıma işinin sevap
ve faziletine dair, şiire benzer kelime dizileri tertiplediler...
Zira O, hiçbir şürin ve şairlik mertebesinin ayağına bile ula-
şamayacağı, Allah'ın Resul ve Sevgilisi olmak makamındadır
ve şiir söyleyemez.
Medine'de aylar geçti; ve Allah'ın Resulüne her gün yi-
yecek ve içecek getiren «Ensâr» arasında, ileride büyük sa-
habî Enes bin Malik Hazretlerinin annesi, bir gün çocuğunu
bileğinden yakalayıp huzura çıktı:
—Ey Allah'ın Resulü! Medineliler her gün sana, sahîbi
bulundukları şeylerden hediyeler takdim ediyorlar... Benim-
se şu çocuktan başka hiçbir şeyim yok! Ben de sana şu 10
yaşındaki yavrumu takdim ediyorum. Hizmetinde bulunsun!
Bir ay geçmiş, geçmemişti ki, Medine havasının Mek-
ke'lilere iyi gelmediği görüldü. Hazret-i Ebu Bekr ile Bilâl-i
Habeşî Hazretleri sıtmaya tutuldular. Bilâl-i Habeşî, sıtma
nöbetleri içinde titredikçe, kendilerini Mekke'den çıkmaya
mecbur edenleri nefretle anıyor, onlara beddua ediyordu.
Allah Resulünün duaları:
—Yârabbi; bize Mekke gibi Medine'yi de sevdir. Bura-
da bize bereket ve geçim kolaylığı ihsan et!...
Hazret-i Ömer'in duası:
—Yârabbi; bana, yolunda şehitlik nasip et ve Resulü-
nün beldesinde can vermeyi mukadder eyle!
Evet; Nurlu Medine artık Peygamber beldesidir ve ciha-
nın ilk ve son defa gördüğü ve göreceği mutlak inkılâbın ka-
rargâh merkezi...
33
thtilâl/3
Artık Islâmın ikinci devresindeyiz. Oluş, şahlanış ve top-
yekûn insanlık üzerine ağını atış devresi bu çığır, Bedr Gaza-
siyle başlar ve Mekke'nin fethiyle kemale erer. Bedr ile baş-
layıp onunla kemale erer denilse de olur.
Bedr, İslâm aksiyonunun ilk vücuda geliş hareketi ola-
rak o kadar kıymetlidir ki, insanlığın Allah uğrunda Âdem
Peygamberden başlayarak İsa Peygamberin gökten inişine
kadar yaptığı ve yapacağı bütün mukaddesat savaş ve şahlan-
maları inbiklerden geçirilip de özü ve ruhu alınsa, herhangi
bir Bedr gazisinin çarığına denk tutulamaz. Bu nükteyi an-
layamayan ve Çanakkale şehitlerini Bedr kadrosiyle bir tu-
tan, İslâm şairi farzettikleri zata acımak lâzımdır.
Bedr, büyük ve ebedî İslâm aksiyonunun, her ferdi l
milyon kişilik 300 insan kadrosunda hiçbir kemmiyete sığ-
maz bir keyfiyet remzidir ve bir tanedir. Eşsiz, menendsiz,
misilsiz, benzersiz ve tek...
Gelmekte, yetişmekte ve gelişmekte olan yeni İslâm
gençliğinin bilmesi gereken inceliklerden ve iç mânalardan
biri de şudur ki, Bedr, büyük ve derin bir İslâm mütefekkir
ve âlimi olan merhum Ahmed Cevdet Paşanın kaydettiği gi-
bi, bir kervanı koğalarken «tesadüfen» meydana gelmiş bir
cenk de değil, önceden plânlanmış, zaman ve mekânı kollan-
mış ve saati geldiği görülmüş, küfrü toslama ve meydan ye-
rine çıkma hareketidir. Böyle olmasaydı Allahın Resulü, ta-
kibi haber alınca sahil yolundan Mekke'ye kaçan Ebu Süfyan
kumandasındaki kervan üzerine düşmeyi tercih eder, saha-
bîlere:
— Kervan mı, küfür ordusu mu?
Diye sorup onları imtihana çekmez ve reylerin küfür or-
dusu üzerinde toplandığını görünce saadetlerini belirtmezdi.
Allah, bizi, Cevdet Paşa gibi en muazzam bir irfan ve idrakte
bile şahit olduğumuz satıhçı görüşlerden korusun...
Hicretin ikinci yılı... Şam'dan gelen Kureyş kervanı...
Kervanı tarassuda memur, keşif kolu mahiyetinde iki sa-
habî...
Rapor:
—Geliyorlar... 50 kişilik bir muhafız kafilesi... Başların-
34
da Ebu Süfyan.
_ Toplanın!
64'ü «Ensâr» ve 24 1 'i Muhacirlerden olarak gösterilen
300 küsur kişilik bir kuvvet... Başlarında, kuvvetini sonsuz
kuvvetten alan Allahın Resulü; ve sağında Hazret-i Ebu Bekr,
solundaysa Hazret-i Ömer... 3 at ve 70 develeri var... Nöbet-
leşe biniyorlar... Mekke'li mucahir sahabîlerde beyaz san-
cak Medine'li «Ensâr »m ellerindeyse iki oymağa ait iki ayrı
bayrak. . .
Ebu Süfyan vaziyeti haber almıştır. Mekke'ye bir atlı
koşturuyor:
— İmdada koşun! Müslümanlar kervanımıza çullanmak
üzere...
Bütün Mekke telâş ve heyecan içinde... Birinin gördüğü
rüya: Dağdan Mekke'ye kocaman bir kaya düşüyor. Kaya pa-
ramparça oluyor ve her parçası bir evin damım nişanlıyor.
Rastladığı her ev çökük...
Rüyayı türlü türlü yorumlayanlar...
Kervan da yolunu sahil tarafına çeviriyor, var kuvve-
tiyle koşarak bir ân önce Mekke'ye can atmaya bakıyor.
Kureyşliler tez vakitte, müslümanlann insanca dört, va-
sıta ve malzemece on misli üstünde (1000 küsur insan, 700
isimli su başına gelip ordugâh kuruyorlar. Kervan da sahil
yolundan hızlı hızlı Mekke'ye kaçadursun. . .
Biraz ileride, kaçan kervanla, karşı gelen Kureyş ordu-
su arasında, iman safları, Allahın Resulünü dinliyor:
İki hedef karşısındayız. Ne dersiniz? Kervan mı,—
Kureyş ordusu mu?
Bir ses yükseliyor:
—Biz kervan niyetiyle yola çıktık! Böyle olacağını bil-
seydik ona göre hazırlıklı bulunabilirdik!
Allah Resulünün nur yatağı çehrelerinde teessür çiz-
gileri... Bu hoşnutsuzluk alâmetleri, sahabîlerini ilk imti-
hana çekişlerinde aldıkları cevaptan memnun olmadıklarını
belirtiyor. Demek gaye, kervan ve dünya malı değil...
Fakat Hazret-i Ebu Bekr ile Ömer atılıyorlar ve Ö'n-
35
dan en fazla nur almış olmanın ne demek olduğunu göste-
riyorlar.
Hazret-i Eu Bekr'i Hazret-i Ösmer takip ediyor ve ter-
cihlerinin, Allah Resulüne ait karar olduğunu şehametle
ileri sürüyor.
Arkalarından Mikdad Hazretleri:
—Ey Allahın Resulü, biz, ilâhî emir neyse ona baş eğe-
riz! Döneceğin her yönde ve atacağın her adımda seninle be-
raberiz! Toprağın nihayetinedek ardındayız!
Allahın Resulü, Mekke'li muhacir sahabîlerinden aldığı
bu karşılıkla yetinmediler; kendilerine Medine'de her yar-
dımda bulunacaklannı vâdettikleri halde beraberce cenk ve
savaş mevzuunda söz vermiş bulunmayan «Ensâr» toplulu-
ğuna da aynı suali îma ettiler.
«Ensâr»dan Saad îbn-i Muaz Hazretleri meydana çıktı:
—Bizi mi murad ediyorsun, ey Allahın Resulü?
—Evet...
—Öyleyse bil ki, biz sana inandık. Allah tarafından
getirdiğin şeylerin hak olduğuna itikat ettik. Sana tâbi ol-
mak üzere de cehdeyledik. Ne dilersen emret! Seni gönde-
ren Allah hakkı için bildiriyoruz ki, ardından denize gir-
memizi emretsen gireriz.
Kâinatın Efendisi, buyurdular:
—Allahın bereketiyle yürüyünüz!
Hızlı yürüyüşle Bedr'e doğru Kureyşliler üzerine atılış...
Kureyş nasipsizleri önceden oraya konmuş, orada ordugâ-
hını kurmuş ve cephesine karşı suyu kesmiştir. Sahabîler
arasında bir vesvese:
—Susuz ne yapabiliriz?
Ve bir yağmur... Sel gidiyor, îslâm birliği açtığı ha-
vuzlarda suyu biriktiriyor ve kana kana kullanıyor.
Allahın Resulü işaret ediyorlar:
—Ben onların düşüp ölecekleri yerleri şimdiden görü-
yorum!
Ve tek tek, isim isim gösteriyorlar...
Varlığın Nuru'na hurma dallarından bir çardak yapılı-
yor. O ve baş veziri Hazret-i Ebu Bekr çardak altındalar...
İki taraf, karşılıklı iki saf...
îşte cihanda ve bütün beşer tarihinde ilk defa görülen
manzara: Baba, oğula, amca yeğene, kardeş kardeşe karşı...
Ve öyle bir topluluğun içindeki bu hal, onlarca akrabalık-
tan, oba gayretinden, soydaşlıktan daha aziz hiçbir şey yok...
Bütün dünya bir tarafa, oymak, oba ve soy bağı bir tara-
fa... Kavim olarak da böyle... Kavim adı olarak lisanların-
da yalnız iki kelime var: Biri Arap, öbürü Acem... «Acem»,
iranlı demek değil, Araptan başka bütün milletler acem...
Kavim gururu derecesine bakın!
Şimdi ne olmuş, gökten insan ruhunu siyahtan beyaza
çevirici hangi esrarlı yıldırım düşmüştür ki, Arap kavmi-
nin, oymağının obasının, soyunun üstünde bir gaye aşkına
ikiye bölünüp, baba oğula, amca yeğene, kardeş kardeşe
karşı çıkmıştır?
ݺte hakikî muazzam ve mutlak inkılâp budur; ve bu
inkılâp, aksiyon sahasına Bedr gazasiyle çıkmaktadır.
isimleri:
Kocaman Bedr, Büyük Bedr, Kanlı Bedr...
Hazret-i Ebu Bekr'in bir oğlu kendi yanında, öbürü de
kâfirlerin safında... îki tarafta iki bayraktar birbirleriyle
kardeş...
Bu levha nerede ve ne zaman görülmüştür? Gel de
Bedr'i, ister kemmiyet, ister keyfiyette, ideal uğrunda da
olsa, başka çarpışmalarla kıyas et!...
Ebu Lehep'den başka bütün Kureyş büyüklerinin ka-
tıldığı harekette, korkunç küfür sırtlanı Ebu Cehl, başbuğ...
Atını sürüp ileri atıldı ve haykırdı:
—Bugün M'den intikam alacağımız dem... Yenil-
mez, geri döndürülmez bir topluluğuz biz!...
Ve Kureyş saflarından atılan ilk ok... Bu ok Hazret-i
Ömer'in azatlısına değiyor ve onu Islâmın, cenkte, hem de
Bedr gibi bir cenkte ilk şehidi mertebesine çıkarıyor. Re-
suller Resulü tarafından da mertebesine ait şu ebedî lütuf
haberi geliyor:
—O, şehitlerin efendisidir!
Şehit... Rütbelerin en büyüğü... Yıkanmadan, kanlı el-
37
bisesiyle gömülen ve öldüğü halde ölmeyen, ok ciğerini de-
lip geçerken o da ölümü delip geçen kahraman... Mukabili
gazi... İslâm aksiyonunu dünya çerçevesinde harekete ge-
çirip toprak üstü derecelerin zirve noktasına varan şanlı
er...
Karşı taraftan er dilediler. O zamanın cenklerinde bu
bir usuldür; ve yığınlar tokuşmadan onların çekirdeğini be-
lirtici fertlerin tek tek kahramanlıklarını göstermeye davet
edilmeleri, bugünün çabucak madde ve yekûn hesabına ge-
çen ve silâhların terakkisi önünde şiirle uğraşmaya taham-
mülü olmayan tabiyesine göre belki güzel bir âdettir.
Kureyş'ten gelen bu er dileme teklifine derhal Medi-
ne'li «Ensâr»dan birkaçı karşı çıktı:
—Buyurun! Kimlerle çarpışacaksak ileri gelsinler! Fa-
kat Kureyş bu karşı çıkışı beğenmedi ve kendi dengini is-
teyen şövalyelik ruhuna yakıştıramadı.
Bağırdılar:
—• Biz denklerimizi isteriz! Çobanlar ve rençberlerle
işimiz yok! Kendi kollarımızdan amca oğullarımızdan ge-
lenler karşı çıksın!
Medine'liler ziraat ve hayvancılıkla uğraştıkları için on-
ları hakîr görüyorlar, çoban ve rençber diye isimlendiri-
yorlar, kılıç çekilmeye lâyık bulmuyorlardı. Soyluluk gay-
reti bu nispetle korkunç...
—Çık yâ Hamza, çık yâ Ali, çık yâ Ubeyde!...
Allah Resulünün bu fermanı üzerine, biri orta yaşlı,
öbürü genç ve daha öbürü ihtiyarca üç büyük Kureyş'li kı-
lıçlarını çekerek ilerlediler...
Hazret-i Hamza ve Âli'ye, birer vuruş, düşmanlarını ye-
re sermeye yetti. Fakat Ubeyde ihtiyarca olduğu için hasmı-
nı öldüremedi ve kan içinde kaldı. Allah Resulünün amcası
ve yeğeni Hamza ve Ali, Ubeyde'nin imdadına koştular ve
hasmının başını kestiler. Ubeyde, yüzü kandan görünmez
halde huzura çıkarıldı. Sordu:
—Ben şehit miyim, ey Allahm Resulü?...
Buyurdular:
—Evet, sen şehitsin, yâ Ubeyde?
Hazret-i Ebu Bekr öne atıldı:
İzin ver, ey Allahm Resulü; ben de küfür safındaki
oğluma karşı çıkayım!
Hayır, yâ Ebâ Bekr, senin vazifen benim yanımda
olmaktır.
îşte inkılâpların inkılâbı, insanı bütün alâka ve müna-
sefbet kıymetlerinin üstüne çıkaran fikri getirici mutlak
inkılâp...
O sırada bir ok, İslâm saflarının gerisinde ve uzağında
bulunan bir Medine'liye değdi ve onu şehit etti. Bundan da
çıkan ders şu oldu ki, cenk ve ihtilâl (strateji)sinde tehlike
çizgisinin gerisinde bulunmak asla korunma garantisi de-
ğildir; ve hattâ çok yerde ateş hattında yer almaktan daha
muhataralıdır. Bu hikmeti bilhassa bugünün harplerinde
kanunlaşmış görüyor, fakat ilk ve en güzel misalini Bedr'de
buluyoruz.
Çardak altında, Resuller Resulünün, mukaddes ellerini
açarak dua ettikleri görüldü:
—Rabbim, bana vaadettiğin nusreti ver!
Allahm Resulü o anda hafif bir dalgınlık geçirdiler ve
bir anda doğrulup zaferi müjdelediler...
Bir bora, bir kasırga, bir rüzgâr... Sanki gökten^kunı
yağıyor... Bu, dünya gözünün göremediği âlemlerden ge-
len bir akına işaret... Havada at kişnemeleri, kılıç şakırtı-
ları ve müthiş haykırışlar...
Allahm Resulü yerden bir avuç kum aldılar ve küfür or-
dusuna savurdular:
—Yüzleri kara olsun!...
Ve yığına hücum emri...
300 küsur şahabı bir anda ileri atıldı ve görülmemiş
bir hızla işleyen kılıçların pırıltısı içinde gövdeler devrilme-
ye ve kelleler düşmeye başladı. Bire üçbuçuk misli Kureyş
saflarında anlatılmaz bir hal... Müslümanların kılıçlarını
uzattığı her kelle tek pırıltıyla, sanki kılıç değmeden düşü-
yor. Müslüman kılıçlardan (fizik) bir tesir değil de, sanki
esrarlı bir şua fışkırıyor ve çevrildiği yönü tek lâhzada kül
ediyor.
38
39
Burunları havada Kureyş nasipsizleri, içine arslan güv
miş bir 'sürüye döndüler, birbirlerini çiğnediler, ezdiler-
şahlanan ve kişneyen atlar, acı acı bağıran develer arasın-
dan yol bulup Mekke istikametinde kaçtılar.
Kâfirlerden, 24'ü ulu kişiler olmak üzere 70 ölü... Bir
o kadar da esir... Ölüler arasında küfür kuduzluğunun en
saldırgan tipi Ebu Cehl...
Ölümü şöyle oldu: «Ensâr»dan iki şahabı, çarpışmanın
en şiddetli ânında onun yanına sokularak birdenbire ham-
le etti ve yere yıktı. Biri de göğsünün üzerine çıkarak başı-
nı kesmek üzere kılıcını kaldırdı. Ebu Cehl, iki omuzu yere
yapışık, göğsüne diz çöken ve kıpırdanmasına meydan ver-
meyen Medine'liye bağırdı:
—Koyun çobanı! Çok yüksek yere çıktın!
Ebu Cehl gibi korkunç bir nasibsizin, ölüm ânında bile
gösterdiği soyluluk gayretini Kureyş'li kanına ve o kanın
en menfi tecelli içinde de beliren şan ve şeref edasına bağ-
lamak lâzımdır.
Ve kılıç boynuna inerken mırıldandı:
—Keşke beni çiftçilerden biri öldürmeseydi!
Ve sordu:
—Zafer hangi tarafta?...
—Müslümanlarda!...
Ve kılıç indi.
Ebu Cehl'in kesik başım saçlarından kavrayıp ayağa
kalkan şanlı sahabî, kâfirlerin birbirini ezerek kaçışlarına
şahit... Allah Resulünün «bu ümmetin Firaun'u budur!» bu-
yurdukları Ebu Cehl ile birlikte bütün küfür leşleri deria
bir çukura atıldı ve üzerleri taşla kapatıldı.
Müslümanlardan 6'sı muhacir, 8'i «Ensâr» 14 şehit...
Allah Resulünün etrafında meşveret:
—Esirlere ne yapalım?
Bir rey:
—Boyunlarını vuralım!
—Başka bir rey:
—Hayır! Fidye alarak koyuverelimî
Son rey kabul ediliyor ve fidye vermeleri teklif olunu"
ör Peygamber amcası Hazret-i Abbas'a da hitap:
.Sen de vereceksin!
Cevap:
Muharebede üstümden alınan altunlan fidyeme kar-
şılık sayınız!
Mukabil cevap:
Aleyhimize kullanmak üzere üstünde taşıdığın altun-
lan sana bırakamayız ve hiçbir şeye mahsup sayamayız.
Beni dilendirmek mi istiyorsunuz? ,-
Kâinatın Efendisi sordular:
Ya Mekke'den ayrılırken, saklaması için eşine bı-
raktığın altunlar?
Abbas'm gözleri dehşetle açılmış :
—Bunu sana kim haber verdi?
—Rabbim haber verdi.
—Şehadet ederim ki, Allah'tan gayrı ilâh yok ve sen
onun Resulüsün!
Abbas o dakikadan başlayarak müslüman...
Peygamber emri:
—Fidye ödemekten âciz olanlardan okuma ve yazma
bilenler de Medine'de onar çocuğa ders vermek şartiyle fid-
yeden affedilecek ve işleri bittikten sonra serbestçe çıkıp
gidebilecekler...
Bu noktada da mutlak inkılâbın (taktik) inceliğine ait
bir mâna var... Umumiyetle okuma yazma bilmeyen Medi-
ne'liler, küfrün maddî silâhlariyle kuvvetlendirildikleri gi-
bi, manevî aletleriyle de güçlendiriliyorlar; ve malı, cam
her şeyi iman topluluğuna ait olan müşrikleri, bütün mad-
de kıymetleriyle Islama borçlu göstermek için bir remz
teşkil eden Kervan hedefinden sonra, manevî âletlerini de
teslim etmeye zorluyorlar...
Mekke'de matem... Kervanı sahil yolundan Mekke'ye
kaçıran ve Kureyş büyüklerinin çoğu Bedr'de kılıçtan ge-
çince kabilesine başbuğ olan Ebu Süfyan kendince and içti:
—Bedr'in intikamım almadıkça ne karılarımın yanına
yaklaşacak, ne de güzel kokulu yağlardan sürüneceğim!
Ve Mekke kadınları, Bedr'deki 70 ölünün cesetleri gö-
40
41
mülü çukur başında günlerce ağlaştılar, haykırıştılar ve
saçlarını yoldular.
îslâmın, keyfiyette en büyük ihtilâl ve mutlak inkılâp
çapında, küfre karşı ilk yığın şahlanışı olan Bedr'den sonra-
ki cenkler, iç bünyeyi hedef tuttukça aynı mânayı taşıma-
sına rağmen, en büyük saffet, safiyet ve halisiyetini daima
Bedr'de muhafaza eder. Onun içindir ki, sahabîlik derece-
sinde de, «Bedr'e katılmış olanlar» diye, ayrıca üstün bir
kadro farkı vardır.
Bedr'i takip eden «Uhut», küfrün güya intikam hareke-
ti... Küfür, ordusunda 3 bin kişilik bir kuvvet; 300 at ve
binlerce deve... Ordunun üçte biri de zırhlı... Ayrıca, baş-
buğ Ebu Süfyan'm karısı Hind, maiyetinde bir sürü kadın,
nağmeli şiirler okuyarak ve defler çalarak orduyu şevklen-
dirmekle vazifeli...
Küfrün sözde intikam hareketi, müslümanlar için, Al-
lah tarafından imtihan tecrübesi oldu. Mutlak inkılâp dav-
ranışında Peygamber emrini unutmanın, basit hareketlerde
lider ve başbuğ sözünü dinlememekten doğacak neticelere
kadar hikmetini sirayet ettiren sırrı, Uhut çenginde inkı-
lâpların baş şartı olarak meydandadır. Başa itaat etmeyen
ayak, kırılmaya mahkûmdur.
Allahın Resulü, bin develik Ebu Süfyan kervanının kâ-
rını Bedr intikamına tahsis eden Kureyş hareketini haber
aldıktan sonra bir rüya gördüler: Birtakım sığırlar boğaz-
lanıyor. .. Zülfikâr isimli kılıçlarının ucunda da küçük bir
kırık, bir yenik peydahlanıyor... Ve üzerilerinde sağlam
bir zırh... Mukaddes ellerini o zırhın yakasına sokuyorlar...
Rüyanın, Allah Resulü tarafından sahabîlere tabiri:
— Boğazlanan sığırlar, sahabîlerimden öldürülecek
olanlar... Kılıcımın 'ucundaki yenik de soyumdan ve ailem-
den birinin öldürüleceğine işaret... Zırh ise Medine...
Bu rüyaya göre müslümanlarm Medine dışına çıkma-
ması ve içeride müdafaa cengi vermesi lâzım... Bazı saha-
bîler, hattâ baş münafık Abdullah îbn-i Übey İbn-i Selûl
bile bu fikirde... Mutlak inkılâbın, bir ân için teşebbüsü
karşı tarafa bırakması şeklinde tersinden tecellisi... Fakat
hu (strateji) esas değildir ve zaman ve mekânın hususîlik-
lerine göre ancak bir tedbir olarak kullanılabilir. Bu va-
ziyetlerde de, zamanı gelince ileriye atılma gayesinin ger-
çekleşmesi uğrunda en doğru iş yapılmış olur.
Fakat Peygamber isteğine rağmen Medine içinde mü-
dafaa fikrine yanaşmayanlar oldu. Hususiyle Bedr'de bu-
lunamayanlar ve o muazzam gazanın, şehit veya gazi, iki
büyük mertebesindeki şeref ve fazileti sonradan ve Peygam-
ber beyaniyle takdir edenler, Allah Resulünün kapısında
toplandılar:
— Biz Rabbimizden bugünü bekliyorduk. Ey Allahın Re-
sulü; bizi Medine dışına çıkar; düşmanlarımızla açık sahra-
da, göğüs göğüse cenge tutuşalım ve onları biz toslayalım!
Başkaları da onlara katıldı:
—Eğer açık sahraya çıkmazsak, kâfirler bizim güç-
süzlüğümüze ve korktuğumuza hükmedebilir ve şımarır.
Mutlaka üzerilerine yürümeliyiz!
Bilhassa Peygamber amcası Hazret-i Hamza, düşman
üzerine yürümek isteyenlerin başında...
Kâinatın Efendisi, sahabîlerinin bu isteklerine uydular
ve yanlarına Hazret-i Ebu Bekr ile Ömer'i alıp hücrelerine
girdiler ve üstüste iki zırh giyip dışarı çıktılar.
Resuller Resulü hücrelerinde giyinirken dışarıda bir
hadise olmuş ve bir şahabı, öbürlerini, kendisine vahy inen
Resule karşı çıkmalarından suçlamış, bu suçlamş da bir an-
da onların gönlünü çelmiş ve Peygambere tâbi olmaktan
başka hiçbir eda takınmamaları şuurunu kamçılamıştı.
Allah Resulü, çifte zırh giyinmiş olarak hücrelerinin ka-
pısında görününce haykırdılar:
—Artık hiçbir nokta üzerinde diretmiyoruz; Ey Alla-
hın Resulü, dilediğini eyle, arkandayız!
Ve şu cevabı aldılar:
—Hiçbir Peygamber zırhını kuşandıktan sonra cenk-
ten geri kalamaz. Allahın nusretiyle, sabır ve sebat göste-
rirseniz, bu şekilde de başarıya ermeniz mümkün...
imtihanın ilk basamağındaki bir tutukluk hemen ese-
rini vermeye başladı. Münafıkların reisi Abdullah îbn-i Übey
42
43
İbn-i Selûl, kandırabildiği 300 neferle yüz geri edip ordu-
dan ayrıldı ve 1000 kişilik islâm ordusu 700'e indi.
islâm ordusu, Medine'ye birkaç kilometre mesafedeki
Uhut dağını arkasına aldı ve düşmana karşı saf tuttu.
Allahın Resulü, ordusunu cenahlara, öncü ve ardçı Saf-
lara taksim ve ona göre tabiye ettikten sonra bir tarafa
50 neferlik bir okçu kuvveti ayırdılar; ve gayet güçlü Ku-
reyş süvarisinin o yandan bir çevirme yapması ihtimaline
karşı okçulara şu emri verdiler:
—Benden size haber gelmedikçe yerinizden kıpırda-
mayacaksınız! Bizi kuşların kapıp götürdüğünü görseniz
yine kıpırdamayacaksınız! Düşmanı perişan hale getirdiği-
mizi ve ayaklarımız altında ezdiğimizi görseniz yine kıpır-
damayacaksınız!
ݺte Uhut çenginin en ince, ikinci imtihan noktası!...
Peygamber emrindeki dokunaklı ifade, en derin hassa-
siyetle telâkki edileceği ve okçuların, elleri dışarıda topra-
ğa betonla gömülmüşçesine yerlerinde kalması gerekeceği
yerde, ani bir zafer manzarası onlan şaşırttı ve yerlerinden
fırlayıp ileri atılmalarına sebep oldu.
Şöyle:
Allahın Resulü sahabîlerine bir kılıç uzattılar:
—Kim bu kılıcın hakkını vermek ister? Onu, hakkını
yerine getirmek şartiyle kim benden alır?
Hep birden «biz alırız!» diye cevap... Ebu Dücane Haz-
retleri «bu kılıcın hakkı nedir?» diye sorunca Peygamber
buyruğu:
—Bu kılıcın hakkı, eğilip bükülünceye ve kırılıncaya
kadar kâfir yüzüne çalınmaktır.
Ebu Dücane, başında kırmızı bir sargı ve elinde Pey-
gamber elinden teslim alınma kılıç, düşman saflarına öyle
bir atılış atıldı ki, aynı gayretle arkasına düşen sahabîlerle
beraber düşmanın gerisine kadar yol açtı ve orada def ça-
larak cenk türküleri söyleyen kadınların yanına vardı. Yır-
tıcı kadın çığlıkları ve şaşıran düşman... Biraz önce teke
tek çarpışmalar sonunda bellibaşlı cengâverlerini kaybeden
müşrikler bu son atılış yüzünden birdenbire bir çöküş
arası gösterdi ve çekilmeye başladı. Okçular bu vazi-
t; artık zaferin elde edilmiş olduğuna yordular ve aldık-
ı n' emre rağmen yerlerinden fırlayıp ganimete konmak
ebeliyle harekete geçtiler.
Batı ansiklopedilerince «dünyanın en büyük generali»
diye anılan, henüz küfür devresinde Halid İbn-i Velid, İs-
lâmın okçulara dayalı cenahında bir boşluk açıldığını gö-
rür görmez süvarilerini hücuma kaldırdı; ve Allah Resulü-
nün işte böyle bir kuşatmaya engel olmak için tabiye ettik-
leri ve o anda bomboş okçular noktasından kıvrılıp mü-
minler topluluğunu arkasından kuşattı. İleride, Müslüman-
lık şerefine erdikten ve nice gazalarda başbuğluk liyakatini
gösterdikten sonra, topyekûn zaman ve mekânın Peygam-
beri tarafından «Allahın çekilmiş kılıcı» diye vasıflandırı-
lacak olan Halid îbn-i Velid, bu kuşatma hareketiyle, İslâm
zaferini bozguna çevirici bir başarı sağladı ve müminler
hesabına asıl büyük imtihan saati çalmaya başladı.
Hadise, hak yolundaki bütün ihtilâl ve inkılâp hare-
ketlerine en nazik ders mahiyetindedir ve büyük hareket-
lerde küçük bir disiplin hatasından neler doğabileceğini
ihtar edici bir (sembol)dür.
Uhut'da Peygamber amcası, bahadırlar bahadırı Haz-
ret-i Hamza'nın, Vahşi isimli köle tarafından, bir taş arka-
sından ve uzaktan mızrakla nasıl şehid edildiği, nice saha-
bînin ne türlü şehidlik şerbetini taddıkları, mevzulunuzun
aslî gayesi dışında olduğu için, çarpıcı renklerine rağmen,
kısaca işaret edilmekle kalıyor.
Müslümanlar arasında «arkanıza bakın!» diye yükse-
len sesten sonra Halid İbn-i Velîd'in geriden gelen atlı hü-
cumu o türlü bir kargaşalık doğuruyor ki, geriye dönen sa-
habîler arkadakileri düşman sanıp birbirlerini kırmaya ko-
yuluyorlar, daha önce ric'at eden küfür askerleri de topla-
nıp tekrar müslümanlara dönüyorlar, saldırışa geçiyorlar ve
Allahın Resulünü muhafazadan başka hiçbir hareketi akla
getirmeyen bir vaziyet doğuyor.
Önce kararsızlıktan başlayıp sonra emri dinlememekte
karar kılan imtihan, nihayet öyle bir şiddet kazanıyor ki.
45
44
boğuşma Allah Resulünün yanı başlarına kadar geliyor; Ve
iş, beş on şahabı tarafından çevrili, Kâinatın Efendisini
koruyabilmekten ibaret kalıyor. Kâinatın Efendisi, kılıç
menzili kadar kâfirlere yakın bir noktada dimdik durrnak-
talar ve üzerilerine oklar yağmakta...
Bir ses:
—Möldürüldü!
Dehşet!... Bu ses, Varlığın Nuru zanniyle benzeri bir sa-
habîyi öldüren bir kâfirin, kâfirlere:
—Mi öldürdüm!
Diye haykırması üzerine kopmuştur.
Halbuki O, evet, birkaç sahabî tarafından çevrili, dim-
dik neticeyi beklemekte ve ne yaptığını bilmeyen, kavminin
hidayete gelmesi için dua etmekte... Hakkı verilecek kılıcı
teslim alan ve hakkına kavuşturan Ebu Dücane, vücudunu
Allah Resulüne siper etmiştir. Her ok değişinde dişlerini
sıkıp başını yukarı kaldırıyor, fakat siper olma tavrını asla
bozmuyor. Okların acısiyle buruşan yüzünü tatlı bir tebes-
süm meltemi sarıyor ve koruduğu mukaddes vücuda göre
belli oluyor ki, üzerine yağan ok değil, çiçek yağmuru... Ebu
Dücane, mutlak inkılâp hamlesinin şecaat ve fedakârlıkta,
bütün sahabîler gibi, ne enfes tipi!..
Sahabîler «M öldürüldü!» nârasiyle bir ân taş ke-
silip kaldılar ve içlerinden birinin kendilerini şuura davet
etmesi, başka birinin de Allah Resulünü uzaktan göstermesi
üzerine kendilerine gelir gibi oldular ve kâinatın merkez
noktası Gaye-însan ve Ufuk-Peygamber etrafında toplanma-
ya başladılar.
îki imtihanın atlatılması için gerekli, insan üstü şecaat
ve fedakârlık Uhut'da tecelli ettiği kadar hiçbir davranışta
görülmemiştir. Başta Hazret-i Ali, Hazret-i Talha, Saad îbn-i
Ebi Vakkas, Ziyad îbn-i Sekan ve Nesîbe adlı bir kadın...
Hazret-i Ali oradan buraya, şuradan oraya şimşek gibi atılır,
kâfir kellelerini biçer ve dönüp Peygamberinin vaziyetini
gözden geçirirken Hazret-i Talha, kâinatın, uğrunda yara-
tıldığı aziz vücuda siper olmakta Ebu Dücane'den geri kal-
mıyor, kılıç darbeleri altında kolunu kaybediyor, Saad Haz-
tleri de Peygamber elinden alıp düşmana yağdırdığı okları
1000 taneye vardırıyor; ve Ziyad İbn-i Sekan, her tarafından
yaralı. Peygamber kucağında, o kutsî çehreye tebessümle
bakarak, şad ve bahtiyar, ruhunu teslim ediyordu.
Hele Neccar evlâdından Kâab'ın kızı ve Zeyd İbn-i
Asım'm zevcesi Nesîbe!,. Tarihte bu çapta bir kadın kahra-
man tanımıyoruz. Zevci ve iki oğliyle beraber Uhut'tadır.
Allahm Resulü üzerine hücum eden bir süvarinin ayağını
bir kılıçta kesip koparmış ve onu yere düşürüp kellesini
uçurmuştur. Resuller Resulünün etrafında, kan revan için-
de pervânevâri dönmekte ve kocasiyle oğullarını kendisine
denk olmaya çağırmaktadır. Onlar da biri zevcesine, öbür-
leri annelerine ayak uydurmaya çalışmakta... Manzaraya
dikkatli gözlerle bakan Allah Resulünün duası:
— Rabbim; bunları cennette bana arkadaş et!
Varlık Tacının üzerine hücum eden ikinci kâfire de üç
kere kılıç salan ve omuzundan yaralanan yine o, Nesîbe
Hatun...
Allah Resulünün dudağı yarılmış ve bir dişi kırılmıştır.
Zırhının yanak tarafından da iki halka kırılarak etine bat-
mış...
Sahabîler, geçirdikleri ilk sarsıntıdan sonra Allah Re-
sulünü korumak gibi vazifelerin en aziziyle karşılaşıp top-
lanınca kâinatın Efendisini halkalayarak Uhut dağının ete-
ğine doğru çekildiler. Hazret-i Ali su getirdi ve Resuller Re-
sulünün yaralarım yıkadı. Hazret-i Ubeyde İbn-il-Cerrah da
mübarek yüze batmış olan halkaları dişleriyle söküp çıkardı
ve bu işi yaparken kendi dişlerinden ikisini kaybetti. Harp
meydanı boşalınca Ebu Süfyan'ın karısı Hind, yanındaki
Çığırtkan kadınlarla beraber ileri atıldı ve yerde yatan şe-
hitlerin burunlarını ve kulaklarım, gerdanlık yapmak üzere
kestirtmeye koyuldu. Ebu Süfyan ise, dağ eteğindeki saha-
bıleri, üzerilerine yüksekten inmek üzere kıstırmaya kalktı,
fakat sarp ve dik yamaca tırmanamadı. Atlarından indiler
ve kayaların arkasından bağırdılar:
~~ M içiniz de mi?
47
Hâlâ Allah Resulünün sağ olup olmadığından şüphe edi-
yorlardı.
Resul, sahabîlerine, susmalarını ve hiçbir cevap verme-
melerini emretti. Peşinden Hazret-i Ebu Bekr ve Öfmer'i
sordular. Ona da cevap alamayınca üçünün de öldürülmüş
bulunduğuna hükmettiler ve «artık iş bitmiştir!» diye hay-
kırıştılar. Ebu Süfyan, zaferine inandı ve putlardan Hübel'e
aziz vasfiyle, bağıra bağıra şükretti. Bunun üzerine Hazret-i
Ömer gürledi:
— Allah, azze ve celle...
Düşman, bunca başarı kazanmışken, dağ eteğinde top-
lanan müslümanları önlerinden ve arkalarından vuramadı.
Daha ileriye gidemediler ve başarı sandıkları bu kadariyle
yetinip geldikleri istikamette çekildiler.
Allahın Resulü muharebe meydanını dolaştılar ve gör-
dükleri manzaradan büyük ıstıraba düştüler: Başta amca-
ları Hazret-i Hamza, burunları ve kulakları kesilmiş birçok
sahabi... En üstün tabakadan tam 70 şehit ve pek çok ya-
ralı... Müşriklerin kaybı ise 20 ile 30 arası...
ݺte, imtihanların en çetini halinde geçip, tam bir çö-
küntü ve yıkılışa sahne olacağı ân, Allahın inayetiyle, birkaç
sahabînin şecaat ve fedakârlığı, Ebu Süfyanın da Medine'li
oymaklardan korkması ve ileriye varamaması sayesinde
bozgunu önlenen Uhut muharebesi!.. Evet; ne bir muharebe
ne bozgun... Sadece, mutlak inkılâp yolunda ebedî bir ders
teşkil edici imtihan...
îslâm iman ve aksiyonunun mutlak inkılâp çerçevesinde
ihtilâl hareketi, Bedr'de, küfrü toslayış, Uhut'da da küfür
tarafından toslanış, ilkinde son neticeye gebe bir temel
davranış ve ikincisinde başa riayetsizlikten doğma belâyı
muazzam bir şecaat ve fedakârlıkla atlatış şeklinde tecelli
eder. Bu iki zıt tecelli ise, ebediyet dâvasının mutlak inkılâp
hamlesi her gün biraz daha gelişerek devam ederken, öz
kavmine karşı ayaklanmak bakımından ihtilâl faslını, Mekke
fethinde tamamlamak üzere nihayete erdirir. Mekke fet-
hine kadar bütün hareketler, îslâmın oluşmasını ve boyuna
güç kazanmasını sağlayıcı başvurmalardan ibarettir ve ara-
48
mda, daima küfür tarafından düzenlenmiş «Hendek» ve
Ahzap» savaşları bulunmasına rağmen manzara, herhangi
h'r harp ifadesi dışında bir ihtilâl mânası taşımaktadır. Çün-
kü artık İslâm gittikçe heybetlenen ve devletleşen bir oluş
'cindedir ve bu oluşun hareketleri, kendi kavmi içinde ve
kendi kavmine karşı ihtilâl değil, ancak devletten devlete
taarruz veya müdafaa olarak mütalâa edilebilir.
Mekke'nin fethi ise, bu oluş ve devletleşmenin en ke-
malli ânına tesadüf ettiği halde, ihtilâl başlangıcına netice
getirmesinden ve din merkezini bir el uzatışta devşiriver-
nıesinden ötürü aynı kadroya girer. Zira Mekke'nin fet-
hiyle asiller oymağı ve nebiler kaynağı Kureyş, ilk ihtilâl
davranışının hedefi olarak, Resuller Resulü tarafından, olan-
ca maddesi ve mânası birarada, teslim alınmış oluyor. Gü-
neş, Bedr'de batarken Mekke'de doğmak üzere ufuktan si-
linmiştir.
Allahın Resulü, Mekke üzerine hareketi, mağara dostu
ve has oda sırdaşı Hazret-i Ebu Bekr'den başka hiçbir sa-
habîye haber vermediler. Sahabîler emin değiller miydi?
Herbiri «emin» mefhumunun son haddiyle emin... Fakat bu
öyle bir sırdı ki; ancak uykusunda bile onu sayıklamayacak
derecede bir «emin»e verilebilirdi. O da Hazret-i Ebu Bekr'-
den başkası olamazdı. Sadece prensip bakımından, Hazjret-i_
Ömer, Ösma^j^^Ll^^jjle__fed_^_edjlmeyen bu sırrı muha-_
faza tedbiri, inkılâp ve ihtilâl mimarîsine tutkun her
^.
Asırlardır islâm âlimleri şu suali sorar ve onun ihtiva
ettiği iki ihtimal üzerinde münakaşa eder, dururlar:
— Mekke'ye zorla mı, anlaşma yoliyle mi girildi; «kah-
ren» mi, «sulhen» mi?
Ne o, ne öbürü!... Mekkeye, iş zora dökülecek olursa
ne doğacağını belirtici, onbin yerde ateş yakmış bir heybet
ifadesinin tesiri altında, anlaşma ve cenkleşmekten kaçınma
yoliyle girildi. Yani tahinle pekmez aynı ölçüde; acı ve tatlı
birarada.
Mekke'ye yol veren tepeciğin başında Ebu Süfyan, ya-
nında Peygamber amcası Hazret-i Abbas, oymak oymak ve
49
akın akın önünden geçen büyük islâm ordusunu görünce
coşar ve haykırır:
—Desene ki, yâ Abbas, kardeşinin oğlu saltanatların
en şevketlisine erdi!...
—Hayır, yâ Ebu Süfyan, şu gördüğün manzaranın mâ-
nası saltanat değil, nübüvvet...
Bedr kervanının başı, Uhut'ta küfür ordusunun baş-
buğu ve Ebu Cehl'den sonra Kureyşin reisi Ebu Süfyan
Allah Resulünün huzurlarında dolambaçlı ve kekeme bir
dille İslâmı kabul eder; karısı, Hazret-i Hamza'mn ciğerini
çiğneyip tüküren Hind de kocasına uyar; Gaye - insan ve
Ufuk - Peygamber, devesine ilişmiş, nail olduğu İlâhî nimet
altında ezgin ve iki büklüm, Allaha karşı sonsuz bir küçül-
me tavriyle büyük zafer caddesini takip eder ve Mekke'ye
girer.
Zaman ve mekân boyunca ebedî «doğru», «güzel» ve
«yeni» vasfını ihtar edecek olan islâm inkılâp ve ihtilâlinin.
Peygamber elinde kendi öz kavmine nakşı işi, oradan bütün
insanlığa yayılmak üzere Mekke fethiyle tamamlanmıştır.
Mekke'nin fethinden Veda Haccına kadar, îslâmın üçün-
cü devresi... Artık ihtilâl manzarası arzetmeyen, bir taraf-
tan iç oluş, bir taraftan da devletleşme ve dışarıyı kuşatma
devresi...
Dış oluşla iç oluşun birbiri içinde gelişmesi, artık çapını
ihtilâlin üstüne çıkarmış olarak her şeyi kuşatan şu sahne-
den bellidir:
Cins küheylânlar üstünde, Allahın sevgilisi ve sevgili
sahabîleri, bir seferden dönüyorlar. Diz teması halinde ve
yanyanalar... Kâinatın Efendisi konuşuyor ve sahabîleri
dinliyor:
—Şimdi küçük cihaddan «ekber - en büyük» cihada
gidiyoruz!
—Geldiğimiz cihad büyük değil miydi, ey Allahın Re-
sulü! Ya ekber cihad hangisi?
Kelime incilerini dudaklarından tane tane dökerek ce-
vap veriyorlar:
—Ekber cihad, tek insanın kendi öz ng|siylg _
inkılâpta da, ihtilâlde de, sebepde de, neticede de, va-
da da, gayede de, fertde de, cemiyette de bütün hikmet-/
51 ' toplayıcı mihrak noktası... Bu cevapta, islâm inkılâp vev.
•ht Mâlinin, topyekûn varlık sırrı ve insan memuriyeti halin-
\ bütün ruhu yatmaktadır, iş, ihtilâl mefhumunun dış man-
arasiyle, maddeyi köpürtmekte değil, iç fışkınsın su yol-
ı maddeye nakşetmekte, iç oluşu dış oluşa çevirmekte
bunun ulvî saikini bulabilmektedir, inkılâbın olsun, ihti-
lâlin olsun, bundan başka tarifi yoktur; ve bu ölçüyle ger-
çek ve dayanak sahibi inkılâp ve ihtilâle semavî dinlerden
ve neticede Islâmdan gayrı örnek gösterilemez.
Allahın Resulü, Hicretten on, Mekke fethinden iki yıl
sonra, maiyetlerinde 50 bin sahabî, hac için yola çıktılar ve
civardan katılanlarla 100 küsur bini aşkın bir topluluk ha-
linde, mukaddes beldeye girdiler... Merkezinde Allahın evi
bulunan Mekke kaynadı, ilk hac vazifeleri yerine getirildi
ve devamı için, Minâ, Arafat ve Müzdelife noktalan etrafın-
daki daire dolanıldı.
Evet; kıyamet arsası gibi göz alabildiğine uzun ve ge-
niş sahrada, 100 küsur bin sahabî...
Allahın Resulü kızıl tüylü develeri üstünde, sahabîle-
rine hitap ediyor. Tane tane söylüyorlar ve her 100 adımda
bir sahabî, sözlerini tekrarlıyor. Bu, Veda Haccı hutbesi, be-
şeri kelâmın yükselebileceği son nokta; ve islâm inkılâp ve
ihtilâlinin, her harfi bir güneş, feza zemini üzerine nakışlı
kitabesi... En başta ruhî ve ahlâkî, peşinden içtimaî, huku-
kî, idarî, iktisadî bütün ölçüleriyle îslâmın muhasebesi,
islâm inkılâbının hesap hulâsası...
Faiz yasaklanmış, kan dâvalan kaldırılmıştır, ilk yasak-
ladıktan da, kendi aile kadrosundakilere ait...
Tabirleri de şu:
— Ayaklarımın altında çiğniyorum!
Âlemde, kavim, oymak ve oba gururundan başka bir
_
Cemiyet ve aile nizamında en hassas bağ:
rkdaşlanna hitap :
bmauhaJkaji^bir Habeşî olsa ona boyun
50
ol
—Çocuk kimin yatağında vücuda gelmişse onundu,,,
hesapları Allah görecektir!
Hakikatleri olduğu gibi görmek ve hiçbir şahsı ve h
diseyi olduğundan başka bir şekle bağlamamak, yani gerçek
çi olmak dâvasının muazzam ifadesi:
—Sizi mübalâğadan sakındırırım. Sizden önceki milıet
lerin başına ne geldiyse bu yüzden gelmiştir!
Hak, hak, hak:
—Sizi hak mevzuunda koruyuculuğa davet ederinr
Zaif kadın ve sahipsiz öksüz...
Usul, usul, usul:
—Doğru yolu kaybetmemeniz için size iki dayanak bı-
rakıyorum: Allanın Kelâmı ve Resulünün sünneti...
100 bin şahabı, kendi tabirlerince, başlarına birer kuş
konmuş da hafifçe kımıldansalar kuş uçacakmış gibi Allah
Resulünü dinliyorlar:
—Şahit misiniz?
Yüzbin ses:
Şahidiz!—
—Şahid ol, yârabbi!
Ve dünya döndükçe her ân hikmetini döndürecek ol-
duğu, akıl ve kelâm ötesi söz:
—ݺte zaman, devrini yapa yapa çıktığı noktaya vardı!
Bu da yaratılış gayesinin. Gaye - însan ve Ufuk - Pey-
gamberde ve onun mutlak inkılâbında gerçekleştiği sırrın-
dan, mucize çapında, kelime ve cümle üstü hikmet...
Her şey O'nun için geldi, O'nunla geldi ve O'nunla ga-
yesine erecek...
18. ASIR SONLARINA DEK
ESKD YUNAN'DA
înkılâp ve ihtilâlin ruhunu, hak ve mutlak kaydiyle Re-
suller ve nebiler çerçevesinde ele aldıktan sonra, şimdi se-
ma ile teması olmayan toprak seviyesinde hareketlere geçe-
bilir ve bunların hikâyesini uzun uzun anlatabiliriz. İnsan-
oğlunun, başım taştan taşa vurarak ideal nizamını aradığı
ve her defasında eli boş döndüğü bu hareketler, fazla fikir
gayretine düşmeksizin en çekici hikâye şekilleri içinde can-
landırılabilir^. Mevzuumuzun bu yeni seyri, sadece, boşlukta
boş yere yön arayan topluluklar veya kendilerine ikbal sağ-
lamak için kalabalıkları kışkırtan fertler zaviyesinden, ger-
çek ihtilâl ile aralarındaki farkı göstermek, böylece ruhun
maddeyi zapt ve teshiri demek olan ideal hareketi veya
hareket idealini fikirde plânlamak gayesi peşindedir. Tâ ki,
cemiyet hamurunu yuğurucu dâva sahipleri, ihtilâl nedir
hangi usul ve esaslara dayanır, mutlak mânasiyle kimlerde
merkezleşir, tarih boyunca nasıl ve ne gibi bir rota takip et-
miştir ve bundan böyle hangi rotalara namzettir, hakikîsiyle
sahtesi arasında ayırıcı vasıflar neler olabilir; anlasınlar...
Aksiyon kültürü olarak da, bu mevzu, mukaddesatçı yeni
Türk gençliği hesabına, «müspet»i bilmek ve «menfî»yi ön-
leyebilmek bakımından son derece yararlıdır.
îsâ Peygamber'in doğduğu yil farzedilen tarihten 500 -
°00 sene öncesine geçiyoruz. Büyük Fransız İhtilâlinden
23 - 24 asır öncesi...
52
53
sonra
Eski Yunan... Soylular hegemonyası devresinden
«Demos - krotos : Halk idaresi» çığırı, yahut «her kafad
bir ses» rejimi... ݺte bu sistem ve şekil içinde şımarmış ]ja
labalıklar yatağı Atina!... Hakkın boyuna aranıp bir türlü
bulunamadığı, teke irca edilemediği ve çeşitli tezat w.
• tupları halinde birbirini iptal ederek tecelli yolunu tuttuğu
bu devrede, devlet ve cemiyet her gün yeni bir darbeye he
def... Küçük gruplar şeklinde şunun veya bunun güttüğü bu
darbeler öyle modalaştı ki, kendisine halk adını veren çete
kabilinden topluluklar, başsız ve rehbersiz, fikirsiz ve gaye.
siz, her gün yeni bir ayaklanmaya girişir oldu. Ve bir kar
gaşalık çığırıdır açıldı.
Meşhur hakîm (Solon)u, partiler ve zümreler arası da-
laşmalara hakem ve Atina'ya hâkim seçtiler. (Solon) kanun-
larını örgüleştirdi, ihtilâf zümrelerini bu kanunlar etrafında
birleştirdi, fakat mizacı devlet reisliğine uygun olmadığı için
memleketinden ayrılıp uzun bir seyahate çıktı; dönüşündey-
se, Atina'yı evvelki halinden daha kötü bir bünye ihtilâli
içinde buldu.
(Solon)un kısa bir zaman için düzenleyebildiği ve sonra
tekrar eski haline döndüğünü gördüğü bu kargaşalık devri-
nin ihtilâlcileri içinde, usulü ve üslûbiyle en fazla dikkat çe-
kici tip (Pizistrates) isimli bir askerdir. Hiçbir fikir ve gaye
sahibi olmayan, yalnız şahsî menfaat ve ihtiraslarına bağlı,
son derece hilekâr, istismar sanatında usta bir tip... Husu-
siyle her devri kaplayan (demagog) ve sahte fikir parası ba-
san kalpazanlara tam örnek... Toprağı zalim ve mahdut el-
lerden koparıp muhtaçlara dağıtacaktır, halka imtiyazlar ta-
nıyacaktır, borçları ve vergileri affedecektir, herkese söz ve
fikir hürriyeti tanıyacaktır, vesaire...
İktidara geçiş ve halkın hislerini avlayış tarzı gayet alâ-
ka çekici:
Atinalıların şehir meydanında toplandığı bir gün, bir-
denbire, deli gibi, yalnayak, başı kabak, aralarına koşuyor.
Yüzü gözü kan içinde ve elbisesi paramparça...
Bir taşın üstüne çıkıp haykırıyor:
— Atinalılar! Bakın, düşmanlarım beni ne hale koydu!
ki, vatanı için canını fedaya hazır ve nice zaferler ka-
mış bir askerim; bana karşı böyle davranmalanna mü-
23 de edecek misiniz? Halka aşkla bağlı olanları, halkın
S deti için çalışanları ezmek isteyenlere susacak mısınız?
S Halbuki kendi kendisini yaralayan, usta bir aktör gibi
bu acındıncı şekle sokan, bizzat (Pizistrates)...
Halk coştu, oyunların en âdisine geldi, istikbalin maz-
1 m rolündeki zalim (Tiran)ım korumak için emrine yüzler-
e muhafız verdi; o da bunlarla (Akropol)ü zaptederek istip-
dat makamına çöktü. Ve bu hareket Eski Yunan'da, küçük
ayaklanmalara nispetle ilk silâhlı hükümet darbesi oldu.
Artık örnek hazırdır ve tek metodu (demagoji)den, halk-
tan tarafa görünüp halkı ezmekten ibaret darbe hareketleri.
Yunan (site)lerinde başım alıp gidecektir. O, türlü oyunlar,
•dağdaki haydutlarla birleşmeler, güzel bir köylü kızını za-
fer arabasına oturtup tanrıça (Atena) diye şehre indirmeler
ve (Pizistrates)i onun getirdiğini ilân etmeler, düşmanlarla
.anlaşmalar ve daha neler ve neler yoliyle, her defa kısa bir
müddet kalıp kaybettiği iktidarı, hepsi üç darbe halinde
tekrar ve tekrar ele geçirecek; kendisini bugünedek takip
eden sefil ve bedavacı ihtilâllere de mostralık teşkil ede-
cektir
ROMA'DA
Demokrasi ufunetinin bir memlekete getirdiği zaafı, ni-,
hayet o memleketi kaybolmaya götürürcesine işletenler ara-
sında (Pizistrates), kaydettiğimiz gibi ilk numunelik tiptir
ve onun açtığı «baskın, basanın» çığırı yüzündendir ki, «At-
tik dünya - Yunan dünyası» zapt ve rapt manzumesi Roma'-
nm ağına düşüvermiştik. Artık , (Akropol) ve (Partenon)un,
Çizgilerini haykırdığı Helen dünyası bir kültür hatırasından
başka bir şey değil...
Aynı (dejenere) hal, Roma'nm başına gelince de, yine
aynı sefil ve lüpçü ihtilâl davranışlarına yol açılır. Şu var ki,
Roma devresinde ele alınmaya değer üç büyük hareket ara-
cında, biri, ihtilâlin müspet ve hak uğrunda patlayış vasfına
yakın, öbürü menfî ve şahıs ihtirası misaline uygun, daha
•öbürü de şahsî ihtirasla bir arada devlet mimarîsi idealine
54
55
m
"At J
yatkın... Birinin başında (Spartaküs), öbürünün başmdavs
(Katilina) ve nihayet (Sezar)...
(Spartaküs) hareketi, köleleri kurtarma ve en sert zu]
me karşı, ezilen ve sömürülen bir insan sınıfını hakkına ka
vuşturma davranışı...
Hadise, Milâddan önceki ilk asırda (Spartaküs) davra
nışiyle başlamaz. Milâddan önce 187, 134, 104 yıllarında da
baş kaldırmalar olmuş, fakat Roma zulmünün şahmerdanı
altında tüyler ürpertici şekilde bastırılmıştır. Birincisinde
7 bine yakın köle çarmıha gerilmiş, ikincisinde çarmıhda
can verenlerin sayısı 20 bine ulaşmıştır. Üçüncüsündeyse bü-
tün köle or.dusu, son neferine kadar kılıçtan geçirilmiştir. O
zamanki başlan, «Güneş devlet» idealini besleyen (Aristoni-
kos)... Fakat muradına erememiş, Roma ordu silindiri altın-
da tuz - buz olmuş ve Roma'ya getirilerek, cımbızla zerre
zerre etleri koparılırcasma ve hususî merasimle öldürülmüş-
tür.
(Spartaküs), her eza çektirmenin, doğuşunda mutlaka
âmil olduğu ihtilâl çocuğunu yetiştirme ve geliştirme işinde
selefinden daha akıllı, hesaplı ve sistemli hareket etti.
Trakyalı, tunç yüzlü, büklüm büklüm adaleli ve baktığı
yeri oyasıya keskin gözlü bu harp esiri, vücut ve kafa yapı-
sından yana (glâdyatör)lük mesleğine lâyık görüldü ve sonu
nasıl olsa öldürülmek ve imparatorları eğlendirmek mesle-
ği (glâdyatör)lük marifetinin mektebinde yetiştirildi. Roma'-
da adam öldürmek sanatım talim edici bu mekteplerden
birçoğu bulunuyor ve talebelerini heybetli köleler arasından
seçiyordu.
(Spartaküs) daha mektepteyken, insanın insanı ezmesi
ve bugünün kobayları gibi laboratuar hayvanlarından daha
hor bir zulüm rejimi altında inletilmesi sanatına hedef diye
tarif edebileceğimiz köleliği bir türlü ruhuna sindiremez
oldu ve ayaklanma plânını o günlerden tasarlamaya başladı;
emin gördüğü arkadaşlarına da açtı. 73 köle arkadaş bu fi-
kirde birleştiler. Roma'da ve italya havzasında yaşayan, im-
paratorluğun çeşitli memleketlerinden devşirilmiş onbinler-
ce köleyi, arada hiçbir ırk ve fikir vahdeti olmadığına göre,
sadece
destanlık zulümlere karşı birleştirmek ve bu birles-
• enin dağınık bir zemin üstünde ve ceberûtî bir baskı
'mnda imkânını bulmak çok zor bir işti. (Spartaküs) içi bu
a eleyle dolu, (gladyatör) mektebinden teşkilâtlanıp dar-
i merkezden ve merkeze indirmek üzere cenuba, (Vezüv)
Sına çekildi. Az zaman içinde, etrafında yüzlerce insan...
ma kuvvetleri 3 bin kişilik bir tümenle üzerilerine yük-
ndi fakat (Spartaküs)cüler en sarp dağ noktalarına çeki-
1 rek korundular ve küçük birlikler halinde Roma kuvvetle-
ini dağınık buldukları her yerde ezdiler. Romalı asker saf-
larında ric'at boruları... (Spartaküs)e her taraftan katılma-
lar İsyancılara karşı ikinci Roma toslaması 10 binlik bir
kuvvetle... Bu defa hikmetini «Uhut» çenginde belirttiğimiz,
başbuğ emrini dinlememenin felâketi... (Spartaküs), emrin-
dekilere cepheden taarruz etmemelerini ve Romalıları yıp-
ratmaya bakmalarını emretmişken dinlemediler, cepheden
saldırdılar ve fena halde ezildiler. Fakat (Spartaküs)ün şid-
detli el atışiyle kurtuldular. Romalılar yine bir şey yapama-
dı. Derken (Spartaküs)e karşı iki Roma ordusu harekette...
Yine emir dinlememe hatası yüzünden 40 bine varan köle-
ler ordusunun yarı yarıya erimesi... Tekrar diriliş, iki ayrı
ordu üzerine, birini bırakıp ötekine saldırmak suretiyle çul-
lanış, şimal'e yürüyüş, kapılarını kapatan Roma'ya istihkarla
bakış, (arena - dövüşülen saha)larda Romalı esirleri (glad-
yatör) kılığına sokup birbirini gebertmeye zorlayış, (Tur-
yum) şehrini merkez ve bütün kölelerin hür ve herkese eşit
olduğunu ilân ediş, altun ve gümüş biriktirmeyi yasaklayış,
yeni bir düzen temeli atmaya koyuluş, filân falan...
Romalılar, handiyse İmparatorluklarını başlarına yıka-
cak derecede kuvvetlenen, hak ve dâva bayraktarı (Sparta-
küs) tehlikesini anladılar, olanca ağırlıklariyle üzerine aban-
dılar, bütün aziz duyguları çiğnediler ve İsa Peygambere 71
y1! kala köleler ihtilâlini öylesine bastırdılar ki, onbinlerce
cesed arasında kahraman köleye ait olduğu zannedileni, pa-
ramparça doğranmış olmasından tanınamadı.
Putperest Roma'ya karşı, kaynağı bilinmese de yine hak
yolunda büyük bir ayaklanış ve onun ileride tiyatro eserle-
56
57
rine kadar mevzu olacak şanlı güdücüsü (Spartaküs)...
Gözü devlet reisliğinde, mutlak hâkimiyet sevdasınd
azgın bir serserinin, ihtiras küpü bir maceracının roman
nına (Katilina)dan daha zengin bir mevzu bulunamaz, n
her şeyden evvel, Allah uğrunda sabır ve tevekkül hiktne"
tine uzak, Eski Roma'nın (stoisizm - cevr ve cefaya ta-
hammül ahlâkı)ndan nefsanî ölçüde büyük pay almış t gz
«ben»ini putlaştırma nümunesidir. Gerçek dindarların Al
lah için belâ ve ıstıraba tahammül ahlâkı bir Roma mek-
tebi olarak onda, yalnız gurur ve nahvetine hizmet edici
bir kanundur. Aynı ahlâkın bağlıları onun için derler ki •
— Açlığa, susuzluğa, soğuğa, uykusuzluğa ve her türlü
acıya (Katilina) derecesinde dayanabilecek hiç kimse yoktur
O, kendisini, gençliğinden başlayarak, bütün mahrum-
luklara ve işkencelere dayanabilmek için hususî surette
yetiştirmiştir. Dıştan fedakârlık gibi görünüp, içten, en kor-
kunç ihtirasa destek diye kullanılan müthiş bir tezat ifa-
desi, garip bir ahlâk... Evet; dış manzarasiyle büyük bir
heybet şeklinde görünen, aslında sırf kibir eseri bu ahlâ-
kın altında, dünyanın en sefil, hilekâr, bütün ulvi duygu-
lardan mahrum karakterlerinden biri yatmaktadır. Roma'-
nın en soylu ailelerinden birine bağlı (Katilina), tam bir
Romalı kabuğu içinde barındırabildiği düzenbazlık ve sah-
tekârlığiyle, marsık gibi ateşle duman karışımı bir hüviyet
belirtiyor, ateşi dumanını yenemiyor, büsbütün körüklüyor-
du. Doymayan hırsını ve fenalık kültürünü zalim diktatör
(Sillâ) zamanında edinen bu adam, Roma'nın en acıklı fesat
ye tefessühe düştüğü ve nice (Katilina)lara gebe kaldığı o
hengâmede, servete hücum ve içtimaî çapulculuk hareket-
lerine karışmış, büyük talanlarda boy göstermiş, siyasî cina-
yetlerde rol oynamış bir tip... Kendisini dizginlemek isteyen
öz kardeşini bile öldürmekten çekinmeyici bir yaratılış...
Talan çığın sona erince (Katilina) yükünü almışlardan
biridir. Vur patlasın, çal oynasın, (lüks), (bomb), sefahet,
ziyafet, şarap, kadın, kumar, dans... Rivayete göre, yaşlı
bir fahişeyle evlenebilmek için asîl aileden kansını ve oğ-
lunu öldürüyor. Ama serveti Roma'nın (lüks) ve sefahatine
anamıyor ve (Katilina), bir taraftan Afrikadaki çapul-
luk teşebbüslerinden muhakeme altına alınırken, öbür
aftan da, sonsuz bir servet ve nüfuza malik olmak için
"zünü konsüllük makamına dikiyor. İlâhî imtihan olarak
t rihte her haşmet devrinin arkasından gelen ruhî ve ahlakî
ukut, Roma'daki tecellisini bir galeri dolusu heykel üze-
inde tecelli ettirmişse bu heykeller içinde dikkate değer
lanlardan başlıcası (Katilina)dır. Dünyayı fethettikten
nra — daima İlâhî imtihan — üzerine çöken şeytanî reha-
vet ve nefsaniyet yüzünden sedirine uzanıp tekrar yemek
zevkine erişmek için yediklerini kayyetmeye kadar giden
Roma'lı (Katilina) da, kahramanlıkla karışık alçaklık seci-
yesini kemaliyle aksetirir.
Çapulculuk muhakemesinden beraetle, fakat bütün pa-
rasını rüşvete feda ederek kurtulan (Katilina) işi doğrudan
doğruya siyaset pazarına döktü. Zenginlerin enaniyetini on-
lar hesabına bir temele bağlamak için mi, fakirlerin ıstıra-
bını dile getirmek için mi, niçin söylendiği meçhul şu (dö-
viz) (Katilina)mıidır :
—• Hiçbir zengin, fakirlerin iyi ve düzgün hale erişme-
sini, rahat ve refaha geçmesini istemez!
(Katilina) ilk iş olarak ihtiraslarına gençliği alet etme-
yi düşündü. Fakat göbekten yukarıya kalb ve beyin gibi
uzuvların mihraklaştırdığı duygu ve düşünce yoliyle değil
de, göbekten aşağı, hayvani iştah ve şehvet vasıtasiyle...
Etrafında gençlerden bir şehvet zümresi halkaladı ve
onları esrar tekkelerinin deli tiryakileri gibi, madde haz-
larına zebun ve bu nazların tertipçisi olarak kendisine
bendetmeyi bildi. Sabahlara kadar bu gençlerle, bir nevi
ilim ve fikir kürsüsü etrafında dolu-dizgin ten iştahı talim-
leri, aynı zamanda efelik ve kabadayılık terbiyeleri ve nü-
fuzlulara baş kaldırma eğitimleri... Taşranın sefil halkiyle
Roma'nın ayak takımı da aletleri... Umumî (döviz)leri de
bunalım, cemiyetin her halinden şikâyet ve her şeye karşı
isyan...
Milâddan 64 yıl önce bahar mevsiminde harekete geçmeyi
asarladılar... O zamanki Roma düzeninin, kendisini mü-
58
59
dafaada en âciz olduğu ândı bu... Roma orduları Bat
Asyada iranlılarla dövüşüyor ve ortalıkta ana vatanı i
ve dışa karşı koruyucu bir kuvvetten eser görünmüyordu
ihtilâllerin daima kolladığı, kollamak borcunda oldum
demlerden biri...
(Katilina) M.Ö. 64 yılının ilkbaharı sonunda yakınların
evinde topladı ve çıkışını yaptı:
— Günümüz gelmiştir! Hükümet zenginlerin uşağı
işler, servet sahiplerinin idaresine bağlı... Ama gençlik bi-
zimle... Hükûmetse ihtiyar, yatalak ve felçli... Servet, za-
fer, şan, şeref avucumuza bakıyor! Tek, kolumuzu kımıl-
datacak kadar cesaretimiz olsun!... Konsüllük seçimlerine
namzetliğimi koyacağım. ݺe oradan başlayacağız. Sonra her
vasıtaya baş vurarak nihaî hâkimiyeti devşireceğiz. Beni
destekleyecek misiniz?
(Katilina)cılar coştu, seçimlerde ne türlü olursa olsun,
kendisine yardımcı olacaklarına yemin ettiler. Kanlarını
şarap dolu bir tasa akıtıp ondan birer yudum almak sure-
tiyle ettikleri bu sözde yemin, ertesi günü Roma'da duyuldu
ve bir dedi-kodu uğultusudur başladı. Bu (romantik) nü-
mayiş, ihtilâl tekniği bakımından müthiş bir falsoydu. Zen-
ginler ve nüfuzlular sınıfı ve partiler (Katilina)ya karşı
birleştiler, onun karşısına tek namzet olarak (Çiçeron)u çı-
kardılar. (Çiçeron) seçimlerde (Katilina)yı yendi ve iktidarı
kazandı. (Katilina) yılmadı, birdenbire bir hadise çıkarmayı
da uygun bulmadı. Arkasında maiyeti, bellerinde silâhlan,
çete halinde Roma sokaklarını kolaçan etmeyi tercih etti
ve aynı talim ve terbiye usulünde devam ederek gelecek se-
ne seçimlerini bekledi. Günden güne de bu eşkiya tavriyle
tesirini artırarak ortalığı kasıp kavurmayı ve zenginleri
haraca bağlamayı becerdi ve büyükçe bir ihtilâl hazinesini
doldurmayı başardı. 63 seçimlerinde de kaybedince, onun
için tek yol kaldı. Rakibi (Çiçeron)u tasfiye etmek, öldür-
mek... Ve bu işle beraber merkezde ve taşrada ayaklan-
mak... Asıl ayaklanma, taşrada başlayacak, (Çiçeron) öldü-
rülür öldürülmez, merkeze çullanmak şeklinde olacaktı.
(Çiçeron), (Katilina)cılardan bir şehvet düşkününün metresi
60
siyle teşebbüsü öğrendi, evinde bir baskına uğrama-
vas j jn tedbir aldı, şehirde fevkalâde hal ilân etti ve Se-
u acele toplantıya çağırdı. Toplantıda elini (Katilina)
doğru uzatıp, onu, Cumhuriyet, fazilet ve millet düşmanı
., tererek lanetledi. Bütün senatörler ayağa kalktı, yuha-
ı malar ve küfürlerle (Katilina)ya hücum ettiler. Fakat
k'mse onun yakasına yapışamadı, tevkifi için bir hareket
Österilemedi; o da, gayet sakin ve küstah, aynı küfürleri
fenatoya yönelterek haykırdı:
Alevlendirdiğiniz yangını, Roma'nın yıkıntıları altın-
da bastıracak, söndüreceğim!
Ve her gözükaranın imtiyaziyle, şapşal senatörleri ite-
rek kendisine yol açtı ve çıkıp gitti. Kimse arkasından yeti-
şemedi, bir hareket gösteremedi, bir şey diyemedi.
(Katilina), adamlarının taşrada hazırlamış bulunduğu
ordunun başına geçti. (Çiçeron) ise, Roma'da türlü hesaplar
yüzünden üzerine çüllanamadığı (Katilina)yı, şehri bırakır
bırakmaz bütün taraflılarını ezmek suretiyle karşılamayı
düşündü, onun ihtilâl ve suikast plânlarını Senatoya verdi,
takımını tutukladı ve tertiplerini Senatoda itiraf ettirmeye
kadar vardı. Senatodan haklarında idam hükmünü çıkarttı
ve hükmü (Kapitol)ün eteklerinde coşgun bir halk tezahürü
altında yerine getirdi. (Katilina)ya gelince, taşrada köleler-
den yardım istemeyi reddedecek kadar Romalılığından mağ-
rur, kendi takımının başında Roma kuvvetlerini karşıladı,
cesaretle çarpıştı ve bir bakıma kahramanca öldü. Onun
başını, gövdesinden, Roma ordusu kumandanı ve eski dostu
(Antonyüs) ayırdı ve Roma'ya gönderdi. (Katilina) kellesini
vermiş, fakat bu serseri kelleyi zehirli bir nebat gibi yetiş-
tiren Roma'nın ruh ve ahlâk bataklığı göze görünmekten
uzak kalmıştı. Fransız ihtilâli büyüklerinin desise ve hıya-
net ahlâkına remz diye kullandıkları (Katilina) ismi, artık
kendisini takip edecek ayaklanmalara basamak olmuştu.
Roma'da desise dehası menfi seciye (Katilina) dan son-
ra, imparatorluğu yeni bir düzen temeline oturtmak dâva-
Slnda, kendi idealine göre müspet şahsiyet (Culyüs Sezar)...
Batı tarihçilerinin, büyük ihtilâl şeklinde gördükleri
61
(Sezar) davranışı, neticesi çarpışmayla beliren bir
olmaktan ziyade, çürük ve çökmek üzere bir idareyi (ene
jik) bir el atışiyle teslim alma ve umduğundan çok fazı
sini bulma hareketidir. Fakat hadise madde planındaki b
sitliğine karşılık, fikir ve ruh çerçevesinde zengin ve b
ölçüyle Roma'mn gidişinde rota değiştirici bir inkilâp Ve
ihtilâl sayılmaya lâyık...
Soyunun (Venüs)ten geldiğine inanan bir ailenin oğ
lu... İlk gençliğinde amcasının teşvikiyle (Jüpiter) tapma-
ğının rahibi oldu. 21 yaşlarında Asya'ya gitti ve 3 yıl ordu
hizmetinde çalıştı. Sonra Roma'ya döndü ve (sosyete) ha-
yatına daldı. O devrede işi gücü kadın fatihliği... Hesapsız
zengin... Bir metresine hediye ettiği inci gerdanlık Roma'-
nm bir mahallesini satın alabilecek değerde... Bu kadın-
dan edineceği çocuk da, ileride kendisini hançerleyecek
olan piçi, (Brütüs)... kıvırcık saçlı, beyzî suratlı, ince ve
uzun boylu, yakışıklı bir adam... Öylesine sanatkâr mizaçlı
ki, evi hep eski eserlerle dolu... Ayaklarının altına sanat
eseri olmayan taşları döşetmez, bastığı yer sanatlı mozaik-
lerden olmazsa ayaklarının incineceğini iddia ederdi. Bü-
yük hatip (Milon)dan belagat dersleri almış ve biraralık
işi avukatlığa dökmeye kalkışmıştı. (Çiçeron) onun için «La
tinceyi en iyi konuşan adam» diyordu. Kendisine şöhret
ve itibar sağlayan avukatlık mesleği de onu fazla sarma-
dı ve ihtiraslarını doyuramadı. Roma halkı sefahat içinde,
zengin İmparatorluğun her taraftan getirttiği ve Roma'da
bedava dağıttığı buğdayla geçiniyor ve zamanını sirklerde,
sokaklarda, başıboş ve her türlü ahlâksızlığa kucak açarak
geçiriyordu. Devlet (oligarşi-zumre istipdadı) altında, para
ve nüfuz hiziplerinin elindeydi. Eyalet valilerinin yapma-
dıkları zulüm, işlemedikleri suistimal yoktu.
(Culyüs Sezar) evvelâ bu valilere karşı harekete geçe-
rek siyaset meydanına atıldı. Oradan (oligarşi) zümresine
döndü ve bunların destanlık rezaletlerini yaymaya başla-
dı. Her (demagok) gibi aşağı sınıf halkı tutmak için o ka-
dar dil ve para döktü ki, borcu milyonları aştı ve bu is-
rafa karşı tesellisini, hesabında asla yanılmadığı fikrinde
buldu.
«Ya hep, ya hiç!» düsturu altında, her ân bir isti-
DlJffleti bırakıp öbürüne dönmeyi ihmal etmeksizin ana yönü
iktidar hırsını daima muhafaza etti. 40'ıncı yaşına
° rinadan Roma'mn en büyük dinî makamı olan (Pontifeks
Maksinıus)a seçildi, birkaç yıl sonra (konsül) oldu ve daha
"nce kötü idaresine karşı çıkmış olduğu (Pompeyüs) ve
(Krasüs) ile meşhur (triyomüra-üçüzlü idare)yi kurdu. Fa-
kat bu da onu tatmin edemezdi. (Büyük Pontif) seçileceği
eün evinden çıkarken annesine «bu akşam ya Roma'mn
(Büyük Pontif)i olarak döneceğim, yahut Roma'dan kovula-
cağım! göreceksiniz!» diyen ihtiras tipi rüyasındaki hazine-
lere kimseyi ortak edemezdi: Bunun için de Roma dışına
büyük selâhiyet ve ordu dayanağı elinde olarak çıkmak ve
oradan merkeze çullanmak gerekirdi. Bu plânda hareket
etti ve kendisini (Gol) hareketine başbuğ tayin ettirdi. Bü-
yük askerî zafer,.. Ve meşhur döviz: (Veni, Vidi, Vici —
Geldim, Gördüm, Yendim!)... Ve Alp dağlannda dünya ile
alakasız bir köyden geçerken söylediği söz.
«— Roma'da ikinci olmaktansa bu köyde birinci olmayı
'tercih ederim!»
Buna karşılık konsül (Pempeyüs), gittikçe yaklaşan ve
onun Doğu fatihliğine karşı Batı fatihliği rolünü oynama-
ya başlayan (Sezar) tehlikesi önünde kendisini uyarmak
isteyenlere şöyle hitap ededursun:
—Meraka değmez! İtalya'nın neresinde ayağımı yere
vursam ordular fışkırtırım!
(Gol) zaferinden sonra (Sezar) ordusiyle cenuba indi,
(Rübikon) suyunu geçti, Roma yolunu tuttu ve kaygılı gör-
düğü arkadaşlarına, (riziko) ku seven her teşebbüs adamı-
nın bayılacağı tarihî sözünü söyledi:
—Artık zarlar atılmıştır!
Zarlar atıldı ve en fazla «dübeş» beklenir ve Roma'ya
"ir ihtimal bırakırken «düşeş» geldi. Roma ileri gelenleri,
(Pompeyüs) taraflıları ve birçok senatör «pilini pırtını top-
la ve savış!» hesabı, soluğu kaçmakta buldular...
(Sezar)a karşı gösterilebilen biricik tepki, onu âsi gene-
ral ilân eden (koton)un şu acıklı yakarışı olmuştu:
62
63
— Cumhuriyet tehlikeden kurtuluncaya dek saçınn
kalımı kesmeyeceğim! Roma asillerinin âdetince yeme»' 3-
sedirime uzanarak değil oturduğum yerde yiyeceğim! l
îrade zembereğinin boşanışına ve acz halinin (torji-k
. mik) şekilde ilân edilişine bundan daha çarpıcı bir mis
gösterilemez.
Bütün Roma boşaltılmakta, kadın, ihtiyar, çocuk y0ı
lara dökülmekte; sanki» Roma, gökten, müstemlekeleri
pında bir bir düşüyormuşcasına darma-dağın kaçışmakta
(Sezar), sıkı takibine rağmen (Pompeyus) ile yakınla-
rının gemilere atlayıp Yunanistan'a kaçmalarını önleye-
medi; eski idarenin başlarını ezemedi. Donanma, bazı eyalet
ler ve Doğu ordusu (Pompeyüs)ün elinde kalabilirdi.
Nitekim bu vaziyet, merkezle muhit arasındaki bo-
ğazlaşmayı tam 4 yıl sürdürdü, imparatorluğun her tara-
fında milyonlarca insan (Sezar) veya (Pompeyus) taraflısı
olarak birbirini kırdı. Fakat (Sezar) bütün bu olanları
soğukkanlılıkla takip etti, günlük ve uzun vadeli tedbir-
lerini aldı, imparatorluğunu ilân etti, kendisinden sonra-
kilere alem olacak (Sezar) adını mutlak hükümdarlık mâ-
nasına benimsedi; ve (Dmperium Romanum - Roma Impara-
torluğu)nu tam bir vahdet ifadesiyle yekpâreleştirmiş ve
Cisimlendirmiş oldu. Rakiplerini tek tek ezip yokettikten
sonra bütün İmparatorluğu, muazzam bir sinir manzumesi
halinde Roma kalb ve dimağ santraline bağladı; böylece
fikir yolunda ,inkılâp diye vasıflandırdığımız Roma bütün-
lüğü gayesini, büyük ve içtimaî bir ideale malik bulunmak-
sızın, fikirsiz, yani klâsik Romalı ruhiyatı içinde ve nizam
aşkı etrafında gerçekleştirdi.
ilerideki devirlerde de adım efsaneleştirdi. 17, 18 ve
19 uncu asırların edip ve tarihçileri, ondan, insan takatim
aşan bir kudret diye bahsettiler ve Yunan aklı, Roma ni-
zamı ve Hıristiyanlık duygusundan ibaret (Greko - Lâtin)
medeniyetinin nizam burcunda, en büyük temsilcilerden bin
olarak (Sezar)ı selâmladılar. Meşhur (Monteskiyö) onun
için: '
«— (Sezar)ı sadece talihli olarak gösterenler var... Ha-
64
tte bu büyük adamın öyle meziyetleri vardı ki, bir
etin başında bulunup da kazanmaması, bir diyarda
kU- n da başa geçmemesi ihtimali yoktu!»
Der.
Modern tarihçilerden (Jak Benvil) ise şöyle kalem yü-
rütür:
Ko, Roma'yı Roma'ya iade eden kahramandır.»
Bunlar arasında (Jan Kuzen) doğruya en yaklaşmış ola-
nıdır :
«__ (Sezar) gerçekçiydi. Şartları görme ve onlara uyma
kabiliyetindeydi. (Graküs)ün mahrum bulunduğu orduya,
'Sillâ)nm yoksun kaldığı soğukkanlılığa, (Pompeyüs)ün ere-
nıediği karar verebilme kudretine bol bol malikti. Bu yüzden
zafere ulaştı. Halkı kışkırtmayı bilen bu asilzade, onlara hâ-
Jdm olmayı da bildi. Soylulara dayandıysa da onları imtiyaz-
larından fedakârlığa kadar da razı etmeyi başardı. Tarihin
en büyük ihtilâllerinden birini yapmış olmasına rağmen, ilmi
ve tekniğiyle asla ihtilâlci değildi. (Sezar)ın muvaffakiyeti,
ne bir fikrin, ne bir içtimaî temayülün, ne de bir parti veya
zümrenin eseri diye gösterilebilir. Sadece şahsî bir atılış ve
ihtirasın mahsulü...»
Nitekim muhteşem diktatör (Culyüs Sezar) 20 nci asır
müstebitlerinin korunma tekniğini nefsine tatbik edemedi,
insanları kendi ruhiyatına körü körüne bağlı sandı veya
böyle bir ruhiyat yuğuramadı. Bazı asillerin gayzlarını çek-
mekten uzak kalamadı; ve İsa Peygamber'in doğuşuna Hris-
tiyan hesabile 44 yıl kala, 57 yaşında Roma Senatosunda
hançerlenerek öldürüldü. Kendisini hançerleyenler arasında
piç oğlu (Brütüs)... Ona son dakikada söylediği söz malûm :
«— Tu quoque fili mi? — Sen de mi benim oğlum?»
Tarihçi (Plütark) bu sahneyi tüyler ürpertici bir sadelik-
le anlatır:
«— (Sezar)ın Senatoya geldiği haber verildi. Gelip ye-
rme oturur oturmaz, onu öldürmek üzere birleşmiş olanlar
etrafını aldılar. Onunla bir şey konuşmak, ona dert yanmak,
danışmak ister gibi bir halleri vardı. Önce onlardan sıyrıl-
mak istedi. Kurtulamayacağını anlayınca şiddetle doğruldu.
65
f.*
ݺte o zaman (Titülüs) omuzlarından tutarak (Sezar)ın >,
manîsini aşağıya doğru yırttı.' Hemen arkasında bul
(Kaska) hançerine davranarak ilk darbeyi indirdi.
çılardan üstüste birçok darbe yemiş olan (Sezar)
hızla gözden geçirdi ve kaçmak istedi. Ama o anda
ün saplamak üzere hançerini havaya kaldırdığını
harmânîsiyle başım örttü, vücudunu öldürücü vuruşlara
raktı.»
(Sezar) dan sonra, Roma'mn çöküşüne kadar, gerçek "h
tilâl denilebilecek bir hadise yoktur. Ne deli (Kaligulâ)
ondan beter (Klodyüs), ne (Neron), ne şu, ne bu, küçük 's^
kastlardan ileri bir mevzu ve mâna belirtebilir. Eski Rom •
nın, «cevr ve cefaya tahammül» diye ifadelendirdiğimiz (St
isizm) ahlâkı, bu ahlâka madde ve nefs ötesi bir dayanak
bulmadıkça tefessühten başka bir şeye hizmet etmeyecektir
Nitekim böyle olmuş ve İsa Peygamberin Doğu'dan esen so-
luğu karşısında, muhteşem Roma, mum haline gelen muaz-
zam sütunlariyle eriyivermiştir.
FRANSA'DA
(ETYEN MARSEL)
Eski Yunanla Roma arası İran tahtı kavgalarını ve
(Daryüs - Dara) darbelerini ihtilâl sayamayız. Ortaçağ içinde
ihtilâle benzer ve hepsi de yelteniş halinde hareketlere 14
ve 15 inci asırlarda rastlıyoruz. Bu asırlarda ikisi Avrupa'-
da, öbürü Türkiye'de üç davranış var... Avrupa'da (Etyen
Marsel) ve (Mediçi), Osmanlılardaysa Şeyh Bedreddin hadi-
seleri... Türkiye'deki, taşıdığı ruh ve mâna bakımından
mühim...
Paris'te kumaş tüccarı ve esnaf kâhyası bir adam...
1356'da İngilizlere yenilen ve kralları esir düşen Fransız
ordusunun gerisinde bütün bir millet perişan... 20 küsur
yıldan beri süregelen darlıklar, düzensizlikler, güvensiz-
likler, güdümsüzlükler serisinin en ıstıraplı hengâmesi, bu..-
(Eta Jenero - Eyalet Meclisleri) isimli topluluk, millî iradeyi
, kral fermanlarını tescil ve tatbike memur bir kad-
Bu meclis Fransa'yı kuşatan binbir belâya karşı, mil-
muzuna yığdıkları yüklerin altında, ne yapacağını, ne
° takınacağımı bilemez vaziyette... Asiller, (burjuva)
ri kasabalılar ve rahiplerden kurulu bu Meclis, üs-
yeni vergiler ve malî darlıkların davet ettiği sert ted-
bakımından, bilhassa tüccar, esnaf ve işçi zümrele-
çerçevelenen (burjuvazi) sınıfı temsilcisi olarak taz-
e hedef oluyor; asiller ve rahipler yan gelip oturur-
n Fransa'yı kurtarmak vazifesi bu sınıfa düşüyordu. Bü-
"k Fransız ihtilâline kadar el dokunulmaz ve hatâ etmez
bilinecek olan Kral da, kendisi bir tarafa bırakılarak, an-
ak akıl hocalarının suçlandırılması yoliyle tenkit edilebili-
yor, bu da bir tesir ve çare vâdetmekten uzak bulunuyordu.
'o demlerde «Nehir Yoliyle Ticaret Yapanlar Birliği»
adlı ve kuvvetli bir dernek, esnaf kâhyalığına seçtiği (Etyen
Marsel)in birdenbire sınırım taşırarak büyük politikaya
atıldığını gördü. Bu yüksek nüfuzlu dernekle beraber bütün
(burjuvazi)yi peşine takmak sevdasına düşen ihtiraslı adam,
tez zamanda başına bir güruh toplayabilmiş, onları (dema-
goji) diline çabucak alıştırmıştı. Dükkânından top top sat-
tığı kumaşlarla, yarısı kırmızı, yarısı mavi bir takke yap-
tıran ve bunu adamlarına giydiren bu adam, açıkça bir
ayaklanma rolüne çıktı. Dâvası «Eyalet Meclisleri»nin öne
sürdüğü şartlar üstünde yeni (reform)lar ve kötü idarenin
esastan ıslahı...
Bu karikatür ihtilâlci, esir babasının naibi genç Veli-
ahdın bir adamını vuran kırmızı mavi takkelilerden biri
saklandığı kilisede bir mareşal tarafından öldürülünce he-
men ayaklandı; adamlariyle sarayı basıp Veliahdın yatak
odasına kadar girdi. Oradaki iki mareşali hançerletti ve kor-
kusundan büzülüp kalmış 18 yaşındaki delikanlı Veliahda,
kendi kırmızı mavi külahını giydirdi. Bütün saray halkının
da aynı külahları başlarına geçirmeleri için dükkânından top
toP kumaş getirmeyi ihmal etmedi. Hareket, ilerideki Fran-
Slz ihtilâlinin bayrak çekirdeği — yalınız beyazı eksik — bu
Kırmızı . mavilerin zorla satışı için mi, yoksa halkı ve
66
67
Fransa'yı bir (sembol)e bağlamak için mi oluyordu- K
değil... ' elli
(Etyen Marsel) Paris'te aylarca hükmünü sürdürri-
belediye ve hükümeti, isimsiz ve unvansız eline aldı-
hürriyet, adalet lâfazanlığı arkasında korkunç bir dua İ
tor kesildi. Nihayet maskesi düştü, bir anlık halk alâk
nın uçup gittiğine ve nefrete döndüğüne şahit oldu. Ul "
bilinen mefhumları kendi şahsî süfliyetine alet eden h
sahte inkılâpçı gibi, vatan menfaatlerini ve millî hislerin'
çiğnemekte tereddüt göstermedi, ingilizlerin adamı Fran
sız (Navar) Kralını Paris'te idareyi teslim almaya davet
etti. Elinde, Veliahdın bir adamından aldığı kal'a kapısı
anahtarı, Paris surlarının dibinde ufukları gözlerken bu
defa halk ona karşı ayaklandı. Bedavadan ihtilâlcinin
göğsünde bir sürü kılıç yara açtı ve (reform)cu esnaf kâh-
yası ve kırmızı - mavi kumaş tüccarı, elinde kocaman anah-
tar, onu bir gün sonra Veliahd'a kapı açacak olanlara
bırakıp yüzü koyun toprağa kapandı. Fakat bu miskin ha-
reketin sahibi, l yıl kadar Paris'i ve Fransayı parmağında
oynatmaya muvaffak oldu. Sahipsiz memleketlerde de,
ihtilâl denilen yeltenişlerin, ne kolay, ne basit, ne bedava,
ne maskara ellere kadar düşebileceğine misal teşkil etti.
İTALYA'DA
(Mediçi)ler
15 inci asrın ortalarına doğru Floransa... Şehir (Koz-
mo di Mediçi) isimli bir bankerin hâkimiyeti altında... Ama
ne resmî bir sıfatı var, ne kendince özentilik makam ismi...
Unvansız olarak kraldan daha kral bir kişi... Papa İkinci
(Pi) ona yazdığı 'bir nâmede demişti ki:
«— Sizin bir krala nispetle sadece tahtınız ve unvanı-
nız eksik!...»
Çirkin yüzlü, haşin bakışlı, dik sözlü, hissiz ve fikirsiz
biri...
ݺi gücü, alttın dolu kasası, altun tartmaya mahsu
68
ve defterleri arasında, insanları gütme ve muhiti-
hâkim olma plânları kurmak... Al tunlarına eklediği
11 vetli bir dış mantık ve kandırıcı bir (diyalektik) saye-
• de Floransayı iradesine tâbi kıldı, «astığı astık, kestiği
v stik» bir nüfuz kazandı ve lâfta değil, gerçekte tam ve
•utlak bir hükümdar oldu. (Mediçi)lerin cezalandırma
ulü olan, insanları ayaklanndan asmak, onun icadı...
1464'de (Mediçi) ailesine bütün bir hâkimiyet sahası bıra-
karak ölürken son sözleri şunlar oldu :
Benim için haşmetli bir cenaze merasimi tertiple-
nmeye değmezi
Yerine, torunu (Lorenzo Mediçi) geçti. «Büyük Loren-
zo» diye anılacak olan bu adam, Floransayı İtalya'nın duy-
gu ve fikir merkezi haline getirdi ve (Rönesans) hamlesinin
sanatta bütün desteklerini etrafında topladı. Zulüm ve is-
tibdada kaçan bir (otorite) edasiyle, en cömert sanat hâmi-
liği birarada... (Mikelânj) ve daha nice ressam, mimar ve
heykeltraş onun sofrasında halkalandı. 15 inci asrın ikinci
yansında Floransa Batı politika ve sanat hareketlerinin
(site)sidir. Osmanlı İmparatorluğuna kadar her tarafla mü-
nasebet kuran bir (santral) rolünde...
Nihayet kilise ve Papalıkla arası açıldı; Papalıkça ata-
nan din temsilcilerini tanımayacak kadar cesur, şan ve
servetiyle de bütün İtalya'yı besleyebilecek derecede kaynak
sahibi (Lorenzo)yu devirmek ve Floransa'ya sahip çıkmak
emeli baş gösterdi. Papa (4. Sikst) tarafından, (Mediçi)lerin
düşmanı (Pazzi) ailesine verilen darbe rolü, (Mediçi)lerin
mazlumu kabul edilen (Françesko Pazzi)ye verildi ve bir
merasim esnasında (Lorenzo) ve kardeşinin birarada han-
Çerlenmesi plânlaştınldı.
Kilisede merasim... Papaz, kendisince «kutsal» şarap
kabını kaldırıyor, Çanlar çalınmakta... Kilise tıklım tıklım
ve herkes duada... Papazın bulunduğu kürsü önünde (Lo-
renzo) ve kardeşi... Suikastçılar iki kardeşi birden öldür-
meyi düşündüklerinden dolayı onların birarada bulunma-
arı için her tedbire baş vurmuşlardır.
Son derece gözükara bir insan olan (Françesko Pazzi)
69
bir anda harekete geçti ve ilk olarak (Lörenzo)nun k
sine hücum edildi. Onu öylesine delik deşik ettiler k'
arada (Pazzi) kendisini bile dizinden yaraladı. Fakat'
hedef (Lorenzo) üzerinde muvaffak olamadılar. (Lere ^
üzerine atılan, silâh kullanmasını bilmez iki papaza v
kendisini, mantosuna sarınarak koruyabildi, adamlarının ^
per olmasiyle de kurtardı. Suikastçılar yollarda her 1"
hareektin malûm nakaratiyle «hürriyet, hürriyet!»
bağırırken, bir anda halkın temayülü beliriverdi.
midesini ve gözünü doyuran ve dolduran (Lorenzo)dan
naydı. Bir anda gulguleler göğü tuttu:
— Hainlere ölüm! Yaşasın (Lorenzo)! kahrolsun (paz
(Lorenzo)yu, aldığı yaradan boynu sarılı olarak sara-
yın balkonuna çıkardılar, çılgınca alkışladılar; ve sokak-
ları dolduran ihtilâlci cesetlerini doğrayarak değneklere
taktılar ve fener alayı yaparcasına şehirde gezdirdiler...
(Mediçi)lere mahsus ayaklarından asılma usuliyle de, bazı-
larının önceden burunları ve kulakları kesilerek sehpalarda
ve sarayın kemerlerinde sallananlar...
(Lorenzo)nun kardeşini ilk hançerleyenlerden biri İstan-
bul'a kaçabilmiş, Fâtih Sultan Mehmed'in himayesine sı-
ğınmıştı. (Lorenzo), kaatili, Fâtih'ten istedi ve Padişah'ın
bu cinayete nefretle bakmasından ötürü teklifini kabul et-
tirdi. Onu da Floransa'da merasimle astılar ve korkunç
tabloyu seyreden (Leonardo Davinçi)den bu levhayı resim-
leştirmesini istediler. Bir sürü ressamda, kilise hadisesin-
den başlayarak ihtilâlin safha safha tablolaştırılması için
vazifelendirildi.
Zavallı hürriyet; biri kendisine zıt, fakat halka dost
tavırlı, öbüriyse nefsinden gayrı her şeye düşman iki aile
rekabetinin bayrağı olabiliyor .
ŞEYH BEDRETTDN
Nâzım Hikmet'in «dünyada ilk komünist» saydığı ve
70
destan düzenlediği, sarıklı küfür ihtilâlcisi... Orta-
ihtilâl hamleleri içinde, şüphesiz ki, Şeyh Bedreddin
anlşıt İslâm ölçüsiyle bâtılının bâtılı bir fikre ve ken-
• e bir dünya görüşü ve cemiyet nizamına dayalı olarak
•kkate en fazla çarpmak mevkiinde olanıdır. Moskoflar
komünizma edebiyatı gözünde ilk sayılan (Rönesans)
v Hrosu içinde «Güneş Memleketi» muharriri (Bruno)dan
da bir asır kadar önce...
Yıldırım Beyazıd, Temurleng'e esir ve Osmanlı ülkesi
Fetret devrinde... Edirne'de Musa Çelebi, Bursa'da Meh-
led Çelebi, ayrı ayrı tahtın vârisi olmak iddiasındalar ve
birbiriyle boğazlaşma halindeler... Arada Süleyman ve İsa
Çelebiler bunlar tarafından öldürülmüş ve taht kavgası bu
iki kardeş arasında kalmıştır.
Edirne'yi merkez edinen Musa Çelebi'nin 15 inci asır
başlarında yaptığı bir iş var... Edirne'de oturan Bedreddin
adlı bir şeyhi kazaskerlik makamına getirmiş olmak...
Bu adamın kaynağı hakkında iki rivayet var: Edirne ta-
raflarında Simavna isimli bir köyde yahut Kütahya'nın Si-
mav kasabasında doğmuş olması... Meşhur eseri veya dalâ-
letnamesi «Varidat»m üzerinde, ismi, Bedrüddin - el - Si-
mavenî diye yazılı... Tarihi İsmail Hami Danişmend'e göre
«ilmî seviyesi ve büyük dehâsiyle yalnız Türklüğün değil,
onbeşinci asırda tekmil İslâm âleminin en mühim ve müm-
taz şahsiyetlerinden» olan Şeyh Bedreddin Selçuklu vezir-
lerinden gelen bir sülâleye bağlıdır ve Şeyh İsrail adında
bir âlimin oğludur. 1368 tarihi sıralarında dünyaya geldiği
sanılmaktadır.
