Sebeb-i Nüzûle Göre KIRK ÂYET
Sebeb-i Vürûde Göre KIRK HADÎS
Salih ÖZBEY
Beka Yayınları
İÇİNDEKİLER
Kırk Ayet ve Kırk Hadis Dersi Programı
1-Niyyet……………………………………………...…............…5
2-İman ve şirk………………………………………..….........13
3-Nifak\münafık…………………………………....….........21
4-Mü'min ve Müslim……………………………….….........27
5-İman, islam, ihlas ve ihsan………………….…..…....31
6-Helal ve haram……………………………………........…..43
7-Haya ve iman…………………………………….........……49
8-Su ve temizlik………………………………………...........57
9-Namaz………………………………………………...............65
10-Oruç……………………………………………….….............69
11-Hac ve umre…………………………………….........……75
12-İnfak ve sadaka………………………………...........…79
13-Zekat ve fıtır sadakası……………………...………….85
14-İçki…………………………………………………................89
15-Savaş ve şehitlik………………………………......……..95
16-Dua……………………………………………..................101
17-Zikir……………………………………………..................109
18-Zarara karşı zarar yoktur……………………….……115
19-Rahmet ve merhamet……………………………...….123
20-Rıfk\yumuşaklık………………………………….......…129
21-İyilikte çığır açmak……………………………….....…133
22-Kişi sevdiği ile beraberdir…………………….……..139
23-Hubulllah\buğzullah……………………………...…...143
24-Veren el ile alan el………………………………....…..147
25-Günah………………………………………………............153
26-Kardeşlik………………………………………….............157
27-Nikah……………………………………………….............163
28-Kolaylaştırın zorlaştırmayın………………………...169
29-Her çocuk fıtrat üzere doğar……………………...175
30-Aldatan bizden değildir………………………..…….179
31-Allah güzeldir güzeli sever………………….….....185
32-Yalnızlık Allah'a mahsustur………………………...189
33-İçtihad………………………………………………...........195
34-Masiyette itaat yoktur………………………...………201
35-Aç gözlülük………………………………………….........207
36-Ölüye telkin………………………………………........…213
37-Rüya vahiydir………………………………………........219
38-Harp hiledir………………………………………….........225
39-Ümmetimden bir gurup……………………………....231
40-Size iki şey bırakıyorum……………………………...237
KISALTMALAR
a.g.e Adı geçen eser.
a.g.y. Adı geçen yayın
(a.s) Aleyhisselâm.
bsm. Basılmıştır.
b. bin, ibn /oğlu.
bint kızı.
bkz. Bakınız.
çev. Çeviren
Doç. Doçent
H. Hicri
c. Cilt, cüz.
(c.c) Celle Celâlühû.
Hz. Hazret.
Nşr: Neşreden
Ktb. Kütüphanesi
M. Milâdî
Mad. Maddesi,Madde
M.Ö. Milattan Önce
M.S. Milattan Sonra
ö. Ölüm tarihi
Prof. Profesör
(r.a) Radıyallahû anh.
(ranha) Radıyallahû anha.
(rha) Rahmetullahi aleyh
s. Sayfa
Trc. Tercüme
v. Vefatı,Vefat tarihi
vr. Varak
vs. ve saire
y.y. Yüzyıl
vd. ve devamı.
Yay. Yayınevi.
yz. Yazma.
ty. Tarih yok
KIRK AYET VE KIRK HADİS DERSİ PROGRAMI *
GİRİŞ
Eğiticinin Kırk Ayet ve Kırk Hadis dersi planı yaparken yararlanacağı birinci ve ikinci kaynak olan "Kur’an ve Hadis" aynı zamanda eğiticinin ayet ve hadisi sağlam bir temele oturtup bakış açısını genişletmesine yardımcı olur.
Ayrıca bu program eğiticiye, eğitimin teknik ve yöntemleri hakkında da bilgi verir.
Eğitici dersin süresini ve öğrencilerin seviyesini göz-önünde bulundurarak konuları öncelikle bu programdan seçerek ihtiyaca göre planını yapar.
Bu programda sırasıyla, dersle ilgili açıklamalar, amaçlar konular, yöntemler ve kaynakçayı içerir.
A-AÇIKLAMALAR:
Kırk Ayet ve Kırk Hadis Çalışması:[1]
Türkçemize "Kırk Hadîs" diye geçen ve belli bir konuya giren veya değişik konularda kırk hadîsi derleyen kitaplar vardır. Bunlar “erbaûniyyât” kırklı’lar denmiştir.
Bu eserler, kaynağını Resûlullah (a.s)'ın şu sözlerinden alır:
"Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum."[2]
Bu hadîsin müjdesine mazhar olmak ümidiyle yazılan eserler kısaca şunlardır.
1. Abdullah İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî'nin "Erba'un"u.
2. Muhyiddin b. Eslem et-Tusi'nin "Erba'un"u.
3. El Hasan b. Süfyan en-Nesai'nin "Erba'un"u.
4. Ebu Bekr el-Acurri'nin "Erba'un"u.
5. Ebu Bekr Muhyiddin b.İbrahim el-İsbahani, İbnü'l-Mukri'nin "Erba'un"u.
6. Ebu Bekr Muhyiddin b. Abdillah el-Cevzeki'nin "Erba'un"u.
7. Ebu Nu'aym el-İsbahani'nin "Erba'un"u.
8. Ebu Abdurrahman es-Sülemi'nin "Erba'un"u.
9. Ebu Bekr el-Beyhaki'nin "Erba'un"u.
10. Ebu'l Hasan ed-Darekutni'nin "Erba'un"u.
11. Ebu Abdillah el-Hakim'in "Erba'un"u.
12. Ebu Tahir es-Silefi'nin "Erba'un"u.
13. Dârakutnî'nin "Erbaûn"u.
14. Radıyyu'd-Dîn el-Kazvîni'nin "Erbaûn lil-Fadli Aliyyin.
15. Hâfız İbni Hacer'in "Erba'un"u.
16. Ebu'l Kasım b.Asakir'in birkaç "Erba'un"u.
17. Ebu Sa'd el-Mali'nin "Erba'un"u.
18. Kelebazi'nin Erba'un'u.
19. Ebu Osman es-Sabuni'nin "Erba'un"u.
20. İbni ebi's-Sayf'ın "Erba'un"u.
21. Ebu'l Kasım Hamza b.Yusuf es-Sehmi'nin "Erba'un fi Fadli'l Abbas"ı.
Erba'un kitapları daha pek çoktur. Bunlar Katip Çelebi’nin Keşfu'z-Zunun ile Sılatu'l-Halef'e müracaat edebilirsiniz.
B-ÖZEL AMAÇLAR
Sebeb-i Nüzul
Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü iki kısımdır:
Birinci kısım: Sebebe bağlı olmadan nâzil olan buyruklar: Bunlar, nüzûlünden önce indirilmesini gerektiren herhangi bir sebebin varlığı sözkonusu olmadan inen buyruklardır. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin çoğunluğu böyledir. Yüce Allah'ın:
وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللهَ لَئِنْ اَتَينَا مِنْ فَضْلِهِ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ
"İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: 'Eğer bize lütfundan ihsan ederse muhakkak ki sadaka vereceğiz ve muhakkak ki salihlerden olacağız"[3] ve devamındaki âyetler herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın, bazı münafıkların durumunu açıklamak üzere nâzil olmuşlardır. Bu ayetlerin uzunca bir kıssa ile anlatılan Salebe b. Hâtıb hakkında nâzil olduğuna dair meşhur rivayeti pekçok müfessir sözkonusu etmiş ve birçok vaizler bunun propagandasını yapmış olmakla birlikte oldukça zayıf bir rivayet olup, sahih değildir.
İkinci kısım ise bir sebebe bağlı olarak nâzil olmuş buyruklardır. Bu da nüzulünden önce indirilmesini gerektiren bir sebebin ortaya çıktığı buyruklardır. Sebep de bir kaç çeşittir.
a- Yüce Allah'ın cevabını verdiği bir soru. Meselâ:
يَسْئَلُونَكَ عَنِ اْلاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ
"Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir."[4]
b- Yahut bir açıklamayı ve bir sakındırmayı gerektiren bir olay meydana gelmişse buyruk nâzil olmuş olabilir:
وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ اِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُ قُلْ اَبِاللهِ وَاَيَاتِهِ وَرَسُولِهِ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِؤُنَ
"Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: 'Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk'"[5] diye başlayan iki ayet-i kerime, münafıklardan bir adam hakkında inmişlerdir. Bu kişi Tebûk Gazvesinde bir yerde otururken: Bizler şu bizim Kur’ân okuyucularımız gibi karnı geniş, dili çok yalan söyleyen, düşman ile karşılaştıklarında onlardan daha korkak kimse görmedik. O bu sözleriyle Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem)'i ve ashabını kastediyordu. Bu söyledikleri Rasûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem)'e ulaştı ve Kur’ân'ın ilgili buyrukları nâzil oldu. Adam gelerek, Peygamber (Sallallahu aleyhi vesellem)'e özür beyan edince Kur’ân ona:
قُلْ اَبِاللهِ وَاَيَاتِهِ وَرَسُولِهِ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِؤُنَ
"Deki: Allah ile, onun ayetleriyle ve Resûlü ile mi eğleniyordunuz?"[6] diye cevap verdi.
c- Yahut hükmü bilinmesine gerek duyulan meydana gelmiş bir fiil sebebiyle inmiş olabilir. Yüce Allah'ın:
قَدْ سَمِعَ اللهُ قَوْلَ الَّتِى تُجَادِلُكَ فِى زَوْجِهَا وَتَشْتَكِى اِلَى اللهِ وَاللهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَا اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
"Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı da zaten işitiyordu. Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi görendir"[7] diye başlayan buyrukları buna örnektir.
Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Faydaları
Nüzûl sebeplerinin bilinmesi oldukça önemlidir. Çünkü bunun pekçok faydası vardır. Bazıları şunlardır:
1. Kur’ân-ı Kerim'in yüce Allah tarafından indirilmiş olduğunu açıklamak:
Çünkü Resüllullah (a.s) herhangi bir hususa dair soru soruluyor; o kimi zaman vahiy nâzil oluncaya kadar cevap vermeden bekliyordu. Yahut meydana gelen işten bizzat haberdar olmadığından vahiy nâzil oluyor ve ona durumu açıklıyordu.
Birincisine örnek, yüce Allah'ın şu buyruğudur:
وَيَسْئَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى وَمَا اُوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلاَّ قَلِيلاً
"Bir de sana ruhu soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbinin emrindendir. Size bilgiden ancak pek az bir şey verilmiştir.'"[8]
Sahih-i Buhârî'de yer alan rivayete göre Abdullah b. Mesud (r.a) şöyle demiştir: Yahudilerden bir adam: Ya Ebe'l-Kasım ruh nedir? diye sordu. Rasûlullah sustu.
-Bir rivayette: Rasûlullah (a.s) karşılık vermeyip, onlara hiçbir şekilde cevap vermedi.-
Ben ona vahyolunmakta olduğunu anladım. Olduğum yerde ayakta kaldım. Vahyin nüzûlü tamamlanınca şöyle buyurdu:
وَيَسْئَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى
"Bir de sana ruhu soruyorlar. De ki: 'Ruh Rabbinin emrindendir...'" [9]
İkincisine örnek de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَآ اِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ اْلاَعَزُّ مِنْهَا اْلاَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لاَ يَعْلَمُونَ
"Derler ki: 'Eğer Medine'ye dönersek elbetteki en şerefli ve kuvvetli olan, en aşağılık olanı oradan mutlaka çıkartacaktır.'"[10]
Sahih-i Buhârî'deki rivayete göre Zeyd b. Erkam (r.a) münafıkların elebaşısı Abdullah b. Ubeyy'i bu sözleri söylerken duymuş. Bu sözleriyle kendisinin aziz (şerefli ve kuvvetli) Rasûlullah (a.s)'ın ve ashabının ise "en aşağılık olanlar" olduklarını kastediyordu. Zeyd bu sözleri amcasına bildirince, amcası da aynı sözleri Peygamber (a.s)'a bildirdi. Peygamber (a.s) Zeyd'i çağırdı. O da duyduklarını ona bildirdi. Daha sonra Abdullah b. Ubeyy'e ve arkadaşlarına haber gönderdi (çağırttı). Onlar (gelip) bu sözleri söylemediklerine dair yemin ettiler. Rasûlullah (a.s) onların doğru söylediklerine inandı. Bunun üzerine yüce Allah Zeyd'in doğru söylediğini belirten buyrukları indirdi. Böylelikle Rasûlullah (a.s) gerçeği açık seçik bir şekilde öğrenmiş oldu.[11]
2. Yüce Allah'ın Rasûlünü savunmak noktasında ona gösterdiği itinayı açıklaması:
Yüce Allah'ın şu buyruğu buna örnektir:
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلاَ نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْاَنُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذَلِكَ لِنُثَبِّتَ بِهِ فُؤَادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْتِيلاً
"Kâfirler dediler ki: 'Ona bu Kur’ân topluca birden indirilmeli değil miydi?' Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık ve onu ağır ağır okuduk."[12]
İfk (Âişe validemize atılan iftira) ile ilgili âyetler de aynı şekilde Peygamber (a.s)'ın namusunu savunmak ve iftiracıların ona bulaştırmak istedikleri lekeyi temizlemek üzere inmişti.[13]
3. Yüce Allah'ın sıkıntılarını açmak, kederlerini ortadan kaldırmak suretiyle kullarına verdiği önemi ortaya koymak.
Teyemmüm âyeti (bk. en-Nisa, 4/43 ve el-Mâide, 5/6) buna örnektir. Sahih-i Buhârî'deki rivayete göre Âişe (r.anha), Peygamber (a.s) ile birlikte bulunduğu seferlerden birisinde gerdanlığını kaybetti. Onu aramak üzere Peygamber (a.s) yoluna devam etmeyip konakladığı yerde kaldı. Beraberlerinde bulunanlar da öylece kaldı. Bulundukları yerde su yoktu. Durumdan Ebu Bekir (r.a)'a şikayet ettiler. Hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisteki ifadelere göre yüce Allah teyemmüm âyetini indirdi. Yolculukta bulunanlar teyemmüm yaptılar. Esid b. Hudayr dedi ki: Ey Ebu Bekr'in ailesi! Bu sizden gördüğümüz ilk bereket değildir. Hadis Buhârî'de uzun uzadıya kaydedilmiştir.[14]
4. Âyeti doğru bir şekilde anlamak
Yüce Allah'ın şu buyrukları buna örnektir:
اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَآئِرِ اللهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ اَوِ اعْتَمَرَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَطَّوَّفَ بِهِماَ وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَاِنَّ اللهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt’i hacceder veya umre yaparsa onları güzelce tavaf etmesinde onun için bir sakınca yoktur."[15]
Buradaki tavaftan kasıt aralarında sa’y etmektir. Yüce Allah'ın: "Onun için bir sakınca yoktur." buyruğunun zahirinden anlaşıldığına göre, Safa ile Merve arasında sa’y etme emri, nihayet mübahlık ifade eder. Fakat Sahih-i Buhârî'de yer alan rivayete göre Âsım b. Süleyman şöyle demiştir: Enes b. Malik Radıyallahu anh'a Safa ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz ikisinin de cahiliye dönemi işlerinden olduğu görüşünde idik. İslam gelince aralarında sa’y etmedik. Bunun üzerine yüce Allah:
اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَآئِرِ اللهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ اَوِ اعْتَمَرَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَطَّوَّفَ بِهِماَ وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَاِنَّ اللهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt’i hacceder veya umre yaparsa onları güzelce tavaf etmesinde onun için bir sakınca yoktur" [16] buyruğunu indirdi.[17]
Bununla anlaşıldı ki, günahın sözkonusu edilmemesinden maksat, aralarında sa’yin esas hükmünü açıklamak değildir. Asıl maksat, onların sa’y etmeyi terketmekten sakınmalarını reddetmektir. Çünkü onlar aralarında sa’y etmenin cahiliye dönemi işlerinden olduğu görüşüne sahiptiler. Sa’y etmenin esas hükmü de yüce Allah'ın: "Allah'ın alâmetlerindendir"[18] buyruğu ile açıklık kazanmış olmaktadır.
Sebeb-i Vürud Manası ve Faydası
Hadisin vürud sebeblerinden ve ona vereceğimiz misallerden önce, manasının ve onunla ne kastedildiğinin bilinmesi gerekir.
Sebeb-i vürudi’l-hadis’in manası yahut ondan ne anlaşıldığı:
Sebep: Kendisiyle istenilene ulaşılan her şeye sebep demektir.[19]
Vürud: Hadisten kasdedilen şeyin genel/özel, mutlak- mukayyed, nesh ve benzeri konularıdan birisinin anlaşılmasına vesile olan şeydir. Yahut, hadisin söylenmesine sebep olan günlük aktüel olaylardır.[20]
Sebeb-i Vürud’un Bilmenin Faydası
Yukarıdaki tariften konunun faydası zaten anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim için Esbabu’n-Nüzul İlmi ne ise, hadisler için Esbabu Vurudi’l-Hadis ilmi odur.
Konunun daha anlaşılabilmesi için şöyle örnek verebiliriz, Ahmed bin Hanbel’in Ebu Said el-Hudri (r.a)'dan rivayet ettikleri şu hadiste Ebu Said (r.a), Resulullah (a.s)'ın şöyle dediğini işitmiştir: "Sizden biriniz sevdiği bir rüya görürse, o Allah'tandır. Dolayısıyla Allah'a hamdetsin ve o rüyayı anlatsın. Fakat hoşlanmadığı bir rüya görürse o şeytandandır. Onun şerrinden Allah'a sığınsın ve rüyasını kimseye anlatmasın. O zaman ona zararı dokunmaz."[21]
Suyuti, yukarıdaki hadisin Sebeb-i Vürûdu hakkında Ahmed b. Hanbel ve Müslüm'in, Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettikleri şu hadisi zikreder: "Adamın biri, Hz.Peygamber (a.s)'a gelerek şöyle dedi: "Rüyamda başım kesilmiş yerde yuvarlanıyor ve ben de onu arkasından takip ediyordum. Bunun üzerine Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Bu şeytandandır. Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüya gördüğünde kimseye anlatmasın ve şeytandan Allah'a sığınsın."[22]
Esbabu Vürudi’l-Hadis konusunda yazılan en önemli eserler, İmamı Suyuti, el-lum’a fi Esbabi’l-Hadis ve İbn Hamze ed-Dimeşki’nin el-Beyan ve’t-Ta’rif fi Esbabi Vürudi’l-Hadisi’ş-Şerif adlı kitaplardır.[23]
C-KONULAR:
Ayet ve Hadislerin Işığında Konu Başlıkları
1-Niyyet
2-İman ve şirk
3-Nifak\münafık
4-Mü'min ve müslim
5-İman, islam, ihlas ve ihsan…
6-Helal ve haram
7-Haya ve iman
8-Su ve temizlik
9-Namaz
10-Oruç
11-Hac ve umre
12-İnfak ve sadaka
13-Zekat ve fıtır sadakası
14-İçki
15-Savaş ve şehitlik
16-Dua
17-Zikir
18-Zarara karşı zarar yoktur
19-Rahmet ve merhamet
20-Rıfk\yumuşaklık
21-İyilikte çığır açmak
22-Kişi sevdiği ile beraberdir
23-Hubulllah\buğzullah
24-Veren el ile alan el
25-Günah
26-Kardeşlik
27-Nikah
28-Kolaylaştırın zorlaştırmayın…
29-Her çocuk fıtrat üzere doğar
30-Aldatan bizden değildir
31-Allah güzeldir güzeli sever
32-Yalnızlık Allah'a masustur
33-İçtihad
34-Masiyette itaat yoktur
35-Aç gözlülük
36-Ölüye telkin
37-Rüya vahiydir
38-Harp hiledir
39-Ümmetimden bir gurup
40-Size iki şey bırakıyorum
D-YÖNTEMLER:
1-Kırk ayet ve Kırk hadis çalışması
1-Kur’an'ı anlama ve İslam'ı yaşama gereğini kavramak,
2- Kur’an ve sünnet ile hurafelerden arınmış zihinlere peygamberi bakış açısı kazandırmak,
3-Ayetlerin nüzulüyle adeta canlı Kur'an olan Allah Resülu (a.s)’ın sünnetinin vürudu’nu öğrenip onunla hayatımızı nurlandırmak,
4-Allah Resul'ünun yaşantısındaki çok yönlülüğü öğrenip, O'nu her konuda kendimize örnek yapmak,
2-Kırk ayet ve Kırk hadis çalışması
a)Arapça metin üzerine ezberleme
b)Kelime Kelime Arapça Metinleri Çözme
c)Ayetlerin sebeb-i Nüzulunu Tespit etme
d)Hadislerin Sebeb-i Vürudu’nu Ortaya çıkarma
e)Yorum ve İzahını yapma
f)Günümüzle Kıyaslanma
E-KAYNAKÇA:
Eserin Adı Yazarın Adı Yayın evi
1-Sahih-i Buhari Diyanet
2-Sahih-i Müslim Sönmez
3-Kutub-i Sitte Türcüme ve Şerhi/İ.Canan Akçağ
4-Sünen-i Tirmizi Hilal
5-Sünen-i İbni Mace Kahraman
6-Sünen-i Nesei Kalem
7-Sünen-i Ebu Davud Şamil
8-Muvatta-ı İbni Malik Beyan
9-Müsned-i Ahmed bin Hambel Madve
10-Hadis Kulliyatı/Rudani Yeni Şa.
11-El-lü'lüü vel-Mercan/M.F.Abdulbaki ....
12-Riyazus-Salihin (6 cilt)/İmamı Nevevi İslamoğlu
13-Hadis Tarihi/Talat Koçyiğit Diyanet
14-Hadis Edebiyatı Tarihi/Muhammed Zübeyr İz
15-Hadis Usulü/H. Karaman İz
16-Hadis Usulü/Talat Koçyiğit Diyanet
17-Hadis Usulü Dersleri/H.Fikri Yavuz Diyanet
18-El-Esas fis-sünne/Said Havva Şamil
19-Hadis İlmi ve Hadis Istılahları/Subhi Salih Diyanet
20-Hadis Ricali/Ali Özek .....
21-Hadis Istılahları Sözleri/Abdullah aydınlı Timaş
22-Hadis Terimleri Sözlüğü/Talat Koçyiğit Rehber
23-Mevzu Hadisler/M. Yaşar Kandemir Diyanet
24-Sünneti Anlamada Yöntem/Yusuf El-Kardavi Rey
25-Sünnet-i Seniye "Yüce yol"/M.S.Çekmegil Sanih Küt
26-Sünnet/ Mustafa Sıbai Evs
27-Bostanül-Muhaddisin/Ş. Veliyyullah Dehlevi Diyanet
28-Nezhetün-Nazar/İbn Hacer Diyanet
29-Şia'da Hadis Anlayışı/Cemal Sofuoğlu An.Ün.
30-Zayıf Hadisleri öğren. Metodu/Aliyyul Kari İlim
31-El-Menarul Münif/İ.Kayyım El-Cevzi Cantaş
32-Hemman bin Münebbih Sahifesi/M. Hamidullah ....
33-İslam Düşüncesinde Sünnet/Hayrı Kırbaçoğlu Fecr
34-Hadis Tarihi/Ekrem Ziya Umeri Esra
35-Hadis Üzerine/El-Bani Esra
36-Sünneti Anlamak/Osman Kara Ravza
37-Hadislerle Çocuk Terbiyesi/İbrahim Canan Vakıf
38-Sünnet ve Bid’at/A. Çelik Beyan
39-Resulüllah’tan Dualar, Zik./İbn K.El-Cevzi İlim
40-Nehcu'l Belağa/Hz. Ali Birleşik
41-Hadisi ŞeriflereGöre Evlenme Dur./El-Bani Arslan
42-Nebevi Sünnet/Muhammed Gazali İslami Ar.
43-Sünnetin Etrafındaki Şüpheler/M. Tahir Hakim Pınar
44-Kur'an ve Sünnet Üzerine/Ali Bulaç Beyan
45-Hadisçilerle Kelamcıların Münk./T.Koçyiğit Diyanet
46-Hadiste Nasih ve Mensuh/A.Osman Koçkuzu Mar.Ün.
47-Kur’an-i Çizgide Sünnet/Mehmet Kubat Esra
48-Ehl-i Sün.ve Şia’nın Delil Aldığı Hadisler/A. O. Beyan
Birinci Ayet
لاَ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ اَوْلِيَآءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللهِ فِى شَىْءٍ اِلاَّ اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَيةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللهُ نَفْسَهُ وَاِلَى اللهِ الْمَصِيرُ
"Müminler müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey yoktur. Eğer ki, onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size, asıl kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Allah’adır." [24]
لَايَتَّخِذِ edinmesinler الْمُؤْمِنُونَ Müminler الْكَافِرينَ kâfirleri اَوْلِيَاءَ dost مِنْ دُونِ bırakıp da الْمُؤْمِنينَ müminleri وَمَنْ Kim يَفْعَلْ yaparsa ذلِكَ bunu فَلَيْسَ yoktur مِنَ اللّهِ Allah'tan فى شَىْءٍ hiçbir şey اِلَّا Eğer ki اَنْ تَتَّقُوا sakınmış olasınız مِنْهُمْ onlardan تُقيةً gelebilecek bir tehlikeden dolayı وَيُحَذِّرُكُمُ size korkmanızı emrediyor اللّهُ Allah نَفْسَهُ asıl kendinden وَاِلَى Nihayet اللّهِ ancak Allah’adır الْمَصيرُ gidiş de
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
"Mü'minler mü'minleri bırakıb da kâfirleri evliya (dost) edinmesinler."[25] Mü'minler, iman hasletini küfür hasletine karıştıracak ve müminlere şimdi veya gelecekte zararı dokunacak, İslam'ın faydasına aykırı olabilecek bir şekilde kâfirlerle sırdaş olmasın, sevgisini, buğzunu hep Allah için yapsın.
Bu ayetin sebebi nüzulü ile ilgili olarak dört olay nakledilmiştir.
1-Yahudilerden Haccac ibni Amir, Kehmes ibni Abdülhakık, Kays ibni Zeyd, Ensardan bazılarına gizlice gelirler, kafalarına kötü şey sokup dinlerini bozmak isterler. Rifaa ibni Münzir ve Abdurrahman ibni Cübeyr ve Said ibni Hayseme (r.anhüm), bu müslümanlara o Yahudîlerden sakınmalarını tavsıye ettiler, onlar dinlemediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
2- Müslimanlardan Hatıb ibni ebi Beltea gibi bazı kişiler Mekke kâfirleriyle gizlice görüşüyorlardı, Allah’u Tealâ bunu yasak etti.
3-Münafıkların reisi Abdullah ibni Übeyy ve taifesi Yahudîlerle ve müşriklerle dost olup, onlara bilgi veriyorlar, Resulullah (a.s) aleyhine dedikodu ediyorlardı, mü'minler bundan men edildiler.[26]
4-Bu ayetteki; "meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız"[27] hükmünün tefsîrini İbn Abbas şöyle yapar. "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem hayatını kurtarır, hem de o anda günahı kaldırıldığı için, sorumlu olmaz."[28]
İbn Kesîr, bu konudaki ruhsatı şöyle açıklar: "Bazı yer ve zamanlarda inkârcıların şerrinden korkanlar, niyyet ve kalblerinden değil de, dış görünüş bakımından kendilerini koruyacak şekilde davranabilirler." [29]
Dahhâk'ın İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre; bu âyet-i kerime Ensardan olan Ubâde b. es-Sâmit hakkında nazil olmuştur. Ubâde, Bedir gazasına katılmış takva sahibi bir kişi idi. Bazı yahudilerle antlaşması vardı. Peygamber (a.s) Ahzab (Hendek) günü savaşa çıkınca Ubade şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, beraberimde beşyüz yahudi var. Ben bunların benimle birlikte çıkarak düşmana karşı güç gösterisinde bulunmayı uygun görüyorum. Bunun üzerine yüce Allah: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler" âyetini inzal buyurdu.[30]
Ayette anlatılmak istenen aşağıdaki hadisin beyanı üzere mü’minin niyeti amelinden daha efdaldir. Çünkü yapılan işin ibadete tekabulü ancak niyetle olur. Kimin ne niyet taşıdığını da ancak Allah bilir.
Burada mü’mine düşen ibadetten ziyade niyetini halis tutmasıdır.
Birinci Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: إنَّمَا اْلاَ عْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى،
Allah Resûlü (a.s) buyurdular ki: "Kuşkusuz ameller niyetlere göredir. Ve elbette (kişiye) her iş için niyet ettiği şey vardır."[31]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resûlü (a.s) اللّهِ Allah إنَّمَا Kuşkusuz اْلاَ عْمَالُ ameller بِالنِّيَّاتِ niyetlere göredir وَ Ve إنَّمَا elbette لِكُلِّ her امْرِئٍ iş için مَا şey vardır نَوَى ، niyet ettiği
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürudu: Hz. Ömer (r.a) anlatıyor:[32] Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Resûlüne ise, onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir."[33]
Bu hadisin vürud sebebiyle ilgili olarak, bazı kaynaklarda şu açıklamaya rastlanır: Resulullah'ın Medine'ye hicret etmesi üzerine Müslümanlar Mekke'yi terkederler. Resûlullah'ın emrine uyarak hicret edenlerden biri de Ümmü Kays adında bir kadındır. Bununla evlenmek düşüncesinde olan bir erkek, kadının: "Hicret etmezsen seninle evlenmem" demesi üzerine, onunla evlenmek için hicret eder ve Medine'de evlenirler. Herkes Allah ve Resulü'nün rızası için hicret ederken, sırf Ümmü Kays'la evlenmek için hicret eden bu şahısın niyeti herkesçe bilindiği için adama Ümmü Kays'ın muhâciri manasında "Muhâciru Ümmü Kays" lakabı takılmıştır.
Bu girişten sonra niyetin önemini ve İslam dinindeki yerini açıklamaya çalışalım.
Niyet: Azim, kasıt, kesin irade; kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip, o işin niçin yapıldığını bilmesi anlamında bir fıkıh terimi. Çoğulu "niyyât"dır.
Niyet-İbadet İlişkisi
Hanefilere ve bir rivayette İmam Mâlik'e göre abdest ve gusülde niyet farz değil sünnettir. Delil; abdest ayetinde; "Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınızı meshedin. Her iki topuğunuzla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)"[34] buyurularak abdestin dört farzı belirlenmiş, niyetten söz edilmemiştir. Hadislerde de niyetten söz edilmemiştir. Diğer yandan necâsetten taharet ve setr-i avret gibi namazın diğer şartlarında da, niyetin şart olmayışına kıyas yapılmıştır.
İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve başka görüşünde İmam Mâlik'e göre ise abdestte niyet farzdır. Delil; "Ameller niyetlere göredir" hadisi ile namaz ve teyemmümde niyetin farz oluşuna kıyastır. Ayrıca ibadette ihlâsın gerçekleşmesi ve abdestin namaz için emredilmiş olması onların dayandığı delillerdendir.[35]
Teyemmüm abdestinde niyet farzdır. Abdestin yerini alan yeni bir temizlik türü olduğu için niyetsiz olarak geçerli olmaz. İmam Züfer'e göre, teyemmümde niyet farz değildir.[36]
Namaz konusunda niyet namazın şartlarından olup, Allah rızası için ihlâsla namaz kılmayı dilemek ve hangi namazın kılınacağını bilmekten ibarettir. İbâdetin âdetten ayrılması ve ihlâsın gerçekleşmesi için niyet bir farzdır. Bu da ibadeti yalnız Allah'a tahsis etmeyi gerektirir. Ayette şöyle buyurulur: "Oysa onlar, yalnız dini kendisine tahsis ederek... Allah'a ibadet etmekle emrolundular."[37]
“Ameller niyetlere göredir" hadisi de başka bir delildir. Niyet kalbe ait olmakla birlikte dil ile de söylenmesi daha uygundur. Bu müstehaptır. Çünkü burada dil kalbe yardımcı olur. "Niyet ettim bugünkü öğle namazının farzını kılmaya" demek gibi. Farz namazın veya vitir, tilâvet secdesi, adak ve bayram namazları gibi vacib bir namazın niyetinde bu namaz cinsinin belirtilmesi gerekir. Nitekim kaza namazlarında da hem vaktin hem de "ilk veya son kazaya kalan" şeklinde günün belirlenmesi gerekir.
Meselâ; "Bugünkü Cuma namazının farzına veya kurban bayramı namazına niyet ettim" demek gibi. Genel olarak "farz namaza" diye niyet etmek yeterli değildir. Nâfile namazlarda; "Niyet ettim şu vaktin ilk veya son sünnetini kılmaya" diye niyet edilir. Bununla birlikte nafilelerde mutlak niyet de yeterlidir. Müekked veya gayri müekked sünnet olduğunu veya rekat sayısını tayin etmek gerekmez. Yalnız teravih namazı için, "Teravih namazını veya vaktin sünnetini kılmaya niyet ettim" denilmesi ihtiyata daha uygundur. Diğer yandan namazlarda niyet ile tekbir arasına, namaza aykırı bir fasıla girmeksizin, niyetin namaza bitişik olması gerekir. Bu fasıla namazda yapılması uygun olmayan yeme, içme, konuşma gibi işlerdir. Fakat arada abdest almak, ön safa namaz için yürümek gibi namaza ait bir fasıla olursa bunun zararı bulunmaz.[38]
Oruç ister farz, ister kaza veya nafile olsun bütün çeşitlerinde niyet şarttır. İbâdeti âdetten ayırmak için namazda olduğu gibi oruçta da niyet gerekir. Oruç kişiye borç olan bir oruç ise buna geceden niyet edilmesi ve belirlenmesi gerekir. Ramazan orucunun kazası, bozulan nafile orucun kazası ve keffâret oruçları gibi. Bu çeşit oruçlara niyetin geceleyin veya en geç ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır. Çünkü bu oruçlar için İslâm'ın belirlediği bir gün yoktur. Bu yüzden bunu oruç yükümlüsünün niyetiyle belirlemesi gerekir.
Diğer yandan akşamdan böyle bir oruca karar verilmiş veya bunun için sahura kalkılmış olması da niyet yerine geçer. Bazı oruçlara ise geceden niyetlenmek şart değildir. Ramazan orucu, zamanı belli adak orucu, bütün nâfile oruçlar bu niteliktedir. Bu gibi oruçlara akşam güneşin batışından, ertesi gün, gündüzün yarısından öncesine kadar niyet edilebilir. Fakat güneşin batmasından önce veya tam istivâ zamanında yahut öğleden sonra akşama kadar hiçbir oruca niyet edilemez. Bu konuda mukîm ile yolcu veya hasta ile sağlam kimse arasında bir fark yoktur.[39]
Hz. Peygamber (a.s) bir gün Hz. Âişe'ye şöyle buyurmuştur: "Yanınızda öğle yemeği var mıdır?" Hz. Âişe; "Hayır" diye cevap verince, Allah Elçisi: "O halde ben oruç tutuyorum" buyurdu.[40]
Mâlikîlere göre her çeşit oruca, geçerli olması için güneşin batması ile fecrin doğuşu arasında niyetlenmiş olmak şarttır. Şâfiîler'e göre ise yalnız nafile oruçlara zevalden önceye kadar niyet edilebilir. Diğer oruçlara ise geceden niyet etmek şarttır.[41]
Niyetin hac ibadetine etkisi haccın çeşidini belirlemede görülür. İfrad, Temettu' veya Kıran haccı yapacak kimse mikatta ihrama girerken buna uygun olarak niyet eder. İhrama girerken mücerred hac için niyet edilmişse, umre yapılmaksızın yalnız hac ibadetini ifa etmekle yetinilir. İhramda kalış Akabe cemresini yapıncaya kadar devam eder. Akabe cemresinden sonra isterse nafile olarak kurban keser, sonra traş olur ve ihramdan çıkar. Temettü haccı ise; hac aylarında, önce umre niyetiyle ihrama girip umreden sonra ihramdan çıkılması, sonra yeniden hac için ihrama girilmesi suretiyle yapılan hac türüdür. Aynı hac mevsimi içinde umre yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan yapılan hacca da "Kıran haccı" denir. Temettu ve Kıran haccı yapanlara şükür kurbanı kesmek vacib olur.[42]
Kurban ibadetinde de niyetin önemi büyüktür. Çünkü bayram günü sırf fakirlere dağıtmak amacıyla bazı hayvanlar kesilip dağıtılsa, kurban niyeti olmadıkça sadece sadaka ecri alınabilir. "Besmele" kasten terkedilerek hayvanın kesilmesi halinde, etini yemek veya fakirlere yedirmek haramdır. Kurbanda, Yüce Allah'a ulaşan et veya deriler değil; niyet, ihlâs ve takvâdır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
لَنْ يَنَالَ اللّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوى مِنْكُمْ
"Onların ne etleri, ne kanları hiç bir zaman Allah'a ulaşmaz. Fakat sizden O'na yalnız takva ulaşır."[43] Kurban'da niyetin şart olması, onu âdet gereği hayvan kesmekten ayırmak içindir. Bu konuda delil yine Ameller niyetlere göredir" hadisidir.[44]
İtikâf yapacak olan kimsenin buna niyet etmesi gerekir. Niyetsiz yapılacak bir itikaf geçerli olmaz. Adanan bir itikâfta, ayrıca bunun dil ile de ifade edilmesi gerekir.[45]
Zekâtta da, diğer ibadetlerde olduğu gibi niyet şarttır. "Ameller niyetlere göredir" hadisi burada da delildir. Nafile sadakadan zekâtı ayıran, niyettir. Zekatı yoksula verirken veya bu amaçla ayırırken zekât olduğuna kalben niyet edilmesi yeterlidir. Dil ile söyleme şart değildir. Bir kimse bir malı yoksula niyetsiz olarak verse, sonradan zekâta niyetlense, eğer bu mal henüz yoksulun elinde mevcutsa niyet geçerli olur. Zekâtta vekilin değil, mal sahibinin niyeti geçerlidir. Mal sahibinin, malını yoksula verirken "bunu niçin veriyorsun?" gibi bir soruya düşünmeksizin "zekât olarak veriyorum" diyebilecek bir halde bulunması niyet yerine geçer. Zekâta niyet etmeksizin malının tamamını tasadduk eden kimseden zekât borcu düşer.[46]
Sonuç olarak, bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Niyet öyle bir özelliğe sahiptir ki, âdetleri, ibadete çeviren bir ilaç ve bir mayadır.
Yine niyet ölü olan şeyleri ihya eden, hayatı ibadetlere çeviren bir ruhtur.
Ve yine, niyette öyle bir özellik vardır ki, günahı sevaba ve sevabı günaha dönüştürür.. Demekki, niyet bir ruhtur. [47]
İkinci Ayet
اِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
"Kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Ve kim Allah'a ortak koşarsa elbette derin bir sapıkla sapıtmıştır. " [48]
اِنَّ Kuşkusuz اللّهَ Allah لايَغْفِرُ asla bağışlamaz اَنْ يُشْرَكَ ortak koşulmasını بِه kendisine وَيَغْفِرُ bağışlar مَا دُونَ ondan başka ذلِكَ kimse için لِمَنْ يَشَاءُ dilediği وَ Ve مَنْ kim يُشْرِكْ ortak koşarsa بِاللّهِ Allah'a فَقَدْ elbette ضَلَّ sapıtmıştır ضَلَالًا bir sapıkla بَعيدًا derin
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu âyeti celîle de Turne bin Ubeyrek hakkında nazîl olmuştur. İbni Abbas “Bu âyet bir göçebe hakkında nazil oldu, şöyle ki: Göçebe Resûlüllah'a geldi, “Ben bir ihtiyarım. Kulaklarıma kadar günahlara daldım. Ancak Allah'ı tanıdığımdan ve ona îman ettiğimden bugüne kadar ona ortak koşmadım. Ondan başka dost edinmedim. Allah'a karşı cüret göstererek günahlara dalmadım. Bir göz açıp kapayıncaya kadar dahi Allah'ı kaçmak suretiyle aciz bırakabileceğimi vehmetmedim, sanmadım!.. Kesinlikle ben pişmanım. Tövbe ediciyim. Af taleb ediyorum. Acaba Allah katında benim halim ne olacaktır?” diye yakındı ve yalvardı. Bunun üzerine: “Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez. Ondan başka dilediğini affeder” âyeti celilesi nazil oldu” dedi. Bu âyet açıkça şirkin affedilmeyeceğini haber veriyor. Ama müşrik şirkinden tövbe eder, îmana gelirse, tövbesi kabul ve îmanı sıhhatli olur. Günahları da affolur ve Cenab-ı Hak ona mükâfat verir.
Alimler “Cenab-ı Hak, şirki îman ve tövbe ile affettiğini haber verince, anladık ki şirkten başka günahları tövbe ile affeder, dediler. “Dilediğini affeder” cümlesi tevhid ehlinden olup günahlarından tövbe etmeden ölmüş kimse hakkındadır. Büyük veya küçük günahın sahibi tövbesiz ölürse, o meşiyetin tehlikesi üzerindedir. İsterse Cenab-ı Hak affeder, fazlı ve rahmetiyle, cennete götürür. İsterse azab eder ve adaletiyle cehenneme gönderir...[49]
"Allah kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."[50]
Allah'a ortak koşma; Arap cahiliyesinde ve diğer eski cahiliyelerde görülen; açıkça Allah'la beraber başka ilahlar edinmek şeklinde gerçekleşebildiği gibi, yüce Allah'ı ilahlığın özelliklerinde birlememek ve bu özellikleri bazı insanlara tanımak şeklinde de gerçekleşebilir. Kur'an-ı Kerim'in "Hahamlarını ve papazların Allah'tan başka rabler edindiler"[51] dediği yahudi ve hıristiyanların şirki bu tür bir şirktir. Onlar, hahamlarına ve papazlarına Allah'la birlikte ibadet emiyorlardı. Sadece Allah'ın dışında onlara kanun koyma hakkını tanıyorlar, kendilerine haramlar ve helaller belirliyorlardı. İlahlığın başta gelen özelliklerinden birini onlara vermişlerdi. Böylece şirk sıfatını hakketmişlerdi. Bu yüzden onlar hakkında, emredildikleri tevhide muhalefet ettiler denmişti. "Oysa bir tek ilaha kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı."[52]
Allah diledikçe, tüm diğer günahlar için bağışlanma kapısının açık olmasına rağmen, -kişi bu inanç üzere ölürse- şirk suçu için bağışlanma söz konusu değildir. Şirk suçunun bu denli büyütülmesinin, bağışlanma dairesinden çıkarılmasının nedeni; Allah'a ortak koşanın, bütünüyle iyilik ve doğruluğun sınırlarından çıkması, fıtratının hiç bir zaman düzeltilmeyecek şekilde bozulmuş olmasıdır:
"Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Şayet fıtratta bozulmamış bir tek ip kalmış olsaydı, ölümden bir saat önce de olsa onu, Rabbinin birliğini kavramaya zorlardı. Ancak can boğaza dayandığı halde, hâlâ şirkte ısrar ediyorsa, işi bitmiştir ve artık azabı hakketmiş demektir.
"Sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." [53]
Allah'a ortak koşmak, hiç af olunmayacak büyük bir günahtır. Çünkü Allah kendisine ortak koşmasını asla affetmeyeceği bir cürüm olarak yukarıdaki ayette beyan buyurmuştur.
Aşağıdaki hadisi şerifte ise yukarıdaki ayeti pekiştirme sadedinde güzel bir açıklama gelmiştir.
Ayet ve hadisin bu noktada birbirini destekleyici ve aynı noktaya dikkat çektiğini müşahade ediyoruz. Yani şirk günahının ne kadar kötü bir günah olduğunu öğreniyoruz.
Yüce Allah cümlemiz şirkin kötü cürmünden koruyup muhafaza eylesin.
İkinci Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ لا يُشْرِكُ باللّهِ شيئاً دخلَ الجَنَّةَ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Ümmetinden kim Allah'a hiçbir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer."[54]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resulü اللّهِ Allah مَنْ kim مَاتَ ölürse مِنْden أُمَّتِكَ Ümmetinلا kılmadan يُشْرِكُ ortak باللّهِ Allah'a شيئاً hiç bir şeyi دخلَ girer الجَنَّةَ. cennete
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buhari, Ebû Zerr el-Gifârî[55] (r.a)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Ben (bir seferde) Nebî (salla'llâhu aleyhi ve selem) ile berâber bulundum. (Avdetde) Resûlullâh onu yâni Uhud dağını görünce:
- Benim için Uhud'un altın olmasını, ondan (meselâ) bir dînârın üç günden fazla yanımda beklemesini arzu etmem. (O) bir dînârı (da) ben, yalnız borç (ödemek) için hazırla (mak iste) rim, buyurdu. Sonra Resûlullâh (devâmla):
- (Malca) çok (zengin) ler vardır ki, onlar, (sevabca) çok azdırlar. Meğer ki, onlar mallarını şöyle böyle sarf etmiş olalar. Bu insanlarsa her halde azdır, buyurdu. Sonra Resûlullâh bana:
- (Ben yanına gelinceye kadar) yerinde dur! buyurup uzak değil (şöyle yakın) gitti. Bu sırada ben bir ses işittim de Resûlullâh'ın yanına gelmek istedim. Sonra Resûlullâh'ın: ben gelinceye kadar yerinde bekle! buyurduğunu hatırladım (da vaz geçtim). Resûlullâh gelince:
-Yâ Resûla'llâh! O işittiğim (ne idi?); yâhud o işittiğim ses (ne idi?) diye sordum. Resûlullâh:
-Sen de (böyle bir ses) işittin mi? buyurdu. Ben de:
-Evet, dedim. Resûlullâh:
-Yanıma Cebrâil (Aleyhi's-selâm) gelmişti de bana o:
-Ümmetinden her kim Allâh'a hiçbir şeyi ortak koşmayarak (tevhîd akîdesiyle), ölürse, Cennet'e dâhil olur, dediğini hikâye buyurdu. Ben:
-(Yâ Resûla'llâh!) şöyle (zina gibi), şöyle (hırsızlık gibi) bir günah işlerse de mi? diye sordum. Resûlullâh:
- Evet! diye tasdik buyurdu.[56]
Bu girişten sonra şirki tarif etmeye çalışalım.
Şirk: "Şe-ri-ke" fiilinin masdarı, ortak olma demektir. Dinî anlamda şirk, Allah'a eş ve ortak koşma manasına gelir.
Bu fiilin dört harfli "if'âl" babındaki şekli "eşrake"dir ve ortak tanıma, ortak koşma demektir. Bu babın ismi faili olan "müşrik" de, ortak koşandır.[57]
Şirk, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi aşkın yerde geçmektedir.
Kur'an-ı Kerim'i incelediğimiz zaman, şirke düşen insanların nefislerine tabi olarak tevhide karşı çıkmalarının neticesinde bu duruma düştüklerini görüyoruz. Bütün müşrik toplumlarda, genellikle ahlaksızlık, nefis duyguları, zulüm, hırs, azgınlık, taşkınlık ve menfaatperestlik hakimdir. Şirkin temeli, insanların Allah'a tam manasıyle inanmamaları, O'nun emir ve yasaklarına gerektiği gibi uymamaları ve ondan sonra yukarıda arzedilen süfli bir duruma düşmelerine dayanır. Bu husus birçok âyette dile getirilmiştir.[58]
Kur'an âyetlerinden başka, çeşitli hadislerde ve ilmî eserlerde de şirk konusuna geniş yer verilmiştir. Allah'ın birliğine ortak kabul etmek şirk olduğu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de şirktir. Şirk'in diğer bir çeşidi de, yalnız Allah'tan beklenmesi gereken sonuçları, Allah'tan başka güç ve kişilerden beklemektir.
Şirk'in zıddı tevhiddir. O da, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarında tek kudret sahibi olduğunu, hüküm ve irâdesinin her şeyin üstünde bulunduğunu kabul etmektir. İslâm dininde tevhid esastır. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çeşitli konularda müslümanların arasında birliği sağlamaktır. Dünyanın her yerindeki müslümanların aynı ezanı okumaları, ibadetlerinde aynı kıbleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Şirk bunun tam zıddıdır. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'ın birliği hususundaki inancı zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük şirk kabul edilmiştir.
Nitekim şirke düşen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmiş olur.[59] Ve yine şirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna, yani Allah'ın tek ilah ve Rab olduğu gerçeğine karşı gelinmekle Allah'ın hakkını O'na teslim etmemek bakımından da bir zulümdür.
Allah'ın Resûlü Hz. Muhammed (a.s) de, şirki helâk edici büyük günahların başında saymıştır: Bu hususu belirten bir hadiste şöyle buyurmuştur:
Helak edici yedi şeyden sakının:
1- Allah'a şirk (ortak) koşmak;
2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatıp oyalayan şeyler)le meşgul olmak;
3- Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak;
4- Yetim malı yemek;
5- Savaş alanından kaçmak;
6- Faiz yemek;
7- İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnâd etmek."[60]
* Şirk: mutlak küfür değil, Allah'a ait olan vasıfları Allah'tan başkasına vermektir. Şirkin, şirket ve ortaklık anlamına gelmesinin sebebi bunun içindir.
* Bir kalpte iki mabud olmaz. Aynı zamanda iki sevgide olmaz. Ya Allah sevilecek, ya da Allah'la beraber başka şeyler sevilerek, şirk akidesi taşınacak.
* En büyük şirk, insanın Allah'tan başkasına ibadet edip, kendisiyle Allah arasına engeller koymasıdır.
* Lokman (a.s)'ın oğluna nasihatinde:
وَاِذْ قَالَ لُقْمنُ لِابْنِه وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَىَّ لَاتُشْرِكْ بِاللّهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ
“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.”[61] Çünkü şirkte Allah'ın hakkı ve hukuku çiğnenmiş olur, Allah'a ait hakkı başkasına vermektir ki, bu da büyük günahtır.
İşte, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظيمٌ ayeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.[62]
Üçüncü Ayet
اِذَا جَآءَ كَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللهِ وَاللهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ
"Münafıklar sana geldikleri zaman "şahitlik ederiz ki, kuşkusuz sen Allah'ın peygamberisin" derler. Allah ta bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin. Şüphesiz Allah gerçekten münafıkların yalancı olduklarına şahittir."[63]
اِذَا zaman جَاءَكَ sana geldiklerin الْمُنَافِقُونَ Münafıklar قَالُوا derler نَشْهَدُ şahitlik ederiz ki اِنَّكَ kuşkusuz sen لَرَسُولُ peygamberisin اللّهِ Allah'ın وَاللّهُ Allah ta يَعْلَمُ bilir ki اِنَّكَ sen elbette لَرَسُولُهُ kendisinin peygamberisin وَاللّهُ Şüphesiz Allah يَشْهَدُ şahittir اِنَّ gerçekten الْمُنَافِقينَ münafıkların لَكَاذِبُونَ yalancı olduklarına
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
Müfessirler şöyle demişler: Hz. Ömer (r.a)'ın ücretlisi, savaşların birinde Abdullah b. Übeyy'in ücretlisi (adamı) ile bir savaşta dövüştü. Hz. Ömer (r.a)'ın adamı, Abdullah b. Übeyy için, hoşlanmayacağı sözler sarfetti, onun hakkında sert sözler kullandı. Abdullah da, yanında bir takım kimseler varken öfkelenip, "Ama, Allah'a yemin ederim ki, eğer Medine'ye dönersek, daha şerefli ve güçlü olanlar, hakir ve zayıf olanları mutlaka oradan sürüp çıkaracaktır" dedi. "Daha şerefli ve güçlü" ifadesiyle kendisini, "hakir ve zayıf" ifadesiyle, (hâşa) Resulüllah'ı kastetti. Kavmine dönüp, muhacirleri kastederek, "Şu heriflere yardımda bulunmazsanız, şüphesiz onlar, memleketinizden çekip giderler. Öyleyse onlar Muhammed'in etrafından sökülüp gitsinler diye, onlara infakta bulunmayın" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[64]
Münafikun suresi, Hz. Peygamber, Benu Mustalık Gazvesi'nden dönüşte yolda veya döndükten sonra Medine'de nazil olmuştur.
Hz. Peygamber (a.s) Medine'ye gelmezden önce, Evs ve Hazrec kabileleri, aralarında yaptıkları savaşlar dolayısıyla oldukça yıpranmış ve liderliği altında toplanmak üzere bir şahıs hakkında görüş birliğine varmışlardı. Bu liderin tacı dahi hazırlandı. Bu şahıs Hazrec Kabilesi'nin reisi, Abdullah İbn Übey İbn Selûl'dür. İbn İshak'ın açıklamasına göre, Hazrec Kabilesi'nin ileri gelenleri O'nun liderliğinde ittifak halindeydiler ve ilk kez Evs ve Hazrec kabileleri, bir kimsenin liderliğinde birleşmişlerdi.
Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar. Nitekim münafıkların başı Abdullah İbn Ubeyy b. Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu. Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu. Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazil olmuştur.[65]
Münafıklar Peygamber Efendimizin yanına gelip huzurunda O'nun Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ediyorlardı. Ne var ki bu şahitlik sözden öteye geçmiyordu. Bununla gerçeği ifade etmek amacında değillerdi. Sadece asıl niyetlerini gizlemek, Müslümanlara karşı gerçek kimliklerini saklamak için bu sözü söylüyorlardı. Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmek için geldiklerine ilişkin iddiaları yalandı. Oysa bununla güttükleri asıl amaç Müslümanları aldatmak ve bu sözle gerçek kimliklerini gizlemekti. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Peygamberin kendi elçisi olduğuna ilişkin gerçeği vurguladıktan sonra münafıkların şahitliklerinin yalan olduğunu belirtiyor' "Allah da bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin:' "Bununla birlikte Allah münafıkların yalancı olduklarını da bilir"
Ayet, dikkat çekici bir inceliğe ve özenle seçilmiş bir ifade biçimine sahiptir. Çünkü ayet-i kerime münafıkların sözlerini yalanlamadan önce Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini dile getiriyor. Şayet bu vurgulama olmasaydı, ayetin zahiri açısından münafıkların yalanlanlamalarının şahitliklerinin konusu ile yani Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeği ile ilgili olduğu düşüncesi zihinlerde uyanacaktı. Oysa bu ifade ile güdülen amaç münafıkların şahitlik ettikleri konuyu yalanlamak değildir. Asıl amaç onların sözlerini yalanlamaktır. Çünkü onlar gerçekten Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini onaylamıyorlardı ve içtenlikle şahitlik etmiyorlardı.
İtikâdî nifak: Kur'an-ı Kerim'de karakterize edilen, dünyada iken müslüman muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muâmeleye tâbî tutulmasına sebeb olacak olan nifak hali.[66] "Akîdenin hilafına îmanda mürâîliktir (riyakarlıktır)."[67]
Yukarıdaki ayet münafıkların tanımını verirken aşağıdaki hadisi şerif ise münafıkların özelliklerinden bahsetmektedir.
Münafık yani iki yüzlülük her zaman kendisini insanların topluluk halinde bulunduğu devir ve yerde göstermiştir.
Çok çirkin bir alamet olan iki yüzlülük, insanın hem dünyasını hem de ahretini karartır.
Aynı zaman da iki yüzlülük sosyal dayanışmanın ve yardımlaşmanın en tehlikeli yıkım gücüdür.
Yine insanın kalbindeki imanın en büyük düşmanı ikiyüzlülüktür. Zaten ayet ve hadis bize ikiyüzlülüğün barındığı kalpte imanın olmayacağını beyan buyurmaktadır.
Yüce Allah cümlemizi ikiyüzlülükten koruyup muhafaza etsin.
Üçüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: ايَةُ الْمُنَافِقِ ثَلاَثٌ اِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَ اِذَا خَاصَمَ فَجَرَ وَ اِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Münafıkın âlameti üçtür. Söz söylediği zaman yalan söyler ve husumet ettiği zaman edebsizlik eder. Ve emanet edildiği zaman da hıyanet eder."[68]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah ايَةُ âlameti الْمُنَافِقِ Münafıkın ثَلاَثٌ üçtür اِذَا zaman حَدَّثَ Söz söylediği كَذَبَ yalan söyler وَ ve اِذَا zaman خَاصَمَ husumet ettiği فَجَرَ edebsizlik eder وَ Ve اِذَا zaman da اؤْتُمِنَ emanet edildiği خَانَ hıyanet eder
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buhari, Ebu Hureyre (r.a)'dan, farklı bir lafızla Müslim, İman bahsinde; Hz.Peygamber (a.s) münafıkların alametleri hakkında sorulduğunda?; Efendimiz (a.s): "Sarih bir şekilde bizzat işaret ederek şu alametler münafıkların alametleridir" diye yukarıdaki hadisi beyan buyurmuş.[69]
Bir diğer rivayette:
Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet edince haddi aşar."[70]
Nifak, bâtının zâhire muhalefetidir. Eğer bu, imanî itikadda olursa buna nifaku'lküfr denir, eğer inanç esaslarına müteallik olmazsa buna nifaku'l-amel denir, buna bizzat yapmak da girer, terk de girer. Nifakın pek çok mertebeleri, dereceleri vardır. Esasen Resulullah (a.s) burada nifaka giren bütün vasıfları saymış değildir. Başlıcalarına dikkat çekmiştir.
