BEŞERİYETİN RUH MİMARLARI
PEYGAMBERLER
SİYER-İ ENBİYA
Salih ÖZBE6Y
Evrenin
en büyük sanatçısı Allah’tır
Yüce
Allah’ın en büyük sanat eseri insandır
İnsanın
en büyük sanatı ruhtur
Ruhların
en büyük mimarları aziz Peygamberlerdir.
İÇİNDEKİLER
İçindekiler........................................................... …… X
Siyer-i Enbiya Dersi
Programı ................................... 5
1.BÖLÜM................................................................... 11
Kur’an’da Peygamberler ve
Peygamberimiz…........... 13
1-Her Kavme Peygamber
Gönderilmesi..................... 19
2-Her Kavme Kendi Dilinde
Peygamber Gönderilmesi............................................................... 20
3-Peygamberlerin Sayısının
Allah’ın Tespit Etmesi.. 20
4-Peygamberlerin İnsanlardan
Olması........................ 21
5-Allah’ın Melek Peygamber
Gönderebileceği.......... 22
6-Peygamberlerin Gönderiliş
Amacı.......................... 23
7-Peygamberlere Tabi Olmanın
Sonucu.................... 23
8-Peygamberlere
İtaatsizliğin Sonucu....................... 24
9-Kur’anda Adı Geçen
Peygamberler....................... 25
-İhtilaflı Olan
Peygamberler........................... 31
-Okuma Parçası-........................................................ 33
2.BÖLÜM................................................................. 41
Yaratılış Gayesi
...................................................... 43
1-Cehennemin Yaratılışı ve
Mahiyeti........................ 44
-Cehennemle ilgili Hadisler………………... 53
2-Cennetin
Mahiyeti.................................................. 60
-Cennetle İlgili Hadisleri……………….. 76
3-Meleklerin
Mahiyeti............................................... 84
-Melekût Âlemi…………………………….. 98
4-Cinlerin Mahiyeti................................................... 100
5-Şeytanın
Mahiyeti.................................................. 108
-Batıl ve Muharref Dinlerde
Şeytan................ 108
-İslam’a Göre
Şeytan....................................... 109
-Şeytan’ın İnsanlar
Üzerindeki Tesirleri.......... 119
6-İnsanın Yaratılış
Mahiyeti...................................... 120
7-Hz.Adem (as)’ın
Yaratılışı..................................... 124
-Hz. Âdem'e Ruh
Verilmesi............................ 127
-Hz. Âdem'e İsimlerin
Öğretilmesi................. 128
-Hz.Havva’nın
Yaratılışı................................ 130
-Hz. Âdem'in ve Eşinin Cennete
Yerleştirilmesi................................................. 132
-Hz.Havva’ya Verilen Ceza………………… 139
-Hz.Adem (a.s)’ın Çocukları
Kabil İle Habil... 139
8-Peygamberlik.......................................................... 143
-Peygamberlere İman ve
Önemi...................... 145
-Peygamberlerin
Sıfatları................................. 149
9-Peygamberlerin Gönderiliş
Amacı.......................... 156
10-Gönderilen Peygamberlerin
Sayısı....................... 157
11-Kur’an’da Peygamberlerin
Sayısının Azlığı......... 159
12-Kendilerine Kitap İndirilen Peygamberler............ 160
-Büyük
Kitaplar dört tanedir........................... 160
13-Resul ve
Nebi........................................................ 161
15-Peygamberlerin Mucizeleri
İle Bilim ve Teknoloji.................................................................... 164
16-Bilim,
Teknoloji.................................................... 166
-Peygamberlerin
Mucizeleri............................ 167
-Kur’an ve Bilim
Hakkında............................ 168
-Big Bang (Büyük
Patlama)............................ 171
-Evrenin
Genişlemesi...................................... 174
-Evrendeki
Kusursuzluk.................................. 175
-Yörüngeler ve Dönen Evren.......................... 176
-Güneş............................................................. 177
-Güneşin
Yolculuğu........................................ 178
-Yedi Kat Yer - Yedi Kat
Gök......................... 178
-Dünyanın
Hareketi......................................... 180
-Dünyanın Yuvarlaklığı................................... 180
-Dağların Depremleri Engellemesi.................. 181
-Yaratılıştaki
Çiftler........................................ 181
-Denizlerin Birbirine Karışmaması................. 182
-Demirdeki İki Şifre........................................ 182
-Zamanın
Farklılaşması.................................. 183
- Karanlığın
Yaratılması.................................. 183
-Karadelikler................................................... 184
-Ayın Yörüngesi............................................. 184
-Atmosfer ve Van Allen Kuşakları................. 185
-Yağmurun
Oluşumu...................................... 188
-Yağmurun Tatlı
Kılınması............................ 189
-Bal Mucizesi................................................. 190
-İnsanın
Yaratılışı.......................................... 192
-Testis ve
Spermler........................................ 193
-Yumurta........................................................ 194
-Sperm ve Yumurta Buluşması...................... 195
-Zigotun Rahime Yapışması.......................... 196
-Üç karanlık
Bölge........................................ 197
-Okuma Parçası-....................................................... 201
3.BÖLÜM................................................................ 215
Peygamberlerin Kıssaları...................................... 217
1-Hz. Adem (a.s)’ın
Peygamberliği.......................... 222
-Adem (a.s)’ın
Mucizesi................................ 225
-Kur’an’da Geçmeyen Kitap
Verilen Peygamber Hz.Şit
(a.s)................................................................ 228
-Şit (a.s)’ın Mucizevi
Mesajı......................... 230
2-Hz.İDRİS (a.s) ve
Mucizesi.................................. 231
-Hz.İdris (a.s)’ın
Mucizesi............................. 232
3-Hz.NUH
(a.s)........................................................ 234
-Nuh
Tufanı.................................................. 251
-Tufan Yerel Bir Afet
miydi?....................... 254
-Gemiye Bütün Hayvanlar
Alındı mı?......... 256
-Sular Ne Kadar
Yükseldi?.......................... 257
-Nuh Tufanı'nın
Yeri.................................... 258
-Tufan'ın Arkeolojik
Delilleri...................... 259
-Önce Ur Şehrinde
Yapılan Kazılar............ 260
-Ayrıca Max Mallowan kazıyı
yürüten Leonard Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu................... 261
-Tufan'dan Söz Eden Din ve
Kültürler......... 264
-Tevrat'ta Nuh
Tufanı................................... 264
-Tevrat'ta Yer Alan Nuh
Tufanı İle İlgili Bazı Bölümler
Şöyledir........................................................ 265
-İncil'de Nuh
Tufanı..................................... 266
-Tufan'la İlgili Diğer
Kültürlerdeki Bilgiler.. 267
4-Hz.HUD (a.s) ve
Kavmi....................................... 270
5-Hz.SALİH (as)
Kıssası........................................... 289
-Hz.Salih (as)’ın
Mucizesi.............................. 294
6-Hz.İBRAHİM (a.s)’ın
Doğumu............................. 299
-Şam, Mısır ve Mekke
Hicreti......................... 306
-Mekke'ye
Hicret............................................. 308
-Hz.İbrahim’in Oğlunu Kurban
Etmesi........... 314
7-Hz. LUT (a.s) ve
Kıssası......................................... 317
-Hz. Lut (a.s) Mûcizeleri……………………. 337
8-Hz. İSMAİL
(a.s)...................................................... 338
- Hz. İsmail (a.s)
Mûcizeleri............................. 343
9-Hz. İSHÂK
(a.s)........................................................ 343
- Hz. İshak (a.s)
Mûcizeleri............................... 345
-Hz. İsmail ile İshak
(as)’ın Nesilleri................. 346
10-Hz. YA'KUB
(a.s)................................................... 349
- Hz.Ya'kûb (a.s)'ın Mucizeleri........................ 356
11-YÛSUF
(a.s)............................................................ 357
- Yusuf’un (as) Mûcizeleri................................ 432
12-Hz.
EYYÜP (as) ve Mucizesi................................ 433
- Eyyüb (as)
Mucizeleri.................................. 437
13-Hz. ŞUAYB
(a.s)................................................... 437
- Şuayb (a.s)
Mûcizeleri.................................. 443
-Hz. Musa (a.s) ve
Kavmi.................................. 460
-Hz.Musa (a.s) ve Hz.Hızır
(a.s)......................... 462
-Hz. Musa (a.s) ile
Karun.................................. 469
- Hz. Musa (a.s)
Mûcizeleri............................... 472
15-Hz. HARÛN
(a.s).................................................. 474
-Beni İsrailin Bugünkü
Durumu...................... 480
16-Hz. DAVUD
(a.s.)................................................. 485
-Hz. Davud (a.s) ve
Mucizesi............................ 492
17-Hz. SÜLEYMAN
(a.s)........................................ 495
-Harut ile Marut……………………………. 527
- Hz. Süleyman ve Sebe
Melikesi………….. 530
- Hz. Süleyman (a.s)
Mûcizeleri.................. 564
18-Hz.İLYAS
(a.s)................................................. 565
- Hz. İlyas
(a.s)'ın Mûcizesi......................... 567
19-Hz. ELYESA'
(a.s.).......................................... 568
- Hz. Elyesa'
(a.s.)'ın Mûcizesi................... 569
20-Hz. ZÜLKİFL (a.s)........................................... 570
- Hz.Zülkifl (a.s)’ın Mücizeleri……........... 571
21-Hz. YÛNUS
(a.s).............................................. 572
- Hz.Yûnus
(a.s) Mûcizeleri....................... 578
22-Hz. ZEKERİYYA
(a.s).................................... 579
- Hz. Zekeriya(as)
Mûcizeleri..................... 583
23-Hz. YAHYA
(a.s)............................................. 584
- Hz. Yahya (a.s)
Mûcizeleri....................... 588
24-Hz.MERYEM ve Oğlu Hz.İSA
(a.s)................ 588
- Hz. İsa'nın Havarileri……………………. 597
-Hz.İsa (a.s)'ın
Mücizeleri.............................. 599
25-Hz.MUHAMMED
(a.s).................................... 615
- Peygamberimizin Üstün
Özellikleri……. 615
-Okuma Parçası-....................................................... 629
4.BÖLÜM................................................................ 637
İhtilaflı Olan Peygamberler................................... 639
1-Hz.Lokman............................................................ 642
2-Hz.Üzeyr................................................................ 653
3-Hz.Zülkarneyn....................................................... 657
-Okuma Parçası-....................................................... 665
5.BÖLÜM............................................................... 695
-Helak Olan Kavimler........................................... 697
1-Ashab-ı Ress......................................................... 701
2-Ashab-ı Yasin....................................................... 703
3-Ashab-ı Kehf........................................................ 707
4-Ashâbu'l-Medyen................................................ 711
5-Ashâbu'l-Uhdûd.................................................... 711
6-Ashâbu's-Sebt....................................................... 714
7-Ashâbu'l-Karye..................................................... 716
8-Ashâbu'l-Hicr....................................................... 717
9-Ashâbu'l-Fil.......................................................... 720
10-Ashâbu'l-Eyke.................................................... 722
-Okuma Parçası-...................................................... 725
- Peygamberler Tarihi
Testi.................................... 731
GİRİŞ
Peygamberler
tarihi dersi programı, eğiticinin Siyer-i Enbiya dersi planını yaparken
yararlanacağı bir rehberdir.
Bu programın
amacı eğiticiye bakış-açısı kazandırmakla birlikte, onu dersin işlenişi ve
yöntemleri hakkında bilgilendirmektir.
Eğitici,
dersin süresini ve öğrencilerin seviyelerini göz-önünde bulundurarak konularını
bu programdan seçer, sonra öncelik sırasına göre planını yapar.
Bu
program açıklamaları, amaçları,
konuları, yöntemleri ve kaynakçayı içerir.
A-AÇIKLAMALAR
Siyer
sözlükte: Adet,
yol, gidiş ve davranış
anlamlarına gelen "es-siret" kelimesinin çoğuludur.
Terim anlamı ise; Peygamberler ve Peygamber efendimiz (a.s)'ın doğumundan vefatına kadar olan bütün hayatına konu alan bir bilim dalıdır.
Îmân
edilmesi, inanılması lâzım olan altı şeyden dördüncüsü, Allah’u Teâlâ’nın
Peygamberlerine inanmaktır. Peygamberler, insanları, Allah’u Teâlâ’nın
beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir.
Yeni bir
şerî’at getiren Peygambere (Resûl) denir. Yeni din getirmeyip, insanları,
önceki dine davet eden Peygambere (Nebî) denir. Emirleri tebliğ etmekte ve
insanları, Allah’u Teâlâ’nın dînine çağırmakta, Resûl ile Nebi arasında bir
ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek,
hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine
inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur.
Peygamberlik;
çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız
Allah’u Teâlâ’nın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhiretteki
işlerinin düzgün ve fâideli olması için ve zararlı işlerden koruyup, selâmete,
hidâyete, râhata kavuşturmak için, Peygamberler vâsıtası ile dinler
gönderilmiştir. Düşmanları çok olduğu ve alay ettikleri, üzdükleri hâlde,
Allah’u Teâlâ’nın, inanmak için ve yapmak için olan emirlerini insanlara tebliğ
etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allah’u
Teâlâ, Peygamberlerin sıdk sâhibi olduklarını, doğru söylediklerini göstermek
için, Onları mucizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mucizelere karşı gelemedi.
B-ÖZEL
AMAÇLAR
Eğer
peygamberler gönderilmeseydi, Allah'ın yığın yığın nimetlerine mazhar olan
insan, kendi kafasına göre kulluk yapacaktı. Kimileri bunca nimet verene
kendini tamamen verecekti; gece sabahlara kadar ibadet edecek, günlerce belki
oruç tutacaktı. Kimileride Cennetin cazibesine kapılacak bu dünyayı yaşanmaz
bulup toplu intiharla cennete gitmeyi arzulayacaklardı. Bir başka gurupta ondan
başka hayat olmadığını zannedip dünyaya dalacak, daha da sapıtanlar öküze,
kadına, şeytana hatta hatta ağaçlara tapacaklardı ve bugün bazıları tapıyorlar
da. İşte bütün bu ve bunlar gibi sapıklıklara meydan vermemek için, yığın yığın
nimetlerin gerçek sahibi olan Allah (cc) insanların tapınma (kulluk) ihtiyacını
doğru noktaya yöneltmek için, Peygamberler göndermiştir. Peygamberler
gönderildiği halde, yeryüzündeki inanç karışıklıkları herkesin bildiği bir
durum. Eğer peygamberler gelmeseydi, yeryüzü bugünkünden bin beter olacaktı.
İşte “Siyer-i
Enbiya” dediğimiz, Peygamberlerin hayatları ile ilgili bilgiler onların
güzel hallerini bildirir. Onların ümmetlerini ne şekilde dine çağırdıklarını
gösterir, kavimleri ile olan bazı olaylar ve savaşları kaydeder. Bunlar bizim
için ibret alınacak ve yararlanacak birer büyük öğüt olur.
C-KONULAR
1.BÖLÜM
Kur’an’da
Peygamberler ve Peygamberimiz
1-Her Kavme
Peygamber Gönderilmesi
2-Her Kavme
Kendi Dilinde Peygamber Gönderilmesi
3-Peygamberlerin
Sayısının Allah’ın Tespit Etmesi
4-Peygamberlerin
İnsanlardan Olması
5-Allah’ın
Melek Peygamber Gönderebileceği
6-Peygamberlerin
Gönderiliş Amacı
7-Peygamberlere
Tabi Olmanın Sonucu
8-Peygamberlere
İtaatsizliğin Sonucu
9-Kur’anda
Adı Geçen Peygamberler
2.BÖLÜM
Yaratılış
Gayesi
1-Cehennemin
Yaratılışı ve Mahiyeti
2-Cennetin
Mahiyeti
3-Meleklerin
Mahiyeti
4-Cinlerin
Mahiyeti
5-Şeytanın Mahiyeti
6-İnsanın
Yaratılış Mahiyeti
7-Hz.Adem (a.s)’ın Yaratılışı
8-Peygamberlik
9-Peygamberlerin
Gönderiliş Amacı
10-Gönderilen
Peygamberlerin Sayısı
11-Kur’an’da
Peygamberlerin Sayısının Azlığı
12-Kendilerine
Kitap İndirilen Peygamberler
13-Resul ve
Nebi
14-Kur’an’da
En Çok Anlatılan Peygamberler
15-Peygamberlerin
Mucizeleri İle Bilim ve Teknoloji
16-Bilim,
Teknoloji ve Peygamberlerin Mucizeleri
3.BÖLÜM
Peygamberlerin
Kıssaları
1-Hz. Adem (a.s)’ın
Peygamberliği
2-Hz.İDRİS (a.s)
ve Mucizeleri
3-Hz.NUH (a.s) Kavmi ve Mucizeleri
4-Hz.HUD
(a.s) Kavmi ve Mucizeleri
5-Hz.SALİH (a.s)
Kavmi ve Mucizeleri
6-Hz.İBRAHİM
(a.s) Kavmi ve Mucizeleri
7-Hz. LUT
(a.s) Kavmi ve Mucizeleri
8-Hz. İSMAİL
(a.s) Mucizeleri
9-Hz. İSHÂK
(a.s) ve Mucizeleri
10-Hz. YA'KUB
(a.s) ve Mucizeleri
11-YÛSUF
(a.s) ve Mucizeleri
12-Hz. EYYÜP
(a.s) ve Mucizeleri
13-Hz. ŞUAYB
(a.s) ve Mucizeleri
14-Hz. MUSA
(a.s) ve Mucizeleri
15-Hz. HARÛN
(a.s) ve Mucizeleri
16-Hz. DAVUD
(a.s.) ve Mucizeleri
17-Hz.
SÜLEYMAN (a.s) ve Mucizeleri
18-Hz.İLYAS
(a.s) ve Mucizeleri
19-Hz.
ELYESA' (a.s.) ve Mucizeleri
20-Hz.
ZÜLKİFL (a.s) ve Mucizeleri
21-Hz. YÛNUS
(a.s) ve Mucizeleri
22-Hz.
ZEKERİYYA (a.s) ve Mucizeleri
23-Hz. YAHYA
(a.s) ve Mucizeleri
24-Hz.MERYEM
ve Oğlu Hz.İSA (a.s)
25-Hz.MUHAMMED
(a.s)
4.BÖLÜM
İhtilaflı
Olan Peygamberler
1-Hz.Lokman
2-Hz.Üzeyr
3-Hz.Zülkarneyn
5.BÖLÜM
-Helak
Olan Kavimler
1-Ashab-ı
Ress
2-Ashab-ı
Yasin
3-Ashab-ı
Kehf
4-Ashâbu'l-Medyen
5-Ashâbu'l-Uhdûd
6-Ashâbu's-Sebt
7-Ashâbu'l-Karye
8-Ashâbu'l-Hicr
9-Ashâbu'l-Fil
10-Ashâbu'l-Eyke
D-YÖNTEMLER
Allah
Peygamberleri göndermeseydi. İnsanlık bunu isteyecekti zira inanma insanda
fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç Allah tarafından formüle edilmeseydi, insanlar
arasında bir sürü farklı kulluk anlayışları olacaktı.
Peygamberleri
tanımak ve onların çağrılarından haberdar olmak için mutlaka Kur’anda adı geçen
Peygamberlerin kısalarını bilmemiz gerekiyor.
Her
Peygamber, hem zamanın hem de günümüzde kıssalarıyla yaşayan birer abidedirler.
Peygamberlerin yaşantıları, yüce Allah’ın gözetiminde ve meleklerin kontrolünde
gerçekleşmiştir. Peygamberlerin yolu hem dünya hem de ahireti kapsamaktadır.
Çünkü Onlar sadece insan bedenine dönük yapıcı çağrı yapmamışlar. Onlar
insanların ruh hallerine de çare bulmaya çalışmışlardır. Onun içindir ki; Aziz
Peygamberler birer ruh mimarıdırlar, ahlak mihengidirler, talim terbiye
muallimidirler, sevgi ve şefkat timsalidirler, haya ve edep kılavuzudurlar,
akıl ve fikir öncüleridirler, hayat ve mematın, mahşer ve mizanın, cennet ve
cehennemin ve rızayı lillahın davetçileri, habercileridirler.
Her
Peygamberin yaşam koşulları ve mücadele stratejisi farklı farklıdır. Çünkü yüce
Allah (cc) her bir Peygambere farklı imtihan alanı vermiştir. Onun için her
mümin Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen Peygamberlerin mücadelesiyle kendi hayatı
arasında bağ kurmaya çalışmalıdır. Mesela: Ya Adem (a.s) gibi Şeytanla, Nuh (a.s)
gibi kavmiyle, İbrahim (a.s) gibi Nemrutla, Yakup (a.s) gibi oğluyla, Yusuf (a.s)
gibi kadınla, iftirayla ve zindanla, Eyyüp (a.s) gibi fakirlik ve hastalıkla,
Süleyman (a.s) gibi zenginlikle v.b...
Hz.Peygamber
(a.s) hadsi şerif de:
“Şüphesiz ki,
Allah (cc) kıyamette dört kişiyi dört sınıfa karşı delil gösterir:
1-Zenginlere
karşı Hz.Süleyman (a.s)’ı
2-Hastalara
karşı Hz.Eyyüp (a.s)’ı
3-Kölelere
karşı Hz.Yusuf (a.s)’ı
4-Fakirlere
karşı Hz.İsa (a.s)’ı[1]
Sonuç olarak “Siyer-i
Enbiya” dersi programında dikkat edilecek üç husus vardır:
1-Dersin
işlenişinde, Peygamberlerin geçmişteki medeniyetlerinin günümüzle kıyas
edilmesi,
2-Dersin
işlenişinde, Peygamberlerin insanların ruhlarındaki cevheri nasıl
keşfettiklerini öğrenip günümüzde uygulanabilir şartlarını oluşturmak,
3-Dersin
işlenişinde, Peygamberlerin nasıl insanları yaramaz iken ıslah edip yararlı
hale getirdiklerini öğrenip tatbik etmek.
4-Dersin işlenişinde, Peygamberlerin
mücizelerini günümüz şartlarına uyarlamak.
E-KAYNAKÇA
*
Eser Adı Yazarın Adı Yazar Adı
-------------------------------------------------------------------------------
1-Melikler ve Hükümdarlar
Tarihi (Cerir et-Taberi) M.E.B.
2-Büyük İslam Tarihi/El
Bidaye ven-Nihaye (İbn Kesir) Çağrı
3-İslam Tarihi/El Kamil
fit-Tarih (İbn-ul Esir)
Bahar
4-Peygamberler Tarihi
(M.Asım Köksal) Diyanet
5-Tarih Boyu Tevhid
Mücadelesi (Mevdudi) Pınar
6-Tenbih-ul Ğafilin (Ebu
Leys-Semerkandi) Demir
7-Kur’an’da Peygamberler ve
Peygamberimiz (A.Tabbara) Gonca
8-Peygamberler ve Halifeler
Tarihi (A.Cevdet Paşa) Merve
9-İlk Dönem İslam Tarihi
(Prof. Dr. Abdulaziz Duri) İklim
10-Büyük Dini Hikayeler
(İbrahim Sıddık) Osmanlı
11-Peygamberler Tarihi
Ansiklopedisi (Heyet) Hakikat
12-Büyük İslâm tarihi
(Abdurrahim Zapsu) Sebil
13-Büyük dini hikayeler
(İbrahim S.İmamoğlu) Osmanlı
14-Kur'an-i Kerim'den dini
hikayeler (Seyyid Kutub) Hisar
15-Yüce Allah’ın gazapları
(Azmi Nihat Erman) Demir
16-İslami Kaynaklar G.
Peygamberler Tarihi (A.Aydemir) Diyanet
17-Hz.Adem (as) -İlk İnsan-
(M.Erdem) Diyanet
18-Dr.Yaşar Kandemir Kitap
Serisi (20 Kitap) Ensar
19-Asa-yı Musa (Said
Nursi) Envar
20-Hz.İbrahim (a.s)
(R.Mahmud Sami) Erkam
21-Peygamberler ve Tevhid
Mücadelesi (İ.L. Çakan) Erkam
22-Uzay Ayetleri Tefsiri
(Celal Yeniçeri) Erkam
23-Peygamberler Tarihi
(A.Mehmet Efe) Hisar
24-Kur’anda Hikayeler
(Sacide Zaid) İlke
25-İnsan ve Teknoloji
(Edison) İnsan
26-Kur’anda Ehli Kitap (Veli
Ulutürk) İnsan
27-Hz.Adem’den Bugüne İslam
Tarihi (Mahmut Şakir) Kahraman
28-Hz.Adem ile Havva –Seri-
(A.Cuda es-Sahhar ) Kahraman
29-Cinlerin Esrarı (İmamı
Şibli) Metin
30-Yaratılış Mucizesi (Bahri
Dayıoğlu) Nesil
31-Peygamberler Tarihi
(A.Lütfi Kazancı) Nil
32-Peygamberler (Safvet
Semih) Nil
33-Peygamberler Tarihi
(Mehmet Dikmen) Cihan
-Kur’an’da Peygamberler
ve Peygamberimiz
1-Her Kavme
Peygamber Gönderilmesi
2-Her Kavme Kendi
Dilinde Peygamber Gönderilmesi
4-Peygamberlerin İnsanlardan Olması
5-Allah’ın Melek Peygamber Gönderebileceği
6-Peygamberlerin Gönderiliş Amacı
7-Peygamberlere Tabi Olmanın Sonucu
8-Peygamberlere İtaatsizliğin Sonucu
9-Kur’an’da Adı Geçen Peygamberler
-Okuma Parçası-
1.BÖLÜM
Giriş
Nebî,
peygamber demektir. Farsça bir kelime olan 'peygamber''in kelime anlamı; "haber
getiren"dir. "Resul" kelimesi de peygamber demektir.
Ancak nebî ile rasûl arasında şu fark vardır: Resul yeni dinî hükümler (şerîat)
getiren peygamberdir. Nebî ise kendinden önce gönderilen peygamberin getirdiği
hükümlerle amel ederek insanları Allah'ın birliğe ve yalnız O'na kulluğa
çağıran peygamberdir. Kur'an'ın yirmi birinci sûresinin adı "Enbiya
sûresi"dir. Sûrede peygamberlerin kıssalarından söz edildiği için bu
adı almıştır.
Yüce Allah
insanları ve cinleri kendisine kulluk yapmaları için yaratmıştır.[2] Kulluk geniş anlamıyla
Allah ve Rasûlünün emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmaktır. Allah'ın emir
ve yasakları bilinmeyince kulluk yapmak da mümkün olmaz. İşte peygamberlerin
görevi insanlara Allah'ın emir ve yasaklarını bildirip onları kulluğa
çağırmaktır.
Allah Teâlâ
insanlara peygamberleri aracılığıyla doğruyu yanlışı bildirmiştir. Tatbik
edildikleri zaman bu dünyada ve ahirette mutluluğa kavuşturacak hükümlerini
onlar vasıtasıyla göndermiştir. Etkili olması için de "kendi içlerinden,"[3] yani onlar gibi insan olan
kimseleri peygamber seçmiştir. Çünkü insanların eğilimlerini, psikolojik
durumlarını bilmek tebliğ, yani İslâm'ı anlatmak için şarttır.
Allah ilk
insan ve ilk peygamber olarak Hz. Âdem'i yaratmış, ona gerekli bilgileri
öğretmiş ve kendi adına yeryüzünde hükmetmesini emretmiştir.[4] Hz. Adem'den itibaren
Allah'ın insanlara gönderdiği din İslâm dinidir. Bu din Allah'ın bir olduğu,
eşi ve ortağı olmadığı inancına dayanır. Buna "tevhîd"
(birleme) inancı denir. Her peygamber kendisine verilen "tevhîd
inancını anlatma ve yayma" görevini eksiksiz olarak yerine
getirmiştir. Fakat insanların çoğu yine inkâr ve sapıklık yolunda devam
etmiştir. Kazançlı çıkanlar, bu dünyada bazı sıkıntılara uğrasalar da,
inananlar olmuştur. Çünkü ebedî saadet ve mutluluk onlar için hazırlanmıştır .
Kur'an-ı
Kerîm'de tevhid inancı şöyle anlatılır:
قُلْ
يَااَهْلَ
الْكِتَابِ
تَعَالَوْا
اِلى
كَلِمَةٍ
سَوَاءٍ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَكُمْ
اَلَّا
نَعْبُدَ
اِلَّا
اللّهَ وَلَا
نُشْرِكَ بِه
شَيًْا وَلَا
يَتَّخِذَ
بَعْضُنَا
بَعْضًا
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ اللّهِ
فَاِنْ
تَوَلَّوْا
فَقُولُوا
اشْهَدُوا
بِاَنَّا
مُسْلِمُونَ
"De
ki: 'Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin:
Yalnız Allah'a tapalım; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz diğerini
Allah'tan başka tanrı edinmesin. 'Eğer yüz çevirirlerse, 'Şâhit olun, biz
müslümanlarız' deyin."[5]
Allah, her
millete bir peygamber göndermiştir. Peygamberler insanlara hak ve hakikatı
kendi dilleriyle açık bir şekilde anlatmışlardır:
فَاَصَابَهُمْ
سَيَِّاتُ
مَا عَمِلُوا
وَحَاقَ
بِهِمْ مَا
كَانُوا بِه
يَسْتَهْزِؤُنَ
"Biz
her millet içinde, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi
gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, kimine de sapıklık hak oldu.
İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş."[6]
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ رَسُولٍ
اِلَّا بِلِسَانِ
قَوْمِه
لِيُبَيِّنَ
لَهُمْ فَيُضِلُّ
اللّهُ مَنْ
يَشَاءُ
وَيَهْدى
مَنْ يَشَاءُ
وَهُوَ
الْعَزيزُ
الْحَكيمُ
"Biz
her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara
(emredildikleri şeyleri) açıklasın. (Peygamberin açıklamasından) sonra Allah
dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. O azîzdir, hikmet sahibidir."[7]
Her millete
bir peygamber gönderilmesi, onları bilmedikleri şeyden hesaba çekmemek ve azâb
etmemek içindir:
مَنِ
اهْتَدى
فَاِنَّمَا
يَهْتَدى
لِنَفْسِه
وَمَنْ ضَلَّ
فَاِنَّمَا
يَضِلُّ عَلَيْهَا
وَلَاتَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ اُخْرى
وَمَاكُنَّا
مُعَذِّبينَ
حَتّى نَبْعَثَ
رَسُولًا
"Biz
elçi göndermedikçe (hiçbir kavme) azâb edecek değiliz."[8]
İnsanlar
hesap gününde:
وَلِلَّذينَ
كَفَرُوا
بِرَبِّهِمْ
عَذَابُ
جَهَنَّمَ
وَبِئْسَ
الْمَصيرُ ()
اِذَا اُلْقُوا
فيهَا
سَمِعُوا
لَهَا
شَهيقًا وَهِىَ
تَفُورُ ()
تَكَادُ
تَمَيَّزُ
مِنَ الْغَيْظِ
كُلَّمَا
اُلْقِىَ
فيهَا فَوْجٌ
سَاَلَهُمْ
خَزَنَتُهَا
اَلَمْ يَاْتِكُمْ
نَذيرٌ ()
قَالُوا بَلى
قَدْ جَاءَنَا
نَذيرٌ
فَكَذَّبْنَا
وَقُلْنَا
مَا نَزَّلَ
اللّهُ مِنْ
شَىْءٍ اِنْ
اَنْتُمْ اِلَّا
فى ضَلَالٍ
كَبيرٍ ()
وَقاَلُوا
لَوْ كُنَّا
نَسْمَعُ
اَوْ
نَعْقِلُ مَا
كُنَّا فى اَصْحَابِ
السَّعيرِ ()
فَاعْتَرَفُوا
بِذَنْبِهِمْ
فَسُحْقًا
لِاَصْحَابِ
السَّعيرِ ()
اِنَّ
الَّذينَ
يَخْشَوْنَ
رَبَّهُمْ
بِالْغَيْبِ
لَهُمْ
مَغْفِرَةٌ
وَاَجْرٌ
كَبيرٌ
"Yâ
Rabbi, biz bilmiyorduk; bize bu günü haber veren. senin azâbını bize hatırlatan
kimse gelmedi..." diye özür beyan edemeyeceklerdir: "Rablerini inkâr
edenler için cehennem azâbı vardır. Ne kötü gidilecek yerdir o! Oraya
atıldıkları zaman onun öfkeli homurtusunu işitirler; kaynıyor; az daha öfkeden
çatlayacak. Her topluluk onun içine atıldıkça onun bekçileri, onlara sordu:
'Size bir uyarıcı gelmedi mi?' Dediler: 'Evet, bize uyarıcı gel di ama biz
yalanladık ve; 'Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık
içindesiniz dedik. ' Ve dediler ki: "Eğer biz (onların sözlerini)
dinleseydik, yahut düşünüp aklımızı kullansaydık, su çılgın ateşin içine
atılanlardan olmazdık."[9]
Peygamberler
İslâm'ı tebliğ ederken metod olarak "müjdeleme" ve "uyarma"
yolunu benimsemişlerdir. Bunu onlara Allah (cc) öğretmiştir:
يَا
اَيُّهَا
النَّبِىُّ
اِنَّا
اَرْسَلْنَاكَ
شَاهِدًا
وَمُبَشِّرًا
وَنَذيرًا ()
وَدَاعِيًا
اِلَى اللّهِ
بِاِذْنِه
وَسِرَاجًا
مُنيرًا ()
وَبَشِّرِ
الْمُؤْمِنينَ
بِاَنَّ
لَهُمْ مِنَ
اللّهِ
فَضْلًا كَبيرًا
() وَلَا
تُطِعِ
الْكَافِرينَ
وَالْمُنَافِقينَ
وَدَعْ
اَذيهُمْ
وَتَوَكَّلْ
عَلَى اللّهِ
وَكَفى
بِاللّهِ
وَكيلًا
"Ey
Peygamber, biz seni şâhit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve izniyle
Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir lamba olarak (gönderdik). Müminlere,
Allah'tan büyük bir lûtfa ereceklerini müjdele!''[10]
Peygamberler
de insandır; yerler, içerler, evlenirler, çarşı-pazarlarda dolaşırlar,[11] fakat üstün ahlâk sahibi,
her türlü bedenî ve ruhî hastalıklardan sâlim, ince anlayışlı şahsiyetlerdir.
Ayrıca her zaman Allah'ın vahyine muhâtap olup O'nun gözetimi altındadırlar.
Herhangi bir yanlış iş yaptıkları zaman Allah tarafından uyarılırlar.
Peygamberlerin
bazı sıfatları vardır ki bunları bilmek her müslümana vacibdir. Bu sıfatlar
şunlardır:
1. Emânet:
Peygamberler
emânete ihânet etmezler. Allah'tan aldıklarını eksiksiz olarak insanlara
iletirler.
2. Sıdk: İşlerinde ve sözlerinde
doğrudurlar. Verdikleri sözde dururlar. Asla yalan söylemezler.
3. Tebliğ: Allah'ın bildirdiği emir ve
yasakları olduğu gibi insanlara açıklarlar.
4.
Fetânet: Çok
anlayışlı ve zekîdirler.
5. İsmet: Peygamberlikten önce ve
sonra, büyük-küçük hiçbir günah işlemezler.
Peygamberler
Allah'ın seçtiği faziletli kişilerdir. Adaletle hükmederler, zulüm ve haksızlık
yapmazlar.
Peygamberler
arasında, sahip oldukları özellikler bakımından bir fark yoktur:
امَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ رَبِّه وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ امَنَ
بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
لَا نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ مِنْ
رُسُلِه
وَقَالُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ
رَبَّنَا
وَاِلَيْكَ
الْمَصيرُ
"Resul,
Rabbinden kendisine indirilene inandı; müminler de. Hepsi Allah'ın meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine inandı. 'Onun elçilerinden hiçbirini diğerinden
"ayırmayız" (dediler). Ve dediler ki: 'İşittik, itâat ettik.
Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) sanadır."[12]
Peygamberler
arasında derece ve fazilet farkı vardır:
تِلْكَ
الرُّسُلُ
فَضَّلْنَا
بَعْضَهُمْ عَلى
بَعْضٍ
مِنْهُمْ
مَنْ كَلَّمَ
اللّهُ وَرَفَعَ
بَعْضَهُمْ
دَرَجَاتٍ
وَاتَيْنَا
عيسَى ابْنَ
مَرْيَمَ
الْبَيِّنَاتِ
وَاَيَّدْنَاهُ
بِرُوحِ
الْقُدُسِ
وَلَوْ شَاءَ
اللّهُ مَا
اقْتَتَلَ
الَّذينَ مِنْ
بَعْدِهِمْ
مِنْ بَعْدِ
مَا جَاءَ
تْهُمُ الْبَيِّنَاتُ
وَلكِنِ
اخْتَلَفُوا
فَمِنْهُمْ
مَنْ امَنَ
وَمِنْهُمْ
مَنْ كَفَرَ وَلَوْ
شَاءَ اللّهُ
مَا
اقْتَتَلُوا
وَلكِنَّ
اللّهَ
يَفْعَلُ مَا
يُريدُ
"İşte
biz o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle konuştu,
kimini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve
onu Rûhu'l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Allah dileseydi, onların arkasından
gelen milletler, kendilerine açık belgeler gelmiş olduktan sonra birbirlerini
öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi inandı, kimi de inkâr
etti. Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapar."[13]
Peygamberlerin
üstünlük sırasına göre dereceleri şöyledir:
1. Nebîler
2. Resuller
3. Ulü'l-Azm
(azim ve irade sahibi) Peygamberler: Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa,
Hz. İsa, Hz. Muhammed (aleyhimüsselâm).
4.
Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu peygamberimiz Hz.
Muhammed Mustafâ (a.s).
Peygamberimiz
(a.s) "âlemlere rahmet olarak"[14] gönderilmiştir. O, "büyük
ahlâk üzerindedir."[15] Örnek hayatıyla müminlerin
önderidir.[16] Kurtulmak isteyen O'nun yüce sünnetine sarılır.
Onun sözleri, işleri, tavır ve davranışları yolumuzu aydınlatan ışıklardır. O,
Allah'ın habîbi (Habîbullah)dır. Her zaman O'na salât-ü selâm getirmek, yani
Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed demek lâzımdır. Çünkü Allah
ve melekler de O'na salât-ü selâm okurlar[17] O, insanların ve cinlerin peygamberidir Büyük
şefâat (şefâat-i uzmâ) hakkı ona verilmiştir. En büyük mûcize Kur'an-ı Kerîm,
ona gönderilmiştir. Kıyamete kadar bütün insanlığın peygamberidir. Salât ona,
selâm ona, onun âline, ashâbına ve etbâma olsun!
ـ عَنْ
أبِي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لِكُلِّ
نَبِىٍّ دَعْوَةٌ
مُسْتَجَابَةٌ،
فَتَعَجَّلَ
كُلُّ نَبِيّ
دَعْوَتَهُ،
وإنِّي
اخْتَبَأتُ دَعْوَتِي
شَفَاعَةً
‘ُمَّتِي
يَوْمَ الْقِيَامَةِ،
فَهِيَ
نَائِلَةٌ
إنْ شَاءَ
اللّهُ
تَعالى: مَنْ
مَاتَ مِنْ
أُمَّتِي َ
يُشْرِكُ
بِاللّهِ
شَيْئاً.
Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Her
peygamberin müstecab (Allah'ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o
duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı kıyamet gününde, ümmetime şefaat
olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı ahirete bıraktım). Ona inşaallah,
ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır."[18]
Peygamberlere
iman, imanın altı şartından birisidir. Bunun için peygamberlerin varlığını
kabul etmeyen, onlara söven veya hakaret eden, onlarla alay eden, onlara kötü
fiiller isnad eden kimse dinden çıkmış olur. Peygamberlerin hepsi de insanları
doğru yola çağıran, karşılığında hiçbir ücret almayan mübarek kişilerdir.
Hayatları boyunca türlü sıkıntı ve eziyetlere uğramışlar fakat sabırla Allah'ın
kendilerine verdiği tebliğ görevini ölünceye kadar yerine getirmişlerdir.
a- وَلَقَدْ
بَعَثْنَا فى
كُلِّ
اُمَّةٍ رَسُولًا
اَنِ
اعْبُدُوا
اللّهَ
وَاجْتَنِبُوا
الطَّاغُوتَ
فَمِنْهُمْ
مَنْ هَدَى
اللّهُ
وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ
عَلَيْهِ
الضَّلَالَةُ
فَسيرُوا فِى
الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبينَ
“Andolsun ki biz,
"Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri için)
her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti.
Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr
edenlerin sonu nasıl olmuştur!”[19]
b-وَمَا
اَهْلَكْنَا
مِنْ
قَرْيَةٍ
اِلَّا لَهَا
مُنْذِرُونَ
“Bununla birlikte hangi
memleketi, helak ettikse muhakkak onu uyarıcı (peygamberleri) olmuştur.”[20]
a-
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ رَسُولٍ
اِلاَّ بِلِسَانِ
قَوْمِهِ
لِيُبَيِّنَ
لَهُمْ فَيُضِلُّ
اللهُ مَنْ
يَشَاءُ
وَيَهْدِى مَنْ
يَشَاءُ
وَهُوَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
“(Allah'ın emirlerini)
onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle
gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.
Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”[21]
b- اِنَّا
اَنْزَلْنَاهُ
قُرْءنًا
عَرَبِيًّا
لَعَلَّكُمْ
تَعْقِلُونَ
“Anlayasınız diye biz onu
Arapça bir Kur'an olarak indirdik.”[22]
a- يَااَيُّهَا
النَّاسُ
قَدْ
جَاءَكُمْ
بُرْهَانٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَاَنْزَلْنَا
اِلَيْكُمْ
نُورًا مُبينًا
“Bir kısım peygamberleri
sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile
gerçekten konuştu.”[23]
b-وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
رُسُلًا مِنْ
قَبْلِكَ
مِنْهُمْ
مَنْ
قَصَصْنَا
عَلَيْكَ وَمِنْهُمْ
مَنْ لَمْ
نَقْصُصْ
عَلَيْكَ
وَمَا كَانَ
لِرَسُولٍ
اَنْ
يَاْتِىَ
بِايَةٍ
اِلَّا بِاِذْنِ
اللّهِ
فَاِذَا
جَاءَ اَمْرُ
اللّهِ
قُضِىَ
بِالْحَقِّ
وَخَسِرَ
هُنَالِكَ الْمُبْطِلُونَ
“Andolsun, senden önce de
peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var,
durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var. Hiçbir peygamber Allah'ın
izni olmaksızın herhangi bir âyeti kendiliğinden getiremez. Allah'ın emri
gelince de hak uygulanır ve o zaman bâtılı seçenler hüsrana uğrayacaklardır.”[24]
a-
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ
اِلاَّ
رِجَالاً
نُوحِى
اِلَيْهِمْ
مِنْ اَهْلِ
الْقُرَى
اَفَلَمْ
يَسِيرُوا
فِى
اْلاَرْضِ
فَيَنْظُرُوا كَيْفَ
كَانَ
عَاقِبَةُ
الَّذِينَ
مِنْ قَبْلِهِمْ
وَلَدَارُ
اْلاَخِرَةِ خَيْرٌ
لِلَّذِينَ
اتَّقَوْا
اَفَلاَ تَعْقِلُونَ
“Senden önce de, şehirler
halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber
göndermedik. (Kâfirler) yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, kendilerinden
öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler! Sakınanlar için ahiret yurdu
elbette daha iyidir. Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz?”[25]
b-
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلاً
مِنْ قَبْلِكَ
وَجَعَلْنَا
لَهُمْ
اَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةً
وَمَا كَانَ
لِرَسُولٍ
اَنْ
يَأْتِىَ بِاَيَةٍ
اِلاَّ بِاِذْنِ اللهِ
لِكُلِّ
اَجَلٍ كِتَابٌ
“Andolsun senden önce de
peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni
olmadan hiçbir peygamber için mucize getirme imkânı yoktur. Her müddetin
(yazıldığı) bir kitap vardır.”[26]
c-
وَمآ
اَرْسَلْنَا
قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ
اِلاَّ
اِنَّهُمْ
لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ
وَيَمْشُونَ فِى
اْلاَسْوَاقِ
وَجَعَلْنَا
بَعْضَكُمْ
لِبَعْضٍ
فِتْنَةً
اَتَصْبِرُونَ
وَكَانَ
رَبُّكَ
بَصِيرًا
“(Resûlüm!) Senden önce
gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda
dolaşırlardı. (Ey insanlar!) Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan
(vesilesi) kıldık; (bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla
görmektedir.”[27]
a-
قُلْ
لَوْ كَانَ
فِى
اْلاَرْضِ مَلَئِكَةٌ
يَمْشُونَ
مُطْمَئِنِّينَ
لَنَزَّلْنَا
عَلَيْهِمْ
مِنَ
السَّمَاءِ
مَلَكًا رَسُولاً
“Şunu söyle: Eğer yeryüzünde
yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber
olarak bir melek gönderirdik.”[28]
b-
اَللهُ
يَصْطَفِى
مِنَ
الْمَلَئِكَةِ
رُسُلاً
وَمِنَ
النَّاسِ
اِنَّ اللهَ
سَمِيعٌ
بَصِيرٌ
“Allah meleklerden de
elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.”[29]
a-
رُسُلاً
مُبَشِّرِينَ
وَمُنْذِرِينَ
لِئَلاَّ
يَكُونَ
لِلنَّاسِ
عَلَى اللهِ
حُجَّةٌ
بَعْدَ
الرُّسُلِ
وَكَانَ
اللهُ
عَزِيزًا
حَكِيمًا
“(Yerine göre) müjdeleyici
ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden
sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.”[30]
b-
وَمَا
نُرْسِلُ
الْمُرْسَلِينَ
اِلاَّ مُبَشِّرِينَ
وَمُنْذِرِينَ
فَمَنْ
اَمَنَ وَاَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Biz, peygamberleri ancak
müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini
düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyecekler.”[31]
c-
وَلَوْلاَ
اَنْ
تُصِيبَهُمْ
مُصِيبَةٌ بِمَا
قَدَّمَتْ
اَيْدِيهِمْ
فَيَقُولُوا
رَبَّنَا
لَوْلاَ
اَرْسَلْتَ
اِلَيْنَا رَسُولاً
فَنَتَّبِعَ
اَيَاتِكَ
وَنَكُونَ مِنَ
الْمُؤْمِنِينَ
“Bizzat kendi yaptıklarından
dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber
gönderseydin de, âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı
(seni göndermezdik.)”[32]
a-
فَلَنَسْئَلَنَّ
الَّذِينَ
اُرْسِلَ اِلَيْهِمْ
وَلَنَسْئَلَنَّ
الْمُرْسَلِينَ
“Elbette kendilerine
peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya
çekeceğiz!”[33]
b-
اَلَّذِى
اَحَلَّنَا
دَارَ
الْمُقَامَةِ
مِنْ
فَضْلِهِ لاَ
يَمَسُّنَا
فِيهَا نَصَبٌ
وَلاَ
يَمَسُّنَا
فِيهَا
لُغُوبٌ
“Ey Adem oğulları! Size kendi
içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı
gelmekten) sakınır ve kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir.”[34]
a-
اِنَّ
الَّذِينَ
يَكْفُرُونَ
بِاللهِ وَرُسُلِهِ
وَيُرِيدُونَ
اَنْ
يُفَرِّقُوا
بَيْنَ
اللهِ
وَرُسُلِهِ
وَيَقُولُونَ
نُؤْمِنُ
بِبَعْضٍ
وَنَكْفُرُ
بِبَعْضٍ
وَيُرِيدُونَ
اَنْ
يَتَّخِذُوا
بَيْنَ
ذَلِكَ سَبِيلاً
“Allah'ı ve peygamberlerini
inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden
ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız"
diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu.”[35]
b-
اِنَّ
الَّذِينَ
يُؤْذُونَ
اللهَ
وَرَسُولَهُ
لَعَنَهُمُ
اللهُ فِى
الدُّنْيَا
وَاْلاَخِرَةِ
وَاَعَدَّ
لَهُمْ
عَذَابًا
مُهِينًا
“Allah ve Resûlünü
incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir
azap hazırlamıştır.”[36]
9-Kur’an’da Adı Geçen Peygamberler
1-Hz. Adem
(a.s):
اِنَّ
مَثَلَ
عِيسَى
عِنْدَ اللهِ
كَمَثَلِ اَدَمَ
خَلَقَهُ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ قَالَ لَهُ
كُنْ
فَيَكُونُ
“Allah nezdinde İsa'nın
durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona
"Ol!" dedi ve oluverdi.”[37]
2-Hz.
İdris (a.s):
اِلاَّ
مَنْ تَابَ
وَاَمَنَ
وَعَمِلَ صَالِحًا
فَاُولَئِكَ
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ
وَلاَ
يُظْلَمُونَ
شَيْئًا
“Nihayet
onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar;
nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını
çekecekler."[38]
3-Hz Nuh
(a.s):
لَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلَى
قَوْمِهِ
فَقَالَ
يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا اللهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلَهٍ
غَيْرُهُ اِنِّى
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ عَظِيمٍ
“Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine
gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız
yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”[39]
4-Hz.Hud
(a.s):
وَاِلَى
عَادٍ
اَخَاهُمْ
هُودًا قَالَ
يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا
اللهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلَهٍ
غَيْرُهُ
اِنْ
اَنْتُمْ
اِلاَّ
مُفْتَرُونَ
“Âd
kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk
edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası
değilsiniz”[40]
5-Hz.Salih
(a.s):
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
اِلَى
ثَمُودَ اَخَاهُمْ
صَالِحًا اَنِ
اعْبُدُوا
اللهَ
فَاِذَا هُمْ
فَرِيقَانِ
يَخْتَصِمُونَ
“Andolsun
ki, "Allah'a kulluk edin!" (demesi için) Semûd kavmine kardeşleri
Sâlih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.”[41]
6-Hz.İbrahim
(a.s):
وَاِذِ
اِبْتَلَى
اِبْرَهِيمَ رَبُّهُ
بِكَلِمَاتٍ
فَاَتَمَّهُنَّ
قَالَ اِنِّى
جَاعِلُكَ
لِلنَّاسِ
اِمَامًا قَالَ
وَمِنْ
ذُرِّيَّتِى
قَالَ لاَ
يَنَالُ
عَهْدِى
الظَّالِمِينَ
“Bir zamanlar Rabbi
İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince:
Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da (önderler yap,
yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem)
buyurdu.”[42]
7-Hz.Lut
(a.s):
فَآمَنَ
لَهُ لُوطٌ
وَقَالَ
اِنِّى
مُهَاجِرٌ
اِلَى رَبِّى
اِنَّهُ هُوَ
الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Bunun
üzerine Lût ona iman etti ve (İbrahim): Doğrusu ben Rabbim'e(emrettiği yere)
hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir, dedi."[43]
8-Hz.İsmail
(a.s):
وَاذْكُرْ
فِى
الْكِتَابِ
اِسْمَعِيلَ
اِنَّهُ
كَانَ
صَادِقَ
الْوَعْدِ
وَكَانَ رَسُولاً
نَبِيًّا
“(Resûlüm!)
Kitapta İsmail'i de an. Gerçekten o, sözüne sâdıktı, resûl ve nebî idi.”[44]
9-Hz.İshak
(a.s):
فَلَمَّا
اعْتَزَلَهُمْ
وَمَا
يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ
اللهِ وَهَبْنَا
لَهُ
اِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ
وَكُلاًّ
جَعَلْنَا
نَبِيًّا
“Nihayet
İbrahim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa
çekildiği zaman biz ona İshak ve Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber
yaptık.”[45]
10-Hz.Yakup
(a.s):
فَلَمَّا
اعْتَزَلَهُمْ
وَمَا
يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ
اللهِ وَهَبْنَا
لَهُ اِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ
وَكُلاًّ
جَعَلْنَا
نَبِيًّا
“Nihayet İbrahim onlardan ve Allah'tan başka
taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve
Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.”[46]
11-Hz.Yusuf
(a.s):
وَكَذَلِكَ
يَجْتَبِيكَ
رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِنْ تَأْوِيلِ
اْلاَحَادِيثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ
وَعَلَى اَلِ
يَعْقُوبَ
كَمَا اَتَمَّهَا عَلَى
اَبَوَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
اِبْرَهِيمَ
وَاِسْحَقَ اِنَّ
رَبَّكَ
عَلِيمٌ
حَكِيمٌ
“İşte
böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek
ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve
Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir,
hikmet sahibidir.”[47]
12-Hz.Eyyüb
(a.s):
وَاذْكُرْ
عَبْدَنَآ
اَيُّوبَ
اِذْ نَادَى
رَبَّهُ
اَنِّى
مَسَّنِىَ
الشَّيْطَانُ
بِنُصْبٍ
وَعَذَابٍ
“(Resûlüm!)
Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet
verdi, diye seslenmişti."[48]
13-Hz.Zülkifli
(a.s):
وَاِسْمَعِيلَ
وَاِدْرِيسَ
وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ
مِنَ الصَّابِرِينَ
“İsmail'i, İdris'i ve
Zülkifi de (yâdet). Hepsi de sabreden kimselerdendi.”[49]
14-Hz.Şuayb
(a.s):
وَاِلَى مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ
شُعَيْبًا
قَالَ يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا
اللهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلَهٍ
غَيْرُهُ
قَدْ جَاءَ
تْكُمْ
بَيِّنَةٌ مِنْ
رَبِّكُمْ
فَاَوْفُوا
الْكَيْلَ
وَالْمِيزَانَ
وَلاَ
تَبْخَسُوا النَّاسَ
اَشْيَاءَ
هُمْ وَلاَ
تُفْسِدُوا
فِى
اْلاَرْضِ
بَعْدَ
اِصْلاَحِهَا
ذَلِكُمْ
خَيْرٌ
لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ
مُؤْمِنِينَ
“Medyen'e
de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin,
sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir;
artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin.
Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar iseniz
bunlar sizin için daha hayırlıdır.”[50]
15-Hz.Musa (a.s):
قَالَ
يَامُوسَى
اِنِّى
اصْطَفَيْتُكَ
عَلَى
النَّاسِ
بِرِسَالاَتِى
وَبِكَلاَمِى
فَخُذْ مَا
اَتَيْتُكَ
وَكُنْ مِنَ
الشَّاكِرِينَ
“(Allah)
Ey Musa! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni
insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.”[51]
16-Hz.Harun
(a.s):
وَاَخِى
هَرُونُ هُوَ
اَفْصَحُ
مِنِّى لِسَانًا
فَاَرْسِلْهُ
مَعِىَ رِدْء اً
يُصَدِّقُنِى
اِنِّى
اَخَافُ اَنْ
يُكَذِّبُونِ
“Kardeşim
Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı
olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından
endişe ediyorum.”[52]
17-Hz.Davud
(a.s):
وَرَبُّكَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ فِى
السَّمَوَاتِ
وَاْلاَرْضِ
وَلَقَدْ
فَضَّلْنَا
بَعْضَ النَّبِيِّينَ
عَلَى بَعْضٍ
وَاَتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
“Rabbin,
göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, peygamberlerin
kimini kiminden üstün kıldık; Davud'a da Zebur'u verdik.”[53]
18-Hz.Süleyman
(a.s):
وَوَرِثَ
سُلَيْمَنُ
دَاوُدَ وَقَالَ
يَآاَيُّهَا
النَّاسُ
عُلِّمْنَا مَنْطِقَ
الطَّيْرِ
وَاُوتِينَا
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ اِنَّ
هَذَا لَهُوَ
الْفَضْلُ
الْمُبِينُ
“Süleyman
Davud'a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her
şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur."[54]
19-Hz.İlyas
(a.s):
وَزَكَرِيَّا
وَيَحْيَى
وَعِيسَى
وَاِلْيَاسَ كُلٌّ
مِنَ الصَّالِحِينَ
“Zekeriyya,
Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi.”[55]
20-Hz.Elyas'a
(a.s):
وَاِسْمَعِيلَ
وَالْيَسَعَ
وَيُونُسَ وَلُوطًا
وَكُلاًّ
فَضَّلْنَا
عَلَى الْعَالَمِينَ
“İsmail,
Elyesa', Yunus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”[56]
21-Hz.Yunus
(a.s):
وَاِنَّ
يُونُسَ
لَمِنَ
الْمُرْسَلِينَ
“Doğrusu
Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.”[57]
22-Hz.Zekeriyya
(a.s):
ذَلِكَ
مِنْ
اَنْبَآءِ
الْغَيْبِ
نُوحِيهِ
اِلَيْكَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ يُلْقُونَ
اَقْلاَمَهُمْ
اَيُّهُمْ
يَكْفُلُ
مَرْيَمَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ
يَخْتَصِمُونَ
“(Resûlüm!)
Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir.
İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere
kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden)
çekişirken de yanlarında değildin.”[58]
23-Hz.Yahya
(a.s):
فَنَادَتْهُ
الْمَلَئِكَةُ
وَهُوَ
قَآئِمٌ
يُصَلِّى فِى
الْمِحْرَابِ
اَنَّ اللهَ
يُبَشِّرُكَ
بِيَحْيَى
مُصَدِّقًا
بِكَلِمَةٍ
مِنَ اللهِ
وَسَيِّدًا وَحَصُورًا
وَنَبِيًّا
مِنَ
الصَّالِحِينَ
“Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken
melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir
Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak
Yahya'yı müjdeler.”[59]
24-Hz.İsa
(a.s):
وَاِذْ
قَالَ عِيسَى
ابْنُ
مَرْيَمَ
يَابَنِى
اِسْرَآئِيلَ
اِنِّى
رَسُولُ
اللهِ اِلَيْكُمْ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْرَيةِ
وَمُبَشِّرًا
بِرَسُولٍ
يَأْتِى مِنْ
بَعْدِى اسْمُهُ
اَحْمَدُ
فَلَمَّا
جَآءَ هُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالُوا
هَذَا سِحْرٌ
مُبِينٌ
“Hatırla
ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden
önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir
peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık
deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler.”[60]
25-Hz.Muhammed
(a.s):
قَالَ
رَبِّ اَنّىَ
يَكُونُ لِى غُلاَمٌ
وَقَدْ
بَلَغَنِىَ
الْكِبَرُ
وَامْرَاَتِى
عَاقِرٌ
قَالَ كَذَلِكَ اللهُ
يَفْعَلُ مَا
يَشَآءُ
“Muhammed,
sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her
şeyi hakkıyla bilendir.”[61]
İhtilaflı
olan Peygamberler
26 -
Lokman (a.s):
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
لُقْمنَ
الْحِكْمَةَ
اَنِ اشْكُرْ
لِلّهِ
وَمَنْ
يَشْكُرْ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ
حَميدٌ *
وَاِذْ قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ يَعِظُهُ
يَا بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ اِنَّ
الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ
عَظيمٌ ()
وَوَصَّيْنَا
الْاِنْسَانَ
بِوَالِدَيْهِ
حَمَلَتْهُ
اُمُّهُ
وَهْنًا عَلى
وَهْنٍ
وَفِصَالُهُ
فى عَامَيْنِ
اَنِ اشْكُرْ
لى
“Zât-ı
uluhiyetime andolsun ki, Lokman'a Allah'a şükret diye hikmet verdik ve her kim
şükrederse ancak kendi nefsi için şükretmiş olur ve her kim de nankörlük ederse
süphe yok ki, Allah ganîdir, hamîddir.
“Ve yâd et o vakti ki, Lokman, oğluna
nasihat ederek ona demişti ki: "Allah'a şerik koşma, şüphe yok ki, şirk
elbette pek büyük bir zulümdür."[62]
27 - Zülkarneyn
(a.s):
وَيَسَْلُونَكَ
عَنْ ذِى
الْقَرْنَيْنِ
قُلْ
سَاَتْلُوا
عَلَيْكُمْ
مِنْهُ
ذِكْرًا
“Ve sana Zülkarneyn'den sual ediyorlar.
De ki: "O'na dair size kâfi bir haber hikâye edeceğim."[63]
28 -
Üzeyir (a.s)’dır.
وَقَالَتِ
الْيَهُودُ
عُزَيْرٌ
ابْنُ اللّهِ
وَقَالَتِ
النَّصَارَى
الْمَسيحُ ابْنُ
اللّهِ ذلِكَ
قَوْلُهُمْ
بِاَفْوَاهِهِمْ
يُضَاهِؤُنَ
قَوْلَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ قَبْلُ
قَاتَلَهُمُ
اللّهُ اَنّى
يُؤْفَكُونَ
“Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın
oğludur" dediler; hristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur"
dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr
edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da
çevriliyorlar?[64]
Peygamberlere İman
Tevhid
inancının temellerinden biri. Peygamber Farsça bir kelime olup; sözlükte, "haberci"
demektir. Arapça’daki "Nebî" ve "Resul" kelimelerinin
karşılığı olarak kullanılır. Bir terim olarak peygamber; Allah Teâlâ'nın,
kullarına isteklerini bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak
üzere seçtiği ve görevlendirdiği insanı ifade eder. Yeni bir kitap ve şeriat
getirmiş olan peygambere hem Nebî, hem de Resul denir. Yeni bir kitap
getirmeyip kendinden önceki peygamberin şeriatını devam ettiren, onunla amel
eden peygambere de sadece Nebî denir. Resulün çoğulu "rusûl";
Nebî'nin çoğulu ise "enbiyâ"dır. Ayet ve hadislerde Resul
karşılığında "mürsel" ve çoğulu "mürselûn" de
kullanılır.
Peygamberlere
inanmak, iman esaslarındandır. Yüce Allah, insanlardan bazılarını, diğer
insanlara müjdeleyici ve azabı haber verici elçiler olarak göndermiştir. Bu
elçiler insanların ihtiyaç duyacakları her şeyi onlara açıklamışlardır. İlk
peygamber, Hz. Âdem; son peygamber ise, Muhammed (a.s)'dır. Bu ikisi arasında
sayısını ancak Allah'ın bildiği kadar peygamberler, gelip geçmiştir. Kur'an-ı
Kerim'de yalnız yirmi beş peygamberin adı zikredilir. Âdem, İdris, Nuh, Hud,
Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun,
Davud, Süleyman, İlyas, El-Yesa', Zül-Kifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa ve
Muhammed (hepsine selâm olsun). Bir de Uzeyr, Lokman ve Zül-Karneyn'in isimleri
geçer ki, bu üçünün peygamber mi yoksa velî mi oldukları ihtilaflıdır.
Bazı
hadislerde peygamberlerin sayıları zikredilmişse de, bu konudaki hadisler âhâd
yoluyla geldiğinden, kesin delil sayılmamıştır. Çünkü peygamberleri bir sayı
ile sınırlandırmak, bu sayının dışında kalanları peygamber kabul etmemek
sonucuna götürür ki, bunun için kesin delil gerekir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulur:
وَرُسُلاً
قَدْ
قَصَصْنَاهُمْ
عَلَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
وَرُسُلاً
لَمْ
نَقْصُصْهُمْ
عَلَيْكَ
وَكَلَّمَ
اللهُ مُوسَى
تَكْلِيمًا
“Bir
kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.
Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.”[65]
Peygamberlerden beş tanesi
getirdikleri tevhîd dininin yerleşmesi için büyük sıkıntı ve cefalara
katlanmaları, üstün irade ve fazîletleri sebebiyle Ulûl-azm peygamber
sayılmışlardır. Bunlar; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.
Muhammed'tir.[66]
Allahu Teâlâ
her millete bir peygamber göndermiştir.
وَلَقَدْ
بَعَثْنَا فى
كُلِّ
اُمَّةٍ رَسُولًا
اَنِ
اعْبُدُوا
اللّهَ
وَاجْتَنِبُوا
الطَّاغُوتَ
فَمِنْهُمْ
مَنْ هَدَى
اللّهُ
وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ
عَلَيْهِ
الضَّلَالَةُ
فَسيرُوا فِى
الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُكَذِّبينَ
“Andolsun
ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri
için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru
yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de
görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!” [67]
Buna göre, hak ve batıl her
ümmetin önüne, bir elçi aracılığı ile serilmiş, Allah emir ve yasaklarını
onlara duyurmuştur. Ayetlerde şöyle buyurulur:
اِنْ
تَدْعُوهُمْ
لاَ
يَسْمَعُوا
دُعَآءَ كُمْ
وَلَوْ
سَمِعُوا مَا
اسْتَجَابُوا
لَكُمْ وَيَوْمَ
الْقِيَمَةِ
يَكْفُرُونَ
بِشِرْكِكُمْ
وَلاَ
يُنَبِّئُكَ
مِثْلُ
خَبِيرٍ
“Biz
seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka
bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.”[68]
وَلِكُلِّ
اُمَّةٍ
رَسُولٌ
فَاِذَا
جَاءَ رَسُولُهُمْ
قُضِىَ
بَيْنَهُمْ
بِالْقِسْطِ
وَهُمْ لاَ
يُظْلَمُونَ
“Her
ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle
hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez.”[69]
Bu elçi bazen
bir peygamber, bazen da peygamberin o kavmi irşad için görevlendirip gönderdiği
bir elçidir. Yasin Suresinde İsa (a.s) tarafından, gönderilen elçiler, Hz.
Muhammed'i dinledikten sonra kavimlerine giderek İslâm dinini tebliğ eden
cinler bunlar arasında sayılabilir.
Peygamberlere
imanın bütün peygamberleri kapsaması gerekir. Bir tanesine bile inanmamak
kişiyi dinin dışına çıkarır. Buna göre, iman yönüyle hiç bir peygamberi
diğerinden ayırdetmemek gerekir.[70] Ancak peygamberler arasında
resul veya nebî olma, daha faziletli bulunma gibi sebeplerle farklılık
olabilir. Her resul nebîdir, fakat her nebî resul değildir. Kur'an-ı Kerim'de
Hz. Muhammed'le İsmail aleyhisselâmın hem resul ve hem de nebî oldukları
belirtilir:
مَا كَانَ
مُحَمَّدٌ
اَبَآ اَحَدٍ
مِنْ رِجَالِكُمْ
وَلَكِنْ
رَسُولَ
اللهِ
وَخَاتَمَ
النَّبِيِّينَ
وَكَانَ اللهُ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَلِيمًا
“Muhammed,
sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[71]
وَاذْكُرْ
فِى
الْكِتَابِ
اِسْمَعِيلَ
اِنَّهُ
كَانَ
صَادِقَ
الْوَعْدِ وَكَانَ
رَسُولاً
نَبِيًّا
“(Resûlüm!)
Kitap'ta İsmail'i de an. Gerçekten o, sözüne sâdıktı, resûl ve nebî idi.”[72]
Peygamberlerin
en üstünü Hz. Muhammed, sonra ûlûl-azm diğer dört peygamber, daha sonra
resuller ve nebiler gelir. Bu duruma göre, Allah nezdinde bir peygamber,
peygamber olmayan bütün insan, melek ve cinlerden daha üstündür:
وَاِسْمَعِيلَ
وَالْيَسَعَ
وَيُونُسَ وَلُوطًا
وَكُلاًّ
فَضَّلْنَا
عَلَى الْعَالَمِينَ
“İsmail,
Elyesa', Yunus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”[73]
Peygamberlere,
sahip oldukları sıfatlarla birlikte inanmak gerekir. Onlar da bizim gibi birer
insan olmakla birlikte, Allah tarafından seçilmiş kimseler oldukları için,
diğer insanlardan ayrı bazı vasıfları vardır.
Son peygamber
Hz. Muhammed'tir. Kur'an-ı Kerim'de:
مَا كَانَ
مُحَمَّدٌ
اَبَآ اَحَدٍ
مِنْ رِجَالِكُمْ
وَلَكِنْ
رَسُولَ
اللهِ
وَخَاتَمَ
النَّبِيِّينَ
وَكَانَ
اللهُ
بِكُلِّ شَىْءٍ
عَلِيمًا
“Muhammed,
sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir”[74] buyurulur.
Bunun bir sonucu olarak Hz.