İsmail Hami Danişmend'in «Osmanlı komünisti» diye
vasıflandırdığı bu adamı, milliyetçi ve dindar görüşüne rağ-
men bütün İslâm âlemine örnek bir ilim (otorite)si ve dehâ
Çapında bir fikir kahramanı kabul etmesi, akla sığabilecek
tezatlardan değildir.
Bedreddin'in Musa Çelebi nezdinde — o zaman Şeyhülis-
Jâmlık yoktur — din temsilciliği makamına getirilinceye ka-
dar sürdüğü hayat dikkat çekicidir: Gençlik ve tahsil ça-
Bursa, Konya, Kudüs ve Kahire gibi İslâmî ilim (site)
71
lerinde gelişiyor. Arapça ve Farsçayı derinliğine öğreni
Hattâ bir rivayete göre rumlarla teması sayesinde Yun "
çayı da kıvırıyor. Medine ve Mekke'de de kalıyor. Kahire'n
şeriat ve tassavvuf ilimlerini iki ayrı şeyhten kapıyor
kendi ruhunda kendisine göre şekillendirerek birtakım h
susî düşüncelere saplanıyor. Bu bakımdan da şöhret kaz
nıyor ve adı etrafa yayılmaya başlıyor. Kahire'de Ahlatî tek-
kesinde bâtın ilminin tatbiklerine de girişmiş, fakat ne rds
pette makbul sayılacağı besbelli bazı hallere de kavuşrnu
veya kavuştuğunu sanmıştır. Teshir edici bir konuşması ve
akılları kuşatıcı bir (diyalektik) hokkabazlığı vardır. Her
görüştüğünü büyülemekte ve fikirlerine hayran bırakmak-
ta... Mısır çerkes hükümdarı Berkok, meftunlarındandır ve
onu oğluna yetiştirici ve okutucu tayin etmiştir. Görüştük-
leri ve hayran kıldıkları arasında Temurleng de var... Güya
Temur ona ihsanlarda bulunmak istemiş de kabul ettireme-
miş... Kahire'de Hüseyin Ahlatî'nin ölümü üzerine tekkeye
şeyh olmuş, fakat kısa zaman sonra ayrılıp Anadoluya dön-
müş...
Bu dönüşünde İzmir taraflarında Börklüce Mustafa
isimli bir adamla tanışıyor. Mustafa hemen onun tesiri al-
tına giriyor ve ileride sağ elini temsil etmek üzere Bedred-
din'e kapılanıyor. O sıralarda Sakız adasına geçiyor ve pa-
pazlarla düşüp kalkıyor, onlarla münakaşalara girişiyor ve
fikirlerini kabul ettiriyor. Sakız dönüşü Kütahya tarafların-
dan geçerken de (2) numaralı avenesi Torlak Kemal ve kum-
panyasına rastlıyor^. Torlaklar bir oymaktır ve Bedreddin'i
hemencecik benimsemişlerdir.
Peşinden Edirne ve Musa Çelebinin ona sunduğu «as-
kerlerin kadısı - kazasker» makamı...
Asıl fikirleri ileride meydana atılmak üzere o vaktedek
ortaya dökmekte mahzur görmediği ölçüler şunlar:
«Dnsanlar doğuştan eşittir. Bir kısım insanın patlayası-
ya tok, bir kısmının da çatlayasıya aç olması İlâhî murada
aykırıdır. Müslüman, hristiyan, yahudi, ne varsa Allah m
kullarıdır ve birbiriyle kardeş sayılmak gerekir.»
Dışından «iyi», «doğru» ve «güzel»den sahte ışıklar aK-
tt'ren bu ölçülerin bâtınmdaki mâna ise «kötü», «yanlış»
S «çirkin»den başka hiçbir köke bağlı değildir ve din hik-
tleriyle «nas - mutlak emir»lerini inkârın, biraz sonra an-
sılacak, gözbağcı ilk hazırlıklarıdır.
Şeyh Bedreddin'in Musa Çelebi üzerinde tesiri büyük
Idu Şeyh» halkı, beyler ve ağaların ruhî ve iktisadî baskısın-
dan kurtarmak şeklinde başlayan telkinlerini hükümdara
sılarken, hayalindeki ölçüleri, mülkiyet hakkına dokunma-
dan asıl İslâmiyetin emrettiğinden gafil görünüyor, şeriatı
hakkiyle tatbik gayreti yerine ona dışarıdan tatbike kalkış-
tığı aykırı bir mâna etrafında dolanıyor; ileride görüleceği
gibi, ırz, mal, din, mezhep her kıymeti bir ortak pazara yığma
temayülünü besliyodu. Hükümdarı da kandırmış ve henüz
foyası meydana çıkmadan onu beylerden soğutmuştu. Bey-
ler Musa Çelebi'nin mal müsaderesine ve idamlara kadar gi-
den tutumundan müthiş kuşkulandılar ve Bursa hükümdarı
Mehmed Çelebi safına geçerek Musa Çelebiyi ortadan kal-
dırmak sevdasına düştüler. Bizans İmparatoru da onlarla
beraber... Hep birlikte Rumeline geçerek ve Sırp, Bizans
kuvvetlerini de peşlerine takarak Edirne üzerine yürüdüler.
Musa Çelebi bozguna uğratıldı, öldürüldü, cenk boyunca
yanında bulunan Şeyh Bedreddin de esir edildi. Mehmed
Çelebi Osmanlı tahtının tek vârisi olarak aradaki ikiliği kal-
dırdı, ülkesini bütünleştirdi, beylere eski nüfuz sahalarını
iade etti ve şeyhi sıkı bir muhafaza altında İznik tarafları-
na sürdü. Börklüce Mustafa da, Efendisinin arkasından İz-
nik'e yerleşti. Şeyh, sürgünde kaldığı müddetçe eser yazmak
ve ziyaretçilerini telkini altına almakla uğraştı; ve artık bü-
tün bir küfür manzumesinden ibaret fikriyatını, hem de ik-
tidar ve itibar mevkiindeyken göstermediği bir açıklıkla or-
taya dökmeye koyuldu.
Şöyle :
«Allah mahlûklarından ayrı değildir. Âlem (kadîm) yani
yaratılmış olmaya muhtaç olmayan bir evvellik içindedir.
°ünya ve âhiret farkları hayalîdir; ve beden ortadan kal-
ımca ruh ve mücerret varlık diye hiçbir şey kalmaz. Dünya
72
73
ve âhiret, madde ve ruh âlemleri birbiri içinde ezelî ve ebe-
dîdir. Beden için beka yoktur. Cennet ve Cehennem, dünya-
daki iyi ve kötü hareketlerin ruhlar üzerinde tatlı ve acı te-
cellileridir, insanı hakka götüren her şey melek, kötülüğe
sürükleyen şeyler ve şehvanî güdüler de şeytandır. Cismanî
unsurlar mutlaka zeval bulacaktır, îsâ, ruhiyle diri, bede-
niyle ölüdür.»
İslâmî itikad gözünde baştan başa küfür belirten, hik-
metleri derinliğine göremeyen, basit ve menfî akıl sınırları-
nı aşamayan ve kendi içinde kendi kendisiyle tezada düşen
bu sathî ölçüler, üstelik ırz, mal, mezhep hakkını fertten ko-
parıcı bir içtimaî sistem dâvasiyle, yani küfrün (metafizik)
ve (fizik) kanatlariyle birleşince, meydana (Karl Marks) ve
(Engels)in bile mübalâğalı göreceği iptidaî bir komünizma-
dan başka bir şey çıkamaz. Tenkit ettiği bazı noktalar üze-
rindeki hakkını da, iman adına değil, küfür hesabına yürüt-
müş olur. işte, bugünkü komünizmanm da hasta liberalizma
üzerindeki bazı doğru tenkitlerine eşit, fakat devayı ölüm ve
yoklukta bulan ebedî bâtılına uygun, kalabalıkları dolandır-
ması kolay ve haktan ayırd edilmesi zor, hikmet noktası!..
Şeyh Bedreddin, her evin, her malın, her lokmanın
herkese ait olduğu ve kullanılmakta hiçbir izin ve engele
bağlı olmadığı yolundaki iştirakçiliğini o kadar ileriye gö-
türdü ki, «nikâhlı kadınlar iştiraktan müstesnadır!» dediği
halde nikâhsızlar için açık zinayı mubah kabul etmekle, ka-
dını da müşterek mal saydığının farkında olmadı ve işin
nasıl olsa bu noktaya varacağından habersiz göründü. Hem,
tezada bakın ki, nikâhlı kadın niçin iştirakten müstesna olu-
yor da tapulu mülk veya faturalı mal, ortak kıymet oluyor?..
Bu fikirler, Şeyh Bedreddin sürgündeyken iki müridi
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal tarafından yayıldı, güya
müslüman ve gerçekten gâvur koca bir cahiller topluluğuna
sindirildi; ve bir ayaklanmanın arefesinde bulunulduğu his-
sini gözle görülür ve elle tutulur şekilde belirtmeye başladı.
Vaziyetin ciddîliğini kestiren Çelebi Sultan Mehmed Saru-
han valisine büyük bir kuvvetle Karaburun taraflarındaki
Şeyh Bedreddin takımının üzerine yürümesini ve tümünü
74
kılıçtan geçirmesini ferman etti. O tarafların Şeyh Bedred-
din kuvvetlerine başbuğluk eden iki sergerdesi, «Dede Sul-
tan» lâkaplı Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, devlet kuv-
vetlerini yendiler, ikinci bir hücumu da bozguna çevirmeyi
bildiler ve nihayet Amasya valisi Şehzade Murad kuvvetleri
karşısında tuz-buz oldular. Börklüce Mustafa, emrindeki on-
bini aşan kuvvetle beraber kılıçtan geçti, çarmıha gerildi, bu
vaziyette, bir deve üstünde kasaba kasaba dolaştırıldı. Tor-
lak Kemal de, kendi kuvvetleriyle, Manisa civarında tepe-
lendi ve asıldı..
Şeyh Bedreddin, iki çırağının bu ayaklanışı üzerine
menfasından kaçmış ve Çelebi Sultan Mehmed'in düşmanı
Eflâk Beyi Mirçe'ye sığınmıştı. Bir müddet oralarda ve Bul-
garistan'ın Deli Orman taraflarında bazı plânlar ve hayaller
kuran «Bedreddinî»lerin başı nihayet yakayı ele verdi, Sela-
nik'te Serez'e götürüldü, Çelebi Mehmet'in huzuruna çıka-
rıldı...
Padişah ona sordu:
—Benzin niçin sapsarı?
Cevap verdi:
—Güneş batacağı zaman sararır.
Şeriat makamı ona sordu:
—Şeriat ölçüsiyle senin cezan nedir?
Cevap verdi:
—Ölüm!..
Ve Serez'de bir nalbant dükkânının önünde, cefasız ve
işkencesiz, asıldı.
Şeriat yerini bulmuş, «haramları helâl ettik!» diyen il-
mi nispetinde cahil, zekâsı nispetinde ahmak ihtilâlci, kendi
diliyle verdiği fetvaya kavuşturulmuştur.
' Bir menkıbe:
Tarikat bağlılarından biri, ovamsı bir düzlükte yakınla-
riyle beraber oturan mürşidinin yanma geliyor. Mürşidi ona
hitap ediyor:
—Senden kötü bir koku duymaktayım; ne var cebin-
de?..
75
n
—Hiç efendim; bir kitap ..
—Ne kitabı o?..
—Şeyh Bedreddin'in «Varidat»!..
—Yak o kitabı!
—Yakamam, bağlıyım o kitaba.
—Öyleyse dön de bak!
Mürid dönünce görüyor ki, ovanın bir ucundaki köyün-
de kendi evi alev alev yanmakta...
Suyun öte tarafından olan Şeyh Bedreddin, kendisinden
5 asır sonra yine aynı yönden gelecek küfür üniformalı ce-
reyanın din kisvesi içinde ilk habercisidir.
YEND ÇAİDA
Artık ilk ve orta çağlara bağlı başlıca ihtilâl hareketleri
sona ermiş; sıra, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbulu fethet-
mesiyle açılan yeniçağ hadiselerine gelmiş bulunuyor.
«18 inci Asrın Sonlarmadek» kaydiyle 1789 - Büyük
Fransız İhtilâline kadar ele aldığımız bu üç küsur asırlık
devrede başlıca ihtilâller, Türkiyede Yeniçeri isyanları, İn-
giltere İhtilâli, Amerika istiklâl muharebeleri olarak üç grup
belirtir :
YENDÇERD İSYANLARI
Romanım ayrı bir eser halinde verdiğimiz Yeniçeri is-
yanlarını anlatmaya lüzum görmüyoruz. Sadece mânasını
verelim, yeter:
Yeniçeriyle, dünyanın ilk büyük, iman, aşk, gaye ve ni-
zam ordusunu kuran ve bu sayede yeryüzünün hâkimi kesi-
len Türk, cemiyette aşkın çöküşü ve hükmün ham yobaz
eline geçişiyle beraber bu ordunun da göçüşü ve öz yurdu-
nu işgale memur bir eşkiya sürüsü haline gelişine şahit ol-
muş; ve aşk devresinin ruhu bir türlü iade edilemediği için,
76
bu hal, türlü çıkartma kâğıdı oyunlarına rağmen bugüne
kadar sürmüştür. 1960 gece baskını hareketi, Yeniçeriliğin,
Amerikan kopyası bir üniforma içinde hortlamasından baş-
ka bir şey değildir ve gerçek ihtilâle nispeti, yaban eşeğinin
at soyuna benzediği kadardır. Bu da, Genç Osman'ın Yedi-
kule zindanında boğulmasından, Adnan Menderes'in İmra-
lı'da asılmasına kadar, tüm olarak Yeniçeri ve onun bütün
şekil değiştirmelerinde hiçbir fikir ve temel görüş sahibi bu-
lunmamaktan ve sadece zorbalık gücüne dayanılmış olmak-
tandır. Bu bakımdan Yeniçerilik ruhunun, zaman zaman,
tepesinde gördüğümüz kavuk, sarık, fes, keçe külah ve kas-
ket, daima bir aradadır ve hep aynı rol çizgisi üzerinde...
Eski Yeniçeri, seriate turn hiyanet narasiyle «şeriat iste-
ruk!» diye haykırırken nasıl yanında şeriat ruhunun haini
kaba softayı bulmuşsa, modern Yeniçeri de, doğrudan doğ-
ruya İslâm düşmanı küfür yobazını emrine almış ve hiçbir
tarafın hiçbir muhasebesi olmaksızın, yumruğun kafayı ez-
mesi şeklinde, bu hal 17 nci asırdan 20 nci asır ortalarından
ileriye kadar devam etmiştir.
Gerisi hikâye; o da «Yeniçeri» adlı eserimizde...
(KROMVEL)
İngiltere'de 13 üncü asırdan beri kurulu bulunan par-
lâmento, bu milletin mizacındaki halk iradesi ve fert hür-
riyeti fikrinin, (monarşi - krallık) şekli içinde bir mukavemet
ve muvazene unsuru rolünü oynarken, iş, (1. Sari) zamanın-
da değişiverdi. Öbür Batı devletlerinin mutlak idare ve hü-
kümdarlıklarına özenen (1. Sari) parlâmentoyu kapattı ve
mutlakiyetini sürdürmeye başladı.
Nihayet, simasının en (karakteristik) tarafı, bıçakla ke-
silmiş gibi düz bir çizgiden ibaret, etsiz ve şekilsiz dudak-
larıyla, (Kromvel) isimli, hali ve kılığı babacan ve cakasız
bir adam ortaya çıktı. İstibdat idaresine ve sarayın züppe
kadrosu ve sefih hayatına diş bileyen, korkunç bir din mü-
teassıbı... İnsan uzuvlarının biçiminden mâna çıkaranlara
77
göre, karar kuvveti, haşinlik ve aksilik işareti olan etsiz ve
şekilsiz dudakları, onda bu teşhisi kuvvetlendirici başlıca
çehre hususiyeti...
1640 yılında, kral, tahsisatına zam isteğiyle parlâmento-
yu topladı. Parlâmento kralın isteğini reddetti ve İngiltere'-
nin en uzun süreli Meclisi olarak «Uzun Meclis» adiyle ye-
rinde kaldı, işte (Oliver Kromvel) bu Meclisin âzasından...
O, kralla Meclis arasındaki çekişmeye bu suretle şahit; ve
kafası, protestanlık temeli üzerinde yeni bir rejim kurmak
hayaliyle yüklü... Nitekim kralla Meclis arasındaki çekişme
nihayet savaşa döndü, bir iç harbe yol açtı; (Kromvel) de,
kendisi gibi koyu protestanlardan birlikler düzenledi, bütün
İngiltereyi dolaşıp taraftarlar edindi ve 1645'de Kral kuvvet-
lerini yendi. Saflarına «Demir Cephe» adını taktı ve ta'viz
kabul etmez bir protestan edası altında, hareketini bir mef-
kureye bağlı göstermek (strateji)sini takip etti.
Aynı (strateji)yle Anglikan kilisesine cephe alırken, için-
den geldiği parlâmentoya da düşman kesilecektir. Onun ka-
fasında «Eşitler» yaftası altında, dinde ve ahlâkta arınmış
bir Meclise dayalı Cumhuriyet ideali yaşamaktadır.
Londra'ya ihtişamla girdi, kendisini deli gibi alkışlayan
şuursuz halk yığınlarına bakıp «bu halk beni idama götürse-
ler de aynı coşkunluğu gösterir!» dedi; bir yüksek mahkeme
kurup onun karariyle kralı idam ettirdi ve parlâmentoyu
kapattı. Parlâmento kapısında bir cümle: «Kiralık Odalar»...
Parlâmentoya, askerlerini gizleyerek tek başına girişi ve
mebusları ruh ve dil kuvvetiyle yıldırıp iradelerini bir anda
teslim alışı, her ihtilâl adamının dikkatle incelemeye mecbur
olduğu bir usul mahareti arzeder.
İskoçya ve İrlanda'yı da dize getiren, Hollanda ile bir
deniz anlaşmasına yol açarak İngiliz deniz siyasetine temel
atan ve «Uzun Meclis'»i kökünden kazıyan (Kromvel), «Ko-
ruyucu Lord» ünvaniyle 5 yıl diktatörlük etti, dâvası ve
mefkuresine ait hiçbir yenilik getiremedi. 59 yaşında, sade-
ce iktidar makamı hırsına hizmet etmiş olarak öldü. Ondan
sonra tekrar (Monarşik - Krallık) idaresini getirmiş olan İn-
giliz milleti, bu defa, (Kromvel) başı kesilmeye götürülür-
78
içen değil de, mezardan çıkarılıp bir değnek üzerinde gez-
dirilirken, ona iktidarında gösterdiği coşkunluğu esirgemedi.
(Kromvel)in canlı başına «yaşa!» diye bağıranlar, bu defa,
diktatörün ölü kafasına «yuha!» çektiler... Halk budur; ve
«hiç»in ihtilâlcilerine düşen akıbet, bu...
AMERDKA İSTİKLÂL SAVAŞLARI
Yeniçağ boyunca 18'inci asır sonlarınadek ele aldığımız
Batı ihtilâl hareketlerinde Fransadaki kral darbeleri, mevzuu
ve gayemiz dışında olduğu gibi, 18'inci asrın Amerika İs-
tiklâl Savaşları da, bizim ihtilâlden anladığımız mânaya uy-
gun değildir. O, aslî cephesiyle dış düşmana karşı millî bir
ayaklanma, fer'î cepheleriyle de bir iç harp ve nihayet en
ehemmiyetsiz tarafiyle bir ihtilâl benzeridir. Onun içindir
ki, ihtilâli, bir bünyenin kendi kendisini bellibaşlı bir vahi-
de irca etmek üzere bölünmesi ve kendi kendisiyle boğazlaş-
ması mânasına ihtilâl, Resuller ve Nebilerin mutlak ve mü-
nezzeh kıyamlarından sonra, toprak üstü ifadesiyle, yeniça-
ğın ancak son iki modelinde görülebilir. 1789 Büyük Fran-
sız İhtilâli ve 1917 Rus İhtilâli... Ve onları takip eden kırın-
tı ve mıymıntı davranışlar...
Bu bakımdan en tafsilâtlı ve romanlaştınlmış tarafiyle
18'inci asır sonlarından hikâyeye başlayabiliriz.
79
BÜYÜK FRANSIZ İHTİLALİ
KRAL
Güneş Kral (14 üncü Lûi)den hemen sonra... Paris...
Gece... Kaldırımlarda bir süvari... Dört nala... içlerinde bay-
gın ve cılız kandiller yanan eğri büğrü fenerler... Bunlar
karanlığı büsbütün göstermeye yarıyor... ݺte süvari ta ya-
nımızda... Atın üstüne öyle yayılmış ki, sanki hedefine on-
dan evvel varacak... At da ard ayaklarını taşlara öyle çarpı-
yor ki, karanlığın koynunda kıvılcımlar çakıyor.
Süvari Belediye sarayının önünde durdu. Başına üşüşen
birkaç gölge ve bir fısıldaşma :
—Kral hasta! ı
—Ne?
—Kral hasta!
—Kral mı hasta?
—Evet!
—Ağır mı?
—Öyle!..
Belediye sarayının bomboş merdivenlerinde izbe kori-
dorlarında mırıltılar koşuşuyor.
—Kral hasta!
—Neredeymiş?
—
—
—
(Meç) de...
Nasıl olmuş?
Cepheye giderken hastalanmış...
Evet, kendisinden umulmaz bir hamaratlık olarak şark
sınırlarındaki ordularına başbuğluk etmek üzere Paris'ten
ayrılan (15. Lûi), birdenbire (Meç) kasabasında hasta düş-
jnüş, adetâ ölüm döşeğine serilmişti.
Haberi getiren süvarinin atından fışkıran kıvılcımlar
koyu karanlığın kuyusunda sönerken, ağzından çıkan şerrâ-
re bütün Paris'i yaktı. Ortaçağın çizgilerini henüz üzerinden
silkeleyememiş olan şehir, gece yarısı uykudan silkindi. Bir
arı gibi vızıl vızıl dolaşan haber hangi evin simsiyah camına
çarptıysa tutuşturdu. Pencerelerin hepsi titrek mum ve kan-
dil ışıklariyle içeriden canlandı.
Fransızların, krallarına karşı sevgileri ne taşkınmış me-
ğer!...
Bütün Paris yatağından fırlamış yarı giyimli, yan çıplak,
sokaklarda... Şehirde mahşeri bir şamata... Herkes koşuşu-
yor, birbiriyle işaretleşiyor, birbirinden bilgi soruyor. Kim-
se ne diyeceğini, ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyor.
Hiç tanışmıyanlar, kırk yıllık ahbap gibi başbaşa, kulak ku-
lağa... Meydan, köşe, bucak, insan sellerinin birikintileriyle
dolu... Kral sevgisi öyle taşkın ki, güya Paris tek bir çatı-
dır; ve bu çatının altındaki tek aile, ölüm döşeğine serili
babalarının derdine düşmüştür.
Acı çan sesleri... Başta bir Orta-çağ tuğrası halinde yük-
selen (Notre Dame de Paris), Paris'in bütün kiliseleri çanla-
rını çalıyor. Kiliselerin büyük tunç kapılan ardına kadar
açık... içerileri, yanan mumlardan pırıl pırıl...
Kısa zamanda kiliseler adam almayacak hale geldi. Kra-
lın iyileşmesi için dua ediyorlar. Ağlayan ağlayana... Papaz-
lar teessürlerinden duayı bitiremiyorlar, onlar da halkın
iniltisine katılıyorlar.
Böyle oldu.
Bir kaç ay sonra Kralın iyileştiği haberi gelince, bu
olanların daha müthişi meydana geldi. Bu defa afiyet habe-
rini getiren süvariyi, bütün Paris kucakladı; atını öptüler ve
postacıyı zaferden dönen bir (Sezar) gibi sokaklarda, el üs-
tünde taşıdılar. Halk denilen o bin başlı ejderin sevinç ulu-
80
İhtilâl/6
81
malan göklere yükseldi. Zira Fransızların havaî, hafifmeşrep
Kralı (15. Lûi) iyileşmiş kurtulmuştu.
Tarihçinin dediğine göre :
«— 18 inci Asır'da Fransızların bütün ümidi Kral'da
idi. Halk, ne rahip sınıfından, ne de zadegandan bir şey bek-
liyordu. Memleketin iyiliği, refah ve saadeti ancak Kralın
lütuf ve inayetine bağlıydı.»
ݺte 18 inci Asrın sonlarına kadar asırlarca süren Kral
telâkkisi!.. Ve kendisini Kral'da fâni gören ve ona hiçbir
mesuliyet kondurmayan bir cemiyet.
Bu yüzdendir ki, Büyük İhtilâli anlamak için, ona te-
kaddüm eden günlerden, İhtilâlin tohumunu eken müessir-
lerden ve o berbad zamanda bile krala duyulan saygıdan işe
girişmek lâzım...
(15'DNCD LÛD)
18'inci Asrın ilk çeyreğinin dolmasına 2 yıl kala rüşd
yaşına girdi ve (Orlean) Dükünün vasiliğinden sıyrılarak
kendi öz hüviyetiyle Fransa tahtına kuruldu.
Uzun boylu, sağlam yapılı, güzelce bir adam... Fakat
basit mi basit... Meraklarından biri avEl işlerinde de
hususî bir maharet sahibi... Miskin işlerle uğraşmaya ba-
yılırdı.
Sarayda konuşmalar:
—Kral nerede?
—Geyikli salonda; enfiye kutusu yapıyor!
—Kral nerede?
—Aynalı odada; nakış işliyor!
—Kral nerede?
—Hususî mutfakta; yemeğe nezaret ediyor!
Bir günkü hali başka bir günküne uymazdı. Bir gün ga-
yet mağmum ve mahzun bir gün de son derece neşeli ve
uçarı... Denebilir ki, tamamen sathî bir tip olduğu halde,
bazen (Prens Hamlet)in melankolisini yaşamakta, bazen de
82
'"*^
• "•' • ''"•*
şımarık bir saraylı hafifliğiyle tepinip zıplamakta.*,- - Ti
Fakat bunların ne değeri var? Genç Kral, tarihin pete
geyrek kaydettiği bir şehvet düşkünüdmv.HStarçak ve miskin
ihtiraslar; ve sonra dizginsiz, dipsiz birnjea'vaniyet... (15î
Lui)nhı en sadık toroğrafı budur. u svutîc-^ . ;, J
Damarı tuttuğu zaman, gelsin sofraj Iş&aaîp,-. :kumar asa
hele kadın... Sabahlara kadar değil, nice güntetin. birbirine
ekli sabahlarına kadar böyle...±ı&& :;;<«• .-i
Onun, ufak-tefek işlerde bilgi sahibi olduğunu • görmeM
hayret verici bir şeydi. Meselâ kilise törentahai,- "teşrifatını
pek iyi bilirdi. - sxmiH-
Hasis, müthiş hasis... Şahsına ait parayı sarfetmekte
sefalet derecesinde pinti... Malikiyetlerin eh zengini içindd
büsbütün daralan ve kendinden, nefsinden ,%îr şey harcayaî
mayan karakter...î
Çocukluğunda gayet yaramaz ve barbar.«-!<Jmru boyun-
ca merhametsiz ve müstehzi kalan bu adarör -çöctikluğuridi
hasta bir vahşet örneği... Hep de öyle MtMı.-Sakatlara ame-?
liyat işkencelerinin acısından, ihtiyarlara ölüm ve mezar köre
kuşundan bahsetmeye ve o zaman bu zavalMSrıh aldığı dehî
şet tavrını seyretmeye bayılırdı.'=1 •-' " ' .'*
Her şeyde ve müşahhas plânda bir' sm-arardt: Her taşı»
altında saklı bir şey vehmederdi. Kendi öz duygularını pee
çeler, başkalarını .peçesiz görmekten ve yakalamaktan saadet
duyardı.- »•"D:T" '-•&?••• *
Kapalı kapılara kulak verip içerisini -dinlemek... Anah-
tar deliklerine göz uydurmak... Gizli pencerelerden, hususî
deliklerden measdiven başlarını, aralıklartrgözetlemek... Bun=;
lara biterdi. Bir (vale)nin bir hizmetçi kızı sıkıştırdığına^
bir mabeyincinin rnajırem yerindeki cebine-"altınları indir-
ediğine şahid oldu mu, muradına ererdi. «S^ÎT?-
Kendi nefsiâe-^fearşı bu kadar hajâsHr- olmasına rağmen
zahiren utangaç... Sefirlerin kabul merasiminde kızarır, bol
zarır, dili tutttkup kekelerdi. Fakat âşsitendi tabiî plânına
düşünce bu halteMen ne bir eser, ne -bir şey... Nedimlerine
uzun nutuklar çeker, onlara zarafet-'ImiSBHeriı-îgösterir, hele
kadınlarla görüşmelerinde mücessem bir terbiye ve nezaket
83
kesilirdi. Böyleyken, hizmetçilerle senli benli, yakası
mış lâflarla konuşmaktan, (argo) tabirlerini kullanmaktan
çekinmezdi.
Dedik ki. Kralın aslî cephesi şehvaniyet... Bir tazının
sadece koşmak için yaratılmış olması gibi, her haliyle, mis.
kin ve entipüften faaliyetleri arasında devamlı ve esaslı ola-
rak tek bir hedef belirtiyordu: Kadın...
Bir kamusun sahifelerince içinde kadın bulunan büyük
harem sahibi Şark sultanları da hesapta, (15 inci Lûi) kadar
kadına tutkun ve kadın kolleksiyonuna malik bir Kral var
mıdır, bilinemez.
(Don Juan)'a yanaştırılan, tâbirle (Odora di Femina .
kadın kokusu) onu yakmış, kavurmuştu. Her taraf kadın
kokusu, dalga dalga öldürücü kadın kokusu; o da, titrek
burun delikleriyle yalnız bu kokunun izinden giden bir
hayvan...
Güya, bazan yüksek ihtiras derecesine çıkan şiddetli bağ-
lılıklar göstermiş... Seyrek de olsa hastalık nöbetine tutul-
muşçasına yana yakıla sevmiş... Biz, bu teşhise inanmıyo-
ruz. Onda sevgi hayvanca bir mizacın teskini hırsından baş-
ka bir şey değildi. Ender olarak tutulduğu nöbetler ve gös-
terdiği bağlılıklar, bu hayvani hırsın, sanatkâr kadın ellerin-
de, bir türlü doyurulmamasından, kandırılmamasından doğ-
ma bir bunalım...
En fazla yakınlık gösterdiklerinden (Madam do Pompa-
dur)un cenazesi (Versay)dan Paris'e nakledilirken hava çok
bozuk... Şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor, bardaktan
boşanırcasına yağmur yağıyor... O zaman bu garip tip, alnı
yağmurla camda, en ileri gözdesinin tabutuna bakarak de-
mişti ki:
— Vah, vah! (Madam la Markiz) pek fena bir havada
seyahate çıkıyorlar!
Ve hemen arkasını dönüp pencereden uzaklaşmış,
kendisine yeni ufuklar aramıştı.
Bu en feci anlarda bile korkunç derecede hayvani ve
müstehzi adamın, ne gariptir ki aile hislerine benzeyen
duygulan, yahut yine hayvani insiyakları eksik değildi. Me-
84
selâ kızlarını etrafına dizip konuşmaktan, halleşmekten hoş-
landığı olurdu. Fakat onların da ölüm ve felâketlerini ka-
yıtsızlıkla telâkki eder, facia levhasına bomboş gözlerle ba-
jup bir iki hissiz lâf ettikten sonra çekilip giderdi.
Küçük yaşta anne ve babasını kaybetmişti. Ne annesi,
luce ve sevimli Savua Prensesini, ne de babası, akıllı ve
dirayetli Burgunya Dükünü tanıdı.
(Vilrua) isimli, boş, mağrur ve heybetli bir ahmak, ona
mürebbî oldu.
Gençliğinde, uzun zaman, zehirleneceği korkusu içinde
yaşadı. Tahta geçtikten sonra, vasilik devresinin aşağılık
muamelesinden başka bir şeye şahid olamadı. (Flöri) isimli
Kardinalin küçültücü nüfuzuna kapıldı, hizmetçileriyle yüz
göz olarak vakit geçirdi. Sonra sonra da, devlet büyükleri-
nin riyakâr, desiseli söz ve hareketlerini görür, farkeder
gibi olmaya başladı.
(15. Lûi), içtimaî mânada tek alâkaya sahip olmaksızın
yalnız kendi nefsine âşıktır. Eşi gelmemiş, nebati bir hod-
bin... Pek ufak bir anlayış gösterdiği anlar büsbütün yok de-
ğil... Amma, selefi (14. Luî)nin aynı hodbinliği değiştirebi-
len, örten, içtimaîleştiren, devletleştiren azametli asaletin-
den, vazife hissinden, memleket alâkasından, Kral edasın-
dan kendisinde bir iz namevcut... Hasis nefsine, sıhhatine,
keyfine, saf asına bağlı olmayan her şeye namütenahi uzak...
Ne irade kuvveti, ne fikir zevki, ne prensip bağlılığı... Derin
bir ahlâk ve şahsiyet zaafı; ve onun gerisinde sadece be-
himî bir hırs ve iştah... Bunun neticesi de, olanca hükümet
nüfuzunu nedimlere kaptıran marazî bir alâkasızlık...
Bütün ömrünce, hem de sayısız eğlenceler içinde yalnız
canı sıkıldı. (15. Lûî)nin can sıkıntısı muazzam bir mevzu
olabilir. Bu hal onun ruhundaki boşluktan geliyordu. Kan-
mayan şehvâniyeti ve eğlenceye saldırışı da aynı derin can
sıkıntısının galiba renk renk maskesi...
En çok sevdiği şey, kadın da dahil, kendi ferdî iştah-
larıyken onlarla da yetinemedi. Hayattan, tabiattan, varhk-
a«, mânadan, insandan, cemiyetten, devletten, haşmetten
nerşeyden nefret etti. Böylece, kendi devrindeki işlerle be-
85
raber, kendi şahsiyle de, tohumlan havada uçuşmaya bas
laya'naBüyMrîhtilâlin, acıklı bir remz halinde sebebini tes
kil
>- Krallâgmî, el dokunulmak ve hatâ etmez bilen Fransız.
ları, ihtilâte,- onu fikirde hazırlayanlardan ziyade hükümda-
t^pi davet etmiştir.
A 'DSYAN YOLU
^Nihayet kırk yaşından sonra, dünya batsa krallarına
sşvğilerL batmayacak olajı tebaasının umumî nefret duygu-
sunu bir,, hamur kâr gibi, yuğurmaya, bu hisse maya tuttur-
.4.;îv'i -----.
maya muvaffak oldu. ݺte bunu (15. Lûî)den başka kimse,
hiçbir seciye başaramazdı. Bu muazzam beceriksiz, nihayet
Fransız krallarının millet kalbindeki asırlık sevgi ve bağ-
hlık ağacpı tâ kökünden ve lif lif sökmeyi becerdi.
Heajüz kimseden, hiçbir hareket görünmediği halde
milletten- kendisine : doğru gelen belirsiz nefret dalgasını
sanki gözleriyle görüyormuş gibi Paris'i büsbütün bırak-
tı. (Versay)a çekildi. Oraya kapandıktan sonra Payitahtına
hiç ayak atmaz oldu.
= ; Fakat sık sık uğradığı (Kompiyen)e gitmek için Paris-
tea -geçmeye mecburdu. Ne yapsın? Hâlâ küçük bir tebes-
süm karşılığı baştan başa avlayabileceği tebaasını, bu vic-
dan tırmalayıcı insanları^ görmek istemiyordu. Ne yapsın?
Tebaasının suratından, kılığından, tavrından, artık gittikçe
dayanılmaz hale gelen açlığına, sefaletine, göz yaşına kadar
iğreniyordu. Ne yapsın?
Çaresini buldu. (Versay) ile (Kompiyen) arasında, arka-
lardan dolaşan, izbelerden geçen kaçak bir yol yaptırdı.
Yalnız şahsına mahsus ve Fransayı görmekten kaçan tünel
veya havaî hat gibi bir şey...
Ve bu yoldan gidip gelmeye başladı.
Halk, o binbir başlı ejder de bu yolu cehennemi göz-
jerle süzdü, yüzü kin ve nefret kırışıklariyle doldu, yelesi
diken diken, uçuk dudakları kıpırdadı:
«— İsyan yolu!...»
Halk, yolu isimlendirmişti. Halbuki isyan ile ihtilâl
arasında henüz ne büyük fark vardı, «îsyan» kelimesiyle
«ihtilâl» kelimesi arasında, Fransızca telâffuzlarının, işti-
kak birliğini gösteren yakınlığına rağmen hem fark büyük,
hem de isyana bile yol çok uzaktı. Nitekim bir devre son-
ra, aynı iştikak yakınlığının, patlayan ihtilâli, Kral (16.
Lûi)ye basit bir isyan gibi ifade ettiren hazin cilvesini göre-
ceğiz. Kelimelerle vakıalar arasındaki ebedî dram...
Ve işte bu yol, şeamet ve nuhuset kıvnmlariyle bükü-
len yol, halkı, bütün mefhum, kelime ve hareket iştikak-
lariyle ihtilâle davet ediyor, ona zorla ihtilâli öğretiyordu.
İhtilâl motorunun benzini olan açlık da gelip yetişmiş,
herşeyi, bütün mekanizmayı tamamlamıştı.
Fakat (15. Lûî) hiçbir şey anlamıyor, hiçbir şeyin «olur»,
ve «olmaz»ım düşünmüyordu.
Bir gün, âdeti icabı avda, (Senar) ormanında... Etrafın-
da cicili bicili asilzadelerden, besili köpeklerden, yumurta
sağrılı küheylânlardan başka bir şey olmadığı halde, nasıl-
sa birdenbire bir çalının içinden zuhur etmişçesine bir köy-
lüye rastgeldi.
İki büklüm, palaspareler içinde, sırtında bir tabut ta-
şıyan köylü... Evet, önüne çıkıveren bir köylü ve sırtında
bir tabut...
Durdu. Elinde kamçı, burnu havada, taazzumla köylü-
ye baktı. Köylü de ona baktı ve bir ân durakladı. Bir şey
sormak, bir lâf etmek gerekiyordu:
—Tabutu nereye götürüyörsün?
—Ormanın ilerisinde, bir kulübede ölen birisine...
—Erkek mi, kadın mı?
—Erkek!
—Neden öldü?
—Açlıktan!
Bön ve nefsanî Kral, tarihçiye göre «ölen meçhul ada-
mın eski Fransa, tabutun da Krallık tabutu olduğunu his-
86
87
sedemeden» bu palaspâreler içindeki iki büklüm köylüye
nefret ve tevahhuş gözleriyle baktı; ve sonra dört nala
avlanacağı yer istikametinde koşmaya, yani kaçmaya başladı
(15. Lûi)nin kafasında hükümet, mefhum ve mâna ha-
linde değil de, bir çocuğun oyuncaklarına malikiyeti gibi
bir hisle, bir nevi ferdî mal... Onda başka hiçbir fikir
ve hak ölçüsü aramayın! Haşmetli (14. Lûi)den şu farkı
vardı ki, ilki, nefsinde düğümlediği ve yalnız şahsına bağlı
bildiği bütün bir vatanı, vatan olarak görebiliyor, nefsini
onda aksettiriyor, onda seyrediyor, kendisine vatanın ay-
nasında âşık oluyor; berikiyse kendi haris ve kaba zatın-
dan başka hiçbir şey göremiyor, bilmiyor, anlamıyor ve
yalnız bütün gördüklerinin öz malı olduğunu sezmekten
başka bir şey düşünemiyordu. Her şey kendisinindir; top-
rak deniz, şato, altun, hayvan, insan, ırz, namus; işte o
kadar!
Mürebbisi cahil ve ahmak (Vilrua), bir gün onu, sara-
yın büyük penceresine yaklaştırmış ve sarayın önünde top-
lanan dalga dalga halk yığınlarını göstererek ilk dersini
vermişti:
—Haşmetli efendim; gördüğünüz her şeyle beraber
bunların hepsi sizindir!
O da, selefinin şahane tavırlariyle beraber bütün saray
halkının her ân teyid edici edasından sızan bu akü almaz
iddiaya, asırlardır ayakta tutulan bu hayale, inanmıştı. Her
şey onundur!
Fransız krallarından çoğuna hâs bir dindarlıkla, küçük-
lüğü ve küçülebileceği, günah işleyeceği ve ceza çekebile-
ceği, onca, yalnız Hıristiyanlık çerçevesinde makbul... Fa-
kat kral olarak hiçbir zaaf ve mesuliyet kabul edemezdi.
Ölçüleri:
—Kral, Allahtan başkasına, hesap vermeye mecbur de-
ğildir!
(15 Lûi), son günah çıkartısında söylediği bu sözü, ölüm
yatağında tekrar etmiş ve başkalarına da tekrar ettirmiştir.
Bir işte aldanır veya aldatılırsa cevabı şu:
88
—Can sıkıcı bir şey amma ne yapayım? Tasa çekmeye
değmez!
Hükümet işleri, yolunda gitmez, her şey allak bullak
olursa mütalaası şu:
—Müteessirim! Fakat hükümet idaresinde hatânın ci-
nayet sayılmayacağını zannederim.
Parlâmento ve (Cizvit) meselelerinden bahsederken de-
miştir ki:
—Bu adamlar kavga ve şakalariyle canımı sıkıyorlar.
Bu gidişle devleti büsbütün karıştıracaklar... Galiba bu
haller, biz hayatta kaldıkça sürüp gidecek...
Böylece, hadiselere karşı tamamen alâkasız ve iradesiz,
hattâ tâbi ve mahkûm bakışını belli etmişti.
Devletin hazinesi onun cebi... Kral şahsî malım dilediği
gibi saçar. Yalnız kendisinin bileceği iş... Hiç kimse burnu-
nu sokamaz, bir şey söyleyemez. Bu mevzuda hassasiyeti
büyüktü.
(14 Lûi), başvekili (Mazeren)in ölümünden sonra hükü-
met işini bizzat idare etmişti. (Lûi)lerin 15 incisi ise baş-
vekili yokken bu makama birinin lâzım olduğunu bile takdir
edememiştir.
O, yalnız şunu bilirdi: Taht etrafında nüfuz kazanmaya
çalışan tiplerin gayretini, pasif bir sezişle, binbir hile ve
desise kullanarak bozmak, onları pusuya düşürmek... Am-
ma bu, «fena»ya mani olmak fikrinden değil, bir nevi mu-
ziplik zevkinden geliyordu. Mücerred «iyi»ye karşı ise hiçbir
fikir ve teşebbüsü yoktu. Hiç kimseyi takdir edip belli başlı
bir iş fikriyle iktidar mevkiine getirmez; sadece gelenleri,
sanki kendisine rağmen gelmişler gibi, birbirine düşürmek-
ten ve tepetaklak getirmekten sonsuz bir zevk alırdı.
Nihayet, cüce şahsiyeti icabı, kral, birbirine düşürdük-
lerinden, birinin nüfuzundan çıkıp öbürünün nüfuzuna gi-
rerdi. Her işde kendisinin hareket saiki de, şüphe, nefret,
tereddüd, yees, kin, bezginlik...
(14 üncü Lûi), zamanının büyük payını devlet işlerine
vermişti. Oysa, nazırlar meclisine, pek nadir, münzevî bir
emeklinin gürültülü kalabalıklara karışması tarzında pek
89
vx*
seyrek reislik ederdi. Nazırlar Meclisinde o kadar canı sıkı-
lırdı ki, hiçbir mektep kaçağı, sevmediği dersten bu kadar
sıkılmamıştır.
Bir gün, işin bu tarafını, son derece zarafet ve ihtiyatla
sorar gibi olanlara, gerine gerine cevap vermişti:
—Devlet makinesini kendi kendisine işlemeye bıraktım!
Bir gün de bir telmihe; nazırların kötü icraatına ait
bir kinayeye karşı dedi ki:
—Böyle yapmak istediler... Kimbilir? Elbette bunun
daha iyi olduğunu düşünmüşlerdir.
(14 üncü Lûi) devri, sağlam prensipler, muvazeneli öl-
çüler, iyiliğine kanaat getirtmiş usuller ve değişmez esaslar
çerçevesiydi. Halefinin devrindeyse birbirini nakzedici ka-
rarlar, mütereddit hisler, temelsiz hesaplar, tam bir ibham
ve karışıklık, karanlık ve şaşkınlık ve derin bir boşluk;
ayniyle kralın seciyesine uygun biçimde Fransaya hâkim
oldu.
(15 inci Lûi), millet ıstırabının aks-i seda duvarı olan
(parlâmento)dan, ayrıca (Jansenist)lerden ve filozoflardan
nefret ederdi. (Cizvit)lerden de sadece korkardı. Çünki bun-
lar, Kraliçeyle veliahdın dostlarıydı. Tabiî bu korku, Krali-
çenin kısa nüfuz devresinde...
Vekilleri tarafından ısrarla müdafaa edilen Avusturya
ittifakına şüpheli gözlerle bakar; Prusya'ya yakınlık göster-
mekle beraber Prusya Kralını kıskanmaktan ve ona nefret
belirtmekten geri durmazdı.
Hâsılı, devlet gidişi bakımından, ne istendiği, ne dü-
şünüldüğü, nereye gidilmek ve nerede kalınmak arzusu bes-
lendiği meçhul bir devre...
VÜKELÂ
(15 Lûi)nin vekilleri, kralın nazarında birer maiyet
memuru, birer yazıcı... Şöyle böyle eli kalem tutar, lügat
paralar ve ezbere bir şey bilir katipçikler... Onun içindir
ki, vekillerinin hepsini avam sınıfından, küçük asillerden
90
ve hâkimlik mesleğindekilerden seçerdi. Büyük asillere,
nüfuzlariyle nazır tayin ettirirdi amma kendilerini nazır
yapmazdı. Rütbe ve makamların dağıtılması işi, bütün
kâr ve geliriyle, metreslerinin, nedimlerinin, büyük asilza-
delerin elinde... Bu kuvveti onlara bırakırdı da, kendince
bir tedbir diye onları fiilî iktidara getirmezdi. Belki de o
zaman kendilerini büsbütün büyüteceğini vehmederdi. Göz-
delerinden (Düşes de Şatoru) ve (Markiz do Pompodur) gibi
tipler, yatak odalarındaki muzafferiyet veya hezimetlere gö-
re nazırlıkları ve en yüksek vazifeleri dağıtır, değiştirir veya
geri alırdı.
(14. Lûî) devrinde vükelâ, uzun zaman iktidardadır.
Kralın kuvvetli desteği ve takdir ölçüleri böyle gerektirir.
Meselâ (Kolber) yirmiiki, (Lövva) yirmibeş yıl iktidarda
kaldı. (15. Lûî) devrindeyse herhangi bir entrika yüzünden
iktidara yükselen, başka bir entrikayla düşerdi. Maliye,
harbiye, hariciye gibi büyük ihtisas ve tecrübe isteyen iş-
lerde bile en müstaid ve muktedirleri, uzun zaman yerlerin-
de kalamadılar.
Kral, vükelâsı arasında hiçbir fertten emin olamadı.
Ava çıktığı zaman nasıl şikarının tuzağa düşmesini bekler-
se, öylece, hep, nazırlarından şunun veya bunun, ayağı ka-
yıp düşeceği ânı kolladı.
Kendi oda hizmetçisi, gözdelerinden (Madam do May-
yi)ye bir gün şöyle demişti:
— Muhterem Madam; size şaşmaz bir iş ölçüsü, sağ-
lam bir hareket düsturu takdim' edeyim mi? Hiç kimseye;
istisnasız, hiç kimseye emniyet etmeyiniz!
ݺte bu düstur, oda hizmetçisi; o, bir başvekilden çok
daha nüfuzlu uşak tarafından, sanki bizzat krala telkin
edilmiş, daha doğrusu temsil ettirilmişti, irade zaafı bu
kadar korkunç bir hükümdar...
KARANLIK ODA
Etrafındakilerin her hareketini inceden inceye tahkik
-ve tarassud...
91
Bütün zabıta teşkilâtı, âmme hizmetlerinden ziyade,.
Kralın bu tecessüs damarını tatmine memur... Her sınıf,
cins ve soydan türlü türlü hafiyeler tedariklendi ve koca-
man bir casusluk şebekesi kuruldu.
Kralın gizli haber alma teşkilâtının en parlak numunesi
«Karanlık Oda»dır.
Sonraları «Karanlık Oda Siyaseti» diye Kralın gizli dip-
lomasi tekniğine alem olan bu tâbir, Paris postahanesinde
bir odanın ismi...
Bir ihtiyar var... Nihayet asalet payesine de ermiş kor-
kunç bir fitne örneği... Herkesçe bilinen adı (Janel)... Ona
(Dhtiyar Janel) derler. ݺte bu (Dhtiyar Janel) postahanedeki
gizli idarenin müdürü... Emrinde, gayet usta, tecrübeli,
emin bir çok memur... Bunlar mektupları gizlice açmak ve
tekrar kapatmak sanatında üstad... Koca bir laboratuar
kurmuşlardır. Bir tarafta bir ocak, bir tarafta boy boy
incecik teller... Telleri ateşte kızdırıp hiç incitmeden zarfın
üstündeki balmumunu kaldırıyorlar, mektubu okuyup ye-
rine koyduktan sonra yine hiç belli etmeden aynı balmu-
munu zarfa yapıştırıyorlar. Balmumu ve üstündeki mühür
veya arma hiç örselenmiyor.
ݺte mahud ihtiyar, bu dessas kurt, «Karanlık Oda»
laboratuarında açılmış mektuplardan kopya ettiği kısımla-
rın dosyasını her sabah Krala takdim eder; dosyasını, Fran-
sa'nın şeref ve azametiyle mütenasip bir muahede itinasıy-
la sırmalı kılıflar içinde taşırdı.
Kral da, kahvaltısının peşinden, en lezzetli bir yemiş
olarak bu gizli dosyayı tadardı.
Sınıf sınıf herkes veya sınıf sınıf ileri gelenler ne düşü-
nüyor?... Bilhassa bunların iç hayat ve münasebetleri?...
Şunun bunun dalaveresi, büyük aile kadınlarının rezalet-
leri?... Her türlü dedikodu, buram buram şayia ve çeşit
çeşit entrika?... Vükelânın perde arkasında çevirdiği dolap-
lar?... Fikir budalası züğürt filozofların ne yapmak istedik-
leri?... Filân .falan...
ݺte bunları öğrenip ona göre tavır almak, Kral için
en dayanılmaz zevk... Hele asilzadelerle büyük rahiplerin
92
.aşk maceralarına ve entrikalarına nüfuz etmek ne keyf,
ne keyf!... Sonradan patlak verecek rezaletleri evvelden
bilmekle misilsiz bir gurur duyuyor; rütbe ve makam tak-
siminde, çil çil ihsan ve mükâfaat tevziinde, evvelden bildik-
lerini nazara alıyordu.
Oldum olası en sefil despot ve en âdi zalimlerin kul-
landığı bu usul, gün geldi, Kralın aleyhine döndü.
(Markiz do Pompodur), o, şuhluğu nisbetinde fettan
ve cüretkâr mahlûk, Krala haber verileceğinden korkmadan
ihtiyar casusu kendine bağladı:
—Mösyö, size son sözüm şudur: Hem Kralın daha
fazla ihsanına nail olmak, hem beni, yani yine Kralı kazan-
mak ister misiniz? Bunun aksi, sadece Kralı kaybetmek
değil, hayatınızı da elden çıkartmaktır!
—Evet, madam, anlıyorum efendim!
Artık gizli dosya, daha evvel Markizin Karanlık Oda-
sında muayeneye tâbi tutuluyordu. (Versay)m hâkimesi,
âşıkına nelerin haber verilmesini münasip görürse yalnız
onlar takdim edilmeye ve gerisi gizli tutulmaya başlandı.
Korkunç kadın, bu kadarla da kalmadı; kendi emelleri yo-
lunda sahte vesikalar tertiplemeye, düşürmek istediklerinin
ağzından yalan hiyanet mektupları yazmaya kadar gitti.
ݺte, bizzat kendi sefil âlet ve tertibinin, dönüp kendi-
sine ihanet ettiği, âciz, âcizlerin âcizi haşmetli Fransız
.IKralı!...
KRALIN SIRRI
(Konde) isimli prens... Mevki hjrsmdan zangır zangır
titreyen, sapsarı bir yüzle gezen adam... Gayesi, büyük
babası gibi kendisini Lehistan Krallığına getirtmek... Fakat
Lehistan tahtında bulunan Saksonya Kralı ve Fransa Velk-
ahtınm kayınbabası (3. Ogüst)ü nasıl düşürmeli? Cepheden
yapılabilecek, yahut yapılması elverişli görülebilecek hiçbir
.şey yok... Entrika... Tek yol bu...
93
Kralın himaye ettiği bu fikri tatbik mevkiine koymak
için Hariciye Nezareti ileri gelenlerinden (Tersiye) ile kralın
oda hizmetçisi (Löbel)i vazifelendirdiler. Fransa'nın Varşova
Sefiri (Kont do Bruli)ye de vaziyetten haber verildi. Sefir de
birbirine karşı çalışan iki efendiye birden hizmet etmek
gibi iki yüzlü politika yürütmeyi mizacına uygun buldu. Bu
vaziyet, karşılıklı oyun arayan, birbirini oyuna getirmeye
çalışan tarafların keşmekeşi halinde 18 inci Asrın 3 üncü
çeyreği dönünceye kadar sürdü.
ݺe bakın ki, bu gayet ahmak ve âciz tedbirlerin ismi
(Kralın sırrı)... (15. Lûi)nin şahsî dış politikası, sırrıydı.
Bu zavallı esrarın tek mümtaziyeti, zamanında gayet
İyi saklanılması, hiçbir tarafa hiçbir şey sızdırılmamasıdır.
O kadar ki, esasında gülünç hamakat tedbirlerinden başka
bir şey olmayan bu oyunlar, sırlar, bir zaman tarihî birer
muamma sanıldı. Fakat bugün ortada sır diye birşey kal-
mış değil...
Lehistan Krallığı hülyası bu kadar çocukça, aptalca,
mecnunca idare edilir ve sadece «Kralın sırrı» adına müt-
hiş bir gizlilik muhafaza olunurken, resmî hükümet meka-
nizması her şeyin dışında kalıyordu. Nitekim Başvekil
(Şazöl) plânından kısmen haber alınca pek öfkelendi, (Ter-
siye)yi hariciyeden kovdu, fakat «Kralın sırrı» müessesine
karşı gelmedi. «-
(15. Lûi)nin bütün zevki, gizli diplomaside ve pireyS
deve yapan sahte esrar tertiplerinde devam eden çocuk
oyuncağı hevesi...
Gizli diplomasinin gizli memurları arasında mühimce,
mühim, pek mühim şahsiyetler de vardı. Meselâ, hürriyet
kahramanı meşhur (Mirabo)... Ondan başka (Britvil),Bayrı-
ca (Verjen), yine ihtilâl ordularının sonradan başkuman-
danı meşhur (Dümurye) ve (Bomarşe)... Bir de (Deon)
isimli bir şövalye vardı ki, aralarında en garibi... Müthiş
bir serseri, esrarlı bir macera düşkünü, tüysüz ve kadın
edalı biri... Bu adam, Rusya Çariçesi (Elizabet)in sarayı-
na nüfuz etmiş, Çariçenin hususî hizmetlerinde bulunmuş;
bir müddet sonra da aynı sarayda Fransız sefareti kâtibi
94
olarak boy göstermişti. «Yedi Sene Muharebesi»nde (Dra-
gan) yüzbaşısı sıfatı ile parlak ve yiğit bir süvari zabiti
şeklinde endam arzetmiş ve oradan da siyasî memuriyetle
Londra âlemine, ingiliz salonlarına gönderilmişti. Erkek
mi, kadın mı bilinmez, kendisi bunların ikisini birden sak-
lar, yahut kadın olduğunu iddia ederdi. Nihayet erkek ol-
duğu bir gün katî surette gerçekleşince, (15. Lûi) bu iki
cins arası soysuz tipi kadın elbisesi giymeye mecbur etti.
(15. Lûî)nin gizli diplomasisi kralın esrar keyfini ye-
rine getirmekten, Fransa'nın halini soranlara «sus, sus;
bu kralın sırrı!» dedirtmekten başka hiçbir şeye yarama-
dı. Siyasî vakalar üzerinde hiçbir tesir gösteremedi ve sa-
dece kralın işleri cepheden kucaklamak ve hükümetini ona
göre idare etmek hususundaki aczini açığa vurdu. Gizlilik-
lerin kukla sahnesine lâyık olacak kadar zavallısına bile
«Kralın sırrı» gözüyle bakmak, kralın hükümetini büsbf
tün felce uğratmaya ve yalnız kralın sinsi zevklerini besle-
meye hizmet etti.
(15. Lûi)nin portresi üzerinde, teferruata kadar uzun tu-
tulan bu çizgiler, daima, her zaman ve mekânda ihtilâllerin
aradığı şartlar iklimini, idarî ve içtimaî vasatı belirtmek
içindir. Fransız Büyük ihtilâli (16 Lûi) devrinde patlamış
olsa bile, tesir ve tahrik kutuplarından başlıcası, «Güneş
Kral» dedikleri (14. Lûi)yi takip eden (15. Lûi)dir; fakat çok
defa olduğu gibi, bu işin ceremesini çekmek (16. Lûi)ye
düşmüştür.
VERSAY
Rüşt yaşına basan (15. Lûi) artık iradesine sahip ve
insanlara karşı mesuliyetsiz kral sıfatiyle Paris'ten (Ver-
say)a gelince ömründe bu sarayı ilk defa görüyormuş gibi
etrafına alık alık bakmaya koyulmuştu.
Adetâ rahatsız... 15'inci Asırda bütün cihana hakim
şaşaalı Fransız medeniyet ve irfanının güneş kralı (14. Lûi)
95
nin yıldızlı olan bu muazzam sarayı ona dokunmuştu. Her
fikir ve hesabın debdebe ve tantanaya feda edildiği şu muh-
teşem binada cadde uzunluğunda koridorlar, duvarlar ge-
nişliğinde pencereler, kavak yüksekliğinde tavanlar, konak
büyüklüğünde odalar, onun dar ve karanlık mizacına aykı-
rı... Rahatça, şöyle babacanvâri oturulacak bir köşe insanı
kucaklayıp mahremiyetine gömecek bir yer, yorgan altı giîbi
içine gizlenilecek bir bucak nerde? Her şey tabak gibi, geçit
resmi meydanı gibi açık ve göze batıcı bir tefrişat ocağı ner-
de? Buradan, merasim ve teşrifattan tiksiniyordu. Hayatta en
çok Fransa tahtının etrafındaki merasimden iğrenen ve onu
nasıl kaldırabileceğini düşünen yeni kral, elbetteki Versay
Sarayına bu haliyle tahammül edemezdi. Çok geçmeden
sarayda değişiklikler başladı. Usta ve halden anlayan mi-
marlar gözdelerin tarifi ile, kralın keyif ve zevkine göre,
küçük, gizli, mahrem içine kapanmış daireler, (pavyon)lar
yaptılar. Bu daireler aynı keyif ve zevke göre birer garso-
niyer gibi döşendi. Birbiri arasına da gizli merdivenler,
dehlizler, bilhassa ihmal edilmedi. Bütün bu tertibat, mah-
remliği ve derunîliği öyle hedef tutuyordu ki, pencereleri
bile ne içerden ne dışarıdan ışık sızdırır, kalın atlas perde-
lerle maskeli bulunuyordu. Büyük şömineler ve her tarafta
sırma püsküllü çıngırak askıları...
Yeni Kral (14. Lûi)nin süslü, ihtişamlı yatak odasının
yanında hususi bir yatak odası yaptırdı. Haşmetli selefi-
nin yatak odası bile kendisine batmıştı. Bu oda bitişikleri,
sarayın çevresinde ayrı ve ikiye bölümlü (kur do serf) ismi
verilen iç avluya nazır büyük balkona hususî bir kapı ile
bağlı... Kral bu kapıdan rahatça çıkar, aynı kattaki kızları-
nın dairesine uzanır, yahut hususi bir merdivenle alt kata
inerek ya (Madam de Pompadur)un apartmanına yahut da
yeni (Versay)ın en alâka çekici «küçük kabineler»! isimli
merkezi kısmına giderdi.
Yeni inşaat o tarzda yapılmıştır ki (Kur do Serf)in etra-
fında halkalanarak büyük sarayın içine geçmiş, anasının
vücudunda saklı bir kuş gibi, büyük sarayın gövdesi içine
saklanmıştı. Dört kat üzerine mutfak, kiler, çamaşır hane,
hizmetçi odaları, kütüphane, yemek, oyun salonları, istira-
hat odaları, labaratuar, metres apartmanları vesaire...
tşte (15. Lûi) imkân buldukça bu küçük saraya sığınır,
vakit geçirirdi. Sonraları merasim ve teşrifattan kurtulmak
için buradan pek nadir çıkar oldu. Derken, gezip tozmalar..
Gittiği yerler (Rammuyye) ve (Santiyyi)... Birinde akıl ve
zekâsını takdir ettiği (Kontes do Tulüz), öbüründe de hari-
kulade av takımlarını beğendiği (Dük do Burbun) oturuyor.
18'inci Asrın ortalarında artık küçük sarayda da rahat ede-
meyerek kendisini büsbütün gezginciliğe vurdu. Bu sirto-
larda bütün bir sene sarayda geçirdiği gecelerin sayısı 52
tane ...Tabii bu gezgincilikte hazineye müthiş israfların üs-
tüne binen aynı ve tahammül edilmez bir yük... Kral bir
çok yerlerde Fransa Hükümdarı gibi değil, zengin ve meç-
hul bir şahıs gibi yaşıyordu. Tamamiyle merasimsiz ve teş-
rifâtsız... Meclisine ancak seçilmiş davetliler girebilir, bun-
larla akran ve omuzdaş gibi hareket eder, hattâ zevk âlem-
lerinde, içki meclislerinde, arkadaşlarının kendisiyle alay
etmesine dahi göz yumardı.
Sarayın etrafında kümelenen kasabanın nüfusu her ân
terakkide... 1722 tarihinde on yedi binden ibaret olan (Ver-
say)ın nüfusu 1744'de ellibin... Sebebi pek basit, sade maaş,
paye, memuriyet ve insanların saraydan serpiştirilmesi de-
ğil, gittikçe artan, ziynet ve sefahetin de etrafına bütün bir
muhit çekmesi... Tufeyliler, Dalkavuklar, istismarcılar, sim-
sarlar, hep Versay kasabasında...
Aynı saray içinde yine ayn bir saray halinde kraliçenin
dairesi... Burası Krala ve metreslerine karşı bir muhalefet
karargâhı...
Zavallı kraliçe, krala ait unsurları, çizgiler, renkler, ara-
sında yeri ne kadar da silik...
Eski Lehistan Kralının kızı (Mari Leçinska)... Kadın
kokusu ile tutuşan aygır kraldan altı yaş büyük... îyi kalpli,
dindar, mütevekkil bir kadın... Bütün gün dairesinde kalır,
okur, resim yapar, piyano çalar, yine okur, çocuklariyle
uğraşır sonra yine piyano çalar ve nihayet esner, esner,
esner...
ihtilâl/l
97
Kocasını başlangıçta 10 sene kendisine bağlamış, iifc.
çocukları ikiz olarak 10 evlât doğurmuştur.
Henüz (15 Lui)nin bütün bir kısraklar harası kurmaya
kadar giden şehvet infilâkı olmadan tam 10 yıl, bütün yükü
bu kadıncağız çekmiş, nihayet bir gün bağıra bağıra, ken-
disini garip ve sonu gelmez bir mihanikiyete indiren bu
rolün bıkkınlığını ilân etmişti.
—Daima yatmak, hep gebe kalmak, boyuna doğur-
mak... Bu mu hayat?
(Mari Leçinska) bu halini ilânda biraz geç kalmıştı. Zira
hepsi işte bu kadar... Bundan sonra Kral kendi aile çer-
çevesi dışındaki kokulan almaya başlar başlamaz, Kraliçe
ile resmî teşrifatın gerektirdiği alakalardan başka hiç bir
münasebet sahibi olmamış, üstelik Kraliçeye sert, haşin
davranacak kadar küçülmüştü. Lehistan Kralının himaye-
siz kızı herşeye katlanıyor, şöyle diyordu:
—Sabır, sabır, sabır; susacağım!
Kral baş gözdesi (Pompadur)u Kraliçenin dairesine me-
mur edecek kadar yüzsüzlük gösterince, gülümsedi ve dedi
ki:
—Peki. Majeste, itaat ediyorum! Benim iki hükümdarım
var, biri gökyüzünden felâket zamanlarında teselli yağdırı-
yor öbürü de yeryüzünde ne emrederse boyun eğmek icap
ediyor.
(Mari Leçinska) daima sabır ve tahammülü ile büyük
kaldı. Onuncu izdivaç yılından sonra Kral birdenbire azın-
ca onu hiç kösteklemeye davranmadı. Haline razı oldu. Na-
zarî Fransa Kraliçesi yaftası altında Krala karşı bir abla
rolü oynadı ve yalnız çocukları ile meşgul oldu. Kral da
onu kendisine musallat olmadığı sürece saydı. Hattâ ölüm
döşeğinde biraz fazlaca alâka gösterdi.
Eski Lehistan Kralının kızı (Mari Leçinska) 24 Haziran
1768'de sihirbaz metreslerin Krala Hindistan'dan kuvvet
macunları getirtip yedirdiği devirde (Versay) sarayının yal-
dızlı gurbet köşesinde altmış beş yaşında gözlerini kapadı.
(Mari Leçinska)dan bir sürü (madam) doğmuştu. Kra-
lın kızları... Kralın kızlarına, mânasının üstünde bir hür-
met delaletiyle (madam) denir.
(15. Lûi)nin 8 kızı vardı, îkisi çocukken öldü. Kaldı mı
altı prenses? Bunlardan en küçüğü (Lûiz) içini dolduran
dini hislerin dürtüsü ile 1770 tarihinde (Karmelit) manas-
tırına girdi, dünyadan el etek çekti. En büyükleri (Elizabet),
(5. Filip)in oğlu (Filip do Parm) ile evlendi ve 1759'da öldü.
Ondan sonraki (Anriyet), (Dük do Şart)ı sevdi ve onunla
evlenememekten doğan acıyla ancak 1752 yılına kadar yaşa-
yabildi.
Böylece sayın madamlardan yalnız (Adelayt), (Viktuvar)
ve (Sofi) isimli üç prenses kalıyordu.
(Adelayt), kibirli, patırdıcı, şirret... Rahipler sınıfının
en sadakatli taraftarı... Avusturya ile ittifakın ise amansız
düşmanı... Kral üzerinde nüfuzu büyük... Yeni bir dünya
arayan ve eski nizamları münakaşa eden filozoflar takımın-
dan ve hele (Markiz do Pompadur)dan tiksinir, bunlar hak-
kında entrikalar tertibine kadar giderdi.
Ya Veliaht?... Unuttuk mu? Unutulsa da yeri... O ka-
dar şekilsiz, hacimsiz... Annesi kadar mutaassıp, kızkar-
deşi (Adelayt) derecesinde kibirli ve öfkeli... Tam bir in-
ziva hayatı geçiriyor, fakat etrafında cereyan eden hadise-
leri de gözden kaybetmek istemiyormuş gibi duruyor...
Ama hiç bir şahsiyet ve teşebbüs gücü mevcut değil... Bi-
rinci karısının ölümünden sonra Saksonya Kralı (3. Ogüst)
ün kızı (Mari Jozef)le evlendi.
Hâsılı Kraliçe kendi halinde ve inzivasının kalın hisa-
rında, (madam)lar küçük ve şımarık teselliler peşinde, Ve-
liaht büsbütün zaman ve mekân dışında ve hepsi, bembe-
yaz kâğıt üzerine tebeşirle çizilmiş insan şekilleri gibi h
vadan tipler...
Geriye hükümdarlık hanedanına bağlı prenslerle büyük
asiller, gözdeler, metresler kalıyor.
Sarayın gözünde şüpheli bilinen (Orlean) Hanedanı
(Versay)a pek nadir uğrardı. Kralın çocukluğunda naiplik
eden Orlean dükünün oğlu, babasına hiç benzememişti.
Kendisini ilme, fenne, bilgi zevkine vermişti.
98
99
(Sent Jönevyev) Manastırında ilim ve fen, hususiyle
lisan ve din tarihi okuturdu. Onun oğlu da muharrirler ve
şairlerle gayet sade bir hayat sürerdi.
(15. Lûi)nin müsamahası ve kötü idaresi sayesinde ser-
vetini üç misli yükselten (Burbon - Konde) Hanedanı, deb-
debe ve ihtişam içinde... Bu Hanedanın vârisi olan (Prens
do Konde), parayı çılgınca sarf eden bir zevk ve alâyiş düş-
künü... Tertiplediği ziyafet ve eğlenceler, binbir gece ma-
sallarına eş... Şatosunda yaptırdığı tiyatro sahnesinde sa-
hici bir şelâle akıyordu. (Pale Burbon) isimli Hanedan Sa-
rayına sarfettiği, tam 12 milyon frank... Kralı bile imren-
dirici, onun da gözünü kamaştırıcı bir ihtişam... (Prens do
Konde), ilim ve sanat ehlini himaye eder, fakat (Ansiklo-
pedi)cilerin aleyhinde bulunurdu. (Cizvit)leri müdafaada
ateşli... Sırasında Kralı tenkit etmekten ve idare tarzı aley-
hinde atıp tutmaktan ürkmez, saraydaki gözdelere âşıkane
mülazemetlerden geri kalmazdı. Büyük ihtilâlden sonra
asiller ordusuna kumanda eden işte bu zat...
Genç ve güzel (Prens do Konti), Konde Prensinden da-
ha müsrif, daha hovarda, daha dağınık... Şu mahut Lehis-
tan Krallığı dâvasında «Kralın Sırrı» isimli aptallığa mevzu
teşkil eden sapsarı benizli muhteris asîl... O da bütün ken-
disinden olanlar gibi yeni fikirlere düşman...
Dillerde pelesenk:
— Bırak şu fikri!... «Yeni»lerden o... Kafası ezilmeye
lâyık!...
O zamanın «yeni»den nefretiyle, son zamanların «es-
ki »den nefreti, tersinden birbirinin aynı... (Prens do Kon-
di), (Kraldan, borçlarını ödeyeceği bahanesiyle) tam bir
buçuk milyon frank almıştı.
Kral, hükümdarlık ailesine bağlı, prenslere, elbette ki,
emin bir gözle bakamazdı. Sarayda bir memba gibi kayna-
maya başlayan insanlar Hanedan dışı asilleri saraya cez-
bettikçe. Kral, bunlardan etrafına bir halka çekmeyi ve
Hanedan prenslerini uzak tutmayı münasip gördü. Bu soy-
dan zadeganın başında, keskin zekâ ve parlak zarafetinin
peçelediği korkunç ahlâk yaraları taşıyan (Rişliyo) Dükü...
Onun yanında da (Drajanson)... Duygu ve düşüncelerini sak-
lamaya, yahut başka türlü göstermeye kabiliyetli, iki ünlü
senyör... Harika tertiplerde tecrübe ve maharet sahibi
(Moropa); hicviye ve destanlarıyla herkesin gözünü yıldıran
sanatkâr mizaçlı efendi... Kralın sırdaşı, hassa zabitlerin-
den (Dük Dayon)... Herşeyden şikâyetçi mütaazzım (Prens
do Böv)... Asilzadeler sınıfı içinde en üstün zekâlı, zadegan
hakları müstesna, bütün hakların kaldırılmasını isteyecek
kadar ileriye gidici bir (Dük)...
îyi ama bütün bu gözde zadeganın, hükümdar nedimle-
rinin servet ve saadeti emniyet altına alınmış değildi. Kü-
çük bir entrikayla her şey alt üst olabilir, hafif bir hava
değişikliğiyle bütün imtiyazlar elden gidebilirdi. Nasıl ki,
(Rişliyo), (Drajanson) ve (Moropa), baş metres (Madam do
Pompadur)un kaprislerine feda edildiler. Ama yine herke-
sin nazarı sarayda ve gözdelik, nedimlik makamında... Bu
iş, ne kadar belâlı olursa olsun, herkes nimeti yine onda
buluyor, saraya nüfuz edip Kralın yakınları arasına katıl-
mak için çevirmedik entrika, başvurmadık hile bırakmı-
yordu.
Ve metresler, metresler, metresler... Büyük Fransız
ihtilâlini hazırlayan âmiller arasında (15. Lûi)nin metresler
saltanat ve hükümetini başa almak lâzımdır. Tâ Hindistan'-
dan getirilen türlü kuvvet ilâçlarıyla cinsî gücünü artırma-
ya baktıkları ve sersemleştirdikleri şehvet aygırı Kral, ye-
lesi sırtındaki kadınların, yuları da onu çeken saray adam-
larının elinde, tarihde eşine rastgelinmez bir nefsanîlik
«uyur - gezer»idir.
Romanı ciltler doldurabilecek kadar zengin bir metres-
ler saltanat ve hükümetlerinin teferruatına girmeden, yal-
nız kıymet hükmünü vermekle yetiniyoruz. Nitekim şapşal
ve sersem şehvet aygırının ölümü de âdi bir kadından ka-
pacağı çiçek hastalığı yüzünden olacak, (Lûi)lerin 15 incisi
kadın için yaşarken kadın sebebiyle ölecektir.
100
101
İHTİLÂLİN KRALI
1770 senesindeyiz... Kraliçe, (Pompadur), veliaht, ölmüş
ve (Şuazöl) iktidardan düşmüştür.
Şimdi ortada yeni bir nesil var:
Henüz 16 yaşındaki yeni veliaht ile, iki biraderi, (Kont
do Provans) ve (Kont d'Artua)...
Genç ve yeni veliaht, mürebbisi bir (dük)ten gayet
mahdut bir terbiye almıştı. Evden ve el işlerinden başka
bir şey sevmez, hiçbir mesele ile alâkalanmazdı. Şişman,
ağır, kaba, saçları darmadağınık ve elleri daima kirli bir
haylaz... Bütün gün, işi gücü kardeşleriyle kavga etmek
ve (15. Lûi) devrindeki Fransa'nın bu gidişine aptal aptal
bakmak...
İhtilâlin Kralı olacak ve (16. Lûi) ismini taşıyacak olan
bu kaba genç 16 Nisan 1770 de Avusturya İmparatoriçesi-
nin kızı ve yine ihtilâlin kurban Kraliçesi (Mari Antuanet)
ile evlendi. (15. Lûi)nin aksine, kadından hiçbir şey anlama-
yan bu tip, karısına kardeşçe bir alâka gösterdi. Genç
prensesin güzelliğine, zarafetine karşı bir hayli zaman hissiz
kaldı.
(Mari Antuanet) şuh bir kızdı. Fakat sebat ve irade
sahibi ve bilhassa iyi kalpli... Henüz on beş yaşında bir
çocuk... (Versay) sarayında kendisini pek yabancı bir âlem-
de hissetti. Avusturyalı olduğu için kendisine gayet şüp-
heli gözlerle bakılıyordu. Saray teşrifatından iğrenmesi,
zevk ve sefaya düşkün olması, gençlik şevkiyle daima ka-
yıtsız ve hoppa görünmesi, erkek ve kadınlar içinde gayet
mahdut kimselerle görüşmesi herkesin dikkat ve husume-
tim çekiyordu. Viyanah prens, daima tarassut altında tutu-
luyor, en basit hareketleri bile tecessüsten geçiriliyor ve
büyük bir kabahati bulunup Viyanaya iadesi için çareler
düşünülüyordu.
Genç ve parlak (Kont d'Artua) ile teklifsizliği, zarif ve
güzel (Prenses do Lâmbel) ile dostluğu, soğuk ve lakayt
kocasına istiğnası, hâsılı her hareketi dikkatle kaydolunu-
yor, en kötü şekilde tefsir ve tevil ediliyordu. (Mari Antua-
102
net)in düşmanları, her gün yeni bir iftira, yeni bir hücum
vesilesi aramaktan usanmıyorlardı. (15. Lûi) kendisini na-
zikâne kabul etmiş ve bir nevi himaye altına almıştı.
Bu yabancı Prensesin ayak bastığı sarayda yeni bir
ahlâk, yeni bir mizaç, cehennemi bir şiar moda olmuştur.
Bu yeni ahlâka göre aile rabıtası gülünç bir şey sayılmaya
başlanmış, zevcin zevcesini ve evlâtlarını sevmesi ayıp ha-
line gelmiştir. Şehvet düşkünlüğü, merhamet yokluğu, ma-
.cera hevesi, sefahat gayreti, zadegan sınıfının fârik sıfatı...
Sırf fenalık için fenalık, garez, kötü niyet, sadece nefs zevki
ve üstünlüğü, birer düstur gibi tatbik edilmekte... Hiciv,
teşhir, skandal, ayak kaydırma ve her türlü aşk ve feda-
kârlıktan mahrumiyet, büyük ihtilâle tekaddüm eden hazır-
layıcı günlerin farikalarıdır.
israf, israf, dağlar ve taşlar altun olsa dayanamıyacak
"kadar müthiş, mecnun bir israf... Malî ve iktisadî farika da
budur Pompadar'un tamamen şahsî ve zatî masrafına 40
milyon frank gitmiştir.
Ve hazinenin hali?... Metelik yok!... Ve halkın vaziye-
ti?... Onu, «Dsyan yolu»ndaki levhada... Halk baştan başa
aç... Fransa mahsulsüz, verimsiz, kurak... Sefalet, dere-
beylik devrinden çok daha üstün, çok daha derin...
Öyleyse bir ihtilâl için her şey hazır mı? Hiçbir şey
hazır değil; çünkü her şey hazırken onları sıfıra indiren,
tesirsiz kılan bir eksiklik var: İhtilâl şuuru!... ݺte henüz
o hazır değil!...
SINIFLAR
ªEHİRLER
VE ݪ HAYATI
O zmanki Fransa'da vergileri ödeyenler, askere giden-
ler, yalnız köylülerle küçük esnaf ve işçiler... Yani aşağı
sınıf halk... Halkın üst tabakası, rahipler, asiller ve (bur-
jua)ların zengin sınıfı hiçbir vergi vermez, buna mukabil
bütün memuriyetleri ve selâhiyetleri ellerinde bulundurur-
103
du. Asiller sınıfının zenginleri ve parlakları, eskiden olduğu
gibi köylerdeki malikânelerinin başında oturmaktan vaz
geçmiş, büyük şehirlerde oturmaya başlamışlardı. Sebep,
ticaret ve siyaset merkezi olan büyük şehirleri de artık par-
ya halinde kullanmaya başladıkları halkı merkezden istis-
mar etmenin kombinezonlarında rol oynamak... Paris'ten
sonra Ren, Dijön, Grönobl, Tulüz, Nant, Nansi, Eks, Mon-
pelye, Klermon, Liyon, Marsilya, Bordo, Nant gibi merkez-
ler, yüksek sınıfların başlıca topluluk noktalarıydı. Bu şe-
hirlerde inşa edilen, büyük binalar, artık büyük şehirlere
intikal eden merkezî istismar manzumesinin abideleri ha-
linde yükseliyordu. Kralın emirlerini kayıt ve tescil vazife-
siyle mükellef bir nevi mahkemeden ibaret bulunan parla-
mentolar, ile umumi mahkemelerin âzası, hükümet memur-
ları, gemi sahipleri, tacirler, sanatkârlar hep bu şehirler-
deydi. Büyük amele kitlelerini toplu halde çalıştıran fabri-
kalar ve makine manzumelerinin memur olduğu imal işleri
henüz vücut bulmadığı için sınaî kadrolar kurulmamış ol-
makla beraber o zamana mahsus tezgâh ve el işçiliğinin
merkezleri de büyük kasabalardı. O zamanlar dikiş iğneleri
bile elde yapılıyor ve bütün Fransa'da ancak birkaç falbri-
kamsı tesis bulunuyordu. Bunlar da, büyük şehirlerin yanı
başında, kenar mahallelerde bulunuyor ve pahalı çuhalar,
ipekli kumaşlar, halılar, porselenler gibi ziynet eşyası üze-
rinde çalışıyor, bir nevi yüksek sınıf ihtiyaçlarına cevap ve-
riyordu. Bunlarda da faaliyet el işine inhisar ediyor ve he-
nüz makine icad edilmediği için, basit, küçük ve iptidaî el
tezgâhlarından başka birşey mevcut bulunmuyordu. Binaen-
aleyh halk yığını halinde bir hamle ve hareket sınıfı diye
bir topluluk yoktu. Şehirlerde ikamet eden amelenin büyük
kısmı duvarcı, dülger, marangoz, terzi, kunduracı, ekmekçi,
kasap gibi küçük esnaftan ibaretti.
Şehirlerin nüfusu da pek az ve bugüne nazaran hay-
rete şayan derecede fakir... Meselâ o zaman dünyanın en
büyük şehri olan Paris ancak 650 bin nüfuslu bir belde...
Bugün Paris civarında bulunan büyük şehirlerin hepsi de
bir köy... Fransa'nın ikinci şehri olan Liyon'un nüfusu da
ancak 100 bin... Nüfusu 50 binden fazla şehirler sadece dört
tane: Marsilya, Bordo, Nanet, Roan... Gerisini tasavvur
etmek pek kolay... O devirde Fransa'nın yekûn halinde nü-
fusunu teşkil eden 25 milyonun ancak 3 milyonu şehir ve
kasabalarda yaşıyordu.
Paris'e, ihtilâl şuurunun merkezine gelelim:
Sokakları dar ve çamurlu... Bu kaldırmışız sokaklar-
da, asillerin, zenginlerin bindiği ziynetli ve haşmetli araba-
lar, burunlarından kıvılcım boşalan besili atların dört nala
hareketleri müthiş bir ölüm makinesi gibi geçer ve ekse-
riyetle önlerine çıkanı çiğneyip yere sererdi. Bu tarzda
çiğnenip yere serilenlerin, dönülüp arkaya bakılacak kadar
bile alâkaya erdiği yoktu. Aşağı sınıf halk, hayvan, nebat,
hattâ kıymetli cemâddan bile değersizdi.
İhtilâl boyunca en büyük rollerden birini oynayan ve
Fransa hesabına boyuna ayaklanıp büyük kitlesinin temsil-
ciliği vazifesini gören meşhur (Sen Antuan) mahallesi de,
kadrosu umumiyetle amele ve işçilerden ibaret olmak üze-
re, yine ihtilâlin meşhur sembqlu (Bastiy) hapishanesi civa-
rında kurulmuştu.
Vilâyetlerde şehirlerin başlıcalarında ortaçağdan kalma
surlar yıkılmış ve halkın gezip dolaşması için meydanlar ve
sahalar açılmıştı. Kiliseler etrafındaki mezarlıklar da kal-
dırılmış ve bazı vilâyetlerde nehirler boyunca rıhtımlar ya-
pılmıştı. Öyle ki, her şey, ortaçağdan sonra açılan yeniçağın
kıvamını bulmak üzere olduğunu ve bunun için müthiş ve
muazzam bir içtimaî hamleye ihtiyaç bulunduğunu ihtar
ediyordu.
FRANSANIN HALD
18 inci Asır sonlarında ve Büyük Fransız İhtilâli are-
fesinde Fransa ve onun arkasında, değişmeye başlayan bir
dünya 17 inci Asırda cemiyet ve idare şekilleri üzerinde
yemişini vermeye başlayan (Rönesans) hareketi, bir asır
104
105
sonra «eski» ve «yeni» arası, bir bulamaç belirtmektedir.
Her şeyle beraber ahlâk ve âdet de değişmek üzereydi.
Evvelce zadegan sınıfının mensupları, dantelâlar, elmaslı
düğmeler, sırmalı kadife elbiseler giyer ve kılıç taşırken, bu
kıyafet yavaş yavaş saray merasimine inhisar etmeye başla-
mış ve şimdiki elbiselere doğru bir sadelik yüz göstermişti.
Artık baston ve şemsiye kullanılıyor ve mübalağalı ziynet ve
haşmet unsurları ortadan çekiliyordu. Bu değişiklik ikamet-
gâhlarda da görülüyordu. Artık şato tipi hisarlar yerine
rahat ve güzel konaklar yapılıyor ve şatolar yalnız senenin
birkaç ayına nünhasır fantezik bir ikamet yeri haline geti-
riliyordu.
Değişmeyen ve hattâ gittikçe müzrninleşen, yalnız umu-
mî fakr ve zaruret... Bilhassa köylü büyük bir sefalet için-
deydi. Mükemmel ziraat âletleri ve dinç hayvan tedariki
imkânından mahrum... Pek cahil olduğundan eski ziraat
usulünü de değiştirmek iktidarına değildi. Hükümetinden
hiçbir himaye ve tavsiyeye de mazhar olamıyordu. Sefalet
ve fecaati içinde kendi başına bırakılmıştı. Ziraî istihsalde
âlet ve vasıtalar çok eksik, kaba ve Fransa'nın büyük kısmı
bomboş araziden ibaret... (15. Lûî)nin son zamanlarında
İngiltere ziraatinin taklidi mahiyetinde sun'î çayır ve mer'a
yetiştirmek için bir takım teşebbüsler olmuşsa da yarım
kalmıştı. Köylülerin buğdaydan başka hiç bir mahsul yetiş-
tirmeye aklı-eriniyordu. Muntazam yollar ve elverişli nakil
vasıtaları olmadığı için mahsuller uzak yerlere götürüle-
miyor ve değer fiyatına satılamıyordu. Hayvancılık da pek
geri ve iptidaî... Fransa'nın belki yarısında köylünün elinde
para görülemezdi. Şahsî tarlaları da yoktu. Asillerin tarla-
larında çalışırlar ve mahsulün nıfsını mal sahibine bıra-
kırlardı. Tarlası olan .köylüler de zadegana rahiplere Krala
ayrı ayrı vergi verdiklerinden ellerinde hiçbir şey kalmazdı.
(Roan) ve (Garon) taraflarının münbit ovalarında köylüler
yiyecek ekmek ve giyecek elbise bulabilse de münbit olmı-
yan orta mıntıkada çavdar ekmeği, yulaf ve kestaneden
başka yiyecekleri yoktu. Senede ancak dört defa, büyük
yortularda et yiyebilirlerdi. Alçak, penceresiz ve bacasız ku-
106
Hibelerde, en korkunç sefalet altında yaşıyorlardı. Ayakları
kundurasız; kadınlar ve çocuklar bile yalınayak... Hele bi-
raz kuraklık arttı mı, ekmek de yok... 1739 kıtlığında aç
kalanlar, sokaklarda ekmek taşıyan kadınları öldürüp ek-
meklerini almışlardı.
(Dük d'Orlean) bir gün Krala gayet siyah ve fena bir
ekmek getirip şöyle demişti:
—Haşmetpenah, işte tebaanız bu ekmeği yiyor!
Aynı Kral (Şatr) psikoposuna ahalinin vaziyetini sor-
muş ve şu cevabı almıştı:
—Köylüler koyun gibi yabanî otlar yiyor ve sinekler
gibi açlıktan geberiyorlar!
Vergi zulmü de o kadar feciydi ki, herhangi bir mıntı-
kada biraz para bulunduğu anlaşılınca hemen vergisi yük-
seltiliyordu. Köylüler de bu vaziyet karşısında ekmeklerini
hükümetten saklayacak bir mecburiyete düşmüşlerdi.
• 4 ݺte (15. Lûi) devrini takip eden Fransa'nın hali!
İHTİLÂLİN KRALI
(16 Lûi) bir evvelinden farklı bir meziyet sahibi de-
ğildi. Zaman ve mekânı üzerinde hiç bir fikre malik bu-
lunmuyordu-. Sudan işlerle uğraşılan zevk ve sefahatten
başka hiçbir şey düşünülmeyen ve yalnız entrikaya kafa
patlatılan sarayda, beceriksiz, şahsiyetsiz ve sükuti halde
kalmıştı. Bununla beraber ani şiddet ve asabiyetlerle ba-
zan dikkat nazarını çekebilmekteydi. Küçük bir selim aklı
gayesiz bir çalışkanlığı da yok değildi. Bilhassa yegâne iyi
tarafı, kalabalıktan ve kadınlar topluluğundan bucak bucak
kaçması, kumar ve zamparalıktan nefret etmesiydi. Fakat
bu faziletlerini temerküz ettirdiği ana seciyeden ve aslî bir
görüş zaviyesinden mahrumdu. Sadece fikirsiz bir mizaç
zevki...
Bütün gün avda veya demirhanede faaliyet gösterip
yorulduktan sonra gayet aç bir halde sofraya oturur, pat-
layasıya yemek yer ve bu yüzden hazımsızlıktan kurtula-
107
mazdı. Yemeklerden sonra hemen yatağına uzanır, bu defa
yılanlar gibi uyurdu. Kurtlar gibi yiyip yılanlar gibi uyu-
mak...
İradece zayıf, fakat muannid... Çabucak müteessir olur
ve mizacında bir ulviyete delâlet edecek ani. iyilik ve feda-
kârlık kararlan veremezdi. Nisbeten âdil ve doğru... Fakat
miskince hilelerden, kısır hesaplardan kurtulamazdı. Hafı-
zası kuvvetli, bilgisi genişçe olduğu • halde devlet idaresine
ait şeylerin hepsinde cahildi. Hükümet çarkı ile hiç alâka-
lanmamış, iyi bir amele olmaktan başka hiç bir istidad
gösterememişti.
Nihayet 10 Mayıs 1774 gününün çanları çaldı:
—Kral öldü; yaşasın Kral!
Ve ihtilâlin Kralı, taht'a geçti. O gün (16. Lûi)yi âdeta
misilsiz bir korku ve haşyet kapladı. Ehliyetsizliğini derin-
den derine, acı acı duymuştu. Hayret ve dehşetle kendisine
ve karşısındakilere bakıyor ve kimbilir içinden neler geçi-
riyordu :
—Fransa Kralı ben miyim, sakın bir yanlışlık olmasın?
İhtilâlin Kraliçesi de (Mari Antuanet)...
O büsbütün bir âlem...
(Vapol)ün dediği gibi ayakta dururken bir güzellik hey-
keli, yürüdüğü zaman da mücessem bir zarafet... Dinç, çe-
vik, lâtif, havalı ve şuh... Kraliçe olduğu zaman henüz on
dokuz yaşında, yani güzelliğinin en can alıcı çağında...
Eğlenceden başka hiç bir şey düşünmek istemeyen bir
hali var... Kalben pek iyi, nüvazişkâr, merhametli, alâkalı...
Fakat fikir cephesinden her ân değişik, boş, sadece, biraz
kurnaz... Hayatının tek, endişesi, ata binmek, delice at koş-
turmak, tiyatro ve balolarda can yakıcı bir endam içinde
boy göstermek... Ziyafetler ve şölenler tertibine de bayılıyor.
İngiltere'den bir ithal malı halinde Fransa'ya girip de
kısa zamanda moda olan at yarışlarına merak sardı.
Genç Kraliçe umumi efkâra kıymet vermez, halkın
ndbzını dinlemez, dedikodulardan korkmaz ve bilhassa bir
ecnebi olduğu için hakkında dalga dalga etrafı kaplayan
nefret cereyanlarını görmez... Arzu ve hevesinden başka
kanun tanımıyordu.
Hafızası zayıftı ama, kiniyle düşündüğü zaman her
şeyi hatırlardı. Vaktiyle haysiyetine vurulan tokatları unu-
tamıyor, sevgisinde taşkın olduğu kadar, kininde de ifrata
varıyordu.
Kralcığına saygısı büyüktü ama, fırsat düştükçe ona
ihanetten ve karşı durmaktan fevkalâde zevk alırdı. (16.
Lûi) zevcesine ve onun mensup olduğu Avusturya Sarayına
hiç emniyet etmezdi ama, Kraliçe, gitgide kendisi üzerinde
derin bir nüfuz kurmaya muvaffak olmuştu. Zaten Kraliçe-
de, hükümet işlerine müdahale etmek zevki yoktu. Devlet
işleri onun canını sıkardı. Umumî maslahatlarda bile Kra-
liçenin gördüğü daima şahıslara ait cephelerdi. Mülâhazasız
hareketleri, körü körüne ve sadece kadın insiyakiyle giriş-
tiği işler ve kırdığı potlar o kadar fazlaydı ki, kendisinin
iki rehberi, bu kadar toyca hareketlerden hemen her güzel
kadına mahsus alâkasızlık karakterinden adetâ meyus hale
gelmişlerdi. Biri rahip (Vermon), öbürü de Avusturya'nın
Paris sefiri ve (Mari Antuanet)in bir nevi lalası, zekî (Kont
da Mersi)...
Rahip (Vermon), kara cahil Kraliçeye hiç olmazsa biraz
imlâ dersi vermek istemesine rağmen hiçbir şeye muvaf-
fak olamamış, Avusturya Sefiri (Kont do Mersi) ise, ona
biraz ağırbaşlılık telkin etmeye teşebbüs ettiği her defa,
şuh kadının kahkahalariyle tokatlanmıştı.
Böyleyken, güzel Kraliçe, gözdelerinden biri için bir
mevki, bir makam elde etmek, yahut bir düşmanından inti-
kam almak vaziyeti doğunca, mukavemet edilmez bir azim
ve sebat sahibi oluyor, hile ve desisede hayret verici bir
maharet gösteriyordu. Krala karşı nüfuz vasıtaları şunlardı:
Evvelâ yalvarmak...
Sonra gücenmek...
Daha sonra emir vermeğe kalkmak...
(Klâsik) kadınlık marifeti...
(Mari Antuanet) hakkında en canlı (psikolojik) noktaya
geldik: Bu şuh ve ateşli kadının, Kraliçelik nüfuz ve ihti-
108
109
mazdı. Yemeklerden sonra hemen yatağına uzanır, bu defa
yılanlar gibi uyurdu. Kurtlar gibi yiyip yılanlar gibi uyu-
mak. ..
İradece zayıf, fakat muanmd... Çabucak müteessir olur
ve mizacında bir ulviyete delâlet edecek ani. iyilik ve feda-
kârlık kararları veremezdi. Nisbeten âdil ve doğru... Fakat
miskince hilelerden, kısır hesaplardan kurtulamazdı. Hafı-
zası kuvvetli, bilgisi genişçe olduğu • halde devlet idaresine
ait şeylerin hepsinde cahildi. Hükümet çarkı ile hiç alâka-
lanmamış, iyi bir amele olmaktan başka hiç bir istidad
gösterememişti.
Nihayet 10 Mayıs 1774 gününün çanları çaldı:
—Kral öldü; yaşasın Kral!
Ve ihtilâlin Kralı, taht'a geçti. O gün (16. Lûi)yi âdeta
misilsiz bir korku ve haşyet kapladı. Ehliyetsizliğini derin-
den derine, acı acı duymuştu. Hayret ve dehşetle kendisine
ve karşısındakilere bakıyor ve kimbilir içinden neler geçi-
riyordu :
—Fransa Kralı ben miyim, sakın bir yanlışlık olmasın?
İhtilâlin Kraliçesi de (Mari Antuanet)...
O büsbütün bir âlem...
(Vapol)ün dediği gibi ayakta dururken bir güzellik hey-
keli, yürüdüğü zaman da mücessem bir zarafet... Dinç, çe-
vik, lâtif, havalı ve şuh... Kraliçe olduğu zaman henüz on
dokuz yaşında, yani güzelliğinin en can alıcı çağında...
Eğlenceden başka hiç bir şey düşünmek istemeyen bir
hali var... Kalben pek iyi, nüvazişkâr, merhametli, alâkalı...
Fakat fikir cephesinden her ân değişik, boş, sadece, biraz
kurnaz... Hayatının tekt endişesi, ata binmek, delice at koş-
turmak, tiyatro ve balolarda can yakıcı bir endam içinde
boy göstermek... Ziyafetler ve şölenler tertibine de bayılıyor.
İngiltere'den bir ithal malı halinde Fransa'ya girip de
kısa zamanda moda olan at yarışlarına merak sardı.
Genç Kraliçe umumi efkâra kıymet vermez, halkın
naibzını dinlemez, dedikodulardan korkmaz ve bilhassa bir
ecnebi olduğu için hakkında dalga dalga etrafı kaplayan
nefret cereyanlarım görmez... Arzu ve hevesinden başka
kanun tanımıyordu.
Hafızası zayıftı ama, kiniyle düşündüğü zaman her
şeyi hatırlardı. Vaktiyle haysiyetine vurulan tokatları unu-
tamıyor, sevgisinde taşkın olduğu kadar, kininde de ifrata
varıyordu.