Alem-i İslâmın unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar eden (dal-budak saran) nifak şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir.
Nifak, imanın hilâfına (tersine), kalbleri ifsad eder. Kalbin fesadı ise, yetimliği intaç eder (doğurur). Yani, bozuk olan bir kalb kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir.[71]
Dördüncü Ayet
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
"Muhakkak ki, mü'minler felâha ermişlerdir."[72]
قَدْ Muhakkak ki اَفْلَحَ felâha ermişlerdir الْمُؤْمِنُونَ mü'minler
Ayetin Nüzülü ve Açıklaması
Tirmizî, Nesaî ve daha bir çoklarının rivayet ettikleri şekliyle Ömer İbn Hattab (r.a) demiştir ki: Resulüllah (a.s) vahiy nâzil olduğu zaman biz yanında arı vızıltısı gibi bir şey işidirdik, bir gün üzerine vahiy nâzil oldu, bir saat bekledik, derken açıldı ve hemen kıbleye dönüp ellerini kaldırdı, duâ etti sonra da: "Bana on âyet indirildi bunları yerine getiren cennete girecektir" dedi.
« قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ »"Muhakkak ki, mü'minler felâha ermişlerdir..." [73] diye başlayan on âyet okudu buyurdu.[74]
İslâm çok geniş bir kavramdır ve kısaca "İhlâs, itaat ve teslimiyet" demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur: Ya kalben olur ki; bu kat'î inanç demektir. Veya dil ile olur ki; bu da ikrardır. Ya da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu üç şeklin en üstünü kalb ile olanıdır. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyet ve bağlılığına iman denilir. Matüridîler bu anlayıştan hareketle, imanla İslâm'ı bir telakki etmişlerdir.[75]
İslâm inançları açısından da iman ile İslâm bir kabul edilmiştir. Zira İslâm, şer'î hükümleri kabul etmek manâsında boyun eğmektir. Bu da tasdikin hakikatıdır. Aynı şekilde İslâm'ın bir zâhirî, bir de bâtınî yönü vardır. Bâtınî yönden inkıyad ve boyun eğmek tasdikin kendisidir. Zâhirî yönden boyun eğmekse ikrar etmektir. Şu halde bir kimse hakkında "mü'mindir, fakat müslüman değildir"; yahut "müslümandır, fakat mü'min değildir" şeklinde bir hüküm doğru olmaz. Çünkü insanlar Hz. Peygamber zamanında üç fırka üzerinde toplanmaktaydı: "Mü'min, münafık, kâfir. Bunlar arasında bir dördüncüsü yoktur."[76]
Müminlerin kurtuluşunu anlatan bu ayeti kerime ve akabinde gelen surenin ilk on ayetleri aşağıdaki hadisi şerif ile ne kadar paralellik arz ettiğini sizde okuduğunuzda farkına varacaksınız.
Mesele kurtuluşa sebep olacak olan özellikleri üzerimizde taşıyabilmemizdir.
Yüce Allah cümlemize aşağıdaki hadisi şerifin özellikleriyle ve yukarıdaki sadedinde olduğumuz ayeti kerimenin muştusuna mazhar etsin inşallah..
Dördüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: المُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيدِهِ،
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden selamete erdiği kimsedir."[77]
قَالَ buyurdula ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah المُسْلِمُ Müslüman مَنْ kimsedir سَلِمَ selamete erdiği الْمُسْلِمُونَ Müslümanların مِنْ لِسَانِهِ وَ ve يدِهِ، elinden
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Suyuti; "Câmiu'l Kebir"de, Ebu Zerr el-Gifari (r.a) Hz. Peygamber (a.s)'a "Müslüman kimdir?" diye sorduğunda; Hz. Peygamber (a.s): "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri kimsedir" diye buyurmuş.
Peki en faziletli hicret hangisidir?
Hz.Peygamber (a.s): "Muhâcir de Allah'ın yasakladığı şeyi terkedendir."[78]
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ دينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِى الْاخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرينَ
"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, o kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek"[79] ayeti "Muhammed'in getirdiğin dinden başka bir din arayandan, aradığı din kabul edilmeyecektir" şeklinde açıklanır. "Muhammed'in dinine İslâm ismi verilir, denilir" ifadesiyle İslâm dininden maksadın, Hz. Muhammed (a.s)'ın tebliği ettiği din olduğu anlaşılır.[80]
Kadî İyaz ise bu hadisi kasdederek; "Şeriat ilimlerinin tamamı bu hadise bağlıdır ve bundan şube şube olmuş yayılmış" demiştir.[81]
Sonuç olarak müslüman; özü, sözü ve işleriyle en doğru hareket eden, haksızlık yapmayan, daima her işin iyi yanını görmeye ve almaya çalışan, dünyada her davranışının yazıcı melekler tarafından tespit edildiğine inanan kimsedir.
* Kamil müslüman, diline ve eline sahip olan kimsedir. Diline ve ellerine sahip olmayan kişi kamil manada müslüman olamaz.
* Müslüman’ın diliyle başkasının hak ve hukukuna zarar getirecek sözlerden sakınması ve başkalarının şahsi, kişisel problemlerine karışmamaya dikkat etmesi gerekir.
* Müslüman kimsenin, elleriyle tutacağı nesnelere dikkat etmesi gerekiyor. Zira ellerin tutup boğaza aktardığı yemek ve içecek gibi şeylerin helalinden olması lazım. Eğer kızgınlık esnasında eller başkalarına zarar verme, dövme vs. gibi şeylerle meşgul ettirilirse işte o zaman haksızlık olur.
* Müslüman kişinin, diliyle nasihat edip, elleriyle de başkalarına yardım etmesi gerekiyor. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır", "Veren el, alan elden daha üstündür" prensipleri temel özellikleri olmalıdır.
Beşinci Ayet
وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا اِلَى اللّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّنى مِنَ الْمُسْلِمينَ
"Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?" [82]
وَ ve مَنْ kimin اَحْسَنُ daha güzeldir? قَوْلًا sözü مِمَّنْ دَعَا çağıran اِلَى اللّهِ Allah'a وَعَمِلَ iş yapan صَالِحًا iyi وَ ve قَالَ diyenden اِنَّنى Ben مِنَ الْمُسْلِمينَ Müslümanlardanım
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
Allah'a davet Peygamberlerin ve onların varisi olan ermişlerin mesleğidir. "(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?" [83] buyurulduğu üzere bu âyette başta Peygamber olmak üzere onun izinde giden ve basiret ile Allah'a davet eden erenlerin hepsine şamildir. Bunun içindir ki, İbni Abbas'tan bir rivayette, bunun Resulullah hakkında, bir rivayette de ashab-ı hakkında nâzil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe'den de müezzinler hakkında nâzil olduğu rivayet olunmuştur.[84]
"Şüphesiz ki ben müslümanlardanım diyen…" buyruğu ile ilgili olarak İbnu'l-Arabî şöyle demiştir: Daha önce geçen ifadeler ayrıca müslüman olmaya delalet etmektedir. Şu kadar var ki; İslama davet hem sözlü, hem de kılıçla yapıldığından dolayı bu davet şekli de itikadda da yapılabilir, delille de yapılabilir. Amel de riya için de yapılabilir, ihlas ile de yapılabilir. O bakımdan bu buyruk, bütün bu hususlarda Allah'a inanıldığının açıkça ifade edilmesinin ve yapılacak amelin yalnız O'na yapılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.[85]
Ayette, mü'minlere cesaret verildikten ve cennet müjdelendikten sonra İslâm üzerinde sebat göstermeleri için teşvik ve tavsiyede de bulunulmuştur.[86]
İslam güzeldir, onu öğrenen, öğreten ve davet eden kimseler de; simaları belki güzel olmayabilir ama hareketleri ve sözlerinin mutlaka güzel olması gerekiyor. Tıpkı sadedinde olduğumuz ayet ile aşağıdaki Cibril’in hadisinde güzel ve anlamlı şeyler sorması, dini bir davet ve tebliğde kulanılacak metodu bize öğretmesi gibi.
Yüce Allah cümlemize içimizi ve dışımızı, hareketlerimizi ve sözlerimizi güzeleştirmeyi nasip etsin…
Beşinci Hadis
ـ وعن يحيى بن يَعْمُرَ قال: كَانَ أوّلَ مَن قال في القَدَرِ بالبصرةِ مَعْبَدٌ الجُهَنىُّ، فانطَلَقْتُ أنا وَحُمَيْدُ بنُ عبدِ الرحمن الحِميرىُّ حاجَّيْنِ أو معتمِرَيْنِ. فقلْنا: لو لَقِينا أحداً من أصحابِ رسُولِ اللّهِ # فسألناه عما يقولُ هؤءِ في القدرِ، فَوُفِّقَ لنا عبدُاللّهِ بنُ عمر رضى اللّه عنهما داخً المسجِدَ فاكتنفتُهُ أنا وصَاحِبِى: أحدُنا عن يمينهِ واخرُ عن يسارهِ: فظننتُ أنّ صاحبى سَيَكلُ الكَمَ إلىّ. فقلتُ يا أبَا عبدِالرحمن: إنه ظََهَرَ قِبَلنَا أناسٌ يقرؤنَ القرآنَ وَيَتَقَفَّرُونَ العلمَ، وذَكَرَ مِنْ شأنِهِمْ، وأنه
م يزعمونَ أنْ قَدَرَ، وَأن ا‘مْرَ أُنْفٌ فقال: إذا لقِيتَ أولئك فأخْبِرْهُمْ أنِّى برئٌ منهم وأنهم بَرَاءٌ مِنِّى، والَّذِى يَحْلِفُ بِهِ عبدُاللّهِ ابْنِ عُمرَ: لو أنّ ‘حدِهم مثلَ أحُدٍ ذهباً فأنفقَهُ ما قَبلَ اللّهُ منه حتى يُؤمِنَ بالْقَدَرِ.ثُمّ قال: حَدَّثَنِى أبى عُمَرُ بنُ الخطابِ رضى اللّه عنه قال: بَيْنَمَا نَحْنُ جُلوسٌ عِنْدَ رسُولِ اللّهِ # إذْ طَلَعَ عَلينَا رجلٌ شَديدُ بيَاضِ الثِيابِ شَديدُ سوادِ الشّعرِ يُرَى عليهِ أثرُ السفرِ، وَ يعرفُهُ مِنَّا أحَدٌ حتى جلَسَ إلى النبىِّ # فأسندَ ركبَتَيْهِ إلى رُكْبَتَيْهِ، ووَضَعَ كَفّيْهِ عَلى فَخِذَيْهِ. وَقالَ: يامحمّدُ أخْبِرْنِى عنِ اسْمِ. فقال: ا“لَاسْمُ أنْ تَشْهَدَ أن لَاَ إلَهَ إّ َلَا اللّهُ، وأنّ محمّداً عَبْدُهُ ورسُولهُ، وتقِيمَ الصّةَ، وتُؤتِى الزّكَاةَ، وَتَصُومَ رَمَضَانَ، وَتَحُجَّ البَيْتَ إنِ اسْتَطَعْتَ إليهِ سَبِيً. قال: صَدقتَ. فَعَجِبْنَا لَه يَسأَلهُ ويُصَدِّقُهُ. قال: فأخْبِرْنِى عنِ ايمَانِ. قال: أنْ تُؤْمِنَ بِاللّهِ وَمََئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلهِ وَاليَوْمِ اخِرِ، وَتُؤمنَ بالْقَدَرِ خيْرِهِ وَشَرِّه. قال: صدقتَ. قال: فأخْبِرْنِى عَنِ ا“حْسانِ. قال: أنْ تَعْبُدَ اللّهَ كَأنّكَ تَراَهُ، فإن لمْ تَكُنْ تَراهُ فإنّهُ يَراكَ. قال: فَأخْبِرْنِى عنِ السّاعةِ. قال: ما الْمَسْؤُلُ عَنْهَا بأعْلَمَ منَ السائلِ. قال: فأخْبِرْنِى عَن أمَاراتِهَا؟ قال: أن تَلِدَ ا‘مّةُ رَبّتهَا، وأنْ تَرَى الحُفَاةَ العُراةَ العالَةَ »وليسَ عندَ مسلم العالَةََ« رعاء الشّاءِ يتطاوَلُونَ في البنيَانِ. قال: ثم انطلقَ فَلَبِثْتُ ملِيّاً. هذا لفظ مسلمٍ، وعندهم: فَلَبِثْتُ ثثاً ثم قال: يا عُمَرُ أتَدْرِى مَنِ السّائلُ؟ قُلتُ: اللّهُ ورَسُولُهُ أعْلمُ. قال: فَإنّّهُ جِبْريلُ عليهِ السّمِ أتاكمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينكُمْ؛
Yahya İbnu Ya'mer haber veriyor: "Basra'da kader üzerine ilk söz eden kimse Ma'bed el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd İbnu Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesîlesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, Ashab'tan biriyle karşılaşmayı temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar hususunda soru sormaktı. Cenâb-ı Hakk, bizzat Mescid-i Nebevî'nin içinde Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'la karşılaşmayı nasib etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz de Abdullah (radıyallahu anh)'a sokuldu. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmîn ederek, konuşmaya başladım:
"Ey Ebu Abdirrahmân, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. Ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar." Onların durumlarını beyan sadedinde şunu da ilâve ettim: "Bunlar, "kader yoktur, herşey hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez" iddiasındalar." Abdullah (radıyallahu anh):
"Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler." Abdullah İbnu Ömer sözünü yeminle de te'kîd ederek şöyle tamamladı: "Allah'a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul etmez."
Sonra Abdullah dedi ki: Babam Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bana şunu anlattı:
"Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:
Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver! Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:
"İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a haccetmendir." Yabancı:
"- Doğru söyledin" diye tasdîk etti. Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik. Sonra tekrar sordu:
"Bana iman hakkında bilgi ver?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:
"Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır." Yabancı yine:
"Doğru söyledin!" diye tasdik etti? Sonra tekrar sordu:
"Bana ihsan hakkında bilgi ver?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:
"İhsan Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor." Adam tekrar sordu:
"Bana kıyamet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu sefer:
"Kıyamet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla birşey bilmiyor!" karşılığını verdi. Yabancı:
"Öyleyse kıyametin alâmetinden haber ver!" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı:
"Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir -Müslim'in rivayetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir."
Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. -Bu ifade Müslim'deki rivayete uygundur. Diğer kitaplarda "Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'la karşılaştım" şeklindedir- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben:
"Allah ve Resûlü daha iyi bilir" deyince şu açıklamayı yaptı:
"Bu, Cebrail aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi."[87]
يحيى Yahya بن İbnu يَعْمُرَ Ya'mer قال haber veriyor: كَانَ idi أوّلَ ilk مَن kimse قال söz eden في القَدَرِ kader üzerine بالبصرةِ Basra'da مَعْبَدٌ Ma'bed الجُهَنىُّ el-Cühenî، فانطَلَقْتُ yola çıktık أنا Ben وَ ve حُمَيْدُ Humeyd بنُ İbnu عبدِ الرحمن Abdirrahmân الحِميرىُّ el-Himyerî حاجَّيْنِ hac أو veya معتمِرَيْنِ umre vesîlesiyle beraberce. فقلْنا Aramızda konuşarak: لو temenni ettik لَقِينا karşılaşmayı أحداً biriyle من أصحابِ Ashabından رسُولِ اللّهِ Resulullahın # فسألناه soru Ondan sormaktı عما şu يقولُ laflar hususunda هؤءِ heriflerin ettikleri في القدرِ kader hakkında، فَوُفِّقَ karşılaşmayı nasib oldu لنا عبدُاللّهِ Abdullah بنُ İbnu عمر Ömer رضى اللّه عنهما(radıyallahu anh)'la داخً sokuldu المسجِدَ Mescid-i Nebevî'nin içinde: أحدُنا Birimiz عن يمينهِ sağ واخرُ öbürümüz عن يسارهِ sol tarafından olmak: فظننتُ tahmîn ederek أنّ صاحبى Arkadaşımın سَيَكلُ konuşmaya başladım الكَمَ sözü إلىّ bana bıraktığını. فقلتُ dedim يا Ey أبَا Ebu عبدِالرحمن Abdirrahmân: إنه ظََهَرَ zuhur etti قِبَلنَا Bizim taraflarda أناسٌ bazı kimseler يقرؤنَ Bunlar okuyorlar القرآنَ Kur'ân-ı وَ Ve يَتَقَفَّرُونَ kaderi tartışıyorlar العلمَ ilmi meselelerde، وذَكَرَ beyan sadedinde مِنْ شأنِهِمْ Onların durumlarını، وأنه Bunlar م herşey يزعمونَ hâdistir iddiasındalar أنْ قَدَرَ kader yoktur، فقال Abdullah: إذا لقِيتَ karşılaşırsan tekrar أولئك Onlarla فأخْبِرْهُمْ haber ver ki أنِّى ben برئٌ berîyim منهم onlardan وأنهم onlar da بَرَاءٌ berîdirler مِنِّى benden، والَّذِى يَحْلِفُ yemin ederek بِهِ عبدُاللّهِ Abdullah ابْنِ İbnu عُمرَ Ömer: لو أنّ Allah'a kasem olsun ‘حدِهم onlardan birinin مثلَ kadar أحُدٍ Uhud ذهباً altını olsa فأنفقَهُ onun hepsini infak etseler ما قَبلَ (hayrını) kabul etmez اللّهُ Allah منه onun حتى يُؤمِنَ inanmadıkça بالْقَدَرِ kadere.ثُمّ Sonra قال Abdullah dedi ki: حَدَّثَنِى bana şunu anlattı أبى Babam عُمَرُ Ömer بنُ İbnu'l الخطابِ Hattâb رضى اللّه عنه radıyallahu anh) قال: بَيْنَمَا Bir defa نَحْنُ biz جُلوسٌ oturuyorduk عِنْدَ yanında رسُولِ اللّهِ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın # إذْ Derken طَلَعَ çıkageldi عَلينَا yanımıza رجلٌ bir adam شَديدُ بيَاضِ bembeyaz الثِيابِ elbisesi شَديدُ سوادِ simsiyah الشّعرِ saçları يُرَى görünüyordu عليهِ Üzerinde أثرُ belirti السفرِ yolculuğa ait، وَلَا يعرفُهُ onu Üstelik tanımıyordu da مِنَّا içimizden أحَدٌ kimse حتى جلَسَ Gelip önüne oturup إلى النبىِّ Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın # فأسندَ dayadı ركبَتَيْهِ dizlerini إلى رُكْبَتَيْهِ dizlerine، ووَضَعَ hürmetle كَفّيْهِ Ellerini bacaklarının عَلى üstüne فَخِذَيْهِ koyduktan sonra sormaya başladı:. وَقالَDediki : يا Ey محمّدُ Muhammed أخْبِرْنِى Bana haber ver! عنِ اسْمِ İslâm hakkında. فقال Hz. Peygamber (a.s) açıkladı: الَاسْمُ İslâm أنْ تَشْهَدَ şehâdet etmen أن َلَا olmadığına إلَهَ ilâh إلَاّ başka اللّهُ Allah'tan، وأنّ محمّداً Muhammed'in عَبْدُهُ O'nun kulu و ve رسُولهُ elçisi olduğuna، وتقِيمَ kılman الصّةَ namaz، وتُؤتِى vermen الزّكَاةَ zekât، وَتَصُومَ orucu tutman رَمَضَانَ Ramazan، وَتَحُجَّ haccetmendir البَيْتَ Beytullah'a إنِ takdirde اسْتَطَعْتَ gücün yettiği إليهِ ona سَبِيلَاً yol bulmaya. قال Yabancı söyledin: صَدقتَ Doğru diye tasdîk etti. فَعَجِبْنَا Biz hayret ettik لَه ona يَسأَلهُ hem sorup ويُصَدِّقُهُ hem de söyleneni tasdik etmesine. قال Sonra tekrar sordu: فأخْبِرْنِى Bana bilgi ver? عنِ ايمَانِ iman hakkında. قال Hz. Peygamber (a.s) açıkladı: أنْ تُؤْمِنَ inanmandır بِاللّهِ Allah'a وَملَاََئِكَتِهِ meleklerine وَكُتُبِهِ kitablarına وَرُسُلهِ peygamberlerine وَاليَوْمِ gününe اخِرِ âhiret ، وَتُؤمنَ inanmandır بالْقَدَرِ Kadere خيْرِهِ hayır وَ ve شَرِّه şerre de. قال söyledin: صدقتَ Doğru diye tasdik etti?!. قال Sonra tekrar sordu: فأخْبِرْنِى Bana bilgi ver? عَنِ ا“لَاحْسانِ ihsan hakkında. قال Hz. Peygamber (a.s) açıkladı: أنْ تَعْبُدَ ibadet etmendir اللّهَ Allah'a كَأنّكَ Sanki gibi تَراَ görüyormuşsun هُ Onu، فإن de لمْ تَكُنْ تَراهُ Sen O'nu görmesen فإنّهُ O يَراكَ seni görüyor. قال Adam tekrar sordu: فَأخْبِرْنِى Bana bilgi ver? عنِ السّاعةِ kıyamet(in ne zaman kopacağı) hakkında. قال Hz. Peygamber (a.s) bu sefer: ما الْمَسْؤُلُ sorandan عَنْهَا daha fazla birşey بأعْلَمَ birşey bilmiyor! منَ السائلِ Kendisinden sorulan. قال Yabancı dedi: فأخْبِرْنِى Öyleyse haber ver عَن أمَاراتِهَا؟ kıyametin alâmetinden قال Hz. Peygamber (a.s) şu açıklamayı yaptı: أن تَلِدَ doğurmaları ا‘لَامّةُ kadınların رَبّتهَا Köle efendilerini ، وأنْ تَرَى görmendir الحُفَاةَ yalın ayak العُراةَ üstü çıplak, akir العالَةَ yalın ayak »وليسَ yoktur عندَ rivayetinde مسلم Müslim'in العالَةََ fakir kelimesi « رعاء çobanlarının الشّاءِ davar يتطاوَلُونَ yarıştıklarını في البنيَانِ yüksek binalar yapmada. قال Bu söz üzerine yabancı: ثم انطلقَ çıktı gitti فَلَبِثْتُ kaldım ملِيّاً bir müddet. هذا Bu لفظ ifade مسلمٍ Müslim'deki rivayete uygundur، وعندهم karşılaştım: فَلَبِثْتُ ثثاً Ben üç gece sonra ثم قال Hz. Peygamber (a.s) dedi: يا عُمَرُ Ey Ömer أتَدْرِى biliyor musun? مَنِ kim olduğunu السّائلُ؟ sual soran bu zatın قُلتُ deyince: اللّهُ Allah و ve رَسُولُهُ Resûlü أعْلمُ daha iyi bilir. قال şu açıklamayı yaptı: فَإنّّهُ Bu جِبْريلُ Cebrail عليهِ السلَاّمِ aleyhisselâmdı أتاكمْ Size geldi يُعَلِّمُكُمْ öğretmeye دِينكُمْ dininizi؛
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: İmamı Suyuti derki: "Bu hadisin sebebi vürûdu kendi içindedir."[88]
Şimdi bu girişten sonra İslam-İman… nedir açıklamaya çalışalım.
İslâm-İman: Cibrîl hadisi olarak bilinen yukarıdaki hadiste Hz. peygamber (aleyhissalâtu veselâm) dinin kalbe ve inanmaya taalluk eden esaslarını "iman" olarak, amele taalluk eden esaslarını da "İslâm" olarak açıklamasına rağmen başka hadislerde de iman açıklanırken amele giren meselelere yer verildiği görülür. Aynı durum âyetler için de söz konusudur.
Nitekim Zührî, "İslâm kelimedir, iman ameldir" diye hükmetmiş, delil olarak da:
قَالَتِ الْاَعْرَابُ امَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلكِنْ قُولُوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْايمَانُ فى قُلُوبِكُمْ وَاِنْ تُطيعُوا اللّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيًْا اِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحيمٌ
“Bedeviler dedi ki: "Biz imân ettik". De ki: "Siz imân etmediniz; velâkin deyiniz ki, biz İslâma girdik. Ve henüz imân sizin kalplerinizin içine girmiş değildir ve eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz sizin amellerinizden hiçbirşeyi sizin için noksan kılmaz. Şüphe yok ki, Allah’u Teâlâ gafûrdur, rahîmdir." [89] âyetini göstermiştir.
Bazı âlimler İslâm ve imanın aynı şey olduğunu söylemişler, delil olarak da:
فَمَا وَجَدْنَا فيهَا غَيْرَ بَيْتٍ مِنَ الْمُسْلِمينَ
"Bunun üzerine, suçlu milletin arasında bulunan mü'-minleri çıkardık. Zâten orada Müslümanların kaldığı tek ev vardı" [90] âyetini göstermişlerdir. Mevzuya temas eden, ilk hadis şârihlerinden Hattabî şu açıklamayı yapar: "Doğru olanı, mutlak hükme gitmeyip kayıtlı ve sınırlı konuşmaktır. Müslüman kişi, bâzı ahvâlde mü'mindir, bazı ahvâlde gayr-i mü'mindir. Fakat mü'min kişi, her durumda Müslümandır. Öyle ise her mü'min mutlaka Müslümandır, ama her Müslüman mutlaka mü'min değildir. Meseleye bu pencerden bakınca ayetlerin tevili düzelir, konunun münâkaşası orta bir yol alır. Naslar arasında ihtilaf da ortadan kalkar. İmanın aslı tasdîk, İslâm'ın aslı itaat etmek ve boyun eğmektir. Kişi zâhirde itaat eder de içinden boyun eğmez, bazan da içinden boyun eğdiği hâlde dışta görünmeye bilinir."
Keza Hattâbî, Resûlullah (a.s)'ın: "İman yetmiş küsur şubedir" hadisi ile alakalı olarak şunu söyler: "Bu hadise göre, şer'î iman, şubeleri ve yüksek-alçak cüzleri bulunan bir mânaya isimdir. Bu durumda iman ismi, bu cüzlerin hepsi için kullanıldığı gibi, bazıları için de kullanılmaktadır. Hakikat, bütün şubelerin mevcudiyetini gerektirir ve hepsine şâmil olur, tıpkı şerî namaz gibi. Nitekim onun da şubeleri ve cüzleri vardır. Bu cüzlerden bir kısmı için de "namaz" ismi kullanıldığı halde hakikat bütün cüzlerin mevcudiyetini gerektirir ve hepsini içine alır.
Bu duruma Hz. Peygamber (a.s)'ın şu sözü delalet eder: "Haya imandan bir şûbedir." Bu hadis, iman noktasında mü'minlerin kimisi üstün, kimisi geri olmak üzere çok farklı mertebelerde bulunduklarını da ifâde etmektedir.
İmam Bağavî hazretleri de şunu söyler: "Cebrail'in İman ile İslâm'dan sorup Hz. Peygamber (a.s)'ın cevap verdiği hadiste, Resûlullah (a.s), "İslâm" kelimesini amelden görünenlere isim yapmıştır. İman kelimesini de itikada giren bâtınî şeylere isim yapmıştır.
Böyle bir taksîm amellerin imandan bir kısım olmayışından, kalp ile tasdikin de İslâm'dan olmayışından, ileri gelmez. Aksine bu, hepsi tek birşey olan bir bütün hakkında yapılmış bulunan bir tafsil, bir ayırımdır. Bunların toplamı dîni teşkil eder. Bu sebeptendir ki, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Size Cebrail gelerek dininizi öğretti."
"İman" ve "İslâm" isimleri tasdik ve amel her ikisini de kuşatırlar. Bu hususa da şu ayet delîl olur:
اِنَّ الدّينَ عِنْدَ اللّهِ الْاِسْلَامُ
"Allah nezdinde mûteber din islâm'dır." [91]
وَرَضيتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ
"Size din olarak İslâm'ı uygun gördüm." [92]
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ دينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ
"Kim din olarak İslâm'dan başkasına yönelirse bu ondan kabul edilmeyecektir." [93]
2- İhsan: Hadiste "Allah'ı görüyor gibi ibadet etmendir" diye târifi yapılan ihsan, mâneviyatta yüce bir mertebeye alem olmaktadır. İslâm dini, müntesiplerini, bu hedefe ulaşmak için gayret göstermeye teşvik eder. Dinin kemali, sadece farzların ifası ile gerçekleşmiyor. Kul, daha ileri mânevî mertebelerin varlığını bilecek ve onları elde etmek için gayret gösterecektir. Bu hadis, iman ve İslâm'ın ötesinde, tefekkürî bir mertebeye dikkat çekmektedir; İhsan mertebesi...
Nefsi, manevî kirlerden arındırarak ruhu yücelterek ilahî kurbiyeti elde etmeyi kendine gâye edinen İslâm tasavvufunda geniş tahlîl ve izahlara tabi tutulan ihsan için şu kadarını söyleyebiliriz: Kişi bilhassa ruhî ve fikrî idmanlarla, ilahî murâkabe ve müşâhede altında olduğunu idrak etmeyi zihninde her an canlı ve sâbit kalacak bir alışkanlık hâline getirebilir. Mükerrer âyet ve hadisler söz ve fiil olarak her ne yapmakta isek, an be an kayda geçtiğini, hatta zihnimizden geçip fiile dökülmeyen duygu, düşünce ve niyetlerimizin bile yazıldığını, âhirette ömrümüzün her ânından bu yazılanlara göre hesap vereceğimizi beyan ederler.
Hiçbir mü'min bu gerçeği inkâr edemez. Ancak hareketlerini her an bu düşüncenin tesiriyle yönlendiren mü'min çok azdır. Öyle ise ihsan mertebesi'ne ulaşmak bu ilâhî murâkabeyi her an hissedecek bir idman ve gayrete bağlıdır.
İhsan, kolay görünse de kazanılması oldukça zor bir mertebedir. Ancak zorluğu nispetinde kıymetli ve yücedir. Bunu elde etmek için gösterilecek her gayret, atılacak her adım kişiyi yüceltecek, dünyevî ve uhrevî kazancını artıracaktır. Mü'min kişi, herşeye ümitle bakmakla emrolunmuştur. Hz. Peygamber (a.s)'ın gösterdiği her hedef beşerî gücün hâricinde değildir. Binaenaleyh ihsan mertebesini kazanmak ümit ve gayreti hepimizin hem hakkı hem de vazifesidir. Cılız ayaklarıyla hac yoluna düşen karıncaya "Senin bacakların küçük, ulaşamazsın" denilince "Belki varamam bu doğru, ama o yolda ölemez miyim?" demiştir. Bu temsil, gücümüzün dışında görsek bile ihsan mertebesine talib olmanın gereğini anlamada yeterlidir. Peygamberimiz (a.s) yüz kişiyi öldürdükten sonra Allah'a tevbe etmek üzere yola çıkan kâtilin daha tevbe mahalline varmadan yarı yolda ölüş hikâyesini tasvir eden ve attığı her adımın boşa gitmeyip, işine yaradığını ifade eden bir üslubla hâdiseyi anlattıktan sonra, hikâyeyi, tevbe azimlisi azılı kâtilin kurtuluşu ve Rahmet-i Rahmân'a mazhar oluşuyla noktalar.
3-Kıyamet Alâmetleri: Yukarıdaki hadisin anlaşılmasında bir kaç noktanın daha açıklanması gerekmekterdir. Hz. Peygamber (a.s) "Kıyametin ne zaman kopacağı?" gibi normalde herkesi meşgul eden ama pratikte hiçbir faydası olmayan meseleyi kesin bir dille Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceğini ifade ettikten sonra alâmetlerine geçiyor:
Köle kadınların efendilerini doğurması: Bundan çıkarılan muhtelif mânalardan, İbni Hacer tarafından tercîh edilen anlama göre kıyamete yakın, ukuk artacak (yani evlatlar annelerine, efendinin kölesine yaptığı tarzda, kötü muamele yapacaktır). Bir diğer yoruma göre de köle kadınlardan doğan çocuklar en yüksek makamlara çıkarak, komutan, vâli, sultan... olacaklar. İslâm tarihi böylesi büyüklerin örnekleriyle doludur. İbni Hacer, kıyamete yakın sosyal hayatın iyice bozularak gidişatının tersine döneceğini, cemiyetteki ayak takımının itibarlı makamları ele geçirerek hâkim mevkiye geçeceklerini anlar ve bu mânânın hadisten çıkarılabilecek mânâların en doğrusu olduğunu, zira hadisin devamında beyan edilen, çobanların zenginleşip bina yarışına girmesi vaziyetinin de sosyal hayatın bozulmasına delil olarak bunu teyîd ettiğini söyler.
Davar çobanlarının bina yarıştırması: Bu husus da bizzat hadislerle teyid edilen gelecek ile ilgili bir ikazdır, bir mucizedir. Hadisin Kütüb-i Sitte dışında kalan diğer hadis mecmualarında rivayet edilen farklı şekillerinde yer alan başka açıklamaları da dikkate alan âlimler fakir köylülerin zenginleşip, zorla idareyi ele geçireceğini anlar.
"Nebat (=köylü Araplar) ahalisinin kibarlaşıp şehirlerde köşkler edinmelerini dinin yani İslâm'ın getirdiği değerler sisteminin altüst olması demektir" hadis-i şerifini dikkate alan Kurtubî, hadis üzerine şu açıklamayı yapar: "Burada sosyal hayatın değişeceği haber verilmektedir. Bu bilhassa köylülerin, göçebelerin devlet işlerini istila edip, zorla memlekete hâkim olmalarıyla gerçekleşir. Bunlar, kurdukları hâkimiyet sonucu zenginleşirler ve bütün güçlerini binalar dikmeye ve bununla övünmeye sarf ederler. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu zamanda şâhid olduk."
* Bu hadisi şerif, dini öğrenmenin gerekliliği ve öğrenirken nasıl davranılacağını, nasıl soru sorulacağının edebini öğretmektedir.
* Gerçeği öğrenmek maksadıyla soru sormak, her yiğidin karı değildir. Çünkü kaliteli bir soru beraberinde on tane cevap getirir.
Altıncı Ayet
وَلاَ تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلاَلٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللهِ الْكَذِبَ اِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
"Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında "Şu helâldir ve şu haramdır" demeyiniz ki, Allah'a karşı yalan iftirada bulunmuş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah'a karşı yalan da bulunanlar felâha eremezler."[94]
وَلَا تَقُولُوا demeyiniz ki لِمَا şeyler hakkında تَصِفُ vasıflandırdığı اَلْسِنَتُكُمُ Lisanlarınızın الْكَذِبَ yalan yere هذَا Şu حَلَالٌ helâldir وَ ve هذَا şu حَرَامٌ haramdır لِتَفْتَرُوا iftirada bulunmuş olursunuz عَلَى karşı اللّهِ Allah'a الْكَذِبَ yalan اِنَّ Şüphe yok الَّذينَ ki يَفْتَرُونَ عَلَى karşı اللّهِ Allah'a الْكَذِبَ yalan da bulunanlar لَايُفْلِحُونَ felâha eremezler
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
İbni Kesir, ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak; müşrikler cahiliye dönemlerinde uydurmuş oldukları ve kendilerine meşru gördükleri beş kere doğuran ve beşinci dişi olan deveyi putlara adanan ve serbest bırakılan develeri, erkekli dişili olmak üzere ikiz doğuran koyun veya develeri, on nesli dölleyen erkek deveyi bu şekilde haram sayarlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirerek; Allah hakkında söyleye söyleye yalana alışmış olan dilinizi; "şu helaldır, bu haramdır demeyiniz" ayeti kerimesi nazil oldu.[95] Çünkü böyle söyleyenler Allah'a karşı yalan uydurmuş olurlar. Şer'i bir dayanağı olmayan her bir uydurma, geri dönüşü mümkün olmayan bir uçurumdur.
Bu ayet açıkça, haram ve helâli belirleme hakkının sadece Allah'a ait olduğunu gösterir. Veya başka bir deyişle, kurallar koyma yetkisi sadece Allah'ındır. Bu nedenle helâl ve haramı belirlemeye yeltenen herkes O'nun haklarına tecavüz etmiş olur. Elbette ilâhî emri nihai otorite olarak kabul eden bir kimse, belirli bir şeyin veya hareketin haram mı yoksa helal mi olduğunu bundan çıkarabilir.
Haramı ve helâli belirleme yetkisini haksız yere üstlenmek iki nedenden ötürü Allah'a karşı yalan uydurmak olur:
1) Böyle bir kimse, Kitab'ı gözönüne almaksızın, kendisinin helâl ve haram dediklerinin Allah tarafından helâl ve haram kılındığını söyler veya:
2) Allah'ın helâli ve haramı belirleme yetkisinden vazgeçtiğini ve insanları hayatlarıyla ilgili hükümler koymada serbest bıraktığını söylemek ister. Tabii ki bu iddiaların her biri Allah'a karşı uydurulmuş bir "yalan" ve bir iftiradır.[96]
Geçmişteki insanların dinlerinden sapmalarını yüce Allah (cc) Kur'an-ı Kerim de şöyle beyan buyurur:
اِتَّخَذُوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ وَالْمَسيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا اُمِرُوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اِلهًا وَاحِدًا لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
"Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i, Allah'tan başka Rabler edindiler. Halbu ki, onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'â ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir."[97]
Bu âyet nâzil olduktan sonra, daha önce Hıristiyan olarak Şam'a gitmiş bulunan Adıy b. Hatim et-Tâi Medine'ye geldi ve Hz. Peygamber'e âyeti okuyarak; Hıristiyanların rahip ve hahamlarına ibadet etmediklerini, dolayısıyla burada ne anlatılmak istendiğini sordu. Nebî (a.s.) şöyle buyurdu: "Onlar helalı haram, haramı helal yaptılar. Hıristiyanlar da onlara uydular. İşte bu, onlara ibadet etmeleridir."[98]
Sonuç olarak; ahkâmu'ş-şer'iyye: İslâm'ın ortaya koyduğu bütün şer'i hükümler. İslâmî hükümlerin bütününü içine alan hükümler manzumesi olarak kabul edilen şer'î hükümler; itikâdî, amelî ve ahlâkî olmak üzere üç kısma ayrılır: Bunlardan itikâda dair olan hükümler genellikle Allah'ın birliği ve varlığına dayalı olan aklî ve mantıkî hükümlerdir. Akîdeye dair olup ayet ve hadislerle ispat edilen şer'î hükümler ise, ahiret hayatı ve meleklerin varlığı gibi gaybe dayalı hususlardır.
Ameli hükümlere gelince genellikle insanın ruhunu, akıl ve nefsini eğiten emirlerdir. Bu türlü emir ve hükümler insanı Cenâb-ı Hakk'a daha iyi bir kul yapma hedefini güderler. Ayrıca insanlar arasındaki sosyal, ekonomik, siyasî, mâlî ilişkilerin düzenlenmesinde de etkili bir rol oynayan, yine şer'î hükümlerdir.
Ahlaki hükümler ise; insanın bütün mahlukat ile olan ilişkilerinde Allah'ın emirlerine itaat ederek, şefkât ve merhamet duygularının gelişmesinde etkili olan emir ve yasaklar manzumesidir. Şer'î hükümler gerek dünya ve gerekse ahiret hayatı ile ilgili olarak çeşitli usûllerle insanı eğiten ve daha mutlu bir toplumun oluşmasını sağlayan ilâhî emirlerdir. Mümin bir insan her ne olursa olsun bunlara uymak zorundadır.
Yukarıda da izah edildiği üzere Allah'a karşı iftira iflahı mümkün olmayan bir uçurumdur. Çünkü aşağıda da açıklanacağı üzere Allah ve peygamber üzerine yalan uydurmak affedilemeyecek bir suçtur.
Bunun sebebi ise söylenen yalanın dinmiş gibi insanlara aksetmesidir. Geçmişteki Yahudi ve Hristiyanların sapmasının sebebi işte buradaki inceliği anlamamalarından kaynaklanmıştır. Çünkü Allah ve peygamberlerinin söylemediği bir şeyi onlara malederek insanlara takdim ettiler. Buna uyan insanlarda haktan mahrum kaldılar.
Helal ve haram hududunu tespitini yapan yüce dinimiz aşağıdaki hadiste de geçeceği üzere artık helal ve haramın sınırını çizmiştir. Artık bize düşen görev, helal ve haramı tesis ve tespit etmek değil, tespit edilmiş olanlara tabi olmaktır. Bu hem dünyamız hem de ahretimiz için kurtuluştur.
Yüce Allah bu mazlum ümmeti böyle bir uçumdan koruyup muhafaza etsin inşaallah…
Altıncı Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: اَلْحَلاَلُ مَا أحَلَّ اللّهُ في كِتَابِهِ، وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمَ اللّهُ في كِتَابِهِ، ومَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ عَفْوٌ، فَلاَ تَتَكَلَّفُوا السُّؤَالَ عَنْهُ.
Allah Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Helal, Allah Teala’nın kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da Allah Tealanın kitabında haram kıldığı şeydir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual külfetine girmeyiniz."[99]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resulullah (a.s) اللّهِ Allah اَلْحَلاَلُ Helal مَا şeydir أحَلَّ helal kıldığı اللّهُ Allah Teala’nın في كِتَابِهِ kitabında، وَالْحَرَامُ Haram da مَا şeydir حَرَّمَ haram kıldığı اللّهُ Allah Tealanın في كِتَابِهِ kitabında، ومَا şey ise سَكَتَ sükut ettiği عَنْهُ Hakkında فَهُوَ عَفْوٌ affedilmiştir، فَلاَ تَتَكَلَّفُوا külfetine girmeyiniz السُّؤَالَ sual عَنْهُ Onun hakkında.
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buharî, Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ)'dan naklediyor: Hz.Peygamber (a.s)’a neyin helal ve neyin haram olduğunu sordular. Bunun üzerine: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da muhafaza etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir."[100]
Hadis, dinimizde eşya hakkında üç hükmün mevcudiyetini haber veriyor:
1) Eğer bir şeyin yapılmasına hükmedilmiş, terkine vaad beyan edilmiş ise bu açık helaldir.
2) Bir şeyin terkine hükmedilmiş yapılmasıda beyan edilmiş ise bu da açık haramdır.
3) Bir şey hakkında bunlardan birine hükmedilmemişse o da şüphelidir. "Helal olan, apaçık bellidir" sözü "açıklanmasına ihtiyaç yoktur, herkes onu aynıyla, vasfıyla, zahir delillerle bilmede müşterektir" demektir. Üçüncü kısım, hakkındaki kapalılık sebebiyle şüphelidir, haram mı, helal mi olduğu bilinemez. Hadis-i şerifin beyanına göre durumu böyle şüpheli olandan kaçınmak gerekmektedir. Çünkü nefsülemirde haram idiyse ondan kaçınmakla ona bulaşmaktan beri olmuş olur". Helal idiyse, (ittika) kasıtla onu terk etmiş olmaktadır (ki helalin terki zarar vermez). Eşya hakkında "helal" veya "haram" hükümleri bazan beraberce reddedilir. Bunlardan biri öncelik kazanamazsa, o şey hakkındaki hüküm, üçüncü kısma girer.
Fıkıh usulü bilginlerine göre dinî hükümler iki kısma ayrılır:
Birincisi teklifi hükümlerdir: Bir işin yapılmasını ya da yapılmamasını gerektiren veya ikisi arasında tercih etmekte serbest bırakan hükümlerdir. Bir işin yapılmasını gerektiren hükümlere farz ve mendup, yapılmamasını gerektirene haram ve mekruh, muhayyer bırakılan hükme de mübah denir.[101]
İkincisi ise vaz'î hükümlerdir: Bunlar, ibadet ve muamelelerin sıhhati için gerekli olan şartları gösteren hükümlerdir. Bir fiil işlenirken dinî kurallara uygun olup olmadığı bu tür hükümlerle anlaşılır. Meselâ alışverişin sahîh olmasıyla ilgili hükümler bu kabildendir.[102]
Yedinci Ayet
وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه جَنَّتَانِ
"Rabbinin huzurunda durmaktan utanan kimselere iki cennet vardır."[103]
وَلِمَنْ kimselere خَافَ utanan مَقَامَ huzurunda durmaktan رَبِّه Rabbinin جَنَّتَانِ iki cennet vardır
Ayetin Nüzûlu ve Açıklaması
İbni Ebi Hatim'in ve Ebü'ş-Şeyh'ın, Atadan rivayetlerinde Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahü anh bir gün düşünmüş; kıyamet, mizan, cennet ve cehennem, meleklerin safları, göklerin durumu, dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülüşü, yıldızların dağılışı hakkında fikir yürütmüş de «arzu ederdim ki ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olaydım, hayvanlar gelip beni yiyeydiler ve ben yaradılmamış olaydım» demişti. Bunun üzerine « وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه جَنَّتَانِ » "Rabbinin huzurunda durmaktan utanan kimselere iki cennet vardır" ayeti nâzil oldu.[104]
Beyhakî, "Şuabu'l-İman"da konuyla ilgili olarak Hasan el-Basri’den şöyle rivayet eder: Hz. Ömer (r.a) zamanında bir genç mescide ve ibadete devam ederdi, derken bir kız ona âşık o da ona âşık olmuştu. Bir tenhada kız yanına geldi, söyledi konuştu derken gönlü çekti, bunun üzerine genç hıçkırdı ve bayıldı, bir amcası vardı, geldi yüklenip evine götürdü, sonra ayıldığı vakit ya amca! dedi: Ömere git benden kendisine selâm söyle ve sor ona ki: Rabbının makamından korkan kimseye ne var? Bunun üzerine amcası gitti Ömere haber verdi arkasından delikanlı bir şehika ile daha hıçkırıp vefat etti, Hz. Ömer (r.a) bu duruma vakıf olunca dedi ki: « لَكَ جَنَّتَانِ لَكَ جَنَّتَانِ » Sana iki Cennet var sana iki Cennet.[105]
(وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه) "Rabbının makamından korkan kimse için ise" [106]
Yani hesap gününe iman eden bir kimse, bu dünyada sorumsuz yaşamaz ve nefsini kontrol altına alır. Hak-batıl, zulm-adalet, temiz-necis, haram-helal arasındaki farkı temyiz eder ve bile bile Allah'ın emirlerinden yüz çevirmez. Dolayısıyla ileride zikredilen mükafatlar bu kimseler içindir.
"Cennet", bahçe anlamına gelir. Kur'an'da, salih kimselerin barınacağı yer, Cennet olarak adlandırılmıştır. Nitekim bazı yerlerde, "onlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır" ifadesi kullanılmıştır. Yani, büyük bahçeler içinde küçük bağlar vardır. Burada da her Cennet ehline iki Cennet verileceği ve onların içinde-ki ileride zikredilecektir -saraylar, hizmetçiler ve diğer nimetlerin bulunacağı beyan edilmiştir. [107]
Rahmanın rahmetini umarak korkmak muminin şiarındandır. Aşğıdaki hadisi şerif de bunu pekiştirmektedir. Burada ki anlatılmak istenen zalimden korkulan bir korku türü değil, sevgi ile imanın beraberinde getrdiği bir ar duygusudur.
Yüce Allah cümlemize ar duygusuyla dinimizi ve imanımızı ayakta tutmayı nasip etsin…
Yedinci Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: الْحَيَاءُ مِنَ لْلإِ يمَانِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdu ki: "Haya imandandır."[108]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah الْحَيَاءُ Haya مِنَ لآَيْمَانِ imandandır
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Abdu'llâh b. Ömer[109] (r.a)'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Resûlu'llâh (a.s) (bir gün) Ensar'dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini hayadan menediyordu. Resulu'llah (a.s): "Ona ilişme. Hayâ îmândandır." buyurdu.[110]
Bu rivayet, pekçok yönden rivayet edilen hadislerden biridir. Buhârî ve Müslim'in ittifak ettiği hadisler arasında yer alması da hadisin kıymetini artırmıştır. Kısmen de belirtileceği üzere, İslâm uleması bu hadisin üzerinde ziyadesiyle durmuş, hadiste ifade edilen iman şubelerini Kur'ân ve hadise dayanarak, birer birer göstermeye çalışmıştır. İmam Beyhakî'nin “Şu'abu'l-İman.”
İmam Beyhakî (rahimehullah), bu muazzam eserini imanın şubesi adedince bölüme ayırır, her bölümde o şubeye giren rivayetleri toplar. Yine İbnu Hibban'ın "Vasfu'l-İmân ve Şu'abuh", Ebu Abdillah Hüseyn el-Halîmî'nin "Fevâidu'l-Minhâc", eş-Şeyh Abdü'l-Celîl'in "Şu'abu'l-İman", İshak İbnu'l-Kurtubî'nin "Kitâbu'n-Nesâîh"i yazmıştır.
İmanın Şubeleri
Aynî bu açıklamalardan sonra, mezkur şubeleri teker teker sayma denemesi yapar. İlgi çekici bulduğumuz için kaydedeceğiz. Der ki: "Allah'ın yardımıyla diyoruz ki, imanın aslı kalb ile tasdik, dil ile ikrar'dır. Fakat, kâmil ve tam bir iman tasdik-ikrâr ve amel'dir. Yani üç kısımdır.
Birinci Kısım: Tasdikle İlgili
30 Şubedir.
1- Allah'a iman, Allah'ın zatına, sıfatlarına, birliğine ve benzeri olmadığına inanmak da buraya girer.
2- Allah'dan başka herşeyin hudûsuna (sonradan yaratıldığına) inanmak.
3- Meleklere inanmak.
4- Kitaplara inanmak.
5- Peygamberlere inanmak.
6- Kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.
7- Ahirete inanmak, kabir sualine, kabir azabına, tekrar dirilmeye, mahşerde toplanmaya, hesaba, mîzana, sırat köprüsüne... İnanmak da buna dahildir.
8- Cennete ve oradaki ebedî hayata inanmak.
9- Cehenneme, cehennem azabına, kâfirlerin ebediyyen orada kalacağına inanmak.
10- Allah'ı sevmek.
11- Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Muhacir ve Ensar sahâbeyi, Âl-i Resûl (aleyhissalâtu vesselâm)'ü sevmek de buraya dâhildir.
12- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i sevmek. Buna Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salat ve selam okumak, sünnetine uymak da girer.
13- İhlaslı olmak ve riya ve nifakı terketmek de buraya girer.
14- Tevbe ve nedâmet etmek.
15- Allah'tan korkmak.
16- Allah'ın rahmetinden ümid etmek.
17- Ümidsizlik ve ye'si terketmek.
18- Şükretmek.
19- Ahde vefa göstermek.
20- Sabırlı olmak.
21- Tevâzu, büyüklere saygı da buraya girer.
22- Şefkatli ve merhametli olmak, küçüklere şefkat de buraya girer.
23- Allah'ın kazasına râzı olmak.
24- Allah'a tevekkül etmek.
25- Amele güvenmemek, kendini övmeyi ve kusursuz görmeyi terketmek de buraya girer.
26- Hasedi, çekememezliği terketmek.
27- Kin ve intikâmı terketmek.
28- Gadabı terketmek.
29-Aldatmamak, suizan sâhibi olmamak, hilekâr olmamak da buraya dahildir.
30- Dünya sevgisini terketmek. Mal ve makam sevgisini terk de buraya girer.Kalbe müteallik güzel veya kötü amellerden herhangi biri aklına gelir de burada zikredilmemiş bulursan, o esas itibariyle bu saydıklarımızın dışında kalmaz, bunlardan birine dahil olduğunu azıcık bir tefekkürle görürsün.
İkinci Kısım: Dille Alakalı Ameller
Bunlar da yedi şubeye ayrılır:
1- Kelime-i tevhidi diliyle söylemek,
2- Kur'an'ı tilâvet etmek,
3- İlim öğrenmek,
4- İlim öğretmek,
5- Allah'a dua etmek,
6- Allah'ı zikretmek, istiğfar da buraya dâhildir,
7- Boş laflardan kaçınmak.
Üçüncü Kısım: Bedenî Ameller
Bu da kırk şubeye ayrılır. Bunlar da kendi aralarında üç çeşittir:
1. Çeşit: Muayyen Şeylere Ait Olanlar
Bunlar on altı şubeye ayrılırlar:
1) Temizlik. Buna beden, elbise ve mekân temizlikleri de girer. Bedeni hadesten temizlemek için abdest almak, cenabetten, hayızdan, nifastan temizlemek için yıkanmak da girer.
2) Namaz kılmak; buna farz, nâfile ve kaza namazları da girer.
3) Zekat vermek; buna sadaka vermek, sadaka-ı fıtr ödemek, cömertlik, fukara ve misafirlere yedirip ikram etmek de girer.
4- Farz ve nâfile oruçlar.
5- Haccetmek, umre de buraya girer.
6- İ'tikafa girmek. Kadir gecesini aramak da buna dahildir.
7- Dînin yaşanabileceği yere gitmek, şirk diyarından hicret de buna girer.
8- Nezirlerini ödemek.
9- Yeminleri yerine getirmek.
10- Keffaretlerini ödemek.
11- Namaz içinde ve dışında setrü'l-avret (ayıp yerlerini örtmek, tesettüre riayet etmek).
12- Kurbanları kesmek, nezir kurbanı varsa onu da kesmek.
13- Cenâze işlerine bakmak.
14- Borcu ödemek.
15- Muâmelelerde doğru olmak, ribadan kaçınmak.
16- Doğrulukla şâhidlik etmek, hakkı gizlememek.
2. Çeşit: Kendisine Tabi Olanlarla İlgili Şeyler
Bunlar altı şubedir:
1) Meşru nikahla evlenip iffeti korumak.
2) Aileye karşı vazifelerini yerine getirmek. Hizmetçilere iyi muâmele de buraya girer.
3) Annebabaya iyi muâmele etmek. Onlara karşı ukuk (haksızlık)tan kaçınmak da buraya girer.
4) Çocukların terbiyesi.
5) Sıla-i rahm.
6) Büyüklere itaat.
3. Çeşit: Âmmeye Müteallik Şeyler
Bunlar da onsekiz şubedir:
1) İdâreciliği adaletle yürütmek,
2) Cemaate uymak,
3) Ulu'l-emre itaat etmek,
4) İnsanları barıştırmak. Hâricilere ve âsilere karşı mücadele de buraya girer.
5) İyilikte yardımlaşma.
6) Emr-i bi'lma'ruf nehy-i ani'lmünkerde bulunmak (yani insanlara iyiliği emretmek, kötülükten menetmek).
7) Hududu (ağır cezaları) tatbik etmek.
8) Cihad etmek. Kışlalarda asker bulundurmak buna dâhildir.
9) Emaneti edâ etmek. Ganimetten beşte biri (hums) ödemek de buraya dâhildir.
10) Ödemek şartıyla borç vermek.
11) Komşuya iyi muâmele etmek.
12) Geçimli olmak. Helâlinden mal toplamak da buraya dahildir.
13) Malı yerinde harcamak. İsrâftan kaçınmak da buraya girer.
14) Selam'ı almak.
15) Hapşırana "yerhamukâllah" demek.
16) İnsanlara zarar vermekten kaçınma.
17) Eğlenceden kaçınmak.
18) Yoldan rahatsızlık veren bir cismi kaldırmak. Bütün bunlar, toplam 77 şube yapar.
Hayâ: Ar, utanma duygusu. Edep, mahcubiyet, utanmak; ar ve namus; nefsin çirkin şeylerden sıkılması ve bunun için kötü şeylerdi terk etmesi. Hoş ve güzel olmayan bir olayın ortaya çıkmasından kalpte meydana gelen bir incelik ve ızdıraptır. Haya herkese nasip olmayacak kadar değerlidir.
Hatta Aristotales, "Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?" sorusuna "Yüzlerinde hayadan dolayı ortaya çıkan kırmızılık" cevabını vermiş.
Hz. Ebu Bekir (r.a)'dan: Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuş:
"Haya İmandandır. İman ise cennettedir. Hayâsızlık cefadan bir parçadır. Cefa ise cehennemdedir."[111]
* Haya duygusu ar perdesidir. İnsan ar perdesini yırtarsa artık ondan haya namına bir şey kalmaz. Haya imandan olduğuna göre, hayası olmayan bir insanın imanından bahsedilemez.
* Hayasızlık, pervasızlıktır. Günah işleyen bir insanın o esnada yüzü kızarmıyorsa, o kişinin imandan nasibi kalmamış demektir.
* İman çıplaktır, örtüsü hayadır, ziyneti ise takvadır.
