İhtilal

 

b.d. yayınları 17 -

b. d Yayınları» Sahibi: Mehmed Kısakürek

' Her hakkı mahfuz ve «b. d. Yayınlarımın.

Kapak kompozisyonu : Mehmed Kısakürek

Adres : Alayköşkü Caddesi 2-4 Cağaloğlu/Dst

Dizgi-Baskı : Özkaya Matbaacılık Nisan 1976-

 

 

GİRİŞ

Yeryüzünde ihtilâl, insanoğluyla beraber başlar.

Yirmibirinci Asra doğru dünyaya sığmayacak kadar

ürediği görülen insanoğluna, en başta, doğrudan doğruya

ilk insan, babasız ve anasız Adem Peygamber, ilk tevhid ve

hakikat vahidini temsil edici nirengi noktasıdır. İnsan-

oğlunun, üreyişinde kendisinden hiza ve istikamet alacağı

ilk müspet ve hak kutup...

Âdem Peygamberde ilk insan ve resul birleşiyor, insan,

Allah’ın habercisi ve Allah ile kaim hakikatin arayıcısı olarak

dünyaya ayak basıyor. Ondan sonra da bu hizayı ve istikameti bozacak soyu ve koluyla insanoğlu

başlıyor.

Böyle!... Âdem Peygamberden sonra, bu ilk müspet ve

hak kutba karşı insanoğlunun menfi ve fesatçı tarafı harekete geçecek, müspetle menfi arası bir

nevi elektrik cereyanı doğacak ve iki taraf arası boğuşma, mânalar âleminde şimşekler çizerek ve

yıldırımlar düşürerek, madde plânını da gümbürtederek ve hoplatarak, ihtilâl denilen keyfiyeti

zuhura getirecektir.

insanoğlunun müspet ve hak mukabili menfi ve fesatçı tarafı... Bu ikiliği, ruha karşı nefs diye ele

alabiliriz, ihtilâl denilen keyfiyeti de, tek insandan en kalabalık topluma kadar bu iki kutup arası

birbirine çullanma, birinden öbürüne karşı ayaklanma diye tarif edebiliriz. Esas budur; gerisi de

sayısız bahane...

Kur'ân bize öğretiyor ki, Allah, yeryüzüne hükmedici, eşya ve hadiseleri tasarrufla vazifeli bir

varlık yaratacağını meleklere bildirince, onlar, dünyada fesat çıkaracak ve kan dökecek bir mahlûka

mı vücut verileceğini sordular; oysa meleklerin kendisini tevhid ve tenzihten başka bir şey

yapmadıklarını söylediler ve Allahtan «ben sizin bilmediğinizi bilenim!» cevabını aldılar.

Böylece insan, biri ulvilerin ulvisine, öbürü de süflilerin süflisine namzet ve kalbin hakikatinde

birleşik ve toplu iki zıt taraf halinde yaratıldı; ve Kur'ân hükmünce bu eşsiz kıvam içinde vücut

bulduktan sonra kutuplardan birinden birini gerçekleştirmek üzere «sefillerin en sefili» olan âleme

indirildi ve ihtilâl zemini açılmış oldu.

Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket,

ihtilâldir ve bu davranış, içi beşeriyet kadar kalabalık tek fertten, üç beş kişilik aileye, sekiz on

ailelik kabileye ve koskoca cemiyete, hâsılı topluluk belirten her varlığa kadar, esasta ve mücerrette

birdir.

Şu var ki, üstün mânasiyle inkılâp vasıtası ihtilâl, vasıtalık ettiği gayeye göre kıymetlenir. Gaye,

ulvilerin ulvisi Allah yolu olunca da, yığınların bazen hiç ve bazen hep, bazen bâtıl ve bazen hak

yüzünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı müstakil değer kabul etmez. Vasıtayı hangi şekilde

bulursa onda kullanır ve inkılâp ismini alır.

Bu mânada resuller ve nebiler, âdi anlamiyle ihtilâlci olmaktan münezzeh, en üstün ve erişilmez

çapta inkılâpçıdırlar. Alelade inkılâpçılara kıyasla onlara «mutlak inkılâpçılar» demek gerekir.

îşte bu ölçüler çerçevesinde ihtilâli, mutlak inkılâp cephesiyle resuller ve nebilerden başlatırken,

yeryüzünde ve insanoğlunun hayatında ilk fesat ifadesi olarak, Âdem Peygamberin iki oğlu Hâbil

ve Kaabil'e iliştiriyoruz.

Ötesi, insanoğlunun hak gördüğü ve bildiği yollardaki ayaklanışlarından, tarihin şahitliği altında

romanımsı hikâyelerdir ki, bu cazibeli hikâyelerden gerçek gaye, mâna, ilim ve usul bakımlarından

alınabilecek dersler, hak ve hakikat bağlılarına en faydalı iş ve hareket kültürünü aşılayabilir.

Onları da kendi oluş plânlarında büyük, orta ve küçük olarak sınıflandırıyor, ayrıca «kırıntı ihtilâl»

teşhisi altında ve birkaç satır içinde miskin ve mânâsız hareketleri de gözden kaçırmamayı lüzumlu

buluyoruz.

Ezelden ebede doğru kabancı sahilsiz insanlık denizi-

nin, kâh hak, kâh küfür, korkunç çalkantılarını resmeden

ihtilâl, Allahın insana biçtiği memuriyeti bilenlerce ne kadar

manalıdır!

însan, nefsinde ve cemiyetinde, kendi ölçüsüne göre

aradığı cennetin engellerine karşı daima ihtilâl halindedir.

Ortalık mahşer gibi...

Kim buranın sahibi,

Kimlerin düğünü var?

Güneş batan bir bayrak;

Şu kıpkızıl ufka bak,

Ana baba günü var!

RESULLER

ve NEBDLER BOYUNCA

HÂBDL — KAABDL

Allah Kur'ânında:

«— Ben emaneti dağlara ve taşlara teklif ettim ebâ

ettiler (kaçındılar); insan ki, zalûm ve cehûldür, üzerine

aldı, kabul etti!»

Buyuruyor.

Mayasında, zalûm ve cehûl olmak, zalimlik ve cahillik-

ten pay bulundurmak, böylece hakkı ziddiyle tecelli ve zıt

yoldan tahakkuk ettirmek gibi şanlı bir nasibin kahramanı

insan, yenmeye memur bulunduğu bu cephesinin ilk tezahü-

rünü, kemmiyette basit, fakat keyfiyette büyük çapta, Âdem

Peygamberin iki oğlu arasındaki çatışmada bulur. Bu çatış-

mada, ileriye doğru bütün yeryüzünü saracak olan ihtilâl

sarmaşığının, menfi cepheden ilk tohumu vardır.

Âdem babamızla Havva annemizden gelen insanlık, üre-

mesini, ilk defa, kardeşler arasındaki birleşmelerden sağlı-

yor. Allah huzurunda akid ve Allanın izniyle sağlanan bu

birleşme, ancak ayrı batından gelen kardeşler arasında müm-

kün... Zira Hazret-i Havva bir batında her defa, biri erkek

ve öbürü kız, iki çocuk doğurmakta ve îlâhî yasak icabı, ay-

nı batından iki kardeş birbirini alamamaktadır.

Kaabil ise aynı batından, yani ikiz doğduğu kızkarde-

şine âşık...

Emelini babasına anlatıyor ve olamayacağı cevabını alı-

yor. İklimâ isimli aynı kıza, bir batından olmadığı için ev-

lenebileceği Hâbil de istekli... Kaabil emelinde diretiyor,

Hâbil ise, boynu bükük, bekliyor.

Âdem Peygamberin Hâbil ve Kaabil'e teklifi:

—Birer kurban kesiniz! Hanginizin kurbanı kabul edi-

îir ve makbul sayıldığının işareti gelirse, öbürü ona nza

göstersin!...

Kurbanın kabul edildiğine işaret, Hazret-i Âdem'e mah-

sus bir tecelli ile, toprak üstündeki hayvanın üzerine bir-

denbire gökten düşen ve kurbanı bir anda eritip siliveren

beyaz bir ateş...

Kurbanlar kesildi ve ateş Kabil'in kurbanı üzerine düş-

tü. Kabil'in kurbanı kabul edilmiş ve Kaabil'e emelinden

vaz geçip kardeşine rıza göstermesi düşmüştü.

Fakat Kaabil bu İlâhî ihtarı dinlemedi. Nefsinin pen-

çesinde, onun üflediği kıskançlık ve rakabet soluğu yüzün-

den kendisini kaybetti ve çileden çıktı. Kıskançlık, üstün

çıkma ihtirası ve her ölçüyü unutturan öfke... Nefste, şey-

tanın karargâh kurduğu ve insanoğlunu kıskıvrak bağladığı

taarruz kalelerinden başlıcaları...

Kaabil, dünyada ilk defa olarak, küçük bir aile içinde

bu ailenin nizamına karşı çıkan ilk insan oldu; ve o âna

değin, ölümü bilse de henüz görmemiş olan insanoğluna,

insanoğlu tarafından tadtırılan ilk ölüm hadisesini getirdi.

Kardeşini öldürmek üzere elini kaldırdı.

Hâbil şu karşılığı verdi:

—Ben sana, beni öldürmek için uzattığın ele karşı aynı

hareketle mukabele etmem! Ben bu cinayeti işleyemem!

Âlemlerin rabbi Allahtan korkarım! Allahım, öldüren kulu

olmaktansa öldürülen kulu olmayı tercih ederim! Seni de

"böyle düşünmeye ve Allahtan korkmaya davet ederim!

Mâide Sûresinin 30 uncu âyetinden meal:

«— Artık kardeşini öldürmeyi nefsi ona kolaylaştırdı.

Kardeşini öldürdü ve ziyana uğrayanlardan oldu.»

Mâide Sûresinin 27, 28, 29, 30 ve 31 inci âyetlerinden

öğrendiğimiz Hâbil - Kaabil vakasının sonu şöyle:

Kaabil, sırtında Kabil'in naaşı, aile topluluğundan uzak-

ta, günlerce, şaşkın ve tam bir vicdan ihtilâli içinde dolaşıp

duruyor. Ne yapacağını, insanlık tarihine ilk kan dökme ser-

mayesi olarak verdiği bu ilk ölüyü, ilk cinayet ölüsünü ne-

reye koyacağını, nerede bırakacağını bilemiyor.

Birden gözünün önünde İlâhî hikmetin çizdiği bir lev-

ha: Bir karga, toprağı eşmekte, orada bir çukurcuk açmak-

ta... Yanı başında, öldürdüğü başka bir karga.. Karga, öl-

dürdüğü kargayı o çukura gömüyor ve üzerim toprakla ör-

tüyor.

işte, insan ölülerinin ne yapılacağına ait, Kaabil vası-

tasiyle öğrenilen Allah emri!...

Kaabil başını dövüyor:

— Bir karga kadar da olamadım!

Ve Hâbil'i gömüyor.

Mâide Sûresinin 31 inci âyet meali:

«— Sonra Allah ona, kardeşinin cesedini nasıl gömece-

ğini göstermek için, yeri eşen bir karga gönderdi. (Yazıklar

olsun bana, şu karga kadar da mı olamadım, kardeşimin

ölüsünü örtmekten de mi âciz kaldım?) dedi ve nedamet ge-

tirenlerden oldu.»

Fakat nedameti semere vermiyor. Babası tarafından ev-

lâtlıktan atılıyor. Yemen taraflarına göçüyor, orada Hâbil'in

kurbanı üzerine düşen ateşin şeytanca yorumiyle bir ateş

ocağı düzenleyip ateşe tapmaya başlıyor. Böylelikle, ilk puta

tapma hadisesi de, ilk düzen bozma ve menfi ihtilâle çekir-

dek teşkil etme vâkasiyle birlikte Kaabil tarafından başla-

tılmış oluyor. Sülâlesi Nuh Peygamber zamanına kadar ula-

şıp Tufanda kökünden kazınacak, fakat insanoğlunun nefs

belâsı mikrobu olarak sıçraya sıçraya gidecek olan Kaabilr

işte, insanoğlunun menfi kutbundan böyle bir remz...

NUH PEYGAMBER

Resuller ve nebiler boyunca, müspet yolda ve «Mutlak

înkılâp» mânasiyle ilk ihtilâl manzarası, harikulade aksiyo-

nu bakımından, beşerin ikinci babası Nuh Peygamber'de...

Nuh Peygamber zamanında insanlık ilk iptidaî devresini

yaşamış ve bir ingiliz tarihçisinin, hak ve bâtıl ayırmaksı-

zın dinleri ve dindarlığı izah etmekte kullandığı «korku ve-

ümit» tabirindeki başıboş mânayı putlara tapmakta göste-

rir olmuştur. Toprağı ısıtan ve hayatı yeşerten güneş, her

şeyi yakıp yutan ve sanki kahrı altında titreten ateş, her yö-

ne dönük dallariyle varlık bilmecesinden bir imza gibi tuğ-

ralaşan ağaç, en girift sırra erip de kelimelerin üstüne çık-

mışçasına susan hayvan ve daha, şaşkın insan hayalinde ne-

ler ve neler!... insanoğlu, etrafını çevreleyen eşyanın verâ-

sında, ötesinde bir delâlet arayacağı ve mutlak vahdeti gö-

receği, mutlak kudreti bulacağı yerde, tek tek bu âciz eşyaya

takılmak, yaratıcılık gücünü onlarda vehmetmek dalâletine

düşmüş ve ufkunu türlü putlarla donatmıştır. Nuh Peygam-

ber zamanında ilk devreye göre son haddine varan bu hal,

insana mahsus memuriyetin tersine döndürülmesidir.

işte «mutlak» diye vasıflandırdığımız inkılâbın zama-

nı!...

Nuh Peygamber, böyle bir toplum içinde insan küme-

lerine sesleniyor:

—Yaradan Allatılır; onun gücüne ve birliğine iman

ediniz! Onu, gözlerinize görünen ve içinize doğan şekiller-

den tenzih ediniz!

Nuh Sûresinin 5, 6, 7 nci âyetlerinden meal:

«— Nuh dedi: Rabbim, ben kavmimi gece ve gündüz

çağırdım. Fakat benim davetim firarlarını artırdı. Doğrusu,

senin tarafından bağışlanmaları için kendilerini her çağrı-

şımda, parmaklariyle kulaklarını tıkadılar, esvaplanna hü-

ründüler, ayak dirediler ve büyüklendikçe büyüklendiler.»

Evet istihza ve Peygambere eza... Yalınız üç oğlu, Sam,

Ham ve Yâfes, zevceleriyle beraber imanda... Dördüncü

oğlu Yâm, küfürdekilerle...

Nuh Peygambere öz toplumundan gelen acı o dereceye

, vardı ki, Nebî, ellerini göğe kaldırdı ve kavmine beddua

etti:

—Allahım; bu küfür topluluğunu, tez, kökünden ku-

rut!

Allah ona, büyük, sağlam ve her tarafı sımsıkı kapalı

bir gemi yapmasını vahyetti. Nuh Peygamber, dağlarda ve

sahilden uzaklarda gemisini yapa dursun...

9

Bu noktaya kadar nass belirtici mutlak nakillerle öğ-

rendiğimiz hadiseye bağlı olarak, gemicilik tarihinde Nuh

Peygambere kadar götürülen ilk geminin yapım şekline dair

lâtif bir efsane anlatılır:

Nuh Peygamber zamanında öyle uzun boylu bir dev

varmış ki, denizin en derin yerinden kolunu daldırıp tuttuğu

balığı, güneşin en hararetli noktasına kadar uzatıp pişirir

ve yermiş... Fakat bir türlü tam doymasına, «oh, doydum!»

diyebilmesine imkân yok... Nuh Peygamber ona, dağlardan

kucaklayabildiği kadar odun getirmesini teklif ve bu hizme-

tine mukabil kendisini doyuracağını vâdetmiş... Adam git-

miş, dağlardan belki bir ormanlık kadar ağacı kucaklayıp

kökünden sökmüş ve getirmiş... Bir de ne görsün?... Yerde,

küçük bir kap içinde basit bir yemek... Dev adam, dişinin

en küçük koğuğuna bile az gelecek bu yemeği görünce odun-

ları fırlatıp uzaklara atmış...

—Sen beni aldattın; ben bu kadar az bir yemekle na-

sıl doyarım?

—Doyarsın! Besmele çekerek ye ve doy!

«Allanın ismiyle» diye başlanıp yenilen yemek dev ada-

mı doyurmuş... Bunun üzerine dev adam, üstündeki odun

kırıntılarını yere silkelemiş ve Nuh Peygamber gemisini on-

lardan yapmış...

Hayalî olsa da zarif ve mânalar âlemine göre doğru bir

hikâye...

Toplumu, yaptığı garip tekneye bakarak Nuh Peygam-

berle eğleniyor. O da gülümsemeli, cevap veriyor:

—Zamanı gelir, biz de sizinle eğleniriz!

Tufan... Bulutlar dünya yuvarlağını göklerin askeri gibi

çepçevre sarmış, en hışımlı şimşeklerle, sonsuzluk şellâle-

sini yeryüzüne boşaltıyor. En yüksek dağ, tez zamanda, sivri

tepesiyle, sanki bir boğulmuşun suda yüzen külahı...

Nuh Peygamber, sahile indirilmeksizin yüzen gemisin-

de... Yanında müminlerden birkaç fert ve her hayvandan

birer çift, kabaran suların asansöründe yükseliyor. Son da-

kikaya kadar babasının davetini dinlemeyen ve dağlara

sığınıp kurtulacağını söyleyen Yâm da, bir dalganın pençe-

10

sinde dibi boyluyor. Gemilerdekinden başka yeryüzünde bü-

tün canlılar ölü...

Büyük hadiseye dair, fasahatta arap şairlerine dillerini

yutturan bir âyetten meal:

«— Denildi: (Ey arz, suyunu yut; ve sen, ey sema suyu-

nu tut!)... Su çekildi, iş de bitti. Ve denildi: (Zalim kavim-

ler Allahın rahmetinden uzak olsun!)...»

Büyük hadise, insan yığınları yerine, Nuh Peygambe-

rin şahsında, göklerin ayaklanması şeklinde mutlak inkı-

lâptan bir numune...

HAZRET-D İBRAHİM

Göklerden gelen darbenin Nuh Peygamberde Tufan şek-

linde tecellisinden sonra, Hûd Peygamberde denizi köpük

köpük ve dağları toz toz savuran bir rüzgâr, Salih Peygam-

berde de gâibler âleminden bir haykırışla, toplumun üstüne

çullanış...

Şimdi sıra, en büyük dört resulden ikincisi ve Resuller

Resulünün ceddi Hazret-i İbrahim'e geliyor. Hazret-i ibra-

him'de, insanların bildiği mâna ile, toprağa bağlı büyük ak-

siyon, ihtilâl ve inkılâp, daha açık bir (perspektif) kazan-

maktadır.

Nuh Tufanından sonra onun üç oğlundan üç kol halin-

de üreyen insanlık, topyekûn zaman ve Mekânın Peygam-

berine kadar en büyük Resulü Hazret-i İbrahim'de buldu.

Mukaddes sancağı, ikinci oluşun başında teslim alıp, bir sa-

hipten öbür sahibe ve nihayet aslî sahibine devredecek olan

İbrahim Peygamber, Irak bölgesinde, Fırat kıyılarını süs-

leyen Bâbil şehrinde... Nemrud'un hüküm sürdüğü diyar...

Sarayının en yüksek kulesine çıkıp oradan göğe ok çekecek

ve mecnun hayalince Allahı öldürmeye kalkışacak derecede

deli nefsinin esiri Nemrud, tarihin en büyük küfür heyulala-

rından biri... «Biri» diyoruz; zira Musa Peygamberin karşı-

sında Firaun'u, İsa Peygamberin karşısında Roma kayserle-

rini, hele Kâinatın Efendisine karşı çıkanları düşünecek

11

olursak, Nemrud'a tarihin en büyük küfür heyulası diyeme-

yiz.

ibrahim Peygamber, içinden geldiği, türlü (plâstik) na-

kışlarla süslü toplum ve karşısında bulduğu korkunç küfür

heyulası, mutlak inkılâbının cemiyet ve fert halinde her şar-

tına maliktir.

İbrahim Peygamber büyük aksiyonuna babasından baş-

lıyor. Dükkânımsı bir yerde taştan putlar yapıp satan baba-

sının atölyesine giriyor ve putlardan bir tanesini bırakıp

öbürlerini çekiçle kırıyor, paramparça yere seriyor.

Babası dehşet içinde Hazret-i İbrahim'e soruyor:

—Kim yaptı bu işi?...

Hazret-i İbrahim, sağlam bıraktığı putu işaret ediyor:

ݺte bu!

—Nasıl olur; taştan bir heykel öbürlerini nasıl parça-

layabilir?

—Ya sen, öbürlerini parçalayabilecek kadar güç sahibi

olmadığını bildiğin bir taş parçasına ilâh diye nasıl tapar-

sın?...

İbrahim Peygamber bu noktaya en ulvî nefs muraka-

belerinden geçerek gelmiştir.

En'âm Sûresinin 75, 76, 77, 78 ve 79 uncu âyetleri onun

bu murakabesini anlatır:

«— Yakin yoliyle bilmesi için İbrahim'e göklerin ve

yerin hükümranlığını gösteriyorduk.»

«— Geceleyin bir yıldız görmüştü. (Dşte benim Rab-

bim!) dedi. Yıldız batınca da (batanları sevmem!) diye

söylendi.»

«— Ay'ı doğarken gördü. (Dşte benim Rabbim!) dedi.

Battığını görünce de (Rabbim beni doğruya erdirmeseydi

yemin ederim ki, sapıklardan olurdum!) dedi.»

«— Güneşi doğarken görünce (iste Rabbim; bu hep-

sinden büyük!) dedi. Güneş de batınca dedi: (Ey milletim,

ben Allaha ortak koştuklarınızdan uzağım!)

«— (Ben yüzümü, yeri ve gökleri yaratana çevirdim ve

doğruya yöneldim. Ben puta tapanlardan değilim!)...»

Ve Bâbil semalarında, evlerin çatışım zangırdatan ve

12

kapısını tokmaklayan, bir ses:

—Allaha tapınız; Bir de Münezzeh olana!... Putları de-

viriniz ve tepeleyiniz!

Bu, mutlak inkılâp çapında ayaklanmaya davettir; bü-

tün küfür âdetlerine, yaşayış şekillerine veda ve küflenmez

yeniye, onun yeni hayatına çağırma işaretidir; karşısında da

Nemrud vardır.

Nemrud'un emri:

—Büyük bir ateş yakılsın! Allahtan haber getirdiğini

iddia eden bu adam da orada yakılıp kül edilsin!...

Odunların arasından yılanlar gibi helezonlar çizerek fış-

kıran alevler... Meydanı geceye çeviren duman... İbrahim

Peygamber ateşin üstünde... Birden, alevler, tek kumanday-

la yere çöken bir katar deve gibi kısılıverdi. Sanki bir cam

mahfaza altında gül rengi veren bir ışık... Harlı ateş, gül yı-

ğını... İbrahim Peygamber, orta yerde, dudaklarında İlâhî

kudrete hayranlık ilân eden bir tebessümle bakıyor.

Odun yığınından indi ve gökleri saran dehşet naraları

ve paralayıcı çığlıklar içinden geçerek, ardında müminlerden

küçük bir dizi, Batıya doğru yol aldı.

Şam, öz ayaklariyle açtığı peygamber geçidi cenup yolu,

Mısır ve Ken'an illeri...

Oradan da Mekke ve Kabe...

Bakara Sûresinden, 127, 128, 131 inci âyet mealleri:

«— İbrahim ve İsmail, Kâbenin temellerini yükseltiyor-

du. (Rabbimiz, yaptığımızı kabul buyur, sen hem işitir, hem

bilirsin!) dediler.»

«— (Rabbimiz, bizi sana teslim olanlardan eyle! Soyu-

muzdan da, sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir! Bize

kulluk yollarını göster! Tövbemizi kabul et! Çünkü tövbele-

ri kabul eden sonsuz merhamet sahibi ancak sensin!)...»

«— Rabbi ona (teslim ol!) deyince (Âlemlerin Rabbine

teslimim!) cevabını vermişti.»

Allahm Evini, Âdem Peygamberden sonra ikinci defa bi-

na eden ve üçüncü ve peygamber eliyle sonuncu binayı, Kâi-

nat binasının, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Son Peygam-

13

bere devreden Hazret-i ibrahim, Resuller ve Nebiler boyunca

mutlak inkılâp timsallerinden ikinci dereceyi belirtir.

HAZRET-D MUSA

Arada, kavminin üstüne, İlâhî iradeyle gökten taş yağ-

dıran Lût Peygamber...

Araf Sûresinden 80 ve 81 inci âyetler meali:

«— Lût'u da gönderdik. Milletine (dünyada sizden önce

hiçbir ferdin yapmadığı kötülüğü mü işliyorsunuz? Siz ka-

dınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz! Elbette

çok aşın giden bir kavimsiniz!) dedi.»

Ve işte bu kavim, gökten üzerilerine yağan taşlar altın-

da silinip gitti. Ve yeryüzüne getirdikleri, hayvanlarda bile

görülmedik şenî âdetten izler kaldı.

Hazret-i ibrahim'in, kardeşi Lût Peygamberi takip eden,

iki oğlu İsmail, İshak, ardlarından Yakup, Yusuf, Eyyub ve

Şuayb Peygamberler... Hepsi de İlâhî memuriyetlerinde

«mutlak inkılâp» bayraktan... Ama aksiyonları ve toplumla-

riyle «haşr ü neşr»leri, toprak üstü manzarasiyle, öbürleri

derecesinde bir kaynaşma göstermiyor ve daha ziyade içte

cereyan ediyor. Şuayb Peygamberin, ırmakları kaynar su ha-

line getiren bedduası müstesna, insan kalabalıklarını fıkır-

datıcı soluk, bunlarda aynı keskinlikle dışarıya dönük de-

ğil...

Büyük hamle, resuller derecesinde üçüncü, Hazret-i Mu-

sa'da...

Yakup Peygamberden gelen «Dsrail» isminin çerçevele-

diği topluluk Mısır'da hayli çoğalmış bulunuyor. Onlar, Ya-

kup ve Yusuf Peygamberler yoliyle gelen, Hazret-i İbrahim

şeriatindeler...

Mısır'ın yerlileriyse baştan başa puta tapanlardan...

Bunlar Firaunların esiri durumunda; İsrail oğullan da esir-

lere esir... En ağır işlerde kullanılıyorlar ve böyleyken boyu-

na çoğalışlarından Firaunlara kuşku aşılıyorlar... Firaunların

zulüm ehramlanna taş taşımaktan bel kemikleri öyle çöker-

14

mis ki, İsrail oğullarının eski yurtlan Ken'an illerinin rüyası-

nı görmekte ve kendilerini Mısır'dan çıkarıp o vâdedilmiş

toprağa iletecek kahramanı beklemekteler... Onlar Yakup

Peygamberin oniki oğlundan gelme oniki «sabt-soy kolu...»

Ama, ezelî seciyeleri gereğince aralarında birlik yok... Bir

başa muhtaçlar...

Kâhinlerin Firaun'a sözü: «Dsrail oğullarından doğacak

bir çocuk, senin tahtını başına yıkacak!»... Emir: «Bütün

yeni doğanlar ve doğacaklar öldürülsün!»... Çocuk katliâmı...

Annesi Musa Peygamberi bir sal üzerine yatırıp Nil'e bıra-

kır... Sal sarayın önünde... Firaun'un karısı çocuğu görür...

Göz kamaştırıcı güzellik... Âşık... Saraya alır... Türlü süt-

neneler... Yavru Peygamber hiçbirinden süt emmez... Anne-

si sarayın kapısında: «Ben sütneneyim. Emzirilecek yavru-

nuz var mı?» Hemen alırlar. Çocuk, delikanlı ve nihayet genç

Musa Peygamber...

Bir gün sokakta gezerken bir Mısır yerlisinin İsrail oğul-

larından birini dövdüğünü görüyor. Döveni bir yumrukta ye-

re seriyor. Adam ölü... Bir dedikodu: «Bu genç ne diye İs-

rail oğullarını koruyor? Niçin onlarla temasta?»... Musa Pey-

gamber Mısır'dan kaçıyor, Medyen'e gidiyor, orada Şuayb

Peygamber'in kızlarından biriyle evleniyor ve 10 yıl kalıyor.

Bu 10 yıl içinde tevhid dini üzerinde ibadet, iç murakabe ve

Mısır'a gidip insanları hak dine çağırma ve İsrail oğullarını

kurtarma hamlesi... Büyük hareket başlıyor.

Mısır'a giderken Tür dağında kendisine bir ağaçtan İlâ-

hî hitap... Artık sıfatı «Kelîmullah - Allah ile konuşan»dır;

ve müstakil şeriat sahibi Resul olmaya namzed...

Mısır'da büyük kardeşi ve bağlısı Nebî (müstakil şeriat

sahibi olmayıp da Resule bağlı Peygamber) Harun ile bu-

luştu.

Büyük İhtilâl çapında mutlak inkılâp hamlesinin ilk ba-

samağı Firaun'a teklif:

—Seni hak dine davet ederiz!

—Hak din ne demek?

—• Âlemlerin Rabbini doğrulamak... Yalnız ona kulluk

etmek...

15

—Âlemlerin Rabbi nedir?

—Yerlerin ve göklerin ve bütün yaratıkların Rabbi...

Âlemlerin Rabbi...

Firaun, öfkeden çılgın:

—Mısır'da benden başka rab yoktur! Eğer benden baş-

kasını tanırsan seni zindanda çürütürüm!

—Ülkende bulunan israil oğullarını serbest bırak!...

Onlan alıp cedlerimizin eski vatanı Ken'an illerine göçelim...

Ve Hazret-i Musa asasını yere bıraktı. Kalınca değnek

parçası, bir anda müthiş bir ejderha... Korkunç gözlerini Fi-

raun'a dikmiş, atılmak üzere...

Firaun korkudan donmuş:

—Düşünelim!... Sonra karar verelim!...

Sarayda toplantı:

—Kâhinlerin haber verdiği çocuk bu olmasın?...

—O dehşetli bir sihirbaz... Sihirle kalbinize işleyip Mı-

sır hükümetini eline almak sevdasında...

—Ne yapalım?

—Her tarafa münadiler çıkarıp Mısır'ın en usta sihir-

bazlarını toplayalım, onu imtihana çekelim, büyüsünü boza-

lım!...

Büyük meydan yeri... Bütün Mısır orada... Ortada bir

boşluk ve tahtında Firaun... Bir alay sihirbaz ve elinde asası,

tekilasına Hazret-i Musa... Sihirbazlar ellerindeki ipleri ve

değnekleri küçük yılanlar haline getirmişler, hoplatıyorlar

ve Musa Peygambere zafer edasiyle bakıyorlar... Asa yer-

de... Kocaman bir ejderha... Küçük yılanları bir bir yutu-

yor... Ve ortada ne ip, ne değnek... Muazzam mucize... Kâ-

hinler dizüstü, Peygambere boyun eğmekte:

—Senin ilâhına inandık, sana teslim olduk!

Firaun'da gazap, yakıcı... Apar-topar sarayına dönüyor,

vezirler halkasının ortasına geçiyor. Türlü fikirler:

—Bu adama fazla meydan veriliyor!

—Halkın inançlarını çelebilir.

—Soydaşlariyle memleketten çıkıp gitmesine izin veril-

se fena olmaz.

16

—Hayır; memleket içinde tutulup göz önünde bulundu-

rulsa daha iyi olur!

Firaun, artık kahramanları etrafında kenetlenme belir-

ten İsrail oğullarının Mısır'dan çıkmalarına biraralık razı...

Sonra cayıyor ve onlan sıkı bir çember altında tutmayı dü-

şünüyor. İsrail oğullarının gözü ise Ken'an illerinde... Ya-

maçlarında saffet misali kuzulann otladığı, berrak sulann

sakıdığı, zeytin ağaçlarının sıralandığı «vâdedilmiş toprak»

larda...

Musa Peygamber, Mısır'ı içinden düşüremeyince üstün

inkılâpçı edasiyle hareket plânını düzenledi. Oniki kolu ay-

rı ayrı tertipledi, harekete hazır duruma getirdi ve bir gece

yansı işareti verdi:

—Denizin şimal ucu istikametinde hareket!...

Oniki kafile halinde yola çıktılar... Vaziyeti haber alan

Firaun da, askerleriyle, arkalarında... Deniz kenarında İsra-

il oğullarını tuttu. "

«Mutlak inkılâp» davranışının bundan ötesi, bütün re-

suller ve nebiler boyunca olduğu gibi, insan takatinin ötesin-

de ve doğrudan doğruya İlâhî iradenin tasarrufunda...

Hazret-i Musa, mucizeler miknatısı asâsiyle suya vurdu.

Yarılan deniz ve açılan oniki yol... Her yol, onikilerden bi-

rine mahsus... 12 bölümlü İsrail oğullan, başlarında Hazret-i

Musa, bu yollara daldılar ve ilerlediler. Arkalarından deh-

şetle bakan küfür kibirlisi Firaun da aynı yollara daldı. İs-

rail oğullan karşı kıyıya geçerken gerilerde kavuşan sular,

boğulan Firaun ordusu ve bizzat rablik iddiasındaki Fi-

raun...

Mucizenin bu derecesi önünde bile, ruhunun menfi kut-

bunu altedemiyen İsrail oğullarından bir topluluk, yolda uğ-

radıkları bir kabilenin öküz biçimli putlannı görünce kendi-

lerini ona kaptırmaktan geri kalmadılar; ve aralanndan, ile-

rideki Yahudi dölünü mayalandıracak olan kötülük kolunun

ilk işaretini verdiler:

—Yâ Musa, dediler; bize de böyle şekli ve biçimi olan

bir tanrı bul!

Münezzehlerin münezzehi ve mücerretlerin mücerredi

17

thtilâl/2

mutlak zatı anlamayan ve kaba müşahhasta kalan Yahudi-

den ilk alâmet...

Hazret-i Musa bu teklif karşısında köpürdü, onları en

acı şekilde nankörlük ve cahillikle suçlandırdı ve Kudüs is-

tikametinde yola sürdü. O zamanlar o havzada halka musallat

birtakım cebbarlar hüküm sürdüğü için, yollarını açmak ve

yurtlarına yerleşebilmek üzere bunlarla cenke tutuşmak ge-

rekiyordu. Buna da karşı koydular:

— Biz cebbarlarla muharebe edemeyiz!

Dediler ve geri kaldılar. Hazret-i Musa da onlara gücen-

di, beddua etti. İçlerinde Yahudi tohumunu taşıyanlar, Pey-

gamberlerini kırdıktan sonra, uçsuz bucaksız çöl, Tih Sahra-

sına düştüler ve orada 40 yıl, şaşkın ve perişan, yaşadılar.

Böyleyken İlâhî rahmet onlara gökten «Kudret Helvası»nı

yağdırdı ve «Selva» dedikleri bıldırcınları indirdi. Bu nimet-

ten de tez vakitte bıktılar, sebze istemeye başladılar.

Mutlak inkılâp sahibi yüce Peygamber bu defa yolunun

büyük engeline kavminde şahit oldu ve Tûr'a çekildi. Kırk

gün Tür dağında kalvet ve ibadet... Vasıtasız olarak Allahın

kelâmına ve dört büyük İlâhî kitaptan ilki, Tevrat'a muha-

tap oluş...

Dönüşünde gördü ki, Harun Peygambere emanet ettiği

kavmi, sâmirî adlı bir münafığın telkiniyle, Mısır'dan getir-

dikleri altunları eritmiş, ondan buzağı şeklinde bir put dök-

müş, ona tapmaya başlamıştır.

Hazret-i Musa'nın eli Harun Peygamberin sakalında:

—Bu ne hal?... Nasıl engel olamadın?

—Ne yapayım; dinlemediler! Az kaldı beni öldürecek-

lerdi.

İsrail oğullarında şimdi de tövbe ve istiğfar... Tevrat

gereğince amel... Müstakil şeriat... Resul...

Geçen yıllar... Çölde yetişen yeni ve temiz nesiller...

Cebbarlarla cenk, galibiyet ve Şeria nehrinin doğu tarafına

yerleşme...

Hazret-i Musa Şeria kıyılarında yüksek bir dağa çıkıyor;

ve asasına dayanarak, oradan İsrail oğullarına vâdedilen

Ken'an diyarım seyrediyor.

Hazret-i İsa'ya kadar, İsrail oğullarından birçok pey-

gamber gelecek, hepsi de Hazret-i Musa'nın şeriatiyle amel

edecek, Hazret-i İsa'da yeni bir şeriat doğacak, o da ebedî

yeniye devredilmek üzere, zamanın çarkları dönüp gidecek-

tir.

Şeria kıyılarındaki dağdan Ken'an ilini seyreden Hazret-i

Musa, vâdedilmiş toprağın fâtihi, mutlak inkılâp yolunda

en ileri dört Resulden üçüncüsü...

HAZRET-D İSA

Avrupalının «Küçük Asya» dediği Anadolu'yu bir at ka-

fasına benzetecek olursak onun kulaklarını Kafkas dağların-

da, boynunu da Suriye ve Filistin çizgisi üzerinde bulabiliriz.

Ağrı dağından Mezopotamya'ya inen, oradan Urfa yoluyla

Şam'a kıvrılan, oradan da Filistin istikametinde caddeleşen

ve hem ilk hem de son hedefini Kabe noktasında düğümle-

yen bu yol, peygamberler geçididir. Peygamberler geçidi ve

insanlığın nefes borusu... Kalb noktası daima Mekke...

Avrupalı hesabınca 20 asır evvel perişan bir insanlığın,

uçları kurşunlu kamçılar ve atlan sorguçlu harp arabalariy-

le, itile kakıla, ezile, çiğnene sürüldüğü yol... Bu yolda, gö-

rünürler dünyasını kuşatan madde haşmetinin, görünmezler

âlemine bağlı ruh saltanatını fâni bir manivela oyuniyle esir

etme tecrübesinden ayak, nal ve tekerlek izleri...

İnsanlığın nefes borusu diye gösterdiğimiz bu yoldan ni-

ce resuller ve nebiler geçmiş, mutlak inkılâp soluğunu her

tarafa yaymış, gözü madde nakışlanndan ötelere çevrili, İs-

rail oğullan adiyle bir insanlık yuğurmuş, ama tez zamanda

bu münezzeh soyun menfî kutbunu dölleştiren gaye ve dâva

haini Yahudi tipine de meydan açılmış; başlarda harp ara-

bası imparatorluğu Âsûr'un pestil haline getirdiği bu ırk,

nihayet madde haşmetinde en korkunç örnek, dış dünya dü-

zenleyicisi ve (plâstik) plân nizamlayıcısı putperest Romalı-

nın eline düşmüştür. Ortada, İsrail oğullannın ulvi gerçeğini

kaybeden, ruhunu yitirdiği bir takım kalıpların tekerlemeci-

18

19

si, içi çürük ve dışı müdafaasız, kara takkeli ve cübbeli Ya-

hudi tipiyle, madde düzeninde müthiş bir hâkimiyet, fakat

ruhta tam bir mahrumiyet heykeli, mızrağı ve miğferi pırıl

pırıl Romalıdan başka kimse yoktur; ve işte bu Yahudi tipi,

dört ayağı üzerinde yere kapanmış, Romalı da elinde kılıcı,

ayağını onun sırtına dayamış vaziyettedir.

Bu madde tasallutuna karşı hiçbir mukabil madde mü-

dafaasına mecal gösteremeyen, sağa sola dağılıp topluluklar

içindeki boşluk noktalarında yuvalanma fikrinden gayrı bir

(strateji) hesabına girişemeyen Yahudi, bütün ümidini, ken-

disi için hayal, fakat insanlık adına gerçek bir rüyaya bağla-

mıştır:

— Mesih, kurtarıcı!... O gelecek ve Allanın seçkin mille-

ti Yahudiyi kurtaracaktır!

Evet, o gelecek, hem de Yahudilerin içinden geleceği

halde, İsrail oğullarına nispetle Yahudiliğin ne demek oldu-

ğunu büsbütün belli edecek, Yahudiler tarafından kabul edil-

meyecek, yalanlanacak, hattâ zina mahsulü olmakla suçlan-

dırılacak; ve Yahudilere, o gün bu gün, gizli (virüs)ler gibi

ayn ayrı milletlerin kan damarlarında karargâh kurmak ve

bir türlü birleşemeınek, yekpâreleşememek, milletleşememek

nasibinden başka bir şey düşmeyecektir. Fakat her milletin

ciğerinde mikrop torbaları haline getireceği tohumunu bütün

hususiyetleriyle korumak, üretmek ve yekpare bir hedef teş-

kil edip kolayca avlanma tehlikesinden uzak yaşamak usta-

lığını gösterecektir.

Ve işte şimdi gelen, mukaddes tevhid sancağını, doğru-

dan doğruya aslî sahibine, Kurtarıcılar Kurtarıcısına teslime

memur, teslimcilerin sonuncusu ye resullerin derecede dör-

düncüsü, babasız hak Peygamber Hazret-i îsâ...

Meryem'den babasız dünyaya gelen Hazret-i îsâ, karşı-

sında hemen, İsrail oğullarının fesat nesli Yahudiyi buldu.

Celil (Galile) gölünün kıyılarında Nasıra köyünde doğan Me-

sih, Meryem'in kucağında Yahudinin gözüne görünür görün-

mez, bir nâradır koptu:

— Meryez! Sen ne yaptın? Bu babasız çocuğu nereden

edindin? Baban fena adam değildi! Annen de fahişeliğe düş-

20

memişti. Sen çok fena bir iş işledin!

Ve eller, Yahudi elleri, bakire Meryem'i taşlamak üzere

havaya kalktı.

Meryem, kucağındaki nur çocuğu gösterdi:

—Cevabını o versin!

Dediler:

—Biz bir kundak çocuğuyle nasıl söyleşebiliriz?

—Söyleşirsiniz, sorunuz!

Ve dehşetler, haşyetler içinde gördüler ki, kundak çocu-

ğu konuşuyor:

—Ben Allanın kuluyum. Allah bana peygamberlik ver-

di ve kitap indirdi. Yerim neresi olursa olsun, beni mübarek

kıldı. Doğduğum, öldüğüm ve dirildiğim gün bana selâmet

versin!...

Yahudiler bu tecelli karşısında apışmış ve küçük dille-

rini yutmuş, ellerindeki «recm» taşlarım atış savuştular; fa-

kat zihinlerini törpüleyen zehir dolu suali hiç unutmadılar:

—Babasız çocuk hiç olur mu?

Ya babalı çocuk nasıl olurmuş; Âdem Peygamberin ba-

basız yaratıldığına inanan, Hazret-i îsâ'ya ille bir babadan

gelme mecburiyetini nasıl biçebilirmiş; ne düşünen, ne so-

ran!...

Hazret-i İsa'yı Meryem'in kucağında, Mısır'a yol alırken

görüyoruz. Orada, 12 yıl kalıyorlar ve sonra Nâsıra'ya dönü-

yorlar. Artık otuz yaşına kadar, Nâsıra'da kalacak ve sonra,

kendisine indirilen İlâhî Kitap «Dncil» ve yepyeni bir şeriat-

le insanlığa resul olacak...

O sıralarda ve resullüğünden önce, Hazret-i İsa'nın ya-

nında, Musa Peygamber şeriatiyle amel eden bir nebî... Yah-

ya Peygamber... Bu nebî hıristiyanlarm diliyle (vaftiz)cidir;

yani insanı okunmuş bir su ile yıkayıp dine bağlayan... Haz-

ret-i İsa'dan 6 ay büyük, Batı tarihlerine göre çekirge ile ya-

ban balı yiyerek yaşayan, elbise yerine postlara bürünen bu

nebî, her ân bekledikleri Mesih'in sokak sokak, kapı kapı

münadisi... İsa Peygamberi de (vaftiz) eden, ona resullük

gelince artık kaldırılmış Musa Peygamber şeriatini bırakıp

Hazret'i İsa'ya bağlanan Yahya Peygamber, bazı tarihçilerin

21

hayal ettiği gibi Hazret-i isa'ya üstadlık etmemiş, onu bek-

leyenlerin biri olarak ümmetinden peygamber rütbesinde bir

fert kalmış; ve nihayet sadece Yahudi hışmiyle zindanda kel-

lesini vermiş ve kanlı başı, Yahudi Kralı (Herod Antipas)ın

evlenmek isteyip de buna Yahya Peygamber'in karşı çıktığı

fettan kadın (Salome)ye sunulmuştur. (Salome) Kral (He-

rid)un öz kardeşinden olma yeğenidir ve bu izdivaca Hazret-i

Musa şeriatinde izin varsa da yeni şeriatte cevaz yoktur. Yah-

ya Peygamber, bağlandığı yeni şeriat ölçüsünde bu birleş-

meye «olamaz!» demiştir.

Şimdi İsa Peygamber, Filistin ufuklarını bir bir aşıyor

ve onlara «încil» hükümlerini bildiriyor:

«— Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle toplanmayan-

lar dağıtır.»

Dört «încil» nüshasından hiçbiri gerçek «bir»in kendisi

olduğunu iddia edemeyeceğine ve Kur'ândaki Allah tarafın-

dan mahfuz mutlakıyet önünde incil'in kaybedilmiş bulun-

duğu riyazi bir gerçek belirttiğine göre, yukarıdaki cümleyi

bir âyet meali değil, Isa Peygambere atfedilmiş güzel bir söz

kabul edebiliriz ancak...

Her resul gibi mutlak inkılâpçı Hazret-i Isa, derecesinin

melekiyette üstün olması sebebiyle, göze, toprağı fıkırdatan

bir aksiyon sermez; sadece eritici ve eski Yunan tapınakla-

rından kıvrılıp Roma'ya ulaşıcı ve onun tunç âbidelerini kız-

gın güneş altında kardan adamlar haline getirici bir iç soluk

belirtir. Öyle bir soluk ki, kendisi göğe çekilip alındıktan

sonra büyük ihtilâlini havarileri vasıtasiyle yerine getirecek,

fakat bu yerine getiriş hiçbir zaman toprak manzaralı bir

ihtilâl oluşu arzetmeyecek, hep mazlumluk plânında ve içte

cereyan edecek, nihayet Hazret-i isa'dan 3 asır sonra, içten

kavlaştırdığı Roma'yi birdenbire alevlere boğup devlet dini

oluverecektir.

Hazret-i Isa, beşeri kemal yanında melekî kemalde üs-

tün yaratılışı gereğince, hep o eritici soluğunu üfledi, hasta-

ları tek temasiyle sağlığa kavuşturdu, körlerin gözünü açtı,

ölüleri diriltti, su üzerinde yürüdü ve daha nice mucize gös-

terdi ama kendisine, biri hain, 12 kişiden başka kimse inan-

madı.

22

Onikilerin başında (Petros - Piyer) ve sonradan, (Pavlus-

pol) vardır. Şu, hıristiyanların (Sen Piyer) ve (Sen Pol) de-

dikleri... Bunların, hep mazlumluk plânında ve içte geçen ve

bu bakımdan toprak üstü büyük harekete zemin açamayan

aksiyonları ayrıca ihtilâl çerçevemize giremez ve Hazret-i

İsa'ya ait soluğun fiile aktarılmış, mazlum müdafaası sevi-

yesinde kalır. Hele (Saul) isimli, yüzünün bir tarafı felçli,

korkunç ve mecburî bir sırıtış sahibi (Pil), Kâinatın Efendi-

sine kadar hak ve münezzeh Isa dininin ilk tahrifçisi olmak

ve Hazret-i İsa'yı Alllaha ortak koşarcasına büyütmek, Alla-

hın oğlu saymak gibi bir şüphe altında öyle bir Yahudi tipi-

dir ki, eğer hikâyesi ihtilâl mevzuuna girebilseydi, bahsini

uzatmaya ve macerasını anlatmaya değerdi. Hazret-i isa'yı

görmeksizin ve çölde yol alırken babasız hak Peygamberin

gökten ona, şimşekli ışıklar içinde tecellisiyle emir alarak ha-

varilere katıldığı iddia edilen bu hasta adam, Roma'da öldü-

rüleceği zaman ayaklarından asılmasını isteyecek kadar (mis-

tik - sırrîj bir ruh burkuntusu içindedir ve büyük ihtimalle,

arkadaşı (Sen Piyer)le beraber, Hazret-i isa'nın münezzeh

olduğu (Katolisizm - Katoliklik) mezhebinin bütün abeslerini

getiren insandır.

Üçüncüsü, yani havariler arasında görünüp Yahudilik

adına casusluk ve tuzak kuruculuk rolündeki, gaye ve dâva

haini (Yuda)... İsmi, her nerede ve ne şekilde olursa olsun

mücerret hiyanet ve ihanete ve topyekûn Yahudi milletine

«alem - işaret» teşkil eden denaet ve şenaat remzi bu adam,

«insanoğlu alçalınca nereye kadar alçalabilir?» sualine cevap

teşkil edebilecek, tarihte üç beş adamdan biridir ve doğru-

dan doğruya Yahudinin, Yahudiliğin ruh kumaşına misaldir.

Bir masa... Etrafında 12 havari... Ortada Hazret-i İsa...

Gece... Duvarda çıralı meşaleler yanıyor. Hazret-i Isa, mu-

kaddes başının etrafında (Rönesans) ressamlarının hayal et-

tiği gibi değil de, göze görünmez ilâhî nurdan bir hâle, konu-

şuyor:

— Bu gece, sabaha doğru, horoz ötmeden, aranızdan bi-

ri beni ele verecektir! Beni inkâr edecek ve küçük bir men-

faate satacak!...

23

Öyle oldu. (Yuda), Romalı valiye giderek, hani harıl

aranmakta olan Resulün yerini haber verdi. Yanlışlıkla bir

başkası tutulmasın diye de şöyle bir yol gösterdi:

—Meclislerine girdiğim zaman kime doğru ileriler, onu

kucaklar ve öpersem îsâ odur!

Zifirî karanlıkta, önlerinde Yuda, kargılı Roma askerleri

İsa Peygamberi tutmaya gidiyorlar... (Yuda) içeri girip, te-

vekkülle kaderin tecellisini bekleyen Hazret-i İsa'ya sarılıyor,

onu öpüyor ve Romalı askerler içeriye dalınca, şu yüzden

veya bu yüzden, doğrusu Allahın, kulu ve Resulü Hazret-i

İsa'yı saklaması yüzünden (Yuda)yı tutuyorlar... (Yuda) avaz

avaz, çırpına çırpına «ben o değilim!» diye çığlığı basıyorsa

da aldıran olmuyor. Gece, birtakım canilerin üstlerine ge-

rilmesi için hazırlanmış olan çarmıhların yanına Isa diye

(Yuda)yı sürüyorlar, çarmıha geriyorlar ve ellerinden ve

ayaklarından çiviliyorlar... Böylece (Yuda), İsa Peygamberi

tanıtmakta bir yanlışlık olmasın derken, İlâhî ferman asıl

yanlışlığı onda gösteriyor ve herkes yüzü gözü kan içinde ve

tanınmaz biçimde (Yuda) yerine Hazret-i İsa'nın asıldığım

sanıyor.

Allahın sadece kulu ve Resulü Hazret-i İsa'yı, İdris Pey-

gamber misali, göğe kaldırılmış ve haklarında asla «Dsevî»

tabirinin kullanılmaması gereken hıristiyanlara, onun, ken-

disini insanlığa feda ve kurban ettiği şeklinde bir masal bı-

rakılmıştır. İnsanlığı kurtarmaya gelen bir resulün, hastayı

tedaviye koşan bir doktor gibi, nefsini feda ve kurban etme-

ye ihtiyacı yoktur. Böyle bir zan, Allah tarafından teyidli bir

Resul'e, başka bir çare bulamadığı ve kurtarıcılık kudretine

gücü yetmediği gibi bir zaaf ve eksiklik isnadı olur ve çıksa

çıksa Resulü ve resullük şanım inkâra çıkar.

Mutlak inkılâp yolunda, nefesi içten harekete geçen ve

tenzihçi havarilerinin de aynı usulle gidişini ve bu gidiş so-

nunda koca bir imparatorluğu devirişini gerektiren Hazret-î

İsa'yı böyle anlamak lâzımdır.

O, mutlakların mutlağı inkılâbın ebedî sahibini, tahrifli

İndilerde ismi çizilmiş olarak haber vermiştir:

—Benden sonra (Paraklitos Ahmed) gelecek ve bütün

düzenleri yerli yerine oturtacak, kâinat nizamını tamamlaya-

cak...

KÂDNATIN EFENDDSD

Mutlak mânada inkılâbın en büyük bir erişilmezi Kâina-

tın Efendisinde olduğu gibi, şu veya bu fikir uğruna basit ce-

miyet kaynaşma ve dalaşmalarından münezzeh, en keskin ih-

tilâl çizgileri de yine O'nda...

Gökten toprağa inici mutlak inkılâp ifadesi içinde, top-

raktan göğe sıçrayıcı muazzam ihtilâl...

Nasıl her şey, topyekûn kâinat, küllî ve cüz'î her varlık

O'na verilmiş, O'nun yüzü suyu hürmesine vücut bulmuş, ni-

zamım O'nun getirdiği ölçülerde bulmuşsa, mücerret ve mut-

lak mânasiyle inkılâp ve ihtilâl de, esasını, usulünü, siyase-

tini, tabiyesini, ruhunu, ahlâkını O'na borçludur.

Mutlak inkılâp ve münezzeh ihtilâl bakımından Kâina-

tın Efendisini üç devre içinde görmeye çalışmalıyız: Hicre-

te kadar çile devresi... Mekke'nin fethine kadar büyük dav-

ranış çığırı... Veda Haccına kadar kâinat çapında oluş mer-

halesi...

«— EY ÖRTÜLERE BÜRÜLÜ NEBÎ, KALK VE İNSAN-

LARI UYAR!»

İlâhî vahyin heybet ve ürpertisi içinde, her zerresi fıkır-

dayan, fert oluşunun zirve noktasına yükseltilmenin haşyeti-

ni yaşayan, bu haşyet yüzünden bir ân döşeğine mıhlanıp ka-

lan ve örtüler altında titreyen Resuller Resulüne Allahtan

emir:

— Kalk ve insanlığı kurtuluşa çağır!

24

25

Bu emrin sonsuz derin mânasında işaret:

—Kalk, içinin haşyetini yen, kapını meydan yerine aç,

ortaya çık, inkılâbını çat ve ihtilâlini yap!

—Allah bir, Allah bir!'

Bu bir iniltidir, haykırıştır, çığlıktır. Habeşli Bilâl adın-

da bir kölenin, boynunda ip, çocukların ellerinde, dağdan in-

me bir canavar gibi sokak sokak sürüklenir veya kızgın kum-

lara yatırılıp çıplak karnına ateş mahfazası bir değirmen taşı

yerleştirilirken çıkardığı ses:

—Allah bir, Allah bir!

Mekke... Safa tepesi... Tepenin üstünde, gong gibi, vu-

rulunca bütün beldeyi tunç ürpertilerine boğan bir âlet... Fa-

kat olur olmaz zamanlarda bu âleti tokmaklamak yasak...

Ancak bir felâket zamanında, dağdan sel iner, toprak kayar,

yangın olur, baskın haber alınırsa vurulabilir.

Allah Resulü emir buyuruyorlar:

—Gidiniz ve tuncun üstüne tokmağı indiriniz!

Mekke seması tunç ihtizazlarına boğulmuş... Koşan ko-

şana... Herkes Safa tepesinin eteklerinde... Tepede, Allahm

sevgilisi, muhteşem bir vekar ve heybet edasiyle dimdik...

Elleriyle, mahrut şeklinde, zirvesi göklerin esrarını nişanla-

yan dağı gösteriyorlar:

—Ben size, şu dağın tepesinde bir düşman var, Mek-

ke'ye inmek üzere; çoluğunuzu çocuğunuzu kesecek, ırzınıza

çullanacak, malınızı yağmalayacak desem bana inanır mıy-

dınız?

Her ağızdan tek ses:

—inanırdık! Sen yalan söylemezsin! Lâkabın «Emin»

dir!

—Öyleyse şuna da inanın! Ben Allahm Resulüyüm ve

sizi Kıyamet Gününün dehşetiyle korkutmaya memurum!

Hakikate sadakat ve onu ifadedeki samimiyet derecesi-

nin bu akıl ötesi tecellisine karşı, O'nun ömründe bir kere

bile yalan söylemediğini bilenler, yere kapanacakları yerde

sırtlarını çeviriyor ve «bizi bunun için mi çağırdın?» diyerek

alay etmeye başlıyorlar.

Bu sahnede, mutlak inkılâbın, metod, (strateji), iman

ve ihlâsından ikinci bir misali olmayan çarpıcı bir tesir var-

dır.

Eski Roma soylularından bir çoğunun, putperest hâkim-

ler huzurunda muhakemeleri yapılırken «kimsin, nesin, ne-

relisin?» sualine hep tek kelimeyle «ben bir îsevîyim!» diye

cevap vermelerinde olduğu gibi, «müslüman!» dediği için bir

vuruşta öldürülen ilk kadın şehit cariye... Ve seri seri maz-

lum...

Varlık Nuru'nun kapısında kan lekeleri, yolunda diken-

ler, ısırganlar... Kabe önünde namaz kılarken secdeye var-

dığı ân sırtına oturtulan hayvan leşi ve buna da sabır ve ta-

hammül...

Bunda da mutlak inkılâp ahlâkından bir çizgi...

«

Üstüste âyetler:

«— Sana emredileni açığa vur!»

«— Oymağında yakın akrabandan işe başla ve onları Al-

lahm azabiyle korkut!»

Artık mutlak inkılâbın semavî fermanı tamamdır ve her

vasıtayla yerle gök arası ebedîlik binasını yükseltmenin za-

manı gelmiştir.

—Değil şu, bu, sağ elime güneşi, sol elime de kameri

verseniz ben yine dâvamdan dönmem!

Bu^ karşılık, O'na:

—Hastaysan dünyanın en büyük tabiplerini getirelim!

Gözün devletteyse seni Kureyş'in başına geçirelim; paraday-

sa deve yükü altunları ayağma serelim! Tek bu dâvadan vaz-

geç, dön!

Diyenlere cevabıdır.

Hak yolunda ciğeri inkılâp ateşiyle yanan herkes, dâva

26

27

sadakatini bu cevaptan öğrensin ve ondan bir zerrecik olsun

hisse edinmeve baksın!...

Nebîliğin beşinci yılı, mutlak inkılâbın sahibi, küfür çem-

beri içinde, Habeş illerine hicret...

Bu da usule ait inceliklerden biri...

Erkam'ın evi... Ah o genç ve güzel Erkam!... Mekke'nin

giriş kapısında bütün istikametleri kollayan evini Allanın Re-

sulü emrine vermiş ve Resuller Resulü karargâhını orada

kurmuştur. Dışarıdan gelecek insanları, balıklar gibi ağının

içine alacak dalyan noktası... Ve umumî hareket plânının

karargâh binası...

Kureyş ulularından Hazret-i Hamza, Allah Resulünün

amcası, avdan dönerken, yine oymak büyüklerinden Ebu

Cehl'in, önünden geçen Varlık Tacı'na sövüp saydığını ve

hiçbir karşılık görmediğini haber alır. Hemen yolunu o ta-

rafa çevirip elindeki ok yayını kâfirin tepesine indirir ve ba-

şını yarar. Henüz Islama gelmemiş bulunan Hamza, doğru,

yeğeni Resuller Resulüne gidip vakayı anlatır:

—Bunu senin için yaptım. Tesellini bul!

—Benim teselli bulmam, Ebu Cehl'i yaralamandan de-

ğil, senin İslama gelinendedir!

Ve Hamza'mn bir anda tutuşup Islama gelmesine yeter

bu söz...

Hamza tekrar Ebu Cehl ve Kureyş büyüklerinin karşı-

sında... îslâmı kabul ettiğine, putlardan döndüğüne ve Alla-

hı münezzeh bildiğine dair bir kaside okuyor.

Artık iş ciddileşmiş ve büyük kapışmaya meydan açılmış-

tır. O'nu öldürmek .ve tam tersinden anlayışlarınca Arap

bütünlüğünü çürütmeye başlayan fitneyi, bu yolla kaldır-

maktan gayrı çare yoktur. Kim olabilir, Hâşim oğullariyle

Kureyş'in öbür kollarım birbirine çullandıracak olan bu işi

üzerine alabilmesi mümkün yiğit?...

Yeryüzünün, Resuller ve nebilerden sonra en büyük ikin-

ci insanı (birincisi Hazret-i Ebu Bekir) Ömer... Onun, Allah

Resulünü nasıl öldürmeye gittiği, huzura hangi dönemeçler-

den kıvrılarak çıktığı, tek lâhzada nasıl imana geldiği, ilk

müminler arasında 40 inci sayıyı tuttuğu ve sesi ve gövdesiy-

le ne türlü şahlandığı malûm:

—Ne duruyoruz? Kendimizi büsbütün açığa vuralım!

Ve tekbir sesleri Mekke'yi inletirken, ona çipil hayret

gözleriyle bakan Kureyşlilere hitabı:

—Ömer müslüman oldu; «Şehadet ederim ki, Allah bir

ve M onun resulü!»

Ve kâbe hareminde, saf halinde ilk açık namaz...

İhtilâl başlamıştır.

Kureyş'te dehşet büyük... İlk tedbir: İçtimaî ve iktisa-

dî abluka... Kureyş'ten hiçbir fert Haşim oğullariyle, ister

mümin, ister putperest, temas etmeyecek... Bütün alım-sa-

tım ve değiş - tokuşlar yasak... Kızlarını almak da yok, kız

vermek de yok... Yalınız amca Ebu Leheb, şiddetli küfrün-

den ötürü, Haşimî olduğu halde karşı taraftan... Öbür am-

ca, müslüman olmadığı halde Allah Resulüne siper Ebu Ta-

lib ise, kendi ismini taşıyan mahallede ve muhasara çemberi

içinde... Başka semtlerdeki müslümanlar da öteberisini top-

lamış, Ebu Talib mahallesine taşınmıştır. Halis İsevîlerin,

eski Roma'da (katakomp) hayatından yeni bir örnek...

Allanın Resulü, mukaddes parmağiyle işaret eder etmez,

ay, iki şakk... Fakat, İbrahim Peygamber'in ateşi gül bahçe-

sine çevirmesi, Musa Peygamber'in denizi yarması, İsa Pey-

gamber'in de ölüyü diriltmesi karşısında yola gelmeyen kü-

für, hakkı nasıl doğrulasın... Allahın mühürlediği kalbi kim-

se açamaz ve hiçbir hadise döndüremez.

Mekke devresinin sonlarına doğru «Miraç» mucizesi...

Resuller Resulünün büyük ferdaniyetine ait bu mucize, doğ-

rudan doğruya toprak üstü inkılâp ve ihtilâl plânına uzak

olsa da, toplumda bulduğu akis ve cemiyete verdiği ders ba-

kımından, başlıca iman usulünü telkin etmiş olmasiyle mev-

zuumuzun içindedir.

Âyet meali:

28

29

«— Kulunu, geceleyin, Mescid - ül - Haram'dan, etrafım

mübarek kıldığımız Mescid - ül - Aksâ'ya, bazı âyetlerimizi gös-

termek için götüren Allahın sanı büyüktür; işiten ve gören

odur.»

Hadis meali: -

«— Geceleyin beni alıp gittiler!»

Mekke'den Kudüs'e, oradan göklere, tabaka tabaka yük-

sekliklere, nihayet asıl ve hayalin son durağı «Sidre-tül Mün-

tehâ»ya; ve o noktayı aşabilmesi imkânsız Cebrail'i geride

bırakıp tek başına, nur çağlayanı içinde İlâhî visal noktası-

na... Ve oradan dünyaya dönüş...

Sabahleyin en büyük sahabîlerden otuz kadarının keli

mesi kelimesine Allah Resulünden işittikleri vakıa ve ileride

gelecek nesillere imzaladıkları senet... Hiç kimsede hiçbir

itiraza mecal yoktur; ve Miraç hadisesi, ruhanî ve cismanî

olarak, evvelâ Mekke'den Kudüs'e kadar Kur'ân nassiyle, ora-

dan da tabaka tabaka sonsuzluk âleminedek Miraç hadîsiyle

sabittir.

Burada, biraz önce belirttiğimiz gibi, bir usul, iman usu-

lü noktası var:

Kâfirler, hadiseyi haber alır almaz «Sıddik-i Ekber: bü-

yük doğrulayıcı» Hazret-i Ebu Bekir'in evine koşuyorlar ve

mantıklarını öne sürüyorlar:

—Mekke'den Kudüs'e kadar uçtum, oradan göklere çık-

tım, tabaka tabaka yükseldim, birçok nebilerin ruhaniyet-

leriyle temas ettim, «Sidre-tül-Müntehâ»ya vardım, oradan

yalımzca ileriye atıldım ve Allah ile buluştum, diyor. Buna

da mı evet diyeceksin?

—Bütün bunları diyen kim...

—O!... Ms!

—O söylüyorsa doğrudur!

îşte metod!... O'ıiun söylediği her şey, hakikatin ta ken-

disi, hakikatten daha fazla hakikatin kendisi...

Bazı dar idraklerin, hele günümüzde tslâm bilgini geçi-

nen bazı mankafaların, İlâhî kudreti pazarlığa çekercesine,

Mirac'ı sadece bir rüya, ruhanî bir oluş farzetmeleri, Allah

Resulünü o gece yatağından çıkmamış göstermeye kalkışma-

lan ve en büyük sahabîlerce imzalı Miraç hadîsi dururken

bazı hadisler tedarikine çalışmaları en hafif tabirle ibişlik-

tir. Allaha inanan, ruh ve cisim birarada, Mirac'a da inanır,

Mirac'ı inkâr etmek mecburiyetiyse ancak çürük küfür man-

tığına uygun düşer.

Bazı Medine'li büyüklerin Mekke'de Allah Resulünü gö-

rüp İslama gelmeleri ve dönüşlerinde yakınlarını dine çek-

meleri Kureyş nasipsizlerini o kadar telâşa verdi ki, ticaret

ve dışariyle münasebet yollarının kesileceği korkusiyle, artık

ne yapıp yapıp, Allah Resulünü öldürmekten başka çare gö-

remez oldular. Fakat bu muazzam cinayeti tek kabileye yük-

letmemeki cin birkaç oymağın ortaklığını istediler, işi «kim

vurdu?»ya getirmek dilediler ve bir gece baskım düşündü-

ler. Allahın Resulü haberi Melekten aldı, yatağına Hazret-i

Ali'yi yatırıp evinden çıktı. Elinde bir avuç toprak, suikastçi

gölgelerin üzerine saçtı. «Yâsîn» sûresinde bir âyet, suikast-

çilerin nasıl hiçbir şey göremez olduklarını anlatır.

Hazret-i Ebu Bekr'i ziyaret... Beraberce hicret karan...

Yolda kâfirler tarafından takip... «Sevr» mağarasına sığı-

nış... Mağara kapısında, onlar içeriye girdikten sonra örüm-

cek ağı... Ve... Ve o mağarada, mutlak inkılâbın, fert ça-

pında, kâinata denk insan ruhu plânında, derinliğine gerçek-

leşmesi...

Hazret-i Ebu Bekr'e emir:

— Dizüstü otur, gözlerini yum, dilini damağına yapıştır

ve içinden, Allah, Allah, Allah diye zikret!

Bazı akılcı ahmakların dine sonradan ekleme sandıkları

tasavvuf işte oradan ve böyle başlar. Hazret-i Ebu Bekr'e,

Kâinatın Efendisince aşılanan ve gösterilen has oda sırrı...

Mutlak inkılâp, genişliğine, uzunluğuna ve derinliğine,

tam kemal ifadesiyle yürümektedir.

Medine birbirine giriyor. Çoluk çocuk, genç, ihtiyar, so-

kaklarda, damlarda, tümseklerde, tepelerde «Birini» gözlü-

yor. Bu «Biri», Allah'n insanlar içinde «bir» olarak yarattığı

ve öbür kullarına O'nun arkasından ve yüzü suyu hürmetine

hayat verdiği sevgilisi ve Resulüdür.

30

31

Çocuklar, mini mini çocuklar, henüz dilleri dönmeye baş.

lamış çocuk, zıplaya, hoplaya, sanki mânasını büyüklerde»

fazla biliyormuş gibi, sokak sokak haykırmakta:

—Allah'ın Resulü geliyor! Allah'ın Resulü geliyor!

Genç kızlar damlarda, delikanlılar giriş kapısında, ihti-

yarlar sokak başında hep O'nu beklemekteler... Medine'ye,

su, ışık, hava gibi, varken yokluğunu hissettikleri, diriltici

bir varlık sızıyor.

Bir haykırış koptu:

—Gölündüler, geliyorlar!

O ve en yakını «Büyük Doğrulayıcı» Ebu Bekr Medine'ye

girdiler. Allah Resulünün ayaklarına sarılanlar, devesinin yu-

larına yapışanlar, ağlayanlar, bağnşanlar:

—Safa geldin, ey Allanın Resulü!

Böyle yapanların hepsi müslüman değil... Akabe'de

Müslümanlığı kabul etmiş birkaç Medine'li ulu kişiden ve

onların İslama çektiği topluluklarından ötesi, sadece gelenin

büyüklüğünü sezen ve O'na düşmanlık duymayan selim duy-

gu sahipleri...

Allah Resulü etrafına soruyor:

—Beni sever misiniz?

Her ağızdan tek ses:

—Severiz, ey Allah'ın Resulü!

—Ben de sizi severim!

Ve her taraftan davet:

—Bizim eve buyur, bizim eve buyur, ey Allah'ın Re-

sulü!

Cevap:

—Devem hangi evin önünde durursa oraya ineceğim!

Deve, Neccar oğullarına ait boş bir arsada durdu, çö-

ker gibi yaptı, sonra birden doğruldu, yürüdü ve «Ebâ Ey-

yub-ül-Ensarî» Hazret-i Halid'in kapısı önünde çöktü.

Devenin ilk uğradığı yer, parası verilip satın alman Pey-

gamber Mescidine mahsus; ikincisi de bu Mescid ve bitişi-

ğindeki barınma dairesi yapılıncaya kadar, 7 ay müddetle ka-

lacakları Hazret-i Halid'in evi...

—Ey Allah'ın Resulü, yukarı katta misafir ol!

32

.— Niçin?

         Üzerine vayh inen Allah Resulünün üstündeki oda-

larda oturamam!

Mescide, Medineli «Ensâr-yardımcılar» ve Mekke'li mu-

hacirlerle yanyana öz elleri üstünde kerpiç taşıdılar ve sa-

habîlerin:

          giz taşıyalım, ey Allah'ın Resulü, sen mübarek elle-

rini zahmete sokma!

Seklindeki ricalarım kabul etmediler. Kerpiçleri taşır-

ken de, hayatlarında ilk ve son defa, bu taşıma işinin sevap

ve faziletine dair, şiire benzer kelime dizileri tertiplediler...

Zira O, hiçbir şürin ve şairlik mertebesinin ayağına bile ula-

şamayacağı, Allah'ın Resul ve Sevgilisi olmak makamındadır

ve şiir söyleyemez.

Medine'de aylar geçti; ve Allah'ın Resulüne her gün yi-

yecek ve içecek getiren «Ensâr» arasında, ileride büyük sa-

habî Enes bin Malik Hazretlerinin annesi, bir gün çocuğunu

bileğinden yakalayıp huzura çıktı:

—Ey Allah'ın Resulü! Medineliler her gün sana, sahîbi

bulundukları şeylerden hediyeler takdim ediyorlar... Benim-

se şu çocuktan başka hiçbir şeyim yok! Ben de sana şu 10

yaşındaki yavrumu takdim ediyorum. Hizmetinde bulunsun!

Bir ay geçmiş, geçmemişti ki, Medine havasının Mek-

ke'lilere iyi gelmediği görüldü. Hazret-i Ebu Bekr ile Bilâl-i

Habeşî Hazretleri sıtmaya tutuldular. Bilâl-i Habeşî, sıtma

nöbetleri içinde titredikçe, kendilerini Mekke'den çıkmaya

mecbur edenleri nefretle anıyor, onlara beddua ediyordu.

Allah Resulünün duaları:

—Yârabbi; bize Mekke gibi Medine'yi de sevdir. Bura-

da bize bereket ve geçim kolaylığı ihsan et!...

Hazret-i Ömer'in duası:

—Yârabbi; bana, yolunda şehitlik nasip et ve Resulü-

nün beldesinde can vermeyi mukadder eyle!

Evet; Nurlu Medine artık Peygamber beldesidir ve ciha-

nın ilk ve son defa gördüğü ve göreceği mutlak inkılâbın ka-

rargâh merkezi...

33

thtilâl/3

Artık Islâmın ikinci devresindeyiz. Oluş, şahlanış ve top-

yekûn insanlık üzerine ağını atış devresi bu çığır, Bedr Gaza-

siyle başlar ve Mekke'nin fethiyle kemale erer. Bedr ile baş-

layıp onunla kemale erer denilse de olur.

Bedr, İslâm aksiyonunun ilk vücuda geliş hareketi ola-

rak o kadar kıymetlidir ki, insanlığın Allah uğrunda Âdem

Peygamberden başlayarak İsa Peygamberin gökten inişine

kadar yaptığı ve yapacağı bütün mukaddesat savaş ve şahlan-

maları inbiklerden geçirilip de özü ve ruhu alınsa, herhangi

bir Bedr gazisinin çarığına denk tutulamaz. Bu nükteyi an-

layamayan ve Çanakkale şehitlerini Bedr kadrosiyle bir tu-

tan, İslâm şairi farzettikleri zata acımak lâzımdır.

Bedr, büyük ve ebedî İslâm aksiyonunun, her ferdi l

milyon kişilik 300 insan kadrosunda hiçbir kemmiyete sığ-

maz bir keyfiyet remzidir ve bir tanedir. Eşsiz, menendsiz,

misilsiz, benzersiz ve tek...

Gelmekte, yetişmekte ve gelişmekte olan yeni İslâm

gençliğinin bilmesi gereken inceliklerden ve iç mânalardan

biri de şudur ki, Bedr, büyük ve derin bir İslâm mütefekkir

ve âlimi olan merhum Ahmed Cevdet Paşanın kaydettiği gi-

bi, bir kervanı koğalarken «tesadüfen» meydana gelmiş bir

cenk de değil, önceden plânlanmış, zaman ve mekânı kollan-

mış ve saati geldiği görülmüş, küfrü toslama ve meydan ye-

rine çıkma hareketidir. Böyle olmasaydı Allahın Resulü, ta-

kibi haber alınca sahil yolundan Mekke'ye kaçan Ebu Süfyan

kumandasındaki kervan üzerine düşmeyi tercih eder, saha-

bîlere:

— Kervan mı, küfür ordusu mu?

Diye sorup onları imtihana çekmez ve reylerin küfür or-

dusu üzerinde toplandığını görünce saadetlerini belirtmezdi.

Allah, bizi, Cevdet Paşa gibi en muazzam bir irfan ve idrakte

bile şahit olduğumuz satıhçı görüşlerden korusun...

Hicretin ikinci yılı... Şam'dan gelen Kureyş kervanı...

Kervanı tarassuda memur, keşif kolu mahiyetinde iki sa-

habî...

Rapor:

—Geliyorlar... 50 kişilik bir muhafız kafilesi... Başların-

34

da Ebu Süfyan.

_ Toplanın!

64'ü «Ensâr» ve 24 1 'i Muhacirlerden olarak gösterilen

300 küsur kişilik bir kuvvet... Başlarında, kuvvetini sonsuz

kuvvetten alan Allahın Resulü; ve sağında Hazret-i Ebu Bekr,

solundaysa Hazret-i Ömer... 3 at ve 70 develeri var... Nöbet-

leşe biniyorlar... Mekke'li mucahir sahabîlerde beyaz san-

cak Medine'li «Ensâr »m ellerindeyse iki oymağa ait iki ayrı

bayrak. . .

Ebu Süfyan vaziyeti haber almıştır. Mekke'ye bir atlı

koşturuyor:

İmdada koşun! Müslümanlar kervanımıza çullanmak

üzere...

Bütün Mekke telâş ve heyecan içinde... Birinin gördüğü

rüya: Dağdan Mekke'ye kocaman bir kaya düşüyor. Kaya pa-

ramparça oluyor ve her parçası bir evin damım nişanlıyor.

Rastladığı her ev çökük...

Rüyayı türlü türlü yorumlayanlar...

Kervan da yolunu sahil tarafına çeviriyor, var kuvve-

tiyle koşarak bir ân önce Mekke'ye can atmaya bakıyor.

Kureyşliler tez vakitte, müslümanlann insanca dört, va-

sıta ve malzemece on misli üstünde (1000 küsur insan, 700

isimli su başına gelip ordugâh kuruyorlar. Kervan da sahil

yolundan hızlı hızlı Mekke'ye kaçadursun. . .

Biraz ileride, kaçan kervanla, karşı gelen Kureyş ordu-

su arasında, iman safları, Allahın Resulünü dinliyor:

         İki hedef karşısındayız. Ne dersiniz? Kervan mı,—

Kureyş ordusu mu?

Bir ses yükseliyor:

—Biz kervan niyetiyle yola çıktık! Böyle olacağını bil-

seydik ona göre hazırlıklı bulunabilirdik!

Allah Resulünün nur yatağı çehrelerinde teessür çiz-

gileri... Bu hoşnutsuzluk alâmetleri, sahabîlerini ilk imti-

hana çekişlerinde aldıkları cevaptan memnun olmadıklarını

belirtiyor. Demek gaye, kervan ve dünya malı değil...

Fakat Hazret-i Ebu Bekr ile Ömer atılıyorlar ve Ö'n-

35

dan en fazla nur almış olmanın ne demek olduğunu göste-

riyorlar.

Hazret-i Eu Bekr'i Hazret-i Ösmer takip ediyor ve ter-

cihlerinin, Allah Resulüne ait karar olduğunu şehametle

ileri sürüyor.

Arkalarından Mikdad Hazretleri:

—Ey Allahın Resulü, biz, ilâhî emir neyse ona baş eğe-

riz! Döneceğin her yönde ve atacağın her adımda seninle be-

raberiz! Toprağın nihayetinedek ardındayız!

Allahın Resulü, Mekke'li muhacir sahabîlerinden aldığı

bu karşılıkla yetinmediler; kendilerine Medine'de her yar-

dımda bulunacaklannı vâdettikleri halde beraberce cenk ve

savaş mevzuunda söz vermiş bulunmayan «Ensâr» toplulu-

ğuna da aynı suali îma ettiler.

«Ensâr»dan Saad îbn-i Muaz Hazretleri meydana çıktı:

—Bizi mi murad ediyorsun, ey Allahın Resulü?

—Evet...

—Öyleyse bil ki, biz sana inandık. Allah tarafından

getirdiğin şeylerin hak olduğuna itikat ettik. Sana tâbi ol-

mak üzere de cehdeyledik. Ne dilersen emret! Seni gönde-

ren Allah hakkı için bildiriyoruz ki, ardından denize gir-

memizi emretsen gireriz.

Kâinatın Efendisi, buyurdular:

—Allahın bereketiyle yürüyünüz!

Hızlı yürüyüşle Bedr'e doğru Kureyşliler üzerine atılış...

Kureyş nasipsizleri önceden oraya konmuş, orada ordugâ-

hını kurmuş ve cephesine karşı suyu kesmiştir. Sahabîler

arasında bir vesvese:

—Susuz ne yapabiliriz?

Ve bir yağmur... Sel gidiyor, îslâm birliği açtığı ha-

vuzlarda suyu biriktiriyor ve kana kana kullanıyor.

Allahın Resulü işaret ediyorlar:

—Ben onların düşüp ölecekleri yerleri şimdiden görü-

yorum!

Ve tek tek, isim isim gösteriyorlar...

Varlığın Nuru'na hurma dallarından bir çardak yapılı-

yor. O ve baş veziri Hazret-i Ebu Bekr çardak altındalar...

İki taraf, karşılıklı iki saf...

îşte cihanda ve bütün beşer tarihinde ilk defa görülen

manzara: Baba, oğula, amca yeğene, kardeş kardeşe karşı...

Ve öyle bir topluluğun içindeki bu hal, onlarca akrabalık-

tan, oba gayretinden, soydaşlıktan daha aziz hiçbir şey yok...

Bütün dünya bir tarafa, oymak, oba ve soy bağı bir tara-

fa... Kavim olarak da böyle... Kavim adı olarak lisanların-

da yalnız iki kelime var: Biri Arap, öbürü Acem... «Acem»,

iranlı demek değil, Araptan başka bütün milletler acem...

Kavim gururu derecesine bakın!

Şimdi ne olmuş, gökten insan ruhunu siyahtan beyaza

çevirici hangi esrarlı yıldırım düşmüştür ki, Arap kavmi-

nin, oymağının obasının, soyunun üstünde bir gaye aşkına

ikiye bölünüp, baba oğula, amca yeğene, kardeş kardeşe

karşı çıkmıştır?

ݺte hakikî muazzam ve mutlak inkılâp budur; ve bu

inkılâp, aksiyon sahasına Bedr gazasiyle çıkmaktadır.

isimleri:

Kocaman Bedr, Büyük Bedr, Kanlı Bedr...

Hazret-i Ebu Bekr'in bir oğlu kendi yanında, öbürü de

kâfirlerin safında... îki tarafta iki bayraktar birbirleriyle

kardeş...

Bu levha nerede ve ne zaman görülmüştür? Gel de

Bedr'i, ister kemmiyet, ister keyfiyette, ideal uğrunda da

olsa, başka çarpışmalarla kıyas et!...

Ebu Lehep'den başka bütün Kureyş büyüklerinin ka-

tıldığı harekette, korkunç küfür sırtlanı Ebu Cehl, başbuğ...

Atını sürüp ileri atıldı ve haykırdı:

—Bugün M'den intikam alacağımız dem... Yenil-

mez, geri döndürülmez bir topluluğuz biz!...

Ve Kureyş saflarından atılan ilk ok... Bu ok Hazret-i

Ömer'in azatlısına değiyor ve onu Islâmın, cenkte, hem de

Bedr gibi bir cenkte ilk şehidi mertebesine çıkarıyor. Re-

suller Resulü tarafından da mertebesine ait şu ebedî lütuf

haberi geliyor:

—O, şehitlerin efendisidir!

Şehit... Rütbelerin en büyüğü... Yıkanmadan, kanlı el-

37

bisesiyle gömülen ve öldüğü halde ölmeyen, ok ciğerini de-

lip geçerken o da ölümü delip geçen kahraman... Mukabili

gazi... İslâm aksiyonunu dünya çerçevesinde harekete ge-

çirip toprak üstü derecelerin zirve noktasına varan şanlı

er...

Karşı taraftan er dilediler. O zamanın cenklerinde bu

bir usuldür; ve yığınlar tokuşmadan onların çekirdeğini be-

lirtici fertlerin tek tek kahramanlıklarını göstermeye davet

edilmeleri, bugünün çabucak madde ve yekûn hesabına ge-

çen ve silâhların terakkisi önünde şiirle uğraşmaya taham-

mülü olmayan tabiyesine göre belki güzel bir âdettir.

Kureyş'ten gelen bu er dileme teklifine derhal Medi-

ne'li «Ensâr»dan birkaçı karşı çıktı:

—Buyurun! Kimlerle çarpışacaksak ileri gelsinler! Fa-

kat Kureyş bu karşı çıkışı beğenmedi ve kendi dengini is-

teyen şövalyelik ruhuna yakıştıramadı.

Bağırdılar:

—• Biz denklerimizi isteriz! Çobanlar ve rençberlerle

işimiz yok! Kendi kollarımızdan amca oğullarımızdan ge-

lenler karşı çıksın!

Medine'liler ziraat ve hayvancılıkla uğraştıkları için on-

ları hakîr görüyorlar, çoban ve rençber diye isimlendiri-

yorlar, kılıç çekilmeye lâyık bulmuyorlardı. Soyluluk gay-

reti bu nispetle korkunç...

—Çık yâ Hamza, çık yâ Ali, çık yâ Ubeyde!...

Allah Resulünün bu fermanı üzerine, biri orta yaşlı,

öbürü genç ve daha öbürü ihtiyarca üç büyük Kureyş'li kı-

lıçlarını çekerek ilerlediler...

Hazret-i Hamza ve Âli'ye, birer vuruş, düşmanlarını ye-

re sermeye yetti. Fakat Ubeyde ihtiyarca olduğu için hasmı-

nı öldüremedi ve kan içinde kaldı. Allah Resulünün amcası

ve yeğeni Hamza ve Ali, Ubeyde'nin imdadına koştular ve

hasmının başını kestiler. Ubeyde, yüzü kandan görünmez

halde huzura çıkarıldı. Sordu:

—Ben şehit miyim, ey Allahm Resulü?...

Buyurdular:

—Evet, sen şehitsin, yâ Ubeyde?

Hazret-i Ebu Bekr öne atıldı:

         İzin ver, ey Allahm Resulü; ben de küfür safındaki

oğluma karşı çıkayım!

         Hayır, yâ Ebâ Bekr, senin vazifen benim yanımda

olmaktır.

îşte inkılâpların inkılâbı, insanı bütün alâka ve müna-

sefbet kıymetlerinin üstüne çıkaran fikri getirici mutlak

inkılâp...

O sırada bir ok, İslâm saflarının gerisinde ve uzağında

bulunan bir Medine'liye değdi ve onu şehit etti. Bundan da

çıkan ders şu oldu ki, cenk ve ihtilâl (strateji)sinde tehlike

çizgisinin gerisinde bulunmak asla korunma garantisi de-

ğildir; ve hattâ çok yerde ateş hattında yer almaktan daha

muhataralıdır. Bu hikmeti bilhassa bugünün harplerinde

kanunlaşmış görüyor, fakat ilk ve en güzel misalini Bedr'de

buluyoruz.

Çardak altında, Resuller Resulünün, mukaddes ellerini

açarak dua ettikleri görüldü:

—Rabbim, bana vaadettiğin nusreti ver!

Allahm Resulü o anda hafif bir dalgınlık geçirdiler ve

bir anda doğrulup zaferi müjdelediler...

Bir bora, bir kasırga, bir rüzgâr... Sanki gökten^kunı

yağıyor... Bu, dünya gözünün göremediği âlemlerden ge-

len bir akına işaret... Havada at kişnemeleri, kılıç şakırtı-

ları ve müthiş haykırışlar...

Allahm Resulü yerden bir avuç kum aldılar ve küfür or-

dusuna savurdular:

—Yüzleri kara olsun!...

Ve yığına hücum emri...

300 küsur şahabı bir anda ileri atıldı ve görülmemiş

bir hızla işleyen kılıçların pırıltısı içinde gövdeler devrilme-

ye ve kelleler düşmeye başladı. Bire üçbuçuk misli Kureyş

saflarında anlatılmaz bir hal... Müslümanların kılıçlarını

uzattığı her kelle tek pırıltıyla, sanki kılıç değmeden düşü-

yor. Müslüman kılıçlardan (fizik) bir tesir değil de, sanki

esrarlı bir şua fışkırıyor ve çevrildiği yönü tek lâhzada kül

ediyor.

38

39

Burunları havada Kureyş nasipsizleri, içine arslan güv

miş bir 'sürüye döndüler, birbirlerini çiğnediler, ezdiler-

şahlanan ve kişneyen atlar, acı acı bağıran develer arasın-

dan yol bulup Mekke istikametinde kaçtılar.

Kâfirlerden, 24'ü ulu kişiler olmak üzere 70 ölü... Bir

o kadar da esir... Ölüler arasında küfür kuduzluğunun en

saldırgan tipi Ebu Cehl...

Ölümü şöyle oldu: «Ensâr»dan iki şahabı, çarpışmanın

en şiddetli ânında onun yanına sokularak birdenbire ham-

le etti ve yere yıktı. Biri de göğsünün üzerine çıkarak başı-

nı kesmek üzere kılıcını kaldırdı. Ebu Cehl, iki omuzu yere

yapışık, göğsüne diz çöken ve kıpırdanmasına meydan ver-

meyen Medine'liye bağırdı:

—Koyun çobanı! Çok yüksek yere çıktın!

Ebu Cehl gibi korkunç bir nasibsizin, ölüm ânında bile

gösterdiği soyluluk gayretini Kureyş'li kanına ve o kanın

en menfi tecelli içinde de beliren şan ve şeref edasına bağ-

lamak lâzımdır.

Ve kılıç boynuna inerken mırıldandı:

—Keşke beni çiftçilerden biri öldürmeseydi!

Ve sordu:

—Zafer hangi tarafta?...

—Müslümanlarda!...

Ve kılıç indi.

Ebu Cehl'in kesik başım saçlarından kavrayıp ayağa

kalkan şanlı sahabî, kâfirlerin birbirini ezerek kaçışlarına

şahit... Allah Resulünün «bu ümmetin Firaun'u budur!» bu-

yurdukları Ebu Cehl ile birlikte bütün küfür leşleri deria

bir çukura atıldı ve üzerleri taşla kapatıldı.

Müslümanlardan 6'sı muhacir, 8'i «Ensâr» 14 şehit...

Allah Resulünün etrafında meşveret:

—Esirlere ne yapalım?

Bir rey:

—Boyunlarını vuralım!

—Başka bir rey:

—Hayır! Fidye alarak koyuverelimî

Son rey kabul ediliyor ve fidye vermeleri teklif olunu"

ör Peygamber amcası Hazret-i Abbas'a da hitap:

.Sen de vereceksin!

Cevap:

         Muharebede üstümden alınan altunlan fidyeme kar-

şılık sayınız!

Mukabil cevap:

         Aleyhimize kullanmak üzere üstünde taşıdığın altun-

lan sana bırakamayız ve hiçbir şeye mahsup sayamayız.

          Beni dilendirmek mi istiyorsunuz? ,-

Kâinatın Efendisi sordular:

         Ya Mekke'den ayrılırken, saklaması için eşine bı-

raktığın altunlar?

Abbas'm gözleri dehşetle açılmış :

—Bunu sana kim haber verdi?

—Rabbim haber verdi.

Şehadet ederim ki, Allah'tan gayrı ilâh yok ve sen

onun Resulüsün!

Abbas o dakikadan başlayarak müslüman...

Peygamber emri:

—Fidye ödemekten âciz olanlardan okuma ve yazma

bilenler de Medine'de onar çocuğa ders vermek şartiyle fid-

yeden affedilecek ve işleri bittikten sonra serbestçe çıkıp

gidebilecekler...

Bu noktada da mutlak inkılâbın (taktik) inceliğine ait

bir mâna var... Umumiyetle okuma yazma bilmeyen Medi-

ne'liler, küfrün maddî silâhlariyle kuvvetlendirildikleri gi-

bi, manevî aletleriyle de güçlendiriliyorlar; ve malı, cam

her şeyi iman topluluğuna ait olan müşrikleri, bütün mad-

de kıymetleriyle Islama borçlu göstermek için bir remz

teşkil eden Kervan hedefinden sonra, manevî âletlerini de

teslim etmeye zorluyorlar...

Mekke'de matem... Kervanı sahil yolundan Mekke'ye

kaçıran ve Kureyş büyüklerinin çoğu Bedr'de kılıçtan ge-

çince kabilesine başbuğ olan Ebu Süfyan kendince and içti:

—Bedr'in intikamım almadıkça ne karılarımın yanına

yaklaşacak, ne de güzel kokulu yağlardan sürüneceğim!

Ve Mekke kadınları, Bedr'deki 70 ölünün cesetleri gö-

40

41

mülü çukur başında günlerce ağlaştılar, haykırıştılar ve

saçlarını yoldular.

îslâmın, keyfiyette en büyük ihtilâl ve mutlak inkılâp

çapında, küfre karşı ilk yığın şahlanışı olan Bedr'den sonra-

ki cenkler, iç bünyeyi hedef tuttukça aynı mânayı taşıma-

sına rağmen, en büyük saffet, safiyet ve halisiyetini daima

Bedr'de muhafaza eder. Onun içindir ki, sahabîlik derece-

sinde de, «Bedr'e katılmış olanlar» diye, ayrıca üstün bir

kadro farkı vardır.

Bedr'i takip eden «Uhut», küfrün güya intikam hareke-

ti... Küfür, ordusunda 3 bin kişilik bir kuvvet; 300 at ve

binlerce deve... Ordunun üçte biri de zırhlı... Ayrıca, baş-

buğ Ebu Süfyan'm karısı Hind, maiyetinde bir sürü kadın,

nağmeli şiirler okuyarak ve defler çalarak orduyu şevklen-

dirmekle vazifeli...

Küfrün sözde intikam hareketi, müslümanlar için, Al-

lah tarafından imtihan tecrübesi oldu. Mutlak inkılâp dav-

ranışında Peygamber emrini unutmanın, basit hareketlerde

lider ve başbuğ sözünü dinlememekten doğacak neticelere

kadar hikmetini sirayet ettiren sırrı, Uhut çenginde inkı-

lâpların baş şartı olarak meydandadır. Başa itaat etmeyen

ayak, kırılmaya mahkûmdur.

Allahın Resulü, bin develik Ebu Süfyan kervanının kâ-

rını Bedr intikamına tahsis eden Kureyş hareketini haber

aldıktan sonra bir rüya gördüler: Birtakım sığırlar boğaz-

lanıyor. .. Zülfikâr isimli kılıçlarının ucunda da küçük bir

kırık, bir yenik peydahlanıyor... Ve üzerilerinde sağlam

bir zırh... Mukaddes ellerini o zırhın yakasına sokuyorlar...

Rüyanın, Allah Resulü tarafından sahabîlere tabiri:

— Boğazlanan sığırlar, sahabîlerimden öldürülecek

olanlar... Kılıcımın 'ucundaki yenik de soyumdan ve ailem-

den birinin öldürüleceğine işaret... Zırh ise Medine...

Bu rüyaya göre müslümanlarm Medine dışına çıkma-

ması ve içeride müdafaa cengi vermesi lâzım... Bazı saha-

bîler, hattâ baş münafık Abdullah îbn-i Übey İbn-i Selûl

bile bu fikirde... Mutlak inkılâbın, bir ân için teşebbüsü

karşı tarafa bırakması şeklinde tersinden tecellisi... Fakat

hu (strateji) esas değildir ve zaman ve mekânın hususîlik-

lerine göre ancak bir tedbir olarak kullanılabilir. Bu va-

ziyetlerde de, zamanı gelince ileriye atılma gayesinin ger-

çekleşmesi uğrunda en doğru iş yapılmış olur.

Fakat Peygamber isteğine rağmen Medine içinde mü-

dafaa fikrine yanaşmayanlar oldu. Hususiyle Bedr'de bu-

lunamayanlar ve o muazzam gazanın, şehit veya gazi, iki

büyük mertebesindeki şeref ve fazileti sonradan ve Peygam-

ber beyaniyle takdir edenler, Allah Resulünün kapısında

toplandılar:

— Biz Rabbimizden bugünü bekliyorduk. Ey Allahın Re-

sulü; bizi Medine dışına çıkar; düşmanlarımızla açık sahra-

da, göğüs göğüse cenge tutuşalım ve onları biz toslayalım!

Başkaları da onlara katıldı:

—Eğer açık sahraya çıkmazsak, kâfirler bizim güç-

süzlüğümüze ve korktuğumuza hükmedebilir ve şımarır.

Mutlaka üzerilerine yürümeliyiz!

Bilhassa Peygamber amcası Hazret-i Hamza, düşman

üzerine yürümek isteyenlerin başında...

Kâinatın Efendisi, sahabîlerinin bu isteklerine uydular

ve yanlarına Hazret-i Ebu Bekr ile Ömer'i alıp hücrelerine

girdiler ve üstüste iki zırh giyip dışarı çıktılar.

Resuller Resulü hücrelerinde giyinirken dışarıda bir

hadise olmuş ve bir şahabı, öbürlerini, kendisine vahy inen

Resule karşı çıkmalarından suçlamış, bu suçlamş da bir an-

da onların gönlünü çelmiş ve Peygambere tâbi olmaktan

başka hiçbir eda takınmamaları şuurunu kamçılamıştı.

Allah Resulü, çifte zırh giyinmiş olarak hücrelerinin ka-

pısında görününce haykırdılar:

—Artık hiçbir nokta üzerinde diretmiyoruz; Ey Alla-

hın Resulü, dilediğini eyle, arkandayız!

Ve şu cevabı aldılar:

—Hiçbir Peygamber zırhını kuşandıktan sonra cenk-

ten geri kalamaz. Allahın nusretiyle, sabır ve sebat göste-

rirseniz, bu şekilde de başarıya ermeniz mümkün...

imtihanın ilk basamağındaki bir tutukluk hemen ese-

rini vermeye başladı. Münafıkların reisi Abdullah îbn-i Übey

42

43

İbn-i Selûl, kandırabildiği 300 neferle yüz geri edip ordu-

dan ayrıldı ve 1000 kişilik islâm ordusu 700'e indi.

islâm ordusu, Medine'ye birkaç kilometre mesafedeki

Uhut dağını arkasına aldı ve düşmana karşı saf tuttu.

Allahın Resulü, ordusunu cenahlara, öncü ve ardçı Saf-

lara taksim ve ona göre tabiye ettikten sonra bir tarafa

50 neferlik bir okçu kuvveti ayırdılar; ve gayet güçlü Ku-

reyş süvarisinin o yandan bir çevirme yapması ihtimaline

karşı okçulara şu emri verdiler:

—Benden size haber gelmedikçe yerinizden kıpırda-

mayacaksınız! Bizi kuşların kapıp götürdüğünü görseniz

yine kıpırdamayacaksınız! Düşmanı perişan hale getirdiği-

mizi ve ayaklarımız altında ezdiğimizi görseniz yine kıpır-

damayacaksınız!

ݺte Uhut çenginin en ince, ikinci imtihan noktası!...

Peygamber emrindeki dokunaklı ifade, en derin hassa-

siyetle telâkki edileceği ve okçuların, elleri dışarıda topra-

ğa betonla gömülmüşçesine yerlerinde kalması gerekeceği

yerde, ani bir zafer manzarası onlan şaşırttı ve yerlerinden

fırlayıp ileri atılmalarına sebep oldu.

Şöyle:

Allahın Resulü sahabîlerine bir kılıç uzattılar:

—Kim bu kılıcın hakkını vermek ister? Onu, hakkını

yerine getirmek şartiyle kim benden alır?

Hep birden «biz alırız!» diye cevap... Ebu Dücane Haz-

retleri «bu kılıcın hakkı nedir?» diye sorunca Peygamber

buyruğu:

—Bu kılıcın hakkı, eğilip bükülünceye ve kırılıncaya

kadar kâfir yüzüne çalınmaktır.

Ebu Dücane, başında kırmızı bir sargı ve elinde Pey-

gamber elinden teslim alınma kılıç, düşman saflarına öyle

bir atılış atıldı ki, aynı gayretle arkasına düşen sahabîlerle

beraber düşmanın gerisine kadar yol açtı ve orada def ça-

larak cenk türküleri söyleyen kadınların yanına vardı. Yır-

tıcı kadın çığlıkları ve şaşıran düşman... Biraz önce teke

tek çarpışmalar sonunda bellibaşlı cengâverlerini kaybeden

müşrikler bu son atılış yüzünden birdenbire bir çöküş

arası gösterdi ve çekilmeye başladı. Okçular bu vazi-

t; artık zaferin elde edilmiş olduğuna yordular ve aldık-

ı n' emre rağmen yerlerinden fırlayıp ganimete konmak

ebeliyle harekete geçtiler.

Batı ansiklopedilerince «dünyanın en büyük generali»

diye anılan, henüz küfür devresinde Halid İbn-i Velid, İs-

lâmın okçulara dayalı cenahında bir boşluk açıldığını gö-

rür görmez süvarilerini hücuma kaldırdı; ve Allah Resulü-

nün işte böyle bir kuşatmaya engel olmak için tabiye ettik-

leri ve o anda bomboş okçular noktasından kıvrılıp mü-

minler topluluğunu arkasından kuşattı. İleride, Müslüman-

lık şerefine erdikten ve nice gazalarda başbuğluk liyakatini

gösterdikten sonra, topyekûn zaman ve mekânın Peygam-

beri tarafından «Allahın çekilmiş kılıcı» diye vasıflandırı-

lacak olan Halid îbn-i Velid, bu kuşatma hareketiyle, İslâm

zaferini bozguna çevirici bir başarı sağladı ve müminler

hesabına asıl büyük imtihan saati çalmaya başladı.

Hadise, hak yolundaki bütün ihtilâl ve inkılâp hare-

ketlerine en nazik ders mahiyetindedir ve büyük hareket-

lerde küçük bir disiplin hatasından neler doğabileceğini

ihtar edici bir (sembol)dür.

Uhut'da Peygamber amcası, bahadırlar bahadırı Haz-

ret-i Hamza'nın, Vahşi isimli köle tarafından, bir taş arka-

sından ve uzaktan mızrakla nasıl şehid edildiği, nice saha-

bînin ne türlü şehidlik şerbetini taddıkları, mevzulunuzun

aslî gayesi dışında olduğu için, çarpıcı renklerine rağmen,

kısaca işaret edilmekle kalıyor.

Müslümanlar arasında «arkanıza bakın!» diye yükse-

len sesten sonra Halid İbn-i Velîd'in geriden gelen atlı hü-

cumu o türlü bir kargaşalık doğuruyor ki, geriye dönen sa-

habîler arkadakileri düşman sanıp birbirlerini kırmaya ko-

yuluyorlar, daha önce ric'at eden küfür askerleri de topla-

nıp tekrar müslümanlara dönüyorlar, saldırışa geçiyorlar ve

Allahın Resulünü muhafazadan başka hiçbir hareketi akla

getirmeyen bir vaziyet doğuyor.

Önce kararsızlıktan başlayıp sonra emri dinlememekte

karar kılan imtihan, nihayet öyle bir şiddet kazanıyor ki.

45

44

boğuşma Allah Resulünün yanı başlarına kadar geliyor; Ve

iş, beş on şahabı tarafından çevrili, Kâinatın Efendisini

koruyabilmekten ibaret kalıyor. Kâinatın Efendisi, kılıç

menzili kadar kâfirlere yakın bir noktada dimdik durrnak-

talar ve üzerilerine oklar yağmakta...

Bir ses:

—Möldürüldü!

Dehşet!... Bu ses, Varlığın Nuru zanniyle benzeri bir sa-

habîyi öldüren bir kâfirin, kâfirlere:

—Mi öldürdüm!

Diye haykırması üzerine kopmuştur.

Halbuki O, evet, birkaç sahabî tarafından çevrili, dim-

dik neticeyi beklemekte ve ne yaptığını bilmeyen, kavminin

hidayete gelmesi için dua etmekte... Hakkı verilecek kılıcı

teslim alan ve hakkına kavuşturan Ebu Dücane, vücudunu

Allah Resulüne siper etmiştir. Her ok değişinde dişlerini

sıkıp başını yukarı kaldırıyor, fakat siper olma tavrını asla

bozmuyor. Okların acısiyle buruşan yüzünü tatlı bir tebes-

süm meltemi sarıyor ve koruduğu mukaddes vücuda göre

belli oluyor ki, üzerine yağan ok değil, çiçek yağmuru... Ebu

Dücane, mutlak inkılâp hamlesinin şecaat ve fedakârlıkta,

bütün sahabîler gibi, ne enfes tipi!..

Sahabîler «M öldürüldü!» nârasiyle bir ân taş ke-

silip kaldılar ve içlerinden birinin kendilerini şuura davet

etmesi, başka birinin de Allah Resulünü uzaktan göstermesi

üzerine kendilerine gelir gibi oldular ve kâinatın merkez

noktası Gaye-însan ve Ufuk-Peygamber etrafında toplanma-

ya başladılar.

îki imtihanın atlatılması için gerekli, insan üstü şecaat

ve fedakârlık Uhut'da tecelli ettiği kadar hiçbir davranışta

görülmemiştir. Başta Hazret-i Ali, Hazret-i Talha, Saad îbn-i

Ebi Vakkas, Ziyad îbn-i Sekan ve Nesîbe adlı bir kadın...

Hazret-i Ali oradan buraya, şuradan oraya şimşek gibi atılır,

kâfir kellelerini biçer ve dönüp Peygamberinin vaziyetini

gözden geçirirken Hazret-i Talha, kâinatın, uğrunda yara-

tıldığı aziz vücuda siper olmakta Ebu Dücane'den geri kal-

mıyor, kılıç darbeleri altında kolunu kaybediyor, Saad Haz-

tleri de Peygamber elinden alıp düşmana yağdırdığı okları

1000 taneye vardırıyor; ve Ziyad İbn-i Sekan, her tarafından

yaralı. Peygamber kucağında, o kutsî çehreye tebessümle

bakarak, şad ve bahtiyar, ruhunu teslim ediyordu.

Hele Neccar evlâdından Kâab'ın kızı ve Zeyd İbn-i

Asım'm zevcesi Nesîbe!,. Tarihte bu çapta bir kadın kahra-

man tanımıyoruz. Zevci ve iki oğliyle beraber Uhut'tadır.

Allahm Resulü üzerine hücum eden bir süvarinin ayağını

bir kılıçta kesip koparmış ve onu yere düşürüp kellesini

uçurmuştur. Resuller Resulünün etrafında, kan revan için-

de pervânevâri dönmekte ve kocasiyle oğullarını kendisine

denk olmaya çağırmaktadır. Onlar da biri zevcesine, öbür-

leri annelerine ayak uydurmaya çalışmakta... Manzaraya

dikkatli gözlerle bakan Allah Resulünün duası:

— Rabbim; bunları cennette bana arkadaş et!

Varlık Tacının üzerine hücum eden ikinci kâfire de üç

kere kılıç salan ve omuzundan yaralanan yine o, Nesîbe

Hatun...

