Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar

 

TARDH BOYUNCA BÜYÜK MAZLUMLAR / TARiH

ESER 42

6.Basım / Eylül 1999

b. d. yayınları: 29 Baskı: Eko Matbaası

b. d. yayınları Kurucusu: Necip Fazıl Kısakürek

Yayın sorumlusu: Suat Ak

Müessese müdürü: Emrah Kısakürek

Her hakkı mahfuz ve "b. d. Yayınları’na aittir.

b. d. yayınları, Ankara C. Vilâyet Han 10/3 Cağaloğlu - İstanbul

Telefon: (0212) 5285551-5125922-5110873

ISBN 975-8180-39-8

TAKDDM

Her milletten ve her cinsten mazlumları bir arada topla¬yıcı böyle bir eser, zannımca ilk defa

tecrübe ediliyor.

Onu bana yazdıran saik, kitabın (Ve...) başlıklı son faslın¬da kekelenmektedir. Öyle bir sâ ki, bu,

(Sokrates)ten (Ve...)ye kadar belki her satırdan tütmekte... Evet, bu eserin her satırını buğulayan bir

ruh var ki, renk, şekil ve hacim gibi, mücerret mânasiyle, bütün kitaba hâkim... Öyleyse eserdeki

«müşah¬hasların çoğu birer bahane; ve her şey, Allanın «Dnsan ki, zalûm ve cehûldür, emaneti

kabul etti» fermanına uygun olarak, tarihî zulüm ve mazlumluk dâvasını ve buna en yakışanı

göstermek için...

Seçiniz, ayıklayınız, bulunuz ve görünüz!

Esere ait bütün kıymet hükümlerini, her türlü değer ölçü¬sünün, bekçisiz ve koruyucusuz, uçup

gittiği manevî bir yangın yeri arsasında rüzgâra salıveriyorum. Tesellim şurada ki, başıboş

ve serseri sanılan bu rüzgâr, kıvılcım ekilecek kalbleri seçmekte ustadır; o kalbler de, seçmekte,

ayıklamakta, bul/nakta ve göster¬mekte usta...

Tarihî zulüm ve mazlumluk dâvasına büyük bir giriş diye kabul edebileceğiniz bu eserin, aynı çapta

bir de çıkış noktası ol¬malıydı. Belki bir gün o da olur. Ama bazı zaman ve mekânlarda öyle

sokaklar görülmüştür ki, girseniz de, tam içine dalacağınız evin önüne gelince geriye dönmek

zorunda kalırsınız. Ve maz¬lum, bahsettikleriniz midir, siz misiniz, eseriniz mi, ayırt-ede-mezsiniz.

Ne yapalım; rüzgâr meselesi...

Bizim, bazen, belki de hep, göğsümüze doğru esen rüzgârın, bir gün ense kökümüzün bir karış

altından iteceği ümi¬dini hiç kaybetmedim; ve bu ümitle her çileye katlandım, didin¬dim,

çabaladım, yaşadım.

Can gidebilir, fakat bu ümit gitmez.

Bu ümit, Mevlâ neylerse güzel eylediğini bilenler içindir. Allah yolunun gerçek mazlumlarına

selâm olsun!..

N.F.K /1966

SOKRATES

ATDNA

Eski Yunan... Atina... Müselles çatı motifleri altında (Dorik) sütunlar... Basamak, avlu, sütun, çatı,

her tarafta, çizgi çizgi yontulmuş mermerin senfonisi... Mavi gök, hiçbir engele çarpmadan düşen

ışık, (Diskobol)ün çevik hamlesine kadar her hareketi dondurulmuş taş, bu diyarda, (Plâstik) plâna

bağlı büyük açıklığı, muhteşem berraklığı ve sâf tefekkürü besteliyor. Mantık, hendese ve dış

estetiğin vatanı... Hayalinizi, (Olemp) dağından hava¬lanacak bir kartalın sırtına yerleştirip tepeden

bakacak olursanız, Atina'ya, nihayet (Partenon)da bütünleşen kü¬çüklü büyüklü çatıları, ana

meydana doğru damar damar akan sokakları ve şehrin göğsünde bir kalb gibi çarpan (Agora)siyle,

cemiyet fikrinin, bir hendese şiiri içinde mekâna nakşedilmiş örneği diyebilirsiniz.

Eski Yunan ve Atina, insan aklının, dış plân idra¬kinden içe doğru tüttüğü ve en ince tecrit

çizgilerini kıv-rımlaştırdığı, fakat daima toprağa bağlı kaldığı nakışlı bu¬hurdan...

ݺte, tarihin «Yunan hârikası» diye yazdığı ve fış-kırışmdaki ilk sebepleri bulamadığı bu akıl ve

zevk plat-formasında kaynaşan beyaz harmanili, çıplak ayaklan sandallı insanlar arasında yetmişlik

bir ihtiyar.. İsmi (Sokrates)...

Henüz, babasız hak Peygamber İsa Resulün doğa¬cağı, sonsuz iç plânı getireceği ve göklerin

sırrına toprak¬tan ulaşmaya çabalayanlara karşılık onu gökten toprağa indireceği büyük güne tam

dört asır var...

Talebesi Eflatun'un tabiriyle, boğa bakışlı, gözleri¬ni diktiği yeri kezzap gibi oyan, çıkık geniş

alınlı, süt be¬yaz sakallı bu yetmişlik ihtiyar, birçoklarınca Atina'nın başına belâdır. Onlara belâ

gibi göründüğünü kendisi de bilir. Atina'nın bu dış oluş ve görünüşü içinde rahatını bulmuş

olanların karşısına, en umulmadık anlarda ve yer¬lerde çıkıverir; asasını yollarına bir engel gibi

diker, ge¬çip gitmelerini önler ve sorar:

—Söyle bakalım, ne düşünüyorsun?

—Neye dair düşünmeliymişim ki?

—Kendine dair...

—Kendime dair mi? İnsan kendisini bilmez mi?

—Dnsanın en bilmediği, kendisi... «Kendi kendini bil»

—Ya öbür bildiklerim?

—Bilmeyi bilmeden, onun nereden ve nasıl geldi¬ğini bilmeden, bilmek olur mu?

Hesaba çekilen adam, suratı ve beyni bumburuşuk, kendisini bu garip ihtiyardan kurtarıp,

kaçarcasına uzak¬laşır.

Meşhur komedi şairi (Aristofan)ın, «Bulutlar» isimli piyesinde insafsızca alaya aldığı bu esrarlı

ihtiyar, gerçekten nedir?

Herkesin, tabiî bir insiyakla, fazla kurcalamadan içinde aktığı hayatın her noktasına takılan, her

şeyi tır-

mıklayan, deşen; altındakini, görmek, bulmak, yakalamak isteyen mücerret bir idrak rahatsızı mı?..

Yoksa, insanları zaafları içinde boğmaktan zalim bir haz devşiren, misilsiz bir komedyacı, efsane

çapında bir istihza dehâsı mı?.. Onun, uğraştığını söylediği ve herkesi davet ettiği felsefe, «Hikmet

dostluğu» mânasına gelen düşünce ocağı, yoksa bu anlaşılmaz adamın acı tavrı içindeki mâna

mıdır?

Şair, heykeltıraş, mimar, asker, politikacı, hatip, kâhin, çiftçi, atlet, hayvan yetiştiricisi; ve nihayet

ağaç altlarında buluştuğu ve konuştuğu, kafa dertlisi talebeleri¬ne karşı hep aynı yakıcı eda ve

boğucu istifham:

— Ben kimim, insan nedir, hayat neye yarar?

Ve tek emir, büyük «usûl» kapısını açan biricik işaret:

«— Kendi kendini tanımaya bak!»

«NASIL?»I GETDREN

Milâttan evvel 470'de Atina'da doğdu. Maddenin dış kabartılarından iç delâletlere yol aramanın bu

misil¬siz tecrit ustası, dış kabartılar dünyasının en katısına bağlı bir teşhis ustasının oğluydu. Bir

heykeltıraşın oğlu... O da birkaç yıl taşlan yonttu, heykele çalıştı; fakat bu iş kendi¬sine, kartalın

karabataklığa özenmesi kadar yabancıydı. Hemen taşları bıraktı ve onların mücerret hacimlerini

ka¬fasında kesip biçmeye başladı.

Fikir ve hikmet... (Philos - filos) Yunanca «dost, arkadaş» demek... (Sophia - zofiya) ise «hikmet»..

ݺte (Philosophie - filozofi) felsefe, hikmet dostluğu; ve filo¬zof, hikmet dostu...

(Sokrates)e gelinceye kadar bu ocak, eski Yunanda (Sofist)lerin elindeydi. Hakikati hiçbir varışta

durmadan ve hiç bir erişmeyle yetinmeden aramak ve boyuna akıl-

dan şüphe etmek yerine, birtakım sahte düşünce silsileleri ve mantık oyunları içinde büsbütün

kaybetmenin mekte¬bi.. Günümüzde, yalancı mantık delâletlerinin aldatmaca oyunu mânasına

gelen (Sofizm), o zamanki temsilcileri elinde, fikir caddesinin biricik devriye silâhıydı. (Sokra-tes)

ve talebelerinin, suratlarına «safsatacı, mugalâtacı» yaftasını yapıştırdığı (sofist)ler, iyi konuşmak,

birtakım fikrî ışık oyunlariyle eşyayı tepetaklak göstermek ve ger¬çekleri gözbağcılığına getirmek

sanatında genç (Sokra-tes)i taklitçilikten hakikiliğe geçirdi ve (sofist)lerin karşı¬sına en büyük

düşman olarak dikti. (Sokrates), safsatacı¬ların fikir kuvvetiyle değil de, çelme oyuniyle yıktığı

ha¬kikati, bizzat kendilerini aynı oyuna getirerek kurtardı. (Sofist)leri kendi mantıkları içinde

boğdu ve sâf idrakin hudutsuzluk perdesini açtı.

Bugünkü batı felsefesinin her koliyle birinden bi¬rinde düğümlendiği ve topyekün üzerinde

durduğu üç ayaklı dayanağın sahipleri, (Sokrates), onun talebesi Eflâtun ve onun talebesi Aristo

arasında baş hoca, kendi¬si... İlk defa «nasıl?»ı, yani «usûl»ü getirmiş olan... Ken¬disinden sonraki

dayanak, madde ötesi anlayış, daha son¬raki de, madde içi düşünüş ölçülerini getirdi; ve böylece

bütün metotçularının (Sokrates)e, bütün (spirtüalist) ve (idealist)lerinin Eflâtun'a ve bütün naturalist

ve materya¬listlerinin Aristo'ya bağlanabileceği Batı felsefe dayanağı kurulmuş oldu.

(Sokrates), beyninde büyük fikrin, öteleri kurcala¬ma düşüncesinin çıban gibi zonkladığı dünya

çapında in¬san, bu üç ayaklı dayanağın da ana dayanağı...

Onu, yıldızlar gökyüzünde göz kırpıştırdıkça ışık¬ları yeryüzüne yağacak olan bir müdafaadan

sonra, Ati¬nalılara «kendi kendini tanı, fazileti ara, hayatı incele, sahteliklere tapma!» dediği için

zehir içirterek öldürecek¬lerdir. Suçu «Yunan gençlerini yoldan çıkarmak»tır. Ken-

dilerini gerçek hayata sürdüğü, gerçek ve sonsuz hayatı aramaya çağırdığı gençleri yoldan

çıkarmak!!!

24 asırdan beri ne değişmiştir bu dünyada?

DDYALOG

Sokrates, derslerinde, ne kürsü, ne sıra, ne damaltı, ne de belli başlı bir zaman ve şekil kaygısına

düştü. Hep gezdi, bazen ağaç altlarında oturdu ve sadece konuştu. Onun derslerinde biricik zaman

ve mekân ölçüsü (diya¬log) tur; konuşma ve konuşturma... ݺte rastgele zaman ve mekânlarda

kendisinden hiç ayrılmayan bu (diyaloglar¬dan - ki, talebesi Eflâtun tarafından zaptedilmiştir- onun

bütün ruhu tüter. Ondaki kafa çıbanının ne türlü zonkladı-ğını görmek için, evvelâ, ruhun ispatına

ait şu küçük ko¬nuşmaya göz atalım:

«—Dçinde üç sayısının hâkim olduğu her şey, yalnız üç değil, tek de olmalıdır. Böyle bir şeyin

içine, kendisini vücudu getiren şekle zıt bir fikir asla giremez. O halde onu vücuda getiren şey,

tek'in şekli... Bu şeye zıt fikirse çiftin fikri... İkiyle birde, sıcakta soğukta ve daha bir çok şeyde

olduğu gibi, her mevcut daima kendi zıddiyle beraberdir. Ne beş sayısı çift fikrini, ne de onun iki

misli olan on sayısı tek fikrini kabul eder. Şimdi çıkış noktasına dönelim: Bana, sıcaklık için

bedende bulunması gerekli şey nedir? diye so¬rarsan, doğru da olsa, cahillerin cevabiyle, hararettir,

diye¬mem. Bu, kelime değiştirerek bir şeyi yine kendisiyle tarife kalkışmak olur. Fakat, önceki

sözlerimizden süzülmüş, bil¬gince bir cevap olarak, bunun, harereti doğuran şey, yani ateş

olduğunu söyliyebilirim. Hep bu anlayışla gidersek şu¬raya varırız ki, birbirini doğuran müessirler

arasında üstü¬nü bakımından bir gaye noktasına ulaşmalı ve bu gaye nok¬tası kuşatıcı olmalıdır. O

halde sayıda teklik, tek üstü bir

10

11

şeyden gelmektedir ki, o da birliktir. Şimdi aynı gözle bakıp soralım: Bedenin beden, yani canlı

olması için bir şey ge¬rekmektedir; o şey nedir? O, gereken şey ruhtur; ruh bu¬dur.»

Şimdi, (Sokrates)in hemen bütün dünya görüşünü, ahlâk, terbiye ve iman telâkkisini çerçeveleyen

şu konuş¬maya bakalım:

«SOKRATES — (Talebesine) Sana bir şey söyliyece-ğim; tâ ki, sen de, birçok kimse gibi

dinsizliğe sapmıyasın... Gerçekten, sözle olsun, işle olsun, önce Tanrıya, sonra ona bağlı insanlara

karşı günah işlemekten beter bir şey yoktur. Çekinilmesine büyük dikkat göstereceğin bir şey de,

bir in¬sanı överken de, yererken de temelsiz şeyler söylemektir. Bunun için, iyilerle kötüleri,

iyilikle kötülüğü ayırt edebil¬mek lâzım... Çünkü ona bağlı olan, iyi insandır. Sanma ki, taşlar,

tahta parçaları, kuşlar ve yılanlar kutsi olabilir ve inşalar olamaz! Her şeyin en üstünü iyi insandır;

en alçağı da kötü adam!...»

«TALEBE — Evet, evet...»

«SOKRATES — Fakat onun iyi ve doğru bir insan sifatiyle mükemmel bir kanun yapıcısı

olduğuna en kuvvetli delil, ölçülerinin devlet idaresinde hakikati keşfetmiş bir adam tarafından

yapılan kanunlar halinde, daima, hiçbir değişikliğe uğramaksızın devam etmesidir.»

«TALEBE — Gösterdiğin sebepler bana akla yakın görünüyor.»

«SOKRATES — Doğru söylüyorsam. (Minos)la (Ra-damantis)in yurttaşları olan Giritlilerin en

eski kanunlara sahip olduklarına akim yetmiyor mu?»

«TALEBE— Öyle; öyle görünüyor.» «SOKRATES — Pekâlâ, o halde söyle! Bize sorsa-lar: İyi bir

kanun yapıcısı, iyi bir güdücü, sağlığı temellen-dirmek için bedene ne vermelidir? İki şey, biri

bedenin ge-12

üşmesine, öteki sağlamlaşmasına yarayan gıda ile idmanı değil mi?»

«TALEBE — Çok güzel!»

«SOKRATES — Bunun üzerine şöyle sormaları ge¬rektiğini farketmiyor musun: Beden tarafı,

âlâ!.. Ya iyi bir ruh ve ahlâk doğurmak için, iyi bir kanun yapıcısı ve insan güdücüsü ne vermelidir?

Bu suale, kendimizden de, yaşı¬mızdan da utanmadan verebileceğimiz cevap nedir?»

Ve (Sokrates), çarşı pazar, atların ve köpeklerin terbiyesini bilen Atinalılara niçin çocuklarının

terbiyesi¬ni düşünmediklerini sormakta devam ediyor.

Kimse de ona:

—Peki; biz düşünemiyorsak sen düşün, biz söyle-

yemiyorsak sen söyle!..

Diyemiyor. Zira onun ne düşündüğünü ve ne diye¬ceğini biliyorlar. Bu:

—Putlarınızı yıkın! Fazilet ve hakikate teslim

olun! İnsan olmanın borcunu ödeyin!

Karşılığından başka bir şey olamaz.

Biraz sonra, müdafaasında her inceliği bizzat çöze¬cek olan (Sokrates), nefsinden ve gayesinden

habersiz in¬san ve cemiyetin binbir yol ağzında, elinde korkunç bir ejderha gibi taşıdığı değneği,

bütün yanlış istikametleri kesen bir vicdan heyûlâsıdır!

«— Öleceğim diye hayıflanmıyorum çünkü ölümden sonra, bir şeyin olduğuna kuvvetle ümidim

var.

Kendilerini gerçekten hikmete vermiş olanların, yal¬nız ölmek ve ölmüş olmak için çalıştıklarını

halk bilmez.

Ölüm adını verdiğimiz şey, bir yandan tenin ruhtan

13

ayrılarak kendi kendine kalması, öbür yandan da ruhun tenden ayrılarak kendi kendine var olmağa

devam etmesi¬dir.

O halde ruh, ne zaman hakikate varıyor? O, bedenle beraber bir şeyi incelemeğe giriştiği zaman

bedenin kendi¬sini aldattığını açıkça görüyoruz.

Ruh, kendisini, ne işitme, ne görme hassası, ne acı, ne haz, hiçbir şey bulandırmadığı zaman daha

iyi düşünür. Böylece kendi içine çekilerek teni uzaklaştırır ve onunla her türlü ilişiği elden geldiği

kadar keserek gerçeği kavramaya çalışır.

Gerçek filozofların şöyle düşünmeleri ve aralarında şu sözleri söylemeleri gerek: Evet, belki ölüm

bizi hedefe doğru götüren yoldur, çünkü araştırmalarımızda ten akıl ile beraber oldukça, ruhumuz

böyle kötü bir şeye bulaşmış bulundukça, istediğimizin hedefi olan şeyi, yani hakikati hiçbir zaman

elde edemiyeceğiz. Gerçekten tenimiz kendisi¬ni beslemeye mecbur oluduğumuz için, binlerce

güçlüklere sebep olur. Bundan başka ansızın çıkıp gelen hastalıklar, hakikatin peşinden koşmamıza

engeldir. Bu kadarla da kal¬maz; ten bizi her neviden istekler,, tutkular, korkular, ku¬runtularla,

bin türlü saçmalıklarla doldurur, öyle ki, haklı olarak denildiği gibi, bir an olsun onunla gerçekten

düşün¬mek mümkün olmaz. Kavgalar, geçimsizlikler, çabalama-lar, yalnız tenden ve onun

isteklerindendir.»

ATDNA'DA MANZARA

Milâddan evvelki 4'üncü asır sonlarında Atina'yı, bir İngiliz hukuk mütefekkiri «Tarihi Dâvalar»

adlı ese¬rinde şöyle anlatıyor:

«Zamanın belirli vasıfları, huzursuzluk, emniyet¬sizlik, istikrarsızlıktı. Harbi takip eden (Oligarşi)

ve zu-

lüm idaresi nihayete ereli pek az zaman geçmişti. Atina birkaç ay içinde gaddar bir tedhiş rejiminin

her safhası¬nı görmüştü. Bir iki yıl içinde, Anayasa üzerinde dört bü¬yük inkılâp yapılmıştı.

Sürgün ve cebrî muhaceret, insan yığınlarını birbirine katmıştı. Sönüp giden eski üstünlük¬lerin

arkasından, taze felâket yaralarının acısı içinde hasretle bakılıyordu. Hassasiyet ve şüphe, kalblere

hâkimdi.»

ݺte, (Peleponez) harplerinde askerlik eden, bazı resmî vazifelerde bulunan ve nihayet herşeyi bir

tarafa bı¬rakıp kendisini Yunan gençlerine din, ahlak ve terbiye dersleri vermeye vakfeden

(Sokrates), böyle bir cemiyet tablosu içinde birdenbire bir kin hedefi oluverdi. Konuş¬malarında

harikulade ince bir mantık, inandırma gücü, tartışma metodu temsil eden bu adam, her ân ağma

düşür¬mekte devam ettiği hayranlariyle, yepyeni bir idealin ha¬bercisi görünüyordu. Hasımlarını

daima gösterdikleri te¬zat içinde yakalayıp kendi sözlerinde çürütmek yolunu ta¬kip eden büyük

kafa, ortada, eski usûl ve gelenek adına hiçbir şey bırakmıyor, güvenilen herşeyi yıkıyor, bütün

mevcudu hiçe indiriyor ve pek az insanın anlamaya baş¬ladığı bir «hep»ten bahsediyordu.

Bu noktayı, deminki İngiliz hukuk mütefekkirinin anlayışından görelim:

«O, eski nizam için korkutucu birşeydi. Mevcudu, temelinden sarsıyordu. Devlet ve cemiyetin

temellerine indirdiği her darbe derhal seziliyor, hiçbir engele rastla¬madan binayı dayanağından

çatısına kadar kavrıyordu. Darbelerin tesirini yumuşatacak aracı unsurlar da mev¬cut değildi.»

Nihayet, umumiyetle her cins kafanın nasibi gere¬ğince, etrafmda parmakla sayılacak kadar az

insandan kü¬çük bir keyfiyet halkası, çoğu hiçbir şeyden anlamayan kemmiyet dalgalanışlarının

öncüleri tarafından, kendi

14

15

inandıklarına göre küfürle suçlandırıldı. Hayranları üçer beşer artarken düşmanlarının otuzar ellişer

artışı karşısın¬da meydana üç adam çıktı: (Melitos), (Anitos) ve (Li-kon)...

ݺte, kelimesi kelimesine resmi iddia: «Atina vatandaşı (Pithiyan)ın oğlu (Melitos), and içe¬rek

bildirmiştir: (Sokrates) fenalık ediyor. Atina'nın inan¬dığı ilâhlara iman etmiyor. Aksine, ortaya,

iman edilecek yeni bir ûlûhiyet çıkarıyor. Gençliği fesada veriyor. Cezası ölüm...»

Bu üç adam birleşip (Sokrates)i Eski Yunan'ın hâkim sayısı 200'den 2000'e kadar değişen Halk

Mahke¬mesine verdiler. Mahkeme 501 üyeli olarak kuruldu ve insanlığın ilk fikir babalarından,

Batı Dünyasında (1) nu¬maralı vahdâniyetçi mizacın sahibi (Sokrates)i hesaba çekti.

Sene, Milâddan evvel 399...

Hâkimler, at nalı şeklindeki anfilere dizildiler, kar¬şılarına büyük fikir yuğurucusu, düşkün kılıklı

ve çirkin yüzlü (Sokrates)i geçirdiler; ve —bu noktaya dikkat!— onu, ileriye atması mümkün hiçbir

fikir ve kelimeden mahrum etmeyici, savunmalarında tam serbest bırakıcı bir fikir ve hakikat

güveni içinde dinlediler. Ulaşamadık¬ları hakikati hakikatsizlik diye almış olsalar da, hakikat

örtücülüğüne düşmediler; nasipsiz kaldılar, fakat alçal-madılar.

Ve (Sokrates)e dediler: — Söyle!

O da söyledi. Dünya durdukça duracak hikmetleri sıraladı.

16

APOLOCYA

Atina'nın bir noktasından, muhakeme meydanın¬dan, göğe doğru mevce mevce yükselen ve

ulvîlikler alemindeki yerine ulaşan büyük fikir... (Sokrates) konu¬şuyor ve ilk iş olarak, hâkimlere,

suçlandırıcıların ruh ve zihin hallerini gösteriyor:

«— Atina'lılar! İnsanların âlâsı! Beni suçlandiranla-rın, köpürte köpürte konuşurken, üzerinde ne

gibi tesirler bıraktığından haberim yok!.. Bense, onların hileli sözleri karşısında, hüviyetimi

kaybeder gibi oldum! Hem de onla¬rın bütün söylediği şeylerde, tek doğru nokta yokken... Şu var

ki, söyledikleri birçok yalandan, en fazla bir tanesine şaştım: Ben çok usta bir hatipmişim de,

sözlerime inanmak için ihtiyatlı olmanız lazımmış!.. Düşündüm: Benim, onlar hakkında hemen,

yalancı ve safsatacı hükmünü vermemden utanmaları, üstelik bu hükmü bana doğru kaydırmaya

ça¬lışmaları, hareketlerinin en hayâsız cephesidir. Birazdan göreceksiniz ki, ben zerre kadar usta

bir hatip olamıyaca-ğım! Meğer ki, doğruyu söyliyene, hakikati dillendirene, us¬ta bir hatip

denilsin.. Eğer öyleyse, onlarınkine değil, fakat kendi usulüme göre hatip olduğumu ben de tasdik

ederim.

Atina'lılar! Benden işitecekleriniz, ne onlarınki gibi aldatıcı sözler, cümle bağlantılarına dikkat

edilmiş hitabe¬ler, ne de hesaplanıp düzenlenmiş nutuklardır. Sadece, ken¬di kendine aklıma

gelecek ve dilimden sarkacak sözlerle be¬raber olacağım. Zira ben, söyliyeceklerimin doğru

olacağı¬na güveniyorum. Hiçbiriniz de benden, başka birşey bekle¬mesin!

Atinalılar!.. Eğer benim, çarşı meydanındaki dükkânlarda ve başka yerlerde konuşurken kullanmayı

âdet edindiğim sözlerle müdafaama giriştiğimi görürseniz, sakın şaşmayın ve bu yüzden

kargaşalığa düşmeyin! Yalnız şu noktaya dikkat ve ehemmiyet bağlayın: Söylediğim, doğ-

17

ru mu, değil mi? Çünkü hâkimin fazileti doğruyu görmek¬te, hatibin fazileti de doğruyu

söylemekte...»

Bundan sonra kendisinden niçin nefret edildiğine geçiyor, herkese musallat halini anlatıyor ve

bunun neti¬cesinde nasıl bir bakış çektiğini belirtiyor:

«— İki oğlu var!.. Ona sordum. Eğer senin iki oğlun iki tay, yahut iki dana olsaydı, onlara bakıp,

gereken terbi¬yeyi vermek için mutlaka bir adam bulur, onu ücretle tu¬tardın, değil mi? Bu adam

da, elbette, ya bir çiftçi, yahut bir at talimcisi olurdu. Fakat madem ki çocukların iki in¬sandır;

kendilerine bakıp, gereken terbiyeyi vermek için nasıl bir adam bulmayı tasarlıyorsun? Bir adama

veya bir vatandaşa yakışır mümtazlık ve mükemmellik bilgisine sa¬hip kim var? Ben öyle sanmıya

mecburum ki, sen baba ol¬man noktasından bu meseleyle meşgul olmuşsundur, böyle bir kimseyi

tanıyor musun?»

«— Bunun neticesi olarak, imtihan ettiğim kimseler kendi kendilerine öfkeleneceklerine bana

kızarlar ve (Sok-rates) iğrenç bir adamdır, gençleri fesada sürüklüyor, der¬ler. Birisi kendilerine ne

yaparak veya neleri öğreterek gençleri fesada sürüklediğimi sorsa, bilmediklerini söyler¬ler. Fakat

ne söyliyeceklerini bilmedikleri meydana çıkma¬sın diye, bütün hikmet sahiplerine karşı

takımlmasi kolay olan şu edaya bürünürler: Havadaki, yeraltındaki şeyleri inceler; bizim

taptıklarımıza inanmaz; zayıf hüccetleri kuv¬vetli gösterir!.. Böyle derler, zira hakikati görmek ve

gös¬termek istemezler ve kendilerini herşeyi bilir sanmalarına rağmen hiçbir şey bilmedikleri belli

olmasın diye de omuz çevirirler.»

(Melitos) ve (Anitos)dan ziyade, korktuklarının bu tip insanlar olduğunu söyleyen (Sokrates),

ötelere inan-

18

makla bu dünyayı teftiş ve murakabe etmek arasında bu adamlarca bir tezat vehmedildiği noktasına

geliyor ve he¬men hükmü basıyor:

«— Bu adamlar ve benzerleri tipler, bana isnat et¬tikleri işlerle, yani akıl ve hikmetle uğraşanların

Tanrıya inanmadığını sanırlar.»

Bu noktada (Sokrates), «Tanrı» yerine uydurma ilâh, put diyemediği için böyle söylüyor ve eriştiği

hik¬metin, kendisini putlardan ayırmış olduğunu itiraf edemi¬yor. Böyleyken, asıl inananın kendisi

olduğunu ispat et¬mek için, o harikulade mantık ağlarından birini ithamcısı (Melitos)un önüne

seriyor, onu hesaplaşmaya çekiyor ve her zamanki usuliyle kendi tezadı içinde yakalamaya

ba¬kıyor.

«— (Zeus)a and içerim ki, sen hiçbir Tanrıya inan¬mazsın!»

Dedirttiği (Melitos)a, Tanrılık, ve insanlık işler bu¬lunduğunu ve (Sokrates)in de bu işlerle

uğraştığnı ve bu işlere inandığını itiraf ettirince, boğa bakışını, mahkeme üzerinde gezdiriyor ve

kelâmın şu harika kutbuna yükse¬liyor:

«— İnsanlara ait şeyler bulunduğuna inanan, fakat insanın varlığına inanmıyan bir adam!.. Atlara

ait şeyler bulunduğuna inanan, fakat ata inanmıyan bir adam!..Ya bu olabilir mi? Flüt çalanlar

bulunduğuna inanan, fakat flüt çalanlara ait şeyler bulunduğuna inanmıyan bir adam!... Bu hiç

olabilir mi? Pek âlâ! Ruhanî şeylerin mev¬cudiyetine inanıp da ruhlara ve ona vücut veren

müessire inanmıyan bir adam!.. Bu asla olamaz! Bu anlayış, at ve eşeklerden doğan yavrular, yani

katırlar olduğuna inanıp da at ve eşeklerin bulunmadığına inanmak kadar saçma olur!»

Asıl suç:

19

«— Şimdi belki birisi kalkar da der ki, fakat Sokra-tes, şu senin hakkındaki dâva nedir?

Aleyhindeki garazlar ne yüzden, nasıl türedi? Hakkındaki bütün rivayet ve dedi¬kodular, her halde

sen yerinde rahat rahat otururken ve başkalarından fazla birşey yapmazken çıkamazdı. Her hal¬de

birçok insanın yaptığından daha başka şeyler yaptın, o nedir?»

Bu, (Sokrates)e göre hikmet ve hakikat aşkıdır: «— Öyle kimseler gördüm ki, muhakeme edilirken,

gayet tuhaf şekiller ve hareketler içinde kendilerini küçül¬türler. Sanki öldürülecek olurlarsa

misilsiz bir işkenceden geçecekler; yahut kurtulurlarsa ebediyen ölmiyecekler...»

Fikir ahlâkı:

«— Besbelli birşey ki, harplerde çok kere insan, silâhını atıp düşmanından merhamet dilenmekle

ölümden kaçabilir. Eğer insan, ruhunu alçaltilmaya göz yumarsa, türlü türlü tehlikede ölümden

kaçmak için çeşit çeşit yol bulur. Fakat ey insanlar, ölümden kaçmak güç bir iş değil; kötülükten

kaçmak çok daha zor... Zira kötülük ölümden daha tez koşar. Nitekim ben ihtiyar ve yavaş yürür bir

adam olduğum için ölüme tutuldum; düşmanlarımsa çevik ve körü körüne hızlı oldukları için

kötülüğe tutuldular.»

İdealizma cesareti:

«— Ancak ben, başka türlü bir müdafaadan sonra yaşamaktansa böyle bir müdafaa uğruna ölmeyi

tercih ede¬rim!»

Hikmet ve neticesi:

«— İnsanlar, birçoklarına, en fenası kendi kendileri¬ne hikmetli görünürler. Fakat böyleleri

hikmetli değildir. Böyle olunca nefsi kendi öz hikmet iddiasına inandırmak¬tan sakınmak lâzımdır.

Baş hikmet budur. Bunun üzerine

ben de nefsimi hikmetli sandığımı, fakat olmadığımı anla¬dım. Başkalarına da bunu anlatmaya

çalıştım. Bu halim in¬citici ve tiksindirici oldu. Kendi kendime dedim ki, ben ço¬ğundan daha

hikmetli olmalıyım! Zira hiç kimse güzel ve iyi birşey bilmiyor; fakat çoğu hiçbir şey bilmezken

birşey bildiğini sanıyor; bense bilgisizliğime karşılık birşey bildiği¬mi sanmıyorum. Hiç değilse şu

ufak noktada onlardan daha hikmetli değil miyim?»

«— Gördüm ki, en şöhretli kimseler, akla yakın ol¬mak bakımından en kifayetsiz adamlardır; ve

daha az ta¬nınmış kimseler onlardan çok üstün...»

«— Şairlere gittim.. Ve gördüm ki, şiirlerini hikmet¬le değil, bir nevi insiyakla yazmaktadırlar. Bir

de baktım ki, onlar, yazdıkları şiirler yüzünden kendilerini öbür işler¬de de insanların en hikmetlisi

sanıyorlar!»

«— Anladım ki, işçiler ve ustalar da, şairler gibi, kendi sanatlarını becerebildikleri için başka

hünerlerde de çok hikmetli olmak dâvasında; ve bu ahmaklıkları yüzün¬den kendilerinin olan asıl

hizmeti batırmakta...»

Ve zerrece tereddüt göstermeksizin hakikati ortaya koyuyor:

«— Atina'lılar, insanların âlâsı! Aranızda, şu Sokra-tes gibi, hikmet noktasından nefsinin gerçek bir

değeri ol¬madığını bilen kimsedir ki, en hikmetli olanınızdır. Böylesi de, ya pek az, ya hiç yok!...»

Böylece (Sokrates), müdafaasının etrafındaki hik¬metlerden birdenbire esasların esasına geçiyor ve

kendi¬sinde buldukları suçu aslında en ileri fazilet olarak, yakıcı bir istihkar diliyle, yine bir

(diyalog) suali halinde mah¬kemenin suratına çarpıyor:

20

21

«— Ben ne gibi bir cezaya mı müstahakım? Ömrüm boyunca dilimi tutmadığım için?.. İnsanlardan

çoğunun de¬ğer verdiği şeylere aldırmadığım için?.. Paraya, mala, askerî rütbelere, hatipliğe ve

memlekette durmadan ortaya çıkan türlü türlü rütbelere, entrikalara ve partilere bağlan¬madığım

için?.. Bu gibi faaliyetler altında yaşamayı kendi¬me yakıştıramadığım, kendimi böyle bir hayat

sürmiyecek kadar şerefli saydığım için?...Kendimi böyle şeylere vere¬cek olursam, ne kendime ne

de size bir faydam olur diye onların hepsinden, uzak kaldığım için?.. Faydalı bildiğim şeylere her

vatandaşa öğretmeye kendimi vakfettiğim için?...Bütün bunlar için ben ne gibi bir cezaya mı

müsta¬hakım? Söyliyeyim: Beni devlet adına (Pritaneyon)da besle¬yiniz! Sizi yetiştiren, ruhunuzu

geliştiren, aydınlatan, bu¬nun için herşeyi bırakan fakir bir adama yakışacak budur. Bilmem kaç

atlı araba yarışlarında mükâfat kazanan bir yurttaştan, bir madde pehlivanından fazla, buna ben

Iâyıkım!»

Tam bir sıra kollamadan, parça parça, fikir ve kıy¬met alâkalarına göre düzenlediğimiz Apolocya

isimli bu meşhur müdafaa nasıl bir şeydir? Müdafaadan başka her şey!.. O, işi nihayet suçsuzlukta

tamamlayıcı bir üzerin¬den atma savunması değil, herşeyi üzerinde toplayıp asıl hakikat ve fazileti

ona bağlama hamlesi, muhteşem bir taarruzdu. Sanki (Sokrates), hayalindeki düşmana karşı 501

kişilik bir ağaç altı toplantısı tertiplemiş, hâkimlerini fikrî mahkûmları haline getirmişti. Ara sıra

farkına varıp gayet ince kıvrımlarla vatandaşlarından, yani talebeleri makamında insanlardan ibaret

gördüğü yargıçların sura¬tında bazan bir tokat, bazan bir istihkar, istihza ve her ân korkunç bir

istiğna ve daima ezici bir ders ve ihtar belirti¬yordu. Fakat ufak tefek söz kesmelerden ve

kaynaşmalar¬dan başka (Sokrates)in dilini bağlayıcı hiçbir davranış

yok... Hürriyet terbiyesinden gelen 501 heykel onu dinli¬yor:

«— Beni ne şu, ne de bu kötü adam incitebilir; imkânı yok.. Zira iyi bir adamın kötü bir adam

tarafından incinmesi Allah'ın iradesine uygun değildir. Gerçi o adam beni öldürebilir,

memleketimden sürebilir, vatandaşlık hakkımdan düşürebilir; belki o adamın kendisi de başkası da

benim zarar gördüğümü sanır. Fakat gerçekte zararı ben görmüş olmam. Asıl bunları yapacak

olanlardır ki, gi¬rişecekleri haksızlık yüzünden kendi kendilerini zarara sokmuş olurlar.

Atinalılar!.. ݺte şimdi, müdafaamı, sandı¬ğınız gibi kendi menfaatim için değil, ondan daha üstün

tut¬tuğum sizin menfaatiniz için yaptığımı anlıyor musunuz?»

«— Çünkü beni kaybedecek olursanız, bir at sineği ata nasıl yapışırsa, size öyle yapışacak, belki

sizi sinirlendi¬recek, fakat her ân harekete getirmekten vazgeçmiyecek, uyumanıza razı olmiyacak

başka birini kolay kolay bula¬mazsınız!»

«— Atinalılar!.. Memleketinize leke sürmek isteyen¬ler, sizi, hikmet sahibi bir adam olan

Sokrates'i öldürmüş olmakla suçlandıracak; ve bunu yapabilmek için, ben hiç de öyle olmadığım

halde, sırf sizi kötülemek bakımından, bana hikmet sahipliğini kondurmakta tereddüt göstermiye-

cekler!..»

«-Zira, ey insanlar, ölümden korkmak, bir insanın bilmediği şeyi bildiğini sanmasıdır ki, sadece

ahmaklıktır. Hiç kimse ölümün insan için nimet olup olmadığını bilmez; halbuki en büyük

fenalıkmış gibi ondan korkarlar. Cehale¬tin en çirkin şekli, insanın, bilmediği birşeyi bilir sanması

değil midir?»

22

23

«— İnsanlar, asıl bildikleri, bildiklerini sandıkları şeylerin cahilidir!»

«—Orada hiç şüphesiz, sormak, gerçeği aramak yü¬zünden ölüme mahkûm edilmek tehlikesi de

yoktur!»

«— Oğullarım büyüyünce, ey insanlar, ben sizin ca¬nınızı nasıl sıktımsa, siz de onların canını öyle

sıkarak ceza¬landırınız! Eğer onların faziletten ziyade paraya veya her¬hangi bir dünya matahına

kıymet verdiklerini görürseniz, yahut birşey olmadıkları halde kendilerini birşey zannettik¬lerine

şahit olursanız, ben sizi nasıl iğneledimse, siz de onla¬rı öyle iğneleyiniz! Eğer bunu yaparsanız,

ben de oğullarım da, sizden haklı muamele görmüş oluruz.»

Öylesine ders veriyor ki, yargıçlarını, başsız ve sonsuz bir (tirad) halinde ölüm düşüncesinin

başdöndürü-cü şiirine çekiyor; ve herkese yalnız fikri, mücerret fikri, en tesirli ahenkten daha sâf ve

lâtif, esirî düşünceyi teklif ediyor:

«— Ölüm, akıl yönünden iki şeyden biridir: Ya bir hiçlik, büsbütün şuursuzluk hali; yahut

insanların umduğu ve özlediği gibi, ruhun, bu dünyadan başka bir dünyaya göçmesi keyfiyeti...

Birincisi ne büyük kurtuluş ve ikincisi ne sonsuz bir kazanç...»

«— Birincisinde zamanın bütün akışı tek bir gece...»

«— İkincisine göre, bir kimse öteki dünyada (Orfe-os)a, (Museyos)a, (Homeros)a, (Heziyodos)a

kavuşacaksa bunun için acaba neye razı olmaz! Bu doğruysa, bırakınız, bir daha bir daha üstüste

öleyim!»

«— Haksız hükümler yüzünden can veren kahra¬manlarla buluşmak bizim için ne yüksek, ne üstün

saa¬det!..»

«—Şimdi ben, tarafınızdan hüküm giymiş ve idama mahkûm edilmiş olarak gidiyorum;

düşmanlarım da haki¬kat tarafından hüküm giymiş ve alçaklıkla haksızlığa mahkûm edilmiş olarak

gidiyorlar. Ben kendi cezamla kalı¬rım, onlar da kendi cezalariyle.. Belki bu şeylerin böyle

ol¬ması gerekti; ve olan herşey iyidir.»

«— Artık gitme zamanı geldi. Ben ölmeye gidiyo¬rum, siz de yaşamaya gidiyorsunuz. Fakat kim

daha iyi bir nasibe gidiyor; bunu ancak Allah bilir.»

Keşke meselemiz, hak ve hakikat âşığı, Batı tarihi¬nin en büyük fikir adamına reva görülen akıbeti

anlatmak olmasaydı da, sadece fikir üstü şiir ve şiir üstü fikir cep¬hesinden bütün Apolocyayı

kesimsiz ve bölümsüz vere-bilseydik. O, 2400 senedir, şairi, âlimi, hukukçuyu, filo¬zofu, devlet

adamını kapıp götüren uğultulu bir şelâledir.

Hâkimler, ellerindeki tunç levhalarla reylerini be¬lirttiler: 281 rey, ölüm cezası; 220 rey, beraat..

Eğer (Sok-rates) o kadar dikleşmeseydi de 31 rey karşı tarafa geç¬seydi, kurtulmuştu.

«— Tetkik ve tahkik edilmeksizin geçen bir hayata asla varlık denilemez.»

Hikmetinin sahibi, insana en büyük memuriyetini ihtar etmenin cezasını, içinde, küfür yobazlarının

ancak %56'ya varabildiği bir cemiyet ve onun yargıçlarından aldı:

Ölüm..

24

25

ZEHDR

Kendisinden birbuçuk asır yaşlı, büyük devlet ve hikmet adamı (Solon)un tavsifiyle, dudağında

ışıklı bir tebessüm, ölüm kararını kucakladı. Onu zindana götürdü¬ler ve yakınlariyle düşüp

kalkmakta serbest bıraktılar.

Yolda giderken, ebedî sualciliğini tekrarlamaktan kendini alamadı:

«— Niçin ağlıyorsun?

—Haksız yere ölüme götürüldüğün için...

O anda bile, insan ruhunu tezatları içinde yakalama metodunu bırakmadı:

—Demek, haklı yere ölüme götürülseydim, gülecek¬

tin?»

Nefsi ve nefsinin hasis dertleriyle alâkasız, nefsini bile mücerret fikrin murakabe ve müşahede

mevzuu diye alan hikmet adamından ne müthiş tecelli!..

Yakınları kendisini hapisten kaçmaya teşvik ettiler. Hattâ bu bahiste ferdî kaygı üstü sebepler de

gösterdiler.

Şiddetle reddetti:

«— Kişi teslim olmamalı, geri çekilmemeli, safını bı¬rakmamalı!.. Cenkte olsun, mahkemede

olsun, nerede olur¬sa olsun, yurdunun emrini yerine getirmeli!.. Eğer bu emre inanmıyorsa onu

verenleri aydınlatmaya ve görüşlerini de¬ğiştirmeye çalışmalı.. Bunun için her vasıtaya

başvurabilir, fakat kaçılamaz!»

Yakınlarından (Ehakrates) diyor ki:

«— ݺte dostumuzun son tavrı ve akıbeti bu oldu. Doğrusunu söylemeliyim ki, o zamanın bütün

insanları içinde en akıllısı, en dirayetlisi, en adaletlisi ve en

ahlâklısıydı.»

(Sokrates)in zindan hayatında etrafını öyle bir hal¬ka sardı ki, iş, hükümete bir fitnenin başı gibi

göründü, ve

26

hapisliğinin 30. günü, baldıran otu zehrini içmeye mecbur edildi.

O zaman 30 yaşlarında bulunan ve hocasına ait herşeyi sonradan kaleme alan Eflâtun, (Sokrates)in

ölüm tablosunu çizen büyük ressamdır:

«— Sözünü bitirince, (Sokrates) ayağa kalktı; yıkan¬mak üzere başka bir odaya geçti. (Kriton) bize

kalmamızı tenbih ederek onun arkasından gitti. Aramızda konuşulan¬ları, mevzu dışına

çıkmaksızın, tekrar tekrar gözden geçir¬dik. Hem de, içine düştüğümüz felâketin büyüklüğü

üzerin¬de konuştuk. Gerçekten babasız kalmıştık; bundan böyle öksüzler gibi yaşayacaktık.

Yıkanma bittikten sonra, onun yanına çocuklarını getirdiler. İkisi küçük, biri büyük üç ço¬cuğu

vardı. Birtakım akraba kadınlar da geldi. (Sokrates) gelenlere öğütler verdi. Sonra kadınlarla

çocuklara, çekilip gitmelerini söyledi. Derken bizim yanımıza geldi. Güneş batmak üzereydi.»

«Uşak, Hâkimlerin buyruğu, (Sokrates), dedi; zehir içeceksin! Ve sonra devam etti: Bana kızıp

gücenmediğine eminim. Sen onları, bu işe sebep olanları, pek iyi tanırsın! Haydi Allah'a

ısmarladık, alınyazın neyse o olur. Elinden geldiği kadar tahammüllü ol! Uşak geriye döner

dönmez, gözlerinden yaşlar boşandığını gördük. O zaman (Sokrates) 9na bakarak mırıldandı: Sana

da Allahaısmarladık, dediği-ıi yapacağım! Ve bize dönüp ilâve etti: Ne ince duygulu adam! Burada

bulunduğum müddetçe her gün beni görme¬ğe, benimle konuşmağa geldi. İnsanların en iyisiydi o;

şimdi ne kadar iyi yürekle benim için ağlıyor! Haydi bakalım, sö¬zünü dinleyelim onun! (Kriton),

ezilmişse zehiri getir, değil¬se ez! Zehiri biraz daha geç içmekle sanırım kazanacağım îiiçbir şey

yok.. Böylece son dakikada hayata bağlanmak, |artık hiçbir şey kalmadığı anda onu korumak ve

esirgemek

27

beni gülünç eder. Haydi artık konuştuğumuz yeter, dediği¬mi yap!. Bunları söyledi ve sükûnetlerin

en eşsiziyle, titre¬meden, beti benzi atmadan, zehiri aldı. O meşhur boğa ba-kışiyle, gözlerini

adama dikti. Ve içti.»

«Ben de meğer boşu boşuna kendimi zorluyor mu¬şum. Gözyaşlarını, birden, seller gibi

boşanıverdi. Yüzüm örtülü, iki büklüm, ağlıyordum. Muhakkak ki, ona değil, kendime ağlıyordum;

böyle bir arkadaştan mahrum olaca¬ğım için kendime, kendi felâketime ağlıyordum.»

O zaman (Sokrates) bağırdı:

— Ne yapıyorsunuz dostlar; ne kadar da tuhafsınız! Ben kadınları, işte bu manzarayı görmemek

için yolladım. Onların bu gibi ölçüsüzlüklerini önlemek için.. Ölürken, sakin ve uğurlu sözlerle

gitmek gerektiğini bilmez misiniz?»

«— Soğumak sırası kalbe gelince, Sokrates öleceğini söyledi. Karnının altı çoktan soğumuştu.

Örtülü yüzünü açar açmaz, şu son kelimeleri mırıldandı: (Asklepyos)a bir horoz borçluyuz!

Parasını ver, unutmai'Ve sustu. (Kriton), peki, olur, dedi: fakat bize başka bir diyeceğin yok mu?

Bu suale artık cevap veren olmadı.»

(Sokrates) ölmüştü. O anda toprak rengini alan du¬daklarından, başındakiler, vaktiyle şu sözlerin

dökülmüş olduğunu hatırlıyorlar:

«— Aklın göze alması gereken tehlike, ruhun ölmez¬liğine inanmaktır. Bu tehlike gerçekten

güzeldir. Bunu, bü¬yülü sözler ve dualar gibi, kendi kendimize tekrarlamah-yız!»

Gönlünü tamamiyle yatırdığı ebediyete, aklını büs¬bütün budayıcı bir vecd idrakiyle kapanamıyan,

inandığı¬na bile akıl zaviyesinden hâlâ bir tehlike göziyle bakan, yani sonuna kadar akla bağlı ve

Yunanlı kalan (Sokrates),

herşeye rağmen akılla aklı iflâs ettirmenin, hendeseyle hendeseyi yıkmanın ve İlâhi vahdet eşiğinde

dize gelme¬nin Batıda ilk ve eşsiz örneği...

O, memleketinin putlarını devirmeye kalkıştığı ve (plastik) çerçevenin sinek kâğıdına yapışanları

insan ha¬yatının iç kesimine çağırdığı için öldürüldü ve bu bakım¬dan fikir tarihinin, Batıda ilk

büyük mazlumu oldu. Ka¬derini çok derinden sezmiş ve bunun bütün ruh soyluları için umumi bir

nasirrolduğunu anlamıştı. Müdafaasında, karşısındaki 501 heykele şöyle haykırmıştı:

«— Bu iş dünyada ne benimle başladı, ne de benimle bitecek!.. Hak ve hakikati günlük hayat

kaygılarının üstün¬de tutanları, daima benim akıbetim kovalayacak!..»

Bugün (Sokrates) öldürüleli, yani düşünen adam düşündüğü için toprağa tıkılalı 24 asır geçmiş

bulunuyor Acaba, o gün bugün, arkalarından aynı akıbetin kovaladı¬ğı kimseler kaçtır?

28

29

(II)

İSA DDNDNDN MAZLUMLARI

YAHUDD

Filistin'deyiz. Babasız Hak Peygamberi İsa Resul'ün doğumundan beri 35 yıl geçmiştir. Onun

çarmı¬ha gerildiğini sandıkları mevsimden beri de 5 yıl.. Sene 36..

Batılıların «Ölü Deniz» adını verdikleri gölle Ak¬deniz arasında, Peygamberler yatağı bir bölge..

Hem Pey¬gamber, hem de Yahudi yatağı..

Dar ve yılankavi sokakları, koskoca duvarlarda kü¬çücük pencereleri, kalabalıkları huni gibi çeken

mikâpvâri mabetleriyle, Yunan illerinin dış açıklığına karşı, içe kapanış mizacından ketûm çizgiler

billûrlaşan bir şehir..

Kudüs...

Bu noktadan, İran ve Hindistan yönünde Doğu'ya, Yunan ve Roma istikametinde Batıya, eski Asûr

ve Mısır dünyalarına doğru şimale ve cenuba dört çizgi çekecek olursanız, her çizginin başına,

tunçtan, tahtadan, taştan, altından, şekil şekil putlar oturtabilirsiniz.

31

Kudüs, eski, çok eski tevhid beldesi...

Mezopotamyada ateşi gül bahçesine çeviren İbra¬him Peygamber, o gün bugün, Doğu ve Batı arası

öyle bir koridor açmıştır ki, içinden peygamberler seli akar; ve gi¬de gide o yol, insanoğluna hedef

gösterici ezeli ve ebedi tebliğ basamağına kadar varır. Bu basamağı O'na, kaina¬tın yüzü suyu

hürmetine yaratıldığı Varlık Nuruna, evvelâ Adem Peygamber, sonra İbrahim Resul hazırladı; ve

Kudüs'ten geçen koridor çizgisi üzerindeki peygam¬berler seli hep O'na yol açtı.

Sevgilisinin Miracında Allah'ın adlariyle belirttiği gibi, biri «Mescid-ül Haram», öbürü «Mescid-ül

Aksa»yı çerçeveleyen iki mübarek beldeden biri ve ilâhi vuslat yolunda ilk menzil, Kudüs..

Nasıl «Ölü Deniz» dedikleri çırpıntısız gölden öte¬ye kum denizi başlıyor ve orada hayvan, deve,

nebat da hurma ağacı şeklinde şahsiyet bağlıyorsa, buraların hay¬vanı da merkep ve ağacı zeytin..

Dört yanı putlarla çevrili, bu eski, çok eski tevhit beldesi ve etrafında çoktanberi bit.soy türemiştir

ki, baş sanatı tevhit sırrını içinden zedelemek ve büyük mücerre¬di bir takım hileli teşhislerle

maskeleyip en korkunç ve savaşılması en çetin puta çevirmektir.

Bu soyun ismi, Yahudi... Yahudinin şeklini tarif kolay olduğu kadar mânasını çerçevelemek zor...

Yahudi, mukaddes sancağı aslî sahibine teslim et¬mek yolundaki şanlı nebîlerin ilk tebliğ plânı

üstün insan¬lar kadrosu İsrailoğulları yanında, ihanetine kendi öz pey¬gamberlerinden başlayıp bu

hiyanet ruhunu ayrıca kadro-laştıran, soylaştıran, kavimleştiren ve nihayet bellibaşlı bir ırk ve

millet haline getiren bir ilk ve temel tip.. O, na¬sıl ve nereden geldiği meçhul, şu veya bu ruh

keyfiyetin¬de müstakil bir ırk değil, kendisini Peygamberinden ve sâf ırkından koparmış ve ayrıca

mayalaştırıp ırklaştırmış

I

ayrı bir soy... Yahudi, mücerret ve umumi mânada ırkiyle insanoğlu kadar geniş, müşahhas ve

hususî ruhu; ve yal¬nız bu ruha hapsettiği ırkiyle de kendi öz kemmiyeti dere¬cesinde dar.. Roma

imparatorluğu devrinde medenî dün¬yanın %3, bugün ise %1,5 kadarı... O, üstün beşeriyetin çınar

ağacından geldi ve sonra kendi kendisini çınarın to¬humundan o türlü ayırdı ki, ormana zakkum

ağaçlarını saldı; ve sâf tevhitten taşlayarak bütün inanışların ve bu inanışlar etrafındaki insan

topluluklarının gizli mikrobu oldu.

ݺte, ilk peygamberlerin büyük tebliğ kadrolarına ait zıt ve fesatçı kutbu belirten ve onu ırk çapında

üreten Yahudiyi böyle görmek ve onu Peygamberlerinin soyun¬dan bilmemek, hattâ tam zıddı

kabul etmek, başlıca kıstas...

Milâdî tarihin başlarında bütün Suriye ve Filistini, bütün şimalî Afrikayı, cenubî İspanyayı, Ren ve

Tuna ne¬hirlerinin Batı ve Güneyindeki bütün Avrupayı, Kırımı, Kafkas ve İran sınırlarından öteye

bütün küçük Asyayı içine almış ve Akdenizle Karadenizi havuz haline getir¬miş bulunan Roma

İmparatorluğu, Yahudinin, kan da¬marlarına girip en hassas nahiyelerinde gizli sömürgesine

karargâh kurduğu ilk büyük tarihî bünyedir.

Fransız Akademisinden büyük bir tarihçinin ölçü¬sü:

«—Tarihimizin başında, Romalılar tarafından Ya: hudilerin ufalanarak dünyanın her tarafına

dağıtılışı ve serpilişi bir asır kadar sürdüğü halde, onların hücreleri, daha evvel, küçük birliklerle

İmparatorluğun her köşesi¬ni tutmuştu.»

Roma'lıların meşhur (Oracles Sibyllins) isimli ki¬taplarında Yahudi şöyle konuşturulur:

«— Toprak, baştan başa seninle doludur; deniz bi¬le..»

32

33

(Flavius Josef) şöyle der:

«—Yahudisiz tek şehir bulunabileceğini sanmak

gülünçtür.»

Meşhur Yunan tarihçisi (Strabon)un fikri de başka türlü değildir... Ve ݺte eski Roma'mn fikir ve

hikmet

adamı (Senek):

«— Bu suçlu kavmin âdet ve usulleri her memle¬kette karargâh kurmuştur.»

Başta Roma'lılar bulunmak üzere hâkim milletler tarafından Yahudilere tatbik edilen bu sağa sola

dağıtma ve serpiştirme işine, Yunanlılar (Diaspora) ismini taktılar ve bu ismin kadrolaştırdığı kara

takkeli, kara cübbeli, ka¬ranlık bakışlı, sinsî tavırlı, korkak edalı ve aktör mimikli sürülere derin bir

nefret söziyle baktılar.

İsa Peygamberin, etrafını alan 12 havarisine:

«—Yarın horoz ötmeden aranızdan biri beni ele

verecektir.»

Dediği Yuda, işte, beşeriyet ormanının bu zakkum

ağacına ait ilk tohumlardan biridir.

Onun dinini de, içinden ve dışından Yahudi bozdu; ve Allah'ın derecede dördüncü olarak —

Birinci, Kâinatın Fahri; ikinci, Hazret-i İbrahim; üçüncü, Hazret-i Musa, dördüncü, Hazret-i İsa—

gönderdiği ve «Ahmed» ismiyle Sevgilisini müjdelettiği Babasız Hak Peygambe¬re, ya Allah'ın

oğlu demek, yahut onu hiç kabul etme¬mek yollarından iftira etti.

Hazret-i Musa Sina Dağında İlâhi hitaba karşı erirken, gerilerde, altundan bir buzağı yapıp tapan o,

iffet heykeli Meryem'e zina isnat eden o, Hazret-i İsa'yı inkâr eden o, kabul etmiş görünüp de

Romalı'lara gammazla¬yan o, İsa dininin sâf gönüllülerine tuzaklar kuran o, aynı dinin gönüllüsü

kılığında ilâhi sıfatları zedeleyen ve Hak Dini yolundan çıkaran o, İncil'i değiştiren ve en vahşi

ta¬assubu körükleyen o, hepsi o; ve bugüne kadar hiç değiş-

nıeksizin, yıkıcı, bozucu, boğucu dehâsiyle nice marifet¬ler beceren ve iman, aşk, ahlâk ve birlik

gördüğü her top¬lulukta fesat merkezlerini kuran o, hep o...

7'LER

Hazret-i İsa'yı Romalılara satarf Yuda, bizzat İsa Peygamber sanılıp (Dslamî kaynaklar gözünde

hakikat bu¬dur) çarmıha gerildikten ve Babasız Hak Peygamber göğe kaldırıldıktan tam 5 yıl sonra

(sene 36) Yahudilerin tuza¬ğa düşürdüğü ilk kurban, İsa dininin ilk mazlumu sıfatiy-e (Etyen)

oldu. (Saint Etienne - Sent Etyen), Aziz Et¬en...

Batı dillerinde (Saint) kelimesi «aziz» mânâsına gelir. Şu kadar ki, bu tabir, rastgele eşya ve

şahıslara bağ¬lı küçük alâkaları göstermekte ele alınmaz ve «mukad¬des» sıfatı ile karışık olarak,

yalnız, ilâhî visale ermiş far-zedilen insanlar hakkında kullanılır. Bizim, ancak Saha-bileri ve

evliyayı yükseltici sıfatlandırışlarımız gibi...

İslâmî ölçülerin mutlak ifadesiyle kabul edebiliriz ki, Kâinatın Fahrinden sonra İsa dinine bağlılık

iddia edenlerden veli ve aziz gelmesi ihtimali yoktur. İsa dini¬nin velileri, sadece ve ancak bu dinin

Allah'ı tevhit ve tenzihte dalâlete düşmemiş bağlıları arasında bulunabilir. Bu kat'i ölçüyü hiç

kaybetmeksizin o devre bir göz atan¬lar için de, İsa Peygamberin havarileri ve onları takip eden

bağlılar arasında kimin bu sıfata gerçekten lâyık ol¬duğunu kestirmek mümkün değildir. Zira İsa

Peygambe¬rin getirdiği iman fışkırışından sonra pek kısa bir zaman içinde Yahudi kalpazanlığının

parmak izleriyle bütün saf¬fet ve asilliğini kaybeden bu hak din (Dslâm şeriatine ka¬dar hak din),

kendi halis akideleri etrafında kimleri barın-dırabilmiştir, ebedî meçhul...

34

35

1

Biz yalnız, Allah'ın, topyekûn zaman ve mekâna hâkim, son ve en üstün Resulüne kadar gelen

devrede İsa dinini öz saffet ve aslîliği içinde hak kabul ederek, onun sadece bu devrede vardığı

mazlumları, Allah'i tevhit ve tenzihte dalâlete düşmemiş olmaları şartiyle birer gerçek aziz ve şehit

sayabilir ve bugün ilk İsevîler üzerinde İslâmi ölçüye göre belirtilmesi mümkün olmayan iç

haki¬kati Allah'a havale ederiz.

Tekrarlamakta fayda vardır ki, Milâdi Birinci Asır¬dan başlayarak Yedinci Asrın ilk yıllarına kadar

gelen çı¬ğırda her İsevî, Allah'i tevhit ve tenzihte kusursuzsa, velilik derecesine ulaşmakta engelli

değildir; Yedinci Asırdan ileriye doğru Batılıların, isim başlarına birer «aziz» sıfatını ekledikleri

bütün hayalî kahramanlar birer uydurma velidir; öncekilerdense kimlerin ilâhi tevhit ve tenzihte

kusurlu veya kusursuz olduğu, çözülmez bir mu¬ammadır.

Meselâ İsa dininin ilk mazlumu bildiğimiz (Sent Etyen)e mahkeme huzurnda söylettikleri doğru

olsa, onu «Teslis - Üçleme» inanışına bağlı bir insan kabul etmek gerekir ki, o takdirde kendisinin

İsa Peygamberi anlama-. dığını ve Allah Resullerine ait münezzeh hakikati bilme¬diğini iddia

etmek en doğrusu olur. Fakat biz bu lâfları, Hristiyan muharrirlere ait uydurmalar diye ele alır ve

(Sent Etyen)in mazlumluğundaki Yahudi rolünü hesaba katarsak, hakkında bir tenzih kapısını açık

bulundurmuş oluruz.

Nitekim aynı kaynaklar, Yahudi eliyle sahteleştiril-miş İncillere dayanarak aynı sözleri bizzat

Hazret-i İsa'ya isnat ederler ve ona, «Kaadir-i Mutlak»ın, gök tahtında sağına oturtacağı oğlu

olduğunu söyletirler.

Merkezi Kudüs olan Yahudilik ülkesinde, Yunan ve Roma Medeniyetlerine karşı iki cereyan,

çoktanberi alıp yürümüştü. Biri, bu putperest topluluklara karşı tam bir muhafazârlık, ihtilâtsızlık,

infiratçılık, kabuk içi nefs müdafaası... Öbürü, onlara kucak açmak, kültürlerini in¬celemek, dış

dünya ve madde üzerindeki usullerinden ve sistemlerinden faydalanmak, kendilerine onları ve

onlara kendilerini aşılamak... Bu cereyanlardan biri YahudicilDk, öbürü Yunancılık...

İkinci cereyanın başında, Yahudilikle Yunanlılığı bulamaç haline getirmiş, Yahudi asıllı,

İskenderiyeli Yu¬nan filozofu (Filon) vardı. Milâttan 20 yıl evvel doğmuş ve 54 yıl sonra ölmüş

olan bu filozof, Eflâtun'un idealiz-masını Yahudilerin «Kitab-ı Mukaddes» anlayışıyle ka-

rıştırarark, Yahudilikle Yunanlılık arası bir mezhep yu-ğurmuş ve ileride «Neo-Plâtonizma — Ney-

Eflâtuniye» kurucusu (Ploten)i yetiştirecek olan İskenderiye mektebi¬nin başlangıcı olmuştu.

İsa dininin ilk bağlıları, memur edildikleri beşerî gaye karşısında elbette ki, kendi hesaplarına ikinci

cere¬yanı destekleyecekler ve ırklaştırılmış Yahudi taassubu¬nun kabuğuna çekilmek isteyenlerde

en büyük düşmanla¬rını bulacaklardı. Çünkü bu kabuk, her şeyden evvel İsa Peygamberin getirdiği

soluğa kapalıydı.,

Böyle oldu.

Yahudilerin, YahudicilDk ve Yunancılık grupları arasındaki çekişmeler şahıs ve aile haklarına kadar

tesir edici bir çap kazandı; ve bu hal, gittikçe genişlemekte olan İsevîler birliğini birtakım tedbirlere

zorladı. 12'ler (Havariler)in karariyle 7 kişilik bir grup teşkilâtlandırıldı. (Diacre - Diyakr)lar,

hizmet ediciler... Taşıdıkları Yunan isimlerinden de belirdiği gibi, hepsi Yunana: Etyen, Fi-lip,

Prokor, Nikanor, Timon, Parmenas, Nikolâs... Arala¬rından biri de doğrudan doğruya Yunanlı.

ݺleri, İsevîler

36

37

birliğinin maddî ve malî ihtiyaçlarını idareden başka, her çeşit telkin, propaganda, hamle ve

hareket... Bu gruba, bi¬rinci derecedeki Havariler dairesine bağlı bir icra ve aksi¬yon komitesi

demek yanlış olmaz.

12'ler, 7'lere ellerini uzattı ve sonralarının Hristi-yan anlayışına göre dua ettiler.

Şöyle:

«-Ruh-ül Kudüs yardımcınız olsun»

Böylece, Yahudiler içindeki Yunancı zümrenin ezilmesini hedef tutan cereyan,, karşısında, çoğu

Yunancı olan ilk İsevîleri buldu.

Bunlar bir çalı çırpı muhiti içinde yayıldılar ve her tarafa ateş saçmaya koyuldular.

Hepsi genç, hepsi dinç, hepsi hareketli, hepsi hare¬ketçi... İçlerinde (Etyen), en gözükara ve

hararetli olanı...

(SENT ETYEN)

Kendi zaman ve mekânında hak olan İsa dininin tahrifçilik müessesesi Hristiyanlık (Müslüman,

zamanın¬daki gerçek İsevîlikle Hıristiyanlığı birbirinden ayırır) Aziz lâkaplı (Etyen)e, ilk

kuruculara mahsus aşk, ateş ve hareket seciyesinin en parlak örneklerinden biri diye ba¬kar.

İskenderiyeli olduğu sanılan ve hakim (Fîlon)dan diline bazı cümleler doladığı bilinen (Sent

Etyen), Yu-nancılığı içinde koruduğu imanını, ilk iş olarak Yahudi muhafazakârlarına karşı müthiş

bir yenilik bayrağı halin¬de açtı.

Ufukları kovalıya kovalıya, iklimleri demetleye demetleye geziyor ve her rastgeldiğine okunu

saplıyor. «— Eski tuluma yeni içki konulmaz.» «— Eski bir harmaniden yeni elbise biçilmez.»

İsa Peygambere atfedilen bu sözleri adım başında ^tekrarlayan (Etyen), Havarilerden (Sen Piyer)

Kudüs do¬laylarında daha ihtiyatlı bir dil kullanırken, doğrudan doğruya Yahudiliğin karşısına

dikilmeyi ve düşmanına tanı hedef vermeyi mizacına en uygun iş buldu.

Filistin güneşi altında pırıldayan Roma miğferi, İsa Peygamberin çarmıha gerildiği zanm üzerinden

5 yıl ge¬celi biraz gölgelenmişti. Bu cihangirlik miğferi altında, göğüs, kol ve ayak adalelerini

açıkta gezdiren Romalı sö¬mürgeci, bir insan nefesinin allak bullak ettiği ve zapte-dilmez mânalar

âleminden haber verdiği bu esrarlı ülkede nasıl tutunabileceğini hesap eder gibi bir hal içindeydi.

İsa Peygamberi huzurunda sorguya çeken Romalı Vali (Pons Pilât) İmparator tarafından merkeze

çağırılmış ve ağır zulüm isnatlariyle suçlandırılmıştı.

Yahudilerin ve Yahudiliğin, kendisini serbestçe hissettiği bir ândı bu...

Yahudi büyükleri toplandı, kara takkelerini biribi-rine yaklaştırdı; ve gittikçe uzayan yeni müminler

dizinin kolbaşısı mevkiindeki bu ateşli adama pençeyi attı.

Yakaladılar, kollarına girdiler ve onu, bir sıra et¬rafında halkalanmış kara takkeli, kara cübbeli ve

karanlık bakışlı hâkimlerin karşısına çıkarttılar.

(Havariler ve Mazlumların Kilisesi) adlı eserin muharriri Fransız tarihçisi anlatıyor:

«— O, hiçbir ân kellesini kurtarmayı düşünmedi. Nefsi için bir savunma, tenezzül edebileceği iş

değildi; o, imanını haykırmaya memurdu. Öyle haykırdı ki, sesi her taraftan duyuldu. Gerçek

mazlumların edası daima bu ol¬muştur ve hep bu olacaktır.»

Yahudilik temsilcilerinin suratına şamarını indirdi. Öyle indirdi ki, yeryüzünde mevcut bütün

Yahudilerin yanağına bir parçası inen tunç bir levha gibi bu şamar, bütün ülkeyi ihtizazlarla

doldurdu:

38

39

[»?

«—Yahudiler! Boyunları boyunduruklu, kalbleri ve kulakları mühürlü insanlar! Siz daima imana

karşı gel¬diniz! Babalarınız da böyle yaptı, siz de böyle yapıyorsu¬nuz! Hani ya, atalarınızın ihanet

ettiği Peygamberler ve emirleri? Atalarınız, Mesih'in geleceğini müjdeleyenleri öldürdü; siz de

Mesih'in kendisine kastetdiniz! Size me¬lekler tarafından indirilen ilâhî kanunlara isyan ettiniz! Siz

lanetlenmiş bir milletsiniz!»

Bu kadarı dayanılır gibi değildi. Hâkimler öfkele¬rinden haykırmaya başladılar.

(Etyen), basma geleceği biliyordu.

Fransız muharririne göre:

«— Daha o anda göklerin açılmış olduğunu farke-diyordu. Gökleri açılmış ve Oğulu Babasının

sağında oturmuş görüyordu. Hâkimlere bunu da söyledi ve şu hi¬tapla karşılaştı: Küfür, küfür!»

Hemen bildirelim ki, o zaman Yahudi ve Yahudi¬lik nasıl Babasız Hak Peygamber Hazret-i İsa'yı

tanıma¬makla tam küfürdeyse, (Etyen)in söylediği farzedilen bu sözlere karşı küfür ithamı da o

kadar yerindedir.

O Yahudilik ki, Âdem Peygamberin babasız yara¬tıldığına inanır da, İsa Resul'ün ilâhi iradeyle

babasız vücut buluşunu havsalasına sığdıramaz.

Ve Hıristiyanlığın (Dsa dininin tahrifçilik müesse¬sesi), Baba, Oğul ve «Ruh-ül Kudüs»

anlayışındaki sa¬pıklık.. Bu sapıklığa karşı Allah, münezzeh hakikatini Kur'anında bildirmiştir:

«De ki, O, Allah birdir; bir üstü birdir. Kimseye muhtaç olmayan ve herşeyin kendisine muhtaç

olduğu Sa-med'dir. Ne doğurmuş, ne doğurulmuştur. Ve bütün bu Kâinatın topu ona denk

değildir.»

(Etyen)in «Göklerin tahtında oturan Baba ve onun sağına aldığı Oğul» sözlerini söylememiş olması

ihtimali¬ni daha kuvvetli tutalım; ve hâdiseyi, bir küfür şeklinin

başka bir küfür şekline zulmetmesi diye ele almaksızın «acaba söyledi mi?» istifhamını daima

muhafaza ederek neticeye gelelim:

Mahkemeyi çevreleyen Yahudiler, hâkimlerin bu tavrı karşısında hemen (Etyen)e saldırıyorlar ve

onu mey¬dan yerine sürüklüyorlar. Romalıların durumdan haberle¬ri bile olmuyor. Zaten, kayıtsız

putperestler olarak, bu iş¬lerle henüz fazla ilgilenmek de istemiyorlar.

Yahudilerce küfür suçunun cezası «recm»dir; taşa tutarak öldürmek...

Yüzlerini, bakışlarını ve hallerini anlattığımız Ya¬hudiler (Etyen)i taş yağmuruna tutuyor. O,

alnından çene¬sine kadar inen bir kan duvağı altında, kendisine bu zul¬mü edenlerin bağışlanması

için yalvarmaktadır.

İncil'lerden birinde, İsa Peygamberin şu sözleri söylediği rivayet edilir:

«Ben size haberciler, hikmet sahipleri ve bilginler göndereceğim. Bazılarını öldürecek ve çarmıha

gereceksi¬niz; bazılarını da sinegoglarınızda işkenceye yatıracaksınız. Fakat gerçekte, size

bildiriyorum ki, bütün bu işlerin cezası sizin soyunuz üstüne çökecek!»

(Sent Etyen)i Hıristiyanlar, İsa dinine sadakatin kanla atılmış ilk imzası bilirler.

ZULÜM SERDSD

Kendi dar ve hasis kemmiyeti ve yıkıcı, çürütücü keyfiyeti içinde bütün insanlığa «ezelden

lanetlenmiş milletler» gözüyle bakan Yahudi, 2'inci Asırda «Aris-te'nin Mektuplarında, halini şöyle

tarif eder:

«—Hâkim, bizi, ruhta ve maddede sâf kalalım ve hiçbir milletle katışmayalım diye, kanunun demir

duvar¬ları içine kapattı.»

40

41

ݺte, İsa Peygambere Roma'lılar eliyle tertiplediği kasttan sonra, Yahudi bu dinin ilk mazlumunu,

öz eliyle ve taş altında öldürdü ve bu işi, kölesi olduğu putperest¬lerden, Roma'lılardan evvel

bizzat yürüttü.

İsa dini, Peygamberine edilen kasdm 5'inci yılın¬dan sonra çok ağır yakan, fakat yaktığı yeri tam

kavuran ve hiçbir tedbirle sönmeyen gizli bir ateş cereyanı halinde genişliyor ve henüz (Imperium

Romanum - Roma İmpa¬ratorluğunun gurur ve hakaret dolu gözüne dehşet ver¬miyordu. Fakat

Yahudiye verdiği dehşet müthiş...

(Sent Etyen) hâdisesinden 3 yıl sonra, (Herod Ag-rippa), Yahudi ülkesinin kralıdır. Roma'lıların

tâbi yahu-di kralları içinde, zulmü ve efendilerinden aşılanma sefa¬hat ve azamet hevesiyle

meşhur... Hayatı, uzun müddet Roma'da türlü rezaletlerle geçti ve sefahat arkadaşı yarı deli

(Kaligula) Roma İmparatorluk tahtına çıkınca, ken¬disine, sülâlesinden geldiği Yahudi Krallığını

ihsan etti. Sefih ve azametli Yahudi Kralı, Kudüs'e debdebeyle gi¬rer girmez ilk işi, yahudilerin

gönlünü kazanmak için, dinî bir politika tutturmak oldu. (Herod), Yahudi benliği¬ni okşayacak

herşeyi yaptı, dualarda ağladı. Yunana ve Yahudicüerin arasını büsbütün açtı, Yahudiciliğin bütün

esaslarını devlet himayesi altına aldı; ve yeni dinden bahsedenlere kılıcını çevirdi, İlk hamlesi,

Havarilerden (Jak)ı, kısa bir soruşturmadan sonra öldürmek...

(Jak)ı ihbar eden Yahudi, havarinin, yargıçlara kar¬şı gösterdiği cesaret ve heybetten o hale geldi

ki, orada, mahkeme heyeti karşısında avaz avaz bağırdı:

— Ben de İsa dinindenim; ݺte şu anda giriyorum! Beni de öldürün!

İkisini birden hüküm yerine götürdüler, Havariyi ve ihbarcısını birbirine bağlanmış olarak... Orada,

Hava¬rinin ihbarcısı, yanakları ateş ve gözleri kan dolu, kurba¬nına döndü:

— Ölümüne sebep benim! Ben de seninle beraber ölüyorum! Beni affediyor musun?.

Havari ona dikkatle baktı ve mırıldandı:

—Selâmet senin üzerine olsun!

Ve Havari, eski hain, yeni sadık, ölüm arkadaşına sarılıp onu öptü.

Kılıçlar parladı ve gittiler.

(Herod Agrippa) bu arada, öldürülmesine henüz çeyrek asır kadar bir zaman bulunan, Havariler

içinde en meşhur, «Havarilerin Prensi» lâkaplı (Sen Piyer)i de tut¬turdu ve zindana attırdı.

Öldürülmüş şeklini ileride göreceğimiz (Sen Pi-yer)e bu kısa hapisliğinde edilen muamele, zamanın

hâlâ o zaman; ve devrânın hâlâ o devrân olduğunu göstermek bakımından pek manalıdır.

Hücresinde, her biri dört askerlik dört gurup, sı¬rayla nöbet bekliyor; ve Havari, dört çift hançer

gözün te¬masından bir ân bile uzak tutulmaksızın, her işkence âletinden beter, mânevi bir kıskaç

içinde bunaltılıyordu. Çünkü nüfuz ve tesirinden, yani hakkından korkuluyor; ve şayet kaçırılacak

olursa, bu hakkın tepelerine inece¬ğinden ödleri patlıyordu. Muhakeme edilmesi için yortu¬ların

geçmesi bekleniyordu. İki zincirle duvara bağlı, gözlerini kırpmadan kendisine bakmaya memur iki

aske¬rin arasında oturmaya ve uyumaya zorlanan, ayrıca hüc¬resinin kapısında da iki asker

bulundurulan (Sen Piyer), bir gece... Evet, bir gece... Her nasılsa zindandan kurtu¬luyor.

Hıristiyan kaynaklarına göre bir mucize olmuştur. Böyle bir gece, bir melek gelip, uykudaki

Havariyi ha¬fifçe dürtmüş ve:

42

43

—Kalk ayağa, demiştir; kurtuldun!

Gözlerini dehşetle açan (Sen Piyer), zindan hücre¬sinin müthiş bir ışık çağlayaniyle dolduğunu ve

askerlerin yığılıp kaldığını görmüştür. Ayağa kalkmış, zincirler yere dökülmüş, (Sen Piyer)

yürümüş, yürüdükçe rastgeldiği kapılar kendi kendisine açılmış ve İsa Peygamberin en büyük

havarisi bilinen (Piyer), bir anda kendisini, üstün¬de yıldızlar kıvılcımlaşan gök kubbenin altında

ve serbest bulmuştur.

İsa dininin hak bildiğimiz devresi içinde de olsa, kaynaklarma nispet ederek kendimizi inanmakla

mükellef görmediğimiz bu menkıbe, bize nihayet şunu öğretir:

Roma'lılara tâbi Yahudi Kralının açtığı ilk zulüm devresinde (Sen Piyer), yalnız hapsedilmekle

kalmıyor, asrımızda bile çeşitli ülkelerde fikir ve iman adamlarına tatbik edilen ruh törpüleyici

işkencelerin hepsini tadıyor ve hapisten, her nasılsa, kurtuluyor.

Gece karanlığında Kudüsün daracık sokaklarından bir gölge gibi kayarak İsa Peygamber

bağlılarının toplu bulunduğu gizli eve giden ve yoldaşlarının deli bakışları önünde durumu bildiren

(Sen Piyer),-oradan meçhul bir semte doğru, gölgesini ve başını alıp uzaklaşıyor.

Yahudi Kralının öfkesi büyük.. Bütün Kudüs'ün bunlardan temizlenmesini emrediyor. Kalkanlı ve

mız¬raklı askerler, kuşku veren her evin kapışma dikiliyorlar ve içindekileri yeni ufuklara doğru

çekilmeye zorluyorlar.

Şimale doğru, dere tepe düz, hicret... Çekildikleri yer, (Sen Piyer)in de çekildiği sanılan, yeni dinin,

Ku¬düs'ten sonra merkezi Antakya...

YAHUDD DEVLETDNDN SONU

Milâdın 50'nci yılında yeni dinin ateşi, Filistinde kül altına çekilmiş gibi...

Yahudi, durumu şöyle yorumluyor:

—Artık gevşediler! Çürüme başladı!

Bu ateş, dünyanın birçok noktasında, yuvasına oturmuş kıvılcımlar halindeyken Filistin'de ilk

pırıltıları¬nı kaybetmişe benzemekte.. Kudüs sokaklarında birkaç korkak gölgenin iki büklüm

karartısına sığınan İsevîlik tavrı artık:

—Heyyy, insanlar! Kalkın mezarlar açılıyor!

Diye çığlık koparırcasına, evlerin kapılarını tok-

maklayamaz ve sesini yükseltemez olmuştur.

Henüz Romalılardan öldürücü bir darbe yemediği¬ne göre, onu engelleyen nedir? Yahudilik,

yahudi şeddi mi?

Hayır! Fakat biribirini kovalıyan ve tek nefes al-dırmamayı hedef tutan zulümler karşısında yeni

dinin bağlıları, artık tepeden inme baskın tesirini kaybettikleri ve düşmanlarını iyice uyandırmış

oldukları için, bir ihti¬yat içe kapanma çığırma girmişlerdir.

O sırada (An) isimli bir hahambaşı, İsevî birliğini kökünden kazımak için yapmadığını bırakmaz.

İsevî bil¬diklerini, (Sanhedren) isimli Yahudi Mahkemesinin kar¬şısına çıkarır; ve Mabette, halka

karşı, İsa Peygamberi inkâra zorlar:

Bağıra bağıra şöyle karşılık verirler:

—Asla! Asıl sizi, sizin çürüttüğünüz Mabedi

inkâr ediyoruz! '

Bunları alırlar, bir ipe bağlarlar ve yüksek bir yar¬dan uçuruma atarlar. Ölmeyip kıvrananları da

taşla öldü¬rürler.

Isevîler, uçurum diplerinde kan ve et peltesi...

44

45

O sıralarda yahudiler kendilerini öyle kuvvetli his¬settiler ki, Roma miğferine bile dil çıkarmaya

başladılar. Bu hal, nihayet, bir iki Roma temsilcisinin sertliği karşı¬sında, Roma imparatorluğuna

başkaldırmaya kadar gitti. Fakat hayalî bir krallık şeklinde olsa bile Roma'nın ayak tabanı altında

hayat süren bu milletin (Makabe)ler devri rüyasına (Imperium Romanum) adlı gurur devleti

tahammül edemezdi.

Etmedi.

Kralın muhafızlarını kılıçtan geçirdikten ve sarayı¬nı ateşe verdikten sonra Yahudiler, Filistinin

birçok ye¬rindeki Roma garnizonlarına kadar saldırdılar. Roma, îsevîlere ettiği zulümlerden sonra

birdenbire nefsine gü¬veni artan yahudi hırsına karşı, bir iki yıl, küçük tedbir¬lerle cevap vermeye

baktı ve büyük bir şey yapamadı. Durum (Neron) devrine kadar sürdü. Nihayet, Yahudili¬ğin de,

İsevîliğin de düşmanı bu kanlı putperest, 67 yılın¬da (Vespazyen) isimli generali 60.000 kişilik bir

orduyla, Suriye'den cenuba doğru harekete geçirdi. Dağlık mıntı¬kada 11.000 kişi kaybeden ve bir

ân duraklamak zorunda kalan İmparatorluk Ordusu, yeni bir hamleyle ileri atıldı. Bu defa

(Vespazyen)in oğlu (Titüs) kumandasındaki or¬du, Filistini silip süpürdü. Kudüs'ü sardı ve

düşürdü.

Korkunç tarihî manzara:

Bütün Kudüs harabe... Mabet yakılmış, yıkılmış yerle bir edilmiştir. Roma sömürge süvarisinin

nalları al¬tında sayısız yahudi cesedi...

Yahudi kadınları, mahzenlere sığınmış, biribirine sarılmış titreşiyorlar. Atlılar buralara kadar

giriyor ve on¬ları, kimini terkiye çekerek, kimini saçından tutup sürük¬leyerek götürüyor.

Roma'lılar yahudi ölüleri karşısında, hayvanlara duyulacak rikkati bile hissetmiyor. Bu rikkat-

sizlik, Romalı vahşetinden mi, Yahudinin acınmaz bir mahlûk olmasından mı geliyor?

Milâdî İkinci Asrın tarihçisi (Hejezip)ten öğren¬diğimiz sahnelere göre Milâdi 70 yılında

Roma'lıların ve emirleri altındaki sömürge birliklerinin topukları altın¬da ezilen Yahudilik,

uğradığı tarihî belâların en büyükle¬rinden birini yaşamış, İsa Peygamber ve yakınlarına etti¬ğini

bulmuştur. Artık ne sözde krallık, ne hayalî devlet, ne sınıf teşkilâtı, ne din reisliği... Roma'lılar

Yahudi Yüksek Mahkemesi (Sanhedren)i kökünden kazıyorlar, dinî reislik makamını kaldırıyorlar

ve Yahudi Ülkesini Suriye'den ayırarak, içinde ayrı hiçbir temsilcisi olmayan bir Roma eyaleti

haline getiriyorlar. Kudüs, Roma leji-yonlarının kışlası oluyor:

Ve ilâhi cezanın gizlediği hikmete bakın ki, bütün yeryüzünde mevcut her yahudinin Mabede

ödemekle mükellef olduğu vergi, bu defa putperest Romalılar tara¬fından ve uydurma tanrıları

(Jüpiter) adına alınmaya baş¬lıyor!

Artık İsa dininin bağlıları, daima ve her büyük dâvada olduğu gibi, merkezden muhite zıplamışlar

ve Suriye kıyılarından başlayarak Anadolu'nun cenubundan kıvrılan, batısını yalayan, Trakya ve

Yunan sahillerini ta¬rayan, İtalya'ya atlayan, Roma'dan geçen dönüp Mısır ve Filistin'de

tamamlanan bir yuvarlak üzerinde büyük (ak-siyon)merkezlerini burgulamaya koyulmuşlardır.

Artık İsa dininin mazlumlarını buralarda takip ede¬ceğiz.

Buralarda, Yahudilerin tırnağı, değneği ve taş yağ¬muru yerine, aç arslanların, lejiyonerlerin

kasaturaları ve çıplak insanların kollarını ve bacaklarını dört ayrı istika¬mete çeken katırlar vardır.

46

47

(SEN POL)

Nasranîliğin ilk mazlumu bilinen (Sent Etyen) taş¬la öldürülürken manzarayı seyredenler arasında

bir genç maddî görünüşü hayli tiksindirici bir genç... Suratında kimbilir hangi ruh dehşetinden

gelen bir sinir takallûsü, dudaklarını germiş, ağzını ve dişlerini meydanda bırak¬mış... Bu

dudaklarda, kalbin iştirak etmediği korkunç bir sırıtış... Saçları vaktinden evvel dökük, burunu

minkaarî, derisi soluk...Kısa boylu, zaif yapılı, bir dokunuşta dökü¬lecek kadar entipüften bir

gövde...

(Sent Etyen) yahudi taşları altında yere yığılınca, o âna kadar köşesinden ayrılmayıp sessiz sedasız

manzara¬yı seyreden bu genç, ilerleyip cellâdbaşının yanına geldi ve yalvardı:

— Ölünün elbiselerini bana verir misiniz?

Bu genç Yahudi geleneğine bağlı ve Yunancılık cereyanına aykırı (Farizyen) mektebindendir ve

ismi (Sa-ül)dür. Şüphe çekecek biri değildir, hususiyle taşkın zekâsı ve Yahudiliğe ve Yahudiciüğe

aşırı sadakatiyle meşhur...

İsteğini yerine getirdiler.

Milâdm 5'inci senesiyle 10'uncusu arasında Tar¬sus'ta doğan ve oradan Suriye'ye geçip mübarek

sahaya ayak basan bu Yahudi genci, başlangıçta, ruhunu İsa Pey¬gamber soluğuna taassupla

kapamış, azılı Yahudicilerden biridir. Babasız hak Peygamberin çarmıha sürüklenmek istendiği

hengâmede 20-25, (Sent Etyen)in taşlanmasın¬da da 25-30 yaşlarında bulunan çirkin Yahudi

timsali bu genç, korkunç; evet, korkunç denilecek kadar derin ve ukdeli bir iç hayata malik...

İleride ondan şöyle bahsedeceklerdir:

«Dncil'in şahısları arasında, İsa'dan sonra, en canlı, en tamam, yüzünü en berrak gördüğümüz odur.

Onun parmaklarını yaralarcasına çözdüğü meseleler, insan idra¬kini ebediyen yırtan soydandır. Biz

onun en küçük, en hurda lâfını duyar duymaz hemen sahibini tanır; ve yalnız herşeyini feda etmeyi

bilenlere mahsus bu esrar tonunu sezeriz.»

İleride Hıristiyanların bu rütbe mefkûreleştireceği, maddesi ve ruhiyle bu hilkat garibesi genç,

Yahudi ırkına mahsus muazzam tecrit zekâsının ve bazan bu ırktan her¬hangi bir fertte tecelli edici

derinliğine iç hayatının, halâ gerçek yönü tam anlaşılamamış, muhteşem örneği... İlk İsevîler

arasında en ileri hamlenin sahibi kabul edilebile¬ceği kadar, Babasız hak Peygamber'in münezzeh

dinini içinden bozan ve onu «Teslis-üçleme» akidesine götür¬müş olan gizli Yahudi dehasının

temsilcisi de olabilir. Bu hareketinde de samimî veya maksatlı bulunabilir.. Onun esrarlı simasında

herşey mümkün görünüyor; ve herşey-den evvel, şüphe, münezzeh İsa dininin pek kısa zaman¬da

bozulmuş olması vakıası önünde, gözlerini bu garip adama dikmekte hak kazanıyor.

Unutmayalım ki, millî ve itikadî her birliği yıkma¬ya memur her yahudi dehası 19'uncu asırda

Komüniz-mayı bir Yahudi eliyle (Karl Marks ) kurarken, 20'nci Asırda aynı şeyi yıkmak için yine

bir Yahudiyi (Hanri Bergson) kullanmıştı.

İbranî dilinde (Saul), frenklerin ağzında (Saül),-nam-ı diğer (Sen Pol), İsa dinine kazandırdığı iddia

edi¬len (mistik) buutlar bakımından , bu dinin gerçek mâna ve esrarını ilk defa bozmuş olmanın

sanığıdır.

48

49

«Hak»la «bâtıl» arası başdöndürücü zikzaklar çi¬zen bu garip ruhun (Saül)den (Sen Pol)e yol

verici devre¬si 30 yaşlarında... Ve —hayalî bir mizansen olması çok muhtemel nakillere göre—

mucize çapında bir tecelliden sonra... Hıristiyan kaynaklarında bu tecellinin ismi «Sa-ül'ün

ihtidası»dır; (Sen Pol) olmaya ayak basması...

30 yaşlarında var, yok... Kudüs'ten Şam'a uzanan, piyade yürüyüşüyle 15 günlük yolun 8'inci

gününde... Yolunda bütün iklimler ve mevsimler dizili... Mevsim yaz olduğu halde başlarına kardan

takkeler giymiş dağ¬lardan, ateş üstünde içi boş bir tava gibi kavrulan ova¬lardan ve kum

yollardan geçiyor. Çam kokusundan ya¬nık kokusuna, yasemin ve gülden devedikenine kadar,

burnuna ve gözüne hitap eden bütün bir tezat dehlizi içinde yol alıyor. Sanki kendi ruhunun içinde

seyahat ediyor. Elinde değneği, gözü sonsuz tekerlek izlerinde, hep düşünerek yürüyor; ve göğe

doğru mu çıktığı, yere doğru mu indiği, öne veya arkaya mı yön gösterdiği meçhul bir yol üzerinde

mesafe alıyor.

Bir öğle vakti... Aydınlık içinde müthiş bir aydın¬lık, kör edici bir ışık... Gökten"bir ışık fışkırmış

ve bir kartalın serçeyi kapması gibi onu pençesi içine almıştır. (Saül) yere yıkılıyor Gaiplerden bir

ses:

«— Saül, Saül, niçin bana işkence ediyorsun?»

(Saül) inildiyor:

«—Kimsin sen, Efendimiz?»

Ses:

«— Ben İsa'yım; işkence ettiğin!»

(Saül) bütün canını dudaklarında toplayıp haykırı¬yor:

«— Efendim! Ne yapmamı istiyorsun?»

«—Ayağa kalk, kendine gel, şehre gir! Orada ne yapman gerektiğini anlarsın!»

Işık kesilmiş ve tepe noktasındaki güneşe rağmen

ortalık kapkara bir renk bağlamıştır. (Saül)ün yol arka¬daşları da bir takım fevkalâdelikler

hissetmişler, anlaşıl¬maz mırıltılar duymuşlar, onun evvelâ yere yığıldığını, orada dudaklarının

kıpırdadığını ve sonra ayağa kalktığı¬nı görmüşler, fakat hiçbir şeye akıl erdirememişlerdir.

Doğrudan doğruya kendisi tarafından da ortaya atılmış ve hattâ bazı şahitlere istinat ettirilmiş

olması akla yakın bulunan ve Hıristiyanların «Kitab-ı Mukaddes»ine aynen giren bu hâdise, artık

(Saül)ün yahudi kılığını de¬ğiştirmiş ve ona (Sen Pol)ün harmanisini giydirmiştir.

Kendi tabiriyle «çarpılmış, fakat ezilmemiş, herşe-yi alınmış, fakat ümidî alınamamış; vurulmuş,

fakat yok edilememiş» olan bu adam, artık yine kendi ifadesine gö¬re, aldığı «şifasız yarayla

yaşamak» zorundadır.

Temmuz güneşi altında (Saül)ün geçirdiği bu hâli, bir (Histeri), sar'a hattâ sadece muvazenesiz bir

bünye üzerinde güneş çarpması tesirine bağlayan müspet ilimci ve itikatsız Avrupalılar varsa da,

biz senedimizi böylele-rinden almak mevkiinde değiliz. Biz bu gibi tecellilerin, gerçek sahiplerinde

hak olduğuna inanan, büyük mizana bağlı ruhçular sıfatiyle, maddecilerin bu teşhisini redde¬der;

ve (Saül), nam-ı diğer (Sen Pol)ün teşhisini kendi mizanımızda ararız:

(Saül)ü (Sen Pol)ün eşiğine yükselten bu hal, asliy¬le mevcut bir gerçeğin müthiş bir kurmay

dehasına sahip bir elde taklidi; yahut uzun riyazetler neticesinde erişil¬miş ve hakka asla hüccet

teşkil etmeyici ruhî bir harika (islâm diliyle istidraç) şüphesinden kurtulamaz. Zaten onun, İsa

Peygambere yetiştiği halde havarileri arasına girmeyişi, uzun müddet İsevîlere karşı takındığı tavır

ve sonradan birdenbire bu dinde en büyük olmaya doğru gösterdiği vasıflar, bu mevzuda daimî

birer şüphe...

Aldığı iddia edilen semavî emirden sonra (Sen ü, Şam'da, bir mabede bitişik bir yahudinin evinde,

50

51

aç, susuz, dua eder ve gözyaşı dökerken buluyoruz. Ora¬da küçük bir İsevî halkası, gizli toplantı ve

ibadet halin¬de... Hattâ, (Ananyas) isimli biri de, gökten, bu evi bulup orada (Saül)ü aramak ve

eteğine yapışmak emrini almış¬tır. Bir de böyle bir iddia vardır. Bizzat (Sen Pol)ün icadı olup

olmadığı meçhul bir adam... O ve (Sen Pol) başbaşa veriyorlar ve «kendinden uzaklaşma, başka bir

hale geç¬me» tecrübesine girişiyorlar.

Aslı, İslâm tasavvufunun «Fenâ-fillâh» tâbirindeki, kelâma sığmaz hal olan bu oluş, kendilerince

nasıl ve hangi usulledir, bilmiyoruz. Hıristiyan Mistisizmasında bizim büyük kaynağımıza bağlı ve

ismi «tasavvuf»olan ruh terbiyesi sisteminden hiçbir eser yoktur. Sadece ede¬biyat; ve fantezi

plânında dışa ait süs... Evet, bizde bütün ve hususîbir rejim belirten bu dâvaların dâvasında (Sen

Pol), birtakım dış benzerliklere göre ne gibi bir yol takip ediyordu, bilmiyoruz. Bildiğimiz birşey

varsa buna ileri¬de Hıristiyanlar sadece bir tâbir olarak «Dsa'da yaşamak» diyeceklerdir. Böylece

tâbirdeki sapıklık bile ortaya çıka¬cak; ve büyük İslâm velîsinin:

«— Allah'ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle di¬riltmesi...»

Diye belirttiği üstün gaye, daima münezzeh kala¬caktır.

İlklerden, Havarilerden, 12'lerden olmayan, üstelik onlara karşı türlü tertipler körükleyen (Sen

Pol)ün Havarîlik unvanı «Jantiy'lerin Havârîsi - Putperestlerin dine çağırıcısı»dır.

Bu role, Milâdî 40-45 sıralarında, 35-40 yaşlarında

atıldı.

Evvelâ Arap illerinde seyahate çıkıyor; ve çöllerde

kıvrım kıvrım kum dalgaları karşısında, kendisini sahilsiz bir düşünce denizine atıyor. (Karantal)

Dağında kendisini tefekküre veren Hazret-i İsa tavrı üzerinde olduğunu söy¬lüyorlar.

Oradan Şam'a dönüyor ve bayrağını açıyor;

— Mesih!.. İman!.. Aşk!..

Kendisini görenler ve eskiden bilenler, ruhundaki bu tepeden inme değişikliğin sebebini

bulamamakta; ve onun Peygambere eski düşmanlığını düşünerek bir tuzağa karşı olup

olmadıklarını hesaplamakta...

Şam'dan, eski ocağına, kâfir terkettiği Kudüs'e dö¬nüş.. . Sebep? Orada, düşman ayrıldığı

havarilerden bula¬bildiğini bulacak ve onlarla yeni nefesin yayılması yolun¬da mahrem

anlaşmalara girecektir. Derhâl acı bir şüphe tavriyle karşılaşıyor. İlkler, bu eski zalim (Farizyen)e

ve onun hidayet iddiasına inanmıyorlar. Bu hal, havarilerden (Bernabe)nin - kendisi Kıbrıslı, öbürü

de Tarsuslu - (Sen Pol)e kefil oluşuna kadar sürüyor. (Sen Pol) böylece Havariler tarafından

benimsenmiş ve artık onların da önüne geçerek büyük kavganın yolunu açmıştır.

Fakat muradına ermekten uzak. Zira Havarilerin topyekûn gönüllerini kazanamamış, aksine,

bunlardan Yunancı olanların müthiş kinlerini çekmiştir. Hattâ Hı¬ristiyan kaynaklarının pek

karanlık geçtiği ve âdeta elça-bukluğuna getirdiği bir ifadeye göre, «düşüp kalktığı Yu-nancılar

onun hayatına kasdetmek istediler.»

Bu nokta, İsa dininin saffet ve asliyetini ilk bozan isevîlik iddiasının (Sen Pol) olduğu üzerindeki

şüphemi¬zin en manalı işaretçisidir. Nitekim, yine (Sen Pol)den başka kimsenin şahitlik

edemiyeceği şekilde, güya İsa Peygamber (Sen Pol)e görünüyor ve emir veriyor:

«— Kudüs'ten çık!... Buradakiler senin şahit ol-autlarına inanmazlar! Burayı bırak ve git! Seni

uzaklara, Putperestlere göndereceğim!»

52

53

Havarilerden, yalnız, kefili (Bernabe)den iltifat ve iştirak görmüş olarak evvelâ Tarsus, sonra

Antakya... Artık o Hıristiyan ifadesiyle «dünyayı salibe davet etme¬ye hazır»dır.

«—Ben bir adam tanıyorum ki, vücudiyle mi, vücut-suz mu, bilemem, yalnız Allah bilir; İsa'nın

içinde üçüncü göğe kadar yükseldi ve öyle şeyler gördü ki, açıklanmaları yasaktır.»

(Sen Pol)ün bu sözlerini bazı Hıristiyan muharrir¬ler, Hıristiyan Mistisizmasının temeli sayarlar.

(Sen Pol)ün putperestler âlemine karşı hareket ve hamlesi, mekân ölçüsüyle iki safha belirtir: Biri,

Anado¬lu, Ege dolayları, Yunan illeri...Dkincisi Roma.. Hepsinde hedef puta tapanlar;

ikincisindeyse puta tapanların mad¬deye hâkim, büyük kuvvet ve ni2am kadrosu.. O halde gaye o,

Roma İmaparatorluğu.. Yaya geçtiği yolları, 13 yılda 20.000 kilometre hesap ediyorlar.

(Sen Pol)ün hakikati ne olursa olsun, inandığı şey uğruna kendisini verişi, hiçbir zaafa düşmeyişi ve

çelik¬ten iradesine hiçbir çatlak düşürmeyişi sadece korkunç!.. Herhangi bir küfür yolunda da

tecellisi mümkün olan bu irade ve fedakârlığı, hak yolunda olduklarını bilenler, kendi aslî malları

ve fıtrî icapları saymalıdır.

(Sen Pol)ün eski Yunan döküntüsü memleketler halkına ve Roma'lılara gönderdiği bir seri nâme

vardır ki, (Epitr'ler) ismi altında toplanmıştır ve «Hristiyanlık Dü¬şüncesinin şaheseri» bilinir.

(Sen Pol)ün bu gezilerinde, yavaş yavaş, etrafını saran, kendisini koruyan ve dâvasını paylaşan bir

halka,

jneydahlanıyor. Bunların başlıcaları, (Mark), (Tit), Romalı I(Süâ), (Timote), Yunanlı doktor

(Lûka)... Kadınlar da, i(Lidi), (Prisillâ)...

Yollarda (Sen Pol)ün binbir keramet gösterdiği id¬diası da var.. Bir bakışta iyi ettiği anadan doğma

felçliler, türlü illetlilerden sonra, bir gün kendisini taş yağmuruna tutanların öldürücü vuruşlarma

rağmen yıkıldığı yerden kalkıyor, kan revan içinde uzaklaşıyor ve yaralan birden kapanıveriyor. Bu

yaralardan, alnında, ellerinde ve ayak¬larında kalan izler (Hristiyanlara göre haç sembolü) hiç

silinmemiş...

50'nci yılın sonbaharında Atina... Her şeyi inkâr edici çürümüş kalabalıkların karargâhı haline gelen

Ati-. na, onu fena halde alaya alıyor. Öldükten sonra dirilmeye ait sözlerine kahkahayla karşılık

veriyorlar ve:

—Şimdi ayrılalım da, başka bir zaman seni dinle¬riz!

Deyip dağılıyorlar. Fakat (Korent) halkına yazdığı nâme hemen tesirini gösteriyor ve (Sen Pol)ü

hâkim hu¬zuruna sürdürecek kadar kuvvetli bir inanış seli (Korent) sokaklarını taşırıyor.

53'de Efes ve orada iki yıl kalış... Bu iki yıl içinde bayrağı altında toplananlarla uzun ve içli dışlı

düşüp kalkmalar, istiğrak ve tefekkür devresi ve sonunda bek¬lenmedik bir ruh haleti içinde

Filistine dönmek niyeti...

Artık (Sen Pol)ün, canını verme noktası Roma'da bitecek olan ikinci yol safhası açılmıştır. IB"

— Gitme, kal!

Diye yalvarıyorlar.

Fakat o, semavî bir emir almış gibi:

— Gideceğim!

Diyor ve gidiyor.

54

55

Mazlumluk çığırının başında (Sen Pol) şöhretinin zirvesindedir. Adım adım ektiği isim, 20.000

kilometre boyunca, Roma İmparatorluğu kadar yaygın... Herkes onu konuşuyor ve hayaline göre

portresini çiziyor.

Katolik edebiyatının «Günahtan gelen insan», «Dsa'nın güzel kokusu», «Vücuttaki diken», «Salib

Cin¬neti» diye başlıklandırdığı meseleler ve 16'ncı asırda (Lûter)in şiddetle protesto edeceği -

Protestanlık hareke¬ti- selim akla zıt inanışlar, ilk temel kurucusu olarak ona dayanır. Bazı

Hristiyan fikircilere göre «Hristiyanlığın gerçek icat edicisi bu, Tarsus'lu Yahudi»dir. Onlarca (Sen

Pol), dine kendi hususî mizacını getirmiştir ve «Dsa'nın ulûhiyetine inanmaz ve ortaya koyduğu

bunca girift dâva ve meseleyi Hazret-i İsa'dan almış olamaz.»

Fakat bu koyu katolikler bu görüşe tükürürler ve «Kâfirlerin Havârîsi»nde, Hazret-i İsa'ya sımsıkı

bağlı olarak Hristiyanlığın bütün hakikatini görürler. Bütün bunlar da bizim, (Sen Pol) üzerindeki

şüphemizin, İslâmi ölçüsüyle, ne kadar yerinde olduğuna delil...

ݺte, en sonra Efes'deki iki yıllık aşılama devresin¬de, Hristiyanlık Teolocyasınm kanunlarını —

dogmalar, dinî naslar — daha geniş talim ve telkin eden (Sen Pol), birdenbire içine nasıl düştüğü

belirsiz bir hisle Filistin'e dönmek kararını verdiği zaman, Roma'da nihayete erecek olan ölüm

çizgisine girmiş bulunuyordu.

58 yılının (Pantokot) yortusundan biraz evvel İz¬mir kıyılarından gemiye bindi ve Filistin

sahillerine çıktı. Orada, meczup sandıkları bir yarı deli (Sen Pol)ün karşı¬sına dikildi, onun

belindeki kemere yapıştı, çekti, çıkardı, kendi ayaklarına sardı ve haykırdı:

«— Bu kemerin sahibi, Yahudiler tarafından ݺte böyle kösteklenecek ve kâfirlere teslim edilecek!»

Ve oradaki Hristiyanlar, (Sen Pol)e, Kudüs'e uzan¬maması için ağlayarak yalvardılar.

Cevap verdi:

«—Ağlamayın.ve gönlümü dağlamayın! Ben, Efendimiz tarafından, başıma ne gelecekse ona

memu-

| rum!»

(Sen Pol)ün ayak basmasıyla Kudüs'te Yahudi I ayaklanması taşkın oldu. Yahudilik (Sen Pol)

isimli eski yoldaşında, ırkının, kendi kendisine yönelmiş en büyük hainini görüyordu. Şehir

birbirine girdi. (Sen Pol)ün, he¬sap soran kalabalıklara yaptığı açıklamalar değersiz kaldı. I Her

şeye daima uzaktan ve nefretle bakan ve bu çekişme-I leri aşağı milletlerin şirretliği diye gören

Romalı, birkaç Jkere Yahudilerle uzlaşmasını emrettiği halde olamadığını [görünce (Sen Pol)ü

yakalattı ve askeri garnizonda sorgu-lya çektirdi. «Kafirlerin Havari»sini, Romalıların esirlere

Itatbik ettiği (Flagellum—kamçılanma) cezasına çarptır-|mak istediler.

(Sen Pol) buna itiraz etti:

«— Beni dövemezsiniz! Ben Roma vatandaşıyım ve hüküm giymemiş bulunuyorum!» Vali'nin

karşısında:

—Ne o, sen Roma vatandaşı mı imişsin?

—Evet!

Şerefli unvan!

—Malik olduğum şeref!

İyi ama ben, bizzat, Roma vatandaşı unvanını

kazanmak için hazineler sarfettim!

—Olabilir! Ben doğuştan Roma vatandaşıyım!

Vali bu bağlılık ifadesinden o kadar hoşlanıyor ki,

(Sen Pol)ü bırakıyor. Fakat yeni hâdiseler çıkıyor ve bu defa vali, (Sen Pol)ü Yahudilik sitesinde

tutamıyacağına hükmediyor.

Haydi, Filistin'e ilk çıktığı yer olan (Sezare)ye sür¬gün... Oranmki daha sert bir Romalı. (Sen Pol)

zindan-a--- Mevsimlerce zindan hayatı... Halk içinde gittikçe

56

57

,1M,1

i'",'.?

? ??I ' !;! V',

büyüyen, efsaneleşen ve türlü fitnelere yol açan bir isim. Bu netameli adamdan kurtulmak gerek..

Tekrar Kudüs'e sürmek istiyorlar. Hiçbir taraf onu kabul etmeye niyetli değil...

(Sen Pol) bizzat, İmparatora baş vuruyor ve Ro-ma'ya alınmasını, (Custodia Militaris) dedikleri

askeri kontrol altına konulmasını istiyor.

Emir: Evet!

Burnu ve kıçı altın yaldız nakışlarla süslü bir Ro¬ma gemisinde, miğferli, mızraklı, kasaturalı,

kalkardı bir lejyoner halkası içinde Roma yolu... Yanında çırakları (Lûka) ve (Aristark).. Girit ve

Malta'dan geçiyorlar. Her yerde (Sen Pol), kendisini memur gördüğü işin başın¬da... Giritte,

dâvetine koşan büyük bir grup devşiriyor. Romalı askerler manzaraya hayretle bakmakta ve ses

çı¬karmamakta. .. 60 senesinin ilkbaharında, İtalya kıyıları, (Vezüv) yanardağmın göğe doğru

katmer katmer duman¬ları ve Roma kaldırımı, meşhur cadde...

(Sen Pol) ölüm bucağının eşiğinde...

(Sen Pol)ün Roma kıyılarına ayak atışı pek parlak oldu. Sanki gelen, askerî muhafaza altında bir

tutsak de¬ğil, yeni bir fetihten dönmüş bir başbuğ... Kıyıdaki şeh¬rin, halâ tesirli bir takibe

uğramayan İsevîleri, kendisini heyecanla karşıladılar. Romalı kumandan (Julius), man¬zara

karşısında öyle vecde geldi ki, (Sen Pol)ün bir müd¬det dindaşları arasında kalıp onları

aydınlatmasına selâhiyet verdi. Yeni inanış karşısında ne tavır alacağını henüz kestiremiyen

Romalının tavrındaki tereddüt ve mi¬zaca örnek...

Bir hafta sonra, Romaya doğru kara yolu... Bir as¬ker kervanı ortasında (Sen Pol)... Her taraftan,

gizli ve

58

açık iman ediciler, Havarinin yoluna doğru akmakta ve I etrafını almakta... Buna da göz yumuyor.

(Custodia Militaris) adlı askerî muhafaza tedbiri, I gayet sert usulleri gerektirdiği halde (Sen Pol)e

karşı bi¬raz hafifletilmiş görünüyor. Onun, sadece tutsaklık I alâmeti olarak bileğine bir demir

halka takıp, tutacağı ev-'de serbest oturmasına izin veriyorlar. Çıkması, gezmesi, ziyaretlerde

bulunması yasak; fakat dilediklerini evinde kabul etmesi serbest... Bu şartla garnizonda göz

hapsin¬den uzak kalabiliyor.

Bu vaziyette iki sene geçirdi.

Şimdi, bir Fransız mütefekkirinin - Fransız Akade¬misi âzasından Daniel Rops - görüşünü, verdiği

ibret der¬si bakımından, gelmiş ve gelecek bütün asırların göğsüne yaraşır bir dikkat yaftası

halinde belirtelim.

«— Üstün insan, eli ayağı bağlandığı zaman kendi¬sini daha hür ve kuvvetli hisseder. Zira onun

hürriyeti, maddesinin değil, ruhunun istiklâlidir. ݺte asırlar boyun¬ca zindanlarda ve kamplarda

boyunlarına esaret boyundu¬ruğu geçirilmiş bunca insanın bize verdiği dersi, Sen Pol, en şahane

çapta heykelleştiriyor!»

Roma'ya yerleşir yerleşmez, muhitine, o güne dek uçsuz bucaksız yollarda verdiği hitabelerin en

keskin ve yakıcı bir özetini yaptı. Ondan sonra arkası gelmeyen bu son hitabesinde, kendisinin,

milletine ve bütün insanlığa sadık, halis bir yahudi olduğunu, fakat yahudilerle bera¬ber bütün

dünyaya, gidilecek yolu gösterdiğini söyledi, istikbâlin İncil muharrirleri (Lûka), (Mark). Ayrıca

(Ti-mote), (Aristark), (Epfras) ve daha niceleri, uzaktan ve yakından gelmiş olarak hep etrafında...

Adeta 20.000 ki¬lometrelik sahanın her bucağından delegeler gelip, onun imparatorluk merkezinde

etrafını almış... Böylece (Sen pıyer)in de başında bulunduğu Roma İsevîlik çekirdeği tamamiyle

şekillendirilmiş bulunuyor. ?

59

111"1'1!"!'

(Sen Pol) ün sözü:

«— Bu esaret İncil'e menfaat getirdi.» (Öbül), (Püdans), (Sinus) gibi asil Romalılar, ya esrar

tecessüsü, yahut hakikat aşkının gayretiyle yeni di¬ne girdiler. Sanki «Kâfirlerin Havârisi»ne

zindan diye se¬çilen Roma, onun din telkinlerine İmparatorluk tahtı...

Bu iki yıldan sonra, inanılmayacak şekilde, İmpa¬ratorluk Mahkemesince beraetine hükmedildi ve

serbest bırakıldı. (Neron)un, Roma yangınından sonra İsevîlere açtığı zulüm kampanyası yılı 64...

Serbest kalınca (Sen Pol) hemen tekrar yollara düşmeyi arzuladı. Her tarafta, kendi eseri olan

mânevi ekim sahalarını, görmek, İsevîlik tarlasının verimlerini gözden geçirmek ve yeni ekinler

yetiştirmek sevdasm-daydı.

Gezdi durdu. Nerelere gittiği iyi bilinmemekle be¬raber Çanakkale taraflarında yakalanıp Roma'ya

götürül¬düğü sanılıyor. Bu defa hapislik rejimi çok sert ve sı¬kı. . .Bütün Roma çerçevesinde

İsevîlere karşı tavır da çok değişik... Artık işin şakası kalmadığını anlayan Romalı, Hazret-i İsa'ya

bağlılık iddiasında olanların kökünü ku¬rutmak kararında...

(Sen Pol)ü, en vahşi hayvanların bile bannamaya-cağı duvarları rutubet terleyen, gün ışığı görmez

bir hüc¬reye yapayalnız, kapatıyorlar. Bu sıralarda sözü:

«— Gitme zamanım yaklaşıyor. Gücüm yettiği ka¬dar çalıştım ve artık çizdiğim yol bitti. Hep

imam savun¬dum. Artık tac giyeceğim gün geldi. Adil hâkimin, başı¬ma geçireceği şanlı tac...»

Muhakeme edilip edilmediği meçhul...En iddialı tahminlere göre, Hristiyanlığa karşı bu dehşet

senesinde

sık sık görülen sürgünler içinde yola çıkarılıp öldürülü¬yor. Ölümü (Sen Piyer)inkinden bir gün

aralıklı... Hristi yanlarca birinin yortusu 29, öbürünün 30 Haziranda...

(Sen Pol) ü çarmıha geriyorlar. Kendisim çarmıha gerildiğini sandığı Hazret-i İsa'ya nisbetle zelil

göster¬mek için başaşağı germelerini istiyor.

Bir hamlede başını kesiyorlar. Hıristiyan kaynakla¬rına göre kesilip düşen başta üç kere hareket

görülmüştür; ve kan biriken üç ayrı noktadan üç ayrı pınar fışkırmıştır.

Ölümü ve hayatı, tam inananlara göre; fakat aslı ve hakikati neye göre; şüpheli...

(SEN PDYER)

Sen Piyer'in lâkabı, Hristiyanlarca «Havarilerin Prensi»...

O, (Sen Pol)ün aksine, doğruca Roma'ya gidip oradaki İsevîlik hamurunu ilk yoğuran... (Sen Pol)

Ro¬ma'ya gelince bu hamuru hazır buldu ve büsbütün geliş¬tirdi. O zamanki dünyanın en büyük

fikir merkezi olan Roma'da İsevîlik temeli doğrudan doğruya (Sen Piyer)e dayalı...

Bugünkü garp medeniyetinin irca edildiği üç un¬surdan — Yunan aklı, Roma nizamı, Hristiyanlık

hassasi¬yeti— başhcasını çerçeveleyen dünya (Metropolis)i Ro¬ma^ (Sen Piyer)in gözünde,

vücudun kalbden veya di¬mağdan fethedilmesi gibi bir değer belirtiyordu. Çepçev-re bütün

Akdenizi kuşatan ve meşhur kaldırımlarıyla me¬safeleri ezerek silindiri bütün iklimlere sokmuş

olan Ro¬ma imparatorluğu ve onun ışıldattığı üstün nizam... Yani e§ya ve dünyaya hâkim, büyük

manivela... Bu manivela, gerçek iman ve fikrin eline geçti mi, bütün madde âlemi mana

imparatorluğunun emrinde demektir.

60

61

ݺte (Sen Piyer), bu gerçeği sezen mâna fethine, mekan ölçüsüyle, merkezden başlamış olandır.

(Sen Pol) aynı ölçüsüyle muhitten merkeze doğru yol açarken öbü¬rü, merkezden hareket etmeyi

tercih etti. Hristiyanlara göre (Sen Piyer) «Salîbin bayrağını dünya kalbinin çarp¬tığı yere diken

kahraman»dır.

Roma o devirde, eski ihtişamı nisbetinde muhte¬şem bir (Dekadans — Çöküş) içinde... Bâbil

Kulesi... Büyük İmparatorluğun her sahasından gelen, karasından sarısına kadar türlü renkte

yabancılar, onun (Forum)unda-ki berrak suyu, içinde ne ararsan bulunur, yosunlu ve ka¬ranlık bir

havuz suyuna çevirmiştir. Eski (forum)un canlı heykelini şekillendiren ve Senatoda elini harlı ateşe

so¬kup:

— Bir Roma asili yalan söylemez!

Diyen eski seciyenin yerinde, şimdi, bütün hayat iştihasını belinden aşağıdaki bölgede arayan

zalim, desi-seci, şüpheci bir tip peydahlanmıştır. Bu çürüyüş ve çürü¬tüşün gizli kurmayı da

Yahudi; her zümre ve ferdi zayıf noktasından enselemeye bakan Yahudi... Tahmine göre o zamanki

1 milyonluk Roma'da 40-50 bin kadar.. O za¬man, İskenderiye'den sonra en büyük Yahudi yatağı,

Ro¬ma... Milâdi 4 tarihinde ilk defa İmparator (Ogüst)e gönderilen Yahudi heyeti 8000 kişilik...

(Sezar) devrinde resmen dost ilân edildiler ve onun ölümüne, Romalılar¬dan fazla ağlayıp

dövündüler. ݺlerinin, ticaret ve küçük esnaflık olduğunu belirtmeye değmez. Roma içinde bir¬çok

mahallelere bölünmüşler ve orada 12 sinagog ve bir sürü mezarlık kurmuşlardır.

ݺte (Sen Piyer)in bayrak açtığı ilk zemin.

Milâdi 42'de Roma'ya geldi ve orada, (Sen Pol)

den 1 gun sonra 67'de öldürüldü. Roma'ya girdiği zaman 52 öldürüldüğü vakit de 77 yaşında...

Demek ki, Milâdî tarihin esasına göre Hazret-i İsa'dan 10 sene yaşlı... (Sen pol)den de 15-20 yıl...

Roma'ya giderken çıkış noktası, Antakya... Çizdiği yol da, Cenubî Anadolu, Trakya Ma¬kedonya,

Korent...

Roma'daki faaliyeti safha safha bilinmiyor. Müp¬hem ve tahminî...

(Sen Pol) ile arasında rakip ve çekişmeli bir hava estiği muhakkak... Avrupalı muharrirler bu

rakabetler için:

«— Esasta birdiler; gerisi insanî zaaflardan ve beşerî küçüklüklerden ibaret ele alınmaya değmez

şey¬ler.»

Der. Aziz ve hatta mukaddes tanıdıklarının halleri¬ni zaaf ve küçüklük kabul ettikten sonra gayet

tabiî bir eda ile «ele almaya değmez» diye teselli bulmak, ancak üstün insan ve gerçek din şahsiyeti

üzerinde fikri olma¬yan Avrupalıya yakışır.

Bugün Roma'da (Tibr) nehrinin sağ kıyısında, Pa¬paların sarayı (Vatikan)ın yanında yükselen ve

kubbesin¬de (Rafael), (Mikel Anj) gibi ressamların göz nurları pı¬rıldayan muhteşem (Sen Piyer)

kilisesi, ona ve onun Ro¬ma kilisesini kuruculuğuna işaret.. O, Katolikliğin kuru¬cusu sıfatiyle

Papaların ilki ve Papalık müessesesinin başı sayılır.

(Sen Pol) ü götüren fırtına içinde öldürüldü. (Vati¬kan) sahasında öldürüldüğü yeri parmakla

gösteriyorlar da, bunun nasıl olduğuna dair bir şey bilmiyorlar. Hıristi¬yanlık edebiyatı ona saygı

ve fikrî değer bakımından şid¬detle bağlı; fakat onun hayat ve ölüm çizgilerinden mah¬rumdur.

77 yaşında sütbeyaz bir sakalla çevreli saçsız başı¬nın, küfür lejyonerleri elindeki kılıçla

düşürüldüğü hayal

62

63

I

edilebilir. Bağlılık dâvasında olduğu kurtarıcı masuma sadakat derecesi ise yalnız Allah'a malûm...

YANGIN

Hazret-i İsa doğalı 64, çarmıha gerildi sanılalı 34 yıl geçmiştir. Roma.. Sıcak bir Temmuz gecesi...

18, ya¬hut 19 Temmuz... Sıcaktan mermerler kızgm ve heykel¬ler sanki balmumu gibi yumuşak..

Hafif bir rüzgar, fakat cehennemden bir nefes.. Birden, şimşekler çizen acı boru sesleri, oradan,

buradan, bütün beldeyi sardı. Roma, boru seslerinden fıkırdıyor.

Yangm ve felâket işareti...

Yangın iyice kozmopolitleşmiş bu şehirde, alışıl¬madık bir hâdise değil.. Sık sık olur. Nüfusun

taşkın ve mermer inşalar etrafında mantarvâri bitmiş ahşap çatıla¬rın yaygın olduğu beldede,

yangın, güneş ve ay kadar sık görülen manzaralardan... Fakat bu defaki onlara benze¬miyor. Bu

defa bütün Roma, meşalelerle çevrilmiş bir da¬ire halinde her tarafından yanıyor. Kıpkırmızı bir

gök al¬tında alev ve kıvılcım fıskiyesi bir şehir maketine benze¬yen büyük merkez...

Bu hal, kendi kendisine çıkan ve ne tarafa yayılırsa yayılsın, belli başlı bir sınırdan ileriye

geçemeyecek olan basit bir yangından başka bir şey... Sanki yüz yerinden kundaklanmışçasına

birdenbire ve her tarafından parlayan şehir, ancak teşkilâtlı bir teşebbüsün kurbanı olabileceği¬ni

haber veriyor.

Yangın «Büyük Sirk» mahallesinden başlamış, o mahalledeki bakkal ve kumaş dükkânlarını

kuşatmış, yağ depolarına ve yanıcı daha birçok maddelerde dolu mağa¬zalara girmiş, oradan

(Palâten) sahasını çepçevre saracak şekilde her yönde şahlanan alevlerle birleşmiş, ve tarihin

64

en 1

büyük şehir yangınını ilân edercesine, kendisini yıldız¬lara göstermek için göğe yükselmiştir.

Ertesi sabah, güneş Roma sırtlarında doğarken vangın aynı şiddetle devam ediyordu. Güneşin

doğuşu, cılk bir yaranın sargılarını düşürmek gibi bir şey oldu. Duman, çığlık, çatırtı, gümbürtü,

havada uçan alevli bez¬ler' ne tarafa gideceğini ve kimin kapısını çalacağını bil¬meyen ve sadece

deliler gibi koşuşan bir kalabalık... Ölenlerin, çöküntüler altında kalanların, yaralananların hesabını

soran yok.. Gerçekten hesapsız

Roma yangını 150 saat sürdü; 6 gece, 6 gün, 6 sa¬at... Her şeyi bitirdikten sonra yangın, Roma'yı

küçük bir göbekten ibaret bırakıp sönünce, meydana çıkan man¬zara dünyanın sonu gibi göründü.

Beldenin 14 bölümün¬den 10'u yerle bir... Göklere çıkan korkunç bir yanık ko¬kusu.. Yunan'dan

devşirilmiş, Asya ve Afrika'dan getiril¬miş, bütün sanat eserleri, kül.. Kaybolan servet ve insan

emeğinin hesabı imkânsız... İhtiyar Romalılar bu hale (Imperium Romanum)un mâna otağında

çıkan bir yangın gözüyle bakıyorlar. Asırlardır Roma'nın tepesinden, ufuklara kıvılcımlı gözlerinin

içindeki zafer hırsiyle ba¬kan dişi kurdun sanki boynu bükülmüş ve gözlerine perde inmiştir.

Gerçekten, bu enkazın içinden Roma'nın birden¬bire patlak vermiş mânevi çöküşü tütmektedir?

Yangını doğuran sebep?

Asrımızın tarihçileri, manzara ne türlü delâlet ederse etsin, bu işte efsanevî bir kasta inanmıyorlar

ve:

«— Ancak beledî bir gayeyle, İskenderiye modası yeni bir şehir inşası için Roma'nın temizlenmesi

istenmiş olabilir.»

Diyorlar.

Fakat Roma halkı işi böyle anlamadı ve ağızdan ağıza bir isim dolaşmağa başladı: (Neron)...

Kulaktan kulağa fısıltı helezonu:

?

65

I

il— Roma'yı deli İmparator yaktı!

IBu ana kaatili, taçlı vahşet ve cinnet heykeli, bütün

iRoma sefihleriyle beraber ejderha haline getirdiği nefsa-

111 niyetinin iç güdülerini dışarı nakşetmek ve karşısına ge-

çip zevklenmekten başka gaye tanımaz. Bir gün Ro-

Ima'nın 14 semtine birden düşen yıldırımlar, bir kadının

"yılan doğurması, türlü cinayet ve felâketler, hep onun

uğursuzluğuna, onun yüzünden gelen semavî cezalara at-

fedilmekte.. Üstelik yangın gecesi, saray uşaklarından

|birçoğunu ellerinde meşaleler, kenar mahallelerde gören-

ler de var... O halde?

|— Bu işi yapan Neron'dur!

?Bir gün onun, Yunanlı (Öripides)e ait bir şiir oku-

[Iduğunu ve sonra bu şiiri değiştirip tekrarladığını hatırlı-

lıjyor lar:

ili. (Oripides):

İli«— Ben ölünce isterse yeryüzünü alevler yalasın!»

i(Neron):

«—Ben yaşarken yeryüzünü alevler yalasın!»

Bir rivayete göre de (Neron) yangın akşamı bir

Iikuleye çıkmış, üstüne bir aktör elbisesi giymiş ve alevlere

I {ikarşı, elinde sazı, bir şiirini okumuş...

IjHomurtu müthiş, halk galeyanda, saray telâşta...

IIKütle halinde sarayın önünde toplanıp yumrukları-

l[||nı (Neron)un şiir kürsüsü burçlara doğru uzatanlar...

INe yapmalı?

!Yangına bir sorumlu bulmalı!

Kim olabilir?

IKim olacak; şu, hâlâ ne idüğü, ne istediği nereye

doğru yol aldığı, mağrur Romalı kafasına giremiyen

Iİsevîler!..

Şehirde bir nida;

— Roma'yı İsevîler yaktı!!!

66

İNSANDAN MUMLAR

Tevkifler başladı. Üzerlerine hususî işaretler konu¬lan İsevî zanlı kapıların önünde, üçer beşer

kişilik asker grupları..- Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, şahdamar-da birer mızrak ucu, doğru

zindana... Roma zindanları öyle doldu ki, o devrin tarihçisi bunu iki kelimeyle «kay¬naşan

insanlık!» diye anlatıyor.

Bütün sorgular boş.. İsevî zanlılar sükût içinde...

Ne kamçı, ne kerpeten, ne mengene, ne işkence çarkı, İsevîlerden bir lâf olabiliyor.

—Haberim yok!

Başka bir şey söylemiyorlar. Böyle bir hâdiseye hiç de hazırlıklı değilken İsevîlerin bedahet

duygusuyla buldukları ve hep birden uydukları tavır:

—Hiçbir şey bilmiyoruz!

Ne kanun, ne mahkeme, ne bir şey... (Neron), ku¬durgan halka, bütün hıncını içine kusabileceği bir

kan ça¬nağı göstermek arzusunda...

Ve kâbuslara sığmaz sahneler...

Şimdiki (Sen Piyer) kilisesinin bulunduğu yerdeki «Neron Sirki»nde, her gün çarmıha gerilenler,

tek kılıçta başı düşürülenler, işkence çarklarında uzuvları koparılan¬lar tümen tümen... Seçkin bir

küfür ve zulüm aydınları sınıfı, bu manzarayı bir (Striptiz) numarası gibi seyret¬mekte...

Bunlar hiçbir şey değil...

İsevîlerden, kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, bir Çoğunu soyup üzerlerine geyik postu

geçiriyorlar, sarayın korusuna salıyorlar ve demir parmaklıklarda saklı vahşî Çoban köpeklerini

saldırtıp parçalanışlarını seyrediyorlar.

Bu da bir şey değil; nihayet hayalin ve kâbuslu rü¬yaların alabileceği bir şey... Dahası var; hiçbir

(mitolo-Ji)nin kaydetmediği kadar müthişi:

67

İl.

1

1

(Neron), bütün bu zulümlerin tamamlandığı günün gecesi, başında bir arabacı miğferi, zafer

arabasına çıkın atları bizzat sürerek korudaki facialar yolundan geçiyor. Yolun iki yanında, insan

boyunda, sarı ve mavi alevler saçan, yağlı, reçineli meşaleler... Bunlar, Kayserin zafer arabasiyle

geçeceği, vasıfsız ve tabirsiz facialar yolunun canlı fenerleri, tepeden tırnağa tutuşturulmuş

insanlar, İsevîlerdir.

Tarihin kubbesini ebediyyen inildetecek olan bu sahne, yangından 27 gün sonraki 15 Ağustos

gecesi...

(Neron)un Romalı asîl, zulüm ve inkıraz sınıfına verdiği bu muhteşem baloda yakılan binlerce

insandan mum içinde, maceralarını gördüğümüz iki ruhani şef, (Sen Pol) ve (Sen Piyer)yoktur. Ya

ele geçirilememiş, ya¬hut herhangi bir kaygı yüzünden henüz ele geçirilmek is¬tenmemiş

bulunuyorlar.

Hâdise Roma'da nihayete erse yine iyi!.. Her tara¬fa haberciler çıkarılıyor ve o devirde Roma

İmparatorlu¬ğunun her köşesinde yuvalanmış olan bütün İsevî çekir¬deklerinin yakılıp kül

edilmesi emrediliyor.

İsevîlik, yine getirdiği mâna ile değil de, kendisine boşalacak saha arayan bir kinin dindirilmesi

yolundan ar¬tık Roma'nın birinci taarruz hedefi olmuştur. Bir taraftan böyle olurken, öbür taraftan

da, kalblerini derin bir rikkat ve merhamet kaplayan bazı Romalıların bağrında en bü¬yük giriş

kapısını bulmuştur. Ebedî kanun.. Zulmün evvelâ ne götürdüğüne ve sonra ne getirdiğine bakacak

olursanız hep aynı tecelliyi görürsünüz. Zulüm yolundan 1 kaybeden, aynı yoldan 10 kazanacaktır.

68

^HKANUN FUHŞU

^^^|Milâdî 64'den 314'e kadar geçen 250 yıl, İsevîler ?Mfesabına, zalimlerden birinin gidip

öbürünün geldiği ve ?T zaman zaman sahnelerin (Neron)unkilere yaklaştığı kor-kunç bir imtihan

çığın oldu. Bu defa, fiilî zulümde en vahşî hayvanları geçen insanlar, hareketlerini

kanunlaştır¬maya, kanunî alçaklığa düşmek gibi yalnız bir nevi insa¬na mahsus bir felâkete vücut

vermeye başladılar. (Ne-ron)un (Institutum Neronianum) isimli kanunu, İsevîliğe, öbür dinlere

tanınan hakkı reddederken, bir müddet son¬raki kanunlar ve bunların tatbik şekilleri hiçbir

mahlûka reva görülmemiş bir cinayet belirtti. Yeni îmanı, kanunla «meş'um ve mecnun» ilân ettiler.

İkinci Asır nihayetine kadar kendi putlarını ve kahramanlarını korumak gibi bir tasaları yokken,

Üçüncü Asırda, putlaştırdıkları eski (Ogüst) ve Roma putlarına İsevîleri zorla sadakate sü-|

rüklemeye kalktılar; ve bu yolda vicdanlara hükmedici jkanunlar çıkarmaktan çekinmediler.

Kanunu ve hâkimi o türlü fuhşa zorladılar ki, eskiden beri mevcut, hak arasın¬da kargaşalık

çıkaranları ölüme kadar götüren (Coercitio) kanununu, kargaşalıkla ilgisiz İsevîlere karşı

kullandılar. İlk asırların bu huyu, Yirminci Asırda kendisine hâlâ bazı tecellî mekânları bulmakta

değil midir? O günlerin;

« Christianos esse on licet — İsevîliğe izin yok¬tur!»

Şeklindeki kanun formülüyle, bazı devirlerin;

«— Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!»

Fermanı arasında ne fark?

.Şu fark vardır ki, bu ruh ve fikir vahşetini, Romalı,

I ıdayete girmemişken gösterir; öbürleri ise hidayetten [Çıktıktan sonra...

69

ARSLANLARIN AİZI VE...

Tanrılaştırdıkları eski imparator (Ogüst)ün, yol ke¬sici eşkiyaya karşı icat ettiği, çıplak insanlar

üzerine aç arslan ve kaplanları saldırtmak cezasını da İsevîler aley¬hinde kanunlaşırdılar

Öyle ki, bu cezaya çarptırılan her İsevî, infaz teşkilâtı ancak Roma'da bulunduğu için,

İmparatorluğun her tarafından gayet nadide bir hayvan yemi olarak Ro-ma'ya gönderilmeye

başladı. Gitgide bu iş öyle bir kan safası haline geldi ki, Romalıların İsevîliğe karşı mücer¬ret

kininden mi, yoksa arslan ağzında parçalanan insanla¬rı seyretmekteki şehvetinden mi, neden

doğduğu anlaşıl¬maz oldu. Bu iş için Asya ve Afrika'nın en yırtıcı, en gö¬rülmemiş hayvanları

tutulup hususî vasıtalarla Roma'ya gönderiliyor, hayvanlar günlerce kafeslerinde aç bırakılı¬yor;

kan safası günü, halk, seyirlerin en cazibelisine ka¬vuşmak için, sırtında en parlak tuvaleti, sirke

can atıyor¬du.

Arslanlara atılmakta, çocuk, genç, ihtiyar, hasta, deli, hiç bir istisna şartı yok... Sadece küçük bir

nokta var ki, hailevî bir tuhaflık belirtmekte: Eski Roma ka¬nunları bakire kızların öldürülmesine

engel olduğu için, en küçük yaştaki kız çocukların evvelâ cellâtlar tarafın¬dan ırzlarına geçiriliyor,

ondan sonra da gayet meşru bir iş yapıldığı emniyetiyle hayatlarına kıyılıyordu.

yeni dinin bağlıları dünyanın en sefil ve âdî insanları gös¬teriliyordu.

Bir misâl:

İsevîler en körpe çağdaki bir çocuğu almış, vücu¬dunu yağlayıp una batırmışlar... Çocuğun diri

diri, kalbi¬ni açmışlar ve kanının emmişler... Ondan sonra kızartıp herkese parça parça dağıtmışlar.

Günümüzün politika iftiralarına benzeyen, sırtlan¬ları bile tiksindirecek böyle isnatlardan sonra

ona göre ceza...

İsevîlik akidesini çürütmek için de en barbar ha¬yaller. ..

Şöyle diyorlardı:

«— Evet, onlar tek ve mutlak bir Tanrı'ya inanı¬yorlar ama biliyor musunuz inandıkları nedir? »

Nitekim 19'uncu asrın ortalarında (Paleten)de tari¬hi bir plâk bulunmuş ve bu tarihi rivayeti tam

ispat etmiş¬tir. Şu anda Roma'nın (Kirşer) müzesinde bulunan bu plâkta, çarmıha gerilmiş bir eşek

resmi ve altında şu yazı vardır: «Aleksamen, Tanrı'sına prestiş eder...» (Tertülyen) diyor ki:

«— İsevîlik halkın gözünde öyle bir şeamet ve nu¬huset merkezi olmuştu ki, Roma'da (Tibr),

Mısır'da Nil nehri tassa, gök kapansa, şimşekler çaksa, yer sallansa, kıtlık olsa, harp patlasa,

hastalık yayılsa, bir ağızdan hay¬kırmalar: İsevîler arslanlara, İsevîlere ölüm!»

İsevîlere karşı halkın kin ve nefretini çekmek için en ağır iftiralara kadar gidiliyor, zengin İsevîlere

hizmet eden köleler toplattırılıp, uçları kurşunlu kamçılar altında kendilerine efendileri aleyhinde

masallar düzdürülüyor,

70

Hakim - İmparatora and iç ve İsa'ya söv!

İtf yTdayim Ve bUgÜne k Efendime nasıl sövebilirim?

71

ill

111

«Hakim—Dmparatora and iç!

«Sanık— Eğer beni bu lâflarla yola getirebileceği¬ni sanıyorsan yanılıyorsun! Şüphen varsa haber

vereyim: Ben İsa'ya bağlıyım ve hiç bir fâniye and içmem!

«Hakim— Unutma ki, emrimde vahşî hayvanlar var.

«Sanık— Olsun! Ölüm bizce saadettir. Kötüden iyiye geçmiş oluruz...

«Hakim— Mademki vahşi hayvanlardan korkmu-yorsun, dediğimi yapmazsan seni ateşe atarım!

«Sanık — Senin ateşin ancak bir saat yanar, peşin¬den söner; sen yakında gelecek olan adaletin

ateşini dü¬şün! Ebedî cehennem ateşini düşün! Karar ver ve ne ya¬pacaksın yap!»

Hâkim daha karara vakit bulamadan etrafı saran küfür yobazları atılıyor ihtiyar İsevîyi demir bir

çubuğa bağlayıp önüne çalı çırpı yığıyorlar, veriyorlar ateşi... Sakalına kadar her tarafı alevler

içinde fırlayan gözleri ruhunun semasına dalmış, (Sen Polikarp)...

Roma'nın yüksek aristokrasi sınıfından âdeta do¬ğuştan inanmış, Romalı kocasile putperest olduğu

için birleşmeyen, sonra da onu İsa dinine çeken, fakat hemen öldürüldüğü için bakire olarak dul

kalan, dumandan bo¬ğulmak üzere kapatıldığı hücrede dipdiri ve dua vaziye¬tinde bulunan ve

nihayet başı kesilen, güzellik ve incelik¬te, dillere destan bir (Sent Sesil)leri var ki, Garp hıristi-

yanlık edebiyatının ana sermayelerinden biri...

resmî din kabul edildiği güne ve Allahı tenzih şartiyle hak olarak devam ettiği yedinci asır başlarına

kadar, türlü vahşet şekilleri içinde öldürülmüş daha nice mazlum... Bu devre içinde İsa dininin

mazlumları —Allah'ı tenzih şartım hiç unutmayalım— birer gerçek müslüman ve se¬nit....

İsa dininin mazlumlarını çerçeveleyen en çarpıcı dekor, Katakomplar... Roma'nın, bugünkü tüneller

gibi, yer altında kat kat oyulmuş korkunç dehlizleri.. Yakılan ölülerin küllerini kavonozlara

doldurup hücrelerine koy¬dukları, daracık upuzun, sarmaş dolaş, karmakarışık, içi¬ne gireceklerin

kaybolacağı ve bulunamayacağı köstebek yolları... Ölmüş Romalıların toprak altı şehri.. En derini

25 metre yer altında, 1200 kilometre uzunluğunda bir kör düğüm... Zulmet ve dehşet galerileri...

ݺte Roma'nın ilk İsevîleri, üstünde güneşin doğup batarken büyük bir kavis çizdiği (Impreium

Romanuni)\x, bu zulmet galerileri içinden fethettiler. Oralarda gizlendi¬ler, toplandılar, ibadet

ettiler, ilâhiler okudular, dinlerine yeni girenleri hususî törenlerle kabul ettiler ve oralarda basılıp

arslanların ağızlarına atıldılar. Hıristiyan edebiya-

1

nın, filmlere kadar geçmiş demirbaş unsuru olan Kato-omplar, başta (Sen Piyer), bütün İsevî

büyüklerinin ye-ştirme ve geliştirme kürsüsü ve îman dâvasında nice urbanlık maceraların sahnesi

oldu.

Ve nihayet İsevîliğin 380 yılında Roma tarafından

72

73

(HI)

ISLAMIN ILK KURBANLARI

ÖLÇÜ

Mazlum, her dinde, her inanış tarzında bulunabilir. Hattâ hiçbir şeye inanmayan insanda; insan

şöyle dursun, hayvanda bile.. Mazlum, kendi haline göre değil, zulme-diciye nispetle sıfatlanandır.

Onun içindir ki, mazlumda her zaman kıymet ve fazilet aranmaz; ters tarafından asıl kıymet yani

şenaat, zalimdedir. Meselâ yakın bir devirde Moskof komünistlerinin elektrikli odalarda

çıldırttıkları ve fırınlarda kavurdukları insanlar, şahıs ve dâvaları bakı¬mından cellâtlarından

farksız oldukları halde birer maz¬lumdur. Böyleleri, şahsî derecelerini değil, hedef oldukla¬rı

zulmü ifadede mîyar rolünde...

Ya şehit?...

Zulüm yoluyla şehit, kendine zulmü reva görenin şenaatini gösterdiği kadar, kendisiyle, öz nefsiyle

de eri¬şilmez bir rütbe belirtir.

Öyleyse şehitle mazlum arasındaki fark?

75

Hak olan inanışın mazlumu olmak..

Buda ancak müslüman olmakla kabil...

Müslümanlık sıfatı, Adem Peygamberden başlar, bütün Peygamberler, sırasınca yürüyüp gider,

yeni bir şe-riatle gelmiş her resulde onun bağlılarına geçer ve niha¬yet bütün şeriatlerin ve îman

ölçülerinin tamamlayıcısın¬da ve O'nun ümmetinde karar kılar. Demek ki, Müslü¬manlık, bir

inhisarın arması değil, ezelden ebede kadar bütün insanlığa kucak açmış ve hep öyle gelip gitmiş

bir

şümulün tuğrası...

Şehit, Allah yolunda canını veren... Şehitlik mutlaka müslümana mahsus.. Müslüman, Adem

Peygamberden beri, resuller bo¬yunca ve daima Sonuncusuna bağlı olarak ilâhî vahdaniyeti,

Allah'ı tenzihte sapıklığa düşmeksizin doğ¬rulayan. ..

Her şehit, her vakit mazlum değil, fakat her maz¬lum, yukarıdaki vasıflar çerçevesinde her defa

şehit...

ݺte bu incelikler yönünden, eserimize «Tarih Bo¬yunca Büyük Mazlumlar» ismini verirken, her

çeşit kur¬banı çerçevesine alıcı bir mikyas düşündük. İsa dininin hak olduğu devre içinde de,

Yahudi parmağı yüzünden, İlâhî tenzihte kimlerin sapıklığa düşmüş ve kimlerin düş¬memiş

olduğunu kestirmek mümkün olmadığı için, bun¬ları da umumî mazlumluk plânında ele aldık ve

şehitlikle¬rini şarta bağladık.

Gayemiz, gerçek, şehitler başta, sapık bile olsalar en azılı küfre kurban gittikleri muhakkak

olanların da içinde bulunduğu umumî mazlumluk plânını ele almak.

ݺte şimdi, gerçek ve mutlak şehitlerin, ölmüşken ölmeyenlerin, içinde dipdiri, gerçek ve mutlak

hayatla dipdiri dolaştıkları saray eşiğine gelmiş bulunuyoruz. Şe¬hitler, dünyada Allah için,

ölmemişken ölenlere karşılık, ölmüşken ölmeyenler...

Bir de, imana «gericilik» yaftasına yapıştırıcı de¬virlerde, şu veya bu türlü kazaya uğramış bazı

meslek adamlarına şehit vasfını takan ve aykırı geçindiği mukad¬des kaynağın inceler incesi

mânasını kendi isimsiz mak¬sadına uydurup yerine başka bir mefhum bulamayan inkâr yobazların

şehitlik anlayışını düşünün!

«Dslamın ilk kurbanları» başlığındaki sonsuz hayat kazancını, bu ölçülerin kıyas çizgileri içinden

süzünüz.

İLK ªEHİT

Ezellerin ve ebetlerin dinine karşı ilk zulüm, asla gayesine varamamak nasibi içinde, Allah'ın

Sevgilisini hedef tutar. Kuduz küfür kaplanları edasındaki Kureyş müşrikleri, kendi hesaplarına işin

şakaya gelir tarafı kal¬madığını anlayınca, Varlığın Tacına her türlü hakaret ve cefa şekillerini

denemeye kalktılar. Yüzü suyu hürmetine kâinat yaratılan ebediyet müjdecisinin geçtiği yollarda,

bir setin üstüne çökmüşler, baykuş kafalarını birbirine da¬yamışlar, ellerini Nur Heykeline doğru

uzatıp:

ݺte diyorlar, bize gökten haber getirdiğini iddia eden Abdülmüttalip soyundan garip adam!

Kâhin, şâir, sihirbaz, mecnun; ulvî memuriyetini düşürmek için başından aşağı yağdırmadıkları

vasıf yok... Kâbede ve namazda, âlemlerin temeli sırtına, yeni kesilmiş bir devenin işkembesini

koyuyorlar ve O bütün yaratılmışların efendisi, başı secdede, o vaziyette kıpırda¬madan bekliyor.

Kapısının önünde, yere gömülmüş, teste¬re dişleri gibi sipsivri taşlar ve dikenler...

Her türlü mazlumluk seviyesi üstündeki Resuller

77

76

Resulüne edilmek istenen zulümler, İslâmın ilk devirle¬rinde «Müslümanım!» diyenlere, hususiyle

zayıf ve mü¬dafaasızlara neler yapılabileceğini göstermek bakımından ancak bir havanın tespiti

için...

Kureyşin, en kuvvetliler himayesinde en soylu ço¬cuğuna bunlar yapılırsa, bilhassa, fakirler,

kimsesizler, mustaripler, bedbahtlar, esirler ve gençler kadrosu, yani saffet sınıfı mensuplarından

ibaret müslümanlara neler yapılmaz?

Allahtan:

«—Sana emredileni açığa vur!» Emri gelir gelmez, küfür de bütün vasıtalariyle zul¬münü, açılan

bir ejderha ağzı gibi meydana çıkardı.

Büyük sahabi, ilk müslümanlardan, gür sesli ileri¬de Peygamber müezzini Bilâl Habeşi'yi, köle

oluşundan faydalanarak yakalıyorlar. Boynunda ip, Mekke çocukla¬rının elinde, dağdan indirilmiş

bir canavar gibi sokak so¬kak gezdiriyorlar. Öyle sürüklüyorlar ki, boynunu ip ke¬siyor, bağrını

kan buruyor. Ona sesleniyorlar:

«— Tanrılarımızı kabul et, onları doğrula!» Yalnız ve her ân şu cevabı veriyor: «— Allah bir...

Allah bir...» Biraz sonra şanlı sahabî Bilâl, koşa koşa yetişen Hazreti Ebubekir'in kendisini

satınalması ve azat etme¬siyle kurtulacaktır.

Arslan dişlerinden daha fena ısıran kavurucu güneş altında kumlara çırçıplak ve arka üstü yatınp

karınlarına küçük değirmen taşları koydukları müslümanlarm, aynı teklife cevapları:

«— Allah bir...»

78

En azılı islâm düşmanı bir İtalyan muharririnin -Leone Rutano - bu devir hakkında görüşü

nek yoku;.^' *""* * "Imb «* ^ bile dö-

t r A,Sl1 hâlm' bu itiraftan sonra bizzat kendisi

Islama döneceği yerde hangi kuvvetle düşmanlıkta de

vam ettıg! ve nasıl olup da mucizeyi görmediği soruLaSı

gereken nasipsiz muharrire karşı! sorulması

Bir cariyeyi, değneklerini yüzüne çarparak öyle kamçıladılar ki, gözleri görmez oldu.

—Sefil müslüman, dediler; bize dön ve kurtul!

—Hayır, diye cevap verdi; ben kurtulmuşum,

müslamamm.

—Gördün mü dediler; Tanrılarımız gözlerini nasıl

kör etti!

—Asla, diye cevap verdi, gözlerimi perdeleyen

Alah'tır, açacak olan da O...

Ve sabreden, çilesini dolduran müslüman cariye¬nin gözleri açıldı.

İlk şehit, ihtiyar bir kadın.. Ammâr bin-i Yâser'in annesi.. Kadını tepeden tırnağa dövdüler. Ebucehl

kadı¬nın başına bir de harbi çaldı ve kurbanını, cansız yere yığdı.

İslâmın ilk şehidi mübarek ihtiyar kadın, bembe¬yaz saçları hamam lifi gibi kan dolu, dudakları

ebediyet âleminden aldığı selâma karşı gülümsemeli, kâfirlerin ayaklan dibinde yatıyor.

Müslüman anne, küfür reislerinin karşısına çıkıp, en taşkın cezbe sesiyle haykırmıştı:

79

ı,

— Müslümanım! Hamdolsun! Murdarlığınızdan uzağım! Hamdolsun! Müslüman öleceğim!

Hamdolsun!

ªEHİTLERİN EFENDDSD

Peygamber emrini tutmamanın neticesi olan Uhut Cengi imtihanı, şunlara mal oldu: Kargaşalık

ânında Var¬lığın Nuru üzerine yağdırılan taşlar ve tulgasma indirilen bir kılıç... Allah Resulünün

alnında, yanağında ve alt du¬dağında birer yara.. Nur dizisi dişlerinden biri kırık... Tulgasmın

zincirinden kopan iki demir halka yanağına gömülü... 70 şehit; ve aralarında, öldürülüş tarzı

bakı¬mından en ileri küfür zulmüne hedef bir kahraman... Peygamber amcası, pehlivan ve arslan

Hamza.. Şehitlerin efendisi O'dur.

Mekke fethine kadar küfür saflarında kalan, Emevîler soyunun büyüğü Ebusufyan ve karısı Hind, o

sıralarda İslâmın en taşkın düşmanlarından.. Hele Hind, hele Hind!.. Hind'in olanca derdi, tasası,

Kâinatın Efendi¬sini koruyanları bir bir ortadan kaldırmak.. Bunun için bir tertip ve bir insan

bulabilmek...

Habeşli köle Vahşi'yi buldu:

—Tanrılarımıza dil uzatan Peygamberlik iddiasın¬

daki adamın koruyucusu ve amcası Hamza'yı öldürebilir

misin?

—Öldürürüm!

—Öldürürsen azat edilirsin!

—Öldürürüm!

—Ayrıca, sana vermeyeceğim kalmaz! Hazinele¬

rim senin!

—Öldürürüm!

Vahşi, Habeş illerinden gelme biridir ve oraların

jetince, uzaktan çok iyi silâh atar. 40-50 adım öteden at-Tığı bıçak ve mızraktan kuş bile kaçamaz.