Kralcığına saygısı büyüktü ama, fırsat düştükçe ona
ihanetten ve karşı durmaktan fevkalâde zevk alırdı. (16.
Lûi) zevcesine ve onun mensup olduğu Avusturya Sarayına
hiç emniyet etmezdi ama, Kraliçe, gitgide kendisi üzerinde
derin bir nüfuz kurmaya muvaffak olmuştu. Zaten Kraliçe-
de, hükümet işlerine müdahale etmek zevki yoktu. Devlet
işleri onun canını sıkardı. Umumî maslahatlarda bile Kra-
liçenin gördüğü daima şahıslara ait cephelerdi. Mülâhazasız
hareketleri, körü körüne ve sadece kadın insiyakiyle giriş-
tiği işler ve kırdığı potlar o kadar fazlaydı ki, kendisinin
iki rehberi, bu kadar toyca hareketlerden hemen her güzel
kadına mahsus alâkasızlık karakterinden adetâ meyus hale
gelmişlerdi. Biri rahip (Vermon), öbürü de Avusturya'nın
Paris sefiri ve (Mari Antuanet)in bir nevi lalası, zekî (Kont
da Mersi)...
Rahip (Vermon), kara cahil Kraliçeye hiç olmazsa biraz
imlâ dersi vermek istemesine rağmen hiçbir şeye muvaf-
fak olamamış, Avusturya Sefiri (Kont do Mersi) ise, ona
biraz ağırbaşlılık telkin etmeye teşebbüs ettiği her defa,
şuh kadının kahkahalariyle tokatlanmıştı.
Böyleyken, güzel Kraliçe, gözdelerinden biri için bir
.evki, bir makam elde etmek, yahut bir düşmanından inti-
almak vaziyeti doğunca, mukavemet edilmez bir azim
sebat sahibi oluyor, hile ve desisede hayret verici bir
aret gösteriyordu. Krala karşı nüfuz vasıtaları şunlardı:
Evvelâ yalvarmak...
Sonra gücenmek...
Daha sonra emir vermeğe kalkmak...
(Klâsik) kadınlık marifeti...
(Mari Antuanet) hakkında en canlı (psikolojik) noktaya
geldik: Bu şuh ve ateşli kadının, Kraliçelik nüfuz ve ihti-
108 •
109
rasmdan başka ve bilhassa kadın olarak, sihhatli bir kocaya
malik bir amele karısı kadar bile bir tatmin bahtiyarlığına
nail olamadığı besbelliydi. Kraliçe erkeksizdi ve kadın cep-
hesiyle, mânada ve maddede tatmin edilememişti. Bir nevi
(Froyd) ölçüsiyle, kadın (Mari Antuanet), sarayın en bedbaht
kızıydı. Biraz evvel, (16. Lûi) nin, selefi aygır Krala naza-
ran kadın mevzuunda ne derecede battal ve hantal bir in-
san olduğunu bildirmiştik. Öyle ki, (Lûi)ler sülâlesinin
bu garip ve akim örneği, koynuna en taze bir yaşta attıkları
bu peri güzeline bile uzun zaman lâkayıt kaldı; ve onu
kendi yatağında, (Versay) sarayının ipekli perdeleriyle yal-
dızlı tavanlarını seyr ede ede hayıflanmaktan başka bir oya-
lanışa düşüremedi. Aradan hayli zaman geçtikten sonra da
saray halkının keşfiyle kendisine yapılan küçük bir ameliyat
sayesinde nihayet erkekliğini buldu ve aygırın her dakika
tatbik edebildiği hareketi, bir kerecik gösterebildi. Ondan
sonra da tatsız bir devlet işi gibi arada bir bu vazifesine
devam imkânını buldu. Fakat dalındaki olgun bir yemiş gibi
kadınlığın his tufanı içinde çalkalanan Kraliçe de hiçbir
zaman erkek sahibi bir kadın tavn meydana gelemedi. Belki
de bütün taşkınlığı ve sağa sola, olur olmaz işlerde saldı-
rışları bundan ileri geliyordu. Kraliçe olduğu, ecnebi bulun-
duğu, herkesin şüphe gözünü çektiği için de kendisini baş-
ka yollardan tatmin edecek bir çare bulamıyor ve etra-
fında kaynaşan binlerce genç asilzade arasında mağrur mağ-
rur yutkunmaktan başka bir şey yapamıyordu.
Edasından daima şu mâna sızıyordu:
— Keşke, başı daima yukarıda bir Kraliçe olacağına,
boynu bükük, fakat erkeğinden razı bir köylü karısı ol-
saydım!
(16. Lûi)nin akimliği, kader tarafından İhtilâlin Kralı
olarak seçilen bu silik adamda, Krallığın son «istihale - hal
değiştirme»sini göstermek bakımından manalıdır.
BAŞVEKDL
(Mari Antuanet), Kraliçe olduğu zaman, yeni bir baş-
vekile lüzum olup olmadığı üzerinde hiç düşünmedi. Ona
110
ne; başvekilden, hükümetten, Fransa'dan... Bu yüzden, bu
mevzuda Krala hiçbir tavsiyede bulunmadı. (Mari Antuanet)
in başvekiller ve başvekillik hakkında bütün bilgi ve ka-
naati şundan ibaretti: (15. Lûi) devrinde Fransayı on, onbeş
yıl idare ettikten sonra menkûb olarak çekilen (Şuazol)
Avusturya ile ittifak taraftarıdır ve binaenaleyh iyidir. On-
dan sonra hatıra gelen (Dük do Giyyon) ise makûs temayül-
dedir ve binaenaleyh kötüdür. Bu sebeple Dük'ün azlini
istedi; ve (Şuazöl)ün sürgünden çağırtılması ve hiç olmazsa
saraya bir defalık davet olunmasını diledi. Alelusul evvelâ
niyaz, sonra göz yaşiyle karışık dargınlık, daha sonra emir
ve ferman edası... Fransa tahtının idaresiz Krallar serisi-
nin en ilerilerinden biri olan 16 numaralı (Lûi) derhal bu
emri kabul etti, fakat en kısa zamanda yine değiştirdi. Zira
halası madam (Adelâyt) başvekâlet makamına (Moropa)nın
, getirilmesini tavsiye etmiş ve bu son tavsiye kabul olun-
j muştu.
(Moropa) o zaman 73 yaşında bir ihtiyar... (Madam do
Pompadur)un keyif ve arzusiyle iktidar makamından dü-
şürülmüş ve 24 yıldan beri saraya ayak basmamıştı. Eski
aygır Kralın şahsî siyasetine köle olarak hareket ettiği için
kızlarının da itimadım kazanmıştı. Aşırı derecede riyakâr,
sureta terbiyeli, hodbin, kurnaz, merhametsiz, tam da (15.
Lûi)ye lâyık ve onun gibi küçük ve bayağı vasıtalara baş
vurmayı sever ve güzelden, iyiden anlamaz bir tip... Sara-
yın bütün hile ve entrikalarına tamamen vakıf ve bu mev-
zuda büyük mütehassıs. Bu yüzdendir ki, hile ve entrika
mevzuunda acemiliğini hisseden ve bir akıl hocasına muh-
taç olan Kral, (Moropa)nm bu meziyetini dikkate alarak onu
hemen başvekilliğe yükseltmekte tereddüt göstermedi. Böy-
lece Kraliçe sevmediğinden kurtulmuş olmakla beraber is-
tediğine nail olamadı ve arzusuna ancak yarı yarıya kavu-
şabildi. Neticede hükümet, hiçbir siyaset gütmeyen, sadece
sarayın iç manzumesine ait siyasette mahir olan bir hile
dehâsının eline düşmüş oldu. Nedimler ise yeni başvekile
111
kısa zamanda bir lâkap taktırdı. (Mentor)... Bu isim, Yunan
efsanelerinde (Ülis)in dostu ve (Telemak)ın mürebbisi ola-
rak, emin ve tedbirli bir müşavir, akıl hocası mânasına ge-
lir. Binaenaleyh bu lâkabı takan nedimler yeni Kralın ace-
miliğini ve kendisine en uygun bir lala bulmuş olduğunu
alenen ve adetâ Kralın yüzüne karşı söylemiş oldular.
Artık Fransa'da ihtilâlin zemini öylesine hazırlanmış
bulunuyordu ki, bu zemin üzerinde yokuş aşağı kayacak bir
hareketin hiçbir engele çarpması ihtimali düşünülemezdi.
Küçük bir vesile tekerleği harekete getirmeye kâfiydi. Bu
vesile ne olabilirdi? (Ansiklopediciler) isimli fikir zümresi-
nin dürtüklemesi mi, açlık mı, saray ve hükümetin hali
mi?.. Yoksa küçük bir söküğün hiç beklenmedik yırtılışı mı?
Yani .hadiselerin insan iradesi dışında birbirini kovala-
yışı mı?
PARLÂMENTO
(Parlâmento), bilhassa karışık zamanlarda — meselâ
yüz sene muharebesinde olduğu gibi — daima Krala tâbi
olarak milletin murahhaslar heyeti mânasına gelen (Eta
Jenero) yerine geçmeye, bu heyetin daimî mümessilleri tar-
zında hareket etmeye başlamıştı. Ne (Parlâmento), ne de
(Eta Jenero)nun Krala karşı en küçük mikyasta mâlî ira-
deyi temsile hakkı olmaksızın gördüğü vazifeler, ilk defa
(7. Sari) tarafından büyütülmüş ve bu heyetlere bir mevki
kazandırmıştı. (7. Şarl)ın verdiği imtiyazlardan sonra (Par-
lâmento), ana vazifesi olan Kralın emirlerini kayıt ve tescil
işini ileriye sürerek bu kayıt ve tescil işinde nefsine bir şuur
ve muhakeme hakkını da ayırdı. Bu bakımdan hükümet ic-
raatını tenkid ve tashih selâhiyetine malik bulunduğunu
iddiaya kadar vardı. Daima Kralın iradesine sığınılarak be-
nimsenen bu iddia, tohum ile ağaç arasındaki farkı göre-
miyen Krallar tarafından müsamaha ile karşılandı ve (Par-
lâmento)nun bir nevi Millet Meclisi selâhiyetine doğru gi-
112
den bu ilk davranışı, sanki Kral adına hareket edici bir
meclis gibi yorumlanarak, gittikçe gelişen hürriyet cere-
yanına, istenmeden yol açtı. Bir taraftan da Kral, canı iste-
diği zaman (Parlâmento)ya bizzat riyaset ederek, reddolu-
nan bir emrin kayıt ve tescilini emredebiliyor ve emri he-
men yerine getiriliyordu. Fakat millet, halk kitlesi, ne de
olsa (Parlâmento)ya, bütün aldatmaca oyunlarına rağmen,
Kralın istibdadına karşı duralbilecek yegâne kuvvet nazariyle
bakıyor ve daima onun tarafını tutuyordu.
(Parlâmento), mezhep muharebeleri esnasında fesat
ve tefrikaya karşı Krallığı müdafaa etmiş; ondan bir asır
sonra da (Mazaren)in malî siyaseti ve daha sonra (15. Lûi)
•devrinin rezaletleri aleyhinde bulunabilmişti.
Paris Parlâmentosu, hükümet merkezinde bulunduğu,
lana teşkilâtı daha sağlam olduğu ve bilhassa hâkimlerden
[ibaret bulunan azanın mevkii babadan oğula intikal etmek
gibi bir imtiyaz belirttiği cihetle, kuvvet ve kıymet bakı-
mından başta geliyordu, işte bu kuvvetten dolayıdır ki, eski
Kral zamanında nazırlardan (Mopeu), (Parlâmento) azası-
nın intihap şeklini değiştirmeye kalkmış, Krallık idaresine
karşı (Parlâmento) heyulasının tehlikesini işaret etmiş ve
nihayet (Parlâmento)lar topyekûn lağvedilmiştir. Başta,
Krala karşı milletin eliyle değil, bizzat kendi nefsi için Kra-
lın eliyle kurulmuş bir lütuf ve ihsan müessisesi olan (Par-
lâmento), işte hâdiselerin şevkiyle milletin tenkid ve mura-
kabe temayülünü benimser gibi olunca, hemen, idarelerin
en fecii zamanında Kralların en zayıfı olan (15. Lûi) tara-
fından dağıtılmıştı.
İhtilâl hengâmesinde Fransa'daki (Parlâmento)ların sa-
yısı 13... Siyasî işlerde Paris Parlâmentosu derecesinde
ileriye gidemiyen vilâyet (Parlâmento)larmın selâhiyetleri
başka başka; ve Fransa'nın üçte biri Paris (Parlâmento)su-
na bağlıydı.
113
Bu günkü mânasiyle millet iradesinin mihrakı parlâ-
mento ve (Parlamenter) idare, aslında Kralın lûtfiyle kurul-
muş, Kralın emirlerini kayıt ve tescil etmeye memur iken
gitgide milleti temsil etmeye doğru bir istidat kazandığı
lhtilâl/8
için (15. Lûi) tarafından dağıtılan, fakat ileride ihtilâlin ana
basamaklarından birini teşkil edecek olan kadro...
KÜÇÜK TEDBDRLER
Umumî efkâra ve hususiyle filozoflar fırkasına artık
biraz hoş görünmek icab ediyordu. Bunun için ilk tedbir
olarak Bahriye Nezaretine (Turgo) tâyin edildi. Bu zeki
ve halk tabiriyle «kafalı» adamın tâyininden bir ay sonra
da kötüler ayıklanmaya başladı. Eski Kral devrinin bütün
rezaletlerine körü körüne âlet olan Maliye Nazın (Teray)
ile Adliye Nazırı (Mopeu) azledildiler. Bu defa kafalı (Tur-
go) Maliyeye, (Sarten) Bahriyeye geçtiler. Adliye Nezaretine
yine zaaf ve aciz erbabından ve (Maropo)nun akrabaların-
dan biri geçti.
Artık Paris memnun... Sanki eski idareden, daha doğ-
rusu Krallık idaresinden bütün hıncı alınmıştır. Azledilen
iki Nazırın resimleri, insan şelkinde etrafı kesilmiş karton-
lara çizildi; bu resimler sokak sokak gezdirildi, herkese tü-
kürttürüldü ve sonra hususî merasimle bir meydanda ipe
çekildi, asıldı. Eğer o devirde içtimaî ve ruhî kanunlardan
ve muhtelif şekillerdeki tezahür cilvelerinden anlayan bir
devlet recülü bulunsaydı, hemen kavrardı ki, ipe çekilen
şahsiyet, hakikatte efendilerine tam âlet olmaktan başka
ferdî bir ehemmiyetleri olmayan iki biçare değil, bizzat
Kral ve Krallıktır. Fakat halk da henüz ne yapıldığının
farkında bulunamıyor; ve hâlâ Krala ve Krallığa derin bir
sevgi ve ümit nazariyle bakıyordu.
Bilhassa eski devir rezaletlerinin para sahasındaki mü-
messili ve halk ekmeğinin gasbedicisi (Teray), sade resimle
değil, şahsiyle de takip hedefi oldu. Bucak bucak kaçtı ve
kimsenin gözüne görünemedi. Bir yerde az kalsın (Sen)
nehrine atılacaktı. Hırsız gibi kaçarak canını kurtardı.
(Mopeu)mm azli, Parlâmentoların tekrar içtimaa davet
edileceğine alâmet kabul ediliyordu. Fakat yeni Kral bu
nazik mesele üzerinde karara varmakta tereddüt gösteriyor
ve kimin sözünü dinliyeceğini, ne tarafa temayül etmek
icap ettiğini bilemiyordu.
Bütün tedbirler küçük ve miskin... Dâva, Fransa'yı
ruhta ve maddede yepyeni bir temele oturtacak yekûnluk
bir hamlede... Ortaçağ karanlığından sonra (Rönesans) ışık-
lariyle aydınlanmaya başlayan Batı dünyası, kilisenin abes-
leri karşısında aklın hakkım aramaya doğru yol alırken,
geçmişten müdevver bütün sakatlıkları mizana çekici bir
idrak iklimi doğmaya başlamış ve bu iklim, ilk yemişini
Büyük Fransız İhtilâlinde vermek üzere pişmeye ve geliş-
meye koyulmuştur. Gerisi hikâye ve bahane...
Aslî sebep şudur:
İnsan nedir?
Cemiyet nedir?
Halk sınıflan hangi haklarla sınırlıdır?
İdeal idare şekli ne olabilir?
Vicdan, hürriyet, adalet, hakikat, nizam...
Hikâyeler ve bahaneler, mânalarım işte şuur altındaki
bu ana damarlardan almaktadır.
PARLÂMENTO AÇILIYOR
Rahipler sınıfı, (Parlâmento)yu yeniden teşkil edecek
hâkimlerin (Jansonist) olduğunu iddia ederek içtimaa davet
edilmelerine aleyhtarlık gösteriyordu. Eski Aygır Kralın,
son zamanlarda hükümet idaresini ellerine almış olan kız-
ları, (16. Lûi)nin erkek kardeşi (Kont do Provans), mutaas-
sıplar ve eskiler fırkası, hulâsa eski devrin entrika manzu-
mesinde rol almış olanların hepsi de rahipler sınıfını tutu-
yordu. Buna mukabil (Şvazöl) ile taraftarları, saray dışı
bütün büyük zadegan. Kraliçe, (Kont d'Artua), (Moropa)
ile zevcesi, (Parlâmento)nun lehinde idiler. Filozoflar ile
iktisatçılara gelince, ne garip cilvedir ki, (Parlâmento)nun
içtimaına muhalif ve bu bahiste rahipler sınıfı ile beraber-
diler. Fakat mucip sebepleri rahiplerin iddiasından 'başka
türlü idi. Şöyle düşünüyorlardı:
114
115
—Parlâmento nihayet yine Krala tâbi olacaktır. Bütün
suiistimallere, eski usul ve âdetlere, taassup ve riyaya aynen
baş eğecektir. Binaenaleyh toplanmaması toplanmasından
elverişlidir.
Ahali ve bilhassa (Burjuvazi) sınıfı, tabii bir şevkle
muhalifleri tutuyor, (Parlâmento)ya büyük bir ümit göziyle
bakıyor, onu hürriyet ve hakkaniyetin biricik tecelli ufku
olarak görüyor ve içtimaa davet edilmesi lüzumunu müda-
faa ediyordu.
Bu vaziyette ne yapmalı?
Eğer (16. Lûi) bir parça idrâke malik bir insan olsaydı
son bir iki asırdan beri doğrudan doğruya Krallarla Kral-
lık müessisesiyle uğraşan (Parlâmento)ların yeniden faali-
yete davet edilmesindeki tehlikeyi sezerdi. Hiç bir şey sez-
medi ve anlamadı ve âdeta sofraya getirteceği yemeği düşü-
nür gibi, etrafındakilerin yüzüne aptal aptal bakmaya baş-
ladı. Biraz da vaktiyle (Mopeu)nm zulüm ve kahrına uğra-
yanlara acıyor ve halk arasında iyi bir şöhret kazanmak
istiyordu. Bu temayülle hemen (Moropa) ve Kraliçenin re-
yine iştirak etti ve (Targo)nun şiddetli tavsiyesi üzerine (Par-
lâmento)}^ yeniden toplamanmağa davet etti.
12 İkinciteºrin 1774 de, selefi ve büyük babası zamanın-
da kovulan hâkimler eski memuriyetlerine çağınldüar ve
(Parlâmento)yu açmaya memur edildiler. Fakat?... Fakat
(Parlâmento), hiçbir şükran ve heyecan ifadesi göstermeden
hemen toplanıverdi. Ve Kralın bu ihsanına pek soğuk bir
mukabelede bulunmaktan sakınmadı. Onun, eski hak ve
imtiyazlarından bir kaçı tahdit edilmiş olmakla beraber
icabında hükümete ihtarda bulunmak salâhiyeti ipka olun-
muştu. Bunun üzerine (Parlâmento), tekrar ihyasını sanki
Krala değil de başkasına borçluymuş gibi burnu havada,
ilk fırsatta Krala karşı büyük bir mücadeleye girişmek is-
tercesine tehditkâr bir eda içinde ve her türlü hak teveccü-
hüne nail bulunmaktan gelen bir gurur tavrı ile işe başladı.
Alkış ve teşekkür sadece küçük halk yığınlarından geldi;
Kral da bunu kâfi mükâfat ve mukabele saydı.
116
(TÜRGO)
(16 Lûi) devrinin başlangıcında dikkate lâyık en şah-
siyetli sima (Türgo)... Uzun boylu, güzelce bir adam...
Mahcup... Kalabalık içinde pek beceriksiz duruyor, ıkına
sıkına söz söyliyebiliyor. O kadar samimî ve tabiî ki, bütün
hisleri çehresinin çizgilerinden belli oluyor. Pek mühim
memuriyetlerde bulunmuş, hâkimlik "ve valilik etmiş eski
bir aileden... Gayet ciddî, gayet çalışkan, gayet bilgili, vatan
hizmetlerine gayet heveskâr, filozof unvanını taşıyan yeni
muharrirlerin fikirlerini destekliyecek kadar ileri görüşlü
olmakla beraber krallık taraflısı...
(Türgo)nun en hâkim fikrî mesleği iktisatçılık... O,
esasta (Fizyokrat) olmakla beraber birçok meselelerde müs-
takil fikirleri ve şahsiyetli görüşleriyle siyasî hayata katıl-
madan çok evvel dikkati üzerinde toplamış bir mütefekkir...
O, yalnız bir âlim, bir mütefekkir değil, tedbirli bir
idare adamıydı. (Türgo) hakkındaki, onun insanları pek
az tanıdığı ve insanları idareye muvaffak olamadığı kanaati
doğru değildir. Aksine, mücerret fikir ve mantık nazariye-
leriyle fazlaca meşgul olduğu için küçük politikada fazla
hüner ve bilhassa miskin kurnazlıklar gösterememesini,
aleyhine olmak yerine lehine kaydetmek lâzımdır. Nitekim
(Limoj) beldesinde müfettiş sıfatiyle bulunduğu zamanlarda
idare ve teşkilât kabiliyetini isbat etmiştir.
1761 yılında (Entandan) ünvaniyle gittiği bu memleketi
gayet fakir ve sefil bir halde buldu. Yeni ve muvaffak bir
hamlenin çok zor olduğu bu yerde, başka biri olsa bir lâhza
bile kalmaz ve oradan kaçmaya bakardı. (Türgo), aksine
başka bir mıntıkaya nakil ve terfi tekliflerini reddetti. Bu
hor yerde ve hor vazife içinde bir basan elde etmeyi şeref
ve şahsiyetine denk gördü. Halkla düşüp kalktı. Bu hususta
kiliseden ve köy papazlarının vaazlarından istifade etmeyi
bildi.
O zaman Fransız köylülerini ezip bitiren angarya yü-
künü hafifletmeye, vergileri daha adaletli bir surette tatbi-
ke, güzel yollar açtırmaya, hububat ticaretini tanzim ederek
*117
kıtlığın önünü almaya, sanayii yükseltmeye, hülâsa memle-
kette ziraî ve iktisadî bir şuur uyandırmaya muvaffak oldu
Halkın emniyetini kazandı ve onun imtiyazlı sınıflar aley-
hindeki düşmanlığım dindirebildi. 13 sene müddetle kaldıg!
bu vilâyette daha büyük işlerin idaresi için gereken bilgi ve
tecrübeyi de elde etti.
Nihayet, hiçbir gayret sahibi olmaksızın birdenbire
nazırlık makamına yükseliverdi. Başvekil (Moropa)nın ka-
rısı, bir gün çok iyi görüştüğü bir rahip ile bir (düşes)ten,
istikamet sahibi, çalışkan, akıllı ve entrika küçüklüklerin-
den uzak bir adam olarak (Türgo)nun methini dinledi ve
hemen kocasına haber verdi. Başvekil de bu tavsiyenin te-
siri altında kalarak, (Türgo)nun memuriyetini Krala kabul
ettirdi ve hiçbir şeyden haberi olmayan iktisatçıyı nazırlık
sandalyesine davet etti.
Başlangıçta (Türgo)yu tanıyan pek az insan bu namuslu
adamın Bahriye Nezaretine tâyinini alkışladı. Çünkü onun-
la beraber Nazırlar Meclisine ve hükümete adalet ve hak-
kaniyetin, akıl ve hikmetin de gireceğine inandılar. Kısa
zaman için bu inanış herkese sirayet etti.Bir ay sonra (Tür-
go) Maliye Nezaretine getirilince bu defa bu isabetli tâyini
alkışlamayan kalmadı. Fakat kendisi Maliye Nezareti gibi
ağır ve Fransa çapında nazik bir vazifenin çetinliğini bildiği
için çok korkmuş ve yeni memuriyetini kabul etmeden ev-
vel pek çok düşünmüştü.
(Türgo) yeni memuriyetinden ötürü Krala şükranlarını
arzetmek üzere huzura çıkınca (16. Lûi) ona şöyle dedi:
—Nasıl, tereddüt mü ettiniz? Maliye Nazırı olmak iste-
miyor muydunuz?
—Haşmetpenah! . Bahriye Nazırlığında kalmayı tercih
ettiğimi sizden saklıyamam. Zira Maliye, Fransa'nın en na-
zik, en belâlı, en netameli işi... Bence insanları kolayca har-
cıyabilir. Buna rağmen Kral ve Fransa için her şeyi göze
alarak bu belâya katlandım. Zira eminim ki, ben kendimi
bir Krala değil, her şeyden evvel namuslu bir adama teslim
ediyorum.
Kral bu dokunaklı sözlerden memnun oldu, ellerini
uzattı ve (Türgo)nun ellerini tuttu:
—Aldanmıyacağınızdan emin olabilirsiniz!
—Elbette aldanmıyacağım. Haşmetpenah! O halde ilk
fikrimi arzedeyim: Tasarruf ve iktisat lüzumu en başta
geliyor. Bu hususta ilk ve en büyük misalin bizzat Kral
tarafından gösterilmesi lüzumunu beyana mecburiyet duyu-
yorum! Cüretimi af buyurunuz! Herhalde bu nazik mese-
leyi benden evvelkiler efendimize arzetmişlerdir.
Kral:
—Evet, söylediler, fakat kimse sizin gibi söylemedi.
ݺte (16. Lûi)nin iktisat ve maliye davası üzerinde ilk
karşılaşması!... Fakat bu halis ve samimî davranışın Kral
üzerinde müspet bir tesir bırakmadığı ve her şeyden ev-
vel hazmedilemediği besbelliydi. (Türgo) bunu- hissetti ve
saraydan derin bir elem içinde ayrıldı. Fakat ıstırabı çok
sürmedi. Onun azim ve kararı her şeyin üstündeydi. Doğru
evine giderek yazı masasına geçti ve iktisadî ve malî idare
hakkındaki tenkit ve tekliflerini Krala bildirici, tarih naza-
rında pek meşhur ve kıymetli mektubunu kaleme aldı.
Bu mektup gerçekten tarihî bir kıymet ve ehemmiyet
taşır; ve o devrin şartlarına göre çok ileri ve cesur bil
hamle belirtir. Mektupta (Türgo), Kralla vâki mülakatın ade-
tâ zaptını tutuyor, bu mülakatı en ince çizgileri ile vesika-
landırıyor; ve Fransa'nın malî vaziyeti üzerinde görüşmele-
rini billûrlaştırdıktan sonra, mâni tedbirlerin başında şu üç
ölçüyü ortaya koyuyor:
Bundan böyle iflâs yok...
Bundan böyle vergi artırması yok...
Bundan böyle istikraz yok...
Ve hükümdara, nasıl hareket edilmesi gerektiğine ait
geniş bir program takdim ediyor. Programın tatbik mevkii-
ne konuluşundaki zorluklardan bahsederken aynen diyor ki:
«— Majeste! Lütuf ve kereminize yine lütuf ve keremi-
nizle mukabele etmek lâzım gelecektir. Nedimlerinize yakın-
118
119
larınıza tevzii elinizde olan bu paraların nereden geldiğini
düşünmelisiniz! Bu paraların bazan en şiddetli vasıtalarla
adetâ zorla alındığını, halkın sefalet ve ıstırap derecesini ha-
yal edip, sehavet ve ihsanınıza müstahak gördüğünüz insan-
larla, bunların halini mukayese buyurmalısmız!»
Bu mektup, denebilir ki, ihtilâlden evvel Fransa Kralı-
na karşı söylenebilmiş en korkunç söz, onu düşünmeye ve
takdir etmeye davet eden en sert ihtardır. Bu mektup, sahi-
binin zekâ, anlayış, vicdan ve hamiyetini gösteren ve acı ten-
kidini Kral ve Krallık hesabına bir iyilik temennisi altında
saklayan, o güne kadar eşi görülmemiş bir davranış kıyme-
tindedir. Yeni Maliye Nazırı, kötü idare ve israfın devam
edeceğini evvelden görüyor ve bu hal etrafında müttefik züm-
relerin sükut ettirilmesi gerektiğini açıkça Kralın yüzüne vu-
ruyordu. Binbir müşkül, mania, tertip ve entrikaya karşı açı-
lacak mücadelede yalnız kalacağını ve belki de harcanaca-
ğını düşünerek peşinen şöyle diyordu:
«—• Majestelerinin nazarlarında en kıymetli ve nüfuzlu
zatlara karşı hareket etmek mecburiyetiyle mücadele ve
mübarezede bulunacağım, sarayın en kudretli zümresi, lütuf
ve ihsanınıza el açanların cümlesi benden çekinecek, tiksi-
necek ve beni teveccühünüzden düşürmeye çalışacak... Saa-
deti için nefsimi fedadan hiçbir ân geri kalmayacağım. Fran-
sız milleti, o kadar kolay kandırılabilir ki, onun hesabına ça-
lıştığım halde belki onun da menfuru olabilirim. Hakkımda
iftiralar tertiplenecek ve bu iftiralar o kadar doğruya ben-
zetilecek ki, belki Majestelerinin bile bana itimadı kalmaya-
caktır. ݺte Majestelerini bunca menfi kutba karşı mukave-
mette yalnız vicdanları ile başbaşa görmek gibi bir teselli
duygusundan başka bir mesnede sahib olmayarak işe baş-
lıyorum.»
(Türgo) istikbali pek doğru keşfetti ve buna rağmen
azim ve metanetle işe başladı. Evvelâ maliyenin merkezî
idaresindeki kötülük örneği büyük ve küçük memurları ku-
laklarından tuttuğu gibi attı. Sonra malî işlere bir hesap ve
şuur intizamı vermeye koyuldu.
120
VAZDYET
Umumî masarif 400 milyona yaklaşıyor, varidat 377 mil-
yonu buluyor. Açık, sadece 23 milyon, hemen ödenmesi za-
rurî borçlar 235 milyon...
(Türgo) Maliye işlerini düzeltmesi için biricik çareyi
memurlar arasında esaslı bir eleme tedbirinde buldu. En
ağır vergilerden bir kalemde yedi milyon lira indirdi. Buna
mukabil mâbeyn masraflarından bir milyon. Kralın askerî
maiyeti ile Harbiye bütçesinden 9 milyon, maliye idaresinin
masraflarından 12 milyon, sair dairelerden bir milyon ki,
mecmuan 23 milyonluk bir indirme yaptı. Tekaüt maaşları-
nın üç dört senedir tedavülde kaldığını hayret ve teessürle
gördü ve bunları derhal tesviyeye başladı. Emeklilerden en
fakir olanların ve aşağı tekaütlük maaşı alanların iki sene-
lik ücretlerini bir kalemde ödedi. Acele borçlar için hemen
15 milyon frank tahsis ve tediye etti.
\
(Türgo) maliyeyi tedricen ıslâh etmek için yeni tasar-
ruflara ve devlet gelirinin yükselmesine güveniyordu. Fakat
onun öyle bir fikri vardır ki, devrinde inkılâp çapındaydı.
Vergi mültezimlerini ve iltizam usulünü kaldırmak.
Eski idarede maliye işlerinin arzettiği felâket, işte bir-
çok vergilerin bu mültezimler vasıtasiyle tahsili, yani sömü-
rücü bir mutavassıt ve simsar sınıfının bulundurulması, bes-
lenmesi ve hattâ hükümet çapında nüfuzlandırılması yüzün-
den doğuyordu. 152 milyonluk, gayr-i safî gelirden hazineye
ancak 89 milyonu girebiliyor, gerisi mültezimlerin elinde ka-
lıyordu. Bu kadarı resmen bilinendi, ya hakikatte mültezim-
lerin halktan sömürdüğü acaba ne miktara baliğ oluyordu?
ݺi kökünden halletmek için, muhakkak ki, bu türedilerin
mukavelelerini feshedip iltizam usulünü kaldırmak ve dev-
leti bizatihi icra vasıtası haline getirmek, yani devletleştir-
mek 'azimdi.
Fakat (Türgo) birden bire buna cesaret edemedi. O za-
man bütün binayı sarmış olurdu. Hiç olmazsa iltizam mua-
melelerindeki gizli sömürmeleri ve suistimalleri, kaldırmaya
121
teşebbüs etmekle kaldı. 14 Eylül 1774 tarihinde mültezim-
lere umumî bir tamim gönderdi ve şöyle dedi:
«— Bundan böyle nizam yoliyle istihkak ettiğiniz kâr
dan başka muhtelif isim ve vesileler altında almaya alıştı-
ğınız paylardan size hiç bir şey vermiyeceğim! Ona göre
davranınız!»
Mali işlerde müphem ve girift noktaların mutlaka mül-
tezimler lehine tefsir olunmasındaki ananeyi bir bıçak dar-
besiyle kökünden kaldırdı. İltizam mukavelelerinin yenilen-
mesi sırasında maliye nazırlarına verilmesi mutad olan ya-
rım milyonluk resmî rüşvet veya komisyonu da şiddet ve
infial ile reddetti; ve bu parayı fukaraya dağıtılmak üzere
Paris rahiplerine teslim etti.
Böylece (Türgo)nun ilk hamleleri, maliye mekanizması-
nı içinden düzeltmeye ve malî idare zihniyetini değiştirmeğe
inhisar ettikten sonra, iş, ticarî ve iktsadî ananelerin ıslahı-
na gelmişti. (Türgo) bu hususta da muazzam bir tedbir ala-
rak Fransa içinde hububat ticaretinin, serbestliğini emir ve
ilân etti. 13 Eylül 1774 tarihli emirname... Bu adetâ kurtarı-
cı bir hamleydi. 1749 ve 1763 yıllarında buğday ticaretine
bazı müsaadeler verilmişse de, ticaret serbestliğine mâni ka-
yıtlar ve şartlar hâlâ devamda idi.
O devirdeki hububat ticaretinin ne halde olduğunu hayal
etmeye imkân bulunamaz... Devlet ve memleketin öz serveti
biricik eşasî kıymeti olan hububat, sanki bir cürüm eşyası
gibi bin bir esaret şartına bağlanmıştı.
Biri hububat ticaretiyle mi meşgul olacak? Tıpkı cani-
ler gibi, zabıtaca tutulan defterlere, isim sıfat ve adresini,
iş yerini, işine ait bütün evrak ve senetleri kaydettirmekle
mükellefti. Bellibaşlı pazar yerlerinde, bellibaşlı gün ve saat-
lerden başka buğday alış verişi en ağır vergilere, nakdî ce-
zalara tâbi idi. Bellibaşlı ticaret yeri, şehir ve köy dışında
en küçük ticarî muamele, en ağır bir suçtu. Böylelikle, sanki
ticareti menetmek, krallığın gelir kaynaklarım kurutmak ve
ihtikâra çıkarlarını beslemek için her şey yapılmıştı.
(Türgo) bütün bu engelleri kaldırdı. Artık Kral namına
hububat alınıp satılmıyacağını ilân etti. Ecnebi memleket-
lerden Fransa'ya serbestçe hububat ithaline müsade etti.
Mücerret bir ihtiyatî tedbir olarak da dışarıya buğday çıka-
rılması hakkındaki yasağa dokunmadı. Sonra daha ileriye
vardı; yeni hamlelerin hikmet ve faydasını tastik ettirmek
için neşrettiği emirnameyi memleketin her tarafında okuttu.
Bu fermana yazdığı güzel bir mukaddeme ile ticaret serbest-
liği hakkındaki iktisadî mesleğin ana kaidelerini izah etti.
Bilhassa o tarihlerde mevcut olan bir zannı şiddetle sarstı.
Bu zan, memlekete lâzım olan hububatın hükümetçe tedarik
olunması gerektiği ve memlekette kıtlık veya bereketin hükü-
met tutumuna bağlı olduğu tarzında ahmak bir kanaatti.
Bu hususta büyük tarihçi (Mişle)yi dinleyelim :
«— Bu ferman, buğday (Marseyyez)i denecek kadar ruh
açıcı ve ümit verici bir hamle belirtir. Henüz tarlalara ekin
ekilmeye başlamadan neşredilmişti. Bütün köylülere ekmesi
lâzım geldiğini, korkutmamasını, elde mahsul kalmıyacağı-
nı, hepsinin satılacağını telkin ediyordu. Bu telkin bir büyü
gibi tesir yaptı. Güya toprak titredi, sapanlar işlemeye baş-
ladı, öküzler tembellik uykusundan uyandı.»
(Valter) ise fermanın okunduğunu duyunca şöyle dedi:
«— Bana öyle geliyor ki, bütün dünya yenileşti.»
(Türgo) 1774 sonlarında büyük bir şöhrete erdi. Eğer
bildiği ve istediği gibi hareketine müsade edilseydi inkılâp
kendi kendisine, sulh ve huzur içinde gerçekleşmiş olacak,
belki bir süre daha ihtilâl patlamayacaktı. Fakat müsaade
edilmedi ve büyük ıslahatçı mütemadiyen kösteklendi. Ra-
hipler sınıfına, asillere, parlâmentoya karşı (Türgo)yu Kral-
dan başka kim koruyabilirdi? O da bizzat korunmaya muh-
taç, Fransa'nın en âciz ferdi değil miydi? (Türgo) gibi dehâ
çapında, bir ıslahatçıya rağmen ihtilâl durmayacak, her ân
gelişmekte olan hızını kaybetmiyecekti. (Türgo) kâzip bir
fecirdi. Bir şimşek ışığı gibi gelip geçecek, ancak hasretlere
tercüman olacak ve ondan sonra karanlık avdet edince yine
bütün kötülük şartları daha da beslenmiş ve kudurmuş ola-
rak meydana çıkacaktı.
(Türgo) ihtilâlin tarihinde, onun kadrosuna girmeden,
kral hesabına çalışan harcanmış bir insan olarak birinci
122
123
çapta bir şahsiyettir. Şu farkla ki ihtilâlciler binayı dışarı-
dan yıkarak ve yeniden yapmak isteyerek işe başlamışken,
o, aynı binayı içinden yapmayı ve sağlamlaştırmayı düşün-
müştür. Bu bakımdan başarıları hayretlere şayan denecek
kadar çok ve büyüktür. Şu var ki, bir ihtilâli madde cephe-
sine ait ıslahlarla önlemenin ruh cephesine tesir etmeyece-
ği, ruhun mutlaka hıncını almaya bakacağı ve bunun baha-
nelerini kolayca bulacağı hakikati (Türgo) misalinden de bel-
lidir.
UN MUHAREBESD
Hububat üzerine konulan vergi ve resimlere ilâve şek-
linde frank başına 5 santimlik resmin kaldırılması, Krallık
emlâkinin mültezimlere verilmeyerek emanet suretiyle ida-
resi, (Oktrua) tarifelerinin değiştirilmesi, yağ ticaretinin ser-
bestleştirilmesi, askerlik kura muamelelerinin ıslahı, müte-
selsil cezaların ilgası, bu kocaman faaliyet ve ıslahat man-
zumesinden birer şubedir. Fakat bütün bunlar hastayı dıştan
iyi edecek derecede kıymetli tedbirler olmakla beraber asıl
(Türgo)nun düşünüp de fiil mevkiine koyamadığı iç ıslah
projeleri vardı ki, başlı başına kurtarıcı, ihya ediciydi. Bun-
lardan biri de angaryanın yani bir nevi köleliğin kaldırılma-
sı... Tam bu büyük projeyi mücadele mevzuu yapacağı ve
belki de muvaffakiyete ulaştıracağı bir anda birden - bire
hastalandı. 10 seneden beri müptelâ olduğu hastalığı göğsü-
ne doğru inmeye başladı. Bir aralık hayatından bile ümit
kesildi. Dört ay yataktan çıkamadı. Fakat çalışmaktan bir
ân bile boş kalmadı. Maliye nezaretinin bir yatalak tarafın-
dan idare edildiğini kimse anlıyamadı; işlere en küçük bir ha-
lel gelmedi. Buna rağmen uzun müddet sarayda boy göster-
mesi, meydanı düşmanlarına karşı boş bıraktı. Bütün ha-
sımları birleşip anlaştılar ve fırsatı ganimet bildiler. Olan-
ca gayretleriyle fırıldaklarını döndürmeye koyuldular.
Hububat ticaretinin serbestçe tatbik mevkiine konulma-
sı bazı mukavemetlere çarpmıştı. Muhtekirler ve istismar-
cılar elbette saraydaki memnuniyetsizlik cereyanına iştirak
edeceklerdi. Böyle oldu. (Marmontel) gibi meşhur bir edibi
bile elde ettiler ve ona şöyle kalem yürüttürdüler:
«— Bütün bir milletin hayat kaynaklarını kurutabilecek
olan böyle bir tedbiri icra mevkiine koymaktaki cesaret bü-
yük bir muhatara ifadesidir.»
Bir müddet sonra Nekerin neşrettiği bir eser de dava-
ya karıştı. Herkes telâş emareleri göstermeye başladı. Hal-
buki (Türgo) bu neşriyatı yasak ettirmeye bile tenezzül et-
memişti. Sözde münevver böyle yaparsa ya avamın ne yap-
ması ve ne düşünmesi lâzımdı? Her şey, gizli bir fitne ve
buhranın kopmak üzere bulunduğunu gösteriyordu. Nitekim
«Un muharebesi» ismi ile meşhur hadise birden bire patlak
verdi.
Geçmiş senenin mahsulü fakir olduğu için 18 Nisan
1775'de hububatın pahalılığı yüzünden (Dijon) şehrinde bir
karışıklık çıktı. Halk hükümet sarayının avlusu ve merdi-
venlerini yığın yığın doldurdu. Vali nihayet halkın karşısına
çıkmaya tenezzül etti. Ve şu cevabı verdi:
— Bahar geldi, kırlarda ot bitmeye başladı. Haydi gidip
bol bol otlaymız!
Sadece bu cevap, Krallık idaresinin hangi kibir hisarı
gerisinde bütün hak ve hakikatlere arka çevirerek oturdu-
ğunu ve ilerlemekte olan yeni zaman ölçülerine ne kadar
kayıtsız kaldığını belirtmeye yeter.
(Dijon)da başlıyan hadise, (Suason), (Veksen) ve Yu-
karı Normandiya taraflarına doğru sarkmak alâmetlerini
gösterdi.
O sıralarda güzel (Madam do Briyyon) memleketin feci
halini Kraliçeye tasvir ediyor, Kraliçe (Lûi)lerin 16 ncısın-
dan (Şuazöl)ün iktidara getirilmesini istiyor, (Moropa) ise,
nazırların icraatını şiddetle kötüleyen bazı imzasız mektup-
ları Krala takdim ediyor, fakat kimse hastalığın büyüklü-
ğünü ve tehlikesini kestiremiyordu. (îl do Frans) vilâyeti
köylerinde bazı şahıslar artık gemi azıya almış lâflar edi-
yordu :
124
125
— Buğday inhisarı bizi öldürüyor, açlık ve çıplaklığa
mahkûm ediliyoruz! Ayaklanalım! Öyle de ölüm, böyle de...
Şerefimizle ölelim!
Nihayet muhtelif yerlerde hareket başladı. Depo ve ti-
carethaneleri basmaya, zahire ambarlarını ve çiflikleri yak-
maya teşebbüs ettiler. Buğday yüklü gemileri batırdılar.
Nehir yoliyle sevkedilen buğdayı zaptederek payitahtı aç
bırakmak tehdidine kadar vardılar, îşte «Un Muharebesi»
ismi verilen zincirleme hadiseler serisi bundan ibarettir.
ݺ nihayet (Versay) ve Kralın huzuruna kadar sirayet
dairesini genişletti. Paris ve Versay etrafında ayaklanan-
lar saraya doğru yürüyüşe geçtiler. Her zaman ve her va-
kada göze çarpan cilveler kabilinden olarak ne garipti ki,
yürüyüşe geçen âsiler aç ve biilâç olduklarını iddia ettikleri
halde yollarda şarkı söylüyorlar, halka sarkıntılık ediyor-
lardı. Bir çoğunun cebi altın doluydu. Hiçbir mukavemete
çarpmadan sarayın avlusuna kadar girdiler. Muhafızlardan
hiçbir nefer ve zabit ses çıkarmadı. Kumandan mukavemet
şöyle dursun, fikir soranlara firarı bile tasviye' etti. Zaten
Kral zor gösterilmemesini emretmişti.
Kral balkona çıktı ve tebaasına hitap etmek istedi.
Fakat sözleri müthiş homurtular ve tehditkâr naralarla ke-
sildi. Kral bu hali görünce hiçbir şey yapamadan dairesine
çekildi ve hüngür hüngür ağlamaktan başka bir şey bece-
remedi. Sonunda âdet ve iradesizliği icabı âsilerin dilekle-
rini kabul etti. Ekmeğin libresini muayyen bir narha bağ-
ladı. Bu karar (Türgo)nun ıslah teşebbüslerini kökünden
baltalamaktı. Fakat sathî ve zahirî tesirini yaptı. Âsiler
saraydan ve (Versay)dan çekildiler ve ertesi günü Paris'e
gideceklerini ilân ederek uzaklaştılar.
Artık işin içine ekmek karışmış, ihtilâlin mayası tut-
maya başlamıştı.
Âdem Peygamberden son insana kadar şâmil bir kanun
olarak bilmek lâzımdır ki, barutuna ekmek karışan ihtilâl
mutlaka patlar.
A26
TEDBDRLER
(Türgo) vakadan bir gün evvel Paris'teydi. Düzen ve
asayişi iade için polis müdürü ve (Gard Fransız) kuman-
danı ile müzakere halinde... Şaşırıp kalan biçare Kral,
Maliye Nazırını dört atlı bir saray arabasıyla (Versay)a
çağırttı. Dört atlı araba dört nala (Versay) yolunu tuttu.
Enerji ve teşebbüs sahibi (Türgo) sarayın kararına şiddetle
mukabele etti:
—Çapulcuların teklifine boyun eğilmesini asla kabul
etmem! Kendilerine vâdedilen narhın mutlaka iptal edil-
mesi lâzımdır! Yoksa olanca emeklerimiz ve teşebbüsleri-
miz iflâsa sürüklenecektir.
Şapşal Kral bu defa da (Türgo)yu haklı çıkardı:
—Öyle olsun... Vadimi ilga ve iptal ediyorum!
Bunun üzerine (Türgo) yine dört nala Paris'e dönerek
asiler hakkında gerekli tedbirleri emretti.
3 Mayıs 1775 de kıyam ehli, askere ve bazı yasaklara
rağmen Paris'in kapısından girdiler. Fırınlar yağma edildi.
Pazar yerleri daha iyi korunduğu için yağmaya uğramadı.
Asker, her yerde âsilere müsait, seyirci ve gevşek.. Zabı-
ta'da aynı... Paris ahalisi, hayret ve memnuniyet içe-
risinde bu garip karışıklığı seyrediyor. Aynı akşam, (Mare-
şal do Biron) bütün meydanları ve geçit noktalarım işgal
ettirince, âsiler süklüm püklüm kala kaldılar. Ne teşebbüs,
ne bir şey... Fakat hâlâ iki taraf da birbirinin suratına ba-
kıyor, birbirini yokluyor ve hiç bir şey yapamıyordu. Dev-
let, gözünün önündeki isyana ses çıkaramıyordu. (Lil),
(Amyen) ve (Okser) gibi yerlerde de kımıldanışlar... Artık
bu hale tahammül edilemezdi. (Türgo), bir hamle adamı
olduğunu ispat etmek üzere birdenbire şahlandı. 4 Mayıs
gecesi (Versay) sarayında toplanan Mecliste, âsilere karşı
mütereddit davranan polis müdürü ile mareşali derhal az-
lettirdi. Ve yerlerine başkalarını getirtti. Karışıklık boyun-
ca Harbiye Nezaretini ve Paris Valiliğini bizzat üzerine aldı.
Mayısın beşinci günü yeni bir karışıklık çıkaran kıyam er-
babı, her tarafta piyade ve süvari kuvvetlerinin hücumuna
uğradı. Apışıp kaldılar.
127
Köylerde de seyyar karakollaraynı tenkil hareketine
giriştiler.
(Parlâmento) âdeti gereğince,olmayan varlığını ispat
etmek istercesine işe el koymayakalkıştı. Sokaklara ya-
pıştırttığı afişler vasıtasiyle, halkın toplanmasını, karışıklık
çıkarmasını yasak ediyor, fakat ekmek bedelinin indirilme-
si mevzuunda Kraldan istirhamda bulunacağını vâdederek
yeni bir zaaf kapısı açıyordu.
(Türgo) bu işe çok kızdı ve afişleri toplattı. Bunun
üzerine (Parlâmento) tevkif edilen âsilerin bizzat muhake-
mesine kalkıştı. (Türgo) buna da razı olmadı. Âsileri, hu-
susî olarak teşkil edilmiş bir mahkemeye verdi. (Parlâmen-
to) bütün bu olanlar karşısında Krala ihtar ve itirazlar
yağdırarak tekrar sokakları yaftaladı.
Ne Kral, kral; ne îdare, idare; ne Meclis, meclis; arada
yanıp tutuşan, ezilip büzülen gayretli bir Nazır; hepsi bu
kadar...
(Türgo) bu işlerden bıkmış, usanmıştı. (Parlamento)
yu (Versay)a çağırttı. Kralın reisliği altında cereyan eden
bir toplantıda, Kral adına konuşan Adliye Nâzın (Parla-
mento)ya dedi ki:
— Artık karışıklık işleri ve entrikalariyle meşgul olma-
yacaksınız! Kralın emri! Fakat perde arkası iş gören gizli
entrikacıları arayıp bulabilir, meydana çıkarabilirsiniz!
(Prens do Konti) müstesna, bu karışıklığı, perde arka-
sından idare edenlerin kimler olduğu meçhuldür. Yalnız
şu kadarı malûmdur ki, (16. Lûi) karışıklığın hakikî mü-
essir ve müsebbiblerini öğrendiği zaman hayretler içinde
kalmış ve bunları tevkiften vaz geçmiş, adetâ korkmuştur.
Bütün bu hadiseler (Türgo)nun mevkiini sarsmış ve
basit, hattâ hilekâr mânilerle sukut etmemesi lâzım gelen
tutumunu gözden düşürmüştü. Eğer onun, hadisenin bas-
tırılması yolunda (enerjik) davranışları olmasaydı, belki de
daha feci şeyler olacaktı, (Türgo)nun tutunamıyacağım gös-
teren saikler arasında, bir de Kraliçenin Kral üzerinde her
ân artan nüfuzu rol oynuyordu. O, (Dük do Giyon)u sür-
dürmüş, (Şuazöl)ü sürgünden kurtarmış, (Prenses do Lâm-
bal)i kendi dairesine memur ettirebilmişti, îşte bu Kraliçe,
kocası Fransa Kralına «Zavallı adam!» göziyle bakıyor ve
memleketine gönderdiği bir mektupta bu tabiri kullanıyor-
du. Evet, Kraliçe (Türgo)ya tahammül edemiyordu. Beri
taraftan rahipler sınıfı da (Türgo)ya galebe etmiş ve Kra-
liçenin işini kolaylaştırmış bulunuyordu. (Türgo) taç giyme
merasiminin, büyük masraftan yüzünden (Reyms) şehrinde
yapılmasına muhalefet ettiği halde rahipler bu işde ağır
basmış ve merasimi (Remys) katedralinde yaptırmıştı. Üs-
telik, Katolik dininden aynlanlan mahvettireceğine dair
Kraldan bir de yemin koparmıştı. Bütün bunlar (Türgo)nun
anlayışına sığmıyor, yolunda engel oluyordu.
Biraz sonra vaziyet iyileşir gibi oldu. Hasadın /engin
j olacağı anlaşılmaya başladı. Saray entrikaları azalmaya
l yüz tuttu. (Türgo), yakın dostu (Malzerb)i Saray Nazırlığı
makamına getirtti. (Malzerb) polislikten yetişme, namuslu,
vicdanlı, iyi niyet sahibi; fikir istiklâline malik ve edebiyat
kültürüne sahip, müteşebbis bir adamdı. Saray Nâzın sıfa-
tıyla (Malzerb)in eline büyük selâhiyet geçti. Önce memle-
ketin malî idaresi hakkında Krala ihtarlarda bulunmuş,
teklif usulü ve vergi sisteminin düzeltilmesi lüzumunu ve
Maliye Nazırlığı makamında demirden bir pençe bulunma-
sı zaruretini beyan etmişti. Bu bakımdan (Türgo) ile ara
larında tam bir ahenk ve mutbakat olmuştu. Şimdi onur,
Saray Nazırlığına getirilmesi, vaziyetin saray içi ve dışın-
dan ıslahı yolunda büyük bir ümit ışığıydı.
(Malzerb)in ilk ıslahat teşebbüsü hapishanelerden baş-
ladı. Derhal, vaziyetleri yürek sızlatıcı olan hapishaneleri
ziyaret edip onları insan barındıracak hale getirmeye çalış-
tı. Doğruca (Bastiy) zindanına gitti ve orada haksız yere
bulundurulan ve tamamen unutulan birkaç mazlumu azad
etti.
ihtilâl, tek rehbersiz, katî adımlarla yavaş yavaş gel-
mekte ve öncülerini sonradan tedarik etmek üzere şimdilik
irticalî bir mahiyet arzetmektedir.
(Malzerb) ilk iş olarak (Letr do Kaşe) isimli evrakın
128
îhtilâl/9
129
muamele şekline ait bir heyet teşkil etti. Kralın hususî
mührünü hâvi kapalı emirnamelerden ibaret olan ve Kral
tarafından itimada şayan memurlara verilen (Letr do Kaşe)
ler, son zamanlarda her türlü yolsuzluğa alet edilmişti.
(Malzerb) ayrıca saray teşkilâtım düzeltmeye ve protestan-
lara bazı müsaadeler verilmesine çalıştı. Vaktiyle matbuat
müdüriyetindeyken nasıl basın hürriyetini müdafaa ettiyse
Nazır olduktan sonra da sansürü kaldırmaya taraftar gö-
ründü. Hasılı hürriyetperver fikirlerini her sahaha göster-
di. (Türgo)nun öğütlerini dinledi ve ona daima bağlı kaldı.
Fakat (Türgo) derecesinde cesur ve (enerjik) olmadığı için
sadece uzaktan bir takviyeci ve taraftar olmakla yetindi.
Böylece bütün yük, bütün aleyhdarlar zümresine karşı yine
(Türgo)nun omuzlarında kalıyor ve zavallı adam uykuların-
da ve rüyalarında bile mücadele halinde bulunuyor, gece
ve gündüz, nefes nefese didiniyordu.
(Türgo), bu kadar (enerji) sarfetmenin sıhhatini ihlâl
edeceğini söyleyen bir dostuna şu cevabı vermişti:
— Ben de biliyorum; az yaşıyacağım, onun için çok
çalışıyorum!
Gerçekten (Türgo), sadece maliye işlerini ıslah etmekle
kalmıyor, devlet idaresinin her şubesine sarkıyor ve bütün
kötülük şubelerinde ölçülerini tatbik çarelerine baş vuru-
yordu. Meselâ posta idaresinden meşhur «karanlık oda»
kahramanı «Do Niz» isimli resmî casusu hemen kovdu. «Ka-
ranlık oda» vasıtasıyla münderecatına vâkıf olunan mektup-
ların da mahkemelerde bir vesika haysiyetiyle nazara alın-
masına mâni oldu. Angaryaların ilgası için vilâyetlerde uzun
uzadıya temaslara girişti. «Dilijans» isinili posta arabala-
rının idaresi için bir hükümet inhisarı tesis etti. Artık (Tür-
gotin) ismiyle anılmaya başlıyan sistem sayesinde Paris -
Bordo mesafesi 4,5 günde aşılmaya başlandı. Her sahada bir
yenilik ışığı pırıldatan (Türgo), 45 derece şimalî arz daire-
sini esas tutarak mikyasları birleştirmek çarelerine kadar
düşündü. 16 milyon kadar bir meblâğın devlet hazinesine
terkini rahipler sınıfına kabul ettirdi. Katolik mezhebine
aykırı olduğu bahanesiyle bazı kitap ve mecmuaların top-
130
latılmasım ve muharrirlerinin mahkûm edilmelerini önledi.
Yavaş yavaş Fransa'nın her tarafına yayılmak istidadı gös-
teren hayvan hastalığına karşı en şiddetli tedbirleri aldı.
Mükelleflerin, vergilerini muntazam ve kolaylıkla tesviye
etmeleri için her kolaylığı gösterdi. Vergiden kaçmak iste-
yen hilekârları şiddetle takip, vergiden kendilerini muaf
gören zadeganı da tazyik etmekten geri kalmadı. Şimali
Amerika'da cereyan eden hadiseleri gözden kaçırmadı ve
ingiltere ile harp ihtimalini daima göz önünde tuttu. Ordu-
nun kalkınması için hiç bir fedakârlıktan çekinmedi. Netice
itibraiyle nazırlar heyetinin ruhu ve dimağı oldu.
Ama bütün bu tedbirler, her tarafından su alan ve
batmak üzere bulunan bir geminin ufak - tefek rahnelerini
yastık ve kıtıkla kapatmaya bakmaktan ileriye geçemedi;
(Türgo) ise artık bir ihtillâden başka hiçbir şeyin kurtara-
mayacağı bir zemin üzerinde, gemiyi topyekûn kızağa çek-
mek imkânından mahrum ve bu yüzden mahzun bir ısla-
hatçı olarak, ciddi bir eser veremeden geçip gitti.
(Türgo)nun faaliyetini hiç bir şey engelleyemiyordu.
Fakat tasarruf bahsinde bütün çırpınışları boşa çıktı. Niha-
yet (Türgo) 1775 senesinde umumî masariften bir şey kısa-
mıyacağını acı acı anladı. Yalnız saray, hesay ve tahmin
dışında beş milyon frank harcamıştı. Fakat hiç bir şey
(Türgo)yu emir ve yasaklar mevzuunda mücadele etmekten
alıkoyamıyordu... 1776 yılı başında altı adet ferman müs-
veddesini tanzim ederek krala sundu.
Bu fermanlardan birincisi, inkılâp çapındaki meşhur
teşebbüse, angaryaların lağvına aitti. Fermanda (Türgo),
angarya yoliyle halka yükletilen teklif sıkletinin taşınamaz
bir şey olduğunu ispat ediyor ve bu fiilî yüklerin parayla
yapılmasını öne sürüyordu. Bu hususta da (Fizyokrat)ların
düsturunu teklif ediyordu. Zenginlerin faydalanacağı işler
için fakirlerden vergi almanın hak ve adalete uymıyacağım
belirtiyordu.
Bundan sonra angaryaların kökünden ilgasiyla bunun
yerinde muntazam bir vergi tarhından bahsediyor ve şöyle
diyordu:
«— Bu verginin geliri, bütün arazi ve emlâk sahiplerine
131
yarayacağından bütün sınıfların aynı mükellefiyete iştirakleri
şarttır.»
İkinci ferman, Paris'te hububattan alınan (taks)ların
hepsim birden kaldırıyordu. Üçüncü ferman, liman, rıhtım,
hal ve pazar yerlerinde, malî idarece ihdas edilmiş olan
lüzumsuz memuriyet ve vazifelere nihayet veriyordu.
Dördüncü ferman, (Türgo)nun en mühim eserlerinden
biriydi; bütün bir dünya görüşü mahsulüylü; ve esnaf
kethüdalığı, ustalık ve lonca gibi teyallüp merkezlerini kö-
künden siliyordu. Bu mevzuda (Türgo) şu fikirleri yürütü-
yordu:
«— Hemen bütün şehirlerde, büyük sanayi, küçük us-
talar zümresinin inhisarındadır. Birer lonca teşkil eden
bu ustalar, ticarî maddelerin yapılması ve satılmasını, hu-
susi bir imtiyaz şeklinde kendilerine inhisar ettirip baş-
kalarına hayat hakkı vermiyor. Böylece herhangi bir sa-
natta serbestçe hareket edebilmek, ancak o sanatta ustalık
sıfatım almakla mümkün oluyor; Halbuki ustalık, gayet
uzun bir zamana ve bir çok lüzumsuz kademelerden geç
mek külfetine muhtaç olduğu gibi, ayrıca pek ağır vergiler
ve (taks)lar mukabilinde elde edilebiliyor. Bu, her bakım-
dan, her cepheden yanlış ve zararlı bir şekildir.»
(Türgo), fakir şahısların hiç bir zaman usta olamadık-
larını, ekseriyetle evini, barkını ve yurdunu terketmek zo-
runda kaldıklarını, her çeşit esnaf ve sanatkânn, amele ve
çıraklarını diledikleri gibi seçmekte serbest olmayıp lonca-
ların keyfine uymaya mecbur olduklarını ilâve ettikten
sonra, bütün bu mümtaz teşekküllerin memleket sanayii-
ne zararlı tabiî halkara aykırı, sadece keyfî ve indî ölçü-
lere bağlı olduğunu, sanatkârlar arasında ferdî tekâmüle
manî olduklarını, rekabet duygusunu öldürüp her nevi
keşif ve icad hamlesini uyuşturduklarını kaydediyordu.
Artık loncaya, ustalığa, kethüdalığa paydos!... Sanayi ser-
best, her türlü serbest olacaktı. Bu demek değildi ki, es-
naf ve sanatkârların haklannı müdafa eden bir cemiyetleri
olmasın... Bilâkis... Ferdleri koruyan cemiyetler başka,
ferdlere yetişme hakkı vermeyen mütegallibelerin teşkilâtı
132
başka... Hattâ (Türgo) loncalar yerine kaim olacak cemiyet-
ler teşkilini ve bu cemiyetlerin hükümet nezdinde murah-
haslar bulundurmasını bile tavsiye ediyordu.
Beşinci ferman, hayvan alım ve satımından alınmakta
olan vergileri kaldırıyor, altıncı ferman da, içyağlanndan
devşirilen (taks)ları indiriyordu.
İNKILÂP FERMANLARI
Gerçekten (Türgo)hun bu fermanlarına ve işin başın-
dan beri tuttuğu yola, inkılâp ve ihtilâl çapında demek
yanlış olmaz. Daha evvel de kaydettiğimiz gibi, (Türgo),
Büyük ihtilâlin, Krallık idaresi çerçevesinde bir iç ıslah
hamle ve muhasebesi şeklinde boy göstermiş, bir tecelli
unsurudur. Fakat bu tecelli, umduğu müsbet alâkayı ve
kadroyu bulamamış; ve bu mevzu, cezirden sonra med
halinde eski haline dönen ve daha da ileriye giden kötü-
lüklerle, nihayet büyük ihtilâle çarpmak için elden geleni
ihmal etmemiştir.
îşin garibi, Büyük ihtilâlin mukaddemesini teşkil ede-
cek • olan (Parlâmento), (Türgo)nun ıslahatına en ciddî en-
geli teşkil eylemiştir. Fermanlara muhalefet, en ciddî ve
müessir plânda, karşısında Kralı değil, (Parlâmento)yu bul-
muştur. Yâni kuzunun korunmasını kurt istemiş ve kabul
etmiştir de buna bekçi köpeği akıl erdirememiş ve karşı
çıkmıştır.
Hastalıklı (Türgo), yeniden yatağa düşmüştü. O sıra-
da (Parlâmento), birdenbire, tam mânasıyle irticaî bir ka-
rar verdi. (Kondorse)nin angaryaların ilgası fikrini destek-
leyen bir kitabını toplatmaya karar verdi. Bu karar, doğ-
rudan doğruya, meşhur fermanların ruhu ve dimağı olan
(Türgo)ya karşı bir hareket demekti. Fakat Kralın, Maliye
Nâzın hakındaki itimadı henüz devam ediyordu. Kral,
(Türgo)nun icraatını seviyordu. Hattâ Kralın safiyet ve sa-
mimiyet derecesine bakın ki, kendi şahsî emlâki dahilindeki
tavşanların öldürülmesi hakkındaki bir emirname ile Mali-
ye Nazırmın prensiplerine doğrudan doğruya iştirak ettiğini
belli ediyordu .Şapşal, iradesiz, fakat iyi niyet sahibi Kral,
133
fermanların doğurduğu itirazlara mukavemet için uğraşmak
gerektiğini görerek müteessir oluyor, âdeta kendisi tebaa-
dan âdi bir ferdmiş de Kral başkasıymış gibi harekete ge-
çemiyor ve mahzun mahzun şöyle diyordu:
« — Vah, vah! Bu milleti Mösyö (Türgo) ile benden baş-
ka kimse sevmiyor!»
- Bütün Fransa neticeyi beklemekte... Fermanların taraf-
tarlariyle aleyhdarlan arasında şiddetli münakaşalar köpü-
rüyor... Bir taraftan nazırlar hey'eti fermanları tenkide
cür'et edenlerin eserlerini, öbür taraftan da (Parlâmento)
fermanları destekleyen neşriyatı yasak ediyordu. Bu ne
tezat ve bilhassa inkılâba destek olmak vaziyetindeki (Par-
lâmento) hesabına ne gerilik! Meselâ (Parlâmento) zamanın
iktisadçılanndan (Bön Serf)in derebeylik hukuk ve imtiyaz-
larına ait kibatabını hemen zapetmekte tereddüt etmiyordu,
Fermanlar, tescilleri için (Parlâmento)ya verileli bir ay geç-
tiği halde hâlâ boş yere dırdırlarla vakit geçiriliyor ve bir
türlü tescile yanaşılmıyordu.
Nihayet (Parlâmento) ancak Mart ayının ikinci günü
hayvan alım satımından alınan (taks)lar hakkındaki fer-
manı tescil edebildi. Geriye kalan beş fermanı ise adalet
kaidelerine aykırı (!) bulduğu bahanesiyle reddetti. Ne tu-
haf! Hem (Parlâmento) Krala karşı gelebilmek suretiyle
hemen hemen ilk defa mukavemet cephesi kurabiliyor, hem
de bunu Kraldan fazla Krallık taraftan bir zihniyetle Kra-
lın adalet ve hürriyet temayülünü baltalamak için yapı-
yordu. Yâni Krala karşı gelin de, isterse bu karşı geliş
Hakka ve halka zıt olsun.
(Parlâmento)nun asla kabulüne taraftar olmadığı şey,
angaryanın yerine kaim olmak üzere kabul edilecek vergiy-
di. (Parlâmento), mümtaz sınıfların her türlü vergiden muaf
olduğunu, rahipler sınıfının ruh ve terbiyeden mesul, zade-
gan sınıfının ise memleket uğrunda hayatını feda etmekle
hükümdara yardımcı bir topluluk teşkil ettiğini ileriye sü-
rerek bu iki sınıfa hiç bir mükellefiyet yükletemiyeceğini
134
iddia ediyordu. Koskoca millet hakkında ise şöyle diyordu:
«— Milletin bu iki sınıftan ötesi, devlete evvelkiler de-
recesinden güzide, hizmetler eda edemiyeceği için, vazifesi
vergi, el emeği ve cismanî işlerde borcunu ödemektir.»
Dünyada, bir hakikati tepetaklak görmek ve göstermekle
bundan daha baskın bir (demogoji) levhası gösterilemez.
Buna rağmen (Parlâmento)nun itirazlarına kulak asıl-
madı; martın 12 inci günü (Versay) sarayında Kralın Reis-
liğinde meydana getirilen içtimada (Parlâmento) reisi ile
müddeiumumisinin itirazlarına rağmen, sert br emirle fer-
manlar kayıt ve tescil ettirildi.
Tuhaf ki, tuhaf!... Bu defa ve bir ân için Kral millet
menfaatlerinin hâmisi, millet mümessili (Parlâmento) ise
imtiyazlı sınıfların müdafii... Tam tersine roller...
Fermanlar meselesi, (Türgo)nun zaferi, fakat son ve
i, tesirsiz zaferi olmuştu. Zira mağlûp hasım, saray ve aris-
I tokratlar zümresi ve rahipler sınıfı, bu surette büsbütün
çileden çıkarılmış bulunuyordu. Bir ân için, püskürtülüyor,
fakat ezilemiyor, hareketsiz hale getirilemiyofdu. Neticede
bütün gücünü toplayıp taarruza geçmesi için zemin açılı-
yordu. Hercai Kralın bir anlık keyfiyle elde edilen muvaf-
fakiyetler elbette ki, payidar olamazdı. Devlet idaresinde
her türlü hürriyet, adalet, huzur, insanlık ve terakki ölçü-
lerinden ayrılmadığını gördüğümüz (Türgo), ya nihaî dar-
beyi indirecek kadar kuvvetlenmeye, yahut nihaî darbeyi
hasım sınıflar tarafından yemeye mahkûmdu.
Mamafih son ânına kadar ıslahat hamlelerinden vaz
geçmedi. Meşhur ve tersine mütefekkir (Volter)in isteğiyle,
(Seks) ve civarını mültezimlerden ayıkladı. «Iskonto Ban-
kası» ismiyle serbest bir banka kurdu. Şimdiki umumî sağ-
lık idaresinin çekirdeği olarak, doktorlardan, sağlık işleriyle
uğraşmaya memur resmî bir heyet teşkil etti. Fransa'nın,
Amerika muharebesinden uzak kalması lüzumunu âmir,
siyasî ve iktisadî sebepler hakında bir eser kaleme aldı. Şa-
rap ticaretini serbestleştirdi. Gümrük resimlerini kaldıra-
rak serbest mübadele kaidesini tatbike kadar fikirlerinde
cüret gösterdi; fakat bu proje yalnız fikirde kaldı. Memle-
135
ketin siyasî ve idarî ıslahına esas olarak belediyeler hak-
kında mükemmel bir muhtıra yazdı.
(Türgo) her şeyden evvel bugün (liberalizm) diye anılan
iktisadî sistemin müdafiidir ve bu bakımdan tam (demok-
ratik) bir anlayış sahibidir. Hürrriyet ve mülkiyet hakkı
onun iki dostudur.
«— Cemiyet fertler içindir; cemiyetler, bütün insanla-
rın karşılıklı vazifelerinin yerine getirilmesini sağlıyarak
umumun haklarını korumakla mükellef cihazlardır.»
ölçüsü (Türgo)ya aittir :
Ve bu ölçünün devamı:
«— Şahsî hürriyet, fikir ve yazı hürriyeti, vicdan hür-
riyeti, iş ve emek hürriyeti ve bunların neticesi olarak me-
denî ve siyasî haklarda eşitlik...»
Yalnız bir noktada hürriyeti tahdit ediyor, (Fizyokrat)
mesleğine bağlılığı yüzünden ziraatin yegâne kıymet men-
baı olduğuna inanıyor, bu bakımdan mülk sahiplerine fazla
bir hak tanıyor ve bunların vergi tediyesi mukabilinde halka
ait işlerle uğraşması selâhiyetine malik olduklarını redde-
demiyordu. Yani derebeyliğin bir nevi hafifletilmiş ve demok-
ratlaştırılmış şekli...
(Türgo)nun nazarında hâkimiyet şartının esası hak ve
adaletti. (16. Lûi)ye demişti ki:
«— Majesteleri hükümet icra buyuruyorlar. Fakat ger-
çek bir hâkimiyet hakkına malik olmaları için hakkaniyet
ve adalet kaidelerine baş eğmeleri şarttır.»
(Türgo)ya göre bir hükümdar, adalet ve hakkaniyet
sahibi olunca mutlak mânada kanun vâzıı ve devlet irade
mihrakıdır. Şu var ki, idare tarzı, babaca, şefkatlice ve bir
anayasaya bağlı olmalıdır.
(16. Lûi)ye yazdığı bir muhtırada diyor ki:
«— Fenalığın sebebi, milletinizin bir anayasaya malik
olmamasıdır. Fransız milleti, birbirine iyice bağlı olmayan
muhtelif sınıflardan mürekkep bir kavimdir. Bu muhtelif
sınıf ve unsurlar yalnız kendi menfaati peşinden gider ve
birbirine sağlam içtimaî rabıtalarla bağlanmaz. Böyle bir
rabıtayı doğuracak ana ölçülerden de Fransız cemiyeti
mahrumdur. Majesteleri, her şeye ya bizzat, ya nazırlarının
136
vasıtasiyle karar vermek mecburiyetinde bulunuyorlar. Âm-
menin menfaatlerine hizmet etmek için de herkes o ân
için emirlerinize muhtaçtır. Riayet edeceği herhangi bir pe-
şin hükme de malik değildir. Bu hal edebî bir bilgszlik
ve karışıklıktan başka bir netice vermez.»
(Türgo) bu anarşiye nihayet vermek için Fransa dahi-
linde geniş bir Belediye teşkilâtını düşünüyordu. Her yer-
de ve muhtelif derecelerde Belediye Meclisleri ve emlâk
ve arazi sahipleri tarafından seçilmiş bir de millî Belediye
idaresi... Bu meclislerden her biri kendi memuriyet daire-
leri içinde iş görecek, millî Belediye idaresi ise bütün Fran-
sa dahilinde nafia işleri, hayır müesseseleri ve bilhassa ver-
gi tatbikatiyle uğraşacaktı. Başlıca vergi, imtiyazlı veya
imtiyazsız bütün arazi sahiplerine şâmil bir toprak vergisi
olacaktı. Belediye Meclisleri devlet işlerini murakabe ede-
miyecekler, fakat hususî dileklerde bulunabileceklerdi.
(Türgo), hak ve adalet esasına bağlı bir hükümette eğer
umumî efkâr aydınlatılmaz ve halk vicdanı cezbedilemezse
hiçbir teşkilâtın devam edemiyeceğini söyliyerek diyordu
ki:
«— Majestelerinin saltanat devresine ebedî bir hayat
vermek için elzem saydığım teşkilâtın birinci ve belki de
en mühimmi, üniversitelerin, orta mekteplerin, ilk mektep-
lerin idaresine memur olmak üzere bir Millet Meclisi ku-
rulmalıdır.»
(Türgö)nun kafasındaki bu meclis, geniş manasıyla ka-
nun vâzn Millet Meclisinin bir çekirdeği olarak yaşıyordu.
Bu meclis, yeni bir nesil yetiştirmek dâvasını üzerine ala-
cak ve dinî tedrisat ile beraber yeni ve asri bir terbiye ver-
mek gayesini güdecekti. Bunun için de, hususî surette mü-
sabakayla yeni eserler telif ettirilecek; ve ilerleyen dün-
yanın meselelerini aksettiren bu eserler mekteplerde oku-
tulacaktı.
Netice şudur ki, (Türgo), bugüne göre pek eksik ve
çocukça fikirlerin sahibi olmakla beraber, devrine ve selef-
lerine nisbet edilecek olursa ilk defa düşünen ve çile çeken
bir devlet recülü mevkiindedir.
137
(Türgo)nun, Saraya yağdırdığı muhtıralara (16. Lûi)
tarafından konulan işaretler ve haşiyeler gösteriyor ki
Kral, bunları anlayabilecek bir zekâ ve irfan seviyesinde
değildi. Zaten bunları Kral anlamış olsaydı bile imtiyazlı
sınıfların mukavemetine çarpacak ve nasıl olsa mağlûb ola-
caktı, ihtilâle mâni olmak için o devirde öyle bir Kral la-
zımdı ki, hem hudutsuz anlayışlı, hem de o nisbette iradeli
ve demir pençeli olsun...
Nitekim mukadder netice gelip çattı; (Türgo) sükut
etti.
Fermanların neşri, başta (Volter) olarak bütün yeni
fikirlilerin hoşuna gitmişti. Paris'teki amele, küçük esnaf
ve sanatkârlar tarafından da büyük ve şamatalı bir sevinçle
karşılandı. Fakat mukabil sınıfın da taarruzu gecikmedi.
Kral ve muhiti entrikacıların açtığı cereyanın girdabına
tutuldu. (Türgo), 30 Nisan 1776 tarihinde Krala bir mektup
yazarak, hükümdarlık tahtı hesabına bütün bir felâkete
meydan verecek olan bu cereyana mukavemet etmesini is-
tirham etti.
Fakat hiçbir fayda hasıl olmadı. Saray, maliye muhiti,
büyük zadegan ve rahipler âlemi, (Türgo) aleyhindeki cere-
yanla taşıp köpürmeye yüz tuttu. Sanki büyük bir aksü-
lâmel dalgası, (Türgo)ya karşı şahlanmıştı, imtiyazlarından
mahrum kalan esnaf loncalarının başları, kethüdalar ve
ustalar, ayrıca bunlara kapılan bir takım kalem ve fikir
adamları, öbürleriyle elele verdiler. Kral, dört yanından
menfi telkinler ve zehirli tezvirlerle sarıldı. Hâlâ iş başında
bulunan (Moropa), Maliye nazırının pek ileriye vardığını,
hududunu aştığını, hükümetin başına gaileler çıkardığını
söyleyecek kadar ileri gitti. Bu hususta baş vurulmadık hile
ve tertip bırakılmadı. (Türgo) adına bir takım sahte mek-
tuplar bile tanzim edildi. Başvekil, Kraliçe ve Kral hakkında
bir takım tahkir edici fıkraları ihtiva eden bu mektuplar,
güya postahanede zaptedilerek Krala takdim edildi.
Fakat hâlâ, yenilik ve terakki taraftarı (Türgo) sarsıla-
mıyor, devrilemiyordu. Ona son darbeyi Kraliçe (Mari
Antuanet) indirdi. Fransa'nın Londra Sefiri (Kont do Kin)
138
in münasebetsiz hareketleri üzerine (Türgo) tarafından az-
lettirilmesi ve bu asilzadenin Kraliçenin adamı olması,
(Mari Antuanet)! çıldırttı. Kraliçe bütün gücünü (Türgo)
aleyhtarlarının kefesine attı ve sarsak Kralın karşısına di-
kildi:
—(Türgo) azledilecektir!
—Olamaz; ben ona Fransa'nın nice zamandır beklediği
t>ir yapıcı göziyle bakıyorum.
—O, yapıcı değil, yıkıcıdır; Krallığın yıkıcısı ve yerine
halk temelinin kurucusu...
Malûm snıflann kurgulu oyuncağı (Mari Antuanet),
hiçbir şeyi kökünden göremeyen Krala şeşi beş göstermekte
muvaffak oldu ve (Türgo) harcandı.
Evet, böyle oldu; Kraliçe göz yaşlan içinde Kralın hu-
zuruna çıkarak istediğini o kadar kuvvetle ileriye sürdü ve
tam o anda arkasında aynı isteği destekleyen öyle bir mu-
hit buldu ki, Kral, (Türgo)yu azletmekten ve üstelik (Bas-
tiy) hapishanesine göndermekten başka bir şey yapamadı.
(Türgo) meşhur zindana giderken, devlet itibarını kıran
Londra sefiri (Kont do Kin) için de, aynı Kraliçe, (Düklük)
paye ve unvanının verilmesini istiyordu. Kraliçe o kadar
öfkelenmişti ki, hiçbir tedbir kendisini yatıştıramaz ol-
muştu.
Yakın dostu (Türgo)nun başına gelenleri görerek ıslahat-
tan ümidini kesen (Malzerb) de onun arkasından istifasını
verdi.
Son dakikaya kadar sebat eden (Türgo), kovuluncaya
kadar makamını bırakmamaya azmetmişti. Palas - pandras
atılıp hapsedildikten sonra Krala şu satırları yazdı:
«— Majeste! Artık son dileğim, memleket manzarasını
:gördüğüme ve size bir takım hayalî tehlikeler gösterdiğime
inanmanız için bazı mesut vakalann tahaddüsüdür. Zama-
nın beni haklı çıkarmamasını temenni ediyorum.»
(Türgo), birkaç sene eser yazmakla uğraştıktan sonra
1781 de, büyük ihtilâlden 8 yıl önce öldü. Böylece, bizzat
ve bilfiil göremediği büyük ihtilâli ilk hisseden, sezen, ona
mani olmak için her çareye başvuran, fakat muvaffak ola-
139
1776 da (Kloniy)in tertip ettiği piyango ikramiyelerini
çoğaltmak suretiyle İslah ederek herkesin alâkasını celbe-
debildi. 24 milyon franklık esham çıkardı. 1777 de doğrudan
doğruya hükümet tarafından 106 milyon franklık bir istik-
raz muamelesine girişti. 1778 tarihinde 4 milyon, 1779 da
58 milyon franklık yeni istikrazlara baş vurdu. 1780 de 36
milyon franklık bir piyango daha tertipledi. 1781 senesinde
9 milyon franklık bir esham çıkardı. Velhasıl her sene ve
ne türlü olursa olsun, para tedarik etmekten geri durmadı.
Bu bir değerlendiricilik değil, keyfiyetsiz bir çoğaltı-
cılıktı; ve göz boyayarak iflâsa götüren bir tutum...
(Neker) bazı tasarruflar yapmaya da kalkıştı. Kraliçe-
nin çocukça tarafları, kralın zevcesine kör itaati herkesçe
anlaşıldığından, nedimlerin, gözdelerin azgınlığı nihaî hadde
gelmişti. Başmabeyinci tayin edilen bir prens, tek kalemde
800 bin frank atiyye almıştı. Büyük, küçük bütün saray
mensupları «Yağma Hasanın böreği» hesabınca gidiyordu.
Bütçe açığı ise kapanamıyacak derecede müthiş... (Ne-
ker) Kral tarafından verilen bahşiş ve atiyelerin hiç olmazsa
senede bir defa verilmesine karar istedi. Maksadı, bu su-
retle umumî masraf yekûnunu Krala göstererek onun deh-
şet duygusunu körüklemekti. (Neker), (Türgo) tarafından
kaldırılıp, sonradan iade edilen bazı ağır vergileri kaldırdı.
Krallık emlâkinde çalışan lüzumsuz ve mânâsız memurları
kovdu. Hattâ saraydaki parazitleri bile kısmen tasfiyeye
kadar vardı. Fakat zevk, safa, israf, başını almış gidiyordu.
Meselâ üç sene zarfında Kral, memuriyete kayınlacaklannı
vaadettiği bazı şahıslara, peşinen maaş ve tahsisat namiyle
3 milyon franka yakın para ödemişti. Faka^ (Neker) çok
geçmeden kavradı ki, nüfuzlarının imtiyazına dokunmadan
ve gedikli zatları ürkütmeden herhangi bir İslahat yapma-
nın imkân ve ihtimali mevcut değildir. Zaten bu mevzuda
pek ileri gittiği için nihayet yuvarlanan (Türgo) misali orta-
daydı, imtiyazlara ve gediklilere dokunmayan İslahat hiç
itiraz çekmiyordu. Meselâ, hapishane ve hastanelerin İsla-
hına kimsenin ses çıkardığı yoktu. Bu hayır işiyle (Madam
Neker) meşgul oluyordu. Fakat iş, protestanlara küçük bir
müsamaha ve müsaadeye gelince, hemen rahipler sınıfı
meydana çıkıyor ve itiraz sesleri bir ağızdan yükseliyordu:
—Katiyen olamaz! Caiz değil!
(Parlâmento) bütün İslahat teşebbüslerini reddediyor ve
bu hususta Kraldan ve Krallık taraftarlarından fazla taas-
sup gösteriyordu. Nitekim (Neker)in kaleme aldığı «Vilayet-
lerin idaresi hakkında proje»yi reddetti. (Neker)in 1779 se-
nesinde Krala takdim ettiği bir muhtıra ile tatbik mevkiine
koymaya çalıştığı bu proje (Türgo)nun belediye teşkilâtı
plânından iktibas edilmişti. Bu proje mütereddid ve ürkek
bir taklitten ibaret olmasına rağmen, merkeziyet usûlünün
mahzurlarına karşı ihtiva ettiği fikirler çok kuvvetliydi.
(Neker) şöyle diyordu:
—Fransa, masa başından idare olunuyor! Böyle şey
olamaz! Vatan idaresi, ancak gören göz ve değen el mesa-
fesinden yürütülebilir.
Teklif ettiği çare ise şiddetli ve semereli bir tedbir ol-
maktan çok uzaktı. Avam, zadegan ve rahiplerden ibaret
halk sınıflarının biraraya gelerek bunlardan birer vilâyet
meclisi teşkilini müdafaa ediyor, bu meclislerin vergi tevzii,
yol inşası, hayır işlerine nezaretle uğraşmasını istiyor ve bu
meclise ait kararların Nazırlar Meclisince tasdikini şart ko-
şuyordu. (Parlâmento)ların tehlikeli işlerine karşılık asıl bu
yeni meclisin hükümeti murakabe etmesi tezini savunu-
yordu.
(Neker)in vilâyetler hakkında projesi, tecrübe mahiye-
tinde bazı vilâyetlerde tatbik mevkiine konuldu. Fakat teş-
kil edilen dört meclisten ancak ikisi ihtilâl zamanına kadar
sürebildi ve her şeye rağmen faydalı ıslahata yol açabildi.
(Neker) neye el attıysa, kendisini bu mevkie getiren
(Moropa)mn engeline çarptı. Adetâ onun da başına bir nevi
(Türgo)nun âkibeti gelmek üzereydi ve sanki (Neker) bazı
cepheleriyle küçük bir (Türgo) idi. Fakat (Neker), idealist
(Türgo)nun haysiyet ve samimiyetine, üstelik fikir ve görüş
kabiliyetine malik değildi. Aynı hücumlar ve tertibat karşı-
sında kalmaya başlayınca, nefsini müdafaa için umumî efkâ-
ra müracaat etmeyi düşündü. Böyle bir düşünce bile artık
142
14a
ortaya, umumî efkâr ve millî vicdan diye bir şey çıktığını,
çıkmaya yüz gösterdiğini belli ediyordu. (Neker) 18 Şubat
1781 tarihinde, büyük ihtilâlden tam 8 yıl evvel devletin ma-
lî vaziyeti üzerinde bir bilanço çıkarıp bunu neşretti. Bilanço,
müthiş gürültülere sebep oldu. (Neker) neşrettiği hesap hü-
lâsasında kendi idaresini methettikten sonra devletin mali-
yesini saran esrarın bir kısmını açığa vuruyor, 28 milyon
franga yükselen saray bahşişlerinin müfredatını kalem ka-
lem gösteriyor, ıslahat için neler yapıldığını, nelere muvaffak
olunduğunu, nelerde hiç bir şey yapamadığını belirtiyordu.
(Neker) bu netameli bilançoyu neşrettikten sonra doğ-
rudan doğruya Kralın huzuruna çıkmaktan da çekinmedi.
Zira artık makamında barınamıyacağını kestiriyor, son bir
hamle ile bir şeyler becermek istiyordu. Kraldan, kendisinin
istişarî reyle Nazırlar Meclisinde kalmasını ve haftada bir,
Nazırlar Meclisinin kendisinden malî vaziyete dair izahat al-
masını talep etti. Kral bu teklifleri reddedince (Neker)
19 Mayıs 1781 yılında istifasını verdi. Paris halkı da, (Ne-
ker)in bu yuvarlanışını, yine Kraliçe ile (Madam do Polin-
yak)ın nüfuzuna hamletti.
Çilekeş fikirci (Türgo)dan sonra, gayret ve cesareti göz
boyamaktan ibaret, muvazaacı (Neker) dahi, çaresizliği ilân-
dan başka bir şey getirememişti.
SARAYDA SON VAZDYET
(Türgo) ve (Neker) tecrübelerinden sonra sarayda son
vaziyet:
(Mari Antuanet)in-kumarbazlığı görülmüş, duyulmuş gi-
bi değil... Geceleri Kralla beraber bulunduğu (Kont d'Ar-
tua)mn dairesinden kocasiyle beraber çıkıp Krallık dairesi-
ne döndükten sonra, kocasını uyutur uyutmaz gizlice geriye
dönüyor ve sabaha kadar kendisini kumara veriyordu. (16.
Lûi) o zamanlar Fransayı istilâ eden (Faraun) isimli kumarı
yasak etmişti. Fakat Kraliçe yasak dinler mi? Kraldan bu
•oyunu yalnız bir defalık oynamak üzere izin aldı; ve tam
36 saat, yemeden ve içmeden, uyumadan ve dinlenmeden
masa başında kaldı. Değme kumarbazların beceremiyece-
;ği ݪ---
Çocukça tabiatı icabı, şunun bunun nüfuzuna girmek-
ten, tesirine kapılmaktan da nefsini kurtaramıyordu.
Evvelâ (Prenses do Lâmbal)ın muhabbetine kapıldı. Ve
•nüfuzuna girdi. Ondan sonra Prensesten uzaklaşmakla be-
raber (Kontes do Polinyak)ın pençesine düştü. Bu (Kon-
tes do Polinyak) müthiş bir tip... Genç, güzel, gayet zeki
-ve serbest tavırlı, son derece hesabi ve sinsi... Nüfuzlu bir
asîlin metresi, (Morapo)nun taraftan, ruhu istibdat fikir-
leriyle dolu, ailesinin harîs emellerine mükemmel bir âlet...
ݺte bu Prenses, Kraliçeyi delicesine bir israf hastalığına
uğratmakta birinci rolü oynamıştır. Sadece israf da değil,
bilerek veya bilmeyerek siyaset işlerine de karıştırmak...
Kontes, Kraliçenin damarım bulmuştu: Onun gururuna bi-
•raz dokunuldu mu hiç bir işin «olur» veya «olmaz»ı kal-
maz, Kraliçe mutlaka bu işin yerine getirilmesi için her şeyi
yapardı. Evvelce de ka}'dettiğimiz gibi, ağlar, tepinir, kızar,
darılır, nihayet tepeden emir ve iradeler vermeye başlar ve
mutlaka arzusunu yaptırırdı.
Nedimler ve yakınlar, artık Kralın, Avusturyalı Pren-
ses elinde bir oyuncaktan başka bir şey olmadığını sez-
mişler ve şahsiyetsiz Krala ehemmiyet vermemeye başla-
mışlardı. Belki de bu tesirlerin başında (16. Lûi)ye erkek-
liğini ilk defa ve müthiş zorluklarla tattırmış olmanın im-
-tiyazı vardı. Kayınbiraderi Avusturya Kralı Parise geldiği
vzaman, kız kardeşinin yıllardan beri feth ve zaptedilemedi-
ğini, bakire kaldığını, Kralın bu işten hiç bir şey anlama-
dığını öğrenmiş ve hayretler içinde kalmıştı. Nihayet sebebi
'(fizik) sahada arayan kayınbirader düğümü keşfetmişti.
(16. Lûi) bir neyi iktidarsızlığa mübtelâ... Ona mahrem ve
ince bir şekilde küçük bir ameliyata muhtaç olduğunu an-
latmış ve kabul ettirmişti. Böylece, selefi aygır Kralın zıddı
'Olan (16. Lûi) nihayet erkek ve baba olabildi. Fakat hiç bir
zaman bu iş uzun sürmedi ve Krala gaye görünmedi. Fakat
144
-îhtilâl/10
145
Avusutryalı Prensesin anne olması (16. Lûi)yi pek sevindir-
di ve ona karşı sevgisini arttırdı. (Düşes d'Angolem)in do-
ğuşu, muazzam israflara kapı açtı. Doktorlar, çocuğun sa-
dece aşı masrafı olarak 32 bin Frank aldılar. Bu hadisenin
şerefine, (Kont d'Artua)nın oğluna ait talim ve terbiye mas-
rafı 650 bin Franga yükseldi. 100 bin Frank irad getiren bir
malikâne isteyen (Kontes do Polinyak) nihayet 200 bin
Franklık bir âtiyeye ve kızı için yılda 25 bin Franklık bip'|
irada razı oldu.|
(Polinyak) Kontesinin artık hırsına payan yok... Krali-
çe vasıtasiyle dilediği insanı nezaretlere kayırır ve nezaret-
lerden ayırır oldu. Bahriye, Harbiye, Maliye hep onun em-
rinde... Nihayet (Neker)in düşürülmesine kadar işi ileriye
vardırdı. -
Fakat Paris ve bütün Fransa, hâlâ Kral ile yakınları
arasında bir fark kabul ediyor, bütün suçu riyakâr ve muh-
teris nedimlere bağlıyordu. Krala ve Krallığa olan muhab-
betini elden çıkarmıyordu. Nitekim bu his, Veliahdın ma-
kamından attıkları (Neker)i alkışlayan (Morayo)nun ölüm
haberi yayılınca sokaklarda bayram eden ve şarkılar söyle-
yen halk, Veliahdın doğum günü «Yaşasın Kral! Var olsun
Kraliçe!» diye külahını havalara attı ve çocuklar gibi se-
vinç içinde tepindi.
Nihayet Kraliçe, Avusturyalı Prenses etrafında hâdise-
lerin en müthişi vücut buldu. Meşhur gerdanlık vakası...
Sene 1784-85... Büyük İhtilâle dört beş yıl var... Her
şey öyle süratle değişmekte ve kötüleşmekte ki, adetâ mut-
lakiyet şeklinin, son günlerine yaklaşıldığı belli... ihtiras-
lar o kadar artmış, kaygısızlık o kadar şahlanmıştır ki, dev-
let hazinesi artık memelerinden süt yerine kan gelen bir
inek halindedir. Derebeylik fikri, asillere ait imtiyazların
genişletilmesi emeli hükümetin ana ölçüsü... (Parlâmento) la-
ra ve adalet kadrosuna girebilmek için asalet unvanı şart...
Ordu ve Harbiyeye asillerden başka kimse zabit tayin olu-
namaz.
Avam sınıfı her yerde hakaret altında, zillet içinde, aç
ve perişan... Rahipler de asillerden ayrı ve başka bir âlem...
Her üç sınıf da birbirine düşman... Hâsılı artık kötülükle-
rin nihaî kemal devrini yaşadıkları zaman... Kraliçenin is-
rafları ve çılgınlıkları ise dillere destan...
Tam bu anda olanlar oldu:
(Madam do Lâmot) isimli haris, hilekâr ve cürette hu-
dutsuz bir kadın, (Kardinal do Rohan)a giderek esrarlı bir
tavırla kırıtıyor ve kardinal'in kulağına şu korkunç sözleri
fısıldıyor:
—Elmas bir gerdanlık alıp Kraliçeye takdim ederseniz
bunu memnuniyetle kabul edeceğini haber verebilirim!
Gerçekten müthiş! Bu teklif, doğrudan doğruya Krali-
çenin Kardinalden aşk ilânı mânasına elmas bir gerdanlık
istemesinden farksızdır ve bu vazifeye güya Saraylı (Ma-
dam do Lâmot) memur edilmiştir.
Kardinal derin bir heyecan içinde, kısık sesini çıkarıyor.
—Ne diyorsunuz; hediyemin kabul edileceğinden emin
misiniz?
—Emin olmasam söyler miyim!... Haydi, vazifenizi ya-
pınız!
Prens unvanlı Kardinal, ahmak bir insan olduğu için,
bu inanılmaz teklifi sahi zannediyor. Karşılıklı oturup he-
diyenin takdimi şekline aut plânı tertip ediyorlar.
Kardnal (Prens do Rohan), Saraylının haber verdiği ge-
ce, (Versay) Sarayının bahçesine gizlice giriyor. Bahçenin
izbe bir köşesinde şahane bir eda ile duran, tüllere bürülü,
yüzü ve gözü örtülü bir kadın vardır; ve bu, güya Kraliçe-
dir. Bu kadın, daha evvel (Madam do Lâmot) tarafından
peylenmiş ve bu dalavereye memur edilmiş bir manken...
Kardinal, hal ve heybetinden Kraliçe zannettiği bu basit
kuklanın önünde dize gelerek, kendisine lütfen uzanan be-
yaz eli ihtiramla öpüyor ve edilen ihtar üzerine orada dur-
mayıp çekiliyor. Hilekâr ve cüretkâr saraylı bir kaç gün
sonra, elinde Kraliçe tarafından imzalanmış sahte bir mek-
tup, Kardinal'in karşısına çıkıyor ve gerdanlığı alıyor. Ger-
danlık, görülmemiş değerine rağmen (Madam do Lâmot)un
eliyle bir hayli eksiğine satılıyor ve bir dedi - kodu'dur ko-
puyor :
146
147
ݺ bununla bitmiyor. Milyonlara yaptırılan gerdanlığın
parasını almadığı için kuyumcu, hemen Kraliçeye baş vu-
ruyor ve bunun üzerine bütün rezalet ortaya çıkıyor. Kra-
liçe, vaziyeti Krala bildirip «işte sarayınız!» der gibi bir ha-
karet tavriyle kapısını vurup çıkıyor. Kral, o zamana kadar
görülmemiş bir öfke içinde... Derhal Kardinali çağırıp sî-
gaya çekiyor. Elleri ve ayakları titreyen Kardinal, muhte-
şem bir sadelik ve ahmaklık içinde olup bitenleri söylüyor1'
Aptallığına ve bir nevi mazeretine rağmen (Bastiy) zindanı-
na gönderiliyor. Hükümdarlık hanedanına karşı cinayet ter-
tibi suçiyle ithamlandırılarak (Parlâmento)ya veriliyor. (Ma-
dam do Lâmot)un gördüğü ceza müthiş... Kızgın demir ile
dağlanmak ve hapishanenin en feci köşesinde unutulup kal-
mak... Neticede Kardinal beraat ediyor ve bu mesele de hiç
bir suçu olmadığı halde Kraliçeyi lekelemek ve aleyhindeki
israf ve iftiraların artmasına sebep olmaktan kurtulamıyor
Halk Kardinali alkışlıyor, (Madam do Lâmot)a hayretle ba-
kıyor, Kraliçeyi ise yerin dibine geçiriyor.