Allah Resulünün dudağı yarılmış ve bir dişi kırılmıştır.

Zırhının yanak tarafından da iki halka kırılarak etine bat-

mış...

Sahabîler, geçirdikleri ilk sarsıntıdan sonra Allah Re-

sulünü korumak gibi vazifelerin en aziziyle karşılaşıp top-

lanınca kâinatın Efendisini halkalayarak Uhut dağının ete-

ğine doğru çekildiler. Hazret-i Ali su getirdi ve Resuller Re-

sulünün yaralarım yıkadı. Hazret-i Ubeyde İbn-il-Cerrah da

mübarek yüze batmış olan halkaları dişleriyle söküp çıkardı

ve bu işi yaparken kendi dişlerinden ikisini kaybetti. Harp

meydanı boşalınca Ebu Süfyan'ın karısı Hind, yanındaki

Çığırtkan kadınlarla beraber ileri atıldı ve yerde yatan şe-

hitlerin burunlarını ve kulaklarım, gerdanlık yapmak üzere

kestirtmeye koyuldu. Ebu Süfyan ise, dağ eteğindeki saha-

bıleri, üzerilerine yüksekten inmek üzere kıstırmaya kalktı,

fakat sarp ve dik yamaca tırmanamadı. Atlarından indiler

ve kayaların arkasından bağırdılar:

~~ M içiniz de mi?

47

Hâlâ Allah Resulünün sağ olup olmadığından şüphe edi-

yorlardı.

Resul, sahabîlerine, susmalarını ve hiçbir cevap verme-

melerini emretti. Peşinden Hazret-i Ebu Bekr ve Öfmer'i

sordular. Ona da cevap alamayınca üçünün de öldürülmüş

bulunduğuna hükmettiler ve «artık iş bitmiştir!» diye hay-

kırıştılar. Ebu Süfyan, zaferine inandı ve putlardan Hübel'e

aziz vasfiyle, bağıra bağıra şükretti. Bunun üzerine Hazret-i

Ömer gürledi:

— Allah, azze ve celle...

Düşman, bunca başarı kazanmışken, dağ eteğinde top-

lanan müslümanları önlerinden ve arkalarından vuramadı.

Daha ileriye gidemediler ve başarı sandıkları bu kadariyle

yetinip geldikleri istikamette çekildiler.

Allahın Resulü muharebe meydanını dolaştılar ve gör-

dükleri manzaradan büyük ıstıraba düştüler: Başta amca-

ları Hazret-i Hamza, burunları ve kulakları kesilmiş birçok

sahabi... En üstün tabakadan tam 70 şehit ve pek çok ya-

ralı... Müşriklerin kaybı ise 20 ile 30 arası...

ݺte, imtihanların en çetini halinde geçip, tam bir çö-

küntü ve yıkılışa sahne olacağı ân, Allahın inayetiyle, birkaç

sahabînin şecaat ve fedakârlığı, Ebu Süfyanın da Medine'li

oymaklardan korkması ve ileriye varamaması sayesinde

bozgunu önlenen Uhut muharebesi!.. Evet; ne bir muharebe

ne bozgun... Sadece, mutlak inkılâp yolunda ebedî bir ders

teşkil edici imtihan...

îslâm iman ve aksiyonunun mutlak inkılâp çerçevesinde

ihtilâl hareketi, Bedr'de, küfrü toslayış, Uhut'da da küfür

tarafından toslanış, ilkinde son neticeye gebe bir temel

davranış ve ikincisinde başa riayetsizlikten doğma belâyı

muazzam bir şecaat ve fedakârlıkla atlatış şeklinde tecelli

eder. Bu iki zıt tecelli ise, ebediyet dâvasının mutlak inkılâp

hamlesi her gün biraz daha gelişerek devam ederken, öz

kavmine karşı ayaklanmak bakımından ihtilâl faslını, Mekke

fethinde tamamlamak üzere nihayete erdirir. Mekke fet-

hine kadar bütün hareketler, îslâmın oluşmasını ve boyuna

güç kazanmasını sağlayıcı başvurmalardan ibarettir ve ara-

48

mda, daima küfür tarafından düzenlenmiş «Hendek» ve

Ahzap» savaşları bulunmasına rağmen manzara, herhangi

h'r harp ifadesi dışında bir ihtilâl mânası taşımaktadır. Çün-

kü artık İslâm gittikçe heybetlenen ve devletleşen bir oluş

'cindedir ve bu oluşun hareketleri, kendi kavmi içinde ve

kendi kavmine karşı ihtilâl değil, ancak devletten devlete

taarruz veya müdafaa olarak mütalâa edilebilir.

Mekke'nin fethi ise, bu oluş ve devletleşmenin en ke-

malli ânına tesadüf ettiği halde, ihtilâl başlangıcına netice

getirmesinden ve din merkezini bir el uzatışta devşiriver-

nıesinden ötürü aynı kadroya girer. Zira Mekke'nin fet-

hiyle asiller oymağı ve nebiler kaynağı Kureyş, ilk ihtilâl

davranışının hedefi olarak, Resuller Resulü tarafından, olan-

ca maddesi ve mânası birarada, teslim alınmış oluyor. Gü-

neş, Bedr'de batarken Mekke'de doğmak üzere ufuktan si-

linmiştir.

Allahın Resulü, Mekke üzerine hareketi, mağara dostu

ve has oda sırdaşı Hazret-i Ebu Bekr'den başka hiçbir sa-

habîye haber vermediler. Sahabîler emin değiller miydi?

Herbiri «emin» mefhumunun son haddiyle emin... Fakat bu

öyle bir sırdı ki; ancak uykusunda bile onu sayıklamayacak

derecede bir «emin»e verilebilirdi. O da Hazret-i Ebu Bekr'-

den başkası olamazdı. Sadece prensip bakımından, Hazjret-i_

Ömer, Ösma^j^^Ll^^jjle__fed_^_edjlmeyen bu sırrı muha-_

faza tedbiri, inkılâp ve ihtilâl mimarîsine tutkun her

^.

Asırlardır islâm âlimleri şu suali sorar ve onun ihtiva

ettiği iki ihtimal üzerinde münakaşa eder, dururlar:

— Mekke'ye zorla mı, anlaşma yoliyle mi girildi; «kah-

ren» mi, «sulhen» mi?

Ne o, ne öbürü!... Mekkeye, iş zora dökülecek olursa

ne doğacağını belirtici, onbin yerde ateş yakmış bir heybet

ifadesinin tesiri altında, anlaşma ve cenkleşmekten kaçınma

yoliyle girildi. Yani tahinle pekmez aynı ölçüde; acı ve tatlı

birarada.

Mekke'ye yol veren tepeciğin başında Ebu Süfyan, ya-

nında Peygamber amcası Hazret-i Abbas, oymak oymak ve

49

akın akın önünden geçen büyük islâm ordusunu görünce

coşar ve haykırır:

—Desene ki, yâ Abbas, kardeşinin oğlu saltanatların

en şevketlisine erdi!...

—Hayır, yâ Ebu Süfyan, şu gördüğün manzaranın mâ-

nası saltanat değil, nübüvvet...

Bedr kervanının başı, Uhut'ta küfür ordusunun baş-

buğu ve Ebu Cehl'den sonra Kureyşin reisi Ebu Süfyan

Allah Resulünün huzurlarında dolambaçlı ve kekeme bir

dille İslâmı kabul eder; karısı, Hazret-i Hamza'mn ciğerini

çiğneyip tüküren Hind de kocasına uyar; Gaye - insan ve

Ufuk - Peygamber, devesine ilişmiş, nail olduğu İlâhî nimet

altında ezgin ve iki büklüm, Allaha karşı sonsuz bir küçül-

me tavriyle büyük zafer caddesini takip eder ve Mekke'ye

girer.

Zaman ve mekân boyunca ebedî «doğru», «güzel» ve

«yeni» vasfını ihtar edecek olan islâm inkılâp ve ihtilâlinin.

Peygamber elinde kendi öz kavmine nakşı işi, oradan bütün

insanlığa yayılmak üzere Mekke fethiyle tamamlanmıştır.

Mekke'nin fethinden Veda Haccına kadar, îslâmın üçün-

cü devresi... Artık ihtilâl manzarası arzetmeyen, bir taraf-

tan iç oluş, bir taraftan da devletleşme ve dışarıyı kuşatma

devresi...

Dış oluşla iç oluşun birbiri içinde gelişmesi, artık çapını

ihtilâlin üstüne çıkarmış olarak her şeyi kuşatan şu sahne-

den bellidir:

Cins küheylânlar üstünde, Allahın sevgilisi ve sevgili

sahabîleri, bir seferden dönüyorlar. Diz teması halinde ve

yanyanalar... Kâinatın Efendisi konuşuyor ve sahabîleri

dinliyor:

Şimdi küçük cihaddan «ekber - en büyük» cihada

gidiyoruz!

—Geldiğimiz cihad büyük değil miydi, ey Allahın Re-

sulü! Ya ekber cihad hangisi?

Kelime incilerini dudaklarından tane tane dökerek ce-

vap veriyorlar:

—Ekber cihad, tek insanın kendi öz ng|siylg _

inkılâpta da, ihtilâlde de, sebepde de, neticede de, va-

da da, gayede de, fertde de, cemiyette de bütün hikmet-/

51 ' toplayıcı mihrak noktası... Bu cevapta, islâm inkılâp vev.

•ht Mâlinin, topyekûn varlık sırrı ve insan memuriyeti halin-

\ bütün ruhu yatmaktadır, iş, ihtilâl mefhumunun dış man-

arasiyle, maddeyi köpürtmekte değil, iç fışkınsın su yol-

ı maddeye nakşetmekte, iç oluşu dış oluşa çevirmekte

bunun ulvî saikini bulabilmektedir, inkılâbın olsun, ihti-

lâlin olsun, bundan başka tarifi yoktur; ve bu ölçüyle ger-

çek ve dayanak sahibi inkılâp ve ihtilâle semavî dinlerden

ve neticede Islâmdan gayrı örnek gösterilemez.

Allahın Resulü, Hicretten on, Mekke fethinden iki yıl

sonra, maiyetlerinde 50 bin sahabî, hac için yola çıktılar ve

civardan katılanlarla 100 küsur bini aşkın bir topluluk ha-

linde, mukaddes beldeye girdiler... Merkezinde Allahın evi

bulunan Mekke kaynadı, ilk hac vazifeleri yerine getirildi

ve devamı için, Minâ, Arafat ve Müzdelife noktalan etrafın-

daki daire dolanıldı.

Evet; kıyamet arsası gibi göz alabildiğine uzun ve ge-

niş sahrada, 100 küsur bin sahabî...

Allahın Resulü kızıl tüylü develeri üstünde, sahabîle-

rine hitap ediyor. Tane tane söylüyorlar ve her 100 adımda

bir sahabî, sözlerini tekrarlıyor. Bu, Veda Haccı hutbesi, be-

şeri kelâmın yükselebileceği son nokta; ve islâm inkılâp ve

ihtilâlinin, her harfi bir güneş, feza zemini üzerine nakışlı

kitabesi... En başta ruhî ve ahlâkî, peşinden içtimaî, huku-

kî, idarî, iktisadî bütün ölçüleriyle îslâmın muhasebesi,

islâm inkılâbının hesap hulâsası...

Faiz yasaklanmış, kan dâvalan kaldırılmıştır, ilk yasak-

ladıktan da, kendi aile kadrosundakilere ait...

Tabirleri de şu:

— Ayaklarımın altında çiğniyorum!

Âlemde, kavim, oymak ve oba gururundan başka bir

_

Cemiyet ve aile nizamında en hassas bağ:

rkdaşlanna hitap :

bmauhaJkaji^bir Habeşî olsa ona boyun

50

ol

—Çocuk kimin yatağında vücuda gelmişse onundu,,,

hesapları Allah görecektir!

Hakikatleri olduğu gibi görmek ve hiçbir şahsı ve h

diseyi olduğundan başka bir şekle bağlamamak, yani gerçek

çi olmak dâvasının muazzam ifadesi:

—Sizi mübalâğadan sakındırırım. Sizden önceki milıet

lerin başına ne geldiyse bu yüzden gelmiştir!

Hak, hak, hak:

—Sizi hak mevzuunda koruyuculuğa davet ederinr

Zaif kadın ve sahipsiz öksüz...

Usul, usul, usul:

—Doğru yolu kaybetmemeniz için size iki dayanak bı-

rakıyorum: Allanın Kelâmı ve Resulünün sünneti...

100 bin şahabı, kendi tabirlerince, başlarına birer kuş

konmuş da hafifçe kımıldansalar kuş uçacakmış gibi Allah

Resulünü dinliyorlar:

Şahit misiniz?

Yüzbin ses:

        Şahidiz!

Şahid ol, yârabbi!

Ve dünya döndükçe her ân hikmetini döndürecek ol-

duğu, akıl ve kelâm ötesi söz:

ݺte zaman, devrini yapa yapa çıktığı noktaya vardı!

Bu da yaratılış gayesinin. Gaye - însan ve Ufuk - Pey-

gamberde ve onun mutlak inkılâbında gerçekleştiği sırrın-

dan, mucize çapında, kelime ve cümle üstü hikmet...

Her şey O'nun için geldi, O'nunla geldi ve O'nunla ga-

yesine erecek...

18. ASIR SONLARINA DEK

ESKD YUNAN'DA

înkılâp ve ihtilâlin ruhunu, hak ve mutlak kaydiyle Re-

suller ve nebiler çerçevesinde ele aldıktan sonra, şimdi se-

ma ile teması olmayan toprak seviyesinde hareketlere geçe-

bilir ve bunların hikâyesini uzun uzun anlatabiliriz. İnsan-

oğlunun, başım taştan taşa vurarak ideal nizamını aradığı

ve her defasında eli boş döndüğü bu hareketler, fazla fikir

gayretine düşmeksizin en çekici hikâye şekilleri içinde can-

landırılabilir^. Mevzuumuzun bu yeni seyri, sadece, boşlukta

boş yere yön arayan topluluklar veya kendilerine ikbal sağ-

lamak için kalabalıkları kışkırtan fertler zaviyesinden, ger-

çek ihtilâl ile aralarındaki farkı göstermek, böylece ruhun

maddeyi zapt ve teshiri demek olan ideal hareketi veya

hareket idealini fikirde plânlamak gayesi peşindedir. Tâ ki,

cemiyet hamurunu yuğurucu dâva sahipleri, ihtilâl nedir

hangi usul ve esaslara dayanır, mutlak mânasiyle kimlerde

merkezleşir, tarih boyunca nasıl ve ne gibi bir rota takip et-

miştir ve bundan böyle hangi rotalara namzettir, hakikîsiyle

sahtesi arasında ayırıcı vasıflar neler olabilir; anlasınlar...

Aksiyon kültürü olarak da, bu mevzu, mukaddesatçı yeni

Türk gençliği hesabına, «müspet»i bilmek ve «menfî»yi ön-

leyebilmek bakımından son derece yararlıdır.

îsâ Peygamber'in doğduğu yil farzedilen tarihten 500 -

°00 sene öncesine geçiyoruz. Büyük Fransız İhtilâlinden

23 - 24 asır öncesi...

52

53

sonra

Eski Yunan... Soylular hegemonyası devresinden

«Demos - krotos : Halk idaresi» çığırı, yahut «her kafad

bir ses» rejimi... ݺte bu sistem ve şekil içinde şımarmış ]ja

labalıklar yatağı Atina!... Hakkın boyuna aranıp bir türlü

bulunamadığı, teke irca edilemediği ve çeşitli tezat w.

• tupları halinde birbirini iptal ederek tecelli yolunu tuttuğu

bu devrede, devlet ve cemiyet her gün yeni bir darbeye he

def... Küçük gruplar şeklinde şunun veya bunun güttüğü bu

darbeler öyle modalaştı ki, kendisine halk adını veren çete

kabilinden topluluklar, başsız ve rehbersiz, fikirsiz ve gaye.

siz, her gün yeni bir ayaklanmaya girişir oldu. Ve bir kar

gaşalık çığırıdır açıldı.

Meşhur hakîm (Solon)u, partiler ve zümreler arası da-

laşmalara hakem ve Atina'ya hâkim seçtiler. (Solon) kanun-

larını örgüleştirdi, ihtilâf zümrelerini bu kanunlar etrafında

birleştirdi, fakat mizacı devlet reisliğine uygun olmadığı için

memleketinden ayrılıp uzun bir seyahate çıktı; dönüşündey-

se, Atina'yı evvelki halinden daha kötü bir bünye ihtilâli

içinde buldu.

(Solon)un kısa bir zaman için düzenleyebildiği ve sonra

tekrar eski haline döndüğünü gördüğü bu kargaşalık devri-

nin ihtilâlcileri içinde, usulü ve üslûbiyle en fazla dikkat çe-

kici tip (Pizistrates) isimli bir askerdir. Hiçbir fikir ve gaye

sahibi olmayan, yalnız şahsî menfaat ve ihtiraslarına bağlı,

son derece hilekâr, istismar sanatında usta bir tip... Husu-

siyle her devri kaplayan (demagog) ve sahte fikir parası ba-

san kalpazanlara tam örnek... Toprağı zalim ve mahdut el-

lerden koparıp muhtaçlara dağıtacaktır, halka imtiyazlar ta-

nıyacaktır, borçları ve vergileri affedecektir, herkese söz ve

fikir hürriyeti tanıyacaktır, vesaire...

İktidara geçiş ve halkın hislerini avlayış tarzı gayet alâ-

ka çekici:

Atinalıların şehir meydanında toplandığı bir gün, bir-

denbire, deli gibi, yalnayak, başı kabak, aralarına koşuyor.

Yüzü gözü kan içinde ve elbisesi paramparça...

Bir taşın üstüne çıkıp haykırıyor:

— Atinalılar! Bakın, düşmanlarım beni ne hale koydu!

ki, vatanı için canını fedaya hazır ve nice zaferler ka-

mış bir askerim; bana karşı böyle davranmalanna mü-

23 de edecek misiniz? Halka aşkla bağlı olanları, halkın

S deti için çalışanları ezmek isteyenlere susacak mısınız?

S Halbuki kendi kendisini yaralayan, usta bir aktör gibi

bu acındıncı şekle sokan, bizzat (Pizistrates)...

Halk coştu, oyunların en âdisine geldi, istikbalin maz-

1 m rolündeki zalim (Tiran)ım korumak için emrine yüzler-

e muhafız verdi; o da bunlarla (Akropol)ü zaptederek istip-

dat makamına çöktü. Ve bu hareket Eski Yunan'da, küçük

ayaklanmalara nispetle ilk silâhlı hükümet darbesi oldu.

Artık örnek hazırdır ve tek metodu (demagoji)den, halk-

tan tarafa görünüp halkı ezmekten ibaret darbe hareketleri.

Yunan (site)lerinde başım alıp gidecektir. O, türlü oyunlar,

•dağdaki haydutlarla birleşmeler, güzel bir köylü kızını za-

fer arabasına oturtup tanrıça (Atena) diye şehre indirmeler

ve (Pizistrates)i onun getirdiğini ilân etmeler, düşmanlarla

.anlaşmalar ve daha neler ve neler yoliyle, her defa kısa bir

müddet kalıp kaybettiği iktidarı, hepsi üç darbe halinde

tekrar ve tekrar ele geçirecek; kendisini bugünedek takip

eden sefil ve bedavacı ihtilâllere de mostralık teşkil ede-

cektir

ROMA'DA

Demokrasi ufunetinin bir memlekete getirdiği zaafı, ni-,

hayet o memleketi kaybolmaya götürürcesine işletenler ara-

sında (Pizistrates), kaydettiğimiz gibi ilk numunelik tiptir

ve onun açtığı «baskın, basanın» çığırı yüzündendir ki, «At-

tik dünya - Yunan dünyası» zapt ve rapt manzumesi Roma'-

nm ağına düşüvermiştik. Artık , (Akropol) ve (Partenon)un,

Çizgilerini haykırdığı Helen dünyası bir kültür hatırasından

başka bir şey değil...

Aynı (dejenere) hal, Roma'nm başına gelince de, yine

aynı sefil ve lüpçü ihtilâl davranışlarına yol açılır. Şu var ki,

Roma devresinde ele alınmaya değer üç büyük hareket ara-

cında, biri, ihtilâlin müspet ve hak uğrunda patlayış vasfına

yakın, öbürü menfî ve şahıs ihtirası misaline uygun, daha

•öbürü de şahsî ihtirasla bir arada devlet mimarîsi idealine

54

55

m

"At J

yatkın... Birinin başında (Spartaküs), öbürünün başmdavs

(Katilina) ve nihayet (Sezar)...

(Spartaküs) hareketi, köleleri kurtarma ve en sert zu]

me karşı, ezilen ve sömürülen bir insan sınıfını hakkına ka

vuşturma davranışı...

Hadise, Milâddan önceki ilk asırda (Spartaküs) davra

nışiyle başlamaz. Milâddan önce 187, 134, 104 yıllarında da

baş kaldırmalar olmuş, fakat Roma zulmünün şahmerdanı

altında tüyler ürpertici şekilde bastırılmıştır. Birincisinde

7 bine yakın köle çarmıha gerilmiş, ikincisinde çarmıhda

can verenlerin sayısı 20 bine ulaşmıştır. Üçüncüsündeyse bü-

tün köle or.dusu, son neferine kadar kılıçtan geçirilmiştir. O

zamanki başlan, «Güneş devlet» idealini besleyen (Aristoni-

kos)... Fakat muradına erememiş, Roma ordu silindiri altın-

da tuz - buz olmuş ve Roma'ya getirilerek, cımbızla zerre

zerre etleri koparılırcasma ve hususî merasimle öldürülmüş-

tür.

(Spartaküs), her eza çektirmenin, doğuşunda mutlaka

âmil olduğu ihtilâl çocuğunu yetiştirme ve geliştirme işinde

selefinden daha akıllı, hesaplı ve sistemli hareket etti.

Trakyalı, tunç yüzlü, büklüm büklüm adaleli ve baktığı

yeri oyasıya keskin gözlü bu harp esiri, vücut ve kafa yapı-

sından yana (glâdyatör)lük mesleğine lâyık görüldü ve sonu

nasıl olsa öldürülmek ve imparatorları eğlendirmek mesle-

ği (glâdyatör)lük marifetinin mektebinde yetiştirildi. Roma'-

da adam öldürmek sanatım talim edici bu mekteplerden

birçoğu bulunuyor ve talebelerini heybetli köleler arasından

seçiyordu.

(Spartaküs) daha mektepteyken, insanın insanı ezmesi

ve bugünün kobayları gibi laboratuar hayvanlarından daha

hor bir zulüm rejimi altında inletilmesi sanatına hedef diye

tarif edebileceğimiz köleliği bir türlü ruhuna sindiremez

oldu ve ayaklanma plânını o günlerden tasarlamaya başladı;

emin gördüğü arkadaşlarına da açtı. 73 köle arkadaş bu fi-

kirde birleştiler. Roma'da ve italya havzasında yaşayan, im-

paratorluğun çeşitli memleketlerinden devşirilmiş onbinler-

ce köleyi, arada hiçbir ırk ve fikir vahdeti olmadığına göre,

sadece

destanlık zulümlere karşı birleştirmek ve bu birles-

• enin dağınık bir zemin üstünde ve ceberûtî bir baskı

'mnda imkânını bulmak çok zor bir işti. (Spartaküs) içi bu

a eleyle dolu, (gladyatör) mektebinden teşkilâtlanıp dar-

i merkezden ve merkeze indirmek üzere cenuba, (Vezüv)

Sına çekildi. Az zaman içinde, etrafında yüzlerce insan...

ma kuvvetleri 3 bin kişilik bir tümenle üzerilerine yük-

ndi fakat (Spartaküs)cüler en sarp dağ noktalarına çeki-

1 rek korundular ve küçük birlikler halinde Roma kuvvetle-

ini dağınık buldukları her yerde ezdiler. Romalı asker saf-

larında ric'at boruları... (Spartaküs)e her taraftan katılma-

lar İsyancılara karşı ikinci Roma toslaması 10 binlik bir

kuvvetle... Bu defa hikmetini «Uhut» çenginde belirttiğimiz,

başbuğ emrini dinlememenin felâketi... (Spartaküs), emrin-

dekilere cepheden taarruz etmemelerini ve Romalıları yıp-

ratmaya bakmalarını emretmişken dinlemediler, cepheden

saldırdılar ve fena halde ezildiler. Fakat (Spartaküs)ün şid-

detli el atışiyle kurtuldular. Romalılar yine bir şey yapama-

dı. Derken (Spartaküs)e karşı iki Roma ordusu harekette...

Yine emir dinlememe hatası yüzünden 40 bine varan köle-

ler ordusunun yarı yarıya erimesi... Tekrar diriliş, iki ayrı

ordu üzerine, birini bırakıp ötekine saldırmak suretiyle çul-

lanış, şimal'e yürüyüş, kapılarını kapatan Roma'ya istihkarla

bakış, (arena - dövüşülen saha)larda Romalı esirleri (glad-

yatör) kılığına sokup birbirini gebertmeye zorlayış, (Tur-

yum) şehrini merkez ve bütün kölelerin hür ve herkese eşit

olduğunu ilân ediş, altun ve gümüş biriktirmeyi yasaklayış,

yeni bir düzen temeli atmaya koyuluş, filân falan...

Romalılar, handiyse İmparatorluklarını başlarına yıka-

cak derecede kuvvetlenen, hak ve dâva bayraktarı (Sparta-

küs) tehlikesini anladılar, olanca ağırlıklariyle üzerine aban-

dılar, bütün aziz duyguları çiğnediler ve İsa Peygambere 71

y1! kala köleler ihtilâlini öylesine bastırdılar ki, onbinlerce

cesed arasında kahraman köleye ait olduğu zannedileni, pa-

ramparça doğranmış olmasından tanınamadı.

Putperest Roma'ya karşı, kaynağı bilinmese de yine hak

yolunda büyük bir ayaklanış ve onun ileride tiyatro eserle-

56

57

rine kadar mevzu olacak şanlı güdücüsü (Spartaküs)...

Gözü devlet reisliğinde, mutlak hâkimiyet sevdasınd

azgın bir serserinin, ihtiras küpü bir maceracının roman

nına (Katilina)dan daha zengin bir mevzu bulunamaz, n

her şeyden evvel, Allah uğrunda sabır ve tevekkül hiktne"

tine uzak, Eski Roma'nın (stoisizm - cevr ve cefaya ta-

hammül ahlâkı)ndan nefsanî ölçüde büyük pay almış t gz

«ben»ini putlaştırma nümunesidir. Gerçek dindarların Al

lah için belâ ve ıstıraba tahammül ahlâkı bir Roma mek-

tebi olarak onda, yalnız gurur ve nahvetine hizmet edici

bir kanundur. Aynı ahlâkın bağlıları onun için derler ki •

— Açlığa, susuzluğa, soğuğa, uykusuzluğa ve her türlü

acıya (Katilina) derecesinde dayanabilecek hiç kimse yoktur

O, kendisini, gençliğinden başlayarak, bütün mahrum-

luklara ve işkencelere dayanabilmek için hususî surette

yetiştirmiştir. Dıştan fedakârlık gibi görünüp, içten, en kor-

kunç ihtirasa destek diye kullanılan müthiş bir tezat ifa-

desi, garip bir ahlâk... Evet; dış manzarasiyle büyük bir

heybet şeklinde görünen, aslında sırf kibir eseri bu ahlâ-

kın altında, dünyanın en sefil, hilekâr, bütün ulvi duygu-

lardan mahrum karakterlerinden biri yatmaktadır. Roma'-

nın en soylu ailelerinden birine bağlı (Katilina), tam bir

Romalı kabuğu içinde barındırabildiği düzenbazlık ve sah-

tekârlığiyle, marsık gibi ateşle duman karışımı bir hüviyet

belirtiyor, ateşi dumanını yenemiyor, büsbütün körüklüyor-

du. Doymayan hırsını ve fenalık kültürünü zalim diktatör

(Sillâ) zamanında edinen bu adam, Roma'nın en acıklı fesat

ye tefessühe düştüğü ve nice (Katilina)lara gebe kaldığı o

hengâmede, servete hücum ve içtimaî çapulculuk hareket-

lerine karışmış, büyük talanlarda boy göstermiş, siyasî cina-

yetlerde rol oynamış bir tip... Kendisini dizginlemek isteyen

öz kardeşini bile öldürmekten çekinmeyici bir yaratılış...

Talan çığın sona erince (Katilina) yükünü almışlardan

biridir. Vur patlasın, çal oynasın, (lüks), (bomb), sefahet,

ziyafet, şarap, kadın, kumar, dans... Rivayete göre, yaşlı

bir fahişeyle evlenebilmek için asîl aileden kansını ve oğ-

lunu öldürüyor. Ama serveti Roma'nın (lüks) ve sefahatine

anamıyor ve (Katilina), bir taraftan Afrikadaki çapul-

luk teşebbüslerinden muhakeme altına alınırken, öbür

aftan da, sonsuz bir servet ve nüfuza malik olmak için

"zünü konsüllük makamına dikiyor. İlâhî imtihan olarak

t rihte her haşmet devrinin arkasından gelen ruhî ve ahlakî

ukut, Roma'daki tecellisini bir galeri dolusu heykel üze-

inde tecelli ettirmişse bu heykeller içinde dikkate değer

lanlardan başlıcası (Katilina)dır. Dünyayı fethettikten

nra — daima İlâhî imtihan — üzerine çöken şeytanî reha-

vet ve nefsaniyet yüzünden sedirine uzanıp tekrar yemek

zevkine erişmek için yediklerini kayyetmeye kadar giden

Roma'lı (Katilina) da, kahramanlıkla karışık alçaklık seci-

yesini kemaliyle aksetirir.

Çapulculuk muhakemesinden beraetle, fakat bütün pa-

rasını rüşvete feda ederek kurtulan (Katilina) işi doğrudan

doğruya siyaset pazarına döktü. Zenginlerin enaniyetini on-

lar hesabına bir temele bağlamak için mi, fakirlerin ıstıra-

bını dile getirmek için mi, niçin söylendiği meçhul şu (dö-

viz) (Katilina)mıidır :

—• Hiçbir zengin, fakirlerin iyi ve düzgün hale erişme-

sini, rahat ve refaha geçmesini istemez!

(Katilina) ilk iş olarak ihtiraslarına gençliği alet etme-

yi düşündü. Fakat göbekten yukarıya kalb ve beyin gibi

uzuvların mihraklaştırdığı duygu ve düşünce yoliyle değil

de, göbekten aşağı, hayvani iştah ve şehvet vasıtasiyle...

Etrafında gençlerden bir şehvet zümresi halkaladı ve

onları esrar tekkelerinin deli tiryakileri gibi, madde haz-

larına zebun ve bu nazların tertipçisi olarak kendisine

bendetmeyi bildi. Sabahlara kadar bu gençlerle, bir nevi

ilim ve fikir kürsüsü etrafında dolu-dizgin ten iştahı talim-

leri, aynı zamanda efelik ve kabadayılık terbiyeleri ve nü-

fuzlulara baş kaldırma eğitimleri... Taşranın sefil halkiyle

Roma'nın ayak takımı da aletleri... Umumî (döviz)leri de

bunalım, cemiyetin her halinden şikâyet ve her şeye karşı

isyan...

Milâddan 64 yıl önce bahar mevsiminde harekete geçmeyi

asarladılar... O zamanki Roma düzeninin, kendisini mü-

58

59

dafaada en âciz olduğu ândı bu... Roma orduları Bat

Asyada iranlılarla dövüşüyor ve ortalıkta ana vatanı i

ve dışa karşı koruyucu bir kuvvetten eser görünmüyordu

ihtilâllerin daima kolladığı, kollamak borcunda oldum

demlerden biri...

(Katilina) M.Ö. 64 yılının ilkbaharı sonunda yakınların

evinde topladı ve çıkışını yaptı:

— Günümüz gelmiştir! Hükümet zenginlerin uşağı

işler, servet sahiplerinin idaresine bağlı... Ama gençlik bi-

zimle... Hükûmetse ihtiyar, yatalak ve felçli... Servet, za-

fer, şan, şeref avucumuza bakıyor! Tek, kolumuzu kımıl-

datacak kadar cesaretimiz olsun!... Konsüllük seçimlerine

namzetliğimi koyacağım. ݺe oradan başlayacağız. Sonra her

vasıtaya baş vurarak nihaî hâkimiyeti devşireceğiz. Beni

destekleyecek misiniz?

(Katilina)cılar coştu, seçimlerde ne türlü olursa olsun,

kendisine yardımcı olacaklarına yemin ettiler. Kanlarını

şarap dolu bir tasa akıtıp ondan birer yudum almak sure-

tiyle ettikleri bu sözde yemin, ertesi günü Roma'da duyuldu

ve bir dedi-kodu uğultusudur başladı. Bu (romantik) nü-

mayiş, ihtilâl tekniği bakımından müthiş bir falsoydu. Zen-

ginler ve nüfuzlular sınıfı ve partiler (Katilina)ya karşı

birleştiler, onun karşısına tek namzet olarak (Çiçeron)u çı-

kardılar. (Çiçeron) seçimlerde (Katilina)yı yendi ve iktidarı

kazandı. (Katilina) yılmadı, birdenbire bir hadise çıkarmayı

da uygun bulmadı. Arkasında maiyeti, bellerinde silâhlan,

çete halinde Roma sokaklarını kolaçan etmeyi tercih etti

ve aynı talim ve terbiye usulünde devam ederek gelecek se-

ne seçimlerini bekledi. Günden güne de bu eşkiya tavriyle

tesirini artırarak ortalığı kasıp kavurmayı ve zenginleri

haraca bağlamayı becerdi ve büyükçe bir ihtilâl hazinesini

doldurmayı başardı. 63 seçimlerinde de kaybedince, onun

için tek yol kaldı. Rakibi (Çiçeron)u tasfiye etmek, öldür-

mek... Ve bu işle beraber merkezde ve taşrada ayaklan-

mak... Asıl ayaklanma, taşrada başlayacak, (Çiçeron) öldü-

rülür öldürülmez, merkeze çullanmak şeklinde olacaktı.

(Çiçeron), (Katilina)cılardan bir şehvet düşkününün metresi

60

siyle teşebbüsü öğrendi, evinde bir baskına uğrama-

vas j jn tedbir aldı, şehirde fevkalâde hal ilân etti ve Se-

u acele toplantıya çağırdı. Toplantıda elini (Katilina)

doğru uzatıp, onu, Cumhuriyet, fazilet ve millet düşmanı

., tererek lanetledi. Bütün senatörler ayağa kalktı, yuha-

ı malar ve küfürlerle (Katilina)ya hücum ettiler. Fakat

k'mse onun yakasına yapışamadı, tevkifi için bir hareket

Österilemedi; o da, gayet sakin ve küstah, aynı küfürleri

fenatoya yönelterek haykırdı:

         Alevlendirdiğiniz yangını, Roma'nın yıkıntıları altın-

da bastıracak, söndüreceğim!

Ve her gözükaranın imtiyaziyle, şapşal senatörleri ite-

rek kendisine yol açtı ve çıkıp gitti. Kimse arkasından yeti-

şemedi, bir hareket gösteremedi, bir şey diyemedi.

(Katilina), adamlarının taşrada hazırlamış bulunduğu

ordunun başına geçti. (Çiçeron) ise, Roma'da türlü hesaplar

yüzünden üzerine çüllanamadığı (Katilina)yı, şehri bırakır

bırakmaz bütün taraflılarını ezmek suretiyle karşılamayı

düşündü, onun ihtilâl ve suikast plânlarını Senatoya verdi,

takımını tutukladı ve tertiplerini Senatoda itiraf ettirmeye

kadar vardı. Senatodan haklarında idam hükmünü çıkarttı

ve hükmü (Kapitol)ün eteklerinde coşgun bir halk tezahürü

altında yerine getirdi. (Katilina)ya gelince, taşrada köleler-

den yardım istemeyi reddedecek kadar Romalılığından mağ-

rur, kendi takımının başında Roma kuvvetlerini karşıladı,

cesaretle çarpıştı ve bir bakıma kahramanca öldü. Onun

başını, gövdesinden, Roma ordusu kumandanı ve eski dostu

(Antonyüs) ayırdı ve Roma'ya gönderdi. (Katilina) kellesini

vermiş, fakat bu serseri kelleyi zehirli bir nebat gibi yetiş-

tiren Roma'nın ruh ve ahlâk bataklığı göze görünmekten

uzak kalmıştı. Fransız ihtilâli büyüklerinin desise ve hıya-

net ahlâkına remz diye kullandıkları (Katilina) ismi, artık

kendisini takip edecek ayaklanmalara basamak olmuştu.

Roma'da desise dehası menfi seciye (Katilina) dan son-

ra, imparatorluğu yeni bir düzen temeline oturtmak dâva-

Slnda, kendi idealine göre müspet şahsiyet (Culyüs Sezar)...

Batı tarihçilerinin, büyük ihtilâl şeklinde gördükleri

61

(Sezar) davranışı, neticesi çarpışmayla beliren bir

olmaktan ziyade, çürük ve çökmek üzere bir idareyi (ene

jik) bir el atışiyle teslim alma ve umduğundan çok fazı

sini bulma hareketidir. Fakat hadise madde planındaki b

sitliğine karşılık, fikir ve ruh çerçevesinde zengin ve b

ölçüyle Roma'mn gidişinde rota değiştirici bir inkilâp Ve

ihtilâl sayılmaya lâyık...

Soyunun (Venüs)ten geldiğine inanan bir ailenin oğ

lu... İlk gençliğinde amcasının teşvikiyle (Jüpiter) tapma-

ğının rahibi oldu. 21 yaşlarında Asya'ya gitti ve 3 yıl ordu

hizmetinde çalıştı. Sonra Roma'ya döndü ve (sosyete) ha-

yatına daldı. O devrede işi gücü kadın fatihliği... Hesapsız

zengin... Bir metresine hediye ettiği inci gerdanlık Roma'-

nm bir mahallesini satın alabilecek değerde... Bu kadın-

dan edineceği çocuk da, ileride kendisini hançerleyecek

olan piçi, (Brütüs)... kıvırcık saçlı, beyzî suratlı, ince ve

uzun boylu, yakışıklı bir adam... Öylesine sanatkâr mizaçlı

ki, evi hep eski eserlerle dolu... Ayaklarının altına sanat

eseri olmayan taşları döşetmez, bastığı yer sanatlı mozaik-

lerden olmazsa ayaklarının incineceğini iddia ederdi. Bü-

yük hatip (Milon)dan belagat dersleri almış ve biraralık

işi avukatlığa dökmeye kalkışmıştı. (Çiçeron) onun için «La

tinceyi en iyi konuşan adam» diyordu. Kendisine şöhret

ve itibar sağlayan avukatlık mesleği de onu fazla sarma-

dı ve ihtiraslarını doyuramadı. Roma halkı sefahat içinde,

zengin İmparatorluğun her taraftan getirttiği ve Roma'da

bedava dağıttığı buğdayla geçiniyor ve zamanını sirklerde,

sokaklarda, başıboş ve her türlü ahlâksızlığa kucak açarak

geçiriyordu. Devlet (oligarşi-zumre istipdadı) altında, para

ve nüfuz hiziplerinin elindeydi. Eyalet valilerinin yapma-

dıkları zulüm, işlemedikleri suistimal yoktu.

(Culyüs Sezar) evvelâ bu valilere karşı harekete geçe-

rek siyaset meydanına atıldı. Oradan (oligarşi) zümresine

döndü ve bunların destanlık rezaletlerini yaymaya başla-

dı. Her (demagok) gibi aşağı sınıf halkı tutmak için o ka-

dar dil ve para döktü ki, borcu milyonları aştı ve bu is-

rafa karşı tesellisini, hesabında asla yanılmadığı fikrinde

buldu.

«Ya hep, ya hiç!» düsturu altında, her ân bir isti-

DlJffleti bırakıp öbürüne dönmeyi ihmal etmeksizin ana yönü

iktidar hırsını daima muhafaza etti. 40'ıncı yaşına

° rinadan Roma'mn en büyük dinî makamı olan (Pontifeks

Maksinıus)a seçildi, birkaç yıl sonra (konsül) oldu ve daha

"nce kötü idaresine karşı çıkmış olduğu (Pompeyüs) ve

(Krasüs) ile meşhur (triyomüra-üçüzlü idare)yi kurdu. Fa-

kat bu da onu tatmin edemezdi. (Büyük Pontif) seçileceği

eün evinden çıkarken annesine «bu akşam ya Roma'mn

(Büyük Pontif)i olarak döneceğim, yahut Roma'dan kovula-

cağım! göreceksiniz!» diyen ihtiras tipi rüyasındaki hazine-

lere kimseyi ortak edemezdi: Bunun için de Roma dışına

büyük selâhiyet ve ordu dayanağı elinde olarak çıkmak ve

oradan merkeze çullanmak gerekirdi. Bu plânda hareket

etti ve kendisini (Gol) hareketine başbuğ tayin ettirdi. Bü-

yük askerî zafer,.. Ve meşhur döviz: (Veni, Vidi, Vici —

Geldim, Gördüm, Yendim!)... Ve Alp dağlannda dünya ile

alakasız bir köyden geçerken söylediği söz.

«— Roma'da ikinci olmaktansa bu köyde birinci olmayı

'tercih ederim!»

Buna karşılık konsül (Pempeyüs), gittikçe yaklaşan ve

onun Doğu fatihliğine karşı Batı fatihliği rolünü oynama-

ya başlayan (Sezar) tehlikesi önünde kendisini uyarmak

isteyenlere şöyle hitap ededursun:

—Meraka değmez! İtalya'nın neresinde ayağımı yere

vursam ordular fışkırtırım!

(Gol) zaferinden sonra (Sezar) ordusiyle cenuba indi,

(Rübikon) suyunu geçti, Roma yolunu tuttu ve kaygılı gör-

düğü arkadaşlarına, (riziko) ku seven her teşebbüs adamı-

nın bayılacağı tarihî sözünü söyledi:

—Artık zarlar atılmıştır!

Zarlar atıldı ve en fazla «dübeş» beklenir ve Roma'ya

"ir ihtimal bırakırken «düşeş» geldi. Roma ileri gelenleri,

(Pompeyüs) taraflıları ve birçok senatör «pilini pırtını top-

la ve savış!» hesabı, soluğu kaçmakta buldular...

(Sezar)a karşı gösterilebilen biricik tepki, onu âsi gene-

ral ilân eden (koton)un şu acıklı yakarışı olmuştu:

62

63

— Cumhuriyet tehlikeden kurtuluncaya dek saçınn

kalımı kesmeyeceğim! Roma asillerinin âdetince yeme»' 3-

sedirime uzanarak değil oturduğum yerde yiyeceğim! l

îrade zembereğinin boşanışına ve acz halinin (torji-k

. mik) şekilde ilân edilişine bundan daha çarpıcı bir mis

gösterilemez.

Bütün Roma boşaltılmakta, kadın, ihtiyar, çocuk y0ı

lara dökülmekte; sanki» Roma, gökten, müstemlekeleri

pında bir bir düşüyormuşcasına darma-dağın kaçışmakta

(Sezar), sıkı takibine rağmen (Pompeyus) ile yakınla-

rının gemilere atlayıp Yunanistan'a kaçmalarını önleye-

medi; eski idarenin başlarını ezemedi. Donanma, bazı eyalet

ler ve Doğu ordusu (Pompeyüs)ün elinde kalabilirdi.

Nitekim bu vaziyet, merkezle muhit arasındaki bo-

ğazlaşmayı tam 4 yıl sürdürdü, imparatorluğun her tara-

fında milyonlarca insan (Sezar) veya (Pompeyus) taraflısı

olarak birbirini kırdı. Fakat (Sezar) bütün bu olanları

soğukkanlılıkla takip etti, günlük ve uzun vadeli tedbir-

lerini aldı, imparatorluğunu ilân etti, kendisinden sonra-

kilere alem olacak (Sezar) adını mutlak hükümdarlık mâ-

nasına benimsedi; ve (Dmperium Romanum - Roma Impara-

torluğu)nu tam bir vahdet ifadesiyle yekpâreleştirmiş ve

Cisimlendirmiş oldu. Rakiplerini tek tek ezip yokettikten

sonra bütün İmparatorluğu, muazzam bir sinir manzumesi

halinde Roma kalb ve dimağ santraline bağladı; böylece

fikir yolunda ,inkılâp diye vasıflandırdığımız Roma bütün-

lüğü gayesini, büyük ve içtimaî bir ideale malik bulunmak-

sızın, fikirsiz, yani klâsik Romalı ruhiyatı içinde ve nizam

aşkı etrafında gerçekleştirdi.

ilerideki devirlerde de adım efsaneleştirdi. 17, 18 ve

19 uncu asırların edip ve tarihçileri, ondan, insan takatim

aşan bir kudret diye bahsettiler ve Yunan aklı, Roma ni-

zamı ve Hıristiyanlık duygusundan ibaret (Greko - Lâtin)

medeniyetinin nizam burcunda, en büyük temsilcilerden bin

olarak (Sezar)ı selâmladılar. Meşhur (Monteskiyö) onun

için: '

«— (Sezar)ı sadece talihli olarak gösterenler var... Ha-

64

tte bu büyük adamın öyle meziyetleri vardı ki, bir

etin başında bulunup da kazanmaması, bir diyarda

kU- n da başa geçmemesi ihtimali yoktu!»

Der.

Modern tarihçilerden (Jak Benvil) ise şöyle kalem yü-

rütür:

Ko, Roma'yı Roma'ya iade eden kahramandır.»

Bunlar arasında (Jan Kuzen) doğruya en yaklaşmış ola-

nıdır :

«__ (Sezar) gerçekçiydi. Şartları görme ve onlara uyma

kabiliyetindeydi. (Graküs)ün mahrum bulunduğu orduya,

'Sillâ)nm yoksun kaldığı soğukkanlılığa, (Pompeyüs)ün ere-

nıediği karar verebilme kudretine bol bol malikti. Bu yüzden

zafere ulaştı. Halkı kışkırtmayı bilen bu asilzade, onlara hâ-

Jdm olmayı da bildi. Soylulara dayandıysa da onları imtiyaz-

larından fedakârlığa kadar da razı etmeyi başardı. Tarihin

en büyük ihtilâllerinden birini yapmış olmasına rağmen, ilmi

ve tekniğiyle asla ihtilâlci değildi. (Sezar)ın muvaffakiyeti,

ne bir fikrin, ne bir içtimaî temayülün, ne de bir parti veya

zümrenin eseri diye gösterilebilir. Sadece şahsî bir atılış ve

ihtirasın mahsulü...»

Nitekim muhteşem diktatör (Culyüs Sezar) 20 nci asır

müstebitlerinin korunma tekniğini nefsine tatbik edemedi,

insanları kendi ruhiyatına körü körüne bağlı sandı veya

böyle bir ruhiyat yuğuramadı. Bazı asillerin gayzlarını çek-

mekten uzak kalamadı; ve İsa Peygamber'in doğuşuna Hris-

tiyan hesabile 44 yıl kala, 57 yaşında Roma Senatosunda

hançerlenerek öldürüldü. Kendisini hançerleyenler arasında

piç oğlu (Brütüs)... Ona son dakikada söylediği söz malûm :

«— Tu quoque fili mi? — Sen de mi benim oğlum?»

Tarihçi (Plütark) bu sahneyi tüyler ürpertici bir sadelik-

le anlatır:

«— (Sezar)ın Senatoya geldiği haber verildi. Gelip ye-

rme oturur oturmaz, onu öldürmek üzere birleşmiş olanlar

etrafını aldılar. Onunla bir şey konuşmak, ona dert yanmak,

danışmak ister gibi bir halleri vardı. Önce onlardan sıyrıl-

mak istedi. Kurtulamayacağını anlayınca şiddetle doğruldu.

65

f.*

ݺte o zaman (Titülüs) omuzlarından tutarak (Sezar)ın >,

manîsini aşağıya doğru yırttı.' Hemen arkasında bul

(Kaska) hançerine davranarak ilk darbeyi indirdi.

çılardan üstüste birçok darbe yemiş olan (Sezar)

hızla gözden geçirdi ve kaçmak istedi. Ama o anda

ün saplamak üzere hançerini havaya kaldırdığını

harmânîsiyle başım örttü, vücudunu öldürücü vuruşlara

raktı.»

(Sezar) dan sonra, Roma'mn çöküşüne kadar, gerçek "h

tilâl denilebilecek bir hadise yoktur. Ne deli (Kaligulâ)

ondan beter (Klodyüs), ne (Neron), ne şu, ne bu, küçük 's^

kastlardan ileri bir mevzu ve mâna belirtebilir. Eski Rom •

nın, «cevr ve cefaya tahammül» diye ifadelendirdiğimiz (St

isizm) ahlâkı, bu ahlâka madde ve nefs ötesi bir dayanak

bulmadıkça tefessühten başka bir şeye hizmet etmeyecektir

Nitekim böyle olmuş ve İsa Peygamberin Doğu'dan esen so-

luğu karşısında, muhteşem Roma, mum haline gelen muaz-

zam sütunlariyle eriyivermiştir.

FRANSA'DA

(ETYEN MARSEL)

Eski Yunanla Roma arası İran tahtı kavgalarını ve

(Daryüs - Dara) darbelerini ihtilâl sayamayız. Ortaçağ içinde

ihtilâle benzer ve hepsi de yelteniş halinde hareketlere 14

ve 15 inci asırlarda rastlıyoruz. Bu asırlarda ikisi Avrupa'-

da, öbürü Türkiye'de üç davranış var... Avrupa'da (Etyen

Marsel) ve (Mediçi), Osmanlılardaysa Şeyh Bedreddin hadi-

seleri... Türkiye'deki, taşıdığı ruh ve mâna bakımından

mühim...

Paris'te kumaş tüccarı ve esnaf kâhyası bir adam...

1356'da İngilizlere yenilen ve kralları esir düşen Fransız

ordusunun gerisinde bütün bir millet perişan... 20 küsur

yıldan beri süregelen darlıklar, düzensizlikler, güvensiz-

likler, güdümsüzlükler serisinin en ıstıraplı hengâmesi, bu..-

(Eta Jenero - Eyalet Meclisleri) isimli topluluk, millî iradeyi

, kral fermanlarını tescil ve tatbike memur bir kad-

Bu meclis Fransa'yı kuşatan binbir belâya karşı, mil-

muzuna yığdıkları yüklerin altında, ne yapacağını, ne

° takınacağımı bilemez vaziyette... Asiller, (burjuva)

ri kasabalılar ve rahiplerden kurulu bu Meclis, üs-

yeni vergiler ve malî darlıkların davet ettiği sert ted-

bakımından, bilhassa tüccar, esnaf ve işçi zümrele-

çerçevelenen (burjuvazi) sınıfı temsilcisi olarak taz-

e hedef oluyor; asiller ve rahipler yan gelip oturur-

n Fransa'yı kurtarmak vazifesi bu sınıfa düşüyordu. Bü-

"k Fransız ihtilâline kadar el dokunulmaz ve hatâ etmez

bilinecek olan Kral da, kendisi bir tarafa bırakılarak, an-

ak akıl hocalarının suçlandırılması yoliyle tenkit edilebili-

yor, bu da bir tesir ve çare vâdetmekten uzak bulunuyordu.

'o demlerde «Nehir Yoliyle Ticaret Yapanlar Birliği»

adlı ve kuvvetli bir dernek, esnaf kâhyalığına seçtiği (Etyen

Marsel)in birdenbire sınırım taşırarak büyük politikaya

atıldığını gördü. Bu yüksek nüfuzlu dernekle beraber bütün

(burjuvazi)yi peşine takmak sevdasına düşen ihtiraslı adam,

tez zamanda başına bir güruh toplayabilmiş, onları (dema-

goji) diline çabucak alıştırmıştı. Dükkânından top top sat-

tığı kumaşlarla, yarısı kırmızı, yarısı mavi bir takke yap-

tıran ve bunu adamlarına giydiren bu adam, açıkça bir

ayaklanma rolüne çıktı. Dâvası «Eyalet Meclisleri»nin öne

sürdüğü şartlar üstünde yeni (reform)lar ve kötü idarenin

esastan ıslahı...

Bu karikatür ihtilâlci, esir babasının naibi genç Veli-

ahdın bir adamını vuran kırmızı mavi takkelilerden biri

saklandığı kilisede bir mareşal tarafından öldürülünce he-

men ayaklandı; adamlariyle sarayı basıp Veliahdın yatak

odasına kadar girdi. Oradaki iki mareşali hançerletti ve kor-

kusundan büzülüp kalmış 18 yaşındaki delikanlı Veliahda,

kendi kırmızı mavi külahını giydirdi. Bütün saray halkının

da aynı külahları başlarına geçirmeleri için dükkânından top

toP kumaş getirmeyi ihmal etmedi. Hareket, ilerideki Fran-

Slz ihtilâlinin bayrak çekirdeği — yalınız beyazı eksik — bu

Kırmızı . mavilerin zorla satışı için mi, yoksa halkı ve

66

67

Fransa'yı bir (sembol)e bağlamak için mi oluyordu- K

değil... ' elli

(Etyen Marsel) Paris'te aylarca hükmünü sürdürri-

belediye ve hükümeti, isimsiz ve unvansız eline aldı-

hürriyet, adalet lâfazanlığı arkasında korkunç bir dua İ

tor kesildi. Nihayet maskesi düştü, bir anlık halk alâk

nın uçup gittiğine ve nefrete döndüğüne şahit oldu. Ul "

bilinen mefhumları kendi şahsî süfliyetine alet eden h

sahte inkılâpçı gibi, vatan menfaatlerini ve millî hislerin'

çiğnemekte tereddüt göstermedi, ingilizlerin adamı Fran

sız (Navar) Kralını Paris'te idareyi teslim almaya davet

etti. Elinde, Veliahdın bir adamından aldığı kal'a kapısı

anahtarı, Paris surlarının dibinde ufukları gözlerken bu

defa halk ona karşı ayaklandı. Bedavadan ihtilâlcinin

göğsünde bir sürü kılıç yara açtı ve (reform)cu esnaf kâh-

yası ve kırmızı - mavi kumaş tüccarı, elinde kocaman anah-

tar, onu bir gün sonra Veliahd'a kapı açacak olanlara

bırakıp yüzü koyun toprağa kapandı. Fakat bu miskin ha-

reketin sahibi, l yıl kadar Paris'i ve Fransayı parmağında

oynatmaya muvaffak oldu. Sahipsiz memleketlerde de,

ihtilâl denilen yeltenişlerin, ne kolay, ne basit, ne bedava,

ne maskara ellere kadar düşebileceğine misal teşkil etti.

İTALYA'DA

(Mediçi)ler

15 inci asrın ortalarına doğru Floransa... Şehir (Koz-

mo di Mediçi) isimli bir bankerin hâkimiyeti altında... Ama

ne resmî bir sıfatı var, ne kendince özentilik makam ismi...

Unvansız olarak kraldan daha kral bir kişi... Papa İkinci

(Pi) ona yazdığı 'bir nâmede demişti ki:

«— Sizin bir krala nispetle sadece tahtınız ve unvanı-

nız eksik!...»

Çirkin yüzlü, haşin bakışlı, dik sözlü, hissiz ve fikirsiz

biri...

ݺi gücü, alttın dolu kasası, altun tartmaya mahsu

68

ve defterleri arasında, insanları gütme ve muhiti-

hâkim olma plânları kurmak... Al tunlarına eklediği

11 vetli bir dış mantık ve kandırıcı bir (diyalektik) saye-

• de Floransayı iradesine tâbi kıldı, «astığı astık, kestiği

v stik» bir nüfuz kazandı ve lâfta değil, gerçekte tam ve

•utlak bir hükümdar oldu. (Mediçi)lerin cezalandırma

ulü olan, insanları ayaklanndan asmak, onun icadı...

1464'de (Mediçi) ailesine bütün bir hâkimiyet sahası bıra-

karak ölürken son sözleri şunlar oldu :

        Benim için haşmetli bir cenaze merasimi tertiple-

nmeye değmezi

Yerine, torunu (Lorenzo Mediçi) geçti. «Büyük Loren-

zo» diye anılacak olan bu adam, Floransayı İtalya'nın duy-

gu ve fikir merkezi haline getirdi ve (Rönesans) hamlesinin

sanatta bütün desteklerini etrafında topladı. Zulüm ve is-

tibdada kaçan bir (otorite) edasiyle, en cömert sanat hâmi-

liği birarada... (Mikelânj) ve daha nice ressam, mimar ve

heykeltraş onun sofrasında halkalandı. 15 inci asrın ikinci

yansında Floransa Batı politika ve sanat hareketlerinin

(site)sidir. Osmanlı İmparatorluğuna kadar her tarafla mü-

nasebet kuran bir (santral) rolünde...

Nihayet kilise ve Papalıkla arası açıldı; Papalıkça ata-

nan din temsilcilerini tanımayacak kadar cesur, şan ve

servetiyle de bütün İtalya'yı besleyebilecek derecede kaynak

sahibi (Lorenzo)yu devirmek ve Floransa'ya sahip çıkmak

emeli baş gösterdi. Papa (4. Sikst) tarafından, (Mediçi)lerin

düşmanı (Pazzi) ailesine verilen darbe rolü, (Mediçi)lerin

mazlumu kabul edilen (Françesko Pazzi)ye verildi ve bir

merasim esnasında (Lorenzo) ve kardeşinin birarada han-

Çerlenmesi plânlaştınldı.

Kilisede merasim... Papaz, kendisince «kutsal» şarap

kabını kaldırıyor, Çanlar çalınmakta... Kilise tıklım tıklım

ve herkes duada... Papazın bulunduğu kürsü önünde (Lo-

renzo) ve kardeşi... Suikastçılar iki kardeşi birden öldür-

meyi düşündüklerinden dolayı onların birarada bulunma-

arı için her tedbire baş vurmuşlardır.

Son derece gözükara bir insan olan (Françesko Pazzi)

69

bir anda harekete geçti ve ilk olarak (Lörenzo)nun k

sine hücum edildi. Onu öylesine delik deşik ettiler k'

arada (Pazzi) kendisini bile dizinden yaraladı. Fakat'

hedef (Lorenzo) üzerinde muvaffak olamadılar. (Lere ^

üzerine atılan, silâh kullanmasını bilmez iki papaza v

kendisini, mantosuna sarınarak koruyabildi, adamlarının ^

per olmasiyle de kurtardı. Suikastçılar yollarda her 1"

hareektin malûm nakaratiyle «hürriyet, hürriyet!»

bağırırken, bir anda halkın temayülü beliriverdi.

midesini ve gözünü doyuran ve dolduran (Lorenzo)dan

naydı. Bir anda gulguleler göğü tuttu:

— Hainlere ölüm! Yaşasın (Lorenzo)! kahrolsun (paz

(Lorenzo)yu, aldığı yaradan boynu sarılı olarak sara-

yın balkonuna çıkardılar, çılgınca alkışladılar; ve sokak-

ları dolduran ihtilâlci cesetlerini doğrayarak değneklere

taktılar ve fener alayı yaparcasına şehirde gezdirdiler...

(Mediçi)lere mahsus ayaklarından asılma usuliyle de, bazı-

larının önceden burunları ve kulakları kesilerek sehpalarda

ve sarayın kemerlerinde sallananlar...

(Lorenzo)nun kardeşini ilk hançerleyenlerden biri İstan-

bul'a kaçabilmiş, Fâtih Sultan Mehmed'in himayesine sı-

ğınmıştı. (Lorenzo), kaatili, Fâtih'ten istedi ve Padişah'ın

bu cinayete nefretle bakmasından ötürü teklifini kabul et-

tirdi. Onu da Floransa'da merasimle astılar ve korkunç

tabloyu seyreden (Leonardo Davinçi)den bu levhayı resim-

leştirmesini istediler. Bir sürü ressamda, kilise hadisesin-

den başlayarak ihtilâlin safha safha tablolaştırılması için

vazifelendirildi.

Zavallı hürriyet; biri kendisine zıt, fakat halka dost

tavırlı, öbüriyse nefsinden gayrı her şeye düşman iki aile

rekabetinin bayrağı olabiliyor .

ŞEYH BEDRETTDN

Nâzım Hikmet'in «dünyada ilk komünist» saydığı ve

70

destan düzenlediği, sarıklı küfür ihtilâlcisi... Orta-

ihtilâl hamleleri içinde, şüphesiz ki, Şeyh Bedreddin

anlşıt İslâm ölçüsiyle bâtılının bâtılı bir fikre ve ken-

• e bir dünya görüşü ve cemiyet nizamına dayalı olarak

•kkate en fazla çarpmak mevkiinde olanıdır. Moskoflar

komünizma edebiyatı gözünde ilk sayılan (Rönesans)

v Hrosu içinde «Güneş Memleketi» muharriri (Bruno)dan

da bir asır kadar önce...

Yıldırım Beyazıd, Temurleng'e esir ve Osmanlı ülkesi

Fetret devrinde... Edirne'de Musa Çelebi, Bursa'da Meh-

led Çelebi, ayrı ayrı tahtın vârisi olmak iddiasındalar ve

birbiriyle boğazlaşma halindeler... Arada Süleyman ve İsa

Çelebiler bunlar tarafından öldürülmüş ve taht kavgası bu

iki kardeş arasında kalmıştır.

Edirne'yi merkez edinen Musa Çelebi'nin 15 inci asır

başlarında yaptığı bir iş var... Edirne'de oturan Bedreddin

adlı bir şeyhi kazaskerlik makamına getirmiş olmak...

Bu adamın kaynağı hakkında iki rivayet var: Edirne ta-

raflarında Simavna isimli bir köyde yahut Kütahya'nın Si-

mav kasabasında doğmuş olması... Meşhur eseri veya dalâ-

letnamesi «Varidat»m üzerinde, ismi, Bedrüddin - el - Si-

mavenî diye yazılı... Tarihi İsmail Hami Danişmend'e göre

«ilmî seviyesi ve büyük dehâsiyle yalnız Türklüğün değil,

onbeşinci asırda tekmil İslâm âleminin en mühim ve müm-

taz şahsiyetlerinden» olan Şeyh Bedreddin Selçuklu vezir-

lerinden gelen bir sülâleye bağlıdır ve Şeyh İsrail adında

bir âlimin oğludur. 1368 tarihi sıralarında dünyaya geldiği

sanılmaktadır.

İsmail Hami Danişmend'in «Osmanlı komünisti» diye

vasıflandırdığı bu adamı, milliyetçi ve dindar görüşüne rağ-

men bütün İslâm âlemine örnek bir ilim (otorite)si ve dehâ

Çapında bir fikir kahramanı kabul etmesi, akla sığabilecek

tezatlardan değildir.

Bedreddin'in Musa Çelebi nezdinde — o zaman Şeyhülis-

Jâmlık yoktur — din temsilciliği makamına getirilinceye ka-

dar sürdüğü hayat dikkat çekicidir: Gençlik ve tahsil ça-

Bursa, Konya, Kudüs ve Kahire gibi İslâmî ilim (site)

71

lerinde gelişiyor. Arapça ve Farsçayı derinliğine öğreni

Hattâ bir rivayete göre rumlarla teması sayesinde Yun "

çayı da kıvırıyor. Medine ve Mekke'de de kalıyor. Kahire'n

şeriat ve tassavvuf ilimlerini iki ayrı şeyhten kapıyor

kendi ruhunda kendisine göre şekillendirerek birtakım h

susî düşüncelere saplanıyor. Bu bakımdan da şöhret kaz

nıyor ve adı etrafa yayılmaya başlıyor. Kahire'de Ahlatî tek-

kesinde bâtın ilminin tatbiklerine de girişmiş, fakat ne rds

pette makbul sayılacağı besbelli bazı hallere de kavuşrnu

veya kavuştuğunu sanmıştır. Teshir edici bir konuşması ve

akılları kuşatıcı bir (diyalektik) hokkabazlığı vardır. Her

görüştüğünü büyülemekte ve fikirlerine hayran bırakmak-

ta... Mısır çerkes hükümdarı Berkok, meftunlarındandır ve

onu oğluna yetiştirici ve okutucu tayin etmiştir. Görüştük-

leri ve hayran kıldıkları arasında Temurleng de var... Güya

Temur ona ihsanlarda bulunmak istemiş de kabul ettireme-

miş... Kahire'de Hüseyin Ahlatî'nin ölümü üzerine tekkeye

şeyh olmuş, fakat kısa zaman sonra ayrılıp Anadoluya dön-

müş...

Bu dönüşünde İzmir taraflarında Börklüce Mustafa

isimli bir adamla tanışıyor. Mustafa hemen onun tesiri al-

tına giriyor ve ileride sağ elini temsil etmek üzere Bedred-

din'e kapılanıyor. O sıralarda Sakız adasına geçiyor ve pa-

pazlarla düşüp kalkıyor, onlarla münakaşalara girişiyor ve

fikirlerini kabul ettiriyor. Sakız dönüşü Kütahya tarafların-

dan geçerken de (2) numaralı avenesi Torlak Kemal ve kum-

panyasına rastlıyor^. Torlaklar bir oymaktır ve Bedreddin'i

hemencecik benimsemişlerdir.

Peşinden Edirne ve Musa Çelebinin ona sunduğu «as-

kerlerin kadısı - kazasker» makamı...

Asıl fikirleri ileride meydana atılmak üzere o vaktedek

ortaya dökmekte mahzur görmediği ölçüler şunlar:

«Dnsanlar doğuştan eşittir. Bir kısım insanın patlayası-

ya tok, bir kısmının da çatlayasıya aç olması İlâhî murada

aykırıdır. Müslüman, hristiyan, yahudi, ne varsa Allah m

kullarıdır ve birbiriyle kardeş sayılmak gerekir.»

Dışından «iyi», «doğru» ve «güzel»den sahte ışıklar aK-

tt'ren bu ölçülerin bâtınmdaki mâna ise «kötü», «yanlış»

S «çirkin»den başka hiçbir köke bağlı değildir ve din hik-

tleriyle «nas - mutlak emir»lerini inkârın, biraz sonra an-

sılacak, gözbağcı ilk hazırlıklarıdır.

Şeyh Bedreddin'in Musa Çelebi üzerinde tesiri büyük

Idu Şeyh» halkı, beyler ve ağaların ruhî ve iktisadî baskısın-

dan kurtarmak şeklinde başlayan telkinlerini hükümdara

sılarken, hayalindeki ölçüleri, mülkiyet hakkına dokunma-

dan asıl İslâmiyetin emrettiğinden gafil görünüyor, şeriatı

hakkiyle tatbik gayreti yerine ona dışarıdan tatbike kalkış-

tığı aykırı bir mâna etrafında dolanıyor; ileride görüleceği

gibi, ırz, mal, din, mezhep her kıymeti bir ortak pazara yığma

temayülünü besliyodu. Hükümdarı da kandırmış ve henüz

foyası meydana çıkmadan onu beylerden soğutmuştu. Bey-

ler Musa Çelebi'nin mal müsaderesine ve idamlara kadar gi-

den tutumundan müthiş kuşkulandılar ve Bursa hükümdarı

Mehmed Çelebi safına geçerek Musa Çelebiyi ortadan kal-

dırmak sevdasına düştüler. Bizans İmparatoru da onlarla

beraber... Hep birlikte Rumeline geçerek ve Sırp, Bizans

kuvvetlerini de peşlerine takarak Edirne üzerine yürüdüler.

Musa Çelebi bozguna uğratıldı, öldürüldü, cenk boyunca

yanında bulunan Şeyh Bedreddin de esir edildi. Mehmed

Çelebi Osmanlı tahtının tek vârisi olarak aradaki ikiliği kal-

dırdı, ülkesini bütünleştirdi, beylere eski nüfuz sahalarını

iade etti ve şeyhi sıkı bir muhafaza altında İznik tarafları-

na sürdü. Börklüce Mustafa da, Efendisinin arkasından İz-

nik'e yerleşti. Şeyh, sürgünde kaldığı müddetçe eser yazmak

ve ziyaretçilerini telkini altına almakla uğraştı; ve artık bü-

tün bir küfür manzumesinden ibaret fikriyatını, hem de ik-

tidar ve itibar mevkiindeyken göstermediği bir açıklıkla or-

taya dökmeye koyuldu.

Şöyle :

«Allah mahlûklarından ayrı değildir. Âlem (kadîm) yani

yaratılmış olmaya muhtaç olmayan bir evvellik içindedir.

°ünya ve âhiret farkları hayalîdir; ve beden ortadan kal-

ımca ruh ve mücerret varlık diye hiçbir şey kalmaz. Dünya

72

73

ve âhiret, madde ve ruh âlemleri birbiri içinde ezelî ve ebe-

dîdir. Beden için beka yoktur. Cennet ve Cehennem, dünya-

daki iyi ve kötü hareketlerin ruhlar üzerinde tatlı ve acı te-

cellileridir, insanı hakka götüren her şey melek, kötülüğe

sürükleyen şeyler ve şehvanî güdüler de şeytandır. Cismanî

unsurlar mutlaka zeval bulacaktır, îsâ, ruhiyle diri, bede-

niyle ölüdür.»

İslâmî itikad gözünde baştan başa küfür belirten, hik-

metleri derinliğine göremeyen, basit ve menfî akıl sınırları-

nı aşamayan ve kendi içinde kendi kendisiyle tezada düşen

bu sathî ölçüler, üstelik ırz, mal, mezhep hakkını fertten ko-

parıcı bir içtimaî sistem dâvasiyle, yani küfrün (metafizik)

ve (fizik) kanatlariyle birleşince, meydana (Karl Marks) ve

(Engels)in bile mübalâğalı göreceği iptidaî bir komünizma-

dan başka bir şey çıkamaz. Tenkit ettiği bazı noktalar üze-

rindeki hakkını da, iman adına değil, küfür hesabına yürüt-

müş olur. işte, bugünkü komünizmanm da hasta liberalizma

üzerindeki bazı doğru tenkitlerine eşit, fakat devayı ölüm ve

yoklukta bulan ebedî bâtılına uygun, kalabalıkları dolandır-

ması kolay ve haktan ayırd edilmesi zor, hikmet noktası!..

Şeyh Bedreddin, her evin, her malın, her lokmanın

herkese ait olduğu ve kullanılmakta hiçbir izin ve engele

bağlı olmadığı yolundaki iştirakçiliğini o kadar ileriye gö-

türdü ki, «nikâhlı kadınlar iştiraktan müstesnadır!» dediği

halde nikâhsızlar için açık zinayı mubah kabul etmekle, ka-

dını da müşterek mal saydığının farkında olmadı ve işin

nasıl olsa bu noktaya varacağından habersiz göründü. Hem,

tezada bakın ki, nikâhlı kadın niçin iştirakten müstesna olu-

yor da tapulu mülk veya faturalı mal, ortak kıymet oluyor?..

Bu fikirler, Şeyh Bedreddin sürgündeyken iki müridi

Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal tarafından yayıldı, güya

müslüman ve gerçekten gâvur koca bir cahiller topluluğuna

sindirildi; ve bir ayaklanmanın arefesinde bulunulduğu his-

sini gözle görülür ve elle tutulur şekilde belirtmeye başladı.

Vaziyetin ciddîliğini kestiren Çelebi Sultan Mehmed Saru-

han valisine büyük bir kuvvetle Karaburun taraflarındaki

Şeyh Bedreddin takımının üzerine yürümesini ve tümünü

74

kılıçtan geçirmesini ferman etti. O tarafların Şeyh Bedred-

din kuvvetlerine başbuğluk eden iki sergerdesi, «Dede Sul-

tan» lâkaplı Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, devlet kuv-

vetlerini yendiler, ikinci bir hücumu da bozguna çevirmeyi

bildiler ve nihayet Amasya valisi Şehzade Murad kuvvetleri

karşısında tuz-buz oldular. Börklüce Mustafa, emrindeki on-

bini aşan kuvvetle beraber kılıçtan geçti, çarmıha gerildi, bu

vaziyette, bir deve üstünde kasaba kasaba dolaştırıldı. Tor-

lak Kemal de, kendi kuvvetleriyle, Manisa civarında tepe-

lendi ve asıldı..

Şeyh Bedreddin, iki çırağının bu ayaklanışı üzerine

menfasından kaçmış ve Çelebi Sultan Mehmed'in düşmanı

Eflâk Beyi Mirçe'ye sığınmıştı. Bir müddet oralarda ve Bul-

garistan'ın Deli Orman taraflarında bazı plânlar ve hayaller

kuran «Bedreddinî»lerin başı nihayet yakayı ele verdi, Sela-

nik'te Serez'e götürüldü, Çelebi Mehmet'in huzuruna çıka-

rıldı...

Padişah ona sordu:

—Benzin niçin sapsarı?

Cevap verdi:

—Güneş batacağı zaman sararır.

Şeriat makamı ona sordu:

Şeriat ölçüsiyle senin cezan nedir?

Cevap verdi:

—Ölüm!..

Ve Serez'de bir nalbant dükkânının önünde, cefasız ve

işkencesiz, asıldı.

Şeriat yerini bulmuş, «haramları helâl ettik!» diyen il-

mi nispetinde cahil, zekâsı nispetinde ahmak ihtilâlci, kendi

diliyle verdiği fetvaya kavuşturulmuştur.

' Bir menkıbe:

Tarikat bağlılarından biri, ovamsı bir düzlükte yakınla-

riyle beraber oturan mürşidinin yanma geliyor. Mürşidi ona

hitap ediyor:

—Senden kötü bir koku duymaktayım; ne var cebin-

de?..

75

n

—Hiç efendim; bir kitap ..

—Ne kitabı o?..

Şeyh Bedreddin'in «Varidat»!..

—Yak o kitabı!

—Yakamam, bağlıyım o kitaba.

—Öyleyse dön de bak!

Mürid dönünce görüyor ki, ovanın bir ucundaki köyün-

de kendi evi alev alev yanmakta...

Suyun öte tarafından olan Şeyh Bedreddin, kendisinden

5 asır sonra yine aynı yönden gelecek küfür üniformalı ce-

reyanın din kisvesi içinde ilk habercisidir.

YEND ÇAİDA

Artık ilk ve orta çağlara bağlı başlıca ihtilâl hareketleri

sona ermiş; sıra, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbulu fethet-

mesiyle açılan yeniçağ hadiselerine gelmiş bulunuyor.

«18 inci Asrın Sonlarmadek» kaydiyle 1789 - Büyük

Fransız İhtilâline kadar ele aldığımız bu üç küsur asırlık

devrede başlıca ihtilâller, Türkiyede Yeniçeri isyanları, İn-

giltere İhtilâli, Amerika istiklâl muharebeleri olarak üç grup

belirtir :

YENDÇERD İSYANLARI

Romanım ayrı bir eser halinde verdiğimiz Yeniçeri is-

yanlarını anlatmaya lüzum görmüyoruz. Sadece mânasını

verelim, yeter:

Yeniçeriyle, dünyanın ilk büyük, iman, aşk, gaye ve ni-

zam ordusunu kuran ve bu sayede yeryüzünün hâkimi kesi-

len Türk, cemiyette aşkın çöküşü ve hükmün ham yobaz

eline geçişiyle beraber bu ordunun da göçüşü ve öz yurdu-

nu işgale memur bir eşkiya sürüsü haline gelişine şahit ol-

muş; ve aşk devresinin ruhu bir türlü iade edilemediği için,

76

bu hal, türlü çıkartma kâğıdı oyunlarına rağmen bugüne

kadar sürmüştür. 1960 gece baskını hareketi, Yeniçeriliğin,

Amerikan kopyası bir üniforma içinde hortlamasından baş-

ka bir şey değildir ve gerçek ihtilâle nispeti, yaban eşeğinin

at soyuna benzediği kadardır. Bu da, Genç Osman'ın Yedi-

kule zindanında boğulmasından, Adnan Menderes'in İmra-

lı'da asılmasına kadar, tüm olarak Yeniçeri ve onun bütün

şekil değiştirmelerinde hiçbir fikir ve temel görüş sahibi bu-

lunmamaktan ve sadece zorbalık gücüne dayanılmış olmak-

tandır. Bu bakımdan Yeniçerilik ruhunun, zaman zaman,

tepesinde gördüğümüz kavuk, sarık, fes, keçe külah ve kas-

ket, daima bir aradadır ve hep aynı rol çizgisi üzerinde...

Eski Yeniçeri, seriate turn hiyanet narasiyle «şeriat iste-

ruk!» diye haykırırken nasıl yanında şeriat ruhunun haini

kaba softayı bulmuşsa, modern Yeniçeri de, doğrudan doğ-

ruya İslâm düşmanı küfür yobazını emrine almış ve hiçbir

tarafın hiçbir muhasebesi olmaksızın, yumruğun kafayı ez-

mesi şeklinde, bu hal 17 nci asırdan 20 nci asır ortalarından

ileriye kadar devam etmiştir.

Gerisi hikâye; o da «Yeniçeri» adlı eserimizde...

(KROMVEL)

İngiltere'de 13 üncü asırdan beri kurulu bulunan par-

lâmento, bu milletin mizacındaki halk iradesi ve fert hür-

riyeti fikrinin, (monarşi - krallık) şekli içinde bir mukavemet

ve muvazene unsuru rolünü oynarken, iş, (1. Sari) zamanın-

da değişiverdi. Öbür Batı devletlerinin mutlak idare ve hü-

kümdarlıklarına özenen (1. Sari) parlâmentoyu kapattı ve

mutlakiyetini sürdürmeye başladı.

Nihayet, simasının en (karakteristik) tarafı, bıçakla ke-

silmiş gibi düz bir çizgiden ibaret, etsiz ve şekilsiz dudak-

larıyla, (Kromvel) isimli, hali ve kılığı babacan ve cakasız

bir adam ortaya çıktı. İstibdat idaresine ve sarayın züppe

kadrosu ve sefih hayatına diş bileyen, korkunç bir din mü-

teassıbı... İnsan uzuvlarının biçiminden mâna çıkaranlara

77

göre, karar kuvveti, haşinlik ve aksilik işareti olan etsiz ve

şekilsiz dudakları, onda bu teşhisi kuvvetlendirici başlıca

çehre hususiyeti...

1640 yılında, kral, tahsisatına zam isteğiyle parlâmento-

yu topladı. Parlâmento kralın isteğini reddetti ve İngiltere'-

nin en uzun süreli Meclisi olarak «Uzun Meclis» adiyle ye-

rinde kaldı, işte (Oliver Kromvel) bu Meclisin âzasından...

O, kralla Meclis arasındaki çekişmeye bu suretle şahit; ve

kafası, protestanlık temeli üzerinde yeni bir rejim kurmak

hayaliyle yüklü... Nitekim kralla Meclis arasındaki çekişme

nihayet savaşa döndü, bir iç harbe yol açtı; (Kromvel) de,

kendisi gibi koyu protestanlardan birlikler düzenledi, bütün

İngiltereyi dolaşıp taraftarlar edindi ve 1645'de Kral kuvvet-

lerini yendi. Saflarına «Demir Cephe» adını taktı ve ta'viz

kabul etmez bir protestan edası altında, hareketini bir mef-

kureye bağlı göstermek (strateji)sini takip etti.

Aynı (strateji)yle Anglikan kilisesine cephe alırken, için-

den geldiği parlâmentoya da düşman kesilecektir. Onun ka-

fasında «Eşitler» yaftası altında, dinde ve ahlâkta arınmış

bir Meclise dayalı Cumhuriyet ideali yaşamaktadır.

Londra'ya ihtişamla girdi, kendisini deli gibi alkışlayan

şuursuz halk yığınlarına bakıp «bu halk beni idama götürse-

ler de aynı coşkunluğu gösterir!» dedi; bir yüksek mahkeme

kurup onun karariyle kralı idam ettirdi ve parlâmentoyu

kapattı. Parlâmento kapısında bir cümle: «Kiralık Odalar»...

Parlâmentoya, askerlerini gizleyerek tek başına girişi ve

mebusları ruh ve dil kuvvetiyle yıldırıp iradelerini bir anda

teslim alışı, her ihtilâl adamının dikkatle incelemeye mecbur

olduğu bir usul mahareti arzeder.

İskoçya ve İrlanda'yı da dize getiren, Hollanda ile bir

deniz anlaşmasına yol açarak İngiliz deniz siyasetine temel

atan ve «Uzun Meclis'»i kökünden kazıyan (Kromvel), «Ko-

ruyucu Lord» ünvaniyle 5 yıl diktatörlük etti, dâvası ve

mefkuresine ait hiçbir yenilik getiremedi. 59 yaşında, sade-

ce iktidar makamı hırsına hizmet etmiş olarak öldü. Ondan

sonra tekrar (Monarşik - Krallık) idaresini getirmiş olan İn-

giliz milleti, bu defa, (Kromvel) başı kesilmeye götürülür-

78

içen değil de, mezardan çıkarılıp bir değnek üzerinde gez-

dirilirken, ona iktidarında gösterdiği coşkunluğu esirgemedi.

(Kromvel)in canlı başına «yaşa!» diye bağıranlar, bu defa,

diktatörün ölü kafasına «yuha!» çektiler... Halk budur; ve

«hiç»in ihtilâlcilerine düşen akıbet, bu...

AMERDKA İSTİKLÂL SAVAŞLARI

Yeniçağ boyunca 18'inci asır sonlarınadek ele aldığımız

Batı ihtilâl hareketlerinde Fransadaki kral darbeleri, mevzuu

ve gayemiz dışında olduğu gibi, 18'inci asrın Amerika İs-

tiklâl Savaşları da, bizim ihtilâlden anladığımız mânaya uy-

gun değildir. O, aslî cephesiyle dış düşmana karşı millî bir

ayaklanma, fer'î cepheleriyle de bir iç harp ve nihayet en

ehemmiyetsiz tarafiyle bir ihtilâl benzeridir. Onun içindir

ki, ihtilâli, bir bünyenin kendi kendisini bellibaşlı bir vahi-

de irca etmek üzere bölünmesi ve kendi kendisiyle boğazlaş-

ması mânasına ihtilâl, Resuller ve Nebilerin mutlak ve mü-

nezzeh kıyamlarından sonra, toprak üstü ifadesiyle, yeniça-

ğın ancak son iki modelinde görülebilir. 1789 Büyük Fran-

sız İhtilâli ve 1917 Rus İhtilâli... Ve onları takip eden kırın-

tı ve mıymıntı davranışlar...

Bu bakımdan en tafsilâtlı ve romanlaştınlmış tarafiyle

18'inci asır sonlarından hikâyeye başlayabiliriz.

79

BÜYÜK FRANSIZ İHTİLALİ

KRAL

Güneş Kral (14 üncü Lûi)den hemen sonra... Paris...

Gece... Kaldırımlarda bir süvari... Dört nala... içlerinde bay-

gın ve cılız kandiller yanan eğri büğrü fenerler... Bunlar

karanlığı büsbütün göstermeye yarıyor... ݺte süvari ta ya-

nımızda... Atın üstüne öyle yayılmış ki, sanki hedefine on-

dan evvel varacak... At da ard ayaklarını taşlara öyle çarpı-

yor ki, karanlığın koynunda kıvılcımlar çakıyor.

Süvari Belediye sarayının önünde durdu. Başına üşüşen

birkaç gölge ve bir fısıldaşma :

—Kral hasta! ı

—Ne?

—Kral hasta!

—Kral mı hasta?

—Evet!

—Ağır mı?

—Öyle!..

Belediye sarayının bomboş merdivenlerinde izbe kori-

dorlarında mırıltılar koşuşuyor.

—Kral hasta!

—Neredeymiş?

(Meç) de...

Nasıl olmuş?

Cepheye giderken hastalanmış...

Evet, kendisinden umulmaz bir hamaratlık olarak şark

sınırlarındaki ordularına başbuğluk etmek üzere Paris'ten

ayrılan (15. Lûi), birdenbire (Meç) kasabasında hasta düş-

jnüş, adetâ ölüm döşeğine serilmişti.

Haberi getiren süvarinin atından fışkıran kıvılcımlar

koyu karanlığın kuyusunda sönerken, ağzından çıkan şerrâ-

re bütün Paris'i yaktı. Ortaçağın çizgilerini henüz üzerinden

silkeleyememiş olan şehir, gece yarısı uykudan silkindi. Bir

arı gibi vızıl vızıl dolaşan haber hangi evin simsiyah camına

çarptıysa tutuşturdu. Pencerelerin hepsi titrek mum ve kan-

dil ışıklariyle içeriden canlandı.

Fransızların, krallarına karşı sevgileri ne taşkınmış me-

ğer!...

Bütün Paris yatağından fırlamış yarı giyimli, yan çıplak,

sokaklarda... Şehirde mahşeri bir şamata... Herkes koşuşu-

yor, birbiriyle işaretleşiyor, birbirinden bilgi soruyor. Kim-

se ne diyeceğini, ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyor.

Hiç tanışmıyanlar, kırk yıllık ahbap gibi başbaşa, kulak ku-

lağa... Meydan, köşe, bucak, insan sellerinin birikintileriyle

dolu... Kral sevgisi öyle taşkın ki, güya Paris tek bir çatı-

dır; ve bu çatının altındaki tek aile, ölüm döşeğine serili

babalarının derdine düşmüştür.

Acı çan sesleri... Başta bir Orta-çağ tuğrası halinde yük-

selen (Notre Dame de Paris), Paris'in bütün kiliseleri çanla-

rını çalıyor. Kiliselerin büyük tunç kapılan ardına kadar

açık... içerileri, yanan mumlardan pırıl pırıl...

Kısa zamanda kiliseler adam almayacak hale geldi. Kra-

lın iyileşmesi için dua ediyorlar. Ağlayan ağlayana... Papaz-

lar teessürlerinden duayı bitiremiyorlar, onlar da halkın

iniltisine katılıyorlar.

Böyle oldu.

Bir kaç ay sonra Kralın iyileştiği haberi gelince, bu

olanların daha müthişi meydana geldi. Bu defa afiyet habe-

rini getiren süvariyi, bütün Paris kucakladı; atını öptüler ve

postacıyı zaferden dönen bir (Sezar) gibi sokaklarda, el üs-

tünde taşıdılar. Halk denilen o bin başlı ejderin sevinç ulu-

80

İhtilâl/6

81

malan göklere yükseldi. Zira Fransızların havaî, hafifmeşrep

Kralı (15. Lûi) iyileşmiş kurtulmuştu.

Tarihçinin dediğine göre :

«— 18 inci Asır'da Fransızların bütün ümidi Kral'da

idi. Halk, ne rahip sınıfından, ne de zadegandan bir şey bek-

liyordu. Memleketin iyiliği, refah ve saadeti ancak Kralın

lütuf ve inayetine bağlıydı.»

ݺte 18 inci Asrın sonlarına kadar asırlarca süren Kral

telâkkisi!.. Ve kendisini Kral'da fâni gören ve ona hiçbir

mesuliyet kondurmayan bir cemiyet.

Bu yüzdendir ki, Büyük İhtilâli anlamak için, ona te-

kaddüm eden günlerden, İhtilâlin tohumunu eken müessir-

lerden ve o berbad zamanda bile krala duyulan saygıdan işe

girişmek lâzım...

(15'DNCD LÛD)

18'inci Asrın ilk çeyreğinin dolmasına 2 yıl kala rüşd

yaşına girdi ve (Orlean) Dükünün vasiliğinden sıyrılarak

kendi öz hüviyetiyle Fransa tahtına kuruldu.

Uzun boylu, sağlam yapılı, güzelce bir adam... Fakat

basit mi basit... Meraklarından biri avEl işlerinde de

hususî bir maharet sahibi... Miskin işlerle uğraşmaya ba-

yılırdı.

Sarayda konuşmalar:

—Kral nerede?

—Geyikli salonda; enfiye kutusu yapıyor!

—Kral nerede?

—Aynalı odada; nakış işliyor!

—Kral nerede?

—Hususî mutfakta; yemeğe nezaret ediyor!

Bir günkü hali başka bir günküne uymazdı. Bir gün ga-

yet mağmum ve mahzun bir gün de son derece neşeli ve

uçarı... Denebilir ki, tamamen sathî bir tip olduğu halde,

bazen (Prens Hamlet)in melankolisini yaşamakta, bazen de

82

'"*^

• "•' • ''"•*

şımarık bir saraylı hafifliğiyle tepinip zıplamakta.*,- - Ti

Fakat bunların ne değeri var? Genç Kral, tarihin pete

geyrek kaydettiği bir şehvet düşkünüdmv.HStarçak ve miskin

ihtiraslar; ve sonra dizginsiz, dipsiz birnjea'vaniyet... (15î

Lui)nhı en sadık toroğrafı budur. u svutîc-^ . ;, J

Damarı tuttuğu zaman, gelsin sofraj Iş&aaîp,-. :kumar asa

hele kadın... Sabahlara kadar değil, nice güntetin. birbirine

ekli sabahlarına kadar böyle...±ı&& :;;<«• .-i

Onun, ufak-tefek işlerde bilgi sahibi olduğunu • görmeM

hayret verici bir şeydi. Meselâ kilise törentahai,- "teşrifatını

pek iyi bilirdi. - sxmiH-

Hasis, müthiş hasis... Şahsına ait parayı sarfetmekte

sefalet derecesinde pinti... Malikiyetlerin eh zengini içindd

büsbütün daralan ve kendinden, nefsinden ,%îr şey harcayaî

mayan karakter...î

Çocukluğunda gayet yaramaz ve barbar.«-!<Jmru boyun-

ca merhametsiz ve müstehzi kalan bu adarör -çöctikluğuridi

hasta bir vahşet örneği... Hep de öyle MtMı.-Sakatlara ame-?

liyat işkencelerinin acısından, ihtiyarlara ölüm ve mezar köre

kuşundan bahsetmeye ve o zaman bu zavalMSrıh aldığı dehî

şet tavrını seyretmeye bayılırdı.'=1 •-' " ' .'*

Her şeyde ve müşahhas plânda bir' sm-arardt: Her taşı»

altında saklı bir şey vehmederdi. Kendi öz duygularını pee

çeler, başkalarını .peçesiz görmekten ve yakalamaktan saadet

duyardı.- »•"D:T" '-•&?••• *

Kapalı kapılara kulak verip içerisini -dinlemek... Anah-

tar deliklerine göz uydurmak... Gizli pencerelerden, hususî

deliklerden measdiven başlarını, aralıklartrgözetlemek... Bun=;

lara biterdi. Bir (vale)nin bir hizmetçi kızı sıkıştırdığına^

bir mabeyincinin rnajırem yerindeki cebine-"altınları indir-

                                                       ediğine şahid oldu mu, muradına ererdi. «S^ÎT?-

Kendi nefsiâe-^fearşı bu kadar hajâsHr- olmasına rağmen

zahiren utangaç... Sefirlerin kabul merasiminde kızarır, bol

zarır, dili tutttkup kekelerdi. Fakat âşsitendi tabiî plânına

düşünce bu halteMen ne bir eser, ne -bir şey... Nedimlerine

uzun nutuklar çeker, onlara zarafet-'ImiSBHeriı-îgösterir, hele

kadınlarla görüşmelerinde mücessem bir terbiye ve nezaket

83

kesilirdi. Böyleyken, hizmetçilerle senli benli, yakası

mış lâflarla konuşmaktan, (argo) tabirlerini kullanmaktan

çekinmezdi.

Dedik ki. Kralın aslî cephesi şehvaniyet... Bir tazının

sadece koşmak için yaratılmış olması gibi, her haliyle, mis.

kin ve entipüften faaliyetleri arasında devamlı ve esaslı ola-

rak tek bir hedef belirtiyordu: Kadın...

Bir kamusun sahifelerince içinde kadın bulunan büyük

harem sahibi Şark sultanları da hesapta, (15 inci Lûi) kadar

kadına tutkun ve kadın kolleksiyonuna malik bir Kral var

mıdır, bilinemez.

(Don Juan)'a yanaştırılan, tâbirle (Odora di Femina .

kadın kokusu) onu yakmış, kavurmuştu. Her taraf kadın

kokusu, dalga dalga öldürücü kadın kokusu; o da, titrek

burun delikleriyle yalnız bu kokunun izinden giden bir

hayvan...

Güya, bazan yüksek ihtiras derecesine çıkan şiddetli bağ-

lılıklar göstermiş... Seyrek de olsa hastalık nöbetine tutul-

muşçasına yana yakıla sevmiş... Biz, bu teşhise inanmıyo-

ruz. Onda sevgi hayvanca bir mizacın teskini hırsından baş-

ka bir şey değildi. Ender olarak tutulduğu nöbetler ve gös-

terdiği bağlılıklar, bu hayvani hırsın, sanatkâr kadın ellerin-

de, bir türlü doyurulmamasından, kandırılmamasından doğ-

ma bir bunalım...

En fazla yakınlık gösterdiklerinden (Madam do Pompa-

dur)un cenazesi (Versay)dan Paris'e nakledilirken hava çok

bozuk... Şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor, bardaktan

boşanırcasına yağmur yağıyor... O zaman bu garip tip, alnı

yağmurla camda, en ileri gözdesinin tabutuna bakarak de-

mişti ki:

— Vah, vah! (Madam la Markiz) pek fena bir havada

seyahate çıkıyorlar!

Ve hemen arkasını dönüp pencereden uzaklaşmış,

kendisine yeni ufuklar aramıştı.

Bu en feci anlarda bile korkunç derecede hayvani ve

müstehzi adamın, ne gariptir ki aile hislerine benzeyen

duygulan, yahut yine hayvani insiyakları eksik değildi. Me-

84

selâ kızlarını etrafına dizip konuşmaktan, halleşmekten hoş-

landığı olurdu. Fakat onların da ölüm ve felâketlerini ka-

yıtsızlıkla telâkki eder, facia levhasına bomboş gözlerle ba-

jup bir iki hissiz lâf ettikten sonra çekilip giderdi.

Küçük yaşta anne ve babasını kaybetmişti. Ne annesi,

luce ve sevimli Savua Prensesini, ne de babası, akıllı ve

dirayetli Burgunya Dükünü tanıdı.

(Vilrua) isimli, boş, mağrur ve heybetli bir ahmak, ona

mürebbî oldu.

Gençliğinde, uzun zaman, zehirleneceği korkusu içinde

yaşadı. Tahta geçtikten sonra, vasilik devresinin aşağılık

muamelesinden başka bir şeye şahid olamadı. (Flöri) isimli

Kardinalin küçültücü nüfuzuna kapıldı, hizmetçileriyle yüz

göz olarak vakit geçirdi. Sonra sonra da, devlet büyükleri-

nin riyakâr, desiseli söz ve hareketlerini görür, farkeder

gibi olmaya başladı.

(15. Lûi), içtimaî mânada tek alâkaya sahip olmaksızın

yalnız kendi nefsine âşıktır. Eşi gelmemiş, nebati bir hod-

bin... Pek ufak bir anlayış gösterdiği anlar büsbütün yok de-

ğil... Amma, selefi (14. Luî)nin aynı hodbinliği değiştirebi-

len, örten, içtimaîleştiren, devletleştiren azametli asaletin-

den, vazife hissinden, memleket alâkasından, Kral edasın-

dan kendisinde bir iz namevcut... Hasis nefsine, sıhhatine,

keyfine, saf asına bağlı olmayan her şeye namütenahi uzak...

Ne irade kuvveti, ne fikir zevki, ne prensip bağlılığı... Derin

bir ahlâk ve şahsiyet zaafı; ve onun gerisinde sadece be-

himî bir hırs ve iştah... Bunun neticesi de, olanca hükümet

nüfuzunu nedimlere kaptıran marazî bir alâkasızlık...

Bütün ömrünce, hem de sayısız eğlenceler içinde yalnız

canı sıkıldı. (15. Lûî)nin can sıkıntısı muazzam bir mevzu

olabilir. Bu hal onun ruhundaki boşluktan geliyordu. Kan-

mayan şehvâniyeti ve eğlenceye saldırışı da aynı derin can

sıkıntısının galiba renk renk maskesi...

En çok sevdiği şey, kadın da dahil, kendi ferdî iştah-

larıyken onlarla da yetinemedi. Hayattan, tabiattan, varhk-

a«, mânadan, insandan, cemiyetten, devletten, haşmetten

nerşeyden nefret etti. Böylece, kendi devrindeki işlerle be-

85

raber, kendi şahsiyle de, tohumlan havada uçuşmaya bas

laya'naBüyMrîhtilâlin, acıklı bir remz halinde sebebini tes

kil

>- Krallâgmî, el dokunulmak ve hatâ etmez bilen Fransız.

ları, ihtilâte,- onu fikirde hazırlayanlardan ziyade hükümda-

t^pi davet etmiştir.

A 'DSYAN YOLU

^Nihayet kırk yaşından sonra, dünya batsa krallarına

sşvğilerL batmayacak olajı tebaasının umumî nefret duygu-

sunu bir,, hamur kâr gibi, yuğurmaya, bu hisse maya tuttur-

.4.;îv'i -----.

maya muvaffak oldu. ݺte bunu (15. Lûî)den başka kimse,

hiçbir seciye başaramazdı. Bu muazzam beceriksiz, nihayet

Fransız krallarının millet kalbindeki asırlık sevgi ve bağ-

hlık ağacpı tâ kökünden ve lif lif sökmeyi becerdi.

Heajüz kimseden, hiçbir hareket görünmediği halde

milletten- kendisine : doğru gelen belirsiz nefret dalgasını

sanki gözleriyle görüyormuş gibi Paris'i büsbütün bırak-

tı. (Versay)a çekildi. Oraya kapandıktan sonra Payitahtına

hiç ayak atmaz oldu.

= ; Fakat sık sık uğradığı (Kompiyen)e gitmek için Paris-

tea -geçmeye mecburdu. Ne yapsın? Hâlâ küçük bir tebes-

süm karşılığı baştan başa avlayabileceği tebaasını, bu vic-

dan tırmalayıcı insanları^ görmek istemiyordu. Ne yapsın?

Tebaasının suratından, kılığından, tavrından, artık gittikçe

dayanılmaz hale gelen açlığına, sefaletine, göz yaşına kadar

iğreniyordu. Ne yapsın?

Çaresini buldu. (Versay) ile (Kompiyen) arasında, arka-

lardan dolaşan, izbelerden geçen kaçak bir yol yaptırdı.

Yalnız şahsına mahsus ve Fransayı görmekten kaçan tünel

veya havaî hat gibi bir şey...

Ve bu yoldan gidip gelmeye başladı.

Halk, o binbir başlı ejder de bu yolu cehennemi göz-

jerle süzdü, yüzü kin ve nefret kırışıklariyle doldu, yelesi

diken diken, uçuk dudakları kıpırdadı:

«— İsyan yolu!...»

Halk, yolu isimlendirmişti. Halbuki isyan ile ihtilâl

arasında henüz ne büyük fark vardı, «îsyan» kelimesiyle

«ihtilâl» kelimesi arasında, Fransızca telâffuzlarının, işti-

kak birliğini gösteren yakınlığına rağmen hem fark büyük,

hem de isyana bile yol çok uzaktı. Nitekim bir devre son-

ra, aynı iştikak yakınlığının, patlayan ihtilâli, Kral (16.

Lûi)ye basit bir isyan gibi ifade ettiren hazin cilvesini göre-

ceğiz. Kelimelerle vakıalar arasındaki ebedî dram...

Ve işte bu yol, şeamet ve nuhuset kıvnmlariyle bükü-

len yol, halkı, bütün mefhum, kelime ve hareket iştikak-

lariyle ihtilâle davet ediyor, ona zorla ihtilâli öğretiyordu.

İhtilâl motorunun benzini olan açlık da gelip yetişmiş,

herşeyi, bütün mekanizmayı tamamlamıştı.

Fakat (15. Lûî) hiçbir şey anlamıyor, hiçbir şeyin «olur»,

ve «olmaz»ım düşünmüyordu.

Bir gün, âdeti icabı avda, (Senar) ormanında... Etrafın-

da cicili bicili asilzadelerden, besili köpeklerden, yumurta

sağrılı küheylânlardan başka bir şey olmadığı halde, nasıl-

sa birdenbire bir çalının içinden zuhur etmişçesine bir köy-

lüye rastgeldi.

İki büklüm, palaspareler içinde, sırtında bir tabut ta-

şıyan köylü... Evet, önüne çıkıveren bir köylü ve sırtında

bir tabut...

Durdu. Elinde kamçı, burnu havada, taazzumla köylü-

ye baktı. Köylü de ona baktı ve bir ân durakladı. Bir şey

sormak, bir lâf etmek gerekiyordu:

—Tabutu nereye götürüyörsün?

—Ormanın ilerisinde, bir kulübede ölen birisine...

—Erkek mi, kadın mı?

—Erkek!

—Neden öldü?

—Açlıktan!

Bön ve nefsanî Kral, tarihçiye göre «ölen meçhul ada-

mın eski Fransa, tabutun da Krallık tabutu olduğunu his-

86

87

sedemeden» bu palaspâreler içindeki iki büklüm köylüye

nefret ve tevahhuş gözleriyle baktı; ve sonra dört nala

avlanacağı yer istikametinde koşmaya, yani kaçmaya başladı

(15. Lûi)nin kafasında hükümet, mefhum ve mâna ha-

linde değil de, bir çocuğun oyuncaklarına malikiyeti gibi

bir hisle, bir nevi ferdî mal... Onda başka hiçbir fikir

ve hak ölçüsü aramayın! Haşmetli (14. Lûi)den şu farkı

vardı ki, ilki, nefsinde düğümlediği ve yalnız şahsına bağlı

bildiği bütün bir vatanı, vatan olarak görebiliyor, nefsini

onda aksettiriyor, onda seyrediyor, kendisine vatanın ay-

nasında âşık oluyor; berikiyse kendi haris ve kaba zatın-

dan başka hiçbir şey göremiyor, bilmiyor, anlamıyor ve

yalnız bütün gördüklerinin öz malı olduğunu sezmekten

başka bir şey düşünemiyordu. Her şey kendisinindir; top-

rak deniz, şato, altun, hayvan, insan, ırz, namus; işte o

kadar!

Mürebbisi cahil ve ahmak (Vilrua), bir gün onu, sara-

yın büyük penceresine yaklaştırmış ve sarayın önünde top-

lanan dalga dalga halk yığınlarını göstererek ilk dersini

vermişti:

—Haşmetli efendim; gördüğünüz her şeyle beraber

bunların hepsi sizindir!

O da, selefinin şahane tavırlariyle beraber bütün saray

halkının her ân teyid edici edasından sızan bu akü almaz

iddiaya, asırlardır ayakta tutulan bu hayale, inanmıştı. Her

şey onundur!

Fransız krallarından çoğuna hâs bir dindarlıkla, küçük-

lüğü ve küçülebileceği, günah işleyeceği ve ceza çekebile-

ceği, onca, yalnız Hıristiyanlık çerçevesinde makbul... Fa-

kat kral olarak hiçbir zaaf ve mesuliyet kabul edemezdi.

Ölçüleri:

—Kral, Allahtan başkasına, hesap vermeye mecbur de-

ğildir!

(15 Lûi), son günah çıkartısında söylediği bu sözü, ölüm

yatağında tekrar etmiş ve başkalarına da tekrar ettirmiştir.

Bir işte aldanır veya aldatılırsa cevabı şu:

88

—Can sıkıcı bir şey amma ne yapayım? Tasa çekmeye

değmez!

Hükümet işleri, yolunda gitmez, her şey allak bullak

olursa mütalaası şu:

—Müteessirim! Fakat hükümet idaresinde hatânın ci-

nayet sayılmayacağını zannederim.

Parlâmento ve (Cizvit) meselelerinden bahsederken de-

miştir ki:

—Bu adamlar kavga ve şakalariyle canımı sıkıyorlar.

Bu gidişle devleti büsbütün karıştıracaklar... Galiba bu

haller, biz hayatta kaldıkça sürüp gidecek...

Böylece, hadiselere karşı tamamen alâkasız ve iradesiz,

hattâ tâbi ve mahkûm bakışını belli etmişti.

Devletin hazinesi onun cebi... Kral şahsî malım dilediği

gibi saçar. Yalnız kendisinin bileceği iş... Hiç kimse burnu-

nu sokamaz, bir şey söyleyemez. Bu mevzuda hassasiyeti

büyüktü.

(14 Lûi), başvekili (Mazeren)in ölümünden sonra hükü-

met işini bizzat idare etmişti. (Lûi)lerin 15 incisi ise baş-

vekili yokken bu makama birinin lâzım olduğunu bile takdir

edememiştir.

O, yalnız şunu bilirdi: Taht etrafında nüfuz kazanmaya

çalışan tiplerin gayretini, pasif bir sezişle, binbir hile ve

desise kullanarak bozmak, onları pusuya düşürmek... Am-

ma bu, «fena»ya mani olmak fikrinden değil, bir nevi mu-

ziplik zevkinden geliyordu. Mücerred «iyi»ye karşı ise hiçbir

fikir ve teşebbüsü yoktu. Hiç kimseyi takdir edip belli başlı

bir iş fikriyle iktidar mevkiine getirmez; sadece gelenleri,

sanki kendisine rağmen gelmişler gibi, birbirine düşürmek-

ten ve tepetaklak getirmekten sonsuz bir zevk alırdı.

Nihayet, cüce şahsiyeti icabı, kral, birbirine düşürdük-

lerinden, birinin nüfuzundan çıkıp öbürünün nüfuzuna gi-

rerdi. Her işde kendisinin hareket saiki de, şüphe, nefret,

tereddüd, yees, kin, bezginlik...

(14 üncü Lûi), zamanının büyük payını devlet işlerine

vermişti. Oysa, nazırlar meclisine, pek nadir, münzevî bir

emeklinin gürültülü kalabalıklara karışması tarzında pek

89

vx*

seyrek reislik ederdi. Nazırlar Meclisinde o kadar canı sıkı-

lırdı ki, hiçbir mektep kaçağı, sevmediği dersten bu kadar

sıkılmamıştır.