ݺte bu Vahşi; ileride imana gelir gelmez hemen bağışlanacak, Sahabîler dizisine girecek, dizinin en

so¬nunda da kalsa İslâmın ulviliğine en parlak misâllerden birine şahsiyle erecek olan bu Vahşi,

âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin en ateşli ve en kuvvetli muhafızlarından, amcası,

arslan ve pehlivan Hamza'yı öl¬dürmek vazifesini üzerine aldı. Gözlediği fırsat Uhud Çenginde

ayağına geldi.

Ortalık toz duman içinde, herşey allak bullak, göz gözü görmez bir anda, elinde mızrağı, bir taşın

arkasına saklanıp, arslam bekleyen ödlek ve sinsi bir avcı gibi Hamza'yı kollamaya başladı. Hamza,

elinde kılıcı, cenk meydanında döne döne, kâfirleri doğraya doğraya taşın önüne kadar geldi.

Vahşi'ye mesafesi pek yakın... Vahşi, mızrağını fırlattı ve Peygamber amcası arslan ve pehlivan

Hamza'nın kalbine gömdü. Tek başına kâfirleri püskürte püskürte hamle eden Hamza'nın elinden

kılıç düştü, Hamza yere yığıldı.

Allahın imtihan cilvesi olarak İslâm Ordusundaki karışıklık küfür saflarına güven verip Kureyşliler

ileriye atılınca, Hind, peşinde bir sürü çığırtkan kadın, koşa koşa yetişti. Hamza'nın naaşı başına

çömeldi. Hind, Hamza'yı, göğsünde Vahşi'nin mızrağı, can vermiş görünce, keyfin¬den bir zafer

çığlığı kopardı ve yanındakilere haykırdı:

— Çabuk, bana bir hançer!

Hind bu hançerle, Peygamber amcası büyük Şe-hid'in karnını ve göğsünü yardı, ciğerlerini çıkardı

ve bir parçasını kesip, kudurmuşçasına ağzında çiğnemeye baş¬ladı. Yutamadı, daha fazla

çiğneyemedi ve tükürdü.

Güneş, o âna kadar mislini görmediği böyle bir ci-I nayete karşı, gözlerine siyah perde çekmeleri

için bulatla-I ra yalvara dursun...

80

81

Hind, üzerindeki bütün mücevherleri söküp, Mek¬ke'de bir o kadar da altın vereceği vaadiyle

Vahşi'nin ayaklarına attı.

Medine'ye döndükten sonra tekrar cenk meydanına giden Allanın Resulü, Uhut şehitlerinin ve

amcalarının tüyler ürpertici manzarasına bakıp buyurdular:

«— Bunların Allah yolunda can verdiklerine ben şa¬hidim! Allah yolunda yara alanlar, Kıyamet

gününde me¬zarlarından o türlü kalkacaklardır ki, yaralarından kan boşanacak, kanları al renkli ve

misk kokulu olacak...»

«—Yârab, bana şehitlik nasip et! Öyle ki, düşman¬ların, senin düşmanların, Resulünün düşmanları,

benim burnumu ve kulaklarımı kessinler; ve sen beni huzuruna alıp sor: Nerede bumun ve

kulakların?.. Ben de şöyle ce¬vap vereyim: Onlar, senin ve Resulün uğrunda kesildi. Kâfirlerin

eliyle...»

Allahın sevgilisi, Medinede, cenge hazırlanırken yana yakıla böyle dua eden bir Sahabîyi, aynı

vaziyette buldular. Noktası noktasına duası kabul edilen sahabî...

HABDB VE ARKADAŞLARI

Habib, vecd ve aşk timsali genç bir Sahabi... Aşk uğrunda, başta canı, vermiyeceği yok... Her

büyük aşkın, sonunda kanla imtihan edilmesi gibi de, şerefli üstü şeref¬li bir nasibe malik...

Uhut cengi sıralarında, iki oymak birleşip, Allah'ın Resulüne tuzak kurmak istediler.

Medine'ye aralarından elçiler gönderdiler. Elçiler insanoğlunun en büyük huzuruna çıktı; başlarını

göğüsle¬rine eğdiler ve samimî insanlara mahsus bir tavır takınıp rica ettiler:

—Ey Allah'ın Resulü! Aramızda birkaç müslüman

var... Fakat bunlar dini öğretmek için yetersiz... Bize bir

talim heyeti gönder de herkese dini anlatsın, öğretsin ve

oymaklarımız baştan başa Müslüman olsun...

Allah'ın Resulü, Asım Bin-i Sabit'in reisliğinde bu samimî kılıklı insanlara altı kişilik bir heyet

kattı. Arala¬rında, vecd ve aşk timsali, genç sahabî Habib...

Hep beraber Medine'den çıkıldı. Issız bir noktada, iki oymağın elçileri birdenbire Sahabilerin

üstüne çullan¬dılar ve en kaba sövmelerle onları dövmeye koyuldular:

—Bize inandınız ha! Maksadımız sizi tuzağa dü¬

şürmekti. Nasıl olup da anlamadınız? Katlanın şimdi ba¬

şınıza geleceklere!

Ve Sahabîlere, yapmadıkları işkence bırakmadılar.

Sahabiler haykırarak etraftan imdat istedi. Fakat ıs¬sız yerin kayalarından sesleri dönüp geriye

geldi. Bu hal işkenceyi büsbütün azdırdı. Bir an, aralarından birisinin fırlamasiyle öbürleri de

kafirlerin elinden sıyrıldı. Hep beraber koştular, yakındaki sivri bir kayanın üstüne can attılar. Altısı

da, hançer gibi sipsivri kayanın tepesinde...

Hainler, kayanın etrafını sarıp yukarıya bağırdılar:

İnin oradan, canınızı bağışlayalım! Söz veriyo-

ruz!

Reisleri Asım Bin-i Sabit, tepeden cevap verdi:

— Kâfirlerin ahdına inanılmaz! İnmeyeceğiz!

Ve ellerini açıp dua etti:

«— Yârabbi, halimizi Resulüne bildir!»

Asım'ı, elleri açık dua ederken okla şehit ettiler.

82

83

Kâfire inanıp kayadan inenleri de iple bağladılar ve Mek¬ke'ye götürdüler.

Aralarında, vecd ve aşk timsali; genç Sahabî Ha-bib...

Mekke'de onları çarşı çarşı dolaştırdılar:

— Bunlar Müslümanlar! Esir diye satıyoruz! Yok mu satın alacak?..

Sattılar.

Bu noktada, küfür mantığının ayrıca hazırlayacağı herhangi bir tuzağa düşmeye yer yoktur. Yalın

kafalı küfür sorabilir:

—Mademki Peygamberdi, niçin tuzağı evvelden

keşfedemedi?

Küfür aklının yarasa gözlerine gözlerinizi dikerek dersiniz ki:

—Peygamber doğrudan doğruya gaibi bilen değil,

ancak Allah'ın bildirdiğini ve bildirdiği kadariyle bilen¬

dir. Bu kadarı da ancak «bildir!» şmriyle açığa vurulabi¬

lir. Peygamberlerin bilmediği olduğu gibi, İlâhi sır icabı,

bildirmediği de vardır. Peygamber, kürenin gündüz mın-

tıkasındayken gece tarafındaki karıncayı görebilir de, ya¬

nı başındaki adamı görmeyebilir. Hep, ilâhî irade, kader

cilvesini saran hikmet... Bu hikmet (mekanik) hesapların

çerçevesine sığmaz.

Habîb'i öldürecekleri meydana götürdüler. Etrafın¬da bir sürü müşrik... Hakaret eden edene... O,

aşk timsali, kurban örneği Habib, manzaraya gülümseyerek bakıyor. Kalabalık içinde, gururlu reis

Ebusüfyan da var... Gözleri hayretle fırlamış, iman nuru içinde pırıl pırıl ışıldayan bu yüzün

mânasını çözmeye çalışıyor.

Cellât yaklaştı.

— Bir lâhza, diye mırıldandı, Habib; bir lâhza!.

goynuma kılıç inmeden iki rekât namaz kılayım. İzin ve¬rir misiniz?

Bırakıyorlar. Müşriklerin homurtuları, uğultuları cinde, Habib, halvet odasındaymış gibi huzura

bürülü, '--nazını tamamlıyor:

—Buyurun! Hazırım!

Hayret müthiş, homurtular, vızıltılar taşlan:

—Vurun kellesini! Bekletmeyin! Bu halini görme-

im.

Tek kelime söylemeksizin, insanı zaptedici bir tes¬limiyet belirten hali o kadar dokunaklı ki,

Habibe dayana¬mayıp soruyorlar:

Şimdi senin yerinde Peygamberin olsaydı da,

seni bırakıp, O'nu öldürseydik razı olur muydun?

Ve cevabı beklemeden yetiştiriyorlar:

—Ama doğrusunu söyle yemin ederek söyle, gön¬

lünden koptuğu gibi söyle!

Habib, gökleri aydınlatan yüzünü kâfirlere çeviri¬yor ve heceler dudaklarından tane tane

dökülerek:

—Dinleyin, diyor, iyi dinleyin! Size âlemlerin

Rabbi Allah üzere yemin ederek söylüyorum ki, sevgilisi¬

nin ayağına küçücük bir diken batmaktansa, ben, hayatı¬

mı vermeyi, gün ışığından ve gün yüzlü çocuklarımdan

mahrum kalmayı tercih ederim!

Gulgule göklere çıkıyor. Ebusüfyan herkesi sustu¬rup haykırıyor:

—Ben bu dünyada, O'nu Sahabîlerinin sevdiği gi¬

bi insan sevebilen tek kişi görmedim!

Habib'in mermerden yontulmuş gibi berrak ve mevzun boynuna kılıç iniyor, Habib gülümsiyerek

ölü¬yor; öldükten sonra da, gövdesinden ayrılan başı gülüm-semekte devam ediyor.

84

85

(IV)

PEYGAMBER TORUNU İKİ ªEHİT

HAZRET-D HASAN

Kâinatin Efendisi hakkında, erkek çocuklarının ya¬şamaması yüzünden müşrikler «ebter —nesli

kesik» de¬mişlerdi. Cevabı, «Kevser» Sûresinde Allah verdi:

«— Sana ebter diyenlerdir ki, öyle olacaklardır!»

Asıl onların nesli kesilecek, Allah Resulününki ise, millet millet, bütün yeryüzünü saracak ve her

devirde kurtarıcılık bayrağını taşıyacak...

Öyle oldu. Nur kuşağı, Allah Resulünün nesli, kızı incelik kaynağı Fatıma ve amcasının oğlu

derinlik men-baı Ali'den, Hasan ve Hüseyin isimli iki Peygamber toru-niyle, mânada ve maddede

kol kol bütün insanlığı kucak¬ladı.

«Kevser» Sûresinin müjdelediği Nur Nesline baş olmaya memur, mukaddes emanetin sn" cevherini

kanında eritmiş, iki şanlı kolbaşı, Peygamber torunları Hasan ve

87

Hüseyin... Ve yeryüzünün, iç fitneye kurban, en büyük iki şehidi...

Başında kadınlık ismet ve zarafetinin en parlak tacı Fatıma, loğusa yatağında... Yanında

yavrucağı... Kapı vu¬ruluyor. Gelen, Allah'ın Sevgilisidir.

Allah'ın Sevgilisi, yavruyu kucaklarına alıyorlar ve kulağma ezan okuyorlar: Allah en büyük, Allah

en bü¬yük...

Yedinci günü tekrar gelip yavrunun saçlarını kesti¬riyorlar ve ağırlığınca altını sadaka ediyorlar.

«Akîka» kurbanı da kesilip fukaraya dağıtıldıktan sonra, damatla¬rına soruyorlar:

«— Oğluma ne ad verdiniz?» «— Henüz bir ad veremedik, ey Allah'ın Resulü!.. Harp, yahut Cafer

isimlerinden birini düşünüyorum ama adlandırmak size ait.»

Gaye - İnsan ve Ufuk - Peygamber, buyuruyorlar: «— Adı El-Hasen olsun!»

Bir başka bildirişe göre, Hazret-i Ali yavrusunu, Harp, yahut Cafer diye isimlendirmek istediğini

Allahın Resulüne bildirince Vahiy Meleği inmiş ve Alemin Fahri¬ne:

«— Ey Allahın Resulü, demiş; Ali'nin seninle alakkası, Harun'un Musa'ya nisbeti gibidir. Sen de

Ali'nin oğlunu, Harun'un çocuğuna verdiği adla isimlen¬dir.»

Ve Süryâni dilindeki ismin Arapça karşılığı, Nur neslinin yürütücüsü yavruya takılmış... El-Hasen,

güzel¬lik ve iyilik vasfının ismi...

Araplarda bu adla ilk isimlendirilen o...

Allah'ın Resulünün, mukaddes sırtlarına bindirip lyerde emekliyerek gezdirdiği torun...

Bürâ diyor ki:

«-i- Ben, Allah'ın Resulünü, mübarek sırtlarında Hasan'ı gezdirirken gördüm. Şöyle diyorlardı.

Yârabbi, ben Hasan'ı severim; sen de onu sev!»

Sık evlendi ve sık boşandı. Bir iddiaya göre dok¬san kere...

Bu mevzuda yapılan bir dedikoduya, kızı istenen

bir büyüğün cevabı:

«— Yüz kızım olsa da Hasan her defa birini alıp öbürünü boşasa, sonuncusuna kadar hepsini

verirdim.»

Sekizi erkek ve ikisi kız, on evlâdı yaşadı.

Misilsiz bir züht ve takva... Yanında birçok at ve deve varken yirmibeş kere yaya hac...

Sordular:

— Beraberinde bunca binek olduğu halde, bu ka¬dar uzaklardan yaya gelmenin mânası nedir?

Dedi.

«— Ben Şerefli Evin yolunu yaya yürüyemiyecek olursam, Allah'ın huzurunda duramıyacak kadar

hayaya düşerim.»

O kadar güzel, tatlı, çekici, büyüleyici bir konuş¬ması vardı ki, insan onu dinlerken kendisinde,

kendisin¬den hiçbir şey kalmadığım hisseder ve hemen teslim olur¬du.

Umeyr bin-i İshak:

«— Ömrümce kimseye rastlamadım ki, kelâmı ba-

88

89

na sükûtundan faziletli görünmüş olsun. Yalnız Hasan bin-i Ali konuşurken o hale düşerdim ki,

onun asla sus¬mamasını ve hep konuşmasını isterdim.»

Aşırı hilim sahibi, son haddiyle yumuşak... Haya¬tında kimseye sert muamele etmedi ve öfke yüzü

göster¬medi.

Her mikyasın üstünde cömert... İhsan edince yüz-bin dirhemden eksik vermezdi. İki kere, tek

dirhem kal¬mamacasına, bütün varını muhtaçlara dağıttı.

Bir gün karşısına bir adam çıktı:

—Vaktiyle pek zengindim, şimdi çok düşkünüm!

Buna göre yardımını istiyorum!..

Şu cevabı aldı:

«— İsteğin, isteğindeki ölçü, benim sana vermeyi düşündüğüme göre fazla değil.. Şu var ki, seni,

lâyık ol¬duğun derecede ağırlamaktan âciz kalırsam üzülürüm!»

Ve Peygamber torunu, bütün parasının getirilmesi¬ni emretti. Getirdiler... Tam elîibin dirhem...

Getirene sordu:

«— Geçenlerde sana saklanmak üzere bir para ver¬miştim. O nerede?»

—Evet, o da ellibin dirhem... Saklı...

—Onu da getirin!

Peygamber torunu, saklattığiyle beraber yüzbin dirhemi, dünkü zengin, bugünkü fakir ve yarınki

çok bü¬yük zengine ihsan etti.

Bir şiirinden:

« Sen yaratıktan, Yaratıcı ile müstağni ol!

« Ki, yalandan doğru ile müstağni kalasın.

« Rızkını Allah'ın fazlından bekle!

« Bil ki, Ondan gayri rızklandırıcı yoktur!

« Kul kulu zengin edebilir sanan

« Rahmanın gücünü tanımayandır.»

Hazret-i Hasan, Hicretin kırkıncı senesi Ramaza¬nında -19 Ramazan Pazar günü- Halife... O güne

kadar dört büyük halifenin idareleri süresince en derin züht ha¬yatını yaşayan ve dünya

nailiyetlerine hiçbir değer ver¬meyen Peygamber torunu, otuzyedi yaşında reisliğe gel¬diği ân,

ruhî ve siyasî şartların en nazikleriyle karşı karşı¬ya... Horasan'dan Mısır'a, Suriye'den Yemen'e, iki

çap¬raz hat arası büyük bir dünya parçasını kaplayıcı İslâm ülkesi, Müminlerin Emirliği makamı

etrafında hazin bir çekişmeye şahit... Peygamber Evinin timsali, Peygambere mahsus ilim şehrinin

kapısı, İlahî visal sırrının Hazret-i Ebubekir'den sonra ikinci emanetçisi, her vasıf üstü bü¬yük

Hazret-i Ali ile, yine üstün sahabîlerden, Arabın dâhilerinden, İslâm İmparatorluğunun

Okyanuslara at sü¬ren kumandanlarını yetiştirmiş kurucularından Hazret-i Muaviye arasındaki

anlaşmazlık ve malûm neticeleri...

İslâm tarihinin büyük ukdesi olan bu meselede ger¬çek ve derin mümine düşen görüş, Hazret-i Ali

ile Mua¬viye arasındaki anlaşmazlığı bir içtihat ihtilâfından ibaret bilmek, bu anlaşmazlığın başka

şahıslar üzerindeki ihtilâflarından doğmuş olarak iki Peygamber torununa edilen korkunç

kastlardan Muaviye'yi münezzeh tutmak ve ebedî sorumluluğu, bu anlayış ayrılığının nefsânî

istis¬marcılarına yüklemektir.

Asırlardan, ham ve kaba softalık müessesesinin şu veya bu tarafa çekerek müzminleştirdiği; sonsuz

bir vecd içinde küfre karşı birlik kuracağı ve işi tâ ruhundan alaca¬ğı yerde yalnız bundan ibaret

bıraktığı ve hem İslâm birli¬ğini, hem de dâva bütününü parçalayıp ufaladığı mes'ele

90

91

üzerindeki hüküm bu kadardır! Hazret-i Ali sahabîlerin'in en büyüklerinden, Muaviye de

büyüklerin-dendir; Ali mutlaka haklı, Muaviye ise haksız değildir; ve güneş doğup battıkça

ufukların hicap kızartısı geçmiye-cek olan Peygamber torunlarına ait cinayette Muaviye masumdur.

Şu vakıayı az insan bilir:

Bir gün Allah'ın Resulü, vahiy kâtiplerinden Mua-viye'ye buyurdular:

—Bir gün gelecek ki, senin çocukların, benim to¬

runlarıma en büyük zulmü edecekler!

Muaviye yıldırımla vurulmuşa döndü:

—Aman, ey Allah'ın Resulü, ne diyorsunuz! îzin

verin, hepsini öldüreyim, neslimi kurutayım!»

Allah'ın Resulü gülümsediler:

—Hayır, yâ Muaviye, bunu yapâmazsm! Takdir

neyse o olur!

işin hikmetini anlayanlarsa pek az oldu.

Hazret-i Hasan halifelik makamında Yemen, Hi¬caz, Küfe, Irak, Horasan havzaları kendisine bağlı

olduğu halde, ancak altı ay, altı gün kalabildi.

Biraz önce belirttiğim anlaşmazlık yüzünden, Hali¬feye bağlılık dışı kalan sahaların merkezi Şam..

Hazret-i Hasan Şam Valisinin altmış binlik bir orduyla Irak'ı eline geçirmek üzere hareket ettiğini

haber alınca, o da ordusu¬nu toplayıp yola çıktı. Ağır bir yürüyüşle Müdayine vardı ve ordusuna

istirahat verdi. Orada birkaç gün dinlenme¬den sonra, başkaldıranların üzerine gidilecek... Hazret-i

Hasan bu şurada, gece ve gündüz, yorgun ve uykusuz hep düşündü: Taraflar müslüman...

Çarpışırlarsa oluklar gibi müslüman kanı akacak... Taraflardan hiçbiri karşısındaki-

ni kırıp ezmeden muradına ermiyecek... Müslümanlar arası ilk büyük ve kanlı boğuşma, kendi

zamanında çık¬mış olacak... Buna razı olamaz; fanî bir dünya ve makam dâvası için, ne kadar haklı

olursa olsun, böyle bir bölünü¬şe ve bölümler arası birbirini yeme ihtirasına yol açamaz.

Karşı tarafa elçiler gönderdi ve bazı şartlar altında sulha razı olarak Halifelik makamını bıraktı.

Oradan Küfe'ye ve kısa bir dinlenmeden sonra Medine'ye dönüş... Bundan ileriye yaşadığı dokuz

buçuk yıl içinde Hazret-i Hasan, adım başında, en hain pusula¬rın kurbanlık hedefi... Her şeyi

bıraktığı ve perdenin öte¬sindeki âlemden başka hiçbir hasret çekmediği halde, Peygamber Evinin

büyük oğlu olması gibi bir sıfat, hain-lerce, yaşamasına engel... Şurada, burada, sadık,

yakınla¬rından otuz kırk şahsiyet birer bahaneyle öldürülmüştür; asıl gaye kendisini öldürmektir ve

ölüm dairesi ona doğru genişletilmektedir.

Hazret-i Hasan bu işaretlerden ürktü ve kendisini selâmette hissetmek için doğrudan doğruya

tehlikenin idare merkezine, Şam'a gitti. Bir zaman da orada kaldı. Oradan aziz dostu Saad-ül-

Muslî'nin vali bulunduğu Mu¬sul'a... Şam'da göz göre göre bir harekete girişmeyen hi-yanet,

hemen Musul'a yetişti. Musul valisinin haberi ol¬mayan bir ziyarette, Peygamber torununun

suyuna ve ye¬meğine zehir karıştırdılar. Hasan günlerce acılar içinde kıvrandı, fakat iyi oldu.

Baktılar ki, olmuyor; daha tesirli bir zehir tertiple¬meyi düşündüler. Yeni zehiri, bir şişe içinde,

nasıl kulla¬nılacağını gösteren bir mektupla beraber Musul'a gönder¬diler. Hiyanet ve cinayet

emanetlerini taşıyan adamı, yol¬da, vahşi hayvanlar parçaladı. Oradan geçen biri, parça¬lanmış

cesedin yanında şişeyi ve mektubu buldu ve Haz¬ret-i Hasan'a götürüp teslim etti. Peygamber

torunu, ter-tıpçiyi bu mektuptan öğrenmişken, mahcup olmasın diye

92

93

suçlandırmaktan çekindi ve kimseye bir şey söylemedi. Fakat nasılsa işi öğrenen Musul Valisi

Saad, haini yakala¬tıp boynunu vurdurdu.

Hazret-i Hasan gün yüzünü kendisine çok gören bu hallerden son derece mahzun, Medine'ye geçti.

Orada da iki defa zehirleme teşebbüsü... Bu defa teşebbüs, bütün kadınlık ve zevcelik ocağını

yıkarcasma sarsacak şekilde, nikâhlısı Câde tarafından idare ediliyor. Hiyanet şebeke¬si,

Peygamber torununun evine kadar sızmıştır.

Peygamber kanı taşıyan îlahî vecd ve ebedî tesli¬miyetin büyük mümessili, zevcesine hiçbir şey

söyleme¬di; kıvrandırıcı ıstıraplar içinde büyük babası Peygamber¬ler Peygamberinin Ravzasına

gidip ağladı, Ravzanın par¬maklarına yapışıp dua etti. Allah'tan şifa istedi ve yine

kurtuldu.

Medine'de de kalınamaz! Yine Musul!.. Bir gün Musul çarşısında bir köşede duruyor. Elin¬de

sopası, iki gözü kör bir bedbaht, kendisine doğru gel¬mekte... Ortalığı simsiyah gören bu âmâ, ne

türlü bir ta¬lim ve terbiye altında yetiştirilmiş olacak ki, doğru ona yanaştı ve sopasının sivri uciyle

Hazret-i Hasan'in ayağı¬nı yaraladı. Peşinden af dileyip gitti. Fakat âmânın sivri uçlu sopası

zehirli... Hazret-i Hasan yatağa düştü, ayakla¬rı davul gibi şişti. Uzun bir tedavi ve yine şifa..

Musul'da da oturulmuyor! Tekrar Medine; Peygamber beldesi... Bu defa zevcesi Câde'nin evine

inmedi ve kızkardeşine mi¬safir oldu.

Fakat kalbi mühürlü kadın fırsat kollamakta..

Câde, günlerce Hazret-i Hasan'ı uzaktan takip etti.

Bir Cuma gecesi, Câde, avucunda küçük bir kutu, Medine sokaklarında gölgesini yılan gibi

kaydırarak, ko¬casının yattığı hücrenin önüne geldi. Herkes uykuda, bü¬tün Medine sessiz.. Câde,

hücrenin alçak perceresindeki su testisini aldı ve elindeki kutudan oraya beyaz bir toz

I

boşalttı. Bu içenin ciğerini yakacak ve midesini parçala¬yacak olan, un haline getirilmiş elmas

kırıntılarıdır.

Müminlerin imamı, biraz sonra uyanıp elini testiye attı ve suyu dikti. İçinde, yürek kavurucu bir

acı.. Yüzü

( yemyeşil-

Hazret-i Hüseyn'e haber koşturuldu. Hazret-i Hasan'ın başı, kardeşinin kucağında: «— Söyle, bu işi

sana kim yaptı?» «— A benim kardeşim, benim bildiğimi sen de bi¬lirsin! Bana açık olan sana

kapalı değildir. Fakat bize dü¬şen sabır ve teslimiyettir.»

Hazret-i Hasan, kendisinin açtığı şu küçük başlan¬gıçtan sonra, dünyanın ve tarihin en büyük

mazlum ve şe¬hidi olmaya namzet kardeşine vasiyetler etti. Bir aralık sarsılır ve ürker gibi oldu; ve

Hazret-i Hüseyin'in ölümü sakin ve telâşsız karşılamak gerektiği yolundaki ihtarına şu cevabı verdi:

«— Nasıl telaşlanmam? Şu anda Allah'ın , bir ben¬zerini dünyada göstermediği heybetli emrine

giriyorum! Bu günedek mislini görmediğim birtakım mahlûkları da görüyorum! Nasıl

telâşlanmam?"

Ve arka üstü uzandı; hece hece, her hece ve keli¬menin arası açık, Şahadet Kelimesini getirdi:

«— Şahadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yok¬tur; ve şehadet ederim ki (M....) onun kulu ve

resulüdür»

Ve ötelere açılan gözlerini bu fanilik perdesine Imdu.

Hicrî 50 nci yıl, 5 Rebiülevvel... 47 yaşında...

Zehirlenmesinden biraz evvel rüyada, «Dhlâs» Sûresinin ilk âyetini alnına yazılı görmüştü.

Rüyayı anlattıkları derin bir müslüman demişti ki:

95

94

I fil

«—Eğer rüyası sadıksa ölüm şerbetini içmesine pek az kaldı demektir.»

Sözü:

«—Allah'ın dileğine bağlanan kişi, nefsi için, Al¬lah'ın seçtiği halden başkasını istemez.»

Ebu Hüreyre'den Hadîs meali:

«—AUahım; ben Hasan'i severim, onu seveni de se¬verim.»

Bütün bunlara rağmen, Peygamber torunlarına edi¬len zulüm bahsinde Hasan'ın vaziyeti, bir kibrit

çöpü ate¬şinden ibaret kalır. Hüseyn'inki ise alevleri Arş'ı saran ve beşerin hayatında tek kalan bir

yangın... Kibrit onda par¬ladı; yangın Hüseyinde çıktı ve kâinat yandı.

HAZRET-D HÜSEYN

Hicretin dördüncü yılında (Şabanın 5'inci Salı gü¬nü) Peygamber beldesinde kulaktan kulağa bir

müjde fı¬sıltısı:

— Allah Resulünün ikinci torunu, Allah'ın arslanı Ali'nin ikinci oğlu dünyaya geldi!

Hasan ile arasında bir yıl bile yok...

56 sene, 5 ay, 5 gün yaşadı ve Hicrî 61'inci yılın 10 Muharrem Cuma günü, Kerbelâda, hiçbir masal

ve destanın ve hiçbir hakikat ifadesinin kaydetmediği şekil¬de, İslâm tahassüsünün baş ıstırap

kutbu olarak öldürül¬dü.

İsmini alışı, kardeşininki gibi..

«— Onu da, Harun Peygamberin ikinci oğluna ait ismimle adlandırınız!»

Ve yavruyu, bu İbranî ismin Arapçadaki karşılığı olan «Hüseyn» ile adlandırıyorlar.

Göğsünden ayaklarına kadar, vücutça Kâinatın Efendisine tam benzerlik...

İlimde, ibadette, ahlâkta, şecaatte üstün...

Birçok yaya hac, sık sık oruç ve başını secdeden Idırmamacasına namaz...

Hayatında dört kere evlendi. Zevceleri, Leylâ, Üm-mü Veled, Ümmü İshak, Rübap...Ümmü Veled,

İran sul¬tanının kızı... İran'ın fethinde müslümanların eline esir düşüyor; ve misilsiz soyluluk ve

güzelliğiyle, Halifeler Halifesi Ömer tarafından Hazret-i Hüseyn'e lâyık görülü¬yor.

İkisi erkek, ikisi kız, dört evlât: Ali-yül-Ekber (Bü¬yük Ali), Ali-yül-Asgar (Küçük Ali), Fatıma,

Sekîne... Sırasiyle, her çocuk bir anneden...

Erkek çocuklarından, cinsinin güzellik örneği, Al¬lah Resulünün simada ve seste benzeri Ali

(Ekber), 28 yaşlarındayken Kerbelâ'da kendisiyle beraber şehit edil¬di. Ondan sonra Nur Neslinin

Hüseynî kolu, bir ismi de «Zeynelâbidin» olan Ali (Asgar)dan geldi. Bir rivayet, Hazret-i

Hüseyn'in, isimleri Ali olan oğullarını üçe çıka¬rıyor ve Kerbelâ'dan sonra hayatta kalan

Zeynelâbidin Hazretlerini, ortanca Ali kabul ediyor. Her ne şekilde olursa olsun İmam-ı

Zeynelâbidin, Hüseyn'e bağlı Nur

96

97

Neslinin biricik devam ettiricisi ve en üstün faziletlerin yumağı...

Abdest alırken yüzü sapsarı kesilir ve niçin sa¬rardığını soranlara:

«— Nasıl sararmayayım, derdi; kimin huzurunda olduğumu bilmiyor musunuz?»

24 saatte 1000 rekât namaz... ݺte bu Zeynelâbidin!.

Bir gün kendisine dil uzatan bir insanı görmezlik¬ten gelince, yüzsüz adam:

—Görmüyor musun, dedi; seni kastediyorum! Sa¬na sövüyorum!

Ve Zeynelâbidin'den şu cevabı aldı: — ݺte bunun için görmüyorum ya!. Büyük Arap şairi

Ferzadak, Zeynelâbidin'in cö¬mertliğini şöyle belirtir:

«—Şehadet kelimesinden başka hiçbir yerde yok demiyen insan...»

ݺte bu Zeynelâbidin!...

«— Başına gelenlerden mahlûklara sızlanma! Zira merhametliyi merhametsize şikâyet etmiş

olursun!» Diyen Zeynelâbidin...

Peygamber torunu Hüseyn'in , kendisine lâyık oğ¬lu...

Hazret-i Hüseyn, zevcesi Rübap ile, ondan kızı Se-kineyi çok severdi.

Bir beyti:

«Ben zevcem Rübap ile kızım Sekine'nin

Oturdukları evi bile severim...»

Hazret-i Hasan bahsinde belirttiğimiz büyük ukde¬nin kördüğüm safhası, Muaviye'nin ölümüyle

beraber Hazret-i'Hüseyn zamanında açıldı. Müminlerin Emîri

azt-i Ali ile Şam Valisi Muaviye arasında başlayan nlaşmazlık, Muaviye'ninkilerden başka

istismarcı eller¬de Peygamber torunu Hasan'ı zehirler ve işe şeytanî bir "istikamet vermeye

bakarken, Muaviye'nin ölümü dâvayı büsbütün şeytan emrine verdi ve hicrî birinci, milâdi ye¬dinci

asır çerçevesinde topyekûn zaman ve mekânın en büyük faciasına yol açtı.

Hazret-i Hasan'm zehirlenmesinden beri 10 yıl, bilmem ne kadar ay geçmiş ve Muaviye Halifelik

maka¬mını muazzam bir devlet tahtı haline getirmiştir. İslâm büyük denizlere çıkmış, İslâmî şevket

her tarafı tutmuş¬tur.

Hazret-i Hüseyn, Medine'de, gözü bütün dünya ni¬metlerinden uzak, içine kapanık, yakınları

arasında yaşı¬yor. Halifelik makamını tutanlarla arasındaki ip hep ger¬gin, fakat olduğu gibi... İpi

koparacak yeni bir hamle yok ortada...

Birdenbire bir hâdise: Medine Valisi, Muaviye'nin yeğeni, hisli ve insaflı tanınan Velid, başta

Peygamber to¬runu Hüseyn, Hazret-i Ömer'le Hazret-i Zübeyr'iri oğul¬larını aratıyor. Birbirlerinin

en yakın dostları, üç büyük sahabînin oğullan...

Gelen haberci, Hazret-i Hüseyn ile Zübeyroğlunu Peygamber Mescidinde buluyor:

—Vali sizi çağırttı! Lütfen hemen buyurun!

Ali ve Zübeyr'in oğullan, hayret, biraz da dehşetle bakışıyorlar ve haberciye:

—Sen git, diyorlar; biz arkandan geliriz! Zübeyroğlu, Hüseyn'e soruyor;

—Bizimle düşüp kalkmayan Velid'in böyle bir¬

denbire bizi çağırmasına ne dersin?

—Bana öyle geliyor ki, Muaviye öldü, yerine oğ¬

lu Yezid geçti. Bizden biy'at almak için Valiye emir ver¬

miş olsa gerek...

98

99

Gerçek! Muaviye ölmüştür. Yerinde oğlu.. Öteden beri süre gelen malûm ukde yüzünden en nazik

biy'at merkezleri, şehirlerden ve kalabalıklardan ziyade, bu üç büyük şahsiyet... Yezid, bütün İslâm

ülkesinin birlik ha¬linde kendisine tâbiliğini sağlayacak olan bu hayatî işin hemen yerine

getirilmesi için amca oğlu Velid'e nâme, göndermiştir. Velid, bu gayet hassas nâmeyi alır almaz,

mahremlerinden birkaçını topluyor ve ıstırapla akıl danı¬şıyor:

Şu emre karşı ben ne yapabilirim? Ya biy'at et¬

mezlerse?... Etmeyeceklerine hiç şüphem yok! Bunlar,

Allah Resulünün en büyük üç sahabîsinden gelen üç bü¬

yük zat... Muhakkak ki, Halifeliğe Yezid'i lâyık görme¬

yecekler. Muaviye zamanında neler olduğu malûm...

Şimdi oğlunu nasıl benimserler? Ne yapacağımı, nasıl

davranacağımı bilemiyorum!

Velid'in kurmayları cevap verdi:

—Vaziyet gayet muhataralı!.. Ya bu deveyi güde¬

ceksin, ya bu diyardan gideceksin! Üçünü birden çağırtır¬

sın! Cellâtlarını da gizlersin! Biy'at ederlerse ne hoş! Et¬

mediler mi, üçünün birden boynunu vurup işi «oldu, bit¬

ti» ye getirirsin! Yoksa, halk ihtilâtlarına bırakacak olur¬

san, felâket!..

Mescit kapısında Hüseyn ile Zübeyroğlu arasında¬ki konuşma devam ediyor. Hüseyin'in görüşünü

doğrula¬yan Zübeyroğlu, ona soruyor:

—Ne yapmak niyetindesin? Davete gidecek misin?

—Evet; adamlarımı da alıp toplulukla gideceğim! Bakalım, ne diyecek?

•—Gitme, basma bir şey gelir!

?—Ben ancak Velid'in bana zarar eriştiremeyeceği şartlar altında giderim!

—Etme, belli olmaz! O, hükümetin başında... Ken¬dini koruyamıyabilirsin!

—Bildirdiğim tedbir ve tevekkülden başka yapa-!cak işim yok!

Birbirinden ayrıldılar. Zübeyroğlu, evine gidip saklandı. Hüseyin, ev halkını ve yakınlarını toplayıp

Ve¬lid'in kapısına gitti. Kapıda adamlarına hitabı:

—Siz burada durunuz ve ben içeriden çıkmadıkça veya seslenmedikçe yerinizden kımıldamayınız!

Benden bir ses işitirseniz içeriye dolar ve gerekeni yaparsınız! Ses işitmeden girmek, ben çıkmadan

da gitmek yok!

Hüseyn, Velid'in karşısında... Velid, yüzü saparı, elinde Yezid'in nâmesi, Peygamber torununa

bakıyor:

—Muaviye öldü ve Halifeliği Yezid aldı. Her taraf ona baş eğmiş bulunmakta... Fakat biy'atlerin en

önemli¬si, taşıdığın sıfat bakımından seninki.. Sonra da arkadaş-larınınki.. Seni, yeni halifeye biy'at

etmeye davet ediyo¬rum!

Hazret-i Hüseyn, şu inceler incesi cevabı verdi:

«—Dediğin gibi, taşıdığım sıfat bakımından, be¬nim gizli biy'at etmem doğru olmaz! Etsem de

makbul sayılmaz! Sen, Medine Valisi, bizi halk içinde açık biy'ate davet et!»

Uysal ve yumuşak seciyeli Velid:

—Peki, öyle olsun!

Demekten başka cevap bulamadı.

Fakat, akıl vericilerinden odada bulunan bir adam atıldı:

—Ne yapıyorsun, yâ Velid? Eğer Hüseyn buradan biy'at etmeksizin çıkıp gidecek olursa, kandan

seller ak¬madan baş eğmez! Hazır ayağına gelmişken ya biy'at et¬tirecek ve bunu halka ilân

edeceksin; yahut biy'at edince-yedek onu tutacaksın, hapsedeceksin!

Peygamber torunu bu fesat ajanına döndü, onu en ağır kelimelerle haşladı ve kimseden izin

beklemeksizin ÇAıp gitti.

i

100

101

Fesatçı, Velid'in üzerine yürürcesine haykırdı: —Hüseyn'i bıraktın! Kollarını sallaya sallaya git-

ti'.Sözümü dinlemedin! Şimdi başımıza neler getireceğini

görürsün!

Velid, ondan daha sert, sesini yükseltti: — Koca peygamber torununa, biy'at etmediği için mi

kıyayım? Ben böyle bir cinayeti hayal etmekten bile Allah'a sığınırım! Bana dünyaları ve öteleri

verseler böy¬le bir şenaati düşünemem!

Öte yandan, Zübeyroğluna tekrar adam gidiyor.

Cevap:

—Bana bir gün mühlet verin! Yarın gelirim!

Hazret-i Ömer'in oğlundansa hiçbir haber yok..

Zübeyroğlu, karanlık basınca, pahada ağır, yükte hafif eşyasını toplayıp, kardeşi Cafer'le beraber,

Mekke yönünde sırra kadem basıyor.

Hazret-i Hüseyn, Velid'in şiddet kullanamaması karşısında, ertesi günü en yakınlarıriı topladı;

dudakların¬da Kur'andan bir âyet, Medine sokaklarından apaçık ge¬çerek, Peygamber beldesini

bnaktı. Manzara, Medinelile-re çok acı geldi. Peşine düşüp ağlaşmaya başladılar.

O anda seksenlik bir ihtiyar, Peygamber torununun arkasından hazin hazin bakarak şöyle düşünmüş

olamaz

mı:

—Bundan yetmiş yıl kadar evvel, Kâinatın Efendi¬si Medine'ye giderken şarkılar ve şiirler

söyleyenlerin ço¬cukları, hattâ kendileri, şimdi de O'nun evlâdı Medineden

çıkarken ağlaşıyorlar!..

Şehir dışında, karşısına, Abdullah bin-i Muti çıktı: —Kurbanın olayım, ey Peygamber torunu!

Nereye

gidiyorsun?

—Şimdilik Mekkeye... Orada Allah'tan istihare

ederim. Bakalım yolumuz nereye düşer?

102

Sakın Küfeye gideyim deme! O belde uğursuzdur

I halkı da vefasız... Babana gadr, kardeşine zulmettiler. Mekke'den ayrılma! Sen Arabın

efendisisin! Hicaz halkı Arabın efendisinden yüz çevirmez! Mekke'de kal!

—Bakalım, Allah ne gösterir?

Hazret-i Hüseyn Mekke'ye vardı; ve dudaklarında Kur'ândan yine bir âyet, «Harem-i Şerif»

çerçevesine

girdi.

Zübeyroğluyla buluştu. Mekke büyükleriyle görüş¬tü.

Hazret-i Ömer'in oğlundan hâlâ bir haber yok...

Yalnız, biy'at etmediği biliniyor.

Peygamber torunu nasıl bir yol tutacak?

Meçhul...

Fakat ipin kopmak üzere olduğu belli...

Haber , İslâm dünyasının her tarafını çınlatmıştır: —Peygamber torunu Hüseyn ile, Ömer ve Zü-

beyr'in oğullan, Yezid'e biy'at etmiyorlar!

Şam'da kuşku büyük... Yezid'in sarayında her kafa bir istifham işareti:

—Ne yapsak? Zor mu kullansak? İdamlarına mı gitsek? Ya Hicaz ve peşinden birçok İslâm

merkezi ayak¬lanırsa? Aldırmazsak ne olur? Ayrılık ve kopuntu, geniş-leye genişleye Şam'a kadar

girmez mi? Bu vaziyette ha-|ketsiz kalmak mümkün mü?

Derken, Küfe'de bir hareket... Küfe ileri gelenleri ' mektup yazıp Hazret-i Hüseyn'e gönderdiler:

«Küfeye gel! Topyekûn sana biy'at edelim!» Hazret-i Hüseyin tereddütlü... Küfe'den yana da

kuşkulu...

Bir mektup daha...Arkasından, binlerce imzalı bir

de halk davetiyesi...

103

Hüseyin'in cevabı şu oldu:

«Mektuplarınızı ve davetiyenizi aldım. İlginizden hoşnudum. Size, evimden ve en yakınlarımdan

Müslim bin-i Akîl'i gönderiyorum. Vaziyetinizi görsün, fikirleri¬nizi incelesin, büyüklerinizle

konuşsun ve bana hükmü¬nüzü bildirsin. Sizi tek karar etrafında birlik görürsem, ben de kalkar,

gelirim!»

Müslim'e de şu emirleri verdi:

—Evvelâ Medine'ye... Allah'ın Resulünü ziyaret et! Ev halkınla helâlleş... Oradan Kûfe'ye... Küfe

birlik mi, sağlam mı, güvene lâyık mı, iyice anla ve bana bildir!

Müslim, aldığı emirlerin ilk kısımlarını yerine ge¬tirdikten sonra, atının başını Küfe istikametine

çevirdi ve yanına iki kılavuz, kum yollarında akmaya başladı.

Yol korkunç... Kılavuzlar istikâmeti kaybettiler. Öldürücü susuzluk... Kılavuzların ikisi de öldü;

fakat Müslim kendisini kurtarabildi.

Küfe... Müslim, dostu Muhtar'ın evinde... Eve akan akana... Bütün Küfe çalkantı içinde... Kısa

zamanda Hüseyn adma 18.000 kişiden alman biy'at...

Küfe Valisi Nûman, iyi ve din duygusu kuvvetli bir insan olduğu için, Hazret-i Hüseyn'e doğru bu

akışı zorla kösteklemiyor; boyuna öğüt vermek ve Şam'dan gelecek tehlikeyi göstermekle kalıyor.

Valinin bu halini gören Yezid taraflıları, Şam'a haber uçurtmakta geri kal¬mıyorlar:

-Hüseyin'in adamı Müslim Küfe'yi birbirine kattı! Netice kötü! Vali Nûman, zaif ve tedbirsiz!

Kararlı ve kuvvetli bir valinin hemen Kûfe'ye gönderilmesi, şart!

Şam telâşta... Basra Valisi Ubeydullah bin-i Zi-yad'a emir:

—Küfe Valiliğine tâyin edildiniz! Son hızla Küfeye gidip idareyi teslim alınız ve Müslim bin-i

Akîl'i, ölü veya diri, ele geçiriniz!

Ziyadoğlu, Basrada kardeşini bırakıp yanına büyük bir maiyet aldı; çöl rüzgârı küheylânlar

üzerinde Küfeye kanat açtı. Yezid'in hilekâr adamı yeni Vali, türlü plânlarla Müslim'in

etrafındakileri dağıttı. Hazret-i Hü¬seyn'in fedakâr elçisi, tek başına, sokak ortasında kaldı. Artık,

sığınabilecek hiç kimsesi yok.. Güç belâ ihtiyar bir kadının barakasına can atabildi. İhtiyar kadının

oğlu Müslim'i yeni valiye haber verdi. Evi sardılar ve Müs¬lim'i yaralı olarak, canına

dokunulmayacağı vaadiyle Zi-yodoğlu.'nun huzuruna sürüklediler. Orada, Peygamber torunu evinin

bağlılarından Müslim bin-i Akîl, kalbini ni¬şanlayan kılıçlarla karşılaştı; ve Kerbela şehitlerinin

ön¬cüsü olarak can verdi.

Hazret-i Hüseyn, aldığı ilk haberler üzerine, neti¬ceyi beklemeden sefer hazırlığına girişiyor. Ömer

bin-i Abdurrahman ve İbn-i Abbas gibi yakınları, Küfelilere asla güvenilemiyeceğini söyleyerek,

onu ille Mekke'de kalmaya teşvik ediyorlar:

—Gitme diyorlar; sen Kûfelileri bilmezsin! Seni yarı yolda bırakırlar ve hemen kuvvetil görünene

sığınır¬lar. Madem ki sana bu kadar bağlı görünüyorlar, niçin toplanıp buraya gelmiyorlar? Sen

yine her yardımı yurd-daşlarından, Hicaz 'Mardan bekle! Eğer onlara dargınsan ve mutlaka çıkıp

gitmek kararmdaysan, hiç olmazsa kale¬leri kuvvetli, dağları sarp, baba dostlarının kaynaştığı Ye-

men'e git!.

Fakat Hüseyn, gayet iradeli, karşılık veriyor;

—Öğütleriniz babaca ve kardeşçe...Fakat benim buralardan uzaklaşmam ve gideceğim yere gitmem

kesin¬leşmiştir.

—Hiç olmazsa ev halkını beraber götürme!

104

105

—O da çaresiz! Beraber gelecekler!

Mekke'den, uzun bir kervan halinde Irak'a doğru yola çıkış.. .

Yolda, bir gün oğlu Zeynelâbidin için en güzel methiyesini söyleyecek olan şair Ferzadak'a

rastlıyorlar.

—Selâm sana, ey Peygamber evladı!

—Sana selâm, ey şair! Nerelerden geliyorsun?

—Halkın içinden... Her tarafa serpilmiş insanların içinden...

—Halk ne düşünüyor? Hali nasıl?

Büyük şair cevapların en büyüğünü veriyor...

—Halkın kalbi seninle, kılıcı düşmanla... Ve Allah dilediğini işler.

Peygamber torunu hiç aldırmadan, Allah'ın kazası¬na doğru Küfe istikametinde ilerliyor.

Ufukta, toz duman içinde iki atlı... Dört nala gelip Peygamber torununun önünde duruyorlar.

Ellerinde bir mektup:

«—Sana bu mektubu oğullarımla gönderiyorum. Sakın yola devam etme! Ben gelip sana

kavuşuncaya ka¬dar bulunduğun noktada bekle!»

Abdullah bin-i Cafer'den gelen bu mektup, Hazret-i Hüseyn'e arkasından yetişen son «dur!»

çığlığıdır. Fa¬kat o durmuyor, ve ilâhî kazanın ineceği kum tanesi nere¬deyse oraya doğru

ilerliyor.

Gerilerle ilgisini iplik iplik çözüp ileriye doğru mesafeleri kangal kangal dolayan Peygamber

torunu, de¬re tepe düz, yürüdü. Kûfe'de olup bitenlerden hâlâ bilgisi yok... Bir aralık Hicaz illerinin

kokusu artık duyulmaya¬cak kadar mesafe alındığı ve yeni kokuların sınırına varıl¬dığı hissi

gelince, Küfe'ye önden bir mektup çıkardı. Pek

yakında Kûfe'ye varacağını bildirdiği mektubu «Kays!» isimli bir yakınına teslim etmiş ve onu,

altına güzel bir küheylân çekip ufuklara doğru sürmüştür.

Kays'ı Kadisiye sokaklarından dört nala geçerken durdurttular ve atından al aşağı ettiler. Üstü

aranınca gizli mektup bulundu. Onu, mektupla beraber, muhafaza altın¬da, Küfe valisi

Ziyadoğlu'na gönderdiler.

Mektuba kısa bir nazar atan vali, adamlarına em¬retti:

—Kesin başım!

Başlangıcın başında ikinci şehit...

Hazret-i Hüseyin, atının sırtında, başı göğsünde, her şeyden habersiz, mesafelerin teşbihini

çekmekte...

Yolda, sağdan ve soldan bazı katılmalar...

Sâ'lebiye mevkiinde kara haber:

«—Gönderdiğin ilk elçi, sana Küfede şu kadar gö¬nüllü toplayan Müslim, Vali Ziyadoğlu

tarafından öldür-tüldü! Vaziyet çok tehlikeli! Kararını ver!»

Hazret-i Hüseyn vurulmuşa döndü. Bütün kervan taş kesilmiş... Bazı dostları, Peygamber

torununun etrafı¬nı aldılar:

—Bu vaziyetten sonra dönmek lâzım! Artık ısrarın değeri kalmadı!

Müslim' in kardeşleri atıldılar:

—Ya kardeşimizin öcünü alırız, yahut biz de onun gibi şehit oluruz! Mutlaka gideceğiz!

Peygamber Torunu, Müslim'in kardeşlerine hak verici bir eda ile ufukları işaret etti:

—Gideceğiz!

Yola devam ediyorlar...

Bir iki konak sonra ikinci şehidin haberi...

Başlan biraz daha eğik, yine yola devam ediyor¬lar...

1

106

107

Ey, yerle göğün, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Gaye-Dnsan ve Ufuk-Peygamberin sevgili torunu!

Nereye gidiyorsun? Senin açmaya gittiğin ufukları kapayıp, senin kapattığın ufukları açmaya gelen,

Peygamber kanına su¬samış, insan kılıklı iblislerin ayak seslerini duymuyor musun? Evet; gaibin

eşyada tel tel ihtizazındaki gizli işa¬retleri herkesten iyi kaydeden sen, şair Ferzadak'ın dedi¬ği

kaza okunun saplanacağı yerde hedef olmaya gidiyor¬sun! Buna göre ya her şeyi biliyor ya hiçbir

şey bilmiyor¬sun!

O konaktan da kalkıyorlar. Bir nehir geçiyorlar. Bir düzlükte ilerliyorlar.

Karşılarında, çok uzaklarda, birtakım şekiller.. Şe¬killer belli oluyor: Uzun bir dizi atlı... Bir süvari

alayı de¬nilebilir.

Sağdaki dağ yamacına doğru istikâmet değiştiri¬yorlar. Süvari de o tarafa sapıp karşılarına

geçiyor...

İki taraf , karşı karşıya, durmuştur.

Vakit öğle, Hazreti Hüseyn'in müezzini ezan oku¬yor. Toprağın kumlu derisi ürpermekte: Allah en

büyük!..

Herkes Peygamber torununun arkasında namazda. Hür isimli bir kumandanın emri altındaki karşı

taraf as¬kerleri de, uzaktan, büyük imama uyup namazlarını kılı¬yorlar. Namazdan sonra Hazret-i

Hüseyn yüksekçe bir yere çıkıp bir hutbe veriyor. Hutbesinin içinde, kumanda¬na doğru

haykırıyor:

«—Biz, biy'at için tarafımıza gönderilen haber ve davet üzerine geldik! Kendimizden hareket etmiş

deği¬liz!»

Hür, uzaktan, aynı yüksek sesle karşılık veriyor:

—Biz de, o mektubu sana yazanlardan değiliz! Fa-

kat karşı çıkıp seni ele geçirmeye ve Küfeye kadar sen¬den ayrılmamaya memuruz!

—Bizi esir mi ediyorsunuz?

—Hayır, beraberimize alıyoruz.

Hazret-i Hüseyn geriye dönüp adamlarına nida etti:

—Haydi, atlayın atlarınıza! Herkes bineğine! Geri dönüyoruz!

Hür, atıldı:

—Olamaz. Ne Medineye dönebilirsiniz, ne de baş¬ka bir yere.. Küfeden gayri her istikâmet size

kapalı!...

Hazret-i Hüseyn kıskıvrak sarıldığını anladı. ݺi so¬nuna kadar götürmekten başka yol kalmamıştır.

Kendile¬rini uzakça bir mesafeden takip eden atlıların kıskacı içinde Küfe yolunu tuttular. Çok

geçmeden Kûfeli dost¬lardan bir grup çıkageldi. Kumandan Hür, evvelâ, gelen¬leri Hüseyn' le

görüştürmek istemedi. Fakat Peygamber Torununun azimli ısrarına dayanamadı ve izin verdi.

Gelenler, Küfenin tablosunu, olduğu gibi, Hazret-i Hüseyn'in gözleri önüne serdiler:

—Küfe artık ellerinde! Murahhaslarınız şehit edil¬di! ݺ karmadı! Çaresini burada düşünelim!

Gruplardan biri, Hüseyn'in atını dizginlerinden kavrayarak yalvardı:

—Yâ Hüseyn! Küfede dostalarm pek az, düşman-larınsa pek çok! Böyle, elin ayağın bağlı,

gidemezsin! Gel, bir tertibini bulup seninle dağ tarafına sıvışalım; ora¬dan, benim kabilemin

bulunduğu yana çekiliriz! En dip tepelerde bizimkiler... Düşmanlar üzerimize derya misali gelseler

yine bir şey yapamazlar!... Az zamanda komşu oymaklar bize katılır. Başları olduğum yirmi bin

cengâveri emrinde bil! Çok geçmez, düşmana saldırabile-cek kuvvete erişiriz. Benimle gel!

Hazret-i Hüseyn bu candan sözleri tek tek dinleyip kararını bildirdi:

108

109

«—Allah sana iyi niyetin bakımından hayırlar ih¬san etsin! Fakat ben seninle gelemem! Şimdilik

bizim için bir kere tutmuş bulunduğumuz yönden yüz çevirmek güç! Sen dön ve yurduna git!

Allah'ın dilediği olur. »

Gelenler, mahzun, ayrıldılar. Hüseyn Küfe süvari¬leriyle beraber yürüdü; ve Muharrem ayının

ikinci günü «Kerbelâ» dedikleri, dünyanın en felâketli yerine indi.

Burası üstünde kuş değil, hayalin bile uçamayaca¬ğı, uçarsa boğulacağı, yeşil renge ebediyen

hasret, sapsarı bir ölüm zemini..

Ne baştan başa lügat kitaplarında, ne de bir uçtan öbür uca yeryüzünde dehşetinden bir işaret

bulabileceği¬niz Kerbelâ vadisine kondular. Korkunç gece... Muhar¬rem ayının hilâli, Kerbelâya

fazla bakamayarak kaybol¬du. Kumların ve dikenlerin nefes alışını dinleyen bir ses¬sizlikten başka

hiçbir varlık hissi gelmiyor insana... Ara¬da bir, kısık bir at ve deve homurtusu, yeryüzünde

olduk¬larının ihtarcısı... Birer tente çatısı şeklindeki çadırlarda başbaşa vermiş gölgeler...

Aralarında bir tanesi, dimdik ve düşünceli duruşiyle, Peygamber Torununa ait olduğu¬nu ilân

ediyor.

Sabahı ettiler. Bir de ne görsünler? Karşılarında, ordu çapında yeni bir kuvvet.. Ömer bin-i Saad

kumanda¬sında Küfeden gelen dört bin neferli birlik.. Süvarilerin başındaki Hür'den sonra, arkadan

gelen ana kuvvet ve Ömer bin-i Saad... Askerini Hazret-i Hüseyn'in ta karşısı¬na yaymış, umumî

kumandayı eline almış, bekliyor.

Saadoğlu, Hazret-i Hüseyn'e bir adam gönderdi:

—Niçin Küfeye doğru yola çıktınız? Muradınız nedir? Açıklayınız!

—Kumandanınıza deyiniz ki, Kûfeliler davet etti, ben de geldim! Eğer davetten caydılarsa

dönerim!

Ömer bin-i Saad, bu cevabı kelimesi kelimesine Küfe valisine uçurttu.

Karşılıklı bekleme... Taraflar arasında hiçbir temas vok.-- Yalnız, uzaktan birbirlerini süzüyorlar.

Vali Ziya-doğlu'ndan gelen cevap:

«—Hüseyn'e biy'ati teklif et! Hemen askerin ve kendi adamlarının önünde Yezid'in Halifeliğini

tanısın! Kabul ederse serbesttir. Kabul etmezse, onu sar, sularını kes , ölü veya diri, yakala!»

—Seni Yezid'e biy'at etmeye, davet ediyorum!

—Asla!

—Başınıza gelecekleri düşünüyor musun?

-Her şey Allahtan gelir!

—Son defa söylüyorum, biy'at et!

—Boşuna zahmet ediyorsun!

Kumandan, beşyüz atlı çıkartıp yakındaki suyu tut¬turdu. Peygamber Torunu ve yakınlarının

dehşetle açıl¬mış gözleri önünde suya engel oldular. Hazret-i Hüseyn, manzaraya pek yakın, vakar

ve tevekkül içinde, düşman¬larının cinayet hazırlığını seyrediyor.

Biri (Abdullah bin-i Ebilhusayn), suyun yanından Peygamber Torununa haykırdı:

«—Yâ Hüseyn! Can verinceye kadar tek damlasını tadamadan, suya baka baka, susuzluktan

öleceksin!»

O zaman Peygamber Torununun ellerini kaldırıp, dua edasiylemırıldandığı görüldü:

«— İlahî, sen bu adamı suya kanamadan, içi yana-: öldür!»

Hüseyn'in, Allahtan sadece susuzlukla öldürmesini iilediği adam, kısa bir zaman sonra öyle bir

illete tutula¬caktır ki, kırba kırba su içtiği halde kanmayacak vesu (içinde, su içebilmek imkanı

içinde, bir türlü suya doya-adan can verecektir.

110

111

Kerbelâda bilmem kaçıncı akşam... Su kaynağının tutulduğu günün gecesi... Hazret-i Hüseyn,

kumandana haber gönderdi:

— Sizinle, tenhada, başbaşa görüşmek istiyorum!

Buluştular.

«—Yâ Ömer bin-i Saad! Nedir müslümanlara ha¬zırladığınız bu zulümler? Bırakın beni, ya

Medineye dö¬neyim, yahut kâfirlerle savaşmak için Türkistan tarafları¬na gideyim! Doğruca

Şama, Halifenizin gözü önündeki yere de gidebilirim! İnsafa gelin!»

—Bence güzel teklif! Hemen, şimdi valiye bildiri¬rim! Bakalım ne emir verir?

Küfe valisi, elinde Hüseyn'in teklifini bildiren mektup, sedirinde oturuyor. Yanında, Allah'ın

yarattığı bütün lânetlilerin, kendilerine baş seçecekleri bir şenaet heykeli, «Şemir» adlı insan

sureti...

Ziyadoğlu, mektubu bir |ki kere okuyup gözlerini Şemir'e dikti:

—Teklif hiç de fena değil... Nereye gitmesi gerek¬tiğini düşünürüz! Ben teklifi esas olarak kabul

ediyorum! Başını alıp gitsin ve bizi derdinden kurtarsın!

Şemir, şeytanı hayran bırakacak bir tavırla yılan ıslığı çalmaya başladı:

—Ne yapıyorsun, ey Ziyadoğlu; ben de seni, dira¬yetli, azimli bir insan biliyordum! Eline geçen

fırsatı nasıl kaçırıyorsun? Düşünmüyor musun ki, Hüseyn, Peygam¬ber torunudur ve nereye

giderse kendisine taraftar bulur? Kuvvete erince de, evvelâ senin basma belâ olur. Duydu¬ğuma

göre askerlerin kumandanı, gece, onunla tenhalarda buluşmuş ve konuşmuş... Bu da Ömer bin-i

Saad hesabı¬na şüpheli bir işaret... Hüseyn onun da askerlerinin irade-

sini çelebilir. Sen Ömer'e, Hüseyn'i bütün etrafiyle tutup buraya getirmesi için emir gönder! Başka

bir şeye karış¬masın! Hüseyn senin huzuruna çıkarıldıktan sonra kararı verirsin! Dilersen

bağışlarsın, dilersen cezalandırırsın! Fakat her halde uzaktan karar vermez ve işi zaif ellere

bı¬rakmamış olursun!

Ziyadoğlu bu şeytanî telkin karşısında eridi ve Şe¬mir'e:

—Öyleyse, dedi; işin başına seni geçiriyorum! Doğru Kerbelâya git ve emrimi kumandana bildir.

Hü¬seyn'i, arkadaşlariyle beraber, buraya, bana getirsin! Hü¬seyn ayak direr, gelmek istemez ve

karşı koyarsa, hepsini kılıçtan geçirsin ve cesetlerini atlara çiğnetsin! Eğer bu emre kumandan da

baş eğmeyecek olursa, onun da kelle¬sini kestirebilir ve bana gönderirsin! Her yetkiyi veriyo¬rum

sana! Hemen al nâmelerimi ve yola çık!

Şemir, Muharremin dokuzuncu günü, felâketten bir gün evvel Kerbelâda...

Peygamber torunu ve yanındaki yüze yakın insan; kadından, kucaktaki çocuğa kadar bir dizi

masum, susuz¬luktan kavrulmakta... Matralarda tek damla su kalmamış ve biraz ileride bulunan su,

nöbetçilerin oku ve mızrağı halindeki yakıcı dilini istihza ile çıkarmıştır. Âlemde her halde ikincisi

olmayan susuzluk işkencesine karşı zalim¬ler o kadar hissiz ki, bulutlar süngerlerini sulardan

şişirip koşuşsalar ve Hüseyn'in başı üstünden sıkıp akıtsalar, belki göğe ok çekecekler!

İnsan hayatında bu levhanın bir eşi olup olmadığı¬nı şundan anlayınız ki:

—Su, su!

Diye kıvranan çocuğunu kucağına alıp:

—Dilimi em, evlâdım, belki biraz faydası olur!.

Diyen bir baba vardır Kerbelâda...

112

113

Şemir'in Validen getirdiği emirleri taazzumla Ku¬mandana sunması, Kûfeli askerler arasında

gergin bir ha¬va doğurdu. Herkes, körükörüne emrine girdiği bu adama tiksinerek bakıyor.

Kumandan Ömer, bu duyguya tercüman oldu:

—Sen kalbsiz bir insansız, yâ Şemir!

—Kalbe değil, kafaya kulak vermenin günündeyiz!

Ve öyle lâflar etti ki, Ömer'in kalbini mühürledi ve ikbal hırsını kamçıladı.

Muharremin dokuzuncu günü akşamı, Ömer aske¬rine hücum emrini verdi. Saflar her yandan

harekete ge¬çip Hazret-i Hüseyn'i daracık bir dörtköşe içine almaya başladılar.

Hüseyn, kardeşi Abbas'ı Ömer'e gönderip sordur¬du:

—Böyle geç vakit üzerimize gelmekten muradınız nedir?

—Artık bu işi bir neticeye bağlayacağız! Emir al¬dık!

—Anlaşamaz mıyız?

—Hüseyn biy'ate razı olmadıkça hiçbir anlaşmaya imkân yok!

Abbas vaziyeti Hüseyn'e bildirdi ve tekrar Ömer'e gönderildi.

—Hüseyn.diyor ki, böyle gece vakti hücum, insafa sığmaz! Hiç olmazsa bize sabaha kadar

müsaade edin!

Ömer buna razı oldu.

Hücum, Muharremin onuncu günü sabahına bıra¬kılmıştır.

Hüseyn, batan güneşe arkasını vermiş, bir heybet ve ulviyet karartısı şeklinde, etrafını alan

yakınlarına hitap ediyor (aynen):

«—Allah'a, senaların en güzeliyle; ister saadet, ister mihnet halinde olsun, hamdederim! Rabbim;

sana hamde-derim ki, bize nübüvvetle ikram ettin, hakkı işitir kulaklar ve görür gözler verdin ve

kalblerimizi hakkı kabul edici ya¬rattın! Bize Kur'anı bildirdin ve din ilmini öğrettin... Bizi,

şükredici kullarından eyle! Sözün bundan ötesi şu ki, ben, yakınlarımdan daha vefalı ve daha

hayırlısını, ev halkım¬dan da daha üstün ve faziletlisini görmedim. Allah hepini¬ze, bana

fedakârlığınızdan ötürü, hayırlar ihsan etsin... Öy¬le sanırım ki, düşmanla günümüz yarındır. Yarın

sabah on¬larla hesap meydanımız açılacak... Bu bakımdan size, hepi¬nize izin veriyorum: Bana

karşı üzerinizde bir borç olmak¬sızın, her zimmetten kurtulmuş olarak, bu gece gidebilir, selâmete

çıkabilirsiniz! Gidiniz, geceye bir deve gibi bininiz ve uzaklasınız! Her biriniz de aile fertlerimden

birinin elin¬den tutsun ve onu selâmete çıkarsın!.. Allah'ın hayrı üzeri¬nizde olsun!.. Gidiniz,

köylere, kasabalara yayılınız!.. Tâ ki, Allah, mihneti üzerinizden kaldırsın... Düşmanların biricik

muradı beni elde etmektir; beni elde ederlerse kimseyi iste¬mezler! Gidiniz!»

Bu ezici hitap altında bütün iradeler tuz-buz... İlâhi imtihan, karşılarına iki şey çıkarmıştır. Ya can,

ya Pey¬gamber Torunu...

Hüseyn'in oğulları, kardeşleri ve kardeşlerinin oğulllan halkının önüne geçiyor:

«—Senden sonra yaşamak, yaşayabilmek için böy¬le bir çareye asla başvuramayız! Allah

göstermesin!»

Hüseyn, ısrarla:

«—Oğullarım, kardeşlerim, yeğenlerim; siz yapmı¬yorsunuz, ben izin veriyorum! Müslim'in

şehitliği yeter! Gidiniz, ben istiyorum!»

Aile yakınlarından biri büsbütün ileriye gidiyor ve sahneyi en acı heyecana boğuyor:

114

115

«—Hayır, gidemeyiz! Hangi hayata ve ne yüzle?... İnsanların yüzüne nasıl bakabiliriz?

Büyüğümüzü, efen¬dimizi korumak için bir ok bile atmadan, tek yara alma¬dan savuşup geldik mi

diyeceğiz? Allah üzerine söylüyo¬ruz ki, bunu ebediyen kabul edemeyiz! Aksine, hepimiz,

mallarımızı, canımızı, çocuklarımızı sana feda etmekten bir ân bile geri kalmayız! Seninle yanyana,

son nefesimi¬ze kadar çarpışmaya bütün gönlümüzle hazırız!»

Arkasından bir başkası:

«—Seni tek başına bırakırsak, hakkını edada Al¬lah'a ne diyebiliriz; hangi özrü ileriye sürebiliriz?

Valla¬hi, ben mızrağımı düşman göğsünde parçalayıncaya, kılı¬cımı da, kabzasına dek kırıncaya

kadar senden ayrılmam! İsterse silâhım olmasm; senin uğrunda kollarım koparı-lıncaya kadar taş

atarak savaşırım!»

Hepsi bunlara benzer şeyler söyledi, hepsi bu duy¬gulara ortak çıktı ve bir ağızdan haykırdılar:

«—Öleceğiz, dönmeyeceğiz, seni yalnız bırakma¬yacağız!»

Peygamber torunu, ellerini açarak yakınlarına dua etti ve:

«—Şimdi, dedi; herkes yerine ve hazırlığının başı¬na!..»

Hazret-i Hüseyn, yanında , büyük sahabüerden ve ilklerden Ebuzer'iri kölesi, ay ışığında kılıcını

siliyor ve bir şiir okuyor... Şiirde, ölüme, kadere, celil olan Rabbin emirlerine ait hikmetler...

Hazret-i Hüseyn'in ağzından dökülen mısraları, bi¬raz ilerideki çadırından kızkardeşi Zeynep

duydu ve bir çığlık kopararak bayıldı.

Kızkardeşi aydınca, Hüseyn ona hitap etti:

r

«—Allah'a sığın, kardeşim; ve bil ki, yerde ve gökte ne varsa ölür. Gökler de baki kalmaz.

Allah'tan başka her-şey Helakte... Annem, babam ve ağabeyim benden daha ha¬yırlıydılar. Birer

birer gittiler.»

Sonra yakınlarına bazı emirler verip bir kenara çe¬kildi.

Gökleri huni içinde çekip süzecek, eritecek, yuta¬cak kadar derin bir sessizlik içinde, sabaha kadar

namaz, teşbih, zikr ve dua...

Hicrî 61'inci yılın 10 Muharrem Cuma sabahı, do¬ğan güneş, Hüseyn'i, Kerbelâda , geceden beri

elleri açık vaziyette, duada buldu.

Hazret-i Hüseyn'in yüze yakın etrafı içinde eli kı¬lıç tutabilen 72 kişi... 32 süvari ve 40 piyade...

Aradaki nispet, bire altmış...

Gecenin siyah yüzünü sabahın ilk ışıklan pudralar¬ken, bütün hazırlıklarını bitirmişler, namaz...

Hazreti-i Hüseyn, fedailerini tertipledi. Sağ kanatta Züheyr, sol kanatta Habib, merkezde de

kendisi... San¬cak, kardeşi Abbas'ın elinde...

Hazret-i Hüseyn, atının üstünde... Elinde Kur'an ... Açtı; ve şiddet onlarında Haktan imdat isteyici,

kalbe kuvvet dileyici, her şeyi ilâhi emre bağlayıcı, Allanın mu¬radına baş eğici duasını okudu.

Sonra atmı birkaç adım ilerletip özengileri üzerin¬de doğruldu ve düşman saflarına hitap etti

(aynen):

«—insanlar! Sözlerimi dinleyin! Aceleden sakının! Beni dikkat ve sükunetle dinleyin ki, size

takdiri vacip olanı anlayasınız! Gelişimdeki özre kulaklarınızı ve kalbinizi açın! İnsaf edip özrümü

kabul eder ve sözlerimi doğrular-sanız gerçek saaadete erersiniz! Böyle olmazsa istediğinizi

yapın!»

O anda gerilerden bir çığlık koptu. Peygamber To¬rununun kızkardeşleri ağlaşmaya başlamışlardı.

116

117

Hüseyn sustu, kızkardeşlerini sükûnete getirdi ve yine düşmana karşı, hitabesine devam etti:

« İnsanlar! Beni aslıma nispet edin ve bakın, ben ki-mim? İçinizi, ruhunuzu kurcalayın, nefsinizi

tokatlayın ve sorun kendi kendinize; kanım size helâl midir? Ben Pey. gamberinizin kıziyle amca

oğlunun çocuğu değil miyim? Şehitlerin Efendisi Hamza, babamın amcası; Cennette ka¬nat açan

Cafer de benim öz amcam değil mi? Kardeşimle benim, Cennet ehli gençlerinin efendisi ve

müminlerin göz¬bebeği olduğumuza dair Peygamber sözünü işitmediniz mi? Şüphesiz ki, bu

sözümde beni doğrularsınız! Eğer yalanla¬maya kalkarsanız, sorun, içinizde bilen vardır. Sorun;

Câbir bin-i Abdullah, Ebu Said, Sehl bin-i Saad, Zeyd bin-i Erkam ve daha niceleriniz bilir! Bu

kadar insan içinde, be¬nim kanımı akıtmayı yasak edecek biri yok mu?»

ݺin fenaya sarar gibi olduğunu hisseden baş mel'un Şemir, ağzını açmak istedi; fakat Hüseyn'in

safın¬dan Habib'in korkunç bir nârasiyle sustu. Hüseyn yine sözü aldı:

«— Eğer söylediklerim üzerinde bir şüpheniz varsa, yahut benim Peygamberinizin torunu

olduğuma inanmı¬yorsanız, biliniz ki, doğudan batıya kadar, Allah Resulü¬nün, Denden başka öz

toruni' yoktur! Söyleyin bakalım, benden ne istiyorsunuz. Öldürdüğüm bir mazlumun kanını mı,

yediğim bir malın bedelini mi, açtığım bir yaranın kısa¬sını mı? Siz, ey Şit, Ey Haccâr, ey Kays, ey

Yezid, beni, mü¬hürlerinizi taşıyan nâmelerle davet etmediniz mi?»*

Peygamber Torununu, ayaklarına kapanırcasına davet ettikten sonra şimdi onu öldürmeye gelenler

arasın¬da boy gösteren bu adamlar, teker teker öne çıkıp:

—Hayır, biz böyle bir şey yapmadık, seni davet etmedik!

Dediler. Hazret-i Hüseyn, bu insanların sefilliğine mahzun mahzun baktı ve:

«—Evet, dedi; davet ettiniz; fakat mademki şimdi I dönüyorsunuz, beni istemiyorsunuz, bırakın,

geldiğim ye-Ire döneyim!»

Başta davet edicilerden, şimdi düşman şafuldaki, I ismi geçen Kays, cevap vermeye kalktı:

—Yâ Hüseyin, Ziyadoğlununun emrine baş eğmez

misin?

Hazret-i Hüseyn, atının üzerinde insan şeklinde bir heybet:

«—Bu düşündüğünüz, hiçbir zaman, hiçbir türlü olamaz!»

Ve atından indi.

Hüseyn'in sağ kanadına memur Zübeyr, atını sü¬rüp haykırdı:

—Müslümanlar! Kendilerini Müslüman bilenler, Peygamber Torununa nasıl kılıç çekebilir?

Zübeyr'e cevap, Şemir mel'ununun çektiği ok... Ok vızıldayarak safın gerisine düştü. Zübeyr,

Hazret-i Hüseyn'in ihtariyle geri döndü. O esnada bir harika:

Hüseyn'in karşısına ilk çıkan ve onu kuşatan süva¬rilerin başı Hür, altındaki asîl atı sürüp dört nala

Hü¬seyn'in önüne geldi ve insan asaletinin en büyüğünü gös¬terdi:

—Sana katılıyorum, ya Hüseyn! Bu âna kadar olan suçumu affet!

—Seni affediyorum, ya Hür! Hakkın rızası seninle olsun!

Düşman saflarında heyecan dalgalanışıL.Hür, atım onlara çevirmiş, haykırıyor:

—Vaz geçin bu cinayetten! Kılıçlarınızı kınlarına sokun!

Şemir ve Ömer'in ulumalariyle, Hür'ün de üstüne ok çekerek karşılık verdiler. Kumandan Ömer

bin-i Saad, bir ok çekip narayı bastı:

118

119

—Dşte en evvel ben başlıyorum ve cengi açıyorum!

Havada, Hüseyn'in safına doğru vızıldayarak ya¬ğan binlerce ok..

Kısa bir ok düellosunun arkasından, Kûfeliler sa¬fında ileriye atılan iki kişi.. Bunlar Küfe valisinin

köleleri Yesar ve Salim...

Er dilediler.

Peygamber Torununun safından, iki değil, bir kişi çıkıp, birer kılıçta işlerini bitirdi.

Hak ve îman kılıcının korkunç inişi...

Fakat nispet, bire iki değil, altmış...

Beşbine yakın Kûfeli, ellerinde kılıçlar, mızraklar ve topuzlar, hep birden saldırdılar.

Nâra, çığlık, çelik sesleri, at kişnemeleri, kadın fer¬yatları, gümbürtü, çatırtı, inilti..

Hazret-i Hüseyn'in, kendinden ve oğlu Ali (Ekber) den başka 70 cengâveri şehit... Aynca, son anda

mazlum¬lara katılan Hür de şehitler arasında... Her şehit, canmı üç beş zalime mal ettiğine göre

düşman ölüleri yüzlerce...

Tam bu anda Peygamber Torununun büyük oğlu Ali de nam ve şanım haykıra haykıra kaatillerin

içine dal¬dı ve İbn-i Nemîr isimli lânetlinin eliyle ölüm yarasını alıp yere düştü. Sonuncudan ve en

büyüğünden bir evvel¬ki 7 l'inci şehit...

Kum tanelerinin, kanlarını içe içe keneler gibi şiş-tiği bu şehitlerin ciğerleri açılıp bakılsa görülür

ki, onlar daha evvel susuzluktan kavrulmuş, göz göz olmuştur.

Kaatillerin çemberi içinde Hüseyn, bütün fedaileri kumlara serilmiş, tek başına... Yerdeki şehitler,

susuzluk¬larını gidermek için al renkli bir şerbet havuzuna dalmış-casına kana bulanmış...

Gerilerde, kuytuca bir noktada,

kızkardeşleri Ümmü Keysum ve Zeynep, kızları Sekîne ve Fâtıma, zevcesi Rübap; ve oğlu, Nur

Neslinin Hüseynî kolunu yürütmeye memur, Ali (Zeynelâbidin)...

Hüseyn, manzaraya, bir ân, gözlerinde kelimelere Sjğmaz bir mânanın gölgesi, dehşetle baktı; ve

susuzluk¬tan kupkuru kesilmiş dudaklarında, babasına, Peygamber kızı annesine, Resuller Resulü

büyük babasına bağlı mıs¬ralar, atını kaatillere doğru sürdü.

Peygamber neslinin katilleri, evvelâ oklarına, pe¬şinden mızraklarına ve kılıçlarına davrandılar.

Öldürücü okları, Peygamber neslinin kaatilliği gibi bir dereceyi temsil eden iki şahıs, Şemir ve

Sinan çekti¬ler.

O anda İslâm beldelerinin ulu camilerinde (Küfede de aynı şey) hatipler, Cuma namazında,

Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamberler Peygamberine ve onun soyuna ait

methiyeler okurken, atından düşen Peygamber torununun üzerine atıldılar; ve bir müminin öperken

bile ürpereceği o mübarek vücudu delik deşik et¬tiler.

Mukaddeslerin mukaddesi vücuttan gelen ve üze¬rinde tam 105 tane ok, mızrak ve kılıç yarası

bulunan gövdeyi başından ayırdılar. Kimbilir o başı hangi ellerle saçlarından tutup diktiler ve

boynunda testerelerini yürü¬terek, koyun kellesi koparır gibi nasıl kestiler?

İnsanoğlunun iki kutbu vardır: Biri Allah'ın Sevgi¬lisi, öbürü o Sevgiliden gelen maddî ve manevî

emanetin kaatili ve haini olmak derecelerine bağlı iki kutup... Hiç¬bir varlık onun kadar

yükselemez ve bunun kadar alça-lamaz. Bütün insanlık, bütün tarihî şahıslar bu iki derece

arasında... Bizzat Allah, ters kutbu, Kur'anında «Belhüm adal — Hayvandan aşağı» diye

çerçeveliyor; ve bütün mustarip beşeriyet, onların açtığı felâket çığırı içinde kur¬tuluş arıyor.

120

121

Gerilerdeki kadınlar ve küçük çocuklardan ibaret âcizler grubu içinde, Hazret-i Hüseyn'in

kızkardeşleri kızları, zevcesi ve onlara bakmaya memur oğlu, esir...

Ölüm meleği onun mukaddes ruhunu kabzettiği anda, hava kapkara kesildi. Öyle bir karanlık çöktü

ki, gökte yıldızlar hecelenir gibi oldu. Peşinden, hasret verici bir kızıllık...

Neler oldu, neler oldu...

Eğer güneş sönmedi, yıldızlar tek nokta üzerinde carpışıp tek nokta içinde kaybolmadı, zaman

kopmadı ve mekân yanmadıysa, sebebini Allah'ın «Sabûr» ve «Hakîm» isimlerinde aramak lazım...

İnsana iyilikte ve kötülükte bu kudreti veren Hikmet Sahibine kurban ola¬lım..

O günden bugüne, müminlerin kalbinde olanlarsa,

1300 küsur yıldır, fezanın hayal erişemez bir noktasından gelen ciğer paralayıcı bir çığlığın

yankıları...

Kerbelâ üstüne gökler dolusu yağmur boşanıyor. Kıpkırmızı ufukların çevresi içine yağan yağmur

kan ren¬ginde...

Ebüşşeyh, İbn-i Ayyine, İbn-i Şirin, Essâlebî, İbn-i Saad, İbn-uz-Zehra, Mansur bin-i Ammâr gibi

islâm bü¬yükleri bir ağızdan kaydediyorlar ki, Kerbelâ üzerindeki karanlık üç gün sürmüş ve bu

arada türlü esrarlı semavî işaretler görülmüştür.

Kerbelâda nereden bir taş kaldırılsa altında kan...

Bunlar, olduğu görülenler ve söylenenler... Ya göklerin ötesinde ve müminlerin kalbinde olanları

gören ve söyleyebilen var mı?

«—Hasan ve Hüseyn, Arşın iki yanına asılı küpeler¬dir.»

Buyuran Allah Resulünün torununa, hiçbir mahlu¬ka edilemeyecek bu zulüm acaba Arş'ı ve

melekler ale¬mini ne hale geetirdi? İlahî tecellilerin namütenahi ulvî esrar makamı Arş'a tokat

atarcasına kulağmı yutmaya ve küpesini düşürmeye kalkan kaatillere ne vasıf bulalım ki,

hareketlerinin tesir ve neticelerini hayal edebilelim?

122

Şehitler Şehidinin kesik başını bir torba içinde Zi-yadoğluna götürmek üzere, içlerinde Şemir ve

Sinan'ın da bulunduğu atlı bir kol çıkardılar. Atlılar Kerbelâdan bir konak ileride bir yere inip mola

verdikleri ve yiyip iç¬meye başladıkları zaman duvardan korkunç bir el çıkıyor ve parmaklarındaki

kanlı kalemle duvara bir beyit yazı¬yor. Bu beyitte, Hüseyn'i öldürenlerin Hesap Günündeki

hallerinden bahsedilmekte...

O akşam, gece bir daha kalkmamak istercesine çö¬künce, göze görünmez mahlûklar ebedî azabı

bildiren şi¬irler okuyarak dövündüklerine, ağlaştıklarına ve bunları bazı insanların kulaklariyle

işittiklerine dair rivayetler vardır.

Küfe sokaklarından dört nala geçen atlılar, kanları dışına sızmış bir torba içinde, Peygamber

Torununun ba-Şinı taşıyorlar.

Peygamber torununun kesik başını Küfe valisinin önünde torbadan çıkaran kaatil, yaptığı işin

büyüklüğünü göstermek için bir şiir okudu.

123

«Ben dünyanın en yüce dağını devirdim!» diye övünen bir pehlivan gibi, lânetli Sinan, bu şiirinde

insa¬noğlunun en hayırlısını öldürdüğünden bahsediyordu. Hizmetinin bedelini yükseltmek için,

ırz düşmanına, kun¬daktaki öz evlâdını teslim ettiğinden bahsetmenin tavrı gibi bir şey...

Bu kadarına, kaatillerin efendisi Ziyadoğlu bile da¬yanamadı ve nefretle haykırdı:

—Dnsanoğlunun en hayırlısı olduğunu biliyordun da neye öldürdün?

Ve ellerini çarparak kapıya doğru seslendi:

—Cellât!

Sinan'ın da kellesini, Ziyadoğlu'nun ayaklan dibi¬ne düşürdüler.

Ziyadoğlu, elinde ince bir değnek, yerdeki Pey¬gamber torununun kesik başını dürtüyor.

Değneğiyle ke¬sik başın soluk dudaklarını kurcalayıp ona:

—Niçin bu işe beni zorladın; kabahat sen de mi, bende mi? Cevap ver?

Gibilerden bakıyor.

Arş'in iki küpesinden biri olan kesik baş, sonsuz saadetin ufkundan, gülümsüyor.

Kesik baş ve arkasında Kerbelâ esirleri, Peygam¬ber torununun kız kardeşleri, çocukları ve

zevcesi, tâ Şam'a kadar türlü eziyet ve hakaretler altında süründürü¬lüp götürülecek; ve orada

Hüseyn'in başı, altın bir tepsi içinde, efsanevî bir nar gibi Yezid'e sunulacaktır. Nem¬rutlara ve

Firavunlara parmak ısırtıcı, ismi isimlikten çı-

124

. sıfatlaşan Yezid, yine ince bir değnekle bu başı tepsi¬ce yuvarlayıp sesini yükseltecektir:

«— Hamdolsun; Bedr çenginde kılıçtan geçirdikle¬ri atalarımın intikamını Ahmed'in soyundan

aldım! Sof¬ralar kurulsun, şenlik başlasın!»

Bir zaman sonra da Muhtar bin-i Ubeyd askerleriy¬le Küfeye saldırıp Kerbelâ işine karışanları tek

tek araya¬cak, bunlardan 6000 kişiyi kılıçtan geçirecek, Ziyadoğlu ve Şemir'in de kelleleri bu arada

düşecektir.

Peygamber torununa edilen zulümde uzaktan ve yakından parmağı bulunanlardan her fert, belâsını

bu dünyada bulmaya başladı.

Yakup bin-i Süfyan anlatıyor.

—Bir gece, bir dost meclisinde sohbetteyiz... Bah¬simiz Kerbelâ faciası... Dostlardan biri, bu işe

yardım edenlerden hepsinin belâsını bulduğunu söyledi. O zaman aramızdan gayet yaşlı bir adam

ayağa kalkarak dedi ki: Ben Kerbelâda Hüseyn'e karşı çıkarılan askerler içinde bulunanlardanım;

bakın, bana hiçbir şey olmadı, hiçbir kötülük erişmedi! Sustuk! İhtiyarın yanı başmda bir kan¬dil

yanıyordu. Kandilin fitili birdenbire, sönecek kadar ufaldı, büzüldü, kısıldı. İhtiyar kandili ele alıp

düzeltmek istedi. Nasıl oldu; ihtiyar oynarken kandilden bir kıvılcım mı sıçradı, nedir, adamın üstü

başı parlayıverdi. Hep bir¬den ihtiyarın üzerine atılıp ateşi söndürmeye çalıştık; ol¬madı. Adam

kendisini pencereden Fırat nehrine atmak zorunda kaldı. Pencereye koşuştuğumuz zaman, adamın,

dumanlar içinde suyun dibine çöktüğünü gördük.

125

Benzersiz hâile, Yemen dağlarındaki çobanlardan Hazer denizi kıyılarındaki balıkçıya kadar bütün

mümin¬lerin ciğerine oturdu. İnsanoğlunun en büyük dili Arapça, Peygamberden torununa ait

mersiyelerle, okyanuslar gibi çalkalandı, durdu.

Hadîs meali:

«—Benim soyum üzerinde bana eza eden kimseye Allah'ın gazabı büyük olur.»

Hadîs meali:

«— Kim Hasan ile Hüseyn'i severse beni sevmiş olur; kim onlara aykırı giderse bana aykırı gider.»

Hadîs meali:

«—Benim evim ve soyum; Nuh'un gemisi gibidir. Sevgileriyle bu gemiye binenler kurtulur,

binmeyenlerse helak olur.»

Hadîs meali:

«—Sizin en hayırlınız, benden sonra soyum için en hayırlı olamnızdır.»

Hadîs meali:

«— Soyumdan kimseyi ateşe atmaması için Rabbime yalvardım; Rabbim de dileğimi kabul etti.»

Hadîs meali:

«—Benden bir kılı inciten kimse, beni incitmiş olur. Beni inciten de Allah'ı incitmeye kalkandır.»

Hadîs meali:

«—Sırat üzerinde en sağlam yürüyecek olanlar, so¬yumdan gelenlerle Sahabilerime sevgide en

sağlam olanlar¬dır.»

Hadîs meali:

«—Hasan, bana, Hüseyn de Ali'ye (biri yumuşaklık¬ta, öbürü şiddette) benzer.»

Hadîs meali:

«—Hüseyn bendendir; Allahı seven onu da sever.» ] Hadîs meali:

«— Evimden en sevdiklerim, Hasan ile Hüseyn'dir»

Hadîs meali:

«—Benim emanetimi taşıyanlar, soyumdan gelenler ^e bana yardımcı olanlardır. Onlarda bir hata

görecek olursanız bağışlayınız, iyi olanlara da bağrınızı açınız!»

Hadîs meali:

«—Sizi türlü nimetlerle lütuflandıran Allah'ı sevi¬niz! Allah'ı sevdiğiniz için beni seviniz! Beni

sevdiğiniz için de soyumdan gelenleri seviniz.»

Hadîs meali:

«—Benim nefsim, insana kendi nefsinden, zürriye-tim de kendi zürriyetinden sevgili olmadıkça o

insanda iman kemallenemez.»

Hadîs meali:

«— Ev halkımdan birine iyilik eden kimseye ben, Kı¬yamet gününde karşılığını veririm.»

Allah'ın Resulü, ebedîlik, âlemine davet olunacak¬ları zamandan bir ay evvel, Mekkede, Veda

Haccında, bütün yer ve gök halkı kendilerini dinliyormuş gibi bir kalabalığa karşı buyurdular:

«—Ben size iki sonsuz kıymet bırakıyorum: Biri, kurtuluş ve nur kaynağı Kur'ân, öbürü de evimin

ve soyu¬mun bağlıları.»

Ve üç kere tekrarladılar:

«— Evim ve soyum bahsinde size Allah'ı hatırlatı¬rını. Evim ve soyum bahsinde size Allah'ı

hatırlatırım! Evim ve soyum bahsinde size Allah'ı hatırlatırım.!»

126

? 127

Sanki Kerbelâyı; ve İlâhi emanet kaatülerinin, du¬daklarda «Allah» kelimesi, Allah'ı nasıl

unuttuklarım gözleriyle görüyorlardı.

Ahzap, Sâffât, Âli îmran, Vedduhâ, Meryem sûrelerinde ve Kur'ânm daha nice yerinde, Peygamber

soyundan gelenlerin ezelî temizliğini, ebedî kurtuluşunu ve müminlerce onlara bağlılığın mutlak

lüzumunu bildi¬ren İlahî fermanlar...

(V)

200.000 KELLE ÜSTÜNDE İBN-ÜZ ZÜBEYRDN BAŞI

Peygamber torununa, alınlarında Müslümanlık yaf¬tasını taşıyanların ettiği zulüm, hayal ve imkân

âleminin hiçbir ikliminde görülmedi. Onun içindir ki, Mutlak Hâkimin esrarlı kanununa göre,

Hüseyn'in kesik başı üzerindeki tac, hiçbir mazlum ve şehide nasip olmamış çapta büyük...

Peygamber torunları îki kardeş, Arş'ın iki kanadın¬da birer küpe...

HACCAC (ZALDM)

Bütün vasıflariyle üstün bir sahabî olduğu için sa¬dece şahsına hiçbir kötülük konduramıyacağımız

Muavi-ye'nin Emevî halifeler boyunca soyu sopu, iman ve ada¬let örneği bir ikisi müstesna, İslâm

nurunu, basamak ba¬samak karanlığa indiren bir silsile oldu. İslâm, bir taraf¬tan, Doğudan Hind ve

Sind'e, Batıdan İspanya ve Büyük Okyanusa dayanırken, öte taraftan, devlet kadrosunda ve temsilci

şahıslar plânında korkunç bir gaye kayıbma uğ¬ramaya başladı. Çölün en miskin kum tanesine

kadar ya¬kan büyük soluk, o kum tanesinden, esrarlı bir tohum gibi saraylar, kubbeler ve beldeler

fışkırtırken, gayesini yalnız madde fethine bağlayıcı ve ana ruhu boğucu bir ihanet manzarasına

şahit oluyordu. Fethettiği Kisrâlar (Dran şah¬ları) dünyasının büyüğünü, yamalı elbisesiyle Mescitte

kabul eden ve ona parmağını ısırtan gerçek halife Ömer'in fetih bucağı Samda, şimdi Muaviyeden

kalma,

128

129

f

baştan başa yeşil mermerden sarayda öyle bir nesil pey-dahlanmıştı ki, eski Roma kayseri deli

(Kaligulâ)nm mı, şanlı bir Sahabînin mi oğulları olduklarım kestirmek zor¬du.

Hazret-i Ömer'in:

«—Sen bu Ümmetin kayseri olmaya doğru gidi¬yorsun!»

Dediği Muaviye'nin peşinden her şey öyle oldu. Peygamber evlâdının kaatili Yezid'den sonra,

ortada, ko¬parılmaya değer bu kadar büyük bir baş bulunmadığı hal¬de zulüm hırsı ve en kuduz

nefsanîlik tecellileri o zaman¬kini de geçiyordu.

Emevî halifeleri silsilesinde zulüm hırsı ve en ku¬duz nefsanîlik tecellisinin, kendisine kapıkulu

hüviyeti olarak bulduğu sadık alet, «zâlim» lâkaplı Haccac... «Haccac-ı Zalim..»

Abdülmelik yeni halife... Elinde Kur'an, gözleri Allah'ın kelâmında, bir köşede kendisine göre

birşeyler yaparken, koşup halife olduğunu haber veriyorlar. Bir de¬li sevinciyle doğruluyor,

Kur'anı kapatıyor ve Allah'ın Kitabına şöyle hitap ediyor:

«—Bu seninle son buluşmamız!»

ݺte Yezid'i takip eden tersine tekâmül çağından bir işaret!..

«Taşın teri» ve «sineklerin babası» lâkaplı Abdül¬melik, ilk iş olarak bir nevi basm kanunu çıkardı;

fikir ve söz hürriyetini kökünden yasak etti. Ayrıca bir ferman:

«Hak ve adalet aramak için Halifeye baş vurmak da yasaktır.!»

Bastırdığı paralara ismini koyduran ilk sözde müs-lüman devlet reisi de o...

130

Bir yakınına emri:

«-—Ben seni dinlemek arzusunu gösterdiğim müd¬detçe konuşabilirsin!»

Her şeye rağmen, hürriyet getirdiği iddiasında de-

ğildi o...

İlk istidatlarını Muaviye zamanında gösterip Yezid

hengâmesinde patlak veren büyük fitne, Peygamber to¬runlarının ve en üstün sahabî çocuklarının

kellelerine mal olduğu halde, bir türlü kapanmıyor, boyuna cerahat toplu¬yor ve hep işliyor.

Abdülmelik'in Halifelik makamına kuruluşundan bir yıl sonra nuhusetler beldesi Küfede yeni bir

hareket... Kûfeli bir grup, Hüseyn'in kaatillerini, en küçük yardım¬cılarına kadar meydana çıkarıp

cezalandırmadıkça yerle¬rine oturmamak azmiyle ayaklandılar. Halifeye karşı ter¬tipledikleri

birliklerle Fırat'ı geçtiler. Şamdan üzerlerine, Suriye ordusu gönderildi. Onlar bin ise, Suriyeliler

on-bin... Fakat ayaklananlar öyle azimli ki, kılıçlarının kınla¬rını dizlerinde parçaladılar ve

görülmemiş bir çullanışla Suriyelilerin üstüne atıldılar.

Şöyle nâra atıyorlardı:

«—Cennet, cennet! Ali'nin fedailerine cennet!»

Suriye ordusu, bu zaptedilmez serdengeçtiler karşı¬sında apışıp kaldı. Suriyelilerce anlaşma ve

uzlaşma tek¬lifi... Kabul edildi; ve ayaklananlar, kollarını sallaya sal¬laya döndüler.

Abdülmelik büyük bir zaaf kaydetmiş oluyordu.

Basrada da isyan...

Abdülmelik, sarayının pırıltılı dekoru içinde bu ka¬ranlık durumu, düşünüyor. Iraka, kuvvetli çok

kuvvetli, yumruğunu indirdiği yeri yamyassı edecek bir el gönder¬mek lâzım!... Halifenin etrafında

büyük bir divan...

131

—Aramızda Iraka gidecek ve oraları sindirebilecek kim var?

Haccac isimli biri atıldı:

—Aradığın adam benim, yâ Halife!

—Sen çekil!

Halife, suali iki kere daha ortaya attı. Başlar eğik, herkes sükûtta... Üçüncü sualden sonra yine

Haccac atıl¬dı:

—Aradığın adam benim, yâ Halife!

—Sen herkesi eşek ansı gibi sokarsın, çok aşırı gi¬dersin; ama ne yapalım, hemen yola çık!

Haccac, büyük bir askerî birliğin başında, Irak yo¬lunu tuttu. Zulüm kabiliyetim ilk defa kendi

askerlerine gösterdi; onları cebrî yürüyüşle, sabahlara kadar yol al¬maya zorladı. Kendisi de su

kırbaları yüklü bir hecin de¬vesinin sırtında, elinde Kur'ân, üzerinde fakir bir maşlah, uçarcasına

çölü aşıp yapayalnız Küfeye girdi.

Haccac, askerleri arkadan kendisine yetişmeye ça¬balarken, Küfe sokaklarında bangır bangır

haykırıyor:

—Camiye, herkes camiye! Hemen şimdi!

Umumî hayret... Bu ne demek? Camiye böyle va¬kitsiz çağırış neden olsa gerek?

Haccac, şehrin büyük camiindeki kürsüde taş gibi sessiz, somurtmuş, oturuyor.

Haccac'in askeri şehre akar ve her tarafı tutarken cami, kubbesine kadar insan kelleleri

yığümışcasına doldu.

Haccac, Kûfelilere hitap ediyor:

«—Bana iyi bakın! Ben meşhur bir adamım! Ka¬zandığım zaferler adımı her gün biraz daha

parlattı. Sar¬gımı çıkarayım da beni daha iyi görün! Gördünüz mü,

. Eşeyler seçebildiniz mi? Hah, tamam! Bakıyorum, bazı¬larınız beni daha iyi görebilmek için

boyunlarını uzatıyor. 3u uzanan boyunlara yapışık kelleler ne de güzel uçuru-lur! Ben bu işte

ustaların ustasıyım! Daha şimdiden, sakı-larınızla sakallarınız arasındaki kellelerinize bağlı o

upu¬zun boyunlarınızdan akacak kanların kıpkızıl pırıltısını görmekteyim!»

Haccac, gözleri fal taşı gibi açılmış, neye uğradığı¬nı şaşırmış kalabalığa karşı aynı tonla devam

ediyor:

«—Müminlerin emiri, sadağındaki okları boşalttı; içlerinde en sert ve keskin olan beni seçti! Ey

habîs Irak¬lılar! Ey isyan ve hiyanetten başka bir şey bilmeyen kötü insanlar!»

Ve hiçbir lûgatçeye sığmaz küfürler, küfürler ve son ferman:

«—Sizi kırbaç düşmanları sizi! Sizi köle çocukları, sizi fahişe yavruları! Ben fazla konuşmayı

sevmem! Ne¬ler yapacağımı göreceksiniz! Bundan böyle hiçbir nokta¬da bir topluluk

görmeyeceğim! Toplantı, biraraya gel¬mek, başbaşa vermek hepinize yasak! Kulaktan kulağa gizli

fısıltılar, fiskoslar da yasak! Artık kimse kimseye, neler döndüğünü, neler olup bittiğini, nereye

gidildiğini sormayacak! Herkes yalınız şahsî işiyle uğraşacak... Tek¬rar ediyorum: Ben bir şeyi iki

kere söylemem! Sizin kor¬kaklığınızdan, hainliğinizden ne kadar iğreniyorsam, keli¬melerden de o

kadar tiksiniyorum! Hepsi bu kadar! Hali¬feye biy'at, sadakat, orduda vazife, iş güç ve ötesine

pay¬dos! Yoksa vay haline, elime düşeceklerin!»

CAMDDE İNMEYE BAŞLAYAN KILIÇ

Zâlim lâkaplı Haccac, sözlerinin bu noktasında, yanındaki kâtibe döndü;

132

133

«—Oku bakalım, Halifenin Iraklılara nâmesini!»

Kâtip okumaya başladı:

«—Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle... Al-lah'ın kulu, müminlerin Emiri Abdülmelik'ten

Irakın ger¬çek mümin ve müslümanlarına selâm olsun... Sizi, zatın¬dan başka ilâh olmayan

Allah'ın selâmetiyle...»

Haccac, avaz avaz kâtibe seslendi:

«—Dur, burada dur!»

Kâtip sustu.

Haccac, en hafif tâbiri «nifak yılanları» olan bir araba küfürden sonra:

«—Müminlerin Emiri size selâm ediyor da, dedi; niçin kendisine bir ağızdan mukabele

etmiyorsunuz? Hâinler, âsiler, caniler, reziller! Sizi odun talaşı gibi dilim dilim kesip ayaklarımın

altında çiğnerim!»

İçinde umumî lâflardan başka bir şey bulunmayan mektubun okunması bitince, halk, çok defa

olduğu gibi riyakâr sesini yükseltti:

«—Allah müminlerin Emîrini bağışlasın, Allah ona selâmet versin!»

Haccac, iç ve dış düşmanlara karşı yeni teşkil edi¬lecek birliklere girmek üzere, eli ayağı tutar

herkese üç gün içinde toplanmaları, yahut kafalarının uçurulacağı haberini verip kürsüden indi.

O sırada yanına, Küfenin ileri gelenlerinden Umeyr adlı bir ihtiyar yanaştı:

—Ben ihtiyar ve hastalıklı bir insanım! Orduda işe yaramam. Uzaklarda oğullarım var... Benim

yerime oğul¬larımdan en kuvvetli ve bahadır olanını getirtsem de versem, daha iyi olmaz mı?

—Uygun!.. Daha iyi olur!

Haccac camiden çıkarken iki kişi etrafını aldı:

—Bu Umeyr dedikleri ihtiyar kimdir, biliyor mu¬sunuz?

.—Hayır! Kimmiş?

—Halife Osman öldürülürken, cesedinin üstüne çı-D0P da tekmeleyen, onun kaburga kemiklerini

kıran

Umeyr...

Umeyr, ancak şu cevabı verebildi:

—Osman, babamı zindana attırmış ve ihtiyarın orada ölmesine sebep olmuştu.

Haccac, eliyle sakalını uzun uzun tarayarak Umeyr'i tepeden tırnağa süzdü ve muhafızlarından

birine işaret çaktı.

Zalim ihtiyarı, kendisinden daha zalim Irak valisi¬nin işaretiyle saçlarından tutup camiden dışarıya

sürükle¬diler ve hemen işini bitirdiler.

Bütün Irak bölgesinin umumî Valisi Haccac önün¬de herkes, tıs!!!

Haccac, önüne geleni kesti biçti, gık diyenin başı¬na topuzunu indirdi, şehirlerde en büyük imar

hareketi muazzam zindan çatıları kurmak oldu. Bu arada halife Abdülmelik'in arap atı ısmarlar gibi

tip ve cinslerini sa¬yıp dökerek istediği kadınları, çöl çöl ve kasaba kasaba aramayı da ihmal

etmedi. Hâsılı tam da Yezid sülâlesine mahsus, ne değerli bir âlet olduğunu kısa zamanda

gös¬terdi.

Nihayet Halife Aldülmelik ölüm döşeğinde... Araplara ait vazgeçilmez bir şiar halinde, bu vaziyette

bi-? dudaklarında bir şiir:

«Bizi nazlandıran herşey uçup gitt: Sonsuz harabelerde yanıp sönen şimşekler gibi...» Başucuna

oğlu Velid gelince de şu mısralar: «Hasta döşeği başında bu ne büyük ilgi halkası? Yoksa,

gözlerinizin önünde öleyim diye mi bu ala-|ka?»

134

135

Abdülmelik, yatağına kapanıp hıçkıra hıçkıra ağla¬yan oğluna, o anda bile bir zulüm apolocyası

halindeki son öğütlerini verip öldü:

«—Köle kızlar gibi ağlama. Ben ruhumu teslim edince sen kaplan postuna bürün! Kılıcını omuzuna

at ve sana yan bakanın kafasına indir! Acımak yok! Onu unut! Sana baş kaldıracaklardan

hiçbirinin, yatağında ölmesine imkân verme!»

Velid'in Müslümanlıkla bütün alâkası, Suriyede gördüğü hıristiyan eserlerine bayılıp, dünyada bir

eşi bu¬lunmaması kaydiyle Şam'da yaptırdığı cami... Herşey dış plânda büyümekte ve iç plânda

küçülmekte...

Şöylesine:

Muaviye için, Ümmetin kayseri olmağa doğru git¬tiğini söyeyen Halifeler Halifesi, o soyun

Romalıları da geçeceğini biliyor muydu?

Abdülmelik ve oğlu Velid'in bütün seyircilerini hizmetkâr nefsinde özleştiren ve misilsiz zulmiyle

efendi¬lerinin zulüm imparatorluğunu koruyan Haccac, camide kaldırdığı kılıcı Kâbenin tepesine

indirmeden yapamazdı. O, üstüste kellelerle yükselttiği ehramın zirve noktasına muazzam bir baş

oturtmalıydı.

Buldu. Bütün bu anlattıklarımızdan birçoğu olma¬dan, bu muazzam baş, geçti Haccac'm eline...

Bu baş, Peygamber Torunu Hüseyn'inkinden sonra en büyüğü; onun aziz arkadaşı ve dâva yoldaşı

İbn-üz-Zübeyr'in... Büyük sahabî Zübeyr ile, sahabîlerin en bü¬yüğü Hazret-i Ebu Bekir'in kızı

Esma'nın oğulları İbn-üz-Zübeyr...

Peygamber evine ve yoluna sadık İbn-üz-Zübeyr, Allah Resulünün irtihallerinden yarım asır geçer

geçmez atlayıveren ve her an, kâh su üstünden, kâh su altından kan fesat karşısında o türlü ıstıraba

düşmüştü ki, artık dayanamamış ve Hicazı ayaklandırmıştı. Emevîlik iddia¬sındaki baykuşların,

altından kapladıkları İslâm çatısında daha fazla ötmelerine son vermek isteyen İbn-üz-Zübeyr,

karşısında Haccac'tan başkasını bulabilir miydi?

Haccac, İbn-üz-Zübeyr ve taraflılarını ele geçir¬mek için, yine deve üstünde maşlahı uça uça

Hicaz'a gel¬di ve mukaddes beldeyi sardı. Onbinlerce müslümanı doğradıktan sonra, Allah'ın Evine

bakan Ebi Kabîs Dağı tepesine mancınıklar kurup Kâbeyi dövmeye başladı. Eşi¬ğini öpmek üzere

müslümanların aylarca uzak mesafeler¬den akıp geldiği Allah'ın Evi, Muaviye'yi takip eden Emevî

halifelerinin kumandanları tarafından dövülüyor!

Muhasara esnasında bir gün, İbn-üz-Zübeyr, «Ha-cer-ül-Esved» in yanı başında namazda... Tam

rukûa var¬dığı ân bir mancınık taşı beline rastlayıp onu yere serdi. Bir iki kemiği kırılan İbn-üz-

Zübeyr, sürüne sürüne an¬nesinin evine uzandı.

Allah Resulünün Hicrette «Sevr» mağarasındaki mahremiyet dostu, en büyük manevî emanetin

sahibi Hazret-i Ebu Bekir kızı Esma ki, o korkunç hengâmede Mekke ile mağara arası mekik

dokuyarak, Kâinatın Efen¬disine ve babasına yiyecek, içecek taşımıştı.

İbn-üz-Zübeyr işte bu anneye gitti ve onun dizleri¬ne kapandı:

—Anne; bir mancınık taşı kemiğimi kırdı; söyle, bu halimle ne yapayım?

Büyük kadından cevabı aldı:

«—Oğlum; Haccac gibi bir zalime baş eğmektense toprağa girmek hayırlıdır. Sana düşen iş, sürüne

sürüne koşup şehitlik kâsesine uzanmaktır! Koş, git, şehit ol!»

136

137

İbn-üz-Zübeyr o haliyle fırlayıp iki büklüm, kılıca na sarıldı; ve o sırada şehre sızmaya başlayan

düşman as¬kerlerinin üzerine atıldı. Bir ân içinde vücudu delik deşik yere serildi. Naaşım

sürükleye sürükleye Haccac'ın önü¬ne götürdüler. Haccac, bir taraftan ibret, bir taraftan da

mübarek kadına azap olsun diye, şehidin naaşım darağa-çına çektirdi. Maksadı, büyük kadın sahabe

Esma Hazret¬lerini ayağına düşürmekti. Şehit oğlunun acıklı manzara¬sına vakar ve iftiharla bakan

ulvî kadının, kibir gibi gör¬dükleri muhteşem tavrını bozmak, duygusunu kırmak, başını

eğdirmek...

Adamlarına emir verdi:

«—Annesi gelip yalvarmadan cesedi darağacından indirmeyiniz!»

Nur püskürtülen içinde gezen büyük kadın, günler geçtiği halde oğlunun cesedini aramadı; ve Allah

şehidi İbn-üz-Zübeyr hep ipte kaldı.

Aziz anne örneği Hazret-i Esma, günlerden sonra, başı daima ulvîliklerde, darağacının önünden

geçti ve et-raftakilere cesedi işaret ederek şöyle hitap etti:

«—Bu hatip hâlâ minberden inmesin mi? Bu vazi¬yette ve bu lisanla söyleyeceğini söylemekte

devam etsin mi?»

Herkes ürperiyor. Haccac, bu yakıcı sözleri kadı¬nın ricası mânasına alıyor ve hemen aziz naaşı

indirterek gömdürüyor.

Yeğeni Ömer'in sözü:

«Velid'in cesedini toprağa indirirken kefen için¬

de bir debelenme hissettim. Sağlığında da gülerken hep

böyle debelenir ve ayağiyle yeri döverdi.»

Zalimlerin prensi Haccac da, 20 yıl valilikten son¬ra, 54 yaşında, İrakta öldü. Hastalığı Arapların

yemeye alışık olduğu bir nevi toprağı fazla atıştırmış olmak...

Zulmünün bilançosu:

En üstte İbn-üz-Zübeyr'in başı, 200.000 kelle ve öldüğü gün zindanlardan çıkarılan 28.000

masum...

Nasılsa haremine girip bir sandık içine gizlenen Medineli bir şairi, sandığı açıp bakmadan, diri diri

topra¬ğa gömdüren üzerinde tepinen ve:

«—Topraktan kulağıma sesler geliyor!»

Diye zevklenen Velid de öldü.

138

139

(VI)

İMAM-IÂZAM VE ÖBÜRLERD

İMAMI AZAM

Hicrî birinci asrın ikinci yarısında patlak veren fe¬sat, kendisini ikinci asra devrederken, sade şahıs

ve soy ihtiraslarını değil, bütün bir vecd ve aşk kaybını ve onun yanında kuru ve satıhçı bir akılcılık

gayretini de ifşa ve ihtar ediyordu. Yani, büyük din ahlâk ve hakikatlerini çiğneyen şahıs ihtirasları

içinde, aynı ahlâk ve hakikatler sâf anlayış bakımından da kararmaya başlıyor ve yerini nasipsiz bir

ukalâlığa bırakıyordu. Bu, her şeyin altüst olmaya başlaması, ruhların iman yağmurundan feyz

ala¬maz bir tutukluğa düşmesi demekti. Bu her zaman ve her inanış şeklinde olduğu gibi, ruh

feyzinden kendisini dışa¬rıya atan ve müstakil bir eriş vasıtası olduğunu sanan ku¬ru akıl ve kaba

mantığın, büyük vecd ve aşk devresine karşı tepkisi demekti. Bu tepki de, yine her zaman ve her

mezhepte görüldüğü gibi, ancak vecd ve aşk kudretinden düşen fertler ve cemiyetlere hâs bir illet...

141

ݺte böyle bir havanın açılmaya başladığı Hicrî bi¬rinci asrın ikinci yarısında, Yahudi

parmağı'başta, türlü bâtıl mezhepler ortalığa tohumlarını serperken, Müslü¬manlığı, ferdî ve içtimaî

bütün bir sistem halinde billûrlaştırmak, abideleştirmek, fert ve cemiyet hayatının hayalî denecek

kadar uzak ihtimallerini de kavrayıcı bir genişlikle tablolaştırmak, böylece kuru akla da hakkını

verip her şeyi aslî vahidine bağlamak, en aziz vazife ol¬du.

Ve İmam-ı Âzam Hazretleri, gerçek müminlerin fert fert içini burkultan ve topyekûn tslâm

cemiyetini sa¬ran isimsiz bir hasret halindeki bu ihtiyacı; İslâmı belirt¬me ihtiyacını yerine

getirmek üzere, Hicrî 80 yılında dün¬yaya geldi.

Lâkabı İmam-ı Âzam, künyesi Ebu Hanîfe ismi Nûman Bin-i Sabit...

İmam-ı Âzam'in çocukluğunda, Nur Devrini gö¬renlerden (sahabîlerden) ancak birkaç kişinin

hayatta bu¬lunduğu rivayeti var... Giden-Nur Devri, gelen karanlık çığır içinde ancak birkaç

kıvılcımını bırakabilmiş... Böy¬lece İmam-ı Âzam, küçük yaşta da olsa, Nur Devrinin Nur

merkezini görenlerden birkaçını görmüş olmakla İslâmın sahabîlerden sonra en üstün kadrosu olan

«Tâbiîn-B ağlılar» sınıfında oluyor.

İmam-ı Âzam'ın, birkaç sahabiye yetiştiği hakkın¬daki zaif telâkki edilen rivayeti yerinde kabul

etmeyecek olursak, kendisini «Teba-ı Tabiîn- Bağlıların bağlısı» sı¬nıfından saymak gerekiyor.

Fakat bütün bu hesaplar, götürü cemiyet ölçüsüne göre biçilmiş şeyler... Asıl ferdiyle İmam-ı

Âzam, O'na bağlılığın en üstün basamağı...

Çocukluğu, Emevî halifeler kolunun mânada ve Hdede en zalimlerinden Abdülmelik ve oğlu Velid

za-^^ıında geçti. 19 yaşına girdiği zaman da, halifeliği an-V 2-3 yıl süren ve İslâm Devletini ilk

büyük halifeler , VJjne yükselten Ömer İbn-i Abdülaziz'i idrak etti. Fa¬kat ufuklarına yığdığı

karanlıklar içinde Ömer İbn-i Ab-dülaziz, ancak bir anlık bir şimşek oldu ve peşinden her sey yine

Yezid-Velid çizgisi üzerinde yürümeğe devam

etti.

İmam-ı Âzam dilinin dönmeye başladığı çağdan,

son nefesini verdiği ana kadar (60 küsur sene) yalınız din ile, din incelikleriyle, dinin içi ve dış

meseleleriyle uğraş¬tı ve fezayı yıldızlar arası nisbet çizgilerine boğarcasma, İslâmlığın kâinat

çapındaki hakikatlerini örgüleştirdi. Ve işte bu işin ismi mânasına gelen «Fıkıh» ilmini kurdu.

Fıkıh; dinin iç hikmet ve hakikatlerine bağlı ola¬rak, dış, ölçü ve hakikatlerinin tablosu... Tasavvuf,

nasıl Allah Resulünün bâtını (içi), şeriat de zahiri (dışı) demek¬se, fıkıh, işte o dışın daima içe bağlı

ölçüler manzumesi... Bu bakımdan İmam-ı Âzam, «zahir ehli» denilen dış ilim kadrosunun başı

olarak İslâmın dış hakikatler cephesine bağlıysa da, bu çapta bir kemale erişmek için köklerini iç

plâna ve ince hikmetlere kadar ulaştırmış olmalıydı.

İmam-ı Âzam, tecellisindeki büyüklüğü ve şahsi¬yetini dış cephe üzerinde gösteren, fakat

yetiştirici ruh feyzini de içine alan kemal örneği...

Onun bu halini ve üstün kemal idrâkini şu misilsiz levhadan süzelim:

Bir gün, talebesiyle birarada, açıkça bir yerde otu¬rurken önlerinden büyük velî İbrahim Edhem

geçiyor. Imam-ı Âzam hemen ayağa kalkıyor ve başı göğsünde, sessiz ve gösterişsiz geçen İbrahim

Edhem'e hitap ediyor:

—Buyursunlar; efendimiz, büyüğümüz!

Veli geçip gidiyor.

142

143

İmam-ı Âzam'm tamamiyle zahir planındaki tale-bileri, hocalarına soruyorlar:

—Nasıl olur efendim; sizin gibi muhteşem bir din büyüğü, bir mezhep kurucusu, nasıl olur da

böyle bir der¬vişe efendimiz diye hitap eder?

İmam-ı Âzam Hazretleri, belki verdiği derslerin bütün ruhu olarak şu cevabı veriyor:

«—Gördüğünüz dervişe ihtiramım şu yüzden ki, o bizzat Allah ile meşgul, bizse nefsimiz

bakımından işin dedikodu tarafiyle...»

İmam-ı Âzam'ı iç plânda İmam-ı Âzam eden bü¬yük velîlerden Mâruf-u Kerhî Hazretleridir.

İmam-ı Âzam çapında büyük müçtehidlerden, İmam-ı Âzam'ın vefatı senesinde dünyaya gelen

İmam-ı Şafiî, Hanefî mektebinden bir imamın üvey oğlu... Üvey babasının Hanefî fıkhına bağlı

eserleri içinde yetişti ve içtihat makamına eriştikten sonra şöyle dedi:

«—Müslümanların çoğu İmam-ı Âzam'ın manevî çocuklarıdır. O, bir babanın evlâdına rızk araması

gibi Müslümanların bu ihtiyaçlarını üzerine aldı ve ben ne öğ-rendimse onun mektebinden

öğrendim...»

Hadîs meali:

«— Bütün Peygamberler benimle iftihar ettikleri gi¬bi ben de ümmetimden Ebu Hanife künyeli ve

Numan isim¬li biriyle iftihar ederim ki, o, müslümanların ışık tutucusu ve karanlıktan aydınlığa

çıkarıcısı olacaktır.»

Ebu Hanîfe gibi, dünya ve fâni makamlarla tek alâkası olmayan ve hiçbir siyasî temayül de

belirtmeyen mücerret bir ilim ve hakikat adamına zulüm nasıl olur?

Olur!

Zalim, işte pençesini bu noktaya kadar uzatandır ve kendisine zararlı olsun olmasın, büyüklük ve

yüksek¬lik gördüğü her şeye tırnaklarını geçirecek, zehirini dışa¬rıya vurmak için mutlaka bir

bahane bulacaktır. Zalimin kini, doğrudan doğruya ulvîlik ve faziletedir ve bu kanun kıyametedek,

değişmeyecektir.

İlim adamlarına hak ve hakikati maskeleyici hü¬kümler verdirmek isteyen zalimlerle, zalimlerin

böyle emirlerine güle oynaya baş eğen sözde ilim adamı şeklin¬deki mâna zalimlerini, tarihin hangi

devrinde eksilmiş görebiliriz? Bu noktada imam-ı Âzam, arasında yetiştiği iki muhalif rejimin de -

hem Emevîler, hem Abbasîler-kurbanı oldu.

Emevîler devrinin sonlarında İrak valisi İbn-i Hu-beyre, böyle bir adamı rejimlerinin emrinde

kullanmak üzere, ona Küfe kadılığını teklif etti:

—Kabul edemem efendim: ben bu işin adamı deği¬lim!

—Sen ne diyorsun? Senin gibi ilim ve fazl sahibi bir insan «ben bu işin adamı değilim!» derse ya

başkaları¬na ne demek düşer?

—Onu kendileri bilir. Fakat ben bu işe göre olma¬dığımı biliyor ve bildiriyorum!

—Kabul edeceksin!

—Edemeyeceğim!

—Sonra halin fena olur!

—Ne olursa olur; fakat ben kadı olamam!

Öyle sinirleniyor ki, vali, emrindeki şakileri çağı-rıP Imam-ı zam,'ı falakaya bağlatıyor ve ona yüz

sopa v"rduruyor.

144

145

Her tarafından kan giden Büyük İmama son teklif:

—Kabul edecek misin?

—Edemeyeceğim!

Yüzde on faiz hesabiyle on sopa daha... imam-ı Âzam kendinden geçmiştir.

—Götürün!

Ve Ebu Hanîfeyi, her tarafı kırık dökük, evine gö¬türüp bırakıyorlar.

Derken Abbasîler... Bağdat isimli küçük köyün merkez oluşu. Köşe bucak fırlayan mermer

sütunlar, pı¬rıltılı kubbeler... Bütün dünya iklimlerini yeni merkeze bağlayan ve üzerlerinden fildişi

yüklü kervanlar, geçen

yollar...

Emevîlerin mezarlarına kadar açılmış, bulunan iskeletler yakılmış, rüzgâra savurulmuştur. Zulmün,

de¬vasını, kendisine zıt başka bir zulümle bulması gibi, bu gidişin de gidiş olmadığı belli bir şey...

Abbasîlerin ilk halifelerinden Mansur... Yabancı dillerle Arapça arasında ilk tercüme köprüsünü

kuran, bu arada Eski Yunan metinlerini de devşiren ve sekiz asır sonraki (Rönesans) hareketine

kaynak hazırlayan, İslâm irfanını kütüphaneler dolusu ciltlere döken, fakat her şeyi emrine alacak

büyük ruhî muvazeneyi denkleştiremeyen Abbasî Emîri, derhal İmam-ı Âzam'a kancayı attı:

—Kadıların Kadılığı makamı sana lâyıktır!

—Beni affedin efendim; ben o makama lâyık deği¬lim!..

—Lâyıksın!

—Değilim!

Bu türlü çekişmeler başını almış, gidiyor. İkide bir İmam-ı Âzam Bağdata çağırılıyor. Halife

sarayına alını-

yor, atlas ve canfes kaplı sedirlere oturtuluyor ve hep ay¬nı teklif karşısında kalıp aynı cevabı

veriyor.

Bir gün vaziyet, son derece hassas bir noktaya gel¬di:

—Yâ Ebu Hanîfe! Ben, Müminlerin Emîri, kendi¬mi yeminle bağlayarak sana bildiriyorum:

Vallahi kaza makamına geçeceksin!

—Ben de yeminle cevap veriyorum: Vallahi bu makama geçmem!

Müthiş bir hava... Mecliste bulunan, Halîfenin ya¬kınlarından Rebî, İmama hitap ediyor:

—Sen ne yapıyorsun? Nasıl oluyor da, Allah üzeri¬ne yemin eden Halîfeyi, böyle içinden çıkılmaz

bir vazi¬yete düşürebiliyorsun?

İmam ona gülümseyerek cevap veriyor:

«— Her müşkülün Şeriatte bir kolayı vardır. Yemi¬nin de keffareti var... Halifenizin yemin

keffareti vermesi de benim vermemden daha kolay...»

Bu, hep böyle gitti. İmam-ı Âzam, aşk ve ilmini birbiri içinde besleyerek ve din irfanının daima

hasbilik cephesinde kalarak, 24 saatin 4 saatini bile nefs ihtiyaçla¬rına harcamaksızın nur saçmakta

devam etti.

Ona ve temsil ettiği ilme karşı zulüm istidadı yal¬nız devlet büyüklerinden gelmiyor. Zümre zümre

bozulan Islâmî şiar, İmam-ı Âzam'in elinde bütün asliyet ve saf-fetiyle ışıldarken, «Haricîler» ve

«Mutezile» gibi bâtıl

Mezhep bağlıları da ona diş biliyor ve bir bahane kollu¬yor.

Bir gün huzuruna, elleri yalın kılıçlı bir «Havâric-Haricîler» topluluğu çıktı. Kılıçlarını kâfirlere

çekmiş bir avır içinde, bu adamlar, İmam-ı Âzam'a sordular:

146

147

«—Dçki içerken boğazı düğümlenip ölen bir insan¬la, zinadan peydahladığı çocuğunu doğururken

ölen bir kadın, müslüman mıdır, değil midir?»

İmam-ı Âzam, büyük bir vakar ve sükûn içinde:

«—Evvelâ kılıçlarınızı kınlarına sokun ki, diyor; kalbim onlarla meşgul olmasın ve sualinize salim

duy¬guyla cevap verebileyim!»

«—Hayır , diyorlar; kılıçlarımız cevabından evvel kınlarına girmez! Cevabına göre de ya girer, ya

işini gör¬meden girmez!»

Bu türlü ölenleri kâfir belleyen bu adamların bek¬lediği cevabı verebilir mi İmam-ı Âzam?..

Gülümsüyor:

«—Peki, cevap vereyim!.. Bu dediğiniz insanlar hangi topluluktan? Puta tapanlardan mı, mecusi

mi, Ya¬hudi mi, nasrâni mi, hangi milletten?»

«—Besbelli bir şey ki, müslüman!»

«—Öyleyse meselenizin cevabını kendiniz vermiş oluyorsunuz!»

«Haricîler» elleri ayakları tutulmuş, hayretle bakı-myorlar.

—Dman ile amel, birbirinin içinde, fakat birbirin¬den ayrı iki keyfiyettir; ve imanı kaldırıcı kalbî bir

fiil ne¬ticesi olmaksızın hiçbir maddî amel, kişiyi Müslümanlık¬tan çıkarmaz!

Diyecek olsa belki sapıkların kılıcını başına yiye¬cek olan İmam-ı Âzam, bu inceler incesi cevapla

onları öyle bağlıyor ki, şerlerinden korunabiliyor.

Halifeyle ihtilâfı o hale geldi ki, artık iki tarafın da birbirini teselli edebilecek bir ihtiyat payı

kalmadı:

—Kaza makamını kabul etmemekte ısrar ediyor musun?

148

—Evet!

—Ben de sana kabul ettirmekte ısrar ediyorum!

—Siz bu ilâhî emanet dâvasını, ancak Allah'tan korkan ve nefsinden emin olan birine havale

edebilirsi¬niz!

—Sen o adamsın!

—Ben sükûn halinde bile kendimden emin deği¬lim; öfke halinde nasıl emin olabilirim? Kısacası

ben bu işe lâyık değilim!

—Yine mi o kelime? —Hep o, lâyık değilim!

Halife, gözleri faltaşı gibi açılmış avaz avaz debe¬leniyor:

—Yalan söylüyorsun!

—Yalan söylüyorsam, yalancı, müminlere hak ve adalet tevzii makamına getirilemez! Bunu olsun

takdir edin!

İmam-ı Âzam, görülmemiş bir fikir azameti içinde doğruluyor; ve Halifeyi, yeryüzünde hiçbir

mantık kudre¬tinin varamıyacağı bir ifade cenderesine alıyor:

«—Ya doğfu söylüyorum, yahut yalan! Doğru söy¬lüyorsam bu makama lâyık olmadığımı kabul et

ve beni kaza mevkiinden affeyle! Yalan söylüyorsam, dediğim gibi, yalancı kaza makamına

getirilemez, yine affeyle!»

Boğulacak hale gelen Halife, gırtlağını yırtarcasına bağırıyor:

—Koşun aim bu adamı ve bana baş eğinceye kadar hapsedin ve her gün dövün.

Sırf, devlet zoru altında hak ve hakikate zıt hüküm vermemek için kaza makamını reddeden İmam-ı

Âzam'ı, mevsimler boynuca zindanda süründürdüler. Kendisine

149

her gün ekmek yerine dayak yedirildi; ve büyük İmam ucu kurşunlu kamçılar altında aziz ruhunu,

yolundan ve emirlerinden kıl kadar sekmediği Allah'ına teslim etti.

Hicrî ikinci asrın tam ortası, sene 150...

Hakka karşı olan devletle, hakkı güden büyük fert arasındaki ezelî maceranın heybetli timsalidir o...

Büyük Müctehid, en genç çağından başlayarak, ahlâk ve zekâsı, vecd ve ilmi, aşk ve takvâsıyle,

halk için¬de âbideleşiverdi; ve Kıyamete kadar açık olan içtihat ka¬pısının artık niçin kapalı

kaldığını, eşi bir daha gelmez fa¬ziletleri ve müstesna bütünleştiriciliğiyle göstermiş oldu.

Daha genç yaştayken, bütün gecelerini ihya ettiği, din meselelerine abanmış olarak uykusuz

geçirdiği riva¬yeti her. tarafı sarmıştır. Halbuki o sıralarda İmam-ı Âzam, ancak yarı gecesini ihya

etmekte, geri kalanında uyumaktadır.

Sokaktan geçerken, Biraz ilerisinde iki kişinin şöy¬le konuştuklarına şahit oluyor:

—Bak, bak! Ebu Hanîfe geçiyor! Şu büyük din ve ilim adamı!...

—Ne diyorsun? Şu bütün gecelerini ihya eden, iba¬detle geçiren insan, ha?

İmam-ı Âzam, evine kapağı atar atmaz Kıbleye dö¬nüyor ve titreyen ellerini yüksekliklere kaldırıp,

ağlaya ağlaya Allah'a yöneliyor:

«—Yârabbi! Ben, malik olmadığım faziletle anıl¬maktan sana sığınırım! Ancak yarı gecemi ihya

edebildi¬ğim halde halk onu bütün gece sanıyor! Böyle bir zandan sana sığınırım! Bu bana senin

ihtarın!.. Artık bütün gece¬lerimi ihya edebilmem için zaif kuluna kuvvet nasib et!»

O günden sonra İmam-ı Âzam, tam 40 sene yatsı

namazının abdestiyle sabah namazına çıktı. 70 yıl yaşadı¬ğına göre, demek bu hâdise kendisi 30

yaşlarındayken oluyor.

Mâlik olmadığı faziletle anılmaktan Allah'a sığı¬nan ve İlahî bir ihtar halinde kendisini halkın iyi

zannını tamamlamaya memur kılan İmam-ı Âzam'a karşılık, re¬zaletlerini fazilet diye yayınlatıcı

cemiyet güdücülerini düşünecek olursak ürpeririz!

Çok güzel giyindiği için bu halini beğenmeyenle¬rin ve kötü giyinmeyi takva sananların, hususiyle

zahir haraplığını ruhta değil, maddede sananların itirazına bir âyetle cevap verdi:

Meal:

«—Rabbinin sana verdiği nimetleri açığa vur!!!»

Bir su kenarına oturmuş çamaşırmı yıkıyor. Yıkı¬yor, çitiliyor, tekrar suya daldırıyor, yine

çitiliyor, bir türlü temizliğe son veremiyor.

Soruyorlar:

— Siz bir dirhem necasete kadar ibadeti bozmaya-ağı fetvasını verdiğiniz halde bu aşırı titizliğiniz

nedir?

Cevaptaki azamete bakın:

«—O fetva, bu da takva!»

Topluluğu içine alan umumî hükümlerle, şahısların serbest olduğu hususî ölçüler arasındaki sınır

bundan da¬ha güzel ayırt edilebilir mi?

Bir de İmam-ı Âzam'a bağlılık iddia eden ve şeria-te şeriat katmaya kalkan ham ve kaba softayı

düşünün!

İmam Âzam'daki takva duygusu öyle derin ki, ala-

150

151

cağını almak üzere gittiği kapının, faizi andırır korkusiyle gölgeliğinde bile oturamadı.

Sabaha kadar ibadet, tefekkür, tetkik, tahkik... Sa¬bah namazı mescitte... Öğleye kadar talebeleriyle

müza¬kere ve onlara ders... Öğle namazının arkasından, ikindi¬ye, sonra akşama ve daha sonra

yatsıya kadar hep etrafın¬daki ilim ve fikir halkasına ruh aşılamak... Yatsıdan sonra evi, şahsî

hayatı ve sabaha kadar kendi kendisini terbiye etmesi... Bütün bu arada da, kısa ve fasılalı duraklar

ha¬linde 24 saatin ancak birkaçını doldurabilen uyku.

Elli beş kere hac...

Son haccında, Kabe içinde bütün bir gece, hatimle kıldığı iki rek'at namaz... Ve bu namaz içinde,

mezhebi¬nin kıyamete kadar baki kalacağına dair hatiften gelen ni¬da...

Yaşadığı 70 yılm gün sayısından çok fazla Kur'an hatmi...

Din ilim ve tefekkür plânının en büyüğü olan îmam-ı Âzam, bu büyüklüğe, biraz evvel

dokunduğumuz gibi; en ileri ruh feyzinden nasip almaksınız erişemezdi. Aldı ve erişti. Fakat zahir

plânının büyüğü olduğu için bâtmî tarafını gizlemek makamındaydı.

Bakınız:

Bir akşam, yatsı namazından epey sonra tek başına mescide geliveriyor. Mescitte, mihrabın

önünde, yalnız tek bir kandil yanmakta... Mescit hademesi, İmam-ı

Âzam'ı görünce ihtaramla kapıyı açıyor ve yol gösteri¬yor. İmam-ı Âzam, mihrabın önünde ve

yanan kandilin altında diz çöküp oturuyor ve öylece kalıyor. O ân, kan¬dilde yağ kalmadığını

kandilin neredeyse sönmek üzere bulunduğunu gören hademe, kandile yağ doldurmak için bir

hareket yapıyor. Fakat Büyük İmam eliyle işaret edip bu hareketin lüzumsuz olduğunu anlatıyor,

adam da çıkıp gidiyor.

Sabah vakti, ufuklar yırtılmaya başlarken camiye gelen hademenin gördüğü manzara tüyler

ürpertici:

Pek az kalıp gideceğini sandığı İmam-ı Âzam, ora¬da ve aym vaziyette... Kıbleye doğru dizüstü

oturmuş, ba¬şı göğsünde, istiğrakta... Başının üstündeki kandil de gö¬rünmez ellerle ve defalarla

doldurulmuş gibi, ağız ağıza yağ dolu, pırıldamakta...

İmam-ı Âzam, hademeden, gördüklerini kimseye söylememesini rica ederek yerinden kalkıyor ve

başka bir köşede cemaati beklemeye koyuluyor.

Huzuruna bir köle çıktı:

—Ya Ebu Hanîfe! Ben bir köleyim; efendime nasi¬hat et de beni azad etsin..

—Bunun için bana birkaç gün izin ver!

—Neden?

—Ben de bir köle satın alıp azad etmeliyim ki, bu öğüdü efendine verebileyim... Kendim

yapmadığım ve nefsime yüklemediğim bir fedakârlığı başkalarından iste-yemem!

İşte, imanda, ihlâsta, aşkta, takvada, ilimde, idrakte keramette, ahlâkta İmam-ı Âzam...

152

153

İMAMI MALIK

Büyük İmam Ebu Hanife'den 13 yıl sonra doğan (Hicrî 93) ve 29 yıl sonra vefat eden İmam-ı Malik

Haz¬retleri, dört hak mezhep kurucusunun ikincisi olarak din ölçülerinin sadık mimarlığı işinde,

Kitap, Sünnet ve «Dc-ma-ı ümmet—Sahabîlerin toplu hükümleri» malzemesiy¬le kendi içtihat

binasını kurunca, karşısında yine zulmün kanla fırçaladığı dişlerini buldu.

Dini, nefsaniyetlerine uydurmak isteyenler, nikâha ait bir meselede ondan bekledikleri cevabı

alamayınca İmamı o türlü dövdüler ki, bileği çıktı. Dayağın bıraktığı hastalık yüzünden de ömrü

boyunca her ân yıkandı ve o hastalık içinde gitti:

Ona sordular:

—Bağîlere (devleti yıkmağa kalkan isyancılar ve ihtilâlciler) ölüm cezası, Şeriatta caiz midir, değil

midir?

Gayet zarif bir tebessümle cevap verdi:

—Devletine göre değişir. Eğer Ömer bin-i Abdüla-ziz gibi iman ve adalet timsali bir adama karşı

olursa ca¬izdir!

—Ya hem baş kaldıranlarda, hem de devlette, hak¬ka bağlı bir taraf bulunmazsa?

İmam-ı Malik hazretlerinin tebessümü derinleşti.

—O zaman, işlere, zalimin zalimden intikamı gö-ziyle bakmak gerekir.

İMAMI HANBEL

Üçüncü içtihat kapısının bekçisi İmam-ı Safî Haz¬retlerine de zulmün kement üstüne kement

attığını bilsek de, bu bahiste fiilî ve büyük müçtehidin hayatı üzerinde müessir bir tecavüzden

haberli bulunmuyoruz.

Bu bakımdan, hakkında ayrı bir fasıl açamıyoruz.

Fakat dördüncü İmam, Ahmet bin-i Hanbel (164-241) bunlardan hiç birinin uğramadığı bir zulüm

vesilesi¬ne, bir itakat belasına çatmış ve en ağır işkenceler altında zerrece haktan sekmemiş bir

iman ve ahlâk bütünü...

Öbür üç müçtehitten hiçbirinin uğramadığı itikat belâsı, İmam-ı Hanbel'e rastlayan müthiş bir fikir

karga¬şalığı içinde ortaya attıkları «Kur'an mahluk mudur, değil midir?» dâvası...

Felsefenin alıp yürüdüğü, kuru aklın her şeye damgasını vurmaya kalkıştığı, sır idrakinin kuruduğu,

in¬kıraz bulmuş eski medeniyetlerin fikir pislikleriyle bera¬ber sâf Arap bünyesine aşılandığı

hengâmede, gittikçe ör¬selenen aşk anlayışı ve ruh alçalışına en keskin misal «Kur'an mahluk

mudur, değil midir?» dâvası oldu.

Tam, tereddî misâli...

Kur'an Allah'ın kelâmıdır ve onun zatiyle kaimdir. Böyle olunca da, Allah'ın sıfatları gibi, zatına

bağlıdır, kadîm ve ezelidir ve mahluk değildir.

Sünnet ve Cemaat Ehli ruhunun, en cahil fert elin¬de bile bedahet anlayışiyle kavrayacağı bu

mesele, o za¬man kuru ve dayanıksız akıldan ibaret kalanları o türlü şaşırttı ki, bunlar Kur'âna

mahlûktur demenin, âdeta Al¬lah'ı tenzih mânasına geleceğini sandılar; ve Allah'ın kelâmını,

Allah'ın yarattığı bir şey bildiler.

Cereyan büyüdü, yayıldı, devlete kadar işledi. Bir¬biri peşinden üç Abbasî halifesi, Memun,

Mûtasam ve Vâsik , Kur'ânın mahlûk olduğu kanaatiyle Sünnet Ehli itikadının dışında kaldılar; ve

bu inanışı resmîleştirdiler.

O sırada büyük hüküm, dördüncü içtihat kapısının bekçisi ve dördüncü mezhebin kurucusu İmam-ı

Han-bel'e düşüyordu.

Hemen, bütün İslâm ülkesini meltem meltem ür-perten sesini yükseltti:

154

155

—Kur'ân mahlûk değildir! Allah'ın sıfatları gibi ondandır ve onunladır!

Ve işte kendisine, her kahramana olduğu gibi, bit¬mez tükenmez çile devresi açıldı. Korkutuldu,

hapsedildi, kamçılandı, fakat inanışından dönmedi.

Bir ân geldi ki, Halife, valilerine şu emri gönderdi:

«—Havzanda bütün din âlimlerini sorguya çek! Kim Kur'âna mahlûk değildir derse başını kesip

Bağ-dad'a gönder!»

Vaziyeti görenler îmam-ı Hanbel'e yalvardılar:

—Tehdit altındasın! Kalbinle imanında sabit kala¬rak yalınız dilinle istediklerini söylesen olmaz

mı?

«—Olmaz! Âlimler hakkı söylemekten kaçınırlar ve özre kaçarlarsa, cahiller ne yapar? Böyle

olursa hakkı tesbit nasıl olur?»

Onu aramaktalar... Halk kapısının önüne birik¬miş... Herkes, kâğıt kalem, İmam-ı Hanbel'in

söyleyecek¬lerini kaydetmeğe hazır...

Haberi alınca şöyle dedi:

«—Ben bu müminlere, bu hak ve hakikat isteklile¬rine ihanet edebilir miyim?»

Ve içinde, nefslerini hak yolunda fedaya hazır in¬sanlar bulunmadıkça bir cemiyetin ayakta

duramıyacağını hissettiren İmam, ilâve etti:

—Ben hakka ihanet edemem! Hayatımın bir değeri yoktur!

Nihayet devlet reisinin huzurunda:

—Kur'an mahlûk mudur , değil midir?

—Değildir! Hâşâ!

—Dzah et!

—Eğer Allanın ilmi mahluksa Kur'an da öyledir!»

Apışıp kalan, fakat inadından dönmeyen halife, İmam-ı Hanbel'i o türlü kırbaçlattı ki, kahraman

müçte-hid, ölüm halini andırır bir komaya düştü. Cellât çağırılıp

da kılıç parıldayınca, biri koşa koşa geldi; bu halin asker¬ler arasında heyecan uyandırdığı her

tarafta homurtular başladığı haberini getirdi.

Ödü patlayan başbuğ, bağırdı:

—Bırakın başını kesmeyin! Onu zindana atın! Ora¬da çürüsün!

Tam 28 ay zindan hayatı...

Zindanda ona sordular:

—Sana edilen işkencelere karşı bir diyeceğin var mı?

«—Ne diyebilirim ki?. Beni, akıllarınca Allah yo¬lunda bir hayır işlemek için kamçıladılar. Allah

bütün kullarına hidayet versin!»

AHMET BDND NASR

Hadîs ilmi büyüklerinden Ahmed bin-i Nasr-ı Huzaî'yi, elleri ve ayaklan zincire vurulmuş, tâ

uzaklar¬dan getirip, Halife Vâsik'in huzuruna çıkarttılar:

—Söyle bana, Kur'ân nasıl meydana geldi?

Zincirler içinde iman büyüğü şehametle haykırdı:

—Lâflarını geveleme! Ne demek istediğini anlıyo¬rum! Şunu bil ki, Kur'ân yaratılmamıştır!

—Ya, Kıyamet gününde, Allah'ın olduğu gibi kul¬larına görüneceği hakkında kanaatin?

—Gökteki ayı nasıl görüyorsan, Kıyamet gününde Rabbini öyle kameri görüşündeki açıklıkla

göreceksin!..

—Yalan söylüyorsun!

Ahmed bin-i Nasr, daha şiddetle atıldı:

—Sen yalan söylüyorsun!

—Dşe bak sen! Kıyamet gününde Allah, şu senin §öründüğün gibi bir vücuda malik olarak mı

görünecek?

156

157

Ben kendisine böyle uydurma vasıflar takılan bir Allah'a inanmıyorum !

Ve Ahmed, Allah'ın her türlü madde ve şekilden münezzeh olduğunu, görünüşündeki hikmeti bu

dünyaya mahsus görüş unsurlariyle izaha imkân bulunmadığım bunu bildiren hadîs 'in akıl ve

madde üstü bir sırra işaret ettiğini söylemeye vakit bulamadan, meclisteki hocalar¬dan fetva geldi:

—Ddamı vaciptir!

—Çabuk bir kılıç; Bana cellâdın palasını getirin! Keçeyi de yere serin!

Halifenin bu bağrışı üzerine, koşuştular, cellâdın palasiyle keçesini getirdiler. Vâsik bir vuruşta

pazarlıksız iman kahramanının başını düşürdü:

—Bu kelleyi bir kazığa geçirip halka teşhir ediniz! Kazığın üstüne de idam sebebini bildiren bir

yafta asınız! Kazığın yanında mızraklı bir asker nöbet beklesin! Kelle, rüzgârdan, şundan bundan ,

Kıbleye dönecek olursa mız-rağiyle dürtüp yüzünü o taraftan çevirsin!

Böyle yaptılar.

Halk arasında bir fısıltı:

—Ahmed'in kesik başını bekleyen nöbetçi, gece, başın kendi kendisine Kıbleye döndüğünü ve

«Yasin» su¬resini açık dille baştan başa okuduğunu görmüş...

(VII)

MANSUR —KENDD KENDDNDN MAZLUMU—

ŞU MEŞHUR HALLAÇ

Şu meşhur Hallaç; Mansur-ül Hallaç; halk dilinde Hâllaç-ı Mansur.. Şu meşhurların meşhuru velî...

Herşeyden evvel bildirelim ki, bu şöhret, onun he¬sabına, çekilir gibi bir yük değildir; ve «şöhretin

âfet ol¬duğu» hakkındaki hadîs hikmetini en acı şekilde ortaya koyan cinstendir. Allah'ın büyük

dostları, namsız ve ni¬şansız kalmayı, her türlü manzara parlaklığına tercih etti¬ler; ve ancak

örtülmesi imkânsız cepheleriyle ve istemek¬sizin, dillere destan olmayı gaye bilmeksizin, meşhur

ol¬dular. Allah Resulünün hadîsindeki ikinci hikmet bakı¬mından da mahfuz kaldılar. Mansur ise,

şöhrete isteyerek koştuğu iddia edilemezse de, en fazla örtünmesi gereken yerde en çok açıldı;

velilik üslûbunu zedeledi ve şöhreti¬ni, hikmetlerden habersiz kalabalıklara kadar indirdi. Ve

zahirde tâm ayar, som bir küfür ifadesinin sahibi görün¬mesine rağmen, mümin ve üstelik velî

kalmanın çözül¬mez bilmecesini, hayret ve dehşetle açılan gözler önün¬de* mukaddes ölçüyü

tırmalayıcı ve akıl yırtıcı bir levha

158

159

gibi gezdirdi. Elbette ki, uğradığı âfet, sürüklendiği şöh¬retin, o şöhret de bu âfetin neticesiydi.

Devrinin büyük velîlerinden birinin sözü: «—Bizim, mağaralarda, izbelerde fısıldaştığımız sır

tecellilerini Mansur açığa vurdu ve ayağa düşürdü.»

O sır, kelimeye, ibareye, akıl ve nisbet kalıplarına dökülünce mutlaka bozulan, gerçeğini kaybeden

bir ince¬lik olarak, Mansur'un dudaklarındaki iki kelimenin için¬dedir. Bu iki kelimeyi Mansur'u

duymuş olan herkes bi¬lir: bilmeyenler biraz sonra görecekler, bilip de anlayan¬lar veya anladığını

sananlar, yahut hiç anlamayanlar da, burada, büyük «anlatılmaz»dan, mutlaka anlaşılması ge¬reken

noktayı bulacaklardır.

sır ikliminde mahfuz kalmanın ve Allah dostluğu maka¬mını kaybetmemenin nasibiyle, birinci hal

arasındaki iki¬ye bölünüştür ki, Mansur'u kendi kendisinin mazlumu kılmaktadır.

Halbuki onun, mahut iki kelimeyi, ikilikten, yani gizli şirkten kurutulmak için söylediğini sananlar

ve böylece hâdiseye muhal çapında bir tevil arayanlar var¬dır.

Hakikatteyse o, kendisini büsbütün kaybedip bula¬mayacağı noktada, yine kendisini, hem de

kendisinden münezzeh gibi bir nevi şuursuzluk özrü belirten bu ve¬himden dönememiştir.

Mansur kıssasından çıkarılacak bu hisseyi başlan¬gıçta bu kadar gösterip sonda yine ele alabiliriz.

Seziliyor ki, Mansur, dışarıdan gelen bir zulmün değil, kendi nefsinden fışkıran bir şeyin

mazlumudur; kendi kendisinin mazlumu... Zira onun âkibetini Mukad¬des Ölçü biçti ve idamına

hükmetti. O halde Mansur'un üzerinde en büyük adalet tecelli etti...

Eğer Simavna kadısı Bedreddin'e -ki o, Mansur'un bâtını münezzehliğine karşılık tam bir sapıktır-

sordukları gibi Mansur'a da sorulsaydı, şüphesiz aynı cevap alına¬caktı:

—Şu senin fiilinin şeriatte cezası nedir?

—Ddam!

Bu bakımdan Mansur'u, ezilmiş bir hak sahibi, ya¬hut doğrudan doğruya bir zulüm hedefi olarak,

Şeriatı yanlış temsil edenler elinde gadre uğramış kabul etmeye imkân yoktur. Sadece hükmün

tatbikinde yasak şekillere ve yanlışlığa düşülmüş ve zulme kaçılmış olabilir. Bu da hiçbir değer

belirtmez ve esasa tesir etmez.

Nihayet, zahirî küfür ifadesine rağmen en ince bir

İsmi Hüseyn... Mansur, babasının adı... Hüseyn bin-i Mansur... Lâkabı, Hallâc... İranlı...

Lâkabını şu yüzden alıyor:

Tanıdıklarından bir hallacın dükkânına uğramış.... Hallaçtan bir iş için filân yere gitmesini istemiş

ve dükkânı bekleyeceğini söylemiş... Hallaç, Mansura ait o işi yerine getirmek üzere çıkıp gitmiş ve

biraz da gecik¬miş... Dönüşte demiş ki:

—Yâ Hüseyn! Senin için bu kadar geri kaldım, Şimdi işlerimi nasıl yetiştireceğim?

Mansur parmağının ucuyla pamuk yığınlarını işa¬ret eder etmez, tel tel süzülmüş ve taranmış gibi,

sâf pa-mk bir tarafa, kıtık ve süprüntü bir tarafa...

Bütün Bağdat bu kerametle çalkalanmış...

Artık bu esrarlı Hüseyn bin-i Mansur'un lâkabı,

160

161

Şurada burada birkaç şeyh değiştirdikten sonra Bağdat... Gayesi, Cüneyd'in irşat halkasına girmek...

Bir rivayete göre Cüneyd onu müritleri arasına al¬mıyor ve şöyle diyor.

«— Ben müritlerimin içine mecnunları almam!»

Mansur'un âdi mânada bir deli olmadığı muhak¬kak. Fakat Cüneyd gibi bir büyüğün anlatmak

istediği mâna da acaba ne? Tarikat rejiminin istediği ruh sağlam¬lığı ve bazı tecellilere karşı

göstermek borcunda olduğu yüksek muvazene bakımından bir eksiği mi var?

Eğer bu rivayet doğruysa, onu, neticeyi aydınlatıcı kuvvette bir ilk görüş kabul etmek lâzım...

Nitekim Nakşîliğin bir büyüğü, ileride şöyle söy¬leyecektir:

«—Eğer, Mansur devrinde Abdülhalik-i Gucdevâ-ni'nin en hakir bir müridi bulunsaydı, Mansur

aşılmaz¬dı!»

Yani onun ruhî muvazenesi sımsıkı tutulur ve Mansur'a o iki kelime söyletilmezdi.

Mansur, genç yaşta ayak bastığı Bağdadin zahitler ve dervişler muhitinde hemen «acayip adam»

olarak göz¬leri üzerine çekti. Bir taraftan çok güzel hicviyeler ve dinî eserler yazıyor; bir taraftan

da ne olmak istediği belirsiz, her ân huzursuz ve rahatsız nefsinden bîzâr ve halinden pişman bir

eda ile dolaşıyor.

Ali Hadramî'den naklediyorlar:

«Cüneyd'in etrafında halkalanmış, oturuyorduk-Meclise, cübbeli, son derece güzel yüzlü bir genç

geldi. Selâm verdikten sonra bir kenara çekilip çömeldi. Cü¬neyd onu görerek seslendi:

—Sormak istediğin birşey var mı?

—Var!

—Sor!

—Seciyemizle varlığımız arasındaki münasebeti bilmek nasıl mümkün olabilir?

—Bu sual bana mânâsız göründü. Galip bir teces¬süs eseri!.. Niçin bana, gerçekten içini

kurcalayan bir sual sormuyorsun? Meselâ çağdaşlarından daha üstün olmak için kalbinde yanan

arzuya ait bir sual?...

Bundan sonra Şeyh, meclisin dağılması için bir işaret verdi. Hepimiz kalktık. O vakit şeyh, bu

acayip genci, elinin işaretiyle yanına çağırdı. Genç yaklaşınca şeyh ona birşeyler söyledi. Yanlız şu

son kelimeleri işit¬tim:

—Bir gün senin kanın, darağacını kırmızıya boya-yacak!