Hâsılı «Gerdanlık vakası» yaklaşan ihtilâlin hedef tut-
tuğu kötülükleri en hususî çizgileriyle ifade eden ve ortada
ölçü ve hürmet hissi diye hiç bir şeyin kalmadığını göste-
ren, (sembol) mahiyetinde tarihî bir rezalet...
HÜKÜMETTE SON VAZDYET
(Neker)den sonra Maliye Nazırlığı artık kimsenin yanaş-
madığı bir iğneli fıçı... Bal da orada, arının iğnesi de ora-
da... Onun için herkes başının selâmetini arıyor, Maliye Na-
zırlığı dediler mi, bucak bucak kaçıyordu. Nihayet işe (Kon-
tes do Polinyak) ve avanesi el attılar ve Krala karşı (Kal-
ven)i ileriye sürdüler. Fakat, Kral (Kalven)den nefret edi-
yordu. Tazyiklere şöyle mukabele etti:
—Olmaz, ben ondan nefret ediyorum!
Bu çocukça İsrar ve inada karşı bir hayli didindilerse
de fayda vermedi. Bön Kral demek istiyordu ki;
İsterseniz Fransayı kökünden kazıyacak bir insan ge-—
148
tiriniz, razıyım! Fakat benim şahsen nefret ettiğim adam
olmasın...
Mecburen sustular. Kral (Flöri) isimli, hâkim sınıfın-
dan yetişmiş birini Maliyeye getirdi. Yeni Maliye Nazın
bir takım ıslahat yapmaya boş yere çabaladıktan sonra
israfların önünü alamadı. İki yılda devletin borcunu altmış
milyon frank yükseltti. Nihayet mesuliyetten korkup bazı
tedbirler almaya ve fren yapmaya başlayınca Kraliçenin
isteğiyle hemen azlediliverdi. Sıra yine (Kalven)de; fakat
Kral yine razı değil. Bir çocuk gibi ısrar ediyor:
—Olmaz; ben ondan nefret ediyorum!
(D'Ormesson isimli, âciz, fakat dürüst bir genç Mali-
yeye getirildi. O da Kraliçenin hoşuna gitmedi. Memuriyeti
sadece yedi ay sürdü. Ve hemen tepetaklak edildi.
Kraliçe, eteklerini hışırdata hışırdata, Kralın karşısına
çıktı:
—(Kalven)i tayin edeceksiniz!
—Olmaz; ben ondan nefret ediyorum!
—Bundan sonra nefret etmezsiniz. Çare yok! (Kalven)
Maliye Nazırı olacak!
—Peki olsun!
Ve artık her şeyi büsbütün yıkmaya mecbur bulunan
(Kalven) Maliye Nazırı oldu.
(Kalven)in malî siyaseti, sonsuz bir cür'etten ibaret
kaldı. Saray ve asiller değirmeninin rüzgârını temin için
gerekli parayı bulmak yolunda, sonsuz bir cür'et... Bu
adam, para bulabilmek için malî itibar lâzım olduğunu,
itibar sahibi olmak için de zengin görünmek gerektiğini,
zengin görünmek için ise çok para sarfetmek icabeylediğini
hesaplamaktan gayri hiç bir ölçüye malik değildi. Demek
ki, her şey, para bulabilmek ölçüsünde toplanıyor ve her
şey bol bol para saçmak gösterisine kalıyordu. (Kalven)
açtı bütün masraf musluklarını... Bir altın yağmurudur
başladı. Saray (Kalven)in idare tarzını pek beğendi ve dâhi-
yane buldu. Herkes nüfuz ve mevkiine göre altın yağmurun-
dan pay almaya baktı. Kraliçe 6 miylon franka (Senklû)
Sarayını, Kral 18 milyon franka (Rambaye) Sarayını satın
aldı. (Polinyak) Dükü, posta idaresinde ihdas ettirdiği büyük
149
bir memuriyete kednisini tayin ettirdi. (Prens do Kemene)
11 milyon frank mukabilinde (Loryan) limanını sattı. Ve-
saire vesaire... Fakat bu kadar parayı nasıl ele geçirmeli?...
İçine sarnıcın bütün suyu dökülen tulumbayı bu defa su
çekmesi için hangi kaynağa bağlamalı?...
Halk, zavallı halk...
(Kalven) istikraz yoluna baş vurdu. İlk iş olarak 1782
istikrazından henüz devlet hazinesine girmeyen 100 milyon
frankı tahsil etti. 1784 senesinin son ayında yüzde 8 faizle
125 milyon daha istikraz etti. Artık bu kadarı, iflas bayra-
ğını göndere çekmek demekti. Kraldan fazla istibdat ve
keyfî idare tarafları ve (Parlâmento) artık dayanamadı, iti-
razlara başladı. Ancak Kralın reisliği altında tertip edilen
bir toplantı sonunda teskin edilebildiler... Fakat yine için
için homurdanmaya devam edildi.
Vilâyetlerde de şikâyetler çoğaldı. Kısa zamanda şikâ-
yet hakarete, hakaret de isyana dönmek alâmetlerini gös-
termeye başladı. Artık hükümetin her tedbiri, her hareketi
müthiş bir şüphe mevzuu olmuştu. Meselâ altun meskukâ-
tın yeniden eritilip darbedilmesi kararı, hemen bütün Fran-
sayı, yeni bir dolandırıcılık karşısında kalındığı şüphesine
düşürdü. Herkes ağzına geleni söylüyordu:
— Devletin hayat damarlarını kurutuyorlar! Batıyoruz!
(Kalven) şaşırmış, apışmış, kendinden geçmiş hale düş-
tü. Fakat hâlâ bir takım tedbirler almaktan vazgeçmedi. İk-
tisatçılara bir cemile olmak üzere İngiltere ile 26 eylül
1786 muahedesini aktetti. Bu muahede sayesinde İngiliz
malları Fransaya serbestçe girebiliyor, iç sanayi rekabet yü-
zünden silkinerek ataletten kurtuluyor, Fransanın mahsûl-
lerine bilhassa şaraplara yeni bir ihraç sahası bulunuyordu.
İyiydi; fakat vaziyetin artık küçük ilâçlarla, tâli tedbirlerle
kurtulur tarafı kalmamıştı. (Kalven)in blançosu şuydu: Üç
yılda 487 milyon frank borç ile takriben 100 milyon bütçe
açığı... Vaziyet, artık Ali'nin külahını Veli'ye ve onunkini
öbürüne giydirmek suretiyle en kısa vadeli bir teselli imkâ-
nını bile yok gösteriyordu. Skandal ve felâket muhakkak...
İtiraz ve muhalefet sesleri çıkarmış olan (Parlâmento)
150
bu defa. Kraldan fazla korkmaya başladı ve (Kalven)e yeni
istikrazlar etklif etti. Fakat (Kalven) buna cesaret edemedi.
Hemen iflâs edeceğinden ve on paralık itibar bulamayaca-
ğından emindi. Zecri yollardan başkası çıkar yola benzemi-
yordu. Vergileri artırmayı düşündü... Avam sınıfı zaten son
damla kanına kadar her şeyini kaptırmış olduğundan, tek
çare, ancak mümtaz sınıflara dönmek ve yükü bu defa
onlara yüklemek olabilirdi.
(Kalven), neticede, imtiyazlı sınıfları itaat altına alabil-
mek için tek çare olarak umumî efkâra baş vurmayı düşün-
dü. Vaktiyle (4. Hanri) zamanında olduğu gibi «Muteberan
Meclisi»ni içtimaa davet etmek istedi. (Kalven)in plânı
şuydu:
Başlangıçta herkesten fazla israf cereyanını himaye et-
miş bir insan olduğu halde şimdi neticeyi ve bütçe açığını
mertçe itiraf etmek... Ve bütün ıslahat içinde en esaslı
olarak, mümtaz sınıflarla beraber, bütün emlâk ve arazi sa-
hiplerine müşterek ve mütesavi bir vergi tarhı fikrini kabul
ettirmek... Ayrıca, vilâyetler meclislerine, papasların borç-
larına, şahsî tekliflere, hububat ticaretine, angaryalara ait
fikirleri de vardı.
(Kalven) bütün bu projelerini çevreleyen muhtıralarını
Krala takdim edip gerekli izahlarda bulunduktan sonra
Kraldan şu cevabı aldı:
—Fakat bütün bu projeler (Neker)in teklif ettiklerin-
den ayrı değil... Elinizden başka bir şey gelemedi mi?
—Efendimiz majestelerine bundan daha iyi bir şey
teklif edebilmek mümkün değildir.
Görülüyor ki, herşey dönüp dolaşıyor, yine (Türgo) ve
(Neker) gibi selim akıl ve vicdan sahiplerinin dediğine geli-
yordu. Halbuki (Kalven) bunların yolunda gitmemek üzere
iş başına geçirilmiş, bir müddet sarayın nabzına göre şerbet
vrdikten sonra o da aynı yoldan gitmeye mecbur kalmıştı.
Ne olacaktı?
(Kalven)in esaslı ve kökten ıslahat teklif ettiği haberi
şimşek suretiyle her tarafa yayıldı. Saray ve muhiti, Kra-
liçe ve yakınları son derece öfkelendiler. Bunların himaye
151
ettiği (Kalven), birdenbire imtiyazlı sınıfların menfaatine^
düşman kesildiği için hain kabul edildi. Fransız milleti ise,,
daima gelir fazlasiyle kapatıldığı mağrurane ilân edilen büt-
çenin ne müthiş bir açık belirttiğini görmekle müthiş bir~
hayret ve teessüre kapılmıştı. Fakat perde arkasından iş-
lere dikkat eden, hattâ, Maliye Nazırına bazı telkinlerde-
bulunan (Mirabo) gibi inkılapçılar, parasız bir hükümetin
daha kolay tepetaklak edilebileceğini düşünerek memnun
oldular.
«Muteberan Meclisi» Büyük İhtilâlden iki sene evvel
(22 Şubat 1787), (Versay) Sarayında toplandı. Azanın hemen
kâffesi imtiyazların lehinde ve bizzat imtiyaz sahiplerinden,
olan Meclis, Prens, psikopos ve büyük memur halinde 142
kişiden mürekkepti. Meclis, (Kalven)in hastalığı ve Hariciye
Nazın (Verjen)in ölümü yüzünden birkaç kere içtimaını,
tehir etmiş ve nihayet toplanabilmişti. Hava gergin...
(Kalven) içtima günü kürsüye çıktı. Gayet küstah ve
mütecaviz bir nutuk verdi. Bu arada bütçe açığının mey-
dana çıkmasında âmil olarak 1781 bilançosunu neşreden
(Neker)i mesul gösterdi. (Neker) cevap vermek istedi. Kral
buna mâni oldu ve hava birdenbire çok bozuldu. (Kalven)
o türlü bir tabiye kullandı ki. Meclise, ıslahatın esasını,,
yapılıp yapılmamasında değil, nasıl yapılacağında aramak-
tan başka bir şey düşünmüyordu. Meclis, adetâ bir «oldu -
bitti» karşısında bırakılmıştı. (Kalven), bunca zaman sara-
yın ve imtiyazlı sınıflatın keyfine hizmet ettikten sonra,,
şimdi birdenbire şımarık şımarık iflâsını ilân eden, kendi-
sinden başka herkesi suçlu gören ve «artık çaresini bulun!»
demeye getiren bir çocuk gibiydi.
Azadan bazıları atılıp vaziyete itiraz ettiler ve bütçe
açığının kaynağı ve ehemmiyet derecesi anlaşılmadan hiç
bir rey veremiyeceklerinj söylediler. Bazıları, Kralın ver
tarhetmek hususundaki selâhiyet derecesini münakaşaya,
kadar gittiler.
(La Fayet) ayağa kalkıp bağırdı:
— Bir Millet Meclisi kuralım! Davayı bu Meclis hal-
letsin!
Adetâ, ihtilâle nazarî plânda yol açılıyordu. O güne ka-
dar kalblerde sıkışıp kalan hisler hep yeni bir idare ve şuur
merkezi kurmak hususunda sanki işi karşılıklı bir anlaş-
maya dökmek istiyordu. Bu, dâvanın bir nevi, Kral ve sa-
rayın muvaffakiyetiyle, nzasiyle ve el çabukluğu ile halledil-
mesi gibi bir şeydi. Hiç bir şey olmasa bile, dert, canhıraş
bir çıplaklık içinde meydana çıkıyor, artık gizli bir şey kal-
mıyordu. Hasta idare, «Ne yapıp da kurtulayım?» gibilerden
bir kurtuluş hamlesi ihtiyacını açığa vurmuş, bu derin
mânayı da kimse anlıyamamıştı.
Bir Millet Meclisi kurulması yolundaki temayüller gün-
den güne kuvvetlenmekte ve büyük ihtilâlin ilk davet belir-
tisi kendini göstermekteydi.
Maliye Nazırının yeni ihdas etmek tasavvurunda olduğu
ağır vergileri ileri sınıfa tahmil etmek isteyişi bu zümreyi
de, beceriksizliğinden ötürü saray aleyhine harekete tahrik
etmişti. Buna muvazi olarak da Fransız milletini sarmış
olan sefalet ve açlık son haddine varmıştı. Her tarafta,
büyük fırtınadan evvelki sükûna benzer ağır bir hava hü-
küm sürüyordu. Bu durum ihtilâli hazırlamak isteyenlere
kendiliğinden gayet müsait bir zemin hazırlıyor, halk ara-
sında yer yer gruplaşmalar beliriyordu.
«Kraliçenin gerdanlığı» meselesinin bütün Pariste uyan-
dırdığı menfi hava bütün memlekete yayılıyordu.
Artık Büyük ihtilâlin, yolunu kendi kendine çizecek
kanlı safhaları başlamak üzere...
TEŞHDS
VE
TESBDT
Gökten gelme mutlak inkılâplarla alâkasız yeryüzü
ihtiâlleri arasında en büyüğü olan Fransız ihtilâlinin sebep-
ler zeminini geniş geniş inceledik. Bu zemin, İhtilâlin girinti
noktalarını göstermeye yaradığı için enine boyuna hikâye
152
153
edilmeye değerdi. İhtilâlin çıkıntı noktalan ise bu girinti-
lere tam uygun olarak ayrı bir bölüm ifade eder.
Şimdi o safhanın eşiğine gelmiş bulunurken sebepler
zeminini üç noktada sınırlayalım :
1— (Rönesans) dan sonra uyanan ve ilk intikamını abes-
ler ocağı kiliseden alan aklın, 18 asır boyunca bütün hâki-
miyeti tek şahısta, tek şahıs keyf ve nefsaniyetinde topla-
yıcı mutlak idareye karşı isyan istidadım kazanması ve bu
mevzuda (Ansiklopediciler) isimli bir fikir zümresi tarafın-
dan beslenmesi...
2— Fransız sarayının, ayrıca hiçbir fikir ve hak ölçü-
süne ihtiyaç bırakmayan, nefsini maddede ve mânada mü-
dafaadan âciz, bedahet çapında bir gaflet, zulüm ve rezalet
manzumesine yataklık etmesi...
3— Ve bütün bunları ortaya dökücü ve mukabil hare-
keti dürtükleyici tek âmil olarak halkın zaruret ve sefaleti...
Ekmek derdi...
Lâfta ve edebiyatta işçi ihtilâlinin güdücüleri, Fransız
Büyük ihtilâlini (Burjuva - şehirli) hareketi diye vasıflan-
dırırlar. Bu teşhis, onların, her şeyi basit ve keleş dörtkö-
şeler içinde hapsetme yobazlıklarından gelir. Fransız İhti-
lâli, daha ziyade şehirli çerçevesinde tecellisini bulmuş,
köylüsü, emekçisi ve her sınıfı dahil, bir halk davranışıdır;
tek başına hiçbir zümreye mal edilemez, bu bakımdan ta-
rihte ilktir, her adımında ayrı bir yön alır ve ayrı bir geliş-
me kaydeder ve adetâ (emprovize - irticalî) tuluat ve bek-
lenmedik zuhurat kabîlindedir. Kıymetini de, bu tuluat ve
zuhurat içinde yetiştirdiği büyük fikir ve (aksiyon) adamla-
rından devşirir, yepyeni bir (aksiyon) ahlâk ve fikriyatı
getirir ve gözle takip edilemeyecek kadar zengin hareket
tabloları çizer. Bu bakımdan onun üzerinde ne kadar durul-
sa azdır; ve o, bir inkılâptan geldiği hayaline artık güveni
kalmamış olan yeni Türk gençliğine en keskin ders ve ibret
misalidir.
Büyük Fransız İhtilâlinin, krallar ve idareler içinde en
az suçlu (16. Lûi) ve nazırları (Türgo), (Neker) ve (Kalven)
den hemen sonra patlak verişini ve rotasını tutturuşunu
bundan böyle şimşek hızı ve gayet (dinamik) çizgilerle takip
edecek ve dâvanın ruhunu bunaltıcı tafsilâta girişmeyeceğiz.
İhtilâli besleyici zemin üzerinde ilk tedbir kararı şu
oldu :
(Eta Jenero - umumî meclisler) dedikleri millet temsil-
cilerini toplamak...
ݺte bu yerinde karardır ki başı olmayan Krallığın ba-
şım yedi.
Şöyle oldu:
Vilâyet (Parlâmento)larının, Paristekini aşarcasına hü-
kümete aleyhtarlık tavrı almasından ve âzası kralca tayin
edilen bu iptidaî ve tâbi teşekküllerin bile krallık idaresine
karşı çıkmalarından sonra tek ve umumî bir meclis halin-
de (Eta Jenero)nun l Mayıs 1789 tarihinde toplantıya çağrı-
lacağı ilân edildi: Aynı iflâs ve rezalet çizgisi üzerinde tek-
rar başa geçen (Neker) toplantıyı aynı senenin Ocak ayına
aldı ve fermanını çıkarttı.
Şu oldu, bu oldu; önce 27 Nisan, sonra 4 Mayıs 1789'da
toplantı sağlanabildi. Üç sınıf (Tiyers eta) temsilcileri
(avam, ruhban) zadegân-aşağı tabaka, papaslar, soylular)
Paris'te toplandılar.
ݺe bakın ve hadisenin nasıl bir tuluat ve zuhurat kö-
şesinden fışkırmaya başladığını görün ki, bu üç sınıf ara-
sında hiçbir münasebet ve dayanışma olmadığı gibi, bun-
lardan hiçbirinin de gerçekleşmesi için derinliğine fikir ve
tavır sahibi olduğu bir gaye ve plân mevcut değildi.
Müzakereye esas olarak ıkımla sıkımla ortaya konula-
bilen maddeler de, (Neker)in zoriyle Krala kabul ettirilmiş
olarak şunlardan ibaret:
1— Vergi mikdarlarının tayini hakkı millete verilecek..
2— (Eta Jenero) bellibaşlı zamanlarda toplantısını sür-
dürecek. ..
3— Umumî masraflar bütçesi bir nizama bağlanacak
ve nazırlarda keyfî tasarruf selâhiyeti olmayacak..
4— Saray tahsisatı belirli olacak...
5— Basın ve muhabere hürriyeti...
6— Bütün vilâyetlerde umumî meslisler kurulması...
154
155
7— Muamelelerin basitleştirilmesi...
8— Vergide eşitlik...
9— Avam sınıfı temsilcilerinin bir misli artırılması...
ݺte (Eta Jenero)nun toplantıya davetindeki ilk ölçüler..
Bunlar, birtakım ablak ve satıh üstü, büyük yaraya nispetle
sivilce kabilinden şeyler
BAŞLANGIÇ
Fransız inkılâbının zuhur plânına ilk çıkışı ve Krallık
iradelerini tescil vazifesinden başka bir rolü olmayan (Eta
Jenero)nun millî temsil şuuruna erişi, meşhur (Mirabo) ta-
rafından yükseltilen şu tarihî sesle başlar:
«— Gidin ve efendinize deyin ki, biz buraya milletin
iradesiyle geldik ve ancak süngü kuvvetiyle çıkartılabiliriz!»
Bu söz, Krala karşı, önünde Kralın da eğilmeye mecbur
olduğu bir millî irade bulunduğunu gösteriyor ve bu ira-
deye ancak ham kuvvetle mukabeleden gayrı çare düşünü-
lemeyeceğini ilân ediyordu. Fikirde Ortaçağ vahşeti ardın-
dan gelen ve (Ansiklopediciler) isimli zümrece beslenen bu
şuur, artık tek nefsin bütün bir insanlık yığınına tahakküm
devrim kapatıcı bir doğruluştan işarettir ve açılmaktaki
ihtilâl perdesine ait müthiş bir gong sesidir.
Şöyle başladı:
Üç sınıftan herbiri, ayrı ayrı usullerle (Eta Jenero)ya
girecek azasını seçti.
Rahiplerde ekseriyet, hepsi yeni bir inkılâptan yana
köy papaslannda kaldı; saraya ve eski saltanatlarına bağlı
üst sınıf sözde ruhanîler, piskopos ve kardinaller, sınıfları
içinde hâkimiyet kuramadılar... Soylular zümresine de aynı
şey oldu. Onlarda da taşra asilleri, köylülerde mülk sahibi
soylular öne geçti ve saraya bağlı imtiyazlı ve çok zengin
zadegan boy gösteremedi.
Avam sınıfına gelince hüküm (Burjuva)larda... Avukat,
memur, esnaf, tüccar, köy ukalâsı gibi, okur - yazarlar, kü-
çük aydınlar topluluğunda... ݺte, o zamanki içtimaî bün-
yeye göre gayet tabiî olarak işçilerin hiç denilecek kadar az
tecelli edebildiği bu topluluk karakteridir ki, sonradan ko-
münizma, ihtilâlcilerine Fransız inkılâbını bir (Burjuva)
hareketi diye yaftalatmış; köylüsünden filozofuna kadar ku-
caklayıcı bir millet davranışına, istismara karşı ayrıca is-
tismarcı bir sınıfın marifeti teşhisini kondurarak onu kü-
çültmeye bakmış ve daima olduğu gibi, meselelerin ruhuna
uzak kalma basitliğinden sathî bir (diyalektik) misali ver-
miştir.
ݺin «nerede?» ve «nasıl?»ı üzerinde bir hayli çekişmeler-
den sonra, daha o zamanın «Millet Meclisi» diye anılmaya
başlayan (Eta Jenero)nun, Paris'te Kral sarayının bulundu-
ğu (Versay) banliyösünde toplanmasına karar verildi ve in-
kılâp üzerinde henüz hiçbir fikir, plân ve programı olmayan
mebuslar Paris'e akın etmeye başladı. Ellerde (Kayye - def-
ter) dedikleri dış yüzden ıslahat karalamaları, herkes neye
memur olduğundan habersiz, her ân hadiselerin dürtüşiyle
yeni bir şekil alacak olan, «tulûatçı» ve «zuhuratçı» diye
vasıflandırdığımız ve bütün kıymetini ona bağladığımız,
Büyük İnkılâbın eşiğindeler...
Evet, herkes, bir inkılâp bekliyor, ama bunun ne ola-
cağını bilmiyor; aşağıdan yukarıya doğru olmak yerine,
bunun, ancak, yukarıdan aşağıya, Kraldan millete geleceğini
hayal ediyor.
Toplantı tarihi olan 5 Mayıs 1789'dan bir gün önce fev-
kalâde bir tören yapıldı. Kral, Kraliçe, saray kodamanları
ve 1200 mebus, (Notrdam) kilisesine giderek tertiplenen ru-
hanî âyinde bulundular... Derken tantanalı bir alay halinde
Paris içinden geçiş... (Versay) caddelerinde, karşılıklı iki
sıra halinde ve selâm vaziyetinde saf tutan cicili bicili hassa
askerleri... Yerlerde saraydan getirilmiş ipekli halılar...
«Dğne atsan yere düşmez!» tabirinin yeri... Vıcık vıcık bir
kalabalık... Damlar çökecek gibi...
Alayın mebus yığınına ait başında, siyah elbiseleriyle
550 ayam sınıfı temsilcisi... Çılgınca alkış... Halk, bu 550
siyah elbiseli adamda, milyonlara çevrilmiş aynalar gibi,
kendi akislerini görüyor ve kendisini alkışlıyor.
156
157
Peşinden, tüylü şapkalan, ziynetli elbiseleri, ipek ço-
rapları ve gümüş tokalı iskarpinleriyle sayıları zaif, fakat
zarafetleri kuvvetli asilzadeler...
Ne o?...
Avam sınıfının mebusları geçerken gökleri tutan alkış,
sıra bunlara gelince kesiliverdi. Halbuki bunlar arasında
40 kişiden fazlası avam mebuslarından fazla milletten yana...
Onların da arkasında rahipler... 200 kaçlar sade kılıklı ve
düşkün tavırlı köy papasından ayrı tutulmak istercesine
taazzum ve tekebbür edasına ve mor, kırmızı, elvan elvan
rütbe âlemetine bürülü büyük ruhanîler...
Alkış, kesik olmakta berdevam... Bu din temsilcileri-
nin, kalabalıkta mevcut bir imanın temsilciliğine lâyık gö-
rülmedikleri besbelli...
Peki; yukarıdaki tarihî (döviz)i âbideleştiren (Mirabo)
nerede? Aralarında, hem de nasıl?...
îşte o; bu insanlık kıyması içinde, bir kemik gibi yek-
pare ve dimdik, kocaman kafası yukarıda biraz sonra ihti-
lâlin gongunu çalacak olan ilk kahraman, (Mirabo)... Başı
o kadar büyük ve gövdesi öyle heybetli ki, görenler, onu bir
arslan kafası geçirmiş bir pehlivan sanabilir. Bir pehlivan,
ama kelâm pehlivanı... Solgun yüzlü, yanakları çökük, cadı
saçlı ve mümkün olduğu kadar çirkin suratlı bir adam...
Sağa sola bakmıyor ve «işte hürriyeti getirdim!» der gibi
etrafa tasdik işaretleri vererek ilerliyor.
Alayda bir kişi de, varlığiyle değil,, yokluğiyle dikkati
çekiyor. Bu, millî şuuru kamçılamakta ve hürriyet nizamı
üzerinde yeni fikirler getirmekte tesir sahibi bir papas; ve
«Acam sınıfı nedir?» isimli bir eserin müellifi... (Siyes)...
Avam sınıfı mebusları geçerken yükselen alkış zade-
gandan, Kraliçenin düşmanı (Dük d'Orlean)a, biraz da (Eta
Jenero)yu toplantıya çağırdığı için Krala lâyık görüldü,
Kraliçe geçerken kindar fısıltılar, hattâ onu büsbütün küçük
düşürmek için «Yaşasın Dük d'Orlean!» naraları işitildi. Ve
Meclis, (Otel do Menü) isimli büyük bir yapıda toplandı.
Rahip (Siyes)in «üç ayrı sınıf mı; hayır, üç ayrı millet!»
diye tarif ettiği 1200 mebus bu binanın 5000 kişi alabilecek
salonunda 3 ayrı küme halinde yer aldılar.
Kral, millete hürmet mânasına bütün mebuslann şap-
kalarını çıkararak girdiği salona, şapkası başında, daldı;
hakaret saçıcı bir eda ile şapkası daima başında, kürsüye
çıktı ve her şeyi birdenbire alt - üst eden ve bütün ümitleri
inkisara çeviren nutkunu okudu :
Meclisin toplantı hazırlıklarına giriştiği günlerdeki taah-
hütlerine rağmen demek istiyordu ki:
— Krallık millete kumanda makamıdır! (Eta Jenero)
nün, gerektiğinde toplantıya çağırılması yolundaki eski usu-
lü ihya etmekte tereddüt göstermediğimi görüyorsunuz!
Fakat bu toplantının devamlı ve muayyen zamanlarda ol-
masına ait hiçbir taahhüdüm yoktur. Her şeyi değiştirmek
fikrinin gittikçe yayılmasından şikâyetçiyim. Devletin bü-
yük borçları vardır ve Meclisinizin başlıca vazifesi malî
nizamı kurmak ve devlet itibarım koruyucu tedbirleri al-
maktır. Millet, Kralının iyi hislerine güvenebilir ve bu mev-
zuda herhangi bir kefalet ve teminat isteyemez! Eski usul
ve kanunlar muhafaza edilecektir!
Bomba tesiri... Bunca merasim ve gayret, dipsiz bir
boşluğun haberini vermek için mi?...
Kraldan sonra bazı nazırların nutuk ve raporları ise,
Kralın «rejimi muhafaza ve buhrana karşı tedbir aramaya
davet» taktiği etrafında yardımcı görüşler...
Bir de hükümet hilesi: Sınıfına bakılmaksızın her me-
busun birer reyi mi olmalı, sınıflar arası rey imtiyazı diye
bir keyfiyet ölçüsü mü aramalı, yoksa Meclisi üçe bölüp her
zümreye ayrı ayrı temsil haklan kabul edilerek sonunda
bunları birleştirmeye mi kalkmalı, ne yapmalı?...
Hükümetin öne sürdüğü bu yollar, Meclisi parçalayıp
birbirine düşürmek ve o bahaneyle (Eta Jenero)yu dağıt-
mak gayesinden başka bir delâlet göstermiyor ve Kralın iki
yüzlülüğünde şüphe bırakmıyordu. Eğer her mebusa tek
rey hakkı kabul edilecek olursa Avam Sınıfı temsilcilerinin,
öbür sınıflardan da gelecek katılmalarla vaziyete hâkîm
olacağı aşikâr...
158
159
Mayıs akşamı Avam mebusları kendi kendilerine salon-
da toplandılar ve haykırdılar:
—Burası Millî Meclisin toplantı yeridir ve biz bu Mec-
lisin temel kadrosu vaziyetindeyiz. Öbür sınıfların temsil-
cileri de gelip bize katılsınlar... ismimiz de artık «Üçüncü
Sınıf temsilcileri» değil, «ahâli mebuslan»dır.
îş büyüyor ve dâva cür'etli bir şuura doğru akıyordu.
Atılan bir adım daha:
—Öbür sınıflardan aramıza gelen gelir; gelmeyen de,
millî irade mihrakı dışında ne yapacağını kendi bilir!
6 Mayısta, sınıf temsilcilerinin ayrı ayn toplantıları...
Fakat ana salonda yalnız Avam sınıfı mebusları... Ve henüz
dile getirilemeyen bir eda:
—Biz yalınız başımıza Millî Meclisi teşkil ediyoruz!
Ondan sonra yarım yamalak bir araya gelmeler, (for-
malite) muameleleri, küçük meseleler üzerinde itişme ve
kakışmalar ve nihayet...
Nihayet, evet, nihayet... Şu, bu, seçim mazbatalarının
incelenmesi sınıf .sınıf ve ayrı ayrı toplanılması yahut mut-
laka birliğin sağlanması fert başına birer reylik halk kabu-
lü, Meclis isim ve selâhiyetinin tespiti, filân, falan derken
15 Haziran 1789...
Heyecan büyük ve sürüncemelerden ıstırap taşkın...
Gece, sabahın l ine kadar müzakere... Ertesi günü erken
den saraya davet edilen reis (Bayyi)nin gitmesine muhale-
fet... 100 aykırı reye karşı 500'e yakın reyle Meclise takılan
ad: Millî Meclis... Ve öbür sınıflara son ihtar:
—Eğer toplantıya katılmazsanız, seçim mazbatalarınız
gıyabınızda incelenecek ve her türlü karar gıyabınızda alı-
nacaktır!
İnkılâp çapında bir davranış... Avam sınıfı mebusları
öbürlerinin üstüne çıkıyor ve iradenin halk tabakasında
olduğunu açıkça ilân ediyor, her tarafa meydan okuyor.
Her şeye rağmen hâlâ Krala ve Krallığa karşı menfi
bir tavır yok...
Reis kürsüden bildiriyor:
—«Millî Meclis» adı kabul edilmiştir!
Alkış ve haykırış:
—Yaşasın Kral!
Henüz:
—Yaşasın Millet!
Nidasına sıra gelmemiştir.
Dört bin kadar seyirci ve dinleyici de manzara karşı-
sında kendinden geçmiş...
100 civarında mebus ayağa kalkıyor, sağ ellerini kaldı-
rıyor ve reis (Bayyi)nin okuduğu mebusluk yemin metnini
bu vaziyette dinliyorlar...
Hep birden ayağa kalkış ve bir ağızdan haykırış:
—Yemin ediyoruz!
Hıçkırıklar, türlü naralar, coşkun tezahürler... Fran-
sız milleti Millî Meclis'ine kavuşmuştur. Fakat bu kavuşma
o ân için kuvvetsiz bir nazariye... Bu isim ve selâhiyet al-
tında hayatını sağlayabilecek ve sürdürebilecek midir?
Rahipler sınıfı mebusları, ne yapacaklarını şaşırmış,
mzun uzadıya müzakerelerle bir çıkar yol ararken, zade-
gan, Krala sundukları bir dilekçede Meclis kararına itiraz-
larını ve Krallık rejiminin hiçbir tâ'vize yanaşmamasını öne
sürdüler. Rahiplerin Avam sınıfına temayül gösterdiğini ve
tazyik kabul etmez olduğunu gören büyük rahipler de Pa-
ris piskoposunu Krala gönderdiler.
—Din ve devlet tehlikede!... Kurtarınız!
Ve soylulardan bir heyetin Krala yalvarışı:
—Meclis feshedilmezse Krallık mahvolacaktır!
15, 16, 17 Haziran toplantıları sonunda Millî Meclisin
Kral huzurunda ve reisliğinde içtima etmesi kararlaştırıl-
mıştı. Bu da kaderin bir cilvesi olarak, o heyecanlı anda
Meclisin birkaç gün kapatılması için, nihayet fenalığı ken-
disine döndüren bir saray hilesine vesile oldu. Hiçbir şeyin
farkında olmayan Kralın yakınları, Kralın geleceği ve riya-
set kürsüsüne geçeceği Meclis salonunda bazı tamirat ya-
pılması ve bu yüzden Meclisin birkaç gün kapalı kalması
-gerektiğini öne sürdüler.
Fransız İhtilâlini artık «tuluat» ve «zuhurat» safhasına
•dökmeye başlayan hadiseler de başını alıp yürüdü.
160
thtilâl/ll
161
Gece alman, tamirat dolayısiyle Meclisin birkaç gün
kapatılması kararı üzerine garip bir tecelli... Aynı gecenin
sabahı bütün (Versay) caddeleri ilânlarla kaplı: (Eta Jene-
ro), salonundaki tamirattan ötürü bir müddet içtima ede-
meyecektir!
Meclis reisi (Bayyi) bile, haberi, en erken saatte, sokak-
ları kaplayan bu ilânlardan aldı. l saat sonra Teşrifat nazı-
rından aldığı bir mektupta ise vaziyet resmen te'yit edili-
yordu.
Ahlâk ve dürüstlüğiyle meşhur reis (Bayyi), elinde Teş-
rifat nazırının mektubu, Meclis kapısında... Bir sürü mebus
da, gözleri hayretten fal taşı gibi açılmış, kapı önünde... Ka-
pıda askerî bir kordon... (Bayyi) buna rağmen içeriye gir-
mek istedi:
Kordonun subayı:
—Giremezsiniz!
Birkaç genç mebus ileriye atıldılar:
—Biz halkın temsilcileriyiz! Yol vermezseniz zorla gi-
reriz!
—Aldığım emir, her kim olsa içeriye bırakmamaktır.
Zor kullanırsanız sizi süngületirim!
Ve kumandan:
—Süngü tak!
Mebuslar bu vaziyet karşısında dönmek zorunda kaldı-
lar... Hava yağmurlu... Islandıklarının farkında olmayarak,
grup grup, birbirinin arkasında cadde boyunca dolaşmaya
başladılar...
Teklifler:
—Bir içtima yeri bularak toplanalım!
—Talim meydanına gidip açık havada ve yağmur al-
tında içtima edelim!
—Kralın oturduğu (Marli) sarayına gidelim!
—Paris'e gidelim!
İhtilâlin meşhur ölüm makinesi (Giyotin) mucidi me-
bus (Giyoten) haykırdı:
—Eski (Versay) da «Top oyunu salonu» isimli, boş
ve harap bir barhane var! Hemen gidip orada toplanalım!
Sesler:
— Oldu, oldu! Orada toplanalım!
Kasvetli, ışıksız, tahta bir kanapeden başka oturulacak
yeri olmayan tarihî «Top oyunu salonu»... Bütün mebuslar,
bütün gün ayakta... Şahlanış korkunç...
Ve yemin, asıl yemin... Millî Meclisin nerede olursa
toplanmasına, hiçbir şeyin buna engel tanınmamasına ve
Anayasanın kabulünedek hiçbir suretle ayırılınmamasına
yemin... Meşhur «Top oyunu salonu» yemini...
İhtilâl kapıdadır. Karşı tarafın neticeyi hesap edeme-
den dürtüklediği hadiseler, hiçbir insan tedbir ve teşebbü-
süne yer vermeksizin işi bu noktaya getirmiş, «tuluat» ve
«zuhurat» plânını açmıştır. Ve bakalım şimdi sarayın tepkisi
ne olacaktır.
Aradan birkaç gün geçti. Kralın reisliğindeki toplantının
günü tespit ve Meclis Reisine tebliğ edildi. «Top oyunu sa-
lonu» yemininden biraz çekingen ve ihtiyatlı bir hava doğ-
duğu seziliyordu. Meclise bir darbe hazırlığı düşünülmekte
olsa bile ona münasip bir ân beklendiği tahmin olunabilirdi.
Soylular sınıfı ise ihtiyattan bir şey anlamıyor, ordunun
hazır ve her ayaklanmayı bastırmaya muktedir olduğunu
ileriye sürüyor; ve sade kendi sınıflarının değil, bizzat Kral-
lığın tehlikede olduğu tezi üzerinde ayak diriyordu.
Meclis salonunun onarımı bitmişti. Fakat Kral onu
açmadıkça mebuslar içeriye alınmıyordu.
Bir manastırda toplanmayı ve barınmayı düşündüler.
Fakat papazlar kapıları açmaktan korktu. «Top oyunu sa-
lonu» rolünü oynamış, bitirmişti. Avam mebusları, kelime-
nin tam mânasiyle sokakta kalmışlardı.
Kralın hep beraber toplanacak Meclise reislik edeceği
23 Haziran 1789dan l gün önce rahipler sınıfı mebuslarının
ekseriyeti Avam mebuslarına katılmak istediler. Fakat top-
lantı yeri yok... 134 rahiple birkaç piskoposun toplandığı
(Sen Nikola) kilisesinde toplanmaya karar verildi. Avam ve
rahiplerin böylece birleşmesi saray hesabına yeni ve büyük
bir hezimet...
Toplu içtima gününden bir gece evvel sarayda geç va-
162
163
kitlere kadar müzakere; ve Kralın ağzından istipdatçılarca
kaleme alman, hâlâ vurdum - duymaz bir beyanname...
23 Haziran... İhtilâlin tam alev alacağı 14 Temmuz
tarihine 21 gün var... Hava yine yağmurlu... Soylular ve
papazların mebusları ihtiramla büyük kapıdan içeriye alı-
nıyor. Avam tarafı, dışarıda, yağmur altında ve sahipsiz...
Yanlarında, daha önce kendilerine katılan köy papazların-
dan da pek az kişi... Nihayet arka kapıdan girmelerine
müsaade... Yeni bir (mizansen- sahneye konuluş)un başla,
dığı ve o güne kadar olan şahlanışların, mukabil bir hedefe
tâbi tutulmak istendiği anlaşılıyor.
Salona giren gerçek mebuslar, zadegan takımiyle ra-
hiplerin çoktan yer almış olduklarını ve ezici bakışlarla
kendilerini süzmeye başladıklarını gördüler...
Dinleyici ve seyirci kalabalığından eser yok... Toplan-
tının takibi, dışarıdakilere, yani millete yasak... Bu da, çe-
kilen fikir ve kelâm korkusunu göstermeye yeter...
Gece sarayda tertiplenen beyanname hemencecik du-
yulduğu, halk arasında yayıldığı ve Kralın menfi tavrı be-
lirmiş bulunduğu için, artık kendisini alkışlamayan ve so-
murtan halk yığınları arasından, Haşmetlû Fransa Kralı
(16 Lûi) geçip geliyor. Zavallı sarsağın hiçbir «niçin?» ve
«nasıl?»la alâkası yok...
Soyluların diri, papasların mecalsiz, halk mebuslarının
da ölü alkışlariyle salona girdi, kürsüye çıktı ve hiçbir
kelimesi kendi kalbine ve kalemine ait olmıyan beyanna-
mesini bir sayıklama diliyle okudu.
Özü şu:
«— (Eta Jenero)nun sınıf temsilcileri bundan böyle
ayrı ayrı toplanacaklardır. Hiçbir sınıfın meseleleri, öbür
sınıfların fikir, murakabe ve müzakeresine arzolunamaz.
Zadegan ve rahiplerin hak ve imtiyazları, müşterek bir
toplantıda görüşülemez. Bazı ıslah ve (reform) hareketlerinin
de müzakeresi müşterek bir mevzu olmaktan uzaktır. (Eta
Jenero)nun vergileri ele almak selâhiyeti varsa da bu mev-
zuda ölçü ve kanun vazetmek hakkı yoktur. Bağlı oldukları
mezhep ve mevki nazara alınmaksızın bütün Fransızların
devlet hizmetlerine alınabilmeleri kabul edilemez. Zadegan
sınıfından eski malikivet ve tasarrufları esirgenemez. Avam
mebuslarının kendi başlarına hüküm çıkartmaları kanuna
aykırıdır ve bu hükümler geçerli değildir. İki sınıfın kara-
rına bir sıîııf karşı duracak olursa o karar yürürlüğe gire-
mez; ve hususiyle mezhep muamelelerinde rahipler sınıfının
her sınıfa karşı itiraz hakkı mahfuzdur. Kral, vergi eşitli-
ğini, ancak zadegan ve rahiplerin haklarından vaz geçme-
leri şartiyle kabul eder; ve bir lütuf eseri olarak, Avam sı-
nıfına, malî işlerde devlet haysiyetine dokunmayacak bir
selâhiyet tanır.» Bu beklenmedik dönüş ve açık meydan
okuyuş karşısında çeneler düşerken, Kral son sözünü söy-
ledi:
«— Bu kadar güzel bir harekette beni yalnız bıraka-
cak olursanız, biliniz ki, tek başına milletimin iyiliğine
çalışacağım ve milletimin benden başka vekili bulunmadı-
ğına inanacağım!»
Ve ilâve etti:
«— Efendiler; şimdi hemen dağılmanızı ve yarın, üç
sınıftan herbirine ayrılan salonlarda müzakerelere başla-
manızı emrediyorum!»
Ve şimşek hıziyle kürsüden indi, hiçbir tarafa bakın-
madı, yürüdü gitti.
Avam mebuslarından ve küçük bir rahip kalabalığın-
dan başka herkes de salonu terketti. Bildirdiklerimiz, kaya
gibi yerlerinde ve bir hadise, bir hareket kollamakta...
O da oldu.
Tefrişat nâzın (Breze) salona girdi, reis (Bayyi)nin ya-
nına geldi ve yüksek sesle hitap etti:
—Kralın emrini işitmediniz mi?
(Bayyi) cevap verdi:
—Zanmmca, bu Mecliste toplanmış ve belirlenmiş oian
millet hiç kimseden emir alamaz!
O zaman (Mirabo) ayağa kalktı, arslan başının bukleli
yelesini geriye doğru attı ve ihtilâl gongu dediğimiz sesi
koparttı:
164
165
— Gidin ve efendinize deyin ki, biz buraya milletin ira-
desiyle geldik ve ancak süngü kuvvetiyle çıkartılabiliriz!
İhtilâl başlamıştır.
TULUAT
HALKTA
Şapşal Kralın, (Mirabo) tarafından mabeyncisine söyle-
nen söze cevabı şu oldu :
—Kalsınlar!... Ne yapalım!
ihtilâl çapında bir sözü, işte bu kadar basite alan, gaf-
lette harika bir Kral...
(Mirabo), Teşrifat nazırı çekilip gittikten sonra daha
ileriye gitti. Meclis azasına kim el ve dil uzatırsa, hain ve
idama müstahak sayılmasına dair Meclisten karar çıkarttı.
Bu karar toplantı yerinin etrafını çemberleyen Krallık kuv-
vetlerine karşı bir gözdağıydı. Ve tam da taraflardan biri-
nin, bilhassa Krallık hükümetinin tüm atılışım, davranışını,
gerektiren ân...
Saray bu ânın gereğini yerine getiremedi, ürktü, sustu
ve Meclisi dağıtmak ve Avam mubuslarının bayraktarların-
dan birkaçını tevkif etmek cesaretini gösteremedi.
Her şey (16 Lûi)nin şu mukabelesindeki mânada yatı-
yordu :
—Kalsınlar!... Ne yapalım!...
Ve işte bu dönüm noktasından ateşlenen ihtilâl, birden-
bire Meclisi de aşarak Paris halkına sırçadı ve plânsız ve
güdümsüz, tam «tuluat» ve «zuhurat» çerçevesine döküldü.
24 Haziran'da rahiplerin çoğu ve asillerden 47 mebus
Millî Meclise, yani Avam mebuslarına katıldılar. Kral ise
büsbütün şapşallaştı, ne yapacağını bilemedi ve kollarını
(Neker)e uzatmaktan başka çare düşünemedi. Halk ise grup
grup (Versay) sarayının etrafında ve Paris'i dalgalandır-
makta. ..
Hadiseler öyle bir kıvam tutturmuştur ki, o anda kim-
senin tam nüfuz edemediği biricik teşhis ve tespit şudur:
166
—Krallık, Meclis, şu, bu, hep lâftır; ortada tek büyük
vakıa, birdenbire son derece uyanık, hassas ve atılgan bir
kasabalı halk yığınının artık billûrlaşmış bulunduğudur.
Aynı 24 Haziran günü Paris seçmenlerin toplanması
vesilesiyle fıkır fıkır kaynıyor. Her noktada her köşede
halk birikintileri... (Pale Ruayal . Kral Sarayı) bahçesinde
«inkılâp, inkılâp» naraları ve hitabeler ...Önüne gelen konu-
şuyor, önüne gelen kahraman kesilmeye bakıyor. Meclise
girecek Paris mebusları henüz seçilemediği için, bu vesi-
leyle toplantılar üstüste sürdürülüyor ve askerî kordon
içindeki Meclisin haline bakılarak şöyle haykırıhyor:
—Meclis hapishaneye döndürülmüştür. Zindandakiler
kanun yapamaz! Meclisin zindan duvarlarını yıkmamız
lâzım!
Görülüyor ki, o güne kadar gelişen hadiselerin arka-
sından ihtilâlin sözcülüğü ve işçiliği birdenbire Paris'e
geçmiş, Paris henüz hiçbir liderin güdümü altında olmak-
sızın, (anonim ortaklık) şeklinde dâvayı ele almıştır. Artık
Meclis de mühim değildir, hadiselerin gerisinde ve porsu-
muş vaziyettedir.
ݺte ihtilâlin başlangıç noktasındaki en manalı uç...
Ve «tuluat» ve «zuhurat» karakterinin en parlak ifadesi!...
Yine 24 Haziranda garip bir vaka oldu. Sanki asker-
lere «silâh başına!» kumandası verilmiş gibi; aralarında
heyecanlı bir hareket göze çarptı. Kışlalarında toplu b
iunmak ve asla dışarıya çıkmamak emrine rağmen bazı
askerî gruplar Paris kaldırımlarına çıktılar ve (Pale Rua-
yal) de halk yığınlarına katıldılar. Bu müthiş tezahürün
mânası şuydu:
—İnkılâp dileği orduda bile sirayet sahaları bulmuş-
tur ve hükümet artık ordusuna güvenemez!
Askerlerden, Millî Meclisin kararlarına aykırı hiçbir
emre itaat etmemek andını içen 11 kişi daha evvel tutuklan-
mıştı.
(Pale Ruayal) bahçesinde bir genç, bir iskemle üzerine
sıçrayarak halka bağırdı:
167
— Millet üzerine ateş etmek istemeyen askerleri zin-
dandan kurtaralım! Haydi hapishaneye!
Kalabalık, kapaklan açılmış bir baraj seli gibi hapis-
hane istikametine köpüre köpüre akmaya başladı. Sağ ve
soldan gelen katılışlarla bu sel büyüdükçe büyüdü. Kışla-
larından ayrılıp halk içine giren askerler de, arkadaşları
illerin kurtarılması için yardıma hazır olduklarını bildir.
dilerse de, siviller, gayet ince bir hesapla bu teklifi reddet-
tiler ve yalınız başlarına hareket edeceklerini bildirdiler.
Bir isyan hareketinde askere karşı askeri çıkarmak iste-
miyorlar, hareketi sadece millete mal etmeyi ve arada emir
kulu bir sınıfı, vasıfları, dışına çıkarmamayı düşünüyor-
lardı.
Hapishane önüne varanlar 4 bin kişi kadar... Hapisha-
nenin iç ve dış kapılarını baltalar, kazmalar, balyozlarla
devirdiler ve zindandakileri çıkardılar. Bütün gece, her
zümreden halk ve türlü birliklerden askerler, kol kola, sa-
baha kadar eğlence, fener alayı, zıplama, hoplama... Peşin-
den de hep beraber (Versay) ve Millî Meclisi ziyaret...
O da nesi?...
Millî Meclis, kıyamcı Paris halkını hiç de hoş karşıla-
madı, yapılan hareketleri sınırı aşkın bulduğunu hissetti-
rircesine soğuk davrandı. Bu tavırda, inkılâp hamlesinin,,
kendisini aşmış olduğunu görmekten gelen nefsânî bir pay
da yok değildi. Artık hadiseler başını almış, insanlara her
ân yeni şeyler ilham eden bir «tuluat» ve «zuhurat» plânına
yol açmıştı.
Kral, saltanatının son haysiyet şartı olarak şunu teklif
edebildi:
—Mahut 11 asker' hapishaneye dönsün, hemen affede-
yim. Oradan benim irademle çıksınlar!
Kralın bu çocukça tesellisi yerine getirildi. Askerlerini
hapishaneye dönüşleriyle çıkışları bir oldu.
Krallık hâlâ farkında değildir ki, bu hareket, bir tah-
sildara :
—Haciz parasını senin almana müsaade etmiyorum L
Onu bana ver, ayniyle sana iade edeyim!
168
Demekten, farksızdır; ve lâfta teselli arayıp fiilide mağ-
lûp olmaktan başka bir mânaya gelmez.
Kraliçe ve etrafı ve Kralın erkek kardeşleri ise bu ka-
dar boyun eğilmesine asla taraftar değil ve mutlaka şid-
dete geçilmesi fikrindeler...
Kralı sardılar:
—Ya kendinizi göstereceksiniz, yahut kendinizden vaz
geçeceksiniz!
Şapşal adam bu teklife de inandı. Alman ve İsviçreli-
lerden mürekkep ecnebi ve paralı askerleri topladılar. Bir
kısmiyle Meclisi sardılar, öbür kısımlarını da Paris'i yıldır-
mak için merkeze gönderdiler. Eğer Paris elde tutulacak
olursa (Eta Jenero)nun değeri kalmayacaktı.
(Mirabo)dan gelen, Millî Meclis etrafındaki asker kor-
donunun kaldırılması teklifini, Kral, askerin mebuslara
muhafızlık ettiği bahanesiyle reddetti. Kaldı ki, böyle bir
muhafızlık kıtası teşkilini (Mirabo), teklifinde bizzat iste-
miş, fakat bu kıtanın halktan ve «Millî Askerler»- namı
altında tertiplenmesini öne sürmüştü. Meclis de bu teklif
maddesini, bir nevi ihtilâl ordusu kurmanın müsaadesini
istemek şeklinde yorumlanacağı kaygısiyle aşırı görmüş ve
metinden çıkarmıştı.
Kralın son cevabı şu oldu:
—Ya burada, gördüğünüz şekilde kalırsınız; yahut
Fransanın şu veya bu şehrinde serbestçe toplanmaya gi-
dersiniz!
Bahsedilen şehirler, Millî Meclisi tam da birkaç kolor-
dunun halkası içme alıcı yerlerdi.
Parise gönderilecek kıtalar, aylıklı ve yabancı asker-
lerden düzenlenince dananın kuyruğu koptu. Güya bir ta-
kım ihtiyat hesapları yüzünden Parise Fransız birliklerini
göndermeyen hükümet, birdenbire farkına vardı ki, asıl
gaf, halkın birer hiyanet ajanı gibi gördüğü bu ecnebilerle
Parisi itaat altına almaya kalkmasıdır. Fransız milletine
bundan büyük hakaret olamaz!
11 Temmuz... Büyük patlamaya 3 gün kalmıştır... (Ne-
ker) ve onun gibi düşünen halk ve saray arası nazırlar,
169
hemen Fransayı terketme kaydiyle azledilmişlerdir. Hükü-
met, su katılmamış şiddet taraftarlarına geçmiştir. Fakat
halk bütün bunlardan henüz haberli değil... Ecnebi asker
alayları da Parisin varoşlarında ve bazı meydan yerlerinde
bekliyor.
12 Temmuz sabahı... Birdenbire patlayan (Neker) ve
yakınlarının azli haberi... Kaynaşma müthiş... Sokaklara
vuran vurana... (Pale Ruayal) bahçesi bir mahşer... Hiç
kimsenin öz evine ait derdi yok... Dert tek, Fransa evi...
Kocaman bahçede, genç bir adam bir masanın üstüne
fırladı ve boğazım yırtarcasma bağırmaya başladı:
—Vatandaşlar! Beni dinleyin ve gereğini yapın! (Şan
do Mars) meydanında toplanan Alman askerleri, Paris
ahalisini boğazlamak için işaret bekliyor ve geceyi kollu-
yor! Evvel davranmazsak öldük! Hemen kümelenelim, atı-
lalım! Kendimize de hususî bir alâmet bulalım!
Ve hemen yanındaki ağaçtan kırmızıya çalan bir yap-
rak koparıp şapkasına taktı. Ağaçlara öyle bir hücum oldu
ki, hiçbirinde yaprak kalmadı.
Bu genç, ilk ihtilâl hareketinin kamçılayıcısı bu deli-
kanlı, avukat (Kamiy Dömulen)dir; Ve ağaçtan koparıp
şapkasına taktığı yaprak, ileride, meşhur (Trikolor - Üç
renkli) Fransız bayrağının tohumu olacaktır.
Ve artık tam mânasiyle aksiyona dökülüş... Caddelere
toplu olarak çıkış ve haykırış:
—Tiyatro, balo, kahvehane, hiçbir şey yok... Bugün
millî matem ve hareket günü... Kahroslun müstebitler!...
(Pale Ruayal)in heykel salonuna girdiler, oradan (Ne-
ker)in balmumu heykelini omuzlayıp öne geçirdiler ve şehir
içinde dağdan inme anî bir su baskım halinde ilerlemeye
başladılar.
ݺte (Vandom) meydanı!...
(Neker)in de heykeli atlarm ayakları altında...
(Dragon) süvarileri orada... Başlarındaki asilzade su-
bayın emri:
—Kılıç çek!
Korkunç şatırtılarla çekilen kılıçlar...
170
—Dört nala hücum!
(Dragon) süvarileri, gözlerini hiçbir maniadan sakın-
maksızın halka saldırdı. Kendilerine tek başına karşı çıkan
(Gard Fransez) alayından bir eri parçalayıverdiler.
Halk, çil yavrusu gibi dağılıverdi. İhtilâllerde silâh üs-
tünlüğünün ve teşkilât imtiyazının, henüz tecrübesiz halka
karşı üstünlüğü...
(Tüileire) Sarayı bahçesine doğru panik halinde bir ko-
şuşma... Arkalarından (Dragonlar) takibediyor ve bahçeye
giriyorlar...
(Dragon) alayının başındaki (Do Lambesk) isimli albay,
halkın o ânda kuruverdiği iskemle ve masalardan barikata
doğru atını sürüp :
—Kim yaşıyor! (Bu tabir Fransızlarda bir nevi mey-
dan okuma nidasıdır.)
Barikatın arkasından başı kanlı bir mendille sarılı bir
delikanlı görünüverdi:
—Fransız ihtilâli yaşıyor!
14 TEMMUZ
Büyük Fransız İhtilâlinin korkunç bir yangın gibi bir-
denbire evi sarması ve başlangıç teşekkülünü tamamlayıp
tarihin en büyük oluşlarından biri haline gelmesi 14 Tem-
muz 1789 tarihini taşır. Ondan l gün önce (Dragon)lar halk
üzerine saldırınca, birbirini takip eden hadiselerle, bütün
kapılar açılmış ve hedefler meydana çıkmış oldu. 13 Tem-
muz günü (Dragon)lar önünde gerileyerek (Tüileri) bahçe-
sine sığınan ve orada masalar ve iskemlelerden barikat ku-
ran halk, eline, sopa, kazma, balta, bıçak, kırık şişe, taş,
demir, ne geçirebildiyse onlarla askerlere karşı durmaya
davrandı. (Vandom) meydanındaki panik bir ân sürmüş ve
halk bir anda tepki şuuruna ermişti. Bir anda iş o kadar
büyümüş ve yığın öfkesi o dereceye yükselmişti ki, artık
kalabalıkların (Dragon) alaylariyle zaptedilebilmesine imkân
kalmamıştı. Bir de, millette, bu gibi ayaklanışlar boyunca
171
eşine rastlanmamış bir gözükaralık, ancak büyük idealler
uğrunda gösterilebilecek bir fedaîlik sinivermişti. Ve günü-
müzdeki oluşların tersine, dimağ mevkiindeki sivilin, yum-
ruk mevkiindeki askerin, yumruk mevkiindeki askere had-
dini bildirme tavrı...
Atların üzerine atılıyorlar, süvarilerin çizmelerinden ya-
kalayıp yere çalıyorlar, kılıçlarla doğranıyorlar, fakat gel-
meyenler, zırhlı alaya Fransız milletinin manevî ciğeriyle
balyoz üstüne balyoz indiriyorlar... Ve her ân, sağdan ve
soldan koşuşanlarla çoğalıyorlar... Tablo müthiş...
Bir boru sesi:
— Geri...
(Dragon) alayı kumandanı (Prens do Lömbesk), süvari-
sine, intizamla çekilme emrini veriyor.
Halk bahçeden çıktı, hınç ve heyecanından zerre kay-
betmeksizin dalga dalga Paris'i yaladı ve Belediyeyi taşladı.
Belediyedeki silâh deposunun yağması...
Paris'in erzağı civar köylerden gelmektedir. Bu hale
göre büyük askerî kıtalar Paris'i sarabilir, açıklıktan kıv-
randırabilir. Onun için, artık yaydan çıkan okun.24 saat
içinde hedefine varmsaı lâzımdır. Bunun için de Paris'teki
bütün silâh depolarını ve dükkânlarım basarak teçhizatlan-
mak şart...
Böyle yaptılar ve 3 Temmuz gününün gece yarısına ka-
dar adetâ ordu meydana getirdiler...
Bugünün teknik şartlarına göre o zamanki sivil ve as-
ker arasındaki silâh farkının telâfisi kabil hususîliğini ve
bu bakımdan, günümüzde, ordusuz hiçbir şey yapılamaya-
cağı hikmetini ileride göreceğiz.
13 Temmuz gecesi '14 Temmuza bağlandığı noktadan
sabaha kadar Paris halkının fıkır fikir kaynamasiyle geç-
ti. Devletin, bazı büyük askerî birlikleri Paris kapılarına
doğru sürmekten başka hiçbir tedbiri yoktu; ve her şey
kapanın elindedir. İlk davranan kazanacaktır. Halktaysa
ne bir lider, ne bir teşkilât fikri, ne bir (strateji) ve tak-
tik) kafası, ne bir şey!... Topkekûn ihtilâl, eğri bir satıhtan
akan eşya gibi doğrudan doğruya hadiselerin dehâsiyle
172
yürümekte ve insanlara her ânın icabını yerine getirme
insiyakından başka bir iş düşünmemekte... Her büyük dav-
ranışta olduğu gibi, sanki, kader, peşin insan fikri ve tedbi-
rinin üstünde, bunları göze göstermeyecek kadar yükseğin-
de tecelli etmektedir. Mevcut olsa da yine kaderin emrinde
bulunacak olan rejisörden ortada eser yok...
14 Temmuz sabahının kızgın güneşi ufuktan daha bir
mızrak boyu yükselmemişti ki, Paris halkı, kendisini mey-
danlarda buldu.
Bir nâra:
—(Bastiy)e yürüyelim!
—(Bastiy)... İstipdat idaresinin, kara kayalarla örülü
mücessem zulüm timsali, içine kapanık ve pençesi dışına
çevrik müthiş kale... Paris'in orta yerindeki 14 üncü Asırdan
kalma, şehri ateş kusucu toplarıyla korkutmaya memur bu
müthiş kale, aynı zamanda siyasî mahkûmların ve hoşa git-
meyen fikir sahiplerinin tıkıldığı zindandır. Bu zindandaki
mahpuslar arasında öyleleri vardı ki, ayaklarından prangalı
oldukları gün ışığı görmez hücrelerinde unutulmuşlar ve
üzerine kıllı bir deri eldiveni çekilmiş iskeletlerden ibaret
kamuslardır. Bir kısmı da aklını kaybetmiş, hayvanlara
.mahsus içgüdülerinden bile yoksun, nebat hayatı yaşa-
makta...
Paris'e hâkim başlıca askerî mevki olan (Bastiy)in zap-
tı, ihitlâli açık plâna ve meydan muharebesine dökecek
hareket noktası olacak ve ondan sonra her şey birbirini ta-
kip edecektir.
Kitle şuuru sezdi ve narasını yükseltti:
—(Bastiy)e, (Bastiy)e!...
Bir nâra daha yükseldi:
—Evvelâ (Envalid)e hücum edelim! Silâhlanınız henüz
yeterli değil! Tam silâhlanalım!
(Envalid), Paris'in göbeğinde, ordu silâh deposu ve ha-
diselerin birdenbire alevlendiği hengâme içinde takviyesi
düşünülmeyen bir can noktası...
(Envalid)e var kuvvetleriyle abandılar, hiçbir mukave-
173
met görmediler ve oradaki 20 topla, sayısız, tüfek, tabanca,
mızrak, kılıç, süngüyü alıp kuşandılar...
Ve doğru (Bastiy) önüne...
Millî Meclis artık kendisini aşan hadiseler karşısında
dilini yutmuş, Kral da derin rahaveti içinde birtakım ta-
kırtılar duymaya başlayıp şaşıran bir adamın halinden öte-
ye geçememiştir. Etrafı ise telâşla, fakat ne yapacağını, ne
yapmak gerektiğini bilememekte...
(Bastiy) kumandanı (Marki do Lüne) 13-14 Temmuz
gecesinin sabah saat 2 sinden beri, çoğu İsviçrelilerden as-
kerlerini silâh başında tutmuş, kalenin mazgallarından, ate-
şe hazır toplariyle Farisi tarassut etmekte...
Sabaha karşı basılan ve yağma edilen (Envalid)den
sonra kocaman yığın (Bastiy)in önünde... Başlan külâhlı,
mintanları renk renk sivillerin bellerinde kılıçlar, ellerinde
tabanca ve tüfekler, gerilerinde de nasıl kullanılacağını bi-
lip bilindikleri meçhul toplar... Üniformasız ve kumandan-
sız, alacalı bulacalı, garip bir ordu...
Halkla kale muhafızları arasında kısa bir tereddüt
ânı... Biraz önce kaleye bir belediye heyeti gelmiş ve mu-
hafızlar silâh kullanmazlarsa halkın da saldırmayacağım
bildirmiştir. Fakat bu vaziyette böyle bir teminatın hiçbir
kıymeti ve mantıkî tarafı yoktur.
Kale ve halk karşı karşıya bakışıyorlar...
Tam o anda, inkılâbın halk içinden, korku, merhamet,
tereddüt, ihtiyat tanımaz bir tipi peydahlandı. Bu, hem
(Bastiy)in düşmesine ve yıkılmasına hem de ileride bazı
inkılâpçıların idamına vesile olan korkunç bir gözükara,
hissiz bir irade seciyesidir ve bir Fransız tarihçisinin tabi-
riyle ihtilâlin habîs ruhudur. Hiçbir işde hiçbir engel, mah-
zur, düşünce kabul etmeyen bu adam, kalabalıktan çıkıp
kale köprüsünün önüne kadar geldi. «Yasak!» diye bağı-
rılmasına rağmen tek başına köprüden geçti, birinci avluya
çıktı. Oradan ikinci avluya doğru ilerledi. Yine «geçilmez!»
ihtarı... Yürüdü, hendek üzerindeki açılır - kapanır köprü-
ye atıldı, kendisine çevrik tüfek ve süngülerin hayret bakışı
önünde üçüncü avlu önüne vardı. Çepçevre sekiz yüksek
174
kuleyle sarılı, kuyu gibi derin ve boğucu bir yer... Kulelerin
bu avlu tarafında pencereleri bulunmadığı için de tamamiy-
le ışıksız bir kasvet ocağı... Yalınız bir duvarında iki pran-
galı mahkûm resmi var ve aralarında kocaman bir saat....
Fransız tarihçisinin tasviriyle bu duvar saati, zamanı zincire
vurmak ve zindanda saniyelerin ne zor işlediğini göstermek
için bir nevi eza vasıtası olarak duvara asılmıştır.
Kumandan, zabitler ve Fransız kanından askerler bu
avluda... İsviçreliler de var...
Tek başına o noktaya kadar gelebilen ve belki de) telkin
ettiği hayret yüzünden geçmesine engel olunamayan gözü-
kara, ihtilâlci, yüksek sesle kumandana hitap etti:
—Efendi; size, toplarınızı içeriye çekmenizi ve kaleyi
olduğu gibi teslim etmenizi, vatan ve millet adına ihtar
ediyorum!
'Sonra askere döndü, gözlerinin içine bakarak ve onları
kendi kendilerine karar vermeye selâhiyetli kabul ederek
aynı kelimeleri tekrarladı. İsviçreli askerler paralı birer âlet
oldukları için soğuk soğuk baktılar ve hiçbir his belirtme-
diler. Fakat Fransızlar manevî kuvvetlerinin kesildiğini ve
halktan yana göründüklerini gizleyemez tavırlar takındılar.
Kumandanın karşılığı:
—Demin belediye heyetine bildirdiğimiz gibi, bize ateş
açılmadıkça ateş etmeyeceğimize yemin ederim!
Askerlere de yemin ettirdi.
(Türyo) adlı, cür'et ve küstahlıkta eşsiz adam, topların
geri çekildiğini ve eski istikametlerine getirildiğini görme-
ye kadar isteğinde ileri vardı. Bunu da kabul ettiler...
(Türyo)nun 45 metre yükseklikte, topların bulunduğu ku-
lede, dışarıya doğru gördüğü manzara şu oldu. (Sent Antu-
an) mahallesi dedikleri bir nevi çapulcular ve serseriler
semtinin ahalisi, kalabalığa doğru koşa koşa gelmekte...
Bugünün bir nevi gece - kondu'su karakterindeki bu semt
halkı, ihtilâli çileden çıkarabilir, yağma ve talan vesilesi
haline getirebilirdi. (Türyo) «gördüklerimi millete bildire-
ceğim; karar onundur!» deyip kaleden çıktı ve halka sokul-
maksızın belediyeye yol aldı.
175
— Vay, yoksa ihanete mi uğradık?
Böyle haykıran kalabalık bir anda dalgalandı. Bir ara-
bacı, elinde bir balta, ileriledi, hendek üzerindeki açılmış'
köprünün yanındaki nöbet kulübesinin üstüne sıçradı, bu-
radan baltasını köprü zincirleri üzerine indirerek halkasını
kırabildi, köprü düştü ve halk kaleye doğru «yuryâ!» etti,
birinci avluya girdi. Fakat burası da ayrıca muhafazalı...
Köprünün düşmesiyle beraber kaleden yaylım ateş başla-
mıştır. Devrilen devrilene...
ZULÜM KALESD
TOPRAKLA BDR
Evet; vurulan, yere düşen, devrilen devrilene... Kale-
dekiler, tank içinden koyun sürüsüne ateş açmışlar gibi
mahfazalarında emin... Bütün gün karşılıklı devam eden
ateş neticesinde kaledekilere ancak iki kurşun rast gele-
bildi ve bunlardan yalınız biri, değdiği insanın canını aldı.
Ara bulmak için belediyeden gelen heyetler iki ateş ara-
sında kaldı ve dönüp gitti. İkinci bir heyet bu defa tram-
pet çalarak ve elinde bayrak taşıyarak geldi. Kaleden gö-
rüldüler. Kale beyaz bayrak çekti ve ateşi kesti. Halk da
ateşi kesti. Heyet tam ikinci avluya girerken halk da peşine
düşmez mi?... Tekrar ateş ve vurulup yere kapananlar...
(Gard Fransez - Fransız Muhafızları) alaylarından, si-
ville asker arası bazı birliklerin halk safına katılanları büs-
bütün çileden çıktı. Bunlar yanlarına 5 top aldı ve halkla
karışık iki kol halinde (Bastiy) önüne geldi. Bu arada bir
kısım halk da Belediyeyi doldurdu. Herkes Belediye ve seç-
menleri, kararsız tavırlarından ötürü hain ilân ediyor, bir
haykırışmadır, yükseliyordu.
Saat 5 buçuk... (Gev) meydanı taraflarından müthiş
bir gürültü... Gürültü gittikçe yaklaştı ve Belediye dairesi
önünde patladı:
— (Bastiy) zaptedildi!
Kalabalık salona bir anda 2 bin kişi girmiş, 10 binden
'fazlası da koridorlarda ve avluda kalmıştı. Camlar kırılıyor,
sandalyeler, masalar devriliyor, kırılıyor, insanlar eşyanın,
eşya da insanların üstüne çıkıyordu. En sert gökgüriiltüsü,
nü bastına bir tarraka...
Bir çığlık:
—Yol verin, (Bastiy) geliyor!
Bir delikanlı, süngüsünün üstüne (Bastiy) nizamname-
sini kelle gibi takmış, Belediyeye getiriyor. Kalenin anah-
tarları da elinde...
Alkış tufanı, çılgınca tezahürler...
Halbuki (Bastiy) zaptolunmamış, kendisini teslim et-
miştir. 5 saat süren çarpışmada, isviçreli askerler tek ölü
vermeksizin 171 Fransızı öldürmüşler ve yaralamışlardır.
Kaledeki Fransız askerleriyse kendileri için belki hiçbir
korkuya yer vermediği halde, vatandaşlarının böyle tek
taraflı kıyımına yol açan bu çarpışmadan utanmışlar ve
ellerindeki silâhlan atarak kale kumandanına baş vurmuş-
lardır :
—Fransız kanının daha fazla dökülmesine tahammül
gösteremeyeceğiz! Çaremize bakınız!
Kumandan şaşkın ne diyeceğini bilemez halde... Halkın
•elindeki toplar da münasip noktalara dikilip kaleyi ateş
altına almaya başlayınca, iş, kale topçusunu da harekete
getirmeye kaldı ki, bu da felâketlerin felâketi olabilir.
Kumandan emir verdi:
—Askerî merasimle ve serbestçe kaleden çıkıp gitme-
mize halktan müsaade isteyiniz!
Mükâleme boruları öttü, kumandanın teklifi halka bil-
dirildi ve cevabı alındı:
—Hayır, kabul etmiyoruz!
Bu defa teklif şöyle:
—Askerî şeref merasiminden vaz geçtik... Hayatımıza
dokunulmayacağına söz verilsin, yeter!
Cevap :
—Kabul!...
Köprüler indi, içerideki askerler çıktı, bir kişiden baş-
176
177
ka kimsenin hayatına dokunulmadı. Halk da kudurmuş bir
sel gibi kalenin içine daldı.
Kumandan (Marki do Lüne) büyük avluda... Halktan,
bir asker yanına koştu. Kumandanın kılıcım alıp dizinde
kırdı. Sonra onu iki asker arkadaşına teslim ve emretti:
— Hayatını koruyunuz!
Bunlar Marki'yi halkın elinden kurtarmak için her şeyi
yaptılar, hattâ hayatlarını bile tehlikeye attılar. Fakat başa-
ramadılar... İntikam cinneti içinde kendinden geçen halk,
yüzlerce ölünün öcünü almak için Marki'yi koruyucuları-
nın elinden aldı, diz çöktürüp başını kesti ve mızrağa takıp
sokak sokak gezdirilmek üzere dışarıdaki yığına teslim
etti.
Ahali kaleye girer girmez, ellerinde meşaleler, mızrak-
lar ve kılıçlar her tarafı aramaya koyuldu. Karanlık, küf
kokulu hücreleri tek tek dolaştılar. Bu hücrelerde bir
ömürdür bekleyen türlü mazlumlar... Kurtuluş ümidini öy-
lesine kaybetmişlerdi ki, bu gelenleri hayatlarına son vere-
cek cellâtlar sanıp feryada başladılar... Aralarında büsbü-
tün çıldıranlar, bayılanlar da oldu.
Ç\Şu, ilk hücum sırasında kaleye dalan (Türyo)nun tek-
lifiyle 17 Temmuz günü kalenin yıkılmasına başlandı. Yıkış
tarzı öyle heyecanlı ve debdebeli oldu ki, bir asilzade bizzat
kulelere çıkarak faaliyeti coşturdu ve idare etti. Kral ve
hükümeti yatalak halde beklerken, her taraftan halk lehine
sesler yükselmeye başladı. Âdeta ihtilâl, bir ân için her
tarafın doğrulamasiyle artık nihayete ermiş sanılır gibi oldu.
Halbuki biten bir şey yok, en korkunç ve kanlı çapta
bir başlayan vardı.
18 inci asır sonlarında başlayan ve bugünedek tesirini
yaşatan büyük hadise, bayram gününü işte bu başlangıç
tarihiyle tespit edecekti: 14 Temmuz 1789...
SONRASI*-,
İhtilâlin gemi azıya alıp hücum dörtnalına kalktığı
(Bastiy) hadisesi karşısında Millî Meclis ve saray ne düşün-
mekte ve ne yapmaya davranmaktadır?
14 Temmuz günü Millî Meclis sadece korku ve telâşta...
Ya saray en ağır ve sert tedbirlere baş vurup, ihtilâli bo-
ğarsa?... Ya ihtilâl, başladığı yerde akemete uğrayıp artık
bütün teşebbüs yollarını kapatacak ve geriye ümit bırak-
mayacak olursa?... Ya hiç umulmadık istikametlere sapti-
rılırsa?...
Kaygılar yerindeydi. Saray hücuma hazırlanmıştı. 14
Temmuz akşamı, saray mahfillerinde, askerin o gece 7 nok-
tadan Parise gireceği ve isyancıları ezeceği söyleniyordu.
Millî Meclis ise vakalar üstüste geliştikçe işin ehemmi-
yetini ve kendisinin güdücülükten düştüğünü görüyor ve
«bakalım, sonumuz ne olacak?» demekten başka bir şey
yapamıyor.
Nihayet Krala bir heyet göndermeye karar verdi. Heyet
ancak şunları söyleyebildi:
—Feci hadiseleri önleyebilmek için düşünülüyor?
Kral hâlâ uykudadır:
— Millî birliklere kumanda etmek için subay gönderebi-
lirim. (Şan do Mars) meydanındaki askere geri çekilmeleri
için emir verebilirim...
Gülünç cevap...
Heyet ikinci baş vuruşuna da şu cevabı aldı:
—Kral, olup bitenlerden çok üzgündür. Fakat daha
fazla bir şey yapamaz!
Halbuki Kraldan istenen, taarruz sanki kendisindey-
miş gibi bir müsamaha değil, mukabeleden vaz geçmesi ve
milleti teskin ve temin edici bir şekil bulması, azan yığın-
ları durdurabilmesi... Kral hadisenin henüz mânasını bile
kavramaktan âcizdi.
Kral heyeti savdıktan sonra hiç kimseyle konuşmadı,
hiçbir talimat vermedi ve alışkanlığı icabı, erkenden yatak
odasına çekildi. Saray ve asiller Kralın bu ahmak tutumun.
dan mahzun... Nihayet (Marki do Liyankur) isimli nedimi,
Kralın kafasına dank edercesine vaziyeti göstermek vazi-
fesini üzerine alıyor. Bu Marki, hangi saatte ve nerede olur-
sa olsun, izinsiz ve habersiz, yanına gitmeye mezun... Gece
178
179
yansı yatak odasına giriyor, Kralı uyandırıyor ve boşanıyor:
—Haşmetli Kralım! Vaziyet müthiştir! Bu, önüne ge-
çilir gibi bir hareket değildir! İnkılâbı kabul etmek ve
Krallığı ona uydurmak lâzımdır. Taç ve tahtınızın rakibi
olan (Dük d'Orlean)a fırsat vermemek ve sizden önce dav-
ranmasını önlemek için milletle anlaşmanız ve birleşmeniz
gerekir. Bu işde tereddüt ve atalet, Fransa tahtını yıkabilir
ve hepimizi kökümüzden kazıyabilir!
Yarı uyanık Kral, tarih boyunca aptal hükümdarların
söylediği sözler arasında en budalasını, gözlerini uğuştura-
rak ve esneyerek sarfetti:
—Desene ki, bu bir isyan!...
Dük de böylesine ahmak bir söze yine tarihte, hüküm-
darlara ihtar bakımından en güzel bir karşılıkla cevap
verdi:
—Hayır haşmetlim; bu bir isyan değil, koca bir ih-
tilâl!...
Bu cevaptaki asıl güzellik, mânaya ayrı bir kıymet ge-
tiren Fransızca «isyan - rovolt» kelimesiyle «ihtilâl - revo-
lüsyon» kelimesi arasındaki ses benzerliği ve iştikak uy-
gunluğu...
Fransız İhtilâlinin bundan sonra takip ettiği seyr, hikâ-
yesi ciltler tutacak kadar hadisede zengin ve hiçbir filimde
görülmedik derecede hareketle taşkın, 4 yıllık bir safhadır.
Aynı zenginlik ve taşkınlıkta 19 uncu asır oaşlarına Kadar
devanı edecek olan hadise ve hareketleri, en ehemmiyetli
dönemlerden biri diye gösterebileceğimiz 1793'e varıncaya
dek yıldırım hızıyle ele alalım:
17 Temmuza kadar (Versay) ve Paris'te türlü kaynaş-
malar... Kral, artık ihtilâlin arka plânına düşmüş olan Millî
Mecliste...
—Haklarımın korunmasını size bırakıyorum!
Millî Meclisin Parise gönderdiği 100 kişilik heyet...
Aralarında, Amerika harpleri kahramanı (Lâf ay et), Paris
Başpiskoposu, (Bayyi) ve (Siyes)... (Lâfayet) Millî Birlikîeı
Kumandanı, (Bayyi) ise Belediye Reisi... ihtilâli teslim al-
ma mevkiinde bir idare heyeti...
180
Paris Kralı istiyor. Tek yol, hadiselerden kaçmak değil,
üzerilerine varmak... 17 Temmuz günü, Kral, mahzun çehre-
siyle arabasına yerleşmiş, Paris yolunda.. Yanında 300 ka-
dar mebus ve hassa askerleri... Paris kapılarında müthiş
bir kalabalık... Ayyuka çıkan sesler: Yaşasın Kral!.. Sanki
ihtilâl Krala karşı değil de, ona aykırı başka bir zulüm kut-
buna yapılmıştır. O da yine Kral... Kraldan, ruhunda ve çev-
resindeki menfi mânayı, yani yine Kralı yenmesi isteniyor.
Henüz kimsede Krallığa düşmanlık şuuru yok... Ananevi
Kral sevgi ve saygısı hâlâ yerinde...
Krala şehrin anahtarını teslim ettiler. Belediye reisi
(Bayyi) anahtarları teslim ederken:
—Haşmetmeap, dedi; bunlar, vaktiyle Farisi zapteden
(4. Hanri)ye verilen anahtarlardır. Şu farkla ki, (4. Hanri)
Farisi zaptetmişti. Şimdiyse sizi Paris zaptediyor.
Millî Birlikler Kumandanı (Lâfayet) at üstünde ve Kral
arabasının önünde... Sırtında bir şehirli elbisesi, şapkasın-
da üç renkli hürriyet alâmeti kokart ve elinde kılıç...
Alay Belediye yolunda... Sokaklar boyunca 200 bin si-
lâhlı adam... 30 bininde tüfek, 50 bininde mızrak ve süngü,
gerisinde de kılıç ve balta... «Yaşasın Kral!» sesleri arasın-
da daha alt perdeden «yaşasın millet!» nidaları... Saray
arabası Belediye önünde durdu. Halk da peşinde... Yeni bir
alkış kasırgası... Kraldan sonra alkışlananlar yalınız (Bay-
yi) ve (Lâfayet)... Kralın beraberindeki 3-400 mebusa metelik
veren yok... Kral arabadan indi Belediye Reisi ona yaklaştı
ve üç renkli kokartı uzattı:
—Lütfen bu hürriyet alâmetini kabul buyurduğunuzu
gösteriniz!
Kokartı şapkasına iliştiren Kral... Merdivenlerden çı-
kış... Büyük salon... Parisin bütün hatırı sayılırları orada...
Büyük hürmet... Diz çökmeye kadar... (Bayyi) Kralı pen-
cereye götürüp halka gösterdi. Karşılıklı bakışma, hattâ boy
ölçüşme... Belediyeden çıkarken Krala rica:
—Millete birkaç lâf söyleyiniz!
Söyledi:
Millî Birlikler Kumandaniyle Belediye Reisinin memu-
181
riyetlerini tasdik ediyorum! Sevgimden emin olabilirsiniz!
Kral bir anda ve hiçbir harekete girişmediği halde za-
vallı bir esir... Dönerken yolda onu kucaklayanlar, mıncık-
layanlar, itip kakanlar... Başta Kral, arabacılara, uşaklara,
askerlere bile şarap dağıtılıyor ve Kralın şerefine içilmesi
isteniyor. Kral gülümseyerek susuyor ve hiç bir kelime sarf-
etmiyor. Söyleyebilse ve sözünü milletin nabzına uyudura-
bilse her şey onun ama hiçbir şeyden haberi yok...
Asiller zümresi bu vaziyetten ümitsiz... Paris ve Fran-
sadan kaçış...
— Pilini pırtını topla ve savuş!
Parolaları, bu...
Artık daha hızlı gidelimı
Milletin açlığını ticaret vesilesi yapanlardan (Fulon) ve
damadı (Bertiye) linç edildiler... Halkın, intikam defterine
ilk yazdığı isimler bunlar...
Belediyelerde inkılâp... Belediyeler ihtilâl ile beraber,
halkın ihtiyaç ve şehirlerin nizam ocakları mevkiinde bu-
lunmaları bakımından bir nevi muvakkat hükümet yerine
geçtiler... ihtilâlden önce seçmenlere yataklık eden beledi-
yeler, daha sonra «Millî Birlikler» teşkilâtını idare etmeye
ve silâh bulma vazifesini yüklenmeye başladı. Devlette ha-
zır teşkilât olarak da bir anda halkı temsil tavrını takına-
bildi. Ve halktan daimî bir icra komitesi seçerek buna «halk
çekirdeği» murad edilerek (komün) ismi verildi. Aslında
«nahiye, bucak» mânasına gelen ve ortaklık sıfatı belirten
bu kelime, Fransız ihtilâlinden başlayarak ileriye doğru
yeni mânalar kazanacak, Millet Meclislerine ve ihtilâllere
isim teşkil edecek ve nihayet komünizma tarafından be-
nimsenecektir.
Paris Belediyesini hemen bütün vilâyet belediyeleri
takip etti ve ihtilâl bütün Fransaya sirayet zeminini, bu
belediyeler ve komiteler vasıtasiyle açtı.
Böylece belediyeler, henüz hükümetini kuramamış olan
ihtilâlin sevk ve idare merkezliğine geçmiş oluyordu. Milli
Meclis ise hadiselerin gerisinde... «Dnsan Hakları Beyanna-
mesi»yle dünya çapında bir fikir hamlesine hazırlanıyor
ama hadiselerin dizginini ele geçirebilmek gücünü göste-
remiyor.
Köylerdeyse müthiş kargaşalık... Olanlardan hiçbir şey
anlamıyorlar... Hayal, hastalık halinde bir hayal ve türlü
rivayetler boyuna işliyor:
Bütün Fransayı haydutlar, eşkıya çeteleri talan etmeye
Doyulmuş... Bunlar Krallık idaresinin emrinde mi, derebey-
lerinin adamları mı, sınırlardan dalan yabancılar mı, yok-
sa kendi kendisini yemeye başlayan kötüler mi?... Hiç kim-
senin bir şey bildiği, hattâ gördüğü yok... Sadece hayal ve
rivayet... Bir hayalin bütün bir milleti dehşete boğup mu-
vazenesini yok ettiğine tarihte o zamanki Fransadan daha
teskin bir misal gösterilemez. Sanki Fransa, üzerine Fran-
sa büyüklüğünde bir taş inmekte olduğuna inandırılmış bir
deliler ülkesi...
Bütün bu masalların hiçbir gerçek belirtmediği kısa
.zamanda anlaşılıyor, bu defa köylüye, istikamet ve gayesini
sezer gibi olduğu ihtilâlden faydalanmak düşüyor ve asil-
zadelerin toprak ve şatolarına bir saldırıştır, başlıyor...
Şatolar ve kuleler!... Ah, o şatolar ve kuleler!... Bütün
bir milletin her türlü hak ve ırzı işte bu kulelerde mah-
pustur. Kulelere hücum... (Bastiy) kulelerinden sonra dere-
'toeyliğin son artıklarına ait kuleler... Birkaç gün içinde
Fransa dümdüz ediliyor, asillerden iyi kalbliler kendi köy-
lüleri marifetiyle korunuyor; ve Fransa, kan ve ateş içinde
çırpınırken, Millî Meclis, habire yeni ideolocyanın plânını
«çizmeye bakıyor:
«insan Haklan Beyannamesi»...
İNSAN HAKLARI
BEYANNAMESD
Bu beyanname, Millî Meclisin kurulduğu günden beri
îlk defa gösterdiği ve kendi üstüne çıkan ihtilâle temel öl-
çüler kazandırdığı satıh plânında bir ideolocya tablosudur.
17 maddede toplanan bu ölçüler, aynen :
«l — İnsanlar hür ve hak bakımından eşit doğarlar ve
182
183
öylece yaşarlar. Sosyal farklar ve üstünlükler ancak umu-
. '••*••<mî müşterek menfaatlere dayanabilir.»
«2 — Her siyasî cemiyetin gayesi, tabiî ve değişmezi!
beşer haklarının korunmasıdır. Bu haklar, hürriyet, mülki-' j
yet, emniyet ve zulüm ve tazyike mukavemettir.» ;
«3 — Her hâkimiyetin mehbaı aslında millettir. Hiç biı~;
topluluk, milletten gelmeyen hiç bir hâkimiyeti icra ede-i
mez.»
«4 — Hürriyet, başkasına zararı olmayan her şeyi ya4
pabilmektir. Fertlerin tabiî haklarım kullanmaları, cemi-?
yetteki öbür fertlerin de aynı haktan yararlanmalarını sağ-
layan sınırlarla hudutludur. Bu sınırlar, ancak kanun ile
gösterilebilir.»
«5 — Kanun, ancak, topluma zararlı olan şeyleri yasak-
layabilir; ve hiç kimse, kanunun mükellef tutmadığı bir işi
yapmaya zorlanamaz.»
«6 — Kanun, umumî istek ve dileğin ifadesidir. Bütün*
vatandaşlar, bizzat veya vekilleri vasıtasiyle kanunun tan-
zimine katılmak hakkına sahiptirler. Kanun, hem koru-
mada, hem de cezalandırmada, herkes için birdir. Bütün
vatandaşlar kanunun gözünde eşit olduklarından, ehliyet
ve iktidarlarına göre aralarında fazilet ve meziyetlerinden!
başka fark gözetmeksizin bütün mevki ve makamlara ve
umûmî hizmetlere müsavi olarak kabul edilirler.»
«7 — Hiç kimse kanunla belirtilmiş haller ve şekiller
dişmda süçlandırılamaz ve tutuklanamaz. Keyfî emir veren-
ler veya çıkarttıranlar, bunları icra edenler veya ettirenler
cezaya çarptırılır. Fakat kanuna uygun şekilde çağırılan
veya tutuklanan her vatandaş hemen itaat zorundadır. Eğer*
itaat etmezse suç işlemiş olur.»
«8 — Kanun ancak açıkça ve katiyetle zarurî olan ce-
zaları verir. Ferde, ancak, suçun işlendiği tarihten önce çı
karılmış ve yerinde tatbik edilmiş kanun hükümlerine göre
ceza verilebilir.»
»9 — Her fert, suçlu olduğu gerçekleşinceye kadar ma-
sum sayılır. Bir kimsenin tutuklanması mecburi sayılacak
olursa da, onun hakkında kaçmasını önlemek için alınması
lâzım tedbirlerden başka her türlü cebr ve şiddet yasaktır.»
«10 — Hiç kimse, dinî de olsa şahsî fikir ve kanaatle-
rinden ötürü tazyik altına alınamaz. Şu kadar ki, bu fikir
ve kanaatlerin tezahürü, kanunla kurulmuş olan umumî
nizamı bozmamalıdır.»
«11 — Fikir ve kanaatlerin serbestçe ortaya dökülmesi
İve karşılıklı görüşülebilmesi, insanın en kıymetli haklarm-
1dan biridir. Bu bakımdan her insan serbestçe söyleyebilir,
|yazabilir, eser bastırabilir. Ama, kanunun tayin ettiği sınır-
lamalarda bu hürriyetin kötüye kullanılmasından mes'ul-
dür.»
«12 — İnsan ve vatandaş haklarının sağlanması, umu-
mî bir kuvvete muhtaçtır. Fakat bu kuvvet, ellerine teslim
edildiği şahısların zatî menfaatlerine değil, umumun men-
faatine hizmetle mükelleftir.»
«13 — Umumî kuvvetin devamı ve umumî idare man-
zumesinin masrafları için vatandaşa ortak bir mükellefiyet
yüklenmesi tabiî şarttır. Bu mükellefiyet de, bütün vatan-
daşlara, tahamülleri ve imkânları nispetinde bindirilebilir.»
«14 — Vatandaşlar, bizzat veya vekilleri yoliyle umumî
mükellefiyetin derecesini tahkik, kabulüne muvafakat, nasıl
sarfedildiğini murakabe ve herkese düşen payı, bu payın
kesiliş ve almış tarzım ve devam müddetini tayin hakkına
maliktirler...»
«15 — Vatandaşlar topluluğu, umumî hizmetlerde çalı-
şanlardan idare şeklinin hesabım sormak selâhiyetindedir.»
«16 — Haklarının sağlanması kefalet altında olmayan
ve hükümet kuvvetlerini ayıramayan bir toplumun anaya-
sası yok demektir.»
«17 — Tasarruf ve mülkiyet hakkı masun, mahfuz ve
mukaddestir ve hiç kimse bu haktan mahrum kılınamaz.
Meğer ki, böyle bir hakkın kalkması kanunî bir zarurete
bağlanmış ve âmmenin menfaati bunu gerektirmiş olsun...
Bu gibi hallerde dahi el atılan kıymet bedelinin tam ve r
sin olarak ödenmesi icap eder.»
îşte, Millî Meclisin Ağustos ayı içinde, üzerinde günlerce
çalışıp meydana getirdiği ve bütün istibdat idarelerine kar-
184
185
sı insanlığa örnek ve ihtilâle temel diye hazırladığı meşhur
beyanname... Bu beyannamenin ruhu, basit his ve iptidaî
bedahet plânında, büyük fikir örgüsünden mahrum ve sa-
dece fert hakkım kolayca savunucu bir formül olmaktan
ileriye geçemez; ve buna rağmen tarihte liberalizma ve
demokrasinin ilk millet fermanı olmak gibi bir kıymet
taşır.
KRALIN
TAVRI
Kral bu beyannameyi ancak 21 Eylülde kabul ve 3 Ka-
sımda tasdik edebildi. Millî Meclis de Ağustos başında ele
alabildiği bu işi Ekim başına kadar sürdürmüştü.
Hareketin başladığı 14 Temmuzdan l Ekime, 2 buçuk ay
içinde Fransa hükümetsiz, merkeziyetsiz, kan ve ateş için-
dedir.
Hadiseler peşin bir plâna bağlı olmadığı için, mesele
üstüne mesele çıkmakta:
Meclis tek mi, çift mi olarak kurulacak?...
O ân için Krallıktan başka bir idare şekli düşünülme-
diğine göre. Kral Meclis kararlarını reddetmeye mi, ertele-
meye mi selâhiyetli olacak?
Millî Meclis sade tek Meclis teşkiline ve Kralda, Meclis
kararlarını red selâhiyeti olmamasına karar verdi. Böyle
bir karara da kendisini mecbur hissediyordu. Çünkü her
gün (Pale Ruayal) bahçesinde toplanan halk gözünü ve
kulağını Meclis müzakerelerine vermiş, aza razı olmayan
bir tavırla neticeyi bekliyor ve (16. Lûi)nin 4 Ağustos karar-
larına karşı tereddütlü halinden kuşkulanmış bulunuyordu.
Öyleydi. Kral, «Dnsan Hakları Beyannamesi»ni anayasa
temeli olarak kabulde tereddüt etmişti. (Neker)in iktidar
mevkiine dönüşü ve zahirde hürriyetçi bir hükümet heye-
tinin kuruluşu halka az-çok teselli vermişse de Kralın tav-
rından emin olmaya yeter, ortada hiçbir alâmet yoktu. Kra-
lın tavrı ise saltanatçılarla hürriyetçiler arasında şaşkın bir
rakkas...
186
Açıkça anlaşılmaya başlanmıştı ki, Kral, milletinin is-
tekleriyle, Fransadan kaçan zadegan sınıfının telkinleri ara-
sında bocalamaktadır. Bu halde de en tesirli âmil Kraliçe...
Halk arasındaki rivayetler şöyle:
— Hükümet, (Bastiy)in zaptı üzerine icra mevkiine
koyamadığı hürriyetçileri imha hareketini, sinsi sinsi şim-
di hazırlıyor!
Gerçekten saray, birçok yeni birlikleri, (dragon) ve
Flândr) alaylarını (Versay)a getirip muhafız gücünü iki mis-
line çıkarmıştı. (Meç) taraflarında, saraya bağlılığıyle bili-
nen (Do Buyye) kumandasındaki ordu, Kralın her ân kaçıp
sığınabileceği ve ondan sonra millet üzerine yüklenebileceği
bir tehlike mıntıkası... Herkes biliyordu ki, Kral, kan dök-
mekten korkar ve milletine kötülük gelmesinden çekinir.
Fakat telkin altında kalmaya son derece müsait bir mizaç
taşıdığı için, böyle bir hale kolaylıkla sürüklenebilir ve Kra-
liçe ile etrafının (medyum)u gibi hareket edebilir.
Kraliçe (Meç) de bulunan 30 binlik seçkin ordunun
kumandanı (Do Buyye)ye büyük güven sahibi... Kraliçenin
fikrince hemen (Versay)dan çıkmalı, bu orduya gitmeli ve
oradan ihtilâli söndürmeye girişilmeliydi.
Kraliçe ve yakınları çok uğraşdılarsa da Kralı ikna
edemediler.
Bir taraftan da başını almış giden sefalet, ekmek
derdi...
(Neker) Millî Mecliste Fransamn perişan hali karşısın-
da hiç olmazsa iki ay daha yaşayabilmek için 30 milyon
franklık bir istikraz yapılmasına müsaade istediği zaman
sesler yükseldi:
— Bu parayı şahsî mallarımızla ödeyelim! Millî Mec-
lis azasının emlâkiyle ödensin!...
İhtilâli halka devrettikten sonra şimdi ondan devral-
maya çabalayan Meclis, azasının küçük bir kısmiyle de
olsa, artık makamının ulviliğini örmeye başlıyor ve ihtilâlin
kafası yerine geçmeye çalışıyordu.