Peygamber'i diğerlerinden ayıran bazı özellikleri vardır:
a. Önceki
peygamberler yalnız bir şehre, bir kavme gönderilirken,[75] Hz. Muhammed gerek kendi
devrinde yaşayan ve gerekse kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa
peygamber olarak gönderilmiştir:
“Biz
seni başka bir maksatla değil, âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik."[76]
وَمَا
اَرْسَلْنَاكَ
اِلاَّ
كَافَّةً لِلنَّاسِ
بَشِيرًا
وَنَذِيرًا
وَلَكِنَّ اَكْثَرَ
النَّاسِ لاَ
يَعْلَمُونَ
“Biz
seni bütün insanlara bir rahmet müjdecisi ve azap habercisi olarak gönderdik."[77]
قُلْ يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنّى
رَسُولُ اللّهِ
اِلَيْكُمْ
جَميعًا
الَّذى لَهُ
مُلْكُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
لَااِلهَ اِلَّا
هُوَ يُحْي
وَيُميتُ
فَامِنُوا
بِاللّهِ
وَرَسُولِهِ
النَّبِىِّ
الْاُمِّىِّ
الَّذى
يُؤْمِنُ بِاللّهِ
وَكَلِمَاتِه
وَاتَّبِعُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ
“De ki:
Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan
Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise
Allah`a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır
iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız.”[78]
b. Diğer
peygamberlere verilen sahîfeler bugün elde mevcut olmadığı gibi; Tevrat, İncil
ve Zebur'un da orijinal nüshaları yok olmuş, eldeki nüshalar ise tahrife
uğramıştır. Halbuki Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an-ı Kerim hiç bir değişikliğe
uğramadan orijinal nüshalarıyla ve bu nüshalardan çoğaltılan şekilleriyle
günümüze intikal etmiştir. Çünkü Kur'an ilâhi koruma altındadır:
اِنَّا
نَحْنُ
نَزَّلْنَا
الذِّكْرَ
وَاِنَّا
لَهُ
لَحَافِظُونَ
“Kur’an'ı
kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[79]
c. Hz.
Muhammed son peygamber olunca, Kur'an da, toplumların kıyamete kadar ortaya
çıkacak ana problemlerine çözümler sunmak üzere en mükemmel şekilde gelmiştir.
Ayette:
الْيَوْمَ
اَكْمَلْتُ
لَكُمْ
دِينَكُمْ
“Bugün
size dininizi mükemmel hale getirdim"[80] buyurulur.
Peygamberlik
çalışılarak elde edilecek bir makam değildir. Ancak Allah Teâlâ tarafından
dilediği kimseye verilen bir rütbedir. Ayette şöyle buyurulur:
وَاِذَا
جَاءَتْهُمْ
ايَةٌ
قَالُوا لَنْ
نُؤْمِنَ
حَتّى نُؤْتى
مِثْلَ مَا
اُوتِىَ رُسُلُ
اللّهِ
اَللّهُ
اَعْلَمُ
حَيْثُ يَجْعَلُ
رِسَالَتَهُ
سَيُصيبُ
الَّذينَ اَجْرَمُوا
صَغَارٌ
عِنْدَ
اللّهِ
وَعَذَابٌ
شَديدٌ بِمَا
كَانُوا
يَمْكُرُونَ
“Onlara
bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe
kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi
bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından
aşağılık ve çetin bir azap erişecektir.”[81]
Buna göre,
peygamberlik kesbî değil vehbîdir. Ancak kadından, köleden ve yalancıdan
peygamber çıkmamıştır. Bu sonuncular şehid, sâlih ve velî (evliya) olabilirler.
Bugün ahlâksız, hatta inkârcı olan bir kimsenin yarın tevbe ederek, yapacağı
güzel ameller sonucu takvâ sahibi, salih bir insan, hatta Allah'ın çok sevdiği
bir velî olması mümkündür. Ashâb-ı Kiramdan bunun pek çok örnekleri vardır.
Cenab-ı Hak,
peygamberlerini tabiat kanunlarını yırtan birtakım mucizelerle desteklemiştir.
Asânın ejderha olması, ölüyü diriltmek, parmaklardan suyun fışkırması bunlar
arasında sayılabilir. Peygamberin ümmetinden bir ferdin elinde meydana gelen
böyle olağan üstü bir olaya da kerâmet denir.[82]
Hz.
Muhammed'in peygamber olduğunu gösteren çeşitli mucizeler vardır. İlki Kur'an-ı
Kerim'dir. Hz. Peygamber onunla, Arap olan ve olmayan bütün ediblere -bir
benzerini yapmalarını isteyerek- meydan okumuştur. Ancak buna hiç bir edibin gücü
yetmemiştir. Yüce Allah şöyle buyurur:
وَاِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ
مِمَّا
نَزَّلْنَا
عَلى
عَبْدِنَا
فَاْتُوا
بِسُورَةٍ مِنْ
مِثْلِه
وَادْعُوا
شُهَدَاءَ
كُمْ مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِقينَ
“Eğer
kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun
benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri
şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.”[83]
قُلْ لَئِنِ
اجْتَمَعَتِ
الْاِنْسُ
وَالْجِنُّ
عَلى اَنْ
يَاْتُوا
بِمِثْلِ
هذَا الْقُرْانِ
لَا
يَاْتُونَ
بِمِثْلِه
وَلَوْ كَانَ
بَعْضُهُمْ
لِبَعْضٍ ظَهيرًا
“De ki: Andolsun, bu
Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler,
birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”[84]
Bunu deneyen
bazı edibler olmuşsa da, sözleri Kur'an'ın fesâhat ve belâğatı yanında sönük ve
saçma kalmıştır. Yalancı peygamberlik iddia eden Müseyfime el-Kezzâb
bunlardandır.
Kur'an geçmiş
ve gelecek olaylara ait haber verir. Âd, Semud, Lût, Nuh ve İbrahim
peygamberlerle kavimlerine ait Kur'an'da yer alan haberleri gerçekte
okuma-yazma bilmeyen Hz. Muhammed'in bilmesi mümkün değildir.[85] Kur'an'ın geleceğe ait
haber verdiği şeyler aynen meydana çıkmıştır. Bizanslıları önce yendiği halde
İranlıların sonra mağlup olacağını Kur'an-ı Kerim bildirmiş ve zaman da onu
tasdik etmiştir.[86] Hz. Muhammed'in peygamberlikten önceki yüksek
ahlâkı ve yüce kişiliği de peygamberlik belirtilerindendir. Toplum ona, yalan
söylememesi ve güvenilir kişi olması nedeniyle
"Muhammed
el-Emîn"
lakabını vermiştir.
1-Cehennemin Yaratılışı ve Mahiyeti
2-Cennetin
Mahiyeti
3-Meleklerin
Mahiyeti
4-Cinlerin
Mahiyeti
5-Şeytanın Mahiyeti
6-İnsanın
Yaratılış Mahiyeti
7-Hz.Adem
(as)’ın Yaratılışı
8-Peygamberlik
9-Peygamberlerin
Gönderiliş Amacı
10-Gönderilen
Peygamberlerin Sayısı
11-Kur’an’da
Peygamberlerin Sayısının Azlığı
12-Kendilerine Kitap
İndirilen Peygamberler
13-Resul ve
Nebi
15-Peygamberlerin
Mucizeleri İle Bilim ve Teknoloji
16-Bilim,
Teknoloji ve Peygamberlerin Mucizeleri
-Okuma Parçası-
2.BÖLÜM
Yaratılış Gayesi
Allah,
kâinattaki bütün eşyayı bir hikmet ve nizam ile yaratmıştır. Bu nizam bir
gayeyi hedeflemekte olup yaratıcının bilinmesinin en önemli delilidir.
Kâinattaki nizam ve gaye, düşünce tarihi ile birlikte düşünen insanların
dikkatini çekmiştir. Sokrat ve Çiçeron kâinattaki nizam ve gayenin yaratıcının
delili olduğunu belirtmişlerdir. Varlıkların hikmeti ve nizamlı yaratılışı
İslâm düşünürlerinin de dikkatini çekmiş ve Allah'ın birliğine delil olarak
kullanılmıştır. Bu delili "hikmet ve inâyet" diye
isimlendirmişlerdir.
Filozof
el-Kindî, tabiatta müşahede edilen ve yaratıcı hikmetin enginliğini, lütuf ve
merhametinin sonsuzluğunu gösteren ahenk ve nizâmın, eşya arasında mevcut türlü
tesir ve tepkilerin yüksek gayelerinin bulunduğunu söyler. Âlemin nizâm ve
tertibe konulmasında, eşya ve hâdiselerin birbirine tesir icra etmesinde bir kısım
varlıkların bir kısmının emri altına girmesinde, âlemin en uygun ve en
yarayışlı tarzda yaratılmasında en sağlam tedbirin ve en yüce hikmetin yani
Allah'ın delilleri vardır.
Bütün
varlıkların yaratılış gayesi Allah'a kulluktur.[87] İnsanın, küçük canlıların,
nebatların, dağların, yeryüzünün ve semânın yaratılışı bir gayeye yöneliktir:
وَمَا
خَلَقْتُ
الْجِنَّ
وَالْاِنْسَ
اِلَّا
لِيَعْبُدُونِ
“Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[88]
Yaratılışın en yüce gayesi, Allah'a iman ve onu tanımaktır. Bütün
noksan sıfatlardan yüce ve en üstün sıfatlarla muttasıf olan Allah'ı, tanımak
ve ona kulluk borcunu yerine getirmek, gönül huzurunun kaynağıdır:
اَلَّذينَ
امَنُوا
وَتَطْمَئِنُّ
قُلُوبُهُمْ
بِذِكْرِ
اللّهِ اَلَا
بِذِكْرِ اللّهِ
تَطْمَئِنُّ
الْقُلُوبُ
"Onlar inanmışlardır. Allah'ı zikretmeleri sebebiyle kalbleri
huzura kavuşmuştur. Uyanık olun, kalbler ancak Allah'ı zikretmekle huzura
kavuşur."[89]
Cehennem: Arapça isim olan “cehennem”
günah işleyenlerin ve kafirlerin öldükten sonra gidecekleri yer, tamu. Çok
sıkıntılı yer. Çok uzak yer. Def olup gitmek, uzaklaşmak manasına gelir.
Kur’an-ı Kerim’de; cehennem yetmiş yedi (77) yerde geçmektedir.
Cehennem, bütünüyle kâfirler için yaratılmış, muvakkaten günahkâr
mü'minlerin de içine gireceği, 7 tabakaya ayrılmış sonsuz azap yeridir.
Yüce Allah (cc) buyurdu ki:
وَاِذَا
قِيلَ لَهُ
اتَّقِ اللهَ
اَخَذَتْهُ
الْعِزَّةُ
بِاْلاِثْمِ
فَحَسْبُهُ
جَهَنَّمُ
وَلَبِئْسَ
الْمِهَادُ
“Böylesine
"Allah'tan kork!" denilince benlik ve gurur kendisini günaha
sevkeder. (Ceza ve azap olarak) ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir!”[90]
اِنَّ
الَّذينَ
كَفَرُوا
لَنْ
تُغْنِىَ عَنْهُمْ
اَمْوَالُهُمْ
وَلَا
اَوْلَادُهُمْ
مِنَ اللّهِ
شَيًْا
وَاُولئِكَ
هُمْ وَقُودُ
النَّارِ
“Bilinmelidir
ki inkâr edenlerin ne malları ne de evlâtları Allah huzurunda kendilerine bir
fayda sağlayacaktır. İşte onlar cehennnemin yakıtıdır.”[91]
اِلاَّ
طَرِيقَ
جَهَنَّمَ
خَالِدِينَ
فِيهَا
اَبَدًا
وَكَانَ
ذَلِكَ عَلَى
اللهِ يَسِيرًا
“Ancak
orada ebedî kalmak üzere cehennem onları yoluna (iletecektir). Bu da Allah'a
çok kolaydır.”[92]
لَهُمْ
مِنْ
جَهَنَّمَ
مِهَادٌ
وَمِنْ فَوْقِهِمْ
غَوَاشٍ
وَكَذَلِكَ
نَجْزِى الظَّالِمِينَ
“Onlar
için cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler vardır. İşte zalimleri
böyle cezalandırırız!”[93]
وَلَقَدْ
ذَرَاْنَا
لِجَهَنَّمَ
كَثيرًا مِنَ
الْجِنِّ
وَالْاِنْسِ
لَهُمْ
قُلُوبٌ لَا
يَفْقَهُونَ
بِهَا
وَلَهُمْ
اَعْيُنٌ لَا
يُبْصِرُونَ
بِهَا
وَلَهُمْ
اذَانٌ لَا
يَسْمَعُونَ
بِهَا
اُولئِكَ
كَالْاَنْعَامِ
بَلْ هُمْ
اَضَلُّ
اُولئِكَ هُمُ
الْغَافِلُونَ
“Andolsun,
biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların
kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler;
kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha
da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”[94]
لِيَميزَ
اللّهُ
الْخَبيثَ
مِنَ
الطَّيِّبِ
وَيَجْعَلَ
الْخَبيثَ
بَعْضَهُ
عَلى بَعْضٍ
فَيَرْكُمَهُ
جَميعًا
فَيَجْعَلَهُ
فى جَهَنَّمَ
اُولئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ
“(Bu
toplama) Allah'ın murdarı temizden ayıklaması (mümini kâfirden ayırması) ve
bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak
cehenneme atması içindir. İşte onlar ziyana uğrayanların kendileridir.”[95]
يَوْمَ
يُحْمى
عَلَيْهَا فى
نَارِ
جَهَنَّمَ
فَتُكْوى
بِهَا
جِبَاهُهُمْ
وَجُنُوبُهُمْ
وَظُهُورُهُمْ
هذَا مَا كَنَزْتُمْ
لِاَنْفُسِكُمْ
فَذُوقُوا
مَا كُنْتُمْ
تَكْنِزُونَ
“(Bu
paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve
sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için
biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını)
tadın!"[96]
اَلَمْ
يَعْلَمُوا
اَنَّهُ مَنْ
يُحَادِدِ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
فَاَنَّ لَهُ
نَارَ جَهَنَّمَ
خَالِدًا فيهَا
ذلِكَ الْخِزْىُ
الْعَظيمُ
“(Hâla)
bilmediler mi ki, kim Allah ve Resûlüne karşı koyarsa elbette onun için, içinde
ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır.”[97]
وَعَدَ
اللّهُ
الْمُنَافِقينَ
وَالْمُنَافِقَاتِ
وَالْكُفَّارَ
نَارَ
جَهَنَّمَ خَالِدينَ
فيهَا هِىَ
حَسْبُهُمْ
وَلَعَنَهُمُ
اللّهُ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ مُقيمٌ
“Allah
erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedî kalacakları
cehennem ateşini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar
için devamlı bir azap vardır.”[98]
يَا
اَيُّهَا
النَّبِىُّ
جَاهِدِ
الْكُفَّارَ
وَالْمُنَافِقينَ
وَاغْلُظْ
عَلَيْهِمْ
وَمَاْويهُمْ
جَهَنَّمُ
وَبِئْسَ
الْمَصيرُ
“Ey
Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.
Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!”[99]
اَفَمَنْ
اَسَّسَ
بُنْيَانَهُ
عَلى تَقْوى
مِنَ اللّهِ
وَرِضْوَانٍ
خَيْرٌ اَمْ
مَنْ اَسَّسَ
بُنْيَانَهُ
عَلى شَفَا
جُرُفٍ هَارٍ
فَانْهَارَ
بِه فى نَارِ
جَهَنَّمَ
وَاللّهُ لَا
يَهْدِى
الْقَوْمَ الظَّالِمينَ
“Binasını
Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını
yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem
ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[100]
اِلَّا مَنْ
رَحِمَ
رَبُّكَ
وَلِذلِكَ
خَلَقَهُمْ
وَتَمَّتْ
كَلِمَةُ
رَبِّكَ لَاَمْلََنَّ
جَهَنَّمَ
مِنَ
الْجِنَّةِ
وَالنَّاسِ
اَجْمَعينَ
“Ancak
Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için
yarattı. Rabbinin, "Andolsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle
dolduracağım" sözü yerini buldu.”[101]
لِلَّذينَ
اسْتَجَابُوا
لِرَبِّهِمُ
الْحُسْنى
وَالَّذينَ
لَمْ يَسْتَجيبُوا
لَهُ لَوْ
اَنَّ لَهُمْ
مَا فِى الْاَرْضِ
جَميعًا
وَمِثْلَهُ
مَعَهُ
لَافْتَدَوْا
بِه اُولئِكَ
لَهُمْ سُوءُ
الْحِسَابِ
وَمَاْويهُمْ
جَهَنَّمُ
وَبِئْسَ
الْمِهَادُ
“İşte
Rablerinin emrine uyanlar için en güzel (mükâfat) vardır. Ona uymayanlara
gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında bir misli daha
kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka feda ederler. İşte onlar var
ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. [102]O ne kötü yataktır!”
وَاِنَّ
جَهَنَّمَ
لَمَوْعِدُهُمْ
اَجْمَعِينَ, لَهَا
سَبْعَةُ
اَبْوَابٍ
لِكُلِّ
بَابٍ مِنْهُمْ جُزْءٌ مَقْسُومٌ
“Muhakkak
cehennem, onların hepsine vâdolunan yerdir. Cehennemin yedi kapısı vardır.
Onlardan her kapı için birer gurup ayrılmıştır.”[103]
مَنْ كَانَ
يُريدُ
الْعَاجِلَةَ
عَجَّلْنَا
لَهُ فيهَا
مَانَشَاءُ
لِمَنْ
نُريدُ ثُمَّ
جَعَلْنَا
لَهُ
جَهَنَّمَ
يَصْليهَا مَذْمُومًا
مَدْحُورًا
“Belki
Rabbiniz size merhamet eder; fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz
de sizi yine cezalandırırız. Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık.
Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye
dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş
olarak gireceği cehenneme sokarız.”[104]
وَمَنْ يَهْدِ
اللّهُ
فَهُوَ
الْمُهْتَدِ
وَمَنْ يُضْلِلْ
فَلَنْ
تَجِدَ
لَهُمْ
اَوْلِيَاءَ
مِنْ دُونِه
وَنَحْشُرُهُمْ
يَوْمَ الْقِيمَةِ
عَلى
وُجُوهِهِمْ
عُمْيًا وَبُكْمًا
وَصُمًّا
مَاْويهُمْ
جَهَنَّمُ
كُلَّمَا
خَبَتْ
زِدْنَاهُمْ
سَعيرًا
“Allah
kime hidayet verirse, işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidayetten uzak
tutarsa, artık onlara, Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde
onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşrederiz. Onların varacağı ve
kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız.”[105]
وَعَرَضْنَا
جَهَنَّمَ
يَوْمَئِذٍ
لِلْكَافِرِينَ
عَرْضًا
“Ve,
gözleri beni görmeye kapalı bulunan, kulak vermeye de tahammül edemez olan
kâfirleri o gün cehennemle yüz yüze getirmişizdir.”[106]
وَنَسُوقُ الْمُجْرِمِينَ اِلَى جَهَنَّمَ وِرْدًا
“Günahkârları
da susuz olarak cehenneme süreceyiz.”[107]
اِنَّكُمْ
وَمَا
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِ اللهِ
حَصَبُ
جَهَنَّمَ
اَنْتُمْ
لَهَا وَارِدُونَ
“Siz ve
Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz.”[108]
اَلَّذِينَ
يُحْشَرُونَ
عَلَى
وُجُوهِهِمْ
اِلَى جَهَنَّمَ
اُولَئِكَ
شَرٌّ
مَكَانًا
وَاَضَلُّ
سَبِيلاً
“Yüzükoyun
cehenneme (sürülüp) toplanacak olanlar; işte onlar, yerleri en kötü, yolları en
sapık olanlardır.”[109]
وَالَّذِينَ
يَقُولُونَ
رَبَّنَا
اصْرِفْ
عَنَّا عَذَابَ
جَهَنَّمَ
اِنَّ
عَذَابَهَا
كَانَ غَرَامًا
“Ve
şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı
gelip geçici değil, devamlıdır.”[110]
يَسْتَعْجِلُونَكَ
بِالْعَذَابِ
وَاِنَّ
جَهَنَّمَ
لَمُحِيطَةٌ
بِالْكَافِرِينَ
“(Evet)
senden azabı çarçabuk (getirmeni) istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem
kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.”[111]
وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنِ
افْتَرَى
عَلَى اللهِ
كَذِبًا اَوْ
كَذَّبَ
بِالْحَقِّ لَمَّا
جَآءَ هُ
اَلَيْسَ فِى
جَهَنَّمَ مَثْوًى
لِلْكَافِرِينَ
“Allah'a
karşı yalan uyduran yahut kendisine hak gelmişken onu yalan sayandan daha
zalimi kimdir? Cehennemde kâfirlere yer mi yok!”[112]
وَلَوْ
شِئْنَا
لاَتَيْنَا
كُلَّ نَفْسٍ
هُدَيهَا
وَلَكِنْ
حَقَّ
الْقَوْلُ
مِنِّى لاَمْلئَنَّ
جَهَنَّمَ
مِنَ
الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ
اَجْمَعِينَ
“Biz
dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, "Cehennemi hem
cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım" diye benden kesin söz
çıkmıştır.”[113]
فَذُوقُوا
بِمَا
نَسِيتُمْ
لِقَآءَ يَوْمِكُمْ
هَذَا اِنَّا
نَسِينَاكُمْ
وَذُوقُوا
عَذَابَ
الْخُلْدِ
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
“(O gün
onlara şöyle diyeceğiz:) Bu güne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın
bakalım! Doğrusu biz de sizi unuttuk; yaptıklarınızdan ötürü ebedî azabı
tadın!”[114]
وَاَمَّا
الَّذينَ
فَسَقُوا
فَمَاْويهُمُ
النَّارُ
كُلَّمَا
اَرَادُوا
اَنْ
يَخْرُجُوا
مِنْهَا
اُعيدُوا
فيهَا وَقيلَ
لَهُمْ ذُوقُوا
عَذَابَ
النَّارِ
الَّذى
كُنْتُمْ بِه
تُكَذِّبُونَ
“Yoldan
çıkanlar ise, onların varacakları yer ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde
geri çevrilirler ve kendilerine: Yalandır deyip durduğunuz cehennem azabını
tadın! denir.”[115]
وَالَّذِينَ
كَفَرُوا
لَهُمْ نَارُ
جَهَنَّمَ
لاَ يُقْضَى
عَلَيْهِمْ
فَيَمُوتُوا وَلاَ
يُخَفَّفُ
عَنْهُمْ
مِنْ
عَذَابِهَا
كَذَلِكَ
نَجْزِى
كُلَّ
كَفُورٍ
“İnkâr
edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da
onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü
böyle cezalandırırız.”[116]
قِيلَ
ادْخُلُوآ
اَبْوَابَ
جَهَنَّمَ
خَالِدِينَ
فِيهَا
فَبِئْسَ
مَثْوَى
الْمُتَكَبِّرِينَ
“Onlara: İçinde ebedî kalacağınız cehennemin
kapılarından girin; kibirlenenlerin yeri ne kötü! denilir.”[117]
وَقَالَ
رَبُّكُمُ
ادْعُونِى
اَسْتَجِبْ لَكُمْ
اِنَّ
الَّذِينَ
يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتِى
سَيَدْخُلُونَ
جَهَنَّمَ
دَاخِرِينَ
“Rabbiniz
şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük
taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.”[118]
اُدْخُلُوا
اَبْوَابَ
جَهَنَّمَ
خَالِدِينَ
فِيهَا
فَبِئْسَ
مَثْوَى
الْمُتَكَبِّرِينَ
“İçinde
ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin dönüp
gidecekleri yer ne çirkindir!”[119]
اِنَّ
الْمُجْرِمِينَ
فِى عَذَابِ
جَهَنَّمَ
خَالِدُونَ
“Şüphesiz
suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklar.”[120]
يَوْمَ
نَقُولُ
لِجَهَنَّمَ
هَلِ امْتَلأْتِ
وَتَقُولُ
هَلْ مِنْ
مَزِيدٍ
“O gün
cehenneme "Doldun mu?" deriz. O da "Daha var mı?" der.”[121]
يَوْمَ
يُدَعُّونَ
اِلَى نَارِ جَهَنَّمَ
دَعًّا,
هَذِهِ
النَّارُ
الَّتِى
كُنْتُمْ
بِهَا تُكَذِّبُونَ
“O gün
cehennem ateşine itilip atılırlar : İşte yalanlayıp durduğunuz ateş
budur!" denilir.”[122]
وَاَنَّهُ
هُوَ اَضْحَكَ
وَاَبْكَى,
وَاَنَّهُ
هُوَ اَمَاتَ
وَاَحْيَا
“İşte
bu, suçluların yalanladıkları cehennemdir. Onlar, cehennemle kaynar su arasında
dolaşır dururlar.”[123]
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
الَّذينَ
نُهُوا عَنِ
النَّجْوى
ثُمَّ
يَعُودُونَ
لِمَا نُهُوا
عَنْهُ
وَيَتَنَاجَوْنَ
بِالْاِثْمِ
وَالْعُدْوَانِ
وَمَعْصِيَتِ
الرَّسُولِ
وَاِذَا
جَاؤُكَ حَيَّوْكَ
بِمَا لَمْ
يُحَيِّكَ
بِهِ اللّهُ وَيَقُولُونَ
فى
اَنْفُسِهِمْ
لَوْلَا يُعَذِّبُنَا
اللّهُ بِمَا
نَقُولُ
حَسْبُهُمْ
جَهَنَّمُ
يَصْلَوْنَهَا
فَبِئْسَ الْمَصيرُ
“Gizli
konuşmaktan menedildikten sonra yine o yasaklananı yapmaya kalkışarak günah,
düşmanlık ve Peygamber'e karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin
mi? Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah'ın selamlamadığı bir şekilde
selamlıyorlar. Kendi içlerinden de: Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize
azap etmesi gerekmez miydi? derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir.
Ne kötü dönüş yeridir orası!”[124]
وَلِلَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ
وَبِئْسَ
الْمَصِيرُ
“Rablerini
inkâr edenler için cehennem azabı vardır. O, ne kötü dönüştür!”[125]
اِنَّ
جَهَنَّمَ
كَانَتْ
مِرْصَادًا
“Şüphesiz,
cehennem pusuda beklemektedir.”[126]
وَاِذَا
الْجَحِيمُ
سُعِّرَتْ
“Cehennem
tutuşturulduğunda.”[127]
اِنَّ
الَّذِينَ
كَفَرُوا
مِنْ اَهْلِ
الْكِتَابِ
وَالْمُشْرِكِينَ
فِى نَارِ
جَهَنَّمَ
خَالِدِينَ
فِيهَا اُولَئِكَ
هُمْ شَرُّ
الْبَرِيَّةِ
“Ehl-i kitap ve müşriklerden
olan inkârcılar, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte
halkın en şerlileri onlardır.”[128]
Efendimiz (a.s)’ın Cehennemle ilgili Hadisler:
ـ
عن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
نَارُكُمُ
الّتِى تُقِدُونَ
جُزْءٌ مِنْ
سَبْعِينَ
جُزْءاً مِنْ
نَارِ
جَهَنَّمَ.
قَالُوا:
وَاللّهِ إنْ
كَانَتْ
لَكَافِيةً.
قَالَ:
فإنَّهَا
فُضِّلَتْ عَلَيْهَا
بِتِسْعَةٍ
وَسِتِّينَ
جُزْءً
كُلُّهَا
مِثْلُ
حَرِّهَا.
Hz.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Yaktığınız ateş var ya, bu cehennem ateşinin yetmiş cüzünden
bir cüzdür!" buyurmuştu. (Yanındakiler):"Zaten bu ateş, vallahi
(asileri cezalandırmaya ahirette) yeterliydi" dediler. Aleyhissalâtu
vesselâm:"Cehennem ateşi öbürüne altmış dokuz kat üstün kılındı. Her bir
kat'ın harareti, bunun mislindedir."[129]
ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أُوقِدَ عَلى
النَّارِ
ألْفُ سَنَةٍ حَتّى
احْمَرَّتْ.
ثُمَّ
أُوقِدَ
عَلَيْهَا
ألْفُ سَنَةٍ
حَتّى
ابْيَضَّتْ.
ثُمَّ اُوقِدَ
عَلَيْهَا
ألْفُ سَنَةٍ
حَتّى اسْوَدَّتْ.
فَهِىَ
سَوْدَاءٌ
مُظْلِمَةٌ.
Yine
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Cehennem ateşi bin yıl yakıldı. Öyle ki
kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl
daha yakıldı. Şimdi o siyah ve karanlıktır."[130]
ـ
وعن الخدْري
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لِسُرَادِقِ
النَّارِ أرْبَعُ
جُدُرٍ
كُثْفُ كُلِّ
جِدَارٍ
مَسِيرَةُ
أرْبَعِينَ
سَنَةً.
Ebu
Saidi'l-Hudrî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Cehennemi kuşatan surun dört (ayrı) duvarı vardır. Her duvarın
kalınlığı kırk yıllık
yürüme mesafesi kadardır."[131]
ـ
وعن الحسن
البصري قال:
قالَ
عُتْبَةُ بْن
غَزْوَانْ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
على مِنْبَرِ الْبَصْرَةِ:
إنَّ النّبيّ
# قَالَ: ]إنَّ
الصَّخْرَةَ
الْعَظِيمَةَ
لَتُلْقى
مِنْ شَفِيرِ
جَهَنَّمَ
فَتَهْوِى
سَبْعِينَ
عاماً مَا
تُفْضِى الى
قَرَارِهَا،
وَكَان
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ:
أكْثِرُوا
ذِكْرَ
النّارِ
فاِنَّ حَرَّهَا
شَديدٌ،
وَقَعْرُهَا
بَعِيدٌ، وَمَقَامِعُهَا
حَديدٌ.
Hasan
Basri (rahimehullah) anlatıyor: "Utbe İbnu Gazvan (radıyallahu anh),
Basra'da minberde (hutbe esnasında) dedi ki:"Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bize şöyle buyurmuşlardı: "Cehennemin kıyısından büyük bir taş
bırakıldı. Bu taş yetmiş yıl aşağı doğru düştü de henüz dibe ulaşmadı."(Utbe İbnu Gazvan,
devamla) der ki: "Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Ateşi çok zikredip
hatırlayın. Zira onun harareti pek şiddetlidir; derinliği çok fazladır,
çengelleri demirdendir" buyurdu."[132]
ـ
وعن أبي سعيد
الخدري
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
وَيْلُ وَادٍ
في جَهَنَّمَ
يَهْوى فيهِ
الْكَافِرُ
أرْبَعِينَ
خَرِيفاً قَبْلَ
أنْ يَبْلُغَ
قَعْرَهُ.
Ebu
Said el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Veyl, cehennemde bir vadidir. Kâfir orada, kırk
yıl batar da dibine ulaşamaz."[133]
ـ وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَوْ
أنَّ
قَطْرَةً مِنَ
الزَّقُّومِ
قُطِرَتْ في
الدُّنْيَا
‘فْسَدَتْ
عَلى أهْلِ
الدُّنْيَا
مَعَايِشَهُمْ.
فَكَيْفَ
بِمَنْ
يَكُونُ
طَعَامَهُمْ وَشَرابَهُمْ.
İbnu
Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Eğer zakkumdan, dünyaya tek damla damlatılacak olsa, bu
dünya ehlinin
yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği zakkumdan cehennemliğin
hali ne olur (anlayın)!"[134]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: اشْتَكَتِ
النّارُ الى
رَبِّهَا.
فقَالَتْ: يَا
رَبِّ أكَلَ
بَعْضِي
بَعْضاً،
فأذِنَ لَهَا
بِنَفَسَيْنِ.
نَفَسٍ في
الشِّتَاءِ
وَنَفسٍ في
الصَّيْفِ،
فَهُوَ
أشَدُّ مَا
تَجِدونَ
مِِنَ
الْحَرِّ،
وَأشَدُّ مَا
تَجِدُونَ
مِنَ
الزَّمْهَرِيرِ.
Hz.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Cehennem, Rabbine şikayet ederek: "Ey
Rabbim! Bir parçam diğer bir parçamı yemektedir" dedi. Bunun üzerine,
Allah Teala hazretleri ona, iki nefes almaya izin verdi; Bir nefes kışta, bir
nefes de yazda. (Yazdaki nefesi) sizin rastladığınız en şiddetli sıcaktır.
(Kıştaki nefesi de) sizin rastladığınız en şiddetli (soğuk olan)
zemherirdir."[135]
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَخْرُجُ
عُنُقٌ مِنَ
النَّارِ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
لَهُ
عَيْنَانِ
تُبْصِرَانِ
وَأُذُنَانِ
تَسْمَعَانِ
وَلِسَانٌ
يَنْطِقُ،
يَقُولُ:
إنِّى
وُكِّلْتُ
بِثَثَةٍ:
بِمَنْ دَعَا
مَعَ اللّهِ
إلهاً آخَرَ،
وَبِكُلِّ
جبّارٍٍ
عَنِيدٍ،
وَبِالْمُصَوِّرِينَ.
Yine
Ebu Hureyre anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Kıyamet günü, ateşten bir parça, boyun şeklinde uzanır .Bunun, gören
iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan iki dili vardır. Der ki: "Ben üç
takım (insanı cezalandırmak) için vazifelendirildim: Allah'la birlikte bir
başka ilaha dua eden kimse, bile bile zulmeden cebbar, tasvirciler."[136]
ـ وعن
ابنِ مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يُؤْتَى
بِجَهَنَّمَ
يَوْمَئِذٍ
لَهَا
سَبْعُونَ
ألْفَ زِمَامٍ،
مَعَ كُلِّ
زِمَامٍ
سَبْعُونَ
ألْفَ مَلَكٍ
يَجِرُّونَهَا.
İbnu
Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Kıyamet günü cehennem, yetmiş bin yuları olduğu halde
getirilir. Her yularında, onu çeken yetmiş bin melek vardır."[137]
ـ وعن
مُجاهد قال:
]قَالَ لى
ابْنِ عبّاسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما:
أتَدْرِى مَا
سعَةُ جَهَنَّمَ؟
قُلْتُ: َ.
قَال: أجَلْ،
وَاللّهِ مَا
تَدْري.
حَدَّثَتْنِي
عَائِشَةُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها
قالَتْ:
سَألْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # عَنْ
قَوْلهِ
تعالى:
وَا‘رْضُ
جَمِيعاً
قَبْضَتُهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
وَالسّمَوَاتُ
مَطْوِيّاتٌبِيَمِينِهِ.
قَالَتْ،
قُلْتُ: أيْنَ
يَكُونُ
النّاسُ؟
قَالَ: عَلى
جِسْرٍ جَهَنَّمَ.
Mücahid
anlatıyor: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) bana: "Cehennemin genişliği ne kadardır, biliyor musun?"
diye sordu. Ben: "Hayır!" deyince: "Doğru, Allah'a yemin
olsun, bilemezsin!" dedi ve ilave
etti: "Bana Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) dedi ki: Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a: وارضُ
جَميعاً
قَبْضَتُهُ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
وَالسّمواتُ
مَطْوِيّاتٌ
بِيمِينِهِ
"Kıyamet günü arz toptan O'nun bir
kabzasıdır (tam tasarrufundadır). Gökler de O'nun sağ eliyle dürülmüşlerdir"[138]
ayetinden sormuş ve:"Bu sırada insanlar nerede olurlar [ey Allah'ın
Resulü]" demiştim. Aleyhissalâtu vesselâm: "Cehennem
köprüsünde!" cevabını verdi."[139]
ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَمَّا
خَلَقَ اللّهُ
تعالى
الْجَنَّةَ
قَالَ
لِجِبْرِيلَ
عَلَيْهِ
السَّمُ:
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فقَالَ: وَعِزَّتِكَ
َ يَسْمَعُ
بِهَا أحَدٌ
إّ دَخَلَهَا.
فَحَفَّهَا
بِالْمَكَارِهِ.
ثُمَّ قَالَ اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا،
فَذهَبَ، فَنَظَر
إلَيْهَا.
فقَال:
وَعِزَّتِكَ
لَقَدْ
خَشِيْتُ أنْ
َ
يَدْخُلَهَا
أحَدٌ وَلَمّا
خَلَقَ
النّارَ
قَالَ
لِجِبْرِيلَ:
اِذْهَبْ
فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فقَالَ:
وَعِزَّتِكَ
َ يَسْمَعُ
بِهَا أحَدٌ
فَيَدْخُلُهَا.
فَحَفَّهَا
بِالشَّهَوَاتِ.
ثُمَّ قَالَ:
اِذْهَبْ،
فَانْظُرْ
إلَيْهَا.
فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ
إلَيْهَا.
فَلَمّا
رَجَعَ.
قَالَ:
وَعِزَّتِكَ
لَقَدْ
خَشِيْتُ أنْ
َ يَبْقى
أحَدٌ إَّ
دَخَلهَا.
Ebu
Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Allah Teala hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril
aleyhisselam'a: "Git
ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: "[Ey Rabbim!]
Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona
girecek!" dedi. (Allah Teala
hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra: "Hele git
ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra
da:"Korkarım, ona hiç kimse
girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail'e:"Git, bir de, şuna
bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve:"İzzetine yemin olsun,
işitenlerden kimse ona girmeyecektir!"
dedi. Allah Teala hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra
da:"Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü
zaman:"İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona
gireceğinden korkuyorm!" dedi."[140]
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَزَالُ
جَهَنَّمَ
يُلْقى فيهَا
وَتَقُولُ:
هَلْ مِنْ
مَزِيدٍ؟
حَتّى يَضَعَ
رَبُّ
الْعِزَّةِ
فيهَا قَدَمَهُ
فَيَزْوَى
بَعْضُهَا
الى بَعْضٍ. فَتَقُولُ:
قَطِ قَطِ
بِعِزَّتِكَ
وَكَرِمِكَ.
وََ يَزَالُ
في
الْجَنَّةِ
فَضْلٌ حَتّى
يَنْشِئَ
اللّهُ لَهَا
خَلْقاً
فَيُسْكِنُهُمْ
فَضْلَ
الْجَنَّةِ.
Yine
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Cehennem, içerisine asiler atıldıkça: "Daha var
mı?" demekten geri durmaz. Bu hal, Rabbu'l-İzze'nin cehennemin üzerine
ayağını koyup, iki yakasını dürüp birleştirmesine kadar devam eder. İşte o
zaman cehennem:"Yeter, yeter. İzzet ve keremine yemin olsun yeter!"
der. Cennette fazlalık devam eder. Allah, ona mahsus yeni bir halk yaratır ve
bunları cennetin fazla kısmına
yerleştirir."[141]
Her dinde mükâfat ve mücâzat
fikri vardır. Cennet ve Cehennem hakikatı, bu fikrin müşahhas şekilde
ifadesidir. Zira din, insanlar içindir. Mükâfat ve mücâzat ise, insanın
hamurunda var olan birer histir. İnsan gönlünden, bu hisleri kazıyıp atmak
mümkün değildir. Kudret eli insanı, hazzı sever ve elemden kaçar tıynette
yaratmıştır. Mükâfat insandaki hazzı arama meylinin, mücâzat da elemden kaçma
yaratılışının cevabıdır.
Kaldı ki dindarların yüksek
tabakaları, dinî vazifelerini yerine getirirken asla mükâfat ve mücâzat kaygısı
içinde değildirler. Yüksek seviyeli bir dindar için, iyilik ve adalet, Allah'ın
emridir. Bunu yerine getirmek ise, sırf kulun Hâlikına kulluk vazifesidir.
Zulüm ve kötülük de, Allah'ın yasak ettiği hareketlerdir. Bunlardan kaçınmak da
yine kulluk vazifesidir. Yüksek seviyeli dindar; zâhid ve müttekîdir,
ibâdetlerini sırf livechillâh yapar. Kıldığı namazın, tuttuğu orucun, verdiği
sadakanın mükâfatını beklemez ve bunu aklına bile getirmez.
Fakat bu zühd ve takvâ
derecesi herkesten beklenemez. Dindarların kalabalık kitlesini teşkil eden halk
tabakaları için, mükâfat ve mücâzat fikri zarurîdir. Çünkü bu fikir,
yaratılışta mevcut derin bir his hâlinde insanın hamurunda vardır. İnsan,
tabiatı itibariyle mükâfata meyleder ve mücâzattan kaçar. Dindeki Cennet ve
Cehennem akîdesi insanoğlunun bu fıtrî yapısına cevab verir.
Yüce Allah Kur’an-ı
Kerim’de:
وَقُلِ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَمَنْ شَاءَ
فَلْيُؤْمِنْ
وَمَنْ شَاءَ
فَلْيَكْفُرْ
اِنَّا
اَعْتَدْنَا
لِلظَّالِمينَ
نَارًا
اَحَاطَ
بِهِمْ
سُرَادِقُهَا
وَاِنْ يَسْتَغيثُوا
يُغَاثُوا
بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ
يَشْوِى
الْوُجُوهَ
بِئْسَ الشَّرَابُ
وَسَاءَتْ
مُرْتَفَقًا
“Ve de
ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz,
zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepe
çevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş
maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne
kötü bir kalma yeri!”[142]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: اشْتَكَتِ
النَّارُ إلى
رَبِّهَا،
فقَالَتْ:
رَبِّ أكَلَ
بَعْضِى بَعْضاً،
فأذِنَ لَهَا
بِنَفَسَيْنِ:
نَفَسٍ في
الشِّتَاءِ،
وَنفَسٍ في
الصَّيْفِ،
فَهُوَ
أشَدُّ مَا
تَجِدُونَ
مِنْ
الحَرِّ،
وَأشَدُّ مَا
تَجِدُونَ
مِنَ
الزَّمْهَرِيرِ.
Hz.
Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Cehennem, Rabbine şikâyet ederek dedi ki:
"Ey Rabbim, bir kısmım diğer kısmımı yiyor." Bunun üzerine ona iki
nefese izin verdi: Bir nefes, kışta, bir nefes de yazda. İşte bu (yaz nefesi),
en şiddetli şekilde hissettiğiniz hararettir. Öbürü de (kışta) en şiddetli bulduğunuz
soğuktur."[143]
İşte yüce
Rabbimiz, biz insanları şu fani alemde imtihana tabii kıldı. Eğer bizler
nefsimize uyar, haramları işler, Rabbimizden korkmaz, onu inkar edersek, her
türlü emrine karşı gidersek, boş ve beyhude şekilde, cehennemi yok sayarak yaşarsak
sonumuz ebedi hayatta cehennem olacaktır.
Mademki
kurtuluşumuz iman ile Allah'u Tealya ibadet ve itaatedir. bizlerde birer
Müslüman olarak hakkı ile dinimizin gereklerini yerine getirerek, Rabbimize
hakkı ile kulluk edip Resulüne layık ümmet olma şerefine ererek, dünyada zelil
ahirette rezil olmaktan beri oluruz.
Rabbim
bizleri ahirette cehennem yakıtı olan insanlar olmaktan cümle ümmeti ve inanan
kulları muhafaza eylesin...
Yüce Allah
(cc) Kur’an-ı Kerim’de cennet ile ilgili ayerler:
وَبَشِّرِ
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُواالصَّالِحَاتِ
اَنَّ لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَاالْاَنْهَارُ
كُلَّمَا رُزِقُوا
مِنْهَا مِنْ
ثَمَرَةٍ
رِزْقًا قَالُوا
هذَاالَّذى
رُزِقْنَا
مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا
بِه
مُتَشَابِهًا
وَلَهُمْ
فيهَا اَزْوَاجٌ
مُطَهَّرَةٌ
وَهُمْ فيهَا
خَالِدُونَ
“İman
edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu
müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe:
Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı
yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz
eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."[144]
وَالَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
اُولَئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
هُمْ فِيهَا
خَالِدُونَ
“İman
edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı
kalırlar.”[145]
اَمْ
حَسِبْتُمْ
اَنْ
تَدْخُلُوا
الْجَنَّةَ
وَلَمَّا
يَاْتِكُمْ
مَثَلُ
الَّذينَ خَلَوْا
مِنْ
قَبْلِكُمْ
مَسَّتْهُمُ
الْبَاْسَاءُ
وَالضَّرَّاءُ
وَزُلْزِلُوا
حَتّى
يَقُولَ
الرَّسُولُ
وَالَّذينَ
امَنُوا
مَعَهُ مَتى
نَصْرُ
اللّهِ اَلَا
اِنَّ نَصْرَ
اللّهِ
قَريبٌ
“(Ey
müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine
dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki
müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı
yakındır.”[146]
وَلَا
تَنْكِحُوا
الْمُشْرِكَاتِ
حَتّى يُؤْمِنَّ
وَلَاَمَةٌ
مُؤْمِنَةٌ
خَيْرٌ مِنْ
مُشْرِكَةٍ
وَلَوْ
اَعْجَبَتْكُمْ
وَلَا
تُنْكِحُوا
الْمُشْرِكينَ
حَتّى يُؤْمِنُوا
وَلَعَبْدٌ
مُؤْمِنٌ
خَيْرٌ مِنْ
مُشْرِكٍ
وَلَوْ
أَعْجَبَكُمْ
اُولئِكَ
يَدْعُونَ
اِلَى
النَّارِ
وَاللّهُ
يَدْعُوا اِلَى
الْجَنَّةِ
وَالْمَغْفِرَةِ
بِاِذْنِه
وَيُبَيِّنُ
ايَاتِه
لِلنَّاسِ
لَعَلَّهُمْ
يَتَذَكَّرُونَ
“İman
etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir
kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest
erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir
kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar (müşrikler) cehenneme
çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah,
düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar.”[147]
قُلْ
اَؤُنَبِّئُكُمْ
بِخَيْرٍ
مِنْ ذلِكُمْ
لِلَّذينَ
اتَّقَوْا
عِنْدَ
رَبِّهِمْ
جَنَّاتٌ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا وَاَزْوَاجٌ
مُطَهَّرَةٌ
وَرِضْوَانٌ
مِنَ اللّهِ
وَاللّهُ
بَصيرٌ
بِالْعِبَادِ
“(Resûlüm!)
De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri
yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler
ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.”[148]
وَسَارِعُوآ
اِلَى
مَغْفِرَةٍ
مِنْ رَبِّكُمْ
وَجَنَّةٍ
عَرْضُهَا السَّمَوَاتُ
وَاْلاَرْضُ
اُعِدَّتْ
لِلْمُتَّقِينَ
“Rabbinizin
bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar
olan cennete koşun!”[149]
اُولَئِكَ
جَزَآؤُهُمْ
مَغْفِرَةٌ
مِنْ رَبِّهِمْ
وَجَنَّاتٌ
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهَا
اْلاَنْهَارُ
خَالِدِينَ
فِيهَا
وَنِعْمَ
اَجْرُ الْعَامِلِينَ
“İşte
onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan,
içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne
güzeldir!”[150]
كُلُّ
نَفْسٍ
ذَائِقَةُ
الْمَوْتِ وَاِنَّمَا
تُوَفَّوْنَ
اُجُورَكُمْ
يَوْمَ
الْقِيمَةِ
فَمَنْ
زُحْزِحَ
عَنِ النَّارِ
وَاُدْخِلَ
الْجَنَّةَ
فَقَدْ فَازَ وَمَاالْحَيوةُ
الدُّنْيَا
اِلَّامَتَاعُ
الْغُرُورِ
“Her
canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günnü yaptıklarınızın karşılığı size
tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o,
gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir
şey değildir.”[151]
لَتُبْلَوُنَّ
فِى
اَمْوَالِكُمْ
وَاَنْفُسِكُمْ
وَلَتَسْمَعُنَّ
مِنَ
الَّذِينَ
اُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ
قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ
اَشْرَكُوآ
اَذًى
كَثِيرًا وَاِنْ
تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا
فَاِنَّ
ذَلِكَ مِنْ
عَزْمِ اْلاُمُورِ
“Fakat
Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olarak,
altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları cennetler vardır. İyi
kişiler için Allah katındaki (nimetler) daha hayırlıdır.”[152]
تِلْكَ
حُدُودُ
اللهِ وَمَنْ
يُطِعِ اللهَ وَرَسُولَهُ
يُدْخِلْهُ
جَنَّاتٍ
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهَا
اْلاَنْهَارُ
خَالِدِينَ
فِيهَا
وَذَلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظِيمُ
“Bunlar,
Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah
onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı
kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.”[153]
وَالَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
سَنُدْخِلُهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا
لَهُمْ فيهَا
اَزْوَاجٌ
مُطَهَّرَةٌ
وَنُدْخِلُهُمْ
ظِلًّا
ظَليلًا
“İnanıp;
iyi işler yapanları da, içinde ebediyen kalmak üzere girecekleri, zemininden
ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve
onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız.”[154]
وَالَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
سَنُدْخِلُهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا
وَعْدَ
اللّهِ
حَقًّا
وَمَنْ اَصْدَقُ
مِنَ اللّهِ
قيلًا
“İman
eden ve iyi işler yapanları, içinde ebedî kalmak üzere, zemininden ırmaklar
akan cennetlere koyacağız. Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak vâdetti.
Söz verme ve onu tutma bakımından kim Allah'tan daha doğru olabilir?”[155]
وَمَنْ
اَحْسَنُ
دِينًا
مِمَّنْ
اَسْلَمَ
وَجْهَهُ
لِلَّهِ
وَهُوَ
مُحْسِنٌ
وَاتَّبَعَ مِلَّةَ
اِبْرَهِيمَ
حَنِيفًا
وَاتَّخَذَ اللهُ
اِبْرَهِيمَ
خَلِيلاً
“Erkek
olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar
cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.”[156]
وَلَقَدْ
اَخَذَ
اللّهُ
ميثَاقَ بَنى
اِسْرَائلَ
وَبَعَثْنَا
مِنْهُمُ
اثْنَىْ عَشَرَ
نَقيبًا
وَقَالَ
اللّهُ اِنّى
مَعَكُمْ
لَئِنْ
اَقَمْتُمُ
الصَّلوةَ
وَاتَيْتُمُ
الزَّكوةَ
وَامَنْتُمْ
بِرُسُلى
وَعَزَّرْتُمُوهُمْ
وَاَقْرَضْتُمُ
اللّهَ
قَرْضًا
حَسَنًا
لَاُكَفِّرَنَّ
عَنْكُمْ
سَيَِّاتِكُمْ
وَلَاُدْخِلَنَّكُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ
فَمَنْ
كَفَرَ
بَعْدَ ذلِكَ
مِنْكُمْ
فَقَدْ ضَلَّ
سَوَاءَ
السَّبيلِ
“Andolsun
ki Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden on iki de
başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: Ben sizinle beraberim. Eğer
namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları
desteklerseniz ve Allah'a güzel borç verirseniz (ihtiyacı olanlara Allah rızası
için faizsiz borç verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi,
zemininden ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr
yolunu tutarsa doğru yoldan sapmış olur.”[157]
لَقَدْ
كَفَرَ
الَّذينَ
قَالُوا
اِنَّ اللّهَ
هُوَ
الْمَسيحُ ابْنُ
مَرْيَمَ
وَقَالَ
الْمَسيحُ
يَا بَنى اِسْرَائلَ
اعْبُدُوا
اللّهَ رَبّى
وَرَبَّكُمْ
اِنَّهُ مَنْ
يُشْرِكْ
بِاللّهِ فَقَدْ
حَرَّمَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
الْجَنَّةَ وَمَاْويهُ
النَّارُ
وَمَا
لِلظَّالِمينَ
مِنْ
اَنْصَارٍ
“Andolsun
ki "Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh'tir" diyenler kâfir
olmuşlardır. Halbuki Mesîh "Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan
Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona
cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur"
demişti.”[158]
قَالَ
اللّهُ هذَا
يَوْمُ
يَنْفَعُ
الصَّادِقينَ
صِدْقُهُمْ
لَهُمْ
جَنَّاتٌ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ فيهَا
اَبَدًا
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُمْ وَرَضُوا
عَنْهُ ذلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
“(Bu
konuşmadan sonra) Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının
fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar
akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı
olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.”[159]
اِنَّ
الَّذينَ
كَذَّبُوا
بِايَاتِنَا
وَاسْتَكْبَرُوا
عَنْهَا لَا
تُفَتَّحُ
لَهُمْ اَبْوَابُ
السَّمَاءِ
وَلَا
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ
حَتّى يَلِجَ
الْجَمَلُ فى
سَمِّ الْخِيَاطِ
وَكَذلِكَ
نَجْزِى
الْمُجْرِمينَ
“Bizim
âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte
onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar
cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!”[160]
وَالَّذِينَ
اَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لاَ
نُكَلِّفُ
نَفْسًا
اِلاَّ
وُسْعَهَا اُولَئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
هُمْ فِيهَا
خَالِدُونَ
“İnanıp
da iyi işler yapanlara gelince -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir vazife
yüklemeyiz- işte onlar, cennet ehlidir. Orada onlar ebedî kalacaklar.”[161]
وَنَادى
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
اَصْحَابَ النَّارِ
اَنْ قَدْ
وَجَدْنَا
مَا
وَعَدَنَا
رَبُّنَا
حَقًّا
فَهَلْ
وَجَدْتُمْ
مَاوَعَدَ رَبُّكُمْ
حَقًّا
قَالُوا
نَعَمْ
فَاَذَّنَ
مُؤَذِّنٌ
بَيْنَهُمْ
اَنْ
لَعْنَةُ اللّهِ
عَلَى
الظَّالِمينَ
“Cennet
ehli cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de
Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir.
"Evet!" derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah'ın lâneti
zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.”[162]
وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌ
وَعَلَى
اْلاَعْرَافِ رِجَالٌ
يَعْرِفُونَ
كُلاًّ بِسِيمَيهُمْ
وَنَادَوْا
اَصْحَابَ الْجَنَّةِ
اَنْ سَلاَمٌ
عَلَيْكُمْ
لَمْ يَدْخُلُوهَا
وَهُمْ
يَطْمَعُونَ
“İki
taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'râf üzerinde de
herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri
halde (girmeyi) umarak cennet ehline: "Selâm size!" diye
seslenirler.”[163]
يُبَشِّرُهُمْ
رَبُّهُمْ
بِرَحْمَةٍ
مِنْهُ
وَرِضْوَانٍ
وَجَنَّاتٍ
لَهُمْ فِيهَا
نَعِيمٌ
مُقِيمٌ
“Rableri
onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez
nimetler bulunan cennetler müjdeler.”[164]
خَالِدِينَ
فِيهَا
اَبَدًا
اِنَّ اللهَ
عِنْدَهُ
اَجْرٌ
عَظِيمٌ
“Onlar
orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.”[165]
وَعَدَ
اللّهُ
الْمُؤْمِنينَ
وَالْمُؤْمِنَاتِ
جَنَّاتٍ تَجْرى
مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
وَمَسَاكِنَ
طَيِّبَةً فى
جَنَّاتِ
عَدْنٍ
وَرِضْوَانٌ
مِنَ اللّهِ
اَكْبَرُ
ذلِكَ هُوَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
“Allah,
mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar
akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah'ın rızası
ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”[166]
اَعَدَّ اللهُ
لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهَا
اْلاَنْهَارُ
خَالِدِينَ
فِيهَا ذَلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظِيمُ
“Allah,
onlara içinde ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler
hazırlamıştır. İşte büyük kazanç budur.”[167]
وَالسَّابِقُونَ
الْاَوَّلُونَ
مِنَ الْمُهَاجِرينَ
وَالْاَنْصَارِ
وَالَّذينَ اتَّبَعُوهُمْ
بِاِحْسَانٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُمْ
وَرَضُوا
عَنْهُ
وَاَعَدَّ
لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى
تَحْتَهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا
ذلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
“(İslâm
dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle
tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da
Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden
ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”[168]
اِنَّ
الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
يَهْدِيهِمْ
رَبُّهُمْ
بِاِيمَانِهِمْ
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهِمُ
اْلاَنْهَارُ
فِى جَنَّاتِ
النَّعِيمِ
“İman
edip güzel işler yapanlara gelince, imanları sebebiyle Rableri onları nimet
dolu cennetlerde, alt tarafından ırmaklar akan (saraylara) erdirir.”[169]
دَعْوَيهُمْ
فِيهَا
سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
وَتَحِيَّتُهُمْ
فِيهَا
سَلاَمٌ
وَاَخِرُ
دَعْوَيهُمْ
اَنِ
الْحَمْدُ لِلَّهِ
رَبِّ
الْعَالَمِينَ
“Onların
oradaki duası: "Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!"
(sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise
"selâm" dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi
Allah'a mahsustur.”[170]
لِلَّذِينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ وَلاَ يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ
وَلاَ
ذِلَّةٌ
اُولَئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
هُمْ فِيهَا
خَالِدُونَ
“Güzel
davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne
bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet
ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.”[171]
اِنَّ
الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
وَاَخْبَتُوا
اِلَى رَبِّهِمْ
اُولَئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِ
هُمْ فِيهَا
خَالِدُونَ
“İnanıp
da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar
cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar.”[172]
وَاَمَّا
الَّذِينَ
سُعِدُوا
فَفِى الْجَنَّةِ
خَالِدِينَ
فِيهَا مَا
دَامَتِ السَّمَوَاتُ
وَاْلاَرْضُ اِلاَّ
مَا شَاءَ
رَبُّكَ
عَطَاءً
غَيْرَ مَجْذُوذٍ
“Mutlu
olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve
yer durdukça onlar da orada ebedî kalacaklardır. Bu (nimetler) bitmez, tükenmez
bir lütuftur.”[173]
جَنَّاتُ
عَدْنٍ
يَدْخُلُونَهَا
وَمَنْ
صَلَحَ مِنْ
ابَائِهِمْ
وَاَزْوَاجِهِمْ
وَذُرِّيَّاتِهِمْ
وَالْمَلئِكَةُ
يَدْخُلُونَ
عَلَيْهِمْ
مِنْ كُلِّ
بَابٍ ()
سَلَامٌ
عَلَيْكُمْ
بِمَا صَبَرْتُمْ
فَنِعْمَ
عُقْبَى
الدَّارِ
“(O
yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih
olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına
varacaklardır. (Melekler:) Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya
yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir! (derler.)”[174]
مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِى وُعِدَ الْمُتَّقُونَ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ اُكُلُهَا دَآئِمٌ وَظِلُّهَا تِلْكَ عُقْبَى الَّذِينَ اتَّقَوْا وَعُقْبَى
الْكَافِرِينَ
النَّارُ
“Takvâ
sahiplerine vâdolunan cennetin özelliği (şudur): Onun zemininden ırmaklar akar.
Yemişleri ve gölgesi süreklidir. İşte bu, (kötülüklerden) sakınanların (mutlu)
sonudur. Kâfirlerin sonu ise ateştir.”[175]
وَاَمَّا
الَّذِينَ
سُعِدُوا
فَفِى الْجَنَّةِ
خَالِدِينَ
فِيهَا مَا
دَامَتِ السَّمَوَاتُ
وَاْلاَرْضُ اِلاَّ
مَا شَاءَ
رَبُّكَ
عَطَاءً
غَيْرَ مَجْذُوذٍ
“İman
edip de iyi işler yapanlar, Rablerinin izniyle içinde ebedî kalacakları ve
zemininden ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Orada (birbirleriyle)
karşılaştıkça söyledikleri "selam" dır.”[176]
اِنَّ الْمُتَّقِينَ فِى جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
“(Allah'ın
azabından korkup rahmetine sığınan) takvâ sahipleri, mutlaka cennetlerde ve
pınar başlarında olacaklar.”[177]
جَنَّاتُ
عَدْنٍ
يَدْخُلُونَهَا
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهَا
اْلاَنْهَارُ
لَهُمْ فِيهَا
مَا
يَشَاؤُنَ
كَذَلِكَ
يَجْزِى
اللهُ الْمُتَّقِينَ
“(O
yurt,) girecekleri, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar için
orada kendilerine diledikleri her şey vardır. İşte Allah, takvâ sahiplerini
böyle mükâfatlandırır.”[178]
اَلَّذِينَ
تَتَوَفَّيهُمُ
الْمَلَئِكَةُ
طَيِّبِينَ
يَقُولُونَ
سَلاَمٌ
عَلَيْكُمُ
ادْخُلُوا
الْجَنَّةَ
بِماَ كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
“(Onlar,)
meleklerin, "Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık
cennete girin" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.”[179]
اُولئِكَ
لَهُمْ
جَنَّاتُ
عَدْنٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهِمُ
الْاَنْهَارُ
يُحَلَّوْنَ
فيهَا مِنْ
اَسَاوِرَ
مِنْ ذَهَبٍ
وَيَلْبَسُونَ
ثِيَابًا
خُضْرًا مِنْ
سُنْدُسٍ
وَاِسْتَبْرَقٍ
مُتَّكِينَ
فيهَا عَلَى
الْاَرَائِكِ
نِعْمَ
الثَّوَابُ
وَحَسُنَتْ
مُرْتَفَقًا
“İşte
onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde
tahtlar üzerine kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın
dîbâdan yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!”[180]
اِنَّ
الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
كَانَتْ
لَهُمْ
جَنَّاتُ
الْفِرْدَوْسِ
نُزُلاً,
خَالِدِينَ
فِيهَا لاَ
يَبْغُونَ
عَنْهَا حِوَلاً
“İman
edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs
cennetleri vardır. Orada ebedî kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler.”[181]
اِلاَّ
مَنْ تَابَ
وَاَمَنَ
وَعَمِلَ صَالِحًا
فَاُولَئِكَ
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ
وَلاَ
يُظْلَمُونَ
شَيْئًا
“Ancak tevbe edip, iman eden ve iyi davranışta
bulunan kimseler hariçtir. Bunlar, cennete, girecekler. Ve hiç bir haksızlığa
uğratılmayacaklardır.”[182]
تِلْكَ
الْجَنَّةُ
الَّتِى نُورِثُ
مِنْ
عِبَادِنَا
مَنْ كَانَ
تَقِيًّا
“Kullarımızdan,
takvâ sahibi kimselere verdiğimiz cennet işte budur.”[183]
جَنَّاتُ
عَدْنٍ
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهَا اْلاَنْهاَرُ
خَالِدِينَ
فِيهَا
وَذَلِكَ جَزَؤُا
مَنْ
تَزَكَّى
“İçinde
ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların
mükâfatı budur.”[184]
لاَ
يَسْمَعُونَ
حَسِيسَهَا
وَهُمْ فِى مَا
اشْتَهَتْ اَنْفُسُهُمْ خَالِدُونَ, لاَ
يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ اْلاَكْبَرُ
وَتَتَلَقَّيهُمُ
الْمَلَئِكَةُ
هَذَا
يَوْمُكُمُ
الَّذِى
كُنْتُمْ تُوعَدُونَ
“Bunlar
onun uğultusunu duymazlar; gönüllerinin dilediği nimetler içinde ebedî
kalırlar. En büyük dehşet dahi onları tasalandırmaz. Melekler kendilerini şöyle
karşılar: İşte bu size vâdedilmiş olan (mutlu) gününüzdür.”[185]
اِنَّ اللهَ
يُدْخِلُ الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
جَنَّاتٍ
تَجْرِى مِنْ
تَحْتِهَا
اْلاَنْهَارُ
اِنَّ اللهَ يَفْعَلُ
مَا يُرِيدُ
“Muhakkak
ki Allah, iman edip iyi davranışlarda bulunan kimseleri, zemininden ırmaklar
akan cennetlere kabul eder. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.”[186]
اِنَّ
اللّهَ
يُدْخِلُ
الَّذينَ
امَنُوا وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
يُحَلَّوْنَ
فيهَا مِنْ
اَسَاوِرَ
مِنْ ذَهَبٍ
وَلُؤْلُؤًا
وَلِبَاسُهُمْ
فيهَا حَريرٌ
“Muhakkak
ki Allah, iman edip iyi davranışlarda bulunanları, zemininden ırmaklar akan
cennetlere kabul eder. Bunlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler.