Genç adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kal¬kıp gitti.!

Hikâyenin bu noktasından sonra, Cüneyd'in bir müridi Mansur'u takip ediyor. Mansur doğruca bir

me¬zarlığa gidiyor, başını dizleri arasına alıp öylece kalıyor. Takipçi, yiyecek içecek gibi birşeyler

alıp dönüyor. Man¬sur hep o vaziyette... Bir müddet sonra başını kaldırınca, yanındakini görüyor

ve «çok dertli bir nazarla» ona bakı¬yor. İkram edilen yemeklerden yalnız bir iki lokma alı¬yor.

Konuşmaya başlıyorlar:

—Sen nerelisin, delikanlı?

—Dranlıyım! Fakat çocukluğum ve gençliğim Ku-' zistan ile Basrada geçti. Oralarda yetiştim.

—Dsmin ne?

—Hüseyn bin-i Mansur...

Bunları anlatan Cüneyd'in müridi, ilâve ediyor:

—Kırkbeş yıl sonra aynı gün, Mansur'un idam edilmiş olduğunu duydum.

I

162

163

IKLIM IKLIM

Bağdattan sonra Mekke... Dört mevsim boyunca, başından akan yağmur ve güneş lâvları altında,

Kabe av¬lusunda ibadet...Bu bir sene içinde, yalnız abdest almak ve Kabeyi dolanmak için

yerinden kımıldadı.

Kendi kendisini en yalçın, en dikenli riyazet reji¬mine sokmuştur.

Bu da, kuşların, gölgelerine bile takılıp düştüğü, yerle güneş arası sivri kayalar arsında kılavuzsuz

yola çıkmanın işareti...

Ve Mansurda, dipsiz ve sahilsiz Tasavvuf ummânının «hal» diye isimlendirdiği şey başladı. Ama,

demir gibi bir pençe içinde tutulmaz ve gayesine vardırıl-mazsa bu «hal» en tehlikeli, hattâ insanı

ebedî yokluğa fırlatıcı hale döner. Ve -bâtıl mezheplerde de olduğu gibi-ruhî bir idman neticesi

kazanılmış, gayesiz marifetlerden ileriye geçemez.

Bir yakını ona öğüt veriyor:

—Zaman zaman, önünde, ilâhî tecellilerden birta¬kım şimşekler çakabilir. Hattâ bu işaretlere sık

sık el at¬mak, sende iradî bir meleke haline gelebilir. Böyle olsa da gurura saplanma, nefsine

güvenme! Gaipler âleminden sana hususî bir bilgi verildiği kuruntusuna düşme! Mürşi¬din

dersinden de öğreneceğin gibi, böyle halleri ve onlara kapılanları nebiler makbul saymıyor.

Mansur'un verdiği cevap şudur:

«—Hadîs nakledenlerin öğrettikleri şeyleri bende

gerçekleştiren işte o tecellilerdir. Ben hadîslere, ancak bu ilhamlar bana her şeyin aslını gösterdikçe

ve içimdeki mânalara uydukça güvenebilirim.»

Zaten, mukaddes sınırları korumak ve yanılmaz mizanı sımsıkı tutmak mânasına gelen edep,

Mansur'un en zaif tarafı ve sonunda, başıyle ödediği eksiklik....

Aşağıdan yukarıya bakan halka, kellesi koltuğunda bir ip canbazı gibi nasıl göründüğünü ve nasıl

kaba şöh¬rete sürüklendiğini başta anlattığımız Hallaç'a ait İslâmi eserler, ciddî ve emin olanlariyle

pek az şey bildirir; hal¬ka göre olanlariyle de, birbirini tutmaz çizgilerde destan¬lar düzer. Bu

mevzuda 25 senesini Arap illerine bağlayıp büyük bir tetkik eseri yazan (Masinyon-Massignon)

isim¬li bir Fransız muharriri vardır ki, işi boyuna vesikaya bağlama gayreti içinde, vesikaları kendi

iç tefsirine göre kullanışı bakımından ona hiç itimat edilemez Mansur'un gerçek portresini, ancak

ledün ilminde çileli bir irfana sa¬hip, bir müslüman mütefekkir çizebilir.

ݺte, bu itimada değmez, fakat Mansur'a göre de aksi iddia edilemez nakillerden birine göre, Hallaç,

bir aralık eteğine yapıştığı ilk şeyhlerden biri olan Mekkî ile sokakta yan yana yürürken, şeyh,

Kur'ândan bazı âyetler okumaya başlamış... O zaman Mansur ona dönüp demiş ki:

—Senin Kur'ândan okuduğun bu kelamlara benzer sözleri ben de söyleyebilirim!

Halbuki , asıl bu lâfı edebilecek, kâinatta hiçbir velî ve mümin mevcut değildir.

Güya hâdiseyi bizzat nakleden Şeyh Mekkî sözünü Şöyle bağlamış:

—Bu sözünden sonra Mansur'u bir daha görme¬dim!

164

' 165

Tüster taraflarına gidiyor ve oralarda iki yıl kadar kalıyor. Kimbilir, ruhundaki bir değişikliğin

işareti midir, nedir, kılığını da değiştiriyor. Sırtından sofi cübbesini çı¬karıp kısa yenli asker

gömleği giymeye başlıyor. Ve halk arasına öyle bir şöhret salıyor ki, âlemin gözü onun üs¬tünde

kalıyor.

İçinden çıkmadığı riyazet rejimi müthiş.. Yanağı, ensesi ve dirseği, yastık nedir unutmuştur.

Yanından yirmi yıl ayrılmayan hizmetçisine göre:

—Hallaç, hiçbir zaman, uyumak için uzanmadı ve yan tarafına yatmadı. Geceleri, sabaha kadar

ayakta du¬rurdu. Yorgunluktan baygın hâle düşünce yere çömelir ve o vaziyette biraz kestirir, yine

ayağa fırlardı.

Bir yakınımın ihtarı:

—Kendine biraz daha dostça muamele edemez mi¬sin?

—Bedenim, kendisinden asla hoşlanmadığım bir dosttur!

Ona sormuşlar:

—Siz bu üstün derecedeyken, bu ağır yük altına girmeniz neden?

— Allah dostlarına ne rahatlık eser eder, ne de ce¬fa... Onlar bu sıfatlardan fanidirler.»

ݺte, akıl almaz iki zıt tavır içinde Mansur!

Sözü:

«—Allah'ın kulu olmak, mürşidi ve müridi olma¬yan, hiçbir şeyi tercih ve tefrik edemeyen, hiçbir

şeyi at¬mayan, hiçbir şeyi almayan, dağıtmayan, toplamayan, nefsine kulak asmayan ve hırs

beslemeyen bir insan ol¬mak demektir.»

«—O ki, kendi hakkında düşüncesi, başkalarının-kine uyar ve bundan rahatsız olmaz... O ki,

arzuları pek azdır ve düşüncesine tâbidir. Akıllı ve bilgiliyken aptal ve

166

cahıl görünür ve cehaleti gerçek vasıf diye seçmiştir İradesi gayet serttir, hükümranlığı kendi

içindedir ve her ân ateş üstündedir.»

«-Kanuna sadakat onun şiar,, günahlar! müşahe¬de onun sahası, beşeriyet onun sırrı, perişanlık

onun gu¬ruru, sefalet onun fahri, tevazu onun tavrı, cennet onun sarayıdır... Zemini çöller, yolları

küllükler, hikmeti yasa-(bgı ân Kudreti de kuvvetsizliktir... Allah'ın mülkünden başka bir mülkün

Hakkı gazaba getirdiğini bilir ve her şe¬yi sahibine bırakır... insan odur!»

Horasan, Sistan, Kirmanşah ve Fars illerini karış karış dolaştı. Derken Ahvaz ve Bosna... Bütün bu

yerler¬de halkın içine girdi ve ruhlarına girmeye baktı. Halkın kalbinden geçenleri o türlü

okuyordu ki, ona «Mansur-ül Esrar» demeye başladılar. Fakat, başta anlattığımız vesi¬leye

bağladıkları «Hallaç» lâkabı hepsine galip geldî ve Mansur, ömrü boyunca «Hallaç» diye anıldı.

Hem şöhrete balıklama dalışı, hem de ondan tiksi¬nişi, Hallaç'in seciyesindeki içice tezat

mimarîsini gös¬termekte şaheserdir. Bakınız:

Basra'da, Kadı İbn-i Ubeyd'ın amcasiyle konuşu¬yor:

—Basra'dan gideceğim! —Neden?

—Buranın halkı benden çok fazla bahsediyor! Bunlardan kendimi dinleye dinleye bıktım, usandım!

—Ne diyorlar?

—Benim, herkesin dualarını hakikat haline getirdi¬ğimi söylüyorlar. Hattâ mucizeler gösterdiğimi

iddiaya kadar gidiyorlar! Ben kimim ki, bana böyle vasıflar veri-

167

yorlar? Geçenlerde biri bana, fukaraya dağıtmak üzere bi¬raz para getirdi. Çil akçeleri camide

halının altına sakla¬dım. Bir iki gün sonra, ayni camide etrafımı fakir derviş¬ler sardı. Bu parayı

onlara dağıtayım diye halının ucunu kaldırıp paraları aldım. Manzarayı gören dervişlerin göz¬leri

faltaşı gibi açıldı. Hemen elimin dokunduğu yerde, tozun toprağın, altuna gümüşe döndüğü rivayeti

ortalığı sardı!

Bunları Mansur'dan dinleyen Kadı İbn-i Ubeyd'in amcası, bir aralık Mansur'a müritlik eden

yeğenine diyor ki:

«—Bu adamın tavırlarında şüpheli haller seziyo¬rum! Bu lâfıma mim koy! Bir gün gelecekte,

Mansur'dan çok daha fazla bahsedildiğini duyacaksın!»

İKİ KELDME

Basra'dan tekrar hacca gittiğini, oradan Ahvaz ta¬raflarına dönüp, karısı, çocukları ve müridleriyle

yine Bağdada döndüğünü ve bir sene kaldığını, tekrar yollara düştüğünü, Hindistan, Horasan ve Çin

sınırlarına kadar uzandığını; Hindistanda «Şefaatçi» , Horasanda «Gizliyi Gören», Çin ve

Türkistanda «Yetiştiriçci», İranda «Za¬hit» Zuzistanda «Vicdanlara hâkim» lâkaplarını aldığını;

Bağdatta «Vecde dalmış», Basradaysa «Gözleri kamaş¬mış» diye anıldığını bildiğimiz Hallaç,

nihayet... Evet ni¬hayet... Meşhur nidayı, o iki kelimelik müthiş sayhayı ko¬pardı.

«Enel Hak- Allah benim!»

Cüneyd'in de karşısına çıkmış ve haykırmış:

—Enel Hak!

Cüneyd şöyle karşılık vermiş:

«—Hayır! Sen Hak değilsin! Hakkın gölgesisin!

Gölgeyle Zatı karıştırıyorsun! İlk defa olduğu gibi, yine söylüyorum: Bir gün gelecek, senin kanın

darağacını kır¬mızıya boyayacak!»

Bütün bu tavırlara rağmen içinde öyle bir günah ukdesi taşıyordu ki, bir zamanlar, Musa isimli bir

arkada-şiyle Bağdat sokaklarından geçerken bir binanın damın¬dan üzerine düşen gölgeyi anlamak

için başını kaldırınca damda çok güzel bir kadın görmüş, kadından hemen göz¬lerini çektiği halde

kendisini ebediyen kovalayacak bir günah işlediğini sanmış ve Musa'ya şöyle demişti:

«—Çok da geç olsa bir gün göreceksin! Gözlerim¬le işlediğim bu günahın cezasını nasıl

çekeceğim!»

Hallaç, darağacından da, kalabalık içindeki aynı arkadaşına tepesindeki sehpayı gösterip diyecektir:

«Gördün mü, Musa? 40 yıl sonra olsa da bir gün gelir, harama göz atan insanı, işte böyle ,

herkesten yük¬seğe çekerler.»

Mansur, mukaddes sınırlar bakımından burada da hatâ ediyor; suçtan yana en büyüğü küçültürken

en küçü¬ğü büyütüyordu.

Halbuki Mansur, iç ve dış nisbetlerin en güzel âhenkçisidir.!

Bir gün Bağdat'ta, arka sokaklardan birinde dostla-nyle yürürken, yakıcı, eritici, mestedici bir kaval

sesi ge¬lir. Hallaç'in etrafındakiler o kadar teessüre düşerler ki, aralarında birkaçı gözyaşlarını

tutamaz.

Biri sorar:

—Bu ne sesi böyle?

Mansur cevap verir:

—Şeytanın sesi! Kaybettiiği dünyaya ağlıyor!»

I

168

169

«—Istırap bana gıda, belâ ise nimettir. Bunların karşılığında yine onlardan başka bir şey

beklemiyorum.»

Dediği söylenen Mansur, biraz evvel «her türlü dünya rahat ve eziyetinden fânî» gördüğü üstün

ermişlik seviyesine göre, çok eksik bir derecededir. O, cihanda az görülmüş tezad bulamaçlarından

biri..

Şu levhaya dikkat edelim:

Mansur, bir ağaç arkasında gizlice sözlerini dinle¬yip zapteden bir rivayetçiye göre, gece, ay

ışığında, me¬zarlıkta ağlaya ağlaya şöyle figan etmekte:

«— Ey beni aşkıyle sarhoş eden, kendimden geçi¬ren Allahım! Beni kendimden büsbütün gizle,

ruhumu bana gösterme! Senin beldelerinde yaşayıp da benden tik¬sinen kullarının sayısını arttır!

Benim felaketimi isteyen din bağlılarının, gerçek müslümanların, sadık müminlerin de sayısını

arttır!

Sonra üç defa haykırarak yere düşüyor. Ağzı kan içinde...

Bir yakınına dert yanmış;

«.— Bazıları bana veli, bazıları da zındık diyecek-. ı gana zındık diyecekleri tercih ederim ben...

Allah da onları tercih edecek...»

Bizse Mansur'a asla zındık demeyeceğiz; sadece, gerçek, fakat büyük sırrı demir pençelerinde

saklayan en büyüklere nisbetle eksik ve dış cephesi alâyişli bir velî hükmünü vereceğiz.

Mansur, adaşı olan büyük camiye gidiyor ve içeri-dekilere haykırıyor:

—Etrafıma toplanın, müslümanlar; ve size söyle¬yeceklerimi can kulağıyle dinleyin!

Kalabalığa hitap:

— Allah beni, aranızdan bir şakî olarak halketti. Öldürün beni!...»

Sahte mistik hıristiyanların bayıldığı bu gibi iptidaî ruh kamaşmalarına değer verecek hiçbir büyük

velî yok¬tur.

Bir defa pazar yerinde halk cıvıl cıvıl kaynaşırken şöyle bir çığlık atıyor:

«— Müminler! Beni Allahtan saklayın!»

Ve Allaha baş kaldırmanın muhal olduğunu bile bile devam ediyor:

«— Beni kendimden ayırdı, bir daha da geri ver¬medi. Beni tekrar bana bırakır korkusundan,

huzurunda dinî vazifelerimi yerine getiremiyorum! Allanın huzurun¬dan sürülüp atılmış olanların

vay haline...»

Yine bir dostuna, hakkında en güzel fetvayı verdi: «—Müslümanlarca en lüzumlu vazife, benim

ida-mımdır. Hiç hatırından çıkarma: Benim ölümümledir ki, Şeriatin hükümleri yerine getirilmiş

olacaktır. Mukaddes ölçüyü bozanın mutlaka idamı vaciptir.»

Fakat muhakemesinde bunu söylemedi.

«Enel Hak» velvelesi bütün Irak'ı tutuşturdu. Her¬kes bu nidanın geldiği tarafa, binbir yönden

bakıyor. Hayret, dehşet, nefret, hikmet, ibret, haşyet gözleri...

170

171

Fıkıh âlimi İbn-i Davud'un heybetli sesi:

«—Şeriat hükümlerince Mansur-ül Hallâc edilmelidir!»

Hallâc'in yakalanması emredildi.

Sene 299...

FakatJHallâc, Bağdat'ta yok!

Çıkıp gitmiş!...

İki yıl sonra (301) uzaklarda yakalanıp Bağdat'a getirilecektir.

Üçüncü bir haccı olduğunu bildiğimiz Mansur, bu iki yıl içinde nereleri gezdi, ne yaptı, neler

söyledi, meç¬hul...

Hallaç'a atfedilen kelimeler, kelimeler:

Susamıştım... Yüzümü şaraba eğdim...

Kupanın karanlığında bir gölge gördüm: SEN!

Ve:

Kalbim bir göz, Rabbin ışığını gören;

Fısıldadım: Kimsin?

Yankı cevap verdi: SEN

Ve:

Gördüğüm ben miyim, sen misin ey Rab

İki Tanrı mı?

Dilimden yeller alsın, yeller alsın!

İki Tanrı lafını!

Lakin aramızda bir «ben» beliriyor!

Kaldır bendeki bu «ben»i, kendi «ben»inle!

Ve:

Kelamını değiştir!*

Hayalet dünyasını bırak!

Allah önünde ne ölçü ne nisbet...

Nefsini yok et, aşkının peşinde koş!

Arş'a yüksel!

Dağları, zirveleri uçarak aş!

Bütün akıl ve zan tepelerini geç!

Gördüğünü tam görünceyedek!

ݺte gece!... Oruçtan sonraki ziyafet gecesi!..

Ve hikmet:

«—Nereden geldiğini bilen, nereye gittiğini de bi¬lecektir! Ne olduğunu bilen, sonunda ne

olacağını da bi¬lecektir! Sonunda ne olacağını bilen, daha evvel kendi¬sinden ne istendiğini de

bilecektir! Kendisinden ne isten¬diğini bilen, ne türlü iş görmek gerektiğini de bilecektir. Ve

bunları bilen, nerede olduğunu, ne olduğunu, nasıl ol¬duğunu bilecektir.!»

Mansur'un kitaplık yegâne eseri:

«Tavâsin-ül Kur'ân» isimli bir esrar incelemesi... «Tavâsin-ül Kur'ân», bazı sûre başlarındaki kesik

harfler ve sevenle sevilen arasında şifreler...

Bakınız, Mansur'un sır zevki nerelere kadar uzan¬mak cehdinde...

ZDNDAN

Hallaç'ı, Şeriat hükümlerine çarptırmak üzere ara¬ya dursunlar...

Bir gün, ağır bir riyazet anında, Allah'ın Sevgilisi ^m, hatırından şunlar geçmişti:

— Miraç gecesi, Allahtan, niçin yalnız müminlerin bağışlanmasını diledi de bütün kullann affını

istemedi?

172

173

Man sur, bu duygular kalbinden geçer geçmez kar¬şısında Resuller Resulünün ruhaniyetini

buluyor.

Allahın Sevgilisi buyuruyorlar:

—Benim kalbim Allahın emirlerine aynadır. Ben ancak O'nun irade ettiğini dileyebilirim. Eğer

Allah her kulunun bağışlanmasını isteseydi ben de onu dilerdiim.

Mansur, bu karşılık üzerine, son derece ölçüsüz bir harekete kalkışıyor. Başından tülbendini çıkarıp

nebilerin bile şefaat eteğini tuttuğu üstün Resul karşısında keramet göstermeye kalkışıyor.

Eline kuvvet ve keramet verilen bir velî hesabına, edep hatasının bundan daha ilerisi hayal

edilebilir mi?

Allah'm Resulü buyuruyorlar:

—Karşımda takındığın bu keramet tavrından son¬ra, o tülbendini çıkardığın başını da feda etmen

lâzım! Tâ ki, senden razı olayım!

Bâtın ilminin büyüklerinden ve eminlerinden biri, bu münasebetle diyor ki:

«—Dşte Mansur'un mizacından bir sır noktası ki, onun düştüğü ve katlanmak zorunda kaldığı hali

izah eder. Mansur darağacında diyecektir ki: Ben bütün bunla¬rın başıma nereden geldiğini bilmez

değilim; fakat sadık âşıkım, O'nun emrinden dönmem ve kendi ahdimden yüz çevirmem!»

Ona hatırlatanlar var:

—Yâ Mansur! Hak o'dur de, benim deme!

Aldıkları cevap:

—Evet, evet... Ondan başka ne var ki?

Mansur:

«—Marifet, eşyayı mânada yok görmekten ibaret-

tir.»

Mansur:

«—Haktan gelen ilham odur ki, hiçbir fikirde ona karşı gelmek mecali olmasın...»

Mansur:

«—Dünyayı bırakmak, nefsin zühdü... Âhireti bı¬rakmak, gönlün zühdü... Kendi kendini bırakmak

da ca¬nın zühdü...»

—Yâ Mansur, sabır nedir?

«—Sabır odur ki, elinizi, ayağınızı keserler, sonra da sizi darağacında sallandırırlar. Gık

demezsiniz!»

Mansur'u yakalayıp Bağdat'a getirdiler. Bütün şe¬hir ayakta... Bağdat'ın gönül ehli, mahut iki

kelimeyi duymamış, anlamamış gibi görünüyor, işi sır ve hikmet âlemine havale ediyor ve Hallâc'ı

ne doğruluyor, ne de yalanlıyor. Fakat zahir ehli, zahir planındaki görünüşe göre, gayet haklı olarak

galeyanda...

Cüneyd'e sordular:

—Bu lâfların tevili var mıdır?

Cüneyd, hikmetli başını sallayarak:

«—Mansur'un, dedi; tevili gününde değil, Kerbelâsı günündeyiz!»

Son âna kadar Mansur'u takip edecek olan Şiblî de Şöyle dedi:

«—Biz Mansur'la aynı şeydik! Halk bizi deli san¬ığı için kurtulduk! Fakat Mansur'u akla ve şuura

nisbet tiler ve astılar!»

174

175

I

Şiblî de, Mansur'a benzerliğni, dikkat edilerse, şu¬ur dışı bir hâle inhisar ettiriyor. Şuur içinde bu

hal, tek kelimeyle, küfür!..

Mansur'u evvelâ zindana attılar. Bir rivayete göre bu zindan saraya bağlı bir daire, bir rivayete göre

de esa¬sen saray çerçevesi içinde bulunan umumî zindana ilişik bir hücre...

Mansur zindanda yıllarca kaldı ve başlangıçta iyi

muamele gördü. Ziyaretçilerini serbestçe kabul etmesine

izin verdiler. Halk, Mansur'a inananları ve inanmayanla-

-Tipesrardan anlayanları ve anlamayanlarıyla, «ziyaretçi»

sıfatıyla zindana dolmaya başladı.

I Birtakım dedikodular döndü ve Mansur'un aynı öl¬çüsüzlüklerde devam ettiği, saray

büyüklerinden bile ken¬disine bağlılar devşirdiği ve bir fitneye doğru gidildiği ri¬vayeti, Halife

Muktedir'in kulak yivlerinde dolaştı.

Bağlılarından, ileri gelenler, yakalandılar ve hapse atıldılar. Sorgularında, hepsi de birden Mansur'a

insanüs¬tü sıfatlar verdiler ve bağlılıklarını açığa vurdular. Man¬sur, yüzleştirildiği vakit,

yakınlarının kendisi üzerindeki görüşlerini kabul etmedi:

«—Ben, dedi; sadece Allah'a kulluk eden, namaz kılan, oruç tutan ve hayır işlemeye bakan bir

insandan başka bir şey değilim!»

Bu anlaşılmaz, ipe sapa gelmez edalar karşısında ne yapacaklarını bilemediler.

Hanefî kadılarından İbn-i Behlûl ile, Mâlikî âlimlerinden Ebu Ömer ve devrin birçok fıkıhçıları

bira-raya getirildi.

Şeriatin hükmü:

«— Ortada açık ve tevilsiz bir suç olmadıkça kim¬senin idamına karar verilemez. Böyle bir itham,

ancak

Mansur suçunu itiraf ederse kabul edilebilir. Başkalarının iddiası, delilsiz ve mesnetsiz, itibara

alınamaz!»

Yakalanan müritler, dinlenen şahitler, aranan evler ve ele geçirilen vesikalar, Şeriat temsilcilerini

idam hük¬münü vermekte tatmin edemedi; ve mesele, ölçünün şart koştuğu açıklık ve kesinliğe

kavuşturulamadı.

Bir taraftan da zindanda harikulade hâdiseler ol¬maktadır. Mansur'u muhafazaya memur kölelerden

biri ona yemek götürürken gördüğü harikulade hâdise yüzün¬den, elinden yemek tepsisini

düşürmüş, aklını kaybede¬cek hâle gelmiş, bir kenarda büzülüp titremeye başlamış¬tır. Köle,

hücrede Mansur'un vücudunu o kadar büyümüş görüyor ki, içeride bir ayak sığacak kadar bile yer

kalma¬dığına şahit olup kendinden geçiyor. Köleyi «yalancı hokkabazlara inanan aptal!» diye

haşlıyorlar; fakat herke¬sin önünde kölenin zangır zangır sarsıldığı ve ayakta du¬ramaz halde

olduğu meydanda...

Esrar!..

Bunun üzerine Mansur'un hücresini değiştiriyor¬lar; onu âdi mahkûmların yanı başında yeniden

yaptırdık¬ları bir hücreye koyuyorlar. Ziyaretleri de kökünden ya¬sak ediyorlar.

Nüfuz kullanarak veya bir kolayını bularak Man¬sur'u görmeye muvaffak olanların anlattıkları, hep

hârika... ݺi gücü âdi mahkûmlarla düşüp kalkmak ve On¬ları hak yoluna çekmek... Onun dışında

devamlı ibadet... Günde bin rekât namaz kılıyor.

Soruyorlar:

— Sen, Hak benim diyorsun; ya namazı kimin için kılıyorsun?

Cevap:

176

177

Cif

«— Biz, birbirimizin kadrini biliriz !>

Bir mesele yüzünden boynu vurulmak üzere bulu¬nan zindancıyı, bir duası kurtarıyor.

Beş metre uzunluğundaki bir sedirin bir ucunda bulunan bir mendili, kendisi öbür uçundayken, hiç

kıpır¬damadan, kolunu hafifçe uzatıp aldığını ve terini sildiğini görenler var...

Hallâc, mahkûmlara teklif ediyor:

—Sizi hapisten kurtarayım mı?

Ve eliyle taş duvarı gösterir göstermez gizli yollar

açılıyor.

—Haydi, diyorlar; sen de gel!

—Gelmeyiz, diyor; biz Allah mahpusuyuz!

Ve ilâve ediyor:

—Bizi Hak suçlandırdı! Cezamızı bekliyoruz!

İansur'un zindan hayatı üzerindeki rivayetler ora¬ya kadar gidiyor ki, bir gün Mansur'un, bir gün de

zinda¬nın ortadan kaybolduğu bile söyleniyor. Üçüncü günü her şey/yerli yerinde... / Sormuşlar:

—Bu ne hal?

—Beni, demiş; bulamadığınız gece, ben ondaydım. Zindanı bulamadığınız gece ise, o buradaydı.

Ondan son¬ra her şey yerli yerine geldi ki, Şeriat korunsun ve hüküm hedefini bulsun!

Sadece tecelli bakımından da düşünülse, bu anla¬tışta, Allaha mekan biçmek ve Allahla buluşmayı

iddia etmek gibi, temel ölçüyü sarsıcı bir mana var...

Velî kerametine mutlak olarak inananlardanız; fa¬kat böyle bir tefsire bağlı olanına değil...

Bu hikâye, kerametleri muhakkak olan Mansur'un, halk hayalinde nerelere kadar götürüldüğüne ve

etrafında nasıl bir edebiyat köpürtüldüğüne misal olarak değerli...

—Yâ Mansur! Sözünden dön tövbe et ve kurtul!

Yine aynı korkunç eda:

—Sözü kim söylediyse tövbeyi de o etsin!...

DARAİACI

Yıllar geçtikten sonra bir gün, Hallâc'ı kadı huzu¬runa çıkarıverdiler. Mahkemeye, Hallâc'a ait ele

geçiril¬miş bir mektup gösterildi. Bu mektupta, bazı Şer'î emir¬lerin ayniyle yerine getirilmeksizin

nasıl telâfi edilebile¬ceğine ait bazı hayalî usuller gösteriliyordu.

Kadı Ebu Ömer, Hallâc'a sordu:

—Bu hükümleri nereden çıkardın?

—Basralı Hasan'ın «Muhabbetnâme»sinden...

Kadı öfkelendi:

—Ben «Muhabbetnâme»yi okudum; defalarla da dinledim. Onda böyle bir şey yoktur! Sen bir

«şâkî»sin! Bâtılı hak diye gösteriyorsun!

Mahkemede bulunan Halifenin veziri, «kâfir»den başka mânaya gelmeyen «şâkî» sözünün zapta

geçirilme¬li istedi. Fakat Malikî Ebu Ömer'in bu itham temayülü-ne karşı, Hanefî kadı Ebu Bahlûl,

cürmün açık olmadığı-

178

179

nı, bir insanın inkâr ve yeni bir itikat kasdiyle olmaksızın böyle karanlık fikirler yürütebileceğini,

bütün meselenin bizzat sanık tarafından alınacak tavra bağlı olduğunu, sa¬nık bu dediklerini Şeriati

inkâr ve yeni bir mezhep kur¬mak mânasında kabul eder ve bundan nedamet göster¬mezse ölümü

hak edeceğini ileriye sürdü.

Halifenin veziri, işin yine çıkmaza girdiğini görün¬ce duruşmayı kestirdi; ve ilk yargıcın «şâkî»

teşhisini zapta geçirterek altını imzalattı. Mahkemede bulunanlar da tek tek imzaladılar.

O zaman Mansur'un dayanamayıp şöyle haykırdığı söyleniyor:

—Beni böyle mugalataya getirerek «şâkî» sayma¬ya ve dinimden etmeye hakkınız yoktur!

Halife, karar mahiyetinde saydığı vesikayı görün¬ce, bu defa bütün ölçüler dışı bir hınçla emrini

verdi:

—Suçluya bin kırbaç vurulsun!.. Ölmeyecek olur¬sa elleriyle ayakları kesilsin!.. Sonra boynu

vurulsun!.. Kellesi bir kazığa geçirilip halka gösterilisin!.. Cesedi de yakılsın!..

Fevkalâde nazik bir nokta üzerindeyiz:

ݺ, mahkemenin kararında ve Halifenin fermanında değil, Şeriatin emrettiğindedir.

Mansur, suçunun başı olan kendi «Enel - Hak» id¬diasına karşı kaza makamına acaba ne demiştir?

İddiasını, kabul mu, red mi etmiştir?

Reddetmişse, mesele nasıl sabit görülmüş; kabul etmişse iddiasında ısrar etmiş midir?

Tövbe ne nedamete davet edilmiş midir, edilmemiş midir; ve o, bu daveti, kabul etmiş midir,

etmemiş midir?

Eğer iddiayı kabul etmiş, yahut iddia sabit olmuş ve Mansur bundan dönmemişse, işkencesiz olmak

şartıy-le biricik hakkı ölümdür.

Ne yazık ki, Hanefî kadısının açmak istediğini bil-

jğjj bu adalet yolu üzerinde neler olup bittiğine dair hiçbir bilgimiz yok...

Ama:

Yakalandığı andan beri gördüğü yumuşak muame¬le ve bazı suallere verdiği cinaslı ve kaypak

cevaplar his¬settirmektedir ki, açık ve dürüst bir tövbe ve nedamet be¬yanı, Mansur'u

kurtarabilirdi. Bu bakımdan, Mansur hak¬kında, Şeriatin, ne tam bir dürüstlükle tatbik edildiğini,

ne de aksinin yapıldığım iddiaya imkân vardır.

Mansur'un, «Enel - Hak» sözündeki kâinat çapında suçtan, mutlak bir ifadeyle nefsini tenzih

etmediği ve dönmediği hissindeyiz. Bunu da, bir türlü açık tövbeye yanaşmayan fakat küfürde de

İsrar etmeyen ve daima edep hatası şeklinde devam eden bir zahir cilvesi olarak kabul ediyor ve

bâtında Mansur'u mazur ve sorumsuz ta¬nıyoruz. Sekir hali... İzah edeceğiz.

Hallâc'ı bir sürü muhafız arasında, prangaya vurul¬muş, bir katıra binbirip siyaset meydanına

getirdiler. Bağ¬dat'ın Tâk Kapısı meydanı...

Geçirdiği geceyi, oğlu Hamid'den dinledikleri ri-vayetiyle, şöyle anlatıyorlar:

Evvelâ iki rekât namaz kılmış... Sonra gece yarısı¬na kadar:

«—Hayal, hayal, hayal!..»

Diye söylenmiş...

Uzun bir müddet, sedirinde taş gibi kaldıktan sonra birdenbire ayağa fırlamış ve haykırmış:

«—Hakikat, hakikat, hakikat!..»

Kıbleye dönmüş ve konuşmaya başlamış:

«-Kulunu kendi adına konuşturmakla sen vazife¬lendirdin! Kendi alâmetin, kendi remzin diye

kullanmak

180

181

üzere bana sen el attın! Gösterdiğim kerametler hep senin lütufların! Beni yerden kaldırıp ölmezler

arasındaki tah¬tımda da oturtan sensin!»

Vesaire vesaire... Bu «vesaire»leri fazla kurcalamı¬yoruz; zira yine ölçü dışına çıkıyor.

Peşinden sükût...

Hizmetçi ona soruyor:

—Bana, seni ebediyete kadar hatırlatacak bir söz söyle!

Cevap harika:

«—Nefsine dikkat et!.. Sen onu kendine köle et¬mezsen o seni eder!»

Hallâc, elleri ve ayakları zincirli, meydanda.. Du¬daklarında dünyanın en tatlı tebessümü...

Bir gün, bulunduğu bir mecliste, kendisini göste¬rip:

—Mansur dedikleri köpek bu mudur?

Diye hitap eden velî önünde tebessüm ettiği gibi...

Müthiş kalabalık... Herkes birbirini çiğniyor ve son anda Mansur'dan bir şey kapmak istiyor.

Bir derviş sordu:

—Nasıl oldu da bu hale düştün?

Bir şiirle mukabele etti:

«Bana kupayı verdi; iç dedi, içtim!

Sonra çığlığı bastı: Cellât, palayı getir!»

Bir başkası sordu:

—Aşk nedir?

—Bugün ve yarın görürsün!

O gün öldürüldü, ertesi gün de yakıldı.

Sual:

—Tasavvuf nedir?

—Onun en aşağı derecesi bende gördüğün haldir.

__Ya yüksek derecesi?

        Onu görmeye size yol yoktur!

Hallâc'ı sehpanın altındaki yüksekçe yere çıkardı¬lar. Direkleri, ipi ve çivileri görünce kahkahalarla

gülme¬ye başladı. Helvanlı Ebu Hasan'a göre «o kadar güldü ki, gözlerinden yaş geldi.»

Oradan kalabalığa bakıyor ve en önde Şiblî'yi gö¬rüyor. Dostuna hitap ediyor.

—Seccaden yanında mı?

—Yanımda...

—Şuracığa ser de namaz kılayım...

Şiblî seccadeyi seriyor. İki rekât namaz... Birinci sûre zammı, «Seni yargılayacağız!»; ve ikincisi,

«Bütün nefsler ölümü tadacaktır!» mealindeki âyetler...

Derken, halka doğru, bir hitap:

«—Allahım; sırlarını başka kullarından gizleyip bana açtığın için sana sığınırım! Burada, senin

dinin uğ¬runda gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet! Bana gösterdiğin

hikmetleri onlara da gös¬termiş olsaydın elbette bunu yapmazlardı, bilmiyorlar. Affet! Onlara

merhamet et!»

Cellât, Hallâc'in iki kaşı arasına, alnının tam orta¬sına müthiş bir topuz indiriyor. Hallâc'ın burun

delikle¬rinden fışkıran kan... Mansur, bir çığlık atıp üstünü başını Parçalayacak gibi bir hareket

yapıyor ve hemen, baygın, yere yığılıyor.

Bundan sonra bin kırbaç... Arada ayılan Mansur bu

182

183

bin kırbacı yerken ne inliyor, ne yüzünü buruşturuyor, ne de bir şey söylüyor. Kırbacın her

kalkışında, infaza neza¬ret edenler sanki ondan bir niyaz, bir söz, bir af isteği beklemekte... Artık

Mansur bir kaya...

ݺkenceyle beraber taş atanlar da var... Bir dostu -belki Şiblî- taş yerine bir gül attı. Taşlardan hiçbir

tees¬sür göstermeyen Mansur, vücuduna gül değince inildedi. \ Sordular: \—Ne oldu?

«—Taş atanlar avam takım! Halden anlamazlar. Halden anlayanın bir gülü bizi incitti!»

Peşinden elleri, kollan ve ayaklan kesiliyor. Elleri kesilirken kanlı bileklerini yüzüne sürüyor ve

diyor:

«—Kan kaybetmekten sarabilirim! Korkumdan sa¬rardığım sanılmasın diye yüzümü

pembeleştiriyorum!»

Ve devam ediyor:

:— Aşk namazının abdesti, insanın kendi kaniyle olmadan makbul değildir.»>

Yere düşen her damla kanın «End - Hak» yazdığı¬nı görenler veya görenler olduğunu söyleyenler

var...

Hallâc'ı bu vaziyette -belki yaraları sarılmış ola¬rak- sehpaya bağladılar. Şafak vakti başlayan

işkence ak¬şam kararıncaya kadar sürdü. Akşam vakti halifenin fer¬manı geldi:

—Başını kesiniz!

İnfaza memur kumandan:

—Vakit çok geç, dedi; başını yarın keseriz!

Bütün gece, elleri ve ayakları kesik, sehpaya bağlı kalan ve hiçbir belâya kanmayan Mansur...

Ertesi sabah, güneşin ilk ışıkları Dicle'nin sularına ' cilâlı taşlar gibi yağarken, Mansur'u

darağacından indir¬diler ve bir külçe halinde yere düşürdüler. Onu biraz öte¬ye taşıdılar ve

saçlarından kavrayıp dik tuttular. Kılıç kalktı.

O zaman Mansur, içinde bir cümlelik soluk halinde kalan son caniyle mırıldandı:

«—Aşkı tadanların hepsi, onunla yalnız kalacakları bu ânı beklediler!»

Cesedi bir hasıra sarıldı ve üzerine neft dökülerek yakıldı. Külleri de, Dicle kıyısındaki bir

minareden ırma¬ğa savruldu. Başı bir kazığa geçirildi ve emir verildi:

—Evvelâ Bağdat'ta, Köprübaşı noktasında halka iki gün teşhir edilsin; sonra aynı şey için diyar

diyar gez¬dirilsin, Horasan'a kadar götürülsün!

Sene 309...

Şimdi, başlarda vâdettiğimiz son kıymet hükmünü yerine getirelim:

Mansur bilmecesi nedir?

O, hem suçlu, hem de velî; hem en büyük cinaye¬tin işleyicisi, hem de Allah dostu; nasıl olur?

Onun suçu zahirde ve masumluğu bâtındadır, fakat işte o zahir dedikleri plân, bâtın tarafından

murakabesiz kaldı mı, aslında istihkak edilmeyen cezayı sineye çek¬mek gerekir. Zira hüküm

zahire göredir, Şeriat icabı bu¬dur; ve üstün velî, bâtını kadar zahirini de koruyandır.

Bu, ciltlerle kitaplık nükteyi burada keserek kısaca sırrı anlatalım:

184

185

Mansur, o iki kelimeyi, daha nice misâli olduğu gj. bi, manevî sarhoşluk ânında, kendisinden her

teklifin kalktığı sonsuz hayret deminde söyledi ve ayılınca zahirine gereği gibi çeki düzen

veremedi, hep o muvaze¬nesizlikten içinde bir şey taşıdı. Bu eksikliktir ve böyle olduğunda, mâna

doktorlarınca, şüphe yoktur. Mansur, manevî sarhoşluk ânında yuvarlandığı yokluk ve şahit

ol¬duğu İlâhî varlık müşahedesinde, bir hamle daha edip, hem gerçekte ve hem kelimede kendi

«ben»inden büsbü¬tün soyunabilseydi:

-«Lâ mevcude illallah — Haktan başka mevcut yoktur!"

Diye haykırırken kendisini bir daha bulamazdı.

Şimdi mâna doktorlarından en büyük iki şahsiyeti, eski bir eserimizdeki «Tefsirci» hüviyeti içinde

konuştu¬ralım:

Tefsirci:

«—Ben Mansur'u kabul ve tasdik edemem; Şerîata ve ilme bağlılığımdan ötürü... Onured ve inkâr

etmek de, asla elimden gelmez. Şu var ki, ben Mansur'u kabul ede¬ni, kabul etmeyenden ziyade

severim.»

Yine tefsirci:

«—Allah ehli, sekir halinde, kendinden geçme ve kaybolma ânında söyledikleri sözlerde

mazurdurlar. Mansur'un sözünü, akıl ve kıyas çerçevesi içinde sarfet-meğe imkân yoktur. Bu

çerçevede böyle bir söz küfürdür. Mansur ise kendisinden bütün dış nispetler melekesini izâle eden

tam bir sekir halinde konuşmuştur.»

(VIII) JANDARK

MANZARA

Onbeşinci Asır başlarında Fransa, tarihinin en bü¬yük hâile demini yaşıyor. İngiltere ile arasındaki

«100 se¬ne Muharebeleri» onu, hasmının ayakları altına sermiştir. Geniş bir boğaz denecek kadar

küçük bir denizin ayırdığı Fransa, İngiltere'nin gözünde, Avrupa hâkimiyetinin ilk basamağı...

Ticaret ve sanayide ilerleyen İngiltere, zengin ve artık gayesiz Fransa'yı, o tarihe gelinceye kadar

vâdettiği kıt'a içi üstünlükten düşürmek ve birkaç asır ev¬velki kendi maddî ve manevî Fransız

müstemlekesi halini hasmına iade etmek muradında... Fransa artık haritadan silinmeli ve onun

bütün kuvvetini devralan İngiltere'nin, kıt'a plânında dış avlusu haline gelmeli...

Müzmin bir yara gibi işleyen ve devirlerdir sürüp giden cenk, hiçbir tesviye noktasına varamadan

ve bir türlü erişilecek bir hedef bulamadan, fasit bir daire üze-nnde habire dönüyor ve Fransa'yı,

büsbütün çökertme-dikçe nihayet bulacağa benzemiyor.

186

187

Hâdiseye, içtimaî ve siyasî zaviyeden şu teşhisi

kondurabiliriz:

Artık ruhlarda yavaş yavaş tutmaya başlayan (Gre-ko-Lâtin) medeniyetinin ilk kuvvet davranışı,

amelî bir genişleme ve sömürme dehasına bağlı olarak İngilizlere geçmiş görünmektedir. İngiltere

armasındaki arslan, Av¬rupa'nın arslanı olmak için evvelâ Fransa'yı yutmalıdır.

Almanya perişan, İtalya dağınık, İspanya hareket¬siz... İngiltere için, gerçekleşmesi 4 - 5 asır sonra

da olsa, Büyük İmparatorluğa açılan yolun başında ilk tıkaç Fran¬sa... Devrilmelidir!

Manzara korkunç... Fransa'nın hemen bütün şimal ve garp kıyıları, İngiliz iskelesi... Limanlarda,

İngiliz renklerini rüzgârda sallandıran dev gemiler... İngiliz, ilk iş olarak, denizlerle, 20'nci Aşıra

kadar sürecek bir anlaş¬ma yapmış ve o günden beri bu anlaşmayı hiçbir millete kaptırmamıştır.

Böylece, eski Roma kaldırımlarını su yü¬züne serdikten sonra üzerinden akmaya başlamıştır. İlk

iskele Fransa... Sonrakiler, asır asır, malûm...

Fransa'nın bütün can noktaları işgal altında... Köy¬ler yanık, şehirler yıkık, tarlalar kavruk... Yollar,

teker¬lekleri havada dönen devrilmiş arabalar ve insan cesetle-riyle dolu... Ortaçağın karanlık

ruhundan birer dış menfez halindeki (Gotik) çatı harabeleri üzerinde, insan leşi ara¬yan kara kuşlar

dolaşıyor. (Gotik) mimarînin, o karanlık ruh bekçisi iblîs ve zebânî motifleri de, insan ölülerini, bu

kuşlardan daha hain bir bakışla süzüyor.

Şimalden cenuba, garptan da şarka doğru, her ân genişleye genişleye akan bir insan lâvı... Nereye

gittiğim, nereye varacağını, kimin peşine takılacağını, nerede ve nasıl toplanmak gerektiğini

bilmeyen ve yalnız can hav¬liyle kaçan bir millet... Ana baba günü dedikleri budur.

188

Fransa'yı bu hale getiren sade düşman istilâsı de-CTDD onunla beraber gelen bir de iç boğuşma...

Fransa, (Loren) haçı ve beyaz haç alâmetleri altın¬da ikiye bölünmüş, bir Fransız muharririnin

tabiriyle «si¬yah ve beyaz köpekler gibi birbirini yemekte»dir.

(Loren) haçı altındakiler, Burgonyalılar... Burgon-ya dükünün kumandası altındakiler... Mıntıka

istiklâlcileri, havzacılar, çöken Fransa bütünü içinden kendilerini sıyırmak ve parça halinde

kurtarmak isteyen¬ler... Yani parça vatancılar, yahut vatan parçalayıcılar...

Beyaz haçın altındakilerse, bütüncüler, Fransa ve krallık birliğini savunanlar... Yani millet

vahdetinde te¬cezzi kabul etmeyenler... Bunlar da, kral ailesinden (Orle-an) dükünün kumandası

altındakiler...

(Orlean) dükü, Burgonya dükünün adamları tara¬fından Paris'te, sokak ortasında öldürülürken

(1407), kar¬şı taraftan aynı akıbet Burgonyalı (Korkusuz Jan)ı hedef tutuyor (1419); neticede

Burgonyalıların İngiliz kucağına düşmesini hazırlıyor ve o günden Fransa'yı ikiye bölüyor¬du.

ݺte 1415'de (Azenkur) dolaylarında kırılan son Fransız mukavemetinin peşinden manzara: Düşman

oku¬nun ucunda kendi kendisini yiyen bir millet ve (kaos) ha¬linde bir memleket...

Sene 1422... İngiltere ve Fransa tahtlarının sahiple¬ri üstüste ölüyor. Rakiplerine karşı çarpışırken

çıldıran (6'ncı Şarl)ın oğlu (7 nci Şarl), Fransa krallık birliğinin biricik temsilcisi ve tek ümidi...

Fakat ne sınırlarına, ne Paytahtına, ne hazinesine, ne ordusuna, ne halkına, ne de millî birliğine

sahip bir kral... Lâkabı evvelâ «sözde veli¬aht», sonra «Bur Kralı»... Münzevî bir şatoda birkaç

sen-yör onu kral ilân ediyor. Fakat, anane gereğince, krala ait

189

bütün madde ve mâna şartlarının tamamlığını ifadede bir sembol olan (Reims) katedralinde

merasimle taç giymek imkânından uzak... Bu da onun sözde krallığına delâlet... Ateş terleyen

Fransa ve kan kusan Fransız milleti, kendisini, sözde kralının şahsında özleştirmiştir. (7'nci Şarl)ın

(Reims) katedralinde taç giymesiyle Fransa'nın kurtulması, içice bir keyfiyet... Milletiyle kralını

aynı en¬cam içinde birleştiren bu kader cilvesi, (7'nci Şarl)m omuzlarına bütün ağırlığiyle çökmüş

bulunuyor. Balmu¬mu sarısı yüzü, hiç oynamayan dudakları, bir şamdanın başında sabahlara kadar

süren düşünceli haliyle genç kral, Fransız milletinin tek fert halinde timsali...

Timsali ezilmiş, arması parçalanmış, toprağı çiğ¬nenmiş, kılıcı kırılmış ve topluluk iradesi

dağıtılmış bir milletin ölüm - dirim bilmecesi önünde son vâdeyi yaşa¬dığı böyle anlarda, kurtuluş

hamlesi, ânın dehşetine nis-betle, yukarıdan, kraldan, kumandandan, senyörden değil; aşağıdan,

halkın içinden, göze görünmez bir noktadan, cemiyet bünyesinde en mahrem bir nahiyeden

gelmelidir.

(Jan Dark) zuhurunu böyle anlamak lâzım...

Paris'in doğusundaki (Voj) mıntıkasında (Möz) nehrinin üzerinde bir köy: İsmi (Domremi)...

Burada (Jan Dark) isimli köy memuru birinin (Ja¬net) ve (Katrin) isimli iki kızı var... Ayrıca da

oğulları... Kardeşleri arasında (Janet)den başkaları, serî malı tipler-Oysa, bulûğ yaşından beri,

kardeşlerinden* keskin mizaç farkı çizgileriyle ayrılıyor. Gülen, oynayan, zıplayan, te-pinen, şarkı

söyleyen, tabiat ve dış hayat unsurlarının bu-

190

lafliacı içinde saadet belirten kız kardeşi (Katrin)e nispet¬le (Janet), donuk, kırık, düşünceli, içine

kapalı ve dişiyle ilgisiz... Bazı resmî köy işleriyle alâkalıyken tarlası ve çiftlik hayvanlarıyle de

uğraşan babasına yardımı, kendi¬ni vermediği bir şey.. Dikiş dikerken bile yalnız elleri gi¬dip

geliyor ve gözleri, baktığı noktadan başka bir yere daldığını gizlemiyor.

(PÜSEL - BAKDRE)

Resmî fermanlarda bile (Püsel - Bakire) diye anıla¬cak ve şöhretini bu lâkap altında yapacak olan

(Jan Dark), işte bu (Janet)...

Onun asıl alâkası, köydeki, mezarlıkla çevrili kili¬se... Kiliseye olur olmaz zamanlarda gidiyor,

aziz tanınan birtakım heykellere karşı diz çöküyor ve kendince dua ediyor. Sonra, ekseriyetle

akşam ve gece karanlığında, tahta haçların sıra sıra noktaladığı mezarlıktan geçerek evine... Evde

konuşulanlar hep Fransa... Fransa ki, onu ikiye bölen iç boğuşma, kendi dar havzalarını da ikiye

bölmüştür. (Domremi) köyünün bir yanında Bugonyalılar ve öbür tarafında (Orlean)lılar

çarpışmakta... (Jan Dark) ise, kendi küçük muhitinde, ikiye bölünmüş bir elmanın kesim sathında...

Ne okuma biliyor, ne yazma... Harfler, onun için Yunus Emre'nin «hece taşları» gibi birşey... Hattâ

konuş¬mayı bile fazla sevmiyor ve en çok sükûtun dilinden anlı¬yor. Memleketi hakkında bütün

duygusu, derin bir acıyla karışık, müthiş bir hayret hissi:

«— Birleşecek yerde niçin bölünüyorlar ve neden bileşmiyorlar???»

Bunu, susuzluktan ölmek üzere bulunan bir insa-nıtı, başucundaki suya niçin el atmadığını anlamak

gibi

191

çıldırtıcı bir taaccüp hissiyle ve bir bedahet güveniyle nefsine soruyor. O, bir bünyenin ruhî felç

halinden anla¬mıyor; ve en çetin işi en kolay plânda ele alıcı korkunç bir iptidaîlik saffeti içinde,

bütün (antitez)lerden kurtul¬muş olarak, belki doğrudan doğruya gerçekle temasa ge¬çiyor.

Sahte kemallerin ruhumuza aşıladığı aklî ve hesabî kaygılara karşı, çok defa, ânî ve iptidaî ruh

fışkırışlarının vasıtasızca erdiği idrak imtiyazı işte bu noktada... Halk idraki ve halk kahramanları

hep bu sır noktasına bağlıdır; ve bu kalb içi noktanın verdiği bedahet hükümleriyle ha¬rekete geçen

kol, dünyanın en güçlü makinesinden daha kuvvetlidir. Her türlü gerçek soyundan hamle, aksiyon,

ihtilâl, inkılâp, taarruz, fetih de, bu kalp noktasına ve bu kola muhtaçtır.

(Jan Dark)ın, kimse yokken kapandığı kilisenin bir köşesinde orayı değil de karanlığı aydınlatmaya

yarayan bir kandil... (Sen Misel) ismiyle, dört büyük melekten bi¬rinin hüviyetini kondurdukları,

gümüş zırhlı, tahtadan bir heykel... Bir taraftan da, azizlerden sayılan (Sent Katrin) ve (Sent

Margârit) heykelleri...

Bu putlaştırılmış mânalar önünde, sağ dizi taş üze¬rinde ve başı göğsünde, saatler geçiriyor. Öyle

ki, bu can¬sız madde parçaları harekete gelse de ona ismiyle hitap etse ve:

— Biz senin hayal ettiğin şey değiliz!

Dese, işte o zaman kendilerini kabul etmeyecek, sahte sayacak ve tahtadan veya bronzdan olanını

isteye¬cek... Onları öylesine benimsemiş ve ruhunda yuvalandır¬mış bulunuyor.

İleride büyük aksiyonuna girişince hep bu isimler-

bahsedeceğine, yalnız onlardan imdat isteyeceğine ve aziz tanınanları asla dile getirmeyeceğine

göre, bu plânında putlaştırılmış hüviyetlerin bir genç kız ru¬hundaki ilk tesirleri, ruhiyat ilmi

bakımından hayli na¬zik-

Bu aşikâr telkin alıcılığa karşılık, bazı Fransız mu¬harrirleri, İsa dininin tam tahrif ve korkunç bir

zulmet dehlizinde kayıbı çığırından ibaret olan Ortaçağ taassup ve bâtıl itikatlarından (Püsel -

Bakirelerinin uzak oldu¬ğunu iddia ederler; ve böylelikle onu, kendi iç vehimleri¬ne tâbi bir

muvazenesiz sanılmaktan korumak isterler:

Ormanları ve çeşme başlarını bekleyen perilere inanmazmış... Kümes hayvanları kaybolmasın diye,

bir¬çokları gibi ocağa haç asmazmış... Haşerelere mâni ol¬mak için hayvan yemliklerine okunmuş

şimşir dalı dik-mezmiş... Vesaire vesaire...

Bu savunma, (Jan Dark)tan ziyade, o zamanki Fransız ve Katolik Cemiyetini izah etmiyor mu?

ݺte böyle, hemen her akşam kilisede, ruhunu (Sen Mişel)in gümüş zırhlı tahta heykeliyle

mühürleyerek evi¬ne dönen (Jan Dark) bir gece başlangıcında, kendisini müthiş bir tecelliye ermiş

gördü.

Kızın dışında olanı bir tarafa bırakalım da, içinde olana bakalım:

Birkaç zamandır, kilise dönüşü, mezarlıktan geçer¬ken, birtakım, mavimtrak alev çakıntıları

görmektedir. Birkaç gün evvel de, tam öğle zamanı, güneş tepe nokta¬sında pırıldarken, kilisenin

bahçesinde müthiş bir ışık Püskürtüsü görmüş ve bir ses işitmiştir:

«— Janet! Sana yol göstermek için Allah tarafın¬dan gönderüiyorum! İyiliğe bağlan ve bil ki,

Allah sana yardımcıdır!»

Yine kiliseden çıkarken, bir kere daha, aynı tatlı, eritici ses:

192

193

«—Janet! İyiliğe bağlan!»

Ve işte şimdi, aynı bahçede, aynı kara çitin yanın-da, baştan başa zırh içinde, muhteşem bir

şövalye...

Bu defa ses duymuyor, bir şekil görüyor... Şöval¬yenin, uçları hançer gibi sivri demirden

ayakkabıları, yer¬den bir karış yukarıda... O, gökten inmiş gibi yere basma¬makta...

Kız, bir ân öyle bir dehşete düşüyor ki, bu tecelli¬nin şeytandan da gelebileceğini seziyor ve

cebindeki is¬tavroza davranıp bağırmak istiyor:

«— Eğer Allah tarafından geliyorsanız yaklaşınız! Yok, eğer sizi gönderen Şeytansa Allaha

sığınırım!»

Fakat hayalete bakınca onu o kadar güzel, ulvî ve heybetli buluyor ki, hiçbir insanın varlığının o

vücuttan bir işaret veremeyeceği düşüncesiyle emniyet hissine ka¬vuşuyor, bir iki adım atıp

yaklaşıyor ve kilisedeki tahta heykelini ruhuna kazdığı (Sen Mişel)i tanıyor.

(Jan Dark), kendisine (Sen Mişel)in açıkça şunları söylediği kanaatinde :

«— Janet! Allah "tarafından sana bildiriyorum ki, (Sent Katrin) ile (Sent Margârit) sana

geleceklerdir! Ve¬recekleri öğütlere göre davran! Onlar sana yön göstermek ve yapacağın işi

bildirmek emrini almışlardır! Bildirecek¬lerine inan ve bil ki, ben melek Sen Mişel'im!»

(Püsel - Bakire) dizüstü düşüyor; ve başını kaldırıp gece karanlığından başka hiçbirşey

göremeyeceği âna de¬ğin, taş kesiliyor.

(Jan Dark)ın ruhundaki oluşu böylece efsaneleşti-ren ve hak Peygamber İsa dininin yüzde yüz

dalâlete bu-landığı bir hengâmede alelade bir insana, hem de 14 ya¬şındaki bir kız çocuğuna

gökten melek indirmeye kadar giden azizleştirme gayretinin bizim anlayış ve inanış öl¬çümüzde

hiçbir değeri yoktur. Bizzat (Jan Dark) ve etra¬fındakiler, kendi hususî ve ruh şartları yönünden

bütün

nlara inanabilir; ve zavallı insanoğlundaki ezelî ve bedî mefkûreleştirme ihtiyacı sonraki büyük

harikayı kıymetlendirmek için buralara kadar gidebilir. Hattâ (Jan Dark) bütün bunları duymuş ve

görmüş olsa da, bunların kendisince duyulacak ve görülecek şeyler olması icap et¬mez. Emin olan

nokta şudur ki, (Jan Dark) isimli ve (Pü¬sel - Bakire) lâkaplı genç kız, o zamanki mustarip Fransız

Cemiyetinin bütün kıvılcımlarını en aşağı tabakadan zap-tetmiş, onları dinî hasassiyet içinde

millileştirmiş, bütün-leşürmiş, aksiyona dökmüş, milyonlara «ayağa kalk!» kumandasını vermiş,

yere kapanan Fransa'yı şu kadar yüzbin kilometre karelik bir tunç kapı gibi sırtlayıp kal¬dırmış ve

sonunda aksiyonunun büyüklüğünü en acı maz¬lumluk şekliyle imzalamış, cemiyet çapında ferdî

bir ruh fışkırışının timsalidir; ve hak ölçüsüyle baktığına inanan¬ların gözünde, yalnız bu

cephesiyle ele alınmaya lâyıktır.

Bizim de yapacağımız, (Jan Dark)ı, hıristiyanların oturttuğu maraz ve dalâlet hali kaidesinin

dışındaki insanî ve içtimaî hüviyetle ele alıp, onda, milletten ferde ve fert¬ten millete doğru büyük

nakiliyeti tesbit etmek ve böyle nakiliyetlerin hazin encamiyle yine kendi bâtıl inancın¬dan

gördüğü zulmü belirtmektir.

O, bâtıldan gelen bir kahramandır; ve politika em¬rine geçen aynı bâtılın ateşinde diri diri

yakılmıştır. Bâtıl, her zaman hakka değil, çok defa kendi cinsine zulmeder.

TEŞEBBÜS

Güneş altında ve açık havada pişmiş yüzünün çiz¬gileri, cesur ve erkeksi... Böyleyken kadınlık

mâna ve za¬rafetine uzak değil... Uzunca ve irice bir beden... Kestane reîigi saçlar altında, düz ve

açık bir alın... Uzun kirpikle¬rin gölgelediği, yere eğik, saçlarına uygun renkte kara

194

195

gözler... Küçük bir ağız ve daima uçlarından mustarip bit tebessüm sarkan sıkışık dudaklar... Hafif

kavisli, zarif bir burun; ve yuvarlak, iradeli bir çene... Bir genç köylü kı¬zın umumî görünüşünde,

sınıfının seri mallarına uymayan bir şahsiyet havası...

Fransa, katran kazanında yanık kokuları saçarak karıştırıla karıştırıla eritilirken; (Jan Dark), aldığı

sandığı semavî emirler üzerinden üstüste mevsimlerin gelip geç¬tiğini ve boyuna ağaçların

soyunup giyindiğini seyret¬mekte ve her ân ufukları kollamaktadır.

Nihayet 1428 yılı gelip çattı. Büyük hezimetin üs¬tünden 13 yıl geçmiş, (Jan Dark) 17 yaşına

merdiven da¬yamış, sözde kral (7'nci Şarl) ise 25'ine basmıştır.

Fakat kral, mustarip Fransa'nın timsali, o eski ses¬siz ve dalgın hayalet değil artık... Aradan geçen

5 - 6 yıl onu kanıksatmış, koca bir morga dönen Fransa'da, bir morg hademesi kadar hissiz hale

getirmiştir. Nazarî kral¬lığının küçücük havzasında, harp bahanesiyle toplanan paralar şimdi sözde

kralın sefahatine memur... Gelsin iç¬ki, kadın, eğlence, ziyafet.. Belki de çaresiz felâketler

karşısında teselliyi büsbütün batmakta ve tam bir his ipta¬linde aramanın tersine dönmüş

psikolojisinden gelen bu hal, Fransa hesabına ne acı bir levha!.. Ölüm hastasının başında sabahlara

kadar ağladıktan sonra birdenbire kah¬kahalar basarak içki masası kurdurmanın marazî levha¬sı!..

1428 yılı (7'nci Şarl)ı, yeni para sıkıntıları içinde ve her ân patlamaya hazır ruh baskıları altında

buldu.

Delinin oğlu, kâh (melankoli), kâh (mani) hastası hükümdar, sivri külâhlı müneccimlere yıldızların

kitabım okutmaya da meraklı... Müneccimler, krala ve beş yaşu1' daki oğluna ait basma kalıp

lâflarını bu defa edemediler-Zira, yıldızlardan Fransa'nın istikbalini okumuş bulun¬mak

iddiasındalar:

—(Loren) taraflarından bir bakire çıkıp krallığı

kurtaracak! Ve o, meşeler bölgesinden gelecek!

Müneccimlerin bütün hüneri, o günlerde, halk de¬nilen esrarlı antenin almaya başladığı acayip

işaretleri kendi keşifleri gibi ortaya atmaktan ibaret... Halk içinde yayılan söylenti dalgalarına

gelince, onlar, (Domremi) veya hakikî ismiyle (Orlean) Bakiresinin bir kaç yıldır yavaş yavaş

haberi her tarafa sızmaya başlayan büyülü tavrından doğmuş olsa gerek...

Sözde kral, sözde âlim müneccimlerinin, bir ağız¬dan ve gülünç bir heyecan tavriyle verdikleri

habere karşı mırıldandı:

—Meşeler bölgesi, meşeli orman da ne demek?

Her tarafta var böyle yerler!.. Yerini bulamaz mısınız?

Müneccimler, sivri külahlarını arkaya eğip başları¬nı göğe çevirdilerse de orada Bakirenin adresini

bulama¬dılar.

Öbür taraftan (Jan Dark)ın yolu, hep meşeler böl¬gesinden geçiyor. Genç kız, önünde, babasına ait

bir ko¬yun sürüsü, hep, köyün etrafındaki meşelikler içinde... Buralarda, çan seslerine karışık türlü

nidalar, (Sent Kat-rin) ve (Sent Margarit) ağzından kitaplar, birbirini kovalı¬yor.

Nihayet, karşısında (Sen Misel) ve memur olduğu işe ait ilk emir:

—Git, (Vokulör) şehrinde kumandan (Rober dö

Bodrikur)u gör! O sana, gideceğin yer için lâzım olan

adamları verir!

(Jan Dark), hemen o akşam, ne zorluk, ne korku, "içbir şeye aldırmadan yola çıktı. Şu ovayı geçti,

bu geçi¬di aştı, o yamacı dolaştı, falan köyden çıktı, filân kasaba¬ya girdi ve (Bodrikur)

senyörünün huzurunda boy göster-*• Senyör, etrafında cicili bicili bir sürü silâhşor, ıvanhane gibi

bir salonda genç köylü kızla karşı karşıya:

196

197

—Beni görmek için bu kadar uzak yerden, bunca zorluk içinde gelmenin sebebi nedir?

«— Allah'ın emriyle geliyorum! Fransa tahtının vârisine, cesaretini kaybetmemesini ve şimdilik

muhare¬beye girişmemesini söylemeniz için...»

(Jan Dark), birdenbire deli saçması hissini veren bu sözleri, öyle bir vakar ve emniyet tavriyle

söyledi ki, herkes dondu.

Bir iki sual ve cevaptan sonra (Jan Dark) şu müthiş çıkışı yaptı:

«— (Şarl) hâlâ krallığına sahip değil! O hâlâ veli¬aht... Fakat herkes onun kral olmasını diliyor!

Ona, tacını ben giydireceğim!»

Senyörün etrafındakilerden biri dayanamayıp bir kahkaha salıverdi. Bir kahkaha, bir kıvılcım gibi

barut fı¬çılarını patlattı. Gülen gülene... Senyör bile kendisini tu¬tamadı; ve daima tepeden bakan

genç kıza, babasından birkaç tokat yemek üzere derhal köyüne dönmesini ihtar etti. Kız, acıtıcı

kahkahalar ve incitici bakışlar arasında şatodan çıkarken, eliyle gifiş kapısını gösterip, mırıldan¬dı:

«— Yakında tekrar geleceğim! Biliyorum ki, kralı bulmak üzere harekete geçeceğim nokta,

burasıdır!»

—Hey, (Janet), Fransa'yı ne zaman kurtaracaksın?

—Krala tac giydirmek üzere ne gün (Reims)e gidi¬

yorsun?

—Tahta kılıçlarımızla arkandayız!

—Hani ya senin bayrağın, (Janet)?

Köyünde, arkasından koşan çocukların seslenişi' ri... (Jan Dark) hiçbirşey söylemeden gözleri

yerde, yürü' yüp geçiyor.

Bu sıralarda (Jan Dark)m köyü, Burgonyalıların saldırısiyle boşaltılıyor. Biraz sonra (Jan Dark) ve

ailesi, muhacir köylüler arasında tekrar yurtlarına dönüyor. Der¬ken 1428 sonları ve (Orlean)ın

İngilizler tarafından mu¬hasarası...

Artık bıçak kemiğe dayanmıştır. (Orlean)ın düşme¬si İngilizler emrindeki Burgonyalıların zafer

bulması ve biricik mukavemet yuvasının yıkılması demektir.

1428-29 kışı Fransa'da korkunç... Harbedenlerden başka herkes deliğine çekilmiş, dış hayat felce

uğramış.

Bir akşam (Jan Dark) ailesi, sofralarında, buğusu tüten çorbanın başında...

Kapı sert sert çalındı.

Gelen, ilk defa baş vurup kovulduğu senyörü tanı¬yanlardan ve o zaman kendisine yardım

edenlerden biri... Ve babasının yeğeni... Her şeyi biliyor ve ikinci bir teşeb¬büs için, babasına bir

bahane uydurup kızı götürmeye gelmiş bulunuyor.

Senyörün karşısındalar:

—Ne istiyorsun benden ?

Fakat bu defa senyörün sesi tatlı, hüzünlü ve esrar âleminden bir şeyler bekler gibidir:

—Ne yapabilirim?

—Sizden, emrime birkaç atlı vermenizi istiyorum!

(Şinon)a gitmek, kralın ayaklarına kapanmak ve memur

edildiğim işi ona anlatmak... Hemen hamleye geçmek...

Buna delâlet ediniz!

ݺi artık kaba mantık plânının üstünde ele almaya başlayan senyör:

—Seni, diyor; kendi kendime krala gönderemem!

i apabileceğim tek şey, krala bir haberci gönderip dileği-

nı kendisine bildirmek ve emrine göre hareket etmektir.

(Jan Dark) oralarda bir ay bekledi. Nihayet 1429 Senesinin ilk aylarında emir geldi:

198

199

— Fermanımızın hâmiliyle beraber, genç kız, daki¬ka kaybedilmeden (Şinon)a, yanımıza

gönderilsin!

Krala, müneccimlerinin verdiği ve her ân halkm içinden süzülüp gelen haber gerçekleşmiş, meşeler

bölge¬sinin efsanevî kızı ele geçmiştir.

(Jan Dark) birtakım zikzaklar çizmek ve bazı uğ¬raklarda takılmak zorunda kaldıktan sonra, birkaç

senyör ve bir sürü muhafız arasında, erkek kılığında, yağız bir at üzerinde kralına giden yolu

tutuyor.

ZAFER

Artık (Jan Dark)ın şöhreti, henüz alenilik plânına çıkmadığı halde, için için, bütün Fransa'yı

dolaşmaya başlamıştır. Burgonyalılar tarafında da, (Orlean)lar cep¬hesinde de, birbirlerine eğilen

başların ağızlarıyle kulak¬ları arasında fısıltı helezonları:

— (Jan Dark) isimli bir genç kız çıkmış!.. Allah ta¬rafından gönderildiğini iddia ediyormuş!..

Azizelerden sesler alıyormuş!.. (Prlean) muhasarasını kıracakmış!.. Fransa'yı kurtaracak ve krala

(Reims)de tac giydirecek-miş!..

(Jan Dark), yağız atının üstünde, pişmiş bir süvari gibi hiçbir zahmet tavrı göstermeden, dimdik,

günlerce yol aldı ve (Şinon)a yaklaşınca Krala bir nâme gönderdi:

«— (Jan), Fransızların Kralına bildirir ki, kendisi¬ne ulaşmak için, Allahm yardımıyle 150 fersah

yol almış ve bu arada ne İngilizlerin, ne de Burgonyalıların saldırı¬sına uğramıştır. Şu anda, her

tehlikeden uzak, Krallık mıntıkasının içinde bulunmakta ve Pazar günü orada ola¬cağını ümit

etmektedir. Şehre varır varmaz hemen huzura alınmasını ve hem Kralı, hem de vatanı hakkında

söyle¬yeceklerine değer verilmesini diler.»

200

(Şinon)... Kralın oturduğu şatoda büyük merasim salonu... Göz alıcı telli pullu elbiseleri içinde

maiyet sen-vörleri ve ortalarında Kral... Hayal üstü bir garibe gözler-cesine genç kızı bekliyorlar.

ݺte karşılarında, erkek elbisesi giymiş, hiçbir şaş¬kınlık ve tutukluk biçimi göstermeyen basit köy

kızı!..

Haşmetlinin, haşmetli olmasına çalıştığı suali:

«— Ne istiyorsun bizden, genç kız?»

«— Göklerin hükümdarı, beni, size şunları bildir¬meye memur etti: (Reims)de taktis edilecek ve

Fransa'nın gerçek kralı olacaksınız! Bunun için emrime bir askerî birlik vermeniz ve benim gidip

(Orlean)ı kurtarmam lâzımdır!»

«— Krallığımız (Sen Marten)in mantosu gibi parça parça... Ne yapabiliriz?»

«— Mantoyu dikeriz!»

«— Çok zor!.. Ama Allah isterse zor diye bir şey kalmaz!»

«— Bunu Allah istiyor!»

(Jan Dark)ın, bu akıl üstü dâva üzerinde tavrı o ka¬dar sakin ve emin ki, hesap ve mantık yıkıcı bir

telkinle kralı zaptediveriyor. Kral (Blûa) tarafındaki küçük ordu¬sunu kuvvetlendirmek ve para

bulma gibi teşebbüslere gi¬rişmek için biraz zaman istiyor ve (Jan Dark)ı şatosunda misafir ediyor.

(Jan Dark)in tavrı, bir mercimek tanesinin atom bombası olduğunu iddia etmesi gibi bir şeydir.

Herkes bu esrarlı mercimek tanesinin ne başarabileceğine merakla bakıyor ve hiç kimse onun

sakladığı gizli kuvvete «ola¬maz!» diyemiyor.

Kısa zamanda (Jan Dark) o kadar ileriye gidiyor

201

I

I

ki, Kraldan şahitler huzurunda bir ahitname imzalanması¬nı istiyor:

«— Kral, Fransa'yı, göklerin hükümdarına, (Jan Dark) ise Fransa'yı (Şarl)a vermeyi kabul ve

teahhüt eder.»

Ahitnamede, Kralın resmî mühürü yanında, (Jan Dark)ın imza yerine çizdiği bir haç işareti...

(Jan Dark)ın emrine bir grup atlı verildi. Fakat (Orlean) yerine (Pautye)ye gitmesi için... Orada

kendisi¬ni, papaslardan ve ilâhiyatçılardan bir heyet muayene ve imtihan edecek ve onun bir

sahtekâr veya muvazenesiz olup olmadığını araştıracak... Bu iş, kızı Kralın gözünden düşürmek

isteyen şüpheci şövalyelerin telkininden doğ¬ma...

İnceleme neticesi, (Jan Dark) in samimî ve sıhhatli bir insan olduğu kararına bağlanıyor; ve 1429

yılı Nisan ayı başlarında (Jan Dark)ın, emrindeki atlılarla (Tur) şeh¬rine gitmesi ve orada

eksiklerini tamamlayıp (Orlean) işi için orduya katılması emri geliyor.

Semavî emirle Fransa'yı kurtarmaya memur oldu¬ğu ve yapılan bütün incelemelerde samimiyeti ve

sıhha¬tinden zerrece şüpheye yer olmadığı, beyannamelerle bü¬tün Fransa'ya ve İstanbul'daki

Bizans İmparatoruna kadar her yere ilân edilen Bakire, (Tur) şehrinde tepeden tırna¬ğa

silâhlandırılıyor, teçhizatlandırılıyor» Trampetçilerin-den şövalyelerine, okçularına ve

mızraklılarına kadar de¬mirlere bürülü birliği içinde (Orlean) Bakiresi, pırıltılı bir zırh kuşanmış ve

bu defa beyaz bir ata kurulmuş, dağları hoplatan alkış tufanları arasından geçip, Fransa'yı

kurtar¬maya doğru, dört nala uzaklaşıyor.

Artık o, memuriyetine bütün Fransa'nın inandığı-millî hamlenin s&mbolüdür.

(Blûa)daki küçük ve şevksiz orduyla buluşan (Jan park) her şeyi ardına takmış, 1429 yılı Nisanının

son günlerinde (Orlean) kapılarında... Ordunun en önünde...

(Orlean)ı saran İngilizlere (Sen Lû) kalesi ve Bur-gonya kapısı yönünden hücum...

(Jan Dark), beyaz atının üzerinde, ok yağmuru al¬tında, o yan senin, bu yan benim, mekik dokuyor

ve Fran-sız ordusunun hareketli canı gibi, her birliği, her toplulu¬ğu, her neferi ayrı ayrı dolaşıyor.

Ordunun olanca hamle¬si, ruhu, gayesi, mânası, bayrağı, hiza çizgisi, o... Kuman¬danlar, onun

elinde, satranç taşları gibi bir şey... İngiliz saflarına doğru at sürüp bağırmaya kadar göze alıyor:

«— İngiltere çocukları! Mukavemet nafile! Teslim olunuz! Allah tarafından canınız emniyettedir!»

Bir ân sükût ve peşinden bir sürü küfür:

«— İnek çobanı, büyücü! Seni bir ele geçirelim de gör! Diri diri yakacağız!»

(Jan Dark) arkadan İngilizlerin büyük bir imdat koliyle muhasara kuvvetlerini korumaya

koştuklarını ha¬ber alıyor. Bir ân bile tereddüt göstermeden kumandanla¬ra emirler veriyor:

— Hücum, derhal hücum! Düşünülecek hiç bir şey yok!

Ve hesapsız, kitapsız, Fransız orducuğunu (Sen Lû) kalesine karşı o türlü hücuma kaldırıyor ki,

kaledeki 2000 İngilizden ancak 30-40 kişi sağ kalıyor ve kale dü¬şüyor.

İngiliz imdat kolu yetiştiği zaman kalede kralın bayrağı sallanmaktadır; ve yetişen kuvvetlere

muhasara ordusuna katılıp aynı akıbeti beklemekten gayri iş düşme¬mektedir.

(Sen Lû) kalesinin sukut şekli önünde, İngilizlerde manevî kuvvet sıfır... Derken, şehrin dış

korunmasına Mahsus ve İngiliz işgali altındaki kalelerden en nazik bir

202

203

ikisi daha Fransızların elinde... (Jan Dark) İngilizlere liçüncü mesajını da göndermiş, fakat bir

netice alamamış¬tır.

(Orlean)ı kurtaracak son hücumu da, en tehlikeli yönden (Loren) nehri üzerindeki köprü yolundan

yine (Jan Dark) tertipliyor ve bu olmaz işin kumandasını biz¬zat veriyor:

—Fransızlar, askerler, vatanını ve kralını seven¬

ler! Arkamdan geliniz! Beni seven arkamdan gelsin!

Bütün ordu genç kızın arkasında... Müthiş bir İngi¬liz mukabelesi... Yüzlerce insan suya

yuvarlanıyor. (Jan Dark) daima önde; ve işte yaralanıp yere düşüyor... Hü¬cum kırılmış gibidir. O

sırada Fransız saflarına ricat emri verilmek üzere borozanlara giden emir...

Ağır yaralı kız doğruluyor:

—Çabuk bana zırhımı giydirin ve atımı getirin!

Yaramla uğraşmanıza lüzum yok! Ricat emrini veren ku¬

mandanı görmeliyim!

Kumandanı buluyor, ricat emrini hemen durduru¬yor, aynı günün akşamı (Orl«an)a gireceğine söz

veriyor; ve sonra, zırhından kan sızarken dönüp hücum hatları içinde öyle perendeler atıyor ki, tam

gerileme noktasında yine ilerleme başlıyor.

Madde hesabı diye bir şey kalmamış ve her iş ru¬hun emrine geçmiştir. Bir ân evvel bütün

ümitlerini kay¬beden kumandanlar, şimdi ahmak ahmak gülümsemek-te... Artık neferle subay

arasındaki rabıta da kalkmış ve her şey (Jan Dark)ın eteklerine yapışmaktan, onu körü körüne takip

etmekten ibaret kalmıştır.

Şehrin içinde de ana baba günü... İçeriden İngiliz¬ler üzerine ateş yağdırıyorlar. İki tesir arasında

tam mu¬hasaraya düşen İngilizler, Fransızların her yandan delice saldırışını durduramıyor ve

hücum yönlerinden sıyrılıp ellerindeki birkaç dış kaleye çekiliyorlar.

Aynı günün gece yarısına doğru (Jan Dark), binler¬ce meşale ve yanan kulelerin titrek alevleri

arasında, açı¬lan kapılardan şehre girmektedir.

Yarası, şehirde, zaferden sonra sarılacaktır.

Ertesi sabah İngiliz ordusu, evvelâ bir hücum gös¬terisi yaptıktan sonra, bütün ağırlıklarını ve

yaralılarını bırakıp kaçacaktır.

8 Mayıs 1429...

Ruh galiptir.

TAC GDYEN KRAL

Orlean Bakiresi, ismini taşıdığı şehrin kurtuluşun¬dan bir gün sonra, kendisini, pek az fâniyi

alkışlayan hal¬ka selâmlar vererek, eski muhafızlariyle beraber çıkıp git¬ti.

Maksadı hemen Kralı bulmak ve kazanılan zaferi tamamlayıcı tedbirlere vakit geçirmeden el

attırmak... Za¬fer neşesiyle bir gün bile geçirmeye içi varmıyor.

(Tur) şehrine debdebeyle girdi, orada Kralın aynı yere gelmek üzere yolda olduğunu öğrendi ve

hemen, dört nala, onu karşılamaya çıktı.

(7'nci Şarl), Allah tarafından gönderilmiş olduğu¬na artık inandığı ve zaferinin bütün Fransa'ya

ilânını fer¬man ettiği (Jan Dark)a taşkın bir sevgiyle kucağını açtı. Gerilerinde dalga dalga asker ve

şövalye, beraberce (Tur)a girdiler. Boydan boya çiçek ve ipekli serili sokak¬larda, gökleri delen

alkış sütunları... Göklere kaldırıldı¬lar...

Kral (Jan Dark)ın taaruz fikrini kabul etti ve Fran¬sa' daki İngiliz mevzilerinden en ileride ve askerî

değerde olanlarına hücum kararı verildi. Bir ikisi de düşürüldü.

204

205

Genç kıza gösterilen halk bağlılığı o kadar büyük ki/bunun hiçbir zamanda duyulmadığını ve hiçbir

kitapta yazılmadığını söyleyen bir papaza, (Jan Dark) cevap veri¬yor:

«— Ben Allanın emrinde bir ses ve bir kılıçtan ibaretim! Kuvvet onun!..»

(Jan Dark) bir cenkten öbürüne atlaya atlaya gidi¬yor ve tek lâhza dinlenmiyor:

«— Lâzım diyor; durmadan, dinlenmeden hamle ve hareket lâzım!.. Zira bana bir yıldan ileriye

hayat yok!.. Böyle bildirdiler bana... Bu zaman içinde İngilizle¬ri kovmalı ve Kralın tahtını

kurtarmalıyım! Ne olacaksa bu zaman içinde olacak!..»

(Jan Dark)m böylece kendi akıbetini bildirdiği hakkındaki rivayet, sonradan şişirilme, hıristiyan

mistik¬lerine mahsus bir marifet olsa gerek... Fakat onun kor¬kunç inanış ve bu inanıştan tioğan

güveni inkâr edilemez.

Kumandan ona soruyor:

İngilizlere büyük darbeyi Normandiya'da mı in¬

direlim, onları Paris'ten kovarak mı?

«— Her şeyden evvel (Reims); Kralın krallığını alacağı yer!...»

-Fakat (Reims) Burgonyalıların elinde ve en zorlu

istihkâmlarla çevrili...

«— Hiç kıymeti yok!.. Bu işe tek gün yeter!.. Za¬vallı Burgonyahlara da, Fransızlıklarını iade

ederiz.»

İngilizlere taarruz plânı üzerinde yola çıkan Fran¬sız ordusiyle, İngiliz mevzilerini

kuvvetlendirmeye koşan İngiliz ordusu arasında ve (Patay)in cenubunda karşılaş¬ma, müthiş bir

meydan muharabesi ve muazzam Fransız zaferi... Arkasından da bir sürü başarı...

206

Ruha bağlı aksiyon dâvasının belkemiği, (Orlean) muhasarasının kırılması; ve suyu çekilmiş

havuzdaki ba¬lıklara dönen Fransız ordusunun canlandırılması olduğu için, (Jan Dark)m

mazlumluk saatlerine kadar, bundan sonra kuru aksiyonları çabuk geçiyoruz.

1429 yazının başlarında (Jan Dark), Kralı, doğruca (Reims) üzerine yürümeye ikna etti. İngilizler

ve Burgon-yalüarın büyük kuvvetle çöreklendiği temel mevzilerden birine, henüz taptaze bir uyanış

halindeki Fransız ordusu¬nu topyekûn sürmek, akıl bakımından belki delilikti. Fa¬kat aklın

tamamiyle imkânsız gördüğünü ruh, son derece kolay buldu.

Evvelâ (Troy), peşinden (Reims)...

Fransız krallarının büyük mâna sitesi, Krallığın tac merkezi, Fransız millî birliğinin düğüm noktası

(Reims), kendisini yatağa atarcasına ateşe fırlatan (Jan Dark) ve arkasındaki çılgın ordu sayesinde,

Fransızların elinde...

Bütün dâva, milletin işte bu çılgın tarafını bulmak¬ta...

Kral, arkasında çok uzun bir maiyet eteği, yaya olarak (Reims) katedraline gidiyor. Bu maiyet

eteği, Kra¬lın mı, yoksa bütün bir millet halinde (Jan Dark)ın mı, belli değil... Herkes anlıyor ki, bu

zafer alayının biricik yürütücüsü (Jan Dark); ve gerisi, kurşundan dökme üni¬formalılar... Güdenle

güdülenler, yahut güdüyor görünen¬ler arasındaki fark!..

Kral, bütün Fransa'nın armaları ve senyörleri ara¬sında, tahtına kuruldu. (Jan Dark) ayakta yanı

başında...

Mumlar yanmakta, buhurdanlar tütmekte, orglar Elemekte...

Kralm taç giymesi ve taktis edilmesi, Hıristiyanlık tfm en titiz ihtişam gayreti içinde yerine getiril-

207

di. (Reims) katedralini uçuracak kadar coşkun sadakat ve tebrik nâ/aları arasında kral, kurtuluş

yolundaki Fran¬sa'nın artık sahibi ve Fransız birliğinin sembolü...

(Jan Dark) bu manzaraya, rüyasıyle madde âlemi arasında bir hakikat köprüsü kurulduğunu gören

insanın dehşet ve haşyet duygusu içinde bakmaktadır...

Şimdi gaye, (Kompiyen) üzerinden Paris... Fran¬sa'nın öz merkezi ve kalbi...

Fakat göklerden haber aldığım söyleyen Bakire, farkında değildir ki, onun zafer çığırı (Reims)e ve

orada Krala tacını giydirmeye kadar sürmüş; ve Fransa yine onun açtığı kurtuluş yolunda ilerlerken,

kendi şahsî felâket çığırı açılmıştır.

Nitekim artık sulh yapacak kadar kuvvetlenen ve ilk teklifleri alan Kral, Paris önlerinde, Bakireye

şöyle der:

— Dünyanın bütün kuvvetiyle toplu bulunduğu ve son mukavemetini göstereceği Paris üzerine

yürüyüş şart mı.? Sulh teklifi karşısındayım!.. Murahhaslarım (Kompi¬yen) mevkiinde Burgonya

dükünün temsilcilerini dinle¬yecek... Belki harbetmeden Paris bana geçer! İhtiyatlı davranmak

daha iyi değil mi?..

(Orlean) Bakiresi, (Orlean) önündeki mizacım kay¬betmemiştir:

«— Hiçbir şeye inanmayınız, güvenmeyiniz! Aziz¬lerim bana, Paris etrafında cenge tutuşacağımı

bildirdi¬ler!»

Dikkat edilirse, azizleri (Jan Dark)a Paris etrafında dövüşeceğini bildiriyorlar da, başına ne

geleceğini söyle¬miyorlar!..

Kral, istemeye istemeye, (Jan Dark)ın emrine niha-

t İO.OOO askerlik bir kuvvet teslim edebileceği cevabını

rjyor; ve kalbi daima sulh yolunda bağlı, Bakireye ga-

vet çabuk hareket etmesini, zira Paris gibi bir şehri uzun

zaman muhasara altında tutacak imkanlardan mahrum

bulunduğunu ilâve ediyor.

(Jan Dark)ın felâket devresi açılırken, ruhlarda umumiyetle bir gevşeme ve pörsüme görülmektedir.

Erdiği beklenmedik nailiyetler karşısında aptalla-şan, biraz da şımaran ve artık (Jan Dark)tan

sıyrılmak is¬tediği halde onu da bırakamayan Krala karşılık, bütün maiyet Bakirenin fevkalâde

kuvvetini yavaş yavaş defet¬meye bakmakta; düşmanlarsa onu elde etmek için pusula¬rını kurmuş

beklemekte...

KAPANAN PERDE

Paris'e hücum, ilk zafer şevkinin rahavete dönmesi ve ruhların pörsümesi yüzünden, tereddütlü,

kaygılı ve zoraki oldu. Bu hali doğuran sebep de, düşmandan para aldığını söyledikleri

başmabeyincinin Krala şüphe aşıla¬ması ve (Jan Dark)ı kıskanan şövalyeleri gıcıklaması...

(Kompiyen) mevkiinde bekleyen Krala bakılırsa (Jan Dark)ın, «bakalım ne becerebilecek?»

kabilinden Paris surları önünde görünmesine izin verilmiş gibiydi.

Genç kız, tek başına didindi, durdu. Nihayet ordu¬sunu bir olta yemi gibi düşmana kaptırmaktan

çekinme¬yen kayıtsızlık havasını sezdi ve Krala bir nâme gönder¬di:

«— Koşunuz ve hızla (Sen Deni) tarafına geliniz! Askerlerinizin başında bulununuz ve hücumu

bizzat takip ediniz!»

Nâme Krala vardığı zaman manzara:

(Jan Dark) Paris surları önünde kan terlerken, Kra-

208

209

lın murahhasları, ^urgonya evinin temsilcileriyle başbaşa değil mi? Mütareke şartlarını

konuşuyorlar; hattâ konuş¬malarını bitirmiş, anlaşmaya, Krallarının şahane mührünü basmak üzere

bulunuyorlar!!!

Sene sonuna kadar mütareke... (Sen) nehrinin şi-malindeki bütün memleketler anlaşma

çerçevesinin için¬de... Yalnız Paris, (Troy), (Roan) gibi nehir üstündeki şe¬hirler, mütareke

hükümlerinin dışında... Buralarda harbe-düebilir...

Paris için de, Kralın ağzından teahhüt: «— Yeğenimiz Burgonya dükü, mütareke boyun¬ca, bizzat

ve adamları vasıtasiyle, Parise edilecek herhan¬gi bir taaruza karşı koymakta serbesttir.»

Kral, ayrıca, (Kompiyen)i de, eski sahibi sıfatiyle Burgonyahlara bırakıyor, hiç olmazsa oradaki

birkaç köprüyü teslim edeceğini vâdediyordu. Hayret!..

Anlaşma, Burgonya dükünün Paris üzerindeki mü¬dafaa hakkını tanımakla payitahtı düşmanlara

terketmek mânasında olduğu gibi, (Jan Dark)ı da, tek başına, düş¬man avı olarak bırakıyor

demekti. Biricik gayesi de, hiç bir ameli kıymeti olmayan bir takım edebî teahhütler et¬rafında,

Kral cephesinin birdenbire durdurulmaz hale ge¬len şahlanışını kösteklemek, zaman kazanmak ve

sonra onun tepesine çullanmak... (Jan Dark)tan yüz çevirmeye başlayan Kral ve senyörleri, en kaba

şekilde İngilizlerle Burgonyalıların ağına düşmüştü. Kendi tabirleriyle, Fran¬sızlar «balığın unda

yuvarlanması gibi» yuvarlanmışlardı. İsmine «Fransızlar» denilen Kral cephesindeyse şöyle

düşünülüyordu:

«— Evet; Burgonya dükünün Pari&üzerindeki hak¬kı kabul edilmiş olsa bile, bu, esasa tesir

etmeyen bir ke¬limeden ibarettir. Mühim olan nokta şudur ki, zaten hiç-bir netice vâdetmeyen

Paris taarruzunun bir vesileyle dur-

durulması veya devamı mümkün olduğu gibi, Burgonya-hlarla sene sonuna ve belki gelecek sene

ilkbaharına ka¬dar cengedilmiyecek; ve hazinesinde tek altın bulunma¬yan kral, ordusunu,

şimdilik terhis edip malî durumunu düzeltmek ve sonra her şeyi düşünmek imkânını bulacak¬tır.

Burgonyahlara tanınan hakka mukabil onlara da Fran¬sa'da bir kral bulunduğu hakikati

tanıtılmıştır. Nazik sayı¬lan (Kompiyen) mevkiine gelince, orada sadece bir iki köprüyü teslim

etmekle hiçbir şey kaybedilmiş olmaz!»

Müflis teselli!... Politika zaferi karşı tarafındır; ve ilk hamlenin bütün ruhu Kralın etrafı tarafından

çiğnen¬miştir. (Jean Dark) kendi halinde bırakılmış ve ona çevri¬len milyonlarca el boş kalmıştır.

Şimdi ona, her zaman ve her devirde görüldüğü gibi, kendi başına hiçbir harekete geçemiyecek

olan bu milyonlarca ele rağmen, birkaç el her fenalığı yapabilir, Kralı tahtına oturtan büyük hamle,

asıl böyle şeylere tahammülü olmayan küçük mabeyin çelmesiyle yıkılmış; alık ve (otomat) Kral,

ulviyeti kabul ettiği gibi süfliyeti de sineye çekmiştir.

Perde kapanmakta ve (Jan Dark)m, dört bucağında ateşler yanan mazlumluk devresine ait perde

açılmakta...

«Gitmeyin!» diye tepinen mâbeyincileriyle uzun çekişmelerden sonra Kral, her şeye rağmen (Sen

Deni) ta¬rafında (Jan Dark)ın emrindeki kuvvetlerinin yanına gitti. (Jan Dark) Kralın donuk

yüzünü görür görmez bir anda herşeyi anlamışçasma büyük bir inkisara düştü. Her unsur yerinde,

ruh yok!... Öyleyse herşey bitti!. Ezelden ebede kanun!..

Paris surları ve hendekleri önünde bütün bir gün en kanlı cenk... Hiçbir başarı görünmedi. (Jan

Dark) vurul¬du, geriye götürüldü; ve gece bastığı vakit, kumandan,

yanında hain başmabeyinci, gelip genç kıza şu sözleri söyledi;

— (Jan)!.. Sana kötü bir haber vereceğim! Kralın

210

211

emriyle ordu, ağırlıklarını ve topçusunu bırakarak gerj çekiliyor! Seni de beraber götüreceğiz! Gel!

Yaralı (Jan Dark) at üstünde, kendisine derin ve te¬miz bir hisle bağlı olan ve mabeyin oyununa

geldiklerini sezen genç kumandanla atbaşı, ağır adımlarla ricat yolun¬da...

Genç kumandan, iki büklüm yol alan genç kıza dikkat ediyor: (Jan Dark) katıla katıla ağlamakta...

Kumandan, kızın elini tutuyor ve fısıldıyor:

— (Jan), sevgili (Jan), ağlama!

Mareşal rütbesindeki kumandan 25, (Jan Dark) ise 17 yaşını bitirmek üzeredir; ve ne gariptir ki, kız

(Roan) da diri diri yakılacak, kumandanın da kellesi (Nant)da uçurulacaktır. (Jan Dark)ın da bütün

ömrünce gördüğü aşk tezahürü bundan ibaret kalacak...

(Jan Dark) 1430 başlarında (Orlean) da... O da kendisini unutmaya başlamıştır, denilebilir. (Orlean)

Bakiresi, şimdi (Orlean) kasabalısı, küçük (burjuva)... Kâh Kralın şatosunda, kâh kiraladığı küçük

evde, (burju¬valara mahsus miskin hayatı yaşıyor. Kiliseye gidiyor, ata biniyor, ziyafetlere

katılıyor. Kral tarafından bir de asalet unvanı almıştır.

Burgonyalılar, (Kompiyen)de el attıkları bir iki köprüyle yetinemiyorlar. Anlaşmadaki lastikli

hükümlere dayanıp bütün (Kompiyen)i ele geçirmek istiyorlar. Hattâ orayı zorla almak için

hazırlıktalar...

(Jan Dark) krala baş vuruyor:

— îzin verin, (Kompiyen)e gideyim!

Artık bu türlü fevkaladeliklerin havası ve modası

miştir. Kral ne «evet!» ne «hayır!» mânasına bir tavır österiyor ve (Jan Dark), bu defa, cebinde

Kralın verdiği k az bir para, arkasında da ancak 170 kişilik bir kuvvet, (Kompiyen) yolunu tutuyor.

Yolculuğunun üçüncü gününde bir hendeği geçer¬ken, birden (Jan Dark)ın kopardığı yırtıcı bir

çığlık... Atı¬nı durdurmuş, göğe doğru bakmakta; ve arkasındakiler, dehşet içinde, taş kesilmiş,

beklemekte...

(Jan Dark) gaipler âlemine doğru haykırıyor:

«— Nerede esir düşeceğim? Hemen öleyim, daha

iyi!»

Anlaşılıyor ki, ona azizeleri görünmüş ve düşman eline esir düşeceğini bildirmişlerdir. Azizeler

(Jan Dark)a iki aylık bir vâde verdiklerine göre yoluna devam edebilir ve yine onlardan aldığını

sandığı «kaygısızca tevekkül» emrine uyabilir.

(Kompiyen)... Teşkilât işleriyle uğraşır ve köy köy sağa sola seğirtirken, bir aralık üç beş adamı

arasında, kuvvetlerinden uzak düştü. Emrindekiler, eskisi gibi de¬ğil, yabancı kandan, inzibatsız ve

itaatsiz tiplerle kabartıl¬mış... Karşı geliyorlar, kaçıyorlar ve her ihanete hazır du¬ruyorlar. O

sırada, Burgonyalılar da, civarda, keşifte ve teşebbüs hazırlığında... (Jan Dark)dan kaçanlar,

Bakirenin, pek yakında bir köyde ve müdafaasız olduğu¬nu düşman kumandanına haber verdiler.

Müthiş bir böğürme:

— Büyücüyü yakaladık!

Ayaklarına, Fransa çapında gelen avı kementlerine düşürmek için atlarını mahmuzladılar. Kol kol

ilerlediler (Jan Dark)ın aslî kuvvetlerle arasını kestiler, (Kompiyen) kapılarında etrafım sardılar ve

müdafilerini kılıçtan geçir¬dikten sonra kızı esir aldılar.

Perde, bir daha aralanmaz şekilde kapanmıştır.

212

213

SATILMIŞ HAKDM

" (Jan Dark)ı, biraz evvel baskın verdikleri köyde, loş bir eve tıktılar. Evin etrafını silâhlı

muhafızlarla çevir¬diler ve haberini Paris'e uçurdular. Haber bir taraftan da, ışık hıziyle Krallık

tarafından da yayılmaya başladı. Biri müjde, öbürü kara haber...

Tâ tepede ışık damlayan bir küçük pencere, kapka¬ra bir ocak, bir masa, bir iskemle; ve Fransız

birliğinin müşahhas timsali mahpus (Jan Dark)...

Daha ilk günden Burgonya dükü, kendi çevresi içindeki yerlere bir bildiri göndererek müjdeyi verdi

ve bu çılgın kız yüzünden huzuru kaybolan Fransa'nın artık rahata kavuşacağını ilân etti.

Öbür taraftan, Kral mahzun, fakat etrafı memnun...

İngilizlerse bu hâdiseye artık zaferlerinin gerçek¬leşmesi diye baktılar; ve yollarından Fransa

büyüklüğün¬de bir engelin kalktığı hissine düştüler. İngiliz millî gurur politikası, beş asır ileriye

şamil olarak, yabancı bir mille¬te ait birliği yine kendisine parçalatmanın ve onun şah¬lanmış

timsalini yine kendisine düşman göstermenin mektebini kuruyordu.

Paris'teki İngiliz Kral naibi, haberi gece vakti, ye¬mek sofrasında aldı ve öyle keyiflendi, öyle içti,

öyle coş¬tu ki, başına kan çıkıp öleceğinden korkuldu. Ertesi sabah toplanan lordlar konseyi, (Jan

Dark)ın hemen bir çuval içinde nehire atılmasını uygun gördü. Fakat tarihî İngiliz politikasının

sinsi ve soğukkanlı ilk temsilcileri bu teklifi çocukça buldular. Kurt politikacılar, (Jan Dark)ı bizzat

Fransızlara yargılatıp «lânetli» ilan ettirmenin, böylece (Jan Dark) ile beraber bütün Fransa'yı

alçaltmanın, Fran¬sız millî birliğini kırmak sanatı olarak büyük değerini kestirdiler.

Konsey şu kararı verdi:

«— (Jan Dark), ne pahasına olursa olsun, Burgon-jjlardan satın alınmalı, ve dinî bir mahkemece

yargılan¬malıdır! Muhakeme, onun esir edildiği mıntıkada olmalı ve kız, küfür ve sihirbazlıkla

suçlandırılmalıdır. Kral ve taraftarları da, bayraklaştırdıkları ve arkasında toplandık¬ları (Jan

Dark)ın bu mahkûm hüviyetiyle şerefsiz ve tesir¬siz küınmaldır!»

Bunun için ne lâzım?

Diniyle, vicdaniyle, temsil ettiği kanunun sahte te¬siriyle, adalet ölçülerinin ırzını kuvvetlilere

peşkeş çeken seciyesiyle, hak ve hakikat, vatan ve millet haini, ödenek¬li bir hâkim!!!

Ellerini uzatır uzatmaz buldular!

(Jan Dark) bahsinde yüzlerce hâs isimden pek azı¬nı andığımız halde, şenaat âbidesi bu hâkimin

adını he¬men başa oturtalım:

(Piyet Koşon)...

Zulmün, hedefi (Jan Dark) ise, bizzat kendisi bu adamdır ve ismiyle cismiyle; mânasiyle,

mahiyetiyle (Jan Dark) kadar mühimdir.

(Bove) katedralinde, piskopos külâhlı, ruhunun zulmeti suratına vurmuş, kara kuru, karga gözlü bir

adam... İçinin mukaddes tanıdığı herşeyi menfaatlerine feda ede ede piskoposluğa kadar

yükselmiş... Burgonya dükünün maşası... Mukaddes bilinen şeylere ihanetin mükâfatını daha

zengin devşirebilmek için en sonra İngi¬lizlerin kapıkulu... İstilâcılar sayesinde nihayet İngiltere

Kraliçesinin musahibi ve Fransa'nın resmî devlet papazı... °ağh olduğu dinin vecd ve iman

cephesiyle hiçbir alâkası y°k da, ezbercilik ve ukalâlık tarafında bütün bir iddia... "azık, zarif, derin

ve emin bir lisana sahip olmak gayre¬tinde...

214

215

Fransız tarihçilerinin, başka bir lâf bulamamak zo¬rundan «sefil ve alçak» diye vasıflandırdığı bu

altmışlık adam, bir aralık rektörü olduğu Paris Üniversitesini de, bütün bir ilim ve hakikat

namusunu ayaklar altına alıp za¬limlerin servisine girmek yolunda peşinden sürükledi. (Jan

Dark)m ele geçişinden üç gün sonra Paris Üniversi¬tesi alçağın tahrikiyle, Burgonya düküne

başvurup Bakirenin, küfür suçundan yargılanmak üzere, kendisine teslimini istedi. Her türlü hak,

kanun, usul, âdet dışı is¬tek... Dinî mahiyet taşıyan o zamanki Üniversitede, kendi üyelerini

yargılamak hakkı var, fakat kilise mahkemeleri¬ne el uzatmak yetkisi yoktur. Böylece, millî

kahramanı millete suçlu göstermek için en büyük ilim merkezinden hüküm çıkartmak've hakikat

fetvacılığı makamından ha¬kikatin ırzına geçmek gibi bir şenaete zemin hazırlanıyor¬du!!! Müthiş

mi???

Burgonya dükünün, efendisinin muhafazasına bıraktı. (Jan Dark) üçüncü bir şatoda ve Burgonya

dükünün em¬rinde...

Kralın toplayabildiği yeni bir orduyla (Kompi-yen)dekiler kurtarılıp düşmanlara ağır bir darbe

vurulun¬ca, Burgonya'lılar tarafı o kadar öfkelendi ki, sinsi bir gü¬lüşle neticeyi bekleyen

İngilizlere (Jan Dark)ı satıverdi-ler. Satış bedeli olan 10.000 altını şatoya getirip teslim eden,

yukarıda bahsettiğimiz ve daha çok bahsedeceğimiz satılık hâkim ve eski üniversite rektörü (Piyer

Koşon) dur!!! Kralın teklif ettiği daha büyük bir meblağ sırf İngi¬liz korkusu yüzünden kabul

edilememiş ve tarihin o güne kadar kaydettiği alçak hâkimler arasında bu en şenii -bel¬ki sonradan

onu geçenler olmuştur- bizzat ateşe attıracağı mazlumunu daha evvel satın almaya gelmiştir!!!

(Jan Dark)ı, tıktıkları köy kulübesinden alarak

(Boliyö) şatosunun kulesine hapsettiler. Oradan da başka

bir şatoya... '

(Kompiyen), Burgonya'lıların muhasarasına daya¬nırken (Jan Dark), mahpus bulunduğu yeni

şatodan kaçıp oraya can atmak için korkunç bir tecrübeye girişti. Kendi¬sini, bilmem kaç adam

boyu kuleden basit bir iple sarkı¬tıp, gözcü tarafından bağırılmca aşağıya attı. Tabiî şartlar altında

parçalanması gereken bu vaziyetten, dört gün yat¬makla kurtuldu.

Bu sırada (7'nci Şarl) Lüksenburg senyörüne (Jan Dark)ın fidyesini verip onu satın almak ve

kurtarmak için teşebbüstedir. Fakat kimsenin, İngiliz nüfuzuna ve İngil¬tere hazinelerine rekabet

edebilmesi mümkün değil... Ni¬tekim (Jan Dark)ın muhafızı Lüksenburg senyörü, tazyik¬ler

altında sıkışınca bu belâdan kurtulmak istedi ve kızı»

ADALET ŞEKLİ

Bakire, kanun kaatili kanun mümessilinin eliyle İngilizlere geçince onu deniz yolundan dolaştırıp

(Roan)a götürdüler ve (Burvöy) şatosuna kapadılar. Burgonyalılar elinde ve öbür şatolardayken

oldukça iyi muamele gören (Jan Dark), burada, kalpleri nasırlı ve elleri kanlı mütehassıs

zindancılar tarafından parangaya vuruldu.

İngiliz valisinin seçtiği beş tane, kalbleri ve elleri usta zindancının karşısında şimdi (Jan Dark)

beşerî ıstırapların en acısını çekiyor... Bunlar, bir ot şilte üzerinde, vücudu kalın zincirlerle sarılı

genç kıza gözlerini dikmiş, en ağır küfürleri basıyorlar. (Jan Dark), kendisini çiy çiy yiyen beş çift

göze karşı gözlerini yummuş, hiçbir karşılık vermiyor. Bir Fransız tarihçisinin tabiriyle «cehennem

zebanilerinden daha zalim» bu damlar, (JanDark)ın ruhunu kemirmeye memur...

216

217

Zulüm zindanlarının en dayanılmaz tarafı da her devirde bu tarz olmuştur; efendileri hesabına

mazlumla¬rın ruhlarını kemirmeye memur köpeklerin kötülük işti-halan...

Pransa Krallığı çökecektir. Fakat şimdi olduklarından üzbin kere kuvvetli olsalar bunu

başaramayacaklar!

Bu söz üzerine, senyörün yanındaki İngiliz lordu kılıcını çekip müdafaasız kızın göğsünü delmek

istediyse de başka bir -lord, onun koluna yapıştı; ve (Jan Dark)ın bu kadar ucuza ellerinden

gitmesine engel oldu.

1430 kışı o kadar şiddetli oldu ki, kalın kaputlarına bü-ründükleri halde 18 yaşındaki Bakireye

pestil kalınlığın¬da bir örtüden başka bir şey vermeyen zalimler, kızın bü¬tün bir kış, demirlerini

şangırdatırcasına titrediğini gördü¬ler. Vücut yapısı kuvvetli olduğu için hastalanmıyan, sa¬dece

ıstırap çeken (Jan Dark)ın tepesinde bir de soğuğun kamçısı saklıyordu. Yediği de bir çorba ve kuru

ekmek... Arada bir vali tarafından bazı vazifeliler gelip, kızın aklı¬nı ve sıhhatini kaybedip

etmemiş olduğunu kontrol edi¬yorlar ve raporlarını veriyorlardı:

—Aklı başında, sıhhati mükemmel, her azaba kat¬

lanıyor!

Bir gün, onu İngilizlere satan senyör, utanmadan ziyaretine geldi ve teklif etti:

—(Jan), eğer bize bir daha baş kaldırmamaya ve

silah çekmemeye söz verirsen, bedelini öder ve seni İngi¬

lizlerden geri alırız.

(Jan Dark) hiçbir şey yapmaya güçleri yetmeyen bu âcizlerin tavırlarındaki sefil cakayı anladı, acı

acı gül¬dü ve dedi:

—Benimle eğlenmeyiniz! Buna ne kuvvetiniz ye¬

ter, ne cesaretiniz, ne de samimî isteğiniz!..

Senyör, Kralın da bunu istediğini ve her fedâkârlığı göze aldığını söyleyince (Jan Dark) mahzun-

laştı:

—Yapamaz, yapamazsınız! Biliyorum ki, İngiliz' ler beni öldürecekler! Sanıyorlar ki, benim

ölümümle

1431 yılının ilk günlerindeyiz. İngiliz Kralının resmî fermaniyle (Jan Dark), mahut (Koşon)un reisi

oldu¬ğu kilise mahkemesine verildi.

O esnada âciz ve şaşkın Kral (7'nci Şarl), nihayet (Jan Dark)ı kurtarmak için bir plân düşünebiliyor.

İki fedaî kumandan emrinde bir fedaîler grubu teşkilâtlandırılıyor ve büyük bir mahremiyet içinde

(Ro-an)daki şatoya bir baskın hazırlanıyor. Fakat her zamanki haber alma hüneriyle İngilizler,

Fransızların bütün plânım öğreniyor ve tam teşebbüs ânında onları sarmak üzerey¬ken (Jan Dark)

fedaîleri güç belâ kendilerini kurtarabili¬yorlar.

Satılmış hâkim, (Bove) piskoposu (Piyer Koşon), tırnaklarına, 19 yaşına doğru giden ve 20 nci

yaşını süre¬meyecek olan Bakireyi geçirmiş olmaktan mes'ut, zulüm plânını, hak sandığı esaslara

uydurmakla meşgul...

İtham noktaları, Râfizilik ve sihirbazlık...

Halbuki: (Jan Dark), çifte zalim ve kâfir Piskopo-sun hak sandığı dine herkesten fazla sadık...

Sihirbazlıkla da hiç ilgisi yok...

218

219

(Koşon), itham plânı etrafındaki kuklalar kadrosu nu tertipledi; savcısını, sorgu hâkimini, üyelerini,

her $e yini buldu ve din ve millet adına en büyük cinayeti işle meye hazırlandı.

Hak Peygamber İsa dininin tahrifçilik müessesesi kiliseye bağlılık iddia edenler, onun adına kendi

haksız haklarını bile ayak altına alıyorlar ve aynı haksız halkın en samimî temsilcisini ateşle

yakmaya hazırlanıyorlardı.

Kilise mahkemesi, (Jan Dark)ın, kulesinde hapse¬dildiği şatoda toplandı.

Artık (Jan Dark), bacaklarına vücudunu taşıtama-yacak kadar bitik, boyuna mahkeme salonuna inip

çıkıyor ve türlü maddî ve manevî işkencelerden geçiriliyor. Öyle ki, işleri güçleri, karşısına geçip

ona gözlerini dikmekten ve her azabı tatbik etmekten ibaret muhafızları bile ken¬disine acıyacak

hâle gelmiştir. O mahkeme ki, hâkimleri, icracılarından daha zalim... Karga gözlü başkan, hiç

kim¬senin ulaşamıyacağı bir azap verme sanatiyle kızın ruhu¬nu ve maddesini lif lif koparmakta,

zerre zerre gagala¬makta...

(Jan Dark)ı muhakeme eden heyet, piskoposlardan, başrahiplerden, ilahiyat doktorlarından vesair

yardımcı¬lardan ibaret olarak 95 kişi. Celselerde sayıları 14 ile 16 arası değişiyor. Aralarında bir de

(Enkizisyon) temsilcisi var...

Aralarından birkaçının kalbinde küçük bir burkun-tu istidadı olsa da, bu beliremiyor ve hemen

maske altın¬da gizlenmek zorunda kalıyor.

Karga gözlü başkanın etrafındaki öbür yırtıcı kuş¬lar da kızı gagalamakta birbiriyle yarış halinde...

Biri sua¬lini bitirmeden öbürü soruyor ve (Jan Dark), ıstırabını unutturan bir şaşkınlık içinde bir

sual kasırgasına şu ce¬vabı veriyor:

«— Hep birden değil, teker teker sorunuz!»

Dünyaya gelişinden o güne kadar (Jan Dark)a ne

mak mümkünse hiçbiri ihmal edilmedi. S°Din ölçülerine aykırı itikatlar beslemek manasına

len râfizilik, ayrıca sihirbazlık ithamlarına (Jan Dark)ın cevaplarındaki öz:

—Ben kiliseye hepinizden daha fazla sadıkım ve

adaletli bir muhakemeden geçmeye hazırım! Beni Papa

yargılasın!

        Sihirbazlıkla hiçbir alâkam yok ve olmadı. Ne

aletlerini bilirim, ne usullerini. Okumam yazmam da yok ki, bu işe dair birşeyler karıştırmış

olayım!..

Bir aralık hâkimlerden biri başını kaldırıyor ve so¬ruyor:

—Her şeyi bir tarafa bırakalım ve yalnız şunu ce¬

vaplandırmanı isteyelim: Allah tarafından gönderilmiş ol¬

makta İsrar ediyor musun?

O da, bitik hali içinde doğruluyor:

—Ayaklarımın dibine çalı çırpı yığsanız, onları

ateşleseaiz ve beni içine atıp sorsanız yine aynı cevabı

vereceğim! Göklerden emir aldım!

Ne aç, ne susuz bırakmalar, ne hücresinde sinir tör-pülemeleri, ne celseler arası işkence sırığında

acı çektir¬meler, (Jan Dark)a bir şey söyletebildi.

İlim ve hakikati siyaset ve kuvvete feda etmiş olan Üniversiteden de mahkemeyi teşvik ve tahrik

fetvası alın¬dı:

«— (Jan Dark)ın, gözüne göründüğünü ve kulağı-nm işittiğini bildirdiği şeyler, eğer yalan ve

riyakârlıktan ibaret değilse, şeytanın ve habis ruhların eseridir.!»

Erkek elbisesi giymesi de küfürdür; ve o, Allahı tezyif eden ve kendi icat ettiği putlara tapan bir

dinsizdir!

220

221

Bu ithamlar altında sorguya çekmeler her gün de¬vam etti ve kız o hale getirildi ki, kuştüyü bir

yatağın kar¬şısında günlerce uyutulmayan ve ayakta bekletilen bir in¬san gibi, o kuştüyü yatakta

gördüğü ölümü saadet bildi ve bir gün haykırdı:

— Beni öldürünüz, bana merhamet ediniz ve öldü¬rünüz! Artık dayanamıyorum!

Bu sözü söyledi; fakat «alçaklığınıza dayanamıyo¬rum!» diyemedi de, böyle söyledi.

Nasıl da, yârabbi, her mazlum ve zalim birbirine benziyor!!!

ATEŞE DOİRU

Kilise mahkemesi, 24 Mayıs 1431 tarihinde kararı¬nı bildirmek üzere duruşmaların nihayete

erdiğini ilân et¬ti; ve hemen her saat devam eden, diri diri gömülmekten beter, ruh törpüleyici

celselerden sonra (Jan Dark), kule¬sine çıkıp, zincirleriyle koyun koyuna rahat döşeğine

uza¬nabildi.

24 Mayıs sabahmın şafağında, hücresine mahkeme heyetinden bir adam geldi:

— (Jan)!.. Karar hazır!.. En acıklı şekilde ölüme gidiyorsunuz! Eğer sadık bir hıristiyansanız, bütün

itham¬ları kabul ve suçunuzu itiraf ediniz ve af isteyiniz! Başka kurtuluş yok!

Bu teklifte, (Jan Dark)ın hayatını kurtarmak fikrin¬den ziyade, onu kendi ağziyle de kötülemek,

ayrıca Kralı¬nı ve istiklâl mücadelesinde olanları düşürmek gibi bir taktik yatıyordu.

(Jan Dark) hiçbir cevap vermedi, başını çevirdi ve akıbetini bekledi.

(Roan) şehrinin, mahkeme kararları okunan büyük ffleydanı, 24 mayıs sabahı, iğne atılsa yere

düşmeyecek halde. •• Eski bir mezarlık olan bu meydanda, seyrek sey¬rek tahta naÇDar arasında bir

de fuar kurulmuş... Sağdan soldan gelen satıcılar, giyecek yiyecek eşyalarını yerlere dizmişler,

bağırıp çağırıyor, müşteri arıyorlar... Bir taraf¬tan da, (Jan Dark)a ait mahkeme ilâmını okuyacak

hâkimlere mahsus, geniş bir merdiven şeklinde sıralar... Belli ki, kanun ve hakikat kaatili mahkeme

başkam, oku¬yacağı adalet fermanını büyük bir halk kütlesine dinlet-, mek sevdasında... Zengin

kumaşlarla süslenmiş bu sıra¬larda, ayrıca, ruhanîlere, senyörlere, kumandanlara ve İn¬gilizlere

göre ihtişamlı yerler... Ilık bir Mayıs güneşi her tarafı yalıyor ve henüz merasim başlamadığı için,

satıcı¬lar avaz avaz mallarını övmekte devam ediyor.

(Roan) halkı, henüz yüzünü tanımadığı, fakat ru¬hunda efsaneleştirdiği (Jan Dark)ı görmek için

meydana doğru akmakta... Halk içinde, (Jan Dark)ı sevenler, azize kabul edenler, hiç sevmeyenler,

şeytan soyundan bilenler, şu veya bu telkin kutbuna bağlı olarak düşünenler, küme küme... Ama

ağzı kilitli ekseriyetin onu kalbinde büyüt¬tüğü, sessiz, nümayişsiz, fakat hâkim bir gerçek...

Yeniden beş muhafız gelip (Jan Dark)ı aldı. Avlu¬ya indirdiler ve silâhlı askerler tarafından

kuşatılmış bir arabaya attılar. Şatonun tunç kapısı açıldı ve araba mey¬dan istikametine ilerlemeye

başladı. (Jan Dark), hayatta °'UP olmadığının bile farkında değil... Sokaklarda halk °na kelebekten

daha narin ve zaiflikten uçacak hale gel- mı§ bir kızcağız diye bakıyor; ve bir vakitler, sırtında y

Zlfn, bütün Fransa'yı fıkırdatan insan bu muydu, gibiler¬le en, yüzündeki hayret çizgilerini

gizleyemiyor.

222

223

Araba, birdenbire herkesin susup ortalığı ölüm sü¬kutuna buladığı ve bütün-canını gözlerinde

topladığı ân meydana girdi ve hâkimlerin önünde durdu. Sıralar ağız ağza, türlü renkler ve

çizgilerle dolmuş... Kızı arabadan indirdiler ve bir sürü muhafız arasında hâkimlerin karşısı¬na

sürdüler. (Jan Dark), karşısında şahlanan büyük adam¬lar dalgası, koca bir insan denizinin içinde

bir çöp...

Mahkeme heyetinden, vazifelendirilmiş birkaçı ayağa kalktı ve aralarından biri, kararın giriş kısmı

halin¬de bir vaaza başladı. İncilden parçalar okudu, kendilerin¬ce din ve imanın ne demek

olduğunu anlattı ve (Jan Dark) bahanesi altında işi Krala ve istiklâl mücadelecile¬rine kadar

götürerek, Romalı hatip (Siseron) üslûbiyle, asıl yıkmak istediği mânaya geldi:

«— Ey Fransa! Seni çok istismar ettiler! Sen dai¬ma şiddetle hıristiyan bir millettin! Fakat senin

kralın ol¬duğunu iddia eden (Şarl), bizzat râfizî ve dininden dön¬müş bir insan olarak, bomboş,

şerefsiz ve muvazenesiz bir kıza kapıldı ve emrindeki kilise üyeleriyle beraber dalâlete saplandı.

Havada helezonlar çizerek akan bu ahenkli, fakat baştan aşağı sahte lâflara karşı (Jan Dark) açık bir

kü¬çümseme tavrı takınınca, mahut başkan dayanamadı ve avazı çıktığı kadar bağırdı:

— Sana söylüyorum (Jan)! Kralının bir rafizî, bir dinsiz olduğunu, sana söylüyorum! Anlıyor

musun?

O zaman (Jan Dark), hafif bir reveransla ve bitik vücudundan nasıl fışkırdığı anlaşılmaz bir sesle

cevap verdi:

«— Hayır efendim! Bildirmeme izin verin ki, be¬nim Kralım, Fransanın kralı, dinsiz değildir! O,

benim ta¬nıdığım en asîl hırstiy andır! Kimse onun kadar imanınâ ve kitabına bağlı değildir! O,

sizin anlattığınızın zıddı-dır!»

Halk içinde korkunç mırıltılar, doğrulama ve* ya¬bama sesleri...

Deminki hatip muhafızlara seslendi:

—Onu susturunuz!

Ve lâflarının sonunu getirerek, suçlu hakkında kili¬se adaletinin tecelli ettiğini, âdil hâkimlerin

karar verdiği¬ni ve şimdi ilâmm okunacağını bildirdi.

(Jan Dark) haykırıyor:

—Cevap vereceğim! Evvelâ benim hareketlerim¬

den, benden başka kimse sorumlu değildir! Ne Kral, ne

kimse! Benim suçlu olup olmadığıma gelince: Ne duru¬

yorsunuz; mademki kilise adına hüküm vermektesiniz,

gönderin öyleyse müdafaalarımı Papaya, kararı o versin!..

Neden korkuyorsunuz?

Bu çıkış, hıristiyanlarca, hükmün kendi kendisine temyize gidişi ve o anda bozuluşu gibi bir şey...

Ve halk karşısında, inkâr edilemez şekilde cereyan ediyor... Mah¬keme ve başkanı için nazik

vaziyet... Mahkeme üyeleri taş kesilmiş, hepsinin dili tutulmuş...

Başkan (Koşon) kalkıyor ve utanmadan şu mantığı ileri sürüyor:

«— Romadaki aziz pederi bu kadar uzaktan araya-mayız! Buradakiler de hâkimdir ve hüküm

selâhiyetinde-dir. Verilen karar, Romaya baş vurmayı lüzumsuz kılacak kadar adaletlidir! Oradaki

aziz Pederse, buradaki de aziz kilisedir!»

Ve sesini büsbütün yükseltiyor:

—Dinleyiniz! Kararı okuyorum!

Halk arasında uğultu... (Jan Dark)a seslenenler:

—Ateşe gideceksin! Teklife mecbur oldukları töv¬

beyi kabul et! Kurtul!

Kilise kanunlarına göre (Abjurasion) ismi verilen "ir tövbe ve nedamet hareketi, affı

gerektirebilirdi.

224

225

Mahut başkanın evvelden hazırlamış olduğu tövbe ve nedamet senedi ortaya çıkarıldı. Bu senette,

(jan Dark)m, kendisini topyekûn kilise emir ve kararına bırak¬tığı, bir daha erkek kılığına

girmeyeceği ve saçlarını şö¬valyeler gibi kesmeyeceği, bir daha silâhlanmayacağı ve silâhlı

hareketlere katılmayacağı, günahkâr ve râfizî oldu¬ğunu kabul ettiği ve artık bunlardan döndüğü,

şimdiye kadar halkı birtakım yalanlarla kandırdığı ve bu şeytanî hallerini itiraf ettiği, dâvasına en

ağır bir hiyanet ve zillet

üslûbiyle yazılıydı.

Vazifeli şahıs, senedi kıza uzattı:

ݺte imzalayacağın itiraf, tövbe ve nedamet se¬

nedi!..

(Jan Dark) hayretle sordu:

—Bütün bunlar ne demek? Hiçbir şey anlamıyo¬

rum!

Başkandan emir:

—Anlatınız, öğretiniz!

—Bütün bunlar, sadece kiliseye, dünya kilisesine

bağlılığınızın beyanı demek... Ve bu bağlılığın şartlan.

Kız feryadı bastı:

—Ben dünya kilisesine zaten bağlıyım! Gerisine

aklım ermez! Ne kelimelerden anlıyorum, ne de tabirleri¬

nizi biliyorum!

Birtakım iphamlı sözlerle, dolambaçlı tefsirlerle ve el çabukluğuna getirilen değişik parşömenler

üzerinde başka başka metinlerle (Jan Dark)ı apıştırdılar, aklını ba¬şından aldılar, kandırdılar. Elini

zorla tutup tövbe senedi¬nin altında gezdirdiler. (Jan Dark), imzasının altına bir de haç işareti

kondurdu; ve bütün bunları, kiliseye bağlılık¬tan gayri hiçbir şey bilmeden yaptı.

Mahkeme ilâmı, halkın ve (Jan Dark)ın bir şey an-lamaması için bir papaz duası şeklinde lâtince

okundu Karara göre (Orlean) Bakiresi, tövbe etmezse ateşe, eder

süresiz hapse mahkûm ediliyor ve ömrü boyunca «ıstı-an ekmeği yiyip keder suyunu içmek»

cezasına çarptırı¬lıyordu.

İngilizler, hileyi evvelden bilmeleri gerektiği hal-

je birdenbire (Jan Dark)ın kurtulmuş olduğu zanniyle şüphelendiler, öfkelendiler veya böyle

göründüler. Sıra¬larda ayağa kalkıp hâkimlerin etrafını sardılar.

Karara göre (Jan Dark)ın hükümden sonra kilise emrine geçmesi, Fransız hapishanesine girmesi ve

artık İngilizlerin elinden çıkması lâzım...

Uğultu, patırdı, çekişme, tehdit, bir karışıklıktır gi¬derken, birdenbire mahut başkanın sert sesi

yükseldi ve herkese herşeyi anlatmış oldu:

«— Hükümlüyü alınız ve geldiği zindana götürü-

nüz!»

Kilise emrine, Fransız zindanına geçmesini bekle¬yen (Jan Dark) sapsarı... Halkın içinden

homurtular yük¬seliyor... Askerler ve muhafızlar yere bakıyor...

Bütün oyunun, bir ân için (Jan Dark)ı ve «efkâr-ı umumiye» isimli sâf mahlûku aldatıp kızın

elinden, kendi kendisini, vatanını ve Kralını düşüren bir vesika almaktan ve kilise kanununa ihanet

etmiş görünmemekten ibaret olduğu, anlayanlarca anlaşılmıştır!

PLÂN

Bakire, yine İngilizlerin zindanına iade edilip gece Çökünce, birdenbire hücresinin kapısı çaldı ve

içeriye Korkunç suratlar doldu. Bir köşede yanan reçine meş'ale-Sının donuk ışığı altında bu

suratlar, kâbuslarda bile gö¬mmez esâtirî hayvan yüzleri... Dehşetle ot şiltesinden ?ıPDayan (Jan),

zebanileri hemen tamdı: Enkizitörlerden,

227

226

Paris Üniversitesi İlahiyat profesörlerine kadar, bir sürü hâkim... Yanlarında da, kadın elbisesi

taşıyan bir terzi...

(Jan)ın zincirleri çözüldü, sırtındaki şövalye göm¬leği ve zırhlığı çıkarıldı ve kendisine baştan

aşağı kadın elbisesi giydirildi. Sonra oturtuldu ve terzinin kocaman makasiyle, büklüm büklüm

saçları tâ dibinden kırkıldı Kırkık saç, kadın hüviyeti içinde, onun ebedi mahkurnlu-ğunun işareti...

(Jan Dark) herşeye rağmen memnun... Zira artık kilisenin ve Fransızların emrine geçtiğini sanıyor,

İngiliz¬lerden kurtulmak üzere bulunduğuna seviniyor.

Fakat heyet hiçbir şey söylemeksizin çekilip gitti. (Jan Dark)ı tekrar zincirlediler.

(Jan Dark) yerlere koyu kestane rengi saçlarına ve kendisini, kadınlığını bile meçhul bir hâle

getiren yeni manzarasına bakıp ağlıyor. O artık yeryüzünde âciz ve çaresizlerin en âciz ve

çaresizidir.

Yüzünü ot şilteye gömdü ve ıstıraplı bir hal içinde dona kaldı. Ve birden, korkunç bir hissedişle

zıplayıver-di. Bir el eteğini kaldırıyor, elbisesini sıyırıyordu. Karşı¬sında, /eni muhafızlardan

birinin, bir ayı şehvetiyle üze¬rine abanmış olduğunu gördü. Avaz avaz bağırarak: — Çekil, sefil

adam, üzerimden! Ve dizüstü düşürücü bir heybet tavriyle ayağa kalktı. Odadaki öbür muhafızlar,

hayvan hayvan, başları¬nı sallıyorlar ve kahkahadan kırılıyorlar...

(Jan Dark), yüreğine indirecek gibi bir hafakan ya¬şıyor. Başına, ölümden, ateşten, cımbızla lif lif

yolun¬maktan beter birşey getirmek için, bu hayvandan aşağı in¬sanlar, emir almış olabilir!

Bakire, üzerine atılana o türlü yalvardı, onu gaibin görünmez kuvvetleriyle öyle korkuttu ki,

hayvanın âdeta içi burkuldu, bütün kuvveti kesildi ve başı eğildi. Ayakta' tiril tiril titreyerek

kendilerine Allah korkusunu aşılay

harika kız karşısında, üç muhafız birden, köşeye çekilip sindiler.

(Jan Dark) onlara teşekkür etti; fakat tam iki gün, ki gece, bir lâhza bile gözlerini kırpmadı ve

hayvanlar¬dan ayırmadı.

Üçüncü günün sabahı bambaşka bir teşebbüs... Muhafızlardan biri, (Jan Dark)ın bir kenara atılmış

erkek elbiselerini alıp ona uzattı:

— Daha fazla tahammül edemiyeceğiz! Seni kadın kılığında gördükçe mutlaka üzerine atılmaya

mahkûmuz! Bize kadınlığını unuttur; giy eski erkek elbiseni, biz de seni şövalye kılığında görüp

kendimizi aldatmaya, tutma¬ya çalışalım!

Muhafızlar, kızın demirlerini çözdüler, geri çekil¬diler, arkalarını döndüler ve eski kılığına

girmesini bekle¬diler.

Fransız muharirleri, muhafızların teklifi üzerine (Jan Dark)a yine bir tecelli olduğunu, tam o anda

(Sent Margârit)in göründüğünü ve şöyle söylediğini iddia eder¬ler:

«— Düşmanların sanıyor ki, sen, Allah tarafından gönderilmiş olmak rolünden döndün! Bunun için

sana zenne elbisesini giydirdiler! Hayatına mal olsa da çıkar onu üzerinden! Eski kılığına gir ve

dâvanda İsrar et!»

Bu iddiaya acemi bir masal göziyle bakmamak mümkün değildir. Zira böyle bir tecelliye yer

olsaydı, Or>un, (Jan Dark) a halk huzurunda hileli bir itiraf ve tövbe senedi imzalatırken olması

lâzımdı. Ayrıca, İngiliz valisi-nın plâniyle iş gördükleri besbelli olan muhafızların bu 'stıraph

gayretine de lüzum yoktu.

Evet; plân besbelli!.. İngiliz valisi, son günlerde

eğıştirdiğj muhafızlara hususî emirler vermiş ve

bireyi tekrar erkek kılığına sokabilmek için, iffetine te-

" Vuz komedyası oynatmıştır. Maksat, ettiği tövbeden

228

229

döndüğünü göstererek (Jan Dark)ı odun yığınının üstüne çıkartmak...

Tarihte mevcut şenaat plânlarının belki en dâhice ve cânicesi... Bundan, mahut başkanın da bilgi

sahibi bu¬lunması çok mümkün... Zira o, azat kabul etmez düşman

uşağı...

(Jan Dark), erkek elbisesini giydi; ve kaydetmeye değmez ki, hemen içeriye dolan vazifeliler

tarafından «tövbesini bozan ve ahdini çiğneyen râfizî» olarak tesbit

edildi.

Aynı günün akşamı, bütün (Roan) şehri, kızın, ka¬dın elbisesi giydikten ve saçları kesildikten sonra

tekrar erkek kılığına bürünmüş olduğunu duymuştu.

Muhafızların ifadesi de şuydu:

—Zincirlerimi çöz, eski elbiselerimi giyeceğim

dedi, biz de çözdük!

Tespit işi bitip de mahkeme üyeleri şatonun bir sa¬lonunda İngilizlerle konuşurken ikinci bir

komedya... Heyetten biri şöyle diyor:

—(Jan Dark)ın erkek elbisesi giymesinden daha

mühimi, bunu nasıl ve niçin giydiğidir. İfadesine bakılır¬

sa mecbur edilmiş!

Bu sözün içindeki gizli himaye payına bile dayana¬mayan İngilizler:

—Vay, alçak Kralcı, hain!

Diye adamın üstüne yürüyorlar ve kılıçları ve bal-talariyle adamı delik deşik edecek oluyorlar.

Adam o ka¬dar ürküyor ki, evine kaçıp dişleri zangırdayarak yatağına giriyor ve günlerce oradan

çıkamıyor.

Bütün bunlardan sonra, (Jan Dark)ın karşısında Başkan (Piyer Koşon)... (Jan Dark)ı erkek elbisesi

içinde görür görmez karga gözleri parıldıyor ve kıza soruyor:

—Ne bu hal?.. Ne çabuk bozdun ahdini!

—Ne ahdi?

—Yine erkek elbisesi giymişsin!

—Evet giydim?

—Böylece ahdini bozdun!

—Eğer bana kadın muhafızlar verilmiş olsaydı,

kadın elbisesi içinde kalırdım. Fakat muhafızlarım erkek

olunca, onlara böyle görünmek zorunda kaldım! Beni an¬

lıyor musunuz?

—Anlamıyoruz! Erkek elbisesi yerine kadın kılı-

ğxyle gelmiş olsaydın buraya, ne yapacaktın? Mademki

ahdettin, nasıl çiğnersin sözünü?.. ݺ erkek elbisesiyle de

bitmiyor! Muhafızların ifadesine göre, sen yine gaipten

sesler duyar ve emirler alırmış gibi haller içindeymişsin!

O halde her bakımdan yine eski yolunda, rafızîlik mesle-

ğindesin! İtiraflarını geri almış ve tövbeni çiğnemiş ol¬

mak mevkiinde!..

Ve hâkim cübbesi altında adalet kaatili hainler ko¬lunun bu başbuğ tipi, (Jan Dark)ı daha fazla

konuşturma¬dan şatonun alt katına indi, orada İngiliz valisini ve lord-ları bir arada buldu ve

uzaktan haykırdı:

—Tamam, tamam! Memnun olabilirsiniz, herşey

tamam!

Ertesi günü, 29 Mayıs 1441, mahkeme, (Roan)ın arşövelklik kilisesinde toplandı; başkan celseyi

açtı ve dedi:

«— (Jan Dark), şeytan tarafından idare edilen lânetli kız, birçok şahidin huzurunda yine göklerden

ses alma tavırları göstermiş ve hâkimlerce sırtına geçirilen kadın elbisesini çıkarmış ve eski kılığına

bürünmüştür. Bu, ahdinden tam bir dönüş ve üzerindeki isnatları kabul ediştir!»

Fakat o anda beklenmedik birşey oldu; ruhanilerden biri, içinde vicdan kıpırdanmasına benzer

bırşey duymuş olacak ki, ortaya şu fikri attı:

«— Şimdi bize okunan ahitnameyi bir kere daha

230

231

(Jan)a göstermek ve müdafaasını mahkeme huzurunda al¬mak ve ona göre karar vermek daha

uygun olur kanaatin¬deyim!»

Herşeyi altüst etmesi mümkün olan bu teklifi, baş¬kan şiddet ve nefretle reddetti:

— Katiyen lüzum yok! Hâdise bir heyet tarafından olduğu gibi zapt ve tesbit edilmiş bulunuyor!

Yeni sahne¬ler açmaya değmez!

(Jan Dark) 30 Mayıs 1441 günü ateşe atılmak üze¬re: «Dman ahdinden dönmüş (Relapse)... Aforoz

edilmiş, kiliseden kovulmuş (Excommuniee). Batıl mezhebe sap¬mış (Heretique)...» ilân edildi; ve

yakılacağı meydana araba araba odun taşınırken, haber, bütün şehir ve etrafın¬da, gök gürültüsü

gibi bütün gece, şafak vaktine kadar patladı, durdu.

ATEŞ

Fransa'nın en eski ..şehirlerinden (Roan)ın «Eski çarşı» meydanı... Şafak söküyor... Alaca

karanlıkta, an¬cak dikkatle bakılınca asker oldukları seçilen birtakım in¬sanlar gidip gelmekte...

Orta yerde, birkaç karış yüksekli¬ğinde ve çerçeve şeklinde dört duvar bir boşluk... İçi, inti¬zamla

istifli odun dolu... Askerler gidip geliyor ve kenar¬lara atılmış odunları kucaklayıp buraya

getiriyor. Birkaçı da, alçak duvarın üstünde, muntazam yığını yükseltmeye çalışıyor. Kralcıların

beyaz haçlarına karşılık kırmızı Burgonya haçını taşıyan bu askerlere, ellerini göğsünde

kavuşturmuş, uzaktan bakan azametli bir adam var: İsmi¬nin başında bir de asalet ve saygı lâfzı

taşıyan cellât haz¬retleri... Verdiği emirlerin hassasiyetiyle tatbik edilip edilmediğine dikkat

halinde...

Dört duvarın ve odun istifinn ortasında, üstünde

ncirler sarkan bir direk... Hükümlü bu direğe ve o zin-cirlere bağlanacak...

Odun istifi, kısa boylu bir insan yüksekliğine var¬mak üzere...

Meydan etrafındaki (gotik) yapıların pencerelerin¬de şimdiden bir sürü kafa...

ݺte hakimlere, kumandanlara, kilise mensuplarına ve ileri gelenlere mahsus tribünler çatmış olan

marangoz¬lar, tahtalara son çivileri mıhlamaktalar. Acı çekiç sesleri, kısık kumanda seslerine ve

odun takırtılarına karışıyor.

ݺte, işte, meydana bir ingiliz askerî kolu giriyor ve çepçevre etrafı tutuyor. İngilizlerin elinde,

kırmızı harf¬lerle yazılı koca bir levha... Odun istifinin karşısına bir direk diktiler ve levhayı astılar.

Onbeşinci asır Fransızca-sı ve imlâsiyle yazılı levhada şunlar:

«Jan; yalancı, habîs, istismarcı, kâhin, bâtıl itikatçı, kâfir, iman çelici, hodbin, müşrik, zalim,

ahlâksız, şeytan dâvetçisi, dönek, râfizî...»

Bu satırların sonuna kadınlık edatı eklenecek olur¬sa üslubuna da yaklaşılmış olur.

Güneş doğdu.

(Jan Dark), hücresinde, dizüstü, duada... Kapısı açıldı. İçeride muhafızlar uykulu hallerinden

silkinip kalktılar. İçeriye iki papazla yardımcıları girdi!

Ölüm haberi!.. Ateşte yakılarak!..

(Jan) o kadar fenalaştı ki, bir ân, kendisini kayde¬decek hale geldi:

«— Bana bu kadar zalimce mi kıyacaklar? Her pis-"ğe karşı koruduğum vücudumu kül haline mi

getirecek-ler? Bir kerecik de olsa böyle ölmektense defalarca başı-mın kesilmesini tercih ederim!

Her şeyi Allah'a mutlak "akime havale ediyorum!»

232

233

Biraz sonra kendisini toparlar gibi oldu; ve diz çö-kemeyecek kadar yorgun olduğu için, yatağına

çökere^ duasına devam etti.

Tekrar açılan kapı... Gelen bir iki mahkeme üyesi-nin ortasında, Başkan... (Jan), gözlerini onun

karga gözle¬rine dikip haykırdı:

—Sizin yüzünüzden ateşte yanacağım! Piskopos!

Piskopos sustu ve sonra, sakin görünücü bir eda ile

tane tane söyledi:

—Başınıza gelenlere sabırla katlanınız! Öleceksi¬

niz; çünkü ahdinizi tutmadınız ve ilk halinize döndünüz!

—Eğer beni İngilizlere teslim etmeyip kendi zin¬

danınıza atsaydınız, yanımda başka gardiyanlar buluna¬

cak ve dedikleriniz olmayacaktı. Onun için, Allah huzu¬

runda sizden davacıyım!

Başkan sapsarı kesildi ve hiçbir karşılık vermeden çıkıp gitti.

Kalanlardan birine (Jan Dark) soruyor:

—Bu akşam ben nerede olacağım?

—Allahtan ümidiniz yok mu?

—Var, hem nasıl var!.. Onun lutfiyle nerede ola¬

cağımı biliyorum!

(Jan Dark), papazlardan, o ân için dinî telkin istedi; fakat aforozlulara bir şey yapılamıyacağı

cevabını aldı. Hıristiyanlık akidesince din ve iman tevzii işi papazların inhisarında olduğu için,

onlar vermedikçe kalbler bir şey alamıyordu.

(Jan)ın isteğini aşağı kattaki mahkeme başkanı pis¬koposa bildirdiler. O da, yetkisi içindeki izni

lûtfetmekte mahzur görmedi:

—Ona istediğini veriniz! Dinî telkin merasimim

yerine getiriniz!

En önde, haç taşıyan ve ölüm halinde bulunanlara mahsus lâtince ilâhiler okuyan zift kılıklı

papazlar, tam 160 askerin arasında (Jan Dark), sokak sokak dolaştırıla¬rak «Eskiçarşı» meydanına

getirildi. Meydanda, elleri mızraklı, 800 İngiliz askeri... Köylerden akıp gelenlerle beraber,

meydanda, mahşerî bir insan birikintisi... Mey¬dana bakan pencerelerle damların üstünü hayal

edebil¬mek yeter! Halk isimli o binbir başlı mahlukun, her yerde olduğu gibi, burada da, bayram

etmeye mi, tarihin en bü¬yük hâilelerinden birini görmeye mi geldiği bir muam¬ma... Satıcılar,

zamparalar, ağızlar, çeneler, eller, mideler ve kursaklar hep birden faaliyette... Tribünlerde de, en

parlak üniformalariyle zulüm azametinin figürleri... Ara¬larında karga gözlü başkanın sağa sola lâf

yetiştirdiği ve nükteli hikmetler savurduğu belli oluyor. Bu, en büyük numarası olarak, içerde

gerçekten bir kızın yakılacağı tarihî bir sirktir.

(Jan Dark), ölüm alayının ciğer yırtıcı trampet ses¬leriyle tribünlerin önünde arabadan indirildi. O

kadar bi¬tik ki, çıplak ayaklan yere basar basmaz bütün vücudu dökülecek gibi bir hal oldu.

Kollarından tuttular ve hâkimlerin önüne sürdüler.

Orada, mahkemenin son kararına ait bir nutuk din¬ledi:

«— (Jan), sükûnetle git! Kilise artık seni koruya¬maz! Git ve encamın neyse gör!»

(Orlean) Bakiresi, iki asker arasında dimdik, on-binlerce gözün hedefi ve tribünlerden gelen

fermanın mu¬hatabı:

«— Sen bir râfizî ve döneksin! Çürümüş bir uzuv olarak, öbür uzuvları çürütmemen için, kilise seni

Hıristi¬yanlık vücudundan koparıyor ve ateşe atıyor!»

Halk denilen o binbir başlı mahlûkun şimdi de ağ¬lamaya ve sessiz sedasız gözyaşlarını silmeye

başladığı

234

235

görülmekte... Sükût ve ruhlar üzerindeki baskı o kadar ağır ki, onbinlerce insanın bir arada susması

ve yahu? gökte uçuşan kırlangıçların konuşması gibi bir harika var ortalıkta...

(Jan Dark) diz çöktü ve duasına başladı. Allahtan Kralına merhamet, günahlarına mağfiret ve

düşmanlarına, tek istisnasız, af diledi.

Her taraftan hıçkırık taşıyor. Yalnız İngilizler kas¬katı... (Jan) ayağa kalktı ve ölürken göğsüne

basmak için bir haç istedi.

Veren olmadı. Bir asker, odun döküntülerinden bir değnek seçip ikiye böldü, çaprazvâri bağladı ve

(Jan Dark)a uzattı. Bu bir İngilizdi.

Bütün bunlar olurken, güneş tepe noktasına yaklaş¬mış bulunuyor. Nerdeyse kiliseler öğle

çanlarına başlaya¬cak... İngilizler arasında sabırsızlık alâmetleri...

İngiliz valisi, (kont) sıfatlı asîl, ayağa kalktı ve as¬kerlerin yanındaki cellâda haykırdı:

— Vazifeni yap!

Kızı sürüklediler, o.dunların üstüne çıkardılar ve direğe bağladılar. O zaman acı bir ses duyuldu:

«— Ey şehir, ey şehir! Ölümümden, korkarım, ba¬şına bir şey gelmesin!»

Cellât, kızın elindeki tahta haçı çekip aldı ve başı¬na üstü yazılı, kâğıttan bir külah geçirdi. Üstelik

yazıları da okudu:

«— Râfizî, dönek, mürted, müşrik!..»

Bütün meydan (Jan Dark)ın haykırışiyle çınlıyor:

«— Hayır asla! Ben bunlardan hiçbiri değilim! Ben sağlam bir hıristiyanım!»

Ve önündekilerden rica ediyor:

«— Ateş yanar yanmaz haçı bana doğru uzatınız1-Ruhum uçuncaya kadar onu bana göstermekte

devam edi¬niz!»

Çıldırtıcı trampet sesleri... Cellât reçineli meşalesi-• odunların boşluk yerlerini dolduran çalılara

uzattı.

Duman, duman, duman... (Jan Dark) dumanda kayboldu.

Her tarafından ateşlenen odunların çalıları tam alevlenince duman kalmadı.

Alevler içinde (Jan Dark)... Gözleri kendisine uza¬tılan haçta başı eğik, yüzünde takallüslerin en

acısı... Ete¬ğinden ve gömleğinden yukarıya doğru kurulan küçük alev yılanları...

Duyulmamış bir sesle, ciğerleri paralanarak bağır¬dı:

—Takdis edilmiş su! Su getirin!

Biri, istediği sudan getirmek üzere kiliseye koşar¬ken, alevler (Jan Dark)ın yüzüne kadar çıktı.

Tribündeki ruhanîler kaçışıyor ve aralarından biri haykırıyordu:

—Bu kızın ruhu nereye gidiyorsa, oraya gitmesini

istedim ruhumun!

Alevler içinde (Jan Dark)ın üstü başı yanmış ve bembeyaz vücudu meydana çıkmış, büzülür gibi

kıvrıldı¬ğı görülüyor. Fırlayan gözleri hep salipte...

Bütün meydanın üstüne taş gibi inen çığlık:

—Jezü! (Dsa Peygamberin ismi.)

May dan altüst... Sağ dizinin üstünde yere çöken¬ler...

Her tarafı dolaşan yanık et ve yağ kokusu... İkinci ve daha hafif çığlık:

—Jezü!

Üçüncü ve kısık ses: —Jezü!

Artık (Orlean) Bakiresi, adam boyu ejderha alevler basında eriyen, bükülen, kömürleşen bir

zambak...

(Jan Dark)m kül haline gelmesi için boyuna ateşi

236

237

canlandırdılar ve direğe bağlı kömürden vücudu saatlerce yakmakta devam ettiler.

Nihayet vücut direkten indirilip bir çuval içinde toz haline getirilmek ve (Sen) nehrine dökülmek

istendiği zaman, her tarafının kömürleştiği, yalnız kalbinin olduğu gibi kaldığı görüldü. Kalbi de

odun ve kömürde yaktılar, Fakat efsaneye göre, yanmadı.

(Orlean) Bakiresinin külleri, akşama doğru, silke¬ledikleri bir çuval içinden, vicdan azabı gibi

bulanık akan sulara serpildi. Artık o, siyah kehribar renkli atının üstün¬de, Fransız Millî Birliğinin

armasını taşıyan bir sembol¬dür.

(IX) CEM SULTAN

238

FATDH'DN ARKASINDAN

Onbeşinci asrın ikinci yarısı... Şu, ilk yarısında, Fransayla İngiltere arasındaki 100 sene

muharebelerinin sona erdiği, Fransız istiklâl ve millî birliğinin kurtarıldığı, fakat (Jan Dark)ın

çoktan ateşe atılmış bulunduğu asır... Bütün bunlardan çok daha mühim olarak da, yarısında,

Bizansın Türkler tarafından fethedildiği, Şarkî Roma im¬paratorluğunun silindiği, Yeditepe

üzerinden haç gölgesi¬nin kaldırıldığı ve muazzam hâdisede kendisine başlangıç bulan Yeniçağın

açıldığı asır... Asırlar içinde en yüklüler¬den ve yaftalılardan, bu asır...

Doğu Anadoluda Uzun Hasan, İslâm devleti tacın¬da pırıldamaya başlayan Osmanlı yıldızını

söndürmek rçin sınır boylarını birbirine katarken, aynı yıldızın en bü¬yük düşmanı kilise, büyük bir

«Haçlılar» plânı kurmak-ta— Papanın emrinde Venedikliler, Napoli ve Kıbrıs kral-8X1 ve Rodos

şövalyeleri, bu plânın demirbaş gönüllüle-rı-- Üstelik Akkoyunlu hükümdarı da onlarla birlik...

239

Moskova prensi de arkalarında... Plân, Fatih İranlılar saldırır saldırmaz, donanmayla Çanakkale

boğazını ge(v mek ve İstanbula yüklenmek... Moskova prensi Üçüncü İvan ise Kırım Haniyle

birleşip Türkleri şimalden tosla¬yacak...

Yardımcıları arasında müslüman hükümdarları da bulan Papa, gözlerinde bütün Hıristiyan âleminin

hışmım toplayarak baktığı Fatih hakkındaki ümitlerini çabucak kaybetti. Zira Fatih, Doğu

Anadolu'da kendisinden 40 gün haber alınamamış, üstelik türlü bozgun haberleri ya¬yılmışken

birdenbire göğe kaldırdığı zafer tuğiyle, iç ve dış düşmanlarını yere çöktürüvermişti.

Uzun Hasan'ı budadıktan sonra Fatihin'in ilk emeli, onunla işbirliği yapan ve İslâm ülkesine en

yakın bir ka¬rakol belirten Rodos şövalyelerini yok etmektir.

Rodos'a karşı Mesih Paşa kumandasında ilk teşeb¬büsü kırılınca büyük bir kuvvet toplamaya

başladı, şehza¬de Cem'i Suriye taraflarına gönderdi, elâleme hamlenin Suriye'ye yöneltildiği

zannını verdi ve tam harekete giri¬şecekken, birdenbire öldü.

Sebep, ânî ve korkunç bir sancı; iki büklüm kıv-randıran ve peşinden öldüren sinsi bir illet...

Fatih'i gizli bir el mi zehirledi?

Bu, tarihin büyük şüphelerinden biridir.

Ne cilvedir ki, bu yere çökenler arasında, Fatih'in sevgili oğlu Cem Sultan'da vardı. Biraz sonra

mizacını yakından göreceğiniz bu ateşli ve aksiyoncu şehzade, Tercan ovasında babasının yıldızını

kararmış görünce, hemen padişahlık hırsına kapılmış, babasının İstanbul'da¬ki vezirlerini kendisine

biy'at ettirmeye kadar davranmış¬tı. Ama Fatih'in doğu sınırlarında yükselen tuğu İstan¬bul'dan

görününce her şey değişmiş, şehzade Cem apışıp kalmış ve bütün memleket Fatih'in uzaklardan

gelen fer¬manını yerine getirmeye koşmuştur:

—Ülkemiz bir baştan bir başa şenlikler yapsın! Düşman ezilmiştir!

Fatih İstanbul'a dönünce, şehzadesine, babası ha¬yattayken saltanat hırsı aşılayanların «vücut

noktalarını hayat defterinden kazımış», fakat gözbebeği şehzadesine kıyamamıştı.

Cem'in saltanat hırsı, babasının ayağı kayar gib' olduğu zamandan başlar.

Fatih, Uzun Hasan üzerine yürürken, Cem'i geride bırakmış ve yanına iki şehzadesini almıştı:

Mustafa ve Bâyezid... Mustafa dönüşte ölmüş ve zamanenin şairini ağlatmıştı:

Tahtın değişti tahtaya, şeh Mustafa kani?

Ve işte, şehzade Cem'den 12 yaş büyük Bâyezid, şimdi üzerinde hilâl ışıldayan köhne Bizans

tahtının vârisi...