Bir gün, işin bu tarafını, son derece zarafet ve ihtiyatla

sorar gibi olanlara, gerine gerine cevap vermişti:

—Devlet makinesini kendi kendisine işlemeye bıraktım!

Bir gün de bir telmihe; nazırların kötü icraatına ait

bir kinayeye karşı dedi ki:

—Böyle yapmak istediler... Kimbilir? Elbette bunun

daha iyi olduğunu düşünmüşlerdir.

(14 üncü Lûi) devri, sağlam prensipler, muvazeneli öl-

çüler, iyiliğine kanaat getirtmiş usuller ve değişmez esaslar

çerçevesiydi. Halefinin devrindeyse birbirini nakzedici ka-

rarlar, mütereddit hisler, temelsiz hesaplar, tam bir ibham

ve karışıklık, karanlık ve şaşkınlık ve derin bir boşluk;

ayniyle kralın seciyesine uygun biçimde Fransaya hâkim

oldu.

(15 inci Lûi), millet ıstırabının aks-i seda duvarı olan

(parlâmento)dan, ayrıca (Jansenist)lerden ve filozoflardan

nefret ederdi. (Cizvit)lerden de sadece korkardı. Çünki bun-

lar, Kraliçeyle veliahdın dostlarıydı. Tabiî bu korku, Krali-

çenin kısa nüfuz devresinde...

Vekilleri tarafından ısrarla müdafaa edilen Avusturya

ittifakına şüpheli gözlerle bakar; Prusya'ya yakınlık göster-

mekle beraber Prusya Kralını kıskanmaktan ve ona nefret

belirtmekten geri durmazdı.

Hâsılı, devlet gidişi bakımından, ne istendiği, ne dü-

şünüldüğü, nereye gidilmek ve nerede kalınmak arzusu bes-

lendiği meçhul bir devre...

VÜKELÂ

(15 Lûi)nin vekilleri, kralın nazarında birer maiyet

memuru, birer yazıcı... Şöyle böyle eli kalem tutar, lügat

paralar ve ezbere bir şey bilir katipçikler... Onun içindir

ki, vekillerinin hepsini avam sınıfından, küçük asillerden

90

ve hâkimlik mesleğindekilerden seçerdi. Büyük asillere,

nüfuzlariyle nazır tayin ettirirdi amma kendilerini nazır

yapmazdı. Rütbe ve makamların dağıtılması işi, bütün

kâr ve geliriyle, metreslerinin, nedimlerinin, büyük asilza-

delerin elinde... Bu kuvveti onlara bırakırdı da, kendince

bir tedbir diye onları fiilî iktidara getirmezdi. Belki de o

zaman kendilerini büsbütün büyüteceğini vehmederdi. Göz-

delerinden (Düşes de Şatoru) ve (Markiz do Pompodur) gibi

tipler, yatak odalarındaki muzafferiyet veya hezimetlere gö-

re nazırlıkları ve en yüksek vazifeleri dağıtır, değiştirir veya

geri alırdı.

(14. Lûî) devrinde vükelâ, uzun zaman iktidardadır.

Kralın kuvvetli desteği ve takdir ölçüleri böyle gerektirir.

Meselâ (Kolber) yirmiiki, (Lövva) yirmibeş yıl iktidarda

kaldı. (15. Lûî) devrindeyse herhangi bir entrika yüzünden

iktidara yükselen, başka bir entrikayla düşerdi. Maliye,

harbiye, hariciye gibi büyük ihtisas ve tecrübe isteyen iş-

lerde bile en müstaid ve muktedirleri, uzun zaman yerlerin-

de kalamadılar.

Kral, vükelâsı arasında hiçbir fertten emin olamadı.

Ava çıktığı zaman nasıl şikarının tuzağa düşmesini bekler-

se, öylece, hep, nazırlarından şunun veya bunun, ayağı ka-

yıp düşeceği ânı kolladı.

Kendi oda hizmetçisi, gözdelerinden (Madam do May-

yi)ye bir gün şöyle demişti:

— Muhterem Madam; size şaşmaz bir iş ölçüsü, sağ-

lam bir hareket düsturu takdim' edeyim mi? Hiç kimseye;

istisnasız, hiç kimseye emniyet etmeyiniz!

ݺte bu düstur, oda hizmetçisi; o, bir başvekilden çok

daha nüfuzlu uşak tarafından, sanki bizzat krala telkin

edilmiş, daha doğrusu temsil ettirilmişti, irade zaafı bu

kadar korkunç bir hükümdar...

KARANLIK ODA

Etrafındakilerin her hareketini inceden inceye tahkik

-ve tarassud...

91

Bütün zabıta teşkilâtı, âmme hizmetlerinden ziyade,.

Kralın bu tecessüs damarını tatmine memur... Her sınıf,

cins ve soydan türlü türlü hafiyeler tedariklendi ve koca-

man bir casusluk şebekesi kuruldu.

Kralın gizli haber alma teşkilâtının en parlak numunesi

«Karanlık Oda»dır.

Sonraları «Karanlık Oda Siyaseti» diye Kralın gizli dip-

lomasi tekniğine alem olan bu tâbir, Paris postahanesinde

bir odanın ismi...

Bir ihtiyar var... Nihayet asalet payesine de ermiş kor-

kunç bir fitne örneği... Herkesçe bilinen adı (Janel)... Ona

(Dhtiyar Janel) derler. ݺte bu (Dhtiyar Janel) postahanedeki

gizli idarenin müdürü... Emrinde, gayet usta, tecrübeli,

emin bir çok memur... Bunlar mektupları gizlice açmak ve

tekrar kapatmak sanatında üstad... Koca bir laboratuar

kurmuşlardır. Bir tarafta bir ocak, bir tarafta boy boy

incecik teller... Telleri ateşte kızdırıp hiç incitmeden zarfın

üstündeki balmumunu kaldırıyorlar, mektubu okuyup ye-

rine koyduktan sonra yine hiç belli etmeden aynı balmu-

munu zarfa yapıştırıyorlar. Balmumu ve üstündeki mühür

veya arma hiç örselenmiyor.

ݺte mahud ihtiyar, bu dessas kurt, «Karanlık Oda»

laboratuarında açılmış mektuplardan kopya ettiği kısımla-

rın dosyasını her sabah Krala takdim eder; dosyasını, Fran-

sa'nın şeref ve azametiyle mütenasip bir muahede itinasıy-

la sırmalı kılıflar içinde taşırdı.

Kral da, kahvaltısının peşinden, en lezzetli bir yemiş

olarak bu gizli dosyayı tadardı.

Sınıf sınıf herkes veya sınıf sınıf ileri gelenler ne düşü-

nüyor?... Bilhassa bunların iç hayat ve münasebetleri?...

Şunun bunun dalaveresi, büyük aile kadınlarının rezalet-

leri?... Her türlü dedikodu, buram buram şayia ve çeşit

çeşit entrika?... Vükelânın perde arkasında çevirdiği dolap-

lar?... Fikir budalası züğürt filozofların ne yapmak istedik-

leri?... Filân .falan...

ݺte bunları öğrenip ona göre tavır almak, Kral için

en dayanılmaz zevk... Hele asilzadelerle büyük rahiplerin

92

.aşk maceralarına ve entrikalarına nüfuz etmek ne keyf,

ne keyf!... Sonradan patlak verecek rezaletleri evvelden

bilmekle misilsiz bir gurur duyuyor; rütbe ve makam tak-

siminde, çil çil ihsan ve mükâfaat tevziinde, evvelden bildik-

lerini nazara alıyordu.

Oldum olası en sefil despot ve en âdi zalimlerin kul-

landığı bu usul, gün geldi, Kralın aleyhine döndü.

(Markiz do Pompodur), o, şuhluğu nisbetinde fettan

ve cüretkâr mahlûk, Krala haber verileceğinden korkmadan

ihtiyar casusu kendine bağladı:

—Mösyö, size son sözüm şudur: Hem Kralın daha

fazla ihsanına nail olmak, hem beni, yani yine Kralı kazan-

mak ister misiniz? Bunun aksi, sadece Kralı kaybetmek

değil, hayatınızı da elden çıkartmaktır!

—Evet, madam, anlıyorum efendim!

Artık gizli dosya, daha evvel Markizin Karanlık Oda-

sında muayeneye tâbi tutuluyordu. (Versay)m hâkimesi,

âşıkına nelerin haber verilmesini münasip görürse yalnız

onlar takdim edilmeye ve gerisi gizli tutulmaya başlandı.

Korkunç kadın, bu kadarla da kalmadı; kendi emelleri yo-

lunda sahte vesikalar tertiplemeye, düşürmek istediklerinin

ağzından yalan hiyanet mektupları yazmaya kadar gitti.

ݺte, bizzat kendi sefil âlet ve tertibinin, dönüp kendi-

sine ihanet ettiği, âciz, âcizlerin âcizi haşmetli Fransız

.IKralı!...

KRALIN SIRRI

(Konde) isimli prens... Mevki hjrsmdan zangır zangır

titreyen, sapsarı bir yüzle gezen adam... Gayesi, büyük

babası gibi kendisini Lehistan Krallığına getirtmek... Fakat

Lehistan tahtında bulunan Saksonya Kralı ve Fransa Velk-

ahtınm kayınbabası (3. Ogüst)ü nasıl düşürmeli? Cepheden

yapılabilecek, yahut yapılması elverişli görülebilecek hiçbir

.şey yok... Entrika... Tek yol bu...

93

Kralın himaye ettiği bu fikri tatbik mevkiine koymak

için Hariciye Nezareti ileri gelenlerinden (Tersiye) ile kralın

oda hizmetçisi (Löbel)i vazifelendirdiler. Fransa'nın Varşova

Sefiri (Kont do Bruli)ye de vaziyetten haber verildi. Sefir de

birbirine karşı çalışan iki efendiye birden hizmet etmek

gibi iki yüzlü politika yürütmeyi mizacına uygun buldu. Bu

vaziyet, karşılıklı oyun arayan, birbirini oyuna getirmeye

çalışan tarafların keşmekeşi halinde 18 inci Asrın 3 üncü

çeyreği dönünceye kadar sürdü.

ݺe bakın ki, bu gayet ahmak ve âciz tedbirlerin ismi

(Kralın sırrı)... (15. Lûi)nin şahsî dış politikası, sırrıydı.

Bu zavallı esrarın tek mümtaziyeti, zamanında gayet

İyi saklanılması, hiçbir tarafa hiçbir şey sızdırılmamasıdır.

O kadar ki, esasında gülünç hamakat tedbirlerinden başka

bir şey olmayan bu oyunlar, sırlar, bir zaman tarihî birer

muamma sanıldı. Fakat bugün ortada sır diye birşey kal-

mış değil...

Lehistan Krallığı hülyası bu kadar çocukça, aptalca,

mecnunca idare edilir ve sadece «Kralın sırrı» adına müt-

hiş bir gizlilik muhafaza olunurken, resmî hükümet meka-

nizması her şeyin dışında kalıyordu. Nitekim Başvekil

(Şazöl) plânından kısmen haber alınca pek öfkelendi, (Ter-

siye)yi hariciyeden kovdu, fakat «Kralın sırrı» müessesine

karşı gelmedi. «-

(15. Lûi)nin bütün zevki, gizli diplomaside ve pireyS

deve yapan sahte esrar tertiplerinde devam eden çocuk

oyuncağı hevesi...

Gizli diplomasinin gizli memurları arasında mühimce,

mühim, pek mühim şahsiyetler de vardı. Meselâ, hürriyet

kahramanı meşhur (Mirabo)... Ondan başka (Britvil),Bayrı-

ca (Verjen), yine ihtilâl ordularının sonradan başkuman-

danı meşhur (Dümurye) ve (Bomarşe)... Bir de (Deon)

isimli bir şövalye vardı ki, aralarında en garibi... Müthiş

bir serseri, esrarlı bir macera düşkünü, tüysüz ve kadın

edalı biri... Bu adam, Rusya Çariçesi (Elizabet)in sarayı-

na nüfuz etmiş, Çariçenin hususî hizmetlerinde bulunmuş;

bir müddet sonra da aynı sarayda Fransız sefareti kâtibi

94

olarak boy göstermişti. «Yedi Sene Muharebesi»nde (Dra-

gan) yüzbaşısı sıfatı ile parlak ve yiğit bir süvari zabiti

şeklinde endam arzetmiş ve oradan da siyasî memuriyetle

Londra âlemine, ingiliz salonlarına gönderilmişti. Erkek

mi, kadın mı bilinmez, kendisi bunların ikisini birden sak-

lar, yahut kadın olduğunu iddia ederdi. Nihayet erkek ol-

duğu bir gün katî surette gerçekleşince, (15. Lûi) bu iki

cins arası soysuz tipi kadın elbisesi giymeye mecbur etti.

(15. Lûî)nin gizli diplomasisi kralın esrar keyfini ye-

rine getirmekten, Fransa'nın halini soranlara «sus, sus;

bu kralın sırrı!» dedirtmekten başka hiçbir şeye yarama-

dı. Siyasî vakalar üzerinde hiçbir tesir gösteremedi ve sa-

dece kralın işleri cepheden kucaklamak ve hükümetini ona

göre idare etmek hususundaki aczini açığa vurdu. Gizlilik-

lerin kukla sahnesine lâyık olacak kadar zavallısına bile

«Kralın sırrı» gözüyle bakmak, kralın hükümetini büsbf

tün felce uğratmaya ve yalnız kralın sinsi zevklerini besle-

meye hizmet etti.

(15. Lûi)nin portresi üzerinde, teferruata kadar uzun tu-

tulan bu çizgiler, daima, her zaman ve mekânda ihtilâllerin

aradığı şartlar iklimini, idarî ve içtimaî vasatı belirtmek

içindir. Fransız Büyük ihtilâli (16 Lûi) devrinde patlamış

olsa bile, tesir ve tahrik kutuplarından başlıcası, «Güneş

Kral» dedikleri (14. Lûi)yi takip eden (15. Lûi)dir; fakat çok

defa olduğu gibi, bu işin ceremesini çekmek (16. Lûi)ye

düşmüştür.

VERSAY

Rüşt yaşına basan (15. Lûi) artık iradesine sahip ve

insanlara karşı mesuliyetsiz kral sıfatiyle Paris'ten (Ver-

say)a gelince ömründe bu sarayı ilk defa görüyormuş gibi

etrafına alık alık bakmaya koyulmuştu.

Adetâ rahatsız... 15'inci Asırda bütün cihana hakim

şaşaalı Fransız medeniyet ve irfanının güneş kralı (14. Lûi)

95

nin yıldızlı olan bu muazzam sarayı ona dokunmuştu. Her

fikir ve hesabın debdebe ve tantanaya feda edildiği şu muh-

teşem binada cadde uzunluğunda koridorlar, duvarlar ge-

nişliğinde pencereler, kavak yüksekliğinde tavanlar, konak

büyüklüğünde odalar, onun dar ve karanlık mizacına aykı-

rı... Rahatça, şöyle babacanvâri oturulacak bir köşe insanı

kucaklayıp mahremiyetine gömecek bir yer, yorgan altı giîbi

içine gizlenilecek bir bucak nerde? Her şey tabak gibi, geçit

resmi meydanı gibi açık ve göze batıcı bir tefrişat ocağı ner-

de? Buradan, merasim ve teşrifattan tiksiniyordu. Hayatta en

çok Fransa tahtının etrafındaki merasimden iğrenen ve onu

nasıl kaldırabileceğini düşünen yeni kral, elbetteki Versay

Sarayına bu haliyle tahammül edemezdi. Çok geçmeden

sarayda değişiklikler başladı. Usta ve halden anlayan mi-

marlar gözdelerin tarifi ile, kralın keyif ve zevkine göre,

küçük, gizli, mahrem içine kapanmış daireler, (pavyon)lar

yaptılar. Bu daireler aynı keyif ve zevke göre birer garso-

niyer gibi döşendi. Birbiri arasına da gizli merdivenler,

dehlizler, bilhassa ihmal edilmedi. Bütün bu tertibat, mah-

remliği ve derunîliği öyle hedef tutuyordu ki, pencereleri

bile ne içerden ne dışarıdan ışık sızdırır, kalın atlas perde-

lerle maskeli bulunuyordu. Büyük şömineler ve her tarafta

sırma püsküllü çıngırak askıları...

Yeni Kral (14. Lûi)nin süslü, ihtişamlı yatak odasının

yanında hususi bir yatak odası yaptırdı. Haşmetli selefi-

nin yatak odası bile kendisine batmıştı. Bu oda bitişikleri,

sarayın çevresinde ayrı ve ikiye bölümlü (kur do serf) ismi

verilen iç avluya nazır büyük balkona hususî bir kapı ile

bağlı... Kral bu kapıdan rahatça çıkar, aynı kattaki kızları-

nın dairesine uzanır, yahut hususi bir merdivenle alt kata

inerek ya (Madam de Pompadur)un apartmanına yahut da

yeni (Versay)ın en alâka çekici «küçük kabineler»! isimli

merkezi kısmına giderdi.

Yeni inşaat o tarzda yapılmıştır ki (Kur do Serf)in etra-

fında halkalanarak büyük sarayın içine geçmiş, anasının

vücudunda saklı bir kuş gibi, büyük sarayın gövdesi içine

saklanmıştı. Dört kat üzerine mutfak, kiler, çamaşır hane,

hizmetçi odaları, kütüphane, yemek, oyun salonları, istira-

hat odaları, labaratuar, metres apartmanları vesaire...

tşte (15. Lûi) imkân buldukça bu küçük saraya sığınır,

vakit geçirirdi. Sonraları merasim ve teşrifattan kurtulmak

için buradan pek nadir çıkar oldu. Derken, gezip tozmalar..

Gittiği yerler (Rammuyye) ve (Santiyyi)... Birinde akıl ve

zekâsını takdir ettiği (Kontes do Tulüz), öbüründe de hari-

kulade av takımlarını beğendiği (Dük do Burbun) oturuyor.

18'inci Asrın ortalarında artık küçük sarayda da rahat ede-

meyerek kendisini büsbütün gezginciliğe vurdu. Bu sirto-

larda bütün bir sene sarayda geçirdiği gecelerin sayısı 52

tane ...Tabii bu gezgincilikte hazineye müthiş israfların üs-

tüne binen aynı ve tahammül edilmez bir yük... Kral bir

çok yerlerde Fransa Hükümdarı gibi değil, zengin ve meç-

hul bir şahıs gibi yaşıyordu. Tamamiyle merasimsiz ve teş-

rifâtsız... Meclisine ancak seçilmiş davetliler girebilir, bun-

larla akran ve omuzdaş gibi hareket eder, hattâ zevk âlem-

lerinde, içki meclislerinde, arkadaşlarının kendisiyle alay

etmesine dahi göz yumardı.

Sarayın etrafında kümelenen kasabanın nüfusu her ân

terakkide... 1722 tarihinde on yedi binden ibaret olan (Ver-

say)ın nüfusu 1744'de ellibin... Sebebi pek basit, sade maaş,

paye, memuriyet ve insanların saraydan serpiştirilmesi de-

ğil, gittikçe artan, ziynet ve sefahetin de etrafına bütün bir

muhit çekmesi... Tufeyliler, Dalkavuklar, istismarcılar, sim-

sarlar, hep Versay kasabasında...

Aynı saray içinde yine ayn bir saray halinde kraliçenin

dairesi... Burası Krala ve metreslerine karşı bir muhalefet

karargâhı...

Zavallı kraliçe, krala ait unsurları, çizgiler, renkler, ara-

sında yeri ne kadar da silik...

Eski Lehistan Kralının kızı (Mari Leçinska)... Kadın

kokusu ile tutuşan aygır kraldan altı yaş büyük... îyi kalpli,

dindar, mütevekkil bir kadın... Bütün gün dairesinde kalır,

okur, resim yapar, piyano çalar, yine okur, çocuklariyle

uğraşır sonra yine piyano çalar ve nihayet esner, esner,

esner...

ihtilâl/l

97

Kocasını başlangıçta 10 sene kendisine bağlamış, iifc.

çocukları ikiz olarak 10 evlât doğurmuştur.

Henüz (15 Lui)nin bütün bir kısraklar harası kurmaya

kadar giden şehvet infilâkı olmadan tam 10 yıl, bütün yükü

bu kadıncağız çekmiş, nihayet bir gün bağıra bağıra, ken-

disini garip ve sonu gelmez bir mihanikiyete indiren bu

rolün bıkkınlığını ilân etmişti.

—Daima yatmak, hep gebe kalmak, boyuna doğur-

mak... Bu mu hayat?

(Mari Leçinska) bu halini ilânda biraz geç kalmıştı. Zira

hepsi işte bu kadar... Bundan sonra Kral kendi aile çer-

çevesi dışındaki kokulan almaya başlar başlamaz, Kraliçe

ile resmî teşrifatın gerektirdiği alakalardan başka hiç bir

münasebet sahibi olmamış, üstelik Kraliçeye sert, haşin

davranacak kadar küçülmüştü. Lehistan Kralının himaye-

siz kızı herşeye katlanıyor, şöyle diyordu:

—Sabır, sabır, sabır; susacağım!

Kral baş gözdesi (Pompadur)u Kraliçenin dairesine me-

mur edecek kadar yüzsüzlük gösterince, gülümsedi ve dedi

ki:

—Peki. Majeste, itaat ediyorum! Benim iki hükümdarım

var, biri gökyüzünden felâket zamanlarında teselli yağdırı-

yor öbürü de yeryüzünde ne emrederse boyun eğmek icap

ediyor.

(Mari Leçinska) daima sabır ve tahammülü ile büyük

kaldı. Onuncu izdivaç yılından sonra Kral birdenbire azın-

ca onu hiç kösteklemeye davranmadı. Haline razı oldu. Na-

zarî Fransa Kraliçesi yaftası altında Krala karşı bir abla

rolü oynadı ve yalnız çocukları ile meşgul oldu. Kral da

onu kendisine musallat olmadığı sürece saydı. Hattâ ölüm

döşeğinde biraz fazlaca alâka gösterdi.

Eski Lehistan Kralının kızı (Mari Leçinska) 24 Haziran

1768'de sihirbaz metreslerin Krala Hindistan'dan kuvvet

macunları getirtip yedirdiği devirde (Versay) sarayının yal-

dızlı gurbet köşesinde altmış beş yaşında gözlerini kapadı.

(Mari Leçinska)dan bir sürü (madam) doğmuştu. Kra-

lın kızları... Kralın kızlarına, mânasının üstünde bir hür-

met delaletiyle (madam) denir.

(15. Lûi)nin 8 kızı vardı, îkisi çocukken öldü. Kaldı mı

altı prenses? Bunlardan en küçüğü (Lûiz) içini dolduran

dini hislerin dürtüsü ile 1770 tarihinde (Karmelit) manas-

tırına girdi, dünyadan el etek çekti. En büyükleri (Elizabet),

(5. Filip)in oğlu (Filip do Parm) ile evlendi ve 1759'da öldü.

Ondan sonraki (Anriyet), (Dük do Şart)ı sevdi ve onunla

evlenememekten doğan acıyla ancak 1752 yılına kadar yaşa-

yabildi.

Böylece sayın madamlardan yalnız (Adelayt), (Viktuvar)

ve (Sofi) isimli üç prenses kalıyordu.

(Adelayt), kibirli, patırdıcı, şirret... Rahipler sınıfının

en sadakatli taraftarı... Avusturya ile ittifakın ise amansız

düşmanı... Kral üzerinde nüfuzu büyük... Yeni bir dünya

arayan ve eski nizamları münakaşa eden filozoflar takımın-

dan ve hele (Markiz do Pompadur)dan tiksinir, bunlar hak-

kında entrikalar tertibine kadar giderdi.

Ya Veliaht?... Unuttuk mu? Unutulsa da yeri... O ka-

dar şekilsiz, hacimsiz... Annesi kadar mutaassıp, kızkar-

deşi (Adelayt) derecesinde kibirli ve öfkeli... Tam bir in-

ziva hayatı geçiriyor, fakat etrafında cereyan eden hadise-

leri de gözden kaybetmek istemiyormuş gibi duruyor...

Ama hiç bir şahsiyet ve teşebbüs gücü mevcut değil... Bi-

rinci karısının ölümünden sonra Saksonya Kralı (3. Ogüst)

ün kızı (Mari Jozef)le evlendi.

Hâsılı Kraliçe kendi halinde ve inzivasının kalın hisa-

rında, (madam)lar küçük ve şımarık teselliler peşinde, Ve-

liaht büsbütün zaman ve mekân dışında ve hepsi, bembe-

yaz kâğıt üzerine tebeşirle çizilmiş insan şekilleri gibi h

vadan tipler...

Geriye hükümdarlık hanedanına bağlı prenslerle büyük

asiller, gözdeler, metresler kalıyor.

Sarayın gözünde şüpheli bilinen (Orlean) Hanedanı

(Versay)a pek nadir uğrardı. Kralın çocukluğunda naiplik

eden Orlean dükünün oğlu, babasına hiç benzememişti.

Kendisini ilme, fenne, bilgi zevkine vermişti.

98

99

(Sent Jönevyev) Manastırında ilim ve fen, hususiyle

lisan ve din tarihi okuturdu. Onun oğlu da muharrirler ve

şairlerle gayet sade bir hayat sürerdi.

(15. Lûi)nin müsamahası ve kötü idaresi sayesinde ser-

vetini üç misli yükselten (Burbon - Konde) Hanedanı, deb-

debe ve ihtişam içinde... Bu Hanedanın vârisi olan (Prens

do Konde), parayı çılgınca sarf eden bir zevk ve alâyiş düş-

künü... Tertiplediği ziyafet ve eğlenceler, binbir gece ma-

sallarına eş... Şatosunda yaptırdığı tiyatro sahnesinde sa-

hici bir şelâle akıyordu. (Pale Burbon) isimli Hanedan Sa-

rayına sarfettiği, tam 12 milyon frank... Kralı bile imren-

dirici, onun da gözünü kamaştırıcı bir ihtişam... (Prens do

Konde), ilim ve sanat ehlini himaye eder, fakat (Ansiklo-

pedi)cilerin aleyhinde bulunurdu. (Cizvit)leri müdafaada

ateşli... Sırasında Kralı tenkit etmekten ve idare tarzı aley-

hinde atıp tutmaktan ürkmez, saraydaki gözdelere âşıkane

mülazemetlerden geri kalmazdı. Büyük ihtilâlden sonra

asiller ordusuna kumanda eden işte bu zat...

Genç ve güzel (Prens do Konti), Konde Prensinden da-

ha müsrif, daha hovarda, daha dağınık... Şu mahut Lehis-

tan Krallığı dâvasında «Kralın Sırrı» isimli aptallığa mevzu

teşkil eden sapsarı benizli muhteris asîl... O da bütün ken-

disinden olanlar gibi yeni fikirlere düşman...

Dillerde pelesenk:

— Bırak şu fikri!... «Yeni»lerden o... Kafası ezilmeye

lâyık!...

O zamanın «yeni»den nefretiyle, son zamanların «es-

ki »den nefreti, tersinden birbirinin aynı... (Prens do Kon-

di), (Kraldan, borçlarını ödeyeceği bahanesiyle) tam bir

buçuk milyon frank almıştı.

Kral, hükümdarlık ailesine bağlı, prenslere, elbette ki,

emin bir gözle bakamazdı. Sarayda bir memba gibi kayna-

maya başlayan insanlar Hanedan dışı asilleri saraya cez-

bettikçe. Kral, bunlardan etrafına bir halka çekmeyi ve

Hanedan prenslerini uzak tutmayı münasip gördü. Bu soy-

dan zadeganın başında, keskin zekâ ve parlak zarafetinin

peçelediği korkunç ahlâk yaraları taşıyan (Rişliyo) Dükü...

Onun yanında da (Drajanson)... Duygu ve düşüncelerini sak-

lamaya, yahut başka türlü göstermeye kabiliyetli, iki ünlü

senyör... Harika tertiplerde tecrübe ve maharet sahibi

(Moropa); hicviye ve destanlarıyla herkesin gözünü yıldıran

sanatkâr mizaçlı efendi... Kralın sırdaşı, hassa zabitlerin-

den (Dük Dayon)... Herşeyden şikâyetçi mütaazzım (Prens

do Böv)... Asilzadeler sınıfı içinde en üstün zekâlı, zadegan

hakları müstesna, bütün hakların kaldırılmasını isteyecek

kadar ileriye gidici bir (Dük)...

îyi ama bütün bu gözde zadeganın, hükümdar nedimle-

rinin servet ve saadeti emniyet altına alınmış değildi. Kü-

çük bir entrikayla her şey alt üst olabilir, hafif bir hava

değişikliğiyle bütün imtiyazlar elden gidebilirdi. Nasıl ki,

(Rişliyo), (Drajanson) ve (Moropa), baş metres (Madam do

Pompadur)un kaprislerine feda edildiler. Ama yine herke-

sin nazarı sarayda ve gözdelik, nedimlik makamında... Bu

iş, ne kadar belâlı olursa olsun, herkes nimeti yine onda

buluyor, saraya nüfuz edip Kralın yakınları arasına katıl-

mak için çevirmedik entrika, başvurmadık hile bırakmı-

yordu.

Ve metresler, metresler, metresler... Büyük Fransız

ihtilâlini hazırlayan âmiller arasında (15. Lûi)nin metresler

saltanat ve hükümetini başa almak lâzımdır. Tâ Hindistan'-

dan getirilen türlü kuvvet ilâçlarıyla cinsî gücünü artırma-

ya baktıkları ve sersemleştirdikleri şehvet aygırı Kral, ye-

lesi sırtındaki kadınların, yuları da onu çeken saray adam-

larının elinde, tarihde eşine rastgelinmez bir nefsanîlik

«uyur - gezer»idir.

Romanı ciltler doldurabilecek kadar zengin bir metres-

ler saltanat ve hükümetlerinin teferruatına girmeden, yal-

nız kıymet hükmünü vermekle yetiniyoruz. Nitekim şapşal

ve sersem şehvet aygırının ölümü de âdi bir kadından ka-

pacağı çiçek hastalığı yüzünden olacak, (Lûi)lerin 15 incisi

kadın için yaşarken kadın sebebiyle ölecektir.

100

101

İHTİLÂLİN KRALI

1770 senesindeyiz... Kraliçe, (Pompadur), veliaht, ölmüş

ve (Şuazöl) iktidardan düşmüştür.

Şimdi ortada yeni bir nesil var:

Henüz 16 yaşındaki yeni veliaht ile, iki biraderi, (Kont

do Provans) ve (Kont d'Artua)...

Genç ve yeni veliaht, mürebbisi bir (dük)ten gayet

mahdut bir terbiye almıştı. Evden ve el işlerinden başka

bir şey sevmez, hiçbir mesele ile alâkalanmazdı. Şişman,

ağır, kaba, saçları darmadağınık ve elleri daima kirli bir

haylaz... Bütün gün, işi gücü kardeşleriyle kavga etmek

ve (15. Lûi) devrindeki Fransa'nın bu gidişine aptal aptal

bakmak...

İhtilâlin Kralı olacak ve (16. Lûi) ismini taşıyacak olan

bu kaba genç 16 Nisan 1770 de Avusturya İmparatoriçesi-

nin kızı ve yine ihtilâlin kurban Kraliçesi (Mari Antuanet)

ile evlendi. (15. Lûi)nin aksine, kadından hiçbir şey anlama-

yan bu tip, karısına kardeşçe bir alâka gösterdi. Genç

prensesin güzelliğine, zarafetine karşı bir hayli zaman hissiz

kaldı.

(Mari Antuanet) şuh bir kızdı. Fakat sebat ve irade

sahibi ve bilhassa iyi kalpli... Henüz on beş yaşında bir

çocuk... (Versay) sarayında kendisini pek yabancı bir âlem-

de hissetti. Avusturyalı olduğu için kendisine gayet şüp-

heli gözlerle bakılıyordu. Saray teşrifatından iğrenmesi,

zevk ve sefaya düşkün olması, gençlik şevkiyle daima ka-

yıtsız ve hoppa görünmesi, erkek ve kadınlar içinde gayet

mahdut kimselerle görüşmesi herkesin dikkat ve husume-

tim çekiyordu. Viyanah prens, daima tarassut altında tutu-

luyor, en basit hareketleri bile tecessüsten geçiriliyor ve

büyük bir kabahati bulunup Viyanaya iadesi için çareler

düşünülüyordu.

Genç ve parlak (Kont d'Artua) ile teklifsizliği, zarif ve

güzel (Prenses do Lâmbel) ile dostluğu, soğuk ve lakayt

kocasına istiğnası, hâsılı her hareketi dikkatle kaydolunu-

yor, en kötü şekilde tefsir ve tevil ediliyordu. (Mari Antua-

102

net)in düşmanları, her gün yeni bir iftira, yeni bir hücum

vesilesi aramaktan usanmıyorlardı. (15. Lûi) kendisini na-

zikâne kabul etmiş ve bir nevi himaye altına almıştı.

Bu yabancı Prensesin ayak bastığı sarayda yeni bir

ahlâk, yeni bir mizaç, cehennemi bir şiar moda olmuştur.

Bu yeni ahlâka göre aile rabıtası gülünç bir şey sayılmaya

başlanmış, zevcin zevcesini ve evlâtlarını sevmesi ayıp ha-

line gelmiştir. Şehvet düşkünlüğü, merhamet yokluğu, ma-

.cera hevesi, sefahat gayreti, zadegan sınıfının fârik sıfatı...

Sırf fenalık için fenalık, garez, kötü niyet, sadece nefs zevki

ve üstünlüğü, birer düstur gibi tatbik edilmekte... Hiciv,

teşhir, skandal, ayak kaydırma ve her türlü aşk ve feda-

kârlıktan mahrumiyet, büyük ihtilâle tekaddüm eden hazır-

layıcı günlerin farikalarıdır.

israf, israf, dağlar ve taşlar altun olsa dayanamıyacak

"kadar müthiş, mecnun bir israf... Malî ve iktisadî farika da

budur Pompadar'un tamamen şahsî ve zatî masrafına 40

milyon frank gitmiştir.

Ve hazinenin hali?... Metelik yok!... Ve halkın vaziye-

ti?... Onu, «Dsyan yolu»ndaki levhada... Halk baştan başa

aç... Fransa mahsulsüz, verimsiz, kurak... Sefalet, dere-

beylik devrinden çok daha üstün, çok daha derin...

Öyleyse bir ihtilâl için her şey hazır mı? Hiçbir şey

hazır değil; çünkü her şey hazırken onları sıfıra indiren,

tesirsiz kılan bir eksiklik var: İhtilâl şuuru!... ݺte henüz

o hazır değil!...

SINIFLAR

ªEHİRLER

VE ݪ HAYATI

O zmanki Fransa'da vergileri ödeyenler, askere giden-

ler, yalnız köylülerle küçük esnaf ve işçiler... Yani aşağı

sınıf halk... Halkın üst tabakası, rahipler, asiller ve (bur-

jua)ların zengin sınıfı hiçbir vergi vermez, buna mukabil

bütün memuriyetleri ve selâhiyetleri ellerinde bulundurur-

103

du. Asiller sınıfının zenginleri ve parlakları, eskiden olduğu

gibi köylerdeki malikânelerinin başında oturmaktan vaz

geçmiş, büyük şehirlerde oturmaya başlamışlardı. Sebep,

ticaret ve siyaset merkezi olan büyük şehirleri de artık par-

ya halinde kullanmaya başladıkları halkı merkezden istis-

mar etmenin kombinezonlarında rol oynamak... Paris'ten

sonra Ren, Dijön, Grönobl, Tulüz, Nant, Nansi, Eks, Mon-

pelye, Klermon, Liyon, Marsilya, Bordo, Nant gibi merkez-

ler, yüksek sınıfların başlıca topluluk noktalarıydı. Bu şe-

hirlerde inşa edilen, büyük binalar, artık büyük şehirlere

intikal eden merkezî istismar manzumesinin abideleri ha-

linde yükseliyordu. Kralın emirlerini kayıt ve tescil vazife-

siyle mükellef bir nevi mahkemeden ibaret bulunan parla-

mentolar, ile umumi mahkemelerin âzası, hükümet memur-

ları, gemi sahipleri, tacirler, sanatkârlar hep bu şehirler-

deydi. Büyük amele kitlelerini toplu halde çalıştıran fabri-

kalar ve makine manzumelerinin memur olduğu imal işleri

henüz vücut bulmadığı için sınaî kadrolar kurulmamış ol-

makla beraber o zamana mahsus tezgâh ve el işçiliğinin

merkezleri de büyük kasabalardı. O zamanlar dikiş iğneleri

bile elde yapılıyor ve bütün Fransa'da ancak birkaç falbri-

kamsı tesis bulunuyordu. Bunlar da, büyük şehirlerin yanı

başında, kenar mahallelerde bulunuyor ve pahalı çuhalar,

ipekli kumaşlar, halılar, porselenler gibi ziynet eşyası üze-

rinde çalışıyor, bir nevi yüksek sınıf ihtiyaçlarına cevap ve-

riyordu. Bunlarda da faaliyet el işine inhisar ediyor ve he-

nüz makine icad edilmediği için, basit, küçük ve iptidaî el

tezgâhlarından başka birşey mevcut bulunmuyordu. Binaen-

aleyh halk yığını halinde bir hamle ve hareket sınıfı diye

bir topluluk yoktu. Şehirlerde ikamet eden amelenin büyük

kısmı duvarcı, dülger, marangoz, terzi, kunduracı, ekmekçi,

kasap gibi küçük esnaftan ibaretti.

Şehirlerin nüfusu da pek az ve bugüne nazaran hay-

rete şayan derecede fakir... Meselâ o zaman dünyanın en

büyük şehri olan Paris ancak 650 bin nüfuslu bir belde...

Bugün Paris civarında bulunan büyük şehirlerin hepsi de

bir köy... Fransa'nın ikinci şehri olan Liyon'un nüfusu da

ancak 100 bin... Nüfusu 50 binden fazla şehirler sadece dört

tane: Marsilya, Bordo, Nanet, Roan... Gerisini tasavvur

etmek pek kolay... O devirde Fransa'nın yekûn halinde nü-

fusunu teşkil eden 25 milyonun ancak 3 milyonu şehir ve

kasabalarda yaşıyordu.

Paris'e, ihtilâl şuurunun merkezine gelelim:

Sokakları dar ve çamurlu... Bu kaldırmışız sokaklar-

da, asillerin, zenginlerin bindiği ziynetli ve haşmetli araba-

lar, burunlarından kıvılcım boşalan besili atların dört nala

hareketleri müthiş bir ölüm makinesi gibi geçer ve ekse-

riyetle önlerine çıkanı çiğneyip yere sererdi. Bu tarzda

çiğnenip yere serilenlerin, dönülüp arkaya bakılacak kadar

bile alâkaya erdiği yoktu. Aşağı sınıf halk, hayvan, nebat,

hattâ kıymetli cemâddan bile değersizdi.

İhtilâl boyunca en büyük rollerden birini oynayan ve

Fransa hesabına boyuna ayaklanıp büyük kitlesinin temsil-

ciliği vazifesini gören meşhur (Sen Antuan) mahallesi de,

kadrosu umumiyetle amele ve işçilerden ibaret olmak üze-

re, yine ihtilâlin meşhur sembqlu (Bastiy) hapishanesi civa-

rında kurulmuştu.

Vilâyetlerde şehirlerin başlıcalarında ortaçağdan kalma

surlar yıkılmış ve halkın gezip dolaşması için meydanlar ve

sahalar açılmıştı. Kiliseler etrafındaki mezarlıklar da kal-

dırılmış ve bazı vilâyetlerde nehirler boyunca rıhtımlar ya-

pılmıştı. Öyle ki, her şey, ortaçağdan sonra açılan yeniçağın

kıvamını bulmak üzere olduğunu ve bunun için müthiş ve

muazzam bir içtimaî hamleye ihtiyaç bulunduğunu ihtar

ediyordu.

FRANSANIN HALD

18 inci Asır sonlarında ve Büyük Fransız İhtilâli are-

fesinde Fransa ve onun arkasında, değişmeye başlayan bir

dünya 17 inci Asırda cemiyet ve idare şekilleri üzerinde

yemişini vermeye başlayan (Rönesans) hareketi, bir asır

104

105

sonra «eski» ve «yeni» arası, bir bulamaç belirtmektedir.

Her şeyle beraber ahlâk ve âdet de değişmek üzereydi.

Evvelce zadegan sınıfının mensupları, dantelâlar, elmaslı

düğmeler, sırmalı kadife elbiseler giyer ve kılıç taşırken, bu

kıyafet yavaş yavaş saray merasimine inhisar etmeye başla-

mış ve şimdiki elbiselere doğru bir sadelik yüz göstermişti.

Artık baston ve şemsiye kullanılıyor ve mübalağalı ziynet ve

haşmet unsurları ortadan çekiliyordu. Bu değişiklik ikamet-

gâhlarda da görülüyordu. Artık şato tipi hisarlar yerine

rahat ve güzel konaklar yapılıyor ve şatolar yalnız senenin

birkaç ayına nünhasır fantezik bir ikamet yeri haline geti-

riliyordu.

Değişmeyen ve hattâ gittikçe müzrninleşen, yalnız umu-

mî fakr ve zaruret... Bilhassa köylü büyük bir sefalet için-

deydi. Mükemmel ziraat âletleri ve dinç hayvan tedariki

imkânından mahrum... Pek cahil olduğundan eski ziraat

usulünü de değiştirmek iktidarına değildi. Hükümetinden

hiçbir himaye ve tavsiyeye de mazhar olamıyordu. Sefalet

ve fecaati içinde kendi başına bırakılmıştı. Ziraî istihsalde

âlet ve vasıtalar çok eksik, kaba ve Fransa'nın büyük kısmı

bomboş araziden ibaret... (15. Lûî)nin son zamanlarında

İngiltere ziraatinin taklidi mahiyetinde sun'î çayır ve mer'a

yetiştirmek için bir takım teşebbüsler olmuşsa da yarım

kalmıştı. Köylülerin buğdaydan başka hiç bir mahsul yetiş-

tirmeye aklı-eriniyordu. Muntazam yollar ve elverişli nakil

vasıtaları olmadığı için mahsuller uzak yerlere götürüle-

miyor ve değer fiyatına satılamıyordu. Hayvancılık da pek

geri ve iptidaî... Fransa'nın belki yarısında köylünün elinde

para görülemezdi. Şahsî tarlaları da yoktu. Asillerin tarla-

larında çalışırlar ve mahsulün nıfsını mal sahibine bıra-

kırlardı. Tarlası olan .köylüler de zadegana rahiplere Krala

ayrı ayrı vergi verdiklerinden ellerinde hiçbir şey kalmazdı.

(Roan) ve (Garon) taraflarının münbit ovalarında köylüler

yiyecek ekmek ve giyecek elbise bulabilse de münbit olmı-

yan orta mıntıkada çavdar ekmeği, yulaf ve kestaneden

başka yiyecekleri yoktu. Senede ancak dört defa, büyük

yortularda et yiyebilirlerdi. Alçak, penceresiz ve bacasız ku-

106

Hibelerde, en korkunç sefalet altında yaşıyorlardı. Ayakları

kundurasız; kadınlar ve çocuklar bile yalınayak... Hele bi-

raz kuraklık arttı mı, ekmek de yok... 1739 kıtlığında aç

kalanlar, sokaklarda ekmek taşıyan kadınları öldürüp ek-

meklerini almışlardı.

(Dük d'Orlean) bir gün Krala gayet siyah ve fena bir

ekmek getirip şöyle demişti:

—Haşmetpenah, işte tebaanız bu ekmeği yiyor!

Aynı Kral (Şatr) psikoposuna ahalinin vaziyetini sor-

muş ve şu cevabı almıştı:

—Köylüler koyun gibi yabanî otlar yiyor ve sinekler

gibi açlıktan geberiyorlar!

Vergi zulmü de o kadar feciydi ki, herhangi bir mıntı-

kada biraz para bulunduğu anlaşılınca hemen vergisi yük-

seltiliyordu. Köylüler de bu vaziyet karşısında ekmeklerini

hükümetten saklayacak bir mecburiyete düşmüşlerdi.

• 4 ݺte (15. Lûi) devrini takip eden Fransa'nın hali!

İHTİLÂLİN KRALI

(16 Lûi) bir evvelinden farklı bir meziyet sahibi de-

ğildi. Zaman ve mekânı üzerinde hiç bir fikre malik bu-

lunmuyordu-. Sudan işlerle uğraşılan zevk ve sefahatten

başka hiçbir şey düşünülmeyen ve yalnız entrikaya kafa

patlatılan sarayda, beceriksiz, şahsiyetsiz ve sükuti halde

kalmıştı. Bununla beraber ani şiddet ve asabiyetlerle ba-

zan dikkat nazarını çekebilmekteydi. Küçük bir selim aklı

gayesiz bir çalışkanlığı da yok değildi. Bilhassa yegâne iyi

tarafı, kalabalıktan ve kadınlar topluluğundan bucak bucak

kaçması, kumar ve zamparalıktan nefret etmesiydi. Fakat

bu faziletlerini temerküz ettirdiği ana seciyeden ve aslî bir

görüş zaviyesinden mahrumdu. Sadece fikirsiz bir mizaç

zevki...

Bütün gün avda veya demirhanede faaliyet gösterip

yorulduktan sonra gayet aç bir halde sofraya oturur, pat-

layasıya yemek yer ve bu yüzden hazımsızlıktan kurtula-

107

mazdı. Yemeklerden sonra hemen yatağına uzanır, bu defa

yılanlar gibi uyurdu. Kurtlar gibi yiyip yılanlar gibi uyu-

mak...

İradece zayıf, fakat muannid... Çabucak müteessir olur

ve mizacında bir ulviyete delâlet edecek ani. iyilik ve feda-

kârlık kararlan veremezdi. Nisbeten âdil ve doğru... Fakat

miskince hilelerden, kısır hesaplardan kurtulamazdı. Hafı-

zası kuvvetli, bilgisi genişçe olduğu • halde devlet idaresine

ait şeylerin hepsinde cahildi. Hükümet çarkı ile hiç alâka-

lanmamış, iyi bir amele olmaktan başka hiç bir istidad

gösterememişti.

Nihayet 10 Mayıs 1774 gününün çanları çaldı:

—Kral öldü; yaşasın Kral!

Ve ihtilâlin Kralı, taht'a geçti. O gün (16. Lûi)yi âdeta

misilsiz bir korku ve haşyet kapladı. Ehliyetsizliğini derin-

den derine, acı acı duymuştu. Hayret ve dehşetle kendisine

ve karşısındakilere bakıyor ve kimbilir içinden neler geçi-

riyordu :

—Fransa Kralı ben miyim, sakın bir yanlışlık olmasın?

İhtilâlin Kraliçesi de (Mari Antuanet)...

O büsbütün bir âlem...

(Vapol)ün dediği gibi ayakta dururken bir güzellik hey-

keli, yürüdüğü zaman da mücessem bir zarafet... Dinç, çe-

vik, lâtif, havalı ve şuh... Kraliçe olduğu zaman henüz on

dokuz yaşında, yani güzelliğinin en can alıcı çağında...

Eğlenceden başka hiç bir şey düşünmek istemeyen bir

hali var... Kalben pek iyi, nüvazişkâr, merhametli, alâkalı...

Fakat fikir cephesinden her ân değişik, boş, sadece, biraz

kurnaz... Hayatının tek, endişesi, ata binmek, delice at koş-

turmak, tiyatro ve balolarda can yakıcı bir endam içinde

boy göstermek... Ziyafetler ve şölenler tertibine de bayılıyor.

İngiltere'den bir ithal malı halinde Fransa'ya girip de

kısa zamanda moda olan at yarışlarına merak sardı.

Genç Kraliçe umumi efkâra kıymet vermez, halkın

ndbzını dinlemez, dedikodulardan korkmaz ve bilhassa bir

ecnebi olduğu için hakkında dalga dalga etrafı kaplayan

nefret cereyanlarını görmez... Arzu ve hevesinden başka

kanun tanımıyordu.

Hafızası zayıftı ama, kiniyle düşündüğü zaman her

şeyi hatırlardı. Vaktiyle haysiyetine vurulan tokatları unu-

tamıyor, sevgisinde taşkın olduğu kadar, kininde de ifrata

varıyordu.

Kralcığına saygısı büyüktü ama, fırsat düştükçe ona

ihanetten ve karşı durmaktan fevkalâde zevk alırdı. (16.

Lûi) zevcesine ve onun mensup olduğu Avusturya Sarayına

hiç emniyet etmezdi ama, Kraliçe, gitgide kendisi üzerinde

derin bir nüfuz kurmaya muvaffak olmuştu. Zaten Kraliçe-

de, hükümet işlerine müdahale etmek zevki yoktu. Devlet

işleri onun canını sıkardı. Umumî maslahatlarda bile Kra-

liçenin gördüğü daima şahıslara ait cephelerdi. Mülâhazasız

hareketleri, körü körüne ve sadece kadın insiyakiyle giriş-

tiği işler ve kırdığı potlar o kadar fazlaydı ki, kendisinin

iki rehberi, bu kadar toyca hareketlerden hemen her güzel

kadına mahsus alâkasızlık karakterinden adetâ meyus hale

gelmişlerdi. Biri rahip (Vermon), öbürü de Avusturya'nın

Paris sefiri ve (Mari Antuanet)in bir nevi lalası, zekî (Kont

da Mersi)...

Rahip (Vermon), kara cahil Kraliçeye hiç olmazsa biraz

imlâ dersi vermek istemesine rağmen hiçbir şeye muvaf-

fak olamamış, Avusturya Sefiri (Kont do Mersi) ise, ona

biraz ağırbaşlılık telkin etmeye teşebbüs ettiği her defa,

şuh kadının kahkahalariyle tokatlanmıştı.

Böyleyken, güzel Kraliçe, gözdelerinden biri için bir

mevki, bir makam elde etmek, yahut bir düşmanından inti-

kam almak vaziyeti doğunca, mukavemet edilmez bir azim

ve sebat sahibi oluyor, hile ve desisede hayret verici bir

maharet gösteriyordu. Krala karşı nüfuz vasıtaları şunlardı:

Evvelâ yalvarmak...

Sonra gücenmek...

Daha sonra emir vermeğe kalkmak...

(Klâsik) kadınlık marifeti...

(Mari Antuanet) hakkında en canlı (psikolojik) noktaya

geldik: Bu şuh ve ateşli kadının, Kraliçelik nüfuz ve ihti-

108

109

mazdı. Yemeklerden sonra hemen yatağına uzanır, bu defa

yılanlar gibi uyurdu. Kurtlar gibi yiyip yılanlar gibi uyu-

mak. ..

İradece zayıf, fakat muanmd... Çabucak müteessir olur

ve mizacında bir ulviyete delâlet edecek ani. iyilik ve feda-

kârlık kararları veremezdi. Nisbeten âdil ve doğru... Fakat

miskince hilelerden, kısır hesaplardan kurtulamazdı. Hafı-

zası kuvvetli, bilgisi genişçe olduğu • halde devlet idaresine

ait şeylerin hepsinde cahildi. Hükümet çarkı ile hiç alâka-

lanmamış, iyi bir amele olmaktan başka hiç bir istidad

gösterememişti.

Nihayet 10 Mayıs 1774 gününün çanları çaldı:

—Kral öldü; yaşasın Kral!

Ve ihtilâlin Kralı, taht'a geçti. O gün (16. Lûi)yi âdeta

misilsiz bir korku ve haşyet kapladı. Ehliyetsizliğini derin-

den derine, acı acı duymuştu. Hayret ve dehşetle kendisine

ve karşısındakilere bakıyor ve kimbilir içinden neler geçi-

riyordu :

—Fransa Kralı ben miyim, sakın bir yanlışlık olmasın?

İhtilâlin Kraliçesi de (Mari Antuanet)...

O büsbütün bir âlem...

(Vapol)ün dediği gibi ayakta dururken bir güzellik hey-

keli, yürüdüğü zaman da mücessem bir zarafet... Dinç, çe-

vik, lâtif, havalı ve şuh... Kraliçe olduğu zaman henüz on

dokuz yaşında, yani güzelliğinin en can alıcı çağında...

Eğlenceden başka hiç bir şey düşünmek istemeyen bir

hali var... Kalben pek iyi, nüvazişkâr, merhametli, alâkalı...

Fakat fikir cephesinden her ân değişik, boş, sadece, biraz

kurnaz... Hayatının tekt endişesi, ata binmek, delice at koş-

turmak, tiyatro ve balolarda can yakıcı bir endam içinde

boy göstermek... Ziyafetler ve şölenler tertibine de bayılıyor.

İngiltere'den bir ithal malı halinde Fransa'ya girip de

kısa zamanda moda olan at yarışlarına merak sardı.

Genç Kraliçe umumi efkâra kıymet vermez, halkın

naibzını dinlemez, dedikodulardan korkmaz ve bilhassa bir

ecnebi olduğu için hakkında dalga dalga etrafı kaplayan

nefret cereyanlarım görmez... Arzu ve hevesinden başka

kanun tanımıyordu.

Hafızası zayıftı ama, kiniyle düşündüğü zaman her

şeyi hatırlardı. Vaktiyle haysiyetine vurulan tokatları unu-

tamıyor, sevgisinde taşkın olduğu kadar, kininde de ifrata

varıyordu.

Kralcığına saygısı büyüktü ama, fırsat düştükçe ona

ihanetten ve karşı durmaktan fevkalâde zevk alırdı. (16.

Lûi) zevcesine ve onun mensup olduğu Avusturya Sarayına

hiç emniyet etmezdi ama, Kraliçe, gitgide kendisi üzerinde

derin bir nüfuz kurmaya muvaffak olmuştu. Zaten Kraliçe-

de, hükümet işlerine müdahale etmek zevki yoktu. Devlet

işleri onun canını sıkardı. Umumî maslahatlarda bile Kra-

liçenin gördüğü daima şahıslara ait cephelerdi. Mülâhazasız

hareketleri, körü körüne ve sadece kadın insiyakiyle giriş-

tiği işler ve kırdığı potlar o kadar fazlaydı ki, kendisinin

iki rehberi, bu kadar toyca hareketlerden hemen her güzel

kadına mahsus alâkasızlık karakterinden adetâ meyus hale

gelmişlerdi. Biri rahip (Vermon), öbürü de Avusturya'nın

Paris sefiri ve (Mari Antuanet)in bir nevi lalası, zekî (Kont

da Mersi)...

Rahip (Vermon), kara cahil Kraliçeye hiç olmazsa biraz

imlâ dersi vermek istemesine rağmen hiçbir şeye muvaf-

fak olamamış, Avusturya Sefiri (Kont do Mersi) ise, ona

biraz ağırbaşlılık telkin etmeye teşebbüs ettiği her defa,

şuh kadının kahkahalariyle tokatlanmıştı.

Böyleyken, güzel Kraliçe, gözdelerinden biri için bir

.evki, bir makam elde etmek, yahut bir düşmanından inti-

almak vaziyeti doğunca, mukavemet edilmez bir azim

sebat sahibi oluyor, hile ve desisede hayret verici bir

aret gösteriyordu. Krala karşı nüfuz vasıtaları şunlardı:

Evvelâ yalvarmak...

Sonra gücenmek...

Daha sonra emir vermeğe kalkmak...

(Klâsik) kadınlık marifeti...

(Mari Antuanet) hakkında en canlı (psikolojik) noktaya

geldik: Bu şuh ve ateşli kadının, Kraliçelik nüfuz ve ihti-

108 •

109

rasmdan başka ve bilhassa kadın olarak, sihhatli bir kocaya

malik bir amele karısı kadar bile bir tatmin bahtiyarlığına

nail olamadığı besbelliydi. Kraliçe erkeksizdi ve kadın cep-

hesiyle, mânada ve maddede tatmin edilememişti. Bir nevi

(Froyd) ölçüsiyle, kadın (Mari Antuanet), sarayın en bedbaht

kızıydı. Biraz evvel, (16. Lûi) nin, selefi aygır Krala naza-

ran kadın mevzuunda ne derecede battal ve hantal bir in-

san olduğunu bildirmiştik. Öyle ki, (Lûi)ler sülâlesinin

bu garip ve akim örneği, koynuna en taze bir yaşta attıkları

bu peri güzeline bile uzun zaman lâkayıt kaldı; ve onu

kendi yatağında, (Versay) sarayının ipekli perdeleriyle yal-

dızlı tavanlarını seyr ede ede hayıflanmaktan başka bir oya-

lanışa düşüremedi. Aradan hayli zaman geçtikten sonra da

saray halkının keşfiyle kendisine yapılan küçük bir ameliyat

sayesinde nihayet erkekliğini buldu ve aygırın her dakika

tatbik edebildiği hareketi, bir kerecik gösterebildi. Ondan

sonra da tatsız bir devlet işi gibi arada bir bu vazifesine

devam imkânını buldu. Fakat dalındaki olgun bir yemiş gibi

kadınlığın his tufanı içinde çalkalanan Kraliçe de hiçbir

zaman erkek sahibi bir kadın tavn meydana gelemedi. Belki

de bütün taşkınlığı ve sağa sola, olur olmaz işlerde saldı-

rışları bundan ileri geliyordu. Kraliçe olduğu, ecnebi bulun-

duğu, herkesin şüphe gözünü çektiği için de kendisini baş-

ka yollardan tatmin edecek bir çare bulamıyor ve etra-

fında kaynaşan binlerce genç asilzade arasında mağrur mağ-

rur yutkunmaktan başka bir şey yapamıyordu.

Edasından daima şu mâna sızıyordu:

— Keşke, başı daima yukarıda bir Kraliçe olacağına,

boynu bükük, fakat erkeğinden razı bir köylü karısı ol-

saydım!

(16. Lûi)nin akimliği, kader tarafından İhtilâlin Kralı

olarak seçilen bu silik adamda, Krallığın son «istihale - hal

değiştirme»sini göstermek bakımından manalıdır.

BAŞVEKDL

(Mari Antuanet), Kraliçe olduğu zaman, yeni bir baş-

vekile lüzum olup olmadığı üzerinde hiç düşünmedi. Ona

110

ne; başvekilden, hükümetten, Fransa'dan... Bu yüzden, bu

mevzuda Krala hiçbir tavsiyede bulunmadı. (Mari Antuanet)

in başvekiller ve başvekillik hakkında bütün bilgi ve ka-

naati şundan ibaretti: (15. Lûi) devrinde Fransayı on, onbeş

yıl idare ettikten sonra menkûb olarak çekilen (Şuazol)

Avusturya ile ittifak taraftarıdır ve binaenaleyh iyidir. On-

dan sonra hatıra gelen (Dük do Giyyon) ise makûs temayül-

dedir ve binaenaleyh kötüdür. Bu sebeple Dük'ün azlini

istedi; ve (Şuazöl)ün sürgünden çağırtılması ve hiç olmazsa

saraya bir defalık davet olunmasını diledi. Alelusul evvelâ

niyaz, sonra göz yaşiyle karışık dargınlık, daha sonra emir

ve ferman edası... Fransa tahtının idaresiz Krallar serisi-

nin en ilerilerinden biri olan 16 numaralı (Lûi) derhal bu

emri kabul etti, fakat en kısa zamanda yine değiştirdi. Zira

halası madam (Adelâyt) başvekâlet makamına (Moropa)nın

, getirilmesini tavsiye etmiş ve bu son tavsiye kabul olun-

j muştu.

(Moropa) o zaman 73 yaşında bir ihtiyar... (Madam do

Pompadur)un keyif ve arzusiyle iktidar makamından dü-

şürülmüş ve 24 yıldan beri saraya ayak basmamıştı. Eski

aygır Kralın şahsî siyasetine köle olarak hareket ettiği için

kızlarının da itimadım kazanmıştı. Aşırı derecede riyakâr,

sureta terbiyeli, hodbin, kurnaz, merhametsiz, tam da (15.

Lûi)ye lâyık ve onun gibi küçük ve bayağı vasıtalara baş

vurmayı sever ve güzelden, iyiden anlamaz bir tip... Sara-

yın bütün hile ve entrikalarına tamamen vakıf ve bu mev-

zuda büyük mütehassıs. Bu yüzdendir ki, hile ve entrika

mevzuunda acemiliğini hisseden ve bir akıl hocasına muh-

taç olan Kral, (Moropa)nm bu meziyetini dikkate alarak onu

hemen başvekilliğe yükseltmekte tereddüt göstermedi. Böy-

lece Kraliçe sevmediğinden kurtulmuş olmakla beraber is-

tediğine nail olamadı ve arzusuna ancak yarı yarıya kavu-

şabildi. Neticede hükümet, hiçbir siyaset gütmeyen, sadece

sarayın iç manzumesine ait siyasette mahir olan bir hile

dehâsının eline düşmüş oldu. Nedimler ise yeni başvekile

111

kısa zamanda bir lâkap taktırdı. (Mentor)... Bu isim, Yunan

efsanelerinde (Ülis)in dostu ve (Telemak)ın mürebbisi ola-

rak, emin ve tedbirli bir müşavir, akıl hocası mânasına ge-

lir. Binaenaleyh bu lâkabı takan nedimler yeni Kralın ace-

miliğini ve kendisine en uygun bir lala bulmuş olduğunu

alenen ve adetâ Kralın yüzüne karşı söylemiş oldular.

Artık Fransa'da ihtilâlin zemini öylesine hazırlanmış

bulunuyordu ki, bu zemin üzerinde yokuş aşağı kayacak bir

hareketin hiçbir engele çarpması ihtimali düşünülemezdi.

Küçük bir vesile tekerleği harekete getirmeye kâfiydi. Bu

vesile ne olabilirdi? (Ansiklopediciler) isimli fikir zümresi-

nin dürtüklemesi mi, açlık mı, saray ve hükümetin hali

mi?.. Yoksa küçük bir söküğün hiç beklenmedik yırtılışı mı?

Yani .hadiselerin insan iradesi dışında birbirini kovala-

yışı mı?

PARLÂMENTO

(Parlâmento), bilhassa karışık zamanlarda — meselâ

yüz sene muharebesinde olduğu gibi — daima Krala tâbi

olarak milletin murahhaslar heyeti mânasına gelen (Eta

Jenero) yerine geçmeye, bu heyetin daimî mümessilleri tar-

zında hareket etmeye başlamıştı. Ne (Parlâmento), ne de

(Eta Jenero)nun Krala karşı en küçük mikyasta mâlî ira-

deyi temsile hakkı olmaksızın gördüğü vazifeler, ilk defa

(7. Sari) tarafından büyütülmüş ve bu heyetlere bir mevki

kazandırmıştı. (7. Şarl)ın verdiği imtiyazlardan sonra (Par-

lâmento), ana vazifesi olan Kralın emirlerini kayıt ve tescil

işini ileriye sürerek bu kayıt ve tescil işinde nefsine bir şuur

ve muhakeme hakkını da ayırdı. Bu bakımdan hükümet ic-

raatını tenkid ve tashih selâhiyetine malik bulunduğunu

iddiaya kadar vardı. Daima Kralın iradesine sığınılarak be-

nimsenen bu iddia, tohum ile ağaç arasındaki farkı göre-

miyen Krallar tarafından müsamaha ile karşılandı ve (Par-

lâmento)nun bir nevi Millet Meclisi selâhiyetine doğru gi-

112

den bu ilk davranışı, sanki Kral adına hareket edici bir

meclis gibi yorumlanarak, gittikçe gelişen hürriyet cere-

yanına, istenmeden yol açtı. Bir taraftan da Kral, canı iste-

diği zaman (Parlâmento)ya bizzat riyaset ederek, reddolu-

nan bir emrin kayıt ve tescilini emredebiliyor ve emri he-

men yerine getiriliyordu. Fakat millet, halk kitlesi, ne de

olsa (Parlâmento)ya, bütün aldatmaca oyunlarına rağmen,

Kralın istibdadına karşı duralbilecek yegâne kuvvet nazariyle

bakıyor ve daima onun tarafını tutuyordu.

(Parlâmento), mezhep muharebeleri esnasında fesat

ve tefrikaya karşı Krallığı müdafaa etmiş; ondan bir asır

sonra da (Mazaren)in malî siyaseti ve daha sonra (15. Lûi)

•devrinin rezaletleri aleyhinde bulunabilmişti.

Paris Parlâmentosu, hükümet merkezinde bulunduğu,

lana teşkilâtı daha sağlam olduğu ve bilhassa hâkimlerden

[ibaret bulunan azanın mevkii babadan oğula intikal etmek

gibi bir imtiyaz belirttiği cihetle, kuvvet ve kıymet bakı-

mından başta geliyordu, işte bu kuvvetten dolayıdır ki, eski

Kral zamanında nazırlardan (Mopeu), (Parlâmento) azası-

nın intihap şeklini değiştirmeye kalkmış, Krallık idaresine

karşı (Parlâmento) heyulasının tehlikesini işaret etmiş ve

nihayet (Parlâmento)lar topyekûn lağvedilmiştir. Başta,

Krala karşı milletin eliyle değil, bizzat kendi nefsi için Kra-

lın eliyle kurulmuş bir lütuf ve ihsan müessisesi olan (Par-

lâmento), işte hâdiselerin şevkiyle milletin tenkid ve mura-

kabe temayülünü benimser gibi olunca, hemen, idarelerin

en fecii zamanında Kralların en zayıfı olan (15. Lûi) tara-

fından dağıtılmıştı.

İhtilâl hengâmesinde Fransa'daki (Parlâmento)ların sa-

yısı 13... Siyasî işlerde Paris Parlâmentosu derecesinde

ileriye gidemiyen vilâyet (Parlâmento)larmın selâhiyetleri

başka başka; ve Fransa'nın üçte biri Paris (Parlâmento)su-

na bağlıydı.

113

Bu günkü mânasiyle millet iradesinin mihrakı parlâ-

mento ve (Parlamenter) idare, aslında Kralın lûtfiyle kurul-

muş, Kralın emirlerini kayıt ve tescil etmeye memur iken

gitgide milleti temsil etmeye doğru bir istidat kazandığı

lhtilâl/8

için (15. Lûi) tarafından dağıtılan, fakat ileride ihtilâlin ana

basamaklarından birini teşkil edecek olan kadro...

KÜÇÜK TEDBDRLER

Umumî efkâra ve hususiyle filozoflar fırkasına artık

biraz hoş görünmek icab ediyordu. Bunun için ilk tedbir

olarak Bahriye Nezaretine (Turgo) tâyin edildi. Bu zeki

ve halk tabiriyle «kafalı» adamın tâyininden bir ay sonra

da kötüler ayıklanmaya başladı. Eski Kral devrinin bütün

rezaletlerine körü körüne âlet olan Maliye Nazın (Teray)

ile Adliye Nazırı (Mopeu) azledildiler. Bu defa kafalı (Tur-

go) Maliyeye, (Sarten) Bahriyeye geçtiler. Adliye Nezaretine

yine zaaf ve aciz erbabından ve (Maropo)nun akrabaların-

dan biri geçti.

Artık Paris memnun... Sanki eski idareden, daha doğ-

rusu Krallık idaresinden bütün hıncı alınmıştır. Azledilen

iki Nazırın resimleri, insan şelkinde etrafı kesilmiş karton-

lara çizildi; bu resimler sokak sokak gezdirildi, herkese tü-

kürttürüldü ve sonra hususî merasimle bir meydanda ipe

çekildi, asıldı. Eğer o devirde içtimaî ve ruhî kanunlardan

ve muhtelif şekillerdeki tezahür cilvelerinden anlayan bir

devlet recülü bulunsaydı, hemen kavrardı ki, ipe çekilen

şahsiyet, hakikatte efendilerine tam âlet olmaktan başka

ferdî bir ehemmiyetleri olmayan iki biçare değil, bizzat

Kral ve Krallıktır. Fakat halk da henüz ne yapıldığının

farkında bulunamıyor; ve hâlâ Krala ve Krallığa derin bir

sevgi ve ümit nazariyle bakıyordu.

Bilhassa eski devir rezaletlerinin para sahasındaki mü-

messili ve halk ekmeğinin gasbedicisi (Teray), sade resimle

değil, şahsiyle de takip hedefi oldu. Bucak bucak kaçtı ve

kimsenin gözüne görünemedi. Bir yerde az kalsın (Sen)

nehrine atılacaktı. Hırsız gibi kaçarak canını kurtardı.

(Mopeu)mm azli, Parlâmentoların tekrar içtimaa davet

edileceğine alâmet kabul ediliyordu. Fakat yeni Kral bu

nazik mesele üzerinde karara varmakta tereddüt gösteriyor

ve kimin sözünü dinliyeceğini, ne tarafa temayül etmek

icap ettiğini bilemiyordu.

Bütün tedbirler küçük ve miskin... Dâva, Fransa'yı

ruhta ve maddede yepyeni bir temele oturtacak yekûnluk

bir hamlede... Ortaçağ karanlığından sonra (Rönesans) ışık-

lariyle aydınlanmaya başlayan Batı dünyası, kilisenin abes-

leri karşısında aklın hakkım aramaya doğru yol alırken,

geçmişten müdevver bütün sakatlıkları mizana çekici bir

idrak iklimi doğmaya başlamış ve bu iklim, ilk yemişini

Büyük Fransız İhtilâlinde vermek üzere pişmeye ve geliş-

meye koyulmuştur. Gerisi hikâye ve bahane...

Aslî sebep şudur:

İnsan nedir?

Cemiyet nedir?

Halk sınıflan hangi haklarla sınırlıdır?

İdeal idare şekli ne olabilir?

Vicdan, hürriyet, adalet, hakikat, nizam...

Hikâyeler ve bahaneler, mânalarım işte şuur altındaki

bu ana damarlardan almaktadır.

PARLÂMENTO AÇILIYOR

Rahipler sınıfı, (Parlâmento)yu yeniden teşkil edecek

hâkimlerin (Jansonist) olduğunu iddia ederek içtimaa davet

edilmelerine aleyhtarlık gösteriyordu. Eski Aygır Kralın,

son zamanlarda hükümet idaresini ellerine almış olan kız-

ları, (16. Lûi)nin erkek kardeşi (Kont do Provans), mutaas-

sıplar ve eskiler fırkası, hulâsa eski devrin entrika manzu-

mesinde rol almış olanların hepsi de rahipler sınıfını tutu-

yordu. Buna mukabil (Şvazöl) ile taraftarları, saray dışı

bütün büyük zadegan. Kraliçe, (Kont d'Artua), (Moropa)

ile zevcesi, (Parlâmento)nun lehinde idiler. Filozoflar ile

iktisatçılara gelince, ne garip cilvedir ki, (Parlâmento)nun

içtimaına muhalif ve bu bahiste rahipler sınıfı ile beraber-

diler. Fakat mucip sebepleri rahiplerin iddiasından 'başka

türlü idi. Şöyle düşünüyorlardı:

114

115

—Parlâmento nihayet yine Krala tâbi olacaktır. Bütün

suiistimallere, eski usul ve âdetlere, taassup ve riyaya aynen

baş eğecektir. Binaenaleyh toplanmaması toplanmasından

elverişlidir.

Ahali ve bilhassa (Burjuvazi) sınıfı, tabii bir şevkle

muhalifleri tutuyor, (Parlâmento)ya büyük bir ümit göziyle

bakıyor, onu hürriyet ve hakkaniyetin biricik tecelli ufku

olarak görüyor ve içtimaa davet edilmesi lüzumunu müda-

faa ediyordu.

Bu vaziyette ne yapmalı?

Eğer (16. Lûi) bir parça idrâke malik bir insan olsaydı

son bir iki asırdan beri doğrudan doğruya Krallarla Kral-

lık müessisesiyle uğraşan (Parlâmento)ların yeniden faali-

yete davet edilmesindeki tehlikeyi sezerdi. Hiç bir şey sez-

medi ve anlamadı ve âdeta sofraya getirteceği yemeği düşü-

nür gibi, etrafındakilerin yüzüne aptal aptal bakmaya baş-

ladı. Biraz da vaktiyle (Mopeu)nm zulüm ve kahrına uğra-

yanlara acıyor ve halk arasında iyi bir şöhret kazanmak

istiyordu. Bu temayülle hemen (Moropa) ve Kraliçenin re-

yine iştirak etti ve (Targo)nun şiddetli tavsiyesi üzerine (Par-

lâmento)}^ yeniden toplamanmağa davet etti.

12 İkinciteºrin 1774 de, selefi ve büyük babası zamanın-

da kovulan hâkimler eski memuriyetlerine çağınldüar ve

(Parlâmento)yu açmaya memur edildiler. Fakat?... Fakat

(Parlâmento), hiçbir şükran ve heyecan ifadesi göstermeden

hemen toplanıverdi. Ve Kralın bu ihsanına pek soğuk bir

mukabelede bulunmaktan sakınmadı. Onun, eski hak ve

imtiyazlarından bir kaçı tahdit edilmiş olmakla beraber

icabında hükümete ihtarda bulunmak salâhiyeti ipka olun-

muştu. Bunun üzerine (Parlâmento), tekrar ihyasını sanki

Krala değil de başkasına borçluymuş gibi burnu havada,

ilk fırsatta Krala karşı büyük bir mücadeleye girişmek is-

tercesine tehditkâr bir eda içinde ve her türlü hak teveccü-

hüne nail bulunmaktan gelen bir gurur tavrı ile işe başladı.

Alkış ve teşekkür sadece küçük halk yığınlarından geldi;

Kral da bunu kâfi mükâfat ve mukabele saydı.

116

(TÜRGO)

(16 Lûi) devrinin başlangıcında dikkate lâyık en şah-

siyetli sima (Türgo)... Uzun boylu, güzelce bir adam...

Mahcup... Kalabalık içinde pek beceriksiz duruyor, ıkına

sıkına söz söyliyebiliyor. O kadar samimî ve tabiî ki, bütün

hisleri çehresinin çizgilerinden belli oluyor. Pek mühim

memuriyetlerde bulunmuş, hâkimlik "ve valilik etmiş eski

bir aileden... Gayet ciddî, gayet çalışkan, gayet bilgili, vatan

hizmetlerine gayet heveskâr, filozof unvanını taşıyan yeni

muharrirlerin fikirlerini destekliyecek kadar ileri görüşlü

olmakla beraber krallık taraflısı...

(Türgo)nun en hâkim fikrî mesleği iktisatçılık... O,

esasta (Fizyokrat) olmakla beraber birçok meselelerde müs-

takil fikirleri ve şahsiyetli görüşleriyle siyasî hayata katıl-

madan çok evvel dikkati üzerinde toplamış bir mütefekkir...

O, yalnız bir âlim, bir mütefekkir değil, tedbirli bir

idare adamıydı. (Türgo) hakkındaki, onun insanları pek

az tanıdığı ve insanları idareye muvaffak olamadığı kanaati

doğru değildir. Aksine, mücerret fikir ve mantık nazariye-

leriyle fazlaca meşgul olduğu için küçük politikada fazla

hüner ve bilhassa miskin kurnazlıklar gösterememesini,

aleyhine olmak yerine lehine kaydetmek lâzımdır. Nitekim

(Limoj) beldesinde müfettiş sıfatiyle bulunduğu zamanlarda

idare ve teşkilât kabiliyetini isbat etmiştir.

1761 yılında (Entandan) ünvaniyle gittiği bu memleketi

gayet fakir ve sefil bir halde buldu. Yeni ve muvaffak bir

hamlenin çok zor olduğu bu yerde, başka biri olsa bir lâhza

bile kalmaz ve oradan kaçmaya bakardı. (Türgo), aksine

başka bir mıntıkaya nakil ve terfi tekliflerini reddetti. Bu

hor yerde ve hor vazife içinde bir basan elde etmeyi şeref

ve şahsiyetine denk gördü. Halkla düşüp kalktı. Bu hususta

kiliseden ve köy papazlarının vaazlarından istifade etmeyi

bildi.

O zaman Fransız köylülerini ezip bitiren angarya yü-

künü hafifletmeye, vergileri daha adaletli bir surette tatbi-

ke, güzel yollar açtırmaya, hububat ticaretini tanzim ederek

*117

kıtlığın önünü almaya, sanayii yükseltmeye, hülâsa memle-

kette ziraî ve iktisadî bir şuur uyandırmaya muvaffak oldu

Halkın emniyetini kazandı ve onun imtiyazlı sınıflar aley-

hindeki düşmanlığım dindirebildi. 13 sene müddetle kaldıg!

bu vilâyette daha büyük işlerin idaresi için gereken bilgi ve

tecrübeyi de elde etti.

Nihayet, hiçbir gayret sahibi olmaksızın birdenbire

nazırlık makamına yükseliverdi. Başvekil (Moropa)nın ka-

rısı, bir gün çok iyi görüştüğü bir rahip ile bir (düşes)ten,

istikamet sahibi, çalışkan, akıllı ve entrika küçüklüklerin-

den uzak bir adam olarak (Türgo)nun methini dinledi ve

hemen kocasına haber verdi. Başvekil de bu tavsiyenin te-

siri altında kalarak, (Türgo)nun memuriyetini Krala kabul

ettirdi ve hiçbir şeyden haberi olmayan iktisatçıyı nazırlık

sandalyesine davet etti.

Başlangıçta (Türgo)yu tanıyan pek az insan bu namuslu

adamın Bahriye Nezaretine tâyinini alkışladı. Çünkü onun-

la beraber Nazırlar Meclisine ve hükümete adalet ve hak-

kaniyetin, akıl ve hikmetin de gireceğine inandılar. Kısa

zaman için bu inanış herkese sirayet etti.Bir ay sonra (Tür-

go) Maliye Nezaretine getirilince bu defa bu isabetli tâyini

alkışlamayan kalmadı. Fakat kendisi Maliye Nezareti gibi

ağır ve Fransa çapında nazik bir vazifenin çetinliğini bildiği

için çok korkmuş ve yeni memuriyetini kabul etmeden ev-

vel pek çok düşünmüştü.

(Türgo) yeni memuriyetinden ötürü Krala şükranlarını

arzetmek üzere huzura çıkınca (16. Lûi) ona şöyle dedi:

—Nasıl, tereddüt mü ettiniz? Maliye Nazırı olmak iste-

miyor muydunuz?

—Haşmetpenah! . Bahriye Nazırlığında kalmayı tercih

ettiğimi sizden saklıyamam. Zira Maliye, Fransa'nın en na-

zik, en belâlı, en netameli işi... Bence insanları kolayca har-

cıyabilir. Buna rağmen Kral ve Fransa için her şeyi göze

alarak bu belâya katlandım. Zira eminim ki, ben kendimi

bir Krala değil, her şeyden evvel namuslu bir adama teslim

ediyorum.

Kral bu dokunaklı sözlerden memnun oldu, ellerini

uzattı ve (Türgo)nun ellerini tuttu:

—Aldanmıyacağınızdan emin olabilirsiniz!

—Elbette aldanmıyacağım. Haşmetpenah! O halde ilk

fikrimi arzedeyim: Tasarruf ve iktisat lüzumu en başta

geliyor. Bu hususta ilk ve en büyük misalin bizzat Kral

tarafından gösterilmesi lüzumunu beyana mecburiyet duyu-

yorum! Cüretimi af buyurunuz! Herhalde bu nazik mese-

leyi benden evvelkiler efendimize arzetmişlerdir.

Kral:

—Evet, söylediler, fakat kimse sizin gibi söylemedi.

ݺte (16. Lûi)nin iktisat ve maliye davası üzerinde ilk

karşılaşması!... Fakat bu halis ve samimî davranışın Kral

üzerinde müspet bir tesir bırakmadığı ve her şeyden ev-

vel hazmedilemediği besbelliydi. (Türgo) bunu- hissetti ve

saraydan derin bir elem içinde ayrıldı. Fakat ıstırabı çok

sürmedi. Onun azim ve kararı her şeyin üstündeydi. Doğru

evine giderek yazı masasına geçti ve iktisadî ve malî idare

hakkındaki tenkit ve tekliflerini Krala bildirici, tarih naza-

rında pek meşhur ve kıymetli mektubunu kaleme aldı.

Bu mektup gerçekten tarihî bir kıymet ve ehemmiyet

taşır; ve o devrin şartlarına göre çok ileri ve cesur bil

hamle belirtir. Mektupta (Türgo), Kralla vâki mülakatın ade-

tâ zaptını tutuyor, bu mülakatı en ince çizgileri ile vesika-

landırıyor; ve Fransa'nın malî vaziyeti üzerinde görüşmele-

rini billûrlaştırdıktan sonra, mâni tedbirlerin başında şu üç

ölçüyü ortaya koyuyor:

Bundan böyle iflâs yok...

Bundan böyle vergi artırması yok...

Bundan böyle istikraz yok...

Ve hükümdara, nasıl hareket edilmesi gerektiğine ait

geniş bir program takdim ediyor. Programın tatbik mevkii-

ne konuluşundaki zorluklardan bahsederken aynen diyor ki:

«— Majeste! Lütuf ve kereminize yine lütuf ve keremi-

nizle mukabele etmek lâzım gelecektir. Nedimlerinize yakın-

118

119

larınıza tevzii elinizde olan bu paraların nereden geldiğini

düşünmelisiniz! Bu paraların bazan en şiddetli vasıtalarla

adetâ zorla alındığını, halkın sefalet ve ıstırap derecesini ha-

yal edip, sehavet ve ihsanınıza müstahak gördüğünüz insan-

larla, bunların halini mukayese buyurmalısmız!»

Bu mektup, denebilir ki, ihtilâlden evvel Fransa Kralı-

na karşı söylenebilmiş en korkunç söz, onu düşünmeye ve

takdir etmeye davet eden en sert ihtardır. Bu mektup, sahi-

binin zekâ, anlayış, vicdan ve hamiyetini gösteren ve acı ten-

kidini Kral ve Krallık hesabına bir iyilik temennisi altında

saklayan, o güne kadar eşi görülmemiş bir davranış kıyme-

tindedir. Yeni Maliye Nazırı, kötü idare ve israfın devam

edeceğini evvelden görüyor ve bu hal etrafında müttefik züm-

relerin sükut ettirilmesi gerektiğini açıkça Kralın yüzüne vu-

ruyordu. Binbir müşkül, mania, tertip ve entrikaya karşı açı-

lacak mücadelede yalnız kalacağını ve belki de harcanaca-

ğını düşünerek peşinen şöyle diyordu:

«—• Majestelerinin nazarlarında en kıymetli ve nüfuzlu

zatlara karşı hareket etmek mecburiyetiyle mücadele ve

mübarezede bulunacağım, sarayın en kudretli zümresi, lütuf

ve ihsanınıza el açanların cümlesi benden çekinecek, tiksi-

necek ve beni teveccühünüzden düşürmeye çalışacak... Saa-

deti için nefsimi fedadan hiçbir ân geri kalmayacağım. Fran-

sız milleti, o kadar kolay kandırılabilir ki, onun hesabına ça-

lıştığım halde belki onun da menfuru olabilirim. Hakkımda

iftiralar tertiplenecek ve bu iftiralar o kadar doğruya ben-

zetilecek ki, belki Majestelerinin bile bana itimadı kalmaya-

caktır. ݺte Majestelerini bunca menfi kutba karşı mukave-

mette yalnız vicdanları ile başbaşa görmek gibi bir teselli

duygusundan başka bir mesnede sahib olmayarak işe baş-

lıyorum.»

(Türgo) istikbali pek doğru keşfetti ve buna rağmen

azim ve metanetle işe başladı. Evvelâ maliyenin merkezî

idaresindeki kötülük örneği büyük ve küçük memurları ku-

laklarından tuttuğu gibi attı. Sonra malî işlere bir hesap ve

şuur intizamı vermeye koyuldu.

120

VAZDYET

Umumî masarif 400 milyona yaklaşıyor, varidat 377 mil-

yonu buluyor. Açık, sadece 23 milyon, hemen ödenmesi za-

rurî borçlar 235 milyon...

(Türgo) Maliye işlerini düzeltmesi için biricik çareyi

memurlar arasında esaslı bir eleme tedbirinde buldu. En

ağır vergilerden bir kalemde yedi milyon lira indirdi. Buna

mukabil mâbeyn masraflarından bir milyon. Kralın askerî

maiyeti ile Harbiye bütçesinden 9 milyon, maliye idaresinin

masraflarından 12 milyon, sair dairelerden bir milyon ki,

mecmuan 23 milyonluk bir indirme yaptı. Tekaüt maaşları-

nın üç dört senedir tedavülde kaldığını hayret ve teessürle

gördü ve bunları derhal tesviyeye başladı. Emeklilerden en

fakir olanların ve aşağı tekaütlük maaşı alanların iki sene-

lik ücretlerini bir kalemde ödedi. Acele borçlar için hemen

15 milyon frank tahsis ve tediye etti.

\

(Türgo) maliyeyi tedricen ıslâh etmek için yeni tasar-

ruflara ve devlet gelirinin yükselmesine güveniyordu. Fakat

onun öyle bir fikri vardır ki, devrinde inkılâp çapındaydı.

Vergi mültezimlerini ve iltizam usulünü kaldırmak.

Eski idarede maliye işlerinin arzettiği felâket, işte bir-

çok vergilerin bu mültezimler vasıtasiyle tahsili, yani sömü-

rücü bir mutavassıt ve simsar sınıfının bulundurulması, bes-

lenmesi ve hattâ hükümet çapında nüfuzlandırılması yüzün-

den doğuyordu. 152 milyonluk, gayr-i safî gelirden hazineye

ancak 89 milyonu girebiliyor, gerisi mültezimlerin elinde ka-

lıyordu. Bu kadarı resmen bilinendi, ya hakikatte mültezim-

lerin halktan sömürdüğü acaba ne miktara baliğ oluyordu?

ݺi kökünden halletmek için, muhakkak ki, bu türedilerin

mukavelelerini feshedip iltizam usulünü kaldırmak ve dev-

leti bizatihi icra vasıtası haline getirmek, yani devletleştir-

mek 'azimdi.

Fakat (Türgo) birden bire buna cesaret edemedi. O za-

man bütün binayı sarmış olurdu. Hiç olmazsa iltizam mua-

melelerindeki gizli sömürmeleri ve suistimalleri, kaldırmaya

121

teşebbüs etmekle kaldı. 14 Eylül 1774 tarihinde mültezim-

lere umumî bir tamim gönderdi ve şöyle dedi:

«— Bundan böyle nizam yoliyle istihkak ettiğiniz kâr

dan başka muhtelif isim ve vesileler altında almaya alıştı-

ğınız paylardan size hiç bir şey vermiyeceğim! Ona göre

davranınız!»

Mali işlerde müphem ve girift noktaların mutlaka mül-

tezimler lehine tefsir olunmasındaki ananeyi bir bıçak dar-

besiyle kökünden kaldırdı. İltizam mukavelelerinin yenilen-

mesi sırasında maliye nazırlarına verilmesi mutad olan ya-

rım milyonluk resmî rüşvet veya komisyonu da şiddet ve

infial ile reddetti; ve bu parayı fukaraya dağıtılmak üzere

Paris rahiplerine teslim etti.

Böylece (Türgo)nun ilk hamleleri, maliye mekanizması-

nı içinden düzeltmeye ve malî idare zihniyetini değiştirmeğe

inhisar ettikten sonra, iş, ticarî ve iktsadî ananelerin ıslahı-

na gelmişti. (Türgo) bu hususta da muazzam bir tedbir ala-

rak Fransa içinde hububat ticaretinin, serbestliğini emir ve

ilân etti. 13 Eylül 1774 tarihli emirname... Bu adetâ kurtarı-

cı bir hamleydi. 1749 ve 1763 yıllarında buğday ticaretine

bazı müsaadeler verilmişse de, ticaret serbestliğine mâni ka-

yıtlar ve şartlar hâlâ devamda idi.

O devirdeki hububat ticaretinin ne halde olduğunu hayal

etmeye imkân bulunamaz... Devlet ve memleketin öz serveti

biricik eşasî kıymeti olan hububat, sanki bir cürüm eşyası

gibi bin bir esaret şartına bağlanmıştı.

Biri hububat ticaretiyle mi meşgul olacak? Tıpkı cani-

ler gibi, zabıtaca tutulan defterlere, isim sıfat ve adresini,

iş yerini, işine ait bütün evrak ve senetleri kaydettirmekle

mükellefti. Bellibaşlı pazar yerlerinde, bellibaşlı gün ve saat-

lerden başka buğday alış verişi en ağır vergilere, nakdî ce-

zalara tâbi idi. Bellibaşlı ticaret yeri, şehir ve köy dışında

en küçük ticarî muamele, en ağır bir suçtu. Böylelikle, sanki

ticareti menetmek, krallığın gelir kaynaklarım kurutmak ve

ihtikâra çıkarlarını beslemek için her şey yapılmıştı.

(Türgo) bütün bu engelleri kaldırdı. Artık Kral namına

hububat alınıp satılmıyacağını ilân etti. Ecnebi memleket-

lerden Fransa'ya serbestçe hububat ithaline müsade etti.

Mücerret bir ihtiyatî tedbir olarak da dışarıya buğday çıka-

rılması hakkındaki yasağa dokunmadı. Sonra daha ileriye

vardı; yeni hamlelerin hikmet ve faydasını tastik ettirmek

için neşrettiği emirnameyi memleketin her tarafında okuttu.

Bu fermana yazdığı güzel bir mukaddeme ile ticaret serbest-

liği hakkındaki iktisadî mesleğin ana kaidelerini izah etti.

Bilhassa o tarihlerde mevcut olan bir zannı şiddetle sarstı.

Bu zan, memlekete lâzım olan hububatın hükümetçe tedarik

olunması gerektiği ve memlekette kıtlık veya bereketin hükü-

met tutumuna bağlı olduğu tarzında ahmak bir kanaatti.

Bu hususta büyük tarihçi (Mişle)yi dinleyelim :

«— Bu ferman, buğday (Marseyyez)i denecek kadar ruh

açıcı ve ümit verici bir hamle belirtir. Henüz tarlalara ekin

ekilmeye başlamadan neşredilmişti. Bütün köylülere ekmesi

lâzım geldiğini, korkutmamasını, elde mahsul kalmıyacağı-

nı, hepsinin satılacağını telkin ediyordu. Bu telkin bir büyü

gibi tesir yaptı. Güya toprak titredi, sapanlar işlemeye baş-

ladı, öküzler tembellik uykusundan uyandı.»

(Valter) ise fermanın okunduğunu duyunca şöyle dedi:

«— Bana öyle geliyor ki, bütün dünya yenileşti.»

(Türgo) 1774 sonlarında büyük bir şöhrete erdi. Eğer

bildiği ve istediği gibi hareketine müsade edilseydi inkılâp

kendi kendisine, sulh ve huzur içinde gerçekleşmiş olacak,

belki bir süre daha ihtilâl patlamayacaktı. Fakat müsaade

edilmedi ve büyük ıslahatçı mütemadiyen kösteklendi. Ra-

hipler sınıfına, asillere, parlâmentoya karşı (Türgo)yu Kral-

dan başka kim koruyabilirdi? O da bizzat korunmaya muh-

taç, Fransa'nın en âciz ferdi değil miydi? (Türgo) gibi dehâ

çapında, bir ıslahatçıya rağmen ihtilâl durmayacak, her ân

gelişmekte olan hızını kaybetmiyecekti. (Türgo) kâzip bir

fecirdi. Bir şimşek ışığı gibi gelip geçecek, ancak hasretlere

tercüman olacak ve ondan sonra karanlık avdet edince yine

bütün kötülük şartları daha da beslenmiş ve kudurmuş ola-

rak meydana çıkacaktı.

(Türgo) ihtilâlin tarihinde, onun kadrosuna girmeden,

kral hesabına çalışan harcanmış bir insan olarak birinci

122

123

çapta bir şahsiyettir. Şu farkla ki ihtilâlciler binayı dışarı-

dan yıkarak ve yeniden yapmak isteyerek işe başlamışken,

o, aynı binayı içinden yapmayı ve sağlamlaştırmayı düşün-

müştür. Bu bakımdan başarıları hayretlere şayan denecek

kadar çok ve büyüktür. Şu var ki, bir ihtilâli madde cephe-

sine ait ıslahlarla önlemenin ruh cephesine tesir etmeyece-

ği, ruhun mutlaka hıncını almaya bakacağı ve bunun baha-

nelerini kolayca bulacağı hakikati (Türgo) misalinden de bel-

lidir.

UN MUHAREBESD

Hububat üzerine konulan vergi ve resimlere ilâve şek-

linde frank başına 5 santimlik resmin kaldırılması, Krallık

emlâkinin mültezimlere verilmeyerek emanet suretiyle ida-

resi, (Oktrua) tarifelerinin değiştirilmesi, yağ ticaretinin ser-

bestleştirilmesi, askerlik kura muamelelerinin ıslahı, müte-

selsil cezaların ilgası, bu kocaman faaliyet ve ıslahat man-

zumesinden birer şubedir. Fakat bütün bunlar hastayı dıştan

iyi edecek derecede kıymetli tedbirler olmakla beraber asıl

(Türgo)nun düşünüp de fiil mevkiine koyamadığı iç ıslah

projeleri vardı ki, başlı başına kurtarıcı, ihya ediciydi. Bun-

lardan biri de angaryanın yani bir nevi köleliğin kaldırılma-

sı... Tam bu büyük projeyi mücadele mevzuu yapacağı ve

belki de muvaffakiyete ulaştıracağı bir anda birden - bire

hastalandı. 10 seneden beri müptelâ olduğu hastalığı göğsü-

ne doğru inmeye başladı. Bir aralık hayatından bile ümit

kesildi. Dört ay yataktan çıkamadı. Fakat çalışmaktan bir

ân bile boş kalmadı. Maliye nezaretinin bir yatalak tarafın-

dan idare edildiğini kimse anlıyamadı; işlere en küçük bir ha-

lel gelmedi. Buna rağmen uzun müddet sarayda boy göster-

mesi, meydanı düşmanlarına karşı boş bıraktı. Bütün ha-

sımları birleşip anlaştılar ve fırsatı ganimet bildiler. Olan-

ca gayretleriyle fırıldaklarını döndürmeye koyuldular.

Hububat ticaretinin serbestçe tatbik mevkiine konulma-

sı bazı mukavemetlere çarpmıştı. Muhtekirler ve istismar-

cılar elbette saraydaki memnuniyetsizlik cereyanına iştirak

edeceklerdi. Böyle oldu. (Marmontel) gibi meşhur bir edibi

bile elde ettiler ve ona şöyle kalem yürüttürdüler:

«— Bütün bir milletin hayat kaynaklarını kurutabilecek

olan böyle bir tedbiri icra mevkiine koymaktaki cesaret bü-

yük bir muhatara ifadesidir.»

Bir müddet sonra Nekerin neşrettiği bir eser de dava-

ya karıştı. Herkes telâş emareleri göstermeye başladı. Hal-

buki (Türgo) bu neşriyatı yasak ettirmeye bile tenezzül et-

memişti. Sözde münevver böyle yaparsa ya avamın ne yap-

ması ve ne düşünmesi lâzımdı? Her şey, gizli bir fitne ve

buhranın kopmak üzere bulunduğunu gösteriyordu. Nitekim

«Un muharebesi» ismi ile meşhur hadise birden bire patlak

verdi.

Geçmiş senenin mahsulü fakir olduğu için 18 Nisan

1775'de hububatın pahalılığı yüzünden (Dijon) şehrinde bir

karışıklık çıktı. Halk hükümet sarayının avlusu ve merdi-

venlerini yığın yığın doldurdu. Vali nihayet halkın karşısına

çıkmaya tenezzül etti. Ve şu cevabı verdi:

— Bahar geldi, kırlarda ot bitmeye başladı. Haydi gidip

bol bol otlaymız!

Sadece bu cevap, Krallık idaresinin hangi kibir hisarı

gerisinde bütün hak ve hakikatlere arka çevirerek oturdu-

ğunu ve ilerlemekte olan yeni zaman ölçülerine ne kadar

kayıtsız kaldığını belirtmeye yeter.

(Dijon)da başlıyan hadise, (Suason), (Veksen) ve Yu-

karı Normandiya taraflarına doğru sarkmak alâmetlerini

gösterdi.

O sıralarda güzel (Madam do Briyyon) memleketin feci

halini Kraliçeye tasvir ediyor, Kraliçe (Lûi)lerin 16 ncısın-

dan (Şuazöl)ün iktidara getirilmesini istiyor, (Moropa) ise,

nazırların icraatını şiddetle kötüleyen bazı imzasız mektup-

ları Krala takdim ediyor, fakat kimse hastalığın büyüklü-

ğünü ve tehlikesini kestiremiyordu. (îl do Frans) vilâyeti

köylerinde bazı şahıslar artık gemi azıya almış lâflar edi-

yordu :

124

125

— Buğday inhisarı bizi öldürüyor, açlık ve çıplaklığa

mahkûm ediliyoruz! Ayaklanalım! Öyle de ölüm, böyle de...

Şerefimizle ölelim!

Nihayet muhtelif yerlerde hareket başladı. Depo ve ti-

carethaneleri basmaya, zahire ambarlarını ve çiflikleri yak-

maya teşebbüs ettiler. Buğday yüklü gemileri batırdılar.

Nehir yoliyle sevkedilen buğdayı zaptederek payitahtı aç

bırakmak tehdidine kadar vardılar, îşte «Un Muharebesi»

ismi verilen zincirleme hadiseler serisi bundan ibarettir.

ݺ nihayet (Versay) ve Kralın huzuruna kadar sirayet

dairesini genişletti. Paris ve Versay etrafında ayaklanan-

lar saraya doğru yürüyüşe geçtiler. Her zaman ve her va-

kada göze çarpan cilveler kabilinden olarak ne garipti ki,

yürüyüşe geçen âsiler aç ve biilâç olduklarını iddia ettikleri

halde yollarda şarkı söylüyorlar, halka sarkıntılık ediyor-

lardı. Bir çoğunun cebi altın doluydu. Hiçbir mukavemete

çarpmadan sarayın avlusuna kadar girdiler. Muhafızlardan

hiçbir nefer ve zabit ses çıkarmadı. Kumandan mukavemet

şöyle dursun, fikir soranlara firarı bile tasviye' etti. Zaten

Kral zor gösterilmemesini emretmişti.

Kral balkona çıktı ve tebaasına hitap etmek istedi.

Fakat sözleri müthiş homurtular ve tehditkâr naralarla ke-

sildi. Kral bu hali görünce hiçbir şey yapamadan dairesine

çekildi ve hüngür hüngür ağlamaktan başka bir şey bece-

remedi. Sonunda âdet ve iradesizliği icabı âsilerin dilekle-

rini kabul etti. Ekmeğin libresini muayyen bir narha bağ-

ladı. Bu karar (Türgo)nun ıslah teşebbüslerini kökünden

baltalamaktı. Fakat sathî ve zahirî tesirini yaptı. Âsiler

saraydan ve (Versay)dan çekildiler ve ertesi günü Paris'e

gideceklerini ilân ederek uzaklaştılar.

Artık işin içine ekmek karışmış, ihtilâlin mayası tut-

maya başlamıştı.

Âdem Peygamberden son insana kadar şâmil bir kanun

olarak bilmek lâzımdır ki, barutuna ekmek karışan ihtilâl

mutlaka patlar.

A26

TEDBDRLER

(Türgo) vakadan bir gün evvel Paris'teydi. Düzen ve

asayişi iade için polis müdürü ve (Gard Fransız) kuman-

danı ile müzakere halinde... Şaşırıp kalan biçare Kral,

Maliye Nazırını dört atlı bir saray arabasıyla (Versay)a

çağırttı. Dört atlı araba dört nala (Versay) yolunu tuttu.

Enerji ve teşebbüs sahibi (Türgo) sarayın kararına şiddetle

mukabele etti:

—Çapulcuların teklifine boyun eğilmesini asla kabul

etmem! Kendilerine vâdedilen narhın mutlaka iptal edil-

mesi lâzımdır! Yoksa olanca emeklerimiz ve teşebbüsleri-

miz iflâsa sürüklenecektir.

Şapşal Kral bu defa da (Türgo)yu haklı çıkardı:

—Öyle olsun... Vadimi ilga ve iptal ediyorum!

Bunun üzerine (Türgo) yine dört nala Paris'e dönerek

asiler hakkında gerekli tedbirleri emretti.

3 Mayıs 1775 de kıyam ehli, askere ve bazı yasaklara

rağmen Paris'in kapısından girdiler. Fırınlar yağma edildi.

Pazar yerleri daha iyi korunduğu için yağmaya uğramadı.

Asker, her yerde âsilere müsait, seyirci ve gevşek.. Zabı-

ta'da aynı... Paris ahalisi, hayret ve memnuniyet içe-

risinde bu garip karışıklığı seyrediyor. Aynı akşam, (Mare-

şal do Biron) bütün meydanları ve geçit noktalarım işgal

ettirince, âsiler süklüm püklüm kala kaldılar. Ne teşebbüs,

ne bir şey... Fakat hâlâ iki taraf da birbirinin suratına ba-

kıyor, birbirini yokluyor ve hiç bir şey yapamıyordu. Dev-

let, gözünün önündeki isyana ses çıkaramıyordu. (Lil),

(Amyen) ve (Okser) gibi yerlerde de kımıldanışlar... Artık

bu hale tahammül edilemezdi. (Türgo), bir hamle adamı

olduğunu ispat etmek üzere birdenbire şahlandı. 4 Mayıs

gecesi (Versay) sarayında toplanan Mecliste, âsilere karşı

mütereddit davranan polis müdürü ile mareşali derhal az-

lettirdi. Ve yerlerine başkalarını getirtti. Karışıklık boyun-

ca Harbiye Nezaretini ve Paris Valiliğini bizzat üzerine aldı.

Mayısın beşinci günü yeni bir karışıklık çıkaran kıyam er-

babı, her tarafta piyade ve süvari kuvvetlerinin hücumuna

uğradı. Apışıp kaldılar.

127

Köylerde de seyyar karakollaraynı tenkil hareketine

giriştiler.

(Parlâmento) âdeti gereğince,olmayan varlığını ispat

etmek istercesine işe el koymayakalkıştı. Sokaklara ya-

pıştırttığı afişler vasıtasiyle, halkın toplanmasını, karışıklık

çıkarmasını yasak ediyor, fakat ekmek bedelinin indirilme-

si mevzuunda Kraldan istirhamda bulunacağını vâdederek

yeni bir zaaf kapısı açıyordu.

(Türgo) bu işe çok kızdı ve afişleri toplattı. Bunun

üzerine (Parlâmento) tevkif edilen âsilerin bizzat muhake-

mesine kalkıştı. (Türgo) buna da razı olmadı. Âsileri, hu-

susî olarak teşkil edilmiş bir mahkemeye verdi. (Parlâmen-

to) bütün bu olanlar karşısında Krala ihtar ve itirazlar

yağdırarak tekrar sokakları yaftaladı.

Ne Kral, kral; ne îdare, idare; ne Meclis, meclis; arada

yanıp tutuşan, ezilip büzülen gayretli bir Nazır; hepsi bu

kadar...

(Türgo) bu işlerden bıkmış, usanmıştı. (Parlamento)

yu (Versay)a çağırttı. Kralın reisliği altında cereyan eden

bir toplantıda, Kral adına konuşan Adliye Nâzın (Parla-

mento)ya dedi ki:

— Artık karışıklık işleri ve entrikalariyle meşgul olma-

yacaksınız! Kralın emri! Fakat perde arkası iş gören gizli

entrikacıları arayıp bulabilir, meydana çıkarabilirsiniz!

(Prens do Konti) müstesna, bu karışıklığı, perde arka-

sından idare edenlerin kimler olduğu meçhuldür. Yalnız

şu kadarı malûmdur ki, (16. Lûi) karışıklığın hakikî mü-

essir ve müsebbiblerini öğrendiği zaman hayretler içinde

kalmış ve bunları tevkiften vaz geçmiş, adetâ korkmuştur.

Bütün bu hadiseler (Türgo)nun mevkiini sarsmış ve

basit, hattâ hilekâr mânilerle sukut etmemesi lâzım gelen

tutumunu gözden düşürmüştü. Eğer onun, hadisenin bas-

tırılması yolunda (enerjik) davranışları olmasaydı, belki de

daha feci şeyler olacaktı, (Türgo)nun tutunamıyacağım gös-

teren saikler arasında, bir de Kraliçenin Kral üzerinde her

ân artan nüfuzu rol oynuyordu. O, (Dük do Giyon)u sür-

dürmüş, (Şuazöl)ü sürgünden kurtarmış, (Prenses do Lâm-

bal)i kendi dairesine memur ettirebilmişti, îşte bu Kraliçe,

kocası Fransa Kralına «Zavallı adam!» göziyle bakıyor ve

memleketine gönderdiği bir mektupta bu tabiri kullanıyor-

du. Evet, Kraliçe (Türgo)ya tahammül edemiyordu. Beri

taraftan rahipler sınıfı da (Türgo)ya galebe etmiş ve Kra-

liçenin işini kolaylaştırmış bulunuyordu. (Türgo) taç giyme

merasiminin, büyük masraftan yüzünden (Reyms) şehrinde

yapılmasına muhalefet ettiği halde rahipler bu işde ağır

basmış ve merasimi (Remys) katedralinde yaptırmıştı. Üs-

telik, Katolik dininden aynlanlan mahvettireceğine dair

Kraldan bir de yemin koparmıştı. Bütün bunlar (Türgo)nun

anlayışına sığmıyor, yolunda engel oluyordu.

Biraz sonra vaziyet iyileşir gibi oldu. Hasadın /engin

j olacağı anlaşılmaya başladı. Saray entrikaları azalmaya

l yüz tuttu. (Türgo), yakın dostu (Malzerb)i Saray Nazırlığı

makamına getirtti. (Malzerb) polislikten yetişme, namuslu,

vicdanlı, iyi niyet sahibi; fikir istiklâline malik ve edebiyat

kültürüne sahip, müteşebbis bir adamdı. Saray Nâzın sıfa-

tıyla (Malzerb)in eline büyük selâhiyet geçti. Önce memle-

ketin malî idaresi hakkında Krala ihtarlarda bulunmuş,

teklif usulü ve vergi sisteminin düzeltilmesi lüzumunu ve

Maliye Nazırlığı makamında demirden bir pençe bulunma-

sı zaruretini beyan etmişti. Bu bakımdan (Türgo) ile ara

larında tam bir ahenk ve mutbakat olmuştu. Şimdi onur,

Saray Nazırlığına getirilmesi, vaziyetin saray içi ve dışın-

dan ıslahı yolunda büyük bir ümit ışığıydı.