O sırada ortaya (Veto) diye bir kelime ve «Veto hakkı»
diye bir mesele çıktı. (Veto), yani Krala tanınacak hak...
187
Bu, Kral tarafından ya Meclis kararlarını red, yahut 4-6 yıl
erteleme şeklinde düşünülüyordu. Paris halkı Meclisin bunu
müzakereyle vakit öldürdüğünü öğrenince deliye döndü. O
da ne demek?... Ertesi güne çıkip çıkmayacağı meçhul
dehşet ve sefalet içinde kıvranan bir halk için, 4 veya 6 yıl-
lık erteleme hakkından bahsetmek nasıl olur?
ݺin garibi, her moda şey. gibi (Veto) kelimesi de ayağa
düşmüş; bilenlerce ve bilmeyenlerce ağızdan ağıza dolaşan
bu kelime bazılarına göre de mücerret bir mefhum değil,
bir şahıs, yahut yeni bir vergi ismi sanılmıştır.
— Bay Veto da kim? O da nesi ...
Diyenler olmuştur.
ݺin içine alaycılar da karışmış ve aşağı yukarı bir «Bay
Veto» isühzasıdır gitmeye başlamıştır."
Şurası muhakkak ki, Paris, bunca fedakârlıkla başlat-
tığı ihtilâlin gittikçe pörsümeye, (dejenere) olmaya başladı,
ğını görüyor, Millî Meclisi artık eskimiş ve işini bitirmiş
sayıyor ve inkılâbı ya tam kurtarmak, yahut tamamiyle
elden çıkarmak noktasında birleşmiş bulunuyor.
Artık anlaşılmıştır ki, bu yeni Meclis de (Siyes)in ona
eklediği «millî» vasfına rağmen eski tâbi ve boynu bükük
(Eta Jenero)lardan farklı değildir ve artık dağıtılması, ye-
rini başka bir oluşa bırakması lâzımdır.
KRALDÇENDN
TAVRI
(Veto) meselesinin bahis mevzuu olduğu 30 Ağustos
günü bütün Paris ayakta... 14 Temmuz hareketinden beri
henüz birbuçuk ay geçtiği ve (Bastiy) toplarının barut ko-
kusu hâlâ kaybolmadığı halde, iş hamlesinde bu ani tutuk-
luk da neden? Kralın (Veto) hakkına malik olması, yani
Millî Meclis iradesini köstekleme iktidarına sahip bulun-
ması, şuur bakımından yeni doğmaya başlayan millî hâki-
miyetin ölümü demek değil midir? Böyle bir kaydı Millî
Meclis nasıl benimseyebilir?
Halk toplantılarının yuvası haline gelen (Pale Ruayal)
188
bahçesinde yığınlar birleşti ve hükmü bastı:
—Hemen şimdi (Verşay)a gidelim ve Millî Meclis hu"
zuruna çıkalım! Mecliste (Veto)yu kabul ettirmeye çalışan
bir zümre bulunduğunu, bu zümreyi fert fert tanıdığımızı
bildirelim; ve eğer bu zümre entrikalarından dönmeyecek
olursa, bütün Paris halkı, (Versay)ı basacağımızı ihtar
edelim!
Aynı günün akşamı birkaç yüz kişi toplandı. Başlarına
kendilerinden bir asilzadeyi geçirdiler ve yürüyüşe geçtiler.
Fakat daha Paris'ten çıkmadan, fikriyle halktan kalbiyle de
Kraldan taraf (Lâfayet)in «Millî birlikler»! karşılarına çıktı.
Gidemediler.
Henüz ortada «Cumhuriyet» diye bir fikir yoktur. Sa-
dece lügatte bir kelime, uzak bir nazariye... Bu nazariye
bir ameliye iddiasiyle yalnız muharrir ve hatibin elinde...
(Bristo) ve (Kamiz dömülen)...
Hattâ İhtilâlin korkunç ve kötü dehâsı (Robespiyer),
ileride diyecektir ki:
—Cumhuriyet fikri, hiç kimse farkına varmaksızın
sonradan partiler arasında yerleşmiştir.
Millî Meclis 30 Ağustos kararlarını 12 Eylülde Kralın
tasdikine arzetti. 15 Eylülde de Kralın şahsını her türlü
tecavüzden masun ve Fransa Krallığı veraset hakkını yal-
nız (Burbon) familyasına mahsus kabul eden bir karar
çıkardı. Bu karar Mecliste taşkın tezahürlere yol açtı,
şiddetle alkışlandı. Artık bundan böyle Kralın Meclisten
gelecek her şeyi tasdik edeceği sanılırken birdenbire aksi
oldu. (16 Lûi) savsaklama politikasını daha da ileri götür-
meye başladı.
O sırada saraydan ve Kraliçenin tavrı yolundan gelen
bir nümayiş, İhtilâlin tavsar gibi olduğu ân ateşe petrol
dökmüş oldu.
Saray, her üç ayda değiştirilmesi âdet edinilmiş olan
yeni muhafız birliklerinin gelmesini bahane ederek (Flandr)
alayının subaylariyle yenileri tanıştırmak ve kaynaştırmak
için büyük bir ziyafet tertipledi. Bu ziyafette «Millî Birlik-
lerden bile çağırılanlar oldu. Ziyafet sarayın en haşmetli
189
merasim salonlarından birinde verildi. Saray mahzenindeki
yıllanmış şaraplar salona taşıtıldı, yenildi, içildi, kafalar
döndü, gözler karardı ve kadehler her defasında «Kraliçe-
nin şerefine!» diye kaldırılmaya başladı. Bir köşeden «mil-
letin şerefine!» diye bir ses duyulduysa da aldıran olmadı.
Birdenbire açılan kapı... Ve haykıran münadi:
—Kral ve Kraliçe!..
Sarayı ürperten bir alkış... Kraliçe, en küçük oğlu ku-
cağında, bütün masaları dolaştı.
Biraz sonra Kraliçe, yanında bedbaht ve kukla Kral,
salondan çıkarken mızıka «Ey Rişar, ey benim Kralım,
herkes seni bırakıp gidiyor!» sözleriyle başlayan hüzünlü
nağmeleri terennüm etmekte...
Bu tesadüf veya tertip salonu çıldırtmaya yetti. Asker-
lerin çoğu şapkalarındaki hürriyet alâmeti üç renkli kokartı
çıkarıp yere attılar ve:
—Kendimizi Kraliçemizin emrine bağışlıyoruz!..
Nidasiyle, göğüslerine, Avusturya millî rengi siyah kor
delâlar taktılar. Kraliçenin Avusturyalı oluşu, saray asker-
lerine milletlerini bile unutturuyordu.
Bu ziyafeti bir ikincisi takip etti. Ondaysa çok daha
ileri gidildi. Bu defa şuh ve dilber saray kadınları, üç renkli
kokartların yerlerinden sökülmüş ve kaldırılmış olduğu sa-
lona, ellerinde zarif sepetlerle girdiler. Bu sepetlerde Fran-
sa Krallık rengi olan beyaz kordelâlar ve uçlarında beyaz
kokartlar... Sarayın şuh ve dilber kadınları masa masa do-
laşıp bu kokartları askerlerin göğüslerine elleriyle taktılar..
Saray, Kraliçenin, son derece tesirli, büyüleyici tavrı yo-
lundan açıkça İhtilâle harp ilân ediyor demekti.
(VERSAY)A
YÜRÜYÜŞ
Paris üç renkli hürriyet timsalinin uğradığı bu haka-
retten kudurdu. Ekim ayının 3'ünde, tam da (Versay) da
ikinci ziyafetin verildiği ve göğüslere beyaz kokartların ta-
kıldığı gecede, henüz ihtilâl kadrosunda rolünü almamış
190
bulunan (Danton), gayet şiddetli bir nutuk çekti. O zaman-
lar birbiri peşinden açılma yolunda fikir ocaklarından
(Kordelye) kulübünde verilen bu hitabe heyecanı fevkalâde
artırdı. Siyah ve beyaz alâmetler her yerden kaldırıldı ve bir
rivayet kasırgasıdır estirildi:
—îç savaş yakın... Kraliçe ve prensler Alman prens-
leriyle el ele... Yakında yeşil ve kırmızı üniformalı ecneb1
askerlerini Paris kaldırımlarında göreceğiz! Parise getirilen
buğday ve unlar yolda tutuluyor. Açlıktan kırılıyoruz! Fiat-
lar yükseldikçe yükseliyor! Kış çok şiddetli olacağa benzi-
yor! Halimiz neye varacak?
Aynı günden beri 30 saattir sokaklarda birikip yiyecek
bulamamış olan kadmlar büyük bir yığın teşkil etmiş...
Ekim'in 4üncü günü bu manzaraya tahammül edemeyen
genç ve dinç bir kadın birdenbire halk yığınının merkezinde
görünüverdi ve haykırdı:
—Ne duruyorsunuz! Doğru (Versay)a yürüyelim! En
önde ben yürümeye hazırım! (Versay)ı dize getirmeden ne
ekmek, ne su, ne hak, ne hürriyet!...
Kadını alaya alanlar oldu. Hattâ kadın, bu alaycılardan
birini tokatladı.
Ertesi gün bu kadın, (hal)lerde, pazar yerlerinde çalı-
şan kadınlardan bir kalabalığın başına geçti.
5 Ekimde boynuna bir trampete asılı bir kız çocuk,
mahut kadının önünde Paris'i kolaçan etmeye başladı. Ka-
tılan katılana... Birkaç dakika içinde kadınlardan bir ordu.
Çoğu işçilerden mürekkep kalabalığın önünde bağıranlar:
—(Versay)a gidiyoruz! Fırıncı ile karısını (Kralla Kra-
liçeyi) Parise getireceğiz!
işçi kadınlara (Sent Antuan) mahallesinin kadınları da
katıldı. Kalabalık, yolda rastladığı bütün kadınları zorla
kendisine katıyordu. Belediye dairesine yüklendiler. Orada
(Meyar) adlı birini görüp bir hain sandılar ve öldürmeye
davrandılar... Fakat (Meyar) halktan tarafa olduğunu (Bas-
tiy)in zaptında büyük hizmetleri dokunduğunu söyledi;
(Bayyi) ve (Lâfayet) henüz Belediye dairesine gelmemiş ol-
dukları için onlardan beklenen yardıma bizzat tavassut ede-
191
ceğini anlattı ve «Millî Birlikler» kumandan yardımcısının
yanına giderek kadınları (Versay)a götüreceğini, başka çıkar
yol kalmadığını ve ters bir hareketle bu gidişe engel olun-
mamasını istedi. Sonra kalabalığın başına geçti trampete çal-
dırdı, nutuklar savurdu.
(Meyar) 7-8 trampeteciyle önde ... Arkalarında 10 bine
yakın kadın ve birkaç yüz silâhlı erkek... En arkada da
(Bastiy) de nöbet tutan millî askerlerden bir bölük...
(Şayyö), (Otöy), (Sevr) mevkilerinde, açlıktan ölmek
üzere bulunan kadınların dükkânları yağma etmeleri önle-
nemedi. Yorgunluk o hale gelmişti ki, herkes silâhlarını at-
maya başlamıştı. Belediyeden alman toplar da en arkadan,
çekmekten usanmış ve kopmuş ellerde...
(Meyar), bu hali şöyle yorumluyordu:
—Daha iyi; bizim (Versay)a taarruz için değil, merha-
met istediğimiz için yürüdüğümüzü sansınlar... Silâhsızlık
daha iyi... Toplan büsbütün gözden kaçıralım!...
Aynı hissi vermek için de (Versay)a girerken (4. Hanri)
marşını tutturdular.
Fakat hep (taktik)... (Meyar) Millî Meclise, yanında 15
kadın ve l «Millî Birlik» askeri, girince çığlığı kopardı:
—Açlıktan kavruluyoruz! Ekmek istemek ve millî âlâ"
meti tahkir eden askerlere cezalarını vermek için buraya
geldik!
Kadınlar da bir ağızdan bağırıyor:
—Ekniek, ekmek!...
(Meyar) canını dişine takmış bir insan hinciyle daha
ne ithamlar savurmadı. Fakat artık işi (statüko)ya vurmuş
olan Meclis bu tavırdan hoşlanmadı. Âzası bulunduğu Mec-
liste henüz pırıldamaya başlamamış olan (Robespiyer) ise
tek başına (Meyar)ı sayundu ve kadınları teskine çalıştı.
Kadınlar, kadınlıklarım göstermede birbirleriyle yarış-
ta... Sabırsız, dikkatsiz ve hissî...
(Meyar)m öldürüldüğüne dair bir rivayet... (Meyar)
Meclisten çıkıp kadınlara göründü; sonra tekrar içeriye gir-
di. Muhafız kuvvetlerinin, millî alâmete ettikleri hakaretten
ötürü tarziye vermelerini istedi. O sırada muhafızlar tara-
192
fından Meclise üç renkli alâmet gönderildi. Bu defa da ka-
dınlar «Yaşasın Kral! Yaşasın muhafızlar! »diye tepinmeye
başladılar. ݺi en pahalıdan ele alıp en ucuza dökmenin
jnisali...
(Meyar) bu defa dileğini sertleştirdi:
—Hiç olmazsa (Flândr) alayını başka bir yere kaldır-
sınlar!...
Meclisten bir heyet, Parisin acıklı halini Krala bildir-
mek üzere, gittiği av mıntıkasında garip Kralı aramaya çık-
tı. Reisleri (Münye) manzarayı şöyle çiziyor:
«— Çamur içinde yaya gidiyorduk. Şiddetli bir yağmur
yağıyordu. Elbiseleri başka başka, silâhları ayrı ayrı yığın-
lar arasından geçtik. Sokaklarda korkunç bir homurtu ve
gürültü... Muhafız askerler karakol karakol geziyor süvari-
ler etrafa çamur sıçratarak hızla yanımızdan geçiyordu.»
Nihayet Kralı buldular... Kral hiç tınmadan, rahat
rahat avdan döndü ve Meclis Reisi (Münye) ile birlikte 12
murahhas kadını huzuruna kabul etti. (Münye) dik konuştu:
—Buhran büyük!... Paris halkının kelleleri koltukla-
rında... Yapılması gereken ilk iş, «Dnsan Hakları Beyanna-
mesinin tasdikidir. Ondan sonra öbür dertlere el atılabilir.
Evvelâ idarî huzur, kalbleri tatmin...
Kadınlar arasında söz söylemeye mecbur bir genç ka-
<dm tam ağzını açacağı vakit o kadar heyecana kapıldı ki,
dudaklarından yalınız «ekmek!» lâfı çıkabildi ve yere düşüp
bayıldı. Bu hal aslında iyi kalbli Krala çok dokundu. Kadın,
gösterilen itinadan sonra gitmek üzere Kralın elini öpmeye
davranınca (16 Lûi) onu bir baba şefkatiyle kucakladı.
Akşama doğru bir haber:
—«Milli Birlikler» başkumandanları (Lâfayet)i başları-
na geçirmiş, (Versay) üzerine yürüyorlar!...
Binbir tereddütten ve «kalmak mı, kaçmak mı?» hesap-
larından sonra Kral gece yarısına doğru «Dnsan Haklan
Beyannamesi»ni tasdik etti. Bir - iki saat sonra da, arkasında
15 bin asker ve birkaç bin ahali, fikri halkta, gönlü sarayda,
(Lâfayet) göründü. (Lâfayet), fikriyle hissi arasındaki teza-
•dı, askerlerine yolda ettirdiği yeminle de göstermiştir:
—Krala ve kanuna sadık kalacağıma yemin ederim!
•ihtilâl/13193
Saraya yalnızca (Lâfayet) kabul edildi. Bu bir bölünüş
(Lâfayet) hüviyetinin yarısını dışarıdaki birliklerinde bıra-
kıyor, yarısı ile de saraya katılıyor... Sarayın şahane mer-
divenlerinden çıkarken asilzadelerden biri, yanmdakine:
—(Kromvel) geliyor!
Diye mırıldandı.
(Lâfayet) bu sözü duydu :
—Yanılıyorsunuz, efendi, dedi; eğer ben (Kromvel>
olsaydım, böyle yapayalnız gelmezdim!
Kral, sarayın dıştan korunmasını «Millî Birlikler»e, içten
muhafazasını da hassa kıtalarına bıraktı.
Millî Meclis sabahın 3 üne kadar toplantıda... Paris
kafilesi de rastgele barınaklarda, kiliselerde, sokak ortala-
rında... Kadınlar ordusu hububat ticaretinin serbest bıra-
kıldığına dair kararla «Dnsan Hakları Beyannamesi» suret-
lerini, Kralca tasdik edilmiş olarak eline aldı ve Parise dön-
meye başladı. (Lâfayet) ise artık sükûn avdet etti kanaatiy-
le, 20 saattir ayakta bulunmasından bitkin, yatağına uzandı.
Yine müthiş bir haber:
Paris, (Versay) yürüyüşünde devam ediyor ve bu defa
daha asabî ve gözükaralardan bir grup, ikinci kafile olarak
baskına geliyor!
Bu defa hadise (Bastiy)in zaptına benzer tarzda ve bü-
yük taarruz çapında...
Kaçma teklifini şiddet ve nefretle reddeden ve divan-
haneler boyunca:
—Kaçak Kral, sığıntı Kral!...
Diye nefsini kırbaçlayarak dolaşan, ne yapacağını bile-
meyen ve aslında şahsına yükledikleri fenalıkların bizzat
sahibi bulunmayan bir Kral...
Sabaha karşı, ilk fecir zamanı, top ve tüfekten başka
bütün iptidaî silâhlarla teçhizatlı, «hürriyet» narasından
başka bir şey bilmez bir vahşet güruhu, saray bahçesinin
parmaklıkları önünde... İnkılâp, vahşîsini de, medenîsini
de, züppesini de, ciddisini de, cahilini ve âlimini, istismar-
cısını ve samimîsini de peydahlandırma yoluna girmiştir.
194
tleride «hürriyet» adına ne zalimlerin peydahlanacağı da
görülecektir.
Yeni güruh, gün doğarken, parmaklıkları kırdı ve bah-
çeye daldı. İki kol halinde, sağlı sollu yönlerden Kral ve
jCraliçe dairelerine yürüdüler... «Millî Birlikler» bölüklerin-
den birkaçı da koşar adımla ileriye atılıp kapıları tuttu.
Muhafızlar içeride, sarayın iç avlusunda müdafaaya hazır-
lanıyorlar, eşyayı üstüste yığarak barikat kuruyorlar...
Alt kattaki pencerelerden biri kırıldı. Boğuşma başla-
mak üzere... Birden yüksek ve tatlı bir ses :
—Kapıları açınız!
Açmadılar...
—Biz eski (Gard fransez - Fransız muhafızlarıyız;
şimdiki «Millî Birlikler» erleri... Açınız müdafaayı beraber
yapalım! Biz kardeşiz!
Açtılar...'
Saray muhafızları ve «Millî Birlikler» erleri kucak ku-
cağa...
Kapıların açılmasını ihtar eden, o zaman çavuş, gele-
ceğin meşhur generali (Hoş)u...
«Millî Birlikler» erleri, tüfeklerini yuryâcılara çevir-
miş, onları bir ân oldukları yerlere mıhlamış, beklerken,
Kral çıka geldi. Bu gelenleri askere benzetemedi ve onları,
kapıları kırıp içeriye dalan halk zannetti. İlk sözü kendi
hayatından önce askerlerini düşünmek oldu:
—Askerlerime dokunmayınız! Onlara kötülük etme-
yiniz!
(Lâfayet)i geç vakit yatağından kaldırdılar... Koşarak
yetişti. Kralın halası onu merdivende karşılayıp «hayatımı-
zı siz kurtardınız!» diye hitap etti. Halk bazı çapulcuların
ileriye atılışını durdurmuş ve sarayın ön cephesini çepçevre
sarmıştı.
(Lâfayet) ölü noktayı hissetti ve Kralı elinden tutup
balkona çıkardı. Bütün (Versay) tek ses içinde :
—Yaşasın Kral!...
Halkın biraz düşünce ve itidalli kısmı ne çabuk da an-
laşmaya ve şartları kabule hazır!...
195
Küçük bir grupun kinle çınlayan sesi:
—Kraliçe, Kraliçe!...
Evvelâ tereddüd eden ve halka görünmeye cesaret ede-
meyen Kraliçe, (Lâfayet)in İsrarı üzerine, bir elinde kızı,
öbür elinde de oğlu, balkona çıktı. Yanında «Mili Birlikler»
başkumandanı halkçı (Lâfayet)... Birdenbire (Lâfayet)in bir
hareketi... Zarafet ve nezaket bakımından belki dünyanın
en asil davranışı; fakat siyaset ve dirayet noktasından ken-
disini ateşe atarcasına tehlikeli ve zaten bu yüzden kahra-
manca ...(Lâfayet). halkın parçalayacak gibi baktığı Krali-
çeye elini uzattı ve onun kendisine uzattığı eli ihtiramla
öptü.
Ne tuhaf!... Kraliçeyi, Fransa ceylânını yemeye memur
dişi bir pars bilen halk, bu harekete bayıldı; ve tab'ındaki.
zarafet ve âlicenaplık hissiyle, onu bir Kraliçe gibi olmasa
da bir anne ölçüsiyle alkışladı.
Kral, (Lâfayet)ten muhafız askerler için de bir kurtu-
luş yolu bulmasını istedi. (Lâfayet) bunlardan birini de
balkona çıkardı, başına üç renkli kokartı taktı ve sadakat
yeminine davet etti. Hassa askeriyle «Millî Birlikler» baş-
kumandanı kucaklaştılar ve halk alkışı bastı:
—- Yaşasın Kralın muhafız askerleri!...
Ve asıl ses yükseldi:
—Parise, şimdi Parise!... Kralın yeri artık Paris!
Kral, Parise, eski Fransız Krallarının içinde (Lûvr) ve
(Tüileri) gibi muhteşem saraylar kurduğu tarihî payitahta
gitmeyi istemiyor. (14. Lûi)den beri 18 inci asır Fransasının
taht merkezi piç mimarî (Barok) ve (Rokoko) şaheseri muh-
teşem binalarla süslü, Parise veya 6-7 saat mesafede bir
(banliyö) olan (Versay)a aktarılmış ve bu yer (16. Lûi)ye
devlet yükünü hafifletici ve halk dertlerinden uzaklaştırıcı
görünmüştür. Paris onun için, bütün eski hatıraları ve kas-
vetli mânasiyle, içine düşmekten korktuğu bir girdap... Onca
Parise gitmek, Krallığı bırakmak mânasına... Halbuki inkı-
lâbı genişletmek isteyenlerle Fransa tahtına (Dük d'Orlean)ı
geçirmek isteyenler, ille Kralın Parise gitmesi, burada eli
ve k°lu bağlı ve her ân tepesine inilebilir bir hayat sürmesi
fikrinde...
Nihayet karar: Parise gidilecek... Kral, Kraliçe, henüz
ecnebi memleketlere kaçamamış, saraya bağlı soylulardan
bazıları ve Millî Meclis, hep beraber... Ekimin 6 inci günü.
Kral, yanında saray erkânı, ayrıca 100 kadar mebus yollar-
da... Sanki bir ordu... Binlerce erkek, kadın, yaya veya
atlı, top arabalarına kadar her türlü nakil vasıtasiyle Kralın
peşinde...
Artık Krallık sarayı, kara taşlardan yapılma, Ortaçağ
üsluplu (Tüileri)... Meclis ise, onun yanındaki (Manej)
dairesinde...
(Versay) üzerine yürüyüş böyle bitti ve Kralı Pariste
esir tutmakla neticelendi.
Artık inkılâbı silâhla bastırmak ümidine yer kalmamış-
tır. Hâlâ Kral, hem sevilmekte, tutulmakda, hem de kendi-
sine asla güvenilmemektedir. Saray kadrosunun nüfuzun-
dan sıyrıldığı görülse belki güven kazanacaktır; fakat buna,
onda istidat yok... Saray ise şimdi gözünü sınır dışına ç
virmiş, ihtilâli yabancı orduların süngüsiyle durdurmak
taktiği üzerinde...
Bu vaziyet, (16. Lûi)nin loş (Tüileri) salonlarında bir
aşağı, bir yukarı dolaşmasından ileri bir davranışa kapıları
kapamıştır. Ancak kapı kırıcı bir mizaç lâzımdır ki, geçit-
ler açılabilsin... O da Kralda yok... Kral, rahipler bahsinde
dinî hislerine dokunuluncaya kadar böyle kalacaktır.
PARDS
DEVRESD ,
İhtilâlden sonra Kralın Kral olarak Pariste kalması 20
Haziran 1791'e kadar sürer. Yani ihtilâlden iki yıl sonraya
kadar... Kral, bu tarihte Paristen kaçtığı, yolda yakalandığı
eli kelepçeli bir haydut gibi Parise döndürüldüğü, (Tampl)
zindanına kapatıldığı, orada da giyotine götürüleceği güne
kadar kaldığı için, artık onu ve onun gerisinde inkılâbın
196
197
1„r
*SH *<
tuttuğu istikameti bu iki yıllık devre içinde kısa kısa nok-
talayabiliriz :
KDLDSEYE VE RUHBAN HEYETiNE AiT EMLÂK VE
KIYMETLER — Meclisin ilk işi Pariste bu meseleyi ele al-
mak oldu. Neticede bütün bu emlâk ve kıymetlerin hazineye
ve devlet idaresine devri ve millileştirilmesi karan... Bü-
yük tepkiler, Kralın ilk defa şiddetle direnmesi, kilise tara-
fından Meclisin dinsizlikle suclandinlmasx vesaire... Bu
davranış ilk defa büyük inkılâp çapındadır.
FEDERASYONLAR — Vilâyetler arasında tam birleşme,
kaynaşma, bütünleşme sağlanması için girişilen hareket...
Başta (Dofine), (Vivare), (Burgony)... Rahipler ve asilzade-
ler şiddetle muhalif... Fakat çaresi yok... Fransız tarihçile-
rine göre Fransa üstünde esen bu yekpâreleşme havası
«Haçlılar Seferi»nden beri ilk... Federasyon halkasına vilâ-
yetlerin birbiri peşinden girişi, merasim, edebiyat, nutuk,
heyecan... Bütün Fransa tek nâm altında Parise ve Millî
Meclise bağlı...
BAZI TEZAHÜRLER — Kral, yeni senenin başında (4
Şubat 1790) kimseye haber vermeden birdenbire Millî Mec-
lisin karşısına dikildi ve herkesi apıştıran garip bir nutuk
çekti. Hayret! Kral anayasadan yana... Son idarî taksimat
ve birleşmeleri pek beğendiğini, ve «eski eyalet» ismi yerine
«departman» tabirini yerinde bulduğunu söyledi. Oğlunu
meşrutiyet ölçülerine göre terbiye edeceğini, Kraliçeyle bir-
likte inkılâbın ana prensiplerini benimsediğini ilân etti. Bu
ifade öyle bir tesir doğurdu ki, bütün Meclis ayağa kalktı ve
henüz dokusu tamamlanmamış olan anayasaya sadakat ye-
mini ettiler. Mecliste dinleyiciler, meydanlarda toplananlar
da aynı yeminde... Kiliselerde dualar, gece şenlikler ve her-
keste artık ihtilâlin sona erdiği ve milletle Kralın el ele
verdiği hayali...
Sonradan Krallık hazinesinden menfaat sağladığı mey-
dana çıkan (Mirabo), Meclis ile saray arasında uzlaştıncıhk
rolünde... Krallığın ancak hürriyet temeline dayanarak
198
kuvvet kazanabileceği tezinde ve tesellisinde...
MECLiS — (Eta Jenero) olarak toplanıp «Millî Mec-
lis»e dönen ve evvelâ uyandırıcı ve dürtükleyici, sonra se-
yirci ve arkadan yetişmek isteyici, en sonra da yine öne
geçici ve temelleşmeye bakıcı, rolü malûm topluluk, l se-
nelik seçim vâdesini doldurduğuna göre akıbet neye vara-
caktır? Meclis, faaliyetine devam mı edecek, başka bir mec-
lise mi inkılâp edecek?... Konuşmalar, çekişmeler, tartış-
malar.
—Bu Meclis, selâhiyetini sınırsız mı sanıyor, kendisi-
ni (konvasyon nasyonal - esası temelleştirici fevkalâde Mec-
lis) mi sayıyor?
(Mirabo) öfke içinde kürsüde:
—Süngülerle itildiğimiz günlerden bugüne (konvans-
yon nasyonal) değil miydik ki, şimdi kendimizden şüphe ve
terddüde mevzu bulabilelim?
Mebuslar ayakta ve karar:
—Anayasa tamamlanıncaya kadar yeni seçime gidil-
meyecektir!
KLÜPLER — Büyük Fransız ihtilâlinin meşhur fikir
ocakları klüpler, tarlasını o zaman buldu. (Robespiyer),
(Danton), (Mara), (Sen Jüst), (Kamiy Dömulen) ve daha ni-
celeri, birbirinden ayrı veya beraber, hep bu kovanlara
bağlı arı beyleri... (Mirabo) bunlardan hiçbirine ilişik de-
;ğil... O,' kalbinin derinliklerinde samimî bir Krallık bağı
yaşatan, fakat korkunç atılışlariyle de Krallığın mahvında
•en keskin rolü oynayan tezat içinde bir asilzade...
Artık ihtilâlin, Millî Meclisten halka ve sonra tekrar
Meclise geçişinden sonra tam ve gerçek bir fikir ve hareket
kadrosu eline düşeceği gün doğmak üzeredir.
MEZHEP MUHAREBELERD — Kiliseye ait emlâkin
satışa çıkarılması, rahiplerin bu işe müthiş gücenmesi ve
Meclisi dinsizlikle suçlandırmaya kadar gitmesi halkta bir-
birine ters infialler doğurdu; iş bir protestanın Meclis reis-
liğine seçilmesiyle büsbütün alevlendi ve cenup Fransasın-
199
da, halk sınıfları ve askerî kuvvetler arasında kanlı boğuş-
malara vardı. Ellerinde beyaz Krallık bayrakları, «kahrol-
sun millet, yere batsın Meclis!» diye ortalığı kasıp kavu-
ran katolikleri dizginlemek çok zor oldu; (Montaban),.
(Nim) ve (Avinyon) şehirlerinde öyle şeyler oldu ki, ihtilâ-
lin «med - yükseliş»!, bir anda «cezr - iniş»e dönüyor <
.sanıldı. Bazı yerlerde «Millî Birlikler» askerlerini don -
gömlek soyup, ellerinde birer mum, kiliselerde günah çı-
kartmaya kadar zorladılar.
Kargaşalığın, istikametsizliğin, ayak basılan yeri göre-
meyişin, en can yakıcı tablosu...
KURUCU
MECLDS VE
(FEDERE)LER
(Eta Jenero)dan bozma, (Asamble Nasyonal - Mille
Meclis) adiyle hüviyetlenen Meclis, anayasayı tamamlama-
dan dağılmayacağı kararı üzerine (Asamble Kontitüant -
Kurucu Meclis) unvanını aldı; ve işi anayasayı örgüleştir-
me faaliyetine döktü.
Aynen meşrutî idarelerde olduğu gibi, hâkimiyet mil-
lette ve onun temsilcisi mebuslar heyetinde; icra makamı'
ve mekanizması da Kralda ve emrindeki hükümette...
Mesuliyet, hükümet cephesiyle Meclise karşı... Kralın ve
alâkalı Bakanın imzası bulunmayan hiçbir emir ve tasar-
ruf makbul değildir. Kral (Veto) hakkını ancak iki kere
kullanabilir ve üçüncü defa Meclis direnişi vaki olursa;
baş eğmekle mükelleftir. Şu ve bu, seçmen, seçim ve se-
çilmeye liyakat şartları... Teşriî, icraî ve adlî kuvvetler
arasında ayırım; ve mülkî, adlî, malî, askerî, dinî, beledî'
idarelere ait teşkilât esasları... Bayrak kırmızı, beyaz, mavi1
renkte üç mustatilin yanyana gelmesinden ibaret ve orta-
sında sırmayla «Hürriyet veya ölüm» yazılı...
Bu anayasanın ruhu, sadece hakikate erdirme bir alet-
ten başka birşey olmayan hürriyeti başıboşluk mânasına.
alan, hiç olmazsa cemiyeti ezici zulme karşı kalkan diye
kullanan, fakat onun neye yarayacağını ve hangi oluşa
yol vereceğini tayin edemeyen satıhçı bir görüşten ve bu
görüş etrafında birtakım devlet mekanizmalarının bedahat
hesabiyle daha iyi ve doğru teşkilâtlandırılmasını isteyen
iptidaî bir hak telâkkisinden öteye geçemez. Fakat bu ha-
liyle de (Rönesans) sonrası Batı oluşlarında, devlet mima-
rîsi yönünden ilk ve esaslı hendese tablosunu çizer. Zahir
plânını kuşatan hendese ilminin, iç plân marifeti cebir ilmi
önünde basitliği düşünülecek olursa Büyük Fransız ihtilâ-
linin ilk anayasasına, birtakım basitlerin, belki vaz geçil-
mez çatısı diye bakılabilir. Büyük Fransız İhtilâli, ilk iki
yılı içinde, devirme yolunda girdiği kötülüklerin (antitez)i
olarak genişliğine muazzam bir hadisedir; fakat (tez)i ve
derinliğine vücut buluş hikmeti bakımından müthiş bir
«hiç»tir. Nitekim getirdiği kolaylar ve devşirdiği insanlar
bakımından da küçük fertlere ve kısır cemiyetlere çok
büyük görünmüş ve kendisini «büyük» diye yaftalamıştır.
O, açlıkla karışık işporta malı kırıntı düşüncelerin eseri-
dir ve büyük bir tefekkür ve dünya görüşü verimi olmak-
tan uzaktır.
Artık zamanı gelmiş olan bu ilk kıymet hükmünden
sonra, ihtilâle, Paris devresindeki durgunlaşma ve dinamiz-
masını yitirme hengâmesinde yeni heyecan zeminleri aran-
dığını görüyoruz. Avam ve aşağı sınıf şehirliyi çekici tarafı
orta olan ihtilâlin ilk yıldönümünde Pariste kocaman bir
(Federasyon) merasimi yapılıyor.
Daha evvel dokunduğumuz (Federasyonlar ihtilâl arka-
sından belediyelerin önce şehirler; derken vilâyetler arası
kurulmasına ön ayak olduğu birleşme çerçeveleri... Yine
«tuluat» ve «zuhurat» serisinden olarak, .Millî Meclis, kendi
kendisine vücut bulucu, bu yekpareleşrne şeklini tasdik
etmiş ve öz eseriymiş gibi tasarrufuna ve tanzimine el at-
mıştı.
14 Temmuz 1790 (Federasyon) merasimi büyük sürpriz-
lere zemin açtı. ihtilâl, sanki bir (predisit) oylamasına arz-
edilmiş gibi millî ve umumî bir tasvip kazandı. Garip ve
200
201
ihtilâllerinin başında komünistlere örnek verici bir iş ola-
rak, askerleri de fiilî rey sahipleri sıfatıyla bunun arasına
karıştırdılar. «Millî Birlikler» taburları her 100 kişide ;
temsilci seçtiler. Birliklerin Parise mesafesine göre mebus
sayısı yüzde bire kadar inen bu askerlerle beraber kara '
deniz kuvvetleri de (Federasyon)a katıldılar. Her alay, en
kıdemli dört neferle kendisini temsil ettirdi.
(Meç) ordusu kumandanı, hararetli Kralcı (Marki do
Buyye) hatıralarında diyor ki:ı
—Bu merasimden sonra orduda itaat diye bir şey kal-
madı. Değil Fransızların, Fransızca bilmeyen ecnebi erle-
rin bile zabitlerine itaat etmemeye başladıkları görüldü.
Artık orduyu, millet aleyhinde kullanmanın yolu kapatıl-
mış oldu.
(Federe) diye anılan mebuslar, aralarında bir, topluluk
kurdular ve (Lâfayet)i reis seçtiler... Halkla Kral arası
muvazene noktasını bir türlü tespit edemeyen ve kâh bir
tarafa, kâr öbür tarafa yalpalar çizen bu (Marki), vazife-
sini memnunlukla kabul etti ve (Federe) lerin kararını her
tarafa bildirdi:
—Gönülden inkılâbı benimsiyoruz!
Biraz sonra Kral da aynı şeyi benimsediğini ilân ede-
ceğine göre, benimsemeyen kim kalacaktır?
Halk dalga dalga meşhur (Şan do Mars) meydanında
toplandı. Yağmur altında, hususî sıralarda 160 bin kişi
oturmakta, 150 bini de ayakta... 50 bin asker de meydan
yerinde ve saf nizamında...
Meydanın orta yerinde, ihtilâle (mistik) renkler ve
çizgiler vermek ve güya yeni bir itikat timsali meydana
getirmek için kurulan «Vatan Mihrabı» isimli bir âbide...
Âbidenin ta karşısında Millî Meclis reis ve azasına ve Krala
mahsus yerler...
«Vatan Mihrabı» üzerinde, istikbalin müthiş politika-
cısı piskopos (Taleyran) tarafından ruhanî âyin ve (Fede-
re)lerin yemini:
—Millete, kanuna, Krala sadık kalacağımıza ve Millî
202
Meclisçe hazırlanan anayasayı bütün gücümüzle koruyaca-
ğımıza andolsun!...
Bunu öbür yeminler takip etti ve sıra Krala geldi.
(16. Lûi) «Vatan Mihrabı» kürsüsünde :
—Ben, Fransızların Kralı (Lûi), — Fransa ve Navar
Kralı unvanı değiştirilmiştir — milletin anayasasiyle bana
verilen bütün nüfuz ve iktidarı, aynı anayasayı korumak
ve hükümlerini tatbik etmekte kullanacağıma yemin ede-
rim!
Bir alkış, tepiniş, haykırış köpürmesidir gidiyor. Fakat
bu devrede, halkın, kendiliğinden gelen büyük aksiyonu
üzerine püskürtülen lâf ve nümayiş köpüklerinden başka
bir şey aramamalıdır. Buraya kadar, büyük ferdi zuhur
bakımından her şey küçüktür, (anonim) dir ve inkılâp ara-
bası artık arkadan itenler yerine önden çekecekleri, güdü-
cüler kadrosunu beklemektedir.
Kral ve Millî Meclisin Parise taşınması devresinde ih-
tilâlcilerle Kralcıların ordu üzerinde karşılıklı telkinleri
baş gösterdi. Saraya bağlı zabitler, askeri, Millî Meclis aley-
hine kışkırtmaya bakarken, ihtilâlciler de onları zabitle-
rine karşı durmaya teşvik ediyordu.
Askerin aylığına zam yapılıyor, fakat asker bu zammı
alamıyor, birliklerde komiteler kuruluyor, zamlarını isti-
yorlar, böylece orduda da bir karışıklıktır gidiyor. (Nansi)
şehrinde asker arasında boğuşmalar ve kıyım... Bir sürü
isviçreli asker öldürülüyor.
Fransız tarihçisi diyor ki:
—14 Temmuzda Fransızlar üzerine ateş etmek isteme-
yen zavallılar Fransız milletinden bekledikleri mükâfatı
aldılar!
19 Haziran 1790 da, Millî Meclis, babadan oğula geçen
asaleti kaldırdı. Artık kimsede (prens, dük, marki, kont,
vikont, baron) gibi unvanlar olmayacak... Bunun üzerine,
Kralın kardeşi (Kont d'Artua) ile başlayan asilzadeler göçü
büsbütün kabardı. Hemen bütün asiller sınır dışına çıka-
rak, uzaktan Fransayı idare edici yeni bir blok kurmaya
çalışıyorlar. (Prens Konde) (Ren) taraflarında göçmenler-
203
den bir ordu kurarken (Kont d'Artua), siyasî yollardan bü-
tün Avrupa (monarşi)leri nezdinde kendisine yardım arı-
yor ve Fransadaki karışıklıkların fitillenmesini uzaktan
idare ediyor. Fransa içindeki her tahrikte onun parmağı...
(16. Lûi) ise dışardan gelecek bir yardımla tacını kurtar-
mak istemiyor; içten doğacak bir tepkiyi gözlüyor.
Neticede, asiller çevresinin Fransaya karşı dışardan
kurduğu plânlar Fransızlan büsbütün körüklemiş, inkılâp
fikrinde perçinlemiş ve (16. Lûi)nin bahtını tamamiyle
karartmış oldu.
O sıralarda din meselesi patlak verdi. Yeminli rahipler
meselesi... Bu işe karşı duran, küçük rahiplerle bizzat
Kral... Büyük rahipler ve zadeganın bir kısmı (Volter)in
inkâr mezhebindendir; ve inkılâbı hazmedemeyişleri, iti-
kadlarına dokunduğu için değil, menfaatlerini bozduğun-
dandır. Samimî (katolik) ise Kralla küçük rahiplerden
ibaret...
Millî Meclis 27 Kasımda, 8 gün içinde yemin etmeyen
rahiplerin vazifeden alınacağına dair bir karar çıkarınca
iş büsbütün sarpa sardı, inkılâba sadakat yemini, Papalık-
ça ve koyu (katolik)lerce küfür sayıldı. Kral sonuna kadar
diretti, fakat neticede her şeyin gideceğini anlayınca (veto)
ya yanaşmaksızm Meclis kararını tasdik etmeye mecbur
oldu.
Artık Kral anlamıştı ki, her şey gitmeden kendisi Fran-
sadan gitmelidir.
KAÇAK
KRAL
(16. Lûi)ye en fazla giran gelen nokta, papaslar toplu-
luğunun, inkılâba, kanuna, Meclis hükümlerine sadakat ye-
mini etmeye mecbur tutulmaları oldu. Kaydetmiş bulun-
duğumuz gibi, Fransa'da Kral, küçük rahipler, köylüler ve
halkın gizli tabakalarından başka samimî (Katolikler)
kalmamıştı. İnkılâbı fikirde temellendirmeye çalışan (An-
204
siklopediciler) zümresinin dinsizlikte başı (Volter), hemen
bütün Fransız (burjuvazi)si ve aydın geçinenleri üzerinde
korkunç bir tesir yoğurmuş ve bâtıl bir dinin ondan daha
bâtıl inkâriyle işi mutlak itikatsızlığa götürmüş, ruhlara
müthiş bir şüphe aşılamış; ve belki kendi yanlışının tek
doğru tarafı olarak, kilisenin bir ruh ve istismar baskısın-
dan başka bir şey olmadığını iddiaya kadar varmıştı. Bu
eda, hak veya bâtıl, dinî müesseselere karşı her baş kaldı-
rışta, satıh mantığıyle hareket eden ihtilâllerin baş sloga-
nıdır; ve doğru olduğu yerde bile en büyük yanlıştır. Tek
dâva, hak olan inanışı tespitte ve onun samimîler kadro-
sunu kurabilmekte... Ötesi türlü ve sayısız bâtılın, türlü ve
sayısız bâtıla karşı ayaklanmasından başka bir şey olmu-
yor; ve hâk, hakka benzer dış çizgilere rağmen, hep mual-
lâkta ve münezzeh kalıyor; bir sürü satıh mantığı hokka-
bazlığı ve kolaycılık da birbiri peşinden sökün ediyor.
îşte Fransız inkılâbının din aleyhtarı cephesinde bu
girift ve dolaşık hakikat tecellesinin bir tazahürünü görü-
yor ve onu 1917 Rus ihtilâlinde en keskin derecesine eriş-
mek üzere, ilk dinsizlik davranışının moda tarlasını eken
bir tohum diye vasıflandırıyoruz. Dine karşı dinsizlikten
gelen hareket, o din ne olursa olsun, mücerret din anlayı-
şını zedeler ve dine karşı savaş ancak dinler arası olabilir.
Dediğimiz gibi Kral, ihtilâlin kiliseye karşı aldığı bu
tavır önünde, vicdanından tokatlanmış oldu ve bu tokat
ona, suratına indirilmiş olmaktan daha fazla dokundu.
Artık tek yol onun Fransa'dan kaçması ve sınır boyla-
rında bekleyen kuvvetlerin başına geçerek Fransa'yı dışın-
dan toslaması...
Bu işe, Kraliçenin âşıkı olduğu rivayet edilen (Fersen)
isimli İsveçli bir asilzade memur edildi. Büyük bir araba
yaptırıldı ve arkasına, dikkat ve hayret çekici şekilde ko-
caman bir (bagaj} yeri eklendi. Burada Kraliçenin eşyası
nakledilecekti. Kraliçe bununla kalmadı. Yola çıkacağını
bütün dünyaya ilân edercesine kendisine çamaşırlar ve se-
yahat elbiseleri diktirdi. Bununla da kalmadılar... Kralı
bekleyen (Marki do Buyye) ordusundan yollara karakollar
205
çıkarmasını ve Kralın geçeceği yollan kollamasını istediler.
Bunun mânası şuydu:
— Fransa'dan kaçıyorum! Ordumun ve dışarda hazırla-
nan kuvvetlerin başına geçip Fransızlara zorla eski Kral-
lığı kabul ettireceğim! Haberiniz olsun!..
İhtilâl ve mukabil hareket tekniğinde en ihtiyatsız,
budalaca bir davranış...
— Beni yakala! Tahtımdan büsbütün indir ve başımı
cellâda teslim et!
Dercesine gülünç ve (romantik) bir tertip...
isveçli asilzade (Fersen)in arabacı olarak sürdüğü ve
içinde Kralın uşak kılığiyle bulunduğu araba, 20 Haziran
1791 gecesi sabaha karşı hareket etti ve esaslı hiçbir zor-
luğa rastlamadan, (Buyye) ordusuna pek yakın masefeye
kadar sokuldu. Birtakım mânâsız şatafatlar, bol bol bah-
şiş dağıtmalar, bazı müfrezeler tarafından maiyet edasiyle
takip edilmeler, bazılarına Kralın kaçmakta olduğu şüphe-
sini verdi ve bunlardan vaktiyle (Dragon) alaylarında bu-
lunmuş biri, keçi yollarından kestirme geçerek (Varen)
mevkiinde Kralın önüne geçti. Eğer Kral yolda (fantezik)
sebeblerle lüzumsuz duraklamalar yapmasaydı, çoktan
(Marki do Buyye) birliklerine erişmiş olacaktı.
Fakat kader; nice püf noktasından hadiseleri bambaşka
yönlere çeviren kader...
Kralı, gece yansı, arabasının penceresinden içeriye bir
fener uzatarak tanıdılar, karşısında eli kolu bağlı duran
süvari birliğine rağmen arabadan indirdiler, çan sesleriyle
etrafı birbirine kattılar, ne Kral, ne süvariler (enerjik) bir
davranış gösterebildi,, adetâ halktan başka herkesin eli aya-
ğı tutuldu ve bedbaht adamı omuzladıklan gibi, her adım-
da çoğalan bir halk yığını içinden geçirerek Paris'e iade
ettiler.
Son derece çekici bir roman... ݺimiz anlatmak olsay-
dı, Kralın kaçış macerası üzerinde uzun uzun durmaya
değerdi.
Kral da, en küçük bir (enerji) gösterebilseydi, Paris'e,
206
kellesini vermek üzere döndürüleceği yerde, aynı yere, or-
dusunun başında tahtını döndürecekti...
Büyük kader cilvelerinden biri...
MANZARA
Kral, 6 gün süren maceralı bir yolculuktan sonra Pa-
ris'e döndürüldü. Halkta öfke ve tiksinti taşkın...
Meclislerde, siyasî kulüplerde tek mesele: İdare şekli
ne olacak? Krallık mı, cumhuriyet mi? Krallıksa hanedan
değişikliği suretiyle mi, şimdilik bir «nâib» tayin edilmesi
şekliyle mi?
(Jakoben) Kulübü Cumhuriyet fikrinde ısrarlı... Kral
düşürülmeli ve muhakeme altına alınmalı!,. (Konvansyon
Nasyonal) meclisi seçilmeli, temeli o meclis atmalı!...
(Jakoben)ler, (Kordelye)ler, (Föyyan)lar, (Dük d'Orle-
an)cılar, şunlar, bunlar çekişmekte devam ederken Millî
Meclis, öteden beri düşündüğü esası formüllendirdi:
— Meclis kararlarını Kralın red veya kabulü diye bir
şey kalmamıştır. Meclis neye karar verirse kanun odur.
Hükümet ve nazırlar doğrudan doğruya Meclis emrindedir.
Karar ecnebi devletlere bildirilecek, (departman-vilâyet)lere
komiserler gönderecek ve orduya sadakat yemini ettire-
cektir. Bu yeminde Kralın adı geçmeyecektir. Kral, şimdi-
lik, (Tüilri) sarayında (Lâfayet)in emanet eline bırakıla-
caktır.
Bütün bunlar yapıldı ve 20 Hazirandan 14 Eylül tarihi-
ne kadar, adı konulmadan geçici ve zoraki Cumhuriyet
idaresi kurulmuş oldu.
Meclisin, Kralı, son hadiseden dolayı mes'ul tutup tut-
mayacağı, muhakeme altına alıp almayacağı meselesi Millî
Meclisin 13 Temmuz tarihli toplantısında ele alındı. Tan-
zim edilen raporda, Kralın mesuliyetsizliğine karar veril-
mesi isteniyordu.
Firar hadisesinden sonra ise Paris'te kaynaşma ve sür-
tüşmeler üstüste... Bunlann başında (Volter)in kemikle-
rini Paris'te (Panteon)a nakletme hadisesi var. Eski Yunan
207
üslûbunda, yüksek sütunlar üzerine oturtulmuş müselles
biçimde bir cepheye «Büyük adamlara vatan minnettardır»
ibaresi yazılı (Portenon), Millî Meclis karariyle kapısını
(Volter)e açtı. 13 inci Asır boyunca bütün Avrupa'ya mü-
cerret din düşmanlığını aşılamış olan bu menfî dehâyı, halk,
kemiklerini öpercesine göğsüne bastı. Bu işi yaparken de,
onun, bir devirde söylediği sözü hatırlıyordu:
«— Her şey yalanda büyük bir inkılâp olacağını gös-
teriyor. Ama ne yazık ki, ben onu göremiyeceğim!»
Temmuzun 13 üncü günü ihtilâlin ikinci yıl dönümü
münasebetiyle (Nötr Dam) kilisesinde, ruhanî bir âyin dü-
zenlendi ve dine aykırı ihtilâl temsilcileri, Paris Piskopo-
sunun idare ettiği bu âyine katıldı. Ertesi günü aynı Pis-
kopos «Vatan Mihrabı» üzerinde de âyinini tekrarladı. O
gece, 20 nci Asırda «Işıklı Şehir» ismini alacak olan Paris
donanma şenlikleri içinde...
Daha ertesi günü (15 Temmuz mesele şu:)
— Kralın işten el çektirilmesi dâvasına mutlaka kat'î
bir şekil vermek lâzım!..
(Lâfayet), Meclisin etrafını 5 bin kişilik «Millî Birlik-
ler»le muhafaza altına aldı. Kralın saltanattan düşürülme-
sine ait bir «mazhar» yazıldı, «Vatan Mihrabı»na asıldı,
Paris halkının imzasına arzedildi ve suretleri de aynı mua-
melenin yapılması için (departman)lara gönderildi. Fakat
hâlâ Krallıkla Cumhuriyet arası kekelemeler, zikzak çiz-
meler... O hengâmede Paris'in nasıl bir ruh haleti içinde
bulunduğunu anlamak için, küçük fakat mânaca çok bü-
yük bir hadise:
Pasta satan bir kadın sabahın en erken saatinde (Şan
do Mars) meydanına'gidip «Vatan Mihrabı«nın üstüne çıkı-
yor. Müthiş bir çığlık... Kadın var kuvvetiyle feryadı bas-
maktadır. Meğer «Vatan Mihrabı»nın altında saklanmış bir
berberle bir emekli asker, arka üstü yatmışlar, iş olsun
gibilerden, tahta döşemeleri burgulamıyorlar mıymış?...
Belki de açacakları delikten merasimi takip etmek için...
Burgu tam da kadının çıplak ayağını bastığı noktaya rast-
"|amış ve kadın basmış çığlığı... Çığlığa koşuşanlar berberle
•emekli askeri döşemelerin altndan çıkarıyorlar ve tek ke-
lime dinlemeden linç ediyorlar... ݺte halk tabakalarının bir
kere kudurunca düştüğü ruh haleti:
— Vay sen «Vatan Mihrabı»na hakaret ettin! çek ce-
:,zanı!..
Biçareleri öldürenler de, ellerindeki çamaşır tokmak-
lariyle saldıran çamaşırcı kadınlar... Ve artık meydan dol-
du, intizamı sağlamak isteyen «Millî Birlikler» ve (Lâfa-
•yet) üzerine ateş açıldı; ve bu hadise halkta (tansiyon)un
<nerelere yükseldiğini gösterici bir misal teşkil etti.
Artık halk, hâlâ Kral tarafları kanadının ağır bastığını
'hissettiği Meclis ve doğrudan doğruya Kral aleyhindedir
ve ihtilâl, hâlâ hadiseleri önünden çekip yürütecek güdü-
<cüler kadrosunu bulamamıştır.
(Şan do Mars) hadisesi büyüyor; ve halkla halk, askerle
asker, halkla asker arasında yüzlerce ölüye mal olan kırış-
malara kadar gidiyor.
Ortada, sarayına hapsedilmiş, iradesiz bir Kral, bin
atın bin istikamette çektiği bir Meclis; (Jakoben), (Kordel-
ye), (Föyyan) isimli, bacalarından ateş fışkıran fikir ocak-
ları kulüpler, şaha kalkmış, gözleri kan çanağı bir halk,
silâhını nereye döndüreceğinden habersiz, parça parça bir
ordu... Kimin kimi sürdüğü, kimin kime bağlı olduğu belli
değil... Kâbuslarda bile görülmemiş bir (dezord-nizamsız-
lık) manzarası...
KURULUŞLAR
DAVRANIŞLAR
Evvelâ, buraya kadar, ihtilâlin hizip hizip fikir ocak-
ları olarak adlarından bahsettiğimiz kulüpler...
(Jakoben)ler... Toplandıkları mekân, tonozlu, basık
kubbeli bir manastır olduğu için onun ismini alıyor: (Ja-
koben Sent Honore)... Yaftası da «Pariste Jakobenler ma-
nastırında Meşrutiyet Bağlıları Cemiyeti»... Başlangıçta
gizli, sonra açık toplantılar... Meşrutî Krallık taraftarı ve
208
ihtilâl/14
209
istibdat idaresi aleyhtarı olan bu kulübe asillerden (Dük
do Giyyon) ve (Prens do Bruli) gibiler de girdi, hattâ reis-
lik makamına yükseldi. Fakat kulübün ruhu (Robespiyer)
gibi taşkın şahsiyetler elinde... Bu kulüp, uzun zaman âza-
sı arasına aşağı sınıf halkı kabul etmedi, (Burjuva) sınıfı
ileri gelenleri ve kalem ve fikir adamlarından mürekkep
bir örgü belirt'ti: Fransanın her tarafında şubeler açtı, va-
tan ve milliyet tutkusu üzerinde de hayli tesir yaptı. Kral-
cı (Marki do Buyye) çapulcu ve nizamsız ihtilâl orduları-
nın kazandığı, inkılâp çapındaki (Valmi) muharebesini,
(Jakoben)lerin tesiriyle elde edilebilmiş bir zafer olarak
kaydeder. (Jakoben)ler,, hürriyet ve onun davet ettiği teş-
kilât, nizam ve ruh haleti üzerinde, büyük bir dünya görü-
şüne malik olmaksızın, ihtilâlin fikir ve hamle kadroların-
dan en canlısı sayılabilir.
Ondan sonra (Kordelye)ler... Bu kulüp, halk hâkimi-
yeti ve millet reyi üzerine dayalı bir demokrasi ve Cumhu-
riyet gayesi peşindedir. Âzası arasında da (Danton, Kamiy
Dömulan, Mara, Heber, Anakarsis, Furniya, Vensan) gibi
aşırılar vardır. O da (Jakoben)ler gibi (Kordelye) manas-
tırını mekân edinmiş, ismini bu münasebetle almış- ve dai-
mî olarak Millî Meclis ve Belediyeye karşı muhalefet tav-
rım korumuştur. Halka da korkulu bir mihrak gibi görün-
müş ve sevgi ve güven telkin edememiştir.
(FÖyyan)lar da isimlerini bir manastırdan aldılar. (Ja-
koben)lerden kopma... İkisi de meşrutî Krallık taraftan...
(Barnav, Lâmet, Adriyen do Pür) gibilerin başında bulun-
duğu bu kulüp, Krallığın sükutiyle beraber eridi, gitti ve
renk değiştiren (Jakoben)leri kuvvetlendirmekten başka bir
şey yapamadı.
Şimdi sıra «Basın» dedikleri matbuatta :
Dünyada ilk gazete, ilk olmamakla beraber (Mara)nın
(Ami dü pöpl - Halk dostu)dur. Matbaanın icadından uzun-
ca bir devre geçmiş olmasına rağmen bu muazzam icadın
«mevkute» dedikleri bellibaşlı zaman bölümlerinde ve gün-
lük, haftalık, aylık şekillerde kullanılması ve her türlü
fikir ve tenkit gayesini belirtmesi, Fransız İhtilâlinin eseri-
210
dir denilebilir. İhtilâlin ve ihtilâl zümrelerinin umumî ef-
kârı nişanlamakta en kuvvetli silâhı bir matbuat olmuş;
ve sonra matbuat hürriyeti tereddiye uğrayıp baskı altına
alınıncaya kadar da sahiplerine ve onların gayelerine bü-
yük hizmetler etmiştir. Silâh olmaya silâh; fakat kullanana
ve onun hedefine bağlı... Hayır ve şerrin mücerret aleti...
Fransız İhtilâlinde matbuat hürriyeti, (Brisso), (Mira-
bo), (Barer) gibi kalem ve söz sanatkârı şahsiyetlerce mü-
dafaa ve elde edilmiş, Krallık buna boyun eğmiş, fakat
Millî Meclis bu müthiş silâhtan korkmuş ve hiçbir zaman
onun tam teşekkül ve tesisine çalışmamıştır. Hattâ arada
halk da bazı neşir vasıtalarının makinelerini kırmış, kalıp-
larını parçalamışsa da, yine esasta basına dokunulamamış
ve bu netameli basın hürriyeti, ihtilâlin artık kendi kendi-
sini yemeye başlayacağı, Krallık devresinin sonuna dek
sürmüştür. Türlü türlü varakpareler: Kralcıların «Kral
dostu», (Kordelye)lerin «Millet hatîbi», Meşrutiyetçilerin
(Provans - Taşra Postası), (Barer)in «Doğuş»u, (Brisso)jiun
«Fransız Vatanseveri», (Perle)nin «Şura-yı Ümmet»!, (Ka-
miy Dömulen)in «Fransa ve Braban İnkılâbı», (Prüdom)un
«Paris İnkılâpları» ve daha neler ve neler!... Bir de ileride
devletin resmî gazetesi yerine geçecek olan «Millî Gazete»..
Ve ihtilâlin lehinde ve aleyhinde nice broşür, risale, kitap...
(Eta Jenero) kırması Millî Meclisin iç kuruluşları da
alâkaya şayan... Bildiğimiz gibi evvelâ ve ilk şekil değişti->
rişi «Millî Meclis» ve sonra «Kurucu Meclis» halinde Her
15 günde bir reis... Gelip geçen reislerden başlıcaları (Bay-
yi), (Dük do Liyankur), (Lö Şapölye), (Klermon), (Kamu),
(Taleyran), (Rabo Sent Etyen), (Siyes), (Düpon), (Melen),
(Barnav), (Aleksandr do Lâmet), (Petyon), (Gregaar) (Mira-
bo), (Adriyen) vesaire... 30 kadar iş şubesi ve bunların en-
cümenleri... Başta Anayasa, Maliye, Mezhep işleri, Derebey-
lik hakları, Askerlik, Müstemlekeler, Umumî Emniyet, (Dip-
lomasi) encümenleri... Meclis bu encümenler vasıtasiyle
hükümet işlerine de müdahale ve icra manzumesini kendi-
sine bağlamış olma vaziyetinde...
Partiler malûm... Parti şeklinde değil de, mahut ku-
211
lüplerde görüldüğü gibi fikir ayrılığı hizipleri halinde...
Hiçbir kulübe bağlı olmadan zümre teşkil edenler de var...
Bir tanesi (Mirabo)...
«Aristokratlar» isimli bir sağ cenah, bir de «Vatanper-
verler» adlı sol cenah... Aralarında da birtakım farklarla
kopuntular... Meselâ (Jakoben) ve (Kordelye)lileri kuşatan
sol cenahın iki ismi var: (Jakoben)ler ve «Azgınlar»...
Sağ cenahın ucundaki şahsiyetlerin başlıcalan (Düval
do Premenil) ve (Vileont do Mirabo)... Bu (Mirabo), meş-
hur (Mirabo)nun kardeşidir, gece gündüz içtiği için «Fıçı»
diye lâkaplanmıştır, kardeşi (Kont Mirabo)yu hiç sevmez,
halk da ondan nefret eder. Aralarında hitabet kudretiyle
meşhur ve sol cenaha kelâm yıldırımları yağdıran rahip
(Müri), (Kazales), rahip (Monteskiyö)... Aristokratlarla de-
mokratlar arasında «Sağın Merkez Grupu» diye anılan mu-
tediller... Bunlar, meşhur (Monteskiyö)den ilham almış,
ingiltere usulü Kralcı... Sonra, Meşrutiyet yanlısı merkez
grupu... Bu grupta da, âlim, mütefekkir, mütehassıs tip-
ler... (Lâfayet) de onlardan...
Nihayet sol cenah, meşhur üçler... (Adriyen do Pür),
(Aleksandr do Lâmet), (Barnav)... Hangi kulüpten olduğunu
bildiğimiz bu üç kişi, Meşrutiyet taraftarlığında şiddetli...
Hitabetleri de güçlü... Solun sol ucunda ise (Robespiyer),
(Petyon), (Dubua Franse), (Priyör), (Rederer)...
Ateş ve hitabette en kuvvetli bunlar...
(Mirabo), o, ihtilâl sahnesini açan adam denilse yanlış
olmayacak adam, birkaç kere dokunduğumuz gibi hiçbir
hizipten değil, ortada, her tarafta ve ferdiyetinin şahlanış-
ları içinde... Ahlâk bakımından zaif, itibarsız, hırslarını
doyuramaymca da saraya yönelik ve oradan rüşvet alan
adam... ihtilâlin ikinci yılı Nisan ayında öldü. (Panteon)a
gömülen ilk ihtilâl büyüğü...
(Şan do Mars) faciasından sonra 2 ay müddetle geceli
gündüzlü çalışan Meclis, siyasî ve içtimaî teşkilât kanun-
larını tamamladı; millete verilecek umumî terbiye, maarif
ve hâkimiyet hakkı anlayışı bakımından yapılması gereken
programı, yeni meclise bıraktı. Anayasayı da 13 Eylülde
ikmal etti ve Kralı, bunu kabul veya red hususunda ser-
best ilân etti. Kral ise ertesi günü Meclise gidip Anayasayı
kabul ve gereğince hareket edeceğine yemin etti. Meclis
Krala birdenbire merhamet ve şefkat tavrı takınır oldu-
Kralın kaçışında suçlu bilinenleri affetti ve l Mayıs 1788'-
den başlayarak geçerli olmak üzere siyasî suçlar hakkında
umumî af çıkardı.
Ve...
Ve, âzasından hiç kimse yeniden seçilmemek şartiyle
vazifesinin nihayet bulunduğunu ilân ve kendi kendisini
feshetti.
ihtilâlin ilk devresi bitmiş ve her şeyi yeni gelecek
Meclise bağlı olajrak 1791 Eylülünden öteye kalmıştır. Hal-
kın her ân bileği taşında gidip gelen heyecanına rağmen
idarecilerde bir tavsama, gevşeme ve açık araları yanaştır-
ma gayreti...
İhtilâlin büyük (dinamik) safhası, 1791'den sonra' açı-
lacak ve Fransa, başta Kral ve Kraliçenin kelleleri, bfr- kan
seli içinde yüzmeye başlayacaktır. \
SON SAFHA
Bu noktaya kadar, yerine ve gayeye hizmetine göre
kâh teferruatçı, kâh icmâlci ve kâh . yıldjrımvâri acele çiz-
gilerle resmettiğimiz Büyük Fransız İhtilâlinin 1973'e ka-
dar süren yine iki yıllık son safhasını, hikâyeden ziyade
(sentez) kaygımız dolayısiyle artık kısadan kısa bir öz ma-
hiyetinde ele alacağız.
(Eta Jenero), «Millî Meclis», derken «Kurucu Meclis»,
Eylül 1791 nihayetinde kapılarını kapadı. Âzası yepyeni ve
yaşça çok genç (Asemble Lejislativ - Kanun Koyucu Mec-
lis); ve peşinden 21 Eylül 1792 tarihinde (Konvansiyon Nas-
yonal - Millî ahd veya Anayasa Meclisi)...
(Robespiyer), (Mara) ve (Danton) ikinci Meclise dışın-
dan hâkim olma gayretindeler... (Bayyi) Belediye Reisli-
ğinden, (Lâfayet) de «Millî Birlikler» başkumandanlığın-
dan istifa etmişlerdir. (Jirond) mebuslarının kurduğu (Ji-
212
213
ronden)ler hizbi, (Volter)ci ve dinsiz... Ve (Gokoben)lere
bağlı olmakla beraber, (Jan Jak Ruso) mektebinin adamı
tabiatçı (Robespiyer)e aykırı... Asıl fark ileride, (Konvan-
siyon Nasyonal) devresinde görülecek...
Papalığa bağlıyken Fransaya ilhak edilen (Avinyon) ve
civarında, Papalık ve Fransa taraftarları arasında müthiş
boğuşmalar ve karşılıklı zulüm...
İkinci Meclisle Kral arasında yine din meselesinden
ihtilâf... Yemin eden ve etmeyen papazlar, işi bir iç savaşa
götürmekte... Kral bu mevzuda İkinci Meclisin, papazlar
aleyhinde hiçbir kararını tanımıyor.
Fransa dışına hicret eden zadeganın, belli bir tarihe
kadar dönmezlerse idam mahkûmları sayılacağı ve mülkle-
rinin zaptedileceği kararı da Kral tarafından tasdik dışı...
Avrupa hayrette... Bazı rakip devletler Fransanın zaa-
fını görmekle memnun, halkları heyecan ve tecessüs için-
de; fakat (Monarşik) idare zihniyeti telâş ve korkuda...
Buna karşı, Prusya ve Avusturya hükümdarı (Pilniç) şeh-
rinde buluşuyorlar ve arkalarından iten Rus Çarının da
teşviki altında Fransaya silâhla müdahaleye karar veriyor-
lar... Fransada herkes karşı harekete ve muharebeye taraf-
tar... Mecliste (Brisso)nun sözleri:
— Öyleyse biz daha evvel hücum edelim!
Avrupa mutlakiyet idareleri ise Fransaya çullanmak
için, orada bir iç savaşın patlak vermesini bekliyor.
Fransa silahlanmakta ve biricik üniforma birliği alâ-
meti olarak başlarda kırmızı takkeler...
Nisan 1792'de Avusturyaya harp ilânı... Fransız ordusu
berbad ve hem keyfiyet, hem kemiyette zaif... İlk atılış-
larda (panik) ve hezimet...
Kral artık ihtilâlden evvelki tavrını takımrcasına dik
kafalı ve Meclisin bütün kararlarını geri çevirme tutu-
munda...
Ve işte, ihtilâli eski rayına oturtma, hattâ müthiş bir
hızla yokuş aşağı sürme davranışına başlangıç olarak, ira-
denin tekrar halka geçmesi ve Krallık müessisesi üzerine
halk yürüyüşü!... Meşhur (Sent Antuan) ve (Sen Marso)
semtleri halkının, önce Millî Meclise baş vuruşu ve sonra
(Tüüeri) sarayına saldırışı... «Millî Birlikler» askerleri, ka-
dınlar, çocuklar, serseriler, efendiler, gençler, ihtiyarlar,
hep bir arada... Halk iradesi tereddütlü demlerde daima
öne geçiyor ve ihtilâl arabasına, kayalıklı dönemeçlerde
parçalanacağı hissini aşılayıcı bir hız veriyor.
Sarayda 200 kadar asilzadeden başka kimse, İsviçreli
asker ve hassa askeri yok... Hücum... Kınlan parmaklık-
lar ve devrilen kapılar... Merdivenlerden ve divanhaneler-
den koşuşanlar... Kral... Önüne birkaç zabit geçmiş, kılıç-
larını çekmiş, bekliyorlar... Kralın emri: «Kılıçlarınızı
kınlarına koyunuz!» Saldırganların elebaşlarından biri Kra-
la yaklaşıyor ve haykırıyor:
—Mösyö!
Bu hitapta artık onu Kral tanımamanın işareti:
—Mösyö! Siz sadakat ve ihlâstan uzak bir insan, bir
hainsiniz. Bizi daima aldattınız! Hâlâ da aldatmaktasınız!
Ama artık sakınınız! Artık daha fazla dayanabilmeye im-
kân kalmadı. Millet sizin oyuncağınız olmaktan usandı!
Kral sessiz ve hissiz... Cevap :
—Ben sizin Kralmızım! Anayasa ile öbür kanunların
bana emrettiklerini yerine getireceğim!
Kral, kalabalık içinde, boğulacak, parçalanacak gibi...
Tarihçiye göre bir din meselesinden çektiği bu ezadan ötürü
büyük bir sükûn ve huzur arzediyordu. Bir zabit ona yak-
laştı ve «korkmaymız!» dedi. Kralın karşılığı:
—Korkuyorum! Bir hristiyana ölüm yatağında yapıla-
cak son âyini, kendime çoktan yaptırdım. Ne isterlerse
yapsınlar!...
Kral, kendisine uzatılan kırmızı takkeyi başına geçiri-
yor, uzatılan şarabı milletin şerefine içiyor. Küçük veli-
yahtın da başına bir kırmızı takke geçiriyorlar; bu takke
çocuğu boğacak gibi çenesine kadar iniyor. Saldırganlar her
şeyi ikincisinde halletmek üzere çekiliyorlar. Kral, başın-
da, farkında olmadan taşımakta devam ettiği kırmızı takke,
dairesine geçiyor. Takkeyi ihtar ediyorlar: nefretle çıkarı-
yor, yere atıyor ve çiğniyor!
215
(Lâfayet)in, ordusunu bırakarak Paris'e gelişi, Meclise'
gidip cür'etli bir nutuk'çekişi ve saraya hücum vakası suç-
luları hakkında takibat isteyişi:
—Millî hâkimiyeti kendi istibdat eline alan partinin
mahvedilmesin! ordu adına dilerim!
Muvaffakiyetsizlik...
Birçok (departman)larda toplanan (Federe)lerin akın
akın Paris'e gelişi... 600 bin gönüllü; fakat gıdasız ve teç-
hizatsız... İleride (Napolyon Bonapart)ın mareşalleri ve
generalleri yerine geçecek (Hoş, Marso, Kleber, Deze, Ma-
sene, Bernadot, Süit, Müra, Kelerman, Jober, Jurdan, Ney
Ojero, Odino Viktör, Zöfevr, Mortiye, Grüyon, Sen Sir,
Mouse, Davo, Makdonald, Klârk, Serürye, Perinyon) gibi
inkılâp şevk ve heyecanı içinde ve her biri istikbalin bü-
yük şöhreti askerler, aç ve çıplak gönüllülerden bir ordu
yuğurmak gayretinde... Tek nakarat «Vatan»... Ve inkılâ-
bın getirdiği bu kelime ciğerlere işlemiş, kitleleri ve insan-
ları ciğerlerinden dağlamıştır.
Marsilya taburiyle beraber gelen bir istikhâm yüzbaşı-
sı, (Ruj e do Lil), güfte ve bestesi kendisinin, meşhur (Mar-
seyyez)i, yeni aşk ve şevkin nağmesi halinde orduya ve
millete hediye etti ve o gün, bugün (Marseyyez) Fransız
Millî Marşı olarak kaldı.
6Temmuzda yeni bir Meclis kararı: Her nahiyede bir
«Vatan Mihrabı» kurulacak... Çocuklar buraya getirilecek,
doğumlar ve evlenmeler burada kaydedilecek... Vatan uğ-
runda ölenlerin isimleri burada taşa kazınacak... Kilise ye-
rine «Vatan Mihrabı» ve dinî vecd yerine vatan heyecanı...
Muallâkta bir dâva... Din olmadan vatanı azizleştirmeye
kalkmanın sakamet ve dalâlet örneği...
Askerî vaziyet kötü... (Flandr) da mağlûbiyetler...
7Temmuz 1792'de (Lâmuret öpücüğü) demlen hadise...
Bu isimde bir mebus Meclise haykırıyor:
—Nedir bu perişan halimiz? Ne yapacaksak yapalım!'
Mebuslar meclisi mi, Ayan (senato) mu, Cumhuriyet mi,
Krallık mı, Anayasanın korunması mevzuunda başka bir'
şekil mi, her neyse!... Bütün mebuslar kürsüye gelsin ve
tek tek fikrini temayülünü ortaya döksün!
(Kristof Kolomb)un yumurtayı durduruşu kadar basit
bir teklif, kalblerdeki umumî düğümü bir anda meydana
çıkarıyor, çılgınca alkışlanıyor, her parti ve her zümre bağ-
lısı birbirine sarılıp öpüşüyor; ve bu hadise (Lâmuret öpü-
cüğü) diye isimlendiriliyor. Fakat ertesi günü her şey «eski
tas, eski hamam»... O gün Mecliste karmakarışık oturul-
masına karşılık, bir gün sonra bütün parti ve hizipler yine
yerlerinde...
Temmuzun 27 inci günü «Vatan tehlikede» ilânı... Şark
Ordusunda her ân büyüyen bozgun... Toplar atılıyor, çan-
lar çalmıyor, sokaklara beyannameler asılıyor. Bütün Fran-
sa çalkalanmakta... Gönüllü alaylarının başında «Hürriyet,
Eşitlik, Anayasa, Vatan» yazılı bez levhalar,.. Mustafa Reşit
Paşasından Mithat Paşasına, derken Talât ve Enver Paşası- -
na kadar, sahte Türk inkılâpçılarının, kuru kelimelerden
ideolocya reçeteleri bunlar...
Nihayet 10 Ağustos; ve Fransa'nın ölüm-dirim oyununa
giriştiği bir demde; belki de bu şartlardan faydalanmaya
kalkışacak olan kralın artık encamını tespit etmek davra-
nışı... Evvelki (Tülleri) hücumunun ikincisi ve kat'i netice,*
leri olan bu davranışı, hususiyetle, Fransa'ya karşı mütte-
fik ordular kumandanı (Dük do Brönşvig)in beyannamesi
kamçılıyor. Özü şu:
— Ordularımıza mukavemet Fransa Kralına ihanet sa-
yılacak; ve eğer Kralın kılına dokunulacak olursa, Pariste
taş üstünde taş bırakılmayacak!..
Artık Kral, milletin gözünde düşmanla el eledir; ve lâ-
yığı neyse bulmalıdır.
Birinci saldırışın tamamlayıcısı olarak saraya ikinci
saldırış... Kralın bazı gizli ve hususî tedbirlerle saraya yığ-
dığı 6 bin kadar, isviçreli, jandarma, Muhafız ve «Millî Bir
likler»den sadıklar kuvveti... «Millî Birlikler »den son daki-
kada halk kuvvetlerine katılma ve sarayın kuşatılışı... ilk
hamlede 10 binden fazla halk ve elinde 12 top... Kralın
Meclise sığınmak üzere (Tüileri) bahçesinden geçerken
sözü:
M
217
—Bu yıl yapraklar vaktinden önce düşüyor!
Halkla İsviçreli askerler arasında ateş... Halktan ilk
hamlede 300 ölü... Kral Meclisteyken bütün Paris, onbin-
lerce insan sarayın önünde... Yangın, top, tüfek ateşi, ana-
baba günü...
Uzun bir çarpışmadan sonra saray basılıyor; İsviçreli-
ler vahşice doğranıyor, her şey yakılıp yıkılıyor ve son hü-
cum, artık her şeyin akıbetini gösterici şekilde bilançosunu
çiziyor: 5-6 bin ölü... İhtilâlin en büyük toplu çarpışması
budur.
Meclise sığınan (16. Lûi) mırıldandı:
—Aranıza geldim! Büyük bir cinayete engel olmak
için...
Reisin cevabı:
—Meclisin azm ve metanetinden emin olabilirsiniz.
Âzası, millet haklarım ve şu anda mevcut hükümeti ölün-
ceye kadar korumaya yemin etmişlerdir.
İsyancıların muvaffakiyet kazanmayacakları zanniyle
söylenen «şu anda mevcut hükümet» lafı, isyan muvaffak
olunca Meclis zaptından çıkarılmıştır. Tarafların birbirine
güven ve istinat derecesine bakın!..
Yeni baştan kabaran ve türlü çatlaklar veren hadise-
leri ve Fransa'nın iç ve dış vaziyetini düzeltemeyeceğini an-
layan İkinci Meclis vere vere şu karan verebiliyor:
—(Konvansiyon Nasyonal) isimli bir Meclis kurulacak,
millî hâkimiyet ve umumî eşitliği sağlamak için gerekli ted-
birleri bu Meclis alacak; o zamana kadar da icra kuvvet-
leri reisine (Krala) işten el çektirilecek...
Meclis, Kral ve ailesine, millet nazaret ve murakabe-
sinde (Lüksemburg) sarayını münasip görürken, (Komün)
isimli Belediye Meclisi işe el attı ve Kralı (Tampl) dedik-
leri zindanvâri kuleye tıktı. Artık ileride komünistlerin,
. isimlerini örnek alacağı (Komün)ler, «Ali kıran, baş kesen»
rolüne doğru uzanmaktadır.
Meclis, hüküm ve nüfuzunun ne nispette olduğu belir-
siz, çıkaracağı kanunların Kral tasdikine ihtiyaç olmaksı-
zın geçerli sayılmasına karar verdi, «Muvakkat İcra Kuv-
218
vetleri Meclisi» namiyle bir hükümet kurdu ve (Danton)u
da adliye nazırlığına getirdi. Son ayaklanmalarda parmağı
bulunan (Danton), ifratçılarla itidalliler arasında köprü
rolü oynamak için getirilmişken en kısa zamanda hüküme-
tin ruhu ve kendisi oldu. İç ve dış işleri idarede büyük
liyakat gösterdi, bilhassa millî müdafaayı güçlendirdi.
Vilâyetler ilk ayaklanmada isyancıları tutmamışken
ikincisinde tutuyor. (Lâfayet), hükümete (Sedan)daki karar-
gâhında muhaliftir. Hâlâ ne tarafa çalıştığı kendisince bile
meçhul... Son hareketleriyle itibarını kaybetti ve dış mem-
leketlere sığınmağa mecbur oldu.
Hükümet, 10 Ağustos ikinci halk ayaklanmasını Avru-
pa devletlerine mazur göstermek için el atmadığı propa-
ganda bırakmadı. Avrupa'nın bütün tarihî şahsiyetlerini
«vatan ehli» ilân etti; ve İnkılâbın iyi ve güzel telâkki edil-
mesi için manevî zeminler açmaya koyuldu. Hususiyle İn-
giltere başa alındı ve (Danton) bu siyaseti körükledi.
Paris'te «intikam, intikam!» sesleri ve bu isimde bir
mahkeme kurulmas-ı isteği... Belediye Meclisinin beyanna-
mesi :
«— Ey millî hâkimiyete eren vatandaş! İntikam duy-
gunu sakla! Adalet bugün kuvvet kazanacak! Bütün suç-
lular darağaçlannda sallandırılacaklar!»
Muhtelif, mahkeme teklifleri... Askerî, beledî veya Mec-
lis emrinde...
(Mara) haykırıyor:
—Kıtalden, kırıp geçirmekten gayrı çare yoktur!
Çekişmeler, tartışmalar:
—(Engizisyon)a mı gidiyoruz? Asla!...
—İnkılâp, yalınız Fransa'nın değil, bütün insanlığın-
dır. Beşeriyete hesap vermek borcundayız!
Millî Meclis 18 Ağustosta (Lâfayet)i vatana ihanetle
suçlandırdı ve aynı gün fevkalâde bir mahkeme teşkiline
karar verdi. (Danton)un bildirisinde son cümle:
«— Mahkeme adaleti başlıyor! Halk artık bu işlerden
el çekmelidir.»
Halkı memnun etmek için Meclis karan:
219
—Fransa'ya silâh zoriyle giren göçmen asilzadelerin
mülkleri zaptolunacak ve yeminsiz rahipler 15 gün içinde
hudut dışı edilecek...
Fevkalâde mahkeme günde en aşağı l kişi astırdığı
halde gevşek telâkki ediliyor ve Prusyalılar Fransa'yı isti-
lâda devam ediyor. (Long Vi) kasabası Almanların elinde...
Heyecan korkunç... Yeniden 30 bin kişi silâh altında.
Hükümet, istilâ karşısında Paris'ten uzaklaşmayı, Kralı da
beraber götürmeyi düşünüyor; fakat (Danton) karşı koyu-
yor :
—Ne olacaksak Paris'te olacağız!
Meclis, işleri kökünden kıvıramıyacağını kestirip de
(Konvansiyon Nasyonal)in teşkiline ve her şeyin ona ha-
vale edilmesine karar verince (Komün)lere büsbütün azıt-
mak düştü. (Danton), Belediyeler diktatörlüğünün önüne
geçmek için ona verilmesi gerekli ta'vizler bahsinde, düş-
man sınır dışına atılincaya kadar fermanlarına boyun eğer
görünmeyi denedi. Meclisten ev basmak ve şüphelileri tu-
tuklayabilmek gibi. Belediyeler lehine selâhiyetleri kopar-
dı. Buysa türlü yağma ve suistimallere sebep oldu ve İnkı-
lâbın iki kutup teşkilâtı arasında yine bir çatışmadır baş-
ladı. Belediye, dilediğini zindana atıyor, dilediğini hapisten
çıkarıyor, kazaî ve icraî tasarrufu elden bırakmıyor ve bü-
tün bu usulsüz ve kanunsuz işler, ihtilâl ve inkılâb hukukun-
dan biliniyor. Nihayet Meclis Belediye heyetinin vazifesine
son verdi ve 24 saat zarfında başka bir meclis seçilmesini
kararlaştırdı. Fakat Belediye Meclisi yerinde, icra müeyyi-
deleri de elinde...
Bütün halk davranışlarında (rejisör)lük vazifesini ihmal
etmeyen Belediyenin tahrikiyle yeni bir insan kıyımı...
Hapishaneler basılıyor ve mevkuflar paramparça ediliyor.
Bir kısmı da, sualsiz, sebepsiz, salıveriliyor. Şu garip oldu-
ğu kadar ulvi vakaya bakın:
(Manüel) adlı, Belediye Meclisinden bir şahıs, hapisha-
neye koşup, düşmanı, meşhur muharrir (Bomarşe)yi kar-
şısına dikiyor:
—Siz benim can düşmanımsımz! (Figaro) gazetesinde
220
bana etmediğiniz hakaret kalmadı. Şimdi bu hapishaneler
kıtalinde boğazlanmak üzeresiniz! Böyle olursa herkes be-
nim sizden öç aldığıma hükmedecek... îyisi mi; kollarınızı
sallaya sallaya zindandan çıkıp gidin!
Ve ölmek üzere bulunduğunu bilmekten titril tiril tit-
reyen meşhur muharrir, zindandan, yuvarlanırcasına çıkıp
savuşuyor.
Bir kısım hapishanelerde de tutuklular zevk ve safa
içinde... Bunlar zengin ve ihtikârcı sınıfı... Avuç avuç
(Asinya) sarfediyorlar... Hattâ bir rivayete göre zaten esa-
sında sahte olan bu paraların ayrıca sahteleri de bu hapis-
hanelerde yapılıyor.
(Asinya) mı dedik; izah edelim: ihtilâlin başka ihti-
lâllere numunelik kargaşalıkları içinde baş vurduğu malî
ve iktisadî bir felâket tedbiri, (enflâsyon) parası... Fransız
ihtilâlinin cihanda ilk sayılacak müspet ve menfî hususi-
yetleri içinde (Asinya), 1789 Kasım ayında kilise mülklerine
el atıldığı zaman çıkarıldı. Birinci Meclisin çıkardığı l mil-
yar 800 milyon, ikinci Meclisinki 900 milyon, (Konvansiyon)
unki 7 milyar 274 milyon, (Direktuar) zamanındaysa 35
milyar 603 frank... Bugün 40 küsur milyardaki Türk lira-
sının kulakları çınlasın!., ismine ihtilâl dedikleri 1960 gece
baskınından sonra zamanın hükümetini Türk lirasına 3 bu-
çuk milyarlık su kattıkları için ölüme mahkûm edenler, ken-
dileri ve sonraki idareler zamanında bu miktarın 40 milyarı
aşmasını dirayet ve fazilet bildiler...
Fakat Fransızlar bu (enflâsyon) felâketini birkaç yıl
içinde atlattılar ve (Asinya)ları tedavülden kaldırdılar.
(Verdün)ün düşman eline geçmesi halkı büsbütün ku-
durttu ve topyekûn düşman üzerine yüklenmeden, gerile-
rin korunması ve tehlikeden arınması için kıtal fikri son
haddinedek azdırıldı. Bir hapisaneden öbürüne götürü-
lürken yolda parçalatılan 24 tutuklu... Başka Kralın rahi-
bi (Haber), gece yarısı boğazlanan papazlar... (Abey) ve
(Fors) hapishanelerinde güya halk mahkemeleri... (Fors) ha-
pishanesindeki kadınlar, (Bistr) düşkünler evindeki ihti-
yarlar bile kılıçtan geçirildi. Artık iş ihtilâlden çıkarılmış
221
dünyada hiç bir eşkiya çetesinin yapamadığı ve yapama-
yacağı bir zulüm tiyatrosuna döndürülmüştür. Bunu da
yapan, ruhî ve maddî, bütün dizginlerini koparmış olan
başı boş halk... insan ve mâna kıtaline memur hürriyet
ideali..
Her taraf, her tarafa baş vuruyor, fakat kıtalin önü
alımmıyor. Sadece (Tampl) kulesinde bazı birlikler Kra-
lın hayatını korumaya memur bulunuyor. Bedbaht Kral
da, şiddetle bağlı olduğu dininin gereğince dizüstü sa-
bahlara kadar, top ve tüfek sesleri içinde, kendisince iba-
detle meşgul...
Paris hadiselerini haber alıp derhal payitaht üzerine
yürüyen Almanlar, ihtilâlin verdiği köksüz de olsa yeni
bir vecd ve aşk sayesinde durduruldular, (Valmi) savaşı
neticesinde püskürtüldüler ve ric'ate zorlandılar. Muazzam
hadise!.. Bu derme-çatma, elbisesiz ve silâhsız güruh, han-
gi ruhla, nizam ve teçhizat örneği bir orduyu bozguna uğ-
ratabilmiştir? Hadiseyi haber alan büyük Alman şairi (Gö-
te)nin sözü:
«— Dünyada yeni bir devir açılıyor!»
(KONVANSDYON)
Son safhanın en ehemmiyetli basamağı Eylül 1792'de
seçilen (Konvansiyon Nasyonal —• Millî ahd veya Anaya-
sa Meclisi)dir. ihtilâle, bellibaşlı bir fikir ve hareket züm-
resinin hızını veren ve dizginlerini toplayıp onu keyfince
süren de bu Meclistir. Büyük Fransız ihtilalinin başında
ve ortasındaki kekemeliği bir darbede kaldıran, kendisi
ne göre yeni bir ihtilâl psikolocya ve ahlâkı getiren, yer-
den fışkırmışcasına m'üthiş bir kadro üreten ve güdücü
lüğü eline alan Meclis... Fakat bu Meclisin belirttiğimiz ka-
raktere erebilmesi hemen olmadı. Birkaç mevsim geçirme-
si ve pişmesi gerekti.
«Dttifak, ahd, anlaşma» mânasına gelen (Konvansiyon)
kelimesi, bu yeni Meclise âlem olurken, bir de hukukî an-
lamiyle anayasayı düzeltmek ve temelleştirmek gibi bir va-
222
zife ifade ediyordu. Her şeyden evvel bu yeni Mclisin vazi-
fe ve selâhiyetleri üzerinde kimsenin peşin fikri yoktu; ve
ne olacaksa onun içinden doğup meydana gelecekti.
ilk hamlede, ihtilâlin halkça tanınmış, (Jakoben) ve
(Kordelye)ler zümreleri, Paris mebusları olarak ön plânda
gölündüler... Bunlar (Robespiyer, Danton, Koloderbua, Bi-
yo Varen, Kamiy Dömulen, Mara, Löjandr, Fabr do Glan-
ten, David, Dük d'Orlean) gibiler... Öbürlerine göre, kimi
yazıları, kimi fiilî hareketleri, kimi nutuklariyle mümtazlık
kazanmış olan şahsiyetler... Umumiyetle (Jakoben)... Öte
yanda da (Konderse, Petyon, Brisso, Lâsurs, Rolan, Verniyö,
Kamu) gibiler... (Jironden)ler...
Meclisin 20 Eylülde (Tüileri) sarayında yaptığı ilk top-
lantıdaki reis ve kâtiplikler seçimi (Jironden)leri tutar gi-
bir hava belirtti. Ortada iki kanat: Krallık taraftarlığiyle
suçlandırılan (Jironden)ler ve son kıtallerin tertipçisi diye
itham edilen (Montanyar)lar, yani (Jakoben)ler... Halbuki
bu teşhis ve tecıimlerin ikisi de yanlış... (Jironden)ler cum-
huriyetçi, (Montanyar)lar ise, Fransa'yı kanla sulamaktan
başka hırsı olmayan (Mara) hariç, kıtallerle alâkasız... 700
mebustan ibaret (Konvansiyon)un 500 âzası da ne sıcak, ne
soğuk... Sıcak veya soğuktan hangisi bu 500 kişiyi peşine
takabilirse galip... (Robespiyer)le, (Danton), kendilerine yö-
neltilen diktatörlük emelim yalanlamak için, ilk toplantıdan
l gün sonra, (Manej) dairesindeki içtimada şu üç esası ka-
bul ettirdiler:
1— Milletçe kabul edilmiş anayasadan başka hiçbir
temel kanun olamaz.
2— Her ferdin hayatı ve malı, millî kefalet altındadır.
3— Kaldırılmayan eski kanunlar geçici olarak yürür-
lükte kalacak, ilga edilmeyen memuriyetler devam edecek
ve eski vergiler şimdilik sürdürülecek...
Ve rey birliğiyle karar:
— KRALLIK KALDIRILMIŞTIR!
Fakat kimsede «Cumhuriyet» lâfı yok... «Cumhuriyet»
223
lâfını yalnız Paris Belediyesi ağzına aldı ve Meclise gönder-
diği murahhaslar vasıtasiyle bütün belediye dairelerinin
Cumhuriyete yemin ettiğini bildirdi.
Daha ertes günü yine (Montanyar)lardan birinin tekli-
fiyle karar:
—içinde bulunulan 1792 yılı cumhuriyet tarihinin bi-
rinci senesi itibar edilecektir!
Yani her mecnun hareketin dünyayı kendisinden baş-
latması ve geçmişi topyekûn inkâr etmesi gibi bir tavır...
Fransa'yı örnek alarak, insanlık sanki o yıl hayata başladı-
ğını kabul edecek ve 18 inci Asrın 92 nci yılına kadar son-
rası ve öncesiyle tarihi kendisinden itibaren geriye doğru
sayacak... Komünist ihtilâlinde de biraralık düşünülen bu
hal, «devrimbaz» yobazlığının en katı misallerinden biridir.
Alelade bir rejim ve idare şeklini, bir din, mezhep, tarikat
gibi vicdanlara aşılama yeltenişi... Fakat bu aşı ne derece-
ye kadar tutabilir; hesaplayan yok!
(Montanyar)lar, (Jironden)ler muharebesi açıldı ve an-
cak 8-9 ay sonra kökünden temizlenmek üzere bir doğuştur
gitti.
(Montanyar)lar, (Jironden)lere:
—Siz Fransa'yı (federal) bölümlere ayırıp parçala-
mak, böylece millî vahdeti bozmak ve Krallığa engelsiz bir
zemin hazırlamak istiyorsunuz!
(Jironden)ler, (Montanyar)lara:
—Siz de, savunduğunuz sıkı merkeziyet usuliyle kendi
diktatörlüğünüzü kurmak hevesindesiniz! Fransa'yı bir
avuç Paris mebusunun boyunduruğu altına almak istiyor-
sunuz.
(Jironden)lerden' (Verniyö):
—Eylül kıtallerinden, (Montanyar)lann başı (Robespi-
yer) sorumludur! insan kıyımını bütün Fransa'ya yaymak
için vilâyetlere bildiriler gönderen (Mara) şu anda mebus
sandalyesinde oturuyor.
Sesler:
—Darağacına, darağacına!
(Mara) kürsüde:
— Sizin öfke ve saldırışınıza göğüs germek için bura-
da kalacağım!
Görülüyor ki, İhtilâlin, dimağ, kalb ve asabî cihaz
merkezi nihayet (Konvansiyon) meclisinde tecellisini bul-
mak ve böylece ihtilâl binbir istikamette yeni güdücülerini
kadrolaştırmak yoluna girmiştir.
(Konvansiyon), güdücülük hâkimiyetinin taraflardan
biri üzerinde merkezleşmesi ve böylece ihtilâl kurmaylık
dairesinin hendesî bir sarahatle çizilebilmesi gayesiyle fıkır
fıkır kaynıyor. Kelâm doğuşu o hale geldi ki. Meclisi koru-
mak maksadiyle taşradan muhafız asker getirtme teklifine
kadar gidildi. Açık bir küçüklük demek olan teklif nefret-
le reddedildi. (Danton)un hizipler etrafında arabuluculuk
rolü de faide vermedi. Söz düellosu kızıştıkça kızıştı. Ama
her şey bu yeni Mecliste müthiş bir (enerji) çağlamaya baş-
ladığını göstermekte devam etti. Eşkıyaca tasarruflar i n1 n ve
ihtilâl sürülerine çobanlık etme gayretinin (Konvansiyon
Nasyonal) elinde köstekleneceğini hisseden Paris Belediye-
si, Meclis aleyhinde bir beyanname düzenleyip Fransaya yay.
ma hareketine girişti. Fakat (Konvansiyon) buna mâni oldu
ve Belediyeyi hesaba çekmeye kalkıştı. Bir eli Belediyede,
öbür eli Mecliste olan sinsilik ve gizli tertipçilik dehâsı (Ro-
bespiyer) zor mevkie düştü. (Jironden)lerin ateşli hatiple-
rinden (Löve), kürsüye çıktı ve (Robespiyer)e şöyle hitap
etti:
— Seni diktatörlük hırsını beslemekle suçluyorum! Se-
ni, en halis ve saf vatanseverlere bühtan üstüne bühtan yağ-
dırmakla suçluyorum! Seni, halk gözünde bir mâbud dere-
cesinde hürmet ve izzet kazanmaya çalışmakla suçluyorum!
Seni, hükümeti nefsinden ibaret saymakla suçluyorum!
(Robespiyer); gök mavisi kadife ceketli, tokaları gümüş
iskarpinlerinden beyaz ipek çoraplarına, pantalonuna ve ye-
leğine kadar gayet şık son derece sakin, az konuşan, konuş-
tuğu zaman da yılan gibi sesler çıkaran, kötülük ve içten
hesaplılık dehâsında bir tane, bu korkunç adam, müdafaa-
224
lhtilâl/15
225
sim yapmak üzere 8 günlük bir mühlet istedi ve günü g&
linçe, taşlarını ve hareket plânım hazırladığı satranç tahta-
sında, birkaç hamle sonra «Şah mat!» diyebildi, Meclisi kıs»
kıvrak bağladı.
Belediyenin baskısına rağmen Kral hakkında bir hüküm
vermekte acele göstermeyen Meclis, (Robespiyer)in suçla-
malara karşı verdiği meşhur cevabî nutuktan sonra, yine- ;
(Robespiyer) ve bağlılarının tahrikiyle Kral mevzuunu ele
aldı.
Artık kelâmın muazzam ve muhteşem bir köpürme ha- ,
vuzu haline geldiği (Konvansiyon) Meclisinde (Robespiyer> "
kürsüye çıktı ve haykırdı:
— (Lûi)yi ne bir Kral, ne de bir vatandaş sıfatiyle mu-
hakeme edebiliriz. O bir düşmandır; düşman sıfatiyle mu-
hakeme edilecektir! Zaten şimdiden ölmüş bir insan olarak
ayrıca muhakemesine ve kendisine müdafaa hakkı verilme-
sine lüzum yoktur.
Arkasından (Robespiyer)in mâna kuşlarını avlamaya
mahsus atmacalarından (Sen Jüst) atıldı; ve Kralın ancak
Meclis huzurunda muhakeme edilebileceğini ve cezasının da,
böyle bir mahkemeye göre şimdiden belli olduğunu şatafatlı
bir üslûpla bildirdi.