Başta Roma, bütün Hıristiyanlık âleminin çanları Sağa sola sallanıyor... «Katran libaslı ve şeytan

asalı» pa-Pazların müjde naraları bu çanlar...

Zira, İstanbul'u fethedecek kumandan ve orduya Peygamber müjdesinin mazharı Fatih Sultan

Mehmed, ar¬tık dünyada değil...

Kiliselerde âyinler ve kendilerince şükür duaları...

240

241

Hayallerine göre, bu gidişle Avrupa'yı neresine kadar kapsayacağı meçhul bulunan İslâm-Türk

fetihleri artık durmuştur.

ݺte, kapanırken, talihsiz Cem'in de macerasını ka. payacak olan Onbeşinci Asrın ikinci yarısından

bize ait başlıca çizgiler!..

Osmanlı padişahları içinde ilk defa İtalyalı bir res¬sama rahat rahat poz veren Fatih, ölçü ve

geleneğe fazla aldırmadığını gösterici bu hareketini, bir de, küçük şehza¬desinin doğumunda

yapmıştı:

— Edirne sarayında Çiçek hatundan doğan şehza¬demizin ismi Cem olsun!

Baştan başa Ahmed'lerin, Mehmed'lerin, Os¬man'ların, Orhan'ların vatanında Yunan (Baküs)ünün

Farslı örneği, küfür efsanesi kahramanına ait bu alışılma¬mış isim de nedir?

İsimlerden bir şey çıkmaz; fakat her şey onları se¬çen ruh haletlerinden çıkar!

Evvel ve âhir, ruhlardaki İslâm saffetine musallat, gizli Fars ve Bizans tesirinin aşıladığı ilk

zevklerden biri¬ni mi gösteriyordu bu isim?..

Nitekim Cem Sultan'in oğlu da Oğuz Han'dır.

ot arabasını devirerek göstermişti. İleriye doğru, bağlı Iduğu vücudun öz bünyeye kaynamış tırnağı

halinde düşmana değil, kendi etine batacak olan bir intihar silâhı, henüz millet emrindeki dâva ve

gaye askerinin seciyesini kaybetmediği halde her ân bir ayaklanmaya girişebilirdi. Artık o, yavaş

yavaş, tefessüh devresine girmektedir.

Nişancı Mehmed Paşa bütün bunları düşünerek, bir taraftan Amasya'da Bâyezid'e öbür taraftan da

Kara¬manda Cem'e haber uçururken, Fatih'in ölümünü Yeniçe-riler'den sakladı. Hünkârın naaşım,

gizli bir tabut içinde, kapalı bir arabayla Saraya getirtti. Fakat Yeniçeriler hâdiseyi duydular ve

sanki karşılarındaki korku kendileri¬ni zorla isyana davet ediyormuş gibi ayaklandılar. Çarşı¬ları

bastılar. Yahudi mallarını yağma ettiler ve Sadrâzamın evini basıp kendisini paraladılar.

İsyan kuvvetli bir darbeyle bastırıldı.

Tahtı Cem Sultan'a lâyık gören Karamanoğlu Meh¬met Paşanın gizlice Karaman'a koşturduğu

adam yolda yakalandı ve boğazlandı. Şehzade Bâyezid ise hemen atı¬na atlayıp, peşinde 4000 atlı,

sırtında kara bir matem elbi¬sesi, kısa zamanda Üsküdar'da görünüverdi.

Bütün İstanbul'u inleten ses:

— Padişahım çok yaşa!

Saray kapıları ardına kadar açıldı.

Artık iki kardeş birbirine düşman...

Fatih'in ölümünde şehzade Bâyezid Amasya'da, Cem de Karaman'da... Oraların beyleri...

Fatih'in ölümiyle başsız kalan İstanbul büyük bu tehlike yaşıyor...

Hacı Bektaş-ı Velî'nin, sırtını okşadığı ve «din-u devlet»e mübarek olmasını dilediği Yeniçeri,

tereddisinin ilk alâmetlerini daha fetih gününde Devlet Reisinin yo»u'

KARDEŞ MUHAREBESD

Bâyezid 34, Cem 22 yaşında... İkisi de ortadan bi¬raz uzun boylu ve babaları gibi şahin burunlu...

"âyezid'in yüzünde gamlı ve içe bağlı bir heybet, ^-em inkindeyse dış hâdiselere tahakküm hırsının

sertli-81— Birbirine tam zıt mizaçta iki kardeş...

242

243

Bazı tarihçi geçinenlerin ve halk portrecilerinin Cem'e biçtikleri kuzu suratlı (Melânkolik) prens

çehresi gerçeğin tam aksidir. Mizacında şiddet ve asabiyet köpü' ren, aksiyoncu, hamleci, gözükara

insanlara mahsus yal¬çın yüz... Cem budur!

Bâyezid, derinliğine dindarlığı bakımından bir müddet sonra alacağı, «Bâyezid-i velî» sıfatının,

çehre¬sinde ilk izlerini belirtirken, Cem, dindarlığına dindar, fa¬kat onu ruhunun sır mıntıkalarına

kadar indirememiş bir dış hareket ihtirasının bütün çizgilerini, edasında ve sima¬sında gösterir.

Hangisi Fatih'e daha yakın diye sorulacak olsa, muhakkak Cem'dir demek lâzım... Zira, Fatih,

ruhunun mânaları zaptedişine de denk olarak, dış plânda ve sığlı¬ğına bir aksiyoncudan başka

birşey değildir. Fakat Şarkî Roma İmparatorluğunu çökerten aksiyonu o kadar bü¬yüktür ki, onu,

mâna âleminin üç buudu üzerinde de bü¬yük gösterir.

Doğu ve Batı dillerini (Farsça ve Lâtince) bilen, müsbet bilgilere de büyük alâka duyan Bâyezid; bu

haliy¬le beraber derinliğine mümin olmak vasfını da ilerletmiş, fakat bir devlet reisi için temel şart

olan büyük hareket ruhuna yabancı kalmıştı.

İdeal kıvam, en ileri örneği Hazret-i Ömer ve bü¬tün Sahabîlerde görüldüğü gibi, iki kanadı birden

takın¬makta... Bu da Allah'ın sayılı kullarına nasip...

Bâyezid, Fatih'in «nöbet borazanını baykuş ve per-dedarı örümcek» diye vasfettiği eski Bizans

sarayına gi¬rer girmez, ilk iş olarak ressam (Belüni)nin yaptığı baba¬sına ait portreleri, ruhuna

acımtrak geldiği için bir kenara atmak oldu. Bu kadarının şeriatçe bir yasağı olmasa da, ruha

acımtrak gelen bu his kadar da makbul birşey ola-

maz.

Yıldırım Bâyezid ile beraber, son zamanlarda

y doğru giden içki içmeler, harem eğlenceleri gibi eyler de kökünden kazınıverdi.

Yine Bâyezid, din ve derinliğine iman bahsinde büyük bir çilesi olduğuna inanmadığımız Fatih'in

«Kanunnâmesi»nde, herkesten fazla kendi işine gelmesi icap eden şu maddeden faydalanmayı asla

düşünmedi:

«— Her kemesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem için katletmek

münasiptir. Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar...»

Yani Fatih, kendisinden sonra gelecek sultan nesil¬lerine vasiyet ediyor:

— Taht'a çıktınız mı, size rakip, olabilecek, aileniz¬de kim varsa boynunu vurdurunuz! Bahaneniz

«nizam-ı âlem»dir. Din âlimlerinin çoğu da bu fikirdedir. Böyle yapınız.

Zaten bu madde, bazı dalkavuk din âlimlerinin (ham ve kaba softa bunlardır) fetvalarına rağmen

şeriat ruhundan ne kadar uzaklaşmaya başlandığının en şaşmaz delili... Tefessühün ilk alâmeti, fetih

ve şevket devrimizin içindedir.

ݺte Bâyezid, bu maddeye rağmen, ne Cem'i, ne de öbür taht namzetlerini ortadan kaldırmayı

düşündü. Cem, kendisine kılıç kaldırmadan da ona karşı hiçbir teşebbüste bulunmadı.

O, kaleminden dökülen şu mısraın adamıdır:

Nice bir feryad edem,

Korkmaz mısın AUahtan?..

O, kardeş kaatili olmak şöyle dursun, gerçek «ni¬zam-ı âlem» mevzuunda bile makamına verilen

hakkı, aynı makamın en büyük şanı afla karşılayıcı bir mizacın sahibi...

Tahta çıkar çıkmaz nasıl olsa Cem'in bir belâ çıka¬racağından emindi ama, asla peşin harekete

girişmedi ve muhteris kardeşini uzaktan kollamakla kaldı.

244

245

. Cem, hemen Karamanda kuvvetlice bir ordu topla, di ve hızla Bursa üzerine yürüdü:

—Saltanat benim hakkımdır!

Elinde bir de gerektirici bir sebep var:

—Ben, Fatih'in padişahlığında doğmuş şehzadesi-

yim! Bâyezid ise babamızın şehzadeliğinde dünyaya gel-

. di. Hak sahibi, sultanın, sultanlık zamanında doğan oğlu-

dur.

Yeryüzünde Cem Sultan'ın saltanata liyakati bah¬sinde ortaya attığı mantıktan daha mugalâtacı bir

mantık bulunup bulunmadığını şüphelidir. Demek Cem'den sonra Fatih bütün Avrupa'yı zaptetseydi

de cihan hakanı ilân edilseydi, o zamanki şehzadesi Cem'den de imtiyazlı ola¬caktı! Yahut

saltanatına kısa bir fasıla vermiş olsaydı, bu sırada doğan şehzadenin, ağzını açmaya bile hakkı

olma¬yacaktı.

Cem (sofistik) mantığın bu en ahmak ve göz boya¬yıcı çıkışiyle isyan bayrağını açtı ve yüklendi

Bursa'ya...

Bursa'yı aldı, orada 18 gün kaldı, hazineye el attı, adına hutbe okuttu, sikke bastırdı.

Bâyezid ise bizzat Cem'in üstüne yürümeye karar verdi ve Rumeli'den gelecek askeri beklemek

üzere Üs¬küdar'a geçti. Bir taraftan Ayaş Paşayı Mudanya'dan Bur¬sa'ya sevkederken, bir taraftan

da Cem'in lalası Yakup beyi elde etti ve kardeşinin kuvvetlerini Yenişehir ovası¬na çektirdi.

Yenişehir ovasındaki çatışmada lalanın bir¬denbire Padişah tarafına geçmesiyle, Cem tek başına

kalı¬verdi. Küçük bir maiyetle, Cem atını karnı yere sürünür-cesine koşturarak kurtulabildi. Ayağı

yaralı, Konya'ya can attı. Annesi Çiçek Hatun, kızları, oğlu şehzade Mu¬rat, hep Konya'da... Yalnız

Oğuz Han İstanbul'da ve Bâyezid'in şefkat kucağında...

Cem, baktı ki, iş yok, bütün ailesi ve yakınlariyle Mısır'a, oradan da Hicaz'a, hacca gitmeyi

düşündü.

246

Eski tarihçinin diliyle:

« Acele ile iki üç günde alıp gitmeye kabil olan esba-kayınp, validesinin ve evlâdının ve cevarisin

göçürüp...»

Yola çıktı.

Tarsus, Adana, Halep, Bâlebek, Şam... Nihayet Kudüs ve oradan Mısır... Aylarca yol...

Çerkeş memlüklerinden Mısır Sultanı Kaytbay,

Cem'i kucakladı:

^ «— Sen benim evlâdımsın! Gam çekme!»

P «Velî» lâkaplı Bâyezid'in üstün ahlakına bakın ki, yolda Cem'in önünü kesip kaçmasına engel

olmak isteyen ve ona tecavüz ve hakaret eden bazı şahıslar huzuruna çı- kıp da hizmetlerine

karşılık ihsan istedikleri zaman onlara şöyle demişti:

«— Halka gereken, saltanat kime nasip olursa ona itaat etmektir! Devlet büyüklerine kılıç çekmek

büyük suçtur! Siz kim oluyorsunuz da Cem'e tecavüz ediyorsu¬nuz? Sonra da alçaklığınıza karşılık

ihsan istemeye geli¬yorsunuz!»

Ve cezalarını vermişti.

Cem Mısır sultanını, kardeşine karşı, kendisi ve azı Anadolu beyleriyle ittifaka hazırlamayı tecrübe

etti. Fakat imkânsız... Sultan mukavemet ediyor. O sırada hac zanıanı geldi; Cem başını aldığı gibi

Hicaz'a koştu, ihra-ma girdi, saltanat hırsını unutur gibi oldu ve tâ yürekten "accını yerine getirdi.

Bir şiirinde; «Rum illerinin şehinşa-"i olsan sana hac nasip olmazdı; bu muazzam devleti ka-a

şükret!» diyor ama, yine de her şeyi sultanlık

247

esasına bağladığını ve içindeki ukdeyi gizliyemediği^ fark edemiyor:

İhram ile bürünüp, nola kefen giyinsem?

Nûşeyle cam-ı vahdet, işret demidir ey Cem!

Mısır Sultanını fiilde istediği yöne çekemiyen Cem, ondan bir sürü para yardımı görerek Suriye

hudu¬duna geldi. Orada, Padişaha zıt olan Karamanoğlu ve Engûriye beyiyle görüştü. Onlarla

birlik olarak Konya'ya sızdı, bir ordu tertipledi ve Bâyezid kuvvetleri karşısında yine tuzla buz

oldu. Bu vaziyette bile Bayezid'in anlaşma tekliflerini kabul etmedi. İlle Türkiye'yi, Anadolu ve

Ru¬meli halinde ikiye bölmek ve bir parçasını almak istiyor¬du. Bayezid'in:

«— Kışkırtıcıların sözlerine uyma ve eteğini müs-lüman kaniyle lekeleme! Git Kudüs'te, o

mübarek belde¬de otur; ve ihtiyacın, hazine masrafın neyse her ay bizden al!»

Teklifini de dinlemedi.

Çoluğunu çocuğunu Mısır'da bırakmış ve artık tek başına her maceraya atılmak kararını vermiş

bulunuyor¬du.

Cem'den Bâyezid'e:

Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan,

Ben kül döşenem külhan-i mihnette sebep ne?

(Sen gül yatağında şevk ile gülerek yatasın da, ben mihnet külhanında kül döşeneyim; sebep ne?)

Bâyezid'den Cem'e:

Hac-cül Haremeynim diye dâvalar edersin;

Ya saltanat-ı dünye için bunca talep ne?

(Hem hac yolunda âhiret dâvası edersin; hem "e dünya saltanatı için bunca istek gösterirsin; mânası

ne?)

ESDR ŞEHZADE

Cem Sultan, Padişah karşısında ikinci hezimetine düşünce, Karamanoğlu Kasım Bey'in teşvik ve

takdimiy-ıe Rodos Şövalyelerinin kucağına düşmekten kendisini koruyamadı. Küfür askeri Rodos

şövalyelerine güya mi¬safir olacak, dilediği zaman ayrılmakta serbest bulunacak ve her alâka,

yardım ve saygıyı görecek!!!

Halbuki İslâm düşmanlığından başka gayeleri ol¬mayan Rodos Şövalyelerinin, Cem Sultanı

Bâyezid'e kar¬şı silâh diye kullanacakları ve bu silâhı doğrudan doğruya İslâmiyete yöneltecekleri,

bedahet... Cem'in, ileride başı¬na tak edince ve her şeyi anlayınca göstereceği celâdete karşılık

başta belirttiği gaflet, affedilir gibi değildir.

Rodos Şövalyeleri, şevketlü Cem Sultana, kendi is¬teğiyle, haşmetli bir mîsaknâme göndererek,

ona istav-rozlu sinelerini açtılar:

«Necabet canibinizden gönderilen Doğan ve Süleyman adlı elçiler eliyle asîl nâmenizi aldık.

Nâmenizden öğrenmiş bulunuyoruz ki, necip zatınızla aramızdaki eski sevgi ve bağlı¬lığa

dayanarak bizimle müzakerelerde bulunmak, öğütlerimize göre davranmak istiyor ve bunun için

bizden birkaç gemiyle bir misâknâme göndermemizi rica ediyorsunuz. Asîl zatınızın ar¬zularını

öğrenince, karşılıklı sevgi ve bağlılığımızın halisiyeti dolayısiyle, emniyet ve selâmette bulunmanız

için bir kalyonla bir karavel, bir çektiri ve şark sularında bulunan iki çektiriyi hazırlattık. Bu

gemilerin kumandasını haşmetlû İspanya Kralı-nın akrabasından, bizim de büyüklerimizden

(Dominik Alvaro do Çuniga)ya verdik; ve kendisine asîl zatınızı gereği gibi ko¬ruyup Rodos'a

getirmek işini ısmarladık. Belirli maddeler üze-nnde kurşun mühürlerimizi taşıyan mîsaknameyi

ayrıca takdim ediyoruz. Böylece necip zatınız, iyi bir neticeye erecek olan ar-zulanm fiil mevkiine

çıkarabilirler. Sıhhat ve saadetleri başlıca diıeğimizdir. Rodos -12 Temmuz 1482»

248

249

i'j

I,.

Cem Sultan bu mektupla, ilişik mîsaknâmeyi gö¬rünce hemen kandı, Rodos Şövalyelerinin

samimiliğine âdeta inandı. Fakat elçisi Süleyman bey, taşıdığı (Frenk) lâkabına rağmen onu

uyandırmaya çalıştı:

«—Hayır, dedi; itimadınız yerinde değil!.. Ben on-larm edalarından hayr eseri koklayamadım! Ahd

ve mîsaktan muratları, sizi ele geçirmekten gayri bir şey de¬ğildir. Eğer bana sorarsanız bu

kâfirlere sığınmanızı hiç bir bakımdan uygun bulmam!»

Cem, kalakaldı, kuşkulandı, kaygılandı; etrafında¬kilere sordu:

—Ne dersiniz, kâfire güvenilebilir mi?

Ne cevap verseler beğenirsiniz:

«— Kâfirler ahdinde müstakim olurlar.» Hiç olmazsa:

—Bizim gibi Müslümanlık taslayanlara nispetle...

Diyebilselerdi; ve küfrü medhedercesine lâf etme-

selerdi...

Cem, ilk inanışında...

(Alvaro) dükü, beş parça gemiyle Anadolu kıyıla¬rında...

Haçlı gemiler müslüman şehzadeyi 37 kişilik mai-yetiyle aldı ve salîp ülkesine doğru yelkenlerini

şişirdi. Geminin haçlı sancağı istikametinden Anadolu kıyılarına bakan Cem, bilmiyor ki, bu, Türk

toprağından ebedî ayrı¬lışıdır.

Rodos'ta debdebeli karşılama... Üstü bir uçtan öbür uca halı kaplı hususî iskele... Karada nefis bir

at... Geçe¬ceği sokaklara çiçek serpili... Duvarlarda ipekli ve sırmalı kumaşlar ve çeşit çeşit

armalar... Kendisini kilisede bek¬leyen baş şövalye... Emrinde bir saray... Esir şehzade o ân

mes'ut...

Bir Türk tarihçisinin tabiriyle «Kendisini dininin yurdunun düşmanlarına teslim etmiştir» Cem

Sultan...

Bundan böyle o, büyük hak savaşçılarının şerefle taşıdığı ulvî mazlumluk sıfatına değil, ancak

suçunu öde¬tiri bir ceza mazlumluğuna lâyıktır.

Hükmümüz biraz sonra gelecek...

Rodos Şövalyelerinin beyi, Cem şerefine bir sürü şenlik tertipledikten ve ona göstermediği riayet

bırakma¬dıktan sonra, hususî odasında tüylü kalemini eline almış, Papa (4 üncü Sikstüs)e yazıyor:

«—Müslümanların iğrenç topluluğunu mahvetmek artık hıristiyanların elindedir. Şehzade Cem'e

asker verilecek ve yar¬dım edilecek olursa taraflıları kuvvet kazanır. Cesaretten uzak olan kardeşi

Sultan Bâyezid de bundan son derece korkuya dü¬şer. Bâyezid'in emrinde üstün kumandanlar

yoktur. İçlerinde tek üstünü (Otrant) fatihi Gedik Ahmet Paşa... O da Padişaha aykırı. Sultanına

karşı hareket etmek için fırsat kolluyor. Hattâ Cem Sultana mektup yazmış ve talihinden

ümitsizliğe kapılma-masını, şimdilik hâdiselere uymasını tavsiye etmiş... Yunan il¬lerini ve Ege

adalarını geri almak için bundan güzel fırsat bulu¬namaz! Bu neticeye varmak için hıristiyan

hükümdarların bü¬yük fedakârlıklarda bulunmalarına da ihtiyaç yoktur! Bize, Şehzadenin

taraftarları ve Anadolu'da elinden gitmiş vilâyetlere hasret çeken Karaman Beyi yeter! Cem'e

edeceğimiz tekliften alınacak neticeyi şu anda kestiremiyorum... Şu kadar bildirebi¬lirim ki, onun

muhafazasına büyük dikkat gösterilecek ve ken¬disine boyuna ümit vermekten geri

kalınmayacaktır. Eğer sefer aÇmamıza Allah izin verirse bu dâvada elden gelen gayreti sar-

edeceğiz. Olmazsa, yine Allah'tan ümidimizi kesmeyerek, va-Ziyete göre Rodos'un menfaatlerini

düşüneceğiz. Bir düşmana Ve bir kâfire(!) verilen sözde de durmak lâzımdır.»

250

251

Rodos Beyi (Dö Büsson), buna benzer nâmelerden birçoğunu hıristiyan hükümdarlara da gönderdi.

Şimdi iş, Cem'in Rodos'ta mı, yine şövalyelerin muhiti olan Fransız manastırlarından birinde mi

muhafa¬za edilmesinde...

Rodosta kalırsa Bâyezid daima telâşta olur ve Şö¬valyelerin sesi tok çıkar. Fakat Rodos ve Cem,

bu yüzden beklenmedik bir darbeye de hedef olabilir. Uzaklara gi¬derse belki daha emniyette olur

ve daha büyük çapta plânlara esas teşkil edebilir, ama, bir köşede unutulabilir de...

Günlerce devam eden tartışmalar sonunda işi büs¬bütün dağıttılar ve hiçbir karara varamadılar.

Cem, gizli tartışmaları haber aldı; ve Şövalyelerin zahirî saygı galvanizi altındaki hakikî niyet

madenlerini farketti.

Ve birden herşeyi anladı!

Eyvah, ne etmişti de, kurtuluş ararken kendisini, küfrün bu en dikenli kucağına atmıştı?

Eyvah ki, eyvah! -,

— Frenk Süleyman, koca Frenk Süleyman! Ne ka¬dar haklıymışsın!

Diye dövünüyor ve kuru bir tac hırsiyle vatanının ve ruhunun düşmanlarına sığınmış olmanın

sefaleti altın¬da inliyor...

Eserimizin başından beri yaptığımız gibi, hiçbir şey gizlemeden söyliyelim ki, Cem'in bu âna kadar

al¬çakça gidişi, esirliğinin bir oldu - bitti teşkil etmesinden sonra kahramancadır. O, sanki kendi

istememiş gibi esir düştüğü ve sefaletini duymaya başladığı andan itibaren gerçek mazlumluğun

eşiğine ayak basmıştır.

ݺte hüküm!..

İlk iş olarak kardeşi Sultana tazallüm edici bir

ektup yazıp gizlice gönderdi; ve bu mektupta kendisini

keşiz göstermekten başka bir gaye gütmedi ve hiçbir

istemedi. Her ân kardeşine ve memleketine karşı bir

ilâh olarak kullanılmak ihtimalinden kaçmak için de, Şö-

valyelerden, Fransa'ya gönderilmesini istedi.

Bâyezid ile sulha yatmak politikasına dönen Şöval¬yeler, Cem'in dileğini her bakımdan cana

minnet bildiler. Onu Anadolu'dan getiren kalyonu hazırlattılar; ve paha biçilmez müdafaa ve

taarruz âletlerini, Fransa'daki top¬raklarına göndermekte mahzur görmediler.

GURBET

Talihsiz Şehzade Cem, bilmem kaç pare yelkenini şimal rüzgârının pupadan şişirdiği kalyonda,

gittikçe sili¬nen kıyılara bakarak düşünüyor:

Rodos'ta tam 34 gün kalmıştır. ݺte İslâm sahilleri¬ni sislere gömerek, sisler içinden doğmasını

beklediği ye¬ni bir âleme doğru süzülüyor. Rodostan hareketinin gece¬si şövalyelerin reisi ona

parlak bir ziyafet vermiş ve yal¬dızlı bir kupa içinde şarap ikram etmişti.

—Teşekkür ederim. Şarap içmem! Dinimizde ha¬ramdır.

—Bravoo! Ben dinine sadık insanlardan hoşlanı¬rım!

Şövalyelerin Beyine bir taahhüt senedi vermişti: «— Taht'a çıktığım takdirde Rodos Şövalyeleriyle

ebedî sulh içinde yaşamayı... Tebaalarının Türkiye'yle serbest ticaret yapmalarını ve gümrük

resimlerinden muaf Utulmalarını... Rodos beyinin her sene, kadın ve erkek, Türkiye'den 300 esir

satın alabilmesini... Şahsıma Rodos-

252

253

ta edilen masraflara karşılık olarak Şövalyelere 150.0oo altın borçlu olduğumu... Bildirir taahhüt

senedidir.»

Cem, 5 Recep tarihli bu senedi (Malta evrak hazi nesinde saklı) eliyle imzalamış ve altına mührünü

bas-mıştı.

Melûl melûl ufukları hecelemeye çalışan prensin yanma sokulalım...

Kendisini gören bir Avrupalıdan öğreniyoruz:

«— Uzunca boylu, sağlam bünyeli... Yüzü ve hali azametli... Gözleri mavi ve biraz şaşı... (Dbn-i

Kemal'e göre büyük bir korku ânında felcimsi bir şey geçirmiş ve gözleri öyle kalmış) Kalın kaşları

birbirine kavuşacak ka¬dar çatık. Sol kaşı yukarıya kalkık, sağ kaşı düşük... Ağzı ufak ve dudakları

kalın... Dudakları sol tarafından bü¬kük... Sol gözünün kapağı sık sık gözünü perdeleyip son¬ra

kalkıyor. Burnu minkârî ve ucu hafifçe sola meyilli... Çenesi ufak... Kumral sakalı seyrek ve tenine

yakın, kısa kesilmiş... Kafası büyük, kulakları küçük, vücudu tık¬naz... Kolları, kalçaları, bacakları

ve ayakları ahenkli... Vücudunun belirtmemesine rağmen, çevik... Sıçramakta, ata binmekte,

avcılıkta, ok atmada hünerli... İstediği ol¬mazsa, öfkesi gözlerinin hareketinden ve sesinin

acılığın¬dan belli... O zaman sedası, keçi sesi gibi tizleşir. Karşısı¬na nüfuz ve itibarlı biri çıkınca

yüzü hemen düzelir. Sükûnetle konuşurken vakarlı ve alçakgönüllüdür.»

Bunları anlatan ve mânalandırmaları biraz da ken¬disine göre yapan Avrupalı şahit, onun hayat

hususiyetle¬ri hakkında da şunları söylüyor:

«— Çok yer... Midesi bir fırın gibidir. Kokulu şer¬betler içer... Yiyip içmesi bir prense

yakışmayacak şekil¬dedir. Yemeği ağzına alınca çiğnemez, yutuverir. Kızart¬maları sever,

haşlamalardan hoşlanmaz. Ekmeği az yer-meyvelere bayılır. Sıcağa soğuğa, alığa tahammülü pek

yoktur. Çok terler, o kadar ki, sıcak havalarda alnından

,e yanaklarından ter boşanır... Zayıf giyimlerden çok , aZZeder. Soğuk ve sıcak, banyo yapmaya

düşkündür. Sı¬cak suyla yıkanıp soğuğa dalar. Yüzmesi mükemmel... Mevsiminde her gün

denizdedir. Etrafından sıkılmaz. Ga-vet dikkatli ve etrafını kontrol edicidir. Kederli ve düşün¬celi

hali daimîdir. Yabancılar karşısında şen görünmeye çalışır. Son derece dindardır. Peygamberin

getirdiği ka¬nunlara hassasiyetle bağlıdır. Öyle asabidir ki, bir yerde uzun müddet mıhlanıp

kalamaz. Kalacağı evin bütün oda¬larını inceden inceye muayene eder. Taraçaları çok sever ve

yazın oralarda yatar. Edebiyat ve yazı sanatına alâkası büyüktür. Sırp kral ailesine mensup

annesiyle küçük ço¬cuklarını Mısır'da bırakmıştır.»

Cem'in arkasından Rodos Şövalyeleri Bâyezid ile bir sulh anlaşması yaptılar; ve hem Cem'in

muhafaza ve iaşesi ve Bâyezid'e karşı zararsız kılınması için Padişah¬tan para almak, hem de onu

en tesirli bir silâh gibi elle¬rinde bulundurmak imkânına erdiler.

Cem Sultan, 1 Eylül sabahı Rodos'tan çıkıp 35 gün sonra (5 Ekim) Fransa'ya vardı. Karşısında,

güzel korula¬rı ve ıhk havasiyle (Nis)...

«Vukuât-ı Sultan Cem»den:

—Nitse (Nis), derya kenarında bir mahbup şehr ic*1- Mahbup ve mahbubesi çoğ idi. Bağ ve

bahçelerinin hesabı yoğ idi.

Cem, çıkarıldığı (Savaua) dukalığında, Fransa Kra-1 Ul inci Lûi)den izin gelinceye kadar 4 ay

bekletildi ve u müddet içinde büyük hürmet ve riayet gördü. (Nis),

254

255

bütün güzellikleriyle ayağına serilmişti. O da bu güzeli^, lerden bol bol çimlendi.

Adeta unulmaz yarasını unutmuş gibi mısralar dö¬küyor:

Acaip şehr imiş bu şehr-i Nitse!

Ki kalur yânına her kim nitse!

Cem'in yanındaki Türklerden birinin notu: « Anların âdetlerinde setr (örtünmek) olmaz. Belki

öpüşmek, kocuşmak fahrieridir. Oynayıp dinlenmelû olıcak yâd (yabana) erlerin dizlerinde

otururlardı. Boyun koluk açık... Aralarında bir gayet mahbubuye Merhumun taallûku (ilgisi)

olmuştu.»

Cem'in Fransa'da bir dilbere âşık olduğunu anlı¬yorsunuz.

Cem (Nis)de şiir üstüne şiir döküyor: Câm-ı Cem nuşeyle ey Cem bu Frengistandır!

Fırsatı fevteyleme, iyşeyle, sür zevk-ü safa! Kimseye baki değil devran, bu dünya fandır!

Hûblar kendi dilince nağmeler ağaz eder, Raks ile reftar edenler huridir, gılmandır.

Cümlesi zerrin kemer, altunlu dibalar ile, Başları zerrin külah, hem kolları üryandır. Elma-ü-armud-

ü-nârenc-ü-turunçlar bîlhesap, Fındık-ü-fıstık-ünnâb-ü-çiçek reyhandır.

îşte zavallı Cem'in hali!..

Hıristiyan dünyasının kendi üzerinde neler tasarla¬dığını anlayamıyor, «Frengistan»ın renk ve

çizgileri kar¬şısında kendisini kaybediyor; ve tam bir «tenperverlik*

inde gayesini unutarak düzenlediği mısraların sonuna, JL de dinî zevk katmak gibi bir sunîliğe

düşüyordu: Ver salâti Mustafa'ya, tâ ki Hak azad ede, Şol yiğitle kim Frenkte bend ile zindandır.

Yürü var, ey Bâyezid, sen süre gör devranın! Saltanat baki kalır derlerse ol yalandır!

Cem, (Nis) ten çıkarılıp, daima Rodos şövalyeleri¬nin emrinde diyar diyar gezdirildikten, hıristiyan

hüküm¬darlar arasında paylaşılamaz bir nimet haline getirildik¬ten, türlü politika oyunlarına âlet

edildikten, her yerde bir «dilber-i efrenî» e âşık olduktan, hazin şiirler yazdıktan, kaçmak için ettiği

her teşebbüste başarısızlığa uğradıktan sonra, döndü, dolaştı; birbirine rakip hıristiyan

hüküm¬darların hakemi ve hıristiyanlık dâvasının merkezi Papa¬lığın, yeni Papa (8'inci Inosan)ın

kucağında soluğu aldı.

PAPANIN ELDNDE

Hafif taraflarını gördüğünüz Cem Sultan, belde belde ve şato şato dolaştırıldıktan sonra «Cem

Kulesi» di¬ye kendi ismiyle yaptırılan bir yerde karar kılmış ve artık açıkça «Şâhâne esir»

manzarasını almıştı:

Koparır başıma kıyamet ah!

Ne belâdır bu kadd-ü-kamet ah!

Devletimdir visal-î yâr amma

Bana yâr olmadı o devlet ah!

ݺi gücü şiir yazmak ve hayvanlarla uğraşmak... En Çok sevdiği, bir maymun, bir de papağan...

Maymuna sat¬ranç oynamayı, papağana da «Allah Sultan Cem'e yardım etsm!» diye bağırmayı

öğretmişti.

256

257

Papa, Bâyezid'in rakibi Mısır Sultanının bir milyon duka teklifine rağmen, Cem'i, Fransa Kralı ve

Rodos Şö¬valyelerinin elinden, siyaset ve dini otorite tavriyle alma¬yı bildi.

Cem, memleketinden ayrılalı 7 yıl geçtikten sonra, (Vatikan) sarayında...

Onu (Vatikan)a getiren muhteşem alayın rükünle¬rinden Rahip (Mateo), görüşünü şöyle

çerçeveliyor:

«— Bana 40 yaşında kadar göründü. (Halbuki 30 sularında) Yüzü sert ve korkunç... Vücudu dolgun

ve dimdik... Gözleri şaşı ve biri daha kapalı... Burnu şahin, çizgileri acı dolu, her tarafa bakışı

kaygılı... Tıpkı baba¬sı...»

Cem o gece istirahat edip, ertesi günü Papanın kar¬şısına çıkacak... Hıristiyanların «Mukaddes

Peder» dedik¬leri kibir heykelinin huzuruna nasıl çıkarılacağına dair, Cem'e, o gece bir nutuk

geçtiler:

«— Cemî memleketin padişahları bunda geldikte âdettir ki, Papanın ayağını öperler, illâ meğer

Alman Be¬yi dizini öper; iki koronası,-.yani iki boynuzlu tacı olduğu ecelden... İmdi, sizler dahi

vecih budur ki ayağın öpesiz... Bari hiç olmazsa dizini öpmek gerektir.»

Cem cevap verdi:

—Bunlar papanın ayağını öperler; ya siz beyleri¬

niz birbiriyle buluşunca niçin küçük olan büyüğün ayağı¬

nı öpmez? Kaldı ki, saltanat bakımından Papadan daha

ulular vardır.

Papanın adamları izah etti:

—Bu ayak öpüşten, krallar ve beyler m

ümit eder. Bu mâna başkalarında yoktur!

«_ Ya, dedi Cem; öyle mi?.. Ben Allah'tan başka kimseden mağfiret ummam! Bu bakımdan Papaya

hiç * tiyacım yoktur. Ölüme razı olurum, buna olmam! Din1 ihanet ve zarar eriştirecek iş

işlemem!»

Ve ilâve etti:

«— Ben aranıza aht ve misakla gelmiş bir garibim! Bunca zamandır beni zulümle hapsettiniz!

Nihayet Papa davet etti diye buraya getirdiniz! Nasıl bilirseniz yapın!»

Çekişme büyüdü, Cem dayattı ve bu rolü asla ka¬bul etmiyeceğini kat'i bir dille bildirdi.

Papa'ya anlattılar ve emir aldılar:

— Onu kendi haline bırakın, incitmeyin, nasıl is¬terse öyle yapsın!

14 Mart 1489... Papa, Şarkî Roma İmparatorluğu¬nu kökünden kazıyan İslâm Başbuğunun esir

oğlunu Ro-ma'da kabul ediyor...

Her tarafı somaki mermer ve cilâlı taş kaplı, tava¬nını heybetli sütunların tuttuğu dîvan salonunda,

Papa, birkaç basamakla çıkılan bir taht üzerinde... Başında üç koronalı taç... Parmaklarında elmas,

yakut, zümrüt dizile¬ri... Üstü başı sırma işlemeli... Sağında ve solundaki kür¬sülerde kardinaller...

Etrafında da öbür dîvan üyeleri ve elçiler...

Cem, sağında ve solunda Papanın iki murahhası ve arkasında 14 kişilik maiyeti, azametle salona

girdi.

Acaba Allah Resulünün «Kibirlilere kibretmek sa¬dakadır» mealindeki hadisini hatırlıyor muydu?

Cem Papaya doğru yürüdü ve belli başlı bir mesa¬fede durdu. Başiyle o kadar hafif bir selâm verdi

ki, far-ketmek bile zordu.

Başında sarığı, dimdik, tahtın merdivenlerinden Çıktı ve Papaya bir ahbap gibi elini uzattı. Papa bu

eli sık-11 ve Cem Sultanı kendisine doğru çekerek boynunun iki lafından öptü:

*— Hoş geldin! Uğur getirdin!»

«— Hoş bulduk! Yanınızda olduğumdan memnu-Ulîı! Sizinle hususî olarak görüşmek isterim!»

«— Görüşürüz! Roma'ya sadece iyiliğiniz için ge-

258

259

tirildiniz! Bu vaziyet hayırlı bir netice verecektir. Merak etmeyin!»

Üç gün sonra Cem Sultan ve Papa, hususî şekilde karşı karşıya...

Cem, Papa'ya 7 yıllık macerasını, Rodos Şövalye¬lerinin nasıl ahitlerini çiğnediklerini ve kendisini

nasıl tu¬zağa düşürdüklerini anlattı. Papadan insaf beklediğini, Mısır'a çoluk çocuğun yanına

gitmek istediğini ve bunun için yardım beklediğini söyledi.

Cem çoluk çocuğundan bahsederken ağlıyordu. Papa da onunla beraber ağlamaya başladı. Fakat bu

te¬melsiz hassasiyet Papanın plânını çelebilmiş değil:

— Mısır'a gitmeniz ancak saltanat ümidinin kayı-bından sonra düşünülebilir. Size tahtınızı

sağlamak için her şeyi yapacağız ve en iyi muameleyi edeceğiz. Emin ve müsterih olunuz!

Cem'i bir taraftan.Macarlar ister, bir taraftan Vene¬dikliler kollar, bir taraftan Napoli krallığı

avlamaya ba¬kar, bir taraftan da Mısır Sultanı satın almaya çalışırken Papanın tasarısı, bütün

hıristiyan memleketlerin katılaca¬ğı bir «Haçlılar Seferi»dir; ve Cem, bu seferin Bâyezid'i

devirmeye ve İslâm ordusunu parçalamaya mahsus en gü¬venilir silâhıdır. Bu yolda Papanın zaferi,

emrine girmiş ve memleketinin iç anlaşmazlığını salıp dâvasiyle birleş¬tirmiş bir müslüman

şehzade elinden gelebileceği kadar, dinini fedaya hazır bir sultandan gelemez. Bunu gayet iyi

anlayan Papa, Cem'i Hıristiyanlığa çekmek için hiçbir gayret sarfetmeksizin onu salibe alet olmaya

sürüklüy01 ve Cem de artık nasılsa işi sezmeye başlıyor,

Bir gün Papa onu yanma çağırıp ağzını aradı:

— Senin, memleketine karşı zafer kazanman İÇ1"

iyi cephe Macaristan'dır. Eskiden çok istemişsin oraya itmeyi-- Ne dersin; göndereyim mi seni

oraya?..

Artık hakikati görmeye başlayan Cem, atıldı:

— Macaristana gidince, onlarla beraber İslâm or-^su üzerine yürümek icap eder. Böyle olunca da

memle¬ketimin âlimleri, haklı olarak benim küfrüme hükmeder, gen dinimi dünya saltanatına

vermem! Sultan Osman'ın vatanı ve kanı nerede kaldı?

Papa bu cevaba ve onun içindeki Hıristiyanlık nef¬retine öyle sinirlendi ki, bütün maskelerini

düşürürcesine haykırdı:

«— Var git öyleyse, bir bucakta köpeklerle yat!»

Papanın, Cem anlamasın diye lâtmce savurduğu bu küfüre, o dili gayet iyi öğrenmiş olan şehzade

hemen şu karşılığı verdi:

«— Size sığınan, itten beter olmayıp da ne olabi¬lir?»

Papa kulaklarına kadar kıpkırmızı kesildi; bin türlü özür dileyişle Cem'i kandırmaya çalıştı ve elini

sıkıp dai¬resine iade etti.

Cem Sultan'in Macar Kralına verilip verilmemesi ve «Haçlılar Seferi» meselesini müzakere etmek

maksa-diyle Romada bir kongre toplandı. Bu arada Mısır Sulta¬nının Cem'e karşılık Papa'ya

yüzbinlerce altun ve «Haçlı¬lar Seferi»ne iltihak teklifi reddolunuyor ve eğer Cem'i birine vermek

lazımsa bunun Macar Kralı olduğu cevabı iriliyordu.

Kongrede Venediklilerden başka bütün hıristiyan memleketlerin murahhasları hazır...

Plânlar hazırlandı, Türklere karşı üç ordu tertiplen¬mesine ve birçok cepheden harekete

geçilmesine karar irildi.

260

261

Fakat işin başı olan Macar Kralı (Matyas)ın bir denbire ölümiyle her şey suya düştü ve «Haçlılar»

ümidi kaybedildi. Hıristiyan hükümdarlar, Papanın bu sun'i gay. reti boşa çıkınca yine kendi

dertlerine düştüler ve birbir¬leriyle çekişmeye koyuldular.

Cem Sultan, Papa'nın elinde artık bir taarruz silâhı değil de, Bayezid'in Hıristiyan düzyasına

taarruzunu en¬gelleyici bir müdafaa vasıtası olarak bulunuyor. Cem, el¬lerinde mükemmel bir

silâh; fakat kullanabilen yok!..

SALDBE DAVET

Cem, Hıristiyanlık âleminin merkezinde ve muallâkta kimsenin sahip olamadığı, kimsenin de

büyük bir istismara alet edemediği bir hayal mostralığı halinde bekletilir, hıristiyan milletler de

dalaşırken, birdenbire Romada muazzam bir haber patladı:

İspanya'da Gırnata.düşmüş ve Endülüs müslüman-larının hâkimiyeti sona ermiştir!

Hıristiyanlık renginin buladığı Batıya karşı Müslü¬manlıktan renk alan Doğunun, Garp Avrupası

cenup ucunda (Dspanya yarımadası) gerçekleşen kat'î hezimeti!.. 8'inci Asırda (Puatye)de başlayan

kırılma, 15'inci Asır¬da, Garp Avrupası cenup ucunda tamamlanmıştır.

Bir de Şark Avrupası cenup ucu (Balkan Yarıma¬dası) vardır ki, İslâmiyet o uçta şimdilik taptaze

ve zaferi¬nin başında... Ama, Avrupada başlayan ve tarafımızdan hemen murakebe ve muhasebe

edilemeyen «Rönesans -Yeniden Doğuş» yüzünden, ilerisi karanlık...

İki asır sonra Şark Avrupası cenup ucunda da ayn> (dekadans)a uğrayacak ve taarruz çığırını

kapayacak olan İslâmi ruh, Avrupayı şark ve garp uçlarından kavrayi01 kıskacını kapatabilmiş

olsaydı, bugün dünyada medeni"

et bütün gerçekliğiyle bir tane olacak; ve ismi şu veya L ama mânası Büyük Doğu'dan ibaret

bulunacaktı.

Cem, Endülüs müslümanlarının Avrupa'dan sürül¬düğü ve Romada şenlikler başladığı haberini

alınca o ka¬dar üzüldü ki, kendisini yatağına, yüzükoyun attı ve hıç- kıra hıçkıra ağlamaya başladı.

(Kapitol)ün tepesindeki tunç çanlar bütün şehri ür¬pertiyor... (Vatikan) sarayı, içinde cinlerin

balosu varmış gibi ışığa boğuluyor... Sokaklarda, keyfinden deli gibi ko¬şuşan insanların ellerinde

reçineli meşaleler... Görülme¬dik bir bayram... En acısı fener alayındaki temsilî bir lev¬ha: Bir

araba içinde İspanya Kral ve Kraliçesi, ellerinde yaldızlı defne dalları, kurulmuş oturuyorlar...

Ayaklarının altında da, üstüne pas pas gibi bastıkları, zincirlere vurul¬muş Gırnata Emîri Ebu

Abdullah...

Manzarayı penceresinden seyreden Cem, hıçkırık¬lar içinde boğulmaz da ne yapar? Bu mâna,

âdeta kendisi¬ne karşıdır; aynı manzarayı Şark Avrupasının Cenup ucunda da görmek isteyen ve

onun için Fatih'in Şehzade¬sini ellerinde tutanların tüttürdüğü mâna...

Şenliklerden birkaç gün sonra, Bayezid'in elçisi, ilk defa olmıyarak Roma'ya geldi. Bu elçi, Papaya,

Padi¬şah tarafından, güya Hazret-i İsa'ya ait bazı eşyayı hediye edecek ve şehzade Cem'e bağlı

malî ve siyasî meseleler üzerinde anlaşmaya çalışacaktı. Boş konuşmalardan son¬ra, Papa, elçiye

şöyle dedi:

«— Padişahınız hazırlanıyor! Eğer Hıristiyan memleketlerinden herhangi birine taaruz edecek

olursa, Cem artık müslümanları ikiye bölmekte birebir silâh ol¬maktan çıkacak; fakat

Hıristiyanlığın manevî zaferi bakı¬cından, Müslümanlığa güya muazzam bir darbe teşkil edecek...

Zaten birinci yönden zafer bir türlü gerçekleşe¬mediğine göre, şimdi dâva ikinci istikamette...»

Papa Cem'i karşısına oturtmuş:

262

263

—Merhametinizi ve hıristiyan fakirlere alakanızı

çok beğeniyorum!

—Basit bir şey!.. Büyütmeye değmez!

—Her halde tiksinilecek insanlara kimse yardım

etmez! Gönülden bir ilgi ve sevgi olmadan bu iş yapıla¬

maz!

Cem susuyor ve Papanın baklayı ağzından çıkar¬masını bekliyor.

Papanın ağzından bakla çıktı:

«— Mısırdan oğlunu getirt! Ona kardinallik vere¬lim! Bizim dinimize girin!»

Cem, şehlâ gözleri dehşetle açılmış, haykırdı:

«— Şol günlere kaldık ki, bizi dine dahi davet ey¬ler siz!!!»

Ve devam etti:

«— Ben sizden Mısır yolunu istedim; siz beni bâtıl yola çekmek istiyorsunuz! Pekâlâ bilirsiniz ki,

insana kendi dininden başkası bâtıldır. Benim için İslâmiyet hak din iken, siz kendinizinkinden,

dönüp benimkine girebilir misiniz? Netice: Kardinallik, hattâ Papalık değil bütün yeryüzünün

servet ve saltanatını verseniz ben yine dinim¬den dönmem! Böyle teklifler bize işkencedir. Eğer bu

zannınız, bizim nasrânî fakirlerine merhametimizden ge¬liyorsa, biliniz ki, İslâmiyette sadaka, ister

Müslümana, ister kâfire olsun, güzeldir!»

Cem'in, yanakları kan hücumundan kıpkırmızı, asabiyetle söylediği bu sözler, Papayı ve yanında

bulunan birkaç mahremini apıştırdı:

«— Kusurumuza bakma, dediler; kişi, sevdiğim kendi dininde görmek ister. Biz de seni sevdiğimiz

için buna cesaret ettik!»

Ve onu, dininde gösterdiği sebattan tebrik edip ku-leşine gönderdiler.

Papa (8'inci Inosan) artık «Haçlılar» hayalini kö¬künden silmişti. Zaten sıhhati de böyle bir

hamleye müsa-. olmaktan çıkmıştı. Bir müddet evvel «ölüp de dirildi» denilecek kadar ağır vartalar

atlatmıştı.

Yine hastalandı ve hemen cançekişme haline geçti.

(Vatikan)ı askerlerle sardılar, Cem'i alt katta bod¬rum gibi muhafazalı bir daireye indirdiler.

Papa öldü ve yerine meşhur zehir mütehassısı Bor-jiya ailesinin babası (Aleksandr Borjiya) geçti.

(Borjiya) Cem'i, 20 gün kaldığı bodrumdan çıkarıp (Sent Anj) şato¬suna kapattı. Cem'in

kaçacağından korkuluyor, ona göre tedbir alınıyor; fakat kendisine ölen Papadan daha fazla

yakınlık gösteriliyordu. Papa ve oğluyla yanyana gezme¬ye çıkacak kadar...

Gösterilen yakınlık o kadar büyük ve manalı ki, gezmede Cem Sultanla atbaşı beraber giden

Papanın oğlu (Don Juan), başına esir şehzade gibi bir sarık sarmıştır.

FRANSIZLARIN ELDNDE

O sırada Fransa Kralı, (11'inci Lûi)nin oğlu (8'inci Şarl)...

Papanın takınmak istediği «Haçlılar Seferi» pat¬ronluğunu, sadece millî ve siyasî menfaatleri

uğrunda üzerine almaya kalkmış; ve hareketine böyle bir süs vere¬rek; sözde bu işin başlangıcı

diye, karadan Alp dağları ve Denizden Napoli yoliyle İtalya'ya yüklenmiştir. Rodos Şövalyelerinin

reisine de şu fermanı göndermiştir;

«— İtalya'ya yürüyorum! Bu bir başlangıçtır; sonu, Türklerle harbetmek... (Mukaddes makamları)

zaptetmek Ve müslümanların zulmü altında inleyen insanları kurtar-mak... Fikir ve bilginizden

faydalanılmak üzere hızla İtal-' geliniz!»

264

265

Papa da Bâyezid'e feryat ediyordu:

«— Fransa Kralı, Cem Sultam elimizden almak için İtalya'ya yürüyor! Bahanesi, Napoli Krallığı

üzerinde Fransız prenslerinin hak iddiasıdır. Asıl maksadıysa, Şeh¬zadeyi bir donanmayla

Türkiye'ye göndermek, Yunanis¬tan ve Rumeliden üzerinize saldırmak ve devletinizi

par¬çalamak... Kral birçok kavimlerle birliktir. Mısır Sultanı¬nı da elinde tutmaktadır. Napoli

Kralına yardımcı olmanı¬zı, Venediği de aynı yardıma davet etmenizi ve Papalığı¬mıza destek

olmanızı dilerim.»

ݺte «Haçlılar» dâvası patronunun, sıkışınca düştü¬ğü zillet!..

Bâyezid ise Papaya cevabında, Fransa Kralının (Riga - Fransa) hareketinden haberli olduğunu

bildiriyor ve Cem hesabına en hayırlı neticeyi onun ölümünde bul¬duğunu hissettiriyordu.

Gerçekten bu Cem dâvası, Şehza¬denin hıristiyan milletler elinde oyuncak olması bakımın¬dan,

din ve devlet adına, gittikçe müzminleşen, cerahat bağlayan bir yara... Bâyezid, Papaya şöyle

diyordu:

«— Cem, gurbet ve esaret diyarında, nasıl olsa zil¬letle öleceğine göre, hayırlısı, bir ân evvel

ruhunu teslim etmesi ve hem bizi, hem de kendisini huzura kavuşturma-sıdır.»

Bâyezid, Cem'in naaşı Türk limanlarından birine teslim edildiği takdirde, Papaya, büyük malî ve

siyasî menfaatler gösteriyordu.

Bâyezid, bir iki müslüman fedaiye yaptırabileceği bu işi Papaya teklif etmekle, elbette ki, ölçüyü

bozuyor ve haksızlık ediyordu.

Papayla Bâyezid arasındaki nâmeler, Türkiye dö¬nüşü yolda tutulan bir Papa elçisinin üzerinden

çıktı ve Fransa Kralının eline geçti.

«Riga - Fransa», hemen hiç bir mukavemet görme¬den Romaya girdi.

266

Şartları:

1-Cem, zaten başta Fransızlar tarafından Papaya

emanet edildiği için Fransa Kralına iade ve teslim oluna¬

caktır.

2-(Sent Anj) Şatosu Krala verilecektir.

3-Papanın oğlu (Sezar Borjiya), Napoliye kadar

Krala refakat edecektir.

Papa, Venedik ve Floransa bankalarının kefaletiy¬le, 6 ay sonra yine kendisine iade edilmek üzere,

Cem'in hemen ödenecek 20.000 duka altını karşılığında Fransa Kralına teslimini, Napoli

Krallığının da Fransızlara bıra¬kılmasını kabul etti ve başka fedakârlığa yanaşmadı.

Anlaştılar ve şart koştular:

«Riga - Fransa» hemen Cem'i alacak... Papayla ka¬rarlaştıracağı bir şatoda muhafaza altında

bulunduracak... Kral, Türklerin İtalyada karaya çıkmaları veya harbe ait sebepler gibi bir icap

hulunmadıkça Cem'in yerini değiş¬tirmeyecek... Türklerin papalık sahasına taarruzları halin¬de

«Riga - Fransa» Papayı koruyacak... Anlaşmalar, Ro¬dos Şövalyelerine de tasdik ettirilecek... Cem

Sultanın emniyet ve selâmeti adına Papaya 500.000 dukalık kefa¬let verilecek... Bâyezid'den gelen

40.000 duka altınını yi¬ne Papa almakta devam edecek...

«Riga - Fransa», yanına Papa'yı alıp (Sent Anj) şa¬tosunda, (Zizim) ismini verdikleri Cem'i

ziyarete gitti. Papa Cem'e ihtiram göstererek sordu:

«— Sizi Riga - Fransa alıp gitmek ister. Ne buyu¬rursunuz beyim (prensim)?..»

Cem mahzun, cevap verdi:

« —Ben, prens filan değilim, bir esir kişiyim! İste-bıraksın, isteyen götürsün; hepsi bir!..»

Papa, işi tatlıya dökmek istiyor:

«— Hâşâ! Siz esir değilsiniz! Siz ve Kral, iki padi-

267

Ziyarette hazır bulunan büyüklerden biri, Cem'in acı heybetine bakıp şu hükmü veriyor:

«— Bu Cem dedikleri müthiş bir tip... Fevkalâde mücadeleci, yavuz, heybetli... Türklerin de çok

sevdiği bir prens... Eğer ağabeyi Bâyezid'e galip gelseydi de pa¬dişah olsaydı, Fatih'in bıraktığı

mirası çok ilerletir, bütün Hıristiyanlık âlemini ve bütün dünyayı dize getirebilirdi Şükürler olsun

ki, Allah lütfetti de(!) Cem bizim elimize düştü.»

Bu görüş büsbütün yanlış değildir. Mutlak Hâkimin kaderi öyle incedir ki, nicelerine kendileriyle

denk olmayan fetihler verir de, nicelerini liyakatlerine rağmen süründürür ve başka imtihan

sahalarında çile dol¬durmaya memur eder. Ve niceleri bedava kahraman ve niceleri kastetmeksizin

hain olur. Bu hikmeti, sahibine havale etmekten başka hiçbir çare yoktur. Eğer Cem, pa¬dişah

olsaydı, Yavuz ve Kanunî'den ileriye gidemeyecek olduğunu kim iddia edebilir.

Törenle (Sent Anj) şatosuna gelen «Riga - Fransa» kafilesi ve Papalık rükünleri...

Papa kardinallere dönüp dedi:

«— Efendiler aramızda anlaşmaya dayanarak Cem Sultanı, Fransa Kralına teslim ediyorum!»

Papa, Cem Sultana, iyi arkadaş oldukları bahane¬siyle oğlunu da kattı. Haşmetli bir alayla, Fransız

ordusu¬nun önünde, hareket ettiler.

Cem, Mısırdaki annesine yazdığı manzum bir mektupta, bütün macerasını, başından sonuna kadar

anla¬tır:

Belâya müptelâ olduk, Rodos'un hilesin anmal

Bu derde çare bulmaz İsevîden bin tabip ancak.

Girip kalyona gittik, fıçıda kokmuş sular içtik, Gıdamız peksimet, zeytün ile kasb-el-habib ancak.

Kalup pejmürde kaç yıl Papaya teslim edüp düşmen Alıp gitti bizi serhenk-i erbab-ı salîp ancak.

Sakındım din-i İslâmı ve asla olmadım razı, Eder mi ehl-i kasdın haredmend-i lebip ancak.

BORJDYALARIN ZEHIRI

«Riga - Fransa» ile, düşürülen kaleler ve zaptedi-len şatolar boyunca ilerleyen Cem Sultan, çok

geçmeden, midesinde, bağırsaklarında ve kalbinde, küçük küçük sancı yılanlarının dolaşmaya

başladığını hissetti. Evvelâ aldırmadı; fakat sonra baktı ki, bu sancılar her gün daha şiddetleniyor,

yılanların boyu uzuyor vücudu kırık dökük hale geliyor.

Garip şey!.. Yıllardır türlü esaret çilelerine karşı koymuş olan bu demir vücuda, bu genç yaşta ne

olmuştu?

(San Cermano)ya gelip oradan (Tibano)ya geçtik¬leri zaman, Cem o hale geldi ki, at sırtında

duramaz oldu. Yüzü, gözü, boynu şişmişti.

«Riga - Fransa» ve senyörler de telâşta ve bu işin mânasını birbirine sormakta...

Tahtaravan gibi birşey yapıp Cem'i üzerine yatırdı¬lar ve (Kapo)ya götürdüler. Burada illet

büsbütün arttı. Kendisini kaybetmiyor ve maiyetindeki Türklerle dertle¬nebiliyor:

«— Allahım, eğer bu kâfirler beni siper edip müs-lümanlar üzerine saldıracak olurlarsa beni o

günlere eriş¬tirme! Bu hastalık içinde canımı al!»

268

269

Ve gözlerini açmaya çalışarak vasiyet ediyor:

«— Cesedimi vatanıma nakledin!.. Kardeşim Pad}, şaha da bir mektup yazılsın; annemi ve

çocuklarımı Ivfo. sırdan aldırmasını vasiyet ediyorum. Benden, gurbet ve felâket günlerimde

ayrılmayan maiyetim beylerine de lûtufla muamele etsin Padişah hazretleri...»

Kralın doktorları Cem Sultanın başından ayrılmı¬yorlar; fakat bu sinsî hastalığın ne ismini ne de

çaresini bulabiliyorlar. Verdikleri bütün ilâçlar boş...

«Riga - Fransa», sık sık baş ucunda... En tatlı dille hasta Şehzadeyi teselli ediyor:

«— Gayret et, iyi ol! Muradın neyse, neresiyse ben yardımcı olayım!»

Cem Sultan (Aversa)ya sedye içinde götürüldü. Artık kendisini kaybetmeye başlıyordu. Arada bir

dalı¬yor, sayıklıyor sonra ter içinde açılıyordu.

Bir gün sonra Napoli'ye girdiler.

Hayret!

Cem açılmıştı. Hattâ gayret edip ata da bindi. Şeh¬re azametle girdiler. Ölümün bayraktarı olan

yalancı sıh¬hat haliydi bu...

«Riga - Fransa» ve senyörleri Şehzadenin üstüne titriyorlardı. Öyle zayıflamış, öyle süzülmüş ki,

bu hal di¬mağına da tesir etmiş... Bazen ruhu öyle burkuluyor ki, ne söz söyleyebiliyor, ne de

söylenenleri anlıyor.

(Kapo) şatosuna getirilen Cem, yine yatağa serildi; ve bir daha kalkmamacasına...

Kral (Şarl) Cem'in başına geldi:

—Nasılsınız?!

—Hamdolsun, iyiceyim!

—Kendinizi esir ve mahpus bilmeyin!

Cem, Kralın arkasından mırıldandı: ,. —Elhamdülillah, azad ve halâs savtı (sesi) kulağ1' miza

erişti!

270

Kralın ziyaret akşamı, Cem ağırlaştı... Sabaha karşı çenesi atıyor.

Fatih'in şehzadesi, memleketine karşı sığındığı kü¬für diyarında, küfrün içirdiği zehirle bu

dünyadan göç¬müştür.

29 Cemaziyülevvel Hicrî 900 - 25 Şubat Milâdi 1495 Çarşamba..

İtalyanların «görmeden ölme!» dedikleri Napoli sırtlarından doğan güneş, (Kopa) şatosunun

mazgal delik¬lerinden sızıp Cem'in balmumu yüzünü öpüyor. Yanıba-şında da talimli papağanı

çığlık koparıyor.

Cem'in ölümündeki resmî sebep zatürrie... Fakat halkın, en mahrem kesimlere kadar sokulmayı

bilen kula¬ğı, duyduğunu şöyle anlatıyor:

«— Papa (Aleksandr Borjiya) Cem'i zehirlettikten sonra Krala teslim etmiş!.. Borjiyalarda, tesiri

uzun müd¬det sonra başlayan zehirler varmış!.. Cem Sultanın vücu¬dundaki zehirlenme alâmetleri

aşikârmış... (Piyer Abano) gibi zehirler ve zehirlenmelerle uğraşan âlimlerin fikri buymuş!»

Bu dedikodular dönerken bir Venedik tarihçisi de Şu satırları karalamakta:

«— Bugün 25 Şubat... Hıristiyanlık hesabına çok acı bir gün... Kral (Şarl)ın Romadan beraber

getirdiği Şehzade Cem vefat etti.

Napolide tabipler onu tedaviye çalıştılar, kan aldı¬lar ve türlü ilâçlar verdiler. Sıhhati düzelir gibi

olurken ekrar yatağa düştü ve bir daha ayağa kalkmadı.

Papanın, Şehzadeyi zehirledikten sonra Krala tes-

271

lim ettiği söylendi ama bu isnadın yeri yoktur. bundan evvelâ Papa zarar eder.»

Bu tarihçi, Papa'nın, Cem'i artık kullanamaz hal geldikten sonra, Bâyezid ile iyi geçinmek ve onun

malî ve siyasî himayesini sağlamak gibi bir politikaya kaymış olabileceğini düşünemiyordu.

Cem'in (pnömoni)ye çevirmiş bir (bronşit)ten öl¬düğü üzerinde ısrar eden Türk ve Avrupalı

muharrirler de, hakikat çapında bir şüpheyi inkâr etmek vaziyetinde¬dirler. Şüphe ediyoruz; çünkü

delil mutlak değil... Fakat Cem Sultan üzerinde sıhhat ve dikkatle tesbit edilen araza bakılırsa,

bunların, evvelâ nezle, sonra (bronşit) ve en sonra (pnömoni) ile hiçbir alâkası yoktur. Kamayla

vuru¬lan bir insanın bir sinek tarafından da ısırılması gibi, so¬ğuk algınlığı da bir taraftan gelmiş

olabilir. Fakat marifet sineğe bağlanamaz.

Cem Sultanın maiyet beyleri, «Seher vakti şehadet getire getire ruhunu teslim eden» Şehzadeyi

gaslettiler ve kendi tülbendiyle kefenlediler. Ve namazını kıldılar...

Kral (Şarl) cesedi tahnit ettirdi.

Bu sırada Papa'nın Napoliye adam gönderip cesedi istetmesi manidardır.

Cesedi Bâyezid'e teslim edecek el üzerinde bir çe¬kişmedir gitmeye başladı. Duka altınları

meselesi...

Cem'in beyleri, naaşı tam 86 gün beklediler.

Nihayet beylerden Sinan, bin bir çile ve maceradan sonra İstanbul'a varabildi.

İstanbul mateme büründü. Sarayda da üç gün resmî matem... Bâyezid bile siyah sarık sardı.

Mazlum ve şehit kardeşi için dağıttığı sadaka 180.000 akçeyi buldu. Bütün İmparatorlukta Cem

Sultan'ın gaip cenaze namazı kılındı-

Bir yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, o güne-dek Bâyezid'in her defa bir engele çarpan bir çok

teşeb¬büsü nihayet şu noktayla hedefine varabildi:

«— Napoli Kralına nâmedir ki, sekiz güne kadar rern Sultanın naaşı, gönderilen Türk gemisine

teslim olunmadığı takdirde Türk orduları İtalya kıyılarına çıkarı¬lacaktır!»

Papa:

—Vermeyin, sakın vermeyin!

Diye telâşından çıldırırken, Cem'in tabutu, hilâl sancaklı gemiye, muhafızı Türklerle birlikte alındı;

ve onun hain olarak çıktığı deniz üzerinden Mudanyaya, oradan da Bursaya getirildi ve cedlerinin

türbeleri civa¬rında misk gibi Müslümanlık kokan topraklara teslim edildi.

Cem'in Mısır'daki ailesi İstanbul'a dönmek iste¬mez, oğlu Şehzade Murad babası gibi Rodos

şövalyeleri¬ne kaçar ve orada öldürülmesini bekler, kızı da sonradan vatanına kapağı atmak üzere

Mısır Sultanının oğlu ile ev¬lenmiş bulunurken, (Dstanbuldaki Şehzade Oğuz Han çok¬tan

ölmüştür) Cem'in mücevherleri, kitapları, elbiseleri, ptları ve öbür hususî eşyası İstanbul'a

gelmiştir.

İçlerinde bir de papağan, şu meşhur talimli kuş...

Fakat o artık:

—Allah Cem Sultana yardım etsin!

Diye bağırmayı unutmuştur.

272

273

(X)

SENBARTELOMD KURBANLARI

AKLIN TEPKDSD

Beşiği (Dl dö Frans - Fransa Adası: Paris ve etra¬fındaki mıntıka) olan (Gotik) sanat, havaya ve

suya, erdi¬rici ruha ve sâf fikre küskün, acı üslûbu, binbir ziynet içinde asık suratı, kilitli kalbi ve

kör gururiyle, tahrif edil¬miş İsa dininin, madde nakşi halinde ne kadar da çarpıcı bir alâmetidir!

Öyle ki, insan onun en başarılı ve en eski örnekle¬rinden biri olan (Nötr Dam dö Pari) kilisesinin

karşısına geçse de radyumlu bir gözle baksa, bir mekân biçimin¬den bir ruh şekline geçebilir; ve

münezzeh tevhit dininin altüst edici o ruh vahidi neymiş, görür gibi olur.

İçkiyi İsa Peygamberin kanı, ekmeği de eti diye sunan, cennette arsa satan, insanı ezelden ebede

kadar suÇDu tutan, onu dizüstü çökertip günahlarını saydıran Ve sanki bağışlatan, akla hiçbir

murakabe hakkı tanımı-y*; ve hepsinden beteri, baba, oğul ve «ruh-ül kudüs»

275

sırasiyle mutlak BDR'i üçüzleyen papaz, Ortaçağdan beri her ân girip çıktığı bu mimarînin

mücessem ruhudur. Ya¬hut o mimarî, bu ruhun çizgileri...

Bütün bunların bağlı olduğu ana zemin de, Roma Kilisesinin kurucusu (Sen Piyer)e kadar

götürdükleri ve bu havari yoliyle babasız hak Peygamber Hazret-i İsa'ya sıçratmak istedikleri

Katolikliktir...

Asıl marifetlerini (Enkizisyon) mazlumlarında gö¬receğimiz bu inanış ve anlayış; evet, Allah'ın

«Dinde ik¬rah yoktur!» hikmetiyle yarattığı insan kalbi üzerine çeki taşı koyarcasına selim idraki

boğmak isteyen bu telâkki, elbette ki, gün gelecek ve kendi içinden bir tepkiye çata¬caktı. Aklın

tepkisine...

Tepki, (Rönesans) ile beraber, 16'ncı Asrın başla¬rında Almanya'da (Lüter) ve arkasından Fransa

ve İsviç-rede (Kalven)de tecelli etti. ݺte Katolikliğe karşı bir tep¬kiden, onu akla davet etmekten

başka bir şey olmayan ve Katoliklik hurafelerini protesto edicilik, reddedicilik mânasına gelen

Protestanlık bunlar tarafından kuruldu.

Başlangıçta , zekâ ile. imanı birleştirmeye gayret edici (Ögüsten) yolunun papazlarından (Lûter ),

1520 yı¬lında, uzun fikir ve murakabe çileleri sonunda Katolikli¬ğin ana ölçülerini protesto etti ve

Papanın aforoz fermanı¬nı açıkça yaktı. Takibe uğradı, saklandı. İncili Almancaya çevirdi, ismini

taşıyan kilisenin esaslarını kurdu ve binbir maceradan sonra mezhebini Almanyada yaydı. (1483-

1546)

Kalven ise Fransız... (Lûter) den 26 yaş genç (1509 - 1564)... Asıl eserini Cenevrede verdi ve orada

Protestan bir Cumhuriyet kurmayı başardı. (Lûter)e nispetle bazı farklar altında yine aynı şeyi

yaptı; «Hıristiyanlık Mües¬sesesi» isimli meşhur eserini kaleme aldı ve tesirini, Is' viçreden başka

Fransa, İskoçya, Hollanda ve Macaristan' da gösterdi. (Lûter)inkiler, Prusya, İsveç ve Danimarka-

Bunlardan başka Protestanlığın bir de (Anglika¬nizm) şubesi var ki, (Kalven)in doğum yılında

İngiltere tahtına geçen ve Papayla alâkasını kesen (8'inci Hanri) tarafından kurulmuştur ve

öbürlerinden ayrıdır.

Dikkat edilirse, kalın çizgiler içinde bu üç yol da, tahrif edilmiş İsa dininin «Hıristiyanlık» ismi

altındaki abesler manzumesine karşı yine Hıristiyanlık adına müş¬terek bir protesto ve tepkidir ve

hepsi de 16'ncı Asrın ilk yarısında meydana gelmektedir. Yani şevketlû Kanunî Sultan Süleyman

elinde İslâm livasının şan verdiği de¬vir... Bu noktaya, biraz sonra gelecek sürprizin başlangıcı

olarak bir «mim» konulmasını isteyeceğiz.

Umumî olarak Protestanlığın Katoliklikten farkı ve onu Protesto noktaları şunlar:

1—Hıristiyanlık esaslarına inanış, Papaların ve Pa¬palık Meclislerinin çerçevelediği şekilde değil,

doğrudan doğruya İncil üzerinden ve insan aklı yolundan olmalıdır.

2 — Âdem Peygamberden bütün insanlığa devre¬dilen ezelî suç (dogma-nâs)ı reddedilmelidir.

3— Papazların evlenmemesi kaidesi yıkılmalıdır.

Ayrıca (Kalvenizm) esasları:

1— Hatasızlık iddiasında bir dinî (otorite) olamaz. Akıl ve idrake dayalı tam dinî demokrasi

lâzım...

2 — Her türlü merasim ve esrar formüllerinin kal¬dırılması...

3— Bütün Hıristiyanlık geleneklerinin inkârı...

Görülüyor ki, kalın çizgileriyle ve bütün şubeleriy¬le Protestanlık, insan ruhunun en derin

tabakasındaki bir sezişle, yani keskin bir bedahet duygusiyle sezilen Hıris-ttyanlık abeslerine karşı

bir temizleme hareketidir.

Fakat ne kadar çalışılsa, mutlak temizlik esasının esası ele geçmedikçe daima kirli kalacak bir

temizlik...

ݺi, basit birkaç kelime içinde son derece girift bir vâhide bağlayalım:

276

277

1—Hıristiyanlıkta Katoliklik, aklı idam ve sır adı. na abesler altında ezilmenin müessesesi...

2—Hıristiyanlıkta Protestanlık ise, kuru aklı hâkim kılmanın ve abeslerden kurtulmak pahasına da

olsa ger. çek sırra varamamanın ocağı...

Geriye ne kalıyor?

Hak din...

İslâmiyet...

Aklın gerçek sınırını çizen, ona kendisini tam tes¬lim ettirdikten sonra, hürriyetini iade eden ,

gözlerini sımsıkı kapayacağı ve alabildiğine açacağı noktaları gös¬teren sonunda her şeyi yine

onun «selim akıl» isimli nihaî varışına ısmarlayan, esrar sezişiyle idrâk verimini en güzel

kıvamlandıran ve mutlak mizana kavuşturan, ezellerin ve ebedlerin dini...

İki kanat arasındaki muvazeneyi, «ne akılla olur, ne de akılsız» düsturu içinde perçinleyici hakikat

dini...

Bu düsturda, «ne Protestanlıkla varılabilir, ne de Katoliklikle» hikmeti de gizlidir.

ݺte «mim» konulmasını istediğimiz noktaya gel¬dik: Gelen tepkiye ve hakikat arayıcılığına karşı

İslâmiyet, bizim elimizde, en parlak fırsatı bulmuşken onu neye kullanamamıştır? Yavuz'un son

günlerinde baş¬layıp bütün Kanunî saltanatı boyunca devam eden ve Sarı Selim'in ilk günlerinde

sona eren bu devre içinde, bütün güçlerini kılıca vermiş müslümanlar, yani Türkler, (Rö¬nesans)

hareketiyle beraber Garbı içinden murakabe et¬miş olsalar ve kılıçla kafayı yanyana sınır dışına

çıkarsa¬lardı; belki Protestanlara, bilmeden ve görmeden aradık¬larının İslâmiyet olduğunu kabul

ettirebilirlerdi.

Tarihin en büyük facialarından biri olan (Sen

lömi), Pariste ve beraberce bazı yerlerde geçer; ve biri «jda düşman (Katolik), öbürü akılcı

(Protestan) iki dalâlet topluluğu arasında, babayı oğluna ve yeğeni dayısına vur-? rucu bir hınç ve

kan tablosu çizer.

Aklın tepkisini akılsızlar nasıl çelebilir?

POLDTDKACILAR, KATLDÂMLAR

Fransız Protestanlığının kurucusu (Kalven) öleli 8 sene geçmiştir. İlk Protestanlık temsilcisi

(Lûter)in ölü¬münden beri de 26 yıl... İngilterede (Anglikanizm), yarım asırdan fazla bir zamandır

resmî mezhep...

Her tarafta, hususiyle Fransada, mumyalaşan kato-likliğe mukabil Protestanlık çok taze ve hayli

yaygın... Kral ailesi şubelerinden birçoğunun başları protestan... Prens (Lûi dö Konde), (Hanri dö

Konde)... (Sen Kenten) müdafii büyük asker amiral (Gaspar dö Kolinyi)... Fran¬sız filozofu,

(Aristotelizm) mektebinin rakibi, hakikati akılda arayan fikirci (Ramü)... Daha niceleri...(Navar)lar-

dan, (Gomön)lardan, (Lâfors)lardan birçoğu protestan.... Başları, Prens (Lûi dö Konde)...

Katoliklerse bütün Fransa kadrosunda; ve başları, kral (9'uncu Şarl) ve annesi entrika mütehassısı

(Katrin dö Medisis) bir tarafa, (Dük dö Giz) ... Protestanlığın en büyük düşmanı, (Dük dö Giz)...

Floransalı (Medisis) ailesinden ve tefeci banker ka¬nından (Katrin), kocası (2'nci Hanri) öldükten

sonra, 40 yaşlarında, maddesi ve mânasiyle azgın bir dul olarak, Çocukları (2'nci Fransua), (9'uncu

Şarl) ve (3'üncü Han¬ginin hükümranlıkları süresinci Fransaya pençesini geçi-ren kadın...

Hususiyle (9'uncu Şarl)ın çocukluğu devre¬sinde Krala vesayet hakkiyle bütün nüfusu elinde tuttu.

Kocası (2'nci Hanri) öleceğine yakın:

278

279

«— Mezhep kavgası, demişti; galiba Almanyada Fransaya geçiyor!»

Öyle oldu. Bilhassa (2'nci Hanri)nin ölümü ve ye rine oğlu, hastalıklı (2'nci Fransua)mn geçmesi,

Katolik. lerle Protestanlar arasındaki didişmeye hız verdi, 16 ya. şmda taht'a çıkıp bir yıl sonra ölen

(2'nci Fransua) devri taraflar arasında cephelerin hazırlanması ve dişlerle kılıç¬ların bilenmesi

çığırı...

O güne kadar yalnız lâfta ve fikirde cesaret göste¬rebilen protestanlar, kendilerinden (Lâ Rönodi)

senyörü-nün (Giz) tarafından öldürtülmesi üzerine Fransanın bir çok yerinde silâhlandılar. (Giz)

tarafı da (Burbon) prens¬lerini dize getirmek için (Navar) Kraliyle (Konde) Prensi¬ne etmedik

hakaret bırakmadılar. Protestanlarda da aynı tavır...

Genç Kral ölüp yerine çocuk Kral çıkınca, iki taraf da gözlerini, kendi namzetleri ve ele geçirme

ümitleri ba¬kımından taht'a dikti. Vesayet makamındaki (Katrin dö Medisis) ise henüz başvekili

(Dö Lapital)in telkiniyle ara bulmaya bakıyor. Bir aralık (Giz)lerin iktidardan uzaklaş¬tırılması

(Navar) Kralının Meclise alınması (Konde) prensinin zindandan çıkarılması, bütün (Kalvenist)lerin

affı şeklinde tecelli eden hükümet tavrı, ne yapacağını bilmez her rejimde olduğu gibi, devlet

zaafını ifşadan başka bir şeye yaramadı ve taraflar arasındaki boğuşmaya büsbütün yol açtı. (Giz)

cephesi, (Monmoransi) ve Mera-şal (Sent Andre) gibi büyüklerle devlet içinde devlet kur¬maya

baktı ve Fransada iç muharebenin ilk işaretini ver¬di.

İlk «katl-i âm», yukarı (Marn) civarındaki (Vassı) kasabasında, (Fransua dö Giz)in emir ve

kumandası altın¬da... 60 kadar protestan öldürüldü. Artık Fransada, Kato¬liklik ve Protestanlık

bayrakları altında iç harp başlanıp" tır; ve tam 10 yıl sonra (Sen Bartelömi) gecesi ve ferda-

Ha 1000 misline çıkarılmak üzere, şimdilik 60 kelleyle yetinilmiştir.

(Dük dö Giz) ve etrafı bununla da kalmıyor ve Kral üzerindeki tazyiklerini, onu (Fontenblo)dan

alıp zor¬la Parise getirecek ve tahakkümü altına alacak kadar iler¬letiyor.

(Giz) ve etrafı, bir de, Fransa dışı Protestanları kır¬mamak ve Fransız (Kalvenist)lerinin imdadına

koşturma¬mak için» gerçekten komik bir.oyun oynuyorlar ve bu oyunlarım her tarafa

yutturuyorlar.

Almanlara, şunlara, bunlara, diyorlar ki:

«—Biz Katolikler, (Lûter)cilere, (Kalven)cilerin onlara yakın olduğundan daha yakınız!.,.»

Böylece, Fransız Protestanları, herhangi bir dış yardımdan tecrit etmiş bulunuyorlar. Yalnız

(Anglikan) kilisesine bunu kabul ettiremiyorlar; onu da (Röform} de¬dikleri din düzelticiğine tam

düşman ve koyu Katolik İs¬panya vasıtasiyle tesirsiz kılmaya çalışıyorlar.

Protestanlar, en selim bir duygu eseri olarak mu¬kaddes tanınan şahıslara ve mücerret mânalara ait

resim, heykel ve her türlü teşhis edici, putlaştırıcı oyunlardan nefret ettikleri ve bunları kabul

etmedikleri için, bütün bir «katl-i âm» yılı olan 1562 'de yıkılan, yakılan, parçala¬nan kilise,

heykel, resim vesairenin; peşinden kesilen, boğazlanan, delik deşik edilen insanlarla beraber, hesabı

meçhuldür.

Fransanın şurasında ve burasında bu haller müz¬min giderken protestan bir senyör (Palto dö Mere),

kato-uklerin başı, iç harbin tek sorumlusu protestanlara edilen ölümlerin sanatkâr tertipçisi ve

Fransa Kralının değnek-Ç' basısı (Fransua dö Giz)i bir vuruşta yere serip helak et-u- Sene 1563...

Heyecan büyük... (Giz) ailesinin vârisi

280

281

13 yaşındaki (Hanri dö Giz), 10 yıl sonra 23 yaşında, m hut (Sen Bartelömi) gecesi, babasının

kanını bire bi

a

kere on bin nispetinde ödetecektir. Herşeye rağmen

(Giz)in ölümü Anne Kraliçe (Katrin dö Medisis)in ekme. ğine yağ sürmüştü. Krala ve kendisine

hâkim bu taçsız imparator, ölümüyle meydanı (Katrin)e bırakmış ve artık devlet içindeki devlet

yıkılmıştı. Böyleyken (Katrin dö Medisis) bütün Paris ve Fransa'nın sımsıkı bağlı olduğu Katoliklik

inancının kuvvetini görmeye başlıyor, (Konde) Prensinin aczine şahit oluyor; ve sadece kaba

kuvveti desteklemeye mahsus mizaciyle Katolikleri tutmaya yö¬neliyordu. Artık yorgun ve bitkin

haldeki protestanları, bir taraftan bölerken bir taraftan okşayıp, Katoliklere «buyur!» etmek

politikası... Protestan aristoktokrasi, ko¬naklarında ve şatolarında, hususî olarak serbestçe

mezhe¬bini tatbik ve vicdan hürriyetini muhafaza edebilir; fakat asla halk tabakalarına sokulmaya

teşebbüs edemez! Pro¬testanlar da bu vaziyeti kabul etmiş görünmekte... Sahte bir sükûn devresi...

Fakat kanları içlerine akan katolik aristokratların hıncı müthiş... Anne Kraliçenin de formü¬lü, şu;

Protestanlara vicdanhürriyeti veren, fakat halk ta¬bakalarını kurcalamak hakkını esirgeyen, tam

mânasiyle (Katolisizm) prensiplerine bağlı devlet ve hükümet... Bundansa, ne Katolikler memnun,

ne Protestanlar...

Tezat barıştırıcılığı politikası, yamalı bohça siyase¬ti her zaman iflâs etmiştir! Ne olacaksan ol,

fakat ol! «Ol!» emrini anlamayana «öyleyse öl» demekten başka çare yoktur!

Protestanlar (Kolinyi) gibi saygılı bir askerin şah¬sında, Krala, (Giz)in yaptığına benzer bir oyun

oynamağa kalktılar ve onu hükümet taklitçilerine mahsus bir eda üe yakalamaya kalkıp fikirlerini

telkine kalkıştılar. (Kolinyi) muvaffak olamadı, genç kral ellerinden sıyrıldı ve Paris surlarından

içeriye kapağı attı. Bu, hesap ve dirayetten

ahrum bir gözükaralıktı. Zira artık Protestanlar hükümete karşı isyancı mevkiine geçmiş

oluyorlardı. So-una kadar gidemeyecek her ayaklanma, ayakların kırıl-aSiyle biter. Nitekim (Giz)

partisi hemen harekete geçti iki taraflı siyaset yürüten sarayın tereddütlü politika¬sından biricik

mes'ul gördüğü Başvekil (Lopital)i iktidar-dan uzaklaştırdı.

İktidar yine (Giz)lere geçmiş ve zaman, tarihin en korkunç gecelerinden (Sen Bartelömi)ye doğru

sayı say¬maya başlamıştır.

BÜYÜK GECE

Büyük geceye üç sene kala (1569), iki taraf arasın¬da (Jarnak) kasabası ve etrafında, Katoliklerle

Protestan¬lar birbirine girdiler. İki taraf da birer orducuk tertiple¬miş... Katoliklerin başında (Dük

Danju), protestanların da meşhur Prens (Lûî dö Konde)... Çarpışmayı Katolikler kazandı ve Fransız

Protestanlarının şefi, cenk sonunda delik deşik edildi. Artık üç yıl sonraki büyük geceye

(Konde)lerden (Hanri) kalmış oluyordu.

Şimdi 19 yaşında ve annesinin vesayetinden çık¬mış bulunan Kral (Jarnak) da kendi kuvvetlerinin

ezdiği Protestanlarla anlaşma yollarını aramakta... Sütninesi bir Protestan olan Kralın, hakikatte bu

yeni mezhebe karşı hiçbir kini yoktu; ve onun bütün derdi, Fransayı parçalan¬maktan ve dış

istilalardan korumaktı. Ayrıca, Protestan-larca öldürülen (Dük Dö Giz)in oğlu (Hanri), Krallık tacı-'

na gölge düşürücü bir kuvvet kazanmaya başlamıştı.

Felâket gecesinden iki yıl evvel (1570) onlara, bazı Şartlar altında, ilk defa annesinin tasarlayıp

tattırmaya ça¬ktığı vicdan hürriyetini resmen verdi. Eğer kendisi ve kardeşleri çocuk sahibi

olmadan ölecek olursa tahtın

1

282

283

Protestan (burbon) koluna geçeceğini de düşünerek, hep ayrılığına bakmaksızın familya kollarını

büsbütün kaynaştırmaya kalktı ve bu gayeyle, kızkardeşi (Marga¬rini Protestan (Hanri dö Burbon)a

vermeyi kurdu. İtiraz yağmuru!... Aldırmadı. Dünün isyancısı amiral (Kolin-yi)de sarayda ve

Kralın sağında... O sırada patlayan dı$ muharebeler de iç ayrılıkları unutturdu ve bir an geldi ki

tahtaravallinin protestan tarafı ağır çekti ve devlete hük¬meder oldu. Fakat dış tesirler, yine Katolik

zümrenin hâkimiyet kazanmasına doğru istikamet aldı; ve hele kra¬lın kızkardeşiyle (Hanri dö

Burbon)un evlenmesi, işi büsbütün azıttı.

Bir evlenme ki, Papa bile razı değil!.. Kral omuzla¬rını silkeliyor!...Bütün Katolik Fransa,

aleyhinde!.. Kral sırtını dönüyor!... Kızkardeşi de istemiyor!... Ne haddi¬ne!... Yanına çağırıp

haşlıyor:

'-—Evet diyeceksin!

—Diyemem!

—Diyeceksin! Yoksa beni ve Fransayı felâkete sü¬rüklemiş olursun!

Öyle ki, (Nötr Dam dö Pari) kilisesinde sıra kızın «evet!» demesine gelince, gırtlağının

düğümlendiği ve ağzından ses çıkmadığı görülüyor. Ancak Kral arkasın¬dan sert sert dürtüncedir

ki, ölü bir ses çıkıyor:

—Evet!...

(Hanri dö Giz) başta, bütün Katolikler bütün Fran¬sa ve bütün Paris öyle bir öfkeye kapıldı ki,

hiçbir misal ona denk düşemez.

Krajkn karşısına dikildiler:

—Sizin kaynaştırmaya baktığınız Fransa parçalan¬maya ve uçuruma gidiyor!

—Bu işin önüne geçmezseniz, krallık ailesine ka-dar kan gövdeyi götürecek!

—Kararı verdik! Tek protestan bırakmayacağız! gize ne taraftan olduğunuzu bildirin!

Bütün hışım (Kolinyi) ve (Burbon)lara karşı...

Kral ne yapsın? (Luvr) sarayına yerleştirdiği ve iç¬lerinde eniştesi bulunan Protestanları nasıl kapı

dışarı et¬sin? Politikasını nasıl ayaklar altına alsın ve (Kolinyi)yi iktidardan nasıl uzaklaştırsın?

Yapamaz! O halde (Giz)le-ri ve Katolik topluluğunu ezsin! Bunu hiç yapamaz! Zira bunu

yapabilmek için gereken iki şeyden , yürek ve kuv¬vetten mahrumdur. Anlıyorsunuz ki Kral, bir

Fransız ta¬rihçisinin «ruh dermansızı prensler» diye tarif ettiği cins¬ten...

(Sen Bartelömi) isimli havarinin yortu günü olan 24 Ağustos 1572'ye bir iki gün kala, henüz (Valûa

)lı Ka¬tolik prensesle (Burbon)lu Protestan prensin evlenme şenlikleri devam ederken «hal-ü-

keyfiyet» bu merkezde¬dir.

(Sen Bartelömi)yi bu evlenme doğurdu.

Meşhur günün (24 Ağustos 1572) akşamı... Boğu¬cu bir sıcak... Ufuk kıpkızıl... (Nötr Dam)

kilisesinin ifrit heykelleri, görmeyen gözleriyle, insana, gaibin sırları karşısında insanın aczini ihtar

ediyor. Sokaklardan hızla gelip gidenlerin tavrında şifremsi bir hal... Birbirlerine esrarlı işaretler

çakıyorlar ve bazen durup kulaklara bir¬kaç kelime akıtıyorlar. Bu kelimelerin ateşten olduğu

bel¬li- ( İl dö Frans)ın merkezi ve (Sen Lûi)nin beldesi, ken¬di kendisine karşı, korkunç bir

gizlilikle taşmakta...

Gece, sessizlik içinde sessizlik kuyuları açılırken birden bire gökleri yırtan bir tunç ürpertisiyle

bütün Paris yatağından fırladı.

284

285

(Sen Jermen Lokserua) kilisesinin canlan, yerlerin den sökülecek gibi harekette.. Öyle çalınıyor!

Nasıl çalınıyor?

Sessizliği kar, çan seslerini de kömür farzedin; göz alabildiğine dümdüz bir kar tabakası üzerine

gökten kö mür yağıyormuşçasına...

Çanlar acı acı yırtınırken, bir sürü adam, ellerinde kılıç, balta, topuz ve hançer, sokaklarda...

Alabildiklerine koşuyorlar ve bazı kapıların önünde toplanıyorlar. Her halde evvelden memur

edilmişler bu işe; ve hazırlanmış¬lar...

Evlerin kapıları kırılıyor. Bir çığlık! Ciğer yırtan bir çığlık... Çocuk, kadın erkek, hasta, ihtiyar, bu

çığlıkta olmayan yok... Çan sesleri bu çığlığı örtücü kalın bir keçe olsa bile, evlerin sesleri, o

keçenin üzerinde gittikçe ge¬nişleyen kan lekeleri gibi, benek benek... Çocuk, kadın, erkek, hasta,

ihtiyar, bütün protestanlan, kesiyorlar.

(Katrin dö Medisis)i kazanmışlardı. Yahut entrika¬cı kadın, kazanılmış gibi görünerek plânım

kurmuştu. Kaygı ve tereddüt içinde eriyen oğlunun yanına gelmiş ve gözlerini delikanlıya dikmişti:

—Dzin ver, ne yaparlarsa yapsınlar; isterlerse bir tane protestan kalmasın! Sen Krallığını düşün!

Yakınları¬mızı kurtarırız! Protetanlar silinip gitsin! Alınlarında on¬ların kanı, sıra (Giz)lerin

grupuna gelsin! Onları da biz temizleriz ve ikisi arasında asıl Krallık partisini korumuş oluruz!

Derhal izin ver! Kessinler!

Korkunç gecenin en büyük sorumlusu Floransalı Prenses, Anne Kraliçenin bu iblis telkini

karşısında bütün melekelerini kaybeden «dermansız ruh» sahibi Kral, bir anda tersine dönüp şu

mecnun emri vermişti:

«—-Madem ki istiyorsunuz, öldürün; ama madem , ^Süreceksiniz hepsini öldürün, tam öldürün!»

Vaziyet, bir köşede bekleyen ve babasının intika-ml0i almak için kuduran (Dük dö Giz)e

bildirilmiş; ve her tertip evvelden alınmış olduğu için, iş masadaki kü¬çük ça*11 çalmaktan ibaret

kalmıştı. Peşinden kilise çanla¬rı ve peşinden...

Krala bu son ihata hareketi, büyük hareketten bir iki saat evvel oluyordu. Zira tek dakika kayıbına

vaziye¬tin tahammülü kalmamıştı. (Hügeno) ismini verdikleri (Kalvenist)ler, vaziyeti haber alacak

oldular mı, bir anda toplanıp karşı koyabilirler ve hatta sarayı basıp Kralı saf-lanna çekebilirlerdi.

Aynı zamanda bazı eyaletlerde de hareket olduğu için (Sen Bartelömi) bilançosunun 60.000

cenazeye var¬dığına kadar iddia edilir. Fakat bu kemmiyetin değeri ne? Keyfiyette, Fransanın en

üstün kafaları koparılmıştır. Başta, vatanım binbir düşman taarruzundan esirgeyen bü¬yük asker

(Kolinyi)... Onu bir kan süngeri haline getirdik-ten sonra, ertesi günü ölüsünü de darağacına

çekerler.

İlerilere doğru (Pozitivizm) felsefesinin başı (Ogüst Komt)a kadar bütün Fransız müspet

tefekkürüne hazırlayıcı zemin kuran (Ramü), boynuna bir balta inen¬lerdendir.

Saraya sığınanlardan, yahut sığınmış bulunanlar¬dan Kralın eniştesi (Hanri dö Burbon) ile genç

Prens (Dö Konde), tövbe şartiyle kurtulanlardan ... Böyle birkaç bü¬yük isim daha var... Fakat

çoğu, yahut hepsi, Protestan¬lıkla beraber gitmiştir.

Istırap o kadar büyük ki, yakınlarının kesildiğini duyup, yakalanacağı ve öldürüleceği ana kadar

masasının °a§ında ve eli şakağında, tek kelime söylemeden hareket-

286

287

siz oturan bir senyör, sabaha karşı odasına girdikleri ?? man bembeyaz saçlı bir ihtiyardır.

Bu; bir gecede, kadını, çocuğu, hastası ve ihtiy riyle koparılan 60.000 kellenin suçu, abese

«olamaz!» <j mekten ibarettir.

(ENKDZDSYON)

Mantığına bakınız:

«—Biz Âdem ile Havva'dan gelmiyor muyuz; öy¬leyse (Enkizisyon) da Allah'tan gelmektedir...

Kendi zulmünü Allah'a isnat edici küstah ve şenî küfriyle beraber, meseleyi öz nispet oyununa

getirmek is¬teyen sakat ve ahmak mantığiyle bu laf, meşhur (Enkizis¬yon) reislerinden (Fransua

dö Masedo) adlı kilise adamı-nındır.

«Lâbis-i ilbas-ı katrâni ve hâmil-i asâ-yı şeytanî» zulmün reisi devam ediyor:

«— Evet: (Enkizisyon) gökte kuruldu, İlk (Enkizi-tör)lük vazifesini, ceza meleklerini yaratarak

bizzat Allah gördü. Âdem ile oğlunu cezalandırmakta ve insanlığı tu¬fana boğmakta onları

görevlendirdi. Çölde İbranîleri en acı ölümlerle cezalandırır, onlara göklerin ateşini yağdı¬rır,

onları toprağın dipsiz uçurumlarında helak ederken, Musa Peygamberi kendi adına bu işlere memur

eden oy¬du. Ondan sonra Allah, (Enkizötür)lük vazifesini (Sen Pi-yer)e devretti; o da (Anani) ve

(Zafira)yı öldürerek vazi¬fesini yerine getirdi. (Sen Piyer)in halefleri ve mirasçılar' papalar ise bu

vazifeyi devam ettirdiler...»

ݺte, kilisenin (Enkizisyon) anlayışı!... Bir de haki¬kat ifadesi var ki, ona göre (Enkisizyon),

papaların ceberrutî nefsaniyetleri elinde, fikrin ve hakikat arayıcı^'

run, ağzından geçirilip bilmem neresinden çıkarılan tes¬tereli kazık!...

İlk (Enkizisyon), 13 üncü Asrın başında kuruldu; Sene 1208... Daha evvel (1183) Veronada

toplanan Kar¬dinaller Meclisinde plânı hazırlanmış ve temeli atılmıştı. Uyandırıcı sebep, Cenup

Fransasmda yayılmaya başla¬yan, kilisece küfür itikatları...

(Gal) ülkesinin (Narbon) bölgesinde ilki... Kurma¬ya memur olan, Papa (3'üncü İnoson) adına

(Arno Amo-ri) isimli rahip... Reisi, 12'nci Asrın «aziz» bilinenlerin¬den (Dominik dö Güzman )...

O ve emrindeki 12 papaz... Bu işin ruhu ve Papanın temsilcisi, o... Mahkemenin ga¬yesi de

«Katolik Roma kilisesinin düşmanlarını aramak, taramak, bulmak ve cezalandırmak...»

Başta, «aziz» lâkaplı ve (Dominiken) isimli dinî rütbelerin icatçısı (Dominik dö Güzman)

bulunmak üze¬re bu cellâtlar, Cenup Fransasındaki, kilise inanışlarını reddedici ve imanda bir nevi

saffet ve tecrit arayıcı (Albi-jua) isimli mezhebin bağlılarından binlercesini ateşte yaktılar ve

(Tulüz) şehrinde karargâh kurdular. 1215 (Lâtran) Kardinaller Meclisi, (Saint-Office—Mukaddes

Görev) adı verilen ilk kanunu çıkardı; ertesi yıl da, başka bir Meclis «en ücra koğuk ve mağaralara

kadar sızmak ve oralarda saklanan sapıkları yakalamak» kararını aldı. Unutuyorlardı ki, bir

zamanlar ve İsa dininin hak olduğu devirde, böyle koğuklar ve mağaralarda ilk İsevîler barı¬nıyor

ve kendilerini oralarda putperest Roma mızrağı arı¬yordu. Şimdi de aynı şey... Devrini bitirmiş

olan münez-Zeh İsa dini, saffet ve asliyetinden tam çıkarılmış ve yüz¬üyüz putperestliğe

götürülmüş bulunuyor, hak kutbunu "Ulamaksızm bu abeslere karşı direnenler de, ateşte yakıl¬mak

üzere, koğuk koğuk ve mağara mağara aranıyordu.

288

289

«Ölüm saçan kilise» başlığının nüktesi buradadır.

(3'üncü İnosan)dan sonra (3'üncü Honoriüs), bu bahiste bütün kilise mensuplarının hamlelerini

ateşleme¬leri emrini verdi ve (Enkisizyon), sahasını genişlettikçe genişletti. (Sen Dominik) ise, en

büyük suçu Hazret-i İsa'ya iftira olan, meşhur «Dsa'nın askerleri» yaftası altın¬da «Enkizisyon

Yakınları» teşkilâtını kuruyor ve ona gö¬re (Dominiken) rütbesini dağıtıyordu.

1232 'de Papa (9'uncu Greguar) yeni hamlelere gi¬rişti ve zamanın haşmetlû Almanya İmparatoru

ve Sicilya Kralı (3'üncü Frederik)in, topyekûn (Enkizisyon) teşkilâtını himayesi altına almasını

sağladı.

Öbür taraftan Fransa Kralı (Filip Ogüst), cenuptaki (Dominik)ci «katl-i âm»lara teşvik işaretleri

veriyor ve peşinden (8'inci Lûi), bizzat başına geçtiği bir ordu ile (Enkizitör)lerin yardımına

koşuyordu. Onu takip edenler¬de de aynı tavır...

1233'de, öbürleri gibi mevzuu sihirbazlık ve küfür olmak üzere, İspanyada ilk (Enkizisyon)

kuruldu. İspan¬yada o kadar ileri gidildi ki, sapık oldukları haber verilen insanların mezarlardan

kemikleri Çıkarılarak atıldı. Fran-sayla beraber İspanyada, hususiyle İspanyada o kadar in¬san

yakıldı ki, bugün bile oralarda bir katedralin taşları koklansa, insan yanığına benzer bir koku almak

ihtimali vardır.

İspanya (Enkizisyon)unun, dünya çapında zülüm tacını taşıyan bir (Torkemada)sı vardır ki, onunla

beraber İspanyol zulüm ocağına da bir kısım ayırmaya değer. Is" panya (Enkizisyon)unun

Napolyon'a kadar sürdüğünü ve ondaa sonra yine hortlayarak 19'uncu asır ortalarına da

sokulabildiğini düşünürsek, sadece Ortaçağ ve Yeniçağ1"

aşlarına mahsus bu hayal olmaz kâbus müessesesinin İs¬panyada nasıl olup da bunca devir

yaşayabildiğine şaşa¬rız.

İspanyada, düşünen, düşündüğünü söyleyen, elini kafasına götüren, «acaba, niçin, nasıl?» diyen ve

bütün bunları kilise mevzuuna bağlayan herkes; ve bu arada bü¬tün başka din ilgilileri, yahudiler,

yahudiciler ve yeni fi-kirciler takibe uğramış ve niceleri tahtakuruları gibi ateşe atılmıştır.

İslamiyette, üç tahtakurusunu ateşe atmanın -baş¬ka vasıtayla öldürmek caiz- insan öldürmeye

bedel bir günah olduğunu bilen, diri diri insan yakmanın ne demek olduğunu kestirir. Ölüm saçan

kilisenin (Enkizisyon) ale¬tiyle işlediği fiildeki dehşeti, başka hiçbir ölçü bu derece keskin

ifadelendiremez.

3-4 asır içinde yalnız İspanya (Enkisizyon)unun, en sağlam kayıtlara göre muhasebesi:

Diri diri yakılanlar 35.000

ݺkencede öldürülüp cesedi yakılanlar19.000

Küreğe ve müebbed hapse çarptırılanlar...., 290.000

Muhtelif suretlerde izleri kaybedilenler200.000

Malları yağma edilip kendileri sürülenler 5.000.000

YEKUN

5.544.000

(TORKEMADA)

.Lâtince (Directorium inquisitorium - Enkizisyon aresi) tâbiri, kilisenin, Orta ve Yeniçağlar

arası,

i,

290

291

13'üncü asırdan 17'inci Asra kadar, cihanda eşi gelme miş bir zulüm ocağı olarak güya Allah adına

nasıl bir Al. lah düşmanlığına memur edildiğini gösterir.

(Directorium İnquisitorium)un «Umumî Enkizitör» veya «Büyük Enkizitör» isimli temsilcileri de,

her mem¬lekette, o ülkenin umumî valisi hattâ kralı üstü salâhiyet

Asıl marifetlerini, ilim ve fikir adamlarına ettiği zulümlerde göstereceğimiz (Enkizisyon)un 15'inci

Asır¬da İspanya mümessili, «Büyük Enkizitör» ünvaniyle (Torkemada) isimli biridir.

Nasıl biri?

Karşısında, ha bir insanın derisini yüzmüşler, ha muz soymuşlar!... Ha ocağa bir odun atmışlar, ha

yanan odunların üstüne bir insan çıkarmışlar... Ha yürek parça¬layıcı bir çığlık, ha bir öküz

böğürmesi... Hattâ bütün bunlarla beslenen, bunlarla zevklenen, şehvet vecdine ulaşan biri... O da

bir insan , öyle mi?

Tarihte şeytan ve nefs saltanatını, hem de din adı¬na, bilhassa bu bakımdan, onun derecesine

çıkarabilmiş ikinci bir insan gösterilebilir mi; cevap veremem!

Hükümranlığının dehşet saçtığı 1485 yılında o, 65 yaşında bir moruk... Fakat domuz gibi sağlam...

Ve anla¬tılmaz mikyasta kadına düşkün... İspanyol kanını fıkırda¬tan ilkbahar güneşleri altında o,

(Triyana) şatosunda (Odara di Femina- Kadın Kokusu)na gömülü... Adamları vasıtasiyle eline

geçirdiği kızlar ve kadınlar da, sadece (Enkizisyon) korkusiyle dize getirilenler... Eğer kendile¬rini

«Büyük Enkizitör»e teslim etmeyecek olurlarsa, suç¬ları dinsizlik, cezaları da ateş...

Âlemde benzeri olmayan şu roman mevzuu, onu11 hakikî vak'asıdır:

292

(Saavedra) Kontunun kızı (Konşitta)ya âşık oluyor güyük Enkizitör»... 18'lik bu esmer güzeli,

Andaluzya kızlarının en çarpıcısı... Kıza malik olmak için evvelâ ba¬basını, İspanya

müslümanlarına yardım etmiş olmakla çjandırıp öldürtüyor. Peşinden, nişanlısı (Perez ) tara¬fından

kaçırılan kızı, ne yapıp yapıp bulduruyor ve âşıkiyle beraber zindana attırıyor. Şatosunun

mahzenleri zindan; ve orada insan iniltileri, toprağın sesi... Bir gece, Icukuleteli papazlar güzel

(Konşitta)yı alıp bir takım deh¬lizlerden geçirdikten sonra, ipek ve sırma kaplı bir odaya

bırakıyorlar. Karşısında (Torkemada)... İhtiyar kaplanın saldırışiyle üstü başı yırtılan kız bütün

hücumları karşılı¬yor ve teslim olmuyor.

Yine hapis... Hem kendisine, hem nişanlısına ya¬pılmadık işkence yok... Yine teslim olmuyor.

Nihayet malûm (melodram) tecrübesi... Nişanlısını, kızın gözü önünde azap tezgâhına yatırıyorlar.

Her birinin ayrı isim ve derecesi olan, su, ip, kerpeten, cımbız, kaynar zeytin¬yağı, kızgın yumurta

işkencelerinden hepsi... Kız o hale geliyor ki, feryadı basıyor:

—Yeter, yeter.'Teslim oluyorum! Ne isterseniz ya¬pın bana!

Herşeye rağmen buraya kadar gayet basit giden hâdise, bundan sonraki kısmiyle efsane

çapındadır...

65'lik ihtiyar, gece, bir heykel gibi kaskatı ve so¬ğuk, emre hazır duran (Konşitta)mn yanında...

Fakat mu¬vaffak olamıyor. Neredeyse çıldıracak... Kendisine, yahut kıza o kadar öfkeleniyor ki,

onu hücresine iade ediyor ve "er tarafın mezar sessizliğine büründüğü bir ân, oraya papaz

gönderiyor. Bunlar, teker teker, her defa üçü- yardımiyle, bakirenin ırzına geçiyorlar.

Kızın bakireliği emindir; zira (Torkemada) onu &cresinde ebe kadırlara muayene ettirmiştir. ^

Kızın çığlıkları, kasvet mimarisi (Gotik) şatonun

293

taşlarını bir kat daha karartırken, (Torkemada) hangi duv gular içindedir?

(Konşitta) ve nişanlısına, kıl kadar ilerisi ölüm olan türlü işkencelerden , üstelik bütün şato

muhafızları¬nın tecavüzlerinden sonra bir emir:

«—Artık işkenceleri kesiniz ve (Konşitta) ile (pe. rez)i başka odalara kaldırıp yaralarını iyi ediniz

ve iyice besleyiniz! Üzerlerinde hiçbir işkence alâmeti kalmayın¬ca, bu Müslümanlık yardımcıları

ateşte yakılacaklardır!»

(Konşitta) ve (Perez)i, mevsimler boyunca, madde¬leri ve ruhlariyle törpüledikten, ezdikten,

paraladıktan sonra (Otodafe) isimli büyük işkence ve ateş töreniyle yaktılar. İki sevgili uzaktan

biribirini seyretti, biribirine gayret ve casaret aşıladı; ve bu dünyada hasret kaldıkları visali ötelerde

aramaya gittiler. Yardımcısı oldukları id¬dia edilen müslümanların imanından içlerinde bir zerre

bulunsaydı keşke... Gerçek visale gitmiş olurlardı.

Onlar, İspanya (Enkizisyon) mazlumlarının, unu¬tulmaz, bir çift sembolü...

İspanya (Enkizisyon)unun kızıl defteri, bu her cinsten vakalarla dolu... (Torkemada) ve emrindeki

vilâyet (Enkizitör)leri, İspanya'da ırz, mal , can, şeref, vicdan, fikir, en aziz insan malikiyetlerinin

hepsine bir¬den musallat...

İspanya (Enkizisyon)unun en büyük zulüm hedef¬lerinden biri de yahudiler...

(Torkemada) , 3 Nisan 1487 de Papa (8'inci İno-san)dan bir ferman kopardı:

«—Bütün krallar, hükümdarlar, prensler ve idare-çiler, yahudileri, yahudicileri ve onları

koruyanları k latacak ve (Enkizisyon a teslim edecektir!»

Ve «Gayet Hıristiyan» lâkaplı Kral (Ferdinand)ın ^erleri, Arapların elindeki (Maloga)yı

düşürünce.. Âdil müslümanların serbest tuttuğu yahudiler topyekûn (Enki-zisyon)un eline geçti.

Bilhassa, 7 erkek, 3 kadın ve 2 çocuktan ibaret 12 kişilik bir yahudi grubuna edilen zulüm,

akreplere bile lanet okutturabilir:

Yakalanmaları, yargılanmaları ve hüküm giymeleri bir saat bile tutmadı. Fakat kararın icrası çok

uzun sürdü. Zira bu «icra»nın bir (senfoni) ihtişam ve zevki içinde ye¬rine getirilmesi lâzım... Hem

de öyle olması lâzım ki, ar¬tık ateş oyunlarından usananlar, yepyeni bir manzara kar¬şısında zevk

ve şehvetlerinden bayılsınlar.

Bir papaz teklif etti:

—Onlara, Arapların kullandığı bir işkenceyi tatbik edelim!

—Neymiş o?

—Kamış işkencesi!...(Yalan iddia)

Ve anlattı.

Bayıldılar

7 erkek, 3 kadın ve 2 çocuklu 12 yahudiyi anadan doğma soydular, direklere bağladılar ve

karşılarına bir okçu kıtası dizdiler. Askerlere ince ve sert kamıştan, uç¬ları sivriltilmiş oklar

verdiler; ve asla öldürücü noktalara atmamalarım emrettiler. Okçular, zavallılara sonsuz bir işkence

halinde binlerce kamış yağdırdı. Patlayan gözler, yarılan yanaklar parçalanan dudaklar, delinen

memeler ve Jğne yastığına dönen karınlar... Üç saat, dört saat halk bı¬kıncaya kadar, çırılçıplak,

iğne yastığı vücutlara ok çekil¬di. İspanya yahudilerinin yine sembol mevkiindeki bu 12 Mazlumu

da, tam 24 saat can çekişerek, kıvranarak , de¬belenerek öldü.

İspanyolca:

«—Vamas a ver o encanavear los Judeos!»

294

295

—Yahudilerin kamışlarla delik deşik edildiğini gö¬receğiz!

. Diye bağıran İspanyollara benzer Türkiyede ve hiçbir devirde tek kişi bulunmamıştır.

ݺte:

«—Dspanya'da tek yahudi kalmadığı gündür ki, hu¬zurumu bulacağım!»

Diyen, tam 105.294 kurbanı içinde çoğu yahudi olan ve 78 yaşında yatağında geberen

(Torkemada)...

Ondan sonra daha neler geldi ve neler yapıldı, ne¬ler!...

Biz büyük mazlumlara, hususiyle fikir mazlumlan-na gelelim...

(MDKAEL SERVETÜS)

Bir (Rönesans) çocuğu... (Rönesans)ın tam maya-laşmağa başladığı 16'ncı Asrm başında İspanyada

(Ara-gon)da (1511) dünyaya geldi,. Pek genç yaşında memle¬ketini bıraktı ve (Tulûz)da hukuk ve

ilahiyat okudu. Aslî ve meslekî tahsili tabiblik.. Hattâ o, devrine-göre iyi bir doktor... Bazı iddialara

göre, vücutta kanın deveranını (Harvey)den evvel keşfetmiş...

Garplı tetkikçilere göre (Servetüs), macerasını ken¬disinden sonra göreceğimiz (Bruno)nun

sanatkâr ve filo¬zof dehasına malik değildir; fakat gerçek bir inceleyici, (ansiklopedik) bilgi sahibi,

genişliğine birçok mevzuu ku¬caklayan ve hepsinde bellibaşlı bir kavrayışa ulaşan coş¬kun bir

fikir adamı... (Rönesans) ile birdenbire fışkıran yenilik aşkının çıldırttığı ve hakikat kaygısından

ziyade kendi tasasına bağladığı, her şeyi devirici, inkâr edici meşrep...

Bu nokta üzerinde bir an durmamız, insan ruhunu . vrayıcı en nazik kanunlardan birine ve her

devirde ye¬nilik dâvalarının gerçek kıvamına kısaca dokunmak için..

Yenilik, hakikatin tâbi vasfıdır; ve tek başına müs¬takil 8aye olmaktan uzaktır. Ezelî ve ebedî

pörsümezlik vasfını zatında istihlâk eden mutlak hakikat, basamak ba¬samak kendisine yol veren

hakikatleri, yine kademe ka¬deme ileridekini geridekine üstün tutucu yeniliklerle mümtaz kılmıştır.

Fakat daima hakikatin zatına tâbi olan bu sıfat tek başına azizleştirilecek ve sırf «yenilik için

ye¬nilik» diye kıymetlendirilecek olursa, ulvî nispet ve ahenk bozulur ve her şey tersine döner.

Keyfiyet gürültü¬ye gider ve ortada hileli bir kemmiyet cümbüşünden baş¬ka bir şey kalmaz.

Biz bunca lâfı (Servetüs)ün şahsına veya mânasına bağlı olarak söylemiyoruz. Ondan sadece bir

vesile kaza¬nıyor ve görüşümüzü her devir ve oluşun şaşmaz kıstası diye ortaya atıyoruz.

belki

(Servetüs)ün devirmeye çalıştığı «eski», zaten dev¬rilmesi gerekenin tâ kendisiyken, getirmeye

çabaladığı «yeni» de hiçbir şey değildir. Yâni, ne mücerret bir «es-ki»nin nefsini müdafaa, ne de bir

«yeni»nin taarruz hak¬kı, (Servetüs) mevzuunda mevcut değildir. (Servetüs)ü sadece Ortaçağ

kilisesine ve onun topyekûn itikat ölçüle¬rine ve ruh haletine hücumu bakımından ele alıp,

karşılı¬ğında getirdiğinin üstüne elimizi kapayacak ve onu ara-mjyacak olursak, o vakit kendisini

tam hakikat safında Zarmedebiliriz. Ama o, bizzat hakikati tespit cephesinde "eğil, yalnız dalâleti

teşhir mevkiindedir, Biricik gayreti cle' ruhundaki yenilik iştiyakı. Çattığı şeyler, haksızlık ve

§erçeksizlik yerine bunların, zıddını temsil etseydi, o,

yine aynı adam olacaktı.

296 .

297

Şuradan anlıyoruz ki, başta tababet, (Astronomi) (Fizik), (Matematik), hukuk ,ilahiyat, hemen her

sahada korkunç bir ilim susuzluğu içinde avuçlarını her çeşme¬den doldururken, bunlardan

hiçbirinde gayeye ulaşama¬mış, sadece burnu havada, ne gördü ve öğrendiyse onun çürük tarafını

aramış ve üstüne yüklenmiştir. Ondaki ruh seciyesinin ana çizgisi budur; ve eğer bu ana çizginin

yö¬nelmekte haklı olduğu çürük hedefler varsa, bu hal, bir rast gelişten ibarettir.

Garplı bir mütefekkire göre, o:

«—Doğuştan kavgacı ve kendi kuvvetine güvenle dolu olduğu için (Sen Mişel-Mikael)in ejherha

ile olan savaşına yakınlık duyuyor ve ismini taşımak bakımından böyle bir (Mikael) olmayı

kuruyordu.»

Bütün hücumları (Skolastik)den gelen ilahiyatçıla¬ra ve donmuş kalıplara bağlı tabiblere karşı

oldu. Doktor¬ları, basit bir (ampirizm) içinde sıkışıp ileri fikir ve keşif hadlerine ulaşamamakla

suçlandırdı; ilâhiyatçıları ise -gayet yerinde hücum noktası—putçulukla itham etti. Fa¬kat ne geriye

doğru «Dbn-i Sına» ne de ileriye doğru (Klod Bernar) ve (Pastör) gibi tababette bir fikir ve keşif

ufku açabildi. İlahiyat bahsindeyse, yıkmaya savaştığı putlardan, namütenahi münezzeh ve

mücerrede geçip onun vasıfları üzerinde derinleşemedi. Olup olacağı, her sahada yenilik hırsiyle

tutuşan, kavgacı, gürültücü, aşırı hodbin, fakat halkın ayaklı kütüphane dediği tarzda bil¬giç,

cerbezeli ve yanlışları sezici bir tenkitçi seviyesine ulaşabildi. Onca, doktorlar insan vücudunu, iç

sırlarından gafil, mıncıklarken, ilâhiyatçılar da insan ruhunu altüst ediyor ve beşeriyetin başına belâ

oluyorlardı. Bir hakika¬te bağlı olmayan doğru tenkit...

(Servetüs) , çağdaşlarından birçoğu gibi yerinde duramayan, kendisini sabit bir zaman ve mekân

zarfı içinde tutamayan , sonsuz bir huzur arayıcılığı içinde ba¬sını taştan taşa ve şehirden şehire

vuran tiplerden ...

Bu seyahatlerde, yavaş yavaş etrafında peydahlan¬maya başlayan düşmanlar halkasının da rolü

var... (Ser¬vetüs) şehirden şehire geziyor ve sahte isimler de kullanı¬yor. En çok kullandığı takma

adı (Vilnov); «yeni şehir» manasına gelen bir ad... İspanyada, (Aragon)da, doğduğu kasabanın adı...

Şöyle bir seyahat yolu çizdi:

İtalya, İsviçre, Almanya, Fransa... Paristen (Orle-an) ve (Liyon)a geçiş... (Liyon) şehrinde o zaman

ilk matbaaların büyük örneklerinden birkaçı kurulmuş bulu¬nuyor. Orada bunlardan birinde

musahhihlik yaptı ve (Ptoleme)nin meşhur «Coğrafya»sının basılışına nezaret etti. Oradan yine

Paris ve bir müddet (Matematik) ve (Astronomi) hocalığı....

İlahiyat bahsinde evvelâ protestanları kucaklarken sonra öyle noktalara vardı ki, katolikler kadar

onlara da giran gelmeye başladı. Protestanlar (Reromcular), ona, bir ilahiyat anarşisti göziyle

baktılar. O, dolaştığı her yerde kavga çıkardı. Nihayet Fransada (Sarliyö) kasabası¬na yerleşti, ve

orada, hasımlarından yılmışçasına ismini silmeye çalıştı ve yalnız (pratisyen) tabiplikle uğraştı.

Ama tez zamanda sükûn onu boğar gibi oldu, ye¬rinde oturamadı. Parise fırladı ve orada

(Astronomi)ye ait Wr kitap neşretti. Bu kitap, baştan başa, Heyet ilminin ki¬lisece yasak edilmiş

bahislerini ele alıyordu.

Takibe uğradı, kaçtı ve (Dofien) havzasında (Vi-yen) kasabasında işi yine doktorluğa döktü. Bu

kasabada adı (Vilnör)dür ve işi yalnız hekimlik... İyi de kazandı ve tor müddet sükûn ve refah

içinde ömür sürebildi. Havza-nın baş piskoposiyle de ahbap oldu.

298

299

Fakat rahat durabilir mi?

Sahte isimle hekimlik ettiği, iyi kazandığı, herkes¬çe sevildiği ve başpiskoposunun dostu olduğu bu

muhitte gizli gizli meşhur eserini kaleme alıp bastırmaktan ger kalmadı:

(Christianismi Resuitutio - Hristiyanlığın ıslahı)..,

(Servetüs), ana eseri olan ve bugün dünyada yalnız 3 nüshasının bulunduğu söylenen kitabında,

fikirlerini açıkça ve büyük bir cür'etle ortaya attı. Kilise ibadetinin bütün heykel, resim ve

müşahhas şekillerine hücum edi¬yor, bunları saçmalık olarak gösteriyordu. Selim duyguyu inciten

itikatları düpedüz akıl ölçüsüyle yıkıyor, fakat (metafizik-fizik ötesi) hiçbir itikat esası

çizemiyordu.

Bu hücumlar, katolikleri küplere bindirdiği kadar Protestanları da kızdırdı. Bilhassa İsviçrede

bildiğimiz Protestanlık mezhebini yayan (Kalven)i kudurttu. (Kal-ven) onda, herhalde, kendi

yapmak istediğinin mübalâğalısını, başka bir nevini ve bir esasa bağlı olma¬yanını görüyordu. Ama

buna rağmen onu himaye edebilir ve aralarında bir yakınlaşma arıyabilirdi.

Ne gariptir ki, (S'ervetüs)ü (Enkizisyon) değil, (Kalven)in mahkemesi ateşe sürüklemiştir.

(Servetüs), gerçekten bir garibe olarak, evvelâ (Enkizisyon)a yakayı kaptıran, fakat ondan

sıyrılmayı bilen, derken sözde hür fikirlilerin eline geçen, ama onlardan 'kurtulamayan ve onların

eliyle ateşte yakılan anlaşılmaz bir encamın sahi¬bidir.

ALEVLER İÇİNDE

Kitap çıktı; ve bildirdiğimiz gibi, Fransadakiler-den, ziyade İsviçredekileri öfkeye boğdu.

(Kalven)ciler, (Viyen) şehrine gönderdikleri bir mektupla, katoliklerin

asıl olup da böyle bir esere göz yumduklarından şikâyet ettiler- Hâdise o ruhanî mıntıkanın

(enkizisyon) mahke¬mesine sunuldu. (Vilnöv) ismiyle geçinen (Servetüs) 4 pfean 1553'de

yakalandı.

Delil bulmakta, belki de baş piskoposun himayesi yüzünden, zorluk çektiler. Delil, kitabın

içindekilerde de¬şil de, onun (Servetüs) tarafından yazılıp yazılmadığını tespitte... Zira o zamanlar

kitap neşri, bugünkü gibi, her bakımdan açık hüviyet belirtici şartlar altında değildi. Ne basıldığı

memleket, ne matbaa belli; ne de yazan ve ya¬yan....

Müelliflere karşı müthiş bir sürek avı açılmış oldu¬ğu için, onlar da bu hilelere sapıyorlar ve

hareketleri makbul sayılıyordu. Anlaşılıyor ki, (Christianismi Resiti-tutio)nun üzerinde, ne

muharrir, ne matbaa, ne memle¬ket, hiçbir işaret yoktu. Fakat (Kalven) bu ispat işini, uzaklardan tâ

Cenevreden, din işleriyle meşgul bir fikir adamı gibi değil, gayet âdi bir hafiye taktiği içinde yerine

getirdi. Vaktiyle (Servetüs)ün kendisine yazdığı mektup¬ları (Enkizisyon)a gönderip kitapla

mukayeselerini istedi ve bunda hiçbir vicdanî tereddüte düşmedi.

(Reform) elebaşılarından (Kalven), (Servetüs)ün, tamamiyle hissî plânda can düşmanıdır. Onun

için «şu hilekâr köpek!» tabirini kullanır. «Kilise Müessesesi» isimli eserinde, (Servetüs)e duyduğu

kinin izleri sahife-ler tutar. Bir mektubunda da «yufka yürekli» diye tarif et¬tiği bir adamın

(Servetüs) için:

«—Parça parça edilmeye ve bağırsakları dökülme¬ye müstahak!»

Dediğini kaydeder.

(Kalven) fikrî olmaktan ziyade hissî sebeplerle bu

300

301

kadar uzaklık duyduğu (Servetüs)ü tepesinden tırnağm. kadar «şeytanî suçlar» içinde gösterir ki, bu

gayretleri" içinden, din yenileyiciliği bahsinde korkunç bir istirka tüttüğü de inkâr edilemez.

(Servetüs)ü kendisine en bü¬yük düşman gösteren saikler arasında (ideal) aykınhğm_ dan fazla

nefsâni güdülerin sırıttığı, bir gerçektir.

ݺte, her biri kendince din yenileyicisi (Kalven) ve (Servetüs) hâdiseden 6-7 yıl evvel mektuplaşan

iki dost namzedidir. Daha doğrusu, devrin (reform) üstadına mek¬tup üstüne mektup yazan

(Servetüs)dür; ve (Kalven)i kendisine çekmek, fikirlerine kendisince düzeltmek için elinden geleni

yapmış, içini samimiyetle dökmüştür. (Kalven) ise en keskin nefret hissiyle baktığı bu adamın

mektuplarını saklamış ve işte ikisinin de müşterek düş¬manları Katoliklere teslim etmekten

çekinmemiştir.

Her şeye rağmen (Enkizisyon) , Katolikliğin tah¬rip edicisi (Servetüs) hakkında, öbür tahrip

ediciden ge¬len vesikalara fazla degerwermiyor; tutuk bulundurduğu fikir adamını fazla sıkmıyor,

o da bir kolayını bulup kaçı¬yor. (Enkizisyon) onun arkasından gıyabî bir hüküm ve¬riyor, kendisi

olmayınca resmiyle kitaplarını (Viyen) çar¬şısında yaktırmakla kalıyor.

Kader isimli o namütenahi ince ve akıl üstü ilâhi irade mimarîsinin nispet cilvesine bakın ki,

(Servetüs), zindandan kaçtıktan sonra, sığınılacak yer olarak, doğru¬dan doğruya yakılacağı ateş

mıntıkasına, Cenevreye, ra¬kibi (Kalven)in kucağına düşmekten başka bir yol bula¬mamıştır.

1553 yılının 12 Ağustosunda Cenevreye geldi ve rada «Altın Gül» hanına indi. Ertesi günü de

tanındı ve aralandı. Tahrik (Kalven)den... Bizzat itiraf eder :

«—Fesat maksadiyle yolu buraya düşmüştü. Teşvi¬kimle, şehir meclisi âzasından biri onun

tevkifini emretti. Su noktayı da açıklamalıyım ki, inatçı, vahşi ve etrafa bu¬laşıcı hastalık yayan bu

adamı elimden geldiği kadar ce¬zalandırmaya çalışmak vazifemdi.»

Bir davacı bulmak gerektiği için, (Lâfonten) isimli ipleri (Kalven)in elinde bir kukla buldular. O

zamanki İs¬viçre kanunlarına göre bu adam da (Servetüs) ile beraber zindancıya teslim edildi. Ya

iddiasını ispat edecek, yahut ettiği isnadın cezasına kendisi çarptırılacaktır. Yine ka¬nun gereğince,

suçlu ile beraber sorgu heyetinin huzuruna çıkacak...

Bunlar hep oldu. (Servetüs) aleyhinde bir sürü maddeli bir ithamname tertiplendi. İthamnamenin

37'inci maddesinde, (Servetüs)ün (Kalven) aleyhindeki fikirleri bile suç olarak gösteriliyordu.

15 Ağustosta dâva görülmeye başladı.

En garibi, bir iki celse sonra bizzat (Kalven) ortaya çıkarak, perde arkasından idare ettiği davacı

tarafın açık¬ça temsilciliğine başladı ki, bu hiçbir adalet ölçüsüne sığ-dırılamazdı. (Servetüs),

hakkındaki küfür ve râfizilik it¬hamını, g°ya mahkemeye karşı defetmek mevkiindeyken, onlardan

(Kalven)e hesap vermek zorunda bırakıldı.

(Kalven), bir alâkalıya yazdığı mektubunda:

«—Verilecek cezanın en aşağı idam(!) olacağını umarım!»

Diyordu. ݺ bu kadarla da kalmadı; 5 Eylül celse¬sinden başlayarak (Kalven)in, âdeta mahkemenin

yerini ^Idığı ve sanığın sorgusunu bizzat idare etmeye koyuldu-§u> asıl vazifelilerin de

mukavvadan kuklalar halinde va-ziyete seyirci kaldığı görüldü.

302

303

Bu vaziyet, Ziya Paşanın:

Kadı ola davacı ve muhzir dahi şahit,

Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?

Ölçüsüne tam uygun...

(Servetüs) bu levha karşısında öyle sarsıldı ki, avaz avaz haykırdı;

«— (Simon Magüs)ün bir çırağından başka bir şey olmayan, kendi kendisine (Sorbon) doktoru

unvan ve payesini veren, kendi keyf ve nefsine göre her fikri suç¬landıran bu mağrur adamın

küstahlığına hayret ediyo¬rum!»

Mahkeme bu işde İsviçre kilise ve rahiplerinin top¬lu reyine müracaata karar verince de (Kalven)

bunları te¬ker teker elde etti ve şu hükümde birleşmelerini sağladı:

«—Kâfir, râfızî, cemiyete zararlı adam!...»

Mahkemede bazı üyelerin, işi bir de İsviçrenin 200'ler Meclisinden geçirmek gayretleri boşa gitti ve

26 Ekim günün hüküm çıktı:

«—Sanık (Mikael Servetüs)ün aleyhinde açılmış olan dâvanın zabıtlardaki özetleriyle tarafların

mahkeme huzurundaki iddia ve müdafaları incelendikten sonra dâvâlının büyük suçu ve din

noktasından küfür belirten hareketleri sabit olmuş ve kendisinin (Şampel)e götürüle¬rek diri diri

yakılmasına, bu ilâmın yarın infaz mevkiine konulmasına ve suçluya ait kitapların da kendisiyle

bera¬ber ateşe atılmasına karar verilmiştir. »

(Servetüs) hükmün karşısında evvelâ sendeledi, sarsıldı, sapsarı kesildi, yere yığılacak gibi oldu.

Fakat çarçabuk kendisini topladı ve gülümsedi. Peşinden mü¬nezzeh Peygamber Hazret-i İsa'yı

«Ebedî Allanın oğlu» diye anarak ondan şefaat istedi.

(Şampel) in yüksek bir yerinde, alevleri çok uzak¬tan görülebilecek gibi bir ateş yaktılar.

Bir Avrupalı hukuk mütefekkirine göre:

«—Bu alevler, orada , o günden beri hep görünür ve hep görünecektir...»

Bu ateşin etrafım perdeleyen ve hiçbirinde en kü¬çük merhamet ve hassasiyet gölgesi bulunmayan

binlerce hissiz surata karşı (Mikael Servetüs)ü , her noktasından havaî fişekler sıçrayan bir

donanma meşalesi halinde yaktılar.

Ölüm saçan kilise öyle bir şeydi ki, kendisine karşı çıkanlar arasında bile ölüm saçacak kadar beşerî

iman duygusunu zedelemiş ve aziz mânaları ayıklanamaz hale getirmişti.

Buna rağmen, (Servetüs) her taraftan görülecek alevler içinde yağlı bir çıra gibi yakılırken Doğu

kıtasın¬da hüküm yürütenler hâdiseyi görmüyor, aziz ve ebedî mânaların merkezini onlara

gösteremiyor ve yine orada hazırlanmakta olan büyük akıl hamlesini kendisine mal edemiyordu.

(CDYORDANO BRUNO)

Uyanış devrinin meydana getirdiği en büyük felsefî tefekkür âbidesi...

Avrupalı (Ciyordano Buruno)yu böyle görür. Fikri sadece fikir olarak ele alırsak, biz de teslim

ederiz ki, o, gerçekten , bir (Rönesans) heykeltraşı mesleğinde neyse, fikirde odur.

Ayni zamanda şair...

1550'de İtalyanın şimal garbında, (Kalâbriya)da (Nolâ) şehrinde doğdu. Bir asker olan babası onu

kendi Mesleğine çekmek isterken, o, (Dominiken) papazı oldu.

304

305

Sırtında siyah papaz cübbesi, henüz bıyıkları terlerken, 0 türlü beyin terlemelerine uğradı ki,

etrafına yağdırmadı»! sual, «neden?» ve «niçin?» kalmadı; ve hocaları hemen hükmü bastırdılar:

«— Bu gençte râfiziliğe istidat var!» Bu hep böyle giderken, ufak tefek disiplin cezala¬rından

sonra iş (Enkizisyon) mahkemesine kadar götürül¬dü. Hakkında iki dâva açılmıştı.

(Bruno) takiplere aldırmadı ve başını aldığı gibi İtalyadan çıktı, gitti.

Ortaçağ bir zulmet dehlizidir. İçinde bütün Garp dünyasının mahpus kaldığı, giriş ve çıkış yollarını

kay¬bettiği bir tünel... (Rönesans)a gelince, ellerinde akıl kaz¬maları, bu tünelin cidarlarından ışık

sızdırmaya ve hayata yol aramağa çalışan insanların hamlesi... Artık kazmalar inmeye başladıkça,

oradan bir delik, buradan bir geçit, surdan bir kapak açılmaya; ve oradan bir pırıltı, buradan bir

işaret, şuradan bir hava belirmeye başlamıştır. Ameri¬ka keşfedilmiş, matbaa ve gravür icat

olunmuş, dünyanın dönüşleri anlaşılmış, maddenin sınırları görülmeye başla¬mış, kilisenin başlar

üzerinde kurduğu kümes çatısı yıkıl¬maya yüz tutmuştur. Bu, bir zaviyenin iki çizgisi arasında

gittikçe açılan mesafe şeklinde her ân yükselen bir ümit, tecessüs, şüphe ve tahkik çığırı.. Biricik

farikası da, (Ser-vetüs) bahsinde dokunduğumuz ve bazen hakikat kaygısı¬nın üstüne çıkarıldığını

gördüğümüz yenilik ihtirası...

ݺte (Bruno), intibah devresi denilen (Rönesans )a ait bir oluş kıvamının adamakıllı tuttuğu ve tesiri

her ya¬na dağıttığı bir hengâmede yetişti; ve fikirde bu gidişin en ileri safına geçmek istedi.

Birinden 80, öbüründen 100 sene farklı olduğu (Spinoza) ve (Lâypniç) üzerinde büyük tesirleri

olduğu kaydedilir. Küçük yaş farklariyle kendi çağının adamları olan (Beykın) ve (Şekspir)

üzerinde de damgasını bulan¬lar vardır. Meselâa (Şekspir)in «Fırtına»sında ve hususiy¬le

«Hamlet» piyesinde, (Bruno)nun şiirlerindeki derinli¬ğine tahassüs ve (mel,nkoli) edasına

benzerlik, keskindir.

(Bruno) da fikir ve his, düşünce ve şiir, ikisi de mücerret idrak aleti makamında öyle sarmaş

dolaştır ki, birbirinden ayıklanamaz; belki birbirinden kuvvet alır. Cins kafalara hâs olarak ondaki

teşbih, istiare, mecaz de¬hası, gerçekten harika...

Başı yanlış bir ameliyenin sonu da yanlış olacağı bedahetine ait şu buluş ne güzel:

«—Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince öbür¬leri de yanlış gider...»

(Enkizisyon)un takibi üzerine memleketinden çık¬tıktan sonra gezmediği yer kalmadı. O devrin sık

sık rast¬lanan seyyar âlimlerinden biri oldu. Her gittiği yerde dev¬rinin kabalığını, insanoğlunu

bekleyen fikir inceliklerini anlattı; «eski» ye tutunmak isteyenleri devirmeye ve son¬suz fikir

tecessüsünü uyandırmaya savaştı. Cenevre, Tulüz, Paris, Oksford, Marburg, Prag, Franfurt'u hep

gez¬di- Biraralık Pariste dersler verdi; ve taarruz hedefi olarak karşısına, biraz evvelki tabirimizle,

fikre bir kümes çatısı kurmuş olan kilise (Skolâstik) fikriyatını aldı. Hiçbir yer¬de duramadı,

boyuna dolaştı, boyuna inceledi, düşündü Ve yazdı. O zamanlar Orta ve Doğu Avrapası aydınlar

di-1 Lâtince olduğu için hiçbir yerde lisan ve mevzu yadır¬gamasına uğramadı. Sürü sürü düşman

edindiği kadar de-met demet dost da kazandı. Fransa Kralı (3'üncü

306

307

Hanri)nin gözdesi oldu. 1583-85 arası İngiltere'de kaldı ve birçok dost sahibi oldu. Bu arada

(Beykın) ve (Şeks-pir)'i tanımış olabilir.

Ahmaklığa ve cahilce bilgi gururuna hiç tahammü¬lü olmadığı için biraz da muhitini kırıyor ve

hiçbir yerde kendisine sabit bir yuva bulamıyordu. Böyleyken kendi nefsinin cahil gururunu

kıramıyor ve bir mektubunda kendisini (Oksford) Üniversitesine şöyle takdim ediyor¬du:

«—Her keşten daha duru ve gerçek bir öğretim gösteren ve başlıca Avrupa üniversitelerinde

tanınmış olan bir profesör... Fikirleri hep doğrulanan ve her yerde saygıyla kabul gören bir filozof...

Uykudaki fikirleri dür¬ten ve nefsini beğenmiş ve bâtılda karar kılmış cehaleti yola getiren bir

üstad... Her bakımdan umumî bir insan sevgisi talim eden ve kimseyi kimseden ayırd etmeyen bir

zat... Yalnız akıllı ve samimilerce sevilen ve riyakârlar ve budalalar tarafından tiksinilen bir

şahsi¬yet...»

Onun boyuna meçhulü tırmalayan ruhu ve her ân sarhoş kafası , (Metafizik) sahada hayli uzaklara

vardık¬tan sonra kırılan ve yarı yolda kalan mahzun bir projek¬tördür. Sonsuz meçhuller

denizindeki kurtuluş odasına ulaşamayan bir projektör...

Bir şiirinde, dâvaların dâvası ölümü ne derin kur¬calar:

«Öleceğim...

Ölümle dolacağım...

Biliyorum!

Gerçek!

Fakat bilmek istiyorum:

Ölümle boy ölçüşebilecek hayat nedir?»

(Kopernik)le başlayan bilgisizlik içinde feza bilgi¬si, sayılmaz adet ve ölçülmez buud, insan

başının üstünde yükselen âlemlerin sınırsızlığı (Bruno)da bir nevi (mistik) bir vecd doğuruyor;

adetâ (Bruno) , insanoğluna lâyık kâinatı bulmuşçasma ulvî bir neşveye kapılıyordu:

Bir Alman fikircisine göre:

«—Ona öyle geliyordu ki, kâinatın sının sonsuza kadar genişletileceğe ve sabit sanılan küreler yok

edilin¬ceye dek insanoğlu serbest nefes alamamıştır. Bundan sonra da fikrin cevelânına engel

olabilecek engel kalma¬mıştır. (Dşte, hepsi bu kadar, bundan ötesi yok!) sözüne ar¬tık paydos! Eski

inanışların insan düşüncesini içine tıktığı zindan artık kapılarını açmış, yeni bir hayatin açık

hava¬sına yol vermiştir.»

Bütün rolü nefes borusuna saman doldururcasına fikrin ağzı üstüne çöreklenmekten ibaret kiliseye

karşılık, bir de İslâmiyetin, insanı ardsız arasız namütenahi sırlar boyunca fikretmeye memur kılan

vazife ölçüsüne dikkat edelim:

Kur'ânında Allah, insanı eşya ve hâdiseleri teshir etmek için yarattığını bildirirken, Resulûu de

şöyle buyu¬ruyor:

«—Yarâbbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!...»

BELÂ MINTIKASI

Bruno, kendisi üç yaşındayken yakılan (Servetüs) Sibi, belâ mıntıkasına öz ayağıyla gitti. Napoli ve

Ro-ma'ya değil de Venediğe... Vaktiyle hakkında iki dâva açıldığı için kaçtığı memleketlere

gitmemiş olsa da, ora-arla yakın münasebette ve aynı ülke bütünü ve ruh hav-2ası içinde bulunan

bir yere de gitmemesi lâzımdı. O

308

309

böyle düşünmedi. Sandı ki, Venedik, İtalya'da serbest ilim ve fikri koruyan biricik yerdir ve hattâ

bu bakımdan kucağında nice zıt cereyanlara bağlı insanları barındır¬maktadır. Venedik, o zamanki

Avrupaya göre, hürriyet ve adalet bakımından en emin muhittir.

Feci surette aldandı.

Onun İtalya'ya dönüşünü, Venedik vasıtasiyle yeni Papaya bir eserini ithaf etmek ve kiliseyle

barışmak iste¬diğine atfedenler de vardır. Hattâ bir talebesi tarafından davet edilerek tuzağa

düşürüldüğüne kadar da gidilir. Bu talebe güya (Enkizisyon)la alâkalıymış... Hey neyse...

Vuzuhsuz ve sistemsiz, sanatkârca buluşlarla dolu, devrinin ananevi modası kuru (Aristo)

mantığına ve (Skolâstik) Hıristiyan ideolocyasına düşman, Eflâtuna kadar uzanan bir (idealizm)

temayüliyle madde ve eşya üstü bir vahdet görüşüne tutkun bir felsefe sahibi (Bruno)

1591 sonbaharında Venedik'te...

1592 ilkbaharında da tevkif edildi. 25 Mayıs 1592 günü (Enkizisyon) huzurunda...

Davanın resmî zabıtlarında şekil ve şemaili şöyle:

«—Orta boylu, kumral sakallı, kırk yaşlarında ka¬dar görünen bir adam...»

Yani sarı çizmeli (Ciyardano Bruno) ağa...

Eserlerin sorgu müessesesi tarafından uzun bir tah¬lil ve tefsirinden sonra sual:

—Bütün bu râfizice fikirlere karşı ne dersiniz?

«—Bunlar benim felsefi kanaatlefimdir; onları ka-tolik akidelerine hücum etmek için yazmadım!»

(Bruno)nun gayet dik ve cesur bir eda ile başlayan müdafaaları, kınla kınla o hale geldi ki, 30

Temmuz

1592 günkü son celsede o, artık bir insan değil, ne derler¬

se kabul eden bir ruh pıhtısıydı. Ona herhalde ruhunu ka¬

maştıran ve fikir gücünü iflâs ettiren bir şey yapılma11 ?

Zulmün, ipten, kurşundan , satırdan, ateşten beter, bu iç111

310

? 0 öldürme şekli, o ateşli (Bruno)yu kül etmiş ve ruhu-0 her zillete eğmişti:

«—Râfizîliğimden şüphe edilmesine fırsat ve ^ân verdiğimi kabul ederim! Şunu da belirtirim ki, bu

halden daima vicdan acısı çektim ve içimi düzeltmek ni¬yetini besledim.»

Daha fecisi var:

«—Dşlediğim günahların affını, siz asîl efendile¬rimden , alçak gönüllülükle niyaz ederim!»

(Bruno)nun bu düşkün tavriyle biraz sonra Roma (Enkizisyon)u karşısında takınacağı kahramanca

edayı barıştırmaya imkân yoktur. Onun içindir ki, Venedikte kendisine, ruh iffetini düşürücü

dâsitanî işkenceler tatbik edilmiş olmasına hiçbir tarihi kayd bulunamadığı halde, büyük ihtimal

veriyoruz.

(Bruno), belki bu alçalma yoliyle canını kurtarabi¬lecekti. Fakat 17 eylül 1592 tarihinde Roma

(Enkizis-yon)u onu resmen Venedik'ten istedi:

«—Sanık bir Venedik tebaası değildir. Kendisinin, Napoli ve Roma'da vaktiyle aleyhine açılmış iki

dâva vardır. Bu bakımdan suçlarının birleştirilerek, bağlı oldu¬ğu yerde görülmesi lâzımdır. »

Venedik Senatosu uzun müzakere ve münakaşalar¬dan sonra (Bruno)yu Roma'ya götürülmek üzere

Papanın murahhaslarına teslim etti.

(Bruno)nun izini 16'ncı Asrın son yılına kadar , 7-8 senelik müddet içinde tamamiyle kaybediyoruz.

Bu uzun zamanı sadece zindanda geçirdiğini bildiğimiz filo-z°f, nasıl bir ruhî hayat sürmüş ve

hangi noktalara ulaş¬mıştır? Tamamen meçhul!.. Ayrıca, bu kadar zaman bir tenara atılıp

unutulmasındaki sebep nedir? O da meç¬hul!... Bu hususta hiçbir tarihî işaret mevcut değildir.

Onu birdenbire, 1600 senesinde (Enkizisyon) hu-Zurunda ve yanan odunların üstünde görüyoruz.

311

Kendisine, düşünüp taşınması ve fikirlerini düzelt¬mesi için 40 günlük bir mühlet veriliyor. Fakat

o, dönece¬ğini vâdettiği fikirlerinde yine ısrar ediyor. Tekrar 40 gün mühlet... Yine açıkça bir

dönüş yok düşüncelerinde. (Enkizisyon)a, (Bruno) tarafından oyalandığı hissi geli¬yor. 8 Şubat

1600'de (Enkizisyon) başhâkimin sarayına getiriliyor. Orada, yaşta, bilgide, tecrübede en ileri

kardi¬naller, hâkimler ve hükümet mümessilleri hazır... (Bru-no)ya diz çöktürülüyor ve bu

vaziyette karar dinletiliyor. İlâmda , (Bruno)nun hal tercümesi, macerası, fikir kay¬nakları, eserleri,

felsefesi, kendisini nedamete çekmek için gösterilen alâka ve onun bunları inatla reddedişi, hep

yazılı... Bütün bunlardan sonra (Bruno), Hıristiyanlık top¬luluğundan koparılan ve aforoz edilen bir

uzuv olarak ateşte yanmaya mahkûm edilmiştir.

İlâmın heybetli bir dille okunması sona erince, o, Venedik Mahkemesinin sefil ve âciz (Bruno)su ,

ayağa kalkıyor, pırıltılı elbiseleri içindeki kardinalleri ve ku¬mandanları nefret ve hakaretle

süzüyor ve salondakilerin üstüne tavanı indiren bir sesje onlara hitap ediyor:

«—Hâkimler! Siz, aleyhimdeki bu kararı, onun ba¬na saldığı dehşetten daha büyük bir korku

içinde veriyor¬sunuz!»

Hemen muhafızlar üzerinde atılıyor, onu yaka paça tutup zindana götürüyorlar.

Rivayete göre «acaba pişman olur da tövbe eder mi?» gibilerinden sekiz gün de bu vaziyette

bekletiliyor. Tavrında hiçbir nedamet eseri yok... Büyük merasimle sokaklar dolup taşıyor, meydan

üstüste binmiş insan kel¬leleriyle doluyor, (Vezüv) Yanardağının maketi halinde bir ateş yakılıyor

ve filozof getiriliyor. Baltalı askerler arasında, gezmeye çıkmış gibi rahat ve sakin , yürüyor, ateşin

üstüne çıkıyor, evvelâ bir duman bulutu içinde kayboluyor, sonra dudaklarını ısırarak iki büklüm

n

dğından başka birşey görülmüyor. Yalnız müthiş bir sah-ne: Kendisine bir haç gösteriliyor; ve o

bunu, başının sert İjjr hareketiyle itiyor, istemiyor.

Ya odun yığınının üstünde, ya ondan biraz evvel söylediği söz:

«—Ben savaştım ya; bu yeter! Zafer kaderin elin¬dedir. Ben ne olursam olayım ve zafer kime

nasip olursa olsun, gelecekteki nesiller tasdik edeceklerdir ki, (Bruno) ölümden korkmadı, miskin

ve ölü bir candansa canlı bir ölümü tercih etti!»

(Bruno), küçük bir alçalma buhranı geçirdikten sonra zulme karşı yükselmeyi bilmiş ve kendisini

takip eden (Galile) nin sefaletine düşmemiştir.

(GALDLE)

Asıl ismi (Galileo Galilei)... Fransız ağziyle (Gali¬le)... (Rönesans)ın kemal çığırı 16'ıncı Asrın

ikinci yarı¬sında yetişti. (1564-1642)... Müspet bilgi tefekküründe devrinin en büyük adamı...

Cisimlerin düşüşünde sukut kanununu, eşyada ata¬let kanununu, zaman ölçüsü bakımından rakkas

prensipi-ni ve hareket bütünlüğü ölçüsünü keşfeden riyaziye ve fi¬zik dehâsı.. Daha birçok müspet

bilgi sahasında olduğu gibi Heyet (Astronomide de temel bilgilerden. 1609'da Venedikte ilk

teleskopu yaptı, ayın hareketlerini riyazî müşahede usulüyle tespit etti ve (Kopemik)in âlem üze-

nndeki bazı görüşlerini gerçekleştirdi.

ݺte âlemin sadece fizik cephesi üzerinde derinle-5en, yalnız bu cepheden eşya ve hâdiseleri

inceleyen, Şöylece eşref mahlûk insanın en şerefli melekesi akıl "akkını temsil eden ve din

bahsinde hiçbir cephe tutma-

312

313

mış olan Galile, bu faaliyetinden de râfızî mi sayıla. çaktır?

Evet!

Fazla hiçbir izah beklemeden ölüm saçan kiliseyi anlayınız!

(Galile), ölüm saçan kilisenin (Enkizisyon) cellâdı tarafından ateşe atılmadığı, sadece onun maddî

ve manevî binbir azabını yaşadığı halde, kendi şahsında ateşe atılan ilim, akıl ve şeref hakkı

bakımından, mevzuunu, büyük bir mazlumluk dâvası diye ele almaya mecburuz.

Abeslerin protesto edicisi ve sâf akıl müdafaacısı (Lûter)in bile «bütün Heyet ilmini allak bullak

etmek is¬teyen şu deli Kopernik!» diye bahsettiği adam, güneş manzumesi üzerindeki keşfiyle,

İlahî hikmetleri, kendi öz vasıfları olan sonsuzluğa irca ederken, birçokları korku¬dan küçük

dillerini yutmuşlardı. Çünkü karşılarında, son¬suz hikmetleri papaz nefsaniyetinin tavla zarı

buutlarına indiren ve ilerisini yasak edip dinsizlik sayan kilise vardı. (1543)de ölüp (De

Revolutionbus Orbium Coelestium Libri) isimli eseri aynı sene içinde basılan (Kopernik) bu belâyı

atlatmıştı ama, ileriye sürdüğü fikirlerin benimsen¬mesi belâsı devamdaydı. (Galile)nin teleskopu

bu davayı gerçekleştirince, artık hakikat, kursağa gizlenir, gibi bir şey olmaktan çıktı ve hakikat

adamını patlatacak gibi bir hal doğdu.

Buna rağmen (Galile) her şeyi doğrudan doğruya söyleyemedi. Zamanında birçok kimsenin yaptığı

gibi te-villi beyanlara kaçtı. Yol üçtü: Ya ölümü göze alıp söyle' mek, ya susmak, yahut dolambaçlı

konuşmak... Son şek" riyakâr tavır, herkesçe biricik metod... Zulmün karşısına8 hile...

Mücadeleci bir seciye taşımayan ve (Enkizis-yOn)un ne mal olduğunu bilin (Galile), her türlü

ihtiyatına rağmen bir noktada boş bulundu; 1613'de (Kopernik) sis¬imi hakkında görüşlerini,

birine, mektupla bildirdi.

1611'de Romaya gelmiş, eski Heyetçilerin düş¬manlıkları, üzerinde olduğu halde Papa tarafından

neza¬ketle kabul edilmiş ve kardinallerin alâkasını çekmişti. Fakat her şey karanlık ve dolambaçlı

bir ifade içinde...

1615 başlarında, arz küresinin hareket etmekte ol¬duğuna dair (Kopernik) sistemini doğrulayıcı

mektubu, kendisini çekemeyenler tarafından (Enkizisyon)a sunul¬du.

(Galile)nin, sadık bir talebesine yazdığı bu mektup, bir yerde talebenin müdafaa ettiği fikirler

üzerine ve iti¬razlara cevap olarak yazılmıştı.

Mektupta deniliyordu ki:

«—(Kopernik) sistemi, gerçeğe tam uygun olduğu gibi, İncil hükümlerine de aykırı değildir.

Mukaddes Ki¬tap hükümlerinde hata olamaz ama , onları izah ve tefsir edenlerin kafasında

olabilir.»

Ve, daima şaşmaz bir hikmet ölçüsü değerinde şu anlayışı ileri sürüyordu:

«—Kasda değil de, kelimelerin kabuk delâletine takılıp kalanlar, içe nüfuz edemeyenler, kendi

vehimlerini hakikat sayabilirler.»

Ve bir kardinalden şu sözleri naklediyordu:

«—Ruh-ül kudüs bize göklere mânada nasıl gidile¬ceğini öğretir; göklerin maddede nasıl gittiğini

öğret¬mez!»

Ve topyekûn hakikate karşı papaz tasallutunun su-ratına bir tokat gibi inen şu ölçülere geçiyordu:

«—Eğer ilahiyat ilmi yalnız en yüksek meselelerle uğraşıyor ve üstün selâhiyeti sayesinde

yürüttüğü hüküm-ranlık vasfiyle daha aşağı ilimlere tenezzül göstermiyor-

314

315

İi

sa, bilmediği ve incelemediği işlerdeki selâhileti de ehli¬ne bırakmalıdır. Zira bu, mutlak bir

hükümdarın, kendisi ni tabip veya mimar olmadığı halde böyle sanması ve bu¬na göre hastalara ve

ev yaptıracaklara emir vermesine benzer.!»