(Malzerb)in ilk ıslahat teşebbüsü hapishanelerden baş-

ladı. Derhal, vaziyetleri yürek sızlatıcı olan hapishaneleri

ziyaret edip onları insan barındıracak hale getirmeye çalış-

tı. Doğruca (Bastiy) zindanına gitti ve orada haksız yere

bulundurulan ve tamamen unutulan birkaç mazlumu azad

etti.

ihtilâl, tek rehbersiz, katî adımlarla yavaş yavaş gel-

mekte ve öncülerini sonradan tedarik etmek üzere şimdilik

irticalî bir mahiyet arzetmektedir.

(Malzerb) ilk iş olarak (Letr do Kaşe) isimli evrakın

128

îhtilâl/9

129

muamele şekline ait bir heyet teşkil etti. Kralın hususî

mührünü hâvi kapalı emirnamelerden ibaret olan ve Kral

tarafından itimada şayan memurlara verilen (Letr do Kaşe)

ler, son zamanlarda her türlü yolsuzluğa alet edilmişti.

(Malzerb) ayrıca saray teşkilâtım düzeltmeye ve protestan-

lara bazı müsaadeler verilmesine çalıştı. Vaktiyle matbuat

müdüriyetindeyken nasıl basın hürriyetini müdafaa ettiyse

Nazır olduktan sonra da sansürü kaldırmaya taraftar gö-

ründü. Hasılı hürriyetperver fikirlerini her sahaha göster-

di. (Türgo)nun öğütlerini dinledi ve ona daima bağlı kaldı.

Fakat (Türgo) derecesinde cesur ve (enerjik) olmadığı için

sadece uzaktan bir takviyeci ve taraftar olmakla yetindi.

Böylece bütün yük, bütün aleyhdarlar zümresine karşı yine

(Türgo)nun omuzlarında kalıyor ve zavallı adam uykuların-

da ve rüyalarında bile mücadele halinde bulunuyor, gece

ve gündüz, nefes nefese didiniyordu.

(Türgo), bu kadar (enerji) sarfetmenin sıhhatini ihlâl

edeceğini söyleyen bir dostuna şu cevabı vermişti:

— Ben de biliyorum; az yaşıyacağım, onun için çok

çalışıyorum!

Gerçekten (Türgo), sadece maliye işlerini ıslah etmekle

kalmıyor, devlet idaresinin her şubesine sarkıyor ve bütün

kötülük şubelerinde ölçülerini tatbik çarelerine baş vuru-

yordu. Meselâ posta idaresinden meşhur «karanlık oda»

kahramanı «Do Niz» isimli resmî casusu hemen kovdu. «Ka-

ranlık oda» vasıtasıyla münderecatına vâkıf olunan mektup-

ların da mahkemelerde bir vesika haysiyetiyle nazara alın-

masına mâni oldu. Angaryaların ilgası için vilâyetlerde uzun

uzadıya temaslara girişti. «Dilijans» isinili posta arabala-

rının idaresi için bir hükümet inhisarı tesis etti. Artık (Tür-

gotin) ismiyle anılmaya başlıyan sistem sayesinde Paris -

Bordo mesafesi 4,5 günde aşılmaya başlandı. Her sahada bir

yenilik ışığı pırıldatan (Türgo), 45 derece şimalî arz daire-

sini esas tutarak mikyasları birleştirmek çarelerine kadar

düşündü. 16 milyon kadar bir meblâğın devlet hazinesine

terkini rahipler sınıfına kabul ettirdi. Katolik mezhebine

aykırı olduğu bahanesiyle bazı kitap ve mecmuaların top-

130

latılmasım ve muharrirlerinin mahkûm edilmelerini önledi.

Yavaş yavaş Fransa'nın her tarafına yayılmak istidadı gös-

teren hayvan hastalığına karşı en şiddetli tedbirleri aldı.

Mükelleflerin, vergilerini muntazam ve kolaylıkla tesviye

etmeleri için her kolaylığı gösterdi. Vergiden kaçmak iste-

yen hilekârları şiddetle takip, vergiden kendilerini muaf

gören zadeganı da tazyik etmekten geri kalmadı. Şimali

Amerika'da cereyan eden hadiseleri gözden kaçırmadı ve

ingiltere ile harp ihtimalini daima göz önünde tuttu. Ordu-

nun kalkınması için hiç bir fedakârlıktan çekinmedi. Netice

itibraiyle nazırlar heyetinin ruhu ve dimağı oldu.

Ama bütün bu tedbirler, her tarafından su alan ve

batmak üzere bulunan bir geminin ufak - tefek rahnelerini

yastık ve kıtıkla kapatmaya bakmaktan ileriye geçemedi;

(Türgo) ise artık bir ihtillâden başka hiçbir şeyin kurtara-

mayacağı bir zemin üzerinde, gemiyi topyekûn kızağa çek-

mek imkânından mahrum ve bu yüzden mahzun bir ısla-

hatçı olarak, ciddi bir eser veremeden geçip gitti.

(Türgo)nun faaliyetini hiç bir şey engelleyemiyordu.

Fakat tasarruf bahsinde bütün çırpınışları boşa çıktı. Niha-

yet (Türgo) 1775 senesinde umumî masariften bir şey kısa-

mıyacağını acı acı anladı. Yalnız saray, hesay ve tahmin

dışında beş milyon frank harcamıştı. Fakat hiç bir şey

(Türgo)yu emir ve yasaklar mevzuunda mücadele etmekten

alıkoyamıyordu... 1776 yılı başında altı adet ferman müs-

veddesini tanzim ederek krala sundu.

Bu fermanlardan birincisi, inkılâp çapındaki meşhur

teşebbüse, angaryaların lağvına aitti. Fermanda (Türgo),

angarya yoliyle halka yükletilen teklif sıkletinin taşınamaz

bir şey olduğunu ispat ediyor ve bu fiilî yüklerin parayla

yapılmasını öne sürüyordu. Bu hususta da (Fizyokrat)ların

düsturunu teklif ediyordu. Zenginlerin faydalanacağı işler

için fakirlerden vergi almanın hak ve adalete uymıyacağım

belirtiyordu.

Bundan sonra angaryaların kökünden ilgasiyla bunun

yerinde muntazam bir vergi tarhından bahsediyor ve şöyle

diyordu:

«— Bu verginin geliri, bütün arazi ve emlâk sahiplerine

131

yarayacağından bütün sınıfların aynı mükellefiyete iştirakleri

şarttır.»

İkinci ferman, Paris'te hububattan alınan (taks)ların

hepsim birden kaldırıyordu. Üçüncü ferman, liman, rıhtım,

hal ve pazar yerlerinde, malî idarece ihdas edilmiş olan

lüzumsuz memuriyet ve vazifelere nihayet veriyordu.

Dördüncü ferman, (Türgo)nun en mühim eserlerinden

biriydi; bütün bir dünya görüşü mahsulüylü; ve esnaf

kethüdalığı, ustalık ve lonca gibi teyallüp merkezlerini kö-

künden siliyordu. Bu mevzuda (Türgo) şu fikirleri yürütü-

yordu:

«— Hemen bütün şehirlerde, büyük sanayi, küçük us-

talar zümresinin inhisarındadır. Birer lonca teşkil eden

bu ustalar, ticarî maddelerin yapılması ve satılmasını, hu-

susi bir imtiyaz şeklinde kendilerine inhisar ettirip baş-

kalarına hayat hakkı vermiyor. Böylece herhangi bir sa-

natta serbestçe hareket edebilmek, ancak o sanatta ustalık

sıfatım almakla mümkün oluyor; Halbuki ustalık, gayet

uzun bir zamana ve bir çok lüzumsuz kademelerden geç

mek külfetine muhtaç olduğu gibi, ayrıca pek ağır vergiler

ve (taks)lar mukabilinde elde edilebiliyor. Bu, her bakım-

dan, her cepheden yanlış ve zararlı bir şekildir.»

(Türgo), fakir şahısların hiç bir zaman usta olamadık-

larını, ekseriyetle evini, barkını ve yurdunu terketmek zo-

runda kaldıklarını, her çeşit esnaf ve sanatkânn, amele ve

çıraklarını diledikleri gibi seçmekte serbest olmayıp lonca-

ların keyfine uymaya mecbur olduklarını ilâve ettikten

sonra, bütün bu mümtaz teşekküllerin memleket sanayii-

ne zararlı tabiî halkara aykırı, sadece keyfî ve indî ölçü-

lere bağlı olduğunu, sanatkârlar arasında ferdî tekâmüle

manî olduklarını, rekabet duygusunu öldürüp her nevi

keşif ve icad hamlesini uyuşturduklarını kaydediyordu.

Artık loncaya, ustalığa, kethüdalığa paydos!... Sanayi ser-

best, her türlü serbest olacaktı. Bu demek değildi ki, es-

naf ve sanatkârların haklannı müdafa eden bir cemiyetleri

olmasın... Bilâkis... Ferdleri koruyan cemiyetler başka,

ferdlere yetişme hakkı vermeyen mütegallibelerin teşkilâtı

132

başka... Hattâ (Türgo) loncalar yerine kaim olacak cemiyet-

ler teşkilini ve bu cemiyetlerin hükümet nezdinde murah-

haslar bulundurmasını bile tavsiye ediyordu.

Beşinci ferman, hayvan alım ve satımından alınmakta

olan vergileri kaldırıyor, altıncı ferman da, içyağlanndan

devşirilen (taks)ları indiriyordu.

İNKILÂP FERMANLARI

Gerçekten (Türgo)hun bu fermanlarına ve işin başın-

dan beri tuttuğu yola, inkılâp ve ihtilâl çapında demek

yanlış olmaz. Daha evvel de kaydettiğimiz gibi, (Türgo),

Büyük ihtilâlin, Krallık idaresi çerçevesinde bir iç ıslah

hamle ve muhasebesi şeklinde boy göstermiş, bir tecelli

unsurudur. Fakat bu tecelli, umduğu müsbet alâkayı ve

kadroyu bulamamış; ve bu mevzu, cezirden sonra med

halinde eski haline dönen ve daha da ileriye giden kötü-

lüklerle, nihayet büyük ihtilâle çarpmak için elden geleni

ihmal etmemiştir.

îşin garibi, Büyük ihtilâlin mukaddemesini teşkil ede-

cek • olan (Parlâmento), (Türgo)nun ıslahatına en ciddî en-

geli teşkil eylemiştir. Fermanlara muhalefet, en ciddî ve

müessir plânda, karşısında Kralı değil, (Parlâmento)yu bul-

muştur. Yâni kuzunun korunmasını kurt istemiş ve kabul

etmiştir de buna bekçi köpeği akıl erdirememiş ve karşı

çıkmıştır.

Hastalıklı (Türgo), yeniden yatağa düşmüştü. O sıra-

da (Parlâmento), birdenbire, tam mânasıyle irticaî bir ka-

rar verdi. (Kondorse)nin angaryaların ilgası fikrini destek-

leyen bir kitabını toplatmaya karar verdi. Bu karar, doğ-

rudan doğruya, meşhur fermanların ruhu ve dimağı olan

(Türgo)ya karşı bir hareket demekti. Fakat Kralın, Maliye

Nâzın hakındaki itimadı henüz devam ediyordu. Kral,

(Türgo)nun icraatını seviyordu. Hattâ Kralın safiyet ve sa-

mimiyet derecesine bakın ki, kendi şahsî emlâki dahilindeki

tavşanların öldürülmesi hakkındaki bir emirname ile Mali-

ye Nazırmın prensiplerine doğrudan doğruya iştirak ettiğini

belli ediyordu .Şapşal, iradesiz, fakat iyi niyet sahibi Kral,

133

fermanların doğurduğu itirazlara mukavemet için uğraşmak

gerektiğini görerek müteessir oluyor, âdeta kendisi tebaa-

dan âdi bir ferdmiş de Kral başkasıymış gibi harekete ge-

çemiyor ve mahzun mahzun şöyle diyordu:

« — Vah, vah! Bu milleti Mösyö (Türgo) ile benden baş-

ka kimse sevmiyor!»

- Bütün Fransa neticeyi beklemekte... Fermanların taraf-

tarlariyle aleyhdarlan arasında şiddetli münakaşalar köpü-

rüyor... Bir taraftan nazırlar hey'eti fermanları tenkide

cür'et edenlerin eserlerini, öbür taraftan da (Parlâmento)

fermanları destekleyen neşriyatı yasak ediyordu. Bu ne

tezat ve bilhassa inkılâba destek olmak vaziyetindeki (Par-

lâmento) hesabına ne gerilik! Meselâ (Parlâmento) zamanın

iktisadçılanndan (Bön Serf)in derebeylik hukuk ve imtiyaz-

larına ait kibatabını hemen zapetmekte tereddüt etmiyordu,

Fermanlar, tescilleri için (Parlâmento)ya verileli bir ay geç-

tiği halde hâlâ boş yere dırdırlarla vakit geçiriliyor ve bir

türlü tescile yanaşılmıyordu.

Nihayet (Parlâmento) ancak Mart ayının ikinci günü

hayvan alım satımından alınan (taks)lar hakkındaki fer-

manı tescil edebildi. Geriye kalan beş fermanı ise adalet

kaidelerine aykırı (!) bulduğu bahanesiyle reddetti. Ne tu-

haf! Hem (Parlâmento) Krala karşı gelebilmek suretiyle

hemen hemen ilk defa mukavemet cephesi kurabiliyor, hem

de bunu Kraldan fazla Krallık taraftan bir zihniyetle Kra-

lın adalet ve hürriyet temayülünü baltalamak için yapı-

yordu. Yâni Krala karşı gelin de, isterse bu karşı geliş

Hakka ve halka zıt olsun.

(Parlâmento)nun asla kabulüne taraftar olmadığı şey,

angaryanın yerine kaim olmak üzere kabul edilecek vergiy-

di. (Parlâmento), mümtaz sınıfların her türlü vergiden muaf

olduğunu, rahipler sınıfının ruh ve terbiyeden mesul, zade-

gan sınıfının ise memleket uğrunda hayatını feda etmekle

hükümdara yardımcı bir topluluk teşkil ettiğini ileriye sü-

rerek bu iki sınıfa hiç bir mükellefiyet yükletemiyeceğini

134

iddia ediyordu. Koskoca millet hakkında ise şöyle diyordu:

«— Milletin bu iki sınıftan ötesi, devlete evvelkiler de-

recesinden güzide, hizmetler eda edemiyeceği için, vazifesi

vergi, el emeği ve cismanî işlerde borcunu ödemektir.»

Dünyada, bir hakikati tepetaklak görmek ve göstermekle

bundan daha baskın bir (demogoji) levhası gösterilemez.

Buna rağmen (Parlâmento)nun itirazlarına kulak asıl-

madı; martın 12 inci günü (Versay) sarayında Kralın Reis-

liğinde meydana getirilen içtimada (Parlâmento) reisi ile

müddeiumumisinin itirazlarına rağmen, sert br emirle fer-

manlar kayıt ve tescil ettirildi.

Tuhaf ki, tuhaf!... Bu defa ve bir ân için Kral millet

menfaatlerinin hâmisi, millet mümessili (Parlâmento) ise

imtiyazlı sınıfların müdafii... Tam tersine roller...

Fermanlar meselesi, (Türgo)nun zaferi, fakat son ve

i, tesirsiz zaferi olmuştu. Zira mağlûp hasım, saray ve aris-

I tokratlar zümresi ve rahipler sınıfı, bu surette büsbütün

çileden çıkarılmış bulunuyordu. Bir ân için, püskürtülüyor,

fakat ezilemiyor, hareketsiz hale getirilemiyofdu. Neticede

bütün gücünü toplayıp taarruza geçmesi için zemin açılı-

yordu. Hercai Kralın bir anlık keyfiyle elde edilen muvaf-

fakiyetler elbette ki, payidar olamazdı. Devlet idaresinde

her türlü hürriyet, adalet, huzur, insanlık ve terakki ölçü-

lerinden ayrılmadığını gördüğümüz (Türgo), ya nihaî dar-

beyi indirecek kadar kuvvetlenmeye, yahut nihaî darbeyi

hasım sınıflar tarafından yemeye mahkûmdu.

Mamafih son ânına kadar ıslahat hamlelerinden vaz

geçmedi. Meşhur ve tersine mütefekkir (Volter)in isteğiyle,

(Seks) ve civarını mültezimlerden ayıkladı. «Iskonto Ban-

kası» ismiyle serbest bir banka kurdu. Şimdiki umumî sağ-

lık idaresinin çekirdeği olarak, doktorlardan, sağlık işleriyle

uğraşmaya memur resmî bir heyet teşkil etti. Fransa'nın,

Amerika muharebesinden uzak kalması lüzumunu âmir,

siyasî ve iktisadî sebepler hakında bir eser kaleme aldı. Şa-

rap ticaretini serbestleştirdi. Gümrük resimlerini kaldıra-

rak serbest mübadele kaidesini tatbike kadar fikirlerinde

cüret gösterdi; fakat bu proje yalnız fikirde kaldı. Memle-

135

ketin siyasî ve idarî ıslahına esas olarak belediyeler hak-

kında mükemmel bir muhtıra yazdı.

(Türgo) her şeyden evvel bugün (liberalizm) diye anılan

iktisadî sistemin müdafiidir ve bu bakımdan tam (demok-

ratik) bir anlayış sahibidir. Hürrriyet ve mülkiyet hakkı

onun iki dostudur.

«— Cemiyet fertler içindir; cemiyetler, bütün insanla-

rın karşılıklı vazifelerinin yerine getirilmesini sağlıyarak

umumun haklarını korumakla mükellef cihazlardır.»

ölçüsü (Türgo)ya aittir :

Ve bu ölçünün devamı:

«— Şahsî hürriyet, fikir ve yazı hürriyeti, vicdan hür-

riyeti, iş ve emek hürriyeti ve bunların neticesi olarak me-

denî ve siyasî haklarda eşitlik...»

Yalnız bir noktada hürriyeti tahdit ediyor, (Fizyokrat)

mesleğine bağlılığı yüzünden ziraatin yegâne kıymet men-

baı olduğuna inanıyor, bu bakımdan mülk sahiplerine fazla

bir hak tanıyor ve bunların vergi tediyesi mukabilinde halka

ait işlerle uğraşması selâhiyetine malik olduklarını redde-

demiyordu. Yani derebeyliğin bir nevi hafifletilmiş ve demok-

ratlaştırılmış şekli...

(Türgo)nun nazarında hâkimiyet şartının esası hak ve

adaletti. (16. Lûi)ye demişti ki:

«— Majesteleri hükümet icra buyuruyorlar. Fakat ger-

çek bir hâkimiyet hakkına malik olmaları için hakkaniyet

ve adalet kaidelerine baş eğmeleri şarttır.»

(Türgo)ya göre bir hükümdar, adalet ve hakkaniyet

sahibi olunca mutlak mânada kanun vâzıı ve devlet irade

mihrakıdır. Şu var ki, idare tarzı, babaca, şefkatlice ve bir

anayasaya bağlı olmalıdır.

(16. Lûi)ye yazdığı bir muhtırada diyor ki:

«— Fenalığın sebebi, milletinizin bir anayasaya malik

olmamasıdır. Fransız milleti, birbirine iyice bağlı olmayan

muhtelif sınıflardan mürekkep bir kavimdir. Bu muhtelif

sınıf ve unsurlar yalnız kendi menfaati peşinden gider ve

birbirine sağlam içtimaî rabıtalarla bağlanmaz. Böyle bir

rabıtayı doğuracak ana ölçülerden de Fransız cemiyeti

mahrumdur. Majesteleri, her şeye ya bizzat, ya nazırlarının

136

vasıtasiyle karar vermek mecburiyetinde bulunuyorlar. Âm-

menin menfaatlerine hizmet etmek için de herkes o ân

için emirlerinize muhtaçtır. Riayet edeceği herhangi bir pe-

şin hükme de malik değildir. Bu hal edebî bir bilgszlik

ve karışıklıktan başka bir netice vermez.»

(Türgo) bu anarşiye nihayet vermek için Fransa dahi-

linde geniş bir Belediye teşkilâtını düşünüyordu. Her yer-

de ve muhtelif derecelerde Belediye Meclisleri ve emlâk

ve arazi sahipleri tarafından seçilmiş bir de millî Belediye

idaresi... Bu meclislerden her biri kendi memuriyet daire-

leri içinde iş görecek, millî Belediye idaresi ise bütün Fran-

sa dahilinde nafia işleri, hayır müesseseleri ve bilhassa ver-

gi tatbikatiyle uğraşacaktı. Başlıca vergi, imtiyazlı veya

imtiyazsız bütün arazi sahiplerine şâmil bir toprak vergisi

olacaktı. Belediye Meclisleri devlet işlerini murakabe ede-

miyecekler, fakat hususî dileklerde bulunabileceklerdi.

(Türgo), hak ve adalet esasına bağlı bir hükümette eğer

umumî efkâr aydınlatılmaz ve halk vicdanı cezbedilemezse

hiçbir teşkilâtın devam edemiyeceğini söyliyerek diyordu

ki:

«— Majestelerinin saltanat devresine ebedî bir hayat

vermek için elzem saydığım teşkilâtın birinci ve belki de

en mühimmi, üniversitelerin, orta mekteplerin, ilk mektep-

lerin idaresine memur olmak üzere bir Millet Meclisi ku-

rulmalıdır.»

(Türgö)nun kafasındaki bu meclis, geniş manasıyla ka-

nun vâzn Millet Meclisinin bir çekirdeği olarak yaşıyordu.

Bu meclis, yeni bir nesil yetiştirmek dâvasını üzerine ala-

cak ve dinî tedrisat ile beraber yeni ve asri bir terbiye ver-

mek gayesini güdecekti. Bunun için de, hususî surette mü-

sabakayla yeni eserler telif ettirilecek; ve ilerleyen dün-

yanın meselelerini aksettiren bu eserler mekteplerde oku-

tulacaktı.

Netice şudur ki, (Türgo), bugüne göre pek eksik ve

çocukça fikirlerin sahibi olmakla beraber, devrine ve selef-

lerine nisbet edilecek olursa ilk defa düşünen ve çile çeken

bir devlet recülü mevkiindedir.

137

(Türgo)nun, Saraya yağdırdığı muhtıralara (16. Lûi)

tarafından konulan işaretler ve haşiyeler gösteriyor ki

Kral, bunları anlayabilecek bir zekâ ve irfan seviyesinde

değildi. Zaten bunları Kral anlamış olsaydı bile imtiyazlı

sınıfların mukavemetine çarpacak ve nasıl olsa mağlûb ola-

caktı, ihtilâle mâni olmak için o devirde öyle bir Kral la-

zımdı ki, hem hudutsuz anlayışlı, hem de o nisbette iradeli

ve demir pençeli olsun...

Nitekim mukadder netice gelip çattı; (Türgo) sükut

etti.

Fermanların neşri, başta (Volter) olarak bütün yeni

fikirlilerin hoşuna gitmişti. Paris'teki amele, küçük esnaf

ve sanatkârlar tarafından da büyük ve şamatalı bir sevinçle

karşılandı. Fakat mukabil sınıfın da taarruzu gecikmedi.

Kral ve muhiti entrikacıların açtığı cereyanın girdabına

tutuldu. (Türgo), 30 Nisan 1776 tarihinde Krala bir mektup

yazarak, hükümdarlık tahtı hesabına bütün bir felâkete

meydan verecek olan bu cereyana mukavemet etmesini is-

tirham etti.

Fakat hiçbir fayda hasıl olmadı. Saray, maliye muhiti,

büyük zadegan ve rahipler âlemi, (Türgo) aleyhindeki cere-

yanla taşıp köpürmeye yüz tuttu. Sanki büyük bir aksü-

lâmel dalgası, (Türgo)ya karşı şahlanmıştı, imtiyazlarından

mahrum kalan esnaf loncalarının başları, kethüdalar ve

ustalar, ayrıca bunlara kapılan bir takım kalem ve fikir

adamları, öbürleriyle elele verdiler. Kral, dört yanından

menfi telkinler ve zehirli tezvirlerle sarıldı. Hâlâ iş başında

bulunan (Moropa), Maliye nazırının pek ileriye vardığını,

hududunu aştığını, hükümetin başına gaileler çıkardığını

söyleyecek kadar ileri gitti. Bu hususta baş vurulmadık hile

ve tertip bırakılmadı. (Türgo) adına bir takım sahte mek-

tuplar bile tanzim edildi. Başvekil, Kraliçe ve Kral hakkında

bir takım tahkir edici fıkraları ihtiva eden bu mektuplar,

güya postahanede zaptedilerek Krala takdim edildi.

Fakat hâlâ, yenilik ve terakki taraftarı (Türgo) sarsıla-

mıyor, devrilemiyordu. Ona son darbeyi Kraliçe (Mari

Antuanet) indirdi. Fransa'nın Londra Sefiri (Kont do Kin)

138

in münasebetsiz hareketleri üzerine (Türgo) tarafından az-

lettirilmesi ve bu asilzadenin Kraliçenin adamı olması,

(Mari Antuanet)! çıldırttı. Kraliçe bütün gücünü (Türgo)

aleyhtarlarının kefesine attı ve sarsak Kralın karşısına di-

kildi:

—(Türgo) azledilecektir!

—Olamaz; ben ona Fransa'nın nice zamandır beklediği

t>ir yapıcı göziyle bakıyorum.

—O, yapıcı değil, yıkıcıdır; Krallığın yıkıcısı ve yerine

halk temelinin kurucusu...

Malûm snıflann kurgulu oyuncağı (Mari Antuanet),

hiçbir şeyi kökünden göremeyen Krala şeşi beş göstermekte

muvaffak oldu ve (Türgo) harcandı.

Evet, böyle oldu; Kraliçe göz yaşlan içinde Kralın hu-

zuruna çıkarak istediğini o kadar kuvvetle ileriye sürdü ve

tam o anda arkasında aynı isteği destekleyen öyle bir mu-

hit buldu ki, Kral, (Türgo)yu azletmekten ve üstelik (Bas-

tiy) hapishanesine göndermekten başka bir şey yapamadı.

(Türgo) meşhur zindana giderken, devlet itibarını kıran

Londra sefiri (Kont do Kin) için de, aynı Kraliçe, (Düklük)

paye ve unvanının verilmesini istiyordu. Kraliçe o kadar

öfkelenmişti ki, hiçbir tedbir kendisini yatıştıramaz ol-

muştu.

Yakın dostu (Türgo)nun başına gelenleri görerek ıslahat-

tan ümidini kesen (Malzerb) de onun arkasından istifasını

verdi.

Son dakikaya kadar sebat eden (Türgo), kovuluncaya

kadar makamını bırakmamaya azmetmişti. Palas - pandras

atılıp hapsedildikten sonra Krala şu satırları yazdı:

«— Majeste! Artık son dileğim, memleket manzarasını

:gördüğüme ve size bir takım hayalî tehlikeler gösterdiğime

inanmanız için bazı mesut vakalann tahaddüsüdür. Zama-

nın beni haklı çıkarmamasını temenni ediyorum.»

(Türgo), birkaç sene eser yazmakla uğraştıktan sonra

1781 de, büyük ihtilâlden 8 yıl önce öldü. Böylece, bizzat

ve bilfiil göremediği büyük ihtilâli ilk hisseden, sezen, ona

mani olmak için her çareye başvuran, fakat muvaffak ola-

139

1776 da (Kloniy)in tertip ettiği piyango ikramiyelerini

çoğaltmak suretiyle İslah ederek herkesin alâkasını celbe-

debildi. 24 milyon franklık esham çıkardı. 1777 de doğrudan

doğruya hükümet tarafından 106 milyon franklık bir istik-

raz muamelesine girişti. 1778 tarihinde 4 milyon, 1779 da

58 milyon franklık yeni istikrazlara baş vurdu. 1780 de 36

milyon franklık bir piyango daha tertipledi. 1781 senesinde

9 milyon franklık bir esham çıkardı. Velhasıl her sene ve

ne türlü olursa olsun, para tedarik etmekten geri durmadı.

Bu bir değerlendiricilik değil, keyfiyetsiz bir çoğaltı-

cılıktı; ve göz boyayarak iflâsa götüren bir tutum...

(Neker) bazı tasarruflar yapmaya da kalkıştı. Kraliçe-

nin çocukça tarafları, kralın zevcesine kör itaati herkesçe

anlaşıldığından, nedimlerin, gözdelerin azgınlığı nihaî hadde

gelmişti. Başmabeyinci tayin edilen bir prens, tek kalemde

800 bin frank atiyye almıştı. Büyük, küçük bütün saray

mensupları «Yağma Hasanın böreği» hesabınca gidiyordu.

Bütçe açığı ise kapanamıyacak derecede müthiş... (Ne-

ker) Kral tarafından verilen bahşiş ve atiyelerin hiç olmazsa

senede bir defa verilmesine karar istedi. Maksadı, bu su-

retle umumî masraf yekûnunu Krala göstererek onun deh-

şet duygusunu körüklemekti. (Neker), (Türgo) tarafından

kaldırılıp, sonradan iade edilen bazı ağır vergileri kaldırdı.

Krallık emlâkinde çalışan lüzumsuz ve mânâsız memurları

kovdu. Hattâ saraydaki parazitleri bile kısmen tasfiyeye

kadar vardı. Fakat zevk, safa, israf, başını almış gidiyordu.

Meselâ üç sene zarfında Kral, memuriyete kayınlacaklannı

vaadettiği bazı şahıslara, peşinen maaş ve tahsisat namiyle

3 milyon franka yakın para ödemişti. Faka^ (Neker) çok

geçmeden kavradı ki, nüfuzlarının imtiyazına dokunmadan

ve gedikli zatları ürkütmeden herhangi bir İslahat yapma-

nın imkân ve ihtimali mevcut değildir. Zaten bu mevzuda

pek ileri gittiği için nihayet yuvarlanan (Türgo) misali orta-

daydı, imtiyazlara ve gediklilere dokunmayan İslahat hiç

itiraz çekmiyordu. Meselâ, hapishane ve hastanelerin İsla-

hına kimsenin ses çıkardığı yoktu. Bu hayır işiyle (Madam

Neker) meşgul oluyordu. Fakat iş, protestanlara küçük bir

müsamaha ve müsaadeye gelince, hemen rahipler sınıfı

meydana çıkıyor ve itiraz sesleri bir ağızdan yükseliyordu:

—Katiyen olamaz! Caiz değil!

(Parlâmento) bütün İslahat teşebbüslerini reddediyor ve

bu hususta Kraldan ve Krallık taraftarlarından fazla taas-

sup gösteriyordu. Nitekim (Neker)in kaleme aldığı «Vilayet-

lerin idaresi hakkında proje»yi reddetti. (Neker)in 1779 se-

nesinde Krala takdim ettiği bir muhtıra ile tatbik mevkiine

koymaya çalıştığı bu proje (Türgo)nun belediye teşkilâtı

plânından iktibas edilmişti. Bu proje mütereddid ve ürkek

bir taklitten ibaret olmasına rağmen, merkeziyet usûlünün

mahzurlarına karşı ihtiva ettiği fikirler çok kuvvetliydi.

(Neker) şöyle diyordu:

—Fransa, masa başından idare olunuyor! Böyle şey

olamaz! Vatan idaresi, ancak gören göz ve değen el mesa-

fesinden yürütülebilir.

Teklif ettiği çare ise şiddetli ve semereli bir tedbir ol-

maktan çok uzaktı. Avam, zadegan ve rahiplerden ibaret

halk sınıflarının biraraya gelerek bunlardan birer vilâyet

meclisi teşkilini müdafaa ediyor, bu meclislerin vergi tevzii,

yol inşası, hayır işlerine nezaretle uğraşmasını istiyor ve bu

meclise ait kararların Nazırlar Meclisince tasdikini şart ko-

şuyordu. (Parlâmento)ların tehlikeli işlerine karşılık asıl bu

yeni meclisin hükümeti murakabe etmesi tezini savunu-

yordu.

(Neker)in vilâyetler hakkında projesi, tecrübe mahiye-

tinde bazı vilâyetlerde tatbik mevkiine konuldu. Fakat teş-

kil edilen dört meclisten ancak ikisi ihtilâl zamanına kadar

sürebildi ve her şeye rağmen faydalı ıslahata yol açabildi.

(Neker) neye el attıysa, kendisini bu mevkie getiren

(Moropa)mn engeline çarptı. Adetâ onun da başına bir nevi

(Türgo)nun âkibeti gelmek üzereydi ve sanki (Neker) bazı

cepheleriyle küçük bir (Türgo) idi. Fakat (Neker), idealist

(Türgo)nun haysiyet ve samimiyetine, üstelik fikir ve görüş

kabiliyetine malik değildi. Aynı hücumlar ve tertibat karşı-

sında kalmaya başlayınca, nefsini müdafaa için umumî efkâ-

ra müracaat etmeyi düşündü. Böyle bir düşünce bile artık

142

14a

ortaya, umumî efkâr ve millî vicdan diye bir şey çıktığını,

çıkmaya yüz gösterdiğini belli ediyordu. (Neker) 18 Şubat

1781 tarihinde, büyük ihtilâlden tam 8 yıl evvel devletin ma-

lî vaziyeti üzerinde bir bilanço çıkarıp bunu neşretti. Bilanço,

müthiş gürültülere sebep oldu. (Neker) neşrettiği hesap hü-

lâsasında kendi idaresini methettikten sonra devletin mali-

yesini saran esrarın bir kısmını açığa vuruyor, 28 milyon

franga yükselen saray bahşişlerinin müfredatını kalem ka-

lem gösteriyor, ıslahat için neler yapıldığını, nelere muvaffak

olunduğunu, nelerde hiç bir şey yapamadığını belirtiyordu.

(Neker) bu netameli bilançoyu neşrettikten sonra doğ-

rudan doğruya Kralın huzuruna çıkmaktan da çekinmedi.

Zira artık makamında barınamıyacağını kestiriyor, son bir

hamle ile bir şeyler becermek istiyordu. Kraldan, kendisinin

istişarî reyle Nazırlar Meclisinde kalmasını ve haftada bir,

Nazırlar Meclisinin kendisinden malî vaziyete dair izahat al-

masını talep etti. Kral bu teklifleri reddedince (Neker)

19 Mayıs 1781 yılında istifasını verdi. Paris halkı da, (Ne-

ker)in bu yuvarlanışını, yine Kraliçe ile (Madam do Polin-

yak)ın nüfuzuna hamletti.

Çilekeş fikirci (Türgo)dan sonra, gayret ve cesareti göz

boyamaktan ibaret, muvazaacı (Neker) dahi, çaresizliği ilân-

dan başka bir şey getirememişti.

SARAYDA SON VAZDYET

(Türgo) ve (Neker) tecrübelerinden sonra sarayda son

vaziyet:

(Mari Antuanet)in-kumarbazlığı görülmüş, duyulmuş gi-

bi değil... Geceleri Kralla beraber bulunduğu (Kont d'Ar-

tua)mn dairesinden kocasiyle beraber çıkıp Krallık dairesi-

ne döndükten sonra, kocasını uyutur uyutmaz gizlice geriye

dönüyor ve sabaha kadar kendisini kumara veriyordu. (16.

Lûi) o zamanlar Fransayı istilâ eden (Faraun) isimli kumarı

yasak etmişti. Fakat Kraliçe yasak dinler mi? Kraldan bu

•oyunu yalnız bir defalık oynamak üzere izin aldı; ve tam

36 saat, yemeden ve içmeden, uyumadan ve dinlenmeden

masa başında kaldı. Değme kumarbazların beceremiyece-

;ği ݪ---

Çocukça tabiatı icabı, şunun bunun nüfuzuna girmek-

ten, tesirine kapılmaktan da nefsini kurtaramıyordu.

Evvelâ (Prenses do Lâmbal)ın muhabbetine kapıldı. Ve

•nüfuzuna girdi. Ondan sonra Prensesten uzaklaşmakla be-

raber (Kontes do Polinyak)ın pençesine düştü. Bu (Kon-

tes do Polinyak) müthiş bir tip... Genç, güzel, gayet zeki

-ve serbest tavırlı, son derece hesabi ve sinsi... Nüfuzlu bir

asîlin metresi, (Morapo)nun taraftan, ruhu istibdat fikir-

leriyle dolu, ailesinin harîs emellerine mükemmel bir âlet...

ݺte bu Prenses, Kraliçeyi delicesine bir israf hastalığına

uğratmakta birinci rolü oynamıştır. Sadece israf da değil,

bilerek veya bilmeyerek siyaset işlerine de karıştırmak...

Kontes, Kraliçenin damarım bulmuştu: Onun gururuna bi-

•raz dokunuldu mu hiç bir işin «olur» veya «olmaz»ı kal-

maz, Kraliçe mutlaka bu işin yerine getirilmesi için her şeyi

yapardı. Evvelce de ka}'dettiğimiz gibi, ağlar, tepinir, kızar,

darılır, nihayet tepeden emir ve iradeler vermeye başlar ve

mutlaka arzusunu yaptırırdı.

Nedimler ve yakınlar, artık Kralın, Avusturyalı Pren-

ses elinde bir oyuncaktan başka bir şey olmadığını sez-

mişler ve şahsiyetsiz Krala ehemmiyet vermemeye başla-

mışlardı. Belki de bu tesirlerin başında (16. Lûi)ye erkek-

liğini ilk defa ve müthiş zorluklarla tattırmış olmanın im-

-tiyazı vardı. Kayınbiraderi Avusturya Kralı Parise geldiği

vzaman, kız kardeşinin yıllardan beri feth ve zaptedilemedi-

ğini, bakire kaldığını, Kralın bu işten hiç bir şey anlama-

dığını öğrenmiş ve hayretler içinde kalmıştı. Nihayet sebebi

'(fizik) sahada arayan kayınbirader düğümü keşfetmişti.

(16. Lûi) bir neyi iktidarsızlığa mübtelâ... Ona mahrem ve

ince bir şekilde küçük bir ameliyata muhtaç olduğunu an-

latmış ve kabul ettirmişti. Böylece, selefi aygır Kralın zıddı

'Olan (16. Lûi) nihayet erkek ve baba olabildi. Fakat hiç bir

zaman bu iş uzun sürmedi ve Krala gaye görünmedi. Fakat

144

-îhtilâl/10

145

Avusutryalı Prensesin anne olması (16. Lûi)yi pek sevindir-

di ve ona karşı sevgisini arttırdı. (Düşes d'Angolem)in do-

ğuşu, muazzam israflara kapı açtı. Doktorlar, çocuğun sa-

dece aşı masrafı olarak 32 bin Frank aldılar. Bu hadisenin

şerefine, (Kont d'Artua)nın oğluna ait talim ve terbiye mas-

rafı 650 bin Franga yükseldi. 100 bin Frank irad getiren bir

malikâne isteyen (Kontes do Polinyak) nihayet 200 bin

Franklık bir âtiyeye ve kızı için yılda 25 bin Franklık bip'|

irada razı oldu.|

(Polinyak) Kontesinin artık hırsına payan yok... Krali-

çe vasıtasiyle dilediği insanı nezaretlere kayırır ve nezaret-

lerden ayırır oldu. Bahriye, Harbiye, Maliye hep onun em-

rinde... Nihayet (Neker)in düşürülmesine kadar işi ileriye

vardırdı. -

Fakat Paris ve bütün Fransa, hâlâ Kral ile yakınları

arasında bir fark kabul ediyor, bütün suçu riyakâr ve muh-

teris nedimlere bağlıyordu. Krala ve Krallığa olan muhab-

betini elden çıkarmıyordu. Nitekim bu his, Veliahdın ma-

kamından attıkları (Neker)i alkışlayan (Morayo)nun ölüm

haberi yayılınca sokaklarda bayram eden ve şarkılar söyle-

yen halk, Veliahdın doğum günü «Yaşasın Kral! Var olsun

Kraliçe!» diye külahını havalara attı ve çocuklar gibi se-

vinç içinde tepindi.

Nihayet Kraliçe, Avusturyalı Prenses etrafında hâdise-

lerin en müthişi vücut buldu. Meşhur gerdanlık vakası...

Sene 1784-85... Büyük İhtilâle dört beş yıl var... Her

şey öyle süratle değişmekte ve kötüleşmekte ki, adetâ mut-

lakiyet şeklinin, son günlerine yaklaşıldığı belli... ihtiras-

lar o kadar artmış, kaygısızlık o kadar şahlanmıştır ki, dev-

let hazinesi artık memelerinden süt yerine kan gelen bir

inek halindedir. Derebeylik fikri, asillere ait imtiyazların

genişletilmesi emeli hükümetin ana ölçüsü... (Parlâmento) la-

ra ve adalet kadrosuna girebilmek için asalet unvanı şart...

Ordu ve Harbiyeye asillerden başka kimse zabit tayin olu-

namaz.

Avam sınıfı her yerde hakaret altında, zillet içinde, aç

ve perişan... Rahipler de asillerden ayrı ve başka bir âlem...

Her üç sınıf da birbirine düşman... Hâsılı artık kötülükle-

rin nihaî kemal devrini yaşadıkları zaman... Kraliçenin is-

rafları ve çılgınlıkları ise dillere destan...

Tam bu anda olanlar oldu:

(Madam do Lâmot) isimli haris, hilekâr ve cürette hu-

dutsuz bir kadın, (Kardinal do Rohan)a giderek esrarlı bir

tavırla kırıtıyor ve kardinal'in kulağına şu korkunç sözleri

fısıldıyor:

—Elmas bir gerdanlık alıp Kraliçeye takdim ederseniz

bunu memnuniyetle kabul edeceğini haber verebilirim!

Gerçekten müthiş! Bu teklif, doğrudan doğruya Krali-

çenin Kardinalden aşk ilânı mânasına elmas bir gerdanlık

istemesinden farksızdır ve bu vazifeye güya Saraylı (Ma-

dam do Lâmot) memur edilmiştir.

Kardinal derin bir heyecan içinde, kısık sesini çıkarıyor.

—Ne diyorsunuz; hediyemin kabul edileceğinden emin

misiniz?

—Emin olmasam söyler miyim!... Haydi, vazifenizi ya-

pınız!

Prens unvanlı Kardinal, ahmak bir insan olduğu için,

bu inanılmaz teklifi sahi zannediyor. Karşılıklı oturup he-

diyenin takdimi şekline aut plânı tertip ediyorlar.

Kardnal (Prens do Rohan), Saraylının haber verdiği ge-

ce, (Versay) Sarayının bahçesine gizlice giriyor. Bahçenin

izbe bir köşesinde şahane bir eda ile duran, tüllere bürülü,

yüzü ve gözü örtülü bir kadın vardır; ve bu, güya Kraliçe-

dir. Bu kadın, daha evvel (Madam do Lâmot) tarafından

peylenmiş ve bu dalavereye memur edilmiş bir manken...

Kardinal, hal ve heybetinden Kraliçe zannettiği bu basit

kuklanın önünde dize gelerek, kendisine lütfen uzanan be-

yaz eli ihtiramla öpüyor ve edilen ihtar üzerine orada dur-

mayıp çekiliyor. Hilekâr ve cüretkâr saraylı bir kaç gün

sonra, elinde Kraliçe tarafından imzalanmış sahte bir mek-

tup, Kardinal'in karşısına çıkıyor ve gerdanlığı alıyor. Ger-

danlık, görülmemiş değerine rağmen (Madam do Lâmot)un

eliyle bir hayli eksiğine satılıyor ve bir dedi - kodu'dur ko-

puyor :

146

147

ݺ bununla bitmiyor. Milyonlara yaptırılan gerdanlığın

parasını almadığı için kuyumcu, hemen Kraliçeye baş vu-

ruyor ve bunun üzerine bütün rezalet ortaya çıkıyor. Kra-

liçe, vaziyeti Krala bildirip «işte sarayınız!» der gibi bir ha-

karet tavriyle kapısını vurup çıkıyor. Kral, o zamana kadar

görülmemiş bir öfke içinde... Derhal Kardinali çağırıp sî-

gaya çekiyor. Elleri ve ayakları titreyen Kardinal, muhte-

şem bir sadelik ve ahmaklık içinde olup bitenleri söylüyor1'

Aptallığına ve bir nevi mazeretine rağmen (Bastiy) zindanı-

na gönderiliyor. Hükümdarlık hanedanına karşı cinayet ter-

tibi suçiyle ithamlandırılarak (Parlâmento)ya veriliyor. (Ma-

dam do Lâmot)un gördüğü ceza müthiş... Kızgın demir ile

dağlanmak ve hapishanenin en feci köşesinde unutulup kal-

mak... Neticede Kardinal beraat ediyor ve bu mesele de hiç

bir suçu olmadığı halde Kraliçeyi lekelemek ve aleyhindeki

israf ve iftiraların artmasına sebep olmaktan kurtulamıyor

Halk Kardinali alkışlıyor, (Madam do Lâmot)a hayretle ba-

kıyor, Kraliçeyi ise yerin dibine geçiriyor.

Hâsılı «Gerdanlık vakası» yaklaşan ihtilâlin hedef tut-

tuğu kötülükleri en hususî çizgileriyle ifade eden ve ortada

ölçü ve hürmet hissi diye hiç bir şeyin kalmadığını göste-

ren, (sembol) mahiyetinde tarihî bir rezalet...

HÜKÜMETTE SON VAZDYET

(Neker)den sonra Maliye Nazırlığı artık kimsenin yanaş-

madığı bir iğneli fıçı... Bal da orada, arının iğnesi de ora-

da... Onun için herkes başının selâmetini arıyor, Maliye Na-

zırlığı dediler mi, bucak bucak kaçıyordu. Nihayet işe (Kon-

tes do Polinyak) ve avanesi el attılar ve Krala karşı (Kal-

ven)i ileriye sürdüler. Fakat, Kral (Kalven)den nefret edi-

yordu. Tazyiklere şöyle mukabele etti:

—Olmaz, ben ondan nefret ediyorum!

Bu çocukça İsrar ve inada karşı bir hayli didindilerse

de fayda vermedi. Bön Kral demek istiyordu ki;

        İsterseniz Fransayı kökünden kazıyacak bir insan ge-—

148

tiriniz, razıyım! Fakat benim şahsen nefret ettiğim adam

olmasın...

Mecburen sustular. Kral (Flöri) isimli, hâkim sınıfın-

dan yetişmiş birini Maliyeye getirdi. Yeni Maliye Nazın

bir takım ıslahat yapmaya boş yere çabaladıktan sonra

israfların önünü alamadı. İki yılda devletin borcunu altmış

milyon frank yükseltti. Nihayet mesuliyetten korkup bazı

tedbirler almaya ve fren yapmaya başlayınca Kraliçenin

isteğiyle hemen azlediliverdi. Sıra yine (Kalven)de; fakat

Kral yine razı değil. Bir çocuk gibi ısrar ediyor:

—Olmaz; ben ondan nefret ediyorum!

(D'Ormesson isimli, âciz, fakat dürüst bir genç Mali-

yeye getirildi. O da Kraliçenin hoşuna gitmedi. Memuriyeti

sadece yedi ay sürdü. Ve hemen tepetaklak edildi.

Kraliçe, eteklerini hışırdata hışırdata, Kralın karşısına

çıktı:

—(Kalven)i tayin edeceksiniz!

—Olmaz; ben ondan nefret ediyorum!

—Bundan sonra nefret etmezsiniz. Çare yok! (Kalven)

Maliye Nazırı olacak!

—Peki olsun!

Ve artık her şeyi büsbütün yıkmaya mecbur bulunan

(Kalven) Maliye Nazırı oldu.

(Kalven)in malî siyaseti, sonsuz bir cür'etten ibaret

kaldı. Saray ve asiller değirmeninin rüzgârını temin için

gerekli parayı bulmak yolunda, sonsuz bir cür'et... Bu

adam, para bulabilmek için malî itibar lâzım olduğunu,

itibar sahibi olmak için de zengin görünmek gerektiğini,

zengin görünmek için ise çok para sarfetmek icabeylediğini

hesaplamaktan gayri hiç bir ölçüye malik değildi. Demek

ki, her şey, para bulabilmek ölçüsünde toplanıyor ve her

şey bol bol para saçmak gösterisine kalıyordu. (Kalven)

açtı bütün masraf musluklarını... Bir altın yağmurudur

başladı. Saray (Kalven)in idare tarzını pek beğendi ve dâhi-

yane buldu. Herkes nüfuz ve mevkiine göre altın yağmurun-

dan pay almaya baktı. Kraliçe 6 miylon franka (Senklû)

Sarayını, Kral 18 milyon franka (Rambaye) Sarayını satın

aldı. (Polinyak) Dükü, posta idaresinde ihdas ettirdiği büyük

149

bir memuriyete kednisini tayin ettirdi. (Prens do Kemene)

11 milyon frank mukabilinde (Loryan) limanını sattı. Ve-

saire vesaire... Fakat bu kadar parayı nasıl ele geçirmeli?...

İçine sarnıcın bütün suyu dökülen tulumbayı bu defa su

çekmesi için hangi kaynağa bağlamalı?...

Halk, zavallı halk...

(Kalven) istikraz yoluna baş vurdu. İlk iş olarak 1782

istikrazından henüz devlet hazinesine girmeyen 100 milyon

frankı tahsil etti. 1784 senesinin son ayında yüzde 8 faizle

125 milyon daha istikraz etti. Artık bu kadarı, iflas bayra-

ğını göndere çekmek demekti. Kraldan fazla istibdat ve

keyfî idare tarafları ve (Parlâmento) artık dayanamadı, iti-

razlara başladı. Ancak Kralın reisliği altında tertip edilen

bir toplantı sonunda teskin edilebildiler... Fakat yine için

için homurdanmaya devam edildi.

Vilâyetlerde de şikâyetler çoğaldı. Kısa zamanda şikâ-

yet hakarete, hakaret de isyana dönmek alâmetlerini gös-

termeye başladı. Artık hükümetin her tedbiri, her hareketi

müthiş bir şüphe mevzuu olmuştu. Meselâ altun meskukâ-

tın yeniden eritilip darbedilmesi kararı, hemen bütün Fran-

sayı, yeni bir dolandırıcılık karşısında kalındığı şüphesine

düşürdü. Herkes ağzına geleni söylüyordu:

— Devletin hayat damarlarını kurutuyorlar! Batıyoruz!

(Kalven) şaşırmış, apışmış, kendinden geçmiş hale düş-

tü. Fakat hâlâ bir takım tedbirler almaktan vazgeçmedi. İk-

tisatçılara bir cemile olmak üzere İngiltere ile 26 eylül

1786 muahedesini aktetti. Bu muahede sayesinde İngiliz

malları Fransaya serbestçe girebiliyor, iç sanayi rekabet yü-

zünden silkinerek ataletten kurtuluyor, Fransanın mahsûl-

lerine bilhassa şaraplara yeni bir ihraç sahası bulunuyordu.

İyiydi; fakat vaziyetin artık küçük ilâçlarla, tâli tedbirlerle

kurtulur tarafı kalmamıştı. (Kalven)in blançosu şuydu: Üç

yılda 487 milyon frank borç ile takriben 100 milyon bütçe

açığı... Vaziyet, artık Ali'nin külahını Veli'ye ve onunkini

öbürüne giydirmek suretiyle en kısa vadeli bir teselli imkâ-

nını bile yok gösteriyordu. Skandal ve felâket muhakkak...

İtiraz ve muhalefet sesleri çıkarmış olan (Parlâmento)

150

bu defa. Kraldan fazla korkmaya başladı ve (Kalven)e yeni

istikrazlar etklif etti. Fakat (Kalven) buna cesaret edemedi.

Hemen iflâs edeceğinden ve on paralık itibar bulamayaca-

ğından emindi. Zecri yollardan başkası çıkar yola benzemi-

yordu. Vergileri artırmayı düşündü... Avam sınıfı zaten son

damla kanına kadar her şeyini kaptırmış olduğundan, tek

çare, ancak mümtaz sınıflara dönmek ve yükü bu defa

onlara yüklemek olabilirdi.

(Kalven), neticede, imtiyazlı sınıfları itaat altına alabil-

mek için tek çare olarak umumî efkâra baş vurmayı düşün-

dü. Vaktiyle (4. Hanri) zamanında olduğu gibi «Muteberan

Meclisi»ni içtimaa davet etmek istedi. (Kalven)in plânı

şuydu:

Başlangıçta herkesten fazla israf cereyanını himaye et-

miş bir insan olduğu halde şimdi neticeyi ve bütçe açığını

mertçe itiraf etmek... Ve bütün ıslahat içinde en esaslı

olarak, mümtaz sınıflarla beraber, bütün emlâk ve arazi sa-

hiplerine müşterek ve mütesavi bir vergi tarhı fikrini kabul

ettirmek... Ayrıca, vilâyetler meclislerine, papasların borç-

larına, şahsî tekliflere, hububat ticaretine, angaryalara ait

fikirleri de vardı.

(Kalven) bütün bu projelerini çevreleyen muhtıralarını

Krala takdim edip gerekli izahlarda bulunduktan sonra

Kraldan şu cevabı aldı:

—Fakat bütün bu projeler (Neker)in teklif ettiklerin-

den ayrı değil... Elinizden başka bir şey gelemedi mi?

—Efendimiz majestelerine bundan daha iyi bir şey

teklif edebilmek mümkün değildir.

Görülüyor ki, herşey dönüp dolaşıyor, yine (Türgo) ve

(Neker) gibi selim akıl ve vicdan sahiplerinin dediğine geli-

yordu. Halbuki (Kalven) bunların yolunda gitmemek üzere

iş başına geçirilmiş, bir müddet sarayın nabzına göre şerbet

vrdikten sonra o da aynı yoldan gitmeye mecbur kalmıştı.

Ne olacaktı?

(Kalven)in esaslı ve kökten ıslahat teklif ettiği haberi

şimşek suretiyle her tarafa yayıldı. Saray ve muhiti, Kra-

liçe ve yakınları son derece öfkelendiler. Bunların himaye

151

ettiği (Kalven), birdenbire imtiyazlı sınıfların menfaatine^

düşman kesildiği için hain kabul edildi. Fransız milleti ise,,

daima gelir fazlasiyle kapatıldığı mağrurane ilân edilen büt-

çenin ne müthiş bir açık belirttiğini görmekle müthiş bir~

hayret ve teessüre kapılmıştı. Fakat perde arkasından iş-

lere dikkat eden, hattâ, Maliye Nazırına bazı telkinlerde-

bulunan (Mirabo) gibi inkılapçılar, parasız bir hükümetin

daha kolay tepetaklak edilebileceğini düşünerek memnun

oldular.

«Muteberan Meclisi» Büyük İhtilâlden iki sene evvel

(22 Şubat 1787), (Versay) Sarayında toplandı. Azanın hemen

kâffesi imtiyazların lehinde ve bizzat imtiyaz sahiplerinden,

olan Meclis, Prens, psikopos ve büyük memur halinde 142

kişiden mürekkepti. Meclis, (Kalven)in hastalığı ve Hariciye

Nazın (Verjen)in ölümü yüzünden birkaç kere içtimaını,

tehir etmiş ve nihayet toplanabilmişti. Hava gergin...

(Kalven) içtima günü kürsüye çıktı. Gayet küstah ve

mütecaviz bir nutuk verdi. Bu arada bütçe açığının mey-

dana çıkmasında âmil olarak 1781 bilançosunu neşreden

(Neker)i mesul gösterdi. (Neker) cevap vermek istedi. Kral

buna mâni oldu ve hava birdenbire çok bozuldu. (Kalven)

o türlü bir tabiye kullandı ki. Meclise, ıslahatın esasını,,

yapılıp yapılmamasında değil, nasıl yapılacağında aramak-

tan başka bir şey düşünmüyordu. Meclis, adetâ bir «oldu -

bitti» karşısında bırakılmıştı. (Kalven), bunca zaman sara-

yın ve imtiyazlı sınıflatın keyfine hizmet ettikten sonra,,

şimdi birdenbire şımarık şımarık iflâsını ilân eden, kendi-

sinden başka herkesi suçlu gören ve «artık çaresini bulun!»

demeye getiren bir çocuk gibiydi.

Azadan bazıları atılıp vaziyete itiraz ettiler ve bütçe

açığının kaynağı ve ehemmiyet derecesi anlaşılmadan hiç

bir rey veremiyeceklerinj söylediler. Bazıları, Kralın ver

tarhetmek hususundaki selâhiyet derecesini münakaşaya,

kadar gittiler.

(La Fayet) ayağa kalkıp bağırdı:

— Bir Millet Meclisi kuralım! Davayı bu Meclis hal-

letsin!

Adetâ, ihtilâle nazarî plânda yol açılıyordu. O güne ka-

dar kalblerde sıkışıp kalan hisler hep yeni bir idare ve şuur

merkezi kurmak hususunda sanki işi karşılıklı bir anlaş-

maya dökmek istiyordu. Bu, dâvanın bir nevi, Kral ve sa-

rayın muvaffakiyetiyle, nzasiyle ve el çabukluğu ile halledil-

mesi gibi bir şeydi. Hiç bir şey olmasa bile, dert, canhıraş

bir çıplaklık içinde meydana çıkıyor, artık gizli bir şey kal-

mıyordu. Hasta idare, «Ne yapıp da kurtulayım?» gibilerden

bir kurtuluş hamlesi ihtiyacını açığa vurmuş, bu derin

mânayı da kimse anlıyamamıştı.

Bir Millet Meclisi kurulması yolundaki temayüller gün-

den güne kuvvetlenmekte ve büyük ihtilâlin ilk davet belir-

tisi kendini göstermekteydi.

Maliye Nazırının yeni ihdas etmek tasavvurunda olduğu

ağır vergileri ileri sınıfa tahmil etmek isteyişi bu zümreyi

de, beceriksizliğinden ötürü saray aleyhine harekete tahrik

etmişti. Buna muvazi olarak da Fransız milletini sarmış

olan sefalet ve açlık son haddine varmıştı. Her tarafta,

büyük fırtınadan evvelki sükûna benzer ağır bir hava hü-

küm sürüyordu. Bu durum ihtilâli hazırlamak isteyenlere

kendiliğinden gayet müsait bir zemin hazırlıyor, halk ara-

sında yer yer gruplaşmalar beliriyordu.

«Kraliçenin gerdanlığı» meselesinin bütün Pariste uyan-

dırdığı menfi hava bütün memlekete yayılıyordu.

Artık Büyük ihtilâlin, yolunu kendi kendine çizecek

kanlı safhaları başlamak üzere...

TEŞHDS

VE

TESBDT

Gökten gelme mutlak inkılâplarla alâkasız yeryüzü

ihtiâlleri arasında en büyüğü olan Fransız ihtilâlinin sebep-

ler zeminini geniş geniş inceledik. Bu zemin, İhtilâlin girinti

noktalarını göstermeye yaradığı için enine boyuna hikâye

152

153

edilmeye değerdi. İhtilâlin çıkıntı noktalan ise bu girinti-

lere tam uygun olarak ayrı bir bölüm ifade eder.

Şimdi o safhanın eşiğine gelmiş bulunurken sebepler

zeminini üç noktada sınırlayalım :

1— (Rönesans) dan sonra uyanan ve ilk intikamını abes-

ler ocağı kiliseden alan aklın, 18 asır boyunca bütün hâki-

miyeti tek şahısta, tek şahıs keyf ve nefsaniyetinde topla-

yıcı mutlak idareye karşı isyan istidadım kazanması ve bu

mevzuda (Ansiklopediciler) isimli bir fikir zümresi tarafın-

dan beslenmesi...

2— Fransız sarayının, ayrıca hiçbir fikir ve hak ölçü-

süne ihtiyaç bırakmayan, nefsini maddede ve mânada mü-

dafaadan âciz, bedahet çapında bir gaflet, zulüm ve rezalet

manzumesine yataklık etmesi...

3— Ve bütün bunları ortaya dökücü ve mukabil hare-

keti dürtükleyici tek âmil olarak halkın zaruret ve sefaleti...

Ekmek derdi...

Lâfta ve edebiyatta işçi ihtilâlinin güdücüleri, Fransız

Büyük ihtilâlini (Burjuva - şehirli) hareketi diye vasıflan-

dırırlar. Bu teşhis, onların, her şeyi basit ve keleş dörtkö-

şeler içinde hapsetme yobazlıklarından gelir. Fransız İhti-

lâli, daha ziyade şehirli çerçevesinde tecellisini bulmuş,

köylüsü, emekçisi ve her sınıfı dahil, bir halk davranışıdır;

tek başına hiçbir zümreye mal edilemez, bu bakımdan ta-

rihte ilktir, her adımında ayrı bir yön alır ve ayrı bir geliş-

me kaydeder ve adetâ (emprovize - irticalî) tuluat ve bek-

lenmedik zuhurat kabîlindedir. Kıymetini de, bu tuluat ve

zuhurat içinde yetiştirdiği büyük fikir ve (aksiyon) adamla-

rından devşirir, yepyeni bir (aksiyon) ahlâk ve fikriyatı

getirir ve gözle takip edilemeyecek kadar zengin hareket

tabloları çizer. Bu bakımdan onun üzerinde ne kadar durul-

sa azdır; ve o, bir inkılâptan geldiği hayaline artık güveni

kalmamış olan yeni Türk gençliğine en keskin ders ve ibret

misalidir.

Büyük Fransız İhtilâlinin, krallar ve idareler içinde en

az suçlu (16. Lûi) ve nazırları (Türgo), (Neker) ve (Kalven)

den hemen sonra patlak verişini ve rotasını tutturuşunu

bundan böyle şimşek hızı ve gayet (dinamik) çizgilerle takip

edecek ve dâvanın ruhunu bunaltıcı tafsilâta girişmeyeceğiz.

İhtilâli besleyici zemin üzerinde ilk tedbir kararı şu

oldu :

(Eta Jenero - umumî meclisler) dedikleri millet temsil-

cilerini toplamak...

ݺte bu yerinde karardır ki başı olmayan Krallığın ba-

şım yedi.

Şöyle oldu:

Vilâyet (Parlâmento)larının, Paristekini aşarcasına hü-

kümete aleyhtarlık tavrı almasından ve âzası kralca tayin

edilen bu iptidaî ve tâbi teşekküllerin bile krallık idaresine

karşı çıkmalarından sonra tek ve umumî bir meclis halin-

de (Eta Jenero)nun l Mayıs 1789 tarihinde toplantıya çağrı-

lacağı ilân edildi: Aynı iflâs ve rezalet çizgisi üzerinde tek-

rar başa geçen (Neker) toplantıyı aynı senenin Ocak ayına

aldı ve fermanını çıkarttı.

Şu oldu, bu oldu; önce 27 Nisan, sonra 4 Mayıs 1789'da

toplantı sağlanabildi. Üç sınıf (Tiyers eta) temsilcileri

(avam, ruhban) zadegân-aşağı tabaka, papaslar, soylular)

Paris'te toplandılar.

ݺe bakın ve hadisenin nasıl bir tuluat ve zuhurat kö-

şesinden fışkırmaya başladığını görün ki, bu üç sınıf ara-

sında hiçbir münasebet ve dayanışma olmadığı gibi, bun-

lardan hiçbirinin de gerçekleşmesi için derinliğine fikir ve

tavır sahibi olduğu bir gaye ve plân mevcut değildi.

Müzakereye esas olarak ıkımla sıkımla ortaya konula-

bilen maddeler de, (Neker)in zoriyle Krala kabul ettirilmiş

olarak şunlardan ibaret:

1— Vergi mikdarlarının tayini hakkı millete verilecek..

2— (Eta Jenero) bellibaşlı zamanlarda toplantısını sür-

dürecek. ..

3— Umumî masraflar bütçesi bir nizama bağlanacak

ve nazırlarda keyfî tasarruf selâhiyeti olmayacak..

4— Saray tahsisatı belirli olacak...

5— Basın ve muhabere hürriyeti...

6— Bütün vilâyetlerde umumî meslisler kurulması...

154

155

7— Muamelelerin basitleştirilmesi...

8— Vergide eşitlik...

9— Avam sınıfı temsilcilerinin bir misli artırılması...

ݺte (Eta Jenero)nun toplantıya davetindeki ilk ölçüler..

Bunlar, birtakım ablak ve satıh üstü, büyük yaraya nispetle

sivilce kabilinden şeyler

BAŞLANGIÇ

Fransız inkılâbının zuhur plânına ilk çıkışı ve Krallık

iradelerini tescil vazifesinden başka bir rolü olmayan (Eta

Jenero)nun millî temsil şuuruna erişi, meşhur (Mirabo) ta-

rafından yükseltilen şu tarihî sesle başlar:

«— Gidin ve efendinize deyin ki, biz buraya milletin

iradesiyle geldik ve ancak süngü kuvvetiyle çıkartılabiliriz!»

Bu söz, Krala karşı, önünde Kralın da eğilmeye mecbur

olduğu bir millî irade bulunduğunu gösteriyor ve bu ira-

deye ancak ham kuvvetle mukabeleden gayrı çare düşünü-

lemeyeceğini ilân ediyordu. Fikirde Ortaçağ vahşeti ardın-

dan gelen ve (Ansiklopediciler) isimli zümrece beslenen bu

şuur, artık tek nefsin bütün bir insanlık yığınına tahakküm

devrim kapatıcı bir doğruluştan işarettir ve açılmaktaki

ihtilâl perdesine ait müthiş bir gong sesidir.

Şöyle başladı:

Üç sınıftan herbiri, ayrı ayrı usullerle (Eta Jenero)ya

girecek azasını seçti.

Rahiplerde ekseriyet, hepsi yeni bir inkılâptan yana

köy papaslannda kaldı; saraya ve eski saltanatlarına bağlı

üst sınıf sözde ruhanîler, piskopos ve kardinaller, sınıfları

içinde hâkimiyet kuramadılar... Soylular zümresine de aynı

şey oldu. Onlarda da taşra asilleri, köylülerde mülk sahibi

soylular öne geçti ve saraya bağlı imtiyazlı ve çok zengin

zadegan boy gösteremedi.

Avam sınıfına gelince hüküm (Burjuva)larda... Avukat,

memur, esnaf, tüccar, köy ukalâsı gibi, okur - yazarlar, kü-

çük aydınlar topluluğunda... ݺte, o zamanki içtimaî bün-

yeye göre gayet tabiî olarak işçilerin hiç denilecek kadar az

tecelli edebildiği bu topluluk karakteridir ki, sonradan ko-

münizma, ihtilâlcilerine Fransız inkılâbını bir (Burjuva)

hareketi diye yaftalatmış; köylüsünden filozofuna kadar ku-

caklayıcı bir millet davranışına, istismara karşı ayrıca is-

tismarcı bir sınıfın marifeti teşhisini kondurarak onu kü-

çültmeye bakmış ve daima olduğu gibi, meselelerin ruhuna

uzak kalma basitliğinden sathî bir (diyalektik) misali ver-

miştir.

ݺin «nerede?» ve «nasıl?»ı üzerinde bir hayli çekişmeler-

den sonra, daha o zamanın «Millet Meclisi» diye anılmaya

başlayan (Eta Jenero)nun, Paris'te Kral sarayının bulundu-

ğu (Versay) banliyösünde toplanmasına karar verildi ve in-

kılâp üzerinde henüz hiçbir fikir, plân ve programı olmayan

mebuslar Paris'e akın etmeye başladı. Ellerde (Kayye - def-

ter) dedikleri dış yüzden ıslahat karalamaları, herkes neye

memur olduğundan habersiz, her ân hadiselerin dürtüşiyle

yeni bir şekil alacak olan, «tulûatçı» ve «zuhuratçı» diye

vasıflandırdığımız ve bütün kıymetini ona bağladığımız,

Büyük İnkılâbın eşiğindeler...

Evet, herkes, bir inkılâp bekliyor, ama bunun ne ola-

cağını bilmiyor; aşağıdan yukarıya doğru olmak yerine,

bunun, ancak, yukarıdan aşağıya, Kraldan millete geleceğini

hayal ediyor.

Toplantı tarihi olan 5 Mayıs 1789'dan bir gün önce fev-

kalâde bir tören yapıldı. Kral, Kraliçe, saray kodamanları

ve 1200 mebus, (Notrdam) kilisesine giderek tertiplenen ru-

hanî âyinde bulundular... Derken tantanalı bir alay halinde

Paris içinden geçiş... (Versay) caddelerinde, karşılıklı iki

sıra halinde ve selâm vaziyetinde saf tutan cicili bicili hassa

askerleri... Yerlerde saraydan getirilmiş ipekli halılar...

«Dğne atsan yere düşmez!» tabirinin yeri... Vıcık vıcık bir

kalabalık... Damlar çökecek gibi...

Alayın mebus yığınına ait başında, siyah elbiseleriyle

550 ayam sınıfı temsilcisi... Çılgınca alkış... Halk, bu 550

siyah elbiseli adamda, milyonlara çevrilmiş aynalar gibi,

kendi akislerini görüyor ve kendisini alkışlıyor.

156

157

Peşinden, tüylü şapkalan, ziynetli elbiseleri, ipek ço-

rapları ve gümüş tokalı iskarpinleriyle sayıları zaif, fakat

zarafetleri kuvvetli asilzadeler...

Ne o?...

Avam sınıfının mebusları geçerken gökleri tutan alkış,

sıra bunlara gelince kesiliverdi. Halbuki bunlar arasında

40 kişiden fazlası avam mebuslarından fazla milletten yana...

Onların da arkasında rahipler... 200 kaçlar sade kılıklı ve

düşkün tavırlı köy papasından ayrı tutulmak istercesine

taazzum ve tekebbür edasına ve mor, kırmızı, elvan elvan

rütbe âlemetine bürülü büyük ruhanîler...

Alkış, kesik olmakta berdevam... Bu din temsilcileri-

nin, kalabalıkta mevcut bir imanın temsilciliğine lâyık gö-

rülmedikleri besbelli...

Peki; yukarıdaki tarihî (döviz)i âbideleştiren (Mirabo)

nerede? Aralarında, hem de nasıl?...

îşte o; bu insanlık kıyması içinde, bir kemik gibi yek-

pare ve dimdik, kocaman kafası yukarıda biraz sonra ihti-

lâlin gongunu çalacak olan ilk kahraman, (Mirabo)... Başı

o kadar büyük ve gövdesi öyle heybetli ki, görenler, onu bir

arslan kafası geçirmiş bir pehlivan sanabilir. Bir pehlivan,

ama kelâm pehlivanı... Solgun yüzlü, yanakları çökük, cadı

saçlı ve mümkün olduğu kadar çirkin suratlı bir adam...

Sağa sola bakmıyor ve «işte hürriyeti getirdim!» der gibi

etrafa tasdik işaretleri vererek ilerliyor.

Alayda bir kişi de, varlığiyle değil,, yokluğiyle dikkati

çekiyor. Bu, millî şuuru kamçılamakta ve hürriyet nizamı

üzerinde yeni fikirler getirmekte tesir sahibi bir papas; ve

«Acam sınıfı nedir?» isimli bir eserin müellifi... (Siyes)...

Avam sınıfı mebusları geçerken yükselen alkış zade-

gandan, Kraliçenin düşmanı (Dük d'Orlean)a, biraz da (Eta

Jenero)yu toplantıya çağırdığı için Krala lâyık görüldü,

Kraliçe geçerken kindar fısıltılar, hattâ onu büsbütün küçük

düşürmek için «Yaşasın Dük d'Orlean!» naraları işitildi. Ve

Meclis, (Otel do Menü) isimli büyük bir yapıda toplandı.

Rahip (Siyes)in «üç ayrı sınıf mı; hayır, üç ayrı millet!»

diye tarif ettiği 1200 mebus bu binanın 5000 kişi alabilecek

salonunda 3 ayrı küme halinde yer aldılar.

Kral, millete hürmet mânasına bütün mebuslann şap-

kalarını çıkararak girdiği salona, şapkası başında, daldı;

hakaret saçıcı bir eda ile şapkası daima başında, kürsüye

çıktı ve her şeyi birdenbire alt - üst eden ve bütün ümitleri

inkisara çeviren nutkunu okudu :

Meclisin toplantı hazırlıklarına giriştiği günlerdeki taah-

hütlerine rağmen demek istiyordu ki:

— Krallık millete kumanda makamıdır! (Eta Jenero)

nün, gerektiğinde toplantıya çağırılması yolundaki eski usu-

lü ihya etmekte tereddüt göstermediğimi görüyorsunuz!

Fakat bu toplantının devamlı ve muayyen zamanlarda ol-

masına ait hiçbir taahhüdüm yoktur. Her şeyi değiştirmek

fikrinin gittikçe yayılmasından şikâyetçiyim. Devletin bü-

yük borçları vardır ve Meclisinizin başlıca vazifesi malî

nizamı kurmak ve devlet itibarım koruyucu tedbirleri al-

maktır. Millet, Kralının iyi hislerine güvenebilir ve bu mev-

zuda herhangi bir kefalet ve teminat isteyemez! Eski usul

ve kanunlar muhafaza edilecektir!

Bomba tesiri... Bunca merasim ve gayret, dipsiz bir

boşluğun haberini vermek için mi?...

Kraldan sonra bazı nazırların nutuk ve raporları ise,

Kralın «rejimi muhafaza ve buhrana karşı tedbir aramaya

davet» taktiği etrafında yardımcı görüşler...

Bir de hükümet hilesi: Sınıfına bakılmaksızın her me-

busun birer reyi mi olmalı, sınıflar arası rey imtiyazı diye

bir keyfiyet ölçüsü mü aramalı, yoksa Meclisi üçe bölüp her

zümreye ayrı ayrı temsil haklan kabul edilerek sonunda

bunları birleştirmeye mi kalkmalı, ne yapmalı?...

Hükümetin öne sürdüğü bu yollar, Meclisi parçalayıp

birbirine düşürmek ve o bahaneyle (Eta Jenero)yu dağıt-

mak gayesinden başka bir delâlet göstermiyor ve Kralın iki

yüzlülüğünde şüphe bırakmıyordu. Eğer her mebusa tek

rey hakkı kabul edilecek olursa Avam Sınıfı temsilcilerinin,

öbür sınıflardan da gelecek katılmalarla vaziyete hâkîm

olacağı aşikâr...

158

159

Mayıs akşamı Avam mebusları kendi kendilerine salon-

da toplandılar ve haykırdılar:

—Burası Millî Meclisin toplantı yeridir ve biz bu Mec-

lisin temel kadrosu vaziyetindeyiz. Öbür sınıfların temsil-

cileri de gelip bize katılsınlar... ismimiz de artık «Üçüncü

Sınıf temsilcileri» değil, «ahâli mebuslan»dır.

îş büyüyor ve dâva cür'etli bir şuura doğru akıyordu.

Atılan bir adım daha:

—Öbür sınıflardan aramıza gelen gelir; gelmeyen de,

millî irade mihrakı dışında ne yapacağını kendi bilir!

6 Mayısta, sınıf temsilcilerinin ayrı ayn toplantıları...

Fakat ana salonda yalnız Avam sınıfı mebusları... Ve henüz

dile getirilemeyen bir eda:

—Biz yalınız başımıza Millî Meclisi teşkil ediyoruz!

Ondan sonra yarım yamalak bir araya gelmeler, (for-

malite) muameleleri, küçük meseleler üzerinde itişme ve

kakışmalar ve nihayet...

Nihayet, evet, nihayet... Şu, bu, seçim mazbatalarının

incelenmesi sınıf .sınıf ve ayrı ayrı toplanılması yahut mut-

laka birliğin sağlanması fert başına birer reylik halk kabu-

lü, Meclis isim ve selâhiyetinin tespiti, filân, falan derken

15 Haziran 1789...

Heyecan büyük ve sürüncemelerden ıstırap taşkın...

Gece, sabahın l ine kadar müzakere... Ertesi günü erken

den saraya davet edilen reis (Bayyi)nin gitmesine muhale-

fet... 100 aykırı reye karşı 500'e yakın reyle Meclise takılan

ad: Millî Meclis... Ve öbür sınıflara son ihtar:

—Eğer toplantıya katılmazsanız, seçim mazbatalarınız

gıyabınızda incelenecek ve her türlü karar gıyabınızda alı-

nacaktır!

İnkılâp çapında bir davranış... Avam sınıfı mebusları

öbürlerinin üstüne çıkıyor ve iradenin halk tabakasında

olduğunu açıkça ilân ediyor, her tarafa meydan okuyor.

Her şeye rağmen hâlâ Krala ve Krallığa karşı menfi

bir tavır yok...

Reis kürsüden bildiriyor:

—«Millî Meclis» adı kabul edilmiştir!

Alkış ve haykırış:

—Yaşasın Kral!

Henüz:

—Yaşasın Millet!

Nidasına sıra gelmemiştir.

Dört bin kadar seyirci ve dinleyici de manzara karşı-

sında kendinden geçmiş...

100 civarında mebus ayağa kalkıyor, sağ ellerini kaldı-

rıyor ve reis (Bayyi)nin okuduğu mebusluk yemin metnini

bu vaziyette dinliyorlar...

Hep birden ayağa kalkış ve bir ağızdan haykırış:

—Yemin ediyoruz!

Hıçkırıklar, türlü naralar, coşkun tezahürler... Fran-

sız milleti Millî Meclis'ine kavuşmuştur. Fakat bu kavuşma

o ân için kuvvetsiz bir nazariye... Bu isim ve selâhiyet al-

tında hayatını sağlayabilecek ve sürdürebilecek midir?

Rahipler sınıfı mebusları, ne yapacaklarını şaşırmış,

mzun uzadıya müzakerelerle bir çıkar yol ararken, zade-

gan, Krala sundukları bir dilekçede Meclis kararına itiraz-

larını ve Krallık rejiminin hiçbir tâ'vize yanaşmamasını öne

sürdüler. Rahiplerin Avam sınıfına temayül gösterdiğini ve

tazyik kabul etmez olduğunu gören büyük rahipler de Pa-

ris piskoposunu Krala gönderdiler.

—Din ve devlet tehlikede!... Kurtarınız!

Ve soylulardan bir heyetin Krala yalvarışı:

—Meclis feshedilmezse Krallık mahvolacaktır!

15, 16, 17 Haziran toplantıları sonunda Millî Meclisin

Kral huzurunda ve reisliğinde içtima etmesi kararlaştırıl-

mıştı. Bu da kaderin bir cilvesi olarak, o heyecanlı anda

Meclisin birkaç gün kapatılması için, nihayet fenalığı ken-

disine döndüren bir saray hilesine vesile oldu. Hiçbir şeyin

farkında olmayan Kralın yakınları, Kralın geleceği ve riya-

set kürsüsüne geçeceği Meclis salonunda bazı tamirat ya-

pılması ve bu yüzden Meclisin birkaç gün kapalı kalması

-gerektiğini öne sürdüler.

Fransız İhtilâlini artık «tuluat» ve «zuhurat» safhasına

•dökmeye başlayan hadiseler de başını alıp yürüdü.

160

thtilâl/ll

161

Gece alman, tamirat dolayısiyle Meclisin birkaç gün

kapatılması kararı üzerine garip bir tecelli... Aynı gecenin

sabahı bütün (Versay) caddeleri ilânlarla kaplı: (Eta Jene-

ro), salonundaki tamirattan ötürü bir müddet içtima ede-

meyecektir!

Meclis reisi (Bayyi) bile, haberi, en erken saatte, sokak-

ları kaplayan bu ilânlardan aldı. l saat sonra Teşrifat nazı-

rından aldığı bir mektupta ise vaziyet resmen te'yit edili-

yordu.

Ahlâk ve dürüstlüğiyle meşhur reis (Bayyi), elinde Teş-

rifat nazırının mektubu, Meclis kapısında... Bir sürü mebus

da, gözleri hayretten fal taşı gibi açılmış, kapı önünde... Ka-

pıda askerî bir kordon... (Bayyi) buna rağmen içeriye gir-

mek istedi:

Kordonun subayı:

—Giremezsiniz!

Birkaç genç mebus ileriye atıldılar:

—Biz halkın temsilcileriyiz! Yol vermezseniz zorla gi-

reriz!

—Aldığım emir, her kim olsa içeriye bırakmamaktır.

Zor kullanırsanız sizi süngületirim!

Ve kumandan:

—Süngü tak!

Mebuslar bu vaziyet karşısında dönmek zorunda kaldı-

lar... Hava yağmurlu... Islandıklarının farkında olmayarak,

grup grup, birbirinin arkasında cadde boyunca dolaşmaya

başladılar...

Teklifler:

—Bir içtima yeri bularak toplanalım!

—Talim meydanına gidip açık havada ve yağmur al-

tında içtima edelim!

—Kralın oturduğu (Marli) sarayına gidelim!

—Paris'e gidelim!

İhtilâlin meşhur ölüm makinesi (Giyotin) mucidi me-

bus (Giyoten) haykırdı:

—Eski (Versay) da «Top oyunu salonu» isimli, boş

ve harap bir barhane var! Hemen gidip orada toplanalım!

Sesler:

— Oldu, oldu! Orada toplanalım!

Kasvetli, ışıksız, tahta bir kanapeden başka oturulacak

yeri olmayan tarihî «Top oyunu salonu»... Bütün mebuslar,

bütün gün ayakta... Şahlanış korkunç...

Ve yemin, asıl yemin... Millî Meclisin nerede olursa

toplanmasına, hiçbir şeyin buna engel tanınmamasına ve

Anayasanın kabulünedek hiçbir suretle ayırılınmamasına

yemin... Meşhur «Top oyunu salonu» yemini...

İhtilâl kapıdadır. Karşı tarafın neticeyi hesap edeme-

den dürtüklediği hadiseler, hiçbir insan tedbir ve teşebbü-

süne yer vermeksizin işi bu noktaya getirmiş, «tuluat» ve

«zuhurat» plânını açmıştır. Ve bakalım şimdi sarayın tepkisi

ne olacaktır.

Aradan birkaç gün geçti. Kralın reisliğindeki toplantının

günü tespit ve Meclis Reisine tebliğ edildi. «Top oyunu sa-

lonu» yemininden biraz çekingen ve ihtiyatlı bir hava doğ-

duğu seziliyordu. Meclise bir darbe hazırlığı düşünülmekte

olsa bile ona münasip bir ân beklendiği tahmin olunabilirdi.

Soylular sınıfı ise ihtiyattan bir şey anlamıyor, ordunun

hazır ve her ayaklanmayı bastırmaya muktedir olduğunu

ileriye sürüyor; ve sade kendi sınıflarının değil, bizzat Kral-

lığın tehlikede olduğu tezi üzerinde ayak diriyordu.

Meclis salonunun onarımı bitmişti. Fakat Kral onu

açmadıkça mebuslar içeriye alınmıyordu.

Bir manastırda toplanmayı ve barınmayı düşündüler.

Fakat papazlar kapıları açmaktan korktu. «Top oyunu sa-

lonu» rolünü oynamış, bitirmişti. Avam mebusları, kelime-

nin tam mânasiyle sokakta kalmışlardı.

Kralın hep beraber toplanacak Meclise reislik edeceği

23 Haziran 1789dan l gün önce rahipler sınıfı mebuslarının

ekseriyeti Avam mebuslarına katılmak istediler. Fakat top-

lantı yeri yok... 134 rahiple birkaç piskoposun toplandığı

(Sen Nikola) kilisesinde toplanmaya karar verildi. Avam ve

rahiplerin böylece birleşmesi saray hesabına yeni ve büyük

bir hezimet...

Toplu içtima gününden bir gece evvel sarayda geç va-

162

163

kitlere kadar müzakere; ve Kralın ağzından istipdatçılarca

kaleme alman, hâlâ vurdum - duymaz bir beyanname...

23 Haziran... İhtilâlin tam alev alacağı 14 Temmuz

tarihine 21 gün var... Hava yine yağmurlu... Soylular ve

papazların mebusları ihtiramla büyük kapıdan içeriye alı-

nıyor. Avam tarafı, dışarıda, yağmur altında ve sahipsiz...

Yanlarında, daha önce kendilerine katılan köy papazların-

dan da pek az kişi... Nihayet arka kapıdan girmelerine

müsaade... Yeni bir (mizansen- sahneye konuluş)un başla,

dığı ve o güne kadar olan şahlanışların, mukabil bir hedefe

tâbi tutulmak istendiği anlaşılıyor.

Salona giren gerçek mebuslar, zadegan takımiyle ra-

hiplerin çoktan yer almış olduklarını ve ezici bakışlarla

kendilerini süzmeye başladıklarını gördüler...

Dinleyici ve seyirci kalabalığından eser yok... Toplan-

tının takibi, dışarıdakilere, yani millete yasak... Bu da, çe-

kilen fikir ve kelâm korkusunu göstermeye yeter...

Gece sarayda tertiplenen beyanname hemencecik du-

yulduğu, halk arasında yayıldığı ve Kralın menfi tavrı be-

lirmiş bulunduğu için, artık kendisini alkışlamayan ve so-

murtan halk yığınları arasından, Haşmetlû Fransa Kralı

(16 Lûi) geçip geliyor. Zavallı sarsağın hiçbir «niçin?» ve

«nasıl?»la alâkası yok...

Soyluların diri, papasların mecalsiz, halk mebuslarının

da ölü alkışlariyle salona girdi, kürsüye çıktı ve hiçbir

kelimesi kendi kalbine ve kalemine ait olmıyan beyanna-

mesini bir sayıklama diliyle okudu.

Özü şu:

«— (Eta Jenero)nun sınıf temsilcileri bundan böyle

ayrı ayrı toplanacaklardır. Hiçbir sınıfın meseleleri, öbür

sınıfların fikir, murakabe ve müzakeresine arzolunamaz.

Zadegan ve rahiplerin hak ve imtiyazları, müşterek bir

toplantıda görüşülemez. Bazı ıslah ve (reform) hareketlerinin

de müzakeresi müşterek bir mevzu olmaktan uzaktır. (Eta

Jenero)nun vergileri ele almak selâhiyeti varsa da bu mev-

zuda ölçü ve kanun vazetmek hakkı yoktur. Bağlı oldukları

mezhep ve mevki nazara alınmaksızın bütün Fransızların

devlet hizmetlerine alınabilmeleri kabul edilemez. Zadegan

sınıfından eski malikivet ve tasarrufları esirgenemez. Avam

mebuslarının kendi başlarına hüküm çıkartmaları kanuna

aykırıdır ve bu hükümler geçerli değildir. İki sınıfın kara-

rına bir sıîııf karşı duracak olursa o karar yürürlüğe gire-

mez; ve hususiyle mezhep muamelelerinde rahipler sınıfının

her sınıfa karşı itiraz hakkı mahfuzdur. Kral, vergi eşitli-

ğini, ancak zadegan ve rahiplerin haklarından vaz geçme-

leri şartiyle kabul eder; ve bir lütuf eseri olarak, Avam sı-

nıfına, malî işlerde devlet haysiyetine dokunmayacak bir

selâhiyet tanır.» Bu beklenmedik dönüş ve açık meydan

okuyuş karşısında çeneler düşerken, Kral son sözünü söy-

ledi:

«— Bu kadar güzel bir harekette beni yalnız bıraka-

cak olursanız, biliniz ki, tek başına milletimin iyiliğine

çalışacağım ve milletimin benden başka vekili bulunmadı-

ğına inanacağım!»

Ve ilâve etti:

«— Efendiler; şimdi hemen dağılmanızı ve yarın, üç

sınıftan herbirine ayrılan salonlarda müzakerelere başla-

manızı emrediyorum!»

Ve şimşek hıziyle kürsüden indi, hiçbir tarafa bakın-

madı, yürüdü gitti.

Avam mebuslarından ve küçük bir rahip kalabalığın-

dan başka herkes de salonu terketti. Bildirdiklerimiz, kaya

gibi yerlerinde ve bir hadise, bir hareket kollamakta...

O da oldu.

Tefrişat nâzın (Breze) salona girdi, reis (Bayyi)nin ya-

nına geldi ve yüksek sesle hitap etti:

—Kralın emrini işitmediniz mi?

(Bayyi) cevap verdi:

—Zanmmca, bu Mecliste toplanmış ve belirlenmiş oian

millet hiç kimseden emir alamaz!

O zaman (Mirabo) ayağa kalktı, arslan başının bukleli

yelesini geriye doğru attı ve ihtilâl gongu dediğimiz sesi

koparttı:

164

165

— Gidin ve efendinize deyin ki, biz buraya milletin ira-

desiyle geldik ve ancak süngü kuvvetiyle çıkartılabiliriz!

İhtilâl başlamıştır.

TULUAT

HALKTA

Şapşal Kralın, (Mirabo) tarafından mabeyncisine söyle-

nen söze cevabı şu oldu :

—Kalsınlar!... Ne yapalım!

ihtilâl çapında bir sözü, işte bu kadar basite alan, gaf-

lette harika bir Kral...

(Mirabo), Teşrifat nazırı çekilip gittikten sonra daha

ileriye gitti. Meclis azasına kim el ve dil uzatırsa, hain ve

idama müstahak sayılmasına dair Meclisten karar çıkarttı.

Bu karar toplantı yerinin etrafını çemberleyen Krallık kuv-

vetlerine karşı bir gözdağıydı. Ve tam da taraflardan biri-

nin, bilhassa Krallık hükümetinin tüm atılışım, davranışını,

gerektiren ân...

Saray bu ânın gereğini yerine getiremedi, ürktü, sustu

ve Meclisi dağıtmak ve Avam mubuslarının bayraktarların-

dan birkaçını tevkif etmek cesaretini gösteremedi.

Her şey (16 Lûi)nin şu mukabelesindeki mânada yatı-

yordu :

—Kalsınlar!... Ne yapalım!...

Ve işte bu dönüm noktasından ateşlenen ihtilâl, birden-

bire Meclisi de aşarak Paris halkına sırçadı ve plânsız ve

güdümsüz, tam «tuluat» ve «zuhurat» çerçevesine döküldü.

24 Haziran'da rahiplerin çoğu ve asillerden 47 mebus

Millî Meclise, yani Avam mebuslarına katıldılar. Kral ise

büsbütün şapşallaştı, ne yapacağını bilemedi ve kollarını

(Neker)e uzatmaktan başka çare düşünemedi. Halk ise grup

grup (Versay) sarayının etrafında ve Paris'i dalgalandır-

makta. ..

Hadiseler öyle bir kıvam tutturmuştur ki, o anda kim-

senin tam nüfuz edemediği biricik teşhis ve tespit şudur:

166

—Krallık, Meclis, şu, bu, hep lâftır; ortada tek büyük

vakıa, birdenbire son derece uyanık, hassas ve atılgan bir

kasabalı halk yığınının artık billûrlaşmış bulunduğudur.

Aynı 24 Haziran günü Paris seçmenlerin toplanması

vesilesiyle fıkır fıkır kaynıyor. Her noktada her köşede

halk birikintileri... (Pale Ruayal . Kral Sarayı) bahçesinde

«inkılâp, inkılâp» naraları ve hitabeler ...Önüne gelen konu-

şuyor, önüne gelen kahraman kesilmeye bakıyor. Meclise

girecek Paris mebusları henüz seçilemediği için, bu vesi-

leyle toplantılar üstüste sürdürülüyor ve askerî kordon

içindeki Meclisin haline bakılarak şöyle haykırıhyor:

—Meclis hapishaneye döndürülmüştür. Zindandakiler

kanun yapamaz! Meclisin zindan duvarlarını yıkmamız

lâzım!

Görülüyor ki, o güne kadar gelişen hadiselerin arka-

sından ihtilâlin sözcülüğü ve işçiliği birdenbire Paris'e

geçmiş, Paris henüz hiçbir liderin güdümü altında olmak-

sızın, (anonim ortaklık) şeklinde dâvayı ele almıştır. Artık

Meclis de mühim değildir, hadiselerin gerisinde ve porsu-

muş vaziyettedir.

ݺte ihtilâlin başlangıç noktasındaki en manalı uç...

Ve «tuluat» ve «zuhurat» karakterinin en parlak ifadesi!...

Yine 24 Haziranda garip bir vaka oldu. Sanki asker-

lere «silâh başına!» kumandası verilmiş gibi; aralarında

heyecanlı bir hareket göze çarptı. Kışlalarında toplu b

iunmak ve asla dışarıya çıkmamak emrine rağmen bazı

askerî gruplar Paris kaldırımlarına çıktılar ve (Pale Rua-

yal) de halk yığınlarına katıldılar. Bu müthiş tezahürün

mânası şuydu:

İnkılâp dileği orduda bile sirayet sahaları bulmuş-

tur ve hükümet artık ordusuna güvenemez!

Askerlerden, Millî Meclisin kararlarına aykırı hiçbir

emre itaat etmemek andını içen 11 kişi daha evvel tutuklan-

mıştı.

(Pale Ruayal) bahçesinde bir genç, bir iskemle üzerine

sıçrayarak halka bağırdı:

167

— Millet üzerine ateş etmek istemeyen askerleri zin-

dandan kurtaralım! Haydi hapishaneye!

Kalabalık, kapaklan açılmış bir baraj seli gibi hapis-

hane istikametine köpüre köpüre akmaya başladı. Sağ ve

soldan gelen katılışlarla bu sel büyüdükçe büyüdü. Kışla-

larından ayrılıp halk içine giren askerler de, arkadaşları

illerin kurtarılması için yardıma hazır olduklarını bildir.

dilerse de, siviller, gayet ince bir hesapla bu teklifi reddet-

tiler ve yalınız başlarına hareket edeceklerini bildirdiler.

Bir isyan hareketinde askere karşı askeri çıkarmak iste-

miyorlar, hareketi sadece millete mal etmeyi ve arada emir

kulu bir sınıfı, vasıfları, dışına çıkarmamayı düşünüyor-

lardı.

Hapishane önüne varanlar 4 bin kişi kadar... Hapisha-

nenin iç ve dış kapılarını baltalar, kazmalar, balyozlarla

devirdiler ve zindandakileri çıkardılar. Bütün gece, her

zümreden halk ve türlü birliklerden askerler, kol kola, sa-

baha kadar eğlence, fener alayı, zıplama, hoplama... Peşin-

den de hep beraber (Versay) ve Millî Meclisi ziyaret...

O da nesi?...

Millî Meclis, kıyamcı Paris halkını hiç de hoş karşıla-

madı, yapılan hareketleri sınırı aşkın bulduğunu hissetti-

rircesine soğuk davrandı. Bu tavırda, inkılâp hamlesinin,,

kendisini aşmış olduğunu görmekten gelen nefsânî bir pay

da yok değildi. Artık hadiseler başını almış, insanlara her

ân yeni şeyler ilham eden bir «tuluat» ve «zuhurat» plânına

yol açmıştı.

Kral, saltanatının son haysiyet şartı olarak şunu teklif

edebildi:

—Mahut 11 asker' hapishaneye dönsün, hemen affede-

yim. Oradan benim irademle çıksınlar!

Kralın bu çocukça tesellisi yerine getirildi. Askerlerini

hapishaneye dönüşleriyle çıkışları bir oldu.

Krallık hâlâ farkında değildir ki, bu hareket, bir tah-

sildara :

—Haciz parasını senin almana müsaade etmiyorum L

Onu bana ver, ayniyle sana iade edeyim!

168

Demekten, farksızdır; ve lâfta teselli arayıp fiilide mağ-

lûp olmaktan başka bir mânaya gelmez.

Kraliçe ve etrafı ve Kralın erkek kardeşleri ise bu ka-

dar boyun eğilmesine asla taraftar değil ve mutlaka şid-

dete geçilmesi fikrindeler...

Kralı sardılar:

—Ya kendinizi göstereceksiniz, yahut kendinizden vaz

geçeceksiniz!

Şapşal adam bu teklife de inandı. Alman ve İsviçreli-

lerden mürekkep ecnebi ve paralı askerleri topladılar. Bir

kısmiyle Meclisi sardılar, öbür kısımlarını da Paris'i yıldır-

mak için merkeze gönderdiler. Eğer Paris elde tutulacak

olursa (Eta Jenero)nun değeri kalmayacaktı.

(Mirabo)dan gelen, Millî Meclis etrafındaki asker kor-

donunun kaldırılması teklifini, Kral, askerin mebuslara

muhafızlık ettiği bahanesiyle reddetti. Kaldı ki, böyle bir

muhafızlık kıtası teşkilini (Mirabo), teklifinde bizzat iste-

miş, fakat bu kıtanın halktan ve «Millî Askerler»- namı

altında tertiplenmesini öne sürmüştü. Meclis de bu teklif

maddesini, bir nevi ihtilâl ordusu kurmanın müsaadesini

istemek şeklinde yorumlanacağı kaygısiyle aşırı görmüş ve

metinden çıkarmıştı.

Kralın son cevabı şu oldu:

—Ya burada, gördüğünüz şekilde kalırsınız; yahut

Fransanın şu veya bu şehrinde serbestçe toplanmaya gi-

dersiniz!

Bahsedilen şehirler, Millî Meclisi tam da birkaç kolor-

dunun halkası içme alıcı yerlerdi.

Parise gönderilecek kıtalar, aylıklı ve yabancı asker-

lerden düzenlenince dananın kuyruğu koptu. Güya bir ta-

kım ihtiyat hesapları yüzünden Parise Fransız birliklerini

göndermeyen hükümet, birdenbire farkına vardı ki, asıl

gaf, halkın birer hiyanet ajanı gibi gördüğü bu ecnebilerle

Parisi itaat altına almaya kalkmasıdır. Fransız milletine

bundan büyük hakaret olamaz!

11 Temmuz... Büyük patlamaya 3 gün kalmıştır... (Ne-

ker) ve onun gibi düşünen halk ve saray arası nazırlar,

169

hemen Fransayı terketme kaydiyle azledilmişlerdir. Hükü-

met, su katılmamış şiddet taraftarlarına geçmiştir. Fakat

halk bütün bunlardan henüz haberli değil... Ecnebi asker

alayları da Parisin varoşlarında ve bazı meydan yerlerinde

bekliyor.

12 Temmuz sabahı... Birdenbire patlayan (Neker) ve

yakınlarının azli haberi... Kaynaşma müthiş... Sokaklara

vuran vurana... (Pale Ruayal) bahçesi bir mahşer... Hiç

kimsenin öz evine ait derdi yok... Dert tek, Fransa evi...

Kocaman bahçede, genç bir adam bir masanın üstüne

fırladı ve boğazım yırtarcasma bağırmaya başladı:

—Vatandaşlar! Beni dinleyin ve gereğini yapın! (Şan

do Mars) meydanında toplanan Alman askerleri, Paris

ahalisini boğazlamak için işaret bekliyor ve geceyi kollu-

yor! Evvel davranmazsak öldük! Hemen kümelenelim, atı-

lalım! Kendimize de hususî bir alâmet bulalım!

Ve hemen yanındaki ağaçtan kırmızıya çalan bir yap-

rak koparıp şapkasına taktı. Ağaçlara öyle bir hücum oldu

ki, hiçbirinde yaprak kalmadı.

Bu genç, ilk ihtilâl hareketinin kamçılayıcısı bu deli-

kanlı, avukat (Kamiy Dömulen)dir; Ve ağaçtan koparıp

şapkasına taktığı yaprak, ileride, meşhur (Trikolor - Üç

renkli) Fransız bayrağının tohumu olacaktır.

Ve artık tam mânasiyle aksiyona dökülüş... Caddelere

toplu olarak çıkış ve haykırış:

—Tiyatro, balo, kahvehane, hiçbir şey yok... Bugün

millî matem ve hareket günü... Kahroslun müstebitler!...

(Pale Ruayal)in heykel salonuna girdiler, oradan (Ne-

ker)in balmumu heykelini omuzlayıp öne geçirdiler ve şehir

içinde dağdan inme anî bir su baskım halinde ilerlemeye

başladılar.

ݺte (Vandom) meydanı!...

(Neker)in de heykeli atlarm ayakları altında...

(Dragon) süvarileri orada... Başlarındaki asilzade su-

bayın emri:

—Kılıç çek!

Korkunç şatırtılarla çekilen kılıçlar...

170

—Dört nala hücum!

(Dragon) süvarileri, gözlerini hiçbir maniadan sakın-

maksızın halka saldırdı. Kendilerine tek başına karşı çıkan

(Gard Fransez) alayından bir eri parçalayıverdiler.

Halk, çil yavrusu gibi dağılıverdi. İhtilâllerde silâh üs-

tünlüğünün ve teşkilât imtiyazının, henüz tecrübesiz halka

karşı üstünlüğü...

(Tüileire) Sarayı bahçesine doğru panik halinde bir ko-

şuşma... Arkalarından (Dragonlar) takibediyor ve bahçeye

giriyorlar...

(Dragon) alayının başındaki (Do Lambesk) isimli albay,

halkın o ânda kuruverdiği iskemle ve masalardan barikata

doğru atını sürüp :

—Kim yaşıyor! (Bu tabir Fransızlarda bir nevi mey-

dan okuma nidasıdır.)

Barikatın arkasından başı kanlı bir mendille sarılı bir

delikanlı görünüverdi:

—Fransız ihtilâli yaşıyor!

14 TEMMUZ

Büyük Fransız İhtilâlinin korkunç bir yangın gibi bir-

denbire evi sarması ve başlangıç teşekkülünü tamamlayıp

tarihin en büyük oluşlarından biri haline gelmesi 14 Tem-

muz 1789 tarihini taşır. Ondan l gün önce (Dragon)lar halk

üzerine saldırınca, birbirini takip eden hadiselerle, bütün

kapılar açılmış ve hedefler meydana çıkmış oldu. 13 Tem-

muz günü (Dragon)lar önünde gerileyerek (Tüileri) bahçe-

sine sığınan ve orada masalar ve iskemlelerden barikat ku-

ran halk, eline, sopa, kazma, balta, bıçak, kırık şişe, taş,

demir, ne geçirebildiyse onlarla askerlere karşı durmaya

davrandı. (Vandom) meydanındaki panik bir ân sürmüş ve

halk bir anda tepki şuuruna ermişti. Bir anda iş o kadar

büyümüş ve yığın öfkesi o dereceye yükselmişti ki, artık

kalabalıkların (Dragon) alaylariyle zaptedilebilmesine imkân

kalmamıştı. Bir de, millette, bu gibi ayaklanışlar boyunca

171

eşine rastlanmamış bir gözükaralık, ancak büyük idealler

uğrunda gösterilebilecek bir fedaîlik sinivermişti. Ve günü-

müzdeki oluşların tersine, dimağ mevkiindeki sivilin, yum-

ruk mevkiindeki askerin, yumruk mevkiindeki askere had-

dini bildirme tavrı...

Atların üzerine atılıyorlar, süvarilerin çizmelerinden ya-

kalayıp yere çalıyorlar, kılıçlarla doğranıyorlar, fakat gel-

meyenler, zırhlı alaya Fransız milletinin manevî ciğeriyle

balyoz üstüne balyoz indiriyorlar... Ve her ân, sağdan ve

soldan koşuşanlarla çoğalıyorlar... Tablo müthiş...

Bir boru sesi:

— Geri...

(Dragon) alayı kumandanı (Prens do Lömbesk), süvari-

sine, intizamla çekilme emrini veriyor.

Halk bahçeden çıktı, hınç ve heyecanından zerre kay-

betmeksizin dalga dalga Paris'i yaladı ve Belediyeyi taşladı.

Belediyedeki silâh deposunun yağması...

Paris'in erzağı civar köylerden gelmektedir. Bu hale

göre büyük askerî kıtalar Paris'i sarabilir, açıklıktan kıv-

randırabilir. Onun için, artık yaydan çıkan okun.24 saat

içinde hedefine varmsaı lâzımdır. Bunun için de Paris'teki

bütün silâh depolarını ve dükkânlarım basarak teçhizatlan-

mak şart...

Böyle yaptılar ve 3 Temmuz gününün gece yarısına ka-

dar adetâ ordu meydana getirdiler...

Bugünün teknik şartlarına göre o zamanki sivil ve as-

ker arasındaki silâh farkının telâfisi kabil hususîliğini ve

bu bakımdan, günümüzde, ordusuz hiçbir şey yapılamaya-

cağı hikmetini ileride göreceğiz.

13 Temmuz gecesi '14 Temmuza bağlandığı noktadan

sabaha kadar Paris halkının fıkır fikir kaynamasiyle geç-

ti. Devletin, bazı büyük askerî birlikleri Paris kapılarına

doğru sürmekten başka hiçbir tedbiri yoktu; ve her şey

kapanın elindedir. İlk davranan kazanacaktır. Halktaysa

ne bir lider, ne bir teşkilât fikri, ne bir (strateji) ve tak-

tik) kafası, ne bir şey!... Topkekûn ihtilâl, eğri bir satıhtan

akan eşya gibi doğrudan doğruya hadiselerin dehâsiyle

172

yürümekte ve insanlara her ânın icabını yerine getirme

insiyakından başka bir iş düşünmemekte... Her büyük dav-

ranışta olduğu gibi, sanki, kader, peşin insan fikri ve tedbi-

rinin üstünde, bunları göze göstermeyecek kadar yükseğin-

de tecelli etmektedir. Mevcut olsa da yine kaderin emrinde

bulunacak olan rejisörden ortada eser yok...

14 Temmuz sabahının kızgın güneşi ufuktan daha bir

mızrak boyu yükselmemişti ki, Paris halkı, kendisini mey-

danlarda buldu.

Bir nâra:

—(Bastiy)e yürüyelim!