Teklif kabul edildi ve Meclis, (Lûi Kape)ye, — Kralın
bundan sonraki ismi bir burjuva adı şeklinde, bağlı olduğu
aile koluna aittir ve hanedan unvanı ondan kaldırılmıştır —
isnat olunan suçları incelemesi ve raporunu tertiplemesi için
21 âzalık bir komisyon kurdu. Rapor 11 Aralıkta Mecliste
okundu ve aynı gün (16. Lûi), ileride «Kaatiller Meclisi» diye
anılacak (Konvansiyon)un huzuruna çıkarıldı.
Kelâm... Bu sanatın Fransız Büyük İhtilâlinde, ne se-
viyeye çıkarılmış olduğunu işaretlemiştik. Bu kelâm sana-
tı, üstün fikir seviyesinde olmasa bile, (standart) şekilde ve
pek çok aydında tecellisini bularak Fransız inkılâbiyle erdi-
ği dereceyi, eski Yunan ve Romadan sonra, Batıda hiçbir
yerde ve harekette gösterememiştir. Kelâma, yani fikre ina-
nan bir halk ve aydınlar zümresi... Sırasında dağlan devi-
recek, sırasında da bir toz zerresini bile kıpırdatamayacak
olan kelâm, bilhassa (Konvansiyon) devresinde en üstün de-
receye çıkmış ve en tesirli silâh haline gelmiştir.
Onun içindir ki, halktan binlerce kişinin dinleyeceği
Kral muhakemesinde her şeyi alt-üst edici (sürpriz)ler bek-
lenebilir ve yine onun içindir ki, (Robespiyer), Kralın mu-
hakemesine lüzum olmadığım söyleyecek kadar ileri gitmiş-
tir. Nitekim ,onun, rakibi (Danton)un muhakemesinde dün-
ya çapındaki hatibi felce uğratmak için nelere baş vuraca-
ğını göreceğiz.
KRALIN İDAMI
(16. Lûi), saraya hücumda sapsarı kesilen ve o yüzden
hassa askerlerini ümitsiz bıraktığı için kılıçlarım kırmaları-
na ve müdafaadan vaz geçmelerine sebep olan ölü çehresiyle
(konvansiyon) huzuruna çıktı. Kelâm, günün en büyük kud-
retiydi ama, bu, soluk yüzlü Kraldan bu güç beklenemezdi.
Kendisine 33 sual sordular ve herbirine, karanlık, müphem,
kararsız, güvensiz, boynu eğik cevaplar aldılar. Bu defa da
kelâm kuvveti, hakkı ezmekte ve kuvvetsizlik onu kurban
etmekte rol oynuyordu.
—Hatırlamıyorum!
—Bilmiyorum!
—Farkında değilim!
—Kan dökmek istemedim!
Cevapları bunlardan ibaret...
—Niçin ilk Meclisi askerle kuşattınız?
Sualine :
—Buna mâni bir kanun yoktu; askerlerimi dilediğim
yere sevkedebilirdim!
Karşılığından başka bir cevap veremiyor ve sağa sola
dağıtılan paralar mevzuunda:
—ihtiyacı olanlara para vermekten büyük zevk tanı-
mıyordum!
Diyebiliyordu.
226
227
— Son sözünüz nedir?
—Vicdanıma aykırı hiçbir şey yapmadığımdır.
Kralın avukatları da sorumsuzluk nazariyesi üstünde
yürümekten başka yol bulamadılar...
iş karara kaldı. Yine bir çatışma...
(Montanyar)lar:
—Karar Meclisindir! Hemen verilsin!
(Jironden)ler :
—Karar milletindir. Halk reyine baş vurulsun!
Bir kısım mebus da kararı Meclisin vermesinden sonra
millete arzını ve millî tasdikten geçirilmesini müdafaa et-
mekte... (Konvansiyon)un dinleyiciler yerini, giriş holünü ve
etrafım dolduran halk ise itidalli davrananlara diş gıcırdat-
makta... Buna karşılık bir kısım halk da kiliseleri doldur-
makta ve Kralın kurtulması için dua etmekte...
Partiler, meseleyi şu 3 sualin çerçevesinde toplamak ve
ona göre işi bir karara bağlamak hususunda birleştiler:
1— (Lûi Kape), millet hürriyetini ve devlet emniyetini
bozmakla suçlu mudur?
(Oy birliğiyle evet!)
2— Meclis kararı milletin tasdikine sunulmalı mıdır?
(424 rey hayır, 283 rey evet!)
3— (Lûi Kape)ye ne ceza verilmelidir?
(387 rey idam, 394 rey süresiz hapis...)
. Kralın avukatları itiraz ettiler:
—Bu kadar hassas ve ehemmiyetli bir mesele 750 ki-
şilik bir mecliste 53 rey farkiyle halledilemez. Karan mil-
let nezdinde temyiz ediyoruz!
idam kararı verenlerden bu kararın infaz bakımından
ertelenmesini isteyen 46 rey düşülecek olursa Kral sadece
7 rey farkla giyotine götürülüyor demekti. Hiçbir itiraz din-
lenmedi. Reis (VerniyÖ) Meclise hitap etti:
—(Lûi Kape)nin idam cezasına çarpıldığım Meclis-adı-
na bildirir ve toplantıyı kapatınm!
Kararın ertelenme teklifleri de reddedildi; ve (Robespi-
yer)in bu mevzuda infazın hemen yerine getirilmesi ve iç
ve dış tehlike diye hiçbir hayale yer verilmemesi yolunda
228
ateşli sözleri (Jironden)ler tarafını bir kere daha mağlûp
etti:
—Cumhuriyet, varlığını ancak Kralın idamiyle sağla-
yabilir!
—idam, idam!
(Danton )bu celsede yoktur; ve mebus seçildiği için ye-
rine bir başka Adliye nâzın tayin edildiğinden kararı (16.
Lûi)ye bu yenisinin bildirmesi lâzımdır.
Tebliğ ettiler. Kralın soluk yüzü hattâ düzelir gibi ol-
du. Karan müthiş bir metanetle dinledi. Yeni senenin ilk
ayının 21 inci günü idam edilecek... O gece rahat bir uyku...
Güneş doğmadan uyandı, rahibini çağırttı. Saat 8 de ken-
disini bekleyen askeri birliğin yanına gitti. Parmağındaki ni-
şan yüzüğünü çıkardı:
— Bunu zevceme veriniz ve kendisinden büyük tees-
sürle ayrıldığımı söyleyiniz!
Fransa Kralının armasını taşıyan mührü oğluna teslim
edilmek üzere vasiyetnamesiyle birlikte bir Belediye azası-
na verildi ve sonra ot arabası biçiminde bir arabaya bindiril-
di. Karşısında rahibi... Elinde, incil farzedilen kitap... Bu
kitabı tam bir teslimiyet içinde okuyarak giyotinin kurulu
olduğu meydana geldi. Papazı öptü ve görülmemiş bir sa~
ğukkanlılıkla giyotin sehpasının merdivenlerinden çıktı. Pal-
tosunu ve boyun bağını çıkardı ve basını giyotin deliğinin
yatağma uzattı.
Son sözü:
— Masum olarak ölüyorum!
Cesedi (Madlen) mezarlğına kaldırılırken yerdeki kan
lekelerine hücum eden ahali, mendil, kâğıt, gömlek ve silâh
gibi eşyalarını, hatıra diye bu kana buladılar. Daha o gün
bazı Ingilziler de, karakterleri icabı, bu eşyayı parayla satın
almaya başladılar.
ÖTESD
Fransız ansiklopedilerinin, dürüst, faziletli, iyi kalpli, fa-
229
kat kararsız, tereddüt hastası ve hem kelâm, hem fiilen ta-
arruz imtiyazından mahrum diye tarif ettikleri (16- Lûi) ile
Adnan Menderes arasında, karakterleri ve bilhassa müdafaa-
larındaki zaaf bakımından büyük bir yakınlık görmek ye-
rinde olur. Kelâmın o kadar gözde olduğu ve ön plânı aldığı
o devirde (16. Lûi) ölüme atılırcasma bir cesaret göstersey-
di, belki de o cesareti gösteremediği için üç ayaklı sehpada
can veren Adnan Menderes'e tersinden misal teşkil edebilir
ve hürriyet adına zulme varan bir kin ve gayzı, ancak 7 rey
fark belirtici bir hava içinde yenebilirdi. Fakat (Robespiyer)
ve kumpanyası bu 7 rey farkla hâkimiyeti ele aldılar ve dü-
şecekleri güne kadar sürdürdüler.
Artık (Jironden)lerle araları büsbütün açılmıştır. Kra-
lın idamından büyük tehlikeler doğabileceğini ileriye süren-
lerin (tez)i kazanmıştır.
îşte, İngiltere, Hollanda ve İspanyaya karşı harp...
Mağlûbiyetler... 1793 yılı Mart ayında (Eks Lâsapel) boşal-
tıldı. Fransamn yeniden düşman ayağı altında çiğnenmeye
başlaması ve buna karşı içte fevkalâde şiddetli tedbirler
alma zorunda kalınması...
Meşhur (Terör - dehşet) devri açılmıştır. Bu devrin de
(sembol)ü (Robespiyer)...
Meclis, fevkalâde tedbirlerin başında, Bütün Fransayj
sımsıkı bir merkeziyete bağlamak ve ona göre fedakârlığa
davet etmek üzere, ordulara, askerî limanlara, müstahkem
mevkilere ve bazı vilâyetlere temsilciler gönderdi. Bu temsil-
ciler «astığı astık, kestiği kestik» olarak her selâhiyete ma-
lik... 300 bin askerin silâh altına alınmasiyle vazifelendirilen i
bu temsilciler, gayet sert tutumları içinde aynada birer (Ro-
bespiyer) hayali... ',
VE İHTİLÂL MAHKEMESD... Dışarıya doğru bu hamle
yapılırken, Fransa, içinden de temizlenecek ve (Konvansi-
yon) efelerinin inkılâp düşmanı saydığı herkes, bu mahke-
melerin hükmiyle giyotin altına sürülecektir. Daha önce
kurulan mahkemelerin, ismi üstünde ve cismi yerinde olarak
bu mahkemeye nispetle mvekii, timsaha göre kertenkele
bile değildir. Belediyeler hâkimiyetiyle kendi nüfuzunu (Ro-
bespiyer)in şahsında birleştiren (Montanyar)lar, Pariste ve
gözleri önünde, gerekirse bütün Fransayı ipe çekebilecek
bir mahkeme kurulmadıkça inkılâp davasının gerçekleşe-
meyeceği kanaatinde Muhalifleri de (Jironden)ler... Hakla-
rında (Montanyar)ların sözü:
—Mademki İhtilâl Mahkemesine karşı çıkıyorlar, ev-
velâ onları temizleyelim!
Teklif, en ağır şartlarla Meclise gelince (Verniyö) ye-
rinden fırladı:
—Bu (Engizisyon)dur; Venedik (Engizisyon)undan
beter!
(Kambon) daha da ileri vardı:
—Dikkat! Böyle bir mahkeme kurarsanız namus ve
fazilet ehlinden hiç kimse umumî hizmet işine girmez!
Nihayet (Danton) araya girdi:
—Mahkemenin bakacağı suçlan sınırlayalım: İnkılâp,
hürriyet, eşitlik, birlik, hükümet vahdeti, iç ve dış emniyet-
ler aleyhine işlenecek ve bu ölçülere aykırı bir hükümet
teşkilini hedef alacak suçları muhakeme etmek üzere fev-
kalâde bir mahkeme... Böylesi olabilir.
Meclis, böyle bir mahkeme teşkiline ve kararlarının
kat'î ve temyiz dışı olmasına karar verdi. (Danton), farkın-
da olmaksızın bir müddet sonra o mahkemeden kendi hak-
kında çıkacak idam hükmünü imzalıyordu.
VE UMUMÎ SELÂMET KOMDTESD... Hükümet yerine
kaim İcra Kuvvetleri Heyetini murakabe etmek ve adetâ bir
türlü mevkiini bulamayan hükümeti yerleştirmek üzere,
"9 âzalı, 4 şubeli, garip ve hiçbir usule uymaz bir teşkilât...
Bir de, bütün Fransada zabıta işlerine bakmak üzere
«Umumî emniyet komitesi...»
O sıralarda Meclis ekseriyeti (Jironden)lerdedir. Bele-
diye ise (Montanyar)lara döndükçe müthiş bir ihtilâlci, (Ji-
230
231
ronden)Iere yöneldikçe de kanun ve hukuka baş eğici bir
rolde...
Başında bulunduğu Umumî Selâmet Komitesinin sınır-
sız bir kuvvete doğru ilerilemesiyle büyük bir nüfus kaza-
nan (Danton), tarafları kaynaştırmak için var kuvvetiyle
çalışıyor ama hiçbir şey başaramıyor. Zira kendi samimî-
liğine karşı sinsilik ve kapalılıkta korkunç (Robespiyer) ona
yardım etmiyor; zira gözünü, nüfuzu altındaki Belediyeler
yolundan (Jironden)leri tasfiye etmek ve (Danton)un yerini
almak noktasına dikmiş bulunuyor. O, topyekûn iktidarı
devşireceği günün arafesindedir.
Belediye, 10 Nisan günü. Meclise iradesini tebliğ etti:
—Azanızın ekseriyetini teşkil eden (Jironden)ler millet
düşmanıdır ve Fransayı satmak yolundadır!
(Robespiyer) bu suçlamayı destekledi ve (Jironden)leri
Fransa düşmanlariyle ortak gösterdi. (Verniyö) bu itham-
lara gayet sakin ve mantıklı bir cevap verdi ve Meclisi
tesiri altına aldı.
—Bazı adamlar, vatanseverliği başkalarına eza ve cefa
etmek, gözyaşı döktürmek yanıyorlar, inkılâp ancak korku
ve dehşet aşılamakla kemaline erdirilir kanaatini besliyor-
lar*. Ben inkılâbı muhabbetle, birlik ve beraberlikle neticeye
vardırmak metoduna taraftarım!
O ân için kalbi yumuşayan Meclis, dehşet politikasının
kuduz kalemlerinden (Mara)yı tevkife karar verdi. (Mara)
24 Nisanda ilk büyük şahsiyet olarak ihtilâl Mahkemesine
çıktı; fakat (Robespiyer) ve Belediyenin kışkırttığı halk nü-
mayişleri ve kukla hâkimler sayesinde beraat etti ve mera-
simle Meclise döndü ve (Jironden)lere haykırdı:
—Halk beni buraya alayla getirdi. Bundan sonra ben
de sizi alayla göndereceğim! Fakat darağacına!...
(Jironden)ler 100 küsur (Montanyar)ın temsilci olarak
Fransaya yayılmış bulunmasiyle de artan sayışa üstünlük-
lerini, bu ve benzeri meydan okuyuşlar karşısında göstere-
mez oldular.
31 Mayıs - 2 Haziran 1793 vakası, herhalde ipleri (Ro-
bespiyer)in elinde olarak, Belediyelerin, çan sesleriyle karı-
şık bir nümayişidir ve (Jironden)lere karşıdır. 22 (Jironden)
mebusun tevkifini istediler. Fakat birçok tâviz kopartma-
larına rağmen bu isteklerini yerine getirtemediler. Böyleyken,
inkılâbı sevk ve idarede (Konvansiyon)la yanyana iki ayrı
kafa ve kol bulunduğu ve bu kafa ve kollardan ileride nasıl
olsa birinin koparılması ve kırılması gerektiği hakikatini
misallendirdiler. (Robespiyer), o, ruhu maskeli adamsa, bü-
tün nüfuzu, her şeyi nefsine çekeceği ve (Konvansiyon)a tam
hâkim olacağı âna değin, (otorite)ler arası bu akıl almaz
tezadı kastla beslemekte ve Belediyeleri telkini altında tuta-
rak (Konvansiyon)a, (Konvansiyon)u içinden zapta uğraşa-
rak da Belediyelere karşı kuvvet sağlamaya bakmaktadır.
31 Mayıs manevraları işte bu (strateji)nin eseri... Bu hal,
(Robespiyer)in gözü olan Birinci Umumî Selâmet Komite-
sine de kaygı sıçrattı. Belediye Meclisi, nazırlardan birkaçını
tevkif etmeye kalktı ve Komiteden, buna selâhiyeti olma-
dığına dair, mahcup ve ürkek bir cevaptan başka bir kar-
şılık görmedi. Hükümet rolündeki Komite, elinde ne asker,
ne bir şey hiçbir maddî müeyyide bulunmayarak Belediye-
nin karşısında iki büklüm duruyor. Belediye ise son manev-
rasını yetersiz bularak işi kat'î bir neticeye ulaştırmak isti-
yordu.
Meclise bir ihtar daha:
— (Jironden)lerden 22 kişi mutlaka tutuklanmalıdır!
Çılgın (Mara) Belediyeye giderek çan kulesine çıktı,
kocaman canlan eliyle harekete getirdi ve toplanan halk
yığınlarına bağırdı:
«— Silâha sanlınız! inkılâbı saptırmak isteyenlerin kar-
şılarına dikiliniz! Kat'î zafer sağlanmadıkça ve ortalık te-
mizlenmedikçe silâhlarınızı bırakmayınız!
Belediye, emri altında bulundurduğu «Millî Birlikler»
askerleriyle Meclisi kuşattı; buna silâhlı halk da katıldı.
ihtilâl tarafından kuşatılan, ihtilâlin merkezi mevkiin-
deki Meclis miydi, Krallık mı; • yoksa kuşatan Krallıktı da,
kuşatılan ihtilâl miydi?... işte kendi kendisini parçalama-
ya başlamış bir bünyenin bizzat bünye ihtilâlini belirtici
manzarası!.. Ve bu manzara, hem Umumî Selâmet Komite-
232
233
sini, hem de Meclisi boyunduruk altına almaya bakan (Ro-
bespiyer)in çizdiği (desen)...
(Montaryar)lardan 30 kadarı müstesna, bütün mebus-
lar âsilerin arasına girmeye ve dâvalarım halk içinde gör-
meye karar verdiler. Reis, «Millî Birlikler» kumandanı (Han-
riyo)dan askerini dağıtmasını istedi ve cevabını aldı:
— Hiyanetleri ispat edilen mebusları teslim almadıkça
dağılanlayız!
Sadece 22 (Jironden)i değil, bunlara ek 5 mebus ve 2
nazırın ilâvesiyle 29 kişinin tutuklanmasına karar verildi.
Bu arada, nazırlardan (Rolan)ın karısı (Madam Rolan), sa-
lonu ve bir nevî fikir çevresi halindeki toplantılariyle meş-
hur kadın da mevkuf... Kocası (Rolan) ise Paristen kaçmış
bulunuyor.
Belediyeye ve (Montanyar)lara birdenbire boyun eğişiy-
le, Meclis, olanca haysiyet ve itibarım kaybetmiş oldu- Umu
mî Selâmet Komitesinin de hiçbir nüfuzu kalmadı.
Vilâyetlerde, artık kendi kendisini boğazlamaya başla-
yan ihtilâlin bu son manzarasına karşı isyanlar, ayaklanma-
lar... Eyaletlerin üçte ikisi kıyam halinde...
Bunun üzerine 1793 anayasası... Bu yasa, (Montanyar)
ların, yani (Robespiyer)in programından başka bir şey de-
ğil... Maksat, eyaletleri sımsıkı merkeze bağlamak ve süt
dökmüş kediye döndürmek... Zahirde son derece hürriyetçi,
şahıs ve zümre istidadına zıt görünen, böylece Meclisten
kolaylıkla geçmesi sağlanmak istenen bu kanun, zatında
(Robespiyer)in sahte bir güler yüz maskesiydi.
Kanun 24 Haziranda kabul edildi ve dış yüzündeki sah-
teliğiyle vilâyet isyanlarını durdurmaya kâfi geldi. Peşin-
den Meclisçe Umumî Selâmet Komitesi iktidardan düşü-
rüldü. Reisi (Danton) atıldı, âzası dağıtıldı; ve hepsi (Robes-
piyer)in adamları mevkiinde 9 yeni azanın eline verildi.
(Sent Andre, Barer, Gasparen, Koton, Hero Şeşıl, Türyo,
Priyör, Sen Jüst, Rober Lende)... Bir ay sonra, azadan birini
uzaklaştırıp (Robespiyer) bizzat Komiteye girdi ve Eylül
başlanna kadar da, tam emin olamadıklarını tasfiye ederek
yerlerine (Karno, Biyo Varen, Koloderbua)yı getirdi ve hür-
riyet ihtilâlinin zulüm tahtına tek başına oturdu.
ݺte, «Büyük Komite» diye meşhur ve 1793 ve ötesinin
bütün mesuliyetini taşıyan diktatörler heyetini çerçeveleyici
heyet veya kaatiller kadrosu!...
Artık ihtilâlin idaresi, halkın elinden çıkıp bu türlü
güdücüler eline geçmekle, yepyeni, hattâ ihtilâl dışı bir yön
almış, Büyük Fransız İhtilâli, «tulûatçı» ve «zuhurat»çı
olsa da saf ve samimî şiarını kaybetmiş, yani ihtilâl bu ba-
kımdan sona ermiş ve yıktığı dünyaya karşı yepyeni bir
dünya inşası yolunda ustalar ve işçiler arası korkunç bir
boğuşmaya dökülmüştür.
Bundan ötesi eserimizin güttüğü mâna gayesi dışında
ve hayale sığmaz bir hızla inkişaf edici vakalar cümbüşün-
den ibaret olduğu için, büsbütün kısa kesiyor ve büyük as-
kerden ziyade pek büyük bir aksiyon sanatkârı bildiğimiz
(Napolyon Bonapart)a kadar sadece bir hulâsacık veriyoruz:
Her tarafta isyanlar bastırılırken (Tulon) kıyı şehri
topçu kumandanı yüzbaşı (Napolyon) sayesinde ele geçiri-
liyor. (Napolyon)un ilk zuhuru...
«Terör - Dehşet» devri tam gelişme çağında...
(Terör) mefhumuna pes ettirecek kadar (terör)cü (Ma-
ra), banyosunda, siyasetine düşman bir genç kız tarafından
hançerle öldürülmüş ve büyük adamlar mezarlığı (Pante-
on)a taşınmıştır- Bu bahaneyle bütün itham (Jironden)lerin
üzerinde... Bütün şüpheli şahısların, delilsiz, vesikasız, tev-
kifine izin ve selâhiyet kanunu
Ve nihayet 41 (Jironden) İhtilâl Mahkemesinde... Hâlâ
zindanda çürüyen ve saçları bembeyaz olan Kraliçe (Mari
Antuanet) de aynı Mahkemede... 16 Ekim 1793'de Kraliçe
giyotin başında... 31 Ekimde de 21 idam mahkûmu (Jiron-
den), 5 araba içinde «Dnkılâp Meydanı»na götürüldü ve gi-
yotinden geçirildi. Giyotin başında arkadaşlarının kelleleri
tek tek düşürülürken (Marseyyez)i söyleyen (Jironden)ler...
8 Kasımda da sır'a (Madam Rolan)a geldi. Başını giyo-
tine götürürken bu genç ve güzel kadının son sözü:
«— Ey hürriyet! Senin adına ne cinayetler ,isleniyor!»
Bunu, kocası (Rolan)m uzaklarda intihan takip etti.
234
235
Canına kıyan (Rolan) şu kâğıdı bıraktı :
« — Faziletli bir adamın naaşına hürmet ediniz!»
14 Kasımda (Manoel), 5 Aralıkta (Rabo Sent Etyen)
asıldılar. 29 Martda ihtilâlin düşünen kafası (Kondors)
intihar etti.
îç savaşı teşvik için vilâyetlere giden (Jironden)ler rast-
gelindikleri yerlerde öldürüldüler. Tarlalarda, bunların par-
çalanmış cesetleri bulundu.
îş (Jironden)lerden sonra onlan sevmiş ve beğenmiş
olanlara da sıçradı. Eski Hariciye Nâzın (Löbrön) bu yüz-
den asıldı, Maliye Nâzın (Klâvyer) hapishanede intihar etti.
İlkler kadrosunun ileri gelenlerinden (Baygi) ve (Barnav)ı
da giyotine sürdüler. Bunlar, kanunun kabulünden önceki
suç isnatlanmn yeni kanuna tatbiki gibi bir hukuk rezale-
tine kurban gittiler...
Evet; artık ihtilâl diye bir şey kalmamış; Fransa, kan
dökmekte hiçbir yırtıcı hayvan cinsinin eline su dökemeye-
ceği bir zulüm şebekesinin pençesine düşmüştür. Hem de
hürriyet, eşitlik, fikir hakkı yollarından geçirilerek... Ve
işin (Move Jeni — kötü dehâ)sı, tek ve etrafı cellât ruhlu
çıraklariyle halkalı bir adam: (Robespiyer)... Gök mavisi
renkte hadife ceketli, bıçakla kesilmişcesine bir çizgi belir-
ten sinsi ağızlı büyücü...
Birçok deli inkılâpçılar gibi o kadar ihtiras sahibi ki,
bu adam, yine birçok inkılâp hastası tarzında, ya dini kö-
künden kazımak, yahut yeni bir din icat edip onun başına
geçmek cinnetine de müptelâ...
Tarihi ve zaman ölçüsünü ihtilâlden başlatmak ve ay
isimlerine ve ayların gün sayılanna kadar değiştirmek saç-
malığından sonra bir de «Hak Mezhebi» adiyle bir din icadı
ve kiliselerin kapatılması emri... Fakat birdenbire köyler-
den başlayan bir isyan kımıldanışı önünde hemen dönüş ve
ruhanî reisi (Robespiyer) olan «Hak Mezhebi »nin zorla tat-
bikinden vaz geçiş...
Aynı zamanda (Etr Süprem — Ulvi Varlık) ismiyle anı-
lan bu mezhep, tabiat ve kâinatı azizleştirici, fakat oradan
Mutlak Varlığın mutlak tevhidine geçemeyici ve. semavî din-
236
lerin (dogm — nas)larını inkâr edici bir devrimbazlık uy-
durması olup bütün gayret ve göz boyamalara rağmen tutu-
namadı ve tez zamanda silindi gitti.
(Robespiyer), Amerikalılann (Kovboy) atı gibi tepmen
ve binicilerini yere çalan halk isimli binbir başlı mahlûku
itaat altına alır almaz «al sana hürriyet!» gibilerden vicda-
nına kadar ona hükmetmeye kalktı ve muhaliflerinden bi-
donlar dolusu kan aldıktan sonra rakiplerine döndü: En
başta (Danton) ve (Heber)... Ve (Kamiy Dömulen, Flipo,
Hero Seşel, Vesterman), filân, falan...
(Danton)un muhakemesi, tarihin, üzerinde en çok ve
nefretle durduğu bir yargılama... Birçok milletin tarihinde,
uzaktan ve yakından benzerleri bulunan, diktatör emrinde,
hak ve hakikat tayincisi, denaat ve şenaat kürsüsü... (Her-
man) adlı bir zulüm kuklası; ve (Fukye Tenvil) isimli, ef-
sanelerde bulunmaz bir vicdan ve namus yoksunu savcı...
Bunlan, hangi milletin tarihinde hangi ihtilâl mahkemesi
başkan ve savcısına benzetelim, bilmiyoruz! Fransız Temyiz
Mahkemesi âzasından namlı bir ilim adamının «Danton'-
un Katli» isimli kitabında (idamı değil de katli), mahkeme-
nin ırzına geçilen hukuk mefhumunun ve reis (Herman)la
savcı (Fukye Tenvil)in simalan çizilidir.
(Danton)u muhakemeye çekenler, onun ne müthiş bir
hatip olduğunu bildikleri; kelâma inanılan, kelâm kuvve-
tiyle kan dereleri akıtılan o devirde halkı ayaklandırması
ihtimali bulunduğunu kestirdiklerinden, o korkunç ağızı
tıkamak için bir çare düşündüler. Yoksa muhakemeyi din-
leyenlerin, sokaklarda ve mahkeme koridorlarında biriken-
lerin (Danton)dan alacakları tesir altında, savcıyı ve hâkim-
leri paralamasına kadar her şey düşünülebilir.
Çareyi enzel ve esfel savcı buldu. Hapishanede, (Dan-
tön)un hücresinde su borularını tamir bahanesiyle günlerce
şamata kopardılar, çekiç ve demir seslerinden bir kıyamet
gürültüsü altında (Danton)u uyutmadılar ve onu, koltuk
altında, bir ceset gibi adalet (!) huzuruna girdi, elini cani
savcıya uzattı ve en gür sesiyle ortalığı çınlattı:
— Bu adam, sesimi kısmak ve hakkımı savunmaktan
237,
beni alıkoymak için buraya yalınız cesedimi getirtti, ama
ben onu cesedimle tepeleyeceğim!
Mahkeme, (Danton)un hâlâ konuşabildiğini, hem de ilk
hamlede halkı coştururcasına konuşabildiğini görünce apı-
şıp kaldı.
Hemen celseyi tatil ediyorlar ve aynı günün gecesi sa-
baha karşı (Konvansiyon) dan şu kanunu çıkartıyorlar.
—ihtilâl Mahkemesi, kendisine hakaret eden ve her-
hangi bir suretle lüzum göreceği herhangi bir sanığı sorguya
çeknıeksizin hükme bağlıyabilir.
Bu, kanun değil, cinayet fermanıdır; ve kanun maskesi
altında cihanda ilk defa görülmüş bir hadise olması gerekir.
Bu satırların muharriri, adiyle ve saniyle Necip Fazıl
' Kısakürek 1952 Malatya muhakemesinde, yukarıda bahse-
dilen «Danton Katli» kitabını mahkeme heyetine uzatmış ve
şöyle demişti:
—Malûm dönme muharrir taslağını öldürtmekte be-
nim tertipçi ve azmettirici hiçbir rolüm olmadığı sabit bu-
lunduğuna ve iş kala kala yazılarımın tesirine kaldığına, bu
tesir de «gidin ve filân adamı öldürün!» şeklinde bir telkin
olarak hukukî bir yoruma imkân veremeyeceğine göre, hangi
kanuna dayanılarak muhakeme ediliyorum? Abeslerin en
büyüğü olarak öncesini de içine alan bir kanun çıkarılsın ve
mahkûmiyetime gidilsin, razıyım; Bend Deresinde beynime
bir kurşun sıkılsın ve öldürtüleyim razıyım! Fakat herkese
mahsus umumî hükümlerin böyle bir tefsire âlet edilmesi-
ne takat getiremem; bunu hukukî bir cinayet ve bizzat hu-
kukun ırzına tecavüz sayarım!
Böyle oldu; (Danton)u birkaç gün sonra ihtilâl Mahke-
mesi huzuruna çıkarıp -bildirdiler:
—Muhakeme bitmiştir!
Dünyanın en büyük hatiplerinden biri ve eski Adalet
Bakanı çıldıracak hale geldi:
—Nasıl; bitti mi?... Başlamadı ki, bitsin!...
Ve karar:
—idam!...
Onunla beraber arkadaşlarının da idamı...
5 Nisan 1794 (Dhtilâl takvimiyle 6 Terminal sene 2) giyo-
tine götürülen (Danton) ve arkadaşları... idam alayı (Sent
Honore) caddesinden geçerken oradaki konaklardan birinin
perdelerinde bir hareket... Perde aralanıyor ve gök mavisi
renginde hadife ceketli kupkuru bir surat alayı seyrediyor.
Bu (Robespiyer)dir ve son kurbanlarının ve içlerinde ihti-
lâlde baş rolü oynamış olan birinin ölüme gidişim takip et-
mektedir. Birden, asabî bir çekişle perdeyi örttü, ihtimal
ki, hatırına, tevkif kararı çıktığı gün (Danton)un Mecliste
yükselttiği şu ses geldi:
—Robespiyer! Seni de darağacma sürüklüyorum! Ben-
den sonra kellesini verecek olan sensin!
Önce (Hero Seşel)i giyotin satırına yaklaştırdılar. (Hero
Seşel) satırın altına yatmadan (Danton)u kucaklamak istedi.
Cellât kaba bir hareketle bu veda sahnesini engelledi, ku-
caklaşmalarına mâni oldu. (Danton) cellâda :
—Budala, dedi; başlarımız sepete düştükten sonra da
öpüşmemize mâni olamazsın ya!...
ihtilâl kahramanının ölümü gayet metin ve ulvi...
—Cellât, dedi; başımı gövdemden ayırdıktan sonra
saçlarımdan tut ve onu şu kalabalığa göster! Başım buna
değer!
(Kamiy Dömulen) giyotinin kan damlayan satırına baktı
mahzun mahzun mırıldandı:
—İlk hürriyet mücahitlerine lâyık bir mükâfat!
13 Nisanda, (Kamiy Dömulen) ve (Heber)in eşleriyle,
birkaç general ve «Ulvi Varlık» mezhebine ters davranan
bazı papazlar da satırın altında...
(Terör), nihayet, yeni bir din icadiyle vicdan baskısı
haline de döndürüldükten sonra (Robespiyer)in oda hiz-
metçiliği vazifesini görmeye devam etti. (Sen Jüst) ve (Ko-
ton), korkunç talâkat ve cesaretleriyle onun iki çomarı...
(Robespiyer) dönüp de (Sen Jüst)e yan gözle baktı mı, he-
men kürsüye atılıp 2 kere 2 nin 2 den eksik olduğunu iddia
edercesine hakikatleri tahrif vazifesi, (Koton)u da dürttü
mü, en olmayacak işe teşebbüs memuriyeti bu iki fedaîde...
Fransamn her köşesinde Umumî Selâmet Komitesine bağlı
238
239
heyetler Paris ihtilâl Mahkemesine av gönderirken, meşhur
kimya âlimi (Lâvazye), Kralın kızkardeşi (Madam Elizabet)
ve (Malzerb); hâsılı duyan, sezen, gören, düşünen kim varsa
boynu satırda...
(Lâvazye) idam hükmünü öğrenince, hayatı elden gittiği
halde yine insanlığa hizmeti başa alan bir fedakârlık ahlâ-
kiyle mahkemeden bir ricada bulundu:
—Kimya çalışmalarımda bütün beşeriyete faidesi do-
kunacak bir keşif üzerindeyim. Bu keşfi tamamlayabilmem
için bana en fazla iki hafta müsaade ediniz! Laboratuarımda
yanıma nöbetçi jandarmalar koyunuz ve tam murakabeniz
altında çalışmamı sağlayınız! Ondan sonra giyotine gideyim!
Mahkeme düşündü ve:
—Bu teklif, siyasî bir oyun olmak ihtimaline karşı
reddedilmiştir!
Kararını verdi, (Lâvazye)i giyotine gönderdi ve böylece
ilmi ve insanlığa faide fikrini de astırmış oldu.
(Robespiyer)in hâkimiyet taktiğinde en büyük başarı-
larından biri, ihtilâl kabadayısı Belediyeyi dize getirmek
oldu- O zamana kadar arkasını sıvazlayarak nüfuz ettiği ve
iradesine tâbi kıldığı Belediyeyi, bu defa, ona mücerrer
olarak mevkiini ve haddini bildirmek ve büsbütün zaptet-
mekle de ağı içine aldı. Bütün nüfuz ve irade mihrakını
Umumî Selâmet Komitesi emrinde toplamak üzere, bir Ko-
miteyi Belediyeye el koymaya memur etti. Belediye Reisi
atıldı ve yerine, elinde hiçbir nüfuz bırakılmamış ve su ka-
tılmamış bir (Robespiyerci) getirildi. Belediye şubelerinde,
efeliğin elden çıktığını görüp de direnmeye kalkışanlar sili-
nip süpürüldü. (Jakoben)ler Kulübü de sindirildi ve (Robes-
piyer)in orkestrası haline getirildi.
(Robespiyer), vâkia ve ihtimal âleminde kendisine mu-
halefet taslayabilecek kim ve ne varsa son bir tırpandan
geçirmek üzere, kendi ayağiyle gelmiş bir fırsatı kaçırmadı.
(SesiL Reno) diye bir genç kızı, (Mara)yı öldüren (Şarlot
Korde)vâri, kendisine suikast tertiplemek isnadiyle suçlan-
dırdı ve, sırtına kırmızı bir gömlek giydirip giyotine gön-
derdi. Kırmızı gömlek sadece baba kaatillerine mahsus bir
idam alameti olduğu için, böylece kendisini Fransanın ba-
bası yerinde gösterdi ve Fransanın babasını korumak baha-
nesiyle zulmünü büsbütün kudurtmakta hak kazanmaya
îcalkıştı.
İhtilâl Mahkemesi idam makinesine son sür'at çalışma
emri... Öyle oldu ki, meselâ gün doğarken işlemeye başla-
yan giyotin, gün batıncaya kadar kaç kelle düşürebilirse
düşürmeyi ihmal etmedi. 3 dakika başına l kelle kabul etsek
12 saatte 240 kelle... Daha evvel 13 ayda 1220 kişi idam edil-
mişken bu defa l buçuk ayda 8376 kelle... Gerçekten 3 da-
kikada l kelle eder ve ara yerde giyotinin kanını silmeye ve
raylarını yağlamaya bile vakit kalmaz.
Havaî mavi ceketli adam o kadar ileriye vardı ki, Mec-
lise danışılmaksızın Umumî Emniyet Komitesi tarafından
dilediği mebusu tevkif etmek selâhiyetini aynı Meclisten
kopardı.
thtilâl ordularının birtakım zaferler devşirdiği bu çığır-
,da zulmün bu derecesi, artık dile ve ele yol bulamaz olan
vicdanları öylesine burkuttu ki, bizzat Umumî Halk Selâ-
met ve Emniyet Komiteleri âzasından bazılariyle (Konvan-
siyon)dan bir grup (Robespiyer) aleyhine, fikir plânında ga-
yet mahrem bir cemiyet kurdular ve nasıl hareket edecek-
lerini plânlayamadan hadiseleri kollamaya başladılar.
O sıralarda (Robespiyer), sanki zulmünden bıkmış, vic-
danında birtakım deprem sarsıntıları duymaya başlamış
gibi, (Sent Honore) sokağındaki konağında yalnızlığa çekil-
miş bulunuyor. Umumî Selâmet Komitesinin kararlan, onun
talimatiyle olsa da, imzasını taşımadan çıkıyor ve diktatör
bir iç burkuntuya düşmüş olmak halini gösteriyor.
Muhaliflerini güçlendiren ve artık manzaraya kepazelik-
lerin kepazeliği göziyle baktıran bir hadise daha: (Katrin
Teo) adlı, ihtiyar ve tam deli bir kadın ortaya çıkıyor; ken-
•disini Tanrının annesi, (Robespiyer)! ise kendi oğlu diye
takdime davranıyor. Öyle bir hezeyan ki, (Robespiyer)i Tan-
rının kardeşi veya kendisi diye göstermekte... Tarih boyun-
ca bütün sahte kahramanların ve yalancı inkılâpçıların ge-
tirdikleri havadan bir örnek...
240
thtilâl/16
241
(Robespiyer) Mecliste ve komitelerde için için yuğurul-
maya başlayan mâna ikliminin beslediği ilk fırtına alâmet-
lerini, çekildiği yalınızlık köşesinden sezdi. Yeni takvimle
(9 Termidor) tarihinde her şeyi kaybetmek üzere (8 Termi-
dor) günü, Mecliste, «Robespiyerin vasiyeti» diye adlandırı-
lan meşhur nutkunu verdi.
Mustarip, illetli, tezadlı, nefsinden şüpheli, yalvarmadan
korkutmaya kadar her tarafı toplayıcı ve her şeye rağmen
zulüm politikasına hak verdirmeye çabalayıcı bir nutuk...
En mühim noktası, muhakeme edilmeden mahkûm edilecek
mebuslara ait isim listesi...
Bir kasırgadır kopuyor/:
(Biyo Varen) kürsüde:
—Eğer fikir istiklâline malik olmayacaksak sükûtum_
la bir diktatörün cinayetlerini kolaylaştırmaktansa, onun
naaşıma basarak zulüm tahtına çıkmasını tercih ederim!
(Kambon) :
—Namus ve haysiyetim elden gitmeden bütün Fran-
saya hitap etmek isterim: Bir adam Milletinin Meclisini
hüküm ve iradeden yoksun bırakıyor! Bu adam (Robespi-
yer)dir!
Halk Selâmet Komitesinden ve "(Robespiyer)in eski
adamlarından, yani idamlıklar listesine dahil (Kambon)a
kadar sirayet edici bu tavır, artık son rezaletlerden sonra,
müstebide gelen ruhî tutukluğun eseri... İnsanlar ve teşeb-
büsler bu ruhî tutukluğa düştüler mi, her şey kaybedilmiş
demektir.
Ertesi gün (9 Termidor) ve müthiş tecelli... (Robespi-
yer)in sadık ve belâgatli çomarı (Sen Jüst) kürsüye çıkıyor
ve efendisini tenkit eder gibi bir dille bir arabuluculuk ze-
mini açmaya çalışıyor. Fakat sözünü kesiyorlar ve «artık
perdeler yırtılmalıdır!» diye haykırmaya başlıyorlar. (8-9
Termidor) gecesi (Robespiyer) meşhur nutkunu (Jakoben)ler
kulübünde de vermiş ve şöyle demişti:
— Bu nutuk benim vasiyetnamemdir! Ben ölürsem ha-
tıramı koruyunuz!
Ve ilâve etmişti:
—Eğer ölmek gerekirse metanet ve sükûnet içinde can
vereceğimi göreceksiniz!
Kulüp âzası da ayağa kalkarak:
—Biz de seninle beraber ölürüz!
Diye bağırmışlar ve zalimi çılgınca alkışlamışlardı.
«Millî Birlikler» kumandanı (Hanruyo)ya da ertesi sabah
Meclisi kuşatması için emir verilmişti.
(9 Termidor) sabahı Mecliste (Sen Jüst)ün sözünü kesen
(Biyo Varen) daha da ileriye gitti:
—Dün gece (Jakoben)ler kulübünde hepinizin öldürül-
mesine karar verildi! Millî Meclis iki büyük tehlike arasın-
da kıstırıldığını artık görmelidir! En küçük tereddüt, bizi
ve Fransayı yok edebilir!
Bütün Meclis ayakta ve haykırmakta:
—Hayır, hayır! Vatanı ve kendimizi kurtaralım!
—Kat'î neticeli meydan muharebesinin günü bugün!
Dinleyiciler de bağırıyor:
—Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Millî Meclis!
(Robespiyer) çılgınca ileriye atıldı, söz istedi; verme-
diler :
Sesler :
—Kahrolsun müstebid!
(Talyen):
—Bu adamın kurduğu mahkeme bir İhtilâl Mahkemesi
değil, Fransayı doğrayan ve öğüten bir kıyma makinesidir!
Bu adam yeni bir (Katilina)dır!
Bir ses :
—Bizi askerle kuşatan (Hanriyo) ve taifesini tevkif
edelim!
Sesler:
—Evet, evet, tevkif!... Hainlerin uşakları hemen tu-
tuklansın!
Bir mebus :
—Artık bu rezaletler ve fecaatlar serisini durdurmanın
saati çalmaktadır. Kendisini Tanrının annesi, (Roberpiyer)i
de kendi oğlu diye satan deli bir kadına kadar türlü zehir-
ler tüttüren bir iklimde yaşamayız!
242
243
(Robespiyer) yine atıldı:
—Söz söyleyeceğim!
Her taraftan karşılık:
—Hayır, hayır, müstebid, sen söylemeyeceksin!
(Robespiyer) Meclis Reisine, kendi öz vasfiyle hitap etti:
—Kaatiller reisi! Son defa olarak söz istiyorum!
Yine söz alamadı. Mahvolmak üzere bulunduğunu kes-
tirdi. Sağ cenah mebuslarına dönüp onlardan imdat ister-
cesine bağırıp çağırırken, birden, dili tutulur gibi oldu ve
bu tutuluş hayatına mal olmaya kadar yol açtı.
Bir mebus bağırdı:
—(Danton)un kanı tutuyor! Yakalandı!
Başka bir mebus :
—Zulüm ve istibdadı sabit olan (Robespiyer)in tevki-
fini talep ederim!
Bütün Meclis bir ağızdan:
—Tamam! Reye konulsun!
(Robespiyer) bağırıyor:
—Ben ölüm isterim!
—Buna bin defa hak kazandın!
(Robespiyer):
—Ölüm, ölüm!
Müstebidin (o da mebus) kardeşiyle (Löba) isimli bir
mebus onu halkaladlar:
—Birlikte ölmek istiyoruz!
Yine bir mebus :
—Bir müstebidi devirmek ne de zormuş!
Mebuslar, ayak üstünde ve tam rey birliğiyle kararım
verdiler.
—(Robospiyer), kardeşi, (Löba), (Sen Jüst) ve (Ko-
non)un tevkifleri...
Jandarmalar hepsini birden Meclisten çıkarıp Umumî
Emniyet Komitesine götürdüler. Meclisi saran askerin başı
(Hanriyo) hiçbir şey yapamamış ve kapağı Belediyeye at-
mıştı. Onu Belediyeye tevkife gittiler. Bu defa o, gelenleri
tevkif ettirdi, ihtilâl efesi Belediye ne yapacağını şaşırmış
durumda... Millî Meclise isyan karan... Hemen kurulan bir
isyan komitesi... Reisi (Robespiyer) olacak... (Lüksenburg)
hapishanesine gönderilen (Röbespiyer)i, Belediyenin ihta-
riyle hapishane kabul etmiyor. Oradan alıp Belediyeye gö-
türüyorlar ve isyana reislik etmesini teklif ediyorlar...
—Hayır! Ben kanunsuz bir teklifi kabul edemem!
Artık besbellidir ki, müstebidin ruhu çökmüştür, isyan
bildirisini imza etmesi için eline tutuşturdukları kalemle
ancak isminin üç harfini yazabilmiş ve sonra kalemi dü-
şürmüştür.
Halkın ve Belediye şubelerinin de (Robespiyer)i koru-
makta isteksiz görünmesi üzerine (Konvansiyon) olanca te-
şebbüsü eline aldı. Belediyeyi bastılar ve bomboş bir salon-
da (Robespiyer)i, bir kurşunla çene kemiği parçalanmış,
yerde yatıyor buldular. Bir jandarma, çıkık ve sarkık kemiği
yerine oturttu. (Robespiyer)se ona, tarihin kaydedebildiği
son sözünü heceledi:
—Teşekkür ederim, oğlum!
Millî Meclis hâkim, Belediyenin boynu eğik, (Jakoben)
ler kulübü mühürlü ve (Terör) devresi sahnesinin perdeleri
kapanmakta...
Ertesi günü (10 Termidor) akşam 7.30a doğru, yaralı
çenesiyle (Robespiyer) ve arkasında 21 kişilik ekipi, giyoti-
nin başında...
Artık Büyük Fransız İhtilâli, son (Terör) istihalesinin
kapanışı neticesinde bitmiş ve yeni istihaleler boyunca (Na-
polyon)a kadar ulaşacağı bir iç kaynayış merhalesine ayak
basmıştır.
244
245
(NAPOLYON BONAPART) ve ...
GEÇDTLER
(Napolyon)a gelinceye kadar, (Terör) devrinden sonra
Büyük Fransız İhtilâlinin takip ettiği yol iki geçitten kıv-
rılır ve bu Korsikalı gözükara tipte krallık üstü krallığa,
imparatorluğa döner. Fakat (Napolyon)un misallendirdiği
imparatorluk, eski krallığın «yalınız Allaha karşı mes'ul
ve Rabbani lûtufla hükümdar» şeklindeki nefsanî imtiyaz
iradesine uzaktır, ihtilâlin çocuğu olan (Napolyon) impa-
rator ifade ve hâkimiyetini, yine ihtilâlden aldığı (elan
hamle gücü)yle muazzam bir aksiyona sarfetmiş ve sadece
(otorite) olarak kullanmış bir insan... O, belki delice ve
neticesiz rüyasını gerçekleştirmek için imparatordur; yok-
sa (klâsik) tipte bir kral olmak için değil...
Herkes (Napolyon)u büyük bir asker ve taşkın bir muh-
teris olarak tanır. Halbuki o, dünyayı dar gören ihtirası bir
tarafa, her şeyden önce bir hamle, hareket, davranış, yani
aksiyon sanatkârıdır ve bu sanatın içinde şüphesiz ki, as-
kerlik değeri de dahil... Bu bakımdan (Napolyon)un iktidar
yolunda belirttiği hamleler, herbiri kendi başına, ihtilâl
sanatı ve ruhiyatı bakımından birer şaheser...
Ona gelinceye kadar iki geçidi en kısa hatlarla hulâsa
edelim:
(Direktuar) ve (Konsülâ) devirleri...
Biraz sonra göreceğiniz hapishanede tek bıçakla intihar
eden bir sürü ihtilâlcinin belirttiği, yerine göre vahşi, ye-
rine göre fedakâr, fakat iyide ve kötüde dâvasına inanmış
ruh, sonraki devirlerde tereddiye uğramış ve ortalığı her
246
tarafın moda düşkünü züppeleri doldurmaya başlamıştır.
Sözde krallık taraftan, daha ziyade hırpani kılıklı (Terör)
vahşilerine aykırı, gayet şık giyinen ve misk kokusu sürü-
nen (Muskaden)ler... isimleri de misk kokusundan geliyor.
Peşlerinden (Enkruayabl - inanılmaz) ve (Merveyyöz -
harika kadın) tipleri... Krallık zamanının geri dönmeye
başlayan (estetik) ölçüleri... (Madam Talyen), (Madam Re-
kamye), (Madam do Stael)in, fikir, edebiyat ve politika
yuvası salonları...
(Biyo Varen) bu manzara karşısında ihtilâli telmih
,ederek istediği kadar haykırsın :
— Dikkat ediniz! Uyuyan arslan ölmüş demek değildir!
Cumhuriyetçiliği bir yüz karası, bir rezalet, bir saka-
-met gibi görenler ve bunu türlü züppe kılık ve edalarla
salonlarda ve lokallerde dile getirenler... (Mara)mn cese-
dini bile (Panteon)dan kaldırdılar. Artık (Robespiyer)in
nefsinden kinaye «Kaatiller Meclisi» diye andığı (Konvan-
siyon), hem (Terör)cüleri, hem de kralcıları sindirmek için
tedbir aramakta... Başıboş hürriyet telâkkisi dünyanın en
kanlı ihtilâlinden sonra ne demek olduğunu ve işi daima
(anarşi) ve parçalanmakta bitirmeye mahkûm bulunduğunu
göstermiştiı4.
Böyleyken akıtılan kan da durdurulabilmiş değil...
ihtilâl Mahkemesi devamda ve bu defa eski savcısı (Fukye
Tenvil)i hesaba çekmekte... Şu farkla ki, onun (Danton)a
verdirmediği müdafaa hakkına karşılık kendisine her türlü
nefs savunması imkânı bahşedilmiş... Fakat bu imkân, ben-
zerliğinin hemen bütün sefil ihtilâllerde görüldüğü, domuz
suratlı, ağzından marsık tüten bu insanlığın yüzkarası ada-
mı, kurbanlarının boynunu kesen giyotin satırından kurta-
ramamıştır.
Bir de (Baböf) belâsı... İsmi, plânı, çıkış ve varış nok-
talan tam bir tahlil ve terkibe bağlı olmaksızın ilk defa
ortaya çıkan (Baburizm), iptidaî bir sosyalizma, daha
doğrusu tohumluk komünizma hareketi... Tarihte ve hayli
eski devirlerde ufak - tefek çakıntılar gösteren bu fikir
hareketi, ilk defa (Baböf) vasıtasiyle meydan yerine dökü-
247
lür gibi oluyor; ve onun en canlı ıstırap ve sefaleti içinde
ele aldığı Paris amelesi, korkulu bir sınıf dayanağı belirt-
meye doğru gidiyor. Hadiselerin kıvrıldığı karmakarışık
yönler önünde şaşkın ve ne yaptığını bilmez (Terör) artık-
ları da bu mevzuda işçilerle el ele verme tamayülünü gös-
teriyor.
Bir de kıtlık!... Tamam!... Her şeyi en kolaycı tara-
fından gören ve istismar eden iştirakçilik fikrine meydan-
açılmıştır ve nakarat şudur:
—İnsanlık boyunca hüküm süren tasarruf ve mülkiyet-
hakkının hesaba çekilmesi gerektir.
Bu fikir veya ucuz içgüdü, l Nisan 1795'de sert bir
harekete dökülmüştür. «Ekmek» lâfından başka, dâva üze-
rinde anlayışı olmayan karışık bir halk yığını (Konvansi-
yon)u çemberlemiş ve sesini yükseltmiştir:
—Erzak ve zahire fiatları düşürülsün! Krallık taraf-
tarlarına âmân verilmesin! Vatanperver baskı altından»
kurtarılsın!
Asker, Meclisi kurtarmış ve içeriden bu hareketi teşvik,
edenler tevkif ve örfî idare ilân edilmiştir.
İlk defa (laisizm) lâfının çıkması, hükümetin dine-
karşı tarafsız vaziyete getirilmesi — (laisizm) din düşman-
lığı değil, hükümet tarafsızlığıdır —, katolikliğin serbest
bırakılması, İhtilâl Mahkemesi karariyle zaptedilen mülk-
lerin sahiplerine iadesi...
Hadise kısa bir zaman sonra tekrar patlak verdi. Millî;
Meclise yine hücum... Bir mebusun öldürülmesi ve basınına
mızrak ucuna takılarak Meclis reisine gönderilmesi... Git-
tikçe büyüyen ve gelişen «ekmek» isyanı... (Muskaden-misk-
kokulu)lar âsilere has ekmekleri gösterip onları kızıştırıyor-
lar:
—Bakın; siz çamurlusunu bulamazken mebuslar ne-
yiyor! Mebus ekmeği bu!...
Üzerilerine gönderilen askerlerin kumandanı da âsi-
lere esir... Bin gayret, bin zahmet; çabucak asker yetişti-
rilmesi ve işçi semti (Sent Antuan) mahallesinin topa tutu-
lacağı ilâm... Korkan ve toplarını, topçularım, tüfeklerini
teslim eden (Baböf)cü âsiler... Bu, Paris halkının son isya-
248
nı... İhtilâl Meclisi, kralcıların ve ordunun yardımıyle kur-
tulmuştur!
Eski zihniyette mebuslardan bir çoğunun tevkifi, bir
kaçının firarı ve geriye kalanların da hapishanede, sıra
bekleyerek, teker teker aynı bıçakla intihan... Son (Mon-
tanyar)ların da temizlenmesi...
ݺ nereden başlamış, nereye dönmüş, ne hale gelmiş-
tir!... Bu defa ihtilâl kahramanlarına edilen muamele,
«insana ceza, işlediği cinayet soyundandır» hikmetince
öbürüne yakın bir (Terör)dür; ismi de «Beyaz Terör»...
Bütün Fransada, vilâyetlerde, her yerde, bilhassa (Eks),
(Tulon) ve Marsilyada destanlık vakalar... Marsilya üze-
rine yürümeye hazırlanan (Tulon) amelesine karşılık, kral-
cılara bir mebusun hitabı:
— Eğer silâhınız yoksa babalarınızın kemiklerini me-
zarlarından çıkarınız ve dinsiz barbarlara onlarla saldırınız!
Bir kalenin yüksek kulesinden uçuruma atılan ve sivri
kayalar üzerinde delik deşik, saplanıp kalan mahpuslar...
Ölülerin göğsünde «gömülmeleri yasaktır! Gömmeye kalkan
idam olunur!» levhaları... Marsilyadaki kralcılar da aynı
hareketi (Sen Jan) kalesindeki cumhuriyetçilere tatbik
etmekte...
«Beyaz Terör»le kralcılar intikamlarını aldı, fakat Kral-
lığı iade ettiremedi. Kırmızı (Terör)ün sona ermesiyle ke-
silmiş sayılabilecek ihtilâl yolu da bu sarp ve hep dönemeçli
yollardan geçerek, artık (komik) bir duruma düşen Üçüncü
İhtilâl Meclisi (Konvansiyon Nasyonal)in kapısını kilitleme
tarihi 26 Ekim 1795'e kadar uzandı.
Meclis muhafazasına memur birlikler içinde bulunan
(Napolyon Bonapart), gözünün önünde akıp geçen bu lev-
halar karşısında ne düşündüğü meçhul, henüz otuzuna bas-
maya birkaç senesi kalmış bir gençtir; ve rivayete göre,
bu defa Meclisi basmak sırası kralcılara gelince, topçusu
ve birliğiyle onları dağıtabilmek hünerini göstermiştir. Un-
vanı da «Başkumandan Yardımcısı»...
Kralcılar 200 kadar ölü verdikten sonra ricat ettiler ve
hemen ertesi günü Paris yine eski halini alıverdi. Tiyatro
249
lar, balolar, salonlar, (Muskaden)ler, (Merveyyüz)ler, (Enkr-
rayabl)ler, züppeler, ukalâlar, (dej enere) ler...
Bir Alman askeri mütefekkirin :
—Eğer Fransız ihtilâli olmasaydı (Napolyon) binbaşı-
lıktan emekliye ayrılırdı; ve eğer prens olmasaydı Büyük
Frederik tımarhaneye atılırdı.
Diyerek kaderinin cilvesine dokunduğu adam, şüphe-
siz, bütün Fransızlarla beraber inkılâbın, ruhuna üflediği
hızla kendi öz istidadını geliştirirken Yirminci Asra 5 yıl
kala Fransada (Direktuar) geçidi açıldı, onu 1799'da. (Kon-
sülâ) safhası takip etti; ve (Napolyon) ne olduysa 19 uncu
Asrın başında ve (Konsülâ) safhasının içinde oldu.
(Direktuar) geçidi kısaca çerçevelenebilir:
(Konvansiyon)dan çikan son anayasaya göre, eski Millî
Meclis yerine «500 ler Meclisi» ve 250 kişilik «ihtiyarlar
Meclisi»... ilkine girebilmek için 30, kincisi için de 40 yaş
gerek... icra heyeti, yani hükümet ise Meclislerce seçilecek
5 azadan kurulu (direktör)ler topluluğu... Onun için de
idarenin ismi (Direktuar)...
Cumhuriyetçi azgınların görüşü:
—(Direktuar), krallığı ihya gayretinde 5 müstebidin
idare mekanizmasından başka bir şey olamamıştır.
O devrede (Baböf) ve yakınları (Dart) ve (Boonaretti)
nin kurduğu gizli cemiyet... Ve şahsî tasarrufu kaldırmak
ve bütün mülk ve mallarda iştirakçiliğe gitmekte özleşen
basit bir program... Ama, kendisinden birkaç yıl sonra zu-
hur edecek ilk sosyalizma bayraktarı (Sen Simon)dan önce,
sosyalizmanın azmanı ve son durağı olan komünizmadan
ilk işaret... Bazı siyasî ve yıkıcılıkta cesur şahsiyetlerde,
(Bâböf)ü benimsedikterinden değil, (Direktuar)ı yıkmak is-
tediklerinden (Baböf)cülerle beraber... ilk komünistlerin
gizli kulübüne, sadece bir yağma ve servet düşmanlığı psi-
koloj isiyle bazı subaylar da girmiş bulunuyor.
(Direktuar) idaresi, bunların arasına soktuğu, yine su-
bay, bir (ajan) vasıtasiyle ihtilâl hazırlıklarım haber alıyor
ve gizli cemiyeti basıyor- Basmaya memur edilen (Napolyon
Bonapart)...
Paristen çekinildiği için (Vande) de muhakeme ve idam
kararı...
(Baböf) kendisini, zehirli baş giyotine sürülmeden han-
çerliyor, fakat öldüremiyor; başını koparma vazifesi yine
giyotine düşüyor.
işte, ölümünden 150 küsur yıl sonra Türkiye komü-
nistlerinin eserini tercümeye kalkarak takibata uğradığı,
etrafında bir sürü çekişmeye yol açtığı ve ilim perdesine
bürünmeye yeltendiği (Baböf)...
Ufak - tefek isyanlar... Krallık taraftarlarının bazı te-
şebbüsleri... Eski inkılâp ruhunun tavsaması, herkesin her
şeyden bezmesi... Ufunetli bir hürriyet havasının esmeye
başlaması... Meclislerle (Direktuar) arası ihtilâflar, «500 ler
Meclisi»nin basılması, (Direktuar)ın tahakkümü... (Napol-
yon)un Alp ordusuna tayiniyle önünde büyük bir zafer uf-
kunun açılması ve birden Fransanm en namlı askeri haline
gelivermesi...
(Napolyon) 10 Aralık 1797'de Parise geldi ve (Direk-
tuar) hükümeti tarafından o kadar parlak bir törenle kabul
edildi ki, edası Büyük iskender'e benzetilebilirdi. Nutuklar
çekti, inkılâbı güya övdü ve cumhuriyeti doğruladı; fakat
Fransanm saadetini daha başka ve iyi kanunlarla temellen-
dirmek gerektiğini söylemekten geri kalmadı. O zaman, ne
(Jakoben)ler, ne kralcılar; sadece askerî bir diktatoryadan
korkan (Direktör)ler, son askerî zaferlerin şişirdiği gene-
raller eliyle cumhuriyete darbe indirilmesi karşısında
irkildiler; ve Italyadaki zaferlerinden sonra bu ihtimali en
fazla yaşatıcı bu 28-29 yaşındaki generali ne tarafa süre-
ceklerini bilemediler. Kendisine en kibar salonların şeref
köşeleri verilen, adına madalyalar bastırılan ve manzumeler
düzülen bu genç generali, Ingiltereye karşı hazırladıkları
orduya tayin ettiler. Fakat (Napolyon) Paristen ayrılmadı ve
(Siyes)le birleşip bir hükümet darbesine girişeceği yolunda
Şayialar yayılmasına sebep oldu. (Napolyon) Mısır seferine,
(Siyes) ise Berlin elçiliğine sürüldü.
Hemen noktalayalım ki, (Napolyon)un askerî zaferleri
ve harp harikaları dâvamız ve mevzuumuz dışındadır. On-
251
lann hiçbiri üzerinde durmayacağız ve yekûn halinde mâ-
nalarını billûrlaştırmakla kalacağız- Asıl dâva ve mevzuu-
muz, onun korkunç aksiyonculuğunda, gözükaralığında, in-
sanları ve toplulukları göğüslemeyi bilmesinde, topluluklara
ait en ince ruh kanunlarını sezip ona göre davranmasında..
Bu bakımdan Mısır seferi, onun, ordu çerçevesinde bile
aynı karakteri göstermesi bakımından çok dikkat çekici...
Düşmanı İngilizlerin hâkim olduğu sularda deniz aşırı
sefer cür'eti... Yakılan donanmasına rağmen karada hâki-
miyeti ve şimal istikametinde fetih yollan açmaya davra-
nışı... Akkâ önlerinde mukavemet gördüğü için değil, ordu-
sunda veba çıktığı için dönmeye karar vermesi ve ordusu-
nun kurtulması uğrunda hasta askerlerini tereddütsüzce
zehirletmesi... Bu emri alıp da tereddüt eden ordu baştabi-
binin generale sözü:
— Ben, şu kadar yüz oğlumu, geriye kalan şu kadar
bin oğlum kurtulsun diye zehirletiyorum! Size ne oluyor?...
BEKLENEN
KURTARICI
Fransa'da (Direktuar) tam bir acz ve zaaf içinde. 1797
üçte bir seçimlerinde azgın cumhuriyetçilerin galebesi..
Seçimlerin feshi... Türlü irtikâp, ihtilas, rüşvet suistimal
hikâyeleri... «500 ler Meclisi»nin tahkikat komisyonu rapo-
rundan bir cümle :
«— idare şubelerinin hiçbir kısmı yoktur ki, oraya
ahlâksızlık, fesad ve irtikâp girmiş olmasın...»
(Asinya)lar, millî > emlâk, orduların erzak ve malzeme-
leri üzerinde yolsuzluklar... Yeni zenginlerin iğneleyici ta-
vırları ve buna karşılık (Baböf)çülerin sanki bu manzara
dâvalarının ispatıymış gibi hançerli gözlerle bakışları ve
fırsat kollayışları... Eski asiller zamanındaki âdet ve reza-
letlerin, misillerce artmış, avdeti... Balolar, maskeli fuhuş
oyunları, kumar, içki, eğlence... Kadınlar, daima olduğu gibi
büsbütün azgın... Eski İsparta kadınları gibi, giyinişleri
ince tülden sadece bir atkı... Ne haya, ve ölçü, ne de dinî
veya resmî herhangi bir (otorite)... Ve güya (Direktuar)
diktatör... Fakat zerrece hüküm, itibarı kalmamış olarak...
1798'de vaziyet büsbütün feci... Askerî basanlar da tersine
dönük...
Meclis (Direktuar)a çatar:
—Suç hep sende!..
(Direktuar) Meclise cevap verir:
—Kaballat doğrudan doğruya senin!..
(Teo-flântropi) isimli, bu defa insanı tannlaştırmaya
kalkıcı ve hemen tepelenen bir mezhep...
Neticede Meclislerin (Direktuar)a galip gelişi... Dış teh-
like karşısında yeni bir (Terör) devri açma gayreti...
Cebrî istikrazlar ve Fransa altüst... (Napolyon) Mısır'-
da çembere alınmış bulunurken, orduların Almanya'da kor-
kunç hezimeti; derken (Napolyon)un birdenbire Paris'te
zuhuru. '
Onun gelmekte olduğunu 13 Ekim 1799'da haber alan
Paris sevincinden çıldırdı. Sanki her şeyi düzelteyim der-
ken herşeyi dağıtan ve eski muvazenelerini de kaybeden
Fransa, kurtarıcısını beklemektedir. Tiyatrolarda, kahve-
hanelerde, meydanlarda, sokaklarda afişler, bağırmalar,
tepinmeler... Eski (Konvansiyon) âzasından (Buden) birden-
bire kalb sektesinden ölünce, sevincinden öldüğü rivayetine
kadar jımumî heyecan ve hassasiyet... Henüz gerçek yüzü
ve yönü belli olmayan bu generali, kralcılar da, cumhuriyet-
çiler de, kollarını açmış aynı ümit içinde bekliyor- Fransa
içinden, şimale doğru, Paris'e kadar eller ve başlar üzerinde
geçip Paris'e vardı. (Direktuar), böylesine saygı ve sevgi
toplayacağını önceden kestiremediği Kumandanı, ne bir
fâtihe mahsus eda ile iki büklüm, ne de ordusunu bırakıp
kaçmış bir kumandana göre haşin bir tavırla karşíladı. Sa-
dece ciddî, kaygılı ve meraklı bir duruş...
(Enstitü) kürsüsünden verdiği nutukta Mısır seferini,
neticesiz rüyalarının gözükara bir gerçekleştirme hamlesi
olarak değil de, sadece ilmî ve fennî terakkilere zemin açıl-
ması için yapılmış gösterdi. Mısır'a kadar onu, takip eden
253
252
ilim, fen, sanat ve tefekkür adamları asıl gayenin kamuf-
laj-maskeleme) unsurları... (Bertole, Lâplâs, Monj, Şaptal,
Kabanis, Jozef Şenye) gibi ilim ve fikir şahsiyetleri onun,
Fransa'yı düzenleyecek ve Cumhuriyeti rayına oturtacak tek
adam olduğuna inanmış...
Askerden ziyade sivile benziyor. Redingot giyiyor ve
kılıç yerine kuşağında bir yatağan taşıyor. Yaratılıştan sarı
benzi, Mıs½r ikliminin tesiriyle büsbütün soluk...
Zaferler devresinde herkesin takdirine mazhar eski
çavuş (Hoş), şimdi ölmüş bulunduğu bir tarafa, (Napol-
yon)a duyulan saygı ve güven önünde bir emir eri bile de-
ğil... Kendisine rakip olacak herkes idam edilmiş ve şimdi
o tek kalmıştır... Fransa deyince hatıra (Napolyon) geliyor.
Yine (Siyes)le anlaştı; ve tekrar zafer devresine giren
Fransız orduları ortaya yeni kahramanlar çıkarmadan ha-
rekete geçmeyi kafasına koydu. Büyük ihtilâlin başından
beri tanıdığımız ihtiyar (Siyes), genç (Napolyon)u, tasarla-
dığı yeni anayasaya silâhlı bir manivela halinde destek yap-
mak istiyor ve onun ne nispette bir «kendi başına kuvvet»
fikri beslediğim henüz bilmiyordu.
Bir gün mahremleriyle konuşurken demişti ki:
—• (Napolyon) ile birlikte hareket etmek isterim. Çünkü
o, askerlerin en sivilidir. Niyeti, beni ve bir üçüncü şahsı
içine alan bir (Konsülâ) idaresi kurmaktırn Âlâ!.. Fakat so-
nunun neye varacağını şimdiden görüyorum. Tez zamanda
(konsül)leri tasfiye edecek ve kendisi başta kalacaktır.
(Napolyon) ise, (Siyes)in bu sözlerini haber alınca gül-
müş ve:
— Temenni ederim, demişti; umarım ki bu görüş ge-
lecekten hayırlı bir işaret olsun...
İLK DARBE
Kendisine, niyet ve plânını bilen veya bilmeyen nüfuz-
lulardan bazı taraftarlar ve yardımcılar tedarikledikten
sonra harekete koyulmak üzere (ferma)ya geçti. (Siyes)in
254
"irtakım kelimelerden ibaret yeni anayasa projesine hiçbir
değer vermedi ve «netice elde edildikten sonra düşünülecek
iş!» diye başından savdı.
O, kelimelerden, hususiyle boş çekişmelerden tiksinen
bir adamdır. Akkâ önlerinde ordusunu berbad eden veba,
ruhunu, öyle sarsmıştır ki, kelimecilik illetine «veba» is-
mini takmış, Millî Meclisleri de «avukatlar meclisi» diye
çerçevelemiştir. Bazı avukatlara ve umumiyetle avukatlığa
hâs lâf hamaratlığından iğrenir, sözü sadece aksiyonun bir
vasıtası bilir, gayet az konuşur ve «iş, iş, iş!» diye çırpınır.
Şahsiyetinin ana damarlarından biri de budur.
(Napolyon)un bu ilk, devleti toslama teşebbüsü, tam
da gürültüye giderken, gürültüye getirmek şeklinde oldu.
Tam hezimet noktasından zafere sıçrayarak... Bu gibi oluş-
larda kaderin harikulade ince cilvelerini, insan, adetâ gö-
ziyle görmüş gibi olur; bütün cüz'î iradeleri havanında
tuz-buz eden küllî irade karşısında hayran kalır ve insan-
oğlunun, aslında, mutlak aczden başka bir şey olmadığım
bir kere daha anlar.
(Napolyon Bonapart) Paris ve civarı garnizonunun ku-
mandanıdır; kardeşi mebus (Lüsyen Bonapart) da yine (Na-
polyon)a bir itibar nişanesi olara{ «500 ler Meclisi»nin
reisi... Her iki Meclis de, Parisin kargaşalığından uzak kal-
mak ve nü&uz merkezini daha salim bir noktaya çekmek,
şehirden kaydırmak için, Paris yakınlarında (Sen Klû)ya
nakledilmiştir. Toplandıkları şatonun içi ve dışı askerle
dolu...
Darbenin ismini veren (18-19 Brümer) günü, (Napol-
yon); yanında birkaç subay, bir gün önce nakledildiği için
henüz yerleri bile ısıtılamamış Meclisin karşısına dikildi.
Bu «Dhtiyarlar Meclisi»... Konuşuyor:
—Fransayı nasıl bıraktım ve nasıl buldum?!. Nereden
geldik, nereye gidiyoruz?!. Her şey, başını almış tereddiye
gidiyor! Hürriyet, eşitlik ve muvazeneyi kurtarmak için
ciddi ve şiddetli tedbirler almaya muhtacız!
Bağırmalar:
—Ya anayasa ne olacak?
255
Cevap :
—Her tarafı sökülmüş, yırtılmış bir anayasa Fransayı
kurtaramaz!
Yerici tezahürler...
(Napolyon) öfkeyle «ihtiyarlar Meclisi»nden çıkıp «500
ler Meclisi »ne dalıyor.
Meclisten sesler geliyor:
—Bizim için ya anayasa, ya ölüm! Süngüler bizi kor-
kutamaz! Birer birer kürsüye çıkıp anayasaya yemin edelim!
(Napolyon), bir elinde şapkası, öbür elinde kamçı, Mec-
lise girdi Arkasında, uzun boylu ve iri - yarı 4 (grenadye)
11IJI eri... Kısa boylu (Napolyon), bunların arasında, 5 mumlu
bir şamdanın yarı yarıya yanmış orta mumu gibi duruyor.
Benzi sapsarı ve hali çok yorgun... ݺte, bir ihtilâl ve aksi-
yon adamının hamle ânında bilhassa üzerinden atmas ge-
reken hâl... îlk başarısızlığı da bu hal yüzünden...
Bu hal hemen karşı tarafa kuvvet ve cür'et verdi' ve
sesler yükseldi:
Konuşturmayınız! Yere batsın diktatör!
—Kanun dışı, kanun dışı!
—Fransayı kendin zaptetmek için mi düşman ordula
r mı yendin?
—Kanun dışı, Tevkif, tevkif!
(Napolyon)un kardeşi reis (Lüsyen), eli kampanada,
çırpımr, tepinirken, beriki asabiyetle döndü ve salondan
çıktı.
Kulaktan kulağa haber cereyanı:
—(Napolyon)u «500 ler Meclis»nde hançerlemişler!...
içeride kıyamet kopar ve (Lüsyen Bonapart) reislik
cübbesini çıkarıp at#r. Curcina... (Napolyon), arkasında
manga manga asker, salona girdi. Metin adımlarla yürüdü
ve birden susup, bu âsi generalin ne yapacağına bakan me-
buslara hitap etti:
—Hepinizi tevkif ediyorum!
ilk hezimet dönemecinden sonra geriye kıvrılıp birden-
bire kendisine gelen, asıl şahsiyetini bulan (Nopolyon), in-
san ruhiyatının en ince noktasını keşfetti ve işi en yüksek
perdeden aldığı için zaferi kapabilmiştir. Hattâ biraz evvel
salondan çıkınca avluya çıkıp atına binmiş ve heyecanından
at üstünde tutunamayarak yere düşmüştür- Sonra yine to-
parlanmış ve askere haykırmıştır:
— Arkamda mısınız? Sonuna kadar beraber miyiz?
—Arkandayız! Sonuna kadar beraberiz!
Ve «Kaatiller Meclisi» artıkları, süngülerin ucuna ta-
kılmış ve boş çuvallar gibi dışarıya atıldı.
«Dhtiyarlar Meclisi»ne de, kan yerine mürekkep sızdıran
süngü ucuyla yazdırıldı:
—(Direktuar) kaldırılmıştır. Üç kişiden kurulu bir
(Konsülâ) idaresi kabul edilmiştir. Meclislerin toplantısı
belirsiz bir tarihe ertelenmiştir.
Her şey ,tam öleceği zaman dirilen ve son kozu oyna-
maktaki avantajı kestiren (Napolyon)un gözükaralığı se-
bebiyle elde edildi; (grenadye) askerleri de, (Sayira! - Her
:şey iyi olacak!) şarkısını söyleyerek, cumhuriyeti kurtarmış
oldukları hayaliyle Parise döndüler.
ÜÇ (KONSÜL)
BDR İMPARATOR
Bu üç (Konsül) zaten 3 kişiden kurulu (Konsülâ)mn
(Napolyon), (Siyes) ve (Ruje do Ku)dan ibaret âzası de-
ğildir. Evvelâ geçici (Konsül), sonra 10 sene müddetle aslî
(Konsül), daha sonra da ömür boyu daimî (Konsül) sıfa-
tiyle onun (Konsülâ) geçidinde üç oluşunun ifadesi... Ve
hepsinde Birinci (Konsül)... Gerisi malûm...
(Konsülâ)nm «muvakkat - geçici» olarak ilânı, millette
yine geçici bir hayretten başka bir tepki doğurmadı. ݺçi
sınıfı, bütün kuvvetleri ellerinden alınan halk hâkimiyeti
taraftarlarım müdafaa etmedi. (Burjuva)lar ve büyük ser-
mayedarlar ise memnun... Eski ihtilâl (potansiyel)i çok
düşük... Vilâyetlerde ufak - kımıldanışlar ve hemen bastı-
nlış...
Muvakkat (Konsülâ) 40 küsur gün idareyi elinde tuttu.
256
ihtilâl/17
257
Başta (Konsülâ)nın reisi üç azadan birinin nöbetleşe gelip
gitmesiyle olurken meşhur (Konsülâ) Anayasası her şeyi
değiştirdi ve (Napolyon)u Fransamn tek başına sahip ve
hâkimi kıldı- (Napolyon) artık, ilk devresinde de gizli gizli;
«birincisi» rolünü oynadığı (Konsülâ)nm resmen başı ve
Birinci (Konsülü)dür; ilk iki arkadaşını Senato âzalığınaî
sürmüş ve yanına iki güvenilir (piyon) seçmiştir.
(Konsülâ)mn vazife müddeti de 10 sene... '
Yeni Anayasanın 41 inci maddesi:
«— Birinci Konsül, kanunların icra mevkiine konulma-
sını emreder. «Devlet Şûrası - Danıştay» azasını, nazırları,
sefirleri ve öbür yüksek memurları, ordu erkânını, mahke-
melerdeki hükümet komiserlerini nasb ve azleder.»
42 nci madde :
«— Hükümet kararlarında ikinci ve üçüncü (konsül)
ler ancak danışma derecesinde rey hakkına sahiptirler. Bun-
lar karar defterini imza ve gerekirse kanaat ve mütalâala-
rını kaydederler. Fakat nihaî hüküm ve karar Birinci (Kon-
sül)ündür.»
Kanun değil; vatan, millet, hürriyet, muvazene, mu-
rakabe gibi aldatmaca garanti unsurları içinde en sert bir
diktatörlük sicili...
Kanun, gayet hileli şekilde milletin tasdikine sunuldu;
bazı yerlerde reye konurken bazı yerlerde bekletildi, böy-
lece (Napolyon)a her yerle ayrı ayrı ve parça parça meşgul
olmak imkânı sağlandı ve daha iş neticelenmeden 19 uncu
Asrın başlamasına birkaç gün kala bir «oldu-bitti» halinde
yürürlüğe geçirildi.
Bu (strateji) ve (taktik) yoliyle kazanılan zafere de
(Napolyon)un ikinci darbesi denebilir.
(Napolyon) bu 'anayasayla açtığı yarayı hemen birtakım
iç ve dış meselelerdeki ıslah teşebbüsleriyle sarmayı' bil-
di; böylece milletçe doğrulanmadan yürürlüğe koyduğu
diktatörlük fermanını el çabukluğuna getirmek, yani yut-
turmak hünerini gösterdi.
Şu tablo, 1799 Anayasasını ve (Napolyon)u, bütün içyüz-
leriyle gösterir:
258
Bir memur, Belediye dairesi önünde toplanan kalaba-
1 lığa Anayasayı okuyor. Memur kısık sesli ve kalabalık o
kadar boğucu ki, hiçbir şey anlaşılmıyor. Bir kadın, yanın-
daki bir kadına dert yanıyor :
—Yazık; hiçbir şey işitemedim!
—Bense tek kelime bile kaybetmedim.
—Öyleyse ne var Anayasada?...
—Tek kelime: (Napolyon)!...
Basına, tiyatroya (sansür)... O zamana kadar geçirdiği
l' de hayata karşı, şimdi (Napolyon), haşmetli bir hükümdar
edasıyla (Tüileri) sarayında...
Mevkiini kuvvetlendirmek için, yeni askerî zaferlere
muhtaç... Kumandan sıfatıyla değil de, güya seyirci olarak l
katıldığı, fakat bizzat idare ettiği (Marengo) muharebesi ve
büyük zafer...
Nihayet, hilelerinin, yahut fırsatlardan faydalanma sa-
il- natının en parlak örneği... Birinci (Konsül)e suikast, hikâye
veya vakıası... 19 uncu Asrın 24 Aralık akşamı Operaya gi-
' derken yakınında bir arabaya konulup patlatılan barut fı-
çısı... 4 ölü, 60 yaralı; fakat (Napolyon)a bir şey yok... Güya
kralcılar yapmış... Fırsat bu fırsat... Kralcılar yerine hürri-
yetçiler ve cumhuriyetçilerin tepesine inen balyoz... Ve aynı
havadan faydalanılarak halk reyinden geçirilmek yoliyle (Na-
polyon)un ömür boyunca Birinci (Konsül) ilân edilmesi...
Derken bu vaziyetten de istifade ve ihtilâlden beri beşinci
olarak bir anayasa tertibi... Artık kendisinden sonra maka-
mına geçecek olanı tayin selâhiyetine de maliktir ve bütün
Fransa, icraî ve teşriî teşkilâtiyle avucunun içindedir, ismi
de artık «Vatandaş Bonapart» değil, sadece ve heybet-
lice (Napolyon)... Sarayı, en kurnaz ve tesirli mabeyn adam-
lariyle dolu, fakat tek hâkim daima o... Senato, elinden ko-
parılıp alınan haklarına şükran(!) mukabelesi olarak, salo-
nuna (Napolyon)un mermerden büstünü oturtuyor ve böy-
lece haysiyetsiz ve şahsiyetsiz esirlik (pşikoloji)sinin âbidesi
dikmiş oluyor.
Napolyon) kralı çoktan aşmış, fakat sıfatım henüz
isimlendirememiştir- İsimse kolay; imparator... Her şey
259
hazır bir binanın kapısındaki levhayı silip yenisini yazmak-
tan ibaret...
Kralcıların kurduğu ve harakete hazırladığı gizli cemi-
yeti ezdikten ve (Dük d'Angen)i Almanyadan kaçırtıp (Ven-
san) şatosunun hendeklerinde kurşuna dizdirdikten sonra
her şey tamam... Gereken Meclis mühürleri basıldıktan ve
alt tarafı millete imzalattırıldıktan sonra:
— Yaşasın Fransızların İmparatoru!...
İMPARATOR
Bu, kısa boylu, soluk benizli, saç perçemi alnına düşük
eli yeleğinin düğme yerinde, az konuşan ve söze kumanda-
dan başka pek yer vermeyen garip adam kimdir, nedir ve
hayalinde nasıl bir dünya yaşatmaktadır?
Okuduğu askerî mektepte notlan zayıf ve şahsiyeti si-
lik gösterilen bu adam... 20 yaşlarında idrak ettiği ihtilâl
boyunca hiçbir fevkalâdelik gösterememiş olan bu adam...
Biraralık öz memleketinde hiç bir şey olamayacağı hissiyle
Türk ordusunu Islah için Türkiye'ye, olamayınca da onun
düşmanı ülkeye el açmış olan bu adam...
İmparator oldu; imparatorluğunu Fransız İnkılâbının,
kaynağını inkâr etmeyen zabıtası ve (otorite)si şeklinde
heykelleştirdi. Tosladığı ülkelere hürriyet ve medeniyet gö-
türdüğü iddiasını asla elinden ve dilinden düşürmedi; fakat
bütün bunların sonunda öyle mecnun bir ruh haleti belirtti
ki, sadece harp için harp, ihtilâl için ihtilâl, darbe için dar-
be ihtirasından ilerice hiç bir gaye temsil edemedi. Onun,
1812 Moskava bozgununa kadar, hemen hepsi imha netice-
siyle biten harplerini, dünyayı tek bir devlet ve Fransa'yı
bu devletin bir parçası, bir eyaleti farzedecek olursak top-
yekûn ve ilk safhaları muzaffer bir ihtilâl kabul edebiliriz.
Halbuki içtimaî bir bünyenin kendi içinde şahlanışı ve ken-
disini yeni bir oluşa zorlaması diye tarif edebileceğimiz ih-
tilâl, mahiyeti bakımından elbette ki,(Napolyon)un harple-
260
rine izafe edilemez. Ama onun ihtilâl cinnet ve şehvetini
ifade de mahrem ve hususî mânalar arzeder. ݺte (Napol-
yon) bu bakımdan, bizim ve mevzuumuz için değer ifade
eder.
Bütün hayatı öyle bir dinamizrna içinde geçti ki, Fran-
sa'da, türlü kanunlardan türlü tesislere kadar nice (statik)
eserler halinde büyük bir inşa sahibiyken, bütün şahsiyeti-
ni (dinamik) cephesinde topladı.
Kendisine, harp plânlarım nasıl yaptığını soran birine
verdiği cevaba bakınız:
— Ben hiç bir defa plân yapmadım ve yapmam. Vazi-
yeti bir bütün halinde ve bir anda kestirdikten sonra, anla-
rın gereklerine göre davranırım.
ݺte, dehânın ifadeside budur; ve bu hali, 20 nci Asır
felsefesinin en yüksek basamağı (Hanri Bergson), türkceye
«hads» di}'e tercüme edilen (entütisyon), tek kelimeyle seziş
melekesi olarak göstermiştir.
Bu melekenin (Napolyon)a idare ettirdiği ve mevzuu-
muzun dışında oldukları için hikâyelerine lüzum görmedi-
ğimiz harplerdir ki, olup bittikten sonra kanun ve kaidele-
rini (statik) kafalara göstermiş ve herbiri harika çapında
askerlik ilmine temel kurmuş^ hatta ana prensipleri bunca
silâh terakkisine rağmen hâlâ değişmemiştir. Görülüyorki,
başta aksiyon sanatkârı diye takdim ettiğimiz (Napolyon),
askerî dehâsını da bu mizacının bir şubesi halinde yürüt-
müş, fakat en ziyade bu sahada göze göründüğü için, üni-
forma dışı aslî ve merkezî cephesiyle gözlere gösterileme-
miştir.
O, harplerini, ruhundaki bu aksiyon fışkırışı zevkiyle
yaparken zaferlerinin bahşişini ordusuna serper ve yurdu-
na gönderir. Şajhsen bunlara düşkün değildir. İtalya'nın,
bugün (Lûvr) müzesini dolduran bütün sanat şaheserleri
ve çuval çuval altunu Fransa'ya aktarılır. Nerede ve nadide
insan yapısı olarak taşınabilir ne bulunursa fetih hakkı ifa-
desiyle Fransa'nın...
(Napolyon), herbiri kendisininkinden kuvvetli düşman
°rdularına saldırıp birleşmelerine imkân vermeyen bir hız-
261
la onları ayrı ayrı ezerken belki büyük bir kumandan, fa-
kat ancak (Anibal)in tırmanabildiği, (Alp)leri aştığı sırada
askerlerine telkin ettiği şevkle daha büyük bir aksiyoncu-
dur.
Onu (Sezar) ve iskender'le kıyaslayan, yakın çevresin-
den Kont (Lâs Kaz), hatıralarında şöyle diyor:
«— Onun dehâsı, gece ve gündüz, istirahat ve şahsî
hayat diye bir şey tanımadı. O daima meydana getirdi, ihya
etti, düzeltti, temelleştirdi, güzelleştirdi. Kralları tayin, taht-
ları tevzi, kanunları tespit etti. Ve kendisinde, harp ada-
mı şahsiyeti içinde, büyük idareciyi, fatihi, kanun koyucu-
sunu hayranlıkla seyrettirdi.»
Ve dağılmış Fransız milletini harikulade bir nizam
içinde sımsıkı yekpareleştirdiğini ve inkılâba gerçek mey-
vesini idrak ettirdiğim kaydedip onu (Sezar) ve iskender'in
üstünde görüyor. Bizse (Napolyon)a böyel bir fikrî dehâ at-
fetmeksizin, onu sadece, ruh âleminden iptidaî bir madde
halinde bütün hamle ve dâva sahiplerine örnek bir aksi-
yoncu kabul ediyor ve Türk gençliğine, ilerideki vazifeleri
bakımından ders alınacak bir misal diye takdim ediyoruz!
(Napolyon) un bilmeden ve bir dünya görüşüne bağlaya-
madan yaptığını, aynı yapıcılık kudretiyle, bilerek ve en
büyük dünya görüşü yolunda plânlıyarak yapacak kahraman-
lara yataklık edici bir gençlik...
O...
Mısır seferinde, ne yalancı tarafından gösterdiği islâm
muhabbetiyle, ne de düşmanı İngilizlerin hâkim bulunduğu
denizleri aşıp çıktığı topraklardaki zaferiyle mühim... Ne
siyasette kahraman, ne de askerlikte eşsiz... O, Akkâ kalesi
önünde uğradığı veba belâsına karşı, gözyaşlarını buhar ha-
line getiren bir iç yamşiyle hasta askerlerini zehirler, veba-
lıları korkusuzca eliyle okşarken asıl (Napolyon)dur.
Moskova bozgununda, kardan bembeyaz bir sahra üze-
rinde, beyaz atının sırtında geriye çekilirken, kara uzanmış,
donmak üzere bir nefer görüp atından inen, ısıtıcı bir mad-
de dolu matrarasını neferin açık ağzına diken ve aynı nefe-
rin gözünü açıp imparatorunu görür görmez selâm vaziye-
tinde öldüğüne şahit olan (Napolyon)... Asıl (Napolyon)...
262
Hıyanetine armağan olarak kendisine İsveç tahtı verilen
(Bernadot)un, (Vaterlo) seferinde (Napolyon)a karşı tertip-
lenecek plân mevzuunda müttefik ordular kumandanlarına:
—Siz ne diye, güya ilmî, fakat boş plânlar peşinde ko-
şuyorsunuz? Ben (Napolyon)un generaliyim ve bu sıfatla
hepinizden üstünüm! Taarruzunuzu öyle bir noktadan yapa-
caksınız ki, (Napolyon) oraya uzak yerde bulunsun... Yoksa
bir bölüğün başında olsa, o bölüğü yok edebilir, fakat yara-
mazsınız!
Diye anlattığı (Napolyon)... Asıl (Napolyon)...
Ve her şeye rağmen, her büyük aksiyoncu ve cemiyet
mimarında olduğu gibi, bellibaşlı bir ahlâk, nizam, prensip
ve disiplin şiirine tutkun (Napolyon)...
Bakınız:
Kendisini harplerde, çadırının eteğinde, sarayında ve
nihayet son menfası (Sent Helen) de gölgesi gibi takip et-
miş, sadakatte efsane çapında bir oda hizmetçisi vardır. Bu
adam (Napolyon)a bunca bağlılığına mukabil hiçbir şey bek-
lemez; yalınız tek ve mahcup bir emel besler: (Lejyon
d'Onör) nişanının icatçısı efendisinden, en aşağı rütbede,
tenekeden bile olsa bir madalya arzulamakta ve ona yıllardır
bir türlü malik olamamaktadır. Şu var ki, bu arzusunu açığa
vuramıyor, bir türlü belirtemiyor.
Bir gün, bir merasime katılmak üzere ayna karşısında
sırmalı ceketini giydirdiği imparatora mahzun mahzun ba-
kıyor. Aynadan bu hali farkeden İmparator, sadik uşağına
soruyor:
—Neyin var; çok üzgün görünüyorsun?
—Hiç efendimiz; huzurunuzda kimse üzgün görüne-
mez...
—Söyle, söyle; mutlaka bir derdin var!...
—Söyleyeyim efendimiz; bunca yıldır hizmetinizdeyim...
En küçük madalyaya olsun, hâlâ hak kazanamadım. Bunun
için üzülüyorum!
(Napolyon) gülümsüyor ve aynadan, uşağına cevap ve-
riyor:
—Hayır, çocuğum, ben sana onu veremem! Nişanları
263
Fransaya hizmet edenlere veriyorum. Sense benim şahsıma
hizmet ediyorsun!
Böylece, şahsına olan hizmeti, Fransaya hizmetten ayı-
rabilen (Napolyon)...
Tarihte ve binbir millet içinde, vatana hizmeti, kendi
sofralarına, nefsaniyetlerine ve hak dışı buyruklarına baş
eğmek diye kabul ettiren tipleri düşünecek olursak ürperi-
riz.
BÜYÜK AKSDYON VE ÖTESD
(Napolyon)un en büyük aksiyonu, felâket yolunu açmış-
olmasına rağmen, Elbe adası menfasından kaçıp Fransa kı-
yılarına çıkar çıkmaz, Fransayı ve krallık ordusunu tek ba-
şına zaptetmesidir. Yakınlarından (Kont do Lâs Kaz)ın «ta-
rih boyunca görülmemiş bir harika» diye vasıflandırdığı bu
hadise, gerçekten, ölü noktayı dönmek üzere aksiyon denk
pervanesinin nasıl itilmesi gerektiği hususunda çok büyük
ders...
Moskova, peşinden (Lâypzik) bozgunu... 500.000 lik «Bü-
yük Ordu»nun Rusya, Almanya, Fransa arası toprağa ekili-
si... Fransada krallık, Viyanada kongre... Avrupa, nizamını
altüst eden adam, nihayet ağa düşürüldükten sonra kendisi-
ne yeni bir muvazene aramakla meşgul... Kuvvet derecesi
hâlâ anlaşılamamış olan (Napolyon)un nispeten serbest şart-
lar altında Elbe adasına nefyi... Sene 1814... Avrupaya sığ-
mayan adam, şimdi, vatanı Korsika'nın doğusundaki, Elbe
isimli küçücük İtalyan adasında...
Yanında birkaç yakını, takavâri bir teknecik içinde ada-
dan kaçıyor. Boz renkli harp kaputu sırtında ve sağlı sollu
uçlarîyle tersine döndürülmüş bir tekne biçimli siyah, şap-
kası başında... Elinde dürbün, kıyıları incelemekte... Uygun
gördüğü bir yerde karaya çıkıyor. İlk işi, o taraflardaki kü-
çük bir askeri garnizonu ele geçirme teşebbüsü... Ne garip-
tir ki, biraz sonra, üstüne yürüyen koca bir orduyu zapte^
decek ve peşine takacak olan bu adam o küçücük garnizonu
eline geçiremiyor. Yeni Kralla eski İmparator arasında ne
yapacağını bilemeyen garnizon kumandanı, ona düşmanca
davranmıyor ama teslim de olmuyor. Ve (Napolyon) hiç tın-
madan, başını aldığı gibi şimale, Parise doğru yol almaya
başlıyor.
Elbe'den ayrılışı ve Fransaya çıkışı haber alınır alın-
maz, bu tek adam üzerine tertiplenen bir orducuk... Ordu
şimalden cenuba, (Napolyon)sa cenuptan şimale doğru iler-
liye dursun... (Napolyon) vaziyetten ve kendisini yakalamaya
memur bir ordu çıkarılmış olduğundan haberli...
Yakınlarından biri hâtıralarında yazıyor:
—Ne yapıyorduk, nereye gidiyorduk, ne yapabilir, ne-
reye gidebilirdik?... Koca bir krallık kuvvetine, birkaç kişi,
nasıl karşı durabilirdik?... Kıskıvrak yakalanacağımız mu-
hakkak olduğuna göre ondan sonra halimiz nice olurdu?
Ve devam ediyor:
—Kendisi bize hiçbir şey söylemiyor, en önde ve başı
önünde yola devam ediyordu. Her halde bir düşündüğü
vardı ve fikri bizden gizliydi. Belki de biz o düşünceye eri-
şemezdik. Elbette bu işde bir hikmet vardır, dedik ve inan-
dığımız adama güven gösterip, peşi sıra gittik.
Aynı ray üzerinde birbirine doğru yol alan ve biraz sonra
çarpışacak olan iki tren sanki...
Nihayet kral kuvvetlerinin öncüleri görünüyor. (Napol-
yon), adamlarına bir kaya parçasını gösterip arkasına sak-
lanmalarını emrediyor; ve kendisi, sırtında imparator üni-
forması, hızla atım sürüp öncülerin önüne düşüveriyor.
Askerler hayret ve dehşette...
Karşılarında, tek başına İmparator...
Böyle anlardaki ruh boşluklarını ve onları bir darbede
dolduruvermekteki avantajı çok iyi bilen (Napolyon) öncü-
lere haykırıyor:
—Toplanın, toplanın, toplanın!
Hiç kimse .hiçbir tepki gösteremeden toplanmaya, sı-
kışmaya başlıyorlar.
İkinci emir:
264
265
—Üstünüz nerede?... Subayınızı bulup getirin!
Bir teğmen görünüyor ve asker dalgaları toplanmakta
devam ediyor. Teğmen de dehşet içinde ve eli şapkasında,
selâmda...
—Daha yüksek bir üstünüz! Çağırınız!
Nihayet (Vaterlo) savaşında 15 dakika geç uyandığı için,
kader gereğince Avrupanın istikbalini değişmekten koruyan
ve (Napolyon)a harbi kaybettiren general, o zaman albay,
(Grüşi) görünüyor.
(Napolyon) atından iniyor, bir kaya tümseğinin üstüne
çıkıyor ve en yüksek sesiyle tane tane söylüyor:
—Fransız askeri! Sen benim eserimsin! Yanağındaki
yara izinden ayağındaki postala ve yüreğini dolduran ordu
ve hamle aşkına kadar benim eserim...