Ve ilâve ediyordu.

«— Ben, eşya ve tabiatı kuşatan ve hislerimizin açık şahitliği ve ilzam edici ispatlarla meydana

çıkan hü¬kümlerin, tamamiyle zıt yönden Mukaddes Kitaba zorla mal edilmesine, akıl ve hikmete

uygun bir iş diye baka-mam!»

(Galile)nin bu sözlerinde, dinî hükümleri kör nef-saniyetine ve kısır idrakine indirmek bakımından

ham ve kaba softanın mücerret planda mükemmel bir tarifi var¬dır.

Fakat onun mektubundaki şu son sözler, papazlar-ca İncil'e karşı tam bir kayıtsızlık manasında

kabul edil¬meye müsaittir:

«— İncil hükümlerini doğru veya yanlış kılmak, onları olduklarından başka türlü göstermek ve

değiştir¬mek, hiç bir mahlukun iktidarı dahilinde değildir.»

(Galile) bilemezdi ki, İncil zaten tahrifçilerin elin¬de asliyetini kaybetmiş ve şimdi de papazların

kafasında kayıp üstüne kayıba uğramaktadır.

O, İncili, bozulmamış bir bütün farzediyor, böyle olunca hatasız olacağına hükmediyor, fakat «onu

doğru kılmak da kimsenin elinde değildir!» demekle onda so¬rumsuz bir yanlışlık ihtimalini kabul

ediyor. Mutlak doğ¬ruyu ona bağlıyamıyor ve kendi aklına ondan fazla bağlı olduğunu ve öbür

sözleri hatır için söylediğini belli edi¬yordu.

(Enkizisyon) hemen büyük tetkikçiye pusuyu kur-ju. Fakat (Galile)yi «dünya dönüyor!» dediği için

muha-jcerneye başlamadan, o zamana kadar yapılmayan bir işi neticelendirmek lâzımdı:

(Kopernik) dâvası karşısında ki¬lisenin vaziyet ve hükmünü belli etmek...

Nihayet, üç çeyrek asırdır göz önünde durduğu halde kilisece hakkında hiçbir resmî tepki

gösterilmemiş olan (Kopernik) sistemi, (Galile) vesilesiyle, dalâlet ve râfızîlik olarak ilân edildi; ve

bu dâvayı doğrulamış olan göklerin arayıcısı, Allah'ın verdiği gözü kullandığı için, Allah'ın emrine

itaatsizlik etti diye hesaba davet olundu.

GÖİE BAKAN

Hakkındaki (Enkizisyon) faaliyetini haber alan (Galile), bizzat hesap vermeye koştu:

«—1616 yılında, çağırılmadan kendi isteğimle Ro-ma'ya gittim»

Evvelâ dostu bir kardinali ziyaret etti.

Kardinal ona dedi ki:

«—Güneşin sabit olduğundan veya arzın hareket ettiğinden sakın bahsedeyim deme ve bu fikirleri

müda¬faa etme! Dediğimi yapmayacak olursan zindana atıla¬caksın!»

26 Şubat 1616 günü huzura çıkarıldı ve kendisine, güneşin âlemin merkezi ve sabit olduğu , arzın

ise hare¬ket halinde bulunduğu hakkındaki fikirlerinden vazgeç¬mesi, bundan böyle bu fikirleri,

yazılı ve ağızdan, asla ta-ton etmemesi, yoksa (Enkizisyon)un takiplerine katlan¬ışı ihtar edildi.

İhtarı yapan aynı kardinale göre (Galile) °u emre baş eğmeyi kabul etmiştir.

Böylece ilk safha kapanıyor; ve «Katolik hakikati-öldürücü habîs fikir -An opinion in perniciem

Catho-

316

317

lioe veritatis" ilân edilen (Kopernik) görüşü , onu müsa hedeyle gerçekleştirici (Galile)ye de inkâr

ettirilerek me sele örtbas ediliyordu. Bu ilk sorgu ve teklif de bir muha keme değil, idarî -kazaî bir

tedbirdi. Yoksa henüz, bir du¬ruşma ve sorgu safhası mevcut değildi. Asıl kıymet, bazı¬larının,

bunu birinci sayıp arkasından geleni ikinci kabul ettikleri esas muhakemededir.

Aradan 16 yıl geçiyor. (Galile)nin koruyucusu meşhur Kardinal (Ballârmine) ölüyor. Âlim,

inceleme ve araştırmalarında devam ediyor ve ilk müşahedelerinin doğruluğuna büsbütün inanıyor.

Fakat mesleğini izah ve müdafaa edici hiçbir eser yazmıyor. Düşmanları artmakla beraber itibarı da

yükseliyor. O da , (Enkizisyon)a ettiği taahhüdü arkaya alıyor; hiç değilse kendi vicdanı ve

dost¬ları arasında hesaba katmıyor ve böylece devam ediyor. Belki de yeni Papa (8 'inci Urban) in

ilimseverliğine gü¬venmiş bulunuyor.

Kitap büyük bir alâka topladı, kilisenin de tepkisini son haddiyle kamçıladı. Emirnameler çıkarılıp

eserin satı «, durduruldu; ilâhiyatçılardan da «bilirkişi» kuruldu ve rapor alındı:

«—Kitapta dinin kabul ettiği hakikatler bir budala¬nın ağzından müdafaa edilmekte, buna karşılık

zıt iddia kuvvetle savunulmaktadır. Kitabın tertip şekli, kaçamaklı üslûbu, maksadı örtmeye

yeltenici edaları, muharririnin mahut nazariyeyi benimsediğine ve işi ciddiye aldığına hiç şüphe

bırakmamaktadır.»

Ayrıca eser üzerinde daha birçok suç gösteren ra¬por, (Galile)nin 1616'daki ahdini bozmuş

olduğunu da belirtiyordu. (Galile) eserin basılmasına izin vermiş olan Papayı aldatmış ve

(Mukaddes Kongregasyon -Enkizis-yon) ile en acı şekilde alay etmişti.

1632'de «Dünya hakkında iki sistem - Ptolema ve Kopernik sistemlerine ait" konuşmalar» isimli

kitabını neşretti. Kitabında sanki kendisi tarafsızmış da bu mev-zudaki fikirleri uzaktan

gösteriyormuş gibi, peçeleyici bir taktik kullandı. Konuşanlardan biri (modern) görüşe sa¬hiptir ve

arzın iki türlü hareketi olduğunu müdafaa eder; öbürüyse (simplicius) basit adam sıfatı altında

(Aristo) mektebinin kanunlarını korumaya çabalar. Üçüncüsü, bi¬rincinin yardımcısı bir ara

şahsiyettir. Eserin önsözünde de şu müthiş olay vardır:

«Arzın sabit olduğu hakkındaki hükme, sofuluk ve din tarafından gösterilen kudretli muzaheret ve

insan dü¬şüncesini zaafını tanımak yüzünden iştirak ediyorum!»

Artık herşey açık ve kitaptaki tarafsız göriinme taktiği lüzumsuz...

Papa, 23 Eylül 1632'de, (Galile)nin Umumî Komi¬serlikçe davetini emretti. Fakat (Galile) birtakım

kaça¬makla takipçileri oyaladı.

Nihayet 30 Aralık 1632 emri:

«— Davete gelmemek için başvurulan oyalamalara artık (Enkizisyon) sabır gösteremez! (Galile)nin

hemen Roma'ya gönderilmesi, tevkif edilmesi ve prangaya vu¬rulması!»

Korkak seciyesini buraya kadar az çok sezdiğiniz (Galile), özür üstüne özür sayacak ve Papanın

ayağına kapanacak kadar ürkmüştü:

«—Dhtiyarım, zaifim, hastayım, gözlerim görmü-y°r> seyahat beni öldürebilir! Allah'a isyanımdan

dolayı nedarnet duymaktayım! Dindarım, kiliseye bağlıyım!»

Aldatılmış olmasından kuduran Papa'nın cevabı Çok sert:

318

319

«— Hastaysa bir sedye içinde gelebilir. Rabbim bu belâlan başına açtığı için onu affetsin»

(Galile), gördüğü muameleden o kadar ıstırap duy. muş bulunuyordu ki, kendi kendisinden

tiksinecek hâle geliyor:

«—Lanet olsun!... Harcadığım zamana, emekleri¬me, her şeyime! Herkesçe çiğnenen umumî

yollardan bi¬raz ayrılıp hakikat aşkiyle üstüne düştüğüm incelemelere! Yalnız kitabımı

neşretmekten pişman olmakla kalmıyo¬rum; elimdekileri de ateşe atıp yok etmek istiyorum! Her

hareketimin kendilerine bu kadar giran geldiği düşmanla¬rımın hırslarını dindirmek istiyorum!»

(Galile) yi bir sedye içine yerleştirdiler ve 1633 Şubatında Roma kapılarından içeriye geçirdiler.

Göklere baktığı ve oralarda Allah'ın kanun ve hik¬metlerini aradığı için zindana atılan ilim adamı,

iki ay so¬nar (Enkizisyon) huzuruna çıkarıldı.

Bundan sonra (Enkizîsyon)un korkunç zulmü, (Ga¬lilere işkence etmek, yahut onu öldürmek değil,

taşıdığı ruh bakımından her zillete müsait olan bu adamı sınırsız derecede alçaltmış olmaktır.

(Galile) bahsinin en nazik tarafı da budur.

Bizim ölçümüzde, bir insanı, alçalmaya istidadı bulunsa ve zillet suçu kendisinde olsa da, bu

cephesine abanarak büsbütün alçaltmaya çalışmak ve hep bu nokta¬dan zevk ve hırs tatminine

bakmak, zulümlerin en büyü¬ğüdür.

(Galile) ise büyüklüğü içinde bu gizli küçüklüğü¬nü, o menhus zulüm yüzünden gizleyememiş bir

örnek-

ALÇALTMA VE ALÇALMA

Galile ilk iş olarak 17 yıl evvelki ahitlerine ihanet¬ten sigaya çekildi.

Cevap:

«—O zamanki teahhüdümde bir anlaşamamak bu¬lunsa gerek... Her halde maksadı ben

anlayamadım! (Ko-pernik) mesleğini öğretmemek hususunda bir teahhüde davet edildiğim ve bunu

taahhüt etmiş olduğumu sanmı¬yorum.»

Fakat kardinallerin sual ve ihtarları üst üste yağın¬ca bir kat daha ezildi:

«— Evet, evet!... Bu mesleği bildirmek ve koru¬mak bana yasak edilmişti. Evet, evet!...»

Bir kat daha sıkıştırılınca da:

«—Olabilir, dedi; olabilir ki, bu yasak üzerinde (öğretmek) kelimesi de vardı. Fakat ben

hatırlamıyorum! Olabilir!»

Sıkıştırmayı arttırdılar:

«—Evet, evet, (quovis modo-ne suretle olursa ol¬sun) tabiri de bulunmuş olabilir.

Hatırlayamıyabilirim!»

İlk celse böyle gitti ve (Galile) manen hep dizüstü çökmüş olarak konuştu.

30 Nisan 1633 celsesinde ise büyük tetkikçi ve kü¬çük ruhluyu yüzü koyun yere kapanmış,

(Enkizisyon)un ayaklarını öperken görüyoruz:

«—Suçumu itiraf ederim! Yazılarımda, emre ve ahdime aykırılık kokusu da vardır. İtiraf ederim!»

Baskıyla bir arada artan zillet:

«— Şunu da itiraf ederim ki, benim suçum, boş bir forstan; sadece cahillik, aldanış ve

dikkatsizlikten gelen bir şeydir!»

Ve daha da aşağılara inmeye, ilim ve fikir namusu-nu ayaklar altın almaya razı oluyor:

320

321

«— Arz ve güneş hakkındaki yasak fikirleri müda faa etmediğimi, etmemekte olduğumu ve

etmeyeceğim' göstermek için bana gerekli imkân ve zaman verilecek olursa bütün bunları yerine

getirmeye hazırım!» Bir Avrupalı hukuk tarihçisi diyor ki: «—Hangisi daha fena hareket etmişti;

(Bruno)yu cayır cayır yakan mahkeme mi, yoksa şenî vasıtalar ve kurtuluş vaadi yoliyle böyle

haysiyetsiz itiraflar kopar¬maya tenezzül eden yargıçlar mı?»

10 Mayıs 1633 celsesindeki alçaltmâ ve alçalma korkunçtur.

«—Dlk ahdimi aradan geçen zaman zarfında unut¬muş olmamı mazur görünüz! Bu özrümü kabul

ve suçu¬mu hafifletici sebep olarak da ilerlemiş yaşımı, hasta hali¬mi ve acınacak derecede düşkün

vücudumu göze alınız!»

Bir alçalma istidadı bulduğu zaman zehirli âletini onun kalbindeki edep yerine kadar sokmakta

tereddüt et¬meyen zulüm, zilletin bu kadariyle de doymadı dersek inanır mısınız? Mahkûmunu,

sanki yer kalmış gibi, daha da alçaltmaya kalktı. Kurbanının birkaç kardinal ve gö¬revli

karşısındaki şifahî ve teessürî itirafları hiçbir şey ifade etmezdi. Bunları sistemli bir şekle sokmak

ve kur¬banı, vicdanın ta harîminden vurulmuş olarak teşhir ve terzil etme lâzımdı.

16 Haziran 1633 tarihinde çıkan karar:

«— (Galile)nin, hakikî maksat ve samimî kanaati anlaşılmak üzere, işkence tehdidi altında yeniden

sorguya çekilmesine... Ayrıca ve bundan böyle, bir daha, ağızdan olsun, yaziyle olun, arzın hareketi

ve güneşin sâbitliğ1 meseleleri üzerinde hiçbir münakaşaya girmemesinin kendisine

emrolunmasına... Bunlar yerine getirilnıedig1 takdirde, kendisine, dalâlete dönmüş insan

muamelesi ya' pumasına...»

Bunlar yapıldı ve 21 Haziran 1633'de (Galüe)'

322

mahut teşhir ve terzil taktiğine göre huzura çıkarıldı ve n arzuya göre söz söylemeye davet edildi:

«—(Kopernik)in fikirlerini, bana bunların dalâleti bildirildiği günden beri terkettim ve terketmiş

bulunuyor¬dum! Bu hususta ileriye atılmış ve o fikirleri koruyucu mahiyette görülmüş sözlerim

varsa, onları da geri alıyo¬rum' Huzurunuzda ve elinizdeyim; bana ne isterseniz onu yapınız!

Vazifem itaattir.»

(Galile), bir İngiliz muharririnin tabiriyle «zillet çanağının dibindeki tortulan da içmeye mecbur

bırakıl¬mış oluyordu.»

Şimdi iş aynen zabıtlara geçirilen bu itiraf formül¬lerinden sonaa alçaltmâ ve alçalma işini

merasimle insan¬lara göstermekti.

22 Haziran 1633'de bir (Dominiken) manastırında hüküm okundu ve ona göre (Galile)ye

fikirlerinden dön¬me merasimi yaptırıldı. Yüzlerce insan huzurunda, başı büyük ve ruhu küçük

adam, yine kaderin bir cilvesi ola¬rak ancak birkaç sene uzatabileceği hayatını, şu resmî zil¬let

ifadesiyle korudu:

«—(Kopernik)in mesleğini müdafaa ve talim et¬memek yolunda (Mukaddes Ofis)in emirlerine

aykırı ha¬reket ettim! Benden haklı olarak şüphe edildiğini kabul ederim! Samimî bir kalb ve

hakiki bir îman duygusu için¬de bütün iddialarımı iptal ediyor, geri alıyorum! Bu suç¬lara, her

türlü râfızîliğe ve kiliseye aykırı her mezhep ve kanaate lanet ediyorum! Bütün bunlardan nefret ve

yap¬aklarımdan tövbe ediyorum! Bundan böyle, ister ağızdan, ister yaziyle, bu mevzularda, şüphe

verici hiçbir harekette bulunmamaya yemin ediyorum!»

Tarihte, kanaatlerini kendi ağziyle tepelemek bakl¬andan bu derecede alçaltılmış ve alçalınış ikinci

bir in¬san bulmak zor olduğuna göre, bunu yalnız (Galile)nin eM korkusuna değil, evvelce

kaybettiğimiz gibi, asıl

323

zulmün korkutma şekline bağlamak, daha haysiyetli bir anlayış olur. Şüphesiz ki, kuvvetini

ihtiyarm zaafından alan, ve buna tenezzül eden zulüm, ilmî tetkikçilere göre (Galile)ye maddî

işkence tatbik etmemiş olsa bile mânevi can yakmaların ve ruhî dehşetlerin en ağırını reva

görmüştür. Bizim de, (Galile)nin şahsında hakikî mazlu¬mu ilim olarak görme ve asıl zalime

gösterme tezimiz bu suretle tam gerçekleşmektedir. Yoksa (Galile), birkaç günlük hayat minneti

yüzünden kanaatlerini boğan mis¬kin şahsı ve şerefsiz kurtuluşiyle «Büyük Mazlumlar»m

dışındadır; hattâ her biri ayrı noktalardan mazlumluğa gi¬rebilecekler arasında bile değildir.

Mahkemeden kurtulup kapıdan çıkarken gizlice söylediği rivayet edilen bir lâf var:

«Pur si muove!—Buna rağmen dünya dönüyor!» Avam ve çeyrek münevverler arasında bilinen,

çok söylenen ve sevilen bu söz, her şeyden evvel, sonradan uydurulmuş bir yalandan ibaret...

(Galile) böyle bir şey söylemiş değil.. . Bu hususta bütün gerçek tetkikçiler bir¬leşik... Kaldı ki,

eğer söylçmişse, dama çıktıktan sonra, kendisini kovalayana dilini çıkaran bir haylaz çocuk gibi, 69

yaşındaki sefaletini büsbütün göstermiş ve zilletinden hiç utanmamış demektir.

(Skolastik) metodun en büyük düşmanı ve tecrübî usulün müdafaacısı olan ikincisini de, 27 sene

zindanda tuttular.

(Kampanellâ) «Güneş Memleketi» isimli eseri, in¬san veriminin adaletle dağıtıldığı bir cemiyet

hayali ola¬rak, hakikatte bu hayale en uzak komünistler tarafından mezheplerinin ilk habercisi

sayılır.

(Galile) ye isnat edilen «buna rağmen dünya dönü¬yor!» sözünü, ölüm saçan kiliseye ve dünyanın

nice hali¬ne rağmen kaydiyle söylemek yerinde olur:

« Pur si muove!»

Dönüyor ve All.ahın «dur!» emrine kadar dönecek¬tir. Zira yine Allah'ın fermaniyle «bâtılın iptal

edileceği gün» gelecektir.

(Galile)nin şahsında büyük mazlum, hakikat arayı-cılığı ve insan şerefi, fikir namusudur.

Ölüm saçan kilisenin beyinlerini yediği fikir adam¬larından binlercesi içinde iki kimse vardır ki,

kendilerine kısaca dokunmalıyız: (Lüslivo Vanini) ve (Tomas° Kampanellâ)... İkisi de (Rönesans)

çocuğu ve İtalyan fi¬lozofu...

İlkini küfür ve büyücülük isnadiyle yaktılar.

324

325

(XII) GENÇ OSMAN

YENDÇERD

Genç Osman, çürümüş ve silâhını kendi öz başına çekmiş ordu misalinin, bütün insanlık tarihinde,

dehşetten dondurucu en büyük kurbanı.. Mazlumu ve şehidi...

Bu bakımdan onun faslında uzak ve yakın mânalar bakımından daha titiz ve hâdiseler üzerinde

daha yaygın olmak zorundayız. Bizim bu eserde temel ölçümüz, hâdiselerin roman cephesini

beslemekle beraber, en emin ilmî ve tarihî gerçeklere dayalı mânâlar süzmek ve her cins ve

mezhepten mazlumların gerisinde ibret ve hikmet noktalarını belirtmek olduğuna göre, bu bahiste

bilhassa kendi cemiyetimizin alacağı dersler zaviyesinden, Genç Osman birinci plândadır. Belki,

ifade ettiği hikmetlere Söre, yüzüğün anataşı..

Çocukluğumda ve delikanlılığımda, zaman ve

mekân kayıtlarını silecek kadar içine abanmış ve âdeta

Sırlarca evvelki zamanı yakalamış olarak tarihimizi

327

okurken, kendimi, Topkapı Sarayının rutubet kokulu, da¬racık ve upuzun bir dehlizinde görürdüm.

Bu loş dehliz¬de, saçı sakalı birbirine kaşımış ve gözleri dehşetten ftrla. mış bir deli padişah

koşmaktadır:

«—Osman, Osman!.. Neredesin Osman?... Gel, be¬ni bu saltanat yükünden kurtar!.. Osman,

Osman!...»

Osman, kendi askerleri tarafından, dünyada hiçbir düşman ve intikamcının en sefil hasmına

kıyamıyacağı ve hiçbir alçaklık sıfatının yetişemeyeceği tarzda öldürül¬müştür. Hem de

Müslümanların Halifesi ve Türklerin Pa¬dişahı Genç Osman...

Genç Osman hâilesinin, ne tarafından bakılsa Türk Tarihi ve Türk cemiyetini saran ana dertlerden

birine çıkmamak mümkün değildir. O, bütün içtimaî illetlerimi¬zi kesim kesim gösteren ve toplum

ışığını renk renk tahlil eden billurdan bir menşur... Öyle bir menşur ki, gözümü¬zü dayayıp içine

baktığımız zaman göreceğimiz levhalar karşısında, (Sofokles) ve (Şekspir) olsanız piyeslerinizi

yırtarsınız.

Genç Osman'ın fevkalâde nazik bir miyar teşkil et¬mesi bakımından, kurbanı olduğu çürümüş ordu

hüviye¬tini, doğumundan ölümüne ve en sağlam anında derece derece illetli hallerine kadar tarihî

bir muhasebeye vur¬mak lâzımdır; ve bu, yabancısı olduğumuz metod, usulle¬rin belki en azizidir.

İlk defa el atılmış bir tarz olarak, bütün kıymet hü¬kümleriyle bir arada, Yeniçeriliğin kısa

bilançosunu vere¬lim:

Evvelâ , devre devre sınıflandırma ve kıymet hü¬kümleriyle belirtme tablosu...

Dört devre:

1— Sıhhat ve saffet devresi

328

2—

3—

4—

Gizli maraz devresi

Açık maraz devresi

Müzmin maraz devresi.

1— Kuruluşundan İstanbul'un fethine kadar.

2— Fatih'ten Kanuni'nin ölümüne kadar.

3— Sarı Selim'den Genç Osman'a kadar.

• Deli Mustafa'dan İkinci Mahmud'a kadar.

Birinci devre: (1326-1453) 127 yıl

İkinci devre : ( 1453-1566) 113 yıl

Üçüncü devre: (1566-1622) 56 yıl

Dördüncü devre: (1622-1826)204 yıl

Yekûn 500 yıl

Hayatı tam ve kusursuz 5 asır olan Yeniçeriliğin şu sınıflandırma içinde, kabataslak, fakat topyekûn

madde ve mâna çizgilerini bulabilirsiniz.

Birinci devre:

«—Bunların ismi Yeniçeri olsun! Allah yüzlerini ak etsin! Kollarını güçlü, kılıçlarını keskin,

oklarını deli¬ci, kendilerini üstün kılsın!»

Amasya taraflarında, Suluca Karahöyüğünde otu¬ran «hak erenler»den mavera âleminin

fatihlerinden Hacı Bektaş-ı Velî Hazretlerinin bu duasiyle arkası sığanan Yeniçeri, böylece, ilk

büyük devlet teşkilâtçımız Orhan Gazi eliyle bir heykel gibi yontulur, madde kuvveti ya¬nında

mâna gücüne de kavuşturulur ve imanı, ahlâkı, ter-bıyesi, nizamı, her şeyi tamam bir bütünlük

içinde birinci Evresini yaşar. Bu devrede, devlet ve millet idealiyle °nun kolu ve ayağı olan

Yeniçeri arasında uygunluk öyle Şahane bir ahenk belirtir ki, Türk Padişahına verdiği sözü

tutmayan prensin kafası düşürülünce, Yeniçeri, o kesik

329

başı saçlarından tutup kaldırır ve sanki Padişah kendisiy miş gibi haykırır:

—Dşte ahdinde durmayanların akıbeti!

Devşirme usulünün tam bir ruh terbiyesiyle kont¬rollü gittiği, fakat yavaş yavaş kontrolünü

kaybederek içi¬mize yabancı ruhu salmaya başladığı bu devrede, Rurne-liye geçişin, Edirne'yi

zaptedişin, Sırp Sındığının, Kosova Meydan Muharebesinin, Niğbolunun ve nihayet İstanbul

Fethinin Yeniçerisi, hiçbir hakan ve başbuğun, rüyasında görmediği kadar üstündür.

Böyleyken, Yeniçeriliğin bozulmaya ve mikrop kapmaya başlamasından ilk izler yine bu devrenin

için¬de...

Sebep:Yıldırım Bayezid; ve bütün neticeleriyle Yeniçeriyi murakabesiz bırakan ve onda çürütücü

gizli devşirme ruhunu sinsi sinsi teptiren Fetret Çığırı...

Niğbolu kahramanı Yıldırım bazı meziyetlerde ol¬duğu gibi birçok kötülükte de ilktir.

Murad-ı Hüdavendigâr'ın kanını emen Kosova mu¬harebe meydanında tahta çıkar ve ilk iş olarak

kardeşi Yakup Çelebiyi öldürtür. İlk kardeş kaatili ve bu menhus modanın icatçısı Padişah...

Sırp Prensesi güzel (Olivera)nm kollarında kendi¬sini ve devletini unutur ve ilk ayyaş padişah olur.

Gurura, sefahate, dalkavuk vezire kapılan ilk seciye... Timur'a en yersiz politika ve kötü

nefsaniyyet şevkiyle öyle bir harp açar ki, taptaze devleti yıkmaya ve Fetret cığrım açmaya kadar

gider. Bayezid, devletinin en genç ve dinç çağında, dört beş asır sonraki büyük perişanlığımızdan

ilk ve kü¬çük bir örnek bırakıp gitmiştir. Bereket ki, açık, çabuk kapatıldı, fakat izi silinemedi.

Bayezid'in arkasında, Edirne hamamlarına kapanıp «huri ile gılmân» arasında zevk ve safaya

gömülmüş oglu Süleyman Çelebi, kardeşi Musa Çelebi'nin baskın ver-

bildirmeye gelen Yeniçeri Ağasının sakalını ve bıyığını traş ettirir.

Ya bu misallerin ordu üzerinde tesiri, çürütücü ve gizli devşirme ruhunu teptirici olmaz da ne olur?

Asker'den bir fitne çıkabileceği şüphesiyle son Çe¬lebi Mehmet'in cesedi, karanlık bir odada,

elbiseli ve ka¬vuklu, tahta oturtulup ona canlı insan rolü oynatıldıktan sonra artık Bizans içimize

girmiştir. Bu şüphenin hakika¬ti, hemen, Çelebi'nin oğlu ve Fatih'in babası ikinci Murad

zamanında patlak verdi. Fatih zamanında da o kuvvetli ele rağmen gizli kalamazdı. Hikâyeleri,

«Tablo» kısmın¬da...

İkinci devre:

Ancak bir iki batın sağlam devam edebilen Bektaşi tarikati yanında Yeniçerilik, galiba Ocak

Tarikatten ve Tarikat Ocaktan nem kaparak, için için çürümeye başla¬mış; fakat Yavuz ve Kanunî

gibi ellerde ve bilhassa dev¬let gemisini yürütücü içtimaî hamle cereyanlarının gizle¬mesi ve temiz

örneklerin göğüslemesiyle açığa vurulmâk-sızın, sahte bir sıhhat ve heybet kisvesine bürülü, Sarı

Se-lim'e kadar gelmiştir. Bu, marazın, sağlam eller ve şartlar altında gizlenmesi ve zaif ânı

kollaması devresidir.

Üçüncü devre:

Artık ne devlet, ne millet, ne şeriat, ne hakikat, ne ahlak, ne gaye, ne nizam, ne terbiye; sadece

bunların is¬tismar yaftaları ve ihanet, denaet, dalâlet, akamet, haba-set, nefsaniyet, hezimet, vahşet

ve her türlü tefessüh hengâmesi...

Dördüncü devre:

«— Osmanoğlu tahta geçemez; meğer kul kılıcının âtında geçe!...»

Döviziyle, devlet makamını da fesadının oyuncağı "aline getiren Yeniçeride, Fars ve Bizans

tesirinin tam Yerleştiği, kemikleştiği; piç devşirme kanının sâf ve

330

331

maşım, itaatli ve mahcup Anadolu'yu zehirlediği ve h felaketin müzminleştiği son safha...

TABLO

Birinci devrede: Yeniçerinin ilk çürüme işareti Fatih'ten 9 yıl evvel İkinci Murat'ın Varna

Muharebesin¬de... Haçlıların ilk saldırısında Yeniçeri bozulur, pala bı¬yıklı tavşanlar gibi kaçar ve

Padişahını birkaç kapıkulu bölüğüne bırakıp etrafa siner. Macar Kralı da vaziyetten o kadar yüz

bulur ki, atını Padişaha doğru sürmekten çekin¬mez. Ordunun namusunu, yine bir yeniçeri, eski ve

ger¬çek bir yeniçeri, ihtiyar Koca Hızır kurtarır. Evvelâ Kra¬lın atını, sonra da başına keserek

İkinci Murad'ın önüne koyar; ve bu tek fertten fışkıran hamle sayesinde zafere ulaşılır. Halim ve

Selim Padişah yeniçerilere o kadar öf¬kelenir ki, onları kadın kılığına sokup önünden geçirmek

ister. Bin niyazla engel olurlar.

İkinci işaret, Varna zaferinden sonra İkinci Mu¬rad'ın tahtını tekrar oğlu Mehmed'e bırakıp

Manisa'ya çe¬kilmesi üstüne bir yangınla beraber şehirde çıkan isyan... Zorbalara yarımşar akçe

«terakki» vererek kurtulurlar!

ݺte o dakikadan başlayarak her şey mahvolmuştur! Tam o dakikada İkinci Murad, başlayan marazı

görse ve bütün kuvvet ve dehşetiyle Ocağın tepesine inseydi her şey kurtarılmış olurdu.

Nihayet Fatih'in Karaman seferinden dönüşündeki apaçık ayaklanma:

— Cülus bahşişi isteriz!

On kese verilir; fakat ağaları Kazancı Doğan beyle bir kaçı kamçı ile dövülüp ordudan atılır.

Ve nihayet, Fatih gibi bir Sultanın fetih yolu üze¬rinde devirdikleri mahut ot arabası:

—Ne oluyor; neye durdu alaylar?

       Bir şey değil efendimiz; kullarınız önde bir ara¬

ka devirmişler!

—Maksat?

— Kimbilir efendimiz; belki bir dilekleri vardır!

«Kızım, sana söylüyorum gelinim, sen anla!» hesa¬bı.

Her şeyi anlayan veya anladığı sanılan Fatih, anne¬si Sırp Prensesi (Mara)yı, kadının babası (kendi

büyük babası) Sırp Kralına göndermek inceliğini düşünüyor da, Yeniçerinin nereye gitmekte ve

devşirmeciliğin ne ye¬mişler vermekte olduğunu görmüyor!

İkinci devrede: Fatih'in ve Büyük Fethin baskısı altında şöyle böyle giden Yeniçeri, Fatih gözlerini

yumar yummaz, büyük isyanlar serisini açar. Padişahın ölümünü haber alır almaz Gebzeden

İstanbul'a doğru akın etmeye başlar, Sadrâzam Karamanı Mehmet Paşanın konağını basar, malını

ve mülkünü yağmalar ve kendisini parçalar. Şehirdeki zenginlerle yahudileri de soyar. İstanbul

muha¬fızı İshak Paşanın kendisini feda edercesine ortaya atma-sryle, fesat, güç belâ yatışır.

Derken:

Bayezid-Cem çatışmasında, iki tarafa da sırt çevi¬ren Bursalılar için:

«Vay, niçin Ayaş Paşaya kapılarını açmadılar? Bo¬zulmamıza, bir çok ölü vermemize sebep

oldular!»

Bu bahaneyle Bursayı yağmaya kalkmazlar mı? «Bayezid-i Velî»den yük yük ihsan ve hediye

gelir; yatı¬şırlar! Onlara gereken «Bayezid-i Velî» miydi, yoksa Cellât Kara Ali mi?

Peşinden Yavuz Sultan Selim: Yavuz'u, babası aleyhine harekete geçiren ve Kı-rırrı, Tuna, Edirne

üstünden İstanbula saldırtan ve sonra Perişan ettiren yine onlar...

332

333

«—Sultan Selim'i işeriz!»

Diye İkinci Vezir Mustafa paşayla Kazasker ve İn¬sancıların evlerini yağma eden yine onlar...

«Bayezid-i Velî»yi:

—Devleti oğlum Selim'e bıraktım!

Demeye zorladıktan ve ilk defa bir Padişah devir¬dikten sonra, o kadar bağlı oldukları Yavuz'un

arkasın¬dan boş yere gezmekten bıkıp yapmadıklarını bırakma¬yan ve nihayet Padişah çadırına

kurşun çeken yine on¬lar...

«— Askerler! Ben size bu çileleri çekeceğimizi taht'a çıkarken söylemiştim! O vakit kabul

etmiştiniz! Şimdi niçin dönüyorsunuz? Rahatına düşkün olanlar karı¬larının yanına gitsin!

İçinizden hiç kimse gelmese bile ben tek başıma giderim!»

Yavuz'a bu sözleri söyleten, istemeden onun pen¬çesine giren ve tek başına sürdüğü atın

arkasından gitme¬ye mecbur edilen yine onlar...

Çaldıran zaferinden sonra Tebrizde çarıklarını mızraklarına takıp Yavuz-,gibi bir Padişaha dönüş

ferma¬nını veren yine onlar...

Haşmet ve şevket devrinin «evc-i balâ»sı, denizler ve karaların Hakanı Kanunî Sultan Süleyman...

Rodos fethinde yapmadık edepsizlik ve itaatsizlik bırakmadılar.

Rodos ve Belgrad fethinden sonra Padişah Edirne-de...

Birdenbire bir ayaklanma:

«—Atıyye isterük!»

Sadrâzam İbrahim Paşa, Ayaş Paşa ve Defterdarın konağını bastılar. Gümrüğü, yahudi mahallesini

ve zen¬gin belldikleri her yeri talan ettiler. Yeniçeri Ağasiyle Sipahi Ağası da -isyan mı dersiniz,

ihtilâl mi dersiniz» ci¬nayet mi, şekavet mi, şenaat mi, her neyse!- hareke

,asında..- Bunların ve birkaç yardımcılarının başlan ke-ilmekle namus yine temizlendi.

Nihayet karaların ve denizlerin Padişahı seferde öl¬dü ve cenazesi Yeniçeri korkusiyle tam üç hafta

saklandı. yaZjyet, Yavuz'un ölümünde yüksek sesle ağlayan vezir-jere Haznedarbaşının:

—Sesinizi kısın! Yeniçeri Padişahın ölümünü du¬yacak olursa hazineyi yağma eder!

Diye yal vardığı nezaket noktasına eş...

Bu nasıl ordudur ki, bir padişahın ölümü ondan, her ân ırzına geçilmek istenen bir bakirenin babası

ölmüş gibi saklanır? Her an ırzına geçilmesi için fırsat kollanan bakire devlettir, ve aynı devletin

temsilcileri, bu yabancı kanın getirdiği ve binbir tesirin beslediği ruha baş eğmiş hattâ sırasına göre

teşvikçisi makamına geçmiştir! Meş¬hur tabiriyle «Din-ü devlet», hem de haşmet ve şevket

devrimizde nereye gitmektedir? Yeniçeri, kendi öz dev¬letinin Haçlılardan fazla düşmanı ve kendi

öz vatanının gâvurdan beter işgalcisi midir ki, bir padişah öldü diye üzerindeki cebrî baskı kalktı

zanniyle «canavar boşanma¬sın!» kabilinden, onun bizzat milletini tahrip edeceği şüp¬hesine

düşülür? Böyle bir şüphe canavara canavarlığını ihtar edeceği, onu dürtükleyeceği, uyandıracağı

kadar, ca¬navarın günahı derecesinde, hattâ daha büyük bir suç ol¬maz mı?

Devlet makamını tutanların ilk işi, böyle bir şüphe¬yi devlet hesabına zül saymak, kökünden

kazımak ve ona göre ordu müessesesini mutlak itaat vasfiyle tâ ruhunun 'Cinden mayalandırmak,

geliştirmek değil midir? Seriate baglı olduğunu iddia eden bir idare, Bedr gazilerini, Müte

tedailerini, Kadisiye kahramanlarını nasıl olur da tanı¬maz? Bütün bunları gören, her şeyi köküne

kadar irca e(febilen ve Garp (Rönesans)ı önünde tamamen İslâmî ve ediyyen yeni bir sisteme yol

açacak olan tek müte-

334

335

fekkir, tek padişah, tek vezir, tek kumandan -küçük hisSî ıslahatçılar müstesna - niçin zuhur

etmemiştir?

Bütün bu muammaların çözümünü istikbalin -ma. salcı değil, fikirci- tarihçisine bırakalım ve bütün

bu kıy¬met hükümlerinin mihrakından, kâbuslara sığmaz haileler çığırı, üçüncü ve dördüncü

devrelerin tablolarına geçe. lim...

TABLONUN DEVAMI

Artık, saklayıcı, örtücü, gizleyici şartların da kay¬bolduğu, kapanan taarruz ve açılmaya başlayan

bozgun çığırımızla beraber her şeyin kendisini açığa vurduğu üçüncü devrede Yeniçeri şenaetleri:

Yıldırım'ın oğlu, hamam safacısı, ayyaş ve perişan Süleyman Çelebi mizaçlı Sarı Selim taht'a çıkar

çıkmaz Sokullu'dan bir nâme gelir:

—Aman Padişahım, orduya gelme! Yeniçeri kulla-rın(!) cülus bahşişi isteyecektir... Hazinede

mangır yok! Orduyu Belgrad'da bekle!

Önde Kanunî, tabutu, bin dereden su getirilerek yürütülebilen ordu... Belgrad... Orada babasının

cenaze namazında bulunduktan sonra askeri kısaca selâmlayıp otağına çekilen Padişahın arkasından

naralar :

«—Geleneğe uyulmadı! Bize verilmesi vacip(') olan bahşişlerin bahsi geçmedi! Vezirler, neye

böyle etti¬niz? Suçlular elimizden kurtulamaz! Biz Padişahı Edirne Kapısında, yahut saray

girişinde, ot arabasının yanında bulmayı biliriz...»

Vezirler telâşta... Kavuklar titriyor... İhtilâl kop¬mak üzere... Ne yapsalar da, şu «Hakan-ı

Mağfur»un ce¬nazesini İstanbul'a bir götürebüseler?.. Törenle götürebı -menin imkânı yok...

Vezirlere, şunlara, bunlara, küfrü"'

sayıp sövmenin bini bir paraya... Tabut gizlice kaçırılma-jr başka çare yok... Kendisini zaferden

zafere koşturmuş Sultan Süleyman'ın tabutu, yine ondan kaçırılsın?.. Ne hazin!.. Küfürler arasında

koca Sultan Süleyman'a da beddualar... Cenazeyi gizlice İstanbul'a naklediyorlar ve Yeniçeri

subaylarını huzura alıp beş gün zarfında «in'am» ve «terakki»lerinin verileceği vaadiyle askeri güya

susturmuş oluyorlar; (Sektuar)dan dönen bir orduy¬la «Payitaht»ın yolunu tutuyorlar. Yeniçeriler,

cenazenin kaçırılarak gizlice gömüldüğünü Edirne'de öğreniyorlar. Vay canına; sağa sola yuryâ!...

Ok atmalar, kılıca dav¬ranmalar, yuhalar, homurtular, yakası açılmamış sövme¬ler... Sanki

kendilerine ihanet edilmiştir! Ordu, zorbelâ, Halkalı köyüne gelebiliyor. Gece, bir «Sâdâbâd»

eğlence¬si gibi binlerce meş'ale altında Yeniçeri meşvereti... Ka¬rar vermeleri lâzım; yapacakları

işi daha fazla uzatamaz-lar... Sabahleyin ordu hareket edip de debdebeyle İstan¬bul kapılarından

girerken saflar birdenbire duruyor. Padi¬şah Edirne Kapısına yakın bir meydanda tam bir saat,

ha¬reketsiz bekliyor. Vezirler etrafta at seğirtiyorlar:

—Ne var, neye durdunuz?

—Önde bir ot arabası devrilmiş... Yürüyemiyo¬ruz!..

ݺte isyanın meşhur parolası!...

İkinci vezir Pertev Paşa atını hışımla sürüp safların içine giriyor:

—Yiğitler, hareketiniz askere uymaz, yakışıksız!

Hemen üstüne çullanıp haykırıyorlar:

—Sen kendini (Ciyolâ) da mı sandın?

Ve bir vuruşta atından al aşağı ediyorlar. Gözlerine 'üşen Kaptan Paşaya da:

-Sen burada ne arıyorsun, züğürt gemici?

Diye küfrü basıyorlar. Bu arada, yanında bir iki ve-ZT ile Yeniçeri Ağası, Sokullu yetişiyor.

Avuçları altun

336

337

dolu ve dili şekerden tatlı, etrafına akçe ve niyaz serpe yeniçerileri yatıştırır gibi oluyor. Yeniçeri

Ağası da w taraftan, bağıra bağıra yalvarıyor:

—Bakın, boynuma doladığım mendili görüyor rnu sunuz? İsterseniz onu sıkıp beni öldürün! Ben

sizin el nizdeyim! Etmeyin yiğitlerim, şahinlerim, şahbazlarım ağanızı dinleyin!

Ağaya şu cevabı veriyorlar:

—Eğer bize su yerine şekerli peksimet verirsen sen aldanırsın! Böylelikle Padişahın ve sadrâzamın

hazinele¬rini kurtarmak istiyorsan, boş! Sen de elimizden kurtula¬mazsın!

Yeniçeriler, Padişahı ve devlet büyüklerini esir gi¬bi saraya götürüp birinci avluya tıkıyorlar,

kapıları kapa¬tıyorlar, vezirleri attan indirip kürklerinden tutuyorlar, Padişahın önüne çekiyorlar ve

bir ağızdan, İslâm halifesi ve Türk Padişahına haykırıyorlar:

«Âdet-i kadimeyi ikrar eyle!—Eski âdeti itiraf et!» Sadrazam dürtüyor ve kukla konuşuyor: «—

İn'âm ve ulufeniz bana ecdadımdan intikal eden adet mucibince ihsan olundu.»

ݺte üçüncü devre dediğimiz felaket çığrını açan ve henüz Kanunî'nin toprağı kurumundan patlak

veren hâdise!..

Ne gülünçtür ki, Sokullu, Yeniçerilerden sonra cülus ihsanı istemeye kalkan ve devlet büyüklerini,

yolla¬rını bekleyip taşa tutan bazı sınıfların serkerdelerini idam etmiş ve kuvvetliye teslim ettiği

devlet ırzına, zaifler kü¬çük bir lâf attı diye#celâdet göstermeye kalkmıştır! Sokul¬lu büyük bir

politikacı olabilir; fakat büyük, kafası dâva ve yüreği hamle dolu bir insan, asla!.. Nihayet o da,

ak11' lı, dirayetli, sadakatli ve heybetli bir devşirmeden başKa bir şey değildir. Ne yazık ki, büyük

adam kıtlığı bütün tâ' rihimize hâkimdir!

338

Meşhur Koçi Beyin «Risale»sinde: «,—Tarih-i mezburdan beri millet ve mezhebi âmalûm şehir

oğlanı ve Türk ve çingene ve tatar ve kurt cnebi ve lâz ve yörük ve katırcı ve deveci ve hamal ve

ağ¬dacı ve kuta-ı tank ve yankesici ve sair ecnas-ı muhtelife mülhak olup âyin ve erkan bozuldu.»

Diye fesadını Fatih'ten sonraki murakebesizliğe bağladığı fakat bizim tâ Yıldırım'a ve Fetret

Çığırına ka¬dar götürdüğümüz Yeniçeri, Sarı Selim'den sonra, artık kendi öz yurdunu işgal altında

tutan, her türlü düşmandan beter bir iç tasallut teşkilâtıdır.

Sarı Selim ile kapısını açan üçüncü devrenin artık bütün hicap perdelerini parça parça edici

vakasından son¬ra, Üçüncü Murad'da sıra... Yahudi parmağının tertiple¬diği bir ayarı bozuk para

mevzuunda, zorbalar saray önünde:

—Rumeli Beylerbeyi Doğancı Mehmet Paşa ile Defterdarın kellelerini isteriz!

Üçüncü Murad Yeniçerileri parayla kandırmak is¬tedi. Fakat bu defa şakiler güya idealist; bir

fikir(!) uğ¬runda hareket etmekteler... Bağırdılar:

—Kim paraya elini sürerse, Beylerbeyi ve Defter¬dardan evvel onu öldürürüz!

Ve merasimle and içtiler. Ve has oda pencerelerine doğru bastılar narayı:

«—Yâ istediğimiz kelleleri verirsiniz, yahut Padi¬şaha kadar yolumuz açıktır.»

Bu öyle bir tehditti ki, ya hemen oracıkta kırılıp tuz buz edilmesi, yahut devlet reisliği makamının

Yeniçe-rı emrinde bir merkepten başka bir şey olmadığının res-men kabulü lâzımdı. Nitekim

Üçüncü Murad, kendi hassa Olnikleri olan Enderun ağalan, Saray bekçileri, Bostancı-ar> Baltacılar

ve kapıcıların silâhlanmalarını emrettiği a'de hemen saray entrikacıları araya girdi, ela gözlü ve

339

şahin bakışlı arslanın ayağına kapandı ve onu istenen kel leleri vermeye razı etti. Beylerbeyi ile

Defterdarın Yeni çerilere atılan kelleleri, hakikatte, Genç Osman'da mey¬dana çıkacağı gibi,

Osmanoğullarının ve Osmanlı devleti-nin kellesiydi.

Artık her sıfat üstü rezalet, gırla:

Mısırda askerî isyan... Güçlükle bastırıldı. Budin-deki «müstahfız»lar 6 aylık ücretlerini

alamadıkları için Beylerbeyini öldürdüler. Tebrizdeki asker, İstanbul işi ayarı bozuk parayı kabul

etmedi, hazineyi yağma ve su¬baylarından birini başına vezir tayin etti: Erzurum'da ha¬miyetli

halk Yeniçerilere hücum etti; haber İstanbul'da duyulunca Sadrâzam Ferhat Paşa tahkir edildi ve

Padi-şah'a küskünlük mânâsına çorbalar döküldü... Bir de Sipahî rezaleti... Yeniçeri şunu bunu

yapar da atlılar yaya kalır mı? Kelle istemeler, vezirleri taşlamalar, saray kapı¬larını zorlamalar,

nihayet eline bir odun kapan saray ahçı-larının açtığı gayret yoliyle çil yavrusu gibi dağılış... Ne

aciz, ne aciz, ilâcı hastalığından beter!..

Peşinden Üçüncü Mehmet ve yine, artık isim ve sı¬fat bulamadığımız moda namuzsuzluk: Ulufe ve

peşinden Ferhat Paşanın başı!.. Ferhat Paşa Padişaha dayattı:

«—Bu kulunuz dünyadan gitmekle Padişaha vezir eksik olmaz! Ama bunların muradlarına imkân

verilirse ağızlan bir daha gem tutmaz!»

Paşanın, karşı koymak teklifi nasılsa kabul yüzü gördü; bir vuruşta isyancıların belini kırdılar, fakat

kökle¬rine kibrit suyu dökecek kadar derinlere gidemediler.

Anadolu târuümar... Erzurumda Köse Sefer Pa§a sekbanlarıyle levendleri, Sivas'ta Alca Atlısı

denilen Ah¬met Paşa zorbaları; Deli Hasan avanesi MerzifoO"a'

Kahraman Tavil omuzdaşları Kastamonu'da, Kara Sait serkerdeleri de Çarıkında millete el'âmân

dedirtiyor. İs¬tanbul eşkiyası bunları duyar da yerinde oturur mu?., gaydi saraya; ve Kapı Ağası

Gazanfer ile Darüssaade Ağası Osman'ın başları, ayaklarının dibinde... Onlar güya idaresiz...

Sadrâzam ve «Serdar-ı Ekrem» Yemişçi Hasan Pa¬şa ile Sadaret Kaymakamı Güzelce Mahmut

Paşa arasın¬da rekabet ve Yeniçeriye 30.000 flori verilerek kurulan plân... Asker iki bölüm: Biri

Serdar, öbürü Kaymakam ta¬rafından... Düşürülen başlar, sürülen müftü, ve neticede Yeniçeri ve

Sipahi boğaz boğaza... Devletin iki kolu bir¬birini bükmekle meşgul...

Bir taraftan da Yeniçerilik azmanlarından başka bir şey olmayan Celâliler... Farklıları şu ki,

devletin resmî askeri değiller ve açıkça isyan hüviyetindeler. Samimi in¬sanlar!..

Nihayet Genç Osman'ın babası Sultan Ahmet:

Saltanatının ikinci yılında Yeniçeri ve Sipahî nara¬sı:

—Ulufe ve çuhalarımızı alamadık! Divana girme¬yiz! Çorba içmeyiz!

Sultan Ahmed'in genç yaşta ölmesi ve yerine kar¬deşi zırdeli Mustafa'nın geçip mecnunluğunu pek

kısa za¬man idare ettirebilmesinden sonra, nöbet başına, namusu¬nu ve her şeyini Yeniçeriye

kaptırıp tahtı tekrar zırdeliye bırakmak üzere, mazlumlar mazlumu Genç Osman'a gel¬miştir.

Ama biz, çürümüş asker ocağının ne demek oldu¬ğunu göstermek ve Yeniçeriyi tam çerçevelemek

için Genç Osman'dan sonrasını da tarihî muhasebemize kata¬cağız.

340

341

GENÇ OSMAN'DAN ÖTEYE TABLO

Deli Mustafa'dan başlayan, dördüncü müzmin ilıet devresi:

Türk tarihinde ilk defa olarak ve en alçak kaatile reva görülmeyecek tarzda bir padişah

öldürüldükten son¬ra fesat o hale geldi ki, sadrâzam tayininde Yeniçerinin ayağına düşüldü:

«—Davut Paşa, Gürcü Mehmed Paşa, Lefkeli Mustafa Paşa'dan, Asker, hangisini münasip görürse

o olsun!»

Genç Osman hâilesi milleti ciğerinin köküne kadar dehşet ve nefrete boğmuş ve her tarafta:

—Onun öldürülmesine susanlar müslüman değil¬dir!

Çığlıkları dolaşmaya başlamıştı. Halk, Yeniçeri gördüğü yerde bir belâ timsali görmüş gibi

ürperiyor, nef¬retle gözlerini kaçırıyordu. Bütün vatanı saran bu duygu üzerinde Erzurum Valisi

Abaza Paşayla, Trablus-u Şam Beylerbeyi Seyfoğlu Yusuf Paşa yeniçerileri doğramaya başladılar.

Haber İstanbul'da... Haydi ayaklanma ve nâra:

—Sadrâzam değişsin!

Üç ayda dört sadrâzam değişmiş oluyordu.

Bu defa:

—Halk bize padişah kaatili diyor! Biz katil deği¬liz! Kaatiller kimlerse bulunsun ve cezalan

verilsin!

Diye isyan...

Yeniçerilerin seçmesi Mere (More) Hüseyin Paşa¬nın bir kadıyı öldüresiye dövdürmesi üzerine

Fatih Cami¬inde toplanan din adamlarının, serkerdeler tarafından doğranması...

Artık bu devrede Yeniçeri, dinin, devletin, ırzjn' namusun, milletin, cemiyetin, müzminleşmiş habis

uru¬dur.

Çabuk çabuk gidelim... Dördüncü Murad:

Cülus bahşişi!... Malûm mesele...

İran seferinde ayaklanma...

Nihayet çocukluktan çıkıp delikanlılığını süren ve wı yüreklilikte, işkence edicilikte, kan içicilikte

benzeri az padişahlardan biri olmaya doğru giden Dördüncü Mu-rad'a karşı büyük yıldırma

teşebbüsü; kaldırılan kazan, jcapanan dükkânlar, kaçışan halk, İstanbul'da ana baba günü, saraya

hücum, Recep paşanın çevirdiği dolaplar, Hafız Ahmed Paşanın kahramanca şehadeti, Recep

Paşa¬nın sadrazamlığı... Derken Husrev Paşanın öldürülmesi ve zorbaların yine ayaklanması

üzerine Ocağın tepesine inen şahane yumruk... Fakat baş kesmekten başka şuuru ve adam etme

ölçüsü diye hiçbir şeyi olmayan bu yum¬ruk, bir müddet için mikrobu gizlenmeye zorlayabildi; o

kadar!.. Satır, kılıç, ip, kement, habire işledi ve çürümüş ordu, bütün iltihap nahiyeleri vücudunda,

sadece felâket ırmağının aktığı yere ait tedbirler; kaynak hep yerinde...

Tahtın bütün liyakatli namzetlerini boğdurup yal¬nız şehvet ve sefahat delisi İbrahimi bırakan ve

kendi ha¬nedan kanını da bulandıran Dördüncü Murad'in arkasın¬dan:

Görülmemiş rezaletler, harem dalavereleri, Cinci Hoca kepazelikleri, paşa şenaatleri arasında, biraz

evvelki Şiddetin tesiriyle henüz sersemliği gitmeyen, fakat gün geçtikçe açılan Yeniçeri...

Devlet büyüklerine küçücük kızlarını verip Binbir Gece düğünleri yaptırmak zevkindeki Deli

İbrahim, yine "öyle bir vesiliyle bir «Sûr-u Hümayun» tertipletip Yeni-Çeri kodamanlarından

birkaçını davet etmek ve oracıkta «aklamak sevdasına düşüyor. Ağalar tertibi haber alıyor Ve

Ocağı fitilledikleri gibi bombayı patlatıyorlar. Sadrâzam öldürülüyor, üfürükçübaşı Cinci Hoca

kaçıyor, aeü tâcidarın da hal'ine kadar gidiliyor.

342

343

S3

3 S-

p1

"2 o- 3 -v: Ç- «

S. s S* S a

g- er « ^ o

tılar. Peygamber soyundan bir Seyyid bir sırığa beyaz iy bez geçirip müslümanları sancak dibine

çağırmasa ve hr vesileyle halk toplanıp serkerdelerden birkaçı yok edı meşeydi kimbilir, iş nereye

varacaktı?

İkinci Sultan Ahmed:

Avusturya ve müttefikleri ordusuna (Salankeme^ civarında rastlayıp başlangıçta zafere doğru giden

Yeni¬çeri «Serdarınız şehit düştü!» rivayetiyle dağıhverdi Düşman arkamızı kuşattı, Sipahi seyirci

kaldı. Netice 28.000 şehit ve 150 top, düşmana teslim...

İkinci Sultan Mustafa:

Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ve oğullarına karşı başlayan hareket, Edirne'de zevk ve sefasındaki

Padişaha döndürüldü. 60.000 serkerde Edirne'ye, Padişah emrinde¬ki 80.000 nefer de onların

üzerine yürüdü. Karşılaştılar, kucaklaştılar, isyan safında birlik oldular, Padişahı tahtın¬dan al aşağı

ettiler.

Üçüncü Ahmed:

Hükümet, Edirne'ye gelen isyan ordusunun elin¬de... Şeyhülislâm Feyzullah Efendiyi üç gün

hapsettiler, burnunu, kulaklarını, dudaklarını kestiler. Sonra bir yük beygirine ters bindirip

Edirne'nin bit pazarında işkencey¬le öldürdüler. Meydana attılar ve ayağına ip takıp zorla üçyüz

kadar hıristiyan ve yahudiye çektirdiler, önlerine papazları da geçirip Hıristiyan âyiniyle Yeniçeri

ordu karargâhına getirdiler ve Tunca nehrine attılar. Bizzat öz dinini ve millî namusunu paymâl

edercesine, şenaatin bu kadarı görülmüş müdür? Yeniçeriye bunları yaptıran kan, Türk kanı mıdır?

Büyük Petro Asya ülkelerimize sızar, İranı da makdasına âlet eder ve Büyük Rusyanın temelini

kurma¬ya bakarken, İstanbul'da «Sâdâbâd» devri, garamî şair Nedim Efendi edebiyatı, Nevşehirli

İbrahim Paşa Epikü-rizması, bilmem kaç altuna bir lâle soğanı başı;

başına ne bir metelik veren var, ne de milyonlarca luna bir baş!.. Hamam tellâğı Patrona Halil

isyanı!.. Ka-8 lan açılan zindanlar, yağma edilen dükkânlar, Patrona ı'vle kalkan kazan ve bir atın

üzerinde, parça parça, Lâle nevri kahramanı devletlûVezirin cesedi... Tepetaklak Pa¬dişah-

Birinci Sultan Mahmut:

Bin hileyle saraya getirilip sırtına vezirlik kürkü geçirilirken öldürülen Patrona ve hempalarından

sonra yi-ne isyan... Yağma, tecavüz, tasallut... Sabah vakti çıkarı¬lan «Sancağ-ı Şerif», toplanan

halk ve ancak millet gay¬retiyle temizlenen zorbalar... Bunlara temizlik değil, ufu¬netin yaradan

pamukla alınması demek, daha doğru...

Bir müddet sonra, uzun yağmurlar ve kar yağışları yüzünden İstanbul'da kıtlık ve hemen ihtilâl...

Yağma, adam öldürme, ortalığı kasıp kavuruş...

Üçüncü Sultan Mustafa:

Tedbirli Vezir-i âzam Ragıp Paşanın ölümünden sonra yine perişanlık... Bender üzerine yürüyen

orduda levazım işlerinin bozukluğu yüzünden açlık ve hemen «yağma, vur, kır!» sesleri... Günde

1000 nefer kaçak... Abaza Mehmed Paşanın verdiği muharebede ilk kaçan ve siperdekilere kadar

kaçıranlar, Yeniçeri serdengeçtile-ri(!)... Askerin bu hali yüzünden akimi kaçıran Sadrâzam Emin

Paşa... Büyük Hotin bozgunu...

Tuna ötesinde, Kartal sahrası ilerisinde, Rus mera-Şali (Rumyançof)a, «yayası tabana kuvvet, atlısı

kamçıya bereket» ölçüsüyle, silâha davranmaksızın verilen iğrenç bozgun... Kılıçla önlerine çıkan

paşalarını çiğneyerek ka-Ç'Ş-.. 2000 ölü, bilmem ne kadar esir ve 140 top hediye...

Birinci Abdülhamid:

Yine Balkanlarda Moskoflara verilen daha büyük "Ozgun... Topu, tüfeği, malzemeyi bırakarak

kaçan, as¬kerden seraskere kadar bütün bir çürümüş ordu... Düşman

346

347

Şumnudaki karargâhın önünde görünürken, Yenice kendi ordu ağırlıklarını yağma edip kaçıyor!

Çürüyüş nün neticesi olarak Türk tarihinde ilk defa görülmüş v şeref ihanetiyle kaçıyor ve şanlı

Türk tarihinin kara sah' fesi Kaynarca anlaşmasına yol açıyor.

Artık sıra Üçüncü Selim'de; o da, gerçek ve gayet ince mânalara bürülü bir mazlumdur. Yeniçerinin

müz¬min hastalık devresine ait muhasebesini burada bırakarak onun ve tarihin en büyük cinayeti

Genç Osman hâilesine dönüyoruz.

CÜLUSU

Sene 1618, şubatın 26'ncı günü (1 Rebiülevvel 1027)... Açık hava, donmuş güneş, ısırıcı soğuk...

Topka-pı sarayının Dîvan odasında Osmanoğullarının tahtına tüysüz bir çocuk oturtulmuş... Tahtın

yanı başında Kızla-rağası Mustafa Ağa ile Şeyhülislâm Esad Efendi ve Sada¬ret Kaymakamı Sofu

Mehmet Paşa... Sağ, sol ve karşı sı¬ralarda, paşa, efendi ve ağa kavukları dizili... Bütün dev¬let

büyükleri, mülkî, dini ve askerî rütbelerinin alacalı bu-lacalı alâmetleri içinde, orada...

14'üncü Padişah olarak 14 yaşında taht'a çıkan 14 yıl saltanat süren, yaptırdığı camiin 14 şerefesi ve

14 sa¬yısının yarısı kadar erkek çocuğu olan Sultan Ahmed'den sonra yine 14 yaşındaki büyük

oğlu Osman... İsmini taşı¬dığı sülâlenin tahtı üzerinde, onun kendisine neye mal olacağından

habersiz, oturuyor. Bir deliden boşaltılan tahttaki akıllı çocuğa bütün kavuklar eğilmiş... Biy'at

me¬rasimi...

Dışarda yeniçerilerin alkışı kubbeleri uğuldatmak-ta... Zira üç ay evvel aldıkları 3 milyon altunluk

cülus bahşişine şimdi bir o kadarı daha eklenecektir. Mümkün

Isa da güneşin her dqgup batışında bir padişah doğsa ve

batsa-

Deliden boşaltılan taht... Evet, deli ki, deli... Os¬manlı tarihinde bu deliye kadar padişahlık, dikine

nesep -izgisi dedikleri babadan oğula aktarma şekliyle gelmiş ve ilk defa onda, düzlüğüne çizgi

halinde ailenin en yaşlı ferdine, ölen Padişahın kardeşine geçmiştir. Ve o, «Sul¬tan Mustafa Hân -ı

Evvel», kelimenin tam mânasıyle (kli¬nik) bir delidir. Çok seyrek ve kapkara bir sakalın halele-

diği dar ve renksiz bir yüzde daracık bir alın ve bomboş gözler... Boşluğa açılmış bir çift pencereye

benzeyen bu gözlere bazen müthiş bir korku hayaleti gelip gider; on¬dan sonra hep boş... Ne

duyduğu ve ne düşündüğü belir¬siz, türbe türbe dolaşmak, sokaklara para savurmak, ba¬lıklara

altun serpmek, kendisinde en tabii, yahut en de¬vamlı hal... İç oğlanlarını, elinde bir kılıç, saray

dehlizle¬rinde kovalamak, vücutlarındaki kılıç çiziklerinden sızan kanı görüp mestolmak, en

dayanılmaz zevki... Çocuk bayramını o günden itibaren icat etmiş gibi, şehrin mini¬minilerini

etrafında toplar, başlarına küçük büyük kavuk¬lar geçirir ve onlara, paşalıklar, ağalıklar, arpalıklar,

türlü rütbeler dağıtır.

Ne türlü bir alçalma ve çürüme içinde olursa olsun, yarım asır evvelinden Kanunî'nin top sesleri

gelen bir imparatorluk tahtında, böylesine tahammül mümkün mü? Artık bu kadarını vicdanına

sığdırmamak ve insafına ye-dirmemek, Kızlarağası Mustafa Ağaya düşmüş, Ağa, Şeyhülislâm Esad

Efendi ile Sadrazam vekili Sofu Meh¬met Paşaya haber göndermişti:

«—Padişahın hali artık gizlenecek dereceyi geçti, ihmal olunursa hazine itlafından başka netice

vermez.»

Buna rağmen şeyhlik davasında bazı sahtekârlar,

348

349

böyle bir delinin saltanatında istedikleri gibi hüküm w-rütmek ve menfaat devşirmek hırsiyle,

tavırlarından n kaptıkları Ağayı sürdürmeye kalkmışlar, bu maksatla V lide Sultana baskı

yapmışlar, fakat Mustafa Ağa dah baskın çıktığı için hiçbir şey başaramamışlardı. Nihayet

Kızlarağası Mustafa Ağa, Şeyhülislâm Esad Efendi v Kaymakam Sofu Mehmet Paşa birlik

olmuşlar, hemen harekete geçmişler, devlet büyüklerini Dîvana çağırmış¬lar, işi bir «oldu-bitti»ye

getirmişler ve Sultan Musta¬fa'yı, içinde tam 14 sene kaldığı dört duvar arasına tıka¬yıp kapıları

Genç Osman'a açmışlardı.

Onyedinci Asrın başlarında Genç Osman taht'a çı¬karken, Yeniçeri, çürüyüşünün gaye

noktasındadır. Mem-leketse, iç ve dış dertleriyle bu çürüyüşe tam denk...

Tarihçi (Hammer)e göre «Macar ülkesinin Türk hâkimiyetinden sıyrılışına ve Osmanlı Devletinin

alçalma devrine girişine işaret'» olan (Zitvatorok) anlaşması, o günlerde yenilenmiş bir eser olarak,

Avrupa Türkiyesinde artık pamuk ipliğine bağlı, sürülüp atılması için sert bir fırtınaya muhtaç ve

yalnız dışıyla heybetli bir devletten başka bir şey kalmadığını ihtar edici bir senet...

(Dominyon) mevkiindeki Kırım Hanlığı üzerinde hükümranlık diye bir şey kalmamış ve doğuda

İran'a kar¬şı «iş olsun kabilinden», hiçbir mânası ve gayesi olmayan bir sefer açılmıştır. Ana vatan,

üst üste isyan, ihtilâl ve şekavetlerin sahnesi... Devletin ruhî, malî, idarî, içtimaî buhran tablosu,

ağlatıcıdır. Şafak vaktinin ilk aydınlık püskürtülen halinde bütün nispet ölçülerini meydana

çı¬karmaya başlayan Batı şahlanışına dikkat etmek şöyle dursun, insandaki en basit bedahet

duygusunu bile körleş-tirici bir karanlık içinde Türk illeri... Eski güneşlerin

ivar içine kaçtığı ve artık kolay kolay bulunamıyacağı ^nh kütleşmesi çığırının başındayız. 1

Mânâsız ve gayesiz İran seferi, aynı manasızlık ve avesizlik içinde bitiverdi. Sadrazam Halil

Paşaya türlü tirlü macun ve murabba, limon ve nar, halis un ve nefis pirinç yüklü dokuz katar, öbür

büyüklere de beşer katar (jeve hediye... Yolda Sadrâzama, İran seferinin neticesini tebrik edici(!)

bir «Hatt-ı Hümayun» ve İstanbul'a gelin¬ce azil fermanı...

Mahut (Zitvotorok) muahedesinin bazı maddelerini gözden geçirmek ve yeni Padişahı tebrik etmek

için İs¬tanbul'a gelen Avusturya Heyeti, şehre önde mızıka, fakat bayrak açmadan giriyor; ve

Avrupa da Türk hâkimiyeti¬nin kırılışından etrafa bir neşe havası saçmaya benzeyen bu mızıkalı ve

bayraksız giriş, sanki devletin şerefini gı¬cıklıyor ve bu yüzden Çavuşbaşı azlediliyor.

Yangın... İstanbul'un 500 yıllık verem illeti... San¬ki tutuşan, gök lâmbasının İstanbul

büyüklüğünde fitiliy-nıiş gibi, bütün bir gece alev sütunları inip çıktı. Süley-maniye ve benzerleri

gibi taş ve mermer senfonileri etra¬fındaki ahşap İstanbul, birçok semtiyle kül oldu. Yangın

Bezestenden çıkmış ve ahtapot gibi İstanbul'u kıskaçları içine almıştır. Ortalıkta, ellerinde su

kovaları duvar yık¬maya mahsus kancalar, koşuşan ve nâra atan yeniçeriler. Şimdi yangını

söndürmeye savaşan kendileri olduğu gi¬bi, belki kundaklayanlar da onlar... Bir yağma, bir talan

bir itişme kakışma, bir ana baba günüdür gidiyor. Halk da kundaktaki bebekten yatalak ihtiyara

kadar hiçbir şey dinlemeden yutan alevlere mi, yeniçerilere mi karşı koru¬ması gerektiğinden

habersiz, canını ve malını Allah'a emanet etmiş, dehşetle kapılarda ve damlarda manzarayı

350

351

seyrediyor. Bu manzarada, sahipsiz şehrin, vatanın , Or. dunun, milletin, devletin ateşle yazılı ihtara

mahyası var¬dır.

Ak sakaldan yok sakala kadar birçok insan da alevler içinde oynayan ejderhalara bakıp kendi

kendileri-ne mırıldanıyorlar:

—Genç Osman'ın daha ilk cülus yılında bu kor¬kunç yangm hayra alâmet olmasa gerek!....

DEVLETDN HALI

En büyük devlet nüfuzu, Genç Osman'ın babası Birinci Ahmed zamanında da olduğu gibi,

Kızlarağası Mustafa'da, Onunla beraber, Şeyhülislam Esad Efendi... Sadrazamlık mesnedi ise

birkaç rakip arasında kavga mevzuu...

Henüz bu padişah vekilliği makamını şahsiyetiyle doldurabilecek bir kimse zuhur edebilmiş değil...

İran se¬feri dönüşünde azledilen Halil Paşadan sonra sadaret Da¬mat Mahmut Paşada ve derken

Öküz Mehmet Paşada...

Burnunun hiçbir insanda görülmemiş çapta büyük¬lüğünden «Burun Kasım» diye anılan İran elçisi

İstan¬bul'a geldi ve belki sefirlerce sunulan hediyelerin hepsini gölgede bırakacak şeyler getirdi:

100 yük ipekli kumaş, 4 fil, 1 gergedan, 1 şahane çadır, 2 kaplan derisi, 37 vaşak derisi, 6 siyah

tilki derisi, 32 sırmalı ve 26 kadife, 9 sair ağır kumaşlardan elbise, 16 top çuha ve muslin, 45

min¬tan... İran ile varılan anlaşmaya şu madde de eklendi:

«—Dranlı şiîlerce, Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ayişe'ye sövme

âdeti bırakılacaktır. Öküz Mehmet Paşa da sadaret makamında 10 aydan fazla kalamadı; ve

«Kapudan-ı derya Güzelce Ali Paşa»nın tertibine kurban gitti. Güzelce Ali Paşa bıT

ne evvel birkatım yabancı gemiler zaptetmişti. Büyük animetlerle geldi ve Padişaha göz kamaştırıcı

hediyeler takdim etti. Sadrâzam Öküz Mehmet Paşa kıskançlığın¬dan tepindi; malların eskiden beri

muahedeli olan Vene¬diklilerle Fransızlara ait olduğunu ve onlara el sürülemi-veceğini iddia etti.

İki tarafın elçilerim de bu iddiayı des¬teklemeye zorladı. Padişaha da «onda bir » ölçüsü üzerin¬de

hileli hareket edildiğini ve gereken hissenin tam ayrıl¬mamış olduğunu ileriye sürdü. Fakat

Güzelce, desise zekâsında Öküz'den üstün çıktı. Bir taraftan beş kese ak¬çe ve birkaç esir hediye

karşılığında Öküz'ün ağzını kapa¬tır ve ayaklarını dolaştırırken , öbür taraftan Padişaha

so¬kulmayı ve şöyle bir teklifte bulunmayı becerdi:

«—Sadrazamlık bana verilecek olursa hazineyi dolduracağım! Devlete sıkıntı yüzü ve para

rahatsızlığı diye bir şey göstermiyeceğim!» Yardımcısı da Kızlarağa¬sı...Bir nevi menfaat

müzayedesinde sadaret Güzelce Pa¬şada kaldı. O da ilk iş olarak Öküz Paşanın malına mül¬küne

el koydu ve kendisini eski yeri olan Halep Valiliği¬ne uçurdu.

Başına gelenler yüzünden tez zamanda hastalanıp ölecek olan Öküz Mehmet Paşaya ait güzel bir

nükte an¬latılır: Halepte şehrin büyükleriyle caddeden geçerken uzaktan bir öküz böğürmüş...

Yanındaki nüktedanlar, bir öküze bir de Öküz Paşaya bakıp sormuşlar:

—Ne diyor, Paşa Hazretleri?

—Benim gibi masum bir hayvan dururken bu eşeklerle işin ne diyor?

Sadarete konan Güzelce Ali Paşanın biricik siyase¬ti hazineyi doldurmak ve Padişahın gözünü

doyurmak ^uı, birer birer zenginleri soymak oldu. Bu sayede aske-rın Ödeneklerini intizamla

verebildiği gibi, hazineyi de

352

353

taşırdı. Genç Osman'la birlikte her şeyin paradan ibaret olduğunu sananlara öyle nüfuz etti ki, bir

dediği iki edil. mez oldu. Devletin yıkımı pahasına servet yapmış olanla¬rı bir bir avladı. Hattâ

Genç Osman'ı taht'a çıkartmış ve kendisini sadaret mesnedine yükseltmekte baş rolü oyna¬mış olan

Kızlarağası Mustafa Ağaya kadar el uzattı. Ağa¬ya, tam 2.5 milyon duka değerindeki servetini

hazineye aktararak Mısır yolunu tutturdu. Padişahın, Şeyhülislâm Esad Efendiden daha nüfuzlu

hale getirdiği hocası Ömer efendiye de Mekke yolu göründü. Ömer Efendi, tam ge¬miye bineceği

anda Sadrâzamın ölüm haberini alıp, Mek¬ke yolunun başından geriye dönecektir.

Güzelce Ali Paşa, satırını, devlet kasadarı Defter¬dar Baki Paşaya da indirmiş, ondan da 2 milyon

dukalık bir servet zaptederek kendisini evvelâ Yedikuleye hapset¬miş, sonra da Cezayire

sürmüştür.

Bütün bunların özü:

Devlet, içinden ve dışından çürürken, çalınmış ve¬ya türlü kötülükler yolunda devşirilmiş servetleri

bu defa hazine hesabına, fakat aynı metodla geri almaktan ibaret ve gerçek içtimaî deva tedbirinden

uzak, «hırsıza karşı gaasıp» politikası... Memurları hırsız, devlet de gaasıp...

Genç Osman'ın ikinci saltanat yılındaysa İstan¬bul'da öyle bir fırtına, görülmemiş bir kasırga koptu

ki, şehrin birçok semti su altında kaldı. Birinci yıldaki büyük Bezesten yangınında olduğu gibi, ana

baba günü...Geçen seneki yangına karşı sakallarını sıvazlayıp onu hayra alâmet saymayanlar, bu

hâdiseden de aynı mânayı çıkar¬makta gecikmediler.

Eski Saray, saltanatın bayatlamış güzellerine, her mânasiyle iktidardan düşmüş kadın şevketlilere

mahsus . jj. jam altı... Eski evrak mahzeni gibi bir yer... Tuğraları verinde olsa da yazıları silik...

Bir padişahtan, kadın sultanlar hakkında:

—Eski Saraya gitsin!

İradesi çıkar çıkmaz, herkesin anladığı, artık o gü¬zelliğin veya o nüfuzun uçup gittiğidir.

Genç Osman'ın cülus yılında, Eski Sarayda, Sahife Sultan (Baba) vefat etmişti. Safiye Sultan ki,

kocası Üçüncü Murad ve oğlu ,Üçüncü Mehmed zamanlarında hükümet dizginlerini elinden

bırakmamış, fakat torunu Birinci Ahmed devrinden beri de, tam 14 sene, Eski Sa¬rayda yüksek

pencerelerden giren akşam güneşinin du¬varlardaki mahzun akislerine karşı, hep sönük ikbalini

düşünmekle vakit geçirmişti. Genç Osman'ın babası Sul¬tan Ahmed'den öteye, Eski Saray,

Osmanoğulları tacının en büyük, fakat o anda ışıksız, kadın elmaslarından birine mahfazalık

ediyordu: Sultan Ahmed'in sevgilisi Mah-ı Peyker (Kevsem) Sultan... Genç Osman'ın üvey annesi..

Genç Osman'ın annesi Mah-ı Firuz Sultan ise asıl sarayda ve ikbalde...

ݺte, ileride oğullarından Dördüncü Murad ve Deli ibrahim'im padişahlıkları zamanında tekrar

parlayacak ve daha sonra bir perde ipiyle boğulup ağzından ve bur¬nundan kan boşanarak can

verecek olan Kevsem Sultan, üvey oğlu Genç Osman şerefine Eski Sarayda bir şenlik tertiplemişti.

Gayesi, eski ortağı ve şimdiki Valide Sultan Mâh-i Füruz'un teveccühünü kazanmak, bu arada

Kızla-rağasmın takdirini de çekmek ve delikanlı Padişahı eğlen¬dirmek...

Kevsem Sultan, sönmüş ikballerin hüzün deposu, sessiz ve karanlık Eski Sarayı üç dört gün hiç

alışılmamış Şekilde renk, ışık ve nağme tufanına boğmuş ve yine hiç

354

355

alışılmamış şekilde, Padişahın, kızlarağasiyle beraber bu üç dört gün içinde, caz, çengi, kadın , türlü

oyunlar; Gene Osman'ın gözleri önünden, Kevsem Sultanın büyülen^ sanatına ait her unsur

geçirilmişti. Acaba Kevsem Sultan henüz bulûğ çağındaki Padişahın arkasında sıra bekleyen

küçücük şehzadeleri için kestirme bir yol keşfetmeye mi yoksa onları sadece korumaya,

yaşatabilmeye mi bakı¬yordu?

Budin Valisi Karakaş Mehmed Paşadan Divana bir rapor gelmişti: Mor nehri kıyılarında bir yerde

garip bir gök hâdisesi olmuş.. Bir kara bulut çıkmış ve ortasın¬dan haç şeklinde şimşekler

fışkırmış... Aynı buluttan bir çok kara taşlar da fırlayıp yere düşmüş ve toprağa gömül¬müş..

Bunlardan bazıları 3 kantar ağırlığındaymış...

—Allah Allah; ne garip alâmetler beliriyor bu Pa¬dişahın zamanında!...

Hayırdır inşaallah!... Yangın, kasırga, semaî işaret¬ler!..,Hayırdır inşaallah!

ALAMETLER

Artık alâmetler yerde ve gökte birbirini kovalıyor. Fakat yerdekilere ve kul tedbirinin çerçevesi

içindekilere dikkat edilmiyor da herkes gökte olup bitenleri heceleme¬ye çalışıyor.

Aksaray taraflarında bazı camilerin bir ay kadar yarı bellerine kadar su içinde kaldığı büyük kasırga

ve selden sonra Naimâ'nın ifadesiyle «zir azîm taun oldu ki, misli görülmemiş idi.» Ve cülusun

ertesi yılı, tam da Sul¬tan Ahmed'in öldüğü gece, gökte müthiş bir kuyruklu yıl¬dız.. Işığı pırıltılı

ve biçimi tıpkı bir eğri kılıç... Kıhcın kabzası doğu ve ucu batı tarafında; duruş da, İstanbulu ikiye

bölecek gibi...

O zaman bu sema hâdisesinden evvelâ İran muha¬rebesine ait mânalar çıkarılmış, iki yıl sonraki

Lehistan seferi ve peşinden Genç Osman hailesi de aynı kuyruklu yıldıza bağlanmak istenmişti...

Buğdan Voyvodası (Gratyani)nin Lehliler hesabına devlete ihanet etmesi, Lehlilerin (Zolkiyefski)

kumanda¬sında orduyla Buğdan üzerine sarkmaları, Ozi Beylerbeyi ve Kırım Hanının mahallî

kuvvetleriyle bu istilâyı kırıp bozguna çevirmeleri, Leh serdarının saray kapısında halk, teşhir

edilmek üzere İstanbul'a gönderilen kesik başı ve¬saire...

Bunlar, toy Padişahı, eski haşmet devirlerinden ni¬şane bir seferin başına getirmek için gönüllerde

yanan sevdayı alevlendirici ilk ümit vesileleri... Başta sadrâzam Ali Paşa bulunmak üzere birçok

devlet büyüğü, Lehistan seferini körükleyenlerden... Artık 18 yaşına doğru yol alan Padişahın

gönlünde de bu sefer, dayanılmaz bir fetih iştiyakı... İlk şart... Ali Paşa, daha evvel anlattığımız gibi

soymadığı insan bırakmıyor, hazineyi tıka basa dolduru¬yor. Öyle ki, uzun zamandan beri Yeniçeri

kışlalarına et veren (Skarlâti) isimli ram müteahhitten, yıllardır teslim ettiği koyunların derilerini

aynen isityor ve gayet tabiî olarak deriler verilemeyince, zengin müteahhide muaz¬zam bir para

cezası ödemek düşüyor. Rum Patriğinden yine bir yolsuzluk bahanesiyle üçbin istiyor, otuzbin ala-

piliyor. Şundan bu kadar, bundan şu kadar...

Defterdar Baki Paşayla Kızlarağası Mustafa'ya ait bilyonların hazineye aktarılması bu sıralarda...

356

357

Lehistan seferi hazırlıkları ve hırsızlardan gasp Vo liyle hazineyi dolduran tedbirler devam ede

dursun...

Hicrî 1030'da (1620-1621 kışı) öyle bir soğ^ bastı ki, Boğaz baştanbaşa dondu ve Avrasya

kıyısından Avrupa sahiline yürüyerek geçenler oldu:

Naima:

«— 1030 şifâsında (kışında) Rebiülevvel Gurresin-den onaltıncı gününe kadar azîm kar yağıp

şiddet-i serma-dan (soğuğun şiddetinden) serâser (baştanbaşa) derya mü-cemid olup (donup) ancak

akıntı ortasında bir nehr-i sagîr (küçük nehir) miktarı mahal açık kalmış idi. Rebiülevvelin

onyedinci günü Saray burnu ile Üsküdar arası cümle buz olup Galatadan İstanbul'a Hasbahçeden

Kireçkapısma ya¬ya adam geçtiğin görenler rivayet ederler.»

İlki, Hicrî ikinci ve Milâdi sekizinci Asırda olmak üzere tarihin iki kere kaydettiği bu hâdise, Genç

Osman etrafındaki harika tecellilerden ve esrarlı alâmetlerden bi¬ri daha sayıldı.

Kar ve buz yüzünden deniz ve kara nakliyatı sekte¬ye uğrayınca Istanbulda kıtlık başladı 70

dirhem ekmek 1 akçeye, etin okkası da 15 akçeye çıktı. Tabiî Yeniçeri ve Sipahi homurtuları,

«Divan-ı Hümayun» önünde Sipahi toplanmaları, Sadrâzam sayesinde verilen birikmiş aylık¬lar,

bir ân için kapanan ağızlar; derken 1621 ilkbaharı, para büyücüsü Sadrâzamın tekrar parlayan

nüfuzu, Padi¬şah Hocası Ömer Efendinin Mekke'ye sürgün emrini al¬ması ve tam gemiye binerken

Güzelce Paşanın böbrek hastalığından öldüğünü duyup saraya dönmesi... Vesaire vesaire..

Genç Osman Lehistan seferine niyetlenince, ileride tarihin en büyük padişah cinayetine bizzat

mevzu teşkı

358

tmek üzere, âdeta bu cinayeti davet eder mahiyette, ken-,? ^üçük padişah cinayetlerini işlemekten

geri kalmadı.

Büyük meziyetlerle ışıldamaya başlayan kardeşi Şehzade Mehmed'i öldürdü. İlk meşveret, yeni

Kızlara-ğası Süleyman'la:

—Ne dersin ağa?

—Tedbiriniz hikmetin tâ kendisi, efendimiz! Böyle bir şehzadenin yaşaması caiz değildir.

Ondan sonra Şeyhülislâm'a müracaat:

—Kardeşim Mehmed'in öldürülmesini meşru gös¬terecek fetvayı vermenizi dilerim!

Fakat Şeyhülislâm Esad Efendi, bir müddet sonra kızını vereceği Padişahın hatırından, şeriati çok

üstün tut¬mayı bildi:

—Sultanımdan af dilerim; ben, kardeşiniz şehzade Mehmed'in öldürülmesini meşru gösterecek

fetvayı vere¬mem! Seriate iftira edemem!!

Rumeli Kazaskeri Kemalettin isimli bir bedbaht, hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir ümit,

Şeyhülislâm olmak ümidi peşinde seriate ihanet etmekte tereddüt gös¬termedi ve kendi manevî

ölümüne bedel, genç şehzadenin idam fetvasını dayadı.

Masum şehzade Mehmed, birdenbire kapısının açıldığını ve içeriye, ellerinde kemendler, pala

bıyıklı ka¬ya parçaları halinde hissiz cellâtların dolduğunu gördü. Cellâtlar tek kelime söylemeden

üzerine saldırır ve ke¬mendler boynuna dolanırken, şehzade Mehmed, içinde tek leke görünmeyen

saffatli gözlerini, tepesindeki kub¬beyi delmek istercesine yukarıya kaldırdı ve acı acı hay¬kırdı:

«—Osman ; Allah'tan dilerim ki, ömür ve devletini rüzgâr savursun! Beni nasıl öldürüyorsan senin

de canını öyle alsınlar!»

Naimâ'nın diliyle:

359

«— Osman: Allah'tan dilerim ki, ömr-ü devlet' berbâd olup beni ömrümden nice mahrum eyledinse

s dahi behremend olmayasm!»

Naimâ devam ediyor:

«—Ol vakt-i yeeste suz-u derûn ve inkisar-i kalb ' mahzun ile ettiği beddua icabete karîn olup

zaman-ı kalild mücazatı zuhur etmiştir.»

(O yees vaktinde iç acısı ve kalb kırıklığı ile ettiği beddua kabul edilip cezası kısa zamanda

göründü.)

ݺte, atalarının bu yoldaki cinayetlerine nispetle yaptığı pek küçük bir şey olsa da, Genç Osman'ı

bekleyen akıbetten en keskin ve manalı alâmet budur.

VESADRE VESADRE

Zenginleri sıkboğaz edip hazine doldurmaktan baş¬ka marifeti olmayan Sadrâzamın ölümünden

sonra «Mühr-ü şerif» Hüseyin Paşa isimli arnavutta... Bostancı, derken Bostancıbaşı, sonra vezir ve

en sonra Sadrâzam... (Hammer)e göre o «müteassıp bir müslüman ve hiçbir ruhî ve siyasî terbiye

görmemiş kaba bir adam»... Yine (Hammer)in fikrince Hüseyin Paşanın anlayışı:

«—Dünyada Türk Padişahından başka hükümdar yoktur ve gerisi ancak onun keyf ve emriyle

hüküm sü¬rer.»

O devirde Üsküdarlı Aziz Mahmud Efendi isimli bir şeyh vardır ki, bütün devlet büyükleri onun

eteğine tu¬tunmaktan başka çare bulamazlar. Canı ve malı tehlikede olan kimse, Aziz Mahmud

Efendiye sığındı mı, emniyet¬tedir. Ölen Sadrâzam bile, Boğazm donmasını takip eden kıtlıktaki

karışıklıklarda, o günedek hiç aldırmadığı şeyne

u kurbanlık koyun takdim etmiş ve böylece nefsine • abında bir sığınak hazırlamayı uygun

bulmuştur.

Aziz Mahmud Efendinin cübbesi altın saklananı, e Yeniçeri çıkarabilir, ne saray , ne kimse!...

Artık onsekizinci yaşını süren Genç Osman, kendi¬sinde için için beslenen ve bugüne kadar hiçbir

tarihçimi¬zin tam bir kıymet hükmüne bağlayamamış olduğu yep¬yeni ve gözü kara fikirlerle

gelişirken, ilk tavrı, vezirlerin boyunduruğundan sıyrılmak ve istiklâl göstermeye dav¬ranmak

oldu. Gece, hattâ gündüz, kılık değiştirmiş, arka¬sında kendisini gizlice takip eden silahşörleri,

bizzat kol geziyor, halkın ve askerin iç hallerini teftiş ediyor. îleride daha yakından göreceğimiz bu

halk tabakalarına nüfuz ve serkerdelere şiddet gösterme gayretiyse kimsenin hoşuna gitmiyor. Tabiî

işlerine gelmeyenlerin...

Sefer hazırlığı boyuna köpürmekte... Bu, Padişa¬hın içine öyle işlemiştir ki, cazibeli anlaşma

teklifleriyle gelen Leh elçisi, Payitahta sokulmuyor bile.. Küçük çek¬meceden gerisin geriye

döndürülüyor. Genç Osman'ın kulaklarında babasının bir sesi:

«—Sınırlarımızı talan eden Kazakların iplerini Lehliler oynatır. Onlara hadlerini bildirmek

gerek...»

İngiliz sefirinin aracılık teklifi de şu cevapla redde¬dildi:

«—Hudut boylarımızda at oynatan Kazakların hakkından gelinecektir.!»

1621 yılının Nisan ayı sonunda Davut Paşa sahra¬sına Padişahın otağı kuruldu ve tuğları dikildi.

Dokuzgün sonra da Padişah gelip ordugâhının başına geçti.

Mayıs ayının başlarında (Kamerî Cemaziyelâhir aymın son günü) güneş tutuldu ve ertesi günü

karargâh ve

360

361

birlikleri yola çıktı. Al sana esrarlı alâmetlerden biri d

ha!... a~

Naimâ, güneş tutulmasından evvel ve sonraki h' kaç günün uğursuz sayılması gerektiği halde

bunlara dile kat edilmediğini kaydeder. Naimâ'ya göre, Padişahı cülus günü de böyle bir «Yevm-i

nahs»e, uğursuz gun rastlamıştır.

Evvelâ şeriat ve iman, sonra-selim akıl ve ilimle zerrece ilgisiz, hattâ onlara zıt olan bu türlü bâtıl

inanışla-nn , devir devir, memleket idare edenlerle, Naimâ gibi bir tarihçi nazarında nasıl makbul

tutulduğuna ve ilâhî sırlara bağlı sonsuz meçhuller içinden bu türlü malûmlar devşir¬meye

kalkmanın ahmak cesaretine şaşmak lâzım...

. Padişah, Edirne yolu üzerinde bir köprüden geçer¬ken, köprünün kemerlerine gizlenmiş ve bu

sebeple hassa askerlerinin gözünden kaçmış dört Hintli derviş, kimbilir ne gibi bir niyaz ve duada

bulunmak üzere birdenbire meydana çıkınca, Genç "Osman'ın atı ürktü ve şahlandı. Attan düşecek

kadar sarsılan Hünkâr, o kadar sinirlendi ki, Hintli dervişlerin dördünü birden sualsiz sepetsiz,

ora¬cıkta idam ettirdi. Sefere giderayak, Şehzade Mehmed'in kanından sonra ellerini buladığı bu

serseri dervişlerin ka¬nı, her halde, kendisi için uğur getirici değildi.

On gün Edirne'de kaldı ve cenk talimleri yaptı. Ha¬ziran başlarında Balkanların yolu...

Yağmurlardan, Bal¬kan dağlarını aşmak çok zahmetli oldu. Binlerce yük hay¬vanı öldü. Çadır

yüklü develerin geçemediği yollarda, vaktiyle hediye gelen filleri kullandılar.

362

Yeniçeri ve Sipahilere* padişahların ilk seferlerin-, verilmesi âdet olan ellişer akçe bahşiş... Bahşiş,

tek öl¬çü!-

Eski Sadrazam, yeni «Kapudan-ı derya» Halil Pa-

Karadenizde esir ettiği 200 Kazakla karargâha geldi, gsirleri, fillere ezdirmek, çengele asmak,

kazığa vumak, ok talimlerinde nişan tahtası diye kullanmak suretiyle öl¬dürdüler.

Tunaya köprü kuruldu ve karşı yakaya geçildi.

Genç Osman, sırtında Kanunînin zırhı, at seğirt¬mek, gürz sallamak, ok atmak ve türlü marifetler

göster¬mekle meşgul...

Bir gün Tunanın bir kıyısından öbürüne ok yetiştir¬meyi başardı ve okunun değdiği yere bir sütun

dikildi. Kazak esirlerinden birkaçını da oklara hedef tutmayı, hâttâ yakınlarından bir ikisini

yaralamayı ihmal etmedi Ağustos başlarında Diyarbekir Beylerbeyi Dilâver Paşa da, emrindeki

kuvvetlerle orduya katıldı.

Bu cümbüşlü, âlemli, eğlenceli yürüyüş içinde ye¬niçeriler, grup grup ordudan sıvışmaya

başladılar. Galiba umduklarını bulamamışlar veya hevesleri kaçmıştı.

Hemen bir lâftır döndü:

—Orduda Yeniçerinin yarıdan ziyadesi sıvışmış!..

Padişah, yoklama yaparcasına umumî bir teftiş em¬retti; ve adam başına yarımşar kuruş bahşiş

verilerek ye¬niçerilere Padişah huzurunda bir geçit resmi yaptırıldı. Geçit resmi bile ancak bahşişle

mümkün oldu. Ve Ocak kabadayıları bu halden fena halde alındılar, söylendiler ve öfkelerini

yuttular.

Sadrâzam Hüseyin Paşayla Moldavya Voyvodası, düşmanın 5000 kişilik bir akıncı fırkasını

darmadağın et¬tiler. Bunlardan bir mağaraya sığınan 80 nefer, Padişahın emriyle ve huzurunda,

mağara ağzında yakılan otların du-maniyle boğduruldu. Dünyanın en büyük mazlumların-

363

dan biri olan Genç Osmanın zulüm zevkini inkâra rtiec var mıdır?

Ağustos sonunda Hotin önlerine yaklaştılar, fy^u telif cinsten düşman, 12 ve 6 bin neferlik iki

bölüm halin, de ve müdafaada.... Birbiri arkasından dört hücum. Birin, cisi oldukça başarılı, 12

sahra topu, 32 bayrak, 2 büyük Alman bayrağı, ganimetler arasında... Binden fazla düş¬man ölüsü

cenk meydanında...

Kırım Hanı emrinde 50.000 tatar, Kazakları basar ve korkunç bir akına girişirken, ikinci ve üçüncü

hücum¬lar netice vermedi. Dördüncü hücumu Padişah bizzat ida¬re etti ve bu hücum da kırıldı.

Ordunun kayıbı ağır...

Sadrâzamın emriyle ateşin en tehlikeli noktasına sürülen Budin Paşa'sının kuvvetleri eridi ve

Karakaş şehit düştü. Sadrazam, göz göre göre yardımını esirgemişti... Padişah, Hüseyin Paşayı

Sadrazamlıktan attı ve yerine Dilâver Paşayı geçirdi. Beşinci hücum, fedakârca cenge tutuşan

Rumeli Beylerbeyi ve Kırım Hanına yeniçerilerin yardım etmemesi yüzünden parçalandı. Altıncı

ve son hücum da, yine Yeniçerinin harp şevkini tamamiyle kay¬betmiş olması yüzünden ezilince

orduda «sulh» sözleri dönmeye başladı.

ݺte, kendi öz vatanını işgal altında tutanların dışa¬rıya karşı hali; ve işte her gaye ve plândan

mahrum, (fan-tezik) bir seferin neticesi!...

Hotin'in Buğdan çerçevesine iadesi ve Kazak teca¬vüzlerinin önlenmesi gibi en adi şartlar altında

sulh...

Osmanlıların kayıbı 60.000 kişi ve Güzelce Ali Pa¬şa tarafından doldurulan hazine!... Ve bilhassa

başka bir şey: Ruh!...

FELÂKET YILI

Padişah, ne zafer, ne hezimete benzeyen , fakat he-jef ye temelini kaybetmiş gayretler içinde bütün

bir dev¬let çöküşünü ifşa eden ve bu bakımdan her bozgunu göl¬gede bırakan Hotin seferinden bir

kahraman edasiyle

döndü.

Şu mısralara bakınız:

Aferin ey rûzigârın şehsüvar-ı safderi!

Arş'a as şimdengerû tig-i süreyya cevheri!

(Ey yeryüzünün kahraman atlısı, sana aferin! Ülker yıldızı cevherli kılıcını bundan böyle Arş'a

as!)

Bu beyit, tam mânasiyle felâket ve akamet ihtarcısı Hotin seferi dönüşünde Genç Osman'ı

mânalandıran şair Nefî'nindir. Gerçek mânalarla Nefî'nin hülyası arasında bir nispet kuracak

olursak, büyük şairi, mübalâğa üstadı değil, eşyayı tersine çeviren bir hokkabaz saymak icap eder.

Nefî, Türk kılıcının tam da solmaya ve paslanmaya başladığı anda, bu vakıanın acısını

haykıracağına, o kılı¬cı, hem de Arş'a asmaktan dem vuruyor!.

Felâket yılı 1622'nin eşiğinde, 1621'in son ayla¬rında Padişah, sefer dönüşü Edimede... Şafakların

kendi-sıne penbe yüzlü bir zafer yavrusu doğurduğunu görme¬miş olsa da, saraydaki Haseki

Sultandan bir şehzadesi ol¬duğunu haber almıştır. (Milikliya)dan çevirme Meleksi-ma isimli, âdi

bir Rus ailesinden, el değiştire değiştire «zlarağası Mustafa Ağaya kadar gelmiş, onun tarafından

azad edilmiş ve nihayet Genç Osman'a nikahlanmış, fevkalâde güzel bir cariye...

364

365

Padişah Edirnedeyken, senenin son ayında Has v Sultan, birbuçuk aylık şehzadesiyle beraber

Edirneye ' liyor ve bütün vezirlerin katıldığı muhteşem bir karşılan! töreniyle, yavrusunu, 18

yaşındaki Padişahın kollarınab* rakıyor.

Korkunç sene girmiştir.

Padişah İstanbul yolunda...

Ocak ayının ilk günlerinde, sefere çıkış otağım kurmuş olduğu Davut Paşa sahrasına ulaşıyor.

Orada Kaptan Paşanın büyük ziyafeti... Birkaç gün sonra depde-beyle İstanbula girilecek...

Peygamberler Peygamberinin doğum yıldönümü olan 12 Rebiülevvel tarihinde (25 Ocak 1622)

Topkapı Sarayından içeriye giriyor.

Askerlerin suratı asık ve kalbi kırık... Kendilerine hak tedarik etmek için sebep üstüne sebep

gösteriyorlar:

Birincisi:

«— Seferde yarımşar kuruş bahşiş karşılığında bi¬ze yoklama geçidi yaptırıldı! Şerefimiz kırıldı!»

İkincisi:

«— Karakaş Paşanın şehadetinde fena halde suç¬landırıldık! ݺitmediğimiz lâf kalmadı!»

Üçüncüsü:

«— Seferde getirdiğimiz düşman kellelerine veri¬len parayı 1 altuna indirdiler. Başımızı tehlikeye

atıp baş aldığımız halde, getirdiğimiz kellelere 1 akçe bile etmez, dediler!»

Dördüncüsü:

«— Hotin kalesinin zaptedilemeyişini, bizim gay¬retsizliğimize, yüreksizliğimize verdiler!»

Beşincisi:

«— Asker, Mısır askeridir; bunlara verilen ulufe ziyandır, diye lâflar alıp yürüdü! Bizden

soğudular, bizi de kendilerinden soğuttular! »

altıncısı:

«Padişahın, geceleri tebdil çıkıp meyhaneleri

v.»

«tığını ve ele geçirdiği yeniçerileri denize attırdığını da unutmuş değiliz!)

Genç Osman saraya ayak basınca Velâdet Kandili seferden dönüşü münasebetiyle umumî şenlik

emri verdi. Yüksek devlet makamlarını işgal edenler arasında da değişiklik yaptı. Sadaret, İran

seferinde büyük fedakârlıklar gösteren ve hizmetlerinden başka servetini de Padişaha arzeden

Hırvat asıllı Dilâver Paşada... Eski sadrâzam, Ermeni asıllı Halil Paşada İkinci Vezir... Seri¬ate tam

bağlılık içinde açık fikirli ve hür seciyeli, vakur ve emin Esad Efendi, daima Şeyhülislâm... Saray

içi nü¬fuz da, Padişah Hocası, hodbin ve haris Ömer Efendi ile, Şehzade Mehmed'in öldürülmesi

ve Lehistan seferi bah¬sinde Padişahı teşvik eden, mağrur ve beyinsiz Kızlarağa-sında...

Bir hengâmedir gidiyor!

ݺte Genç Osman'ın ruhunda bütün bu geliş ve gi¬dişe karşı ilk nefs murakabesi bu hengâmede

başlar.

Nefs muhasebesi...

Çok sevdiğimiz, sık kullandığımız ve mutlaka üs¬tün yaratılışların çilesi diye ele aldığımız bu

hassa, Os¬manlı Padişahları içinde ve derece derece beş şahısta var¬sa bunlardan biri Genç

Osman'dır.

İnsanın, iç ve dış âlemleri arasındaki nispetler tab¬losunu çizmek ve şahsiyetini bulmak borcuna

dayanan bu UM hassa, Genç Osman'ın seciyesinde, hele kendisi gibi Çocuk yaşındaki bir padişaha

göre iptidaî çapta da olsa, en esaslı noktaları kuşatmaktadır:

1 — Genç Osman, delilsiz ve rehbersiz, Yeniçeri-nin bütün çürüyüşünü görmüş, Yeniçerilik

müessesesini,

366

367

topyekûn, olanca etrafı ve muhitiyle kökünden kazım v hükmüne varmıştır.

2— Osmanlı Padişahlarını, anane veya «adet-i k

dime» klişesiyle her yeni, doğru ve güzel hareketten alı¬

koyan kalıpları parçalamak azmindedir.

3— Körü körüne kalıp ve çerçeve taassubunun dı¬

şına çıkmakta ilk davranış olarak, halktan ve Türk ırkın¬

dan evlenmek gayesini gütmektedir. Başlıca niyetlerin¬

den biri, devşirme harem usulünü yıkmaktır.

Başta ilki olmak üzere bu üç büyük mesele genç Padişahın ruhunda bütün bir fikir ve dâva

kaynadığına ve eğer ömrü 18 yılda tükeneceği yerde, 28, 38, 48'e kadar uzasaydı kendisinden

gerçek inkılâp çapında çok şey gö¬rülecek olduğuna işarettir.

Rusyalı Meleksima Sultanı zevklendirmek için askerî bir tören yapıldı. Bu törende, sanki iftihara

değer bir fetih temsili veriliyormuş gibi, o mahcup Lehistan harbinin bazı sahneleri, kale hücumları

ve batarya zaptı tarzında gösteriler tertiplendi. Cünbüş sırasında bir tüfe¬ğin rastgele patlamasiyle

iki aylık şehzade yaralandı ve öldü. Osmanlı tahtı veliahtını, dikine nesep çizgisine göre ilk

namzedini kaybediyor demekti. Genç baba, Genç Os¬man'ın, hususiyle Haseki Sultanın acısı

büyük... Rusyalı Sultan hesabına telâfisi çok zor olan kayıbı gidermek, Pa¬dişah için kolay... Genç

Osman, kendisine üç zevce daha almaya karar verdi. Fakat devşirme cariyelerden değil halktan,

kendi tebaasının hür kızlarından...

ݺte ilk yenilik hamlesi!...

Nasıl olur?

İtirazlar üstüste yağıyor:

— Olamaz! Osmanlı kanununa uymaz! Padişahlar

•yelerden başkasını alamaz! Padişaha kız verecek aile-°\ r(Je, taht ihtirası ve saltanat nüfuzu uyanır

sonra!.. Ola-^ padişahın iradesi karşısına irade çıkarılamaz!

Genç Osman, saffet ve sıhhat devrinin en parlak misâllerini verdiği ve sadece Bizans tesirinin engel

oldu-"u o güzelim fikri, halktan evlenmek idealini hemen ger¬çekleştirdi; ve «Harem-i Hümayun»

un kapkara yüzlü ve delik burunlu cendere geleneğini yıktı. Evvelâ Pertev Pa¬şanın, sonra da

Şeyhülislâm'in, o doğru özlü ve sözlü Esad Efendinin kızını, törensiz ve gösterişsiz, aldı. Bütün

paşaların ve ağaların öğütleri dışında oldu bunlar... Kim¬se bu yeniliğe akıl erdirememişti.

Şeyhülislâm bile, din ölçülerince bu en güzel ve makbul tarzı bütün ruhiyle be¬nimseyeceği yerde,

kimbilir nasıl bir hisle:

— Atalarınız hep cariye almışlar; size de öyle yap¬mak düşer!

Diye, kızını Padişahtan esirgemek istedi. Belki de netameli işlerden uzak kalmak ve belâlı dâvalara

mevzu olmamak istiyordu. Hep Bizans ve «idare-i maslahat» po¬litikası. .. Nihayet ısrara

dayanamadı, verdi.

Şimdi iş büyük yenilikte... İsmi Yeniçeri olan çü¬rümüş teşkilâtı atıp yenisini getirmekte... Sözde

«yeni» den ne çıkar, gerçekte «yeni» yi bulmak lâzım...

Genç Osman, yeniçerilerin şehirde körüklediği tür¬lü ahlâksızlık, kötülük, eşkıyalıkla çarpışmayı

ön plâna aldı. Eskisinden çok daha sert ve keskin, gece ve gündüz İstanbulu murakabeye koyuldu.

Etrafında birkaç emin adamı, paşa, ağa ve hassa askerleri, bazan büsbütün yal¬nız ve sadece

uzaktan kontrollü, değişik kılıklarla ve hep yaya, en hücra köşeleri dolaşıyor. Rastgeldiği sarhoş ve

saldırgan yeniçeriyi yakalatıyor ve denize attırıyor. Halk¬tan onlara uyanlar da zindana ve küreğe...

Şarap ve tütün hakkında şiddetli emirler...

Bir de tıpkı İkinci Abdülhamid'de olduğu gibi, is-

368

369

mini «pinti» ye çıkaran tasarruf tedbirleri ve israfa mâ sıkı el...

Ve ortada, Padişahtan memnun olanların değil d yaka silkenlerin tavrı ve edası...

Felâket yılının başında ne garip dünya!...

PLÂN

Lehistan seferi Genç Osman'ı büsbütün uyandır¬mıştı. Zaman onun 18'inci yaşı içinden akarken,

olgun¬laşmaya başlayan içiyle binbir hâdisenin fokurdattığı dışı arasında öyle bir mîzan doğmaya

başlamıştı ki, o artık her şeyi sezer ve anlar oimuştu.

Etrafında kimse yok... Sakallı insanlar, çeneleri al¬tında, kaba kuvvetin geçtiği yolları

temizlemekten başka vazifesi olmayan birer süpürgecik taşıyor... Bu talihsiz delikanlı sultana öğüt

verecek, onu görgü ve tecrübenin verimli iklimine çekip gelişitirecek, hakikate erdirecek, iman ve

İslâm gayretinde tek kişiden eser mevcut değil... Üstelik, çevresindeki her şey ve herkesi fikir

çilesine tut¬kun ruh yerine, madde hazzına düşkün nefs yolundan, onu, görmemenin, bilmemenin,

düşünmemenin karanlığı¬na çekiyor... Bohçalar içinde saklanan «Emanet-i Müba-reke», ruhlardaki

mâna bağlarından kopmuş eşya parçala¬rıdır ve asıl mukaddes emanet, işte kül altında nefes

al¬maya çalışan bir kıvılcımdan ibarettir. Şu Yeniçerinin ha¬line de bak!... Kelimede şeriatten

başka şey bilmeyen ve hakikatte ondan gayri batırdığı olmayan, bu mankafa, ter¬sinden yobaz,

yüreksiz, soysuz, zulümde tek, vahşette bi¬ricik güruh, kan ve ateş içindeki Anadolu çocuğunun

ka¬nından gelmişe benzer mi?

Çocukluğundan, görgüsünden, aldığı terbiye ve telkinlerden başlayarak her şeyin kendisini gaflete

çekng1

370

reiıÇ Osman, başını, Topkapı sarayının taş duvarlarına -j ^(Dinüş düşünüyor ve gözünün önünden

devlet kadrosu-u geçiriyor. Acaba şunları görüyor mu:

Sadrâzamın en sadığı, emir bekleyen, balmumun-(ian, koca kavuklu bir manken... Şeyhülislâmın en

dürüs¬tü kendi içine kapanık, belâlardan ürken ve selâmeti ke¬narda arayan bir münzevî... Hocası,

hikmet değil, «bâb» okutur ve menfaat dolapları çevirmekten başka marifet bilmez... Kızlarağası

da, yedi iklim, dört bucaktan gelme cins cins piliçlerin kümesçisi sıfatiyle kendisini devlet

çiftliğinin patronu farzeder. Paşa çalar, ağa soyar, efendi yutar, bey kapar ve bütün bunları her

insanın gerisindeki görünmeyen adam, millet çeker.

Bu dekor ve unsurlar içinde, 18 yaşındaki toy Pa¬dişahtan ne beklenebilir? Böyleyken, bu dekor ve

unsur¬lar içindeki toy padişah, kötüyü görmek ve iyiyi özlemek bakımından çifte kanatlı bir

(idealist)tir.

Genç Osman'ın ilk (idealist) fikir davranışı, Yeni¬çeri ocağını temelinden yıkmak ve onun yerine

Anadolu Türkünden yepyeni bir ordu kurmak...

Bu, o günün şartlarına göre, fikirlerin fikri, idealle¬rin ideali, kurtarıcı değerde bir görüş ve hamle

başı... Ancak iki asır sonra anlaşılabilen bu gerçek, Genç Os¬man'ın devrine ve o zamanki umumî

kıymet ölçülerine §öre, büyük çapta bir ileriyi seziş hedefidir.

Fakat bu dâva çetin mi, çetin!..

En küçük şüphe, gocunma, Yeniçeriyi ayaklandıra-"dir; ocağında, her ân devletin kafasına

indirmek üzere "azır bulundurduğu kazanı kaldırtabilir. Millet müdafaası 'Çuı bir arada tutulan ve

beslenen bu teşkilât, cihanda, ne haÇDı, ne düpedüz kâfir, hiç bir düşmanın ulaşamayacağı

371

vahşet çapında, öz milletinden intikam almaya kalkabiliri

Bu yüzden, gayet ince, sinsi, gizli, dâhice tertinr ve birden bire tepeden inici bir hareket düşünmek

lâzım...

Genç Osman durumu pek güzel kavradı; ve hare¬keti, temel şartlarından birini çocukça ihmal

etmesi müs¬tesna, ustaca plânladı:

Hacca gidecek; bu vesileyle Anadoluya geçecek Suriye ve Hicaz üzerinden bir kavis çizip dönecek

ve ter¬tipleyeceği yeni orduyla İstanbula gelip Ocağın köküne kibrit suyu dökecek... Yanında

ancak, Samsuncubaşı ku¬mandasında 500 seçme yeniçeri ve 1000 sipahi, «Rükâb-ı Hümayun»

emirleri, 40 «müteferrika», 40 Divan kâtibi, gedikliler, Sadrâzam, Defterdar ve Nişancı Paşa

buluna¬cak... İstanbulda sadaret kaymakamı, eski Sadrâzam Hü¬seyin Paşa olacak ve filân ve falan

paşalarla, İstanbul, Edirne ve Bursa gibi noktaların muhafazasına memur edi¬lecek...

Bu, gerçekten akıllıca plânın temel şartı, hiçbir şe¬kilde aslî gayeyi sezdirmemek ve devlet

büyüklerini ani bir «oldu-bitti» karşısında bırakmak, üstelik hac seferini de gizlercesine sun'î

bahaneler peşinde koşmamaktı. Genç Osman ise, İstanbula taarruz gününü bile vezirin¬den

gizleyen atası Fatih'in bu inceliğinden gafil, hem maksadını yakınlarından gizleyemedi; hem de bu

maksa¬dını en güzel vesilesi olan haccı belli etmemek istercesine birtakım başka ve zarif bahaneler

aramaya kalktı.

Yani, açık olması gerekeni acemice örtmeye kal¬karken, gizli kalması icap edeni de saklayamadı.

Buna edebiyat dilinde «zaaf-ı telif» derler ki, ku¬mandan, sanatkâr, lider, âlim, devlet büyüğü,

ihtilâlci, her büyük iş ve eser sahibinin düşmemek için en fazla dikkat etmesi gereken noktayı

gösterir. Muvaffak olamayan her iş ve eser, yalnız bu yüzden bütün tesir, telkin ve

tini kaybeder; ve bu hale düşen hükümetleri üç be gözükara çapulcu alaşağı edebilir.

Genç Osman da, hac meselesini, açık ve müstakil olarak ileriye atıp asıl muradını gizleyeceği

yerde, evvelâ haccım gizlemek, bunu inanılmaz bir bahaneyle peçele-meye kalkmak, sonra da asıl

maksadını örtmemek gibi bir zaafa düştü. Tuttu; her şeyden evvel Dürzî beyini tepele¬mek için,

Suriyeye gideceğini ilân etti. O zaman hayret ve kırıklık büyük oldu. Vezirler, önünde hürmetle

eğildi¬ler:

—Nasıl olur, efendimiz; âdi bir âsinin üzerine biz¬zat padişah gider mi? Karadan bir vezir ile

denizden Kap¬tan Paşayı göndermek, böyle basit bir iş için yetmez mi?

Bunun üzerine biraz kekeleyen Genç Osman, doğ¬rudan doğruya şu emri verdi:

6100 kadırga hazırlansın! Bunların donanımı için hazineden 80.000 altun verilsin! Tunus ve

Cezayir bey¬lerbeyi de gemileriyle donanmaya katılsınlar!

Âsi Dürzî beyine imdat etmek ve Türk donanması¬nın yaktığı bazı şehirlerin intikamını almak için

Mesinada 60 kadırga ve 6 kalyon hazırlanmakta olması Padişahın emrini makul gösterdiği halde

kimse buna inanmadı, dili¬nin altında başka bir mâna bulunduğu hissini verdi ve çok geçmeden

haber patladı:

—Padişah hacca gidiyor!

ݺin bu tarafı açıkça ortaya konulamadığı için, şim¬di de bu mânanın dili altında bir başkasını

aramak gereki¬yordu.

Hac seferinin ihtiyaç gösterdiği zahire vesaireyi tertiplemek için Suriye ve Mısıra bir saray baltacısı

gön¬derilmişti. Ciddeye erzak nakli için kullanılmak üzere ge¬miler tedariklenip Mısır valisine

gönderilmesi, Mekke Şerifine yazıldı. Padişahın yolundaki valiler, binlerce çu¬val buğday, pirinç,

şu, bu, tedarikine memur edildiler.

372

373

Bunca hazırlık niçindi? Tabiî bütün bunlar, Mekkeden T tanbula kadar her yerde duyuldu ve hac

maksadı mey/ na çıktıktan sonra, dâva onu da aştı. En güzel tasarın^ baştan başa «zaaf-ı telif» ile

dolu, tatbikat noktaları. m> Plân, esas bakımından fevkalâde, fakat usul nokta sından çocukçaydı;

ve bu yüzden kimbilir ne tepkilerle karşılanacak ve ancak iki asır sonra gerçekleşmesi mu¬kadder

bir esası, küçük usul zaaflarına nasıl kurban edip bırakacaktı?

TEPKD

Sadrâzam ile Şeyhülislâm, Padişahı hac fikrinden vaz geçirmek için ellerinden geleni yaptılar.

Olmadı. Hünkâr kayınbabası Şeyhülislâm Esad efendi, ilerideki fetvasını açıkladı:

«— Padişahlara hac lâzım değildir. Yerinde oturup adi eylemek evlâdır. Caiz ki, bir fitne zuhur

ede»

Şeyhülislâm damadı Padişah, asla bu itirazlara kanmıyor, fikrinde direniyor, fakat yine o «zaaf-ı

telif» neticesi, bir türlü vezirleri ve müşavirleri üstünde, hâkim bir iradenin inandırıcı tesirini

bırakamıyor. Bir çekişme¬dir gidiyor. ݺ, daha başlarken bozuk... Hünkâr muallimi Ömer Efendiyle

Kızlarağasından başka bütün devlet re-cülleri seyahatin aleyhinde... Öbürleriyse, Padişaha sefer

fikrini güya kendi buluşları olarak telkin edenler, Mısır ve Suriyeden toplanacak itaat ve şecaat

sahibi askerlerin meydana getireceği mükemmel ordu dâvasını aşılayan¬lar...

Yanlış ve hasis görüş!..

Genç Osman'ın büyük idealini küçültücü, bu ideali bir iki saray maskarasının oyuncağı ve Padişahı

onlara bağlı bir (otomat) diye gösterici bu telkin ve tahrik

374

fgülen hiçbir Türk tarihçisinin çıkmayışına

Tyret ediyorum! (Hammer) gibi maksatlı ecnebiler bir arafa, fakat Türk tarihçileri, henüz toyluk

duvarını aşma-mış olsa da Genç Osman'ın bir ideal çilesi yaşadığını, Yeniçeriliği kaldırmak ve

halktan evlenmek fikrinin sırf kendi şahsiyetinden doğduğunu görmemiş olmak, âdi hikâye

nakillerine kapılmak ve bunlardan bir (sentez) çı¬karamamakla, her zamanki halimizi, hususiyle

nice eksik arasında ayrıca mütefekkir tarihçi noksanımızı açığa vu¬ruyorlar. Yoksa, Genç Osman'ın

fikrini hafife alan ve onu bir zenci ile, kavuklu bir ahmağın dürtüklemesi sa¬yanlar, teşebbüsteki

manasızlığın ve Yeniçeriliğin müda-faacısı mıdırlar?.. Bu nokta, şu veya bu şahıs cephesinden

değil, çürümüş ve milletine belâ olmuş, imtiyazlı bir kuv¬vet teşkilâtının manasına son zamanlara

kadar nüfuz edi¬lememiş olmak yönünden mühimdir.

Genç Osman fikrinde tamamiyle (orijinal) ve şah¬siyetlidir; ve o iki saray adamının telkinleri, olsa

olsa, Prens (Hamlet)in bulut teşbihlerine kafa sallayan (Polon-yüs) gibi, samimi veya müraî, bir

tasdikten ibarettir. Bel¬ki talihsiz çocuk, bu iki kafa sallayıcıdan başka çilesini doğrulayacak kimse

bulamamıştır. Hattâ ölüme götürü¬lürken, can korkusu yüzünden bunlara kapılmış olduğunu

söylemiş olsa bile, kedisini (idealist) bir mazlum merte¬besine yükseltici fikir hüviyeti ondan

esirgenemez. Ve ni¬hayet bu iki saray ibişinin, -Hoca Ömer Efendi kardeşi Karakaş Efendinin

Mekke Kadılığı hikâyesine rağmen-Padişahı seyahate teşvik etmekte hiçbir menfaat dalavere¬leri

düşünülemez.

Genç Osman, anavatan boyunca sefer ve yeni ordu Sevdası içini kemirirken, seciyesindeki yenilik

zevkini

375

her vesileyle gösteriyordu. Porsumuş güzeller deposu v türlü malihulyalar çevresi Eski Sarayı

tasfiyeye kalkt Sarayın 200 cariyesini de kocaya verip o kocaman v uğultulu dişi arı kovanını

boşaltmak derecesine kadar dii şündü. Kız kardeşlerinden ikisini kocaya verdi; ve sarav

basitleştirmek, her köşesinde bir entrika çöreklenen ve i bazen en âciz ferdi padişah olan o (

melankoli) mekânını güneşe kavuşturmak istedi. Yaptığı her hareketse, eski nizamda takıntısı

olanları gücendirdi, herkese battı ve o bir türlü sevilemedi, anlaşılamadı. Kardeşi Mehnmed'i Hotin

seferi başında kalbsizce boğduran, bedduasını alan, esir kazaklar üzerinde de ok talimleri yapan

Genç Osman, bu tarafiyle atalarının bir çoğundan farklı değilken, asıl gizli bir tarafiyle hepsinden

başka, içli, hüzünlü ve dü¬şünce girdapları içinde bunalmış bir ruh taşıyordu ama, bunu kimseye

anlatamıyordu. Kimse onun kabuğunu so¬yup içini tadamıyordu. Şiddetine rağmen öyle hisli bir

cephesi vardı ki, bir gün değişik kılıkla halk içinde cirit oyunu seyrederken biri kendisine çarptı ve

muhafızları ta¬rafından dövülmeye başladı; fakat o derhal buna engel ol¬du, adamdan af diledi ve

kendisine elli altun ihsanda bu¬lundu.

Zamanının İngiliz sefiri (Sör Tomas), Genç Osman aleyhinde şunları kaydederken, anlayanlarca

onu methet¬mektedir:

«— Bu hükümdar her bakımdan nefret çekmiştir. Askerin gözünde hakîr, vezirler kendisinden yüz

çevir¬miş, din adamları ona lanet eder... Kanunları ve âdetleri değiştirir ve kaldırır; daima evham

ve hayâllere gömülü¬dür. Devleti ve cedleri hafife alır; türlü kılıklara girip meyhaneleri ve fena

yerleri dolaşır. Bu yüzden kendisim âdi ve saygı değmez bir insan yerine koymuştur.»

Muazzam bir rüya gördü:

Üzerinde zırh, tahtına geçmiş, Kur'ân okuyor... RDrden, karşısmda Allahın Resulü, Kâinatın

Efendisi... Kur'anı ve üzerindeki zırhı alıyorlar ve bir tokat indirip nu tahttan düşürüyorlar... Genç

Osman sürünerek mu¬kaddes ayakları öpmek istiyorsa da muvaffak olamıyor.

Hoca Ömer Efendinin tâbiri:

«— Hac seferini uzatmış olmanıza karşı bir ihtar, bir suçlandırma...»

Üsküdarlı Şeyh Aziz Mahmud Efendinin tâbiri:

«— Kur'ân Şeriat, zırh dünyadır; size gereken töv¬be ve istiğfardır.»

Buna rağmen rüyanın esaslı bir tâbire kavuşturul¬muş olduğu iddia edilemez. Nitekim kısa bir

zaman sonra yerden yılanlar gibi fışkırıveren hâdiseler, rüyayı tam tâbir etmiştir. Böyleyken

insanlığın gaye noktasını ve Ufuk - Peygamberini rüyada görmüş olmak devleti, din inceliklerinden

anlayanlarca, Genç Osman'a yeter.

Üsküdarlı Aziz Mahmud Efendinin yorumu Genç Osman'a pek dokundu. Padişah, Peygamber

ihtarının kendisini tövbeye süren mânası karşısında cedlerinin me¬zarlarını ziyaretle işe başladı.

Kendisinin felâket ayı olan Mayısın 12'inci günü (1 Recep 1031 — 1622) Eyüp Sul¬tana gitti.

Halka güçlü kuvvetli görünmek için, pamukla Şişirilmiş bir cübbe giymeyi düşünmüştü.

Bir emir:

— Kurbanlık koyun, sığır bulunsun!

Koyun var, fakat sığır yok... Saray bostancıları sa¬ğa sola seğirtip Karagümrük tarafından

buldukları araba¬ların öküzlerini aldılar, getirdiler. Öküzlere değerlerinin dörtte biri ödenmiş ve

sahiplerinden lanet sesleri yüksel-

376

377

misti. Dinleyen yok! Haram ile girişilen sevap... Padişah sırtında kendisini iki misli gösteren

pamuklu cübbe, Su] tan Selim Camiinde, Cuma namazında...

Mayısın 17'inci günü... Karar kesin... Sefer başla yacak...

Emir:

«— Otağ-ı Hümayun Üsküdara nakledile!..»

ݺte Şeyhülislâm Esad Efendinin fetvası tam bu za¬man ... (Hammer)e göre, bazı tarihçiler,

Padişahın bu fet¬vayı yırttığını iddia etmektedir.

Üsküdarlı Şeyhin bu yolda nasihatleri olmuş, fakat Padişah dinlememiş... Naimâ'nın diliyle:

«—Def-i kazaya mecal olmadı.»

Bu arada, Allah Resulünün: «— Bütün müneccimler yalancıdır!»

Emirlerine rağmen, müneccimbaşı Mehmed Çele¬bi'nin gökten gaibi devşirme gayreti...

Müneccimbaşı, Padişah çadırlarının saraya yanaştırılan bir kadırga vası-tasiyle Üsküdara

geçirildiğini duyunca, kendi çadırını da karşıya geçirmek isteyen Defterdar paşanın kethüdasına

gülüyor.

Aynen şöyle konuşuyorlar güya:

—Ne gülüyorsun; Padişahın çadırları geçti!

—Ne o geçmiştir, ne bu geçer!

—Padişaha bir kötülük gelmesine ihtimal var mı?

—Bilmem ama, Ramazana yetişmez!

O anda Defterdar Paşanın adamlarından biri koşa¬rak geliyor ve heyecanla bağırıyor:

—Süleymaniyede toplanan toplana! Bir azîm

hengâme! Güya bütün dünya halkı orada! Manzara kor¬

kunç !

Müneccimbaşmın sözü:

—Padişahın talihini gösteren burçta küsuf oldu.

Bir felâket bekleyin!

Din ve şeriat ölçüsüyle tepeden tırnağa boş ve saç- olan ve asıl esrar âlemini örseleyen bu lâfları,

aynen i§ olsa bile bir kenara bırakalım da büyük hakikate bakalım:

Zavallı Genç Osman, talihsiz çocuk!... Usul ve üslûbiyle bir türlü becremeyip yoluna koyamadığı o

gü¬zelim fikri bunca tepkiye karşı hâlâ korumaya çabalarken asıl tepkinin nerede ve nasıl

hazırlandığından, kalbinde bir şüphe bile taşımamakta; çürümüş Ocağın içinde, ken¬disine bağlı bir

haberci gözden bile mahrum bulunmakta¬dır.

İSYAN

Padişahın Otağını Üsküdar'a geçirecek kadırga, Topkapı Sarayının iskelesine palamar atarken, artık

işi küçük sokak nümayişlerinden çıkarıp tepeden inme bir harekete bağlayan ve bu tabiyeyle bir

birini sinsi sinsi dürtüp Yeni Kışlada toplanan Yeniçeriler, korkunç bir yekpârelik halinde avaz

avaz kararlarını verdiler:

— Bu seyahatten murad, ocağımızın söndürülme-sidir! Sipahiler de bizimle beraberdir! Bizden

tiksindiği ve yerimize ordu tertiplemeye azmettiği için gidiyor Pa¬dişah!. Düşman tehlikesi varken

memleketi bırakıp git¬mek olamaz! Bu hiyanettir! Haydi yoldaşlar! İleri!

Cümbür cemaat sokaklara döküldüler, aralarına ka¬nsan serserileri ve din adamı kılıklı fesatçıları

da kuyruk¬larına takıp At Meydanına geldiler. (Bazı tarihler bu yeri Fatihteki Et Meydanı diye

kaydederse de Naima ve Peçevî'ye göre At Meydanı)... Haberi alan Sadrazam Dilâver Paşanın bir

buyrultu ile gönderdiği Çavuşbaşıyı taşa tuttular ve kaçırdılar. Aralarından birkaçını Şeyhülislâm

Esad Efendiye gönderip fetva istediler:

378

379

« — Padişahı birtakım bid'atlere (yeniliklere) rüp müslümanların mallarını israf ve hazineyi itlaf

ede lerin (telef edenlerin) öldürülmesi meşru mudur?..»

—Meşrudur!

Şeyhülislâm, bu fetvayı, damadının değil, güVa onu kandıranların ve dalâlete düşürenlerin

öldürülmeleri¬ni mubah göstermek için veriyordu. Zira kendisi itirazcı¬lar şafuldaydı.

Gittikçe fokurtusu kabaran galeyana, Çavuşbaşmm arkasından, Yeniçeri Ağası ve bazı bölük

ağaları da engel olmaya kalktı. Onları da taş yağmuruna tuttular. Tarihi¬mizin bütün alçalma

devrini dolduran o korkunç, hakikat kâfirliği narası, İstanbul üstünde dalgalanıyordu:

«— Söyletmen (söyletmeyin), vurun!»

Bu ana baba gününde donanma Beşiktaştan ayrıl¬mış, Yedikule önlerine demir atmıştı. İhtilâl

haberi bu ge¬milere erişince içindeki yeniçeriler hemen karaya çıktılar ve koşar adım, At

Meydanına, isyancıların yanına can at¬tılar.

Biri haykırdı:

—Dileklerimizin Padişaha arzedilmesi için Sadrâzama ve Hünkar Hocası Ömer Efendiye gidelim!

Padişaha sapıklık aşılamakta (1) numaralı suçlu bildikleri Ömer Efendinin sarayını sardılar, Hoca,

kona¬ğının kapısını sürmelemiş, pencereden bakıyordu.

Pencereye doğru bağırdılar:

—Efendi, aşağı in, askerin sözünü Padişaha bildir¬

meye git!

Hoca pencereden çekildi; fakat askerin sözünü Pa¬dişaha bildirmek üzere meydana çıkmak değil,

kaçmak için... Hoca kılık değiştirdi ve konağının gizli bir kapı¬sından sırra kadem bastı. Asiler

baktılar ki, Hoca görü¬nürlerde yok; kapıları kırdılar, konağa girdiler ve bir anda onu sıkılmış

limona döndürdüler. Ne varsa aldılar, kirdi'

çaldılar, parçaladılar ve oradan Sadrâzam sarayının olunu tuttular. Birçok isyan ve ihtilâlde olduğu

gibi, ne ariptir ki hâlâ üzerlerine bir kuvvet yürütülemiyor. Sa¬ray bostancılarından bir müfreze

çıkarılamıyor ve ayak¬lanma her ân çığ şeklinde büyüyor.

Sadrâzamın sarayı önünde bir mukavemetçik ol¬sun, gördüler, Sadrâzamın muhafızları, çapulcu

ihtilâlci¬lerin bir kaçını öldürdüler, birkaçını yaraladılar. İsyancı¬lar o gün silâhlanmamışlardı.

Apışıp kaldılar! Ne tuhaf! Buna rağmen karşılarında toplu bir hükümet tedbiri yok! Koştular,

çarşıyı bastılar, silâhçı dükkânlarını yağmala¬mak istediler. Silâhçılar, önlerine çıkıp kollarını gerdi

ve mallarına el sürülmemesini diledi. Ne cilve! Razı oldular! Akşam yaklaştığı için, o ân

niyetlerinden vaz geçtiler; ve ertesi günü silâhlanmak üzere birbirlerine söz verip bulu¬şacakları

yeri tespit ederek dağıldılar. Hâlâ hükümetin bu nazik vaziyetten haberi ve üzerlerine varmaya

mecali yok!... Genç Osman, askerin ayaklanışını ve Hocanın sa¬rayını yağma ettiklerini haber

alınca (!) din adamlarını (kendi birlik kumandanlarını değil) topladı ve sordu:

—Bunların niyetleri nedir? Karışıklığın sebebi no-

la? Buna çare bulmak için ne yapmak, lâzım?

Cevap aldı:

—Asker Anadoluya geçmenizi, hac seyahatine

Çıkmanızı istemiyor! Hoca Ömer Efendiyle Kızlarağası-

mn uzaklaştırılmalarını istiyorlar!

Cevap verdi:

—Hacdan, Anadoluya geçmekten vaz geçerim!

Fakat bu iki adamı yanımdan uzaklaştırmam!

Din adamları, Padişahın bu emrini askere ertesi gü¬nü bildirmeye karar verdiler.

Fakat o gece kışlalarda bir haber:

—Sultan Osman, bütün bostancıları sarayda topla-

mjŞ ve kendilerine silâh dağıtmış!!!

380

381

Aynı gece, bostancılar arasında da şu haber:

—Yeniçeriler donanmadan top çıkarmışlar!!! Ön

lerinde toplar, bahçe tarafından saldırmak üzere saraya

doğru yürüyorlarmış!!!

Kuyruklu yalan!.. Böyle anlarda bu haberleri kim¬ler çıkarır ve onlar nasıl ve ne çabuk bir siyaset

zemini bulur? Muamma!... Şu var ki, bu gibi şeyler yalnız çürü¬müş ve bütün emniyet desteklerini

kaybetmiş topluluklar¬da görülür.

O korkunç gece, bir türlü, başta devletin başı, her¬kesin uyuduğu, uykunun da uyuduğu, yalnız

zamanın akıp gittiği şekilde geçti.

Ertesi sabah... 19 Mayıs 1622 (8 Recep 1031)... Güneş doğdu. Yeniçeri ve sipahiler, dalga dalga,

Fatih Camii avlusuna doğru akmakta... Üstüste yığıldılar. Ken¬dilerine danışmak üzere, ulemayı

(din âlimlerini) davet ettiler. Alimlerin şu cevabı geldi:

—Kendilerini At Meydanında bekliyoruz! Oraya

gelsinler!

İsyancılar, sabah namazını Fatih camiinde kıldık¬tan ve üç defa «Allah» diye bağırdıktan(ü) sonra

sel gibi akıp buluşma yerine gittiler. Şeyhülislâm Esad Efendi, Nakibüleşraf Gubâri Efendi,

Ayasofya vaizi Ömer Efen¬di, Sultan Ahmed Camii vaizi Sivasî Efendi, Cerrah Meh-med Paşa

Camii vaizi İbrahim Efendi, Müftü Yahya Efendi, Müftü Bostanzade Efendi; ayrıca, Hâletî Efendi,

Feyzi Efendi, Derviş Efendi, Mustafa Efendi orada...

Asiler, isyanlarını, ilim adamları eliyle meşrulaştır¬mak için fetva istediler:

—Hoca Ömer Efendinin, Kızlarağası Süleyman

Ağanın, Sekbanbaşı Nasuh Ağanın, Kaymakam Ahmed,

Defterdar Baki, Sadrâzam Dilâver Paşaların başlarını isti¬

yoruz! İdamlarının meşru olduğuna dair fetva verin!

Feridun ve Hayalî isimli iki kâtip de asker adına

.azılmış bir dilekçeyi Padişaha takdim etmek üzere hoca¬lara sundu. Dilekçede aynı istekler...

Ulema, isyancılara sordu:

—Başlarını istediğiniz bu adamların suçları nedir?

Saydılar:

—Hoca ve Kızlarağası, o uğursuz Anadolu seya¬

hatinin kışkırtıcılarıdır. Sadrâzam, sarayında üzerimize

ok yağdırttı. Defterdar aylıklarımızı ayarsız akçeyle öder.

Kaymakamsa suç ortağıdır...

Ulema şu cevabı verdi:

—Biz fetvayı vermeden Saraya gidelim de dilek¬

çenizi sunalım ve isteklerinizi bildirelim! Bakalım ne ka¬

rar çıkar? Ona göre neticeyi düşünürüz!

Heybet ve derecesine göre arka arkaya dizili ulema kavukları Sarayın yolunu tuttu. Eğer bunların

içinde başı¬na gerçek bir ilim takkeciği geçirmiş tek adam bulunsay¬dı şöyle diyecekti:

        Şeriati yıkıcı bir suç olmaksızın devlet reisine—

karşı ayaklanmak, dinde en büyük günâhlardan biri oldu¬

ğuna göre, asıl sizin kellenizin uçurulmasına fetva ver¬

mek lâzım!!

SARAYA HÜCUM

Ulema, ellerinde askerin dilekçesi, Genç Osman'ın huzurunda...Teker teker dilekleri ve durumu

arzettiler, Padişah öfkeden kıpkırmızı kesildi:

—Ben bunların kanlı tasarılarını as^ vicdanıma

yediremem!

Ulema, ruhunu göremedikleri bir din ölçüsünü ile¬riye attı:

İki kötüden hafifini seçmek ve benimsemek

Azimdir.

382

383

Genç Osman mukavemet etti:

—Siz işe karışmayın! Onlar başsız bir güruhtur)

Çok geçmez, dağılırlar.

Cevap:

—Kul taifesi cemiyet ettikte (toplanınca) istedikleri¬

ni alırlar. Ecdad-ı izamınızdan (yüce atalarınızdan) ala gel-

mislerdir. Mukaddemce olmak evlâdır.(Evvel davranmak

daha iyidir)

Padişah büsbütün köpürdü:

—Bu fesatçıları siz kışkırtmışa benziyorsunuz!

Evvelâ sizi kırarım, sonra onları!.. Onların hesabı görül¬

mek üzeredir!

Huzurda bulunan eski Sadrâzam Hüseyin Paşa, Sultanın ayaklarına kapandı:

—Benim başımı da isteseler, ver Padişahım! Ken¬

di selâmetinden başkasını düşünme!

Ulema tekrar ağzını açacak oldu ama susturuldu. Huzurdan çıktılar, fakat Saraydan çıkmamak

üzere emir aldılar.

Yeniçeri, At Meydanında hocalar bekleye dur¬sun... Nihayet sabırları tükendi:

—Demek arzularımızı çiğnediler! Yoksa bostancı¬

lar silâhlandırılıyor da üzerimize mi saldıracak!

Bir hay kırışmadır başladı. Dideban Ömer Bey isimli bir subay, teklif etti:

—Ayasofya minarelerine adamları çıkaralım! Sa¬

rayın içini gözlesinler! Bakalım içeride neler dönüyor?

Minarelere koşan koşana... Saray süt liman.•• Ne ulemadan, ne bostancılardan eser var. Bir nara:

—Haydi, Saraya hücum!

Gittikçe yayılan bir lâv gibi Saray duvarlarına da¬yandılar. Birinci avluya hiç mukavemet

görmeden gW1" ler: Kapı bekçileri hemen teslim oluverdi; üstelik şu öğü¬dü de verdi:

—Bostancılardan korkunuz!

Bu yersiz gayretkeşliği ciddiye alan yeniçeriler, duvar bedenlerinin üstüne birkaç yüz tüfekçi

dizdiler. Silâhsız gelmiş olan cebeciler, topçular acemi oğlanları da oradaki anbardan birer odun

kaptılar. Birinci avluda birkaç saat kalarak, koro halinde, teker teker deminki başları istediler.

İsteklerine hiçbir cevap yok... Ne «veririm!» diyen, ne «vermem!» diyen!.. Ne kaçan, ne saldıran!.

Her tarafa ölüm hâkim... İsyancılar, hâlâ korka korka ikinci kapıdan ikinci avluya geçtiler. İki saat

de orada bekleyiş.. Aynı koro:

—Kellelerini isteriz!

Yine hiçbir karşılık yok...

Üçüncü kapı ve avlu... Deminki ulema, orada, üçüncü kapının taş basamakları üstünde...

Gubârî Efendi askere bağırıyor:

—Bizim sözümüz dinlenmedi; gidin, siz dinletin!

Yürüyüş... «Darüssaade»yi korumaya memur bir¬kaç ok ağası, asker elini görünce tabana kuvvet

içeriye kaçıyor. Böylelikle de isyancılara hız vermiş, yol göster¬miş oluyor. Artık âsiler Harem

sınırındalar...

O anda, (Hammer)in tabiriyle «zahirde değersiz, fakat birçok ihtilâlde hükümetlerin akıbetine

hâkim kıy¬mette» bir hâdise oluyor ve bir anda isyanın akışına bam¬başka bir yön veriyor:

İçeriden yükselen bir ses çınlıyor:

—Sultan Mustafa'yı istiyoruz!

Yani, 14 senelik eski hücresine kapatılmış, zırdeli¬yi istiyorlar!

Bu tek ses, bir anda binlerce boğazı ihtizaz ettiri¬yor ve boyuna tekrarlanıyor:

—Sultan Mustafa'yı istiyoruz!

İsyancılar, hiçbir yabancının hiçbir fırsatla yanın¬dan bile geçmek iktidarında olmadığL dairelere

giriyor,

384

385

Büyük Oda, Küçük Oda «Hademe-i Hassa» ya mahsus i Oda ismi verilen harem etrafı yerleri

geziyor ve boyun bağırıyorlar:

—Sultan Mustafayı isteriz!

Hedef umumîdir:

—Sultan Mustafa'yı isteriz!

Nihayet hedef büsbütün belirdi: Üçüncü avludaki ulemadan biri, yeniçerilere, parmağiyle asıl

Harem daire¬sini işaret ediverdi. Yurya! Yurya! Birbirlerini ezerek koştular. Fakat bu dairenin

dışarıya kapısı yok... Ne yap¬sınlar?.. Odunları üstüste yığıp bir merdiven kurdular ve buradan

kubbenin üstüne çıkmayı ve damı delerek girme¬yi düşündüler. Sultan Mustafa'yı isteyen sesler,

durmak, dinlenmek bilmiyor. Başladılar kubbeyi delmeye... Balta, kazma, taş, demir, kubbeye

inmekte... Kubbede küçük bir delik açılır açılmaz, aşağıdan, ince ve dokunaklı bir kadın sesi geldi:

—Sultan Mustafa burada!..

Kubbenin deliği genişletiliverdi. Aşağıdan, müte¬cavizler üzerine ok yağdıran birkaç zenci

öldürüldü ve Divanhane perdelerinin ipleriyle aşağı kayıldı. Sultan Mustafa, eski bir minder üzerine

çömelmiş, deli gözlerle bakıyor. Yanında iki cariye, ayak üstü...

Delinin eteğine uzanıp arzettiler:

—Padişahım! Dışarıda askerleriniz sizi bekliyor!

Büsbütün açılan gözler ve kıpırdayan dudaklar:

—Su, su!..

döke

Delinin «Padişahım!» hitabına cevabı bu oldu. Kubbe deliğinden «telâtin bir somak ile» su

indirdiler.

Deli, gözleri yeniçerilerde, bu suyu sakalına ve yere

döke içti. Birkaç yeniçeri Eski Saraya Sultan Mustafa'nı" annesine koşturuldu. Bunlar haberci:

—Oğlun bulundu! Taht'a çıkacak! Gel!

Mustafa'yı, kollarına perde bağlarını geçirerek oe

İlkten yukarıya çektiler. Oradan avluya indirdiler ve altı-na Müftünün atını çektiler. Binemedi; o

kadar zaif düş¬müştü ki, at üstünde duramadı. İndirdiler, «Arz Odas» de¬dikleri taht odasına

götürdüler. Taht'a oturttular. Deli, as¬kerin parlak silâhlarını gördükçe titriyordu. Dökmedikleri dil

bırakmadılar:

—Korkma Sultanım! Sen bizim Padişahımızsın. Biz senin kollayıcılarınız! Korkulacak bir şey

yok!.

Fakat delinin hazan yaprağı gibi titremesini kese¬mediler.

Genç Osman, âsilerin saraya girdiğini görünce, Üs¬küdarlı Şeyh Aziz Mahmud Efendiye sığınmış

olan Sadrâzam Dilâver Paşayı oradan aldırtmış, saraya getir¬mişti.

Kendi gitmiyor da başkasını getirtiyor. Çünkü bir ân sonrasını kestiremeyeceği şekilde hâdiseler

yenileni¬yor ve o, başına neler gelebileceğini düşünemiyor. Nite¬kim son anda karşıya geçmek,

kendisini Anadolu toprağı¬na atmak için bir kayık bile bulamıyacaktır. Fakat daha evvel ne

akıbetleri sezebilecek bir duygusu, ne taarruza kuvveti, ne de korunmaya gücü vardır.

Sultan Mustafa'nın kubbesi delinir delinmez, Ha¬remde Padişahın bulunduğu tarafın kapısı açıldı

ve Sadrâzamla Kızlarağası avluya bırakılıp, kapı, arkaların¬dan kapatılıverdi. Sanki kaplanlara iki

canlı geyik atıl¬mıştı. Bir hamlede paramparça ediliverdiler. Biraz evvel âsilerin dileklerini

reddeden ve hesaplarının görülmek üzere olduğunu söyleyen Padişahta bu ne değişiklik!

Zavallı Osman! Değişen o değildir! Her ân değişip, Paşka bir şekil alıp, memleketinin düştüğü hali

ona göste-ren, hâdiselerdir. O da, nihayet, hâdiseleri itip yeni bir ce-

386

387

reyan açabilecek bir şahsiyet değil, küçük çapta bir mettir!

LDSTEDEKD BAŞ

Âsiler, keyflerine göre hüküm verdirmek üzere toplu tuttukları ulemâ efendilere dayattılar:

—Sultan Mustafa'ya biyat ediniz!

Bu hacaletli vaziyet karşısında bir ikisi celâdet göstermeye kalktı:

—Artık rahat durun! İstediğiniz oldu! Daha ne is¬

tiyorsunuz? Sultan Osman'a ilişmeyin!

Bir ağızdan haykırış:

—Biz padişahımızı bulduk! İstediğimiz Sultan Mustafa'dır!

Ulema ısrar etti:

—Dstediğiniz kelleler verildi. Öbürleri de yolda... Biz kefiliz! Sultan Osman selâm eder. Bütün

dilekleriniz yerine getirilecek... Eğer Sultan Mustafa'yı taht'a çıka¬racak olursanız devleti-harap

edersiniz, pişman olursu¬nuz! Etmeyin, arkadaşlar, kardeşler, yola gelin!

Yine haykırış:

—Bunları evvel söylemek, yapmak gerekti! Biz padişahımızı bulduktan sonra çare kalmadı. Sultan

Mus¬tafa'ya biy'at ediniz!

—Yiğitler, arslanlar, şahinler, şahbazlar! Sultan

Osman tahtta bulundukça böyle bir iş caiz değildir!

Genç Osman'ın tahtta bulunduğunu ve tahtta kal¬ması gerektiğini bildiren bu söz, bir mânaya, onun

öldü¬rülmesini istemekten de farksızdı. Fakat Yeniçeri bu sözu ilk mânasıyle aldı ve binlerce kılıç

sıyrıldı. Ulema isimli¬ler, yelkenleri suya indirdi; yahut sarıkları çamura attı:

—Biy'at ettik!

İçlerinden biri (Kafzade), kul veya Allah korku¬sundan, yığılıp oracıkta oluverdi.

Şehre münadiler çıkartarak delinin Padişahlığını ilân ettiler.

Ata binmeyen yeni Padişahı, yanında zindan arka¬daşı iki cariye ve Derviş isimli bir köle, arabaya

bindirdi¬ler ve elleriyle çekerek Eski Saraya götürdüler. Yolda, yeni Padişahtan ihsan almak

ümidiyle, ne rezaletler!.. Kolunun, eteğinin ucunu arabanın içine kıstıran kıstıra¬na...

Bir fısıltı:

—Sultan Osman sarayda kapalı olduğu kısımdan bostancılarla beraber bir çıkış yapıp Eski Saraya

hücum edecek!

Deliyi aldılar ve geceyi bir arada geçirmek üzere Yeniçeri Camiine götürdüler.

Genç Osman, ihtilâl günü, öğle vaktinde ve istenen iki kelleyi teslim ettikten sonra, muhafızları

himayesinde kapandığı saray kısmında, sadrazamlığı Hüseyin Paşaya, Yeniçeri ağalığını da

Kapıcıbaşı Kara Ali'ye vermişti. Yeniçerilerin nefretini çekmiş olan Kara Ali, Padişaha, bunları

sindireceğini vâdetti. Fakat o âna kadar çapını kestirememiş olduğu hareketin genişliğini öğrenir

öğren¬mez, sıvışıp silinmekten başka çare bulamadı.Yine Ali isimli eski Yeniçeri Ağası da, başta

isyana katılmamış¬ken, iş bu hale gelince Sultan Mustafa'ya biy'at zorunda kalmış ve hemen ayrılıp

konağına kapanmıştı.

Bostancılar arasında da sıvışmalar... Rütbe, hü¬küm, makam, kuvvet, nazarî ve amelî hâkimiyet

birbirine Seçmiş... Kimin ne olduğu belli değil...

Genç Osman, karşısında nazarî Sadrazam Hüseyin

388

389

Paşa ve Bostancıbaşı Mehmet Ağa, yüzü kireç gibi De. ' yaz, fikir soruyor:

—Ne yapmak lâzım?

Paşayla Ağa, kavuklarının altını kaşıyarak fikir ve¬riyorlar:

—Yeniçeri Ağasının delaletiyle yeniçerileri kazan¬maya bakalım ve onlara sığınalım!

Komik teklif!.. Traji-komik vaziyet!.. Genç Osman bunu seziyor ve:

«—Asla, diyor; yeniçerilere sığınmak diye bir şey olamaz!Eğer onlar yalnız olsalardı, diyelim ki,

bu bir de¬receye kadar kabil olabilirdi. Fakat sipahiler de, ulema da, arkalarında... Artık

dönemezler... Yapılacak tek şey, alınacak biricik tedbir, Anadoluya geçmek, orada selâmet bulmak

ve Padişahlığa getirdikleri adamın ne olduğunu görüp dövünmelerine kadar vaziyeti uzaktan

kollamak¬tır!»

O dakikada bile en iyi düşünen yine Genç Os¬man...

Emir:

—Koşun, saray kayıkçılarını arayın! Deniz tarafı emniyette... Karşıya geçmeye bakalım!

Vaziyet:

Bostancılar kaçmış ve iskelelerde kayık adına hiç¬bir şey bırakılmamıştır. Baba Cafer ve Galata

zindanla-nndakı mahpuslarla, taş gemileri ve Tersane hapishane-sindeki mahkûmlar da salıverilmiş

ve her şey yağmaya bırakılmıştır. Hiçbir imk.n yok... Ne bir adam, ne bir va¬sıta. ..

Bu traji-komik vaziyette, Sadrâzamla Bostancıba-şının komik fikrinden öteye yol aranamaz.

390

Gece... Padişah, üstüne birtakım örtüler çekip, giz¬li yollardan kendisini saray dışına atıyor. Doğru

Yeniçeri Ağakapısına... Ağa; bir ân evvel değiştirilmişken yine makamında kalan, yahut makamı

kalmayan Ağa, o daki¬kada Yeniçeri Camiinde (Orta Cami) bulunmakta... Deli, Padişahın

yanında.. .Biri gelip kulağına fısıldıyor: —Sultan Osman, Ağakapısında!.. Ali Ağa hemen

Ağakapısına koşuyor. Yeniçerilere sığınma plânını Padişahla beraber tat¬bik eden Sadrâzam pâyeli

ahmak da, Padişahın gittiği ye¬re en yakın Şehzade Camiinde... Yanında, on kese altun ve

tezkerecisi Sıtkı Efendi... Sıtkı Efendi yolda Efendisi¬ne diyor ki:

«—Yeniçeri taht'a başka bir Padişah çıkarmışken Sultan Osman'ı Ağakapısına götürüp kucaklarına

düşür¬mek uygun mudur?»

Cevaba bakın:

«— Devlet hangisinin ise onun olur. Nizam-ı âlem bozulmasın da padişah kim olursa olsun!»

Hüseyin Paşa Yeniçeri subaylarından bazılariyle görüşüp yola getirir gibi oluyor. Genç Osman da

Yeniçeri Ağasına şu teklifte bulunuyor:

—Bana baş eğmeleri şartiyle her Yeniçeriye 50 al¬

tun bahşiş ve elbiselik kırmızı çuha... Her sipahiye de 10

akça «terakki»...

Elleri, Sadrâzamın altun keselerine dalmış bulunan subaylar da teklifi destekliyorlar:

—Ağa; bunları askere bildir, bizden sual ederlerse

biz «hu!» diyenlerdeniz!

Genç Osman, karargâhiyle hiçbir ilgisi olmayan Yeniçerinin kumanda makamında, Ağakapısında

sabahlı¬yor- Henüz ortada, canına ait hiçbir tehdit alâmeti hayâl bilemez.

20 Mayıs 1622 sabahı... Ağa, Ağakapısından Ye-

391

niçeri kışlalarına gitti. Para şıngırtısı ve dudu dille koni şacak ve «şahbaz»larını razı edecek... Lâkin

Yeniçer' Ağanın ne teklifte bulunacağını haber almış ve ona a?ı' açtırmamak işini plânlamış

bulunmakta... Ağa, askere söz söylemek için merdivene çıkınca, aşağıdan bir ses:

—Söyletmen, vurun!

Bu narayı basan her fert, eğer ilk teklif kendisine yapılmış olsaydı, onu askere bildirmek vazifesini

kabul edecek veya şöyle diyecekti:

—Ben razıyım, siz teklifi yapın!

Yani ortada, bir prensip değil o maske altında vah¬şi bir hırstan başka hiçbir şey yok!..