Orada giyecekleri ise ipektir.”[187]
وَاُزْلِفَتِ
الْجَنَّةُ
لِلْمُتَّقِينَ
“(O
gün) cennet, takvâ sahiplerine yaklaştırılır.”[188]
وَالَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
لَنُبَوِّئَنَّهُمْ
مِنَ
الْجَنَّةِ
غُرَفًا تَجْرِى
مِنْ
تَحْتِهَا
اْلاَنْهَارُ
خَالِدِينَ
فِيهَا
نِعْمَ
اَجْرُ
الْعَامِلِينَ
“İman
edip güzel işler yapanları, (evet) muhakkak ki onları, içinde ebedî kalmak
üzere altlarından ırmaklar akan cennet köşklerine yerleştireceğiz. (Böyle iyi)
işler yapanların mükâfatı ne güzeldir!”[189]
اِنَّ
الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
لَهُمْ
جَنَّاتُ
النَّعِيمِ,
خَالِدِينَ
فِيهَا
وَعْدَ اللهِ
حَقًّا وَهُوَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
“Şüphesiz,
iman edip de güzel davranışlarda bulunanlar için, nimetleri bol cennetler
vardır. Orada ebedi kalacaklardır. Bu, Allah'ın verdiği gerçek sözdür. O,
mutlak güç ve hikmet sahibidir.”[190]
اَمَّا
الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
فَلَهُمْ
جَنَّاتُ
الْمَأْوَى
نُزُلاً
بِمَا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
“İman
edip de, iyi işler yapanlara gelince, onlar için yaptıklarına karşılık olarak
varıp kalacakları cennet konakları vardır.”[191]
اَلَّذِى
اَحَلَّنَا
دَارَ
الْمُقَامَةِ
مِنْ
فَضْلِهِ لاَ
يَمَسُّنَا
فِيهَا نَصَبٌ
وَلاَ
يَمَسُّنَا
فِيهَا
لُغُوبٌ
“(Onların
mükâfatı), içine girecekleri Adn cennetleridir. Orada altın bilezikler ve
incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseleri de ipektir.”[192]
اِنَّ
اَصْحَابَ
الْجَنَّةِ
الْيَوْمَ فِى شُغُلٍ
فَاكِهُونَ
“O gün
cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler.”[193]
جَنَّاتِ
عَدْنٍ
مُفَتَّحَةً
لَهُمُ اْلاَبْوَابُ
“Kapıları
yalnızca kendilerine açılmış Adn cennetleri vardır.”[194]
مَنْ
عَمِلَ
سَيِّئَةً
فَلَا يُجْزى
اِلَّا
مِثْلَهَا
وَمَنْ
عَمِلَ
صَالِحًا
مِنْ ذَكَرٍ
اَوْ اُنْثى
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ
فَاُولئِكَ يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ
يُرْزَقُونَ
فيهَا
بِغَيْرِ
حِسَابٍ
“Kim
bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek, mümin
olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız
rızık verilecektir.”[195]
اِنَّ
اللّهَ
يُدْخِلُ
الَّذينَ
امَنُوا وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
وَالَّذينَ
كَفَرُوا
يَتَمَتَّعُونَ
وَيَاْكُلُونَ
كَمَا
تَاْكُلُ
الْاَنْعَامُ
وَالنَّارُ
مَثْوًى
لَهُمْ
“Muhakkak
ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi
yerler. Onların yeri ateştir.”[196]
مَثَلُ
الْجَنَّةِ
الَّتى
وُعِدَ
الْمُتَّقُونَ
فيهَا
اَنْهَارٌ
مِنْ مَاءٍ غَيْرِ
اسِنٍ
وَاَنْهَارٌ
مِنْ لَبَنٍ
لَمْ يَتَغَيَّرْ
طَعْمُهُ
وَاَنْهَارٌ
مِنْ خَمْرٍ
لَذَّةٍ
لِلشَّارِبينَ
وَاَنْهَارٌ
مِنْ عَسَلٍ
مُصَفًّى
وَلَهُمْ
فيهَا مِنْ
كُلِّ
الثَّمَرَاتِ
وَمَغْفِرَةٌ
مِنْ رَبِّهِمْ
كَمَنْ هُوَ
خَالِدٌ فِى
النَّارِ
وَسُقُوا
مَاءً حَميمًا
فَقَطَّعَ
اَمْعَاءَهُمْ
“Müttakîlere
vâdolunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı
değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme
baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Rablerinden de
bağışlama vardır. Hiç bu, ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça
edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?”[197]
لِيُدْخِلَ
الْمُؤْمِنينَ
وَالْمُؤْمِنَاتِ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ فيهَا
وَيُكَفِّرَ
عَنْهُمْ
سَيَِّاتِهِمْ
وَكَانَ
ذلِكَ عِنْدَ
اللّهِ
فَوْزًا عَظيمًا
“(Bütün
bu lütuflar) mümin erkeklerle mümin kadınları, içinde ebedî kalacakları,
zemininden ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi
içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.”[198]
وَلِمَنْ
خَافَ
مَقَامَ
رَبِّه
جَنَّتَانِ ()
فَبِاَىِّ
الَاءِ
رَبِّكُمَا
تُكَذِّبَانِ
() ذَوَاتَا
اَفْنَانٍ ()
فَبِاَىِّ
الَاءِ
رَبِّكُمَا
تُكَذِّبَانِ
() فيهِمَا
عَيْنَانِ
تَجْرِيَانِ
() فَبِاَىِّ
الَاءِ رَبِّكُمَا
تُكَذِّبَانِ
() فيهِمَا
مِنْ كُلِّ
فَاكِهَةٍ
زَوْجَانِ ()
فَبِاَىِّ
الَاءِ
رَبِّكُمَا
تُكَذِّبَانِ
() مُتَّكِينَ
عَلى فُرُشٍ
بَطَائِنُهَا
مِنْ
اِسْتَبْرَقٍ
وَجَنَا الْجَنَّتَيْنِ
دَانٍ ()
فَبِاَىِّ
الَاءِ رَبِّكُمَا
تُكَذِّبَانِ
() فيهِنَّ
قَاصِرَاتُ
الطَّرْفِ
لَمْ
يَطْمِثْهُنَّ
اِنْسٌ
قَبْلَهُمْ
وَلَا جَانٌّ
“Rabbinin
huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.” Hepsi de örtüleri
atlastan minderlere yaslanırlar. İki cennetin de meyvesinin devşirilmesi
yakındır.”Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır. Bu cennetler koyu
yeşildirler. İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır.İkisinde de her
türlü meyveler, hurma ve nar vardır. İçlerinde huyu güzel yüzü güzel kadınlar
vardır. Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş hûriler vardır. Bunlara
onlardan önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur”[199]
يَوْمَ
تَرَى
الْمُؤْمِنينَ
وَالْمُؤْمِنَاتِ
يَسْعى
نُورُهُمْ
بَيْنَ
اَيْديهِمْ
وَبِاَيْمَانِهِمْ
بُشْريكُمُ
الْيَوْمَ
جَنَّاتٌ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا ذلِكَ
هُوَ الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
“Mümin
erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından, (amellerinin) nurları
aydınlatıp giderken gördüğün günde, (onlara): Bugün müjdeniz, zemininden
ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetlerdir, denilir. İşte büyük
kurtuluş budur.”[200]
لَاتَجِدُ
قَوْمًا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ وَالْيَوْمِ
الْاخِرِ
يُوَادُّونَ
مَنْ حَادَّ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
وَلَوْ
كَانُوا ابَاءَ
هُمْ اَوْ
اَبْنَاءَ
هُمْ اَوْ
اِخْوَانَهُمْ
اَوْ
عَشيرَتَهُمْ
اُولئِكَ كَتَبَ
فى
قُلُوبِهِمُ
الْايمَانَ
وَاَيَّدَهُمْ
بِرُوحٍ
مِنْهُ
وَيُدْخِلُهُمْ
جَنَّاتٍ تَجْرى
مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُمْ
وَرَضُوا عَنْهُ
اُولئِكَ
حِزْبُ
اللّهِ اَلَا
اِنَّ حِزْبَ
اللّهِ هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
“Allah'a
ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut
akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini
göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile
onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada
ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut
olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa
erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.”[201]
يَوْمَ
يَجْمَعُكُمْ
لِيَوْمِ
الْجَمْعِ ذلِكَ
يَوْمُ
التَّغَابُنِ
وَمَنْ
يُؤْمِنْ
بِاللّهِ
وَيَعْمَلْ
صَالِحًا
يُكَفِّرْ
عَنْهُ
سَيَِّاتِه
وَيُدْخِلْهُ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا
ذلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظيمُ
“Mahşer
vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. (Ancak) kim Allah'a inanır
ve yararlı iş yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini),
içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte
büyük kurtuluş budur.”[202]
رَسُولًا
يَتْلُوا
عَلَيْكُمْ
ايَاتِ اللّهِ
مُبَيِّنَاتٍ
لِيُخْرِجَ
الَّذينَ
امَنُوا وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
مِنَ
الظُّلُمَاتِ
اِلَى
النُّورِ
وَمَنْ
يُؤْمِنْ
بِاللّهِ
وَيَعْمَلْ
صَالِحًا
يُدْخِلْهُ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِدينَ
فيهَا
اَبَدًا قَدْ
اَحْسَنَ اللّهُ
لَهُ رِزْقًا
“İman
edip sâlih amel işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size
Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir. Kim Allah'a
inanır ve faydalı iş yaparsa Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî
kalacakları cennetlere sokar. Allah o kimse için gerçekten güzel bir rızık
vermiştir.”[203]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا
تُوبُوا اِلَى
اللّهِ
تَوْبَةً
نَصُوحًا
عَسى رَبُّكُمْ
اَنْ
يُكَفِّرَ
عَنْكُمْ
سَيَِّاتِكُمْ
وَيُدْخِلَكُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
يَوْمَ لَايُخْزِى
اللّهُ
النَّبِىَّ
وَالَّذينَ امَنُوا
مَعَهُ
نُورُهُمْ
يَسْعى
بَيْنَ اَيْديهِمْ
وَبِاَيْمَانِهِمْ
يَقُولُونَ رَبَّنَا
اَتْمِمْ
لَنَا
نُورَنَا
وَاغْفِرْلَنَا
اِنَّكَ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
قَديرٌ
“Ey
iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin
kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri
utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.
Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de,
"Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her
şeye kadirsin" derler.”[204]
Efendimiz (a.s)’ın Cennetle İlgili
Hadisleri
عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
قَالَ اللّهُ
تَعالى:
أعْدَدْتُ
لِعِبَادِي
الصّالِحِينَ،
مَاَ عَيْنٌ
رَأتْ، وََ
أُذُنٌ
سَمِعَتْ،
وََ خَطَرَ
عَلى قَلْبِ
بَشَر. قَال
أبُو
هُريْرَةَ
اِقْرَءُوا
إنْ شِئْتُمْ:
)فََ تَعْلَمُ
نَفْسٌ مَا
أُخْفِىَ
لَهُمْ مِنْ
قُرَّةِ أعْيُنٍ(.
Hz.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Allah Teala hazretleri ferman etti ki: "Ben
Azimu'ş-Şan, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen
nimetler hazırladım." Ebu Hureyre
ilaveten dedi ki: "Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun:
"Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne
mükâfaatların saklandığını kimse bilemez."[205]
وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ #
مِمَّ خُلِقَ
الْخَلْقُ؟
قَالَ: مِنَ
الْمَاءِ.
قُلْتُ:
اَلْجَنَّةُ
مَا
بِنَاؤُهَا؟
قَالَ:
لَبِنَةُ
فِضَّةٍ
وَلَبِنَةُ
ذَهَبٍ.
وَمِطُهَا
الْمِسْكُ
ا‘ذْفَرُ،
وَحَصْبَاؤُهَا
اَللُّؤْلُؤُ
وَالْيَاقُوتُ،
وَتُرَابُهَا
الزَّعْفَرَانُ،
مَنْ
يَدْخُلُهَا
يَنْعَمُ وَ
يَبْأسُ،
وَيَخْلُدُ
وَ يَمُوتُ،
وََ تَبْلى ثِيَابُهُمْ،
وََ يَفْنَى
شَبَابُهُمْ:
ثُمَّ قَالَ:
ثَثَةٌ
تُرد
دَعْوَتُهُم:
ا“مَامُ
الْعَادِلُ،
وَالصَّائِمُ
حِينَ
يُفْطَرُ
وَدَعْوَةُ
الْمَظْلُومِ
يَرْفَعُهَا
اللّهُ فَوْقَ
الْغَمَامِ،
وَتُفَتَّحُ
لَهَا أبْوَابُ
السَّمَاءِ.
وَيَقُولُ
اللّهُ:
وَعِزَّتِي
‘نْصَرَنَّكَ
وَلَوْ
بَعْدَ حِينٍ.
Yine
Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü! dedim,
insanlar neden yaratıldı?""Sudan!" buyurdular."Ya
cennet? dedim, o neden inşa edildi?""Gümüş tuğladan ve altın
tuğladan! Harcı da kokulu misk. Cennetin çakılları inci ve yakuttan, toprağı da
za'ferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır,
ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz." Aleyhissalâtu
vesselâm sözlerine şöyle devam buyurdular: "Üç kişi vardır duaları
reddedilmez (mutlaka kabul edilir):* Adil imam (devlet başkanı).* İftarını
yaptığı zaman oruçlu.* Zulme uğrayanın duası.Allah, (mazlumun) duasını
bulutların fevkine çıkarır ve onlara sema kapıları açılır ve Allah Teala
hazretleri:"İzzetime yemin olsun! Vakti uzasa da, duanı mutlaka kabul edeceğim!" buyurur."[206]
ـ وعن أبي
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
جَنَّتَانِ
مِنْ فِضَّةٍ،
آنِيتُهُمَا
وَمَا فيهَا؛
وَجَنَّتَانِ
مِنْ ذَهَبٍ،
آنِيَتُهُمَا
وَمَا فِيهِمَا؛
وَمَا بَيْنَ
الْقَوْمِ
وَبَيْنَ أنْ
يَنْظُرُوا
الى
رَبِّهِمْ إّ
رِدَاءُ
الْكِبْرِيَاءِ
عَلى
وَجْهِهِ في
جَنَّةِ
عَدْنٍ.
Hz.
Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Gümüşten iki cennet vardır. Kapları ve içinde bulunan diğer şeyleri de gümüştendir.
Altından iki cennet vardır, kapları ve içlerinde bulunan diğer eşyaları da hep
altındandır. Adn cennetinde, cennetliklerle Rablerini görmeleri arasında
Allah'ın veçhindeki ridau'lkibriyadan (büyüklük perdesinden) başka bir şey
yoktur."[207]
ـ وفي
رواية لَهُمْ:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: في
الْجَنَّةِ
خَيْمَةٌ
مِنْ
لُؤْلُؤَةٍ
مُجَوَّفَةٍ.
وَفي رواية:
عَرْضُهَا
سِتُّونَ
مِيً: في كُلّ زَاويَةٍ
مِنْهَا
أهْلٌ َ
يَرَوْنَ
اخَرِينَ،
يَطُوفُ
عَليْهِمُ
الْمُؤْمِنُ .
Yine
aynı kaynaklarda şu rivayet gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Cennette,
mü'min için, içi boş tek bir
inciden bir çadır vardır. -Bir rivayette-genişliği altmış mildir. Her köşesinde
bir refikası bulunur, hiçbiri diğerini görmez, mü'min bunların herbirini
dolaşır."[208]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: في
الْجَنَّةِ
مِائَةُ دَرََجَةٍ،
مَابَيْنَ
كُلِّ
دَرَجَتَيْنِ
مِائَةُ
عَامٍ.
Hz.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Cennette yüz derece vardır. Her iki derece
arasında yüz yıl(lık yürüme mesafesi) vardır."[209]
ـ وعن
عُبادة بن
الصّامت
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: في
الْجَنَّةِ مِائَةُ
دَرَجَةٍ،
مَا بَيْنَ
كُلِّ دَرَجَةٍ
وَدَرَجَةٍ
كَمَا بَيْنَ
السَّماءِ وَا‘رْضِ.
وَالْفِرْدَوْسُ
أعَْهَا.
وَمِنْهَا
تُفَجَّرُ أنْهَارُ
الْجَنَّةِ
ا‘رْبَعَةُ،
وَمِنْ فَوْقِهَا
يَكُونُ
الْعَرْشُ.
فإذَا
سَألْتُمُ
اللّهَ
فَاسْألُوهُ
الْفِرْدَوْسَ.
Ubade
İbnu's-Samit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Cennette yüz derece vardır. Her bir derecenin diğer derece ile arası,
sema ile arz arası kadar geniştir. Firdevs bunların en yukarıda olanıdır.
Cennetin dört nehri buradan çıkar. Bunun üstünde Arş vardır. Allah'tan cennet
istediğiniz vakit Firdevs'i isteyin."[210]
ـ وعن ابي
سعيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
في الْجَنَّة
مِائَةَ
دَرَجَةٍ
لَوْ أنَّ
الْعَالَمِينَ
اجْتمَعُوا
في
إحْدَاهُنَّ
لَوَسِعَتْهُمْ.
Ebu
Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Cennette yüz derece vardır. Bütün âlemler bunlardan birinin
içinde toplansalar, hepsini de kuşatır, istiab eder."[211]
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
في
الْجَنَّةِ
شَجَرَةً يَسِيرُ
الرَّاكِبُ
في ظِلِّهَا
مِائَةَ عَامٍ
َيَقْطَعُهَا؛
وَاقْرءُوا
إنْ شِئْتُمْ:
وِظِلٍّ
مَمْدُودٍ.
Hz.
Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Cennette bir ağaç vardır ki, binekli bir kimse yüz yıl
gölgesinde yürüse onu katedemez. İsterseniz şu ayeti okuyun: وَظِلٍّ
مَمْدُودٍ
وَمَاءٍ
مَسْكُوبٍ
"Daimî gölgededirler, çağlayıp
duran su başlarındadırlar."[212]
ـ وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
في
الْجَنَّةِ
شَجَرَةٌ إَّ
وَسَاقُهَا
مِنْ ذَهَبٍ.
Hz.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Cennette hiçbir ağaç
yoktur ki gövdesi, altından
olmasın."[213]
ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَقابُ
قَوْسٍ في
الْجَنَّةِ
خَيْرٌ
مِمَّا
طَلعَتْ
عَلَيْهِ
الشَّمْسُ أوْ
تَغْرُبُ[.
أخرجه
الشيخان.وزاد
الترمذي عن
أنس، في أخرى:
]وَلَقَابُ
قَوْسِ أحَدِكُمْ،
أوْ مَوْضِعُ
قَدِّهِ في
الْجَنَّةِ
خَيْرٌ مِنَ
الدُّنْيَا
وَمَا فيهَا،
وَلوْ أنَّ
امْرأةً مِنْ
أهْلِ
الْجَنَّةِ
اطّلَعَتْ
الى أهْلِ
ا‘رْضِ
‘ضَاءَتِ
قَوسِ الدّنْيَا
وَمَا فيهَا،
وَلَمَ‘َتْ
مَا بَيْنَهُمَا
رِيحاً،
وَلَنَصِيفُهَا
يَعْنِي
الْخِمَارَ
خَيْرٌ مِنَ
الدّنْيَا
وَمَا فيهَا.»
Yine
Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:"Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine
doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan)
daha hayırlıdır." Tirmizî, Hz. Enes'ten şu ziyadede bulunmuştur:
"Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya
ve içindekilerden daha hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline
görünecek olsa, dünya ve içindekileri aydınlatır,
arzla sema arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve
içindekilerden daha hayırlıdır."[214]
ـ وعن
سَعْدِ بن أبي
وقّاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَوْ
أنَّ مَا يُقِلُّ
ظُفْرٌ
مِمَّا في
الْجَنَّةِ
بَدَا لَتَزَخْرَفَتْ
لَهُ
خَوَافِقُ
السّمَواتِ
وَا‘رْضِ،
وَلَوْ أنَّ
رَجًُ مِنْ
أهْلِ
الْجَنَّةِ
اطَّلَعَ
فَبَدَا
سِوَارُهُ
لَطَمَسَ ضَوْءَ
الشَّمْسِ
كَمَا
تَطْمِسُ
الشّمْسُ
ضَوْءَ
النُّجُومِ.
Sa'd
İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Cennette olan şeyden bir tırnağın azalttığı
miktar, semavat ve dünya arasında dört ciheti de tezyin etmiş olarak görünürdü.
Eğer cennet ehlinden bir adam dünya ehline zuhur etse ve bilezikleri görünse
o(nun şavkı) güneşin ziyasını
bastırırdı, tıpkı güneşin, yıldızların ziyasını bastırması gibi."[215]
وعن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
رُفِعْتُ الى
سِدْرَةِ الْمُنْتَهى
فإذَا
أرْبَعَةُ
أنْهَارٍ: نَهْرَانِ
ظَاهِرَانِ
وَنَهْرَانِ
بَاطِنَانِ:
فأمَّا
الظّاهِرَانِ
فَالنِّيلُ
وَالْفُراتُ،
وَأمَّا الْبَاطِنَانِ
فَنَهْرَانِ
في
الْجَنَّةِ.
Hz.
Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sidretü'l-Münteha'ya
çıkarıldım. Orada dört nehir gördüm: İki nehir zâhirdi, iki nehir de bâtın.
Zâhir olan iki nehir Nil ve Fırat nehirleriydi. Bâtın olanlar da cennetin iki
nehri idi."[216]
ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَألَ رَجُلٌ
رَسُولَ
اللّهِ #
فقَالَ: هَلْ
في الْجَنَّةِ
خَيْلٌ؟
قَالَ: إنِ
اللّهُ
أدْخَلَكَ
الْجَنَّةَ
فََ تَشَاءُ
أنْ تُحْمَلَ
فيهَا عَلى
فَرَسٍ مِنْ
يَاقُوتَةٍ
حَمْرَاءَ
تَطِيرُ بِكَ
في الْجَنَّةِ
حَيْثُ
شِئْتَ إَّ
كَانَ. فقَالَ
آخَرُ: هَلْ
في
الْجَنَّةِ
مِنْ إبِلٍ؟
قَالَ: فَلَمْ
يَقُلْ لَهُ
مَا قَالَ
لِصَاحِبِهِ.
فقَالَ: إنْ
يُدْخِلْكَ
اللّهُ
الْجَنَّةَ
يَكُنْ لَكَ
فيهَا مَا
اشْتَهَتْ
نَفْسُكَ
وَلَذَّتْ عَيْنُكَ.
Hz.
Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a: "Cennette at var mı?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm
da:"Allah Teala hazretleri seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yakuttan
bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır" buyurdular. Bunun
üzerine diğer biri de:"Cennette deve var mı?" diye sordu. Ama buna
Aleyhissalâtu vesselâm öncekine söylediği gibi söylemedi. Şöyle buyurdular:"Eğer
Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı
şey bulunacaktır."[217]
ـ وعن
عليٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
في
الْجَنَّةِ
لَمُجْتَمَعاً
لِلحُورِ
الْعِينِ
يُغَنِّينَ
بأصْوَاتٍ
لَمْ يَسْمَعِ
الْخََئِقُ
بِمِثْلَهَا،
يَقُلْنَ: نَحْنُ
الْخَالِدَاتُ
فََ نَبِيدُ.
وَنَحْنُ النَاعِمَاتُ
فََ نَبْأسُ،
وَنَحْنُ
الرَّاضِيَاتُ
فََ نَسْخَطُ
طُوبَى
لِمَنْ كَانَ
لَنا وَكُنّا
لَهُ.
Hz.
Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Cennette siyah gözlülerin (hurilerin) toplanma yerleri
vardır. Orada, benzerini mahlukatın hiç işitmediği güzel bir sesle şarkı
okurlar ve şöyle söylerler:"Bizler ebedîleriz, hiç ölmeyiz!Bizler
nimetlere mazharız, fakr bilmeyiz!Rabbimizdan razıyız, mükedder olmayız! Kendisinin
olduğumuz beylerimize ne mutlu!"[218]
ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
في
الْجَنَّةِ
لَسْوقاً يَأتُونَهَا
كُلَّ
جُمْعَةٍ
فَتَهُبُّ رِيحُ
الشِّمَالِ
فَتَحْثُو في
ثِيَابِهِمْ وَوُجُوهِهِمْ
فَيَزْدَادُونَ
حُسْناً
وَجَمَاً
فَيَرْجِعُونَ
الى
أهْلِيهِمْ
وَقَدْ
إزْدَادُوا حُسْناً
وَجَمَاً.
فَيَقُولُ
أهْلُوهُمْ:
واللّهِ
لَقَدِ
ازْدَدْتُمْ
بَعْدَنَا
حُسْناً
وَجَمَاً.
فَيَقُولُون:
وَأنْتُمْ
واللّهِ
لَقَدِ
ازْدَدْتُمْ
بَعْدَنَا
حُسْناً
وَجَمَاً.
Hz.
Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:"Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler.
Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini
ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine,
daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları:"Vallahi, bizden
ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!" derler. Erkekler
de:"Sizler de, Allah'a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!" derler."[219]
ـ وعن
عليّ رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
في
الْجَنَّةِ
لَسُوقاً مَا
فيهَا شِرَاءٌ
وََبَيْعٌ
إَّ الصُّورَ
مِنَ
الرِّجَالِ وَالنّسَاءِ.
فإذَا
اشْتَهى
الرَّجُلُ
صُورَةً
دَخَلَ فيهَا.
Hz.
Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de
satış vardır. Sadece erkek ve kadın suretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o surete
girer."[220]
Cennet: Arapça isim olan “cennet”
Allah’ın insanlara müjdelediği, ölümden sonraki alemde bulunan, Allah’a inanan,
günah işlememiş veya günahlarından temizlenmiş olanların gireceği fevkalade
güzel yer; uçmak, behişt, firdevs. Bahçe; çok ferah, iç açıcı yer manasına
gelir.
Cennet,
Kur’an-ı Kerim’de; takriben yetmiş iki (72) yerde geçmektedir. Yüce Allah (cc)
buyurdu ki:
وَبَشِّرِ
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُواالصَّالِحَاتِ
اَنَّ لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَاالْاَنْهَارُ
كُلَّمَا رُزِقُوا
مِنْهَا مِنْ
ثَمَرَةٍ
رِزْقًا قَالُوا
هذَاالَّذى
رُزِقْنَا
مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا
بِه
مُتَشَابِهًا
وَلَهُمْ
فيهَا
اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ
وَهُمْ فيهَا
خَالِدُونَ
“(Ey Peygamber) iman edip Salih amellerde
bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler
vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: “Bu daha
önce de rızıklandığımızdır.” Derler. Bu, onlara, benzer olarak sunulmuştur.
Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.”[221]
Cennet,
dünyada iman eden, iyi amel ve hareketlerde bulunan ve günahlardan kaçınan
kimselere yüce Allah’ın söz verdiği zevk ve sefa yerinin adıdır.
Cenab-ı Hakk,
yapılan iyiliklere bazen on, bazen yüz, bazen milyon, bazen da sayısını ancak
kendisinin bileceği mükafat verir. Hiç bir kul, kendisine amellerinin karşılığı
böyle tasavvurlar üstü sürpriz önüne çıkınca şaşırır kalır ki, böylece onun
hayalinden geçmeyen şeyler, birer hakikat olur.
Cennet,
sürprizler diyarıdır. Başınızı döndürecek, bakışınızı bulandıracak, sizi mest
ve sermest edip kendinizden geçirecek ve adeta ne yaptığınızı bilmez hale
getirecek içinde her çeşit nimetin dizildiği bir ukba panayırıdır.
يُطَافُ
عَلَيْهِمْ
بِصِحَافٍ
مِنْ ذَهَبٍ
وَاَكْوَابٍ
وَفِيهَا مَا
تَشْتَهِيهِ
اْلاَنْفُسُ
وَتَلَذُّ
اْلاَعْيُنُ
وَاَنْتُمْ
فِيهَا
خَالِدُونَ
“Onlara altın tepsiler ve
kadehler dolaştırılır. Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey
vardır. Ve siz, orada ebedî kalacaksınız.”[222]
Esasen; hem
cennet, hem cehennem bizler için bir nimettir. Zira istikameti bulmada,
birisinin teşvik edici, diğerinde ürkütücü rolü vardır. İnsan cennetin teşvik
edici yüzüne bakınca hep oraya gidebilmek için çalışır; Cehennemin korkunç
çehresini görünce de ona düşmeme gayretiyle cennete doğru şahlanır. Böylece her
ikisi de bizim için rahmet olur.
Melek; erkeklik
ve dişilik özelliği olmayan, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, doğmayan,
doğurmayan, normal gözle görülmeyen, Allah'ın emirlerine itaat eden
yaratıklardır.
Arap dili
uzmanlarına ve bazı İslâm âlimlerine göre "Melek", arapça bir kelime
olup, "Elûk" veya "Elûke" kökünden gelir. Elûk,
"götüren", elûke ise "haber götüren" manâsınadır. Çoğulu
"melâike" gelir. Ancak "melek" kelimesinin, Arapça'da
bazan, hem tekil, hem çoğul manasında cins ismi olarak kullanıldığı da görülür.
Bu kelimenin kökü sayılan "elk", aslında, "risalet" yani
"elçilik"; melekde, "elçi" demektir. Kelime önce, mef'al
vezninde "melek" idi. Sonra hemze "lâm" harfinden sonraya
alınarak "melek" olmuş; daha sonra hemze de kaldırılarak
"melek" haline getirilmiştir. Bu gibi değişikliklere Arapçada çokça
rastlanır.
Müfessir İbn
Hayyâm ve dilcilerden Rağib el-İsfahânî, melek kelimesinin, "kuvvet ve
iktidar sahibi" anlamına gelen "melk" veya "mülk"
kökünden türetildiği görüşündedirler. Dolayısıyla melek kelimesi lügat
bakımından; haberci, elçi, kuvvet ve iktidar sahibi, tedbir ve tasarruf
manalarına gelmektedir. İslâm dininde ise; melek denince, akla önce,
peygamberlere gönderilen ilâhî elçiler; sonra, insanlar ve kâinat üzerinde
Allah (c.c.) namına tasarrufta bulunan ve O'nun emirlerini ve verdiği vazifeleri
aynen yerine getiren kudret sahibi manevî varlıklar gelmektedir.
İngiliz
müsteşriklerinden D. B. Macdonald, melek kelimesinin İbranîceden Arapçaya
geçmiş olabileceği düşüncesine kapılmış ise de, daha sonraki araştırmalarında
İbranicenin çok eski kitabelerinde böyle "bir fiilin hiç bir izine
rastlanmadığını itiraf etmiştir.[223]
Meleklerin
hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında bazı farklı görüşler varsa
da; Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnete dayanan ortak görüşleri icmalî
olarak şöyledir: Melekler; Allah Teâlâ'ya ibadet ve taatle meşgul olan ruhanî,
nuranî, lâtif varlıklardır. Allah'ın kendilerine verdiği her emri derhal ve
aynen yerine getirirler ve asla itaatsizlik etmezler.[224] Melekler,
"emanet" sıfatıyla muttasıfdırlar. Kur'ân-ı Kerim'in birçok
ayetlerinde meleklerin, kâinattaki bütün varlıklar gibi bağımsız olarak
yaratılan, fakat insanlara ve diğer canlı ve maddî yaratıklara mahsus olan
yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi sıfatlardan; erkeklik ve dişilik gibi
cinsiyetten ve her çeşit günah işlemekten uzak, daima Allah'ı tenzih ve tesbih
eden nuranî lâtif varlıklar olduğu bildirilmiştir. Bu özellikleri sebebiyle,
Cenab-ı Hak tarafından kendilerine verilen her türlü işleri yapmaya, en kısa
zamanda en uzak yerlere süratle gitmeye, diledikleri şekil ve surette görülmeye
muktedir olan, Hak Teâla'nın mükerrem kulları, şerefli ve kutsal
yaratıklarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur:
وَقَالُوا
اتَّخَذَ
الرَّحْمنُ
وَلَدًا سُبْحَانَهُ
بَلْ عِبَادٌ
مُكْرَمُونَ
() لَايَسْبِقُونَهُ
بِالْقَوْلِ
وَهُمْ
بِاَمْرِه
يَعْمَلُونَ
"Belki
onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar Allah'ın sözünden önce söz
söylemezler ve O'nun emrettiklerini (hemen) yaparlar."[225]
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا قُوا
اَنْفُسَكُمْ
وَاَهْليكُمْ
نَارًا
وَقُودُهَا النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُ
عَلَيْهَا
مَلئِكَةٌ
غِلَاظٌ
شِدَادٌ لَا
يَعْصُونَ
اللّهَ مَا
اَمَرَهُمْ
وَيَفْعَلُونَ
مَا يُؤْمَرُونَ
"Onlar,
Allah'ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri
(aynen) yaparlar."[226]
وَلَهُ
مَنْ فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَمَنْ
عِنْدَهُ لَا
يَسْتَكْبِرُونَ
عَنْ
عِبَادَتِه
وَلَا
يَسْتَحْسِرُونَ
()
يُسَبِّحُونَ
الَّيْلَ
وَالنَّهَارَ
لَا
يَفْتُرُونَ
"Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler O'na ibadet etmekte (asla)
kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan)
O'nu tesbih (ve takdis) ederler."[227]
Şu ayet-i
kerîmelerde ise Allah (c.c.):
اَلْحَمْدُ
لِلّهِ
فَاطِرِ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
جَاعِلِ
الْمَلئِكَةِ
رُسُلًا
اُولى
اَجْنِحَةٍ
مَثْنى
وَثُلثَ
وَرُبَاعَ يَزيدُ
فِى
الْخَلْقِ
مَايَشَاءُ
اِنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
"Gökleri
ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan
Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediğine (dilediğini) artırır. Muhakkak ki
Allah her şeye kadirdir."[228]
فَاتَّخَذَتْ
مِنْ
دُونِهِمْ
حِجَابًا فَاَرْسَلْنَا
اِلَيْهَا
رُوحَنَا
فَتَمَثَّلَ
لَهَا
بَشَرًا
سَوِيًّا
"Onlarla
kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrail a.s) ona gönderdik.
(O) ona düzgün bir insan şeklinde göründü"[229] buyurmaktadır. Ayrıca
Peygamber (a.s), Cibril (a.s)'i insanlardan biri (Ashab'dan Dihyetü'l-Kelbî)
suretinde gördüğünü meşhur Cibril hadisinde beyan etmiştir.[230]
Bu ayetlerden
ve onları açıklayıp manaca destekleyen pek çok sahih hadislerden, her
müslümanın melekler hakkında, aşağıda sıralanan özelliklerine inanması
gerekmektedir:
1. Melekler,
Allahu Teâlâ'nın yarattığı kullarıdır. Öyle ise onlar, Hak Teâlâ'nın haşa
kızları, çocukları olmadıkları gibi, asla düşmanları da değildir (Putperest
Arap müşriklerin ve eski din mensuplarının melekler hakkındaki sapık inançları
hayalî olup batıldır).
2. Melekler,
Allah'ın emirlerine harfiyen bağlıdırlar. O'na asla karşı gelmez ve isyan
etmezler, herhangi bir yasağını çiğnemezler, günah işlemezler. Çünkü
"İsmet" ve "Emanet" sıfatlarıyla muttasıfdırlar. Bütün
meleklerin ortak özelliği; daima Allah'a hamd ve senada bulunmak, O'nu itaat ve
ibadetle, tesbih etmektir.[231]
3.
Meleklerin, nuranî mahiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre)
ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Bu husus, Allah kelâmı Kur'an
ayetleriyle sabittir. Ancak; gâib (görülmeyen) âlemden olan, maddî kesafetten
soyutlanmış, mahiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlılar
olarak tasavvur etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allahu Teâlâ'nın
irade ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kuran'ı
Kerimde bir konuda açık bilgi verilmemiştir.
Sözü edilen
kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nuranî mahiyeti ile bağdaşan, vazifelerini
en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden manevî bir kanat, bir
kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır.
Nitekim, din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zül-cenaheyn"
iki kanat sahibi dendiği gibi; anaların çocukları için "şefkat ve merhamet
kanatları"ndan bahsedilir. Hristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi
kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından
ayrıldıkları bir husus da budur.
4. Kur'ân'a
ve Sünnete göre melekler, gözle görülmeyen, nurdan (ışıktan) yaratılmış
olmalarına rağmen, Cenab-ı Hak onlara, gerektiğinde diledikleri kesif cisimler
ve insan şekline girerek görünme gücünü bağışlamıştır.[232]
Melekler,
nurdan yaratılan, ruhanî ve lâtif varlıklar oldukları için, kendilerine mahsus
olan bu mahiyet ve hakikatları onların insan gözüne görünmesine engel teşkil
eder. Çünkü, maddî olan insan gözü, melekler gibi nuranî, lâtif ve soyut
varlıkları görebilecek şekil ve vasıfda yaratılmamıştır. Ancak Cenabı Hak,
hidayet rehberi olarak gönderdiği üstün vasıflı insanlar olan peygamberlerine
bu kuvveti verdiğinden, yalnız onlar melekleri hakikî hüviyetleri veya Allah'ın
dilediği surette görebilirler.
Kur'an-ı
Kerim'de insanların topraktan; cinlerin ve şeytanın yalın ateşten
yaratıldıkları;
وَخَلَقَ
الْجَانَّ
مِنْ مَارِجٍ
مِنْ ناَرٍ
"Cin'i
de, yalın ateşten yarattık" [233] âyetiyle beyan olunmakta
ise de; (iblis) Ben ondan (Âdem'den) daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu
çamurdan yarattın' dedi"[234] ayetinde görüleceği gibi; meleklerin hangi
maddeden yaratıldığı bildirilmemiştir. Ancak Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe
(R.anha) dan nakledilen sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz (a.s), "Melekler
nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı"[235] buyurmuştur. Bu hadis,
meleklerin maddî olmayan nuranî, lâtif varlıklar olduğuna, meleklerle cinlerin
iki aynı asıldan gelen iki ayrı varlıklar olduğuna delâlet etmektedir.
Meleklerin
mana ve hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında Ehli Sünnet
alimlerinin Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz (a.s)'ın sahih hadislerine dayanan
(ve yukarda açıklanan) ortak görüşleri, her müslümanın inanması gereken melek
anlayışını ortaya koymaktadır. Vasıfları ve görevleri Kur'ân-ı Kerim'in pek çok
âyetlerinde tafsilî olarak anlatılan meleklere iman etmek, İslâm'da iman
esaslarından biridir. Bu inanç, İslâm dininin inanç sistemi arasında çok önemli
bir yer işgal eder. Çünkü melekler; Rab Teâla'nın insanlara bir lütfu ve keremi
sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın
"ilâhî vahyini", görülmeyen gayb âleminden, insanlara, onlar
arasından seçilen peygamberlere indiren "Allah'ın ilâhî elçileri"dir.
Melekler, yaratılan bu âlemin, göklerde ve yeryüzünde nizam ve intizamını
sağlayan Allah'ın ruhanî yaratıkları, insanları koruyan, onlara hayrı ve
iyiliği ilham eden, yaptıkları işleri yazan şerefli kâtipler, nuranî yüce
varlıklardır.
Bu esasa
göre, vahye ve peygamberliğe, hatta ahirete ve gaybiyyât denilen "ahiret
ahvali"ne, Cennet ve Cehenneme inanmak ancak meleklere iman etmekle mümkün
olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semavî kitaplara inanmadan
önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin
varlığına" kesin olarak inanmak lâzımdır. Bu bakımdan, "meleklere
iman", "peygamberlere iman" demektir. Melekleri inkâr ise,
peygamberliği de inkâr sayılır. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman;
"iman esasları" arasında "Allah (c.c)'a iman"dan sonra yer
almıştır.
Nitekim
Kur'ân-ı Kerim'de; Allah'a imandan sonra meleklerine, daha sonra kitaplarına ve
peygamberlerine iman etmek emredilmiştir: Bakara sûresinde,
امَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ رَبِّه
وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ امَنَ
بِاللّهِ
وَمَلئِكَتِه
وَكُتُبِه
وَرُسُلِه
Peygamber,
Rabbinden kendisine indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar. Her
biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı..."[236] buyurulur. Esasen diğer
iman esaslarına (ahirete, kaza ve kadere) iman etmek de, herşeyden önce Allah
Teâlâ'ya, sonra O'nun meleklerine inanmakla mümkün olur. Bu bakımdan meleklere
iman, Kur'an da, Allah'a imandan hemen sonra zikrolunmuştur. Bu konuda
Resulullah (a.s)'den Hz, Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği meşhur hadiste,
peygamberimiz (a.s), vahiy meleği Cibril (a.s) ile konuşmuş, kendisine
"iman nedir" diye sorduğunda Resulullah (a.s), şöyle cevap vermiştir:
"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe,
hayriyle şerriyle kadere inanmaktır." [237]
Bu ve benzeri
kesin nasslarla sabit olan meleklerin varlığını inkâr eden; Kur'an, Sünnet ve
İcma-ı Ümmet ile, kâfir olur. Çünkü Hak Teâlâ, "Kim Allahı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse; o uzak bir
sapıklığa düşmüştür"[238] buyurmuştur. Dolayısıyla,
melekleri inkâr etmek, hem Kur'an'ı, hem de peygamberliği inkâr sayılır.
O halde
gerçek şudur ki; meleklerin varlığı naklen sabit, aklen caizdir. Çünkü, bütün
peygamberler meleklerin var olduklarını bildirmişler. Hz. Peygamber (a.s)'de
onları bizzat görmüş ve var olduklarını haber vermiştir. Kur'ân-ı Kerim de
meleklerden, onların vasıflarından yaptıkları çeşitli vazifelerden, Allah
katındaki yüksek derecelerinden söz eden pekçok âyet vardır. Allah kelâmı olan
Kur'an'ın her verdiği haber haktır ve gerçeğin kesin ifadesidir. Peygamberler
ise, masumdurlar. İsmet, sıdk, tebliğ ve emanet sıfatları ile muttasıf
olduklarından, asla yalan söylemezler.
O halde
müslümanlar, Kur'ân ayetleri ve sahih hadislerle kesin olarak sâbit olan, bütün
geçmiş peygamberlerin ve semavî dinlerin varlıklarında ittifak ettikleri
meleklere iman etmekle mükelleftirler. Bu sebeble, şer'an (Kitap ve Sünnet ile)
sabit olan melekleri inkâr etmek, küfrü gerektirir. İnkâr edeni iman ve İslâm
dairesinden çıkarır. Bu konuda varid olan muhkem ayetleri ve şer'î delilleri
te'vile kalkışmak asla caiz değildir. , Melekler, "gaybiyyât" denilen
görülmeyen âlemde mevcut nuranî lâtif varlıklar olduklarından; biz onları
göremezsek de, var oldukları, dinî naklî delillerle sabit olduğundan, insan
aklı da onların varlığını inkâr edemez.
Gerçi akıl,
melâikenin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle isbat edemez. Fakat,
aklı selîm, gözle görülmeyen bu gibi lâtif varlıkların varlığının imkansız
olmadığına, aksine onların da, "vücudu caiz" olan şeylerden olduğuna
delâlet eder. Çünkü; meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî
veya ilmî verilere dayanan hiç bir delil ortaya konulamaz. Aksi halde;
gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin ve felsefenin mahiyet ve hakikatini
tesbit edemediği "hayat cevheri"nin, "insan ruhu"nun ve
aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mahiyetini
bilemiyoruz diye; ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen,
fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz.
O halde, ruh
ve akıl gibi maddî olmayan ve "mücerredât" denilen maddeden
soyutlanmış manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut
varlıklar, müşahede (gözlem) ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları
dışında kalan fizik ötesi, gaybî, manevî yaratıklardır. Nitekim, özellikle
Sokrat ve Eflatun gibi İlâhîyat Felsefesiyle uğraşan ve bir çok eski filozoflar,
fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmışlar ve onlara
"misaller âlemi", "ervâhı ulviyye" ve "nüfûz-ı
mücerrede" gibi felsefî isimler vermişlerdir.
Bu günkü
müsbet ilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi bir
takım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların
meydana gelmesine sebeb olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu
gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin varlığının aklen caiz ve mümkün
görüldüğüne kesin olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki,
melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır.
Gerçi biz
onları göremiyoruz ama, peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrail
(a.s) elçiliği ile Allahu Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy
meleği aracılığı ile Allah'ın emir ve yasaklarını alıp, öğrenmişler ve
insanlığı hidayete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerimde,
Peygamberimiz (a.s)'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını
haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'ân-ı Kerim'in ve
Peygamber (a.s) Efendimizin haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr etmediği
meleklere inanırlar. Çünkü melekleri inkâr, mukaddes kitapları ve peygamberleri
de inkâr etmeyi gerektirir.
Kur'ân-ı
Kerim'de geçen pek çok ayetlerde meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş,
yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan
olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve
Sidre-i Münteha'da, Cennet ve Cehennem'de sayısız melekler vardır. Bütün
meleklerin çok çeşitli olan görevlerine ve yaptıkları işlerin mahiyetine göre
tanzim edip bunları yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve
amirleridir. Bu görevlerin en başta geleni ve en önemlisi; peygamberlere Allah
(cc)'ın ilâhî vahyini ulaştırmak, yani Allah'ın emirlerini tebliğ etmektir. Bu
bakımdan, melek denilince akla her şeyden önce, "Cebrail" adıyla
tanınan vahiy meleği gelir. Sonra diğer görev gruplarının başları olan Azrâil,
Mikâil ve İsrâfil gelir. Bu dört melek meleklerin "Resulleri"dir.
Kur'ân-ı
Kerim'in beyanına göre melekleri, şu üç büyük grupda toplamak mümkündür:
A)
"İlliyyûn, Mukarrebûn" diye anılan melekler. Bunlar, daima Allahu
Teâlâ'yı tenzih ve tehlil ile, O'na ibadet ve taatla meşguldürler. Muhabbetullah
(Allah sevgisi) ile istiğrak halindedirler.
B)
"Müdebbirât" diye bilinen melekler olup, bu kâinatın nizam ve
intizamını temin etmekle görevlidirler. Allah'u Teâlâ'nın yerlerde ve göklerde
irade ve kudretinin tecellisine aracılık ederler.
C) Her şeyden
önce, Peygamberlere vahyi ilâhîyi ulaştırmakla görevli olan ilahî elçilerdir.
Bunlar genellikle bütün insanların ruhî halleri ve tekâmülleri ile
meşguldürler. İnsanlarla ilgili çeşitli görevleri vardır.
Gerçek şudur
ki; bütün meleklerin ne gibi görevleri olduğunu tafsilâtıyla bilmemize imkân
yoktur. Ancak Kur'ân-ı Kerim, meleklerin bazı görevlerini ve her göreve göre
onlara verilen melek ismini haber vermiştir. Onlara, bildirildiği isim ve
vasıflarıyla inanmak gereklidir. Çünkü bu görev ve ve isimler kesinlik ifade
eden dinî nasslarla sabit olmuştur. Genellikle insanların ruhî tekâmülleri,
dünya ve ahiret hayatları ile ilgili olan meleklerin, Kur'an ayetleri ve
Peygamberimizin sahih hadisleri ile beyan olunan görevleri ve her birinin
isimleri ana hatlarıyla şöylece özetlenebilir:
1- Melekler,
Allah'tan vahiy getiren ilâhî, elçilerdir. Meleklerin insanlarla ilgili en
büyük ve en önemli görevleri; onları hidayete sevkeden, iki cihanda saadet ve
selâmete ulaştıran ilâhî vahyi peygamberlere tebliğ etmek, Allah'ın kelâmını,
emir ve hükümlerini, mümtaz kulları olan peygamberlerine ulaştırmaktır.
Meleklerin başta gelen bu görevleri, bir çok Kur'an ayetleri ile sabittir.
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
اَلْحَمْدُ
لِلّهِ
فَاطِرِ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
جَاعِلِ الْمَلئِكَةِ
رُسُلًا
اُولى
اَجْنِحَةٍ
مَثْنى
وَثُلثَ
وَرُبَاعَ
يَزيدُ فِى
الْخَلْقِ
مَايَشَاءُ
اِنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ
"Gökleri
ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı "elçiler"
yapan Allah'a hamdolsun. Allah dilediğine dilediğini (peygamberlikle) arttırır.
Şüphesiz Allah herşeye kadirdir."[239]
Bu ayette
Allah (cc), yüce zatı ile peygamberleri arasında risaletini ve ilâhî vahyi
onlara tebliğ eden "melekler" yarattığını bildiriyor. Kanat tabiri;
ruhlar âleminde, meleklerin kudretini ve Allah'ın ilâhî emirlerini süratle
yerine getirdiklerini beyan eden mecazî bir ifadedir.
Başka bir
ayette de şöyle buyurur.
يُنَزِّلُ
الْمَلئِكَةَ
بِالرُّوحِ
مِنْ اَمْرِه
عَلى مَنْ
يَشَاءُ مِنْ
عِبَادِه اَنْ
اَنْذِرُوا
اَنَّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
اَنَا
فَاتَّقُونِ
"Allah,
kullarından dilediğine kendi emrinden bir ruh (vahiy) ile "melekleri"
indirerek şöyle der: (insanları) uyarın ki; benden başka (tapılacak) ilâh
yoktur. Benden korkun."[240]
Ayetten
anlaşıldığına göre Allahu Teâlâ, ilâhî vahyini vahiy melekleri vasıtasıyla,
dilediği seçkin kulları olan peygamberlerine indirir. Onlar insanlara, Allah'ın
birliğini, ibadete ve korkulmaya lâyık tek mabud olduğunu bildirirler. Ayette
vahiy, ruha benzetilmiştir. Çünkü ruh, nasıl cesedin dirilmesine sebeb olursa;
vahiy de insanları ve milletleri dirilten bir ruh gibidir. Bu iki ayette vahiy
meleklerinden bahsedilmekte ise de, Kur'ân-ı Kerime göre Hz. Muhammed (a.s)'e
vahyi getiren meleğin ismi Cebrail'dir. Bu kelime bazı âlimlerin görüşlerine
göre, "Allah'a hizmet eden", manasına olup, Arapçası
"Cibril"dir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
قُلْ مَنْ
كَانَ
عَدُوًّا
لِجِبْريلَ
فَاِنَّهُ
نَزَّلَهُ
عَلى
قَلْبِكَ
بِاِذْنِ اللّهِ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ وَهُدًى
وَبُشْرى
لِلْمُؤْمِنينَ
"Deki:
Kim Cibrile düşmansa, bilsin ki, o, Kuranı Allah'ın izniyle-kendinden
öncekileri tasdik edici ve müminlere yol gösterici ve müjdeci olarak-senin
kalbine indirmiştir."[241]
Cibril
Kur'an'da "Ruhu'l-Emin" ve "Ruhul-Kudüs" olarak da geçer:
وَاِنَّهُ
لَتَنْزيلُ
رَبِّ
الْعَالَمينَ
() نَزَلَ بِهِ
الرُّوحُ
الْاَمينُ
"Şüphesiz
ki Kur'an, âlemlerin Rabbinin indirdiği (bir kitap) tır. Onu
"Ruhu'l-Emin" (Cebrail) senin kalbine, uyaranlardan olman için
indirmiştir."[242]
قُلْ
نَزَّلَهُ
رُوحُ
الْقُدُسِ
مِنْ رَبِّكَ
بِالْحَقِّ
لِيُثَبِّتَ الَّذينَ
امَنُوا
وَهُدًى
وَبُشْرى
لِلْمُسْلِمينَ
"De
ki onu "Ruhu'l Kudüs" (mukaddes, temiz ruh) Rabbinden hak olarak
indirdi."[243]
Hz. Muhammed (a.s)'den
önceki peygamberlere de vahyin aynı yolla indirildiği bildirilmiştir.[244] Cebrail (a.s)'a "Vahiy
meleği" ve "Namusu Ekber" de denir. Dört büyük
melekten biri olarak, "Rasul" diye de anılır. O, Vahiy
meleklerinin başı ve resuludur. En büyük ve en şerefli melektir.
2- Meleklerin
önemli vazifelerinden biri de; Allah'ın sevgili kulları olan peygamberlerini
destekleyerek onlara kuvvet vermek, karşılaştıkları güçlükleri kolaylaştırmak
ve üzüntülü anlarında onları teselli etmektir. Bu yardım ve manevî destek,
hemen her peygamber için daima görülmüştür. Bunun örnekleri çok olup, pekçok
Kur'an ayetleriyle sabittir. Bu konuda, diğer peygamberler arasında Hz. İsâ
(a.s)'nın ismi çok geçer. Çünkü İsâ peygamber ve annesi Hz. Meryem, Yahudilerin
ciddi hücumlarına ve çirkin iftiralarına maruz kalmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de üç
yerde,[245] Hz. İsa'ya; Ruhu'l-Kudüs, yani Cebrail (a.s)
tarafından kuvvet verildiği bildirilmiştir. Bir ayette şöyle buyurulur:
"..Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller verdik, onu Ruhu'l-Kudüs ile
destekledik."[246] Melekler, Peygamber (a.s) Efendimiz için,
daima salâvat getirirler.[247]
3- Melekler,
peygamberlerle beraber olan, onların yolunda yürüyen imanları kuvvetli gerçek
müminlere ve salih kullara da kuvvet vererek destek olurlar. Müminlere darlık
zamanlarında (özellikle, Allah yolunda savaşırken saf tutarak) yardım ederler
ve müjdeler verirler.
Kur'ân-ı Kerim'de:
اِنَّ
الَّذِينَ
قَالُوا
رَبُّنَا
اللّهُ ثُمَّ
اسْتَقَامُوا
تَتَنَزَّلُ
عَلَيْهِمُ
الْمَلئِكَةُ
اَلَّا
تَخَافُوا
وَلَا تَحْزَنُوا
وَاَبْشِرُوا
بِالْجَنَّةِ
الَّتى
كُنْتُمْ
تُوعَدُونَ ()
نَحْنُ
اَوْلِيَاؤُكُمْ
فِى
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
وَفِى
الْاخِرَةِ
وَلَكُمْ
فيهَا مَا
تَشْتَهى
اَنْفُسُكُمْ
وَلَكُمْ
فيهَا
مَاتَدَّعُونَ
"Rabbimiz
Allah'tır deyip dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerlerine (müjdeci) melekler iner.
Onlara: Korkmayın, mahzun da olmayın, size vadedilen Cennetle sevinin. Sizin
dünya hayatında da, ahirette de dostlarınız Biziz"[248] buyrulur. Meleklerin, müminlere inişi, onların
dünyada hayrı ve doğru olanı kalplerine ilham etmeleri şeklinde olabileceği
gibi; onları huzurlu kılmak, Allah'ın kendilerine vadettiği Cennetle müjdelemek
şeklinde de olabilir. Bu gruptaki yardımcı melekler, müminlere dünya ve
ahirette dost ve arkadaş olduklarını söyleyerek, sıkıntılı hallerinde onları
teselli ederler. Nitekim Hak Teâlâ, Peygamber (a.s)'e ve beraberindeki Ashâb-ı
Kirama, kâfirlerle Allah yolunda savaşırken onlara yardım eden ve müminleri
düşmanlarına muzaffer kılan melekler gönderdiğini bildirir.
Bu konuda
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
اِذْ
تَسْتَغيثُونَ
رَبَّكُمْ
فَاسْتَجَابَ
لَكُمْ اَنّى
مُمِدُّكُمْ
بِاَلْفٍ مِنَ
الْمَلئِكَةِ
مُرْدِفينَ ()
وَمَا جَعَلَهُ
اللّهُ
اِلَّا
بُشْرى
وَلِتَطْمَئِنَّ
بِه
قُلُوبُكُمْ
وَمَا
النَّصْرُ
اِلَّا مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ اِنَّ
اللّهَ
عَزيزٌ حَكيمٌ
"Hani
siz Rabbinizden imdat (yardım) istemiştiniz. O da; "Ben size birbiri
ardından gelen bin melekle imdat ediyorum" diye duanızı kabul etmişti."[249]
Diğer bir
ayette:
وَلَقَدْ
نَصَرَكُمُ
اللّهُ
بِبَدْرٍ وَاَنْتُمْ
اَذِلَّةٌ
فَاتَّقُوا
اللّهَ لَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
"Rabbinizin,
indirdiği üçbin melekle yardım etmesi yetmez mi?"[250]
Başka bir
ayette beşbin melek indirildiği;[251] bir diğerinde,
"kuvvetli rüzgâr ve göremediğiniz askerler gönderdik"[252] buyurulur. Nitekim
müslümanların, kâfirlerle yaptıkları üç savaşı da Allah'ın izni ve meleklerin
yardımı ile kazandıkları tarihen sabittir.
4- Meleklerin
bir vazifesi de; insanların ruhen yükselmelerine yardım etmek ve onları, iyi,
güzel ve hayırlı işlere yöneltmektir. İnsanlar ancak meleklerin indirdiği ilâhî
vahiy ve telkin ettikleri ilâhî ilham ile ruhî hayatın ne olduğunu arılayabilir
ve ruhî melekelerini geliştirerek ruhen yükselebilirler. Melekler, müminlere
manevî kuvvet vererek ruhen yükselme düşüncesinin dünyada yerleşmesini
sağlarlar. Meleklerin müminler, hatta kâfirler için dua etmeleri, bütün
insanları ruhen yükselme yoluna sokmak içindir. Müminleri Allah'ın izniyle
hidayete sevkederek onları aydınlığa çıkarmaları, hep bu ruhî yükselmeyi
sağlamak içindir. Meleklerin insanlarla ilgili olan bu görevleri; onların ruhen
yükselmelerine yardım etmek, böylece onları ruhî olgunluğa eriştirmek gayesi
taşır. Genel olarak her türlü iyi, güzel ve hayırlı işler, bu ilham
meleklerinin iyi telkinleri ve bizi o işlere yönlendirmelerinin sonucudur.
5- Bu
gruptaki meleklerin diğer bir görevi de; bütün insanların hidayetleri ve doğru
yolu bulmaları için duada ve şefaatta bulunmalarıdır. Şefaat, hüküm gününde
günahkârlar hesabına Allah'a yalvarmaktır. Bu dua ve şefat; "Rahmeti her
şeyi kuşatan Allahu Teâlâ'nın iradesiyle bütün insanlar için ise de; meleklerin
yalnız müminlere mahsus olan duaları daha kuvvetlidir. Nitekim Hak Teâlâ;
"Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek O'nu tesbih
ederler, O'na inanmışlar.
Meleklerin
şefaatından şöyle söz edilir:
وَكَمْ مِنْ
مَلَكٍ فِى
السَّموَاتِ
لَاتُغْنى
شَفَاعَتُهُمْ
شَيًْا
اِلَّا مِنْ
بَعْدِ اَنْ
يَاْذَنَ
اللّهُ
لِمَنْ
يَشَاءُ وَيَرْضى
"Göklerde
nice melekler vardır ki, şefaatları hiç bir fayda vermez. Ancak, Allah'ın
dilediği ve razı (hoşnut) olduğu kimseler hakkında O'nun izniyle (meleklerin
şefaati) fayda verir."[253]
Melekût
Âlemi
Ruhların ve
nefislerin makamı olan âlem. Aynı anlama gelmek üzere gayb âlemi, bâtın âlemi,
emir âlemi, lâhutî âlem tabirleri de kullanılır. Melekût; mülkiyet, kudret,
hükümdarlık, büyüklük anlamlarında gerçek tasarruf gücünü ifade eden, mübalağa
sığasında bir kelimedir. Kelimede bulunan "vav" ve "te"
harfleri zait olup, mübalağayı vurgulamak üzere kullanılmışlardır. Melekût
kelimesi Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde geçmektedir:
قُلْ مَنْ
بِيَدِه
مَلَكُوتُ
كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ
يُجيرُ وَلَا
يُجَارُ
عَلَيْهِ اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
"De
ki: Her şeyin melekûtu elinde olan kimdir?"[254]
اَوَ
لَمْ
يَنْظُرُوا
فى مَلَكُوتِ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
"Yerin
ve göklerin melekûtuna bakmıyorlar mı?"[255]
Melekût
tabiri, yakın anlamlara gelmek üzere hem mutasavvıflar hem de İslâm filozofları
tarafından kullanılmıştır. Fakat daha çok bir tasavvuf terimi olarak
geçmektedir.
"Gerçek
tasarruf" anlamında melekût, bir tasâvvuf ıstılahı olarak sıfatlar,
özellikle ilahî sıfatlar için kullanılır. Allah'ta, sıfatları vasıtasıyla
tasarrufta bulunmak üzere bir melekût vardır. Allah, kâinat üzerindeki
tasarrufunu sıfatları aracılığıyla gerçekleştirir. Bu nedenle, tasarrufun
gerçekleşmesinde vasıta durumunda bulunan sıfatlara, bu anlamda, melekût demek
mümkündür. Allah'ın ezelî sıfatları için sözkonusu olan melekûta, en yüce
melekût (el-melekutü'l a'la), bunların dışında kalanlarda sözkonusu olan
melekûta ise el-melekûtü'l-ednâ denmiştir.[256]
Melekût
âlemine gelince; temelini Platoncu âlem tasavvurunda bulunan bu kavram,
bünyesine Yeni-Platoncu bir yorumu da katarak, İslâm ve Hristiyan düşünürleri
tarafından geliştirilen âlem şemalarında da yerini almıştır. Platoncu âlem
tasavvuru; gelip geçici olan, zaman ve mekanla kayıtlı, gerçek varlığın gölgesi
durumunda bulunan duyular âlemi (âlem-i şehadet) ile; duyular üstü, zaman ve
mekânla sınırlı olmayan, gerçek varlıkların bulunduğu ideler âlemi (âlem-i
misal, âlem-i gayb) olmak üzere iki çeşit âlem varsaymaktadır.
İlahî
dinlerin âlem tasavvurlarına da uyan bu görüş, Yahudî, Hristiyan ve İslâm
âlimlerince de, kendi âlem görüşlerine bir çerçeve olarak, kabul edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim de, gayb âlemi ve şehadet âlemi olmak üzere, genel olarak, iki
âlem kabul etmektedir. Bu durumda, insanın duyularına ve bir noktaya kadar
tasarrufuna verilmiş şehadet âlemi (görünürler âlemi)ne karşı; tamamen Allah'ın
tasarrufu ve bilgisi altında bulunan bir de gayb âlemi vardır.
Mutasavvıflar
var olan her şeyi zahir, bâtın ve ceberut olmak üzere üçe ayırmaktadırlar. Bu
üç kısım da, üç çeşit âlemdir. Âlem-i şehadet, âlem-i melekût, âlem-i ceberut.
Âlem-i
şehâdet, kevn ve fesata tabi olup, duyularımız tarafından idrak olunan, içinde
yaşamakta olduğumuz şu âlemdir. Bir dereceye kadar insan tasarrufuna verilmiş
bulunan bu âlem, zaman ve mekânla sınırlı olup, kevn ve fesata tabidir. Bu âlem
için, halk âlemi, his âlemi ve mülk âlemi tabirleri de kullanılmıştır. İslâm
filozofları bu âlem için daha çok, "ayaltı âlemi" tâbirini
kullanmışlardır.
Âlem-i
ceberût, şehadet âlemiyle taban tabana zıt vasıflara sahip olan bir varlık
mertebesini ifade etmektedir. Âlem-i şehadet ve âlem-i melekûttan tamamen
münezzeh olan bu âlem, Allah'ın ezelî varlığına delâlet eder.[257]
Melekût
âlemi, duyular âlemi ile ceberût âlemi arasında orta bir varlık mertebesini
ifade etmektedir. Allah'ın cisimlerle ilgili sıfatları bu âlem ile ilgilidir.
Şehadet âleminin aksine, bu âlemde zaman ve mekânla sınırlı olma, gelip
geçicilik olma ve bozulma gibi menfi özellikler yoktur. Beşerî ve semavî
nefislerin makamı olan bu âlem, şehadet âlemi ile ceberût âlemi arasında
irtibatı sağlamaktadır.[258]
Filozof
el-Fârâbî, Kitabu'l-Fusûs adlı eserinde "ehadiyet âlemi", "emir
âlemi" ve "halk âlemi" olmak üzere üç çeşit âlemden söz
etmektedir. Ona göre, meleklerin yeraldığı emir âlemi, Allah Teâlâ ile halk
âlemi, yani yaratıkların bulunduğu âlem arasında orta bir noktada bulunmaktadır.
Emir âleminde bulunan melekler, Allah'tan almış oldukları vahyi peygamberlere
bildirirler. Fârâbî, diğer eserlerinde emir âlemi yerine, akıllar âlemini,
özellikle de bu akılların sonuncusu olan Faal aklı koymakta ve onun melekût
derecesinde bulunduğunu ifade etmektedir. Öyle görünüyor ki, Fârâbî'ye göre,
melekût mertebesi, meleklerin, başka bir ifade ile akılların bulunduğu bir
mertebedir.[259]
Yüce Allah
(cc) buyurdu ki:
وَجَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُوا لَهُ بَنِينَ وَبَنَاتٍ
بِغَيْرِ عِلْمٍ
سُبْحَانَهُ
وَتَعَالَى
عَمَّا يَصِفُونَ
“Cinleri
Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na
oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan
uzak ve yücedir.”[260]
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ
وَاْلاِنْسَ
اِلاَّ
لِيَعْبُدُونِ
“Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[261]
Cin: Gizlenmek, gizli
kalmak, gözle görülmeyen gizli kuvvetler.
Cinlerin bir tek ferdine
"cinnî" denir. "cânn" kelimesi cin ile eşanlamdır. Ğûl ve
ifrit cinlerin değişik türleridir.
İslâm'dan önce Arabistan'da
cinler, çölün "satyre" ve "nymphe"leri idi. Tabiat
hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil
ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (a.s.)'ın bey'ati esnasında cinler önemli ve
bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah
arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,[262] onları Allah'ın ortakları
mertebesine çıkarırlar[263] ve onlardan yardım
dilerlerdi. [264]
Cinin varlığı Kur'an ve
sünnet ile sabittir. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki
insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Bir de
ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde yüksek mertebe sahibi kimseler)'nın
gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Bunlar çeşitli
şekillere girecek vaziyette yaratılmışlardır. Melekler Allah'a itaattan asla
ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ'nın emriyle yeryüzüne
iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde
bulunurlar. Müminleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı,
Kur'an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini
zedeler.
Cinler de insanlar gibi
mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir:
يَا
مَعْشَرَ
الْجِنِّ
وَالْاِنْسِ
اَلَمْ
يَاْتِكُمْ
رُسُلٌ
مِنْكُمْ
يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ
ايَاتى
وَيُنْذِرُونَكُمْ
لِقَاءَ
يَوْمِكُمْ
هذَا قَالُوا
شَهِدْنَا عَلى
اَنْفُسِنَا
وَغَرَّتْهُمُ
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
وَشَهِدُوا
عَلى
اَنْفُسِهِمْ
اَنَّهُمْ
كَانُوا
كَافِرينَ
"Ey cin ve insan
topluluğu; size, içinizden, ayetlerimi anlatan ve şu (korkunç haşr) gününüzün
geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?"[265]
وَاَنَّا
لَمَّا
سَمِعْنَا
الْهُدى
امَنَّا بِه
فَمَنْ
يُؤْمِنْ
بِرَبِّه
فَلَا
يَخَافُ
بَخْسًا
وَلَارَهَقًا
"Doğrusu biz (cinler) o
hidayet rehberi (olan Allah'ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O'na inandık.
Her kim bu suretle Rabbi'ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme
uğramaktan korkmaz."[266]
وَاِذْ
صَرَفْنَا
اِلَيْكَ
نَفَرًا مِنَ
الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ
الْقُرْانَ
فَلَمَّا
حَضَرُوهُ
قَالُوا
اَنْصِتُوا
فَلَمَّا
قُضِىَ وَلَّوْا
اِلى
قَوْمِهِمْ
مُنْذِرينَ ()
قَالُوا يَا
قَوْمَنَا
اِنَّا
سَمِعْنَا
كِتَابًا
اُنْزِلَ
مِنْ بَعْدِ
مُوسى
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
يَهْدى اِلَى
الْحَقِّ
وَاِلى طَريقٍ
مُسْتَقيمٍ ()
يَا
قَوْمَنَا
اَجيبُوا دَاعِىَ
اللّهِ
وَامِنُوا
بِه يَغْفِرْ
لَكُمْ مِنْ
ذُنُوبِكُمْ
وَيُجِرْكُمْ
مِنْ عَذَابٍ
اَليمٍ ()
وَمَنْ
لَايُجِبْ
دَاعِىَ اللّهِ
فَلَيْسَ
بِمُعْجِزٍ
فِى
الْاَرْضِ وَلَيْسَ
لَهُ مِنْ
دُونِه
اَوْلِيَاءُ
اُولئِكَ فى
ضَلَالٍ
مُبينٍ
"Şu vakti de hatırla
ki, cinlerden bir kısmını Kur'an dinlesinler diye sana sevketmiştik. Onlar
(Peygamber'in huzurunda) Kur'an dinlemeye hazır olunca (birbirlerine):
"Susunuz (dinleyiniz)"dediler. Kur'an okunması bitirilince de
döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler. Ey kavmimiz. dediler: Biz
bir kitap dinledik. Musa'dan sonra indirilmiş. O, kendisinden öncekini tasdik
ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor. Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine
icabet ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin ve
sizi elem verici bir azaptan korusun; ve her kim Allah'ın davetçisi
(Peygamberi)ne icabet eylemezse arzda aciz bırakacak değildir. Ve ona ondan
başka sahip olacak veliler de yoktur. Öyleleri açık bir dalâlet
içindedirler."[267]
Hadis râvileri Rasûlullah
(a.s.)'ın, cin'i görüp görmediği konusunda farklı görüştedirler. Müslim'de,
Abdullah İbn Mes'ud (r.a.)'dan rivayete göre, Peygamber Efendimiz cinni'lerin
davetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşad etmiştir. Buhârî ve Müslim'in,
İbn Abbas'tan rivayetlerine göre ise, Hz. Peygamber ashabıyla "Ukaz"
panayırına giderken "Nahle"de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin
gelip Kur'an dinlemiş ve müslüman olmuştur. Bu durumu Cenâb-ı Hakk, Hz.
Peygamber Efendimize Cin sûresinin ilk ayetlerinde haber vermiştir. [268]
Müfessir İmam Kurtubî, bu
iki rivayeti şu şekilde yorumlar: İbn Abbas'ın rivayetine göre, Hz. Peygamber o
olayda, cinni görmemiş; onların Kur'an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı
Hakk daha sonra haber vermiştir. Fakat bu olayla İbn Mes'ud'un rivayet ettiği
olay farklıdır. Nitekim İbn Mes'ud (r.a.) şöyle demiştir: "Bir gece Hz.
Peygamber (a.s.) ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda
aradık bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihayet sabah olunca bir
baktık ki Hîra tarafından geliyor. "Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik.
Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti." şöyle
buyurdu: "Bana cin(ler)den bir davetçi geldi. Onunla beraber gittim.
Onlara Kur'an okudum."[269]
Cinler gaybı bilemezler.[270] Allah'ın peygamberlerine
bildirdiği şeyleri öğrenemezler:
اِنَّهُمْ
عَنِ
السَّمْعِ
لَمَعْزُولُونَ
"Şüphe yok ki onlar
(meleklerin sözünü) işitmekten kat'i surette azledilmişlerdir."[271]
Cinler insanlardan önce
yaratılmışlardır, Kur'an-ı Kerîm'de çok zehirli bir ateşten yaratıldıkları
haber verilir:
وَالْجَانَّ
خَلَقْنَاهُ
مِنْ قَبْلُ
مِنْ
نَارِالسَّمُومِ
"Cânnı da, daha önce
çok zehirli ateşten yarattık."[272]
Cinlerin erkek ve dişi olanları
vardır. Evlenirler, çoğalırlar, yerler, içerler. İhtiyarı, genci vardır. Cinler
de mükellef olup insanlar gibi Allah'ın emir ve yasaklarına uymak
zorundadırlar:
وَمَا
خَلَقْتُ
الْجِنَّ
وَالْاِنْسَ
اِلَّا
لِيَعْبُدُونِ
"Ben cinleri ve insanları ancak ibadet
etsinler diye yarattım."[273]
Cinlerin yaratılışları türlü
şekillere girmeye, ağır işler görmeye elverişlidir. Nitekim Kur'an'da ifade
olunduğuna göre,[274] Hz. Süleyman Belkıs'ın
tahtını Yemen'den getirmek isteyince, bir cin, daha sen makamından kalkmadan
ben sana onu getiririm, benim herhalde buna yetecek gücüm var demiştir.
Süleyman (a.s.) Kudüs'te, getirilecek taht Yemen'deydi. Onu bir saniyede
getirmek büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti. Süleyman peygamber, cinleri
ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır.