Sekizinci Ayet
يَآاَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلوَةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُسِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِ وَاِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى اَوْ عَلَى سَفَرٍ اَوْ جَاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَائِطِ اَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ مِنْهُ مَا يُرِيدُ اللهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
"Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın.) Eğer cünüp iseniz temizlenin (gusül edin); eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da sizden biriniz ayakyolundan (hacet yerinden) gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Umulur ki, şükredersiniz." [112]
يَااَيُّهَا Ey الَّذينَ edenler امَنُوا iman اِذَا zaman قُمْتُمْ kalktığınız اِلَى الصَّلوةِ namaza فَاغْسِلُوا yıkayın وُجُوهَكُمْ yüzlerinizi وَ ve اَيْدِيَكُمْ ellerinizi اِلَى kadar الْمَرَافِقِ dirseklere وَامْسَحُوا meshedin بِرُؤُسِكُمْ başlarınızı وَ ve اَرْجُلَكُمْ ayaklarınızı da اِلَى kadar الْكَعْبَيْنِ her iki topuğa وَاِنْ Eğer كُنْتُمْ iseniz جُنُبًا cünüp فَاطَّهَّرُوا temizlenin وَاِنْ eğer كُنْتُمْ iseniz مَرْضى hasta اَوْ veya عَلى سَفَرٍ yolculukta اَوْ ya da جَاءَ gelmişse اَحَدٌ biriniz مِنْكُمْ sizden مِنَ الْغَائِطِ ayakyolundan اَوْ yahut لمَسْتُمُ dokunmuşsanız da النِّسَاءَ kadınlara فَلَمْ تَجِدُوا bulamamışsanız مَاءً su فَتَيَمَّمُوا bu durumda teyemmüm edin صَعيدًا temiz طَيِّبًا bir toprakla فَامْسَحُوا sürün بِوُجُوهِكُمْ yüzlerinize وَ ve اَيْديكُمْ ellerinize مِنْهُ ondan مَا يُريدُ istemez اللّهُ Allah لِيَجْعَلَ çıkarmak عَلَيْكُمْ size مِنْ حَرَجٍ güçlük وَلكِنْ ama يُريدُ ister لِيُطَهِّرَكُمْ sizi temizlemek وَلِيُتِمَّ tamamlamak نِعْمَتَهُ nimetini عَلَيْكُمْ üzerinizdeki لَعَلَّكُمْ Umulur ki تَشْكُرُونَ şükredersiniz
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Bu ayeti kerimeye "Teyemmüm ayeti" denilmiştir. Buhari ve Müslim, Hz.Aişe (r.a) rivayet ettiğine göre, gerdanlığını kaybettiği seferde geceleyin susuz bir mevkide konaklamışlar, abdest almak mümkün olmamış, bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.[113]
Buharî'nin rivayet ettiği hadis, abdestin ayetin nüzulünden önce de onlara vacip olduğunun delilidir. Bundan dolayı zaten su bulunmayan bir yerde konaklamayı büyük bir iş olarak gördüler. Sirette sabit olan da Hz. Peygamberin üzerine namaz farz kılındığından itibaren abdestsiz namaz kılmadığı şeklindedir.
İbni Abdilberr şöyle der: Abdest ile ilgili uygulamalar önceden olmakla birlikte abdest ayetinin nüzulündeki hikmet, abdest farizasının Kur'an-ı Kerim'de okunan bir buyruk olmasıdır.
Başkası da şöyle demektedir: Abdestin farz kılınışıyla birlikte ayetin ilk bölümlerinin önceden nazil olmuş olması, sonradan teyemmümün söz konusu edildiği diğer bölümlerinin nazil olmuş olması da muhtemeldir.
Suyutî şöyle der: Ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü abdestin farz kılınması Mekke'de, namazın farz kılınışı ile birlikte olmuştur, ayet-i kerime de Medine'de inmiştir.[114]
Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulmasına temizlik denir. İslâm Müslümanları bazı görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı Müslümanın ruhi yönünü bir kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediği bedenî görevlerin aksatılması vücudun çeşitli rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlakî görevlerin yapılabilme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, sağlıklı ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip olmak, ahlakî bir yükümlülüktür.
Sadedinde olduğumuz ayeti kerime abdestin tarifini verirken aşağıdaki hadisi şerif ise abdest suyunun durumunu nasıl olması gerektiğini ifade buyurmaktadır.
Abdest bedeni temizlerken madden kişiyi Allah ile buluşmaya hazırlar.
Hadisi şerif ise bedenin hangi tür sularla temizlenmesi gerektiğinden bahseder.
Yüce Allah cümlemizi gerçek temizliğe ulaşan kullarından eylesin.
Yedinci Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: الْبَحْرَ الطَّهُورُ مَاؤُهُ الحِلُّ مَيْتَتُهُ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Denizin suyu temizdir, ölüsü de helâldir."[115]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah الْبَحْرَ Denizin الطَّهُورُ temizdir مَاؤُهُ suyu الحِلُّ helâldir مَيْتَتُهُ ölüsü de
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Muvatta'da denir ki: Hz.Peygamber (a.s)’a deniz suyu hakkında soruldu: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu soruyu soran sahâbînin adı hususunda farklı rivayetler vardır. Bizce isim ehemmiyet taşımaz. Mühim olan hadisteki fıkıhtır. Ahmed, Hakim ve Beyhakî tarafından tahric edilen bir rivayet, bu sorunun balıkçılar tarafından sorulduğunu ifade eder.
Arabistan kıyılarında, o devirlerde icrâ edilen balıkçılık hakkında açıklayıcı bazı teferruatı da ihtiva etmesi yönüyle ehemmiyetli olan rivayeti aktarıyoruz: "Biz, bir gün Resûlullah'ın yanında idik. Bir balık avcısı gelerek sordu:"Ey Allah'ın Resûlü! Biz balık avı için denize açılırız. Beraberimize bazı kapkacak alırız. Gemiye binerken karaya yakın bir yerde avlanıp dönmeyi düşünürüz. Bazan böyle yakında balık buluruz, bazan da bulamayız. Öyle olur ki, başlangıçta aklımızda olmayan uzaklıklara açılmış oluruz. Bu uzaklıkta ihtilam olan veya abdest alan oluyor. Beraberimizdeki su ile yıkanacak veya abdest alacak olsak bizi susuzluk helâk edebilir. Bu endişeyle deniz suyunu yıkanma veya abdest almada kullanmamıza ne dersiniz?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu soru karşısında deniz suyu için tahûr tabirini kullanır. Tahûr, hem temiz hem temizleyici manâsına gelen mastar-isimdir. Kendisiyle temizlik yapılan şey demektir.[116]
لِنُحْيِىَ بِه بَلْدَةً مَيْتًا وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَا اَنْعَامًا وَاَنَاسِىَّ كَثيرًا
"Ölü bir yeri diriltmek ve yarattığımız nice hayvan ve insanları sulamak için gökten tertemiz su indirmişizdir."[117]
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Su temizdir; onu hiçbir şey kirletmez" ifadesi, ancak vahy-i ilahî ile konuşabilen, eşyanın sırrı kendisine açılmış, eşyanın hakikatını olduğu gibi gören, bilen, makam-ı nübüvvete mazhar bir zatın mucizevi bir sözüdür. Böyle bir hakikatı, böyle bir kesinlikle, Aleyhissalâtu vesselâm'ın içinde bulunduğu içtimâî şartlarda bir başka kimsenin söylemesi mümkün değildir. Zamanımızın gelişen tekniği bu sözün doğruluğunu ispatlamıştır: Su, içerisine karışan pis maddeler sebebiyle kirlenir, ama aslî tabiatı bozulmaz. O tabiat daima temizdir. İçerisine sonradan giren maddeler tasfiye edilip suyun içerisinden ayıklandı mı geriye "pislik tutmayan temiz su" kalır. Esasen tabiatta bu yapılmaktadır. Kirlenen suyun kirliliği tabiatta temizlenmemiş olsaydı, yeryüzünde, dünya kurulalıdan beri kirlenen sular sebebiyle bugün temiz su kalır mıydı?
Günümüzün tekniği suyun faydalı ve zararlı olma vasıflarını tesbitte bir kısım ölçme aletleri geliştirmiştir. Bütün bu teknik gelişmelere rağmen dinin koyduğu ölçüler değerini kaybetmez, zira insanoğlu beraberinde ölçüm âletleri taşıyamaz. Dağda, kırda, gezinti mahallerinde, yolculuk sırasında her an su problemiyle değişik şekillerde karşılaşabiliriz. Temiz ve pis su hakkında dinimizin koyduğu esasları bilmek bir kısım yanlışlıkları ve riskleri asgariye düşürür.
Unutmayalım ki, bugün tekniğin hâlâ girmediği nice köy ve hattâ kasabalarımız var. Buralarda temiz ve pis su mevzuunda dinimizin ölçülerinin bilinmesi gereklidir. Şu hususu da kaydedelim ki, temizliği hususunda hiçbir şüphe olmayan su varken, şeriatın aradığı zevâhire göre temiz sayılması gerekmesine rağmen içimizde kuşku duyduğumuz suyu kullanmamız gerekmez.
Müslüman, yediği, içtiği ve giyindikleri kadar içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur. Başta evler olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve kasabalar mutlaka temiz tutulmalıdır. Eğitim kurumları, fabrikalar, dükkanlar, camiler temiz tutulmalıdır .
Resulullah (a.s): "İnsanların çoğunun aldandığı (yani değerini bilmediği) iki nimet vardır: Sağlık ve boş vakit"[118] buyurmuştur. Gerçekten de çoğu zaman insan ancak hastalandığında sağlığın kıymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda pişman olmamak için hastalık gelmeden tedbirinin alınması gerekir. Sağlığın ilk şartı hastalıklara karşı en önemli tedbir olan temizliğe riayet etmektir.
Özetle Müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli-toplu, intizamlı olmaya ve böylece Allah Teâla'nın rızasını kazanarak O'nun sevgili kulları arasına girmeye çalışır. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini kesinlikle aksatmamalı ve dikkatli bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır.
* Temizlik, üç çeşittir:
a) Necasetten taharet.
b) Hadesten taharet.
c) Kalp temizliği.
* Namazın tekbiri "Allah’u Ekber"dir. Tekbirden önce niyet gelir. Selamdan önce dua ve niyaz gelir.
* Tahareti olmayan temizlik makbul değildir. niyeti olmayan tekbir, sevap değildir. Dua ve niyazı olmayan namaz faydalı değildir.
* Cennetin anahtarı "KELİME-İ ŞAHADET'TİR"
* Kelime-i Şehadetin anahtarı "NAMAZ" dır.
* Namazın anahtarı “ABDEST’TİR.”
* Abdestin anahtarı "TAHARET"tir.
* Taharetin anahtarı ise su ile "TEMİZLİK" tir.
* Taharetsiz din olmaz.
* Su olmadan da taharet olmaz.
* Görünür bütün kir ve pislikleri gideren tek şey sudur.
* Görünmeyen bütün günah ve kötü şeyleri gideren tek şey şehadet kanıdır.
Dokuzuncu Ayet
اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
"Onlar ki, huşu içinde namaz kılarlar."[119]
اَلَّذينَ ki هُمْ Onlar فى صَلَاتِهِمْ namaz kılarlar خَاشِعُونَ huşu içinde
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Hz. Ömer (r.a) naklediyor: Hz.Peygamber (a.s)'e vahy nazil olduğu zaman onun yüzünün çevresinde arı vızıltısı gibi bir ses işitiliyordu. Bir süre sonra kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve: Ey Allahım, bize artır, eksiltme ikram et, hor kılma. Ver, mahrum etme. Bizi tercih et, başkalarını bize tercih etme. Bizden hoşnut ol ve bizi hoşnut eyle, buyurdu, sonra: bana on ayet nazil oldu ki, kim onları yerine getirirse; cennete girer, buyurdu.[120]
(اَلَّذينَ هُمْ فى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ)
"Ki, onlar namazlarında haşi'dirler." [121]
Allah'a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak gönüllülük ve tevazu göstermeye “huşu” denir.
Nerede olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın her şeye muttali olduğunu azametini ve kişilerin kusurlarını bilmeyi gerekli kılar. Asıl huşû, bu bilgilerden doğar. Bunun için huşû yalnız namaza bağlı değildir. Namazda, namaz dışında, yalnızken de huşû uygulanır.
Ashâb-kirâmdan Abdullah bin Abbas (ö. 68/687) bu âyetteki "hâşiûn'"u, "Onlar namazlarında korku ve sükûnet içindedirler" şeklinde tefsir ederken, Hz. Ali (r.a)'den (ö. 40/660) "Huşû'dan maksat kalbin huşûudur" dediği nakledilir.[122]
Muhammed b. Şirin'den (ö. 110/728) şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlüllah (a.s)'ın ashabı, namazda gözlerini gökyüzüne kaydırıyorlardı. Mü'minûn sûresinin huşû'dan söz eden ilk âyetleri nâzil olunca, gözlerini secde edilecek yere bakacak şekilde indirdiler."[123]
Kişinin iç dünyası ile ilgili olan huşû hali dıştaki davranışlarına yansır. Psikolojik bakımdan da bunun böyle olması gerekir. Çünkü beden, ruhi olayların aynasıdır. Meselâ; ruhunda üzüntü veya sevinç olan kişinin bu ruhi halini, yâni üzüntü veya sevincini mimiklerinden, yüz hatlarından ve davranışlarından anlarız. Bundan dolayıdır ki âlimler namazdaki huşû'u şöyle izah etmişlerdir Namazda huşû; bütün himmetini namaz için toplamak, namazın dışındaki her şeyden yüz çevirmek, gözlerini secde yerinden ayırmamak, sağa sola bakmamak, elbisesiyle oynamamak ve parmaklarını çıtlatmamaktır.
Aslında günümüz sporun sağlıklı olduğunu söyleyenlere çok ama çok güzel bir ilahi ve Nebevi çağrı vardır. Keşke bu çağrıya canu gönülden iştirak edebilsek.
Yüce Allah cümlemizi kendi ve Resulü yolundaki şifa deryasından nasiplenen kullarından eylesin.
Dokuzuncu Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: فَصَلِّ فإنَّ فِي الصّلآََةِ شِفَاءً.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Namaz kıl! Çünkü namazda şifa var!" [124]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah فَصَلِّ Namaz kıl فإنَّ Çünkü فِي الصّلآََةِ namazda شِفَاءً şifa var
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: İbn Mâce, Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh'tan naklediyor: "(Bir keresinde) Resûlullah (a.s) erken namaza kalktı. Ben de erken kalktım ve biraz namaz kıldıktan sonra oturdum. "Resûlullah (a.s) bana dönüp baktı ve: "Karnın mı ağrıyor?" buyurdu. Ben: "Evet! Ey Allah'ın Resûlü!" dedim. "Öyleyse kalk! Namaz kıl! Çünkü namazda şifa var!" buyurdular."[125]
Namazda şifa olması hususunda yapılan bazı açıklamalar şöyledir:
1) Namaz bedenen birçok hareketleri ihtiva etmektedir: Bunların sağlığa tesiri herkesçe bilinen bir husustur.
2) Namaz mukaddes bir ibadettir, feyzle doludur: Kişinin onun feyzinden feyizlenmesi, maddî-manevî hastalıklarına şifa bulması rahmet-i ilahiyeden beklenir.
3) Namaz bir meşguliyettir: Zihnin, fikrin, hayalin, dikkatin dünyevî umurdan koparılıp ruhâniyata, maneviyâta çekilmesidir. Hele huşû, hudû ve huzur ile kılınan namaz, insanı, dünyevi olan ihraslardan fevkalade uzaklaştıracak, acılarını, ızdıraplarını duymaz hale getirecek, en azından onları asgari seviyede algılar, hisseder durumda tutacaktır. Bu çeşit, ruhî tahavvül ve teğayyürlerin bir kısım hastalıkların gelişme seyrini tâdil edeceği söylenebilir.
Nitekim tababette, tedavinin çeşitli usulleri vardır: Hastaya telkin, dua, ümit, sevinç ve heyecan vermek; unutturmak, ferahlatmak, efkâr ve üzüntüsünü gidermek; mahcup etmek vs... Namazda bunların bir kısmı vardır. Daha önce örnekler geçtiği üzere Ashabın namaz esnasında gürültü duymadıkları, yaralarındaki acıyı hissetmedikleri vs. rivayetlerle sabittir. Dolayısıyla namazın, hadiste kaydedilen örnekte olduğu üzere, karın ağrısı gibi, gelip-geçici bir kısım rahatsızlıklârın giderilmesinde ilaca, doktora gidinceye kadar hemen vesile edilecek bir çare olarak düşünülmesi gerekir.
Onuncu Ayet
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنوُا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Umulur ki korunursunuz." [126]
يَا اَيُّهَا Ey الَّذينَ edenler امَنوُا iman كُتِبَ farz kılındı عَلَيْكُمُ sizin üzerinize de الصِّيَامُ oruç كَمَا gibi كُتِبَ farz kılındığı عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ sizden önce gelip geçmiş ümmetlere لَعَلَّكُمْ Umulur ki تَتَّقُونَ korunursunuz
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Hz.Peygamber (a.s) Medine'ye geldiğinde her aydan üç günü ve Medineye gelmeden aşura günlerini oruçla geçirirdi. Sonra Yüce Allah orucu farz kılarak bu ayeti kerimeyi inzal buyurdu.[127]
M.Hamdi Yazır bu ayeti kerime ile ilgili olarak şöyle der:
(يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنوُا) "Ey iman ile mükellef bulunub da iman etmiş olanlar (ey ehli iman) (كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذينَ مِنْ قَبْلِكُمْ) sizden önceki Peygamberlerin ümmetlerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı, yani farz kılındı.” Buna binaen oruç külfeti sadece size mahsus yük olarak zannedib de gocunmayınız.[128]
Oruç: İslâmın dört temel ibadetinden ve beş esasından biri. Farsça'dan Türkçe'ye geçmiş bir isimdir. Kelimenin aslı "Ruze"dir. Önceleri "Oruze" (günlük) olarak kullanılmış; daha sonra "Oruç" şeklinde telaffuz edilmeye başlanmış ve bu şekliyle yaygınlaşmıştır. Arapça karşılığı "savm" veya "sıyam"dır. Savm kelimesinin lugat manası; yeyip/içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herşeyden el, etek çekmektir.
Oruç, ibadet kastıyla sahurdan akşama kadar yemeyi, içmeyi, yeme/içme sayılan şeyleri ve cinsel ilişkiyi terketmekle tutulmuş olur.
Oruç insanın meleklik yönünü güçlendirir ve insanı meleklerden yüce yapar. Hayvanî duygularını köreltir. Nefsinin taşkınlığını önler. İnsanı başıboş olmaktan kurtarır, ona Rabbini hatırlatır. Acıktıkça O'nun verdiği‚ nimetlerin değerini öğretir. Aç ve muhtaçların halini hatırlatır.
Oruç insana sabrı öğretir. Kişiyi ilâhlaşmaktan ve zorbalıktan kurtarır. Vücudunu dinlendirir, sıhhatini artırır, psikolojisini ve sinirlerini düzeltir. İnsana sırf midesi için yaratılmadığını hatırlatır.
Allah: "Oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben veririm"[129] buyurur. Demek ki, diğer yararların hepsi bir yana, oruç, Allah'ın rızasını sağlar. Kur'ân-ı Kerîm'de de orucun farz kılınması hikmeti olarak onun insanı takvaya götürdügü zikredilir.[130]
Orucun Hikmeti ve Faydaları
Orucun hikmetleri, aynı zamanda faydası sayılacağından, bu ikisini birlikte ele alıp, bazan fayda, bazan da hikmet diye açıklayacağız. Ancak anlaşılmasını kolaylaştırmak için, konuyu bir başka açıdan ikiye ayırarak işleyeceğiz:
a) Orucun keyfiyeti ile ilgili hikmetler,
b) Dünya ve Ahirete yönelik faydaları.
Bu yüzden orucun illeti, ya da en büyük hikmeti, farz olduğunu bildiren ayette gösterilen hedef olmalıdır." "Allah'tan sakınasınız, yani takvâ sahibi olasınız diye:.."[131] Aynı ayetin "Ey iman edenler..." hitabı ile başlaması da, orucun maddî fayda ve hikmetlerinden ötürü değil, ancak imandan ötürü tutulabileceğini gösterir. Nitekim modern tıp, orucun bazı faydalarını tesbit etmiş olmakla beraber, inanmayanların hiçbirisi müslümanlar gibi oruç tutuyor değillerdir. Allah Resûlü de makbul olan orucu, iman ve şartına bağlamıştır. Ancak aslolan bu olmakla beraber, orucun akılla kavranan birçok hikmetleri de yok değildir.
Orucun farziyetine dalalet eden ayet ile aşağıdaki hadisi şerif bir, her müslümanın farz olan orucunu ne zaman tutmaya başlayacağını güzel bir delildir.
Yüce Allah cümlemize kendisinin ve Aziz Peygamber (a.s) önem verdiklerine karşı hassasiyet göstermeyi nasip etsin.
Onuncu Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: لآَ تَصُومُوا حَتَّى تَرَوُا الهـَِللآ، وََ تُفْطَروا حَتّى تَرَوْهُ، فَإِنْ غُمَّ عَلَيْكُمْ فَاقْدُرُوا لَهُ
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın, yine (müteakip) hilâli görünceye kadar da iftar etmeyin. Şayet bulut araya girerse ayı takdir edin."[132]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّه Allah ِ لآَ تَصُومُوا oruç tutmayın حَتَّى kadar تَرَوُا görünceye الهـَِللآ Hilâli، وَلآَ تُفْطَروا iftar etmeyin حَتّى kadar da تَرَوْهُ yine hilâli görünceye، فَإِنْ Şayet غُمَّ عَلَيْكُمْ bulut araya girerse فَاقْدُرُوا لَهُ ayı takdir edin
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buhari, Enes (a.s)'dan şunu rivayet ediyor: Hz.Peygamber (a.s), bir ay müddetle hanımlarının yanına uğramayacağına yemin etti. Sonra kendisine ait yüksek bir yerde kaldı. 29. günde aşağı indi. Denildi ki; "Ey Allah'ın Resulü! Sen bir ay yemin etmiştin." O da buyurdu ki: "Ay 29 gündür."[133]
Hadis, Ramazan orucunu başlatmada da, sona erdirmede de hilâlin görülmesinin vâcib olduğuna hükmetmektedir. Hilâlin şu veya bu sebeple görülememesi halinde takip edilecek yol hakkında bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür: Hilâlin görülmesi beklendiği halde, görülmemesi durumunda tereddüd ortaya çıkar. Şâban ayından mı Ramazan ayından mı olduğu tam kestirilemeyen bugüne yevm-i şekk denir. Resûlullah oruca başlamak için "hilâli görme" yi şart koştuğu için yevm-i şekk'te oruç tutulması mekruh addedilmiştir.
Oruç sıkıntılı Mekke döneminde değil, imkânların oldukça bollaştığı Medine döneminde farz kılınmıştır, tâ ki, oruç[134] iktisadî şartların zorlaması ile konulan bir farzdır, denmesin. Bundan, imkânları bollaşıp, karnı doyan insanın, gayesini unutabileceği anlamı da çıkarılabilir. Farz olan oruç ise panzehirdir. İlacın fazlası zararlı, azı faydasızdır.[135]
Orucun bir ay oluşunda İslamın her şeyde orta yolu tuttuğunun işareti de vardır. Çünkü daha önceki dinlerde de oruç vardı, ancak bazısında çok uzun, bazında da çok kısa idi.
Dünya ve Ahirete Yönelik Faydaları
İnsan diğer varlıklara göre çok daha değişiktir ve o merkez durumundadır. Hayvanlarda sadece istiha (arzu, şehvet) vardır, akıl yoktur. Melekler ise sırf nurdan yaratılmışlardır, çeşitli arzulara (şehvetlere) sahip olmayan yüce varlıklardır. İnsan bu iki konumdan da nasibi olan varlıktır. Akla, ruha ve şehvetlere birlikte sahiptir. Onun için melek, yüceliği; hayvan da aşağılıgı temsil eder. Ama meleklerinkini aşan yücelikler bulunduğu gibi, hayvanları çok yücelerde bırakan aşağılıklar da vardır. İşte insan, bu uçsuz bucaksız arenada, kendi yerini seçme hürriyetine sahip tek varlıktır. Arzularını aklının ve ruhunun emrine vermekle, yükseldikçe yükselecek, belki de melekleri bile aşacaktır. Zıddı ile aklını ve ruhunu arzularının eline vermekle de "hayvanlardan da aşağı" olacaktır.
Oruç insanın gafletten uyanmasını, başıboş olmadığını anlamasını, ve Rabbini tanımasını sağlar.
Oruç, Allah'ın nimetlerini hatırlayarak O'na olan teşekkür borcunu ödemektir. Çünkü her zaman her istediğini yiyebilen insan, oruç tutmakla: "Bu nimetler benim mülküm değil, ben bunları yiyip içmekte hür değilim, başkasının malıdırlar, yemek için O'nun emrini bekliyorum" demiş ve manevî bir şükür yapmış olur.[136]
Oruç, gücüne, kuvvetine, varlığına güvenip ululuk taslayanları, firavunlaşma ve karunlaşma istidadında olanları, açlığın kırbacıyla acıtıp onlara âciz olduklarını ve bir Kadîre muhtaç bulunduklarını hatırlatır. Zira: "Dünyada açlık kadar müessir mahşeri bir vicdan oluşturan başka bir motif yoktur." Yine "bu yolla insanın mayasında bulunan kibir, gururu, enaniyet ve üstünlük gibi şeytânî tekebbürü de mahviyet, tevazu ve teslimeyete dönüştürür."
Oruç, maddî ve manevî bir perhiz ve bu itibarla önemli bir, ilaçtır. Nitekim Allah Resulü "Sıhhat bulmak için oruç tutun" buyurmuştur. (Orucun sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerine ve özellikle karacığere, damar sertliğine, böbreklere, kan yapısına, strese olan olumlu tesirleri vardır.[137] Oruç zor zamanlarda ve olağanüstü durumlarda, uzun süre açlığa tahammülü sağlayacak iyi bir eğitim ve cihad hazırlığıdır.
Oruç, vücutta bir fabrika durumunda olan mideye hizmetçi pozisyonundaki bir sürü organın, fabrika sanki yıllık bakıma alındığı için, onunla irtibatlarının kesilmesi, onların sırf mideye hizmet için yaratılmadığını, melekleşme yolunda da görevlerinin bulunduğunu hatırlatmaktır.
On Birinci Ayet
فيهِ ايَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرهيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ امِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبيلًا وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّهَ غَنِىٌّ عَنِ الْعَالَمينَ
“Apaçık ayetlerin bulunduğu o yerde İbrahim’in makamı vardır. Her kim oraya girerse emin olur. Onun yoluna gücü yeten kimsenin evi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim de kafir olursa elbette ki Allah alemlerden müstağnidir.”[138]
فيهِ o yerde ايَاتٌ ayetlerin بَيِّنَاتٌ Apaçık مَقَامُ makamı vardır اِبْرهيمَ İbrahim’in وَمَنْ Her kim دَخَلَهُ oraya girerse كَانَ olur امِنًا emin وَلِلّهِ Allah’ın عَلَى üzerindeki النَّاسِ insanlar حِجُّ haccetmesi الْبَيْتِ evi مَنِ اسْتَطَاعَ gücü yeten kimsenin اِلَيْهِ Onun سَبيلًا yoluna وَمَنْ Her kim كَفَرَ kafir olursa فَاِنَّ elbette ki اللّهَ Allah غَنِىٌّ müstağnidir عَنِ الْعَالَمينَ alemlerden
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Ali b. Ebi Talib (r.a) da şöyle demiştir: Şanı Yüce Allah meleklere yer yüzünde bir ev bina etmelerini ve etrafında tavaf etmelerini emretti. Bu ise, Hz, Adem'in yaratılışından önce olmuştu. Daha sonra Hz. Adem, bu evin yapabildiği kadarını bina etti ve onu tavaf etti. Ondan sonra diğer peygamberler de böyle yaptı, Sonra da onun inşasını İbrahim (a.s) tamamladı.[139]
Haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur.[140]
Hac: İslâm'ın temel ibadetlerinden biri. Arafat'ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama'yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm'ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet.
Hac, hcc kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir. Kur'an-ı Kerîm'in 22. suresinin adı da "Hac Suresi"dir.
Kadi İyaz (ö. 544/1149) şöyle demiştir: Ehli sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah'a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette devam eder. Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları razı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de mümkündür.[141]
Hac ibadeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf hâlinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Böylece, şu ayetlerdeki mana tecelli eder:
وَاَذِّنْ فِى النَّاسِ بِالْحَجِّ يَاْتُوكَ رِجَالًا وَعَلى كُلِّ ضَامِرٍ يَاْتينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَميقٍ () لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللّهِ فى اَيَّامٍ مَعْلُومَاتٍ عَلى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهيمَةِ الْاَنْعَامِ فَكُلُوا مِنْهَا وَاَطْعِمُوا الْبَائِسَ الْفَقيرَ
"İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah'ın adını ansınlar. Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin. "[142]
Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takva dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir.
Hac, İsalam dininin sosyal bir dayanışma merkezidir. Bu anlayışla ifa edilmesi gereken dinimizin farz kıldığı bir ibadettir.
Yüce Allah cümlemize bu anlayışla hac ibadetimizi ifa etmeyi nasip etsin.
On Birinci Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: يَا أيُّهَا النَّاسُ قَدْ فُرِضَ عَلَيْكُمْ الحجُّ فحُجُّوا.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Ey insanlar, kuşkusuz size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!"[143]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِAllah: يَا أيُّهَا Ey النَّاسُ insanlar قَدْ kuşkusuz فُرِضَ farz kılınmıştır عَلَيْكُمْ size الحجُّ hacc فحُجُّوا Şu halde haccı edâ edin
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buhârî; Müslim; Nesâ-î,[144] Ebu Hüreyre hazretleri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şöyle hitab etti: "Ey insanlar, size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!" Cemaatte bulunan bir adam: "Her sene mi, Ey Allah'ın Resûlü?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine: "Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın. (Madem ki, sükût ettim, niye sormada ısrar ediyorsunuz?) Şayet (sorunuza) "Evet!" deseydim, her yıl haccetmek vacib oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki, sizden öncekileri helak eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfa edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)"[145]
Hadisin sebebi Vürûdunun tespitinden sonra yukarıdaki ayette haccın izahını yaptık. Şimdide umre ile ilgili izahata geçelim.
Umre: Hac gibi belirli bir zamana bağlı olmaksızın yapılan Kâbe ziyareti anlamında bir terim. Umre, Hanefî ve Malikî mezheplerine göre sünnet-i müekkede, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre farzdır.
Hac sadece hac mevsiminde yapıldığı halde, umre her zaman yapılabilir. Ancak kurban bayramının arefe günü ile, bu bayramın dört gününde yapılması mekruhtur. Ramazanda yapılması ise daha çok sevaba vesîledir.[146]
Umre esas itibariyle, Kâbe'yi tavaf (etrafında yedi defa dönmek) ve Safa ile Merve tepeleri arasında yedi defa sa'y (koşmak) dır. Hacda olduğu gibi; Müzdelife'ye gitmek, Arafat'ta vakfe yapmak, Mina'da şeytan taşlamak umrede yoktur.
On İkinci Ayet
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe Cennete (ve iyiliğin en güzeline) birr eremezsiniz. Her neyi infak ederseniz kuşkusuz Allah onu bilir."[147]
لَنْ تَنَالُوا eremezsiniz الْبِرَّ birr حَتّى etmedikçe تُنْفِقُوا مِمَّا şeylerden تُحِبُّونَ Sevdiğiniz وَمَا تُنْفِقُوا infak ederseniz مِنْ شَىْءٍ Her neyi فَاِنَّ kuşkusuz اللّهَ Allah بِه onu عَليمٌ bilir
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu ayetin nüzûlü şöyledir: Ebû Talha (r.a) en çok sevdiği malı olan "Beyrahâ" bahçesini Allah yolunda tasadduk etmek istemiş, Hz. Peygamber'in; "yakın hısımlarına ve amcasının oğullarına vermesi" tavsiyesine uyarak böyle yapmıştır.[148] Hz. Ömer Hayber'den hissesine düşen değerli ganimet toprağını vakfetmiştir.[149]
Bu ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar bu ilahi direktifin anlamını gerçekten kavradılar. Sevdiklerinden fedakârlık ederek, mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda dağıtarak iyiliğe ulaşma çabasına girdiler. Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha büyük ve daha üstünlerini elde etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler.
Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin tümüne kavuşturan Rablerinin direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri onları malın köleliğinden, nefsin cimriliğinden ve egoistlik sevdasından özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça yükseliverdiler.
Bu girişten sonra şimdi de infak nedir, nasıl verilir ve kime verilir açıklamaya çalışalım.
İnfâk: Nafaka verip geçindirme, besleme, Allah yolunda harcama. Bir terim olarak; gerek hısımlardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlama, demektir. Zaruri ihtiyaç ve maişet için sarfolunacak paraya ve azık çeşidine "nafaka" denir. Bir kimsenin kanunen geçindirmek zorunda bulunduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık da bu adı alır.
Allah yolunda yapılan harcamanın, malın sevilen çeşidinden yapılması, kişiyi "birr" derecesine ulaştırır.
Zeyd b. Hârise (r.a) "Seyl" adındaki ünlü atını tasadduk etmesini Hz. Peygamber'den istemiş, O da atı Usâme b. Zeyd (r.a)'e vermiştir. Hasan el-Basrî şöyle der: "Bir kimse sevdiği bir tek hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verirse bu ayetteki "birr"e mazhar olmuş olur."
Ömer b. Abdülaziz, yoksullara bol miktarda şeker dağıtır ve sebebini soranlara da şu cevabı verirdi: “Çünkü ben en çok şekeri severim” demiştir.
İnfak, ayetin akışından da anlaşılacağı üzere zekattan önce Müslümanlara şart koşulmuş bir dini emirdir. Bunun sebebi ise ileride gelecek olan dini hükümlere karşı hazırlanmaktır. Örneğin malını Allah yolunda infak etme cömertliğini göstermeyenler, yarın nasıl Allah yolunda can verip şehit olacaklar.
İşte buna binaen İslam dini, önce fıtratın zaafı olan malın infakını öne almış ondan sonra diğer hükümleri emretmiştir.
Yüce Allah cümlemize kendi yolunda cömertlik edip ihsanda bulunan kullarından eylesin.
On İkinci Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: فَاتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ،
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Bir hurmanın yarısı da olsa (onu sadaka olarak vererek) ateşten korunun![150]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah فَاتَّقُوا korunun النَّارَ ateşten وَلَوْ olsa بِشِقِّ yarısı da تَمْرَةٍ Bir hurmanın
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buharî, Adiy b. Hatim (r.a)’den naklediyor, Hz.Peygamber (a.s): "Ateşten Allah'a sığının velevki bir hurmanın üçte biriyle de olsa." Sonra "Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! buyurdular.[151]
Adiyy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında iken bir adam geldi ve fakirlikten şikayet etti. Derken biri daha gelip, o da yol kesilmesinden şikayet etti. Aleyhissalâtu vesselâm: "Ey Adiyy dedi, sen Hire şehrini gördün mü?" "Hayır görmedim, ancak işittim!" dedim. Bunun üzerine: "Eğer ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir kadının Hire'den (tek başına) kalkıp Ka'be'yi tavaf edeceğini mutlaka göreceksin. O bu seyahatini yaparken Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak!"
Adiyy der ki: "İçimden, kendi kendime, "memlekete dehşet saçan Tayy eşkiyaları nereye gidecek?" dedim. Resulullah sözlerine devam etti: "Eğer ömrün olursa Kisra'nın hazinelerinin de fethedildiğini göreceksin!" Kisra İbnu Hürmüz mü?" diye araya girdim."Evet İbnu Hürmüz olan Kisra!" buyurdu ve devam etti: "Eğer hayatın uzarsa mutlaka göreceksin: Kişi eli altın veya gümüş parayla dolu olduğu halde bunu tasadduk etmek üzere fakir arayacak fakat kendinden onu kabul edecek bir tek adam bulamayacak. Her biriniz, mutlaka bir gün gelecek aranızda herhangi bir perde, bir tercüman olmaksızın Allah'la karşılaşacaksınız. O zaman Allah Teala hazretleri: "Sana tebliğ getiren bir peygamber göndermedim mi?" diye soracak. Muhatabı: "Evet gönderdin!" diyecek. Rabb Teala:"Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim mi?" diye soracak, kul: "Evet! Ey Rabbim verdin" deyip sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek, soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek."
Adiyy der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! Kim yarım hurma bulamazsa güzel bir sözle korunsun!"
Yine Adiyy (radıyallahu anh) dedi ki: "Ben Hire'den kalkıp, Beytullah'ı tavaf eden ve Allah'tan başka kimseden korkmayan yaşlı kadını gördüm. Kisra İbnu Hürmüz'ün hazinelerini fethedenler arasında ben bizzat bulundum. Eğer sizlerin ömrü uzun olursa mutlaka, Ebu'l-Kasım (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu söylediğini de göreceksiniz: "Kişi, eli altın veya gümüşle dolu olarak çıkacak, onu kendinden (sadaka olarak) kabul edecek adam bulamayacak."[152]
Şimdi bu girişten sonra sadaka nedir ve kimlere verilir ve nasıl verilir açıklamaya çalışalım.
Sadaka: Zekât, Allah rızası için yapılan iyilik veya verilen şey, sadaka insanın malından sırf Allah rızası için muhtaç olanlara temlik edilmek üzere çıkardığı bir vergi türü anlamında bir fıkıh terimi. Zekâta, mü'minlerin Allah'ın emirlerine uymadaki sadakatlarini gösterdiği için "sadaka" da denilmiştir. Çoğulu sadakât'tır. Sadaka kavramında üç temel özelliğin bulunması gerekir: İhtiyaç, mülkiyetin nakli ve temlîkin Allah için olması.
Sadaka geniş anlamıyla nafile olarak yapılan hayır ve hasenâtı, insan ve hayvanlara yapılan iyilik, lütuf ve ihsanları, hatta insanların gönlünü hoş eden güzel söz ve davranışları kapsamına alır. Sadaka-i câriye, vakfedilmiş sadaka ile diğer hayır ve hasenât bu niteliktedir.
Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka anlamına gelir. Bir hadiste sürekli ecir kaynağı olan ameller şöyle belirlenir: "İnsan öldüğü zaman amel işlemesi kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnadır. Sadaka-i cariye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih çocuk."[153] Bu hadiste zikredilen sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescid, yoksullar için aş evi, hastahane ve okul gibi hayır yerlerini kapsamına alır. İnsanlar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, yol gösterenler ve destek olanlar, gerek sağlıklarında ve gerekse vefatlarından sonra ecir almaya devam ederler.
Yararlı bir ilim bırakan da, bu ilimden, kitaptan, keşif ve icattan toplum yararlandıkça, mü'min olmak şartıyla, sürekli olarak ecir alır.
Hanefilere göre, bağışlanan her çeşit ibadetin sevabı ölülere ulaşır. Ancak ölen kimse namına zekât, adak, hac gibi mali yönü olan ibadetleri ifa etmek mümkün ise de; namaz, oruç gibi ibadetleri onun namına ifa yeterli değildir. Bunların bizzat hayatta iken ifası gerekir. Çünkü bu ibadetler, ferdi, beden ve ruh bakımından olgunlaştırır, olumlu etkileri bizzat bunları yapanların kendilerinde görülür. Başkalarının bunları yapmasıyla asıl yükümlü üzerindeki fayda sağlanmış olmaz.
On Üçüncü Ayet
قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَا اَذًى وَاللّهُ غَنِىٌّ حَليمٌ
"Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. (O) Halimdir." [154]
قَوْلٌ söz مَعْرُوفٌ Güzel وَ ve مَغْفِرَةٌ bağışlama خَيْرٌ daha iyidir مِنْ صَدَقَةٍ sadakadan يَتْبَعُهَا arkasından gelen اَذًى incitme وَاللّهُ Allah'ın غَنِىٌّ hiçbir şeye ihtiyacı yoktur حَليمٌ (O) Halimdir
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Tebük Gazvesi için hazırlanan ve (Ceyş-i usret) denilen ordunun techizi için Hz.Osman (r.a) bin deve, Abdurrahman bin Avf da dört bin dirhem infak etmişlerdir. Ayeti kerime bunları taltifen nazil olduğu rivayet edilir.[155]
Güzel bir söz, kalplerin yaralarını sarar, onları hoşnutluk ve güler yüzlülük duygularıyla doldurur. Bağışlama, ruhların kinlerini temizler, yerine kardeşlik ve doğruluğu yerleştirir. Bu durumda güzel bir söz ve bağışlama sadakanın birinci görevini; ruhların arındırılması ve kalplerin yakınlaştırılması görevini yerine getirmiş olmaktadır.
Sadakanın, verenin alana karşı bir üstünlük aracı olmadığını, yalnızca Allah'a verilen bir borçtur.
Kur'an-ı Kerim insanlara yapabildikleri oranda kendilerini O'na göre eğitmeleri için sürekli Allah'ın sıfatlarını hatırlatmaktadır. Kuşkusuz müslüman, Rabbinin sıfatlarını bilmek ve tabiatının gücü oranında payına düşen kısmını almak için eğitimle o yüce basamaklara çıkmaya çalışır.
Vicdani etkiler ulaşması gereken en son noktaya varınca mallarını Allah yolunda infak edip arkasından başa kakma. Eziyet etmeyenlere örnek olarak gelişmekte olan ve cömert hayattan bir sahne sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bu tür eziyet verici sadakadan müstağni olduğu açıklanıp, O'nun gazap ve eziyet için acele etmeksizin rızıkları verdiği belirtilmektedir. Evet, vicdani etki bunlarla hedefine varınca hitap, sadakalarını başa kakma ve eziyet etme ile boşa çıkarmamaları için iman edenlere yönelmekte. Onlara önceki sahneye uygun anlamı tablolaştıran, etkiye hareket kazandıran ve durumu hayallerde somutlaşan sahneye dönüştüren, bunların edebi tasvir yöntemi gereğince, içinde içtenlikle Allah için yapılan infak ile başa kakma ve eziyetle kirlenen infakın tabiatının tasvir edildiği bir, daha doğrusu iki harika ekim ve gelişme sahnesi sunmaktadır.[156]
Her sadaka kişinin cehennem azabından azat ve uzaklaşmasına sebeptir.
Bir bozukluk para vermek, bir parça ekmek vermek nasıl sadaka ise güzel bir söz ve tatlı tebesüümde sadakadır.
Sadedinde olduğumuz ayet güzel bir sözün sadaka olduğunu bize bildirirken, aşağıdaki hadisi şerif de her gönül fetheden ve insanların morel kaynağı olan şeylerin sadaka hükmüne geçeceğini bize bildirmektedir.
Yüce Allah cümlemize alarak, başkasından bekleyerek değil de, vererek erenlerden eylesin.
On Üçüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: خَيْرُ الصَّدَقَةِ مَا كَانَ عَنْ ظَهْرِ غَنِيٍّ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Sadakanın en hayırlısı zenginlik halinde verilendir."[157]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah خَيْرُ en hayırlısı الصَّدَقَةِ Sadakanın مَا كَانَ halinde عَنْ ظَهْرِ verilendir غَنِيٍّ zenginlik
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Nesai,[158] Hz. Ebu Hüreyre (r.a)’dan naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün sadaka (nafaka) vermeyi emretmişti. Bir adam: "Ey Allah'ın Resûlü, dedi yanımda bir dinarım var!" "Onu kendine tasadduk et (kendi nafakan için harca)!" buyurdu. Adam: "Yanımda bir dinar daha var(sa)?" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Onu da çocuklarına tasadduk et" buyurdular. Adam tekrar: "Bir başka dinarım daha var(sa)?" deyince: "Onu da zevcene tasadduk et" emrettiler. Adam bu sefer: "Başka bir dinarım daha var(sa)?" dedi. Aleyhissalatu vesselam: "Onu da hizmetçine tasadduk et!" deyince, adam tekrar atıldı: "Bir başka dinarım daha var(sa)?" Aleyhissalatu vesselam: "Onun nereye verileceğini sen daha iyi bilirsin. Zira sadakanın en hayırlısı zenginlik halinde verilendir" cevabını verdi.[159]
Yüce dinimiz olan İslamın güzelliklerinden bir tanesi de, kişinin gücü yetmeyeceği şeylerle mükellef kılmasıdır. O zaman en güzel amel, kişinin güç getireceği şeyleri yapması ve sadakasını elinde varsa, ihtiyacından fazla ise vermedir.
Sadaka-i Fıtır: Ramazan bayramı sadakası. Buna zekatul-fıtır veya yalnız fıtır da denir. Yaratılış şükranesi olmak üzere sevap kazanmak kasdiyle verilir. Fıtır sadakası Hicret'in ikinci senesinde zekat farz olmadan önce vacib olmuştur. Hür müslüman ve asıl ihtiyacından fazla nisap miktarı bir mala sahip olan kişilerin vermesi gerekir.
Birde sadaka, sadece para ile sınırlı değildir. Parası olmayanında sadakaya girecek başka şeyler yapması lazımdır.
Örneğin; farz ve vacib sadaka dışındaki sadaka kapsamının genişliğini şu hadiste görmek mümkündür: "İçinde güneş doğan her gün, insanların her bir mafsalı için kendilerine bir sadaka gerekir. Meselâ; İki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen bir kimseye yardım ederek, hayvana bindirmen veya eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. Gelip geçene sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırman bir sadakadır."[160] Bu hadiste, "sülâmâ" parmak kemikleri demektir. Ancak burada vücuttaki tüm kemik ve mafsallar kastedilmiş, kemiklerin insanın oturup kalkması ve hareket etmesi için ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekilmiştir. İşte böyle bir nimete karşılık farz olan sadaka yerine, günlük bir takım hayra yönelik hareket ve davranışların bu nimetin sadakası olduğu belirtilmiştir. Burada nimetin şükür borcunun hafifletildiği görülür. Namaza giderken her adımın sadaka sayılması, her adım karşılığında bir derece yükseltme ve bir günah affetme anlamındadır.[161]
Diğer yandan başka hadislerde, insanlara iyiliği emretmenin,[162] Allah'a hamdetmenin ve O'nu tesbih etmenin bir sadaka olduğu belirtilmiştir.[163] Bir kimseye yol veya adres tarif etmek sadaka sayıldığı gibi,[164] gönül alıcı yumuşak söz,[165] bir ağaç dikenin bu ağacından insan veya hayvanların yemesi ya da yararlanması da sadaka sayılmıştır.[166]
On Dördüncü Ayet
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
"Ey iman edenler! Kuşkusuz şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz." [167]
يَا اَيُّهَا Ey الَّذينَ edenler امَنُوا iman اِنَّمَا Kuşkusuz الْخَمْرُ şarap وَالْمَيْسِرُ kumar وَالْاَنْصَابُ taşlar وَالْاَزْلَامُ şans okları رِجْسٌ birer pisliktir مِنْ عَمَلِ işi الشَّيْطَانِ şeytan فَاجْتَنِبُو uzak durun ki هُ bunlardan لَعَلَّكُمْ eresiniz تُفْلِحُونَ kurtuluşa
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Bu ayetin sebebi Nuzûlü aşağıdaki izah edilecek konu içinde serdedilmiştir.
Fahruddin er-Râzi, bil ki bu âyet, birçok yönden içki içmenin haram kılındığına delâlet eder:
a) “İnnemâ” (ancak) edatı ite başlamıştır. Bu kelime sadece, ancak manası ifâde eder. Buna göre Hak Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Bu dört şeyden başka, şeytanın ameli olan başka bir şey ve pislik yoktur."
b) Hak Teâlâ, içki ve kumar putlara (dikili taşlara) tapmakla birlikte zikretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s)'ın "İçki içen, puta tapan kimse gibidir"[168] hadisi de bu manadadır.
c) Allah Teâlâ, bunlardan kaçınmayı ve uzaklaşmayı emretmiştir. Emrin zahiri, vücûb (farziyyet) ifâde eder.
d) Cenâb-ı Allah, (bir önceki âyette), "kurtuluşa erersiniz" buyurmuş ve bunlardan uzaklaşmayı, kurtuluşa ermek saymıştır. Uzaklaşma, bir felah olunca; bunları işlemek de, bir hüsran ve bir umduğunu bulamama olur.
e) Allah Teâlâ, dinî ve dünyevî bakımdan, bu şeylerden doğan çeşitli kötülükleri beyân etmiştir. Bunlar insanlar arasında, düşmanlık, kin ve nefretin meydana gelmesi ve Allah'ı zikretmekten ve namazdan yüz çevirmenin hasıl olmasıdır.
f) Allah "Artık vazgeçtiniz değil mi?" buyurmuştur. Bu ifâde yasaklama üslupları içinde en beliği, en etkitisidir. Sanki şöyle denilmektedir. "Muhakkak ki size, içkinin çok çeşitli kötülüklerini ve zararlarını içeren âyetler okunmuştur. Şimdi siz, bu men edici sebepler karşısında artık vazgeçecek misiniz? Yoksa bu öğütlerden ders almayıp da, aynı hata üzere devam mı edeceksiniz?"
g) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın müteakiben gelen âyetidir.[169]
Hicretin üçüncü senesinde, Uhud savaşından sonra indirilen içkiyi yasaklayıcı ayetlerden sonra, Medine sokaklarında dolaşıp: "Ey ahali, artık içki haram kılınmıştır" diye, bağırılmasından başka bir şeye ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde bardağı olan onu kırdı, ağzında bir yudum içki olan onu geri tükürdü. Şarap fıçıları kırıldı, içki şişeleri kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı yokmuş gibi halledildi.[170]
Sarhoşluk muminin şiarından değildir. Çünkü sarhoşluk aklı giderir. Müslümanların günümüz modern çağda akla çok ama çok ihtiyaçları vardır.
Açıklamaya çalıştığımız ayeti kerime içkinin haramlığını vurgularken, aşağıdaki hadisi nebevi ise her türlü sarhoşluğun doğru olmadığını ifade buyurmaktadır.
Her insanın akla ihtiyacı vardır. Akıl olmazsa insanın ne din ne de dünya hayatı müteber olur. Çünkü din de dünya da akılla elde edilir. Aklı olmayanın ne dininden ne de dünyasından hiçbir hayır gelmez.
Yüce Allah cümlemize aklımıza mukayit olmayı nasip etsin.
On dördüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: كُلُّ مُسْكرٍ حَرَامٌ،
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: [171]"Her sarhoş edici şey haramdır."[172]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resulü (a.s) اللّهِ Allah كُلُّ Her مُسْكرٍ sarhoş edici şey حَرَامٌ haramdır
Hadisi Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Ebu Musa (r.a)'dan: "Resûlullah'a "Ey Allah'ın Resûlü, dedim, Yemen'de yapmakta olduğumuz şu iki şarap hakkında bize fetva ver: Bit'; bu baldandır, şiddetleninceye kadar nebiz yapılır. İkincisi mizr'dir, bu mısırdan ve arpadan yapılır, bu da şiddetleninceye kadar nebiz yapılır." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bütün sarhoşluk veren şeyler haramdır" buyurdular. [173]
Hadisin sebebi Vürûdunu tespit ettikten sonra şimdide gerek ayeti kerimenin ve gerekse hadisi şerifin parelelinde içkinin zararlarını izahını yapmaya çalışalım.
İçki: Aklın sıhhatli düşünme ve muhakeme yeteneğini gideren, sarhoşluk denilen hale sebep olan içecekler.
İçki içmek İslâm'da yasak olduğu gibi, önceki semavî dinlerde de bu konuda bazı yasaklar getirilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'ta şu cümleler dikkati çeker: "Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırt edesiniz."[174]
İncil'de bu konuda şöyle denir: "Onlar yemek yerlerken, İsa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim."[175]
Eski Türklerin İslâm'dan önce Şamanizm'e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde genellikle sevinçli zamanlarda ve kutsama törenlerinde Kımız vb. çeşitli içkilerin içildiği bilinmektedir.[176]
İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz. Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta "Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.”
İçkinin yasak oluşu icma-ı ümmet ile sâbittir. İslâm fakihleri bu konuda görüş birliği içindedirler. Hz. Ömer (r.a) Allah elçisinin minberinden "aklı perdeleyen her şey içkidir" sözüyle özlü bir tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren herşey içki sayılır. Sıvı veya katı olması sonucu değiştirmez.
Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir. İşte İslâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın yasakları tıp tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır.[177]
* "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır."[178]
* Hz. Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir."[179]
* "Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir."[180]
On Üçüncü Ayet
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan sakının ki başarıya erişebilesiniz.” [181]
يَا اَيُّهَا Ey الَّذينَ edenler امَنُوا iman اصْبِرُوا Sabredin وَصَابِرُوا sebat gösterin وَرَابِطُوا hazırlıklı ve uyanık bulunun وَ ve اتَّقُوا sakının ki اللّهَ Allah'tan لَعَلَّكُمْ erişebilesiniz تُفْلِحُونَ başarıya
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Mücâhid bu âyet-i kerîmenin bütün ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söylemiştir ki en uygun görüş budur. Zira Cenâb-ı Hak, kâfirlerin varacakları yerlerinin cehennem olduğunu bildirince, ehl-i kitaptan imân edenlerin varacakları yerlerinin cennet olduğunu beyân buyurmuştur.[182]
Cenâb-ı Hak, “Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan sakının ki başarıya erişebilesiniz.” buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, bu sure (Ali İmran) de, gerek usûl (inanç), gerekse fürû (ahkam)a dâir pek çok hakikatten bahsedince, usûl, tevhid, adalet, nübüvvet ve âhiret meselelerinin izahı ile ilgili olan konular; fürü da hacc, cihâd ve benzeri mükellefiyet ve ahkâmla ilgili şeylerdir, bütün âdabı içine alan bu âyetle bitirmiştir.[183]
Bu iman edenlere yönelik yüce bir çağrıdır. Kendilerine bu ağır yükü yükleyen, davet ve sorumluluk için eğiten, yerde onurlandırdığı gibi gökte de onurlandıran kaynağa bağlayan sıfatlarıyla yapılan bir çağrı...
"Ey müminler..."
Sabretmeleri, sabırda yarışmaları, hazırlıklı olmaları ve Allah'tan korkmaları için, onlara çağrı yapılmaktadır.
Evet onların sabırda yarışması, sürüp giden cihadda müminlerin sabrını tüketemez, aksine onları düşmanlarından daha sabırlı ve daha güçlü kılar. Kalplerinin gizliliklerindeki düşmanlarından -şeytan- ve insanların en kötüsü olan düşmanlarından olsun o, fark etmez. Sanki bu bir yarıştır.
Düşmanlarıyla kendileri arasında... Sabra karşı sabır, savunmaya karşı savunma, çalışmaya karşı çalışma, ısrara karşı ısrara çağırıyor sanki. Yarışmanın gayesi de düşmanlarından daha dirençli, daha sabırlı olmalarıdır. Batıl ısrar ediyorsa, sabredip yoluna devam ediyorsa, hakk, daha ısrarlı ve yolunu sürdürmede daha sabırlı olmaya layıktır. "Murabata" -hazarlıklı olma cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da asla onları korkutamaz.[184]
Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm'da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri ortamları hazırlamaktır.
İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsani arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır.
Yukarıdaki ayet, bize uyanık olmamızı emrederken aşağıdaki hadisi şerif ise; “su uyur düşman uyumaz” ata sözüyle sizde meşru müdafanızı yaparken uyanık olun demek istiyor.
Er kişinin hakkını müdafa etmesi üzerine vaciptir. Her vacibin müdafası esnasında ölmek şehadettir.
Yüce Allah cümlemize hakka ait haklarımızı hakkıyla müdafa etmeyi nasip eylesin.
On Üçüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ اللّهِ: مَنْ أُتِيَ عِنْدَ مَالِهِ، فَقُوتِلَ فَقَاتَلَ ، فَهُوَ شَهِيدٌ.
Allah Resûlü (a.s) buyurdular ki:[185] "Kimin malının yanına (gasp etmek için) gidilir (mal sahibi de malını) müdafa ederken çarpışır öldürülürse, okimse şehit olur. "[186]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resûlül (a.s) اللّهِ Allah مَنْ Kimin أُتِيَ gidilir عِنْدَ yanına مَالِهِ malının، فَقُوتِلَ çarpışır فَقَاتَلَ öldürülürse، فَهُوَ o kimse شَهِيدٌ şehit olur
Hdisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Ebu Davud,[187] Said b. Zeyd (r.a) rivayet ettiğine göre, Hz.Peygamber (a.s) şöyle buyurmuş: "Sizin şehitleriniz kimdir" diye buyurdu. Biz, "Allah yolunda vuruşanlar" dedik. Efendimiz (a.s): "Ümmetimin şehitleri azdır" diye buyurdu. Onlar kimdir ya Resulüllah? "Onlar malını müdafa ederken ölenlerdir" diye buyurdular.[188]
Hadisin sebebi Vürûdunu tespit ettikten sonra şimdide şehitlik nedir ve nasıl şehit olunur kunusunu izah edelim.