—Söyletmen, vurun

Bir nefer hemen merdivene zıplayıp Ağayı arka¬sından itti ve merdivenin alt başına düşürdü.

Kahraman (!) kılıçlar Ağayı bir anda parça parça etti. Cesedini iple çekip sokağa çıkardılar,

sürüklediler ve Aksarayda dört yol ağzına bıraktılar.

Meydanda, yalnız Valide Sultanla birkaç Ocak ağasının gölgeleri... Topyekûn devlet ve selâhiyet

kadro¬su bu kadar... Göze görünür ve hafifçe gocunulur kim varsa evleri yağma edilmiş; ve şimdi

sıra, istedikleri kel¬lelerden henüz ele geçiremediklerinin arkasında, o zama¬na kadar hiç lâfını

etmedikleri, devlet çapında ve 18 ya¬şında taze bir başa gelmiştir.

Midelerinin, ismini vermeksizin listede aradığı, bu genç baştır.

Asıl yemek istedikleri, delikanlı Sultanın başı. • •

AGA KAPISI

Başta Zağrecibaşı, meydana hâkim Ocak ağaların¬dan bir heyet, hemen bir hükümet şefi (!),

kelimenin en mahcup mânasiyle bir sadrâzam tâyini için Valide Sultan¬dan emir almak üzere Eski

Saraya gitti. Valide Sultanın kime meyli olduğunu peşin biliyorlar: Oğlunun (Padişa¬hın) eniştesi

ve kendisinin damadı Bosnalı Davud Paşa...

Yarabbi! bu kadar gürültü patırdı içinde, hangi ta¬raftan olursa olsun, bir tane Anadolu çocuğu yok

mudur, elini atacak veya el atılacak...

Valide Sultana peşin hediyelerini götürdüler:

—Davud Paşa Sadrâzam olsun!

Valide Sultan mes'ud:

—Aman olsun, hemen olsun!

Valide Sultan, aynen sordu:

—Mabeyninizde yavuz yazı yazar var mı?

Biri çıktı:

—Ben iyi yazı yazarım!

—Yaz!

Bu adama, bir tanesi de kendi Başçavuşluğu, tam oniki berat yazdırdılar. Sadrazamlık Davut

Paşaya, Yeni¬çeri Ağalığı Derviş Ağaya vesaire...

Bu sırada, yıldız gibi kol kol şehri talan eden âsilerden bir grup, Gümrük Emini Murad Çavuşun

evini; prangadan kurtulan mahkûmlar da, Hacı Subaşımn kona¬ğını yerle bir ettiler. Biri filân

eşyaya gümrük resmi koy¬muş, öbürü de, mahkûmlara sert davranmış...

Eski kelleler, fazlasiyle bu defa Sultan Musta¬fa'dan isteniyordu:

«— Eski kanunu değiştirerek devlette yeni yasalar Çıkaran kim varsa başım isteriz! Evvelâ

Kaymakam Ah-mad, Defterdar Baki Paşaların, Hoca Ömer Efendinin, Sekbanbaşı Nasuh Ağanın

kelleleri!... Bir de Edirne'de

392

393

Kethüda iken mahpusların bir çoğunu Tuncaya atrru olan, emekli Ayaş Ağanın başı ...»

Ve bir nevi ihtilâl hareketinin, kendisini bir fikir Ve gayeye bağlı göstermek için tedariklemeye

mecbur oldu¬ğu tarzda, «suret-ı hak» perdesinden birtakım sözde ıslah projeleri:

1— Çıkarılmış subaylar bir daha alınmasın!

2—Yeniçeri Ağası Ocak subaylarından olmasın!

3—Sadrâzamın iktidar ve selâhiyeti sınırsız olsun!

4—Rüşvet ve suistimal kaldırılsın!

Delinin fermanları, derhal bu istekleri devletleştir-di.

Genç Osman, fiilî hareket gününü takip eden gece, sığındığı Ağakapısında sabahladıktan sonra,

ertesi gün, Yeniçeri Ağası, teklifleri askere bilidirirken parçalanınca, bizzat can kaygısı sınırına

girmiş oluyordu.

Üstü başı berbad, orada bir deliğe çekilmiş, bekli¬yor

Ağanın parçalanmasiyle beraber bir ses yükseldi:

—Sultan Osman Ağakapısında...

Yüklendiler Ağakapısına... Her tarafı aradılar. Gö¬

rünürde yok... İçeridekiler de bir şey bilmiyor...

Bir nâra geldi:

—Burada!..

Koşuştular. Saklandığı yerde, sırtında beyaz bir en¬tari, başı kabak, Genç Osman... Bu halde bir

dilenci gö¬rülse acınır. Bir Sipahi başfndan tülbendini çıkarıp Padi¬şaha verdi:

—Kirlice ama zarar vermez! Giy başına!

Yüzünde, uykusuz geçen bir kaç gecenin iziyle be¬raber, en zehirli ıstırap çizgileri, Genç Osman,

itaatten başka bir şey yapmadı; kirli tülbendi başına geçirdi.

Sadrâzam Paşa da orada... Kıskıvrak yakaladılar.

Padişahı, (Don Kişot)un atından beter, yara bere içinde, sefil bir beygire bindirdiler.

Yanında ve yaya olarak, «Vezir-i âzam»... Hüse¬yin Paşa bir ânı kollayarak, yeniçerilerin elinden

sıyrılı-verdi; koşmaya, kaçmaya başladı. Arkasından koştular, meşhur tabirleriyle kılıç üşürdüler.

Fakat elbisesinin altı zırh. • • Vücudunu delemediler. Kafasına vurup onu yere yığdılar ve başını

kestiler. Kelle, Orta Camide...

Sadrâzamla birlik Bostancıbaşı Padişah kol gezer¬ken denize atılmasını emrettiği yeniçeriyi

korumuş oldu¬ğu için kellesini kurtarırken, Hüseyin Paşa, bunun aksini yaptığından, başını ilk

postaya teslim ediyordu. Çürümüş askerin çürümüş serdarı, Hotin Muharebesinde yeniçeri¬leri en

keskin ateş noktalarına sürer ve mızmız edenlere şöyle bağırırdı:

«— Padişaha asker mi bulunmaz? Eşek yerine tav¬laya at bağlarız!»

Bu iğrenç hitapla, ona hedef tutanların iğrençliği arasındaki uygunluğu gözden kaçırmayalım!..

Niyyetim hidmet idi saltanat-ü devletime; Çalışır hâsid-ü-bedhah acep nekbetime.

(Niyetim saltanat ve devletime hizmet etmekti ama ne iştir ki, kıskanç ve kötü dilekliler hep

felâketime çalı¬şır.)

Bu mısraların kederli şairi; Yemen, Fas, Kırım mü¬sellesinin içindeki ve etrafındaki karalarla

denizlerin sa¬hibi Sultan Genç Osman, bir uyuz beygir üstünde, çinge¬ne çengilerinin bile

tanımadığı kıyafet ve sefalet içinde adım adım güdülürken, yolda, taşlar üzerine serili, başsız "ir

ceset gördü: Kaçarken öldürülen ve başı Orta Camiye götürülen Hüseyin Paşa...

394

395

Padişah, isyanın başından beri ilk gözyaşını döktü' «— Bu adamın suçu yoktu! Eğer onun öğütlerin'

dinleseydim bu haller başıma gelmezdi! Beni aldatan Hocayla, kızlar ağasının zehirli telkinleridir.»

En hassas nefs kaygısı ânında vezirinin akıbetine gözyaşı dökmenin şahane asaletiyle, kendi

idealini suçlu sayıp onu başkalarına atmanın küçüklüğü, Genç Os¬man'da, hep o ânın nezaket

cilvesi olarak aynı zamanda tecelli ediyordu.

EFSANEVÎ ŞENAAT

Yeniçeri, tüyleri dökük, hasta bir hayvana seril se¬fil bindirip götürdüğü Padişahına, âlemde hiçbir

mahlûkun hiçbir mahlûka edemeyeceği, ne bu kadar kü-çülebileceği, ne de bu kadar küçülebilmiş

bir insan farze-debileceği hakaretleri yağdırmakta... Atının yanı sıra gi¬den, asker olmak

iddiasındaki denîler, evvelâ asıl deli¬kanlıya sarkıntılık etmekle işe koyuldular:

—Canım Osman Çelebi, ciğerim Osman Çelebi!..

Hiçbir tarihin kaydetmediği ve hiçbir ahlâksızlığın

kâbuslarda görmediği, en hakikî ve samimî adiyle bu Pa¬dişahına sulanma tablosunun arkasından,

güya birtakım kinayeler:

—Nasıl; meyhaneleri basar da, yeniçerileri ve

sipahîleri kadırgalarda zencire vurdurur musun, denize at¬

tırır mısın?

Lâf atan atana:

—Ataların bu kaleleri sekbanlarla mı kurdu? Bu

devlet binasını Mısır askerine, bostancılara mı yaptırdı?

—Canım Osman Çelebi!

Namussuzluk o kadar ileriye varıyor ki, Altuncu-oğlu adında, lügat kitaplarının vasıf bulmakta

haya ede-

~e<ji bir alçak, Padişahın çıplak baldırını sıkmayı ve ha-manı tellâklerine söylenemez lâfları

sarfetmeyi bile tecrü¬be ediyor.

Genç Osman ağlıyor ve hıçkırıklar içinde haykırı-

yor:

— Edepsiz mel'un! Ben senin Padişahın değil mi-

yim /

Ve asker geçinenler arasında kimse çıkıp bu na¬mussuzun lâğım faresi kafasına bir kılıç

indirmiyor. Çün¬kü Altuncuoğlu, isyancıların olanca ruhunu belirtmekte, arkadaşlarına örneklik

etmektedir.

Bu vaziyette, Sultan, kışlalara kadar yürütülüyor ve orada Haseki Sarı Mehmet Ağanın

muhafazasına veri¬liyor.

Günlerden Cuma... Öğle vakti... Minarelerde bir ağızdan selâ...

Asker bu selâların Cuma ile ilgisini unuttu ve Genç Osman'ın öldürüldüğünü, bu yüzden selâ

verildiğini san¬dı.

Bir bağırışına oldu:

— Sultan Osman'a asla dokunulmasın! Şimdilik Sultan Mustafa taht'a çıksın; Sultan Osman da

muhafaza altında bulundurulsun!

Gulgule büyüdü. Askere, Genç Osman'ın hayatta olduğunu göstermek icap ediyordu.

Deli Padişahın eniştesi, katmerli hain ve mel'un, yeni Sadrâzam Davut Paşa, Yeniçeri Camiindeki

(Orta Cami) Genç Osman'ı pencereden gösterdi.

O anda Deli Mustafa, yanında zindan arkadaşları k cariye, camiin mihrabında oturuyor, kendi

kendisine

er düşünüyor. Dışarıda gürültü azıttıkça sarsıla sar¬fla titremeye başlıyor, korku içinde pencereye

koşup de-mir parmaklıklara yapışmak, onları seyretmek istiyor. O zaman Valide Sultan arkasından

koşuyor:

397

396

—Gel, gel arslamm!

Hitabiyle onu, yerine dönmeye kandırabiliyor. Anı nesinden ve onun bu hitabından başka

hiçbir şeye güven kalmamıştır delinin...

Genç Osman da, camiin öbür köşesinde, manzarav ibretle seyredip etrafındakilere şöyle diyor:

—Bakın; nasıl bir adamı padişah yapmak istediği.

nizin farkında mısınız? Hem devletin, hem de Ocağınızın

mahvına gidiyorsunuz!

Fakat hepsi kös dinlemiş, yüreksiz, duygusuz...

Genç Osman, yüreklerden bir kıvılcım fışkırtmayı, en yakıcı sözlerle tecrübe etmekten geri

kalmıyor. Başın¬daki kirli tülbendi çıkarıyor, gözyaşları içinde ağalara yalvarıyor:

—Daha dün Padişahtım; bugün çıplağım! Benden

ibret alın! Zamanenin size verdiği fırsata güvenmeyin!

Siz de bu yalan dünyanın inkılâplarına uğrarsınız; bu

devran size de kalmaz!

Kimsenin yüreği cız bile etmiyor. Yüreklerde ılık bir duygu şöyle dursun, hainler haini Bosnalı

Davut Paşa¬nın getirdiği Cebecibaşı, Gçnç Osman'ın boynuna bir ke¬ment atıyor... Boğacak...

Fakat tetikte duran G.enç Osman, kemendi kuvvet¬le tutabildi ve boynuna geçmesine imkân

vermeden yere fırlattı.

Ocak ağaları atıldılar:

—Ne yapıyorsunuz? Asker bu işe razı değil- Son¬

ra hepimizi kırarlar...

Genç Osman, kendisine bir sırtlan gibi bakan Da¬vut Paşa'ya hitap ediyor:

—Behey zalim! Ne yaptım ki, sana ben!.. Seni iki kere ölümden kurtardım, makamına döndürdüm!

Bunlar! yaptığım için mi bana kin bağladın!

Valide Sultanın ağalara sözü:

—Hata ediyorsunuz, öldürmediğiniz için... Yılan¬

dır o!.. Eğer kurtularsa hepimizi mahveder!

Davut Paşa, kemendin tekrar Genç Osman'a atıl¬ması için Cebecibaşıya işaret verdi: Ağalar yine

araya girdiler:

—Olmaz!

Osman, muhafazasına bırakıldığı Haseki Sarı Meh-med Ağaya döndü:

—Sana bu makamı kim verdi?

—Sultan Mustafa verdi.

—Sultan Mustafa, kendi adını bilmekten âciz bir deli... Seni nasıl bilir?

Haseki, yere bakıyor. Genç Osman devam etti:

—Aç şu pencereyi de halkıma bir lâf edeyim!

Yumuşak kalbli Haseki, dayanamadı; camiin, as¬ker topluluğuna mahsus avlusuna bakan pencereyi

açtı.

Sultan Osman, o yürek parçalayan manzarasiyle pencerede...

Nefes almaktan âciz haliyle sesini yükseltti:

—Yeniçeri ihtiyarlan babalarım! Sipahî ağalarım! Gençlik, toyluk yüzünden bazı fena öğütlere

kapılmış olabilirim. Böyledir diye şu gördüğünüz hale mi düşürül¬mem lâzım? Hakaretler altında

süründürülmem mi gerek? Beni bu hale getireceğinize, öldürmüş olsaydınız, daha iyi olmaz mıydı?

Söyleyin bana; artık beni istemiyor mu¬sunuz?

Sesler gürledi:

—Ne Padişahlığını istiyoruz, ne de öldürülmeni!..

Davut Paşa üçüncü işareti veriyor. Cebecibaşı, Genç Osman'ın farkında olmayışından da

faydalanarak üçüncü defa kemende sarılıyor.

Bu defa da Haseki Ağa fırlıyor:

—Ne yapıyorsunuz? Nasıl kıyabiliyorsunuz?

Ve mâni oluyor.

398

399

Öğleden sonra Deli Mustafa sarayda ve tahtta Herkes dağılmış... Genç Osman'ın muhafazasında

ancak birkaç kişi...

Dağılanların bir kısmı da Genç Osman'ın Ağakapi-sına gelirken getirdiği on kese altun peşinde...

Yalnız bir tanesini bulabildiler ve Naimâ'nın tabiriyle «san çiçek g[. bi yayılan» altınları kapıştılar.

Yine Naima'ya göre:

«—Baki keseleri hazmeden devletlilere aşk ol¬sun!»

Tarihçi Naima ile birlikte, isyancısının da, ihtilâlcisinin de, şunun da, altundan başka hırs ve gayesi

olmayan bir dünyada, yalınayak, başı kabak, aç ve susuz, ümitsiz ve arkadaşsız, Cihan Padişahı

Genç Osman...

Bakalım, birkaç saat sonrası ne olacak?..

SULTAN VE İMPARATOR

Deli Padişah saraya götürülünce, ilk iş, onunla uğ¬raşmak değil, akıllı Padişahı ortadan kaldırmaya

bakmak oldu.

Başkumandanına oğlan muamelesi edecek kadar alçalan tefessüh Ocağının ağaları, kendilerini

şenaatte ör-nekleştirici Sadrâzam Davut Paşa'nın şahsında son işe memur...

Bir müslüman ve Türk eli şöyle dursun, hiçbir imansız ve soysuzun satırını kaldıramıyacağı bir baş

dü¬şürülecek.. Masum ve aziz bir baş... Henüz yanaklarında ayva tüyleri kıvrımlaşan nazlı ve içli,

tek suçu fikir ve id¬rak istidadiyle dolu olmasından, Yeniçerinin ve memle' ketin gidişini

görmesinden ibaret bir baş... Bu işi görebi¬lecek veya gördürebilecek yegâne habîs, işte bu Paşa...

Davut Paşa, Deli Mustafa'yı saraya atar atmaz, ya"

nırıa kendi çamurundan yuğurulmuş üç kişi aldı: Kethü-jası Ömer, Cebecibaşı ve Subaşı Kethüdası

Kelender... gunlarla Orta camiye gitti. Kapıya bir pazar arabası ya¬naştırdılar ve Genç Osman'a

seslendiler

—Gel bakalım! Gidiyoruz 1

—Nereye gidiyoruz!

—Onu sorma! Gel!

—Etmeyin! Beni, isterseniz, kardeşimin mahpus bulunduğu odaya kapayınız; fakat canımı

bağışlayın!

—Yürü! Gideceğin yeri görürsün!

Genç Osman'ı o haliyle pazar arabasına bindirdi¬ler. «Çocuk hırsız» mânasına gelen Kelender

Uğrusu adındaki adam da, beraber bindi. Arabanın etrafında «Azîm bir cemiyet»... Bir sürü

yeniçeri, sipahi, aşağı ta¬kım halkın sardığı araba, türlü küfürler ve sarkıntılıklar içinde şehri baştan

başa geçti ve Yedikule surlarına vardı. Durdular. Genç Osman'ı indirip, Kelenderle beraber ku¬leye

soktular. Arkalarından, sadrâzam, Cebecibaşı ve Kethüda Ömer de girdi. Tunç kapılar kapandı.

Birkaç sa¬at beklediler ve surların önündeki kalabalık dağılınca va¬zifelerine giriştiler. Cellâtlar,

başta Sadrâzam, bildirdiği¬miz dört kişi...

Delikanlının üzerine çullandılar. Ayakta duramaz haline rağmen, Genç Osman, bu dört kişiye uzun

zaman karşı koydu. Kimini yere yıktı, kimini duvara savurdu ve Mr türlü zaptedilemedi. Kaatillerin

ellerinde kement ve kuşaklarında küçük bıçaklarından başka bir silâhı yok. Bunlarla birşey

yapamıyorlar ve öldürme metodu olarak yalınız kemende baş vuruyorlar. Attıkları her kement çe-

ııniyor ve bütün saldırışları püskürtülüyor. Genç Os¬man'ın bir çakısı olsa, dördünün de

bağırsaklarını deşece¬ği muhakkak...

Nihayet Cebecibaşı, Camide boş yere davrandığı UÇ kementten sonra, burada da bilmem

kaçıncısını atıp bir

400

401

tanesini Genç Osman'ın güzel boynuna geçirebildi, Va kuvvetiyle sıkmaya başladı. Mosmor kesilen

genç Vp kuvvetli Padişah kemende ellerini götürüp tam ilmiği gevşeteceği ân, Kelender atıldı, yüzü

koyun süründü Genç Osman'ın husyelerine yapışıp bütün kuvvetiyle sıj^ ti. Genç Osman'ın acıdan,

gözleri kapanır gibi oldu. Ken¬dinden geçti ve bayılmış gibi başı yana düştü. O zaman kemende

yapıştılar ve delikanlı Padişahın işini bitirdiler. Bir erkeğin öldürülebilmesi için erkeklik âletine baş

vur¬maktan başka çare bulamayan bu metod, Genç Osman ci¬nayetini ifadede apayrı bir işarettir.

Öyle namussuzca, denîce, kancıkça öldürdüler ki, darbelerini, kurbanlarının erkeklik uzuvlarına

havale etmekten başka yol bulamadı¬lar.

Ecnebi tarihçi (Hammer) in ağziyle:

« — Osmanlı tarihini lekeleyen ilk Padişah katli tamamlandı».

Ölüm alâmeti olarak cesedin bir kulağı kesilerek Valide Sultan'a götürüldü:

« —Cebecibaşı dedikleri lâin (lanetlenmiş), derhal âlâmet-i mevt (ölüm alâmeti) olmak için,

kulağın, galiba burnun dahi kesip valideye götürdü.. PEÇEVD»

«— ݺte, Devletin, Birinci Osman eliyle kuruluşu¬nun 322'nci yılında İkinci Osman, 18 yaşında ve

hüküm¬darlığının 4'üncü senesinde, böylece, Yeniçeriliği kaldır¬mak tasavvuruna kurban gitti.

HAMMER»

Aşağıdaki satırları (Hammer)den alıyoruz: «Sultan Osman, saltanatta kaldığı kısa zaman için¬de,

isyanlar ve muharebelerle sarılı olduğu için ancak bir¬kaç inşa ve imar işiyle meşgul olabilmiştir.

Hususiyi6 Karadenizin batı kenarında ve sahilden dört fersah mesa-

fedeki su kulesi, eski (Pirgos), şimdiki Burgaz...Bu su mahzeninin ilk yapıcısı Bizans İmparatoru

(Andronikos) tur ki, Genç Osman'la aralarında müthiş bir kader ben¬zerliği vardır. Sultan Osman'ın

öldürülmesi Osmanlı dev¬letinde ihtilâllerin meydana getirdiği en korkunç cinayet olduğu gibi,

(Andronikos)un katli de Bizans sahifelerini kana bulayan hallerin en dehşetlisidir.»

Evet; sâf ve berrak Müslüman - Türk kanına bir yandan devşirmelik yoliyle yabancı kanın hululü,

öbür yandan da Bizans ve Fars tesiri yüzünden çürüyen Yeni¬çeri, Genç Osman cinayetinde müthiş

bir Bizans şenaatini destanlaştırmakta ve sanki .(Andronikos) destanına nazire yazmaktadır:

(Andronikos)un evvelâ bir gözünü çıkardılar. Onu Boğaziçi kıyılarına götürdükleri zaman, güya

deniz, dal¬galarını lekeleyen cinayetlerini hatırlayarak şahlanmış dalgalarla üzerlerine hücum etti.

İmparator zencire vurul¬du. Tokat ve tekme altında ezildi. Kocalarını kör bıraktığı kadınlar onun

saçlarım yoldular, dişlerini kırdılar. Bir eli kesildi. Sarayda bir kuleye atılarak yiyeceksiz bırakıldı.

Bir kaç gün sonra ikinci gözü de çıkarıldı. Halkın tahki¬rine karşı bırakılmak için, şehir içinde,

uyuz bir deve üze¬rinde dolaştırıldı. Burnuna çamur doldurdular, üzerine id¬rar şişelerini

boşalttılar. Ağzına, pisliğe batırılmış sünger soktular. Ve At meydanında astılar. Bu felâketler

sırasın¬da (Andronikos) şöyle bağırıyordu:

«— Tanrım, bana merhamet et! Zaten kırılmış bir dalı büsbütün parçalatma!»

Bizans sefilleri onun elbisesini soydular; içlerinden "iri boğazına bir mızrak sokarak bağırsaklarına

kadar in¬dirdi.

402

403

Arada şu fark var ki, Bizans İmparatoru, tam d milletine denk bir zalimdi. Genç Osman ise, uyduğu

bir¬kaç kanlı saray geleneği müstesna, bu bakımdan üzerinde hiç bir leke taşımıyordu. Ve

(Andronikos) derecesinde maddî zulüm görmemiş olsa bile, öz neferlerinin baldırla¬rını sıkması

gibi bir tecavüzle, şenaat kaynağı Bizans'a bile hicap terleri döktürecek bir ismet ve ulviyet

belirti¬yordu.

Bizans tarihi Genç Osman'a bakıp hicap terleri dö¬kebilir; fakat münezzeh Türk tarihi bu işi de

Bizans ruhu¬na bağlayarak kan ağlamaktadır.

OTESI

Genç Osman'ın namazı, öldürüldüğü günün akşa¬mı kılındı. Usule göre Padişahın namazını

Şeyhülislâm kıldırmalıydı. Şeyhülislâm Esad Efendi; mazlum ve şehit Padişahın kayın babası...

Şeyhülislâm cenazede görünmedi. Tabut, etrafın¬daki birkaç gölgenin, akşam loşluğunda aceleci

tavırlariy-le kaldırıldı, götürüldü, toprağa indirildi.

Çok geçmeden, Şeyhülislâmın istifa dilekçesi, ne sözden, ne yazıdan anlayan deli padişahın

elinde...

Damadının hayatında daima onun fikirlerine engel olmuş, ona hiçbir himaye kucağı açmamış olan,

fakat cid¬di ve gerçek din adamı bilinen Esad Efendi, mazlum ve şehit Padişah zevcesi dul kızıyla

bir kenara çekildi.

Bölük ağalarının çoğunu değiştirdiler. Valilerin ek¬serisi yerlerinde bırakıldı.

Deli Padişahın taht'a çıkışından, daha doğrusu as¬ker eliyle taht'a geçirilişinden sonra sipahilere

cülus bah-

sjşj verildi. Hem de evvelce kaldırılmişken bu defa can¬landırılan bir âdete uyularak... Haraç, kendi

taraflarından tahsil edilmek üzere, bu vergilerin defterleri, ellerine ve¬rilecek...

Bu, Yeniçeriye:

—Baskına uğrattığın ev, devlet ve hükümet evi,

senindir; al anahtarlarını ve dilediğini yap!

Demekti.

Dünya tarihinde eşsiz rezalet... Sipahîler bu def¬terleri Fatih camiinde mezada çıkardılar ve kim

daha faz¬la verdiyse ona sattılar.

Yeniçeriler, bahşişlerini bir kaç gün sonra aldılar. Çünkü ufak para kabul etmiyorlar ve mutlaka

altun isti¬yorlardı. Adam başına 25 altun verildi. 18 yaşındaki maz¬lum ve şehit Padişahın kanına

bedel, birbuçuk milyon du¬ka altunu...

Yeniçerilerin ufak para almayı reddettikleri gün, Sipahîler, şenî kaatil Davut Paşa'nın sarayı önünde

top¬landılar:

—Sultan Osman'ı biz sana emanet vermiştik! Ni¬

çin öldürdün?

Davut Paşa, gayet soğukkanlı, cevap verdi:

—Ben Sultan Osman'ı Cihan Padişahı Sultan

Mustafa'nın fermaniyle öldürdüm!

Sipahîler susup dağıldılar.

Cinayetten iki hafta sonra, Yeniçeri ve Sipahîler toplanıp ihtilâl günü istedikleri kellelerden,

kaçanların bulunması ve başlarının teslimi için ayak dirediler.

Sadrâzam yine âsilerin yüksek huzuruna çıktı:

—Arkalarından adamlar çıkarttım. Aratıyorum!

Yine susup dağıldılar.

Davut Paşa, hem halk, hem de ordunun temiz un¬surları tarafından kendisine yöneltilen keskin

nefreti, asüerin her türlü şenaatine göz yummak, vergi defterleri-

404

405

ni ellerine teslim etmek, Evkaf idaresini keyflerine bırak mak suretiyle kazanmaya çalıştığı

tarftarlar zümresine dayanarak önlemeye bakıyordu.

Yine Şeyhülislâm dayanamadı ve Valide Sultan'a dayattı.

— Oğlunuzun selâmeti damadınızın sadaretten az-lindedir. Böyle Sadrâzam olmaz!

Söz tesir etti. Şenî kaatili makamından attılar ve yerine Mısır Valisini tayin ettiler.

Bir takım karışıklıklar, gürültüler, yeniçerilerle sipahiler arasında post ve mangır çekişmeleri

olurken, (Hammer)in tabiriyle bir (divane), bizim anlayışımızla ulvî bir Türk, elinde bıçak,

kalabalığın içine daldı ve göz¬leri kan çanağına dönmüş, çığlığı bastı:

—Alçaklar! Genç Osman'a ne yaptınız? Ona nasıl

kıydınız?

Ulvî heyecan adamı, Yeniçeri ve Sipahî yığını içinde, bıçağını rastgele savurdu, Yeniçeri ve Sipahî

kılı¬ğında kimi -gördüyse yere serdi ve nihayet üzerine üşüş¬türdükleri kılıçlar altında yere yığılıp

can verdi. Tek fert, tek ses, tek hareket halinde olsa da, bütün ıstırabını içine gömmüş bir cemiyetin

ruhundan fışkıran bu sayha, o ce¬miyet hesabına çok manalı ve değerliydi:

—Alçaklar! Genç Osman'a ne yaptınız? Ona nasıl

kıydınız?

Asîl Türk halkı, iliklerine dek öyle bir nefret, haş¬yet, dehşet, ibret duymakta ki, şenaat Ocağının

tipler1111 görmemek için evinden çıkmıyor ve hıçkırıklarını y°rS mna gömüyor.

Şenaat Ocağına verilen devlet imtiyazları içinde, I sadrâzam seçmek hakkına kadar herşey

Yeniçeriye bıra-jaldı. Ne hazindir ki, verilen haklar arasında bu kadar bü¬yüğünü nefsine

yakıştırmayan insaflı(!) Yeniçeri, galiba utanmaya başlamış olacak ki:

— Padişah kimi isterse seçebilir!

Cevabını verdi.

Mazlum ve şehit Padişahın arkasından, delinin, cinnet dehâsı olarak göstermediği kalmıyor:

Bir gün, saltanat kayığına at üstünde girmek, bir gün de kayığı arkasından Harem dairesine

getirtmek isti¬yor.

Dini, şeytan nefslerinin destekleyicisi'hayal eden bir takım sahte şeyhler de, deliye «Padişah-ı velî»

unva¬nını yakıştırıveriyorlar.

Deli Padişah bir gün, Üsküdar bahçesinde, Bostan-cıbaşıya şu emri vermişti.

—Filân yere git! Orada, ayakları bağlı, gözleri ve

ağzı dikili bir koyun bulacaksın! Al ve getir!

Bostancıbaşı gitmiş ve o yerde, Padişahın tarifine çizgisi çizgisine uygun bir koyun bulmuştu. Dört

ayağı bir araya getirilip bağlanmış, gözleri ve ayakları iplikle dikilmiş bir koyun... Padişah,

koyunun bağlarını elleriyle Çözmüş, ipliklerini sökmüş ve Bostancıbaşıya teslim et¬mişti.

—Buna iyi bakınız!

Padişah, her halde evvelden hazırlattığı bu koyun¬da kendi timsalini görmek ve göstermek

istemişti.

Çıktı mı bu vesileyle ismi «deli» den «veli» ye...

Genç mazlum ve şehidin yetişemediği Ramazan ayının son Cumasında, Cerrahpaşa camii şeyhi

İbrahim Efendi, Naima'nın diliyle aynen şunları söylüyor:

406

407

« — Padişah-ı velî, üç gündür bir tenha odaya g kapanmış, namaz kılıp ağlamaktadır. Hiç kimseye

söz söylemez; esrarına ancak kendisi vakıftır. Sultan Osman Hânın rütbesini âlem-ı rüyada

müşahede etmişler, pek yüksek görmüşler; Hak Teâlâ rahmet eyleye».

Bütün bu ölçü kaynaklarının hafifliğine rağmen Genç Osman'ın öbür dünyadaki rütbesini yüksek,

yüksek üstü yüksek bilmekte hiç hatâ olmaz. Bunun için de, deli Sultanın rüyasına veya Cerrahpaşa

camii şeyhinin nakline ihtiyaç yoktur. Zira Genç Osman; kelimenin tam mânasiyle mazlum bir

şehittir.

(XIII)

JAN KALAS

Bayramdan sonra Sultan Mustafa, içki içmeyi ve alım satımı yasak edici bir emir çıkardı.

Meyhaneci hris-tiyanlar dükkânlarını kapadılar; lâkin Edirne kapısında, Kumkapı'da içki satan

devlet askeri yeniçerileri emri din¬lemediler.

Tarikatleri olan Bektaşî'liğin - aslını tenzih ede¬riz- kendilerile bir arada bozulmuş sonraki

basamakla¬rında «mubah» görülen şarabı ister içimi, ister ticaretiyle Yeniçerinin elinden alabilmek

kimin haddine? Devletin ırzı ellerinde, şarap ne kelime?..

Öbür taraftan deli Padişah, Topkapı Sarayının ka¬ranlık koridorlarında ilk padişahlığında

içoğlanlarını kı¬lıçla kovaladığı her taşı kanlı dehlizlerde, yüzü gözü yan¬gın içinde, koşuyor, rast

geldiği kapıyı vuruyor ve ciğer törpüleyici bir ses çıkarıyor:

— Osman, Osman, neredesin? Osman, gel, beni bu saltanat yükünden kurtar!

ݺte cemiyet, işte millet, işte devlet, işte ordu, işte devlet reisi, işte vaziyet!..

BDR ADAM

Artık 18'inci Asırdayız. Milâddan dört asır evvel başlayıp ele aldığımız tarihi mazlumlan 2000

küsur yılın çerçevesi içinde gördük.

Kimbilir, nam ve nişanını bilmediğimiz ve ancak Mahşer arsasında görebileceğimiz daha kaç bin,

kaç mil¬yon mazlum gördü bu dünya... Bizim gösterdiklerimiz, sadece sivrilmiş ve tarih perdesine

aksetmiş olanlar... Yoksa, mazlumluk dâvasını geniş çapta ele alanın bilmesi lâzımdır ki, insanlık,

ilkinden sonuncusuna kadar, zalim¬lerle mazlumlardan ibarettir; ve ikincilerin sayısı birinci¬lerden

çok fazladır.

Allah'ın fermanı (Âyet meali):

«— Emaneti dağa taşa teklif ettik, almadılar; insan ki, zalûm ve cehûldür, aldı.»

18'inci Asır, (Rönesans) tohumlarının artık filizle¬nip çiçek açtığı ve ilk yemişlerini belirtmeğe

başladığı,

408

409

ilim, idrak, tecrübe ve medeniyet çığırının başı gûya Ne münasebet!.. İleriye doğru gittikçe

görülecektir k (Greko-Lâtin) erişinin, başı, ortası ve sonuyla netice çağ olan 18, 19 ve 20'nci

asırlarda zalim ve mazlum, eskiler¬den daha baskın ve dokunaklıdır. Çünkü, gûya ilerlemiş

bulunan anlayış gözüne ve takdir ölçüsüne rağmen insan ruhunda hiçbirşey değişmediğini ve

zulmün, üstelik ilim ve fenle cihazlanmış hale geldiğini görmek, mikyasları büyütücü bir

keyfiyettir.

«Adlî hatâ» diye bir lâf duyarız. Bu gayet tabiîdir ve her devirde olabilir. Adlî hatâ, gerçek suçluya

ve suç unsurlarına erişememek yüzünden yanlışlıkla verilen hü¬kümler demek olduğuna göre,

doğrudan doğruya adalet ölçüsünün sakatlığı mânasına gelmez. Ya bir usul hatâsından ibaret kalır,

yahut o hatâ da olmaksızın, hâdiselerdeki tezahür cilvelerinin aldatıcı bir neticesi ha¬linde insan

aczini gösterir ve çok defa özür belirtir. Eğer insan tedbiri olarak herhangi bir ihmal veya kötü

kasta dayanıyorsa, o zaman da adlî hatâ olmaktan çıkar, zulüm olur.

Fakat mevzuumuz olan ve tarihteki adlî hatâların en büyüklerinden biri diye gösterilen (Kalas)

dâvası böy¬le değildir. O, tarihin, belki en büyük adlî hatası üstüne görülmemiş bir zulmün de

eklenmesinden peydahlanmış bir iştir. (Kalas) dâvasını idare eden zulüm, adlî hatâyı da kendisine

eklemiş, hatayı kendi bünyesinden doğurmuş ve o doğurduğu hata üzerine zulüm âbidelerinin en

bü¬yüklerinden birini yerleştirmiştir.

(Volter) gibi, Büyük Fransız İnkılâbının başlıca hazırlayıcılarından tanınan bir insanı şiddetle

alâkalandırmasına ve işini gücünü bıraktırıp peşinde koş¬turmasına rağmen (Kalas) meselesi, ait

olduğu basit şa¬hısla değil, sadece mâna ve delaletiyle mühimdir. Bu mâna ve delâletin dışındaysa

(Kalas), şu veya bu çarşıda

410

fjükkancılık yapan herhangi bir esnaftan farksızdır. O, kendisi ve hâdisesi bir arada büyük

olanlardan değildir. Hâdisesi, bilhassa mâna ve delaletiyle çok büyük, şahsıy-sa> mümkün olduğu

kadar küçük...

1761 yılında, Fransa'nın cenup şehirlerinden. (Tulûz)dayız. Burada (Jan Kalas) isimli, protestan

bir dükkâncı yaşıyor. ݺinde, gücünde, sessiz, doğru, iyilik sever bir adamcağız... Hiçbir

fevkalâdeliği yok...

(Tulüz), taassuba batmış bir şehir... Hemen bütün sekenesi koyu katolik... Protestanların orada

barınabilme-sine ve kolayca iş görebilmesine imkân yok... O sırada hiçbir protestan, (Tulüz)

şehrinde ticaret yapamaz, dok¬torluk, ebelik, avukatlık, kitapçılık, gibi işlerle uğraşa¬maz. Ve

hiçbir katolik, protestanlarla, ne türlü olursa ol¬sun, iş birliği edemez, protestan hizmetçi bile

kullana¬maz. Taassup o kadar büyük ki, faraza, bir kıtlık olsa da yalnız protestanın tarlasında

buğday yetişse, ne o ticarî bir hüviyette bunu satabilir, ne de başkaları, sırf ihtiyaç sahibi olarak

alabilir.

Ayrıca her senenin Ağustos ayında, o meşhur (Sen Bartelömi) kıtalinin yıldönümü kutlanmakta...

Bütün bunlara rağmen (Kalas), ancak küçük esnaf hüviyetiyle basit bir dükkân işletebilmekte; ve

herkesle iyi geçinmek, bir gölge gibi gidip gelmek ve kimseye ça¬parız vermemek sayesinde sessiz

sedasız hayat sürebil¬mektedir.

Kendisini bu kadar silmiş, silik hale getirmiş bir insanın birdenbire meselelerin meselesini teşkil

etmesi nasıl olabilir? Gelip geçen arabaları rahatsız etmemek için toprağa batmış küçük bir taş

parçası., durup dururken nasıl, duvar boyunda bir engel gibi ortaya çıkarılabilir?

411

ݺte, kaderin sırrını bu noktada aramak lâzımdır Zaten «olacak» ve «olmayacak» diye mutlak bir

Ölçüsü olmayan hayat isimli esrar tablosunun bütün inceliği bu noktada değil midir?

Kaderde ne varsa o olur; ve insan bu hikmeti, ses¬siz, sedasız, iddiasız ve meselesiz dükkâncı

(Kalasa bak¬tığı zaman daha yakından görür.

(Kalas), bizzat protestan olmasına rağmen din bah¬sinde hiç taassup göstermez. Oğullarından biri

katoliktir. Böyleyken ses çıkarmaz, oğlunu serbest bırakır ve daima şöyle der:

İnsan, istediği dini seçmekte serbesttir!

Büyük oğlu (Mark Antuan) ise koyu bir (Kalve-nist)tir ve asla katolikliğe yanaşmamaktadır.

Böyleyken, bu oğlu üzerinde de (Kalâs)ın belli başlı bir telkini yok¬tur.

Ama (Mark) ruhça hasta... Hukukçu olmak istiyor, fakat bu meslek protestanlara kapalı olduğu için

bir şey yapamıyor. Katolikliğe geçmeyi de kabul etmiyor. Bu ba¬şarısızlığın tesiriyle ruhunda bir

(şok) doğuyor ve (melânkolik) delikanlı büsbütün kara hülyalara saplanı¬yor. (Şekspir)in,

(melânkolik) ruh şaheseri (Hamlet), elin¬den ve ağzından düşmez oluyor:

«— Olmak mı olmamak mı; işte bütün mesele!..»

Ve ölüm karşısında dipsiz düşünceler... Tıpkı (Hamlet)in mezarlık sahnesi:

«— Horaçyo, bana bir şey söyle!»

«— Ne söyliyeyim, efendimiz!»

Çocuk şehri bırakıyor, tekbaşına, dağlarda, kırlarda dolaşıyor, daima ölümü düşünüyor ve

dostlarına hep inti¬harın değerinden, kurtarıcılığından bahsediyor. Evine de

pek seyrek geliyor ve aile murakabesinden boyuna kaçı¬yor.

Bir akşam, bedbaht baba (Kalas), dükkânının üs¬tünde misafirleriyle tatlı tatlı konuşurken, çocuk

eve geli¬yor ve hemencecik kayboluyor. Birkaç saat sonra dükkânını arayan baba, oğlunu, ambar

kısmında, kendisi¬ni kapının üstüne asmış buluyor. Çocuk, öteberiyi bağla¬mak için kullanılan

atılmış iplerden birini almış, kapının kemer kısmına bağlamış ve bir varil üstüne çıkıp kendisi¬ni

sallandırmıştır. Ceket ve yeleği, peykenin üzerinde, ge¬lin odasında soyunulmuş gibi, intizamla,

itinayla devşiri-li, durmaktadır.

Şimdi, bu kadar mazur mevkiideki zavallı baba (Jan Kalas) in başına neler geleceğini göreceksiniz.

ADALET

Protestan (Kalas) ailesi, bu intihar karşısında elem¬lerin çeşitlisini duydu. Genç ve hassas

oğullarını kaybet¬tiklerine mi yansınlar, protestanlara edilen kötü muamele yüzünden çocuğun ruh

hastası olmasına mı, intihar eden¬lere tatbik ettikleri hakaret yüzünden şimdi başlarına

ge¬leceklere mi, hangisine?.

O devirde intihar edenlerin cesedi, çırılçıplak ve yüzüstü, şehrin kaldırımlarında sürüklenir, sonra

şehir ka¬pısı dışında bir darağacına çekilir ve orada yırtıcı kuşlar tarafından didiklenip bitirilinceye

kadar bırakılırdı.

Oğullarının cesedini bu hale düşmüş görmek (Kalas) ailesini nasıl kahreder? Ne yapsınlar; çocuğun

ce¬sedini olsun, nasıl kurtarsınlar? Gözyaşları içinde başbaşa verdiler ve ne yapabileceklerini

konuşmaya başladılar. Bu sırada (Kalas) ailesinde gizli bir şey dönmekte oldu¬ğunu sezen birisi,

gidip polise haber verdi:

412

413

—(Kalâs)larda esrarlı bir telâş var! Protestan

habislerinin şüpheli durumları malûm... İlgileniniz!

Polis, dükkânı ve evi basınca, henüz birkaç saatli^ cesedi buldu, hâdisenin niçin gizli tutulduğu ve

bu esrarlı meşveretin ne demek olduğu üzerinde (Kalâs)ları hesaba çekti ve çok geçmeden bütün

şehri bir uğultudur kapladı:

—(Jan Kalas) oğlunu katolik olmaktan alıkoymak

için öldürdü!!!

Hale bakın ki, sırf Protestanlıktan dönmemek için mesleğini kaybeden ve o yüzden ruhu burkulan

çocuk, bu defa katolik olmak istiyormuş da babası tarafından engel¬lenmiş ve asılmış oluyordu!

Alemde pek az hadise, bu türlü tepetaklak edilebilirdi. Halbuki (Kalâs)ın bir katolik oğlu vardı ve

pekâlâ, istediği gibi harekette serbest bulu¬nuyordu. Niçin bu çocuğa, ölüm tazyiki şöyle dursun,

en küçük bir ruh baskısı bile yapılmamıştı?

(Tulûz)un sokakları, bir anda, katolik oğlunu yo¬lundan çevirmek için asan babanın ölümünü

isteyici halk yığınlarıyla doldu. Artık (Hamlet) ezbercisi ve ruh hastası (Mark Antuan) bir katolik

mazlumu (Martir) derecesine çıkarılmış ve gerçek maZlum, bedbaht baba (Kalas), bu uydurma

(mizansen)in bütün kinini, üzerine çekmeğe başlamıştı. ݺte yığınların psikolojisi ve bu psikolojiyi

şahlandırmakta, âlet ve vasıta kolaylığı!.. Her devrin hali budur!

(Tulüz) idaresi işe el koydu, zavallı (Kalas) sorgu¬dan sorguya çekildi; ve yalnız kendisi değil,

bütün ailesi efradı tevkif olundu. Sade (Kalas) ailesi efradı tevkif olsa yine iyi; misafirleri, dostları,

hizmetçilerine kadar her¬kes... O sıralarda (Kalâs)larm evinde ve civarında görül¬müş olan her

fert... Damlarına konan kuşlar bile şüphe¬li...

Mahpusları belediye dairesine götürdüler, pranga ya vurdular ve en sefil katillerin hücrelerine

tıktılar. Za-

vallı (Kalâs)ı da, ilk sorgusunda, türlü işkencelerle hesap vermeye davet ettiler.

Cevap hepsinde aynı:

—Çocuk, ruhî buhranlar içindeydi. Çoktanberi

böyle-.. Bütün şehir biliyor. Başını alıp dağlarda, kırlarda

gezerdi. O akşam da bu haller içinde geldi, tek kelime

söylemeden çıkıp gitti. Yine tenhalara çıktığını sandık,

gir de görelim ki, kendisini ambar kapısının kemerine bir

iple asmış...

—Niçin ruhî buhrana düşmüş!.,

—Bilmiyoruz; hassas bir insandı; son zamanlarda

hukuk tahsili yapması ve avukat olmasına mâni haller

karşısında büsbütün üzüldü.

—Buna mâni, Protestanlığı olduğuna göre, pekâlâ

Katolikliğe dönebilirdi!

—Bu kendisinin bileceği işdi, Demek, dinini de¬

ğiştirmediği için avukat olamayacağına sıkıldı ve muva¬

zenesini kaybetti!

—Kendisine bu tazyiki siz yaptınız; o da sizden

gizli, katolik oldu ve tam yolunu tutacakken vaziyeti öğ¬

rendiniz ve birlik olup onu astınız!

—Nasıl olur? Biz ona «katolik olma!...» demek

şöyle dursun, «katolik ol!» da diyemezdik. Serbestti. İti¬

kadından vaz geçemeyince, arzusuna eremeyişi karşısın¬

da bu hale düştü.

Fakat sanki ortalığa protestaniar hakimmiş de Ka¬tolikliğe geçtiğini gizlemeye mecbur kalan

himayesiz oğ¬lunu 'asmaya kadar gidebilecek bir baba bulunabilirmiş gibi, ters bir mantık,

papazların elinde, Katolik ayranını kabartıcı bir vesile halinde köpürtüldü ve bîçare (Jan Kalas),

hain, denî, rezil, Fransa düşmanı sıfatlariyle gü¬nün adamı oldu.

Hiçbir mantık sökmüyordu. Asılan çocuk, güçlü kuvvetli bir sporcu olarak şöhret kazanmıştı.

Halbuki ba-

414

415

bası, çocuğunun 28 yaşında olmasına karşılık, epey üerı miş bir yaşta ve zaifçe bir adamdı. Oğlunu

kapının keme direğine aşabilmesine, bu sahneyi, hangi vasıtayla olurs olsun, hazırlayabilmesine

pek imkân yoktu. Müşterek ol sa bile, çocuk tek başına bütün aileye karşı koyacak, hic olmazsa

kendisini koruyabilecek kuvvetteydi.

Bu riyazî delâletleri bile itibara almadılar ve ilk iş olarak, katolik düşmanı çocuğa, Katolik dostu ve

mazlu¬mu sıfatlarını kondurarak, muazzam bir cenaze töreni ter¬tiplediler. Cesedi mumyaladılar,

üç hafta müddetle bele¬diye salonlarında teşhir ettiler ve kardinallere mahsus debdebeyle

kaldırdılar. Ne ölenin, ne de öldürdüğü öne sürülenin, kendilerine atfedilen noktalarla alâkası var...

Cesedin teşhir edildiği üç hafta içinde her tarafa «Katolik ve oğul katili hain ve denî» babanın

aleyhinde vesika bulunup getirilmesi için ilânlar yapıldı. Vesika adı altında, katoliklerin şahsi

görüşlerinden başka birşey gel¬medi; mesele Fransa'nın birçok yerinde, duvar gazetele¬rinde ve

taşbasması kağıtlar üzerinde bütün katoliklere duyuruldu. Nihayet iş mmcıklana mıncıklana posası

çıka¬rıldıktan sonra hâdisenin üzerinden beş ay geçmiş olarak muhakeme başladı.

Hâkimlerden biri, içinde küçük bir hak ve hakikat kıvılcımı çakmış olmalı ki, şu teklifte bulundu:

— (Kalâs)ın evine ve dükkânına bir keşif heyeti gönderelim! Bakalım, vaziyet, sanığın iddia ettiği

gibi bir intihar hadisesine imkân veriyor mu? Ne gibi hususîlikler gösteriyor?

Fakat adamın bu teklifi ağzına tıkıldı; ve bire karşı oniki reyle şu karar verildi:

—Keşfe lüzum yok! Sanığa itiraf ettirilsin ve bu¬nun için sanık işkenceye sokulsun, tekerlekte

kemikleri kırılsın!

(Kalâs)ı işkence odasına aldılar. Ayaklan yerden

. metre kesilinceye kadar bileklerinden astılar. Sonra ücudunun uzuvlarını, yerlerinden çıkıncaya

kadar gerdi¬ler, çektiler.

ݺlemediğim bir cinayeti itiraf edemem!

Tekrar aşağı aldılar ve kendisine o kadar su yuttur¬dular ki, çok geçmeden vücudu, tabiî cüssesinin

iki misli¬ne çıktı. Yine itirafı reddedince, zavallıyı bir çöp arabası¬na yüklediler, idam yerine

götürdüler ve cellâda teslim et¬tiler. Cellât onun kollarını ve bacaklarını kesti ve öylece can

çekişmeye bıraktı. (Kalâs)ın can çekiştiği iki saat de-vamınca hâkimler ve rahipler onu sualleriyle

delik deşik etmekte birbirleriyle yarıştılar.

—Hayır! Ben oğlumun katili olamam!

Nihayet, kendi tabiriyle «Bu yalancıdan söz çık¬maz!» hükmüne varan başhâkim, kıvranan

cesedin, boğa¬zı sıkılmak suretiyle dinlendirilmesini emretti ve her şey bitti.

ݺte 18'inci Asırda bir adalet levhası!..

(VOLTER) ݪE KARIŞIYOR

Büyük bir metanetle bütün işkencelere dayanan; ve neticeyi değiştirsin, değiştirmesin, fakat

herhalde işken¬celeri durdurucu herhangi bir itirafta bulunmayan (Kalas) öldürüldükten sonra

halkın gazap kasırgası dindi. Böyle olunca, «hak» yerine «halk» ölçüsiyle, adaletin suratı da

değişti. (Kalas) ailesinden başka kimse ölüme mahkûm edilmedi. Dul karısının elindeki bütün

mallar alındı ve kendisi açlığa terkedildi. Çocukları, başka başka manas¬tırlara dağıtıldı; yalnız

intihar hâdisesinde uzaklarda ve mektepte bulunan en küçükleri, müstesna tutuldu. O da, Cenevre

serbest beldesi topraklarına kaçmak akıllılığında bulundu.

416

417

(Kalas) hâdisesi, sade Fransa'da değil, Batı Dün sının her tarafında alâkayla takip edilmişti. O

zamar/ İsviçre'nin sınır çizgisi üzerinde (Ferney) şatosunda bul ' nan, bilhassa dinsizliğiyle meşhur,

Fransız tefekkür edebiyat adamı (Volter), meseleyi duymuş, fakat başlan gıcında mühimsememişti.

Onun, ne İsviçre (Kalvenist)le ri, ne de katoliklerle bir münasebeti vardı. Onun için ta raflardan

birinin müspet, öbürünün menfi sembol haline getirdiği (Kalas), hiç de değer verilecek bir adam

değildi Dinsiz (Volter) için, taraflar arasındaki boğuşmalar da birinden birine hak vermesi

bakımından, tercih yapabile¬ceği birşey değildi. Hususiyle, (Volter)in tiyatrosuna bir şeytan oyunu

göziyle bakan protestanlar ona hiçbir ba¬kımdan sevimli görünmüyordu.. Bu sebeple (Volter)

ka¬leme aldığı bir yazıda:

«— Protestanların mazlum (Martir) ilân ettiği bu adam hakkında hiçbir teessür hissetmiyorum!»

Demişti.

Fakat bir müddet sonra (Ferney) hâkimini Marsil-yalı bir tüccar ziyaret etti; ve (Kalâs)ın

muhakemesinde bulunduğunu söyledi ve gördüklerini, anladıklarını, his¬settiklerini, tek tek

sıraladı. Bu ifade, İsviçre'de bomba gibi patladı. (Volter)i, bütün bu anlatılanlar baştan aşağı sardı,

titretti, eritti; (Volter) kendince, mücerret insanlık ? ölçüsü bakımından, bu içtimaî vahşet ve

cinayetten ilikle¬rine kadar teessür duydu ve işini gücünü bırakıp var kuv¬vetiyle hâdisenin üstüne

çullandı. Ve işte, böylece (Kalas) meselesinin dünya çapında bir ehemmiyet kazan¬masında âmil

oldu.

Bu bahiste bir İngiliz hukukçusu diyor ki:

«— Cesaretin çeşidi vardır; fakat hususî bir şeret payesi getirici cesaret, memleketin yüksek

mahkemeleri kararlar verir ve halkın çoğunluğu bu kararları adaletli ve haklı bulurken, tek başına,

bütün kurulu nizamlara mey-

dan okuyabilen ve yüksek sesle hak ve adalet diye haykı¬ran kahramanlara aittir.»

(Volter), bunlardan biri olmayı denedi. O, (Tulüz) mahkemesini durup durduğu yerde suçlandıracak

olursa kopacak fırtınayı gayet iyi biliyordu. Bunun için, bütün haksızlık delillerini toplamaya ve bir

avukat itinasiyle mukabil dâvayı hazırlamaya çalıştı. Cenevre'ye kaçmış olan küçük (Kalâs)ı arayıp

buldu ve onunla görüştü. Me¬selenin içyüzü üzerinde en küçük bir bilgisi olabilecek in¬sanlara baş

vurdu. Hattâ, nefret ve hiddeti kendisini mü¬balağalı yollara sürmesin diye bir de avukat tuttu ve

kur¬duğu temelin sağlamlığına inandıktan sonra bütün hış-miyle harekete geçti. Tanıdığı ne kadar

nüfuzlu adam varsa, Fransa başvekili nezdinde teşebbüse geçip (Kalas) dâvasının yeniden ele

alınmasını sağlamaya davet etti. Bu hususta Kral (15'inci Lûi)den emir çıkartmak lâzımdı ve bütün

nüfuzlular buna memurdu.

Daha sonra (Volter) yollara düştü, (Kalâs)ın dul karısını arayıp buldurdu ve kendisine şu ricayı

gönderdi:

— Masrafınız bana ait olarak Paris'e geliniz ve ba¬na kocanızın işinde yardımcı olunuz!

Kadına, Paris'in en tanınmış hukukçularından biri vekil tutuldu ve teşebbüs bütün hararetiyle

fışkırtıldı. Dul kadının maneviyatı perişandı; hiçbir yerden, hiçbir ümidi yoktu; sadece kızlarının

manastırdan kurtarılmasını dili¬yordu.

Bundan sonra (Volter) mazlumun ikinci oğluyla te¬masa geçti... O bir katolikti ve mektepte

okuyordu. (Vol¬ter) bu çocuğu mektebinden kaçırttı ve Cenevre'ye getirt¬ti.

Nihayet (Kalas) vakasına ait bütün hakikatleri top¬layan tahlil ve terkip eden kıymet hükmüne

bağlayan ese¬rini neşretti: «Kalas Ailesine Ait Gerçek Vesikalar»... Bu kitapçıkta (Kalas) ailesinin

mazlumları arasındaki can

418

419

törpüleyici mektupları neşrediyor ve kendisinden fazı bir şey katmıyor. (Volter) bu kitapçıktan

sonra, ortad fazla görünmek istemiyor, perde arkasına çekiliyor; Ve artık başını almış giden

propagandayı, gerilerden, ustalık¬la idare ediyor.

Çok geçmedi, (Kalas) faciası bütün Avrupayı ku_ sattı, bütün Avrupanın meselesi oldu. Her

taraftan yar¬dımlar, teşebbüsler, himayeler yağmaya başladı. O kadar ki, İngiltere Kralı ve Rusya

Çarı bile, (Kalas) ailesi için toplanan ianelere büyük çapta katıldılar.

Nihayet (Volter), hayatının en çetin ve zahmetli mücadelelerinden birini verdikten sonra zaferi

kazandı. (15'inci Lûi)nin metresi kiliseye karşı derin bir nefret his¬si duyduğu ve bu yüzden

(Volter)i tuttuğu için Kralı bas¬kı altına aldı ve tepindi:

—(Kalas) dâvasının yeniden görülmesi için Baş¬

vekilin istediği fermanı imzalayınız!

Zampara ve sarsak Kral ise âdi bir protestan için koparılan bu dünya çapındaki şamatadan hiçbir

şey anla¬mıyor ve tekliflere boyuna dudak büküyordu. (Tulüz) ad¬liyesi ve papazlar da Kralın bu

«dertsiz başına dert çıkar¬maktan kaçınma» politikasını veya mizacını destekliyor¬lar ve hiçbir

zaaf eseri göstermiyorlar, ric'at etmiyorlardı. (Tulüz) Mahkemesine ait zabıtları da tetkikten

kaçırıyor-lardı. Nihayet 1763'de, «kadının fendi, Kralı yendi»...Bu meseleden adamakıllı rahatsız

olan Kral, istenen fermanı imzaladı:

—Dâva temyiz edilecek!

Başvekil, (Tulüz) dâvasına ait bütün zabıtların tes¬limini ve bu mevzuda yeni bir mahkemenin

hazırlanması¬nı emretti.

(Jan Kalâs)m dul karısı ve manastırdan kurtulup annelerinin yanına gelen kızları, bu sırada

(Versay)da sa¬ray civarında beklemekte...

Dâvanın temyizi için kurulan hususî mahkeme, bir yjl sonra, (Kalâs)ın masum olduğunu ve

işlemediği bir suçtan ceza gördüğünü resmen ilân etti. Kral da, onun dul karısına ve çocuklarına

küçük bir ihsanda bulunmayı bin belâ ile kabul edebildi. (Kalas) dâvasına bakmış olan hâkimler

azledildiler; (Tulüz) halkına da, bir daha böyle olur olmaz işlere burnunu sokup şahlanmaması,

nezaketle ihtar edildi.

Ve ismine «adlî hata» denilen, halbuki adlî cina¬yetlerin en büyüklerinden biri olan (Kalas) dâvası,

(Vol¬ter) sayesinde büyütülmüş ve kazanılmış olarak, tarihin ibret misalleri arasına yerleşti.

420

421

(XIV)

BÜYÜK FRANSIZ İHTİLÂLİNİN ZULÜM DEFTERDNDEN

(16'NCI LUD)

Yirmi yaşındaydı. Büyük babası 64 yaşındaki us¬lanmaz zampara (15'inci Lûi), sayısız metresler

ve âdi halk kadınları arasındaki maceralarından sonra bir maran¬gozun kıziyie düşüp kalkmış ve bu

kızdan çiçek hastalığı kaparak ölmüştü.

— Kral öldü! Yaşasın Kral!

Ve Fransa tahtına geçti.

Çocukluğundan eblek, şişko, terbiyesiz, üstü başı kirli bir yumurcak... Bütün gün kardeşleriyle

hırlaşır, du¬rur.

16 yaşındayken, onu, Avusturya İmparatoriçesi (Mari Terez)ın kızı (Mari Antuanet)le evlendirdiler.

On-beşindeki güzellik ve incelik heykeli karısını görünce, horoz şekeri yalayan aptal bir çocuk gibi

bakındı; ondan sonra kansiyle bir arkadaş hayatı sürmeye başladı. Bir

423

Fransız tarihçisinin tabiriyle «onun kocası olmakta a

göstermedi...» Bu hali, bir müddet sonra çözülebilen h'6

iktidarsızlığa bağlarlar.^

Fransa'nuı hali berbat... Saray, bütün vatan uzvi tini zehirleyen bir ur... Yalnız, zevk, şehvet, içki,

kum ve her çeşit sefahat karargâhı... İnanılan ve saygı duyula hiçbir ahlâkî kıymet kalmamış... İkbal

ve menfaat hırsı¬nın mubah gösterdiği entrika zekâsından başka tek değer yürürlükte değil... Halk,

sefaletin son merhalesinde...

Evvelki Kral, milletin aç ve perişan halini görme¬mek için, sarayla kendi eğlence yerleri arasında

hususî bir yol açtırmıştır. Bir doktorun, hastanede, mustarip hastala¬rı görmemek için ayrı bir

koridordan gidip gelmesi gibi bir şey... Halkın da bu yola yakıştırdığı isim müthiş: İs¬yan yolu...

Kral bir gün bu yoldan, ipekler içinde bir maiyetle geçerken karşısına bir tabut çıkıverir. Kral atını

durdurur ve sorar:

—Bu ne?

—Bir ölü!..

—Erkek mi, kadın mı?..

—Erkek...

—Neden öldü?

—Açlıktan!:.

Fransız tarihçisine göre, açlıktan ölen ve tabuta so¬kulup acele acele götürülen adam, eski Fransa,

tabut da Krallığın sandukasıdır.

m6 mevkiindeki (Parlâmento)lar, büyük şehirlerde,.. Henüz el işleri dışında sınaî bir hayat mevcut

olmadığı m işçiler, dülger, duvarcı, terzi, kunduracı, demirci, ek-ekçi, kasap gibi esnaftan ibaret...

Bunlar da sayılı ve büvük şehirlerin malı... Nüfus az... Paris 650.000, Liyon 100.000 nüfuslu... O

zaman Fransa'da nüfuzu 50.000 den yukarı ancak 4 şehir var... Umumî nüfus 25 milyon ve bunun

ancak 3 milyonu, yüzde onikisi şehirlerde... Pa¬ris'in sokakları dar ve çamurlu... Bu kaldınmsız

sokaklar¬da, yüksek sınıfların yaldızlı arabaları dört nala koşar; ve çok defa, sefil ve serseri

yayaları tekerlekleri altında ezip geçer. Âdeta Fransa, şatolarda, konaklarda oturanlar ve arabaya

kurulup dışarı çıkanlarla, sokakta ve çamur için¬de yaşayanlardan ibaret iki bölümdür; ve birinci

bölüm, ikincisinin ancak yüzde beşi tutarındadır.

Bu bölümlere, sefahattekiler ve sefalettekiler de di¬yebiliriz.

Nüfusun yüzde seksenden fazlası köylü geri kalan kısmı doyurmak ve şişirmek için, ölüme kadar

her angar¬yaya mahkûm... Hemen hepsi yalnayak ve bir deri, bir kemik... (Şartr) Psikoposunun

Krala sözü:

«— Köylü, koyun gibi ot yiyor ve sinek gibi açlık¬tan ölüyor!»

Köylünün anbarında veya kesesinde biraz kıymet birikti mi, karşısında, 1 saklayandan 10 isteyen

vergi tah¬sildarı... Onun için köylü, sefaletinden başka herşeyini gizlemekte ve güven, şevk, huzur,

ölçü, birlik diye birşey kalmamış bulunmakta...

Vergi ödeyenler, asker olanlar, yalnız köylülerle küçük burjuvalar... Rahipler, asiller ve yüksek

burjuvalar, bu kayıtların dışında olduktan başka, bütün gelir kaynak¬ları ve üstün memuriyetler de

ellerinde... Kralın emirleri¬ni kayıt ve tescil etmekle vazifeli bir nevi istiklâlsiz mah-

(16'ncı Lûi), iyi bir amele olmak için doğmuş bir adam. Cedleri gibi sefahat ve alâyişle alâkası

yok... Kala¬balıktan, merasimden, kadın topluluklarından, hususiyle kumar, içki ve zamparalıktan

tiksinir. Bütün gün ya avda-

424

425

dır, ya demirhanesinde... Akşama kadar boş yere yoruh bîtap düşer, sofraya oturur, aç bir kurt gibi

masayı si] süpürür; sonra kendisini yatağa atıp kubbeleri horultusuv la uğuldatır. Ölü evinde

horultu...

ݺte Fransa ve (16'ncı Lûi)... O, tohumları büyük babası zamanında atılan ihtilâle, nefsiyle suçsuz

olarak hesap vermeye memur, kurbanlık bir sığırdır. Hiçbir ba¬kımdan önlemek, önüne geçip

durdurmak ve istikamet değiştirmek kudretinde olmadığı halde sorumlusu mevki¬indeki bedbaht

kukla...

Büyük Fransız İhtilâlini doğurucu ruhî, fikrî, içtimaî, iktisadî, idarî siyasî müessirleri bu kurbanlık

sığır zaviyesinden çerçevelemek gibi bir külfete uzak kalarak ve o dâvayı ayrı ve müstakil tutarak

bildirelim ki, (16'ncı Lûi), bütün bu müessirlere ait cinayet bıçağı, caniler kay¬bolduktan sonra

elinde yakalanmış, bön ve hattâ iyi taraf¬ları kötülerinden üstün bir insancıktır. Büyük dâva, istip-

dadiyle beraber şevketini bir arada yürütebilen ve gururu¬nu «Devlet benim!» diyecek çapa çıkaran

(14'üncü Lûi) ye karşı çıkmamış, vatan faciasını cılk bir yara gibi orta¬ya dökücü (15'inci Lûi)den

de hesap isteyememiş ve bula bula, istipdat ve istismar kulesinin bu en âciz ve suşsuz nöbetçisini

bulmuştur. Kaderin cilvesini, buna benzer her işde aramak lâzım...

Fransız İhtilâli, ne kadar büyütülürse büyütülsün ve neticede istendiği kadar büyük bilinsin,

başlangıçta bir «hiç», sonundaysa bir «hep»tir. O bir «hiç» olarak başla¬yıp yıllar boyu süren kendi

iç oluşları neticesinde «hep»e ulaştı. Belki de büyüklüğü bu noktada... Yani başlangıçta, plânlı,

gayeli, hedefli, sistemli bir hareket değil... Fakat nice ihtilâl vardır ki, «hep» olarak başlayıp «hep»

olarak bittiği gibi, «hiç» olarak başlayıp «hiç» olarak bitmişti1"-

426

jangıcı «hiç» olan ihtilâllerde birinci muvaffakiyet T1 hedef tuttukları devlet mekanizmasını idare

edenle-'? mhî bünyesidir. ݺte bu ruhî bünye, (16'ncı Lûi)nin-Idnde şaheseri görüldüğü gibi, sonsuz

bir hayret ve tered¬dütle malûl olunca, o ihtilâl, daha olmadan muvaffak de¬mektir. Eğer

olmuyorsa, o da kendi hayret ve tereddüdü yüzünden... Birçokları, kellelerini bu yüzden kaybettiler.

Tereddüt denilen devlet ve idare vebasının ne korkunç bir şey olduğunu, (Büyük Molteke) şu

harikulade ölçüyle be¬lirtir:

«—Harpte hiç karar verememektense kötü kararı

vermek evlâdır!»

ݺte (16'ncı Lûi)nin 15 yıllık saltanatı ve ihtilâl ba- • şındaki tavrı, bu iki kelimeyle izah olunabilir:

Hayret ve tereddüt... İhtilâl içindeki birkaç senelik hayatında ve hattâ muhakemesinde bile aynı

şey... Şaşkınlık ve tutuk¬luk...

Şunun bunun elinde oyuncak oldu; etrafında bütün habisler halkasının kıvnmlaşmasına engel

olamadı; (Parlâmento)ları toplantıya çağırmaktaki tehlikeyi göre¬medi; (Türgo) gibi zamanının en

kuvvetli iktisatçı, mali¬yeci ve idarecisini Kraliçe yüzünden feda etti; nihayet (Eta Jenero) isimli,

her sınıfı içine aLan ve fevkalâde za¬manlarda toplanması âdet olan umumî meclisleri içtimaa

davet etmekten çekinmedi; ve böylece bir «hiç» olarak başlarken «hep»e doğru yönelen hâdiselerin

cereyanını sezemedi; birdenbire «Millet Meclisi»ne döndürdükleri (Eta Jenero) karşısında vaziyet

alamadı; ebedî horultusu içinde bir gece, halkın (Versay) üzerine yürüdüğü habe¬riyle uyandırıldı,

gözlerini uğuşturarak sordu:

—Desenize ki, bu bir isyan?

—Hayır majeste, bu bir büyük inkılâp!..

427

KRAL

Meşhur... Hattâ birkaç yıl ötesi, zaman sayımın birinci yılı kabul edilecek kadar meşhur... 1789...

Bu yıl Mayıs ayı başında, (Eta Jenero) isimli gölge millet tem silcileri meclisi, (Versay)da toplandı.

En kısa zamanda asîller, rahipler ve avam sınıflarının mümessilleri arasın da ihtilâf... Gittikçe

billûrlaşan millet temsilciliği şuuru millet iradesi fikri ve buna bağlı «Millet Meclisi» adı

Rahiplerin avama katılması... İnsanların hâdiseleri değil hâdiselerin insanları sürüklemesi... Nihayet

sarayın kötü tavrına karşı «Top oyunu salonu» yemini ve Kralın emri¬ni getiren Teşrifat Nazırına

Meclis reisinin ihtarı:

«— Zannedersem şu Mecliste toplanmış olan mil¬let kimseden emir alamaz!»

Ve (Mirabo) nun haykırışı: «— Gidiniz ve efendinize bildiriniz ki, biz buraya milletin iradesiyle

geldik ve buradan ancak süngülerin kuvvetiyle çıkarılabiliriz!»

Artık hâdiseler, akış temposunu gözle takip edile¬mez bir hıza çıkaran şimşekli kıvrımlar çizerken,

(16'ncı Lûi), binbir telkin arasında ne diyeceğini ve ne yapacağı¬nı şaşırmış bir mankafa... Ne

Meclise hulul edip onu için¬den, ne de tepesine bir yumruk indirip dışından zaptetme¬yi biliyor.

Birinci takdirde ve gayet ucuz tarafından bir millî kahraman, ikinci takdirdeyse «devlet benim!»

diye¬bilecek bir «şevketmeap» olması çok kolay... Kralın bu zaaf ve tereddüt seciyesi de radyo

mevceleri gibi havaya dağıldığı için her tarafta, bilhassa Paris'te kaynaşmalar zeveban haddine

doğru ilerliyor; kaynaşma, şüphe ve te¬reddüdü, o da kaynaşmayı besliyor ve başka hiçbir (fak"

tör)e bağlı olmaksızın, sel, kabara kabara birdenbire tarla¬yı basıyor.

ݺte Büyük Fransız İhtilâlinin başındaki «hiç» böy-

428

uaciarruş ve «hep»e doğru yolunu böyle tutmuştur. Bu î . ojuş üslûbunun kolayca kanallaşmasını

da, (16'ncı ûi)nin hayret ve tereddüt dolu seciyesi sağlamıştır. Yok-18'inci Asır fikir teknesi içinde

yuğurulan inkılâp ru¬hu belirtmiş olduğumuz gibi bütün bir plân, sistem, (ide-ojoji) ve bunlara

bağlı hamle yolundan harekete geçmiş değil— Başta kendi kendisine zuhura gelen inkılâp, son¬da,

kendi içinde olmuş, küçük vesileden büyük gayeye geçmiştir. Yani, Fransız inkılâbı, olup da gelen

değil, ol¬ması için her hazırlığa malik bulunarak, yolda olan, oluşa erendir. Böyle bir geliş için de,

bazı ihtilâllerin kendi kuvvetlerinden ziyade devirecekleri devletin zaafına da¬yanmaları gibi,

krallar, hükümetler ve insanlar içinde en âciz bir (süje)ye maliktir: (16'ncı Lûi)...

Bu kadarı da, yine belirtelim, İhtilâl zaviyesinden (16'ncı Lûi) değil, onun zaviyesinden İhtilâl...

Hep bu ölçüyle, Paris'te ayaklanma... (Bastiy) kale¬sinin zaptı... Kralla millet arasında kalan ve bir

ân için si¬linen Meclis... Kralın Paris'e ve halk arasına davet edilişi ve gidişi... Kaçmaya başlayan

büyük asîller... Sarayın ye¬ni entrikaları... Kralın, o dasitanı tereddüdü yüzünden bir türlü sarayla

milletin kalbi arasında tahtını seçemeyişi... Yeni budalalıklar ve halkı köstekleyici ve büsbütün

azdı-ncı yarım tedbirler... (Versay) üzerine yürüyüş... Kral ve Meclisin Paris'e nakli... 1789 ve

ileride 1791 anayasala¬rı... Meşrutiyet ve her şeye rağmen milletin kalbinden Çıkmayan Kral...

Bütün bir sinema şeridi...

(16'ncı Lûi), bunları, beyin ameliyatını seyreden Çocuk gibi, çenesi düşük, korku ve dehşet içinde

takip etti Ve hiçbir taraf hesabına, kutudan pamuk alacak kadar te-Şebbüs sahibi olmadı. O, şahane

mantosu altında üstüne kondurulan her rengi kabul edici, balmumundan bir kral Mankeni...

İnkılâbın başında, Paris Belediye dairesinde, n&sıl şapkasına üç renkli hürriyet kokartım takmış ve

son-

429

ra hassa arkerlerinin bu alâmetleri çiğnemelerine yummuşsa, bu defa da Meclis kararlarını

körükörüne t dikten ibaret rolünü ohlaya puflaya yerine getirmekte l/" sur işlemedi; ve nihayet,

koyu bir katolik olduğu i,/ vicdanının tam muhalefetine rağmen yeminli rahip]er m°' selesinde de

Meclisi tasdik zorunda kalınca, artık taham mülünün çatlamak üzere bulunduğunu hissetti ve

kararın verdi: Kaçacak, hicret eden asillere katılacak, Fransa'ya karşı vaziyetini dışarıdan idare

edecektir!

Tereddüt hastası Kral, bu seciyeye malik bir insan¬da olduğu gibi büyük teşebbüslerde sıfırlık bir

iradenin ters tecellisi olarak kafasına koyduğu işlerde veya marazı hislerinde son derece inatçıdır.

İyi ve doğru olarak, ne de¬seniz, ne yapsanız, onun bu ters iradesini, inadını kıra-mazsınız. ݺte

bütün krallığı ve ihtilâl süresince hep bu mizacı yüzünden çevik ve sırasına göre değişik bir

anla¬yış ve o anlayışa uygun bir hamle ve irade bünyesine çı¬kamayan Kral, firar işinde nihayet bir

kımıldama istidadı gösterebildi. Fakat kımıldanışı o kadar cansız, isteksiz, zevksiz ve güvensiz oldu

ki, nasıl olsa yakalanacağı ve vatan haini diye yaftalanacağı evvelden belliydi. Onun hiç istemediği

şey bir iç harpti. Bilhassa, yabancıların yardımiyle milletine karşı durmak... İngiltere tarihindeki

misaller, (1 'inci Şarl)ın kesik başı gözünün önünden git¬miyordu. Kılıç altında parçalanmaya razı,

fakat milletine kılıç çekmeye asla meyilli değildi. Şimdi de bu kaçışın kendisini hangi akıbetlere

sürükleyeceğini kestiremiyor; hiçbir zaman «zat-ül-hareke: zatiyle harekette» bir insan olmadığı

için, kimlerin ve nelerin tesirine kapılacağım düşünerek büsbütün aptallaşıyordu. Bütün tahlilci

Fransız tarihçilerinin şahitlik ettiği bu namuslu ruh haletine rağ¬men, işte kaçıyor; kaçışiyle, suçlu

kisvesi altında acına¬cak kadar âciz bir masum bilinmek yerine, Fransa'yı sat¬maya giden bir hain

kabul edilmek tehlikesine doğru çar-

430

jj ve dolaşık adımlarla koşuyor; ve buna karşı ya büsbü-\n yerinde kalıcı, yahut sonuna kadar hamle

edip kendi¬li gösterici, iki şıktan birini kesin olarak seçemiyordu.

Ah; azim irade, güven duygusu; imanın ulvî ço¬cukları !?? Sizin bulunmadığınız yerde ne olabilir

ki?.. Bu kararsız devlet reisi tipinde idare adamları, Birinci Asır¬dan Yirminciye kadar, koca bir

«bedava ölüler» albümü¬nü dolduracak derecede çoktur!

Kral, bir burgu gibi beyninde işittikleri şu telkini, nihayet, tam anlamadan ve bir anlayışın tam

güveniyle ileriye atılacak hamle ruhuna eremeden kabul etti:

Şark ordusu kumandanı, kralcı (Marki do Buy-ye)nin yanma gidiniz! Bu orduyla Paris'e dönüp

İnkılâbı yok ediniz!

Kral, Meclisi oyalayıcı ve okşayıcı birtakım tedbir¬lerin sisi altında, Şark ordusu ve kayın biraderi

Avusturya İmparatoriyle anlaştı; oda hizmetçisi kılığına girdi, yanın¬da Kraliçe ve çocukları,

hususi surette yaptırılmış bir ara¬ba içinde ve postacı üniformalı üç muhafız arasında yola çıktı.

Kaçış plânı da, Kralın mizacına eş olarak acemice tertiplenmiş, Kraliçenin ihtiyatsız üslûbu bu

tertibe hâkim olmuş, çamaşırlar ısmarlanmış, arabalar yaptırılmış, yol¬da altunlar saçılmış dikkati

çekmek için hiçbir şey esir¬genmemişti.

Fakat, şu veya bu, (Varen) kasabasına varıldı. Bu¬rada, gece yarısı, arabanın kapı penceresinden

bir fener uzandı ve uşak (Duran) hüviyetli Kralın yüzünü aydınlat¬tı. Kralı almaya gelen Şark

ordusu müfrezeleri orada ve etrafta olduğu halde kimse (enerjik) bir harekette buluna¬madı,

kekeme vaziyet devam etti, halk fenerlerle arabanın etrafını çevirdi, çanlar çalındı, civar köyler

ayağa kaldırıl¬dı; ve neticede Kral, o anda da gözükara bir atılış yapa¬mamak yüzünden,

karşısında elpençe divan duran kralcı

431

birliklere rağmen halkın heyecan ve (enerji) ağı ic düştü, tevkif edildi ve yüzgeri Paris'e

döndürüldü. Artık kendisini bekleyen nida: — Kahrolsun, milletini satan Kral!

ARA SAFHA

Kral 50 fersahlık yol üzerine dizilmiş halkın türlü hakaret, hiddet, bazen de merhamet, muhabbet,

fakat her¬halde hayret ve ne olup bittiğine dair gaflet haykırışları koridorundan geçip sarayına

geldi.

Meclis şaşkın... Krallık taraflıları harekette... (Lâf ay et) Kralı korumakta... Şark ordusu kumandanı

(Marki dö Buyye) Meclise nâme gönderiyor:

— Kralın kılına dokunulursa, bütün yabancı ordu¬ları Fransa'ya sokarım ve Paris'te taş üstünde taş

bırak¬mam!

Bu nâme, Cumhuriyetçilerin ekmeğine yağ sürdü. Ertesi günü Meclisin kapısında bir ilân:

«Cumhuriyet isimli bir gazete çıkarılacaktır!»

İlk defa kullanılan kelime bu, Cumhuriyet...

Kral yine sarayda ve (Lâfayet)in muhafazasında... Ne olacağı belli değil... Onunla beraber, her

şeyin ne ola¬cağı belli değil... Kral muhakeme edilecek mi, sorumlu tutulabilecek mi, işten

uzaklaştırılabilecek, saltanat hak¬kından mahrum edilebilecek mi? Müzakere, patırdı, her kafadan,

her gruptan bir ses ve binbir formül arasında tam bir kararsızlık ve şu müphem hüküm: «Kral

yeminin¬den döner veya milletini korumazsa saltanat hakkını kay¬beder, âdi fertlerden biri

mevkiine düşer ve muhakeme altı¬na alınabilir. Kralın kaçırılmasında başlıca suçlu olan (Buyye)

ile suç ortakları hizmetçiler, zabitler, postacılar ve¬saire haklarındaysa kanunî takibat

başlayacaktır.»

432

Kralın saltanat hakkından düşürülmesi için hazır-nrnak istenen ve sonra geri bırakılan, anket ve

İkinci Anayasanın (1791) Kralca tasdikine kadar vaziyetin mu¬hafazası kararı...

İnkılâbın, bu noktada, hâlâ hızını alamadığı ve kendisini bulamadığı, başındaki kralın mizacına eş

gittiği ne kadar açık!..

Son kararların vilâyetlerdeki tesiri iyi, fakat Pa¬ris'te kötü... Ayaklanma (San dö Mars) meydanı

hâdise¬si... Yeni Millî Meclisin teşekkülü... (Asamble Konstitü-ant: Kurucu Meclis)den (Asamble

Lejislâtiv: Kanun Ko¬yucu Meclis)e geçiş... Kralın, yeni meclise üç gün sonra gideceğini

bildirişindeki saçmalık... Meclis reisinin kol-tuğiyle bir hizaya ve aynı sıraya konulan Kral

koltuğu... Krala Mecliste nümayiş:

—Yaşasın Kral!

Kralcıların mukabelesi:

—Yaşasın Haşmetpenah!..

Nutuklar... Kralın millet sevgisine muhtaç bulun¬duğundan bahsetmesi ve son sözü:

—Artık inkılâp nihayete ermiştir!

Böylece her şey unutulmuş ve Meşrutî idare kurul¬muş görünürken, yine din meselesinden (16'ncı

Lûi)nin kendisini göstermeye kalkması ve daima kekeme ve tutuk eski selâhiyetlerine doğru adım

atmaya davranması... Millî kuvvetler başkumandanı (Lafayet)in himayesine gü¬venerek rahipler

hakkındaki Meclis kararını reddetmesi... (Sen Antuan) ve (Sen Marso) mahalleleri halkının ayak-

landırılması... Sınırlarda bozgun, felâket; içerilerde karı¬şıklık, sefalet... Meclise giden

nümayişçiler:

— Sarayın, artık memlekete ihanetten uzak kalma¬sını istiyoruz! İcra ve teşrî kuvvetlerinin

ahengini istiyo¬ruz! Ordunun düşman üzerine yürümesini ve insan hakla¬rını âleme tanıtmasını

istiyoruz! Bir adamın, 25 milyona

433

hükmedemeyeceği bilinsin istiyoruz! Eğer bu adamı ti makta devam ediyorsak Anyasaya saygı

göstermesi sa tiyle olduğu anlaşılsın istiyoruz! Yoksa onun Fransız mil leti gözünde bir hiç olduğu

kestirilsin istiyoruz!

Hava güzel, gök berrak, ayaklanan kalabalıklar neşeli ve neye memur olduğundan habersiz...

Meclis (Tüileri) sarayının yanında ve halk onun önünde... Sara¬yın parmaklıkları kapanmış ve

arkasında bir tabur askerle üç top mevzi almış...

Hayatta her şeyin püf noktası... Kalabalığın önün-dekiler seyirci gibi dururken arkadan bir abanış...

Dur¬durmak isteyenler; derken bir ses, bir teşvik, filân; saraya hücum... Kralın etrafında,

nümayişçilerden bir halka:

—Efendi; evet, efendi, bizi dinleyiniz! Siz, doğru¬

luk ve halislikten uzak, âdi bir insan, bir hainsiniz! Bizi

hep aldattınız, hâlâ da aldatıyorsunuz! Artık sabrımız tü¬

kendi!-Millet, elinizde bir oyuncak olmaktan usandı!

Bir zabitin Krala tenbihi:

—Korkmayınız!

Kral, zabitin elini kendi kalbi üstüne koymuş, ce¬vap veriyor:

«— Korkmuyorum! Bir hristiyana ölüm döşeğinde yapılacak son âyini kendim için çoktan

yaptırdım! Ne is¬terlerse yapsınlar!»

Krala millet şerefine bir kadeh şarap içirttikten sonra bin zorlukla dağıtılan yığınlar... (Lâfayet)in

Paris'e gelişi ve ayaklanmayı suçlandırışı... Partiler arası kor¬kunç rekabetler... (Flândr)

bozgunları... Ne Kral, ne meclis, ne Hükümet, ne ordu, ne de istikametini bilen bir millet... Bu

vaziyette «Vatan tehlikede!» ilânı, (Kon-vansyon Nasyonal) isimli yeni bir Meclis fikri ve Kralı

zorla düşürmek plânı...

O sırada, Prusya ve Avusturya orduları başkuman¬danı (Dük dö Brönşvik)in bildirisi:

—Ellerinde silâhla tutulacak millî kuvvetler ve

birleşik orduya karşı müdafaaya kalkışacak bütün şehir-

, r kasaba ve köyler, Krallarına âsi kabul edilecek ve ona

göre cezalandırılacaklardır! Şayet (Tüileri) sarayına haka-

,ette devam edilecek olursa Paris şehri müttefiklerce işgal

ve perişan edilecektir!

Bu beyanname, Fransızları küplere bindirdi ve Kralın düşmanlarla el ele verdiğine şüphe

bırakmadı. Halbuki Kral, kendi anlayışınca yine milletinin iyiliği için dışarıdan gösterilen

yardımları kollamaktan başka bir şey yapmıyordu. Vatanını satmakla, onu istediği kıvama getirmek

için dışarıdan yardım kollamak arasında fark var...

10 Ağustos hareketi... (Brönşvik)in patavatsız bil¬dirisi üzerine Paris'in 48 belediye şubesinden

47'si Kra¬lın hal'i lüzumuna karar verip halk ve gönüllü taburlarını saraya yürüttü.

Kumandanın öldürülmesi, askerin grup grup halk tarafına geçmesi... Kralın, kendi birliklerini teftiş

eder¬ken gösterdiği düşkün ruh ve ezgin tavır üzerine asker saflarından haykırış:

—Yaşasın Millet!

Ve sonra, silâhını bırakıp etrafa dağılan dağılana... Tam bir panik... Her şey, en sağlamı da beraber,

el doku¬nur dokunmaz, köpük gibi dağılıyor ve bir anda herşeyi yerli yerine oturtması mümkün bir

el çıkmıyor. (Anarşi) anlarının biricik ruh kanunu bu; her şeyin el değer değ¬mez dağıldığı ve her

şeyi toplamak için gözü kara bir el gerektiği...

Kralın sadık adamları, hükümdar ailesini emniyetli bir yere götürmek istediler. Yüksek bir memur

kralın el¬lerine sarıldı:

—Kaybedilecek beş dakikamız bile yok! Majeste¬

leri için Millî Meclisten daha emin bir yer olamaz!

434

435

Kraliçe haykırdı:

—Sarayı bırakıp da hiç bir yere gidemem!

—Madam! Bütün Paris halkı saraya hücum

yor!

Kral mırıldandı:

—Gidelim!

Aynı yüksek memurun notlarından: «Merdivenden inince Kral bana dedi ki:

—Yukarıda kalanlar ne olacak?

—Efendimiz; saraydaki asiller üniformalı değil

Kılıçlarını çıkarıp bahçeden geçebilirler ve arkamızdan

gelebilirler.

—Doğru... Fakat ben büyük bir kalabalık görmü¬

yorum!.

—Efendimiz; yığın yığm insan 12 topla saraya

doğru yürüyor!

Kral kaygılıydı. Üzerinde beyaz bir tüy bulunan şapkasını çıkararak, askerlerden birinin şapkasını

çekip aldı, giydi... Saray bahçesi, vaktinden evvel düşmüş kuru yapraklarla doluydu. Kral buna

dikkat etti ve:

—Bu sene yapraklar-vakitsiz düşüyor, dedi; ne ha¬

zin!..

Bir muharrir, bir kaç gün evvel yazdığı bir makale¬de, Krallığın, yaprak dökümüne kadar

sürmeyeceğini id¬dia etmişti.»

Bu, Meclise sığınma hareketi de hesapsız, mânâsız ve gayesiz... Nitekim bazı muhafız askerler

yalnız bıra¬kıldıklarını görünce kılıçlarını kırdılar ve müdafaadan vaz geçtiler.

Saray kapısında îsviçre'li hassa askeriyle halk ara¬sında çarpışma... İlk ağızda 300 ölü... Yangın...

Hü¬cum... Sarayın zaptı ve kaza döndürülmesi... Hesap: 5000 ölü...

Millî Mecliste reisin yanına oturan Kral:

.Büyük bir cinayeti önlemek için aranıza gel-

jjfli! Burası emindir kanatindeyim. Reisin cevabı:

—Efendimiz; Millî Meclisin azim ve metanetin¬

den emin olabilirsiniz! Âzası, millet haklarını ve mevcut

hükümeti, ölünceye kadar korumaya and içmişlerdir!

İnkılâbın Meclisi, aynı şeyin halk arasındaki ihtilâtları karşısında, kralla bir safta kalmış gibi

görünü¬yor.

Kral, Meclise sığındıktan biraz sonra, ayaklananla¬rın kat'î zaferi belli oldu. Top ve tüfek sesleri

içinde Meclis müzakereleri devam ederken, kapıda dalga dalga halk yığınları ve göğü tutan bir

haykırışına:

—Aşağı! Kral tahtından aşağı!

MUHAKEME VE GDYOTDN

Meclis reisi, iradesini bizzat kullandığını ve Mecli¬si hiçe saydığını gösteren halka hitap etti:

— Meclis, selâhiyeti içindeki her şeyi yaptı ve ya¬pıyor! Tahttan indirme meselesini de, yakında

toplanacak (Konvansyon)a bırakalım!

Meclis, hükümdar ve ailesinin, (Lûksenburg) sara¬yında, millet ve kanunun muhazası altında

oturmasına ka¬rar verdi. Fakat bu kargaşalık hengâmesinde hangisinin daha nüfuzlu olduğu belli

olmayan ve hüküm kâh birine, kâh ötekine geçen iki topluluktan (Komün) isimli Beledi¬ye

Meclisi, Kral ailesinin muhafazasına (Tampl) kulesini uygun buldu. Muhafaza ve kule; bunlar lâf...

Bu iki keli¬menin hakikati, hapis ve zindan... Artık Kral ve ailesi bi¬rer mahpustur.

Millî meclis (16'ncı Lûi) yi tahttan düşürmeyerek sade icra kuvvetlerinin başından ayırmış, hattâ

cumhuri-

436

437

yet şeklini hayâl bile etmediği için veliahta bir de terbi ci tayin etmişti. Fakat bu kararını icra

mevkiine ç^ madı.

Aynı Meclis, kararlarının, Kralca tasdikine ihtiv bulunmaksızın kanun hüküm ve kuvvetinde

olmasını v millet adına çıkarılmasını da esaslaştırdı. Kralın Vekille Heyetini azletti ve yerine «Dcra

kuvvetleri geçici kurulu» ismiyle yeni bir hükümet kurdu. Vilâyetler de vaziyeti kabul ettiler. Karşı

durmak isteyen (Lâfayet), sınırdaki ordu karargâhını bırakıp yabancı ülkelere gitmeye mec¬bur

oldu ve İnkılâbın başındaki başrolünü sondaki perde¬lere uyduramadı.

10 Ağustos hareketi, Büyük Fransız İhtilâlini aslî kanalına sokmuş, apışma ve atalete düşme

safhasını ka¬pamış oluyordu. Hudut dışında bütün mutlak idareler Fransa'yı cephe alırlarken, o, her

türlü fetih ve istilâ ga¬yesinden uzaklığını temin ediyor ve beşerî dâvasını fikir¬den ileriye

vardırmayacağını telkine çalışıyordu. Bir ta¬raftan da bütün dünya hürriyet kahramanlarına millî

rüt¬beler ve mânalar giydiriyor. Artık İnkılâp, fikir ve hamle rayları üstüne çıkmıştır; lokomotifini,

kazanları patlayası-ya işletebilir.

Bu hal karşısında birdenbire hızlanan düşman istilâsı... Prusyalılar ve Avusturyalılar, önlerinde ve

arka¬larında Fransız muhacir birlikleri, sınırı aştılar. Pariste heyecan büyük... Bütün kuvvet

Belediye Meclisinde... Kaynaşma, askere yazılma, hainleri boğazlamaya davet, Belediye

Meclisinin gece yarısından iki saat sonra toplan" tıya çağırılması... (Verdön)ün zaptı haberi... (Şan

dö Mars) meydanında 60.000 kişilik bir ordu teşkiline, top, tüfek, trampet ve çan sesleriyle teşvik..

.Paris'te ana baba günü... Yatağından fırlayan, meydan yerinde... Beledıye binasının cephesini

olduğu gibi kaplayan siyah bayrak üzerinde bir cümle: «Vatan tehlikede!»...

Kafataslarını patlatan galeyan... Ve sesler:

—t En müthiş düşman (Verdön)de değil, Paris'teki hapishanelerde! Biz sınırlara gidince

karılarımız, çocuk¬larımız, bunların elinde kalacak... Dış düşman üzerine yürümeden iç düşmanı

temizleyelim!

Tam o sırada (Abey) hapishanesine götürülmek üzere galeyan sahası içinden geçirilen yirmi dört

mevkuf paramparça... Mevkuf rahiplerin ve şüpheli şahısların öl¬dürülmelerine Belediyece(!)

karar... Hapishanelere saldı¬rış... Hapishaneler birer mezbaha... Asîlerin malını çal¬dığını iddia

eden hırsızlar ve bu türlü kaatiller müstesna, kadın, çocuk ve ihtiyar, hapishanelerde, hastanelerde

ve konaklarda, kralcı aristokrat ve şüpheli farzedilen kim varsa kafası koparıldı. (Tampl)

kulesindeki kral, emniyet¬te... Zira halk, krallık ağacının bütün yapraklarını ve dal¬larını

budamaya azimli, fakat köke dokunmaya henüz ni¬yetli değil... Düşman (Verdön)ü almış, Paris

üstüne yü¬rüyor ve orada halk birbirini boğazlıyor.

Bu sırada Fransız ordularının cür'etli bir el tarafın¬dan gayet nefîs bir manevra ile düşmanı ters

cephe üze¬rindeki muharebeye mecbur etmesi, serseri alaylarından ibaret sanılan İhtilâl ordularının

saldığı dehşet ve kazanı¬lan (Valmi) cengi... Bu çengin, tâ gerilerde şair (Göte) ye söylettiği söz:

«— (Valmi) cengi göstermiştir ki, tarihte yeni bir

çığır açılıyor!»%

Ve artık, en yerinde bir tabirle, İhtilâlin şımarma¬sı...

Üçüncü Meclis (Konvansyon Nasyonal)... Cum¬huriyet. .. Kralın vaziyetini inceleyen bir encümen

ve ra-por:«Sarayda bulunan vesikalar kralı suçlandırmaya kâfidir!»

Muhakeme gerektiğine ve mahkemenin bizzat Meclis olması lâzım geldiğine dair karar.

438

439

Kürsüden (Robespiyer):

— (Lûi) hakkında ne kral ne de vatandaş fau düşman sıfatiyle karar verilsin ve o, muhakemesiz ida

olunsun!

Bu kadarı fazla görüldü ve Meclis huzurunda mu hakeme edilmesine karar verildi.

Mesele Meclis huzurunda... Okunan itham rapor¬ları:

(Lûi) İhtilâl İdaresine karşı yıkıcı tertiplere bas vurmuş ve bu mevzuda Fransanın düşmanlariyle

anlaş¬mıştır! İnkılâba ve vatana ihanet!

Bu, kendisini hak farzeden her görüşün, tamamiyle (sübjektif-enfüsî) plânda rakibine yakıştıracağı

beylik suçtur. Milletini sevdiği ve dışarıdan gelecek yardımları kollamakla beraber millet istiklâl ve

bütünlüğüne dokun¬mamak kaygısını muhafaza ettiği muhakkak olan Kralın vatan haini olmasına

imkân yoktur! Onun gerçek suçunu bulup göstermeden bu türlü demagocya ithamlariyle veri¬lecek

her ceza zulümdür. Ve işte artık bağlı olduğu soy ismile anılan (Lûi Kape), düşük Fransa Kralını

saran en ince mâna budur.

Bu incelikleri sezen ve hem millet, hem de orduyla beraber Kralın öldürülmesini istemeyen bir iki

mebus, işe usul kapısından girmek istediler ve 1791 Anayasasına gö¬re Kralın sorumsuzluğunu ve

muhakeme edilemeyeceğini ileriye sürdüler. Fakat kin, heyecan ve düşmanlık tarafı galip...

(Konvansyon Nasyonal)in en ateşli hatibi (Sen Jüst) atıldı ve erimiş çelikten kelimelerle, yalnız

sorum¬suzluğu değil, Kralın âdi vatandaş haklarını bile kaldırıcı bir his mantığı kurdu:

«— Siz ne geveliyorsunuz? Krallık ve kral olmak vasfı bizzat kâfi suçtur! Her kral bir millet

sömürücüsü ve kaatildir! Bu yüzden (Lûi Kape)yi, alçak bir Fransız gibi değil bir Fransız düşmanı

gibi yargılamak lâzımdır!»

440 .

Bizzat duruşma arefesinde artık konuşan konuşa¬na:

—(Lûi)yi öldürmeyelim; yaşamaya ve görmeye

mahkûm edelim!

—Hayır, öldürelim! İnsanlığa, krala dokunulmaz¬

lık diye bir şey olmadığını göstermek için öldürelim!

Zavallı tecrübe tahtası (Lûi Kape)! Sadece bu ko¬nuşmalar belirtiyor ki, onun suçunu tayinde

herkes şaş¬kındır; ve işte bu bakımdan (Lûi), birkaç cepheden bir mazlumdur.

11 Aralık 1792'de, Mecliste, yüzlerce gözün oydu¬ğu noktaya oturtuldu. Sapsarı, zaif, bitik, iki

büklüm, eski püskü elbiseli... Zindanın tesiri... Bu hal merhameti de¬ğil, nefreti çekti. Bir müddet

sonra dünyanın en cesur ve metanetli edasıyla ölüme kucak açacak olan bu adam, ta¬rihte birçok

benzeri gibi son dakikadan evvel heybetini bulamıyor, zilletini yıllamıyordu.

Kendisine avukat olarak seçtikleri, özürler dileyip bu işi kabul etmediler. Biri kabul etti; ona, eski

krallık nazırlarından (Malerb)de katıldı. (Olemp) isimli bir kadın da (Malerb)e yardımcı olmak

istedi,

(Lûi)ye sorulan 33 sual... Bunlardan hiçbirini, kö¬künden, esasından reddemedi; ve hepsine birden

baş eğen bir suçlu sıfatiyle:

—Bilmiyorum! Hatırlamıyorum! Gördüğümü san¬

mıyorum!

Gibi cevaplar verdi.

İhtilâlin başından beri binbir noktada kurtuluş imkâniyle karşılaşan fakat mizacındaki hamle ve

hareket¬sizlik yüzünden hepsini kaçıran Kral, belki mahkemede göstereceği son bir şecaat tavriyle

canını kurtarabilecek¬ken, aynı sebepten onu da yapamadı ve bu nihaî fırsatı da kaybetti. Belki

ölüme daha çabuk gider, fakat tarihte çok rahat ve şerefli yaşardı. 25 Aralık (Noel) günü vasiyetna-

441

r

meşini yazdı ve işte yalnız o satırlarda necabet göstereh ı di:

«— Allah huzurunda şu gerçeği belirterek vasiyet mi bitiriyorum ki, bana sıçratılan cinayetlerle

hiçbir ilgi olmamıştır.»

İhtiyar avukatlarının yanında, (Dösez) isimli gen ve ateşli biri peydahlanmıştı. Bu genç ve yüreği

pek avu¬kat ayağa kalktı; bir müddet sonra (Robespiyer)in «katil¬ler meclisi!» diye bağıracağı

korkunç topluluğa gözlerini dikti; her şeyi bütün esası açıkladı ve ateşten harflerle ya-, zılmış bir

mahya gibi, şu temel hakikati nice ihtilâl ve inkılâbın ana illet teşhisi olarak göz önüne serdi:

«— Ben içinizde hâkimler arıyorum, fakat itham-cılar buluyorum! Sanığın âkibetini tayin etmek

isterken kendisini bizzat siz itham ediyorsunuz! Sanığın âkibetini tayin etmek isterken, evet, böyle

yaparken, peşin hükmü¬nüzü açığa vuruyorsunuz!»

Genç avukatın her inceliği hülâsa eden, hukukta ana kaide hikmetine bağlı bu çıkışından sonra,

kralın tek cümlelik müdafaası:

«— Vicdanıma aykırı hiçbir şey yaptığımı sanmı¬yorum!»

Mecliste münakaşa, tereddüt, bin dereden su getir¬me, bin teklif ve son müzakere günü reisin sözü:

«— Lûi Kape'nin idama mahkûm edildiğini Millî Meclis adına bildirerek toplantıya son

veriyorum!»

Dünyada nadir adam onun kadar metin ve nefsine hâkim, öldürüldü. Fransız tarihçisi diyor ki:

«— Giyotin başında gösterdiği cesaret ve metaneti , hayatının krallığı devresinde göstermiş olsaydı,

işler baş¬ka türlü giderdi.»

Hakikatler tek adama mahsus değildir.

İdam noktasına kadar, arabada İncil okuyarak gitti.

Giyotine, taht'a çıkar gibi çıktı. Son derece rahat soyundu; ceketini ve boyun bağını çıkardı.

Yalnız iki kelime söyledi.

«— Masum ölüyorum!»

Ellerini bağlamak istediler. Reddetti. Rahibin rica-siyle buna razı oldu.

Dokuz kelime daha söyledi: t

«— Ölümümden mes'ul olanları bağışlıyorum! Kanımın Fransa'ya bulaşmamasına dua ediyorum!»

Trampet sesleri, kelimelerini boğdu. Boynunu bı¬çağın yuvasına yerleştirdi ve «buyrun!» demek

istedi.

Bıçak düştü ve yalnız bir hırıltı işitildi.

(16'ncı Lûi) nam-ı diğer (Lûi Kape)nin kanına, ki¬mi mendilini, kimi silahının ucunu, kimi

cebindeki kağıdı değdirirken; eski bir zabit kahrından ölecek, bir kitapçı çıldıracak, bir berber

ustasıyla boğazını kesecek ve bir kadın kendisini (Sen) nehrine atacaktır.

İhtilâlin haysiyetini kurtarmak için, «vatan haini» yaftasiyle Kralı öldürmek bir mecburiyet

sanılmıştı.

MARI ANTUANET

Onbeşindeyken onu Avusturya İmparatorluk sara¬yından aldılar, dört atlı bir seyahat arabasına

bindirdiler, dört tarafını süvari muhafızlarla çevirdiler ve Fransa'ya, (Versay) sarayına attılar.

Güneş Kral (14'üncü Lûi)nin bu pırıltılı mahfaza¬sında, karşısına, 16 yaşında nasıl bir koca

namzedi çıka¬rıldığını (16'ncı Lûi) bahsinde anlattık. Zaten birinin ek¬siğini öbürü tamamlayan bu

iki bahsi içice okumak lâzım...

442

443

at

Hoppa, haşarı, delişmen bir kız çocuğu, p azimli, (kapris)lerinde sebatlı ve iyi kalpli... Büyük H"

vanhanelerinin ayna gibi parlak mermer döşemelerine malı senyör hayâlleri vuran sarayda,

birdenbire kendisi ? her türlü alâka sıcaklığından uzak, yapayalnız hissetf Hariciye Nazırı ve Fransa

- Avusturya yakınlık politika¬sının yürütücüsü (Dük dö Şuazöl)ün düşmanları, kendisi¬ne ısırıcı

bir yabancılık göziyle bakmaya başladılar (15'inci Lûi)nin kızları başta, birçok prenses, düşes,

mar¬kiz, kontes, ona zıt... Bu hale, bilhassa (Mari Antuanet)in dizgin kabul etmez mizacı yardım

ediyor. Saray törenle¬rinden, teşrifat şekillerinden hoşlanmayan, kaçan bir kız o... Yalnız zevke,

eğlenceye, başıboşluğa düşkün... Ka¬yıtsız, dikkatsiz, patavatsız... Erkekler ve kadınlardan sa¬yılı

kimselerle düşüp kalkıyor ve bu hali müthiş soğukluk çekiyor. Her hali kollanmakta, attığı adımlar

bile sayıl¬makta... Ah; affedilmez bir suçu yakalansa da Viyana'ya iade edilse!.. Genç ve parlak

(Kont d'Artua) ile içli dışlı¬lığı, güzel ve ince (Prenses dö Lâmbal)e yakınlığı soğuk ve ahmak

kocasına karşı kibirli ve müstağni hali, gözden kaçmıyor. Sarayda ve asalet muhitinde, kulak

gazetesinin bütün sermayesi (Mari Antuanet)... Hakkında her gün yeni bir hayâl, zan, tahmin,

tefsir... İftiralara, isnatlara kadar yol açık...

Bütün bunlara sebep, Prensesin sade ve zevkine düşkün olması değil, fevkalâde güzelliği ve

şahsiyetli bir edaya sahip bulunması...

Bir Fransız zarifi onu şöyle tarif etmekte:

«— Ayaktayken ve otururken, çarpıcı bir güzellik heykeli; dolaşır ve hareket ederken, cisimleşmiş

bir ince¬lik ahengi...»

Sıhhatli, dinç, çevik, lâtif, hafif, uçarı...

Bu vaziyette ve 19 yaşında kraliçe oldu. Güzellik ve inceliğinin en parlak çağında...

444

Kraliçeliğinde, eski mizacı büsbütün açıldı. Gelsin -fa gitsin eğlence... Biricik hayat hikmetini, ata

bin-* ekte, tiyatroda, baloda, ziyafette, cümbüşte, zevk ülfe¬tinde bulan bir ruh...

O sıralarda İngiltere'den gelen at yarışları modası¬na bayıldı ve onun hararetli koruyucularından

biri oldu.

Halk vicdanı umumî efkâr diye bir şeye aldırdığı yok..- İster halkın, ister sarayın dedikoduları ona

vız... İçgüdülerinden başka hiçbir şey, onca baş eğmeye değ¬mez. Krala saygısı var, fakat ihanet

etmenin gururu da dayanılır gibi değil... Kendisine ve Avusturya'ya pek gü¬veni olmayan Kralın

beynine, buna rağmen, büyülü tır¬naklarını her gün biraz daha batırmakta... Fakat yalnız hususî

işler plânında... Devlet işleri onu alâkalandırmıyor; hükümet dâvalarından, o, haylaz bir ta¬lebenin

matematikten hoşlanmaması gibi dudak büküyor. 0 kadar havaî, zevk ve safa dışında o kadar

iradesiz ki, hiç olmazsa kendisine imlâ öğretmeye bakan hocası rahip (Vermon)u ümitsiz

bırakmıştır. Avusturya - Fransa poli¬tikasında genç kraliçenin nüfuzundan faydalanmayı düşü¬nen

Avusturya elçisi (Kont dö Mersi)yi de bezdirmiştir. Fakat gözdelerinden biri için bir mevki, bir

rütbe kopar¬mak, yahut bir düşmandan intikam almak gerekince, (Mari Antuanet) görülmemiş bir

iradenin hareket ettirdiği dişi bir arslandır. Evvelâ yalvarır, tepinir, arzusu yerine getirilmezse Krala

arkasını çevirir, gücenir, mukavemet devam ederse kendi kendisine emir vermeye başlar ve

ar¬zusunu mutlaka yaptırır.

O, bütün imtiyazı prenses doğmuş olmaktan ibaret, güzel ve ince, fakat seri malı bir kadından başka

bir şey değildir.

Onun, filmlere kadar düşmüş gerdanlık hikayesi;

Prens unvanlı (Kardinal dö Rohan), daha birçokları gibi, için için, Kraliçeye âşık... Kardinalin bu

halini se-

445

zen (Madam dö Lâmot) isimli bir saray kadını bir dol

kurar. P

Kardinale gider ve der ki:

—Güzellik ve zarafet timsali Kraliçeye kıymeti • bir gerdanlık hediye ederseniz uygun olur.

—Nasıl? Kraliçe benden böyle bir hediye kabul

eder mi?

(Madam dö Lâmot), gözlerinin içinde gizli mâna kıvılcımları, bükülür, dökülür ve cevap verir:

—Zannedersem kabul eder.

Kardinal Paris'in en büyük kuyumcusunda... Ay¬dan güzel, şimal yıldızından parlak taşlarla,

dünyalara be¬del bir gerdanlık yaptırır. (Madam dö Lâmot)dan aldığı direktif üzerine de, saray

bahçesinin bir köşesinde, Krali¬çenin ellerine kapanacağı ânı bekler.

—Bu gece, filân saatte, falan kapının geçit verdiği

yolun şu noktasında...

Bütün bunlar olağan şeylerden değil... Fakat ah¬mak Kardinal (mizansen)e inanır ve randevuya

koşar. Sa¬ray bahçesinin tenha ve karanlık köşesinde, şahane bir manto içinde, yüzü peçeli, -

Kraliçe edalı, başka bir kadın vardır. Kardinal, Kraliçe sandığı bu kadının önünde dize gelir ve

kendisine uzatılan beyaz ve nermin eli ihtiramla öper, İhtiram sınırı içinde vaitkâr birkaç sıcak

kelime ve ayrılış... Bir müddet sonra, Kraliçenin sahte mektubu ve el yazısiyle giden ele, Kardinal,

gerdanlığı teslim eder.

Günler geçe dursun ve Kardinal, yakıcı aşkının ce¬vabını boş yere kollasın... Parasını alamayan

kuyumcu Kraliçeye baş vurur ve iş bütün dehşetiyle meydana çıkar. (16'ncı Lûi) Kardinali çağırıp

sorguya çeker. Kardinalin aptallığı meydana çıkar ama, bu hal onu (Bastiy) zindanı¬na atılmaktan

kurtaramaz. Mahut saraylı (Madam dö Lâmot) ise kızgın demir ve hapis cezasına çarptırılır.

Bir saray tereddisi düşünün ki, böyle bir komedya

trikasını oynamaya cesaret duyacak kadını yetiştirebil-I SD gibi, aldığı gerdanlığın Kraliçeye

aidiyetini kuyum¬dan gizlemiyecek bir de ruhanî asalet payesini içinde ^arındırmaktadır. Ve her

şeyden evvel, tipiyle, seciyesiy-• etrafında bu türlü hâdiselerin köpürtülmesine imkân veren kadın...

Biricik imtiyazı Prenses doğmuş olmak ve en genç yaşta kraliçelik tacını giymekten ibaret güzel ve

ince bir dişi... Sadece bir kadın...

KRALDÇE

' Krallığın zabıt kâtipleri mevkiindeki gölge millet¬vekillerinin kurduğu (Eta Jenero) 5 Mayıs

1789'da top¬lanmaya hazırlanırken 4 Mayıs'ta büyük bir tören... 1200 mebus, Kral, Kraliçe ve

bütün saray kadrosu (Nötr Dam) kilisesindeki ruhanî âyinde... İnkılâbın arefesindeki bu merasim

kalabalığı içinde Kraliçe, saray zarafet ve asale¬tinin heykelleşmiş endamıdır.

(Bastiy)in zaptından ve onu takip eden İnkılâplar¬dan sonra «Millî Meclis» ve saray arasındaki

çekişmeler devamda... Beklenmedik bir nümayiş:

Saray muhafız alaylarının üç ayda bir değiştirilme¬si usul icabı... Bu bakımdan (Versay)a yeni

askerler geli¬yor.

(Flândr) alayı subaylariyle öbür alayların zabitleri¬ni bir araya getirerek sadakatlerini

yekpareleştirmek iste¬diler. Ziyafete «Millî askerler» subaylarından da birkaçı davet olundu. Bu

ziyafete herhangi bir salonun verilmesi yeterken muhteşem ve müzeyyen tiyatro salonu tahsis edildi

ki, bu, bir fevkalâdelik işaretiydi. Saray mahzeni-

446

447

nin en eski şarapları taşındı ve Kralla Kraliçenin şerefi rine kadehler kaldırıldı. O sırada, biri, korka

korka kuna yutkuna, millet şerefine de kadeh kaldırılmasını i tediyse de bütün ziyafet kadrosu bunu

duymamazhkta geldi. Tam o anda, büyük yaldızlı kapı açıldı: Kral v Kraliçe... Alkış ve heyecan,

büyük salonun kubbesini ça tırdatıyor. Kraliçe, kucağında küçük oğlu, sırasiyle masa¬ları dolaştı.

Alkış ve heyecan, sarayın temellerini sarsı¬yor. Biraz sonra Kral ve Kraliçe, salondan ayrılmak

üzere yürümeye başladılar. Büyük sürpriz: Mızıka «Ey Rişar ey benim haşmetlim; bütün âlem seni

terkediyor!» güfte-siyle başlayan hazin besteyi çalıyor. Kral ve Kraliçe irkil-diler ve çarpılmış gibi

yerli yerlerinde kaldılar. Şarkı, kalplere kızgın bir ok gibi saplandı. Askerler, şapkaların-daki üç

renkli hürriyet ve ihtilâl alâmetlerini çıkardılar, yerlere attılar ve ayağa kalkıp avaz avaz bağırdılar:

—- Kendimizi Kraliçenin emrine ve hizmetine vak¬fediyoruz!

Ve Avusturya millî alâmeti olan siyah renkli kordelâları taktılar.

Birkaç gün sonraki ikinci bir ziyafette daha ileri gi¬dildi. Saray kadınları büyük galeride üç renkli

alâmeti sö¬küp kaldırdılar; mendillerinden, saç kordelâlarından be¬yaz renkli kokrtlar yapıp,

Fransa Krallığının rengi olan bu alâmetleri, elleriyle askerlerin göğüslerine taktılar.

Yarım tedbir ve faydasız nümayiş sınırını aşmayan bu gösterilerin tertipçisi olarak Kraliçeden

başka kimse hatıra gelmedi ve halkın öfkesi büyük oldu. Hâdisenin gecesinde (Danton) ateş saçan

ağzını açtı ve (Kordel-ye)ler kulübünde saray aleyhinde müthiş bir konuşma yaptı. Bu gibi

hareketlerle saray, kötürümlükten kurtulup ayağa kalkacağına, kendi elleriyle mezarını kazmış

olu¬yordu.

Kraliçenin hafiflikleri... Bir zamanlar bu hafif ve efih mizaç, yalnız sarayın malûm seciyesine ve

sadece kendi şahıs plânında aciz bir nokta ilâve ederken, şimdi, n nazik bir deri değiştirme ânında

milletle sarayın arası¬nı büsbütün açmak gibi bir rol oynamaya gidiyordu. O, oe Avusturya

İmparatoru (2'nci Jozef)in öğütlerini dinle¬miş, ne annesi (Mari Terez)in nasihatlerine kulak asmış,

ne de kocası rahip (Vermon) ile Avusturya sefiri (Konf do Mersinin ricalarına değer vermişti.

İnkılâptan evvel halk, onu, operada verilen balolarda görüyor, maskeli bir şahısla herkes içinde

rahat rahat konuşabildiğine şahit oluyor, bu şahsa elini verip öptürdüğünü bile tesbit edi¬yordu.

Aynı halk, küçük bir hastalık bahanesiyle Krala kapısını açmayan (Mari Antuanet)in, aynı gün, dört

mağ¬rur asilzadeyi odasına kabul ettiğini de haber alıyordu. Haberi olmayan tek adam Kraldı.

Geceleri Kralla beraber gittiği (Kont d'Artua)nın dairesinden yine Kralla beraber çıktıktan sonra

gizlice oraya dönüp sabahlara kadar ku¬mar oynadığını bilmeyen yoktu.

Kral, bütün Fransa'da (Faraun) isimli kumarı ya¬sak etmişken, Kraliçe, bu oyunu yalnız bir defa

oynamak için ondan izin almış ve fasılasız, 36 saat kumar masasın¬dan kalkmamıştı. Bunu da

bütün Paris duymuştu. (Pren¬ses dö Lâmbâl)den sonra nüfuzuna girdiği, âdi ve harîs (Kontes do

Polinyak), Kraliçenin delicesine israf ve sefa¬hatlerinde baş müessirdi. Bu sihirbaz kadın zavallı

Krali¬çeyi istediği yöne sürmek için onun gururuna dokunma¬nın yeter olduğunu anlamıştı. Yalnız

bu silâhla, Kontes cenapları, Kraliçeyi âlet ederek nazırları birer dama taşı gibi kırdırmanın ve

yerlerine istediklerini çıkarmanın ko¬layım bulmuştu. Şimdi de, inkılâbın yavaş yavaş

şekillen¬meye başladığı bu nezaket hengâmesinden, işte bu zehirli saray kadınları kliki, Kraliçeyi,

her şeyi yıkıcı bir yola sürmüştü.

448

449

Sarayda her şey kadının elinde; erkek diye bır v

lık namevcut...AT~

(Versay) üzerine kadınların yürüyüşünden, Kr huzuruna çıkan bir kadının «ekmek!» diye ağzından

t \ kelime çıkarıp bayılmasından ve Kralın ayaklan dibine düşmesinden sonra ikinci yürüyüş

kafilesi ve en önde «Millî Askerler» başkumandanı (Lâfayet)... Halk hareke-tiyle sarayın vücut

hikmeti arası bir mizaca sahip, aslında asîl ve Krallığın bazı taraflarına bağlı olan (Lâfayet) millî

alâmetleri tahkir edici harekete karşı ayaklanmış y^ ğınları dizginlemeye bakıyor.

Fakat yığınlar, (Lâfayet)in bir istirahat ânından faydalanarak sarayın kapılarına yüklendiler.

Uykudan uyandırılan (Lâfayet) saraya koştu, Kralın halası Başku¬mandanı kucakladı ve hıçkırdı:

—Bizi kurtarınız!

(Lâfayet)in dürtüklemesiyle Kral balkona çıktı. İn¬tikamcı kalabalık bir anda kuzu:

—Yaşasın Kral!

Arkasından, bütün kinin kime karşı olduğunu gös¬teren korkunç suratlar ve sesler:

—Kraliçe! Kraliçe!

(Lâfayet) Kraliçeye balkonun yolunu gösterdi: Çırpınırcasına itiraz:

—Çıkamam, kabil değil!.. Yalnız nasıl çıkayım?

—Korkmayınız madam, hiç bir şey olmaz! Çıkı¬

nız! Halktan kaçmayınız, halka doğru yürüyünüz!

Kraliçe, bir elinde oğlu, öbüründe kızı, balkona çıktı. O zaman (Lâfayet) tam bir asile yakışır

harekette bulundu. Tehlikedeki kadını korumak için, ismini ve is¬tikbalini feda edercesine balkona

çıktı; orada, yığınları

450

öldürücü nazarları altında, Kraliçeye karşı ihtiramla eğil-A\ ve onun elini öptü. Halk da manzaranın

insanî ulviyeti¬ni anladı, nefretten merhamete geçti ve Kraliçeyi, bir hü¬kümdar gibi olmasa da, bir

kadın, bir anne olarak alkışla¬dı. Muhafız askerlerden biri de balkona çıkarılıp başına üç renkli

kokart takılınca iş yatışmış, bitmiş oldu.

Fakat bitmeyen, hattâ tam başlamayan iş, inkılâp devamda...

ISTIRAP KRALDÇESD

Kraliçenin, kocasına attırdığı en yanlış adım, Pa¬ris'ten kaçıp (Marki dö Buyye) kuvvetlerine

katılmak te¬şebbüsü ve bu hareketin baştan ayağa zaaf dolu üslûbu...

Kral Paris'te kalsa ve Meclisin suyuna gitseydi, İhtilâlin neticesi meşrutiyetti. Yine Kral, emin ve

azimli adımlarla Kralcı kuvvetlere katılabilseysi -ki ses mesafe¬sine kadar yaklaşmıştı- ihtilâlin

akıbeti belki bir rüya...

(Volter) in son demlerinde:

«— Bütün bu gördüklerim muazzam bir inkılâba işaret... Fakat ben onu idrak edemeyeceğim!»

Diye ilk alâmetlerini haber verdiği hâdise, gerçekte o hale gelebilmek için sayısız virajlar çizmiş ve

hep bu virajların boşluğundan faydalanmıştır.

Firar hâdisesinde Avusturyalıların telkine uyarak, Kralı kendisinden beklenmez bir atılganlığa

zorlayan (Mari Antuanet), işin sır cephesini bile koruyamadı. Dün¬ya turuna çıkıyormuş gibi

çamaşırlar ve elbiseler mi ıs¬marlamadı, çantalar ve sandıklar mı yaptırmadı!.. Nihayet aralarında

gizli bir aşk döndüğü söylenen İsveçli asîlzade (Fersen) vasıtasiyle koskocaman ve göz çıkarıcı bir

araba yaptırdı. (16 ncı Lûi) bahsinde anlattığımız yakalanma ânında da, telaştan, kuru azametten ve

boş rikkatten baş-

451

ka bir incelik gösteremedi. Ne yapabilirdi? Kralınd mayan, kendisinde mi olacaktı? Kralın önüne

çıkıp da:

—Efendimiz; buradan daha ileriye gitmeyin, ı

Kadınlarımız, çocuklarımız!.. Onları düşününüz!

Diye hıçkıran adama:

—Ben kadın değil miyim; ben de anne değil mi¬

yim?

Cevabını vermekten başka bir şey beceremedi ve Kralı (enerjik) bir harekete süremedi.

Kral, «Millî Meclis»in emir yazısını çocuklarının uyuduğu yatağa bırakınca, (Mari Antuanet)

kâğıdı aldı buruşturup yere attı ve bağırdı:

—Çocuklarımı kirletmesine müsaade edemem bu

kâğıdın!

Parise dönünce, ifadesini almaya gelen Meclis tah¬kikat heyetine şöyle dedi:

—Kral gitmek istedi; ben de, gayet tabiî olarak

kendisine refakat ettim. Fransa'dan çıkmak istemediğini

bildiğim için beraber gitmekte mahzur görmedim.

10 Ağustos hâdiselerinde halk saraya yüklenip Kral Meclise sığınmaya giderken (Mari Antuanet)

muha¬fız askerlerin zaferinden o kadar emindi ki, saray kadınla¬rına:

—Merak etmeyin! Biraz sonra geleceğiz!

Demeye karar verdi.

Nihayet kocasiyle beraber zindan... Eski (Tampili-ye) şövalyelerinin zulmet ve kasvet deposu, kale

tarzın¬daki (Tampl) manastırında ayrı bir hücre... Dört yanı taş ve ancak gündüzle gecenin rengini

çerçeveleyen küçük pencereli bir hücrede, bir kerevet üstündeki yatağında, Avusturya Prensesi ve

Fransa Kraliçesi, güzellik ve ince¬lik heykeli (Mari Antuanet)... Eski zevk ve sefahat, hafif¬lik ve

başıboşluk kadını, bu hücrede, kömürün toprak al-

452

nda pise pise elmas haline gelmesi gibi, ıstırabın elin-, n yontulmuş, pırıl pırıl ışıldamaya başlamış

bir maden jbi çıktı. (Mari Antuanet)in mahut (Tampl) hücresindeki uhî hayatını, Fransız

muharrirleri, anlata anlata bitire¬mezler. Çocuklariyle bir arada bulunduğu bu zindanda, genç ve

güzel Kraliçe, mevsimler boyunca yalnız ağladı, kıvrandı, düşündü, derinleşti ve bir nevi ıstırap

erginliği¬ne ulaştı. Kocasının giyotine gidişine burada şahit oldu ve onu Meslisin hususî

müsaadesiyle bu manastırın muhafız kumandam odasında, çocuklariyle kucaklayabildi.

(Lûi Kape)nin idamını yine mevsimler takip etti; Paris bahçelerinden buzlar çözüldü çiçekler açtı,

yaprak¬lar sarardı, yapraklar döküldü ve «Umumî Selâmet Komi¬tesi», güzel (Mari Antuanet)in

incecik boynunu da giyo¬tin satırına yatırmak kararını verdi. (Konvansyon)dan çı¬kan emir:

«— (Lûi Kape)nin dul karısı hemen ve en çabuk şekilde yargılansın?»

(Danton)un politikası, (Toskana) ve (Napoli) hükümetlerinin tarafsız kalmaları mukabilinde,

Avustur-yaya karşı (Mari Antuanet)in hayatım sağlamaktı. Fakat son zamanlarda Avusturya bu

mevzudaki müzakereleri kesince, vaziyet Kraliçenin zarif başım tehlikeye düşürü¬cü bir cereyan

aldı. (Jakoben)ler ve (Komün), Kraliçe et¬rafında gizli bir zindandan kaçırma tertibini ileriye sürüp

onun bir ân evvel muhakeme altına alınmasını istiyorlar¬dı. Ve muhakkak ki, Kraliçe,

çocuklarından ayrılmaya ra¬zı olsaydı, gizli bir teşkilât tarafından kaçırılacaktı. Anne¬lik!.. Razı

olmadı ve neticesi malûm...

En hazîni, kendilerinden ayrılmamak için başını tehlikeye koyduğu çocuklarından en sevgilisini,

erkek evlâdım koynundan koparıp aldılar ve şöyle dediler:

— Çocuğa zindanda kral terbiyesi veriyor ve onu bir (Tiran) olarak yetiştiriyor!

453

Çocuğu zindanın başka bir hücresine kaldırdila yanına, terbiyeci olarak (Simon) isimli bir vahşiyi

tâ ^ ettiler. Biraz sonra da Kraliçeden kızını ve görürnces " ayırdılar. Kendisini de (Tampl)dan alıp

(Konsiyerjof11! zindanına kaldırdılar. Peşinden muhakeme...

Tarihte, kanun, vicdan, hak ve hakikat kaatili sav cıların en büyüğü, yahut en büyüklerinden biri

olan (Fuk ye Fevkil), bedbaht Kraliçenin hususî hayatından resmî tesirlerine kadar, baştanbaşa iftira

dolu bir ithamname dü¬zenledi ve Kraliçe İhtilâl mahkemesi huzuruna çıkarıldı Fransız

tarihçilerinin «sefil» diye andığı meşhur (Heber) şahitlik ederken, en zalim ve insafsız Kraliçe

düşmanları¬nı bile tiksindirici ve merhametle doldurucu isnatlarda bulundu. Kraliçeyi, erkek

çocuğunun terbiyesi üzerinde şehvet oyunlarından hıyanet derslerine kadar iğrenç bir yol tutmuş

olmakla suçlandırdı. O zaman, son günlerde bembeyaz hale gelmiş saçlariyle bir asalet âbidesi gibi

duran Kraliçe, birdenbire arkasını döndü, gözlerini dinle¬yiciler arasındaki kadınlara dikti ve

haykırdı:

«— Bütün annelerin vicdanını takdire davet ede¬rim!»

Halk arasında (Heber)e karşı öyle bir nefret uğul¬tusu koptu ki, savcı, başkan, üyeler ve şahit,

kıpkırmızı kesilmiş, yere baktılar.

Kraliçe, gayet vekarlı ve tesirli müdafaalarına ve İhtilâl başından beri Fransa dışı hiç bir

muhaberesi olma¬dığını ileriye sürmesine rağmen «Dış düşmanlarla elele vermek, iç harbi

körüklemek ve İhtilâle karşı durmak» is¬nadı altında ölüme mahkûm edildi.

Bazı Fransız tarihçilerine göre, Kraliçenin Avus-turyayla temas ve muhaberelerine dair sonradan

meydana çıkan vesikalar, Avusturyalı; ve Fransanın selâmetini Krallıkta gören kadının vatan haini

olmasını gerektirmez. Ve asil bir İhtilâl, bu Avusturya malı Prensesi Avusturya-

,„ defetmekte, hareketlerin en doğrusunu bulurdu. Böyle irnamış ve (Mari Antuanet) gibi bir

havaîyi bir ıstırap kraliÇesi haline getirici, onu mazlumluk hüviyeti içinde erdirici ve ulvîleştirici

bir vahşet yolu tutulmuştur.

(Mari Antuanet), 38 yaşında, bembeyaz saçlariyle hitabet kürsüsüne çıkar gibi giyotine çıktı; en

büyük hey¬bet, teslimiyet ve asalet içinde incecik boynunu uzattı ve bıçak düştü.

Hayatında kendisinden iliklerine kadar nefret eden ve onun son dakikalarında ağzından tek hakaret

sesi çı¬karmayan halk, elleriyle yüzünü kapamış, ağlıyordu.

KUTUPLAR

VE KURBANLARI

Bir evvelki (Lejislâtiv - Teşriî) meclisin sol cenahı olan (Jironden)ler grubu, şimdi (Konvansyon

Nasyonal) in sağ kanadı... Karşılarında da, Meclisin en yüksek tepe noktasında yer almalarından

kinaye (Montanyar - Dağlı) isimli Tepeliler, Yaylacılar... (Jironden)lerin ismi, Fran¬sanın (Jirond)

adlı bir taşra havzasına bağlı olmalarından geliyor.

Evvelce şiddetli bir Krallık aleyhtarı olan (Jiron-den)ler, 10 Ağustos hâdiseleri ve Paris

hapishanelerinde¬ki Eylül kıtallerinden sonra fikir değilse bile tavır değiş¬tirmişler ve Kralın

idamına muhalefetten başlayarak İhtilâli muvazene ve selim akla kavuşturmak, itidallendir-mek

tezini korur olmuşlardı. Onlarca İhtilâl, (doz)unu, kı¬vamım bulmalıdır ve artı zulüm defterini

kapayıp millî ve insanî çapta fikir ve ruh temelleri üzerine oturtulmalıdır. Tek kelimeyle,

olgunlaştırılmalı, beşerîleştirilmeli...

Evvelki Meclisin (Jironden)lerden daha ileri ifrat-Çisı (Montanyar)lar ise, (Konvansyon)

Meclisinde, onla-

454

455

rın sağa geçmesine karşılık, daima solların solu ve ifrat ların ifratçısı...

(Jironden)ler, maddî ve manevî manzaralariyle h sımlarından çok ayrı... Hemen hepsi, fikir, ilim ve

külti adamı... Hatip, filozof, edip, âlim... Bu vasıflara göre d kibar tavırlı ve üstün terbiyeli...

Hepsinde 18'inci asrın zarafeti markalaşmış... Geniş yakalı, ağır kumaşlı elbise¬ler, çeşitli fantezi

yelekler, pudralı bembeyaz saçlar...

(Montanyar)lar ise tam dağlı kılıklı ve yabani ruh¬lu... Pudrasız, dolaşık, rüzgârla dalgalanan

saçlar, vahşi bakışlar, dik ve nezaketsiz tavırlar, müthiş bir gözükara-lık ifadesi ve kültürsüzlük

hali...

Bu iki grup arasında da, 749 kişilik Meclisin üçte ikisi (500 mebus) tutarında ve kâh o taraftan, kâh

bu ta¬raftan, büyük mütevassıtlar kütlesi, gövde kısmı... Umu¬miyetle ne istedikleri bilinmezler

kalabalığını teşkil eden bu çoğunluk, (Montanyar)ları dişleri bilenmiş ve kana su¬samış gördükçe

(Jironden)lere, onların tavizciliğe kaydı¬ğını sezdikçe de (Montanyar)lara meyilli... Fakat Eylül

kıtalleri, Belediye istipdadı ve her taraftan tütmeye başla¬yan kan buharı, onlara (Jirönden)leri daha

sevimli göster¬meye başlamıştır.

Birinci ve İkinci Mecliste bulunmuş ve ifratçıların başları tanınmış olan ayrı gruplardan

(Robespiyer) ve (Petyon) gibiler, Üçüncü Meclis (Konvansyon)un da için¬de... (Büzo), (Siyes),

(Rabo Sent - Etyen), (Greguar) ve¬saire de İlk Meclisten sermaye...

Bu defa Paris mebusları (Robespiyer), (Danton), (Kolo d'Erbua), (Biyo Varen), (Kamiy Demulen),

(Mara), (Löjandr), (Fabr d'Eglântin), (David) ve (Dük d'Orlean)-Bunlar arasında Kral ailesi kanı

taşıyan Dük o gülünç adamdır ki, Belediyeden soyadının değiştirilmesini iste¬miş ve kendisine

«müsavat» mânasına (Egalite) adı takıl¬mıştır.

Meclisteki bu gruplaşmalardan başka ve ayrı ola¬rak, dışarıda da birtakım fikir ve politika

çevreleri, siyasî

Meclisteki bu sağ ve sol kutuplar, daha ziyade sol kutup ve ana gövde kadronun ileri gelenleri,

umumiyetle iki siyasî kulübe bağlı... (Jakoben)ler ve (Kordelye)ler kulüpleri... Üçüncü kulüp

(Föyyan)lar, ortadan silinmiş¬tir. İsimlerini, içlerinde toplandıkları iki manastır adına borçlu bu

kulüplerden (Jakoben)ler, (Montanyar)lar parti¬si ve (Robespiyer)in tesiri altında... (Kördelye)ler

ise doğrudan doğruya (Danton)un yolundakiler ve nisbeten (Jironden)ler, partisine yakın... Büyük

İhtilâlin muhteşem sesi (Danton), hemen hepsi (Montanyar) Paris mebusla¬rından olduğu halde

tam olarak ne birinden, ne öbürün¬den... Sadece ikisi arasında, kendi müstakil yolunda ve onları

birbirine yaklaştırmak gayretinde...

Neticede (Jironden)ler bir kulüb çevresinde olmak¬sızın ayrı bir grup ve tamamiyle

(Montanyar)lara karşı... Kadrosu da, reisleri makamındaki (Brisso) ve güdücü ka¬falar olarak

(Vernyo), (Petyon), (Lûve), (Gode), (Janso-ne), (Janar), (Barbara), (Rolan), (Klâvyer dö Servan)

ve-saireden ibaret... Meşhur fikirci (Kondorse), (Siyes), (Ra-be Sent - Etyen), (Düko), (Kambon),

(Korno), (Türyo), (Kuton), (Merlen dö Tiyonvil) gibileri de İkinci Meclis¬ten müdevver tanınmış

isimler...

Saçları pudralı (Jironden)lerin, başta (Robespiyer) ve (Danton), ifratçılara ihtarı:

—Siz, Fransanın içtimaî nizamını ve kök yapısını

bozmak istiyorsunuz!

(Montanyar)ların da, başta (Brisso), (Vernyo) ve (Rolan), itidalcilere beyanı:

—Siz, bir iç harp doğurup Fransayı birtakım cum¬

huriyetlere bölmek ve bu sayede birliği bozmak suretiyle

Krallığı yeniden kurmak istiyorsunuz!

456

457

(Konvansyon)un daha ilk toplantılarında, iki 2n arasındaki barışmaz aykırılık meydana çıktı. (Jirorı

den)lerden meşhur (Vernyo) kürsüye atladı, (Robesn' yer)e karşı atıp tuttuktan sonra (Mara)yı işaret

etti:

«— Paris hapishanelerindeki binlerce müdafaasız siyasî tutuklunun kellesini uçuran Eylül kıtali

kahraman¬larından (Mara), işte karşımda, millet vekili sandalyesin¬de oturuyor!»

Taş, doğrudan doğruya (Montanyar)lara ve en baş¬ta gizli rejisör (Robespiyer)e...

(Mara) kalktı; bu kadar ağır bir yükün altından talâkat kuvvetiyle sıyrılmayı denedi ve haykırdı:

«— Millet haklarını korumak için, gerektiği zaman kan dökmeye de ihtiyaç doğabilir.»

Ah, şu millet kelimesi ve onun uzaktan bakıp gü¬len hakikati!.. Hak ve haksızlık, her şey,

kendisini, bu se¬si çıkmaz, ancak nabzı duyulur, esrarlı hüviyete yama¬mak ihtiyacında...

(Jironden)lerle (Montanyar) arasındaki kapışma, bir nevi, Paris ve taşra meselesi halinde... Sanki

taşra Fransası, merkezin diktatoryasına karşı barikat kurmak istiyor... (Jironden)ler de kendilerini,

mensup bulundukla¬rı havzayla beraber bütün taşra Fransasmın temsilcisi say¬makta... O halde

yekpare bir taşranın Parisi ezmesi lâzım... Fakat nerede? Yekparelik, o anda İhtilâlin bozdu¬ğu

şey...

Gruplardan biri, bütün otoriteyi tek hizip, hattâ tek fert etrafında toplamak ister gibi tavır alıyor,

böylece dik¬tatörlükle suçlandırılıyor; öbürü de Fransayı kurtarmak isterken vatanı bölmekle itham

ediliyordu.

Nihayet (Danton)un, iki tarafı uzlaştırma gayreti iflâs edince o da (Jironden)lerin düşmanları safına

geçer gibi oldu.

Artık her vesile kutuplar arasında kapışma sebebi-458

^ır, (Jironden)lerden (Lûve), Tepelilerin tepesi (Robespi-ver)e bağırıyor:

«— Seni itham ediyorum! Sâf ve halis, içleri ümit ve güven dolu vatan çocuklarını aldatmakla!..

Seni itham ediyorum! Halk arasında kendine bir mabut derecesinde itibar kazanmaya çalışmakla!..

Seni itham ediyorum! Devlet ve hükümeti nefsine inhisar ettirmenin yolunu ara¬makla!..»

Hile ve (taktik) ustası (Robespiyer)in sekiz gün mühlet isteyerek verdiği cevap yalanlarla doluydu,

fakat Meclisi kandırdı ve rey balıklarını yalan oltasiyle avlaya¬bildi.

Kralın idamı... Kutupların arası büsbütün açık...

Sınırlarda mağlubiyet üstüste... Kutuplar neredeyse birbirini çiy çiy yiyecek...

Memleket içi karışıklıklar, (Terör-Dehşet) devri ve İhtilâl mahkemesi...

(Vernyo) kürsüden haykırdı:

—Bu Enkizisyondur!

(Kambon) gürledi:

—Sakınınız! Böyle bir mahkeme kurarsanız bu

vatanda hiçbir namuslu fert memleket hizmetini kabul et¬

mez!

ݺte, Büyük Fransız İhtilâlinin, asıl kendi kendisini yemesi şeklindeki zulüm defteri açılmıştır.

HÜRRDYET ISTIPDADI

Başta da dokunduğumuz gibi, Büyük Fransız İhtilâlini yazmadığımız, sadece onun zulüm

defterindeki insanların hayat ve akıbetlerinden birkaç çizgi ve mâna belirtmeye çalıştığımız, bu

bakımdan, önündeki şahısların fonu olarak İhtilâli de kaim hatlarla tablolaştırdığımız bu

459

fasılda (Jironden) ve (Montanyar) kutuplan arasındak' mücadele, hakikatte İhtilâlin bütün hikâyesi

ve ruhu olu yor. Onun içindir ki, bu mücadelenin büyük şahsiyetle serisi halindeki mazlum

kurbanlarını, ayrı ayrı değil de kutuplar arası boğuşma zaviyesinden, İhtilâlin cereyan kanalları

içinden takip edebiliyoruz.

İhtilâlin, yerleşme ve kendini bulma noktasından dış oluş safhası, (Konvansyon)a kadar, Birinci,

İkinci ve Üçüncü Meclisler boyunca üç devre çizer:

1— İlk hamle ve yavaş yürüme... (Halkta büyük

itiş, öncülerde küçük ilerleyiş)

2— Tereddüt ve sınırlanma... (Halkta kaynayış,

temsilcilerde frenleniş)

3— Şiddet ve atılma... (Güdücülerde saldırış ve

yıkış, halkta hayret ve dehşet)

Birinci devrede baş rol halkta, ikincisinde hiç kim¬sede, üçüncüsündeyse güdücülerdedir.

ݺte (Jironden)ler ve (Montanyar)lar gruplaşması, bu üçüncü devrede, artık İnkılâba halk emrinde

muvaze¬neli bir şekil vermek isteyenlerle, onu sonsuz bir yıkıcılı¬ğa ve merkezî fert tahakkümüne

götürmek gayesini besle¬yenler arasında korkunç bir hengâme...

1793 başındaki, hemen hepsi (Jironden)lerden iba¬ret «Umumî Selâmet Komitesi» üstüste ordu

hezimetle-riyle itibarını kaybedip bu itibarsızlık (Jironden)lere sira¬yet edince, Millî Meclis, aynı

senenin ilk baharında 9 ki¬şilik bir «Umumî Selâmet Komitesi»nin teşkiline karar verdi. Bu

komite, Geçici İcra Kuvvetleri Heyetinin, yani hükümetin üstünde olacak, gerekirse onun

kararlarını ip¬tal edebilecek ve ona her türlü emri verebilecekti. Yani, üzerinde Meclis ve

Hükümetin vasıflarını toplayarak meydana gelen, ikisi arası, sahici hükümet... Geçici icra

Kuvvetleri Heyetiyse bunların şube müdürleri... Komite¬nin 9 âzası sırasıyla reislik edecekse de

gerçek baş ve

460

başkan (Danton)... Kuvvet iki kutup arası mütevassıt zümrenin elinde; fakat ana fikir istikametleri

bu iki ku¬tupta toplandığına göre, birinden birine meyletmek zo¬runda...

(Danton), başlangıçta Meclise hâkim görünen (Ji¬ronden) lerle, sert hamlelerine set çekilmesi

imkânsız (Ivtontanyar)ları telif edici bir yamalı bohça politikası tut¬turdu ve (Montany) âleti, âsi

Belediyeyi dizginlemeye ça¬lıştı. Fakat onlarla müthiş bir yıkıcı, (Jironden)lerle de koruyucu

görünmekten kendisini alamadı. Şeytanın akıl hocası (Robespiyer), gözünü (Danton)un yerine

dikmiş, vaziyeti kolluyor ve Belediye Meclisinin eşkiya ifratçıla-rını, istediği zaman kafeslerini

açabileceği kaplanlar gibi elinde bulunduruyor.

Nitekim çok geçmeden Belediye şubelerinden biri, Meclise umumî bir «mahzar» dayadı:

«— Millî Mecliste çoğunluğu ellerinde tutan (Ji-ronden)ler millet düşmanıdır ve Fiansayı satmak

yolun¬dadır!»

(Robespiyer), Belediyenin beyanını doğrulamak için uzun bir nutuk verdi ve şu noktaya vardı:

«— (Jironden)ler Fransanın düşmanlariyle ortak¬tır!»

Ve ilâve etti:

«— Başta Kraliçe, bütün vatan hainlerinin muha¬keme altına alınmasını Meclisten dilerim!»

(Vernyo) cevap verdi:

«— Bizi itidalci fikirlerimiz yüzünden suçlandırı¬yorsunuz! Halbuki teşekkür etmelisiniz! Siz ve

biz, zuhu¬ru yakın bir iç muharebede mahvolacağız! Biz, sükûtumuz ve itidalimizle vatan

hizmetine lâyık olduğu¬muzu gösterdik! Bazı adamlar, vatanseverliği, başkaları¬na cefa

çektirmekten, gözyaşı döktürmekten ibaret bili¬yorlar! Yanlış! Böylelerini halkın refah ve saadetini

sağ-

461

lamak yolunda çalışmaya davet ederim! Herkesin kort ve dehşetle baktığı bu Meclisin bir sevgi ve

ümit merke olmasını dilerim! İnkılâp, korku ve dehşet yolundan k male erişir sananlara haykırmak

isterim ki, ben onu aşkl ahenk ve birlikte neticeye ulaştırmak dâvasını güdenle/ denim!»

(Vernyo)nun, bütün (Jironden) görüş ve felsefesini kalıplaştıran bu tesirli sözleri Meclisi zaptetti.

Daha ilen gidilseydi, belki (Montanyar)lar olanca telkin ve nüfuzla¬rını kaybedeceklerdi. Fakat

itidalcilerin edep ve medenî mizaçları buna engeldi. Sadece azılılardan Mara'nın Paris halkına bir

beyannamesini Mecliste okumakla yetindiler.

Şöyle bir beyanname:

—«Yakın, yıkın, kesin, kırın, vurun, devirin, taş üstünde taş bırakmayın!»

Meclis, hemen Mara'nın tevkifine ve beyanname¬nin bütün Fransada teşhirine karar verdi.

İfratçılardan 100'ü aşkın mebus memuriyetlerle taşrada bulunduğu için cepheleri bir anda kuvvetsiz

kalmıştı.

(Mara) birkaç gün sonra İhtilâl Mahkemesi huzu¬runa çıktı. Fakat (Robespiyer) boş durur mu? ݺçi

ve ayak takımı yığınlarını mahkeme önüne sürdürdü. Bunlar ba¬ğırdılar:

—(Mara) yi öldürmek istiyorlar! Asla razı değiliz!

(Mara), muhakeme salonunda hâkimlere hitap etti:

«— Duyuyor musunuz? Öldüreceğiniz adam hürri¬yet mazlumudur!»

(Jüri) müzakere odasına çekildi; ve Mahkemeden, sırtlanın ceylân doğurmasına benzer bir karar

çıktı:

—BeraetL

Sokaklarda nümayiş, tezahür, alkış:

—Yaşasın Mara!

(Mara) Mecliste bir kahraman tavriyle yerine otur¬du ve (Jironden)lere bakıp mırıldandı:

«— Şimdi hepsi benim elimde! Onları da benim ibi alayla gezdirecekler! Fakat Meclise getirmek

için de¬ğil giyotine götürmek için...»

Bu manzara, Meclis dışı tesirlerle (Jironden)lerin ueZimeti demekti. İfratçılar cephesinden hücum

devam ediyor. Paris belediye reisi (Paş), Meclise gelerek «Biros-socular» denilen (Jironden) erden

21 mebusun vazifeleri¬ne son verilmesi için tertipledikleri umumî «mahzar»ı okudu. Ha bizim

tefessüh devri yeniçerilerimiz, ha 18'inci Asır sonu İhtilâl devresinin Paris Belediyesi!..

İtham:

— (Jironden)ler Fransayı ufalamak ve bölüm bö¬lüm ayırmak istiyor; bir iç harp doğurmak istiyor!

Parise iftira, bazı ordu hainleriyle birlikte vatana ihanet ediyor.

21 mebusun isimleri okunduktan sonra, listede is¬mi bulunmayan bir (Jironden) ayağa kalktı ve şu

yakıcı sözleri söyledi:

«— Efendiler, tevazu ve alçak gönüllülük bir dev¬let adamının şiarı olmasaydı, bu listeye benim

adımında girmesi şerefini sizden isterdim!»

Artık, ipleri (Robespiyer)in elindeki Belediye Meclisi, Millî Meclisin tepesinde ve en azgın

istipdatçı tavrında... (Bordo) mebusları, Meclis, Belediyenin tahak¬kümünden kurtulamayacaksa

bütün (Bordo) halkının Pa¬rise yürüyeceğini bağıra dursunlar... «Umumî Selâmet Komitesi» de

felçli; güya Belediyeye hak vermiyor, fakat harekete de geçemiyor. O ân, (Komün) isimli Belediye

Meclisinin (Konvansyon)dan da, hükümetten de kuvvetli olduğu ve «hürriyet devrimciliği» yaftası

altında her biri 1000 krala bedel bir istipdat halkası kurduğu, bunun da, Tepelilerin tepesi

(Robespiyer) eliyle idare edildiği, orta¬da...

462

463

ESDR MECLDS

Nihayet Belediye Meclisi, Millî Meclise karşı apa çık isyana karar verdi. Paristeki askerî birliklere,

kendi adamlarından (Bulânje) isimli birini başkumandan tayin ettiler.

Vaktiyle (14'üncü Lûi) nin söylediği gibi, şu de¬mekti bu hareket:

«— Devlet benim!»

(Jironden)ler bu vaziyet karşısında şahlandılar:

—Millet mümessilleri sıfatiyle Belediye Meclisi¬

nin vazifesine son verelim!

Böyle bir teşebbüs, iç muharebe olurdu; belki de İnkılâbın selâmeti noktasından şarttı. Fakat göze

alamadı¬lar.

«Umumî Selâmet Komitesi» işe karıştı ve Belediye Meclisini tasfiye edeceğine, 12 üyeli bir tahkik

heyeti kurmayı uygun buldu. Heyeti (Jironden)ler teşkil etti. He¬yet, Belediye Meclisinin

cinayetlerini tek tek sayıcı ve gizli tertiplerini açığa vurucu raporunda, Millî Meclisi koruyan

askerin çoğaltılmasını ve bilhassa meşhur (He-ber)in tevkifini istedi. Eylül kıtallerinin

kahramanların¬dan, ifratçıların en keskinlerinden ve Belediye Meclisinin en zehirli

kışkırtıcılarından meşhur (Heber)... (Konvans-yon), heyet raporunu benimsedi ve Belediyeci

başserker-de (Heber) i yakalattı. Sakat Belediye Meclisi hemen kar¬şısına dikildi:

—(Heber) i derhal salıveriniz!

(Jironden)lerden (îsnar) kürsüde:

«— Paris Belediyesinin her gün yeni bir şekil alan isyanları Millî meclisin nüfuz ve haysiyetiyle

oynamakta devam ederse, Paris dünyadan silinecek ve (Sen) nehrinin kenarında böyle bir şehrin

varlığına delâlet edici hiç bir eser kalmayacaktır!»

464

Meclis, (Dsnar)in arkasından giderken «Umumî Selâmet Komitesi» işi tatlıya bağlamaya kalktı;

(Heber) in salıverilmesini ve tahkik heyetinin dağıtılmasını (Kon-vansyon)a kabul ettirdi. Ertesi

günü de bu karar kaldırıl-d!. Tattaravalli!.. Bir o taraf çekiyor, bir bu taraf; ve Fran¬sız milletini

temsil eden Meclis, çıldırmış bir ibre gibi, kadranından fırlayacak bir şaşkınlık belirtiyor. «Umumî

Selâmet Komitesi» ise (Danton)un aracı siyasetiyle, bir taraftan aşırı (Montanyar)lardan beşini

kadrosu içine alı¬yor. Bunlar arasında (Sen Jüst), (Şesel), (Ramel) gibi tam

azılılar...

Paris Belediyesi, vaziyeti sezdi ve ağır basabilmek için büyük bir isyan davranışından başka çare

kalmadığı¬na hükmetti.

31 Mayıs gecesi (1793) Parisin bütün çan kuleleri, durgun suya dağ büyüklüğünde taşlar

atılıyormuşcasına, havayı tunç ürpertilerinin halka halka dalgalariyle ke-mentlendi. Paris Belediye

şubelerinin murahhasları, eski Piskoposluk binasında toplandılar. Burada birkaç aydır, Belediye

emrinde, İhtilâle karşı bir ihtilâl komitesi yuva¬lanmıştı. Komite, ilk iş olarak Parisin dışariyle

bağlantısı¬nı kesti. ݺte şimdi, binlerce çan sesinde şu daveti çınlatı¬yor:

— Paris halkı! Toplan!

Heyet sabaha karşı Belediyeye giderek, idare heye¬tini lağv ve yeniden ihtilâl cemiyeti olarak

teşkil etti. Peşinden, beylik yemin:

«— Bir ve bölünmez Cumhuriyete sadık kalacağı¬mıza, mukaddes hürriyeti, mukaddes eşitliği,

mukaddes can ve mal emniyetini koruyacağımıza, Cumhuriyetin, gerektirdiği birlik temelini

kuracağımıza and içeriz!»

465

Postahaneler zaptedildi, postalar tutuldu, mele tuplar açıldı. Hâsılı o devre göre memleket içi bütün

h berleşme vasıtalarına el konuldu. Paris Belediye Dairele ri, bugünkü (Eyfel), kulesinden daha

uzun bir sırığa isyan bayrağını çekti.