—(Bastiy)... İstipdat idaresinin, kara kayalarla örülü

mücessem zulüm timsali, içine kapanık ve pençesi dışına

çevrik müthiş kale... Paris'in orta yerindeki 14 üncü Asırdan

kalma, şehri ateş kusucu toplarıyla korkutmaya memur bu

müthiş kale, aynı zamanda siyasî mahkûmların ve hoşa git-

meyen fikir sahiplerinin tıkıldığı zindandır. Bu zindandaki

mahpuslar arasında öyleleri vardı ki, ayaklarından prangalı

oldukları gün ışığı görmez hücrelerinde unutulmuşlar ve

üzerine kıllı bir deri eldiveni çekilmiş iskeletlerden ibaret

kamuslardır. Bir kısmı da aklını kaybetmiş, hayvanlara

.mahsus içgüdülerinden bile yoksun, nebat hayatı yaşa-

makta...

Paris'e hâkim başlıca askerî mevki olan (Bastiy)in zap-

tı, ihitlâli açık plâna ve meydan muharebesine dökecek

hareket noktası olacak ve ondan sonra her şey birbirini ta-

kip edecektir.

Kitle şuuru sezdi ve narasını yükseltti:

—(Bastiy)e, (Bastiy)e!...

Bir nâra daha yükseldi:

—Evvelâ (Envalid)e hücum edelim! Silâhlanınız henüz

yeterli değil! Tam silâhlanalım!

(Envalid), Paris'in göbeğinde, ordu silâh deposu ve ha-

diselerin birdenbire alevlendiği hengâme içinde takviyesi

düşünülmeyen bir can noktası...

(Envalid)e var kuvvetleriyle abandılar, hiçbir mukave-

173

met görmediler ve oradaki 20 topla, sayısız, tüfek, tabanca,

mızrak, kılıç, süngüyü alıp kuşandılar...

Ve doğru (Bastiy) önüne...

Millî Meclis artık kendisini aşan hadiseler karşısında

dilini yutmuş, Kral da derin rahaveti içinde birtakım ta-

kırtılar duymaya başlayıp şaşıran bir adamın halinden öte-

ye geçememiştir. Etrafı ise telâşla, fakat ne yapacağını, ne

yapmak gerektiğini bilememekte...

(Bastiy) kumandanı (Marki do Lüne) 13-14 Temmuz

gecesinin sabah saat 2 sinden beri, çoğu İsviçrelilerden as-

kerlerini silâh başında tutmuş, kalenin mazgallarından, ate-

şe hazır toplariyle Farisi tarassut etmekte...

Sabaha karşı basılan ve yağma edilen (Envalid)den

sonra kocaman yığın (Bastiy)in önünde... Başlan külâhlı,

mintanları renk renk sivillerin bellerinde kılıçlar, ellerinde

tabanca ve tüfekler, gerilerinde de nasıl kullanılacağını bi-

lip bilindikleri meçhul toplar... Üniformasız ve kumandan-

sız, alacalı bulacalı, garip bir ordu...

Halkla kale muhafızları arasında kısa bir tereddüt

ânı... Biraz önce kaleye bir belediye heyeti gelmiş ve mu-

hafızlar silâh kullanmazlarsa halkın da saldırmayacağım

bildirmiştir. Fakat bu vaziyette böyle bir teminatın hiçbir

kıymeti ve mantıkî tarafı yoktur.

Kale ve halk karşı karşıya bakışıyorlar...

Tam o anda, inkılâbın halk içinden, korku, merhamet,

tereddüt, ihtiyat tanımaz bir tipi peydahlandı. Bu, hem

(Bastiy)in düşmesine ve yıkılmasına hem de ileride bazı

inkılâpçıların idamına vesile olan korkunç bir gözükara,

hissiz bir irade seciyesidir ve bir Fransız tarihçisinin tabi-

riyle ihtilâlin habîs ruhudur. Hiçbir işde hiçbir engel, mah-

zur, düşünce kabul etmeyen bu adam, kalabalıktan çıkıp

kale köprüsünün önüne kadar geldi. «Yasak!» diye bağı-

rılmasına rağmen tek başına köprüden geçti, birinci avluya

çıktı. Oradan ikinci avluya doğru ilerledi. Yine «geçilmez!»

ihtarı... Yürüdü, hendek üzerindeki açılır - kapanır köprü-

ye atıldı, kendisine çevrik tüfek ve süngülerin hayret bakışı

önünde üçüncü avlu önüne vardı. Çepçevre sekiz yüksek

174

kuleyle sarılı, kuyu gibi derin ve boğucu bir yer... Kulelerin

bu avlu tarafında pencereleri bulunmadığı için de tamamiy-

le ışıksız bir kasvet ocağı... Yalınız bir duvarında iki pran-

galı mahkûm resmi var ve aralarında kocaman bir saat....

Fransız tarihçisinin tasviriyle bu duvar saati, zamanı zincire

vurmak ve zindanda saniyelerin ne zor işlediğini göstermek

için bir nevi eza vasıtası olarak duvara asılmıştır.

Kumandan, zabitler ve Fransız kanından askerler bu

avluda... İsviçreliler de var...

Tek başına o noktaya kadar gelebilen ve belki de) telkin

ettiği hayret yüzünden geçmesine engel olunamayan gözü-

kara, ihtilâlci, yüksek sesle kumandana hitap etti:

—Efendi; size, toplarınızı içeriye çekmenizi ve kaleyi

olduğu gibi teslim etmenizi, vatan ve millet adına ihtar

ediyorum!

'Sonra askere döndü, gözlerinin içine bakarak ve onları

kendi kendilerine karar vermeye selâhiyetli kabul ederek

aynı kelimeleri tekrarladı. İsviçreli askerler paralı birer âlet

oldukları için soğuk soğuk baktılar ve hiçbir his belirtme-

diler. Fakat Fransızlar manevî kuvvetlerinin kesildiğini ve

halktan yana göründüklerini gizleyemez tavırlar takındılar.

Kumandanın karşılığı:

—Demin belediye heyetine bildirdiğimiz gibi, bize ateş

açılmadıkça ateş etmeyeceğimize yemin ederim!

Askerlere de yemin ettirdi.

(Türyo) adlı, cür'et ve küstahlıkta eşsiz adam, topların

geri çekildiğini ve eski istikametlerine getirildiğini görme-

ye kadar isteğinde ileri vardı. Bunu da kabul ettiler...

(Türyo)nun 45 metre yükseklikte, topların bulunduğu ku-

lede, dışarıya doğru gördüğü manzara şu oldu. (Sent Antu-

an) mahallesi dedikleri bir nevi çapulcular ve serseriler

semtinin ahalisi, kalabalığa doğru koşa koşa gelmekte...

Bugünün bir nevi gece - kondu'su karakterindeki bu semt

halkı, ihtilâli çileden çıkarabilir, yağma ve talan vesilesi

haline getirebilirdi. (Türyo) «gördüklerimi millete bildire-

ceğim; karar onundur!» deyip kaleden çıktı ve halka sokul-

maksızın belediyeye yol aldı.

175

— Vay, yoksa ihanete mi uğradık?

Böyle haykıran kalabalık bir anda dalgalandı. Bir ara-

bacı, elinde bir balta, ileriledi, hendek üzerindeki açılmış'

köprünün yanındaki nöbet kulübesinin üstüne sıçradı, bu-

radan baltasını köprü zincirleri üzerine indirerek halkasını

kırabildi, köprü düştü ve halk kaleye doğru «yuryâ!» etti,

birinci avluya girdi. Fakat burası da ayrıca muhafazalı...

Köprünün düşmesiyle beraber kaleden yaylım ateş başla-

mıştır. Devrilen devrilene...

ZULÜM KALESD

TOPRAKLA BDR

Evet; vurulan, yere düşen, devrilen devrilene... Kale-

dekiler, tank içinden koyun sürüsüne ateş açmışlar gibi

mahfazalarında emin... Bütün gün karşılıklı devam eden

ateş neticesinde kaledekilere ancak iki kurşun rast gele-

bildi ve bunlardan yalınız biri, değdiği insanın canını aldı.

Ara bulmak için belediyeden gelen heyetler iki ateş ara-

sında kaldı ve dönüp gitti. İkinci bir heyet bu defa tram-

pet çalarak ve elinde bayrak taşıyarak geldi. Kaleden gö-

rüldüler. Kale beyaz bayrak çekti ve ateşi kesti. Halk da

ateşi kesti. Heyet tam ikinci avluya girerken halk da peşine

düşmez mi?... Tekrar ateş ve vurulup yere kapananlar...

(Gard Fransez - Fransız Muhafızları) alaylarından, si-

ville asker arası bazı birliklerin halk safına katılanları büs-

bütün çileden çıktı. Bunlar yanlarına 5 top aldı ve halkla

karışık iki kol halinde (Bastiy) önüne geldi. Bu arada bir

kısım halk da Belediyeyi doldurdu. Herkes Belediye ve seç-

menleri, kararsız tavırlarından ötürü hain ilân ediyor, bir

haykırışmadır, yükseliyordu.

Saat 5 buçuk... (Gev) meydanı taraflarından müthiş

bir gürültü... Gürültü gittikçe yaklaştı ve Belediye dairesi

önünde patladı:

— (Bastiy) zaptedildi!

Kalabalık salona bir anda 2 bin kişi girmiş, 10 binden

'fazlası da koridorlarda ve avluda kalmıştı. Camlar kırılıyor,

sandalyeler, masalar devriliyor, kırılıyor, insanlar eşyanın,

eşya da insanların üstüne çıkıyordu. En sert gökgüriiltüsü,

nü bastına bir tarraka...

Bir çığlık:

—Yol verin, (Bastiy) geliyor!

Bir delikanlı, süngüsünün üstüne (Bastiy) nizamname-

sini kelle gibi takmış, Belediyeye getiriyor. Kalenin anah-

tarları da elinde...

Alkış tufanı, çılgınca tezahürler...

Halbuki (Bastiy) zaptolunmamış, kendisini teslim et-

miştir. 5 saat süren çarpışmada, isviçreli askerler tek ölü

vermeksizin 171 Fransızı öldürmüşler ve yaralamışlardır.

Kaledeki Fransız askerleriyse kendileri için belki hiçbir

korkuya yer vermediği halde, vatandaşlarının böyle tek

taraflı kıyımına yol açan bu çarpışmadan utanmışlar ve

ellerindeki silâhlan atarak kale kumandanına baş vurmuş-

lardır :

—Fransız kanının daha fazla dökülmesine tahammül

gösteremeyeceğiz! Çaremize bakınız!

Kumandan şaşkın ne diyeceğini bilemez halde... Halkın

•elindeki toplar da münasip noktalara dikilip kaleyi ateş

altına almaya başlayınca, iş, kale topçusunu da harekete

getirmeye kaldı ki, bu da felâketlerin felâketi olabilir.

Kumandan emir verdi:

—Askerî merasimle ve serbestçe kaleden çıkıp gitme-

mize halktan müsaade isteyiniz!

Mükâleme boruları öttü, kumandanın teklifi halka bil-

dirildi ve cevabı alındı:

—Hayır, kabul etmiyoruz!

Bu defa teklif şöyle:

—Askerî şeref merasiminden vaz geçtik... Hayatımıza

dokunulmayacağına söz verilsin, yeter!

Cevap :

—Kabul!...

Köprüler indi, içerideki askerler çıktı, bir kişiden baş-

176

177

ka kimsenin hayatına dokunulmadı. Halk da kudurmuş bir

sel gibi kalenin içine daldı.

Kumandan (Marki do Lüne) büyük avluda... Halktan,

bir asker yanına koştu. Kumandanın kılıcım alıp dizinde

kırdı. Sonra onu iki asker arkadaşına teslim ve emretti:

— Hayatını koruyunuz!

Bunlar Marki'yi halkın elinden kurtarmak için her şeyi

yaptılar, hattâ hayatlarını bile tehlikeye attılar. Fakat başa-

ramadılar... İntikam cinneti içinde kendinden geçen halk,

yüzlerce ölünün öcünü almak için Marki'yi koruyucuları-

nın elinden aldı, diz çöktürüp başını kesti ve mızrağa takıp

sokak sokak gezdirilmek üzere dışarıdaki yığına teslim

etti.

Ahali kaleye girer girmez, ellerinde meşaleler, mızrak-

lar ve kılıçlar her tarafı aramaya koyuldu. Karanlık, küf

kokulu hücreleri tek tek dolaştılar. Bu hücrelerde bir

ömürdür bekleyen türlü mazlumlar... Kurtuluş ümidini öy-

lesine kaybetmişlerdi ki, bu gelenleri hayatlarına son vere-

cek cellâtlar sanıp feryada başladılar... Aralarında büsbü-

tün çıldıranlar, bayılanlar da oldu.

Ç\Şu, ilk hücum sırasında kaleye dalan (Türyo)nun tek-

lifiyle 17 Temmuz günü kalenin yıkılmasına başlandı. Yıkış

tarzı öyle heyecanlı ve debdebeli oldu ki, bir asilzade bizzat

kulelere çıkarak faaliyeti coşturdu ve idare etti. Kral ve

hükümeti yatalak halde beklerken, her taraftan halk lehine

sesler yükselmeye başladı. Âdeta ihtilâl, bir ân için her

tarafın doğrulamasiyle artık nihayete ermiş sanılır gibi oldu.

Halbuki biten bir şey yok, en korkunç ve kanlı çapta

bir başlayan vardı.

18 inci asır sonlarında başlayan ve bugünedek tesirini

yaşatan büyük hadise, bayram gününü işte bu başlangıç

tarihiyle tespit edecekti: 14 Temmuz 1789...

SONRASI*-,

İhtilâlin gemi azıya alıp hücum dörtnalına kalktığı

(Bastiy) hadisesi karşısında Millî Meclis ve saray ne düşün-

mekte ve ne yapmaya davranmaktadır?

14 Temmuz günü Millî Meclis sadece korku ve telâşta...

Ya saray en ağır ve sert tedbirlere baş vurup, ihtilâli bo-

ğarsa?... Ya ihtilâl, başladığı yerde akemete uğrayıp artık

bütün teşebbüs yollarını kapatacak ve geriye ümit bırak-

mayacak olursa?... Ya hiç umulmadık istikametlere sapti-

rılırsa?...

Kaygılar yerindeydi. Saray hücuma hazırlanmıştı. 14

Temmuz akşamı, saray mahfillerinde, askerin o gece 7 nok-

tadan Parise gireceği ve isyancıları ezeceği söyleniyordu.

Millî Meclis ise vakalar üstüste geliştikçe işin ehemmi-

yetini ve kendisinin güdücülükten düştüğünü görüyor ve

«bakalım, sonumuz ne olacak?» demekten başka bir şey

yapamıyor.

Nihayet Krala bir heyet göndermeye karar verdi. Heyet

ancak şunları söyleyebildi:

—Feci hadiseleri önleyebilmek için düşünülüyor?

Kral hâlâ uykudadır:

— Millî birliklere kumanda etmek için subay gönderebi-

lirim. (Şan do Mars) meydanındaki askere geri çekilmeleri

için emir verebilirim...

Gülünç cevap...

Heyet ikinci baş vuruşuna da şu cevabı aldı:

—Kral, olup bitenlerden çok üzgündür. Fakat daha

fazla bir şey yapamaz!

Halbuki Kraldan istenen, taarruz sanki kendisindey-

miş gibi bir müsamaha değil, mukabeleden vaz geçmesi ve

milleti teskin ve temin edici bir şekil bulması, azan yığın-

ları durdurabilmesi... Kral hadisenin henüz mânasını bile

kavramaktan âcizdi.

Kral heyeti savdıktan sonra hiç kimseyle konuşmadı,

hiçbir talimat vermedi ve alışkanlığı icabı, erkenden yatak

odasına çekildi. Saray ve asiller Kralın bu ahmak tutumun.

dan mahzun... Nihayet (Marki do Liyankur) isimli nedimi,

Kralın kafasına dank edercesine vaziyeti göstermek vazi-

fesini üzerine alıyor. Bu Marki, hangi saatte ve nerede olur-

sa olsun, izinsiz ve habersiz, yanına gitmeye mezun... Gece

178

179

yansı yatak odasına giriyor, Kralı uyandırıyor ve boşanıyor:

—Haşmetli Kralım! Vaziyet müthiştir! Bu, önüne ge-

çilir gibi bir hareket değildir! İnkılâbı kabul etmek ve

Krallığı ona uydurmak lâzımdır. Taç ve tahtınızın rakibi

olan (Dük d'Orlean)a fırsat vermemek ve sizden önce dav-

ranmasını önlemek için milletle anlaşmanız ve birleşmeniz

gerekir. Bu işde tereddüt ve atalet, Fransa tahtını yıkabilir

ve hepimizi kökümüzden kazıyabilir!

Yarı uyanık Kral, tarih boyunca aptal hükümdarların

söylediği sözler arasında en budalasını, gözlerini uğuştura-

rak ve esneyerek sarfetti:

—Desene ki, bu bir isyan!...

Dük de böylesine ahmak bir söze yine tarihte, hüküm-

darlara ihtar bakımından en güzel bir karşılıkla cevap

verdi:

—Hayır haşmetlim; bu bir isyan değil, koca bir ih-

tilâl!...

Bu cevaptaki asıl güzellik, mânaya ayrı bir kıymet ge-

tiren Fransızca «isyan - rovolt» kelimesiyle «ihtilâl - revo-

lüsyon» kelimesi arasındaki ses benzerliği ve iştikak uy-

gunluğu...

Fransız İhtilâlinin bundan sonra takip ettiği seyr, hikâ-

yesi ciltler tutacak kadar hadisede zengin ve hiçbir filimde

görülmedik derecede hareketle taşkın, 4 yıllık bir safhadır.

Aynı zenginlik ve taşkınlıkta 19 uncu asır oaşlarına Kadar

devanı edecek olan hadise ve hareketleri, en ehemmiyetli

dönemlerden biri diye gösterebileceğimiz 1793'e varıncaya

dek yıldırım hızıyle ele alalım:

17 Temmuza kadar (Versay) ve Paris'te türlü kaynaş-

malar... Kral, artık ihtilâlin arka plânına düşmüş olan Millî

Mecliste...

—Haklarımın korunmasını size bırakıyorum!

Millî Meclisin Parise gönderdiği 100 kişilik heyet...

Aralarında, Amerika harpleri kahramanı (Lâf ay et), Paris

Başpiskoposu, (Bayyi) ve (Siyes)... (Lâfayet) Millî Birlikîeı

Kumandanı, (Bayyi) ise Belediye Reisi... ihtilâli teslim al-

ma mevkiinde bir idare heyeti...

180

Paris Kralı istiyor. Tek yol, hadiselerden kaçmak değil,

üzerilerine varmak... 17 Temmuz günü, Kral, mahzun çehre-

siyle arabasına yerleşmiş, Paris yolunda.. Yanında 300 ka-

dar mebus ve hassa askerleri... Paris kapılarında müthiş

bir kalabalık... Ayyuka çıkan sesler: Yaşasın Kral!.. Sanki

ihtilâl Krala karşı değil de, ona aykırı başka bir zulüm kut-

buna yapılmıştır. O da yine Kral... Kraldan, ruhunda ve çev-

resindeki menfi mânayı, yani yine Kralı yenmesi isteniyor.

Henüz kimsede Krallığa düşmanlık şuuru yok... Ananevi

Kral sevgi ve saygısı hâlâ yerinde...

Krala şehrin anahtarını teslim ettiler. Belediye reisi

(Bayyi) anahtarları teslim ederken:

—Haşmetmeap, dedi; bunlar, vaktiyle Farisi zapteden

(4. Hanri)ye verilen anahtarlardır. Şu farkla ki, (4. Hanri)

Farisi zaptetmişti. Şimdiyse sizi Paris zaptediyor.

Millî Birlikler Kumandanı (Lâfayet) at üstünde ve Kral

arabasının önünde... Sırtında bir şehirli elbisesi, şapkasın-

da üç renkli hürriyet alâmeti kokart ve elinde kılıç...

Alay Belediye yolunda... Sokaklar boyunca 200 bin si-

lâhlı adam... 30 bininde tüfek, 50 bininde mızrak ve süngü,

gerisinde de kılıç ve balta... «Yaşasın Kral!» sesleri arasın-

da daha alt perdeden «yaşasın millet!» nidaları... Saray

arabası Belediye önünde durdu. Halk da peşinde... Yeni bir

alkış kasırgası... Kraldan sonra alkışlananlar yalınız (Bay-

yi) ve (Lâfayet)... Kralın beraberindeki 3-400 mebusa metelik

veren yok... Kral arabadan indi Belediye Reisi ona yaklaştı

ve üç renkli kokartı uzattı:

—Lütfen bu hürriyet alâmetini kabul buyurduğunuzu

gösteriniz!

Kokartı şapkasına iliştiren Kral... Merdivenlerden çı-

kış... Büyük salon... Parisin bütün hatırı sayılırları orada...

Büyük hürmet... Diz çökmeye kadar... (Bayyi) Kralı pen-

cereye götürüp halka gösterdi. Karşılıklı bakışma, hattâ boy

ölçüşme... Belediyeden çıkarken Krala rica:

—Millete birkaç lâf söyleyiniz!

Söyledi:

Millî Birlikler Kumandaniyle Belediye Reisinin memu-

181

riyetlerini tasdik ediyorum! Sevgimden emin olabilirsiniz!

Kral bir anda ve hiçbir harekete girişmediği halde za-

vallı bir esir... Dönerken yolda onu kucaklayanlar, mıncık-

layanlar, itip kakanlar... Başta Kral, arabacılara, uşaklara,

askerlere bile şarap dağıtılıyor ve Kralın şerefine içilmesi

isteniyor. Kral gülümseyerek susuyor ve hiç bir kelime sarf-

etmiyor. Söyleyebilse ve sözünü milletin nabzına uyudura-

bilse her şey onun ama hiçbir şeyden haberi yok...

Asiller zümresi bu vaziyetten ümitsiz... Paris ve Fran-

sadan kaçış...

— Pilini pırtını topla ve savuş!

Parolaları, bu...

Artık daha hızlı gidelimı

Milletin açlığını ticaret vesilesi yapanlardan (Fulon) ve

damadı (Bertiye) linç edildiler... Halkın, intikam defterine

ilk yazdığı isimler bunlar...

Belediyelerde inkılâp... Belediyeler ihtilâl ile beraber,

halkın ihtiyaç ve şehirlerin nizam ocakları mevkiinde bu-

lunmaları bakımından bir nevi muvakkat hükümet yerine

geçtiler... ihtilâlden önce seçmenlere yataklık eden beledi-

yeler, daha sonra «Millî Birlikler» teşkilâtını idare etmeye

ve silâh bulma vazifesini yüklenmeye başladı. Devlette ha-

zır teşkilât olarak da bir anda halkı temsil tavrını takına-

bildi. Ve halktan daimî bir icra komitesi seçerek buna «halk

çekirdeği» murad edilerek (komün) ismi verildi. Aslında

«nahiye, bucak» mânasına gelen ve ortaklık sıfatı belirten

bu kelime, Fransız ihtilâlinden başlayarak ileriye doğru

yeni mânalar kazanacak, Millet Meclislerine ve ihtilâllere

isim teşkil edecek ve nihayet komünizma tarafından be-

nimsenecektir.

Paris Belediyesini hemen bütün vilâyet belediyeleri

takip etti ve ihtilâl bütün Fransaya sirayet zeminini, bu

belediyeler ve komiteler vasıtasiyle açtı.

Böylece belediyeler, henüz hükümetini kuramamış olan

ihtilâlin sevk ve idare merkezliğine geçmiş oluyordu. Milli

Meclis ise hadiselerin gerisinde... «Dnsan Hakları Beyanna-

mesi»yle dünya çapında bir fikir hamlesine hazırlanıyor

ama hadiselerin dizginini ele geçirebilmek gücünü göste-

remiyor.

Köylerdeyse müthiş kargaşalık... Olanlardan hiçbir şey

anlamıyorlar... Hayal, hastalık halinde bir hayal ve türlü

rivayetler boyuna işliyor:

Bütün Fransayı haydutlar, eşkıya çeteleri talan etmeye

Doyulmuş... Bunlar Krallık idaresinin emrinde mi, derebey-

lerinin adamları mı, sınırlardan dalan yabancılar mı, yok-

sa kendi kendisini yemeye başlayan kötüler mi?... Hiç kim-

senin bir şey bildiği, hattâ gördüğü yok... Sadece hayal ve

rivayet... Bir hayalin bütün bir milleti dehşete boğup mu-

vazenesini yok ettiğine tarihte o zamanki Fransadan daha

teskin bir misal gösterilemez. Sanki Fransa, üzerine Fran-

sa büyüklüğünde bir taş inmekte olduğuna inandırılmış bir

deliler ülkesi...

Bütün bu masalların hiçbir gerçek belirtmediği kısa

.zamanda anlaşılıyor, bu defa köylüye, istikamet ve gayesini

sezer gibi olduğu ihtilâlden faydalanmak düşüyor ve asil-

zadelerin toprak ve şatolarına bir saldırıştır, başlıyor...

Şatolar ve kuleler!... Ah, o şatolar ve kuleler!... Bütün

bir milletin her türlü hak ve ırzı işte bu kulelerde mah-

pustur. Kulelere hücum... (Bastiy) kulelerinden sonra dere-

'toeyliğin son artıklarına ait kuleler... Birkaç gün içinde

Fransa dümdüz ediliyor, asillerden iyi kalbliler kendi köy-

lüleri marifetiyle korunuyor; ve Fransa, kan ve ateş içinde

çırpınırken, Millî Meclis, habire yeni ideolocyanın plânını

«çizmeye bakıyor:

«insan Haklan Beyannamesi»...

İNSAN HAKLARI

BEYANNAMESD

Bu beyanname, Millî Meclisin kurulduğu günden beri

îlk defa gösterdiği ve kendi üstüne çıkan ihtilâle temel öl-

çüler kazandırdığı satıh plânında bir ideolocya tablosudur.

17 maddede toplanan bu ölçüler, aynen :

«l — İnsanlar hür ve hak bakımından eşit doğarlar ve

182

183

öylece yaşarlar. Sosyal farklar ve üstünlükler ancak umu-

                                               . '••*••<mî müşterek menfaatlere dayanabilir.»

«2 — Her siyasî cemiyetin gayesi, tabiî ve değişmezi!

beşer haklarının korunmasıdır. Bu haklar, hürriyet, mülki-' j

yet, emniyet ve zulüm ve tazyike mukavemettir.» ;

«3 — Her hâkimiyetin mehbaı aslında millettir. Hiç biı~;

topluluk, milletten gelmeyen hiç bir hâkimiyeti icra ede-i

mez.»

«4 — Hürriyet, başkasına zararı olmayan her şeyi ya4

pabilmektir. Fertlerin tabiî haklarım kullanmaları, cemi-?

yetteki öbür fertlerin de aynı haktan yararlanmalarını sağ-

layan sınırlarla hudutludur. Bu sınırlar, ancak kanun ile

gösterilebilir.»

«5 — Kanun, ancak, topluma zararlı olan şeyleri yasak-

layabilir; ve hiç kimse, kanunun mükellef tutmadığı bir işi

yapmaya zorlanamaz.»

«6 — Kanun, umumî istek ve dileğin ifadesidir. Bütün*

vatandaşlar, bizzat veya vekilleri vasıtasiyle kanunun tan-

zimine katılmak hakkına sahiptirler. Kanun, hem koru-

mada, hem de cezalandırmada, herkes için birdir. Bütün

vatandaşlar kanunun gözünde eşit olduklarından, ehliyet

ve iktidarlarına göre aralarında fazilet ve meziyetlerinden!

başka fark gözetmeksizin bütün mevki ve makamlara ve

umûmî hizmetlere müsavi olarak kabul edilirler.»

«7 — Hiç kimse kanunla belirtilmiş haller ve şekiller

dişmda süçlandırılamaz ve tutuklanamaz. Keyfî emir veren-

ler veya çıkarttıranlar, bunları icra edenler veya ettirenler

cezaya çarptırılır. Fakat kanuna uygun şekilde çağırılan

veya tutuklanan her vatandaş hemen itaat zorundadır. Eğer*

itaat etmezse suç işlemiş olur.»

«8 — Kanun ancak açıkça ve katiyetle zarurî olan ce-

zaları verir. Ferde, ancak, suçun işlendiği tarihten önce çı

karılmış ve yerinde tatbik edilmiş kanun hükümlerine göre

ceza verilebilir.»

»9 — Her fert, suçlu olduğu gerçekleşinceye kadar ma-

sum sayılır. Bir kimsenin tutuklanması mecburi sayılacak

olursa da, onun hakkında kaçmasını önlemek için alınması

lâzım tedbirlerden başka her türlü cebr ve şiddet yasaktır.»

«10 — Hiç kimse, dinî de olsa şahsî fikir ve kanaatle-

rinden ötürü tazyik altına alınamaz. Şu kadar ki, bu fikir

ve kanaatlerin tezahürü, kanunla kurulmuş olan umumî

nizamı bozmamalıdır.»

«11 — Fikir ve kanaatlerin serbestçe ortaya dökülmesi

İve karşılıklı görüşülebilmesi, insanın en kıymetli haklarm-

1dan biridir. Bu bakımdan her insan serbestçe söyleyebilir,

|yazabilir, eser bastırabilir. Ama, kanunun tayin ettiği sınır-

lamalarda bu hürriyetin kötüye kullanılmasından mes'ul-

dür.»

«12 — İnsan ve vatandaş haklarının sağlanması, umu-

mî bir kuvvete muhtaçtır. Fakat bu kuvvet, ellerine teslim

edildiği şahısların zatî menfaatlerine değil, umumun men-

faatine hizmetle mükelleftir.»

«13 — Umumî kuvvetin devamı ve umumî idare man-

zumesinin masrafları için vatandaşa ortak bir mükellefiyet

yüklenmesi tabiî şarttır. Bu mükellefiyet de, bütün vatan-

daşlara, tahamülleri ve imkânları nispetinde bindirilebilir.»

«14 — Vatandaşlar, bizzat veya vekilleri yoliyle umumî

mükellefiyetin derecesini tahkik, kabulüne muvafakat, nasıl

sarfedildiğini murakabe ve herkese düşen payı, bu payın

kesiliş ve almış tarzım ve devam müddetini tayin hakkına

maliktirler...»

«15 — Vatandaşlar topluluğu, umumî hizmetlerde çalı-

şanlardan idare şeklinin hesabım sormak selâhiyetindedir.»

«16 — Haklarının sağlanması kefalet altında olmayan

ve hükümet kuvvetlerini ayıramayan bir toplumun anaya-

sası yok demektir.»

«17 — Tasarruf ve mülkiyet hakkı masun, mahfuz ve

mukaddestir ve hiç kimse bu haktan mahrum kılınamaz.

Meğer ki, böyle bir hakkın kalkması kanunî bir zarurete

bağlanmış ve âmmenin menfaati bunu gerektirmiş olsun...

Bu gibi hallerde dahi el atılan kıymet bedelinin tam ve r

sin olarak ödenmesi icap eder.»

îşte, Millî Meclisin Ağustos ayı içinde, üzerinde günlerce

çalışıp meydana getirdiği ve bütün istibdat idarelerine kar-

184

185

sı insanlığa örnek ve ihtilâle temel diye hazırladığı meşhur

beyanname... Bu beyannamenin ruhu, basit his ve iptidaî

bedahet plânında, büyük fikir örgüsünden mahrum ve sa-

dece fert hakkım kolayca savunucu bir formül olmaktan

ileriye geçemez; ve buna rağmen tarihte liberalizma ve

demokrasinin ilk millet fermanı olmak gibi bir kıymet

taşır.

KRALIN

TAVRI

Kral bu beyannameyi ancak 21 Eylülde kabul ve 3 Ka-

sımda tasdik edebildi. Millî Meclis de Ağustos başında ele

alabildiği bu işi Ekim başına kadar sürdürmüştü.

Hareketin başladığı 14 Temmuzdan l Ekime, 2 buçuk ay

içinde Fransa hükümetsiz, merkeziyetsiz, kan ve ateş için-

dedir.

Hadiseler peşin bir plâna bağlı olmadığı için, mesele

üstüne mesele çıkmakta:

Meclis tek mi, çift mi olarak kurulacak?...

O ân için Krallıktan başka bir idare şekli düşünülme-

diğine göre. Kral Meclis kararlarını reddetmeye mi, ertele-

meye mi selâhiyetli olacak?

Millî Meclis sade tek Meclis teşkiline ve Kralda, Meclis

kararlarını red selâhiyeti olmamasına karar verdi. Böyle

bir karara da kendisini mecbur hissediyordu. Çünkü her

gün (Pale Ruayal) bahçesinde toplanan halk gözünü ve

kulağını Meclis müzakerelerine vermiş, aza razı olmayan

bir tavırla neticeyi bekliyor ve (16. Lûi)nin 4 Ağustos karar-

larına karşı tereddütlü halinden kuşkulanmış bulunuyordu.

Öyleydi. Kral, «Dnsan Hakları Beyannamesi»ni anayasa

temeli olarak kabulde tereddüt etmişti. (Neker)in iktidar

mevkiine dönüşü ve zahirde hürriyetçi bir hükümet heye-

tinin kuruluşu halka az-çok teselli vermişse de Kralın tav-

rından emin olmaya yeter, ortada hiçbir alâmet yoktu. Kra-

lın tavrı ise saltanatçılarla hürriyetçiler arasında şaşkın bir

rakkas...

186

Açıkça anlaşılmaya başlanmıştı ki, Kral, milletinin is-

tekleriyle, Fransadan kaçan zadegan sınıfının telkinleri ara-

sında bocalamaktadır. Bu halde de en tesirli âmil Kraliçe...

Halk arasındaki rivayetler şöyle:

— Hükümet, (Bastiy)in zaptı üzerine icra mevkiine

koyamadığı hürriyetçileri imha hareketini, sinsi sinsi şim-

di hazırlıyor!

Gerçekten saray, birçok yeni birlikleri, (dragon) ve

Flândr) alaylarını (Versay)a getirip muhafız gücünü iki mis-

line çıkarmıştı. (Meç) taraflarında, saraya bağlılığıyle bili-

nen (Do Buyye) kumandasındaki ordu, Kralın her ân kaçıp

sığınabileceği ve ondan sonra millet üzerine yüklenebileceği

bir tehlike mıntıkası... Herkes biliyordu ki, Kral, kan dök-

mekten korkar ve milletine kötülük gelmesinden çekinir.

Fakat telkin altında kalmaya son derece müsait bir mizaç

taşıdığı için, böyle bir hale kolaylıkla sürüklenebilir ve Kra-

liçe ile etrafının (medyum)u gibi hareket edebilir.

Kraliçe (Meç) de bulunan 30 binlik seçkin ordunun

kumandanı (Do Buyye)ye büyük güven sahibi... Kraliçenin

fikrince hemen (Versay)dan çıkmalı, bu orduya gitmeli ve

oradan ihtilâli söndürmeye girişilmeliydi.

Kraliçe ve yakınları çok uğraşdılarsa da Kralı ikna

edemediler.

Bir taraftan da başını almış giden sefalet, ekmek

derdi...

(Neker) Millî Mecliste Fransamn perişan hali karşısın-

da hiç olmazsa iki ay daha yaşayabilmek için 30 milyon

franklık bir istikraz yapılmasına müsaade istediği zaman

sesler yükseldi:

— Bu parayı şahsî mallarımızla ödeyelim! Millî Mec-

lis azasının emlâkiyle ödensin!...

İhtilâli halka devrettikten sonra şimdi ondan devral-

maya çabalayan Meclis, azasının küçük bir kısmiyle de

olsa, artık makamının ulviliğini örmeye başlıyor ve ihtilâlin

kafası yerine geçmeye çalışıyordu.

O sırada ortaya (Veto) diye bir kelime ve «Veto hakkı»

diye bir mesele çıktı. (Veto), yani Krala tanınacak hak...

187

Bu, Kral tarafından ya Meclis kararlarını red, yahut 4-6 yıl

erteleme şeklinde düşünülüyordu. Paris halkı Meclisin bunu

müzakereyle vakit öldürdüğünü öğrenince deliye döndü. O

da ne demek?... Ertesi güne çıkip çıkmayacağı meçhul

dehşet ve sefalet içinde kıvranan bir halk için, 4 veya 6 yıl-

lık erteleme hakkından bahsetmek nasıl olur?

ݺin garibi, her moda şey. gibi (Veto) kelimesi de ayağa

düşmüş; bilenlerce ve bilmeyenlerce ağızdan ağıza dolaşan

bu kelime bazılarına göre de mücerret bir mefhum değil,

bir şahıs, yahut yeni bir vergi ismi sanılmıştır.

— Bay Veto da kim? O da nesi ...

Diyenler olmuştur.

ݺin içine alaycılar da karışmış ve aşağı yukarı bir «Bay

Veto» isühzasıdır gitmeye başlamıştır."

Şurası muhakkak ki, Paris, bunca fedakârlıkla başlat-

tığı ihtilâlin gittikçe pörsümeye, (dejenere) olmaya başladı,

ğını görüyor, Millî Meclisi artık eskimiş ve işini bitirmiş

sayıyor ve inkılâbı ya tam kurtarmak, yahut tamamiyle

elden çıkarmak noktasında birleşmiş bulunuyor.

Artık anlaşılmıştır ki, bu yeni Meclis de (Siyes)in ona

eklediği «millî» vasfına rağmen eski tâbi ve boynu bükük

(Eta Jenero)lardan farklı değildir ve artık dağıtılması, ye-

rini başka bir oluşa bırakması lâzımdır.

KRALDÇENDN

TAVRI

(Veto) meselesinin bahis mevzuu olduğu 30 Ağustos

günü bütün Paris ayakta... 14 Temmuz hareketinden beri

henüz birbuçuk ay geçtiği ve (Bastiy) toplarının barut ko-

kusu hâlâ kaybolmadığı halde, iş hamlesinde bu ani tutuk-

luk da neden? Kralın (Veto) hakkına malik olması, yani

Millî Meclis iradesini köstekleme iktidarına sahip bulun-

ması, şuur bakımından yeni doğmaya başlayan millî hâki-

miyetin ölümü demek değil midir? Böyle bir kaydı Millî

Meclis nasıl benimseyebilir?

Halk toplantılarının yuvası haline gelen (Pale Ruayal)

188

bahçesinde yığınlar birleşti ve hükmü bastı:

—Hemen şimdi (Verşay)a gidelim ve Millî Meclis hu"

zuruna çıkalım! Mecliste (Veto)yu kabul ettirmeye çalışan

bir zümre bulunduğunu, bu zümreyi fert fert tanıdığımızı

bildirelim; ve eğer bu zümre entrikalarından dönmeyecek

olursa, bütün Paris halkı, (Versay)ı basacağımızı ihtar

edelim!

Aynı günün akşamı birkaç yüz kişi toplandı. Başlarına

kendilerinden bir asilzadeyi geçirdiler ve yürüyüşe geçtiler.

Fakat daha Paris'ten çıkmadan, fikriyle halktan kalbiyle de

Kraldan taraf (Lâfayet)in «Millî birlikler»! karşılarına çıktı.

Gidemediler.

Henüz ortada «Cumhuriyet» diye bir fikir yoktur. Sa-

dece lügatte bir kelime, uzak bir nazariye... Bu nazariye

bir ameliye iddiasiyle yalnız muharrir ve hatibin elinde...

(Bristo) ve (Kamiz dömülen)...

Hattâ İhtilâlin korkunç ve kötü dehâsı (Robespiyer),

ileride diyecektir ki:

—Cumhuriyet fikri, hiç kimse farkına varmaksızın

sonradan partiler arasında yerleşmiştir.

Millî Meclis 30 Ağustos kararlarını 12 Eylülde Kralın

tasdikine arzetti. 15 Eylülde de Kralın şahsını her türlü

tecavüzden masun ve Fransa Krallığı veraset hakkını yal-

nız (Burbon) familyasına mahsus kabul eden bir karar

çıkardı. Bu karar Mecliste taşkın tezahürlere yol açtı,

şiddetle alkışlandı. Artık bundan böyle Kralın Meclisten

gelecek her şeyi tasdik edeceği sanılırken birdenbire aksi

oldu. (16 Lûi) savsaklama politikasını daha da ileri götür-

meye başladı.

O sırada saraydan ve Kraliçenin tavrı yolundan gelen

bir nümayiş, İhtilâlin tavsar gibi olduğu ân ateşe petrol

dökmüş oldu.

Saray, her üç ayda değiştirilmesi âdet edinilmiş olan

yeni muhafız birliklerinin gelmesini bahane ederek (Flandr)

alayının subaylariyle yenileri tanıştırmak ve kaynaştırmak

için büyük bir ziyafet tertipledi. Bu ziyafette «Millî Birlik-

lerden bile çağırılanlar oldu. Ziyafet sarayın en haşmetli

189

merasim salonlarından birinde verildi. Saray mahzenindeki

yıllanmış şaraplar salona taşıtıldı, yenildi, içildi, kafalar

döndü, gözler karardı ve kadehler her defasında «Kraliçe-

nin şerefine!» diye kaldırılmaya başladı. Bir köşeden «mil-

letin şerefine!» diye bir ses duyulduysa da aldıran olmadı.

Birdenbire açılan kapı... Ve haykıran münadi:

—Kral ve Kraliçe!..

Sarayı ürperten bir alkış... Kraliçe, en küçük oğlu ku-

cağında, bütün masaları dolaştı.

Biraz sonra Kraliçe, yanında bedbaht ve kukla Kral,

salondan çıkarken mızıka «Ey Rişar, ey benim Kralım,

herkes seni bırakıp gidiyor!» sözleriyle başlayan hüzünlü

nağmeleri terennüm etmekte...

Bu tesadüf veya tertip salonu çıldırtmaya yetti. Asker-

lerin çoğu şapkalarındaki hürriyet alâmeti üç renkli kokartı

çıkarıp yere attılar ve:

—Kendimizi Kraliçemizin emrine bağışlıyoruz!..

Nidasiyle, göğüslerine, Avusturya millî rengi siyah kor

delâlar taktılar. Kraliçenin Avusturyalı oluşu, saray asker-

lerine milletlerini bile unutturuyordu.

Bu ziyafeti bir ikincisi takip etti. Ondaysa çok daha

ileri gidildi. Bu defa şuh ve dilber saray kadınları, üç renkli

kokartların yerlerinden sökülmüş ve kaldırılmış olduğu sa-

lona, ellerinde zarif sepetlerle girdiler. Bu sepetlerde Fran-

sa Krallık rengi olan beyaz kordelâlar ve uçlarında beyaz

kokartlar... Sarayın şuh ve dilber kadınları masa masa do-

laşıp bu kokartları askerlerin göğüslerine elleriyle taktılar..

Saray, Kraliçenin, son derece tesirli, büyüleyici tavrı yo-

lundan açıkça İhtilâle harp ilân ediyor demekti.

(VERSAY)A

YÜRÜYÜŞ

Paris üç renkli hürriyet timsalinin uğradığı bu haka-

retten kudurdu. Ekim ayının 3'ünde, tam da (Versay) da

ikinci ziyafetin verildiği ve göğüslere beyaz kokartların ta-

kıldığı gecede, henüz ihtilâl kadrosunda rolünü almamış

190

bulunan (Danton), gayet şiddetli bir nutuk çekti. O zaman-

lar birbiri peşinden açılma yolunda fikir ocaklarından

(Kordelye) kulübünde verilen bu hitabe heyecanı fevkalâde

artırdı. Siyah ve beyaz alâmetler her yerden kaldırıldı ve bir

rivayet kasırgasıdır estirildi:

—îç savaş yakın... Kraliçe ve prensler Alman prens-

leriyle el ele... Yakında yeşil ve kırmızı üniformalı ecneb1

askerlerini Paris kaldırımlarında göreceğiz! Parise getirilen

buğday ve unlar yolda tutuluyor. Açlıktan kırılıyoruz! Fiat-

lar yükseldikçe yükseliyor! Kış çok şiddetli olacağa benzi-

yor! Halimiz neye varacak?

Aynı günden beri 30 saattir sokaklarda birikip yiyecek

bulamamış olan kadmlar büyük bir yığın teşkil etmiş...

Ekim'in 4üncü günü bu manzaraya tahammül edemeyen

genç ve dinç bir kadın birdenbire halk yığınının merkezinde

görünüverdi ve haykırdı:

—Ne duruyorsunuz! Doğru (Versay)a yürüyelim! En

önde ben yürümeye hazırım! (Versay)ı dize getirmeden ne

ekmek, ne su, ne hak, ne hürriyet!...

Kadını alaya alanlar oldu. Hattâ kadın, bu alaycılardan

birini tokatladı.

Ertesi gün bu kadın, (hal)lerde, pazar yerlerinde çalı-

şan kadınlardan bir kalabalığın başına geçti.

5 Ekimde boynuna bir trampete asılı bir kız çocuk,

mahut kadının önünde Paris'i kolaçan etmeye başladı. Ka-

tılan katılana... Birkaç dakika içinde kadınlardan bir ordu.

Çoğu işçilerden mürekkep kalabalığın önünde bağıranlar:

—(Versay)a gidiyoruz! Fırıncı ile karısını (Kralla Kra-

liçeyi) Parise getireceğiz!

işçi kadınlara (Sent Antuan) mahallesinin kadınları da

katıldı. Kalabalık, yolda rastladığı bütün kadınları zorla

kendisine katıyordu. Belediye dairesine yüklendiler. Orada

(Meyar) adlı birini görüp bir hain sandılar ve öldürmeye

davrandılar... Fakat (Meyar) halktan tarafa olduğunu (Bas-

tiy)in zaptında büyük hizmetleri dokunduğunu söyledi;

(Bayyi) ve (Lâfayet) henüz Belediye dairesine gelmemiş ol-

dukları için onlardan beklenen yardıma bizzat tavassut ede-

191

ceğini anlattı ve «Millî Birlikler» kumandan yardımcısının

yanına giderek kadınları (Versay)a götüreceğini, başka çıkar

yol kalmadığını ve ters bir hareketle bu gidişe engel olun-

mamasını istedi. Sonra kalabalığın başına geçti trampete çal-

dırdı, nutuklar savurdu.

(Meyar) 7-8 trampeteciyle önde ... Arkalarında 10 bine

yakın kadın ve birkaç yüz silâhlı erkek... En arkada da

(Bastiy) de nöbet tutan millî askerlerden bir bölük...

(Şayyö), (Otöy), (Sevr) mevkilerinde, açlıktan ölmek

üzere bulunan kadınların dükkânları yağma etmeleri önle-

nemedi. Yorgunluk o hale gelmişti ki, herkes silâhlarını at-

maya başlamıştı. Belediyeden alman toplar da en arkadan,

çekmekten usanmış ve kopmuş ellerde...

(Meyar), bu hali şöyle yorumluyordu:

—Daha iyi; bizim (Versay)a taarruz için değil, merha-

met istediğimiz için yürüdüğümüzü sansınlar... Silâhsızlık

daha iyi... Toplan büsbütün gözden kaçıralım!...

Aynı hissi vermek için de (Versay)a girerken (4. Hanri)

marşını tutturdular.

Fakat hep (taktik)... (Meyar) Millî Meclise, yanında 15

kadın ve l «Millî Birlik» askeri, girince çığlığı kopardı:

—Açlıktan kavruluyoruz! Ekmek istemek ve millî âlâ"

meti tahkir eden askerlere cezalarını vermek için buraya

geldik!

Kadınlar da bir ağızdan bağırıyor:

—Ekniek, ekmek!...

(Meyar) canını dişine takmış bir insan hinciyle daha

ne ithamlar savurmadı. Fakat artık işi (statüko)ya vurmuş

olan Meclis bu tavırdan hoşlanmadı. Âzası bulunduğu Mec-

liste henüz pırıldamaya başlamamış olan (Robespiyer) ise

tek başına (Meyar)ı sayundu ve kadınları teskine çalıştı.

Kadınlar, kadınlıklarım göstermede birbirleriyle yarış-

ta... Sabırsız, dikkatsiz ve hissî...

(Meyar)m öldürüldüğüne dair bir rivayet... (Meyar)

Meclisten çıkıp kadınlara göründü; sonra tekrar içeriye gir-

di. Muhafız kuvvetlerinin, millî alâmete ettikleri hakaretten

ötürü tarziye vermelerini istedi. O sırada muhafızlar tara-

192

fından Meclise üç renkli alâmet gönderildi. Bu defa da ka-

dınlar «Yaşasın Kral! Yaşasın muhafızlar! »diye tepinmeye

başladılar. ݺi en pahalıdan ele alıp en ucuza dökmenin

jnisali...

(Meyar) bu defa dileğini sertleştirdi:

—Hiç olmazsa (Flândr) alayını başka bir yere kaldır-

sınlar!...

Meclisten bir heyet, Parisin acıklı halini Krala bildir-

mek üzere, gittiği av mıntıkasında garip Kralı aramaya çık-

tı. Reisleri (Münye) manzarayı şöyle çiziyor:

«— Çamur içinde yaya gidiyorduk. Şiddetli bir yağmur

yağıyordu. Elbiseleri başka başka, silâhları ayrı ayrı yığın-

lar arasından geçtik. Sokaklarda korkunç bir homurtu ve

gürültü... Muhafız askerler karakol karakol geziyor süvari-

ler etrafa çamur sıçratarak hızla yanımızdan geçiyordu.»

Nihayet Kralı buldular... Kral hiç tınmadan, rahat

rahat avdan döndü ve Meclis Reisi (Münye) ile birlikte 12

murahhas kadını huzuruna kabul etti. (Münye) dik konuştu:

—Buhran büyük!... Paris halkının kelleleri koltukla-

rında... Yapılması gereken ilk iş, «Dnsan Hakları Beyanna-

mesinin tasdikidir. Ondan sonra öbür dertlere el atılabilir.

Evvelâ idarî huzur, kalbleri tatmin...

Kadınlar arasında söz söylemeye mecbur bir genç ka-

<dm tam ağzını açacağı vakit o kadar heyecana kapıldı ki,

dudaklarından yalınız «ekmek!» lâfı çıkabildi ve yere düşüp

bayıldı. Bu hal aslında iyi kalbli Krala çok dokundu. Kadın,

gösterilen itinadan sonra gitmek üzere Kralın elini öpmeye

davranınca (16 Lûi) onu bir baba şefkatiyle kucakladı.

Akşama doğru bir haber:

—«Milli Birlikler» başkumandanları (Lâfayet)i başları-

na geçirmiş, (Versay) üzerine yürüyorlar!...

Binbir tereddütten ve «kalmak mı, kaçmak mı?» hesap-

larından sonra Kral gece yarısına doğru «Dnsan Haklan

Beyannamesi»ni tasdik etti. Bir - iki saat sonra da, arkasında

15 bin asker ve birkaç bin ahali, fikri halkta, gönlü sarayda,

(Lâfayet) göründü. (Lâfayet), fikriyle hissi arasındaki teza-

•dı, askerlerine yolda ettirdiği yeminle de göstermiştir:

—Krala ve kanuna sadık kalacağıma yemin ederim!

•ihtilâl/13193

Saraya yalnızca (Lâfayet) kabul edildi. Bu bir bölünüş

(Lâfayet) hüviyetinin yarısını dışarıdaki birliklerinde bıra-

kıyor, yarısı ile de saraya katılıyor... Sarayın şahane mer-

divenlerinden çıkarken asilzadelerden biri, yanmdakine:

—(Kromvel) geliyor!

Diye mırıldandı.

(Lâfayet) bu sözü duydu :

—Yanılıyorsunuz, efendi, dedi; eğer ben (Kromvel>

olsaydım, böyle yapayalnız gelmezdim!

Kral, sarayın dıştan korunmasını «Millî Birlikler»e, içten

muhafazasını da hassa kıtalarına bıraktı.

Millî Meclis sabahın 3 üne kadar toplantıda... Paris

kafilesi de rastgele barınaklarda, kiliselerde, sokak ortala-

rında... Kadınlar ordusu hububat ticaretinin serbest bıra-

kıldığına dair kararla «Dnsan Hakları Beyannamesi» suret-

lerini, Kralca tasdik edilmiş olarak eline aldı ve Parise dön-

meye başladı. (Lâfayet) ise artık sükûn avdet etti kanaatiy-

le, 20 saattir ayakta bulunmasından bitkin, yatağına uzandı.

Yine müthiş bir haber:

Paris, (Versay) yürüyüşünde devam ediyor ve bu defa

daha asabî ve gözükaralardan bir grup, ikinci kafile olarak

baskına geliyor!

Bu defa hadise (Bastiy)in zaptına benzer tarzda ve bü-

yük taarruz çapında...

Kaçma teklifini şiddet ve nefretle reddeden ve divan-

haneler boyunca:

—Kaçak Kral, sığıntı Kral!...

Diye nefsini kırbaçlayarak dolaşan, ne yapacağını bile-

meyen ve aslında şahsına yükledikleri fenalıkların bizzat

sahibi bulunmayan bir Kral...

Sabaha karşı, ilk fecir zamanı, top ve tüfekten başka

bütün iptidaî silâhlarla teçhizatlı, «hürriyet» narasından

başka bir şey bilmez bir vahşet güruhu, saray bahçesinin

parmaklıkları önünde... İnkılâp, vahşîsini de, medenîsini

de, züppesini de, ciddisini de, cahilini ve âlimini, istismar-

cısını ve samimîsini de peydahlandırma yoluna girmiştir.

194

tleride «hürriyet» adına ne zalimlerin peydahlanacağı da

görülecektir.

Yeni güruh, gün doğarken, parmaklıkları kırdı ve bah-

çeye daldı. İki kol halinde, sağlı sollu yönlerden Kral ve

jCraliçe dairelerine yürüdüler... «Millî Birlikler» bölüklerin-

den birkaçı da koşar adımla ileriye atılıp kapıları tuttu.

Muhafızlar içeride, sarayın iç avlusunda müdafaaya hazır-

lanıyorlar, eşyayı üstüste yığarak barikat kuruyorlar...

Alt kattaki pencerelerden biri kırıldı. Boğuşma başla-

mak üzere... Birden yüksek ve tatlı bir ses :

—Kapıları açınız!

Açmadılar...

—Biz eski (Gard fransez - Fransız muhafızlarıyız;

şimdiki «Millî Birlikler» erleri... Açınız müdafaayı beraber

yapalım! Biz kardeşiz!

Açtılar...'

Saray muhafızları ve «Millî Birlikler» erleri kucak ku-

cağa...

Kapıların açılmasını ihtar eden, o zaman çavuş, gele-

ceğin meşhur generali (Hoş)u...

«Millî Birlikler» erleri, tüfeklerini yuryâcılara çevir-

miş, onları bir ân oldukları yerlere mıhlamış, beklerken,

Kral çıka geldi. Bu gelenleri askere benzetemedi ve onları,

kapıları kırıp içeriye dalan halk zannetti. İlk sözü kendi

hayatından önce askerlerini düşünmek oldu:

—Askerlerime dokunmayınız! Onlara kötülük etme-

yiniz!

(Lâfayet)i geç vakit yatağından kaldırdılar... Koşarak

yetişti. Kralın halası onu merdivende karşılayıp «hayatımı-

zı siz kurtardınız!» diye hitap etti. Halk bazı çapulcuların

ileriye atılışını durdurmuş ve sarayın ön cephesini çepçevre

sarmıştı.

(Lâfayet) ölü noktayı hissetti ve Kralı elinden tutup

balkona çıkardı. Bütün (Versay) tek ses içinde :

—Yaşasın Kral!...

Halkın biraz düşünce ve itidalli kısmı ne çabuk da an-

laşmaya ve şartları kabule hazır!...

195

Küçük bir grupun kinle çınlayan sesi:

—Kraliçe, Kraliçe!...

Evvelâ tereddüd eden ve halka görünmeye cesaret ede-

meyen Kraliçe, (Lâfayet)in İsrarı üzerine, bir elinde kızı,

öbür elinde de oğlu, balkona çıktı. Yanında «Mili Birlikler»

başkumandanı halkçı (Lâfayet)... Birdenbire (Lâfayet)in bir

hareketi... Zarafet ve nezaket bakımından belki dünyanın

en asil davranışı; fakat siyaset ve dirayet noktasından ken-

disini ateşe atarcasına tehlikeli ve zaten bu yüzden kahra-

manca ...(Lâfayet). halkın parçalayacak gibi baktığı Krali-

çeye elini uzattı ve onun kendisine uzattığı eli ihtiramla

öptü.

Ne tuhaf!... Kraliçeyi, Fransa ceylânını yemeye memur

dişi bir pars bilen halk, bu harekete bayıldı; ve tab'ındaki.

zarafet ve âlicenaplık hissiyle, onu bir Kraliçe gibi olmasa

da bir anne ölçüsiyle alkışladı.

Kral, (Lâfayet)ten muhafız askerler için de bir kurtu-

luş yolu bulmasını istedi. (Lâfayet) bunlardan birini de

balkona çıkardı, başına üç renkli kokartı taktı ve sadakat

yeminine davet etti. Hassa askeriyle «Millî Birlikler» baş-

kumandanı kucaklaştılar ve halk alkışı bastı:

—- Yaşasın Kralın muhafız askerleri!...

Ve asıl ses yükseldi:

—Parise, şimdi Parise!... Kralın yeri artık Paris!

Kral, Parise, eski Fransız Krallarının içinde (Lûvr) ve

(Tüileri) gibi muhteşem saraylar kurduğu tarihî payitahta

gitmeyi istemiyor. (14. Lûi)den beri 18 inci asır Fransasının

taht merkezi piç mimarî (Barok) ve (Rokoko) şaheseri muh-

teşem binalarla süslü, Parise veya 6-7 saat mesafede bir

(banliyö) olan (Versay)a aktarılmış ve bu yer (16. Lûi)ye

devlet yükünü hafifletici ve halk dertlerinden uzaklaştırıcı

görünmüştür. Paris onun için, bütün eski hatıraları ve kas-

vetli mânasiyle, içine düşmekten korktuğu bir girdap... Onca

Parise gitmek, Krallığı bırakmak mânasına... Halbuki inkı-

lâbı genişletmek isteyenlerle Fransa tahtına (Dük d'Orlean)ı

geçirmek isteyenler, ille Kralın Parise gitmesi, burada eli

ve k°lu bağlı ve her ân tepesine inilebilir bir hayat sürmesi

fikrinde...

Nihayet karar: Parise gidilecek... Kral, Kraliçe, henüz

ecnebi memleketlere kaçamamış, saraya bağlı soylulardan

bazıları ve Millî Meclis, hep beraber... Ekimin 6 inci günü.

Kral, yanında saray erkânı, ayrıca 100 kadar mebus yollar-

da... Sanki bir ordu... Binlerce erkek, kadın, yaya veya

atlı, top arabalarına kadar her türlü nakil vasıtasiyle Kralın

peşinde...

Artık Krallık sarayı, kara taşlardan yapılma, Ortaçağ

üsluplu (Tüileri)... Meclis ise, onun yanındaki (Manej)

dairesinde...

(Versay) üzerine yürüyüş böyle bitti ve Kralı Pariste

esir tutmakla neticelendi.

Artık inkılâbı silâhla bastırmak ümidine yer kalmamış-

tır. Hâlâ Kral, hem sevilmekte, tutulmakda, hem de kendi-

sine asla güvenilmemektedir. Saray kadrosunun nüfuzun-

dan sıyrıldığı görülse belki güven kazanacaktır; fakat buna,

onda istidat yok... Saray ise şimdi gözünü sınır dışına ç

virmiş, ihtilâli yabancı orduların süngüsiyle durdurmak

taktiği üzerinde...

Bu vaziyet, (16. Lûi)nin loş (Tüileri) salonlarında bir

aşağı, bir yukarı dolaşmasından ileri bir davranışa kapıları

kapamıştır. Ancak kapı kırıcı bir mizaç lâzımdır ki, geçit-

ler açılabilsin... O da Kralda yok... Kral, rahipler bahsinde

dinî hislerine dokunuluncaya kadar böyle kalacaktır.

PARDS

DEVRESD ,

İhtilâlden sonra Kralın Kral olarak Pariste kalması 20

Haziran 1791'e kadar sürer. Yani ihtilâlden iki yıl sonraya

kadar... Kral, bu tarihte Paristen kaçtığı, yolda yakalandığı

eli kelepçeli bir haydut gibi Parise döndürüldüğü, (Tampl)

zindanına kapatıldığı, orada da giyotine götürüleceği güne

kadar kaldığı için, artık onu ve onun gerisinde inkılâbın

196

197

1„r

*SH *<

tuttuğu istikameti bu iki yıllık devre içinde kısa kısa nok-

talayabiliriz :

KDLDSEYE VE RUHBAN HEYETiNE AiT EMLÂK VE

KIYMETLER — Meclisin ilk işi Pariste bu meseleyi ele al-

mak oldu. Neticede bütün bu emlâk ve kıymetlerin hazineye

ve devlet idaresine devri ve millileştirilmesi karan... Bü-

yük tepkiler, Kralın ilk defa şiddetle direnmesi, kilise tara-

fından Meclisin dinsizlikle suclandinlmasx vesaire... Bu

davranış ilk defa büyük inkılâp çapındadır.

FEDERASYONLAR — Vilâyetler arasında tam birleşme,

kaynaşma, bütünleşme sağlanması için girişilen hareket...

Başta (Dofine), (Vivare), (Burgony)... Rahipler ve asilzade-

ler şiddetle muhalif... Fakat çaresi yok... Fransız tarihçile-

rine göre Fransa üstünde esen bu yekpâreleşme havası

«Haçlılar Seferi»nden beri ilk... Federasyon halkasına vilâ-

yetlerin birbiri peşinden girişi, merasim, edebiyat, nutuk,

heyecan... Bütün Fransa tek nâm altında Parise ve Millî

Meclise bağlı...

BAZI TEZAHÜRLER — Kral, yeni senenin başında (4

Şubat 1790) kimseye haber vermeden birdenbire Millî Mec-

lisin karşısına dikildi ve herkesi apıştıran garip bir nutuk

çekti. Hayret! Kral anayasadan yana... Son idarî taksimat

ve birleşmeleri pek beğendiğini, ve «eski eyalet» ismi yerine

«departman» tabirini yerinde bulduğunu söyledi. Oğlunu

meşrutiyet ölçülerine göre terbiye edeceğini, Kraliçeyle bir-

likte inkılâbın ana prensiplerini benimsediğini ilân etti. Bu

ifade öyle bir tesir doğurdu ki, bütün Meclis ayağa kalktı ve

henüz dokusu tamamlanmamış olan anayasaya sadakat ye-

mini ettiler. Mecliste dinleyiciler, meydanlarda toplananlar

da aynı yeminde... Kiliselerde dualar, gece şenlikler ve her-

keste artık ihtilâlin sona erdiği ve milletle Kralın el ele

verdiği hayali...

Sonradan Krallık hazinesinden menfaat sağladığı mey-

dana çıkan (Mirabo), Meclis ile saray arasında uzlaştıncıhk

rolünde... Krallığın ancak hürriyet temeline dayanarak

198

kuvvet kazanabileceği tezinde ve tesellisinde...

MECLiS — (Eta Jenero) olarak toplanıp «Millî Mec-

lis»e dönen ve evvelâ uyandırıcı ve dürtükleyici, sonra se-

yirci ve arkadan yetişmek isteyici, en sonra da yine öne

geçici ve temelleşmeye bakıcı, rolü malûm topluluk, l se-

nelik seçim vâdesini doldurduğuna göre akıbet neye vara-

caktır? Meclis, faaliyetine devam mı edecek, başka bir mec-

lise mi inkılâp edecek?... Konuşmalar, çekişmeler, tartış-

malar.

—Bu Meclis, selâhiyetini sınırsız mı sanıyor, kendisi-

ni (konvasyon nasyonal - esası temelleştirici fevkalâde Mec-

lis) mi sayıyor?

(Mirabo) öfke içinde kürsüde:

—Süngülerle itildiğimiz günlerden bugüne (konvans-

yon nasyonal) değil miydik ki, şimdi kendimizden şüphe ve

terddüde mevzu bulabilelim?

Mebuslar ayakta ve karar:

—Anayasa tamamlanıncaya kadar yeni seçime gidil-

meyecektir!

KLÜPLER — Büyük Fransız ihtilâlinin meşhur fikir

ocakları klüpler, tarlasını o zaman buldu. (Robespiyer),

(Danton), (Mara), (Sen Jüst), (Kamiy Dömulen) ve daha ni-

celeri, birbirinden ayrı veya beraber, hep bu kovanlara

bağlı arı beyleri... (Mirabo) bunlardan hiçbirine ilişik de-

;ğil... O,' kalbinin derinliklerinde samimî bir Krallık bağı

yaşatan, fakat korkunç atılışlariyle de Krallığın mahvında

•en keskin rolü oynayan tezat içinde bir asilzade...

Artık ihtilâlin, Millî Meclisten halka ve sonra tekrar

Meclise geçişinden sonra tam ve gerçek bir fikir ve hareket

kadrosu eline düşeceği gün doğmak üzeredir.

MEZHEP MUHAREBELERD — Kiliseye ait emlâkin

satışa çıkarılması, rahiplerin bu işe müthiş gücenmesi ve

Meclisi dinsizlikle suçlandırmaya kadar gitmesi halkta bir-

birine ters infialler doğurdu; iş bir protestanın Meclis reis-

liğine seçilmesiyle büsbütün alevlendi ve cenup Fransasın-

199

da, halk sınıfları ve askerî kuvvetler arasında kanlı boğuş-

malara vardı. Ellerinde beyaz Krallık bayrakları, «kahrol-

sun millet, yere batsın Meclis!» diye ortalığı kasıp kavu-

ran katolikleri dizginlemek çok zor oldu; (Montaban),.

(Nim) ve (Avinyon) şehirlerinde öyle şeyler oldu ki, ihtilâ-

lin «med - yükseliş»!, bir anda «cezr - iniş»e dönüyor <

.sanıldı. Bazı yerlerde «Millî Birlikler» askerlerini don -

gömlek soyup, ellerinde birer mum, kiliselerde günah çı-

kartmaya kadar zorladılar.

Kargaşalığın, istikametsizliğin, ayak basılan yeri göre-

meyişin, en can yakıcı tablosu...

KURUCU

MECLDS VE

(FEDERE)LER

(Eta Jenero)dan bozma, (Asamble Nasyonal - Mille

Meclis) adiyle hüviyetlenen Meclis, anayasayı tamamlama-

dan dağılmayacağı kararı üzerine (Asamble Kontitüant -

Kurucu Meclis) unvanını aldı; ve işi anayasayı örgüleştir-

me faaliyetine döktü.

Aynen meşrutî idarelerde olduğu gibi, hâkimiyet mil-

lette ve onun temsilcisi mebuslar heyetinde; icra makamı'

ve mekanizması da Kralda ve emrindeki hükümette...

Mesuliyet, hükümet cephesiyle Meclise karşı... Kralın ve

alâkalı Bakanın imzası bulunmayan hiçbir emir ve tasar-

ruf makbul değildir. Kral (Veto) hakkını ancak iki kere

kullanabilir ve üçüncü defa Meclis direnişi vaki olursa;

baş eğmekle mükelleftir. Şu ve bu, seçmen, seçim ve se-

çilmeye liyakat şartları... Teşriî, icraî ve adlî kuvvetler

arasında ayırım; ve mülkî, adlî, malî, askerî, dinî, beledî'

idarelere ait teşkilât esasları... Bayrak kırmızı, beyaz, mavi1

renkte üç mustatilin yanyana gelmesinden ibaret ve orta-

sında sırmayla «Hürriyet veya ölüm» yazılı...

Bu anayasanın ruhu, sadece hakikate erdirme bir alet-

ten başka birşey olmayan hürriyeti başıboşluk mânasına.

alan, hiç olmazsa cemiyeti ezici zulme karşı kalkan diye

kullanan, fakat onun neye yarayacağını ve hangi oluşa

yol vereceğini tayin edemeyen satıhçı bir görüşten ve bu

görüş etrafında birtakım devlet mekanizmalarının bedahat

hesabiyle daha iyi ve doğru teşkilâtlandırılmasını isteyen

iptidaî bir hak telâkkisinden öteye geçemez. Fakat bu ha-

liyle de (Rönesans) sonrası Batı oluşlarında, devlet mima-

rîsi yönünden ilk ve esaslı hendese tablosunu çizer. Zahir

plânını kuşatan hendese ilminin, iç plân marifeti cebir ilmi

önünde basitliği düşünülecek olursa Büyük Fransız ihtilâ-

linin ilk anayasasına, birtakım basitlerin, belki vaz geçil-

mez çatısı diye bakılabilir. Büyük Fransız İhtilâli, ilk iki

yılı içinde, devirme yolunda girdiği kötülüklerin (antitez)i

olarak genişliğine muazzam bir hadisedir; fakat (tez)i ve

derinliğine vücut buluş hikmeti bakımından müthiş bir

«hiç»tir. Nitekim getirdiği kolaylar ve devşirdiği insanlar

bakımından da küçük fertlere ve kısır cemiyetlere çok

büyük görünmüş ve kendisini «büyük» diye yaftalamıştır.

O, açlıkla karışık işporta malı kırıntı düşüncelerin eseri-

dir ve büyük bir tefekkür ve dünya görüşü verimi olmak-

tan uzaktır.

Artık zamanı gelmiş olan bu ilk kıymet hükmünden

sonra, ihtilâle, Paris devresindeki durgunlaşma ve dinamiz-

masını yitirme hengâmesinde yeni heyecan zeminleri aran-

dığını görüyoruz. Avam ve aşağı sınıf şehirliyi çekici tarafı

orta olan ihtilâlin ilk yıldönümünde Pariste kocaman bir

(Federasyon) merasimi yapılıyor.

Daha evvel dokunduğumuz (Federasyonlar ihtilâl arka-

sından belediyelerin önce şehirler; derken vilâyetler arası

kurulmasına ön ayak olduğu birleşme çerçeveleri... Yine

«tuluat» ve «zuhurat» serisinden olarak, .Millî Meclis, kendi

kendisine vücut bulucu, bu yekpareleşrne şeklini tasdik

etmiş ve öz eseriymiş gibi tasarrufuna ve tanzimine el at-

mıştı.

14 Temmuz 1790 (Federasyon) merasimi büyük sürpriz-

lere zemin açtı. ihtilâl, sanki bir (predisit) oylamasına arz-

edilmiş gibi millî ve umumî bir tasvip kazandı. Garip ve

200

201

ihtilâllerinin başında komünistlere örnek verici bir iş ola-

rak, askerleri de fiilî rey sahipleri sıfatıyla bunun arasına

karıştırdılar. «Millî Birlikler» taburları her 100 kişide ;

temsilci seçtiler. Birliklerin Parise mesafesine göre mebus

sayısı yüzde bire kadar inen bu askerlerle beraber kara '

deniz kuvvetleri de (Federasyon)a katıldılar. Her alay, en

kıdemli dört neferle kendisini temsil ettirdi.

(Meç) ordusu kumandanı, hararetli Kralcı (Marki do

Buyye) hatıralarında diyor ki:ı

—Bu merasimden sonra orduda itaat diye bir şey kal-

madı. Değil Fransızların, Fransızca bilmeyen ecnebi erle-

rin bile zabitlerine itaat etmemeye başladıkları görüldü.

Artık orduyu, millet aleyhinde kullanmanın yolu kapatıl-

mış oldu.

(Federe) diye anılan mebuslar, aralarında bir, topluluk

kurdular ve (Lâfayet)i reis seçtiler... Halkla Kral arası

muvazene noktasını bir türlü tespit edemeyen ve kâh bir

tarafa, kâr öbür tarafa yalpalar çizen bu (Marki), vazife-

sini memnunlukla kabul etti ve (Federe) lerin kararını her

tarafa bildirdi:

—Gönülden inkılâbı benimsiyoruz!

Biraz sonra Kral da aynı şeyi benimsediğini ilân ede-

ceğine göre, benimsemeyen kim kalacaktır?

Halk dalga dalga meşhur (Şan do Mars) meydanında

toplandı. Yağmur altında, hususî sıralarda 160 bin kişi

oturmakta, 150 bini de ayakta... 50 bin asker de meydan

yerinde ve saf nizamında...

Meydanın orta yerinde, ihtilâle (mistik) renkler ve

çizgiler vermek ve güya yeni bir itikat timsali meydana

getirmek için kurulan «Vatan Mihrabı» isimli bir âbide...

Âbidenin ta karşısında Millî Meclis reis ve azasına ve Krala

mahsus yerler...

«Vatan Mihrabı» üzerinde, istikbalin müthiş politika-

cısı piskopos (Taleyran) tarafından ruhanî âyin ve (Fede-

re)lerin yemini:

—Millete, kanuna, Krala sadık kalacağımıza ve Millî

202

Meclisçe hazırlanan anayasayı bütün gücümüzle koruyaca-

ğımıza andolsun!...

Bunu öbür yeminler takip etti ve sıra Krala geldi.

(16. Lûi) «Vatan Mihrabı» kürsüsünde :

—Ben, Fransızların Kralı (Lûi), — Fransa ve Navar

Kralı unvanı değiştirilmiştir — milletin anayasasiyle bana

verilen bütün nüfuz ve iktidarı, aynı anayasayı korumak

ve hükümlerini tatbik etmekte kullanacağıma yemin ede-

rim!

Bir alkış, tepiniş, haykırış köpürmesidir gidiyor. Fakat

bu devrede, halkın, kendiliğinden gelen büyük aksiyonu

üzerine püskürtülen lâf ve nümayiş köpüklerinden başka

bir şey aramamalıdır. Buraya kadar, büyük ferdi zuhur

bakımından her şey küçüktür, (anonim) dir ve inkılâp ara-

bası artık arkadan itenler yerine önden çekecekleri, güdü-

cüler kadrosunu beklemektedir.

Kral ve Millî Meclisin Parise taşınması devresinde ih-

tilâlcilerle Kralcıların ordu üzerinde karşılıklı telkinleri

baş gösterdi. Saraya bağlı zabitler, askeri, Millî Meclis aley-

hine kışkırtmaya bakarken, ihtilâlciler de onları zabitle-

rine karşı durmaya teşvik ediyordu.

Askerin aylığına zam yapılıyor, fakat asker bu zammı

alamıyor, birliklerde komiteler kuruluyor, zamlarını isti-

yorlar, böylece orduda da bir karışıklıktır gidiyor. (Nansi)

şehrinde asker arasında boğuşmalar ve kıyım... Bir sürü

isviçreli asker öldürülüyor.

Fransız tarihçisi diyor ki:

—14 Temmuzda Fransızlar üzerine ateş etmek isteme-

yen zavallılar Fransız milletinden bekledikleri mükâfatı

aldılar!

19 Haziran 1790 da, Millî Meclis, babadan oğula geçen

asaleti kaldırdı. Artık kimsede (prens, dük, marki, kont,

vikont, baron) gibi unvanlar olmayacak... Bunun üzerine,

Kralın kardeşi (Kont d'Artua) ile başlayan asilzadeler göçü

büsbütün kabardı. Hemen bütün asiller sınır dışına çıka-

rak, uzaktan Fransayı idare edici yeni bir blok kurmaya

çalışıyorlar. (Prens Konde) (Ren) taraflarında göçmenler-

203

den bir ordu kurarken (Kont d'Artua), siyasî yollardan bü-

tün Avrupa (monarşi)leri nezdinde kendisine yardım arı-

yor ve Fransadaki karışıklıkların fitillenmesini uzaktan

idare ediyor. Fransa içindeki her tahrikte onun parmağı...

(16. Lûi) ise dışardan gelecek bir yardımla tacını kurtar-

mak istemiyor; içten doğacak bir tepkiyi gözlüyor.

Neticede, asiller çevresinin Fransaya karşı dışardan

kurduğu plânlar Fransızlan büsbütün körüklemiş, inkılâp

fikrinde perçinlemiş ve (16. Lûi)nin bahtını tamamiyle

karartmış oldu.

O sıralarda din meselesi patlak verdi. Yeminli rahipler

meselesi... Bu işe karşı duran, küçük rahiplerle bizzat

Kral... Büyük rahipler ve zadeganın bir kısmı (Volter)in

inkâr mezhebindendir; ve inkılâbı hazmedemeyişleri, iti-

kadlarına dokunduğu için değil, menfaatlerini bozduğun-

dandır. Samimî (katolik) ise Kralla küçük rahiplerden

ibaret...

Millî Meclis 27 Kasımda, 8 gün içinde yemin etmeyen

rahiplerin vazifeden alınacağına dair bir karar çıkarınca

iş büsbütün sarpa sardı, inkılâba sadakat yemini, Papalık-

ça ve koyu (katolik)lerce küfür sayıldı. Kral sonuna kadar

diretti, fakat neticede her şeyin gideceğini anlayınca (veto)

ya yanaşmaksızm Meclis kararını tasdik etmeye mecbur

oldu.

Artık Kral anlamıştı ki, her şey gitmeden kendisi Fran-

sadan gitmelidir.

KAÇAK

KRAL

(16. Lûi)ye en fazla giran gelen nokta, papaslar toplu-

luğunun, inkılâba, kanuna, Meclis hükümlerine sadakat ye-

mini etmeye mecbur tutulmaları oldu. Kaydetmiş bulun-

duğumuz gibi, Fransa'da Kral, küçük rahipler, köylüler ve

halkın gizli tabakalarından başka samimî (Katolikler)

kalmamıştı. İnkılâbı fikirde temellendirmeye çalışan (An-

204

siklopediciler) zümresinin dinsizlikte başı (Volter), hemen

bütün Fransız (burjuvazi)si ve aydın geçinenleri üzerinde

korkunç bir tesir yoğurmuş ve bâtıl bir dinin ondan daha

bâtıl inkâriyle işi mutlak itikatsızlığa götürmüş, ruhlara

müthiş bir şüphe aşılamış; ve belki kendi yanlışının tek

doğru tarafı olarak, kilisenin bir ruh ve istismar baskısın-

dan başka bir şey olmadığını iddiaya kadar varmıştı. Bu

eda, hak veya bâtıl, dinî müesseselere karşı her baş kaldı-

rışta, satıh mantığıyle hareket eden ihtilâllerin baş sloga-

nıdır; ve doğru olduğu yerde bile en büyük yanlıştır. Tek

dâva, hak olan inanışı tespitte ve onun samimîler kadro-

sunu kurabilmekte... Ötesi türlü ve sayısız bâtılın, türlü ve

sayısız bâtıla karşı ayaklanmasından başka bir şey olmu-

yor; ve hâk, hakka benzer dış çizgilere rağmen, hep mual-

lâkta ve münezzeh kalıyor; bir sürü satıh mantığı hokka-

bazlığı ve kolaycılık da birbiri peşinden sökün ediyor.

îşte Fransız inkılâbının din aleyhtarı cephesinde bu

girift ve dolaşık hakikat tecellesinin bir tazahürünü görü-

yor ve onu 1917 Rus ihtilâlinde en keskin derecesine eriş-

mek üzere, ilk dinsizlik davranışının moda tarlasını eken

bir tohum diye vasıflandırıyoruz. Dine karşı dinsizlikten

gelen hareket, o din ne olursa olsun, mücerret din anlayı-

şını zedeler ve dine karşı savaş ancak dinler arası olabilir.

Dediğimiz gibi Kral, ihtilâlin kiliseye karşı aldığı bu

tavır önünde, vicdanından tokatlanmış oldu ve bu tokat

ona, suratına indirilmiş olmaktan daha fazla dokundu.

Artık tek yol onun Fransa'dan kaçması ve sınır boyla-

rında bekleyen kuvvetlerin başına geçerek Fransa'yı dışın-

dan toslaması...

Bu işe, Kraliçenin âşıkı olduğu rivayet edilen (Fersen)

isimli İsveçli bir asilzade memur edildi. Büyük bir araba

yaptırıldı ve arkasına, dikkat ve hayret çekici şekilde ko-

caman bir (bagaj} yeri eklendi. Burada Kraliçenin eşyası

nakledilecekti. Kraliçe bununla kalmadı. Yola çıkacağını

bütün dünyaya ilân edercesine kendisine çamaşırlar ve se-

yahat elbiseleri diktirdi. Bununla da kalmadılar... Kralı

bekleyen (Marki do Buyye) ordusundan yollara karakollar

205

çıkarmasını ve Kralın geçeceği yollan kollamasını istediler.

Bunun mânası şuydu:

— Fransa'dan kaçıyorum! Ordumun ve dışarda hazırla-

nan kuvvetlerin başına geçip Fransızlara zorla eski Kral-

lığı kabul ettireceğim! Haberiniz olsun!..

İhtilâl ve mukabil hareket tekniğinde en ihtiyatsız,

budalaca bir davranış...

— Beni yakala! Tahtımdan büsbütün indir ve başımı

cellâda teslim et!

Dercesine gülünç ve (romantik) bir tertip...

isveçli asilzade (Fersen)in arabacı olarak sürdüğü ve

içinde Kralın uşak kılığiyle bulunduğu araba, 20 Haziran

1791 gecesi sabaha karşı hareket etti ve esaslı hiçbir zor-

luğa rastlamadan, (Buyye) ordusuna pek yakın masefeye

kadar sokuldu. Birtakım mânâsız şatafatlar, bol bol bah-

şiş dağıtmalar, bazı müfrezeler tarafından maiyet edasiyle

takip edilmeler, bazılarına Kralın kaçmakta olduğu şüphe-

sini verdi ve bunlardan vaktiyle (Dragon) alaylarında bu-

lunmuş biri, keçi yollarından kestirme geçerek (Varen)

mevkiinde Kralın önüne geçti. Eğer Kral yolda (fantezik)

sebeblerle lüzumsuz duraklamalar yapmasaydı, çoktan

(Marki do Buyye) birliklerine erişmiş olacaktı.

Fakat kader; nice püf noktasından hadiseleri bambaşka

yönlere çeviren kader...

Kralı, gece yansı, arabasının penceresinden içeriye bir

fener uzatarak tanıdılar, karşısında eli kolu bağlı duran

süvari birliğine rağmen arabadan indirdiler, çan sesleriyle

etrafı birbirine kattılar, ne Kral, ne süvariler (enerjik) bir

davranış gösterebildi,, adetâ halktan başka herkesin eli aya-

ğı tutuldu ve bedbaht adamı omuzladıklan gibi, her adım-

da çoğalan bir halk yığını içinden geçirerek Paris'e iade

ettiler.

Son derece çekici bir roman... ݺimiz anlatmak olsay-

dı, Kralın kaçış macerası üzerinde uzun uzun durmaya

değerdi.

Kral da, en küçük bir (enerji) gösterebilseydi, Paris'e,

206

kellesini vermek üzere döndürüleceği yerde, aynı yere, or-

dusunun başında tahtını döndürecekti...

Büyük kader cilvelerinden biri...

MANZARA

Kral, 6 gün süren maceralı bir yolculuktan sonra Pa-

ris'e döndürüldü. Halkta öfke ve tiksinti taşkın...

Meclislerde, siyasî kulüplerde tek mesele: İdare şekli

ne olacak? Krallık mı, cumhuriyet mi? Krallıksa hanedan

değişikliği suretiyle mi, şimdilik bir «nâib» tayin edilmesi

şekliyle mi?

(Jakoben) Kulübü Cumhuriyet fikrinde ısrarlı... Kral

düşürülmeli ve muhakeme altına alınmalı!,. (Konvansyon

Nasyonal) meclisi seçilmeli, temeli o meclis atmalı!...

(Jakoben)ler, (Kordelye)ler, (Föyyan)lar, (Dük d'Orle-

an)cılar, şunlar, bunlar çekişmekte devam ederken Millî

Meclis, öteden beri düşündüğü esası formüllendirdi:

— Meclis kararlarını Kralın red veya kabulü diye bir

şey kalmamıştır. Meclis neye karar verirse kanun odur.

Hükümet ve nazırlar doğrudan doğruya Meclis emrindedir.

Karar ecnebi devletlere bildirilecek, (departman-vilâyet)lere

komiserler gönderecek ve orduya sadakat yemini ettire-

cektir. Bu yeminde Kralın adı geçmeyecektir. Kral, şimdi-

lik, (Tüilri) sarayında (Lâfayet)in emanet eline bırakıla-

caktır.

Bütün bunlar yapıldı ve 20 Hazirandan 14 Eylül tarihi-

ne kadar, adı konulmadan geçici ve zoraki Cumhuriyet

idaresi kurulmuş oldu.

Meclisin, Kralı, son hadiseden dolayı mes'ul tutup tut-

mayacağı, muhakeme altına alıp almayacağı meselesi Millî

Meclisin 13 Temmuz tarihli toplantısında ele alındı. Tan-

zim edilen raporda, Kralın mesuliyetsizliğine karar veril-

mesi isteniyordu.

Firar hadisesinden sonra ise Paris'te kaynaşma ve sür-

tüşmeler üstüste... Bunlann başında (Volter)in kemikle-

rini Paris'te (Panteon)a nakletme hadisesi var. Eski Yunan

207

üslûbunda, yüksek sütunlar üzerine oturtulmuş müselles

biçimde bir cepheye «Büyük adamlara vatan minnettardır»

ibaresi yazılı (Portenon), Millî Meclis karariyle kapısını

(Volter)e açtı. 13 inci Asır boyunca bütün Avrupa'ya mü-

cerret din düşmanlığını aşılamış olan bu menfî dehâyı, halk,

kemiklerini öpercesine göğsüne bastı. Bu işi yaparken de,

onun, bir devirde söylediği sözü hatırlıyordu:

«— Her şey yalanda büyük bir inkılâp olacağını gös-

teriyor. Ama ne yazık ki, ben onu göremiyeceğim!»

Temmuzun 13 üncü günü ihtilâlin ikinci yıl dönümü

münasebetiyle (Nötr Dam) kilisesinde, ruhanî bir âyin dü-

zenlendi ve dine aykırı ihtilâl temsilcileri, Paris Piskopo-

sunun idare ettiği bu âyine katıldı. Ertesi günü aynı Pis-

kopos «Vatan Mihrabı» üzerinde de âyinini tekrarladı. O

gece, 20 nci Asırda «Işıklı Şehir» ismini alacak olan Paris

donanma şenlikleri içinde...

Daha ertesi günü (15 Temmuz mesele şu:)

— Kralın işten el çektirilmesi dâvasına mutlaka kat'î

bir şekil vermek lâzım!..

(Lâfayet), Meclisin etrafını 5 bin kişilik «Millî Birlik-

ler»le muhafaza altına aldı. Kralın saltanattan düşürülme-

sine ait bir «mazhar» yazıldı, «Vatan Mihrabı»na asıldı,

Paris halkının imzasına arzedildi ve suretleri de aynı mua-

melenin yapılması için (departman)lara gönderildi. Fakat

hâlâ Krallıkla Cumhuriyet arası kekelemeler, zikzak çiz-

meler... O hengâmede Paris'in nasıl bir ruh haleti içinde

bulunduğunu anlamak için, küçük fakat mânaca çok bü-

yük bir hadise:

Pasta satan bir kadın sabahın en erken saatinde (Şan

do Mars) meydanına'gidip «Vatan Mihrabı«nın üstüne çıkı-

yor. Müthiş bir çığlık... Kadın var kuvvetiyle feryadı bas-

maktadır. Meğer «Vatan Mihrabı»nın altında saklanmış bir

berberle bir emekli asker, arka üstü yatmışlar, iş olsun

gibilerden, tahta döşemeleri burgulamıyorlar mıymış?...

Belki de açacakları delikten merasimi takip etmek için...

Burgu tam da kadının çıplak ayağını bastığı noktaya rast-

"|amış ve kadın basmış çığlığı... Çığlığa koşuşanlar berberle

•emekli askeri döşemelerin altndan çıkarıyorlar ve tek ke-

lime dinlemeden linç ediyorlar... ݺte halk tabakalarının bir

kere kudurunca düştüğü ruh haleti:

— Vay sen «Vatan Mihrabı»na hakaret ettin! çek ce-

:,zanı!..

Biçareleri öldürenler de, ellerindeki çamaşır tokmak-

lariyle saldıran çamaşırcı kadınlar... Ve artık meydan dol-

du, intizamı sağlamak isteyen «Millî Birlikler» ve (Lâfa-

•yet) üzerine ateş açıldı; ve bu hadise halkta (tansiyon)un

<nerelere yükseldiğini gösterici bir misal teşkil etti.

Artık halk, hâlâ Kral tarafları kanadının ağır bastığını

'hissettiği Meclis ve doğrudan doğruya Kral aleyhindedir

ve ihtilâl, hâlâ hadiseleri önünden çekip yürütecek güdü-

<cüler kadrosunu bulamamıştır.

(Şan do Mars) hadisesi büyüyor; ve halkla halk, askerle

asker, halkla asker arasında yüzlerce ölüye mal olan kırış-

malara kadar gidiyor.

Ortada, sarayına hapsedilmiş, iradesiz bir Kral, bin

atın bin istikamette çektiği bir Meclis; (Jakoben), (Kordel-

ye), (Föyyan) isimli, bacalarından ateş fışkıran fikir ocak-

ları kulüpler, şaha kalkmış, gözleri kan çanağı bir halk,

silâhını nereye döndüreceğinden habersiz, parça parça bir

ordu... Kimin kimi sürdüğü, kimin kime bağlı olduğu belli

değil... Kâbuslarda bile görülmemiş bir (dezord-nizamsız-

lık) manzarası...

KURULUŞLAR

DAVRANIŞLAR

Evvelâ, buraya kadar, ihtilâlin hizip hizip fikir ocak-

ları olarak adlarından bahsettiğimiz kulüpler...

(Jakoben)ler... Toplandıkları mekân, tonozlu, basık

kubbeli bir manastır olduğu için onun ismini alıyor: (Ja-

koben Sent Honore)... Yaftası da «Pariste Jakobenler ma-

nastırında Meşrutiyet Bağlıları Cemiyeti»... Başlangıçta

gizli, sonra açık toplantılar... Meşrutî Krallık taraftarı ve

208

ihtilâl/14

209

istibdat idaresi aleyhtarı olan bu kulübe asillerden (Dük

do Giyyon) ve (Prens do Bruli) gibiler de girdi, hattâ reis-

lik makamına yükseldi. Fakat kulübün ruhu (Robespiyer)

gibi taşkın şahsiyetler elinde... Bu kulüp, uzun zaman âza-

sı arasına aşağı sınıf halkı kabul etmedi, (Burjuva) sınıfı

ileri gelenleri ve kalem ve fikir adamlarından mürekkep

bir örgü belirt'ti: Fransanın her tarafında şubeler açtı, va-

tan ve milliyet tutkusu üzerinde de hayli tesir yaptı. Kral-

cı (Marki do Buyye) çapulcu ve nizamsız ihtilâl orduları-

nın kazandığı, inkılâp çapındaki (Valmi) muharebesini,

(Jakoben)lerin tesiriyle elde edilebilmiş bir zafer olarak

kaydeder. (Jakoben)ler,, hürriyet ve onun davet ettiği teş-

kilât, nizam ve ruh haleti üzerinde, büyük bir dünya görü-

şüne malik olmaksızın, ihtilâlin fikir ve hamle kadroların-

dan en canlısı sayılabilir.

Ondan sonra (Kordelye)ler... Bu kulüp, halk hâkimi-

yeti ve millet reyi üzerine dayalı bir demokrasi ve Cumhu-

riyet gayesi peşindedir. Âzası arasında da (Danton, Kamiy

Dömulan, Mara, Heber, Anakarsis, Furniya, Vensan) gibi

aşırılar vardır. O da (Jakoben)ler gibi (Kordelye) manas-

tırını mekân edinmiş, ismini bu münasebetle almış- ve dai-

mî olarak Millî Meclis ve Belediyeye karşı muhalefet tav-

rım korumuştur. Halka da korkulu bir mihrak gibi görün-

müş ve sevgi ve güven telkin edememiştir.

(FÖyyan)lar da isimlerini bir manastırdan aldılar. (Ja-

koben)lerden kopma... İkisi de meşrutî Krallık taraftan...

(Barnav, Lâmet, Adriyen do Pür) gibilerin başında bulun-

duğu bu kulüp, Krallığın sükutiyle beraber eridi, gitti ve

renk değiştiren (Jakoben)leri kuvvetlendirmekten başka bir

şey yapamadı.

Şimdi sıra «Basın» dedikleri matbuatta :

Dünyada ilk gazete, ilk olmamakla beraber (Mara)nın

(Ami dü pöpl - Halk dostu)dur. Matbaanın icadından uzun-

ca bir devre geçmiş olmasına rağmen bu muazzam icadın

«mevkute» dedikleri bellibaşlı zaman bölümlerinde ve gün-

lük, haftalık, aylık şekillerde kullanılması ve her türlü

fikir ve tenkit gayesini belirtmesi, Fransız İhtilâlinin eseri-

210

dir denilebilir. İhtilâlin ve ihtilâl zümrelerinin umumî ef-

kârı nişanlamakta en kuvvetli silâhı bir matbuat olmuş;

ve sonra matbuat hürriyeti tereddiye uğrayıp baskı altına

alınıncaya kadar da sahiplerine ve onların gayelerine bü-

yük hizmetler etmiştir. Silâh olmaya silâh; fakat kullanana

ve onun hedefine bağlı... Hayır ve şerrin mücerret aleti...

Fransız İhtilâlinde matbuat hürriyeti, (Brisso), (Mira-

bo), (Barer) gibi kalem ve söz sanatkârı şahsiyetlerce mü-

dafaa ve elde edilmiş, Krallık buna boyun eğmiş, fakat

Millî Meclis bu müthiş silâhtan korkmuş ve hiçbir zaman

onun tam teşekkül ve tesisine çalışmamıştır. Hattâ arada

halk da bazı neşir vasıtalarının makinelerini kırmış, kalıp-

larını parçalamışsa da, yine esasta basına dokunulamamış

ve bu netameli basın hürriyeti, ihtilâlin artık kendi kendi-

sini yemeye başlayacağı, Krallık devresinin sonuna dek

sürmüştür. Türlü türlü varakpareler: Kralcıların «Kral

dostu», (Kordelye)lerin «Millet hatîbi», Meşrutiyetçilerin

(Provans - Taşra Postası), (Barer)in «Doğuş»u, (Brisso)jiun

«Fransız Vatanseveri», (Perle)nin «Şura-yı Ümmet»!, (Ka-

miy Dömulen)in «Fransa ve Braban İnkılâbı», (Prüdom)un

«Paris İnkılâpları» ve daha neler ve neler!... Bir de ileride

devletin resmî gazetesi yerine geçecek olan «Millî Gazete»..

Ve ihtilâlin lehinde ve aleyhinde nice broşür, risale, kitap...

(Eta Jenero) kırması Millî Meclisin iç kuruluşları da

alâkaya şayan... Bildiğimiz gibi evvelâ ve ilk şekil değişti->

rişi «Millî Meclis» ve sonra «Kurucu Meclis» halinde Her

15 günde bir reis... Gelip geçen reislerden başlıcaları (Bay-

yi), (Dük do Liyankur), (Lö Şapölye), (Klermon), (Kamu),

(Taleyran), (Rabo Sent Etyen), (Siyes), (Düpon), (Melen),

(Barnav), (Aleksandr do Lâmet), (Petyon), (Gregaar) (Mira-

bo), (Adriyen) vesaire... 30 kadar iş şubesi ve bunların en-

cümenleri... Başta Anayasa, Maliye, Mezhep işleri, Derebey-

lik hakları, Askerlik, Müstemlekeler, Umumî Emniyet, (Dip-

lomasi) encümenleri... Meclis bu encümenler vasıtasiyle

hükümet işlerine de müdahale ve icra manzumesini kendi-

sine bağlamış olma vaziyetinde...

Partiler malûm... Parti şeklinde değil de, mahut ku-

211

lüplerde görüldüğü gibi fikir ayrılığı hizipleri halinde...

Hiçbir kulübe bağlı olmadan zümre teşkil edenler de var...

Bir tanesi (Mirabo)...

«Aristokratlar» isimli bir sağ cenah, bir de «Vatanper-

verler» adlı sol cenah... Aralarında da birtakım farklarla

kopuntular... Meselâ (Jakoben) ve (Kordelye)lileri kuşatan

sol cenahın iki ismi var: (Jakoben)ler ve «Azgınlar»...

Sağ cenahın ucundaki şahsiyetlerin başlıcalan (Düval

do Premenil) ve (Vileont do Mirabo)... Bu (Mirabo), meş-

hur (Mirabo)nun kardeşidir, gece gündüz içtiği için «Fıçı»

diye lâkaplanmıştır, kardeşi (Kont Mirabo)yu hiç sevmez,

halk da ondan nefret eder. Aralarında hitabet kudretiyle

meşhur ve sol cenaha kelâm yıldırımları yağdıran rahip

(Müri), (Kazales), rahip (Monteskiyö)... Aristokratlarla de-

mokratlar arasında «Sağın Merkez Grupu» diye anılan mu-

tediller... Bunlar, meşhur (Monteskiyö)den ilham almış,

ingiltere usulü Kralcı... Sonra, Meşrutiyet yanlısı merkez

grupu... Bu grupta da, âlim, mütefekkir, mütehassıs tip-

ler... (Lâfayet) de onlardan...

Nihayet sol cenah, meşhur üçler... (Adriyen do Pür),

(Aleksandr do Lâmet), (Barnav)... Hangi kulüpten olduğunu

bildiğimiz bu üç kişi, Meşrutiyet taraftarlığında şiddetli...

Hitabetleri de güçlü... Solun sol ucunda ise (Robespiyer),

(Petyon), (Dubua Franse), (Priyör), (Rederer)...

Ateş ve hitabette en kuvvetli bunlar...

(Mirabo), o, ihtilâl sahnesini açan adam denilse yanlış

olmayacak adam, birkaç kere dokunduğumuz gibi hiçbir

hizipten değil, ortada, her tarafta ve ferdiyetinin şahlanış-

ları içinde... Ahlâk bakımından zaif, itibarsız, hırslarını

doyuramaymca da saraya yönelik ve oradan rüşvet alan

adam... ihtilâlin ikinci yılı Nisan ayında öldü. (Panteon)a

gömülen ilk ihtilâl büyüğü...

(Şan do Mars) faciasından sonra 2 ay müddetle geceli

gündüzlü çalışan Meclis, siyasî ve içtimaî teşkilât kanun-

larını tamamladı; millete verilecek umumî terbiye, maarif

ve hâkimiyet hakkı anlayışı bakımından yapılması gereken

programı, yeni meclise bıraktı. Anayasayı da 13 Eylülde

ikmal etti ve Kralı, bunu kabul veya red hususunda ser-

best ilân etti. Kral ise ertesi günü Meclise gidip Anayasayı

kabul ve gereğince hareket edeceğine yemin etti. Meclis

Krala birdenbire merhamet ve şefkat tavrı takınır oldu-

Kralın kaçışında suçlu bilinenleri affetti ve l Mayıs 1788'-

den başlayarak geçerli olmak üzere siyasî suçlar hakkında

umumî af çıkardı.

Ve...

Ve, âzasından hiç kimse yeniden seçilmemek şartiyle

vazifesinin nihayet bulunduğunu ilân ve kendi kendisini

feshetti.

ihtilâlin ilk devresi bitmiş ve her şeyi yeni gelecek

Meclise bağlı olajrak 1791 Eylülünden öteye kalmıştır. Hal-

kın her ân bileği taşında gidip gelen heyecanına rağmen

idarecilerde bir tavsama, gevşeme ve açık araları yanaştır-

ma gayreti...

İhtilâlin büyük (dinamik) safhası, 1791'den sonra' açı-

lacak ve Fransa, başta Kral ve Kraliçenin kelleleri, bfr- kan

seli içinde yüzmeye başlayacaktır. \

SON SAFHA

Bu noktaya kadar, yerine ve gayeye hizmetine göre

kâh teferruatçı, kâh icmâlci ve kâh . yıldjrımvâri acele çiz-

gilerle resmettiğimiz Büyük Fransız İhtilâlinin 1973'e ka-

dar süren yine iki yıllık son safhasını, hikâyeden ziyade

(sentez) kaygımız dolayısiyle artık kısadan kısa bir öz ma-

hiyetinde ele alacağız.

(Eta Jenero), «Millî Meclis», derken «Kurucu Meclis»,

Eylül 1791 nihayetinde kapılarını kapadı. Âzası yepyeni ve

yaşça çok genç (Asemble Lejislativ - Kanun Koyucu Mec-

lis); ve peşinden 21 Eylül 1792 tarihinde (Konvansiyon Nas-

yonal - Millî ahd veya Anayasa Meclisi)...

(Robespiyer), (Mara) ve (Danton) ikinci Meclise dışın-

dan hâkim olma gayretindeler... (Bayyi) Belediye Reisli-

ğinden, (Lâfayet) de «Millî Birlikler» başkumandanlığın-

dan istifa etmişlerdir. (Jirond) mebuslarının kurduğu (Ji-

212

213

ronden)ler hizbi, (Volter)ci ve dinsiz... Ve (Gokoben)lere

bağlı olmakla beraber, (Jan Jak Ruso) mektebinin adamı

tabiatçı (Robespiyer)e aykırı... Asıl fark ileride, (Konvan-

siyon Nasyonal) devresinde görülecek...

Papalığa bağlıyken Fransaya ilhak edilen (Avinyon) ve

civarında, Papalık ve Fransa taraftarları arasında müthiş

boğuşmalar ve karşılıklı zulüm...

İkinci Meclisle Kral arasında yine din meselesinden

ihtilâf... Yemin eden ve etmeyen papazlar, işi bir iç savaşa

götürmekte... Kral bu mevzuda İkinci Meclisin, papazlar

aleyhinde hiçbir kararını tanımıyor.

Fransa dışına hicret eden zadeganın, belli bir tarihe

kadar dönmezlerse idam mahkûmları sayılacağı ve mülkle-

rinin zaptedileceği kararı da Kral tarafından tasdik dışı...

Avrupa hayrette... Bazı rakip devletler Fransanın zaa-

fını görmekle memnun, halkları heyecan ve tecessüs için-

de; fakat (Monarşik) idare zihniyeti telâş ve korkuda...

Buna karşı, Prusya ve Avusturya hükümdarı (Pilniç) şeh-

rinde buluşuyorlar ve arkalarından iten Rus Çarının da

teşviki altında Fransaya silâhla müdahaleye karar veriyor-

lar... Fransada herkes karşı harekete ve muharebeye taraf-

tar... Mecliste (Brisso)nun sözleri:

— Öyleyse biz daha evvel hücum edelim!

Avrupa mutlakiyet idareleri ise Fransaya çullanmak

için, orada bir iç savaşın patlak vermesini bekliyor.

Fransa silahlanmakta ve biricik üniforma birliği alâ-

meti olarak başlarda kırmızı takkeler...

Nisan 1792'de Avusturyaya harp ilânı... Fransız ordusu

berbad ve hem keyfiyet, hem kemiyette zaif... İlk atılış-

larda (panik) ve hezimet...

Kral artık ihtilâlden evvelki tavrını takımrcasına dik

kafalı ve Meclisin bütün kararlarını geri çevirme tutu-

munda...

Ve işte, ihtilâli eski rayına oturtma, hattâ müthiş bir

hızla yokuş aşağı sürme davranışına başlangıç olarak, ira-

denin tekrar halka geçmesi ve Krallık müessisesi üzerine

halk yürüyüşü!... Meşhur (Sent Antuan) ve (Sen Marso)

semtleri halkının, önce Millî Meclise baş vuruşu ve sonra

(Tüüeri) sarayına saldırışı... «Millî Birlikler» askerleri, ka-

dınlar, çocuklar, serseriler, efendiler, gençler, ihtiyarlar,

hep bir arada... Halk iradesi tereddütlü demlerde daima

öne geçiyor ve ihtilâl arabasına, kayalıklı dönemeçlerde

parçalanacağı hissini aşılayıcı bir hız veriyor.

Sarayda 200 kadar asilzadeden başka kimse, İsviçreli

asker ve hassa askeri yok... Hücum... Kınlan parmaklık-

lar ve devrilen kapılar... Merdivenlerden ve divanhaneler-

den koşuşanlar... Kral... Önüne birkaç zabit geçmiş, kılıç-

larını çekmiş, bekliyorlar... Kralın emri: «Kılıçlarınızı

kınlarına koyunuz!» Saldırganların elebaşlarından biri Kra-

la yaklaşıyor ve haykırıyor:

—Mösyö!

Bu hitapta artık onu Kral tanımamanın işareti:

—Mösyö! Siz sadakat ve ihlâstan uzak bir insan, bir

hainsiniz. Bizi daima aldattınız! Hâlâ da aldatmaktasınız!

Ama artık sakınınız! Artık daha fazla dayanabilmeye im-

kân kalmadı. Millet sizin oyuncağınız olmaktan usandı!

Kral sessiz ve hissiz... Cevap :

—Ben sizin Kralmızım! Anayasa ile öbür kanunların

bana emrettiklerini yerine getireceğim!

Kral, kalabalık içinde, boğulacak, parçalanacak gibi...

Tarihçiye göre bir din meselesinden çektiği bu ezadan ötürü

büyük bir sükûn ve huzur arzediyordu. Bir zabit ona yak-

laştı ve «korkmaymız!» dedi. Kralın karşılığı:

—Korkuyorum! Bir hristiyana ölüm yatağında yapıla-

cak son âyini, kendime çoktan yaptırdım. Ne isterlerse

yapsınlar!...

Kral, kendisine uzatılan kırmızı takkeyi başına geçiri-

yor, uzatılan şarabı milletin şerefine içiyor. Küçük veli-

yahtın da başına bir kırmızı takke geçiriyorlar; bu takke

çocuğu boğacak gibi çenesine kadar iniyor. Saldırganlar her

şeyi ikincisinde halletmek üzere çekiliyorlar. Kral, başın-

da, farkında olmadan taşımakta devam ettiği kırmızı takke,

dairesine geçiyor. Takkeyi ihtar ediyorlar: nefretle çıkarı-

yor, yere atıyor ve çiğniyor!