وَلِسُلَيْمنَ
الرّيحَ
غُدُوُّهَا
شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌ
وَاَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ
الْقِطْرِ
وَمِنَ
الْجِنِّ
مَنْ يَعْمَلُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
بِاِذْنِ
رَبِّه وَمَنْ
يَزِغْ
مِنْهُمْ عَنْ
اَمْرِنَا
نُذِقْهُ
مِنْ عَذَابِ
السَّعيرِ
"Süleyman (a.s.)'ın
önünde, Rabbı'nın izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim
emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırdık."[275]
Şeytan da cinlerdendir.
Allahu Teâlâ kendisini Hz. Adem (a.s.)'e secde etmekle mükellef tutmuş; şeytan
ise, kendisinin ateşten, Adem'in topraktan yaratıldığını ileri sürerek secde
etmemiştir. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu rahmetinden kovmuş o da kâfir
olmuştur.[276] Şeytanların amiri
durumundaki şeytana İblis denir. Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli
yollara başvurur. Ondan sakınmak gerekir:
اَلَمْ
اَعْهَدْ
اِلَيْكُمْ
يَا بَنى ادَمَ
اَنْ لَا
تَعْبُدُوا
الشَّيْطَانَ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبينٌ
"Ey Ademoğulları,
Şeytana tapmayın. Çünkü o sizi Rabbınız'dan ayıran bir düşmandır, diye size
emretmedim mi?"[277]
اِنَّ الشَّيْطَانَ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
فَاتَّخِذُوهُ
عَدُوًّا
اِنَّمَا
يَدْعُوا
حِزْبَهُ لِيَكُونُوا
مِنْ
اَصْحَابِ
السَّعيرِ
"Şeytan sizin için
yaman bir düşmandır. Bu sebeple siz de onu düşman edinin."[278]
Hz. Peygamber (a.s.) de
şöyle buyurmuşlardır:
"Allah sizden her biri
için, bir cinni arkadaş kılmıştır. " Ashab: "Size de mi yâ
Rasûlallah?" diye sorduklarında, Rasûlullah: "Bana da ancak Allah ona
karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o, bana ancak hayır
emrediyor " buyurdu.[279]
Bu hadisten anlaşılıyor ki,
şeytan insanı saptırır. Ehl-i Sünnet inancına göre, şeytan, insanın vücuduna
da, aklına da zarar verir.
Felsefecilerin çoğu,
özellikle İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları bunu
kabul etmişlerdir. Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler. Bunların
ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat onlardan daha zayıf
olduklarını iddia etmişlerdir.
Buna karşılık peygamberlere
inanan ve belli şerîatlara sahip olan milletler, cinlerin varlığını tereddütsüz
kabul etmişler; ancak mahiyetleri hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kimileri; cinler, havâî, yani rüzgârdan yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen
canlılardır, demişlerdir. Bazıları ise bunların, cevher olduklarını; â'râz ve
ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir. Bu cevherleri de mahiyetleri muhtelif bazı
kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi, salih ve hayırseverdirler. Bazıları ise
kötü, aşağılık ve kötülükseverdirler. Sayılarını ancak Allah bilir.
Bazı fırkalar da cinlerin
cisim olmakla beraber, mahiyetlerinin farklı, sıfatlarının bir olduğunu
söylemişlerdir. Sıfatları ise uzayda yer kaplamaları; uzunluk, genişlik ve
derinlik gibi üç boyutlu olmalarıdır. Cinler; latif, kesif, ulvî ve süflî
kısımlara ayrılırlar. Hevâî cism-i latîflerin, mahiyet itibariyle, diğer cisim
türlerine benzemesi imkânsız bir olay değildir. Binaenaleyh bunların,
kendilerine özgü ilimleri vardır, insanların yapamayacakları acaip ve zor
işleri yapabilir, çeşitli şekillere girebilirler. Bu da Cenâbı Allah'ın onlara
bu gücü vermesi sayesinde olur. Bazı fırkalar da, cisimlerin mahiyet itibariyle
birbirine eşit olduğunu, hayat için bünyenin şart olmadığını söylemişlerdir.
İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile izleyicileri bu görüştedirler.
Mu'tezile ise bu görüşü ve
buna paralel olarak cinlerin varlığını kabul etmemiştir. Bunlar, hayat için
bünyenin şart olduğunu, zor işler yapabilmek için bünyenin katı olmasını bir
şart olarak ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, çoğunluk tarafından reddedilmiştir.
Çünkü bu görüşte olanlar, harikulâde olayları inkâr, varlığı kitap ve sünnet
ile sabit olan şeyleri reddetmiş oluyorlar.
Cinler de, İslâm dini
açısından iki kısımda incelenirler: Mümin olanlar, kâfir olanlar. İnsanlar gibi
cinler de, Peygamberimize iman ile mükelleftirler. Çünkü Peygamberimiz onlara da
gönderilmiştir. Binaenaleyh ona iman eden, müminler grubuna dahil olur;
müminlerle birlikte Cennet'e girer. Ona iman etmeyenler ise şeytanlarla beraber
olur; Cehennem'i boylar.
Cinler islâm dini ile
mükellef oldukları için, onların da bundan haberleri olması ve İslâm dininin
onlara da tebliğ edilmesi lâzımdır. İşte burada cinlerle peygamberimizin temas
şekli ortaya çıkıyor.
Cinler henüz peygamberimizin
bi'setinden haberdar değillerken göğe çıkar, mele-i âlâ'da konuşulan şeyleri
kulak hırsızlığı ederek çalarlardı. Buna bir çok şey ilâve eder, insanlara
aktarırlardı. Peygamberimizin bi'setinden cinlerin haberi yoktu. Her zamanki
gibi gökten bir şeyler öğrenmeye kalkıştılar; fakat yakıcı ateşlerle, şiddetli
bekçilerle karşılaştılar. Bundan irkilerek sebebini araştırmaya başladılar.
Yeryüzüne akın ettiler. İçlerinden bir grup, Peygamberimiz'i ashabı ile
birlikte Nahle'de namaz kılarken buldu. Okuduğu Kur'an'ı dinlediler; güzelliği
ve mükemmelliği karşısında hayret ettiler. Bunların üç ilâ on veya dokuz nefer
oldukları ifade edilmektedir.
Peygamberimiz (a.s.) onlara
İslâm'ı öğretti.[280] Şurasını hemen hatırlatmak
gerekir ki cinler, bize tamamen aykırı yaratıklardır. Onların İslam ile
mükellef olmalarının şekli nedir; bunu ancak Allah ve Rasûlü bilirler. Bize sadece
buna inanıp iman etmek gerekir.
Şeytan asla melek değildir, meleklere hocalık da yapmış
değildir. Şeytan cin taifesinden olup
asıl adı İblis, bir adı da Azazil’dir.
Cenâb-ı Hak (c.c) Kur’ân-ı Mübîn’de:
وَالْجَآنَّ خَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ مِنْ نَارِ السَّمُومِ
“Adem’den önce cinlerin babası olan
Cân’ı ateşten yarattık”[281]
buyurmaktadır.
Cân’ın evlatları olan cinler yeryüzüne gönderilince
fitne fesat çıkarttılar. İsyanları
sebebiyle Cenâb-ı Hak (c.c) tarafından zaman zaman helâk edildiler. İsyan ve taşkınlık yapmamaları için Allahü
Teâlâ onlara dinler gönderdi. Aralarında
en iyileri vâli seçip görevlendirildi.
Bu valiler tarafından yer yüzünde fesat çıkartmamaları, ibadet ve taatle
meşgul olmaları için nasihatler edildi.
Cinlere nasihat etmek üzere vazifelendirilenlerden biri de Azazil yani
İblis idi. İşte Şeytan dediğimiz mel’un, bu İblis’tir.
Batıl ve Muharref Dinlerde Şeytan
Şeytan insanların gözleriyle görmedikleri
varlıklardandır. İnsanlık tarihi boyunca, hemen hemen bütün insan
topluluklarının inançlarında, "Şeytan" isimli bir varlık muhakkak
yaratılmıştır. Günümüzde de tahrife uğramış, bozulmuş ilâhî dinlere mensup
olanlar ve temeli felsefeye dayalı bazı inanışlarla Amerika, Afrika ve
Asya’daki küçük kabileler arasında yaygın totem inançlarının çoğunda, Şeytan
muhtevalı varlıklara yer verilmiştir.
İlk insan ve ilk peygamber Adem Aleyhisselam’dan bu yana
insanlığa peygamberler vasıtasıyla tebliğ edilen bütün ilâhî dinlerde Şeytan’ın
varlığı insanlara bildirilmiş ve maksadının insanları Allahü Teâlâya asi ederek
Cehennem'e sürüklemek olduğu tekrar tekrar haber verilmiştir. İnsanlar zamanla
çoğalıp dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışlar ve bu arada hak olan dinlerini
unutmaya, değiştirmeye ve kendi akıllarından yaptıkları ilâve ve çıkarmalarla
bozmaya başlamışlardır. Tarih boyunca gönderilen peygamberler, insanların
dinlerini yeniden tazelemişler, imanlarını düzeltmişlerse de, bir müddet sonra
insanlar yeniden doğru yoldan ayrılmışlardır. Peygamberlerin tebliğ ettiği ve insanların çeşitli reformlar,
konsül veya kral kararları, filozof müdahaleleri, kötü din adamı entrikaları ve
şahsi düşüncelerle bozdukları ilâhî dinlerin en son örnekleri Yahudilik ve
Hıristiyanlıktır.
Günümüzde Hıristiyanlık, Yahudilik dinleriyle diğer
inançların hepsinde bildirilen iman esasları insan eli ve düşüncesiyle tahrif
edilmiş değiştirilmiş olduğu gibi "Şeytan" hakkında bildirdikleri de
insanların hayal ve vehimlerinden uydurdukları şeylerle doludur. Bu sebeple
Müslümanların dışındaki insanlar arasında yaygın olan "Şeytan"
inançları, "Şeytan" tasvirleri ve hikâyelerinin gerçekle ilgisi ya
hiç yoktur veya çok azdır. Son yıllarda roman, film, hikaye, karikatür, resim
vs. gibi sanat dallarında karakterize edilmeye çalışılan "şeytan"
temaları ve tipleri de tamamen uydurmadır. Dînî ve ilmî kıymetleri yoktur.
Bunlar, Şeytanı anlaşılamaz, başa çıkılamaz, varlığı şüpheli, insanoğlunun
şeytan karşısında aciz ve adeta onun esiri olduğunu benimseyen anlayışların
ürünüdür. Bundan başka tarih boyunca ve günümüzde şeytana tapanlar da
bulunmaktadır. Böyle inananlarca şeytan, tapınılacak kutsal bir varlık olarak
takdim edilmektedir.
İslam’a Göre Şeytan
Şeytan hakkında, Allahü Teâlânın insanlara bildirdiği en
son ve doğru bilgi, İslâm dininde mevcuttur. Kur'ân-ı Kerim’in pek çok âyetiyle
bir kısım Hadis-i Şerifler, insanlara Şeytan’ın varlığının yanısıra, Şeytan’ın
insanları aldatma ve kötü yola sürükleme usulleriyle ondan korunma çarelerini
anlatmaktadır. İslam âlimlerinin kitaplarında uzun uzun yer alan bu bilgiler
kısaca şöyle özetlenebilir:
Şeytan da Cin taifesindendir. Asıl adı İblis olan
Şeytanın bir adı da Azazil’dir. Cinlerin yaratılması, insanların
yaratılmasından çok öncedir. Aralarında uzun devirler geçmiştir. İslam
âlimlerinden Muhyiddin-i Arabi'nin bildirdiğine göre, bu zaman dört bin yıldan
az değildir.
Melekler yaratıldıkları zamandan itibaren ibadete
başladılar. Hiç isyan, itaatsizlik yapmadılar. Can'ın evlatları olan cinler,
yeryüzüne gönderilince, fitne fesat çıkardılar. İsyanları sebebiyle zaman zaman
Allahü Teâlâ tarafından helâk edildiler. İsyan ve taşkınlık yapmamaları için,
Allahü Teâlâ onlara dinler gönderdi. Aralarından en iyileri vali seçilip
görevlendirildi. Bu valiler tarafından yeryüzünde fesat çıkarmamaları, ibadet
ve taatle meşgul olmaları için nasihatler edildi. Cinlere nasihat etmek üzere
vazife verilenlerden biri de Azazil yani İblis’ti.
Allahü Teâlâ:
وَاِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلَئِكَةِ
اِنِّى
جَاعِلٌ فىِ
اْلاَرْضِ
خَلِيفَةً
"Ben, yeryüzünde bir halife
yaratacağım"[282]
buyurdu.
Bunun üzerine melekler:
قَالُوآ
اَتَجْعَلُ
فِيهَا مَنْ
يُفْسِدُ
فِيهَا
وَيَسْفِكُ
الدِّمَآءَ
وَنَحْنُ نُسَبِّحُ
بِحَمْدِكَ
وَنُقَدِّسُ
لَكَ
"Ya Rabbi! Yeryüzünde fesat
çıkarıp kan dökenleri mi yaratacaksın?"[283] dediler.
Allahü Teâlâ bunlara:
قَالَ
اِنِّى
اَعْلَمُ مَا
لاَ
تَعْلَمُونَ
"Sizin bilmediğinizi ben
bilirim"[284]
buyurdu.
Melekler bu cevabı alınca pişman oldular. Çünkü bu
sözleri, Allahü Teâlâ’nın işine karışmaktan ve O'na isyan etmekten değil,
hikmetini anlayamadıklarındandı.
Hz.Adem (aleyhisselâm)’ın şekil verilmiş hali Mekke ile
Taif arasında kırk yıl yattığı sırada, melekler ve İblis (Şeytan) onu
görmüşlerdi ve ondan korkmuşlardı. Ondan en çok korkan da İblis (Şeytan) idi.
İblis, Adem (aleyhisselâm)’ın henüz ruh verilmemiş salsal halindeki bedenine
dokununca, çınlayarak ses çıkardı.
İblis, bedenine girip çıkar ve meleklere; “Korkmayınız bunun içi
boştur. Eğer ben ona musallat olursam
helâk ederim” derdi.
Ahmed bin Hanbel’in bildirdiği Hadis-i Şerifte buyruldu
ki “Allahü Teâlâ Adem'in bedenine şekil verip bıraktıktan sonra (henüz
ruh verilmeden) İblis, etrafında dolaşıp ona bakmaya başladı. Onun içini boş görünce; "Bu kendine
sahip olamaz. Benim için kolay ele geçirilebilir." dedi.[285]
Hz.Adem (aleyhisselâm)’ın bedenine ruh verilmeden önce,
melekler Hz.Adem (aleyhisselâm)’ın bedenini görüp ondaki uygunluğa, âhenge ve
ilâhî sanata hayran kaldılar Allahü Teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi
acaba dediler
İblis, Hz.Adem (aleyhisselâm)’ın ruh verilmemiş
halindeki bedenini görünce meleklere, “Eğer o sizden üstün, faziletli kılınırsa
ne yaparsınız?” dedi. Melekler; “Biz Rabbimizin emrine uyarız” dediler İblis
ise kendi kendine; “Eğer ona hürmet etmem emrolunursa, isyan ederim” dedi.
Ebu Ya'la'nın ve Buhari’nin Ebu
Hureyre’den rivayet ettikleri bir Hadis-i Şerifte şöyle buyruldu; “Şüphesiz
ki Allahü Teâlâ Adem’i topraktan yarattı.” Adem Aleyhisselâmı yaratacağı
toprağı tîn (çamur) haline sokup, hame-i mesnun (balçık çamuru) oluncaya kadar
bekletti. Sonra onu şekil verip, salsâlün kelfehhar (pişmiş kerpiç gibi)
oluncaya kadar bekletti. Şeytan, Adem Aleyhisselâm’ın bedeninin ruh verilmemiş
bu halini görüp), yanına vardıkça; "Şüphesiz sen, büyük bir iş için
yaratıldın" derdi. Sonra, Allahü Teâlâ Adem Aleyhisselâm’ın bedenine ruh
verdi. Ruh, önce gözüne ve genizlerine sirayet etti. Genzine sirayet edince
aksırdı. Allahü Teâlâ onu rahmetiyle karşılayıp: "Rabbin sana merhamet
etsin." buyurdu.." Allahü Teâlâ Adem Aleyhisselâm’ın bedenine ruh
verdikten sonra melekleri ve cinleri haberdar edip: اسْجُدُوا
ِ لاَدَمَ
"Adem'e secde ediniz!"[286]
emrini verdi.[287]
Önce Cebrail (aleyhisselâm) secde etti. Sonra sırayla;
Mikail, İsrafil, Azrail ve diğer bütün melekler secde ettiler. Secde eden
meleklerin her biri. Allahü Teâlâ tarafından çeşitli hizmetleri görmekle şereflendirildi.
İblis, kibir ve gururundan secde etmedi Allahü Teâlâ İblis’e:
وَالْوَزْنُ
يَوْمَئِذٍ
الْحَقُّ
فَمَنْ ثَقُلَتْ
مَوَازِينُهُ
فَاُولَئِكَ
هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Ey mel'un! Adem'e niçin secde
etmedin?" buyurunca, İblis dedi ki "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni
ateşten onu ise topraktan yarattın."[288]
Yani ateş; latif, saf ve ışıktır. Elbette topraktan üstündür diyerek bu bozuk
kıyasını ileri sürdü. Böylece Allahü Teâlâ’nın emrine isyan etti. Ebedi olarak
Cehennemlik oldu
İblis, Hz.Adem (aleyhisseâm)’a secde ediniz emrine
uymayınca, Allahü Teâlâ:
قَالَ
فَاهْبِطْ مِنْهَا
فَمَا
يَكُونُ لَكَ
اَنْ
تَتَكَبَّرَ
فِيهَا
فَاخْرُجْ
اِنَّكَ مِنَ
الصَّاغِرِينَ
"Hemen in oradan (Cennet'ten).
Artık senin Cennet'te kibirlenmen (kendini büyük görmen) gerekmez. Haydi
Cennet'ten çık. Çünkü hor, alçak ve bayağı kimselerdensin"[289]
buyurdu. İblis Cennetten koğulunca ölüm acısını tatmamak veya sonsuz bir hayat yaşamak istediğinden
dolayı Allahü Teâlâ’ya:
قَالَ
اَنْظِرْنِى
اِلَى يَوْمِ
يُبْعَثُونَ
"Bana halkın dirilip
kaldırılacakları ba's gününe kadar mühlet (ömür) ver"[290]
diyerek dünyada da ve ahirette ölümsüz olmayı istedi.
Allah-ü Teâla da ona ölümden ve Cehennem azabından
kurtuluş olmadığını bildirip, birinci sûr üflenip bütün canlıların öleceği
vakte kadar mühlet verdi. Böylece Kıyamet gününe kadar mühlet verilip serbest
bırakıldı. İblis bunun üzerine:
قَالَ
فَبِمَا
اَغْوَيْتَنى
لَاَقْعُدَنَّ
لَهُمْ
صِرَاطَكَ
الْمُسْتَقيمَ
() ثُمَّ لَاتِيَنَّهُمْ
مِنْ بَيْنِ
اَيْديهِمْ وَمِنْ
خَلْفِهِمْ
وَعَنْ
اَيْمَانِهِمْ
وَعَنْ
شَمَائِلِهِمْ
وَلَا تَجِدُ
اَكْثَرَهُمْ
شَاكِرينَ
"Öyle ise beni azdırmana yemin
ederim ki, insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna
oturacağım! Vesvese verip, pusu kuracağım. Sonra da onlara; önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım (musallat olacağım). Sen
de onların çoğunu şükredici (kimse) bulamayacaksın." dedi.”[291]
Allahü Teâlâ buyurdu ki:
قَالَ
اخْرُجْ
مِنْهَا
مَذْؤُمًا
مَدْحُورًا
لَمَنْ
تَبِعَكَ مِنْهُمْ لاَمْلئَنَّ جَهَنَّمَ
مِنْكُمْ
اَجْمَعِينَ
"Ayıplanmış ve rahmetimden
koğulmuş olarak oradan (Cenn
et'ten) çık. Yemin ederim ki
onlardan kim sana uyarsa, Cehennem'i hep sizden dolduracağım."[292]
İblis kendisine kıyamete kadar ömür verilip, serbest
bırakıldı. Hz.Adem (aleyhisselam)’ın evlatları olan insanlara dünyada imtihan
edilmek, denenmek için üç din düşmanı
yaratıldı. Bunlar: İblis yani Şeytan, insanın kendisi, yani nefsi ve
kötü arkadaştır. Allahü Teâlânın razı olduğu hak yoldan insanları saptırmak
için uğraşacağına söz alan ve kıyamete kadar da kendisine mühlet verilen
şeytan, herkese zarar yapmaya çalışır. İnsanın, besmelesiz ve haramdan yediği
yiyeceklerle ve içeceklerle damarlarında dolaşmakta, midesine yerleşmekte ve
kalbine vesvese vermektedir. Bu haliyle insanlarda çeşitli maddî ve mânevî hastalıklara
sebep olmaktadır. İnsanları aldatmak için en çok yalan, gıybet, koğuculuk,
namazı terk ve tehir ettirmek, faiz, kumar vs. gibi günahları alıştırmaktadır.
İçki, fuhuş, zina ve kumar onun büyük yardımcısıdır. Bunları yaptırmak için
kendisine, çocukları, insanlardan ve cinlerden kötü yolda olanlar yardımcı
olur.
Şeytanın, insana bütün kötülükleri yaptırmak için bir
gücü, kuvveti yoktur. O sadece kalbe vesvese verir, bir şeyi güzel gösterir.
Nefsine ve kötü arkadaşlarına aldanıp mağlup olan insan, onun vesvesesine kanıp
kötü işleri yapmaya başlar. Allahü Teâlâ’yı unutmayanlara, daima O'nun zikriyle
meşgul olanlara, her işinde İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uygun
davrananlara, haram ve şüphelilerden sakınanlara, zararı dokunamaz. Allahü
Teâlâ’nın halis, seçilmiş kulları, şeytanın şerrinden muhafaza altına
alınmıştır. Şeytan insanoğlu son nefesini teslim edinceye kadar onunla uğraşır
ve son nefeste imansız gitmesi için elinden geleni yapmaya çalışır. Son nefeste
imansız ölmemek için Şeytan’ın sevdiği kötü işlerden uzak durmak gerekir. Şeytan, insanlara düşman olduğu ve onları
kıyamete kadar doğru yoldan ayırmağa uğraşacağını bildirilen ayet-i kerimede
buyruldu ki:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنَّ وَعْدَ
اللّهِ حَقٌّ
فَلَا
تَغُرَّنَّكُمُ
الْحَيوةُ الدُّنْياَ
وَلَا
يَغُرَّنَّكُمْ
بِاللّهِ
الْغَرُورُ ()
اِنَّ
الشَّيْطَانَ
لَكُمْ
عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ
عَدُوًّا
اِنَّمَا
يَدْعُوا حِزْبَهُ
لِيَكُونُوا
مِنْ
اَصْحَابِ
السَّعيرِ
“Ey insanlar! Allah'ın vaadi
(öldükten sonra dirilmek ve hesaba çekilmek) vuku bulacaktır. O halde sakın
dünya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan da sakın sizi Allah’ın dininden aldatıp
kaydırmasın. Zira Şeytan (ötedenberi) size düşmandır, siz de onu düşman edinin.
Çünkü o, etrafına toplanan avanesini ancak Cehennemlik olsunlar diye çağırır.”[293]
Kafirler ve münafıklar Cehenneme sürüklenirken:
اَلَمْ
اَعْهَدْ
اِلَيْكُمْ
يَا بَنى ادَمَ
اَنْ لَا
تَعْبُدُوا
الشَّيْطَانَ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبينٌ ()
وَاَنِ
اعْبُدُونى
هذَا صِرَاطٌ
مُسْتَقيمٌ ()
وَلَقَدْ
اَضَلَّ
مِنْكُمْ
جِبِلًّا
كَثيرًا
اَفَلَمْ تَكُونُوا
تَعْقِلُونَ
() هذِه
جَهَنَّمُ
الَّتى
كُنْتُمْ
تُوعَدُونَ
“Ey Ademoğulları! Ben size,
Şeytan’a ibadet etmeyin! (ondan sakının) Zira o, sizin apaçık düşmanınızdır.
Bana ibadet edin! İşte doğru yol budur” diye emretmedim mi? denilir. “Yemin
ederim ki, o, içinizden çoğunuzu dalalete, sapıklığa düşürdü. Aklınız yok
muydu!(ki tuzağına düştünüz) İşte bu, size vad olunan Cehennemdir!”[294]
وَاِنَّهُمْ
لَيَصُدُّونَهُمْ
عَنِ السَّبِيلِ
وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ
“Şüphesiz şeytanlar, onları doğru
yoldan çıkarırlar. Halbuki onlar, kendilerini hidayetteyiz (doğru yoldayız)
sanırlar.”[295]
Şeytan’ın, insanlara düşmanlığını haber veren Hadis-i
Şeriflerde buyruldu ki:
ـ ولمالك
بن زيد بن
أسلم فقال:
]إنَّ اللّهَ
قَبَضَ
أرْوَاحَنَا،
وَلَوْ شَاءَ
لَرَدَّهَا
عَلَيْنَا في
حِينٍ غَيْرِ
هذَا، ثُمَّ
الْتَفَتَ
رَسولُ
اللّهِ # إلى
أبِى بَكْرٍ
الصِّدِّيقِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَقَالَ: إنَّ
الشّيْطَانَ
أتَى بًَِ
وَهُوَ
قَائمٌ
يُصَلِّى فَأضْجَعَهُ
فَلَمْ
يَزَلْ
يُهَدْهِدُهُ
كَما
يُهَدْهَدُ
الصَّبىُّ
حَتَّى نَامَ
ثُمَّ دَعَا
رَسُولُ
اللّه # بًَِ،
فَأخْبَرَ
بَِلٌ رَسُولَ
اللّهِ #
مِثلَ
الَّذِى
أخْبَرَ
رَسُولُ اللّهِ
# أبَا بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه، فقَالَ
أبُو بَكْرٍ:
أشْهَدُ
أنَّكَ
رَسُولُ اللّهِ.
İmam Mâlik, Zeyd İbnu
Eslem'den naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu
ki: "Muhakkak ki, Allah, ruhlarımızı kabzetmektedir. Dilerse onu, bize
bundan başka bir vakitte iade eder."Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
böyle söyledikten sonra Hz. Ebû Bekri's-Sıddîk (radıyallâhu anh)'a yönelerek:"Şeytan
(bu gece) namaz kılmakta iken Bilâl'e geldi ve onu yatırdı. Uyuması için bir
çocuk nasıl sallanarak avutulursa öylece onu da sallayarak uyuttu" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra Bilâl'i çağırdı. Gelince Bilâl,
Resûlullah'a onun Hz. Ebû Bekr'e anlattığının tıpkısını haber verdi. Hz. Ebû
Bekr bu işittikleri karşısında: "Şehadet ederim ki, sen Allah'ın
Resûlüsün!" demekten kendini alamadı."[296]
ـ وعن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الشَّيْطَانَ
يَجْرِى مِنِ
ابْنِ آدَمَ
مَجْرَى الدَّمِ.
Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Şeytan insanoğlunda, kanın cereyanı gibi cereyan eder."[297]
ـ وَعَنْ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
#: خَرََجَ
مِنْ
عِنْدِنَا لَيًْ.
قَالَتْ:
فَغِرْتُ
عَلَيْهِ أنْ
يَكُونَ أتَى
بَعْضَ
نِسَائِهِ،فَجَاءَ
فَرَأى مَا
أصْنَعُ. فَقَالَ:
أغِرْتِ.
فَقُلْتُ:
وَمَا
لِمِثْلِى َ
يَغَارُ عَلى
مِثْلِكَ؟
فقَالَ #:
لَقَدْ جَاءَكِ
شَيْطانُكِ.
قُلْتُ:
أوْمَعِى
شَيْطَانٌ؟
قَالَ: لَيْسَ
أحَدٌ إَّ
وَمَعَهُ شَيْطانٌ.
قُلْتُ:
وَمَعَكَ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
وَلكِنْ
أعَانِى
اللّهُ
عَلَيْهِ
فَأسْلَمَ.
- Hz.
Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. (Benim nöbetimde) hanımlarından birinin
yanına gitmiş olabilir diye içime
kıskançlık düştü. Geri gelince halimi
anladı ve:"Kıskandım mı yoksa?" dedi. Ben de:"Evet! Benim gibi
biri senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?" dedim. Aleyhissalâtu
vesselâm:"Sana yine şeytanın gelmiş olmalı" dedi. Ben:"Benimle
şeytan mı var?" dedim."Şeytanı olmayan kimse yoktur"
dedi."Seninle de var mı?"dedim."Evet, ancak ona karşı Allah bana
yardımcı oldu da müslüman oldu!" buyurdu."[298]
ـ وعن
عبداللّه
الصنابحى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ: إنَّ
الشّمْسَ
تَطْلُعُ
وَمَعَها
قَرْنُ
الشّيْطَانِ،
فإذَا
ارْتَفَتْ فَارَقَهَا،
ثُمَّ إذا
اسْتَوَتْ
قَارَنَهَا،
فإذا زَالَتْ
فَارَقَهَا،
فإذَا دَنَتْ
لِلْغُرُوبِ
قَارَنَهَا،
فإذا غَرَبَتْ
فَارَقَهَا،
وَنَهى
رَسُولُ
اللّهِ # عَنِ الصَّةِ
في تِلْكَ
السَّاعَاتِ.
Abdullah es-Sunâbihî (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Güneş, beraberinde şeytanın boynuzu olduğu halde doğar, yükselince ondan
ayrılır. Bilahare istiva edince (tepe noktasına gelince) ona tekrar mukarenet
(yakınlık) peydah eder. Zevâlden sonra (tepe noktasından ayrılıp batıya
meyletimi) ondan yine ayrılır. Batmaya yakın tekrar ona yakınlık peydah eder,
batınca ondan ayrılır." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) işte bu
vakitlerde namaz kılmaktan men etti."[299]
ـ وعن
أمية بن مخشى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رسُولُ
اللّهِ # جَالِساً
وَرَجُلٌ
يَأكلُ
فَلَمْ
يُسَمِّ حَتّى
لَمْ يَبْقَ
مِنْ
طَعَامِهِ
إَّ لُقْمَةٌ،
فَلَمَّا
رَفَعَهَا
إلى فِيهِ.
قالَ: بِسْمِ
اللّهِ
أوَّلهُ
وَآخِرَهُ.
فَضَحِكَ #. ثُمَّ
قَالَ:
مَازَالَ
الشَّيْطَانُ
يَأكُلُ مَعَهُ
فَلَمَّا
ذَكَرَ اسْمَ
اللّهِ اسْتَقَاءَ
مَا فِي
بَطْنِهِ.
-Ümeyye
İbnu Mahşiyy radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) otururken bir adam besmele çekmeden yemek yiyordu. Yemeğini yemiş,
geriye tek lokması kalmıştı. Onun ağzına kaldırırken: "Bismillâhi evvelehû
ve âhirahû" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) güldü
ve:"Şeytan onunla birlikte yemeye devam etti. Ne zaman ki Allah'ın ismini
zikretti, karnındakileri hep kustu!" buyurdu."[300]
ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إذَا دَخَلَ
الرَّجُلُ
مَنْزِلَهُ
فَذَكَرَ
اللّه عِنْدَ
دُخُولِهِ
وَعِنْدَ
طَعَامِهِ.
قَالَ الشَّيْطَانُ:
َ مَبِيتَ
لَكُمْ وََ
عَشَاءَ، وَإنْ
ذَكَرَ
اللّهَ
عِنْدَ
دُخُولِهِ
وَلَمْ
يَذْكُرْهُ
عِنْدَ
عَشَائِهِ
يَقُولُ: أدْرَكْتُمُ
الْعَشَاءَ
وََ مَبِيتَ
لَكُمْ، وَإنْ
لَمْ
يَذْكُرِ
اللّهَ
عِنْدَ
دُخُولِهِ وََ
عِنْدَ
عَشَائِهِ.
قَالَ:
أدْرَكْتُمُ
المَبِيتَ وَالْعَشَاءَ.
Hz. Câbir radıyallahu anh
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişi
evine döndüğü zaman içeri girerken ve yemek yerken Allah'ın adını zikrederse,
şeytan (avenelerine): "Size burada gecelemek de yok akşam yemeği de
yok!" der. Ama kişi, eve girerken Allah'ı zikreder fakat akşam yemeğini
yerken zikretmezse, şeytan (avenelerine): "Akşam yemeğine kavuştunuz ama
burada gecelemeniz mümkün değil!" der. Adam eve girerken ve yemeğe
başlarken "Bismillah!" diyerek Allah'ı zikretmezse, şeytan
(avanelerine): "Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!" der."[301]
ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]إنَّ
نَبِىَّ
اللّهِ # قالَ:
إذَا قَضَى
اللّهُ تعالى
ا‘مْرَ في
السَّمَاءِ
ضَرَبتِ
المََئِكَةُ عَلَيْهِمُ
السََّمُ
بِأجْنِحَتِهَا
خُضْعَاناً
لقولِهِ
كأنَّهُ
سِلْسِلَةٌ
عَلَى
صَفْوَانٍ
فإذا فُزِّعَ
عَنْ
قُلُوبِهِمْ
قَالُوا
مَاذَا قَالَ
رَبُّكُمْ؟
قَالُوا
لِلَّذِى قَالَ
الْحَقَّ
وَهُوَ
الْعَلِىُّ
الْكَبِيرُ
فَيَسْمَعُهَا
مُسْتَرِقُ
السَّمْعِ، وَمُسْتَرِقُوا
السَّمْعِ
هكذَا
بَعْضُهُ
فَوْقَ
بَعْضٍ،
وَوَصَفَ
سُفْيَانُ
بِكَفِّهِ
فَخَرَّقَهَا
وَبَدَّدَ
بَيْنَ أصَابِعِهِ
فَيَسْمَعُ
الْكَلِمَةَ
فَيُلْقِيهَا
إلى مَنْ
تَحْتَهُ
حَتَّى
يُلْقِيهَا
عَلى لِسَانِ
السَّاحِرِ
أوِ
الْكَاهِنِ
فَرُبَّمَا
اَدْرَكَهُ الشِّهَابُ
قَبْلَ اَنْ
يُلْقِىهَا،
وَرُبَّمَا
ألْقَاهَا
قَبْلَ أنْ
يُدْرِكَهُ. فَيَكْذِبُ
مَعَهَا
مِائَةَ
كَذْبَةٍ.
فَيُقَالُ
ألَيْسَ قَدْ
قَالَ لَنَا
يَوْمَ كَذَا
وَكَذَا وَكذَا
وَكذَا؟
فيُصَدَّقُ
بِتِلْكَ
الْكََلِمَةِ
الَّتِى
سُمِعَتْ
مِنَ
السَّمَاءِ.
Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu
ki:"Allahu Teâla Hazretleri semâda bir işin yapılmasına hükmetti mi,
Rabb-i Teâla'nın sözüne ihtiramla, melâike (aleyhimüsselam) korku ile kanatlarını birbirine vururlar. Rabb
Teâla'nın işitilen sözü düz bir kaya üzerinde (hareket eden) zincirin sesi
gibidir. Meleklerin kalplerinden korku açılınca (Cebrail ve Mikail gibi
mukarreb meleklere):"- Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlar. Onlar
da:"- Allah Teâlâ hazretleri hakkı söylemiştir. Zaten O, yüce ve
uludur" derler. O'nun sözünü, kulak kabartan (şeytanlar gizlice) işitir.
Kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe
kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş ve kulak hırsızlığına
hazırlanmış bulunur. - Süfyan (İbnu Uyeyne) eliyle tarif etti: Parmaklarını
önce (üst üste) dizdi, sonra açtı- (En üstteki, ilâhî kelamı işitir ve
alttakine verir, o da kendi altındakine verir. Böylece gele gele sihirbaz ve
kahinlerin diline kadar ulaşır. Bazan kelimeyi aşağıdakine vermeden önce bir
şahap, şeytana ulaşır. Bazan şahap kendisine isabet etmezden önce kelimeyi
aşağısındakine vermiş olur. (Sihirbaz ve kâhinler kendilerine bu şekilde ulaşan
hırsızlama habere) yüz kadar da kendileri ilâve ederek yalanlar düzerler. Emr-i
İlâhî yeryüzünde tahakkuk edince halk kendi arasında: "Bu işin olacağı
bize daha önce falan falan günlerde haber verilmemiş miydi?" derler.
Böylece, semada (kulak hırsızlığı yoluyla) işitilmiş olan haber böylece tasdik
edilir."[302]
Şeytan’ın İnsanlar Üzerindeki
Tesirleri
Şeytan’ın insanlar üzerinde tesirli olduğu şeylerden
birisi, vesvese vermesidir. İnsanın kalbine her fırsatta vesveseler, kötü
düşünceler getirerek insanı aldatıp, dünya ve ahiret zararlarına sürüklemek
ister. İnsan Şeytan’ın bir vesvesesine uymazsa Şeytan başka bir vesvese vermeye
başlar ve çok çeşitli hilelere başvurur. Kötülüğü, belli bir şeyi yaptıramazsa
ve insan hep iyiliğe gidiyorsa, iyiliği daha az olanları yaptırmaya çalışır.
Bir kötülüğe sürükleyebilmek için küçük iyilikler yapmaya teşvik eder.
Şeytan’ın vesvesesi aslında zayıftır.
Din bilgisi tam ve doğru olan ve bu bilgilerine uygun
hareket eden insanları aldatması çok güçtür. Şeytan vesvese vererek, kötülüğe
düşürmek için insanların bazı zaaflarından faydalanır. Bunlardan biri aceleci
olmaktır. Diğerleriyse, şehvet ve gadabdır. İnsan gadablanınca, kızınca akıl
örtülür. Akıl gidince şeytanın hücumuna uğrar. Onun elinde oyuncak olur. Ayrıca
hased ve hırs, çok yemek, süslenme sevgisi, tama’, yani dünya lezzetlerini
haram yollardan aramak; ihtiyaçtan fazla toplanıp, Allah için sarfedilmeyen
dünya malı, cimrilik ve fakir olma korkusu, kendi görüş ve düşüncelerini
beğenmek suretiyle hasımlarına karşı kin tutmak, su-i zan, bir kimse hakkında
kötü düşünmek, günâhkar sanmak da böyledir.
Şeytan’ın şerrinden ve zararından korunmak için doğru
itikada, yani Ehl-i Sünnet itikadına sahip olmak ve lâzım olan din bilgilerini
öğrenip, bunlara uymak gerekir. İnsan İslâmiyet’e uyduğu müddetçe Şeytan’ın,
nefsinin ve kötü arkadaşının şerrinden korunabilir.
Şeytan,
cinlerden olup şerrin, fesadın, dalaletin, kötülüğün temsilcisidir. Allah’a ilk
isyan eden yaratıktır. İblis şeytanların babası olup Hz. Adem (a.s)
yaratıldığından Allah ona secde etmesini İblise emrettiğinde Allah’a karşı
gelmişti. Görevi insanlara vesvese ile kötü işler yaptırmak olan şeytanlar
gözle görülmeyen varlıklardır. Şeytanın yaratılması bir takım hikmetlere
bağlıdır. Allah bu alemi zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. İblis; şerrin,
fesadın, inkarın temsilcidir.
Yüce Allah
(cc) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اتَّقُوا
رَبَّكُمُ
الَّذى
خَلَقَكُمْ
مِنْ نَفْسٍ
وَاحِدَةٍ
وَخَلَقَ
مِنْهَا
زَوْجَهَا
وَبَثَّ مِنْهُمَا
رِجَالًا
كَثيرًا
وَنِسَاءً
وَاتَّقُوا
اللّهَ الَّذى
تَسَاءَ
لُونَ بِه
وَالْاَرْحَامَ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَلَيْكُمْ
رَقيبًا
“Ey
insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden
birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına
riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.”[303]
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ مِنَ
الْبَعْثِ
فَاِنَّا
خَلَقْنَاكُمْ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ مِنْ
نُطْفَةٍ
ثُمَّ مِنْ
عَلَقَةٍ
ثُمَّ مِنْ
مُضْغَةٍ
مُخَلَّقَةٍ
وَغَيْرِ
مُخَلَّقَةٍ
لِنُبَيِّنَ
لَكُمْ
وَنُقِرُّ
فِى
الْاَرْحَامِ
مَا نَشَاءُ
اِلى اَجَلٍ
مُسَمًّى
ثُمَّ
نُخْرِجُكُمْ
طِفْلًا
ثُمَّ
لِتَبْلُغُوا
اَشُدَّكُمْ
وَمِنْكُمْ مَنْ
يُتَوَفّى
وَمِنْكُمْ
مَنْ يُرَدُّ
اِلى
اَرْذَلِ
الْعُمُرِ
لِكَيْلَا
يَعْلَمَ
مِنْ بَعْدِ
عِلْمٍ
شَيًْا
وَتَرَى
الْاَرْضَ
هَامِدَةً
فَاِذَا
اَنْزَلْنَا
عَلَيْهَا
الْمَاءَ
اهْتَزَّتْ
وَرَبَتْ
وَاَنْبَتَتْ
مِنْ كُلِّ
زَوْجٍ
بَهيجٍ
“Ey insanlar! Eğer yeniden
dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden,
sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra)
belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki
size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar
rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra
güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine
içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir
kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve
ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır,
kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.”[304]
“Andolsun
biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.”[305]
“Sonra
onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik.”[306]
“O
(Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan
yaratmıştır.”[307]
“İnsan
görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman
kesilmiş.”[308]
“Andolsun,
insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona
şah damarından daha yakınız.”[309]
“İnsanı
yarattı.”[310]
“İnsanın
üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?”[311]
“Gerçek
şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık;
onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.”[312]
“İnsan
neden yaratıldığına bir baksın! Atılan bir sudan yaratıldı. (O su) sırt ile
göğüs kafesi arasından çıkar.”[313]
“İncire,
zeytine. Sina dağına. Ve şu emîn beldeye yemin ederim ki: Biz insanı en güzel
biçimde yarattık.”[314]
“O,
insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.”[315]
Allahu Teala
ve tekaddes Hazretleri Ehadiyet mertebesinde gizli hazine iken tanınmayı
isteyip severek ruhlar alemini ve cisimler alemini yarattı. Rahmetinin
güzelliğini kudretinin mükemmelliğini azamet ve celalini, bağış ve nimetini
sırlarını meydana çıkarmak istediğinde kademe kademe bütün alemi ve mahlukatı
yarattı.
Allah bu
sonsuz alemi onda mevcut olan insan için yaratmıştır. Şayet insanı yaratmış
olsaydı bu alemi hiçbir manası olmayacaktı. Kainatın değeri, kıymeti, onu
şereflendiren insandan gelmektedir. alemde mevcut olan değerler, kıymetler, rütbeler
ve mevkiler sadece insan içindir.
Kur'an-ı
Kerim'de Yüce Allah (cc): “O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı."[316]
İnsan,
hayvanlar seviyesinde yalnız yiyen içen ve şehvetlerini gideren bir yaratık
değildir. İnsan boş yere yaratılmamış ve başı boş değildir.
Yine başka
bir ayette: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten
huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”[317]
Ayeti
celile'den anlaşılacağı üzere, dünyadaki bütün canlılar içinde vazife ve
sorumluluk taşıyan yegane varlık insandır. Esasen insan hayatını anlamlı kılan,
ona değer katan temel özellik, insanın bir vazife ve sorumluluk varlığı
oluşudur.
Bu sebeple,
vazifelerini ihmal eden ve sorumsuz bir hayat insanlar, gerçek anlamda insanlık
değerini yitirmiş olurlar. Bu dünyada bir kısım insanlar, insanlığının gereği
olan vazifelerini ihmal etmiş ve bunların sorumluluğundan da kurtulmuş
olabilirler. Ancak yukarıdaki ayet açıkça gösteriyor ki, İlahi sorumluluktan
kurtulmak ve Allah'ın huzurunda hesap vermekten kaçmak hiç kimse için mümkün
değildir. Bunun aksini düşünmek, ahlak nizamını ve bu nizamın temeli olan
mutlak adaleti inkar etmek sonucuna götürür.
Kur'an-ı
Kerim'de yüce Allah (c.c): “Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi
olan ancak Allah'tır. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da
istemiyorum. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[318]
Evet
insanların ve cinlerin yaratılış sebep ve hikmeti Allah'a hiç bir şeyi ve hiç
kimseyi ibadette, hükümde, ve tasarrufta ortak koşmama, onu zatında,
fiillerinde ve sıfatlarında eşsiz ve benzersiz tanımak ve ona ibadette
bulunmaktır. O Allah ki amalce hanginiz daha güzeldir diye sizi imtihan, etmek
için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O Rabbimiz ki Gahhar sıfatıyla kahredip,
Gafur sıfatıyla da af ve merhamet edendir.
Adem: Arapça
da; yokluk, hiçlik, bulunmama manasına gelir. İbrani’ce de; yüce Allah’ın
yarattığı ilk insan, insan soyunun atası ve ilk peygamber manasına gelir.
İlk insan,
ilk Peygamber, insanlığın babası. Allah'u Teâlâ Hz. Âdem'i topraktan (turâbtan)
yarattı. Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği
zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum
sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir:
وَمِنْ
اَيَاتِهِ
اَنْ
خَلَقَكُمْ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ اِذَآ
اَنْتُمْ
بَشَرٌ
تَنْتَشِرُونَ
"Sizi
(aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her
tarafa) yayılır bir beşer oldunuz."[319]
Allah'u Teâlâ
Hz. Âdem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan
geçirmiştir:
1- Türâb
safhasından sonra "Tîn" safhası:
Tîn: Toprağın
su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin
ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir: "O (Allah) her şeyi
güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır."[320]
Hayat
kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.
وَاللّهُ
خَلَقَ كُلَّ
دَابَّةٍ
مِنْ مَاءٍ
فَمِنْهُمْ
مَنْ يَمْشى
عَلى بَطْنِه
وَمِنْهُمْ
مَنْ يَمْشى
عَلى
رِجْلَيْنِ
وَمِنْهُمْ
مَنْ يَمْشى
عَلى
اَرْبَعٍ
يَخْلُقُ
اللّهُ مَايَشَاءُ
اِنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ قَديرٌ
"Allah
her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki
ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse
yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir. "[321]
"O
(Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy-sop yapandır. Rabbin her
şeye kadirdir."[322]
Yeryüzünün
3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu
düzen aynen insana da intikâl ettirilmiştir.
Yine Cenâb-ı
Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Andolsun biz insanı (Âdem'i)
çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık." [323]
İşte ilk
insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp
çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır.
2- Tîn-i
lâzib:
Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından
sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "Tîn-i lâzib" yani
yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Cenâb-ı Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve
yapışkan bir hale getirdi:
فَاسْتَفْتِهِمْ
اَهُمْ
اَشَدُّ
خَلْقًا اَمْ
مَنْ
خَلَقْنَا
اِنَّا
خَلَقْنَاهُمْ
مِنْ طِينٍ
لاَزِبٍ
“Şimdi
sor onlara! Yaratma bakımından onlar mı daha zor, yoksa bizim yarattığımız
(insanlar) mı? Şüphesiz biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık.”[324]
3- Hame-i
Mesnûn: Sonra
cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn,
suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ مَسْنُونٍ
"Andolsun,
biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık."[325]
Böylece
Allahü Teâlâ Hz.Âdem (a.s)'ı topraktan yaratmaya başlıyor.
Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe
uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.
4- Salsal: Kuru çamur demektir.
Cenâb-ı Allah
kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit,
saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi: "O Allah insanı
bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır."[326]
Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi
Cenâb-ı Allah
Hz. Âdem'i yaratırken, yukarıda anlatıldığı gibi maddesi olan çamuru, çeşitli
mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefhedilmesine
müsaid bir hale getirdi. Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve
düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir:
اِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلئِكَةِ
اِنّى خَالِقٌ
بَشَرًا مِنْ
طينٍ ()
فَاِذَا
سَوَّيْتُهُ
وَنَفَخْتُ
فيهِ مِنْ
رُوحى
فَقَعُوا لَهُ
سَاجِدينَ ()
فَسَجَدَ
الْمَلئِكَةُ
كُلُّهُمْ
اَجْمَعُونَ
() اِلَّا
اِبْليسَ
اِسْتَكْبَرَ
وَكَانَ مِنَ
الْكَافِرينَ
() قَالَ يَا
اِبْليسُ مَا
مَنَعَكَ
اَنْ
تَسْجُدَ لِمَا
خَلَقْتُ
بِيَدَىَّ
اَسْتَكْبَرْتَ
اَمْ كُنْتَ
مِنَ
الْعَالينَ ()
قَالَ اَنَا
خَيْرٌ مِنْهُ
خَلَقْتَنى
مِنْ نَارٍ
وَخَلَقْتَهُ
مِنْ طينٍ
"Rabbin
o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.
Artık onu düzenleyerek (hilkatını) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman
kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis' ten başka
bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden
olmuştu. Allah: 'Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde
etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi
oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise
çamurdan yarattın."[327]
Cenâb-ı Allah
böylece Hz. Âdem'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış
"zirâ" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir.[328] Yaratılışı tamamlandıktan
sonra Allahü Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını
nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyyetinin
selâmlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere: "Es-selâmü
aleyküm" dedi. Onlar da: "Es-selâmu aleyke ve rahmetullah" diye
karşılık verdiler, Âdem, insanların büyük atası olduğu için, Cennet'e giren her
kişi, Âdem'in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Âdem'in torunları, onun güzelliğinden
birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed
zamanında) sona erdi[329]
Hz. Âdem'e İsimlerin Öğretilmesi
Allah Hz.
Âdem'i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri
için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin dalâlet ettiği
varlıkları anlama kabiliyeti verdi:
وَاِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلئِكَةِ
اِنّى
جَاعِلٌ فِى
الْاَرْضِ
خَليفَةً
قَالُوا اَتَجْعَلُ
فيهَا مَنْ
يُفْسِدُ
فيهَا وَيَسْفِكُ
الدِّمَاءَ
وَنَحْنُ
نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ
وَنُقَدِّسُ
لَكَ قَالَ
اِنّى
اَعْلَمُ
مَالَا
تَعْلَمُونَ
() وَعَلَّمَ
ادَمَ
الْاَسْمَاءَ
كُلَّهَا ثُمَّ
عَرَضَهُمْ
عَلَى
الْمَلئِكَةِ
فَقَالَ
اَنْبِؤُنى
بِاَسْمَاءِ
هؤُلَاءِ
اِنْ كُنْتُمْ
صَادِقينَ ()
قَالُوا
سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ
لَنَا اِلَّا
مَاعَلَّمْتَنَا
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْعَليمُ
الْحَكيمُ
"Hani
Rabbin bir vakit meleklere: 'Muhakkak ben, yeryüzünde (emirlerimi tebliğ etmeye
ve uygulamaya koyacak) bir halife (bir insan) yaratacağım' demişti. (Melekler
de): 'Biz seni hamdinle tesbih ve seni ayıplardan, sana ortak koşmaktan ve
eksikliklerden tenzih edip dururken orada (yerde) bozgunculuk edecek, kanlar
dökecek kimse(ler) mi yaratacaksın?' demişlerdi. Allah: 'Sizin bilmeyeceğinizi
her halde ben bilirim.' demişti. Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra
onları (onların dalâlet ettikleri âlemleri ve eşyayı) meleklere gösterip
'doğrucular iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle
beraber bana haber verin' demişti. (Melekler) de: "Seni tenzih ederiz,
senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi
hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sensin, sen demişlerdi."[330]
Bu ayetlerde
geçen "halife" vekâlet gibi asaletin karşıtı olarak başkasına
vekillik etmek, yani az veya çok aslın yerini tutarak, onu temsil etmek demek olan
hilâfet masdarından türemiş bir sıfattır. İsim olarak kullanılır. Aslı
"halif"tir. Sonundaki "tâ" harfi mübalâğa içindir. Birinin
arkasından makamına ve yerine vekâlet eden demektir. Bu niyâbet (vekâlet) ya
aslın geçici olarak makamından ayrılması dolayısıyla verilir veya aslın
acizliğinden dolayı yardım etmesi için verilir. Yahut bunların hiçbiri olmadığı
halde asıl, vekiline sırf bir şeref bahşederek onu yüceltmek için vekâlet
verir. İşte Cenâb-ı Allah'ın arzda evliyasını istihlâfı bu kâbildendir.[331]
Cenâb-ı
Allah: "Yeryüzünde bir halife yaratacağım ve tayin edeceğim"
demişti ki; kendi irade ve kudret sıfatımdan ona bazı salâhiyetler vereceğim, o
bana izâfeten, bana niyâbeten yarattıklarım üzerinde birtakım tasarruflara
sahip olacak, benim namıma ahkâmımı yeryüzünde yürürlüğe koyup uygulayacaktır.
O, bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına asıl olarak hükümleri
icra edemeyecek ancak benim bir nâibim, kalfam olacak, iradesiyle benim
iradelerimi, emirlerimi, kanunlarımı tatbike memur bulunacak sonra onun
arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar
bulunacaktır:
وَهُوَ
الَّذى
جَعَلَكُمْ
خَلَائِفَ
الْاَرْضِ
وَرَفَعَ
بَعْضَكُمْ
فَوْقَ
بَعْضٍ دَرَجَاتٍ
لِيَبْلُوَكُمْ
فى مَا
اتيكُمْ اِنَّ
رَبَّكَ
سَريعُ
الْعِقَابِ وَاِنَّهُ
لَغَفُورٌ
رَحيمٌ
"Verdikleriyle
sizi denemek için, yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminki kiminizden
derecelerle üstün yapan odur..."[332] ayetinin sırrı zâhir
olacaktır. Bu mana, Ashâb-ı Kirâm ve Tâbiîn'den uzun uzadıya nakledilegelen
tefsirlerin özetidir.[333]
Allahü Teâlâ,
Âdem'i yeryüzünde halifesi yapacağını meleklerine istişâre eder gibi tebliğ
etmiş, Âdem'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın
bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı
olarak tespih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması
sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem ve evlatlarının
lâyık olacaklarını Âdem ile meleklerini bir imtihandan geçirerek göstermiştir.
Yüce Allah
Âdem'i yarattıktan sonra zevcesi Havva'yı onun eğe veya başka bir görüşe göre
kaburga kemiğinden yarattı.[334] İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs,
"Allah Havva'yı, Âdem'i Cennet'e yerleştirdikten sonra yaratmıştır" demişlerdir.[335]
Hz.Adem (a.s),
Cennette konuşacak bir kimse ve kendisi ile sükunet olacağı bir zevce
bulunmaksızın tek başına gezip dolaştığı sırada, Yüce Allah (c.c) ona bir uyku
verdi, uyudu.
Hz.Adem (a.s)
daha uykudan uyanmadan, Hz. Havva'yı ondan yarattı.
Hz.Adem (a.s)
uyanınca baş ucunda bir kadının oturduğunu gördü. "Bir kadın ha!?"
dedi ve ona: "Sen, nesin? Sen, kimsin?" diye sordu. Hz. Havva:
"Bir kadın!" dedi.
Hz.Adem (a.s):
"Sen, ne için yaratıldın?"
diye sordu. Hz. Havva: "Sen, benimle sükunet bulasın diye
yaratıldım!" dedi.
Melekler,
Adem (a.s)'ın bilgisinin nelere kadar ulaşa bildiğini anlamak, ilmini sınamak
için, Hz. Havva hakkında ona: "Bu, nedir?" diye sordular.
Hz.Adem (a.s):
"Bir kadın!"dedi.
Melekler:
"Onun ismi nedir?" diye sordular.
Hz.Adem (a.s):
"Havva'dır" dedi.
Melekler: "Doğru
söyledin!" dediler.
"Ona ne
için Havva ismini verdiler?" diye sordular.
Hz.Adem (a.s):
"Kendisi, canlı bir şeyden yaratıldığı için!" dedi.
Hz.İbn Abbasa
göre; Hz. Havva'ya her canlının anası olduğu için, Havva ismi verilmiştir.
Melekler: "O ne için yaratıldı?" diye sordular:
Hz.Adem (a.s):
"O, benimle sükunet bulsun, ben de onunla sükunet bulayım diye!"
dedi.[336]
Nisa
süresinin 4. ayetin de: Kadının (Havvanın) erkekten yaratıldığını ifade ediyor;
يَا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اتَّقُوا
رَبَّكُمُ
الَّذى خَلَقَكُمْ
مِنْ نَفْسٍ
وَاحِدَةٍ
وَخَلَقَ مِنْهَا
زَوْجَهَا
وَبَثَّ
مِنْهُمَا
رِجَالًا
كَثيرًا
وَنِسَاءً
وَاتَّقُوا
اللّهَ
الَّذى
تَسَاءَ
لُونَ بِه
وَالْاَرْحَامَ
اِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَلَيْكُمْ
رَقيبًا
“Ey insanlar! O Rabbinizden korkunuz ki, sizi bir nefisten
yaratmıştır ve ondan da zevcesini yaratmıştır. Ve o ikisinden de birçok
erkekler ve kadınlar türetmiştir. Ve Allah-ü Azîmüşşan'dan korkunuz ki, O'nunla
birbirinizden dilekte bulunursunuz, rahîmlerden de korkunuz ki, şüphe yok ki,
Allah Teâlâ üzerinize nâzir bulunmaktadır.”[337]
Allah'ü Teala
Adem'in hem yalnızlıktan kurtulması, hem de insan soyunun yeryüzünde
çoğalabilmesi için hayat arkadaşı ve eş olarak Hz.Havva'yı yarattı.
Müslimin
sahihinde Peygamber efendimiz (a.s) bir Hadis-i şeriflerinde:
-عن أَبِي
هُرَيْرَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ:
اِسْتَوْصُوا
بِالنِّسَاءِ
فَإِنَّ
الْمَرأةَ
خُلِقَتْ
مِنْ ضِلَعٍ
وَإِنَّ
أَعْوَجَ مَا
فِي
الضِّلْعِ أَعَْهُ.
فَإِنْ
ذَهَبْتَ
تُقِيمُهُ
كَسَرْتُهُ،
وَإِنْ تَرَكْتَهُ
لَمْ يَزَلْ
أَعْوَجَ،
فَاسْتَوْصُوا
بِالنِّسَاءِ
خَيْرًا.
-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kadınlara hayırhah olun, zira kadın bir eyeği
kemiğinden yaratılmıştır. Eyeği kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu
doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri halde kalır.
Öyleyse kadınlara hayırhah olun." [338]
Hz.
Âdem'in ve Eşinin Cennete
Yerleştirilmesi
Yüce Allah
Âdem ve eşine şöyle diyerek, Cennet'e yerleştirdi:
وَقُلْنَا
يَآاَدَمُ
اسْكُنْ
اَنْتَ
وَزَوْجُكَ
الْجَنَّةَ
وَكُلاَ
مِنْهَا
رَغَدًا
حَيْثُ شِئْتُمَا
وَلاَ
تَقْرَبَا
هَذِهِ الشَّجَرَةَ
فَتَكُونَا
مِنَ
الظَّالِمِينَ
"Ve
demiştik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin Cennet'te yerleş, otur. Ondan
(Cennet'in yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat
şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz."[339]
فَقُلْنَا
يَا ادَمُ
اِنَّ هذَا
عَدُوٌّ لَكَ
وَلِزَوْجِكَ
فَلَا
يُخْرِجَنَّكُمَا
مِنَ
الْجَنَّةِ
فَتَشْقى ()
اِنَّ لَكَ اَلَّا
تَجُوعَ
فيهَا وَلَا
تَعْرى ()
وَاَنَّكَ
لَا
تَظْمَؤُا
فيهَا وَلَا
تَضْحى
"Muhakkak
bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet'ten çıkarmasın; sonra
zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada
mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın."[340]
Hz. Âdem ve
eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmiyor. Bu ağacın buğday
veya üzüm veyahut da incir olduğu hakkında rivayetler vardır. Biz bu ağacın ne
olduğunu bilemeyiz. Çünkü yüce Allah kitabından ve
Hz.Peygamber (a.s) hadislerinde bu ağacın ismini bize bildirmemiştir. Buna
rağmen tefsirler bu konuda şu bilgileri haber vermektedirler:
1) “İlim” yani hayrı ve şerri bilme ağacı idi.[341]
2) “Üzüm Asması”[342]
bunun için Ümmet-i Muhamme!e şarap haram kılınmıştır.
3) “Ağaç” cinsi idi. [343]
4) “Buğday” idi.[344]
5) “Zeytin ağacı” idi. [345]
6) “Hurma ağacı” idi. [346]
Cenâb-ı Hakk Cennet'te Âdem'e büyük bir hürriyet vermekle
beraber yine de buna bir sınır koymuştur. Bu sınırı aştıkları takdirde,
kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennet'e bu yasak ağaç, yenilmek için değil,
insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur. Bununla
beraber biz "Dünyayı sevmek, her bir günahın başıdır" hadîsinde bu
yasak ağacı tayin eden bir dalâlet buluyoruz. Demek Hz. Âdem o zaman dünya
sınırlarına yaklaşmamak emri almış ve bundan bir müddet fıtratının gereği
olarak yememiştir.[347]
Daha önce
İblis Hz. Âdem'in üstünlüğünü çekemeyerek Allah'ın emrine karşı gelmiş, Âdem'e
secde etmeyip, saygı göstermemiş ve Cennet'ten kovulmuştu. O zaman Şeytan'ın
Hz. Âdem ve evlâtlarına musallat olup azdırma imkânı kaldırılmamıştı. Hatta,
İblis'e onları günah işlemeye teşvik etme gücü verilmişti.[348] Çünkü Âdem'in şeref ve
üstünlüğü, nefsine ve şeytana uymamakla gerçekleşecekti. Kendilerine verilen
akıl ve irade sebebiyle Hz.Âdem ve soyu, imtihandan
geçecekler, sınanmaları için de peygamberler gönderilecekti.
Vesvese
vererek insanları azdırma kabiliyetine sahip olan şeytan, ne yaptıysa yaptı,
bir yolunu bularak Cennet'e girebildi:
فَوَسْوَسَ
لَهُمَا
الشَّيْطَانُ
لِيُبْدِىَ لَهُمَا
مَاوُرِىَ
عَنْهُمَا
مِنْ سَوْاتِهِمَا
وَقَالَ
مَانَهيكُمَا
رَبُّكُمَا عَنْ
هذِهِ
الشَّجَرَةِ
اِلَّا اَنْ
تَكُونَا
مَلَكَيْنِ
اَوْ
تَكُونَا
مِنَ الْخَالِدينَ
()
وَقَاسَمَهُمَا
اِنّى
لَكُمَا لَمِنَ
النَّاصِحينَ
()
فَدَلّيهُمَا
بِغُرُورٍ
فَلَمَّا
ذَاقَا الشَّجَرَةَ
بَدَتْ
لَهُمَا
سَوْاتُهُمَا
وَطَفِقَا
يَخْصِفَانِ
عَلَيْهِمَا
مِنْ وَرَقِ
الْجَنَّةِ
وَنَاديهُمَا
رَبُّهُمَا
اَلَمْ
اَنْهَكُمَا
عَنْ
تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ
وَاَقُلْ
لَكُمَا
اِنَّ الشَّيْطَانَ
لَكُمَا عَدُوٌّ
مُبينٌ
"Derken
şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini)
kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese verdi ve 'Rabbiniz size
bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ölümden
kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti' dedi. Bir de
onlara, 'Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim' diye yemin etti. İşte bu
şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın
meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve
üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de
"Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır,
demedim mi? diye nida etti."[349]
قَالاَ
رَبَّنَا
ظَلَمْنَا
اَنْفُسَنَا
وَاِنْ لَمْ
تَغْفِرْ
لَنَا
وَتَرْحَمْنَا
لَنَكُونَنَّ
مِنَ
الْخَاسِرِينَ
"Bundan
sonra Âdem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek
Allah'a yalvardılar: Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve
bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız, dediler."[350]
ثُمَّ
اجْتَبيهُ
رَبُّهُ
فَتَابَ
عَلَيْهِ
وَهَدى ()
قَالَ
اهْبِطَا
مِنْهَا
جَميعًا بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ
عَدُوٌّ فَاِمَّا
يَاْتِيَنَّكُمْ
مِنّى هُدًى
فَمَنِ اتَّبَعَ
هُدَاىَ
فَلَا
يَضِلُّ
وَلَا يَشْقى
"Sonra
Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu
gösterdi. Allah şöyle dedi: 'Dünyada birbirinize düşman olmak üzere her ikiniz
de oradan (Cennet'ten) ininiz. Artık benden size bir hidayet (kitap) geldiği
zaman, kim benim hidayetime uyarsa, işte o sapıklığa düşmez ve bedbaht olmaz
(ahirette zahmet çekmez.)"[351]
Böylece Hz.
Âdem ve Havva ve nesillerinin yeryüzünde yerleşip kalmaları ve burada üreyip
geçinmeleri, imtihan edilmeleri takdir edildi ve gerçekleştirildi.[352]
Buhârî,
Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri bir hadîsinde Hz.
Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:
ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
تَحَاجَّ
آدَمُ وَمُوسى
عَلَيْهِمَا
السََّمُ.
فقَالَ لَهُ
مُوسى: أنْتَ
الَّذِى
أخْرََجْتَ
النَّاسَ
مِنَ الْجَنَّةِ
بِذَنْبِكَ
وَأشْقَيْتَهُمْ.
فَقَالَ
آدَمُ
لِمُوسى:
أنْتَ
الَّذِى
اصْطَفَاكَ
اللّهُ
بِرِسَاَتِهِ
وَبِكََمِهِ،
أتَلُومُنِي
على أمْرٍ
كَتَبهُ
اللّهُ عَليَّ
قَبْلَ أنْ
يَخْلُقَنِي؟
قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
# فَحَجَّ آدَمُ
مُوسى.
"Âdem
(a.s) ile Musa (a.s)'ın ruhları Rableri nezdinde münakaşa ettiler ve Âdem (a.s),
Musa (a.s)'ı delil getirerek mağlûp etti. Musa (a.s) dedi ki: "Sen
Allah'ın eliyle (kudretiyle) yarattığı ve ruhundan üflediği ve melekleri senin
için secde ettirdiği ve Cennet'ine yerleştirdiği Âdem'sin. Sonra da sen
işlediğin suç sebebiyle insanları yeryüzüne indirdin. 'dedi. Bunun üzerine Âdem
(a.s) 'Sen Allah'ın peygamberliğine ve konuşmasına seçtiği ve içinde her şeyin
açıklaması bulunan (Tevrat) levhalarını verdiği ve münacât edici olarak
kendisine yaklaştırdığı Musa'sın. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Tevrat'ı
yazdığını gördün?' dedi Musa (a.s), 'Kırk sene önce' diye cevap verdi. Âdem,
'şu halde içinde 've Âdem Rabbi'ne isyan etti de...' meâlindeki ayeti gördün
mü?' dedi. Musa (a.s) 'Evet, gördüm' dedi. Âdem (a.s) 'Allah'ın beni
yaratmasından kırk sene önce işleyeceğimi yazdığı işi işlemem üzerine beni
nasıl azarlarsın' dedi. Resulullah (a.s) neticede "Âdem hüccet ile Musa'yı
mağlûp etti" buyurdu.[353]
Bundan sonra
gelecek hidayet rehberlerine (Peygamberlere), iman ederek uyup bağlanacaklar
için, korkup üzülecekleri bir şeyin olmadığı ve bunların Cennet'e girecekleri
bildirildi. İnkâr edip kötülük yapanların Cehennem'e girecekleri anlatıldı. [354]
Âlimler, Hz.
Âdem ve eşinin iskân edildiği (yerleştirildiği) Cennet hakkında görüş
ayrılıklarına düşmüşlerdir. Cennet, lügat açısından bağ, bahçe, bahçelik ve
bağlık yer manasına gelir. Acaba Hz. Âdem'in iskân edildiği bu Cennet,
yeryüzünün bağlılık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir? Yoksa
dünyadan ayrı ahirette müminlere va'd edilen Cennet midir? Kur'an-ı Kerim'de
buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna
göre Hz. Âdem'in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu
Cennet, ahirette müminlere ve iyilik yapanlara va'd edilen, darü's-sevab
(mükâfat yurdu) olan Cennet'tir. Çünkü:
a)
"Cenâb-ı Allah dedi ki:
قَالَ
اهْبِطُوا
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ عَدُوٌّ
وَلَكُمْ فِى
الْاَرْضِ
مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ
اِلى حينٍ ()
قَالَ فيهَا
تَحْيَوْنَ
وَفيهَا
تَمُوتُونَ
وَمِنْهَا
تُخْرَجُونَ
“Kiminiz
kiminize (nesilleriniz birbirlerine yahut müminlerle şeytan birbirlerine)
düşman olarak inin. Arz'da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve
geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine
oradan diriltilip çıkarılacaksınız."[355]
Bu ayetlerde
Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir.
İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş
söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve Havva'nın yerleştikleri yer arzdaki
bir bahçe olsaydı "hubût"tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.
b) Tâhâ
suresi 118-119'uncu âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in anlatılan
vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap
ve mükâfat yurdu olarak mü'minlere va'd edilen cennet'e aid niteliklerdir. Bu
vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in iskân
edildiği Cennet, ahirette müminlere va'dedilen Cennet'tir.
c) Bu
"Cennet" lâfzının başındaki elif lâm (lâm-ı ta'rîf) umûm (istiğrak)
için değil, ahid içindir. Bu elif lâm, umûm ifâde ederse Cennetlerin hepsi
manasına gelir. Hâlbuki Hz. Âdem'in bütün Cennetlere (bahçelere) yerleşmesi
imkânsızdır. Öyle ise bu Cennet'in manasını müslümanlar arasında bilinen ve
dârü's-sevâb (mükâfat yurdu) olan Cennet'e hamletmek gereklidir.[356]
d) Yine bazı
haberlere göre: Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar
getirterek Hz. Âdem'i Cennet'te yaratmıştır.[357] Hz. Âdem ile Hz. Musa'nın
ruhlarının çekiştiğini bildiren hadîs (bunun meâlini yukarıda verdik) de bu
Cennet'in sevab yurdu olan Cennet olduğunu açıklar.
Ebu'l-Kasım
el-Belhî ve Ebû Müslim el-İsfahânî de "Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet,
bahçe manasına olup bu dünyadadır" derler. Bu zatlar ayette geçen "ihbitû"
kelimesine de "giriniz, gidiniz, konunuz" gibi manalar veriyorlar.
" İhbitû mısran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz,[358] gibi. Bu zatlar Hz. Âdem'in
yerleştiği Cennet'in bu dünyada olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:
1) Eğer Hz.
Âdem'in yerleştiği bu Cennet, sevap ve mükâfat yurdu olan Cennet olsaydı,
elbette ebedî kalınacak Cennet olurdu. Hz. Âdem de ebedî kalınacak Cennet'te
olduğunu bilir ve şeytan da onu:
فَوَسْوَسَ
لَهُمَا
الشَّيْطَانُ
لِيُبْدِىَ
لَهُمَا
مَاوُرِىَ
عَنْهُمَا
مِنْ سَوْاتِهِمَا
وَقَالَ
مَانَهيكُمَا
رَبُّكُمَا
عَنْ هذِهِ
الشَّجَرَةِ
اِلَّا اَنْ تَكُونَا
مَلَكَيْنِ
اَوْ
تَكُونَا
مِنَ الْخَالِدينَ
“Derken
şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese
verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan
olursunuz diye yasakladı, dedi.”[359] diyerek aldatamazdı.
2) Yüce
Allah'ın:
لاَ
يَمَسُّهُمْ
فِيهَا
نَصَبٌ وَمَا
هُمْ مِنْهَا
بِمُخْرَجِينَ
"Onlar
(Cennet'te olanlar) oradan çıkarılacaklar da değildir"[360] sözünün dalâletiyle
Cennet'e giren bir daha oradan çıkmaz.
3) İblis, Hz.
Âdem için secde etmekten kaçınarak kibirlendiğinden Allah'ın gazâb ve lânetine
uğramış ve kâfir olmuştur. Böyle olan bir kimse Cennet'e giremez.
4) Ahirette
müminlere va'd edilen Cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin içinde
serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi
faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Âdem'e bir
ağacın meyvesi yasaklanmıştır.
5) Allahü Teâlâ: "Yeryüzünde bir halife yaratacağım..."[361] diye belirttiği için Hz. Âdem'i Arz'da yarattı. Kur'an'da onu göğe (Cennet'e) naklettiğini zikretmedi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur'an-ı Kerim'de böyle önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği bu Cennet, içinde ebedi kalınacak Cennet'ten başka bir Cennet'tir.[362]
Hz. Âdem'in
oturduğu Cennet'in mükâfat yurdu olan Cennet olması veya bundan başkası olması
mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve Kur'an'da buna dair kesin
bir delil yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse bilemediğine göre, şu Cennet'tir
veya bu Cennet'tir diye kestirip atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek
lâzımdır. Nitekim selefi salihîn ve bunlara tâbi olan birçok müfessirler böyle
yapmışlardır.[363]
Fakat biz
burada hemen şunu kaydedelim: Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği Cennet'in
mükâfat yurdu olan Cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca
Cennet'e girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak
girmekle mûkîm olarak girmek aynı değildir. Nitekim Hz. Muhammed (a.s) mi'rac
gecesi Cennet'e girmiş ve çıkmıştır.
Hz.Havva’ya Verilen Ceza
Rivayete göre,
Havva ağaçtan kopardığı zaman ağaç kanamıştı.
Yüce
Allah:
“Bu ağacı
kanattığın gibi, ben de onu her ay kana bulaştıracağım. Ben onu mükemmel ve
akıllı olarak yaratmıştım. Şimdi hafif akıllı yapacağım. O iğrenerek ve
istemeyerk yüklü olacak, yavrusunu zorlukla dünyaya getirecektir” dedi.
İbni Zeyd der ki: “Eğer Hz.Havva böyle bir hata yapmamış olsa idi dünya kadınları adet görmezler, hepsi deakıllı olur, hepsi de kolaylıkla hamile oldukları gibi kolaylıkla doğum yaparladı.” [364]
Kabil ile
Habil, Hz.Adem (a.s)’ın ilk çocuklarıdır. Hz.Adem (a.s) Hz. Havva'ya yaklaştı.
İlk batında kabil ile kız kardeşi Lubut (Lübüz) ikiz olarak doğdu. İkinci
batında Habil ile kız kardeşi İklima doğdu.
Yüce Allah
(cc): Birinci batında doğanı, ikinci batında doğanla ikinci batında doğanı,
birinci batında doğanla- iki batın arasındaki evlenmede birbirine muhalefet
korunmak suretiyle evlendirmesini Adem (a.s)'a emr etti.
Hz. Adem (a.s)'ın;
Hz. Havva'dan her batında biri erkek diğeri kız olarak 20 batında ikiz 40
çocuğu doğdu. Bu batınlardan, bir erkek
çocuk-kendisiyle birlikte ikiz olarak doğmuş olup kendisine helal olmayan kız
dışında-diğer batımlarda doğmuş bulunan istediği kızla evlenebilirdi.
Hz.Adem (a.s):
Habilin kız kardeşi ile Kabil'in-Kabil'in kız kardeşi Habil bu evliliği kabul
etti. Fakat Kabil kabul etmedi.
Kabil;
"Kız kardeşim benimle doğdu ve Habilin kız kardeşinden daha güzel onunla
ben evlenmeye layık ve müstahakkım" dedi. Gerçekten kabilin kardeşi güzel,
Habilin kardeşi çirkindi.
Hz.Adem (a.s),
Yüce Allah tarafından kendisine emr olunan Hz. Havva'ya da haber verip;
"Kabil'e emret; Habilde doğan kızla evlensin!" dedi. Hz. Havva, bunu
oğullarına söyledi. Habil razı oldu, Kabil ise kızdı; "Hayır! vallahi,
Allah bunu hiç bir zaman emr etmez" dedi.
Babasın;
"Ey Adem! Bu, senin işlerindedir!" dedi.
Hz.Adem (a.s);
"O, sana helal değildir!" dedi ve Kabile kızdı. "Gidiniz!
ikiniz, Allah'a birer kurban takdim ediniz! Muhakeme olunuz! Hanginizin kurbanı
kabul olursa dilediğiyle evlenmeğe, diğerinden daha layık ve müstahaktır. Yüce
Allah semadan bir ateş indirir, onun kurbanını yakar!" dedi. Bu teklifi
ikisi de kabul etti.
Habil sürü
sahibi çoban, Kabilde çiftçi idi. Kurbanlarını yaklaştırmaları, emr olununca,
Habil en semiz ve güzelinden bir davar, Kabil ise en kötü ürününden bir avuç
buğday takdim etmek üzere Nevz dağına çıktılar.
Hz.Adem (a.s)'da
yanlarında idi. Kurbanlarını oraya koydular. O zamanlar Habil, yirmi, Kabil'de
yirmi beş yaşında idi. Habil, Kabil'de Allah'ın taktirine rıza ve emrine boyun
eğme duygusu taşırken, Kabil ise kurbanım ister kabul olsun, ister olmasın
Habil, kız kardeşimle evlenmeyecektir diye düşünüyordu.
O sırada
gökten bir ateş inip Habilin kurbanını yaktı ve kurban kabul oldu. Kabil'in ise
kurbanı kabul olmadı.
Kabil,
kurbanının Allah tarafından reddedilişine kızdı. Kalbindeki kıskançlığı ve
azgınlığı kabardı.
Habil
davarının başında iken, Kabil, onun yanına varıp; "Ben seni, muhakkak
öldüreceğim!" dedi.
Habil;
"Beni ne için öldüreceksin?" diye sordu.
Kabil;
"Çünkü Allah senden kurbanını kabul etti.
Benim
kurbanımı bana geri çevirip kabul etmedi.
Şimdi ben
senin çirkin kardeşinle, sen benim güzel Kardeşimle mi evleneceksin ha! Herkes
senin benden hayırlı ve üstün olduğunu söyleyecekler. Senin çocukların benim
çocuklarıma karşı övünecekler! Vallahi halk senin benden daha hayırlı olduğunu
görmeyecektir!" dedi.
Habil,
Kabil'in bu meşum niyetini anlayınca, ona:
وَاتْلُ
عَلَيْهِمْ
نَبَاَ
ابْنَىْ
ادَمَ بِالْحَقِّ
اِذْ
قَرَّبَا
قُرْبَانًا
فَتُقُبِّلَ
مِنْ اَحَدِهِمَا
وَلَمْ
يُتَقَبَّلْ
مِنَ الْاخَرِ
قَالَ
لَاَقْتُلَنَّكَ
قَالَ
اِنَّمَا
يَتَقَبَّلُ
اللّهُ مِنَ
الْمُتَّقينَ
() لَئِنْ
بَسَطْتَ
اِلَىَّ
يَدَكَ
لِتَقْتُلَنى
مَا اَنَا
بِبَاسِطٍ
يَدِىَ
اِلَيْكَ لِاَقْتُلَكَ
اِنّى
اَخَافُ
اللّهَ رَبَّ
الْعَالَمينَ
() اِنّى
اُريدُ اَنْ
تَبُوأَ
بِاِثْمى
وَاِثْمِكَ
فَتَكُونَ
مِنْ
اَصْحَابِ
النَّارِ وَذلِكَ
جَزؤُا
الظَّالِمينَ
“Onlara, Adem'in iki oğlunun
haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden
kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen
kardeş, kıskançlık yüzünden), "Andolsun seni öldüreceğim" dedi.
Diğeri de "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder" dedi (ve
ekledi:)
"Andolsun
ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el
uzatacak değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."
Ne var ki,
Kabil onu dinlemedi ve saldırdı. Habil ise dağlardan aşağı atlayıp kurtuldu.
Kabil yine de onu öldürme fırsatı kollamağa devam etti. Habil; bir gün dağda
davarlarını otlatırken, Kabil, onun yanına vardı. Yerden kaldırdığı bir kaya
parçası ile Habil'in başına vurarak onu öldürdü. Kabil, Habil'i akşamleyin
öldürmüştü.
Ertesi gün,
sabahleyin "Ne yapıyor" diye ona bakmak için gitti. Habil; yeryüzünde
Ademoğullarından ilk ölen kimse olduğu için, Kabil, onun ölüsüne, ne yapacağını
bilemiyordu.
فَبَعَثَ
اللّهُ
غُرَابًا
يَبْحَثُ فِى
الْاَرْضِ
لِيُرِيَهُ
كَيْفَ
يُوَارى
سَوْاَةَ
اَخيهِ قَالَ
يَا وَيْلَتى
اَعَجَزْتُ اَنْ
اَكُونَ
مِثْلَ هذَا
الْغُرَابِ
فَاُوَارِىَ
سَوْاَةَ
اَخى
فَاَصْبَحَ
مِنَ النَّادِمينَ
Kabil de
kardeşini, kargayı örnek alarak gömdü.
Böylece
Kabil, yeryüzünün ilk zalim ve katili, Habil de ilk mazlum ve Şehidi oldu.
[368]
Yeryüzünde
ilk Fitnede böylece kadın yüzünden patlak vermiş oldu. Daha önce: "Yeryüzündeki
fesat çıkarıp kan dökecek olanlarımı yaratacaksın"[369] diye hayretle sual soran
meleklerin bu sözlerinin ilk tahakkuku bu şekilde gerçekleşti. Cennet ve
Cehennem lüzumsuz yaratılmamıştır.
İnsanların
bir kısmının amelleri cenneti, diğer bir kısmının ki de Cehennemi netice
verecekti. İnsanlar için imtihan yeri olarak yaratılan dünya hayatının tabii
bir gerçeğidir.
Haber getiren
kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara hakkı,
doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı
Kerim' de; "nebi" veya "enbiya", bazen da "resul"
veya "rusul" diye geçer.
"Nebi", Arapça bir kelime olup, "nebe'"
kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici" anlamına gelir.
Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok
önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe
olmayan bir haber için kullanılabilir. Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği
kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır.
Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi
açıklıyor.[370]
Bazı
dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş"
manasında olan "nübüvvet" kelimesinden geldiğini ileri
sürerler.
Diğer bir
kısım dilciler ise, "nebi" kelimesine, Allah (c.c) ile akıl
sahibi kulları arasında bir elçi veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın
vahy-i ilâhisini bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin çoğulu "enbiya"dır.
Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara
bildirdikleri için "enbiya" denmiştir.[371]
Kur'an-ı
Kerim'de "nebi" yerine "resul" de
geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan "rasul",
gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) tarafından,
insanları irşad edip onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş olduklarından,
peygamberlere, "rüsûl-i kirâm, mürselîn" denmiştir.[372]
Bu esasa
göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı manaya gelen, Arapça’da iki (müterâdif) eş
anlamlı isimdir. Peygamberlere, Allah'tan önemli haber (vahy) aldıkları için "nebi";
aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara bildirdikleri için de
"resul" denir. Onların en önemli görevi, kendilerine indirilen ilâhî
vahyi tebliğ etmektir. O halde risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği
kullarından birini ilâhî hüküm veya şerîatini başkalarına tebliğ etmekle
mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber ile diğer insanlar arasındaki alâkayı
açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.
Bu esasa
göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (cc) ile özel
ilişkisine "nübüvvet"; insanlarla olan "ilâhî
görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir. Nebî ve
resul kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade etmektedir.[373]
Çoğunluk
Kelam âlimlerine göre ise "resul" kelimesi, lugat manası
bakımından "nebi" kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü
melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi
haberciler" anlamında "resul" denmektedir. Bu görüşte
olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen peygamberler "resul"
diye anılırlar. Bu bakımdan, her resul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her
nebî, resul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık
diliyle"umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır. Çünkü nebî; tebliğle
mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan
kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ
etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda "resul"
denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır.
Sonuç olarak,
nebî ve resul şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu
Cibril (as) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri insanların hepsine
veya belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır.”[374]
Kur'an-ı
Kerim'de zikredilen birçok ayetlere ve Peygamberimiz (as)'ın bazı sahih hadislerine
göre Allah Teâlâ'nın razı olduğu yegâne hak din olan İslâm'da iman esaslarından
biri de, Allah (c.c.) tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu
göstermek için gönderilen bütün peygamberlere iman etmektir. Bu ortak esas,
İslâm’da iman esasları arasında yer alan çok önemli bir rükündür. Çünkü
"meleklere" iman edilmeden, "İlâhî kitaplara" inanmak
mümkün olmadığı gibi, bu kitabları insanlara tebliğ etmekle görevli ve sorumlu
olan "Peygamberlere" iman edilmeden de, mukaddes kitablara
iman etmek mümkün değildir.
Gerçek şudur
ki; peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz
konusu olmaz. Çünkü peygamberler, Allah Teâlâ'nın insanları irşad için
gönderdiği birer ilâhî elçi olarak kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri, emir
ve yasakları yalnız tebliğ etmekle kalmazlar; aynı zamanda bu hükümleri kendi
nefislerinde aynen tatbik eder ve günlük hayatımızda fert ve toplum olarak
nasıl uygulayacağımızı gösterirler. Peygamberler, herkes tarafından takip
edilebilecek üstün vasıflı, yüksek ahlâklı, kâmil ve örnek insanlardır. Onlar,
her hususta çok güzel birer örnek oldukları için, insanları kolayca etkiler,
onlara Allah sevgisi ve O'na imanı aşılar ve peşlerinden sürükleyerek
hayatlarında esaslı değişiklikler yaparlar. Çünkü nefsi ve aklı ile başbaşa
olan insanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri, ancak yine birer insan
olan, günahlardan arınmış (masum) peygamberlerin önderliğinde başarılabilir.
Onun içindir ki, melekler insanlara değil, yalnız peygamberlere elçi olarak gönderilmişlerdir:
قُلْ
لَوْ كَانَ
فِى
اْلاَرْضِ مَلَئِكَةٌ
يَمْشُونَ
مُطْمَئِنِّينَ
لَنَزَّلْنَا
عَلَيْهِمْ
مِنَ
السَّمَاءِ مَلَكًا رَسُولاً
"(Onlara)
de ki: Eğer yeryüzünde yaşayıp huzur içinde dolaşanlar melekler olsaydı,
muhakkak Biz, onlara gökten melek bir peygamber indirirdik."[375]
Kur'an-ı
Kerim'in bildirdiğine göre, peygamberlik müessesesi ve ilâhî kitaplar Allah
Teâlâ'nın insanlara lutfettiği manevî bir hediye (mevhibe-i ilâhiyye)dir.
Âlemleri yaratan Allah (cc) insanlar ve milletler arasında bir fark gözetmeden,
onların her birine maddî sayısız nimetler ve çeşitli rızıklar verdiği gibi,
ruhî bir gıda, manevî bir nimet olarak peygamberlik nimetini de aynı ilâhî
esasa göre insanlık âlemine ihsan etmiştir. Bu yönden peygamberlik, lutfu ve
rahmeti sonsuz olan Rabbulâlemin'in bütün dünya milletlerine dağıttığı ilâhî
bir hediyedir. Madem ki insanlar hidayet yolunu bulmak, hak ve adalet üzere
kurulan ilâhî nizamı öğrenerek hayatlarında uygulayabilmek için Allah (cc)
tarafından seçilerek gönderilen masum (günahsız) peygamberlere ve onlara
indirilen ilâhî vahye muhtaçtırlar; o halde bütün insanların Rabbı, Hâlık ve
Râzıkı olan Allah Teâlâ, elbette ki kulları arasında ayırım yapmadan, her
millete kendi içinden seçtiği peygamberler gönderecektir. Nitekim bu husus
Kur'an-ı Kerimde şu ayetlerle açık olarak beyan edilmiştir:
اِنَّآ
اَرْسَلْنَاكَ
بِالْحَقِّ
بَشِيرًا
وَنَذِيرًا
وَاِنْ مِنْ
اُمَّةٍ
اِلاَّ خَلاَ
فِيهَا
نَذِيرٌ
“Hiç
bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (bir
peygamber) gelip geçmiş olmasın."[376]
Bütün
Peygamberler bu yüce görevi eksiksiz olarak yapabilecek ve kendilerine
vahyolunan ilâhî hükümleri insanlara tebliğ edebilecek kudret ve kabiliyette
yaratılan mümtaz ve sadık kullar, Allah tarafından seçilen ilâhî elçilerdir.
Kur'an-ı
Kerim, müslümanlara, yalnız İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (a.s)'e değil, dünya
milletlerine zaman zaman gönderilen bütün Peygamberlere de inanmayı
emretmektedir. Bakara süresinde:
قُولُوا
امَنَّا
بِاللّهِ
وَمَا
اُنْزِلَ اِلَيْنَا
وَمَا اُنْزِلَ
اِلى
اِبْرهيمَ
وَاِسْمعيلَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطِ
وَمَا اُوتِىَ
مُوسى وَعيسى
وَمَا
اُوتِىَ
النَّبِيُّونَ
مِنْ
رَبِّهِمْ
لَانُفَرِّقُ
بَيْنَ اَحَدٍ
مِنْهُمْ
وَنَحْنُ
لَهُ
مُسْلِمُونَ
“Deyiniz
ki biz Allah'a, bizlere indirilen (Kitab)'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,
Yakub'a ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve İsâ ya
verilenlere iman ettik. Onları biribirinden (peygamber olarak) ayırmayız”[377] buyrulmaktadır. Ayette geçen
"nebiyyûn" kelimesi ile, daha önce gönderilen diğer
peygamberlerin kastedildiği anlaşılmaktadır.
İşte İslâm
dini, bütün peygamberlere inanmayı, "iman esasları"ndan ve
İslam’ın temel prensiplerinden saymakla,[378] hiç bir dinin erişemediği
derecede şümullü bir insanlık dini olmak vasfını kazanmaktadır. Bütün dünya
milletlerine hitap etmek suretiyle de, insanları bütün beşeriyeti içerisine
alan bir kardeşliğe, sulh ve sukûna, saadet ve selâmete davet etmektedir. Bu
bakımdan, her müslüman icmâlî olarak (kısaca); başta Hz. Muhammed (a.s) olmak
üzere, daha önce gönderilen bütün peygamberlere; tafsili olarak da, Kur'an-ı
Kerim'de isimleri zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı iman etmeleri,
ayrıca, Allah (c.c) tarafından önceki milletlere gönderilen ve adları
bildirilmeyen bütün peygamberlere toplu olarak iman etmeleri gerekir.[379]
Kur'an-ı
Kerim'de bildirildiğine göre, bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab
etmek üzere gönderilen peygamber, yalnız Hz. Muhammed (a.s)'dır. Hz. Muhammed
(a.s) ilk peygamber Hz. Adem'den itibaren zaman zaman çeşitli milletlere
gönderilen peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur. O, peygamberler zincirinin
son altın halkasıdır, Hâtemül-Enbiyâ'dır. O'ndan sonra artık peygamber
gönderilmeyecektir. Bu, İslâm’ın ve en son Mukaddes Kitab Kur'an'ın bildirdiği
bir gerçektir:
قُلْ
يَا اَيُّهَا
النَّاسُ
اِنّى
رَسُولُ اللّهِ
اِلَيْكُمْ
جَميعًا
الَّذى لَهُ
مُلْكُ السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
لَااِلهَ
اِلَّا هُوَ
يُحْي
وَيُميتُ
فَامِنُوا
بِاللّهِ وَرَسُولِهِ
النَّبِىِّ
الْاُمِّىِّ
الَّذى
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَكَلِمَاتِه
وَاتَّبِعُوهُ
لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ
“De ki: Ey insanlar!
Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim.
Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah`a ve ümmî
Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır iman edin ve
O'na uyun ki doğru yolu bulasınız.”[380]
Hz. Muhammed (a.s)'den başka
hiç bir Peygamberin bütün dünya milletlerinin hepsine birden gönderildiğine
dair ne Kur'an'da, ne de başka bir kutsal kitapta açık bir ayet
bulunmamaktadır.
Peygamberlerin
Adedi ve İsimleri Kur'an-ı Kerim'de her millete mutlaka kendi içinden seçilen
bir peygamber gönderildiği açıkça beyan edilmiş ise de,[381] Peygamberlerin adedi ve her
birinin ismi bildirilmemiştir.
Nitekim
en-Nisa süresinde:
وَرُسُلاً
قَدْ
قَصَصْنَاهُمْ
عَلَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
وَرُسُلاً
لَمْ
نَقْصُصْهُمْ
عَلَيْكَ
وَكَلَّمَ
اللهُ مُوسَى
تَكْلِيمًا
"Peygamberlerin
bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik"[382] buyurulmuştur. Gerçi
peygamberimizin bir sahih hadisinde yüz yirmi dört bin gibi bir sayıdan
bahsedilmiş ise de; bu adet kesin değildir. Kur'an'da yalnız 25 peygamberin
isimleri zikredilmiştir. Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim,
İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Eyyüb,
Zülkifl, Yünus, İlyas, İlyesa, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (a.s)
hazretleridir.
Ehl-i Sünnete
göre; peygamberlerin sayılarını tahdid etmemek daha doğrudur. Çünkü sayının
tespit edilmesi halinde, eğer rakam büyük olursa, gerçekte enbiyadan
olmayanların peygamber sayılanlar içine katılması; eğer küçük olursa, enbiyadan
olanların peygamberlerden sayılmaması gibi bir durumla karşı karşıya
kalınabilir.[383]
Bütün
peygamberler Allah Teâlâ tarafından seçilip ilâhî elçiler olarak insanlara
gönderildiklerine göre, hepsi birbiriyle kardeş gibidirler. Onlar bir
âiledendir ve bir tek cemaattır: Bütün peygamberler doğru sözlü, sâdık, emîn,
akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek ahlaklı, dünyada ve âhirette
itibarlı ve Allah'a en yakın olan sevgili kullar, ilahi elçilerdir.
Onların diğer
insanlardan ayn, kendilerine ait ortak bazı sıfât ve özellikleri vardır. Bu
sıfatlar sayesinde yüce yaratıcı ile kulları arasında elçilik yapma liyakatını
kazanmış olurlar.
Bütün
peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak mümkündür: Emânet,
sadakat fetânet, ismet, tebliğ.
1- Emânet:
Sözlükte, güvenmek, emin olmak, korkmamak ve güvenilir olmak anlamında bir
mastardır.
Emânet,
peygamberlerin kudsî görevlerini yerine getirmek hususunda ve her konuda emin
ve güvenilir olmalarıdır. Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst
ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet meydana gelmez.
Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve vazifesini hainlere
değil, ancak her bakımdan emin olan sâdık kullarına verir. Peygamberlerini bu
gibi emin, sâdık ve dürüst kulları arasından seçer. Şüphe yok ki Allah (c.c)
peygamberlik derecesine kirnin daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.
Kur'an-ı
Kerim'de, geçmiş peygamberlerin emânet sıfatlarından söz eden ayetler vardır:
Hûd peygamber, kavmine şöyle demişti:"Size Rabbimin vahyettiklerini
tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım"[384] eş-Şuarâ Suresi'nde Nuh,
Hûd. Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin kavimlerine: "Şüphesiz ben,
size gönderilen emîn bir peygamberim" dedikleri zikredilir.”[385]
Peygamber
olmadan önce Hz. Musa için Şuayb aleyhisselâmın iki kızından biri şöyle
demiştir: "Babacığım, onu ücretle çalıştır. Çünkü o, ücretle
tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır"[386] Hz. Musa, Medyen'den
Mısır'a peygamber olarak dönünce Firavun'un kavmine şöyle demişti:
"Allah'ın
kullarını bana bırakın. Çünkü ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim."[387]
Hz. Muhammed
de gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamberliği sırasında toplum içinde
en güvenilir bir üstün kişiliğe sahipti. Bu yüzden Mekke'de Kureyş toplumu ona
"el-Emîn" lakabını takmışlardı. Nitekim peygamber olmadan beş yıl
önce yapılan Kâbe tamiri sırasında Hacerul-esved'in yerine konulması şerefini
paylaşamayan, Kureyşliler arasında, çatışmaya varabilecek bir anlaşmazlık
çıkmıştı. Bu arada Ebû Ümeyye Velid b. Muğîre'nin, "Şu kapıdan ilk mescide
girecek olanı hakem yapınız" teklifi kabul edildi. Biraz sonra, belirtilen
Benü Şeybe kapısından 35 yaşlarındaki Hz. Muhammed'in girdiği görüldü.
Kureyşliler topluca "İşte el-Emîn, güvenilir kimse, onun hakemliğine
razıyız" dediler.[388]
2- Sıdk
Sıfatı: Sıdk, peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara
tebliğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık olmalarıdır.
Peygamberlerin yalan söylemeleri (kizb) asla caiz değildir. Aksi halde,
insanları kendilerine inandırmaları ve onları irşad ederek doğru yola
sevketmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah olduğundan,
peygamberlerin "ismet" ve "emanet" sıfatlarıyla bağdaşmaz.
Oysa Allah Teâlâ onların peygamberlik iddialarını tasdik etmek için her birine
"Mucizeler" veriyor ve onunla adeta, "Kulum, peygamberlik
iddiasında ve bendendir diye bildirdiklerinde sadıktır" diyor. Hak Teâlâ'nın
yalancıları tasdik etmesi aklen mümkün olmadığına göre, peygamberlerin sıdk
(doğruluk) sıfatı ile vasıflanmaları vacip; yalan söylemeleri ise imkânsızdır.
Kur'an-ı
Kerim'de Allah, peygamberlerini doğruluk vasıflarıyla methetmiştir:
"Ey
Muhammed! İnsanlara Kur'an'daki İbrahim kıssasını anlat. Şüphesiz ki o, özü
sözü doğru, sıddîk bir peygamberdi."[389]
Hiç bir
peygambere kavmi; "biz seni daha önce yalancı tanıyorduk"
diyememiştir.
Peygamberlerin
emânet sıfatı, onların diğer insanlarla münasebetlerinde güvenilir olmaları
yanında; asıl vahiy üzerinde emîn olmayı, Allah'ın emir ve yasaklarını
insanlara değiştirmeden, arttırıp-eksiltmeden tebliğ etmesidir. Kur'an'da:
"O
Peygamberler Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O'ndan korkarlar ve
O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah
yeter"[390] buyurulur.
Bir
peygamberin emânete hıyânet etmesi, O'nun kutsal görevi ile bağdaşmaz:
“Bir
peygambere, emanete hıyanet yaraşmaz. Kim emanete (devlet malına) hıyanet
ederse, kıyamet günü, hainlik ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir.
Sonra herkese -asla haksızlığa uğratılmaksızın-kazandığı tastamam verilir.”[391]
3- Fetânet:
Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfıza
ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Her peygamberin, şerefli ve yüce
olduğu kadar da ağır ve çok mesuliyetli olan peygamberlik görevini eksiksiz ve
mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve
yüksek vasıf ve yeteneklere sahip olması gerekir. Aksi halde, gönderildikleri
milletlere karşı kuvvetli hüccet (kesin delil) ikame edemez, onları ikna veya
ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi yapamazlar; kendilerine inananları irşad
ederek onları hak ve hidayete sevkedemezler.
O halde
peygamberler, en akıllı, en zeki ve en kaabiliyetli mümtaz şahsiyetlerdir.
Haklarında zayıf akıl ve zayıf hâfıza, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar
asla caiz değildir.
Kur'an'da
peygamberlerin üstün zekâ ve kabiliyetlerine işaret eden ayetler vardır:
“Gerçek
hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'an'ı
(okumakta) acele etme ve "Rabbim, benim ilmimi artır" de.”[392]
"Ey
Muhammed, Cebrâil sana Kur'an'ı okurken, acele ederek onunla birlikte dilini
oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir."[393]
Vahyin gelişi sırasında
ezberlemek işin dilini Kur'an'la hareket ettirmesi onun fetânet ve
zekâsındandır. Yine vahiy tamamlanmadan önce, ayetleri yeniden okumak için
acele etmesi, peygamberin zekâ olgunluğunu gösterir. Çünkü O, böylece, zaten
Cenab-ı Hakkın yardımı sayesinde hâfızasına yerleşecek olan vahyi, kendi zekâ
gücü ile ezberinde tutmaya çalışmaktadır.
4- İsmet:
İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve
peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır.
İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı olan, her türlü günah ve âdi
davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir. Çünkü, eğer peygamberlerin günâh
ve suç işlemeleri veya ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler
yapmâları onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin
şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah sayılmazdı. Zira peygamberler bizim
uymamız gereken güzel örneklerimizdir. Bu bakımdan, peygamberlere uymak ve
onlara itaatla emredildik. Halbuki Allah Teâlâ, kullarına günah işlemeyi ve
günahkârlara itaatı emretmez ve bu gibileri peygamber olarak seçip göndermez.
Bu sebeple, Ehl-i sünnete göre; peygamberler asla büyük günah işlemezler.
Sehven (yanılarak) "zelle" cinsinden küçük günah işlemeleri caizdir.
Ancak, bunda ısrar etmezler, derhal ikaz edilirler ve bir daha aynı hataya
düşmezler.
İsmet'in
peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri
görüş birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde görüş ayrılıkları
mevcuttur.
Maturidilere
göre, peygamberin günahtan korunmuş olması, onu tâate zorlamadığı gibi; günah
işlemekten de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup, peygamberi
hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkor. Fakat ilâhi imtihanın
gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcuttur.[394]
İsmet,
peygamberleriğin gerekli bir sıfattır. Çünkü peygamberlerin günah işlemeleri,
yalan söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi.
Bu durum, onların Allâh'ın hucceti olma özelliklerine gölge düşürürdü.
Peygamberlerden
günah (fısk) sâdır olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan kaldırırdı.
Kur'an'da:
“Ey
iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza
pişman olursunuz”[395] buyurulur.
Yüce Allah fâsığın
şehâdetini kabulde tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor. Peygamberden
fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce; ahiretteki ümmetine olan
şahitliği de düşer. Halbuki Kur'an da:
"Böylece
sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhit olasınız. Peygamber de size
şâhit olsun."[396] Kıyamette şâhitliği
bildirilen kimsenin, dünya şâhitliği de teyit edilmiş olmaktadır.[397]
Peygamberler
iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Kendileri tâatı terkedip,
masiyeti işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:
“(Ey
bilginler!) Sizler Kitab'ı (Tevrat'ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde,
insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor
musunuz?”[398]
"Ey
insanlar, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz! Yapamayacağınız şeyi
söylemek Allah nezdinde en sevilmeyen bir şeydir."[399]
Diğer yandan,
uyanlarının onları kötülükten menetmeleri gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir
zorlama ve eziyet olurdu.
Ehl-i sünnete
göre, peygamberlerin masum oluşu vahiyden sonra sabittir. Kur'an-ı Kerim'de
bazı peygamber kıssaları anlatılırken, onların günah işlediklerini düşündüren
örneklere rastlanır. Hz. Adem'in cennette yasak meyveyi yemesi.[400] Nuh aleyhiselâmın iman
etmeyen oğlunu gemiye almak için duâ etmesi,[401] Hz. İbrahim'in putları
kendi kırdığı halde, kavmine kimin kırdığını büyük puttan sormalarını istemesi;[402] Hz. Lût'un eş cinsel
erkeklere kendi toplumunun kızlarını teklif etmesi;[403] Hz. Musa'nın bir şahsın
ölümüne sebep olması;[404] Hz. Yunus'un kavmini
izinsiz terk etmesi;[405] Hz. Davud'un davacıyı
dinleyip davalıyı dinlemeden davacı lehine hüküm vermesi;[406] Hz. Muhammed'in kâfirlerin
reislerini İslâm'a davet ettiği sırada gelip, soru soran ve bir ama olan
Abdullah b. Ümmü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve sırtını dönmesi[407] örnek verilebilir.
Ancak bu ve
benzeri peygamber kıssalarında görülen hallerin bazıları ya peygamberlikten
önceye aittir veya bunlarla ilgili nakiller muteber değildir. Bazıları da
peygamberlerin şanına yakışacak biçimde açıklanmıştır. Çünkü eğer
peygamberlerin günah işlemesi mümkün olsaydı, onların sözüne güvenilmez ve
böylece ilâhî huccet gerçekleşmiş olmazdı.
Resullerin
gönderilmesinde hikmet vardır. Allahu Teala, beşer içinden bazılarını,
beşeriyete müjdeleyici ve korkutucu ve resuller olarak göndermiştir. Bu
resuller; insanlara din ve dünya işlerinden, muhtaç oldukları her şeyi
açıklamışlardır.
Peygamberler,
insanların ezelden ebede kadar ihtiyaç duyacakları her şeyi bildirmişlerdir.
İnsanın kendisine, başkalarına, din vazifelerini ve takip edeceği hareket
şeklini gösteren ebedi kanunlar getirmişlerdir. Bunlar imana, kültüre, hayat
nizamına ve amellere dair olan ölümsüz kaidelerdir.
Dini kabul,
onun muhtevası olan imanı, kültürü, hayat nizamını ve amelleri de kabul etmektir.
Cenab-ı Hak,
Peygamberleri tabiat kanunlarını yırtan mucizeler teyid etmiştir.
Peygamberler
de bizim gibi birer insandırlar. Fakat, Allah tarafından seçilmiş kimseler
olduklarından, diğer insanlarda ayrı vasıfları vardır.
Peygamberler
insanların insan olarak cemiyet ve cemaat halinde yaşayabilmeleri; huzur ve
saadet içinde bulunabilmeleri, maddeten ve manen ileriye gidebilmeleri için
lazım olan kuralları, prensipleri, kaideleri, programları, Allah'tan aldıkları şekilde tebliğ etmişlerdir.
“Andolsun
ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye (emretmeleri
için) her ümmete bir peygamber gönderdik.”[408]
İnsanlar yüce
yaratıcının kendilerine bahşettiği en büyük nimet olan akıl sayesinde şu kainata
bakıp onun bir yaratıcı tarafından yaratıldığı hükmüne vararak Allah (cc)’ın
varlığını idrak edebilseler de, iyilikle- kötülüğü,hak ile batılı, yaratılış
gayesini ve bu gayeyi gerçekleştirmek, neleri yapmak zorunda olduklarını
bilmezlerdi. Allah'a kulluk görevlerinde ve birbirine karşı olan ilişkilerinde
nasıl davranacaklarını dolayısıyla huzur ve saadet yolunu seçemezlerdi.
Peygamberler
davetlerine ilk olarak; Allah'tan başka ibadet edilecek, kayıtsız ve şartsız
hükmüne itaat edilecek, güvenilecek kimsenin bulunmadığını, Allah'ın dostu ile
dost düşmanı ile düşmanlık gerekliliğini öğretmişlerdir.
“Biz
seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka
bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.”[409]
İnsanlık
tarihi boyunca büyük hareketler, göçler, göçebe hayattan yerleşik hayata geçiş,
insanların dört bucağa yayılışı. Asya'dan Amerika’ya geçiş, orada Az tek, inka
medeniyetlerinin kuruluşu hep Peygamberlerin rehberliğinde vuku bulmuştur. Ama
zaman içerisinde insanlık tevhid yolunda şirk ve inkar yoluna, kendi isteğiyle
sapmıştır.
İnsanlara
gönderilen Peygamberlerin ilki Hz.Adem (a.s) sonuncusu da
Hz.Muhammed (a.s)'dır. Peygamberlerin sayılarının ne olduğu konusunda münakaşa
etmemelidir. Zira Allahü Teala buyurmuştur ki:
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
رُسُلًا مِنْ
قَبْلِكَ
مِنْهُمْ
مَنْ
قَصَصْنَا
عَلَيْكَ وَمِنْهُمْ
مَنْ لَمْ
نَقْصُصْ
عَلَيْكَ
وَمَا كَانَ
لِرَسُولٍ
اَنْ
يَاْتِىَ
بِايَةٍ اِلَّا
بِاِذْنِ
اللّهِ
فَاِذَا
جَاءَ اَمْرُ
اللّهِ
قُضِىَ
بِالْحَقِّ وَخَسِرَ
هُنَالِكَ
الْمُبْطِلُونَ
“Andolsun,
senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız
kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var. Hiçbir
peygamber Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir âyeti kendiliğinden getiremez.
Allah'ın emri gelince de hak uygulanır ve o zaman bâtılı seçenler hüsrana
uğrayacaklardır.”[410]
Eğer adet
zikredilirse; zikredilen adetten fazla peygamber gelmişse Peygamber olmayanlara
Peygamberlik izafe edilmiş olur.
Ashab-ı Kiram
dan Ebu Zerr-ul Gıfari der ki; "Nebi Aleyhisselama (Ya Resulallah!
Nebilerin evveli hangisidir?) diye sordum. (Adem'dir!) buyurdu. (O,Nebi mi
idi?) diye sordum.(Evet! Mükellem bir Nebi idi). buyurdu. (Ya Resulallah!
Nebilerin sayısı,kaçtır?) diye sordum. (Yüz yirmi dört bindir.) buyurdu. (Ya
Resulallah! Onlardan kaçı Resuldür?) diye sordum. (Üç yüz on beş kişilik bir
cemaat!) buyurdu.
Peygamberlerin
kesin sayılarını ve isimlerini bilmiyoruz. Yalnızca Kur'an-ı Kerim'de 25
peygamberin ismi zikr edilmektedir.
1- Hz.
Adem 11- Hz. Şuayb 21- Hz. Zekeriya
2- Hz.
İdris 12- Hz. Musa 22- Hz. Yahya
3- Hz.
Nuh 13- Hz. Harun 23- Hz. İshak
4- Hz.
Hud 14- Hz. Davud 24- Hz. İsa
5- Hz.
Salih 15- Hz. Sülayman 25- Hz.Muhammed (a.s)
6- Hz.
Lut 16- Hz. Eyüp
7- Hz.
İbrahim 17- Hz. Zülkifl
8- Hz.
İsmail 18- Hz. Yunus
9- Hz.
Yakub 19- Hz. İlyas
10- Hz.
Yusuf 20- Hz. El-Yesa
Bunlardan
başka, peygamber veya veli oldukları hususunda, İslam alimlerin ihtilaf ettikleri;
Hz. Üzeyr, Hz. Lokman, Hz. Zülkarneyn’in isimleri de Kur'an-ı Kerim'de
geçmektedir.
İlk Peygamber
Hz. Adem (a.s) son peygamber Hz. Muhammed (a.s)'dır. Ve onların arasında bir
çok peygamberler gelip geçmişlerdir:
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
رُسُلًا مِنْ
قَبْلِكَ
مِنْهُمْ
مَنْ
قَصَصْنَا
عَلَيْكَ وَمِنْهُمْ
مَنْ لَمْ
نَقْصُصْ
عَلَيْكَ
وَمَا كَانَ
لِرَسُولٍ
اَنْ
يَاْتِىَ
بِايَةٍ اِلَّا
بِاِذْنِ
اللّهِ
فَاِذَا
جَاءَ اَمْرُ
اللّهِ
قُضِىَ
بِالْحَقِّ
وَخَسِرَ هُنَالِكَ
الْمُبْطِلُونَ
“Andolsun,
senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız
kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var. Hiçbir
peygamber Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir âyeti kendiliğinden getiremez.
Allah'ın emri gelince de hak uygulanır ve o zaman bâtılı seçenler hüsrana
uğrayacaklardır.”[411]
Bazı
eserlerde adetleri 124 bin, bazısında 224 bin diye beyan edilmişse de bunlar
kesinlik ifade edecek derecede kati olmadığından, o suretle iman vacip
değildir. Çünkü Allah'u Teala, Peygamberlerden bazılarını bize bildirmediğini
Kur'an-ı Kerim'in-de haber vermiştir. Bundan dolayı adetlerini söylemeyerek ne
kadar Peygamber gelmiş ise hepsinin hakk ve doğru olduklarına tafsilen iman
etmek vaciptir.
Kur'an-ı
Kerim'de ismi zikredilen Peygamberlerin sayısı 25'tir. üçü hakkında da ihtilaf
vardır. Peygamberlerin, sayısı bu kadar çok olduğu halde, insanlar tarafından
pek azının bilinmesinin sebebini İmam-ı Rabbani şöyle izah etmektedir.
"Hindistan’da çok Peygamberler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti
olmamış ve yahut daveti belli bir kaç kişiye münhasır kalıp fazla şöhret
bulmamıştır. Yahut bunlara Nebi ismi verilmiştir.
İmam
rabbani'nin bu izahı açısından bakıldığında bir çok Peygamberin tarih sahifelerin
de unutulup gitme sebebi anlaşılır.
Bütün
peygamberler, insanları Allah'a kul olmağa, bir Allah'a inanmaya (tevhit
inancına) çağırmışlar. İlk insanlar-dan itibaren insanlar sapıttıkça, Allah'tan
başka şeylere taptıkça, insanları Allah'a imana çağıran yeni bir Peygamber
gönderilmiştir. Ve bu Peygamberlerin bazılarına suhuf (sahife) halinde,
bazılarına da kitap göndermiştir.
Hz.Adem (a.s)'e 10 sahife
Hz.Şit (a.s)'e 50 sahife
Hz.İdris (a.s)'e 30 sahife
Hz.İbrahim (a.s)'e
10 sahife
Büyük
Kitaplar ise dört tanedir
Kur-an-ı
Kerim:
Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s)'e gönderildi.
İncil: Hıristiyanların peygamberi
Hz.İsa'ya
Tevrat : Yahudilerin Peygamberi Hz.
Musa'ya
Zebur: Hz. Davut'a gönderilmiştir.
(Bu gün elde;
Luka, Matta,Yuhanna, Markos isimli şahısların yazdığı dört İncil vardır.
Kur-an-ı Kerim'de bu hususta Yüce Allah:
كَانَ
النَّاسُ
اُمَّةً
وَاحِدَةً
فَبَعَثَ
اللّهُ
النَّبِيّنَ
مُبَشِّرينَ
وَمُنْذِرينَ
وَاَنْزَلَ
مَعَهُمُ
الْكِتَابَ بِالْحَقِّ
لِيَحْكُمَ
بَيْنَ
النَّاسِ
فيمَا اخْتَلَفُوا
فيهِ
وَمَااخْتَلَفَ
فيهِ اِلَّا الَّذينَ
اُوتُوهُ
مِنْ بَعْدِ
مَاجَاءَتْهُمُ
الْبَيِّنَاتُ
بَغْيًا
بَيْنَهُمْ فَهَدَى
اللّهُ
الَّذينَ
امَنُوا
لِمَا اخْتَلَفُوا
فيهِ مِنَ
الْحَقِّ
بِاِذْنِه وَاللّهُ
يَهْدى مَنْ
يَشَاءُ اِلى
صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ
“İnsanlar
bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri
gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri
için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak
kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki
kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman
edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah
dilediğini doğru yola iletir.”)[412]
Nebi: Kendisine, melek
tarafından vahy veya kalbine ilham olunan yada salih rü'ya ile uyarılan zat
demektir. Nebi kelimesi haber manasına gelen nebe kökünden gelmiştir.
Resul: Nübüvvet vahy'inin fevkinde
özel bir vahy'le üstün kılınmış olan ve kendisine Cebrail (a.s)'ın Allah
tarafından özel olarak indirdiği kitap ile vahy etmiş olduğu, Yüce Allah'ın
hükümlerini, halka, tebliğ etmek üzere gönderdiği Kamil insandır. Bunun için; "Her
Resul, Nebi'dir; fakat, her Nebi Resul değildir" denilmiştir.
Nebilik ve
Resullük Allah vergisi olup bunu, Yüce Allah'ın, kullarından, dilediğine ve
layık olanına verdiğidir.
Hem Resulü,
hem de Nebiyi içine alanı görevlerini müştereken izah bakımında genel olarak
nübüvvet, peygamberlik kelimesi kullanılır. Nebi geneldir, Resul özeldir. Nebi
tebliğ etme emri almamış olsa da aldığı tebliği ve vahyi hayatında tatbik
etmesi gereken kimsedir. O Allah'tan aldığı veya vahyi, Allah emrederse
insanlara ulaştırır.
Bununla
birlikte Nebi olduğunu insanlara bildirir. Resul, insanlara bir kitap ve takip
edecekleri bir dini kanun tebliğ etme vazifesi alır. Resulün Allah'tan aldığı
vahiy risalet şahsi olmayıp aynı zamanda toplumu ilgilendirir.
Hz. Muhammed
(a.s) hem Nebi, hem Resuldür. Çünkü onun risaleti hem kendini, hem toplumu hem
de bütün insanları ilgilendirir.
Peygamberlerin
hepsi aynı derecede ve meziyette olmayıp Yüce Allah:
“O
Peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı
ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir.”[413]
Kur'an-ı
Kerim özellikle ulul-azm denilen büyük peygamberlerden Peygamberlere ait
özelliklerden biri de Cenab-ı Hakk'ın istisnasız hepsinden "Misak"
almasıdır. Bazıların dan ise "Misak-ı Galiz" almıştır. "Misak"
Lügatte: Anlaşma, sözleşme, yeminleşme manalarına gelir. Istılahta;
Peygamberlerin bütün güçlüklerle, eza ve cefalara katlanacak, davalarında hiç
bir şekilde dönmeyeceklerine dair Cenab'ı Hakk'a söz vermeleridir. "Bütün
peygamberlerden bu misak alınmıştır."[414]
"Misak-ı
galiz"
ise; bu söz vermenin yeminle tekit ve teyit edilmiş şeklidir. Kur'an-ı Kerim'de
kıssası en çok anlatılan peygamberler kendilerden Misak-ı Galiz alınan
peygamberlerdir.
Bu
peygamberler:
1- Hz. Nuh
2- Hz.
İbrahim
3- Hz. Musa
4- Hz. İsa
5-Peygamberimiz
Hz. Muhammed (a.s)'dır.[415]
Yüce Allah,
gerek Misak, gerekse Misak-ı Galiz'in arkasından bir çok güçlükler meşakkatler
yaratmıştır. Ulul-azm Peygamberler yolları daha çetin karşılaşacakları
güçlükler sıradan insanlara tahammül gücünü aşacak derece de olduğu için bu
Peygamberlerden Misak-ı Galiz almıştır.
1- Nuh (a.s)
zamanında çoğalan insanlar Allah'ı tanımaz oldular. bunun üzerine Hz. Nuh'un
duasıyla Allah onların başına tufan verdi.
2- Hz.İbrahim
(a.s) Hz. Nuh’tan sonra ulül-azm peygamberlerinin ikincisidir. Hz. Muhammed (a.s)
2500-2600 yıl kadar önce Nemrut zamanına Babillere gönderildi.
3- Hz. Musa
(a.s) Hz. Muhammed (a.s) 1900-2000 yıl kadar önce İsrail oğullarına gönderildi.
İmran'ın oğludur.
Firavun'la
mücadelesi Kur'an da genişçe anlatılır. Ulul-azm Peygamberlerinin üçüncüsüdür.
4- İsa (a.s)
Hz. Meryem’in oğludur. Hz. Muhammed (as)'den 600 yıl önce geldi.
Peygamberliğini bu günkü Filistin’de ilan etti. Kur'an-ı Kerim'de özellikle
Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, En-am ve Meryem surelerin de bahsedilir.
5- Hz.
Muhammed (a.s) risaleti, Kur'an-ı Kerim'de açıklandığı ve ümmetin kabullendiği
şekilde diğer Peygamberlerinkinden ayrı olarak değerlendirilemez. Kur'an bir
bütün dür. Hz. Adem'den Hz. İsa'ya kadar Allah'ın elçilerini ilgilendiren
Kur'an kıssaları imanla ilgilidir.
Bizlere şöyle
bir soru sorulsa; "Acaba Kur'an-ı Kerim, tren, uçak, atom, televizyon,
elektrik gibi keşif ve buluşlardan bahsediyor mu?" Buna ne cevap
verirsiniz? "Evet" deseniz açıklamak zorunda kalırsınız ki, bunu
açıklamak pek kolay değildir. "Hayır" deseniz, Kur'an-ı Kerimin
manasında uzaklaşmış, onu yanlış tanıtmış olursunuz. Soruyu cevapsız
bıraksanız, Kur'an-ı Kerimin inkar için fırsat kollayanlara bu fırsatı
verirsiniz.
Kur'an-ı
Kerim Allah kelamıdır. Dünya ve ahiret işlerinde bir yol gösterici (rehber)
olarak bütün insanlara gönderilmiştir. Bu yüzden de kıyamete kadar yaşayacak ve
çeşitli teknolojik devirleri görecek bütün insanların her türlü ihtiyacına
cevap vermektir. Bu konuya açıklık vermek için bir kaç örnek verelim:
Hz.Davut (a.s)
Kur'an-ı Kerim'de adı geçen büyük Peygamberlerdendir. Allah, dağları, taşları
ve bitkileri onun emrine vermişti. Ona indirilen kitap olan
"Zebur"'dan ayetler okudukça bütün mahlukat dile gelir, sözlerini
aynen tekrarlarlardı. Mesela Davut Peygamber; "Lailahe İllallah"
dese onlarda derlerdi.
Bu konuda
yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de:
“Andolsun,
Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. "Ey dağlar ve kuşlar! Onunla
beraber tesbih edin" dedik. Ona demiri yumuşattık.”[416]
Her şeyi
bilen ve gören Allah, ilim adamlarına Davut peygamberin mucizesini örnek
göstererek konuşan aletlerin yapılabileceğine işaret etmiştir.
Öyleyse
konuşan aletler olan teyp, plak, fotoğraf, radyo, telefon ve benzeri aletler,
ilk örneklerini peygamberlerde bulmuşlar.
Bu konuya
başka bir örnekte; Hz. Yakup (a.s)'ın görmeyen gözü bir mucize ile açıldı.
Demek ki, görmeyen gözlerin tekrar görmesi mümkündür. Kur'an da insanlığa bunun
işareti verilmiş ve insanlar bu yolda çalışmaya teşvik edilmiştir. Bu mucize
Kur'an-ı Kerim de şöyle anlatılır; Yakup oğullarından yüzünü çevirdi de:
"Ey
Yusuf'un ayrılığı ile bana gelen hüzün dedi ve kederinden gözlerine ak düştü
artık derdini gizleyip duruyordu."[417]
Hastalığın
tedavisi şöyle gerçekleşir; sonra babasının durumunu sorup fazla ağlamaktan
gözlerinin görmez hale getirdiğini öğrenince şöyle dedi; "Şimdi siz, benim
şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, gözü görür hale gelir. Bütün
ailenizle toplanıp bana gelin."
Hz. Yakup (a.s)'ın
körlüğü tıp dilinde katarakt olarak geçmektedir. İnsanların gözlerine bazı
zaman aksu da denilen indiği görülür. katarakt, göz billurunun veya bunun
kapsül zarının tamamen veya kısmen donuklaşması sonucu meydana gelen bir
hastalıktır. Bu hastalığa yakalanan kişinin görmesi yavaş yavaş azalır, göz
bebeği beyaza döner, ya tam kör olur veya buna yakın duruma gelir.
Nitekim
insanoğlu bu teşvik ışığında çalışmalar yapmış, hastalığın tedavisini asırlarca
önce gerçekleştirmiştir. İlim tarihinin bildirdiğine göre, Müslüman doktorlar
10. yüzyıldayken katarak ameliyatı yapabiliyorlardı. 11. yüzyılda yaşayan
Ammar, kendine has bir metotla katarak ameliyatı yapmakla şöhret bulmuştur.
Şüphe yok ki, bu Müslüman doktorlar ilhamlarını Kur'an-ı Kerim den alıyorlardı.
Allahu
Teala'nın Peygamberliğini ilan eden Peygamberlerine, onları davalarında doğru
çıkarmak için göstermiş olduğu tabiat üstü hallerdir.
Bize uzayın
yollarını ilk olarak kim açtı? Belki şaşıracaksınız,ama Peygamberimiz On dört
yüzyıl önce meydana gelen miraç mucizesi bu yolun açılışıydı.
Peygamberimiz
(a.s) Miraç hadisesinde bir gece de Mekke'deki Mescid-i Haram cami-inden Burak
denilen bir binekle Kudüs’teki Mescid-i Aksa camiine oradan gök tabakalarına
çıkarak yüce alemleri,cennet ve cehennemi görüp Allah'la görüşüp geri
döndüğünde hala yatağı soğumamıştı. Olay; İsra ve Necm surelerinde
anlatılmaktadır.
İnsanlar
Miraç gibi bir mucizeyi hiçbir zaman gerçekleştiremezler. Fakat onun açtığı
gösterdiği çığırdan ilerleyebilirler.
Peygamberimiz
bu mucizeyle göklerin kapısını açmış; açıkça insanlığa gökyüzüne, gezegenlere,
yıldızlara çıkabileceğini göstermiştir.
Nitekim
insanoğlu bu yoldaki çalışmalarının ilk ürününü 1969'da uydumuz olan Aya ilk
adımını atmakla aldı. Önceleri Aya çıkma fikri ancak hayal dünyasında yer
alırken, bugün hakikat oldu. Yarın ise gezegenlere ve yıldızlara çıkma
izleyecektir.
Uzayın
derinliklerin de yolculuk yapanlar da, peygamberimiz nasıl miraç mucizesiyle
gökyüzünde Allah'ın kudret harikalarını seyrettiyse uzaya gidenlerde Allah'ın
eşsiz sanatlarını, mucizelerini görüp düşünmekten ve o büyük Yaratıcının
huzurunda secdeye kapanmaktan kendilerini alamazlar.
Yüce Allah
(cc) Kur’an-ı Kerim’de:
“Biz o
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin
huzuruna getirilecekler”[418] buyuruyor.
Öyleyse Kur'an'da bütün
teknik, keşif ve buluşlara da işaretler bulmak mümkündür.
Hepimizin
bildiği gibi Kur'an-ı Kerim Allah kelamıdır. Dünya ve ahiret işlerinde bir yol
gösterici (rehber olarak bütün insanlığa gönderilmiştir.Bu yüzden de kıyamete
kadar yaşayacak ve çeşitli teknolojik devirleri görecek bütün insanların her
türlü ihtiyacına cevap vermektedir.
Böyle bir ilahı
kitabın keşif ve buluşlara ilgisiz kalması elbette düşünülemez. Her şeyden
yeterince bahsetmesi lazımdır. İnsanlar aradıklarını bulabilmelidirler.
Ancak
Kur'an-ı Kerim’i bir fen kitabı olarak düşünmek doğru olmaz. Bunun içinde
konuların ayrıntısına girmez. Ayrıntıya girseydi bir cilt değil, en az otuz,
kırk cilt olması lazımdı. O zamanda okunma ve taşınma güçlüğü doğardı.
Üstelik
Kur'an nazil olduğu (indirildiği) devirde insanlar bugünkü teknolojiden
habersizdi. Açık-seçik elektrikten, uçaktan, televizyondan bahsedilse,
kafalarına sığmayacaktı. "Böyle şey olmaz" diyerek inkar edeceklerdi.
Öte yandan atom devrini yaşayacak insanlara da rehber olmalıydı. Yani Kur'an-ı
Kerim hem 1400 yıl önce yaşamış olanlara, hem de bugünü yaşayanlara hitap
etmeliydi. İçinde öyle imalar, işaretler bulunmalıydı ki, ancak o devrin
insanları çözebil sin, anlayabilsin, Kur'an-ı Kerim’in büyük mucizelerinden
biri budur. Bu hakikati Müslümanlar çoktan görüp anlamışlardır.
Kur'an-ı
Kerim’de ayetlerle dile getirilen hadisedeler, bir çok ilmi buluşlara ışık
tutmuş, insanlığın yüksek seviyelere ulaşmasını sağlayan en büyük rehber
olmuştur. Tabii ki Rabbimiz biz insanlara bu büyük rehber kitabı anlayıp onu
yaşayabilmemiz aklı ve düşünme becerisini vermiştir. Gerçekten de öyle değil
midir? Allah'ın verdiği akıl, imkan ve güçler olmasaydı, insanlar bir adım bile
atamazlardı. Önemli olan Allah'ın insanlara verdiği kuvveti, zekayı, kabiliyeti
kötü kullanmamak; kainata koyduğu kanunlardan faydalanıp, yine onun çizdiği
doğrultuda hareket etmektir.
Mesela: Yüce Allah istese herkesi
Müslüman olarak yaratır, şeytana fırsat vermez böylece bütün insanları Cennete
koyardı. Ama o zaman dünya imtihan yeri olmaktan çıkardı. İyilerle kötüler
ayrılmaz, herkes iyi olacağından insanlar melekleşirdi. Oysa Allah (cc)
meleklerden sonra insanları yarattı ve kendisine bazı vazifeler verdi. Bu
imtihan sırrıdır ki, insanları meleklerden üstün seviyeye çıkarır.
Bizlere doğru
yolu gösteren, en ümitsiz anlarda sabrı tavsiye edip ümit veren, Allah'ın
yanımızda olduğunu telkin ederek bize cesaret veren pusula ve harita ve hatta
uzak limana er geç varacağımızı müjdeleyen sönmez ışık Kur'an-ı Kerim’dedir.
Onu rehber edinen, ona sarılan, Allah sevgisi ile zorluğu aşacak, Allah korkusu
ile doğru yoldan ayrılmayacaktır inşallah.
Kur’an’daki
Peygamberlerin mucizelerini böyle anlamak lazım. Ve şimdi de Kur’an-ı Kerim’in
bilim ve teknoloji konusundaki bakışına bir göz atalım.
Kur’an ve Bilim Hakkında...
İlerleyen
sayfalarda Kur’an ayetlerinin evren hakkında verdiği bazı bilgilerin bilim ile
olan olağanüstü paralelliğine değineceğiz. Ama öncelikle, Kur’an ve bilim
konuları üzerinde uzun süredir devam eden bir karışıklığa da değinmek
gerekiyor.
Bu
karışıklık, bazı ateist "bilim adamları"nın Kur’an'a önyargılı
biçimde yaklaşmalarından kaynaklanır. Allah'ın varlığına inanmayan, dolayısıyla
da Kur’an'ın Hz. Muhammed tarafından "yazıldığını" öne süren bu
kişiler, Kur’an'ın verdiği haberlerin mutlaka bilimle çelişeceği noktasından
hareket etmişlerdir. "6. yüzyılın bilgisi ile yazılan bir kitap, elbette
sürekli gelişen ve yeni doğrular bulan bilimle çelişecektir" gibi bir
mantık öne sürmüşlerdir. Böylesine bir önyargı ile baktıkları Kur’an
ayetlerinin anlamlarını çarpıtarak, sözkonusu iddialarına destek bulmayı
denemişlerdir.
Buna karşılık
bazı müslümanlar, bu karalamalara karşı savunma yapmaya çalışırken, bir hataya
düşerek, Kur’an'ı bir "bilim kitabı"olarak tanıtmaya başlamışlardır.
Kur’an'ın bilimle çelişmediğini ispatlamaya çalışırken, neredeyse tüm bilimin
Kur’an'ın içinde olduğunu söylemişlerdir. Hatta, bilimsel gelişme için,
formüllerle ya da deneylerle uğraşmak yerine, Kur’an'ın daha derin
araştırılmasının daha faydalı olduğunu öne sürenler olmuştur.
Oysa, Kur’an
ayetlerinden anladığımıza göre, Kur’an bir "bilim kitabı"değildir.
Bilime öncülük etmek, kimya formülleri aktarmak ya da kuantum fiziği öğretmek
için indirilmemiştir.
Kur’an'ın ne
amaçla indirildiğini ayetler şöyle açıklıyor:
"Elif,
Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O
güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik."[419]
"(Kur’an)
Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir."[420]
Kısacası
Kur’an, müminlere rehber olmak üzere indirilmiştir. Onları "karanlıklardan
aydınlığa" yani inkardan imana çıkaracak ve onlara Allah'a nasıl kulluk
edeceklerini, O'nun rızasını nasıl arayacaklarını açıklayacaktır.
"Rehber" olma özelliği, müminin
karşılaşacağı olaylarla ilgili özlü bilgileri aktarmayı da içerir. Diğer
deyişle Kur’an, müminin tüm ibadetlerini nasıl yapacağını açıklar.
Müminin
ibadetleri ise iki türlüdür: Namaz, oruç gibi doğrudan Allah'a karşı yapılan
ibadetler ve "iyiliği emredip-kötülüğü engellemek" olarak
özetlenebilecek olan ve toplum içinde gerçekleştirilecek ibadetler.
Bu yüzden
Kur’an, mümine, "iyiliği emredip, kötülükten sakındırırken" yani dini
anlatırken ve dinin düşmanlarına karşı mücadele ederken ne gibi yöntemler
izlemesi gerektiğini anlatır. Bunun yanında, ne tür insanlarla ve toplumlarla
karşılaşacağını tarif eder. Sayısız ayette "De ki..." ve "Derler
ki..." ifadeleriyle başlayan cümleler, müminlerin diğer insanlarla nasıl
bir diyalog içine gireceğini anlatır.
Ama bunlardan
yola çıkıp "Kur’an bir sosyoloji kitabıdır" ya da "Kur’an
bir psikoloji kitabıdır" diyemeyiz. Çıkarılacak sonuç, Kur’an'ın,
kendisini rehber edinen müminlere, Allah'a yakınlaşma ve Allah yolunda mücadele
için girişecekleri çabada yardımcı olmak üzere psikolojik ve sosyolojik
bilgiler verdiğidir. Bu bilgilerin, hiç bir sosyoloji ya da psikoloji kitabında
verilemeyecek kadar özlü ve doğru olduğunu, müminler, yaşadıkları tecrübelerden
bilirler.
Kur’an aynı
şekilde, "dünyaya nizam verme"gibi bir misyon da yüklenmiş olan
müminlere, politik bilgiler verir. Dünyada etkin "güç odakları"nı
tarif eder. Müslümanlara kimin düşmanlık besleyeceğini bildirir. Dünyadaki
bozgunculuğun ardında kimlerin var olduğunu açıklar. Ama bundan da "Kur’an
bir siyaset bilimi kitabıdır" sonucu çıkmaz. Kur’an bu bilgileri,
müminlere "rehberlik" etmek için vermektedir. Aynı şey, Kuran'ın verdiği
tarihsel bilgiler için de geçerlidir: İnsanlık tarihi elbette Kur’an'dan
öğrenilmez ama Kur’an, tarihin en önemli anahtarlarını vermekte, müminlerle
dine düşman olanlar arasındaki mücadelenin tarihteki yerinden bahsetmektedir.
Aynı kıstas,
kuşkusuz bilim için de geçerlidir: Bilim, araştırma ve deney sonuçlarından elde
edilir. Bu zaten, Allah'ın "yerde ve gökte"ki ayetlerinin incelenmesi
için verilen Kur’an emrinin de bir gereğidir. Ama Kur’an'dan kimya formülleri
çıkarmaya çalışmak kuşkusuz hata olacaktır. Kimya formülleri, müminin "ibadetleri"
açısından doğrudan bir önem taşımamaktadır ki, Kur’an'da açıklansın. Bunu
araştırmak kimyacıların işidir. Ve kuşkusuz gereklidir, ama laboratuarda
yapılacaktır.
Bunun
yanında, Kur’an ayetleri gerçekten de bazı bilimsel gerçeklere değinir. Çünkü
mümin, nasıl bir "siyaset bilimcisi" olmasa da girişeceği çaba
nedeniyle politik ortamı bilmesi gerekiyorsa; "bilim adamı"
olmak zorunda olmasa da, Allah'ın yarattıklarını tanıma açısından bilime aşina
olmalıdır. Bu nedenle Kur’an, evrenin yaratılışı, insanın doğumu, atmosferin
yapısı gibi bazı konularda temel bilgiler verir. Bu konularda verilen
bilgilerin, modern bilimin son bulgularıyla uyum içinde olması ise, Kur’an'ın "insan
yazması" olmadığını bir kez daha ortaya koyması açısından önem
taşımaktadır.
Big
Bang (Büyük Patlama)
Bu yüzyılda
elde edilen bazı veriler, evrenin "yok" iken "var"
hale geldiğini göstermiştir. Buna göre, evrenin bir başlangıcı vardır ve bu
başlangıç Big Bang adı verilen bir "Büyük Patlama" ile gerçekleşmiştir.
Bugün Big Bang Teorisi, bilim çevrelerinin büyük bölümünde kabul görmektedir.
Bu teoriye
göre, evrenin tüm materyali yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktada
toplanmıştı. Bu tek nokta sonsuz bir yoğunluk ve sonsuz bir ısı anlamına geliyordu.
Yoğunluk sonsuzdu ama bir hacmi yoktu. İşte Büyük Patlama'dan önceki bu dönem
(ki buna dönem demek zordur; madde olmadığı için zaman da yoktur) evrenin
olmadığı, herşeyin "yok"olduğu dönemdi. Teoriye göre, büyük bir
patlama ile sonsuz yoğunluktaki birikim büyük bir hızla dağılmaya başlamıştır.