Şehit: Şehit, kelime olarak kesin bir haberi veren, bildiğini söyleyen, hazır olan, bulunan, bir hadiseye şahid olan, şahitlik eden. Dinî anlamda, Allah rızası için, O'nun yolunda canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması veya onun Yüce Allah'ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta ruhunun doğrudan doğruya Daru's-Selâm'da (Cennet'te) bulunması veya Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.
Arapça bir kelime olan şehid, "şehi-de" fiilinden türemiş olan bir isimdir. Mastarı, şehâdettir. Şehidin çoğulu, "şuhedâ" ve "eşhâd" olarak gelir.[189]
Kur'an'da otuz beş dolayında "şehid" kelimesi ve yirmi civarında da, çoğulu olan "şuheda" kelimesi geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle beraber, Kur'an'da geçen "şehid" kelimesi, daha çok şâhid manasınadır. Şehid, aynı zamanda Yüce Allah'ın isimlerinden biridir.
Hz. Muhammed (a.s)'ın zamanından günümüze kadar, çok sayıda insanlar, Allah rızası için, Tevhid mücâdelesi için, Allah'ın adını yüceltmek ve emrini hakim kılmak için canını verip şehid oldu. Bunların başında Yasir ve hanımı Sümeyye gelmektedir. Ammar b. Yasir'in babası Yasir, bir köle idi. Bir cariye olan Sümeyye ile evlendirilmişti ve bu evlilikten Ammar dünyaya gelmişti. Bu mütevazi ailenin fertleri, hep beraber müslüman olmuşlardı. Bekir oğulları, bunların üçünü de azad etmişlerdi. Müşrikler onlara çok eziyette bulundular. Yasir ve hanımı Sümeyye, müşriklerin zulmü neticesinde şehid olmuşlardı. Ammar anasız ve babasız kalmıştı. Hz. Muhammed (a.s), onlara dua etmişti. Yasir ilk erkek ve hanımı Sümeyye ilk kadın şehid olmuştu. Bu şehidlik kervanı, herhangi bir yer veya zamanda noktalanmadı ve noktalanmayacak, kıyâmete karar devam edecektir.[190]
Şehid olan insanların kul hakkı dışındaki bütün günahları affedilir. Şehid olmak, herkese nasip olmayan büyük bir şereftir ve mü'minler için mükemmel bir nimettir. Güzel bir şekilde yaşamak, ondan sonra Allah yolunda O'nun rızası için şehid olmak, her mü'minin hayal ettiği bir mutluluktur. İmân sahibi olan insanın böyle bir şuur ve düşünce ile yaşaması, Hz. Muhammed (a.s) tarafından ne kadar güzel bir şekilde övülmüştür!..: "Şehid olmayı Yüce Allah'tan samimi olarak dileyen kimseyi, Allah, rahat yatağında vefat etse bile, şehidlerin derecesine eriştirir."[191]
On Altıncı Ayet
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّى لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا
“(Resûlüm!) De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resûl'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; artık (bunun azabı da) kaçınılmaz olacaktır!” [192]
قُلْ De ki مَا ne diye يَعْبَؤُا değer versin? بِكُمْ size رَبّى Rabbim لَوْلَا olmasa دُعَاؤُكُمْ Duanız فَقَدْ kesinkes كَذَّبْتُمْ yalan saydınız فَسَوْفَ artık يَكُونُ olacaktır لِزَامًا kaçınılmaz
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
Furkan suresi Mekke'de nazil olup 68,69 ve 70 ayetleri Medine'de nazil olmuştur. Sadedinde olduğumuz ayet buna göre Mekke'de Müslümanlara moral vermek için nazil olmuştur.[193]
"De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?" [194]
Bu ifadede peygamber efendimiz (a.s)’a yönelik bir dayanak, bir destek anlamı var:
"De ki; Rabbim size ne diye değer versin?"
Ama ben O'nun yanında ve O'nun himayesindeyim. O, benim Rabb'imdir, ben O'nun kuluyum. O'na inanmadan, O'nun has kullarına katılmadan, ne değeriniz olabilir ki? Siz cehennem yakıtısınız?
Sizler Allah'ın ayetlerini yalanladığınız için azap, hiç yakanızı bırakmayacaktır. [195]
Râzi, Yüce Allah, Resulüne: "Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?" demesini emretmiştir. Bu ifadeyle de, kendi yüce zatının, kulların ibadetinden müstağni olduğunu, onları ancak kendi taatlarından faydalanmaları için mükellef tuttuğunu anlatmıştır.[196]
Bu girişten sonra duanın tanımına ve nerde nasıl dua edileceğini izah etmeye çalışalım.
Dua: Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak.
Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar.
Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder. İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi artar. Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir. Bu nedenledir ki, dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır.
Duanın muhteviyatı, Allah'tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır. Meselâ yemek duası ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak dua ayrıdır... Birçok konuda Hz. Peygamber (a.s.)'den nakledilmiş dualar mevcuttur. Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş peygamberlerin duaları zikredilir. Dua bu me'sur dualarla yapılabileceği gibi, kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir. Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra, helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken... Hz. Muhammed (a.s.)'den nakledilmiş dualarla dua etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir.
Dua eden kişi gönülden etmeli, duasında iyi şeyleri isteyerek kendisi de o doğrultuda çaba sarfetmelidir. Kişi duasında samimiyetini tavırlarıyla da ortaya koymalıdır. Meselâ duasında Allah'ın emirlerine itaat eden samimi bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman olma çabası içerisinde olmalıdır.
Yukarıdaki ayet, dua etmeye teşvik ederken, aşağıdaki hadis ise duanın ibadet olduğunu ve onun terkinin mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Çünkü ibadetsiz din, din olmaz. Duasız ibadet ise ibadet olmaz. Yani eksik olmuş olur.
Yüce Allah cümlemize ibadetlerimizi dua ile nihayete erdirme gayretini ihsan etsin.
On Altıncı Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: الدُّعَاءُ هُوَ الْعِبَادَةُ،
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Dua, ibadettir." [197]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah الدُّعَاءُ Dua هُوَ الْعِبَادَةُ ibadettir
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Ebu Dâvud, Nu'mân İbnu Beşir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâbı (radıyallahu anhüm ecmain) sordular: Rabbimiz yakın mıdır, biz ona hafif sesle hitab edelim, uzaksa yüksek sesle taleblerimizi söyleyelim?" Bunun üzerine şu âyet indi: "Kullarım sana benden sorarlarsa, (söyle ki) ben yakınım. Dua edenin duasına, bana dua ettiği takdirde icâbet ederim." Sonra Hz. Peygamber (a.s): "Dua ibadettir" diye buyurdu. [198]
Hadisin sebebi Vürûdunu tespit ettikten sonra şimdide çeşitli duaları izah eldim.
İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp dua ederek rüyasında manevî bir işaret almak amacıyla uykuya yatma.
Bir iş yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, Ashab-ı kirama önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu.
-عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال : كَانَ رَسولُ اللّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُعَلِّمُناَ اسْتِخَارةَ فِي ا‘ُمُورِ كُلِّهَا كَمَا يُعَلِّمُنَا الـسُّورةَ مِنَ الْقُرْآنِ: إِذَا هَمَّ أحَدُكُمْ بِا‘َمْرِ فَلْيَرْكَعْ رَكْعَتَيْنِ مِنْ غَيْرِ الفَرِيضَةِ، ثُمَّ لْيَقُلِ: اَللَّهُمَّ إِنّي أَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ، وَأسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ، وَأَسْأَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ؛ فَإِنَّكَ تَقْدِرُ وََ أَقْدِرُ، وَتَعْلمُ وََ أَعْلَمُ، وَأَنْتَ عََّمُ الْغُيُوبِ. اَللَّهمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَا ا‘َمَرَ خَيْرٌ لِي ف دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أَمْرِي، أَوْ قَالَ عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلهِ فَاقْدُرْهُ لِى ويَسِّرهُ لي، ثُمَّ باركْ لي فيهِ، وإن كُنْتَ تَعْلمُ أنَّ هذا ا‘مْرَ شَرٌّ لِي فِي دِينِي وَعَاقِبَةِ أمْرِي، أَوْ قَالَ: عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلِهِ، فَاصْرِفْهُ عَنِّي عَنْهُ، وَاقْدُرْ لِي الْخَيْرَ حَيثُ كَانَ،ثُمَّ رَضِّنِي بِهِ قَالَ: وَيُسَمَي حَاجَتَهُ.
-Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi her işte istiharede bulunmamızı öğretirdi. Derdi ki: "Biriniz bir işi yapmaya arzu duyduğu zaman, farzlar dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun: "Allahım, senden hayır taleb ediyorum, zira sen bilirsin. Senden hayrı yapmaya kudret taleb ediyorum, zira sen vermeye kadirsin, Rabbim yüce fazlını da taleb ediyorum. Sen her şeye kadirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen gayıbları bilirsin. Allahım, eğer biliyorsan ki bu işi bana dinim, hayatım ve sonum için -veya hal-i hazırda ve ileride demişti- hayırlıdır, bunu bana takdir et ve yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda mübarek kıl. Eğer bu işin, bana dinim, hayatım ve âkıbetim için -veya hal-i hazırda ve ileride dedi- zararlıdır; onu benden çevir, beni de ondan çevir. Hayır ne ise bana onu takdir et, sonra da bana onu sevdir!"Hz. Câbir dedi ki: "Bu duadan sonra yapacağı işi zikrederdi."[199]
Hacet Duası
ـ وعن ابن مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: عَلَّمَنَا رَسُولُ اللّهِ خُطْبَةَ الْحَاجَةِ: إنَّ الْحَمْدَ للّهِ، نَسْتَعِينُهُ وَنَسْتَغْفِرُهُ، وَنَعُوذُ بِاللّهِ مِنْ شُرُورِ أنْفُسِنَا وَسَيِّئَاتِ أعْمَالِنَا. مَنْ يَهْدِهِ اللّهُ فََ مُضِلَّ لَهُ، وَمَنْ يُضْلِلِ اللّهُ فََ هَادِيَ لَهُ؛ وَأشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ. يَا أيُّهَا الّذِىنَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ الّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَا‘رْحَامَ إنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيباً)ـ1(. يَا أيُّهَا الّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وََ تَمُوتُنَّ إَّ وَأنْتُمْ مُسْلِمُونَ. يَا أيُّهَا الّذِىنَ آمَنُوا اتّقُوا اللّهَ وَقُولُوا قَوًْ سَدِيداً يُصْلِحْ لَكُمْ أعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظِيماً.
İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hâcet duasını öğretti. Şöyleydi: "Hamd Allah'a mahsustur. O'ndan yardım dileriz, O'ndan af talep ederiz, nefsimizin şerlerinden, amellerimizin kötülerinden O'na sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak yoktur. Allah kimi de saptırmışsa, onu da hidayete erdirecek yoktur. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna da şehadet ederim. Ey iman edenler, adını zikrederek birbirinize talepte bulunduğunuz Allah'tan ve aranızdaki akrabalık bağın(ı koparmak)tan korkun! Şurası muhakkak ki Allah üzerinizde murâkıbtır"[200] "Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun. Sakın ha Müslümanlar olmaktan başka şekilde ölmeyin."[201] "Ey iman edenler Allah' tan korkun ve sağlam bir söz söyleyin. Tâ ki Allah sizin işlerinizi salaha çıkarsın ve günahlarınızı da affetsin. Kim Allah ve Resûlü'ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur."[202]
Yağmur Duası (İstiska)
Yağmurun uzun zaman yağmadığı kuraklık zamanlarında, Allah'ın yağmur yağdırması için bir belde ahâlîsinin topluca dua etmeleri. Fıkıh dilinde yağmur duasına "istiskâ" denilir. "İstiskâ", yağmur talebinde bulunmak anlamına gelir.
Yağmur duası sünnettir. Hem Peygamberimiz hem de onun Raşid halîfeleri yağmur duasında bulunmuşlardır.
Yağmur duasının peşi peşine üç gün ve yerleşim bölgesi dışında olması müstehaptır.
Yağmur duasına gitmeden önce, sadaka verilmeli, günahlardan tevbe edilmeli, dargınlar barışmalı, haksız olarak alınan şeyler sahiplerine geri verilmelidir. Yağmur duasına çıkarken oruçlu olmak, mütevazi ve muhtaç bir tavır takınmak uygun olur.
Müslümanlar dua edilecek yere vardıklarında, önce iki rek'at namaz kılarlar. Namazın cemaatla kılınması menduptur. İmam, namazdan sonra kalkar ve cemaata karşı bir konuşma yapar. Namaz ve hutbenin bulunuşu, Ebû Yusuf ve Muhammed'in görüşleridir. İmam-ı Azam'a göre; yağmur duası sadece dua ve istiğfardan ibarettir; namaz ve hutbe yoktur.
Yağmur duasında namaz kılınmış ve hutbe okunmûşsa, hutbeden sonra; bunlar olmamışsa, doğrudan imam ayağa kalkar ve yönünü kıbleye çevirir. Cemaat onun arkasında kıbleye karşı ve oturarak dururlar. İmam, Allah'a dua eder, cemaat de "amin" der. Hz. Peygamberden nakledilen, yağmur duası için özel dualar vardır. Dua ederken bunların okunması daha uygundur.[203]
Dua ayakta yapılır. Dua edilirken kıbleye dönülür. Dua edilirken Allah'tan af istenir, yağmur istenir. Duanın üç gün peşipeşine yapılması müstehabdır.
Yağmurun gecikmesi sebebiyle eski elbiseler giyilir. Başlar öne eğilir, mütevazi bir tavır takınılır. Yaya olarak dua yapılacak yere gidilir. Duadan önce sadakalar verilir, fakirlere yardım yapılır. Haksızlık yapılmışsa helâllik dilenilir, müslümanlar için af istenilir.
Müslümanlar kendi çocuklarını ve ehil hayvanlarını yanlarına alırlar. Annelerle, yavruları birbirlerinden ayırırlar. Zayıflara, güçsüzlere dua ettirirler. Cemaatta onların yaptığı duaya "âmin" diyerek karşılık verirler.
Yağmur yağmaya başlayınca da bunun nişanesi olarak Yüce Allah'a şükredilir. Yağmur yağarken "Allahûmme sayyiben nafıan" (bunu hakkımızda yararlı bir yağmur kıl) denilir. Gereğinden fazla yağınca da "Allahümme havaleyna ve la aleyna" (Ya Rab! Bunu zarar vermeyecek yere yağdır. Bizim üzerimize yağdırma) diye dua edilir.
Yemek Duâsı
Hz. Peygamber (a.s), yemeklerden sonra pek çok dua yapmıştır. Bu sebeple yemek duası ile ilgili oldukça çok hadis-i şerifler mevcuttur. Bu duaların bir kısmını birleştirerek okumakta fayda vardır şöyle ki:
"Bize yediren, içeren, Müslüman olmayı nasib eden Allah'a hamdolsun."[204]
"Âllah'ım! Bize bu yediğimiz yemek sebebiyle bereket ver, hakkımızda bu yemeği mübarek kıl. Bize bu yemekten daha hayırlı olanını yedir."[205]
"Bize rızık ver, sen rızık verenlerin en hayırlısısın."[206]
“Sarfedilen güç ve kuvvet bana ait olmadığı halde bu nimeti bana yediren, bana rızık olarak takdir buyuran Allah'â hamd olsun."[207]
On Yedinci Ayet
اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
"Onlar ayakta, otururken ve (yanları) üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında tefekkür ederler; "Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi ateşin azabından koru! " [208]
اَلَّذينَ Onlar يَذْكُرُونَ anarlar اللّهَ Allah'ı قِيَامًا ayakta وَقُعُودًا otururken وَ ve عَلىüzerine جُنُوبِهِمْ yatarken وَيَتَفَكَّرُونَ tefekkür ederler فى خَلْقِ yaratılışı hakkında السَّموَاتِ göklerin وَ ve الْاَرْضِ yeryüzünün رَبَّنَا Rabbimiz مَاخَلَقْتَ sen yaratmadın هذَا bu بَاطِلًا evreni سُبْحَانَكَ sen münezzehsin فَقِنَا bizi koru عَذَابَ azabından النَّارِ ateşin
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Hz.Âişe (r.anhâ)’dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu âyet-i kerime Peygamber (a.s)’a nazil olunca kalkıp namaz kıldı. Bilal gelip ona namaz vaktini haber verdi. Ağlamakta olduğunu gördü, şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamışken yine ağlıyor musun? Şöyle dedi: "Ey Bilal! Şükreden bir kul olmayayım mı? Bu gece bana yüce Allah: "Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün değişip durmasında akıl sahipleri İçin elbette âyetler vardır" âyetini indirdi. Daha sonra şöyle buyurdu: Bu âyeti okuyup da bunun üzerinde düşünmeyenin vay haline!"[209]
Hz.Peygamber (a.s)'a hastanın namazını nasıl kılacağı sorulmuş, bunun üzerine bu ayet nazil olmuş.[210]
Müfessirlerin bu âyetle ilgili iki görüşleri vardır:
1- Bundan murad, insanın devamlı olarak Rabb'ini zikretmesidir. Çünkü insanın durumları bu üç şekilden ibarettir. Sonra Cenâb-ı Hak. insanları bu üç durum ile tavsif edince, bu onların devamlı zikredip, kesinlikle ondan ayrılmamalarının gerektiğine bir delil olur.
2- Bu âyette bahsedilen zikirden murad, namazdır. Buna göre âyetin manası, "Onlar ayakta olarak, eğer buna güçleri yetmiyorsa oturarak, eğer buna da güçleri yetmiyorsa, yanları üstü yatarak namaz kılarlar" şeklindedir. Bu da, onlar hangi halde olurlarsa olsunlar namazı terkedemezler manasına gelir. Âyete birinci görüşe göre mana vermek daha evladır. Çünkü pek çok âyet, Allah'ı zikretmenin, hatırlayıp anmanın faziletini ifâde etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s): "Kim cennet bahçelerinde, serbestçe yiyip içmek isterse, Allah'ı çokça zikretsin" buyurmuştur.[211]
İslâm'daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir. En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah'ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O'nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir. Bu şekilde günde beş kez Allah'ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir. Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah'ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah'ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir. Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır.
Sonuç olarak zikrin şekli ve çeşitleri hakkında ayette beyan edilen esasları daha bir açılımla:
1-Kalb ile zikir de, Yüce Allah'ı gönülden anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür.
2-Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah'ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah'ın yolunda bulundurması ile mümkündür.[212]
3-Beni, varlık ve refah içinde olduğunuzda zikredin ki, ben de sizi belâ, musibet ve sıkıntılarınız zamanında zikredeyim... Beni, benim yolumda cihâd ederek zikredin ki, ben de sizi hidâyetimle zikredeyim. Beni sıdk, samimiyet ve ihlas ile zikredin, ben de sizi sıkıntılardan kurtarmak ve bilgi ile ihtisasınızı artırmakla zikredeyim. Beni Rabbiniz olarak bilip kulluğunuzla zikredin ki, ben de sizi sevdiğim kullarımdan kabul edip sonunda bağışlamakla zikredeyim."[213]
İbadet hem zikirdir hem de tefekkürdür. Aynı şekilde zikirde, tefekkür de ibadettir. Yeter ki, neyi tefekkür ettiğimizi bilelim.
Yüce Allah cümlemize abid olan beden ve zakir olan lisan nasip etsin.
On Yedinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: لآحَوْلَ وَلاَ قُوَّ ةَ إِلاَّ بِاللّهِ. فَإنَّهَا مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Lâ havle vela kuvvete illa billah." İşte bu cümle cennet hazinelerinden bir hazinedir."[214]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah لآحَوْلَ Lâ havle وَلاَ vela قُوَّةَ kuvvete إَّلآ illa بِاللّهِ billah فَإنَّهَا İşte bu cümle مِنْ كُنُوزِ hazinelerinden bir hazinedir الْجَنَّةِ cennet
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buhari, Ebu Mûsâ (r.a)'dan konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Bir sefer esnasında Hz. Peygamber (a.s)'le beraberdik. Biz, yüksek yerlere geldiğimizde tekbir getiriyorduk. Rasûlullah (a.s), bunun üzerine şöyle buyurdular: "Ey insanlar! Sesinizi fazla yükseltmeyin. Siz, sağır veya gâib olan birine seslenmiyorsunuz." Sonra benim yanıma geldi. Ben ise, kendi kendime "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" diyordum. Bunun üzerine: Ey Abdullah b. Kays "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh "demeye devam et. Çünkü o, cennet hazinelerinden bir hazinedir" buyurdular.[215]
Hz.Ömer b. Hattâb[216] (r.a), şöyle demiştir. Hz.Peygamber (a.s) Ezan okununca ne diyelim" diye sorulduğunda? Bunun üzerine Rasûlullah (a.s): "Müezzin Allahu Ekber, Allahu Ekber" dediği vakit sizden biriniz "Allahu Ekber, Allahu Ekber" der; sonra müezzin "Eşhedü en lâ ilâhe illallah"dediği vakit o da "Eşhedü en lâ ilahe illâllah" derse, sonra müezzin "Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" dediği vakit, o da "Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" der. Müezzin "Hayye alessalâh" dediği vakit o da "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" der. Sonra müezzin "Hayye alelfelâh" dediği vakit o da "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" derse, sonra, "Allahu Ekber, Allahu Ekber" dediğinde o da "Allahu Ekber, Allahu Ekber" derse, sonra müezzin "Lâ ilâhe illallah"dediği vakit, o da bütün kalbiyle "La ilâhe illallah" derse, Cennete girer" buyurdular." [217]
Lâ Havle Velâ Kuvvete: Güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur. "Allah'a âsi olmak ve günah işlemekten dönüş, ancak Allah'ın verdiği ismet (günahlardan uzak olma hâli) ile O'na itâate kuvvet ve iktidar da, ancak O'nun yardımı ile hâsıl olur" demektedir.
Asıl söyleniş şekli:
"Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh'tır." [218]
Kur'ân-ı Kerim'de ise:
وَلَوْ لَا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاءَ اللّهُ لَاقُوَّةَ اِلَّا بِاللّهِ اِنْ تَرَنِ اَنَا اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًا
"Lâ Kuvvete İllâ Billâh" şeklinde geçmektedir. [219]
Lafız itibariyle kısa fakat anlam itibariyle çok kapsamlı olan bir zikir ve duâ cümlesi olup Peygamberimizin ifadesiyle "Cennet'in hazinelerinden bir hazinedir."[220] Bu kısa ve özlü cümle, müezzin ezan okurken, namazlardan sonra, bir yolculuk esnasında, yolculuk dönüşünde veya yapılan herhangi bir hayırlı iş ve amelden sonra veyahut da herhangi bir zaman ve mekâna bağlı olmaksızın uygun olan her yer ve zamanda bizzat Peygamber Efendimiz tarafından okunmuş ve Ashâba da tavsiye edilmiştir.
* Zikir, kalplerin anahtarıdır. Kalp burkulduğunda veya ümitsiz olduğunda onu ferahlatacak, genişletecek tek şey zikirdir.
* Zikir, Allah'la insan arasında bir şifredir. Onun için zikrin belli bir zamanı ve vakti yoktur. Nerede ve ne zaman vakit, fırsat bulursa hemen orda Allah’ın zikredilmesi gerekir.
On Sekizinci Ayet
وَجَزؤُا سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَاَصْلَحَ فَاَجْرُهُ عَلَى اللّهِ اِنَّهُ لَايُحِبُّ الظَّالِمينَ
"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah'a aittir. Doğrusu Allah, zalimleri sevmez."[221]
وَجَزؤُا cezası سَيِّئَةٍ Kötülüğün سَيِّئَةٌ bir kötülüktür مِثْلُهَا yine onun gibi فَمَنْ Kim عَفَا affeder وَاَصْلَحَ barışırsa فَاَجْرُهُ onun mükafatı عَلَى aittir اللّهِ Allah'a اِنَّهُ Doğrusu (Allah) لَايُحِبُّ sevmez الظَّالِمينَ zalimleri
Ayetin Nuzulü veAçıklaması
el-Kelbî ile el-Ferra'nın naklettiklerine göre bu âyet-i kerime, kendisinden önceki üç âyet-i kerime ile birlikte Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a) hakkında inmiştir. Ensardan bir kişi ona sövmüş, o da önce kendisine karşılık vermiş, sonra da susmuştu. Bu sûrenin Medine'de inen âyetleri de bunlardır.
"Bununla beraber kim de sabreder ve bağışlarsa" buyruğu ile Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Mus'ab b. Umeyr ve Bedir"e katılan bütün müminler -Allah hepsinden razı olsun- kastedilmektedir. [222]
Bu girişten sonra şimdide zarara zarar ile karşılık vermenin doğruluğunu ve yanlışlığını izah etmeye çalışalım.
Zarar: Sıkıntı, hastalık. "Darra" fiilinden "zarar" mastarı zarar vermek, rahatsız etmek demektir. Bir fıkıh terimi olarak zarar; bir mala veya cana yönelik haksızlık, haksız tecavüz, İslâm'ın tanıdığı haklarda kısıntı yapma gibi yollarla ortaya çıkan olumsuz durumu ifade eder.
Meşru Hakları Kullanırken Başkasına Zarar Vermek
1- Zarar verme kastının bulunması: Bir kimse normal hakkını kullanırken başkasına zarar vermeyi amaçlarsa bu hak zulüm ve haksızlığa dönüşür ve buna engel olunur. Cayılabilir boşama ile ayrılmış olan eşlerden kocanın iddet içinde sırf eşine zarar vermek amacıyla ona dönmesi mirasçılara veya alacaklılara zarar vermek için vasiyetle başkalarına mal bırakılması, kocanın sırf eşine zarar vermek için onu uzak yolculuğa çıkarması, yine ölüm hastasının sırf mirasçıları veya alacaklıları mahrum etmek için borç ikrarında bulunması buna örnek verilebilir. Bu tasarruflar normal şartlarda meşru iken kötüye kullanıldığı zaman meşru olmaktan çıkar. Bu tasarrufları yapan kimse hâkim tarafından ta'zir cezasına çarptırılır, tasarrufu iptal edilmeye elverişli ise iptal edilir ve meydana gelebilecek zarar önlenir. Kişinin zarar kastı bir takım delil ve karinelerle tespit edilir.
2- Zararın yarardan daha büyük olması:
Kimi zaman kişi meşru bir yararı gerçekleştirmek için bir hakkı kullanır, fakat bu yarardan daha çok veya buna denk ölçüde zarar söz konusu olur. Böyle bir durumda o kimse, "Seddü'z-zerâyi (kötülüğe giden yolu kapama)" prensibine göre bundan menedilir. Burada zararın topluma veya bir ferde olması arasında bir fark bulunmaz. Çünkü hadiste; "Zarar ve zarara zararla karşılık verme yoktur"[223] buyurulmuştur. Buna göre, zarar topluma ait olunca hakkın kullanılması zulüm kapsamına girer ve bu özel zarardan her zaman daha şiddetlidir. Ancak özel zarar da hak sahibinin yararından daha çok veya onun zararından daha şiddetli yahut buna denk olursa yine zulüm ve haksızlık söz konusu olur. Ancak başkasına verilen zarar az olur ve örfen insanlar bunu müsamaha ile karşılıyorsa zulümden söz edilmez. Yol kenarına araçların konulması, mescide girerken ayakkabıların üst üste konulması gibi.
Topluma verilen genel zarara şunlar örnek verilebilir
Karaborsacılık: Bu insanların muhtaç olduğu şeyleri satın alıp, fiyatları yükseltince ve bunlara olan ihtiyaç artınca satmak üzere depolamak demektir. Hz. Peygamber çeşitli hadisleriyle bunu yasaklamıştır: Bir gıda maddesini kırk gece depolayan kimse Allah'tan uzaklaşmış ve Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır."[224]
"Bir kimse kırk gün karaborsacılık yaparsa, sonra depoladığı bu malları sadaka olarak yoksullara dağıtsa, bu sadakası onun karaborsacılık suçuna keffâret olmaz."[225]
"Karaborsacılığı ancak günahkâr kimse yapar."[226]
Dışarıdan mal getirenleri şehir kenarında karşılayıp malları ucuz almak (telakkî'r-rukbân): Köylü üreticiyi veya dışarıdan satın aldığı malları şehire getiren kimseyi bazı toptancılar şehir kenarında karşılayarak ve onların henüz piyasa fiyatlarını öğrenmesine fırsat bırakmadan ucuz fiyatla satın alırlar. Daha sonra bu malları depolayarak veya piyasaya kontrollü mal sürerek fiyatların yükselmesini sağlarlar ve pahalı olarak malı satarlar. Böylece bu maldan kârın çoğunu üretici değil bir kaç finansman sahibi tüccar yararlanmış olur, şehir halkı da pahalı mal almak zorunda kaldığı için yoksullaşmış veya normal piyasa şartlarında ödemesi gerekenden daha fazlasını ödemiş olur. Bu toplum için zararlı olan bir durumdur. Bu nedenle Hz. Peygamber (a.s) binitlilerin yolda karşılanıp yüklerinin alınmasını (telakkî'r-rukbân) yasaklamıştır.[227] Çoğunluğa göre böyle bir satış topluma zarar versin veya vermesin caiz değildir. Ebû Hanîfe'ye göre ise, üreticinin yolda karşılanıp malının alınması o belde halkına zarar veriyorsa mekruhtur.[228]
Düşmana silâh satmak: Fitne sırasında düşmana, âsî ve yol kesicilere silah satmak kötülüğü desteklemek demektir. Şarap fabrikasına üzüm satmak da böyledir. Tüccar bu gibi alışverişlerden menedilir. Çünkü topluma zararı açıktır. Haşhaş üretimi ile esrar, kokain vb. uyuşturucu maddelerin yapımı ve ticaret konusu yapılması da İslâm devleti tarafından sıkı kontrol altında tutulur.
Daha şiddetli özel zarara şunu örnek verebiliriz: Komşunun bahçesine doğru, kadınların bulunduğu oda ve mutfak gibi yerlerin görüleceği şekilde pencere açmak. Ancak bu yerler görülmeyecek şekilde yüksek kısma pencere açılması bu nitelikte sayılmamıştır.
Az zarar sayılan haller: Bahçenin çevresine duvar yapmak, kendi bahçesine ağaç dikmek gibi. Bunlar her ne kadar komşunun manzarasını veya güneş ışığını almasını engellese de bu şekilde az zarar müsamaha ile karşılanır.
Mutat olmayan kullanımın doğuracağı zarar
Bir kimse meşru hakkını mutat şekilde kullanmak zorundadır. Meselâ; radyo veya teybin sesini komşuları rahatsız edecek şekilde açsa veya bir evi kiralayıp atık suları uzun süre komşunun duvarına akıtsa yahut kiraladığı bir araca mutadın üstünde eşya yüklese meydana gelecek zarardan sorumlu tutulur. Çünkü bir kimse prensip olarak hakkını mutat ölçüler içinde kullanmak zorundadır.
Meselâ; bir kimsenin her zaman normal olarak bahçede yaktığı ocak ateşinden bir kıvılcım komşunun çatısına geçip yangın çıksa tazmin gerekmez. Fakat rüzgârlı bir havada böyle bir ateşi yakmış ve komşuda yangın çıkmış olursa meydana gelecek zararı tazimin etmesi gerekir.[229]
Zarara zarar ile karşılık vermek herkesin karıdır. Fakat affetmek ve merhemet etmek er kişinin karıdır.
Affetmek her zaman büyüklerin işi olmuştur. Yüce Allah'tan bağışlanmak ancak başkasını affetmekle mümkündür.
Yüce Allah cümlemizi af taraftarı olan kullarından eylesin.
On Sekizinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ : لآ ضَرَرَ وََ لآضِرَارَ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Zarara sokmak ve zarara karşı zarar vermek yoktur."[230]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah َلآ ضَرَرَ Zarara sokmak وََ ve لآ yoktur ضِرَارَ. zarara karşı zarar vermek
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Ahmed, İbni Abbas (r.a)'ın şöyle söylediğini rivayet eder: Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Zarar vermek de uğramakta yoktur."[231]
Dinimiz, kimsenin kimseye zarar vermemesini emreder. Bu yasağa rağmen zarar veren olursa, zarar gören intikam almak üzere mukabil bir zarar vermemelidir. Hadisteki وََ ضِرَارَ bunu ifade eder. Münâvî, zarar görenin zarar vermesi değil, affetmesi gereğini belirtir. Alimler ضِرَارَ kelimesinde müşâreke yani, iki kişinin birbirine zarar verme mânasının varlığına dikkat çekerler. Bu yasaklanmış olunca, zarara uğrayan, intikam almanın caiz olduğuna hükmederek öbürüne tecavüz edip zarar vermemelidir. Ona düşen aftır, affetmezse zararını meşru yollarla tazmin ettirir. Tazmin suretiyle hakkını telif, öbür tarafa zarar sayılmaz. Böyle olunca وََ ضِرَارَ 'ın hükmü gerçekleşmiş olur.
Bir İslâm toplumunda mü'minler başkalarıyla olan ilişkilerinde karşılıklı hakları gözeterek ve kendine düşen görevleri yaparak uyumlu bir yaşam sürmek durumundadırlar. İslâm'da haksız bir şekilde başkasının malına, canına, ırz ve namusuna zarar vermek yasaklanmıştır. Zarara karşılık zarar verme de menedilmiştir. Zarar verme yollarından olan yol kesme, hırsızlık, yankesicilik, gasp, hile, yalan, öldürme, yaralama, iftira, malı telef ve tahrip etme, zulüm ve haksızlık yapma yasaklanmıştır.
Mecelle'nin genel prensipleri kapsayan ilk 100 maddesi içinde şu esaslar zararla ilgili olarak düzenlenmiştir:
"Zarar eskiden beri geldiği şekilde bırakılmaz."[232]
"Zarar ve zarara karşılık zarar verme yoktur."[233]
"Zarar izâle olunur."[234]
"Bir zarar kendi misliyle giderilemez". Meselâ; komşunun camını kıran kimsenin de camını kırmak suretiyle zarara karşılık vermek anlamsızdır. Kırılan camın tazmin ettirilmesi gerekir. "Genel zarara engel olmak için özel zarar tercih edilir."[235]
Meselâ; bütün çarşıya yayılabilecek bir yangının önünü kesmek için, aradaki yıkılması kolay olan bazı dükkanları dozerlerle yıkıp temizlemek ve yangını kesecek bir koridor oluşturmak gibi. Ancak bu arada ek zarar görenlerin zararının da tazmin yolu araştırılır. Yine ehliyetsiz sağlık memurunu veya sahte doktoru meslek icrasından menetmek de bu kapsama girer. Belki bu yüzden sağlık memuru veya doktor zarar görür. Fakat daha büyük zarar olan toplum zararı önlenmiş olur.
"En ağır zarar en hafifi ile giderilir."[236]
Meselâ; sert konuşarak veya dövmek suretiyle engellemek mümkün olan durumlarda saldırıyı öldürerek önlemek caiz değildir. En hafif olan yol izlenir. "Zarar imkân ölçüsünde yok edilir."[237]
"Bir şeyin menfaatına nail olan, onun doğuracağı zarara da katlanır"[238]
"Hayvanın kendiliğinden yapacağı cinayet ve vereceği zarar hederdir, yani boşa gitmiş olur."[239]
İnsanların birbirine veya mallarına verdikleri hafif zararlar örfte affedilir. Toplum küçük zararlara karşılıklı olarak izin vermiş ve önceden rızasını bildirmiş. Yol kenarına bırakılan araçlar, bazı yol kenarlarında yer alan işportacı tezgâhtarları, çöplerin çöp arabası gelmeden 1-2 saat önce yol kenarına çıkarılması gibi durumlarda gerek bu yerde oturan kimseler ve gerekse yoldan geçenler bundan zarar görür ya da rahatsız olur. Ancak bunlara alışıldığı ve bu şekilde davranılması hoş karşılandığı için bu konuda toplumda oluşan alışkanlıklara uyulması dinî bakımdan da bir sakınca doğurmaz. Ancak dükkân, depo, özel garaj önüne veya insanların yoğun olarak hareket etmek zorunda olduğu yol kenarlarına araç, tezgâh vb. şeyleri bırakarak geçişi engellemek başkasına zarar vermek olur.
On Dokuzuncu Ayet
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[240]
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ Biz seni gönderdik اِلَّا ancak رَحْمَةً rahmet olarak لِلْعَالَمينَ âlemlere
Ayetin Nuzulü ve Açıklaması
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." Said b. Cübeyr, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Muhammed (a.s) bütün insanlara rahmet idi. Ona iman edip onu tasdik eden mutlu oldu. Ona iman etmeyen ise, geçmiş ümmetleri bulan yerin dibine geçmek ve suda boğulmak gibi azaplardan kurtuldu.
İbn Zeyd dedi ki: "Âlemler" ile özel olarak mü'minleri kastetmiştir.[241]
Hz. Peygamber (a.s) hem dini, hem dünyevi bakımdan "rahmet"tir.
O dini bakımdan rahmettir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s), insanlar bir câhiliyyet ve dalalet içinde iken ve iki ehli kitab, yani Yahûdiler ve Hristiyanlar aradan uzun zaman geçtiği tevatürleri (sağlam rivayetleri) kesildiği ve kitabları hususunda ihtilafları meydana geldiği için, dinleri hususunda şaşkınlığa düştükleri bir zamanda gönderilmiştir.
Dünyevi bakımdan Hz. Peygamber (a.s)'ın rahmet oluşu, insanların onun sayesinde pek çok zilletlerden, savaşlardan kurtulmaları, onun dininin bereketli sayesinde yardıma mazhar olmalarıdır.[242]
Bu ayete şöyle bir meal de verilebilir: "Biz seni ancak insanlara bir rahmet olarak gönderdik" iki durumda da bu ayet, Peygamber'in yeryüzüne Allah'ın bir rahmet ve bereketi olarak gönderildiği anlamına gelir, çünkü o dünyayı gafletten uyandırmış, Hakla batılı ayıran gerçek bilgiyi getirmiş ve tüm dünyayı kurtuluş ve azabdan her ikisiyle de uyarmıştır. Bu gerçek burada Mekke müşriklerinin Peygamber'i bir bela ve felaket olarak kabul etmekle yanılgıya düştüklerini bildirmek için tekrarlanmıştır. Onlar "Bu adam aramıza ayrılık tohumları ekti, yakın akrabaları birbirinden ayırdı," diyorlardı. Cevap olarak onlara şöyle deniliyor: "Ey akılsızlar, onun size bir bela olarak geldiğini düşünmekle yanılgıya düşüyorsunuz, aslında o size Allah'tan bir rahmet ve bereket olarak gelmiştir."
Bunların dışında Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği dinin insanlık için rahmet kaynağı olduğunu ve Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- âlemlere rahmet olarak gönderildiğini gösteren birçok kanıt vardır. Bu rahmet, ona inanan ve inanmayan herkesi kapsamaktadır. Çünkü bütün insanlık, isteyerek veya istemeyerek bilinçli ya da bilinçsiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği sistemden etkilenmiştir. Bu rahmetin gölgesi hâlâ devam etmektedir. Gölgesinde dinlenmek, kavurucu dünya çölünde, özellikle günümüzde huzur veren meltemlerin esintisini, kokusunu almak isteyenler bu rahmete koşabilirler:
Bugün insanlık her zamankinden çok bu rahmeti ve esenliği duyumsamaya muhtaçtır. Çünkü insanlık, büyük bir bunalım ve şaşkınlık içinde yaşamaktadır. Materyalizmin bataklığında savaşların cehenneminde kıvranıp durmaktadır. Kalpler ve ruhlar kaskatı kesilmiştir.[243]
Rahmet, merhametin sonucunda tezahür eder. Eğer merhamet sergilenmezse rahmetin beklenmesi beyhudedir.
Yukarıdaki ayeti kerime Peygamberimizin rahmet peygamberi olduğunu ifade buyururken, aşağıdaki hadisi şerif ise; “kim ki, alemlerin rahmetinin rahmetine mazhar olmak istiyorsa merhemet etsin” diye ifade buyuruyor.
Yüce Allah cümlemizi izzeti dergahında inayetine ve rahmetine mazhar olan kullarından eylesin.
On Dokuzuncu Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ :مَنْ لاَ يَرْحَمِ النَّاسَ لاَ يَرْحَمُهُ اللّهُ تَعالى.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki:[244] "İnsanlara merhametli olmayan kimseye Allah Teala ona merhamet etmez." [245]
قَالَ buyurdular ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah :مَنْ kimseye َلآ يَرْحَمِ merhametli olmayan النَّاسَ İnsanlara َلآ يَرْحَمُهُ ona merhamet etmez اللّهُ تَعالى Allah Teala
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürud: Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Hureyre (r.a)'den, Akra bin Habis, Hz. Peygamber (a.s)'ın Hz.Hasan'ı öptüğünü gördü ve şöyle dedi: "Benim on tane çocuğum var. Asla hiçbirini öpmedim." Hz.Peygamber (a.s) "İnsanlara merhametli olmayana Allah Teala merhamet etmez."[246]
Hadis, insanlara karşı merhametli olmaya teşvik etmektedir. Bir başka rivayette bütün canlılara şamil olacak bir üslubla: "Yerde olanlara merhamet etmeyenlere gökte olanlar merhamet etmez" buyrulur.
İbnu Battal bu hadislerle Müslümanın bütün mahlukata; mü'min, kâfir, hayvan, merhametli olmaya teşvik edildiğini belirtir. "Merhamet, canlılara yiyecek içecek vermek, hayvanlara ağır yük yüklememek, dövme, acıktırma, yorma gibi vasıtalarla onlara karşı haddi aşmamak şeklinde tezahür etmelidir" der.
Bir başka hadiste َ تُنْزَعُ الرَّحْمَةُ إِلاَّ مِنْ شَقِىٍّ "Rahmet sadece şaki (bedbaht) olandan çıkarılmıştır" buyurularak merhametsizliğin ebedî hüsran alâmeti olduğuna dikkat çekilmiştir.
Rahmet: İncelik, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme. Allah'ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muamele etmesi anlamında Kur'anî bir tabir.
Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymaktır.
Allah Teâlâ'nın bu kelimeden türemiş bazı güzel isimleri vardır;
Rahmân: Esirgeyen,
Rahîm: Bağışlayan,
Erhamürrâhimîn: Merhametlilerin en merhametlisi,
Hayrürrâhimîn: Merhametlilerin en hayırlısı,
Zürrahme: Rahmet sahibi,
Zü Rahmetin Vasia: En geniş Rahmet sahibi... gibi.
İbadetler, bilhassa oruç ve zekat, merhamet duygusunu arttırır. Müslümanın merhameti bütün müminleri bütün insanları, hatta bütün canlıları içine almaktadır. Çünkü İslam, yaratıcıya hürmet, yaratılana şefkat ve merhamet temeli üzerine bina edilmiştir. Rahmet Peygamberi (a.s); "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez"[247] buyurur. Küçüklere, güçsüzlere, yardıma muhtaç olanlara, hayvanlara... rahmet ve şefkatle davranmak Peygamberimizin en önemli özelliklerinden ve ümmeti olan bizlere tavsiye ettiği şeylerdendir:
-"Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir."[248]
-"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere -bütün canlılara- merhamet edin ki, göktekiler de -Allah ve melekler- size merhamet etsin." [249]
* Ağlamak, merhametin bir parçasıdır.
* Allah’ım! Ağlamayan gözden, sızlamayan kalpten ve kızarmayan yüzden sana sığınırım.
Yirminci Ayet
وَلَا تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَميمٌ
"İyilikle kötülük eşit değildir. En güzel olan iyi hareketle önle. O vakit ki, seninle aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur."[250]
وَلَا تَسْتَوِى eşit değildir الْحَسَنَةُ İyilikle وَلَا السَّيِّئَةُ kötülük اِدْفَعْ önle بِالَّتى هِىَ olan iyi hareketle اَحْسَنُ En güzel فَاِذَا O vakit الَّذى ki بَيْنَكَ seninle وَبَيْنَهُ aralarında عَدَاوَةٌ düşmanlık bulunan كَاَنَّه gibi olmuştur ُ وَلِىٌّ bir dost حَميمٌ yakın
Ayetin Nuzûlü ve Açıklaması
İbni Abbas (r.a)'dan yapılan bir rivayette şu şekildedir: Bu ayetin Resulullah hakkında, bir rivayette de ashabı hakkında nâzil olduğu nakledilmiş. Dolayısıyla sebebi nüzul has olsa bile bu özellikleri üzerinde taşıyan herkese şamildir. Yani İslam davetinin sorumluluğunu taşıyan ve Allah'a davet eden her davetçi için geçerlidir.[251]
Bir insanın ulaştığı bir derece; kötülüğü iyilikle savma, kin ve öfke gibi dürtüleri yenip hoşgörülü davranma, nereye kadar hoşgörülü davranılacağını, nereye kadar kötülüğe iyilikle karşılık verileceğini dengeleyebilme derecesidir. Her insanın ulaşamadığı bir derecedir. Çünkü böyle bir düzeye erişmek sabır gerektirmektedir. Bu, aynı zamanda yüce Allah'ın çalışıp ta onu hak eden kullarına bahşettiği bir lütuftur.
Yukarıdaki âyet bize, sadece insanlara karşı değil hayvanlara karşı bile iyilikle davranmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayrıca Cenab-ı Hakk'ın kötülüklerin dahi iyilikle karşılanması hususundaki emrinin taşıdığı hikmete dikkat edilmelidir. Nice sert ve katı yürekli insan, ancak kendisine iyilikle yaklaşıldığı zaman yumuşamakta, sevgi ve dostluk hisleri ancak bu şekilde uyanabilmektedir. Aksine davranışlar daima sertlikle, katılıkla, acımasızlıkla mukabele görmekte; dolayısıyla kırgınlıklar, dargınlıklar hattâ düşmanlıklar ortaya çıkmaktadır.
Hz. Peygamber'in iyilikte güzellik; katılıkta çirkinlik görmesi çok manidardır. Siyer ve hadis kitapları tetkik edilince, Rasûlüllah'ın bütün hayatı boyunca çevresindeki insanlara, hattâ hayvanlara karşı iyilikle ve merhametli davrandığı görülür. Onun söz ve hareketlerinde sertlikten eser yoktur. Böyle davrandığı içindir ki katı kalpli birçok kişi, huzurunda yumuşamış ve müslüman olmuştur. Rasûlüllah'ın bu tutumunun İslâm'ın yayılmasındaki etkisi unutulmamalıdır. Bunun böyle olması da tabiidir. Zira Hak Teâlâ, iyilikle ile muamelenin "düşmanları dost yapacağını" bize haber vermiştir. Şu halde her müslüman bu ilâhî emre uyarak kabalık ve sertlikten uzaklaşmalı ve çevresinde bulunan herkese karşı iyilik ve merhametle muameleyi prensip edinmelidir.
İyilikle muamele, en katı taşları dahi eritir. Eğer bu bir müslümanın özellikleri olursa, karşısında yumuşamıyacağı katı yürekli kimse kalmaz.
İyilik, aziz peygamberlerin özelliklerinin başında gelmektedir. Dolayısıyla iyilik müslümanın da şiarı olması gerekir.
Yüce Allah cümlemizi rıfkla dinimizi ikame etmeyi nasip etsin.
Yirminci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ :مَنْ يُحْرَمِ الرِفْقَ يُحْرَمِ الخَيْرَ كُلَّهُ.
Allah Resûlü (a.s) buyurdular ki: "Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise hayrın tamamından mahrumdur."[252]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resûlü (a.s) للّهِ Allah : مَنْ Bir kimse يُحْرَمِ mahrum ise الرِفْقَ yumuşak davranmaktan يُحْرَمِ mahrumdur الخَيْرَ hayrın كُلَّهُ tamamından
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Müslim,[253] Hz. Âişe (r.a), bir deveye binmiş ve ağır hareketinden dolayı onu öteye beriye sürmeye başlamıştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (a.s), Hz. Âişe'ye hitaben şöyle buyurdu: "Yumuşak muamele etmekten ayrılma. Yumuşak huyluluk herhangi bir şeyde bulunursa, onu muhakkak ziynetlendirip güzelleştirir. Sökülüp koparıldığı herhangi bir şeyi de muhakkak çirkinleştirip kötüleştirir." [254]
Rıfk, kelime olarak mülâyemet, letâfet, yumuşaklık, tatlılık mânalarına gelir, sertlik ve kabalığın zıddıdır. İslâm ahlâkında gerek insanlara ve gerekse hayvanlara karşı muâmelede en mühim prensiplerden biri rıfk'dır. Resûlullah (a.s)'ın Kur'ân-ı Kerîm'de yer verilen mümtaz ahlaklarından biridir.[255] Bu mevzuda çok sayıda rivâyet mevcuttur. İslâm ulemâsının da rıfkın ehemmiyetini ifâde eden açıklamaları, rıfkla ilgili menkîbeleri vardır.
Âlimlerimiz bu hadislere dayanarak, rıfk'ın her hayrın başı ve sebebi olduğunu söylemiştir.
* İnsanların ne dilleri, ne renkleri, ne ırkları ne de mezhepleri üstünlük ve ayrıcalık değildir. Asıl olan ahlaktır.
* Ahlaki üstünlüğü bırakıp, milliyetçilik asabiyetiyle iftihar edenler, birer zavallıdırlar. Çünkü insanın tabiatında var olan bir şey, üstünlük alameti olamaz.
* Güzel ahlak, müminin imanını tamamlar. Çünkü ahlakın en muteberi imandan gelenidir.
* Kemal mertebesindeki iman, kişinin her ameline müessir olur ve yönlendirir. Ahlaki davranışlara güç yetiremeyen iman, anlamını yitirmiş demektir.
* Bir şey kendiliğinden ne iyi, ne de kötüdür. Kişi kendiliğinden ne iyi ne de kötü olur. İyilik ve kötülük, kişinin azmi ve tercihiyle ortaya çıkar.
Yirmi Birinci Ayet
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاْتِكُمْ مَثَلُ الَّذينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَاْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذينَ امَنُوا مَعَهُ مَتى نَصْرُ اللّهِ اَلَا اِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَريبٌ
"(Ey müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki, şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır."[256]
اَمْ Yoksa حَسِبْتُمْ siz sandınız? اَنْ تَدْخُلُوا gireceğinizi mi الْجَنَّةَ cennete وَلَمَّا يَاْتِكُمْ size de gelmeden مَثَلُ başına gelenler الَّذينَ خَلَوْا gelip geçenlerin مِنْ قَبْلِكُمْ sizden önce مَسَّتْهُمُ dokunmuş الْبَاْسَاءُ Yoksulluk وَ ve الضَّرَّاءُ sıkıntı وَزُلْزِلُوا öyle sarsılmışlardı ki حَتّى nihayet يَقُولَ الرَّسُولُ Peygamber وَ ve الَّذينَ امَنُوا müminler مَعَهُ beraberindeki مَتى ne zaman نَصْرُ yardımı اللّهِ Allah'ın اَلَا Bilesiniz ki اِنَّ şüphesiz نَصْرَ yardımı اللّهِ Allah'ın قَريبٌ yakındır
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu ayeti kerime Hendek Gazvesinde nazil olmuştur ki, o vakit Müslümanların başına şiddet, korku, maişet darlığı ve çeşitli musibetler çökmüştü.[257]
Yüce Allah ilk müslümàn cemaate böyle hitap ediyor, dikkatlerini kendilerinden önce yaşamış olan mümin cemaatlerin tecrübelerine ve seçilmiş kullarının eğitilmesine ilişkin ilâhî kanununa (sünnetullaha) yöneltiyor. O seçilmiş kullar ki, yüce Allah, sancağını onların ellerine veriyor, yeryüzünde halifesi olma emanetini, sistemini ve şeriatını omuzlarına yüklüyor. Bu hitap, aynı zamanda bu büyük görevi üstlenen, bu son derece önemli misyonu taşımayı seçen herkese yöneliktir.
Bu ayetin anlatmış olduğu tecrübe; köklü, düşündürücü ve ürkütücüdür. O dönemin peygamberi ile çevresindeki müminlerin sorusunu düşünelim. Bu soru hakka ulaştığı kesin olan bir peygamber ile kendi çevresindeki Allah'a inanmış kimseler tarafından soruluyor. Soru "Allah'ın yardımı ne zaman?" şeklindedir. Bu soru bize böylesine hakka ulaşmış kalpleri sarsan sıkıntının çapını somut olarak anlatacak niteliktedir. Sözünü ettiğimiz soylu kalpleri baskısı altına alan sıkıntı tarif edilmez boyutlara ulaşmış ki, bu kalplerden "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" şeklinde bezginliği dışa vuran bir soru yükselmiştir.
Kalpler, bu sarsıcı sıkıntı karşısında sebat edince, direnişini sürdürünce, işte o zaman yüce Allah'ın vaadi gerçekleşir, O'nun yardımı imdada yetişiverir:
اَلَا اِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَريبٌ
"İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır."
Bu yardım onu hakedenler için hazır bekletiliyor. Fakat onu ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat edenler hakedebilir. Sıkıntıya ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya kapılmaksızın bu direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler, yüce Allah'ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine kesinlikle inananlar, hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah'ın yardımını gözleyenler. Başka hiçbir çözüme, Allah'ın katından gelmeyen herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar bu yardıma hak kazanabilirler. Zaten sözkonusu yardım sadece Allah katından gelebilir.
İşte müminler bu kesin direniş sayesinde Cennet'é girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihaddan, imtihandan, sabırdan, direnişten, sebattan, sırf Allah'a yönelmekten, bilinçlerinde sırf O'nu yaşatmaktan, O'nun dışındaki herşeyle ve herkesle bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu.
Mücadele ve bu mücadele sırasında gösterilen sabır, vicdanlara güç verir; onlara kendilerini aşma imkânı sağlar; onları potasında eritip arındırır; cevherlerini saf ve parlak hale getirir. İnanca derinlik, güçlülük ve canlılık bağışlar. Bunun sonucu olarak o inanç sistemi düşmanlarının gözünde bile parlak görünür. O zaman sözkonusu düşmanlar akın akın Allah'ın dinine girerler. Bu, dün olduğu gibi bugün de daha yolun başında taraftarlarının birçok eziyetle karşılaştığı her hak davanın karşılaşacağı bir sonuçtur. Öyle ki, bu taraftarlar karşılaştıkları eziyetlere sabırla katlandıklarında daha önce kendileri ile savaşan düşmanlarının saflarına katıldıkları, en şiddetli hasımların ve katı inatçıların kendilerini desteklemeye yöneldikleri görülür.
Üstelik böyle birşey olmasa bile aslında bundan daha önemlisi meydana gelir. Hücuma uğrayan çağrının taraftarlarının ruhları bütün yeryüzü güçlerinin, bu güçlerin şerlerinin ve fitnelerinin üzerine yükselir. Bu ruhlar rahat ve refah düşkünlüğünün, son olarak da yaşama hırsının tutsaklığından kurtulur. Bu kurtuluş bütün insanlık hesabına bir kazanç olduğu gibi dünyaya ve sıkıntılarına tepeden bakma yolu ile bu sonuca ulaşmış olan ruhlar hesabına da bir kazançtır.
Bu kurtuluş, sahibini son çözümde Cennet hayatına lâyık hale getirecek faktördür. İşte yol budur. Yüce Allah'ın gerek ilk müslüman cemaate ve gerekse her kuşaktan müslümanlara anlattığı gibi yol budur. İşte yol budur. Yani iman ve cihad, sıkıntı ve meşakkat, sabır ve direnme ve sırf Allah'a yönelme yolu. Arkasından zafer ve daha sonra da Cennet mutluluğu gelir.[258]
Dünyanın imtihanıyla baş başa olan kulların çetin bir süreçten geçirildikten sonra kimin aziz kimin de rezil olduğu meydana çıkmadan hayatın anlamı kalmaz. Çünkü iyi ile kötü aynı terazinin kefesinde tutulursa bu çok ciddi bir haksızlıktır. O zaman kimin iyi kimin de kötü olduğu ortaya mutlaka çıkacaktır.
Bunun içinde yukarıdaki ayetin çetin imtihanı ve aşağıdaki hadisin ifade buyurduğu daha kimsenin teşebbüs etmediği ve hiçbir ayak seslerinin gelmediği bir yolun yolcusu olup çığır açmak herkesin karı olmaması gerek. Bu ancak Yüce Allah'ın sevdiği kullarına nasip edeceği güzel ama çetin bir kısmettir.