215

(Lâfayet)in, ordusunu bırakarak Paris'e gelişi, Meclise'

gidip cür'etli bir nutuk'çekişi ve saraya hücum vakası suç-

luları hakkında takibat isteyişi:

—Millî hâkimiyeti kendi istibdat eline alan partinin

mahvedilmesin! ordu adına dilerim!

Muvaffakiyetsizlik...

Birçok (departman)larda toplanan (Federe)lerin akın

akın Paris'e gelişi... 600 bin gönüllü; fakat gıdasız ve teç-

hizatsız... İleride (Napolyon Bonapart)ın mareşalleri ve

generalleri yerine geçecek (Hoş, Marso, Kleber, Deze, Ma-

sene, Bernadot, Süit, Müra, Kelerman, Jober, Jurdan, Ney

Ojero, Odino Viktör, Zöfevr, Mortiye, Grüyon, Sen Sir,

Mouse, Davo, Makdonald, Klârk, Serürye, Perinyon) gibi

inkılâp şevk ve heyecanı içinde ve her biri istikbalin bü-

yük şöhreti askerler, aç ve çıplak gönüllülerden bir ordu

yuğurmak gayretinde... Tek nakarat «Vatan»... Ve inkılâ-

bın getirdiği bu kelime ciğerlere işlemiş, kitleleri ve insan-

ları ciğerlerinden dağlamıştır.

Marsilya taburiyle beraber gelen bir istikhâm yüzbaşı-

sı, (Ruj e do Lil), güfte ve bestesi kendisinin, meşhur (Mar-

seyyez)i, yeni aşk ve şevkin nağmesi halinde orduya ve

millete hediye etti ve o gün, bugün (Marseyyez) Fransız

Millî Marşı olarak kaldı.

6Temmuzda yeni bir Meclis kararı: Her nahiyede bir

«Vatan Mihrabı» kurulacak... Çocuklar buraya getirilecek,

doğumlar ve evlenmeler burada kaydedilecek... Vatan uğ-

runda ölenlerin isimleri burada taşa kazınacak... Kilise ye-

rine «Vatan Mihrabı» ve dinî vecd yerine vatan heyecanı...

Muallâkta bir dâva... Din olmadan vatanı azizleştirmeye

kalkmanın sakamet ve dalâlet örneği...

Askerî vaziyet kötü... (Flandr) da mağlûbiyetler...

7Temmuz 1792'de (Lâmuret öpücüğü) demlen hadise...

Bu isimde bir mebus Meclise haykırıyor:

—Nedir bu perişan halimiz? Ne yapacaksak yapalım!'

Mebuslar meclisi mi, Ayan (senato) mu, Cumhuriyet mi,

Krallık mı, Anayasanın korunması mevzuunda başka bir'

şekil mi, her neyse!... Bütün mebuslar kürsüye gelsin ve

tek tek fikrini temayülünü ortaya döksün!

(Kristof Kolomb)un yumurtayı durduruşu kadar basit

bir teklif, kalblerdeki umumî düğümü bir anda meydana

çıkarıyor, çılgınca alkışlanıyor, her parti ve her zümre bağ-

lısı birbirine sarılıp öpüşüyor; ve bu hadise (Lâmuret öpü-

cüğü) diye isimlendiriliyor. Fakat ertesi günü her şey «eski

tas, eski hamam»... O gün Mecliste karmakarışık oturul-

masına karşılık, bir gün sonra bütün parti ve hizipler yine

yerlerinde...

Temmuzun 27 inci günü «Vatan tehlikede» ilânı... Şark

Ordusunda her ân büyüyen bozgun... Toplar atılıyor, çan-

lar çalmıyor, sokaklara beyannameler asılıyor. Bütün Fran-

sa çalkalanmakta... Gönüllü alaylarının başında «Hürriyet,

Eşitlik, Anayasa, Vatan» yazılı bez levhalar,.. Mustafa Reşit

Paşasından Mithat Paşasına, derken Talât ve Enver Paşası- -

na kadar, sahte Türk inkılâpçılarının, kuru kelimelerden

ideolocya reçeteleri bunlar...

Nihayet 10 Ağustos; ve Fransa'nın ölüm-dirim oyununa

giriştiği bir demde; belki de bu şartlardan faydalanmaya

kalkışacak olan kralın artık encamını tespit etmek davra-

nışı... Evvelki (Tülleri) hücumunun ikincisi ve kat'i netice,*

leri olan bu davranışı, hususiyetle, Fransa'ya karşı mütte-

fik ordular kumandanı (Dük do Brönşvig)in beyannamesi

kamçılıyor. Özü şu:

— Ordularımıza mukavemet Fransa Kralına ihanet sa-

yılacak; ve eğer Kralın kılına dokunulacak olursa, Pariste

taş üstünde taş bırakılmayacak!..

Artık Kral, milletin gözünde düşmanla el eledir; ve lâ-

yığı neyse bulmalıdır.

Birinci saldırışın tamamlayıcısı olarak saraya ikinci

saldırış... Kralın bazı gizli ve hususî tedbirlerle saraya yığ-

dığı 6 bin kadar, isviçreli, jandarma, Muhafız ve «Millî Bir

likler»den sadıklar kuvveti... «Millî Birlikler »den son daki-

kada halk kuvvetlerine katılma ve sarayın kuşatılışı... ilk

hamlede 10 binden fazla halk ve elinde 12 top... Kralın

Meclise sığınmak üzere (Tüileri) bahçesinden geçerken

sözü:

M

217

—Bu yıl yapraklar vaktinden önce düşüyor!

Halkla İsviçreli askerler arasında ateş... Halktan ilk

hamlede 300 ölü... Kral Meclisteyken bütün Paris, onbin-

lerce insan sarayın önünde... Yangın, top, tüfek ateşi, ana-

baba günü...

Uzun bir çarpışmadan sonra saray basılıyor; İsviçreli-

ler vahşice doğranıyor, her şey yakılıp yıkılıyor ve son hü-

cum, artık her şeyin akıbetini gösterici şekilde bilançosunu

çiziyor: 5-6 bin ölü... İhtilâlin en büyük toplu çarpışması

budur.

Meclise sığınan (16. Lûi) mırıldandı:

—Aranıza geldim! Büyük bir cinayete engel olmak

için...

Reisin cevabı:

—Meclisin azm ve metanetinden emin olabilirsiniz.

Âzası, millet haklarım ve şu anda mevcut hükümeti ölün-

ceye kadar korumaya yemin etmişlerdir.

İsyancıların muvaffakiyet kazanmayacakları zanniyle

söylenen «şu anda mevcut hükümet» lafı, isyan muvaffak

olunca Meclis zaptından çıkarılmıştır. Tarafların birbirine

güven ve istinat derecesine bakın!..

Yeni baştan kabaran ve türlü çatlaklar veren hadise-

leri ve Fransa'nın iç ve dış vaziyetini düzeltemeyeceğini an-

layan İkinci Meclis vere vere şu karan verebiliyor:

—(Konvansiyon Nasyonal) isimli bir Meclis kurulacak,

millî hâkimiyet ve umumî eşitliği sağlamak için gerekli ted-

birleri bu Meclis alacak; o zamana kadar da icra kuvvet-

leri reisine (Krala) işten el çektirilecek...

Meclis, Kral ve ailesine, millet nazaret ve murakabe-

sinde (Lüksemburg) sarayını münasip görürken, (Komün)

isimli Belediye Meclisi işe el attı ve Kralı (Tampl) dedik-

leri zindanvâri kuleye tıktı. Artık ileride komünistlerin,

. isimlerini örnek alacağı (Komün)ler, «Ali kıran, baş kesen»

rolüne doğru uzanmaktadır.

Meclis, hüküm ve nüfuzunun ne nispette olduğu belir-

siz, çıkaracağı kanunların Kral tasdikine ihtiyaç olmaksı-

zın geçerli sayılmasına karar verdi, «Muvakkat İcra Kuv-

218

vetleri Meclisi» namiyle bir hükümet kurdu ve (Danton)u

da adliye nazırlığına getirdi. Son ayaklanmalarda parmağı

bulunan (Danton), ifratçılarla itidalliler arasında köprü

rolü oynamak için getirilmişken en kısa zamanda hüküme-

tin ruhu ve kendisi oldu. İç ve dış işleri idarede büyük

liyakat gösterdi, bilhassa millî müdafaayı güçlendirdi.

Vilâyetler ilk ayaklanmada isyancıları tutmamışken

ikincisinde tutuyor. (Lâfayet), hükümete (Sedan)daki karar-

gâhında muhaliftir. Hâlâ ne tarafa çalıştığı kendisince bile

meçhul... Son hareketleriyle itibarını kaybetti ve dış mem-

leketlere sığınmağa mecbur oldu.

Hükümet, 10 Ağustos ikinci halk ayaklanmasını Avru-

pa devletlerine mazur göstermek için el atmadığı propa-

ganda bırakmadı. Avrupa'nın bütün tarihî şahsiyetlerini

«vatan ehli» ilân etti; ve İnkılâbın iyi ve güzel telâkki edil-

mesi için manevî zeminler açmaya koyuldu. Hususiyle İn-

giltere başa alındı ve (Danton) bu siyaseti körükledi.

Paris'te «intikam, intikam!» sesleri ve bu isimde bir

mahkeme kurulmas-ı isteği... Belediye Meclisinin beyanna-

mesi :

«— Ey millî hâkimiyete eren vatandaş! İntikam duy-

gunu sakla! Adalet bugün kuvvet kazanacak! Bütün suç-

lular darağaçlannda sallandırılacaklar!»

Muhtelif, mahkeme teklifleri... Askerî, beledî veya Mec-

lis emrinde...

(Mara) haykırıyor:

—Kıtalden, kırıp geçirmekten gayrı çare yoktur!

Çekişmeler, tartışmalar:

—(Engizisyon)a mı gidiyoruz? Asla!...

İnkılâp, yalınız Fransa'nın değil, bütün insanlığın-

dır. Beşeriyete hesap vermek borcundayız!

Millî Meclis 18 Ağustosta (Lâfayet)i vatana ihanetle

suçlandırdı ve aynı gün fevkalâde bir mahkeme teşkiline

karar verdi. (Danton)un bildirisinde son cümle:

«— Mahkeme adaleti başlıyor! Halk artık bu işlerden

el çekmelidir.»

Halkı memnun etmek için Meclis karan:

219

—Fransa'ya silâh zoriyle giren göçmen asilzadelerin

mülkleri zaptolunacak ve yeminsiz rahipler 15 gün içinde

hudut dışı edilecek...

Fevkalâde mahkeme günde en aşağı l kişi astırdığı

halde gevşek telâkki ediliyor ve Prusyalılar Fransa'yı isti-

lâda devam ediyor. (Long Vi) kasabası Almanların elinde...

Heyecan korkunç... Yeniden 30 bin kişi silâh altında.

Hükümet, istilâ karşısında Paris'ten uzaklaşmayı, Kralı da

beraber götürmeyi düşünüyor; fakat (Danton) karşı koyu-

yor :

—Ne olacaksak Paris'te olacağız!

Meclis, işleri kökünden kıvıramıyacağını kestirip de

(Konvansiyon Nasyonal)in teşkiline ve her şeyin ona ha-

vale edilmesine karar verince (Komün)lere büsbütün azıt-

mak düştü. (Danton), Belediyeler diktatörlüğünün önüne

geçmek için ona verilmesi gerekli ta'vizler bahsinde, düş-

man sınır dışına atılincaya kadar fermanlarına boyun eğer

görünmeyi denedi. Meclisten ev basmak ve şüphelileri tu-

tuklayabilmek gibi. Belediyeler lehine selâhiyetleri kopar-

dı. Buysa türlü yağma ve suistimallere sebep oldu ve İnkı-

lâbın iki kutup teşkilâtı arasında yine bir çatışmadır baş-

ladı. Belediye, dilediğini zindana atıyor, dilediğini hapisten

çıkarıyor, kazaî ve icraî tasarrufu elden bırakmıyor ve bü-

tün bu usulsüz ve kanunsuz işler, ihtilâl ve inkılâb hukukun-

dan biliniyor. Nihayet Meclis Belediye heyetinin vazifesine

son verdi ve 24 saat zarfında başka bir meclis seçilmesini

kararlaştırdı. Fakat Belediye Meclisi yerinde, icra müeyyi-

deleri de elinde...

Bütün halk davranışlarında (rejisör)lük vazifesini ihmal

etmeyen Belediyenin tahrikiyle yeni bir insan kıyımı...

Hapishaneler basılıyor ve mevkuflar paramparça ediliyor.

Bir kısmı da, sualsiz, sebepsiz, salıveriliyor. Şu garip oldu-

ğu kadar ulvi vakaya bakın:

(Manüel) adlı, Belediye Meclisinden bir şahıs, hapisha-

neye koşup, düşmanı, meşhur muharrir (Bomarşe)yi kar-

şısına dikiyor:

—Siz benim can düşmanımsımz! (Figaro) gazetesinde

220

bana etmediğiniz hakaret kalmadı. Şimdi bu hapishaneler

kıtalinde boğazlanmak üzeresiniz! Böyle olursa herkes be-

nim sizden öç aldığıma hükmedecek... îyisi mi; kollarınızı

sallaya sallaya zindandan çıkıp gidin!

Ve ölmek üzere bulunduğunu bilmekten titril tiril tit-

reyen meşhur muharrir, zindandan, yuvarlanırcasına çıkıp

savuşuyor.

Bir kısım hapishanelerde de tutuklular zevk ve safa

içinde... Bunlar zengin ve ihtikârcı sınıfı... Avuç avuç

(Asinya) sarfediyorlar... Hattâ bir rivayete göre zaten esa-

sında sahte olan bu paraların ayrıca sahteleri de bu hapis-

hanelerde yapılıyor.

(Asinya) mı dedik; izah edelim: ihtilâlin başka ihti-

lâllere numunelik kargaşalıkları içinde baş vurduğu malî

ve iktisadî bir felâket tedbiri, (enflâsyon) parası... Fransız

ihtilâlinin cihanda ilk sayılacak müspet ve menfî hususi-

yetleri içinde (Asinya), 1789 Kasım ayında kilise mülklerine

el atıldığı zaman çıkarıldı. Birinci Meclisin çıkardığı l mil-

yar 800 milyon, ikinci Meclisinki 900 milyon, (Konvansiyon)

unki 7 milyar 274 milyon, (Direktuar) zamanındaysa 35

milyar 603 frank... Bugün 40 küsur milyardaki Türk lira-

sının kulakları çınlasın!., ismine ihtilâl dedikleri 1960 gece

baskınından sonra zamanın hükümetini Türk lirasına 3 bu-

çuk milyarlık su kattıkları için ölüme mahkûm edenler, ken-

dileri ve sonraki idareler zamanında bu miktarın 40 milyarı

aşmasını dirayet ve fazilet bildiler...

Fakat Fransızlar bu (enflâsyon) felâketini birkaç yıl

içinde atlattılar ve (Asinya)ları tedavülden kaldırdılar.

(Verdün)ün düşman eline geçmesi halkı büsbütün ku-

durttu ve topyekûn düşman üzerine yüklenmeden, gerile-

rin korunması ve tehlikeden arınması için kıtal fikri son

haddinedek azdırıldı. Bir hapisaneden öbürüne götürü-

lürken yolda parçalatılan 24 tutuklu... Başka Kralın rahi-

bi (Haber), gece yarısı boğazlanan papazlar... (Abey) ve

(Fors) hapishanelerinde güya halk mahkemeleri... (Fors) ha-

pishanesindeki kadınlar, (Bistr) düşkünler evindeki ihti-

yarlar bile kılıçtan geçirildi. Artık iş ihtilâlden çıkarılmış

221

dünyada hiç bir eşkiya çetesinin yapamadığı ve yapama-

yacağı bir zulüm tiyatrosuna döndürülmüştür. Bunu da

yapan, ruhî ve maddî, bütün dizginlerini koparmış olan

başı boş halk... insan ve mâna kıtaline memur hürriyet

ideali..

Her taraf, her tarafa baş vuruyor, fakat kıtalin önü

alımmıyor. Sadece (Tampl) kulesinde bazı birlikler Kra-

lın hayatını korumaya memur bulunuyor. Bedbaht Kral

da, şiddetle bağlı olduğu dininin gereğince dizüstü sa-

bahlara kadar, top ve tüfek sesleri içinde, kendisince iba-

detle meşgul...

Paris hadiselerini haber alıp derhal payitaht üzerine

yürüyen Almanlar, ihtilâlin verdiği köksüz de olsa yeni

bir vecd ve aşk sayesinde durduruldular, (Valmi) savaşı

neticesinde püskürtüldüler ve ric'ate zorlandılar. Muazzam

hadise!.. Bu derme-çatma, elbisesiz ve silâhsız güruh, han-

gi ruhla, nizam ve teçhizat örneği bir orduyu bozguna uğ-

ratabilmiştir? Hadiseyi haber alan büyük Alman şairi (Gö-

te)nin sözü:

«— Dünyada yeni bir devir açılıyor!»

(KONVANSDYON)

Son safhanın en ehemmiyetli basamağı Eylül 1792'de

seçilen (Konvansiyon Nasyonal —• Millî ahd veya Anaya-

sa Meclisi)dir. ihtilâle, bellibaşlı bir fikir ve hareket züm-

resinin hızını veren ve dizginlerini toplayıp onu keyfince

süren de bu Meclistir. Büyük Fransız ihtilalinin başında

ve ortasındaki kekemeliği bir darbede kaldıran, kendisi

ne göre yeni bir ihtilâl psikolocya ve ahlâkı getiren, yer-

den fışkırmışcasına m'üthiş bir kadro üreten ve güdücü

lüğü eline alan Meclis... Fakat bu Meclisin belirttiğimiz ka-

raktere erebilmesi hemen olmadı. Birkaç mevsim geçirme-

si ve pişmesi gerekti.

«Dttifak, ahd, anlaşma» mânasına gelen (Konvansiyon)

kelimesi, bu yeni Meclise âlem olurken, bir de hukukî an-

lamiyle anayasayı düzeltmek ve temelleştirmek gibi bir va-

222

zife ifade ediyordu. Her şeyden evvel bu yeni Mclisin vazi-

fe ve selâhiyetleri üzerinde kimsenin peşin fikri yoktu; ve

ne olacaksa onun içinden doğup meydana gelecekti.

ilk hamlede, ihtilâlin halkça tanınmış, (Jakoben) ve

(Kordelye)ler zümreleri, Paris mebusları olarak ön plânda

gölündüler... Bunlar (Robespiyer, Danton, Koloderbua, Bi-

yo Varen, Kamiy Dömulen, Mara, Löjandr, Fabr do Glan-

ten, David, Dük d'Orlean) gibiler... Öbürlerine göre, kimi

yazıları, kimi fiilî hareketleri, kimi nutuklariyle mümtazlık

kazanmış olan şahsiyetler... Umumiyetle (Jakoben)... Öte

yanda da (Konderse, Petyon, Brisso, Lâsurs, Rolan, Verniyö,

Kamu) gibiler... (Jironden)ler...

Meclisin 20 Eylülde (Tüileri) sarayında yaptığı ilk top-

lantıdaki reis ve kâtiplikler seçimi (Jironden)leri tutar gi-

bir hava belirtti. Ortada iki kanat: Krallık taraftarlığiyle

suçlandırılan (Jironden)ler ve son kıtallerin tertipçisi diye

itham edilen (Montanyar)lar, yani (Jakoben)ler... Halbuki

bu teşhis ve tecıimlerin ikisi de yanlış... (Jironden)ler cum-

huriyetçi, (Montanyar)lar ise, Fransa'yı kanla sulamaktan

başka hırsı olmayan (Mara) hariç, kıtallerle alâkasız... 700

mebustan ibaret (Konvansiyon)un 500 âzası da ne sıcak, ne

soğuk... Sıcak veya soğuktan hangisi bu 500 kişiyi peşine

takabilirse galip... (Robespiyer)le, (Danton), kendilerine yö-

neltilen diktatörlük emelim yalanlamak için, ilk toplantıdan

l gün sonra, (Manej) dairesindeki içtimada şu üç esası ka-

bul ettirdiler:

1— Milletçe kabul edilmiş anayasadan başka hiçbir

temel kanun olamaz.

2— Her ferdin hayatı ve malı, millî kefalet altındadır.

3— Kaldırılmayan eski kanunlar geçici olarak yürür-

lükte kalacak, ilga edilmeyen memuriyetler devam edecek

ve eski vergiler şimdilik sürdürülecek...

Ve rey birliğiyle karar:

— KRALLIK KALDIRILMIŞTIR!

Fakat kimsede «Cumhuriyet» lâfı yok... «Cumhuriyet»

223

lâfını yalnız Paris Belediyesi ağzına aldı ve Meclise gönder-

diği murahhaslar vasıtasiyle bütün belediye dairelerinin

Cumhuriyete yemin ettiğini bildirdi.

Daha ertes günü yine (Montanyar)lardan birinin tekli-

fiyle karar:

—içinde bulunulan 1792 yılı cumhuriyet tarihinin bi-

rinci senesi itibar edilecektir!

Yani her mecnun hareketin dünyayı kendisinden baş-

latması ve geçmişi topyekûn inkâr etmesi gibi bir tavır...

Fransa'yı örnek alarak, insanlık sanki o yıl hayata başladı-

ğını kabul edecek ve 18 inci Asrın 92 nci yılına kadar son-

rası ve öncesiyle tarihi kendisinden itibaren geriye doğru

sayacak... Komünist ihtilâlinde de biraralık düşünülen bu

hal, «devrimbaz» yobazlığının en katı misallerinden biridir.

Alelade bir rejim ve idare şeklini, bir din, mezhep, tarikat

gibi vicdanlara aşılama yeltenişi... Fakat bu aşı ne derece-

ye kadar tutabilir; hesaplayan yok!

(Montanyar)lar, (Jironden)ler muharebesi açıldı ve an-

cak 8-9 ay sonra kökünden temizlenmek üzere bir doğuştur

gitti.

(Montanyar)lar, (Jironden)lere:

—Siz Fransa'yı (federal) bölümlere ayırıp parçala-

mak, böylece millî vahdeti bozmak ve Krallığa engelsiz bir

zemin hazırlamak istiyorsunuz!

(Jironden)ler, (Montanyar)lara:

—Siz de, savunduğunuz sıkı merkeziyet usuliyle kendi

diktatörlüğünüzü kurmak hevesindesiniz! Fransa'yı bir

avuç Paris mebusunun boyunduruğu altına almak istiyor-

sunuz.

(Jironden)lerden' (Verniyö):

—Eylül kıtallerinden, (Montanyar)lann başı (Robespi-

yer) sorumludur! insan kıyımını bütün Fransa'ya yaymak

için vilâyetlere bildiriler gönderen (Mara) şu anda mebus

sandalyesinde oturuyor.

Sesler:

—Darağacına, darağacına!

(Mara) kürsüde:

— Sizin öfke ve saldırışınıza göğüs germek için bura-

da kalacağım!

Görülüyor ki, İhtilâlin, dimağ, kalb ve asabî cihaz

merkezi nihayet (Konvansiyon) meclisinde tecellisini bul-

mak ve böylece ihtilâl binbir istikamette yeni güdücülerini

kadrolaştırmak yoluna girmiştir.

(Konvansiyon), güdücülük hâkimiyetinin taraflardan

biri üzerinde merkezleşmesi ve böylece ihtilâl kurmaylık

dairesinin hendesî bir sarahatle çizilebilmesi gayesiyle fıkır

fıkır kaynıyor. Kelâm doğuşu o hale geldi ki. Meclisi koru-

mak maksadiyle taşradan muhafız asker getirtme teklifine

kadar gidildi. Açık bir küçüklük demek olan teklif nefret-

le reddedildi. (Danton)un hizipler etrafında arabuluculuk

rolü de faide vermedi. Söz düellosu kızıştıkça kızıştı. Ama

her şey bu yeni Mecliste müthiş bir (enerji) çağlamaya baş-

ladığını göstermekte devam etti. Eşkıyaca tasarruflar i n1 n ve

ihtilâl sürülerine çobanlık etme gayretinin (Konvansiyon

Nasyonal) elinde köstekleneceğini hisseden Paris Belediye-

si, Meclis aleyhinde bir beyanname düzenleyip Fransaya yay.

ma hareketine girişti. Fakat (Konvansiyon) buna mâni oldu

ve Belediyeyi hesaba çekmeye kalkıştı. Bir eli Belediyede,

öbür eli Mecliste olan sinsilik ve gizli tertipçilik dehâsı (Ro-

bespiyer) zor mevkie düştü. (Jironden)lerin ateşli hatiple-

rinden (Löve), kürsüye çıktı ve (Robespiyer)e şöyle hitap

etti:

— Seni diktatörlük hırsını beslemekle suçluyorum! Se-

ni, en halis ve saf vatanseverlere bühtan üstüne bühtan yağ-

dırmakla suçluyorum! Seni, halk gözünde bir mâbud dere-

cesinde hürmet ve izzet kazanmaya çalışmakla suçluyorum!

Seni, hükümeti nefsinden ibaret saymakla suçluyorum!

(Robespiyer); gök mavisi kadife ceketli, tokaları gümüş

iskarpinlerinden beyaz ipek çoraplarına, pantalonuna ve ye-

leğine kadar gayet şık son derece sakin, az konuşan, konuş-

tuğu zaman da yılan gibi sesler çıkaran, kötülük ve içten

hesaplılık dehâsında bir tane, bu korkunç adam, müdafaa-

224

lhtilâl/15

225

sim yapmak üzere 8 günlük bir mühlet istedi ve günü g&

linçe, taşlarını ve hareket plânım hazırladığı satranç tahta-

sında, birkaç hamle sonra «Şah mat!» diyebildi, Meclisi kıs»

kıvrak bağladı.

Belediyenin baskısına rağmen Kral hakkında bir hüküm

vermekte acele göstermeyen Meclis, (Robespiyer)in suçla-

malara karşı verdiği meşhur cevabî nutuktan sonra, yine- ;

(Robespiyer) ve bağlılarının tahrikiyle Kral mevzuunu ele

aldı.

Artık kelâmın muazzam ve muhteşem bir köpürme ha- ,

vuzu haline geldiği (Konvansiyon) Meclisinde (Robespiyer> "

kürsüye çıktı ve haykırdı:

— (Lûi)yi ne bir Kral, ne de bir vatandaş sıfatiyle mu-

hakeme edebiliriz. O bir düşmandır; düşman sıfatiyle mu-

hakeme edilecektir! Zaten şimdiden ölmüş bir insan olarak

ayrıca muhakemesine ve kendisine müdafaa hakkı verilme-

sine lüzum yoktur.

Arkasından (Robespiyer)in mâna kuşlarını avlamaya

mahsus atmacalarından (Sen Jüst) atıldı; ve Kralın ancak

Meclis huzurunda muhakeme edilebileceğini ve cezasının da,

böyle bir mahkemeye göre şimdiden belli olduğunu şatafatlı

bir üslûpla bildirdi.

Teklif kabul edildi ve Meclis, (Lûi Kape)ye, — Kralın

bundan sonraki ismi bir burjuva adı şeklinde, bağlı olduğu

aile koluna aittir ve hanedan unvanı ondan kaldırılmıştır —

isnat olunan suçları incelemesi ve raporunu tertiplemesi için

21 âzalık bir komisyon kurdu. Rapor 11 Aralıkta Mecliste

okundu ve aynı gün (16. Lûi), ileride «Kaatiller Meclisi» diye

anılacak (Konvansiyon)un huzuruna çıkarıldı.

Kelâm... Bu sanatın Fransız Büyük İhtilâlinde, ne se-

viyeye çıkarılmış olduğunu işaretlemiştik. Bu kelâm sana-

tı, üstün fikir seviyesinde olmasa bile, (standart) şekilde ve

pek çok aydında tecellisini bularak Fransız inkılâbiyle erdi-

ği dereceyi, eski Yunan ve Romadan sonra, Batıda hiçbir

yerde ve harekette gösterememiştir. Kelâma, yani fikre ina-

nan bir halk ve aydınlar zümresi... Sırasında dağlan devi-

recek, sırasında da bir toz zerresini bile kıpırdatamayacak

olan kelâm, bilhassa (Konvansiyon) devresinde en üstün de-

receye çıkmış ve en tesirli silâh haline gelmiştir.

Onun içindir ki, halktan binlerce kişinin dinleyeceği

Kral muhakemesinde her şeyi alt-üst edici (sürpriz)ler bek-

lenebilir ve yine onun içindir ki, (Robespiyer), Kralın mu-

hakemesine lüzum olmadığım söyleyecek kadar ileri gitmiş-

tir. Nitekim ,onun, rakibi (Danton)un muhakemesinde dün-

ya çapındaki hatibi felce uğratmak için nelere baş vuraca-

ğını göreceğiz.

KRALIN İDAMI

(16. Lûi), saraya hücumda sapsarı kesilen ve o yüzden

hassa askerlerini ümitsiz bıraktığı için kılıçlarım kırmaları-

na ve müdafaadan vaz geçmelerine sebep olan ölü çehresiyle

(konvansiyon) huzuruna çıktı. Kelâm, günün en büyük kud-

retiydi ama, bu, soluk yüzlü Kraldan bu güç beklenemezdi.

Kendisine 33 sual sordular ve herbirine, karanlık, müphem,

kararsız, güvensiz, boynu eğik cevaplar aldılar. Bu defa da

kelâm kuvveti, hakkı ezmekte ve kuvvetsizlik onu kurban

etmekte rol oynuyordu.

—Hatırlamıyorum!

—Bilmiyorum!

—Farkında değilim!

—Kan dökmek istemedim!

Cevapları bunlardan ibaret...

—Niçin ilk Meclisi askerle kuşattınız?

Sualine :

—Buna mâni bir kanun yoktu; askerlerimi dilediğim

yere sevkedebilirdim!

Karşılığından başka bir cevap veremiyor ve sağa sola

dağıtılan paralar mevzuunda:

—ihtiyacı olanlara para vermekten büyük zevk tanı-

mıyordum!

Diyebiliyordu.

226

227

— Son sözünüz nedir?

—Vicdanıma aykırı hiçbir şey yapmadığımdır.

Kralın avukatları da sorumsuzluk nazariyesi üstünde

yürümekten başka yol bulamadılar...

iş karara kaldı. Yine bir çatışma...

(Montanyar)lar:

—Karar Meclisindir! Hemen verilsin!

(Jironden)ler :

—Karar milletindir. Halk reyine baş vurulsun!

Bir kısım mebus da kararı Meclisin vermesinden sonra

millete arzını ve millî tasdikten geçirilmesini müdafaa et-

mekte... (Konvansiyon)un dinleyiciler yerini, giriş holünü ve

etrafım dolduran halk ise itidalli davrananlara diş gıcırdat-

makta... Buna karşılık bir kısım halk da kiliseleri doldur-

makta ve Kralın kurtulması için dua etmekte...

Partiler, meseleyi şu 3 sualin çerçevesinde toplamak ve

ona göre işi bir karara bağlamak hususunda birleştiler:

1— (Lûi Kape), millet hürriyetini ve devlet emniyetini

bozmakla suçlu mudur?

(Oy birliğiyle evet!)

2— Meclis kararı milletin tasdikine sunulmalı mıdır?

(424 rey hayır, 283 rey evet!)

3— (Lûi Kape)ye ne ceza verilmelidir?

(387 rey idam, 394 rey süresiz hapis...)

. Kralın avukatları itiraz ettiler:

—Bu kadar hassas ve ehemmiyetli bir mesele 750 ki-

şilik bir mecliste 53 rey farkiyle halledilemez. Karan mil-

let nezdinde temyiz ediyoruz!

idam kararı verenlerden bu kararın infaz bakımından

ertelenmesini isteyen 46 rey düşülecek olursa Kral sadece

7 rey farkla giyotine götürülüyor demekti. Hiçbir itiraz din-

lenmedi. Reis (VerniyÖ) Meclise hitap etti:

—(Lûi Kape)nin idam cezasına çarpıldığım Meclis-adı-

na bildirir ve toplantıyı kapatınm!

Kararın ertelenme teklifleri de reddedildi; ve (Robespi-

yer)in bu mevzuda infazın hemen yerine getirilmesi ve iç

ve dış tehlike diye hiçbir hayale yer verilmemesi yolunda

228

ateşli sözleri (Jironden)ler tarafını bir kere daha mağlûp

etti:

—Cumhuriyet, varlığını ancak Kralın idamiyle sağla-

yabilir!

—idam, idam!

(Danton )bu celsede yoktur; ve mebus seçildiği için ye-

rine bir başka Adliye nâzın tayin edildiğinden kararı (16.

Lûi)ye bu yenisinin bildirmesi lâzımdır.

Tebliğ ettiler. Kralın soluk yüzü hattâ düzelir gibi ol-

du. Karan müthiş bir metanetle dinledi. Yeni senenin ilk

ayının 21 inci günü idam edilecek... O gece rahat bir uyku...

Güneş doğmadan uyandı, rahibini çağırttı. Saat 8 de ken-

disini bekleyen askeri birliğin yanına gitti. Parmağındaki ni-

şan yüzüğünü çıkardı:

— Bunu zevceme veriniz ve kendisinden büyük tees-

sürle ayrıldığımı söyleyiniz!

Fransa Kralının armasını taşıyan mührü oğluna teslim

edilmek üzere vasiyetnamesiyle birlikte bir Belediye azası-

na verildi ve sonra ot arabası biçiminde bir arabaya bindiril-

di. Karşısında rahibi... Elinde, incil farzedilen kitap... Bu

kitabı tam bir teslimiyet içinde okuyarak giyotinin kurulu

olduğu meydana geldi. Papazı öptü ve görülmemiş bir sa~

ğukkanlılıkla giyotin sehpasının merdivenlerinden çıktı. Pal-

tosunu ve boyun bağını çıkardı ve basını giyotin deliğinin

yatağma uzattı.

Son sözü:

— Masum olarak ölüyorum!

Cesedi (Madlen) mezarlğına kaldırılırken yerdeki kan

lekelerine hücum eden ahali, mendil, kâğıt, gömlek ve silâh

gibi eşyalarını, hatıra diye bu kana buladılar. Daha o gün

bazı Ingilziler de, karakterleri icabı, bu eşyayı parayla satın

almaya başladılar.

ÖTESD

Fransız ansiklopedilerinin, dürüst, faziletli, iyi kalpli, fa-

229

kat kararsız, tereddüt hastası ve hem kelâm, hem fiilen ta-

arruz imtiyazından mahrum diye tarif ettikleri (16- Lûi) ile

Adnan Menderes arasında, karakterleri ve bilhassa müdafaa-

larındaki zaaf bakımından büyük bir yakınlık görmek ye-

rinde olur. Kelâmın o kadar gözde olduğu ve ön plânı aldığı

o devirde (16. Lûi) ölüme atılırcasma bir cesaret göstersey-

di, belki de o cesareti gösteremediği için üç ayaklı sehpada

can veren Adnan Menderes'e tersinden misal teşkil edebilir

ve hürriyet adına zulme varan bir kin ve gayzı, ancak 7 rey

fark belirtici bir hava içinde yenebilirdi. Fakat (Robespiyer)

ve kumpanyası bu 7 rey farkla hâkimiyeti ele aldılar ve dü-

şecekleri güne kadar sürdürdüler.

Artık (Jironden)lerle araları büsbütün açılmıştır. Kra-

lın idamından büyük tehlikeler doğabileceğini ileriye süren-

lerin (tez)i kazanmıştır.

îşte, İngiltere, Hollanda ve İspanyaya karşı harp...

Mağlûbiyetler... 1793 yılı Mart ayında (Eks Lâsapel) boşal-

tıldı. Fransamn yeniden düşman ayağı altında çiğnenmeye

başlaması ve buna karşı içte fevkalâde şiddetli tedbirler

alma zorunda kalınması...

Meşhur (Terör - dehşet) devri açılmıştır. Bu devrin de

(sembol)ü (Robespiyer)...

Meclis, fevkalâde tedbirlerin başında, Bütün Fransayj

sımsıkı bir merkeziyete bağlamak ve ona göre fedakârlığa

davet etmek üzere, ordulara, askerî limanlara, müstahkem

mevkilere ve bazı vilâyetlere temsilciler gönderdi. Bu temsil-

ciler «astığı astık, kestiği kestik» olarak her selâhiyete ma-

lik... 300 bin askerin silâh altına alınmasiyle vazifelendirilen i

bu temsilciler, gayet sert tutumları içinde aynada birer (Ro-

bespiyer) hayali... ',

VE İHTİLÂL MAHKEMESD... Dışarıya doğru bu hamle

yapılırken, Fransa, içinden de temizlenecek ve (Konvansi-

yon) efelerinin inkılâp düşmanı saydığı herkes, bu mahke-

melerin hükmiyle giyotin altına sürülecektir. Daha önce

kurulan mahkemelerin, ismi üstünde ve cismi yerinde olarak

bu mahkemeye nispetle mvekii, timsaha göre kertenkele

bile değildir. Belediyeler hâkimiyetiyle kendi nüfuzunu (Ro-

bespiyer)in şahsında birleştiren (Montanyar)lar, Pariste ve

gözleri önünde, gerekirse bütün Fransayı ipe çekebilecek

bir mahkeme kurulmadıkça inkılâp davasının gerçekleşe-

meyeceği kanaatinde Muhalifleri de (Jironden)ler... Hakla-

rında (Montanyar)ların sözü:

—Mademki İhtilâl Mahkemesine karşı çıkıyorlar, ev-

velâ onları temizleyelim!

Teklif, en ağır şartlarla Meclise gelince (Verniyö) ye-

rinden fırladı:

—Bu (Engizisyon)dur; Venedik (Engizisyon)undan

beter!

(Kambon) daha da ileri vardı:

—Dikkat! Böyle bir mahkeme kurarsanız namus ve

fazilet ehlinden hiç kimse umumî hizmet işine girmez!

Nihayet (Danton) araya girdi:

—Mahkemenin bakacağı suçlan sınırlayalım: İnkılâp,

hürriyet, eşitlik, birlik, hükümet vahdeti, iç ve dış emniyet-

ler aleyhine işlenecek ve bu ölçülere aykırı bir hükümet

teşkilini hedef alacak suçları muhakeme etmek üzere fev-

kalâde bir mahkeme... Böylesi olabilir.

Meclis, böyle bir mahkeme teşkiline ve kararlarının

kat'î ve temyiz dışı olmasına karar verdi. (Danton), farkın-

da olmaksızın bir müddet sonra o mahkemeden kendi hak-

kında çıkacak idam hükmünü imzalıyordu.

VE UMUMÎ SELÂMET KOMDTESD... Hükümet yerine

kaim İcra Kuvvetleri Heyetini murakabe etmek ve adetâ bir

türlü mevkiini bulamayan hükümeti yerleştirmek üzere,

"9 âzalı, 4 şubeli, garip ve hiçbir usule uymaz bir teşkilât...

Bir de, bütün Fransada zabıta işlerine bakmak üzere

«Umumî emniyet komitesi...»

O sıralarda Meclis ekseriyeti (Jironden)lerdedir. Bele-

diye ise (Montanyar)lara döndükçe müthiş bir ihtilâlci, (Ji-

230

231

ronden)Iere yöneldikçe de kanun ve hukuka baş eğici bir

rolde...

Başında bulunduğu Umumî Selâmet Komitesinin sınır-

sız bir kuvvete doğru ilerilemesiyle büyük bir nüfus kaza-

nan (Danton), tarafları kaynaştırmak için var kuvvetiyle

çalışıyor ama hiçbir şey başaramıyor. Zira kendi samimî-

liğine karşı sinsilik ve kapalılıkta korkunç (Robespiyer) ona

yardım etmiyor; zira gözünü, nüfuzu altındaki Belediyeler

yolundan (Jironden)leri tasfiye etmek ve (Danton)un yerini

almak noktasına dikmiş bulunuyor. O, topyekûn iktidarı

devşireceği günün arafesindedir.

Belediye, 10 Nisan günü. Meclise iradesini tebliğ etti:

—Azanızın ekseriyetini teşkil eden (Jironden)ler millet

düşmanıdır ve Fransayı satmak yolundadır!

(Robespiyer) bu suçlamayı destekledi ve (Jironden)leri

Fransa düşmanlariyle ortak gösterdi. (Verniyö) bu itham-

lara gayet sakin ve mantıklı bir cevap verdi ve Meclisi

tesiri altına aldı.

—Bazı adamlar, vatanseverliği başkalarına eza ve cefa

etmek, gözyaşı döktürmek yanıyorlar, inkılâp ancak korku

ve dehşet aşılamakla kemaline erdirilir kanaatini besliyor-

lar*. Ben inkılâbı muhabbetle, birlik ve beraberlikle neticeye

vardırmak metoduna taraftarım!

O ân için kalbi yumuşayan Meclis, dehşet politikasının

kuduz kalemlerinden (Mara)yı tevkife karar verdi. (Mara)

24 Nisanda ilk büyük şahsiyet olarak ihtilâl Mahkemesine

çıktı; fakat (Robespiyer) ve Belediyenin kışkırttığı halk nü-

mayişleri ve kukla hâkimler sayesinde beraat etti ve mera-

simle Meclise döndü ve (Jironden)lere haykırdı:

—Halk beni buraya alayla getirdi. Bundan sonra ben

de sizi alayla göndereceğim! Fakat darağacına!...

(Jironden)ler 100 küsur (Montanyar)ın temsilci olarak

Fransaya yayılmış bulunmasiyle de artan sayışa üstünlük-

lerini, bu ve benzeri meydan okuyuşlar karşısında göstere-

mez oldular.

31 Mayıs - 2 Haziran 1793 vakası, herhalde ipleri (Ro-

bespiyer)in elinde olarak, Belediyelerin, çan sesleriyle karı-

şık bir nümayişidir ve (Jironden)lere karşıdır. 22 (Jironden)

mebusun tevkifini istediler. Fakat birçok tâviz kopartma-

larına rağmen bu isteklerini yerine getirtemediler. Böyleyken,

inkılâbı sevk ve idarede (Konvansiyon)la yanyana iki ayrı

kafa ve kol bulunduğu ve bu kafa ve kollardan ileride nasıl

olsa birinin koparılması ve kırılması gerektiği hakikatini

misallendirdiler. (Robespiyer), o, ruhu maskeli adamsa, bü-

tün nüfuzu, her şeyi nefsine çekeceği ve (Konvansiyon)a tam

hâkim olacağı âna değin, (otorite)ler arası bu akıl almaz

tezadı kastla beslemekte ve Belediyeleri telkini altında tuta-

rak (Konvansiyon)a, (Konvansiyon)u içinden zapta uğraşa-

rak da Belediyelere karşı kuvvet sağlamaya bakmaktadır.

31 Mayıs manevraları işte bu (strateji)nin eseri... Bu hal,

(Robespiyer)in gözü olan Birinci Umumî Selâmet Komite-

sine de kaygı sıçrattı. Belediye Meclisi, nazırlardan birkaçını

tevkif etmeye kalktı ve Komiteden, buna selâhiyeti olma-

dığına dair, mahcup ve ürkek bir cevaptan başka bir kar-

şılık görmedi. Hükümet rolündeki Komite, elinde ne asker,

ne bir şey hiçbir maddî müeyyide bulunmayarak Belediye-

nin karşısında iki büklüm duruyor. Belediye ise son manev-

rasını yetersiz bularak işi kat'î bir neticeye ulaştırmak isti-

yordu.

Meclise bir ihtar daha:

— (Jironden)lerden 22 kişi mutlaka tutuklanmalıdır!

Çılgın (Mara) Belediyeye giderek çan kulesine çıktı,

kocaman canlan eliyle harekete getirdi ve toplanan halk

yığınlarına bağırdı:

«— Silâha sanlınız! inkılâbı saptırmak isteyenlerin kar-

şılarına dikiliniz! Kat'î zafer sağlanmadıkça ve ortalık te-

mizlenmedikçe silâhlarınızı bırakmayınız!

Belediye, emri altında bulundurduğu «Millî Birlikler»

askerleriyle Meclisi kuşattı; buna silâhlı halk da katıldı.

ihtilâl tarafından kuşatılan, ihtilâlin merkezi mevkiin-

deki Meclis miydi, Krallık mı; • yoksa kuşatan Krallıktı da,

kuşatılan ihtilâl miydi?... işte kendi kendisini parçalama-

ya başlamış bir bünyenin bizzat bünye ihtilâlini belirtici

manzarası!.. Ve bu manzara, hem Umumî Selâmet Komite-

232

233

sini, hem de Meclisi boyunduruk altına almaya bakan (Ro-

bespiyer)in çizdiği (desen)...

(Montaryar)lardan 30 kadarı müstesna, bütün mebus-

lar âsilerin arasına girmeye ve dâvalarım halk içinde gör-

meye karar verdiler. Reis, «Millî Birlikler» kumandanı (Han-

riyo)dan askerini dağıtmasını istedi ve cevabını aldı:

— Hiyanetleri ispat edilen mebusları teslim almadıkça

dağılanlayız!

Sadece 22 (Jironden)i değil, bunlara ek 5 mebus ve 2

nazırın ilâvesiyle 29 kişinin tutuklanmasına karar verildi.

Bu arada, nazırlardan (Rolan)ın karısı (Madam Rolan), sa-

lonu ve bir nevî fikir çevresi halindeki toplantılariyle meş-

hur kadın da mevkuf... Kocası (Rolan) ise Paristen kaçmış

bulunuyor.

Belediyeye ve (Montanyar)lara birdenbire boyun eğişiy-

le, Meclis, olanca haysiyet ve itibarım kaybetmiş oldu- Umu

mî Selâmet Komitesinin de hiçbir nüfuzu kalmadı.

Vilâyetlerde, artık kendi kendisini boğazlamaya başla-

yan ihtilâlin bu son manzarasına karşı isyanlar, ayaklanma-

lar... Eyaletlerin üçte ikisi kıyam halinde...

Bunun üzerine 1793 anayasası... Bu yasa, (Montanyar)

ların, yani (Robespiyer)in programından başka bir şey de-

ğil... Maksat, eyaletleri sımsıkı merkeze bağlamak ve süt

dökmüş kediye döndürmek... Zahirde son derece hürriyetçi,

şahıs ve zümre istidadına zıt görünen, böylece Meclisten

kolaylıkla geçmesi sağlanmak istenen bu kanun, zatında

(Robespiyer)in sahte bir güler yüz maskesiydi.

Kanun 24 Haziranda kabul edildi ve dış yüzündeki sah-

teliğiyle vilâyet isyanlarını durdurmaya kâfi geldi. Peşin-

den Meclisçe Umumî Selâmet Komitesi iktidardan düşü-

rüldü. Reisi (Danton) atıldı, âzası dağıtıldı; ve hepsi (Robes-

piyer)in adamları mevkiinde 9 yeni azanın eline verildi.

(Sent Andre, Barer, Gasparen, Koton, Hero Şeşıl, Türyo,

Priyör, Sen Jüst, Rober Lende)... Bir ay sonra, azadan birini

uzaklaştırıp (Robespiyer) bizzat Komiteye girdi ve Eylül

başlanna kadar da, tam emin olamadıklarını tasfiye ederek

yerlerine (Karno, Biyo Varen, Koloderbua)yı getirdi ve hür-

riyet ihtilâlinin zulüm tahtına tek başına oturdu.

ݺte, «Büyük Komite» diye meşhur ve 1793 ve ötesinin

bütün mesuliyetini taşıyan diktatörler heyetini çerçeveleyici

heyet veya kaatiller kadrosu!...

Artık ihtilâlin idaresi, halkın elinden çıkıp bu türlü

güdücüler eline geçmekle, yepyeni, hattâ ihtilâl dışı bir yön

almış, Büyük Fransız İhtilâli, «tulûatçı» ve «zuhurat»çı

olsa da saf ve samimî şiarını kaybetmiş, yani ihtilâl bu ba-

kımdan sona ermiş ve yıktığı dünyaya karşı yepyeni bir

dünya inşası yolunda ustalar ve işçiler arası korkunç bir

boğuşmaya dökülmüştür.

Bundan ötesi eserimizin güttüğü mâna gayesi dışında

ve hayale sığmaz bir hızla inkişaf edici vakalar cümbüşün-

den ibaret olduğu için, büsbütün kısa kesiyor ve büyük as-

kerden ziyade pek büyük bir aksiyon sanatkârı bildiğimiz

(Napolyon Bonapart)a kadar sadece bir hulâsacık veriyoruz:

Her tarafta isyanlar bastırılırken (Tulon) kıyı şehri

topçu kumandanı yüzbaşı (Napolyon) sayesinde ele geçiri-

liyor. (Napolyon)un ilk zuhuru...

«Terör - Dehşet» devri tam gelişme çağında...

(Terör) mefhumuna pes ettirecek kadar (terör)cü (Ma-

ra), banyosunda, siyasetine düşman bir genç kız tarafından

hançerle öldürülmüş ve büyük adamlar mezarlığı (Pante-

on)a taşınmıştır- Bu bahaneyle bütün itham (Jironden)lerin

üzerinde... Bütün şüpheli şahısların, delilsiz, vesikasız, tev-

kifine izin ve selâhiyet kanunu

Ve nihayet 41 (Jironden) İhtilâl Mahkemesinde... Hâlâ

zindanda çürüyen ve saçları bembeyaz olan Kraliçe (Mari

Antuanet) de aynı Mahkemede... 16 Ekim 1793'de Kraliçe

giyotin başında... 31 Ekimde de 21 idam mahkûmu (Jiron-

den), 5 araba içinde «Dnkılâp Meydanı»na götürüldü ve gi-

yotinden geçirildi. Giyotin başında arkadaşlarının kelleleri

tek tek düşürülürken (Marseyyez)i söyleyen (Jironden)ler...

8 Kasımda da sır'a (Madam Rolan)a geldi. Başını giyo-

tine götürürken bu genç ve güzel kadının son sözü:

«— Ey hürriyet! Senin adına ne cinayetler ,isleniyor!»

Bunu, kocası (Rolan)m uzaklarda intihan takip etti.

234

235

Canına kıyan (Rolan) şu kâğıdı bıraktı :

« — Faziletli bir adamın naaşına hürmet ediniz!»

14 Kasımda (Manoel), 5 Aralıkta (Rabo Sent Etyen)

asıldılar. 29 Martda ihtilâlin düşünen kafası (Kondors)

intihar etti.

îç savaşı teşvik için vilâyetlere giden (Jironden)ler rast-

gelindikleri yerlerde öldürüldüler. Tarlalarda, bunların par-

çalanmış cesetleri bulundu.

îş (Jironden)lerden sonra onlan sevmiş ve beğenmiş

olanlara da sıçradı. Eski Hariciye Nâzın (Löbrön) bu yüz-

den asıldı, Maliye Nâzın (Klâvyer) hapishanede intihar etti.

İlkler kadrosunun ileri gelenlerinden (Baygi) ve (Barnav)ı

da giyotine sürdüler. Bunlar, kanunun kabulünden önceki

suç isnatlanmn yeni kanuna tatbiki gibi bir hukuk rezale-

tine kurban gittiler...

Evet; artık ihtilâl diye bir şey kalmamış; Fransa, kan

dökmekte hiçbir yırtıcı hayvan cinsinin eline su dökemeye-

ceği bir zulüm şebekesinin pençesine düşmüştür. Hem de

hürriyet, eşitlik, fikir hakkı yollarından geçirilerek... Ve

işin (Move Jeni — kötü dehâ)sı, tek ve etrafı cellât ruhlu

çıraklariyle halkalı bir adam: (Robespiyer)... Gök mavisi

renkte hadife ceketli, bıçakla kesilmişcesine bir çizgi belir-

ten sinsi ağızlı büyücü...

Birçok deli inkılâpçılar gibi o kadar ihtiras sahibi ki,

bu adam, yine birçok inkılâp hastası tarzında, ya dini kö-

künden kazımak, yahut yeni bir din icat edip onun başına

geçmek cinnetine de müptelâ...

Tarihi ve zaman ölçüsünü ihtilâlden başlatmak ve ay

isimlerine ve ayların gün sayılanna kadar değiştirmek saç-

malığından sonra bir de «Hak Mezhebi» adiyle bir din icadı

ve kiliselerin kapatılması emri... Fakat birdenbire köyler-

den başlayan bir isyan kımıldanışı önünde hemen dönüş ve

ruhanî reisi (Robespiyer) olan «Hak Mezhebi »nin zorla tat-

bikinden vaz geçiş...

Aynı zamanda (Etr Süprem — Ulvi Varlık) ismiyle anı-

lan bu mezhep, tabiat ve kâinatı azizleştirici, fakat oradan

Mutlak Varlığın mutlak tevhidine geçemeyici ve. semavî din-

236

lerin (dogm — nas)larını inkâr edici bir devrimbazlık uy-

durması olup bütün gayret ve göz boyamalara rağmen tutu-

namadı ve tez zamanda silindi gitti.

(Robespiyer), Amerikalılann (Kovboy) atı gibi tepmen

ve binicilerini yere çalan halk isimli binbir başlı mahlûku

itaat altına alır almaz «al sana hürriyet!» gibilerden vicda-

nına kadar ona hükmetmeye kalktı ve muhaliflerinden bi-

donlar dolusu kan aldıktan sonra rakiplerine döndü: En

başta (Danton) ve (Heber)... Ve (Kamiy Dömulen, Flipo,

Hero Seşel, Vesterman), filân, falan...

(Danton)un muhakemesi, tarihin, üzerinde en çok ve

nefretle durduğu bir yargılama... Birçok milletin tarihinde,

uzaktan ve yakından benzerleri bulunan, diktatör emrinde,

hak ve hakikat tayincisi, denaat ve şenaat kürsüsü... (Her-

man) adlı bir zulüm kuklası; ve (Fukye Tenvil) isimli, ef-

sanelerde bulunmaz bir vicdan ve namus yoksunu savcı...

Bunlan, hangi milletin tarihinde hangi ihtilâl mahkemesi

başkan ve savcısına benzetelim, bilmiyoruz! Fransız Temyiz

Mahkemesi âzasından namlı bir ilim adamının «Danton'-

un Katli» isimli kitabında (idamı değil de katli), mahkeme-

nin ırzına geçilen hukuk mefhumunun ve reis (Herman)la

savcı (Fukye Tenvil)in simalan çizilidir.

(Danton)u muhakemeye çekenler, onun ne müthiş bir

hatip olduğunu bildikleri; kelâma inanılan, kelâm kuvve-

tiyle kan dereleri akıtılan o devirde halkı ayaklandırması

ihtimali bulunduğunu kestirdiklerinden, o korkunç ağızı

tıkamak için bir çare düşündüler. Yoksa muhakemeyi din-

leyenlerin, sokaklarda ve mahkeme koridorlarında biriken-

lerin (Danton)dan alacakları tesir altında, savcıyı ve hâkim-

leri paralamasına kadar her şey düşünülebilir.

Çareyi enzel ve esfel savcı buldu. Hapishanede, (Dan-

tön)un hücresinde su borularını tamir bahanesiyle günlerce

şamata kopardılar, çekiç ve demir seslerinden bir kıyamet

gürültüsü altında (Danton)u uyutmadılar ve onu, koltuk

altında, bir ceset gibi adalet (!) huzuruna girdi, elini cani

savcıya uzattı ve en gür sesiyle ortalığı çınlattı:

— Bu adam, sesimi kısmak ve hakkımı savunmaktan

237,

beni alıkoymak için buraya yalınız cesedimi getirtti, ama

ben onu cesedimle tepeleyeceğim!

Mahkeme, (Danton)un hâlâ konuşabildiğini, hem de ilk

hamlede halkı coştururcasına konuşabildiğini görünce apı-

şıp kaldı.

Hemen celseyi tatil ediyorlar ve aynı günün gecesi sa-

baha karşı (Konvansiyon) dan şu kanunu çıkartıyorlar.

—ihtilâl Mahkemesi, kendisine hakaret eden ve her-

hangi bir suretle lüzum göreceği herhangi bir sanığı sorguya

çeknıeksizin hükme bağlıyabilir.

Bu, kanun değil, cinayet fermanıdır; ve kanun maskesi

altında cihanda ilk defa görülmüş bir hadise olması gerekir.

Bu satırların muharriri, adiyle ve saniyle Necip Fazıl

' Kısakürek 1952 Malatya muhakemesinde, yukarıda bahse-

dilen «Danton Katli» kitabını mahkeme heyetine uzatmış ve

şöyle demişti:

—Malûm dönme muharrir taslağını öldürtmekte be-

nim tertipçi ve azmettirici hiçbir rolüm olmadığı sabit bu-

lunduğuna ve iş kala kala yazılarımın tesirine kaldığına, bu

tesir de «gidin ve filân adamı öldürün!» şeklinde bir telkin

olarak hukukî bir yoruma imkân veremeyeceğine göre, hangi

kanuna dayanılarak muhakeme ediliyorum? Abeslerin en

büyüğü olarak öncesini de içine alan bir kanun çıkarılsın ve

mahkûmiyetime gidilsin, razıyım; Bend Deresinde beynime

bir kurşun sıkılsın ve öldürtüleyim razıyım! Fakat herkese

mahsus umumî hükümlerin böyle bir tefsire âlet edilmesi-

ne takat getiremem; bunu hukukî bir cinayet ve bizzat hu-

kukun ırzına tecavüz sayarım!

Böyle oldu; (Danton)u birkaç gün sonra ihtilâl Mahke-

mesi huzuruna çıkarıp -bildirdiler:

—Muhakeme bitmiştir!

Dünyanın en büyük hatiplerinden biri ve eski Adalet

Bakanı çıldıracak hale geldi:

—Nasıl; bitti mi?... Başlamadı ki, bitsin!...

Ve karar:

—idam!...

Onunla beraber arkadaşlarının da idamı...

5 Nisan 1794 (Dhtilâl takvimiyle 6 Terminal sene 2) giyo-

tine götürülen (Danton) ve arkadaşları... idam alayı (Sent

Honore) caddesinden geçerken oradaki konaklardan birinin

perdelerinde bir hareket... Perde aralanıyor ve gök mavisi

renginde hadife ceketli kupkuru bir surat alayı seyrediyor.

Bu (Robespiyer)dir ve son kurbanlarının ve içlerinde ihti-

lâlde baş rolü oynamış olan birinin ölüme gidişim takip et-

mektedir. Birden, asabî bir çekişle perdeyi örttü, ihtimal

ki, hatırına, tevkif kararı çıktığı gün (Danton)un Mecliste

yükselttiği şu ses geldi:

—Robespiyer! Seni de darağacma sürüklüyorum! Ben-

den sonra kellesini verecek olan sensin!

Önce (Hero Seşel)i giyotin satırına yaklaştırdılar. (Hero

Seşel) satırın altına yatmadan (Danton)u kucaklamak istedi.

Cellât kaba bir hareketle bu veda sahnesini engelledi, ku-

caklaşmalarına mâni oldu. (Danton) cellâda :

—Budala, dedi; başlarımız sepete düştükten sonra da

öpüşmemize mâni olamazsın ya!...

ihtilâl kahramanının ölümü gayet metin ve ulvi...

—Cellât, dedi; başımı gövdemden ayırdıktan sonra

saçlarımdan tut ve onu şu kalabalığa göster! Başım buna

değer!

(Kamiy Dömulen) giyotinin kan damlayan satırına baktı

mahzun mahzun mırıldandı:

İlk hürriyet mücahitlerine lâyık bir mükâfat!

13 Nisanda, (Kamiy Dömulen) ve (Heber)in eşleriyle,

birkaç general ve «Ulvi Varlık» mezhebine ters davranan

bazı papazlar da satırın altında...

(Terör), nihayet, yeni bir din icadiyle vicdan baskısı

haline de döndürüldükten sonra (Robespiyer)in oda hiz-

metçiliği vazifesini görmeye devam etti. (Sen Jüst) ve (Ko-

ton), korkunç talâkat ve cesaretleriyle onun iki çomarı...

(Robespiyer) dönüp de (Sen Jüst)e yan gözle baktı mı, he-

men kürsüye atılıp 2 kere 2 nin 2 den eksik olduğunu iddia

edercesine hakikatleri tahrif vazifesi, (Koton)u da dürttü

mü, en olmayacak işe teşebbüs memuriyeti bu iki fedaîde...

Fransamn her köşesinde Umumî Selâmet Komitesine bağlı

238

239

heyetler Paris ihtilâl Mahkemesine av gönderirken, meşhur

kimya âlimi (Lâvazye), Kralın kızkardeşi (Madam Elizabet)

ve (Malzerb); hâsılı duyan, sezen, gören, düşünen kim varsa

boynu satırda...

(Lâvazye) idam hükmünü öğrenince, hayatı elden gittiği

halde yine insanlığa hizmeti başa alan bir fedakârlık ahlâ-

kiyle mahkemeden bir ricada bulundu:

—Kimya çalışmalarımda bütün beşeriyete faidesi do-

kunacak bir keşif üzerindeyim. Bu keşfi tamamlayabilmem

için bana en fazla iki hafta müsaade ediniz! Laboratuarımda

yanıma nöbetçi jandarmalar koyunuz ve tam murakabeniz

altında çalışmamı sağlayınız! Ondan sonra giyotine gideyim!

Mahkeme düşündü ve:

—Bu teklif, siyasî bir oyun olmak ihtimaline karşı

reddedilmiştir!

Kararını verdi, (Lâvazye)i giyotine gönderdi ve böylece

ilmi ve insanlığa faide fikrini de astırmış oldu.

(Robespiyer)in hâkimiyet taktiğinde en büyük başarı-

larından biri, ihtilâl kabadayısı Belediyeyi dize getirmek

oldu- O zamana kadar arkasını sıvazlayarak nüfuz ettiği ve

iradesine tâbi kıldığı Belediyeyi, bu defa, ona mücerrer

olarak mevkiini ve haddini bildirmek ve büsbütün zaptet-

mekle de ağı içine aldı. Bütün nüfuz ve irade mihrakını

Umumî Selâmet Komitesi emrinde toplamak üzere, bir Ko-

miteyi Belediyeye el koymaya memur etti. Belediye Reisi

atıldı ve yerine, elinde hiçbir nüfuz bırakılmamış ve su ka-

tılmamış bir (Robespiyerci) getirildi. Belediye şubelerinde,

efeliğin elden çıktığını görüp de direnmeye kalkışanlar sili-

nip süpürüldü. (Jakoben)ler Kulübü de sindirildi ve (Robes-

piyer)in orkestrası haline getirildi.

(Robespiyer), vâkia ve ihtimal âleminde kendisine mu-

halefet taslayabilecek kim ve ne varsa son bir tırpandan

geçirmek üzere, kendi ayağiyle gelmiş bir fırsatı kaçırmadı.

(SesiL Reno) diye bir genç kızı, (Mara)yı öldüren (Şarlot

Korde)vâri, kendisine suikast tertiplemek isnadiyle suçlan-

dırdı ve, sırtına kırmızı bir gömlek giydirip giyotine gön-

derdi. Kırmızı gömlek sadece baba kaatillerine mahsus bir

idam alameti olduğu için, böylece kendisini Fransanın ba-

bası yerinde gösterdi ve Fransanın babasını korumak baha-

nesiyle zulmünü büsbütün kudurtmakta hak kazanmaya

îcalkıştı.

İhtilâl Mahkemesi idam makinesine son sür'at çalışma

emri... Öyle oldu ki, meselâ gün doğarken işlemeye başla-

yan giyotin, gün batıncaya kadar kaç kelle düşürebilirse

düşürmeyi ihmal etmedi. 3 dakika başına l kelle kabul etsek

12 saatte 240 kelle... Daha evvel 13 ayda 1220 kişi idam edil-

mişken bu defa l buçuk ayda 8376 kelle... Gerçekten 3 da-

kikada l kelle eder ve ara yerde giyotinin kanını silmeye ve

raylarını yağlamaya bile vakit kalmaz.

Havaî mavi ceketli adam o kadar ileriye vardı ki, Mec-

lise danışılmaksızın Umumî Emniyet Komitesi tarafından

dilediği mebusu tevkif etmek selâhiyetini aynı Meclisten

kopardı.

thtilâl ordularının birtakım zaferler devşirdiği bu çığır-

,da zulmün bu derecesi, artık dile ve ele yol bulamaz olan

vicdanları öylesine burkuttu ki, bizzat Umumî Halk Selâ-

met ve Emniyet Komiteleri âzasından bazılariyle (Konvan-

siyon)dan bir grup (Robespiyer) aleyhine, fikir plânında ga-

yet mahrem bir cemiyet kurdular ve nasıl hareket edecek-

lerini plânlayamadan hadiseleri kollamaya başladılar.

O sıralarda (Robespiyer), sanki zulmünden bıkmış, vic-

danında birtakım deprem sarsıntıları duymaya başlamış

gibi, (Sent Honore) sokağındaki konağında yalnızlığa çekil-

miş bulunuyor. Umumî Selâmet Komitesinin kararlan, onun

talimatiyle olsa da, imzasını taşımadan çıkıyor ve diktatör

bir iç burkuntuya düşmüş olmak halini gösteriyor.

Muhaliflerini güçlendiren ve artık manzaraya kepazelik-

lerin kepazeliği göziyle baktıran bir hadise daha: (Katrin

Teo) adlı, ihtiyar ve tam deli bir kadın ortaya çıkıyor; ken-

•disini Tanrının annesi, (Robespiyer)! ise kendi oğlu diye

takdime davranıyor. Öyle bir hezeyan ki, (Robespiyer)i Tan-

rının kardeşi veya kendisi diye göstermekte... Tarih boyun-

ca bütün sahte kahramanların ve yalancı inkılâpçıların ge-

tirdikleri havadan bir örnek...

240

thtilâl/16

241

(Robespiyer) Mecliste ve komitelerde için için yuğurul-

maya başlayan mâna ikliminin beslediği ilk fırtına alâmet-

lerini, çekildiği yalınızlık köşesinden sezdi. Yeni takvimle

(9 Termidor) tarihinde her şeyi kaybetmek üzere (8 Termi-

dor) günü, Mecliste, «Robespiyerin vasiyeti» diye adlandırı-

lan meşhur nutkunu verdi.

Mustarip, illetli, tezadlı, nefsinden şüpheli, yalvarmadan

korkutmaya kadar her tarafı toplayıcı ve her şeye rağmen

zulüm politikasına hak verdirmeye çabalayıcı bir nutuk...

En mühim noktası, muhakeme edilmeden mahkûm edilecek

mebuslara ait isim listesi...

Bir kasırgadır kopuyor/:

(Biyo Varen) kürsüde:

—Eğer fikir istiklâline malik olmayacaksak sükûtum_

la bir diktatörün cinayetlerini kolaylaştırmaktansa, onun

naaşıma basarak zulüm tahtına çıkmasını tercih ederim!

(Kambon) :

—Namus ve haysiyetim elden gitmeden bütün Fran-

saya hitap etmek isterim: Bir adam Milletinin Meclisini

hüküm ve iradeden yoksun bırakıyor! Bu adam (Robespi-

yer)dir!

Halk Selâmet Komitesinden ve "(Robespiyer)in eski

adamlarından, yani idamlıklar listesine dahil (Kambon)a

kadar sirayet edici bu tavır, artık son rezaletlerden sonra,

müstebide gelen ruhî tutukluğun eseri... İnsanlar ve teşeb-

büsler bu ruhî tutukluğa düştüler mi, her şey kaybedilmiş

demektir.

Ertesi gün (9 Termidor) ve müthiş tecelli... (Robespi-

yer)in sadık ve belâgatli çomarı (Sen Jüst) kürsüye çıkıyor

ve efendisini tenkit eder gibi bir dille bir arabuluculuk ze-

mini açmaya çalışıyor. Fakat sözünü kesiyorlar ve «artık

perdeler yırtılmalıdır!» diye haykırmaya başlıyorlar. (8-9

Termidor) gecesi (Robespiyer) meşhur nutkunu (Jakoben)ler

kulübünde de vermiş ve şöyle demişti:

— Bu nutuk benim vasiyetnamemdir! Ben ölürsem ha-

tıramı koruyunuz!

Ve ilâve etmişti:

—Eğer ölmek gerekirse metanet ve sükûnet içinde can

vereceğimi göreceksiniz!

Kulüp âzası da ayağa kalkarak:

—Biz de seninle beraber ölürüz!

Diye bağırmışlar ve zalimi çılgınca alkışlamışlardı.

«Millî Birlikler» kumandanı (Hanruyo)ya da ertesi sabah

Meclisi kuşatması için emir verilmişti.

(9 Termidor) sabahı Mecliste (Sen Jüst)ün sözünü kesen

(Biyo Varen) daha da ileriye gitti:

—Dün gece (Jakoben)ler kulübünde hepinizin öldürül-

mesine karar verildi! Millî Meclis iki büyük tehlike arasın-

da kıstırıldığını artık görmelidir! En küçük tereddüt, bizi

ve Fransayı yok edebilir!

Bütün Meclis ayakta ve haykırmakta:

—Hayır, hayır! Vatanı ve kendimizi kurtaralım!

—Kat'î neticeli meydan muharebesinin günü bugün!

Dinleyiciler de bağırıyor:

—Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Millî Meclis!

(Robespiyer) çılgınca ileriye atıldı, söz istedi; verme-

diler :

Sesler :

—Kahrolsun müstebid!

(Talyen):

—Bu adamın kurduğu mahkeme bir İhtilâl Mahkemesi

değil, Fransayı doğrayan ve öğüten bir kıyma makinesidir!

Bu adam yeni bir (Katilina)dır!

Bir ses :

—Bizi askerle kuşatan (Hanriyo) ve taifesini tevkif

edelim!

Sesler:

—Evet, evet, tevkif!... Hainlerin uşakları hemen tu-

tuklansın!

Bir mebus :

—Artık bu rezaletler ve fecaatlar serisini durdurmanın

saati çalmaktadır. Kendisini Tanrının annesi, (Roberpiyer)i

de kendi oğlu diye satan deli bir kadına kadar türlü zehir-

ler tüttüren bir iklimde yaşamayız!

242

243

(Robespiyer) yine atıldı:

—Söz söyleyeceğim!

Her taraftan karşılık:

—Hayır, hayır, müstebid, sen söylemeyeceksin!

(Robespiyer) Meclis Reisine, kendi öz vasfiyle hitap etti:

—Kaatiller reisi! Son defa olarak söz istiyorum!

Yine söz alamadı. Mahvolmak üzere bulunduğunu kes-

tirdi. Sağ cenah mebuslarına dönüp onlardan imdat ister-

cesine bağırıp çağırırken, birden, dili tutulur gibi oldu ve

bu tutuluş hayatına mal olmaya kadar yol açtı.

Bir mebus bağırdı:

—(Danton)un kanı tutuyor! Yakalandı!

Başka bir mebus :

—Zulüm ve istibdadı sabit olan (Robespiyer)in tevki-

fini talep ederim!

Bütün Meclis bir ağızdan:

—Tamam! Reye konulsun!

(Robespiyer) bağırıyor:

—Ben ölüm isterim!

—Buna bin defa hak kazandın!

(Robespiyer):

—Ölüm, ölüm!

Müstebidin (o da mebus) kardeşiyle (Löba) isimli bir

mebus onu halkaladlar:

—Birlikte ölmek istiyoruz!

Yine bir mebus :

—Bir müstebidi devirmek ne de zormuş!

Mebuslar, ayak üstünde ve tam rey birliğiyle kararım

verdiler.

—(Robospiyer), kardeşi, (Löba), (Sen Jüst) ve (Ko-

non)un tevkifleri...

Jandarmalar hepsini birden Meclisten çıkarıp Umumî

Emniyet Komitesine götürdüler. Meclisi saran askerin başı

(Hanriyo) hiçbir şey yapamamış ve kapağı Belediyeye at-

mıştı. Onu Belediyeye tevkife gittiler. Bu defa o, gelenleri

tevkif ettirdi, ihtilâl efesi Belediye ne yapacağını şaşırmış

durumda... Millî Meclise isyan karan... Hemen kurulan bir

isyan komitesi... Reisi (Robespiyer) olacak... (Lüksenburg)

hapishanesine gönderilen (Röbespiyer)i, Belediyenin ihta-

riyle hapishane kabul etmiyor. Oradan alıp Belediyeye gö-

türüyorlar ve isyana reislik etmesini teklif ediyorlar...

—Hayır! Ben kanunsuz bir teklifi kabul edemem!

Artık besbellidir ki, müstebidin ruhu çökmüştür, isyan

bildirisini imza etmesi için eline tutuşturdukları kalemle

ancak isminin üç harfini yazabilmiş ve sonra kalemi dü-

şürmüştür.

Halkın ve Belediye şubelerinin de (Robespiyer)i koru-

makta isteksiz görünmesi üzerine (Konvansiyon) olanca te-

şebbüsü eline aldı. Belediyeyi bastılar ve bomboş bir salon-

da (Robespiyer)i, bir kurşunla çene kemiği parçalanmış,

yerde yatıyor buldular. Bir jandarma, çıkık ve sarkık kemiği

yerine oturttu. (Robespiyer)se ona, tarihin kaydedebildiği

son sözünü heceledi:

—Teşekkür ederim, oğlum!

Millî Meclis hâkim, Belediyenin boynu eğik, (Jakoben)

ler kulübü mühürlü ve (Terör) devresi sahnesinin perdeleri

kapanmakta...

Ertesi günü (10 Termidor) akşam 7.30a doğru, yaralı

çenesiyle (Robespiyer) ve arkasında 21 kişilik ekipi, giyoti-

nin başında...

Artık Büyük Fransız İhtilâli, son (Terör) istihalesinin

kapanışı neticesinde bitmiş ve yeni istihaleler boyunca (Na-

polyon)a kadar ulaşacağı bir iç kaynayış merhalesine ayak

basmıştır.

244

245

(NAPOLYON BONAPART) ve ...

GEÇDTLER

(Napolyon)a gelinceye kadar, (Terör) devrinden sonra

Büyük Fransız İhtilâlinin takip ettiği yol iki geçitten kıv-

rılır ve bu Korsikalı gözükara tipte krallık üstü krallığa,

imparatorluğa döner. Fakat (Napolyon)un misallendirdiği

imparatorluk, eski krallığın «yalınız Allaha karşı mes'ul

ve Rabbani lûtufla hükümdar» şeklindeki nefsanî imtiyaz

iradesine uzaktır, ihtilâlin çocuğu olan (Napolyon) impa-

rator ifade ve hâkimiyetini, yine ihtilâlden aldığı (elan

hamle gücü)yle muazzam bir aksiyona sarfetmiş ve sadece

(otorite) olarak kullanmış bir insan... O, belki delice ve

neticesiz rüyasını gerçekleştirmek için imparatordur; yok-

sa (klâsik) tipte bir kral olmak için değil...

Herkes (Napolyon)u büyük bir asker ve taşkın bir muh-

teris olarak tanır. Halbuki o, dünyayı dar gören ihtirası bir

tarafa, her şeyden önce bir hamle, hareket, davranış, yani

aksiyon sanatkârıdır ve bu sanatın içinde şüphesiz ki, as-

kerlik değeri de dahil... Bu bakımdan (Napolyon)un iktidar

yolunda belirttiği hamleler, herbiri kendi başına, ihtilâl

sanatı ve ruhiyatı bakımından birer şaheser...

Ona gelinceye kadar iki geçidi en kısa hatlarla hulâsa

edelim:

(Direktuar) ve (Konsülâ) devirleri...

Biraz sonra göreceğiniz hapishanede tek bıçakla intihar

eden bir sürü ihtilâlcinin belirttiği, yerine göre vahşi, ye-

rine göre fedakâr, fakat iyide ve kötüde dâvasına inanmış

ruh, sonraki devirlerde tereddiye uğramış ve ortalığı her

246

tarafın moda düşkünü züppeleri doldurmaya başlamıştır.

Sözde krallık taraftan, daha ziyade hırpani kılıklı (Terör)

vahşilerine aykırı, gayet şık giyinen ve misk kokusu sürü-

nen (Muskaden)ler... isimleri de misk kokusundan geliyor.

Peşlerinden (Enkruayabl - inanılmaz) ve (Merveyyöz -

harika kadın) tipleri... Krallık zamanının geri dönmeye

başlayan (estetik) ölçüleri... (Madam Talyen), (Madam Re-

kamye), (Madam do Stael)in, fikir, edebiyat ve politika

yuvası salonları...

(Biyo Varen) bu manzara karşısında ihtilâli telmih

,ederek istediği kadar haykırsın :

— Dikkat ediniz! Uyuyan arslan ölmüş demek değildir!

Cumhuriyetçiliği bir yüz karası, bir rezalet, bir saka-

-met gibi görenler ve bunu türlü züppe kılık ve edalarla

salonlarda ve lokallerde dile getirenler... (Mara)mn cese-

dini bile (Panteon)dan kaldırdılar. Artık (Robespiyer)in

nefsinden kinaye «Kaatiller Meclisi» diye andığı (Konvan-

siyon), hem (Terör)cüleri, hem de kralcıları sindirmek için

tedbir aramakta... Başıboş hürriyet telâkkisi dünyanın en

kanlı ihtilâlinden sonra ne demek olduğunu ve işi daima

(anarşi) ve parçalanmakta bitirmeye mahkûm bulunduğunu

göstermiştiı4.

Böyleyken akıtılan kan da durdurulabilmiş değil...

ihtilâl Mahkemesi devamda ve bu defa eski savcısı (Fukye

Tenvil)i hesaba çekmekte... Şu farkla ki, onun (Danton)a

verdirmediği müdafaa hakkına karşılık kendisine her türlü

nefs savunması imkânı bahşedilmiş... Fakat bu imkân, ben-

zerliğinin hemen bütün sefil ihtilâllerde görüldüğü, domuz

suratlı, ağzından marsık tüten bu insanlığın yüzkarası ada-

mı, kurbanlarının boynunu kesen giyotin satırından kurta-

ramamıştır.

Bir de (Baböf) belâsı... İsmi, plânı, çıkış ve varış nok-

talan tam bir tahlil ve terkibe bağlı olmaksızın ilk defa

ortaya çıkan (Baburizm), iptidaî bir sosyalizma, daha

doğrusu tohumluk komünizma hareketi... Tarihte ve hayli

eski devirlerde ufak - tefek çakıntılar gösteren bu fikir

hareketi, ilk defa (Baböf) vasıtasiyle meydan yerine dökü-

247

lür gibi oluyor; ve onun en canlı ıstırap ve sefaleti içinde

ele aldığı Paris amelesi, korkulu bir sınıf dayanağı belirt-

meye doğru gidiyor. Hadiselerin kıvrıldığı karmakarışık

yönler önünde şaşkın ve ne yaptığını bilmez (Terör) artık-

ları da bu mevzuda işçilerle el ele verme tamayülünü gös-

teriyor.

Bir de kıtlık!... Tamam!... Her şeyi en kolaycı tara-

fından gören ve istismar eden iştirakçilik fikrine meydan-

açılmıştır ve nakarat şudur:

İnsanlık boyunca hüküm süren tasarruf ve mülkiyet-

hakkının hesaba çekilmesi gerektir.

Bu fikir veya ucuz içgüdü, l Nisan 1795'de sert bir

harekete dökülmüştür. «Ekmek» lâfından başka, dâva üze-

rinde anlayışı olmayan karışık bir halk yığını (Konvansi-

yon)u çemberlemiş ve sesini yükseltmiştir:

—Erzak ve zahire fiatları düşürülsün! Krallık taraf-

tarlarına âmân verilmesin! Vatanperver baskı altından»

kurtarılsın!

Asker, Meclisi kurtarmış ve içeriden bu hareketi teşvik,

edenler tevkif ve örfî idare ilân edilmiştir.

İlk defa (laisizm) lâfının çıkması, hükümetin dine-

karşı tarafsız vaziyete getirilmesi — (laisizm) din düşman-

lığı değil, hükümet tarafsızlığıdır —, katolikliğin serbest

bırakılması, İhtilâl Mahkemesi karariyle zaptedilen mülk-

lerin sahiplerine iadesi...

Hadise kısa bir zaman sonra tekrar patlak verdi. Millî;

Meclise yine hücum... Bir mebusun öldürülmesi ve basınına

mızrak ucuna takılarak Meclis reisine gönderilmesi... Git-

tikçe büyüyen ve gelişen «ekmek» isyanı... (Muskaden-misk-

kokulu)lar âsilere has ekmekleri gösterip onları kızıştırıyor-

lar:

—Bakın; siz çamurlusunu bulamazken mebuslar ne-

yiyor! Mebus ekmeği bu!...

Üzerilerine gönderilen askerlerin kumandanı da âsi-

lere esir... Bin gayret, bin zahmet; çabucak asker yetişti-

rilmesi ve işçi semti (Sent Antuan) mahallesinin topa tutu-

lacağı ilâm... Korkan ve toplarını, topçularım, tüfeklerini

teslim eden (Baböf)cü âsiler... Bu, Paris halkının son isya-

248

nı... İhtilâl Meclisi, kralcıların ve ordunun yardımıyle kur-

tulmuştur!

Eski zihniyette mebuslardan bir çoğunun tevkifi, bir

kaçının firarı ve geriye kalanların da hapishanede, sıra

bekleyerek, teker teker aynı bıçakla intihan... Son (Mon-

tanyar)ların da temizlenmesi...

ݺ nereden başlamış, nereye dönmüş, ne hale gelmiş-

tir!... Bu defa ihtilâl kahramanlarına edilen muamele,

«insana ceza, işlediği cinayet soyundandır» hikmetince

öbürüne yakın bir (Terör)dür; ismi de «Beyaz Terör»...

Bütün Fransada, vilâyetlerde, her yerde, bilhassa (Eks),

(Tulon) ve Marsilyada destanlık vakalar... Marsilya üze-

rine yürümeye hazırlanan (Tulon) amelesine karşılık, kral-

cılara bir mebusun hitabı:

— Eğer silâhınız yoksa babalarınızın kemiklerini me-

zarlarından çıkarınız ve dinsiz barbarlara onlarla saldırınız!

Bir kalenin yüksek kulesinden uçuruma atılan ve sivri

kayalar üzerinde delik deşik, saplanıp kalan mahpuslar...

Ölülerin göğsünde «gömülmeleri yasaktır! Gömmeye kalkan

idam olunur!» levhaları... Marsilyadaki kralcılar da aynı

hareketi (Sen Jan) kalesindeki cumhuriyetçilere tatbik

etmekte...

«Beyaz Terör»le kralcılar intikamlarını aldı, fakat Kral-

lığı iade ettiremedi. Kırmızı (Terör)ün sona ermesiyle ke-

silmiş sayılabilecek ihtilâl yolu da bu sarp ve hep dönemeçli

yollardan geçerek, artık (komik) bir duruma düşen Üçüncü

İhtilâl Meclisi (Konvansiyon Nasyonal)in kapısını kilitleme

tarihi 26 Ekim 1795'e kadar uzandı.

Meclis muhafazasına memur birlikler içinde bulunan

(Napolyon Bonapart), gözünün önünde akıp geçen bu lev-

halar karşısında ne düşündüğü meçhul, henüz otuzuna bas-

maya birkaç senesi kalmış bir gençtir; ve rivayete göre,

bu defa Meclisi basmak sırası kralcılara gelince, topçusu

ve birliğiyle onları dağıtabilmek hünerini göstermiştir. Un-

vanı da «Başkumandan Yardımcısı»...

Kralcılar 200 kadar ölü verdikten sonra ricat ettiler ve

hemen ertesi günü Paris yine eski halini alıverdi. Tiyatro

249

lar, balolar, salonlar, (Muskaden)ler, (Merveyyüz)ler, (Enkr-

rayabl)ler, züppeler, ukalâlar, (dej enere) ler...

Bir Alman askeri mütefekkirin :

—Eğer Fransız ihtilâli olmasaydı (Napolyon) binbaşı-

lıktan emekliye ayrılırdı; ve eğer prens olmasaydı Büyük

Frederik tımarhaneye atılırdı.

Diyerek kaderinin cilvesine dokunduğu adam, şüphe-

siz, bütün Fransızlarla beraber inkılâbın, ruhuna üflediği

hızla kendi öz istidadını geliştirirken Yirminci Asra 5 yıl

kala Fransada (Direktuar) geçidi açıldı, onu 1799'da. (Kon-

sülâ) safhası takip etti; ve (Napolyon) ne olduysa 19 uncu

Asrın başında ve (Konsülâ) safhasının içinde oldu.

(Direktuar) geçidi kısaca çerçevelenebilir:

(Konvansiyon)dan çikan son anayasaya göre, eski Millî

Meclis yerine «500 ler Meclisi» ve 250 kişilik «ihtiyarlar

Meclisi»... ilkine girebilmek için 30, kincisi için de 40 yaş

gerek... icra heyeti, yani hükümet ise Meclislerce seçilecek

5 azadan kurulu (direktör)ler topluluğu... Onun için de

idarenin ismi (Direktuar)...

Cumhuriyetçi azgınların görüşü:

—(Direktuar), krallığı ihya gayretinde 5 müstebidin

idare mekanizmasından başka bir şey olamamıştır.

O devrede (Baböf) ve yakınları (Dart) ve (Boonaretti)

nin kurduğu gizli cemiyet... Ve şahsî tasarrufu kaldırmak

ve bütün mülk ve mallarda iştirakçiliğe gitmekte özleşen

basit bir program... Ama, kendisinden birkaç yıl sonra zu-

hur edecek ilk sosyalizma bayraktarı (Sen Simon)dan önce,

sosyalizmanın azmanı ve son durağı olan komünizmadan

ilk işaret... Bazı siyasî ve yıkıcılıkta cesur şahsiyetlerde,

(Bâböf)ü benimsedikterinden değil, (Direktuar)ı yıkmak is-

tediklerinden (Baböf)cülerle beraber... ilk komünistlerin

gizli kulübüne, sadece bir yağma ve servet düşmanlığı psi-

koloj isiyle bazı subaylar da girmiş bulunuyor.

(Direktuar) idaresi, bunların arasına soktuğu, yine su-

bay, bir (ajan) vasıtasiyle ihtilâl hazırlıklarım haber alıyor

ve gizli cemiyeti basıyor- Basmaya memur edilen (Napolyon

Bonapart)...

Paristen çekinildiği için (Vande) de muhakeme ve idam

kararı...

(Baböf) kendisini, zehirli baş giyotine sürülmeden han-

çerliyor, fakat öldüremiyor; başını koparma vazifesi yine

giyotine düşüyor.

işte, ölümünden 150 küsur yıl sonra Türkiye komü-

nistlerinin eserini tercümeye kalkarak takibata uğradığı,

etrafında bir sürü çekişmeye yol açtığı ve ilim perdesine

bürünmeye yeltendiği (Baböf)...

Ufak - tefek isyanlar... Krallık taraftarlarının bazı te-

şebbüsleri... Eski inkılâp ruhunun tavsaması, herkesin her

şeyden bezmesi... Ufunetli bir hürriyet havasının esmeye

başlaması... Meclislerle (Direktuar) arası ihtilâflar, «500 ler

Meclisi»nin basılması, (Direktuar)ın tahakkümü... (Napol-

yon)un Alp ordusuna tayiniyle önünde büyük bir zafer uf-

kunun açılması ve birden Fransanm en namlı askeri haline

gelivermesi...

(Napolyon) 10 Aralık 1797'de Parise geldi ve (Direk-

tuar) hükümeti tarafından o kadar parlak bir törenle kabul

edildi ki, edası Büyük iskender'e benzetilebilirdi. Nutuklar

çekti, inkılâbı güya övdü ve cumhuriyeti doğruladı; fakat

Fransanm saadetini daha başka ve iyi kanunlarla temellen-

dirmek gerektiğini söylemekten geri kalmadı. O zaman, ne

(Jakoben)ler, ne kralcılar; sadece askerî bir diktatoryadan

korkan (Direktör)ler, son askerî zaferlerin şişirdiği gene-

raller eliyle cumhuriyete darbe indirilmesi karşısında

irkildiler; ve Italyadaki zaferlerinden sonra bu ihtimali en

fazla yaşatıcı bu 28-29 yaşındaki generali ne tarafa süre-

ceklerini bilemediler. Kendisine en kibar salonların şeref

köşeleri verilen, adına madalyalar bastırılan ve manzumeler

düzülen bu genç generali, Ingiltereye karşı hazırladıkları

orduya tayin ettiler. Fakat (Napolyon) Paristen ayrılmadı ve

(Siyes)le birleşip bir hükümet darbesine girişeceği yolunda

Şayialar yayılmasına sebep oldu. (Napolyon) Mısır seferine,

(Siyes) ise Berlin elçiliğine sürüldü.

Hemen noktalayalım ki, (Napolyon)un askerî zaferleri

ve harp harikaları dâvamız ve mevzuumuz dışındadır. On-

251

lann hiçbiri üzerinde durmayacağız ve yekûn halinde mâ-

nalarını billûrlaştırmakla kalacağız- Asıl dâva ve mevzuu-

muz, onun korkunç aksiyonculuğunda, gözükaralığında, in-

sanları ve toplulukları göğüslemeyi bilmesinde, topluluklara

ait en ince ruh kanunlarını sezip ona göre davranmasında..

Bu bakımdan Mısır seferi, onun, ordu çerçevesinde bile

aynı karakteri göstermesi bakımından çok dikkat çekici...

Düşmanı İngilizlerin hâkim olduğu sularda deniz aşırı

sefer cür'eti... Yakılan donanmasına rağmen karada hâki-

miyeti ve şimal istikametinde fetih yollan açmaya davra-

nışı... Akkâ önlerinde mukavemet gördüğü için değil, ordu-

sunda veba çıktığı için dönmeye karar vermesi ve ordusu-

nun kurtulması uğrunda hasta askerlerini tereddütsüzce

zehirletmesi... Bu emri alıp da tereddüt eden ordu baştabi-

binin generale sözü:

— Ben, şu kadar yüz oğlumu, geriye kalan şu kadar

bin oğlum kurtulsun diye zehirletiyorum! Size ne oluyor?...

BEKLENEN

KURTARICI

Fransa'da (Direktuar) tam bir acz ve zaaf içinde. 1797

üçte bir seçimlerinde azgın cumhuriyetçilerin galebesi..

Seçimlerin feshi... Türlü irtikâp, ihtilas, rüşvet suistimal

hikâyeleri... «500 ler Meclisi»nin tahkikat komisyonu rapo-

rundan bir cümle :

«— idare şubelerinin hiçbir kısmı yoktur ki, oraya

ahlâksızlık, fesad ve irtikâp girmiş olmasın...»

(Asinya)lar, millî > emlâk, orduların erzak ve malzeme-

leri üzerinde yolsuzluklar... Yeni zenginlerin iğneleyici ta-

vırları ve buna karşılık (Baböf)çülerin sanki bu manzara

dâvalarının ispatıymış gibi hançerli gözlerle bakışları ve

fırsat kollayışları... Eski asiller zamanındaki âdet ve reza-

letlerin, misillerce artmış, avdeti... Balolar, maskeli fuhuş

oyunları, kumar, içki, eğlence... Kadınlar, daima olduğu gibi

büsbütün azgın... Eski İsparta kadınları gibi, giyinişleri

ince tülden sadece bir atkı... Ne haya, ve ölçü, ne de dinî

veya resmî herhangi bir (otorite)... Ve güya (Direktuar)

diktatör... Fakat zerrece hüküm, itibarı kalmamış olarak...

1798'de vaziyet büsbütün feci... Askerî basanlar da tersine

dönük...

Meclis (Direktuar)a çatar:

—Suç hep sende!..

(Direktuar) Meclise cevap verir:

—Kaballat doğrudan doğruya senin!..

(Teo-flântropi) isimli, bu defa insanı tannlaştırmaya

kalkıcı ve hemen tepelenen bir mezhep...

Neticede Meclislerin (Direktuar)a galip gelişi... Dış teh-

like karşısında yeni bir (Terör) devri açma gayreti...

Cebrî istikrazlar ve Fransa altüst... (Napolyon) Mısır'-

da çembere alınmış bulunurken, orduların Almanya'da kor-

kunç hezimeti; derken (Napolyon)un birdenbire Paris'te

zuhuru. '

Onun gelmekte olduğunu 13 Ekim 1799'da haber alan

Paris sevincinden çıldırdı. Sanki her şeyi düzelteyim der-

ken herşeyi dağıtan ve eski muvazenelerini de kaybeden

Fransa, kurtarıcısını beklemektedir. Tiyatrolarda, kahve-

hanelerde, meydanlarda, sokaklarda afişler, bağırmalar,

tepinmeler... Eski (Konvansiyon) âzasından (Buden) birden-

bire kalb sektesinden ölünce, sevincinden öldüğü rivayetine

kadar jımumî heyecan ve hassasiyet... Henüz gerçek yüzü

ve yönü belli olmayan bu generali, kralcılar da, cumhuriyet-

çiler de, kollarını açmış aynı ümit içinde bekliyor- Fransa

içinden, şimale doğru, Paris'e kadar eller ve başlar üzerinde

geçip Paris'e vardı. (Direktuar), böylesine saygı ve sevgi

toplayacağını önceden kestiremediği Kumandanı, ne bir

fâtihe mahsus eda ile iki büklüm, ne de ordusunu bırakıp

kaçmış bir kumandana göre haşin bir tavırla karşíladı. Sa-

dece ciddî, kaygılı ve meraklı bir duruş...

(Enstitü) kürsüsünden verdiği nutukta Mısır seferini,

neticesiz rüyalarının gözükara bir gerçekleştirme hamlesi

olarak değil de, sadece ilmî ve fennî terakkilere zemin açıl-

ması için yapılmış gösterdi. Mısır'a kadar onu, takip eden

253

252

ilim, fen, sanat ve tefekkür adamları asıl gayenin kamuf-

laj-maskeleme) unsurları... (Bertole, Lâplâs, Monj, Şaptal,

Kabanis, Jozef Şenye) gibi ilim ve fikir şahsiyetleri onun,

Fransa'yı düzenleyecek ve Cumhuriyeti rayına oturtacak tek

adam olduğuna inanmış...

Askerden ziyade sivile benziyor. Redingot giyiyor ve

kılıç yerine kuşağında bir yatağan taşıyor. Yaratılıştan sarı

benzi, Mıs½r ikliminin tesiriyle büsbütün soluk...

Zaferler devresinde herkesin takdirine mazhar eski

çavuş (Hoş), şimdi ölmüş bulunduğu bir tarafa, (Napol-

yon)a duyulan saygı ve güven önünde bir emir eri bile de-

ğil... Kendisine rakip olacak herkes idam edilmiş ve şimdi

o tek kalmıştır... Fransa deyince hatıra (Napolyon) geliyor.

Yine (Siyes)le anlaştı; ve tekrar zafer devresine giren

Fransız orduları ortaya yeni kahramanlar çıkarmadan ha-

rekete geçmeyi kafasına koydu. Büyük ihtilâlin başından

beri tanıdığımız ihtiyar (Siyes), genç (Napolyon)u, tasarla-

dığı yeni anayasaya silâhlı bir manivela halinde destek yap-

mak istiyor ve onun ne nispette bir «kendi başına kuvvet»

fikri beslediğim henüz bilmiyordu.

Bir gün mahremleriyle konuşurken demişti ki:

—• (Napolyon) ile birlikte hareket etmek isterim. Çünkü

o, askerlerin en sivilidir. Niyeti, beni ve bir üçüncü şahsı

içine alan bir (Konsülâ) idaresi kurmaktırn Âlâ!.. Fakat so-

nunun neye varacağını şimdiden görüyorum. Tez zamanda

(konsül)leri tasfiye edecek ve kendisi başta kalacaktır.

(Napolyon) ise, (Siyes)in bu sözlerini haber alınca gül-

müş ve:

— Temenni ederim, demişti; umarım ki bu görüş ge-

lecekten hayırlı bir işaret olsun...

İLK DARBE

Kendisine, niyet ve plânını bilen veya bilmeyen nüfuz-

lulardan bazı taraftarlar ve yardımcılar tedarikledikten

sonra harekete koyulmak üzere (ferma)ya geçti. (Siyes)in

254

"irtakım kelimelerden ibaret yeni anayasa projesine hiçbir

değer vermedi ve «netice elde edildikten sonra düşünülecek

iş!» diye başından savdı.

O, kelimelerden, hususiyle boş çekişmelerden tiksinen

bir adamdır. Akkâ önlerinde ordusunu berbad eden veba,

ruhunu, öyle sarsmıştır ki, kelimecilik illetine «veba» is-

mini takmış, Millî Meclisleri de «avukatlar meclisi» diye

çerçevelemiştir. Bazı avukatlara ve umumiyetle avukatlığa

hâs lâf hamaratlığından iğrenir, sözü sadece aksiyonun bir

vasıtası bilir, gayet az konuşur ve «iş, iş, iş!» diye çırpınır.

Şahsiyetinin ana damarlarından biri de budur.

(Napolyon)un bu ilk, devleti toslama teşebbüsü, tam

da gürültüye giderken, gürültüye getirmek şeklinde oldu.

Tam hezimet noktasından zafere sıçrayarak... Bu gibi oluş-

larda kaderin harikulade ince cilvelerini, insan, adetâ gö-

ziyle görmüş gibi olur; bütün cüz'î iradeleri havanında

tuz-buz eden küllî irade karşısında hayran kalır ve insan-

oğlunun, aslında, mutlak aczden başka bir şey olmadığım

bir kere daha anlar.

(Napolyon Bonapart) Paris ve civarı garnizonunun ku-

mandanıdır; kardeşi mebus (Lüsyen Bonapart) da yine (Na-

polyon)a bir itibar nişanesi olara{ «500 ler Meclisi»nin

reisi... Her iki Meclis de, Parisin kargaşalığından uzak kal-

mak ve nü&uz merkezini daha salim bir noktaya çekmek,

şehirden kaydırmak için, Paris yakınlarında (Sen Klû)ya

nakledilmiştir. Toplandıkları şatonun içi ve dışı askerle

dolu...

Darbenin ismini veren (18-19 Brümer) günü, (Napol-

yon); yanında birkaç subay, bir gün önce nakledildiği için

henüz yerleri bile ısıtılamamış Meclisin karşısına dikildi.

Bu «Dhtiyarlar Meclisi»... Konuşuyor:

—Fransayı nasıl bıraktım ve nasıl buldum?!. Nereden

geldik, nereye gidiyoruz?!. Her şey, başını almış tereddiye

gidiyor! Hürriyet, eşitlik ve muvazeneyi kurtarmak için

ciddi ve şiddetli tedbirler almaya muhtacız!

Bağırmalar:

—Ya anayasa ne olacak?

255

Cevap :

—Her tarafı sökülmüş, yırtılmış bir anayasa Fransayı

kurtaramaz!

Yerici tezahürler...

(Napolyon) öfkeyle «ihtiyarlar Meclisi»nden çıkıp «500

ler Meclisi »ne dalıyor.

Meclisten sesler geliyor:

—Bizim için ya anayasa, ya ölüm! Süngüler bizi kor-

kutamaz! Birer birer kürsüye çıkıp anayasaya yemin edelim!

(Napolyon), bir elinde şapkası, öbür elinde kamçı, Mec-

lise girdi Arkasında, uzun boylu ve iri - yarı 4 (grenadye)

11IJI eri... Kısa boylu (Napolyon), bunların arasında, 5 mumlu

bir şamdanın yarı yarıya yanmış orta mumu gibi duruyor.

Benzi sapsarı ve hali çok yorgun... ݺte, bir ihtilâl ve aksi-

yon adamının hamle ânında bilhassa üzerinden atmas ge-

reken hâl... îlk başarısızlığı da bu hal yüzünden...

Bu hal hemen karşı tarafa kuvvet ve cür'et verdi' ve

sesler yükseldi:

Konuşturmayınız! Yere batsın diktatör!

—Kanun dışı, kanun dışı!

—Fransayı kendin zaptetmek için mi düşman ordula

r mı yendin?

—Kanun dışı, Tevkif, tevkif!

(Napolyon)un kardeşi reis (Lüsyen), eli kampanada,

çırpımr, tepinirken, beriki asabiyetle döndü ve salondan

çıktı.

Kulaktan kulağa haber cereyanı:

—(Napolyon)u «500 ler Meclis»nde hançerlemişler!...

içeride kıyamet kopar ve (Lüsyen Bonapart) reislik

cübbesini çıkarıp at#r. Curcina... (Napolyon), arkasında

manga manga asker, salona girdi. Metin adımlarla yürüdü

ve birden susup, bu âsi generalin ne yapacağına bakan me-

buslara hitap etti:

—Hepinizi tevkif ediyorum!

ilk hezimet dönemecinden sonra geriye kıvrılıp birden-

bire kendisine gelen, asıl şahsiyetini bulan (Nopolyon), in-

san ruhiyatının en ince noktasını keşfetti ve işi en yüksek

perdeden aldığı için zaferi kapabilmiştir. Hattâ biraz evvel

salondan çıkınca avluya çıkıp atına binmiş ve heyecanından

at üstünde tutunamayarak yere düşmüştür- Sonra yine to-

parlanmış ve askere haykırmıştır:

— Arkamda mısınız? Sonuna kadar beraber miyiz?

—Arkandayız! Sonuna kadar beraberiz!

Ve «Kaatiller Meclisi» artıkları, süngülerin ucuna ta-

kılmış ve boş çuvallar gibi dışarıya atıldı.

«Dhtiyarlar Meclisi»ne de, kan yerine mürekkep sızdıran

süngü ucuyla yazdırıldı:

—(Direktuar) kaldırılmıştır. Üç kişiden kurulu bir

(Konsülâ) idaresi kabul edilmiştir. Meclislerin toplantısı

belirsiz bir tarihe ertelenmiştir.

Her şey ,tam öleceği zaman dirilen ve son kozu oyna-

maktaki avantajı kestiren (Napolyon)un gözükaralığı se-

bebiyle elde edildi; (grenadye) askerleri de, (Sayira! - Her

:şey iyi olacak!) şarkısını söyleyerek, cumhuriyeti kurtarmış

oldukları hayaliyle Parise döndüler.

ÜÇ (KONSÜL)

BDR İMPARATOR

Bu üç (Konsül) zaten 3 kişiden kurulu (Konsülâ)mn

(Napolyon), (Siyes) ve (Ruje do Ku)dan ibaret âzası de-

ğildir. Evvelâ geçici (Konsül), sonra 10 sene müddetle aslî

(Konsül), daha sonra da ömür boyu daimî (Konsül) sıfa-

tiyle onun (Konsülâ) geçidinde üç oluşunun ifadesi... Ve

hepsinde Birinci (Konsül)... Gerisi malûm...

(Konsülâ)nm «muvakkat - geçici» olarak ilânı, millette

yine geçici bir hayretten başka bir tepki doğurmadı. ݺçi

sınıfı, bütün kuvvetleri ellerinden alınan halk hâkimiyeti

taraftarlarım müdafaa etmedi. (Burjuva)lar ve büyük ser-

mayedarlar ise memnun... Eski ihtilâl (potansiyel)i çok

düşük... Vilâyetlerde ufak - kımıldanışlar ve hemen bastı-

nlış...

Muvakkat (Konsülâ) 40 küsur gün idareyi elinde tuttu.

256

ihtilâl/17

257

Başta (Konsülâ)nın reisi üç azadan birinin nöbetleşe gelip

gitmesiyle olurken meşhur (Konsülâ) Anayasası her şeyi

değiştirdi ve (Napolyon)u Fransamn tek başına sahip ve

hâkimi kıldı- (Napolyon) artık, ilk devresinde de gizli gizli;

«birincisi» rolünü oynadığı (Konsülâ)nm resmen başı ve

Birinci (Konsülü)dür; ilk iki arkadaşını Senato âzalığınaî

sürmüş ve yanına iki güvenilir (piyon) seçmiştir.

(Konsülâ)mn vazife müddeti de 10 sene... '

Yeni Anayasanın 41 inci maddesi:

«— Birinci Konsül, kanunların icra mevkiine konulma-

sını emreder. «Devlet Şûrası - Danıştay» azasını, nazırları,

sefirleri ve öbür yüksek memurları, ordu erkânını, mahke-

melerdeki hükümet komiserlerini nasb ve azleder.»

42 nci madde :

«— Hükümet kararlarında ikinci ve üçüncü (konsül)

ler ancak danışma derecesinde rey hakkına sahiptirler. Bun-

lar karar defterini imza ve gerekirse kanaat ve mütalâala-

rını kaydederler. Fakat nihaî hüküm ve karar Birinci (Kon-

sül)ündür.»

Kanun değil; vatan, millet, hürriyet, muvazene, mu-

rakabe gibi aldatmaca garanti unsurları içinde en sert bir

diktatörlük sicili...

Kanun, gayet hileli şekilde milletin tasdikine sunuldu;

bazı yerlerde reye konurken bazı yerlerde bekletildi, böy-

lece (Napolyon)a her yerle ayrı ayrı ve parça parça meşgul

olmak imkânı sağlandı ve daha iş neticelenmeden 19 uncu

Asrın başlamasına birkaç gün kala bir «oldu-bitti» halinde

yürürlüğe geçirildi.

Bu (strateji) ve (taktik) yoliyle kazanılan zafere de

(Napolyon)un ikinci darbesi denebilir.

(Napolyon) bu 'anayasayla açtığı yarayı hemen birtakım

iç ve dış meselelerdeki ıslah teşebbüsleriyle sarmayı' bil-

di; böylece milletçe doğrulanmadan yürürlüğe koyduğu

diktatörlük fermanını el çabukluğuna getirmek, yani yut-

turmak hünerini gösterdi.

Şu tablo, 1799 Anayasasını ve (Napolyon)u, bütün içyüz-

leriyle gösterir:

258

Bir memur, Belediye dairesi önünde toplanan kalaba-

1 lığa Anayasayı okuyor. Memur kısık sesli ve kalabalık o

kadar boğucu ki, hiçbir şey anlaşılmıyor. Bir kadın, yanın-

daki bir kadına dert yanıyor :

—Yazık; hiçbir şey işitemedim!

—Bense tek kelime bile kaybetmedim.

—Öyleyse ne var Anayasada?...