Çan sesleri başlayınca, Millî Meclise doğru bir ko¬şuşma... Mebuslar toplandılar. Paris Belediye

Reisi (Paş)ı Meclise çağırttılar. Geldi ve Meclis kürsüsüne çı¬kıp haykırdı:

«— Evet; Paris Belediye Daireleri mânevi bir inkılâp peşindedir!.. Bu, İnkılâbın hakikatidir.

Hemen şimdi tahkik heyetinizi dağıtın ve Belediyenin istedikleri¬ne baş eğmek zaruretini kabul

edin!»

Korku büyük ve tepki zayıf... Biraz sonra bütün Belediye Daireleri adına Meclise gelen heyet

baklayı ağ¬zından çıkardı:

—(Jironden)lerden 22 mebusun tevkifini istiyoruz!

Artık her şey belli oluyordu. İnkılâbı dizginlemek isteyenlerle (Jirondenler), mutlak bir yıkıcılığa

götürmek isteyenler (Montanyarlar), arasındaki mücadelede ifratçı cephe dâvayı kazanıyor ve

öbürüne darağacınm yolu gö¬rünmeye başlıyordu. Bu tertibin de elebaşıları Meclisin içinde

oldukları halde, tepki güya dışarıdan geliyordu.

İhtilâlci zarifler kalabalığı (Jironden)ler apıştılar; aracı (Danton) kumandasındaki «Umumî Selâmet

Komi¬tesi» ne yapacağını bilemedi; Belediye mümessilleri me¬busların içine karıştılar, Meclis

kadrosu belirsiz hale gel¬di ve çorba tamamlanınca, perde gerisi büyük rejisör, Te¬pelilerin tepesi

(Robespiyer) kürsüde evvelâ «Umumî Selâmet Komitesi»ni yıkmak ve onu eline geçirmek

yo¬lundaki hırsını belli etti. Komiteyi yerin dibine geçirir ve onu cansızlık ve yönsüzlükle

suçlandırırken lâfın uzadığı¬nı gören, itidalci (Vernyo) ona bağırdı:

—Çok uzattınız, neticeye geliniz!

(Robespiyer) yılan ıslığı sesiyle cevap verdi:

«— Neticeye geleceğim ve bu sizin aleyhinize ola¬caktır!»

Meclis, (Robespiyer)in, vatana ihanet suçiyle tev¬kiflerini istediği 22 (Jironden)in tutulmasını

kabul etme¬di, fakat mahut tahkik heyetini kaldırdı. Hezimet;ve ifrat-Cı cephenin zaferi tamam...

İfratçılar hesabına ise henüz nihaî kıvam tamam değil...

Taraflar memnun... Meclis, haysiyetini korumuş olduğu kanaatinde... Aşırı ifratçılar şimdilik bu

kadarına razı görünmekte ve pusuda... O gece her taraf aydınlatıl¬dı. Anlaşma şerefine şenlik...

Hemen arkasından (Robespiyer) kürsüde:

«— 31 Mayıs hâdiseleri gayesine ermiş değildir ve aldığı neticeye göre kifayetsizdir!»

Belediye Meclisinin iddiası:

—Aldatıldık ve elçabukluğuna getirildik!

Meclis tamamiyle nüfuzsuz, hükümet komitesi ise

silâhlı halkın oyuncağı ve ayrıca kuvvet teşkilâtından mahrum...

(Mara) Belediyeden halka hitap ediyor:

«— Silâhlarınızı bırakmayınız, zafer elde edilince¬ye kadar hazır bulununuz! (Jironden)ler mutlaka

temiz¬lenmeli!»

Ve aktörlüğüne son ve müthiş bir numara ekledi. Belediyenin çan kulesine çıktı, kendi eliyle çan

çalmaya başladı. Teşebbüs, hamle, gayret, aksiyon ne demektir; bu, gözü dönmüş insanlardan

öğrenmek lâzım...

(Mara)nın elleriyle çaldığı çan bütün Parisi ürpert¬ti; Millî Meclis, davetsiz toplandı ve müzakere

açıldı:

—(Jironden)ler, ne olacak? Onları feda edecek mi¬yiz?

—Onların aleyhlerinde bulunanlar iddialarını ispat

etsinler!

466

467

—Biz (Jironden)ler, Paristen intihap dairelerin^ gidelim ve oradan askerî kuvvetlerle gelip Meclisi

kurt ralım!

—- Hayır! Biz (Jironden)ler, yerlerimizde, Pariste kalalım ve her şeye burada göğüs gerelim!

Tepeliler pusuda...

Millî kıtalar kumandanı, şafak vakti, Meclisin top¬landığı (Tüileri) sarayını askerle sardı. Ne

içeriden dışarı¬ya, ne de dışarıdan içeriye yol... İhtilâlin Meclisi esir.

Bir mebus kürsüye çıktı:

—Canımızı dişimize takalım, Belediye Meclisiyle

ona bağlı bütün teşekkülleri yıkalım, bunu bütün Fransa-

ya haykıralım ve başımıza ne gelecekse katlanalım!

Belediye heyeti geldi ve kürsüye atladı:

—Son defa olarak ihtar ediyoruz: (Jironden)leri

tevkif ediniz!

Meclis reisi (Malârme) cesaretle atıldı:

—Aramızda hainler varsa meydana çıkarınız! Fa¬

kat lâfla değil, vesikayla!..

İlk defa bir ses:

—(Jironden)ler mebusluktan istifa etsin!

Peşinden «Umumî Selâmet Komitesi»nin raporu:

—Tevkif, hayır; geçici olarak istifa etmeleri uygun

olur!

Birkaçı derhal istifa etti. Biri haykırdı:

—Ne istifa, ne de geçici uzaklaşma! Ne olacaksa

olsun!

Bir başkası da şöyle yükseltti sesini:

—Meclis, mebusları istifaya davet yetkisine malik

değildir. Suçu olana mahkeme ve ölüm!

O esnada Meclise halk akım... Kapılara kadar tu¬tan halk... Dışarıya çıkmak isteyen mebuslar yüz

geri!-Nerede Millî kıtalar? Hükümet Komitesi üyeleri de çıka¬mıyor. Ne meclis, ne hükümet!..

(Danton) gürlüyor:

—Millet tahkir edildi! Hakaret tamir edilsin!

(Barer) tepiniyor:

—Esirlerden mebus olamaz! Buna yeltenenler

idam edilmeli!

(Robespiyer) ise bıyık altından gülüyor. Askerin kumandanını müzakere salonuna çağırdı¬lar.

Gelmedi. (Barer) kürsüye fırladı:

—Hür olduğumuzu ispat edelim!.. Hep beraber çı¬

kalım, silâhlı kuvvetlerin içine girelim! Müzakerelerimi¬

ze orada, millet ve ordu içinde devam edelim!

Hep beraber çıktılar, âsilerin arasına katıldılar. Otuz kadar gizli rejisör, yani (Montanyar)lardan bir

grup, yerinden kıpırdamadı. Asiler, aralarına giren mebuslara alaylı bir saygı tavrı gösterdi.

Kumandan mebuslara hitap etti:

—Hiyanetleri ileri sürülen mebusları tevkif ve tes¬

lim etmezseniz silâhlı kuvvetleri dağıtamam!

Ve toplar Meclise döndürüldü. Meclis tamamiyle mağlûp, en fecî hezimet tavriyle yerine döndü.

(Robespi¬yer) ve (Mara)cılardan biri kalktı ve bulunduğu yerden haykırdı:

—Sade 22 mebusun değil, bunlarla beraber 12 ki¬

şilik tahkik heyeti üyelerinin ve hükümetten (Klâvyer) ile

(Löbrön)ün de tevkifini istiyorum!

? Ve meclis, (Jironden)lerin en güzide 22 mebusiyle beraber, hükümetten istenen iki üyeyi de feda

ederek 29 mebusun tevkifine karar verdi.

Cebir altında ırzını takdim eden kadının hali...

İhtilâl, belli başlı bir (klik) tarafından o ân için ayağa düşürülmüş; ve hem Meclis, hem hükümet,

bütün devlet şerefi taban altında çiğnenmiştir. Sefil şahıs ihti¬raslarının yolu, dünya durdukça

budur!

468

469

GDYOTDN

Tutuk (Jironden)lerden nazır makamında bi hükümet üyesi, gardiyanlar ve jandarmalar refakatinde

her gün Komiteye gelip bir taraftan da nazırlık vazifesini görmek gibi akıl almaz bir acaipliğe

mevzu olmakta Her şey o kadar karışık ve tezat, bu derecede büyük Vilâyetlerde isyanlar ve bir

takım mevkuf (Jironden)lerin firarı... Vilâyetleri merkeze sımsıkı bağlamak için çıkarı¬lan 1793

Anayasası... (Montanyar)ların programı mahi¬yetindeki bu kanuna rağmen, henüz Tepeliler tam

mânasiyle tepe noktasını tutabilmiş değiller... Görülme¬miş bir kargaşalık içinde sistemle

yürüyorlar ve ilk hedef olarak «Umumî Selâmet Komitesi»ni kolluyorlar. Harp naraları da şu:

— Mevkuf (Jironden)ler aleyhine şiddetli tedbirler alınmadan ve tezatlar kökünden kazınmadan

hiçbir netice elde edilemez!

Artık (Montanyar) eline geçmeye başlayan Meclis, yeni Anayasayı şiddetle-Jenkit ettiği için,

filozof (Kon-dorse)yi teklif etti. Aynı günün gecesi, (Jakoben)ler kulü¬bünde (Danton) ile

Hükümet aleyhinde zehir gibi nutuk¬lar... Nihayet Meclis, ifratçılar emrinde en büyük adımını attı.

«Umumî Selâmet Komitesi»ni düşürdü ve yerine en azılılardan 9 kişiyi seçti:

(Sent Andre), (Sen Jüst), (Barer), (Gasparen), (Kuton), (Şesel), (Türyo), (Priyör), (Rober Lende);

ve bir müddet sonra birinin istifasiyle bizzat (Robespiyer)... (Karno), (Biyo Varen), (Kolo d'Erbua)

gibileri de girin¬ce, işte, tarihin «Büyük Komite» diye andığı ölüm ve dehşet makinesi kurulmuş

oldu. Makinenin bütün âletleri (Robespiyer)in elinde...

Birdenbire patlayan vilâyet isyanları... Bunları «demir ve ateşle bastırmak» karan ve muvaffakiyet.

••

470

gerçekten demir ve ateş altında itaate alınan memleket ve koparılan başlar...

(Terör) devri açılmıştır. İhtilâl artık iç tezatlarını tasfiye etmiş, onlarla boğuşucu ve önüne çıkanı

parçala¬yıcı bir canavar ağzı haline gelmiştir. Bunun için de, kemmiyet halinde her gün üstüste

yığılan hesapsız kelle¬lerin tepesine keyfiyetlilerini eklemek, böylece itidal ve selim akla karşı,

İnkılâbın zulüm defterine en kanlı kayıt¬ları geçirmek lâzımdır.

(Jironden)ler ne güne duruyor?

Bir inkılâbın, kendi içindeki itidalli fikir grubunu topyekûn mezbahaya gönderecek kadar gözü

kızmış hale gelmesi?.. Târihin büyük idrak acılarından biri...

Şöyle bir bahaneyle başladı:

Hiçbir hayvanın, kendisi kadar yırtıcı, sade yırt¬mak için yırtıcı olamayacağı (Mara)yı,

(Jironden)ler hav¬zasından gelen (Şarlot Körde) isimli bir genç kız, evine gidip banyoda hançerle

öldürdü. Yani bir ceylân, sırtlanı, yıkanırken vurdu. Genç ve güzel kız (Jan Dark)ımsı bir duyguyla,

Fransanın, bütün ölçüleri taşıran halinden mü¬teessir olmuş ve bu halin baş sorumlularından bildiği

(Mara)yı, Parise kadar gelip öldürmüştü.

Kızı bir hafta içinde muhakeme içinde muhakeme ve idam ettiler. Vatan timsali sayılan (Mara)yı

da, muhte¬şem bir cenaze alayı ile bugün tepesinde «Vatan büyük adamlara minnettardır» yazılı ve

içine bütün Fransız bü¬yüklerinin cesetleri dizili, (Panteon)a kaldırdılar.

Genç kız, (Jirond) isyanının merkezi olan bir yer¬den geldiği için de hareketi ve suçu

(Jironden)lere yükle¬diler. (Konvansyon) baş kaldırma hareketlerine katılmış mebusları vatan hâini

ilan etti ve bunların, ele geçecekleri

471

yerlerde muhakemesiz idamlarına karar verdi. Mevkuf bulunanlara gelince, bunlardan onbirinin

suçlandırılmak rina hüküm çıktı. Tam o sıralarda ordulardan gelen fena haberlerin de tesiriyle, bir

iç imha cereyanı her tarafı sar¬dı. Kraliçenin İhtilâl Mahkemesine çıkarılması, (Bur-bon)lardan her

ferdin sürülmesi kararı, (Sen Deni)deki Kral ailesi lâhitlerinin tahribi, kanun dışı edilenlere ait

malların zaptı, hep bu sırada... Ve (Terör) resmen Mec¬lisçe tasdik edilecek, bir İhtilâl ordusu

kurulacak, İhtilâl Mahkemesi dört şubeye ayrılıp harıl harıl çalışacak, Fran-sada şüpheli kim varsa

yakalanacak!

3 Ekim 1793 tarihli kararnameyle, mevkuf 21 (Ji-ronden) mebus, İhtilâl mahkemesi huzurunda...

İddia makamı, vasıflarını evvelce kaydettiğimiz ki¬ralık vicdan (Fukye Tenvil) tarafından işgal

olunuyor.

Hemen hepsi Fransızların büyük aydınlarından ibaret ve başka fikir ve görüşlerde bulunan ve

sadece iti-dalcilikte birleşen bu adamları bir arada suçlandırmak çok zor... Sanıkların ifadeleri ve

şahitlerin beyanları hiç bir ipucu vermiyor. Ne yapsınlar?

(Jakoben)ler kulübü yoliyle gelen teklif:

«— Vicdanı(!) boğan ve kanaat edinilmesine engel olan usul ve kayıtlardan Mahkemeyi kurtarmak

lâzımdır.»

Yani bunları muhakeme etmeden idam etmek lâzım...

Öyle oldu.

Kiralık vicdan, savcı (Fukye Tenvil) Meclisten ge¬len emir yazısına göre Mahkemeye teklif etti:

«— (Jüri)ye vicdanî kanaate varıp varmamış oldu¬ğu sorulsun! Varmışsa bütün usul kayıtları

lüzumsuzdur!

I çanıkların nefslerini mfcdafaa etmelerine de mahal yok-

! tur!»

Ortada tek bir müdafaa yokken (Jüri) sözünü söy¬ledi:

—Vicdanî kanaate varmış bulunuyorum!

Ve ilâve etti:

—Yirmibir mebus, Cumhuriyet birliğini ve Fran-

sanın refah ve emniyetini bozmuş olmakla suçludur.

Sanıklar ayağa kalktı:

—Muhakemesiz öldürülmek isteniyoruz! İnsaf

edin! Hiç olmazsa bizi Mahkeme karariyle öldürmeyin!

(Vâlâze) isimli mebus, gizlemiş olduğu hançerle Mahkeme huzurunda intihar eti. Reis salonu

boşalttı, ce¬sedi çıkarttı, sonra öbürlerini içeriye alıp idam kararını bildirdi.

(Vernyo) evvelâ bir zehir tedariklemişken, cebin¬den çıkarıp attı, başını giyotine koymayı tercih

etti.

Beş arabayla «Dnkılâp Meydam»na taşınan mebus¬lar, birer birer idam olunup tükeninceye kadar

İhtilâl mar¬şı (Marseyyez)i okudular.

Birkaç gün sonra, kaçan (Jironden) nazırlardan (Rolân)ın karısını giyotine götürdüler. 39 yaşında,

güzel, zarif ve kültürlü, Parisin en seçkin fikir ve sanat adamla¬rının uğrağı bir salona malik,

(Jironden) dostu (Madam Rolân)... O da (Vernyo) gibi, üstünde bir zehir taşıyordu. O da bundan

vaz geçti ve kendisini zalimlerin eliyle öl-dürtmeyi tercih etti. Giyotine götürülürken Hürriyet

Hey¬kelinin yanında bir ân durdu ve hazin hazin baktı. Sonra cesaretlerin en müthişiyle başını

bıçağın yuvasına uzata¬rak mırıldandı:

«— Ey hürriyet!- Senin adına ne cinayetler işleni¬yor!»

472

473

Kocası eski Dahiliye nâzın firari (Rolân), bu tablo yu iki gün sonra öğrenecek ve şu kâğıdı yazıp,

kendi eliv le hayatına son verecektir:

«— Faziletli bir insanın naaşına hürmet ediniz!» (Madam Rolân)ı, ileride daha yakından göreceğiz

Filozof (Kondorse) ve daha niceleri intihar edecek-kaçanlardan bazılarının da kırlarda, vahşi

hayvanlar tara¬fından kemirilmiş cesetleri bulunacaktır.

Ve Madam (Rolân)ın giyotin başındaki mırıltısı as¬la unutulmayacaktır:

«— Ey hürriyet! Senin adına ne cinayetler işleni¬yor!»

(DANTON)

Danton... Bu isim memleketimizde, Fransaya ait eşya içinde (Eyfel) kulesi kadar meşhur...

«Büyük» sıfatlı Fransız İnkılâbı üzerinde üç isim bilen, evvelâ (Danton)u hatırlar. O, kocaman başı,

arslan yelesi saçları, hâile aktö¬rü mimikli suratı ve bütün bu dış unsurların mahfazalaş-tırdığı

coşkun ruhu, sonra o ruhun feza boyu dalgalanan hitabet lisaniyle, Fransız İnkılâbının baş

rollerinden birini oynar. Öbür başroller birarada (Danton)u geçse de, hiç kimse tek şahıs halinde

(Danton)u eşitleyemez.

Avukat... 1781'e kadar, Kralın müşavere heyetinde avukat sıfatiyle üye... İkinci Meclis zamanında

İnkılâbın ideoloji ve fikir hareketleriyle sarmaş dolaş; ve (Mara), (Kamiy Demulen) ile birlikte

(Kardelye)ler kulübünün kurucusu... (Fransisken) papazlarının bir koluna ve ma¬nastırlarına

verilen bu isim, (Danton) ve arkadaşlarının da zümre ve mekan ismi... Bu kulüpte (Danton) bir

hitabet çağlayanı; ve etrafında küçüklü büyüklü fiskiyeler... Ni¬hayet (Konvansyon) azası ve 10

Ağustos hâdiselerinden

474

sonra adliye nâzın... Birinci «Umumî Selâmet Komite-sı»nin de ruhu ve Krallıktan sonraki ilk

İhtilâl Hükümetinin başı...

İhtilâlin plânladığı «Millî Müdafaa» teşkilâtına te¬mel atanların başını kaptırmak üzere İhtilâl

Mahkemesi fikrinin en hararetli öncülüğünü etti. (Robo Sen Piyer)le beraber (Montany) grubunun

tepe noktalarında dolaştı, aynı şiddeti gösterdi. (Valmi) zaferi neticesinde:

«— Galip gelmek için üç şey lâzımdır; cür'et, cür'et, cü'ret!»

Diye kükredi, dehşet salmayı o da İhtilâlin geçici bir metodu saydı; fakat her şeye rağmen yalnız

fikir ve hitabette hârikalaştığı ve entrika dehasında eksik kaldığı için grubunu teşkilâtlandıramadı,

çıplak ve müdafaasız meziyetleriyle habîs ruh (Robespiyer)i kıskandırdı, ne ona tâbi olabildi ve ne

kendisini metbû kılabildi, orta yer¬de ve elinde yalnız lisandan ibaret bir silâhla dönüp dola¬şırken

tuzağa düştü ve İhtilâlin iç kadrosunda baş mazlu¬mu olarak giyotine gitti.

(Danton), hükümeti kaybedip «Umumî Selâmet Komitesi»ni rakibi (Robespiyer)e kaptırır

kaptırmaz, ar¬tık bütün kuvvetin dehşet politikacılarına geçtiğini ve kendisinin ya göze

görünmeyecek kadar küçülmesi, yahut tepeden inici çapta büyümesi gerektiğini anlayamadı.

En büyük silâhı olan kelâma ve (Konvansyon) hu¬zurunda, külhanbeyi tabiriyle «harbî» oyuna

güvenebile¬ceğini sandı ve çırçıplak bu silâhların başında uyudu. Kü¬çük bir hatip olmayan, fakat

ondan çok üstün bir rejisör ve teşkilâtçı olan (Robespiyer) elinde kelâm ve hitabet, sadece bir

vasıtadan ibaretken, Danton için gaye oldu ve neticede vasıtasız gaye, maksatlı vasıtaya kurban

gitti.

(Danton)dan sonraki «Umumî Selâmet Komitesi», yani büyük tertip ustası (Robespiyer)in iş

tezgâhı, iktidarı ele alır almaz iki mesele karşısında kalıyordu: Sağ ve sol

475

kanattaki rakiplerini ezmek... Sağ cenahta, kendi derec sinde yıkıcı ve dehşet sahcı olmayan

(Danton) ve ark-daşları... Sol cenahta ise, kendisine taş çıkarmak ve dini fikri, muvazeneyi,

mukavemeti kökünden kazımak niye tindeki (Heber)ciler...

(Robespiyer) hârika bir buluşla, bu iki kutuptan hangisine evvelâ saldırmak gerektiğini ve

hangisine önce saldırırsa öbürünü (pasif) ve istifadesiz bırakacağını ga¬yet iyi kestirdi ve ilk iş

olarak, yüklendi sol cenahın üstü¬ne... (Heber) ve kumpanyasını «vicdanî kanaat» mührüy-le

damgalatıp, belki kendisinden daha zalim olan bu adamları, hüküm günü (24 Mart 1794), mahut

«Dnkılâp Meydanı»nda giyotine yatırdı.

Ortada bir kurt, bir sırtlan ve bir koç var... Kurt, punduna getirip önce sırtlanı parçaladığı için,

yalnız boy¬nuzlarına güvenip pençe ve diş diye bir şey düşünmeyen koç mes'uttur. Halbuki sırtlanı

ve arkadan hücum tehlike¬sini atlatan kurt, şimdi koça dönecektir.

(Danton)u; kuvvetini yalnız tos vurmaktan ibaret gösterdiğimiz bu kelâm* senfonisi bestekârını

çukura dü¬şürmek de teşbihimizin belirttiği imkân içinde bir kolay¬lık değil... Çünkü o kelâm

toslarından bir tanesi hedefine tam oturacak olursa, kurdun bir anda canı çıkabilir. İhtilâl, her türlü

entrika ve hile tertibinin işlemeye başla¬dığı bu hengâmede bile, daima kelâma, kürsü hârikalarına,

büyük toslara âşıktır. Zira, her şeye rağmen ortada, fikre ve kelâma inanmış, onun çeşitli

hamurlarını yuğuran bir muhit, bir iklim, bir dünya vardır. Ve işte bu¬nun içindir ki şeytanî dehâ

(Robespiyer) bu eksik cenahı¬nı tamamlamak için kadrosuna, (Sen Jüst) gibi, Fran¬sa'nın ve

dünyanın en ateşli siyasî hatiplerinden birini al¬mış, vasıta diye kullandığı yolu da (Sen Jüst)ün

şahsında gayelendirmiştir. Gaye halinde yine vasıta... (Robespiyer) için her şey, sönmez ihtirasına

vasıta...

(Robespiyer), millet üzerinde büyük tesir ve itibarı olan (Danton)u gözden düşürmek için, soysuz

politikacı¬ların her zaman ve mekânda el attıkları şenî bir usule baş vurdu; ve onun zümre ve

muhitini hırsızlık ve suistimal-cilik iftirasiyle lekelemeyi deneme yolundan işe girişti. (Danton)un

birkaç yakınını «irtikâp» ve «Millî menfaat¬lere ihanet» isnadiyle tevkif ettirdikten sonra (Biyo

Va-ren)i de, sistemli şekilde Mecliste (Danton)a saldırıp onun şöhretini kirletmeye memur etti.

(Robespiyer), İhtilâlin başından beri arkadaşı, 10 Ağustos hâdiselerinin kendisiyle beraber plâncısı,

1792 «Millî Müdafaa» temellerinin kurucusu ve bütün milletin sevgilisi bir adamı bizzat

suçlandırmaya cesaret edemedi¬ği, yahut böyle bir cesareti aptalca bulduğu için, dantelâlı kolunu

oynatıp, işi cellâd hatibine teslim etti. (Mara) su¬ratta ne kadar çirkinse kendisi o kadar güzel; ve

hitabette ne derece sağlam olan (Sen Jüst), bu «Sahibinin Sesi» markalı siyasî hanende, (Danton)u

yere sermek işini üze¬rine aldı.

(Sen Jüst), baştan başa yalan ve dolandan ibaret it¬ham destanını besteledi ve komiteye verdi.

«Umumî Selâmet Komitesi» ile «Umumî Emniyet Komitesi» bir¬leştiler ve (Danton), (Dölâkrua),

(Kamiy Demulen), (Fli-po)nun tevkiflerine karar verdiler. (Rober Lende)den baş¬ka, bütün Komite

üyeleri imzalarını bastılar. (Rober Len-de) cür'et ve dehşetin bu kadar büyüğü önünde vicdanının

şahlanmasma dayanamadı ve şöyle dedi:

«— Ben burada vatandaşlarımı ve arkadaşlarımı yaşatmak için bulunuyorum; öldürmek için

değil!..»

Fakat İnkılâbı nefslerinde yaşatanlar, onun hakika¬tini yaşatacak olan kahramanları ölüme

sürmekte tereddüt etmediler. Büyük Fransız İhtilâlinin (senfonik) hatibini birkaç arkadaşiyle

birlikte, seslerini ve beyinlerini kurut¬ma kağıdı gibi emecek olan bir zindan hücresine tıktılar.

477

476

(Danton) gibi bir adamı İhtilâl Mahkemesi huzuru na çıkarabilmek cesaretine ne diyelim?

Mahkeme huzu rundan iktidar mevkiine geçecek kadar kuvvetli olduğun inandıkları bu tos

vurucudan korkmuyorlar mı?

Her halde bir hesapları var...

fflebuslar yılan ıslığiyle konuşan bu müthiş adam karşı¬sında, kürsüden boyunlarına birer yılan

kemendi atılmış-casına dehşete düştüler ve büyülendiler. Kimsede baş kal¬dıracak hal kalmadı.

Deminki mebus, teklifini geri aldı ve jvlillî Meclis, (Danton)un İhtilâl Mehkemesine çıkarılma¬sı

kararını ekseriyetle mühürledi.

SAVCI

Bütün Paris ve Meclis altüst... (Danton) tevkif edil¬miş!.. Olur iş mi bu? Kimse Büyük İhtilâlin

büyük sesine böyle birkaç tıkaç vurulabileceğini hayâl edemez. Mecli¬se öyle bir dehşet çöktü ki,

sularda, (Robespiyer) aleyhi¬ne bir kabarma görülmeye başladı.

—Kahrolsun Diktatör!

Bu nida, çocukların kâğıttan füzeleri gibi, Meclis üyelerinin üstünde uçuşmaya başladı. Fakat

kimsede meydana çıkmak ve bu nidayı açıkta koparmak cesareti yok...

(Lojandr) isimli mebus kürsüye atıldı ve Meclis tepkisini edebî ve usulî şekilde belirtmeye kalktı:

—Teklif ediyorum: Sanıkların sorgusunu Meclis

yapsın!

Sesler:

—Münasip!.. En doğru şekil budur. Herşey Mec¬

listen geçsin!

O zaman, karanlıkların mimarı ve pusuların kapla¬nı (Robespiyer), yerinden kalktı, ağır ağır

ilerledi, kürsü¬ye geçti ve lâfı en pest perdeden ele alarak en tizine kadar yükseltti. Kapalı ve

dolambaçlı mânalar içinde (Robespi¬yer), Meclisi, ya körü körüne arkasından gelmek, yahut

(Danton)a ortak olmak gibi, iki yol ağzında bıraktı. Bütün

478

Bu zamana kadar ismi, kanun kaatili, hakikat canisi, kiralık vicdan sıfatlariyle birkaç defa geçen

Fran¬sız İhtilâl Mahkemesi Savcısı (Fukye Tenvil)i yakından görmenin ve iyice tanınmanın artık

sırası gelmiştir. Âlet olduğu cinayetlere, ağaç, taş, demir gibi bir madde parça¬sının bile boyun

eğip eğmiyeceği bir mesele olan bu ma¬kineleşmiş şenaat vasıtası, (Robespiyer)in emrinde,

(Dan¬ton) ve arkadaşlarım öldürmeye, o kocaman kafayla (Ro¬bespiyer) düşmanlığı kalesine gol

atmaya memurdur. Fa¬kat bu, çetinlerin çetini bir iş... (Danton)un kellesi, ne bedbaht Kraliçe (Mari

Antuanet)in zarif başına, ne de mahut savcının o güne kadar yuvarladığı binlerce kum ta¬nesi

kafaya benzeyebilir. Onunla atılacak gol de, muhale¬fet kalesini yıkar ve maçı nihayete erdirir.

Buna göre (Fukye Tenvil)e, dağları devirici bir şut çekmek düşmek¬te... Nerede o kuvvet? Ya

(Danton) kendi kellesini savcı¬dan kaçırmak için bir kaleden ötekine şut çekecek olur¬sa?..

Öyleyse, alçaklıkta dipsiz derinliklere inip, çare adı¬na ne varsa el atmak lâzım?

ݺte (Fukye Tenvil), efendisi (Robespiyer)e karşı, böylece hayatının ve mesleğinin en çetin

imtihanını ver¬mek mevkiinde...

Bu kan sülüğü savcının üstüne biraz daha eğilelim:

Paris Cinayet Mahkemesinde savcı yardımcısıydı. İhtilâl Mahkemesi kurulunca ona baş savcı tayin

edilmiş-

479

ti. İnkılâbın genç yıldızlarına nispetle hayli ilerlemiş na rağmen o güne kadar bir nevi mahkeme

kâtipliğe ileriye geçememiş olan harîs tip, böyle bir Mahkerrtev savcı tayin edilir edilmez, İhtilâl

Mahkemesi binasın şahsî şatosu gibi yerleşmiş ve hususî hayatının rezaletleri¬ni de aynı çatı altına

intikal ettirmişti.

İlk tarihî cinayetini, (Mari Antuanet)in fildişinden yontulmuş gibi ahenkli ve ipince boynuna

indirdiği giyo¬tin bıçağiyle işlemişti. Âdi vatandaşlardan her gün bir iki tanesini hayat defterinden

sildirtmesine rağmen büyük sahnelere çıkamamaktan kavrulan mizacı, ancak böyle bir şâhâne avla

doyabilirdi.

Kraliçenin muhakeme edileceği sıralarda, Mahke¬menin yavaşlığından, gevşekliğinden,

yumuşaklığından halk arasında dedikodular dolaştığını ileriye sürerek işi çabuklaştırmış, Kraliçe

aleyhine delil toplanmasını bile lüzumsuz göstermiş, hazırladığı her vesika ve hüccetten mahrum

ithamnameyle kadını giyotine havale etmişti. Onun bir lâfı vardı: «— Bu işin yürümesini

istiyoruz!» İstediği gibi yürümüştü işi... Yeni doğmuş masum¬ları şişe geçirip ateşte kızartırcasına

hak ve hakikati kun¬daklamak ve mazlum kanının tütsüsiyle zulüm ciğerini şi¬şirmek işi...

1 Aralık 1793'den beri, hem Mahkeme, hem de (Jüri) üyelerinin sayıları artırılmadığı halde Savcı,

yalnız birkaç kâtip ilâvesiyle Mahkeme verimini yükseltmeye muvaffak olmuştu. Ayda 12—15

idam kararı verebilen mahkeme, Savcının gayreti sayesinde, bu kararlan, evvelâ 65'e, sonra 116'ya,

155'e ve derken 354'e çıkar¬mak marifetine ermişti. Savcı, bu korkunç neticeyi sağla¬mak ve

İhtilâl Mahkemesine, insan ormanlarını bir çırpı¬da ikiye biçen efsanevî bir testere şeklini vermek

için her şeyi yapmış, kanun ve usûl ölçülerini devirmiş, şahitlik

480

ve müdafaa müesselerini yakıp yıkmış; ve Mahkemeyi, varşısına kim çıkarılırsa yemeye hazır bir

yamyamlar he¬yetine döndürmüştü.

- Gelmiş ve geçmiş her cinayet ve şenaatten beter savcılığı bir yıl kadar süren (Fukye Tenvil),

İhtilâl Mah¬kemesinden son kelleyi isteyebildiği gün, Mahkemenin aylık bilançosu 1000 i

bulmuştu. Bir ay içinde uçurtabil¬diği bu 1000 kellenin sonuncusu, dul ve her şey den haber¬siz

bir kadıncağızdı.

Hâle bakın ki, şu anda efendisi (Robespiyer)in ra¬kibi (Danton) gibi, Himalaya dağı heybetinde bir

kelleyi düşürmekle görevli, tarihî kaatil, yarın efendisi yuvarla¬nınca aynı ithamnamelerden birini

onun hakkında da ka¬leme alacak, fakat kahpelik tarihini kusturucu bu iğrenç tavır, kendi kellesini

kurtaramayacaktır. Onu da, hak yamyamları Mahkeme üyelerinin başında, sırf (Robespi-yer)in

gönüllü zulüm âleti olduğu için geberteceklerdir. Şu farkla ki, kendisi hakkında adalet ölçüleri tam

tatbik edilecek, aceleye getirmek diye birşey düşünülmeyecek, eksiksiz 420 şahit dinlenilecek,

bunların hepsi Savcıya ait zulümleri tek tek ortaya dökecek, jandarmalardan zindan gardiyanlarına

kadar adalet mekanizmasına bağlı bütün icra vasıtalarının türlü tertiplerle bu adam elinde nasıl

bi¬rer casus ve âlet diye kullanıldığı meydana çıkacak ve mazlumlara gizlice tatbik edilen işkence

şekilleri aydınlı¬ğa kavuşacaktır.Ve halk, onun kafası kesilirken, makasla başı uçurulan bir akrep

gibi, kıvranışlarını haz içinde sey¬redecek hattâ ona duyduğu intikam hissine hiçbir fizik acı

karşılığını denk tutamayacaktır. Avaz avaz tepinecektir: — Kafasını isteriz, kellesini görelim! Ve

cellât yamağı önündeki kanlı sepette balık ka¬faları gibi yatan kelleler arasından Savcının başını

seçip Çıkaracak, saçlarından tutup halka gösterecek ve dakika¬larca alkışlanacaktır.

481

Bu hâdiseyle, (Danton)un giyotin başında söylecj-ği son söz arasında, iki başın ve iki encamın

mukayesel ri bakımından ince bir münasebet var.

(Ruje dö Sil)in vatan çocuklarını zulme karşı hare kete çağıran meşhur (Marseyyez)iyle hamlesini

tempola$-tırıcı ihtilâl, kendi mahkemesinin savcısında, hiçbir zali min yetişemeyeceği vahşet

kutbunu bulmuş değil midir?

(DANTON)UN BAŞI

Mahut savcı, (Danton)u ve onun kendisiyle bera¬ber ve daha evvel tevkif edilmiş arakadaşalarını,

ithamna¬mesinde iki gruba ayırdı.

Hepsi 16 kişiden ibaret sanıklardan, içinde (Dan-ton)un bulunduğu grup, Krallığı ihya ve

Cumhuriyeti im¬ha maksadiyle gizli cemiyet kurmuş olmaktan... (Fabr d'Eglântin)in grupu da Millî

Meclise isnat ve iftiralarda bulunmak ve türlü rüşvet ve suistimallerle, Cumhuriyetin haysiyetini

kırmış bulunmaktan sanık...

Birinci grup, (Danton)la beraber tevkif edilenler; ikincisi ise (Danton)un nüfuzunu yavaş yavaş

kırmak için daha evvel tutulmuş olanlar... Şahısların başlıcalarım bil¬diğimiz birinci gruptan

evvelki on kişilik toplulukta, za¬manı kendisinden başlatan ihtilâlin yeni takvim icatçısı ve şair

(Fabr d'Eglântin) zirve şahsiyet...

İthamnameye göre sanıkları ayrı ayrı muhakeme etmek ve her şahıs ve grupa ait suçları berrak

çizgilerle şekillendirmek gerekirken, yine Savcınm elçabukluğu sa¬yesinde hepsini bir çuvala

soktular; böylece siyasî suç sa¬nıklarını âmme hakları maznunlarına karıştırdılar ve topyekûrt

(Danton) ve arkadaşlarını haysiyetsiz kılmaya savaştılar. Fakat ortada ne bir delil, ne de en hurda

bir alâmet... Toplam, sayılara bakılmadan yapılıyor ve

yekûnun adetlere değil, adetlerin yekûna uyması isteni¬yordu.

Zavallı şair (Fabr d'Eglântin) hakkında itham me¬darı olan vesikanın hiç değilse gösterilmesini ve

huzurda incelenmesini yana yakıla istediği halde bunu Mahkeme¬ye kabul ettiremedi. Mahkeme

isimli böyle bir mezbaha görülmüş müdür dünyada?.. Kimbilir?..

(Seşel)in de, vatanına ihanet etmediği hakkında tetkikini istediği vesika göz atılmaya bile lâyık

sayılmadı.

Şimdi bütün mesele (Danton)un arslan ağzını aç¬masında... Ne olacak?.. Ne yapıp yapmalı, bu ağzı

dut ye¬miş bülbülünkine döndürmeli...

Alçakların alçağı bir tedbir düşündü Savcı... Bir tedbir ki, hasımını zayıflatmak bakımından, tarihin

bütün ruh sefillerini biraraya getirseler de teklif etseler, hiçbiri kabul etmez! (Danton)a zindanda,

sinsi bir rahatsız etme ve sinir türpüleme rejimi tatbik ettirdi. Hürriyet kahrama¬nına, günlerce tek

dakika uyku ve istirahati bile imkânsız kılan, Çin işkencesinden beter bu rejim, onu eritmek, pör-

sütmek, pestile döndürmek ve arslanhktan çıkarıp çakal leşi haline getirmek gayesini hedef

tutuyordu.

(Danton), hâkim kılıklı cellâtların karşısına işte bu halde çıktı, ölüsünü süre süre sanık mevkiine

geçti; buna rağmen sırası gelince birdenbire arslanlaştı ve titreyen parmağını alçak savcının suratına

çevirerek ortalığı çın¬lattı:

— Ben bu adamı ölü halimle de tepeleyebilirim!

Mahkeme şaşkın... Şimdi iş nereye gidecek? (Dan-ton)a, yerine oturması ve ağzını hiç açmaması

emredile¬cek değil ya!..

(Danton) konuştu, bir şelâle gibi çağladı ve hem locaları dolduran halk, hem de hâkimler heyetini,

kendin¬den geçirici iki zıt tesir içine aldı. Halka hak karşısında şahlanma, hâkimlere de alçalma

hissini veren iki tesir...

482

483

Koridorları, merdivenleri hattâ sokak kapısı ba inaklarını dolduran yüzlerce dinleyiciye kadar

ulaşması engel olamadıkları büyük ses, şöyle diyordu:

«— Beni, bir suçumdan değil, Selâmet ve Emniveı Komitelerinin istipdadına nihayet vermek için

Mecliste faaliyette bulunmamdan tevkif ettirdiler! Bunu düşünen ve Meclisin hakkı sayan, yalnız

ben değilim! Daha birçok mebus var! Bunlardan, benimle fikir birliği eden 16 me¬busun

dinlenmesini istiyorum! Eğer, Meclis karariyle ku¬rulu bir hükümeti beğenmemek suçsa, cezama

razıyım-değilse ve tenkit benim hakkımsa, bu 16 mebusu dinleyi¬niz ve hakkımdaki isnatların

yalnız bundan geldiğini tes¬pit ediniz! Bu kadar açık bir vaziyeti örtbas etmeye ve kanun koyucu

sıfatındaki şahitlerimi dinlememeye, hiç bir hak ve adalet ölçüsünde mecal yoktur!»

(Danton), yiv yiv göklere uzanan sesiyle haykırdı, haykırdı, daha neler söylemedi ve nihayet

kendisini dü¬şürmek istedikleri hale ithamcılarının geldiğini görünce sustu ve meydanı halkın

uğultusuna bıraktı.

Halk kaynaşıyor; neredeyse:

— (Danton)a hayat ve iktidar, düşmanlarına sukut ve ölüm!

Diye bağıracak!..

Alçaklar silsilesi mahkeme başkanlarından erişil-rriez yükseklik noktası reis (Herman) bu vaziyet

karşısın¬da hiçbirşey yapamadı; ne (Danton)u red, ne de muhake¬meye devam edebildi ve

karışıklığı bahane ederek celseyi kapattı.

ݺ (Robespiyer)e kalıyordu. Hemen Meclisi topla¬dılar ve çok zayıf bir çoğunluk huzurunda (Sen

Jüst)e kürsü yolunu gösterdiler:

«— Sanıklar Mahkemede hükümete hakaret ve is¬yan ediyor! Hemen bir tedbir kanunu

çıkartmalıyız!»

Mırıltı, uğultu, şüphe tavırları.

(Sen Jüst) devam etti:

«— Dikkat ediniz! Aynı sanıklarla aranızda pek az mesafe var!»

Ve Meclisten, yeni zaman Fransız Temyiz Mahke¬mesi reisi büyük bir hukukçunun tabiriyle

«adaleti katle-dici» şu kanun çıktı:

«Mahkemeye karşı gelen veya hâkimler heyetini tahkir eden her sanık, huzurdan çıkarılır ve

muhakeme onun gıyabında cereyan eder.»

Bu, hâkimlere, sanığın nefsini koruma hakkını ta¬nımaksızın ve müdafaasını almaksızın hükmetme

yetkisi¬ni vermek demekti ve tarihte ilk defa görülüyordu.

Kanun çıkarken, Mecliste mevkuf kocası hakkında baş vurmaya gelen (Madam Filipo)yu da,

(Robespiyer)in emriyle kapı dışarı ettiler.

Bundan ilerisi destanlara sığmaz bir (traji - ko¬miklik ifade eder:

(Danton)u tekrar huzura aldılar.

(Jüri) hükmünü bastı:

—Vicdanî kanaat meydana gelmiştir!

Reis tebliğ etti:

—Muhakemexbitmistir!

Ve işte o zaman (Danton) ayağa kalkıp acı acı inle¬di:

«— Muhakeme bitti mi dediniz? Başlamadı ki, bit¬sin!.. İtham senetlerini bize gösterip

müdafaamızı almadı¬nız! Hiçbir şahit dinlemediniz! Bunlar olmadan nasıl baş¬lar ve nasıl biter

muhakeme?»

İdam cezası (Jüri)nin hükmünden evvel sabit kabul edilmiş ve kararı gösteren ilânlar o günün

sabahında mat¬baaya verilmişti. Fakat (Jüri) heyeti, (Danton)un son çığ¬lığı karşısında iliklerine

kadar ürperdi ve son hükmünü veremedi. Komite üyeleri (Jüri)nin müzakere salonunu bastılar ve

(Jüri)yi peşin karar üzerinde zorladılar.

484

485

' —Ddam!..

(Jüri) bu kararı gerektirici kanaatini bildirdi; faKt sanıklar tarafından öyle bir protesto çığlığı

koparıldı ki reis, salonu boşalttı ve idam kararını da sanıkların ^ bında okudu.

5 Nisan 1794.

Aynı gün idam...

(Danton) ve arkadaşları hapishaneden sehpaya gö¬

türülürken sokaklar hıncahınç... Mahkûmlar lehinde yır¬

tıcı tezahürler, haykırışmalar... O anda (Robespiyer)

(Sent Onore) sokağındaki konağında atlas perdesini ara¬

lamış ölüm alayını seyrediyor; halkın tezahürlerini görü¬

yor ve (Danton)un Meclis kürsüsünden şu son sözlerini

hatırlıyor:,

— Benim ölüm (Robespiyer)i de sehpaya sürükle¬yecek! Benden sonra sıra onda!..

(Robespiyer), buz kesilmiş, perdesini kapadı ve kendisini odasının loşluğuna gömdü.

Giyotine ilk çıkan, (Seşel)... Başını bıçağın altına koymadan (Danton)u öpmek istedi, fakat cellât

huşunetle bu isteğe engel oldu.

(Danton) cellâda bağırdı:

«— Budala! Başlarımız sepete düştükten sonra da birbirimizi öpmeye mani olabilir misin?»

(Kamiy Demulen) giyotinin kanlı satırına baktı ve mırıldandı:

«— İlk hürriyet mücahitlerine lâyık bir mükâfat!..»

(Danton)un ölümü, hitabeti gibi ulvî ve (senfonik) Oldu... Misilsiz bir vakar ve metanetle satırın

başına ge¬len, Büyük İhtilâlin büyük sesi, cellâda millet adına em¬reder gibi, tane tane kelimelerle,

hayatının şu son cümle¬sini söyledi:

«— Başımı kestikten sonra halka göster; o buna değer!»

486

Ve (Danton)un başı koptu ve hırıldayarak sepete düştü.

Büyük Fransız İhtilâlinin zulüm defterindeki (6 jerminal, sene 2) tarihli kayıt, onun, kendi büyük

sesine nasıl kıydığını gösteriyordu.

KADIN BAŞLARI

(Danton)un idamından birkaç gün sonra, «fitne ve fesat hareketinin artıkları» yaftası altında,

(Kamiy Demu¬len) ve (Heber)in dul karılarını da İhtilâl Mahkemesine sürdüler.

(Kamiy Demulen)in dulu (Lüsil) zindana atılınca, annesi, (Robespiyer)e bir mektup yazdı.

(Robespiyer)i ve İhtilâlin zulüm çığrını göstermekte şaheser olan bu mek¬tubu aynen okuyalım:

«— En iyi dostunu kaatilce öldürmen yetmedi; şimdi karısının da kanını içmek istiyorsun!

Emrindeki ca¬navar savcı, onu sehpaya götürmeleri için emir verdi. İki saat sonra kendisinden eser

kalmayacak! Eski arkadaşını ve karısını düşün; ve evlerinde çocuklarını nasıl dizlerin¬de

hoplattığını hatırla! Hatırla da son bir masumu olsun, kurtar! Bunu yapmayacak olursan, beni ve

zavallının ço¬cuğunu da eline al ve hâlâ (Kamiy)in kanı tüten o elinle bizi parçala...»

(Robespiyer) mektubu «cevapsızlar» dosyasına yerleştirdi ve hiçbir değere lâyık bulmadı.

(Lüsil), İhtilâlin yediği büyük kadın başları arasın¬da, (Mara)yı öldüren (Şarlot Körde) ve (Madam

Rolân) Çizgisinin devamı ve belki en acıklısıdır. Bunlardan ilki bir kahraman, ikincisi büyük

idealist gibi öldü; 23 yaşın¬daki güzel (Lüsil) ise kocasına aşkının kurbanı oldu ve °na bir ân evvel

kavuşmak için giyotine sevinçle koştu.

487

r

Büyük Fransız İhtilâlinin zulüm defterinde, (Mari Ant net)inki bir tarafa, biraz sonra hikâyesi

gelecek olan (S sil Rono)yla beraber bu dört kadın başı, lekeleri ebediye silinmez dört damgadır.

Asıl ismiyle (Mari - Şarlot dö Körde), (Jiron-den)ler ülkesinin merkezinde, Paris dışı bütün

Fransa'nın duygusuna eş olarak, ruhu ve suratı birbirinden çirkin, if. ratçılar ifratçısı (Mara)

hakkında kararını vermişti:

— Bu herif Fransa'yı felâkete sürükleyen belâ in¬sandır!

Ve hiçbir erkeğin yapamadığı işi tek başına yerine getirmek azmiyle Parise gelmiş, (Mara)yı

evinde, banyo¬sunda bulmuş ve tâ kalbinden hançerlenmişti. Hançerle¬diği misilsiz ruh ve madde

çirkinine karşılık, bu, yirmibe-şindeki eşsiz güzel, zabıtaya, gayet soğukkanlı ve dimdik, şu ifadeyi

vermişti:

«— Ben, iç harbi durdurmak ve memleketim uğ¬runda kendimi feda etmek istedim. (Mara)yı, en

büyük sorumlulardan biri olarak bunun için öldürdüm. Suç orta¬ğım yoktur!»

Babasına yazdığı mektuptan:

«— İzninizi almadan varlığımı feda ettiğim için beni affediniz! Sayısız masum kurbanların

intikamını al¬dım ve başka felâketlere mâni olmak istedim. Beni unut¬manızı, daha doğrusu

akıbetimle iftihar etmenizi dilerim. Gayemiz güzeldir. (Korney)in şu mısraını hatırlayınız:

Cinayetten utanılır, evet: darağacından değil!

En küçük bir kaygı bile duymuyorum!»

Mahkemede verdiği cevaplar:

«— Öldürdüm!»

«— Cinayetleri yüzünden!..»

«— Vatanımın selâmeti ümidiyle...»

«— O ölünce ötekiler korkar diye düşündüm!»

«— Başardığıma memnunum!»

İdam hükmünü gayet müsterih dinlemiş, avukatına gülerek teşekkür etmiş, papazı nezaketle

uzaklaştırmış ve o anda portresini yapan (Hoer) isimli ressama poz ver¬mekte devam etmişti. Aynı

günün akşamı, fırtınalı bir ha¬vada sehpaya götürülmüş, cellâtların yardımını istemeksi¬zin

basamakları çıkmış, halkı selâmlamış, konuşmak iste¬miş, fakat buna imkân verilmeyince, eğilerek

«başların en güzeli» diye anlatılan başım teslim etmişti.

Salonu, etrafındaki aydınlar topluluğu, sanatkâr mizacı, yazıları, zekâsı, zerafeti ve yine

güzelliğiyle meş¬hur (Madam Rolân), eski dahiliye nazırı Paris'ten kaçmış kocasının ve

(Jironden)ler gurubunun arkasından, zulüm ağına düşürüldü. (Son Düşünceler) isimli yazısından:

«— Dünyayı bırakmak birbirimize yaklaşmaktır.»

«— Birleşmemize ve birbirimizi cinayetsiz sevme¬mize hiçbir şeyin engel olamıyacağı yer...»

«— Gördüğüm üstün bir âleme inanıyor ve ona doğru uçtuğumu duyuyorum...»

Onu, içinde hırsız, fahişe ve câniyelerin kaynaştığı bir koğuşa kapattılar. (Madam Rolân) bu

koğuşta hâkimiyetini kurdu ve türlü küfürler ve boğazlaşmaların doldurduğu koğuşu sessizliğe

boğdu. Bütün sefalet ve ci¬nayet tipi kadınlar onun etrafında sindi, sustu, hareketsiz-leşti,

kuzulaştı, birer ahlâk ve terbiye isteklisi oldu.

Mahkemeye götürülürken, bu kadınların, yoluna serilip ağlaşmaları, eteklerine kapanmaları

görülecek şey¬lerdendi.

Onu mahkemede konuşturmadılar. Yalnız şu kadar söyleyebildi:

488

489

«— Beni, bu zamana kadar kanlarına girdiğin; büyük adamların akıbetini paylaşmaya lâyık görerek

mahkûm ediyorsunuz! Teşekkür ederim! Ben de sehpada onların gösterdiği cesareti takınmaya

gayret edeceğim!»

Ve hepsinden fazla cesaret gösterdi. Giyotine gi¬derken bindirildiği arabada, nefsine hakim

olamayan dehşet içinde ezilmiş ve bitmiş bir erkek mahkûm vardı. (Madam Rolân), yol boyunca,

halktan ve âdi tabakadan bu bîçare erkeği cesaretlendirmeye çalıştı.

Hürriyet heykelinin önündeki tarihî sözü malûm...

Giyotine çıkınca da, başını musluğa uzatan bir ka¬dının tabiliği içinde, sararmadan ve titremeden,

kendi kan çeşmesinin açılmasını bekledi. Ve işte, Fransız tarihçisi¬nin ifadesiyle; «Fransayı

kurtaran Jan Dark'tan beri eşini tarihin tanımadığı bu en soylu kadın böyle öldü.»

Mahkeme (Jüri)sinden biri (Madam Rolân)ı anla¬tırken diyor ki:

«— Kadınlar arasında en cazibeli, erkekler arasın¬da da en kuvvetli...»

Şimdi sıra, dördüncü büyük kadın başı, yine çok genç ve güzel (Sesil Reno)ya geldi:

(Robespiyer)in son günlerine doğru, zulüm, bizzat cinnet getirmiş olarak oklarını rastgele çekmeye

başlar ve giyotin bir fuar oyuncağı gibi işlerken, bir akşam, (Sesil Reno) isimli yirmi yaşlarında bir

kızcağız (Robespiyer)in kapısında görünüyor:

Soruyorlar:

—Ne istiyorsunuz?

—(Robespiyer) i görmek,..

Kızm hali fazla heyecanlı... Şüpheleniyorlar ve üs¬tünü arıyorlar: İki küçük bıçak...

—Niçin görmek istediniz?

490

— Sadece bir (Tiran)ın nasıl olduğunu görmek

için...

Bu lâfın, onu öldürmeyi istemiş olmaktan pek farkı

yok... Fakat söylese de söylemese de işin böyle kabul edi¬leceği besbelli... Belki de kız, (Tiran)ı

gerçekten öldür¬meye, ikinci bir (Şarlot Körde) olmaya gelmiş, yahut bu lâfı sadece saffetinden

söylemiştir ve tamamiyle kasıtsız¬dır.

Kızı Mahkemeye çıkarıyorlar ve orada yanına baş¬ka birini katıp, ikisini de (Robespiyer)i

öldürmekle gö¬revli birer İngiliz casusu diye gösteriyorlar. Bu bahaneyle de, ortada ne kadar

temizlenmeye muhtaç insan varsa hepsine birden kancayı atıyorlar. Hep (Sesil Reno) yö¬nünden,

sınıf sınıf 54 kişi tevkif ve idama mahkûm edili¬yor.

İçlerinde asiller, (Heber)ciler, (Danton)cular, hattâ ihtiyarlar ve çocuklar bulunan bu 54 kişiye, baba

kaatille-rine mahsus kırmızı gömlek giydiriliyor ve başları öyle kesiliyor. Zira, ihtilâl zulüm

defterinin başkâtibi (Robes¬piyer), kendi çapında her zalime bir benzerini yakıştırdık¬ları gibi,

Fransanın ve Fransızların babasıdır!

«—Şahitlik müessesesi kalksın, ispat zahmeti kalk¬sın, müdafilik külfeti kalksın; sadece vicdanî

kanaat; o kadar.... Maddî ve manevî mevzularda küçücük bir şüphe kâfi... İhtilâlin iç (fikir) ve dış

(icra) nizamına karşı her

tavrın cezası ölüm»

«22 Preriyal kanunu » isimli, Nemrut ve Firavunla¬rı bile öbür dünyada afallatan meşhur kanun

çıktı. Aynı ayın 20'sine yetiştirilebilen «Üstün Varlık» bayramından iki gün sonraki bu kanun belli

etti ki, (Robespiyer)in din gayreti de, zulümlerine yeni bir geçit bulmak ve insanları dışından ve

içinden kıstırmaya mahsus bir zemin açmak ihtiyacından başka bir şey değildir. O, kendisine göre

toprağa bir şâkûl işareti dikip ona göre eğri duran her şeyi

491

kökünden kazımak sevdasındadır. Bu kadarını yapabil^ bir zalim, tarihte kendisiyle beraber, her

halde bir üçger, çizebilecek kadar değildir.

Bayram günü üstüne kocaman bir bez örtülen gi-yotin, birdenbire şalını attı ve pırıl pırıl, çırçıplak

meyda¬na çıktı. Şimdi onun iniş çıkışını gözle takip bile imkânsız.... Kanunla beraber 700 kişi

tevkif edildi; ve yalnız bunların kesilmesi için, adam başına 5 dakikacık hesabile 3500 dakika yani

600 saat, hiç durmadan çalış¬mak şartiyle 25 günlük bir süre gerekti. Hapishanelere insan vücudu

halinde dondurulan kanı, gece gündüz ça¬lışmasına rağmen giyotin tulumbası akıtamaz ve boşalta-

maz olmuştu. ݺte (Sesil Reno) bu fırtınada öldürüldü ve o bahaneyle, bir aristokrata gönül verdiği

rivayet edilen bir aktirisle, onun çocuk hizmetçisine kadar, uçurulmadık kafa bırakılmadı.

(22 Preriyal) kanununun isimsiz mazlumları, isim¬lilerden daha az büyük değildir.

YEND DDN VE ARKASI

Habis ruh (Robespiyer) artık galip.... (Jironden)le-rin peşinden (Heber) ve (Danton) cenahlarını

devirdikten sonra artık bütün yönler ve yanlar, kendisinin... Göklerin korkunç sükûtu içinde her ân

yıldırımlaşan mâna kılıçla¬rından ve her lâhza helezonlaşan kader fısıltılarından baş¬ka, görünürde

ve madde âleminde kendisini korkutucu hiçbir şey kalmamıştır.

Böyle olunca, iş, nice inkılâp istismarcısında gö¬rüldüğü gibi, devletlû delinin kendi iç âlemini

dışarıya nakşetmek istemesine döner. (Robespiyer) işte son olarak (Danton) ve arkadaşlarını

harcayınca, dış mücadelesini ana korku kutuplan bakımından bitirmiş; ve kendi iç dün-

492

yasını dışarıya zorlamak, aptal yığınları cinneti etrafında jıalkalamaya kalkmak çığrına girmiş

bulunuyordu.

Sağında ve solunda (Sen Jüst) ve (Kuton) isimli yaverleri, olanca iktidarı hapsettiği bir müselles

içinde şimdi (Robespiyer), bu müsellesin başı olarak, insanları, rüyasındaki ehramları taş taşımaya

zorlayabilir. Bu da an¬cak bütün bir cemiyet mâdenine nakşedilmesi gereken yeni bir ruh ve ahlâk

dâvası olabileceğine göre, meselele¬rin meselesi halinde dindir.

(Robespiyer), ihtilâlin dinini icat etmeye kalktı; ve birdenbire hem katolik inançlarına, hem de

inkarcı telâkkilere karşı cephe aldı. Tamamiyle dinsiz Ansiklope¬diciler ve filozoflar kolunun,

kilise ve krallık temellerini gizli gizli oyarak ruhlarda hazırladığı inkılâp, değişmez hilkat kanunu

olarak çizdiği büyük medden sonra cezir devresine girmiş; evvelâ hıncını kiliseye ve papaza

yö¬neltmiş, sonra da, yıkmaya başladığı şeyin yerindeki boş¬luğa dikkat eder gibi olmuş ve hemen

eski taassubun kı¬mıldama istidadını görmüş ve işte şimdi (Robespiyer)in kafasınca ihtilâle öyle

bir din lâzımdır ki, hem vecd ve aşk cephesi tamam olsun, hem de «nas»ları ve taassubu

bulunmasın; Katolikliğe aykırı olduğu kadar da vahşi ve yalçın inkâra zıt gitsin....

Bu, onun, hükümet elinde resmî mezhep haline ge¬tirdiği «Üstün Varlık» felsefesidir.

Buna dair (Robespiyer)in (Konvansyon)a verdiği büyük nutuktan:

«—Üstün varlık ve ruhun ölmezliği fikri, devamlı olarak adaleti davet edici bir inanıştr ve bu

bakımdan iç¬timai ve cumhuriyetçidir. İbadetler halk nizamını bozma¬mak şartiyle serbest

olmalıdır. Fakat bütün inanış şekille¬ri, birbiriyle mücadele hırsları dışında, kâinat çapına eş bir

tabiat dininde birleşebilirler. Papazlarla tanrı arasında ne olabilir ki? Tabiat ve kâinatın tanrısı,

papazların

493

ilâhından ne kadar farklıdır! Papazları bırakalım ve kenrl kendimize ülûhiyete yönelelim!»

Ve:

«— Cumhuriyet dinsiz değildir. O, insan topluluk¬larının haklarını ve adaletin kanunlarını Üstün

Varlık ina¬nışında temellendirmiştir. Fransız halkı, taassubu reddet¬tiği gibi, inkârı da mahkûm

sayar. »

Ve kanun teklifi:

«— Fransız halkı, Üstün Varlık inanışına bağlı iba¬deti, insanlık vazifelerinden ibaret bilir.»

«— Üstün Varlık inanışı, gelecek 2 (Preriyal) tari¬hinde kutlanacak ve bu tarihte Üstün Varlık

şerefine bü¬yük bir tören yapılacaktır. »

Ve bir mebusan sözü:

«— Küçük bir felsefe insanı inkâra götürür; fakat büyük bir felsefe, ulûhiyeti doğrulamaya vardırır.

»

Böylece (Robespiyer), ötedenberi üzerinde yürü¬düğü ve daha evvel bir opera artistini akıllarınca

akıl ilahesi şekline sokup aklı putlaştırmak isteyen ve nihayet dinsizlik ilhamiyle soluğu giyotinde

alan bazı rakiplerinin tutturamadığı yeni din mayonezini çalkalamaya başladı.

Devlet de, hükümet de, yeni resmî mezhebin reisi de o.... Bir yaz günü Paris'te, Üstün Varlık

şerefine mu¬azzam tören.... 2500 sesli bir koro başını giyotinin bekle¬diği meşhur şair (Andre

Şenye)nin Üstün Varlık ilâhisini okuyor. Çiçek, alkış, nutuk, heyecan... (Robespiyer), en sevdiği

renk olan gök mavisi ceketi içinde, ilk defa güler yüzü ve merhamete benzer çizgileri ile, bütün bu

olup bi¬tenlerin ruhu.... Kimse bu işin ne olduğunu ve nereye va¬racağı üzerinde bir fikir sahibi

değil... Dinine dönmek is¬teyen halk ümitli, ihtilâle dinsizlikten başka temel tanı¬mayan gruplar

küskün, şimdi (Robespiyer)i baş rahip 10-lünde görmeye başlayan arkadaşları şaşkın.... Törende

şöyle konuşanlar da var:

—Her şeye hükmetmek kendisine yetmiyor; bir de tanrılaşmaya bakıyor!

—Unutma ki, aramızdan (Brütüs)ler de çıkabilir!

«Üstün Varlık» bayramının arkası hemen belli ol¬du. Maddîsiyle beraber manevîsini de son

haddine çıkar¬mak isteyen bir (Tiranizm)...

BDRKAÇI DAHA

Tiranlar Tiranı (Robespiyei)i öldüreceği lâfiyle gü¬zel başını düşürdükleri (Sesil Reno)nun ardı

sıra açılan ve (22 jpferiyal) kanununa kadar varan fırtınada uçurulmuş birkaç baş vardır ki,

aralarında bizzat şahsiyetleri ve ayrı¬ca delâletleri bakımından pek mühimleri mevcut...

Biri, krallık devrinin nazırlarından, ıslahçı fikirle¬riyle meşhur, 72 yaşındaki ihtiyar (Malerb) ve

bütün aile efradı...

Hakkındaki itham «1789'dan beri, hürriyet, emni¬yet ve halk hakimiyetine karşı kurulan bütün

tertiplerin ortağı olmak»dır. Halbuki ihtiyarın böyle bir tertipten ha¬beri bile yoktur.

İhtilâlin ilk meclisi «Kurucular»dan (Depremenil), (Türe), (Löşapölye)nin başları da kanlı sepette...

Bunlar¬dan (Türe), zindandan oğluna ithaf ederek yazdığı bir ter¬biye kitabında kendisini öldüren

ihtilâli sevmek öğdünü verir.

Aradan 15 gün geçti, geçmedi; 28 eski vergi mül¬tezimi arasında, dünya çapında âlim, kâşif ve

yeni kimya ilminin kurucusu (Lâvuazye)yi tevkif ettiler. Vergi mülte¬zimleri arasında ne işi

olduğunu mu soracaksınız? Biraz tuhaf ama evet; (Lâvuazye) KraLlık devrinin vergi mülte-

494

495

zimleri arasındadır. Bundan daha mühim sual şu olabilir

— Krallık devrinin vergi mültezimlerini hangi is natla tevkif edebilirler; ve o devrin o devre göre

suçu aradan 5 yıl geçtikten sonra nasıl takip mevzuu olabilir?

ݺte bu sualdir ki, uyandıracağı hayret ve dikkat bakımından (terör) devrinin, bahanelerini nereye

kadar götürdüğünü izah eder.

İsnat, krallık devrinde vergi işlerinde yapılan yol¬suzluktur; ve (Antuan - Loran dö Lâvuazye),

gençliğinde bir müddet bu işlerle uğraşmıştır. Fakat onu, bahane plânında da olsa vergi mültezimi

şahsiyetinde görmek, Alpleri tepesindeki kum tanesine nisbet edip, üstünde bir taş parçası bulunan

tezek yığınını ondan yüksek tutmak gibi bir şeydir. Havanın terkibi ile beraber madde plânında bir

çok şeyin sıfat ve rolünü, sayesinde öğrendi¬ğimiz büyük ilim ve keşif adamını, suçlu bulunsa da

ölümlük olmamasına rağmen, giyotinden başka ceza tanı¬mayan İhtilâl Mahkemesine, yani

doğrudan doğruya cellâtlara teslim ettiler. Eski, çok eski ortaklariyle beraber ölüm cezasına

çaptırılan büyük ilim adamı, madde tefeh-husunun bu derinliğine eşsiz kafası, hâkimlerden

topyekûn beşeriyet adma bir şey istedi.

Dedi ki:

«— İnsanlık ve ilim hesabına ve tamamiyle şahıs kaygısı dışında bir ricam var: Çok mesut netice

vermesi mümkün ilmî bir tecrübe üzerindeyim. Tecrübemi bitirip, neticeyi Fransaya ve insanlığa

hediye etmek üzere bana birkaç gün mühlet veriniz! »

Bu ağlanacak kadar ulvî teklifin nasıl bir cevapla reddedildiğini tahmin edersiniz?

— Müsaade edemeyiz!

Bu kadarı, binbir siyasî hattâ kazaî noktadan nor¬mal olabilirdi ve böyle bir cevap yeterdi.

Hayır; ona verilen cevap; İhtilâlin, Mahkemesi ve

496

her şeyiyle beraber, o ân, nasıl bir çukura yuvarlanmış olduğunu göstermekte dasıtânîdir.

Ya mahut Savcıya, yahut reis yardımcısı (Düma)ya

ait olarak, cevap,şu.

«— Bizim âlimlere ihtiyacımız yoktur!»

Fransız tarihçisi şöyle der:

«— ݺte bu cevapladır ki, hâkim - cellâtlar, Fran¬sa'nın dünyanın birinci âlimini ölüme sürdüler.»

Sırtlan (Mara), bir takım gülünç ilim iddialariyle, evvelce (Lâvuazye) aleyhinde bir harp açmış ve

ihtilalin çeyrek aydınlarını (Lâvuazye)den soğutarak onun ölümü¬nü hazırlamıştı. Bir landon

arabasını evindeki siyah tahta zannedecek ve üzerine tebeşirle kimya formülleri yazma¬ya

kalkacak derecede dalgınlığı ve derinliğine tefekkürü dillere destan olan bu müspet bilgi

kahramanını hilekâr bir vergi mültezimi kisvesi altında öldürmek, acaba Bü¬yük Fransız İhtilâli

hesabına nedir?

(Lâvuazye)den bir gün sonra da, (16'ncı Lui)nin kızkardeşi (Madam Elizabethan başını kestiler.

Şahsî fa¬ziletleri bakımından tarihin hürmete lâyık diye kaydettiği, zindanında ölümünü

beklemekten başka işi kalmamış bir kadını öldürmek, Krala ait eski bir papuç bulunsa onu da

giyotine gönderecek kadar gözü dönmüş olmaktan başka hiçbir şey ifade etmez.

Nihayet (Andre Şeyne); İhtilâlin büyük şairi... 1762'de İstanbul'da doğan, Fransa'ya döndükten

sonra, ilk gençliğinden başlayarak kendisini şiire veren, bir ta¬raftan eski Yunan şiirine, öbür

taraftan da asrının felsefe¬sine bağlanan, şiirinde derin bir iç ve dış ahenk dokuyan,

497

evvelâ ihtilâle karışıp sonra (Terör) çığrına karşı duran v nihayet kafasını, zulmün son günlerinde

giyotine kaptıra duygu ve sanat adamı....

Sanat idealojisini şu mısralarla belirtir:

Yeni fikirler üstüne

(Antik) mısralar yazalım!

Onun (Mari - Jazef Şenye) isimli; yine şair ve «Ayrılık şarkısı» adında meşhur bir manzumenin

sahibi ve (Konvansyon) üyesi bir kardeşi vardı ki, bütün didin¬melerine rağmen (Andre)yi

kurtaramadı; ve daha ileri bir teşebbüsün kendi kafasına mal olacağını anlayınca sustu. (Andre),

kardeşi Cumhuriyetçiler safında çalışırken, dai¬ma (Föyyan)lar ve ilk kurucularla beraber olmuş ve

zul¬me karşı kafi bir cephe tutmuştu. Nihayet müthiş mısra¬larla (Robespiyer) ve (Monyantar)ları

hicvetmiş ve bile bile kendi kuyusunu kazmıştı.

İki gün daha takibe ugramasa, yahut ele geçmese (Robespiyer)in sükutiyle beraber kurtulacakken,

kaderin hazin cilvesi icabı, tam da kurtuluş hududuna iki adımlık mesafe varken kemende düştü.

O da cesaretle öldü ve başını deliğe sokacağı ân, üstüne birkaç kere vurarak, şunları dedi:

«—Ben de bunun içinde bir şeyler var sanıyor¬dum!»

Bu söz bir pişmanlık ifadesi ama, neye karşı piş¬manlık?.. Yaptığı aptalca harekete karşı mı,

İhtilâle inan¬dığına mı, insanlara ve dâvalara güvendiğine mi, neye karşı?

Bu nokta meçhul kalmış olsa bile, büyük şair (Andre Şenye)nin başlangıçta katıldığı dâvaya küskün

gittiğinden şüphe edilmez. (Robespiyer)în Üstün Varlık töreninde halk yığınlarına mısralarını

haykırtan (Andre Şenye), son deminde, kelimelerin ustası sıfatiyle hakikat-

ten ziyade kelimelere inanmış olmanın merareti içinde öl¬dü-

Büyük Fransız ihtilâlinin zulüm defterinde daha ni¬ce kayıt var... Bizim yaptığımız bu kocaman

kamusun ba¬zı fasıl başlarını kabataslak kopya etmiş olmaktan iba¬ret...

Büyük Fransız İhtilâlinin zulüm defteri, (9 termi-dor) tarihinde (Robespiyer)e indirilen darbeyle

beyin ve kan oburluğunu kaybetmiş olsa da ( Terör) devrine gelin¬ceye kadar olduğu gibi, ondan

sonra da bir hayli müddet, dişleri arasında akide şekeri kırarcasına masum başkaları¬nı

parçalamaktan vazgeçmemiş bu hal 19'uncu asır başla-rınadek sızmıştır. Bizim bu bahsi kestiğimiz

yerden ileri¬ye doğru, İhtilâl yine devamda, masum kanları, fiskiye temposu farkiyle yine

fışkırmaktadır. Zaten, Kur'an tabi¬riyle «zalûm ve cehûl» olan insanda bu sıfat devam ettik¬çe ister

hak ve hürriyet maskesi altmda, ister zulüm ve iti-saf suratı içinde aynı şey yuvalanmakta devam

edecek, is-tipdat devam edecek. Zalim kahkası, mazlum hıçkırığı, hürriyet teranesi, hakikat çığlığı,

dalkavuk narası ve idam sehpası gıcırtısı devam edecek, hep devam edecektir.

Kısa bir müddet sonra da bir general çıkıp, bütün bu gürültü ve patırdıları kılıciyle kesiverecek,

anayasa levhasını devirecek, İmparatorluk tahtını kuracak ve hür¬riyet rüyası kıyamete kadar böyle

sürecek, gidecek...

498

499

(XV) DREYFUS

ŞEYTAN ADASI

Ondokuzuncu Asrın başında Yeniçeriye kurban gi¬den Üçüncü Selim, sonunda (Dreyfüs) ve o

vesilesiyle yi¬ne kılıca mahkûm edilmek istenen hak ve adalet...

19'uncu Asır, (Greko - Lâtin) medeniyetinin bütün yemişlerini verdiği en parlak mevsimdir.

Böyleyken kılı¬cın, hem de 20'inci Asrın eşiğinde, ırk ve din ölçüsüyle yabancı olduğu, fakat yine

kendi kadrosundan bir masu¬ma karşı sıyrılması ve onun gerisinde bütün hak ve adalet ölçüsünü

ezmeye kalkmasıdır.

ݺin roman tarafı gayet basit.

1894 yılı... Fransa, 23-24 yıl evvel Almanlardan yediği darbenin izlerini silmek ve o kadar zaman

sonra aynı tokadı kendilerine iade etmek üzere hazırlanmakta ve millî müdafaasına büyük

ehemmiyet vermekte...

501

Fransız Genel Kurmayına bağlı gizli teşkilât man sefarethanesinden çaldırdığı vesika üzerinde ' B

imzasız, tarihsiz bir kâğıt parçası... Bu kaçak kâğıt par "' sında Fransız ordusuna ve müdafaa

plânlarına ait en mah rem noktalar...

Genel Kurmay, vesikayı inceler incelemez bunun ancak kendi kadrosunda ve o kadronun en emin

subayları çerçevesinde iş gören biri tarafından yazılmış olabileceği¬ne hükmetti. Derhal Genel

Kurmay ileri gelenleri toplan¬dı ve kâğıdı yazanın meydana çıkarılması için gayet titiz bir

inceleme yapılmasına karar verdi. Genel Kurmayda bu nazik işlerle uğraşan bütün subayların

elyazıları top¬landı pertavsızlar altında incelendi. Nihayet yüzbaşı (Dreyfüs) üzerinde duruldu. ,

Yazı, güya onunkine benziyordu. En doğrusu ben¬zemiyordu da benzetilmek isteniyordu. Zira her

biri Hı¬ristiyan ve Fransız subayları arasında zekâsı, kültürü, ne¬zaketi, çalışkanlığı ile

mümtazlaşan (Dreyfüs) Yahudiy-di...

ݺi yazıların karşılaştırılması ve kat'î teşhise bağ¬lanması için vukuf ehline havale ettiler.

Vukuf ehlinin raporu şöyleydi: x

«— Bu hususta tam ve riyazî bir kanaat elde edile¬memesine rağmen, yazılar arasındaki benzerliği

de kay¬detmemek mümkün değildir!»

Gülünç! Zira iki yazı arasında iki insan arasında olduğu gibi benzerlik hiçbir şey ifade etmez. Ya

odur, ya değildir!.. Dolayısiyle ayniyet hakkında tam ve riyazî bir kanaat olmayınca yazı

(Drefüs)ün değil demektir.

(Drefüs)ünf Yahudiliğine karşı ruhunda büyük bir hıncın köpürdüğünü duyan vukuf ehli, her halde

«Bu yazı onun değildir!» diyemediği için böyle ıkına sıkına konu¬şabiliyor ve ancak bu kadar

söyleyebiliyordu.

İleride, hararetli müdafaacısı romancı (Emil Zolâ) gibi, burnundan kancalı bir gözlüğü olan yüzbaşı

(Drey¬füs) tevkif edildi ve «Divan-ı Harb» huzuruna çıkarıldı.

Fransız askerî Ceza ve Usul kanununa göre duruş-tna açık olmalıydı. Basın ve umumî efkâr da

bunu istiyor¬du.

Fakat, savcı, Fransa İhtilâl Mahkemesi savcısı (Fukye Tenvil)den bir çeşit savcıda daima görülen

siyaset uşaklığı ve kuvvete tâbilik seciyesi içerisinde, ayağa kalktı ve mahkemeye hitap etti:

— Hayır efendim! Bu mahkemenin gizli yapılması lâzımdır! Umumi efkâr, halk vicdanı, galeyan

halindedir. Dava, Fransanın yüksek menfaatlerile alâkalıdır, açıkça cereyan eden bir muhakemede

adaletin cömertliğini istis¬mar edenler devlet ve millet zararına türlü tertiplere giri¬şebilirler.

Açıklıktan murad, Fransız adaletinin apaydınlık görülmesi demekse hâkimlerinden emin olan bir

millet muhakeme safhalarını bilmeden de aynı emniyeti besle¬yebilir. Fransanın yüksek

menfaatleri adına duruşma gizli cereyan etmelidir. Bu husus ehemmiyetle «arz ve talep» olunur.

Sanık avukatının yırtınırcasına ettiği açık muhake¬me müdüfaasına rağmen mahkeme gizlilik

kararını bas¬tı...

Karar bu.... İtiraz yok.... Salon boşaltıldı. Alâkalılar yerlerini aldı. «Divan-ı Harp» reisi tokmağını

kürsüye indirdi ve duruşma başladı.

1859'da (Mulhuz)da doğan Yahudi din ve ırkından Fransız Genel Kurmay Dairesinde memur

yüzbaşı, küçük ismi (Alfred), soyadı (Dreyfüs)...

Şahitlerin hepsi Fransız Genel Kurmayından su¬baylar... Ayaklarında, ökçeleri mahmuzlu, rugan,

çekme

502

503

potinler.... Daracık kırmızı zırhlı subyalı pantolonlar., j ce belli parlak düğmeli ve dik yakalı

ceketler... Kılıçiarm şakırdatarak şahit parmaklığına geldiler ve söz birliği et¬miş gibi (Dreyfüs) ü

alçaktılar:

—Mektubu yazan odur!

—Kanaatimce bu bilgileri ondan başkası veremez!

—Yakından bildiğim fikirlerine göre onu ordu

mefkuresine bağlı kabul edemem!

—O, asker olmaktan ziyade Fransız ordusu içinde

gözlüklü bir tecessüs ve tarassut bakışının sahibidir ve

herşeyi yapmaya müstaittir.

Daha buna benzer bir çok indî lâf... Mahkeme şaşkın... Ortada en küçük delile dayanan bir şey

yok... Bütün ithamlar, gizlenemez bir (antipati) eseri... Bu vaziyette hâkimler, ceza kanununa

neresinden baksalar, beraetten başka bir şey göremezler.

Hâkimler heyeti müzakere odasındayken kapı sert sert vuruldu ve içeriye bir subay girdi. Subayın

kolunda bir dosya... Yürüdü, mahkeme heyetini aynı sertlikle selâmladı ve dosyayı uzattı. Dosyanın

üstünde «yalnız mahkeme heyetine mahsus ve mahrem» kaydı var. Subay dosyayı teslim ettiğine

dair reisten bir kâğıt alarak mah¬muzlanın çınlattı ve dönüp gitti.

Dosya incelendi; ve sanıkla vekiline gösterilmeden hükme esas teşkil etmek üzere en büyük delil

kuvvetinde sayıldı. Bu hususta mahkeme reisi, celse açılınca sanık hakkında Genel Kurmayca

tertiplenmiş, fakat açığa vu¬rulması vatanî ve askerî sır bakımından imkânsız bir dos¬ya

bulunduğunu ve buna göre müdafaaya geçilmesini bil¬dirdi.

—Fakat hangi müdafaa?... İtham bilinmeden mü¬

dafaa nasıl olur

—Ne yaptığınızı bilirsiniz! Mahkeme de bilir'

Kendinizi müdafaa ediniz!

504

Yüzbaşı (Dreyfüs), ayakta boğulacak gibi inledi:

—Bildiğinize, bildiğinizi farzettiğinize göre karar

erecekseniz hâlâ bir şey bilmeye çalışmak, muhakeme

etmek neye yarar?

Sanık avukatı meşhur (Dömeni) ise siyah harmane-sinin kollarını sallayarak bağırıyor:

—Sizi asrın en büyük haksızlığına düşmekten ko¬

rumak isterim!

Fransız Genel Kurmayından gelen, fakat, tek nok¬tası bilinmeyen gizli dosyaya göre karar.

—Müebbet hapis!...

Avukatın tabiriyle «medeniyet asrının en büyük haksızlığı işlenmiş bulunuyor.»

Yahudi yüzbaşı (Dreyfüs)ü, Fransız sömürgesi Şeytan Adası'na sürdüler. Kalacağı yer, deniz

üstünde, kimsesiz bir toprak parçası... Burada kendisi için bir ku¬lübe yaptırıldı. Gözlerinin önünde

çepeçevre deniz ve bir uçtan doğup, bir uçtan batan güneş... (Dreyfüs)e, dünyaya ait nispet

unsurları adına bırakılan yegâne nimetler bun¬lar...

Şimdi dünyanın, hususiyle medenî dünyanın en büyük işkence şekli üzerindeyiz: Bir insanı,

dünyada Al¬lanın her kuluna bahşettiği ihtilât nimetlerinden mahrum edip, kendi kendisiyle yalnız,

kendi kendisini yemeye mahkûm bırakmak... Nevi ve şekline göre bu tarz, cellât satırından da,

ateşten de, ipten de beter olabilir. Dünyanın en büyük işkence üstadı Çinliler, kaba ve bir defalık

acı-lardansa, böyle, inceler incesi, her ân tesiri artan, madde tahammülünü aşan ve ruha saplanan

ıstıraplar icat etmiş¬lerdir. Bunlardan bir su işkencesi var ki, başını çepçevre kadife yastıklar

içinde, mengeneyle ve hiç acıtmadan tes-

505

bit ettikleri adamın traşlı bir noktasına seyrek damlalar) su akıtmak... Fakat bu damlalar bilmem

kaç saat son bilmem kaç ton ağırlığında bir darbe hissini veriyor ve in san bağıra bağıra çıldırıyor...

Böyle bir işkenceye bilhassa en müsait yer olan kimsesiz bir adada tam dört sene, kendi kendisini

yemeye memur edilen (Dreyfüs)ün halini düşünelim!.. Şunu da bilelim ki, işkencelerin bu nevileri

hassas ve münevver insanlara mahsustur. Yoksa odundan bir insan, başına baltayı yemedikçe, ruh

törpüleyici ve lif lif sabit fikir gü¬velerini üşüştürücü ulvî acıya ilgisiz kalır. Hassaslık art¬tıkça da

bu türlü bir acı insana güneşin her doğuşunda asılıp her batışında dirilmek ve ertesi sabahı

beklemek gi¬bi bir azap verir.

(Dreyfüs)ün, kendisine 48 ay tadtırılan bu acıdan neler hissettiğine dair elimizde bir bilgi yok...

Yalnız ümidini kaybetmeden beklediğini, dayanmaya çalıştığını ve dayanabildiğim kaydediyorlar.

Yirminci asra girerken gerçekleşen kurtuluşundan sonra bu asrın 35'inci yılına kadar süren

hayatında de¬vamlı bir eziklik, tutukluk ve kırıklık kendisinden hiç ay¬rılmamış...

Hey gidi Şeytan Adası, hey! Cem Sultan'ın Ro¬dos'u, Napolyonun (Sent Elen)i, Namık Kemal'in

Mago-sa'sı ve daha bilmem kimlerin nesi yanında, tam da ismi üstünde, Şeytan Adası...

(Dreyfüs) meselesi, Adaletin, Fransada, sevilen ve¬ya sevilmeyen şahıslar veya sınıflar üzerinde,

eğilip bü¬külme kabul eder bir nesne olup olmadığı üzerinde, he¬men bir kıstas teşkil etti. Eğer

adalet, hristiyan veya ya-hudi, raca veya parya, siyah veya beyaz, insan çeşitlerine göre değişebilir

bir nesne olsaydı, (Dreyfüs) hakkında ve-

506

karara kimsenin bir şey demeye haki yoktu. O za¬man da, (Dreyfüs)ü, kendisine yüzbaşılık

rütbesini veren Fransa devletini Almanlara sattığı için değil, yahudi oldu¬ğu için mahkûm

ettiklerini açıklamaları gerekirdi. Böyle olunca da, kendisine, Fransız Genel Kurmay Dairesine

kadar yol açanlar, ondan daha ağır bir itham altına alın¬mak icap ederdi. Fakat (Dreyfüs) ne olursa

olsun, bir in¬sandı; ve Fransız Ordusunun en mahrem idare noktasına kadar davet edilecek bir

itimat telkin etmiş ve Fransaya ihaneti rüyasında bile görmüş değildi. O halde, imkân âleminde

mevcut hayalî bir suçu, bütün Genel Kurmay Darisini içine alan bir şüphe yüzünden, o dairenin

birta¬kım fransızlarca damgalı bir sınıfa mensup ferdine değil, Allahın her insana mahsus olarak

emrettiği üstün ve mü¬cerret hak ölçüsüne göre tespit etmek lâzımdı.

Adalet buydu. Adalet budur,

Ve o ne zaman çiğnendiyse. (Dreyfüs) misalindeki nükteye eş olarak çiğnenmiştir.

Bir de onun her şeyin üstünde tutulduğuna ve (Dreyfüs) misalinin şahsî nefret tesirine kurban

edilme¬diğine örnek arayacak olursak bunu ancak İslam tarihinde bulabiliriz:

Samda bir cami yapılıyor... Camiin bitmesine ya¬kın, bir Yahudi, birdenbire adalet heykeli Hazret-

i Ömer'in karşısına dikiliveriyor:

— Yâ Ömer! Camiin ucu birkaç parmak benim arazimin içine girdi!

Tasavvur edelim. Koskoca camiin iki duvar köşe¬sinden ibaret ucu, birkaç parmak, bir yahudinin

arazisine girmiş, ve yahudi, insan şeklinde adalet âbidesinin karşı¬sına geçip bunu ihtar etmiştir.

Hazreti Ömer, kaşlarını çaUyor, dikkatle yahudiye bakıyor ve onu, altına girdiği yükü kaldırmaya

davet edi¬yor:

507

İspat et!

Yahudi hemen şahitlerini getirdi, vesikalarını Hal' fenin önüne serdi ve gerçekten camiin, bir

uciyle, üç dört parmak, kendi arazisine girmiş olduğunu ispat etti.

Hazreti-i Ömer'in üstünden güneş geçerken ürper¬diği başı doğruluyor:

—Camii, bütün camii yıkınız!

Yahudi, hayret ve dehşetinde yere kapanmış, hay¬kırıyor:

—Durun, yıkmayın! Müslüman oldum! Helâl edi¬

yorum!

(Dreyfüs) hakkında verilen karardan, Fransadaki Yahudi düşmanları pek memnun geçinirken,

Yahudileri sevsin, sevmesin, adaleti seven insanlar dehşete düştü. Üstelik, (Dreyfüs)ün suçsuzluğu

bedahet hükmünde oldu¬ğuna göre, asıl suçlu ve suç sebebi meçhul kalmış ve gü¬rültüye getirilmiş

oluyordu. Büyük bir servet sahibi olan (Dreyfüs) bu işi maddi menfaat karşılığı yapamıyacağı gibi,

kendisini ve sınıfını Fransadan uzaklaştıran ve Al-manyaya yaklaştıran herhangi bir fikrî müessir

de düşü¬nülmezdi. Fakat bu işi, hem maddede, hem mânada yapa¬bilecek, Fransız subayı kılığında

birçok insan hatıra gele¬bilirdi.

ݺte bütün bunlardan (Dreyfüs) hakkında verilen karar, Fransız halk vicdanını asla doyurmadı ve

kılıç kuv¬vetiyle «olldu-bitti»ye getirilmek istenen mesele, vicdan¬larda dinamitleşti.

İlk defa olarak,ortaya (Bernar Lâzar) adlı bir mu¬harrir çıktı ve «Dreyfüs meselesinin hakikati»

isimli bir kitap neşretti. Tepkiler alıp yürüdü ve hâdise Parlâmentonun kubbesini yankılara

boğmaya başladı:

— (Dreyfüs)e haksızlık yapıldığı aşikârdır!

— Büyük ihtilâlin Fransası, adaleti kılıca ezdire-

— Mesele, bütün içyüzüyle gizli kalmıştır! Belki de gerçek hain, bugün Fransız Ordusunda en

selâhiyetli bir yeri işgal ediyor!

Mecliste bu gibi sözler gidip gelirken, hükümet, «kaziye-i muhakeme — neticelenmiş ve

sağlamlaşmış hüküm» bayrağı altında, her safhayı dolduran ve artık ke¬sinlik belirten bir karara

karşı baş eğmek ve Fransız As¬keri kaza makamlarına şüphe sıçratmamak lâzım geldiği

politikasını yürüttü ve tepkileri önlemeye çalıştı.

Fakat tepki bu kadarda kalmadı. İçine, Fransız Ge¬nel Kurmayındaki bazı vicdanlı insanları da

almaya baş¬ladı. Bunlar (Pikar) isimli bir yarbayın etrafında toplandı¬lar ve (Dreyfüs)ün masum,

asıl suçlunun da bir başkası olduğuna dair araştırmalara koyuldular. Nihayet yarbay (Pikar), Fransız

askeri sırlarını gösteren mahut kâğıt par¬çasının bir başka subayın kalemiyle yazılmış olduğunu,

açıkça şahıs göstererek iddia etti.

Bu bir iddia değil, ispattı; nitekim alâkalı subay hemen muhakeme altına alındı, fakat yeryüzünde

eşi gö¬rülmemiş bir himaye siperi içinde gayet sudan bir duruş¬ma neticesinde beraet ettirildi.

Böylece «Divan-ı Harp » verdiği (Dreyfüs) kararından kendi kendisini beraet ettir¬mek istiyordu.

Bu son karar ise, muhakeme tarzından vakıaların tefsirine ve ulaştığı kanaate kadar, hakka,

ada¬lete, kanuna aykırıydı.

ݺte o zaman Fransa yerinden oynadı. Bir gün son¬ra da (Emil Zola), meşhur, «Dtham ediyorum!»

yazısıyle ortaya çıktı.

Nasıl (Kalas) dâvasını büyüten (Volter) ise (Drey¬füs) işini de dünya çapında bir kıymete ulaştıran,

Fransız romancısı ve romanda (Natüralizm) mektebinin kurucusu (Emil Zola)dır. (Kalas) meselesi,

(Volter) olmasaydı bel-

508

509

ki kimsenin gözüne görünmeyecek ve hâdisenin kahr manı, insanlığı dolduran milyarlarca isimsiz

mazlum ara sında kaybolacaktı. Fakat (Dreyfüs) işi, hem zaman ve mekânı, hem de mânası

bakımından böyle değildi medenî dünyada kaba kuvvvetle hak arasındaki mücade¬leden iki tarafın

teşkilâtını içine almış bir örnekti; ve mutlaka büyüme, büyütülme istidadındaydı ve nasıl olsa (Emil

Zolâ) çapında bir kalem adamını zuhura getirecek¬ti.

Getirdi.

Asıl suçlunun bir örtbas etme duruşması sonunda beraetine hükmedilmesi üzerine (Emil Zolâ)

şahlandı ve Fransız Cumhurreisine hitap ederek kaleme aldığı «Dtham ediyorum!» yazısiyle bomba

gibi patladı.

O zamanki baskı tekniği ve gazete tirajına göre, meydana getirilmesi imkânsız bir hâdise doğdu.

(Emil Zolâ)nın yazısını neşreden gazete 300.000 nüsha (o devre göre normal baskı haddinin 10

misli) bastırıldı ve kapışıl¬dı. Fransa Genel Kurmay şeflerini, askerî mahkeme üye¬lerini, vukuf

ehlini hedef tutan ve onlara yağdırmadığı hakaret bırakmayan bir yazı... Muharrir, aynı zamanda,

bütün Genel Kurmay şeflerini, hakiki mücrimin suç orta¬ğı olmakla itham ediyor, vatan haini diye

lekeliyordu.

(Zolâ)nın gayesi açık: Kendisinin sivil mahkemede muhakeme altına alınmasını, böylece meselenin

bütün Fransız umumî efkârı tarafından doldurulacak aleni celse¬lerde alevlenmesini ve hakikatin

ortaya çıkarılmasını sağ¬lamak....

İstediği oldu:

Gazeteyi toplattılar.

Ve (Emil Zolâ) hakkında âmme dâvası açtılar.

Fransız savcısına ve ondaki kanun anlayışına bakın ki savcı, muharrin yazısındaki en ağır itham ve

hakaretle¬re rağmen, yalnız tek bir cümle üzerinde durabildi:

«— Askerî mahkeme, asıl suçluyu Genel Kurmay¬dan aldığı emir üzerine beraet ettirmiştir.»

Evet, savcı, yalnız bu cümleden; Genel Kurmayın sUçluyu gizlemek için emir verdiğini,

mahkemenin de enıir altında iş gördüğünü söyleyecek kadar ileriye varan bu cümleden âmme

dâvası açabildi.

Ve muharrir, elleri ve dili bağlı olmaksızın, hâkim huzuruna çıkarıldı.

Bütün Fransa ve bütün Avrupa ayaklandı ve (Emil Zolâ)nın dâvası etrafında halkalandı.

FDKDR VE HAKARET

(Zolâ)nın avukatı (Lâbori), gazete sahibininki de, Birinci Dünya Savaşının Fransa Başvekili

(Kilemanso)... Şu dans hakkında fikrini soranlara:

«— Niçin ayakta?»

Cevabını vererek, ancak yatakta yapılabilecek bir fiil olarak onun gerçek mahiyetini ortaya döken,

toprağa ayak üstü gömülmesini vasiyet eden ve «kaplan» lâkabını alan, istikbalin dünya çapındaki

devlet ve siyaset adamı...

Mahkeme kordiorunda, şahit olarak davet edilen bir çok yüksek rütbeli subay... Bunlar, başta

olduğu gibi, (Dreyfüs) aleyhinde ifade verdiler ve Şeytan Adası mah¬kûmunu vatan haini diye

gösterdiler. (Dreyfüs)ün ma¬sumluğunu ispata çalışan Yarbay (Pikar) ile, onun aley¬hindeki

vesikaların tertpiçisi Binbaşı (Hanri), mahkeme huzurunda birbirlerini tahkir ettiler ve işi düelloya

kadar götürdüler.

Kurmayların mahkeme huzurundaki tavrı, hâkimleri tesir altına alıcı ve mesnetsiz bir vatan - millet

edebiyatiyle ayran kabartıcı mahiyetteydi.

«— (Emil Zolâ) bir cinayet işlemiştir! Onun bu ci-

510

511

nayeti, askerin, üstlerine ve halkın orduya karşı ernniv ve itimadını baltalamaktır! Eğer Fransız

ordusunun k mandanları bu emniyet ve itimat duygusundan mahru bırakılacak olurlarsa,

çocuklarınızı zafer rneydanların değil, salhanelere göndermiş olursunuz!»

Kurmaylar, hâkimler heyeti huzurundaki bu sözle rinden sonra, Fransız halkının, kulaklarını Şimal

Şarkı hududuna çevirmesi icap ettiğini, ortada her ân yaklaş¬makta bir çizme sesi kabardığım,

düşman karşısında böyle milletle ordunun arasını açmanın en büyük cinayet olduğunu, bu

bakımdan ordunun kararlarına itirazsız baş eğmenin vatanî bir vazife olduğunu ilâve ederek adaleti

ağlarına düşürmek isteyici (demogoji)lerine tac giydirdi¬ler.

Ve haykırdılar:

— Ordu böyle istiyor! Fransamn yüksek menfaat¬leri böyle istiyor!

(Jüri) heyeti, (Emil Zolâ)nın, askerî mahkemeyi tahkir etmiş olduğuna dair kanaatini bildirdi ve

muharrir 1 yıl ağır hapse mahkûm edildi. Fakat son söz Fransız adaletinin yüksek kumanda heyeti

ve kurmaylar kadrosu olan Temyiz Mahkemesindeydi.

Eğer Fransa Temyizi, (Zolâ)nın mahkûmiyet kara¬rını, bozacak olursa, sadece muazzez fikirle,

uluorta ha¬karet arasındaki ayırıcı hak çizgisini çekmiş olmakla kal¬mayacak (Dreyfüs) vesilesiyle

adalete edilen işkenceyi de meydana vurmuş ve Fransız Genel Kurmayının bütün ter¬tip çatısını

yıkmış olacaktı.

Kurmaylar, yemediler, içmediler; ve Fransa Tem¬yizini pençelerine geçirmek için baş vurmadıkları

çare bı¬rakmadılar. Rica, niyaz, hamiyet teranesi, yüksek menfa¬at nakarati en acı şekilde tazyik,

tehdit...

Fakat, «mülkün esası adalet» ölçüsüyle, Fransa¬mn temeli olan bu müessese, tarihin bu en çetin

imtihan

ânında, kararını göz yaşartıcı bir ulvîyet ve fedakârlıkla verdi:

«— Muharririn, bir fikir ve kanaat mevzuunda hislerini en acı şekilde olsa da belirten yazısını

askerî ma¬kamlara hakaret kabul etmek ve bu ölçüyle mahkûmiyet kararı vermek, kanunun ruhuna

aykırı ve yolsuzdur.»

Böylece Fransa adalet cihazı, en üst teşekküliyle, bütün siyaset tesirlerini hiçe sayıyor, kaba kuvvet

tehdit¬lerine nefretle sırt çeviriyor ve fikir yazarı hakkındaki hükmü paramparça edip siyasetin

suratına çarpıyordu.

Fransız milleti, (Bastiy)i zaptettiği gün olduğu gi¬bi, adalet lehine, kaba kuvvete karşı galeyanda...

Hemen bütün Fransa, bu vesileyle, fert çavresindeki millet hakkı¬nın çiğnendiği ve imtiyazlı bir

sınıf elinde hak ve adalete galip bir (otorite) yaşatılmak istendiği fikrine düştü.

O sırada, milleti kazanmak için, yaklaşan umumî seçimlerin temel ölçüsü de bu mevzua geçmiş

görünü¬yordu. Kılıçla hak arasındaki çarpışmada hak safmı tutan¬lar, milletin temsil şerefini

kazanacaklardı.

Temyizin (Zolâ)ya ait karan bozmasiyle beliren halk heyecanı, seçim şansının ne tarafta olduğunu

göster¬mişti.

Artık gazeteler gemi azıya aldılar ve her gün sü¬tunlarını (Dreyfüs) lehinde yazılarla doldurur

oldular. Ga¬zeteler o kadar ileriye gitti ki, Genel Kurmay ile Millî Müdafaa teşkilâtının, el ele

vererek halkı kandırdığı ve adaleti çizme altında ezdirdiği ithamına bile yol açıldı. Bütün gazeteleri,

bütün sütunlariyle (Emil Zolâ)nın «it¬ham ediyorum!» yazısı, şiddet bakımından geçti.

Fakat Genel Kurmay, artık Fransanın düşmanlarına galip gelmek yoluna girmiş olarak, milletine ve

adalete mağlûp görünmekte... Fransa ordu teşkilâtı yepyeni kad¬rolarla hüviyetlendirildi, Genel

Kurmayda ve ileri ku¬manda kademelerinde şüphelilerden kimse bırakılmadı;

512

513

ve artık, fincancı katırlarını ürkütmek korkusu olmaksız her şeyi söylemenin mümkün olduğu bir

hava açıldı.

Ve işte o zaman, (Dreyfüs)ün mahkûm edilişin(je esas tutulan Genel Kurmay dosyasının, sanık ve

avukat na gösterilmediği meydana çıktı. Bununla beraber olarak (Dreyfüs)ün cürmünü ispat

edebilmek için sahte vesika tanzim edildiği ve bunu, mahkemede Yarbay (Pikar)a ha¬karet eden

Binbaşı (Hanri)nin düzenlediği anlaşıldı. Tev¬kif edilen Binbaşı, zindandaki hücresinde canına

kıydı Ele geçen ilk casusluk vesikasının da, Macar asıllı Binba¬şı (Esterhazi) tarafından kaleme

alındığı öğrenildi. Bu Binbaşı, iş bu kerteye varınca yakalanacağım anladı ve Ingiltereye kapağı

attı. Orada yazdığı yazılarla da suçunu tevil yollu, itiraftan başka bir şey yapamadı.

Artık her şey, gün gibi açık öyle mi?

Öyleyse ne diye (Drefyüs) hâlâ «Şeytan Adası» nda?...

Hattâ bütün bunlardan, ismi etrafında dünya çapın¬da şamatalardan habersiz ve kıyametten başka

her hâdiseye kapalı, o korkunç uzaklık ve yabancılık kuyu¬sunda?..

Heyhat ki, onun bu kuyudan çıkarılması, atılmasın¬dan daha zalimce olacaktır.

NETDCE

Evet; bütün bunlardan sonra (Dreyfüs)ün hemen kurtarılıp Fransaya getirilmesi ve törenle

karşılanması lâzım gelirken, bir taraftan onu kurtarmak, öbür taraftan da kılıcın yeniğini

düzleştirmek için, hükümet, birbirine zıt iki siyaset kollamaya mecbur kaldı. Belki «hükümet

hikmeti» denilen şey de bunu emrediyordu.

514

(Dreyfüs)ün karısı, adalet mercilerine baş vurdu ve kanun gereğince muhakemenin iadesi isteğinde

bulundu. ݺte, başını almış giden hâdiseler karşısında hükümetin girdiği ilk çıkmaz... Şimdi

(Dreyfüs) bir de beraet etti mi, ayıkla pirincin taşını! Vakıa o, halk vicdanında beraet et¬miştir;

fakat bu hüküm nihayet indî ve hissî ölçülere bağ¬lıdır ve hakikatin tahmininden ibarettir, kendisi

değildir. Eğer «Divan-ı Harp» kendi öz kararını bozacak ve o âna kadar ileriye sürülen ithamları

üzerine alacak olursa koca bir ordu müessesesinin hali neye varacaktır? ݺ bu derece¬ye kadar

büyütülmüş ve artık vaziyetin birkaç şahıs feda-siyle kurtarılacak bir tarafı kalmamıştır.

Hükümet, muhakemenin iadesi isteğini temyizden geçirdi ve âdeta isteğin reddini ondan bekler gibi

bir ah¬maklığa düştü. Yine Temyiz üzerinde binbir tazyik... Ga¬yet tabiî olarak Temyiz,

muhakemenin iadesi kararını verdi.

(Dreyfüs)ün müdafaasını, avukatı (Dömenj) ile (Zolâ)nın vekili (Lâbori), üzerlerine aldılar.

Duruşma as¬keri mahkemede devam ederken, bu vaziyet karşısında askerlerin ne hale geldiğini

gösteren bir vak'a oldu. Meç¬hul bir şahıs, mahkeme çatısı altında avukat (Lâbori)yi öldürmeye

kalktı ve çantasından bazı subaylar aleyhinde¬ki vesikaları alıp kaçtı. Avukat, aldığı yarayı çabuk

atlattı ve duruşmalara katılmaya başladı. Fakat hakikatin güneş¬ten daha parlak tecellisine ve artık

delil olmaktan çıkıp gerçeğin tâ kendisi olmaya başlayan bunca hüccet ifade¬sine rağmen, avukat,

mahkemenin eski kararında ısrar ed-ceğini anladı ve birdenbire müdafaasından vaz geçti. De¬ğeri,

hakkındaki suikastten belli olan şahsiyetli avukat, müdafaaya bile tenezzül etmemekle, en doğru işi

yapmış¬tı. Nitekim, dünya adalet tarihinde görülmemiş bir ceza anlayışı içinde, askerî savcı, ayağa

kalktı ve dedi ki:

— Sanığın masumluğunu ispat edecek bir delil ve

515

emare bulunmadığından yüksek mahkemenin mahk miyet kararı vermesi «arz ve talep» olunur.

Ve mahkeme, ekseriyetle (Dreyfüs) aleyhinde in yıl ağır hapis cezasına hükmetti.

Ve bütün Fransa, kendi askerî adalet cihazı aleyhi¬ne ağzına geleni söylemeye başladı. Bu

köpürüşün bir de¬rece ilerisi, sopalar ve baltalarla, tüfeklerin üzerine yürü¬mekti.

Bu hususta bir İngiliz cezacısının fikrini ayniyle gösterelim:

«— Suçu, isnat edenin ispat etmesi gerekirken, ma¬sumluğunun ispatı külfetini (Dreyfüs)e

yüklemek, askeri zihniyetin hukuk fikriyle asla bağdaşamayacağı kanaatini kuvvetlendirir.»

Ve bu görüşün peşinden, askerî mahkemelerin an¬cak harp zamanlarında vazife görmeleri ve

sulhta adalet işleriyle meşgul olmamaları yolunda bir cereyan açıldı.

Nihayet, hükümetin, başta izah ettiğimiz inkıbazlı siyaseti ve bu siyaset etrafındaki sahne oyunları

meydana çıktı. Milli Müdafaa Bakanı bizzat harakete geçti ve ordu adına Cumhurreisine baş

vurarak bir istekte bulundu:

«— Yüzbaşı (Dreyfüs) hakkındaki kararın adalete uygunluğundan şüphe etmemekle beraber, bu

hususta ta¬lihsiz subayın lehindeki noktalan usul mecrasına intikal ettirmek mevkiinde olmayan

mahkemenin bu mazur du¬rumuna karşı, Anayasanın yüksek makamınıza tanıdığı hususî af

hakkını kullanmanızı rica ederim.»

Ve «Şeyatn Adası»nın dört yıllık mahkûmu, tama-miyle suçsuz ve alâkasız (Dreyfüs), kılıca karşı,

haysiye¬tini koparıp geri almış değil de, lütfen affedilmiş olarak, bundan böyle hep sun'i teneffüsle

hayat sürmek üzere, kurtarıldı.

Şimdi, Fransız askerî zihniyetine en ağır şekilde jıü'cum teşkil ettiği halde, Fransız Temyizince,

asla ordu¬ya hakaret belirtmediği gerekçesiyle beraetine hükmedi¬len meşhur «Dtham ediyorum!»

yazısına parça parça bir göz atalım ve ibretten ürperelim:

«—Bir Harp Divanı, aldığı emir üzerine (Esterhazi) adındaki adamı beraet ettirmekle, her türlü

adalet ve haki¬kate karşı büyük hakaret savur muş oluyor! Olan olmuştur; Fransa'nın yüzüne, bu

pislik bir kere sürülmüştür!»

«— Susacak olursam, tâ ötelerde, en korkunç işken¬celer içinde, işlemediği bir suçun cezasını

çeken bir masu¬mun hayaleti rüyalarıma girecek».

«— Namuslu insanları bu kararı okumaya davet edi¬yorum! Tâ uzaklarda Şeytan Adası'nda, o aşırı

cezayı dü¬şünüp de yürekleri sızlamazsa, yuf olsun derim onlara!... (Dreyfüs) birçok dil

biliyormuş: Suç!... Evinde lekeleyici hiçbir vesika bulunamamış: Bu da suç!.. Çalışkanmış, her şeyi

öğrenmeye can atarmış: Suç!... Heyecanlanırmış: Suç!..»

«—Vesika lâfı tamamiyle yalandır! Hem de yalan atanların cezaya çarptırılmaktan mahfuz

olmaları, onlara hakkı teslim ettirmenin mümkün olmayışı nisbetinde çirkin ve hayâsız bir yalan!»

«— Bize ordunun şerefinden söz ediyorlar. İstiyorlar ki, onu sevelim, ona saygı gösterelim...

Doğru!... Şüphesiz ilk tehlikede şahlanacak, topraklarımızı koruyacak olan or-

516

517

dudur; yani topyekûn millettir. Ona karşı, aslında sev • den, saygıdan başka ne duygumuz olabilir?

Ama, mesele h değil şu anda! Biz, adalet ihtiyacı içinde ordunun şerefin' itibarını istiyoruz! Mesele,

hakkiyle kılıca sarılmakta... Bel' ki yarın bizi onun emrine verecekler. Böyledir diye kör' körüne

onun kabzasını öpemeyiz!»

(Emil Zolâ) buraya kadar olan fikirle karışık hissî intihalarından sonra, birdenbire, yine fikir

temeline dayalı olarak heyecanların en keskinine geçiyor ve asıl suçluları başta o zamanki Paris

gazeteleri olmak üzere itham, ve teşhire girişiyor:

«— O çirkef basına dayanıp, kendini Paris'in hilekârlarına savundurmak bir suçtur! Neticesi

meydanda: Bunlar hakkın, dürüstlüğün mağlûbiyeti sayesinde muzaf¬fer oluyorlar! Fransanın

âlicenap olmasını, hür ve âdil mil¬letlerin başında gelmesini isteyenler, Fransa'yı karıştırıyor diye

itham etmek bir suçtur! Hele, bütün dünya önünde, bu adli hatâyı kabul ettirmek için komplolar

tertiplemek bir suçtur! Umumi efkârı aldatmak, onu hezeyana sürükleyip bu ölüm işinde onu

istismar etmek bir suçtur! Küçük ve mütevazı kimseleri hapislere tıkmak, yahudi düşmanlarının

arkasına saklanıp zorbalık ve müsamahsızhk duygularını kamçılamak suçtur! İnsan haklarının

(liberal) Fransası bu illetlerden kurtulamazsa mahvolur. Kin dâvaları için va¬tanseverliği istismar

etmek bir suçtur! Bütün insanlık ilmi, geleceğin hakikat ve adalet eseri uğruna seferber olurken

silaha tapmak bir suçtur!»

verdiği gün, kendisiyle birlikte her şeyi de havaya uçurur.

Benim bir tek ihtirasım var, bunca acı çeken ve saa¬dete hak kazanmış olan insanlık adına hakikati

meydana çıkarmak....Benim ateşli itirazlarım ruhumun feryadından ibarettir. Hadlerine düşmüşse

beni ağır ceza mahkemesine versinler. Tahkikat apaçık görülsün... Bekliyorum!»

(Dreyfüs) meselesi de, taşıdığı birçok mâna bakı¬mından tarihi olmak mevkiinde bir mazlumun,

son anla¬rında kuyunun dibinden çekilip alınmasiyle, böylece ka¬pandı. Fakat hiçbir meseleyi tam

kapatmayan zaman ve onun zabıt kâtibi tarih, işine devamdadır.

«— ݺte, muhterem Cumhurreisi, yalın hakikat bun¬dan ibaret! Bu hakikat korkunçtur ve sizin

başkanlığınız için bir leke olarak kalacaktır. Hakikati toprağa gömerlerse yer altında birikir ve

öylesine bir kuvvet kazanır ki, patlak

518

519

(XVI)

(DTTDHAT VE TERAKKD) CDNAYETLERD

ABDULHAMID

Birinci Dünya Savaşının son yılı... İttihat ve Te¬rakki Komitesinin devirdiği İkinci Abdulhamîd,

Beyler¬beyi sarayında, hükümdarlığından beri sürdürdüğü âdetine uygun, basit ve küçük bir odada,

âdi ve şatafatsız bir karyola üzerinde, son dakikalarını yaşıyor. Kireç rengi dudaklarında, Tevhit ve

Şehadet kelimelerinin ölgün kı-pırdanışları...

Çanakkale Boğazı zorlanırken tası tarağı toplayıp Anadoluya kaçmak isteyen İttihat ve Terakki

elebaşiarı, ona vaziyeti ve nereye gitmek istediğini sordukları zaman şöyle demişti:

«Benim ceddim Fatih Sultan Mehmet, İstanbulu kuşatırken, Bizans İmparatoru kaçmayı

düşünmemişti. Yeni Padişahınız istediğini yapmakta serbesttir. Fakat

521

ben, otuz küsur sene tahtta kalmış ve Türk İmparatorlu ğunu korumuş bir hanedan âzası sıfatiyle,

yerimden ki mıldayamam! Mukadderse, Bizans İmparatorunun kucak açtığı akıbeti ben de burada

karşılarım, burada ölürüm!»

Ve millet cellâtları, bu muhabbet ve ulviyet karşı¬sında eriyip kala kalmışlar, belki de aynı tokat

yüzünden kendilerine gelir gibi oldukları için ilk dehşet ânını yene¬bilmişler İstanbulu

bırakmamışlar, başlarının üstünde ve¬ya tabanlarının altındaki kukla Padişahı da yerinden

oy¬natmamışlar, bu sayede korkularını cepheye sıçratmaktan kurtulmuşlar, Çanakkale zaferi de

kazanılabilmişti.

«—Dçime doğan şu ki, başımıza ne geldiyse, bu adama ettiğimiz zulüm yüzünden... Ne gelecekse

de o yüzden gelecek!..»

ݺte, bilmem kaç çifte saltanat kayığiyle karşı sa¬hildeki yalısına geçen Enver, bütün hayatında ilk

ve son olarak, geçmişi ve geleceği doğru görüyordu.

Enver, Talât'a ilave etmişti:

«—Bizi bir hizip kandırdı; bütün dünyayı da oyna¬tan, milletlerarası bir hizip... Masonlar ve

Yahudiler... Biz bu dâvada, onların uşağı, kuklası olmuşuz meğer!.»

İkinci Abdülhamid, İttihat ve Terakki'nin, koca İmparatorluğu Dünya Harbine sürüklediği haberini

alınca da, sakalında gözyaşı'incileri, şöyle demişti:

«—Dşte şimdi her şey bitti! Benim yıllarca sakındı¬ğım akıbete gönüllü olarak koşuyorlar! Yazık

oldu bu millete!»

Bir gün, başı secde noktasına değecek kadar eğik, duası:

«—Yarabbi; bana bütün bu iftiraları eden, bunca zilleti taddıran, hakkımı örten, hakikatimi

gizleyen zalim¬leri affetmiyorum! Sen de affetme!»

Ve yine bir gün, onu ziyaretten dönen, elebaşların başları Enver ve Talat, sandalda giderken, Enver,

kirpik¬leri yaşlı, Talat'a içini boşaltmıştı:

Ben tarihçi değilim; olmaya da istekli bulunmuyo¬rum. Benim faaliyet plânım ve gayem, sadece

tefekkür ve sanat... Terkip, tefsir ve kıymet hükmü... Öleyse; istekli¬si olmadığım bir sahada, sırf

tefekkür plânına bağlı bir hakla, devirlerdir yolunu kolladığımız, fikir sahibi, (sen¬tez) yapabilmek

iktidarında Türk tarihçisine zemin hazır¬lamış olmak gibi bir eserim varsa bunu kendi ağzımla

haykırmamı hoş görmek ve herhangi bir iddia ve böbür¬lenmeye yormamak lâzım...

ݺte, en büyüğü çeyrek aydın ayarında bile tutma¬yan ve hiçbir inceliğin farkında olmayan sözde

münev¬verlerimize karşı, artık cesaretle haber vermenin günü gelmiştir ki, bu memlekette,

Tanzimat boyunca yenileş¬me ve garplılaşma hareketimizin kimya kâğıdı halinde bir Abdülhamid

dâvası vardır ve onu ilk defa ortaya atmış olan insan, bu kitabın kapağında ismini gödüğünüz âciz

mahlûktur.

(1939'da, Tanzimatın yüzüncü yıldönümü müna¬sebetiyle, devrin Maarif Vekili tarafından bana

ısmarla¬nan eserdeki, kısmî, 1943'den sonra da Büyük Doğu'lar-daki umumî tez...)

522

523

En kısa ve kaba çizgilerle İttihat ve Terakki 'nin ? nayetlerini göstermeye mahsus bu fasılda tezimi

ortav çıkarmanın ve Abdülhamid'i malûm mazlumlar serisina almanın mânası yokken, benim

gözümde Kanunî Sultan Süleyman'dan büyük olan bu hükümdarı, el attığırn (klâsik) mazlumlar

dışında ve gayet hususî mânada, öy¬le bir kaç sayfalık değil, cilt cilt eserlik, apayrı seri üstü hakkı

cellâtlarca yenmiş ve devirler boyu yedirilmiş bir mazlum olarak, noktalamadan geçemezdim.

Yaptığım ve yapmak zorunda olduğum bu kadar¬dır. Bu yüzden bu birkaç sayfalık kısım,

Abdülhamîd'in çeçevelenmesi değil, birkaç fırça darbesi içinde toplu ve esaslı mânalarına

kavuşturulması; peşinden de İttihat ve Terakki'nin sırtında onun İmparatorluk naaşım taşıyarak,

kendi sayısız mazlumları cephesinden ele alması için...

Böylece Abdülhamid'i bir kitap başlığı halinde ifa¬de ettiğimiz gibi, onun hakkındaki eski tezimizi

de yine kitap başlıkları halinde 11 maddeye irca edebilir; ve bu muazzam dâvayı geleceğe

ısmarlayabiliriz.

1— Abdülhamîd, aleyhinde yalan tarih uydurul¬muş, sahte ilim imal edilmiş; ve Galata Kulesi'nin

bostan kuyusu diye gösterilmesi tarzında tam zıddiyle teşhir edilmiş; ve bütün bunlar onun

Müslüman-Türk şahsiyeti ve şahsiyetçiliği yüzünden, bu iki oluşa düşman hizipler-ce yapılmış,

dâsitanî bir kurbandır.

2 — Abdülhamîd, dış siyaseti bakımından o za¬manki Avrupa nizamına göre parçalanması ve

paylaşıl¬ması hemen hemen bir «oldu-bitti» haline getirilen ve Moskov buluşuyle «Hasta Adam»

diye yaftalanan Türk devlet ve milletini 33 sene ölüm geçidinden geçirici ve koruyucu dehâdır.

3— Abdülhamîd, Galata balozlarına ve kozmopolit salonlarına kadar düşürülen devlet sırrını, ilk

defa olarak kıymetlendirmenin, ve bugün bütün Batılı devletlerce be-

524

njmsenmiş gizli istihbarat şebekesini kurmuş olmanın, ancak takdire lâyık tedbir zekâsıdır.

4— Abdülhamîd, milletinin ruh ve şahsiyet daya-nağı temel ölçüler mizanından tam teftişli ve

murakabeli olarak Garp medeniyetine kucak açmış, müspet bilgileri memlekete sokmak için

elinden geleni yapmış, ilk defa jıer bucağa sanayi mekteplerini dikmiş, devrine göre bü¬tün yüksek

mektepleri ve üniversite şubelerini temellen-dirmiş, bayındırlık tesislerini manzumeleştirmiş

İstan¬bul'a iyi su getirmek için adını verdikleri çeşmelere kadar herşeyi düşünmüş, madde

kalkınması ve dâvasının (1) numaralı kahramanıdır.

5—Abdülhamîd, çürük ruhun çürük maddesine ait

en acıklı araz nahiyesi olan iktisadî vaziyeti, kendisine

«pinti» lâkabını kazandırıcı ve bütün devlet teşkilâtına ör¬

nek verici şahsî tasarrufuyle düzeltmiş, seleflerinin hedi¬

yesi milyonlarca altun (bugünün -1966- parasiyle 50

milyar lira) dış borcu kendi hususî bütçesinden ödemiş,

bir kuruş borca girmemiş, ekmeğe 5 paralık zammı bile

kabul etmeyip farkını kesesinden vermiş ve zamanını

dostuna ve düşmanına «bereket devri» diye yâdettirmiş

olan büyük idarecidir.

6— Abdülhamîd orduda Gazi Osman, Gazi Muh¬

tar, Gazi Ethem Paşalar, siyasette Kâmil, Sait, Tevfik Pa¬

şalar, büyük kültür kadrosunda Ahmet Cevdet, Abdurrah¬

man, Abidin, Giridî Sırrı Paşalar, daha niceleri ve nicele¬

ri, devrinde bütün «rical» buketini elinde tutan ve ileride¬

ki safhada bu demette katır tırnaklarından başka birşey

kalmayan, doğurucu, besleyici ve geliştirici şahsiyettir.

7— Abdülhamîd, güya döktüğü kanların silinmez lekesinden kinaye, kendisine ilk defa Ermeni

komitecile¬rin taktığı, emperyalist Avrupalıların yaydığı, İttihatçıla¬rın da çivilediği «Kızıl

Sultan» lâkabına karşılık, bütün hayatında yalnız katil bir haremağasının idamından başka

525

hiçbir suçlunun ölüm hükmünü imzalayamamış, memu olduğu yerde bile insan hayatına kıyamamış

ve böyle ol duğu için kendisine kıyılmış, hastalık çapında bir şefkat ve merhamet örneğidir.

8— Abdülhamîd, Selanik yönünden gelen ve âdet olduğu gibi, Padişahı kurtarma yalanı ile yola

çıkarılan isyancilar teşkilâtını Hassa Ordusunun birkaç taburiyle darmadağın etmesi en kolay işken

bunu yapmayan, Hassa kumandanı Mahmut Muhtar Paşanın ayaklarına kapana¬rak ettiği ricayı

kabul etmeyen ve tek damla kan dökül¬mesine razı olmadığını bildiren muhteşem iç hayat ve iç

hesap seciyesidir.

9—Abdülhamîd, emperyalistlerce selefine «Du-

yun-u Umumiye» karşılığı yutturulmuş, modası geçmiş;

hem (Personel), hem (materyal), hem muharrik kuvvet,

hem de vazife sahası ve iş gayesinden mahrum (fantezik)

donanmayı Halic'e çekmek ve bütün değeri kara ordusu¬

na vermekle, ancak İngiliz Amiralliğinin anladığı ve son

zamanlarda kitap şeklinde belirttiği üstün idrakin nümu-

nesidir.

10—Abdülhamîd; Batının iç mimarîsi (Barok) ve

(Rokoko) artığı, bön ve mağrur Dolmabahçe'yi bırakıp

Yıldız'a çekilen, şahsiyetini göstermeye oradan başlayan

ve bütün saltanatı boyunca sönük dekorlar içinde milletin

yükünü omuzlarında taşıyan ve Lâleli Postahanesinden

«Hadimünnas» Efendi dilekçesine kadar bizzat inceleyen

çile adamıdır.

11—Ve nihayet Abdülhamîd, Kanunî ile yer değiş¬tirecek olsa, Uludağ boyunda görülen bir toprak

kanbu-rundan ibaret kalacağı, millet yükü altında kanburlaşmış olan kendisinin ise Himalâya'yı

geçeceği; hakkında ne söylenmişse tersiyle doğru, çözümünde tarihî srrlarımızın en büyüğü ve

herşeyi aydınlatıcısı yatan bir bilmecedir.

Tarih bunları yazmayacak mıdır?

Allah'ın izniyle bu memleket kalacaktır!

Kalacaksa gerçek mânada tarihçisi gelecektir.

Gelecekse bunları yazacaktır.

Hiçbir hakikat yoktur ki, gömülü olduğu yerde çü-rüyüp gitsin; ve gömülü hakikatler çağı uzadığı

takdirde bir gün bomba tarrakalarıyle patlayarak meydana çıkma¬sın...

Şimdi İttihat ve Terakki'nin sırtına, tarihin emsal¬siz ve hususî mazlumu, mâna kurbanı

Abdülhamîd'i yük¬ledikten sonra öbür mazlumlara geçebiliriz.

Abdülhamîd'in ölüm sahnesiyle açtığımız bu fasla, -ne cilvedir!- onun istipdat ve kızıl sultanlığına

inanmış bir insan olan tarihçi Ahmet Refik'ten öğrendiğimiz şu cenaze tablosunu ekleyelim:

Sultan Abdülhamîd'in irtihal eylediği gün, halkın ruhen isyanı zımnen tezahür etmiş gibiydi.

Cenazenin ge¬çeceği yollar binlerce ehali ile doluydu. Abdülhamîd'in cenazesi tekbirler ve

tehlillerle götürülürken, şehit anala¬rı, dul zevceler, evlâtlarını türediler cehaletine kurban ve¬ren

babalar, müteessirane ağlıyorlar; birçok kadınlar göz¬lerinden yaşlar dökerek, ellerini semaya

kaldırmışlar, ba-ğırıyorlardı:

—Başını kaldır da bak! Bizi kimlere bırakıyorsun?

Allah'ın büyüklüğüne bakın, kimlere neler söyleti¬yor; ve Rahmetinin duası, nasıl öldüğü günden

gerçekleş¬meye başlıyor?..

KOMDTE

Ne korkunç isim değil mi? İsimler, sadece lügat mânalarına göre değil, kendilerine renk ve şekil

veren

f

526

527

vakıalara göre hususî bir iklim taşır. Basit ve mücerr anlamıyla «topluluk»tan, başka bir şey

olmayan «komi te», üzerine biraz esrar ve kanunsuz teşebbüs tuzunu dök tünüz mü, hemen tadını

değiştirir ve yenmez, yutulmaz bir acılık bağlar. O anda karşımızda, bir mağarada, reçi-neli çam

dallarının ışığı altında, silâhları dizinde, çarıklı aba ceketli, keçe külâhlı, kırçıl sakallı ve kazma

dişli Balkan Komitecisi tipi canlanır. Vahşetleriyle hallerine göz atan sırtlanları bile kaçıracak

kadar korkunç olan bu tiplerin kurduğu topluluk nerede; meselâ bir bankanın «Direktörler

Komitesi» nerede?

Bizim ele aldığımız topluluksa, işe kolalı yakalar, ipek kravatlar ve gümüş saplı bastonlarla

başlayıp gayeyi sırtlan kaçıncı komitecilikte tamamlayan bir mâna ve madde kadrosu olduğuna

göre, Balkan Komitecisine ba¬karak özendikleri ismin hakkını vermezsek, hak yemiş oluruz. İttihat

ve Terakki'nin komite isminden anladığı, ne Fransız İhtilâli'ne bağlı «Umumî Selâmet ve Emniyet

Komiteleri», ne de herhangi bir şehir ve işyeri topluluğu¬dur. Elinde bir devlet ve hükümet

bulundururken bile ka¬ranlıklar, izbeler, koğuklarve kör kuyularla dost, ve en çok güneşe,

kalabalığa, meydana ve düzlüğe düşman bir insan halkası... Onlar iktidarda bile olsa, umumi

merkez ve karargâhları manada böyle bir mekân içindedir. Onun içindir ki, Türk Milleti, beşikten

mezara kadar din ve ırzı¬na suikastlerinden destanlar dinlediği Moskof eliyle yu-ğurulmuş

komiteciye ve onun ismine nefret eder, dehşetle bakar; ve bu ismin başka bir tahsis şekline akıl

erdiremez. Bir kayalığın tepesinde, mavzerine dayanmış Türk köyü¬ne bakan komitecinin yılan

gözlerinde, o köye ait ırz, mal, can, bütün aziz mülkiyetlerin sembolü, hilâl şeklin¬deki alem parlar.

Köyün bütün insan mevcudu halinde ayakta duran minare üstünde bu alem, arkasındaki her türlü

mülkiyetle, bu yılanın yutmaya memur olduğu tadı-

na doyulmaz manevî çörektir; ve onun lezzetinde bakirelerin kanları, çocukların yürekleri,

erkeklerin göz-bebekleri ve ihtiyarların beyinleri vardır. Rumeli muha¬cirlerinin asırlardır, çığlık

çığlık, Anadolu'ya haberini yaydığı komiteci, Türkün gözünde budur; ve ne gariptir ki Türklüğü

kurtarmak dâvasıyle onu bırakmak için her-şeyi yapan bazı Türklük iddiasındakilere örnek, ruhta

ve maddede işte bu komitecidir!

Komitenin, başının başının başı, İkinci Abdülhamîd eliyle tam bir feyz ocağı haline getirilen

«Tıbbiye»...

İlk İsmi «Dttihad-ı Osmani»...

1889 Mayısının 21. Günü, Ohrili Doktor İbrahim Temo, Arapkirli Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı

İshak Sükuti, Kafkasyalı Mehmed Reşid ve Bakûlu Hüseyin Ali tarafından kuruldu.

Tıbbiye Mektebi hamam ve mutfağına ait odun yı¬ğınlarının tepesinde kuruyorlar ilk defa

birliklerini... On¬dan sonra Edirnekapı dışındaki İnciraltı toplantısında, işi fikirde daha

genişletiyorlar; üyelerini Trabzonlu Abdül-kerim Sebati, Üsküdarlı Şerafeddin Mağmumî,

İstanbullu Asaf Derviş, Bosnalı Ali Rüştü Efendilerle artırıyorlar ve bir faaliyet kanavası çiziyorlar.

KendilerineTıbbiye dışın¬dan da katılmalar başlıyor ve bilhassa istikbalin meşhur¬larından

Ubeydullah Efendi, Saadet Gazetesi başyazarı Ali Şefik Bey, Necip Draga, Giritli Muharrem,

Kosovalı İbrahim; ve hususiyle ilerideki (1) numaralı şef, o zaman posta memuru Talât Efendi

(Paşa) halkaya giriyor.

Parça parça edilen hakikatten, herbirinin ağzında ayrı bir uzviyet sarkan, bu yedi iklim, dört

bucağın tiple¬rine dikkat ediyor musunuz?

O sıralarda Diyarbakır'a giden Abdullah Cevdet orada istidatlı bir genç buluyor: Sonraki ismiyle

Ziya Gö-kalp... Onu alıp İstanbul'a getiriyor, şeflerden İbrahim

528

529

Temo ve İshak Sükuti'nin önüne sürüyor; bunlar da gene ve istidatlı Ziya Efendi'ye and içiriyorlar

ve onu Baytar Mektebine yazdırıyorlar.

Bu çekirdek örülürken, meşhur Ahmed Rıza, Bursa Ziraat Mektebi müdürüdür, «Nilüfer»

gazetesinde sözde fikrî ve ilmî yazılar yazmaktadır; hususiyle resmî günler¬de Sultan Abdülhamîd

hakkında kaleme aldığı dalkavuk¬ça methiyelerle göze görünmek emelindedir. 1889 Paris

Sergisi'ni gezmek için oraya gitmiş, kalmış ve Padişaha raporlar yağdırmaya başlamıştır.

İttihatçıların, cemiyetlerini Avrupa'da temsil etme¬si ve mihraklandırması için buldukları adam,

işte budur. Bütün ömrünce şahsî çıkarından başka hiçbir gaye güt¬mediği, yığın yığın vesikalarla

sabit, ilerideki «Meclis-i Mebusan» Reisi Ahmed Rıza Bey Fransız filozofu müs¬pet akılcı (Ogüst

Komt)a bayıldığı için, cemiyetin adını (Pozitivizm) remzi «Nizam ve Terakki» koymak istiyorsa

da, İstanbul'daki gençler ismin yarısını ondan alarak ve yarısını da kendileri koyarak «Dttihat ve

Terakki» yapı¬yorlar. Böylece, bir müddet sonra bu adamlardan hiçbiri¬ne (Talât müstesna)

metelik-.vermeyecek olan Komite, ta¬şıdığı mefhumların tam aksine memur işini, yaftalamış

oluyor: Birleşmek, tekte toplanmak ve ilerlemek, yüksel¬mek isteyenlerin cemiyeti....

Cemiyete ayrıca alâka, himaye ve nisbet belirtenler arasında şair İsmail Safa, Prens Sabahaddin'in

babası Da¬mat Mahmut Paşa, Ferik (Korgeneral), Şükrü Rıza Paşa, Doktor Necmeddin Arif,

Telgraf Nâzın Muavin Fuad, Doktor Süleyman Numan ve daha birçokları vardır.

Teşkilât, ufak tefek bazı ihbarlar ve onların netice¬sinde çok küçük cezalardan başka bir engele

çarpmaksı-zın genişlemeye başlıyor. Gayesi, devrin Padişahını taht¬tan indirmek olan ve çalışma

usulleri hiçbir ihtilâl bilgisi¬ne dayanmayan, hattâ müthiş bir kofluk ve bönlük arze-

530

jen bu adamların, bir mutlak idare devrinde paşalara ka¬dar böyle nasıl uzanıp gelişebildikleri,

gerçekten üzerinde kafa patlatılması lazım bir mesele...

Bunun bizce cevabı şudur: Abdülhamîd'in mutlak idaresi devrindeki müsamaha, şefkat ve hürriyet,

hiçbir devirde olmamıştır da ondan..,

Artık İstanbul'da, İzmir'de, şurada burada, boyuna aenişleyen İttihat ve Terakki halkası... Geleceğin

Maarif Nazırı, maruf ilim adamı Emrullah Efendi, gazeteci ve Avukat Tevfik Nevzat, Şair

Tokadîzade Sekip, şair Ab-dülhalim Memduh, hep İttihatçı...

Paris'te Ahmed Rıza pek ucuza mal ettiği nispeti¬ni, orada «Meşveret» gazetesini kurarak

desteklemiş, bü¬yük yankılar ve ardı sıra menfaatler devşirebilmiş ve Meşrutiyet dâvasını da

(ideolojik) bir temele oturtmaya kalkmıştır. Bu yüzden ağırlık merkezini de, hem korku¬suz, hem

de her türlü şamataya müsait bir yer olan Paris'e kaydırmayı bilmiştir.

Artık Ahmed Rıza idaresinde bir talimat ve idare merkezi haline gelen Paris'in İstanbul'daki

postacısı (Tusten) Paşa isimli, Harbiye Mektebinde muallim (!) bir Fransız... Gördünüz mü

Avrupalı mütehassısın rolü¬nü?.... Yine Harbiye'de muallim ve ileride Paşa, Çürük-sulu Ahmed

Bey, bu Fransızdan rica ediyor; o da gidip Posthanede ne kadar gizli muhabere evrakı varsa alıyor

ve Çürüksulu'ya teslim ediyor.

Siz bu insanların ruh ve milliyet kumaşlarındaki lekeye bakın ki, 1894 senesine kadar böylesine

engelsiz, korkuluksuz genişleyen bu topluluk, aynı senenin Ermeni ayaklanmasında, Ermeniler

Babıali'yi basmaya ve Os¬manlı Bankasını yağmalamaya kadar cür'et gösterirken, bunlar ilk defa

neşrettikleri beyannamelerle, halka Erme¬ni komitelerinin arkasından gitmeyi, Babıali'yi,

Şeyhülislâm Kapısını, Yıldızı yakıp yıkmayı, yani Türk

531

devlet ve millet düşmanlarıyle el ele iş görmeyi tavsiv etmişlerdir.

Onlar ki, hem Ermeniler vasıtasıyla Türk Milleti ne, hem de Türk Milletini zorlayarak Ermeni

milletine edilen, tarihte misli ve manendi görülmemiş zulmün bas tertipçisi...

(JÖN-TÜRK)

Ermeni vakası peşinden ve onun ruhuna sığınarak her tarafta boy göstermeye başlayan İttihat ve

Terakki be¬yannamelerini Cemiyetin, içinden dışarıya doğru ilk fiilî adımı sayabiliriz. O zamana

kadar nazik ve mahcup bir seyircilikten ileriye geçemeyen Saray, bu ilk adım üzeri¬ne aklını

başına toplamaya, hâdiseye dikkat etmeye ve onları mânalandırır gibi olmaya başlıyor; ve bir

hastahane hademesinin doktor ağzından kaptığı birkaç kelime halin¬de, lügat kitabı ezberlemesi üç

beş Fransızca mefhumla beraber «Hürriyet, Müsavat, Adalet» klişesinden başka bir şey bilmeyen

zamane gençlerini sağa sola dağıtıyor. Sürgün adı altındaki bu dağıtış, İttihatçı gençlere, «Kise-i

Hümâyun»dan, hayatlarında görmedikleri refah şartlarını sağlayıcı, şurada ve burada oturmak

mecburiyetlerinden başka bir şey değildir; ve kendilerini saray mutfağından beslemek ve büsbütün

azdırmaktan başka bir şeye yara-mamaktadır. Ahşap bir konakta haşereleri lûtf ve neza¬ketle

toplayıp ve önlerine bol bol çimlenecekleri gıda maddelerini döküp, onları başka odalara kaldırmak

gibi birşey... Bunlar, önlerindekini yiyip şiştikten sonra, uzaklaştırıldıkları salona elbette daha

şiddetli saldıracak¬lar ve köklerine kibrit suyu dökülmedikçe ortadan silin¬meyeceklerdir.

Tıbbiyelileri çuval çuval denize attırdığı söylenen Abdülhamîd, hakikatte onları beslemiş, geliştir-

0iiş ve bu zaafını asla yenememiş olan işte bu marazî rik-Dcat, şefkat ve merhamet örneği!

İstanbul'daki teşekkülün unsurlarından bir kısmı şuraya buraya dağılırken, bir kısmı da Paris,

Cenevre ve Kahire gibi merkezlere sığınmaya ve oralarda vasıflarını biraz evvel belirttiğimiz (Jön-

Türk) tipini mostralaştırma-ya ve modalaştırmaya başladılar. Dik veya uçları kıvrık, sert yakalı

«frenk gömleği» ile (potüsüet), düğmeli glase veya rugan potin arası gövdeler üstünde, artık kendi

memleketi ve kültürüne hakaretle bakan briyantinlenmiş maymun kafaları... ݺte (Jön-Türk)ler!

Bu suretle İstanbul'daki faaliyet büsbütün söndü ve herşey Avrupa'ya geçmiş oldu. Oradan gelen

yine ora¬ya kaçıyor ve yine oradan harakete geçmek üzere kendi¬sine bir (aksiyon) mihrakı

kurmaya bakıyor.

Arada, İstanbul teşkilatını canlandırma teşebbüsü ve veliaht Mehmet Reşat Efendi'yle anlaşıp

Abdülhamîd'i devirme planları... Yıldız'ın bu işleri ha¬ber alışı; ve yine memleket içi, sağa sola

bahşişli ve ikra-miyeli sürgünler ve uzaklaştırmalar... Fakat İstanbul merkezi artık tamamıyla

sönmüştür. Cemiyetin baş kuru¬cularından İbrahim Temo da, son zamanlara kadar içinde kalacağı,

orada yüksek devlet makamlarına ereceği ve böylece içyüzünü ve kimler hesabına çalıştığını belli

ede¬ceği Romanya'ya kaçmıştır.

1896'da, şefkatli ve dirayetli padişahın, (Jön-

Türk)lerle anlaşma ve bu içsiz gençleri içlerinden yakala¬

ma teşebbüsüSultanın yakınlarından Ahmed

Celâleddin Paşa Parise gidiyor ve (Jön-Türk)'lerle temasa

532

533

geçiyor... Bir İttihatçının tabiriyle «Paris'teki (Jön Türk)'ler bu teklifi fırsat bilerek ve

Abdülhamîd'den para koparmak ve teşkilatı kuvvetlendirmek fikrine kapılarak» görüşmeyi uygun

buluyorlar. Pazarlıklar, vicdan kirası arttrma ve eksiltmeleri, şunlar, bunlar.... Samimiyetsizli¬ği ve

halisiyetsizliği yüzünden Ahmed Rıza'yı Cemiyet¬ten çıkarmış olmalarına ve muhakkak ki ondan

daha az samimiyetsiz ve halisiyetsiz bulunmalarına rağmen, (Jön Türk)ler, teşekküllerine ait evrak,

dosya, şu bu gibi şeyle¬ri, Paşa'nın kâtibine «bedeli mukabilinde» teslim ediyor¬lar, faaliyetlerini

tatil edeceklerini bildiriyorlar ve yeni arpalıklarına üşüşüyorlar.

Aynı sene Cenevre'de bir de «Osmanlı İhtilâl Fır¬kası»... Başında Tunalı (Sakaryalı değil) Hilmi,

Sükuti, Berki, Oğuz ve Temo Beyler... Ermenilerle anlaşıp(!) Padişahı bombalayacaklar!... (Jön

Türk)lerle yayınlana¬cak bir bildiriden sonra, Ermeniler, İstanbul'daki Türk fe¬dailerine bomba

verecekler ve hemen işe girişilecek!...

Bildiri;

«—Osmanlılar! Bilesiniz ki, kudurmuş bir köpeği öldümek farzdır!»

Diye başlamakta ve şöyle bitmektedir:

«—Ya hak, ya ölüm!»

Fakat bütün bunlar, Paris'teki Padişah delegesi Ahmed Celâlettin Paşadan para sızdırmayı hedef

tutan kârlı palavralardan ibarettir; ve Balkan komitecisi edalı (Jön Türkler) başta Tunalı Hilmi

Beyin eli, derhal paşa¬nın önünde avuç açmışlardır. Torba torba altun ve ayrıca Avrupadaki Türk

elçiliklerinde memuriyetler,..

Prens Sabahaddin'in teşebbüsüyle (Jön -Türk)lerin 1902 Paris kongre&i ve grup grup

hizipleşmeler... Kong¬renin en genç unsurları arasında, bugünkü edebiyatçı Ab-dülhak Şinasi ve

ilk Türk(!) komünist Doktor Şefik Hüs¬nü... Kongre, bütün fikir ve mizaç ayrılıklarını ortaya

ko¬yuyor ve meydana Prens Sabahaddin ve Ahmed Rıza gruplarını çıkarıyor. «Dttihat ve Terakki»

ismi «Terakki ve İttihat» olarak değiştiriliyor; bunun karşısına da Prens Sabahaddin'in «Teşebbüs-ü

şahsî ve adem-i merkeziyet» grubu çıkarılıyor. Böylece hürriyet teranecilerinin birleş¬tirilmeleri

gayesiyle topladıkları kongre, büsbütün ayrıl¬maları ve birbirine düşman kesilmeleriyle sona

eriyor.

Ve işte dâva, buradan atlayarak Makedonya mamulü mânaların transit merkezi Selanik «şehr-i

şehir» inde yuvalanıyor. Dönmeliğin tohumu (Sabatay Sevi)nin bu ikinci vatanında dâva, dönme,

Yahudi, (kozmopolit), (emperyalist) ajanı, dağlı şakı, (anarşist), (nihilist), Slav milliyetçisi binbir

aşıdan geçtikten sonra, ordu içinde ilti¬hap nahiyesini ele geçiriyor ve İstanbul'a doğru esmeye

başlayan hareket cereyanını üfleye üfleye gelişiyor.

Bu kadar tesirin üzerinden geçtiği, dağa kaldırılmış bakire, gebedir; ve doğuracağı soylu(!)

çocuktan da ona göre hayır ummak lâzımdır.

SELANDK VE ÖTESD

Buraya kadar olanlar, işin sadece edebiyat safhası¬na ait şeyler.... Şu «lâf-ü-güzaf» mânasına

edebiyat...

Evvelâ İstanbul'da çekirdekleşen, çabucak filizle¬nen, sonra Paris'e kaçan, kaba anlayışlardan ve

deri üstü görüşlerden ibaret kalan, orada dağılma ıstırabiyle parça parça kıvranan, nihayet 1902

kongresinde yekpareleşme cehdine rağmen kendi içinde bölünen ve Selanik'te hazır

534

535

bir vasata sıçrayıp «Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti» ismi altında bir canlılık ve davranış

kıvamına eren dâva şimdi kendisini maddeye nakşedici ellerde...

Sene 1907...

(1) numarada kayıtlı üye Bursalı Tahir, (2) numa¬rada Naki, (3) numarada Talât (Paşa), derken (4)

numara¬da Mithat Şükrü ve arkasından Bursalı Hakkı, Edip Ser¬vet, Ömer Naci, Kâzım Nami

(Duru), Rahmi, İsmail Can-bolat... Talât, Rahmi ve İsmail Canbolat beylerden bir de «Yüksek

Komite»...

Bu (10) lardan sonra, numara (11 l)e atlıyor.

Cemiyette iki türlü üye var: Mason olanlar ve ol¬mayanlar. .. Mason İttihatçılar, kendi tabirleriyle,

«Liebe-veyn — babadan ve anadan» kardeş... Olmayanlarsa, sa¬dece «Lieb—babadan» kardeş...

Dikkat ediyor musunuz? Kardeşlikleri İttihatçılık¬tan ziyade Masonluktan geliyor! Ve dikkat

ediyor musu¬nuz?... Abdülhamîd gibi bir İslâm - Türk şahsiyetini de¬virmek hamlesi ile İttihatçılık

gayreti nereden geliyor?

Gayet amelî, basit, ucuz ve her çeyrek münevveri zaptetmesi kolay olan dâva, Selanik Ordusunun

genç za¬bitlerini kuşattı. O sırada, Hüseyin Hilmi Paşa Yıldız'a çektiği telgrafta der ki:

«—Burada (Jön-Türk) olmayan bir ben kaldım!».-

Şeref isimli bir zabit, Vodina'da kendi kendisine Meşrutiyeti ilân etmeye karar verdi.

Abdülhamîd'in Selânik'e gönderdiği Anadolu taburlarının subayları da teker teker, ustalaşmış

İttihatçı zabitler tarafından ayartıl-dılar ve Manastır istikametinde, güya isyan bastırmaya gittiler.

Saray üstündeki tazyik, karşılıksız kalan Manastır

jsyanı ve Niyazi Bey'in dağa çıkışıyla ağırlaştı ve nihayet bütün Selanik ordusunun yükünü üzerine

bindirdi. Bu va-ziyette, Yıldız Sarayı'nın tepesine kar gibi telgraf yağar¬ken, İkinci Abdülhamîd,

her zamanki basiret ve dirayet tedbirlerinden biri farziyle, Meşrutiyeti bizzat ilân et-ti(Temmuz

1908)...

Meşrutiyetin ilânı ile beraber, cemiyetin ismi yine aslına döndürüldü, «Dttihat ve Terakki» oldu,

bağlılarına da sadece «Dttihatçı» denilmeye başlandı. Artık ne eski «Dttihat» veya «Terakki ve

İttihat»çılar, ne de (Jön-Türk)lerle bir alaka... Sadece başta tuttukları Ahmed Rı¬za müstesna...

Gerisi nazarlarında, ahmak, madde teşeb¬büslerinden anlamaz, çığırtkan ve müzelik nazariyeciler..

Umumi merkezlerini İstanbul'a taşıdılar. Artık ger¬çek (Aksiyon) adamlarından kurulu, hakiki

komite mahi¬yetindeki «Merkez-i Umumî» Balkanlı ağabeyleri ihtilâl kalfalarının maddî ve

manevî binalara eş, mekân ve za¬manını işletmeye açtı.

Azası:

Ahmed Rıza, Talât (Paşa), Hayri Efendi(Şeyhülis-lâm), Hüseyin Kadri, Mithat Şükrü, Habib, Enver

(Paşa), İsmail Hakkı (Paşa), Doktor Bahaeddin Şakir, Doktor Nâzım..

Aralarında bir de sarıklı bulunan bu kadro, 1912'ye kadar gizli tutulan bütün «Merkez-i Umumî»

topluluklarının başı olarak, Komite mefhumuna en yakı¬şır «Zevat-ı âliye» destesidir. Henüz tam

kadroyla kendi renklerini almaktan uzak bulunan, yamalı bohça, yeni meşrutiyet hükümeti ise,

temsil ettikleri cereyanın eseri olarak, yine kendilerinin kuklası olmalıdır. Taktikleri de bu!...

536

537

Bütün bu olanlara karşı Avrupa'nın tavrı ve cev bı:

Avusturya, Bosna - Hersek'i ilhak ederken, Buiea ristan da istiklâlini ilân etti. Biraz sonra ziyafet

sofrasında paramparça edilecek olan Osmanlı İmparatorluğu kızart¬masından, henüz yemek

pişmeden koparılan parçalar.

Umacı gölgesi gibi perde arkasmda pençesini oy¬natan «Merkez-i Umumî» hükümet sahnesinde

değilken bu ışık oyunu sayesinde, her tarafa hâkim... Bir sual tak¬ririne cevap hazırlamak için

Meclisten iki gün mühlet is¬teyen Kâmil Paşa hükümeti başaşağı!... Sultani nefsleri-nin ceberrutî

çavuşbaşıları tavrıyle «Mühr-ü Şerif»i Sadrâzamdan çekip aldılar ve yerine Hilmi Paşa'yı

getir¬diler.

Bildirdiğimiz gibi, 1912 tarihine kadar kimlerden kurulu olduğu gizli tutulan ve bir Slav Komitesi

hava ve estetiğine büründürülen «Merkez-i Umumî» artık cür'et-ten başka hiçbir muvaffakiyet şartı

tanımaz ve fikir, he¬sap diye bir melekeye inanmaz, bir vahşet, huşunet oca¬ğı... Ya onlardan

olunacak, ya bir kenarda susulup oturu¬lacak, yahut... İttihat ve Terakki cinayetlerinin

kurşunla¬rına bağlı olan bu «yahut», umumiyetle her mukavemete verilen cevaptır.

Tedip kuvvetlerinin kumandanı Birinci Ferik (Or¬general) Şemsi Paşa'ya kadar hesapsız

Makedonya ve Selanik cinayetinden sonra, İttihat ve Terakki'nin İstan¬bul'da, fiilî iktidara doğru

tazyik ve tahakküm devresinde en büyük cinayet, tutumlarına inanmayan gazetecilere karşı işlendi.

Hem de, kökte bir olmaları gereken ve (Jön-Türk)lük dâvası güden gazetecilere... Zira bunlar

dâvayı züppe (Jön Türk)lerin ellerinden almışlar, Make¬donya eşkiyasının ruhiyatına

bağlamışlardır. Tıpkı Fran¬sız İhtilâli 'nin (Terör) devrinde olduğu gibi, hüküm dağ-dakilerin

(Montanyarlar) elindedir; ve (Jironden)leri andı-

538

ran, dağla bağ arasındakiler, uzakta kalmıştır. Asıl bağda¬dilere gelince dağdan inenlere karşı

küçük dillerini yut¬muş onlar...

«Serbesti» gazetesi muharriri (Jön Türk) mizaçlı Hasan Fehmi'yi, gayet nazik ve edîp tenkidleri

yüzünden Galata Köprüsü üzerinde, bir akşam üstü, dan, dan, kur¬şun yağmuruna tutup yere

serdiler. Adam yerde kıvranır¬ken, kaatil, bıyığını bura bura çekip gitti; kanlı cesedi yerde gören,

selâmeti kaçmakta buldu ve uzun zaman, bir polis memuru bile naaşa yaklaşamadı.

Kadın şairi, şiir kadın Celâl Sahir mısralarını dize dursun:

Hak için haykıranların birisi

Öldü, kurşunla susturuldu sesi!

Ey garip anne, ey zavallı vatan Sen bu alçak çocuklarından utan t

Bir yıl sonra da aynı tarzda öldürülen «Seda-yı Millet» gazetesi muharriri Ahmed Samim... Ve

daha bi¬rikişi...

Bunlar Komitenin, bozuk para metelik kesesine ait mazlumlar... İttihat ve Terakki'nin, millet ve

ordu çapın¬daki asıl mazlumları önünde isimlerini dile getirmeye bile değmez. ݺ buraya dökülecek

olursa zaten sayılar yetiş¬mez. Fakat bizim, matbuat yoluyla fikre karşı işlenen ve Terakki'nin

büyük mazlumları çapında gördüğümüzden değil, onun gazeteci ve muharrirden ne anladığını

göster¬mek istediğimizden...

Bunu göstermek için en güzel vesika, bizzat şahi¬dinden dinlediğim harikulade bir nüktedir.

Anlatan, Türk gazeteciliğinin emektar şahsiyetlerinden, (Vakit) gazetesi sahibi Hakkı Tarık Us:

539

«Dttihat ve Terakki'nin gık diyene kurşun sıktı» devrede, ben 21-22 yaşlarında bir delikanlıydım ve

gaze_ teci olmaktan başka gaye tanımıyordum. O sıralarda, İs¬mail Müştak Beyin bulunduğu bir

Mecliste, muharrire sordular.

—Üstad, niçin yazmıyorsun, bak, sesini çıkaranı vuruyorlar? Yazsana!

—Ne oluyormuş dediniz!?

—Adam vuruyorlar, sesini çıkaranı öldürüyorlar!

—Dşte onun için yazmıyorum ya!»

Hakkı Tarık'tan dinlediğim bu fıkranın acı (esp-ri)sindeki hâilevi istihza derecesinde, hiçbir şey,

Komite¬nin yıldırdığı fikir mazlumunu ifadelendiremez.

—Allah var!

—Dan, dan, dan!

—Hakikat var!

—Dan, dan, dan!

—Tarih var!

—Dan, dan, dan!