Yüce Allah cümlemizi çetin badirelerden yenilmeden, yorulmadan aşkla, sevgiyle yürümeyi, yenilmemeyi nasip etsin…
Yirmi Birinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: مَنْ سَنَّ سُنَّةً حَسَنَةً فَعُمِلَ بِهَا بَعْدَهُ، كَانَ لَهُ أجْرُهُ وَمِثْلُ أُجُورِهِمْ مِنْ غَيْرِ أنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئاً. وَمَنْ سَنَّ سُنَّةً سَيِّئَةً، فَعُمِلَ بِهَا بَعْدَهُ، كَانَ عَلَيْهِ وِزْرُهُ وَمِثْلُ أوْزَارِهِمْ مِنْ غَيْرِ أنْ يَنْقُصَ مِنْ أوْزَارِهِمْ شَيْئاً.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Kim bir hayrı çığırı başlatırsa, kendinden sonra da onunla amel edilirse, bu kimse hem kendi amelinin ve hem de öbürlerinin amelinin sevabını -onların sevabını eksiltmeksizin- aynen alır. Kim de kötü bir çığır başlatırsa, kendinden sonra bunu başkaları da işlerse, bu kimseye hem kendi işinin günahı hem de onu takliden işleyenlerin günahı, -onlarınkinden bir eksiltme hasıl etmeden- aynen gelir."[259]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah: مَنْ Kim سَنَّ başlatırsa سُنَّةً çığırı حَسَنَةً bir hayrı فَعُمِلَ amel edilirse بِهَا onunla بَعْدَهُ kendinden sonra da، كَانَ kimse لَهُ bu أجْرُهُ hem kendi amelinin وَ ve مِثْلُ aynen alır أُجُورِهِمْ hem de öbürlerinin amelinin sevabını مِنْ غَيْرِ أنْ يَنْقُصَ eksiltmeksizin مِنْ أُجُورِهِمْ onların sevabını شَيْئاً. وَمَنْ Kim de سَنَّ başlatırsa سُنَّةً bir çığır سَيِّئَةً kötü ، فَعُمِلَ işlerse بِهَا bunu başkaları da بَعْدَهُ kendinden sonra، كَانَ bu kimseye عَلَيْهِ وِزْرُهُ hem kendi işinin günahı وَمِثْلُ aynen gelir أوْزَارِهِمْ hem de onu takliden işleyenlerin günahı مِنْ غَيْرِ أنْ يَنْقُصَ bir eksiltme مِنْ أوْزَارِ hasıl etmeden هِمْ شَيْئاً onlarınkinden
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Nesa-i den, Hz. Cerir (r.a)’dan naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a üstü başı yok, ayakları çıplak, sadece kaplan postu gibi çizgili bedevi peştamalı -veya abalarına- sarınmış, kılıçları boyunlarında asılı oldukları halde hepsi de Mudarlı olan bir grup geldi. Onların bu fakir ve sefil halini görmekten Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yüzü değişti. Odasına girdi, tekrar geri geldi. Hz. Bilâl'e ezan okumasını söyledi. O da ezan okudu, sonra kamet getirdi. Namaz kılındı. Aleyhissalatu vesselam namazdan sonra cemaate hitabetti ve:
"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratıp, ondan zevcesini halk eden ve ikisinden de pek çok erkek ve kadın var eden Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir"[260] ayetini okudu.
Bundan sonra Haşr sûresindeki şu âyeti okudu:
"Ey insanlar, Allah'tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır."[261] Resulullah sözüne devamla: "Kişi dinarından, dirheminden, giyeceğinden, bir sa' buğdayından, bir sa' hurmasından tasaddukta bulunsun. Hiçbir şeyi olmayan, yarım hurma da olsa mutlaka bir bağışta bulunmaya gayret etsin" buyurdu. Derken Ensâr'dan bir zât, nerdeyse taşıyamayacağı kadar ağır bir bohça ile geldi. Sonra halk sökün ediverdi (herkes bir şey getirmeye başladı). Öyle ki, az sonra biri yiyecek, diğeri giyecek maddesinden müteşekkil iki yığının meydana geldiğini gördüm. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) memnun kalmıştı, yüzünün yaldızlanmış gibi parladığını gördüm. Şöyle buyurdular: "İslam'da kim bir hayırlı yol açarsa, ona bu hayrın ecri ile kendisinden sonra o hayrı işleyenlerin ecrinin bir misli verilir. Bu, onların ecrinden hiçbir şey eksiltmez de. Kim de İslâm'da kötü bir yol açarsa, ona bunun günahı ile kendinden sonra onu işleyenlerin günahı da verilir. Bu da onların günahından hiçbir eksilmeye sebep olmaz."[262]
Her çağda çığır açmaya teşebbüs etmiş olanlar mutlaka yalnız, garip kalmışlardır. Bunun sebebi de onların yaptıkları şeylerde ne kadar samimi olduklarını ispat etmelerinin bedeli olmuş, olacak ve olmaya devam edecektir.
* İslam'ın garip olması kendinde değil, ona tabi olan insanların azlığından dolayıdır. Bunun için İslam'a tabi olan kimselerin garipliklerini Hz. Peygamber (a.s) müjdelemiştir.
* İslam'a tabi olmak, nefisle ciddi bir savaş ister. Bunun için İslam'a tabi olmak erdemlilik, İslam'ın emirlerinden kaçmak ise bayağılık ve basitliktir.
* İslam'a uymanın zorluğunun sonucu cennettir. İslam'dan kaçmak ise hüsrandır.
* Bırakın İslam'ı kurtarmayı. İslam'la kendinizi kurtarmaya bakın. Çünkü Yüce Allah'ın dini olan İslam, insanlara muhtaç değil, insanlar onun getirdiği İlahi hükümlere muhtaçtırlar.
* Aciz ve eksik olan Allah'ın dini İslam değil, insanların kendileridir. Din eksik olduğu için Allah indirmedi. İnsanlar aciz ve eksik olduğu için Allah dini gönderdi.
* Her zaman diliminde varolacak olan çığır açan "GARİP"ler. Bu zamanda da bulunacaklardır. Ama bunlar kim?
Yirmi İkinci Ayet
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ
“De ki: Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana ittiba ediniz ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. Ve Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir."[263]
قُلْ De ki اِنْ Eğer كُنْتُمْ iseniz تُحِبُّونَ seviyor اللّهَ Allah Teâlâ'yı فَاتَّبِعُونى bana ittiba ediniz ki يُحْبِبْكُمُ sizi sevsin اللّهُ Allah Teâlâ da وَ ve يَغْفِرْ yarlığasın لَكُمْ sizin için ذُنُوبَكُمْ günahlarınızı وَ Ve اللّهُ Allah Teâlâ غَفُورٌ gafûrdur رَحيمٌ rahîmdir
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Rivayet olunuyor ki; (قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ) De ki: "Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana ittiba ediniz ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. Ve Allah Teâlâ gafûrdur, rahîmdir."[264] âyeti nâzil olduğu zaman münafıkların başı Abdullah ibni Übeyy "bakınız Muhammed kendisine tâat ve ibadeti Allah tâat gibi tutuyor. Ve bize Hiristiyanların İsa (a.s)'a taptıkları gibi kendisine tapmamızı emrediyor" demiş idi ki, bunun üzerine ikinci âyet (قُلْ اَطيعُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ) "Allah'a ve peygambere itaat ediniz"[265] nâzil oldu.[266]
Sehl b. Abdullah da der ki: Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti Peygamber (a.s)'ı sevmektir. Peygameber (a.s)'ı sevmenin alâmeti sünneti sevmektir. Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamber'i ve sünneti sevmenin alâmeti ise âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini sevmenin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alâmeti, ondan ancak yeteri kadar azık ve kendisini hayatta bırakacak kadarını almasıdır.[267]
Sevgi: Sevme duygusu, bir kimseye veya birşeye muhabbet besleme hissi.
Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan bir duygudur. Sevgi, topluma huzuru ve kardeşliği getiren birleştirici bir unsurdur. Kur'an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü'minin gönlü sevgi ile doludur. Kin ve düşmanlık kâfirlerin özelliklerindendir. Allah Teâlâ iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir.
İnsan için en büyük mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Allah Teâlâ, zâlimleri, fesatçıları, kâfirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri sevmez. Buna karşılık takvâ sahiplerini, tevbe edenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini, adâletle iş görenleri, ibadetlerini yapanları, tevekkül edenleri sever.
Müslümanın görevi, sevgisini iyiye, güzele ve meşru olana yöneltmektir. Sevdiğini Allah için sevmeli, sevmediğini de yine Allah için sevmemelidir. Allah'ın sevdiklerini sırf Allah rızası için sevmek, sevmediklerinden yine O'nun rızasını umarak kaçınmak gerekir.
Şu halde müslüman, her şeye ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak, sırf Allah rızası için, samimi bir sevgi beslemelidir.
İnsan ruhunu olgunlaştıran manevî gıdalardan biri olan sevgi, özellikle çocuklardan esirgenmez. Çocuk ruhunda her türlü iyiliği filizlendirecek olan şey sevgidir. Sevgiden mahrum olarak yetişen çocuklar katı yürekli ve zalim olmaya daha yatkındırlar. Bu mahrumiyet onların ruhunu kesinlikle olumsuz yönde etkiler.
Her seven sevdiğiyle birliktedir. Çünkü sevginin gereği budur.
Yukarıdaki ayeti kerime kimi sevmemiz gerektini vurgularken aşağıdaki hadis ise o sevginin gereği olarak beraber olacağımızı ifade buyurmaktadır.
Kişi beraber ise seviyordur.
Kişi seviyor ise beraberdir.
Yüce Allah cümlemize kendi sevgisini ve peygamberinin sevgisini nasip eylesin.
Yirmi İkinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:المَرْءُ مَعَ مَنْ أحَبَّ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Kişi sevdiği kimseyle beraberdir." [268]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah:المَرْءُ Kişi مَعَ beraberdir مَنْ kimseyle أحَبَّ sevdiği
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: İbni Mesud[269] (r.a) der ki: Biz. Yâ Resûlallah! Âhirette biz de sevdiklerimizle berâber miyiz? Diye sorduk: Resûl-i Ekrem: "Evet berabersiniz, diye tasdik buyurdu."[270]
Arkadaşın ehemmiyetini en ziyade vurgulayan hadislerden biri: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ "Kişisevdiği ile beraberdir" hadisidir.
Bu hadis, dünyayı da ahireti de kucaklayan bir genişliğe sahiptir. Bu beraberliği İslâm âlimleri sadece mekanda beraberlik olarak da görmezler.
Kim Allah'ı severse, o dünyada da âhirette de onunla beraberdir. Eğer konuşacak olsa Allah'a konuşur, söz söylese Allah'tan söyler, hareket etse Allah'ın emriyle olur, sükût etse Allah'la birlikte olur. O, daima Allah adına, Allah için ve Allah'ladır.
Kalbteki sevme hâdisesinin, insanın ebedî kurtuluş veya ebedî helâketine nasıl sebep olacağının anlaşılması, izahı gereken bir husustur.
Yani, âyetin gereği olan bütün amellere ittiba tam olarak yerine gelmese de, bunu yapanlara gösterilen muhabbet ve onlarla beraberlik, kurtuluşun aslının hâsıl olması için kâfidir. Çünkü onları sevmek, amelleri, taatleri sebebiyledir. Muhabbet kalbin derinliklerinden gelen bir duygudur. Allah ise, Peygamber'in emirlerini tam olarak işleyen kimseleri sevenleri, itikadları sebebiyle mükâfaatlandırır. Çünkü Allah'ın mükâfatlandırmasında niyet asıldır, amel niyete tâbidir. Ayrıca beraberlik için derecelerde müsâvaat şart değildir.
Yirmi Üçüncü Ayet
اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ لَاخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَاهُمْ يَحْزَنُونَ
"Haberiniz olsun ki, kuşkusuz Allah'ın dostlarına üzerinde korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de."[271]
اَلَا Haberiniz olsun ki اِنَّ kuşkusuz اَوْلِيَاءَ dostlarına اللّهِ Allah'ın لَاخَوْفٌ korku yoktur عَلَيْهِمْ üzerinde وَلَاهُمْ onlar hiç يَحْزَنُونَ üzülmeyeceklerdir de
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu âyet- kerime hakkında Ömer b, el-Hattab da şöyle demektedir: Ben, Rasûlullah (a.s)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah'ın kulları arasında Öyle kimseler vardır ki, onlar ne peygamberdir, ne de şehiddirler. Fakat peygamberler de, şehidler de kıyamet gününde yüce Allah'ın nezdindeki üstün mevkiileri dolayısıyla onlara gıpta ederler." Ey Allah'ın Rasûlü! Bize onların kim olduklarını ve amellerinin ne olduğunu bildir, denildi. Belki böylelikle onları severiz. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bunlar, aralarındaki akrabalık bağlan ve alış veriş ettikleri mallar olmamakla birlikte Allah için bir birbirlerini seven kimselerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri bir nur (gibi) dur. Ve şüphesiz onlar nurdan minberler üzerinde olacaklardır. İnsanlar korktuklarında onlar korkmayacak, insanlar kederlendiklerinde onlar kedertenmeyeceklerdir." Daha sonra Hz, Peygamber: "Haberiniz olsun ki, Allah'ın velilerine hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir" âyetini okudu.[272]
"Allah'ın dostlarına" yani Allah'ın sevgili kulları, seçkin kullan, Allah'a yakın kullar, Allah'a itaatle O'na yaklaşan, Allah'ın da kendilerini ikramıyla kuşattığı kulları. Onlar -ayetin tefsir ettiği gibi- iman eden ve Allah'tan gerçek manada korkan kimselerdir. Muttaki (takva sahibi) herkes Allah'ın veli kulludur, Allah dostudur, "korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir." Ümid ettiklerinden mahrum kalarak mahzun olmayacaklardır.[273]
Sevginin en güzeli ve kalıcı olanı Allah için olanıdır. Geriye kalan bütün sevgiler beyhudedir.
Er kişiye beyhude peşinde koşmak ne düşer ne de yakışır. Çünkü beyhude kendine kolsuz ve düğmesiz bir elbisenin içinde çekidüzen vermektir.
Yüce Allah cümlemize hakiki sevgiyi nasip etsin.
Yirmi Üçüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:أفْضَلُ لآعْمَال الحُبُّ في اللّهِ، وَالْبُغْضُ في اللّهِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir."[274]
قَالَ رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allahأفْضَلُ en faziletlisiا‘لآعْمَال Amellerin الحُبُّ sevmek في için اللّهِ Allah، وَالْبُغْضُ buğzetmektir في için اللّهِ Allah
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Beyhaki’den; Hz.Peygamber (a.s.)’a imanın en sağlam hangisidir? diye sorulduğunda yukarıdaki hadisi buyurmuştur. Yani:"Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." [275]
Hadis, sırf Allah rızası için olan sevmeleri ve sırf O'nun rızası için olan nefret ve buğzları en üstün amel olarak değerlendirmektedir. Her insanda sevgi ve nefret vardır ve bunları mutlak kullanacaktır. Şu halde mü'min, bu hislerini iradesi ile yönlendirerek, sevdiklerini Allah için sevse, sevmediklerini de yine Allah için sevmese kazancı büyük olacaktır.
Menfaat, korku gibi dünyevî emrivâkilerin tesiriyle sevmek veya nefret etmek araya girdi mi hasaret büyük oluyor. Âlimler derler ki: "Allah için sevmenin gereklerinden biri, Allah'ın evliya ve asfiyalarını sevmektir. Onları sevmenin şartlarından biri de onların bıraktığı sünnete uyup, onlarla yetinmek, bidata yer vermemek ve onların tavsiyelerine uymaktır." Fâsıklara, zâlimlere ve günahkârlara karşı meşru ölçüde buğzetmek "Allah için buğz"a girer.
Taberani Mu'cemu'l-Kebîr'de merfu olarak İbnu Abbâs'tan şunu kaydeder: "İman bağlarının en sağlamı Allah için dostluk, Allah için düşmanlık, Allah için sevgi, Allah için nefrettir."
Hz. Ömer (r.a) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir ne de şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler de onlara gıpta ederler." Orada bulunanlar sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!" "Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu (Kur'ân) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler. Ve şu âyeti okudu: اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ لَاخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَاهُمْ يَحْزَنُونَ "Haberiniz olsun ki, kuşkusuz Allah'ın dostlarına üzerinde korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de."[276]
Allah'a kulu sevdiren sebep, kulun iyi niyeti, ihlası hayır amelidir. Allah'ın insanı sevmesi, ondan razı olması, onun hayrını istemesi, ona rahmetiyle muamele etmesi demektir. Buğzu da, kulun isyanı ve küfrü sebebiyledir, onun şekâvet ve cezalandırılmasına irade buyurmasını, rahmet ve mağfiretini esirgemesini ifade eder.
Kabûl'ün veya buğzun yeryüzüne konması, kulun ameline tabi olarak yeryüzü ahalisine sevdirilmesi veya sevdirilmemesi demektir. Şu halde yeryüzünde Allah dostlarının samimi sevgilerine mazhar olmak isteyenlerin de öncelikle Allah'ı razı edecek fiillerde bulunması gerekmektedir.
Yirmi Dördüncü Ayet
وَمَا هذِهِ الْحَيوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ لَوْكَانُوا يَعْلَمُونَ
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Kuşkusuz ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı! ” [277]
وَمَا ibarettir هذِهِ Bu الْحَيوةُ hayatı الدُّنْيَا dünya اِلَّا sadece لَهْوٌ bir eğlenceden وَلَعِبٌ bir oyundan وَاِنَّ Kuşkusuz الدَّارَ yurduna gelince الْاخِرَةَ Ahiret لَهِىَ الْحَيَوَانُ işte asıl yaşama odur لَوْ Keşke كَانُوا olsalardı يَعْلَمُونَ bilmiş
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Ayetin nüzulü, surenin genel akışı içinde olmuştur.[278] Allah Tealâ dünya ile ahireti birarada zikretmektedir. Dünya hayatı devamlı olmayan, fani ve basit bir hayattır. Dünya hayatında olanların son noktası kendisiyle oyalanılan bir eğlenceden, teselli olunan bir oyundan ibarettir. Ahirete gelince, bu zail olmayan ve bitmeyen daimî hayat yurdudur. Bilakis ahiret hayatı ilelebed devam edecektir. Onlar bunu bilselerdi, baki olanı fani olana tercih ederlerdi.[279]
"Bu dünya hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir." Yani bu dünya hayatı kendisi ile oyalanılan ve eğlenilen bir şeydir. Allah'ın zenginlere vermiş olduğu dünyalık mutlaka yok olur, zeval bulur. Tıpkı hakikati olmayan ve sebatı bulunmayan oyun gibidir. Bazıları şöyle demiştir: Dünya senin için baki kalsa bile, sen onun için baki kalmazsın. Şu beyitleri okumuşlardır:
"Dünyanın akşam bize gelişi, sabah gidişinden farklıdır.
Bir takım işlerden sonra başka işler meydana gelir.
Geceler (kimini) bir araya getirir, ayırır kimini,
Kimi yıldızlar doğar o gecede batar kimileri.
Her kim zamanın ve sevincinin kalıcı olduğunu sanırsa,
Bilsin ki imkansızdır bu, hiçbir sevinç devam etmez.
Ve affetsin Allah bütün endişesi tek bir şey olanı
Ve gelen musibetlerin dönüp dolaşıcı olduğuna inanan kimseyi.”
Bütün bunlar mal, mevki, geçimin temel esasını sağlayacak ve itaatler için gerekli gücü temin edecek, zorunlu ihtiyaçtan fazla olan giyecek gibi; dünyalıklar hakkındadır. Bunlardan Allah için olanlara gelince; onlar âhiretın kapsamı içerisindedirler ve asıl kalacak olanlar onlardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Celal ve ikram sahibi Rabbimin Vechi ise kalıcıdır."[280] Yani kendisi ile Allah'ın mükâfat ve rızası aranılarak yapılan şeyler kalıcıdır.[281]
Dünya bir gölgeliktir. Kim ona tenezzül ederse, gölge gibi sahte olur.
Yukarıdaki ayet dünyanın bir oyuncak olduğunu aşağıdaki hadisi şerif ise dünyalık için hiçbir şekilde eğilmeye ve bükülmeye gerek olmadığını bize mesaj vermektedir.
Yüce Allah cümlemizi dünyaya dünya kadar değer vermeyi nasip etsin
Yirmi Dördüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:وَالْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: “Veren el, alan elden daha hayırlıdır."[282]
قَالَ رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah:وَالْيَدُ el الْعُلْيَا Veren خَيْرٌ daha hayırlıdır مِنَ الْيَدِ elden السُّفْلَى alan
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hakim İbn-i Hizâm radiya'llâhu anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Resûlullâh (a.s.)'den (bir kere dünyâlık) istedim. Bana verdi. Sonra kendisinden (bir daha) istedim. (Yine) bana verdi. Sonra (üçüncü bir daha) istedim. (Bu defa da) bana verdi. Bundan sonra buyurdu ki:
- Ey Hakîm, şu mal (yok mu? Sanki o, manzarası) yeşil, (zevkı) tatlı gûnâ-gûn mevvadır. Her kim bu malı, ferâgat-i nefs ile (hırssız) alırsa, o mal, kendisi için bereketli ve meymenetli olur. Bir kimse de bunu hırs ile alırsa, bu mal, alan için şerefli ve bereketli olmaz. O muhteris kimse (dâü'l-kelebe tutulmuş) bir obur gibidir. Dâimâ yer, bir türlü doymaz. (Veren) yed-i ulyâ, (alan) yed-i süflâdan hayırlıdır.
Hakîm (İbn-i Hizâm) demiştir ki, ben:
-Yâ Resûla'llâh! Seni Hak Peygamber gönderen Allâhu Teâlâ'ya yemîn ederim ki: ben şu dünyâdan ayrılana kadar senden başka hiçbir kimseye, hiçbir şey için elimi uzatmam (benim elim, senden sonra Arap neslinin elleri altında bulunamaz) dedim.
(Hakikaten) Ebû Bekr (r.a) (hilâfet-i zamânında), beytü'l-mâldeki hakkını vermek için Hakîm'i da'vet etmiş, fakat Ebû Bekr'in bu ihsânını kabûl etmekten imtinâ eylemiştir. Sonra Ömer (r.a) de hakkını vermek için da'vet etmiş, ondan da almaktan imtinâ eylemiştir. Bundan sonra Hazret-i Ömer (Mahzar-i Sahâbe'de):
-Ey cemâat-i müslimin: Hakîm hakkında sizi şahit ederim ki: ben, harac ve ganimet malından muayyen olan hakkını kendisine arz ediyorum. O, almaktan imtinâ ediyor, dedi. Ve (hakîkaten) Hakîm, Resûlullâh (a.s)'den sonra tâ vefat edene kadar, kimseden bir şey almamıştır.[283]
Az miktarla yetinen, levm edilmez. Çünkü hayatının devamı için gerekli olan mesken, libas, yiyecek ve içecek için hesap sorulmayacaktır. Kefafı taşan istihlak ve mülkiyet, hesaba bais olacaktır.
Kişi malını harcarken, önce bakmakla mükellef olduğu yakınlarına öncelik vermelidir. Kendi yakınları ihtiyaç içinde iken, sevap düşüncesiyle yabancılara harcamak, tasaddukta bulunmak caiz değildir. Resulullah, kişinin ailesine harcadıklarının da sadaka olduğunu beyan buyurmuştur.
Hadis, "veren el alan elden üstün" demekle, "zenginlik fakirlikten üstündür" diyenlere delil olmaktadır.
Hz. Ömer (r.a) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz."[284]
* Dünya her insan için süslenmiş bir gelinlik gibidir. Fakat gel gör ki, şu ana kadar onunla evlenmek isteyen niceleri çıktı da, sadece onun boynuna bir nakış izi bırakıp gittiler.
* Kimilerin nakışı, kem gözlerle bakılmış kara bir günah. Kimilerinin de olduğundan ne eksik ne de fazla değer vermeyip bıraktıkları iyilikler olmuştur.
* Eğer dünya yaşamaya ve değer vermeye layık bir yer olsaydı, hiçbir peygamber ölmezdi. Çünkü Allah'ın en çok rızasına müştak olanlar, peygamberler olmuştur.
* Dünya ve içindekiler, imtihandır. İmtihanda istirahat ve ebedilik yoktur. İmtihan, her an dikkat ve temkin ister. İmtihanda ihmal ve gaflet, cehennemde ateştir.
Yirmi Beşinci Ayet
قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذينَ اَسْرَفُوا عَلى اَنْفُسِهِمْ لَاتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَميعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحيمُ
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” [285]
قُلْ De ki يَا Ey عِبَادِىَ kullarım الَّذينَ اَسْرَفُوا haddi aşan عَلى aleyhine اَنْفُسِهِمْ nefisleri لَاتَقْنَطُوا ümit kesmeyin مِنْ رَحْمَةِ rahmetinden اللّهِ Allah'ın اِنَّ Çünkü اللّهَ Allah يَغْفِرُ bağışlar الذُّنُوبَ günahları جَميعًا bütün اِنَّهُ Şüphesiz ki هُوَ O الْغَفُورُ çok bağışlayan الرَّحيمُ çok esirgeyendir
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu âyetin Kur'anda en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat etmek lâzım gelir ki, bu ümit, günaha teşvik için değil en günahkâr kimseleri bile bir an evvel tevbe teşvik için olduğu ikinci ve üçüncü âyette apaçıktır. Bunun sebebi nüzulünde bir kaç rivayet vardır. Ata ibni Yesardan olan rivayete göre Hz. Hamza (r.a)'ın katili Vahşî hakkında Medine'de nâzil olmuştur.[286]
Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu bütün günahları içine alan, Allah'ın geniş rahmet deryasıdır. Bu, Allah'a dönüş çağrısıdır. Bu, sapıklık çölünde kör, yalnız başına kalmış, uzaklara düşmüş savurgan günahkâra bir çağrıdır. Arzu, umut ve Allah'ın bağışlamasına güvenme çağrısıdır bu. Yüce Allah, kullarına merhametlidir. Onların acizliğini ve zayıf olduklarını, içten ve dıştan bünyeleri üzerine etki eden faktörleri çok iyi bilmektedir. Şeytanın her konuda onları avlamak için tetikte beklediğini, bir açıklarını kolladığını, onları saptırmak için bütün yolları kullandığını, piyade ve süvari askerleriyle onlar üzerine akınlar düzenlediğini, bu iğrenç eyleminde çok ciddi olarak çalıştığını bilmektedir. Bunun yanında insan denen varlığın zayıf bir bünyeye sahip, çok zavallı bir yaratık olduğunu, kendisini bağlayan ipin elinden kaçması ve yapıştığı kulpun kopmasıyla çabucak yere serileceğini de bilmektedir. Onun bünyesine yerleştirilen görevlerin, eğilimlerin ve ihtirasların dengesinin çabucak bozulabileceğini, onu sağa sola çarptırabileceğini, günaha sokabileceğini ve buna karşı onun sağlıklı dengeyi koruma konusunda zayıf düştüğünü de bilmektedir.
"De ki: "Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
İsyânkarlıkta aşırı gittiği, günahlara daldığı, korunmuş sahadan kaçtığı ve yoldan saptığı halde insan ile huzur veren, tatlı rahmet ve O'nun diriltici, hoş görünümlü gölgeleri arasında hiçbir engel yoktur. Onunla bunların hepsinin arasında tövbeden başka bir şey yoktur. Tek engel, tövbedir. Girenlere engel olan hiçbir kapıcının bulunmadığı ve oraya dalan kimsenin bir başkasından izin almaya mecbur olmadığı açık kapıya dönüş yapmak yeterlidir.
Yukarıdaki ayeti kerime Yüce Allah'ın rahmetinden umudumuzu kesmememizi ifade buyururken, aşağıdaki hadisi şerif ise cennete gitmenin tek yolu vardır o da Rahmanın Rahmetinden ümit kesmeden tevbe etmektir.
Yüce Allah cümlemize Rahmanın rahmetinde ümit var olarak hayatımızı idame ettirmeyi nasip etsin.
Yirmi Beşinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: لَوَْ أنَّكُمْ لاَ تُذْنِبُونَ لَذَهَبَ اللّهُ تَعالى بِكُمْ وَخَلَقَ خَلْقاً يُذْنِبُونَ فَيَغْفِرُ لَهُمْ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi gönderir (helak eder) ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı."[287]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah: لَوَْ Eğer أنَّكُمْ siz لاَ تُذْنِبُونَ hiç günah işlemeseydiniz لَذَهَبَsizi gönderir اللّهُ Allah تَعالى Teâlâ بِكُمْ sizi وَ ve خَلَقَ yerinize خَلْقاً yaratırdı يُذْنِبُونَ günah işleyecek فَيَغْفِرُ mağfiret edeceği لَهُمْ kimseler
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Beyhaki “Şuabu’l-İman’da, Abdullah b.Amr’dan şöyle dediğini rivayet eder:
إِذَا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا “Yer şiddetli sarsıntıyla sarsıldığı zaman.” [288]
Ayeti nazil olunca, Hz. Ebu Bekir (r.a) (orada) oturuyordu. Sonra birden ağlamaya başladı. Hz.Peygamber (a.s) buyurduki: “Ey Ebu Bekir seni ağlatan nedir?” Ebubekir:
“Bu sure beni ağlattı “ dedi. Hz. Peygamber (a.s) buyuyrdu ki:
“Eğer siz affolunacak günah işlemeseydiniz ve hata etmeseydiniz Allah Teala günah işleyecek, hata edecek ve günahları bağışlanacak bir kavim yaratırdı.”[289]
Af ve mağfiret bahsinin günah, tevbe gibi başka bahislerle de ilgisi vardır. Bilhassa günah mefhumu olmak üzere bu tabirlere, geçmiş bahislerde zaman zaman temas edilmiştir. Esasen bunları birbirinden ayrı mütalaa etmek mümkün değildir. Sözgelimi insan günah işleme fıtratında yaratılmıştır, ama tevbe emredilmiştir. Cenab-ı Hakk tevbe edenleri sevmekte ve tevbeleri kabul etmekte, günahkârı affetmektedir. Böylece kul da kulluğunu anlamak suretiyle manevi yükseklik kazanmaktadır. Şu halde bu mefhumları, İslam'ın bu meseledeki umumi telakkileri çerçevesinde kavramaya çalışmak daha uygun olacaktır.
İnsanoğlu, hayvan ve melek dediğimiz iki sınıf şuur ve hayat sahipleri arasında orta bir mevkidedir: Hayvanlar, şehvet (arzular) sahibi fakat aklı olmayan bir tabaka teşkil ederler. Akılları olmadığı için davranışlarını tabiî insiyaklarla -ki buna içgüdü diyoruz- yürütürler, bu yüzden sorumlulukları yoktur. Melekler ise, şuur ve hayat sahibi olmakla birlikte şehvetleri yoktur. Onların şerre kabiliyetleri de yoktur. Verilen vazifeleri yaparlar. Dereceleri ne düşer ne de yükselir, hep sâbit kalır. İnsanlar ise, orta bir tabakadır.
Sonuç olarak, Allah hususunda aldananların vehmettikleri gibi, günah işlemekte devam edenlere teselli mevcut değildir. Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları günahlara batmaktan kurtarmak için gönderildiler.
Hadis, Allah Teâlâ’nın affını, günahkârları tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Öyleyse hadisten murad olan ma'nâ şöyle olmalıdır: Allah Teâlâ, muhsin olanlara vermeyi sevdiği gibi, günahkar olanları da affetmeyi sevmektedir. Buna, Allah'ın birçok ismi delalet eder: "Gaffâr, Halîm, Tevvâb, Afüvv” gibi. Yahut, kullarını tek bir şey üzere yaratmamıştır, nitekim melekler günah işlemekten uzak olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı hevaya meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır. Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Heva ile mübtela ettikten sonra tevbeyi öğretir. Eğer ibtilaya rağmen hevaya uymazsa ecri Allah'a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır.
Yirmi Altıncı Ayet
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.” [290]
اِنَّمَا ancak الْمُؤْمِنُونَ Müminler اِخْوَةٌ kardeştirler فَاَصْلِحُوا Öyleyse düzeltin بَيْنَ arasını اَخَوَيْكُمْ kardeşlerinizin وَ ve اتَّقُوا korkun اللّهَ Allah'tan لَعَلَّكُمْ ki تُرْحَمُونَ esirgenesiniz
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
İbn Abbas dedi ki: Ayet Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında inmiştir. Kulağında bir parça ağırlık vardı. Peygamber (a.s)'ın meclisine ondan önce gidenler o geldiği takdirde ona yer açarlardı ki, Peygamber Efendimizin yanında oturup söylediklerini duysun. Yine bir gün mescide geldiğinde, Peygamber (a.s) ile birlikte sabah namazının bir rekatini kaçırmış bulunuyordu. Peygamber (a.s) namazı bitirince ashabı onun yanında yerlerini aldılar. Herbirisi olduğu yerde oturdu, yerinden ayrılmadı. Öyle kî hemen hemen kimse kimseye yer açmıyordu. Hatta kimisi oturacak yer bulamadığı için ayakta kalmıştı. Sabit namazını bitirince insanların omuzlan üzerinden atlayarak: Yer açın, yer açın, diyordu. Ona yer açtılar, nihayet Peygamber (a.s)'ın yanına kadar ulaştı. Peygamberle kendisi arasında sadece bir kişi kalmıştı. Ona da: Yer aç, dedi. Adam kendisine: Bir yer buldun otur, dedi. Sabit kızgın bir şekilde arkasına oturdu, sonra da: Bu kim diye sordu. Ona: Filan kişi dediler. Bu sefer Sabit: Filan kadının oğlu diyerek annesi sebebiyle onu ayıpladı. O bu sözleriyle cahiliye döneminde annesinin adını söylemişti. Adam bundan utandı, bu âyet-i kerime nazil oldu. [291]
“Müminler ancak kardeştirler." Yani nesebte değil de dinde ve haklarının saygınlığında (hürmet hususunda) birbirlerinin kardeşleridirler. Bundan dolayı, din kardeşliği, neseb kardeşliğinden daha sağlamdır, denilmiştir. Çünkü neseb kardeşliği din ayrılığı halinde kesintiye uğrar, din kardeşliği ise neseblerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz.
Bu kardeşliğin gereği olarak müslüman toplumda asıl olan kural sevginin, barışın, yardımlaşmanın ve birliğin olması anlaşmazlık ve çatışmanın ortaya çıkar çıkmaz asıl kurala döndürülmesi gereken istisnai bir durum olmasıdır. Ve yine müslüman toplumda aslolan, yukardaki temel kuralın topluma yerleştirilmesi uğruna öteki mü'minlerin haddi aşan kardeşlerini aynı safa döndürmek için ve sapıklığı asıl ve temel kurala döndürerek ortadan kaldırmak için, kardeşleri olan haddi aşanlara karşı savaşmalarının meşru olmasıdır. Bu da kesin ve aynı zamanda da kararlı bir işlemdir.
Yine bu kuralın gereği olarak, bu arabulma savaşında yaralananlar hemencecik öldürülmezler, hiçbir esir öldürülmez, savaşı bırakıp silahını atarak geri kaçanlar kovalanmazlar. Haddi aşanların malları ganimet olarak alınmaz. Çünkü onlarla savaşmaktan gaye, onları öldürmek değildir. Aksine kendilerini müslümanların safına çekmek ve islam kardeşliği sancağının altına getirmektir.
Kardeşlik İslam dinin temel esaslarından biridir. Yukarıdaki ayeti kerime muminlerin kardeş olduğunu buyururken, aşağıdaki hadisi şerif ise Müslümanın kardeşine haksızlık yapmayacağını ve kardeşinin içinde bulunduğu ihtiyaçtan kurtarmak gerektiğini ve eğer bir ayıbı varsa da derhal ayıbını kapatması gerektiğini dile getirmektedir. Çünkü Müslüman kardeşine nasıl muamele yaparsa, Allah’ta ona öyle muamele yapar.
Yüce Allah cümlemize dinimizin istediği şekilde Müslüman olmayı nasip eylesin.
Yirmi Altıncı Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:أخُو المُسْلِمِ َ يَظْلِمُهُ وََ يُسْلِمُهُ، وَمَنْ كَانَ في حَاجَةِ أخِيهِ كَانَ اللّهُ في حَاجَتِهِ، وَمَنْ فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً فَرَّجَ اللّهُ عَنْهُ بِهَا كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ، وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِماً سَتَرَهُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu kıyamet günü örter."[292]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah:أخُو kardeşidir المُسْلِمِ müslümanın َ يَظْلِمُهُ Ona zulmetmez, وََ يُسْلِمُهُ Müslüman، وَمَنْ Kim كَانَ görürse في حَاجَةِ ihtiyacını أخِيهِ kardeşinin كَانَ اللّهُ Allah da في حَاجَتِهِ onun ihtiyacını görür، وَمَنْ Kim فَرَّجَ kurtarırsa عَنْ مُسْلِمٍ bir müslümanı كُرْبَةً bir sıkıntıdan فَرَّجَ kurtarır اللّهُ Allah da عَنْهُ o sebeple بِهَا onu كُرْبَةً sıkıntısından مِنْ كُرَبِ sıkıntısından يَوْمِ gününün الْقِيَامَةِ Kıyamet، وَمَنْ Kim سَتَرَ örterse مُسْلِماً bir müslümanı سَتَرَهُ onu örter اللّهُ Allah da يَوْمَ günü الْقِيَامَةِ kıyamet
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Süveyd b. Hanzala (r.a)'dan: "Biz, Hz. Peygamber (a.s)’i görmeye çıkmıştık. Yanımızda Vail b. Hücr vardı. Onu Düşmanı yakaladı. İnsanlar yemin etmekten kaçınıyorlardı. Ben, "o benim kardeşimdir" diye yemin ettim. Vail bırakıldı. Bizde Hz.Peygamber (a.s)'a geldik. Bunu Hz.Peygamber (a.s)'a anlattım. O da buyurdu ki: "Sen onların en iyisi ve en doğrususun. Müslüman müslümanın kardeşi olduğu konusunu doğru söylemişsin."[293]
Hadiste İslâm kardeşliğinin nasıl gerçekleşeceği belirtilmektedir. Görüldüğü üzere müslüman, iman kardeşine karşı bazı vazifelerle mükellef durumda: Zulmetmeyecek, tehlikeye atmayacak, sıkıntısını giderecek, yardımına koşacak ve örtecek. Resulullah "Örtme" işini mutlak bırakmıştır. Bu sebeple şârihler: "Bedenini örtmek, ayıbını örtmek, ihtiyacını örtmek, gıybetini yapmamak suretiyle kusurlarını örtmek vs." diye her çeşit örtme'yi anlamışlardır.
Kardeş denildiğinde akla genellikle aynı anneden ve babadan dünyaya gelen kişiler gelmektedir. Bu soy-sop kardeşliğinin dışında bir de aynı dine veya dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akide kardeşliği sözkonusudur.
Kardeş olmak, arkadaş ve sadık dost olmak; sevinçte ve kederde beraber olmayı göze almak demektir; bunu fiili olarak göstermek demektir, sevmek, saymak, güvenmek, merhamet etmek, yardımlaşmak ve dayanışmak demektir. Bunlar olmadan kardeşlik iddiasının bir anlamı olmaz.
Mü'minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücud aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü'minin-dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mü'min kardeşleri derinden hisseder.
Kardeşler aralarında şu esaslara göre hareket etmelidir:
1- Kardeşler karşılıklı sevgi ve saygı beslemeli, küçükler büyüklerine karşı saygısız davranışlardan sakınarak onları anne ve babalar gibi görmeli ve kendilerine itaat etmeli, büyük kardeşler de küçüklerin kabahatlerini af ve hoşgörü ile karşılamalıdır.
2- Kardeşler, anne ve babalarını üzmeyecek, onlara huzur dolu bir hayat yaşatarak davranışlarla birlik ve beraberlik içinde yaşamalı; para, servet miras gibi maddi çıkarlar düşmanlık sebebi haline getirilmemeli ve birlik ruhu bozulmamalıdır.
3- Şan, şöhret, makam, servet gibi şeyler kıskançlık sebebi olmamalıdır. Kardeşlerden biri ilim, servet ve makam itibariyle yükselirse bu durum diğerleri için ancak bir iftihar vesilesi sayılmalıdır. Maddî ve manevî bakımdan güçlü olan da diğerlerine hor bakmamalı, onlara her konuda yardım elini uzatmalıdır.
4- Aralarındaki işleri ve fikir ayrılıklarını zora baş vurmadan, birbirlerinin fikirlerine saygı duyarak ve konuşup anlaşarak tatlılıkla halletmenin yollarını aramalıdırlar.
Yirmi Yedinci Ayet
وَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تُقْسِطُوا فِى الْيَتَامى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنى وَثُلثَ وَرُبَاعَ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ ذلِكَ اَدْنى اَلَّا تَعُولُوا
"Eğer yetim kızları ile evlendiğiniz takdirde onların haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da eliniz altındaki cariye ile yetininiz haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur."[294]
وَاِنْ Eğer خِفْتُمْ korkarsanız اَلَّا تُقْسِطُوا gözetemeyeceğinizden فِى الْيَتَامى yetim kızları فَانْكِحُوا evlenebilirsiniz مَا طَابَ nikahı düşen لَكُمْ size مِنَ النِّسَاءِ kadınlardan مَثْنى ikisi وَثُلثَ üçü ya da وَرُبَاعَ dördü ile فَاِنْ Ama eğer خِفْتُمْ korkarsanız اَلَّا تَعْدِلُوا onlar arasında adil davranamayacağınızdan فَوَاحِدَةً tek kadınla evleniniz اَوْ ya da مَا مَلَكَتْ cariye ile yetininiz اَيْمَانُكُمْ eliniz altındaki ذلِكَ budur اَدْنى en uygun hareket اَلَّا için تَعُولُوا haksızlığa düşmemeniz
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Urve b. Zübeyr (r.a) Hz. Aişe (r.anhe)’den naklediyor: "Yetim kızlar hususunda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız".. ayetini sordum bana şöyle cevap verdi der: "Ey bacımın oğlu, bu yetim kız velisinin himayesinde bulunur. Velisi malını kendi malına katar, bu arada malı ve güzelliği hoşuna gider. Mehrinde adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek ister. Ona başkasının vereceği kadar bir şey verir. Bu yüzden adaletli davranmadıkları ve adet olan mehirlerinin en üstününü vermedikleri sürece onları nikahlamaktan alıkonuldular. Onlardan başka kadınları nikahlamaları emredildi. Urve diyor ki, Aişe şöyle dedi: Bazı insanlar bu ayet geldikten sonra Resulullah'tan (a.s) fetva istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: `Onlar senden kadınlara ilişkin fetva istiyorlar. De ki; onlar hakkındaki fetvayı Allah veriyor. Kendilerine farz kılınmış şeyi vermediğiniz ve onlarla evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlar hakkında kitapta size okunanı..."[295] Hz. Aişe (r.anhe) diyor ki, "Nikahlamayı arzuladığınız..." sözünden, birinizin malı ve güzelliği az olan yanındaki yetim kızdan yüz çevirmesi kastedilmektedir.
Hz. Aişe'nin hadisi, cahiliye toplumunda yaygın olan sonra da Kur'an, gelip bu yüce direktifler ve "yetimler konusunda adaleti gözetemiyeceğinizden korkarsanız.." diyerek işi vicdanlara dayandırmak suretiyle yasaklayıp yok edene kadar müslüman kitle içinde de varlığını sürdüren düşünce ve geleneklerin bir yönünü tasvir etmektedir. Bu, himayesindeki yetim konusunda adaleti gözetmeyecek vekilinin titiz davranması, Allah'tan sakınıp korkması sonucudur. Ayetin hükmü geneldir. Adaletin gözetileceği yerleri sınırlandırmıyor. Bu durumlarda istenen, tüm şekilleri ve anlamlarıyla adalettir. Mehirle ilgili olması ya da diğer bir değere ilişkin olması önemli değildir. Birinin yetim kızı, kalbinde bir sevgi bulunmadan ve onunla beraberliği arzulamadan sırf malına duyduğu ilgiden dolayı nikahlaması veya evlenmeyi istemediği halde utancından ya da velisinin isteğine karşı geldiğinde malının zayi olacağından korktuğundan dolayı bu isteksizliğini söyleyemeyen kızın isteğini göz önünde bulundurmadan arada hayatın birlikte sürmesine imkan vermeyecek kadar yaş farkı olduğu halde nikahlamak gibi adaletin gerçekleşmesinden endişe duyulan daha nice durumlar...[296]
İslâm'dan önce Arabistan'da çok eşliliğin sınırsız bir şekilde uygulandığı kabul edilir. Ancak çok eşlilik daha çok varlıklı kimseler ve kabile başkanları için söz konusu idi. Halktan erkeklerin çoğunluğu ise tek eşliydi.[297]
Eski İran, Çin ve Brehmenler hukukunda, Babil'de Hammurabi kanunlarında birden çok kadınla evlilik kabul edilmişti. Roma hukukunda istifraş yani evli olmaksızın birlikte yaşamak mevcuttu.[298]
Tevrat'da Dâvud (a.s)'ın bir kaç kadınla evlendiğinden söz edilir.[299] İncil'de birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir hüküm yoktur. Bu yüzden XVI. asra kadar Hıristiyanlarda çok evlilik normaldi. Hatta filozof Herbert Spenser'e göre, XI. asırda İngiltere'de kadının başka bir erkeğe belli bir süreyle ödünç verilebileceği hakkında kilise kanun çıkarmıştır.[300]
İslâm'ı yaymak amacıyla da çok evlilik olabilir. Nitekim Hz. Peygamber 54 yaşına kadar Hz. Hatice (r. anhâ) ile tek evli olarak kalmış, bu yaştan sonra 9 kadar eşi olmuştur.[301]
Nikah akdi ne sadece nefsin isteklerini tatmin etmek gözüyle bakmamak gerekir. Çünkü Bu bakışa sahip olanlar hiçbir zaman Peygamber (a.s)'ı anlamayazlar. Onu anlamayanlarında İslam dininden nasipleri olmaz.
Nikah akdi, hem geleceğin neslini güvence altına almak hem de serkeşlerin çirkin emellerine alet olma olasılığı çok olan kadınları kurtarmaktır. Çünkü çok evliliğin olmadığı yerde metreslik revaçta olur.
O zaman kadına sormak lazım; bir namuslu erkeğin dördüncü hanımı olmayı mı tercih edersiniz? Yoksa nesil ve namus emniyeti olmayan bir erkeğin yüzüncü metresi olmayı mı tercih edersiniz?
İşte bu sorunun cevabı günümüz modern dünyasında dahi hala muallakta kalmıştır.
Aşağıdaki hadisi nebevi sevmenin, sevişmenin güzel yollarını bize göstermektedir. Yukarıdaki ayetle paralel olarak sevgi bağının pekişmesi ve namuslu bir şekilde devam etmesinin yolu ancak nikah akdi olduğunu beyan buyuruyor.
Yüce Allah cümlemize namus ve iffetimizle dinimizi ve imanımızı yaşamayı nasip etsin.
Yirmi Yedinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:لَمْ نَرَ »يُرَ« لِلْمُتَحَابَّيْنِ مِثْلُ النِّكَاحِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Sevişenler için nikâh kadar sevgiyi artırıcı bir şey görmedik (veya görülmedi.)"[302]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allahلَمْ نَرَ bir şey görmedik »يُرَ veya görülmedi « لِلْمُتَحَابَّيْنِ Sevişenler için مِثْلُ sevgiyi artırıcı النِّكَاحِ nikâh kadar
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hz. Cabir'in babası öldüğü zaman geride yedi (veya dokuz) kız çocuğu bırakmıştır. Hz. Cabir, kendi ifadesiyle "çocukları ayarında beceriksiz bir bâkire ile evlenmeyi [kızlarına bir yenisini eklemeyi] uygun bulmayarak bunlara analık yapacak, terbiye ve bakımlarını iyi îfa edecek, onlar üzerinde otorite kurabilecek tecrübeli bir dulla evlenmiştir." Bir sefer dönüşü Hz. Cabir, Medine'ye yaklaşınca, evine bir an önce varmak için hayvanını hızlandırınca, oradaki acelecilik Aleyhissalâtu vesselâm'ın dikkatini çeker. Cabir'den sebebini sorar. Cabir, yeni evlendiğini söyleyince, Aleyhissalâtu vesselâm, "dulla mı, bakire ile mi evlendin" diye tekrar sorar. Cabir (radıyallahu anh) dul deyince, Aleyhissalâtu vesselâm, sadedine olduğumuz tavsiyede bulunur. Hz. Cabir, niçin dulla evlendiğini açıklayınca da: اصَبْتَ
"İsabetli davranmışsın" buyurarak takdir eder. Hz. Cabir'in aldığı kadının adı Sahle Bintu Mes'ûd İbni Evs İbni Mâlik el-Ensâriyye'dir.[303]
Bu girişten sonra nikah ve evlilik nedir ve nasıl olur izahını yapmaya çalışalım.
Nikâh: Evlenme, kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, sarhoş etme, evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında yapılan ve müşterek hayat ve nesli sürdürmek için bir bağ meydana getiren akit.
Tarih boyunca, çeşitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayışı ve tatbikatı aynı olmamıştır. ilâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadının ortak bir yuva kurması ancak nikâh akdiyle mümkün kılınmıştır.
Nikâh akdi eşlerin veya temsilcilerinin serbest iradesiyle oluşur. Karı kocadan meydana gelen aile yuvasında tarih boyunca, çeşitli topluluklarda üç usul uygulanmıştır.
Hz. Peygamber, Buhâri ve Müslim tarafından nakledilen bir hadisinde, bir kadınla ancak dört meziyeti dolayısıyla evlenildiğine işaret ederek, bunların; kadının malı, soyu-sopu güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da, "sen kadının dindar olanını al" buyurmuştur.[304]
İbn Mâce tarafından nakledilen bir hadisinde ise şöyle demiştir: "Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir cariye, diğerlerinden üstündür."[305]
Yirmi Sekizinci Ayet
اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبيلِه وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ
“(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Kuşkusuz Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir” [306]
اُدْعُ çağır اِلى سَبيلِ yoluna رَبِّكَ Sen Rabbinin بِالْحِكْمَةِ hikmet وَ ve الْمَوْعِظَةِ öğütle الْحَسَنَةِ güzel وَ ve جَادِلْهُمْ mücadele et بِالَّتى şekilde هِىَ onlarla اَحْسَنُ en güzel اِنَّ Kuşkusuz رَبَّكَ Rabbin هُوَ اَعْلَمُ bilendir بِمَنْ ضَلَّ sapanları عَنْ سَبيلِه kendi yolundan وَ ve هُوَ O اَعْلَمُ çok iyi bilir بِالْمُهْتَدينَ hidayete erenleri
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu âyet-i kerime Mekke'de, Kureyşlilere karşı silah kullanmama emrinin verildiği, buna karşılık Hz. Peygamber'e, Allah'ın dinine ve şeriatine nazik ve yumuşak ifadelerle, sert ve azarlayıcı olmayan ifadelerle davet etmekle emrolunduğu sırada inmiştir. Müslümanların, kıyamet gününe kadar bu şekilde öğüt vermeleri gerekmektedir. O bakımdan bu âyet-i kerime, muvahhid olup günahkâr kimselere nisbetle muhkemdir. Ancak kâfirlerle savaş bakımından nesli olunmuştur.[307]
Bu ayette geçen "Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.[308]
Merhum müfessir Elmalılı, bu ayeti açıklarken şöyle der: "Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiçbir hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir.”[309]
Hz. Peygamber (a.s) veda hutbesinde İslâm'ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: "Tebliğ vazifemi yaptım mı?" diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, "Allah'ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” [310] diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır.
Davet, Allah yoluna yapılan bir çağrıdır. Davetçinin şahsına ve milletine yapılan bir çağrı değildir. Davetçinin, bu çağrı ile Allah'a karşı görevini yapmaktan öte bir kazancı yoktur. Onun sözkonusu edilebilecek bir üstünlüğü yoktur. Ne dava üzerinde ne de kendisi aracılığı ile doğru yola gelenler üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Bunların ötesindeki mükafatını vermek ise Allah'a aittir.[311]
Güzel söz, yılanı dahi deliğinden çıkarır. Güzel davet muminlerin dininin şiarıdır.
Yukarıdaki ayet ve aşağıdaki hadisi şerif bize bu mesajı vermektedir.
Hak sahibi olmak haksızlık yapmayı gerektirmez. Bilakis hak sahibi iken güzel muamele, güzel davet kişinin kemaletini artırır.
Yüce Allah cümlemizi haksızlığa meydan vermeden hakkı ikame etmeyi nasip etsin.
Yirmi Sekizinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:يسِّرُوا وَلآ تُعَسِّرُوا وَبَشِِّرُوا. وَ لاَ تُنَفِّرُوا.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin. " [312]
قَالَbuyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah:يسِّرُوا Kolaylaştırın وَلآ تُعَسِّرُوا zorlaştırmayın وَ ve بَشِِّرُوا müjdeleyin. وَلآَتُنَفِّرُوا nefret ettirmeyin
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hz.Peygamber (a.s) Muaz bin Cebel (r.a)’ı Yemene gönderdiği zaman bu hadisi tavsiye etmiştir.[313]
Bu hadis, Buhari ve Müslim'de muhtelif tariklerden rivâyet edilmiştir. Diğer rivâyetlerin bir kısmında farklı ziyâdeler mevcuttur: "Uyumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin" gibi.
Bu hadis, Resûlullah (a.s)'ın cevâmiulkelîm denilen özlü sözlerindendir. Sevindirin emriyle, Allah'ın fazlını, sevabının büyüklüğünü, ihsânının bolluğunu, rahmetinin genişliğini, af ve mağfiretinin şümûlünü hatırlatmak emredilmiştir. Arapça'da tebşîr (müjdeleme) sevindiren bir haber getirilmesidir. Öyle ise "sevindirin" emriyle, Allah'ın ibâdetleri kabul edeceğini, ibâdetlere mukabil sevab vereceğini, günahlardan tevbe etmeye yardım edeceğini bildirmek, affını, mağfiretini çokca zikrederek insanları sevindirmek, müjdelemek emredilmiştir. Keza nefret ettirmeyin emriyle de: "İnsanları davet ederken, mübalağa ederek onları korkutmayın, öyle ki, onlar günahlarının affedilemeyeceği düşüncesiyle Allah'ın rahmetinden ümidlerini kesmesinler" demektedir. "Zorlaştırmayın" emri, kendilerine terettüp edenden fazlasını veya daha iyisini almak veya kusurlarını araştırmak sûretiyle insanlara çıkarılacak zorluklardan yasaklanmış olmaktadır.
Resûlullah (a.s)'ın bu tembihleri, bir işin görülmesi için gönderdiği memurlarına yaptığı düşünülecek olursa, halka hizmet sunan, insanlarla münâsebeti olan herkesin bu tembihte yer alan sevindirme, nefret ettirmeme, kolaylaştırma, zorlaştırmama prensiplerini kendisine peygamberinin bir emri olarak rehber etmesi gerekir. Bu tembihlerin irşadda bulunanlara da rehber olması gerekir. Dinimizin üst üste hep emir ve nehiylerini bütün teferruâtıyla söyleyerek, İslâm'ı tatbik edilemez, yaşanamaz gösterip nefret verinceye kadar, mühimlerden, zarûrilerden başlayıp az az, teker teker söyleyerek, Allah'ın mağfiretini, cennetin güzelliklerini, nimetlerini hatırlatarak tebliğde bulunup dîni sevdirmesi gerekir. İslâm'a yeni girenlere, ibâdete alıştırılacak çocuklara hep bu minval üzere gitmeli, yavaş yavaş az az alıştırarak yol almak, güler yüz, tatlı söz ve mülâyemetle muamele etmek, sertlikten, kırıcılıktan kaçınmak gerekir.
İnsanların ülfet edip ısınacağı şeyleri söylemek sûretiyle onlara karşı kolaylık gösterin, çünkü insanlar öyle olan mevizeleri kabul ederler. Aksi takdirde nefislerine ağır gelen şeyden nefret ederler. şurası bilinmeli ki, öğretme işlerinde kolaylaştırmak, taati kabûl etmeye sebep olur ve ibâdeti arzu edilen kılar, netîcede öğrenmeyi de, amel etmeyi de kolaylaştırmış olur. "Kolaylaştırın!" emrinden sonra "zorlaştırmayın!" neyhinin gelmesinde şu inceliğe dikkat çeker: "Aslında bir şeyi emredince zıddının da yasaklanması zımnen emredilmiş” olur.
Burada, kolaylaştırmak emrini tekid için, bunda zımnen mevcut olan zorlaştırmamak emrini sarih olarak da söylemiştir. Burada maksat, zorlaştırmayı da ayrıca yasaklamaktır. Zîra, sadece kolaylığın emri ile yetinilseydi bir kere kolaylık gösterip birçok defalar zorluk çıkaranlar da hadisin emrine muvafık hareket etmiş olurdu, bunun önlenmesi için her ikisi de ayrı ayrı zikredilmiştir. Bu hadiste Mustafa (a.s) dünyayı ilgilendiren meselelerde kolaylaştırmayı, âhireti ilgilendiren meselelerde vaadedilen husûsları en güzel şekilde, sürûrla haber vermek gerektiğini ifâde etmektedir. Tâ ki, Resûlullah'ın her iki dünyada da rahmeten li'l-âlemin (âlemlere rahmet) olduğu anlaşılsın.