—Tek kelime: (Napolyon)!...

Basına, tiyatroya (sansür)... O zamana kadar geçirdiği

l' de hayata karşı, şimdi (Napolyon), haşmetli bir hükümdar

edasıyla (Tüileri) sarayında...

Mevkiini kuvvetlendirmek için, yeni askerî zaferlere

muhtaç... Kumandan sıfatıyla değil de, güya seyirci olarak l

katıldığı, fakat bizzat idare ettiği (Marengo) muharebesi ve

büyük zafer...

Nihayet, hilelerinin, yahut fırsatlardan faydalanma sa-

il- natının en parlak örneği... Birinci (Konsül)e suikast, hikâye

veya vakıası... 19 uncu Asrın 24 Aralık akşamı Operaya gi-

' derken yakınında bir arabaya konulup patlatılan barut fı-

çısı... 4 ölü, 60 yaralı; fakat (Napolyon)a bir şey yok... Güya

kralcılar yapmış... Fırsat bu fırsat... Kralcılar yerine hürri-

yetçiler ve cumhuriyetçilerin tepesine inen balyoz... Ve aynı

havadan faydalanılarak halk reyinden geçirilmek yoliyle (Na-

polyon)un ömür boyunca Birinci (Konsül) ilân edilmesi...

Derken bu vaziyetten de istifade ve ihtilâlden beri beşinci

olarak bir anayasa tertibi... Artık kendisinden sonra maka-

mına geçecek olanı tayin selâhiyetine de maliktir ve bütün

Fransa, icraî ve teşriî teşkilâtiyle avucunun içindedir, ismi

de artık «Vatandaş Bonapart» değil, sadece ve heybet-

lice (Napolyon)... Sarayı, en kurnaz ve tesirli mabeyn adam-

lariyle dolu, fakat tek hâkim daima o... Senato, elinden ko-

parılıp alınan haklarına şükran(!) mukabelesi olarak, salo-

nuna (Napolyon)un mermerden büstünü oturtuyor ve böy-

lece haysiyetsiz ve şahsiyetsiz esirlik (pşikoloji)sinin âbidesi

dikmiş oluyor.

Napolyon) kralı çoktan aşmış, fakat sıfatım henüz

isimlendirememiştir- İsimse kolay; imparator... Her şey

259

hazır bir binanın kapısındaki levhayı silip yenisini yazmak-

tan ibaret...

Kralcıların kurduğu ve harakete hazırladığı gizli cemi-

yeti ezdikten ve (Dük d'Angen)i Almanyadan kaçırtıp (Ven-

san) şatosunun hendeklerinde kurşuna dizdirdikten sonra

her şey tamam... Gereken Meclis mühürleri basıldıktan ve

alt tarafı millete imzalattırıldıktan sonra:

— Yaşasın Fransızların İmparatoru!...

İMPARATOR

Bu, kısa boylu, soluk benizli, saç perçemi alnına düşük

eli yeleğinin düğme yerinde, az konuşan ve söze kumanda-

dan başka pek yer vermeyen garip adam kimdir, nedir ve

hayalinde nasıl bir dünya yaşatmaktadır?

Okuduğu askerî mektepte notlan zayıf ve şahsiyeti si-

lik gösterilen bu adam... 20 yaşlarında idrak ettiği ihtilâl

boyunca hiçbir fevkalâdelik gösterememiş olan bu adam...

Biraralık öz memleketinde hiç bir şey olamayacağı hissiyle

Türk ordusunu Islah için Türkiye'ye, olamayınca da onun

düşmanı ülkeye el açmış olan bu adam...

İmparator oldu; imparatorluğunu Fransız İnkılâbının,

kaynağını inkâr etmeyen zabıtası ve (otorite)si şeklinde

heykelleştirdi. Tosladığı ülkelere hürriyet ve medeniyet gö-

türdüğü iddiasını asla elinden ve dilinden düşürmedi; fakat

bütün bunların sonunda öyle mecnun bir ruh haleti belirtti

ki, sadece harp için harp, ihtilâl için ihtilâl, darbe için dar-

be ihtirasından ilerice hiç bir gaye temsil edemedi. Onun,

1812 Moskava bozgununa kadar, hemen hepsi imha netice-

siyle biten harplerini, dünyayı tek bir devlet ve Fransa'yı

bu devletin bir parçası, bir eyaleti farzedecek olursak top-

yekûn ve ilk safhaları muzaffer bir ihtilâl kabul edebiliriz.

Halbuki içtimaî bir bünyenin kendi içinde şahlanışı ve ken-

disini yeni bir oluşa zorlaması diye tarif edebileceğimiz ih-

tilâl, mahiyeti bakımından elbette ki,(Napolyon)un harple-

260

rine izafe edilemez. Ama onun ihtilâl cinnet ve şehvetini

ifade de mahrem ve hususî mânalar arzeder. ݺte (Napol-

yon) bu bakımdan, bizim ve mevzuumuz için değer ifade

eder.

Bütün hayatı öyle bir dinamizrna içinde geçti ki, Fran-

sa'da, türlü kanunlardan türlü tesislere kadar nice (statik)

eserler halinde büyük bir inşa sahibiyken, bütün şahsiyeti-

ni (dinamik) cephesinde topladı.

Kendisine, harp plânlarım nasıl yaptığını soran birine

verdiği cevaba bakınız:

— Ben hiç bir defa plân yapmadım ve yapmam. Vazi-

yeti bir bütün halinde ve bir anda kestirdikten sonra, anla-

rın gereklerine göre davranırım.

ݺte, dehânın ifadeside budur; ve bu hali, 20 nci Asır

felsefesinin en yüksek basamağı (Hanri Bergson), türkceye

«hads» di}'e tercüme edilen (entütisyon), tek kelimeyle seziş

melekesi olarak göstermiştir.

Bu melekenin (Napolyon)a idare ettirdiği ve mevzuu-

muzun dışında oldukları için hikâyelerine lüzum görmedi-

ğimiz harplerdir ki, olup bittikten sonra kanun ve kaidele-

rini (statik) kafalara göstermiş ve herbiri harika çapında

askerlik ilmine temel kurmuş^ hatta ana prensipleri bunca

silâh terakkisine rağmen hâlâ değişmemiştir. Görülüyorki,

başta aksiyon sanatkârı diye takdim ettiğimiz (Napolyon),

askerî dehâsını da bu mizacının bir şubesi halinde yürüt-

müş, fakat en ziyade bu sahada göze göründüğü için, üni-

forma dışı aslî ve merkezî cephesiyle gözlere gösterileme-

miştir.

O, harplerini, ruhundaki bu aksiyon fışkırışı zevkiyle

yaparken zaferlerinin bahşişini ordusuna serper ve yurdu-

na gönderir. Şajhsen bunlara düşkün değildir. İtalya'nın,

bugün (Lûvr) müzesini dolduran bütün sanat şaheserleri

ve çuval çuval altunu Fransa'ya aktarılır. Nerede ve nadide

insan yapısı olarak taşınabilir ne bulunursa fetih hakkı ifa-

desiyle Fransa'nın...

(Napolyon), herbiri kendisininkinden kuvvetli düşman

°rdularına saldırıp birleşmelerine imkân vermeyen bir hız-

261

la onları ayrı ayrı ezerken belki büyük bir kumandan, fa-

kat ancak (Anibal)in tırmanabildiği, (Alp)leri aştığı sırada

askerlerine telkin ettiği şevkle daha büyük bir aksiyoncu-

dur.

Onu (Sezar) ve iskender'le kıyaslayan, yakın çevresin-

den Kont (Lâs Kaz), hatıralarında şöyle diyor:

«— Onun dehâsı, gece ve gündüz, istirahat ve şahsî

hayat diye bir şey tanımadı. O daima meydana getirdi, ihya

etti, düzeltti, temelleştirdi, güzelleştirdi. Kralları tayin, taht-

ları tevzi, kanunları tespit etti. Ve kendisinde, harp ada-

şahsiyeti içinde, büyük idareciyi, fatihi, kanun koyucu-

sunu hayranlıkla seyrettirdi.»

Ve dağılmış Fransız milletini harikulade bir nizam

içinde sımsıkı yekpareleştirdiğini ve inkılâba gerçek mey-

vesini idrak ettirdiğim kaydedip onu (Sezar) ve iskender'in

üstünde görüyor. Bizse (Napolyon)a böyel bir fikrî dehâ at-

fetmeksizin, onu sadece, ruh âleminden iptidaî bir madde

halinde bütün hamle ve dâva sahiplerine örnek bir aksi-

yoncu kabul ediyor ve Türk gençliğine, ilerideki vazifeleri

bakımından ders alınacak bir misal diye takdim ediyoruz!

(Napolyon) un bilmeden ve bir dünya görüşüne bağlaya-

madan yaptığını, aynı yapıcılık kudretiyle, bilerek ve en

büyük dünya görüşü yolunda plânlıyarak yapacak kahraman-

lara yataklık edici bir gençlik...

O...

Mısır seferinde, ne yalancı tarafından gösterdiği islâm

muhabbetiyle, ne de düşmanı İngilizlerin hâkim bulunduğu

denizleri aşıp çıktığı topraklardaki zaferiyle mühim... Ne

siyasette kahraman, ne de askerlikte eşsiz... O, Akkâ kalesi

önünde uğradığı veba belâsına karşı, gözyaşlarını buhar ha-

line getiren bir iç yamşiyle hasta askerlerini zehirler, veba-

lıları korkusuzca eliyle okşarken asıl (Napolyon)dur.

Moskova bozgununda, kardan bembeyaz bir sahra üze-

rinde, beyaz atının sırtında geriye çekilirken, kara uzanmış,

donmak üzere bir nefer görüp atından inen, ısıtıcı bir mad-

de dolu matrarasını neferin açık ağzına diken ve aynı nefe-

rin gözünü açıp imparatorunu görür görmez selâm vaziye-

tinde öldüğüne şahit olan (Napolyon)... Asıl (Napolyon)...

262

Hıyanetine armağan olarak kendisine İsveç tahtı verilen

(Bernadot)un, (Vaterlo) seferinde (Napolyon)a karşı tertip-

lenecek plân mevzuunda müttefik ordular kumandanlarına:

—Siz ne diye, güya ilmî, fakat boş plânlar peşinde ko-

şuyorsunuz? Ben (Napolyon)un generaliyim ve bu sıfatla

hepinizden üstünüm! Taarruzunuzu öyle bir noktadan yapa-

caksınız ki, (Napolyon) oraya uzak yerde bulunsun... Yoksa

bir bölüğün başında olsa, o bölüğü yok edebilir, fakat yara-

mazsınız!

Diye anlattığı (Napolyon)... Asıl (Napolyon)...

Ve her şeye rağmen, her büyük aksiyoncu ve cemiyet

mimarında olduğu gibi, bellibaşlı bir ahlâk, nizam, prensip

ve disiplin şiirine tutkun (Napolyon)...

Bakınız:

Kendisini harplerde, çadırının eteğinde, sarayında ve

nihayet son menfası (Sent Helen) de gölgesi gibi takip et-

miş, sadakatte efsane çapında bir oda hizmetçisi vardır. Bu

adam (Napolyon)a bunca bağlılığına mukabil hiçbir şey bek-

lemez; yalınız tek ve mahcup bir emel besler: (Lejyon

d'Onör) nişanının icatçısı efendisinden, en aşağı rütbede,

tenekeden bile olsa bir madalya arzulamakta ve ona yıllardır

bir türlü malik olamamaktadır. Şu var ki, bu arzusunu açığa

vuramıyor, bir türlü belirtemiyor.

Bir gün, bir merasime katılmak üzere ayna karşısında

sırmalı ceketini giydirdiği imparatora mahzun mahzun ba-

kıyor. Aynadan bu hali farkeden İmparator, sadik uşağına

soruyor:

—Neyin var; çok üzgün görünüyorsun?

—Hiç efendimiz; huzurunuzda kimse üzgün görüne-

mez...

—Söyle, söyle; mutlaka bir derdin var!...

—Söyleyeyim efendimiz; bunca yıldır hizmetinizdeyim...

En küçük madalyaya olsun, hâlâ hak kazanamadım. Bunun

için üzülüyorum!

(Napolyon) gülümsüyor ve aynadan, uşağına cevap ve-

riyor:

—Hayır, çocuğum, ben sana onu veremem! Nişanları

263

Fransaya hizmet edenlere veriyorum. Sense benim şahsıma

hizmet ediyorsun!

Böylece, şahsına olan hizmeti, Fransaya hizmetten ayı-

rabilen (Napolyon)...

Tarihte ve binbir millet içinde, vatana hizmeti, kendi

sofralarına, nefsaniyetlerine ve hak dışı buyruklarına baş

eğmek diye kabul ettiren tipleri düşünecek olursak ürperi-

riz.

BÜYÜK AKSDYON VE ÖTESD

(Napolyon)un en büyük aksiyonu, felâket yolunu açmış-

olmasına rağmen, Elbe adası menfasından kaçıp Fransa kı-

yılarına çıkar çıkmaz, Fransayı ve krallık ordusunu tek ba-

şına zaptetmesidir. Yakınlarından (Kont do Lâs Kaz)ın «ta-

rih boyunca görülmemiş bir harika» diye vasıflandırdığı bu

hadise, gerçekten, ölü noktayı dönmek üzere aksiyon denk

pervanesinin nasıl itilmesi gerektiği hususunda çok büyük

ders...

Moskova, peşinden (Lâypzik) bozgunu... 500.000 lik «Bü-

yük Ordu»nun Rusya, Almanya, Fransa arası toprağa ekili-

si... Fransada krallık, Viyanada kongre... Avrupa, nizamını

altüst eden adam, nihayet ağa düşürüldükten sonra kendisi-

ne yeni bir muvazene aramakla meşgul... Kuvvet derecesi

hâlâ anlaşılamamış olan (Napolyon)un nispeten serbest şart-

lar altında Elbe adasına nefyi... Sene 1814... Avrupaya sığ-

mayan adam, şimdi, vatanı Korsika'nın doğusundaki, Elbe

isimli küçücük İtalyan adasında...

Yanında birkaç yakını, takavâri bir teknecik içinde ada-

dan kaçıyor. Boz renkli harp kaputu sırtında ve sağlı sollu

uçlarîyle tersine döndürülmüş bir tekne biçimli siyah, şap-

kası başında... Elinde dürbün, kıyıları incelemekte... Uygun

gördüğü bir yerde karaya çıkıyor. İlk işi, o taraflardaki kü-

çük bir askeri garnizonu ele geçirme teşebbüsü... Ne garip-

tir ki, biraz sonra, üstüne yürüyen koca bir orduyu zapte^

decek ve peşine takacak olan bu adam o küçücük garnizonu

eline geçiremiyor. Yeni Kralla eski İmparator arasında ne

yapacağını bilemeyen garnizon kumandanı, ona düşmanca

davranmıyor ama teslim de olmuyor. Ve (Napolyon) hiç tın-

madan, başını aldığı gibi şimale, Parise doğru yol almaya

başlıyor.

Elbe'den ayrılışı ve Fransaya çıkışı haber alınır alın-

maz, bu tek adam üzerine tertiplenen bir orducuk... Ordu

şimalden cenuba, (Napolyon)sa cenuptan şimale doğru iler-

liye dursun... (Napolyon) vaziyetten ve kendisini yakalamaya

memur bir ordu çıkarılmış olduğundan haberli...

Yakınlarından biri hâtıralarında yazıyor:

—Ne yapıyorduk, nereye gidiyorduk, ne yapabilir, ne-

reye gidebilirdik?... Koca bir krallık kuvvetine, birkaç kişi,

nasıl karşı durabilirdik?... Kıskıvrak yakalanacağımız mu-

hakkak olduğuna göre ondan sonra halimiz nice olurdu?

Ve devam ediyor:

—Kendisi bize hiçbir şey söylemiyor, en önde ve başı

önünde yola devam ediyordu. Her halde bir düşündüğü

vardı ve fikri bizden gizliydi. Belki de biz o düşünceye eri-

şemezdik. Elbette bu işde bir hikmet vardır, dedik ve inan-

dığımız adama güven gösterip, peşi sıra gittik.

Aynı ray üzerinde birbirine doğru yol alan ve biraz sonra

çarpışacak olan iki tren sanki...

Nihayet kral kuvvetlerinin öncüleri görünüyor. (Napol-

yon), adamlarına bir kaya parçasını gösterip arkasına sak-

lanmalarını emrediyor; ve kendisi, sırtında imparator üni-

forması, hızla atım sürüp öncülerin önüne düşüveriyor.

Askerler hayret ve dehşette...

Karşılarında, tek başına İmparator...

Böyle anlardaki ruh boşluklarını ve onları bir darbede

dolduruvermekteki avantajı çok iyi bilen (Napolyon) öncü-

lere haykırıyor:

—Toplanın, toplanın, toplanın!

Hiç kimse .hiçbir tepki gösteremeden toplanmaya, sı-

kışmaya başlıyorlar.

İkinci emir:

264

265

—Üstünüz nerede?... Subayınızı bulup getirin!

Bir teğmen görünüyor ve asker dalgaları toplanmakta

devam ediyor. Teğmen de dehşet içinde ve eli şapkasında,

selâmda...

—Daha yüksek bir üstünüz! Çağırınız!

Nihayet (Vaterlo) savaşında 15 dakika geç uyandığı için,

kader gereğince Avrupanın istikbalini değişmekten koruyan

ve (Napolyon)a harbi kaybettiren general, o zaman albay,

(Grüşi) görünüyor.

(Napolyon) atından iniyor, bir kaya tümseğinin üstüne

çıkıyor ve en yüksek sesiyle tane tane söylüyor:

—Fransız askeri! Sen benim eserimsin! Yanağındaki

yara izinden ayağındaki postala ve yüreğini dolduran ordu

ve hamle aşkına kadar benim eserim...

Ve iki eliyle ceketinin düğmelerini kopararak göğsünü

açıyor:

—içinizde İmparatoruna kurşun sıkacak varsa buyur-

sun! ݺte kalbim!

(Napolyon)un, gerçekten tarihte ve benzerleri arasında

eşsiz olan bu davranışını büyük tarihçi (Misle) kıymetlen-

dirsin:

«— İnsan bu kadar gözükara ve kendinden emin olunca

meydana iki şey gelir: Ya yüzlerce kurşunla delik deşik olup

toprağa serilir, yahut (yaşasın İmparator!) sesleriyle başla-

rın üstüne çıkar. İkincisi oldu ve (Napolyon) kendisini tut-

maya gelen ordunun başına geçip Paris üzerine yürüdü.»

O zamanki Paris basınının, «alçak»dan başlayıp «aziz»

kelimesinde biten ve her basamakta ton değiştire değiştire

giden sesi:

«Alçak, Elbe'den kaçtı!»

«Hain, Fransa kıyısına çıktı!»

«Sefil maceracı, bir garnizonu zorladı, ama hiçbir şey

elde edemedi!»

«Mecnun, üzerine yürüyen orduya doğru ilerliyor!»

«Ne o? Orduda bir kaynaşma, düşük İmparatoru alkış-

lama!...»

«Dnanılacak şey değil, İmparator ordunun başında...»

«Dmparator Paris yakınlarında... Fransaya şerefini iade

etmeye geliyor!»

«Büyük askerin etrafında bütün Fransa birlik...»

«Yaşasın aziz İmparator!»

ݺte her çağda ve her tarafta, umumiyetle samimiyet-

sizlik çığırtkanı basın bu olmuştur. Aynen, hak uğuruna

değil, menfaat uğruna avukatlık edenlerin hali...

100 günlük saltanat... (Vaterlo)... Korkunç bozgun...

Bu bozgun üzerinde büyük bir Alman askerî mütefekkiri

generalin kıymet hükmü:

— (Napolyon)un hemen hepsi imha hareketiyle niha-

yetlenen harpleri arasında fikir ve idare bakımından en

mükemmeli (Vaterlo)ydu. Onda da kaybetti.

Kader tecellilerini göstermek bakımından ne harikula-

de teşhis... Ya (Grüşi) 15 dakika geç uyanacak ve tutma-

ya memur olduğu nokta Alman generali (Blüher) tarafın-

dan ele geçirilecek, yahut bugünün tankları mevkiindeki

o meşhur (Napolyon) süvarisi kolordular çapında batak-

lığa saplanacak; şu olacak, bu olacak ve başta kazanılır

gibi olan harp sonunda müthiş bir hezimet halinde kaybe-

dilecektir. Kader böyle gerektirmektedir.

Bütün ömrünce nabzı dakikada 35-40'ın üzerinde atma-

mış ve:

«— Kalbimin attığını hiçbir zaman duymadım!»

Demiş olan (Napolyon), sapsarı benzi kireç renginde,

manzarayı bir tepeden seyretti ve .artık mahvolduğunu an-

ladı. Bir araba içinde, aynı kireç rengi yüzle Parise döndü,

tahtından feragatini imzaladı. (Manş) kıyılarına uzanıp, ora-

dan bir İngiliz gemisine geçti ve «düşmanlarım arasında en

asîli» dediği İngilizlere teslim oldu.

(Viktor Hügo)nun:

Yarın...

Yarın yanan Moskova,

Yann (Vaterlo),

Yann mezar...

Mısralanna uygun, ilk mezarını, okyanusun unutulmuş

bir adası (Sent Helen)de aramaya gitti.

266

267

Yanında, sadık oda hizmetçisinden başka, kanlariyle

beraber en yakınları (kont), (prens) vesaire, birkaç dostu-

nun bulunduğu bu adada (Napolyon) tam 6 yıl, sinsi ve

zalim İngiliz valisi tarafından her gün biraz daha daraltılan

bir çember içinde, eridi, ufalandı, törpülendi, yıkıldı, gitti.

1821 yılı ilkbaharında bir akşam üstü, aylarca gözleri-

ni bile kırpacak kudretten mahrum şekilde yattığı yata-

ğından doğruldu, başucunda nöbet bekleyen yakınının üze-

rine yürüdü, iskelet parmaklariyle onun boğazına sarıldı;

İmparatoruna karşı kendisini koruyamayan adamının hırıl-

tısı üzerine içeriye koşuşanlara deli gözlerle baktı, doğ-

ru yatağına gidip uzandı ve şu son iki kelimeyi söyleyip

öldü:

«— Baş... Ordu...»

Bu harika adamın ölümü de harika oldu ve bu tarafları

mevzuumuzun dışında bulunan bu harika adamdan insan-

lığa ve gerçek inkılâplara kanaatimizce yalınız şu ders kaldı:

İnsan ruhiyatına tepeden inme nüfuz sanatı içinde üs-

tün cesaret ve gözükaralığın büyük imtiyazı...

19. ASIR

İHTİLÂLLERİ

VE MASONLUK

(Napolyon)dan sonra Fransada ihtilâller, 1830, 1848,

1851, 1870 tarihlerinde olmak üzere dört tane... 1830 İhtilâli

Fransa tahtından (Burbon)ları düşürüp devleti (Lûi Filip)

koluna geçirme, 1848 ayaklanışı Cumhuriyet şekline dönme

ve (Napolyon Bonapart)ın yeğeni (III. Napolyon)u Cumhur

reisliğine getirme, 18Ş1 davranışı devleti tekrar İmparator-

luğa çevirme, 1870 hamlesi ise artık Cumhuriyet şekli içinde

yerleşme hareketlerinden ibarettir; hemen hepsi bir - ikisi-

nin kanlı olmasına rağmen küçük darbeler çapındadır ve

eserimizde yer alabilecek mahiyette değildir.

19. Asırda Fransada modalaşan ve gıdasını Büyük Fran-

sız İhtilâlinden alan kırıntı hareketler bütün Avrupada ken-

dişine bir sirayet zemini buldu ve İspanya, İtalya, Almanya,

Rusya, her tarafta bir tecrübe tahtası manzarasına büründü.

Bu bakımdan Fransız İhtilâli, bütün dünyaya model

teşkil etmiş olarak, 20. Asrın en büyük hareketi 1917 Rus

İhtilâline kadar, (Monarşi) rejimlerine karşı millî bünyele-

rin kıyamı halinde (orijinalite - asliyet) şiarını muhafaza

eder, öbürlerine yer bırakmaz ve meşhur «Hürriyet - Adalet -

Müsavat - Uhuvvet» dövizlerinden ve basit halk hâkimiyeti

düsturundan başka herhangi üstün bir dünya görüşüne de

kapı açamaz. Ve bu kolaycı tarafiyle de 19, hattâ 20. Asrın

bazı taklitçi davranışlarına folluk vazifesini görür.

Bütün bunların hepsinde de, 20. Asır başlarında Ulu

Hakan II. Abdülhamîd Hâna indirilen darbede olduğu gibi,

gizli rolü Masonluk ve Yahudilik oynar.

Gizli Yahudi servet ve hâkimiyetinin (solidarite - em-

niyet) organından başka bir şey olmayan Masonluk, Büyük

Fransız İnkılâbının başlıca yer altı sevk ve idere merkezi

olduğu gibi, onu takip eden ihtilâllerde oynadığı ve bir ta-

kım sözde idealist gafillere oynattığı rol bakımından, hem

arka, hem de ön plânı tutmayı bilmiştir. Vücut içine bir

(amip) gibi yerleşen o, mikroba kurşun çekilemeyeceğine

göre, örtünmeyi ve saklanmayı çok iyi bildiği kadar, ufune-

tini dış plâna yaymayı ve ne ince hesaplarla kontrol altında

tutmayı da becerici usta... Milî birlik havalarını fesada ver-

mek ve bütün vahdet ifadelerini çürütüp gizli Yahudi İm-

paratorluğunu kurmak için, kendisi bir ideal sahibi olmak-

sızın, yapılanları yıkmakta, sonra yıktığını yapmakta, daha

sonra onu tekrar yıkmakta ve yapmakta, hâsılı hiçbir şeyi

ayakta ve kendisine aykırı duruma getirmemekte büyük

deha, Yahudiye vergidir.

Büyük Fransız tarihçisi (Sari Senyobos) meşhur «Siya-

sî Tarih»inde Masonluğu ve Masonları, aşağı yukarı bu teş-

hise varacak şekilde ve tamamen ilmî mahiyette ortaya

koymuştur.

19. Asır kırıntı ihtilâl hareketleri veya teşebbüsleri ara-

sında, Rusya'da ilk darbe davranışı olarak (Dekabrist)Ierin

ortaya çıkışını görüyoruz. Hemen bütün Garplı ilim adam-

268

269

larının birlik olarak tespit ettikleri gibi, sadece Mason subay,

asilzade ve aydınların, yani topyekûn Masonların tertiple-

diği bu hareket, yaptıranı Yahudi ve ele vereni Yahudi,

müthiş bir ibret vesikası arzeder.

19. Asır Meksika darbelerini, bu işin başında bir asker

şöyle özleştirir;

— Vatanımızı yabancıların hakimiyetinden kurtardık-

tan sonra, iş, kurtarıcılardan kurtulmaya kalıyor!

Bir çok memleket için (döviz) belirtecek kadar güzel ve

yerinde bir söz...

Fakat bu söz ve ölçü, cenup Amerikasında, söylendiği

hadiseyle kalmamış, her defa kurtarıcılardan kurtulmayı

gerektirmiş, her defa gelen kurtarıcı, arkasından, bir de

kendisinden kurtulmayı hedef tutucu bir cereyan davet et-

miş ve bu hal bütün 19. Asır boyunca sürüp gitmiştir. İp-

lerse, uzaktan ve yakından, daima Yahudilerin elinde...

İtalyada, ilk toplantılarını boş kömür ocaklarında yap-

tıkları için kendilerine (Karbonari - kömürcüler) ismi veri-

len gizli cemiyetle Masonların nasıl el ele yürüdüğü, (Sari

Senyobos) ve (Deşan) tarafından gösterilmiştir.

Hâsılı, 19. Asırda Avrupanın hemen her ülkesinde beli-

ren ihtilâl kımıldanışları Fransız inkılâbının birer kopyası

halinde ve umumiyetle gizli Mason kurmaylarının sevk ve

idaresindedir.

(LENDN) -

Yirminci Asırda, Sırbistan, Meksika, irlanda, hattâ Os-

manlı İmparatorluğunda İttihat ve Terakki Komitesi hare-

ketlerinin ilk üçünü'değersiz, sonuncusunu ise «Türkiye İh-

tilâlleri» bahsinde kıymetlendirmeye değer bulduğumuz için

bir kalem geçiyor ve asrımızın en büyük hareketi Rus İhti-

lâlinde karar kılıyoruz.

Evvelâ ve en başta kıymet hükmü:

1917 Rus İhtilâli, yahudinin (Karl Marks) fikirde hazır-

270

layıp, iş, kapitalizma rejimini kökünden sarsmaya doğru bir

' istidat ve inkişaf kazanınca yine yahudinin (Hanri Bergson),

yine fikirde tahribine çalıştığı ve ileri safhalarında artık içe-

riden kontrol edemez olduğu ve dıştan kuşatmaya çabala-

dığı öyle bir harekettir ki, bugün kendisine medenî göziyle

bakan Batılı için en derin ruh uktesini teşkil etmekte ve be-

şerî selâmet noktasından topyekûn zaman ve mekânı kazı-

nacak ilk hedefi göstermektedir. Bugünün siyaseti de, iki

kutup etrafında hep aynı ruh uktesi ve hedef etrafında mih-

verleşmiş bulunmakta... Milletler ve devletlerden ona zıt ve-

ya meyilli olarak, bekledikleri nizamı gerçekleştirmek üzere

kutuplardan galip çıkacak olanı kollamakta ve «yaşanmaya

değer hayat» problemini bu neticeden sonraya ertelemiş va-

ziyette...

(Greko - Lâtin) medeniyeti temsilcisi Batı adamının hem

ruh ve hem maddede kökünden tahrip etmekle mükellef ol-

duğu, dallarını her tarafa yaymış komünizma ve materyaliz-

ma ağacının aksiyon tohumlan bundan 59-60 yıl önce şöyle

ekildi ve filizlendi:

— Biz köpekli ailelerden değiliz! Ama gözünüzde köpek-

ten de âdi sayılmamız gerek... Zira hem Rus, hem de ihti-

lâlciyiz biz!... Bu halimize karşı bize pansiyonunuzda oda

vermeyi kabul eder misiniz, etmez misiniz?

Üzerinde, «köpekli ailelere ve Ruslara oda verilmez!»

diye bir levha asılı bir pansiyon kapısı önünde, orta boylu,

kasketi elinde, tatar suratlı, gözleri hafif çekik ve kafası

dazlak bir adam... Karşısında da, pansiyon sahibi, eliyle açık

kapının kenarına dayanmış, önü prostelâlı, şişman ve baba-

can tavırlı bir.kadın... Karşısındaki (Mujik) kılıklı ve edalı

herife, hayretten bir karış aşağıya düşmüş çenesiyle bakı-

yor... Hale bakın ki, bu herif, Ruslara oda verilmeyeceğini

kapısına yaftalamış bir pansiyon sahibine hem Rus, hem de

ihtilâlci olduğunu söyleyebiliyor ve bu sıfatlarının oda temi-

ninde adetâ yardımcı olabileceğini sanıyor. İsviçreli kadın

dehşette... Deli mi bu adam yoksa?...

Evet bu adam delidir; inandığı ve bağlandığı davanın

271

su katılmamış, halis delisi... Bâtılların bâtılı dâvasına ina-

nışında da yüzde yüz samimî...

Bu adam (Lenin) dir, Rusyadan kaçmış ve îsviçreye ka-

rargâh kurmaya gelmiştir. Yanında birkaç arkadaşı, bura-

dan, Almanlar karşısında perişan Rusyayı takip edecek ve

ihtilâlini yapmak üzere, vatanının en çöküntülü saatini bek-

leyecektir.

(Lenin)in açıksözlülüğü, tabiîliği ve samimiliği o kadar

hoşuna gidiyor ki, İsviçreli kadının, hemen kapısını ardına

kadar açıp «buyur!» ediyor ve ihtilâlci Rusları pansiyonuna

almakta tereddüt göstermiyor.

Bütün Rus ihtilâli boyunca, anlayana, en çarpıcı ve dü-

şündürücü levhalardan birini veren bu tabloda aksiyon adam-

larına lâzım ruh haletinden, inandırma gücünden, avlama

dehâsından müthiş bir ders yatar. Ruslara ve köpekli aile-

lere oda vermemeyi prensip edinmiş olan (burjua) tipi kadın

bir darbede mağlûp olmuş ve Çar Rusyasını da aynı ruhla

mağlûp edecek adamın şartlarını önceden haber vermiştir.

O adam ki, 1904 - 1905 Rus - Japon harbi hengâmesin-

de girişilen ve komünistlerce desteklenen harekette, ihtilâl

tesebbüscülerinin, Çar kuvvetlerince ve en kanlı şekilde bas-

tırıldığım gördüğü zaman, istifini hiç bozmadan:

— Bu bir manevra oldu, demiştir; kuvvetimizi ve zaa-

fımızı anladık! (Burjua)lara dayanmak ve güvenmekle ne

büyük hatâ işlediğimizi anladık!

Asıl ismi (Vlâdinir İliç Ulyanov) olan (Lenin), komüniz-

mamn eşya ve hadiselere nakşında, yani nazariyeden çıka-

rılıp ameliye kalıplarına dökülmesinde, aksiyonculuğu ve

ihtilâlciliğinde baş rolü oynamış, ortak ve arkadaşlarının

çok üstüne çıkmış, hususî ve resmî hayatında, menfi de ol-

sa inanma vecdini hiç kaybetmemiş bir küfür idealistidir.

BDRDNCD ADIM

VE YDNE (LENDN) •

Rus ihtilâli yekûn halinde iki adımda gerçekleşti. İki

adım, iki devre... Birincisi, Çar Rusyasının cephelerde ve

yurt içinde çöküş sarsıntıları geçirmesinden doğma fırsat-

lar üzerine, işçisi, askeri, memuru ve türlü halk smıflariyle

erişilen darbe başarısı ve kurulan «Geçici Hükümet» dev-

resi... İkincisi ve tamamlayıcısı da, bu darbeyi ayrıca dar-

beleyerek kendilerine mal eden komünistlerin meydan yeri-

ne hâkim olmaları... Bunlardan ilki Şubat 1917'den başlayıp

aynı yılın Ekim ayında sona erer; öbürüyse 58 yıldır sür-

mekte olan kat'î neticeli çığın açar.

(Lenin) bu iki devreyi şöyle anlatıyor:

—Birincisi, iktidarı (Burjuazi)ye veren, ikincisiyse (Bur-

juazi)den alıp (proletarya - işçi sınıfı)na teslim eden iki

safha...

Alman orduları, kendi şark cephelerinde Rusları ber-

bad etmiş, cenupta Romanyaya kadar uzanmış ve Ruslara,

Türk toprakları üzerindeki neticesiz başarılarından başka

bütün ümit kapılan kapanmıştır. Çanakkale Boğazı zorla-

masının kırılması yüzünden artık îstanbulu almak ve müt-

tefiklerle temasa geçmek de hayal olmuştur. Açlık, sefalet,

bıkkınlık, eziklik korkunç... Askerde manevî kuvvet sıfırın

altında ve 1917 başlannda cephe kaçaklarının sayısı milyonu

bulmakta...

Bu nazik devrede, kendilerine yeni bir dünya ve Rus

cemiyetine yeni bir dayanak arayan aydınların «artık vakti

geldi!» gibilerden havaya üfledikleri mâna iki kutupludur:

Kapitalist sisteme bağlı, Fransız ihtilâli taklidi bir libe-

ralizma ve demokrasi; bir de muallâkta kalmış (Sen Simon)

cu sosyalizmayı, maddeciliğe oturtucu ve «Dlmî Sosyalizma»

veya «Alman kollektivizması» diye yaftalamış komünizma

hayalleri...

Müşahhas hamleciliğini (Lenin)'de bulan komünizma,

Rusyaya hululünü (Kari Marks)ın öldüğü 1883 sıralarında

başlatır- (Plekhanov) adlı biri o tarihte İsviçrede «Dş Hürri-

yeti Grupu» ismiyle bir dernek kurmuş ve şu fikir ve politi-

kayı gütmeye koyulmuştu:

—(Terör) ve kanlı hareket davranıştan lüzumsuzdur.

Rusya ancak bir iki devre sonra dileğimize uygun hale gele-

bilir. Evvelâ Batıyı örnek tutarak gelişmesi, sanayileşmesi,

272

ihtilâl/18

273

fabrikalarla bezenmesi ve ciddi bir proletarya sınıfına yuva

teşkil etmesi lâzımdır. Bunun için de Çarlığın bir müddet

daha devamı ve bu sınıfı doğuruncaya kadar, başına gele-

ceklerden habersiz, sanayi tesisleri kurmaya himmet göster-

mesi şarttır. Ondan sonra, Fransız inkılâbında olduğu gibi,

Çarlık bir. (burjua) hareketiyle yıkılmalı, yıkıntıyı da (bur-

jua)lardan, hazır kuvvet kadroları sayesinde (Marksist)ler

almalıdır. Başka türlü ve birden bire (feodalite - derebeylik)

idaresinden (sosyalizm)e geçilemez. Şimdilik bize, fikriyatı-

mızı yaymaktan ve onu orduya, üniversiteye ve aydın muhit-

lere sindirmeye çalışmaktan başka iş düşemez.

Fakat o sıralarda toy (23 yaşında) bir delikanlı olan

(Lenin) bu (statik) fikirlerden bir şey anlamıyor; ve hadise-

lerin aynen (Plekhanov)un görüşüne uygun düşeceğinden ve

ancak o sayede dâvayı kazanacağından habersiz, (dinamik)

zemini kurcalayıp duruyordu. Kendisi gibi, fakat komüniz-

ma ile alâkasız bir ihtilâlci olan ağabeyi (Aleksandr)ın Çarı

öldürmek için giriştiği teşebbüs üzerine idam edilmesi onda,-

Çarlık idaresine karşı müthiş bir nefret uyandırmış ve

(Marks)m nazariyelerini iki yıl boyunca süzgeçten geçirip,

kendisinden birkaç yaş büyük (Plekhanov)un derneğinden

4-5 yıl önce kıpkızıl bir ihtilâlci komünist olmuştur. Pek

genç yaşta Hukuk Fakültesini bitirişinden sonra (kapitalist)

Avrupaya geçmiş, Almanya, Fransa ve İsviçreyi dolaşmış, îs-

viçrede (Plekhanov)la tanışmış ve türlü ihtilâlci gruplar ara-

sında birlik sağlamaya çalışmıştı.

20. Asra birkaç yıl kala, o, Rusyada ihtilâl havasının baş-

buğu mevkiindedir, nazariyeci (Plekhanov)un elinden lider-

lik bayrağını çekip almıştır ve bu defa kendisi «îşçi Sınıfı

Hürriyet ve Savaş Birliği» ismiyle gizli bir ihtilâl cemiyeti

kurmuştur.

Tevkif... Zindanda 14 aylık bir mahpusluk ve Sibiryada

3 yıl menfa hayatı sürmeye .mahkûmluk... Sürgününde de-

vamlı fikir çalışmaları, tercümeler, telifler, okumalar, yaz-

malar... Yirminci Asrın zili çalarken sürgünü tamamlayış,

kurtuluş, hemen (Plekhanov) ve öbür ihtilâlcilerle temasa

geçiş ve (îskra - Kıvılcım) isimli meşhur gazeteyi dış mem-

leketlerde kurmaya teşebbüs... Londra'da, yahudi ihtilâlci

komünist (Troçki) ile buluşma, anlaşma, iş birliği...

(Dskra) 1900 yılının sonunda çıkıyor, gizlice Rusyaya

sokuluyor ve korkunç bir alâka görüyor. Bazı Türk (!) ko-

münistlerinin de (Dskra)dan ilham alarak kendilerine «Kı-

vılcım» soyadını seçtikleri bu gazete, artık istikbaldeki ih-

tilâlin borusudur ve bestecisi (Lenin) olan hareket noktasını

çizmektedir...

(BOLŞEVDK)

(MENŞEVDK)

20. Asır başında Çar Rusyasını bürüyen hava buyken

bir de ortaya (Bolşevik) ve (Menşevik) isimli, (Marksizm)

esasında aynı, fakat tatbikatta ayrı iki grup ve bunların ifa-

decisi iki fikir dairesi çıkmıştı. 1898 yılında komünizmaya

peçe olarak kurulan (Sosyal Demokrat) adlı parti, aslında

gizli faaliyetleri, hususî tavır ve lûgatçeleri, birçok memle-

ketteki yeraltı ocaklariyle, daima aynı esasa bağlı olsa da

âzası arasında usul farkı bulunan ve bir türlü hareket plâ-

nını billûrlaştıramayan bir teşekkül olmuştu. Fakat kaydet-

tiğimiz ve birçoklarının zannettiği gibi, fikirde ayrı iki mez-

hep değil de, iş görme ve siyasette zıt iki zümre... Bu arada,

(sosyal) ve (demokrasi) lâflarının daha ilk komünistlerden

başlanarak nasıl istismar edildiğine ve dolandırıcı mefhum-

lar halinde kullanıldığına dikkat!...

(Lenin) bu teşekküle el atmakta gecikmemiş ve 1903 sı-

ralarında Londrada toplanan kongrede bir bomba gibi pat-

lamıştı. Kürsüde, ağızından kelime yerine kıvılcım püskür-

ten (Lenin)...

(Lenin)in baskısı üzerine (Bolşevik) ve (Menşevik) diye,

aynı gövdenin ayrı ayrı çırpınan iki kanadı peydahlanmıştı.

(Bolşevik) tabirinin dâva ve keyfiyet ifadesiyle hiç bir alâ-

kası yoktu. O, sadece bir kemmiyet ölçüşüydü. «Ekseriyet»

mânasına geliyor ve karşısındaki zümreyi de «ekalliyet» mâ-

nasına (Menşevik) olarak isimlendiriyordu. Bu kemmiyet

274

275

ifadelerinin dayandığı basit fikir farkı da şuydu: (Bolşevik -

Ekseriyetçi)ler, yani (Lenin) taraftarları, (demokratik) ölçü-

lere zıt, öbürleriyse o ölçüler içinde bir yol takibini savunu-

yorlardı. Kısacası sertlik ve yumuşaklık farkı... Biri sert

granit, öbürü yumuşak asfalt, iki zemin... Hakikatte ekse-

riyet (Lenin) çilerde değildi ama o granit mizacın bir oyu-

niyle öyle gösterilmiş ve (anti demokratik) anlayış ve (oto-

riter) güdüm kasdiyle (Bolşevik) tabiri benimsenmişti.

Böylece geçen iki yıl...

«Kanlı Pazar» diye anılan ve (Lenin)e «Burjualara gü-

venmekle en büyük hatayı işledik!» dedirten 1905 ayaklan-

ması Çar kuvvetlerince bir mezbaha kasabı hissizliğiyle bas-

tırılmış, sarayın karla örtülü meydanı, kandan, üstüne pek-

mez dökülü, kar helvası tepsisine döndürülmüştü. Komü-

nistlerin, daha ziyade (Bolşevik) koliyle arkadan destekle-

diği ve öne (burjua)ları sürdüğü bu hareket, böylece, iflâsla

neticelenmişti.

Ondan sonra, basamak basamak, grevler, suikastler, ra-

hatsızlıklar, işçi kaynaşmaları, türlü buhranlar ve bütün

bunların hastalık ikliminde girişilen Birinci Dünya Harbi

ve basta belirttiğimiz, içtimaî, iktisadî, idarî, askerî felâket

manzarası...

îşte, «Birinci Adım» devresinin havasına girmiş bulunu-

yoruz.

Bu arada (1905) bir de ilk (Sovyet) isminin mevzuunu

buluşu, bazı deniz kuvvetlerinin isyanı, 1906 ayaklanmaları

ve Çar idaresinin bir üfürükçü elinde olanca hastalığiyle

meydana çıkması gibi âmiller...

(Sovyet)... işçi .delegelerinden kurulu komite... (Kiyef)

şehrinde başlayıp Moskova, Petrograd, yayılmaya başladı.

Moskova (Sovyet)inin başında yahudi (Troçki)... (Kronştad)

deniz üssünde ayaklanma... (Troçki) ve 300 yoldaşının tev-

kifi... 1906'da (Duma - Millet Mecilsi)nin Çar tarafından da-

ğıtılmasını takip eden ayaklanmalar ve bu defa ayaklanma-

larda köylü yığınları...

Hepsi en kanlı şekillerde bastırılıyor, köylülere bazı

imtiyazlar tanınıyor, bazı ıslahat teşebbüslerine girişiliyor,

276

grevci sayısı 5 yılda 2 milyondan 10 bine düşürülüyor (Le-

nin) Rusya ve Avrupa arası gizli gizli dolaşıyor, (Troçki)

Siberya'daki sürgününden kaçıp îsviçrede (Lenin)e katılıyor

(Lenin)in İsviçrede çıkardığı (Proletari) gazetesi 30-40 bin

baskısiyle işçi sınıfım kışkırtmakta devam ediyor ve durum

bilhassa Çarlık Başbakanı (Stolipin)in ıslahat tedbirleriyle

ihtilâlcilere elverişsiz bir (kronik - müzmin) hale gelme man-

zarası arzediyordu. îşin (Egü - had) hale gelmesi ve tepeden

inme bir harekete şans getirmesi için mutlaka içtimaî bir

zelzeleye ihtiyaç vardı.

O da Birinci Dünya Savaşiyle gerçekleşti ve bir iki yıl

içinde Çarlık idaresinin çıkardığı çöküntü sesleriyle ihtilâ-

lin ilk adım kapısı açıldı.

(RASPUTDN)

İhtilâl arefesi ve Çarlığın çöküntü günlerinde, bir devri

ve İmparatorluğu en korkunç çapta belirtici levha, (Raspu-

tin) isimli papazın suratıdır. Topuklarına kadar simsiyah

cübbeli, uzun ve kapkara sakallı, kırçıl ve simsiyah saçlı,

şimşek gözlü bu adam, 1917'yedek yıllarca Rus sarayının

şeytanı oldu. Rus sarayının şeytanı ve Çariçe'nin putu...

Onunla beraber de Rus asilzadeler âleminin yorulmak bil-

mez aygırı... Cinsî kuvvetini ömrü boyunca balık yeyip Ma-

lağa şarabı içmesine borçlu olduğu söylenen bu adam, şüp-

hesiz ki, hem maddede, hem de menfi tarafından telkin kabi^

liyetiyle ruhta, herkesten çok farklı bir yapı sahibiydi. 1903

de Petrograd'a gelmiş, halka kendisini bir aziz olarak tanıt-

mış, hak ve bâtıl dinlerden nice sahtekâr gibi keramet iddi-

alarına kalkışmış, gaib alemiyle ilgisi olduğu ve esrarlı ışık-

lar gördüğü propagandasında; gerçekteyse gafillere davra-

nışını çok iyi bilen, şeytanî bir tesir sahibi, yalınız hırs ve1

şehvet küpü bir adam...

1904... Rus tahtına bir veliaht doğurmak ateşiyle yanan

ve o zamana kadar kız çocuklardan başka evlâda nail ola-

mayan Çariçe bir erkek çocuk doğuruyor. Sarayda bayram...

277

Fakat çok geçmeden bu çocukta, annesi tarafından irsî ve

şifası imkânsız bir hastalık keşfediliyor. Bu hastalık (emo-

fili) dedikleri ve açılan yarada kanın durdurulabilmesi için

uzviyetteki pıhtılaşmaya mâni, yani en küçük bir yaradan

bütün kanın akıp gitmesi felâketine yol açıcı bir illet... Dok-

tor, ilâç, telâş, kıyamet; çaresi yok... Veliaht sık sık kriz-

ler geçirmekte ve «aman, eline bir çöp batmasın, bir iğne ucu

değmesin!» diye etrafında dört dönülmektedir. Dünyanın

dört bucağından illetine çare aranan, krizler içinde çırpınan

ve geceleri sabahlara kadar inleyip uyuyamayan (Çariviç -

Veliaht), annesi Çariçe ve babası «Bütün Rusyalartn Çarı»

m, ne yapacaklarını, kimden imdat dileneceklerini bilemez

hale getirdiği ve bu halin sürüp gittiği demlerde, birdenbire,

karşısında kara şeytanı buldu. Son derece hayal düşkünü ve

bâtıl itikat müptelâsı Çariçe, (Rasputin)in şöhretini duymuş

ve kulağında şu telkin kalmıştı:

— (Çariviç)i iyi etse etse (Rasputin) edebilir. O, sihirli

bir kuvvet sahibidir. Belki de manevî güciyle maddeye hâ-

kim bir ermiş... Onu saraya davet ediniz ve çocuğu ellerine

teslim ediniz!

Saraya bağlı asalet tabakasının yüksek (madam)lann-

dan aldığı bu telkin Çariçe'yi hemen zaptetti, (Rasputin)

saraya çağırıldı ve çocuk prens kucağına oturtuldu. (Ras-

putin) telkin kuvvetiyle çocuğu büyüleyiverdi, uyuttu, sa-

kinleştirdi ve etrafa, adetâ Veliaht'a şifa getirdiği hissini

verdi.

Ondan sonra (Rasputin) aşağı, (Rasputin) yukarı... Sim-

siyah saçları, yağlı gözleri yağ içinde bir zeytin gibi pırıl

pırıl, bu adam, artık Çarlık sarayının ve Rus asalet çevresi-

nin (1) numaralı kahramanı... Çarın karşısında bile gayet

laubali, prensesler, kontesler arasında numunelik baş aygır

rolünde, devlet ve siyasette her türlü tasarruf kudretine sa-

hip, ejderha şahsiyet... Hemen hiç yıkanmadığı için ekşi ek-

şi kir kokan, ayağındaki çamurlu (mujik) çizmeleriyle ipek

halılar üzerinde gidip gelen, boyuna içen, sefahatten sefaha-

te koşan, dilediği prensesi evine çekmesi için tek işareti ye-

ten bu iblis, ıslahatçı Başbakan (Stolipin)e emir vermeye

278

kadar ileriye vardı. Bazı başanlariyle ihtilâli önlemeye, hiç

değilse ertelemeye muvaffak olan Başbakan, ihtilâlciler ta-

rafından nefretle karşılandığı derecede, emirlerine baş eğ-

mediği için (Rasputin) ve Imparatoriçe'den de düşmanlık

gördü. (Stolipin)in 1911'de bir suikasta uğrayıp öldürülmesi

üzerine sarayda ve hükümette (Rasputin)in nüfuzu büsbütün

arttı. Bütün Rusya onu sarayın kulelerinden tüten bir felâ-

ket ve şeamet remzi halinde görmeye başladı; hususiyle ihti-

lâlciler saraya karşı hınçlarını, üzerinde topladıkları, marsık

suratlı bir korkuluk hedefi kazanmış oldular ve halk nefre-

tini gıcıkladıkça gıcıkladılar...

Harbin Rusya hesabına bir facia belirttiği 1916 yılının

son aylarında Prens (Yusupof) isimli bir asilzade, birkaç ar-

kadaşiyle birlikte kara şeytanı evine davet etti; yedirdi, içir-

di, eğlendirdi; derken bütün yüksek tabakayı avuçları içinde

tutan bu adama duyduğu hıncı, onu öldürmek ve cesedini

(Neva) suyuna atmak suretiyle gösterdi.

Yediği zehirli pastalardan hiçbir ölüm tesiri almayan

dev yapılı papaz, nihayet üç beş kişinin birden üzerine sık-

tığı kurşunlarla yere serilebildi; ve böylece Rus sarayının

felâket remzi adam geberince, perdesi açılmakta olan 1917

senesiyle beraber ölüm sırası Çarlığa geldi.

İlk adımın başlangıcı, (Rasputin)in öldürülmesindeki es-

rarlı işaretle beraber 1916 sonlarında Petrograt'taki bütün

fabrikaların topyekûn grevi...

Naralar:

—Kahrolsun Fransızlar!

—Bitsin artık bu menhus savaş!

Polis grevcilerle başa çıkamayınca ümit askerî birlikler-

de... Asker geliyor, süngülerin önüne atılıp dert yanan işçi-

leri benimsiyor ve halk yerine polise ateş açıyor.

Rusyada ve tepeden inme şekilde ilk defa görülmüş ha-

dise... Besbelli ki, uzun istipdat yıllan ve savaş felâketi bo-

yunca Rus toplumunun ruhunda, patlamak için fırsat bekle-

yen bir çıban teşekkül etmiştir; ve incecik bir zarın tuttuğu

bu çıban iğne ucu kadar ufak bir bahaneyle deşilmeye hazır-

dır. Havayı koklayamayan ve sezemeyen çevre de, budala

279

Çar ve etrafı... Bu hal ve sert disiplin zincirleriyle istenildiği

noktaya sürülmesi mümkün askerlere kadar tesirini göster-

miş ve Petrograt garnizonunun 160 binlik askerî kadrosun-

dan hiçbir imdat beklenemeyeceği ortaya çıkmıştır. Çar'ın

hususi muhafız alaylarından büyük bir kısım da cepheye

sürüldüğü için, o anda (Monarşi) idaresi yapayalnız ve mü-

dafaasız... ݺte, devlet güdücülerine bir anda takdir edip öne

atılmalarını ihtar eden nezaket noktası... Böyle anlarda ya

askerin basma geçip büyük bir şevklendirişle onu vazifeye

davet etmek, böyle bir itişe ümit ve yer kalmamışsa, halk

tarafına geçmek ve hareketi yeni ihtilâtlara varmadan ve

gizli destekleyicilerinin iradesine kapılmadan barajlayabil-

mek lâzımdır. Bu da ancak, (Napolyon) vâri üstün yaratılış-

ların kârı; ve böyle bir şahsiyet belirtmekten, Çar İkinci Ni-

kola, mümkün olduğu kadar uzak...

Cepheye gönderilen muhafız birliklerinin yerine geçir-

dikleri, çoğu işçi ve köylü kıt'alar da, bilhassa ihtilâl fikrinin

yaygın olduğu denizcilerden daha az şüpheli değil...

1917 yılı... Çar, cephedeki karargâhını bırakıp payitah-

tına dönmüştür. Maksadı, (Rasputin)in öldürülmesinden çok

sarsılan Çariçe'yi teselli etmek ve 13 yaşındaki, artık dok-

torsuz kalmış oğlunu görmek... Çar, kendisi cephedeyken

olan hadiselerin üzerine hiç eğilmek niyetinde değil... İngiliz

sefiriyle konuşurken, elçinin, «halk güvenini kazanmaya ba-

kınız!» ihtarına şu cevabı veriyor:

«— Asıl 'halk benim güvenimi kazanmaya baksın!»

Bu lâf, Rus sarayının hangi gaflet ve mahvet (benlik)

ruhiyatı içinde boğulmuş bulunduğunun korkunç vesikası...

Payitahtta hususî bir inzibat bölgesi tertibatı alınıyor,

polise makineli tüfek dağıtılıyor, 1905 «Kanlı Pazar» yürü-

yüşünü en vahşi şekilde tepelemiş olan (Kabaloo) bölge ku-

mandam tayin ediliyor ve böylelikle kıyam selinin durduru-

lacağı umuluyor. Halbuki bu bir (palyatif - sathî) tedbirdir

ve marazı kökünden ele almak iktidarında değildir.

14 Şubatta Petrograt muazzam bir greve ve yürüyüşe

sahne... (Duma) açılmış ve işçiler Meclis lehine tezahüre

geçmiştir. Hükümet, (Duma)nın açılış törenine iştirak etmi-

yor. Protestolar...

23 Şubat «Milletler Arası Kadınlar Günü»... Greve ka-

dın işçiler yeni bir şekil verdi. Kadın, çoluk - çocuk, deh-

şetli bir kalabalık, kalın buz tabakalariyle örtülü (Neva) neh-

rini yürüyerek aştı ve şehir merkezine aktı. Polisin ateşi...

Kalabalığa' vız geldi- Yürüşçülerin sayısı, erkeklerin de ka-

tılmasiyle 300 bin... «Ekmek isteriz!» çığlıkları...

O sene kış da çok şiddetlidir; fakat midelerin feryadı

dururken kimse «yakacak isteriz!» diye haykırmayı düşün-

memektedir. Ekmek, her derdin başı, bütün ihtilâllerin anah-

tarı ve tarihin her defa, her vakada gösterdiği ayaklanma

vesilesi...

Rus İhtilâlinde ilk adım, devresinin başlangıcını 23 Şu-

bat «Milletler Arası Kadınlar Günü» kabul edebiliriz. İhtilâ-

lin (Lenin)den sonra birinci şefi (Troçki), «Rus İhtilâli Ta-

rihi» eserinde, ilk adım devresini kadınların açtığını ileri

sürer. Aynen «Büyük Fransız İhtilâli»nin (Versay) üzerine

kadınlar yürüyüşünde olduğu gibi...

Çar İkinci Nikolâ, iradesi güçlensin diye (Rasputin)

tarafından üfürüklenmiş ve Çariçe eliyle cepheye gönderil-

miş elmadan herhangi bir kuvvet devşirebilmiş değildir.

İLK ADIM

23 Şubat hadiseleriyle başlamış kabul edebileceğimiz

ihtilâl 27 Şubatta, ilk devreye ait bütün hüviyetiyle su yü-

züne çıktı. O güne gelinceye kadar kimse işin farkında de-

ğil ve idareciler olanları âdi nümayişler çerçevesinde gör-

mekte... Çar hemen cephedeki karagrâhına dönmüş, Çariçe

de kabul merasimleriyle meşgul... 23 Şubat akşamı (Bolşe-

vikler bir toplantı yapmış ve şu görüş etrafında birleş-

miştir :

— Hadiseler büyük bir hız aldı. Bu hız işi bir ihtilâle

kadar götürebilir. Bu hali umumîleştirmek için, başta Mos-

280

281

kova, bütün büyük şehirlerde tahriklere geçmeliyiz!

24Şubat... Grev büsbütün azgın ve sesler büsbütün

korkutucu:

—Kahrolsun Hükümet! Kahrolsun mutlakiyet ida-

resi!...

Rus askerinin malûm tavrından sonra, Kazaklar da

«ateş!» emrine itaat göstermiyor ve daha o günden hükü-

metin teslim olma vaziyetine geçtiği görülüyor. Ama o gün

hiçbir taraf nihaî hamleye girişebilecek aydınlık bir şuur

sahibi bulunmuyor. Ortada, küçük yığınların başları müs-

tesna, hareketi peşine takabilecek büyük baştan da eser

yok...

25Şubat... Hadiseler kabara kabara gelişirken bu defa

gençlik ve talebeler de işin içinde... Kızıl bayraklar taşıyan

gruplar Fransız ihtilâlinin (Marseyyez) marşını söylüyor.

Başlangıçta dâvanın, sadece Çar idaresine duyulan hınçtan

ibaret ve ne kadar renksiz olduğuna bakın!. Kızıl bayrak-

lar, arka plândaki (Bolşevik)lerin sokuşturmalarından baş-

ka bir şey değil... O sırada yeşilinden şansına kadar hangi

renk öne sürülse benimsenebilir. îşçi ise kendi ferdî der-

dinde, içtimaî dâvasında değil...

Bir polis komiseri öldürülüyor; bir başka komiser de,

ateş açmasını istediği bir bölük kumandanından şu cevabı

alıyor:

—Halka toplu ateş etmeye kalkışırsanız biz de size

ateş açarız!

(Duma), hükümetle nümayişçiler arasında şaşkın... Hiç-

bir şey yapamıyor ve hüviyeti bakımından belki de vazife-

siyken hadiselere el koyucu temsilî bir davranışa geçemi-

yor. Geçebilse ihtilâli bizzat yapmışçasına tamamlamış ola-

cak; fakat yapamıyor ve kamaşan beynini ayarlıyamıyor.

Sadece kendisine gönderilen yaralı işçileri seyretmekle ye-

tiniyor.

Çar'a telefon:

—Konuşunuz, Payitahta geliniz! Vaziyet ihtilâl çapmda

azmıştır!

Çar'ın cevabı:

282

— Bu çeşit hareketlere değer vermiyorum ve yarın

sabaha kadar ayaklanmanın bastırılmasını, sona erdiril-

mesini emrediyorum!

O akşam (Bolşevik) komitesinden ve ihtilâlcilerden 132

kişi tevkif ediliyor ama, bu hareket, orman yangınına 132

bardak su atmaktan farksızdır ve Çar'ın emri ancak bu

noktaya kadar yerine getirilebilecektir.

26 Şubat... O güne kadar işçilere karşı bir hükümet

toslaması olamayınca bu defa onların, nümayiş plânını ta-

şırarak hükümet kuvvetlerine saldırışı... Polis karakolları

basılıyor, yakılıyor ve silâhlan yağma ediliyor. Hükümet,

işçi mmtıkasındaki bu saldınşı mukabil bir saldırışla önle-

yemiyor ve henüz işgal edilmemiş hükümet ve yüksek taba-

ka muhitine sızılmasın diye (Nova) nehrinin köprülerini

kaldınyor. Fakat nehir buz tutmuştur ve ihtilâlcilere «ge-

çin!» demektedir. Buzlar üzerinden yürüyerek geçiyorlar...

Çarlık Muhafız Birliğinden bir grupun halk üzerine

ateşi... 60 ölü... Öbür gruplar havaya ateş ediyor. «Ateş!»

emrini veren subaylara isyan... Askerlerin bir kısmı, elle-

rinden silâhları alınarak kışlalarında mahpus... «Ateş!»

emrini veren subayı öldürüyorlar ve askerî isyanı birçok

birliğe yayıyorlar.

O halde her şey bitmiştir! Çar, karargâhında hatıra

defterine, o gün biraz gezindiğini, çay içtiğim, biraz oku-

duğunu ve birkaç el domino oynadığını yazmaktadır.

Basılan silâh depolan, yakılan Bakanlık binalan, cad-

delerde sökülen Çarlık armaları... 300 bin işçi ve ihtilâlci

ile 160 binlik askerî garnizon el eledir. Çar'ın son gayreti

olan (Duma - Meclis)in feshi, durumu büsbütün azıtmış ve

ihtilâli bir anda yerleştirivermiştir. Meclis, artık işçilerin

ve askerin, önünde toplandığı ve etrafında halkalandığ:

devlet (sembol)dür.

MUVAKKAT HÜKÜMET:

Şapşal ve iradesiz devlet reislerinden parlak bir örnek

283

belirten Çar ikinci Nikolâ karargâhında çay içer, domino oy-

nar ve sevgili Çariçesi'ne hissî mektuplar yazarken, asıl

müdafaa cephesinin, karşısında değil, ar kasnıda tutulması

gerektiğinden gafildir. Vaziyet o hale gelmiştir ki, Almanlar

karşısındaki yıkık dökük ordusunu yüz geri edip ihtilâlci-

lere saldırmaktan gayrı çaresi kalmamıştır. Eski hassa alay-

larından ve sadık birliklerden bir kuvvet ifraz edilerek ya-

pılması belki mümkün böyle bir hareketi de Çar Nikolâ

karakterinde birinden beklemek mümkün değil...

(Bolşevik) lerin arka plânda şuur ve sistemle sevk ve

idaresine çalıştıkları, fakat esasta sistemsiz ve hadiselere

tâbi «ilk adım-Birinci devre» hareketi, (Duma)nm feshi

gibi sonunda yapılacak bir işin başta yapılmasiyle birden-

bire devletleşme yolunu açınca artık bastırılamaz olmuştur.

(Duma)nın feshi üzerine, mebuslar, dağılacakları yerde

Meclis sarayına üşüştüler ve ihtilâlcilerin coşkun tezahürat-

ları içinde «Muvakkat Hükümet» ilân ediyorlar...

Mebuslardan, ilk devrenin kahramanı (Kerenski), Mec-

lis Sarayının balkonundan, işçi, asker ve halk kalabalıklarına

ateşli nutuklar çekiyor ve onları, ihtilâl işinin baş tekniği

olarak bütün haberleşme merkezlerini işgale davet ediyor.

— Hemen garları, telgrafhaneleri, telefon santrallerini

işgal ediniz!

Ve dedikleri yapılıyor. Hareketin en başta nasıl sistem-

siz ve herhangi bir kat'î netice (strateji)sinden yoksun oldu-

ğu bundan da belli...

Artık Çar ile payitaht arasında haberleşme imkânı da

kalmamış, Çar, önünde ve arkasında iki düşman muhasara

hattı arasında kalmıştır.

(Duma), Kurucu Meclis toplanıncaya kadar vaziyete hâ-

kim olunması için bir «Muvakkat îcra Komitesi» kuruyor

ve komiteye meşrutî krallık taraflısı bir prensle, (Duma)

reisini ve ateşli hatip (Kerenski) yi de seçiyor.

Başarıya eren ihtilâlin ilk devrede bolşeviklikle hiçbir

alâkası yoktur; ve (Kerenski) ve yakınları, daha ziyade sa-

ğa temayüllü, (Trudovik) ismini taşıyan, küçük (burjuazi)

ve köylüye dayanır bir hizipten gelmektedir. Ağaların elin-

284

deki toprağı devlet parasiyle satın alıp köylüye dağıtılmasını

prensipleştiren, bir nevi ıslahatçı ve (sosyalist) demokrasi

müdafaasında bir grup... Ve işte bu grup, zaten nereyi he-

def aldığı önceden bilemeyen ihtilâli bedava tarafından tes-

lim almış bulunuyor. Bu grubun karşısına (Bolşevik) lerden

bir hizip dikilip iktidarı paylaşmak sevdasına düşüyorsa da,

henüz kıpkızıl rengi kabullenmekten uzak bulunan Rusya,

havasının alaca renk bulanıklığını koruyor ve ilk adımda,

işçi ve askerlerden kurulu (Sovyet)in iktidara sızmasını ön-

lüyor. Vaziyete, yarı sol (liberal)ler hâkim oluyor; bunlar,

Çar'ın hal'li ve yerine başka bir hükümdar getirilmesi ve

meşrutî ölçülerle saltanatın devam etmesi üzerinde fikir bir-

liğine varıyor ve l Martta «Geçici Hükümet» teşkil ediliyor.

(Kerenski) Başbakan Yardımcısı ve Adalet Bakanı ünvaniy-

le baştadır ve bütün gayreti sağla sol arası bir hükümet ve

rejim yuğurmak...

Eski rejimin bütün büyükleri zindanda...

Çar, nihayet payitahtına dönmeye ve her şey olup bit-

• tik ten sonra bir şey yapıp yapamayacağını yakından görme-

ye karar veriyor, yolda treni, ihtilâlcilerce hatların kesildiği

ihtarı üzerine ilerliyemiyor, sağa sola kıvrılıyor, generalle-

riyle istişare ediyor ve her taraftan şu cevabı alıyor:

— Tahttan feragat ediniz!

Hatıra defterine:

«— Zül, alçaklık, ihanet, riyakârlık... Etrafımı meğer

yalınız bunlar sarmış...»

Diye yazan Çar tahttan feragatini imzalıyor ve artık her

şey (liberal) düşünceyle sol arası yamalı bohça hükümetine

kalmış oluyor.

(Petrograd) daki (Sovyet)i merkez tanıyan bütün (Sov-

yet)ler, (Lenin)in dışarıdan sökün edip idareyi teslim alacağı

7-8 ay ilerisine doğru hani hani faaliyette...

İKİNCİ VE

SON ADIM

Rus ihtilâli aslında Komünist ihtilâli demek olduğuna

285

göre mevzuumuza şimdi, «ikinci ve son adım» devresinde

girmiş oluyoruz.

Bu noktaya kadar ol'anlar, her bakımdan çöküntüye gir-

miş ve kendi kendisine bir ayaklanmayı davet edici bir ida-

renin, nasıl komünistlerce sistemli ve şuurlu şekilde basa-

mak yapıldığını göstermek içindir ve ilk devrenin, ne ihtilâl

gayesi, ne de plân ve tekniği bakmamdan kıymeti düşünüle-

bilir.

Gaye, plân ve teknik; bizim dünya, insan ve cemiyet

görüşümüze yüzde yüz zıt olarak sadece (Lenin), yani (Bol-

şevik) darbesi çığırmdadır ve almakla mükellef olduğumuz

dersler varsa, onları bu çığırda aramak lâzımdır.

(Lenin) İsviçreden takip ve uzaktan mümkün olduğu ka-

dar idare ettiği hadiselerin ilk devre kvamına geldiğini gö-

rür görmez Almanyaya geçti ve Alman idarecileriyle anlaş-

mış olarak mühürlü bir yük vagonu içinde Alman Baltık kı-

yılarına iletildi. Oradan İsveç, oradan da Finlandiya ve Rus-

ya...

(Lenin)in, kendi vataniyle harp halinde bulunan düşman

bir memleketten faydalanmaya kalkmış olmasını vatan hiya-

netiyle suçlandıranlar olmuştur. Biz bu sathî görüşe katılan-

lardan olamayız. (Lenin) bizim görüşümüzle hizmet ettiği

dâva bakımından suçludur. Yoksa herhangi bir ideal sahibi,

vatanı için beslediği gayeyi tahakkuk ettirme yolunda, gere-

kirse o vatanla savaşanlardan faydalanmakta tereddüt et-

mezse suç işlemiş olmaz; hattâ, sırasına ve gayesine göre

kahraman bile sayılabilir. Vatanım kurtarmak için, o vatanı

batırmak isteyenlerden faydalanmaya kalkmış nice kahraman

yatar tarihte... (Lenin) ise, gayesi ve hedefi bir tarafa, şüp-

hesiz ki, Rusyayı kurtarmaya gittiği kanaatindedir ve ancak

kanaatinin suçlusudur; Rusyanın düşmanına el açtığının de-

ğil... Eğer onun Rusyaya götürdüğü gerçek bir kurtuluş ol-

saydı, o zaman Almanlardan yardım istemesini suç kabul

edenler çıkabilir miydi? Almanlar (Bolşevik)ler başa geçerse

Rus Harbinin sona ereceği ve Doğudaki ordularının Batıya

aktarılabileceği ümidiyle (Lenin)i memleketine iade etmekte

fayda gördüler ve onu, emniyet altına alarak, kapılan mü-

hürlü bir vagonla Almanyadan geçirdiler.

Petrograd'ın Finlandiya garında büyük bir kalabalık...

Merkez (Sovyet) teşkilâtınca bir karşılama komitesi kurul-

muş ve (Lenin) ile beraberindeki 31 yakınını garda bekle-

meye çıkılmıştır.

Garda ileri geri dolaşan, çoğu papaklı, kürk paltom

adamlar... Aralarında tek - tuk kadınlar da var... Ayrıca

kasketli işçiler ve bereli deniz erleri...

Muvakkat hükümet kurulalı ancak 5 hafta geçmiş ve

(Bolşevik)lerin böyle apaçık şekilde şeflerini karşılamasına

mâni bir hava ve şuur henüz hükümete yerleşememiştir.

(Bolşevik)lerin o sırada, solumtrak (burjua) iktidarına karşı

tavrı «hükümet seninse, arka plânda her türlü kaynaşma ve

oluşma da benimdir!» mânasından ibaret...

Tren hayli gecikti ve 3 Nisan 1917 günü, gece vakti, iki

yanına yorgun buhar soluklan üfleyerek «işte getirebildim!»

gibilerden tiz düdük çığlıklariyle ağır ağır gara girdi.

Koşuşma... (Lenin), kansı (Krupskaya) yakın arkadaşı

(Zinovyev) ve ayrıca 29 ihtilâlci maiyeti bu trendeler... Tren-

den ilk atlayan ve elini kansına uzatıp inmesine yardım

eden (Lenin)... 29 kişilik grup içinde belirli tiplerden (Sokol-

nikov); karşlayanlar arasında da, Parti Merkez Komitesi

temsilcilerinden (Kamenev) ve (Raskolnikov)... Karanlık

garda, sarmaş - dolaş öpüşmelerden, el sıkmalardan, buket

sunmalardan sonra (Lenin)i alıp, bizde «şeref salonu» diye

isimlendirilen «imparator salonu»na götürdüler... Salonda

Çarlık armasiyle Çar ve Çariçe'nin resimleri sökülmüş ve

yerlerinde duvar renginden daha açık birer zemin kalmış-

tır. (Lenin)i duvarda Çar ve Çariçe'nin kaldırılmış resimle-

rini ihtar eden dört köşe iki açık renkli zemin arasındaki

kanapeye oturttular ve bol ışıklı salonda, şeflerinin yüzüne

dikkatle daldılar...

(Lenin), kendisine hitaben söylenen birkaç sözden sonra

ayağa kalktı ve bu protokolvâri sözleri söyleyenlere değil,

kapıda, avluda ve pencerelerde birikmiş, kendisinden bir

biçim ve lâf kapmaya hevesli yığma hitap etti:

«— Yoldaşlar, askerler, denizciler, işçiler!...»

286

287

Sesi o kadar gür çıkıyordu ki, biraz sonra bir bomba

gibi patlatacağı ihtilâl fikrini daha ilk hitapta belli ediyor-

du:

«— (Emperyalist) hırsızlara karşı açılan savaş çok geç-

meden bütün Avrupaya yayılacaktır! îşçi sınıfı Rusya'da bü-

yük kahramanlık göstermiştir. Bu kahramanlığı gayesine

eriştirmek lâzımdır! İktidarı işçi sınıfına devredecek bir

(sosyalist) ihtilâl tek hedefimiz olmalıdır!»

En yüksek perdeden, gayet ahenkli, son derece aydınlık,

tane tane, dolambaçlı cümleler dışı konuşuyor, hiçbir mü-

cerret fikre yer vermiyor, kaskatı «müşahhas »lar üzerinde

dolaşıyor, adetâ- talim ve terbiyesini tamamlamış farzet-

tiği ordusuna, gözle görülür ve elle tutulur işlere dair emir-

ler veriyordu.

Kendisini karşılamaya gelenler apışıp kalmıştı. Hepsi

(Lenin)in kafasında olmakla beraber, Rusyayı o günkü şart-

lar içinde (sosyalist) bir ihtilâle müsait görmüyorlar ve bu

konuşmadan doğabilecek neticeyi tehlikeli buluyorlardı.

(Lenin) ise onlara değil, yığına sesleniyor ve ayağının toziyle

baklayı ağızından çıkarıyordu.

Tabloyu seyreden bir Avrupalı diyor ki:

«— (Lenin)in sözleri acı veya tatlı bir fikir değil, bir

meydan dayağı oldu. idareciler şaşırıp kaldı, halk yığını ise

hiçbir noktayı akıl ölçüsüne vurmadan dehşetler içinde sü-

rüklendi. Bu adam, nefsine ve dâvasına güveni bakımından

deli sıfatına denk bir gözükaralık belirtiyordu-»

ݺte:

«— Nasıl (feodalite - derebeylik), yerini (kapitalist) sis-

teme bırakmışsa, şimdi de kapitalizma, saltanatını sosyaliz-

maya terketmelidir. Yani, hâkimiyet (kapitalist)lerin elin-

den koparılıp alınmalıdır!»

Bu dik ve hiçbir tâviz kabul etmez, hiçbir bekleyişe

yanaşmaz çıkış, (liberal)lerle beraber ikinci iktidar maka-

mındaki (Sovyet)i çetin bir duruma davet ediyordu. Hükü-

met emirlerinde imzası bulunmadıkça o emirlerin gereğini

yerine getirmeyen bazı askerî birliklerce destekli (Sovyet),

şu ân, hükümeti ve yeni idareyi topyekûn berhava etme ve

yerine geçme fermam karşısında, beklenmedik bir tepki so-

jıu, şimdiyedek elde edebildiğinden de mahrum kalmaz mıy-

dı?... Nitekim, İngiltereye geçmek üzere Muvakkat hükü-

metten izin istemiş olan Çar, bu izin verilmişken (Sovyet)in

itirazı üzerine Merkezde alıkonulmuş ve tutuklu sıfatiyle

•yazlık Saraya hapsedilmişti. ݺler böylece iki iktidar arasın-

da anlaşmalı giderken, vaziyeti birdenbire değiştirip Muvak-

kat Hükümete karşı çıkmak ne dereceye kadar başarılı ola-

bilirdi? Çarcılar, yüksek (burjua)lar, bazı askerî kıtalar, bel-

ki de köylülerle birleşmesi mümkün hükümet, böyle bir atı-

lış karşısında (Bolşevik)leri topyekûn tasfiyeye uğratamaz

mıydı?...

(Lenin) bu ihtimallerden hiçbirini hesaplama mevkiin-

de değildir. O, ilk işi iktidara hamle etmek olan (Sovyet)i

bir (kokteyl) unsuru kabul etmeğe yanaşamaz, hiçbir ihti-

yat ve (antitez) icabına kulak veremez, mutlak din düşman-

lığına rağmen nas bildiği kendi küfür ölçülerinin ham yo

bazı olmaktan vaz geçemez ve yolu uçurum olsa «ileri!» em-

rinden başka bir şey tanımaz.

Hak olan bir dâvada bu karakter, yalınız mutlak hü-

kümlere mahsus mutlak bir salâbet etrafında, yerine ve işi-

ne göre (anti tez)lere de söz hakkı verici bir mizaçla kıvamlı

•olarak gayet makbul sayılabilirse de, (Lenin)de, ibret alın-

maya değer, bâtıl uğrunda korkunç bir yobazlıktan ileriye

geçemez.

Ertesi gün (Lenin), misafir edildiği binanın balkonun-

•da... Binanın önünde toplanan halk topluluğuna hitap ediyir:

«— (Burjua) ihtilâlini aşmak ve (proleter) ihtilâlini ger-

çekleştirmek lâzımdır! (Emperyalist) bir karakter taşıyan

Harbe hemen son verilmelidir! Ne oradan, ne buradan, ya-

rım - yamalak oluşlara paydos!... Olunması gereken neyse

•o olmalıdır!»

Bu sözler gerçekten yarım - yamalak ihtilâl hükümetine

Ttarşı açık bir isyan teşviki olduğuna göre (Lenin)in hemen

tevkifi ve o güne kadar bellibaşlı sınırlar içinde faaliyetine

müsamaha edilen (Bolşevik) teşkilâtının dağıtılması lâzım

değil midir?

288

289

Fakat işçi ayaklanmaları yoliyle gelen hükümette buna

cesaret yok... Cesaret, arkadaşlarında da değil, yalnız (Le-

nin)de...

Nitekim aynı binanın bîr salonunda toplu bulunan ve

aralarında, Siberya'daki sürgününden yeni dönmüş (Stalin)

de göze çarpan (Bolşevik) güdücüleri, kaşlarını çatmış bu

türlü delice çıkışlardan tedirgin görünmektedir.

(Lenin) bu kadarla da kalmıyor ve tırnağını geçirmediği

nokta bırakmıyor:

«— Hükümeti destekleyen (Sovyet)leri ve (Bolşevik)leri,.

gayemizi ihmal etmiş olmakla suçluyorum! Şimdiye kadar

(Sosyal Demokrat) peçesi altında iş gören partiyi açıkça

«Komünist Partisi» olarak meydana çıkmaya davet ediyo-

rum!»

(Lenin) konuşmasını bitirdikten sonra içeride kendisini

bekleyen arkadaşlarının yanına gitti ve onların asık suratla-

rına karşı bir koltuğa gömüldü. Bir Avrupalı muharririn va-

sıflandırışiyle, yayvan ağzı, muntazam burunu, çıkık alnı ve

küçücük parlak gözleri karşılarında, onları aynı fikirlerin

cenderesi içinde zaptetmeye çalıştı. (Stalin) ve (Kamenev)

bu fikirlere karşı çıktılar ve onların (pratik) olmadığı ve ha-

diselerden destek almadığı, zaman ve mekâna uymadığı üze-

rinde ısrar ettiler. En kısa bir zaman sonra körü körüne

(Lenin)in peşine düşecek olan liderler, bu, muvaffak olursa

dâhiyane, olamazsa mecnunane fikirlerden ürkmüşlerdi.

Hemen sonra Petrograt (Sovyet)i «Halklara Çağrı» baş-

lıklı bildirisini yayınladı.

Sırası gelmişken kaydedelim ki, nerede «halklar» diye

bir tabir görürseniz, onun, komünist (Vokabüler - Lügatçe)

sinden alınma bir kelime ve kullananın bu kafada bir adam

olduğunu bilin! «Halk» tek bir topluluk ismi olduğuna göre,,

ancak, onu sınıflara böfen ve her sınıfa ayrı ayrı «halk» gö-

ziyle bakan komünistlerce bu şekilde toplama sokulabilir.

Yoksa dürüst bir ifadeyle halk, her çeşit, her kısım ve her

renkten insanları bir arada tutan bir bütündür ve aynı isim-

le bölünemez. Ancak komünist ağzıdır ki, koca bir mefhum

vakıasını işte böyle tahrif eder.

290

Evet; bu, «Halklara Çağn» isimli bildiride, hükümetin

(emperiyalist) politikasına ve itilâf devletleri arasındaki

harpçi faaliyetine karşı, halk, mücadeleye davet ediliyordu.

İngiliz ve Fransızlar, bu bildiriden fena halde gocundu-

lar... Muvakkat hükümeti sıkıştırdılar ve ondan şu cevabı

aldılar:

— Hükümetin, bildiriyi yayınlayanlarla hiçbir alâkası

yoktur! istanbul'u almak Rusya için millî vazife olduğuna

göre, ilk anlaşma gereğince, itilâf devletleriyle aynı safta ça-

lışmamız devam edecektir.

(Sovyet) bu karşılığı beğenmedi ve hükümetten tekzibini

istedi. Hükümet sade sözünü yalamakla kalmadı; tekzibini

resmen ingiliz ve Fransız elçiliklerine de bildirdi- işte (Bol-

şeviklerin muvakkat hükümet üzerinde baskı derecesi ve

hükümetin buna boyun eğme zaafı!...

Hükümetin bu zaafı, işi kapatacağına büsbütün alevlen-

dirdi. Nümayiş üstüne nümayiş ve harp aleyhtarı gösteriler...

Hükümet istifa etti ve bu defa sosyalistlerin de katılma-

siyle ikinci Geçici Hükümet kuruldu. Başvekil yine aynı

Prens, kabinede asıl baş (Kerenski) ise Savunma Bakanı...

İLK AYAKLANMA

(Lenin)in halka vâdettiği şeyleri, banş, toprak, ekmek

olarak üç noktada özleştirebiliriz. Böylece (Lenin) şehri ve

köyü kuşatarak umumî halk ihtiyacına en müşahhas ve ame-

lî cevabı vermiş oluyordu. Kolay teşhis, basit ifade...

1905 ihtilâlinde (Lenin)le beraber en büyük rolü oyna-

mış olarak, ingilizlerin sürdüğü Kanada'dan kurtulup şefin-

den l ay sonra Rusyaya gelen '(Troçki), hemen onun arkasına

takıldı ve bir mitingden bir mitinge, kendisine mahsus coş-

turma usulleriyle halkı fıkırdatmaya başladı. Sanki (Lenin)

ihtilâl trenini önünden çeken lokomotif, (Troçki) ise aynı

hızla arkasından iten...

Yeni bir nakarat daha tutturdular:

«—- iktidar ille (Sovyet)lerin, ille (Sovyetlerin!...»

291

•A&

Temmuz ayına kadar vaziyet, böylece sürdü veya sürün-

dü. Daha evvel Galiçya cephesinde taarruza geçme karan

alıp neticede Rus ordusunun korkunç bozgununa şahit olan

Muvakkat Hükümet artık büsbütün zayıflamıştı.

Petrogratta Muvakkat Hükümete karşı ilk fiilî ayaklan-

ma... Ellerde «iktidar ille Sovyet'lerin!» yazılı (pankart)lar,

asker, işçi ve çeşitli tabakalariyle halk, (Bolşevik)lerin sevk

ve idaresi olmaksızın ayaklandı. Meclis sarayının önüne gelip

nazırları parçalamaya kadar davrandılar. Ama hükümet,, iki

duvar köşesine sıkışmış kedi cesaretiyle pençesini attı, as-

kerî mektepler talebeleriyle kazakları ve bazı birlikleri mu-

kabeleye davet etti, (Menşevik)leri de yardımına kattı, ayak-

lananlar üzerine ateş açtırdı ve yüzlerce ölü ve yaralı paha-

sına duruma hâkim oldu.

Bu hal, zaten bu kadar ileriye gidilmesini istemeyen,

fakat ihtilâlcileri frenleyebilmekten de âciz kalan (Bolşevik)

şeflerinin, korktuklarına uğramaları demektir. Nitekim

birdenbire nefsine güvenir gibi olan hükümet hemen (Bol-

şevik) şeflerinin tevkifini emretti. (Lenin) müstesna, bütün

(Bolşevik) liderleri yakalandılar... Gazeteleri (Pravda) basıldı

ve makineleri kırılıp döküldü. (Troçki) ve (Kamenev) tutuk-

landılar. Baş hedef (Lenin) ise vaziyetin tersine dönmeye

başladığını görür görmez daha fazla beklemeye sebep gör-

memiş ve Finlandiyaya kapağı dar atmıştı. Ormanlarda

saklanarak ve binbir engel atlayarak zor belâ kaçmaya mu-

vaffak oluş... Finlandiyada bir tanıdığına sığındı ve «Devlet

ve İhtilâl» isimli eserim yazmaya koyuldu.

(Bolşevik) tehlikesini böylece atlatabilen (Kerenski) de

Başvekil oldu.

Halk artık (Bolşevik)lere aykırı ve ilk sevgisini kaybet-

miş gibi...

Fakat bu vaziyet uzun sürmedi. Cephelerde üstüste boz-

gunlar, şehirlerde sefalet, buna karşılık yüksek sınıflarda

sefahat, hükümetçe kazanılan bazı subay mahfellerinde tür-

lü rezaletler, gözleri tekrar (Bolşevik)lere döndürür gibi ol-

du. (Troçki) ve Kamenev), zindandan, vaziyeti alevlendirme-

yi ihmal etmediler, (Lenin) ise Finlandiyada artık işin naza-

292

riyatına daldığı âlemden silkinip Rusyaya şu talimatı gön-

derdi:

—Bensiz hiçbir şey yapamazsınız! Saat çalmadan ve

ben onun çıngırağını ayarlamadan harekete geçildi! îşte şim-

di vakit gelmiştir!

Öyle ama!... Ama'sı var:

Ayaklanma sırasında (Kerenski)ye yardım eden Kazak

Generali (Kornilov) Rus orduları başkumandanlığına getiril-

miş, o da, bütün sağcı, Çar taraflısı zümrelerin tek ümit

timsali halinde (Kerenski)yi ve Muvakkat Hükümeti devirip

askerî bir diktatorya kurmak sevdasına düşmüştür.

24 Ağustos... ilk ihtilâl davranışından beri 6 ay geçmiş,

sahicisine de 2 ay kalmış bulunuyor.

Rus orduları başkumandanı, Kazak Generali (Kornilov)

un hükümete İhtan:

—iktidardan çekiliniz ve hükümeti bize teslim ediniz!

Petrograt üzerine yürüyorum!

Ya bu (romantik) ihtarın belirttiği yeni tehlike?...

ROMANTiK

TEŞEBBÜS

Garip bir köşe kapmaca gibi boyuna cephe değiştiren

hadiseler karşısında Kazak generalinin adetâ davul zurna

çalarak Petrograt üzerine yürüyüşü, ayranı kabarmış basit

ve (romantik) bir asker anlayışından ibaret kaldı; merkez-

de havayı yoklamaksızın ve tedbir almaksızın başladı ve bazı

sağcı sınıfların harekete kurtarıcı gözüyle bakmalarına rağ-

men başarıya ulaşamadı.

Subayına güvensiz nefer, patronuna âsi işçi, mutlakiyet

idaresine düşman kalabalık, (Bolşevik)lerden tedirgin halk,

hattâ vaziyetten en fazla ürkmek mevkiinde (Sovyet), bir ân

için selâmeti. Muvakkat Hükümete siper olmakta buldular

ve hep beraber (Kerenski)yi desteklemeyi kararlaştırdılar.

Hattâ (Troçki)yi zindanında görmeye giden (Bolşevik)

deniz subayları ona sordular:

293

—Hem (Kornilov), hem de (Kerenski)yi ortadan kaldır-

mak istiyoruz! Ne dersiniz?

Ve cevap aldılar:

—Yanlış!... Evvelâ (Kornilov) ve sağcıların yenilmele-

rini beklemek ve sağlamak lâzım... Ondan sonradır ki, sıra

(Kerenski)ye ve Muvakkat Hükümete gelebilir! Sabredin ve

bildirdiğim yönde yürüyün!

(Kornilov), İngilizlerden de zırhlı bir tümenle yardım

taahhüdünü koparmış olarak, sadık kazaklarından kurulu

bir tümenin (Vahşi Tümen) başında Petrograt üzerine yü-

rüdü. İngiliz zırhlı tümeni Rus zabiti üniformasını giymiş

birkaç subayın idare ettiği birkaç tanktan ibaret kaldığı gibi,

(Kornilov) tümeni de Petrograta varamadı. Demiryolu işçi-

leri (Sovyet)ten aldıkları talimatja yol şebekesini didik didik |

parçaladılar, rayları ve traversleri söktüler, katarları yol

alamaz hale getirdiler, üstelik tümene sızıp kazakları ayak-

landırdılar ve onlara Petrograt üzerine yürümeyeceklerim

haykırttılar. (Kornilov) apışıp kaldı, başkumandanlıktan az-

iedildi, arkasından tevkif olundu ve rüyası yarım bırakıldı.

Bu sırada (Sovyet), Petrograt'ta askerî tedbirler almış,

barikatlar kazdırmış, halka silâh dağıtmış, adetâ bir müda-

faa ordusu kurmuştu. Şimdi bu ordu, dilediği tarafa yöne-

lebilirdi. (Kornilov) muvaffak olamayınca (Bolşevik)lerin

ekmeğine yağ sürücü bir vaziyet doğmuş oluyordu. (Kronş-

tat) denizcilerinin ısrarı üzerine de (Kerenski), Temmuz

hadiselerinden ötürü zindana atılan (Bolşevik)leri serbest bı-

rakmak zorunda kalmıştı. (Troçki) de hapisten çıkmış ve

asıl ihtilâlde aslî rollerden birini oynamak üzere meydan

yerinde görünüvermişti. Petrograt (Sovyet)ine reis seçilecek

ve ihtilâlin baş (taktik)çilermden biri rolünü oynayacak...

Artık (Lenin) için Pusyaya dönmek zamanı gelmiştir,

ihtilâlin, birkaç (taktik)çiye nispetle düşünen kafası ve baş

(strateji) kabiliyeti olan bu adam, önüne şu meseleleri yığ-

mış düşünüyor:

1— (Bolşevik) Partisini, her âleti birbiriyle ahenkli

bir saat gibi, en ince bir plân çerçevesinde hareket ettirmek...

2— Merkezden bu suretle harekete geçilirken muhiti

sıhhatle muhafaza etmek, yani halkı kazanmak ve önceden

hazırlamış olmak...

3— İhtilâlin güdücüler ve yapıcılar kadrosunu ve hazır

kuvvetini eksiksiz meydana getirmiş bulunmak...

4— Muvakkat Hükümetten yana olmadıkları halde ha-

diselerin daha fena ihtimallere yol açması ve her ân istika-

met değiştirmesi yüzünden arada bir hükümet yararına dav-

ranan zümreleri kösteklemek, hükümeti yalınız hale getir-

mek ve bilhassa orduya tesir edebilmek...

Bu maddeler, işin (taktik) safhada plânından başka, he-

men hemen sağlanmış vaziyette... Son bir dürtüşle büsbü-

tün tamamlanabilir; ve gerisi, hadiselerin (dinamik) akışı

içinde devşirilebilir.

Tek, (Lenin) Rusyaya dönsün...

PLÂN

Bu hava içinde (Lenin) Finlandiya'dan döndü ve bir işçi

mahallesinde basit bir eve saklandı. 10 Ekim gecesi (Bol-

şevik) şefleri, teker teker ve dolambaçlı yollardan geldikleri

T?ir yerde toplandılar... Sokağın girişinde ve çıkışında göz-

cüler ve her türlü emniyet tertibatı... Ani bir baskınla her

•şey bitebilir, (Lenin) ve arkadaşları tutulur ve bunca emek

boşa gidebilir. Baş koparılınca vücuddan bir hareket bek-

lenemez. (Lenin), tanınmamak için dazlak kafasına bir pe-

ruka geçirmiş ve sakalını kesmiştir. (Zinovyev) ise takma

sakallı... Perde'eri sımsıkı örtülü bir salonda 12 ihtilâlci, pe-

çelenmiş bir elektrik lâmbası altında baş başa... Duvarlarda

başları birbirine yapışık gösteren esrarlı gölgeler...

Ekseriyet hükmü:

İhtilâl şu anda zaruridir. Şu anda ordudan destek

umulabilir- Vakit geçerse şartlar değişebilir. Dâvamıza zıt

kuvvetler (Kornilov)unkine benzer bir teşebbüse girişebilir-

ler... Buna hazırlandıklarına dair alâmetler de vardır. Şu

andakinden elverişli bir vasat olamaz.

(Lenın)in tezi etrafındaki bu ekseriyet hükmü şöyle mü-

hürlendi:

294

295

(Sovyet)lerin toplu kongresi bu ayın (Ekim) içinde bu-

rada (Petrograt) toplanacak... Sureta fikir faaliyetinden iba-

ret kalacak olan bu kongreyi birdenbire fiile de yöneltebili-

riz. Kimsenin böyle bir şey beklemediği ve fiilî hareketi

daha ileride tahmin ettiği bir saatte zuhur edivermek, bir

baskm avantajı doğurabilir. Mutlaka, her noktası hesaplı

bir darbeye girişmeliyiz!

Fakat bu hüküm itirazsız kalmadı. Zamanın (Bolşevik)

ler lehine çalıştığını, her gün taraftarlarının çoğaldığını, işi

ileride önüne geçilemez bir halk patlayışına bırakmanın daha

uygun olacağını, zar atarcasına bir davranışın dâvayı berbad

edebileceğini iddia edenler de çıktı. (Zinovyev) ve (Kama-

nev) itirazcılar arasında...

(Lenin) sözü ele aldı ve öyle şimşekli telkinlerde bu-

lundu ki, mahut iki kişi müstesna, itirazlar yanıp kül oldu;

ve sabaha karşı, kalın perdeler arasında camlara mavi bir

ışık pudrası serpilirken ikiye karşı on reyle karar çktı:

«— Hemen ihtilâl!»

Ve teşkilâta gizli ihzari talimat uçuruldu, «hazır ol!»»

emri verildi.

(Lenin) muzafferdir ve onun Finlandiyadan gönderdiği

«hemen hareket!» emrine karşı çıkan (Bolşevik) Merkez Ko-

mitesi şimdi ona mağlûp...

Hareketin (stratejik) plânında, fikri aşılamak, rekabet

ve zaaflardan faydalanmak, içtimaî ıstıraptan istismar et-

mek, iç ve dış engeller arası yol bulmak, zaman ve mekân

şartlarını iyi hesap etmek ve elde bir hazır kuvvet bulundur-

mak vesaire gibi noktalar üzerinde, kimi yıllardır, kimi de

Şubat ihtilâlinden beri çalışılmış ve iş, biri (stratejik) öbü-

riyse (taktik) iki esasa kalmıştı:

1— Zaman gelmiş ve mekân müsait şekil arzetmeye

başlamış mıdır?

2— Hareket nasıl ve hangi hedeflere yönelinerek yapı-

lacaktır?

(Stratejik) madde halledilmiş farzedildiğine göre, şim-

di her şey, (strateji)nin tâbi kolu ve son gereği olan (tak-

tik) safhada... Bu safha ise, ilkinin (Lenin) emrinde olması-

na mukabil, (Troçki) idaresinde...

(Taktik) plânını, eski bir Rusya subayı ve meşhur bir

satranç ustası olan (Ofseyenko)ya yaptırdılar. 1905 îhtilâ-'

linde idama mahkûm edilen ve Viyanaya kaçıp kurtulan, bu

gözlüklü ve çipil gözlü, hırpani saçlı hesap hocası tipli adam,

Petrograt haritasını önüne serdi ve en küçük noktasına kadar

mükemmel bir (taktik) plânı çizdi. Kışlık saray, (Mari) ve

(Torid) sarayları gibi ilk hamlede işgalleri gereken mevki-

ler, bunlara saldırmakla vazifeli Kızıl Muhafızlar ve ellerin-

deki askerî kıtalar, bunların mevzi alacakları ve emniyetle-

rini sağlamak için tutacakları yerler, en ince teferruatına

kadar düşünüldü.

RUS İHTİLÂLİ VE

Plânın hesap dökümünden birkaç çizgi:

Kışlık Saray, (Mari) ve (Torid) Saraylarının zaptına, şu,

şu, şu gruplar memur... Garların ve yol kavşaklarının tu-

tulmasına, şunlar, şunlar, şunlar... Merkezî kuvvetin top-

lanma yeri Finlandiya garı ve civan... Baltık deniz kuvvet-

leri birliklerinden devşirilecek olanlar da resmî üniforma-

larıyle ana kuvvetin başında... Posta, telgraf, telefon şebe-

kesine ilk anda el konulacak ve kışla kapılannda asker, he-

yecanlı davet nâralariyle harekete katılmaya çağrılacak veya

hükümetle irtibatsız kılınacak...

(Troçki) nin emrinde öncü hazır kuvvet olarak, işçiler-

den, deniz erlerinden ve (Leton) alaylanndan sadece 1000 ki-

şilik bir grup... (Troçki), arkası hemen gelmek üzere bu zaif

kuvvetle ve apıştırıcı bir hareketle ilk kapılann açılabilece-

ğine inanmıştır. Harpten kaçanlan, kaçaklıktan nispetinde

ve hınçları istikametinde bir atlganlığa sürmek mümkün,

hattâ pek kolay olduğuna göre, binlerce, onbinlerce asker fi-

rarisini de son anda devşirmeli...

(Troçki) öncü kuvvetlerine, ahmak hükümet ve (Burju-

va)lann gözü önünde manevralarını bile yaptırdı. Dörder ki-

şilik, nihayet manga çapını aşmayan çekirdek kuvvetler, pet-

296

297

rograt sokak ve meydanlarım dolaşarak, vazifeli oldukları

bina ve müesseseler önünde durarak, âdeta ihtilâlin prova-

sını yaptılar ve kimse bunlardan bir koku alamadı.-

(Troçki) şehrin umumî hizmet plânını ele geçirmişti.

Bu plâna göre, elektrik, gaz, su şebekeleri, yeraltı yollan,

bütün teknik vasıta cihazları, lâğımlar tüneller, dış faaliyet-

leri yeraltından iptal veya ihtilâl hareketini yeraltından kuv-

vetlendirme imkânları açıkça meydandaydı. (Troçki) buna gö-

re hareket cetvelini tertipledi ve şehrin büyük elektrik sant-

ralini ele geçilmek için, tek başına ihtilâl çapında kurnaz bir

teşebbüse girişti: Resmî üniformalı birkaç deniz erini, sant-

ral müdürlüğüne gönderdi ve bunlara:

— Santralı muhafızsız ve muhafazasız görenler bize bu-

rada nöbet tutma emrini verdiler!

Dedirterek, ihtilâlden önce orayı işgal etmiş olmak

avantajına kondu. Buna benzer birkaç işgal daha oldu. Kim-

se, hiçbir müessese bu tepeden inme nöbetçilerin kimden

ve nereden emir aldıklarını o karışıklık havası içinde so-

ramadı, gelenlere karşı da duramadı. Her şey 1960 Türkiye

gece baskınında olduğu gibi, peşinen elde edilmiş görünü-

yordu. Bazı askerî birlikler (Bolşevik) komitesinden başka

hiçbir makamdan emir kabul etmemeyi telkin edici bildi-

rilere aykırı davrandılarsa da, bütün (otorite) cihazı parça-

lanmış bir idarenin felçli gözleri önünde komünistlerin çı-

ğırtkan ve gözbağcı edebiyatına yenildiler ve komiteye itaat

edeceklerine söz verdiler.

(Kerenski) artık adamakıllı gocunmuştur. Nihayet —Ya-

zık ki çok geç!— sert karşılıklara baş vurulması gerektiğini

anlıyor ve üstüste bir sürü tedbir alıyor- (Çarkoi) askerî

Akademesine ihtiyatlı olması bildiriliyor, Harp okulları ta-

lebesine, uzaktaki yerlerini bırakıp Başkente yerleşmeleri

emrediliyor. (Bolşevik)lerin kumandasındaki bazı harp ge-

mileri ne denize açılmaları vazifesi veriliyor; ve en müthişi,

(Bolşevik) karargâhının dışarıyle telefon irtibatı kesiliyor ve

gazeteleri «DşçiYolu» kapatılıyor. Muhafazakâr Harp Okulu

talebelerinden bir grup gazete idarehanesini basıyor, ma-

kinelerini tahrip ediyor ve içindekileri yakalıyor. Gazetede

298

çalışan ve kolayca devşirilir, tersine idealist tiplerden bir

genç kız baskından kaçarak, koşa koşa (Smolni)ye, komü-

nist karargâhına gidiyor ve üstü başı perişan, haykırıyor:

— Gazeteyi bastılar ve her şeyi yakıp yıktılar! Ne du-

ruyorsunuz?

PATLAYIŞ

Genç kızın bu hareketi patlayışın işareti oldu. Bu iş-

leri yaptıran hükümet, bir anda sonunu getiremediği ve

yalınız sindirmekle iş bitireceğini sandığı kısır bir harekete

girişmekle en büyük hatâyı işlemişti.

Hadise komünistlerce askerî birliklere duyurulur du-

yurulmaz, ihtilâl bir nevi mazeret bulmuş gibi oldu; maz-

lum postuna büründü, bazı birlikler tarafından kendisine

muhafızlar bile tedarikledi ve «Şafak» isimli komünist harp

gemisine limanı terketmemek emri verildi.

Bu hal (Kerenski) hükümetinin şimdiden Petrograt'tan

kaçıp başının çaresine bakmasını gerektiren durum...

Hükümeti desteklemeye gelen alaylar ve harbiyeliler,

önlerine ani çıkışlarla, tepeden inme hitap ve telkinlerle

parçalandı, gruplara bölündü ve denizcilerden istenen yar-

dım da, hemen Petrograt üzerine yola çıkan 2000 kadar

bahriyeliyle gerçekleşince, ihtilâl bir nevi, tereyağından

kıl çekme kolaylığına kavuştu. Ama bu kavuşmayı da, ih-

tilâlin fikir ve teknikte güçlü idarecilerine ve onların hadi-

selerden hemen faydalanma kabiliyetlerine başarı notu ola-

rak kaydetmek gerekir.

(Bolşevik) partisinin (Smolni)deki karargâhı kocaman,

eski ve harap bina hemen Kızıl Muhafızlar tarafından hi-

sarlandı.

24 Ekim sabahı daha da müthişi oldu- ihtilâl yuvası

bina, resmî devlet kuvveti üniformalı askerlerce ve alenen

korunmaya başladı, ve eli, kolu, dili bağlı hükümette «gık!»

diyebilecek bir tepki bile görülmedi.

Hükümetin bu acaip tavrına karşılık öbür taraftan da-

299

ha acaip tutum... Binanın içine, sanki haftalarca sürecek

bir muhasaraya karşı, çuvallarla patates, sepetlerle sebze

ve meyva yığdılar. Bunlardan başka, yakmaya veya (bari-

kat) kurmaya yarayacak odun yığınları... Hiçbir ihtilâl, bir

Ortaçağ kalesinde korunurcasma kendisini temin etmeye

kalkmayacağına ve zaten, silâhların iptidaîliği yüzünden

baş vurulması mümkün bu usul, modern silâhlar karşısın-

da sökmeyeceğine ve esasen ihtilâl, kendisini müdafaa de-

ğil, taarruz hareketi olduğuna ve muvaffak olunamazsa her

şey bitmiş olacağına göre, gerçekten şuursuz ve bunca he-

saba rağmen (komik) bir tedbir...

İhtilâl komitesi 24 Ekim günü, ileriye atılışın arefesinde

son bir toplantı yaptı. (Lenin) saklandığı evden çıkmayı o

ân için uygunsuz bulduğu için gelmemiş, (Stalin) de gaze-

tedeki vazifesi başında kalmıştı. Reis (Troçki)... Plânlar

gözden geçirildi ve en kötü ihtimale kadar, hattâ kaçmak

gerekirse deniz üssündeki «Şafak» gemisini hazır tutmayadek

her şey hesaba katıldı.

Petrogratta hava yağmurlu... (Kereneski) de boş dur-

muyor. Harbiyelilere garları tutturmuş ve (Neva) köprüle-

rini, yalınız bir tanesini kendi sadık kuvvetlerine ayırarak

kaldırtmış bulunuyor. Halk evlerine çekilmiş, dükkânlar

öğleden sonra kapatılmış, herkes biraz sonra (arena)da

başlayacak doğuşu bekliyor, ihtilâlin de bu türlüsü ve

hasmiyle burun buruna gelmiş, boynuz boynuza tavır almış

şekli görülmedik bir şey...

24 Ekim gecesi çok nazik bir zaman parçasını çerçe-

veliyor. Gece, kaldırılan bütün köprüleri (Bolşevik) denizci

ve işçiler indirmiş ve muhafız hükümet kuvvetleri kolla-

rını kavuşturup seyirci .kalmaktan başka bir şey yapama-

mıştır. Henüz taraflar arasında tek kurşun bile atılmamış-

tır. (Lenin) yine sakalsız ve başı perukalı, (Smoini) ihtilâl

karargâhmda, (Troçki)nin üçüncü kattaki odasında, ışıksız

bir pencereden sokakları seyrediyor. Korkunç bir sessizlik...

Gidip gelen Kızıl Muhafızlar... Ses tertibatı bozulmuş bir

filim veya sade hareketten ibaret sessiz bir dünyada gibi,

bazı gölgelerin akıp gidişinden başka bir tecelliye şahit

300

olunmuyor. Bütün silâhların ve çığlıkların tetiği son nok-

taya kadar çekilmiş, fakat henüz düşürülmemiştir.