Bir başka deyişle Büyük Patlama ile, evren "yok" iken, "varolmaya"
doğru yola çıkmıştır.
Bugün,
evrenin sürekli olarak genişlemekte olduğunun ispatlanması Büyük Patlama’nın en
büyük delili olarak kabul edilir.
"Bugün
artık galaksilerin her yöne doğru bizden uzaklaştığını biliyoruz.
Kozmolojistler evreni şişen bir balonun yüzeyi gibi düşünürler. Şüphesiz gerçek
uzay, balonun yüzeyi gibi 2 değil 3 boyutludur ve her yöne doğru
genişler."[421]
Gök
cisimlerinin kaçma hızı uzaklık arttıkça artmaktadır. Örneğin, bizden bir
milyar ışık yılı uzaklıktaki Ursa-Major Takım Yıldızı, her saniye dünyadan
1.500 kilometre uzaklaşırken, çok daha uzak olan Hidra Takım Yıldızı’nın
uzaklaşma hızı saniyede 6.000 kilometredir.
Evren genişlediğine
göre bu genişlemenin başladığı bir an olması gerekir. "Bu genişlemeyi
tersine doğru düşünür ve evrenin gelişmesini zaman içinde geriye doğru çekersek
o zaman her şey, 15 milyar yıl kadar önce sonsuz yoğunlukta tek bir
matematiksel noktada, tekillikte toplanacaktır."[422]
Big Bang
teorisinin en büyük önemi, evrenin bir başlangıcı olduğunu ispatlamasıdır.
Bunun yanısıra, pek çok kimsenin düştüğü bir yanılgıya da değinmek gerekir:
Çoğu kişi, Allah'ın evreni Big-Bang ile -veya başka bir şekilde- yarattığını
fakat bundan sonraki olayların "kendi kendine" işlediğini
zanneder. Bu mantığa göre, Allah yalnızca "ilk hareket"i
yaratmıştır ve evren birbiri ardına dizili domino taşları gibi kendiliğinden
oluşmuştur. Oysa bu düşünce kökten yanlıştır.
Big-Bang,
evrende bildiğimiz, hesaplayabildiğimiz ilk harekettir. Evrenin bu patlama
sebebiyle oluşması ve yaşadığımız büyük dengenin kendi kendini oluşturmuş
olması düşünülemez. Hiç bir kuralı olmayan bir patlama sonucu dağılan
parçacıkların, galaksileri, yıldız sistemlerini ve içinde dünyamızın yer aldığı
Güneş sistemini kendi kendine oluşturduğu gibi bir sonuca varılamaz. Tek bir
atomun bile, içerdiği olağanüstü sistemlerle kendi kendine şekillenmesi
düşünülemezken koca bir evrenin bir patlamanın "kudretiyle"
oluştuğunu söylemek akıldışı bir yaklaşımdır. Bunların hepsi de yine Allah'ın
ilmiyle gerçekleşmiştir. Nitekim Kur'an'da Allah'ın önce "gökleri"
yarattığını, daha sonra yeryüzünü düzenlediği, onda dağları varettiği ardından
atmosferi düzenlediği, en sonra da canlıları var ettiği bildirilmektedir. Aynı
şekilde, Kur’an ayetleri Allah'ın evrendeki tüm varlıkları sürekli yönettiğini
bildirmektedir:
اِنَّ
اللّهَ
يُمْسِكُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
اَنْ
تَزُولَا
وَلَئِنْ
زَالَتَا اِنْ
اَمْسَكَهُمَا
مِنْ اَحَدٍ
مِنْ بَعْدِه
اِنَّهُ
كَانَ
حَليمًا
غَفُورًا
"Şüphesiz
Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor.
Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları
tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır."[423]
"Sizi
diri tutan, sonra öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur. Gerçekten insan
pek nankördür."[424]
اَللّهُ
الَّذى
خَلَقَ
سَبْعَ
سَموَاتٍ وَمِنَ
الْاَرْضِ
مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ
الْاَمْرُ
بَيْنَهُنَّ
لِتَعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ وَاَنَّ
اللّهَ قَدْ
اَحَاطَ
بِكُلِّ
شَىْءٍ عِلْمًا
"Allah,
yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında
durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten
Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için."[425]
Big Bang,
evrenin başlangıcıyla ilgili bugün için en tutarlı teori olarak bilinmektedir.
Çeşitli itirazlar gelmesine rağmen bunlar Big Bang sonrası evrenin oluşumuyla
ilgilidir ki bu konu zaten oldukça karmaşıktır. Atomların, yıldızların,
galaksilerin hangi sebep-sonuç ilişkileri içinde yaratıldıkları bugün tam
olarak bilinmemektedir. Ama kuşkusuz Allah’ın, insanı bir su damlasını sebep
kılarak yarattığı gibi, evreni de sebepler zinciri içinde yaratmış olduğu
düşünülebilir. Ve bu sebebin çıkış noktası bir patlama veya başka birşey
olabilir. Ama hiçbir aşama Allah’tan bağımsız kendi kendine oluşmamıştır. Ve
sonuçta oluşan mükemmellik onun üstün ilmi ve kudretini gözler önüne
sermektedir.
Tüm evren, bu
evrenin ucunda bir yerde yaşayan insanoğluna yararlı kılınmıştır.
“O,
geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın
emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok
deliller vardır”[426] ayetiyle buna dikkat çeker.
Ve önceden de
söylediğimiz gibi, Kur’an'da evrenin ve dünyanın yaratılışı ile ilgili tüm
Kur'an haberleri, bilim aracılığıyla bulunan gerçeklere uygundur. Aşağıda bu
konuyla ilgili bazı örnekler yer alıyor.
Evrenin Genişlemesi
20. yüzyıla
gelene kadar tek bir bilim adamı dahi evrenin genişlemekte olduğu yönünde bir
teori ortaya atmamış, hatta, belki de böyle bir olayı aklından geçiren dahi
olmamıştı. Stephan Hawking, evrenin genişlemesinin farkedilmesini 20. yüzyılın
en büyük olaylarından biri olarak niteledikten sonra, bu olayın bugüne gizli
kalmasından duyduğu şaşkınlığı şöyle dile getirir: 'Evrenin genişlemekte
olduğunun ortaya çıkarılışı 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden
biridir. Bu günden geçmişe bakıldığında kimsenin bunu neden daha önce akıl
etmediğine şaşmamak elde değil.'
Oysa
Allah’ın, 600’lü yıllarda vahyettiği kitabında, Allah'ın evreni yarattığını ve
de onu "genişlettiği" bildirilmektedir. Konuyla ilgili ayet şöyle
demektedir:
"Biz
göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz. Biz, (onu) genişleticiyiz."[427]
Evrendeki Kusursuzluk
اَلَّذى
خَلَقَ
سَبْعَ
سَموَاتٍ
طِبَاقًا مَا
تَرى فى
خَلْقِ
الرَّحْمنِ
مِنْ تَفَاوُتٍ
فَارْجِعِ
الْبَصَرَ
هَلْ تَرى
مِنْ فُطُورٍ
() ثُمَّ
ارْجِعِ
الْبَصَرَ
كَرَّتَيْنِ
يَنْقَلِبْ
اِلَيْكَ
الْبَصَرُ
خَاسِئًا
وَهُوَ
حَسيرٌ
“O ki,
birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında
hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk
görebiliyor musun?
Sonra
gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin
halde sana dönecektir.”[428]
Evrendeki
milyarlarca yıldız ve galaksi mükemmel bir uyum içinde kendileri için tesbit
edilmiş yörüngelerinde hareket eder. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi
etraflarında, hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen
içinde 200 -300 milyar yıldız bulunan galaksiler birbirinin içinden geçip
giderler. Bu geçişte, evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir çarpışma
olmaz.
Evrende hız
kavramı dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında akıl durduracak boyutlardadır.
Milyarlarca, trilyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler ve sayısal
değerleri ancak matematikçilerin anlayabileceği büyüklükteki galaksiler ve
galaksi kümeleri uzay içinde korkunç bir süratle hareket ederler.
Örneğin,
dünya saatte 1670 km. hızla kendi ekseni çevresinde döner. Bugün en hızlı
merminin saatte ortalama 1.800 km.lik bir sürate sahip olduğu düşünülürse
dünyanın dev boyutlarına rağmen süratinin ne denli büyük olduğu anlaşılır.
Dünyanın
güneş etrafındaki hızı ise merminin yaklaşık 60 katıdır: saatte 108.000 km.
(Böylesine büyük bir süratle yol alabilen bir araç yapılabilseydi dünyanın
çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.)
Verdiğimiz bu
sayılar sadece dünya içindir. Güneş sistemi ise daha da ilginçtir. Bu sistemin
sürati mantık sınırlarını zorlayacak derecededir. Evrende sistemler büyüdükçe
sürat artar. İşte güneş sisteminin galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati:
-Saatte tam 720.000 km., 200 milyar yıldızı bünyesinde bulunduran
"Samanyolu Galaksisi"nin uzay içindeki hızı ise saatte 950.000 km.
dir
Bu baş
döndürücü hız, aslında dünya üzerindeki yaşamımızın pamuk ipliğine bağlı
olduğunu gösterir. Böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem içinde dev kazaların
oluşması normalde oldukça mümkündür. Ancak, ayette dendiği gibi, tüm bu sistem
içinde hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' yoktur. Çünkü evren de, her şey gibi,
"başıboş"değildir ve Allah'ın koyduğu dengeye göre işlemektedir.
Yörüngeler ve Dönen Evren
Evrendeki
büyük dengenin en önemli nedenlerinden biri, kuşkusuz gök cisimlerinin belirli
bir yörünge izliyor olmasıdır. Bu yörüngelere, yakın zamana kadar bilinmediği
halde, Kur’an'da da dikkat çekilmiştir:
"Geceyi,
gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp
gitmektedirler."[429]
Gerçekten de
yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı
bulundukları sistemle birlikte dönmekte, evren bir fabrikanın dişlileri gibi
düzenli çalışmaktadır.
Evrendeki
yörüngeler sadece bazı gök cisimlerinin hareketi değildir. Güneş sistemimiz
hatta diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük bir hareketlilik
gösterirler. Dünya ve onunla birlikte Güneş Sistemi her yıl, bir önceki
yerinden 500 milyon kilometre uzakta bulunur.
Gök
cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi altüst edecek
kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin dünya
yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapma bakın nelere
yol açabilirdi:
"Dünya
güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki her 18 milde doğru bir
çizgiden ancak 2.8 mm ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz,
çünkü; yörüngeden 3mm'lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: sapma 2.8
yerine 2.5 mm olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık, sapma 3.1
mm olsaydı hepimiz kavrularak ölürdük."[430]
Gök
cisimlerinin bir başka özelliği de, yörüngelerinin dışında bir de kendi
etraflarında dönmeleridir.
Güneş
Dünyadan 150
milyon km. uzakta olmasına rağmen, güneş bizim için gerekli olan enerjiyi
kesintisiz olarak ulaştırır.
Bu dev
enerjili gök cisminde hidrojen atomları devamlı olarak helyuma çevrilmektedir.
Her saniye 616 milyar ton hidrojen, 612 milyon ton helyuma çevrilmektedir. Bu
esnada dışarı salınan enerji 500 milyon hidrojen bombasının patlamasına
denktir.
Dünyada hayat
güneşten gelen enerjiyle sağlanır. Yeryüzündeki dengenin devamı ve canlılık
için gereken enerjinin % 99 'u güneşten sağlanır. Söz konusu enerjinin yarısı
gözle görünür ve ışık olarak alınır. Geriye kalan enerjinin büyük bir kısmı
gözle görülmeyen, ama sıcaklık biçiminde ortaya çıkan kızılötesi ışınlardır.
Güneşin bir
özelliği de çan gibi genleşip salınmasıdır. Bu olay her beş dakikada bir
tekrarlanmakta güneşin yüzeyi bu sırada saatte 1080 km hızla, 3 km. kadar bize
doğru ilerleyip sonra geri dönmektedir.
Güneş,
Samanyolu'nu oluşturan 200 milyar yıldızdan biridir. Dünyadan 325.500 defa
büyük olmasına rağmen, evrendeki küçük yıldızlardan sayılmaktadır. Çapı 125 bin
ışık yılı olan Samanyolu'nun merkezine 30 bin ışık yılı uzaklıktadır. ( 1 ışık
yılı= 9.460.800.000.000 km.)
Güneşin Yolculuğu
"Güneş
de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra (karar yerine) doğru akıp
gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir."[431]
Astronomların
hesaplarına göre güneş, içinde bulunduğu galaksinin hareketi nedeniyle, Solar
Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı'na doğru saatte 720.000
km.’lik bir hızla yolculuk etmektedir. (Bu, kaba bir hesapla güneşin günde
720.000x24=17.280.000 km. yol katettiğini gösterir. Tabi ona bağlı olan
dünyamızın da...)
Yedi Kat Yer - Yedi Kat Gök
اَللّهُ
الَّذى
خَلَقَ
سَبْعَ
سَموَاتٍ وَمِنَ
الْاَرْضِ
مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ
الْاَمْرُ
بَيْنَهُنَّ
لِتَعْلَمُوا
اَنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
قَديرٌ وَاَنَّ
اللّهَ قَدْ
اَحَاطَ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عِلْمًا
“Allah,
yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip
durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle
kuşattığını bilesiniz.”[432]
Dünya
atmosferinin yapısı, Kur’an'ın işaret ettiği gibi, başlıca yedi bölümden
meydana gelir. Atmosferde katları birbirinde ayıran yüzeyler bulunmaktadır.
Encyclopedia Americana'nın verdiği bilgiye göre, sıcaklığa bağlı olarak yerden
itibaren şu katlar sıralanır.
1.Kat -
Troposfer: Kalınlığı kutuplarda 8 km. ekvatorda 17 km'ye kadar ulaşır. Bu kat
bulutların büyük bir bölümünü kapsar. Sıcaklık yükseltiye bağlı olarak
kilometrede 6.5°C azalır.Bu katmanın tropopoz diye adlandırılan ve hızlı hava
akımlarının olduğu kısımda sıcaklık -57°C’de sabit kalır.
2.Kat -
Stratosfer: 50 km yüksekliğe ulaşır. Burada mor ötesi ışınlar soğurulduğu için
ısı açığa çıkar ve sıcaklık 0°C’ye kadar yükselir. Bu soğurma sırasında ısının
yanında dünya için hayati önem taşıyan ozon tabakası da ortaya çıkar.
3.Kat -
Mezosfer: Yüksekliği 85. km'ye kadar çıkar. Burada sıcaklık -100 C’ye iner.
4.Kat -
Termosfer: Sıcaklık giderek yavaşlayan bir tempoda artar.
5.Kat
-İyonosfer:Bu bölgedeki gazlar iyon halinde bulunur. Radyo dalgalarının
iyonosfer tarafından tekrar dünyaya gönderilmesi sayesinde yeryüzündeki
iletişim sağlanır.
6.Kat -
Ekzosfer:500 ila 1000. km'nin ötesinde, özellikleri tamamen güneşin
etkinliklerine göre değişen tabakadır.
7.Kat -
Manyetosfer: Burası dünyanın manyetik alanın kapladığı büyük bir boşluğu
andıran alandır. Enerji yüklü atom altı parçacıklar Van Allen Kuşakları olarak
adlandırılan bölgelerde tutulur.
Aynı kaynakta
sayıldığı üzere yer kabuğunun katmanları da 7 bölümden oluşur:
1.Kat
Litosfer(su)
2.Kat
Litosfer(kara)
3.Kat
Astenosfer
4.Kat Üst
manto
5.Kat Alt
manto
6.Kat Dış
çekirdek
7.Kat İç
çekirdek
Dünyanın Hareketi
"Dağları
görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi
sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatıdır
(bu.)"[433]
Kur’an, dünya
merkezli bir evren modelinin benimsendiği bir çağda, dünyanın aslında bulutlar
gibi hareket eden bir cisim olduğunu belirtmektedir. Ayette dünya kelimesi
yerine dağ kelimesinin yer alması da ilgi çekicidir. Çünkü dağlar dünyadaki
sabitliğin simgesidir. Sabit gibi gözüken dağların hareket etmesi demek dünyanın
hareket halinde olması demektir.
Dünyanın Yuvarlaklığı
خَلَقَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
بِالْحَقِّ
يُكَوِّرُ
الَّيْلَ
عَلَى
النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ
النَّهَارَ
عَلَى
الَّيْلِ وَسَخَّرَ
الشَّمْسَ
وَالْقَمَرَ
كُلٌّ يَجْرى
لِاَجَلٍ
مُسَمًّى
اَلَا هُوَ الْعَزيزُ
الْغَفَّارُ
“Allah,
gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de
gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belli bir
süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azîzdir, ve çok bağışlayandır.”[434]
Kur’an’ın
evreni tanıtan ayetlerinde kullanılan ifadeler oldukça dikkat çekicidir.
Üstteki ayette "sarıp örtmek" olarak tercüme edilen arapça
kelime "tekvir"dir. Bu kelimenin arapça karşılığı yuvarlak
birşeyin üzerine bir cisim sarmaktır. (Örneğin Arapça sözlüklerde başa sarık
sarma gibi yuvarlak cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılır).
Dolayısıyla gecenin gündüzü tekvir etmesi ancak yeryüzünün yuvarlak olmasıyla
mümkündür.
Dağların Depremleri Engellemesi
خَلَقَ
السَّموَاتِ
بِغَيْرِ
عَمَدٍ
تَرَوْنَهَا
وَاَلْقى فِى
الْاَرْضِ
رَوَاسِىَ
اَنْ تَميدَ
بِكُمْ
وَبَثَّ
فيهَا مِنْ
كُلِّ
دَابَّةٍ
وَاَنْزَلْنَا
مِنَ السَّمَاءِ
مَاءً
فَاَنْبَتْنَا
فيهَا مِنْ
كُلِّ زَوْجٍ
كَريمٍ
“O,
gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere
de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su
indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik.”[435]
"Biz,
yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?"[436]
Jeolojinin
dağlar hakkında söyledikleri yukarıda verdiğimiz ayetlerle tam bir paralellik
içindedir. Dağların özelliklerinden biri yeryüzündeki büyük yer tabakalarının
uçlarında yükselmesi ve bu tabakaları birbirine bağlamasıdır. Bu özellikleriyle
dağlar tahtaları birarada tutan çivilere benzetilmektedir. Bunun yanında
dağların yerkabuğunda yaptığı basınç, dünyanın merkezindeki mağma
hareketlerinin etkisinin yeryüzüne ulaşarak yerkabuğunu parçalamasına engel
olurlar.
Yaratılıştaki Çiftler
"Yerin
bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice
şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir."[437]
Erkeklik
dişilik, "çift" kavramının bir karşılığı olmakla birlikte,
ayette bahsedilen "bilmedikleri nice şeylerden" ifadesi daha geniş
bir anlam içeriyor. Nitekim maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya koyan
İngiliz bilimadamı Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı. "Parité"
adı verilen bu buluş, maddenin anti madde denilen bir çifti olduğunu ortaya
koymuştur. Anti-madde, maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin
tersine anti-maddenin elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür.
Denizlerin Birbirine Karışmaması
"Birbirleriyle
kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel
(berzah) vardır; birbirlerinin sınırı geçmezler."[438]
Yukarıdaki
ayette, bilinen iki su kütlesinin birbirleriyle karşılaşıp birleştiği fakat bir
engel sebebiyle karışmadıkları vurgulanmaktadır. Bu nasıl olabilir? Normalde
beklenen iki denizin birbirleriyle karşılaştığında sularının karışarak hem
tuzluluk oranlarının hem de ısılarının eşitlenmeye doğru gitmesidir. Oysa olay
böyle olmamaktadır. Örneğin Akdeniz ve Atlas Okyanusu, Kızıldeniz ve Hint
Okyanusu birbirleriyle görsel olarak birleşseler de suları birbirine
karışmamaktadır. Bunun sebebi aralarındaki bir engeldir. Bu engel ise
"yüzey gerilimi kanunu" olarak bilinen olaydır.
Demirdeki İki Şifre
Demir
dünyamızda en çok bulunan dört elementten biridir ve çağlar boyunca insan için
en hayati madenler arasında yer almıştır. Demirden bahseden Hadid (demir)
Suresi’nin 25. ayeti şöyledir:
"Demiri
de indirdik. Onda büyük bir kuvvet ve insanlar için fayda vardır."[439]
Bu ayet ise
oldukça ilginç olan iki matematiksel şifre taşımaktadır.
El-Hadid
(belirli demir), Kur'an'ın 57'nci suresidir. "El-Hadid"
kelimesinin harflerinin sayısal değerleri toplandığında (ebced hesabı)
karşımıza çıkan rakam da aynıdır: 57. Sadece "Hadid" (demir)
kelimesinin ebced değeri ise 26’dır. 26 sayısı demirin atom numarasıdır.
Zamanın Farklılaşması
Einştein'ın
"rölativite kuramı"na göre zaman sabit bir ölçü değildir. Hıza bağlı
olarak uzayıp kısalır. Kur’an, "bir günü elli bin yıl" olan ve
yine "bir günü bin yıl" olan farklı farklı zaman birimlerinden
bahsederek, zamanın rölatif (göreceli) bir kavram olduğunu, Einstein'dan
yüzyıllar önce açıklamaktadır.
"Melekler
ve ruh ona süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir."[440]
“Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip
yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir
günde O'nun nezdine çıkar.”[441]
Karanlığın Yaratılması
"Görmediler
mi, biz geceyi onda sükun bulmaları için, gündüzü de aydınlık(la görsünler)
diye yarattık. Şüphesiz, iman eden bir kavim için bunda ayetler vardır."[442]
Dikkat
edilirse ayet gecenin özel olarak yaratıldığını bildirmektedir. Bundan birkaç
sene öncesine kadar bilimadamları evrendeki yıldız sayısını ve ürettikleri
ışığı hesapladıklarında evrenin aslında sürekli aydınlık olması gerektiği
sonucuna varmışlar ve karanlığın sebebini anlayamamışlardı. Bu konu ancak
karadeliklerin keşfiyle açıklığa kavuştu. Çünkü evrenin her yerine dağılmış
olan karadelikler, sahip oldukları korkunç çekim alanlarıyla yıldızların
ürettiği ışınları büyük ölçüde yutmakta ve karanlığa sebep olmaktadır. Bir
başka deyişle, karanlık özel olarak üretilmekte, ya da "yaratılmaktadır".
Karadelikler
Yakıtı
tükenen yıldızın içine doğru büzülmesi ve en sonunda, yıldız yerine sınırsız
bir yoğunlukta ve sıfır hacimde korkunç bir çekim alanın ortaya çıkmasıyla
oluşan karadeliklere Kuran şöyle işaret etmektedir:
"Hayır,
yıldızların yerlerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten
büyük bir yemindir."[443]
Ayette
yıldızların yerlerinin büyük bir gücü temsil ettiği özellikle vurgulanmıştır.
Karadeliklerin yıldızların yerlerinde belirmeleri ve sahip bulundukları büyük
çekim gücü düşünülürse ayetin anlamı anlaşılacaktır
Ayın Yörüngesi
وَالْقَمَرَ
قَدَّرْنَاهُ
مَنَازِلَ
حَتّى
عَادَكَالْعُرْجُونِ
الْقَديمِ ()
لَاالشَّمْسُ
يَنْبَغى
لَهَا اَنْ
تُدْرِكَ الْقَمَرَ
وَلَا
الَّيْلُ
سَابِقُ
النَّهَارِ
وَكُلٌّ فى
فَلَكٍ
يَسْبَحُونَ
"Ay'a
gelince, biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski
bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne güneşin aya erişip-yetişmesi gerekir, ne
de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir."[444]
Ay
yörüngesinde seyrederken dünyanın bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı
zamanda dünyayla birlikte güneşin etrafında da döndüğünden uzayda sürekli
"S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ayın uzaydaki bu yörüngesinin
şekli, kurumuş hurma ağacı dalına oldukça benzemektedir
Ay dünyanın
etrafında saatte 3659 km gibi büyük bir hızla hareket eder. Ay, ancak bu yüksek
hızı nedeniyle dünyanın kuvvetli çekim gücünden korunabilmektedir. Ay, hızının
daha yavaş olması halinde dünyaya çarpabilecek, daha hızlı olması durumunda ise
uzaya savrulacaktı.
Ayın
büyüklüğü ve dönüş hızı dünyayı etkilemekte ve gel-git dediğimiz olaya sebep
olmaktadır. Ayın çekim kuvvetinin biraz daha fazla olması halinde dünyanın
büyük bölümü bir anda sular altında kalabilirdi.
Atmosfer ve Van Allen
Kuşakları
Biz
çoğunlukla pek farkında olmayız, ama her gezegene olduğu gibi dünyaya da çok
sayıda göktaşı düşmektedir. Diğer gezegenlere düştüklerinde dev kraterler açan
bu göktaşlarının dünyaya zarar vermemelerinin nedeni, gezegenimizi saran
atmosferin düşmekte olan göktaşlarına karşı büyük bir direnç göstermesidir.
Göktaşı bu dirence fazla dayanamaz ve sürtünmeden dolayı yanarak büyük bir
kütle kaybına uğrar. Böylece, büyük felaketlere yol açabilecek bu tehlike,
atmosfer sayesinde savuşturulmuş olur.
Kur’an, atmosferin
yaratılışındaki bu özelliği şöyle ifade ediyor:
"Gökyüzünü
korunmuş bir tavan kıldık, onlar ise bunun ayetlerinden yüz çevirmektedirler."[445]
Gökyüzünün "korunmuş
bir tavan" oluşunun en önemli örneklerinden biri dünyayı saran
manyetik alandır. Atmosferin en üst tabakası "Van Allen" adı
verilen bir manyetik kuşaktan oluşur. Bu kuşak dünyanın çekirdeğinin sahip
olduğu özellikler nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Çekirdek,
demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. Ancak
bunlardan daha önemlisi çekirdeğin iki farklı yapıdan oluşmuş olmasıdır: İç
çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı
birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit
mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. İşte Van Allen
Kuşakları bu manyetik alanın, atmosferin en dışına kadar ulaşan bir
uzantısıdır. Bu manyetik alan sayesinde dünya, uzaydan gelebilecek olan
tehlikelere karşı korunmuş olur.
Bu
tehlikelerin en önemlilerinden biri, "Güneş rüzgarları"dır.
Güneş, dünyaya ısı ve ışıktan başka, radyasyon ile beraber saatteki hızı 1.5
milyar kilometreyi bulan, proton ve elektronlardan oluşan bir rüzgar da
gönderir.
Güneş
rüzgarları, dünyanın 40.000 mil uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen
Kuşakları'ndan geçemezler. Parçacık yağmuru şeklindeki Güneş rüzgarı, bu
manyetik alanla karşılaşır ve ayrılarak bu alanın çevresinden akar.
Güneşten
gelen X ve ultraviyole ışınlarının büyük bölümü ise atmosfer tarafından
emilmektedir. Bu emilme olmadan, yeryüzünde hayat olması ise mümkün değildir.
Etrafımızı
saran atmosferik kuşaklar, sadece zararsız orandaki ışınlar, radyo dalgaları ve
görünür ışığın dünyamıza ulaşmasına imkan verecek bir geçirgenliğe sahiptirler.
Eğer atmosferimiz bu geçirgenlik özelliğinden yoksun olsaydı, ne haberleşme
dalgalarını kullanabilir, ne de canlılığın temeli olan gün ışığını
bulabilirdik.
Dünyayı saran
ozon tabakası da Güneş’ten gelen ve canlılar için zararlı olan morötesi
ışınların yere kadar ulaşmasını önlemektedir. Güneş'ten gelen ultraviyole
ışınları yeryüzündeki tüm canlıları öldürecek kadar fazla enerji yüklüdürler.
Bu nedenle, dünyada yaşamın var olabilmesi için, gökyüzünün "korunmuş
tavan"ına bir de ozon tabakası eklenmiştir.
Ozon,
oksijenden üretilir. Oksijen gazının (O2) moleküllerinde 2 oksijen atomu
bulunurken, ozon gazının (O3) moleküllerinde 3 oksijen atomu bulunur. Güneş'ten
gelen ultraviyole ışınları, oksijen gazına bir atom daha ekleyerek ozonu
oluştururlar. Ve ultraviyole sayesinde oluşan ozon tabakası, öldürücü ultraviyole
ışınları tutarak yeryüzünde yaşamın en temel şartlarından birini oluşturur.
Kısacası;
eğer dünya çekirdeğinin manyetik alan oluşturacak bir özelliği olmasaydı,
atmosfer zararlı ışınları süzecek yapı ve yoğunlukta olmasaydı, kuşkusuz dünya
üzerinde yaşam sözkonusu olamazdı. Ve kuşkusuz hiçbir insanın ya da başka bir
canlının bunları düzenlemesi de mümkün değildir. Açıktır ki, insanın yaşamı
için "olmazsa olmaz" şartlar olan bu koruyucu özellikler,
Allah tarafından var edilmiş ve gök, "korunmuş bir tavan" olarak
yaratılmıştır.
Başka
gezegenlerin bu tür "korunmuş tavan"lardan yoksun olması, dünyanın
insan yaşamı için özel olarak yaratıldığının bir başka göstergesidir. Örneğin,
Mars gezegeninin çekirdeği katıdır ve bu nedenle etrafında da manyetik bir
koruma söz konusu değildir. Mars'ın büyüklüğü dünyanınki kadar olmadığı için
çekirdekte sıvı kısmı oluşturacak kadar bir basınç doğuramamıştır. Ayrıca
gezegenin uygun büyüklükte olması da manyetik alan için yeterli değildir.
Örneğin, Venüs'ün çapı yaklaşık dünyanınki kadardır. Kütlesi dünyanınkinden
ancak % 2 daha azdır ve ağırlığı da hemen hemen dünyanınkine eşittir.
Dolayısıyla hem basınç açısından, hem de diğer nedenlerle Venüs'te de metalik
bir sıvı çekirdek kısmının oluşması kaçınılmazdır. Buna rağmen Venüs'te de
manyetik alan yoktur. Bunun sebebi Venüs'ün Dünyaya göre oldukça yavaş
dönmesidir. Dünya kendi etrafındaki turunu 1 günde tamamlarken Venüs bir turu
243 günde tamamlıyor.
Dünyanın "korunmuş
tavan"ını oluşturan manyetik alanın var olması için, Ay'ın ve komşu
gezegenlerin büyüklükleri ve dünyaya uzaklıkları da önemlidir. Komşu
gezegenlerden birinin şimdikinden büyük olması, o gezegene büyük bir çekim
kuvveti kazandıracaktı. Komşu gezegenin sahip olacağı bu büyük çekim kuvveti,
dünyanın çekirdeğindeki katı ve sıvı kısımlardaki hareket hızını değiştirecek,
bugünkü şekilde bir manyetik alanın oluşmasına engel olacaktı.
Kısacası
dünya göğünün "korunmuş tavan" özelliğine sahip olması,
dünyanın çekirdeğinin yapısı, dönüş hızı, gezegenler arası uzaklık ve
gezegenlerin kütleleri gibi pek çok değişkenin en uygun noktada birleşmesini
gerektirmektedir.
Yağmurun Oluşumu
Yağmurların
oluşması için gerekli evrelerin neler olduğu ancak 1935’te hava radarlarının
keşfiyle ortaya çıkarıldı. Buna göre yağmur 3 evreden geçerek oluşuyordu:
Birincisi rüzgarın oluşması, ikincisi bulutların meydana gelmesi, üçüncüsü
yağmur damlacıklarının ortaya çıkışı.
Kur’an'da
yağmurun oluşması ile ilgili olarak aktarılanlar da, sözkonusu bilimsel
bulgularla büyük bir paralellik gösteriyor:
اَللّهُ
الَّذى
يُرْسِلُ
الرِّيَاحَ
فَتُثيرُ
سَحَابًا
فَيَبْسُطُهُ
فِى السَّمَاءِ
كَيْفَ
يَشَاءُ
وَيَجْعَلُهُ
كِسَفًا فَتَرَى
الْوَدْقَ
يَخْرُجُ
مِنْ
خِلَالِه فَاِذَا
اَصَابَ بِه
مَنْ يَشَاءُ
مِنْ عِبَادِه
اِذَا هُمْ
يَسْتَبْشِرُونَ
"Allah
rüzgarları gönderir (1. evre), böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse
gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar (2. evre); nihayet onun arasından
yağmurun akıp çıktığını görürsün (3. evre). Sonunda kendi kullarından
dilediğine verince hemen sevince kapılıverirler."[446]
Birinci Evre: "Allah rüzgarları
gönderir..."
Okyanuslardaki
köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli patlamakta ve su
damlacıkları sürekli gökyüzüne fırlamaktadır. Bu tuzca zengin damlacıklar daha
sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarı doğru yol alırlar. Aerosol adı
verilen bu küçük parçacıklar, su tuzağı işlevi görür ve yine denizlerden
yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulut
damlalarını oluştururlar.
İkinci Evre: "...böylece bir bulut
kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça
kılar..."
Tuz
kristallerinin ya da havadaki toz zerreciklerinin etrafında yoğunlaşan su
buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bu bulutlar içerisindeki su damlacıkları çok
küçük olduklarından (0.01 ila 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve göğe
yayılırlar. Böylece gök bulutlarla kaplanır.
Üçüncü Evre: "...nihayet onun
arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün."
Tuz
kristallerinin veya toz zerreciklerinin etrafında bir araya gelen su
parçacıkları iyice yoğunlaşır yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece havadan
daha ağır bir konuma gelen damlalar buluttan ayrılır ve yağmur şeklinde düşmeye
başlarlar.
Yağmurun Tatlı Kılınması
Kur’an,
yağmurun "tatlı" oluşuna da dikkatimizi çekmektedir:
اَفَرَاَيْتُمُ
الْمَاءَ
الَّذى
تَشْرَبُونَ
() ءَاَنْتُمْ
اَنْزَلْتُمُوهُ
مِنَ الْمُزْنِ
اَمْ نَحْنُ
الْمُنْزِلُونَ
() لَوْ نَشَاءُ
جَعَلْنَاهُ
اُجَاجًا
فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ
"Şimdi
siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz,
yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz
gerekmez mi?"[447]
"Sizin
için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı
onda otlatmaktasınız."[448]
Bilindiği
gibi, yağmur suyunun kaynağı buharlaşmadır ve buharlaşmanın %97’si
"tuzlu" okyanuslardan olmaktadır. Oysa yağmur tuzsuzdur. Yağmurun
tatlı olmasının sebebi Allah'ın koyduğu başka bir kanundur. Bu kanuna göre, su,
ister tuzlu denizlerden, ister mineralli göllerden, ya da çamurların içinden
buharlaşsın yanında başka hiçbir yabancı madde taşımaz.
وَهُوَ
الَّذى
اَرْسَلَ
الرِّيَاحَ
بُشْرًا
بَيْنَ
يَدَىْ
رَحْمَتِه
وَاَنْزَلْنَا
مِنَ
السَّمَاءِ
مَاءً
طَهُورًا
“(Ve O, o) Zât-ı
Kerîm'dir ki, rüzgarları rahmetinin önünde bir müjdeci olarak gönderdi. Ve
gökten tertemiz bir su indirdik”[449] hükmü gereği, duru ve
tertemiz bir biçimde yere iner.
Bal Mucizesi
Allah'ın
küçücük bir hayvan aracılığıyla insanlara sunduğu balın ne denli büyük bir
besin kaynağı olduğunu biliyor musunuz?
Bal, fruktoz
ve glukoz gibi şekerlerin yanısıra magnezyum, potasyum, kalsiyum, sodyum
klorür, kükürt, demir ve fosfor gibi minerallere sahiptir. Nektar ve polen
kaynaklarının niteliklerine göre değişmekle birlikte, balda B1, B2, C, B6, B5
ve B3 vitaminleri bulunmaktadır. Ayrıca bakır, iyot, demir ve çinko da az
miktarlarda bulunur. Balın içeriğinde bunların dışında bazı hormonlar da
vardır.
Bal, Kur’an
ayetinde vurgulandığı gibi, "insanlara şifa" olma özelliği
taşımaktadır. 20-26 Eylül'den Çin'de yapılan Dünya Arıcılık Kongresi'nde bilim
adamlarının bal hakkındaki yorumları da bunu doğruluyor: "Kongre'de, arı
ürünleri ile tedavi konusu ağırlık kazandı. Özellikle ABD'li bilimadamları bal,
arı sütü, polen ve arı reçinasının (propolis) birçok hastalığı tedavi ettiğini
bildirdiler. Romanyalı bir doktor balı katarakt hastaları üzerinde denediğini
ve 2094 hastadan 2002'sinin (% 95) bal sayesinde tam olarak iyileştiğini
açıkladı. Polonyalı doktorlar ise arı reçinasının hemoroid, deri hastalıkları,
kadın hastalıkları gibi birçok hastalığa iyi geldiğini tespit ettiklerini
bildirdiler."[450]
Bilimde en ön
sıraları alan ülkelerde arıcılık ve arı ürünleri artık başlı başına bir
araştırma dalı durumunda. Balın diğer yararları ise şöyle sıralanabilir:
Kolayca
sindirilir: İçindeki şekerlerin bir başka cins şekere (fruktozun glikoza)
dönüşebilme özelliği sayesinde bal, yüksek miktarda asit içermesine rağmen en
hassas mideler tarafından bile kolaylıkla sindirilir. Aynı zamanda
bağırsakların ve böbreklerin daha iyi çalışmasına yardımcı olur.
Düşük
kalorilidir: Balın bir diğer özelliği de, aynı oranda şekerle
karşılaştırıldığında oldukça tatlı olmasına rağmen, vücuda yaklaşık % 40
oranında daha az kalori sağlamasıdır. Vücuda yoğun enerji vermesine rağmen,
kilo yapmaması balı üstün nitelikli bir besin kaynağı yapmaya yeter.
Süratle kana
karışır: Bal ılık suyla karıştırıldığında 7 dakika içinde kana karışır.
İçerdiği serbest şekerlerden dolayı beynin çalışması kolaylaşır...
Kan yapımına
destek olur: Bal, kan yapımı için vücudun gereksinim duyduğu enerjinin önemli
bir bölümünü karşılar. Ayrıca kanın temizlenmesine de yardımcı olur. Kan
dolaşımını hem düzenleyici, hem de kolaylaştırıcı yönde etkisi vardır. Damar
sertliğine karşı önemli bir koruyucudur.
İçinde
bakteri barınamaz: Balın bakteri barınmasına olanak tanımayan özelliği
"inhibine etki" olarak adlandırılır. Yapılan deneyler sulandırılmış
balın bakteri öldürücü özelliğinin saf bala göre iki kat arttığını
göstermiştir. İşin ilginci, arı kolonisine yeni dahil olacak kurtçukların,
kendilerine bakmakla görevli arılarca—sulandırılmış balın bu özelliğini
bilirmişcesine—sulandırılmış balla beslenmesidir.
Arı Sütü: Arı
sütü, kovandaki işçi arıların ürettiği bir maddedir. Çok besleyici olan arı
sütünde şeker, protein, yağ ve birçok vitamin bulunur. Vücudun kuvvetsiz
düştüğü durumlarda ve doku yaşlanmalarından ileri gelen bozukluklarda
kullanılır.
Arıların
ihtiyaçlarından çok fazla ürettikleri balı, insanlar için ve insanlara uygun
olarak yaptıkları açıktır. Bu inanılmaz görevi "kendi başlarına"
yapamayacakları da...
İnsanın Yaratılışı
Eğer insan,
aklını kullanıp "ben nasıl var oldum?" sorusuna samimi bir cevap
bulmaya çalışmazsa, genellikle "nasıl oldumsa oldum!..." gibi bir
mantığa kapılacaktır. Bu mantığa kapılınca da zaten, ona bu tür konular
üzerinde bir daha düşünmeye pek zaman bırakmayacak bir hayat tarzını
benimseyecektir.
Oysa akıl
sahibi insana düşen, nasıl var olduğu üzerinde düşünmek ve hayatın anlamını
buna göre belirlemektir. Bunu yaparken de, kimilerinin yaptığı gibi, varacağı
sonucun "meğer ben yaratılmışım" şeklinde çıkmasından korkmamalıdır.
Çünkü sözünü ettiğimiz kimileri, kendilerini bir Yaratıcı'ya karşı sorumlu
hissetmek istemezler. Yaratılmış olduklarını kabul ettiklerinde, hayat
tarzlarını veya bağlı oldukları ideolojilerini terketmek zorunda kalmaktan
çekinirler. Ya da kendilerini yaratana boyun eğecek olmaktan kaçarlar. Bu
psikolojiyi taşıyanlar, Kur’an'ın deyimiyle:
“Kendileri
de bunlara yakînen inandıkları halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr
ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!”[451]
Varlığını "zulüm
ve büyüklenme"ye kapılmadan akıl ve vicdan ölçüsünde değerlendiren
insan ise, kendinde Allah'ın yaratışından başka birşey görmeyecektir.
Varlığının, kendisinin yaratmadığı ve kontrol edemediği binlerce karmaşık
sistemin uyumuna bağlanmış olduğunu farkedecektir. "Yapılmış"
olduğunu kavrayacak ve Yaratıcı'sını tanıyıp O'nun kendisini hangi amaca
yönelik olarak "yaptığını" anlamaya yönelecektir.
İnsan "yapılmış"
olduğunu izlerken, ona rehberlik eden bir kaynak vardır: Kur’an. Bu kitap, onu
yaratan tarafından ona ve diğer insanlara indirilmiş bir "yol
göstericidir."
Yaratılış
olayının aynen Kur’an'da tarif edildiği gibi gerçekleşmiş olması da, akıl
sahibi insana önemli mesajlar vermektedir.
İlerki sayfalarda,
akıl ve vicdan sahiplerine nasıl "yaratıldıklarını" ve bu
yaratılışın içindeki muhteşemliği gösteren bilgilere yerverilmiştir.
İnsanın
yaratılışının öyküsü, birbirinden çok uzak iki ayrı yerde başlar. İnsan, kadın
ve erkek bedeninde birbirinden tümüyle bağımsız olarak oluşan, ama birbiriyle
tümüyle uyumlu olan iki ayrı özün birleşmesiyle hayata adım atar. Erkek
bedeninde oluşan spermin erkeğin isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı
ortadadır, aynı kadın bedeninde oluşan yumurtanın kadının isteği ya da kontrolü
ile oluşmadığı gibi. Onların bu olaylardan haberi bile yoktur.
Aslında, çok
açıktır ki, erkekten gelen öz de, kadından gelen öz de, birbirlerine uyumlu
olarak yaratılmışlardır. Bu iki özün yaratılışı da, birleşmeleri de, gelişip
insan haline dönüşmeleri de gerçekte büyük birer mucizedir.
Testis ve Spermler
Yeni bir
insan yaratılmasının ilk basamağı olacak spermler erkek vücudunun 'dışında'
üretilir. Bunun sebebi üretimin ancak vücut ısısının yaklaşık 2 derece altında
gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi için bir de testis üstüne
yerleştirilmiş özel deri çalışır. Bunun fonksiyonu soğukta büzüşerek, sıcakta
ise terleyerek gerekli olan ısıyı sabit tutmaktır. Acaba bu hassas dengeyi
erkeğin kendisi mi "ayarlayıp" düzenlemektedir? Tabi ki hayır.
Erkeğin bundan haberi bile yoktur. Yaratılışı reddetmekte direnenler, bunun
ancak "insan vücudunun keşfedilmemiş bir fonksiyonu" olduğunu
söyleyebilirler. Bu "keşfedilmemiş fonksiyon" sözü ise "kuru bir
isimlendirme"den başka bir şey değildir.
Testislerde
dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler erkekten kadının yumurtalarına
doğru yapacağı yolculuk için sanki oradaki ortamı "biliyormuşcasına"
özel bir dizayna sahiptir; baş, boyun ve kuyruktan oluşur. Kuyruğu, spermin bir
balık gibi ana rahminde ilerlemesini sağlayacaktır.
Bebeğin
genetik şifresinin bir bölümünü barındıracak olan baş kısmı ise özel bir
koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin girişinde
farkedilir: Buradaki ortam son derece asidiktir. Spermin, bu asidin varlığını
bilen "birisi" tarafından koruyucu zırhla kaplandığı ise son derece
açıktır. (Bu asidik ortamın da nedeni ise annenin mikroplardan korunmasıdır.)
Erkekten
rahme atılan sadece milyonlarca sperm değildir. Meni birbirinden farklı
sıvıların karışımından oluşur. Kur’an, bu gerçeği şöyle vurguluyor:
“İnsanın
üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?
Gerçek
şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık;
onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.”[452]
Meni içindeki
bu sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri içerir.
Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek,
spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri vardır. (Burada
da yine iki ayrı ve bağımsız varlığın birbirine uygun olarak yaratıldığını
görüyoruz.) Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir
yolculuk geçirir. Kendilerini ne kadar savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon
spermden yumurtaya ulaşanların sayısı bini pek aşamaz.
Yumurta
Sperm
yumurtaya uygun olarak düzenlenirken, çok ayrı ve farklı bir ortamda da yumurta
hayata tohum olmaya hazır hale getirilmektedir... Kadının haberi bile yokken,
yumurtalıklarda oluşan bir yumurta önce karın boşluğuna bırakılır ve hemen
sonra ana rahminin fallop tüpü denen uzantılarının ucunda yer alan kollar
sayesinde yakalanır. Ardından yumurta fallop tüpünün iç yüzeyindeki tüylerin
hareketiyle ilerlemeye başlar. Büyüklüğü ise bir tuz tanesinin ancak yarısı
kadardır.
Yumurta-sperm
buluşmasının yeri fallop tüpüdür. Burada yumurta özel bir sıvı salgılamaya
başlar. İşte bu sıvı sayesinde spermler yumurtanın yerini bulurlar. (Dikkat
edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir insandan ya da
gelişmiş bir bilgisayardan söz etmiyoruz. Bu ufacık protein yığınının,
"kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", daha
da ötesi spermi kendine çekecek bir kimyasal bileşim "hazırlayıp"
salgılaması inanılır şey midir?)
Özetle,
vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak şekilde
hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de kadın vücudundaki
ortama uygun olarak yaratılmıştır.
Sperm ve Yumurta Buluşması
Yumurtayı
dölleyecek sperm yumurtaya yaklaştığında, yine yumurtanın salgılamaya
"karar verdiği" (!) ve sperm için özel olarak hazırlanmış bir sıvı,
spermin koruyucu zırhını eritir. Bunun sonucunda da bu kez spermin ucunda olan
ve yine özel olarak yumurta için hazırlanmış bulunan eritici enzim kesecikleri
açığa çıkar. Sperm yumurtaya ulaştığında bu enzimler yumurtanın zarını delerek
spermin içeri girmesini sağlar. Yumurtanın etrafını kuşatan spermler içeri
girmek için büyük bir yarışa başlarlar. Ancak yumurtayı genelde tek bir sperm
döller.
Kur’an'ın bu
aşamada söyledikleri de hayli dikkat çekicidir. Kur’an, insanın sıvının yani
meninin özünden meydana getirildiğini söylüyor:
"(Allah)
sonra insanın neslini bir özden, değersiz bir sıvının özünden meydana getirdi."[453]
Ayetin
bildirdiği gibi, yumurtayı spermleri taşıyan sıvının kendisi değil, içinde
taşıdığı tek bir sperm, hatta onun da "özü" olan kromozomlar
döllemektedir.
Tek bir
spermi içeri alan yumurtaya artık bir başka spermin girmesi mümkün değildir.
Bunun sebebi yumurtanın etrafında bir elektriksel alan bulunmasıdır. Yumurta
çevresi (-) elektrik yüklüdür ve ilk sperm yumurtaya girer girmez bu potansiyel
(+) olur. Böylece dışarıdaki spermlerle aynı elektrik yükünü taşıyan yumurta,
bu kez onları itmeye başlar.
Yani
birbirinden ayrı ve bağımsız olarak oluşan iki özün elektriksel yükleri de
birbirleriyle uyum içindedir.
Sonunda
spermdeki erkeğin DNA'sıyla kadının DNA'sı birleşir. Artık annenin karnında
yabancı, yeni bir hücre (zigot), yeni bir insanın ilk tohumu vardır.
Zigotun Rahime Yapışması
Yumurtanın
döl yatağına yerleşebilmesi pürtüklü özelliğinin sayesindedir. Bu pürtükler,
yumurtanın gerçek uzantıları olup, toprağa yerleşen kökler gibi, organın
derinliklerine doğru dalar. Böylece zigot kendisinin gelişimi için annenin
vücudunda salgılanan hormonlardan yararlanabilir. Ancak modern çağda bulunan bu
gerçeği, Kur’an şöyle bildiriyor:
"Yaratan
Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan (asılıp tutunan şeyden) yarattı. Oku,
Rabbin en büyük kerem sahibidir."[454]
"İnsan,
'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden
bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve
bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift
kıldı."[455]
Döl yatağına
tam anlamıyla tutunmuş olan zigot gelişmeye başlar. Oluşan yeni insanı anneye
bağlayan yer, plasenta denilen tek taraflı bir süzgeçtir. Plasentanın en önemli
özelliği anne karnında bebeğin gelişmesi için gerekli olan maddeleri
"seçerek" bebeğe sunmasıdır.
Bunlardan
ayrı olarak, bebeğin içinde büyüdüğü amnion sıvısının dikkati çeken en önemli
özelliği, dışarıdan gelecek darbelere karşı bebeğin güvenliğini sağlamasıdır.
Kur’an, bu konuda şöyle diyor:
"Sizi
basbayağı bir sudan yarattık. Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine
yerleştirdik."[456]
Üç karanlık Bölge
Çocuğun
döllenmeden itibaren gelişimi üç bölge içinde olmaktadır. Bu üç bölge:
1. Fallop
borusundaki bölge; bu bölge spermle yumurtanın birleştiği ve yumurtalığın
rahime bağlı olduğu bölümdür.
2. Ceninin
tutunarak gelişmeye başladığı rahim duvarının içindeki bölme.
3. Ceninin
özel bir sıvı dolu kese içerisinde gelişmeyi sürdürdüğü bölge.
Kur'an-ı
Kerim konuyla ilgili olarak şöyle demektedir:
خَلَقَكُمْ
مِنْ نَفْسٍ
وَاحِدَةٍ
ثُمَّ جَعَلَ
مِنْهَا
زَوْجَهَا
وَاَنْزَلَ
لَكُمْ مِنَ
الْاَنْعَامِ
ثَمَانِيَةَ
اَزْوَاجٍ
يَخْلُقُكُمْ
فى بُطُونِ
اُمَّهَاتِكُمْ
خَلْقًا مِنْ
بَعْدِ
خَلْقٍ فى
ظُلُمَاتٍ
ثَلثٍ
ذلِكُمُ
اللّهُ
رَبُّكُمْ
لَهُ الْمُلْكُ
لَا اِلهَ
اِلَّا هُوَ
فَاَنّى تُصْرَفُونَ
“Allah
sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı. Sizin
için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karınlarında
üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu
yaratıcı, Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka tanrı yoktur.
Öyleyken nasıl oluyor da (O'na kulluktan) çevriliyorsunuz?”[457]
Bu arada,
zaman geçtikçe, başlangıçta jelatini andıran ceninde büyük bir değişim görülür.
İlk baştaki o yumuşak yapının içinde vücudun dik durmasını sağlayacak sert
kemikler oluşmaya başlar. Hem de her kemik yerli yerinde! Diğer bir deyişle
başlangıçta aynı yapıya sahip olan hücreler farklılaşarak, kimi ışığa karşı
hassas göz hücrelerini, kimi sıcağı, soğuğu ya da acıyı algılayan sinir
hücrelerini veya ses titreşimlerini hissedecek hücreleri oluşturur.
Bu ayrışıma
hücreler mi karar vermektedir? Kendi kendilerine, insan gözünü ya da kalbini
oluşturmaya karar verip, bu akılalmaz işi onlar mı başarmaktadır? Yoksa onlar
bu işe uygun olarak mı yaratılmışlardır? Akıl ve vicdan ikinci seçeneği kabul
edecektir.
Bütün bu
anlatılan işlemlerin sonunda, bebek annesinin karnındaki gelişimini tamamlamış
ve dünyaya gelmiştir. Bu haliyle anne karnındaki halinden 100 milyon kat büyük,
6 milyar kat da ağırdır...
Burada
anlatılanlar, başka herhangi bir canlının değil, bizim hayata başlangıç
öykümüz. İnsan için, böylesine karmaşık, olağanüstü bir olayın kimin eseri
olduğunu bulmaktan daha önemli ne olabilir?
Bütün bu
karmaşık işlemlerin "kendi kendine" oluştuğunu düşünmek
akıldışıdır. Hücreler nasıl "karar verip" insan organlarını
oluşturabilirler? Zaten ateist "bilim adamları" da olayı -ne
demekse- "doğa mucizesi" olarak tanımlıyorlar...
Elbette
anlatılan olayların hepsini Allah yaratmaktadır. Hem de her anını, her
saniyesini ve her aşamasını. Bu ise yaratılışın önemli bir sırrıdır.
"Sizleri
Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte
olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz
miyiz?"[458]
Bu gerçeği,
bir başka Kur’an ayeti şöyle bildirmektedir:
وَاللّهُ
خَلَقَكُمْ
مِنْ تُرَابٍ
ثُمَّ مِنْ
نُطْفَةٍ
ثُمَّ
جَعَلَكُمْ
اَزْوَاجًا
وَمَا
تَحْمِلُ
مِنْ اُنْثى
وَلَا تَضَعُ
اِلَّا
بِعِلْمِه
وَمَا
يُعَمَّرُ
مِنْ
مُعَمَّرٍ
وَلَا
يُنْقَصُ
مِنْ عُمُرِه
اِلَّا فى
كِتَابٍ
اِنَّ ذلِكَ
عَلَى اللّهِ
يَسيرٌ
"O’nun
bilgisi olmaksızın, hiç bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür
verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır.
Gerçekten bu, Allah’a göre kolaydır."[459]
"Akıtılan
bir meniden" insana dönüşen vücudumuz milyonlarca hassas denge içerir. Biz farkında
olmasak da, vücudumuzda yaşamamızı sağlayan son derece karmaşık ve hassas
sistemler vardır. Tüm bu sistemler, insanın, kendisinin "yapıldığını"
anlaması için, onun tek sahibi, Yaratıcısı ve Rabbi olan Allah tarafından
kurulmuş ve işletilmektedir.
"İnsan,
'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden
bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve
bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift
kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?" [460]
İnsan
Allah’ın yarattığı bir varlıktır. Yaratıldığına göre, üstteki ayetin
vurguladığı gibi, "kendi başına ve sorumsuz" bırakılacak
değildir...
Mucize
Kudret'in karşıtı
olan "acz" kökünden if'al babında "i'caz"
masdarından türetilen bir ism-i fail olarak "âciz bırakan, karşı
konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika" anlamında bir terim.
Kur'ân-ı Kerim'de, "mucize" anlamında çok defa, "âyet,
âyât, beyyine, delil ve delâil" kelimeleri kullanılmıştır. Âyet; belli
olan bir alâmet, bir şeyi ispat eden delil veya işaret demektir. O halde genel
olarak mucize ya bir işaret, delil ve ispat manâsına; veya "ilâhî bir
haber" yahut "tebliğ edilen kelâm" anlamına gelir.
Birinci manâ, mucizenin dinî bir terim olarak yapılan tarifine daha uygundur.
İkinci manâ içine, çok defa Kur'ân âyetleri, bazen de bizzat Kur'an-ı Kerim
girmektedir. Bu kelimenin, hem ilâhî bir haber olan Allah'ın kelâmı Kur'ân-ı
Kerim, hem de, onu tebliğ eden Peygamber (a.s)'ın risaletini ispat için
kullanılmasında önemli bir hikmet vardır. O da; ilâhî bir kelâm ve hidâyet
rehberi olan Kur'an-ı Kerim'in hak ve gerçek olduğuna bizzat kendisinin en
kuvvetli bir delil olmasıdır.
Nitekim
Peygamber Efendimizin her devirde geçerliliğini koruyan en büyük (aklî)
mucizesi Kur'ân-ı Kerim'dir. Gerçekte mu'cize; tabiat kanunları ve âdetler
üstü, fevkalâde, harika bir olaydır. Hak Teâlâ onunla inkârcıları, bir
benzerini getirmekten âciz bırakır; peygamber olarak seçtiği zâtı tasdik eder,
peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispat etmek için onda âdetler üstü hârika
bir şey gösterir. İşte bu, onun peygamberliğini ispat eden bir delil yani bir
mucizedir. Bir hârika olan mucizenin iki ana özelliği vardır. Bunlardan biri; "meydan
okumak" diğeri, inkârcıları "âciz bırakmak"tır. Ehl-i
Sünnet âlimleri, mucizeyi, kerâmet gibi diğer harikalardan ayıran unsur ve
şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir. Bunlardan en
uygun ve açık olanı şöyledir; Mucize; Peygamberlik iddiasında bulunan ve
inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için,
Hak Teâlâ'nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini 'mislini)
yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir.[461]
Bu tariften
anlaşılacağı üzere mucize, Allah'ın bir fiilidir. Onu Peygamberi elinde yaratan
ve gösteren, bizzat Allah (c.c) tır. Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ve
inkarcılara karşı meydan okuyan bir zatın elinde, onu inkâr eden herkesi aciz
bırakan böyle bir harika izhar edilmesi, peygamberlik iddiasını ispat ve tasdik
manası taşır. Çünkü peygamberin böyle bir harika göstermesi, "kulum,
peygamberlik iddiasında sadıktır, kendiside, tebliğ ettiği sözler de, doğru ve
gerçektir" demektir. Tarifteki, "peygamberlik iddiasında
bulunmak" ve "meydan okumak" (tahaddi) şartlar, mucizeyi,
Allah'ın salih kulları olan evliyâ'nın gösterdikleri "kerâmet"
adı verilen ve benzeri diğer fevkalâde hadiselerden ayırır. Çünkü Allah
dostları olan evliyanın, "peygamberlik iddiası" ve "meydan
okuma" vasfı yoktur. Onların gösterdiği kerâmetler, tâbi oldukları ve
şerîatı üzere yaşadıkları peygamberlerin bir tür mucizesi sayılır.[462]
Mu'cize
sahih ve kabule şayan olması için, bazı şartları gerektirir.
1- Mucize,
Allahu Teâlâ'nın fiili olmalıdır. Çünkü Allah, fâil-i muhtar'dır; yani
dilediğini yaratır. Ancak, kendi tarafından yaratılan bir fiilin doğruluğunu
tasdik eder. Meselâ, Hz. Musa'nın elindeki asayı yılana çevirmek, İsa (a.s)'nın
ölüyü diriltmesi gibi mucizelerdeki fiiller, Hak Teâlâ'nın irade ettiği ve
yarattığı fiillerdir. Bunların peygamberlere nisbeti mecazîdir.
2- Mucize,
bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü bir harika olmalıdır. Ancak o zaman o
fiil Allah katından bir tasdik derecesine ulaşır. Tabiat kanunlarına ve
kâinatın normal nizamına göre meydana gelen (güneşin doğması gibi) hadiselerde
fevkalâdelik özelliği yoktur.
3- İtiraz
edilmesi imkansız olmalıdır. Çünkü icâz'ın fonksiyonu, karşı çıkan muarızların
aczini ortaya koyarak onları susturmaktır.
4- Mucize,
Allah'ın tasdikine bir delil olarak, peygamberlik iddiasında bulunan zatın
elinde meydana gelmelidir.
5- Gösterilen
mucize peygamberin iddiasına, yani yapacağını ilân ettiği şeye uygun olmalıdır.
İddiasına uymayan başka bir harika gösterse, mucize sayılmaz.
6- İddiasına
uygun olarak gösterdiği mucize, kendisini tekzip ederek yalanlamamalıdır.
7- Mucize,
iddiadan önce veya çok sonra olmamalı, peygamberlerin sözünü (iddiasını)
müteakip hemen meydana gelmelidir.[463]
Mucizenin son
şartına aykırı olarak peygamberlik iddiasından önce meydana gelen harikulâde
olaylar, mucize sayılmasa da, evliya'nın kerâmeti cinsinden bir harika sayılır.
Peygamberler, peygamberlik gelmeden önce, evliya derecesinde Allah dostlarıdır.
Onlarda peygamberlik yaklaştığında görülen fevkalâde hadiseye "irhas"
denir. Bunlar, gelecek olan peygamberliği tesis maksadıyla peygamber
adaylarında görülen bazı harikalardır.
Mu'cizenin Peygamberliğe Delaleti
Şartlarına
uygun olarak meydana gelen mucizenin peygamberlik iddiasında bulunan zatın peygamberliğine
delâleti, kat'î ve zarurîdir. Çünkü Hak Teâlâ'nın yalancı bir zatın elinde,
böyle misli gösterilemeyen fevkalâde bir mucize izhar etmesi aklen imkânsızdır.
Zira bu, yalancı bir kimseyi tasdik etmek olur. Yalancıyı tasdik etmek kötü bir
fiil olduğundan, Hak Teâlâ hakkında muhaldir. Gerçek şudur ki; peygamberlik
denince, iki ana esas akla gelir. Birincisi; Allahu Teâlâ'nın büyük bir lütfu
olan ilahî vahye mazhar olmak ve onu tebliğ ederek insanları dünya ve âhiret
saadetine ulaştırmak; İkincisi ise, peygamberliği ispat eden ve onu tasdik eden
"Mucize" göstermektir.
Şayet
peygamberler, kudreti herşeye yeten Hak Teâlâ tarafından teyid edilmeseler;
yani onlara inkârcıları aciz bırakan mucizeler verilmese idi, Allah'ın Rasûlü
olduklarına kimseyi inandıramazlardı. Mucize göstermek o zatın peygamberliğini
bilfiil tasdik etmek, "doğru söyledin, sen hak peygambersin"
demektir. Buna, günümüzde şöyle bir örnek verilebilir: Nasıl ki bir devletin
elçisi gittiği devlet başkanına, yalnız elçilere mahsus olan "güven
mektubu" sunarak, kendi devlet başkanının sefiri olduğunu ispat eder
ve kendine inandırırsa; peygamberler de, kesin bir delil sayılan "mucize"
göstererek, Allah'ın Rasûlü olduklarına, kendi milletlerini inandırmış olurlar.
Peygamberler,
eğer mucize ile desteklenmemiş olsalardı, sözlerini kabul etmek ve onları
tasdik etmek gerekmezdi. Peygamberlik davasında sadık (doğru ve samimî) olan
ile, kâzip (yalancı) olan birbirinden ayırdedilemezdi. Mucize gösterilince,
iddia sahibinin doğru söylediği ve peygamber olduğu kesin olarak anlaşılmış
olur. Çünkü Hak Teâlâ, mucizenin hemen ardından; onu görenlerde, peygamberin
sâdık, sözünün doğru olduğuna dair bir bilgi yaratır. Bu bilgi, şu benzer
olaydaki gibi şöyle hâsıl olur: Bir zât, bir topluluğa gelerek; "Ben,
şu kralın size gönderdiği elçiyim" dese, sonra orada bulunan krala
dönerek, "Eğer beni kendine elçi tayin etmekte sadık isen, âdetine
muhalefet et; üç defa yerinden kalk ve âdetine aykırı bir yere otur" dese,
kral da bunu yapsa; toplulukta, o zâtın doğru söylediği, kralın elçisi olduğu
hususunda zorunlu ve kesin bir bilgi hasıl olur."[464]
Burada önemli
bir hususu belirtmek, konumuza daha açıklık getirecektir. Bazı kişilerin ilmini
ve usûlünü öğrenerek yaptıkları sihir, asla bir çeşit mucize sayılmaz. Çünkü sihir,
normal bir insanın maddî gücü dışında görünse de, insanın ruhî, nefsî ve ilmî
gücü ve takatı dışında olağanüstü bir hadise vasfında değildir. Şayet öyle
olsaydı, sihir de (mucize gibi vehbî) öğrenilemez ve bir sanat haline
getirilemezdi.
Mucize; insanların
her türlü güçleri dışında kalan, çalışarak elde edilemeyen ve ancak Hak
Teâlânın yüce iradesi ve verdiği ilâhî güçle yapılan fevkalâde bir hadisedir.
Sihir gibi kesbî (çalışılarak) değil, vehbîdir. İlahîdir. Bu bakımdan, kötü
maksatlarla ve şerir kimseler tarafında öğrenilerek bir sanat ve geçim aracı
haline getirilen sihirbazlık, dinen haram kılınıp yasaklanmış ve büyük
günahlardan sayılmıştır. Ayrıca çalışılarak elde edilen sihirbazlıkla yapılan
sihirlerde, peygamberlerin gösterdiği mucizelerde bulunan şartlar; yani meydan
okuma (tahaddi), insanları âciz bırakma ve peygamberlik iddiası yoktur. Bu
gerçek Kur'ân-ı Kerim'de birkaç defa açıklanan "Hz. Musa'nın mucize asası
ile Firavunun sihirbazları arasında geçen olaylarda çok açık olarak görülmektedir.”
Bu bakımdan
sihir mucizeye benzemez; mucizenin peygamberliğe kesin ve zorunlu delâletini
iptal eden bir engel sayılmaz.[465]
Mucizeye İnanmanın Hükmü
Her
müslümanın, Allahu Teâlâ'nın insanlara zaman zaman göndermiş olduğu
peygamberlerinin davalarında sadık ve haklı olduklarını ortaya koyan ve Allah
tarafından desteklendiklerini ispat eden mucizeler verdiğine inanması farzdır.
Hiç bir peygamber yoktur ki, Hak Teâlâ ona bir mucize ihsan ederek onu tasdik
etmiş olmasın. Bu husus, Kur'an'da adı geçen her peygamber hakkında indirilen
müteaddid âyetlerle sâbit olmuş ve onlara verilen mucizeler açıklanmıştır. O
halde mucize gerçeğine iman; Kitap, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet ile sâbittir.
Kur'an'la sâbit olan "İsrâ" ve "İnşikâk-ı Kamer" gibi hissî
ve kevnî mucizeleri inkâr, küfrü gerektirir. Her Peygambere mucize verildiğine
dair pek çok âyetler olduğu gibi Peygamber (a.s)'ın şu sahih hadisi de
zikredilebilir:
"Hiç
bir peygamber yoktur ki Ona insanların imanına sebep olan mucizeler verilmiş
olmasın. Bana verilen mucize ise, ancak bana vahyolunan bir vahiydir. Onun için
kıyamet gününde ümmeti en fazla olan peygamber ben olacağımı ümit
ediyorum."[466]
Peygamberlerin
mucize göstermelerinin aklen de mümkün olduğuna en açık delil; mucizeyi yaratan
Hak Teâlâ'nın her şeyi yaratacak kudrette bir "Kâdir-i Mutlak"
olmasıdır. Çünkü; kâinatta, yerde ve gök yüzündeki canlı cansız varlıklar
âlemine dikkatle bakılarak ondaki incelik, şaşmaz düzen ve muhkem nizam
incelenip düşünülünce, bütün bunların yaratıcısı olan Hak Teâlâ'nın, peygamberlerini
tasdik etmek maksadıyla gerektiğinde, herbirinin elinde, ezelî ilmine ve küllî
iradesine uygun olarak mucize adı verilen fevkalâde bir şey yaratmasının aklen
mümkün olduğu kolayca anlaşılır. Allah (cc)'a, sonsuz kudret ve azametine
inanan herkes; mucizeye, onun aklen mümkin ve fiilen sâbit olduğuna tereddütsüz
iman eder. İnsanlık tarihi bu gerçeğin canlı örnekleriyle doludur.
Mucizenin Çeşitleri
Akâid ve
Kelâm ilmine ait muteber ana kaynaklarda mucizeler iki ana gruba ayrılmış,
sonra her gruba giren mucizelerin çeşitleri beyan edilmiştir. Bunlardan
birincisi, "hissî ve kevnî mucizeler"; diğeri ise, "aklî
(manevî) mucizeler" dir.