Hadiste Allah'ın rahmetini zikrederek kolaylaştırma sırasında, korkutucu şeyleri zikrederek nefret ettirmekten, yani tebşîre nefret ettirici şeyleri ilâve etmekten nehiy vardır. Hadis ayrıca, yeni müslüman olanları, -onlara karşı şiddetli davranmayı terkederek, en kolay olandan başlayarak, Allah hakkında hüsnü zannı telkin ederek- kazanmak da emredilmektedir. Ancak vaaz ve nasihatının tamamını ümit üzerine de bina etmemelidir.
Korkuyu da katmalıdır, korku ve ümidi sağ ve sol eller gibi yan yana, ilim ve ameli de bir kuşun iki kanadı gibi berâber zikretmelidir. "Bu hadisin, zamanımızda temelde İslâm'a karşı olan kötü niyet sahiplerinin telkiniyle birçok safdiller tarafından, İslâm'ın ruhuna uygun olmayan bir tevile büründürüldüğüne şâhid olmaktayız. Böyleleri: "Allah korkulacak bir şey değildir, ben Allah'ı severim, O'ndan korkmam. Peygamberimiz de müjdeleyin, korkutmayın" dememiş midir?.. vs." demektedir.
* İnsana yakışan her şeyin en mükemmelini yapmaktır. Fakat en mükemmelini yapmaya güç yetiremiyorsak, o zaman ona yakın olanla yetinmeliyiz.
* Bizi cennete götürecek olan amellerimiz değil. Yüce Allah'ın mağfireti ve rahmetidir. Onun için hiç kendimizi zorlayıp yormamalıyız, doğal ve sakin olmalıyız ve insanlar insan olduğu için merhamet etmeliyiz.
* Yüce Allah'ı razı edecek olan amel, çok olanı değil. Onun rızasına uygun olanıdır.
Yirmi Dokuzuncu Ayet
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّينِ حَنيفًا فِطْرَةَ اللّهِ الَّتى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَاتَبْديلَ لِخَلْقِ اللّهِ ذلِكَ الدّينُ الْقَيِّمُ وَلكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَايَعْلَمُونَ
"(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler."[314]
فَاَقِمْ ona çevir وَجْهَكَ Sen yüzünü لِلدّينِ حَنيفًا hanîf olarak فِطْرَةَ yaratmış ise اللّهِ Allah الَّتى فَطَرَ fıtrat النَّاسَ insanları عَلَيْهَا üzere لَاتَبْديلَ değişme yoktur لِخَلْقِ yaratışında اللّهِ Allah'ın ذلِكَ İşte budur الدّينُ din الْقَيِّمُ dosdoğru وَلكِنَّ fakat اَكْثَرَ çoğu النَّاسِ insanların لَايَعْلَمُونَ bilmezler
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Risaletin beşinci yılında Roma ile İranlılar arasında vukuu bulan savaş esnasında nazil olmuştur.[315]
ez-Zeccac dedi ki: "Allah'ın fıtratına" buyruğundaki "Fıtrat" lafzı Allah'ın fıtratına tabi ol, anlamında nasb ile gelmiştir. Çünkü; "sen yüzünü hanif olarak dine... dosdoğru çevir" buyruğu, sen hanif dine tabi ol ve Allah'ın fıtratına da tabi ol!" anlamındadır.[316]
"Bu hayat tarzını kabul ettikten sonra, yüzünü başka bir yöne çevirme. Bir Müslüman gibi düşün ve sevdiğin veya sevmediğin şeyler de bir Müslümana uygun olsun. Ölçü ve değerlerin, İslâm'ın koyduğu ölçü ve değerler olmalı, karakter ve davranışların İslâm'ın mührünü taşımalı ve senin gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatın İslâm'ın öğrettiği yola göre düzenlenmiş olmalıdır."
"Bu din"; Kur'an'ın sunduğu din, yani içinde sadece Allah'ın ibadet ve itaate layık olduğu, hiçbir şeyin, ilâhlıkta, sıfatlarında, hak ve güçlerinde Allah'a ortak koşulamadığı, insanın kendi dileği ile hayatını Allah'ın hidayet ve kanununa göre düzenlemeyi seçtiği din.
Yani, bütün insanlar şu fıtrat üzerine yaratılmışlardır ki, hiçbir şey değil, sadece ve sadace bir tek Allah onların yaratıcısı, rabbi ve mabududur. Bu fıtratta sebat etmelisiniz. Eğer bağımsızlık tavrını benimserseniz, fıtratınıza aykırı bir yola uymuş olursunuz. Ve eğer Allah'ın yanısıra başkalarına da taparsanız, yine fıtratınıza aykırı hareket etmiş olursunuz.[317]
Fıtrat aynı zamanda asalettir, ahlaktır, edebtir ve terbiyedir.
Yüce Allah ayette, insanı bu özelikte yaratmış olduğunu vurgularken, aşağıdaki hadisi şerif ise eğer insanın üzerinde bulunduğu bu fıtrat, din ile iman ile korunmazsa şeytan ve dostlarının esiri olur.
Yüce Allah cümlemize fıtratımızı İslam kalesi ile korumayı nasip etsin.
Yirmi Dokuzuncu Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:مَامِنْ مولودٍ إّلآ يولدُ علَى الفطرةِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Her doğan çocuk muhakkak (İslâm) fıtrat üzerine doğar."[318]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allahمَا Her مِنْ مولودٍ doğan çocuk إّلآ muhakkak يولدُ doğar علَى üzerine الفطرةِ fıtrat
Hadsin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hz.Peygamber (a.s) savaş esnasında ani baskınlar sonucunda kadın ve çocuklar da öldürülüyor? diye sorulunca: Hz. Peygamber (a.s) kadın ve çocukların öldürülmesinin men etmişti. Öldürülen müşriklerin çocuklarıdır. Hz.Peygamber (a.s): "Müşriklerin çocukları da olsa öldürmeyin, öldürmeyin, öldürmeyin," diyerek. Yukarıdaki hadisi şerifi buyurdu.[319]
Bu hadiste kişinin kazanacağı dini, meslekî, ilmî vs. her çeşit şahsiyette terbiyenin, hususen anne ve babanın rolü dile getirilmektedir. Gerçekten milletlerin iyi veya kötü her istikamette kaderini tayin eden âmillerin başında terbiye gelir. Terbiyevi gayretler terbiyevi müesseseler, terbiyeye ayrılan vaktin miktarı neticeye tesîr eder. Hadîste, terbiye yoluyla çevrenin kişiye vereceği şeylere "din" örneğinde dikkat çekilmiştir.
Dikkat çekilen ikinci bir husus çocuk fıtratıdır. Hz. Peygamber (a.s) bütün çocukların aynı fıtrata sâhip olduğunu ifade etmektedir: Zengin çocuğu da, fakir çocuğu da... siyahî çocuğu da, beyaz çocuğu da, Avrupalı aileden doğan çocuk da, Afrikalı yamyam âileden doğan çocuk da aynı fıtrata sâhip. Demek ki, doğduğu an dikkate alındıkta bütün insanlar aynı yaratılış üzeredirler, aynı temel kapasite ve temayüllere sahiptirler. Resûlullah (a.s) "Allah'ın yaratışta verdiği fıtrat" âyetini de delil getirerek mevzuyu iyice kuvvetlendiriyor. Kavimler, milletler, ırklar arasındaki farklılıklar, dış şartların ve bilhassa terbiye sisteminin tesiriyle husule gelmektedir. Terbiye sistemi deyince, öğretilen muhteva, öğretime verilen ciddiyet, öğretim müddeti, öğretim techizatı, teknik ve metodlar, nazariyat, pratikler vs. anlaşılacaktır.
Çocuk, Allah bilgisine sahip olarak, Allah'ı ikrar edecek bir yaratılışla doğar. Kendisinin bir yaratanı bulunduğunu ikrar etmeyecek hiç kimse doğmamıştır, bunu başka şekilde isimlendirse ve hattâ, O'nunla birlikte bir başka şeye tapınsa da" demiştir.
* Akıl ve baliğ oluncaya kadar çocuğun yaptıkları anne ve babasına ait olup kendisine hiçbir sevap ve günah yazılmaz.
* İslam dini hiç kimseyi soyu ve sopundan dolayı ne yadırgar ne de över. Çünkü herkes kendi hür iradesiyle yaptığı şeylere göre hükme tabi tutulur.
* Anne ve babanın kendi çocukları üzerine vazifeleri: Eğer çocuklarını iyi bir şekilde yetiştirirlerse çocuklarının her işlediği sevaptan (öldükten sonrada yaptıklarına ortak olup) pay alırlar.
Eğer iyi bir şekilde yetiştiremezlerse sadece evlatlarını yetiştiremediklerinin cezasını hem dünyada hem de ahirete çekerler. Evlatlarının işlediği günahtan sorumlu olmazlar.
* Hür olarak doğan her insan, ne anne ve babasının, ne de ırk ve milletlerinin işlediği şeylerle itham edilmezler.
* Her insan bir Adem. Her Adem bir Alemdir. Her İnsan kendi kişisel menkıbesinin başrolünde oynadığı şeylerle anılır ve bilinir.
* Her çocuk, içinden çıktığı ailenin dışarıya yansıyan bir aynasıdır. Onun için kimin aile yapısının ne tür bir eğitim ve yaşam biçimi içinde olduklarını anlamak için dışarıya çıkan çocuklarını görmek yeterlidir.
* Çocuklar, bir ailenin ve toplumun hem istikbali, hem de mirasçısıdırlar. Çocukları sağlıklı bir eğitim almış olanların gelecekleri sağlam olur.
Otuzuncu Ayet
يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ
“Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışıyorlar; oysa kendilerinden başkasını aldatmıyorlar da farkında değiller…”[320]
يُخَادِعُونَ aldatmaya çalışıyorlar اللّهَ Allah’ı وَ ve الَّذِينَ edenleri آمَنُوا iman وَمَا يَخْدَعُونَ oysa aldatmıyorlar da إِلاَّ başkasını أَنفُسَهُم kendilerinden وَمَا değiller يَشْعُرُونَ farkında
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
İbn Abbas, bu ayetin ehl-i kitabın münafıkları hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Ubeyy, Mu'teb b. Kuşeyr ve Cedd b. Kays bunlardandır. Bunlar, müminlerle karşılaştıklarında iman ve tasdik ettiklerini söyleyerek, "Şüphesiz biz, kitabımızda O'nun niteliklerini ve sıfatlarını görmekteyiz" diyorlar; halbuki, başbaşa kaldıklarındaysa, böyle olmuyorlardı. [321]
İlim adamlarımız der ki: "Allah'ı... aldatmaya çalışırlar" buyruğu, kendilerince ve kendi kanaatlerine göre onu aldatmaya çalışırlar demektir. Allah'ın bu şekilde buyurmasının sebebi, yaptıkları işin, aldatmak isteyen kimsenin işine benzediğinden dolayıdır. Bu ifadede bir hazf (söylenmemiş bir lafız)ın olduğu da ileri sürülmüştür. Bunlara göre ifadenin takdiri şöyledir: "Onlar Rasûlullah (a.s)'ı aldatmaya çalışırlar." Bu görüş el-Hasen ve başkalarından rivayet edilmiştir. Bu şekilde onların Allah'ın Peygamberini aldatmaya çalışmaları bizzat Allah'ı kandırmaya çalışmak gibi değerlendirilmiş olur. Çünkü Allah onları peygamberine verdiği risalet aracılığıyla çağırmaktadır. Aynı şekilde mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vakit de Allah'ı aldatmaya kalkışmaları demektir.[322]
Bu aynı zamanda Allah'ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar Allah'ı tanımış olsalardı O'nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Hz.Peygamber'in şöyle buyurduğuna daha önce dikkat çekilmişti: "Allah'ı aldatmaya çalışma. Çünkü her kim Allah'ı aldatmaya kalkışırsa Allah onu aldatır ve o kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır." Bunu duyanlar: Ey Allah'ın peygamberi, Allah nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki? deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Sen Allah'ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat bu işi yaparken O'ndan başkasını amaç olarak gözetirsin."[323]
Ayetin Nüzûlünün tespitinden sonra şimdide müslümana yakışmayan aldatma nedir ve nasıl olur izahını yapmaya çalışalım.
Aldatmak: Yanıltmak, hîle ve oyuna getirmek, kandırmak, iğfâl etmek, dolandırmak, sözünde durmamak.
Kur'an-ı Kerim'de aldatma, münâfıklara yakışan çirkin bir huy olarak belirtilmiştir. Münâfıkların en belirgin özellikleri Allah'a inanmadıkları hâlde, "inandık", diyerek başkalarını kandırmalarıdır. Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışan münâfıklar aslında kendilerini aldatmışlardır. Allah mutlaka onların hîle ve aldatmalarını boşa çıkarır.
İnsanlarla olan ilişkilerde de dürüst olmak gerekir. Başta alış-veriş olmak üzere her konuda başkalarını aldatmak ahlâksızlıktır. Dünyada insanları aldatmak mümkün olsa bile, Cenâbı Hakk her şeyi kuşatan ilmi ile yapılanları bilecek ve ahirette bunun hesabını hilekâr yalancılardan soracaktır. Bunun için asıl aldananlar, geleceklerini düşünmeden başkalarını aldatmaya çalışanlardır.
Bütün bunlar düşünülerek, insanlarla olan her türlü münasebette dürüst olmak, doğruluktan ayrılmamak, yalana, hîleye başvurmamak; kısaca hiç kimseyi, hiçbir konuda aldatmamak müminlerin vazgeçilmez prensibi olmalıdır.
Ayette müşriklerin inananlara karşı yaptıkları çirkinliğin tuzak olduğunu buyururken aşağıdaki hadisi şerif ise Müslümanların birbirlerine karşı yaptıkları çirkinliğin ise hile olduğunu beyan etmektedir. Ama sonuçta ikisi de aynıdır.
Hile ile yolunu tesis edenlerin sonu hüsrandır. Yukarıdaki ayeti kerimin ifadesi bu mihvalde iken aşağıdaki hadisi şerifin ise aldatarak kazananların servetleri boşa çıkacağınıvurguluyor.
Düzenbazların düzeni çürüktür.
Hilekarların aldatması beyhudedir.
Yüce Allah cümlemizi şerlilerin tuzağından ve hilekarların aldatmasından korusun
Otuzuncu Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: مَنْ غَشَّنَا فليْسَ مِنَّا.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Kim bizi aldatırsa o bizden değildir." [324]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah: مَنْ Kim غَشَّنَا bizi aldatırsa فليْسَ değildir مِنَّا o bizden
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Bu hadisin iki Vürûdundan bahsedilir.
a-Ebu Dâvud,[325] Ebu Hureyre[326] (r.a)'dan: "Hz. Peygamber (a.s) yiyecek satan bir adama uğradı ve ona "ne satıyorsun?" diye sordu. O da ne sattığını haber verdi. Bu arada Yüce Allah, Hz.Peygamber (a.s) vahyederek, elini satılan yiyeceğin içerisine sokmasını buyurdu. O da elini yiyeceğin içerisine soktu. Bir de ne görsün, o yiyecek ıslatılmış. Bunun üzerine buyurdu ki: "Hile yapan bizden değildir."[327]
b-Ahmed ve Buhari, Zeyd b. Sabitin şöyle dediğini rivayet ederler: "Resulullah Medineye gediği dönemde biz, meyveleri olgunlaşmadan satıyorduk. Hz.Peygamber (a.s) bir münakaşa ve kavga işitti ve, "bu ne ola?" diye sordu. Denildi ki: "Bunlar meyveleri satın aldılar, şimdi de diyorlar ki, onlara bir takım afat ve ayıp isabet etti." Bunun üzerine Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Meyveler olgunlaşıp, afet tehlikesi geçmeden satmayın."[328]
Bu rivayet, Hz. Peygamber (a.s)'ın devlet reisi vasfıyla zaman zaman çarşıpazarı teftiş ettiğini gösterir. Ma'mafih çarşıya alışveriş için de gelmiş bulunsa, bu esnada kontrol ve murâkebe işini de yürüttüğünü ve dolayısıyla, devletin bu işlere ehemmiyet vermesi gereğini ifâde eder.
Hz. Peygamber (a.s)'ın buğdaydaki yaşlığı gizlememesini söylemesi, bu yığnı toptan satmak üzere koyduğunu ifade eder. Çünkü ölçek ölçek satılma durumunda alttaki yaşlılık meydana çıkacağından, burada bir aldatma niyeti söz konusu olamaz. Şu halde bağ, sandık, sepet, çuval, toptan satışlarda üst kısma kalitelisini, kusursuzunu koyarak, müşterinin nazarından bazı kusurlarını gizlemek haram olmaktadır. Üst kısım ile alt kısım arası fark büyük olduğu takdirde müşteri akdini bozabilir, az farkı böyle bir hak tanımaz, çünkü alışverişte bir tarafın az miktarda aldanması normal karşılanır.
Hilekar: Hileci, hile yapan, düzenbaz, oyuncu. Hilekarlık, aynı kökten Arapça, Farsça bileşik isimdir. Bir işi, muhatabını yanıltarak yapmaya sevk eden kimseye "hilekar" denir. Hile ahlâka aykırı bir davranış olup, bütün semavî dinlerde yasaklanmıştır.
Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur. Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır. Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalin üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir. Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu gidermek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır.[329]
Fiili hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alışverişe razı etmek için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek ve böylece normal fiyatının üstünde fahiş derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir. Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir.
Otuz Birinci Ayet
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
"İnsanlardan yüz çevirerek böbürlenme. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz Allah, büyüklük taslayan, övünen hiçbir kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tabi ol."[330]
وَلَا تُصَعِّرْ böbürlenme خَدَّكَ yüz çevirerek لِلنَّاسِ İnsanlardan وَلَا تَمْشِ yürüme فِى الْاَرْضِ Yeryüzünde مَرَحًا kibirlenerek اِنَّ Şüphesiz اللّهَ Allah لَا يُحِبُّ sevmez كُلَّ hiç bir kimseyi مُخْتَالٍ övünen فَخُورٍ büyüklük taslayan
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Ayet sonlarına ahenk veren fasılaları dâl, râ, zi, mim ve nun harflerdir. Saffât suresinden sonra nazil olmuştur.[331]
Lokman (a.s)'dan ve onun oğluna verdiği vasiyetlerden bahsettiği için sûreye bu ad verilmiştir: "Andolsun Biz Lokman'a hikmeti verdik. Hani Lokman oğluna-ona öğüt verirken-demişti ki: Allah'a şirk koşma... "[332]
Lokman (a.s), Eyke halkından Nûbiya kabilesine mensup olup, İbrahim (a.s)'ın soyundandır.[333]
el-Ezdî, Gudayf b. el-Haris'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr ile birlikte Beytu'l-Makdis'e gittik. Abdullah b. Amr b. el-Âs'ın yakınında oturduk. Onu şöyle derken dinledim: Şüphesiz ki kul kabre konulduğu vakit onunla konuşarak şöyle der: Ey Ademoğlu! Bana karşı seni ne aldattı? Benim yalnızlık evi olduğumu, benim karanlık yurdu olduğumu, benim hakkın yuvası olduğumu bilmiyor muydun? Ey Ademoğlu! Bana karşı seni ne aldattı? Sen benim çevremde çalımlı çalımlı yürümüyor muydun?[334]
Böbürlenerek yürümenin yasaklanması ile birlikte, aşırı tavırlardan arındırılmış doğal yürüyüşün açıklanması da geliyor: "Yürüyüşünde tabii ol." Burada `doğru ol'la aşırılık göstermeme ve böbürlenme, sağa sola ağız ayırma ve sallanmayla enerji kaybına yol açmama kastedilmektedir, yürüyüşe doğru olmak da aynı anlama gelir. Çünkü bir hedefe yönelen doğal yürüyüş, oyalanma, böbürlenme içermez, rahat tavırlarla sadece doğrultusunda ilerler.
Alçak sesle konuşma; terbiye, kendine güven, sözün doğruluğu ve gücü konusunda iç rahatlığını yansıtır. Terbiyesiz veya sözü ve kendi değerinden kuşkuda olandan başkası kabalık etmez, bağırıp çağırmaz. Evet!.. Sadece onlar hiddet, kabalık ve bağırtı ile bu kuşkularını gizlemeye çalışırlar.
Kur'an yöntemi, anlatımı şu ifade ile sürdürerek bu davranışın çirkinliğini vurgulamaktadır: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." Görüldüğü gibi, tiksindiricilik ve çirkinlikle birlikte, insanı alaya almaya çağıran gülünç bir sahne çiziyor. Ayetteki, düşünceyi uyandıran ifade aracılığıyla kafasında bu gülünç sahneyi canlandırabilen duygu sahibi birinin sonra kalkıp, bu eşeklerin sesine özenmesi düşünülemez...
Güzellik insanın ruhunda gizlidir. Bu güzelliği ortaya çıkaracak olan ise insanın güzel huylarıdır.
Güzel huyların önünü örten çirkin huylardan sakınmak gerekir. En çirkin huy kibirdir. En güzel huy ise mütevazi olmaktır.
Aşağıdaki hadisi şerifin yukarıdaki ayetle bu sebeple biribiriyle parelellik arzetmektir. Çünkü insanın çirkini huyunun çirkinliği, insanın güzelliği ise huyunun güzelliğidir.
Yüce Allah cümlemize güzel huylar nasip etsin.
Otuz Birinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: إنَّ اللّهَ تَعالى جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ؛
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Şüphesiz ki, Allah’u Teala güzeldir, güzelliği sever."[335]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah: إنَّ Şüphesiz ki اللّهَ Allah’u تَعالى Teala جَمِيلٌ güzeldir يُحِبُّ sever الْجَمَالَ güzelliği
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Müslim, İbnu Mes'ud (ra)’dan naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!" buyurmuştu. Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Allah Teala hazretleri güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların tahkiridir" buyurdular."[336]
Cemal kelimesi, insanın hoşuna giden, görünce içinde bir ferah ve mutluluk duyduğu şeylerin sıfatı için de kullanılır.
Yemyeşil ovalardan, canlı, rengârenk, kır çiçeklerinin aralarından süzüle süzüle gelen hayvanlarını gören bir çiftçinin sevinç ve mutluluğunu en veciz ve canlı bir şekilde tasvir ederken, bu güzel tabloyu cemal kelimesi ile anlatmaktadır.
Cemâl; güzel olmak, güzel şekil ve sûret demektir. Ayrıca, herkesin bildiği renk güzelliği ve yumuşaklık anlamına geldiği gibi, her uzvun mizaç ve yaratılışına uygun olan hüküm üzerine olması manasına da gelir. Cemâlullah; cemâl-i hakiki, cemâl-i mutlak, cemâli hak ve cemâl-i ahadiyet şeklinde de ifade edilir.
Cemâl, iç ve dış güzelliğinin adıdır. Allah hakkında kullanıldığında; O' nun rahmeti, lûtfu ve bereketi ile tecelli etmesi; merhameti, bağışlayıcı olması düşünülür. Cemâl, Allah'ın hoşnutluğu ve lûtfu, yahut bunlarla ilgili sıfatlardır. Bir bakımdan Cenâb-ı Allah'ın zatına, sıfatlarına ve güzel isimlerine; özellikle lûtuf, rıza, rahmet, nimet, ilim, afv ve ihsanla ilgili sıfatlarına cemâl adı verilir. Allah'ın vahdaniyetine iman edip, güzelliğine gönlünü bağlayan müminler Cennet'te Allah'ın cemâlini doyasıya seyredeceklerdir.
Kibir, büyüklük, ululuk manasına gelir. Dini bir tabir olarak, kişinin kulluk edebine uymayacak şekilde kendisini diğer insanlara karşı ululaması, onları hakir görmesidir. Aslında insanın Allah'ın bir mahluku olarak, diğer mahlukata karşı da büyüklenmeye hakkı yoktur. Kul ve mahluk olma cihetiyle bir eşitlik mevcuttur. Ancak Allah Teala, insana, hilafet ve emanet gibi bazı ziyade mesuliyetler vererek, bunun gereği olarak diğer mahlukata karşı bir kısım imtiyazlar vermiştir; insan akıl ve irade sahibidir, diğer mahluklar üzerinde tasarruf yetkisi vardır. Bu imtiyazları onu hayvanata karşı kibre değil, Cenab-ı Hakk'a karşı şükre ve hamde sevketmelidir.
Kibirin zıddı tevazudur. Tevazuyu alçak gönüllülük olarak ifade eder isek de, esas itibariyle mazhar olunan nimetleri Allah'tan bilmeyi ifade eder. İslam büyükleri, tevazunun insanları yücelteceğini, kibrin de alçaltacağını kabul eder.
Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur:
ثَثٌ مُهْلِكَاتٌ شُحٌّ مُطَاعٌ وَهَوىً مُتَّبَعٌ وَاِعْجَابُ الْمَرْءِ بِنَفْسِهِ
"Üç şey helak edicidir: İtaat edilen aşırı cimrilik, uyulan hevesat ve kişinin kendini beğenmesi (ucb)."[337]
Otuz İkinci Ayet
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَميعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ اِذْكُنْتُمْ اَعْدَاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه اِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ ايَاتِه لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
"Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz düşman idiniz de o, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde ıslah olup kardeş oldunuz. Siz, ateş çukurunun tam kenarında idiniz, o, sizi oradan kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye işte Allah, ayetlerini size böylece açıklar. "[338]
وَاعْتَصِمُوا sarılın بِحَبْلِ ipine اللّهِ Allah'ın جَميعًا Toptan وَلَا تَفَرَّقُوا ayrılmayın وَ Ve اذْكُرُوا düşünün نِعْمَتَ nimetini اللّهِ Allah'ın عَلَيْكُمْ üzerinizdeki اِذْكُنْتُمْ Hani siz idiniz de اَعْدَاءً düşman فَاَلَّفَ uzlaştırdı بَيْنَ arasını قُلُوبِكُمْ kalplerinizin فَاَصْبَحْتُمْ ıslah olup بِنِعْمَتِه Onun nimeti sayesinde اِخْوَانًا kardeş oldunuz وَكُنْتُمْ Siz idiniz عَلى شَفَا tam kenarında حُفْرَةٍ çukurunun مِنَ النَّارِ ateş فَاَنْقَذَكُمْ o, sizi kurtardı مِنْهَا oradan كَذلِكَ işte يُبَيِّنُ böylece açıklar اللّهُ Allah لَكُمْ size ايَاتِه ayetlerini لَعَلَّكُمْ erişesiniz diye تَهْتَدُونَ Doğru yola
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu ayetin Evs ve Hazreç hakkında nazil olduğu rivayet edilir.[339]
Yahudilerden birisi Evs ve Hazreç'ten bir topluluğa rastlar. Onların uzlaşmaları ve ittifakları yahudinin hoşuna gitmez. Yanında bulunanlardan birisine yanlarına gidip oturmasını ve "Buâs Günü"ndeki savaşlarını hatırlatmasını söyler. Adam söylenenleri yapar. Böylece toplulukta bulunanların nefislerinde hamiyyet duygusunu canlandırır. Birbirine kızar ve birbirlerine düşerler. Cahiliyyedeki armalarıyla birbirlerini çağırıp silahlarını isterler ve "Harre" denilen yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu durum Resulullah'a haber verilince yanlarına gelip onları sakinleştirdikten sonra "Ben aranızda olduğum halde cahiliyye davası mı?" buyurur ve arkasından yukardaki ayet-i kerimeyi okur. Bunun üzerine her iki taraf da pişman olur. Barışıp birbirlerine sarılarak silahlarını bırakırlar. Allah ta onlardan hoşnut olur.
İşte böyle! Allah onlara açıklıyor onlar da hidayete eriyordu ve böylece ayetin devamında onlar hakkında varid olan yüce Allah'ın şu sözü gerçekleşmiş oldu:
"Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlattı ki doğru yolu bulasınız." [340]
Ancak ayet-i kerimenin kapsamı bu olaydan çok daha geniş boyutludur. Ayet-i kerime surenin akışı içinde kendisinden önce ve sonra gelen ayetlerle beraber müslüman safları parçalamak ve her aracı kullanarak aralarına fitne ve ayrılığı yerleştirmek için yahudilerden kaynaklanan bir çabanın varlığını belirtiyor. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, sürekli olarak müslümanları, ehl-i kitaba itaat etmekten, onların hile ve desiselerine kulak vermekten ve onlar gibi ayrılığa düşüp parçalanmaktan sakındırıyor. Bu sakındırmalar, Medine'deki müslüman cemaatin karşılaştığı yahudi tuzaklarının şiddetine ve sürekli ayrılık, şüphe ve kargaşa tohumları saçtıklarına işaret etmektedir. Yahudilerin her zamanki uğraşılarıdır. Bugün, yarın, her zaman ve mekânda müslüman saflar arasında aynı işlevini sürdürecektirler.[341]
İnsan sosyal bir varlıktır. Tek kaldığı zaman sosyal dengesini kaybeder. O zaman da delilik veya beyhudelik damgasını taşımak zorunda kalır.
İslam gibi yüce bir dinin müntesiplerine yalnızlık yakışmaz. Çünkü dini ibadetlerin çoğu toplu yapmakla kabul olan veya cemaat halinde yapıldığı zaman sevabı daha çok olur.
Yüce Allah cümlemize dinimizi topluca ifa etme şartlarını ihsan etsin.
Otuz İkinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: لَوْ يَعْلَم النَّاسُ مِنَ الْوَحْدَةِ مَا أعْلَمُ مَا سَارَ رَاكِبٌ بِلَيْلٍ وَحْدَهُ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Eğer insanlar yalnızlıktaki (mahzuru) benim bildiğim kadar bilselerdi, hiçbir atlı tek başına bir gecelik olsun yol yapmazdı."[342]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah لَوْ Eğer يَعْلَم bilselerdi النَّاسُ insanlar مِنَ الْوَحْدَةِ yalnızlıktaki مَا kadar أعْلَمُ benim bildiğim مَا سَارَ yol yapmazdı رَاكِبٌ hiçbir atlı بِلَيْلٍ bir gecelik olsun وَحْدَهُ tek başına
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Suyuti, Bu hadisin Vürûdu için üç hadis getirir.[343]
a-Said İbnu'l- Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şeytan tek başına olanla, iki kişi beraber olana sıkıntı verir. Eğer üç kişi olurlarsa onlara sıkıntı veremez."[344]
b- Amr İbnu Şuayb (r.a) tarikinden naklediyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Bir atlı bir şeytandır, iki atlı iki şeytandır, üç atlı bir gruptur."[345]
c- Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Bir sefere üç kişi beraber çıkınca birini emîr (başkan) yapsınlar."[346]
Hadis, tek başına seyahat etmemeyi tavsiye etmektedir. Ancak şârihler: "Zaruret ve maslahat halinde yalnız başına yolculuğun câiz olduğunu belirtirler. Şöyle ki bazı durumlar vardır ki bir kimsenin tek başına hareket etmesini gerektirir: Casus gönderme, öncü çıkarma gibi. Sünnetten de bazı örmekler rivayet edilmiştir. Kerahet bunun dışındaki hallerle ilgilidir.
Bu hadis yolculukla ilgilidir. Yani "Tek başına seyahat edenle iki arkadaş olarak seyahat edenlere şeytan sıkıntı verir, üç kişi beraber seyahat ederlerse sıkıntı veremez" demektir.
Bunun manası şudur. Yalnızlık ve yeryüzünde tek başına seyahat şeytanın işidir. Bu amele insanı şeytan sevkeder ve ona şeytan çağırır. İki kişi için de durum aynıdır. Ancak üç kişi olursa o zaman bir cemaat teşkil ederler.
Yalnız başına yolculuk yapan kimse yolda ölecek olsa, yanında onu yıkama, teçhiz ve defin gibi cenazesi ile alakalı işleri görecek kimsesi olmaz. Keza malı mülkü üzerine vasiyetini tevdi edeceği ve terekesini ailesine götürecek, ölümü hakkında onlara haber getirecek birisi olmaz. Keza yolculuğunda kendisine yardımcı olacak kimseden de mahrumdur. Üç kişi olurlarsa bazı külfetli işlerde, korunmada birbirlerine yardım ederler, namazlarını cemaatle kılıp, cemaat sevabından hisselerini alırlar.
Bu hadiste şu hususa delil vardır. Eğer iki kişi, aralarındaki bir mesele hakkında hüküm vermesi için üçüncü bir şahsı hakem tayin etseler, bunun hükmü infaz edilir.
Böyle bir emire itaat gerekir, ancak bu emirin hudud ahkâmını tatbik etmeye veya ta'zir cezası vermeye yetkisi yoktur. Sadece yolculuk umuruyla ilgili kararlar almada şer'i izne sahiptir.
Otuz Üçüncü Ayet
اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِه اِنَّ اللّهَ كَانَ سَميعًا بَصِيرًا
“Şüphesiz Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Kuşkusuz Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” [347]
اِنَّ Şüphesiz اللّهَ Allah يَاْمُرُكُمْ size emreder اَنْ mutlaka تُؤَدُّوا vermenizi الْاَمَانَاتِ emanetleri اِلى اَهْلِهَا ehli olanlara وَ ve اِذَا zaman حَكَمْتُمْ hükmettiğiniz بَيْنَ arasında النَّاسِ insanlar اَنْ تَحْكُمُوا hükmetmenizi بِالْعَدْلِ adaletle اِنَّ Kuşkusuz اللّهَ Allah نِعِمَّا ne kadar güzel يَعِظُكُمْ öğütler veriyor بِه size اِنَّ Şüphesiz اللّهَ Allah كَانَ سَميعًا her şeyi işitici بَصِيرًا her şeyi görücüdür
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu ayetin Sebebi nüzulü hakkında meşhur olan rivayet şudur: Mekkenin fethi günü Resulullah Mekkeye dahil olduğu zaman Kâ'benin anahtarcısı bulunan Osman ibni Talha ibni Abdüddar kapıyı kilitlemiş, anahtarını Resulullah'a teslim etmekten kaçınmıştı "eğer ben onun Resulullah olduğunu bilse idim menetmezdim" demiş, derhal Hz. Ali de Osman'ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâ'benin kapısını açmış ve Resulullah girip iki rekat namaz kılmıştı. Çıkdığı zaman amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda bulunan hacılara zemzem suyu dağıtma ile beraber Kabe anahtarının bekçiliğini kendisinde birleşmesini istedi. Yüce Allah (cc): “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür” [348] bunun üzerine bu âyeti inzal oldu.[349]
Ayetin sebebi nüzûlünün tespitinden sonra şimdide hüküm nedir konusunu izah edelim.
Hüküm: İslâm hukuk usulünde, Allah ve Resûlünün emir, yasak, muhayyer bırakma veya bir kimsenin fiiline ilişkin iki şeyi birbirine bağlama özelliklerini taşıyan prensipleridir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekruh, sahih, bâtıl, fâsit, sebep, şart, mâni gibi bir müslümanın fiiline Allah veya Resûlü tarafından verilen vasıf "şer'î hüküm" adını alır. Hüküm emir, yasak veya muheyyer bırakma kabilinden ise, buna "teklîfî hüküm" denir. Emre örnek: namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi. Yasağa örnek; içki içmek, kumar oynamak, zina etmek gibi. Muhayyer bırakmak ise; meşrû şekilde yeme, içme ve gezinme gibi fiilleri kapsamına alır.[350]
İslâmî bir hükmün kıyas yoluyla benzeri meselelere uygulanabilmesi için pratiğe yönelik olması ve mânâsının akıl ile anlaşılabilmesi gerekir. Yani bu hükmün meşrû oluş sebebini akıl kavramalı veya âyet-hadis bu sebebe işaret etmelidir. Meselâ içki, kumar, murdar hayvan eti ve rüşvet haram kılınmıştır. Akıl, bunların meşrû oluş hikmetini kavrar. Eğer hükmün mânası, teyemmüm abdesti ve namazın rekatlarının sayısı veya şekli gibi akıl ile bilinemezse kıyas konusu olamaz.
Ebû Hanîfe'ye göre, hüküm âyet ve hadislerinin hepsinin mânâsı akıl ile kavranabilir ve illetleri anlaşılır. Ancak ibâdet (taabbûdî) olduğuna dair delil bulunanlar bundan müstesnadır. Bu, meşrû oluş sebebi akıl ile kavranılamayan ibadet veyâ hükümlerin bir hikmet veya faydası yoktur, anlamına gelmez. Şüphesiz bunların da hikmet ve faydaları vardır; fakat akıl bunlardaki illeti anlayarak benzerlerine uygulama yeteneğine sâhip değildir.[351]
Kur'ân-ı Kerîm'de, insanların fiilleriyle ilgili beşyüz kadar âyet vardır. Bunlara "hüküm âyeti" denir. Bu âyetleri açıklayan özel eserler de yazılmıştır. Ebû Bekir el-Cassâs (ö. 370/980) ile İbnü'l-Arabî'nin, Ahkâmü'l-Kur'ân adlı eserleriyle, günümüz İslâm bilginlerinden Muhammed Ali es-Sâbûnî'nin, Tefsîru Ãyâti'l-Ahkâm isimli eseri bunlardandır. Hz. Peygamber'in hadislerinde de, edeb, öğüt ve ahiret hükümleri yanında, ibâdât, muâmelat ve ukûbâtla ilgili hüküm hadisleri ayrı başlıklar veya müstakil hadis kitapları olarak yazılmıştır. Bunlara da "hüküm hadisleri veya hüküm bildiren hadisler" denir.[352]
Hakkın hükmünü ifa ederken haksızlık yapmamak ve hakkı ehline teslim etmek üzere nazil olan ayeti kerime, aşağıdaki hadisi şerif ise hakkın rızasını gözeterek taraf olmamak kaydıyla hüküm vermek isabet etmese de yine hakimin sevabını alabileceğini haber vermektedir.
Hak adına taşkınlık yapılmadığı sürece Ceneb-ı Hak hiç kimsenin hakkını zayi etmeyecektir. Çünkü onun Rahmani Rahmetinin gereği budur.
Yüce Allah cümlemizi Rahmetinden mahrum etmesin.
Otuz Üçüncü Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:إذَا اجْتَهَدَ الْحَاكِمُ فَأصَابَ فَلَهُ أجْرَانِ، وَإنِ اجْتَهَدَ فأخْطَأ فَلَهُ أجرٌ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Hâkim içtihad eder, isabet ederse kendisine iki ücret (sevap) verilir. Eğer içtihad eder, hata ederse ona bir ücret vardır." [353]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah:إذَا eder اجْتَهَدَ içtihad الْحَاكِمُ Hâkim فَأصَابَ isabet ederse فَلَهُ kendisine أجْرَانِ iki ücret verilir، وَإنِ Eğer اجْتَهَدَ içtihad eder فأخْطَأ hata ederse فَلَهُ ona أجرٌ bir ücret vardır
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Amr İbnu'l-Âs[354] (r.a) anlatıyor:" Hz.Peygamber (a.s)'a davalı iki adam geldi. O da Amra dedi ki: "Ya Amr, aralarında hüküm ver bakalım." Amr dedi ki:
"Ey Allah'ın Resulü! Sen bu işe benden daha layıksın. Hz.Peygamber (a.s) buyurdu ki: "Böyle olsa bile sen hüküm ver." Amr, "Eğer hükmedersem bana ne var?" dedi. Hz.Peygamber (a.s) de,
"Eğer hükmedip, hükmünde isabet edersen sana on sevap var. Eğer sen ictihad edip bunda hata edersen sana bir sevap var" buyurdu.[355]
Alimler bu hadisten, alim kimsenin âdabına uygun şekilde içtihad yaptıktan sonra, isabet edemeyip, hataya düştüğü için hükümünün veya fetvasının reddedilmiş olmasından günaha girmeyeceği hükmünü çıkarmışlardır. "Bilakis, derler, eğer iyi niyetle bütün gayretini ortaya koymuşsa ücrete mazhar olur, eğer isabet etmişse ecri katlanır. Ancak hakkında ilmi bulunmayan bir meselede cüret edip, ileri atılır, hüküm veya fetva vermeye kalkarsa günahkâr olur."
Hadiste geçen isabet etmekten murad, nefsü'l-emirdeki Allah'ın hükmüne tesadüftür. Hata etmekten murad da, müçtehidin "hak, şu cihettedir" diye verdiği hükmün nefsü'l-emirdekinin hilafına tesadüf etmiş olmasıdır.
İsabet edene verilen iki ücretten biri içtihad ücreti, diğeri de isabet ücretidir. İsabet edemeyen ise sadece içtihad ücreti alır. "Muhtasar-ı Şerhi's-Sünne"'de denir ki: "Müçtehid olmayanın kaza (hüküm verme) işine girmemesi gerekir. İmamın böyle olmayanı kaza işlerine tayin etmesi de caiz olmaz."Devamla müçtehid hakkında şu bilgi verilir: "Müçtehid, şu beş ilmi nefsinden cem'eden kimsedir:
- Kitabullah ilmi,
- Resûlullah'ın sünnetinin ilmi,
- Selef ulemâsının icma ve ihtilaflarına ait ilim,
- Lugat ilmi,
- Kıyas ilmi...
Son olarak tekrar edelim ki. İslâm uleması şu hususta icma etmiştir. Sadedinde olduğumuz hadis, hüküm vermeye ehliyetli müçtehid hakkındadır. Böyle bir hâkim, içtihadda bulunur da isabet ederse, biri içtihadına, biri de isabetine karşılık olmak üzere kendisine iki ecir verilir. Hata ederse yalnız içtihadına karşılık bir ecir verilir. İçtihada ehil olmayan kimsenin hüküm vermesi hiçbir şekilde helal değildir. Bu kimse içtihadla verdiği hükümden dolayı sevap değil, günah kazanır. Verdiği hüküm hakkı bulsa da bulmasa da, hiçbir değeri yoktur. İnfaz edilmez. Verdiği hüküm isabetli bile olsa şer'î bir esasa değil, tesadüfe dayandığı için Allah'a asi olmuştur, dini hafife almıştır. Binaenaleyh günahkârdır.
Otuz Dördüncü Ayet
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْويلًا .
"Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur."[356]
يَا اَيُّهَا Ey الَّذينَ امَنُوا müminler اَطيعُوا itaat ediniz اللّهَ Allah'a وَاَطيعُوا itaat ediniz الرَّسُولَ Peygambere وَ ve اُولِى sahiplerine de الْاَمْرِ emir مِنْكُمْ sizden olan فَاِنْ Eğer تَنَازَعْتُمْ anlaşmazlığa düştüğünüzde فى شَىْءٍ herhangi bir konuda فَرُدُّوهُ havale ediniz اِلَى اللّهِ Allah'a وَ ve الرَّسُولِ Peygamber'e اِنْ كُنْتُمْ gerçekten تُؤْمِنُونَ inanmışsanız بِاللّهِ Allah'a وَ ve الْيَوْمِ gününe الْاخِرِ ahiret ذلِكَ Bu خَيْرٌ en hayırlı وَ ve اَحْسَنُ iyi akıbet vaad eden تَاْويلًا bir tutumdur
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resûle ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin)"[357] ayetinin Abdullah İbnu Huzâfe hakkında indiğini ifade eden bir Buhârî hadisi de olayların farklı olduğuna delil kabul edilmiştir.
Saîd ibni Cübeyrden rivayet edildiğine göre bu âyet Abdullah ibni Huzafe ibni Kays dolayısiyle nâzil olmuştur.[358]
Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklarken aynı zamanda müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir.
İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz her konuda, her meselede "egemenlik", hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bu amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur'an'ı insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber "havadan konuşmuyor". O halde O'nun sünneti (sözleri ve uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının bir parçasıdır.
Yüce Allah'a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O'nun ilâhlığının en belirgin özelliklerinden biridir. O halde O'nun koyduğu şeriatın uygulanması, yürürlüğe konması zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah'ın elçiliği, Allah'tan aldığı mesajı kullara iletme sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor. Buna göre O'nun sünneti, O'nun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bunun böyle olduğunu yukarda okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor:
"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..." [359]
Üçüncü derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet yetkililerine (Ululemr'e) gelince okuduğumuz ayet bunların kimliğini açıkça belirliyor. Okuyalım:
"... Ve sizden olan idaricilere itaat ediniz." [360]
Yani bu devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman şartını ve İslâm tanımını kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden olacaklar. Bu ayette açıklanan iman şartı ve İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu ilkeleri içerir: Yüce Allah'a itaat etmek. Peygambere itaat etmek, ilke olarak egemenliği ve insanlar için yasa koyma yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak, çözümlerini kesin kanıtlara bağladığı meselelerde O'nu tek hüküm kaynağı bilmek. Bunların yanısıra haklarında kesin kanıt bulunmayan ve insanlar arasında farklı görüşlere ve yorumlara yol açan meseleleri de O'na havale etmek, bu meseleleri nassların genel ilkeleri ışığında çözmeyi benimsemek.
Yukarıdaki ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi olması gerekçesi ile Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl görev sayarken devlet yetkililerine itaat etmeyi Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye bağlı bir görev kabul ediyor. Nitekim cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve Peygamberden önce "İtaat ediniz" emrine yer verildiği halde devlet büyüklerinden önce bu emir anlamlı kelimeye yer verilmiyor, buradaki emredicilik anlamı "ve" bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece devlet yetkililerinin "sizden" olmaları, iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde bulunmaları belirtildikten sonra bu sözdizimi yolu ile onlara yöneltilecek itaatin Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye dayalı olduğu bir daha vurgulanmaktadır.
Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra şu sonuç ortaya çıkıyor. "sizden" olan devlet yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın şeriatı ile, haram olduğu nassla kanıtlanmayan ve tartışma konusu olup da şeriatın ilkelerine vurulduğu takdirde haram olmadığı sonucuna varılan direktifler ile sınırlıdır. Öte yandan sünnet, bu itaati kesin ve net bir şekilde belirliyor.[361]
Sosyelleşmenin yolu birlik ve beraberlikten geçer. Bugün buna en çok muhtaç olan Müslüman kesimdir. Çünkü İslam dininin inzalinden bu güne kadar Müslümanlar bu kadar bölük pörçük olmamışlardır.
Sadedinde olduğumuz ayet ile aşağıdaki hadisi şerif bize müslümanlara birlikte yaşamanın esaslarını beyan etmektedir.
Ayetin sebebi Nüzûlü ve hadisin sebebi Vürûdu içinde çok anlamlı mesajlar vardır. Bunlar günümüz şartlarının sosyalleşme konusundaki temel meseleridir.
Yüce Allah cümlemize dinimizi, imanımızı dinsizlerin ve imansızların terkine mahkum etmesin.
Yirmi Dokuzuncu Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: لاَ طَاعَةَ فِى مَعْصِيَةِ اللّهِ، إنَّمَا الطَّاعَةُ فِى الْمَعْرُوفِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Ancak taat ma'ruftadır!"[362]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّه Allah لآ طَاعَةَ itaat yok فِى مَعْصِيَةِ isyanda اللّهِ Allah'a، إنَّمَا Ancak الطَّاعَةُ taat فِى الْمَعْرُوفِ ma'ruftadır
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Buhari naklediyor, Ebu Sâid radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Alkame İbnu Mücezzez radıyallahu anh, benim de içinde bulunduğum bir askeri birliğin başında savaşa gönderdi. Kumandan olarak gazvesinin başına geçince veya yolda belli bir yere varınca, askerlerden bir grup, kendisinden (ayrı gitmek) hususunda izin istedi. Onlara izin verdi. Başlarına Abdullah İbnu Huzâfe İbnu Kays es-Sehmî'yi sorumlu tayin etti. Ben onunla savaşanlar içerisinde idim. Yolun bir yerine gelmiştik, (mola sırasında) askerlerden bazıları ısınmak veya üzerinde (yemek) yapmak maksadıyla bir ateş yaktılar. Komutanımız Abdullah -ki şakacı birisiydi- sizin üzerinizde itaat edilmek ve sözü dinlenmek hakkım yok mu?"diye sordu. Askerler: "Elbette var!" dediler. "Öyleyse, dedi ne emredersem yapacaksınız değil mi?" Askerler yine: "Elbette!" dediler. Bunun üzerine komutan: "Şu halde size, şu ateşe atılmayı emrediyorum" dedi. Askerlerin bir kısmı kalkıp emri yerine getirmeye hazırlandılar. Abdullah, onların ateşe atılacaklarına inanınca: "Kendinizi tutun, ben size şaka yapmıştım" dedi. Medine'ye dönünce, bu hadiseyi Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a anlattılar. Efendimiz şöyle buyurdular: "Onlardan (yani başınızdakilerden) kim size Allah'a isyanı emrederse ona itaat etmeyin." [363]
Rivayette, komutanın kim olduğu ve hangi seriyyeye gönderildiği belli değildir. Hadisin Buhârî'deki şekli böyledir. Ancak, başka şekillerde, komutan(lar)ın ve serriyyenin mahiyeti ortaya çıkar. Fakat, bazı ihtilaflardan uzak değildir. İbnu Sâd'ın kaydına göre bu hâdise dokuzuncu hicrî senenin Rebuül-ahir ayında cereyan eder. Resûlullah (a.s)'a, Cidde yakınlarında bir grup Habeşlilerin görüldükleri haberi ulaşır Bunun üzerine derhal 300 kişilik bir askeri birliği Alkame İbnu Mücezziz komutasında yola çıkarır. Birlik deniz kenarına kadar iner. Habeşliler onları görünce kaçarlar. Seriyyeden dönüşte, askerler evlerine dönme hususunda istîcâl gösterirler. Buna kızan Abdullah İbnu Huzâfe, acele edenlere ateş yaktırıp içine girmelerini emreder. İbnu İshâk'a göre ise, bu kıssanın sebebi, Zû-Karad gazvesinde, Vakkas İbn Mücezziz'in öldürülmüş olması sebebiyle, Alkame İbnu Mücezziz'in intikam almak istemesi, Resûlullah (a.s)'ın da onu bu seriyyeye göndermesidir.
Ne zaman bir toplum Allah'ın Kitab'ı ve Rasûlü'nün Sünnet'ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü'ne isyan eden lidere uyar, Kitap ve Sünnet'in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dini liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrailoğulları'nın kötü akıbetine uğramaktan kurtulamaz.
Otuz Beşinci Ayet
اِنَّ اللّهَ يُدْخِلُ الَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَالَّذينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَاْكُلُونَ كَمَا تَاْكُلُ الْاَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ
“Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar ve inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”[364]
اِنَّ Muhakkak ki اللّهَ Allah يُدْخِلُ koyar الَّذينَ امَنُوا inanıp وَعَمِلُوا işler yapanları الصَّالِحَاتِ iyi جَنَّاتٍ cennetlere تَجْرى akan مِنْ تَحْتِهَا altlarından الْاَنْهَارُ ırmaklar وَ ve الَّذينَ edenler ise كَفَرُوا inkâr يَتَمَتَّعُونَ faydalanırlar وَيَاْكُلُونَ yerler كَمَا gibi تَاْكُلُ yediği الْاَنْعَامُ hayvanların وَالنَّارُ ateştir مَثْوًى yeri لَهُمْ Onların
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Medinede nazil olan bu (Muhammed) sürenin yalnız 13. ayeti hicret esnasında nazil olmuştur. Ayette Uhud savaşında yara alan Hz.Peygamber (a.s) ve Ashabını teselli etmek için inzal olmuştur.[365]
İman edip iyi amel işleyenler zaman zaman en hoş nimetlerden yararlanırlar. Ama burada yapılan karşılaştırma müminlerin gerçek ve muazzam payları ile ki -o cennettir- kafirlerin toplam payları arasında yapılmaktadır. Zaten onların bundan başka da pay ve nasipleri yoktur.
Müminler paylarını altlarından ırmaklar akan cennetlerde yüce Allah'ın elinden alırlar. Onları cennete koyan yüce Allah'tır. O halde onların payları çok yüce, şerefli ve yüksek bir paydır. Onlar bu payı yüce Allah'ın huzurunda O'nun yüce katında imanlarına ve iyi amellerine bir karşılık olarak, yücelik ve şerefte salih amelden kaynaklanan yüceliğe uygun olarak elde ederler.
İnkar edenlerin payı ise "hayvanların yediği gibi" yiyip eğlenmektir... Bu kendilerinden insanlık karekterini ve nişanlarını silip süpüren rezil edici bir ifadedir. Çünkü bu ifadenin onlar için verdiği çağrışım açgözlü ve oburca yiyen hayvan çağrışımıdır. Hiçbir tat almaksızın iyi ya da çirkin olup olmadığına bakmaksızın bulduğunu yiyen duygusuz hayvan yemesi çağrışımıdır. Bu öyle bir yeme ki ortada onu frenleyen ne irade vardır, ne tercih sözkonusudur ne üzerine bekçi olacâk gözcü vardır ve ne de onu engelleyecek bir vicdan!
Hayvanlık yemede ve eğlencede ortaya çıkar. İsterse servet ve nimet dolu köşklerde yetişen birçoklarında olduğu gibi, ortada nice bir yemek zevki ve eğlenceler arası seçiminde eğitilmiş bir his ve duygu olsun farketmez. İnsanın amaç edinip peşinden koşacağı nimetten yararlanma biçimi bu değildir. Amaç nefsine ve iradesine hakim olan ve hayat için özel değerleri olan insanın duyarlılığıdır. Böyle bir insan şehvetin baskısına boyun eğmeyen, lezzetin gevşemediği bir iradenin ürünü olarak, Allah katındaki hoş olan şeyleri tercih eder. Hayatın tamamı yemek sofrası ve eğlence fırsatı olarak değerlendirilemez. Böyle görülüp de bundan sonra hedefsiz yaşayarak Allah tarafından izin verilenlerle yasak edilenler konusunda aldırış etmeksizin, hayat sürülemez.
İnsanın hayat hakkında ve hayatın sağlam temellerine dayalı özel bir düşünce sistemi, hedefi ve iradesi vardır. Ki bu sağlam temeller hayatın yaratıcısı olan yüce Allah'tan alınmıştır. Eğer insan bütün bunları yitirirse insan türünün belirleyici özelliklerinden en önemlilerini ve yüce Allah'ın insanı üstün tutmasına neden olan özelliklerin en önemlilerini yitirmiş demektir.
İman edenlerle inkara sapanlar arasında yapılan karşılaştırmalar zinciri burada Resulullah'ı yurdundan çıkaran, Mekke halkına bir uyarı ve kendilerinden daha güçlü iken yok edilen eski şehirlerin halkları ile kendileri arasında bir karşılaştırma sergilemektedir.[366]
İman edenlerin her ne kadar dünyası inişli çıkışlı ise de gelecekte ahiretleri vardır.
Oysa inanmayanların sadece dünyaları ve içi pislikle dolu mideleri vardır. Ne gelecekleri ne saadetleri vardır.
Ayeti kerime müminleri cennetle müjdelerken, hadisi şerif ise imansızlığın ne kadar basit olduğunu serdetmektedir.
Yüce Allah cümlemize kamil iman, bedenlerimize salih amel ihsan etsin.
Otuz Beşinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:إنَّ الْمُؤْمِنَ لَيَشْرَبُ فى مِعىً وَاحِدٍ وَالْكَافِرُ يَشْرَبُ فِى سَبْعَةِ أمْعَاءٍ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Kuşkusuz mü'min bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer." [367]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allahإنَّ Kuşkusuz الْمُؤْمِنَ mü'min لَيَشْرَبُ içer فى مِعىً mideye وَاحِدٍ bir وَالْكَافِرُ kâfir ise يَشْرَبُ içer فِى سَبْعَةِ mideye أمْعَاءٍ yedi
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: İbnu Ebî Şeybe, Ebu Ya'la, Bezzâr ve Taberânî'den naklen Cahcâh el-Gıfârî'nin hikayesini İbnu Hacer, kendi ağzından naklettiğine göre, "bu zat yakınlarından bir grupla birlikte müslüman olmak niyetiyle huzur-u risaletpenâhîye gelirler ve Resûlullah'la birlikte akşam namazında hazır olurlar. Resûlullah (a.s) selam verince: "Herkes yanında oturanın elinden tutsun (yemeğe götürsün)" ferman buyurdu. Ben yalnız kalmıştım. Ben ise iri ve uzun boylu bir kimseydim. Kimse beni gelip almamıştı. Beni de Resûlullah kendi evine götürdü. Benim için bir keçi sağdı. Hepsini içtim. Benim için bir keçi daha sağdı, onu da içtim. Böylece tam yedi keçi sağdı, hepsini içtim (daha da doymamıştım). Sonra bana bir tencere yemek geldi, onu da bitirdim. (Resûlullah'ın hizmetçisi) Ümmü Eymen (dayanamayıp): "Resûlullah'ı aç bırakanı Allah aç bıraksın!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sus, Ümmü Eymen! O rızkını yedi, bizim rızkımız Allah'a aittir!" buyurdular. İkinci gece olup akşamı kılınca Aleyhissalâtu vesselâm önceki akşam yaptığını yaptı: Benim için bir keçi sağdı. Bu sefer içtim ve doydum.