(Lenin) o geceden tatbikine geçilen plânın dehşeti içinde

zoraki bir sükûnetle pencereden ayrılıyor ve karardıkta

arkadaşlarına sesleniyor:

—Yarın sabahı dinç karşılayabilmek için sedirlere

yaslanıp birkaç saat kestirmeye çalışalım!

Sessiz, itaat ediyorlar... Sedirlere giyimli olarak uzanıp

kendilerini uykuya zorluyorlar...

Bir iki saat geçiyor. Çakılan bir kibrit sesi ve parlayan

bir ışık damlası... Hayret!... Herkesin gözleri açık, tavana

bakmakta...

(Lenin)in sesi:

—Demek uyuyan yok!...

—Uyuyan yok!...

Kalkıyorlar... Kapı vuruluyor.

Haber:

—Plâna göre ilk hedefler ele geçirilmiştir. Elektrik

santrali, postahaneler, telgraf ve telefon merkezleri elimiz-

de... Hükümet kuvvetleri, Kızıl Muhafızların göründüğü

her yerde uzaklaşmayı tercih ettiler...

Ve (Lenin) salonun lâmbalarını yaktırıyor:

—îş yarında... Kışlık Saray ve Genelkurmaylık Dai-

resini ele geçirebilmekte...

25 Ekim sabahı saat 7'de, (Lenin)e geceden gelen haber

tamamiyle gerçekleşmiş olduğu gibi (Kari Marks)ın ihtilâl

öğütlerinden biri olarak da Devlet Bankası işgal edilmiş bu-

lunuyor. Ortalıkta hiç bir hükümet maniası yok.. Hükümet

kendisini Kışlık Sarayda ve (Kerenski)nin de bulunduğu Ge-

nelkurmay Dairesinde, müdafaaya çekmiştir. Belki de sınır-

lardan beklediği askerî imdadı kollamaktadır. Halbuki -Ke-

renski), sabaha karşı bir Amerikan zırhlı otomobiliyle harp

cephesine doğru yola çıkmış bulunuyor. Maksadı ileri hat-

larda bulunan kuvvetlerden bir kısım ayırarak Petrograt'a

yürümek, yani Çar'ın kendisine yapamadığını (Bolşevik)lere

yapmak... O kadar acele bir kaçış ki, Kışlık Sarayda ablu-

kaya alınmış Bakanların hiçbir şeyden haberleri, kaçmaya

da imkânları mevcut değil...

301

24Ekim günü, Kızıl grupların her tarafı tutmasiyle geç-

ti ve halka şöyle bir beyanname yayınlandı:

«Rus vatandaşı! Muvakkat hükümet devrilmiştir! ikti-

dar Petrograt işçi ve askerlerini temsil eden (Sovyet)e, onun,

Askerî ihtilâl Komitesine ve Petrograt proletaryasına geç-

miştir! Milletin, uğrunda savaştığı ana hedefler, (demokra-

tik) bir nizam içinde, barış, şahsî toprak mülkiyetinin kal-

dırılması, istihsalin işçi sınıfınca murakabesi, ve bir (Sov-

yet) hükümetinin teşkili, sağlanma yoluna girmiştir! Yaşa-

sın, işçi, asker ve köylü ihtilâli!...»

25Ekim günü öğle vaktine kadar, iki büyük hedef, Kış-

lık Saray ve yanındaki Harbiye Nezareti müstesna, her nok-

ta (Bolşevik)lerin eline geçmiş bulunmakta... Bu iki hayatî

merkez ise, olanca tesir ve kuvvetini kaybetmiş birer sığı-

naktan ibaret... Fakat devletin Kızıllara geçmesi için Kızıl

Bayrağın mutlaka çatılarında dalgalanmaya başlaması ve

ihtilâlin onları ele geçirmekle mühürlenmesi gerek...

Akşam ortalık kararırken Saraya hücum başladı. Kızıl

Bayraklı zırhlı otomobiller Sarayı sardı ve teslim olmaya

davet etti. Saray, içinden, (Bolşevik) düşmanı Harbiyeliler-

le aynı ruhtan bir kadın kıtası ve zaif kazak bölükleri tara-

fından müdafaa ediliyor. Teslim teklifi reddedildi; hâlâ

uzaklardan bir imdat geleceğini vehmeden Bakanlar, teslim

olmayacaklarını, gerekirse ölümü tercih edeceklerini bildir-

diler... Ateş... (Lenin) bu mukavemete şaştı ve Sarayın topa

tutulmasını emretti- Meşhur «Şafak» gemisini (Neva) ağzın-

dan geçirip Saraya yaklaştırdılar ve 15 lik toplarla Sarayı

döğmeye başladılar. Aralarından bir kaçı ölen Harbiyeliler

kaçtı ve savunmayı kadınlara bıraktı. Kazaklar da onları

takip etti. Kadınlar direnişe devam ettiler. Savunma Bakan-

lığı daha evvel ele geçirildi. Sonunda kadınlar da dehşete

düşerek teslim oldular... Ve her şey sona erdi.

25 Ekim gecesi sabahın 2 sinde, işin, satranççı (Ofseyen-

ko) ve (Troçki) tarafından yürütülen (taktik) safhası mü-

kemmel bir sevk ve idareyle tamamlanmış ve koca Rusya

(Bolşevik)lerin pençesine düşmüştür. «Bütün Rusyaların

Çarı» ismi altındaki mutlakifet idaresinden ikinci adımda

Koparılan «bütün Rusyalar», şimdi, bütün insanlığa manevî

ve ebedî hayatını inkâr ettirmeye gelmiş bir fikir eşkiyası

hizbi önünde, (stavroz)a yaptığı gibi, dize gelmiştir.

Mahut karargâh, (Smolni) binasında, içeriye meşalelerle

dolan habercilerin cümbüşü... (Lenin) ayakta ve heyecanın

son haddi, kireç gibi beyaz bir çehreyle gülümsemeye çalışı-

yor. (Troçki), hemen her yahudiye eş, saadetinden düşüp

bayılıyor. 48 saattir uykusuz ve istirahatsiz tipler, kucakla-

rında silâhlan, kendilerini, köşe, bucak, hattâ merdiven

basamaklarına kadar atmış, birer leş halinde uyuyorlar...

Bir gün önce uyku tavsiye eden (Lenin), belki herkesten da-

ha yorgun olduğu halde uykuyu unutmuştur. (Troçki)yi yer-

den kaldırtıyor ve yakınlarına emir veriyor:

— Haydi, Kışlık Saraya!

OLUŞLAR

TEPKDLER

MÂNALAR

ihtilâl başarıya ulaşır ulaşmaz, bütün Rusyaya yayılan

bildiride, birtakım beylik lâflardan sonra şu cümle:

«— Yeni iktidar, toprak ağalarına, Çarlık hanedanına

ve kiliseye ait bütün toprak ve mülklerin Köy Komitelerine

devr ve teslimi işini hemen sağlayacaktır.»

26 Ekim günü (Lenin) kürsüde:

«— Toprak vermeksizin ve tazminat ödemeksizin sulha

hazırız ve müzakerelere başlamak üzereyiz!»

(Bolşevik) kongresi... 100 âzalık Merkez Yürütme Ko-

mitesi... (Lenin) Başvekil; (Troçki), (Ofseyenko), (Stalin) gi-

biler de Bakanlar arasında... (Enternasyonal) çalmıyor ve

herkes ayakta dinliyor. Tarif edilemez tezahürler arasında

(Lenin), boyuna kürsüye çıkıyor, boyuna kürsüden iniyor.

Her şey yolunda görünüyor ama, henüz hiçbir şey tah-

kimli değil... Nitekim harp cephesine kaçan (Kerenski), ora-

dan bir kuvvet ayırıp Petrograt üzerine yola çıkarmış, fakat

bunlardan ilk hamlede üç tabur (Bolşevik)lere katılmıştır.

302

303

(Troçki), gelenler üzerine kendi tarafının kuvvetleriyle kar-

şı çıkıyor. Yalancı veya sahici bir çatışma ve henüz ihtilâlin

7 nci gününde (Pulkova) çarpışması denilen bu çatışmada

zafer komünistlerde kalıyor.

Petrograt ve Moskova'daki askerî okullar isyanı da ne-

ticesiz... Hemen bastırılıyor ve genç talebeler silâhtan tec-

rit ve mekteplerinde hapsediliyor.

14 Kasım'da Rusyanın harp halinde olduğu devletlerle

mütareke... Buna rağmen Rusyada Alman ilerilemeleri ve

nihayet 17 Şubat'ta (1918) kat'î anlaşma...

O arada ihtilâl aleyhine harekete geçen (Kornilov) ka-

zaklariyle takviyeli Beyaz Ordunun mağlûbiyeti ve artık her

şey komünistlerin pençesinde...

Siberya'da (Ekaterinburg) kasabasında küçük bir kagir

konağa kaldırılmış olan Çar ikinci Nikolâ, Beyaz Ordu ha-

reketi üzerine yine taht'a geçirilir korkusiyle, 14 yaşındaki

hasta çocuğu ve bütün aile kadrosu bir arada, salhanede

hayvan boğazlanır gibi öldürülüyor. (Kornilov), (Vrangel),

(Denilgin) ve (Kolçak) tarafından kumanda edilen Beyaz Or-

du, ingiliz, Fransız ve Amerikalıların yardımına rağmen bo-

zulunca da, artık (Bolşevik)leri kösteklemek imkânı kalmı-

yor ve son ihtilâlin ikinci yılında (Bolşevik)ler bütün Rusya-

yı silmiş, süpürmüş ve yutmuş oluyor.

(Lenin) 1924 yılında ölecek ve ölümünden biraz evvel,

yoldaşlarına:

— Stalin'den kendinizi koruyun!

Diyecektir.

Kendi bâtıl inanışı içinde dâva ahlâkını eşsiz bir sağ-

lamlıkla muhafaza eden... Bir tenkide «bu benim hususî ha-

yatıma ait noktadır!» karşılığı verilince «bir komünistin hu-

susî hayatı yoktur!» diyecek kadar tersinden vecd ve ihlâs

gösteren... Tahsisatının yetmediği iddiasındaki Maarif Ko-

miserine «karın da çalışsın ve tahsisat alsın!» cevabını ya-

pıştıran... Talebeliğinde haksızlığını gördüğü bir hâkimi, ik-

tidara geçince diri diri gömdüren... ihtilâl ve hareket tek-

niği olarak baş ucundan, meşhur Alman askerî mütefekkiri

(Von Klâozvic)in «Harbe dair» eserini ayırmayan... Bir Av-

rupalıya «eğer eski zamanlarda gelseydi kendisine bir aziz

göziyle bakılırdı» teşhisini ilham eden (Lenin)... Evet; bâtıl

ve ebedî helak uğrunda, hiçbir değeri olmasa da, görülme-

miş bir ruh bütünlüğü, (materyalist) inanış içinde (ideailst)

mizaç belirten bu adam, ölünce, ipler, korktuğu (Stalin)in

eline geçti. (Stalin) komünizma (doktrin)lerini yumuşattı,

(Troçki) tarafından kendisine karşı hazırlanan ayaklanmayı

bastırdı, hiç sevmediği ve «Çıfıt yahudi» diye andığı bu ada-

mı Rusyadan ayrılmaya zorladı ve nihayet Meksika'da öl-

dürttü. Yumuşattığı komünizma (doktrin)lerini Rusya için-

de yürüyebilir ve memleketini madde safhasında kalkındıra-

bilir hale getirirken bütün rakiplerini, (Kamenev), (Zinov-

yev), (Sokolnikov), hattâ zavallı satranççı (Ofseyenko) ve da-

ha kimler ve kimler, kendisinin kanaati de aynı olarak, inan-

madıkları âleme gönderdi.

(Ddeolojik) cephesini ele almaksızın sadece dış mâna-

siyle göstermeye baktığımız Rus İhtilâli de, nihayet, belki

de (Stalin) sayesinde, içeride hiçbir tepkiye uğramaksızın,

akrebin zehri gibi, kendisine dokunmaz, fakat dünyaya ölüm

saçıcı ve saf fikirden ziyade istismarlık siyaset âleti bir mez-

hep haline gelmekle eserini verdi.

FAŞDZMA

NAZDZMA

VESADRE

Yirminci Asrın en büyük hareketi Rus İhtilâlinden son-

ra kısaca noktalanmaya değer, İtalya'da Faşizma, Almanya'-

da da Nazizma hareketleri... Bunlar zoraki fikir ve nefsanî

inanışlar etrafında, büyük ve insanî temelden mahrum ve

halk vicdanına işlemekten âciz, heyecanını sun'î aşılardan

devşirici ve daha ziyade komünizmaya tepki mahiyetinde,

(minör - dar ve küçük) sahalı hareketlerden ibaret olduğu

için üzerilerinde fazla durmaya değmez. Hikâyeleri de çe-

kici olmaktan uzak...

Avrupanın, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi sanayileş-

305

lhtilâl/20

304

mis ve büyük işçi kitlelerine sahip memleketlerinde patlak

vereceğine, Rusya gibi nispeten iptidaî bir ülkede harekete

geçen ve hareket sahasında başarıya ulaşan komünizma, saf

.fikir laboratuarında bozguna uğratılmış olmasına rağmen,

ameliyede, bazı sınıfları peşinden sürükleyici ucuz ve kolay

(diyalektik) işportası ve her ülkeye ait içtimaî ve iktisadî ıs-

tırapları kurnazca istismar edici pratik dehâsiyle müthiş bir

(avantaj) kazanınca, Batı medeniyeti adına ilk tepki italya-

dan geldi.

Ara yerdeki 1918 -1919, sonra 1923 Alman ve yine Dünya

Harbi sonundaki Macar ihtilâlleri de, biber komünizma ser-

pintisi ve çok kısa süreli davranışlar olarak müstakil asliyet

ve şahsiyet ifadesinden uzak...

İtalyada Faşizmanm kurucusu (Musolini), yatalak de-

mokrasiler ve hasta kapitalizma elinde buhranını yaşamaya

başlayan (Greko - Lâtin) medeniyetini, artık bozuk muva-

zenesi içinde yeni bir «sulta . hükümranlık» ruhuna kavuş-

turmak, öz eser ve keşiflerine mağlûp Avrupaya, eşya ve ha-

diseleri tahakkümü altına alacak bir soluk üflemek ve bu'

dâvanın nizam ve disiplinini bina etmek diye ifade edebile-

ceğimiz, sade suya tirit olmaktan ileriye geçemez ideolocya-

sını kısa bir zaman içinde pişirdi, teşkilâtlandırdı; ve mem-

leketindeki sahipsizlik vaziyetinden faydalanmayı bildi; küs-

tah bir atılışla Roma üzerine yürüdü ve olacağını oldu. Fa-

şizma inkılâbı üzerinde, gerek dâva, gerek hareket tekniği,

gerekse iş ve siyaset dehâsı olarak söylenebilecek her şey bu

kadardı. (Musolini), işe sosyalistlikle başladı, (Marks)m me-

todlarmı kullandı, (Mason) teşkilâtına dayanıp yükseldi ve

sonra başa geçince ilk defa onları ezdi. Eski Roma rüyası

uykusundan hiçbir ân uyanamadı, ikinci Dünya Savaşına ka-

dar birtakım şairane emperiyalizma tecrübeleri sonunda âle-

mi kendisine güldürdü; ve nihayet talebesi (Hitler)in kat'î

zafer ânı zanniyle ve bir lüpcü edasiyle katıldığı harp yüzün-

den mahvolup ayağından sahpaya asıldı.

Şurası muhakkaktır ki, birkaç yıl sonra (Hitler) ve

peşinden ispanya'da (Primo do Rivera) ve derken (Franko),

Portekiz'de (Salazar) ve bazı yerlerdeki Faşizma özentili

306

davranışlar, derslerim (Musolini)den almışlardır. Fakat hiç-

birinde Batı buhranını kökünden kazıyacak büyük fikriyat

ve ona bağlı aksiyondan eser mevcut değildir. Avrupa, öz

terakkilerini murakabe edebilecek, kaçırdığı nizamı geri ge-

tirebilecek ve Komünizmaya karşı zabıta kurabilecek fikrî

ve fiilî müeyyideyi, Faşizma ve azmanlarından hiçbirinde

bulamamıştır. Onlar, sadece (dekoratif) birer ham heyecan

(mizansen)i...

Önce demokratik usul ve kanun yollarından gelip, peşin-

den de acı diktatoryaya geçen (Hitler), ihtilâl hususiyetleri

ölçüsiyle hiçbir şey değildir; ilk zaferini Alman milletinin

harp sonrası ıstırabına ve her şeye çabucak inanan (roman-

tik) mizacına borçludur; (Rozenberg) ve (Haydeger) isimli

filozoflarına rağmen büyük dünya görüşünden mahrumdur;

ve (Napolyon) vâri giriştiği dünya ihtilâli hareketi sonunda

da, bulunamayan cesedinin boş mezarına şu kitabe yazılsa

yeridir:

«—Burada, koca bir milleti, hayali peşinde sürükleyen

ve zaptedilinceye kadar yıllarca bütün insanlığa ecel terleri

döktüren bir zır delinin yatması icap ederdi.»

Bunlardan başka, Yirminci Asrın ikinci yansına doğru,

ve ondan sonra, kâh solcu ve kâh sağcı ihtilâlciklerin hepsi,

topyekûn operet numaraları sayılabilir. Bu hükmün çerçe-

vesi içinde, Anadolunun Batısı, Doğusu, Cenubu, Afrikanın

da Şimali, Cenubu Doğusu, Batısı ve hattâ Cenubî Amerika

kıtasına kadar seyredebileceğiniz ülkeleri göz önüne getire-

bilirsiniz. Hepsi taklit ve özenti...

Yalınız bir müstesnası var: Çin...

l ÇDN İHTİLÂLİ

\

Çin İhtilâli, (Mao)nun iktidara gelmesiyle tek darbede

olmuş, tek «vâhid»lik bir hareket değil, 1911'den 1945'e, 30

küsur yıllık zincirleme bir bütün... ikinci Dünya Savaşına

gelinceye kadar (emperiyalist) Avrupa ve Japonyanın ikti-

sadî mahreç sahası olan ve nüfus sayısınca insanlığın dört

307

bölümde birine yaklaşan Çin, 1911 yılına kadar daldırıldığı

afyon komasından uyanmaya niyetli görünmemiş, kendi ken-

disine yetme ve kalkınma yolunda bütün çabalamaları da,

gözleri Çin istihlâk pazarına mıhlı (emperiyalist) devletler

tarafından kösteklenmiştir.

O zamana kadar, birkaç tümenlik modern bir orduya

mağlûp, milyara yakın bir sürü... ingiltere, Fransa ve Al-

manyanın, uzun zaman, toprakları ve insanlariyle, kiralık,

imtiyaz sahası...

Yirminci Asır başında, Çin'de, (Bokser - boksçu) isyanı

denilen bir hareket oldu. (Bokser)ler, Çin'i, emperiyalizma

tasallutundan kurtarmak isteyen gizli bir cemiyetin âzasıydı

ve boksa benzer bir, idmanla yetiştirildikleri için bu ismi

almışlardı. Bunlar Alman nüfuz sahasına saldırdılar ve Al-

man sefirini öldürdüler... Birer siyasî (ajan) saydıkları pa-

pas ve (misyoner)leri de koğdular. (Emperiyalist)lerde bir

telâştır başladı. (Lâik) Fransa — bizim lâiklerimizin kulak-

ları çınlasın! — Çin'de Katolikliğin ve papasların koruyu-

cusu olduğunu resmen ilân etti. (15 Mart 1899)...

Sadece emperiyalizmaya karşı, fikirsiz bir ayaklanma-

dan ibaret bu davranış hızla yayıldı, büyük bir köylü isyanı

haline geldi.

Aman, Çin elden gidiyor! Amerikasından tutun, İngiliz,

Alman, Fransız, İtalyan, Avusturya - Macaristan ve tabiî, Ja-

pon birliklerinden bir haçlı zulüm ordusu tertiplendi, isyan

tepelendi, bilhassa Almanlar tarafından «medeniyet dersi»

namı altında onbinlerce Çinli öldürüldü. Ne kıymeti var; ha

afyonkeş Çinli ha sivri sinek!... Emperyalizma, Hollanda,

Belçika, İsveç, Norveç, Portekiz ve İspanyayı da içine alarak

zavallı Çin'i 500 milyon alttın dolarlık tazminata ve Pekin'de

bunların bekçi bir garnizon bulundurmaları cezasına mah-

kûm etti.

Batı ruhunu ve emperiyalizma ahlâkını belirtmekte bir

şaheser oları ve artık zincirleme gidecek ihtilâllere ilk fide-

liği kuran (Bokser) ayaklanması üzerinde böylece durduk-

tan sonra gerisini kısa kesebiliriz.

Çin İhtilâlleri zincirinin ilk halkası sayabileceğimiz 1911

yılında (Sun Yat Sen) darbesi ve Cumhuriyet ilânı... Tıp tah-

sili görmüş olan (Sun Yat Sen), tesiri altında kaldığı 1904

Rus ayaklanmasından sonra 1906, 1907 ve 1908 yıllarında

giriştiği hareketlerde başarısızlığa uğradı; uzun bir sürgün

hayatı yaşadı, fakat içerideki ve dışarıdaki Çin gençliğine

dâvasını aşılamayı bildi. 1911 kıyamı muvaffakiyetle netice-

lendi, ordu da bu kıyama katıldı ve Çin'de Cumhuriyet ilân

edildi, (l Şubat 1912)... Lâkin Batılıların istemediği (Sun

Yat Sen) «geçici» kaydiyle bulunduğu Cumhur Reisliği ma-

kamında ancak 14 gün kalabildi ve Batı bu inkılâbı dizgin-

leyebileceği ve istediği yöne sürebileceği ümidiyle İmpara-

tor ailesini feda etti ve Cumhur Reisliğine kendi kuklasını

getirdi. Bunun üzerine Çin'de adamakıllı temelleşmiş olan

(Sun Yat Sen)in «Dhtilâlci Birlik» kadrosu, öbür muhalif

gruplarla birleştiler ve (Kuomintag) topluluğunu teşkil etti-

ler. Fakat belli bir dâva, (strateji) ve (aksiyon) göstereme-

diler. Çin pazarının, ağızlarından salyalar akan lüpçüleri

(emperiyalist)ler, askerden kuklalarını bir nevi diktatörlüğe

ittiler; (Sun Yat Sen) Japonyaya kaçtı, orada «Çin İhtilâl

Partisi»ni kurdu ve Birinci Dünya Savaşı boyunca ihtilâlci

faaliyetini oradan sürdürdü.

Umumî harp başlayınca Çin'e Japon müdahalesi ve Al-

manlara ait istismar sahalarına konma teşebbüsü... Harp

sonunda Çin'de Japon nüfuzu hâkim... Avrupalıların baskısı

zayıflamış ve Çin'de bir kalkınma ve uyanma (refleks)i baş-

lamıştır.

4 Mayıs 1919'da Çin'in merkez sitesinde büyük bir ta-

lebe nümayişi... Çin'in yarı müstemleke olmaktan çıkarıl-

ması isteği... Üzerilerine açılan ateş, yüzlerce ölü... Hadise-

nin sirayeti ve Çin tarihinde ilk işçi grevi... Hava «sol»a ka-

yıyor ve bütün ilham 1917 Rus İhtilâlinden devşiriliyor.

Olanca anlayış satıhta ve «kahrolsun emperiyalistler!» nara-

sında...

1921... Ve «Çin Komünist Partisi»nin kuruluşu... (Mao

Çe Tung) sahnede...

Bugün 82 yaşındaki (Mao), o gün 28 yaşında bir genç...

Komünist Partisi, görülmemiş bir kargaşalık içinde,

308

309

mıntıka mıntıka şu, bu generalin elinde, iç çatışma ve bo-

ğuşmaların ateş seli altında inlemekte devam eden Çin'i kı-

sım kısım hoplattı ve 1922'deki ikinci kongresinde ilk hedef-

lerini yaftaladı: İç boğuşmayı nihayetlendirmek, «Savaş

Beyleri» denilen generalleri ortadan kaldırmak, Çin'i tam

istiklâle kavuşturmak... Bu yaftalama ve istikamet gösterme

köylü baş kaldırmalarına, cenupta 200 binlik bir köylü ordu-

sunun teşekkülüne yol açtı; ve kendi havzasında cumhuri-

yetçi rolünü sürdüren (Sun Yat Sen)le komünistleri anlaş-

maya götürdü. (Kuomintag)a «Birleşik Cephe» teklifinde bu-

lundular ve tekliflerini (Sun Yat Sen)e kabul ettirdiler. Ar-

tık şimaldeki «Savaş Beyleri»ne ve yabancı müdahalesine

karşı yeni bir cephe peydahlanmıştır. Cenup mıntıkasında

hâkim vaziyette bulunan «Birleşik Cephe», hemen birtakım

ıslahat ve teşkilâta girişti, (Mao)dan ziyade (Sun Yat Sen)in

güdümiyle askerî akademiler kurdu, bunlara meşhur «Milli-

yetçi Çin» temsilcisi (Çan Kay Şek)i memur etti ve Şimalî

Çin'e karşı barikadını yükseltti. O sırada Batılıların oyun-

cağı Pekin hükümeti bir general eliyle devrildi. Cenup ve

Şimal bölümleri arasında, işi kökünden tesviye edici bir kon-

ferans teklifi oldu, teklif (Sun Yat Sen) tarafından benim-

sendi ve Çin'in ilk hürriyet kahramanı (Sun Yat Sen) misil-

siz tezahürlerle Pekin'e girdikten pek az sonra, henüz kon-

ferans görüşmeleri kıvamına ermeden hastalandı ve öldü.

Görüşmeler de yarıda kaldı.

(Sun Yat Sen)in ölümü üzerine (Kuomintag), General

(Can Kay Şek)in emrine geçti.

Yine karışıklık, yine taraf taraf ayaklanmalar, yine grev,

yine boğuşma... Komünist Partisi, için için, gittikçe kuvvet-

lenmekte, fakat sayıları 5 milyonu bulan (Kuomintag) çılara

karşı bir harekete geçememekte, hattâ onları desteklemek

zorunda bulunmakta... (Mao) ise, idareyi zaif ellere bırak-

mış, uzaktan seyirci kalmakta ve büyük fırsat şartlarını kol-

lamakta. ..

1927... O zamana kadar kâh Sovyetlerle anlaşmaya istek-

li, kâh Çin komünistleriyle iş birliği yapmaya arzulu gibi

duran (Çan Kay Şek), birliklerini düzenleyip ihtilâlci ordu

310

tavriyle harekete geçti, büyük merkezlere girdi ve buralar-

da kendisini alâkayla karşılayan ihtilâlci işçiler üzerine,

apansızın ateş açtı. Komünistler, frenklerin Şinüazeri - Çin

hilesi) dedikleri bir pusuya düşmüş oldular. (Çan Kay Şek)

kendi havzasında teşkilâtını genişletir ve ordusunu yeni ka-

tılmalarla büyütürken komünistler de 5 inci kongrelerini

yaptılar; ve işte o zaman birdenbire görimüveren (Mao)nun

en acı tenkitlerine hedef oldular:

— Yolu bilmiyorsunuz! Köylü birliklerine, gereken alâ-

Jcayı göstermiyorsunuz! Liderleriniz zaif ve iradesiz kişiler!..

Çin bir facia içinde çalkanıyor ve cephemizde bir ağırlık

merkezi kurulamıyor! Plân ve hamleden yoksun hareket edi-

liyor! Her şey kapanın elinde kalıyor!

Güüücüler bu ağır suçlamalara karşı (Mao)ya cephe al-

dılar ve onu rey kullanmaktan bile alıkoydular. Öbür taraf-

tan da (Çan Kay Şek) kuvvetlenmekte devam etti ve nihayet

1927 - 1937 arası, süren büyük iç savaş devresi açıldı.

1927 - 1929 yıllan arasında (Çan Kay Şek) hâkimiyet sa-

fıasını hayli genişlettikten sonra Pekin'e de sahip oldu ve

şekil bakımından Çin'e sahip göründü. Kölelerin kendisin-

den uzaklaşmasına karşılık, kapitalist sınıfın desteğine maz-

har olan General, askerî diktatoryasını kurdu ve Çin'i büyük

-demokrasiler ve (liberal)ler safında ve «milliyetçilik» mih-

rakı etrafında bütünleştirmeye çalıştı.

Derken komünistlerin, Cenuptan Şimale doğru «Uzun

yürüyüş» dedikleri 15 bin kilometreye yakın ve kendilerince

daha emin bir sahaya doğru yol alışları... Yüzbinlerin katil-

•dığı bu tarihî göçte her ân (Çan Kay Şek) kuvvetleri tarafın-

dan kuşatılma ve imha edilme tehlikesi ve başsız, sonsuz

çarpışmalar...

Japonlar yine sahnede... Hiç olmazsa Japonlara, bu,

Çinli suratı altında Çinli karakterini tersine çevirmiş hırs

ve menfaat yamyamlarına karşı birleşme gayreti; ve 1937 -

1945 arası hep bu dertle uğraşma...

Sonunda Japonların Amerikalılara teslim olması üze-

rine (Mao) darbesi ve her şey tamam...

Öbürlerine nisbetle Çin îhtilâli üzerinde fazla söz edi-

311

şimizdeki sebep onun bir Doğu ülkesi olması, bu bakımdan

Türk'ün de içinde bulunduğu bir âlemden bazı ortak çizgi-

ler belirtmesi ve Batı emperyalizmasına ve kendi iç çürüyüş-

lerine karşı arzettiği meselelerin muazzam birer hikmet ve

ibret dersi teşkil etmesidir. Yoksa esasından ve zatî bünye-

si yüzünden l asra yakın zamandır ihtilâl içinde çırpınan, ya-

rışlarda olduğu gibi, birinin kaptığı bayrağı tersine yollarda

öbürü kaçıran, hep böyle giden ve nihayet son oluşiyle men-

fî tarafından istikrara kavuşan ihtilâl ruhu ve ilmi bakımın-

dan da hiçbir kıymet ifade etmeyen bir dünyayı fazla merak

etmeye değmezdi.

Evet; Çin'de ihtilâl, her defa birbirinin yolunu aça aça

veya kapata kapata, hiçbir asliyet ve şahsiyet hususî hamle

ve aksiyon belirtemeden, havadan gelen bir top gibi (Mao)

nün eline düşmüş; ve ondan sonra, uyuşuk Çinli karakteri-

ne bu tam zıt adamın elinde, son bir oluş kıvamı doğmasına

vesile olmuştur. Yani Çin'de, sahibine bir telif hakkı tanıta-

cak müstakil bir ihtilâl yok, birçok içtimaî zelzeleden sonra

menfi kutup üzerinde bir yerine oturma, yerine oturtma vâ- .

kıası vardır. Bu yer, yer midir; yoksa milyara yakın insanı,

üzerine serptikleri, altında yokluk ummanı çalkalanan bir

buz tabakası mıdır? Ayrı mesele!...

Biz, şu anda, şimdiyedek yaptığımız gibi, yalınız oluşlar

ve onların dış mânaları üzerinde konuşalım.

(Mao)nun iktidarı alış hikâyesi basittir. O bir koparış,,

alış değil, daha ziyade bir konuş, hazıra oturuştur.

Japonyanın teslim oluşundan sonra Çin'de komünistle-

rin fırsattan yararlanıp iktidarı kapmamaları için Amerika-

lılar ve (Çan Kay Şek) çiler 'bir hayli gayret harcadılarsa da

söktüremediler. Birtakım (koalisyon) teşebbüsleri, tarafların

vakit kazanmak için, muvakkat kaydiyle anlaşma ve uzlaş-

ma davranışları hep boşa gitti.

Nihayet 1947 yaz mevsiminde komünist kuvvetlerinin

(kuimintag) birlikleri üzerine saldırışı.. (Çan Kay Şek) kuv-

vetlerini böldüler ve aralarında bağlantıyı kestiler. 1947'de

de tam üstünlüğü elde ettiler (Mao)cular, Amerikalıların (Çan

Kay Şek) emrine verdiği en kıymetli silâhları ele geçirdiler;

312

milliyetçi geçinen (Çan Kay Şek) subayları ise, belli başlı bir

Çin karakteri gereğince, ellerindeki silâhları pazarlarda sat-

tılar veya karşı tarafa katıldılar.

1949 başında her şey bitti. Çan Kay Şek'in zırhlı tümen-

leri kuşatıldı ve topyekûn esir edildi. Neticede, milliyetçiler

cephesinden yarım milyon esir ve onbinlerce ölü...

Ve (Mao), aksiyon bahsinde hiçbir şahsî fedakârlığı ve-

ya fedakârca hamlesi görülmeksizin, başında imparator tak-

kesi yerine komünist kasketi, (Mançu)ların tahtına oturdu.

Fakat keyfi ve nefsi için değil namütenahi bâtıl dâvası için...

Ve Çin'de korkunç bir fikir emperyalizması kurdu.

(Çan Kay Şek)e ise, Formoza Adasında, (sembolik) Çin

milliyetçiliği dâvasını sürdürmekten ve kurşundan oyuncak

askerleriyle teselli bulmaya çalışmaktan gayri bir şey düş-

medi:

Sadece çeyrek asırlık bir zaman parçası içinde, atom

bombasını yapmaya ve Rusyaya kafa tutmaya kadar Çin'in

idarî, askerî, sınaî ve iktisadî sahalarda, tek kelimeyle mad-

de plânında ne hale geldiğine dikkat edenler, menfî kutup

etrafında da olsa birleşmenin, bütünleşmenin, inanmanın ve

atılmanın ne demek olduğunu anlarlar.

TÜRKDYE,

İHTİLÂLLERİ

Aslında Türk veya Türkiye ihtilâli diye bir şey yoktur.

Kanunî'den başlayan Alçalma devrimizin Tanzimata gelin-

ceye kadar süren kaba softa ve ham yobaz sevk ve idaresin-

deki Yeniçeri baş kaldırmaları (ki «Yeniçeri» isimli eseri-

mizde romanı yazılmıştır) en kaba, vahşi, fikir ve iman dışı

zorbalık davranışlarından başka bir şey değildir; ve sırasın-

da en mukaddes mânalara zemin açabilecek olan mücerret

ihtilâl keyfiyeti, bunlardan ne kadar tiksinse, karakterini

ayrı tutsa yeridir.

Bizde, ihtilâl değil de, ihtilâl taklidi hareketler, Tanzi-

mattan sonra başlar, hep (Türkün askerlik mayasını tenzih

313

ederiz!) ordudan gelir, ordunun silâh ve hazır teşkilât mani-

velasından faydalanarak yapılır ve hiçbiri halka mal edile-

mez; (Noel) ağacının balmumundan sun'î yemişleri gibi ka-

lır.

Bu bakımdan, Tanzimattan sonra uzaktan veya yakın-

dan ihtilâle benzer üç hareket kaydedebiliriz:

l — Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi...

2 — Abdülhamîd'e karşı «ittihat ve Terakki» darbesi...

3— En zoraki gayretlerle ihtilâl gibi gösterilmek iste-

nen Millî Kurtuluş hareketi...

4— Mayıs 1960 gece baskım...

Bunları en kısa cümlelerle hülâsalandıralım:

1— Abdülaziz'in hal'i ve peşinden katli, (kanaatimizce

Abdülaziz intihar etmiş değil, öldürülmüştür) kindar, âsi ve

gözükara bir seraskerin, birtakım sözde hürriyet mücahidi

< paşalarla anlaşıp Harbiye talebesini peşine takma ve birkaç

kara ve deniz birliğini kandırabilme marifetinden ibaret,

gayet basit, kısır, ileriye doğru her fikirden mahrum ve

ancak zabıta mevzuu, maskara bir iştir ve cezası, o da Ab-

dülhamîd devrinde ve en hafif şekilde verilmiş, yahut veril-

mek istenmiştir.

2— «ittihat ve Terakki»... Dövizleri işportaya düşmüş

şekilde Fransız inkılâbından ve komitacılık ruhu Balkan

çetelerinden devşirilme... Doğrudan doğruya (Mason) ve

Yahudi fikir kurmaylarınca idareli... Sade Batıya ve Batı-

lıya hayran ve Doğuyu, Doğunun sefalet ve felâket sebeple-

rini anlamaktan âciz... Ancak okur - yazar derecesinde, ir-

fansız ve murakabesiz, çeyrek aydınlar hareketi...

Eğer ikinci Abdülhamîd Hân, evliya yapılı bir insan ol-

masaydı da, bütün bir vatanı ve tarihi korumak uğrunda,

bu, kara cahillikleri çapında küstah ve delice atılgan tiplere

kıymayı bilseydi, emrindeki Hassa Birliklerinin tek tüme-

niyle onları yok eder, Dünya Savaşına girmez, ondan son-

raki ihtilâtlara meydan bırakmaz; ve bugün dünya petrolü-

nün en zengin sahalarından biri elinde olarak, Türk mille-

tine, maddî ve manevî gerçek hayat hakkını miras bırakmış

olurdu. Bu hikmete bağlı olarak «ittihat ve Terakki» ihtilâ-

314

linin sahteliğini, en geniş bir tahlil ve terkip manzumesi ha-

linde «Ulu Hakan II. Abdülhamîd Hân» isimli eserimizde

bulabilirsiniz.

3 — Millî Kurtuluş hareketiyse, «Dttihat ve Terakki»

nin topyekûn uçuruma attığı koca bir İmparatorluktan, ta-

neleri sökülmüş bir mısır koçanı halinde elimizde kalan,

yorgun topraklı ve kısır kaynaklı Anadoluyu kurtarma işidir

ki. Türkün ölmemek iradesini ve bu uğurda canını dişine

takma hamlesini temsil edişi bakımından, bir iç oluş şahla-

nışı değil, dışa doğru kendisini koruyuş (aksiyon)udur; ve

zaferden sonra aldığı inkılap şekilleriyle, (bu şekillerin be-

lirttiği kıymet hükümleri mahfuz) millete izafe edilmiş bir

(dikta) eseridir. Yani iç bünyeden doğma bir iç ihtilâl ve in-

kılâp olmaktan uzaktır.

Yunanlı, saltanat ve hilâfeti kurtarmaya mı gelmiştir ki,

ona karşı millî kıyam ve neticesi olan «devrim»ler bir ihtilâl

eseri kabul edilebilsin?...

4 — Haraç isteklilerinin kulüp basmaları şeklinde «gece

baskını» diye yaftaladığımız 27 Mayıs 1960 ihtilâline gelin-

ce... Evet, sureta bu bir ihtilâldir; fakat «operet ihtilâlleri»

diye vasıflandırdığımız Arap ve Afrika hükümet darbeleri

arasında belki en şaşkını ve komiğidir. Ustaca bir kurmay

heyetinin bir yürüyüş kıtasına tatbikat plânı çizercesine, sırf

plân çizebildiğini göstermek için yapılan ve ne mazi, ne is-

tiklâl, ne gerçek suçlu, ne de korunmaya lâyık bir dâvaya

ait bir fikir sahibi bulunan bu ihtilâl, emekli bir kolordu

kumandanının bize söylediği gibi:

— Daha ertesi sabah ne kadar bos ve gayesiz oldukları

meydana çıktı!

Teşhisine tıpatıp denktir.

«Dostlar alış - verişte görsün!» ve «ihtilâllerde böyle

olurmuş!» gibilerden, çıkartma kâğıdı usuliyle sehpalar ku-

rulmuş, asılanlar asılmış, ilim ve hakikat fahişesi bazı pro-

fesörlere fetvalar ısmarlanmış, bir Anayasa düzülmüş, zora-

ki ihtilâlcilere «tabiî senatör» ünvaniyle muhafaza hisarları

kurulmuş ve sonra çekilip gidilmiştir. Bu, ihtilâl şöyle dur-

sun, ihtilâlcilik oyunu bile değildir. Oluşundaki, olabilişin-

315

deki sır ise, Alparslan Türkeş'e bir gün evimizde söylediği-

miz şu cümlenin içindedir:

— «Siz, yoğurttan bir hükümete mukavvadan bir han-

çer sapladınız! Hükümet tenekeden bile olsaydı hançeriniz

kırılırdı!»

Türkiye inkılâpları üzerinde toplu hüküm şudur ki, Tür-

kiye'de bellibaşlı bir fikir ve gaye uğrunda ve ihtilâl çapında

hiçbir ciddî hareket olmamış; Tanzimattan beri yapılan in-

kılâplar da halk vicdanına girilmeksizin ve cemiyet rahmine

aşılanmaksızın, zabıta marifetiyle evlere dağıtılan Batı (pro-

sede)si «emr ü f er man »lar dan ileriye geçememiştir.

316

SENTEZ

SINIFLANDIRMA

MÂNALANDIRMA

İhtilâlleri, mâna ve madde kıymetleriyle 5 sınıfa ayıra-

biliriz: .'

1— En ulvî...

2— Ulvî...

3— Toprak seviyeli fikre bağlı...

4— Süflî...

5— En süflî...

Birincisi, Resullerin temsil ettiği mutlak inkılâplar ve

onlara bağlı hareketler...

ikincisi, aynı yolda, tâbi kahramanların büyük ham-

leleri...

Üçüncüsü, madde ötesi, manevî bir ideale malik bulun-

maksızın girişilen, hak veya bâtıl, dünya görüşü sahibi, ge-

niş çapta (aksiyon)lar...

Dördüncüsü, saman kâğıdı üzerinden kopya, köksüz

davranışlar...

Beşincisi, elindeki mankafa silâh ve âlet imtiyazını en

vahşi zorbalık ve en galiz eşkiyalığa vasıta edici yeltenişler...

Birinciye misal, başta Kâinatın Efendisi olmak üzere

bütün Resuller ve hususiyle ve bazı farklarla, Nuh, İbra-

him, Musa Peygamberlere ait vakıalar...

İkinciye misal, Allah ve gerçek din uğrunda, muvaffak

olsun veya olmasın, bütün çileli mücadele ve mücahede ör-

nekleri ki, Hazredi İsa'nın havarilerinde en müşahhas ifa-

317

desini canlandırmakta ve henüz tarihte ve yeni çağlarda ken-

disine üstün bir zemin açamamış bulunmakta...

Üçüncüye, Fransız ve Rus ihtilâlleri misal...

Dördüncüye, topyekûn, muhasebesiz ve murakabesiz,

özenti ve ezberci darbeler ve bildiğimiz operet (mizansen)leri

numune...

Beşinciye de, Halife ve Padişahının baldırını çimdikle-

meye ve hayalarını sıkmaya kadar giden, çürümüş ordu

(sembol)ü Yeniçeri şekavetleri örnek gösterilebilir.

Dikkat edilecek nokta şudur ki, bu sınıflar arasında

«ulvî» taklitçisi «süflî»ler bulunduğu gibi, «süfli» esaslı ol-

masına rağmen bazı çizgileri ve çapiyle «ulvî»yi hatırlatıcı

şekiller de vardır. Ve bütün dâva güdülen gayenin zatında ve

o zata fikirde ve fiilde tercüman olabilmek ehliyetindedir.

Artık siz, verdiğimiz ölçülere göre, ilk insandan günü-

müze değin «eski»yi yıkmak ve «yeni»yi yapmak yolundaki

beşerî atılışları sınıflandırabilir ve bizim fazla «müşahhas»a

kaçmamak mazeretimizi kestirirsiniz.

Beşerî anlayışa göre kolayca hazmedilecek ve nefse sin-

dirilecek ihtilâl ve inkılâplar, toprak seviyeli fikre bağlı çe-

şitlerden olduğuna ve zaten «en ulvî»si ve «ulvî»si, gökle bağ-

lantısı mahfuz, toprağa inmek mükellefiyetinde bulunduğu-

na göre, çapları bakımından Fransız ve Rus ihtilâllerini oluş-

ları bakımından «ulvî» hesabına birer ders kitabı sayabili-,

riz. O zaman, «bâtıl»a inanışın bile, mücerret inanış ve bu

inanışın gerektirdiği maddî ve manevî kanunlar sayesinde

hangi kuvvet derecelerine ulaştığını haşyetle görürüz. Görür

ve dâvamıza karşı mes'uliyetimizi kavrarız.

Bu bakımdan, birer ders kitabı halinde gösterdiğimiz

(3) numaralı sınıfa bağlı ihtilâllerin, frenklerce (fason d'ajü -

façon d'agir) denilen «iş görme tarzı»ndan, hem fert, hem

devlet hesabına yararlanmış oluruz.

Her şeyden önce noktalayalım ki, bu eser, ihtilâli sev-

dirme ve gayeleştirme değil, onu her köşesi ve olanca ruhiyle

anlatma, mücerret mânasını gösterme denemesidir; ve mü-

şahhas bir tahsis ve teşvikle alâkasızdır. Eserimize ihtilâl

telkincisi göziyle bakmak, saf hukuk ve kanun anlayışı na-

zarında herhangi bir ihtilâl filmini tahrik vasıtası diye gör-

mek gibi bir abese varır ve hakikati arama cehdini incitir.

Bu ölçüyü esas tutuktan sonra da, dileyen, bu eseri, dilediği

mânaya hizmet ettirmekte hürdür ve böyle bir hürriyet,

eseri suçlandırmaya sebep teşkil etmez. Devletler ve rejim-

ler, nefslerinin müdafaası için böyle eserlere muhtaç olduk-

ları kadar, fertler ve topluluklar da dâvalarının kültürü ba-

kımından aynı ihtiyaç içindedirler... Fikir başka ve fiil baş-

ka olduğuna göre de bazı fikirleri fiile tahvil etmenin suçu,

onu yapacak olanlara düşer. Hiçbir silâhçı, malını «adam

öldürün!» diye satmaz.

Bu ana kıstaslardan sonra, şimdi, ihtilâlin ruhî ve fiilî

mekanizmasını ele alabiliriz.

Yeni ve muazzez Türk gençliğine, tatbik mevzuu bulun-

maksızın en faydalı irfan vasıtası olarak ve «yapın!» değil,

«bilin!» teziyle sunduğumuz bu eser, onun baş ucu kitapla-

rından biri değilse, hiç olmazsa bu değeri ihtar edici mahi-

yette sayılmalıdır. Bu ince noktayı da bundan sonraki ba-

hisler aydınlatacaktır.

DÜNYA GÖRÜŞÜ

VE ESER

İlk iş bir dünya görüşüne sahip olmaktadır. Ve bu gö-

rüş, dünyanın ötesine, kâinatın muhasebesine vardığı za-

mandır ki, dünyayı sımsıkı eline alır (dünya âhiretin tarlası)

ve dünyanın gerçek görünüşünü ve gösterilişini temsil eder.

insanoğluna, kâinatın hesabını, ferdiyetinin encamım

ve didinişlerinin hâsılasını, neye vardığını, nerede karar kıl-

dığını haber vermeyen hiçbir ideal, aslında ideal olmaya lâ-

yık değildir.

Üstünlerin üstünü dâva bu; ve mevzuumuzun müntehâ

noktası...

Biz yine yeryüzüne bakalım:

Evet; bu her şeyden evvel bir dünya görüşü... Olanlara

göre bu dünya görüşünün mutlaka hak olması gerekmez.

318

319

Fakat bir dünya görüşü ve yeni bir cemiyet nizamı belirt-

mesi şart...

Kendisini hak kabul eden her dünya görüşü için, ihti-

lâl, bir (arena - boğuşma çerçevesi)dir. O zaman da, gerçek

ihtilâl mevzuu olarak (gladyatör döğüşçü)ler arasında kıya-

mete kadar Sürecek bir mücadeledir, gider. Böyle geldi böy-

le gidecek... Ama hak, çilesi çekilmiş, eseri verilmiş şekilde

olursa, bâtıl dünya görüşlerine de, menfi tarafından bir kıy-

met ve haysiyet tanır. Bizce dünya görüşü (1) ve (2) numa-

ralı sınıflandırmalarda tecelli ettiğine göre (3) numaralı

maddeye ayırdığımız kıymet ve haysiyet, gösterdiğimiz de-

receyi aşamaz; fakat ele alınmak, hususiyle karşısına çıkıl-

mak borcunu, hakka, en mukaddes vazife halinde yükler.

(Anti tez - tersine dâva)nın tahribi, her sahada (tez)in borcu-

dur.

Fikirsiz ve meselesiz, kafasında bir mimarî hayali ol-

madan, sırf yıkmak için yıkma, yahut da bir şey yapabile-

ceğini sanıp da, yıkmış olmaktan ibaret kalma davranışla-

rıysa ne üzerilerinde fazla konuşmaya, ne de sivri sineklere

sıkılacak flit ilâçlarından başka bir mukabeleye değer şey-

ler... (3) ve (4) numaralı maddelerdekiler de bu kabilden...

Hak veya bâtıl, fakat dünya görüşü denilebilecek hare-

ketlerin esere, kitaba dayalı olması kanundur. Büyük Fran-

sız İhtilâlinin, patlayışından evvel kaleme alınmış ve ihtilâle

temel olmuş yüzlerce eseri var... Başta (Ansiklopedi)ciler

diye anılan (Volter), (Russo), (Didro), (Montes kiyö), Da-

lânıber), (Jakar)...

Komünistlerin ana eseri (Das Kapital - Sermaye) ve

(Marks)la (Engels) malûm... Peşlerinden, hem fikir ve hem

(aksiyon) işinde (Lenin) ve kitapları, gazeteleri, makaleleri...

(Lenin), içinde boğulduğu bâtılın ummânında her şeye

rağmen korkunç derinliklere ulaşmış ve ulaştıkça hakkı kay-

betmiş, beyni hummalı insan... Eğer bu vasıflar bir madalya

ise onu (Lenin) in göğsüne bizzat hak takar ve sonra kendi-

sini, insanoğlunun ebedî hayatına kasdetmiş olmanın suç

yaftası boynunda, idam eder.

Faşizma ve Nazizma gibi, ihtilâl ve inkılâp diye göste-

rilmeye pek değmez hareketlerin de kitapları vardır. (Hit-

ler) ve (Musolini)nin malûm eserlerinden başka (Haydeger)

ve (Rozenberg) gibi filozoflara dâvalarının felsefesi yaptırıl-

mak istenmiş, fakat bu gayretler tutmamıştır.

Eseri ve ideolocyası olmayan, daha niceleriyle beraber

Cumhuriyet İnkılâbıdır. Eğer ona «Anadolu İhtilâli» veya

«Cumhuriyet İnkılâbı» demeselerdi de «Millî Kurtuluş Hare-

keti» veya «hükümet taklibi» deselerdi mesele kalmazdı.

Onu takip eden «devrim»ler de ayrıca müşahede laboratua-

rına oturtulabilirdi.

Hakikatlere artık iki kaşı ortasından bakmanın ve on-

ları erkekçe dile getirmenin zamanı gelmiştir.

Bir de ihtilâle temel fikri vermek gayesi olmaksızın on-

da mücerret kitle hareketlerinin ruh ve tekniğini göstermek

için yazılan eserler vardır ki, bunların başında, (Lenin)in de

yanından ayırmadığı (Von Klâvzviç)in «Harbe Dair» eseri

gelir. Ayrıca, kaba «müşahhas»a dayanılarak yazılan, ken-

dinden bir şey getiremeyen ve malûm tecrübeleri mânalan-

dırmaya çalışan basit bir eser: (Malaparte)nin «Hükümet

Darbesi» isimli kitabı... (Malâparte), bütün (kamuflâj - sak-

lama) gayretine rağmen «sol»u selâmladığı bu eserinde, hiç-

bir zümreye ihtilâl dersi vermek sevdasında olmadığını, hat-

tâ daha ziyade hükümetleri uyarmaya baktığını kaydeder;

ve Paris'in meşhur Polis Müdürü (Şiyap)tan aldığı mektuba

ait şu satırları ileriye sürer:

«— Siz, devlet adamlarına, çağımızda ihtilâle götüren

hadiselerin neler olduğunu, ihtilâl usullerini ve bunların vu-

kuundan önce nasıl sezileceğim öğretiyor, âsilerin, iktidarı

zorla ele geçirmelerine nasıl engel olunacağını öğretiyorsu-

nuz.»

Bu çeşit, ihtilâl mühendisliği ve mimarlığı yerine, kal-

falık ve dülgerlik kitaplarını bir tarafa bırakalım da, nasıl

edebi nazariyat eserlerini okumakla şair yetişemezse, gerçek

bir sanat olan ihtilâlin de el kitaplarından öğrenilemeyece-

ğini ve her büyük ihtilâlcinin ayrı bir üslûp, ilim ve tekniği

olmak gerektiğini ve bunun mutlaka bir ana kitaba dayalı

olmak borcunda olduğunu tespit edelim.

320

ihtilâl/21

321

SANAT

İLİM

KEŞDF

Felsefenin, kendi içinde, kendi kendisini şöyle bir mu-

hasebeye çekişi vardır:

— Felsefe ilim midir, sanat mı?

îlim, kanunlarını mücerret tefekkürden alıp onları bir

takım sûrî nispetler içinde kalıplaştırma; sanat ise «büyük

mücerret» peşinde ebedî bir arama ve kalıptan kaçınma işi...

Birini akıl, öbürünü ruh besler. Anlamayla, yahut anladığını

sanmayla, sezme ve bedahet duygusu içinde kâşifliğe erme

arasındiki fark...

İhtilâl de, daha evvel dokunduğumuz gibi bir sanat...

Fakat ilme, yani kalıplarını bulmaya muhtaç bir sanat...

Başta nebiler — ki İlâhî vahye mazhar olanlar her kıyastan

münezzehtir —, arkalarında bağlıları, daha sonra da yeryü-

zü dâvası güdenlerden büyük yaratılışlar, «dehâ» diye isim-

lendirilecek bu sanattan sırasiyle pay sahibidirler. Zaten in-

sanoğluna verilen hangi işde böyle bir sanat payı rol oyna-

maz ki?...

Dâvasını ve rüyasını maddeye nakşetme cehdini besle-

yen her fert, kuru ölçü âleti akıl hesaplarından önce, bilin-

, medik ve beklenmediklerin mevcelerini zaptedebilme mâna-

sına bir sanat belirticisidir; ve onun eseri, önceden ve mâ-

nalar âleminde bir ihtilâldir. ݺ o mânaların madde ve hare-

ket zarfı içinde billûrlaştırılmasına gelince o da ayrı bir sa-

natia birlikte ilim...

Saf sanatlar müstesna, (aksiyon) işindeki sanata, öz il-

minin müntehasındaki marifet diyebiliriz; ve bu marifeti,

kitle idareciliğine ait her yerde buluruz. Geçit resminden

ateş hattına sürülüşüne kadar askeri bir kıtanın sevk ve ida-

resi sanat değil de nedir? Bir mimar nasıl blok taşlarla, na-

kışlarından istiflerine kadar oynarsa, insanlarla öyle oyna-

yan bir (aksiyon)cudan her şeyden evvel sanat beklemekte

haklıyız.

Askerlik çerçevesinde olsa da, kitle sevk ve idaresi ba-

kınımdan toplu hareketlerin en haysiyetli eserini yazmış ve

ilmini yapmış olan kalem, biraz evvel bahsini ettiğimiz (Von

Klâozviç)tir. O, bir kumandanda binbir meziyet arasında en

çarpıcı vasıf olarak hayal gücünü ve kâşiflik kabiliyetini, ya-

ni sanatı arar ve bu bakımdan övdüklerinin başır.da (Na-

polyon)u gösterir.

Kızıl Ordunun kurucusu (Troçki)nin, karadan, hükümet

kuvvetlerince kıstırılması, zaif de olsa ihtimal beiu ürken

komünist «Şafak» gemisini (Neva) nehrinden içerij'i sok-

ması ve onun 15 lik toplariyle Kışlık Sarayı ateş altına al-

ması ve korkunç bir (panik) doğurması yine parlak bir ha-

yal ve keşif mahsulü...

Birinci Dünya Harbinde üstüste hücumlara rağmen üti-

şürülemeyen (Liyej) kalesinin mutlaka o gün akşama kada/

sukut ettirilmesi emri gelince, yüksek bir yerden cepheyi ta-

rassut eden Alman Ordular Grupu Kumandanı bir de baka "

ki, düşman müdafaa ordusiyle kendi arasında tesadüfi bir

boşluk açılmıştır; ve cephe boyunca düşman hatlarında hiç

bir çökerme ve yarılma yokken bu bir anlık boşluk, haya!

üstü denilecek kadar müthiş bir ihtimale kapı açmaktadır

Öyle bir ihtimal kapısı ki, açılmasiyle kapanması arasında,

bir anlık, evet, bir anlık bir zaman payı vardır. Alman ku-

mandanı bu inceliği yıldırımvâri bir keşifle yakalar, kuman-

danlık flamasını taşıyan otomobiline atlar, arkasında karar

gah maiyeti, boşluktan tek başına geçer, düşman karargâ-

hını tek başına basar; ve düşman kumandanını karşılarındî

görünce her yönden sarıldıklarını ve çökerdiklerini sananlar,

ellerini havaya kaldırıp teslim olurlar ve karargâh gönderi-

ne beyaz bayrağı çekerler. (Liyej) de o akşam düşer.

Ya, tarihte eşsiz ve benzersiz olan bu atılışın mânası?...

Öyle bir atılış ki, en küçük mukavemeti görseydi asıl

kendi kumandanını esir verecek ve topyekûn Alman kuvvet-

lerinin en nazik noktası Şimal cenahını paramparça edecekti.

ݺte, muvaffak olursa «dehâ», olamazsa «cinnet» dedik-

leri sanat budur.

322

LDDER

VE

KADRO

Başsız, ne hayat, ne hareket, ne de ihtilâl ve inkılâp dü-

şünülebilir. Baş, toplayıcılığın, birleştiriciliğin ve fikri he-

define yönelticiliğin remzi... Onbaşısı olmayan manga bile

yoktur. Lider ise her içtimaî harekette ilk şart olarak düşü-

nülmesi lâzım irade merkezi... Lidersiz ihtilâl ve inkılâp ol-

maz değil de, bunların olması için lider gerek... Yani (1)

adedi (2) den önce olduğu gibi, lider de hareketten evvel...

Böyle olmazsa hareket curcinaya döner. Tarihte nice başı

boş davranışları bilmemezlikten gelemeyiz ama, bunlara da

mevzuumuzun şiarını yakıştıramayız. Liderin olduğu ve li-

derlik şartlarına yaklaştığı nispette, «süflî»sinden «ulvî»sine

kadar hamle ve hareket de vardır.

Liderlik şartlarına malik fert, çocukluğundan ve ilk

mektep talebeliğinden başlayarak göze çarpar. Arkadaşları-

nı darna taşı gibi dizer ve onlara dilediği biçimleri verir. Bü-

yükdükçe de liderlik şuuruna ermeye başlar, plânlar yapar,

hamlelere girişir, kendini aşma humması içine girer.

Tahsil safhasında yüksek not almanın liderlikten yana

hiçbir değeri yoktur. Hattâ bu gibiler umumiyetle, sıradan

çalışkan, ibda cehdine tujak, ezberci kimseler olduğu için

kendilerini başka türlü gösteremezler...

(Napolyon), ilk askerî mektebi olan (Ekol militer do

Bnyen - Briyen Askerî Mektebinden hep kırık numaralar

almış ve hiçbir mümtazlık gösterememiştir. Büyük irfan,

ilim ve dirayet sahibi Köprülü Fazıl Ahmed Paşanın babası,

asıl kahraman Köprülü Mehmed Paşa bir ümmîydi. Şüphe-

siz ki, en mes'ut gaye, irfan (ezbere bilgi değil, kültür) ile,

yapıcı ve doğurucu hamle ruhunu birleştirebilmekte...

Liderden sonra ilk hayatî sual, kadro... Lider'in uzuv-

ları, elleri, ayakları, gözleri, kulakları mevkiindeki kadro...

(Lenin)in meşhur sözü:

«— Kadrosuz ihtilâl olamaz!»

Buradaki «kadro»dan murad, kalabalıklar değil, onla-

rın güdücüsü kurmaylar... Dâvayı güneş makamındaki it-

elerden alıp ay rolünü oynayanlar ve karanlıkta yol arayan

yığınları ışıklandıranlar... Bu hikmete tam ve mutlak misal,,

yine tenzih kaydiyle, peygamberler ve onların sahabîleri...

Roma'yı yıkan, Hazret-i isa'nın bir avuç havarisi olmuş; ati--

nı okyanus dalgalarına doğru sürüp:

— Allahım, karşıma bu derya çıkmasaydı ismini daha

ötelere götürürdüm!

Diye bağıran İslâm kumandanı da, ruh feyzini, Kâinat

Efendisinin sahabîlerince yayılan soluktan almıştır. Kaydet-

tiğimiz gibi, onlar münezzehtir, hiçbir benzetişe unsur teş-

kil edemez; fakat bu kayt altında, hikmet noktasından, bü-

tün insanlığa en ulvî misali yine onlar billûrlaştınr.

ݺ, toprak seviyeli oluşlara gelince; işte tamamiyle hu-

susî vasıflar içinde «Napolyon'un Mareşalleri» diye anılan

kadro!... ݺte, her ferdi ve her ferdinin rolü malûm (Lenin)

grupu!... Ve işte, hususiyeti tek lider dışı ve tepeden inme

birçok güdücü elinde olmaktan ibaret Büyük Fransız İhtilâ-

linin muhteşem kadrosu!... Bu kadronun fertleri, ekseriye-

tiyle önceden malûm değildi; cemiyetin alt tabakasında ve

uykudaydı; inkılâp olunca da dışarıya vurdu ve her biri ayrı

ayrı liderlik vasıflarına yükseldi. Demek ki, inkılâpları li-

derler doğurduğu kadar, inkılâpların da lider ve kadro mey-

dana getirmekte rolleri vardır.

Netice şudur ki, bir ihtilâl ve inkılâbın kadrosuna bak-

mak, ona verilecek kıymet notu bakımından yeterlidir.

«Anadolu İhtilâli» veya «Cumhuriyet İnkılâbı» denilen

vakıa şunun için ihtilâl veya inkılâp olmak hüviyetinden

uzaktır ki, gösterdiğimiz misallere uyar, (Lider)inden ayrı

bir kadrosu yoktur. Olanlar, hangi (kare)ye oturtulursa ora-

da kalacak olan piyonlardır. Ne varsa (Lider)indedir.

Şu noktayı iyice kavramak lâzımdır ki, biz, bu eseri-

mizde, «Millî Kurtuluş Hareketi»nin kendisini ve (Lider)ini

küçültmüyoruz; yapılanlar ve hazır imkân üzerine bina edi-

lenler her neyse, onları ayrı birer kıymet hükmü mevzuu

diye göstererek ihtilâl ve yığın marifetiyle inkılâp hareket'

dışında tutuyoruz.

325

Farzedin ki, biz, bir bakırcılık işi üzerindeyiz; bize ben-

zeyen madde altun bile olsa onu dışımızda tutmak fikir hak-

kımızdır. Bize «yobaz» diyenler asıl böyle bir yobazlıktan

korunmaya baksınlar...

CÜR'ET VE

GÖZÜKARALIK

(Lenin)in insan ruhunu tahlilde en sevdiği artist (Şar-

lo)...

İnsanı bütün zafaları ve iç sefaletleriyle tanıyan

adami

Gibilerden bir sözü varmış (Şarlo) için...

(Şarlo)nun, (Lenin) tarafından her halde bilinmeyen bir

filminde şöyle bir sahne var:

Bir işsiz, baş vurduğu her kapıdan kovulmuş, gözleri

yerde, yavaş yavaş yürürken arkasından bayraklar ve (pan-

kart)larla, grevci bir amele grupu sökün ediyor. O sırada

hızla ilerileyen spor flamaları yüklü bir kamyonetten yere

bir flama düşüyor. ݺsiz rolündeki (Şarlo) eğilip flamayı alı-

yor. Kendisini elinde flama ile gören grevci işçiler de onu li-

der ilân ediyorlar!!!

Hadiselerin itelediği meccanî liderlere bundan daha gü-

zel bir misal bulunamaz. Lider bu soydan oldu mu, artık on-

da bu makamın üstün vasıfları aranamaz. Lider, hadiselerin

itelediği değil, hadiseleri iteleyen ve nasibinde varsa başarı-

ya ulaşan kahramandır. O zaman da liderliğin üstün vasıf-

ları içinde cür'et ve gözükaralık başta gelir.

Bu zamana kadar, iyi kötü, hiçbir lider gelmemiştir ki,

kendisinde cür'et ve gözükaralık hassasından büyük paylar

bulunmasın... Bu hassayla her şey bitmesse de, onsuz hiç-

bir şey başlayamaz.

Şu, içimizde kaynaşan, sanki bizim uyuşuk iklimimiz-

den değil de başka bir âlemden gelmiş gibi, cür'et ve gözü-

karalıkta en aşırı derecelere tırmanabilen solcuların haline

bakın! Nasıl, şeytanî bir vecd içinde, aslı Rahmanı ve İslcmî

olması lâzım bir ruh temsil etmektedirler! Ve biz, bu vata-

nın maddî ve manevî tapusunu ceplerinde taşıyanlar, ruh

kökümüzün, içinden çürümeye yüz tuttuğu 16 ncı Asırdan

19. Asra ve dışından baltalanmaya başladığı 19. Asırdan bu-

güne kadar, ne yılgın ve ezgin, her türlü temellük ve tasar-

ruf hakkından mahrum, bir sığıntı ömrü sürmekte, tutsak

kampı hayatı yaşamaktayız! İslâmiyette ismi «Şecaat» olan

cür'et ve gözükaralık, hamle ve şahlanış kabiliyeti, asırlar-

dır, içimizdeki sahtelerle dışımızdaki suikastçılar tarafın-

dan öyle tahrip edilmiştir ki; sanki şırıngalarla ruh kanımız

çekilmiş, eskilerin «amîk fakrüddem» dediği derin bir kan-

sızlık bünyemizi istila etmiş ve birbuçuk asırdan beri bu

halin kavruk nesilleri birbirini takip etmiştir. Yepyeni bir

gençlik dölünün meydana gelir gibi olduğu şu devre ise an-

cak çeyrek asırlıktır. Asıl büyük inkılâp, bu gençliğin, kanun

çerçevesinde ve muazzam bir fikriyatın mihrakında, hakkı-

nı, yerle gök arası mahyalaştıracağı gün olacak; ve daima

kanun çerçevesinde bu işin gerektirdiği şecaat mutlaka ge-

lecektir.

Yerinde cür'et ve icabında gözükaralık öyle bir haslet-

tir ki, onu, hamle ve hareket sehpasının masayı tutan ayak-

larından biri kabul edebilirsiniz. Sehpa, ne tek başına onun-

la durur, ne de onsuz...

İhtilâl ve inkılâbı bırakalım da dâvayı saf (aksiyon) cep-

hesinden ele alalım:

Büyük İskender, hiçbir bahadırın binemediği (Bosefal)

isimli atı zaptedişinden Hindistan'da (Ganj) nehrine kadar

varan fetihleriyle, mevzuumuz olan (kalite) bakımından ne

ifade eder?

Fatih Sultan Mehmed, bir gecede gemilerini Halic'e in-

dirir ve madde hesaplarını çatlatan bir atılış gösterirken,

karakterinin hangi köşesiyle iş görmektedir?

Ya, çadırına kurşun sıkan Yeniçerinin üzerine varışı ve

-orduyu topyekûn peşine takışiyle Yavuz Sultan Selim?...

Menkibelerini gördüğümüz, hayatı baştan başa cür'et ve

gözükaralık misali (Napolyon)?...

Hattâ, en sefil tarafından ve sırf cür'et için cür'et olsa

326

327

da, hükümet kuvvetinin, başındaki ihtiyar sadrâzama ait

şahsî bilek gücü kadar zaif hale geldiğini sezen İttihat ve

Terakki komitacılarınca girişilmiş Babıâli baskını...

Cür'et ve gözükaralığm büyük imtiyazı vardır; bu nokta

anî ruh boşluklarından faydalanmanın (stratejik) çıkış mer-

kezidir; ve (aksiyon) ruhuna maya tutturan cevher budur.

AHLÂK VE

FEDAKÂRLIK

Umumî ahlâk eğer bir su hazinesiyse bu hazinenin sui

verdiği musluklardan başkası da hareket ve (aksiyon) seci-

yesidir.

Kaydetmiştik ki, ihtilâl ve inkılâplar, yetişmiş liderlerin

eserleri olduğu kadar lider yetiştirmekte de müessir... Bu.

nokta, bilhassa ahlâk ve fedakârlık cephesinde göze çarpar.

Ulvî soydan hareketlerde inkılâp ahlâkı başlı başına bir

müessisedir ve ölçülerini madde ötesi inanışlardan alır. Böy-

le bir inanışa bağlı olmasa bile, mücerret inanış imtiyazı ola-

rak, mesnedsiz, fakat kendi başına bir ahlâk kaynağı teşek-

kül edebilir. Zaten teşekkül etmezse o hareket bir inkılâp*

değil, eşkiyalık olur.

Böyle bir ahlâkın teşekkülü, her şeyden evvel nefsânüik-

ten tecerrüt ve bâtıl da olsa gayeye bağlılıkta tecellisini bu-

lur.

ݺte, herhangi bir tenkide karşı bu mevzuun kendi hu-

susî hayatına taallûk ettiğini ileriye süren bir sorumluğa (Le-

nin)in verdiği «bir komünistin hususî hayatı yoktur!» cevabı,

bu hikmete işarettir. Bir maddecinin değil, bir ruhçunun,

bir dinsizin değil, bir.müslümanın ölçüsü olmak icap eden

bu cevap. (Lenin)in dünya görüşüne zıttır, ona uymaz ve on- '

da iğretidir. Onun, farkında olmaksızın, içinde beslediği ve

maddeci ahlâkına yamamaya kalkıştığı (mistik) ruhundan

bir tezahür... Fakat, aslı ve esası bizim olarak ne harikulade

söz!...

(Lenin)in bütün hayatı, dâva ahlâk ve fedakârlığının ser-

gisidir. Küfre din ruhiyatının bütün usullerini tatbik hilesin-

de gerçekten samimî, yani küfrü din haline getirmeye dav-

ranışta mahir bu adam, eğer bizim anlayışımıza göre müs-

pet yolda olsaydı, yine bizim ölçümüze göre meydana bir ha-

rika gelebilirdi.

En aydınlık metodlarla ebedî karanlığın avcısı bu adam,

(anti kapitalist) olarak getirdiği ve devletleştirdiği şahsî mül-

kiyet mahrumluğunu en sert şekilde öz nefsine sindirmiş ve

«Bütün Rusyalar'in hâkimiyken millîleştirdiği ormanların

ayılarından bir post'a bile sahip olmamıştır. Sefil bir (mu-

jik) kılığı, yağlı bir kasket ve boyaları dökülmüş bir hasta-

hane karyolası... Böyle yaşadı.

Âlemde düşmanlık mefhumunun kemal haddiyle zıddı

olduğumuz komünizma şeflerinden bazılarına ve bazı hu-

suslarda gösterdiğimiz takdir, zaafımız ve tezadımız olmak

yerine kuvvetimiz ve bütünlüğümüz icabı sayılmalıdır. Tez-

lerin tezi, sistemlerin sistemi ve gayelerin gayesi olan İslâm,

hiçbir hakikat tesbitinden korkmaz ve «hikmet müminin

kaybolmuş malıdır; nerede bulsa alır!» düsturu gereğince

hakkı yerli yerine oturtmaktan kaçınmaz. Onun içindir ki,

öz ırkını «çıfıt» diye vasıflandıran çıfıt yahudi (Karl Marks)

m kan kusarak ölürken baş ucunda ısırılmış bir elmadan

başka mal bırakmadığına dikkat ve onu da ebediyen bâtıl dâ-

vasında ahlâk sahibi olarak kaydeder. Nitekim aynı çıfıtın

her köşesiyle çıfıt karısı, (Marks) ölünce şöyle demiştir.

— (Das Kapital)i yazacağına keşke bana biraz (kapital)

bıraksaydı!.

Bu misalde de, dâva ahlâkına en uzak tip olan yahudi

ve ona ait şahsî menfaat seciyesinin, karı-koca arası en kor-

kunç tezadına şahit oluyoruz. Muhakkak ki, fertlerin oldu-

ğu kadar cemiyetlerin ve ırkların da hususî birer ahlâkı var-

dır ve saffetini koruyabilmiş ırklarda bu nokta daha bariz-

dir.

Bu ters misallerden sonra, ölçümüz ve itikadımızca müs-

pet sahanın kahramanları arasında göstereceğimiz misaller,

mutlak inkılâbın kıyastan münezzeh yürütücüleri olarak,

328

329

başta Hazret-i Ebu Bekr ve ardındaki üç halife, bütün saha-

bîlerdir.

Dâva ve (Aksiyon) ahlâkının şahsî menfaatta gözü ol-

mamak bahsi bununla bitmez; canda da gözü olmamak, can

da da fedakârlık mertebesine ulaşabilmek lâzım... İnsanın,

kendi canını feda edecek derecede gayesine bağlı, gayesin-

de fâni oluşuna tek delil budur. Dâvası yolunda en ince

temkin ve ihtiyat tavrından sonra şartların «öleceksin!»

emrini verdiği anda ölüm kadehini buzlu bir şerbet içercesi-

ne dikmeyi bilmeyenler, eğer ebedî hayata inandıklarını

iddia ediyorlarsa, yalancı ve eğer böyle inançları yoksa alçak

diye gösterilebilirler.

(Sokrates) meşhur müdafaasını yaparken, bunun, kur-

tuluşa değil, ölüme götüren cinsten bir savunma olduğunu

söylemiştir. (Napolyon)un mareşallerinden (Ney) kendisine

ateş edemeyen askerî müfrezeye «çocuklarım; size emredi-

yorum; kumandaya itaat ve üzerime ateş ediniz! Yalınız

çehreme hürmet gösteriniz!» demiş ve böyle kurşuna dizil-

miştir. Büyük Fransız ihtilâlinin (giyotin) altında can veren

hemen her ferdi, ölümü karşılayışları bakımından birer

kahramandır.

Japonların herhangi bir zillet karşısında bıçağı karın-

larına saplayıp bir ucundan öbür ucuna kadar çekecek bir

irade kuvvetiyle nefslerine kıymaları, gerçek din ölçüsü

noktasından son derece kötü ve her hal-ü kârda yasak

bir fiil olmasına rağmen mücerret hayat istihkarı ve bir

doğrunun yanlışa kurban edilişi olarak müthiş bir ders ve

ibret mevzuudur. Elverir ki, bu hayat istihkarı, kendi eliyle

kendisine kıymak şeklinde değil de, düşman silâhı üzerine

atılmak trazmda tecelli etsin ve mukaddes bir gaye yolunda

olsun... îşte şehidin de ulaşılmaz mertebesindeki sır da

burada... •

Bir Japon generalinin askerine şöyle bir ihtarı var:

— Ölüm gayet kolay bir şey!... Püften bir hadise!...

Düşünmemek yeter!... Onu böyle karşılayınız.

Bu sözde bir kahramanlık değil, korkunç bir dolandı-

rıcılık yatmaktadır, îşi gaflet tavsiyesiyle yutturmak ve

330

kolayına getirmek sahtekârlığı... • Hayır; ölüm büyük şey

ve en zor katlanış... Bu katlanış, onun bütün dehşetiyle

idraki ve ancak gaye yolunda bile bile iktihamı (yüklenil-

mesi) tarzında olursa makbul olur ve dâva ahlâkına bağlı

gerçek fedakârlığı ifade eder. İsa Peygamberin havarilerin-

den, en çarpıcı misallerini Varlık Nurunun sahabîlerinde

bulan inkılâplar inkılâbının gerçek şehitlerine ve onlardan

bugüne kadar, topyekûn gönliyle bağlı olduğu bir gaye uğ-

runda kim can verdiyse böyle verdi ve can fedakârlığını,

gafletle değil, en acı şuurla gösterdi.

Şu yakıcı levhaya bakınız :

Sahabîlerden Habib Hazretlerini Kureyş kâfirleri tuza-

ğa düşürtüp esir ediyor. Mekke'de boynunu vuracaklar...

Herkes meydan yerinde toplanmış, manzarayı seyredecek...

Yüzündeki nura güneşin nazar edemediği mübarek saha-

bîyi cellâdın önüne getiriyorlar... O, dudaklarında namü-

tenahi derin ve tatlı bir tebessüm, cellâdın kılıcına bir gül

dalı gibi bakıyor. Henüz küfürde olan, Kureys'in reisi Ebu

Süfyan atılıyor ve Habib'e :

—Söyle, diyor; senin yerine Peygamberini tutsak da

başını kessek ve seni azad etsek razı olur muydun? ݺte ölü-

mün eşiğindesin; samimiyetle cevap ver!

Habib, tebessümünü büsbütün derinleştiriyor:

—Evet, ölümün eşiğindeyim; samimiyetle cevap vere-

yim: Ben, O'nun ayağına bir diken batmasındansa, ölmeyi,

çoluk çocuğumdan olmayı, gün ışığından yoksun kalmayı

tercih ederim!

Ve kafasını cellâda uzatıyor. Ve Ebu Süfyan haykırıyor:

—Vallahi ben, sahabîlerinin O'na bağlı olduğu kadar,

kimsenin kimseye bağlı olduğunu görmedim!

O ki, dâva ve gayenin ta kendisi...

Eğer işimiz (sentez) yapmak olmasaydı da vaka sırala-

mak olsaydı, müspet ve menfi, inkılâp adamlarında göste-

receğimiz misallere kamuslar dar gelirdi ve bunların yüzde

doksanı İslâm tarihinden olurdu.

Bir de, en canlı misalleri eski Roma'nm tefessüh dev-

rinde saklı âsi generaller ve bedavacı diktatörlerin askerî

331

kuvvet manivelâsiyle başa geçtikten sonra, memleketlerini

maddede ve mânada nasıl nefslerine kul etmek yoluna gir-

diklerini düşünecek olursanız, sadece ahlâk ve fedakârlık

zaviyesinden, gerçek ihtilâl ve inkılâpla îtisaf (kan dökücü-

lük) ve eşkiyalık arasındaki farkı anlarsınız!

NDZAM VE

DDSDPLDN

Büyük Alman edip ve şairi (Göte)nin bir sözü var:

— Herhangi bir nizamsızlık yapmaktansa bir haksızlık

yapmayı tercih ederim!

(Göte) bu sözü söylerken farkında mıdır ki, bizzat ni-

zam hatâsı haksızlıkların en büyüklerindendir ve onu yap-

mamaya dikkat, başka ve küçük haksızlıklara sebep olsa da

sineye çekilmek icap eder? Elverir ki, nizam asabiyeti, zul-

mün değil, hak ve adaletin emrinde olsun...

İslâmiyette bir cemaat namazının belirttiği ve imama

namaz başlamadan arkasına dönüp safların düzenini mura-

kabe emrini verdiği ruh, bizzat nizam abidesidir ve müs-

lümana her işinde rehber bir (sembol) mahiyetinde... Hal-

buki biz, âlemde en titiz nizam ruhunu pırıldatıcı îslâmı

tersine anlamış bulunuyoruz.

Bugün (Greko Lâtin) medeniyetinin çatısını taşıyan Yu-

nan aklı. Roma nizamı ve Hristiyanlık ahlâkı sütunlarından

nizama düşen ağırlık en büyüğüdür; ve aslı bizde olan bu

sütunun, malikiyetiyle Avrupalıya ne kazandırdığı ve mahru-

miyetiyle bize ne kaybettirdiği besbelli...

Nizam ve onun gerektirdiği disiplin, bir dâvanın mani-

velasıdır ve bu fikre malik olmayan bir baş ve hareket, kol-

suz ve ayaksız demektir.

Bütün büyük oluş ve becerişler nizam sayesinde mey-

dana gelir.

— Devler gibi eser vermek için karıncalar gibi çalışma-

lıdır!

Diyeceği yerde «burjualar gibi çalışmalı» tabirini kulla-

nan (Balzak) nizamı ifadeye çok yaklaşmıştır.

332

Şiir, müzik, bütün güzel sanatlar nizamdan geldiği ve

bizzat nizamı ifade ettiği gibi, büyük hareketlerin de nizam

ve disipline ihtiyacı, gözün ışığa muhtaç oluşuna benzer.

(Sen Piyer) bazilikasının dâhi yapıcısı (Mikel Anj), 30

zaman derisi de beraber çıkacak şekilde, kendinden geçmiş,

küsur yıl çalıştığı eseri üzerinde, bir gün çizmesi çekildiği

zaman derisi de beraber çıkacak şekilde, kendinden geçmiş,

soyunmadan, yemeden, içmeden hayatım harcarken vecdini

hangi nizama, nizamını da hangi disipline bağlamaktadır,

düşünelim!...

Demek ki, her şey vecdden, yani imandan geliyor. Ger-

çek ve üstün ihtilâl ve inkılâpların istediği vecd ise bir be-

dahet...

(Viktor Hugo)nun «93 İhtilâli» eserinde bu vecd, nizam

ve disipline bağlı muhteşem bîr levha var:

îngiltereye hayatî bir (mesaj) götürmeye memur bir

Fransız harp gemisi, Manş'ı geçerken müthiş bir fırtınaya

tutulur. O zamanın harp gemilerinde toplar zincirle güver-

teye bağlı... Fırtına yüzünden toplardan biri, zincirini ko-

partır ve öbür topların üzerine düşmeye başlar. Felâket!...

Eğer tekerlekli top zaptedilemezse, öbür topların da zinciri-

ni kıracağı, gemide bir ana - baba günü doğacağı, boşanan

topların cidarlara çarparak delikler açacağı ve geminin bat-

masına kadar sebep olacağı şüphesiz... Boşanan topun du-

raklar gibi olduğu bir ân, bir subay koşar, ayağını tekerlek

altına atar, ayağı kırılır, fakat hemen koşuşanlar, topu, boy-

nuzlarından tutulan bir canavar gibi zaptederler. Bu fedakâr

subay, önceden, mahut topun bir kancasını takmayı unutan

sorumludur. O sırada, sırtında siyah bir pelerin, kaptan köş-

künden manzarayı seyreden ihtilâl şefi, güverteye iner, va-

ziyeti öğrenir, bir manga asker ister ve subayın göğsüne fe-

dakârlığından ötürü ihtilâl madalyasını taktıktan sonra, ih-

malinden dolayı da onu kurşuna dizdirir.

ihtilâl ve inkılâp ahlâkının nizam ve disiplin maddesin-

de af ve müsamahaya yer yoktur.

Birinci Dünya Harbinde, Fransa üzerine hareket eden

Alman ordularının sağ cenah kumandanlarından biri, Baş-

kumandanlığın emrine itaatle gösterdikleri noktaya kadar

333

varıp durduğu ve panik halindeki düşmanı takip etmediği

için sorguya çekilince şu müdafaayı yapmıştır:

Hangisi iyi?... Neticesi meçhul bir atılışla mevzii bir

zafer kazanmak emeli peşinde emir ve kumandayı çiğnemek

mi, yoksa böyle bin zafere bedel, emir ve kumandaya riayet

seciyesini muhafaza etmek mi?... O türlü bir kere kazanı-

hrsa da bu bin defa kazanılmış olmaz mı?...

Bizce iyi ve doğru olan, iki şıkkın birbirine yol verici

orta yeridir. Şahsî (insiyatif - teşebbüs melekesinden, cür'et

ve fedakârlık karakterinden feda etmeksizin emir ve ku-

mandaya riayet seciyesi... Nitekim milletler de bu seciye-

lerin birinden biri üzerindedir. Fransızlar birincisinde, Al-

manlarsa ikincisinde... Fakat iş büyük (aksiyon)a gelince

her ikisinde...

TEKNDK

VE USUL

İhtilâl nasıl nizam isterse onun usul ve tekniği de karşı

tarafın kuvvet nizamını çökertmektir diye ifade olunabilir.

Daima böyle olmuştur ve başka türlü olabilmesine imkân

mevcut değildir. Karşı tarafın nizamı yerinde oldukça ihti-

lâl ve inkılâba yol kapalıdır, îki ayrı ve yerinde nizamın bir-

biriyle çarpışması ise ihtilâl değil, ülkeler arası dalaşma, ya-

ni harptir. İhtilâl, kendi içinden bir şahlanışla kendi kendi-

sini zapt ve feth demek olduğuna göre, olabilme imkânı ba-

kımından mutlaka ayrı ve hususî bir tekniğe muhtaçtır.

Dünya ihtilâllerine baktığımız zaman, «teknik» fikrinin

de gelişmesiyle beraber, 19 uncu Asra kadar bu sahada çok

yavaş bir terakki görüyoruz. O zamana kadar ihtilâllerin fik-

ri neyse, onun verdiği hamleyle ileriye atılmak, işin usul ve

tekniğini birtakım basit tedbirlere bırakmak ve ikinci plân-

da tutmak, tabiî bir yol olmuştur. Bu, insanların, üzerinden

geçe geçe açtığı toprak yol... 19 uncu Asırdan sonra asfalt

yol açılmaya başlamış, mesele bir (teknoloji) ifadesine bü-

rünmeye yüz tutmuş ve o hale gelmiştir ki, yolun saf gaye-

sinden ziyade, nasıl döşeneceği birinci plâna geçmiş, bu da

334

gerçek ihtilâl ve inkılâp ruhunu karartmayadek gitmiştir.

Yani «niçin»in yerine «nasıl», mücerret dâvayı kurban et-

meye kadar varmıştır. Nihayet, devletlerin, vatan çitini ko-

rumaları için en modern silâhlarla cihazlandırdığı ordular,

birtakım çeyrek aydın subaylar elinde, bu silâhların kolayca

devlete çevrilebileceği gibi bir bedavacılık hevesine kapılın-

ca, ön plâna çıkan usul ve teknik kıymeti de ucuzlamış, aya-

ğa düşmüş; ve Cenup Amerikasiyle Afrika ve Cenup Asyası

ve Orta Doğu, Avrupanm da Yunanistan ve Portekiz uçla-

rındaki operet ihtilâllerine zemin açılmıştır.

Bunda da en büyük âmil, 19 uncu Asrın yarısından son-

ra, silâhların ve silâhlı teşekküllerin kazandığı kuvvettir.

Şunu iyice düsturlaştırmak lâzımdır ki, bugün, silâhların

malûm terakkisi önünde artık saf mânasiyle halk hareketleri

yapılabilmesine imkân kalmamıştır. Evet, bu kuvvet bizzat

dev! ete karşı dönmedikçe ve ondan yana oldukça halk hare-

ketine paydos!...Çakmaklı tüfek devrinde, orduda da, halkta

da aynı silâh vardı, ordunun bütün imtiyazı bir hazır kuv-

vet teşkilâtı olmasından ibaretti, halk ise teşkilâtını kurup

(.barikat) arkasına geçince mesele kalmadı. Fransız İhtilâli

bu sa;/ede muvaffak oldu ve ondan sonra Rus İhtilâlindeki

hususiyet bir tarafa, bu yol kapandı.

Rus İhtilâli, Çarlık devletinin içinden çökmeye doğru

gitmesi ve ayrıca toslamaya hacet bırakmaması ve bayrak-

laştırdığı fikri, kuvvetli bir kadro elinde halka maletme yo-

lunu lutması ve fikirle oluş tekniğini ilk defa içice yürüte-

bilmesi üzerine bina edilebilir. Kaydettiğimiz gibi, ondan

evvelki ihtilâllerde oluş tekniği diye müstakil bir ölçü yok-

tur ve ana dâva maiyetinde böyle bir teknik ilk defa (Bolşe-

vizm) hareketiyle belirlenmektedir. Bu tekniğin de (taktis-

yen - tabiyeci) ferdi, (Lenin)in fikrî ve fiilî (strateji - yönleri

tayin) temsilciliğine mukabil (Troçki) olmuştur. Kurnaz bir

yahudi olan ve dâvasını (Lenin)vâri bir vecd içinde ele al-

maktan uzak bulunan, sadece (pratik - amelî) dehâya kıy-

met veren (Troçki), İstanbul'da, Büyükada'da kaleme aldığı

«Rus İntilâli Tarihi» eserinde (taktik) marifetlerini sayıp dö-

ker ve insana, gayeyi teknik ve kuru müşahede de arayıp

335

fikri bir tarafa bıraktığı hissini verir, îşte ihtilâl ve inkılâp-

ların en nazik dönemeç noktalarından biri de buradadır. Fi-

kir ve onun gerektirdiği maddî ve manevî (strateji) ile, dâ-

va.yı tatbik sahasına koyma dehâsı ve ona bağlı (taktik), bir

araçla olacaktır.

Şi'ndi sıra, tatbik sahasının müşahhas hedeflerini kuşa-

tan usul ve (teknik)te...

Dâvanın büyük (Strateji) plânında her türlü yayın, bü-

tün şubeleriyle güzel sanatlar, fevkalâde açıkgöz bir (diya-

lektik - kelâm sanatı), hücum edilecek maddî ve manevî kal'a

burçlarım hedef alma şuuru, hâsılı insanlan kafalarından,

gönüllerinden ve ellerinden yakalama metodu ve bu hazırlık

zemini üzerinde idare mekanizmasının nerelerden ele geçi-

rilebileceğine ait hesap...

Memleketimizde, son zamanların solculuk hareketlerin-

de, esasen her ihtilâlin baş vurma borcunda olduğu bu tesir

kademeleri üzerinde, doğrudan doğruya Moskovanm sevk

ve idaresiyle neler yapıldığına dikkat edilecek olursa teşhi-

simizdeki hakikat meydana çıkar.

Bundan sonra, yarı (stratejik) ve yan (taktik) hareket-

ler:

Sabotajlar...

Grevler...

Sendika furyaları...

Anarşi ve hercümerc kundakçılığı...

Ruhî kıymetleri zedelemek yolunda devletten ve devrim-

lerden yana görünmek sahtekârlığı...

İktisadî sıkıntı ve ekmek derdi doğurma gayreti...

(Kamuflaj)lı partilerle Millet Meclisine sızma ve yüksek

makamlara adam yerleştirme oyunu...

Memleketin ne kadar ıstırabı ve halkın nice mahrum-

luğu ve işlerden memnuniyetsizliği varsa hepsini birden is-

tismar edip, (tez) yerine (anti tez) yoliyle kendi dâvasını can

kurtaran simidi gibi göstermek hokkabazlığı...

Ve:

Bütün bu yollardan ordu ve gençliğe nüfuz kollayıcı-

Bunlar, vatanımızda, açıkça bir ihtilâl (strateji) ve

(taktik) dâvası güden ve nasıl olup da tepelerine topyekûn

balyoz indirilemediği izah dışı kalan solcuların yolu... On-

lar; gördükçe ihtilâl sevk ve idaresinin ne olduğunu anla-

mak; üstelik bütün bu maddelerin, bazı yerde ayniyle ve

bazı yerde tersiyle her ihtilâl için şaşmaz düstur olduğunu

bilmek lâzım... Bütün bunlar Mos-kof üsluplu ise bir de on-

ların şu veya bu millet ve neticede hak üsluplu olanı vardır

ki, onu da ilmen bilmek her hak bağlısına farzdır.

ihtilâl usul ve tekniğinin bu (stratejik) ve (taktik) hu-

susiyetlerinden sonra, iş, daha ziyade tabiye, yani (taktik)

sahasının şu hedeflerine dönüyor:

1— îdare mekanizmasının zaif noktalarını, vücudun

kan, idrar, her tahlili; ve kalb, beyin, her test'i elinde, bir

doktor ihtisasiyle tespit ve ona göre hedef tayin etmiş bu-

lunmak. ..

2— (Troçki) ve (Malâparte)nin de üzerinde hassasiyetle

durduğu, haberleşme (radyo, televizyon, telgraf, telefon) ve

ulaşma (tren, vapur, uçak) ve muharrik kuvvet (elektrik

santralleri ve benzin depolan) şebekelerine göz koymak...

3— Türlü kalıp ve meslek kılığı içinde, gizlendiği loca-

ların kapılarını bir vuruşta devirip ortaya çıkacak, her ân

hazır bir kuvvete sahip olmak...

4— Baskın tesirini asla gözden kaçırmayıp, Fransız ih-

tilâlinde olduğu gibi, meydan yerinden saraya doğru yol al-

mak yerine, sarayın zaptından sonra meydan yerine dökül-

mek ve her şeyi tek vehlede bitirmek...

5— Haber almada, içeriden yardımlaşmada, büyük

yığınları meydan yerinde toplamada, karşı kuvvetleri iptal

edici buluşlar sahibi olmada üstün bir kabiliyet ve hem tam

ölçülü, hem tam ölçüsüz bir atılganlık...

ihtilâllerin usul ve tekniği budur; ve bunları bilmek',

hem düşman ihtilâllere mâni, hem de kendi dâvasına hâkim

olabilmek, hususiyle devlete yol göstermek bakımından borç-

tur.

336

ihtilâl/22

337

GELECEKTE

İHTİLÂL

Artık (monarşi - krallık idaresi) diye basit hedeflere

karşı bir ihtilâl mevzuu kalmamıştır. Bunlar son Afrika ve

Anadolu cenubundaki memleketlerde görülen mini ihtilâl-

lerle ortadan kalkmıştır. Ortada birkaç mostralık ülkeden

başka da, «melik» veya «kral» unvanı altında bir örnek yok-

tur. Fakat feciin fecii ve günden güne modalaşmakta şu hal

vardır ki, eski «melik»lerin yerine, hemen hepsi asker, dik-

tatörler ve onların (oligarşi - hizip idaresi) tipleri geçmiştir.

Sadece, ellerine silâh emanet edilmiş olmanın imtiyazından

faydalanarak (monarşi)lerini deviren ve (oligarşi)lerini ku-

ran bu tipler, Afrikanın şimalinden başlayarak Asyanın Ana-

dolu cenubu Akdeniz kıyılarını yalayan ve oradan Basra kör-

fezine doğru uzanıp Mezopotamyayı içine alan ve Pakistan'a

kadar ulaşan, zelzele hattına benzer bir şerit üzerinde, sefil,

komik, fikirsiz, çilesiz, mazi ve istikbal murakabesinden

yoksun, en sığ plânda taklitçi ve yafta bilgilere dayalı bir

ihtilâlcilik oyununa rejisörlük etmektedir. Öz nefsinin ga-

fili olduğu kadar, taklide yeltendiği Batının da cahili bu tip-

ler, hakikatte, Doğu âlemini Batı kültür emperiyalizmasına

ezdirmiş, türlü ülkelerde türlü örnekleri yaşayan mücerret

bir küfür modelinin aynı kalıptan dökülme maketleridir; ve

istikbâlin ihtilâlleri bakımından başlıca hedefi teşkil etmek

mevkiindedir. Batının madde terakkileri önünde kendisine

yeni bir ruh arama buhranına düştüğünden habersiz ve bu

feci buhranın 19 uncu Asır ortalarından başlayıcı seyrinden

bilgisiz bu tipler, kolayca başardıkları ihtilâlleri, muazzam

bir ideocya plâtformasına dayalı, en zor bir ihtilâl şekline

devr ve tazmin etme borcundadırlar. Bunlar, hem büyük

mütefekkir eksikliği sebebiyle asırlardır içinden, hem de son

asırda bedavacı mukallitler vasıtasiyle dışından çökertilen

Doğu âlemini, iki dünya arası mahsup sırlarına âşinâ, yep-

yeni, şahsiyetli ve bütün insanlığa aradığı muvazeneyi vâ-

detmekte liyakatli bir nesle bırakmak zorunun kılıcı altın-

dadırlar. Yıktıkları bîçare idarelere karşılık ülkelerini çare-

siz kılan bu (erikizisyon) rahipleri, karşılarına çıkarılacak,

atom bombası gücünde bir Doğu (Rönesans)ı hareketiyle bü-

yük ihti/âl dâvasının İstikbalde Şark bölümünü ihtar edi-

yorlar.

Eserimiz ideolocya esasları, üzerinde derinleşmeyen,

bu noktayı öbür kitaplarımıza bırakan ve doğrudan doğruya

(aksiyon) dâvası üzerinde bazı (ideolojik) izlerle yetinen bir

terkip belirttiği için istikbâlin ihtilâllerini, bir gebeye dışın-

dan bakarcasına böylece mevzulandırıp bir de Batı dünya-

sına kısa bir göz atalım:

Bugün Batının, Türkiye ile beraber en fazla korkması

gereken ihtilâl, beklenmedik bir anda ve her yerde patlak

vermesi mümkün bir komünizma hareketidir. Böyle bir dav-

ranışa Avrupada en müsait ülke olan Fransa, bilmelidir ki,

2 asırdan 14 yıl eksiğiyle kendisinin getirdiği, asıl kıvamını

daha önce İngilterede bulan ve en son Amerikada ocaklaşan

demokrasi ve liberalizma artık tabiî ömrünü tamamlamıştır;

ve kendisini medenî sanan dünya, bizzat kendi madde ke-

şiflerinin (otomat) kölesi haline geldikten sonra, yeni baştan

maddeye tahakkümünü sağlayabilecek yeni bir nizam ve

ruha erememiştir.

O halde:

O halde, onun, menfi tarafından en korkacağı, Ortaçağ

barbar akınlarından farksız bir komünizma istilâsı ise, müs-

pet tarafından ümit bağlayacağı şey de, (Hitler) ve (Muso-

lini)nin berbad ve maskara ettiği bir ruhçuluk ve mânevi-

yatçılık hamlesidir. Bu hamlenin hedefi de, yatalak demok-

rasi, hasta liberalizma ve zabıtasız kapitalizmadan başka bir

şey olamaz; ve tek düşmanı komünizma olduğu halde, onun-

la mecburî bir hedef iştiraki belirtse bile sahte ve gerçek

arası incelikleri belirtici bir iş ve mâna (kriteryum - kıstas)

ma erişebilir.

Bu da, inanciyle (materyalist), fakat hayatı ve mizaciyle

(mistik) Rusya bir tarafta; inanciyle (anti materyalist), fa-

kat hayatı ve mizaciyle (materyalist) Amerika öbür tarafta;

zıt veya zıtlıkları içinde aynı, iki kutba karşı Avrupanın bir

«Haçlılar» kıyamına kalkması yönünden düşünülebilir.

339

Görülüyor ki, istikbalin büyük hareketleri, artık, parça

ve ucuz ihtilâl sınırını aşmış ve hem içeriye, hem dışanya

doğru, kıt'a ihtilâl ve inkılâbı çapma ulaşmıştır.

Bahsimizi ve eserimizi yine ihtilâl sanatının manivela-

sına ait hükümlerle nihay etlendirelim: '

Evet ihtilâl bir sanattır, fakat «sanat için sanat» değil

de, yüce bir gaye için sanat... Son zamanların maskara ihti-

lâllerinde, büyüğünü yapamamanın tıknefesliği içinde, iş,

«sanat için sanat»ın da en pestpaye derecesine düşmüştür.

Her şey «yapabiliyorum ya; yapayım da görsünler!» den iba-

ret...

Bu işin büyüğü, ulvisi, münezzehi nasıl olur?

Günümüzün madde ve ruh şartlarına göre «olamaz!» gi-

bi bir şey...

Dâvanın ideal ve (ideolojik) cephesini Doğu ve Batı yön-

lerinden kitap başlıkları halinde ortaya döktük, iş şimdi

ameliye sahasına dökülünce, karşımıza, yine temas etmiş bu-

lunduğumuz mesele çıkacaktır:

HALK İHTİLÂLLERİ, SDLÂHLARIN BUGÜNKÜ TE-

RAKKDSD ÖNÜNDE TARDHE KARIŞMIŞTIR; VE HiÇ BiR

İHTİLÂL ONA ORDU KARŞI ÇIKTIKÇA YAPILAMAZ!

Bu hükmü bir mütearife bedahatiyle kabul edince, ken-

di kendisine şu riyazi hükme varmak gerekiyor:

ORDUYU KAZANMADAN İHTİLÂL BAŞARILAMAZ!

Orduyu kazanmaya çalışmaksa her yerde ve her kanun-

da suçtur; ve daima ilmî zaviyeden belirtelim, bir ihtilâl

zümresinin gözünde suç diye bir hürmet ve riayet mevzuu

olmasa bile «cürm-ü meşhut» dedikleri cinsten «suç üstü»

yakalanmayı gerektirici bir iştir. Buna da hiçbir ihtilâlci ze-

kâsı yanaşamaz. Orduyu (direkt) tesir yollariyle devşirmek

mümkün olmayınca, uzaktan ve suç tarafı (kamufle - örtülü)

fikirlerle elde etmeye çalışmak kalıyor. Bu da, bir «mücer-

redin yavaş yavaş telkini olarak «müşahhas»a intikal etti-

rilip ettirilemeyeceği meçhul ve neticesi kefaletsiz bir tarz...

Ordu, subaylar heyeti demek olduğuna göre onların tek tek

ruhlarını işgal ve sonra bu ruhları demetleyip harekete kal-

betmek, ancak merkezden muhite doğru bir cazibe yolu aç-

makla kalır, nazariyeden ileriye geçemez ve mutlaka muhit-

ten merkez istikametinde gelecek bir dış tesirle birleşmesi

iktiza eder.

Bu dış tesir de gençlikten başkası olamaz.

Gençliği; her memlekette nüfusun yirmide birinden

eksik olmayan okur - yazar gençliği, öğrencisi ve öğretme-

niyle büyük gençliği kuşatabilmek lâzımdır.

Bütün bu ilmî izahlardan sonra, işte, son yıllarda ko-

münistlerin memleketimizde takip ettikleri usulleri daha

yakından görüyor ve anlıyorsunuz.

Ruhu, maddesi, diyalektiği, nefret ve aşk hedefleriyle

kuşatılacak ve .techizatlandınlacak bu gençliğin, ilk (aksi-

yon) farikası da, gayet hareketli, seyyar, seyyal, çevik, gözü-

kara ve hudutsuz fedakâr olması...

Yazıklar olsun ki, bu hassaları da, vatanımızın ruh kö-

küne bağlı gençlikte değil, Moskova reçeteleriyle iş gören

komünistlerde buluyoruz.

Şimdi bizim gençliğimize ait bir hususiyeti mühürleye-

lim:

Bizim gençliğimiz, Büyük Doğu fikir dokuma tezgâhının

32 yıllık çileli çalışmaları neticesinde artık dâvayı her kut-

biyle kavramış, üstün ideale varmış, onun geleceğe doğru

muazzez dölünü hazırlama yoluna girmiş ve olanca faaliyeti

kanun çerçevesinde ruh nakkaşlığından ibaret kalmış bir sı-

nıftır; ve bugün Türkiyeyi birdenbire avlama teşebbüslerine

en sağlam mâni, bu gençlik olduğu gibi, Türk vatanı üzerin-

deki bin yıllık hakkını ilân etmek vazifesi de yine onundur.

Bu gençlik ihtilâl yapmaya değil, dâvasını ve milletini koru-

mak için onun nasıl yapıldığını bilmeye memurdur.

— SON —

340

341

İÇİNDEKİLER

GDRDŞ

RESULLER VE NEBDLER BOYUNCA

Hâbil - Kaabil

Nuh Peygamber

19

25

Hazret-i İbrahim11

Hazret-i İsa

Kâinatın Efendisi

18. ASIR SONLARINA DEK

53

55

Eski Yunan'da ...

Roma'da

68

70

76

76

77

Fransa'da (Etyen Marsel), ...66

İtalya'da (Mediçi)ler

Şeyh Bedrettin

Yeni Çağda

Yeniçeri İsyanları

(Kromvel)

Amerika İstiklâl Savaşları79

BÜYÜK FRANSIZ İHTİLÂLİ

80

82

86

90

Kral

(15'inci Lüi)

İsyan Yolu ..

Vükelâ

342

Karanlık Oda 91

Kralın Sırrı93

Versay 95

Sınıflar şehirler ve iş hayatı

Fransa'nın hali 105

İhtilâlin Kralı 107

Başvekil:110

Parlâmento112

Küçük tedbirler114

Parlâmento açılıyor 115

103

(Türgo)117

Vaziyet121

Un Muharebesi124

Tedbirler127

İnkılâp Fermanları133

Peşinden140

Hükümette son vaziyet148

Sarayda son vaziyet 144

Teşhis ve tesbit153

Başlangıç156

Tuluat halkta 166

14 Temmuz171

Zulüm Kalesi toprakla bir176

Sonrasıj176

İnsan hakları beyannamesi183

Kralın tavrı186

Kraliçenin tavrı188

(Versay)a yürüyüş190

197

200

204

207

209

213

Paris devresi

Kurucu Meclis ve (Federe)ler

Kaçak Kral

Manzara

Kuruluşlar davranışlar

Son safha„„

(Konvansiyon)222

227

229

Kralın İdamı

343

Ötesi

NAPOLYON BONAPART Ve...

Geçitler246

Beklenen kurtarıcı252

İlk darbe254

Üç (Konsül) bir İmparator

İmparator260

Büyük Aksiyon ve Ötesi

19. Asır İhtilâlleri ve Masonluk

(Lenin)270

Birinci adım ve yine (Lenin)

(Bolşevik) (Menşevik)

Rasputin277

İlk adım281

257

264

268

272

275

j

Muvakkat Hükümet283

İkinci ve son adım

İlk ayaklanma291

Romantik teşebbüs293

Plân295

Rus İhtilâli297

Patlayış299

Oluşlar, tepkiler, mânalar

Faşizma Nazizma vesaire

Çin İhtilâli ... ,..307

Türkiye İhtilâlleri...313

SENTEZ -

Sınıflandırma, mânalandırma ...

Dünya görüşü ve eser319

Sanat, İlim, Keşif322

Lider ve kadro324

Cür'et ve gözükaralık

Ahlâk ve fedakârlık ...

Nizam ve disiplin332

Teknik ve usûl334

Gelecekte İhtilâl338

344

Necip Fazıl Kısakürek _ İhtilal

285

303

305

317

326

328