Ve iki eliyle ceketinin düğmelerini kopararak göğsünü
açıyor:
—içinizde İmparatoruna kurşun sıkacak varsa buyur-
sun! ݺte kalbim!
(Napolyon)un, gerçekten tarihte ve benzerleri arasında
eşsiz olan bu davranışını büyük tarihçi (Misle) kıymetlen-
dirsin:
«— İnsan bu kadar gözükara ve kendinden emin olunca
meydana iki şey gelir: Ya yüzlerce kurşunla delik deşik olup
toprağa serilir, yahut (yaşasın İmparator!) sesleriyle başla-
rın üstüne çıkar. İkincisi oldu ve (Napolyon) kendisini tut-
maya gelen ordunun başına geçip Paris üzerine yürüdü.»
O zamanki Paris basınının, «alçak»dan başlayıp «aziz»
kelimesinde biten ve her basamakta ton değiştire değiştire
giden sesi:
«Alçak, Elbe'den kaçtı!»
«Hain, Fransa kıyısına çıktı!»
«Sefil maceracı, bir garnizonu zorladı, ama hiçbir şey
elde edemedi!»
«Mecnun, üzerine yürüyen orduya doğru ilerliyor!»
«Ne o? Orduda bir kaynaşma, düşük İmparatoru alkış-
lama!...»
«Dnanılacak şey değil, İmparator ordunun başında...»
«Dmparator Paris yakınlarında... Fransaya şerefini iade
etmeye geliyor!»
«Büyük askerin etrafında bütün Fransa birlik...»
«Yaşasın aziz İmparator!»
ݺte her çağda ve her tarafta, umumiyetle samimiyet-
sizlik çığırtkanı basın bu olmuştur. Aynen, hak uğuruna
değil, menfaat uğruna avukatlık edenlerin hali...
100 günlük saltanat... (Vaterlo)... Korkunç bozgun...
Bu bozgun üzerinde büyük bir Alman askerî mütefekkiri
generalin kıymet hükmü:
— (Napolyon)un hemen hepsi imha hareketiyle niha-
yetlenen harpleri arasında fikir ve idare bakımından en
mükemmeli (Vaterlo)ydu. Onda da kaybetti.
Kader tecellilerini göstermek bakımından ne harikula-
de teşhis... Ya (Grüşi) 15 dakika geç uyanacak ve tutma-
ya memur olduğu nokta Alman generali (Blüher) tarafın-
dan ele geçirilecek, yahut bugünün tankları mevkiindeki
o meşhur (Napolyon) süvarisi kolordular çapında batak-
lığa saplanacak; şu olacak, bu olacak ve başta kazanılır
gibi olan harp sonunda müthiş bir hezimet halinde kaybe-
dilecektir. Kader böyle gerektirmektedir.
Bütün ömrünce nabzı dakikada 35-40'ın üzerinde atma-
mış ve:
«— Kalbimin attığını hiçbir zaman duymadım!»
Demiş olan (Napolyon), sapsarı benzi kireç renginde,
manzarayı bir tepeden seyretti ve .artık mahvolduğunu an-
ladı. Bir araba içinde, aynı kireç rengi yüzle Parise döndü,
tahtından feragatini imzaladı. (Manş) kıyılarına uzanıp, ora-
dan bir İngiliz gemisine geçti ve «düşmanlarım arasında en
asîli» dediği İngilizlere teslim oldu.
(Viktor Hügo)nun:
Yarın...
Yarın yanan Moskova,
Yann (Vaterlo),
Yann mezar...
Mısralanna uygun, ilk mezarını, okyanusun unutulmuş
bir adası (Sent Helen)de aramaya gitti.
266
267
Yanında, sadık oda hizmetçisinden başka, kanlariyle
beraber en yakınları (kont), (prens) vesaire, birkaç dostu-
nun bulunduğu bu adada (Napolyon) tam 6 yıl, sinsi ve
zalim İngiliz valisi tarafından her gün biraz daha daraltılan
bir çember içinde, eridi, ufalandı, törpülendi, yıkıldı, gitti.
1821 yılı ilkbaharında bir akşam üstü, aylarca gözleri-
ni bile kırpacak kudretten mahrum şekilde yattığı yata-
ğından doğruldu, başucunda nöbet bekleyen yakınının üze-
rine yürüdü, iskelet parmaklariyle onun boğazına sarıldı;
İmparatoruna karşı kendisini koruyamayan adamının hırıl-
tısı üzerine içeriye koşuşanlara deli gözlerle baktı, doğ-
ru yatağına gidip uzandı ve şu son iki kelimeyi söyleyip
öldü:
«— Baş... Ordu...»
Bu harika adamın ölümü de harika oldu ve bu tarafları
mevzuumuzun dışında bulunan bu harika adamdan insan-
lığa ve gerçek inkılâplara kanaatimizce yalınız şu ders kaldı:
İnsan ruhiyatına tepeden inme nüfuz sanatı içinde üs-
tün cesaret ve gözükaralığın büyük imtiyazı...
19. ASIR
İHTİLÂLLERİ
VE MASONLUK
(Napolyon)dan sonra Fransada ihtilâller, 1830, 1848,
1851, 1870 tarihlerinde olmak üzere dört tane... 1830 İhtilâli
Fransa tahtından (Burbon)ları düşürüp devleti (Lûi Filip)
koluna geçirme, 1848 ayaklanışı Cumhuriyet şekline dönme
ve (Napolyon Bonapart)ın yeğeni (III. Napolyon)u Cumhur
reisliğine getirme, 18Ş1 davranışı devleti tekrar İmparator-
luğa çevirme, 1870 hamlesi ise artık Cumhuriyet şekli içinde
yerleşme hareketlerinden ibarettir; hemen hepsi bir - ikisi-
nin kanlı olmasına rağmen küçük darbeler çapındadır ve
eserimizde yer alabilecek mahiyette değildir.
19. Asırda Fransada modalaşan ve gıdasını Büyük Fran-
sız İhtilâlinden alan kırıntı hareketler bütün Avrupada ken-
dişine bir sirayet zemini buldu ve İspanya, İtalya, Almanya,
Rusya, her tarafta bir tecrübe tahtası manzarasına büründü.
Bu bakımdan Fransız İhtilâli, bütün dünyaya model
teşkil etmiş olarak, 20. Asrın en büyük hareketi 1917 Rus
İhtilâline kadar, (Monarşi) rejimlerine karşı millî bünyele-
rin kıyamı halinde (orijinalite - asliyet) şiarını muhafaza
eder, öbürlerine yer bırakmaz ve meşhur «Hürriyet - Adalet -
Müsavat - Uhuvvet» dövizlerinden ve basit halk hâkimiyeti
düsturundan başka herhangi üstün bir dünya görüşüne de
kapı açamaz. Ve bu kolaycı tarafiyle de 19, hattâ 20. Asrın
bazı taklitçi davranışlarına folluk vazifesini görür.
Bütün bunların hepsinde de, 20. Asır başlarında Ulu
Hakan II. Abdülhamîd Hâna indirilen darbede olduğu gibi,
gizli rolü Masonluk ve Yahudilik oynar.
Gizli Yahudi servet ve hâkimiyetinin (solidarite - em-
niyet) organından başka bir şey olmayan Masonluk, Büyük
Fransız İnkılâbının başlıca yer altı sevk ve idere merkezi
olduğu gibi, onu takip eden ihtilâllerde oynadığı ve bir ta-
kım sözde idealist gafillere oynattığı rol bakımından, hem
arka, hem de ön plânı tutmayı bilmiştir. Vücut içine bir
(amip) gibi yerleşen o, mikroba kurşun çekilemeyeceğine
göre, örtünmeyi ve saklanmayı çok iyi bildiği kadar, ufune-
tini dış plâna yaymayı ve ne ince hesaplarla kontrol altında
tutmayı da becerici usta... Milî birlik havalarını fesada ver-
mek ve bütün vahdet ifadelerini çürütüp gizli Yahudi İm-
paratorluğunu kurmak için, kendisi bir ideal sahibi olmak-
sızın, yapılanları yıkmakta, sonra yıktığını yapmakta, daha
sonra onu tekrar yıkmakta ve yapmakta, hâsılı hiçbir şeyi
ayakta ve kendisine aykırı duruma getirmemekte büyük
deha, Yahudiye vergidir.
Büyük Fransız tarihçisi (Sari Senyobos) meşhur «Siya-
sî Tarih»inde Masonluğu ve Masonları, aşağı yukarı bu teş-
hise varacak şekilde ve tamamen ilmî mahiyette ortaya
koymuştur.
19. Asır kırıntı ihtilâl hareketleri veya teşebbüsleri ara-
sında, Rusya'da ilk darbe davranışı olarak (Dekabrist)Ierin
ortaya çıkışını görüyoruz. Hemen bütün Garplı ilim adam-
268
269
larının birlik olarak tespit ettikleri gibi, sadece Mason subay,
asilzade ve aydınların, yani topyekûn Masonların tertiple-
diği bu hareket, yaptıranı Yahudi ve ele vereni Yahudi,
müthiş bir ibret vesikası arzeder.
19. Asır Meksika darbelerini, bu işin başında bir asker
şöyle özleştirir;
— Vatanımızı yabancıların hakimiyetinden kurtardık-
tan sonra, iş, kurtarıcılardan kurtulmaya kalıyor!
Bir çok memleket için (döviz) belirtecek kadar güzel ve
yerinde bir söz...
Fakat bu söz ve ölçü, cenup Amerikasında, söylendiği
hadiseyle kalmamış, her defa kurtarıcılardan kurtulmayı
gerektirmiş, her defa gelen kurtarıcı, arkasından, bir de
kendisinden kurtulmayı hedef tutucu bir cereyan davet et-
miş ve bu hal bütün 19. Asır boyunca sürüp gitmiştir. İp-
lerse, uzaktan ve yakından, daima Yahudilerin elinde...
İtalyada, ilk toplantılarını boş kömür ocaklarında yap-
tıkları için kendilerine (Karbonari - kömürcüler) ismi veri-
len gizli cemiyetle Masonların nasıl el ele yürüdüğü, (Sari
Senyobos) ve (Deşan) tarafından gösterilmiştir.
Hâsılı, 19. Asırda Avrupanın hemen her ülkesinde beli-
ren ihtilâl kımıldanışları Fransız inkılâbının birer kopyası
halinde ve umumiyetle gizli Mason kurmaylarının sevk ve
idaresindedir.
(LENDN) -
Yirminci Asırda, Sırbistan, Meksika, irlanda, hattâ Os-
manlı İmparatorluğunda İttihat ve Terakki Komitesi hare-
ketlerinin ilk üçünü'değersiz, sonuncusunu ise «Türkiye İh-
tilâlleri» bahsinde kıymetlendirmeye değer bulduğumuz için
bir kalem geçiyor ve asrımızın en büyük hareketi Rus İhti-
lâlinde karar kılıyoruz.
Evvelâ ve en başta kıymet hükmü:
1917 Rus İhtilâli, yahudinin (Karl Marks) fikirde hazır-
270
layıp, iş, kapitalizma rejimini kökünden sarsmaya doğru bir
' istidat ve inkişaf kazanınca yine yahudinin (Hanri Bergson),
yine fikirde tahribine çalıştığı ve ileri safhalarında artık içe-
riden kontrol edemez olduğu ve dıştan kuşatmaya çabala-
dığı öyle bir harekettir ki, bugün kendisine medenî göziyle
bakan Batılı için en derin ruh uktesini teşkil etmekte ve be-
şerî selâmet noktasından topyekûn zaman ve mekânı kazı-
nacak ilk hedefi göstermektedir. Bugünün siyaseti de, iki
kutup etrafında hep aynı ruh uktesi ve hedef etrafında mih-
verleşmiş bulunmakta... Milletler ve devletlerden ona zıt ve-
ya meyilli olarak, bekledikleri nizamı gerçekleştirmek üzere
kutuplardan galip çıkacak olanı kollamakta ve «yaşanmaya
değer hayat» problemini bu neticeden sonraya ertelemiş va-
ziyette...
(Greko - Lâtin) medeniyeti temsilcisi Batı adamının hem
ruh ve hem maddede kökünden tahrip etmekle mükellef ol-
duğu, dallarını her tarafa yaymış komünizma ve materyaliz-
ma ağacının aksiyon tohumlan bundan 59-60 yıl önce şöyle
ekildi ve filizlendi:
— Biz köpekli ailelerden değiliz! Ama gözünüzde köpek-
ten de âdi sayılmamız gerek... Zira hem Rus, hem de ihti-
lâlciyiz biz!... Bu halimize karşı bize pansiyonunuzda oda
vermeyi kabul eder misiniz, etmez misiniz?
Üzerinde, «köpekli ailelere ve Ruslara oda verilmez!»
diye bir levha asılı bir pansiyon kapısı önünde, orta boylu,
kasketi elinde, tatar suratlı, gözleri hafif çekik ve kafası
dazlak bir adam... Karşısında da, pansiyon sahibi, eliyle açık
kapının kenarına dayanmış, önü prostelâlı, şişman ve baba-
can tavırlı bir.kadın... Karşısındaki (Mujik) kılıklı ve edalı
herife, hayretten bir karış aşağıya düşmüş çenesiyle bakı-
yor... Hale bakın ki, bu herif, Ruslara oda verilmeyeceğini
kapısına yaftalamış bir pansiyon sahibine hem Rus, hem de
ihtilâlci olduğunu söyleyebiliyor ve bu sıfatlarının oda temi-
ninde adetâ yardımcı olabileceğini sanıyor. İsviçreli kadın
dehşette... Deli mi bu adam yoksa?...
Evet bu adam delidir; inandığı ve bağlandığı davanın
271
su katılmamış, halis delisi... Bâtılların bâtılı dâvasına ina-
nışında da yüzde yüz samimî...
Bu adam (Lenin) dir, Rusyadan kaçmış ve îsviçreye ka-
rargâh kurmaya gelmiştir. Yanında birkaç arkadaşı, bura-
dan, Almanlar karşısında perişan Rusyayı takip edecek ve
ihtilâlini yapmak üzere, vatanının en çöküntülü saatini bek-
leyecektir.
(Lenin)in açıksözlülüğü, tabiîliği ve samimiliği o kadar
hoşuna gidiyor ki, İsviçreli kadının, hemen kapısını ardına
kadar açıp «buyur!» ediyor ve ihtilâlci Rusları pansiyonuna
almakta tereddüt göstermiyor.
Bütün Rus ihtilâli boyunca, anlayana, en çarpıcı ve dü-
şündürücü levhalardan birini veren bu tabloda aksiyon adam-
larına lâzım ruh haletinden, inandırma gücünden, avlama
dehâsından müthiş bir ders yatar. Ruslara ve köpekli aile-
lere oda vermemeyi prensip edinmiş olan (burjua) tipi kadın
bir darbede mağlûp olmuş ve Çar Rusyasını da aynı ruhla
mağlûp edecek adamın şartlarını önceden haber vermiştir.
O adam ki, 1904 - 1905 Rus - Japon harbi hengâmesin-
de girişilen ve komünistlerce desteklenen harekette, ihtilâl
tesebbüscülerinin, Çar kuvvetlerince ve en kanlı şekilde bas-
tırıldığım gördüğü zaman, istifini hiç bozmadan:
— Bu bir manevra oldu, demiştir; kuvvetimizi ve zaa-
fımızı anladık! (Burjua)lara dayanmak ve güvenmekle ne
büyük hatâ işlediğimizi anladık!
Asıl ismi (Vlâdinir İliç Ulyanov) olan (Lenin), komüniz-
mamn eşya ve hadiselere nakşında, yani nazariyeden çıka-
rılıp ameliye kalıplarına dökülmesinde, aksiyonculuğu ve
ihtilâlciliğinde baş rolü oynamış, ortak ve arkadaşlarının
çok üstüne çıkmış, hususî ve resmî hayatında, menfi de ol-
sa inanma vecdini hiç kaybetmemiş bir küfür idealistidir.
BDRDNCD ADIM
VE YDNE (LENDN) •
Rus ihtilâli yekûn halinde iki adımda gerçekleşti. İki
adım, iki devre... Birincisi, Çar Rusyasının cephelerde ve
yurt içinde çöküş sarsıntıları geçirmesinden doğma fırsat-
lar üzerine, işçisi, askeri, memuru ve türlü halk smıflariyle
erişilen darbe başarısı ve kurulan «Geçici Hükümet» dev-
resi... İkincisi ve tamamlayıcısı da, bu darbeyi ayrıca dar-
beleyerek kendilerine mal eden komünistlerin meydan yeri-
ne hâkim olmaları... Bunlardan ilki Şubat 1917'den başlayıp
aynı yılın Ekim ayında sona erer; öbürüyse 58 yıldır sür-
mekte olan kat'î neticeli çığın açar.
(Lenin) bu iki devreyi şöyle anlatıyor:
—Birincisi, iktidarı (Burjuazi)ye veren, ikincisiyse (Bur-
juazi)den alıp (proletarya - işçi sınıfı)na teslim eden iki
safha...
Alman orduları, kendi şark cephelerinde Rusları ber-
bad etmiş, cenupta Romanyaya kadar uzanmış ve Ruslara,
Türk toprakları üzerindeki neticesiz başarılarından başka
bütün ümit kapılan kapanmıştır. Çanakkale Boğazı zorla-
masının kırılması yüzünden artık îstanbulu almak ve müt-
tefiklerle temasa geçmek de hayal olmuştur. Açlık, sefalet,
bıkkınlık, eziklik korkunç... Askerde manevî kuvvet sıfırın
altında ve 1917 başlannda cephe kaçaklarının sayısı milyonu
bulmakta...
Bu nazik devrede, kendilerine yeni bir dünya ve Rus
cemiyetine yeni bir dayanak arayan aydınların «artık vakti
geldi!» gibilerden havaya üfledikleri mâna iki kutupludur:
Kapitalist sisteme bağlı, Fransız ihtilâli taklidi bir libe-
ralizma ve demokrasi; bir de muallâkta kalmış (Sen Simon)
cu sosyalizmayı, maddeciliğe oturtucu ve «Dlmî Sosyalizma»
veya «Alman kollektivizması» diye yaftalamış komünizma
hayalleri...
Müşahhas hamleciliğini (Lenin)'de bulan komünizma,
Rusyaya hululünü (Kari Marks)ın öldüğü 1883 sıralarında
başlatır- (Plekhanov) adlı biri o tarihte İsviçrede «Dş Hürri-
yeti Grupu» ismiyle bir dernek kurmuş ve şu fikir ve politi-
kayı gütmeye koyulmuştu:
—(Terör) ve kanlı hareket davranıştan lüzumsuzdur.
Rusya ancak bir iki devre sonra dileğimize uygun hale gele-
bilir. Evvelâ Batıyı örnek tutarak gelişmesi, sanayileşmesi,
272
ihtilâl/18
273
fabrikalarla bezenmesi ve ciddi bir proletarya sınıfına yuva
teşkil etmesi lâzımdır. Bunun için de Çarlığın bir müddet
daha devamı ve bu sınıfı doğuruncaya kadar, başına gele-
ceklerden habersiz, sanayi tesisleri kurmaya himmet göster-
mesi şarttır. Ondan sonra, Fransız inkılâbında olduğu gibi,
Çarlık bir. (burjua) hareketiyle yıkılmalı, yıkıntıyı da (bur-
jua)lardan, hazır kuvvet kadroları sayesinde (Marksist)ler
almalıdır. Başka türlü ve birden bire (feodalite - derebeylik)
idaresinden (sosyalizm)e geçilemez. Şimdilik bize, fikriyatı-
mızı yaymaktan ve onu orduya, üniversiteye ve aydın muhit-
lere sindirmeye çalışmaktan başka iş düşemez.
Fakat o sıralarda toy (23 yaşında) bir delikanlı olan
(Lenin) bu (statik) fikirlerden bir şey anlamıyor; ve hadise-
lerin aynen (Plekhanov)un görüşüne uygun düşeceğinden ve
ancak o sayede dâvayı kazanacağından habersiz, (dinamik)
zemini kurcalayıp duruyordu. Kendisi gibi, fakat komüniz-
ma ile alâkasız bir ihtilâlci olan ağabeyi (Aleksandr)ın Çarı
öldürmek için giriştiği teşebbüs üzerine idam edilmesi onda,-
Çarlık idaresine karşı müthiş bir nefret uyandırmış ve
(Marks)m nazariyelerini iki yıl boyunca süzgeçten geçirip,
kendisinden birkaç yaş büyük (Plekhanov)un derneğinden
4-5 yıl önce kıpkızıl bir ihtilâlci komünist olmuştur. Pek
genç yaşta Hukuk Fakültesini bitirişinden sonra (kapitalist)
Avrupaya geçmiş, Almanya, Fransa ve İsviçreyi dolaşmış, îs-
viçrede (Plekhanov)la tanışmış ve türlü ihtilâlci gruplar ara-
sında birlik sağlamaya çalışmıştı.
20. Asra birkaç yıl kala, o, Rusyada ihtilâl havasının baş-
buğu mevkiindedir, nazariyeci (Plekhanov)un elinden lider-
lik bayrağını çekip almıştır ve bu defa kendisi «îşçi Sınıfı
Hürriyet ve Savaş Birliği» ismiyle gizli bir ihtilâl cemiyeti
kurmuştur.
Tevkif... Zindanda 14 aylık bir mahpusluk ve Sibiryada
3 yıl menfa hayatı sürmeye .mahkûmluk... Sürgününde de-
vamlı fikir çalışmaları, tercümeler, telifler, okumalar, yaz-
malar... Yirminci Asrın zili çalarken sürgünü tamamlayış,
kurtuluş, hemen (Plekhanov) ve öbür ihtilâlcilerle temasa
geçiş ve (îskra - Kıvılcım) isimli meşhur gazeteyi dış mem-
leketlerde kurmaya teşebbüs... Londra'da, yahudi ihtilâlci
komünist (Troçki) ile buluşma, anlaşma, iş birliği...
(Dskra) 1900 yılının sonunda çıkıyor, gizlice Rusyaya
sokuluyor ve korkunç bir alâka görüyor. Bazı Türk (!) ko-
münistlerinin de (Dskra)dan ilham alarak kendilerine «Kı-
vılcım» soyadını seçtikleri bu gazete, artık istikbaldeki ih-
tilâlin borusudur ve bestecisi (Lenin) olan hareket noktasını
çizmektedir...
(BOLŞEVDK)
(MENŞEVDK)
20. Asır başında Çar Rusyasını bürüyen hava buyken
bir de ortaya (Bolşevik) ve (Menşevik) isimli, (Marksizm)
esasında aynı, fakat tatbikatta ayrı iki grup ve bunların ifa-
decisi iki fikir dairesi çıkmıştı. 1898 yılında komünizmaya
peçe olarak kurulan (Sosyal Demokrat) adlı parti, aslında
gizli faaliyetleri, hususî tavır ve lûgatçeleri, birçok memle-
ketteki yeraltı ocaklariyle, daima aynı esasa bağlı olsa da
âzası arasında usul farkı bulunan ve bir türlü hareket plâ-
nını billûrlaştıramayan bir teşekkül olmuştu. Fakat kaydet-
tiğimiz ve birçoklarının zannettiği gibi, fikirde ayrı iki mez-
hep değil de, iş görme ve siyasette zıt iki zümre... Bu arada,
(sosyal) ve (demokrasi) lâflarının daha ilk komünistlerden
başlanarak nasıl istismar edildiğine ve dolandırıcı mefhum-
lar halinde kullanıldığına dikkat!...
(Lenin) bu teşekküle el atmakta gecikmemiş ve 1903 sı-
ralarında Londrada toplanan kongrede bir bomba gibi pat-
lamıştı. Kürsüde, ağızından kelime yerine kıvılcım püskür-
ten (Lenin)...
(Lenin)in baskısı üzerine (Bolşevik) ve (Menşevik) diye,
aynı gövdenin ayrı ayrı çırpınan iki kanadı peydahlanmıştı.
(Bolşevik) tabirinin dâva ve keyfiyet ifadesiyle hiç bir alâ-
kası yoktu. O, sadece bir kemmiyet ölçüşüydü. «Ekseriyet»
mânasına geliyor ve karşısındaki zümreyi de «ekalliyet» mâ-
nasına (Menşevik) olarak isimlendiriyordu. Bu kemmiyet
274
275
ifadelerinin dayandığı basit fikir farkı da şuydu: (Bolşevik -
Ekseriyetçi)ler, yani (Lenin) taraftarları, (demokratik) ölçü-
lere zıt, öbürleriyse o ölçüler içinde bir yol takibini savunu-
yorlardı. Kısacası sertlik ve yumuşaklık farkı... Biri sert
granit, öbürü yumuşak asfalt, iki zemin... Hakikatte ekse-
riyet (Lenin) çilerde değildi ama o granit mizacın bir oyu-
niyle öyle gösterilmiş ve (anti demokratik) anlayış ve (oto-
riter) güdüm kasdiyle (Bolşevik) tabiri benimsenmişti.
Böylece geçen iki yıl...
«Kanlı Pazar» diye anılan ve (Lenin)e «Burjualara gü-
venmekle en büyük hatayı işledik!» dedirten 1905 ayaklan-
ması Çar kuvvetlerince bir mezbaha kasabı hissizliğiyle bas-
tırılmış, sarayın karla örtülü meydanı, kandan, üstüne pek-
mez dökülü, kar helvası tepsisine döndürülmüştü. Komü-
nistlerin, daha ziyade (Bolşevik) koliyle arkadan destekle-
diği ve öne (burjua)ları sürdüğü bu hareket, böylece, iflâsla
neticelenmişti.
Ondan sonra, basamak basamak, grevler, suikastler, ra-
hatsızlıklar, işçi kaynaşmaları, türlü buhranlar ve bütün
bunların hastalık ikliminde girişilen Birinci Dünya Harbi
ve basta belirttiğimiz, içtimaî, iktisadî, idarî, askerî felâket
manzarası...
îşte, «Birinci Adım» devresinin havasına girmiş bulunu-
yoruz.
Bu arada (1905) bir de ilk (Sovyet) isminin mevzuunu
buluşu, bazı deniz kuvvetlerinin isyanı, 1906 ayaklanmaları
ve Çar idaresinin bir üfürükçü elinde olanca hastalığiyle
meydana çıkması gibi âmiller...
(Sovyet)... işçi .delegelerinden kurulu komite... (Kiyef)
şehrinde başlayıp Moskova, Petrograd, yayılmaya başladı.
Moskova (Sovyet)inin başında yahudi (Troçki)... (Kronştad)
deniz üssünde ayaklanma... (Troçki) ve 300 yoldaşının tev-
kifi... 1906'da (Duma - Millet Mecilsi)nin Çar tarafından da-
ğıtılmasını takip eden ayaklanmalar ve bu defa ayaklanma-
larda köylü yığınları...
Hepsi en kanlı şekillerde bastırılıyor, köylülere bazı
imtiyazlar tanınıyor, bazı ıslahat teşebbüslerine girişiliyor,
276
grevci sayısı 5 yılda 2 milyondan 10 bine düşürülüyor (Le-
nin) Rusya ve Avrupa arası gizli gizli dolaşıyor, (Troçki)
Siberya'daki sürgününden kaçıp îsviçrede (Lenin)e katılıyor
(Lenin)in İsviçrede çıkardığı (Proletari) gazetesi 30-40 bin
baskısiyle işçi sınıfım kışkırtmakta devam ediyor ve durum
bilhassa Çarlık Başbakanı (Stolipin)in ıslahat tedbirleriyle
ihtilâlcilere elverişsiz bir (kronik - müzmin) hale gelme man-
zarası arzediyordu. îşin (Egü - had) hale gelmesi ve tepeden
inme bir harekete şans getirmesi için mutlaka içtimaî bir
zelzeleye ihtiyaç vardı.
O da Birinci Dünya Savaşiyle gerçekleşti ve bir iki yıl
içinde Çarlık idaresinin çıkardığı çöküntü sesleriyle ihtilâ-
lin ilk adım kapısı açıldı.
(RASPUTDN)
İhtilâl arefesi ve Çarlığın çöküntü günlerinde, bir devri
ve İmparatorluğu en korkunç çapta belirtici levha, (Raspu-
tin) isimli papazın suratıdır. Topuklarına kadar simsiyah
cübbeli, uzun ve kapkara sakallı, kırçıl ve simsiyah saçlı,
şimşek gözlü bu adam, 1917'yedek yıllarca Rus sarayının
şeytanı oldu. Rus sarayının şeytanı ve Çariçe'nin putu...
Onunla beraber de Rus asilzadeler âleminin yorulmak bil-
mez aygırı... Cinsî kuvvetini ömrü boyunca balık yeyip Ma-
lağa şarabı içmesine borçlu olduğu söylenen bu adam, şüp-
hesiz ki, hem maddede, hem de menfi tarafından telkin kabi^
liyetiyle ruhta, herkesten çok farklı bir yapı sahibiydi. 1903
de Petrograd'a gelmiş, halka kendisini bir aziz olarak tanıt-
mış, hak ve bâtıl dinlerden nice sahtekâr gibi keramet iddi-
alarına kalkışmış, gaib alemiyle ilgisi olduğu ve esrarlı ışık-
lar gördüğü propagandasında; gerçekteyse gafillere davra-
nışını çok iyi bilen, şeytanî bir tesir sahibi, yalınız hırs ve1
şehvet küpü bir adam...
1904... Rus tahtına bir veliaht doğurmak ateşiyle yanan
ve o zamana kadar kız çocuklardan başka evlâda nail ola-
mayan Çariçe bir erkek çocuk doğuruyor. Sarayda bayram...
277
Fakat çok geçmeden bu çocukta, annesi tarafından irsî ve
şifası imkânsız bir hastalık keşfediliyor. Bu hastalık (emo-
fili) dedikleri ve açılan yarada kanın durdurulabilmesi için
uzviyetteki pıhtılaşmaya mâni, yani en küçük bir yaradan
bütün kanın akıp gitmesi felâketine yol açıcı bir illet... Dok-
tor, ilâç, telâş, kıyamet; çaresi yok... Veliaht sık sık kriz-
ler geçirmekte ve «aman, eline bir çöp batmasın, bir iğne ucu
değmesin!» diye etrafında dört dönülmektedir. Dünyanın
dört bucağından illetine çare aranan, krizler içinde çırpınan
ve geceleri sabahlara kadar inleyip uyuyamayan (Çariviç -
Veliaht), annesi Çariçe ve babası «Bütün Rusyalartn Çarı»
m, ne yapacaklarını, kimden imdat dileneceklerini bilemez
hale getirdiği ve bu halin sürüp gittiği demlerde, birdenbire,
karşısında kara şeytanı buldu. Son derece hayal düşkünü ve
bâtıl itikat müptelâsı Çariçe, (Rasputin)in şöhretini duymuş
ve kulağında şu telkin kalmıştı:
— (Çariviç)i iyi etse etse (Rasputin) edebilir. O, sihirli
bir kuvvet sahibidir. Belki de manevî güciyle maddeye hâ-
kim bir ermiş... Onu saraya davet ediniz ve çocuğu ellerine
teslim ediniz!
Saraya bağlı asalet tabakasının yüksek (madam)lann-
dan aldığı bu telkin Çariçe'yi hemen zaptetti, (Rasputin)
saraya çağırıldı ve çocuk prens kucağına oturtuldu. (Ras-
putin) telkin kuvvetiyle çocuğu büyüleyiverdi, uyuttu, sa-
kinleştirdi ve etrafa, adetâ Veliaht'a şifa getirdiği hissini
verdi.
Ondan sonra (Rasputin) aşağı, (Rasputin) yukarı... Sim-
siyah saçları, yağlı gözleri yağ içinde bir zeytin gibi pırıl
pırıl, bu adam, artık Çarlık sarayının ve Rus asalet çevresi-
nin (1) numaralı kahramanı... Çarın karşısında bile gayet
laubali, prensesler, kontesler arasında numunelik baş aygır
rolünde, devlet ve siyasette her türlü tasarruf kudretine sa-
hip, ejderha şahsiyet... Hemen hiç yıkanmadığı için ekşi ek-
şi kir kokan, ayağındaki çamurlu (mujik) çizmeleriyle ipek
halılar üzerinde gidip gelen, boyuna içen, sefahatten sefaha-
te koşan, dilediği prensesi evine çekmesi için tek işareti ye-
ten bu iblis, ıslahatçı Başbakan (Stolipin)e emir vermeye
278
kadar ileriye vardı. Bazı başanlariyle ihtilâli önlemeye, hiç
değilse ertelemeye muvaffak olan Başbakan, ihtilâlciler ta-
rafından nefretle karşılandığı derecede, emirlerine baş eğ-
mediği için (Rasputin) ve Imparatoriçe'den de düşmanlık
gördü. (Stolipin)in 1911'de bir suikasta uğrayıp öldürülmesi
üzerine sarayda ve hükümette (Rasputin)in nüfuzu büsbütün
arttı. Bütün Rusya onu sarayın kulelerinden tüten bir felâ-
ket ve şeamet remzi halinde görmeye başladı; hususiyle ihti-
lâlciler saraya karşı hınçlarını, üzerinde topladıkları, marsık
suratlı bir korkuluk hedefi kazanmış oldular ve halk nefre-
tini gıcıkladıkça gıcıkladılar...
Harbin Rusya hesabına bir facia belirttiği 1916 yılının
son aylarında Prens (Yusupof) isimli bir asilzade, birkaç ar-
kadaşiyle birlikte kara şeytanı evine davet etti; yedirdi, içir-
di, eğlendirdi; derken bütün yüksek tabakayı avuçları içinde
tutan bu adama duyduğu hıncı, onu öldürmek ve cesedini
(Neva) suyuna atmak suretiyle gösterdi.
Yediği zehirli pastalardan hiçbir ölüm tesiri almayan
dev yapılı papaz, nihayet üç beş kişinin birden üzerine sık-
tığı kurşunlarla yere serilebildi; ve böylece Rus sarayının
felâket remzi adam geberince, perdesi açılmakta olan 1917
senesiyle beraber ölüm sırası Çarlığa geldi.
İlk adımın başlangıcı, (Rasputin)in öldürülmesindeki es-
rarlı işaretle beraber 1916 sonlarında Petrograt'taki bütün
fabrikaların topyekûn grevi...
Naralar:
—Kahrolsun Fransızlar!
—Bitsin artık bu menhus savaş!
Polis grevcilerle başa çıkamayınca ümit askerî birlikler-
de... Asker geliyor, süngülerin önüne atılıp dert yanan işçi-
leri benimsiyor ve halk yerine polise ateş açıyor.
Rusyada ve tepeden inme şekilde ilk defa görülmüş ha-
dise... Besbelli ki, uzun istipdat yıllan ve savaş felâketi bo-
yunca Rus toplumunun ruhunda, patlamak için fırsat bekle-
yen bir çıban teşekkül etmiştir; ve incecik bir zarın tuttuğu
bu çıban iğne ucu kadar ufak bir bahaneyle deşilmeye hazır-
dır. Havayı koklayamayan ve sezemeyen çevre de, budala
279
Çar ve etrafı... Bu hal ve sert disiplin zincirleriyle istenildiği
noktaya sürülmesi mümkün askerlere kadar tesirini göster-
miş ve Petrograt garnizonunun 160 binlik askerî kadrosun-
dan hiçbir imdat beklenemeyeceği ortaya çıkmıştır. Çar'ın
hususi muhafız alaylarından büyük bir kısım da cepheye
sürüldüğü için, o anda (Monarşi) idaresi yapayalnız ve mü-
dafaasız... ݺte, devlet güdücülerine bir anda takdir edip öne
atılmalarını ihtar eden nezaket noktası... Böyle anlarda ya
askerin basma geçip büyük bir şevklendirişle onu vazifeye
davet etmek, böyle bir itişe ümit ve yer kalmamışsa, halk
tarafına geçmek ve hareketi yeni ihtilâtlara varmadan ve
gizli destekleyicilerinin iradesine kapılmadan barajlayabil-
mek lâzımdır. Bu da ancak, (Napolyon) vâri üstün yaratılış-
ların kârı; ve böyle bir şahsiyet belirtmekten, Çar İkinci Ni-
kola, mümkün olduğu kadar uzak...
Cepheye gönderilen muhafız birliklerinin yerine geçir-
dikleri, çoğu işçi ve köylü kıt'alar da, bilhassa ihtilâl fikrinin
yaygın olduğu denizcilerden daha az şüpheli değil...
1917 yılı... Çar, cephedeki karargâhını bırakıp payitah-
tına dönmüştür. Maksadı, (Rasputin)in öldürülmesinden çok
sarsılan Çariçe'yi teselli etmek ve 13 yaşındaki, artık dok-
torsuz kalmış oğlunu görmek... Çar, kendisi cephedeyken
olan hadiselerin üzerine hiç eğilmek niyetinde değil... İngiliz
sefiriyle konuşurken, elçinin, «halk güvenini kazanmaya ba-
kınız!» ihtarına şu cevabı veriyor:
«— Asıl 'halk benim güvenimi kazanmaya baksın!»
Bu lâf, Rus sarayının hangi gaflet ve mahvet (benlik)
ruhiyatı içinde boğulmuş bulunduğunun korkunç vesikası...
Payitahtta hususî bir inzibat bölgesi tertibatı alınıyor,
polise makineli tüfek dağıtılıyor, 1905 «Kanlı Pazar» yürü-
yüşünü en vahşi şekilde tepelemiş olan (Kabaloo) bölge ku-
mandam tayin ediliyor ve böylelikle kıyam selinin durduru-
lacağı umuluyor. Halbuki bu bir (palyatif - sathî) tedbirdir
ve marazı kökünden ele almak iktidarında değildir.
14 Şubatta Petrograt muazzam bir greve ve yürüyüşe
sahne... (Duma) açılmış ve işçiler Meclis lehine tezahüre
geçmiştir. Hükümet, (Duma)nın açılış törenine iştirak etmi-
yor. Protestolar...
23 Şubat «Milletler Arası Kadınlar Günü»... Greve ka-
dın işçiler yeni bir şekil verdi. Kadın, çoluk - çocuk, deh-
şetli bir kalabalık, kalın buz tabakalariyle örtülü (Neva) neh-
rini yürüyerek aştı ve şehir merkezine aktı. Polisin ateşi...
Kalabalığa' vız geldi- Yürüşçülerin sayısı, erkeklerin de ka-
tılmasiyle 300 bin... «Ekmek isteriz!» çığlıkları...
O sene kış da çok şiddetlidir; fakat midelerin feryadı
dururken kimse «yakacak isteriz!» diye haykırmayı düşün-
memektedir. Ekmek, her derdin başı, bütün ihtilâllerin anah-
tarı ve tarihin her defa, her vakada gösterdiği ayaklanma
vesilesi...
Rus İhtilâlinde ilk adım, devresinin başlangıcını 23 Şu-
bat «Milletler Arası Kadınlar Günü» kabul edebiliriz. İhtilâ-
lin (Lenin)den sonra birinci şefi (Troçki), «Rus İhtilâli Ta-
rihi» eserinde, ilk adım devresini kadınların açtığını ileri
sürer. Aynen «Büyük Fransız İhtilâli»nin (Versay) üzerine
kadınlar yürüyüşünde olduğu gibi...
Çar İkinci Nikolâ, iradesi güçlensin diye (Rasputin)
tarafından üfürüklenmiş ve Çariçe eliyle cepheye gönderil-
miş elmadan herhangi bir kuvvet devşirebilmiş değildir.
İLK ADIM
23 Şubat hadiseleriyle başlamış kabul edebileceğimiz
ihtilâl 27 Şubatta, ilk devreye ait bütün hüviyetiyle su yü-
züne çıktı. O güne gelinceye kadar kimse işin farkında de-
ğil ve idareciler olanları âdi nümayişler çerçevesinde gör-
mekte... Çar hemen cephedeki karagrâhına dönmüş, Çariçe
de kabul merasimleriyle meşgul... 23 Şubat akşamı (Bolşe-
vikler bir toplantı yapmış ve şu görüş etrafında birleş-
miştir :
— Hadiseler büyük bir hız aldı. Bu hız işi bir ihtilâle
kadar götürebilir. Bu hali umumîleştirmek için, başta Mos-
280
281
kova, bütün büyük şehirlerde tahriklere geçmeliyiz!
24Şubat... Grev büsbütün azgın ve sesler büsbütün
korkutucu:
—Kahrolsun Hükümet! Kahrolsun mutlakiyet ida-
resi!...
Rus askerinin malûm tavrından sonra, Kazaklar da
«ateş!» emrine itaat göstermiyor ve daha o günden hükü-
metin teslim olma vaziyetine geçtiği görülüyor. Ama o gün
hiçbir taraf nihaî hamleye girişebilecek aydınlık bir şuur
sahibi bulunmuyor. Ortada, küçük yığınların başları müs-
tesna, hareketi peşine takabilecek büyük baştan da eser
yok...
25Şubat... Hadiseler kabara kabara gelişirken bu defa
gençlik ve talebeler de işin içinde... Kızıl bayraklar taşıyan
gruplar Fransız ihtilâlinin (Marseyyez) marşını söylüyor.
Başlangıçta dâvanın, sadece Çar idaresine duyulan hınçtan
ibaret ve ne kadar renksiz olduğuna bakın!. Kızıl bayrak-
lar, arka plândaki (Bolşevik)lerin sokuşturmalarından baş-
ka bir şey değil... O sırada yeşilinden şansına kadar hangi
renk öne sürülse benimsenebilir. îşçi ise kendi ferdî der-
dinde, içtimaî dâvasında değil...
Bir polis komiseri öldürülüyor; bir başka komiser de,
ateş açmasını istediği bir bölük kumandanından şu cevabı
alıyor:
—Halka toplu ateş etmeye kalkışırsanız biz de size
ateş açarız!
(Duma), hükümetle nümayişçiler arasında şaşkın... Hiç-
bir şey yapamıyor ve hüviyeti bakımından belki de vazife-
siyken hadiselere el koyucu temsilî bir davranışa geçemi-
yor. Geçebilse ihtilâli bizzat yapmışçasına tamamlamış ola-
cak; fakat yapamıyor ve kamaşan beynini ayarlıyamıyor.
Sadece kendisine gönderilen yaralı işçileri seyretmekle ye-
tiniyor.
Çar'a telefon:
—Konuşunuz, Payitahta geliniz! Vaziyet ihtilâl çapmda
azmıştır!
Çar'ın cevabı:
282
— Bu çeşit hareketlere değer vermiyorum ve yarın
sabaha kadar ayaklanmanın bastırılmasını, sona erdiril-
mesini emrediyorum!
O akşam (Bolşevik) komitesinden ve ihtilâlcilerden 132
kişi tevkif ediliyor ama, bu hareket, orman yangınına 132
bardak su atmaktan farksızdır ve Çar'ın emri ancak bu
noktaya kadar yerine getirilebilecektir.
26 Şubat... O güne kadar işçilere karşı bir hükümet
toslaması olamayınca bu defa onların, nümayiş plânını ta-
şırarak hükümet kuvvetlerine saldırışı... Polis karakolları
basılıyor, yakılıyor ve silâhlan yağma ediliyor. Hükümet,
işçi mmtıkasındaki bu saldınşı mukabil bir saldırışla önle-
yemiyor ve henüz işgal edilmemiş hükümet ve yüksek taba-
ka muhitine sızılmasın diye (Nova) nehrinin köprülerini
kaldınyor. Fakat nehir buz tutmuştur ve ihtilâlcilere «ge-
çin!» demektedir. Buzlar üzerinden yürüyerek geçiyorlar...
Çarlık Muhafız Birliğinden bir grupun halk üzerine
ateşi... 60 ölü... Öbür gruplar havaya ateş ediyor. «Ateş!»
emrini veren subaylara isyan... Askerlerin bir kısmı, elle-
rinden silâhları alınarak kışlalarında mahpus... «Ateş!»
emrini veren subayı öldürüyorlar ve askerî isyanı birçok
birliğe yayıyorlar.
O halde her şey bitmiştir! Çar, karargâhında hatıra
defterine, o gün biraz gezindiğini, çay içtiğim, biraz oku-
duğunu ve birkaç el domino oynadığını yazmaktadır.
Basılan silâh depolan, yakılan Bakanlık binalan, cad-
delerde sökülen Çarlık armaları... 300 bin işçi ve ihtilâlci
ile 160 binlik askerî garnizon el eledir. Çar'ın son gayreti
olan (Duma - Meclis)in feshi, durumu büsbütün azıtmış ve
ihtilâli bir anda yerleştirivermiştir. Meclis, artık işçilerin
ve askerin, önünde toplandığı ve etrafında halkalandığ:
devlet (sembol)dür.
MUVAKKAT HÜKÜMET:
Şapşal ve iradesiz devlet reislerinden parlak bir örnek
283
belirten Çar ikinci Nikolâ karargâhında çay içer, domino oy-
nar ve sevgili Çariçesi'ne hissî mektuplar yazarken, asıl
müdafaa cephesinin, karşısında değil, ar kasnıda tutulması
gerektiğinden gafildir. Vaziyet o hale gelmiştir ki, Almanlar
karşısındaki yıkık dökük ordusunu yüz geri edip ihtilâlci-
lere saldırmaktan gayrı çaresi kalmamıştır. Eski hassa alay-
larından ve sadık birliklerden bir kuvvet ifraz edilerek ya-
pılması belki mümkün böyle bir hareketi de Çar Nikolâ
karakterinde birinden beklemek mümkün değil...
(Bolşevik) lerin arka plânda şuur ve sistemle sevk ve
idaresine çalıştıkları, fakat esasta sistemsiz ve hadiselere
tâbi «ilk adım-Birinci devre» hareketi, (Duma)nm feshi
gibi sonunda yapılacak bir işin başta yapılmasiyle birden-
bire devletleşme yolunu açınca artık bastırılamaz olmuştur.
(Duma)nın feshi üzerine, mebuslar, dağılacakları yerde
Meclis sarayına üşüştüler ve ihtilâlcilerin coşkun tezahürat-
ları içinde «Muvakkat Hükümet» ilân ediyorlar...
Mebuslardan, ilk devrenin kahramanı (Kerenski), Mec-
lis Sarayının balkonundan, işçi, asker ve halk kalabalıklarına
ateşli nutuklar çekiyor ve onları, ihtilâl işinin baş tekniği
olarak bütün haberleşme merkezlerini işgale davet ediyor.
— Hemen garları, telgrafhaneleri, telefon santrallerini
işgal ediniz!
Ve dedikleri yapılıyor. Hareketin en başta nasıl sistem-
siz ve herhangi bir kat'î netice (strateji)sinden yoksun oldu-
ğu bundan da belli...
Artık Çar ile payitaht arasında haberleşme imkânı da
kalmamış, Çar, önünde ve arkasında iki düşman muhasara
hattı arasında kalmıştır.
(Duma), Kurucu Meclis toplanıncaya kadar vaziyete hâ-
kim olunması için bir «Muvakkat îcra Komitesi» kuruyor
ve komiteye meşrutî krallık taraflısı bir prensle, (Duma)
reisini ve ateşli hatip (Kerenski) yi de seçiyor.
Başarıya eren ihtilâlin ilk devrede bolşeviklikle hiçbir
alâkası yoktur; ve (Kerenski) ve yakınları, daha ziyade sa-
ğa temayüllü, (Trudovik) ismini taşıyan, küçük (burjuazi)
ve köylüye dayanır bir hizipten gelmektedir. Ağaların elin-
284
deki toprağı devlet parasiyle satın alıp köylüye dağıtılmasını
prensipleştiren, bir nevi ıslahatçı ve (sosyalist) demokrasi
müdafaasında bir grup... Ve işte bu grup, zaten nereyi he-
def aldığı önceden bilemeyen ihtilâli bedava tarafından tes-
lim almış bulunuyor. Bu grubun karşısına (Bolşevik) lerden
bir hizip dikilip iktidarı paylaşmak sevdasına düşüyorsa da,
henüz kıpkızıl rengi kabullenmekten uzak bulunan Rusya,
havasının alaca renk bulanıklığını koruyor ve ilk adımda,
işçi ve askerlerden kurulu (Sovyet)in iktidara sızmasını ön-
lüyor. Vaziyete, yarı sol (liberal)ler hâkim oluyor; bunlar,
Çar'ın hal'li ve yerine başka bir hükümdar getirilmesi ve
meşrutî ölçülerle saltanatın devam etmesi üzerinde fikir bir-
liğine varıyor ve l Martta «Geçici Hükümet» teşkil ediliyor.
(Kerenski) Başbakan Yardımcısı ve Adalet Bakanı ünvaniy-
le baştadır ve bütün gayreti sağla sol arası bir hükümet ve
rejim yuğurmak...
Eski rejimin bütün büyükleri zindanda...
Çar, nihayet payitahtına dönmeye ve her şey olup bit-
• tik ten sonra bir şey yapıp yapamayacağını yakından görme-
ye karar veriyor, yolda treni, ihtilâlcilerce hatların kesildiği
ihtarı üzerine ilerliyemiyor, sağa sola kıvrılıyor, generalle-
riyle istişare ediyor ve her taraftan şu cevabı alıyor:
— Tahttan feragat ediniz!
Hatıra defterine:
«— Zül, alçaklık, ihanet, riyakârlık... Etrafımı meğer
yalınız bunlar sarmış...»
Diye yazan Çar tahttan feragatini imzalıyor ve artık her
şey (liberal) düşünceyle sol arası yamalı bohça hükümetine
kalmış oluyor.
(Petrograd) daki (Sovyet)i merkez tanıyan bütün (Sov-
yet)ler, (Lenin)in dışarıdan sökün edip idareyi teslim alacağı
7-8 ay ilerisine doğru hani hani faaliyette...
İKİNCİ VE
SON ADIM
Rus ihtilâli aslında Komünist ihtilâli demek olduğuna
285
göre mevzuumuza şimdi, «ikinci ve son adım» devresinde
girmiş oluyoruz.
Bu noktaya kadar ol'anlar, her bakımdan çöküntüye gir-
miş ve kendi kendisine bir ayaklanmayı davet edici bir ida-
renin, nasıl komünistlerce sistemli ve şuurlu şekilde basa-
mak yapıldığını göstermek içindir ve ilk devrenin, ne ihtilâl
gayesi, ne de plân ve tekniği bakmamdan kıymeti düşünüle-
bilir.
Gaye, plân ve teknik; bizim dünya, insan ve cemiyet
görüşümüze yüzde yüz zıt olarak sadece (Lenin), yani (Bol-
şevik) darbesi çığırmdadır ve almakla mükellef olduğumuz
dersler varsa, onları bu çığırda aramak lâzımdır.
(Lenin) İsviçreden takip ve uzaktan mümkün olduğu ka-
dar idare ettiği hadiselerin ilk devre kvamına geldiğini gö-
rür görmez Almanyaya geçti ve Alman idarecileriyle anlaş-
mış olarak mühürlü bir yük vagonu içinde Alman Baltık kı-
yılarına iletildi. Oradan İsveç, oradan da Finlandiya ve Rus-
ya...
(Lenin)in, kendi vataniyle harp halinde bulunan düşman
bir memleketten faydalanmaya kalkmış olmasını vatan hiya-
netiyle suçlandıranlar olmuştur. Biz bu sathî görüşe katılan-
lardan olamayız. (Lenin) bizim görüşümüzle hizmet ettiği
dâva bakımından suçludur. Yoksa herhangi bir ideal sahibi,
vatanı için beslediği gayeyi tahakkuk ettirme yolunda, gere-
kirse o vatanla savaşanlardan faydalanmakta tereddüt et-
mezse suç işlemiş olmaz; hattâ, sırasına ve gayesine göre
kahraman bile sayılabilir. Vatanım kurtarmak için, o vatanı
batırmak isteyenlerden faydalanmaya kalkmış nice kahraman
yatar tarihte... (Lenin) ise, gayesi ve hedefi bir tarafa, şüp-
hesiz ki, Rusyayı kurtarmaya gittiği kanaatindedir ve ancak
kanaatinin suçlusudur; Rusyanın düşmanına el açtığının de-
ğil... Eğer onun Rusyaya götürdüğü gerçek bir kurtuluş ol-
saydı, o zaman Almanlardan yardım istemesini suç kabul
edenler çıkabilir miydi? Almanlar (Bolşevik)ler başa geçerse
Rus Harbinin sona ereceği ve Doğudaki ordularının Batıya
aktarılabileceği ümidiyle (Lenin)i memleketine iade etmekte
fayda gördüler ve onu, emniyet altına alarak, kapılan mü-
hürlü bir vagonla Almanyadan geçirdiler.
Petrograd'ın Finlandiya garında büyük bir kalabalık...
Merkez (Sovyet) teşkilâtınca bir karşılama komitesi kurul-
muş ve (Lenin) ile beraberindeki 31 yakınını garda bekle-
meye çıkılmıştır.
Garda ileri geri dolaşan, çoğu papaklı, kürk paltom
adamlar... Aralarında tek - tuk kadınlar da var... Ayrıca
kasketli işçiler ve bereli deniz erleri...
Muvakkat hükümet kurulalı ancak 5 hafta geçmiş ve
(Bolşevik)lerin böyle apaçık şekilde şeflerini karşılamasına
mâni bir hava ve şuur henüz hükümete yerleşememiştir.
(Bolşevik)lerin o sırada, solumtrak (burjua) iktidarına karşı
tavrı «hükümet seninse, arka plânda her türlü kaynaşma ve
oluşma da benimdir!» mânasından ibaret...
Tren hayli gecikti ve 3 Nisan 1917 günü, gece vakti, iki
yanına yorgun buhar soluklan üfleyerek «işte getirebildim!»
gibilerden tiz düdük çığlıklariyle ağır ağır gara girdi.
Koşuşma... (Lenin), kansı (Krupskaya) yakın arkadaşı
(Zinovyev) ve ayrıca 29 ihtilâlci maiyeti bu trendeler... Tren-
den ilk atlayan ve elini kansına uzatıp inmesine yardım
eden (Lenin)... 29 kişilik grup içinde belirli tiplerden (Sokol-
nikov); karşlayanlar arasında da, Parti Merkez Komitesi
temsilcilerinden (Kamenev) ve (Raskolnikov)... Karanlık
garda, sarmaş - dolaş öpüşmelerden, el sıkmalardan, buket
sunmalardan sonra (Lenin)i alıp, bizde «şeref salonu» diye
isimlendirilen «imparator salonu»na götürdüler... Salonda
Çarlık armasiyle Çar ve Çariçe'nin resimleri sökülmüş ve
yerlerinde duvar renginden daha açık birer zemin kalmış-
tır. (Lenin)i duvarda Çar ve Çariçe'nin kaldırılmış resimle-
rini ihtar eden dört köşe iki açık renkli zemin arasındaki
kanapeye oturttular ve bol ışıklı salonda, şeflerinin yüzüne
dikkatle daldılar...
(Lenin), kendisine hitaben söylenen birkaç sözden sonra
ayağa kalktı ve bu protokolvâri sözleri söyleyenlere değil,
kapıda, avluda ve pencerelerde birikmiş, kendisinden bir
biçim ve lâf kapmaya hevesli yığma hitap etti:
«— Yoldaşlar, askerler, denizciler, işçiler!...»
286
287
Sesi o kadar gür çıkıyordu ki, biraz sonra bir bomba
gibi patlatacağı ihtilâl fikrini daha ilk hitapta belli ediyor-
du:
«— (Emperyalist) hırsızlara karşı açılan savaş çok geç-
meden bütün Avrupaya yayılacaktır! îşçi sınıfı Rusya'da bü-
yük kahramanlık göstermiştir. Bu kahramanlığı gayesine
eriştirmek lâzımdır! İktidarı işçi sınıfına devredecek bir
(sosyalist) ihtilâl tek hedefimiz olmalıdır!»
En yüksek perdeden, gayet ahenkli, son derece aydınlık,
tane tane, dolambaçlı cümleler dışı konuşuyor, hiçbir mü-
cerret fikre yer vermiyor, kaskatı «müşahhas »lar üzerinde
dolaşıyor, adetâ- talim ve terbiyesini tamamlamış farzet-
tiği ordusuna, gözle görülür ve elle tutulur işlere dair emir-
ler veriyordu.
Kendisini karşılamaya gelenler apışıp kalmıştı. Hepsi
(Lenin)in kafasında olmakla beraber, Rusyayı o günkü şart-
lar içinde (sosyalist) bir ihtilâle müsait görmüyorlar ve bu
konuşmadan doğabilecek neticeyi tehlikeli buluyorlardı.
(Lenin) ise onlara değil, yığına sesleniyor ve ayağının toziyle
baklayı ağızından çıkarıyordu.
Tabloyu seyreden bir Avrupalı diyor ki:
«— (Lenin)in sözleri acı veya tatlı bir fikir değil, bir
meydan dayağı oldu. idareciler şaşırıp kaldı, halk yığını ise
hiçbir noktayı akıl ölçüsüne vurmadan dehşetler içinde sü-
rüklendi. Bu adam, nefsine ve dâvasına güveni bakımından
deli sıfatına denk bir gözükaralık belirtiyordu-»
ݺte:
«— Nasıl (feodalite - derebeylik), yerini (kapitalist) sis-
teme bırakmışsa, şimdi de kapitalizma, saltanatını sosyaliz-
maya terketmelidir. Yani, hâkimiyet (kapitalist)lerin elin-
den koparılıp alınmalıdır!»
Bu dik ve hiçbir tâviz kabul etmez, hiçbir bekleyişe
yanaşmaz çıkış, (liberal)lerle beraber ikinci iktidar maka-
mındaki (Sovyet)i çetin bir duruma davet ediyordu. Hükü-
met emirlerinde imzası bulunmadıkça o emirlerin gereğini
yerine getirmeyen bazı askerî birliklerce destekli (Sovyet),
şu ân, hükümeti ve yeni idareyi topyekûn berhava etme ve
yerine geçme fermam karşısında, beklenmedik bir tepki so-
jıu, şimdiyedek elde edebildiğinden de mahrum kalmaz mıy-
dı?... Nitekim, İngiltereye geçmek üzere Muvakkat hükü-
metten izin istemiş olan Çar, bu izin verilmişken (Sovyet)in
itirazı üzerine Merkezde alıkonulmuş ve tutuklu sıfatiyle
•yazlık Saraya hapsedilmişti. ݺler böylece iki iktidar arasın-
da anlaşmalı giderken, vaziyeti birdenbire değiştirip Muvak-
kat Hükümete karşı çıkmak ne dereceye kadar başarılı ola-
bilirdi? Çarcılar, yüksek (burjua)lar, bazı askerî kıtalar, bel-
ki de köylülerle birleşmesi mümkün hükümet, böyle bir atı-
lış karşısında (Bolşevik)leri topyekûn tasfiyeye uğratamaz
mıydı?...
(Lenin) bu ihtimallerden hiçbirini hesaplama mevkiin-
de değildir. O, ilk işi iktidara hamle etmek olan (Sovyet)i
bir (kokteyl) unsuru kabul etmeğe yanaşamaz, hiçbir ihti-
yat ve (antitez) icabına kulak veremez, mutlak din düşman-
lığına rağmen nas bildiği kendi küfür ölçülerinin ham yo
bazı olmaktan vaz geçemez ve yolu uçurum olsa «ileri!» em-
rinden başka bir şey tanımaz.
Hak olan bir dâvada bu karakter, yalınız mutlak hü-
kümlere mahsus mutlak bir salâbet etrafında, yerine ve işi-
ne göre (anti tez)lere de söz hakkı verici bir mizaçla kıvamlı
•olarak gayet makbul sayılabilirse de, (Lenin)de, ibret alın-
maya değer, bâtıl uğrunda korkunç bir yobazlıktan ileriye
geçemez.
Ertesi gün (Lenin), misafir edildiği binanın balkonun-
•da... Binanın önünde toplanan halk topluluğuna hitap ediyir:
«— (Burjua) ihtilâlini aşmak ve (proleter) ihtilâlini ger-
çekleştirmek lâzımdır! (Emperyalist) bir karakter taşıyan
Harbe hemen son verilmelidir! Ne oradan, ne buradan, ya-
rım - yamalak oluşlara paydos!... Olunması gereken neyse
•o olmalıdır!»
Bu sözler gerçekten yarım - yamalak ihtilâl hükümetine
Ttarşı açık bir isyan teşviki olduğuna göre (Lenin)in hemen
tevkifi ve o güne kadar bellibaşlı sınırlar içinde faaliyetine
müsamaha edilen (Bolşevik) teşkilâtının dağıtılması lâzım
değil midir?
288
289
Fakat işçi ayaklanmaları yoliyle gelen hükümette buna
cesaret yok... Cesaret, arkadaşlarında da değil, yalnız (Le-
nin)de...
Nitekim aynı binanın bîr salonunda toplu bulunan ve
aralarında, Siberya'daki sürgününden yeni dönmüş (Stalin)
de göze çarpan (Bolşevik) güdücüleri, kaşlarını çatmış bu
türlü delice çıkışlardan tedirgin görünmektedir.
(Lenin) bu kadarla da kalmıyor ve tırnağını geçirmediği
nokta bırakmıyor:
«— Hükümeti destekleyen (Sovyet)leri ve (Bolşevik)leri,.
gayemizi ihmal etmiş olmakla suçluyorum! Şimdiye kadar
(Sosyal Demokrat) peçesi altında iş gören partiyi açıkça
«Komünist Partisi» olarak meydana çıkmaya davet ediyo-
rum!»
(Lenin) konuşmasını bitirdikten sonra içeride kendisini
bekleyen arkadaşlarının yanına gitti ve onların asık suratla-
rına karşı bir koltuğa gömüldü. Bir Avrupalı muharririn va-
sıflandırışiyle, yayvan ağzı, muntazam burunu, çıkık alnı ve
küçücük parlak gözleri karşılarında, onları aynı fikirlerin
cenderesi içinde zaptetmeye çalıştı. (Stalin) ve (Kamenev)
bu fikirlere karşı çıktılar ve onların (pratik) olmadığı ve ha-
diselerden destek almadığı, zaman ve mekâna uymadığı üze-
rinde ısrar ettiler. En kısa bir zaman sonra körü körüne
(Lenin)in peşine düşecek olan liderler, bu, muvaffak olursa
dâhiyane, olamazsa mecnunane fikirlerden ürkmüşlerdi.
Hemen sonra Petrograt (Sovyet)i «Halklara Çağrı» baş-
lıklı bildirisini yayınladı.
Sırası gelmişken kaydedelim ki, nerede «halklar» diye
bir tabir görürseniz, onun, komünist (Vokabüler - Lügatçe)
sinden alınma bir kelime ve kullananın bu kafada bir adam
olduğunu bilin! «Halk» tek bir topluluk ismi olduğuna göre,,
ancak, onu sınıflara böfen ve her sınıfa ayrı ayrı «halk» gö-
ziyle bakan komünistlerce bu şekilde toplama sokulabilir.
Yoksa dürüst bir ifadeyle halk, her çeşit, her kısım ve her
renkten insanları bir arada tutan bir bütündür ve aynı isim-
le bölünemez. Ancak komünist ağzıdır ki, koca bir mefhum
vakıasını işte böyle tahrif eder.
290
Evet; bu, «Halklara Çağn» isimli bildiride, hükümetin
(emperiyalist) politikasına ve itilâf devletleri arasındaki
harpçi faaliyetine karşı, halk, mücadeleye davet ediliyordu.
İngiliz ve Fransızlar, bu bildiriden fena halde gocundu-
lar... Muvakkat hükümeti sıkıştırdılar ve ondan şu cevabı
aldılar:
— Hükümetin, bildiriyi yayınlayanlarla hiçbir alâkası
yoktur! istanbul'u almak Rusya için millî vazife olduğuna
göre, ilk anlaşma gereğince, itilâf devletleriyle aynı safta ça-
lışmamız devam edecektir.
(Sovyet) bu karşılığı beğenmedi ve hükümetten tekzibini
istedi. Hükümet sade sözünü yalamakla kalmadı; tekzibini
resmen ingiliz ve Fransız elçiliklerine de bildirdi- işte (Bol-
şeviklerin muvakkat hükümet üzerinde baskı derecesi ve
hükümetin buna boyun eğme zaafı!...
Hükümetin bu zaafı, işi kapatacağına büsbütün alevlen-
dirdi. Nümayiş üstüne nümayiş ve harp aleyhtarı gösteriler...
Hükümet istifa etti ve bu defa sosyalistlerin de katılma-
siyle ikinci Geçici Hükümet kuruldu. Başvekil yine aynı
Prens, kabinede asıl baş (Kerenski) ise Savunma Bakanı...
İLK AYAKLANMA
(Lenin)in halka vâdettiği şeyleri, banş, toprak, ekmek
olarak üç noktada özleştirebiliriz. Böylece (Lenin) şehri ve
köyü kuşatarak umumî halk ihtiyacına en müşahhas ve ame-
lî cevabı vermiş oluyordu. Kolay teşhis, basit ifade...
1905 ihtilâlinde (Lenin)le beraber en büyük rolü oyna-
mış olarak, ingilizlerin sürdüğü Kanada'dan kurtulup şefin-
den l ay sonra Rusyaya gelen '(Troçki), hemen onun arkasına
takıldı ve bir mitingden bir mitinge, kendisine mahsus coş-
turma usulleriyle halkı fıkırdatmaya başladı. Sanki (Lenin)
ihtilâl trenini önünden çeken lokomotif, (Troçki) ise aynı
hızla arkasından iten...
Yeni bir nakarat daha tutturdular:
«—- iktidar ille (Sovyet)lerin, ille (Sovyetlerin!...»
291
•A&
Temmuz ayına kadar vaziyet, böylece sürdü veya sürün-
dü. Daha evvel Galiçya cephesinde taarruza geçme karan
alıp neticede Rus ordusunun korkunç bozgununa şahit olan
Muvakkat Hükümet artık büsbütün zayıflamıştı.
Petrogratta Muvakkat Hükümete karşı ilk fiilî ayaklan-
ma... Ellerde «iktidar ille Sovyet'lerin!» yazılı (pankart)lar,
asker, işçi ve çeşitli tabakalariyle halk, (Bolşevik)lerin sevk
ve idaresi olmaksızın ayaklandı. Meclis sarayının önüne gelip
nazırları parçalamaya kadar davrandılar. Ama hükümet,, iki
duvar köşesine sıkışmış kedi cesaretiyle pençesini attı, as-
kerî mektepler talebeleriyle kazakları ve bazı birlikleri mu-
kabeleye davet etti, (Menşevik)leri de yardımına kattı, ayak-
lananlar üzerine ateş açtırdı ve yüzlerce ölü ve yaralı paha-
sına duruma hâkim oldu.
Bu hal, zaten bu kadar ileriye gidilmesini istemeyen,
fakat ihtilâlcileri frenleyebilmekten de âciz kalan (Bolşevik)
şeflerinin, korktuklarına uğramaları demektir. Nitekim
birdenbire nefsine güvenir gibi olan hükümet hemen (Bol-
şevik) şeflerinin tevkifini emretti. (Lenin) müstesna, bütün
(Bolşevik) liderleri yakalandılar... Gazeteleri (Pravda) basıldı
ve makineleri kırılıp döküldü. (Troçki) ve (Kamenev) tutuk-
landılar. Baş hedef (Lenin) ise vaziyetin tersine dönmeye
başladığını görür görmez daha fazla beklemeye sebep gör-
memiş ve Finlandiyaya kapağı dar atmıştı. Ormanlarda
saklanarak ve binbir engel atlayarak zor belâ kaçmaya mu-
vaffak oluş... Finlandiyada bir tanıdığına sığındı ve «Devlet
ve İhtilâl» isimli eserim yazmaya koyuldu.
(Bolşevik) tehlikesini böylece atlatabilen (Kerenski) de
Başvekil oldu.
Halk artık (Bolşevik)lere aykırı ve ilk sevgisini kaybet-
miş gibi...
Fakat bu vaziyet uzun sürmedi. Cephelerde üstüste boz-
gunlar, şehirlerde sefalet, buna karşılık yüksek sınıflarda
sefahat, hükümetçe kazanılan bazı subay mahfellerinde tür-
lü rezaletler, gözleri tekrar (Bolşevik)lere döndürür gibi ol-
du. (Troçki) ve Kamenev), zindandan, vaziyeti alevlendirme-
yi ihmal etmediler, (Lenin) ise Finlandiyada artık işin naza-
292
riyatına daldığı âlemden silkinip Rusyaya şu talimatı gön-
derdi:
—Bensiz hiçbir şey yapamazsınız! Saat çalmadan ve
ben onun çıngırağını ayarlamadan harekete geçildi! îşte şim-
di vakit gelmiştir!
Öyle ama!... Ama'sı var:
Ayaklanma sırasında (Kerenski)ye yardım eden Kazak
Generali (Kornilov) Rus orduları başkumandanlığına getiril-
miş, o da, bütün sağcı, Çar taraflısı zümrelerin tek ümit
timsali halinde (Kerenski)yi ve Muvakkat Hükümeti devirip
askerî bir diktatorya kurmak sevdasına düşmüştür.
24 Ağustos... ilk ihtilâl davranışından beri 6 ay geçmiş,
sahicisine de 2 ay kalmış bulunuyor.
Rus orduları başkumandanı, Kazak Generali (Kornilov)
un hükümete İhtan:
—iktidardan çekiliniz ve hükümeti bize teslim ediniz!
Petrograt üzerine yürüyorum!
Ya bu (romantik) ihtarın belirttiği yeni tehlike?...
ROMANTiK
TEŞEBBÜS
Garip bir köşe kapmaca gibi boyuna cephe değiştiren
hadiseler karşısında Kazak generalinin adetâ davul zurna
çalarak Petrograt üzerine yürüyüşü, ayranı kabarmış basit
ve (romantik) bir asker anlayışından ibaret kaldı; merkez-
de havayı yoklamaksızın ve tedbir almaksızın başladı ve bazı
sağcı sınıfların harekete kurtarıcı gözüyle bakmalarına rağ-
men başarıya ulaşamadı.
Subayına güvensiz nefer, patronuna âsi işçi, mutlakiyet
idaresine düşman kalabalık, (Bolşevik)lerden tedirgin halk,
hattâ vaziyetten en fazla ürkmek mevkiinde (Sovyet), bir ân
için selâmeti. Muvakkat Hükümete siper olmakta buldular
ve hep beraber (Kerenski)yi desteklemeyi kararlaştırdılar.
Hattâ (Troçki)yi zindanında görmeye giden (Bolşevik)
deniz subayları ona sordular:
293
—Hem (Kornilov), hem de (Kerenski)yi ortadan kaldır-
mak istiyoruz! Ne dersiniz?
Ve cevap aldılar:
—Yanlış!... Evvelâ (Kornilov) ve sağcıların yenilmele-
rini beklemek ve sağlamak lâzım... Ondan sonradır ki, sıra
(Kerenski)ye ve Muvakkat Hükümete gelebilir! Sabredin ve
bildirdiğim yönde yürüyün!
(Kornilov), İngilizlerden de zırhlı bir tümenle yardım
taahhüdünü koparmış olarak, sadık kazaklarından kurulu
bir tümenin (Vahşi Tümen) başında Petrograt üzerine yü-
rüdü. İngiliz zırhlı tümeni Rus zabiti üniformasını giymiş
birkaç subayın idare ettiği birkaç tanktan ibaret kaldığı gibi,
(Kornilov) tümeni de Petrograta varamadı. Demiryolu işçi-
leri (Sovyet)ten aldıkları talimatja yol şebekesini didik didik |
parçaladılar, rayları ve traversleri söktüler, katarları yol
alamaz hale getirdiler, üstelik tümene sızıp kazakları ayak-
landırdılar ve onlara Petrograt üzerine yürümeyeceklerim
haykırttılar. (Kornilov) apışıp kaldı, başkumandanlıktan az-
iedildi, arkasından tevkif olundu ve rüyası yarım bırakıldı.
Bu sırada (Sovyet), Petrograt'ta askerî tedbirler almış,
barikatlar kazdırmış, halka silâh dağıtmış, adetâ bir müda-
faa ordusu kurmuştu. Şimdi bu ordu, dilediği tarafa yöne-
lebilirdi. (Kornilov) muvaffak olamayınca (Bolşevik)lerin
ekmeğine yağ sürücü bir vaziyet doğmuş oluyordu. (Kronş-
tat) denizcilerinin ısrarı üzerine de (Kerenski), Temmuz
hadiselerinden ötürü zindana atılan (Bolşevik)leri serbest bı-
rakmak zorunda kalmıştı. (Troçki) de hapisten çıkmış ve
asıl ihtilâlde aslî rollerden birini oynamak üzere meydan
yerinde görünüvermişti. Petrograt (Sovyet)ine reis seçilecek
ve ihtilâlin baş (taktik)çilermden biri rolünü oynayacak...
Artık (Lenin) için Pusyaya dönmek zamanı gelmiştir,
ihtilâlin, birkaç (taktik)çiye nispetle düşünen kafası ve baş
(strateji) kabiliyeti olan bu adam, önüne şu meseleleri yığ-
mış düşünüyor:
1— (Bolşevik) Partisini, her âleti birbiriyle ahenkli
bir saat gibi, en ince bir plân çerçevesinde hareket ettirmek...
2— Merkezden bu suretle harekete geçilirken muhiti
sıhhatle muhafaza etmek, yani halkı kazanmak ve önceden
hazırlamış olmak...
3— İhtilâlin güdücüler ve yapıcılar kadrosunu ve hazır
kuvvetini eksiksiz meydana getirmiş bulunmak...
4— Muvakkat Hükümetten yana olmadıkları halde ha-
diselerin daha fena ihtimallere yol açması ve her ân istika-
met değiştirmesi yüzünden arada bir hükümet yararına dav-
ranan zümreleri kösteklemek, hükümeti yalınız hale getir-
mek ve bilhassa orduya tesir edebilmek...
Bu maddeler, işin (taktik) safhada plânından başka, he-
men hemen sağlanmış vaziyette... Son bir dürtüşle büsbü-
tün tamamlanabilir; ve gerisi, hadiselerin (dinamik) akışı
içinde devşirilebilir.
Tek, (Lenin) Rusyaya dönsün...
PLÂN
Bu hava içinde (Lenin) Finlandiya'dan döndü ve bir işçi
mahallesinde basit bir eve saklandı. 10 Ekim gecesi (Bol-
şevik) şefleri, teker teker ve dolambaçlı yollardan geldikleri
T?ir yerde toplandılar... Sokağın girişinde ve çıkışında göz-
cüler ve her türlü emniyet tertibatı... Ani bir baskınla her
•şey bitebilir, (Lenin) ve arkadaşları tutulur ve bunca emek
boşa gidebilir. Baş koparılınca vücuddan bir hareket bek-
lenemez. (Lenin), tanınmamak için dazlak kafasına bir pe-
ruka geçirmiş ve sakalını kesmiştir. (Zinovyev) ise takma
sakallı... Perde'eri sımsıkı örtülü bir salonda 12 ihtilâlci, pe-
çelenmiş bir elektrik lâmbası altında baş başa... Duvarlarda
başları birbirine yapışık gösteren esrarlı gölgeler...
Ekseriyet hükmü:
— İhtilâl şu anda zaruridir. Şu anda ordudan destek
umulabilir- Vakit geçerse şartlar değişebilir. Dâvamıza zıt
kuvvetler (Kornilov)unkine benzer bir teşebbüse girişebilir-
ler... Buna hazırlandıklarına dair alâmetler de vardır. Şu
andakinden elverişli bir vasat olamaz.
(Lenın)in tezi etrafındaki bu ekseriyet hükmü şöyle mü-
hürlendi:
294
295
(Sovyet)lerin toplu kongresi bu ayın (Ekim) içinde bu-
rada (Petrograt) toplanacak... Sureta fikir faaliyetinden iba-
ret kalacak olan bu kongreyi birdenbire fiile de yöneltebili-
riz. Kimsenin böyle bir şey beklemediği ve fiilî hareketi
daha ileride tahmin ettiği bir saatte zuhur edivermek, bir
baskm avantajı doğurabilir. Mutlaka, her noktası hesaplı
bir darbeye girişmeliyiz!
Fakat bu hüküm itirazsız kalmadı. Zamanın (Bolşevik)
ler lehine çalıştığını, her gün taraftarlarının çoğaldığını, işi
ileride önüne geçilemez bir halk patlayışına bırakmanın daha
uygun olacağını, zar atarcasına bir davranışın dâvayı berbad
edebileceğini iddia edenler de çıktı. (Zinovyev) ve (Kama-
nev) itirazcılar arasında...
(Lenin) sözü ele aldı ve öyle şimşekli telkinlerde bu-
lundu ki, mahut iki kişi müstesna, itirazlar yanıp kül oldu;
ve sabaha karşı, kalın perdeler arasında camlara mavi bir
ışık pudrası serpilirken ikiye karşı on reyle karar çktı:
«— Hemen ihtilâl!»
Ve teşkilâta gizli ihzari talimat uçuruldu, «hazır ol!»»
emri verildi.
(Lenin) muzafferdir ve onun Finlandiyadan gönderdiği
«hemen hareket!» emrine karşı çıkan (Bolşevik) Merkez Ko-
mitesi şimdi ona mağlûp...
Hareketin (stratejik) plânında, fikri aşılamak, rekabet
ve zaaflardan faydalanmak, içtimaî ıstıraptan istismar et-
mek, iç ve dış engeller arası yol bulmak, zaman ve mekân
şartlarını iyi hesap etmek ve elde bir hazır kuvvet bulundur-
mak vesaire gibi noktalar üzerinde, kimi yıllardır, kimi de
Şubat ihtilâlinden beri çalışılmış ve iş, biri (stratejik) öbü-
riyse (taktik) iki esasa kalmıştı:
1— Zaman gelmiş ve mekân müsait şekil arzetmeye
başlamış mıdır?
2— Hareket nasıl ve hangi hedeflere yönelinerek yapı-
lacaktır?
(Stratejik) madde halledilmiş farzedildiğine göre, şim-
di her şey, (strateji)nin tâbi kolu ve son gereği olan (tak-
tik) safhada... Bu safha ise, ilkinin (Lenin) emrinde olması-
na mukabil, (Troçki) idaresinde...
(Taktik) plânını, eski bir Rusya subayı ve meşhur bir
satranç ustası olan (Ofseyenko)ya yaptırdılar. 1905 îhtilâ-'
linde idama mahkûm edilen ve Viyanaya kaçıp kurtulan, bu
gözlüklü ve çipil gözlü, hırpani saçlı hesap hocası tipli adam,
Petrograt haritasını önüne serdi ve en küçük noktasına kadar
mükemmel bir (taktik) plânı çizdi. Kışlık saray, (Mari) ve
(Torid) sarayları gibi ilk hamlede işgalleri gereken mevki-
ler, bunlara saldırmakla vazifeli Kızıl Muhafızlar ve ellerin-
deki askerî kıtalar, bunların mevzi alacakları ve emniyetle-
rini sağlamak için tutacakları yerler, en ince teferruatına
kadar düşünüldü.
RUS İHTİLÂLİ VE
Plânın hesap dökümünden birkaç çizgi:
Kışlık Saray, (Mari) ve (Torid) Saraylarının zaptına, şu,
şu, şu gruplar memur... Garların ve yol kavşaklarının tu-
tulmasına, şunlar, şunlar, şunlar... Merkezî kuvvetin top-
lanma yeri Finlandiya garı ve civan... Baltık deniz kuvvet-
leri birliklerinden devşirilecek olanlar da resmî üniforma-
larıyle ana kuvvetin başında... Posta, telgraf, telefon şebe-
kesine ilk anda el konulacak ve kışla kapılannda asker, he-
yecanlı davet nâralariyle harekete katılmaya çağrılacak veya
hükümetle irtibatsız kılınacak...
(Troçki) nin emrinde öncü hazır kuvvet olarak, işçiler-
den, deniz erlerinden ve (Leton) alaylanndan sadece 1000 ki-
şilik bir grup... (Troçki), arkası hemen gelmek üzere bu zaif
kuvvetle ve apıştırıcı bir hareketle ilk kapılann açılabilece-
ğine inanmıştır. Harpten kaçanlan, kaçaklıktan nispetinde
ve hınçları istikametinde bir atlganlığa sürmek mümkün,
hattâ pek kolay olduğuna göre, binlerce, onbinlerce asker fi-
rarisini de son anda devşirmeli...
(Troçki) öncü kuvvetlerine, ahmak hükümet ve (Burju-
va)lann gözü önünde manevralarını bile yaptırdı. Dörder ki-
şilik, nihayet manga çapını aşmayan çekirdek kuvvetler, pet-
296
297
rograt sokak ve meydanlarım dolaşarak, vazifeli oldukları
bina ve müesseseler önünde durarak, âdeta ihtilâlin prova-
sını yaptılar ve kimse bunlardan bir koku alamadı.-
(Troçki) şehrin umumî hizmet plânını ele geçirmişti.
Bu plâna göre, elektrik, gaz, su şebekeleri, yeraltı yollan,
bütün teknik vasıta cihazları, lâğımlar tüneller, dış faaliyet-
leri yeraltından iptal veya ihtilâl hareketini yeraltından kuv-
vetlendirme imkânları açıkça meydandaydı. (Troçki) buna gö-
re hareket cetvelini tertipledi ve şehrin büyük elektrik sant-
ralini ele geçilmek için, tek başına ihtilâl çapında kurnaz bir
teşebbüse girişti: Resmî üniformalı birkaç deniz erini, sant-
ral müdürlüğüne gönderdi ve bunlara:
— Santralı muhafızsız ve muhafazasız görenler bize bu-
rada nöbet tutma emrini verdiler!
Dedirterek, ihtilâlden önce orayı işgal etmiş olmak
avantajına kondu. Buna benzer birkaç işgal daha oldu. Kim-
se, hiçbir müessese bu tepeden inme nöbetçilerin kimden
ve nereden emir aldıklarını o karışıklık havası içinde so-
ramadı, gelenlere karşı da duramadı. Her şey 1960 Türkiye
gece baskınında olduğu gibi, peşinen elde edilmiş görünü-
yordu. Bazı askerî birlikler (Bolşevik) komitesinden başka
hiçbir makamdan emir kabul etmemeyi telkin edici bildi-
rilere aykırı davrandılarsa da, bütün (otorite) cihazı parça-
lanmış bir idarenin felçli gözleri önünde komünistlerin çı-
ğırtkan ve gözbağcı edebiyatına yenildiler ve komiteye itaat
edeceklerine söz verdiler.
(Kerenski) artık adamakıllı gocunmuştur. Nihayet —Ya-
zık ki çok geç!— sert karşılıklara baş vurulması gerektiğini
anlıyor ve üstüste bir sürü tedbir alıyor- (Çarkoi) askerî
Akademesine ihtiyatlı olması bildiriliyor, Harp okulları ta-
lebesine, uzaktaki yerlerini bırakıp Başkente yerleşmeleri
emrediliyor. (Bolşevik)lerin kumandasındaki bazı harp ge-
mileri ne denize açılmaları vazifesi veriliyor; ve en müthişi,
(Bolşevik) karargâhının dışarıyle telefon irtibatı kesiliyor ve
gazeteleri «DşçiYolu» kapatılıyor. Muhafazakâr Harp Okulu
talebelerinden bir grup gazete idarehanesini basıyor, ma-
kinelerini tahrip ediyor ve içindekileri yakalıyor. Gazetede
298
çalışan ve kolayca devşirilir, tersine idealist tiplerden bir
genç kız baskından kaçarak, koşa koşa (Smolni)ye, komü-
nist karargâhına gidiyor ve üstü başı perişan, haykırıyor:
— Gazeteyi bastılar ve her şeyi yakıp yıktılar! Ne du-
ruyorsunuz?
PATLAYIŞ
Genç kızın bu hareketi patlayışın işareti oldu. Bu iş-
leri yaptıran hükümet, bir anda sonunu getiremediği ve
yalınız sindirmekle iş bitireceğini sandığı kısır bir harekete
girişmekle en büyük hatâyı işlemişti.
Hadise komünistlerce askerî birliklere duyurulur du-
yurulmaz, ihtilâl bir nevi mazeret bulmuş gibi oldu; maz-
lum postuna büründü, bazı birlikler tarafından kendisine
muhafızlar bile tedarikledi ve «Şafak» isimli komünist harp
gemisine limanı terketmemek emri verildi.
Bu hal (Kerenski) hükümetinin şimdiden Petrograt'tan
kaçıp başının çaresine bakmasını gerektiren durum...
Hükümeti desteklemeye gelen alaylar ve harbiyeliler,
önlerine ani çıkışlarla, tepeden inme hitap ve telkinlerle
parçalandı, gruplara bölündü ve denizcilerden istenen yar-
dım da, hemen Petrograt üzerine yola çıkan 2000 kadar
bahriyeliyle gerçekleşince, ihtilâl bir nevi, tereyağından
kıl çekme kolaylığına kavuştu. Ama bu kavuşmayı da, ih-
tilâlin fikir ve teknikte güçlü idarecilerine ve onların hadi-
selerden hemen faydalanma kabiliyetlerine başarı notu ola-
rak kaydetmek gerekir.
(Bolşevik) partisinin (Smolni)deki karargâhı kocaman,
eski ve harap bina hemen Kızıl Muhafızlar tarafından hi-
sarlandı.
24 Ekim sabahı daha da müthişi oldu- ihtilâl yuvası
bina, resmî devlet kuvveti üniformalı askerlerce ve alenen
korunmaya başladı, ve eli, kolu, dili bağlı hükümette «gık!»
diyebilecek bir tepki bile görülmedi.
Hükümetin bu acaip tavrına karşılık öbür taraftan da-
299
ha acaip tutum... Binanın içine, sanki haftalarca sürecek
bir muhasaraya karşı, çuvallarla patates, sepetlerle sebze
ve meyva yığdılar. Bunlardan başka, yakmaya veya (bari-
kat) kurmaya yarayacak odun yığınları... Hiçbir ihtilâl, bir
Ortaçağ kalesinde korunurcasma kendisini temin etmeye
kalkmayacağına ve zaten, silâhların iptidaîliği yüzünden
baş vurulması mümkün bu usul, modern silâhlar karşısın-
da sökmeyeceğine ve esasen ihtilâl, kendisini müdafaa de-
ğil, taarruz hareketi olduğuna ve muvaffak olunamazsa her
şey bitmiş olacağına göre, gerçekten şuursuz ve bunca he-
saba rağmen (komik) bir tedbir...
İhtilâl komitesi 24 Ekim günü, ileriye atılışın arefesinde
son bir toplantı yaptı. (Lenin) saklandığı evden çıkmayı o
ân için uygunsuz bulduğu için gelmemiş, (Stalin) de gaze-
tedeki vazifesi başında kalmıştı. Reis (Troçki)... Plânlar
gözden geçirildi ve en kötü ihtimale kadar, hattâ kaçmak
gerekirse deniz üssündeki «Şafak» gemisini hazır tutmayadek
her şey hesaba katıldı.
Petrogratta hava yağmurlu... (Kereneski) de boş dur-
muyor. Harbiyelilere garları tutturmuş ve (Neva) köprüle-
rini, yalınız bir tanesini kendi sadık kuvvetlerine ayırarak
kaldırtmış bulunuyor. Halk evlerine çekilmiş, dükkânlar
öğleden sonra kapatılmış, herkes biraz sonra (arena)da
başlayacak doğuşu bekliyor, ihtilâlin de bu türlüsü ve
hasmiyle burun buruna gelmiş, boynuz boynuza tavır almış
şekli görülmedik bir şey...
24 Ekim gecesi çok nazik bir zaman parçasını çerçe-
veliyor. Gece, kaldırılan bütün köprüleri (Bolşevik) denizci
ve işçiler indirmiş ve muhafız hükümet kuvvetleri kolla-
rını kavuşturup seyirci .kalmaktan başka bir şey yapama-
mıştır. Henüz taraflar arasında tek kurşun bile atılmamış-
tır. (Lenin) yine sakalsız ve başı perukalı, (Smoini) ihtilâl
karargâhmda, (Troçki)nin üçüncü kattaki odasında, ışıksız
bir pencereden sokakları seyrediyor. Korkunç bir sessizlik...
Gidip gelen Kızıl Muhafızlar... Ses tertibatı bozulmuş bir
filim veya sade hareketten ibaret sessiz bir dünyada gibi,
bazı gölgelerin akıp gidişinden başka bir tecelliye şahit
300
olunmuyor. Bütün silâhların ve çığlıkların tetiği son nok-
taya kadar çekilmiş, fakat henüz düşürülmemiştir.
(Lenin) o geceden tatbikine geçilen plânın dehşeti içinde
zoraki bir sükûnetle pencereden ayrılıyor ve karardıkta
arkadaşlarına sesleniyor:
—Yarın sabahı dinç karşılayabilmek için sedirlere
yaslanıp birkaç saat kestirmeye çalışalım!
Sessiz, itaat ediyorlar... Sedirlere giyimli olarak uzanıp
kendilerini uykuya zorluyorlar...
Bir iki saat geçiyor. Çakılan bir kibrit sesi ve parlayan
bir ışık damlası... Hayret!... Herkesin gözleri açık, tavana
bakmakta...
(Lenin)in sesi:
—Demek uyuyan yok!...
—Uyuyan yok!...
Kalkıyorlar... Kapı vuruluyor.
Haber:
—Plâna göre ilk hedefler ele geçirilmiştir. Elektrik
santrali, postahaneler, telgraf ve telefon merkezleri elimiz-
de... Hükümet kuvvetleri, Kızıl Muhafızların göründüğü
her yerde uzaklaşmayı tercih ettiler...
Ve (Lenin) salonun lâmbalarını yaktırıyor:
—îş yarında... Kışlık Saray ve Genelkurmaylık Dai-
resini ele geçirebilmekte...
25 Ekim sabahı saat 7'de, (Lenin)e geceden gelen haber
tamamiyle gerçekleşmiş olduğu gibi (Kari Marks)ın ihtilâl
öğütlerinden biri olarak da Devlet Bankası işgal edilmiş bu-
lunuyor. Ortalıkta hiç bir hükümet maniası yok.. Hükümet
kendisini Kışlık Sarayda ve (Kerenski)nin de bulunduğu Ge-
nelkurmay Dairesinde, müdafaaya çekmiştir. Belki de sınır-
lardan beklediği askerî imdadı kollamaktadır. Halbuki -Ke-
renski), sabaha karşı bir Amerikan zırhlı otomobiliyle harp
cephesine doğru yola çıkmış bulunuyor. Maksadı ileri hat-
larda bulunan kuvvetlerden bir kısım ayırarak Petrograt'a
yürümek, yani Çar'ın kendisine yapamadığını (Bolşevik)lere
yapmak... O kadar acele bir kaçış ki, Kışlık Sarayda ablu-
kaya alınmış Bakanların hiçbir şeyden haberleri, kaçmaya
da imkânları mevcut değil...
301
24Ekim günü, Kızıl grupların her tarafı tutmasiyle geç-
ti ve halka şöyle bir beyanname yayınlandı:
«Rus vatandaşı! Muvakkat hükümet devrilmiştir! ikti-
dar Petrograt işçi ve askerlerini temsil eden (Sovyet)e, onun,
Askerî ihtilâl Komitesine ve Petrograt proletaryasına geç-
miştir! Milletin, uğrunda savaştığı ana hedefler, (demokra-
tik) bir nizam içinde, barış, şahsî toprak mülkiyetinin kal-
dırılması, istihsalin işçi sınıfınca murakabesi, ve bir (Sov-
yet) hükümetinin teşkili, sağlanma yoluna girmiştir! Yaşa-
sın, işçi, asker ve köylü ihtilâli!...»
25Ekim günü öğle vaktine kadar, iki büyük hedef, Kış-
lık Saray ve yanındaki Harbiye Nezareti müstesna, her nok-
ta (Bolşevik)lerin eline geçmiş bulunmakta... Bu iki hayatî
merkez ise, olanca tesir ve kuvvetini kaybetmiş birer sığı-
naktan ibaret... Fakat devletin Kızıllara geçmesi için Kızıl
Bayrağın mutlaka çatılarında dalgalanmaya başlaması ve
ihtilâlin onları ele geçirmekle mühürlenmesi gerek...
Akşam ortalık kararırken Saraya hücum başladı. Kızıl
Bayraklı zırhlı otomobiller Sarayı sardı ve teslim olmaya
davet etti. Saray, içinden, (Bolşevik) düşmanı Harbiyeliler-
le aynı ruhtan bir kadın kıtası ve zaif kazak bölükleri tara-
fından müdafaa ediliyor. Teslim teklifi reddedildi; hâlâ
uzaklardan bir imdat geleceğini vehmeden Bakanlar, teslim
olmayacaklarını, gerekirse ölümü tercih edeceklerini bildir-
diler... Ateş... (Lenin) bu mukavemete şaştı ve Sarayın topa
tutulmasını emretti- Meşhur «Şafak» gemisini (Neva) ağzın-
dan geçirip Saraya yaklaştırdılar ve 15 lik toplarla Sarayı
döğmeye başladılar. Aralarından bir kaçı ölen Harbiyeliler
kaçtı ve savunmayı kadınlara bıraktı. Kazaklar da onları
takip etti. Kadınlar direnişe devam ettiler. Savunma Bakan-
lığı daha evvel ele geçirildi. Sonunda kadınlar da dehşete
düşerek teslim oldular... Ve her şey sona erdi.
25 Ekim gecesi sabahın 2 sinde, işin, satranççı (Ofseyen-
ko) ve (Troçki) tarafından yürütülen (taktik) safhası mü-
kemmel bir sevk ve idareyle tamamlanmış ve koca Rusya
(Bolşevik)lerin pençesine düşmüştür. «Bütün Rusyaların
Çarı» ismi altındaki mutlakifet idaresinden ikinci adımda
Koparılan «bütün Rusyalar», şimdi, bütün insanlığa manevî
ve ebedî hayatını inkâr ettirmeye gelmiş bir fikir eşkiyası
hizbi önünde, (stavroz)a yaptığı gibi, dize gelmiştir.
Mahut karargâh, (Smolni) binasında, içeriye meşalelerle
dolan habercilerin cümbüşü... (Lenin) ayakta ve heyecanın
son haddi, kireç gibi beyaz bir çehreyle gülümsemeye çalışı-
yor. (Troçki), hemen her yahudiye eş, saadetinden düşüp
bayılıyor. 48 saattir uykusuz ve istirahatsiz tipler, kucakla-
rında silâhlan, kendilerini, köşe, bucak, hattâ merdiven
basamaklarına kadar atmış, birer leş halinde uyuyorlar...
Bir gün önce uyku tavsiye eden (Lenin), belki herkesten da-
ha yorgun olduğu halde uykuyu unutmuştur. (Troçki)yi yer-
den kaldırtıyor ve yakınlarına emir veriyor:
— Haydi, Kışlık Saraya!
OLUŞLAR
TEPKDLER
MÂNALAR
ihtilâl başarıya ulaşır ulaşmaz, bütün Rusyaya yayılan
bildiride, birtakım beylik lâflardan sonra şu cümle:
«— Yeni iktidar, toprak ağalarına, Çarlık hanedanına
ve kiliseye ait bütün toprak ve mülklerin Köy Komitelerine
devr ve teslimi işini hemen sağlayacaktır.»
26 Ekim günü (Lenin) kürsüde:
«— Toprak vermeksizin ve tazminat ödemeksizin sulha
hazırız ve müzakerelere başlamak üzereyiz!»
(Bolşevik) kongresi... 100 âzalık Merkez Yürütme Ko-
mitesi... (Lenin) Başvekil; (Troçki), (Ofseyenko), (Stalin) gi-
biler de Bakanlar arasında... (Enternasyonal) çalmıyor ve
herkes ayakta dinliyor. Tarif edilemez tezahürler arasında
(Lenin), boyuna kürsüye çıkıyor, boyuna kürsüden iniyor.
Her şey yolunda görünüyor ama, henüz hiçbir şey tah-
kimli değil... Nitekim harp cephesine kaçan (Kerenski), ora-
dan bir kuvvet ayırıp Petrograt üzerine yola çıkarmış, fakat
bunlardan ilk hamlede üç tabur (Bolşevik)lere katılmıştır.
302
303
(Troçki), gelenler üzerine kendi tarafının kuvvetleriyle kar-
şı çıkıyor. Yalancı veya sahici bir çatışma ve henüz ihtilâlin
7 nci gününde (Pulkova) çarpışması denilen bu çatışmada
zafer komünistlerde kalıyor.
Petrograt ve Moskova'daki askerî okullar isyanı da ne-
ticesiz... Hemen bastırılıyor ve genç talebeler silâhtan tec-
rit ve mekteplerinde hapsediliyor.
14 Kasım'da Rusyanın harp halinde olduğu devletlerle
mütareke... Buna rağmen Rusyada Alman ilerilemeleri ve
nihayet 17 Şubat'ta (1918) kat'î anlaşma...
O arada ihtilâl aleyhine harekete geçen (Kornilov) ka-
zaklariyle takviyeli Beyaz Ordunun mağlûbiyeti ve artık her
şey komünistlerin pençesinde...