Birinci gruba
giren hissî ve kevnî mucizeler de, mahiyet ve keyfiyet bakımından iki büyük
grupta toplanır. Birinci grup; Hak Teâlâ'nın elçileri olarak seçtiği üstün
vasıflı şahsiyetler olan peygamberlerin mümtaz zatları ve kâmil sıfatları ile
ilgili fevkalâde haller, üstün meziyetler, yüce tecellî ve özelliklerdir.
İkinci grupta ise; peygamberlerin zat ve sıfatları dışında meydana gelen ve her
peygambere verilen, o zamanki insanların duyu organları ile müşahade ettikleri
tabiat üstü olaylar hissî ve kevnî mucizeler grubuna girer.
Bunlar her
peygamberin peygamberliğini ispat etmek için Allah'ın izniyle gösterdiği, o
zamanki insanları âciz ve hayran bırakan ve o devirde en inandırıcı görünen
fevkalâde eşsiz hâdiselerdir. Bazı alimler, özellikle Peygamber (a.s)
tarafından vahye ve Kur'an âyetlerine dayanarak haber verdiği, geçmişe ve
geleceğe ait hadiselere, "Mu'cizât-ı Haberiyye" adı vererek
bunları aynı türde mucizeler olarak mütalaa etmişlerdir. Başta Hâtemül-Enbiya
Hz. Muhammed (a.s) olmak üzere, Allah'ın sevgili ve mümtaz kulları, insanlığın
hidâyet rehberleri ve gerçek eğitici ve öğreticileri olan ve bizzat Allah (cc)
tarafından terbiye edilen peygamberlerin mümtaz zat ve kâmil şahsiyetleri,
onlar hakkında her müslümanın inanması gereken kemal sıfatlar, onların
peygamberliğini ispat eden zâtî mucizelerdir.
Gerçek şudur
ki; başta Hz. Muhammed (a.s) olmak üzere, bütün peygamberlerin herkese güven ve
emniyet veren güçlü ve dürüst şahsiyetleri, sağlam karakter, güzel ahlâk,
cesâret ve istikametleri, parlak zekâ ve dirayetleri, elde ettikleri eşsiz
başarılar, sahip oldukları belağât ve fesahatları gösterdikleri, hissî mucizelerden
daha tesirli ve açık olarak, herbirinin, Allah'ın Rasûlü olduğuna kesinlikle
delâlet etmektedir.
Hissî ve Kevnî Mucizeler
Peygamberlerden
bahsedilince akla gelen ve Kur'ân-ı Kerim'de bazı peygamberlerin gösterdiği
bildirilen mucizeler, genellikle bu çeşit hissî ve kevnî mucizelerdir. Her
peygamber, Hak Teâlâ'nın elçisi olduğunu ispat etmek için genellikle göze hitap
eden hissî mucizeler göstermiştir. Bu fevkalâde hadiseler, her peygamberin
içinde yaşadığı dönem gereği ve insanların anlayışına göre emsalsiz sayılan ve
başkalarının benzerini yapmakta aciz kalarak hayret edecekleri türden
mucizelerdir. Mahiyet ve keyfiyeti bakımından hissî ve kevnî olan bu
mucizelerin çoğu Kur'ân-ı Kerim'de açıklanmıştır. Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz.
İsâ ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s)'ın gösterdiği ve Kur'ân-ı Kerim ile
sâbit olan bu tür mucizelerden bazılarını şöyle özetlemek mümkündür:
1- Hz.
İbrahim (a.s)'ın, Bâbil hükümdarı Nemrut tarafından-mancılıkla-ateşe atıldığı
halde yanmayarak kurtulması.
2- Musa
Peygamberin elindeki asanın, Firavunun sihirbazlarının yaptıklarını yutan bir
ejderha haline girmesi, sonra eski haline dönmesi. Aynı asayı Hz. Musa'nın
Kızıldenize vurmasıyla, denizin yarılması... Böylece Hz. Musa, yanındaki İsrâil
oğullarıyla karşı sahile geçerek kurtulmuşlar, deniz eski haline dönmüş ve
Firavn yanındakilerle beraber boğulmuştur.
3- Hz. İsa
(a.s)'nın, Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi, hastalara dokunarak onları iyi
etmesi gibi fevkalâde hadiseler, birer hissî mucizedir.
Rasulullah (a.s)
Efendimizin pek çok hissî ve kevnî mucizeleri vardır. Bunlardan Kur'ân-ı
Kerim'de zikredilen ve tevâtür derecesine ulaşan sahih hadislerle sâbit olan
ikisi şunlardır:
1- İsrâ ve
Mirac mucizesi: Kur'ân-ı Kerim, İsrâ sûresinde:
سُبْحَانَ
الَّذى
اَسْرى بِعَبْدِه
لَيْلًا مِنَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
اِلَى
الْمَسْجِدِ
الْاَقْصَاالَّذى
بَارَكْنَا
حَوْلَهُ
لِنُرِيَهُ
مِنْ ايَاتِنَا
اِنَّهُ
هُوَالسَّميعُ
الْبَصيرُ
“Bir
gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu
Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah
noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir”[467] buyurulmuştur.
Hz.Peygamberimiz (a.s)
Efendimiz, ilâhî emir üzerine Cebrail (a.s)'ın refakatinde bir gecenin belirli
bir kısmında, Mekke-i Mükerremedeki Mescid-i Haram'dan, Kudüs'te bulnan
Mescid-i Aksa'ya süratle götürülmüş; oradan da, yedi kat gökyüzüne
yükseltilerek "sidre-i Müntehâ" ya ve diğer yüce makamlara
çıkarılmış; bir çok ilâhî lütuflara (Füyuıâtı Rabbâniyeye) mazhar olduktan
sonra, tekrar Mekke-i Mükerreme'ye ulaştırılmıştır, Buharî ve Müslim'in
Sahihlerinde mevcut meşhur bir hadise göre; bu mucize, Hicret'ten bir buçuk yıl
önce Receb ayının yirmiyedinci gecesi vuku bulmuştur. İsrâ'nın, ruh ve ceset
birlikte tahakkuk ettiğinde icmâ vardır. İsrâ hadisesi, yukarda kaydedilen
âyetle sâbit olduğundan, inkâr eden kâfir olur. Mirac hadisesinde de, icmâ-ı
ümmet varsa da, keyfiyetin de, yani oluş şeklinde ittifak olunmamıştır. Ancak
âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, Mi'rac ta, ruh ve ceset birlikte ve uyanık
olarak tahakkuk etmiştir. Bu hadise, Rasulü Ekrem Efendimiz'in en büyük hissî
mucizesi olarak kabul edilmiştir.
2- İnşikâk-ı
Kâmer, Ay'ın ikiye bölünmesi mu'cizesi: Peygamber (a.s) Efendimizin bu büyük
hissî mucizesi de Kur'an'la sâbittir. Nitekim; Kamer sûresinde:
"(Kıyâmet)saat(i)
yaklaştı, ay (ikiye) bölündü (yarıldı)"[468] buyurulmuştur.
Bazı sahih
hadislerde nakledildiğine göre; müşriklerden bir grup, bir mucize olarak, ayın
iki kısma ayrılmasını, Rasul-i Ekrem (a.s)'den istediler. Hz. Peygamber (a.s)
da, Allah'u Teâlâ'ya yönelerek niyazda bulundu. Ay, Allah'ın kudret ve izniyle
derhal ikiye ayrıldı; bir kısmı Hıra dağı üzerinde, diğer kısmı ise, aşağıda ve
tam karşısında görüldü. Müşrikler, inat ve tekebbürlerine kapılarak bu büyük
mucizeyi inkâr ettiler ve "Bu, ancak bir sihirdir" dediler. Şayet bu
mucize, diğer Mekkelilerce de görülmemiş olsaydı, ona delâlet eden âyetle
tekzip edilmiş olur ve kimse Hz. Muhammed (a.s)'e iman etmez, hattâ
inananlardan irtidat edenler bile olurdu. Halbuki böyle bir şey olmamıştır.
Aklî
Mucizeler Aklî mucize, akla ve vicdana hitab eden ve her devirde geçerli olan
olağanüstü eşsiz bir harikadır. Bu tür mucizeye en canlı örnek, yalnız
Rasulullah (a.s) Efendimiz'e verilen ve onun en büyük mucizesi sayılan Kur'ân-ı
Kerim'dir. Çünkü o, her zaman ve mekanda onun peygamberliğini simgeleyen en
etkili mucizedir. Daha önceki peygamberlere verilen hissî mucizelerin
fonksiyonu Kur'anla sona ermiş; onların, hatıralarda anılan tarihî fevkalâde
bir olay olmaktan öte, artık bir etkisi kalmamıştır. Böyle bir aklî mucizenin,
peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s) Efendimize verilip, daha önceki peygamberlerin
hiç birine bir benzerinin verilmemesinin hikmeti; onların peygamberliklerinin
bir sonraki peygamberin gönderilişine kadar ki belirli zamana ve belirli bir
millete mahsus olmasıdır. Hz. Muhammed (a.s)'ın peygamberliği ise, kıyamet
gününe kadar bâki olduğu için, ona; bütün insanların peygamberi olduğuna
tanıklık edecek Kur'ân-ı Kerim gibi, her devirde geçerli, aklî ve eşsiz bir
mucize verildi. Kur'an'ın pek çok olan icaz yönleri, genel olarak şu iki
kısımda toplanarak özetlenebilir:
1- Bütün
insanları hedef alan i'câzı: Kur'an'ın o zamana kadar duyulmayan, adı sanı
bilinmeyen gaybî hakikatlerden haber vermesi ve bunların aynen çıkması. Aynı
şekilde, geçmiş ümmetlerden ve onların kıssalarından bahsetmiş olması da,
Kur'ân'ın icazına örnek sayılır. Ayrıca, bütün devirlerde, her yerde ve her
millete uygulanabilen genel ve eşsiz bir hukuk sistemi ortaya koyması da, ilmî
bir mucizedir. Çünkü Hz. Muhammed (a.s) ümmî idi, okuması yazması yoktu. Onun
herhangi bir âlim ve mürşidden ders almadığı, hukuk ve kanun okumadığı tarihen
sâbittir. O halde, böyle ümmî bir zâtın, Kur'ân-ı Kerim gibi, Arap belâgat ve
fesâhatının zirvesinde olan ilahî hikmetlerle dolu eşsiz bir hukuk sistemini,
kendi karihâsından meydana getirebilmesi mümkün müdür? İşte Kur'ân-ı Kerim'in
bu yöndeki icazını ve onun büyük bir mucize olduğunu aklı selim sahibi herkes
rahatlıkla kavrayabilir.
2- Kur'ân-ı
Kerim'in Araplara yönelik bulunan icazına gelince; bu Kur'ân'ın ilâhî
lâfzının, "nesir"in alışılmış uslub ve yöntemleriyle tam tamına
uyuşmayan; "şiir" in bilinen vezinleriyle de bağdaşmayan kendine
mahsus üstün ve parlak nazmıdır. Bunun yanında, Kur'an'ın hayret verici, insanı
teshir eden yüce bir belağatı ve eşsiz bir fesahatı vardır. O öyle yüce bir
usluba sahiptir ki; ondan, avam olsun, kültürlü olsun veya ihtisas sahibi bir
âlim olsun, herkes mutlaka faydalanır ve manevî zevk alır. Eşsiz bir uslup, geniş
ve engin bir manâ hazinesi olan Kur'ân-ı Kerim, asırlardır tekrar tekrar meydan
okuduğu halde, Arap edebiyatı, belağat ve fesahat üstadları bu güne kadar
Kur'ân'ın bir benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır.
Nitekim bu
konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَاِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ
مِمَّا
نَزَّلْنَا
عَلى
عَبْدِنَا
فَاْتُوا
بِسُورَةٍ مِنْ
مِثْلِه
وَادْعُوا
شُهَدَاءَ
كُمْ مِنْ دُونِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِقينَ ()
فَاِنْ لَمْ
تَفْعَلُوا
وَلَنْ
تَفْعَلُوا
فَاتَّقُوا
النَّارَ
الَّتى
وَقُودُهَا
النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُ
اُعِدَّتْ
لِلْكَافِرينَ
"Eğer
kulumuz (Muhammed)'e indirdiğimiz (Kur'ân)'dan şüphe ediyorsanız, haydi siz de
ona benzer bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün şâhitlerinizi
(yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın) yok eğer
yapamadınızsa, ki yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan,
inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının."[469]
Başka bir
âyette:
"Deki:
Andolsun eğer bütün insan(lar) ve cin(ler) şu Kur'an'ın bir benzerini meydana
getirmek için (biraraya gelip) toplansalar yine onun bir benzerini
yapamazlar"[470] diye meydan okumuyor ve
"Yoksa
Onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Doğru iseler, haydi onun
gibi bir söz meydana getirsinler"[471] buyuruluyor.
Fakat bütün
bu meydan okumalara rağmen onlar, hiç bir şey yapamadılar ve Kur'ân'a cevap
verme cesareti gösteremediler. Bu âyetler ve bütün Kur'an, asırlardır, değişik
anlayış ve inançta bulunan belâğat üstadlarına, şair ve edebiyatçılara meydan
okumaya devam ettiği halde, onunla kıyaslamaya yarayacak güzellikte herhangi
bir çalışma yapılamamıştır. İşte bu, gözlem ve deneye dayalı ilmî delillerle
ortaya konmuş bulunan gerçek, Kur'an'ın ilâhî icazını ve en büyük mucize
oluşunu ispat eden belgedir.
Mucize
Dışındaki Diğer Harikalar Bunlar başlıca beş çeşit olup, şöylece özetlenebilir:
1- İrhas:
Peygamber olmaya namzet bir zatın, peygamber olarak gönderileceğine delâlet
eden olağanüstü bir hadisedir. Böyle fevkalâde bir hadise, o zata peygamberlik
gelmeden önce meydana gelir. Hz. İsa (a.s)'nın daha beşikte iken konuşması,
bazı ağaçların ve taşların Peygamber (a.s) Efendimize selâm vermesi, bulutun
onu gölgelemesi gibi... İrhas da, mucize gibi yalnız peygamberlere mahsus bir
harikadır.
2- Kerâmet:
İlâhî emirleri dikkatle yerine getiren, günahlardan titizlikle sakınan ve
Allahu Teâlâ'ya çokça ibadet ve taatla yaklaşan, zühd ve takva sahibi bazı
büyük zevatta görülen hârikalardır. Allah dostu veli ve evliya diye anılan bu
gibi zevâtın, gerektiği zaman "kerâmet" göstermesi, Ehl-i Sünnete
göre haktır. Bir çok hikmet ve faydalar vermesi ve etrafındakileri uyarması
maksadıyla zühd ve takva sahibi bazı salih mü'minlere verilen bu ilahî lütuf ve
ihsan, onların tabi olduğu peygamberlerin bir mucizesi sayılır. Kerâmet, mucize
derecesine: veli de, nebinin derecesine asla ulaşamaz. Bu sebeple, keramet
peygamberlik davasıyla ve istenilen zamanda gösterilemez.
3- Meûnet
(Yardım, destek): Salih müslümanlardan olduğu halde, halk arasında hali
gizli kalmış, iç âlemi anlaşılmayan bilinmeyen; meczup bilinen veya saf dil
görünen kimselerden, bir iddiada bulunmadan meydana gelen bazı hârikalardır. Bu
hal, sahibinin bazı belâ veya musibetten kurtulmasına ve geçiminin
kolaylaşmasına yardımcı olur. Karşılarındaki insanların aklından geçenleri,
maksat ve niyetlerini keşfetmek, bir çeşit meûnet sayılır.
4- İstidrac:
Küfrü ve fıskı açık olan bazı kimseler elinde, arzularına uygun olarak
meydana gelen hârikalara "istidrac" adı verilir. Bu, Allah Teâlâ'nın,
inad, kibir, hased ve ihtirasları sebebiyle yola gelmeyen, münkirlere istediği
fırsatı vermesidir ki; kötülüğe ve günah işlemeye devam ederek, daha çok azaba
müstahak olmaları hikmetine dayanır. Bu gibi zâlim, fâsık ve inkârcı kimselerin
dünya ile ilgili isteklerine, kavuşmaları, arzu ve duaların kabulu,
"istidrac" sayılır.
5- İhanet:
(Hakir ve zelil kılmak): Küfrü ve fıskı açık olan bazı kişiler elinde arzu
ve isteklerine aykırı olarak meydana gelen bir takım harika olaylardır. Bu hale
"hizlan" adı da verilir. Bu tip yalancı ve münkirler elinde meydana
gelen menfi hârikalar, Hak Teâlâ'nın onları yalanlamak ve rezil etmeyi dilemesi
ile ortaya çıkar. Nitekim rivâyete göre; Peygamberlik, davasında bulunan
"Müseylemetü'l Kezzâb" diye anılan yalancı bir sapık, mucize
göstermek maksadıyla tek gözü kör bir adama gözü açılsın diye dua etmiş; adamın
gören diğer gözü de kör olmuş.
Sonuç olarak;
hârika türlerinden, yalnız kerâmet ve irhas, sahibinin büyüklüğüne ve yüksek
derecesine delâlet eder. Sihir ise, dinen haram olup, yukarıda belirtilen
sebeblerle, bu hârika çeşitlerinden hiç birine girmez ve dinen hiç bir değer
taşımaz. Sihirbazlar dinen makbul kişiler değildir.
Mucizeler ile Harikalar Arasındaki Fark
En önemli
farklar şunlardır:
1- Mucize,
ancak peygamberlik şerefine mazhar olan Allah'ın sevgili kulları, mümtaz
şahsiyetler tarafından ve davalarına uygun olarak meydana gelir. Diğer
hârikalarda bu şartlar bulunmaz.
2- Mucize,
genellikle halkın istemesi üzerine gösterilir ve ortaya çıkar. Bu esnada halka,
"Bir benzerini de siz getirin" diye meydan okunur ve halk âciz
kalarak bir benzerini yapamazlar. Veliler ve diğer harika sahipleri, böyle bir
iddiada bulunamazlar.
3- Mu'cize
gösteren peygamberler, her türlü ahlâkî fazilet ve üstün vasıflarla muttasıf
birer ahlâk ve fazilet timsali olurlar. O kadar ki, bu halleri de, onların
peygamberliklerine delâlet eden birer hârika derecesinde görülür. Bu sebeple,
vehbî olan peygamberlik sıfatlarıyla muttasıf olmayanlar, mucize gösteremezler.[472]
3.BÖLÜM
1-Hz. Adem (a.s)’ın
Peygamberliği
2-Hz.İDRİS (a.s)
ve Mucizeleri
3-Hz.NUH (a.s) Kavmi
ve Mucizeleri
4-Hz.HUD
(a.s) Kavmi ve Mucizeleri
5-Hz.SALİH (a.s)
Kavmi ve Mucizeleri
6-Hz.İBRAHİM
(a.s) Mucizeleri
7-Hz. LUT
(a.s) Kavmi ve Mucizeleri
8-Hz. İSMAİL
(a.s) ve Mucizeleri
9-Hz. İSHÂK
(a.s) ve Mucizeleri
10-Hz. YA'KUB
(a.s) ve Mucizeleri
11-YÛSUF
(a.s) ve Mucizeleri
12-Hz.
EYYÜP (a.s) ve Mucizesi
13-Hz. ŞUAYB
(a.s) Kavmi ve Mucizeleri
14-Hz. MUSA
(a.s)Kavmi ve Mucizeleri
15-Hz. HARÛN
(a.s) ve Mucizeleri
16-Hz. DAVUD
(a.s.) ve Mucizeleri
17-Hz.
SÜLEYMAN (a.s) ve Mucizeleri
18-Hz.İLYAS
(a.s) ve Mucizeleri
19-Hz.
ELYESA' (a.s.) ve Mucizeleri
20-Hz.
ZÜLKİFL (a.s) ve Mucizeleri
21-Hz. YÛNUS
(a.s) ve Mucizeleri
22-Hz.
ZEKERİYYA (a.s) ve Mucizeleri
23-Hz. YAHYA
(a.s) ve Mucizeleri
24-Hz.MERYEM
ve Oğlu Hz.İSA (a.s)
25-Hz.MUHAMMED
(a.s) Ahlakı
-Okuma Parçası-
3.BÖLÜM
Peygamberlerin
Kıssaları
Giriş
Kıssası
Enbiya:
Bir haberi nakletme, bir olayı anlatma hikâye etmek. Bu Arapça'da 'kassa
kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da "kıssa"
denilir. Buhâri, bab başlıklarında "kıssa"yı "olay"
anlamında kullanmıştır: "Bâbu Kıssati Ehl-i Necran, Bâbu Kıssati
Gazvet-i Bedr..."
Aynı kökün "kesmek",
"kısaltmak" anlamı da vardır.
"Kıssa" kelimesi esas olarak "izlemek",
"izi takip etmek" anlamına gelmektedir. Bu anlamda
kullanılmıştır:
“Musa:
İşte aradığımız o idi, dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler.”[473]
"(Musa'nın)
kız kardeşine "Onun, izini takip et" dedi. O da onlar farkına
varmadan onu uzaktan gözetledi."[474]
'"Kıssa" edebiyatında "hikaye"
anlamında kullanılır. Hikâye ise olmuş veya olması muhtemel olayları belirli
bir takım noktaları ön planda tutarak anlatan edebiyat türü"dür. Kur'an'daki
kıssalar meydana gelmiş Olayları anlattığı için "gerçek kıssa"lardır:
“Şüphesiz
bu (İsa hakkında söylenenler), doğru haberlerdir. Allah'tan başka ilâh yoktur.
Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.”[475]
Kıssanın
gerçek olmayan bir türü vardır ki buna hikâye denir. Kıssa denilebilecek
hikâyeler nadir olur. Bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi, yaşanmış ve
kaleme alınmış bir özelliği olması gerekir.
Kur'an,
kıssaların gerçeğini anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını
anlattığı için ondaki kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikaye; meydana gelmemiş
fakat vukua gelmesi muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kur'an'ın
anlattığı kıssalar ise, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihi
hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler
değildir. Kur'an'ın anlattığı kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin
haberleridir:
"Böylece
sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana
katımızdan bir zikir (ibret verici olayları taşıyan bir kitap) verdik."[476]
"Biz
sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış
gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık."[477]
Kur'an'ın bu
ifadeleri, hem okuma-yazma bilmeyen, dolayısıyla eski kitapları okuyup da içindekileri
öğrenmesi mümkün olmayan ümmî Peygamberin bir mucizesi, hem de Kur'an'a
eskilerin masalları: Esâtıru'l evvelin[478] diyen müşriklere bir
cevaptır. Çünkü Kur'an eskilerin masallarını değil, geçmişlerin gerçek
haberlerini, tarihlerini anlatır.
Kur'an'da
Kıssalar
Kur'an,
insanları doğru yola iletmek için gönderilmiştir. Bunun için de hikmet ve güzel
öğüt metodunu kullanmaktadır. Yaşanmış olayları etkili bir üslupla anlatmış,
bunu yaparken, benzer olayların insanların başına her zaman gelebileceğini vurgulayarak
dersler çıkarılmasını istemiştir.
Kur'an,
muttakiler için bir öğüt ve insanlar için bir açıklama (beyan) dır:
"Bu
(Kur'an) insanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür."[479]
اُدْعُ اِلى
سَبيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتى
هِىَ
اَحْسَنُ
اِنَّ
رَبَّكَ هُوَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ ضَلَّ
عَنْ سَبيلِه
وَهُوَ اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدينَ
"(Ey
Muhammed) sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve anlarla en güzel
şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları, en iyi bilen O'dur ve O,
yola gelenleri de en iyi bilendir."[480]
Kur'an'ın
metod olarak kullandığı beyan, öğüt ve hikmet unsurları kıssada bir araya
gelmiş bulunmaktadır. Kur'an'ın içine aldığı beş konu (iman, ibadet, muamelat,
ukûbat, ahlâk ve kıssalar) dan kapsam itibariyle en geniş olanı ahlâk ve
kıssalardır. Gerçekten de, peygamberlerin gönderiliş gayesi imanlı ve ahlâklı
insanlar yetiştirmek olduğu için Kur'ân-ı Kerim'in yarısına yakın bölümü,
insanlara ders ve ibret olmak üzere anlatılan geçmiş peygamberlerin ve
milletlerin kıssalarıdır.
Kıssanın
insan eğitiminde büyük rolü vardır. Geçmiş insanların başından geçen olayları
ve sebeplerini anlatmak, bugünün insanına da yol gösterir, ders verir. Çünkü
insan, yaratılışı, eğilimleri ve zaaflarıyla aynı insandır. Tarihte yaşamış
insanlar ve milletler için söz konusu olan, bugünün insanı için de söz
konusudur. Mesela; inkârcıların ve zâlimlerin acı sonları Kur'an'da, Firavun ve
ordusunun denizde boğulmasına yol açan zulümleri anlatılmak suretiyle gözler
önüne serilir. Yine sıkıntılara göğüs yererek, Allah'a olan iman ve tevekkülünü
kaybetmeyen kimselerin, sonuçta büyük mertebelere ulaşacakları ve sabırlarının
mükâfatını görecekleri Hz. Yûsuf kıssasında en güzel şekilde anlatılır.
Kur'an'da
geçen kıssalarda esas gaye; "tarihi bilgi vermek olmadığı için, yer ve
zaman belirtilen teferruata girilmez. Esas gaye: "muhtelif milletlerin
tarihlerindeki bir takım özellikleri belirtmek, diğer peygamberlerin hayatında,
Hz. Muhammed'in hayatında karşılaştığı hadiselere benzeyen hadiseleri
açıklamak, hak ve hakikatin daima galebe çaldığını, daima üstün geldiğini
göstermek; Peygambere ve mü'minlere teselli vermek, her peygamberin karşılaşmış
olduğu muhalefetin eninde sonunda yıkıldığını ve eridiğini tarihi misallerle
tespit ederek mü'minlerin azmini kuvvetlendirmektir."
Kur'an
kıssaları peygamber kıssaları ve Geçmişlerin Haberleri diye iki kısımdan
meydana gelir.
Peygamber
Kıssaları- Kur'an'da peygamberlerden yirmi beş veya yirmi sekizinin hayatları
hakkında yeterli malumat verilmiştir.
Kur'an'da "Peygamber
Kıssaları" ifadesi değil, "peygamberlerin haberleri:
Enbâu'r-rusul" tabiri geçer:
"Peygamberlerin
haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz (ki
kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun
açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir."[481]
Kur'an'da Hz.
Adem, Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, İsmail, İshak, Lût, Yakub, Yusuf, Şuayb, Mûsa,
Davud, Süleyman, İdris, Lokman, Zü'lkifl, İlyas, Üzeyr, Eyyub, Yunus Zekeriyya,
Yahya, İsa, Muhammed (as)'in kıssaları geçmektedir.
Geçmişlerin
Haberleri- Kur'an'da 'geçmişlerin haberleri' (Taha, 20/99) ifadesiyle;
Zülkarneyn, Ashabu'l-Kehf, Ashâbü'l-Uhdûd, Ashâbü'l-Fîl, Ashabu'r-Ress
Ashâbü'l-eyke, Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri kastedilir. Ayrıca İsrâ, Hicret,
Bedr, Uhud, Benû Nadîr, Ahzâb, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hadisesi,
Münafıklara ait kıssalar yer almaktadır.
Genellikle
muharref Tevrat ve İncil'de nakledilen Yahudi-Hıristiyan kültürüne ait
kıssalara İsrailiyyat adı verilir. Kur'an geçmiş milletlere ait haberlerin
doğru olanlarını içine aldığı için, doğru olup olmadığı bilinmeyen, çoğu zaman
uydurma olan bu gibi rivayetlere ihtiyaç kalmamıştır.
İsrailiyatın
nakledilmesinde bir sakınca olmadığını ifade eden hadisler olduğu gibi, onun
naklini yasaklayan hadisler de vardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da ölçü
Kur'an ve Sünnettir; İsrailiyyat Kur'an ve Sünnete uygun olup olmamasına göre
değerlendirilerek:
Kur'an ve Hadisin
ruhuna aynen uyan İsrailiyyat alınır. Bu grupta mütalaa edilen haberler, hadis
kitaplarının Fiten, Ehâdîsu'l-Enbiya ve İsrailoğullarından bahseden
bölümlerinde zikredilmiştir. Sahih-i Buhârî'nin bir babı "İsrailoğullarından
naklolunan haberler babı" adını alır. Bunlardan Kur'an ve Hadisin
ruhuna aykırı olanlar atılır.
Kur'an'da
"en güzel kıssa" (Ahsenü'l-Kasas) olarak anlatılan Hz.
Yûsuf'un kıssasında çok yönlü dersler vardır: Sabır ve sıkıntılara katlanmanın
büyük mükafatı, Allah'tan hiçbir zaman ümid kesmemek, nefsin ve şeytanın kötü
isteklerine uymayarak Allah'a bağlanmak, bilmeyerek kötülük yapanları affederek
onlara güzel ahlâk dersi vermek, üzerine aldığı görevi en iyi şekilde yerine
getirerek güvenilir olduğunu ispat etmek, emanete hıyanet etmemek ve üzerinde
hakkı olanların hakkını gözetmek.
Eğitim
ve Öğretim Aracı Olarak Kıssa
Çocukların ve
gençlerin eğitiminde tarihî, dinî ve ahlâkî kıssaların büyük bir önemi vardır.
Gerçek veya gerçekleşmesi muhtemel olayları canlı bir dille, edebî bir üslupla
tasvir etmek, okuyanlar üzerinde büyük bir etki bırakır. Kötülüklerin ve
ahlâksızlıkların korkunç neticeleri, en güzel şekilde hikâye üslubuyla
anlatılır ve insanlar bu yolla kötülüklerden sakındırılır. İyi işler ve güzel
ahlâklıların örnek davranışları da hikâye yoluyla etkili bir biçimde
aktarılarak gençler bu iyi hareket ve davranışlara teşvik edilir.
İslam'ı
insanlara sevdirmek için kıssa ve menkıbelerden büyük ölçüde yararlanılmıştır.
Eğitim maksadıyla bu çeşit ahlâkı hikâyelerin anlatılmasında bir sakınca yoksa
da, Kur'an ve Sünnet'te bir dayanağı olmayan bir şeyi teşvik etmek veya
yasaklamak için, dini bir hüviyet vererek hikâye uydurmak yasaktır. Kıssanın
insanlar üzerinde bıraktığı tesiri kötüye kullanarak, şahsî çıkarları için
hikâye uyduran ve nakleden kıssacı (kassâs)lara tarihte rastlanmıştır.
Tasavvuf'un
konusu da ahlâkın güzelleştirilmesi (tehzîbu'l-ahlâk) ve nefsin terbiyesi
olduğu için konularını işlerken kıssalardan büyük ölçüde yararlanır.
Mutasavvıfların anlattığı kıssalar çoğunlukla İsrâiloğulları kıssaları ile
örnek şahsiyetlerin ahlâk ve davranışlarını konu alan hilye ve menkıbelerdir.
Hz. Âdem ilk
insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamberdir. Hz. Âdem yeryüzüne
indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah insan nesillerinin hepsini onunla eşi
Havva'dan türetmiştir. Allahü Teâlâ bu hakikati Nisâ sûresinin birinci ayetinde
şu şekilde dile getiriyor:
وَاتُوا
الْيَتَامى
اَمْوَالَهُمْ
وَلَا تَتَبَدَّلُوا
الْخَبيثَ
بِالطَّيِّبِ
وَلَا
تَاْكُلُوا
اَمْوَالَهُمْ
اِلى
اَمْوَالِكُمْ
اِنَّهُ
كَانَ حُوبًا
كَبيرًا
"Ey
insanlar! Sizi tek bir candan (Adem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini
(Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan
Rabbinize karşı gelmekten sakının... "[482]
Bir hadîs-i
şerîflerinde Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah'u Teâlâ
Âdem (a.s)’ı yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı.
Bunun için Ademoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi
kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat
bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak
geldiler."[483]
Allah, insanı
nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde yaratmış, ona
bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden ayırt edecek vicdan
(kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına
koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır, fazilet, şer ve
rezalet yollarını gösterecek, hak ile batılı öğretecek, hayır ve kemâl
yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hakk peygamberler
göndermekle, insanın tabiatına ve halîfeliğine uygun imtihan şartlarını
tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra
diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler
Cennet'e girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere
ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allahü
Teâlâ'nın doğrudan doğruya vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem'di.
Hz. Âdem'in
Peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalâlet eden Kur'an ayetleri
ile sabittir. Çünkü onun zamanında başka bir Peygamber yoktu. Bu duruma göre
kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla olup başka bir vasıta ile
değildir. Kur'an'da geçen Hz. Âdem'in iki oğlunun Allah'a kurban takdim
etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğunun bildirilmesi.[484]
Hz. Âdem'e
vahiy ile bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem'in Peygamberliğe seçildiğinin
anlatılması için "Istafâ"[485] kelimesi ile "İctebâ"[486] kelimeleri kullanılıyor.
Kur'an'da diğer peygamberler için de ıstıfâ' ve ictibâ' kelimelerinden müştak
kelimeler kullanılıyor.[487]
Hz. Âdem de
Peygamberdir. Hz. Âdem'in Peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de
vardır.
Ebu Ümame (ö.
81/700) rivayet ediyor "Ebu Zerr (ö. 32/652) Peygamberimize 'Ya
Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?' diye sorduğunda,
Peygamberimiz (a.s): "Âdem'dir." dedi. Ebu Zerr, "Ya Rasûlullah
o, Nebî oldu mu?" diye sorunca Hz. Peygamber (a.s), "Evet o mükellem
bir Nebî(Allah'ın kendisiyle vasıtasız konuştuğu peygamber) idi" dedi."[488]
Diğer bir
hadîste de Kıyamet gününde, diğer Nebiler gibi Hz. Âdem'in de bir peygamber
olarak, Hz. Resulullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir.[489]
Hz. Âdem'in
peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir.[490]
Hz. Âdem'in
evlâdları onun irşâdı ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî
ihtiyaçlarını temin eden ahkâmı ondan öğrenmişlerdir. Ebû İdris el-Havlânî'nin,
Ebû Zerr'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (a.s) Hz. Âdem'e on
sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir.[491]
İnsanların
dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin izini kaybederek batıl itikatlara
saplanmaları sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur.
Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz.
Âdem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan
ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman Peygamberler göndermiştir. Şu ayet bu
hakikati ifade eder:
كَانَ
النَّاسُ
اُمَّةً
وَاحِدَةً
فَبَعَثَ
اللّهُ
النَّبِيّنَ
مُبَشِّرينَ
وَمُنْذِرينَ
وَاَنْزَلَ
مَعَهُمُ
الْكِتَابَ بِالْحَقِّ
لِيَحْكُمَ
بَيْنَ
النَّاسِ فيمَا
اخْتَلَفُوا
فيهِ
وَمَااخْتَلَفَ
فيهِ اِلَّا الَّذينَ
اُوتُوهُ
مِنْ بَعْدِ
مَاجَاءَتْهُمُ
الْبَيِّنَاتُ
بَغْيًا
بَيْنَهُمْ فَهَدَى
اللّهُ
الَّذينَ
امَنُوا
لِمَا اخْتَلَفُوا
فيهِ مِنَ
الْحَقِّ
بِاِذْنِه وَاللّهُ
يَهْدى مَنْ
يَشَاءُ اِلى
صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ
“İnsanlar
bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri
gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri
için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak
kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki
kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman
edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah
dilediğini doğru yola iletir.”[492]
Yukarıda
gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem'i bizzat doğrudan doğruya
çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan tekâmülcülerin iddia
ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve
bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da
insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret
olan bu nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul
ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini ispat
edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları gibi.
Tekâmül
nazariyesi bilim ve akıl nazarında muhaldir. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi"
vardır: Gözlenen bütün tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp
saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro
seviyelerde olmak üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider.
Enerji de akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar
arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider.
Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makina
sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı başında olan bir
âlim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.
Madde âtıldır
(eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet prensibi).
Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizâmı yoktur
(ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı ve şuurlu birisi
tarafından plânlı düzenli bir makina sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her
şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ nükleer bir santralda kontrol altına
alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta
dağılır gider.
Öyle ise
basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından
güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkânsızdır. Deney
ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit bir canlının organizmasının
(cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir
elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu
vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini
dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü âtıldır ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı
birisinin yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden
bir makina veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan
insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir elektronik beyin,
insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekamül ettirmek
şöyle dursun madde yığınları arasında dağılıp gider.
Bir eser
müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan
vasıflar bulunamaz. Netice sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa,
parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve
bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri
olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina
sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç
bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne
kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can, canlının duymasını ve
gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini
devam ettirme vazifesini üstlenen manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin
meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:
1- Sistemin
gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve
makina sistemi olmalıdır.
2- Otomobilin
çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji
kaynağı yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan
organizmalarıdır.
3- Bu
enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için
bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade
edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir
kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol
mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse
bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin
benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman
sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının
kontrolcü ve idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına
rağmen insan dahi ona canı veremez.
4- Canlı bir
sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır.
Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o
akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen, hidrojen
(yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı
veren Allah'tır.
İnsanla
hayvan arasında mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır.
Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği ruhtur.
Bu insanî ruh hayvanda yoktur.
Buna göre
tekâmül nazariyesi (Darwinizm) muhaldir (imkânsızdır).
Darwinizme
inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek meydana gelişini:
“Onlara
akılları mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?”[493]
Şit ismi
İbrani’ce olup Arapça’da Allah’ın hibesi (hediyesi) manasındadır. Şit yerine
Sis de denilmiştir.
Hz.Şit (a.s):
Adem (a.s)'ın oğullarının en ulusu en üstünü Adem (a.s)'a en sevgilisi ve ona
en çok benzeyen idi: Ayrıca "Şit (a.s) olarak da anılmaktadır.
Hz.Adem (a.s)’den
sonra gönderilen peygamber. Hz.Âdem (a.s)’ın oğludur. Hz.Âdem (a.s)’ın
oğullarından Hâbil ile Kâbil çıkan anlaşmazlık neticesinde Kâbil, Hâbil'i
öldürünce, Allahü teâlâ Hz.Âdem'e, Hâbil'e karşılık ihsân olarak, yeni bir oğul
verdi. Hz.Âdem (a.s)’ın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu hâlde, Şit (a.s)
tek doğdu. Hz.Âdem (a.s)’ın oğullarından Kâbil, Hâbil'i şehit ettikten sonra
doğmuş olan Şit (a.s), son peygamber Muhammed (a.s)’ın nûrunu alnında
taşıyordu. Bu sebeple Hz.Âdem (a.s) onu pek fazla seviyordu. Bütün evlâdı
üzerine onu reis yaptığı gibi, vefât edeceği sırada da bütün yeryüzünün
halifeliğine onu tâyin etti. Bu hususta vâsiyette bulundu.
Ayrıca ilâhi
sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti. Peygamber efendimizin nûruyla ilgili
olarak oğlu Şit (a.s)’a şöyle vasiyet etti: ''Oğlum Alnında parlayan bu nûr,
son peygamber olan Muhammed (aleyhisselâm)’ın nûrudur. Bu nûru mümin, temiz ve
afif hanımlara teslim et ve oğluna da şöyle vasiyet et.'' Şit, bu vasiyet üzerine sâliha bir kızla
evlendi. Sonra evlâtlarına da böyle vâsiyet ettiler. Onlar da bu vasiyete uyup
öylece devâm ettiler. Âdem (a.s)’ın vefâtından sonra, Allahü teâlâ, Şit (a.s)’a
peygamberlik verdi. Elli sayfa (forma) küçük kitap indirdi. Bu kitaplarda
hikmet ilmi, matematik, sanâyi bilgileri, kimyâ ilmi ve daha birçok şeyler
bildirilmiştir. Şit (a.s) zamânında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar.
Onlara Allahü teâlânın emirlerini bildirip imân etmeye çağırdı.
Hz.Şit (aleyhisselâm)’ın
dininin esasları, Hz.Âdem (aleyhisselâm)’ın bildirdiği dinin esaslarına
uygundu. Hz.Şit (aleyhisselâm) ekseriyâ Şam'da ikâmet edip, insanlara, Allahü
teâlâya imân etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazifesini yaptı.
Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti.
Hz.Şit (a.s)’ın
çocukları ve torunları imâr ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet
ve tâatle meşgul oldular. Gâyet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında
düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyândan uzak
dururlardı. Hz.Şit (a.s), Şam'dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde
yaşayan Kâbil'in oğullarını Allahü teâlâya imân ve ibâdet etmeye dâvet etti.
Fakat bu kavim, Hz.Şit (aleyhisselâm)’ın dâvetini kabul etmeyip,
sapıklıklarında ısrâr ettiler.
Hz.Şit (a.s),
onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur.
Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir
aldı. Babası, Âdem aleyhisselâm’la veya kardeşleriyle Kâbe'yi balçık çamuru
kullanarak taştan yaptı. Son peygamber olan Muhammed (a.s)’ın nûru Şit (a.s)’dan
onun oğlu Enûş'a geçti. Şit (a.s), oğlu Enûş'a, babası Âdem (a.s)’ın, Muhammed (a.s)’ın
nûruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enûş'u yeryüzüne
halife tâyin ederek vefât etti. Ömrünün dokuz yüz on iki veya dokuz yüz elli yâhut da dokuz yüz sene
olduğu rivâyet edilmiştir. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki veya iki yüz
on iki yâhut da iki yüz kırk iki sene olduğu rivâyet edilmiştir.
Hz.Şit (a.s)’dan
sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp,
çok azgınlık gösterdiler. Allahü teâlâ onlara İdris (a.s)’ı peygamber olarak
gönderdi. Hz.Şit (a.s) Âdem (a.s)’ın öteki evlâtlarının hepsinden güzel ve
faziletliydi. Sûret ve sirette yâni hâl ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği
için Hz.Âdem (a.s) onu diğer evlâtlarından çok severdi.
Hz. Adem (a.s)
vefatından önce oğlu Şit'e ve dolayısıyla bütün insanlığa 5 maddelik bir nasihat da bulunmuştur;
Şit
(as)’ın Mucizevi Mesajı
"Ey Şit!
oğullarına söyle;
1-Dünyadan
ayrılmayacaklarmış gibi bakmasınlar. Buradan bir gün göçüp gideceklerini
düşünsünler. Zira ben de Cennetten ayrılmayacağım gibi baktım da sonunda olan
oldu bana.
2-İnsanlara
söyle, hanımlarının sözünü hakikati ta kendisi sanıp, hemen kabul etmesinler.
Zira, ben hanımımın sözüne düşünmeden uyup; yasak meyveden yedim ve sonunda
pişmanlığa maruz kaldım.
3-Oğulların
yapacakları işin sonunu düşünsünler... Eğer ben yasak ağacın meyvesinden yerken
bu işin sonunu düşünseydim başıma bunlar gelmeyecekti.
4-Bir işe
başlarken içinde o işe endişe ve isteksizlik olursa iyice düşünüp, yeniden
tetkik etsinler. Şayet ben yasak meyveyi yerken içimdeki endişe ve
isteksizliğin üzerinde durup, kararımı gözden geçirseydim sonunda pişmanlığa
düşmeyip zelil olmayacaktım.
5-Doğruluk ve
isabet derecesini kesin olarak bilmedikleri işler de istişare etsinler.
Dürüstlüğüne inandıkları kimselerle yaptıkları istişare neticesindeki karara
göre hareket etsinler.
Evet Hz.
Adem'in oğlu Şit (a.s) vasıtasıyla bizlere ettiği nasihatleri bunlardır. Öyle
görünüyor ki bu tavsiyeler hemen hepimiz için kurtarıcı ve uyarıcı hükümler
ihtiva etmektedir. Bunları dikkate alan insan kolay kolay zarar görmez.
Hz.
İdris (as): Kur'an-ı
Kerîm'de adı geçen Peygamberlerden biri. Peygamberler silsilesinin ikinci
halkasında bulunan İdris (as) Kur'an-ı Kerîm'de adı geçmeyen Hz.Şit (a.s)'den
sonra peygamber olmuştur.
Hz.İdris (a.s)
rivayetlere göre, beyaz tenli uzun boylu, geniş göğüslü, gür sakallı idi.
Yürürken adımını kısa atar, önüne bakarak yürürdü. İlk kez astronomi ve hesap
ilmini, geçmiş zamanların ilimlerini öğrenen İdris (a.s)'dır.
Hz. İdris
kavmini putlara tapmaktan şeytana ve Kabiloğullarına tarafgir olmaktan
alıkoymuş, kendisine inanan az bir toplulukla Kabiloğullarıyla savaşmış ve
onların bir çoğunu esir almıştır.[494] Hz. Peygamber (a.s) Mirac
gecesinde semada Hz. İdris ile karşılaşmış, Cebrail (a.s)'a "bu
kimdir" diye sormuş. Cebrail (a.s) "Bu İdris (a.s)'dır. Ona selam
ver" deyince, Hz. Peygamber ona selâm vermiştir. Hz. İdris selama mukabele
ederek "hoş geldin safa geldin salih kardeş salih peygamber" diyerek
hayır dua etmiştir.[495]
Kur'an-ı
Kerîm'de yer alan Hz.İdris (a.s) hakkında dört ayet-i kerime vardır. Bunlardan
ilk ikisi şu şekildedir:
وَاذْكُرْ
فِى
الْكِتَابِ
اِدْرِيسَ
اِنَّهُ
كَانَ
صِدِّيقًا
نَبِيًّا,
وَرَفَعْناَهُ
مَكَانًا
عَلِيًّا
“Kitapta
İdris'i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir
makama yücelttik.”[496]
Hz.İdris (a.s) hakkında
nâzil olan diğer iki ayet-i kerime şu anlamdadır:
وَاِسْمَعِيلَ
وَاِدْرِيسَ
وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ
مِنَ
الصَّابِرِينَ,
وَاَدْخَلْنَاهُمْ
فِى
رَحْمَتِنَا
اِنَّهُمْ
مِنَ
الصَّالِحِينَ
"(Ey
Muhammed)! İsmail, İdris, Zü'l-kifl hakkında anlattığımızı da an; onların her
biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar iyilerdendi."[497]
Hz.İdris (a.s)
hakkında indirilen bu ayetlerden onun; peygamber, dosdoğru, yüce bir mevkie
yükseltilmiş, sabırlı, Allah'ın rahmetine kavuşmuş ve iyilerden olmak gibi
niteliklere sahip olduğu görülmektedir.
Hz.İdris (a.s)'e
otuz sahife indirilmiştir. Rivayete göre, ilk defa yazı yazan ve elbise dikip
giyen odur. Ondan önce insanlar, hayvan derisi giyerlerdi. Ayrıca üçyüz altmış
sene ömür sürdüğü de söylenmektedir. Hz.İdris (a.s)'e göklerin sırları açılmış
olup Allah Teâlâ onu diri olarak göğe kaldırmıştır.[498]
Hz.İdris
(a.s)’ın Mucizeleri
Felsefe,
akılla sınırlı gerçekleri (hakikati değil) tespitle ilgili bir disiplindir.
Grekçe’de sevgi anlamına gelen “fila” kelimesiyle, hikmet anlamına gelen
sofia’dan meydana gelen filasofia terkibi, Arapça’ya felsefe şeklinde geçmiştir.
Hikmet kelimesi, hükm, muhakeme, hâkimiyet, hükümet, hakim ve hakem gibi
kelimelerle aynı kökten gelir. Lügat manası, yanlıştan menetmek veya doğru yola
sevketmektir. Üzerine binilen bir hayvanı, arzu edilen cihete sevketmeye
yaradığı için Arapça’da dizgine “Hikmet” adı verilmiştir.
Ragib El
İsfehanî, “Akılla, gerçek olanı tespit etme kabiliyetine hikmet denilir”
tarifini yapmış ve devamında şu tespitte bulunmuştur: “Allah’ın hikmeti,
varlıkları en mükemmel bir şekilde yaratmasıdır. İnsanın hikmeti ise, eşyanın
hakikatini bilmesi ve eşyayı hayırlı işler için kullanmasıdır.” Peygamberimizin
insanlara kitabı ve hikmeti öğrettiği, muhkem nasslarla haber verilmiştir.
Ancak öğrettiği bu hikmetin felsefe olmadığı malûmdur.
Felsefe,
Hermetik kültürün bir ürünü olarak zikredilmektedir. Kurucusu olarak, üç ayrı
Hermes’ten bahsedildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki Tufan’dan önce Yukarı
Mısır’da yaşayan ve İbrânî dilinde adı Hanuh olarak geçen Hermes’tir ki, bunun
Hz. İdris (a.s) olduğu iddia edilmiştir. İkincisi, Tufan’dan sonra Babil’de
yaşayan ve Pisagor’un öğrencisi olarak ülkesinde tıp ve felsefeyi yeniden kuran
Kaldeli Hermes’tir. Üçüncüsü ise, Tufan’dan sonra Mısır’da yaşayan ve kendisine
birçok eser isnat edilen gezgin bir filozoftur. Helenistik dünyanın mirası olan
Hermetik kültürün, İslâm toplumunda bâtıni ve işrâkî çevrelerde ilgi
uyandırdığı bilinmektedir. Felsefenin benimsenmesi için değişik rivayetler
ortaya atılmıştır.
İbn-i
Nedim’in naklettiği rüya, bunun en güzel delilidir. Rivayete göre; filozof
Aristo, halife Me’mun’un rüyasına girer. Halife, filozof Aristo’ya “Güzel
nedir?” diye sorar. Aristo “Şeriata göre güzel olandır” der. “Sonra
hangisidir?” deyince “Akla göre güzel olandır” cevabını verir. “Daha sonra
hangisidir?” sorusuna ise “Halka göre güzel olandır” demiştir. Rüyaya nispet
edilen bu rivayetin hedefi; İslâm’da hukukun kaynağı olarak kabul edilen
delilleri, Aristo gibi bir filozofa söyletmektir. Aralarındaki kaynak, usûl ve
üslûp farkına rağmen, din ile felsefenin hedefinin aynı olduğunu kabul
ettirmektir. Bu rüyada güzelliğin kaynağı olarak gösterilen şeriatın “Kitap ve
sünnetin hükümlerine”, aklın “kıyasla elde edilen bilgilere”, halkın ise “sahih
örf ve âdete” tekabül ettiği bilinmektedir.[499]
Hz. Nûh
(a.s):
Allah Teâlâ'ya ibadeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve
böylece yeryüzünde ilk defa fesada uğrayan bir kavmi tevhid akidesine döndürmek
için gönderilen peygamber. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s)'ın,
kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücadele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca
zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s)'ın kıssası, şu
surelerde mufassal olarak ele alınmıştır: el-A'raf, Hûd, el-Müminûn, eş-Şuârâ,
el-Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan, Nûh suresi.
Hz.Nûh (a.s),
Hz.Adem (a.s)'dan yaklaşık olarak bin sene sonra gönderilmiştir. Bu zaman
zarfında insanlar tevhid üzere olup, Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan
kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:
" Hz.Adem
ile Hz.Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslam
üzere idiler."[500]
İbn Abbas (r.a)'ın
hadisinde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s)
gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların
da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn
Abbas (r.a)'ın bu hadisi, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi,
Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının söz konusu
olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, tevhidden ilk sapma, Hz.Adem (a.s)'den
en az bin sene sonra olmuştur.
Allah
Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, aniden ortaya çıkmadı. Hz.İdris (a.s)'dan
sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibadet ediyor ve salih alimlerin
çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip
uydukları bu salih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten
dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassasiyetlerinden
istifade ederek, sevdikleri bu salih kişileri hatırlamak ve böylece onların
nasihatlarını zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman
bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti.
İlk defa put
diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibadet edip,
şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla
bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını
vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden
sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek, O'na şirk koşmaya
başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar,
bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a
şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı suretler yapmakla da
Allah Teâlâ'nın azabına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (a.s) canlı bir
şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır:
"Her
kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh
verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır",
Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara;
"yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir."[501]
Nûh kavminin
tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı
vardı:
وَقَالُوا
لاَ
تَذَرُنَّ
اَلِهَتَكُمْ وَلاَ تَذَرُنَّ وَدًّا وَلاَ سُوَاعًا وَلاَ يَغُوثَ وَيَعُوقَ وَنَسْرًا
“Ve
dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suvâ'dan, Yeğûs'tan,
Ye'ûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin!”[502]
Allah Teâlâ,
ilâhi rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün
topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan
bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir.
Peygamber,
Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm
Cehennem azabından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan,
inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam
etmelerini istemiştir. Hz.Nuh (a.s) da, kavmine gönderildiği zaman,
büyüklenmelerine, vurdumduymazlıklarına ve bütün aşırılıklarına rağmen onlara
şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azaba karşı korumak
istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'ın, kavmine gönderilişi hakkında şöyle
buyurmaktadır:
اِنَّآ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلَى
قَوْمِهِ
اَنْ اَنْذِرْ
قَوْمَكَ
مِنْ قَبْلِ
اَنْ
يَاْتِيَهُمْ
عَذَابٌ
اَلِيمٌ
"Milletine
can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine
gönderdik."[503]
İyice azıtmış
ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı haketmiş bir topluluk olan Nûh kavmine,
bu helâkten kurtulmak için rahmanî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s),
şirki bırakıp, tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara
yaptığı ilk tebliğ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir:
لَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلَى
قَوْمِهِ فَقَالَ
يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا اللهَ
مَا لَكُمْ
مِنْ اِلَهٍ
غَيْرُهُ اِنِّى
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ عَظِيمٍ
“Andolsun
ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk
edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük
bir günün azabından korkuyorum.”[504]
قَالَ
يَا قَوْمِ
اِنّى لَكُمْ
نَذيرٌ مُبينٌ
() اَنِ
اعْبُدُوا
اللّهَ
وَاتَّقُوهُ
وَاَطيعُونِ
() يَغْفِرْ
لَكُمْ مِنْ
ذُنُوبِكُمْ
وَيُؤَخِّرْكُمْ
اِلى اَجَلٍ مُسَمًّى
اِنَّ اَجَلَ
اللّهِ اِذَا
جَاءَ لَايُؤَخَّرُ
لَوْكُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
"Ey
Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk
edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve
sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince
geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!"[505]
Hz.Nûh (a.s)'ın
bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Hz Nûh (a.s)'a türlü
şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle itham etmişlerdir.
Her zaman hakkın karşısında durup, toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan
mele' (ileri gelenler) Nûh (a.s)'ın da karşısına çıkmış, Kureyşin ileri
gelenlerinin Hz. Muhammed (a.s)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu,
sapıklıkla ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s) onları, Allah'tan
başkasına kulluk etmemeye çağırdığında:
قَالَ
يَا قَوْمِ
لَيْسَ بى
ضَلَالَةٌ
وَلكِنّى
رَسُولٌ مِنْ
رَبِّ
الْعَالَمينَ
() اُبَلِّغُكُمْ
رِسَالَاتِ
رَبّى
وَاَنْصَحُ لَكُمْ
وَاَعْلَمُ
مِنَ اللّهِ
مَالَا
تَعْلَمُونَ
()
اَوَعَجِبْتُمْ
اَنْ جَاءَكُمْ
ذِكْرٌ مِنْ
رَبِّكُمْ
عَلى رَجُلٍ
مِنْكُمْ
لِيُنْذِرَكُمْ
وَلِتَتَّقُوا
وَلَعَلَّكُمْ
تُرْحَمُونَ
"Kavminin
ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz"
dediler".
Nûh (a.s)
merhametle onlara; "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben
âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt
veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve
böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vasıtayla Rabbinizden
size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?" dedi."[506]
Şirkin ve
küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir
elçi gönderdiği zaman, onu hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden
çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Hz.Nûh kavmi de
ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek
olabileceğini ileri sürmüştü:
فَقَالَ
الْمَلَاُ
الَّذينَ
كَفَرُوا مِنْ
قَوْمِه مَا
نَريكَ
اِلَّا
بَشَرًا
مِثْلَنَا
وَمَا نَريكَ
اتَّبَعَكَ
اِلَّا الَّذينَ
هُمْ
اَرَاذِلُنَا
بَادِىَ
الرَّاْىِ
وَمَا نَرى
لَكُمْ
عَلَيْنَا
مِنْ فَضْلٍ بَلْ
نَظُنُّكُمْ
كَاذِبينَ
“Kavminden
ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni sadece bizim gibi bir insan
olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan
başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de
görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz."[507]
فَقَالَ
الْمَلَؤُا
الَّذينَ
كَفَرُوا مِنْ
قَوْمِه مَا
هذَا اِلَّا بَشَرٌ
مِثْلُكُمْ
يُريدُ اَنْ
يَتَفَضَّلَ
عَلَيْكُمْ
وَلَوْ شَاءَ
اللّهُ
لَاَنْزَلَ
مَلئِكَةً
مَا
سَمِعْنَا
بِهذَا فى ابَائِنَا
الْاَوَّلينَ
“Bunun
üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin
gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak
istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler
gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık."[508]
Mustaz'af insanlardan bir
topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini
tesirsiz bırakmak için çareler arayan Mele', bu gelişme üzerine daha da
sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için
şöyle deniliyordu:
فَقَالَ
الْمَلَاُ
الَّذينَ
كَفَرُوا مِنْ
قَوْمِه مَا
نَريكَ
اِلَّا
بَشَرًا
مِثْلَنَا
وَمَا نَريكَ
اتَّبَعَكَ
اِلَّا
الَّذينَ
هُمْ اَرَاذِلُنَا
بَادِىَ
الرَّاْىِ
وَمَا نَرى لَكُمْ
عَلَيْنَا
مِنْ فَضْلٍ
بَلْ نَظُنُّكُمْ
كَاذِبينَ
“Daha
başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin
bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz
kanaatindeyiz."[509]
اِنْ
هُوَ اِلاَّ
رَجُلٌ بِهِ
جِنَّةٌ فَتَرَبَّصُوا
بِهِ حَتَّى
حِينٍ
"Bu,
yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar
ona katlanıp bekleyin bakalım."[510]
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ فَكَذَّبُوا عَبْدَنَا وَقَالُوا مَجْنُونٌ وَازْدُجِرَ
“Onlardan
önce Nuh'un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar
ederek: O, delirdi, dediler. Ve (Nuh, davetten vazgeçmeye) zorlandı.”[511]
Zenginlik ve
riyaset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda
olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez
derecede bir üstünlüğe sahip olan Hz. Nûh (a.s)'a inanan mustaz'afları
küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü
kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Hz. Nûh (a.s)'a müracaat etmişler ve bu
insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini
bildirmişlerdi. Ancak Hz. Nûh (a.s) onlara kesin bir uslûpla cevap vererek,
gerçek anlamda üstünlüğün, inananlarda olduğunu şu ifade ile ortaya koymuştur:
وَلَهُمْ
عَلَىَّ
ذَنْبٌ
فَاَخاَفُ
اَنْ يَقْتُلُونِ,
قَالَ كَلاَّ
فَاذْهَبَا
بِاَيَاتِنَا
اِنَّا
مَعَكُمْ
مُسْتَمِعُونَ
“Onların
bana isnad ettikleri bir suç da var. Bundan ötürü beni öldürmelerinden
korkuyorum. Allah buyurdu: Hayır (seni asla öldüremezler)! İkiniz
mucizelerimizle gidin. Şüphesiz ki, biz sizinle beraberiz, (her şeyi)
işitmekteyiz.”[512]
Hz.Nûh (a.s),
bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor,
Cehennem azabından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak
kavmi, onu her defasında alaya alıyor. Söylediklerini aralarında eğlence konusu
yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (Mele) yanından her geçtiklerinde
onunla alay ediyorlardı. Hz. Nuh ise onlara şöyle diyordu:
وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ
وَكُلَّمَا
مَرَّ
عَلَيْهِ مَلاٌ
مِنْ
قَوْمِهِ
سَخِرُوا
مِنْهُ قَالَ
اِنْ
تَسْخَرُوا
مِنَّا
فَاِنَّا نَسْخَرُ
مِنْكُمْ
كَمَا
تَسْخَرُونَ
“Nuh
gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay
ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz
nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz!”[513]
Hz.Nûh (a.s),
kavmini şirkten dönmeye davet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu
deniyordu. Onlara Allah'a ibadet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tabi
olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat
istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından
gelecek olan büyük cezalardan korumak olduğunu bildiriyordu:
“Kardeşleri
Nûh, onlara Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size
gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna
karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin Rabbine
aittir". Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum."[514]
Kavmi,
inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona:
"İster
öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir" dediler."[515]
Buna rağmen
O, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek
artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını
bildirmişlerdi:
"Ey
Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın"
dediler."[516]
Hz.Nûh (a.s),
davetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini
daha da şiddetlendiriyorlardı. Hz. Nûh (a.s) onların bütün bu tahammül edilmez
eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş
durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faaliyeti, kavminden çok az bir
topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı:
"Pek
az kimse onunla beraber inanmıştı."[517]
Azgınlaşan
kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Hz. Nûh (a.s)'a şöyle çıkışıyordu:
“Dediler
ki: Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin.
Eğer doğrulardan isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir!”[518]
Onlar, Hz.
Nûh (as)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü
idrak edemiyorlardı. Hz. Nûh (as), belki düşünürler diye, azabın sahibinin kim
olduğunu ve onun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu:
قَالَ
اِنَّمَا
يَاْتيكُمْ
بِهِ اللّهُ
اِنْ شَاءَ
وَمَا
اَنْتُمْ
بِمُعْجِزينَ
() وَلَا يَنْفَعُكُمْ
نُصْحى اِنْ
اَرَدْتُ
اَنْ اَنْصَحَ
لَكُمْ اِنْ
كَانَ اللّهُ
يُريدُ اَنْ
يُغْوِيَكُمْ
هُوَ
رَبُّكُمْ
وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
“Ancak
Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi
azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin
Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz."[519]
Hz. Nûh (a.s),
bu zalim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş
yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Hz. Nûh
(a.s), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç
kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah
Teâlâ'ya havale etmekten başka çare bulamadı.
Allah Teâlâ,
onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: Hz. Nûh:
“Rabbim!
Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve
beraberimdeki inananları kurtar" dedi."[520]
“Nûh;
"Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et" dedi."[521]
"Oda; "Ben yenildim, bana yardım
et" diye Rabbine yalvarmıştı."[522]
Allah Teâlâ
da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını
bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama
dilememesi gerektiğini de bildirdi:
وَاُوحِىَ
اِلى نُوحٍ
اَنَّهُ لَنْ
يُؤْمِنَ
مِنْ
قَوْمِكَ
اِلَّا مَنْ
قَدْ امَنَ فَلَا
تَبْتَئِسْ
بِمَا
كَانُوا
يَفْعَلُونَ
() وَاصْنَعِ
الْفُلْكَ
بِاَعْيُنِنَا
وَوَحْيِنَا
وَلَاتُخَاطِبْنى
فِى الَّذينَ
ظَلَمُوا
اِنَّهُمْ
مُغْرَقُونَ
“Nûh'a;
"Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların
yapageldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi
yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda
boğulacaklardır" diye Allah tarafından vahyolundu."[523]
Hz. Nûh (a.s),
Cebrail (a.s)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına
geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı:
وَاُوحِىَ
اِلى نُوحٍ
اَنَّهُ لَنْ
يُؤْمِنَ
مِنْ
قَوْمِكَ
اِلَّا مَنْ
قَدْ امَنَ فَلَا
تَبْتَئِسْ
بِمَا
كَانُوا
يَفْعَلُونَ
() وَاصْنَعِ
الْفُلْكَ
بِاَعْيُنِنَا
وَوَحْيِنَا
وَلَاتُخَاطِبْنى
فِى الَّذينَ
ظَلَمُوا
اِنَّهُمْ
مُغْرَقُونَ
() وَيَصْنَعُ
الْفُلْكَ
وَكُلَّمَا
مَرَّ عَلَيْهِ
مَلَاٌ مِنْ
قَوْمِه
سَخِرُوا
مِنْهُ قَالَ
اِنْ
تَسْخَرُوا
مِنَّا
فَاِنَّا نَسْخَرُ
مِنْكُمْ
كَمَا
تَسْخَرُونَ
() فَسَوْفَ
تَعْلَمُونَ
مَنْ
يَاْتيهِ
عَذَابٌ
يُخْزيهِ
وَيَحِلُّ
عَلَيْهِ
عَذَابٌ
مُقيمٌ
"Gemiyi
yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay
ederlerdi. O da; Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi bizde
sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli
azabın ineceğini göreceksiniz" dedi."[524]
Taberî, Hz.
Nûh (a.s)'ın, kavmini İslâm'a davet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin
onunla alay edişi hakkında, Hz. Âişe (r.anh)'dan rivayetle, Resulullah (a.s)'ın
şöyle söylediğini nakletmektedir:
"Nûh
kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka
davet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü.
Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne
yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek Şöyle diyorlardı: "Onu yap;
karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?" Nûh (a.s) da onlara;
"yakında bileceksiniz"diyordu.”[525] Ve yine ona; "Nebiliği
bırakıp, Marangozluğa mı başladın" diyerek eğleniyorlardı.[526]
Hz. Nûh (a.s)'ın
yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (ra)'dan şöyle bir
rivâyet nakledilmektedir:
"Geminin
uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s)) zıra'ıyla üç yüz zıra';
eni elli zıra'; yüksekliği otuz zıra'; su seviyesinden yukarısı ise altı zıra'
idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste
açılmıştı.”[527]
Hz. Nûh (a.s),
gemiyi inşa ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı:
وَحَمَلْنَاهُ
عَلَى ذَاتِ اَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ
“Nuh'u
da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik.”[528]
Hz. Nûh (a.s)
bu esnada, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya
arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vaz geçirmeye
çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikayet edip,
yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Hz. Nûh (a.s)'ın
adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır:
قَالَ
رَبِّ اِنّى
دَعَوْتُ
قَوْمى
لَيْلًا
وَنَهَارًا ()
فَلَمْ يَزِدْهُمْ
دُعَائِى
اِلَّا
فِرَارًا ()
وَاِنّى
كُلَّمَا
دَعَوْتُهُمْ
لِتَغْفِرَ
لَهُمْ
جَعَلُوا
اَصَابِعَهُمْ
فى اذَانِهِمْ
وَاسْتَغْشَوْا
ثِيَابَهُمْ
وَاَصَرُّوا
وَاسْتَكْبَرُوا
اسْتِكْبَارًا
() ثُمَّ اِنّى
دَعَوْتُهُمْ
جِهَارًا ()
ثُمَّ اِنّى
اَعْلَنْتُ
لَهُمْ
وَاَسْرَرْتُ
لَهُمْ
اِسْرَارًا ()
فَقُلْتُ
اسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ
اِنَّهُ كَانَ
غَفَّارًا ()
يُرْسِلِ
السَّمَاءَ
عَلَيْكُمْ
مِدْرَارًا قَالَ
نُوحٌ رَبِّ
اِنَّهُمْ
عَصَوْنى
وَاتَّبَعُوا
مَنْ لَمْ
يَزِدْهُ مَالُهُ
وَوَلَدُهُ
اِلَّا
خَسَارًا ()
وَمَكَرُوا
مَكْرًا
كُبَّارًا ()
وَقَالُوا
لَاتَذَرُنَّ
الِهَتَكُمْ
وَلَا
تَذَرُنَّ
وَدًّا وَلَا
سُوَاعًا
وَلَا
يَغُوثَ
وَيَعُوقَ
وَنَسْرًا ()
وَقَدْ
اَضَلُّوا
كَثيرًا وَلَاتَزِدِ
الظَّالِمينَ
اِلَّا
ضَلَالًا () مِمَّا
خَطيَاتِهِمْ
اُغْرِقُوا
فَاُدْخِلُوا
نَارًا
فَلَمْ
يَجِدُوا
لَهُمْ مِنْ
دُونِ اللّهِ
اَنْصَارًا ()
وَقَالَ
نُوحٌ رَبِّ
لَا تَذَرْ
عَلَى
الْاَرْضِ
مِنَ
الْكَافِرينَ
دَيَّارًا ()
اِنَّكَ اِنْ
تَذَرْهُمْ
يُضِلُّوا
عِبَادَكَ
وَلَا
يَلِدُوا
اِلَّا فَاجِرًا
كَفَّارًا
"Nûh
dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim
çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu hen senin onları
bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar,
elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra,
doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden
gizliye de söyledim. Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O,
çok bağışlayandır. "Nûh, "Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar
ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden
büyük hilelere başvurdular" dedi. İnsanlara; "sakın tanrılarınızı
bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin"
dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece
şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı
bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız
ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler."[529]
Allah Teâlâ,
bu kavme helâkı umumi kıldığı gibi, Nûh (a.s) da bunun umumî olmasını
istemişti. Çünkü, asırlar süren daveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan
kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir:
"Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu.