Ümmü Eymen (r.a) şaşırmıştı: "Bu (dünkü) misafirimiz değil mi?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Bu gün, o mü'mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü'min ise tek bir mideye yer" buyurdular."İbnu Hacer'in Cahcâh tarikinden kaydettiği bu rivayetten daha kuvvetli olduğunu belirttiği Ebu Gazvân rivayeti de şöyle: "Abdullah İbnu Amr anlatıyor: "Resûlullah (a.s)'a yedi kişi gelmişti. Ashabtan her biri bir adam götürdü. Resûlullah da bir adam götürdü. Ona ismini sordu. Adam: "Ebu Gazvân!" dedi. Resûlullah onun için tam yedi keçi sağdı. O hepsini içti. Resûlullah (a.s): "Müslüman olmaz mısın ey Ebu Gazvân?" buyurdular. Adam: "Evet!" dedi ve müslüman oldu. Resûlullah (a.s) adamın göğsünü meshetti. Sabah olunca ona tek bir koyun sağıldı. Sütünü bitiremedi bile. Resûlullah sordu: "Ey Ebu Gazvân neyin var? Niye tamamlamadın?" "Seni peygamber olarak gönderen Zât'a yemin olsun doydum!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Senin dün yedi miden vardı. Bu gün ise tek miden var!" buyurdular.[368]
Bu, müslüman ve onun dünyadaki zühdü ile kâfir ve onun dünyaya olan hırsını göstermek için verilmiş bir temsildir. Mü'min dünyevî şeylere kıymet vermemesi sebebiyle tek bir mideye yer, kâfir ise dünyevî şeylere rağbetinin şiddeti ve dünyalığı çok yığması sebebiyle yedi mideye yer. Burada ne gerçek mideler, ne de yeme hususu murad edilmektedir. Asıl kastedilen şey, dünyalığın iktisabında azlık ve çokluktur.
Hadisi, dünyaya gösterilen rağbete hamledenler, nasıl ki derler, falan kimse dünyayı hopur hopur yiyor denince onun dünyaya fazlaca rağbet ve hırs gösterdiği ifade edilirse, mü'min tek bir mideye yer denmekle de dünyaya karşı hırsı yok, ondan yetecek kadar, az bir şeyin peşindedir denmek istenmiştir. Keza, "Kafir yedi mideye yer" sözüyle de dünyaya rağbet ediyor, çok şeylerin peşine hırsla düşüyor denmek istenmiştir.
Hadisten murad mü'mini az yemeye teşviktir. Çünkü bilirse ki, çok yemek kafire has bir sıfattır, mü'min az yemeyi esas alır. Zira, mü'minin nefsi, kâfire mahsus sıfatla muttasıf olmaktan nefret eder. Çok yemenin kâfire has bir sıfat olduğu hususuna Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü delâlet eder: "Durakları ateş olduğu halde, kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler."[369]
Son olarak yemek âdâbı konusunda dikkat edilmesi gereken diğer hususlar, maddeler halinde şöylece sıralanabilir:
a- Lokmayı, ağıza göre almalı ve iyice çiğnedikten sonra yutmalı;
b- Lokmayı, yutmadıkça ikinci lokmaya el uzatmamalı;
c-Ekmeği dişlerle koparmamalı;
d- Ağızda ekmek varken kimse ile konuşmamalı;
e- Yemeğin soğutulması için içine üflememeli;
f- Başkalarını tiksindirecek, iğrendirecek davranışlarda bulunmamalı;
g- Başkalarının lokmasına ve yemesine bakmamalı;
h- Lokmayı ağıza koyarken, başı tabağa doğru uzatmamalı;
ı-Yemekte israf etmemeli, lokmayı ve verilen yemeği bitirmeye çalışmalı;
i- Ağızdan bir şey çıkarmak gerekirse, yüzü sofradan çevirmeli ve o şeyi sol el ile almalı;
j- Koparılan lokmayı yemeklerin içine batırırken dikkat etmeli, parmakların yemeğe girmemesini sağlamalı;
k- Toplu yemek yenirken, herkesin yeyip bitirmesini beklemeli, daha önce sofradan el çekilmemeli ve kaldırılmamalı;
l- Yemeğe önce yaşça veya mevki yönüyle büyük olan kişinin başlamasını beklemeli;
m- Sokaklarda ve ayakta ekmek yememeğe dikkat edilmeli;
n-Ekmek kırıntılarının nimet olduğunu unutmamalı ve onlara gereken özen gösterilmeli;
o- Yemek yeme işi bitince Allah'ın verdiği bunca nimetlere karşı bir şükür ifadesi olarak dua etmeli ve kısaca "Elhamdülillah" demeli ;
ö- Yemekten sonra eller iyice yıkanmalı, dişler fırça veya misvak ile temizlenmelidir.
Otuz Altıncı Ayet
وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرينٌ
“Ve kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.”[370]
وَ Ve مَنْ kim يَعْشُ gafil olursa عَنْ ذِكْرِ zikretmekten الرَّحْمنِ Rahmân'ı نُقَيِّضْ musallat ederiz لَهُ ona شَيْطَانًا bir şeytanı فَهُوَ لَهُ yanından قَرينٌ ayrılmayan
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
İbn Ebî Hatim'in Muhammed ibn Osman el-Mahzûmî'den rivayetle tahric ettiği bir habere göre Kureyşliler kendi aralarında konuşup: "Muhammed'in arkadaşlarından her bireri için bir kişi görevlendirelim, onunla konuşsun ve onu bu yeni dinden vazgeçirmeye çalışsın." demiş ve Haz. Ebu Bekr için Talha'yı görevlendirmişler. Talha, Hz. Ebu Bekr'e gelmiş, onunla konuşmuş. Ebu Bekr kendisine: "Beni neye çağırıyorsun?" diye sormuş. Talha: "Lât ve Uzzâ'ya ibadete çağırıyorum." demiş. Ebu Bekr: "Lât nedir?" diye sormuş, Talha: "Rabbımızdır." diye cevaplamış. Ebu Bekr: "Peki Uzzâ nedir?" diye sormuş, Talha: "Allah'ın kılarıdır." diye cevaplamış. Hz. Ebu Bekr bu sefer: "Peki anneleri kim?" diye sorunca Talha duraklamış ve cevap verememiş de yanındakilere: "Yahu şu adama cevap versenize." demişse de onlar da susmuş, cevap verememişler. İşte bunun üzerine Talha: "Kalk ey Ebu Bekr; ben şehadet ederim ki yegâne ilah Allah'tır ve Muhammed O Allah'ın elçisidir." demiş ve işte bunun üzerine Allah Tealâ da bu âyet-i kerimeyi indirmiş.[371]
Bu ayetin içerdiği Zuhruf süresi Mekke'de nazil olmuştur. Ayet Mekke Müşriklerine karşı cevap niteliğini taşımaktadır.[372]
Ayetin orjinalinde geçen "Aşiyy" kelimesi, gözün göremeyecek kadar kamaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle parlak bir ışıkla karşı karşıya kalındığında sözkonusu olur ki, o zaman göz herhangi birşey göremez olur. Veya karanlık bir ortama girildiğinde benzeri bir kamaşma meydana gelir ki, görme yeteneği zayıflamış gözler böyle bir ortamda ortalığı seçemezler. Kuşkusuz bu durum bir hastalıktan da kaynaklanmış olabilir. Burada güdülen amaç ise, onların körlüğünü ve Rahman'ı anmaktan kaçınmalarını vurgulamaktır. Allah'ın varlığını hissetmelerini, vicdanda onun gözetiminin farkında olmalarını sağlamaktır:
"Kim Rahman'ın Kur'an'ın'dan yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur." [373]
Yüce Allah'ın iradesi insanın yaratılışı ile ilgili olarak bu hususu öngörmüştür: İnsan Allah'ı anmaktan uzaklaştığı onun varlığını unuttuğu zaman şeytanın onu kontrolü altına almasını, onu istediği gibi yönlendirmesini, ona vesvese veren kötü bir arkadaş olmasını, kötülüğü süslü, çekici göstermesini gerektirmiştir. Bu ayetteki şart ve cevabı yüce Allah'ın değişmez genel iradesini ifade etmektedirler. Bu iradeye göre sebebin ortaya çıkması ile birlikte sonuçta hemen ortaya çıkar. Yüce Allah sonsuz ilmine göre bu şekilde karar vermiştir.
Şeytanlardan bu kötü arkadaşların görevi, arkadaşlarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymaktır. Öte yandan bu arkadaşlar kendilerini Allah'ın yolunda sanmaktadırlar. [374]
Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah'ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah'ın yolunda bulundurması ile mümkündür.[375]
Beni Rabbiniz olarak bilip kulluğunuzla zikredin ki, ben de sizi sevdiğim kullarımdan kabul edip sonunda bağışlamakla zikredeyim."[376]
Yukarıdaki ayet zikirsizlerin şeytanın arkadaşı olacağını ve aşağıdaki hadisi şerif ise zikirsiz ölmemek için kendinizi zikre alıştırın demek istiyor. Çünkü zikir, anmaktır. Sevenin sevdiği anması kadar büyük bir onur olamaz. Eğer bu sevgili, sevgililerin en sevgilisi ise daha da çok anmak gerekiyor.
Yüce Allah cümlemizi zikirle vaktimizi geçirmeyi ve zikirden gafil olmamayı nasip eylesin.
Otuz Altıncı Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: لَقِّنُوا مَوْتَاكُمْ: لاَ إلهُ إلاَّ اللّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ، سُبْحَانَ اللّهِ رِبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Lailahe illallahu'l-Halîmu'l-Kerîm, Sübhânallahi Rabbi'l-Arşı'l-Azim, Elhamdulillahi Rabbi'l-Âlemin" telkin edin!" [377]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah: لَقِّنُوا telkin edin مَوْتَاكُمْ Ölülerinize لآ إلهُ Lailahe إَّلآ اللّهُ illallahu'l الْحَلِيمُ Halîmu'l الْكَرِيمُ Kerîm، سُبْحَانَ اللّهِ Sübhânallahi رِبِّ Rabbi'l الْعَرْشِ Arşı'l الْعَظِيمِ Azim، الْحَمْدُ للّهِ Elhamdulillahi رَبِّ الْعَالَمِينَ Rabbi'l-Âlemin
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hz.Ali[378] (r.a)'dan, Hz.Peygamber (a.s): "Ne zaman ölüm döşeğindekilerin yanına girdiğizde, Lailahe illallahu'l-Halîmu'l-Kerîm, Sübhânallahi Rabbi'l-Arşı'l-Azim, Elhamdulillahi Rabbi'l-Âlemin" çok çok zikredin" buyurdu. [379]
Ebu Saidi'l-Hudrî (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s) buyurdular ki: "Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Lailahe illallah demeyi telkin edin." [380]
Birinci hadis, muhtazar denen can çekişme halinde olan bir hastanın yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet veya her ikisini birden okuyarak telkinde bulunulması tavsiye edilmektedir. Telkin, onların telaffuz edilmesi suretiyle olur. Alimler, hastaya "bunu söyle!" diye emretmemek gerektiğini, yanında söylemekle iktifa edilmesini tavsiye ederler. Telkin çok sık olmamalıdır. Bir kere söylendi mi hemen tekrar edilmemeli, araya başka bir kelam girmişse arkadan bir kere daha söylenmeli derler. Resulullah bir başka hadislerinde "Kimin son sözü Lailahe illallah olursa cennete girer" buyurarak ölülerimizin son kelamlarının Lailahe illallah olmasının ehemmiyetini belirtmiştir. Bir başka hadiste de: "lailahe illallah kelimesini, ölüm onunla sizin aranıza girmeden çok tekrar edin, öleceklerinize de telkin edin" buyrulmuştur.
Ölmek üzere olanların yanında Allah’ı zikretmek gerekli olduğu gibi yaşayanların yanında da zikri ihmal etmemek gerekir. Çünkü zikir, anmaktır. Ölü olana anılma lazım olacağı gibi diri olana da aynı şeyi yapmak lazımdır.
* Tasâvvuf ehline göre, Hz. Muhammed (a.s) dört halifeye ayrı ayrı zikri öğretip tavsiye etmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a)'a hafî (gizli) zikri, Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye'cehrî (sesli) zikri ve Hz. Osman'a da kalbî zikri öğretmiştir.[381]
* Tasavvufî tarikatların kendilerine göre değişik zikir çeşitleri ve usûlleri vardır.[382]
* Hz. Muhammed (a.s) başka bir hadiste de zikir hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsanlar bir araya gelip Allah'ı zikrettikleri zaman, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar ve Allah onları kendisine yakın olan kişilerden kaydeder. "
* Ebu Hüreyre (r.a) bir gün çarşıya gider ve oradakilere şöyle seslenir: "Hz. Muhammed (a.s)'ın mirası camide taksim edildiği halde, siz buralardasınız!.." Çarşıdaki insanlar hemen camiye giderler. Fakat miras diye bir şey göremezler. Ebu Hüreyre'ye gidip şöyle söylerler: "Yâ Ebu Hüreyre, camide taksim edilen herhangi bir miras görmedik." Ebu Hüreyre onlara; "Neyi gördünüz?" diye sorar. Onlar; "Allah'ı zikreden ve Kur'ân okuyan insanları gördük" derler. O zaman Ebû Hüreyre "İşte peygamberin mirası odur" der.[383]
* Hz. Muhammed (a.s)' ın zikrin fazileti ve onun çeşitli günahların affına vesile olduğuna dair söylemiş olduğu daha bir hayli hadisleri vardır.[384]
Otuz Yedinci Ayet
اِذْ يُريكَهُمُ اللّهُ فى مَنَامِكَ قَليلًا وَلَوْ اَريكَهُمْ كَثيرًا لَفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِى الْاَمْرِ وَلكِنَّ اللّهَ سَلَّمَ اِنَّهُ عَليمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
“Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir.” [385]
اِذْ Hatırla ki يُريكَهُمُ onları gösterdi اللّهُ Allah فى مَنَامِكَ uykunda sana قَليلًا az وَلَوْ Eğer اَريكَهُمْ onları sana gösterseydi كَثيرًا çok لَفَشِلْتُمْ çekinecek وَ ve لَتَنَازَعْتُمْ münakaşaya girişecektiniz فِى الْاَمْرِ bu iş hakkında وَلكِنَّ Fakat اللّهَ Allah سَلَّمَ kurtardı اِنَّهُ Şüphesiz O, عَليمٌ bilir بِذَاتِ özünü الصُّدُورِ kalplerin
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Mücahid der ki: Yüce Allah (Bedir savaşı esnasında) Resulüne rüyasında müşrikleri az göstermiş, Hz.Peygamber (a.s)'da ashabına bunu haber vermişti. Böylece onların güvenleri artmış oldu.[386] Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.[387]
Bu olay, Hz. Peygamber (a.s) Medine'den savaş alanına doğru ilerlerken meydana gelmiştir. O zaman henüz kafir ordusunun ne kadar büyük olduğu bilinmiyordu. Hz. Peygamber (a.s) orduyu rüyasında gördü ve ordunun çok büyük olmadığı sonucuna vardı. Sonra rüyasını mü'minlere anlattı. Bu da onlara cesaret verdi ve korkusuzca düşmana doğru yürüdüler.
Yüce Allah'ın savaş planlarından biri, Peygamberimize rüyasında kâfirlerin güç ve ağırlık bakımından az olduklarını göstermekti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- rüyasını arkadaşlarına anlatıyor, onlar da buna seviniyor ve savaşmaya istekli oluyorlar. Daha sonra yüce Allah burada onları niçin peygamberine az gösterdiğini haber veriyor. Kuşkusuz yüce Allah, onları çok gösterse, Peygamberimizle birlikte bulunan azınlığın moralinin bozulacağını biliyordu. Çünkü herhangi bir hazırlık yapmadan ve savaşacaklarını tahmin etmeden Medine'den çıkmışlardı.
Bu rüya, gerçekte doğru bir rüyadır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları az görmüştür. Onlar sayı bakımından çokturlar ama birçok şeyden yoksundurlar ve savaşta bir ağırlıkları sözkonusu değildir. Kalpleri, geniş bir kavrama yeteneğinden, ortak bir imandan, böyle durumlarda büyük yararı olan ruh gıdasından yoksundur. Yüce Allah bu yanıltıcı dış görünüşün ötesindeki gerçek olguyu Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- gösteriyor. Böylece mü'min kitlenin gönüllerine güven bahşediyor. Çünkü yüce Allah mü'minlerin gizli hallerini biliyor. Sayılarının az, hazırlıklarının yetersiz olduğunu, şayet düşmanlarının kalabalık olduğunu öğrenecek olurlarsa karşılaşmaktan çekinmek ve savaşmak ya da savaşmamak konusunda çekişmek gibi olayların başgöstereceğini biliyordu. İşte bu rüya, kalplerin özünü bilen yüce Allah'ın savaşa ilişkin planlarından biriydi.
İki ordu karşı karşıya geldiğinde Peygamberimizin rüyası, iki taraf üzerinde fiilen gerçekleşti. İşte bu da, savaşı ve savaştaki olayları ve ötesini sunarken, yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği planın bir parçasıydı.[388]
Yüce Allah ile bir bağlantı olan rüya, Peygamberlerin hayatından bize miras kalmıştır. Bu mirasın devam etmesi için Yüce Allah sadedinde olduğumuz ayet ile aşağıdaki hadisi şerif ile bugün bizim kaybımız yitiğimiz olmuştur. Çünkü biz artık rüyalarımızda azizleri değil rezilleri görecek kadar İslamdan yetim kaldık.
Yüce Allah cümlemize yitiklerimize sahip çıkmayı ve onları tekrar ihya etmeyi nasip etsin.
Otuz Yedinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: الرُّؤْيَا مِنَ اللّهِ، وَالحُلْمُ مِنَ الشَّيْطَانِ؛ فَإذَا حَلَمَ أحَدُكُمُ الحُلْمَ يَكْرَهُهُ فَلْيَبْصُقْ عَنْ يَسَارِهِ وَلْيَسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنْهُ فَلَنْ يَضُرَّهُ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna gitmeyen kötü bir rüya (hulm) görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan Allah'a sığınsın. (Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar edemiyecektir."[389]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah الرُّؤْيَا Rüya مِنَ اللّهِ Allah'tandır، وَالحُلْمُ Hulm مِنَ الشَّيْطَانِ şeytandandır؛ فَإذَا Öyle ise حَلَمَ kötü أحَدُكُمُ sizden biri الحُلْمَ bir rüya görecek olursa يَكْرَهُهُ hoşuna gitmeyen فَلْيَبْصُقْ tükürsün عَنْ يَسَارِهِ sol tarafına وَ ve لْيَسْتَعِذْ sığınsın بِاللّهِ Allah'a مِنْهُ ondan فَلَنْ يَضُرَّهُ kendisine asla zarar edemiyecektir
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Müslim’den,[390] Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir bedevî Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip:"
- Rüyamda başımın kesildiğini, kendimin de onun peşine düştüğünü gördüm" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamı azarlayıp: "Sakın ha! Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi.[391]
Bazı rivayetler, "Salih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak geldiği halde burada sâlih, gayr-ı sâlih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan olduğu belirtilmiştir. İslâmî temel itikadımız esâsen budur. Yani her şeyin takdiri, yaratılması, hayır, şer Allah'tandır.
Hadis, Allah'a nisbet edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini göstermektedir. Keza, şeytana nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii ki bu, şer'î bir edeptir. Esas itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin hepsine rüya denir.
Hulm, Kur'ân-ı Kerim'de edğas diye zikri geçen karmakarışık, manasız rüyalardan başka bir şey değildir. Sadedinde olduğumuz hadis, görülen rüya karşısında mü'minin takınacağı edeb ve tavrı belirlemektedir: "Şeytânî, hoşlanmadığınız bir rüya gördüğünüz zaman sol tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a sığının..." diyor. Yani euzubillahi mineşşeytânirracim denecek. Bir başka hadiste, böyle bir rüya görenin "sol tarafına üç sefer nefes etmesi şer ve ezasından Allah'a sığınması" فلْيَتَنَفَّسْ عَنْ شِمَالِهِ ثَثَ مَرَّاتٍ tavsiye edilmiştir.
Ebu Rezîn el-Ukeylî Lakît İbnu Amir İbni Sabire (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür. Bu rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında (takılı vaziyette) durur. Anlatılacak olursa hemen düşer."[392]
Rüyanın kuşun ayağında takılı olması, bir teşbihtir; bununla, rüyanın anlatılmadığı müddetçe kesinleşmediği ifade edilmektedir, tıpkı asılan, takılan bir şeyin havada durması, yerde istikrarını bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın istikrar bulup, kesinlik kazanması tâbir edilmesine bağlıdır. Tâbir edilince süratle düşüp istikrar kazanır. Kuşun kendisi bir yerde sâbit durmazsa, onun ayağına takılan şey hiç sâbit duramaz. Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü, sahibinin üstüne hemen düşer.
Rüyadaki hakikatın tahakkuku, onun anlatılmasına, daha doğrusu tâbirine bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Bu sebeple Resûlullah, rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye uygun bir tavsiye ile hadisini tamamlamış olmaktadır: "Rüyayı lebib ve habib olana, yani akıllı dosta anlatın!"
Otuz Sekizinci Ayet
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا خُذُوا حِذْرَكُمْ فَانْفِرُوا ثُبَاتٍ اَوِ انْفِرُوا جَميعًا
“Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın. Yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın.” [393]
يَا اَيُّهَا Ey الَّذينَ edenler امَنُوا iman خُذُوا alın حِذْرَكُمْ Tedbirinizi فَانْفِرُوا savaşa çıkın ثُبَاتٍ bölük bölük اَوِ Yahut انْفِرُوا savaşın جَميعًا topyekün
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Mücahit ve birçoklarından rivayete göre: Uhud’da yenilen müslümanları ve geri kalan münafıklar hakkında nazil olmuştur.[394]
Müslümanlara sadece bazı ibadetleri, sembolleri öğretmiyor. Dini bu şekilde miskince algılayan bazı insanların düşündüğü gibi sırf bazı görgü kuralları ve ahlâk ilkelerini de bildirmiyor. Müslümanın hayatını bir bütün olarak ele aldığını ve insan hayatının karşılaştığı tüm pratik koşulları karşıladığını görüyoruz. Bu yüzden insan hayatı üzerinde, eksiksiz bir tasarruf yetkisi istemektedir. Müslüman ferdin ve toplumun bir bütün olarak hayatının bu metodun ürünü ve onun tasarrufu ile direktifleri altında olmasından başkasını kabul etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle müslüman fert ve toplumun; hayatları için değişik hayat metodlarını, sembolik davranış, kulluk, ahlâk ve görgü kuralları için Allah'ın kitabını ekonomik, toplumsal, siyasi ve uluslararası işlemler için de başka birinin kitabı ya da mutlak anlamda insan düşüncesinden kaynaklanan ayrı bir metod edinmesini kabul etmemektedir.
Kuşkusuz insan düşüncesinin görevi, yenilenen hayat olaylarına ve gelişen sorunlara uygun ayrıntılı hükümleri ve hayat düzenlerinin tümünü Allah'ın kitabından almaktadır başka değil. Aksi takdirde imandan ve İslâmdan söz edilemez. Bu durum, daha başka imanın ve İslâm'ın varolmadığını göstermektedir. Çünkü başka din uyduranlar hiçbir zaman iman etmiş sayılmazlar. İslâm'da en başta söylenen Allah'tan başka hükmeden yoktur, O'ndan başka kanun koyucu yoktur anlamlarına gelen "Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadet cümlesi ilk kabul edilen ilkedir. Bunun aksine davranış kişilerin İslam'ın temellerini kabul etmediklerini göstermektedir.[395]
Bu İlahi hitap, müslümanların Uhud'da yenilmesi nedeniyle cesaretleri artan komşu kabileler hakkında inzal olmuştur. Müslümanlar her taraftan tehlike ile sarılmışlardı ve her taraftan saldırı tehditleri ve söylentileri geliyordu. Müslüman tebliğciler İslâm'ı öğretmeleri için çağırılıyorlar ve sonra acımasızca öldürülüyorlardı. Medine sınırları dışında ne can, ne de mal güvenliği kalmıştı. Bu durum müslümanların, bu kadar büyük tehlikeler karşısında İslâm hareket ve davetini sürdürebilmeleri için çok büyük çaba harcamasını gerektiriyordu.
Savaş, yaratılmışların varlıklarını ayakta tutmaları için konulan bir hayat kanunudur. Kim güçlü ise ayakta kalacak. Kim güçsüz ise yenilip yok olacaktır. Karanlığın bütün gücüyle hayatın üzerine çökmesi ancak aydınlığın ondan daha güçlü olarak çıkış yapmasıyla kaybolacaktır.
Bunun içindir ki, çağın gerek gördüğü bütün imkaları ğayri meşru olmadıkça müslümaların kullarak dinlerini ve imanlarını ayakta tutmaları hayatın bir gerekliliğidir. Bu yerine göre ok olur, yerine göre ise kalem olur. Fakat yeri geldiği zamanda ise mal ve canı ortaya koymakla olur.
Açıklamaya çalıştığımız ayet bize tedbir almamızı emrederken, aşağıdaki hadisi şerif ise bu tedbirin sınırsız olduğunu vurgulamaktadır.
Yüce Allah cümlemize hakkıyla iman etmeyi ve imanımızın gereğini yerine getirmeyi nasip etsin.
Otuz Sekizinci Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ:الْحَرْبُ خِدْعَةٌ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki:[396] "Harb bir hiledir." [397]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allahالْحَرْبُ Harb خِدْعَةٌ bir hiledir
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Hendek savaşında gizlice müslüman olmuş olan Gatafanlı Nuaym İbnu Mes'ud el-Eşca'î mühim bir hizmet görür: Kureyza ile Kureyş'in arasına güvensizlik sokarak aralarını açar. Kureyza'nın ihanetine bel bağlamış olan Kureyş bu kuşku karşısında o ümidi kaybeder ve uzayan başarısız kuşatmayı kaldırmaya karar verdi. Kuşku nedir, nasıl sağlanmıştır? Nuaym (r.a) Hz. Peygamber’e gelerek müslüman olduğunu fakat kavminden kimsenin bilmediğini, istediğini yapmaya hazır olduğunu söyler.
Resulullah (a.s): "Sen bunların arasını açacak tek kimsesin. Harb bir hiledir. Aralarını aç, onları bizden uzaklaştır" mealinde talimat verir. Bu talimat üzerine Nuaym, Kureyza, Kureyş ve Gatafan'ın arasında mekik diplomasisi yapar. Câhiliyede nedimleri olduğu Kureyza'ya gelir: "Size olan sevgimi bilirsiniz. Sizinle benim aramda hususiyet var, bu da malum" der. Onlar teyid ederler, nazarımızda müttehem değilsin derler. O, "Gatafan ve Kureyş sizin gibi değiller, siz buralısınız, malınız mülkünüz, çocuk ve kadınlarınız burada. Bunları başka yere götüremezsiniz.
Kureyş ve Gatafan Muhammed'le savaşmaya geldiler. Siz Muhammed aleyhine onlara yardım ediyorsunuz, onların yurdu, malları, kadınları başka yerde. Onlar sizin gibi değiller. Onlar bir yağma bulsalar yaparlar. Başaramazlarsa çekip giderler, sizi Muhammed'le başbaşa bırakırlar. Bu durumda siz buradakilere güç yetiremezsiniz. Sakın onların eşrafından bir kısım rehineler istemeden savaşa katılmayın. Rehinler Muhammed'i bertaraf edinceye kadar mukatele etmeleri için elinizde bir garanti olur" der. Kureyzalılar: "İsabetli bir fikir" derler. Sonra oradan ayrılan Nu'aym Kureyş'e gelir Ebu Süfyân ve beraberindekilere: "Size olan sevgimi, Muhammed'e olan uzaklığımı biliyorsunuz. Kulağıma bir haber geldi, size bildirmeyi dostluk gereği bildim. Ancak kimseye söyleyip beni ifşa etmeyin" der. "Söz veriyoruz" derler. Nuaym devam eder: "Bilin ki, yahudiler Muhammed'le aralarındaki antlaşmayı bozmaktan pişman olmuşlar. Ona adam gönderip: "Biz yaptığmızdan pişman olduk. Gatafan ve Kureyş'ten bazı ileri gelenleri sana getirmemiz, boyunlarını vurman seni memnun eder, tekrar seninle beraber olmamıza yeter mi?" derler. Muhammed de "Evet" cevabını verir.
Bu durumda yahudiler size adam gönderip rehin istemeye kalkarlarsa sakın onlara tek kişi vermeyin" der. Nuaym (r.a) sonra Gatafanlılara gelir: "Ey Gatafanlılar, ben sizdenim, aşiretimsiniz. İnsanların en sevgilisi bana sizsiniz. Öyle sanırım bana güvenir, sadakatımı itham etmezsiniz" der. Onlar da "Doğru söyledin. Sen nazarımızda müttehem değilsin" derler. Nuaym devamla: "Benden duyduğunuzu söylemeyin" diyerek, o yönden de garanti alınca onlara da Kureyşlilere söylediğini aynen tekrar eder, aynı endişelerle bunları da korkutur. Allah'ın müslümanlara bir ikramı olarak, cumartesi akşamı, Ebu Süfyân ve Gatafan'ın ileri gelenleri, Benî Kureyza'ya Kureyş ve Gatafanlılar'dan mürekkep bir grubu İkrime İbnu Ebî Cehl başkanlığında gönderip: "Biz ikamet yerinde değiliz, (eyreti çadırlarda kalıyoruz), atlarımız ve develerimiz helak oldu. Savaşa siz de katılın da Muhammed'in işini bir an önce bitirelim" dedirtirler.
Yahudiler de bunlara şu cevabı gönderirler: "Bugün cumartesidir. O günde biz hiçbir şey yapmayız. Zira bizden bir kavm cumartesi günü savaştığı için maymun ve hınzıra çevrildiler. Ayrıca siz, bize bir kısım adamlarınızı, elimizde Muhammed'in işini bitirinceye kadar savaşacağınız hususunda garanti olacak rehineler vermedikçe Muhammed'e karşı savaşacak da değiliz. Biz, savaş sizi sıkıştırdığı takdirde bizi terkederek memleketinize çekip gideceğinizden korkuyoruz. Bu durumda bizim memleketimizde olan Muhammed'le biz başa çıkamayız." Elçiler Kureyza'nın bu sözlerini getirince Kureyşliler ve Gatafanlar: "Nuaym'ın söyledikleri doğruymuş." Kureyza'ya: "Size tek bir adamımızı bile rehin olarak göndermeyiz. Dilerseniz çıkın savaşın" haberini gönderin" derler. Bu haberi getiren elçi kendilerine ulaşınca Kureyzalılar: "Nuaym İbnu Mes'ud'un dediği doğruymuş, bunlar sadece savaş istiyorlar. Fırsat bulurlarsa yağmalayacaklar, bulamazlarsa memleketlerine çekip gidecekler. Siz memleketinizin adamı ile arada savaşa meydan vermeyin." Kureyş ve Gatafan'a da "Vallahi bize rehineler göndermezseniz biz sizinle Muhammed'e karşı savaşmayız" cevabını gönderin" derler. Onlar bu teklifi kabul etmezler. Allah aralarını böylece açar.[398]
Hz. Peygamber (a.s) gazvelerde askerî prensiplere âzamî ölçüde riayetkâr olmuştur. Düşmanın tertib almasına imkân tanımadan âni basabilmek için istihbârat meselesine ziyade ehemmiyet verdiğini, "Harb bir hiledir" diyerek aldatıcı, şaşırtıcı davranışlarla, kendi hazırlığını gizlediğini belirtmiştik. Bu davranışın düşmanı gafil avlamaya, âni baskın yapmaya matuf olduğu açıktır.
* Harpteki hile, aldatma düşmana karşı yapılır. Aynı dine inanmış insanların birbirlerine karşı yaptıklar hile ise sahtekarlıktır. Onun için harbin hilesi, din düşmanlarına ve savaş meydanındakilerle yapılır.
* Hayat, bir savaş meydanıdır. Nice pehlivanlar, cengaverler meydan muharebesinde yendiler de hayat muharebesinde yenildiler. Çünkü hayat muharebesi, hem içe hem de dışa dönük bir savaştır.
Ne ki, Dinozorlar, tabiatın savaş kanunlarına karşı mücadele edecek imkanları kalmadığından dolayı yenildiler. Oysa onların cüsseleri insan cüssesinin bilmem kaç misli olmasına rağmen, yine de bu büyüklük onlara fayda vermedi.
* Genelde güçlü zayıfı yenmiştir. Yani zayıf güçlünün karşısında çoğunlukla mahkumdur. Gerek hayata karşı gerekse zulme karşı inananların güçlü olmaları gerekiyor. Bu bazen iman, irade ve akıl gücü, bazen de eğitim, erzak ve bilek gücü ile mümkündür.
Otuz Dokuzuncu Ayet
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَاْتِى اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ذلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَليمٌ
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu, bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." [399]
يَا اَيُّهَا Ey الَّذينَ edenler امَنُوا iman مَنْ kim يَرْتَدَّ dönerse مِنْكُمْ Sizden عَنْ دينِه dininden فَسَوْفَ bilsin ki يَاْتِى getirecektir اللّهُ Allah بِقَوْمٍ bir toplum يُحِبُّهُمْ sevdiği وَ ve يُحِبُّونَهُ kendisini seven اَذِلَّةٍ alçak gönüllü عَلَى karşı الْمُؤْمِنينَ müminlere اَعِزَّةٍ onurlu عَلَى karşı الْكَافِرينَ kâfirlere يُجَاهِدُونَ cihad ederler فى سَبيلِ yolunda اللّهِ Allah وَ ve لَا يَخَافُونَ korkmazlar لَوْمَةَ kınamasından لَائِمٍ hiçbir kınayanın ذلِكَ Bu فَضْلُ lütfudur اللّهِ Allah'ın يُؤْتيهِ verdiği مَنْ يَشَاءُ dilediğine وَ ve اللّهُ Allah'ın وَاسِعٌ geniştir عَليمٌ ilmi
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu ayet, ensar hakkında inmiştir. Bunun, henüz o sıralarda var olmayan bir topluluk hakkında işaret olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekir de mürtedlerle âyetin nüzulü sırasında henüz bulunmayan bir toplulukla savaşmıştır. Bunlar ise, Yemen'li Kinde'li, Becile'li ve Eşcalı bir takım kabilelere mensub kimselerdi. Âyet-i kerimenin Eş'ariler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü, haberde varid olduğuna göre, bu âyet-i kerime nazil olduktan kısa bir süre sonra deniz yoluyla Eş'arilerin gemileri geldiği gibi, Yemen kabileleri de deniz yoluyla geldiler. Rasulullah (a.s)'ın döneminde İslama bağlılık noktasında güzel sınavlar verdiler. Irak fetihleri ise genel olarak Ömer (r.a) döneminde ve Yemen'li kabileler tarafından gerçekleştirilmiştir. Âyetin nüzulü ile ilgili olarak ifade edilen en sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[400]
İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm'dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: "Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur." Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitapla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm'ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitap ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.
Allah'ın mümin grubu seçmesi, yeryüzünde Allah'ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında "takdir-i ilahi"nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah'ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O'nun sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O'nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği, gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin seçilmiş olması, Allah'ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun Allah'ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.
Ayet-i Kerime'nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.
Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.
Yüce Allah'ın, kullarından birini sevmesi; O'nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah'ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.
Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah'ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.
Yüce Allah'ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O'na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye'nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularımıza taşımaktadır!
Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra,
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.
İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir defaya özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.
Binaenaleyh ey mü'minler, dininizin kadrini biliniz, hiç bir kavme inhısar kabul etmeyen bu vasi feyzi hakkı, bu fadlı ilâhîyi, bu yüksek hürriyyeti bırakıp da başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz.[401]
Dünya ve içindekiler için utanmadan koşuşup duranlar utanmıyor, çekinmiyorlar da, Yüce Allah'ın dini için neden Müslümanlar geri durmaktan utansınlar. Asıl utanacak olanlar, dinlerini dünya karşılığında değiştirenlerdir.
Üzerinde durduğumuz ayeti kerime müslümana moral depolarken, aşağıdaki hadisi şerif ise yüreklerimize süruru muştulamaktadır.
Artık tercih yapma zamanı hala gelmedi mi?
Saflarımızı perçinleştirmenin vakti hala gelmedi mi?
Kim olduğumuzu ve ne işe yaradığımızı ispat etmenin zamanı gelip çatmadı mı?
Yüce Allah cümlemizi dininde sebat eden kullarından eylesin.
Otuz Dokuzuncu Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: َلآ يَزَالُ مِنْ أُمَّتِِى أمَّةٌ يُقَاتِلُونَ عَلى الحَقِّ وَيُرِيعُ اللّهُ تعالى لَهُمْ قُلُوبَ أقْوَامٍ وَيَرْزُقُهُمْ مِنْهُمْ حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ، وَحَتَّى يَأتِىَ وَعْدُ اللّهِ.
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki:[402] "Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye (hiç ara vermeden) devam edecek, Allah da, onlar(la mücâdele sebebi) ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve bunlardan (alınanlarla) onların rızkını sağlayacaktır, bu hal kıyamet gününe, Allah'ın va'dinin gelme anına kadar devam edecektir. " [403]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü(a.s) للّهِAllah َلآ يَزَالُhiç ara vermeden مِنْ أُمَّتِِى Ümmetimden أمَّةٌ bir grup يُقَاتِلُونَ mücadeleye devam edecek عَلى الحَقِّ hak yolunda وَيُرِيعُ saptıracak اللّهُ Allah daلَهُمْ onlar ile قُلُوبَ kalplerini أقْوَامٍ bazı kavimlerin وَ ve يَرْزُقُهُمْ onların rızkını sağlayacaktır مِنْهُمْ bunlardan حَتَّى bu hal تَقُومَ gününe السَّاعَةُ kıyamet، وَحَتَّى kadar يَأتِىَgelme anına devam edecektir وَعْدُ va'dinin اللّهِ Allah'ın
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Nesâ-î’den; Resûlullah bu sözü, bir kimsenin kendisine gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, insanlar atları kaldırdı, silahları da terketti, "Artık cihad bitmiştir, harbler de sona ermiştir" diyorlar" demesi üzerine söyler. Kendisine böyle söylenince cemaate yönelen Resûlullah: "Yalan söylüyorlar, asıl şimdi harb(in zamanı) geldi" diyerek söze başlar ve "Ümmetimden bir grup Hakk yolunda mücâdeleye kıyâmete kadar devam edecektir..." diye açıklamasını devam ettirir.[404]
Resûlullah (a.s), bu hadiste, bir bölgede sindirilip gizliliğe itilse veya İspanya'da olduğu gibi tamamen söndürülse bile, bir başka yerde veya yerlerde İslâm mücâdelesi canlı kalacak, Hâlık için yapılan cihâdın sancağı göklerde dalgalanmaya kıyamete kadar devam edecektir. Hadis bunu haber vermektedir.
* Dindarlığın pek çok sıkıntı ve meşakkati peşinde getirdiği günümüz şartlarında, İslam'a hasbi ve samimi bir şekilde her memlekette gönül verip çilesini çeken, işten atılan, hapse tıkılan, terfi ve makamından olan, karakollarda dayak yiyen, işkence çeken, hayatını kaybeden her zümreden insan bu gruptan sayılmalıdır. Hiçbir zümre bunu kendine mal edemez.
* Hardal tanesi kadar İslami sorumluluğu taşıyan, her Müslüman, Hangi mezhep ve meşrepte olursa olsun, taşıdığı dini değer olarak haklıdır. Fakat hak sadece kendisinin bildiği ve anladığı şeylerden ibaret değildir.
* Haksızın hakim, haklının ise mahkum olduğu günümüz şartlarında. Aynı Allah'a, Kitaba ve Peygambere inanmış olan kimselerin, "Ben daha doğru ve haklıyım" denilmesi gerçekten çok tuhaf, acayip ve ayıp bir şeydir.
* Hakkın ikamesi, haksızlık yaparak ve kaba kuvvet kullanarak, kendini ispat ve ifade etmek değildir. Zira haklı olmak, hak üzerinde sebat etmek ve sabretmekle mümkündür.
Kırkıncı Ayet
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوى () اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحى
"O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir." [405]
وَمَا يَنْطِقُkonuşmaz عَنِ الْهَوى O, hevadanاِنْ هُوَ O اِلَّا yalnızca وَحْىٌ vahyolunmakta olan يُوحى bir vahiydir
Ayetin Nüzulü ve Açıklaması
Bu ayeti kerime müşrikler, "Kur'an-ı, Muhammed (a.s) kendisi uyduruyor," demeleri üzerine nazil olmuştur.[406]
Yani, sizler, Hz. Muhammed (a.s) 'e sırf insanlara Kur'an'ı tebliğ ettiği için öfke duyuyorsunuz. Oysa bu Kur'an'ı O uydurmamıştır ve onu kendi çıkarları için tebliğ etmemektedir. Bu Kur'an, Ona Allah tarafından vahyolunmuştur ve vahyolunmaya devam edilmektedir. O, Peygamberliğini Peygamber olma hevesiyle değil, Allah kendisine emrettiği ve Risaleti tebliğ etmesini buyurduğu için ilan etmiştir. Dolayısıyla O, sizlere bir Peygamber sıfatıyla tebliğ etmektedir. İslâm'ın, Tevhid, Ahiret, Kıyamet gününde ceza ve mükafatın verileceği haberi, kainatta insanın bulunduğu mevki ve salih bir hayat sürmenin prensipleri hakkındaki mesajı, Onun kendi uydurduğu düşünceler olmayıp, Allah'ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir. Hz. Peygamber (a.s)'ın sizlere tebliğ ettiği bu Kur'an kendisine Allah tarafından nazil olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Dolayısıyla sizlere tebliğ ettiği bu hakikatler bir ilme dayanmaktadır.
"O hevadan konuşmaz. O Kur'an kendisine vahyedilen bir vahiyden başka değildir." [407]
Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Hz. Peygamber (a.s)'ın tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber (a.s)'ın sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah'ın vahyidir?" Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur'an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah'a aittir. Hz. Peygamber (a.s)'ın kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir:
1) Hz. Peygamber (a.s) 'ın İslâm'ı tebliğ, Kur'an'ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi.
Bir bakıma Hz. Peygamber, (a.s) Allah'ın tayin ettiği resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur'an gibi nazil olmuş değilse bile, Hz. Peygamber (a.s)'ın söylediği bu sözler yine de vahy ilmine dayanmaktadır. Ancak Kur'an ve Hz. Peygamber (a.s)'ın sözleri arasındaki fark, Kur'an'ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması, buna karşılık Hz. Peygamber (a.s)'ın izah niteliğindeki sözlerinin, Allah tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır. Bu bakımdan, Kur'an'a, "Vahyi Celî" Hz. Peygamber (a.s) 'ın bu tür sözlerine de "Vahyi Hafî" denilir.
2) Hz. Peygamber (a.s)'ın Müslümanların lideri olması münasebetiyle Allah'ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (a.s) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler "Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah'ın vahyi midir?" diye sormuşlar, O da "Benim sözümdür" karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (a.s) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in (a.s) sözleri hevasından olmayıp, Allah'ın teyid etmesiyle kesinlik kazanmıştır. "Hz. Peygamber'in (a.s) her söylediği vahiy midir?" sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler, sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah'ın aksini emrettiği konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler "vahyi hafî" grubuna girer.
İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi, Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O'na Allah tarafından verilmiş ve O da bu mevkilerdeki yetkisini Allah'ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber (a.s)'ın kendi içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun görüşleri, Allah'ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını "Vahyî Celî" ile düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah'ın (a.s) kendiliğinden yaptığı içtihatların Allah'ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak Allah kendisini ikaz ederdi.
3) Hz. Peygamber'in (a.s) bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah'ın bu tür sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber'i, yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı. Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber (a.s) 'ın Nübüvvet ile ilgisi bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber'in (a.s.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir.
Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (a.s.) her sözü vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Rasûlullah (a.s)"Ben Hak'tan başka hiçbir şey söylemem" dediğinde ashabtan biri "Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle şakalaşıyorsunuz" diye sorunca O, "Ben gerçekten de Hak'tan başka bir şey söylemem" demiştir. Amr b. el-As'ın oğlu Abdullah şunları anlatıyor: "Ben Hz. Peygamber'in (a.s) ağzından çıkan her sözü yazıyordum. Bunun üzerine bazı kimseler bana, "Sen Rasûlullah'ın (a.s) söylediği her sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur" deyince, ben de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah'a arzettim. Bunun üzerine O, "Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim ağzımdan Hak'tan başka birşey çıkmaz" dedi. [408]
Sonuç olarak dudaklarındaki dökülen cümlelerin Allah tarafından kale alınan bir zat olmasına rağmen Efendimiz (a.s) yine de ashabıyla istişare etmekten geri durmamıştır.
Bedir Savaşı sırasında da savaş tecrübesine dayalı şöyle bir olay yaşanmıştı. Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Hubâb b. Münzir bu yerleştirmenin vahye mi, yoksa savaş taktiğine mi dayandığını sordu. Allah elçisinin, bunun bir savaş taktiği olduğunu söyleyince, Hubab b. Münzir bu konaklama yerinin uygun olmadığını söyledi ve daha uygun yeri göstererek, gerekçelerini açıkladı. Bunun üzerine, ordu Hubâb'ın belirlediği yere yerleştirildi.[409]
Allah elçisi olan aziz Peygamberlerin görevi, sadece ve sadece kendilerine gelenleri insanlara aktarmaktır. Çünkü böyle olmasaydı elçiliğin bir anlamı kalmazdı.
Onun içindir ki, hiçbir elçi kendisine vahy edilenin dışına çıkmaz. İşte bu bizim Peygamberimiz içinde geçerlidir.
Yukarıdaki ayetler Yüce Allah'ın emirlerini, aşağıdaki hadisi şerif ise Peygamber efendimiz (a.s)'ın sünnetine işaret etmektedir.
Yüce Allah cümlemizi kendi emirlerine ve Peygambermizin sünnetine sarılmayı nasip etsin.
Kırkıncı Hadis
قَالَ رَسُولُ للّهِ: تركتُ فِيكُمْ أمرينِ لَنْ تَضِلُّوا ما تَمَسّكتُمْ بِهِمَا: كِتَابَ اللّهِ تَعالَى، وَسُنّةَ رَسُولِهِ .
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: "Allah'ın kitab'ı ve Resûlünün sünneti." [410]
قَالَ buyurdu ki رَسُولُ Resulü (a.s) للّهِ Allah تركتُ bırakıyorum فِيكُمْ Size أمرينِ iki şey لَنْ تَضِلُّوا asla sapıtmayacaksınız ما تَمَسّكتُمْ uyduğunuz müddetce بِهِمَا Bunlara: كِتَابَ kitab'ı اللّهِ Allah'ın، وَ ve سُنّةَ sünneti رَسُولِهِ Resûlünün
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Vürûdu: Ebu Hureyre (r.a) Hz. Peygamber (a.s) bu hadisi veda haccında hutbe olarak buyurmuştur.[411]
Hâkim'in el-Müstedrek'te kaydettiği üzere, Resûlullah (a.s) Veda Hutbesi sırasında, bu hatırlatmayı yapmıştır. Hadis'te İslâmiyetin asliyeti üzere korunması ve kurtuluşa ermek için tek muteber yolun Kur'ân'ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye'ye tabi olmakla mümkün olacağını bildiriliyor. Bunlara uymayan bütün yollar çıkmaz sokaktır, aldatmacadır.[412]
Bu hadis, Hz. Peygamber (a.s)'ın vefatına yakın yaptığı konuşmalardan biridir. Hz. Peygamber (a.s) kendinden sonra ümmetin dalâlete, fitneye, ihtilaflara düşmemesi için tek çıkar yol olarak Kur'ân'a ve sünnetine uyulmasını vasiyet ediyor. Şu halde Allah'tan gereğince korkmak ve Kur'ân'ın emirlerini ölçü olarak almak ümmetin vahdeti, dinin bozulmalara karşı muhafaza edilmesi için şart olduğu gibi, sünnete uymak, bir o kadar ehemmiyet taşımaktadır.
Kur'an-ı Kerim'e ve Sünneti Seniyeye uymak, bütün yolları kurtuluşa ve saadete çıkarır. Tam tersini düşünürsek, Kur’an’a ve Sünnete uymayanların bütün yolları dalalete ve sapıklığa çıkar.
Kur'an ile Sünnet, Yüce Allah'ın katında et ile tırnak gibidir. Bunları nasıl birbirinden ayırmak mümkün değilse, Kur'an ile Sünneti de birbirinden ayıramayız.
Kur’an'a uymak Sünnetle mümkündür. Sünnet Kur’an'a nasıl uyulacağını gösterir. Kur’an'ı Sünnetsiz anlamak ve yaşamak mümkün olmadığı gibi, Sünneti Kur’an'dan bağımsız da kabullenmek akıl karı değildir.
Son olarak şu hadisi şerifle kitabımızı noktayalım.
İbnu Mes'ud (r.a)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki, en güzel söz Allah'ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed (a.s)'in yoludur. İşlerin en kötüsü de dine aykırı olarak sonradan çıkarılanıdır. Size vâdedilen mutlaka yerine gelecektir. Siz Allah'ı aciz bırakamazsınız.”[413]
Soru 1: Yüce Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığıyla Hz. Peygamber (a.s) Efendimize vahy edilen, Onunda ashabına ilk telkin ettiği dini emir ve ilk öğrettiği ne denir?
Cevap: Hz. Peygamber (a.s) ashabına imandandan sonra kadın erkek, genç ve ihtiyar Müslümanlara ilk önce Kur’an’ı Kerim öğretirdi ve öğrenmelerini teşvik ederdi. (Onun içindir ki ilk Müslüman olan bütün sahabeler Kur’an-ı Kerim-i bilirlerdi.)
Soru 2: Kur’an-ı Kerim’in içindeki bölümlere ne ad verilir?
Cevap: Sure
Soru 3: Kur’an-ı Kerim de kaç sure vardır?
Cevap: 114 sure vardır.
Soru 4: Kur’an-ı Kerim’in en uzun suresi hangisidir?
Cevap: Bakara Suresidir.
Soru 5: Kur’an-ı Kerim’deki sureleri oluşturan cümlelere ne ad verilir?
Cevap: Ayet.
Soru 6: Sure ve ayetlerin inişine ne ad verilir?
Cevap: Nüzul sebebi.
Soru 7: Sure ve ayetlerin nüzul sebebi bilmek bize ne fayda sağlar?
Cevap: Nüzûl sebebini bilmenin tefsir ilminde büyük önemi vardır. Nüzûl sebebini bilmek, ayeti doğru anlamayı kolaylaştırır.
Soru 8: Nüzul sebebine örnek?
Cevap: Örneğin, "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (el-Bakara, 2/1 1 5) âyetinden hareketle namazlarda Kâbe'ye yönelmenin şart olmadığı kanaatına varmak mümkündür. Ama nüzûl sebebini araştırdığımızda ayetin, yolculukta bir bineğe binmiş nâfile namaz kılan ya da kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmeyip bir değerlendirme yaptıktan sonra bir tarafa yönelip namaz kılan, sonradan da yöneldiği tarafın kıble olmadığını gören kimse hakkında inmiş olduğunu öğrendiğimizde durum açığa kavuşmaktadır.
Soru 1: Rasülullah (a.s.) Efendimizin takip edip uyguladığı dini yol ve tutumlara ve bunları genel prensipler çerçevesi içinde ümmetine uygulamasını emrettiği söz ve fiillere ne ad verilir?
Cevap : Sünnet.
Soru 2 : Esba-u Vürud Ne demektir?
Cevap: Hadislerin söyleniş sebeplerini tesbit etmeye çalışan ilim dalıdır. Hadislerin daha iyi anlaşılmasını sağlar.
Soru 3: Söz bakımından Peygamberimiz (a.s.)’e anlam bakımından Allah (c.c.)’e ait olan hadislere ne ad verilir?
Cevap : Kudsi Hadis.
Soru 4 : Sünnetin çeşitleri nelerdir kısaca izah ediniz?
Cevap : Üç çeşittir.
a- Kavli sünnet; Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın sözleridir.
b-Fiili sünnet; Peygamber efendimiz (a.s.)’ın yaptığı iş ve hareketlerdir.
c- Takriri sünnet; Peygamber efendimiz (a.s.)’ın işaret ettiği veya sükut ettiği işlerdir.
Soru 5 : Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın Hadis-i Şerifleri’nin büyük bir çoğunluğu “Kütübü Sitte” olarak bilinen altı hadis kitabındadır. Bu altı kitabı yazarlarıyla birlikte söyleyiniz?
Cevap : a- Sahih-i Buhari. Yazarı: İmam Buhari
b- Sahih-i Müslim. Yazarı: İmam Müslim
c- Sünen-i Ebu Davut. Yazarı: Ebu Davut
d- Sünen-i İbni Mace. Yazarı: Abdullah İbni Mace
e- Sünen-i Tirmizi. Yazarı:İsa İbni Sevre Et-Tirmizi
f-Sünen-i Nesei. Yazarı: Ebu Abdullah En-Nesei
Soru 6:Hadis kitapları içinde “erba’un” nedir?
Cevap: Kırk hadis’tir.
Soru 7:Hadis kitapları içinde özel bir yeri olan “Erba’un- Kırk hadis” hakkında geçmişten günümüze kadar yazılmış birkaç tane kitap ve yazar ismini söyleyiniz?
Cevap: İlk “Erba’un” (Kırk hadis) kitabın yazarı Abdullah İbni Mübarek. Günümüzde en meşhur Nevevi’nin Erba’un” -Kırk hadis kitabıdır. Ve elimizde bulunan……
Soru 8:Hadislerin içinde neden “Kırk Hadis” ezberlenir?
Cevap:Çünkü Peygamberimiz (a.s) kırk hadisle ilgili şöyle buyurmuştur:
"Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhit ve şefaatçi olurum."[414] hadisi şerifin sırrına mazhar olmak için.
Soru 9 : İslam aleminin en büyük muhaddisidir.(hadis alimidir.) Hicri 194-256 senelerinde yaşamış, babası İsmail Bin İbrahimdir. 16 yaşında iken iki büyük hadis kitabını ezberledi.
İlmini Mekke’de tahsil etti. Daha 18 yaşında iken hadis ravileri ile ilgili hadis kitabı yazdı.
Daha sonraki 16 yıllık yaptığı çalışma ile “El-Cami’üs Sahih”adlı büyük hadis kitabını yazdı.
Kendisi “Sahih adlı kitabımı altı yüz bin hadisten seçtim. Yazdığım her hadis için iki rekat namaz kıldım.” diye söz eden ve kitabında 7275 sahih hadis bulunan, Kur’an’ı Kerim'den sonra en büyük kaynak kabul edilen Sahih-i Buhari adlı kitabın müellifi kimdir?
Cevap : İmam Buhari hazretleridir.
Soru 10 : Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’den sonra en büyük hadis kitabı sayılan Ebu Davut isimli eserin yazarı olan muhaddisimizdir. 888 miladi yılında Basra’da doğmuştur.
500.000 Hadis-i Şerif içinden 4800 hadis-i şerifi kitabına almış, hocası Ahmet Bin Hambel’e gösterip onun takdirini kazanmıştır. Kitabı Kütübü Sitte’nin 3. Kitabı olarak bilinir.
Eserindeki tüm hadisleri İslam hükümlerine ait hadisler olan muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmam-ı Ebu Davut.
Soru 11 : “Riyazü-s Salihin” adlı hadis kitabının yazarı kimdir?
Cevap : İmam Muhyiddin en-Nevevi’dir.
Soru 12 : Kur’an’ı Kerim ve Sahih-i Buhari’den sonra en değerli kaynak olan Sahih-i Müslim’in müellifidir. Hicaz, Mısır, Suriye, Irak, İran ve Türkistan’ı dolaşarak hadis topladı.
Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın buyurduğu her sözü en sağlam kaynaklara dayanarak aldı, ezberledi ve kitabına yazdı. 30.000 hadisi şerifi topladı ve inceledi. Kitabı Kütübü Sitte’nin
2. Olan hadisi şeriflere ve Allah’ın Resülüne aşık olan bu büyük muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmamı Müslim.
Soru 13: Kur’an’ı Kerim’den sonra kaynak olan Kütübü Sitte’den Süneni Nesai’nin müellifidir.