Siberya'da (Ekaterinburg) kasabasında küçük bir kagir
konağa kaldırılmış olan Çar ikinci Nikolâ, Beyaz Ordu ha-
reketi üzerine yine taht'a geçirilir korkusiyle, 14 yaşındaki
hasta çocuğu ve bütün aile kadrosu bir arada, salhanede
hayvan boğazlanır gibi öldürülüyor. (Kornilov), (Vrangel),
(Denilgin) ve (Kolçak) tarafından kumanda edilen Beyaz Or-
du, ingiliz, Fransız ve Amerikalıların yardımına rağmen bo-
zulunca da, artık (Bolşevik)leri kösteklemek imkânı kalmı-
yor ve son ihtilâlin ikinci yılında (Bolşevik)ler bütün Rusya-
yı silmiş, süpürmüş ve yutmuş oluyor.
(Lenin) 1924 yılında ölecek ve ölümünden biraz evvel,
yoldaşlarına:
— Stalin'den kendinizi koruyun!
Diyecektir.
Kendi bâtıl inanışı içinde dâva ahlâkını eşsiz bir sağ-
lamlıkla muhafaza eden... Bir tenkide «bu benim hususî ha-
yatıma ait noktadır!» karşılığı verilince «bir komünistin hu-
susî hayatı yoktur!» diyecek kadar tersinden vecd ve ihlâs
gösteren... Tahsisatının yetmediği iddiasındaki Maarif Ko-
miserine «karın da çalışsın ve tahsisat alsın!» cevabını ya-
pıştıran... Talebeliğinde haksızlığını gördüğü bir hâkimi, ik-
tidara geçince diri diri gömdüren... ihtilâl ve hareket tek-
niği olarak baş ucundan, meşhur Alman askerî mütefekkiri
(Von Klâozvic)in «Harbe dair» eserini ayırmayan... Bir Av-
rupalıya «eğer eski zamanlarda gelseydi kendisine bir aziz
göziyle bakılırdı» teşhisini ilham eden (Lenin)... Evet; bâtıl
ve ebedî helak uğrunda, hiçbir değeri olmasa da, görülme-
miş bir ruh bütünlüğü, (materyalist) inanış içinde (ideailst)
mizaç belirten bu adam, ölünce, ipler, korktuğu (Stalin)in
eline geçti. (Stalin) komünizma (doktrin)lerini yumuşattı,
(Troçki) tarafından kendisine karşı hazırlanan ayaklanmayı
bastırdı, hiç sevmediği ve «Çıfıt yahudi» diye andığı bu ada-
mı Rusyadan ayrılmaya zorladı ve nihayet Meksika'da öl-
dürttü. Yumuşattığı komünizma (doktrin)lerini Rusya için-
de yürüyebilir ve memleketini madde safhasında kalkındıra-
bilir hale getirirken bütün rakiplerini, (Kamenev), (Zinov-
yev), (Sokolnikov), hattâ zavallı satranççı (Ofseyenko) ve da-
ha kimler ve kimler, kendisinin kanaati de aynı olarak, inan-
madıkları âleme gönderdi.
(Ddeolojik) cephesini ele almaksızın sadece dış mâna-
siyle göstermeye baktığımız Rus İhtilâli de, nihayet, belki
de (Stalin) sayesinde, içeride hiçbir tepkiye uğramaksızın,
akrebin zehri gibi, kendisine dokunmaz, fakat dünyaya ölüm
saçıcı ve saf fikirden ziyade istismarlık siyaset âleti bir mez-
hep haline gelmekle eserini verdi.
FAŞDZMA
NAZDZMA
VESADRE
Yirminci Asrın en büyük hareketi Rus İhtilâlinden son-
ra kısaca noktalanmaya değer, İtalya'da Faşizma, Almanya'-
da da Nazizma hareketleri... Bunlar zoraki fikir ve nefsanî
inanışlar etrafında, büyük ve insanî temelden mahrum ve
halk vicdanına işlemekten âciz, heyecanını sun'î aşılardan
devşirici ve daha ziyade komünizmaya tepki mahiyetinde,
(minör - dar ve küçük) sahalı hareketlerden ibaret olduğu
için üzerilerinde fazla durmaya değmez. Hikâyeleri de çe-
kici olmaktan uzak...
Avrupanın, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi sanayileş-
305
lhtilâl/20
304
mis ve büyük işçi kitlelerine sahip memleketlerinde patlak
vereceğine, Rusya gibi nispeten iptidaî bir ülkede harekete
geçen ve hareket sahasında başarıya ulaşan komünizma, saf
.fikir laboratuarında bozguna uğratılmış olmasına rağmen,
ameliyede, bazı sınıfları peşinden sürükleyici ucuz ve kolay
(diyalektik) işportası ve her ülkeye ait içtimaî ve iktisadî ıs-
tırapları kurnazca istismar edici pratik dehâsiyle müthiş bir
(avantaj) kazanınca, Batı medeniyeti adına ilk tepki italya-
dan geldi.
Ara yerdeki 1918 -1919, sonra 1923 Alman ve yine Dünya
Harbi sonundaki Macar ihtilâlleri de, biber komünizma ser-
pintisi ve çok kısa süreli davranışlar olarak müstakil asliyet
ve şahsiyet ifadesinden uzak...
İtalyada Faşizmanm kurucusu (Musolini), yatalak de-
mokrasiler ve hasta kapitalizma elinde buhranını yaşamaya
başlayan (Greko - Lâtin) medeniyetini, artık bozuk muva-
zenesi içinde yeni bir «sulta . hükümranlık» ruhuna kavuş-
turmak, öz eser ve keşiflerine mağlûp Avrupaya, eşya ve ha-
diseleri tahakkümü altına alacak bir soluk üflemek ve bu'
dâvanın nizam ve disiplinini bina etmek diye ifade edebile-
ceğimiz, sade suya tirit olmaktan ileriye geçemez ideolocya-
sını kısa bir zaman içinde pişirdi, teşkilâtlandırdı; ve mem-
leketindeki sahipsizlik vaziyetinden faydalanmayı bildi; küs-
tah bir atılışla Roma üzerine yürüdü ve olacağını oldu. Fa-
şizma inkılâbı üzerinde, gerek dâva, gerek hareket tekniği,
gerekse iş ve siyaset dehâsı olarak söylenebilecek her şey bu
kadardı. (Musolini), işe sosyalistlikle başladı, (Marks)m me-
todlarmı kullandı, (Mason) teşkilâtına dayanıp yükseldi ve
sonra başa geçince ilk defa onları ezdi. Eski Roma rüyası
uykusundan hiçbir ân uyanamadı, ikinci Dünya Savaşına ka-
dar birtakım şairane emperiyalizma tecrübeleri sonunda âle-
mi kendisine güldürdü; ve nihayet talebesi (Hitler)in kat'î
zafer ânı zanniyle ve bir lüpcü edasiyle katıldığı harp yüzün-
den mahvolup ayağından sahpaya asıldı.
Şurası muhakkaktır ki, birkaç yıl sonra (Hitler) ve
peşinden ispanya'da (Primo do Rivera) ve derken (Franko),
Portekiz'de (Salazar) ve bazı yerlerdeki Faşizma özentili
306
davranışlar, derslerim (Musolini)den almışlardır. Fakat hiç-
birinde Batı buhranını kökünden kazıyacak büyük fikriyat
ve ona bağlı aksiyondan eser mevcut değildir. Avrupa, öz
terakkilerini murakabe edebilecek, kaçırdığı nizamı geri ge-
tirebilecek ve Komünizmaya karşı zabıta kurabilecek fikrî
ve fiilî müeyyideyi, Faşizma ve azmanlarından hiçbirinde
bulamamıştır. Onlar, sadece (dekoratif) birer ham heyecan
(mizansen)i...
Önce demokratik usul ve kanun yollarından gelip, peşin-
den de acı diktatoryaya geçen (Hitler), ihtilâl hususiyetleri
ölçüsiyle hiçbir şey değildir; ilk zaferini Alman milletinin
harp sonrası ıstırabına ve her şeye çabucak inanan (roman-
tik) mizacına borçludur; (Rozenberg) ve (Haydeger) isimli
filozoflarına rağmen büyük dünya görüşünden mahrumdur;
ve (Napolyon) vâri giriştiği dünya ihtilâli hareketi sonunda
da, bulunamayan cesedinin boş mezarına şu kitabe yazılsa
yeridir:
«—Burada, koca bir milleti, hayali peşinde sürükleyen
ve zaptedilinceye kadar yıllarca bütün insanlığa ecel terleri
döktüren bir zır delinin yatması icap ederdi.»
Bunlardan başka, Yirminci Asrın ikinci yansına doğru,
ve ondan sonra, kâh solcu ve kâh sağcı ihtilâlciklerin hepsi,
topyekûn operet numaraları sayılabilir. Bu hükmün çerçe-
vesi içinde, Anadolunun Batısı, Doğusu, Cenubu, Afrikanın
da Şimali, Cenubu Doğusu, Batısı ve hattâ Cenubî Amerika
kıtasına kadar seyredebileceğiniz ülkeleri göz önüne getire-
bilirsiniz. Hepsi taklit ve özenti...
Yalınız bir müstesnası var: Çin...
l ÇDN İHTİLÂLİ
\
Çin İhtilâli, (Mao)nun iktidara gelmesiyle tek darbede
olmuş, tek «vâhid»lik bir hareket değil, 1911'den 1945'e, 30
küsur yıllık zincirleme bir bütün... ikinci Dünya Savaşına
gelinceye kadar (emperiyalist) Avrupa ve Japonyanın ikti-
sadî mahreç sahası olan ve nüfus sayısınca insanlığın dört
307
bölümde birine yaklaşan Çin, 1911 yılına kadar daldırıldığı
afyon komasından uyanmaya niyetli görünmemiş, kendi ken-
disine yetme ve kalkınma yolunda bütün çabalamaları da,
gözleri Çin istihlâk pazarına mıhlı (emperiyalist) devletler
tarafından kösteklenmiştir.
O zamana kadar, birkaç tümenlik modern bir orduya
mağlûp, milyara yakın bir sürü... ingiltere, Fransa ve Al-
manyanın, uzun zaman, toprakları ve insanlariyle, kiralık,
imtiyaz sahası...
Yirminci Asır başında, Çin'de, (Bokser - boksçu) isyanı
denilen bir hareket oldu. (Bokser)ler, Çin'i, emperiyalizma
tasallutundan kurtarmak isteyen gizli bir cemiyetin âzasıydı
ve boksa benzer bir, idmanla yetiştirildikleri için bu ismi
almışlardı. Bunlar Alman nüfuz sahasına saldırdılar ve Al-
man sefirini öldürdüler... Birer siyasî (ajan) saydıkları pa-
pas ve (misyoner)leri de koğdular. (Emperiyalist)lerde bir
telâştır başladı. (Lâik) Fransa — bizim lâiklerimizin kulak-
ları çınlasın! — Çin'de Katolikliğin ve papasların koruyu-
cusu olduğunu resmen ilân etti. (15 Mart 1899)...
Sadece emperiyalizmaya karşı, fikirsiz bir ayaklanma-
dan ibaret bu davranış hızla yayıldı, büyük bir köylü isyanı
haline geldi.
Aman, Çin elden gidiyor! Amerikasından tutun, İngiliz,
Alman, Fransız, İtalyan, Avusturya - Macaristan ve tabiî, Ja-
pon birliklerinden bir haçlı zulüm ordusu tertiplendi, isyan
tepelendi, bilhassa Almanlar tarafından «medeniyet dersi»
namı altında onbinlerce Çinli öldürüldü. Ne kıymeti var; ha
afyonkeş Çinli ha sivri sinek!... Emperyalizma, Hollanda,
Belçika, İsveç, Norveç, Portekiz ve İspanyayı da içine alarak
zavallı Çin'i 500 milyon alttın dolarlık tazminata ve Pekin'de
bunların bekçi bir garnizon bulundurmaları cezasına mah-
kûm etti.
Batı ruhunu ve emperiyalizma ahlâkını belirtmekte bir
şaheser oları ve artık zincirleme gidecek ihtilâllere ilk fide-
liği kuran (Bokser) ayaklanması üzerinde böylece durduk-
tan sonra gerisini kısa kesebiliriz.
Çin İhtilâlleri zincirinin ilk halkası sayabileceğimiz 1911
yılında (Sun Yat Sen) darbesi ve Cumhuriyet ilânı... Tıp tah-
sili görmüş olan (Sun Yat Sen), tesiri altında kaldığı 1904
Rus ayaklanmasından sonra 1906, 1907 ve 1908 yıllarında
giriştiği hareketlerde başarısızlığa uğradı; uzun bir sürgün
hayatı yaşadı, fakat içerideki ve dışarıdaki Çin gençliğine
dâvasını aşılamayı bildi. 1911 kıyamı muvaffakiyetle netice-
lendi, ordu da bu kıyama katıldı ve Çin'de Cumhuriyet ilân
edildi, (l Şubat 1912)... Lâkin Batılıların istemediği (Sun
Yat Sen) «geçici» kaydiyle bulunduğu Cumhur Reisliği ma-
kamında ancak 14 gün kalabildi ve Batı bu inkılâbı dizgin-
leyebileceği ve istediği yöne sürebileceği ümidiyle İmpara-
tor ailesini feda etti ve Cumhur Reisliğine kendi kuklasını
getirdi. Bunun üzerine Çin'de adamakıllı temelleşmiş olan
(Sun Yat Sen)in «Dhtilâlci Birlik» kadrosu, öbür muhalif
gruplarla birleştiler ve (Kuomintag) topluluğunu teşkil etti-
ler. Fakat belli bir dâva, (strateji) ve (aksiyon) göstereme-
diler. Çin pazarının, ağızlarından salyalar akan lüpçüleri
(emperiyalist)ler, askerden kuklalarını bir nevi diktatörlüğe
ittiler; (Sun Yat Sen) Japonyaya kaçtı, orada «Çin İhtilâl
Partisi»ni kurdu ve Birinci Dünya Savaşı boyunca ihtilâlci
faaliyetini oradan sürdürdü.
Umumî harp başlayınca Çin'e Japon müdahalesi ve Al-
manlara ait istismar sahalarına konma teşebbüsü... Harp
sonunda Çin'de Japon nüfuzu hâkim... Avrupalıların baskısı
zayıflamış ve Çin'de bir kalkınma ve uyanma (refleks)i baş-
lamıştır.
4 Mayıs 1919'da Çin'in merkez sitesinde büyük bir ta-
lebe nümayişi... Çin'in yarı müstemleke olmaktan çıkarıl-
ması isteği... Üzerilerine açılan ateş, yüzlerce ölü... Hadise-
nin sirayeti ve Çin tarihinde ilk işçi grevi... Hava «sol»a ka-
yıyor ve bütün ilham 1917 Rus İhtilâlinden devşiriliyor.
Olanca anlayış satıhta ve «kahrolsun emperiyalistler!» nara-
sında...
1921... Ve «Çin Komünist Partisi»nin kuruluşu... (Mao
Çe Tung) sahnede...
Bugün 82 yaşındaki (Mao), o gün 28 yaşında bir genç...
Komünist Partisi, görülmemiş bir kargaşalık içinde,
308
309
mıntıka mıntıka şu, bu generalin elinde, iç çatışma ve bo-
ğuşmaların ateş seli altında inlemekte devam eden Çin'i kı-
sım kısım hoplattı ve 1922'deki ikinci kongresinde ilk hedef-
lerini yaftaladı: İç boğuşmayı nihayetlendirmek, «Savaş
Beyleri» denilen generalleri ortadan kaldırmak, Çin'i tam
istiklâle kavuşturmak... Bu yaftalama ve istikamet gösterme
köylü baş kaldırmalarına, cenupta 200 binlik bir köylü ordu-
sunun teşekkülüne yol açtı; ve kendi havzasında cumhuri-
yetçi rolünü sürdüren (Sun Yat Sen)le komünistleri anlaş-
maya götürdü. (Kuomintag)a «Birleşik Cephe» teklifinde bu-
lundular ve tekliflerini (Sun Yat Sen)e kabul ettirdiler. Ar-
tık şimaldeki «Savaş Beyleri»ne ve yabancı müdahalesine
karşı yeni bir cephe peydahlanmıştır. Cenup mıntıkasında
hâkim vaziyette bulunan «Birleşik Cephe», hemen birtakım
ıslahat ve teşkilâta girişti, (Mao)dan ziyade (Sun Yat Sen)in
güdümiyle askerî akademiler kurdu, bunlara meşhur «Milli-
yetçi Çin» temsilcisi (Çan Kay Şek)i memur etti ve Şimalî
Çin'e karşı barikadını yükseltti. O sırada Batılıların oyun-
cağı Pekin hükümeti bir general eliyle devrildi. Cenup ve
Şimal bölümleri arasında, işi kökünden tesviye edici bir kon-
ferans teklifi oldu, teklif (Sun Yat Sen) tarafından benim-
sendi ve Çin'in ilk hürriyet kahramanı (Sun Yat Sen) misil-
siz tezahürlerle Pekin'e girdikten pek az sonra, henüz kon-
ferans görüşmeleri kıvamına ermeden hastalandı ve öldü.
Görüşmeler de yarıda kaldı.
(Sun Yat Sen)in ölümü üzerine (Kuomintag), General
(Can Kay Şek)in emrine geçti.
Yine karışıklık, yine taraf taraf ayaklanmalar, yine grev,
yine boğuşma... Komünist Partisi, için için, gittikçe kuvvet-
lenmekte, fakat sayıları 5 milyonu bulan (Kuomintag) çılara
karşı bir harekete geçememekte, hattâ onları desteklemek
zorunda bulunmakta... (Mao) ise, idareyi zaif ellere bırak-
mış, uzaktan seyirci kalmakta ve büyük fırsat şartlarını kol-
lamakta. ..
1927... O zamana kadar kâh Sovyetlerle anlaşmaya istek-
li, kâh Çin komünistleriyle iş birliği yapmaya arzulu gibi
duran (Çan Kay Şek), birliklerini düzenleyip ihtilâlci ordu
310
tavriyle harekete geçti, büyük merkezlere girdi ve buralar-
da kendisini alâkayla karşılayan ihtilâlci işçiler üzerine,
apansızın ateş açtı. Komünistler, frenklerin Şinüazeri - Çin
hilesi) dedikleri bir pusuya düşmüş oldular. (Çan Kay Şek)
kendi havzasında teşkilâtını genişletir ve ordusunu yeni ka-
tılmalarla büyütürken komünistler de 5 inci kongrelerini
yaptılar; ve işte o zaman birdenbire görimüveren (Mao)nun
en acı tenkitlerine hedef oldular:
— Yolu bilmiyorsunuz! Köylü birliklerine, gereken alâ-
Jcayı göstermiyorsunuz! Liderleriniz zaif ve iradesiz kişiler!..
Çin bir facia içinde çalkanıyor ve cephemizde bir ağırlık
merkezi kurulamıyor! Plân ve hamleden yoksun hareket edi-
liyor! Her şey kapanın elinde kalıyor!
Güüücüler bu ağır suçlamalara karşı (Mao)ya cephe al-
dılar ve onu rey kullanmaktan bile alıkoydular. Öbür taraf-
tan da (Çan Kay Şek) kuvvetlenmekte devam etti ve nihayet
1927 - 1937 arası, süren büyük iç savaş devresi açıldı.
1927 - 1929 yıllan arasında (Çan Kay Şek) hâkimiyet sa-
fıasını hayli genişlettikten sonra Pekin'e de sahip oldu ve
şekil bakımından Çin'e sahip göründü. Kölelerin kendisin-
den uzaklaşmasına karşılık, kapitalist sınıfın desteğine maz-
har olan General, askerî diktatoryasını kurdu ve Çin'i büyük
-demokrasiler ve (liberal)ler safında ve «milliyetçilik» mih-
rakı etrafında bütünleştirmeye çalıştı.
Derken komünistlerin, Cenuptan Şimale doğru «Uzun
yürüyüş» dedikleri 15 bin kilometreye yakın ve kendilerince
daha emin bir sahaya doğru yol alışları... Yüzbinlerin katil-
•dığı bu tarihî göçte her ân (Çan Kay Şek) kuvvetleri tarafın-
dan kuşatılma ve imha edilme tehlikesi ve başsız, sonsuz
çarpışmalar...
Japonlar yine sahnede... Hiç olmazsa Japonlara, bu,
Çinli suratı altında Çinli karakterini tersine çevirmiş hırs
ve menfaat yamyamlarına karşı birleşme gayreti; ve 1937 -
1945 arası hep bu dertle uğraşma...
Sonunda Japonların Amerikalılara teslim olması üze-
rine (Mao) darbesi ve her şey tamam...
Öbürlerine nisbetle Çin îhtilâli üzerinde fazla söz edi-
311
şimizdeki sebep onun bir Doğu ülkesi olması, bu bakımdan
Türk'ün de içinde bulunduğu bir âlemden bazı ortak çizgi-
ler belirtmesi ve Batı emperyalizmasına ve kendi iç çürüyüş-
lerine karşı arzettiği meselelerin muazzam birer hikmet ve
ibret dersi teşkil etmesidir. Yoksa esasından ve zatî bünye-
si yüzünden l asra yakın zamandır ihtilâl içinde çırpınan, ya-
rışlarda olduğu gibi, birinin kaptığı bayrağı tersine yollarda
öbürü kaçıran, hep böyle giden ve nihayet son oluşiyle men-
fî tarafından istikrara kavuşan ihtilâl ruhu ve ilmi bakımın-
dan da hiçbir kıymet ifade etmeyen bir dünyayı fazla merak
etmeye değmezdi.
Evet; Çin'de ihtilâl, her defa birbirinin yolunu aça aça
veya kapata kapata, hiçbir asliyet ve şahsiyet hususî hamle
ve aksiyon belirtemeden, havadan gelen bir top gibi (Mao)
nün eline düşmüş; ve ondan sonra, uyuşuk Çinli karakteri-
ne bu tam zıt adamın elinde, son bir oluş kıvamı doğmasına
vesile olmuştur. Yani Çin'de, sahibine bir telif hakkı tanıta-
cak müstakil bir ihtilâl yok, birçok içtimaî zelzeleden sonra
menfi kutup üzerinde bir yerine oturma, yerine oturtma vâ- .
kıası vardır. Bu yer, yer midir; yoksa milyara yakın insanı,
üzerine serptikleri, altında yokluk ummanı çalkalanan bir
buz tabakası mıdır? Ayrı mesele!...
Biz, şu anda, şimdiyedek yaptığımız gibi, yalınız oluşlar
ve onların dış mânaları üzerinde konuşalım.
(Mao)nun iktidarı alış hikâyesi basittir. O bir koparış,,
alış değil, daha ziyade bir konuş, hazıra oturuştur.
Japonyanın teslim oluşundan sonra Çin'de komünistle-
rin fırsattan yararlanıp iktidarı kapmamaları için Amerika-
lılar ve (Çan Kay Şek) çiler 'bir hayli gayret harcadılarsa da
söktüremediler. Birtakım (koalisyon) teşebbüsleri, tarafların
vakit kazanmak için, muvakkat kaydiyle anlaşma ve uzlaş-
ma davranışları hep boşa gitti.
Nihayet 1947 yaz mevsiminde komünist kuvvetlerinin
(kuimintag) birlikleri üzerine saldırışı.. (Çan Kay Şek) kuv-
vetlerini böldüler ve aralarında bağlantıyı kestiler. 1947'de
de tam üstünlüğü elde ettiler (Mao)cular, Amerikalıların (Çan
Kay Şek) emrine verdiği en kıymetli silâhları ele geçirdiler;
312
milliyetçi geçinen (Çan Kay Şek) subayları ise, belli başlı bir
Çin karakteri gereğince, ellerindeki silâhları pazarlarda sat-
tılar veya karşı tarafa katıldılar.
1949 başında her şey bitti. Çan Kay Şek'in zırhlı tümen-
leri kuşatıldı ve topyekûn esir edildi. Neticede, milliyetçiler
cephesinden yarım milyon esir ve onbinlerce ölü...
Ve (Mao), aksiyon bahsinde hiçbir şahsî fedakârlığı ve-
ya fedakârca hamlesi görülmeksizin, başında imparator tak-
kesi yerine komünist kasketi, (Mançu)ların tahtına oturdu.
Fakat keyfi ve nefsi için değil namütenahi bâtıl dâvası için...
Ve Çin'de korkunç bir fikir emperyalizması kurdu.
(Çan Kay Şek)e ise, Formoza Adasında, (sembolik) Çin
milliyetçiliği dâvasını sürdürmekten ve kurşundan oyuncak
askerleriyle teselli bulmaya çalışmaktan gayri bir şey düş-
medi:
Sadece çeyrek asırlık bir zaman parçası içinde, atom
bombasını yapmaya ve Rusyaya kafa tutmaya kadar Çin'in
idarî, askerî, sınaî ve iktisadî sahalarda, tek kelimeyle mad-
de plânında ne hale geldiğine dikkat edenler, menfî kutup
etrafında da olsa birleşmenin, bütünleşmenin, inanmanın ve
atılmanın ne demek olduğunu anlarlar.
TÜRKDYE,
İHTİLÂLLERİ
Aslında Türk veya Türkiye ihtilâli diye bir şey yoktur.
Kanunî'den başlayan Alçalma devrimizin Tanzimata gelin-
ceye kadar süren kaba softa ve ham yobaz sevk ve idaresin-
deki Yeniçeri baş kaldırmaları (ki «Yeniçeri» isimli eseri-
mizde romanı yazılmıştır) en kaba, vahşi, fikir ve iman dışı
zorbalık davranışlarından başka bir şey değildir; ve sırasın-
da en mukaddes mânalara zemin açabilecek olan mücerret
ihtilâl keyfiyeti, bunlardan ne kadar tiksinse, karakterini
ayrı tutsa yeridir.
Bizde, ihtilâl değil de, ihtilâl taklidi hareketler, Tanzi-
mattan sonra başlar, hep (Türkün askerlik mayasını tenzih
313
ederiz!) ordudan gelir, ordunun silâh ve hazır teşkilât mani-
velasından faydalanarak yapılır ve hiçbiri halka mal edile-
mez; (Noel) ağacının balmumundan sun'î yemişleri gibi ka-
lır.
Bu bakımdan, Tanzimattan sonra uzaktan veya yakın-
dan ihtilâle benzer üç hareket kaydedebiliriz:
l — Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi...
2 — Abdülhamîd'e karşı «ittihat ve Terakki» darbesi...
3— En zoraki gayretlerle ihtilâl gibi gösterilmek iste-
nen Millî Kurtuluş hareketi...
4— Mayıs 1960 gece baskım...
Bunları en kısa cümlelerle hülâsalandıralım:
1— Abdülaziz'in hal'i ve peşinden katli, (kanaatimizce
Abdülaziz intihar etmiş değil, öldürülmüştür) kindar, âsi ve
gözükara bir seraskerin, birtakım sözde hürriyet mücahidi
< paşalarla anlaşıp Harbiye talebesini peşine takma ve birkaç
kara ve deniz birliğini kandırabilme marifetinden ibaret,
gayet basit, kısır, ileriye doğru her fikirden mahrum ve
ancak zabıta mevzuu, maskara bir iştir ve cezası, o da Ab-
dülhamîd devrinde ve en hafif şekilde verilmiş, yahut veril-
mek istenmiştir.
2— «ittihat ve Terakki»... Dövizleri işportaya düşmüş
şekilde Fransız inkılâbından ve komitacılık ruhu Balkan
çetelerinden devşirilme... Doğrudan doğruya (Mason) ve
Yahudi fikir kurmaylarınca idareli... Sade Batıya ve Batı-
lıya hayran ve Doğuyu, Doğunun sefalet ve felâket sebeple-
rini anlamaktan âciz... Ancak okur - yazar derecesinde, ir-
fansız ve murakabesiz, çeyrek aydınlar hareketi...
Eğer ikinci Abdülhamîd Hân, evliya yapılı bir insan ol-
masaydı da, bütün bir vatanı ve tarihi korumak uğrunda,
bu, kara cahillikleri çapında küstah ve delice atılgan tiplere
kıymayı bilseydi, emrindeki Hassa Birliklerinin tek tüme-
niyle onları yok eder, Dünya Savaşına girmez, ondan son-
raki ihtilâtlara meydan bırakmaz; ve bugün dünya petrolü-
nün en zengin sahalarından biri elinde olarak, Türk mille-
tine, maddî ve manevî gerçek hayat hakkını miras bırakmış
olurdu. Bu hikmete bağlı olarak «ittihat ve Terakki» ihtilâ-
314
linin sahteliğini, en geniş bir tahlil ve terkip manzumesi ha-
linde «Ulu Hakan II. Abdülhamîd Hân» isimli eserimizde
bulabilirsiniz.
3 — Millî Kurtuluş hareketiyse, «Dttihat ve Terakki»
nin topyekûn uçuruma attığı koca bir İmparatorluktan, ta-
neleri sökülmüş bir mısır koçanı halinde elimizde kalan,
yorgun topraklı ve kısır kaynaklı Anadoluyu kurtarma işidir
ki. Türkün ölmemek iradesini ve bu uğurda canını dişine
takma hamlesini temsil edişi bakımından, bir iç oluş şahla-
nışı değil, dışa doğru kendisini koruyuş (aksiyon)udur; ve
zaferden sonra aldığı inkılap şekilleriyle, (bu şekillerin be-
lirttiği kıymet hükümleri mahfuz) millete izafe edilmiş bir
(dikta) eseridir. Yani iç bünyeden doğma bir iç ihtilâl ve in-
kılâp olmaktan uzaktır.
Yunanlı, saltanat ve hilâfeti kurtarmaya mı gelmiştir ki,
ona karşı millî kıyam ve neticesi olan «devrim»ler bir ihtilâl
eseri kabul edilebilsin?...
4 — Haraç isteklilerinin kulüp basmaları şeklinde «gece
baskını» diye yaftaladığımız 27 Mayıs 1960 ihtilâline gelin-
ce... Evet, sureta bu bir ihtilâldir; fakat «operet ihtilâlleri»
diye vasıflandırdığımız Arap ve Afrika hükümet darbeleri
arasında belki en şaşkını ve komiğidir. Ustaca bir kurmay
heyetinin bir yürüyüş kıtasına tatbikat plânı çizercesine, sırf
plân çizebildiğini göstermek için yapılan ve ne mazi, ne is-
tiklâl, ne gerçek suçlu, ne de korunmaya lâyık bir dâvaya
ait bir fikir sahibi bulunan bu ihtilâl, emekli bir kolordu
kumandanının bize söylediği gibi:
— Daha ertesi sabah ne kadar bos ve gayesiz oldukları
meydana çıktı!
Teşhisine tıpatıp denktir.
«Dostlar alış - verişte görsün!» ve «ihtilâllerde böyle
olurmuş!» gibilerden, çıkartma kâğıdı usuliyle sehpalar ku-
rulmuş, asılanlar asılmış, ilim ve hakikat fahişesi bazı pro-
fesörlere fetvalar ısmarlanmış, bir Anayasa düzülmüş, zora-
ki ihtilâlcilere «tabiî senatör» ünvaniyle muhafaza hisarları
kurulmuş ve sonra çekilip gidilmiştir. Bu, ihtilâl şöyle dur-
sun, ihtilâlcilik oyunu bile değildir. Oluşundaki, olabilişin-
315
deki sır ise, Alparslan Türkeş'e bir gün evimizde söylediği-
miz şu cümlenin içindedir:
— «Siz, yoğurttan bir hükümete mukavvadan bir han-
çer sapladınız! Hükümet tenekeden bile olsaydı hançeriniz
kırılırdı!»
Türkiye inkılâpları üzerinde toplu hüküm şudur ki, Tür-
kiye'de bellibaşlı bir fikir ve gaye uğrunda ve ihtilâl çapında
hiçbir ciddî hareket olmamış; Tanzimattan beri yapılan in-
kılâplar da halk vicdanına girilmeksizin ve cemiyet rahmine
aşılanmaksızın, zabıta marifetiyle evlere dağıtılan Batı (pro-
sede)si «emr ü f er man »lar dan ileriye geçememiştir.
316
SENTEZ
SINIFLANDIRMA
MÂNALANDIRMA
İhtilâlleri, mâna ve madde kıymetleriyle 5 sınıfa ayıra-
biliriz: .'
1— En ulvî...
2— Ulvî...
3— Toprak seviyeli fikre bağlı...
4— Süflî...
5— En süflî...
Birincisi, Resullerin temsil ettiği mutlak inkılâplar ve
onlara bağlı hareketler...
ikincisi, aynı yolda, tâbi kahramanların büyük ham-
leleri...
Üçüncüsü, madde ötesi, manevî bir ideale malik bulun-
maksızın girişilen, hak veya bâtıl, dünya görüşü sahibi, ge-
niş çapta (aksiyon)lar...
Dördüncüsü, saman kâğıdı üzerinden kopya, köksüz
davranışlar...
Beşincisi, elindeki mankafa silâh ve âlet imtiyazını en
vahşi zorbalık ve en galiz eşkiyalığa vasıta edici yeltenişler...
Birinciye misal, başta Kâinatın Efendisi olmak üzere
bütün Resuller ve hususiyle ve bazı farklarla, Nuh, İbra-
him, Musa Peygamberlere ait vakıalar...
İkinciye misal, Allah ve gerçek din uğrunda, muvaffak
olsun veya olmasın, bütün çileli mücadele ve mücahede ör-
nekleri ki, Hazredi İsa'nın havarilerinde en müşahhas ifa-
317
desini canlandırmakta ve henüz tarihte ve yeni çağlarda ken-
disine üstün bir zemin açamamış bulunmakta...
Üçüncüye, Fransız ve Rus ihtilâlleri misal...
Dördüncüye, topyekûn, muhasebesiz ve murakabesiz,
özenti ve ezberci darbeler ve bildiğimiz operet (mizansen)leri
numune...
Beşinciye de, Halife ve Padişahının baldırını çimdikle-
meye ve hayalarını sıkmaya kadar giden, çürümüş ordu
(sembol)ü Yeniçeri şekavetleri örnek gösterilebilir.
Dikkat edilecek nokta şudur ki, bu sınıflar arasında
«ulvî» taklitçisi «süflî»ler bulunduğu gibi, «süfli» esaslı ol-
masına rağmen bazı çizgileri ve çapiyle «ulvî»yi hatırlatıcı
şekiller de vardır. Ve bütün dâva güdülen gayenin zatında ve
o zata fikirde ve fiilde tercüman olabilmek ehliyetindedir.
Artık siz, verdiğimiz ölçülere göre, ilk insandan günü-
müze değin «eski»yi yıkmak ve «yeni»yi yapmak yolundaki
beşerî atılışları sınıflandırabilir ve bizim fazla «müşahhas»a
kaçmamak mazeretimizi kestirirsiniz.
Beşerî anlayışa göre kolayca hazmedilecek ve nefse sin-
dirilecek ihtilâl ve inkılâplar, toprak seviyeli fikre bağlı çe-
şitlerden olduğuna ve zaten «en ulvî»si ve «ulvî»si, gökle bağ-
lantısı mahfuz, toprağa inmek mükellefiyetinde bulunduğu-
na göre, çapları bakımından Fransız ve Rus ihtilâllerini oluş-
ları bakımından «ulvî» hesabına birer ders kitabı sayabili-,
riz. O zaman, «bâtıl»a inanışın bile, mücerret inanış ve bu
inanışın gerektirdiği maddî ve manevî kanunlar sayesinde
hangi kuvvet derecelerine ulaştığını haşyetle görürüz. Görür
ve dâvamıza karşı mes'uliyetimizi kavrarız.
Bu bakımdan, birer ders kitabı halinde gösterdiğimiz
(3) numaralı sınıfa bağlı ihtilâllerin, frenklerce (fason d'ajü -
façon d'agir) denilen «iş görme tarzı»ndan, hem fert, hem
devlet hesabına yararlanmış oluruz.
Her şeyden önce noktalayalım ki, bu eser, ihtilâli sev-
dirme ve gayeleştirme değil, onu her köşesi ve olanca ruhiyle
anlatma, mücerret mânasını gösterme denemesidir; ve mü-
şahhas bir tahsis ve teşvikle alâkasızdır. Eserimize ihtilâl
telkincisi göziyle bakmak, saf hukuk ve kanun anlayışı na-
zarında herhangi bir ihtilâl filmini tahrik vasıtası diye gör-
mek gibi bir abese varır ve hakikati arama cehdini incitir.
Bu ölçüyü esas tutuktan sonra da, dileyen, bu eseri, dilediği
mânaya hizmet ettirmekte hürdür ve böyle bir hürriyet,
eseri suçlandırmaya sebep teşkil etmez. Devletler ve rejim-
ler, nefslerinin müdafaası için böyle eserlere muhtaç olduk-
ları kadar, fertler ve topluluklar da dâvalarının kültürü ba-
kımından aynı ihtiyaç içindedirler... Fikir başka ve fiil baş-
ka olduğuna göre de bazı fikirleri fiile tahvil etmenin suçu,
onu yapacak olanlara düşer. Hiçbir silâhçı, malını «adam
öldürün!» diye satmaz.
Bu ana kıstaslardan sonra, şimdi, ihtilâlin ruhî ve fiilî
mekanizmasını ele alabiliriz.
Yeni ve muazzez Türk gençliğine, tatbik mevzuu bulun-
maksızın en faydalı irfan vasıtası olarak ve «yapın!» değil,
«bilin!» teziyle sunduğumuz bu eser, onun baş ucu kitapla-
rından biri değilse, hiç olmazsa bu değeri ihtar edici mahi-
yette sayılmalıdır. Bu ince noktayı da bundan sonraki ba-
hisler aydınlatacaktır.
DÜNYA GÖRÜŞÜ
VE ESER
İlk iş bir dünya görüşüne sahip olmaktadır. Ve bu gö-
rüş, dünyanın ötesine, kâinatın muhasebesine vardığı za-
mandır ki, dünyayı sımsıkı eline alır (dünya âhiretin tarlası)
ve dünyanın gerçek görünüşünü ve gösterilişini temsil eder.
insanoğluna, kâinatın hesabını, ferdiyetinin encamım
ve didinişlerinin hâsılasını, neye vardığını, nerede karar kıl-
dığını haber vermeyen hiçbir ideal, aslında ideal olmaya lâ-
yık değildir.
Üstünlerin üstünü dâva bu; ve mevzuumuzun müntehâ
noktası...
Biz yine yeryüzüne bakalım:
Evet; bu her şeyden evvel bir dünya görüşü... Olanlara
göre bu dünya görüşünün mutlaka hak olması gerekmez.
318
319
Fakat bir dünya görüşü ve yeni bir cemiyet nizamı belirt-
mesi şart...
Kendisini hak kabul eden her dünya görüşü için, ihti-
lâl, bir (arena - boğuşma çerçevesi)dir. O zaman da, gerçek
ihtilâl mevzuu olarak (gladyatör döğüşçü)ler arasında kıya-
mete kadar Sürecek bir mücadeledir, gider. Böyle geldi böy-
le gidecek... Ama hak, çilesi çekilmiş, eseri verilmiş şekilde
olursa, bâtıl dünya görüşlerine de, menfi tarafından bir kıy-
met ve haysiyet tanır. Bizce dünya görüşü (1) ve (2) numa-
ralı sınıflandırmalarda tecelli ettiğine göre (3) numaralı
maddeye ayırdığımız kıymet ve haysiyet, gösterdiğimiz de-
receyi aşamaz; fakat ele alınmak, hususiyle karşısına çıkıl-
mak borcunu, hakka, en mukaddes vazife halinde yükler.
(Anti tez - tersine dâva)nın tahribi, her sahada (tez)in borcu-
dur.
Fikirsiz ve meselesiz, kafasında bir mimarî hayali ol-
madan, sırf yıkmak için yıkma, yahut da bir şey yapabile-
ceğini sanıp da, yıkmış olmaktan ibaret kalma davranışla-
rıysa ne üzerilerinde fazla konuşmaya, ne de sivri sineklere
sıkılacak flit ilâçlarından başka bir mukabeleye değer şey-
ler... (3) ve (4) numaralı maddelerdekiler de bu kabilden...
Hak veya bâtıl, fakat dünya görüşü denilebilecek hare-
ketlerin esere, kitaba dayalı olması kanundur. Büyük Fran-
sız İhtilâlinin, patlayışından evvel kaleme alınmış ve ihtilâle
temel olmuş yüzlerce eseri var... Başta (Ansiklopedi)ciler
diye anılan (Volter), (Russo), (Didro), (Montes kiyö), Da-
lânıber), (Jakar)...
Komünistlerin ana eseri (Das Kapital - Sermaye) ve
(Marks)la (Engels) malûm... Peşlerinden, hem fikir ve hem
(aksiyon) işinde (Lenin) ve kitapları, gazeteleri, makaleleri...
(Lenin), içinde boğulduğu bâtılın ummânında her şeye
rağmen korkunç derinliklere ulaşmış ve ulaştıkça hakkı kay-
betmiş, beyni hummalı insan... Eğer bu vasıflar bir madalya
ise onu (Lenin) in göğsüne bizzat hak takar ve sonra kendi-
sini, insanoğlunun ebedî hayatına kasdetmiş olmanın suç
yaftası boynunda, idam eder.
Faşizma ve Nazizma gibi, ihtilâl ve inkılâp diye göste-
rilmeye pek değmez hareketlerin de kitapları vardır. (Hit-
ler) ve (Musolini)nin malûm eserlerinden başka (Haydeger)
ve (Rozenberg) gibi filozoflara dâvalarının felsefesi yaptırıl-
mak istenmiş, fakat bu gayretler tutmamıştır.
Eseri ve ideolocyası olmayan, daha niceleriyle beraber
Cumhuriyet İnkılâbıdır. Eğer ona «Anadolu İhtilâli» veya
«Cumhuriyet İnkılâbı» demeselerdi de «Millî Kurtuluş Hare-
keti» veya «hükümet taklibi» deselerdi mesele kalmazdı.
Onu takip eden «devrim»ler de ayrıca müşahede laboratua-
rına oturtulabilirdi.
Hakikatlere artık iki kaşı ortasından bakmanın ve on-
ları erkekçe dile getirmenin zamanı gelmiştir.
Bir de ihtilâle temel fikri vermek gayesi olmaksızın on-
da mücerret kitle hareketlerinin ruh ve tekniğini göstermek
için yazılan eserler vardır ki, bunların başında, (Lenin)in de
yanından ayırmadığı (Von Klâvzviç)in «Harbe Dair» eseri
gelir. Ayrıca, kaba «müşahhas»a dayanılarak yazılan, ken-
dinden bir şey getiremeyen ve malûm tecrübeleri mânalan-
dırmaya çalışan basit bir eser: (Malaparte)nin «Hükümet
Darbesi» isimli kitabı... (Malâparte), bütün (kamuflâj - sak-
lama) gayretine rağmen «sol»u selâmladığı bu eserinde, hiç-
bir zümreye ihtilâl dersi vermek sevdasında olmadığını, hat-
tâ daha ziyade hükümetleri uyarmaya baktığını kaydeder;
ve Paris'in meşhur Polis Müdürü (Şiyap)tan aldığı mektuba
ait şu satırları ileriye sürer:
«— Siz, devlet adamlarına, çağımızda ihtilâle götüren
hadiselerin neler olduğunu, ihtilâl usullerini ve bunların vu-
kuundan önce nasıl sezileceğim öğretiyor, âsilerin, iktidarı
zorla ele geçirmelerine nasıl engel olunacağını öğretiyorsu-
nuz.»
Bu çeşit, ihtilâl mühendisliği ve mimarlığı yerine, kal-
falık ve dülgerlik kitaplarını bir tarafa bırakalım da, nasıl
edebi nazariyat eserlerini okumakla şair yetişemezse, gerçek
bir sanat olan ihtilâlin de el kitaplarından öğrenilemeyece-
ğini ve her büyük ihtilâlcinin ayrı bir üslûp, ilim ve tekniği
olmak gerektiğini ve bunun mutlaka bir ana kitaba dayalı
olmak borcunda olduğunu tespit edelim.
320
ihtilâl/21
321
SANAT
İLİM
KEŞDF
Felsefenin, kendi içinde, kendi kendisini şöyle bir mu-
hasebeye çekişi vardır:
— Felsefe ilim midir, sanat mı?
îlim, kanunlarını mücerret tefekkürden alıp onları bir
takım sûrî nispetler içinde kalıplaştırma; sanat ise «büyük
mücerret» peşinde ebedî bir arama ve kalıptan kaçınma işi...
Birini akıl, öbürünü ruh besler. Anlamayla, yahut anladığını
sanmayla, sezme ve bedahet duygusu içinde kâşifliğe erme
arasındiki fark...
İhtilâl de, daha evvel dokunduğumuz gibi bir sanat...
Fakat ilme, yani kalıplarını bulmaya muhtaç bir sanat...
Başta nebiler — ki İlâhî vahye mazhar olanlar her kıyastan
münezzehtir —, arkalarında bağlıları, daha sonra da yeryü-
zü dâvası güdenlerden büyük yaratılışlar, «dehâ» diye isim-
lendirilecek bu sanattan sırasiyle pay sahibidirler. Zaten in-
sanoğluna verilen hangi işde böyle bir sanat payı rol oyna-
maz ki?...
Dâvasını ve rüyasını maddeye nakşetme cehdini besle-
yen her fert, kuru ölçü âleti akıl hesaplarından önce, bilin-
, medik ve beklenmediklerin mevcelerini zaptedebilme mâna-
sına bir sanat belirticisidir; ve onun eseri, önceden ve mâ-
nalar âleminde bir ihtilâldir. ݺ o mânaların madde ve hare-
ket zarfı içinde billûrlaştırılmasına gelince o da ayrı bir sa-
natia birlikte ilim...
Saf sanatlar müstesna, (aksiyon) işindeki sanata, öz il-
minin müntehasındaki marifet diyebiliriz; ve bu marifeti,
kitle idareciliğine ait her yerde buluruz. Geçit resminden
ateş hattına sürülüşüne kadar askeri bir kıtanın sevk ve ida-
resi sanat değil de nedir? Bir mimar nasıl blok taşlarla, na-
kışlarından istiflerine kadar oynarsa, insanlarla öyle oyna-
yan bir (aksiyon)cudan her şeyden evvel sanat beklemekte
haklıyız.
Askerlik çerçevesinde olsa da, kitle sevk ve idaresi ba-
kınımdan toplu hareketlerin en haysiyetli eserini yazmış ve
ilmini yapmış olan kalem, biraz evvel bahsini ettiğimiz (Von
Klâozviç)tir. O, bir kumandanda binbir meziyet arasında en
çarpıcı vasıf olarak hayal gücünü ve kâşiflik kabiliyetini, ya-
ni sanatı arar ve bu bakımdan övdüklerinin başır.da (Na-
polyon)u gösterir.
Kızıl Ordunun kurucusu (Troçki)nin, karadan, hükümet
kuvvetlerince kıstırılması, zaif de olsa ihtimal beiu ürken
komünist «Şafak» gemisini (Neva) nehrinden içerij'i sok-
ması ve onun 15 lik toplariyle Kışlık Sarayı ateş altına al-
ması ve korkunç bir (panik) doğurması yine parlak bir ha-
yal ve keşif mahsulü...
Birinci Dünya Harbinde üstüste hücumlara rağmen üti-
şürülemeyen (Liyej) kalesinin mutlaka o gün akşama kada/
sukut ettirilmesi emri gelince, yüksek bir yerden cepheyi ta-
rassut eden Alman Ordular Grupu Kumandanı bir de baka "
ki, düşman müdafaa ordusiyle kendi arasında tesadüfi bir
boşluk açılmıştır; ve cephe boyunca düşman hatlarında hiç
bir çökerme ve yarılma yokken bu bir anlık boşluk, haya!
üstü denilecek kadar müthiş bir ihtimale kapı açmaktadır
Öyle bir ihtimal kapısı ki, açılmasiyle kapanması arasında,
bir anlık, evet, bir anlık bir zaman payı vardır. Alman ku-
mandanı bu inceliği yıldırımvâri bir keşifle yakalar, kuman-
danlık flamasını taşıyan otomobiline atlar, arkasında karar
gah maiyeti, boşluktan tek başına geçer, düşman karargâ-
hını tek başına basar; ve düşman kumandanını karşılarındî
görünce her yönden sarıldıklarını ve çökerdiklerini sananlar,
ellerini havaya kaldırıp teslim olurlar ve karargâh gönderi-
ne beyaz bayrağı çekerler. (Liyej) de o akşam düşer.
Ya, tarihte eşsiz ve benzersiz olan bu atılışın mânası?...
Öyle bir atılış ki, en küçük mukavemeti görseydi asıl
kendi kumandanını esir verecek ve topyekûn Alman kuvvet-
lerinin en nazik noktası Şimal cenahını paramparça edecekti.
ݺte, muvaffak olursa «dehâ», olamazsa «cinnet» dedik-
leri sanat budur.
322
LDDER
VE
KADRO
Başsız, ne hayat, ne hareket, ne de ihtilâl ve inkılâp dü-
şünülebilir. Baş, toplayıcılığın, birleştiriciliğin ve fikri he-
define yönelticiliğin remzi... Onbaşısı olmayan manga bile
yoktur. Lider ise her içtimaî harekette ilk şart olarak düşü-
nülmesi lâzım irade merkezi... Lidersiz ihtilâl ve inkılâp ol-
maz değil de, bunların olması için lider gerek... Yani (1)
adedi (2) den önce olduğu gibi, lider de hareketten evvel...
Böyle olmazsa hareket curcinaya döner. Tarihte nice başı
boş davranışları bilmemezlikten gelemeyiz ama, bunlara da
mevzuumuzun şiarını yakıştıramayız. Liderin olduğu ve li-
derlik şartlarına yaklaştığı nispette, «süflî»sinden «ulvî»sine
kadar hamle ve hareket de vardır.
Liderlik şartlarına malik fert, çocukluğundan ve ilk
mektep talebeliğinden başlayarak göze çarpar. Arkadaşları-
nı darna taşı gibi dizer ve onlara dilediği biçimleri verir. Bü-
yükdükçe de liderlik şuuruna ermeye başlar, plânlar yapar,
hamlelere girişir, kendini aşma humması içine girer.
Tahsil safhasında yüksek not almanın liderlikten yana
hiçbir değeri yoktur. Hattâ bu gibiler umumiyetle, sıradan
çalışkan, ibda cehdine tujak, ezberci kimseler olduğu için
kendilerini başka türlü gösteremezler...
(Napolyon), ilk askerî mektebi olan (Ekol militer do
Bnyen - Briyen Askerî Mektebinden hep kırık numaralar
almış ve hiçbir mümtazlık gösterememiştir. Büyük irfan,
ilim ve dirayet sahibi Köprülü Fazıl Ahmed Paşanın babası,
asıl kahraman Köprülü Mehmed Paşa bir ümmîydi. Şüphe-
siz ki, en mes'ut gaye, irfan (ezbere bilgi değil, kültür) ile,
yapıcı ve doğurucu hamle ruhunu birleştirebilmekte...
Liderden sonra ilk hayatî sual, kadro... Lider'in uzuv-
ları, elleri, ayakları, gözleri, kulakları mevkiindeki kadro...
(Lenin)in meşhur sözü:
«— Kadrosuz ihtilâl olamaz!»
Buradaki «kadro»dan murad, kalabalıklar değil, onla-
rın güdücüsü kurmaylar... Dâvayı güneş makamındaki it-
elerden alıp ay rolünü oynayanlar ve karanlıkta yol arayan
yığınları ışıklandıranlar... Bu hikmete tam ve mutlak misal,,
yine tenzih kaydiyle, peygamberler ve onların sahabîleri...
Roma'yı yıkan, Hazret-i isa'nın bir avuç havarisi olmuş; ati--
nı okyanus dalgalarına doğru sürüp:
— Allahım, karşıma bu derya çıkmasaydı ismini daha
ötelere götürürdüm!
Diye bağıran İslâm kumandanı da, ruh feyzini, Kâinat
Efendisinin sahabîlerince yayılan soluktan almıştır. Kaydet-
tiğimiz gibi, onlar münezzehtir, hiçbir benzetişe unsur teş-
kil edemez; fakat bu kayt altında, hikmet noktasından, bü-
tün insanlığa en ulvî misali yine onlar billûrlaştınr.
ݺ, toprak seviyeli oluşlara gelince; işte tamamiyle hu-
susî vasıflar içinde «Napolyon'un Mareşalleri» diye anılan
kadro!... ݺte, her ferdi ve her ferdinin rolü malûm (Lenin)
grupu!... Ve işte, hususiyeti tek lider dışı ve tepeden inme
birçok güdücü elinde olmaktan ibaret Büyük Fransız İhtilâ-
linin muhteşem kadrosu!... Bu kadronun fertleri, ekseriye-
tiyle önceden malûm değildi; cemiyetin alt tabakasında ve
uykudaydı; inkılâp olunca da dışarıya vurdu ve her biri ayrı
ayrı liderlik vasıflarına yükseldi. Demek ki, inkılâpları li-
derler doğurduğu kadar, inkılâpların da lider ve kadro mey-
dana getirmekte rolleri vardır.
Netice şudur ki, bir ihtilâl ve inkılâbın kadrosuna bak-
mak, ona verilecek kıymet notu bakımından yeterlidir.
«Anadolu İhtilâli» veya «Cumhuriyet İnkılâbı» denilen
vakıa şunun için ihtilâl veya inkılâp olmak hüviyetinden
uzaktır ki, gösterdiğimiz misallere uyar, (Lider)inden ayrı
bir kadrosu yoktur. Olanlar, hangi (kare)ye oturtulursa ora-
da kalacak olan piyonlardır. Ne varsa (Lider)indedir.
Şu noktayı iyice kavramak lâzımdır ki, biz, bu eseri-
mizde, «Millî Kurtuluş Hareketi»nin kendisini ve (Lider)ini
küçültmüyoruz; yapılanlar ve hazır imkân üzerine bina edi-
lenler her neyse, onları ayrı birer kıymet hükmü mevzuu
diye göstererek ihtilâl ve yığın marifetiyle inkılâp hareket'
dışında tutuyoruz.
325
Farzedin ki, biz, bir bakırcılık işi üzerindeyiz; bize ben-
zeyen madde altun bile olsa onu dışımızda tutmak fikir hak-
kımızdır. Bize «yobaz» diyenler asıl böyle bir yobazlıktan
korunmaya baksınlar...
CÜR'ET VE
GÖZÜKARALIK
(Lenin)in insan ruhunu tahlilde en sevdiği artist (Şar-
lo)...
— İnsanı bütün zafaları ve iç sefaletleriyle tanıyan
adami
Gibilerden bir sözü varmış (Şarlo) için...
(Şarlo)nun, (Lenin) tarafından her halde bilinmeyen bir
filminde şöyle bir sahne var:
Bir işsiz, baş vurduğu her kapıdan kovulmuş, gözleri
yerde, yavaş yavaş yürürken arkasından bayraklar ve (pan-
kart)larla, grevci bir amele grupu sökün ediyor. O sırada
hızla ilerileyen spor flamaları yüklü bir kamyonetten yere
bir flama düşüyor. ݺsiz rolündeki (Şarlo) eğilip flamayı alı-
yor. Kendisini elinde flama ile gören grevci işçiler de onu li-
der ilân ediyorlar!!!
Hadiselerin itelediği meccanî liderlere bundan daha gü-
zel bir misal bulunamaz. Lider bu soydan oldu mu, artık on-
da bu makamın üstün vasıfları aranamaz. Lider, hadiselerin
itelediği değil, hadiseleri iteleyen ve nasibinde varsa başarı-
ya ulaşan kahramandır. O zaman da liderliğin üstün vasıf-
ları içinde cür'et ve gözükaralık başta gelir.
Bu zamana kadar, iyi kötü, hiçbir lider gelmemiştir ki,
kendisinde cür'et ve gözükaralık hassasından büyük paylar
bulunmasın... Bu hassayla her şey bitmesse de, onsuz hiç-
bir şey başlayamaz.
Şu, içimizde kaynaşan, sanki bizim uyuşuk iklimimiz-
den değil de başka bir âlemden gelmiş gibi, cür'et ve gözü-
karalıkta en aşırı derecelere tırmanabilen solcuların haline
bakın! Nasıl, şeytanî bir vecd içinde, aslı Rahmanı ve İslcmî
olması lâzım bir ruh temsil etmektedirler! Ve biz, bu vata-
nın maddî ve manevî tapusunu ceplerinde taşıyanlar, ruh
kökümüzün, içinden çürümeye yüz tuttuğu 16 ncı Asırdan
19. Asra ve dışından baltalanmaya başladığı 19. Asırdan bu-
güne kadar, ne yılgın ve ezgin, her türlü temellük ve tasar-
ruf hakkından mahrum, bir sığıntı ömrü sürmekte, tutsak
kampı hayatı yaşamaktayız! İslâmiyette ismi «Şecaat» olan
cür'et ve gözükaralık, hamle ve şahlanış kabiliyeti, asırlar-
dır, içimizdeki sahtelerle dışımızdaki suikastçılar tarafın-
dan öyle tahrip edilmiştir ki; sanki şırıngalarla ruh kanımız
çekilmiş, eskilerin «amîk fakrüddem» dediği derin bir kan-
sızlık bünyemizi istila etmiş ve birbuçuk asırdan beri bu
halin kavruk nesilleri birbirini takip etmiştir. Yepyeni bir
gençlik dölünün meydana gelir gibi olduğu şu devre ise an-
cak çeyrek asırlıktır. Asıl büyük inkılâp, bu gençliğin, kanun
çerçevesinde ve muazzam bir fikriyatın mihrakında, hakkı-
nı, yerle gök arası mahyalaştıracağı gün olacak; ve daima
kanun çerçevesinde bu işin gerektirdiği şecaat mutlaka ge-
lecektir.
Yerinde cür'et ve icabında gözükaralık öyle bir haslet-
tir ki, onu, hamle ve hareket sehpasının masayı tutan ayak-
larından biri kabul edebilirsiniz. Sehpa, ne tek başına onun-
la durur, ne de onsuz...
İhtilâl ve inkılâbı bırakalım da dâvayı saf (aksiyon) cep-
hesinden ele alalım:
Büyük İskender, hiçbir bahadırın binemediği (Bosefal)
isimli atı zaptedişinden Hindistan'da (Ganj) nehrine kadar
varan fetihleriyle, mevzuumuz olan (kalite) bakımından ne
ifade eder?
Fatih Sultan Mehmed, bir gecede gemilerini Halic'e in-
dirir ve madde hesaplarını çatlatan bir atılış gösterirken,
karakterinin hangi köşesiyle iş görmektedir?
Ya, çadırına kurşun sıkan Yeniçerinin üzerine varışı ve
-orduyu topyekûn peşine takışiyle Yavuz Sultan Selim?...
Menkibelerini gördüğümüz, hayatı baştan başa cür'et ve
gözükaralık misali (Napolyon)?...
Hattâ, en sefil tarafından ve sırf cür'et için cür'et olsa
326
327
da, hükümet kuvvetinin, başındaki ihtiyar sadrâzama ait
şahsî bilek gücü kadar zaif hale geldiğini sezen İttihat ve
Terakki komitacılarınca girişilmiş Babıâli baskını...
Cür'et ve gözükaralığm büyük imtiyazı vardır; bu nokta
anî ruh boşluklarından faydalanmanın (stratejik) çıkış mer-
kezidir; ve (aksiyon) ruhuna maya tutturan cevher budur.
AHLÂK VE
FEDAKÂRLIK
Umumî ahlâk eğer bir su hazinesiyse bu hazinenin sui
verdiği musluklardan başkası da hareket ve (aksiyon) seci-
yesidir.
Kaydetmiştik ki, ihtilâl ve inkılâplar, yetişmiş liderlerin
eserleri olduğu kadar lider yetiştirmekte de müessir... Bu.
nokta, bilhassa ahlâk ve fedakârlık cephesinde göze çarpar.
Ulvî soydan hareketlerde inkılâp ahlâkı başlı başına bir
müessisedir ve ölçülerini madde ötesi inanışlardan alır. Böy-
le bir inanışa bağlı olmasa bile, mücerret inanış imtiyazı ola-
rak, mesnedsiz, fakat kendi başına bir ahlâk kaynağı teşek-
kül edebilir. Zaten teşekkül etmezse o hareket bir inkılâp*
değil, eşkiyalık olur.
Böyle bir ahlâkın teşekkülü, her şeyden evvel nefsânüik-
ten tecerrüt ve bâtıl da olsa gayeye bağlılıkta tecellisini bu-
lur.
ݺte, herhangi bir tenkide karşı bu mevzuun kendi hu-
susî hayatına taallûk ettiğini ileriye süren bir sorumluğa (Le-
nin)in verdiği «bir komünistin hususî hayatı yoktur!» cevabı,
bu hikmete işarettir. Bir maddecinin değil, bir ruhçunun,
bir dinsizin değil, bir.müslümanın ölçüsü olmak icap eden
bu cevap. (Lenin)in dünya görüşüne zıttır, ona uymaz ve on- '
da iğretidir. Onun, farkında olmaksızın, içinde beslediği ve
maddeci ahlâkına yamamaya kalkıştığı (mistik) ruhundan
bir tezahür... Fakat, aslı ve esası bizim olarak ne harikulade
söz!...
(Lenin)in bütün hayatı, dâva ahlâk ve fedakârlığının ser-
gisidir. Küfre din ruhiyatının bütün usullerini tatbik hilesin-
de gerçekten samimî, yani küfrü din haline getirmeye dav-
ranışta mahir bu adam, eğer bizim anlayışımıza göre müs-
pet yolda olsaydı, yine bizim ölçümüze göre meydana bir ha-
rika gelebilirdi.
En aydınlık metodlarla ebedî karanlığın avcısı bu adam,
(anti kapitalist) olarak getirdiği ve devletleştirdiği şahsî mül-
kiyet mahrumluğunu en sert şekilde öz nefsine sindirmiş ve
«Bütün Rusyalar'in hâkimiyken millîleştirdiği ormanların
ayılarından bir post'a bile sahip olmamıştır. Sefil bir (mu-
jik) kılığı, yağlı bir kasket ve boyaları dökülmüş bir hasta-
hane karyolası... Böyle yaşadı.
Âlemde düşmanlık mefhumunun kemal haddiyle zıddı
olduğumuz komünizma şeflerinden bazılarına ve bazı hu-
suslarda gösterdiğimiz takdir, zaafımız ve tezadımız olmak
yerine kuvvetimiz ve bütünlüğümüz icabı sayılmalıdır. Tez-
lerin tezi, sistemlerin sistemi ve gayelerin gayesi olan İslâm,
hiçbir hakikat tesbitinden korkmaz ve «hikmet müminin
kaybolmuş malıdır; nerede bulsa alır!» düsturu gereğince
hakkı yerli yerine oturtmaktan kaçınmaz. Onun içindir ki,
öz ırkını «çıfıt» diye vasıflandıran çıfıt yahudi (Karl Marks)
m kan kusarak ölürken baş ucunda ısırılmış bir elmadan
başka mal bırakmadığına dikkat ve onu da ebediyen bâtıl dâ-
vasında ahlâk sahibi olarak kaydeder. Nitekim aynı çıfıtın
her köşesiyle çıfıt karısı, (Marks) ölünce şöyle demiştir.
— (Das Kapital)i yazacağına keşke bana biraz (kapital)
bıraksaydı!.
Bu misalde de, dâva ahlâkına en uzak tip olan yahudi
ve ona ait şahsî menfaat seciyesinin, karı-koca arası en kor-
kunç tezadına şahit oluyoruz. Muhakkak ki, fertlerin oldu-
ğu kadar cemiyetlerin ve ırkların da hususî birer ahlâkı var-
dır ve saffetini koruyabilmiş ırklarda bu nokta daha bariz-
dir.
Bu ters misallerden sonra, ölçümüz ve itikadımızca müs-
pet sahanın kahramanları arasında göstereceğimiz misaller,
mutlak inkılâbın kıyastan münezzeh yürütücüleri olarak,
328
329
başta Hazret-i Ebu Bekr ve ardındaki üç halife, bütün saha-
bîlerdir.
Dâva ve (Aksiyon) ahlâkının şahsî menfaatta gözü ol-
mamak bahsi bununla bitmez; canda da gözü olmamak, can
da da fedakârlık mertebesine ulaşabilmek lâzım... İnsanın,
kendi canını feda edecek derecede gayesine bağlı, gayesin-
de fâni oluşuna tek delil budur. Dâvası yolunda en ince
temkin ve ihtiyat tavrından sonra şartların «öleceksin!»
emrini verdiği anda ölüm kadehini buzlu bir şerbet içercesi-
ne dikmeyi bilmeyenler, eğer ebedî hayata inandıklarını
iddia ediyorlarsa, yalancı ve eğer böyle inançları yoksa alçak
diye gösterilebilirler.
(Sokrates) meşhur müdafaasını yaparken, bunun, kur-
tuluşa değil, ölüme götüren cinsten bir savunma olduğunu
söylemiştir. (Napolyon)un mareşallerinden (Ney) kendisine
ateş edemeyen askerî müfrezeye «çocuklarım; size emredi-
yorum; kumandaya itaat ve üzerime ateş ediniz! Yalınız
çehreme hürmet gösteriniz!» demiş ve böyle kurşuna dizil-
miştir. Büyük Fransız ihtilâlinin (giyotin) altında can veren
hemen her ferdi, ölümü karşılayışları bakımından birer
kahramandır.
Japonların herhangi bir zillet karşısında bıçağı karın-
larına saplayıp bir ucundan öbür ucuna kadar çekecek bir
irade kuvvetiyle nefslerine kıymaları, gerçek din ölçüsü
noktasından son derece kötü ve her hal-ü kârda yasak
bir fiil olmasına rağmen mücerret hayat istihkarı ve bir
doğrunun yanlışa kurban edilişi olarak müthiş bir ders ve
ibret mevzuudur. Elverir ki, bu hayat istihkarı, kendi eliyle
kendisine kıymak şeklinde değil de, düşman silâhı üzerine
atılmak trazmda tecelli etsin ve mukaddes bir gaye yolunda
olsun... îşte şehidin de ulaşılmaz mertebesindeki sır da
burada... •
Bir Japon generalinin askerine şöyle bir ihtarı var:
— Ölüm gayet kolay bir şey!... Püften bir hadise!...
Düşünmemek yeter!... Onu böyle karşılayınız.
Bu sözde bir kahramanlık değil, korkunç bir dolandı-
rıcılık yatmaktadır, îşi gaflet tavsiyesiyle yutturmak ve
330
kolayına getirmek sahtekârlığı... • Hayır; ölüm büyük şey
ve en zor katlanış... Bu katlanış, onun bütün dehşetiyle
idraki ve ancak gaye yolunda bile bile iktihamı (yüklenil-
mesi) tarzında olursa makbul olur ve dâva ahlâkına bağlı
gerçek fedakârlığı ifade eder. İsa Peygamberin havarilerin-
den, en çarpıcı misallerini Varlık Nurunun sahabîlerinde
bulan inkılâplar inkılâbının gerçek şehitlerine ve onlardan
bugüne kadar, topyekûn gönliyle bağlı olduğu bir gaye uğ-
runda kim can verdiyse böyle verdi ve can fedakârlığını,
gafletle değil, en acı şuurla gösterdi.
Şu yakıcı levhaya bakınız :
Sahabîlerden Habib Hazretlerini Kureyş kâfirleri tuza-
ğa düşürtüp esir ediyor. Mekke'de boynunu vuracaklar...
Herkes meydan yerinde toplanmış, manzarayı seyredecek...
Yüzündeki nura güneşin nazar edemediği mübarek saha-
bîyi cellâdın önüne getiriyorlar... O, dudaklarında namü-
tenahi derin ve tatlı bir tebessüm, cellâdın kılıcına bir gül
dalı gibi bakıyor. Henüz küfürde olan, Kureys'in reisi Ebu
Süfyan atılıyor ve Habib'e :
—Söyle, diyor; senin yerine Peygamberini tutsak da
başını kessek ve seni azad etsek razı olur muydun? ݺte ölü-
mün eşiğindesin; samimiyetle cevap ver!
Habib, tebessümünü büsbütün derinleştiriyor:
—Evet, ölümün eşiğindeyim; samimiyetle cevap vere-
yim: Ben, O'nun ayağına bir diken batmasındansa, ölmeyi,
çoluk çocuğumdan olmayı, gün ışığından yoksun kalmayı
tercih ederim!
Ve kafasını cellâda uzatıyor. Ve Ebu Süfyan haykırıyor:
—Vallahi ben, sahabîlerinin O'na bağlı olduğu kadar,
kimsenin kimseye bağlı olduğunu görmedim!
O ki, dâva ve gayenin ta kendisi...
Eğer işimiz (sentez) yapmak olmasaydı da vaka sırala-
mak olsaydı, müspet ve menfi, inkılâp adamlarında göste-
receğimiz misallere kamuslar dar gelirdi ve bunların yüzde
doksanı İslâm tarihinden olurdu.
Bir de, en canlı misalleri eski Roma'nm tefessüh dev-
rinde saklı âsi generaller ve bedavacı diktatörlerin askerî
331
kuvvet manivelâsiyle başa geçtikten sonra, memleketlerini
maddede ve mânada nasıl nefslerine kul etmek yoluna gir-
diklerini düşünecek olursanız, sadece ahlâk ve fedakârlık
zaviyesinden, gerçek ihtilâl ve inkılâpla îtisaf (kan dökücü-
lük) ve eşkiyalık arasındaki farkı anlarsınız!
NDZAM VE
DDSDPLDN
Büyük Alman edip ve şairi (Göte)nin bir sözü var:
— Herhangi bir nizamsızlık yapmaktansa bir haksızlık
yapmayı tercih ederim!
(Göte) bu sözü söylerken farkında mıdır ki, bizzat ni-
zam hatâsı haksızlıkların en büyüklerindendir ve onu yap-
mamaya dikkat, başka ve küçük haksızlıklara sebep olsa da
sineye çekilmek icap eder? Elverir ki, nizam asabiyeti, zul-
mün değil, hak ve adaletin emrinde olsun...
İslâmiyette bir cemaat namazının belirttiği ve imama
namaz başlamadan arkasına dönüp safların düzenini mura-
kabe emrini verdiği ruh, bizzat nizam abidesidir ve müs-
lümana her işinde rehber bir (sembol) mahiyetinde... Hal-
buki biz, âlemde en titiz nizam ruhunu pırıldatıcı îslâmı
tersine anlamış bulunuyoruz.
Bugün (Greko Lâtin) medeniyetinin çatısını taşıyan Yu-
nan aklı. Roma nizamı ve Hristiyanlık ahlâkı sütunlarından
nizama düşen ağırlık en büyüğüdür; ve aslı bizde olan bu
sütunun, malikiyetiyle Avrupalıya ne kazandırdığı ve mahru-
miyetiyle bize ne kaybettirdiği besbelli...
Nizam ve onun gerektirdiği disiplin, bir dâvanın mani-
velasıdır ve bu fikre malik olmayan bir baş ve hareket, kol-
suz ve ayaksız demektir.
Bütün büyük oluş ve becerişler nizam sayesinde mey-
dana gelir.
— Devler gibi eser vermek için karıncalar gibi çalışma-
lıdır!
Diyeceği yerde «burjualar gibi çalışmalı» tabirini kulla-
nan (Balzak) nizamı ifadeye çok yaklaşmıştır.
332
Şiir, müzik, bütün güzel sanatlar nizamdan geldiği ve
bizzat nizamı ifade ettiği gibi, büyük hareketlerin de nizam
ve disipline ihtiyacı, gözün ışığa muhtaç oluşuna benzer.
(Sen Piyer) bazilikasının dâhi yapıcısı (Mikel Anj), 30
zaman derisi de beraber çıkacak şekilde, kendinden geçmiş,
küsur yıl çalıştığı eseri üzerinde, bir gün çizmesi çekildiği
zaman derisi de beraber çıkacak şekilde, kendinden geçmiş,
soyunmadan, yemeden, içmeden hayatım harcarken vecdini
hangi nizama, nizamını da hangi disipline bağlamaktadır,
düşünelim!...
Demek ki, her şey vecdden, yani imandan geliyor. Ger-
çek ve üstün ihtilâl ve inkılâpların istediği vecd ise bir be-
dahet...
(Viktor Hugo)nun «93 İhtilâli» eserinde bu vecd, nizam
ve disipline bağlı muhteşem bîr levha var:
îngiltereye hayatî bir (mesaj) götürmeye memur bir
Fransız harp gemisi, Manş'ı geçerken müthiş bir fırtınaya
tutulur. O zamanın harp gemilerinde toplar zincirle güver-
teye bağlı... Fırtına yüzünden toplardan biri, zincirini ko-
partır ve öbür topların üzerine düşmeye başlar. Felâket!...
Eğer tekerlekli top zaptedilemezse, öbür topların da zinciri-
ni kıracağı, gemide bir ana - baba günü doğacağı, boşanan
topların cidarlara çarparak delikler açacağı ve geminin bat-
masına kadar sebep olacağı şüphesiz... Boşanan topun du-
raklar gibi olduğu bir ân, bir subay koşar, ayağını tekerlek
altına atar, ayağı kırılır, fakat hemen koşuşanlar, topu, boy-
nuzlarından tutulan bir canavar gibi zaptederler. Bu fedakâr
subay, önceden, mahut topun bir kancasını takmayı unutan
sorumludur. O sırada, sırtında siyah bir pelerin, kaptan köş-
künden manzarayı seyreden ihtilâl şefi, güverteye iner, va-
ziyeti öğrenir, bir manga asker ister ve subayın göğsüne fe-
dakârlığından ötürü ihtilâl madalyasını taktıktan sonra, ih-
malinden dolayı da onu kurşuna dizdirir.
ihtilâl ve inkılâp ahlâkının nizam ve disiplin maddesin-
de af ve müsamahaya yer yoktur.
Birinci Dünya Harbinde, Fransa üzerine hareket eden
Alman ordularının sağ cenah kumandanlarından biri, Baş-
kumandanlığın emrine itaatle gösterdikleri noktaya kadar
333
varıp durduğu ve panik halindeki düşmanı takip etmediği
için sorguya çekilince şu müdafaayı yapmıştır:
Hangisi iyi?... Neticesi meçhul bir atılışla mevzii bir
zafer kazanmak emeli peşinde emir ve kumandayı çiğnemek
mi, yoksa böyle bin zafere bedel, emir ve kumandaya riayet
seciyesini muhafaza etmek mi?... O türlü bir kere kazanı-
hrsa da bu bin defa kazanılmış olmaz mı?...
Bizce iyi ve doğru olan, iki şıkkın birbirine yol verici
orta yeridir. Şahsî (insiyatif - teşebbüs melekesinden, cür'et
ve fedakârlık karakterinden feda etmeksizin emir ve ku-
mandaya riayet seciyesi... Nitekim milletler de bu seciye-
lerin birinden biri üzerindedir. Fransızlar birincisinde, Al-
manlarsa ikincisinde... Fakat iş büyük (aksiyon)a gelince
her ikisinde...
TEKNDK
VE USUL
İhtilâl nasıl nizam isterse onun usul ve tekniği de karşı
tarafın kuvvet nizamını çökertmektir diye ifade olunabilir.
Daima böyle olmuştur ve başka türlü olabilmesine imkân
mevcut değildir. Karşı tarafın nizamı yerinde oldukça ihti-
lâl ve inkılâba yol kapalıdır, îki ayrı ve yerinde nizamın bir-
biriyle çarpışması ise ihtilâl değil, ülkeler arası dalaşma, ya-
ni harptir. İhtilâl, kendi içinden bir şahlanışla kendi kendi-
sini zapt ve feth demek olduğuna göre, olabilme imkânı ba-
kımından mutlaka ayrı ve hususî bir tekniğe muhtaçtır.
Dünya ihtilâllerine baktığımız zaman, «teknik» fikrinin
de gelişmesiyle beraber, 19 uncu Asra kadar bu sahada çok
yavaş bir terakki görüyoruz. O zamana kadar ihtilâllerin fik-
ri neyse, onun verdiği hamleyle ileriye atılmak, işin usul ve
tekniğini birtakım basit tedbirlere bırakmak ve ikinci plân-
da tutmak, tabiî bir yol olmuştur. Bu, insanların, üzerinden
geçe geçe açtığı toprak yol... 19 uncu Asırdan sonra asfalt
yol açılmaya başlamış, mesele bir (teknoloji) ifadesine bü-
rünmeye yüz tutmuş ve o hale gelmiştir ki, yolun saf gaye-
sinden ziyade, nasıl döşeneceği birinci plâna geçmiş, bu da
334
gerçek ihtilâl ve inkılâp ruhunu karartmayadek gitmiştir.
Yani «niçin»in yerine «nasıl», mücerret dâvayı kurban et-
meye kadar varmıştır. Nihayet, devletlerin, vatan çitini ko-
rumaları için en modern silâhlarla cihazlandırdığı ordular,
birtakım çeyrek aydın subaylar elinde, bu silâhların kolayca
devlete çevrilebileceği gibi bir bedavacılık hevesine kapılın-
ca, ön plâna çıkan usul ve teknik kıymeti de ucuzlamış, aya-
ğa düşmüş; ve Cenup Amerikasiyle Afrika ve Cenup Asyası
ve Orta Doğu, Avrupanm da Yunanistan ve Portekiz uçla-
rındaki operet ihtilâllerine zemin açılmıştır.
Bunda da en büyük âmil, 19 uncu Asrın yarısından son-
ra, silâhların ve silâhlı teşekküllerin kazandığı kuvvettir.
Şunu iyice düsturlaştırmak lâzımdır ki, bugün, silâhların
malûm terakkisi önünde artık saf mânasiyle halk hareketleri
yapılabilmesine imkân kalmamıştır. Evet, bu kuvvet bizzat
dev! ete karşı dönmedikçe ve ondan yana oldukça halk hare-
ketine paydos!...Çakmaklı tüfek devrinde, orduda da, halkta
da aynı silâh vardı, ordunun bütün imtiyazı bir hazır kuv-
vet teşkilâtı olmasından ibaretti, halk ise teşkilâtını kurup
(.barikat) arkasına geçince mesele kalmadı. Fransız İhtilâli
bu sa;/ede muvaffak oldu ve ondan sonra Rus İhtilâlindeki
hususiyet bir tarafa, bu yol kapandı.
Rus İhtilâli, Çarlık devletinin içinden çökmeye doğru
gitmesi ve ayrıca toslamaya hacet bırakmaması ve bayrak-
laştırdığı fikri, kuvvetli bir kadro elinde halka maletme yo-
lunu lutması ve fikirle oluş tekniğini ilk defa içice yürüte-
bilmesi üzerine bina edilebilir. Kaydettiğimiz gibi, ondan
evvelki ihtilâllerde oluş tekniği diye müstakil bir ölçü yok-
tur ve ana dâva maiyetinde böyle bir teknik ilk defa (Bolşe-
vizm) hareketiyle belirlenmektedir. Bu tekniğin de (taktis-
yen - tabiyeci) ferdi, (Lenin)in fikrî ve fiilî (strateji - yönleri
tayin) temsilciliğine mukabil (Troçki) olmuştur. Kurnaz bir
yahudi olan ve dâvasını (Lenin)vâri bir vecd içinde ele al-
maktan uzak bulunan, sadece (pratik - amelî) dehâya kıy-
met veren (Troçki), İstanbul'da, Büyükada'da kaleme aldığı
«Rus İntilâli Tarihi» eserinde (taktik) marifetlerini sayıp dö-
ker ve insana, gayeyi teknik ve kuru müşahede de arayıp
335
fikri bir tarafa bıraktığı hissini verir, îşte ihtilâl ve inkılâp-
ların en nazik dönemeç noktalarından biri de buradadır. Fi-
kir ve onun gerektirdiği maddî ve manevî (strateji) ile, dâ-
va.yı tatbik sahasına koyma dehâsı ve ona bağlı (taktik), bir
araçla olacaktır.
Şi'ndi sıra, tatbik sahasının müşahhas hedeflerini kuşa-
tan usul ve (teknik)te...
Dâvanın büyük (Strateji) plânında her türlü yayın, bü-
tün şubeleriyle güzel sanatlar, fevkalâde açıkgöz bir (diya-
lektik - kelâm sanatı), hücum edilecek maddî ve manevî kal'a
burçlarım hedef alma şuuru, hâsılı insanlan kafalarından,
gönüllerinden ve ellerinden yakalama metodu ve bu hazırlık
zemini üzerinde idare mekanizmasının nerelerden ele geçi-
rilebileceğine ait hesap...
Memleketimizde, son zamanların solculuk hareketlerin-
de, esasen her ihtilâlin baş vurma borcunda olduğu bu tesir
kademeleri üzerinde, doğrudan doğruya Moskovanm sevk
ve idaresiyle neler yapıldığına dikkat edilecek olursa teşhi-
simizdeki hakikat meydana çıkar.
Bundan sonra, yarı (stratejik) ve yan (taktik) hareket-
ler:
Sabotajlar...
Grevler...
Sendika furyaları...
Anarşi ve hercümerc kundakçılığı...
Ruhî kıymetleri zedelemek yolunda devletten ve devrim-
lerden yana görünmek sahtekârlığı...
İktisadî sıkıntı ve ekmek derdi doğurma gayreti...
(Kamuflaj)lı partilerle Millet Meclisine sızma ve yüksek
makamlara adam yerleştirme oyunu...
Memleketin ne kadar ıstırabı ve halkın nice mahrum-
luğu ve işlerden memnuniyetsizliği varsa hepsini birden is-
tismar edip, (tez) yerine (anti tez) yoliyle kendi dâvasını can
kurtaran simidi gibi göstermek hokkabazlığı...
Ve:
Bütün bu yollardan ordu ve gençliğe nüfuz kollayıcı-
Bunlar, vatanımızda, açıkça bir ihtilâl (strateji) ve
(taktik) dâvası güden ve nasıl olup da tepelerine topyekûn
balyoz indirilemediği izah dışı kalan solcuların yolu... On-
lar; gördükçe ihtilâl sevk ve idaresinin ne olduğunu anla-
mak; üstelik bütün bu maddelerin, bazı yerde ayniyle ve
bazı yerde tersiyle her ihtilâl için şaşmaz düstur olduğunu
bilmek lâzım... Bütün bunlar Mos-kof üsluplu ise bir de on-
ların şu veya bu millet ve neticede hak üsluplu olanı vardır
ki, onu da ilmen bilmek her hak bağlısına farzdır.
ihtilâl usul ve tekniğinin bu (stratejik) ve (taktik) hu-
susiyetlerinden sonra, iş, daha ziyade tabiye, yani (taktik)
sahasının şu hedeflerine dönüyor:
1— îdare mekanizmasının zaif noktalarını, vücudun
kan, idrar, her tahlili; ve kalb, beyin, her test'i elinde, bir
doktor ihtisasiyle tespit ve ona göre hedef tayin etmiş bu-
lunmak. ..
2— (Troçki) ve (Malâparte)nin de üzerinde hassasiyetle
durduğu, haberleşme (radyo, televizyon, telgraf, telefon) ve
ulaşma (tren, vapur, uçak) ve muharrik kuvvet (elektrik
santralleri ve benzin depolan) şebekelerine göz koymak...
3— Türlü kalıp ve meslek kılığı içinde, gizlendiği loca-
ların kapılarını bir vuruşta devirip ortaya çıkacak, her ân
hazır bir kuvvete sahip olmak...
4— Baskın tesirini asla gözden kaçırmayıp, Fransız ih-
tilâlinde olduğu gibi, meydan yerinden saraya doğru yol al-
mak yerine, sarayın zaptından sonra meydan yerine dökül-
mek ve her şeyi tek vehlede bitirmek...
5— Haber almada, içeriden yardımlaşmada, büyük
yığınları meydan yerinde toplamada, karşı kuvvetleri iptal
edici buluşlar sahibi olmada üstün bir kabiliyet ve hem tam
ölçülü, hem tam ölçüsüz bir atılganlık...
ihtilâllerin usul ve tekniği budur; ve bunları bilmek',
hem düşman ihtilâllere mâni, hem de kendi dâvasına hâkim
olabilmek, hususiyle devlete yol göstermek bakımından borç-
tur.
336
ihtilâl/22
337
GELECEKTE
İHTİLÂL
Artık (monarşi - krallık idaresi) diye basit hedeflere
karşı bir ihtilâl mevzuu kalmamıştır. Bunlar son Afrika ve
Anadolu cenubundaki memleketlerde görülen mini ihtilâl-
lerle ortadan kalkmıştır. Ortada birkaç mostralık ülkeden
başka da, «melik» veya «kral» unvanı altında bir örnek yok-
tur. Fakat feciin fecii ve günden güne modalaşmakta şu hal
vardır ki, eski «melik»lerin yerine, hemen hepsi asker, dik-
tatörler ve onların (oligarşi - hizip idaresi) tipleri geçmiştir.
Sadece, ellerine silâh emanet edilmiş olmanın imtiyazından
faydalanarak (monarşi)lerini deviren ve (oligarşi)lerini ku-
ran bu tipler, Afrikanın şimalinden başlayarak Asyanın Ana-
dolu cenubu Akdeniz kıyılarını yalayan ve oradan Basra kör-
fezine doğru uzanıp Mezopotamyayı içine alan ve Pakistan'a
kadar ulaşan, zelzele hattına benzer bir şerit üzerinde, sefil,
komik, fikirsiz, çilesiz, mazi ve istikbal murakabesinden
yoksun, en sığ plânda taklitçi ve yafta bilgilere dayalı bir
ihtilâlcilik oyununa rejisörlük etmektedir. Öz nefsinin ga-
fili olduğu kadar, taklide yeltendiği Batının da cahili bu tip-
ler, hakikatte, Doğu âlemini Batı kültür emperiyalizmasına
ezdirmiş, türlü ülkelerde türlü örnekleri yaşayan mücerret
bir küfür modelinin aynı kalıptan dökülme maketleridir; ve
istikbâlin ihtilâlleri bakımından başlıca hedefi teşkil etmek
mevkiindedir. Batının madde terakkileri önünde kendisine
yeni bir ruh arama buhranına düştüğünden habersiz ve bu
feci buhranın 19 uncu Asır ortalarından başlayıcı seyrinden
bilgisiz bu tipler, kolayca başardıkları ihtilâlleri, muazzam
bir ideocya plâtformasına dayalı, en zor bir ihtilâl şekline
devr ve tazmin etme borcundadırlar. Bunlar, hem büyük
mütefekkir eksikliği sebebiyle asırlardır içinden, hem de son
asırda bedavacı mukallitler vasıtasiyle dışından çökertilen
Doğu âlemini, iki dünya arası mahsup sırlarına âşinâ, yep-
yeni, şahsiyetli ve bütün insanlığa aradığı muvazeneyi vâ-
detmekte liyakatli bir nesle bırakmak zorunun kılıcı altın-
dadırlar. Yıktıkları bîçare idarelere karşılık ülkelerini çare-
siz kılan bu (erikizisyon) rahipleri, karşılarına çıkarılacak,
atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle bü-
yük ihti/âl dâvasının İstikbalde Şark bölümünü ihtar edi-
yorlar.
Eserimiz ideolocya esasları, üzerinde derinleşmeyen,
bu noktayı öbür kitaplarımıza bırakan ve doğrudan doğruya
(aksiyon) dâvası üzerinde bazı (ideolojik) izlerle yetinen bir
terkip belirttiği için istikbâlin ihtilâllerini, bir gebeye dışın-
dan bakarcasına böylece mevzulandırıp bir de Batı dünya-
sına kısa bir göz atalım:
Bugün Batının, Türkiye ile beraber en fazla korkması
gereken ihtilâl, beklenmedik bir anda ve her yerde patlak
vermesi mümkün bir komünizma hareketidir. Böyle bir dav-
ranışa Avrupada en müsait ülke olan Fransa, bilmelidir ki,
2 asırdan 14 yıl eksiğiyle kendisinin getirdiği, asıl kıvamını
daha önce İngilterede bulan ve en son Amerikada ocaklaşan
demokrasi ve liberalizma artık tabiî ömrünü tamamlamıştır;
ve kendisini medenî sanan dünya, bizzat kendi madde ke-
şiflerinin (otomat) kölesi haline geldikten sonra, yeni baştan
maddeye tahakkümünü sağlayabilecek yeni bir nizam ve
ruha erememiştir.
O halde:
O halde, onun, menfi tarafından en korkacağı, Ortaçağ
barbar akınlarından farksız bir komünizma istilâsı ise, müs-
pet tarafından ümit bağlayacağı şey de, (Hitler) ve (Muso-
lini)nin berbad ve maskara ettiği bir ruhçuluk ve mânevi-
yatçılık hamlesidir. Bu hamlenin hedefi de, yatalak demok-
rasi, hasta liberalizma ve zabıtasız kapitalizmadan başka bir
şey olamaz; ve tek düşmanı komünizma olduğu halde, onun-
la mecburî bir hedef iştiraki belirtse bile sahte ve gerçek
arası incelikleri belirtici bir iş ve mâna (kriteryum - kıstas)
ma erişebilir.
Bu da, inanciyle (materyalist), fakat hayatı ve mizaciyle
(mistik) Rusya bir tarafta; inanciyle (anti materyalist), fa-
kat hayatı ve mizaciyle (materyalist) Amerika öbür tarafta;
zıt veya zıtlıkları içinde aynı, iki kutba karşı Avrupanın bir
«Haçlılar» kıyamına kalkması yönünden düşünülebilir.
339
Görülüyor ki, istikbalin büyük hareketleri, artık, parça
ve ucuz ihtilâl sınırını aşmış ve hem içeriye, hem dışanya
doğru, kıt'a ihtilâl ve inkılâbı çapma ulaşmıştır.
Bahsimizi ve eserimizi yine ihtilâl sanatının manivela-
sına ait hükümlerle nihay etlendirelim: '
Evet ihtilâl bir sanattır, fakat «sanat için sanat» değil
de, yüce bir gaye için sanat... Son zamanların maskara ihti-
lâllerinde, büyüğünü yapamamanın tıknefesliği içinde, iş,
«sanat için sanat»ın da en pestpaye derecesine düşmüştür.
Her şey «yapabiliyorum ya; yapayım da görsünler!» den iba-
ret...
Bu işin büyüğü, ulvisi, münezzehi nasıl olur?
Günümüzün madde ve ruh şartlarına göre «olamaz!» gi-
bi bir şey...
Dâvanın ideal ve (ideolojik) cephesini Doğu ve Batı yön-
lerinden kitap başlıkları halinde ortaya döktük, iş şimdi
ameliye sahasına dökülünce, karşımıza, yine temas etmiş bu-
lunduğumuz mesele çıkacaktır:
HALK İHTİLÂLLERİ, SDLÂHLARIN BUGÜNKÜ TE-
RAKKDSD ÖNÜNDE TARDHE KARIŞMIŞTIR; VE HiÇ BiR
İHTİLÂL ONA ORDU KARŞI ÇIKTIKÇA YAPILAMAZ!
Bu hükmü bir mütearife bedahatiyle kabul edince, ken-
di kendisine şu riyazi hükme varmak gerekiyor:
ORDUYU KAZANMADAN İHTİLÂL BAŞARILAMAZ!
Orduyu kazanmaya çalışmaksa her yerde ve her kanun-
da suçtur; ve daima ilmî zaviyeden belirtelim, bir ihtilâl
zümresinin gözünde suç diye bir hürmet ve riayet mevzuu
olmasa bile «cürm-ü meşhut» dedikleri cinsten «suç üstü»
yakalanmayı gerektirici bir iştir. Buna da hiçbir ihtilâlci ze-
kâsı yanaşamaz. Orduyu (direkt) tesir yollariyle devşirmek
mümkün olmayınca, uzaktan ve suç tarafı (kamufle - örtülü)
fikirlerle elde etmeye çalışmak kalıyor. Bu da, bir «mücer-
redin yavaş yavaş telkini olarak «müşahhas»a intikal etti-
rilip ettirilemeyeceği meçhul ve neticesi kefaletsiz bir tarz...
Ordu, subaylar heyeti demek olduğuna göre onların tek tek
ruhlarını işgal ve sonra bu ruhları demetleyip harekete kal-
betmek, ancak merkezden muhite doğru bir cazibe yolu aç-
makla kalır, nazariyeden ileriye geçemez ve mutlaka muhit-
ten merkez istikametinde gelecek bir dış tesirle birleşmesi
iktiza eder.
Bu dış tesir de gençlikten başkası olamaz.
Gençliği; her memlekette nüfusun yirmide birinden
eksik olmayan okur - yazar gençliği, öğrencisi ve öğretme-
niyle büyük gençliği kuşatabilmek lâzımdır.
Bütün bu ilmî izahlardan sonra, işte, son yıllarda ko-
münistlerin memleketimizde takip ettikleri usulleri daha
yakından görüyor ve anlıyorsunuz.
Ruhu, maddesi, diyalektiği, nefret ve aşk hedefleriyle
kuşatılacak ve .techizatlandınlacak bu gençliğin, ilk (aksi-
yon) farikası da, gayet hareketli, seyyar, seyyal, çevik, gözü-
kara ve hudutsuz fedakâr olması...
Yazıklar olsun ki, bu hassaları da, vatanımızın ruh kö-
küne bağlı gençlikte değil, Moskova reçeteleriyle iş gören
komünistlerde buluyoruz.
Şimdi bizim gençliğimize ait bir hususiyeti mühürleye-
lim:
Bizim gençliğimiz, Büyük Doğu fikir dokuma tezgâhının
32 yıllık çileli çalışmaları neticesinde artık dâvayı her kut-
biyle kavramış, üstün ideale varmış, onun geleceğe doğru
muazzez dölünü hazırlama yoluna girmiş ve olanca faaliyeti
kanun çerçevesinde ruh nakkaşlığından ibaret kalmış bir sı-
nıftır; ve bugün Türkiyeyi birdenbire avlama teşebbüslerine
en sağlam mâni, bu gençlik olduğu gibi, Türk vatanı üzerin-
deki bin yıllık hakkını ilân etmek vazifesi de yine onundur.
Bu gençlik ihtilâl yapmaya değil, dâvasını ve milletini koru-
mak için onun nasıl yapıldığını bilmeye memurdur.
— SON —
340
341
İÇİNDEKİLER
GDRDŞ
RESULLER VE NEBDLER BOYUNCA
Hâbil - Kaabil
Nuh Peygamber
19
25
Hazret-i İbrahim11
Hazret-i İsa
Kâinatın Efendisi
18. ASIR SONLARINA DEK
53
55
Eski Yunan'da ...
Roma'da
68
70
76
76
77
Fransa'da (Etyen Marsel), ...66
İtalya'da (Mediçi)ler
Şeyh Bedrettin
Yeni Çağda
Yeniçeri İsyanları
(Kromvel)
Amerika İstiklâl Savaşları79
BÜYÜK FRANSIZ İHTİLÂLİ
80
82
86
90
Kral
(15'inci Lüi)
İsyan Yolu ..
Vükelâ
342
Karanlık Oda 91
Kralın Sırrı93
Versay 95
Sınıflar şehirler ve iş hayatı
Fransa'nın hali 105
İhtilâlin Kralı 107
Başvekil:110
Parlâmento112
Küçük tedbirler114
Parlâmento açılıyor 115
103
(Türgo)117
Vaziyet121
Un Muharebesi124
Tedbirler127
İnkılâp Fermanları133
Peşinden140
Hükümette son vaziyet148
Sarayda son vaziyet 144
Teşhis ve tesbit153
Başlangıç156
Tuluat halkta 166
14 Temmuz171
Zulüm Kalesi toprakla bir176
Sonrasıj176
İnsan hakları beyannamesi183
Kralın tavrı186
Kraliçenin tavrı188
(Versay)a yürüyüş190
197
200
204
207
209
213
Paris devresi
Kurucu Meclis ve (Federe)ler
Kaçak Kral
Manzara
Kuruluşlar davranışlar
Son safha„„
(Konvansiyon)222
227
229
Kralın İdamı
343
Ötesi
NAPOLYON BONAPART Ve...
Geçitler246
Beklenen kurtarıcı252
İlk darbe254
Üç (Konsül) bir İmparator
İmparator260
Büyük Aksiyon ve Ötesi
19. Asır İhtilâlleri ve Masonluk
(Lenin)270
Birinci adım ve yine (Lenin)
(Bolşevik) (Menşevik)
Rasputin277
İlk adım281
257
264
268
272
275
j
Muvakkat Hükümet283
İkinci ve son adım
İlk ayaklanma291
Romantik teşebbüs293
Plân295
Rus İhtilâli297
Patlayış299
Oluşlar, tepkiler, mânalar
Faşizma Nazizma vesaire
Çin İhtilâli ... ,..307
Türkiye İhtilâlleri...313
SENTEZ -
Sınıflandırma, mânalandırma ...
Dünya görüşü ve eser319
Sanat, İlim, Keşif322
Lider ve kadro324
Cür'et ve gözükaralık
Ahlâk ve fedakârlık ...
Nizam ve disiplin332
Teknik ve usûl334
Gelecekte İhtilâl338
344
Necip Fazıl Kısakürek _ İhtilal
285
303
305
317
326
328