Abdülhamîd tarafından kışkırtılmışcasına «Şeriat iste¬riz!» yalancı nârasıyle ayaklandırılmaları...

31 Mart en gerçek ve riyazî mânasiyle budur.

Koca İstanbul, günlerce başsız, sahipsiz, sabahlara kadar kurşun sıkan, mektepli zabit düşmanı,

ağızlarından ispirto buharı tüten, Rumeli taburlarının işgali altında... Rusçuk yaranı yerine, bu defa

Selanik yaranının emrinde-ler... Yeniçerilik ruhu, hortlama devrine girmiştir.

O vakit ben iki yaşında bir bebektim. Tabiî hiçbir şey hatırlamıyorum. Fakat 10-12 yaşındaki

hatıralarım arasında, büyük babamın sesi çınlıyor:

—Dşte şu divanda uyuyordum... Rastgele atılan, hele konak tipi evleri asla ihmal etmeyen

kurşunlardan bir tanezi camımızı kırdı ve senin yattığın divanın üstün¬deki benim yağlı boya

resmimi delip duvara saplandı. Sa¬na birşey oldu mu diye hep beraber üstüne üşüştük... Hiçbir

şeyin farkında değil, mışıl mışıl uyuyordun.

Zavallı büyük babacığım; bir gün gelip en acı çığ¬lıklar ve gözyaşları içinde nasıl uyanacağımı

tahmin ede¬mezdi.

31 MART VE ÖTESD

Dünyada gelmiş ve geçmiş isyan ve ihtilâller için¬de en sefil ve şenîi bile, 31 Mart vakası

derecesinde iğ¬renç bir tertibe tenezzül etmemiştir. Allah'ın iradesiyle, tam 33 sene bir ölüyü

ensesinden tutup ayakta durdur¬muş, İslam-Türk tamamlığını yabancı ve (kozmopolit) te¬sirlere

karşı muhafaza etmekten başka gaye edinmemiş ve bu tesirlerin ajanları tarafından eli kolu

bağlanmış bir hükümdarı büsbütün kudretsiz kılmak, tahttan indirmek için bulunan bahane ve

düzenlenen oyun..

İttihatçılar, güya Meşrutiyetin muhafızları olarak İstanbul'a getirilen avcı taburlarının yine

İttihatçılarca,

Bugün hemen bütün eli kalem ve kafası fikir tutan-larca malûm olduğu gibi, sırf Abdülhamîd'i

tahttan devir¬mek için bahane edilen 31 Mart hâdisesini kundaklayan-lar bu işte başlıca iki maşa

kullanmışlardır. Biraralık ken¬dilerinden olan ve sonra aleyhlerine dönen «Filozof» lâkaplı Rıza

Tevfik ve İsveç jimnastikçisi Selim Sırrı.... Rıza Tevfik, sonradan hakikate dönmüş ve

«Abdülhamîd'in Ruhaniyetinden İstimdat» etmiş bir in¬san sıfatıyle, 1947'de yatmakta olduğu

Haydarpaşa Nu¬mune Hastanesinde, «Büyük Doğu» muharririne şöyle demişti:

540

541

«—31 Mart, Selim Sırrı ile benim eserimdir ve bu-işte şevketli ve faziletle Abdülhamîd Han'ın,

nefret ve ıS. tıraptan başka hiçbir payı yoktur! Hattâ hâdiseye hemen uzanıp onu gerçekten kendi

lehine çevirmesi mümkün ol¬duğu halde, elini bile uzatmamıştır!»

31 Mart vakasının sebep ve ruhu üzerindeki bu yepyeni noktalardan başka, onun neticelerini, ölü

bilançosunun, falanını ve filânını hikâye etmekte değer görmüyorum.

Vakadan iki gün sonra Selânik'den kalkan Hareket Ordusu 9-10 günlük bir yürüyüşten sonra,

İstanbul için¬de....

Yağma edilen saray...

Osmanoğullarının en heybetlisi İkinci Abdülha¬mîd, dinimize ve kanımıza en uzak bir adam

tarafından, başkanlık edilen heyetin bildirisiyle tahttan indirilmiştir.

Osmanoğulları'nın en pısırığı Beşinci Mehmed (Reşad), devletin bir yıl içinde şimal kutbundan

Cenuba geçişini temsil etmek üzere tahta çıkarılmıştır.

Üstüste kurulan partiler ve bu arada (1910) «Os¬manlı Sosyalist Fırkası»... Arkasından (1911),

İttihat ve Terakki'nin en büyük rakibi «Hürriyet ve İtilâf»

Adana Ermeni ayaklanması...

Rumeli'de suikast ve karışıklıklar... Arnavutluk hareketleri ve Karadağ sınır çarpışmaları...

Suriye'de Dürzi isyanları...

Girit buhranı ve tekerlemesi:

Girit bizim canımız,

Feda olsun kanımız!

Yemen derdi ve şarkısı:

Adı Yemendir,

Gülü çemendir;

Giden gelmezmiş;

Acep nedendir?

Ve derken Trablus felâketi...

İmparatorluğun inmeli kolları, ayak parmaklarını değil, göğsünü bile korumak iktidarında değildir;

ve bu müzmin iktidarsızlığı Abdülhamîd'in 33 yıl tedaviye ça¬lışmasına ve gizlemesine karşılık,

onu bir şırıngada mey¬dana çıkaran ve büsbütün felce uğratan hamiyetli Komi¬tedir.

Bunlara karşı ordunun vicdan ve insaf nahiyesin¬den gelen tepki halinde bugün, hâlâ hayatta

bulunan eski Erkân-ı Harp Binbaşısı Gelibolulu Kemal Bey idaresinde «Hâlâskâran —

Kurtarıcılar» hareketi; ve kabinenin dü¬şürülüp yerine «Büyük Kabine» isimli, eski şöhretleri

toplayıcı bir hükümet kuruluşu...

Nihayet facialar faciası Balkan Harbi... Çatalcaya kadar inen eski Türk eyaletleri askeri, Türk

evinin eski uşakları ve bunların karşısında, her zabiti bir diplomat ke¬silmiş Niğbolu kahramanı

Türk ordusunun korkunç pani¬ği...

O zaman beş yaşlarında bulunan ben, hassas bir çocuk muhayyilesinde bıraktığı iz olarak,

Çatalcadan atı¬lan topların sesini hâlâ kulağımda duyarım... Maraşlı bü¬yük babamın yaralı

hemşerilerine açtığı konağımızda da, başı sargılı, avurdu çökük, benzi sapsarı, ayaklan çıplak ve

şerha şerha Mehmetçiğin ne hale getirilmiş olduğunu, ciğerime saplanmış bir resim gibi içimde

saklarım.

Bütün bunlara rağmen, Komite hâlâ iş başında de¬ğildir. Eserinin başına geçmesi lâzım değil

midir? Elbet¬te!.. Yol?.. Babıâli baskını!.. Sadrâzamın bilek kuvvetine kadar indirilmiş hükümet

gücündeki felci meydana çıka¬ran baskın, muvaffak... Bu mecalsizliğin sebebi de Ko¬mite,

meydana çıkaranı da, tedaviye geleni de...

Edirne, eski payitaht, sonunda uşakların birbirine girmesi yüzünden geri alınan devlet konağının

has odala¬rından biri... Bu kadarı bile İttihatçıların Edirne fâtihi ol-

542

543

masına yetiyor; ve artık Talat, Enver, Cemal sacayağı ku ruluyor.

Zulümler serisi... Mahmut Paşa'nın vuruluşu; ve bu münasebetle, Fransız İhtilâlinde (terör) devrine

denk dikiş makinesi gibi işletilen giyotine karşılık, görünmez bir kuyudan su yerine kelle çeken

çıkrık şeklinde darağa¬cı!...

Ve nihayet ve nihayet?...

Komitenin bütün yaptıklarını ve yapmak istidadın¬da bulunduklarına yekûn hattını çeken ve her

şeyi bir şey¬de toplayan ve hulâsa eden büyük muhasebe mevsimi...

Sene 1914...

Birinci Dünya Harbi...

Binbir iddia ve tarih palavrasına rağmen, burnu¬muzu sokmaya hiçbir ihtiyacımız ve zaten Batılı

devletle¬rin bu ölüm-kalım meselesinde en küçük yerimiz olma¬yan Dünya Harbine, (Don

Kişot)'un zırhı ve mızrağı (Sanşo Pansa)nın da kılıcı ve eşeğiyle dalışımız...

ݺte bu geliş ve getirişten sonra, İttihat ve Terak¬ki 'nin gerçek mazlumlarını, İkinci Abdülhamîd'in

Cennet kokularıyla ıtırlı tabutu yatan musalla taşı üzerinden vata¬na bir göz atarsak seyredebiliriz.

TÜRKE ZULÜM

Maddî ve manevî Türk varlığına musallat cellâtlar komitesinin üç büyük mazlumu vardır : İkinci

Abdülha¬mîd, Türk Milleti, Ermeni Milleti... Gerisi, binleri on binleri aşan ferdî mazlumlar; hep

kırıntı...

Faslımızı açarken belirtmiştik ki, bu mazlumlar arasında, batırdıkları Osmanlı İmparatorluğu

çapında ve onun sembolü olan Abdülhamîd, kendi başına, kitaplık ve ayrıca ele alınması lâzım,

koca bir davadır; ve girift husu-

544

siyetleri bakımından bu eserimizin fasıl ve kısım çerçeve¬sine sığmaz. Fakat Türk Milletiyle

Ermeni milletine, doğ¬rudan doğruya ve birbiri vasıtasıyla edilen zulüm, toplu ve bedahet

halindeki mânası yönünden, birer cümleye bi¬le sığdırılabilir.

Türke edilen zulüm, tımarhanedekileri bile şaşırta¬cak bir hesapsızlıklar, onu Batı dev milletlerinin

hayat hakkı mücadelesi içine atmaktan başlar; ve bu cihangirlik harabesini, ruhta ve maddede,

harabeleri bile harap edici şartlara teslim etmekle sona erer.

(Sezar)ın (Trua) harabelerine bakarak söylediği gi¬bi:

Etiam periere ruinae.

(Harabeler bile harap oldu!)

Evet; harabeleri bile harap ettiler. Korkunç bir boz¬gun ve panik zemini üzerinde Türk ahlâkının,

saffetinin, imanının, aklının, sıhhatinin, gıdasının, veriminin, parası¬nın, geleneğinin, göreneğinin,

bütün bir tarihle beraber allak bullak olmak tehlikesini yaşadığı devre!...

Hayâl ve imkân arasındaki mesafeye bakınız ki, Kafkasya yoluyla Turana gitmek isteyenler,

«Allahu Ek-ber» Dağının bir eteğinden yüz bin kişiyle tırmanıp öbür eteğinden yüz kişiyle iner ve

anavatanı Erzincan'a kadar kaptırırken, Tih Sahrasını geçebilmiş ve Süveyş Kanalı önünde birkaç

mantar tabancası atabilmiş olmak pahası¬na, bütün bir ordu, çöl peksimetinin üstüne hâki renkli bir

hardal gibi sürülüp tüketilmiştir.

Birinci Dünya Harbi'nde bizi bulmak ve saf dışı etmek için, asla üzerimize gelmeye ve plân

yapmaya lü¬zum yoktu. Delilerin bile el atmayı hayâl edemeyeceği mikyasta uzak kapılara

yüklenmemizi ve oralarda son ne¬fesimizi verip yeri serilmemizi beklemek ve peşinden ko¬lunu

sallaya sallaya vatanımızı teslim almaya gelmek kâfiydi: Ve böyle oldu!

545

(Greko-Lâtin) medeniyetinin hangi ellerde daha muvazeneli ve semereli olduğunu ispat yolundaki,

Kuv¬vet taşmasından doğma bir dünya rekabeti dâvasında üç asırlık bozgun çığırını en ümitsiz

anıyla yaşayan bir ce¬miyet, bu dâvada pay sahibiymiş gibi nasıl olur da ordu¬sunu bunların

cephesine katıp Galiçyalarda boy gösterir? Halimize gülmezler ve bize ejderha rolüne çıkarılmış

çi¬lekeş koyun gözüyle bakmazlar mı? Nitekim iş, Çanakka¬le gibi, kalb nahiyemizin kaburga

kemiği bir noktaya da¬yanınca, bu yaralı milletin ölüm-dirim meselesini nasıl sezdiği ve nasıl

çarpıştığı da malûm... Fakat bu millet, asırlardır hasret çektiği başa kavuşmuş olsaydı,

Çanakka¬le'de, Giy om Tel gibi oğlunun başındaki elmayı vurduk¬tan sonra döner ve okuna,

kendisini bu işe mahkûm eden zalimi hedef tutardı. Birinci Dünya Harbindeki Türk kah¬ramanlığı,

bir lâhza sonra İstiklâl Savaşma girişmek üze¬re, aç, çıplak, hasta, silâhsız ve ümitsiz, ordu ve

cemiyet planındaki bu felâketlere tahammülden ibaretse, hemen avaz avaz haykırayım ki, dünyada

kimsenin dayanamaya¬cağı bu hallere tahammülden daha büyük kahramanlık, yine dünyada

herkesin yapacağı şekilde, asla tahammül etmemek, derhal ayaklanmaktı.

Fakat ah bu millet! Tahammülün efsanevî çapını göstermek için yaratılmıştır o!..

rı, güya adalet için gönderilen gaddar memurların karşıla¬rında, başlarını paçavralarla örterek,

ayaklarında lime li¬me şalvarlar, toprak bellemekten şeklini kaybeden buruş¬muş ellerini

örtülerinin altından uzatacaklar; analarını, ba¬balarını, cehline ve ihtiraslarına kurban eyleyen

hükümetin nıürtekip (hırsız) memurlarına yalvaracaklar, ağlayacak¬lar, sızlayacaklar...

Boyunlarından paraları koparılarak, evlerinden tohumlukları alınarak, tarlalarından öküzleri

satılarak, vergi namına gaspedilen paralarını ve haklarını hiçbir zaman hatırlarına getirmeyecek

zalim bir hükümetten sadaka, ihsan atıfet dilenecekler...»

Çanakkale vaziyeti üzerine Eskişehir'e kaçmak is¬teyen hükümetin orada aldığı tertiplere ait bir

müşahede:

«Dstasyona yakın, oturmaya sâlih (elverişli) bütün evler, İttihat'in en mühim ricaline tahsis

olunmuş... Şehirde hafiyeler, jandarmalar, polisler, istasyonda casuslar, herşey ihzar edilmiş...

Gariptir ki Sultan Abdülhamîd'in hafiyele¬rini tel'in ederek milleti iğfal edenler, Eskişehir'e

kaçmaz¬dan evvel, ilkönce, konakçı müfrezesi halinde, oraya hafiye¬lerini ve polislerini

göndermişler...»

«Eskişehir'in kırmızı çarşaflı, güllü çoraplı, omuzla¬rı bohçalarla kamburlaşmış kadınları arasında,

yüksek ök-çeli iskarpinleri; ajurlu ipek çorapları, zarif çarşaflarıyla İstanbul hanımları da

görülüyordu.»

Şimdi, devrin «vakanüvis»ine ait, 30 Eylül 1915 tarihli notlardan parçalar okuyalım:

«Bedbaht Anadolu yine sefalet içinde inliyor. Tren¬ler dolusu asker, aç ve çıplak, sürü sürü

maktele (ölüm ye¬rine) götürülüyor. Yine binlerce aile aç kalacak, binlerce masum, yalınayak,

palaspareler içinde, nafakasını otlarla temin edecek... Öksüz kalan yavrucakların bedbaht anala-

«Günler geçti. Ne haber, ne yâr, hiçbir şey gelmiyor¬du. Fakat bu gelecekler yâr değil, darağacına

çekilecek eş¬kıya idi. Memleket senelerden beri bu eşkiyanın istibdadı altında inliyordu. Vatanın

izmihlaline, Türklerin felâketine sebep olanlar, altı asırlık bir devleti altı sene içinde muzma-hil

(çökük) ve perişan eylediklerini katiyen düşünmeyerek, açlıktan öldürdükleri Anadolu'nun âğuşuna

(kucağına) ka¬çacaklardı.»

«?*

546

547

«Hiçbir devirde ahlâk ve muhit bu derece tefessüh etmemişti. Hiçbir devirde Osmanlılar bu derece

sahipsiz kalmamışlardı.»

«10 Temmuz hâdisesini müteakip Sultan Abdülhamîd devrini terzil edenler için artık istiğfar-ı zü-

nüp (günâhtan tevbe) farzdı.»

«Sultan Abdülhamîd'in cülusunda ağaçlara fenerler asılırdı; Sultan Mehmed-i Hâmis'in cülusunda,

sararmış, yalınayak, başı açık insan naaşları, zabitlerin, askerlerin münevver-ül efkâr (aydın fikirli)

gençlerin cesetleri asılmış¬tı.»

yata, fikre, içtimaî hayata hâkimdir; orada istibdat, izmihlal, sukut muhakkaktır.»

«Selanik'ten, Beşçmar kahvesinden gelen bir serker-de, bütün memlekete hâkimdi.»

«Türk, kendi vatanında, en âciz, en istinatsız bir kuvvetti. Selânikliler bile Türk'ü, İslâmiyet kisvesi

altında iğfal ederlerdi.»

«Turanda yaşayanlar, Moskof saflarında harbedi-yorlardı; halbuki vatan, Anadolu'dan gelen, aç,

perişan, ya¬lınayak, bedbaht babayiğitlerin üryan (çıplak) sineleriyle muhafaza ediliyordu.»

«Anadolu'nun en ücra köşelerinden gelen mebuslar, daha dillerini düzeltmeye vakit kalmadan,

gelinlik kızları, yetişmiş oğulları içinde, İstanbul'un işvekâr kapatmaları peşinde....»

«Bir zamanlar İttihatçıların intihap arabaları peşin¬de, ellerinde bayraklar, önlerinde zurnalar, kan

ter içinde koşan halk, şimdi açlıktan ölüyordu.»

«Bizans bile sukutunun son günlerinde bu kadar te¬fessüh etmemişti.»

«Dttihat ve Terakki, orduda ekseriyeti kendisine âlet etmişti. Siyasî bir âlet olan ordunun, yüksek ve

millî bir kıymeti olamayacağı tabiîydi. Zabitandan mutasarrıflar, valiler, sefirler nasbedilmesi,

cemiyete mensup zabitlerin arkadaşlarından evvel terfi etmeleri...»

«Babası bile kartında, rütbe ve memuriyet yerine, garip bir nam taşıyordu: Enver Paşa babası...»

«Levazım dairesi, Topal İsmail Hakkı'nın zamanın¬da, resmî bir ihtikâr merkeziydi.»

«Harbi Umumî mebusları, içlerinden beş on zat müstesna olmak üzere, ihtikârı seriate tercih eden

hocalar¬dan, zorbalardan ve muhtekirlerden mürekkep...»

«Dçlerinde öyleleri vardı ki, yataklarını banknotlarla döşüyorlar, karanlıkta sigaralarını aramak için

banknot yakıyorlardı.»

«Halk, ekmek yerine, samanla, mısır unuyla karışık, amurdan beter bir mahlut yiyordu.»

548

«Herhangi bir hükümette ki, müsellâh kuvvet siyasi-

«Lekeli humma ve kolera da tacir mebuslar ve muh¬tekirlerle teşriki mesaî (işbirliği) etmişti.

Zavallı halk, dışa-

549

rıdan düşman kurşunlarıyla, içeriden tacirleri ve mebusları vasıtasıyla öldürülüyordu.»

Yirminci Asırda Türke edilen sayısız zulmün dal¬ları, muazzam bir ağaç halinde İttihat ve Terakki

köküne bağlıdır. Herşey o kökten beslendi.

«Kalabalık ortasında, elinde askere giden oğlunun fesi, dükkân dükkân dolaşan üstü başı temiz

hanımlar, şe. hit evlâtlarının esvaplarını satarak bir günlük nafakasını temine çalışan analar da

vardı...»

«Trenler dolusu geçen askerin bazan uzaktan garip garip türküleri işitiliyor, bazan trenden

kendilerini atarak kaçmak isteyen neferlerin parçalandıkları haber almıyor¬du.»

«Hapishanelerde tırnak sökenler, Talât'ın himaye¬siyle vagon satanlar, halkın açlık ve sefaleti

ortasında sa¬bahlara kadar âhenkler, ziyafetler, iyş ve işretlerle safa sü¬rüyorlardı.»

Tarihçi Ahmet-Refik'in İttihat ve Terakki ile Er¬meni Taşnaksiyon komitelerini ve işlerini

karşılaştırarak «Dki Komite, İki Kıta»ismi altında yazdığı broşürden aldı¬ğımız bu satırlar,

baştanbaşa yara, kırık, ezik, yanık dolu bir vücuttan olsa olsa birkaç sivilce başıdır. ݺi toplu

ola¬rak ifadelendirmek için çerçevelemek lâzımdır ki, İttihat ve Terakki bu milleti, cinnet, hıyanet,

dalâlet, cehil, tak¬lit, şakavet, harb, açlık, sefalet, hastalık ve tuz biber ola¬rak Ermeni komitesi

cellâtlarından bir (Enkizisyon) elin¬de, on asırda bin «Haçlılar» saldırısının binde birini

başa¬ramayacağı bir gadre uğratmıştır. Bunlardan, doğrudan doğruya mevzuumuz içinde bulunan,

İttihat ve Terakki sebepli Ermeni zulmünden çektiğimizi kısaca gösterecek olursak, öbürlerini hayâl

edebilirsiniz. Yine İttihat ve Te¬rakki sebepli «Ermeniye zulüm» bahsini de unutacak de¬ğiliz.

550

ERMEND ZULMÜ

Davranışın başı kendilerinde olduğu halde, Türk¬lerden gördükleri zulme cevap vermek iddiasıyla,

İttihat¬çılardan değil de, onların leşini çıkarttığı milletten inti¬kam almaya kalkan Ermeni

komitecileri, sözde Türk ko¬mitecilerine gerçek bir üstat ve talebe olduklarını ispat et¬tiler. Hem

onlara öğrettiler, hem de onlardan öğrendiler ve tarihin en kanlı zulüm tablolarından birini çizmek

sahtekârlığına (!) yükseldiler. Milletlerinin topyekûn bir kabahati yoktu; onların da başında

(Taşnaksiyon) isimli bir «Dttihatçı» zümresi vardı ve bütün kuvvetini Türkün zaafından alıyordu.

Yoksa Türkün kuvvetli deminde Er¬meni'den daha rahatı ve Türk'le kaynaşmış olanı mevcut

değildi. Öyle ki:

Ak koyun meler gelir,

Dağları deler gelir,

Hakikâti yâr olsa,

Geceyi böler gelir.

Diye içlenen Erzurum dadaşı, güzel Ermeni kızı için;

Ya sen ol Müslüman âşık,

Ya ben olam Ermeni!

Sözünü ağzından kaçıracak ve böyle bir iman ve asriyet şaşkınlığına uğrayacak kadar kendisini

kaybettiri¬ci bir yakınlık duygusuna düştüğüne göre, iki millet ara¬sındaki his rabıtalarını

tasarlayabiliriz. Dilber Ermeni kı¬zını mutlaka Müslümanlığa davet etmesi gereken Müslü¬man

delikanlı bilmiyor mırydu ki, eski Ermeni Müslü-

551

man-Türk ile, kendisini yalnız kaynakta ayrı bilerek, ruhî renklerini paylaşmış vaziyetteydi. Türk,

kendisinden daha asîl olduğu için, kuvvetli zamanında bu ahenk hiç bozul¬mamış, kuvvetini

kaybedince de Ermeni, içindeki «Dtti¬hatçı» mizaçlar yüzünden arayı, en büyük düşmanlığa ka¬dar

açmıştı. İttihat ve Terakki'ye, Türkü içinden yemeyi öğreten dış tesir, Ermeniye de, başka ve zıt bir

zaviyeden aynı şeyi belletmişti. Ve nihayet unutmayalım ki, birinin bu vatanı kurtarmak, öbürünün

batırmak dâvasından ol¬dukları ilk hengâmede, Ermeni komitecisiyle «Dttihat ve Terakki» bağlıları

el ele vermişti. Şimdi:

«—Zalime yardım edene Allah, aynı zalimi musal¬lat eder.»

Hâdisindeki hikmete uygun olarak, ikisinin de bir¬birinden çekeceği vardı.

Böyle oldu ve onlar yüzünden her iki millet çekti. Ne olursa olsun, vesile ve sebep plânında İttihat

ve Te-rakki'den başkası gösterilemez.

Şimdi Şark ve cenup şarkı Anadolusunu baştanba¬şa kaplayan Ermeni zulmü sahasını, Erzurum ve

civarı gi¬bi en soylu Türk kanının pınarı başından seyredelim....

Aynı tarihçi Erzurum'da, 6 Mayıs 1918 tarihîyle

not tutuyor:

«Yangın yerindeyim... Türklerin bu tarihî ve fedakâr beldesi, âdeta bir harabe halinde... Sokaklar ve

bi¬nalar, camiler ve medreseler kamilen harap... Evler insan Maaşlarıyla dolu... Yanmış ve yıkılmış

evlerin enkazı ayakla dürtüldüğü zaman, simsiyah kesilmiş, dişleri sırıtmış insan kafalarına, çocuk

başlarına, kol ve bacak, gövde ve ayak parçalarına tesadüf olunuyor.»

«Türk, bombayı bilmezdi. Türkiye'ye bombayı so¬kan, hattâ Padişahlarının vücudunu ve sarayını

bombayla ortadan kaldırmaya çalışan Ermeni komiteleriydi.»

«Bir Rus zabiti âmirine yolladığı raporda tahliye ha¬reketini haber verirken şu satırları yazıyordu:

—Katl-i âma mâni olmak için ne kadar uğraştımsa da muvaffak olamadım. Ermeniler 800 kişi telef

etti. Şehir tahliye olundu.»

«Osmanlı ordusunun ilerlemesi, Ermenilerin ümit¬sizliklerini, zulümlerinin şiddetini bir kat daha

arttırıyor-du. Bu ümit büsbütün kırıldığı zaman, ermeni çeteleri okur (kuduz) birer canavar haline

gelmişlerdi. Evleri yakı¬yorlar, binaları yıkıyorlar, türbeleri parçalıyorlar, Türkleri kurşunla

süngüyle al kanlar içinde yere seriyorlardı. Erzu¬rum bu kanlı vahşetin en feci sahnesiydi.»

«Ermenilerin Erzurum'u tahliyeleri o kadar feci ol¬muştu ki, yüzlerce erkeği evlere doldurmuşlar,

üzerlerine benzin dökerek diri diri yakmışlardı.»

«Evlerin yanmış direklerinden el'an boğucu bir du¬man çıkıyor. Ellerimi sürdüğüm tuz çuvalları

bile hâlâ sı¬cak..»

«Bir sabah, ufak, sarışın, elâ gözlü bir kız karşıma geldi. Ekmek istiyordu.»

«Dleride, bîtap adımlarıyle yürüyen anasına, babası¬na, mekteplerden ve insanlardan mürekkep

muhacirler ka¬filesine doğru koşuyor, kolunu uzatmış, ekmeğini gösteri¬yor, sevine sevine

bağırıyordu:

—Ekmek, ekmek!»

«Yollarda Rusların bıraktıkları erzak depoları, pek¬simetler, sucuklar, balıklarla doluydu. Soğuk

ovalarda aç¬lıktan ölen bu halka bir lokma ekmek veren yoktu...»

553

552

«Etrafıma üşüştüler. Buruşmuş, katılaşmış, toprak-laşmış eller, yamalarının iplikleri rüzgârla

uçuşan paçavra¬lar arasından uzanıyor, her ağızdan mahcup ve müteessir bir ses işitiliyordu:

—Oğul! Bir lokma ekmek! Ayağını öpem, kölen olam!

İçlerinden en yaşlısı, mavi gözlerini müstemdâne (Dmdat istercesine) kaldırdı:

—Bir türlü ölmiriz, oğul! Allah bu canı almir...»

«Dar kuyularına bakıldığı zaman, kerih bir koku, baş döndürücü bir tesirle kalbe baygınlık veriyor,

kuyunun taşlarına yapışmış bedbaht Türklerin saçları ve elbise par¬çaları görülüyordu.»

—Azizim, bu gördüğünüz şehrin en temiz halidir. Bu sokaklar hep kadın, çoluk çocuk ölüleriyle

doluydu. Kadın¬ların memeleri, hattâ en mahrem uzuvları duvarlara çakıl¬mıştı.

Şu telgraf tellerine, hep çocuk ciğerleri asılmıştı. Ka¬rınları deşilmiş, çırçıplak kadın naaşları,

geçeceğimiz yolun iki tarafına dizilmişti. Talihsiz milletimizin bu halini gördü¬ğümüz zaman,

âdeta tecennün edecek (çıldıracak) bir hale gelmiştik. Ermenileri tehcir edenleri (sürenleri) hiç

şüphe¬siz biz yapmasak bile Avrupa tecziye edecektir. Fakat ba¬kalım, medenî Avrupa, bu

cinayetin de faillerini arayacak mı? Tarih böyle bir vahşet kaydetmemiştir. Hele bu felâketten

kurtulan Erzurumlularla bir görüşünüz! ݺitece¬ğiniz cinayetler tüylerinizi ürpertir.»

«Ermeni mezaliminden bahsettim ve sordum:

—Bu katilleri hep Rus zabitleri idare etmiş diyorlar!

Yüzbaşı kıpkırmızı kesildi. Ordusuna canilik lekesi¬ni sürdürmek istemeyen medenî bir insan

tavrıyla elini sal¬ladı:

—Niyet (Hayır)! Biz hiç karışmadık. Hep Ermeniler yaptı. Hattâ mâni olmak istedik. Bizim

kaymakam bunların hepsini yazdı. Onun hatıralarını okuyunuz!

—Peki ordunuz zabitleri gittiği halde siz niçin kaldı¬nız?

—Emir almadan istihkâmları bırakamazdık.»

«Bir zamanlar bu geniş sahralar üç tuğlu paşaların çadırlarıyle, atlilarıyle dolar, iç kaledeki

saraylarda tahıl ve kös âvazesi ufukları çmlatırdı. Şimdi ovalar boş, kaleler ha¬rap, ocaklar sönmüş,

boyunlar bükülmüştü. Ermeni zulmü Erzurum'da feci ve kanlı bir yangın harabesi bırakmıştı. Rus

istilâsı, Ermeni fecayii yanında hiçti. Yanıma doğru bir zabit ilerledi. Müteessir bir seda ile anlattı:

«Lala Mustafa Paşa Camii'ne gittim. Şadırvandan tatlı zemzemelerle sular akıyordu. Şevket, azamet

devrimi¬zin bu nefis âbidesi, uğradığı tecavüzlerle mecruh, delik de¬şik duvarları, çinileri

sökülmüş sütunlarıyla kalbe hüzün veriyordu. Etraf kamilen haraptı. Yangın yerlerinde siyah

duvarlar, kararmış pencere boşlukları görülüyordu. Bir za¬manlar bu tarihî beldede Osmanlılığın

satvetiyle iftihar eden yiğitlerin son nesilleri, şimdi Moskofun çizmesi, Erme-ni'nin baltasıyla telef

edilmişler, kimi hendeklerde, kimi en¬kaz altında yatıyorlardı.»

Tarihçinin müşahedelerini rastgele fotoğraflar ha¬linde yukarıya koyduk. Bu fotoğraflarda sanatlı

bir göz bile yoktur. Fakat manzara o kadar çarpıcı ki, ondan bir çizgi zaptedebilen, herşeyi

göstermiş denecek kadar usta sanılabilir. Şimdi bu fotoğrafları, Erzurum, Van, Maraş, Sivas dört

köşesi içinde, her noktayı gösterici milyonlar¬ca çerçeveye çıkaracak ve hepsini tek resimde

toplayacak olursak, göreceğimiz şudur: Birbirinde örnek ve destek bulup da milleti İttihat ve

Terakki'ye zaptettirdikten son-

554

555

ra , birbirini yemek bahanesiyle yine bu milleti yiyen iki cellâtlar komitesi.... Biri sadece

canavarlığının ve kuyru¬ğuna basılışının; öbürüyse ebediyen Türkün ve Türke ait hakların

mahkûmu.. Onun içindir ki, Ermeni'nin de veba¬lini İttihat ve Terakki'ye yüklemek lâzım...

ERMEND'YE ZULÜMLER

Ermeni'nin ettiği, ona edilenden sonra... İlk, ilkin ilki, hazırlık, pusuda bekleyiş, fırsat kollayış

Ermeni'den gelmiş olsa da, zulüm sahnesini evvelâ açan ve onu Türk milleti açıyor hissini veren

İttihat ve Terakki ... Halbuki, nice Ermeni'yi evinde ve yorganının altında saklayıp «Dt¬tihatçı»

satırından korumuş olandır ki, Türk... Ve eğer ben, Ermeni'nin ettiğini, Ermeni'ye edilenden evvel

tab-lolaştırdımsa, tek sebep ona edileni mazur göstermek de¬ğil, belki ucuz bir istismara

getirilmekten uzak tutmak, yani Ermeniye:

—Bana ettiğini ben de ona ettim! Gibilerden bir kuvvet kaptırmamak... Zahir plânının açık

şahitliği, Ermeni lehinde görünür ama, o da Türk milleti gibi bir cinayet komitesinin tasallutu

altında¬ki Ermeni, en mesut ve rahat deminde, âdil Türk Padişa¬hını bombalamaya ve Türk

hükümetini basmaya kalktığı¬na göre, sonunda ettiği zulmü, başında kendisine edilen bir zulümle

takas edebilmek iktidarında mıdır?

O, kendisine bir şey yapılmış olmasa da, yaptığını yapacaktı. Gidişi, tutumu, edası ve üslûbu

buydu. Ermeni Babıâli'deki nazırları, sarrafları, tüccarları ve türlü iş ve teşebbüs adamlarıyle nüfuz

ve refahının en tatlı demlerini yaşarken bile, başına veya kıçına kancayı geçirmiş olan öz komitesi

yüzünden kendisini Firavun'un ehramlara taş taşıyıcı esirleri tarzında, ırzı, malı , canı ve her şeyi

yö-

556

nünden Türkün zulüm pençesinde kıvranıyor sanmaktay¬dı. Bu bakımdan, büyük niyeti ve onu

iyice belirten bazı teşebbüsleriyle evvelden mahkûmdu; fakat bu mânevi bir mahkûmiyet olmalı ve

tedbir plânında ona göre bir tecel¬liye çatmalıydı. Ne çare ki, en biiyük zulüm teşebbüsü,

kendisinkinden evvel, Türke musallat komiteden geldi ve Ermeninin esasen hazır ve saklı iş plânı,

«Kısasa kısas» şeklinde, zahirde doğru, bâtında yalan bir istismarcılıkla, kendisine sahte bir özür

bulmanın kolaylığına erdi.

—Bana ettiğini ben de ona ettim!

Sözünü nasıl söyleyebilir ki, Ermeni; ona edileni Türk milleti yapmadı, «Dttihat ve Terakki» yaptı;

oysa et¬tiğini Türk milletine etti.

Evvelce de belirttiğimiz gibi, (Taşnaksiyon)la kan kardeşi olan «Dttihat ve Terakki»yi bir tarafa

ayıracak olursak, her iki millet de mazlumdur; fakat zalimlik sıra¬sında nasıl birinci «Dttihat ve

Terakki» ise, mazlumlukta da aynı sıfat Türk milletine aittir. Ermeni yalnız «Dttihat ve Terakki»nin,

biraz da kendi komitesinin mazlumuy¬ken, Türk, üçünün birden mazlumu...

Yani:

Ermeniye edileni, Türk milleti yapmıyor, kendi İUSUSÎ kadrosuyla İttihat ve Terakki yapıyor.

Karşılığını, «Dttihat ve Terakki» değil, Türk milleti Çekiyor.

Bunu da sadece (Taşnaksiyon) değil, ona uyan Er-leni milleti yapıyor.

Gerçek mâna bilançosu bundan ibarettir; ve bu va¬riyetten Ermeniye zulüm bahsinde «Dttihat ve

Terakki» lesabına küçük bir özür payı bulunmak şöyle dursun, (Taşnaksiyon)a kadar olanca

sorumluluk ve biricik suç (Dttihat ve Terakki) üzerindedir.

ݺ yine durup dururken değil, Ermenilerin Van'da giriştikleri kıtal üzerine başlıyor. Öncülük yine

Ermenide.

557

Fakat biz nasıl «Dttihat ve Terakki Komitesi»nce açılan büyük zulüm sahnesini Ermeninin

istismarına kapamak istiyorsak, bundan da Ermeniye edileni hafifletmek mânâsına bir fayda

devşirmeye tenezzül etmiyoruz. Ölçü¬lerimizi koyduk. Her iki taraf için de, birinin başında

«Dt¬tihat ve Terakki» öbürünün de «Taşnaksiyon» bulunduk¬ça netice belliydi; hem Türk ve hem

Ermeni, zulüm silin¬diri altında ezilecekti. Facianın büyüğü de milletin büyü¬ğüne düşecek.

Hüküm şu:

Hepsinin, her şeyin, her cepheden hep birden suçu¬nu «Dttihat ve Terakki»ye bağlamadan; ve

Ermeniye edi¬len zulmü, ona bir hak ve itibar değil, «Dttihat ve Terak¬ki» adına zulüm ve zimmet

kaydıyla ele almadan gerçeğe ulaşılamaz. Onun içindir ki «yumurta mı tavuktan, tavuk mu

yumurtadan?» tarzında bir hesap fuhşuna düşmeksi¬zin - çünkü her şey «Dttihat ve Terakki»den -

doğrudan doğruya Ermeniye edilen zulüm diye işe girişelim ve on¬ların Şark sınırımızdaki

şenaatlerine göz bile atmayalım ki, hakikat karşısında tavrımız soylu olsun.. Zira ne Er¬meninin en

sonra Türke yaptığı, daha evvel kendisine ya¬pılmış şu veya bu hareketle; ne de İttihat ve

Terakki'nin Ermeniye başta yaptığı, önceki herhangi bir faciaya özür kazanabilir.

Evet; daima (Taşnaksiyon)un değneği ve Moskof kamçısı altında Van'a saldıran Ermenilerin

zulmünü, bir¬den bire; İstanbul, Bursa, Eskişehir, Afyon, Ankara, Kon¬ya'dan başlayarak şarka

doğru, bütün Anadolu Ermenileri ödemek mevkiinde kaldı. Bunların hepsi de, belki niyette ve

bâtında, zalim kardeşlerinden farksızdı; fakat insanoğ¬lunun ömrü boyunca şahit olduğu hiçbir

mezhep, kanun ve ölçü gösterilemezdi ki, herhangi bir husus, kadroya ait cinayeti, o kadro

insanlarının topyekûn umumî cins kad¬rosuna kadar şümullendirebilsin...

558

İsmine «Tehcir ve taktil — Sürme ve öldürme» de¬nilen öyle bir çığır açıldı ki, Ermeniye Türk,

Türke Erme¬ni karşılıklı ağlamaya başladı.

Eskişehir'de not tutan tarihçinin satırlarına eğile¬lim:

«Fener yok, ziya yok, rehber yok, hiçbir şey yoktu. Kucağında çocukları, ağlayan kadınlar, perişan

sakallarıy-la cübbelerini toplayan, yükünü sırtlarına vuran papazlar, kan ter içinde eşyasını

çıkarmaya uğraşan, hastalarını, kız¬larını, çocuklarını taşıyan analar, fakir, zengin, aç, sefil

bin¬lerce aile, yük vagonlarından çıkmaya uğraşıyorlar; çocuk¬larını, analarını, eşyalarını

kaybetmemek için gecenin ka¬ranlıkları içinde çırpınıyorlardı.»

«Zulüm kalplerinde o kadar derin meyusiyet, o dere¬ce sarsılmaz bir adavet hasıl etmişti ki, en

âciz, en biçare, en kimsesiz bir kadına bile yardım etmek istenilse, kaşlarını çatıyor, kindar

nazarlarla yüzünüze bakıyor; metin kalbi, müteessir ruhuyla felâkete, açlığa, ölüme doğru bîperva

gi¬diyordu.»

«Birkaç gün içinde Eskişehir istasyonunun civarı on-binden, yirmibinden ziyade aile ile dolmuştu.

Trenle sevke-dilemeyen çoluk çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç fakir

jandarma, karadan gelmişlerdi.»

«Eskişehir sokaklarında, istasyon meydanlarında ge¬linlik genç kızların, göz nuru dökerek masum

kalplerinde tatlı emeller besleyerek ördükleri dantelâlarım, ipekli yatak çarşaflarını, özene bezene

yaptıkları gelinlik esvaplarını kollarına almışlar, kırmızı çarşaflı kadınlara yok pahasına sattıkları,

sokak sokak dolaştırdıkları görülüyordu.»

«Köylerinden verem döşeğinde yatan, ihtizar halinde

559

bulunan hastalar, alil ve mecnun, yarı belinden aşağı tut-mayan dilenciler bile çıkarılmıştı.»

« O sırada İstanbul mebusu Zehrap, Varteks ve di¬ğer refikleri de İstanbul'dan sürülmüşler, Halebe

gelmiş-ler... Zehrap, Cemal Paşanın huzuruna çıkmış, kendilerinin Diyarbekir divan-ı harbine

gönderileceklerini, yana yakıla ağlaya sızlaya anlatmış... O kadar acı göz yaşları dökmüş ki, Cemal

Paşa rikkate gelmiş... Kendilerini muhafaza ede¬ceğini vâdetmiş.. İstanbul'a Dahiliye Nâzın Talât'a

bir telg¬raf çekmiş, bu mesele kapanıncaya kadar Zehrap ve arka¬daşlarını ortadan kaybedeceğini,

mesele yatışınca meydana çıkacağını söylemiş.. Talât razı olmamış..

Zehrap ve refikleri, müteessir ve dahun, bir arabay¬la Diyarbekir'e doğru yola çıkmışlar... Nihayet

yolda Çer¬keş Ahmed'in çetesine rast gelmişler. Çerkeş Ahmet bu za¬vallı mütefekkirleri birer

hamlede perişan etmiş.»

Anadolu'nun hücra köylerine gönderiliyordu. Bir akşam dolu bir tren geldi. İstasyondan baktım;

bütün tanıdığım ve bildiğim simalardı: Diran Kelekyan, Pozant Keçyon, Tor-kumyan..»

"Hallaçyan Efendi yine Adada, müzeyyen köşkünde İttihatçılara ziyafet keşide ediyor. Ermeni

mebusları yine Meclis-i Mebusan'da Talâtlara ve avanesine dalkavukluk etmekte devam ediyorlar."

«En elim faciaların Bursa'da ve bilhassa Ankara'da ika edildiği söyleniyordu. Ankara'dan gelenler

müteessirra-ne bir lisanla anlatıyorlardı. Evler abluka edilmiş, yüzlerce Ermeni aile arabalara

doldurularak derelere dökülmüştü. Birçok kadınlar bu feci cinayetler karşısında tecennün

et¬mişlerdi. Ermeni zenginlerinin evleri satın alınmış, takrir verilir verilmez paralar zorla, zulümle

istirdat olunmuştu.»

«Çerkeş Ahmet'ten daha fazla malûmat almak isti¬yordum:

—Peki bu Zehrap,'filân ne oldular?

—A, duymadınız mı? Hepsini geberttim!

Sigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti:

-Halep'ten çıkmışlardı.. Yolda rast geldik. Derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar.

Varteks dedi ki: Peki, Ahmed Bey, bize bunu yapıyorsunuz; fakat Araplara ne yapacaksınız?

Sizden onlar da memnun değil¬ler!.. O senin bileceğin iş değil, kerata dedim; ve bir mavzer

kurşunuyla beynini patlattım. Sonra Zehrab'ı yakaladım, ayağımın altına aldım, koca bir taşla

kafasını ezdim, gebe-rinceye kadar ezdim.

«Tren tren Ermeni mütefekkirleri ve sanatkârları,

«Dstasyon civarına, Porsuk sahillerine gittim. Hazin bir sonbahar, yaprakları döküyor, çiçekleri

solduruyordu. Çarşı boyunda kaplıcaların taş binaları, kahraman Os¬man'ı, genç Orhan'ın adalet ve

şefkatine şahit, iki tarihi âbide gibi yükseliyordu. Ne feci bir tezaddı! Bir zamanlar Osman Gazi,

burada yine bu Pazar yerinde, Bilecikli bir hristiyanm hakkını gasba çalışan Kermenyanlı bir Türk'ü

tedip etmiş, hak ve adalete karşı muhabbetini ispat eylemiş¬tir.»

Zavallı Türk! «Dttihat ve Terakki»den, (Taşnaksi-yon)dan ve bizzat Ermeni'den çektiklerinden

sonra, Er-meniye çektirilenden acı duymak ve haline bakıp ağla¬mak ehliyet ve haysiyeti yine sana

düşüyor! Düşmanları¬nın sana çektirdiklerinden başka, onlara çektirilenlerden de çeken sensin! O

kadar asilsin!

560

561

(XVII) ROMANOFLAR

MUJDK VE BOLŞEVDK

Romanoflar soyundan gelen son Rus çarını ve aile¬sini Bolşevikler öldürdü. Öldürdü ne kelime?..

Hasta ço¬cuğundan, hizmetçisine ve sadık adamına kadar tek tek doğradı, yaktı ve küllerini havaya

savurdu. Komünistlerin ilk büyük cinayeti ve tarihin en acıklı zulüm tabloların¬dan bir tanesi..

Bu münasebetle, 1917 İhtilâli'ne kadar gelen Çar Rusya'sına bir şimşek gözü atalım:

Asya ve Avrupa arası müşterek fasıl çizgisi üzerin¬de, mayası Doğu, aşısı Batı, garip bir millet...

Herşeye rağmen, yumurtada zar, demirde pas gibi, öz kütleye nis¬petle daima kıŞırda kalmaya

mahkûm bir Avrupalılaşma gayretinin vatanı.. Yumurta ve demir, Rus köylüsüdür; meşhur adiyle

(mujik); zar ve pas da , onun etrafındaki asalet sınıf ve ona bağlı okur yazarlar.. Büyük istiklâlli ve

temel kurucu manâsıyla Rusya'da (Burjuvazi — Şehirli sınıfı) teşekkül edememiştir.

563

O zamanki ölçüye göre, asiller ve maiyetindekiler den ibaret şehirli 10-15 milyon insan emrinde,

100-120 milyon (mujik) ve benzerleri.. O devrin Fransa'sında (Burjuvazi) sınıfı, umumî nüfusa

göre yüzde kırka doğru bir nispet belirtirken, Rusya'da asîller ve etrafındakiler ancak yüzde onluk

bir kadro...

Demek esasta sınıf, iki: (Mujik) ve derebeyi...

Manzara da, bir; ciladan ileriye geçemeyen bir Av¬rupalılık sıvası,..

Dikkat edecek olursak, bugünkü Rusya'yla, arada temel ölçü bakımından bir fark yok...

Sınıfları yine iki: Bir tarafta 200 milyona yakın pi¬yon, öbür taraftaysa yine yüzde on nispetinde

rejimin efe¬leri ve maiyetlerindekiler...

Manzaraysa yine bir : Bu defa belki içeriye kadar işleyen, fakat Avrupalılıktan başka herşeye

benzeyen vahşi ve sun'i bir renk.

O zamanın (Mujik) örneği, başını döndüren uçsuz bucaksız steplerde içini kabartıcı bir (Niçevo —

Hiç) duygusunun tersinden şahlanışı halinde kendisini zalim bir ruh haletine vermiş ve diline şu

ölçüyü dolamıştı:

«—Tanrıya kadar; pek yüksek... Çar'a kadar, çok uzak...»

Ve bu ruh haletinin telkiniyledir ki, Çara (Küçük Baba)sıfatını kondurmuştu. Pek büyüğün küçüğü

de an cak büyüğü küçültmek olacağına göre, anlayın (mujikte¬ki ruh haletini ve tecrit, tenzih

iktidarını!...

Bütün bunlardan sonra (mujik) tipinin hayatı, Vol¬ga kıyılarında akıntıya karşı iki sahil boyunca

Sal çek¬mek; ve harplerde tükenmez bir insan seli gibi dalga dal¬ga ilerleyip kırılanın yerini

almaktan ibarettir diye sem-bolleştirilebilir. Nitekim Moskofu eski Türk'e soracak olursanız, şu

cevabı alırsınız: Tek başına hiçbir şey değil'. fakat çokluk!...

Çekirgeler de böyle değil midir?

İki çapraz değneğin «düşünme ve sorma!» gibiler¬den mânalaştırdığı haça ve onun gerisindeki

Çara bu türlü inanan (mujik), gerçekte yalnız bir şeye inanır: Her şeyin onu ve aklını aştığına...

Buna inanınca da, inanmayacağı şey kalmaz!

ݺte 1917'de Bolşeviklik ve sonra fikrî ve hakiki ismiyle komünistlik hareketinin Rusya'da bulduğu

temel, (mujik)teki bu teslimiyet, kanaat ve atalet seciyesinden başka bir şey değildir.

Büyük Fransız içtimaiyatçısı Profesör (Bugle)nin bir konferansındaki şu haysiyetli teşhisi hiç

unutamam:

—Nazariyeler âleminde komünizma, doğuşu, mu¬hiti, iklimi, eşyası, dost ve düşman kutupları,

dayandığı sınıf ve bu sınıfı üreten sınaî hayat bakımından Batının büyük çapta cihazlanmış

ülkelerinde patlaması gerekir¬ken, niçin Rusya gibi iptidaî bir sahada alev alabilmiş; ve nasıl, illetli

bulduğu bünyelerde değil de, tamamıyla alâkasız ve kayıtsız bir uzviyet üzerinde muvaffak

olabil¬miştir?

Suallerin suali budur; cevabı da şu:

Zira Proletarya sınıfının ıstırap belirttiği gelişmiş bünyelerde zehrin panzehiri de mevcut bulunuyor

ve bün¬ye yelkenlilerin safrası gibi, tekneyi devirecek kasırgaya karşı ihtiyat organizmasını da

kendi içinde besliyordu. Komünizma, dışarıdan üç beş hamle ve heyecan adamı¬nın elinde, ona en

uzak bünyeye tatbik edilmiş ve sırf bünyenin habersizliği, muafiyetsizliği, panzehirsizliği,

yüzündendir ki, birden bire muvaffak olmuştur. Öz hasta¬sını yıkamayan mikrop yabancıyı ve

sıhhatli sanılanı gö-türüvermiştir.

Bu teşhise, bir de (mujik) tipinin herşeye hazır, ra¬zı, katlama ve kucak açıcı (mistik) seciyesini

ekleyecek olursak, (mujik) ve bolşeviği çerçevelemiş bulunuruz: Bir

564

565

daire muhiti üzerinde birbirine en yakın iki noktanın te yoldan, aynı zamanda en uzak olması gibi

bir münasabet Biri, garbın kendi içinde boğduğu zehirli rüzgârı yutun onu çılgın bir sarhoşluk

içinde Rusya'ya üfleyen küçük bir zümre, öbürü de, kendisine meçhul rüzgâr altında si¬nip teslim

oluveren koca yığın...

O gün bugün, koca yığının eşya ve hâdiselere ba¬kış zaviyesinde bir temel değişikliği yoktur.

Böyle bir de¬ğişiklik olsa, komünizma heykeli temelini kaybeder. Ki¬mi korkunç, kimi büyük,

kimi hiç, İvan'ların, Petro'ların, Nikola'ların yerini kimler aldı, biliyoruz. Hepsinini yerini rejim

efeleri, Ortadoksluğunkini de (niçevo)...

Birinci Dünya Harbinin üçüncü yılı, komünizmaya istidatlı sanılan Rus müttefiklerini günden güne

kuvvete, Rusya'yı da zaafa götüren devre... Almanya 7 ordusuyla Fransa'da sürüne sürüne

gerilerken 1 ordusuyla Rusya'yı dize getirmiş; ve mahut zehirli rüzgâr sarhoşlarının rüya¬da bile

bulamayacakları zemini kendilerine hediye etmiş¬tir. Açlık, sefalet, hastalık, karışıklık, başsızlık,

aşırı bez¬ginlik..

Feci Rus hezimetlerinden sonra kumandayı ele alan Çar, (Mohilef)teki Büyük Umumi Karargâh'da

sure¬ta askeri meselelerle uğraşırken, en büyük tehlike, sırtını verdiği gerilerde demleniyor. Fakat

bu henüz açık bir Bolşevik davranışı değil.. İçine en büyük çapta amele sı¬nıfını almış olsa da,

umumî ve içtimaî mânâda halk bez¬ginlik ve taşkınlığını ifade eden bir kabarış...

Bu kadarını Almanlar da bekliyordu. ݺte, Alman ordularının büyük kafası (Lûdendorf)un «Harp

Hatırala¬rım» isimli eserinden bir cümle:

«—Ben her zaman Rusya'da, askeri yükümüzü ha¬fifletecek bir ihtilâl gözledim; ve kendi

kendisine oldu.»

(Ludendorf)un bu cümlesinde, Rus içtimaî sınıfları arasındaki tezat ve bağlantı zaafı,-Mr bedahet

şivesiyle

tütmektedir. Rus köylüsü mahut (mujik) , aristokratı da malûm tip olmakta devam ettikçe, herhangi

bir teşebbüs yerleşeceği iki omuz arası ve düşüreceği kafa noktasın¬dan daima şanslı sayılabilir.

Hâdise, 10 Mart 1917'de, İdare Merkezi'ndeki iş¬çilerin grevi, bütün içtimaî hayat vasıtalarının

felce uğra¬ması ve halkın grup grup kafa kafaya vermesiyle başladı. Vaziyet ve nezaketi asla

kavrayamayan, sebeplerine bağ-layamayan ve bu vesileyle pusuya yatanları göremeyen

«Prototopof» Hükümeti de, mevziî plânda isyanlara mah¬sus, basit ve yarım tedbirlerden başka bir

şey düşüneme¬di.

Hayatî ve tarihte daima sarsak Hükümetlerin canı¬na mal olan nihaî ân: Vaziyete bakacak ve

imkânın varsa ya bütün kuvvetinle isyanın üzerine çullanacaksın; yahut olanca politikanı gösterip

aşağıdan alacak ve asla tepkiye geçmeyeceksin!

Çar'in ahmak Hükümeti böyle yapmadı. Halk kay¬nayışını o âciz tabancasıyla bastırmaya kalkmak

gibi gü¬lünç bir tedbire başvurdu. Petrograd sokaklarına bir sürü ceset serildi ve böylelikle

Hükümet, ayaklanışın itfaiyesi değil de, kundakçısı mevkiine geçti. Efsanevi çapta aptal-laşmış

hükümet, belki küçük veya bir müddet gizlenmesi mümkün ateşi körüklemekte o kadar ileriye gitti

ki, taşan ve kaynaşan halk yığınlarının üzerine asker sürmeye ka¬dar vardı. Asker mi?

Asker topyekûn cephede... Merkezde sadece talim gören ve cephede kırılmaya hazırlanan ufak

tefek birlik¬ler var... Onlar da, mevsimlerdir türlü propagandaların te¬siri altında; zaten gidecekleri

yer de cephe, ölüm hattı... Böyle birlikleri halk yığınları üzerine sevketmek «git de isyancılara

katıl!» demekten başka ne olabilir?

Öyle oldu! Asker isyancılara katıldı ve 13 Mart'ta hemen bütün Petrograd ayaklananların eline

geçti.

566

567

Bütün müesseseleriyle bir anda parçalanan, kısım kısım kopan ve selâhiyet organlarına ait her türlü

nüfuzu¬nu kaybeden bir devlet...

Bu vaziyette (Duma) isimli millet mümessilleri he¬yeti, Hükümeti düşürmekten ve geçici bir

hükümet kur¬maktan başka yol bulamadı; ve bütün bunlar; cephedeki Rus ordularının ve Çar'ın

arkasında bir hamlede ve kendi kendisine oluverdi.

Bolşevik, herşeyi kapmak üzere pusudadır.

Nasıl; hâdiselerin akışı, tam da (mujik) ve ayrıca (Bolşevik) karakterine göre inkişaf etmiyor mu?

ÇAR VE ADLESD

Romanofların sonuncusu İkinci Nikola... Gayet mahcup, az konuşan, son derece alçak gönüllü,

daima «oldu-bitti»lere baş eğer ve bir liyakatsizliği gizler gibi bir tavır içinde... Güzel ve sakin bir

yüz.. Açık bir alın, dürüst, samimi ve merhametli gözler.. Hafif bir sakal ve pala bıyıkların özendiği

şehamet edasını, yüzünün tatlılığı yalanlıyor.

1894 yılında, veliahtken, Alman prenseslerinden, (Alis dö Hes)le evlenişini, babası üçüncü

Aleksandr'ın ölümü takip etti. (Aleksandra Feodorovna) ismini alan yeni Çariçeye, Rus topraklarına

ayak basar basmaz düşen iş, kayın babası eski Çar'ın tabutu arkasından, Karadeniz-B altık denizi

boyunca gitmek oldu. Halk siyah tüller için¬deki «Güneş Işığı» lâkaplı bu harikulade güzel, sarışın

Alman prensesine bakıp hükmünü verdi:

—Ne uğursuz kadın! Rusya'ya bir tabutla giriyor! Kimbilir daha ne felâketler getirecek?

Doğru!... 26 yaşında Rusya tahtına geçen İkinci Nikola, kendisinden dört yaş küçük

imparatoriçeyle bera-

568

ber, iki yıl sonra Moskova'da, taç giyme töreninde, felâketin büyüğüne şahit oldu. İleridekilere

nispetle pek hafif fakat ilkinden çok ağır.. Rusya'nın her tarafından töreni görmeye gelen köylüler,

geceleyin (Hodinskaye) isimli bataklık bir arazide toplanmıştı. Burada kendilerine hediyeler

dağıtılacaktı. Göklerin gergefini havaî fişekler örerken, birdenbire, taşkın kalabalık ve intizamsızlık

yü¬zünden bir panik başladı, dalgalanan halk denizi artık ya-tıştıralamadı; ve tam 2000 kişi, batak

toprakta (mujikle¬rin çizmeleri altında ezildi veya sıkışıklıktan boğuldu. Yine bütün Rusya'yı

dolaşan mırıltı: —Bu kadın Rusya'ya belâ getiriyor! «Güneş ışığı» genç Çariçe, dünyaya, birbiri

peşin¬den dört kız çocuğu getirdi: Olga, Tatyana, Mariya, Anastasiya... Etekleri belâ sürükleyen

kadının erkek ço¬cuğu doğmuyordu. Meşhur tabiriyle «Bütün Rusların Ça-rı»na bir veliaht

kazandıramıyor. Kederi büyük... O ka¬dar ki, birinci, ikinci, üçüncü derken, dördüncü çocuğun da

kız olması, sarayda gizlenemez bir hayal kırıklığına yol açtı. Neredeyse (Anastasiya)nın yüzüne

bile bakan ol¬mayacaktı.

Nihayet 1904 yılında, Rusya için yeni bir felâket olan Rus-Japon harbinin en hararetli deminde,

Çariçe, âdeta bozgun müjdecisi halinde bir erkek çocuk doğurdu: Aleksi Nikolaviç... Sarayda ve

bütün Rusyada saadet te¬zahürleri. .. Yere vurulup kırılan votka kadehleri, her hal¬de Petrogradın

bütün pencerelerine cam olacak kadar... Fakat süreksiz neşe... 1905 Ocak ayında, kışlık saray

önünde nümayişçilerin kılıçtan geçirilmesi ve arkasından Rus-Japon Harbinin Çarlık hesabına ağır

şartlı tasfiye¬si...

Dilini yutmuş, utangaç ve herşeye evvelden razı bir hal içindeki Çarla, dinini ve milliyetini

değiştirmiş ol¬masına rağmen bir türlü Ruslara hoş görünemiyen Çariçe

569

hesabına bâzı saadetler bile felâketi daha derinleştirmek ve daha keskin belirtmek için geliyordu

sanki.. Nitekim Rusların (Çariviç) dediği veliahtın vücudu, kısa zamanda, hiç vücuda

gelmemesinden daha feci bir netice doğurdu. Çocuk şifa bulmaz soyundan hastalıklıydı. (Hemofili)

de¬nilen, hususî bir kan kaybı istidadı... Parmağı çizilse, burnu kanasa, bütün kanım kaybettirecek

ve hastayı götü¬recek kadar hassas bir illet... Irsî olan bu illet, yine «Gü¬neş Işığı» Çariçe

tarafından geliyor; ve ilâhi hikmete ba¬kın ki, soyun yalnız erkek koluna geliyor; kızlara hiç

do¬kunmuyor. Çariçenin amcası, erkek kardeşi ve iki yeğeni bu hastalıktan ölmüştü. Böylece

Çariçe Aleksandra Feo-dorovna, kendi familya kökünden gelme bu kurutucu ille¬ti, Rusya Çarlık

tahtının bunca özleyiş sonunda kazanılan biricik vârisine geçirmiş oluyordu.

Bu uçsuz bucaksız ülkede kendisini yapayalnız hisseden, millete bir türlü sevimli görünemediğini

bilen, öldürücü bir halk şüphesi altında kıvranan ve nihayet tek ümidi veliahtın da kendisinden bir

ölüm bulaşığiyle mey¬dana geldiğine şahit olan Çariçenin çilesi anlatılır gibi de-

(Çariviç)in şifasız hastalığı meydana çıkar çıkmaz, Çariçe, güneş ışığını karartıcı bir ıstırap

hayatına girdi. Hâdiselerin itişiyle de, sonuna kadar bu hayattan dışarıya çıkamadı.

Denilebilir ki, Çarı ve bütün kadrosiyle sarayı felce uğratan, memleket dertlerine hâkimiyetle

eğilmekten alı¬koyan (Rasputin) gibi bir tipin hululü yüzünden tam bir çürüyüş ve yıkılışa

sürükleyen ilk saik, yine (Çariviç)in bu hastalığı yani Çariçe yolundan bulaşan dert olmuştur.

Filmlere ve âdi macera romanlarına kadar geçen

(Rasputin)i tanımayan yoktur. (Mujik) tipinin, papazlaş-

miş, kendisine göre ruhî bir rejim içinden geçmiş, züppe

şehirlilere tesir edici hale gelmiş, muhteris ve hilekar,

570

açıkgöz veya gözbağcı örneği... Şeytanlaşmış (mujik) ta¬biri, mevzumuza en yakışanı.

ݺte «Bütün Rusyaların Çariçesi», ilim, akıl ve maddî imkân yolundan çocuğunu kurtarmaya çare

bulun¬madığını görünce, işi, aklınca manevî ve kutsî farzettiği sahaya döktü; ve bu sahanın

temsilcisi diye kendisine tavsiye edilen (Rasputin)e el uzattı.

Çariçe üzerinde derin bir nüfuz kaydettikten sonra, onu ve sarayın asîl ve dilber kadınlarını sönmek

bilmez şehvet ve ihtirası etrafında halkaladığı destanlaştırılan (Rasputin), bu tarafiyle, sadece

başıboş hayal ve böyle hayallerin simsarları tarafından şişirilmiş biri... Sarayın bir takım mânevi

tesir meraklısı fakat bu tesirin hakikati¬ni bilmez, ahmak kadınlarına nüfuz etmiş, onlar üzerinde

bâzı emellerim yürütmüş ve neticede bu yüzden öldürül¬müş olsa da, zavallı Çariçeye karşı ölüme

mahkûm oğlu¬nun kurtarıcısı sanılmaktan başka hiçbir rol sahibi değil¬dir. (Çariviç)in hastalığı

yüzünden sarayda bütün eğlen¬celeri paydos eden, hiçbir törene katılmayan, hiçbir mera¬simde

görünmeyen ve hayat hevesini topyekûn kaybeden Çariçe'de, (Rasputin)e, uydurulduğu tarzda âlet

olmak imkân ve istidadı yoktur. Çariçe (Rasputin)e gösterdiği itibar ve itimattan neler

doğabileceğini de hesap edemez haldeydi.

Dikildiği noktayı buigulayan kurşunî gök gözlü, dar alınlı, yağlı ve uzun saçlı, bol sakallı bu adam,

Çari¬çenin huzuruna çıkar çıkmaz:

—Dualarıma güven! Tesirime inan! Oğlun yaşaya¬caktır!

Demiş, ve ne gariptir ki, onun el attığı her defa kü¬çük (Çariviç), geçirmekte olduğu (kriz)leri

atlatmıştı.

Artık varsa yoksa (Rasputin)...

(Dostoyevski), «Karamazof Kardeşler» romanında, (Rasputin)in kökünü gösteren bir tipi anlatır.

Bu, o za-

571

il*

manki Rusyada örnekleri pek seyrek olmayan (Starez) dir.

(Dostoyevski) bu tip için şöyle der : «— (Starez), ruhumuza girip bizi şahsiyet ve irade¬mizden

ayıran ve kendi şahsiyet ve iradesiyle dolduran adam...»

ݺte böyle bir (Starez) olan (Rasputin), Çariçeye, oğlunun hayatım kendisiyle kaim göstermeyi

başarınca, bilindiği gibi, Rusya'nın en felâketli devresinde, sarayı, bâzı saray kadınlarını ve hattâ bir

takım hükümet adamla¬rını parmağında oynatıcı bir rol tutturdu; sessiz ve her şe¬ye razı. Çar da,

bu hale, arkasını dönmekten başka bir şey yapamadı.

Nihayet birer ateş deliği halindeki gözleriyle bu Si¬biryalı (Starez)i iki asilzade ve bir mebus,

tesirsiz kalan zehirli pastalardan sonra bir sürü kurşunla, güç belâ yere yıkabildiler ve (Neva)

ırmağına attılar.

Bu hava içinde, Çar 46 (Çariviç) 10 yaşındayken Birinci Dünya Harbi.. Bütün cephelerde yalnız

Doğu Türk sınırları müstesna, bizim için ne acı!.. Moskof hezi¬meti. ..

«Allahü Ekber» dağından düşmana sürülen Türk ordusu, dağın öbür tarafına ancak birkaç manga

halinde inebilmiş ve Moskoftan evvel soğuğa ve deliliğine kur¬ban edilmiştir. Hasankale'de bir

adamın kargalara patlat¬tığı tüfek «Moskof geliyor!» çığlığıyla bütün birliklere si¬rayet etmiş ve

bütün bir hat, kendi kendisine ricate başla¬mıştır. ݺte Moskof zaferi, Moskofların o haline rağmen,

böyle bir sevk ve idare altındaki orduya karşıdır. Her ba¬kımdan felâket ve karışıklık içinde yüzen

Rusyanın tek neşesi biz olduk; bize karşı kazanılmış sandıkları zafer¬ler. ..

Telkin altında kalmak ve yabancı gözlerin gördüğü yollarda yürümekten başka rolü olmayan Çar,

hasta oğ-

572

luyla beraber kendi Garp cephesinde ve kumandayı sözde eline almış bulunmakta... Bildirdiğimiz

gibi, Fransızlar, Rusların dörtte biri mikyasındaki nüfuslarına rağmen Al¬man ordularının % 87.50

'lik büyük ve seçkin kütlesini durdururken -Hitleri şaşırtan ve yendiren hesap- aynı or¬duların %

12.50 derecesindeki ıskarta kısmına Rusya mağlûptur. Çariçe ve dört prenses, sırtlarında hemşire

el¬biseleri, hastahane hastahane dolaşmakta ve yaralıları iyi etmeye çalışmakta...

Komünistlerin habersiz öncüsü olarak malûm halk hareketi karakteriyle başlayan ayaklanma

üzerine, Pet-rograda gitmek üzere hususî trenine atlayan Çar, hedefine 50 kilometre mesafede

yolların kesilmiş olduğunu gördü ve bir generali vasıtasiyle uzaktan (Duma) meclisine baş¬vurdu :

Rusyada nizam ve huzuru iade etmek için Mecli¬sin uygun göreceği her teklifi kabule hazırım!

Cevap : Çok geç!

Komünistler geride ve pusuda, Rusyanın hezimeti pahasına bile olsa kendi rejimlerini kollarken,

(Duma) millet temsilcileri, artık Çarsız bir idare ve zaferi gaye edinmiş bulunuyorlar.

Çara düşen yol, iki :

Ya tahtı bırakmak; yahut kendisine sadık, asker kuvvetlerle Petrograd üzerine yürümek...

Mizacı bakımından birinci yolu seçmekte bir ân bi¬le tereddüt göstermeyen Çar, karşısında put gibi

sükût edici ve hiçbir his belli etmeyici generaller önünde, taht¬tan vazgeçme bildirisini yazdı,

(Duma) tarafından kuru¬lan geçici hükümetin murahhaslar heyeti de gelip Çardan bildiriyi aldılar;

«—Biz, İkinci Nikola, Tanrının lütfiyle bütün Rus¬yalıların Çarı, Finlandiya Büyük Dukası,

vesaire vesaire; sadık tebeamıza bildiririz ki...»

Filân ve falan!..

573

I

SARAYDA ZDNDAN

Sarayda, «Güneş Işığı» împaratoriçe yapayalnız. Dört bucaktan silâh sesleri geliyor ve ne olup

bittiğine dair, kesik ve boğuk lâflardan başka hiç bir haber alına¬mıyor. Petrograd yakınlarına

kadar gelip ileriye geçeme¬diği ve orada tahttan feragat ettiği bilinen Çardan başka bir bilgi yok..

Acaba nerede ve ne halde?.. Meçhul!.. İm-paratoriçe Sarayın boşluğa ve meçhule bakan büyük

pen¬cerelerine koşup bulutlardan bir şeyler öğrenmeye çalışı¬yor; fakat hiç bir delâlet yok!..

Saray, herhangi bir tehlikeye karşı muhafız birlik¬lerinin halkaladığı ve dört saf halinde tüfeklerini

dışarıya, halk istikametine çevirdiği, içi boş ve lehimli bir kutu ha¬linde... Ne içeriden dışarıya, ne

de dışarıdan içeriye bir şey sızmaktadır. Yalnız tam bir ana baba gününü haber veren, uzak ve

yakın, boğuk ve kesik tüfek sesleri... Ça¬riçe dört. şaşkın kızıyle, hasta ve dünyadan habersiz oğlu

(Çariviç) arasında, her ân sararıp erimekte.. Birkaç gün içinde zayıflayıp çöktüğünü ve sapsarı

kesildiğini görüp not edenler var...

Nihayet muvakkat Hükümet saraya bir general gönderdi ve Çariçeye şunları bildirtti :

— Çar ve Çariçe, Sarayda tutukluk halindedirler! Çar yarın gelecek ve hükümetin bu kararına

uyacaktır! Çar ve Çariçenin maiyet ve yakınlarından, tutuk olmadık¬ları için bu vaziyete katlanmak

istemiyenler sarayı terke-debilir; isteyenler de kalır!

Bütün bunları ve bilhassa bundan sonraki mahrem safhaları en emin ağız olarak kendisinden

dinlediğimiz İsviçreli bir Fransızca öğretmeni vardır ki, 10 yıldan beri saraydadır ve evvelâ

prenseslerin, sonra da (Çariviç)in okutulmaları ve yetiştirilmeleri işini üzerine almıştır. Sa¬raydan

derin bir güven ve sevgi toplamış olan bu adama,

Çariçe, Muvakkat Hükümetten gelen bildiriyi haber veri¬yor ve soruyor:

—Ayrılmak isterseniz tam zamanı... Ecnebi oldu-aunuz için size bir şey de yapamazlar.

Sefarethanenize sı¬ğınırsınız!

Sadık öğretmen şu cevabı veriyor :

—Gidecek değilim, sizinle beraber kalacağım!

Çariçe, bu ulvî hareket karşısında gözleri yaşlı, emir veriyor :

—O halde her şeyi (Aleksi)ye anlatınız! Her şeyi öğrensin! Ben de kızlara haber vereceğim!

İsviçreli öğretmen veliahtın dairesine giriyor ve sö¬ze başlıyor :

—Dmparator yarın cepheden dönüyor. Bir daha da gitmeyecek.

Çocuğun saffetli gözleri, istifhamla dolu açılmak¬ta:

—Niçin dönmüyor?

—Çünkü babanız artık Başkumandanlık makamın¬da kalmak istemiyor!.

Çocuk mahzun, yere bakıyor. Umumî karargâh ve orada geçirdiği hayat onun için çok tatlı.

Öğretmen ilâve ediyor :

Babanız, İmparator, tahtta kalmak da istemiyor!

Bu defa çocuğun gözleri alabildiğine açık ve kay¬gılı :

—Nasıl?.. Niçin?..

—Çünkü o çok yorgun.. Son zamanlarda büyük zorluklarla çarpıştı ve kendisini örseledi!

—Evet, evet, annem bana dedi ki, buraya gelirken babanın trenini durdurmuşlar. Fakat her halde

bunlar ge¬çince yine İmparator olur!

Öğretmen hasta çocuğa, babasının tahttan çekildi¬ğini, tahtı kardeşine bıraktığını, onun da kabul

etmediğini

574

575

I

ve ortada olan veya olması beklenen bir Çar bulunrnad ğını anlatıyor. Kendi varisliği üzerinde

hiçbir ima yanı] mayan çocuğun cevabı :

—Mademki ortada bir imparator yok; ya Rusyavı kim idare edecek?

Çocuğun gözünde, (mujik)te de olduğu gibi, başka bir idare şekline ihtimal mevcut değil..

Aynı gün akşam üzeri, saat 16... Sarayın kapıları kapatılıyor ve muhafaza işini yeni hükümet

üzerine alı¬yor. Artık saray, muhteşem bir zindan..

22 Mart sabahı, öğleye doğru, Çar refakatinde Sa¬ray Mareşali Prens (Dolgoruki) olduğu halde

geldi. Çara sarayın zindan kapısını araladılar ve üstüne kapadılar.

Öğle yemeğinden sonra Çar, hasta oğlunun daire¬sinde... İsviçreli öğretmen de orada... Çar her

zamanki alçak gönüllü ve her şeyi peşin kabul etmiş hali içinde. Sadece yüzünde birkaç ıstırap

çizgisi ve solgunluk. Bütün kayıplara rağmen birbirlerine kavuşmanın saadeti içinde¬ler.. Batan bir

gemide birbirini arayıp bulduktan sonra sarmaş dolaş olmuş felâketzedelere benziyorlar.

Artık Çar'a, her şeyden uzak, çoluk çocuğiyle dü¬şüp kalkmak, okumak, boş zamanının büsbütün

boş anla¬rında da Prens (Dolgoruki) ile parkta gezinmek, hattâ bahçe işleriyle uğraşmaktan başka

vazife kalmamıştır. Fakat Çar zindan halindeki sarayında da serbest değildir. Parkta dolaşıp

dilediğini yapması yavaş yavaş dar bir sa¬haya inhisar ettirilmiş; ve (Napolyon)un (Sent Elen)

ada¬sında başına geldiği gibi, Çara, küçücük bir bahçe çerçe¬vesinden başka yer bırakılmamıştır.

Çar, her şeye «pe¬ki!»; her şeye «başüstüne!» demek ve asla şikâyet tavrı göstermemek

mizacında... Çariçe bir şezlonga uzanmış,

576

bütün gün düşünmekte. Eski «Güneş Işığı» şimdi yanık ve kırık bir madde parçası..

Sarayda bir rivayet, bütün çar ailesinin Finlandiya yolundan İngiltereye gönderileceği üzerinde...

Bütün gözler de birbirine ifşaya cesaret etmeksizin, bir kaç saat¬lik bir otomobil yolundan ibaret

bir mesafedeki Finlandi¬ya sınırlarında. Ah, acaba şu Çar bir gözüpeklik gösterse de, kolayını

bulup atlayiverse!.. Ne mümkün?.. Onun se¬ciyesinde böyle hamlelere yer olmadığı bir tarafa;

hayatın böyle bir kurtuluşa müsaadesi yoktur.

Mart (1917) ayının ortalarından Ağustos ortalarına kadar beş ay sarayda zindan hayatı yaşadılar. Bu

beş ay¬lık devrenin en çarpıcı renk ve çizgilerini, Fransızca öğ¬retmenine ait not defterinden

süzebiliriz. Birkaçını göste¬relim :

1 Nisan (Pazar) - Sarayın kilisesinde papaz. Rus ordularının zaferine dua ederken Çar dizini yere

koydu ve

herkes ona uydu.

3Nisan (Salı) - Geçici hükümet reisi (Kerenski)

bugün ilk defa olarak saraya geldi. Bütün odaları, nöbet

yerlerini, muhafızları teftiş etti. Gitmeden Çar ve ailesi

ile de bir salona kapanıp konuştu.

4Nisan (Çarşamba) - Geçici hükümet reisinin Çar

ve Çariçe ile şunları görüştüğünü veliahttan öğrenmiş bu¬

lunuyorum.

Bütün İmpataror ailesini büyük bir salonda topla¬mış ve evvelâ kendisini takdim etmiş. Sonra

herkesin eli¬ni ayn ayrı sıkmış... Çariçeye dönmüş :

—Dngiltere Kraliçesi, düşük İmparatoriçe hakkında

bizden bilgi istiyor!

Çariçe bu üslûp ve edâ karşısında kıpkırmızı kesil¬miş ve cevap vermiş :

—Dyi ve sıhhatli olduğumu bildirebilirsiniz! Sade¬ce eskiden olduğu gibi kalbimden ıstırabım var!

577

aft

—Ben, başladığım işi, sonuna kadar bütün ener¬jimle götürürüm! Huyum budur! Buraya kadar

gelip her şeyi gözümle görmek istedim. Bu, sizin hayrınıza!

Sonra Çara dönüp rica veya emir :

—Sizinle hususî, başbaşa konuşmak isterim!

Bitişik salona geçiyorlar. Kerenksi önde, Çar arka¬sında. ..

Konuşmayı Çar şöyle anlatmış :

(Kerenski) ona demiş ki:

—Hakkınızdaki ölüm cezası kararını değiştirttim! Bilmiş olmanız lâzım!.. Çoğu, fikri kanaatlerinin

mazlu¬mu olan arkadaşlarım beni kırmadılar!

(Kerenski) Çara demek istiyor ki, ölümü hak etmiş olmasına rağmen, kendi öz mazlumlarının

topluluğu, sırf onun rica ve gayretiye hayatını bağışlamışlardır.

Sonra devam etmiş :

—Yakında, ben işi tertipler tertiplemez, gideceksi¬niz! Ne zaman, nereye, nasıl?.. Ben de

bilmiyorum he¬nüz... Fakat yakında belli olur. Bu meseleyi kimseyle gö¬rüşmeyiniz!

Babasını, bir zamanların yirminci planında bir adamdan emir alır görmek (Çariviç)e pek dokundu.

8 Nisan (Pazar) - Çarı, karısından ayırdılar. Çari¬çeyi yalnız yemeklerde görebilecek ve yanlarında

bir su¬bay bulunacak. Rusçadan başka dil de kullanılmayacak.

18 Nisan (Çarşamba) - Bahçeye her çıkışımızda süngülü askerler etrafımızı alıyor ve bizi adım

adım takip ediyor.

1 Mayıs (Salı) - Rusya ilk defa olarak 1 Mayıs bayramını kutluyor. Uzaktan naralar, boru sesleri ve

uğultular duyuyor, fakat hiç bir şey bilmiyoruz.

13 Mayıs (Pazar) - İki günden beri bahçeyi kaz¬mak ve orada sebze yetiştirme işine başlamakla

meşgu¬lüz.

19 Mayıs (Cumartesi) - Çarın doğum günü... İm¬parator 49 yaşında.. Ayin ve tebrikler

24 Haziran (Pazar) - Bolşeviklerin Geçici Hükümetin İmparator ve ailesinin pek yakında

nakletmeye karar ver¬diğini, fakat gidilecek yerin gizli tutulduğunu öğrendim. Hepimiz bu yerin

Kırım olmasını diliyoruz.

11Ağustos (Cumartesi) - Bize sıcak tutan elbiseler hazır¬

lamamızı emrettiler.. Demek cenuba gönderilmiyoruz.

Büyük hayal inkisarı..

12Ağustos (Pazar) - (Çariviç)in doğum günü.. 13 yaşına

basıyor. Hareketimiz, yarın olarak tespit edildi. Muhafız

Albay bana büyük bir gizlilik kaydiyle gideceğimiz yeri

haber verdi: Sibirya'da (Tobolsk) şehri.

13Ağustos (Pazartesi) - Bu akşam gece yarısında hare¬

ket edeceğiz. Ona göre hazırlıktayız. Sarayda her köşeye

elv eda ziyareti. Gece... Saat 1... Hâlâ bir işaret yok. He¬

pimiz ayakta ve bavullar arasmdayız. Nihayet sabahın 5

inde her şey tamam... Bir süvari birliğinin kordonu içinde

otomobillerle gara gidiyoruz. Saat 6 yıl 10 dakika geçe

bizi götürecek tren gar rıhtımına yanaştı.

578

579

(XVIII)

İSTİKLÂL MAHKEMESD MAHKÛMLARINDAN BDRKAÇI

Haziran 1926 ortalarında Cumhuriyet Hükümetinin neşrettiği resmî tebliğ :

«Reisicumhur Hazretlerinin seyahatleri esnasında İzmir'de tatbik olunmak üzere bir suikast tertip

edildiği tezahür etmiştir. Mürettipler Hazretlerinin îzmire muva¬salatlarından bir gün evvel tevkif

edilmişler ve mevkuflar suikast teşebbüslerini itiraf etmişlerdir. Mesele İstiklâl Mahkemesine tevdi

edilmiş ve Mahkeme Heyeti dâvayı yerinde takip ve rü'yet eylemek üzere İzmire hareket

et¬miştir.»

Bunun üzerine, bir tevkif fırtınasıdır kopuyor; ve teşebbüs sahipleri tamamiyle çerçevelenmiş

bulunduğu halde, kendileriyle uzaktan yakından alâkalı veya böyle bir teşebbüsten memnun

farzedilen her şahsiyet, bu tevkif ağının içine düşürülüyor. Zamanın Başvekili İsmet paşa, bu

vesileyle, takip ve tevkif projektörünün, hâdise sınırla¬rı üzerinden kaydırılıp münasebet kabul

etmez ufuklara kadar çevrilmesine taraftar değildir ve bâzı tevkifler kar-

581

şısında telâşa düşmüştür. Onun bu halini, son zamanların bir tarih broşüründen takip edelim :

«Başvekil İsmet Paşanın bu telâşının sebebi şuydu-

Paşa İstiklâl mahkemesinin işe el koyar koymaz yapmaya başladığı tevkifler sırasında, evvelce

feshedilen Terakkiperver Fırkaya mansupturlar diye Kâzım Karabe-kir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer

Tayyar, Refet Paşaları da palas pandıras yakalatıp tevkif ettirişi karşısında bu kıy¬metli silâh ve

mücadele arkadaşlarının böyle menfur bir suikast işiyle alâkadar olmayacakları ve esasen ortada

böyle bir kanaati verecek hiçbir delil bulunmayışını gözö-nüne alarak pürtelâş İzmire koşmuş ve

İstiklâl Mahkeme¬sinin bu hatasını tashih ederek nahak yere tevkif ettirdik¬leri paşaları serbest

bırakmasını istemişti. Esasen hepsi mebus olan bu paşaları teşriî masuniyetleri Meclisçe refe-

dilmeden tevkif etmeye kanun da müsait değildi.

Fakat hiçkimsenin emrinde olmamak ve hiçbir ma¬kama karşı mesuliyeti bulunmamak gibi

müstesna bir mevkii ve selâhiyeti olan İstiklâl Mahkemesi, kuvvetine dayanarak İsmet Paşanın

arzusunu yerine getirmemekle kalmamış, hattâ onu da tevkife kalkışmıştır.»

İstiklâl Mahkemesinin her cepheden mânâsını bu satırlar belirtmeye yeter.

Zamanın Meclis Reisi de vaziyeti tatlıya ve doğru¬ya bağlamanın kolayını bulmuştu. ݺte aynı

broşürden sa¬tırlar :

«Öte yandan Meclis Reisi Kâzım (Özalp) Paşa da teşriî masuniyetleri kaldırılmak lüzumu

duyulmadan ka¬nuna uymaz bir şekilde bir çok mebusların tevkifi yüzün¬den doğan dedikodulara

karşı fikirlerini aydınlatmak maksadıyla kendilerine müracaat eden gazetecilere, duru¬mu şöyle

izah etmişti :

—Evet... Mebusların teşrii masuniyetleri vardır. Teşkilâtı Esasiye Kanununun 17'nci maddesine

nazaran

kendisine cürüm isnat olunan bir mebus maznunen istic¬vap, muhakeme ve tevkif edilmezse de...

Cinaî cürmü meşhut müstesnadır. Anlaşıldığına göre suikastçiler gö¬rüşmüşler, düşünmüşler,

tertibat yapmışlar, her türlü vası¬taları hazırlayarak fiiliyata geçmişlerdir. Kendileri üzerle¬rinde

cinayet vasıtaları mevcut iken cürmü meşhut halin¬de yakalanmışlardır. Artık bu vaziyet karşısında

zîmedhal olan mebusların teşriî masuniyetlerinin Teşkilâtı Esasiye Kanununa göre, bahis mevzuu

olamayacağı pek tabiîdir. Hükümet, Teşkilâtı Esasiye Kanunundaki sarahatle tev¬kifleri Büyük

Millet Meclisine bildirmiştir. Şimdiki halde bence Meclisi içtimaa davete lüzum yoktur».

Haydi, suçüstü vaziyetlerde bu kıyas doğru olsun; ya sadece şüphe, daha doğrusu şüpheyi yöneltme

işin¬de?..

Aynı broşür devam ediyor :

«Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Kâzım Özalp Paşa, bu hükmünde hata ediyordu. Zira; Ne

Kâzım Kara-bekir, ne de arkadaşları Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar Pa¬şaların hattâ ne de öteki

mebuslardan birçoğunun (sui-kastçilerle görüşmüş, tertibat yapmış ve her türlü vasıta¬ları

hazırlayarak faaliyete geçmiş olduklarını) belirtecek hiçbir delil, şahit ve mesnet yoktu.»

İzmir suikastiyle alâkalı olmayan, yalnız o bahane altında yakalanıp bin bir çileden sonra bir kısmı

salıveril¬miş, bir kısmı da tarihî büyük mazlumlar arasına katılmış örnekleri ele alan bu

bahsimizde, hâdiseye ait teferruatı geçip, işi aslî örneklerimiz üzerinde kümeleyelim; ve ne kadar

(objektif) kaldığımızı göstermek için aynı broşür¬den kopye etmekte devam edelim.

«Onlar da arka arkaya geliyorlardı. Son kafile Gül-cemal vapuru ile İstanbuldan geldi. Yol boyunca

gemide bile ihtilâttan menedilmiş bulunuyorlardı. İzmire çıkarı¬lırlarken de çok ihtiyatlı hareket

lüzumu duyulmuş olacak

582

583

I

1t

tI

il

ki, vapur öğleden sonra 2'ye 10 kala limanda demirlediği halde mevkuflar ancak karanlık bastıktan

sonra saat 9'a doğru ve teker teker çıkarılıp her biri sıkı muhafaza altın¬da ayrı bir otomobille

yıldırım süratiyle Müdüriyete sevk edilip yine ayrı ayrı odalara konulmuşlardı.

Bu son kafilenin başında İttihat ve Terakkinin meşhur ve kıymetli Maliye Nâzın Cavit bey vardı.

Kısa fasılalarla gelen öteki otomobillerde sıra ile Sivas Mebu¬su Halis Turgut, Erzincan Mebusu

Sabit, eski Maarif Ve¬killerinden Necati, Ergani Mebusu Sabit, Erzurum Mebu¬su Münir Hüsrev,

Ardahan Mebusu Hilmi Beylerle Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy), Cafer Tayyar, Rüştü ve

Refet Paşalar çıktı.

Daha evvel gelenler arasında da eski Erzurum Me¬busu Hüseyin Avnî, Trabzon Mebusu eski

Adliye Vekil¬lerinden Hafız Mehmet, Ordu Mebusu Faik, Saruhan Me¬busu Abidin, Eskişehir

Mebusu Arif, İstanbul Mebusu İs¬mail Canbolat ve Şükrü, Mersin Mebusu Çolak Selâhattin,

Amasya Mebusu Bekir Sami, Emekli Baytar albayı Rasim Beylerle, yine eski Mersin Mebusu

Cemal Paşa, birkaç da isimleri bilinmeyen meçhul kimseler de bulunuyordu. Yâni kısacası epey

evvel ortadan kaldırıl¬mış olan muhalif Terakkiperever Fırkası büyüklerinin he¬men hemen hepsi

yakalanmış, tevkif edilmişlerdi.

Yalnız Dr. Adnan Adıvar ile eski Başvekil (Hami-diye Kahramanı) Rauf (Orbay) Bey, o esnada

Avrupada bulunduklarından ele geçirilememişlerdi. Bir de yine Te¬rakkiperver Fırkasına mensup

olduğu halde Kastamonu Mebusu, Yunan Ordusu Başkumandanı (Trikopis)i esir eden Beşinci

Kafkas Fırkası Kumandanı rahmetli Halit Bey, İstiklâl Mahkemesinin gafleti eseri olarak yakayı

kurtarabilmişti.»

26 Haziran 1926 Cumartesi günü öğleden sonra, İzmir Millî Kütüphanesi büyük salonunda İstiklâl

Mahke-

mesi Heyeti; karşısında ve süngülü jandarmalar kordonu içinde Sanıklar ve büyük bir halk

kalabalığı...

Müdde-i Umumî Necip Ali'nin ithamnamesinden, bahsimiz içindekilere ait, ukteli ve Türkçesi

bozuk parça¬lar:

«— Türkiye umumî efkârından aldığı feyz ve il¬ham ile... ifade ettiği saha dahilinde memleketin

içtimaî, iktisadî ve medeni inkişafına, mesaî sarfetmekten bir ân geri durmayan Cumhuriyet ve

İnkılâp hükümetiyle de¬mokrasi idaresi usulünün hâkim olduğu her memlekette istimal edilen

siyasî ve medenî mücadele daima mümkün ve hiçbir kanunî kayd ile kapalı değil iken, isimleri

aşağı¬da zikrolunan şahıslar menfur ve karanlık bir ruh taşıyan zümreden aldıkları telkin dairesinde

cihan tarihinde vücu¬da getirdikleri çok iğrenç ve kanlı, dolayısıyla daima câniyane teşebbüsler ile

hükümeti yıkmak ve menfur ga¬yelerine vâsıl olmak için...

«— Suîkast cürmünün takriben bir seneden beri tertip ve hazırlanmasında methal ve ortaklıkları ve

icra¬sından da malûmatları bulunduğu anlaşılmakla beraber, suikastin akîm kalması ve İzmit

Mebusu Şükrü Beyin tevkif edilmesi üzerine isimleri aşağıda belirtilen kimse¬lerden bazılarının

vaziyeti tetkik etmek üzere Refet Paşa¬nın evinde ve daha sonra Beyoğlunda toplanmaları gibi

deliller ve nihayet mahkememizde tecelli etmiş olan haki¬katler ile de sabit olmuştur. Bu sebeple

cürmün başlangı¬cını hazırlayarak Avrupaya gitmiş olan Rauf, Dr.Adnan ve eski İzmir Valisi

Rahmi Beylerin gıyaben, Bekir Sami, Halit Kâmil, Feridun Fikri, Çolak Selâhattin, Hüseyin Avni,

Mersin Mebusu Besim, Erzurum Mebusu Necati, Hafız Mehmet, Kara Vasıf Beyler, Mersinli

Cemal Paşa¬nın muhakemelerinin icrası.»

Sözü, bahsettiğimiz broşüre bırakalım : «Mahkeme Heyeti de bu isteği uyarak evvelâ eski

584

585

Hariciye Vekili ve Millî Mücadelenin ilk mücahitlerinden Bekir Sami Beyi sorguya çekti ise de

boşuna yoruldu.

Bekir Sami Bey, suikast teşebbüslerinden haberdar değildi. Mahkeme Reisinin, mutlaka dişe

dokunur bir şeyler söyletmek maksadıyla birbiri arkasından sorduğu birbirinden mânâsız suallerden

bîzar olan Bekir Sami Bey, nihayet hüzün dolu bir sesle âdeta feryat etti:

— Altmış iki yaşında bir ihtiyarım. Bundan sonra benim için ihtilâl yok, itidal var. Bugüne kadar

vatanıma, milletime namusumla hizmet ettim. Rica ederim haysiye¬tim, şerefim ve namusumla

oynamayın! Çetecilik, komi¬tacılık benden uzaktır. Bütün mukaddesatım üzerine ye¬min ederim

ki, hiçbir şebeke ile zerre kadar alâkam yok¬tur.

Dinleyiciler, bu feryat karşısında sarsılmışlar, göz yaşlarını güç zaptetmişlerdi.

Söz yine Müdde-i Umumîde... Mantığa dikkat: «—Esas vakadan Ali Fuat Paşa ile diğer zevatın

derece derece malûmatı vardır. Vaka çok ehemmiyeti ha¬izdir. Fırka ve parlâmerıto hayatı yaşayan

herkes bilir ki, böyle suikast dedikoduları derhal duyulur. Böyle bir me¬sele olur da Kâzım

Karabekir Paşanın bilmemesi imkânı olur mu? Refet Paşa da keza... Biliyor, Rauf Bey de bili¬yor,

Ali Fuat, Cafer Tayyar Paşalar da biliyorlardı. Vicdanî kanaatime göre sureti katiyede, hepsi

vakadan haberdardırlar.

«—Dsmail Canbolat, Kara Kemal, fırka içinde Şük¬rü Beyle birlikte en faal, en mühim âzasıdır.

Cavit beyin evindeki toplantıda mebusluğu fark edilmiştir. Memleket¬te yapılması tasavvur edilen

suikast hâdiselerinde Canbo¬lat Beyi, Şükrü Beyden ayırmak imkân ve ihtimali yok¬tur. Bu

sebeple Canbolat Beyi de, aynı suretle vaka ile, alâka ve temasının kuvvetli şahıslarından olmakla

itham ediyorum. Rauf ve Doktor Adnan Beylere gelince; tesbit

586

edilen vaziyetlerine göre, cürmü hadisede alâkaları oldu¬ğu muhakkaktır. Kendilerine tebligat

yapıldığı halde Av¬rupa'dan gelmemişlerdir. Avdetlerinde tekrar muhakeme¬leri yapılmak üzere

bunları da aynı şekilde itham ediyo¬rum.»

Mevzuumuz, sonunda kurtulan mâsum-mazlumlar değil mazlumluğu ölüm şerbetine kadar tadmış

masumlar —bilhassa Cavit, İsmail Canbolat, Doktor Nâzım— oldu¬ğu için, hâdise, mahkeme, açık

ve kapalı saikler hakkında şu kısa skeçle yetiniyorum. Mazlumlara isim isim girme¬den, bu umumî

kısmı, doğrudan doğruya genç subayların mahkeme huzurundaki nümayişleri sayesinde kurtulan

paşalardan Kâzım Karabekir'in şu sözüyle mühürleyelim: «Evet... Bir suikast teşebbüsü vardı.

Fakat benim gibi evinin ekmeğini fırından alıp koltuğunun altında ge¬tiren ve köşesine çekilerek

memleketin refah ve saadetini dilemekten başka bir düşünce ve emeli kalmayanların de¬ğil, asıl

bize o müthiş isnadı yapanların suikasti vardı.»

CAVDT BEY

Mahut komitenin meşhur Maliye Nâzın Cavit Bey, İstiklâl Mahkemesi huzurunda... Salon tıklım

tıklım do¬lu... Cavit Bey, salona alınınca, hüzünlü gözlerle dinleyi¬ciler arasındaki tanıdıklarına

bakıyor ama, kimseden ta¬nınmış olmak işaretini alamıyor.

Mahkeme heyeti, gayet azametli olmasına dikkat ettiği bir yürüyüşle içeriye giriyor ve kürsüye

geçiyor. Başlangıçta Cavit Beyin siyasî ve hususî hayatına ait bir sürü sual ve cevap... Nihayet sual,

İttihatçıların, Lozan Konferansı sırasında Cavit Beyin evinde yaptıkları bir toplantıya geliyor.

Bütün şüphe merkezi bu... Mademki toplandılar, Cumhuriyet Hükümetini devirecekler...

587

Reis aynen soruyor :

«—O sene, İstanbul'daki evinizde yapılan toplantı¬ları soruyorum! Anlatınız!"

Cavit Bey, kısık ve boğuk bir sesle anlatmaya baş¬lıyor : (Aynen)

«—Birinci Lozan Konferansından sonra idi. Kara Kemal Bey İzmit'e gitmiş, Mustafa Kemal Paşa

ile gö¬rüşmüş... Biz de konferanstan avdet etmiştik. Kara Ke¬mal Bey, İzmit'te Mustafa Kemal

Paşa ile neler görüştü¬ğünü bana anlattı. Paşa Hazretleri, İttihat ve Terakki ar¬kadaşlarının ne

yapacaklarını sormuş, o da, bu hususta bir şey söylemeyeceğini, ancak kendi şahsı hakkında

hareket edebileceğini, arkadaşları hakkında birşey söylemek için, onlarla görüşmesi lâzım geldiğini

ve ancak o zaman bir cevap verebileceğini söylemiş... Yâni, ben arkadaşlar na¬mına, söz

söylemeye selâhiyetli değilim, onlarla görüşe¬yim, sonra size haber veririm, demiş...»

—Sonra?

—Bunun üzerine sırf Gazi Paşanın arzusunu yerine getirerek bekledikleri cevabı verebilmek için

fikirlerini almak üzere Kara Kemal'Bey eski arkadaşlarım davet et¬ti. Bu arada Dr. Nâzım ve

Rahmi Beyler de İzmir'den davet edildiler.

—Nerede toplandılar?

—Bendehanede...

Reis tepiniyor;

—Tesbit edelim! Nasıl toplandınız, kimler vardı? Kaç içtima yaptınız? Neler konuştunuz? Bir bir

anlatı¬nız!»

Cavit Bey, toplantıya esas olan «basit»leri, basit basit anlatıyor, fakat bir türlü kanaat hissi

veremiyor. O toplantıda mutlaka, yeni bir icat, meselâ atom bombası üzerinde konuşulmuştur.

Cavit Beyin sesi ağlamaklı:(Aynen)

588

«—Arz ettiğim gibi, Kemal Bey İzmit'e gitmiş, Gazi Paşa Hazretleriyle görüşmüştü. Evvelâ bu

mesele konuşuldu. Burada intibahata iştirak edilip edilmemesi işi bahis mevzu oldu. Neticede bir

İttihatçı zümresi halinde Gazi Paşaya mâruzâtta bulunulması doğru olmayacağı düşünüldü. Millî

Mücadelenin başında bulunan büyük şahsiyetin arzularına muvafakat ve hizmetinde bulunmak

kararı verildi. Yine Kemal Bey, bunu Gazi Paşaya arze-decekti. Bunlardan arzu ettikleriniz

emrinize müheyyadır, diyecekti.»

—Başka ne görüştünüz?

—Program işini.»

ݺte bütün mesele bu programda... İttihat ve Te¬rakkinin yeni bir parti halinde canlandırılması

fikrinden başka bir şey olmayan bu program, Mahkeme Heyetince bir suikast projesidir.

Reis programın birinci maddesinden başlayarak, tek tek gizli mânalar arıyor : (Aynen)

«—Teşkilâtı Esasiye Kanunundan haberiniz yok muydu? O kanun varken, bu nedir? İttihat ve

Terakkinin radikal bir fırka olması esasını kabul etmişsiniz. Halbuki eskiden radikal değildi. Bu

değişikliğe neden lüzum gör¬dünüz?

—Zaman değişmişti... Hatalar anlaşılmış, daha iyi ve memleket ihtiyacına uygun esaslar üzerine

program tanzimi düşünülmüştü.

—Ya bu madde? (Hâkimiyet ve saltanat münhası¬ran milletindir.) Bu formülü kim yaptı?

—Hepimiz...

—-(Münhasıran)dan maksadınız?

—Hiçbir maksadımız yoktu. Daha ziyade mutlakı¬yet vermek istiyorduk.

—Yok!.. Hükümdarlık ve Riyaseticumhuru mille¬tin manevî şahsına vermek istiyordunuz!

589

—Hayır, milletinkini millete, hükûmdarlığmkini hükümdara vermek idi...

—(Tevâzün-ü Kuva) dan maksadınız neydi?

—Bir devlet reisi, bir ayan ve meb'usan meclisleri teşkili... Meb'usların da rey-i âtn ile seçilmesi

vesaire... Malûm şeyler...

—Bu maddede : (Seçimden sonra bir meclis-i mü-essisan toplayıp Kanun-u Esasi yapılmalıdır...)

diyorsu¬nuz! İzah ediniz!

—Elbette... Yeni bir bina kuruluyordu. Ayan ve mebustan mürekkep bir meclis de yeni binanın

temelini atacak, şeklini tesbit edecekti.

—Demek, o zaman meriyette olan Teşkilâtı Esasi¬ye Kanununu kabul etmiyordunuz?

—Hayır efendim!.. Yalnız tâdii esnasında dikkat nazarına alınacak noktaları tâyin içindi.

—Beşinci maddede, (Hükümet merkezi İstan¬bul'da olmalıdır) diyorsunuz, bunun sebebi.

—Birçok kimseler o fikirde idi. Ben de öyle düşü¬nüyordum. Çünkü Istanbul öteden beri hükümet

merkezi¬dir... Bütün münevverler orada toplanmıştır. Her bakım¬dan daha elverişliydi. Daha iyi

memurlar bulunabilirdi. Devlet mekanizması daha iyi işlerdi.

—Ya emniyet bakımından?.. İstanbul'un coğrafî durumunu hiç düşündünüz mü? Deniz kenarı,

apaçık, her taarruza müsait bir şehirdir... Bu zamanda merkez olur mu? Belki de bir tehlike ânında

kolaylıkla kaçmayı düşü¬nüyordunuz!.. Hem bakın, henüz sulh olmamış, müzake¬reler devam

ediyor. İlerisi meçhul!.. Böyle bir zamanda siz, hükümet merkezi neresi olsun diye vakit

geçiriyorsu¬nuz!..

—Bunlar şumulî hatalardır. Sulh oluyordu. Sulhtan sonrasmı düşünmek faydasız sayılmazdı.

Nihayet, mem¬leket dâvası... Düşünmekte ne mahzur olabilir?

Devlet Reisine suikast teşebbüsüyle bu sual ve ce¬vap zincirinin ne alâkası olabileceğinin üzerinde

durmayı lüzumsuz sayıyoruz. Eğer bu toplantının gizli cephesini bulmaktaysa dâva, bunları geçip

hemen orayı deşmeye bakmak icap etmez mi? Fakat deşilecek birşey olmadığı için, Reis boyuna

bunlar üzerinde durmakta, böylece zaa¬fını ve bir bahane peşinde koştuğunu belli etmekten kaygı

duymamaktadır. Bu türlü sual ve cevaplar gide gele asıl itham noktası ortadan kayboluyor ve

nihayet söz savcıya geçiyor :

(Aynen)

«—Cavit beyin ifadelerinden bir şey anlamadım. Diyorlar ki : Biz orada seçimler etrafında

görüştük ve bu program, siyasi fikirlerimizin zübdesi olarak Gazi Paşaya arzedilmek üzere yazıldı.

Birinci maddeyi okursak görü¬rüz ki, kurulacak bir fırkaya esas olmak üzere değil, çok¬tan

kurulmuş bir fıkranın umdesini ifade etmektedir. (Ds¬tanbul sularında düşman donanması varken

biz Gazi Pa¬şaya karşı cephe alamazdık) diyen Cavit Beyin, görülü¬yor ki, ifadelerinde samimiyet

yoktur. Çünkü o vakit Ga¬zi Paşa Hazretlerinin, umdeleri neşredilmişti. Bundaki esas, milletin

bütün kuvvetlerini Mecliste topluyordu. Ca¬vit Beyle arkadaşlarının fikirleri ise berakistir. O taraf,

hükümet merkezi Ankara olacaktır, derken bu taraf İstan¬bul olmalıdır, diyor. Kanaatim şudur ki:

Bu toplantı, 10-15 kişiden ibaret bulunmasına rağmen, bir kongredir.»

Cavit bey atılıyor :

—Bu bir kelime meselesidir!

Reis soruyor :

—Peki, öyleyse nedir?

—Yâni bir komite içtimai!!!"

—Hayır üç, beş kişinin arkadaşça içtimai...

Bu karşılıktan sonra Reisin dediklerine bakınız:

(Aynen)

590

591

«;—Bugünkü suikast meselesi olmasaydı, bu sözle rinizi kabul edebilirdik, Cavit Bey! Fakat bu

içtimadan sonra mütemadiyen gizli çalışılmıştır!»

Cavit Beyin çığlığı:

«—Hayır efendim. Böyle bir şey olmamıştır! Kati¬yen!..»

Bir iki sual cevap; ve yine Reisin keşfettiği muaz¬zam bir hüccet: (Aynen)

«—Daha hakikate doğru gelmiyorsunuz Cavit Bey! Hüseyin Cavit Beyin makalesinden 5-6 gün

evvel Gazi Paşanın umdeleri ilân olunmuştu. Bunların umdele¬re karşı yazılmış olduğunu kabul

etmez misiniz?

—Reis Beyefendi, hangisinin daha evvel yazıldığı¬nı nereden bilebiliriz?

—Sizin evdeki toplantılardan başka Kara Kemal'in yazıhanesinde toplantı yapıldı mı?

— Ben başka bir toplantı bilmiyorum.

—Peki... Neden sizin evde toplanılıyor?

—Daha rahat, daha sakin...

—Yâni gizlice bir komite...

—Ne münesebet... Herkesin gözü önündeki bir ev...

—Dddianız veçhile, bu toplantı neticesinde alınan kararları Kemal Bey, Gazi Paşaya söylemiş

midir?

—Sulhten sonra idi. Kemal'e sordum, o da : (Gazi Paşaya arz ettim. Şimdilik dursun. Artık lüzum

kalmadı, cevabını verdi) dedi.

—Terakkiperver Fırka kurulacağı hakkında Rauf Bey size bir şey söyledi mi?

—Hayır... Hiçbir şey söylemedi.

—Neden icap etmiş bu muhalif fırkayı yapmak?

—Ya arkadaşlar geçinememişler, yahut ayrı pren¬sipler takibine başlamışlar. Başka ne olabilir.

Hem ben ne bilirim?»

Daima bu minval üzere devam eden bir sürü «Reis sordu, sanık dedi»...

Nihayet Reis : Aynen)

«—Cavit Bey, şunu iyi bilin ki, İstiklâl Mahkemesi şahsî kanaatine göre hüküm verir! Sizin bu

ifadeleriniz bizi ikna etmemiştir. Kara Kemal gibi bir şahısla her gün görüşürsünüz de, neler

yaptığından nasıl haberdar bulun¬mazsınız?

—Bilmiyorum... İnsan her sık görüştüğü kimsenin her yaptığından haberdar olabilir mi?

—Şükrü'nün suikast teşebbüsünü nasıl karşıladı¬nız?

— Suret-i katiyede fena, meş'um!..

—Pekâlâ... Şükrü Bey böyle bir teşebbüse tek ba¬şına, yalnız nasıl atılabilir?

—Ben ne bileyim! Böyle şeylere aklım ermez. Belki arkadaşları vardı.

—Merak etmeyin, onların hepsi bulundu, siz de buraya geldiniz!»

Reis, suikastle alâkalı birinin başka birine yazdığı bir mektubu ele alıyor ve Cavit Beye soruyor :

«-Bu mektup, Ediple temasta bulunduğunuzu an¬latmaz mı?»

Cavit Beyin cevabı gerçekten hazindir.

«—Anlamıyorum, Reis beyefendi! Rahmi Beyin yazmış olduğu bir mektup benim, adını bile şimdi

işitti¬ğim bir insanla temasımı nasıl gösterir?»

Bütün bunları zabıtlardan ve o zamanki gazete ya¬yınlarından toplamış olarak veren, bahsettiğimiz

broşür. Cavit Beyin sorgu safhasını böyle çerçeveledikten sonra şu hükmü vermekte :

«Görüldüğü gibi Mahkeme Reisi, Cavit Beyi, bil¬hassa evinde yaptığı toplantılarda yazılan

program mese¬lesinden sorumlu saymaktadır. Yâni her vatandaşın,

592

593

Teşkilâtı Esasiye Kanunu gereğince sarih hakkı olan işle¬ri yapmak... Suçu!..»

MÜDAFAA - KARAR - SEHPA SON SÖZ

Cavit Bey hakkındaki itham sadece suikast hâdisesinden ibaret olmak lâzım gelirken, onun

etrafında birer (garnitür) olarak neler ve neler?..

Evvelâ şu :

—Dünya Harbine Türkiye'nin katılışından sorum¬lusun!

Cevabı:

—Harp mesuliyetinden bana isabet edebilecek hiç¬bir vicdanî hisse yoktur!

Cavit Bey, bu ilk gerçek ve samimi ifadeden sonra İttihat ve Terakki ütopyası üzerindeki görüşünü

ve payını çok güzel ifadelendirir. O, pek açıkgöz bir dönme sıfatiy-le elbetteki İttihatçı cinnetinden

uzak olacaktı. Fakat taşı¬dığı kan bakımından bizzat İttihat ve Terakkiden ve onu yıkmaya memur

ettikleri manevî müesseselerden mesul¬dü. Bunu da kendisine soran yoktu. Cavit, kendisine

yö¬neltilen ithama karşı masumdu.

Müdafaası:

«—Hâkim efendiler! Harp yapanlara, (Mısır'ı ala¬cağız!) diyenlere. (Bizim, biri Adana, diğeri Irak

gibi iki Mısırımız vardır!) dedim. (Kafkasya'yı istilâ edeceğiz!) diyenlere, (Toprak almakla ne

kazanacaksınız?) dedim. Türk mefkuresinin en büyük müdellerinden biri olan Ziya Gökalp'ın hazır

bulunduğu bir mecliste harbi istemedi¬ğim söylendiği zaman (Bu memleketin muhtaç olduğu

toprak değil, insandır!) dedim. (Bu kayıp karşısında, bu¬nu telâfi edecek hangi muvaffakiyet, hangi

zafer vardır?)

I

dedim. Suallerim cevapsız kaldı. Üç ay sonra da bu harbe girmemek için zorluklar çıkardım.

Hülâsa üç ay onlar benimle, ben onlarla uğraştım. İtilâf devletleri sefirlerine gittim: (Sulh

taraftarlarına dâvalarını müdafaa edecek ka¬dar mühlet veriniz!) dedim. Kendilerinden Osmanlı

İm¬paratorluğunun mukadderatının bahis mevzuu olmayaca¬ğına dair müşterek taahhütlü vesikalar

aldım. Fransız ve İngiliz Hariciye Nazırlarına olan telgraflarımı okursanız görürsünüz.»

Nihayet 24 Teşrinievvelde Karadeniz faciası zuhu¬ra geldi. Cereyan, fikrimin gösterdiği veçheyi

takip ede¬rek, arkadaşlardan ayrıldım. Türlü türlü ithamlara maruz kaldım. Beni öldürmek

istediler, hain diye gösterdiler. Buna rağmen kazanılması ihtimali olmayan bu harbe gi¬rilmemesi

için çalıştım. Okuduklarım, gördüklerim bana bu yolda gitmemi göstermişti. Akdenizden Basra

körfezi¬ne kadar bütün vatanımın bir kale gibi muhasara edilece¬ğini biliyordum. Reis bey! Tekrar

edelim: Tarihin kabul ettiği bir hakikattir ki: Ben masusum!»

İkinci itham, İttihat ve Terakkinin Harp yıllarında¬ki iktisadî tutumu :

Cevap :

«—Bendeniz İttihat Terakkinin bir iktisat mütehas¬sısı olduğum halde şirketler hakkında bir fikir

sormadılar ve teşvik etmedim. Üçüncü itiraz olmak üzere, iaşe mese¬lesini bahis mevzuu edeceğim

: Harbin son yıllarında menkûr vaziyette idim. Talât Paşa kabinesine girdiğim zaman iaşe işlerinin

hususî ellerde çevrilmesinin doğru olmayacağını söyledim ve buna muvaffak olarak, İaºe

Nezaretinin kurulmasını temin ettim. Hiç bir vicdan ta¬savvur edemem ki, bunlardan dolayı beni

muhatap tut¬sun!

Sonra Müdeiumumî Beyefendi, harp faciaları ara¬sında buyurdular ki: (Harpte Türk neferleri sınır

boyunda

594

595

ölürken vatan diyarında çocuklar, kadınlar açlıktan kırı¬lırken, bir taraftan da kadın ve sefahat

peşinde koşuyor¬lardı!) Ben hayatımda hiçbir zevke meftun değilim.

En âdi zamanlarda bile, hayatımın intizamı herkes¬çe malûmdur. Böyle şeyler benim hayatımda

hiçbir za¬man vâki olmamıştır.»

Cavit bey, asıl sorumluluğunu göremeyip hep alâkasız noktalar üzerinde itham savuranlara,

(Sokrates) edasiyle şu nâzik hakikati gösteriyor :

«—Mülkiye Mektebinden çıkıp da 380 kuruş ma¬aşla Ziraat Bankasına girdiğim zamandan beri

kâğıt değil, milyonlarca altınla oynayan benim gibi bir adamın bugün dikili bir taşı yoktur. Bu

şayan-ı iftihar bir şey değildir, beyefendiler, fakat bunları size söylemek mecburiyetin¬deyim.»

Harp mes'ulü ihtikâr şebekesinin başı, suistimalci vesaire ithamlarından sonra, bu vasıflardaki bir

adama yöneltilmiş olması bakımından en gülünç itham:

—Niçin Anadolu hareketine katılmadın?

Cevaba bakın x

—Bendenize, bir de ahlâki cürüm tevcih ettiniz. Niçin Anadolu'ya geçmediğimi sordunuz? Reis

Beyefen¬di!.. Siz şahsen ne yaparsanız yapınız, hangi hizmette bu¬lunursanız bulununuz; bir

mislini daha yapamayacağınız bir işi yaptığınız, düşmana kurşun atmak fazilet ve ulvi¬yetinizi

gösterdiğiniz zaman, bilâhare size iltihat eden ar¬kadaşlarınız İstanbul kaldırımlarında

dolaşıyorlardı. Bir kısmı o zaman mantar gibi biten fırkalara girip çıkıyorlar¬dı. Hiç kimsenin o

zaman firar ettiğini görmedim. Artık, namusuma tevdi edilmiş bir şey olmakla beraber

söyleye¬ceğim:

Temmuz ortalarında bir akşamdı, tanıdığım bir zat¬tan aldığım bir tezkerede diyordu ki: (Yarın

İstanbul'dan murahhas olarak Sivas'a gider misiniz?) O zatı aradım

buldum. Nakiye Hanımı çağırdım. Dedim ki; Şöyle bir tezkere aldım. Gidebilir miyim? Bu

selâhiyeti haiz mi¬yim? Bu işlerle meşgul olduklarını bildiğim Dr.Adnan İBeyle Halide Edip

Hanıma gönderdim. Bir müddet sonra (aldığım cevapta: (Bu işlerle meşgul mahafil, sizin murah-

jhas olarak Sivas'a gitmenize muvafakat etmemektedir!) deniliyordu.»

Garnitür ithamlara karşı, bu susturucu, daha doğru¬su yere serici cevaplardan evvel ve sonra Cavit

Beyin sui¬kast alâkasına verdiği tek cevap şudur:

—Hayal âleminde bile hiçbir alâkam yoktur! Ter-tipçilerinden hiçbirini tanımam ve bilmem! En

küçük (alâkam varsa gösterilsin!

Tısss!!! Karardan bir fıkra: «Türk milletinin kuvvet ve mukavemet kaynakları¬nın tükenmez

olacağından gafil bulunarak, o zaman mil¬let ve memleketi düşman ayaklan altına atıp kaçmaktan

başka çare bulamayan İttihat ve Terakki Rüesasının, millî zaferin tabii neticesi, kendilerinin

yeniden iktidar mevkii¬ne gelmeleri olacağı kanaatiyle mütehassis oldukları ve Berlin'de

kararlaştırılarak Moskova'da tecrübe edilen, Anadolu'ya ve Anadolu iktidar mevkiine baskın

fikirleri¬nin başlıca rüesasının ortadan çekilişleriyle arızî bekle¬yişten sonra birinci ve ikinci

Lozan konferansları müddeti arasında İstanbul'da eski Maliye Nazırı Cavit Beyin evin¬de yapılan

gizli kongrede eski maksatların teminine doğ¬ru yeni kararlar alındığı tamamen tezahür ve taayyün

et¬miştir.»

Hüküm fıkrası:

«Bu sebeple bunlardan Maliye Nâzın Doktor Nâzım, Ardahan mebusu Hilmi ve kâtibi, mesullerden

Nail Beylerin, vâki hareketlerinin icap ettirdiği cezalann, yeni Ceza Kanununda, daha ağır

hükümleri ihtiva etmesi hasebiyle, eski Ceza Kanununun metninde:

596

597

«Türkiye Cumhuriyetinin Teşkilâtı Esasiye Kanu¬nunu tamamen veya kısmen tağyir, tebdil ve

ilgaya ve bu kanuna tevfikan teşkil edilen Büyük Millet Meclisini is-kat veya vazifeyi ifadan men'e

cebren teşebbüsten idam olunur» diye yazılı bulunan 95'inci madde delaletiyle ay¬nı kanunun:

«Yukarda yazılı 55 ve 56»ıncı maddelerde beyan olunan kararlardan birini bir takım şahıslar

topluca icra eder ve yahut icrasına tesaddi eylerlerse o cemiyete dahil bulunanlardan, asıl reis ve

müfsit muharrik olanlar her nerede bulunurlarsa idam olunur.» diye yazılı 57'nci maddenin ilk

fıkrası gereğince idamlarına.»

Ölüm yolundaki Cavit'in ilk halini, mahut tarih broşürünün şu satırlarından seyredelim:

«Müddeiumuminin, idamlarını isteyen talepname¬sini dinledikten sonra müdafalarını yaparak yine

süngülü jandarmalar muhafazasında, mahkemeden çıkıp kararı beklemek üzere hapishanedeki

hücrelerine giderlerken, başta Cavit Bey olmak üzere mahkûmların dördü de ümitsiz bir durumda

görünüyorlardı.»

Muhakemesi İzmir'de başlayıp hükmü Ankara'da tamamlanan Cavit'l, içinde benim de mevsimler

geçirdi¬ğim Ankara hapishanesindeki hücresine tıkıyorlar. Gemi kamaraları arasındaki dar geçit

gibi bir yol üzerinde bir sürü hücre... Taş, demir, rutubet, küf...

Gerisini ݺ Bankası Müdürünün odasında bizzat ağzından dinlediğim Dr. Fahri Ecevit anlatsın:

«—Ben, Cavit ve arkadaşlarının asılısında vazifeli olarak bulundum. O zaman adlî tabiptim...

Kimsenin bil¬mediği tarihî bir ânı size yepyeni bir vesika olarak vere¬yim: İdam gecesi sabaha

karşı, öbür vazifelilerle beraber Cavit Beyin hücresine gittik. Koğuşun yılan gibi uzayan

koridorunda zayıf bir lâmba yanıyordu. Ben duvarın bir tarafına yaslanıp kaldım. Hükümlünün

yüzünü görebile¬cek kuvvette değildim. Çıkardılar. Yavaş ve metin adım-

598

larla yürüyerek bulunduğum noktaya doğru gelmeye baş¬ladı... Kılığı tertemiz, şık denecek kadar

itinalıydı. Yanı¬ma gelince yüzüme baktı, beni tanıdı ve gülümsedi. Bir¬kaç kere görüşmüştük. O

anda öyle oldum ki, bir söz söy¬leme ihtiyaciyle, ağzımdan şu nebatî cümleyi kaçırdım:

(Nasılsınız efendim?) Tebessümü büsbütün acılaş-tı: (Nasıl olabilirim, doktor, asılmaya

gidiyorum!) Sözü¬mün manasızlığı karşısında bu mukabele beni büsbütün altüst etti. Ağzımdan

daha komik, en doğrusu traji-komik bir ses fışkırdı: (Estağfirullah!)... Ben erirken, Cavit Bey,

arkasındaki vazifelilerle, gayet sakin ve metin, geçip git¬ti.»

Hapishanenin müdür odasında idam tebliğinin mu¬kabelesi :

—Yazıklar olsun!..

Mahut broşürden :

«Dmam efendinin telkinlerini, sessizce dinleyip, de¬diklerini yaparak, sırtına geçirilen beyaz

gömleği görme¬mek ister gibi, başını kaldırıp, gözlerini duvara dikerek açılan kapıdan, her

zamanki gibi sert ve âcil adımlarla çıktı.

Dışarıda hapishanenin önüne dizilmiş sehpalara kadar yaklaşmak istercesine kaynaşma, çoluklu

çocuklu, kadınlı erkekli kalabalığı güç halle zapteden süngülü jan¬darmaların açabildikleri sahada

bir lâhza duraklayarak, koluna girenlere kendini terkeden Cavit Bey, götürüldüğü hapishanenin

Yenişehir'e nazır cephesinin solundaki seh¬paya yaklaştığı vakit inanılmayacak derecede sükûn

bul¬muş, telâşsız ve metin görünüyordu. Kendisine yaklaşıp da, son bir dileği olup olmadığını

soran memurun hüviye¬tini merak edip, adlî tabip olduğunu anlayınca, son derece yumuşak bir

sesle:

—Sizden bir ricam var, Doktor Bey!.. Hüseyin Ca¬hit Bey buradadır. Lütfen kendisini görünüz.

Selâmımı

599

söyleyiniz. Çocuklarımın ve refikamın gözlerinden öp¬sün...

Gazi Paşa Hazretlerine de selâm ve hürmetlerimi söyleyin. Heyet-i hâkimeye veda edemedim...

Allahaıs¬marladık!..

Dedikten sonra, sehpanın altındaki masanın üstüne çıkmış, sandalyenin önünde durmuş ve

birdenbire sesini yükselterek:

—Allanın laneti zâlimin üstündedir. Zulümdür bu zulüm!..

g Diye bağırmış ve başı ucunda bekleyen cellâda dö¬nerek :

—Haydi, vazifenizi görünüz!.. Sandalyeye otura¬yım mı, yoksa böyle mi?

Diye sormuş, ayakta kalması söylenince de, boy¬nunu uzatarak ipin geçirilmesini istemiştir.»

Görülüyor ki, mahut broşürün sahibi, son sözlerin Adlî tabip Fahri Ecevit'e söylendiğini biliyor

ama ilk sahneyi bilmiyor ve doktorun Cavit'le orada tanıştığım sanıyor.

Cavit'in son sözleri iki mısradan ibarettir :

Zâlimlere bir gün dedirir Hazret-i Mevlâ

İkinci mısra ise, zalimlere bir gün Allah'ın ne de-direceğine ait bir âyettir.

Bu vaziyette, bir dönmeyi bile gerçek manâsıyla şehit götüren zulüm derecesini sezmiyor

musunuz?

DOKTOR NAZIM

Doktor Nâzım'ın sorgusu, Cavit Beyinkinden daha az garip değildi. İlk sorulardan biri:

«—Meşrutiyetten sonra İstanbul, Selanik ve İz¬mir'de, İttihat ve Terakki Fırkasına iane

toplanmış... Bu

600

arada mücevherat hediye edenler de varmış... Hiç fırkaya mücevherat verilir mi?»

Dinleyiciler hayrette... Suikast sanığına bu ne su¬al?

Dr.Nâzım'ın cevabı:

İ

l«—Efendim; köylü tarla bile hediye etti! Vallahi

| bilmem... Verdiler işte... İane bu, verilen reddedilir mi? Esasen ben 8 ay Kâtib-i Umumîlik ettim.»

«—Topladıklarınız ne kadardı?»

«—Verilen iane yekûnu, benim saydığım altmış bin altın ile bir miktar mücevherattı. Bunları

kongre kont¬rol ederdi.»

«Bu arada Berlin'e büyük bir elmas taş gönderil¬miş...»

«—Bilmiyorum! Benim zamanımda değildir her halde...»

«—Enver Bey (Paşa) Selanik'ten Berlin'e gider¬ken götürmüş...»

«—Hiç hatırımda değil...»

«-Tahminen dört yüz bin lira kıymetinde imiş...»

Ve tepeden inme bir emir :

«—Bu memleketi siz, durup dururken harbe soktu¬nuz! Gerisi malûm... Şimdi Umumî Harbe

girebilmek için hangi devletlerle, ne esaslar dahilinde anlaştığınızı söyleyin bakalım!»

«—Ben hükümete dâhil değildim. Malûmatım yok... Yalnız Almanya ile ittifak edildiği gün Talât

Paşa, (Size tebşir ederim!) diye, vaziyeti anlatmıştı. Esasen o âna kadar olup bitenler kabine

âzasından bile saklanmıştı. Yalnız Sadrazam Sait Halim, Talât ve Enver Paşaların Malûmatı vardı.»

«—Allah, Allah... Böyle bir ittifakı bu şekilde kimseye haber vermeden görüşmek, devlet mefhumu

ile kabili telif midir?»

601

I

«—Bunu mebus beylere sormak lâzımdır. Ben me¬bus değildim. Merkez-i Umumî âzası idim. Bizi

alâkadar etmez.»

«—Yaa! Merkez-i Umumî ne iş görür?»

«—Dttihat ve Terakki Teşkilâtını idare ve nizamla¬rım tâdil ve tatbik gibi işlerle meşgul olur.»

«O halde, bir millet ferdi sıfatıyla söyleyiniz; bir¬kaç nazırın tek başlarına bir memleketi harbe

sokmak için karar vermeleri doğru mudur?»

«—Böyle bir kararın Vükelâ Meclisi tarafından ve¬rilmesi lâzımdı şüphesiz...»

«—Sen de harb mesullerinden birisin!»

«Bendeniz harbden açık alınla çıktım, beyefendi!»

«—Sen, öyle zannediyorsun! Hele, felâketin mu¬hakkak olduğu anlaşılınca nasıl kaçtınız! Geride

kalanları kime bıraktınız?»

«—Teşkilâta bıraktık!»

«—En yakın arkadaşlarınıza bile bir Allahaısmar¬ladık demeden gittiniz! Doğrusunu söyle. Kaçtık

de!.. Bı¬raktınız, kaçtınız!»

«—Ben bir fert idim!..»

Şu muhakeme tarzına bakın :

«—Söyle, söyle! Kaçtık de!»

Artık sanık dayanamıyor ve basıyor çığlığı:

«—Evet kaçtık... Kalıp ne yapacaktık? Gizlenip duracaktık, sonra!..»

Dr.Nâzım'ın dışardaki faaliyetleri hakkında bildir¬dikleri :

«—Evet... Ama, çok güç gidebildik. Altı defa tay¬yaremiz düştü. Ben Enver Paşa ile bu şekilde

Mosko¬va'ya gittim Cemal Paşa ile Bahaeddin Şâkir ve Bedri Beyler, Talât Paşa ile Berlin'de

kaldılar. Orada propagan¬da ve teşkilât yapmaya başladılar. Biz de Moskova'da, Hintli şahıslarla

temas ederek, Hindistan'da teşkilât yap-

mak hazırlıklarına başladık. Maksadımız Hindistan'da İn¬gilizlerin başına gaileler açarak,

memleketimiz üzerinde¬ki tazyiklerim azaltmaktı. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa¬dan bir mektup

aldık: (Heyet-i Vekile kararıyla işbirliği yapıldığını ve bu suretle hariçte çalışarak memlekete

fay¬dalı olmamızı beklediklerini) bildiriyordu. Esasen bizim de gayemiz bu idi. Anadolu'nun

propagandasını yapıyor, bir taraftan da Avrupa vaziyeti hakkında edindiğimiz malûmatı

muntazaman Ankara'ya bildiriyorduk. Aynı za¬manda İslâm İhtilâlcileri Cemiyeti faaliyetlerimize

de de¬vam ediyorduk. Bu sırada Berlin'den, Talât Paşanın şeha-deti haberi geldi. Tabiî çok

sarsıldık. Bundan bir müddet sonra, hariçte lâyıkı veçhile faydalı olamıyacağımı anla¬yarak,

memlekete dönmeme müsaade etmeleri için Gazi Paşaya müracaat ettim.»

«—Niçin buraya gelmek istiyordunuz?» «—Hizmet etmek için...»

«—Memleket buhran içinde çalkalanıyordu. Sizin yüzünüzden!.. Memleketi iflâsa, harabiye

sürüklediniz! Gelip de daha ne yapacaksınız?»

Dr.Nâzım, Enver Paşanın Anadolu'ya geçmek te¬şebbüsüne ait suale de aşağıdaki tarihî kıymette

bilgileri veriyor:

«—Enver Paşa, Anadolu'ya geçmek niyetini evvelâ Berlin'e hissettirmişti. Bahaeddin Şakir Beyle

Dr. Resuhi Bey, yalnız gitmemesini tavsiye ile, benimle bera¬ber gitmemi münasip gördüklerinden

evvelâ Moskova'ya gittik.

Orada muhtelif Müslüman memleketleri murah¬hasları ile temas ettikten sonra, evvelâ Enver Paşa,

Mos-kova'daki Anadolu mümessili Ali Fuat Paşa ile görüştü ve ona Mustafa Kemal Paşa emrinde

çalışmayı memnuni¬yetle kabul edeceğini bildirdi, hattâ bu hususta Kemal Pa¬şaya da bir mektup

yazdı.»

602

603

2

Binaenaleyh idam!..

Dr.Nâzım, hücresine kapatıldığı zaman lâmbayı yaktırmamak istiyor. Yüzünde ve gözlerinde

karanlığın duvağı... Böyle istiyor. Artık ne insanların yüzüne baka-billir, ne de kendisini onlara

gösterebilir. İnsanlığından mahcuptur.

Fakat başgardiyan bu ricayı kabul edemez. Nizama aykırı... İyice bir adam olduğu için herhalde, bu

bir gece¬lik dünya misafirinin ricasını ancak yalvararak reddedi¬yor. Dr. Nâzım'in karşılığı:

«—Ne o; intihar etmemden mi korkuyorsun?.. As¬la!.. Ben böyle bir günâha el uzatacak adam

değilim! Ben, boynuma ipi geçiren işte de günahsızım!»

Onu Cavit gibi evvelâ hapishane müdürünün oda¬sına götürdüler. Hükmü bildirdiler. Sırtına beyaz

gömleği giydirdiler. Hoca dinî telkinde bulundu. Dr. Nâzım bu tel¬kine bütün kalbini açtı ve

hapishane duvarı gibi bir yüzle sehpaya ilerledi. Metindi; fakat vücudunun tiril tiril ihti¬zaz halinde

olduğu belliydi.

İpin altındaki masaya çıktı ve bağırdı:

«—Yoook! Vallahi yok!.. Bu meselede hiçbir alâkam yok! Masumum!»

Bilmiyordu ki, bu meselede en büyük alâkası, ileri¬de nasıl davranacağı bilinemez bir şahsiyet

oluşuydu. Kü¬çük bir nokta:

Dr. Nâzım, Adnan Menderes'in de damadı bulun¬duğu İzmir'in meşhur Evliyazade ailesinin aynı

şekilde mensuplarındandı. Evliyazade Refik Beyin kızı Berîa Ha¬nımefendi, Nâzım'in zevcesi...

Kocasının asılısından sonra çıldırıyor ve hayatı tımarhanelerde geçiyor. Böyle¬ce Dr.Nâzım, Fatin

Rüştü ve Adnan Menderes olarak, bu ailenin idam sehpasında kaybı tam üç...

ÖBÜRLERD

Sadece iki misalini verdiğimiz İstiklâl Mahkemesi mazlumları, üçün beşin sınırına girebilecek gibi

değildir. Suikast hadisesiyle doğrudan doğruya alâkaları tesbit edi¬lenler dışında, daha bir hayli...

Ama mazlumluklarım be¬dahet ölçüsüyle görebilmemiz, yahut vesikalandırmamız zor ve ayrıca

çalışma isteyen bir iş... Bizse eserimizin maddî ve mânevi kadrosu içinde bu dâvayı ancak bu

ka¬dar gösterebilirdik. Hâdiseyi ayrıca incelemek ve müsta¬kil bir mevzu halinde ele almak

isteyenler, ipuçlarını biz¬den alarak çalışabilirler. Bizimki «Dstiklâl Mahkemeleri» meselesi değil,

giriştiğimiz büyük terkip içinde sadece bir mânâcık...

Asılanlardan birçoğunun masum olduğuna dair en riyazi delil, suikastın baş tertipçisi Ziya Hurşit

tarafından, tam da ölüm çanı çalarken söylenmiş bir sözdür. Ziya Hurşit, darağacına gitmek üzere

giyinirken, kendisinden başka asılacakları öğrenince, kelimesi kelimesine aynen diyor ki:

«— Galiba hepsi ölüme müstehak değildi; bir yan¬lışlık olmalı».

Kendilerine uzun bir zindan ve şeref çilesi çektiril¬dikten sonra beraat ettirmeye mecbur kaldıkları

Kâzım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy), Cafer Tayyar, Refet (Beler) ve Mersinli Cemal Paşalara ne

buyurulur? Ayrıca tanınmış mebus ve kimselerden Feridun Fikri, Bekir Sa¬mi, Münir Hüsrev

(Gerede)...

Paşalara:

«— Kendinizi müdafaa ediniz!»

Denilince, bir ağızdan cevaplan şu olmuştu:

«— Müdafaamız yoktur!»

Şimdi, hâdiseye iştiraki olan veya olmayanların; Cavit, Dr. Nâzım ve daha birkaçı Ankara'da

hüküm bek-

606

607

lerken -bunlar İzmir hükümlülerinden ayırt edilmiş ve muhakemelerine devam olunmak üzere

Ankara'ya gönde¬rilmişti- nasıl asıldıklarına bir göz atıp, sahneyi belli baş¬lı iki masumun dehşet

plânı olarak fonlaştıralım. Başhca-larını ele alıyoruz:

İsmail Canbolat'ın idam tebliğine cevabı:

«— Hay hay, şu, cebimdeki paraları alın ve aileme verin!»

Halis Turgut:

«— Çocuklarıma söyleyin; kafiyen siyasetle uğ¬raşmasınlar. Okusunlar, çalışsınlar fikir adamı

olsunlar! Yaşasın mefkurem, payidar olsun Türklük! Bir Türk, Türklüğe nasıl fenalık yapar?»

Rüştü Paşa:

«— Elli dört yaşındayım; küreğe konulmuş olsay¬dım çok ıstırap çekerdim. Bu şekilde

kurtuluyorum. Fakat bu cezaya müstehak değilim, masumum!»

Ziya Hurşit:

«— Şu 200 lirayı ağabeyim Faik'e verin; kabrime şerefimle mütenasip bir mezar taşı diktirsin! Bak,

vasiye¬timi yerine getirmezsen yarın öbür dünyada iki elim ya¬kandadır. Sana orada suikast

yaparım; hem de elimden kurtulamazsın!»

Eski Maarif Nâzın Şükrü, bir eşi görülmemiş bir metanet ve sükûnet içinde, tek kelime söylemeden

akıbetini beklemekte... Ölüme ilk götürülen de o... Üstün¬de beyaz gömlek, ellerinde kelepçe ve

yaya gidiş... İpi kopuyor ve ölüm ürpertisini iki kere yaşıyor. Son sözü üç hece:

«— Vah, vah, vah!»

Şükrü Beyin arkasından sehpaya getirilen hafız Mehmed isminde birinin çığlığı:

«— Zulüm, zulüm, zulüm! Zulümle yapılan bina payidar olmaz!»

Sehpanın altında Rüştü Paşa:

«Harp meydanlarında bin defa ölüme göğüs ger¬dim; fakat gözlerimi bile kırpmadım! Ölümün

böylesi kahrediyor insanı!..»

İsmail Canbolat'ın gözlüğünü almak isteyen cellâda hitabı:

«— Bırak gözlüğümü vazifene bak!»

Sehpaya en sonra gelen Ziya Hurşit'in uzun bir ko¬nuşması var:

«Ben zaten başka şey beklemiyordum! Sizin eli¬nizden yalınız bu gelir! Ama bu da bir zevk...

Hürriyetsiz bir memlekette yaşamaktansa, namusiyle ölmek daha ha¬yırlıdır. Zahmet buyurmayın,

ben işimi kendim görü¬rüm!..»

Sehpaya bakıyor:

«— Ne mükmmel şey! Salıncağa da benziyor... Yüksekliğine de diyecek yok! Yerde kalan

insanlara yük¬sekten bakacağım! İstediğim de buydu!»

Derken seyirciler arasında gözüne biri ilişiyor:

«— Kılıç Ali mi o? Nerede bakayım?»

Tam bu anda, cellâdın rivayetine göre Kılıç Ali, göze görünmemek için yere çömelmiş...

Cellâdın acele etmesini ihtar eden sözüne mukabe¬lesi :

«—Acele ne be kuzum? Telâş etme! Ölecek ben değil miyim? Gidiyorum işte! Dünya sana

kalacak, me¬rak etme... Beş dakika sonra öbür tarafta soyuna sopuna kavuşacağım! Mektubun

falan varsa ver de götüreyim... Haydi Allahaısmarladık!»

Bu son söze Polis Memuru Azmi Bey, karşılık ver¬mek nezaketini gösteriyor:

«—Uğurlar olsun!»

Bahsettiğimiz broşürden:

«Maznunlar, saat 10'a kadar sehpalarda bırakılarak

608

609

akın akın gelen meraklılara teşhir edilmişler, ondan sonra arabalara yüklenen cesetler evvelâ

Karantina'daki Mer¬kez Hastahanesine götürülüp, üstlerindeki eşyalar alınmış ve oradan Kadife

Kale civarındaki Kokluca mezarlığına gömülmüşlerdir.»

Mahut broşürün birinci fasikülünün sonunda, fevkalâde (enteresan) bir kıymet hükmü var. Bozuk

üslûbiyle aynen veriyoruz :

«Dşte burada, başlarken belirttiği adaletsizliğe mâni olmak maksadiyle Ankara'dan koşup yetişerek,

teşebbüse geçişi üzerine gazaba gelen muhakemenin şerrinden an¬cak Atatürk'ün şefaatiyle

kurtulabilen İsmet Paşayı hatır¬lamamak ve (keşke şerlerinden kurtulamayıp, tevkif edil¬miş

olsaydı; hiç olmazsa nefsinde duyacağı acı ve ıstırap ile bundan sonraki haksızlıkları, zulümleri

önlenmiş olur¬du) dememek imkânı var mı?»

(Sokrates), bu işin kendisiyle başlayıp kendisiyle bitmeyeceğini söylemişti.

EVET VE...

Bana bu eseri yazdıran saik?.. Herhalde durup du¬rurken bu işe kalkışmış değilim... Fikir ve san'at

tasladı¬ğıma göre, ne gazetecilik çerçevesinde halkın ayranını kabartıcı buluşlar, ne de orta malı

tarih romancılıkları gi¬bi esnaflıklar benim kârım olabilir.

Bana bu eseri yazdıran saik, 27 Mayıs 1960'dan 18 Aralık 1961'e kadar 19 aya yakın bir müddet,

Davutpaşa Kışlası, Balmumcu Garnizonu ve arkasından Cezaevinde çektiğim ıstırap...

27 Mayıs akşamı, Ankara'da sokağa çıkma izni ve¬rilir verilmez, cebimde yalnız 17 kuruş, gazeteci

bileti sa¬yesinde trene atlayıp İstanbul'a gelirken, bir gece evveli¬ne ait notlar almıştım. Bazı

parçalarını ayniyle tekrar edi¬yorum. Atladığım yerler noktalı...

«Ankara'da, 26 Mayıs Perşembe akşamı, Örfî İda¬re yasağına uygun, gecenin ilk saatlerinde

otelime gel¬dim. Ulus meydanından, üç beşyüz metre mesafede, Çankırı caddesine açılan, etrafı

otomobil tamirhaneleriyle çevrili bir meydancığın kenarında basit bir otel.. Otel her akşamki gibi

cansız... Müşteri kabulüne mahsus tezgâhın gerisinde, otelin gece nöbetçisi, biraz sonra kıvrılıp

yata¬cağı, bitpazarı eşyası kübik koltuğunun alışılmış rahatsız¬lığını tevekkülle bekliyor...»

610

611

«Esrar!.. Bir gece evvelden hiç de uykumu alama¬dığım, gündüz de Tevfik İleri'nin Bakanlık

odasında hay¬li coştuğum, saatlerce konuştuğum ve yorgun düştüğüm halde uyuyamıyorum...

Gözümün önünde, deli bir ressa¬mın bile terkiplendiremeyeceği korkunç şekiller, ısırıcı suratlar,

görülmemiş renkler ve hareketler... Göğsümün üstünde ağırlığım farkedemediğim, yalnız sıkıntısını

duy¬duğum bir çeki taşı...

Ne oluyordu bana?.. Her gün bir harp sahnesi ha¬linde gezdirdiğim, kanlı başımın tek pansumanı

gece ve uyku, her zaman o kadar cömertken bu defa birdenbire örtülü ödeneğini neden kesmişti?..

Dakikalarca hayâl, kâbus...

Saat taşıyamam... Zamanın nabzını sayıcı âlet, bo¬yuna keseden giden, boşluğa dökülen ve asla

geri gelme¬yen çil paraları hatırlatır bana...

Saati öğrenmek için aşağı kata indim.»

«Yine uyku avcılığı... Avını bulabilirsen bul!... Yarı şuurlu, yarı baygın halinde birtakım taktak-

lar...

«Acaba, diye düşündüm; otelin bulunduğu mey¬dandaki kereste yığını mı devriliyor?

Bir durup bir başlayan, kesik kesik darbeler...

—Otomobil tamirhanelerinde bir iş mi yapıyorlar?

Dalar gibi olurken, ihtimallere bir başkasmı ilâve ettim :

—Yoksa yeni bir nümayiş var da, Örfî İdare kuv¬vetleri havaya silâh mı boşaltıyor?

Tam bir kanıksayış içinde uykuyu visal lezzetiyle içmek üzereyken, aşağı katta, otelin giriş

kısmında, bir şamata... Radyo hırıltılarına karışık bağırışmalar, nida¬lar...»

612

Radyoda makyajsız ve tuvaletsiz bir ses, sahibinin mesleğini derhal tanıtan sade ve yalçın bir ton:

—Dikkat, dikkat! Muhterem vatandaşlar! Radyola¬rınızın başına geçiniz! Güvendiğiniz Silâhlı

kuvvetlerini¬zin sesi, bir dakika sonra size hitap edecektir!

Ve hitap:

—Bugün demokrasimizin, içine düştüğü buhran ve son müessif hâdiseler dolayısiyle ve kardeş

kavgasına meydan vermemek maksadiyle, Türk Silâhlı Kuvvetleri, memleketin idaresini üzerine

almıştır!

Marş, bildiri, marş, bildiri!..»

«Telefona atıldım, Şehirlerarası sağır... Ölü odası¬nın telefonu gibi yalnız çalmakla kalıyor. Şehir

hatları açık... İlk telefon ettiğim, Tevfik İleri... Telefona, îmanda, ahlâkta, vakar ve olgunlukta

müstesna bir Türk hanımefendisi bildiğim Bayan ileri çıktı.

—Hanımefendi! Necip Fazıl!

Hitabıma, yaşadığı ruh haletinin cinnete varmış korkunç neşesi içinde bir ses, bir kahkaha

ahengiyle ce¬vap verdi:

—Oldu işte, oldu! Her şey oldu! Her şey iyi! Ha¬yırlı olur inşaallah!

İliklerime kadar ürperdim.

—Tevfik İleri evde mi?

—Tevfik'i götürdüler, Necip Fazıl Bey! Allah hay-rey leşin!

Başka bir şey soramadım. Kime telefon ettimse al¬dığım cevaplar:

—Heh, hih, hi, ha, he! Tarzında tek heceli lâfızlar oldu.»

«Hatırımdan, bu, hiçbir şeyin belli olmadığı anlar¬da ne ihtimaller geçiyor!.. Bir, iki, üç...»

613

«—Yoksa!.. Evet yoksa?.. On yıl değil, ondan çok daha evvelinden beri milletin ruhuna ve köküne

fesat aşı¬landığını, Türk ruh ve ahlâk kökünün çürütüldüğünü, ni¬hayet bu çürütüşün Demokrat

Parti devrinde en ileri mü¬rekkep faiz hadlerine kadar köpürtüldüğünü gören, ahlâklı, bilgili,

faziletli bir subay zümresinin, hasbî sami¬mi ve müstakil bir hamlesi mi bu?..»

28 Mayıs sabahı Bostancı'da inip Feneryolundaki evime kapağı attım. Aynı gün, Radyo, zaten

kapalı bulu¬nan Büyük Doğu'nun:

—Ölüyü bir daha öldürdük!

Dercesine, kapatıldığını ilân etti.

Kendi kendimi eve hapsedişim 9 gün sürdü. 5-6 Haziran gecesi evime gelip beni aldılar,

kütüphanemi ara¬yıp askerî tarihlere kadar topladılar; ve Kadıköy'ü Emni¬yet Amirliği, Emniyet

Müdürlüğü... Sabahı Merkez Ku¬mandanlığı akşamı Davutpaşa Kışlası... Birkaç hafta sonra

Balmumcu Çiftliği ve nihayet (1) numaralı suçsuz olarak radyo ilâniyle tahliye; fakat muhafaza

altında sav¬cılığa teslim edilişim... Zira ihtilâlin hiçbir istisna göster¬meksizin ilk iş olarak

çıkardığı Basın Affına rağmen, be¬nim mahkûm bulunduğum madde müstesna kabul edil¬miştir.

Toptaşı Cezaevi ve gerisi malûm...

maz tahassüs anları oldu. Peşinden 15 ay müddetle Top¬taşı cezaevindeki hayatım da, zaten

kelimelere ısmarlana¬cak olursa hemen bayağılaşacak kadar hususî...

Dedim ki, bu eseri bana ilham eden 19 aylık bir ıs¬tıraptır. Mevzu da benim ferdî ıstırabım değil,

bu acının bana verdiği fikir...

—O acı nedir ve ne yüzdendir?..

Diye eşelemeye ihtiyaç var mı?..

Ondandır işte, ondan!.. 19 ay içinde gördüğüm, unuttuğum ve yaşadığımdan... Bütün bu mânevi

halleri heykelleşmiş bir fikir şeklinde benden ayrı bir insan ola¬rak hayâlinize aksettirecek

olursanız, ondan...

Bu 19 aylık devrenin ıstırapları üzerinde bildirebi¬leceğim hiçbir nokta mevcut değil... Kendimi,

eserimin son mevzuu saymıyorum. Sadece bana eserimi ilham eden saik üzerindeyim. Kendi

hakkımda şu kadar söyle¬yebilirim ki, 6 Haziran 1960 günü Merkez Kumandanlığı hücresinde,

Balmumcu'dan salıverilip polise teslim edil¬diğim gün de, İkinci Şubenin yankesiciler ve kaatiller

ne¬zaret hanesinde ve o zamanki Polis Müdür Muavini Da-niş isimli şahsın karşısında geçirdiğim

büyük ve unutul-

614

615

İÇİNDEKİLER

Takdim5

I) SOKRATES

Atina 7

«Nasıl»ı Getiren

Diyalog11

9

Atinada Manzara14

Apolocya17

Zehir 26

II) İSA DDNDNDN MAZLUMLARI

Yahudi31

7'ler 35

(SentEtyen) 38

Zulüm Serisi 41

Yahudi Devletinin Sonu45

(Sen Pol)48

(SenPiyer)61

Yangın64

İnsandan Mumlar67

Kanun Fuhşu 69

Arslanların Ağzı Ve 70

III)ISLAMIN İLK KURBANLARI

Ölçü 75

İlk Şehit77

Şehitlerin Efendisi „80

Habib Ve Arkadaşları ,82

IV)PEYGAMBER TORUNU

İKİ ªEHİT

Hazret-i Hasan87

Hazret-i Hüseyn96

V)200.000 KELLE ÜSTÜNDE

İBNÜ'Z- ZÜBEYR'DN BAŞI

Haccac (Zalim)129

Camide İnmeye Başlayan Kılıç133

VI)İMAM-I ÂZAM VE ÖBÜRLERD

İmam-ı Âzam 141

İmam-ı Malik .-.154

İmam-ı Hanbel154

Ahmed Bin-i Nasr 157

VII) MANSUR

Şu Meşhur Hallaç159

İklim İklim 169

İki Kelime168

Zindan 173

Darağacı179

VIII) JAN DARK

Manzara187

(Püsel-Bâkire) 191

i

Teşebbüs195

Zafer 200

Tac Giyen Kral

Kapanan Perde

205

209

Satılmış Hâkim214

Adalet Şekli 217

Ateşe Doğru 222

Plân.... 227

Ateş 232

IX) CEM SULTAN

Fatih'in Arkasından 239

Kardeş Muharebesi 243

Esir Şehzade 249

Gurbet 253

Papa'nın Elinde257

Salibe Davet 262

Fransızların Elinde 265

Borjiyaların Zehiri 269

XISEN BARTELOMD KURBANLARI

Aklın Tepkisi 275

Politikacılar Katliâmlar279

Büyük Gece 283

Enkizisyon 288

Torkemada 291

(Mikael Servetüs),...296

Alevler içinde 300

(Ciyardano Bruno) ;305

Belya Mıntıkası309

(Galile).'313

Göğe Bakan 317

Alçaltma ve Alçalma 321

XII) GENÇ OSMAN

Yeniçeri327

Tablo 332

Tablonun Devamı336

Genç Osman'dan Öteye Tablo

Cülusu 348

Devletin Hali 352

Alâmetler356

Vesaire Vesaire360

Felaket Yılı 365

Plân 370

Tepki 374

İsyan 379

Saraya Hücum383

Listedeki Baş 388

Ağa Kapısı :.*393

Efsanevî Şenaat396

Sultan Ve İmparator 400

Ötesi 404

XIII) JAN KALAS

Bir Adam409

Adalet 413

342

(Volter) ݺe Karışıyor 417

XIV) BÜYÜK FRANSIZ İHTİLALİNİN ZULÜM DEFTERDNDEN

(16'ncıLui) 423

Kral 428

Ara Safha432

Muhakeme Ve Giyotin437

Mari Antuanet 443

Kraliçe447

Istırap Kraliçesi451

Kutuplar Ve Kurbanları455

Hürriyet İstibdadı459

Esir Meclis 464

Giyotin470

(Danton)474

Savcı 478

(Danton)un Başı482

Kadın Başlan 487

Yeni Din Ve Arkası 492

Birkaçı Daha 495

XV) DREYFUS

Şeytan Adası 501

Fikir Ve Hakaret511

Netice 514

XVI) İTTİHAT VE TERAKKD

CDNAYETLERD

Abdülhamîd 521

Komite527

(Jön-Türk)532

Selanik Ve Ötesi'.535

31 Mart Ve Ötesi540

Türke Zulüm 544

Ermeni Zulmü 551

Ermeniye Zulümler 556

XVII) ROMANOFLAR

Mujik Ve Bolşevik 563

Çar Ve Ailesi 568

Sarayda Zindan574

XVIII) İSTİKLÂL MAHKEMESD

MAHKUMLARINDAN BDRKAÇI

CavitBey587

Müdafaa, Karar, Sehpa, Son Söz594

Doktor Nazım 600

Öbürleri607

EVET VE611