Asıl adı Ahmet Bin Şuayb, lakabı Ebu Abdurrahman’dır. Şam, Horasan, Irak, Hicaz, Cezire ve Mısır’ı dolaşıp hadis topladı ve kitabını yazdı. Bundan başka içersinde hiçbir zayıf hadisin bulunmadığı “Mücteba” isimli eserini yazdı. Ömrü boyunca Davut (a.s.) gibi bir gün yiyip bir gün oruç tutan bu muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmam-ı Nesai.
Soru 14: Asıl ismi İsa Bin Ebu Muhammed olan, Horasan, Hicaz ve Irak’ı baştan sona kadar dolaşarak hadis toplayıp, Kütübü Sitte’den Süneni Tirmizi’yi yazmış muhaddisimiz kimdir?
Cevap : İmam-ı Tirmizi
Soru 15: En çok hadis rivayet eden sahabe kimdir?
Cevap : Ebu Hureyre (r.a.)
Soru 16: Müttefekun Aleyh ne demektir?
Cevap : Buhari ve Müslim’in bir hadis üzerindeki ittifakıdır.(Görüş birliğidir).
Soru 17: Mevzu hadis ne demektir?
Cevap : Peygamber Efendimiz (a.s.)'ın ağzındanmış gibi uydurulan gerçek olmayan sözlerdir.
Soru 18: Kadın sahabelerden en çok hadis rivayet eden kimdir?
Cevap : Hz. Aişe (r.anha)’dır.
Soru 19: Senet nedir?
Cevap : Hadis-i Şerif’i rivayet eden kişiler zinciridir.
Soru 20: Metin neye denir?
Cevap : Senetten sonraki Peygamberimiz (a.s.)’ın sözleridir.
Soru 21: Ravi kimdir?
Cevap: Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın söz ve fiillerini rivayet eden her kişiye ravi denir.
Soru 22: Ebu Hureyre’nin asıl adı nedir?
Cevap : Abdurrahman Bin Sahr’dır.
Soru 23: Sahih-i Müslim’de kaç hadis vardır?
Cevap : Tekrarlar dışında 4.000 hadis.
Soru 24: Sahabe kimdir?
Cevap: Peygamber Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimselerdir.
Soru 25: Tabiin kimdir?
Cevap : Hz. Muhammed (a.s)'ın sahabilerinin devrine yetişen, onları gören, imân sahibi olduğu halde onlarla beraber bulunan ve imân üzere vefât eden kişilerdir.
Soru 26: Etbâu't-tâbiîn kimdir?
Cevap: Tabiinleri görip onlardan hadis nakledenlerdir.
Soru 27: Kaç çeşit hadis vardır?
Cevap : Üç çeşit; Mütevatir, Meşhur ve Ahad.
Soru 28: Peygamberimiz (a.s.)’ın bizzat söylediği sözlere ne ad verilir?
Cevap : Kavli sünnet.
Soru 29: Peygamberimiz (a.s.)’ın yaptığı işlere ve bu ibadetlere ne isim verilir?
Cevap : Fiili sünnet.
Soru 30: Peygamberimiz (a.s.)’ın görüpte men etmediği söz ve davranışlara ne ad verilir?
Cevap : Takriri sünnet.
Soru 31: Hadis ilminde molla kime denir?
Cevap : 2.000’den fazla hadis ezberleyene denir.
Soru 32: Adalet ve zabt sahibi ravilerin kesiksiz bir senetle bir birinden rivayet ettikleri, illetli ve şaz olmaktan uzak hadise ne ad verilir?
Cevap : Sahih hadis.
Soru 33: Mevzu hadis uydurma sebepleri nelerdir?
Cevap : a- Mezhep, kabile ve milletini müdafaa etmek gayreti.
b- İslam düşmanlığı.
c- Şahsi menfaat kaygısı.
d- Yöneticilere yaklaşma arzusu.
Soru 34: Hadisi rivayet eden ravide aranan şartlar nelerdir?
Cevap : a- Müslüman olmak.
b- Adaletli olmak.
c- Zabt sahibi olmak.
d- Akıl ve baliğ olmak.
Soru 35: Ayet okumak kaydı ile Peygamberimiz (a.s.)’ın Allah Teala şöyle buyurmuştur diyerek, Allah Teala’ya izafe ettiği hadislere ne ad verilir?
Cevap : Kudsi Hadis.
Soru 36: Peygamberimiz (a.s.)’ın kendisine intikal eden bir olay karşısında susarak cevap vermesine ne ad verilir?
Cevap : Takriri sünnet.
Soru 37: Sahih 6 hadis kitabı olan Kütübü Sitte’nin sonuncusu olan hadis kitabının sahibi Ebu Abdullah Bin Yezit hicri 209, miladi 824 yılında Kazvin’de doğdu. Arap dili ve edebiyatı üzerine derinleşti. Daha sonra tüm çalışmalarını hadisi şerifler üzerinde yoğunlaştırdı. En güvenilir ravi ve hadisleri bulmak üzere Irak, Arabistan, Suriye ve Mısır gibi İslam beldelerini gezdi. Sonuçta topladığı hadisi şerifleri sünen isimli eserinde birleştirdi. Eseri tertibi tekrardan uzak ve kısa oluşuyla tanınmaktadır. Bu büyük muhaddis hicri 273, miladi 886 yılında vefat etmiştir. Esas ismini verdiğimiz halk arasında yazdığı eserin adıyla anılan imamı tanıdınız mı?
Cevap : İmam İbni Mace.
Soru 38: Bir diğerinden almak ve nakletmek şartıyla, hadisi rivayet eden kişilerin Rasulüllah (a.s.)’a kadar sıralandığı kısma ne ad verilir?
Cevap : Senet.
Soru 39: Görme ve duymaya dayanarak nesilden nesile nakledilen hadislere ne ad verilir?
Cevap : Mütevatir hadis.
Soru 40: Kur’an-ı Kerim de hadislere tabi olmamızı emir buyuran ayetler var mıdır?
Cevap: Hadislere uymamızı emir buyuran ayetler:
-"Ey Peygamber de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki; Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın"(Âlu İmrân, 3/31);
-"Ey Peygamber de ki: Allah'a ve peygamber'e itâat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki Allah kâfirleri sevmez" (Âlu İmran, 3/32;
-"Allah'a ve Peygamberlere itâat ediniz, umulur ki rahmet olunursunuz" (Âlu İmrân, 3/132);
-"Peygamber size neyi getirmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan sakının" (el-Haşr, 59/7).
Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, Mısır 1937
el-Aclunî, İsmail İbnu Muhammed (v. 1162/1748), Keşfu'l-Hafa Müzîlü'l-İlbâs ammâ İştehere mine'l-Ehâdîsi alâ Elsineti'n-Nâs, Beyrut 1351.
Abdil-Latifi'z, Zebidi-Sahih-i Buhari muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve Şerhi-Ank: 1975 (3 bsm),
Abdülaziz El Buhari-Keşfû'l Esrar-İst: 1308
Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâ'isu'l-Hasîs Şerhu İhtisâri Ulûmi'l-Hâdîs, Beyrut 1951.
Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu'l-Fıkhi ala'l-Mezahibi'lArbaa, Mısır, ty
Abdu'l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı Ehli'l-Eser min Ehli's-Sünne ve'ş-Şi'a ve'l-imamiyye Ve'z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.
Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San'ani (v. 211). Musannafu Abd'r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.
Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962
Amidi, Seyfuddin Ebu'l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, Kahire, 1968/1387.
Aydın Mehmet -Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980
Azimabadi-Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk, Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Medine, 1968.
Ayni-Bedru'd-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855), Umdetü'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).
………… Tibyan Tefsiri, İstanbul-1986
Babanzâde, Ahmed Naim: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, C,1, Ankara, 1957
Bazergân Mehdî, Kur’ân’ın Nüzul Süreci, Fecr Yayınevi, 1998.
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962
el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955
Beyhaki Ebu Bekr Ahmed ibnu'l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü'l-Kübra, Haydarabad, Deken 1353.
Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967
Buharî, Ebi Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi'l-Müfred, Kahire, 1379.
Canan İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye; 1979, Ankara.
………….. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.
Cevherî Tantâvî, el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur’ân, Mısır, 1923.
Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu'l-Kur'an Kahire, ty.
Cündioğlu Dücane, Kur’ân Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler, Kitabevi, 1998.
Cürcânî, Ta’rîfât, İstanbul, 1327
Çakan, İsmail Lütfi: Hadîslerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İstanbul 1982
Çağlar Behçet Kemal, Kur’ân-ı Kerîm’den İlhamlar, 1995.
Dârâkutnî, Ali İbnu Ömer (v. 385/995): Ehâdîsu'l-Muvatta (Tahkîk: Zâhidu'l-Kevseri, Keşfu'l-Gıta ile birlikte hazırlanmıştır), Mısır, 1946.
Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf fi beyan-ı Sebebi'l-İhtilaf fi'l-Ahkami'l-Fıkhiyye, Kahire, 1398.
Döndüren, Hamdi, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984
Ebu’s-Suud, İrşâdü’l-Akl-ı Selîm, Mısır, 1952.
Ebû Muin- En Nesefi-Bahrû'l Kelam-Konya: 1977,
Ebû Yusr Muhammed -Pezdevi-Ehl-i Sünnet Akaidi-İst: 1980,
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi (v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968.
Ebu Dâvud, Süleyman İbnu'l-Eş'as es-Sicistânî el-Ezdî (v. 202/817): Risâletu Ebî Dâvud es-Sicistânî fi Vasfı Te'lîfihi Li-Kitâbi's-Sünen (Tahkîk: Zahidü'l-Kevserî), Mısır, 1.369
el-Hâkim, Ebu Abdillâh Muhammed İbni Abdillâh en-Neysâbûrî (405/1014): Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut, 1935.
el-Hâkim el-Müstedrek alâ's-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken 1335.
Hamîdullah, Muhammed: Muhtasar Hadîs Târihi ve Sahîfe-i Hemmâm İbn Münebbih, Çvr. Kemal Kuşçu, İstanbul, 1967
Hanbel, Ahmed ibnu, (v. 241) Müsnedu Ahmedi'bni Hanbel, 1313. Kahre (baskısından ofset). Beyrut, ty.
Hallâf, Abdulvehhab, İlmu Usûli'l-Fıkh, Kahire 1978
el-Hatîb, Muhammed Acâc: es-Sünne Kable't-Tedvîn, Kahire 1963.
el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Ebu Bekr Ahmed İbnu Ali (463/1070); el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye, Mısır, 1972.
……….. er-Rıhle fi Talebi'l-Hadîs, Beyrut, 1975.
………… Takyîdu'l-İlm, Daru İhyai's-Sünne 1975.
Hâzimî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Mûsâ (v. 584/1118): Şurûtu Eimmeti'l-Hamse, Kahire 1357, (Makdisî'nin Şurût'u Eimmeti's-Sitte'si ile birlikte Zâhidu'l-Kevserî'nin tahkîkiyle birlikte basılmıştır).
Haydar,Ali, Efendi-Dürerû'l Hükkâm Şerhû Mecelleti'l Ahkâm-İst: 1330 (3 bsm)
Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek Ala's-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.
Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen, Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi,
el-Hüseynî, Abdü'l-Mecid Hâşim: el-İmâmu'l-Buhârî, Kahire, ty.
İbnu Abdilberr, Ebu Ömer Yûsuf (v. 463/1070): Câmi'u Beyâni'l-İlmi ve Fadlihi, Medîne, 1968.
İbrahim Hakkı Erzurumi (v. 1194), Marifetname, İstanbul, 1330
İbnu'l-Arabî, Ebu Bekr Muhammed İbnu Abdillah (v.543/1148) Ârızatu'l-Ahvazî bi-Şerhi Sahîhi't-Tirmizî, Beyrut, ty.
İbnu Asâkir, Keşfu'l-Gıta fi Fazâili'l-Mustafa, 1946, Mısır.
İbnu'l-Esir, İzzü'd-Din Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed el-Cezerî (v. 630), Üsdü'l-Gabe Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970.
İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Fadl Ahmed İbnu Ali el-Askalânî (v. 852/1448): Hedyü's-Sârî Mukaddimetu Feth'i'l-Bâri, Bulak 1301.
İbnu Hacer Şerhu'n-Nuhbe, Mısır, 1934.
İbnu Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarâbâd-Deken 1328
İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid İbrahim İbnu's-Seyyid (v. 1120/1706): el-Beyân ve't-Ta'rîf fi Esbâbı Vürûdi'l-Hadîsi'ş-Şerif, Halebi 1329.
İbnu Hazm, Ali, el-Endülusî (v. 457/1064): el-İhkâm fi Usûlü'l-Ahkâm, Kahire, ty.
İbnu's-Salâh, Ebu Amr Osman İbnu Abdirrahmân eş-Şehrezûrî (v. 643/1245): Mukaddime (veya Ulumu'l-Hadîs). Matbâ'atu'l-Âmire, 1931.
İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu Bekr Muhammed İbnu Musa (v. 584) Kitabu'l-İtibar fi Beyanı Nasih ve'l-Mensuh, Humus, 1386/1966.
İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed (v. 456), el-Muhalla, Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.
İbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu İbnu Hibban Beyrut 1987.
İbn-i Huzeyme-Es Sahih-Beyrut: 1390, M. İslâmi Neşri,
İbnu Kesir, İmamuddin Ebu'l Fida (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim Beyrut, 1966.
İbn-i Manzur- Lisanû'l Arab- Beyrut: 1955
İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.
İbnu Sa'd-Ebu Abdillah Muhammed (v. 230), et-Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960.
İmam-ı Serahsi-Temhidû'l Füsûl fi İlmû'l Usûl-Beyrut: 1393
İmam-ı Azam Ebû Hanife-Fıkh-ı Ekber (Aliyyü'l Kari Şerhi)-İst: 1979, Çağrı Yay.
İmam-ı Rabbani-El Mektubat-İst: 1978, Çağrı Yay.
İmam-ı Gazali-Faysalû't Tefrika-Kahire: 1319, M. Kabbani Neşri,
………. -İlcamu'l Avam-İst: 1978
……….. el-İhyâ, Beyrut t.y
İmam-ı Nesefi- El Menar fi Usûl-i Fıkh-İst: 1326
el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Mısır 1961.
Karaman, Hayrettin, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1963
Kastalânî, Ebu'l-Abbâs Şihâbu'd-Dîn Ahmed İbnu Muhammed (v. 923/1517): İrşâdu's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Bulak, 1304.
Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes'ud (v. 587), Bedai'u's-Sanai fi Tertibi'ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.
el-Kâri, Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhammed el-Herevî (v. 1014/1605): el-Esrâru'l-Merfu'a fi'l-Ahbâri'l-Mevzû'a, Beyrut, 1971.
Kara Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985
el-Kâri, Şerhu Nuhbeti'l-Fiker, İstanbul 1327.
Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, ty.
Kettânî, es-Seyyid eş-Şerîf Muhammed İbnu Ca'fer (v. 1345/1926): er-Risâletu'l-Müstetrafe li-Beyâni Meşhûri Kütübi's-Sünneti'l-Müşerrefe, İstanbul 1986.
…………..et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y)
……….Nazmul Mutenasir minel Hadisil Mütevatir, Mısır (t.y)
Koçyiğit Talât, Hadîs Istılahları, Ankara 1980.
…………….Hadîsçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşakalar, Ankara 1969.
…………… Hadîs Usûlü, Ankara 1975.
el-Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967.
Kutup Seyid, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul.
Leknevî, Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdü'l-Hayy (v. 1304/1886): er-Ref'u ve't-Tekmîl fi'l-Cerhi ve't-Ta'dîl, 2. tab, Haleb, 1968.
el-Makdisî, Ebu'l-Fadl Muhammed İbnu Tâhir (v. 507/1113
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire ty.
Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912
Malik İbnu Enes (v. 179), el-Müdevvenetü'l-Kübra Naşir: el-Hac Muhammed Efendi Beyrut (1323 Mısır baskısından) ofset.
Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya ve'd-Din, İstanbul 1299
………. en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992
Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 1340,
el-Mevsılî, el-İhtiyâr, Kahire t.y.
Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet, İstanbul 1986
el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, ty.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Hacc el-Kuşeyrî (v. 261). Sahihu Müslim, Kahire, 1955.
Muhammed Muhyi'd-Din Abdu'l-Hamid. Şerbini Muhammed eş-Şerbinî, Muğni'l-Muhtaç, Mısır 1958/1377.
Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971
Muhammed Ma'ruf Ed Devalabi-El Medhal,İlmû Usûl-i Fıkh, Beyrut: 1965 (5 bsm),
el-Mübarekfuri-Ebu'l-Ali Muhammed Abdurrahman İbnu Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu'l-Ahvazi bi-Şerhi Cami't-Tirmizî, Kahire, 1963.
el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu'l-Ummal, (v. 975), Haleb, 1969.
Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031), Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.
Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.
Molla Hüsrev-Mir'at El Usûl fi Şerhi'l Mirkat El Vüsûl-İst: 1307
en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303), es-Sünen, Kahire 1930.
en-Nevevî-Muhyi'd-Din Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu Muslim, Mısır, ty.
Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed, el-İmâmu't-Tirmizî ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.
Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma'u'z-Zevaid, Beyrut, 1967.
Pakalın Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971
er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, ty.
Sindî, Ebu'l-Hazen Muhammed İbnu Abdil Hadi (v. 1138), Haşiyetu's-Sindi Ala'n-Nesaî, Mısır, 1349.
es-Serahsî, Şemsü'd-Dîn Ebu Bekr Muhammed İbnu Ahmed (v. 490/1096): Usûlu's-Serahsî, Haydarâbad-Deken, 1973
Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394.
es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965
Sezgin, Fuat, Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul, 1956.
Sibâ'i, Mustafa, es-Sünne ve Mekânetühâ fi Teşrî'i'l-İslâmî, Dımeşk 1966.
Subhi Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, Çvr. Yaşar Kandemir, Ankara, 1971.
Suyûtî, Hâtimetu'l-Huffâz Celâlü'd-Dîn Abdurrahmân İbnu Ebî Bekr (v.911/1505): Tedrîbu'r-Râvî fi şerhi Takrîbi'n-Nevevî, Medîne, 1959.
………..Tefsiru Celaleyn, Dımeşk, 1378.
………-El İtkan fi Ulûmû'l Kur'an-Kahire: 1368,
Şafii, Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale, Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut, ty.
Şâmil, İslâm Ansiklopidisi- (heyet) İstanbul Şâmil Yayınevi 1988
Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi, Muhtasaru't-Tuhfetu'l-İsna Aşeriyye, İstanbul 1976/1396.
Şâşı, el-Usûl, Beyrut 1402/1982
eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (t.y)
eş-Şâtıbî, Ebu İshâk İbrahim İbnu Mûsâ (v. 790/1388): el-Muvâfakât fî Usûli'l-Ahkâm, Kahire. 1969.
Şeyhu'l-Emir, Muhammed: Müsnedu Şeyhi'l-Emîr Muhammed, Süleymaniye. Bağdadlı Vehbi. Nu 316.
Tahtâvî, Hâşiye alâ Merâkı'l felâh, İstanbul, 1985.
Tahavî Ebu Ca'fer Ahmed İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu Me'ani'l-Asar, Kahire, 1387/1968.
Tahiru'l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul, 1963.
Tâcuddîn es Subkî Tabakâtu'ş-Şâfı'yye, Mısır 1383/1964
Tehânevî, Zafer Ahmed: Yeni Usûl-i Hadîs, Çvr. İbrahim Canan, İzmir. 1982.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v. 279), Sünenü't-Tirmizî, Humus, 1966.
Ünal,Ali, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986
Vehbi, Mehmed Efendi-Hülasatü'l Beyan-İst: 1966,
Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe Tefsir, İkinci Baskı, İstanbul, 1960.
ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara 1978
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977
Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v. 748/1347): Mîzânu'l-İttidal fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.
…… Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.
…….et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Kahire, 1961.
Zerkeşî Bedruddin, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır, 1957.
Zeydan Abdülkerîm İslâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, İstanbul (t.y)
Ziriklî Hayruddin, el-A’lâm, Mısır, 1953.
ez-Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, Dımaşk t.y.
Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v. 1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.
YAZARIN DİĞER KİTAPLARI
1. KUR’AN-I KERİM MEALİ (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2. KIRK AYET –KIRK HADİS (Çıktı)
Resûlullah (a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum" Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis.
3. EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz Pusulamızı
Ebrehelerin Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda
Ölüler Abid
Taşlar Mabud
Ağaçlar Mabed Olmuş.
4. İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)
Ahlak, ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün güzelliği rengidir.
Bülbülün ki, sesidir.
Göğün ki, yıldızlardır.
Yerlerin ki, bitkilerdir.
Dilberin ki, cemalidir.
Yiğidin ki, bileğidir.
Arifin ki, bilgidir.
Abidin ki, zikridir.
İnsanlığın ki ise, AHLAKIDIR.
5. RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna) (Çıktı)
“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)
6. YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak (fıkh etmek), insanın ruh portresidir.
Anlayış sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.
Anlayış sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER (Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin en büyük sanatçısı Allah’tır.
Yüce Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.
İnsanın en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun mimarları aziz Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz. Peygamber (a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.
Yön tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi doğu.
Neresi batı.
Neresi kıble.
9. ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç bir çocuk, anne ve babasının meşru veya gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.
Her çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.
Çocuklar, ailenin balı ve dalı,
Toplumun gülü ve bülbülü,
Kainatın çiçeği ve eşrefidirler.
10. DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1)
Bütün kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimler, tek bir ilimden onay alır, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
11. DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl, Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen, tarihini tespit eden ilim veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir.
12. ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)
Rasulullah (a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”! Karşılıksız vermek! Çıkar düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.
Zâhirde ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar, haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim, cesaret vermek!… Karşılık beklemeksizin! ALİ (r.anhum) gibi...
13. HER ADEM BİR ALEMDİR -I- (Vecizeler)
Adem dedikleri; el, ayak, baş değil, manaya derler.
Kaş, göz değil, ruha derler.
14. HER ADEM BİR ALEMDİR –II- (Vecizeler)
Her insan bir ademdir.
Her adem bir alemdir.
Her alem bir sırdır.
Her sır bir yitiktir.
Her yitik bir hikmettir.
Her hikmet bir hazinedir.
Her hazine bir saadeti dareyndir.
15. DOĞRULARIN BABASI (Öykü)
Düşünmek, “seviyorum, peşinden koşuyorum ve arıyorum”; anlamına gelen ve
“bilgi, bilgelik” anlamına gelen sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.
Buna göre düşünme “bilgelik sevgisi” yada; “bilginin peşinden koşma” anlamına gelir.
16. EĞİTİM - ÖĞRETİM (Öykü)
Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi dini bir ihtiyaçtır.
Zira inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir parçasıdır.
Eğitim, hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana kazandırılmasıdır.
Öğretim ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.
17. RÜYA İLE DİRİLİŞ (Öykü)
Rüya konusunda; Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,
Doğu bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak da görmüşlerdir.
18. HAYAL UMUDUN KAPISIDIR (Öykü)
Fertte çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik hayatın esaslı faktörüdür.
19. MEDENİYETİN ORTAK DEĞERLERİ (Araştırma)
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.
20. ACILARDA AĞLARMIYMIŞ? (Şiir)
Şair, Şiir yazarken,
çocuk dünyaya getiren
bir annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının hepsi yalandır.
21. AKLIN GÖCÜ (Öykü)
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır.
22. DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.
23.NAMAZIN DİLİ
Namaza başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?
24.ARAPÇANIN DİLİ
Arapçayı, Araplara olan özentiden dolayı öğrenmek hiç bir insanın akıl karı değildir. Yüce Allah Kura’an-ı Kerim-i Arapça indirdiğinden dolayı ve Kur’an-ın dilini anlamak için öğrenilir. Amaç Kur’an-ın mesajını hakkıyla anlayıp kavramaktır. Eğer bu anlayışla Arapça öğrenilir ve öğretilirse, o zaman Araplarda gelip o Arapçayı öğrenmek zorunda kalırlar.
[1] Kettani (ö.h,1345)'nin, "er-Risaletü'l Mustatrafe," isimli eserinde pek çok Kırk Hadis ile ilgili çalışmaları naklederken hiç birinde Kırk Ayet ile beraber yazılmış Kırk Hadis ismini vermemektedir. İnşallah bu mütevazi çalışma dalında yazılmış Kırk Ayet ve Kırk Hadis olarak tek olacaktır.
[2] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270
[3] Tevbe, 9/75.
[4] Bakara, 2/189.
[5] Tevbe, 9/65.
[6] Tevbe, 9/65.
[7] Mücadele, 58/1.
[8] İsrâ, 17/85.
[9] İsrâ, 17/85; Buhârî, İlm, 47, Tefsir, Benû İsrail 13, İ'tisâm 3, Tevhid 28, 29; Müslim, Münâfıkûn 32; Tirmizi, Tefsir 3140.
[10] Münafikun, 63/8.
[11] Buhâri, Tefsir, 63; Tirmizı, Tefsir, 63 ; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 370,373; İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye (Mustafa es-Sekâ), IIl/302-305; Taberî, XXVIII/ 108-117; Ze-mahşerî, IV/ 101-102; İmam-ı Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 3. baskı, Mısır 1387. 17/378.
[12] Furkan, 25/32.
[13] Kurtubi, a.g.e. 12/543-545.
[14] Buhâri, Teyemmüm 1, Tefsir 4. sûre 10; 5. sûre 3, Libâs 58.
[15] Bakara, 2/158
[16] Bakara, 2/158
[17] Buhâri, Hacc 64, 74; Müslim, Hacc 258; Ebû Dâvûd, Menâsik 48; Nesâi, Hacc 138, 139
[18] Bakara, 2/158
[19] Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, 3/127.
[20] İmamı Suyuti, Ellem’u fi Esbabi’l-Hadis, Dımeşk, S,3.
[21] Ahmed Müsned, 3/8.
[22] Ahmed Müsned, 3/383.
[23] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl " Mısır 1968. S,68.
[24] Ali- İmrân, 3/28.
[25] Ali- İmrân, 3/28.
[26] -Vâhidi, a,g,e. S. 72-73; İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1/371; M.Hamdi Yazır, Hak Dini Ku'an Dili, S,1072-1074.
[27] Al-i İmrân, 3/28.
[28] Kurtubî, a.g.e. 4/ 57.
[29] İbn Kesîr, Tefsîr'ul-Kur'âni'l-Azîm, Beyrut 1969, I/ 357.
[30] Vâhidî, a,g,e. S, 105.
[31] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikâh 5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155; Ebu Dâvud, Talâk 11; Tirmizi, Fedâilu'I-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60.
[32] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.1;bu hadisin muşhur olduğunu kaydeder.
[33] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1; Müslim, İmâret 155.
[34] Mâide, 5/6.
[35] el-Kâsânî, el-Bedâyî', I,17; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, 1/ 98-100; el-Meydânî, el-Lübâb, 1/16; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid,1/ 21; İbn Kudâme, el-Muğnî, I/ 110 vd.
[36] en-Nisâ', 4/43; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, I/ 258; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I/ 48.
[37] Beyyine, 98/5.
[38] Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuh, I/ 611; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1959, S, 156.
[39] Kâsânî, el-Bedâyi ; 2/85; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadir, 2/43-50, 62; eş-Şürünbülâlî, Merâkil-Felâh, S, 106; el-Meydânî, el-Lübâb, I/163.
[40] Bu hadisi Dârekutnî rivâyet etmiş "İsnadı sahih" demiştir.
[41] İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid Mısır ty. I/ 284; ez-Zühaylî, a.g.e., 2/ 619, 620; eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtac, I/423.
[42] Kâsânî, a,g,e, 2/167; İbnül-Hümâm, a.g.e., 2/199 vd, 214, 288-294; el-Meydânî, a.g.e., I/ 192 vd.; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 3/ 99, 113.
[43] el-Hacc, 22/37.
[44] Buhârî, Bedül-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155.
[45] İbn Âbidîn, a,g,e. İstanbul 1984, 2/ 440 vd.; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 6/323 vd.; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1328, S, 98 vd.; ez-Zühaylî, Fıkhu’l İslami. 2/ 700.
[46] el-Kâsânî, a.g.e., 2/40; İbnül-Hümâm, a,g,e. 1/ 493; İbn Âbidîn, a,g,e. 2/4, 14-15; el-Meydânî, el-Lübâb, 1/140.
[47] Said-i Nursi, Mesnevî-i Nuriye - Katre – S,1305.
[48] Nisa,4/116.
[49] Râzî, a,g,e. 10/41; Çetiner, Esbab-ı Nüzul: 1/272; M.Hamdi Yazır, a,g,e. S,1467; Kurtubi, a,g,e. 5/478.
[50] Nisa, 4/116.
[51] Tevbe, 9/ 31.
[52] Beyine, 98/5.
[53] Nisa,4/116; Seyyid Kutub, Fizılâlı'l-Kur'an, (Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul,) 3/ S,448-449.
[54] Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153; Tirmizî, İman 18.
[55] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h. no. 101; bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 13 Sahabi ismini zikreder.
[56] Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, İsti'zan, 30, Rıkak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, İmân, 153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, İmân, 18; Ahmed b. Hanbel, 5, 152, 159, 161, 6, 166; Tahavi, Şerhu Meani’il-Asar 4/287.
[57] el-İsfahânî, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'an, Mısır 1961, II/ 259.
[58] el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3.
[59] Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyun, Beyrut, 1992, 4/333.
[60] Buharî, Vesaya, 23, Tıb, 48, Hudud, 44; Müslim, İmân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâi, Vesâya, 12.
[61] Lokman, 31/13.
[63] Münafık,63/1.
[64] Râzî, a,g,e. 21/493.
[65] Taberî, Cami'u'l-Beyân, Beyrut 1405/1984, 18/ 132; en-Nûr, 24/33.
[66] Nisâ, 4/145.
[67] M. Hamdi Yazır, Kur'an Dili, İstanbul 1938, 6/ 4997.
[68] Buhari,İman,33; Müslim,İman,59; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 8470.
[69] İbni Hamza, el Beyan ve Ta'rif, S,16.
[70] Buharî, İman 24; Buharinin hadisin de, "Münafıkların ikinci alameti söz verdiği zaman sözünde durmaz" şeklindedir.; Mezalim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106; Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, İman 14; Nesâî, İman 20.
[71] Said-i Nursi, İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 8,9,10 ,Tefsiri- S, 1191.
[72] Muminun,23/1.
[73] Muminun,23/1.
[74] M.A.Sabuni, Muhtasar İbni Kesir, 3/S, 1539-1540; M.Hamdi Yazır, a,g,e. S,3426; Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, 9/265.
[75] Matüridî, Kitabü't-Tevhîd, S, 398.
[76] Fıkh-ı Ekber Şerhi, Aliyyü'l-Kari Şerhi, trc. Yunus Vehbi Yavuz, S, 361-362.
[77] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 64; Ebu Dâvud, Cihâd 2; Nesâî, İman 9.
[78] İbn Hamza, el-Beyan ve't-Ta'rif, S, 606.
[79] Âl-i İmrân, 3/85.
[80] Bedrüddin el-Aynî, Umdetü'l-Karî, I/ 109-110.
[81] ay, a.g.e., I/291.
[82] Fussilet, 41/33.
[83] Fussilet, 41/33.
[84] M.Hamdi Yazır, a.g.e. S, 4202; M.A.Sabuni, a.g.e, 4/ 2226-2227.
[85] Kurtubi, a.g.e. 15/335-338.
[86] Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İstanbul,1987, 5/185.
[87] Müslim, İman: 1; Nesâî, İman: 6; Ebu Dâvud, Sünnet: 17; Tirmizî, İman: 4.
[88] Suyuti, “Esbab-u Vurudi'l Hadis” S,68.
[89] Hucurât, 49/14.
[90] Zâriyât, 51/ 36.
[91] Âl-i İmrân, 3\19.
[92] Maide, 5/ 4.
[93] Âl-i İmrân, 3/85.
[94] Nahl,16/116.
[95] M.A.Sabuni, Muhtasar İbni Kesir, 3/1246-1247. Ayrıca bkz: Er-Râzi, a.g.e. 14/367-368.
[96] Mevdudi, a,g,e. 3/59.
[97] Tevbe, 9\31.
[98] M. A. Sâbûnî, Muhtasar İbn Kesîr, 2/137.
[99] İbnu Mace, Et'ime 60; Tirmizî, Libas 6.
[100] Hafız Suyuti, İmam Ahmed'in, "İslam'ın temeli, şu üç esasın üzerinedir: 1. Ameller niyetlere göredir, 2. Kimin uhdesinde sünnetim yoksa onların her şeyi boştur ve reddedilir, 3. Helal da belli haram da belli" sözünü nakleder; İbn Hamza, a.g.e. S,369; Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107; Ebu Davud, Büyû 3; Tirmizî, Büyû 1; Nesâî, Büyû 2.
[101] Abdulvehhab Hallaf, Mesâdiru't-Teşrii'l-İslâmi, Küveyt 1970. S,101.
[102] Ö. N. Bilmen, Muvazzah İIm-i Kelâm, İstanbul 1979. S,71-72.
[103] Rahman, 55/46.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, 14/191.
[105] M.A.Sabuni Muhtasar İbni Kesir, 5/2469-2470.
[106] M.Hamdi Yazır, a.g.e, S. 4688.
[107] Mevdudi, a.g.e, 6/77.
[108] Buhari,İman,24; Müslim,İman,36.
[109] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.12; bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 10 Sahabi ismini zikreder.
[110] Buhari, İman, 24; Müslim,İman,36; Tirmizi, Birr,209; İbni Hamza, a.g.e, 369.
[111] İbnu Mâce, Zühd 17; Muvatta, Hüsnü'1-Hulk, 9.
[112] Maide, 5\6
[113] Ayni, Tibyan Tefsiri, İstanbul, 1986, 1/378-379.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, 3/383-384.
[115] Ebû Dâvud, Tahâret 41; Tirmizî,Tahâret 52; Nesâî, Miyah 5; Muvatta, Tahâret 12.
[116] Suyûtî, “Esbab-u Vurudi'l Hadis” S,74-75.
[117] Furkan, 25/49.
[118] Buharî, Rikak, 1
[119] Mu'minun,23\2.
[120] M. A. Sabuni, a.g.e. 3/1539-1540; M.Hamdi Yazır, a.g.e. S, 3428-3429; S. Kutup, a, g,e. 10/300.
[121] Mu'minun,23\2.
[122] M. A. a,g,e. 2/ 558, 559.
[123] A,g,e. 2/ 559.
[124] İbn Mâce, Salat,3458; İmamı Ahmed ,Müsned, 8823..
[125] İbni Mace, Salat, 3458; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 8823; İbni Hamza, a,g,e. S, 489.
[126] Bakara,2/183.
[127] M. A. Sabuni, a,g,e. 1/ 143.
[128] M.Hamdi Yazır, a,g,e. S, 625-628.
[129] Müslim, Savm, 163.
[130] Bakara,2/183.
[131] Bakara,2/183.
[132] Buharî, Savm 11, 5, 13, Talâk 25; Müslim, Sıyâm 9; Muvatta, Sıyâm 1; Ebu Dâvud, Savm 4; Nesâî, Savm 10, 11. Buharî'nin bir başka rivayetinde: "Bulut, görmenize mâni olursa sayıyı otuza tamamlayın" denmiştir. Müslim ve Nesâî'nin Ebu Hüreyre'den kaydettikleri bir rivayette ise: "Hava bulutlu ise otuz gün oruç tutun" denmiştir.
[133] Suyuti, “Esbab-u Vurudi'l Hadis” S,123-124.
[134] En-Nedvî, Dört Rükûn,150.
[135] Şah Veliyyullah ed-Dehlevî, Huccetullâhil-Bâliğa, Kahire ty. (Dârul-Kütübil-Hadîse), 1/231.
[136] Risâle-i Hamidiyye,127.
[137] Dr. Halûk Nurbâkî, Diyanet Gaz. Sy. 327, S 6.
[138] Âl-i İmrân, 3/97.
[139] Kurtubi, a,g,e. 4/280-281.
[140] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1,199.
[141] Zühaylî, Fıkhu’l İslam, 3/12.
[142] Hac, 22\27- 28.
[143] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc 412, Fedâil 130; Nesâî, Hacc 1.
[144] Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc 412; Fedâil 130; Nesâî, Hacc 1.
[145] Suyuti, “Esbab-u Vurudi'l Hadis” S,135-136.
[146] M.Hamdi Yazır, a,g,e. S, 709.
[147] Âl-i İmrân, 3/92.
[148] Buhârî, Zekât, 44, Vesâyâ, 17, 26; Müslim Zekât, 43; Ahmed b. Hanbel, 3/141, 256
[149] Suyutî, ed-Durru'l-Mensur, II/ 200-261; Kurtubi, a,g,e. 4/273-274.; M. A. Sabuni, a,g,e. 1/ 299.
[150] Buharî, Menakıb 25;
[151] Tebarani el-Mu'cemu’l-Kebir, 2/330; İbni Hamza, a,g,e. Geçtiği üzere bu hadis muttafekun aleyhdir. S,30-31.
[152] Buharî, Menakıb 25.
[153] Dârimi, Mukaddime, 46.
[154] Bakara,2/263
[155] Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzûl, S, 47-48; Kurtubî, a,g,e. III/303; Ayni,Tibyan Tefsiri, İstanbul, 1/187.
[156] S.Kutup, a,g,e. 1/157.
[157] Buharî, Zekât 18; Nafakat 2; Ebu Dâvud, Zekât 39; Nesâî, Zekât, 53,
[158] Ebu Dâvud, Zekât 45; Nesâî, Zekât 54;
[159] Hakim, Mütedrek, 2/198; Beyhaki, Süneni Kübra, 7/232; İbni Hamza, a,g,e.S, 380.
[160] Buhârî, Sulh, 11; Cihâd, 72,128; Müslim, Zekât, 56; Müsâfirîn, 84; Ebû Dâvud, Tatavvu', 12; Edeb,160; Ahmed b. Hanbel, II/ 316, 350, IV/ 423, V/ 178.
[161] Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, İstanbul 1977, V/ 374.
[162] Tirmizi, Birr, 36; Ebû Davud, Tatavvu', 12.
[163] Müslim, Mûsafirîn, 84.
[164] Buhârî, Cihâd, 72; Ahmed b. Hanbel, V/154.
[165] Buhârî, Cihad, 72, Edeb, 34; Müslim, Zekât, 56
[166] Ahmed b. Hanbel, VI/ 362.
[167] Maide,5/90.
[168] El-Câmiu's-Sağir, II/39.
[169] Râzi, a,g,e. 9/208-209; Taberî, Câmiu'l-Beyân, II/,211; Alûsî, Rûhu'l-Maânî, Beyrut, ty. 11/111-112.
[170] S.Kutup, a,g,e.,4/ 315.
[171] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.165;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 18 Sahabi ismini zikreder.
[172] Bu üç rivâyetin de kaynağı: Buhârî, Eşribe 4, Vudû 71; Müslim, Eşribe 67-68; Muvatta, Eşribe 9; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 2, 3; Nesâî, Eşribe 23.
[173] Buhârî, Megazî 60, Cihâd 164, Edeb 80, Ahkâm 22, Müslim, Cihâd 7, Eşribe 70; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâî, Eşribe 23, 24; İbni Hamza, a,g,e. S,503.
[174] Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11
[175] İncil, Matta, bab, 26, A:26-29, Yuhanna, A:30:vd.
[176] Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980. S, 97.
[177] Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970. S, 50-53, 75-88
[178] A.Davudoğlu, Selamet Yolları, 4/ 61.
[179] A.Davudoğlu, Selamet Yolları, 4/ 61.
[180] A.Davudoğlu, Selamet Yolları, 4/ 61.
[181] Ali-İmran: 3/200
[182] Râzi, a,g,e. 7/297-298; Vahidî, a,g,e. S, 99. Ayni, a,g,e. 1/293.
[183] Râzi, a,g,e. 7/298-299
[184] S.Kutup, a,g,e. 2/612.
[185] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.155;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 16 Sahabi ismini zikreder.
[186] Tirmizî, Diyât 22; Ebu Dâvud, Sünnet 32; Nesâî, Tahrim 22; İbnu Mâce, Hudud 21
[187] Ebu Davud, Sünnet,4772;Tirmizi,1418;Nesai,4090.
[188] İbni Hibban,Sahihde,7\461; Müsnedi Şihab,1\222; İbni Hamza, a,g,e.S,589.
[189] el-İsfahânî, el-Müfredât, 267 vd.; et-Tahtavî, Haşiye ala Merâki'l-Felâh, Mısır 1970, 516.
[190] es-Suheylî, er-Ravdu'l-Ünf, Kahire, 1965, 3/201, 220; İbn İshâk, es-Sire, mad. 239, 240; M. Hamdi Yazır, a,g,e. 5/ 3131
[191] Müslim, İmâre, 156, 157; Ebû Davud, İstigfâr, 26; Neseî, Cihâd, 36; ibn Mâce, Cihâd, 15.
[192] Furkan,25/77
[193] M.A.Sabuni, a,g,e. 3/1653.
[194] Furkan,25/77.
[195] S.Kutup, a,g,e. 10/570.
[196] Râzi, a,g,e. 17/291.
[197] Ebu Dâvud, Salât 358; Tirmizî, Tefsir 2, Daavât 2; İbnu Mâce, Duâ 1.
[198] Bakara,2\186; Cami'u'l-Usûl'de bu rivâyetin daha genişi geçer.
[199] Buhari, Da'avât 48; Teheccüd 25, Tevhîd 10; Ebu Dâvud, Salât 366; Tirmizî, Salât 394; Nesâî, Nikâh 27; İbnu Mâce, İkâmet, 188.
[200] Nisa, 4\1
[201] Âl-i İmrân, 3\102
[202] Ahzâb 70-71; Ebu Dâvud, Nikâh 33; Tirmizî, Nikâh 16; Nesâî, Cum'a 24
[203] İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtar, 2, 184; Kâsânî, Bedâiu's-Sanâi, I, 282; Ö. Nasûhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 272 vd.; A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, 192
[204] Ebû Dâvud 3, 475
[205] Tirmizî, Daavat, 55
[206] Maide, 5/114
[207] Tirmizî, Davet, 56
[208] Ali-İmran,3\191
[209] Suyûtî, ed-Durr, II/ 409; Kurtubi, a,g,e. 4/519.
[210] Ayni, a,g,e. 1/290.
[211] Râzi, a,g,e. 7/269.
[212] el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul,1986 S,259 vd.,; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, S,659.
[213] Râzî, a,g,e. 4/143.
[214] Buharî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 12
[215] Buhârî, Daavât, 50, 67.
[216] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.200;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 14 Sahabi ismini zikreder.
[217] Müslim, Salât, 12.
[218] Buharî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 12.
[219] el-Kehf,18/39.
[220] Tirmizî, Daavât, 57, 119.
[221] Şura,42\40.
[222] Kurtubi, a,g,e. 15/430-431; Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/775.
[223] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 313
[224] Ahmed b. Hanbel, 2, 33.
[225] Ahmed b. Hanbel, 11, 3.
[226] Müslim, Müsâkât,129, 130; Ebû Dâvud, Büyû', 47.
[227] Buhârî, Büyü, 72, İcâre, II, 19; Nesâî, Büyü', 18
[228] İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. Baskı, Kahire 1970, 4, 235/1933, 9, 468, 469; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir, 1984, 136, 137.
[229] el-Mergînânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyetü'l-Mübtedî, 3, 197; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, 1, 401; Zühaylî, Fıkhu'l-İslâmî, Dimaşk 1405/1985, 4/ 36.
[230] İmamı Ahmed,Müsned,2862.
[231] Ahmed, Müsned,2862; Suyuti,"Esbab-u Vurud-i'l Hadis" s,141-142; İbni Hamza, a,g,e. S,661-662.
[232] Mecelle: Mad. 7.
[233] Mecelle:Mad. 19.
[234] Mecelle:Mad. 20.
[235] Mecelle:Mad. 26.
[236] Mecelle:Mad. 27.
[237] Mecelle:Mad. 31.
[238] Mecelle:Mad. 87.
[239] Mecelle:Mad. 94
[240] Enbiya, 21\107
[241] Kurtubi, a,g,e. 11/583-584.
[242] Râzi, a,g,e. 16/245
[243] S.Kutup, a,g,e. 10/182.
[244] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.213;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 9 Sahabi ismini zikreder.
[245] Tirmizî, Birr 16
[246] Buhari, Edeb, 18; Suyuti,"Esbab-u Vürudi'l Hadis",S,203-204.
[247] Müslim, Fedâil, 66
[248] Tirmizi, Birr,15.
[249] Ebu Davud, Edeb, 58.
[250] Fussilet 41/34.
[251] M.Hamdi Yazır, a,g,e. S, 4205.
[252] Müslim, Birr 75.
[253] Müslim, Birr ve Sıla, 78-79.
[254] Suyuti, "Esbab-u Vürudi'l Hadis" S,185-186
[255] Âl-i İmrân,3/156.
[256] Bakara,2/214.
[257] Taberi, Câmiu'l-Beyân, II/198-199; Ayni, a,g,e. 1/145.
[258] S.Kutup, a,g,e. 1/452.
[259] Müslim,Zekat,70-52;Nesai,Zekat,56.
[260] Nisâ,4\ 1
[261] Haşr,59\18
[262] Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64: Suyuti, “Esbab-u Vürudi'l Hadis” S,179-181.
[263] Ali-İmran: 3/31.
[264] Ali-İmran: 3/31.
[265] Ali-İmran: 3/32.
[266] Vâhidî, a,g,e. S, 73; Râzî, a,g,e. VIII/ 17; Ayni, a,g,e. 1/223.
[267] Kurtubi, a,g,e. 4/168-170.
[268] Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Ebû Dâvud, Edeb 122; Tirmizî, Zühd 50..
[269] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h. no. 246; bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 15 Sahabi ismini zikreder.
[270] Süneni Derekutni,130; İbni Hamza, a,g,e. S,603.
[271] Yunus,10/62.
[272] Beyhakî, Şu’abul-İman, VI/486; Kurtubi, a,g,e. 8/551-552.
[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir: 6/193.
[274] Ebû Dâvud, Sünnet 3.
[275] Beyhaki, a.g.e,7\69; İbni Hamza, a,g,e.S, 366
[276] Yunus,10/ 62; Ebû Dâvud, Büyû 78.
[277] Ankebut,29/64
[278] İbn Abbas ile Katade'ye ait iki görüşten birisine göre tümüyle Medine'de inmiştir. Diğer görüşlerine göre ise, -ki bu aynı zamanda Yahya b. Sellam'ın da görüşüdür- başındaki ilk on âyet dışında Mekke'de inmiştir. Bu ilk on âyet Medine'de, Mekke'de bulunan müslümanlar hakkında inmiştir. (Kurtubi, a,g,e. 13/427-429).
[279] Ankebut,13/370; Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir: 11/37-38.
[280] Rahman, 55/27.
[281] Kurtubi, a,g,e. 13/427-429.
[282] Müslim, Zekat 97; Tirmizî, Zühd 32
[283] Suyuti, “Esbab-u Vürudi'l Hadis” S,182-183.
[284] Tirmizî, Zühd 33.
[285] Zümer,39/53
[286] M.Hamdi Yazır, a,g,e. S, 4134
[287] Müslim, Tevbe, 9; Tirmizî, Daavât 105.
[288] Zilzal, 99/1.
[289] Suyuti, “Esbab’u Vurudi’l Hadis” S, 185 Hadis No:208.
[290] Hucurat,49/10
[291] Kurtubi, a,g,e. 16/259-260; Ayni, a,g,e. 4/204.
[292] Ebû Dâvud, Edeb 46; Tirmizî, Hudud 3; Buhârî, Mezâlim 3, İkrâh 7; Müslim, Birr 58; Rezîn bir rivayette şunu ilave etti: "Kim, hakkı sübût buluncaya kadar mazlumla birlikte olursa, ayakların kaydığı günde Allah onun ayağını Sırat'ta sâbit kılar."
[293] Suyuti, “Esbab-il Vürudi'l Hadis" S,196.
[294] Nisa,4/3.
[295] Nisa,4/127.
[296] M.Hamdi Yazır, a,g,e. S,1281-1291
[297] Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967, 1/ 112, 113.
[298] Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912. S, 75, 97, 139, 141, 149, 165, 173, 175
[299] Samuel, 2/12, 7/8
[300] Mustafa es-Sibâî, el-Mer'e beyne'l-Fıkh ve'l Kânun. S, 210.
[301] Zühaylî, Fıkhu’l İslam, 7/169, 170
[302] Buhârî, Nikâh 10; Müslim, Radâ 54; Ebu Dâvud, Nikâh 3; Tirmizî, Nikâh 4, 13; Nesâî, Nikâh 6, 10.
[303] Suyuti, “Esbab-u Vürudi'l Hadis” S,155.
[304] Buhâri, Sahih, 6, 123; Müslim, Sahih, 2. 1086.
[305] İbn Mâce, I/ 572.
[306] Nahl,16/125
[307] Kurtubî, a,g,e. 10/ 200;
[308] Razî, a,g,e. 20/138 vd.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, 3/ 167.
[309] M. Hamdi Yazır, a,g,e. S, 2313
[310] Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962, 1, 157
[311] Zemahşerî, a,g,e. 4/125; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955, 2/73; Razî, a,g,e. 24/100; S.Kutup, a,g,e. 9/263.
[312] Buhârî, İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; Bir rivayette de:"...Isındırın, nefret ettirmeyin..." buyrulmuştur.
[313] Buhârî, İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7; İbni Hamza, a,g,e. S,680.
[314] Rum,30/30.
[315] Ayni, a,g,e. 3/396.
[316] Kurtubi, a,g,e. 13/471-472.
[317] S.Kutup, a,g,e. 15/445.
[318] Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22; Muvatta, Cenâiz. 52; Tirmizî, Kader 5; Ebu Dâvud, Sünnet 18. Bir başka rivayette: "Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadarşu din üzere olmasın" buyurulmuştur.
[319] Sahihi İbni Hibban,1\336; Tabarani Mu'cem-ul Kebir,1/283; Hakim Müstedrek,2\133; İbni Hamza, a,g,e. S,504.
[320] Bakara,2/9.
[321] Râzi, a,g,e. 2/28.
[322] Kurtubi, a,g,e. 1/451-453.
[323] Süyû-tî, ed-Durru'l-Mensûr, Beyrut, 1403/1983, I/ 74.
[324] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû 74; Ebu Dâvud, Büyû, 52; İbnu Mâce, Ticarât, 36. Metin, Müslim'inkidir.
[325] Ebu Davud, buyu',2/227.
[326] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h. no. 167;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 17 Sahabi ismini zikreder.
[327] Suyutı, “Esba-il Vürudi’l- Hadis” S,142-143.
[328] Suyuti, a,g,e. S,145.
[329] Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş. S, 521.
[330] Lokman,31/18.
[331] Zemahşeri, a,g,e. 3/ 486.
[332] Lokmân, 31/12-13.
[333] Kurtubî, a,g,e. 14/ 59.
[334] Kurtubi, a,g,e. 13/543.
[335] Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29; Tirmizî, Birr 61.
[336] Taberani Mu'cem-ul Kebir, 8\202: Hakim Müstedrek, 1\78; İbni Hamza, S,181-182.
[337] İmam-ı Gazali, İhya, Kahire 1967, 3/718-808.
[338] Âl-i İmrân, 3/103.
[339] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, 11,287; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ân’il-Azim, 2/74.
[340] Âl-i İmrân, 3/103.
[341] S.Kutup, a,g,e. 3/103.
[342] Buhârî, Cihâd 135; Tirmizî, Cihâd 4.
[343] Suyuti, “Esba-il Vürudi’l- Hadis” S,197.
[344] Muvatta, İsti'zân 36.
[345] Muvatta, İsti'zân 25; Ebû Dâvud, Cihad 86; Tirmizî, Cihâd 4.
[346] Ebû Dâvud, Cihâd 87.
[347] Nisa:4/58
[348] Nisa:4/58.
[349] M.Hamdi Yazır, a,g,e. S,1375-1375
[350] M. Ebû Zehrâ, Usulü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, ty. S, 26-28,
[351] Ebû Zehrâ, a.g.e, S, 234.,
[352] Şâfiî, er-Risâle, S, 447, 510; Şâtıbî, el-Muvâfakât, 4/162- 165; Gazzâlî, el-Mustasfâ, Bulak 1322, 11/ 350-353.
[353] Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ebu Dâvud, Akdiye 2; Tirmizî, Ahkâm 2; Nesâî, Kazâ 3.
[354] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.180;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 4 Sahabi ismini zikreder.
[355] Suyuti, “Esbab-u Vürudi-l Hadis” S,183-184.
[356] Nisa,4/59.
[357] Nisa,4/59.
[358] (Söz konusu olan Abdullah b. Huzafe ile ilgili olay aşağıdaki hadisin vürudunda geçeceğinden dolayı burada tekrar etme gereğini duymadık.) M.Hamdi Yazır, a,g,e. S, 1377
[359] Nisa,4/59.
[360] Nisa,4\59
[361] S.Kutup, a,g,e. 4/59.
[362] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4; Müslim, İmâret 40; Ebû Dâvud, Cihâd 96; Nesai, Bey'at 34.
[363] Abdurrezak, Musennef, 2/383; İbni Hamza, a,g,e. S,661.
[364] Muhammed ,47/12
[365] Ayni, a,g,e.4/172.
[366] S.Kutup, a,g,e. 13/384.
[367] Buhârî, Et'ime 12; Müslim, Eşribe 186; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 10; Tirmizî, Et'ime 20.
[368] Taberani, Mu'cem-ul Kebir,7/230; Ebu Nuaym, 6/347; İbni Hamza, a,g,e. S,508.
[369] Muhammed, 47/12.
[370] Zuhruf:43/36.
[371] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 11,1O6-1O7; Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/783.
[372] M.A.Sabuni, Muhtasar İbni Kesir, 4./2257.
[373] Zuhruf, 43/36.
[374] S.Kutup, a,g,e. 13/190.
[375] el-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul,1986 259 vd; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, 659.
[376] Râzî, a,g,e. 4/143.
[377] Müslim, Cenâiz 1, 2; Tirmizî, Cenâiz 7; Ebu Dâvud, Cenâiz 20; Nesâî, Cenâiz 4.
[378] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.100;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 14 Sahabi ismini zikreder.
[379] İbni Hibban, 9\311; Hakim Müstedrek,1\688; Beyhaki, 7/258; İbni Hamza, a,g,e. S,636.
[380] Müslim, Cenaiz 1, 2; Tirmizî, Cenaiz 7; Ebu Davud, Cenaiz 20; Nesâî, Cenaiz 4.
[381] Ayni, Tasavvuf Tarihi, 1340. S,198.
[382] Bu hususta geniş bilgi için bk. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985. S,200.
[383] Gazzalî, İhyâ, I/ 296.
[384] Muhammed b. Allan, Delilu'l-Fâlihîn, Mısır 1971, 4/210.
[385] Enfal, 8/43.
[386] Kurtubi, a,g,e. 8/61-62.
[387] M.A.Sabuni, Muhtasar İbni Kesir, 2/866.
[388] S.Kutup,a,g,e. 7/28.
[389] Buharî, Tıp 39, Bed'ü'l-Halk 11, Ta'bir 3, 4, 10,14, 46; Müslim, Rüya 5; Muvatta 1 Tirmizî, Rüya 4; Ebu Dâvud, Edeb 96.
[390] Müslim, Rü'ya 12.
[391] Suyuti, “Esbab-u Vürudi-l Hadis” S,193-194.
[392] Tirmizî, Rüya 6; Ebu Dâvud, Edeb 96.
[393] Nisa:4/71.
[394] M.A.Sabuni, Muhtasar İbni Kesir, 1/439.
[395] S.Kutup, a,g,e. 3/322.
[396] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h.no.148;bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 17 Sahabi ismini zikreder.
[397] Ebu Dâvud, Cihad 101; Buharî, Cihad 157; Müslim, Cihâd 18.
[398] Suyuti, “Esbab-u Vürudi-l Hadis” S,241-243.
[399] Maide,5/54.
[400] Kurtubi, a,g,e. 6/286-287; M.ASabuni, Muhtasarİbni Kesir, 2/584.
[401] M.Hamdi Yazır, a,g,e. S, 1715-1720.
[402] Kettani "Nazmul Mutenasir minel Hadisi’l Mütevatira" h. no. 146; bu hadisin mütevatir olduğunu kaydeder ve 16 Sahabi ismini zikreder.
[403] Nesâî, Hayl 1.
[404] Nesâî, Hayl 1.
[405] Necm,53/3-4.
[406] Kurtubi, a,g,e. 16/436-446; Ayni, Tibyan Tefsiri, 4/243.
[407] Necm,53/3-4.
[408] Mevdudi, Tefhimul Kur'an, 6/13.
[409] Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (ty.), 2/384.
[410] Muvatta, Kader 3; Tirmizî, Menâkıb 77.
[411] İbni Hamza, a,g,e. S,347.
[412] Hakim Müstedrek, 1/172.
[413] Buhârî, İ'tisam: 2, Edeb: 70
[414] Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270