Sonra gelen nesiller; "Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte
yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri
değildir" diyorlardı."[530]
Yeryüzünde
ilk defa fesat çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah
Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'a
Tufanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)'dan suların
kaynamasını göstermişti.
Tandırdan su
kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan birer çifti ve
kendisine inananları gemiye bindirmesini vahyetti:
حَتّى
اِذَا جَاءَ
اَمْرُنَا
وَفَارَ التَّنُّورُ
قُلْنَا
احْمِلْ
فيهَا مِنْ
كُلٍّ زَوْجَيْنِ
اثْنَيْنِ
وَاَهْلَكَ
اِلَّا مَنْ
سَبَقَ
عَلَيْهِ
الْقَوْلُ
وَمَنْ امَنَ
وَمَا امَنَ
مَعَهُ اِلَّا
قَليلٌ
“Nihayet
emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: "(Canlı
çeşitlerinin) her birinden iki eş ile -(boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş
olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" Zaten onunla
beraber pek azı iman etmişti.”[531]
Onunla
beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen
rivayetler vardır.[532]
Nûh (a.s)
ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. Ancak
dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her
yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s) oğluna:
وَهِىَ
تَجْرى
بِهِمْ فى
مَوْجٍ
كَالْجِبَالِ
وَنَادى
نُوحٌ
ابْنَهُ
وَكَانَ فى
مَعْزِلٍ يَا
بُنَىَّ
ارْكَبْ
مَعَنَا
وَلَا تَكُنْ
مَعَ
الْكَافِرينَ
() قَالَ سَاوى
اِلى جَبَلٍ
يَعْصِمُنى
مِنَ
الْمَاءِ قَالَ
لَا عَاصِمَ
الْيَوْمَ
مِنْ اَمْرِ
اللّهِ
اِلَّا مَنْ
رَحِمَ
وَحَالَ
بَيْنَهُمَا
الْمَوْجُ
فَكَانَ مِنَ
الْمُغْرَقينَ
"Ey
oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi.
Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün
Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi.
Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı."[533]
Hz. Nûh (a.s),
muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya:
وَنَادى
نُوحٌ
رَبَّهُ
فَقَالَ
رَبِّ اِنَّ
ابْنى مِنْ
اَهْلى
وَاِنَّ
وَعْدَكَ
الْحَقُّ
وَاَنْتَ
اَحْكَمُ
الْحَاكِمينَ
() قَالَ يَا
نُوحُ
اِنَّهُ
لَيْسَ مِنْ
اَهْلِكَ اِنَّهُ
عَمَلٌ
غَيْرُ
صَالِحٍ فَلَا
تَسَْلْنِ
مَا لَيْسَ
لَكَ بِه
عِلْمٌ اِنّى
اَعِظُكَ
اَنْ تَكُونَ
مِنَ
الْجَاهِلينَ
"Rabbim!
oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi
hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini
öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir
şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegane ölçüsünün akide
olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş
işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" ayetiyle Nûh (a.s)'a
bildirerek, ortaya koymuştur.”[534]
Tufan,
yeryüzünde, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı
bir şekilde bütün dünyayı sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak
sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı:
فَفَتَحْنَآ اَبْوَابَ السَّمَآءِ بِمَآءٍ مُنْهَمِرٍ,
وَفَجَّرْنَا اْلاَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَآءُ عَلَى اَمْرٍ قَدْ
قُدِرَ
"Biz
de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar
fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti."[535]
Allah'a
isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar
boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki
nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde,
tufan ile helak edilmişti.
Allah Teâlâ, inkârcı
zalimler helâk olduktan sonra, Tufanı sona erdirmiş ve inananların bulunduğu
gemiyi selametle Cûdi dağı üzerine durdurtmuştu:
وَقِيلَ
يَااَرْضُ
ابْلَعِى
مَاءَ كِ وَيَاسَمَاءُ
اَقْلِعِى
وَغِيضَ
الْمَاءُ
وَقُضِىَ
اْلاَمْرُ
وَاسْتَوَتْ
عَلَى الْجُودِىِّ
وَقِيلَ
بُعْدًا
لِلْقَوْمِ
الظَّالِمِينَ
"Yere;
"Suyunu çek!"göğe; "Ey gök sen de tut!" denildi. Su
çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdiye oturdu. "Haksızlık yapan millet Allah'ın
rahmetinden uzak olsun" denildi."[536]
Taberî'nin
Resulullah (a.s)'e dayandırılan bir rivayetine göre Tufan, altı ay sürmüştür.
Recebin ilk günlerinde başlayan Tufan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve
gemi Cûdi dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç
tutmasını emretmişti.[537] Bu gün, Aşûre günü olarak o
zamandan günümüze dek hatırasını sürdürmüştür.
Gemi, su
üzerinde kaldığı altı ay boyunca dünyanın her tarafını dolaşmıştı. Allah Teâlâ,
Tufan esnasında Âdem (a.s) tarafından inşa edilen Mekke'deki Beytullah'ı
yeryüzünden kaldırmıştı.[538]
İnkar edip
yeryüzünde fesat çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah
Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti:
"Ey
Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle
gemiden in."[539]
Nûh (a.s),
gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa
etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında
bulunmaktadır.[540]
Diğer bir
rivayete göre de Nûh (a.s) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi
Mekkeye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye
yönelterek orada durdurmuştu.[541]
Geminin
kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ
Kur'an-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını
zikretmektedir:
"And
olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur."[542]
Hz. Nûh (a.s)
ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar,
yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ancak
onun soyunu sürekli kıldık.”[543]
Resulullah (a.s)
bu ayeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes
olduğunu söylemiştir.[544]
Tarihçiler;
Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve
Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir
kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler.[545]
Hz. Nûh (a.s)'ın
tufana kadar dokuz yüz elli beş yıl yaşadığı kesindir:
"Şüphesiz
ki biz Nuhu kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin
yıl kaldı."[546]
Ancak,
Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a)'ın
görüşüne göre, Nûh (a.s) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de
Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir.[547]
Hz. Nûh (a.s),
Ulûl-Azm Peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden
şekûra)" olarak isimlendirmiş ve kıyamete kadar gelen nesiller, anıp selam
getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır:
"Sonra
gelenler içinde "Alemlerde, Nûh'a selam olsun diye ona iyi bir ün
bıraktık. Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı."[548]
Ve o, sonraki
peygamberler için, takip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır:
“İbrahim
de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı."[549]
Allah Teâlâ,
Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s) ve
onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir.
Yani o, Resulullah (a.s)'e bir örnek olarak gösterilmektedir:
فَاصْبِرْ
كَمَا صَبَرَ
اُولُوا
الْعَزْمِ
مِنَ
الرُّسُلِ
وَلاَ
تَسْتَعْجِلْ
لَهُمْ
كَاَنَّهُمْ
يَوْمَ
يَرَوْنَ مَا
يُوعَدُونَ
لَمْ
يَلْبَثُوآ
اِلاَّ
سَاعَةً مِنْ
نَهَارٍ
بَلاَغٌ
فَهَلْ يُهْلَكُ
اِلاَّ
الْقَوْمُ
الْفَاسِقُونَ
“O halde (Resûlum), peygamberlerden azim
sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme,
onlar vâdedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir
saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış
topluluklardan başkası helâk edilir mi hiç!”[550]
Hz. Nûh (a.s),
Peygamber (a.s)'e ve inanan tebliğcilere bir numune olarak gösterildiği gibi;
onun inkârcı kavminin helakı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren
sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmuştadır.
Ebû
Saîd Hudrî (radiya'llâhu anh)'den Resûlullâh (salla'llâhu aleyhi ve selem)'in
şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Kıyâmet gününde (Allah cânibinden) Nûh
(aleyhi's-selâm) çağırılacak. Nûh: Yâ Rab davetine icâbet ettim, dîvânına
geldim, fermânına âmâdeyim diyecek. Allâhü Teâlâ: (Emirlerimi ümmetine) teblîğ
ettin mi? diye soracak. Nûh da: Evet ettim, diyecek. Bunun üzerine Allâhu Teâlâ
Nûh'un ümmetine Nûh size teblîğ etti mi? diye soracak. Nûh'un ümmeti de: Bizi
öyle âhiret azâbından korkutan bir peygamber gelmedi, diyecekler. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak Nûh'a: Ey Nûh! Teblîğ ettiğine kim şahâdet eder? diye soracak. O
da: Muhammed ümmeti, diye cevâb verecek. Sonra Muhammed'le ümmeti Nûh'un,
ümmetine Allâh'ın ahkâmını teblîğ ettiğine şahâdet edecekler. Peygamberiniz de
sizin üzerinize bir şâhid olacaktır. "[551]
Nuh
Tufanı
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلَى
قَوْمِهِ
فَلَبِثَ
فِيهِمْ
اَلْفَ
سَنَةٍ اِلاَّ
خَمْسِينَ
عَامًا
فَاَخَذَهُمُ
الطُّوفَانُ
وَهُمْ ظَالِمُونَ
“Andolsun
ki biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre
onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini
yakalayıverdi.”[552]
Hemen her
kültürde yer aldığını gördüğümüz Nuh Tufanı, Kur’an'da anlatılan kıssalar
arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nuh'un gönderildiği kavmin
uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve
olayın meydana gelişi bir çok ayette detaylarıyla anlatılır.
Hz. Nuh,
Allah'ın ayetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a
kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla
gönderilmişti. Hz. Nuh, kavmine Allah'ın dinine uymaları konusunda defalarca
öğüt verdiği ve onları Allah'ın azabına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar
Hz. Nuh'u yalanladılar ve şirk koşmaya devam ettiler. Müminun Suresi'nde Nuh
Kavmi'nde gelişen olaylar şöyle anlatılıyor:
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحًا اِلى
قَوْمِه
فَقَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَالَكُمْ
مِنْ اِلهٍ
غَيْرُهُ
اَفَلَا
تَتَّقُونَ ()
فَقَالَ
الْمَلَؤُا
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ قَوْمِه
مَا هذَا
اِلَّا
بَشَرٌ
مِثْلُكُمْ
يُريدُ اَنْ
يَتَفَضَّلَ
عَلَيْكُمْ
وَلَوْ شَاءَ
اللّهُ
لَاَنْزَلَ
مَلئِكَةً
مَا سَمِعْنَا
بِهذَا فى
ابَائِنَا
الْاَوَّلينَ
() اِنْ هُوَ اِلَّا
رَجُلٌ بِه
جِنَّةٌ
فَتَرَبَّصُوا
بِه حَتّى
حينٍ () قَالَ
رَبِّ
انْصُرْنى
بِمَا
كَذَّبُونِ
“Andolsun ki, Nuh'u kavmine
gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir
tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi.
Bunun
üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin
gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak
istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler
gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık."
"Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir
süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım." (Nuh), Rabbim! dedi, beni
yalanlamalarına karşı bana yardım et!”[553]
Ayetlerde
anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nuh'u, onlara karşı üstünlük elde
etmeye çalışmak, yani statü, mülk gibi kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir
suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak
istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler.
Bunun üzerine
Allah Hz. Nuh'a, inkar edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve
iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi.
Sözü edilen
azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar
şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz.
Nuh'a:
"Onun
içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan
aileni de alıp koy"[554] emrini verdi ve Hz. Nuh'un gemisine binmiş olanlar
dışında —Hz. Nuh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan
"oğlu" da dahil olmak üzere— tüm kavim suda boğuldu. Tufan sonucunda
sular çekilip, ayetin ifadesiyle "iş bitiverince" de gemi, Kuran'ın
bildirdiğine göre, Cudi'ye—yani yüksekçe bir yere—oturdu.
Yapılan
arkeolojik, jeolojik ve tarihi çalışmalar olayın Kur’an'da anlatıldığı şekilde
meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yaşamış birçok uygarlığa ait
tabletlerde ve elde edilen bir çok tarihi belgede, tufan olayı, kişi ve yer
isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve
"sapkın bir kavmin başına gelenler" bir ibret kaynağı olarak
çağdaşlarına sunulmuştur.
Tufan olayı,
Tevrat ve İncil'in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan
efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında,
İngiltere'nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna
efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine
çok benzer şekillerde anlatılır.
Birbirinden
ve Tufan bölgesinden hem coğrafi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde,
Tufan'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş
olabilir?
Sorunun
cevabı açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkansız
olan bu toplumların yazıtlarında aynı olaydan bahsedilmesi, aslında bu
insanların bir ilahi kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt
durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helak olaylarından biri olan
Tufan, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için
anlatılmış ve bu şekilde Tufan'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere
yerleşmiştir.
Tufan olayı
ve Nuh kıssası bir çok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen,
kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle bir çok
değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan,
temelde aynı olayı anlatan ancak aralarında bir takım farklılıklar da bulunan
Tufan anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegane anlatımın
Kur’an'daki olduğunu görüyoruz.
Tufan
Yerel Bir Afet miydi?
Nuh
Tufanı'nın varlığını inkar edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında
bir tufanın varlığının imkansız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir
Tufan'ın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kur’an'a saldırmak amacıyla da öne
sürmektedirler. Bu iddiaya göre, dünya çapında bir Tufan'ın varlığını savunan
kutsal kitaplar, Kur’an da dahil olmak üzere, hataya düşmektedir.
Oysa bu
iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kur’an'ı
Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran, Tufan olayına Tevrat ve çeşitli
kültürlerde bahsedilen Tufan efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı
getirir. Eski Ahit'in ilk beş kitabını oluşturan Tevrat, bunun evrensel
olduğunu ve tüm dünya'yı kapsadığını söylemektedir. Oysa Kur’an'da böyle bir
bilgi verilmez, aksine, ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm
dünyanın değil, Hz. Nuh tarafından uyarılıp-korkutulan Nuh Kavmi'nin
cezalandırıldığı anlaşılmaktadır.
Tevrat'ın ve
Kur'an'ın Tufan anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi
gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan
Tevrat, Tufan'ın başlangıcını şöyle açıklamaktadır:
Ve Rab gördü
ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve
kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve
yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım adamı, ve hayvanları, sürünenleri
ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma
nadim oldum. Fakat Nuh, Rabbin gözünde inayet buldu.[555]
Oysa
Kur'an'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği yazılmaktadır.
Tıpkı Ad Kavmi'ne gönderilen Hz. Hud[556] veya Semud Kavmi'ne
gönderilen Hz. Salih[557] ve diğer peygamberler gibi
Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da Nuh'un kavmini
ortadan kaldırmıştır:
“Andolsun,
biz Nuh'u kavmine gönderdik.(Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp-
korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan)
acıklı bir günün azabından korkmaktayım' dedi.”[558]
Helak olanlar
Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki
ayetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır:
“Onu
yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık,
ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.”[559]
“Böylece
onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık.
Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.”[560]
Ayrıca
Kur'an'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak
edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu
gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Kasas
Suresi'nde şöyle denilir:
“Senin
Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi
göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve biz, halkı zulmeden
şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.”[561]
Kendisine
uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helak edilmesi Allah'ın sünneti değildir. Bir
uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah,
uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helak
etmiştir.
Kur'an'ın bu
ifadelerinden Nuh Tufanı'nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felaket
olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tufan'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik
bölgede yapılan —ve birazdan inceleyeceğimiz— kazılar da, Tufan'ın tüm
dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi
altına almış olan çok geniş bir afet olduğunu göstermektedir.
Gemiye
Bütün Hayvanlar Alındı mı?
Kitab-ı
Mukaddes yorumcuları, Hz. Nuh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye
aldığını ve hayvan neslinin Hz. Nuh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna
inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye
yerleştirilmiştir.
Bu iddiayı
savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan
hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri,
birbirlerinden nasıl tecrid edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette
mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da
merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya
Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca insan için son derece tehlikeli olan
yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı,
Tufan'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği
gibi sorular da birbirini izlemektedir.
Ancak bunlar
Tevrat'ın karşı karşıya kaldığı zorluklardır. Kur'an'da ise, yeryüzündeki tüm
hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir ifade bulunmamaktadır. Daha önce
belirttiğimiz gibi Tufan belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye
alınan hayvanlar, Nuh kavminin bulunduğu bölgede yaşayanlar olmalıdır.
Ancak sadece
o bölgede yaşayan tüm hayvan türlerinin bile biraraya getirilmesinin mümkün
olmadığı açıktır. Hz. Nuh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen müminlerin[562] dört bir yana
dağıldıklarını ve çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler toplamaya koyulduklarını
düşünmek de zordur. Yaşadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerini
toplamaları bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımını yaparak! Bu
nedenle toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve
özellikle de insanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir.
Buna göre, Hz. Nuh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri
hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tufan nedeniyle canlılığını büyük
ölçüde yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel
hayvanlardır bunlar.
Burada önemli
olan nokta şudur: Allah'ın Hz. Nuh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki
hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tufan sonrasında kurulacak yeni
yaşama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tufan yerel olduğu
için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tufan'dan
sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski
canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tufan'dan hemen sonra bölgede
kurulacak yaşamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış
olmalıdırlar.
Sular
Ne Kadar Yükseldi?
Tufan
hakkındaki bir başka tartışma ise suların dağları kaplayacak kadar yükselip
yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kur'an'da, geminin Tufan sonrası
"Cudi"ye oturduğunu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi
zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe
yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin,
özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekana oturduğunu
anlatmak için kullanılmış olabileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca cudi
kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eriştiği, ama yine de
büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tufan
Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış,
sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.
Nuh
Tufanı'nın Yeri
Nuh
Tufanı'nın gerçekleştiği yer olarak Mezopotamya Ovası gösterilir. Bu bölgede
tarihte bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlıklar kurulmuştur. Ayrıca bu
bölge, Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında yer alması sebebiyle, coğrafi
olarak büyük bir su baskınına uygun bir zemin teşkil etmektedir.
Tufan'ın
etkisini arttıran sebeplerden birisi, büyük bir ihtimalle, bu iki nehrin
yataklarından taşıp bölgeyi etkisi altına almış olmasıdır.
Bu bölgenin
Tufan'ın gerçekleştiği yer olarak kabul edilmesinin ikinci bir sebebi de
tarihseldir. Bölgedeki birçok medeniyetin kayıtlarında, aynı dönemde yaşanmış
bir Tufan'ı anlatan çok sayıda belge ortaya çıkarılmıştır. Nuh kavminin helak
edilmesine tanık olan bu medeniyetler, bu felaketin oluş biçimini ve
sonuçlarını tarihsel kayıtlara işleme ihtiyacı hissetmiş olmalıdırlar. Tufan'ı
anlatan efsanelerin çoğunluğunun Mezopotamya kökenli olduğu da bilinmektedir.
En önemlisi de arkeolojik bulgulardır. Bunlar, bu bölgede gerçekten de büyük
bir su baskınının meydana geldiğini göstermektedir. Bu su baskını, ayrıntılı
olarak inceleyeceğimiz gibi, bölgede bulunan uygarlığın bir süre için
duraksamasına neden olmuştur. Yapılan kazılarda böylesine büyük bir felaketin
açık izleri toprağın altından çıkartılmıştır.
Mezopotamya
bölgesinde yapılan kazılardan anlaşıldığına göre bu bölge tarih içinde birçok
kez seller ve Dicle, Fırat nehirlerinin taşması sonucu meydana gelen
felaketlerle yüz yüze gelmiştir. Örneğin, MÖ 2000 civarında Mezopotamya'nın tam
güney kısmında bulunan büyük Ur kentinin hükümdarı olan İbbi-sin zamanındaki
bir yıl, "gökle yer arasındaki sınırları yok eden bir Tufan sonrası"
şeklinde tanımlanmaktadır. MÖ 1700'lerde Babilli Hammurabi zamanında bir yıl da
"Eşnunna kentinin bir selle yıkılması" olayıyla tanımlanmaktadır.
MÖ 10.
yüzyılda hükümdar Nabu-mukin-apal zamanında Babil şehrinde bir su baskını
gerçekleşmiştir. Milattan sonra 7., 8., 10., 11. ve 12. yüzyıllarda da bölgede
önemli su baskınları vuku bulmuştur. 20. yüzyılda 1925, 1930 ve 1954
yıllarında da bu meydana gelmiştir. Anlaşılan odur ki bölge, her zaman için bir
sel felaketine açıktır ve Kur'an'da belirtildiği gibi büyük çaplı bir selin tüm
bir kavmi yok etmesi açıkça mümkündür.
Tufan'ın
Arkeolojik Delilleri
Kur'an'da
helak edildiği haber verilen kavimlerin birçoğunun izlerine günümüzde
rastlanılması bir tesadüf değildir. Arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır ki,
bir kavmin ortadan kaybolması ne kadar ani olursa, buna ait bulgu elde edilmesi
şansı da o kadar fazla olmaktadır.
Bir
uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda —ki bu bir doğal felaket, ani
bir göç veya bir savaş sonucu olabilir— bu uygarlığa ait izler çok daha iyi
korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları evler ve günlük hayatta
kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmektedir.
Böylece bunlar, uzunca bir süre insan eli değmeden saklanmakta ve gün ışığına
çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli ipuçları sunmaktadırlar.
İşte Nuh
tufanıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması bu sayede
olmuştur. MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tufan, tüm bir
uygarlığı bir anda yoketmiş; ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık
kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tufan'ın açık delilleri, bizlerin ibret
alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.
Mezopotamya
ovasını etkisi altına alan Tufan'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır.
Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde büyük bir tufan sonucu
gerçekleşebilecek sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler
Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır.
Bu şehirlerde
yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz
kaldıklarını göstermektedir.
Önce
Ur Şehrinde Yapılan Kazılar
Günümüzde
Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele
geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ 7000'li yıllara kadar
uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur
şehri, tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir
yerleşim bölgesi olmuştur.
Ur şehrinde
yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin
çok büyük bir sel felaketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman
içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu
bölgede ilk kazıyı yapan kişi, British Museum'dan R. H. Hall'dır. Hall'dan
sonra kazıyı yürütme görevini devralan Leonard Woolley, British Museum ve
Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına
da başkanlık etmiştir. Woolley'in yürüttüğü ve dünya çapında büyük sansasyon
yaratan kazı çalışmaları 1922'den 1934 yılına kadar sürdürülmüştür.
Sir
Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında
gerçekleşti. Ur şehrinin ilk kurucuları, Kuzey Mezopotamya'dan gelmiş olan ve
kendilerine "Ubaidyen" ismini veren bir halktı. Bu halka dair bilgi
elde etmek için detaylı kazılar başlatıldı. Reader's Digest dergisinde
Woolley'in kazıları şöyle anlatılıyor:
Kazı yapılan
bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı, bu Ur
şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer kralları ve soyluların
gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar.
Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış
sanat yapıtları. Bunlardan çok daha önemli olan başka şeyler de vardı;
kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve beceriyle, yüksek bir teknikle pres
edilmiş tarihsel kayıtlar. Araştırmacılar, Ur'da kral listelerindeki aynı
adları taşıyan yazılar bulmuş, hatta bunların arasında Ur'un ilk krallık
ailesini kuran kişinin adına rastlamıştı. Woolley, mezarlığın ilk Ur
Hanedanlığı'ndan önce başladığı neticesine vardı. Bu nedenle, son derece
gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan daha önceleri var olduğu sonucuna
vardı.
Kanıtın iyice
incelenmesinden sonra Woolley kazıyı daha derinlere, mezarların altına doğru
ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar
derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. "Ve sonra
birdenbire herşey durdu." Woolley böyle yazıyordu. "Artık ne çanak,
ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur."
Woolley
kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek
derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, tarihçilerin son taşdevri kültürü
olarak isimlendirdiği bu devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından
aletler ve çanak çömlek parçalarına rastgeldiler. Çamur iyice temizlenince
altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su
baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz
kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir
tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile
Nuh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta
birleşmiş oluyordu.
Ayrıca
Max Mallowan kazıyı yürüten Leonard Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu
Woolley, tek
bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir mil kütlesinin sadece çok büyük
bir sel felaketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in
boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel
tabakasının, efsanevi Tufan'ın kalıntıları olarak tanımladı.
Bu veriler,
Tufan'ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman
arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının önemini şöyle ifade etmişti:
"Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın
altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış
oldu."
Tufan'ın
izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer
olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu
şehir "Büyük Tufan'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti"
olarak nitelelendirilmektedir.
Günümüzde Tel
El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tufan'ın
açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları
arasında Pennsylvania Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü.
Kazılarda MÖ 3000-2000 yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve
gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı
kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede MÖ 3000'li yıllarda, kültürel olarak
oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu.
Asıl önemli
nokta ise, bu şehirde de MÖ 2900-3000 yılları civarında büyük bir sel
felaketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt'in çalışmalarını anlatan
Mallowan şöyle diyor:
“Schmidt 4-5
metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu
tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine
yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..."
Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı
tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak
Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.
Kısacası
Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 2900-3000 yıllarına
rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle
beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tufan'dan etkilenmişti.
Tufan'dan
etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak'ın
güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk
kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel
tabakası da, MÖ 2900-3000'li yıllarla tarihlendirilmektedir.
Bilindiği
gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan
odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış,
bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır.
Kur'an'da olay şöyle anlatılır:
“Biz de
'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de
coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su takdir edilmiş bir işe karşı
birleşti."[563]
“Gerçek
şu ki, su taştığı zaman, o gemide biz sizi taşıdık."[564]
Aslında
felaketin gerçekleşmesine neden olan öğeler tek tek ele alındığında hepsi gayet
doğal olaylardır. Tüm bu olayların aynı anda olması ve Hz. Nuh'un da kavmini
böyle bir felaket için uyarması, olayın mucizevi yönünü oluşturur.
Yapılan
çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde Tufan'ın oluştuğu
alanın boyutlarının yaklaşık olarak doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden
güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tespit de, Tufan'ın tüm
Mezopotamya ovasını kapladığını göstermektedir. Tufan'ın izlerini taşıyan Ur,
Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat
üzerinde yer aldığını görürüz. Öyleyse Tufan, bu dört şehri ve çevresini
etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi
yapısının günümüzdekinden daha farklı olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde
Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası
da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk geliyordu. Kuran'da
belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın açılmasıyla,
anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu dört şehri
yerle bir ederek yayılmıştı.
Tufan'dan
Söz Eden Din ve Kültürler
Hak dini
tebliğ eden peygamberlerin ağzından hemen her kavme duyurulmuş olan Tufan,
zamanla çeşitli dejenerasyon ve eklemelerle karıştırılarak, sözü edilen
toplumların efsaneleri haline dönüştürülmüştür.
Allah, Nuh
Tufanı'nı, insanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için farklı
toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her
defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tufan anlatımlarına mistik,
mitolojik öğeler katılmıştır. Arkeolojik bulgularla uyuşan ve onları tasdik
eden tek kaynak ise Kur’an'dır. Bunun tek nedeni Allah'ın Ku’ran'ı en ufak bir
değişikliğe uğramadan korumuş olması ve aslının bozulmasına izin vermemesidir.
Kuran,
اِنَّا
نَحْنُ
نَزَّلْنَا
الذِّكْرَ
وَاِنَّا
لَهُ
لَحَافِظُونَ
"Hiç
şüphesiz zikri (Kuranı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da biziz"[565] hükmüne göre, Allah'ın özel koruması altındadır.
Kitabımızın
Tufan'la ilgili son kısmında olayın—oldukça bozulmakla birlikte—çeşitli
kültürlerde, ayrıca Tevrat ve İncil'de nasıl yer aldığını inceleyeceğiz.
Tevrat'ta
Nuh Tufanı
Hz. Musa'ya
indirilmiş hak kitap olan Tevrat, bilindiği gibi zamanla orijinalliğini
yitirmiş, bazı kısımları Yahudi toplumunun önde gelenleri tarafından
değiştirilmiştir. Hz. Musa döneminden sonra İsrailoğulları'na gönderilen
peygamberlerin bildirdikleri de aynı sona uğramış ve tahrif edilmiştir.
Dolayısıyla orijinalliğini kaybetmiş olan "Muharref Tevrat"ın bu
özelliği, bizim ona bir kutsal kitaptan çok, bir tarih kitabı gibi bakmamızı
gerektirir. Nitekim M. Tevrat'ın bu yapısı ve barındırdığı çelişkiler, bazı
bölümlerinde Kuran ile paralellikler içermekle birlikte, Nuh kıssasında da
kendini gösterir.
Tevrat'a
göre, Allah, Hz. Nuh'a yeryüzünün zorbalıklarla dolu olması sebebiyle,
inananların dışındaki tüm insanların yok edileceğini bildirir. Bunun için
kendisine gemi yapmasını emreder ve gemiyi nasıl yapacağını etraflıca tarif
eder. Ayrıca, gemiye ailesiyle beraber üç oğlunu ve onların üç karısını ve tüm
canlılardan ikişer adet ve bir takım yiyecek erzak da almasını söyler.
Yedi gün
sonra Tufan vakti geldiğinde, yerin bütün kaynakları yarılmış, göklerin
pencereleri açılmış ve büyük bir sel ortaya çıkmıştır. Bu kırk gün, kırk gece
devam etmiştir. Gemi, bütün yüksek yerleri ve dağları örten sular üzerinde
yüzmüştür. Böylece Hz. Nuh ile beraber gemide olanlar kurtulmuşlar, geride
kalanlar ise Tufan'ın sularına kapılıp gitmiş ve boğularak ölmüşlerdir. 40 gün
40 gece süren tufandan sonra yağmurlar kesilmiş ve bundan 150 gün sonra sular
alçalmaya başlamıştır.
Bunun üzerine
gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat (Ağrı) dağları üzerine oturur.
Hz. Nuh, suların iyice çekilip çekilmediğini anlamak için birkaç defa güvercin
yollar ve sonunda güvercin geri dönmeyince suların iyice çekildiği anlaşılır.
Allah da Hz. Nuh'a yeryüzüne yayılmaları için gemiden çıkmalarını söyler.
Tevrat'ta
Yer Alan Nuh Tufanı İle İlgili Bazı Bölümler Şöyledir
Ve Allah
Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebiyle yeryüzü
zorbalıkla doldu, ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine
gofer ağacından bir gemi yap; Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde
hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı
getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir. Fakat seninle ahdimi sabit
kılacağım; ve sen ve seninle beraber oğulların, ve senin karın ve oğullarının
karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan,
bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin;
erkek ve dişi olacaklar. Ve Nuh Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre
yaptı; öyle yaptı.[566]
Ve gemi
yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.[567]
Bütün yeryüzü
üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için, kendine her temiz hayvandan, erkek
ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan, erkek ve onun dişisi
olarak ikişer...[568]
Ve ahdimi
sizinle sabit kılacağım, ve bütün beşer artık tufanın suları ile
kesilmeyecektir, ve yeryüzünü helak etmek için artık tufan olmayacaktır.[569]
Tevrat'a
göre, tüm dünyayı kaplayan bir Tufan'la "yeryüzünde olanların hepsi ölecektir"
hükmü gereği, tüm insanlar cezalandırılmış, Tufan sonrasında yaşayan yegane
insanlar Hz. Nuh ile gemiye binenler olmuştur.
İncil'de
Nuh Tufanı
Bugün
elimizde var olan İncil de gerçek anlamda İlahi bir kitap değildir. Yeni Ahit,
Hz. İsa'nın sözlerini ve eylemlerini içeren, onun ölümünden 30 ila 50 yıl
sonra, onu hiç görmemiş ya da bir süre yanında bulunmuş kişiler tarafından
yazılmış dört "İncil"le başlar; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu
dört İncil arasında çok belirgin çelişkiler vardır, özellikle Yuhanna İncili,
birbirlerine büyük ölçüde paralele olan diğer üçünden (Snoptik İnciller) çok
farklıdır. Yeni Ahit'in diğer kitapları ise İsa'nın ölümünden sonra onun
havarilerinin yaptıkları işleri anlatan ve havariler veya Tarsuslu Pavlus
(sonradan Aziz Paul) tarafından yazılan mektuplardan oluşur.
Dolayısıyla
bugünkü İncil de İlahi bir metin değil, bir tarih kitabı niteliğindedir.
İncil'de Nuh
Tufanı kısaca şöyle geçmektedir: Nuh peygamber sapkın ve itaatsiz kavme
gönderilmiş, ancak kavmi ona uymayıp sapkınlıklarına devam etmiştir. Bunun
üzerine Allah tufan ile inkar edenleri yakalamış, Nuh peygamberi ve inananları
gemiye bindirip kurtarmıştır. Konuyla ilgili bazı İncil bölümleri şöyledir:
Nuh'un
günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nuh'un gemiye
bindiği güne dek, tufandan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip
evlendiriliyorlardı. Tufan gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına
geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak.[570]
Tanrı, eski
dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tufanı gönderdiği
zaman, doğruluk yolunu bildiren Nuh'u ve yedi kişiyi daha korudu.[571]
Nuh'un
günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun günlerinde de öyle olacak. Nuh'un
gemiye bindiği güne dek insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı.
Sonra tufan gelip hepsini yok etti.[572]
Ne var ki
göklerin, çok önceden Tanrı'nın sözüyle var olduğunu ve yerin su aracılığıyla
sudan şekillendiğini kasıtlı olarak unutuyorlar. O zamanki dünya yine suyla,
tufanla mahvolmuştu.[573]
Tufan'la
İlgili Diğer Kültürlerdeki Bilgiler
Sümerlerde:
Enlil isimli bir tanrı, diğer tanrıların insanlığı yok etmeye karar
verdiklerini, kendisinin de onları kurtarmaya niyetli olduğunu insanlara
açıklar. Olayın kahramanı Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra'dır. Tanrı Enlil,
Ziusudraya Tufandan kurtulmak için ne yapması gerektiğini anlatır. Metnin
kayığın yapılışını anlatan parçası yitiktir, ancak böyle bir parçanın varlığı,
Tufanın gelip, Ziusudra'nın nasıl kurtulduğunu anlatan bölümlerinden
anlaşılmaktadır. Tufan'ın Babilonya versiyonuna dayanılarak, olayın eksiksiz
Sümer versiyonunda, Tufanın nedeni ve kayığın yapılışı hakkında çok daha
doyurucu ayrıntının bulunduğu sonucuna varılabilir.
Sümer ve
Babil kayıtlarına göre, Xisuthros ya da Khasisatra, ailesi, arkadaşları, kuşlar
ve hayvanlarla birlikte 925 metre uzunluğunda bir gemiyle Tufan'dan
kurtulmuşlardır. "Sular göğe doğru uzandı, okyanuslar kıyıları örttü ve
nehirler yataklarından taştı." denir. Gemi daha sonra Gordiyen Dağı'na oturmuştur.
Asur-Babil
kayıtlarına göre ise Ubaratutu ya da Khasisatra, ailesi, uşakları, sürüleri ve
vahşi hayvanlarla birlikte 600 kübit uzunluğunda, 60 kübit yüksekliğinde ve
genişliğinde bir tekneyle kurtulmuştur. Tufan 6 gün 6 gece sürmüştür. Gemi
Nizar Dağı'na gelince uçurulan güvercin dönmüş ama karga dönmemiştir.
Bazı Sümer,
Asur ve Babil kayıtlarına göre de, Utnapishtim, ailesiyle birlikte 6 gün 6 gece
süren Tufan'ı atlatmışlardır: "Yedinci gün Utnapishtim dışarı baktı. Her
şey çok sessizdi. İnsanoğlu tekrar çamura dönmüştü" diye anlatılır. Gemi
Nizar Dağı'nda karaya oturunca Utnapishtim bir güvercin, bir karga ve bir de
kırlangıç gönderir. Karga cesetleri yemek için kalır, fakat diğer iki kuş geri
dönmez.
Hindistan'ın
Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, adı geçen Manu, Rishiz ile
birlikte Tufandan kurtulmuştur. Efsaneye göre Manu'nun yakalayıp yaşamını
bağışladığı bir balık birdenbire büyüyüp, bir gemi inşa edip boynuzlarına
bağlamasını söylemiştir. Balık gemiyi dev dalgaların üzerinden aşırıp, kuzeye,
Himavat Dağı'na çıkarmıştır.
Britanya'nın
Galler yöresi efsanelerine göre, Dwyfan ve Dwyfach büyük felaketten bir gemiyle
kurtulmuşlardır. Dalgalar Gölü adı verilen Llynllion'un patlaması sonucu oluşan
korkunç seller durulunca, Dwyfan ve Dwyfach yeniden Britanya halkını
oluşturmaya başlarlar.
İskandinav
Edna efsaneleri Bergalmer ile eşinin büyük bir tekneyle Tufan'dan kurtulduğunu
anlatır.
Litvanya
efsanelerinde ise birkaç çift insanın ve hayvanın yüksek bir dağın tepesinde
bir kabuğun içinde barınarak kurtuldukları anlatılır. 12 gün 12 gece süren
rüzgarlar ve seller yüksek dağa erişip oradakileri de yutacağı zaman, Yaratıcı
onlara dev bir ceviz kabuğu atar. Dağdakiler ceviz kabuğu ile yolculuk yaparak
felaketten kurtulurlar.
Çin kaynaklı
öyküler Yao adında birisinin 7 kişiyle birlikte, ya da Fa Li, eşi ve
çocuklarıyla birlikte bir yelkenliyle sel ve depremlerden kurtulduğu anlatır.
"Dünya paramparça oldu. Sular fışkırıp her tarafı kapladı." diye
söylenir. Sonunda sular çekilir.
Yunan Mitolojisinde
Nuh Tufanı: "Tanrı" Zeus gün geçtikçe daha günahkar olan insanları
bir tufanla yok etmeye karar verir. Bu tufandan sadece Deukalion ile karısı
Pyrrha kurtulurlar. Çünkü Deukalion'un babası Prometheus, oğluna bir tekne
yapmasını öğütlemiştir. Karı-koca bindikleri bu teknede dokuzuncu gün Parnassos
Dağı'na ayak basarlar.
Tüm bu bilgiler bizlere
somut bir gerçeği göstermektedir. Tarihte her topluluğa İlahi vahyin mesajı
ulaşmıştır ve bu sayede de pek çok toplum Nuh Tufanı ile ilgili bilgileri öğrenmişlerdir.
Ancak insanların İlahi vahyin özünden uzaklaşmalarıyla birlikte Tufan ile
ilgili bilgiler de çeşitli değişikliklere uğramış, efsanelere ve mitolojiye
dönüşmüştür.
Hz. Nuh'un ve onun inkarcı
kavminin gerçek hikayesini öğrenebileceğimiz yegane kaynak ise, İlahi vahyin
bozulmamış tek kaynağı olan Kuran'dır.
Kur'an'ın bu
özelliği, yalnızca Nuh Tufanı değil, başka tarihsel olaylar ve kavimler
hakkında da doğru bilgileri edinmemizi sağlar. İlerleyen bölümlerde bu gerçek
bilgileri araştırmaya devam edeceğiz.[574]
Hz. Hûd
(a.s):
Kur'ân-ı Kerim'de kıssası geçen Peygamberlerden biri. Âd kavmine gelen Allah'ın
rasûlü A'raf, Hûd, Şuarâ ve Ahkâf sûrelerinde kendisinden bahsedilmektedir.
Ad kavmine
gönderilmiştir ki, Kur'ân dışında diğer mukaddes kitaplarda bu kavimden
sözedilmemektedir.[575] Âd kavmi Hz. Nûh tûfanından
sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir.[576]
Hz.Hud (a.s),
Âd kavmi içinde soyu sopu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle
uğraşırdı. Hûd (a.s) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Ãdem
(a.s)'a benzerdi. Zâhid, muttakî ve ibâdete düşkün idi. Cömert ve şefkatli idi;
yoksullara bol bol sadaka verirdi.[577]
Ad kavmi
Arabu'l-âribe denilen Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt'e
ve Yemen'e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavmin yurtları otu, suyu, ve
çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları,
bahçeleri, sürü sürü davarları,[578] yer altında da, su depoları ve köşkleri vardı.[579] Başkalarına nazaran onlara
boy pos, güç ve kuvvet verilmişti.
Allahu Teâla,
Ãd kavmine, Peygamber olarak Hûd (a.s)'ı gönderdi. O da kavmini bir ve tek olan
Allah'a iman ve ibâdete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe dâvet etti ise de,
red ve tekzib ile karşılandı. Bunun üzerine, Allahu Teâla onlardan üç yıl
yağmuru kesti. Onlar yağmur için Mekke'ye bir heyet gönderdiler. Allah, yağmur
bekledikleri halde bir kasırga ile onları helâk etti.
Hz.
Peygamberimiz (a.s) vedâ haccında, Usfan vadisine vardığı zaman, Hz. Ebû Bekr'e:
"Ey Eba Bekr! Bu hangi vâdidir" diye sormuş. Hz. Ebû Bekir
"Usfan vâdisidir" diye cevaplayınca: Hz. Peygamber (a.s) Hûd (a.s)'ın,
beline aba tutunmuş, belinden yukarısını alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve
kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş dişi bir deve üzerinde, hac için
buradan telbiye ederek geçmiş olduğunu haber vermiştir.[580]
Ad kavmi
helâk olunca Hz. Hûd kendisine inananlar ile beraber Mekke'ye gelmiş ve vefat
edinceye kadar orada kalmıştır.
Âd kavminin,
Hz. Hûd'a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer Peygamberlere karşı
muarızlarının ileri sürdükleri itirazların aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin
de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda baş çekenler de, diğer peygamberlere
itiraz gibi kavmin ileri gelenleridir. İtirazın temelinde ise, dönmekte olan
çıkar çarklarının devam etmesi vardır. Hz. Hûd'a yaptıkları itirazlarını şu
maddelerde özetlemek mümkündür:
a- Hz. Hûd'u
beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek:
"Kavminden
ileri gelenler dediler ki: Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz."[581]
"Kavminden
ileri gelen inkârcılar dediler ki; biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve
biz seni yalancılardan sanıyoruz.”[582]
b- Atalar
dinine bağlılık:
“Dediler
ki: Sen bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını
bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı)
bize getir.”[583]
"Sen
bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden
isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler.”[584]
c- Kendilerinin
güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın
olamayacağını ileri sürmeleri:
فَاَمَّا
عَادٌ
فَاسْتَكْبَرُوا
فِىالْاَرْضِ
بِغَيْرِ
الْحَقِّ
وَقَالُوا
مَنْ اَشَدُّ
مِنَّا
قُوَّةً
اَوَلَمْ
يَرَوْا اَنَّ
اللّهَ
الَّذى خَلَقَهُمْ
هُوَ اَشَدُّ
مِنْهُمْ
قُوَّةً وَكَانُوا
بِايَاتِنَا
يَجْحَدُونَ
“Ad
kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha
kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha
kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi)
inkâr ediyorlardı.”[585]
d- Âhireti
inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğunu ileri
sürmeleri:
"Ne
ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir
kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz."[586]
e- Hz. Hûd'u
küçümsemeleri:
وَقَالَ
الْمَلَاُ
مِنْ
قَوْمِهِ
الَّذينَ
كَفَرُوا
وَكَذَّبُوا
بِلِقَاءِ
الْاخِرَةِ
وَاَتْرَفْنَاهُمْ
فِى
الْحَيوةِ الدُّنْيَا
مَا هذَا
اِلَّا
بَشَرٌ
مِثْلُكُمْ
يَاْكُلُ
مِمَّا تَاْكُلُونَ
مِنْهُ
وَيَشْرَبُ
مِمَّا
تَشْرَبُونَ
() وَلَئِنْ
اَطَعْتُمْ
بَشَرًا
مِثْلَكُمْ
اِنَّكُمْ
اِذًا
لَخَاسِرُونَ
"Gerçekten,
sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz. Onun
kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında
kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler: "Bu, dediler, sadece sizin
gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer."[587]
Onların bu
itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd'un takındığı tavır şöyle idi:
وَاِلى
عَادٍ
اَخَاهُمْ
هُودًا قَالَ
يَا قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ
غَيْرُهُ
اَفَلَا تَتَّقُونَ
() قَالَ
الْمَلَاُ
الَّذينَ كَفَرُوا
مِنْ قَوْمِه
اِنَّا
لَنَريكَ فى
سَفَاهَةٍ
وَاِنَّا
لَنَظُنُّكَ
مِنَ الْكَاذِبينَ
() قَالَ يَا
قَوْمِ
لَيْسَ بى
سَفَاهَةٌ
وَلكِنّى
رَسُولٌ مِنْ
رَبِّ
الْعَالَمينَ
“Onu ve
onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da
iman etmeyenlerin kökünü kestik. (Hûd) dedi ki: "Üzerinize Rabbinizden bir
azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği,
sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor
musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!.
Ey kavmim! dedi, ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği
bir elçiyim. Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O dedi ki: "Ey
kavmim! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâla
sakınmayacak mısınız?"[588]
وَاِلى
عَادٍ
اَخَاهُمْ
هُودًا قَالَ
يَا قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ غَيْرُهُ
اِنْ
اَنْتُمْ
اِلَّا
مُفْتَرُونَ
() يَا قَوْمِ
لَا
اَسَْلُكُمْ
عَلَيْهِ
اَجْرًا اِنْ
اَجْرِىَ
اِلَّا عَلَى
الَّذى
فَطَرَنى
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
() وَيَا
قَوْمِ اسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ
ثُمَّ
تُوبُوا
اِلَيْهِ
يُرْسِلِ
السَّمَاءَ
عَلَيْكُمْ
مِدْرَارًا
وَيَزِدْكُمْ
قُوَّةً اِلى
قُوَّتِكُمْ
وَلَا تَتَوَلَّوْا
مُجْرِمينَ
"Ey
kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz (putları Allah'a
ortak koşmakla sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden bunun için bir
ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı kullanmıyor
musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin (O'na
yönelin)ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet
katsın, Suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin."[589]
Geçmiş peygamberlerin ve
kavimlerin kıssalarını Kur'ân'da zikredilmesi inananların ibret almaları
içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı müslümanlar için de takip edilecek bir
yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd kıssasından alınacak İbretleri
de şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Hz. Hûd,
Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakûr bir kişidir. Söyleyeceğini, ölçüp
tarttıktan sonra söylemektedir. Kötülüğe, kötülükle karşı koymadığı gibi
yumuşak davranmaktadır. Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin
beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi
olduğunu söylemekle yetinmektedir. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini
kendilerine hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın
emirlerine riayet etmeleri gerektiğini anlatmaktadır, bundan dolayı onlardan
bir ücret istemediğini özellikle belirtmektedir .
Ad Kavmi ve
Kumların Atlantisi Ubar:
وَاَمَّا
عَادٌ
فَاُهْلِكُوا
بِريحٍ صَرْصَرٍ
عَاتِيَةٍ ()
سَخَّرَهَا
عَلَيْهِمْ
سَبْعَ
لَيَالٍ
وَثَمَانِيَةَ
اَيَّامٍ
حُسُومًا
فَتَرَى
الْقَوْمَ فيهَا
صَرْعى
كَاَنَّهُمْ
اَعْجَازُ
نَخْلٍ خَاوِيَةٍ
() فَهَلْ تَرى
لَهُمْ مِنْ
بَاقِيَةٍ
“Ad
kavmi ise, uğultulu, kasıp kavuran bir fırtına ile mahvedildiler. Allah onu,
ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada
olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde
görürdün. Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?”[590]
Kur'an'ın
çeşitli surelerinde sözü geçen bir başka helak olmuş kavim ise, adı Nuh Kavmi'nden
sonra anılan Ad Kavmi'dir. Ad kavmine gönderilen Hz. Hud tüm peygamberler gibi
kavmini ortak koşmadan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat
etmeye çağırır. Kavim, Hz. Hud'a düşmanlıkla cevap verir. Hud Suresi'nde Hz.
Hud ve kavmi arasında geçenler ayrıntılı olarak anlatılmaktadır:
وَاِلى
عَادٍ
اَخَاهُمْ
هُودًا قَالَ
يَا قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ
غَيْرُهُ
اِنْ
اَنْتُمْ
اِلَّا
مُفْتَرُونَ
() يَا قَوْمِ
لَا
اَسَْلُكُمْ
عَلَيْهِ
اَجْرًا اِنْ
اَجْرِىَ
اِلَّا عَلَى
الَّذى
فَطَرَنى
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
() وَيَا
قَوْمِ
اسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ
ثُمَّ تُوبُوا
اِلَيْهِ
يُرْسِلِ
السَّمَاءَ
عَلَيْكُمْ
مِدْرَارًا
وَيَزِدْكُمْ
قُوَّةً اِلى
قُوَّتِكُمْ
وَلَا
تَتَوَلَّوْا
مُجْرِمينَ ()
قَالُوا يَا
هُودُ مَا
جِئْتَنَا
بِبَيِّنَةٍ
وَمَانَحْنُ
بِتَارِكى
الِهَتِنَا
عَنْ قَوْلِكَ
وَمَا نَحْنُ
لَكَ
بِمُؤْمِنينَ
() اِنْ
نَقُولُ
اِلَّا
اعْتَريكَ
بَعْضُ الِهَتِنَا
بِسُوءٍ
قَالَ اِنّى
اُشْهِدُ
اللّهَ
وَاشْهَدُوا
اَنّى بَرىءٌ
مِمَّا تُشْرِكُونَ
() مِنْ دُونِه
فَكيدُونى
جَميعًا ثُمَّ
لَا تُنْظِرُونِ
() اِنّى
تَوَكَّلْتُ
عَلَى اللّهِ رَبّى
وَرَبِّكُمْ
مَامِنْ
دَابَّةٍ
اِلَّا هُوَ
اخِذٌ
بِنَاصِيَتِهَا
اِنَّ رَبّى عَلى
صِرَاطٍ
مُسْتَقيمٍ ()
فَاِنْ
تَوَلَّوْا
فَقَدْ
اَبْلَغْتُكُمْ
مَااُرْسِلْتُ
بِه
اِلَيْكُمْ
وَيَسْتَخْلِفُ
رَبّى قَوْمًا
غَيْرَكُمْ
وَلَاتَضُرُّونَهُ
شَيًْا اِنَّ
رَبّى عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
حَفيظٌ ()
وَلَمَّا
جَاءَ اَمْرُنَا
نَجَّيْنَا
هُودًا
وَالَّذينَ امَنُوا
مَعَهُ
بِرَحْمَةٍ
مِنَّا
وَنَجَّيْنَاهُمْ
مِنْ عَذَابٍ
غَليظٍ ()
وَتِلْكَ عَادٌ
جَحَدُوا
بِايَاتِ
رَبِّهِمْ
وَعَصَوْا
رُسُلَهُ
وَاتَّبَعُوا
اَمْرَ كُلِّ
جَبَّارٍ
عَنيدٍ ()
وَاُتْبِعُوا
فى هذِهِ
الدُّنْيَا
لَعْنَةً
وَيَوْمَ
الْقِيمَةِ
اَلَا اِنَّ
عَادًا
كَفَرُوا
رَبَّهُمْ
اَلَا
بُعْدًا لِعَادٍ
قَوْمِ هُودٍ
"Ad
(halkına da) kardeşleri Hud'u (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a ibadet
edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar)
düzenlerden başkası değilsiniz. Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir
ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl
erdirmeyecek misiniz? Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na
tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar, bol nimetler) yağdırsın ve
gücünüze güç katsın. Suçlu-günahkarlar olarak yüz çevirmeyin.' 'Ey Hud'
dediler. 'Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de
senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz. Biz: 'Bazı
ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz.'
Dedi
ki: 'Allah'ı şahid tutarım, siz de şahidler olun ki, gerçekten ben, sizin şirk
koştuklarınızdan uzağım. O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana, toplu
olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın. Ben gerçekten,
benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından
yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru
bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.) Buna rağmen yüz
çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de
sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar
veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip-koruyandır.' Emrimiz
geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmet ile Hud'u ve O'nunla birlikte iman
edenleri kurtardık. Onları şiddetli-ağır bir azaptan kurtardık. İşte Ad (halkı):
Rablerinin ayetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve
her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler. Ve bu dünyada da, kıyamet gününde
de lanete tabi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Ad (halkı), Rablerine
(karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hud kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden)
uzaklık (verildi.)"[591]
Ad Kavmi'nden
bahseden diğer bir sure ise Şuara Suresi'dir. Bu surede Ad Kavmi'nin bazı
özelliklerine dikkat çekilir. Buna göre Ad, "yüksek yerlere anıtlar inşa
etmekte" ve "ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte"
olan bir kavimdir. Ayrıca bozgunculuk yapıp, zorbaca davranmaktadır. Hz. Hud,
kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel
tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son
derece emindirler:
كَذَّبَتْ
عَادٌ
الْمُرْسَلينَ
() اِذْ قَالَ
لَهُمْ
اَخُوهُمْ
هُودٌ اَلَا
تَتَّقُونَ ()
اِنّى لَكُمْ
رَسُولٌ
اَمينٌ ()
فَاتَّقُوا
اللّهَ
وَاَطيعُونِ
() وَمَا
اَسَْلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ اَجْرٍ
اِنْ
اَجْرِىَ
اِلَّا عَلى
رَبِّ الْعَالَمينَ
()
اَتَبْنُونَ
بِكُلِّ ريعٍ
ايَةً تَعْبَثُونَ
()
وَتَتَّخِذُونَ
مَصَانِعَ لَعَلَّكُمْ
تَخْلُدُونَ
() وَاِذَا
بَطَشْتُمْ
بَطَشْتُمْ
جَبَّارينَ ()
فَاتَّقُوا
اللّهَ
وَاَطيعُونِ
() وَاتَّقُوا
الَّذى اَمَدَّكُمْ
بِمَا
تَعْلَمُونَ
()
اَمَدَّكُمْ
بِاَنْعَامٍ
وَبَنينَ ()
وَجَنَّاتٍ
وَعُيُونٍ ()
اِنّى
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ عَظيمٍ
() قَالوُا
سَوَاءٌ
عَلَيْنَا
اَوَعَظْتَ
اَمْ لَمْ
تَكُنْ مِنَ
الْوَاعِظينَ
() اِنْ هذَا
اِلَّا
خُلُقُ
الْاَوَّلينَ
() وَمَا نَحْنُ
بِمُعَذَّبينَ
()
فَكَذَّبُوهُ
فَاَهْلَكْنَاهُمْ
اِنَّ فى
ذلِكَ
لَايَةً
وَمَا كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِنينَ ()
وَاِنَّ رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَزيزُ
الرَّحيمُ
"Ad
(kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hud:
'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben
sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Siz,
her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor
musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup
yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan
korkup-sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden
korkup-sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve
pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum.'
Dediler ki: 'Bizim için farketmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da.
Bu, geçmiştekilerin 'geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap
görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, biz de onları yıkıma
uğrattık. Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş
değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir."[592]
Hz. Hud'a
düşmanlık eden ve Allah'a başkaldıran kavim, gerçekten de yıkıma uğradı.
Korkunç bir kum fırtınası Ad'ı "sanki hiç yaşamamışçasına" yok
etti....
İrem
Şehri Hakkındaki Arkeolojik Bulgular
1990'lı
yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguyu
"Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevi Arap Şehri
Bulundu", "Kumların Atlantisi Ubar" başlıklarıyla verdiler. Bu
ilginç arkeolojik bulguyu daha çekici hale getiren özelliği, isminin Kuran'da
anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kur'an'da bahsi geçen Ad kavminin bir efsane
olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu
karşısında hayrete düştüler. Kur'an'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör
bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi.
Bir Arap
uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı
araştırmalar sırasında çok ilginç bir kitaba rastlamıştı. Bu, 1932 yılında
İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış olan Arabia Felix
idi. Arabia Felix, Romalıların Arap Yarımadasının güneyinde bulunan ve
günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye
Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise
"Al-Yaman as-Saida" ismini veriyorlardı.
Bu isimlerin
tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu
bölgede yaşayan insanlar o devrin en şanslı kavimleri olarak biliniyorlardı.
Peki, böylesine bir yakıştırmanın sebebi neydi acaba? Bunun sebebi, bu
bölgenin stratejik konumuydu. Bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında
yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede
yaşayan kavimler "frankicense" isminde nadir bulunan bir bitkinin
üretimini yapıyor ve bunu pazarlıyorlardı.
Eski
toplumlar tarafından oldukça rağbet gören bu bitki, çeşitli dinsel ayinlerde
tütsü olarak kullanılıyordu. Bu bitki, o zamanlar neredeyse altın kadar
değerliydi.
Kitabında
bütün bunlardan bahseden İngiliz araştırmacı Thomas, sözünü ettiği bu
"şanslı" kavimleri uzun uzun tarif ediyor ve bunlardan bir tanesinin
kurmuş olduğu bir şehrin izini bulduğunu iddia ediyordu. Bu, bedevilerin
"Ubar" ismini taktıkları şehirdi. Bölgeye yaptığı araştırma
gezilerinden bir tanesinde çölde yaşayan bedeviler, kendisine eski bir patika
yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu
anlatmışlardı. Konuyla çok ilgilenen Thomas, bu araştırmalarını tamamlayamadan
ölmüştü.
İngiliz
araştırmacı Thomas'ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu
kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden araştırmalarına
başladı.
Clapp,
Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedeviler
tarafından varolduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu
bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan
sonra, yetkilileri bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için ikna etmeyi başardı.
Clapp daha
sonra Californiya'da Huntington kütüphanesinde bulunan eski yazıtları ve
haritaları incelemeye başladı. Amacı, bölgenin bir haritasını bulmaktı. Kısa
bir araştırmadan sonra buldu da. Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından
MS 200 yılında çizilmiş bir haritaydı bulduğu. Haritada, bölgede bulunan eski
bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti.
Bu sırada
NASA'dan resimlerin çekilmiş olduğu haberi de geldi. Resimlerde, yerden çıplak
gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen
bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Bu resimleri elindeki eski haritalarla
karşılaştıran Clapp, sonunda beklediği sonuca vardı. Hem eski haritada
belirtilen yollar hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar
birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir
olduğu anlaşılan geniş bir alandı.
Sonunda
Bedevilerin sözlü olarak anlattıkları hikayelerin konusu olan efsanevi şehrin
yeri bulunabilmişti. Kısa süre sonra kazılara başlandı ve kumların içinden eski
bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir
"Kumların Atlantisi Ubar" olarak tanımlandı.
Peki,
bu eski şehrin Kuran'da bahsedilen Ad kavminin şehri olduğunu kanıtlayan şey
neydi?
Yıkıntılar
ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kur'an'da
bahsedilen Ad kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda
ortaya çıkartılan yapılar arasında Kur'an'da varlığına dikkat çekilen uzun
sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr.
Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar
olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kur'an'da bahsi geçen Ad kavminin kenti İrem
olduğunu söylüyordu. Kur'an'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu:
"Rabbinin
Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki
şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi."[593]
Ad
Kavminin İnsanları
Buraya kadar,
Ubar'ın Kur'an'da bahsi geçen İrem şehri olabileceğini gördük. Kuran'a
göre şehrin halkı, kendilerine mesaj getiren ve uyarıp korkutan peygamberlerini
dinlememişler ve böylece helak edilmişlerdi.
İrem şehrini
kuran Ad kavminin kimliği de tartışmalara yol açmış bir konudur. Tarih
kayıtlarında böylesine gelişmiş kültüre sahip bir halktan ve bunların kurmuş
oldukları medeniyetten bahsedilmemektedir. Böyle bir halkın isminin tarih
kayıtlarında bulunmamasının oldukça garip bir durum olduğu düşünülebilir.
Aslında bu
halkın varlığına kayıtlarda ve eski devletlerin arşivlerinde rastlanmamasına
çok fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu halk, Ortadoğu ve Mezopotamya bölgesinde
bulunan diğer kavimlerden uzak bir bölge olan Güney Arabistan'da yaşıyordu ve
onlarla olan ilişkileri sınırlıydı. Haklarında pek az şey bilinen bir devletin
kayıtlarda geçmemesi olağan bir durumdu. Bununla birlikte, Ortadoğu'da Ad kavmi
hakkında halk arasında ağızdan ağıza anlatılan hikayelere rastlamak mümkündür.
Ad kavmine
yazılı kayıtlarda rastlanılmamasının en önemli sebebinin ise bu tarihlerde, bu
bölgede henüz yazılı iletişimin yaygın olarak kullanılmaması olabilir. Ad
kavminin bir devlet kurmuş olduğunu, ancak bu devletin tarih kayıtlarına
geçirilmediğini düşünmek mümkündür. Bu devlet biraz daha uzun yaşasaydı belki
de günümüzde bunlar hakkında çok daha fazla şey biliniyor olacaktı.
Ad kavmi ile
ilgili tarihsel bir kayıt yoktur ama, onların "torunları" hakkında
önemli bilgiler bulmak ve bu bilgiler sayesinde Ad kavmi hakkında fikir
yürütmek mümkündür.
Ad'ın
Torunları Hadramiler
Ad kavmi
insanlarının, ya da onların torunlarının kurdukları olası bir medeniyetin
izlerinin araştırılması gereken ilk yer, "Kumların Atlantisi Ubar"ın
bulunduğu ve "Şanslı Araplar"ın bölgesi olarak nitelendirilen Güney
Yemen'dir. Güney Yemen'de Yunanlılar tarafından "Şanslı Araplar"
olarak isimlendirilmiş dört halk yaşamıştır. Bunlar Hadramiler, Sebeliler,
Minalar ve Katabanlılar'dır. Bu dört halk uzunca bir süre birbirlerine yakın
bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir.
Günümüzde
birçok tarihçi, Ad kavminin bir değişim süreci içine girdiğini ve tarih
sahnesine tekrar çıktığını söyler. Bunlardan Ohio Üniversitesi'nde araştırmacı
olan Dr. Mikail H. Rahman, Ad kavminin Güney Yemen'de yaşamış bulunan dört
kavimden birisi olan Hadramilerin ataları olduğuna inanmaktadır. Ortaya
çıkışları MÖ 500'lü yıllara rastlayan Hadramiler, "Şanslı Araplar"
olarak nitelendirilen insanlar içinde en az bilinenlerdir. Bu kavim, çok uzun
bir süre Güney Yemen bölgesinin kontrolünü elinde tutmuş, uzun bir zayıflama
sürecinin sonunda da MS 240 yılında tamamen ortadan kalkmıştır.
Hadramilerin
Ad Kavminin torunları olabileceğinin bir belirtisi bunların isimlerinde
gizlidir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Pliny, bu kavimden
"Adramitai" —bu kelime Hadrami demektir— olarak bahsetmektedir.
"Adramitai" kelimesinin isim hali ise "Adram"dır. Kuran'da
"Ad-ı İrem" olarak ismi geçen bu ismin zaman içinde meydana gelen
bozulma sonucu "Adram" haline getirilmiş olması mümkündür.
Yunan
coğrafyacı Batlamyus (MS 150-160) da, "Adramitai" isimli kavmin
yaşadığı yer olarak Arap Yarımadası'nın güneyini gösterir. Nitekim bu bölge,
yakın bir tarihe kadar da "Hadramut" ismiyle bilinmiştir. Hadrami
devletinin başkenti Sabwah, Hadramut vadisinin batısında yer almıştır. Bu arada
birçok eski efsaneye göre de Ad kavmine elçi olarak gönderilmiş olan Hz.
Hud'un mezarı Hadramut'tadır.
Hadramilerin
Ad kavminin devamı olduğu düşüncesini güçlendiren bir diğer etken,
bunların zenginlikleridir. Yunanlılar, Hadramileri "dünya üzerindeki en
zengin ırk" olarak nitelendirmişlerdir. Tarih kayıtları, Hadramilerin o
çağların değerli bitkisi "frankinsce"in tarımında çok ileri
gittiklerini söylemektedir. Bitkinin yeni kullanım alanlarını bulmuşlar ve
kullanımını yaygınlaştırmışlardır. Hadramilerin yaptığı tarım üretimi, bu bitkinin
günümüzdeki üretiminden çok daha fazladır.
Hadramilerin
başkenti olduğu bilinen Sabwah'ta yapılan kazılarda bulunanlar oldukça
ilginçtir. 1975 yılında başlanan kazılarda, yoğun kum yığınları sebebiyle
arkeologların kentin kalıntılarına ulaşması son derece zor oldu. Kazılar
sonunda elde edilen bulgular şaşırtıcıydı; çünkü ortaya çıkartılan antik şehir,
o güne kadar rastlanılanların içinde en muhteşemlerinden bir tanesiydi. Şehri
çevreleyen kalenin duvarları, Yemen'de bulunanların arasında en kalın ve en
kuvvetli olanıydı. Krallık sarayının ise artık bir harabe halinde olmasına
rağmen, bir zamanlar çok muhteşem bir bina olduğu anlaşılmaktaydı.
Hadramilerin
bu mimari üstünlüklerini ataları olan Ad kavminden miras aldıklarını varsaymak
son derece mantıklıydı kuşkusuz. Nitekim Hz. Hud, Ad kavmini uyarırken onlara
şöyle demişti:
"Siz,
her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor
musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?"[594]
Sabwah'ta
bulunan yapıların bir başka dikkat çekici özelliği de gösterişli sütunlardı.
Yemen'deki birçok şehirde sütunlar, kare şeklinde ve yekpare olarak
yapılmışlardı. Sabwah'tan çıkartılan sütunlar ise bölgede bulunan diğer
şehirlerin sütunlarına hiç benzemiyordu; bunlar yuvarlak yapılıydılar ve
dizilişleri de dairesel şekildeydi. Sabwah halkı, ataları Ad kavminin mimari
tarzını miras olarak almış olmalılardı. MS 9. yüzyılda yaşamış Bizans İstanbul
Başpiskoposu Photius, günümüzde kaybolmuş eski Yunan yazıtlarını, özellikle
Agatharacides'in (MÖ 132) yazdığı Kızıl Deniz Hakkında isimli kitabı
kullanarak, Güney Arapları ve onların ticari faaliyetleri hakkında birçok
araştırma yapmıştı. Photius bir yazısında şöyle diyordu: "Şu söyleniyor ki
onlar (Güney Araplar) üzeri gümüş ve altınla kaplı birçok sütunlar inşa
etmişlerdi. Bu sütunların yerleştirilişi de görülmeye değerdi."
Photius'un bu
ifadesi, doğrudan Hadramilere işaret etmese bile, bu bölgede yaşayan halkların
zenginliğini ve mimari alanındaki gelişmişliğini göstermesi bakımından dikkate
değerdir. Yunanlı klasik yazarlar Pliny ve Strabo da bu şehirlerden
"çarpıcı güzellikte tapınaklar ve saraylarla bezeli" yerler olarak
bahsetmektedirler.
Bu şehirlerin
sahiplerinin Ad kavminin torunları olduğunu düşündüğümüzde Kur'an'ın, Ad kavminin
yurdunu:
"Sütunlar
sahibi İrem"[595] olarak tanımlamasının nedeni
açıkça anlaşılmaktadır.
Ad
Kavminin Pınarları ve Bahçeleri
Günümüzde
Güney Arabistan'a seyahat eden bir kişinin en sık karşılaşacağı şey, geniş çöl
alanları olacaktır. Şehirlerin ve sonradan ağaçlandırılmış bölgelerin dışında
kalan yerlerin çoğu kumlarla kaplıdır. Bu çöller, yüzlerce belki de binlerce
yıldır burada bulunmaktadırlar.
Ancak
Kur'an'da Ad kavmini anlatan ayetlerin birinde önemli bir bilgi verilir.
Kavmini uyaran Hz. Hud, onlara Allah tarafından bahşedilmiş olan pınarlara ve
bahçelere dikkat çekmektedir:
"Artık
Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım
edenden korkup-sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti.
Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından
korkuyorum."[596]
Ama
belirttiğimiz gibi, İrem şehriyle özdeşleştirilen Ubar, veya bölgede Ad
kavminin yaşaması muhtemel olan herhangi bir yer, bugün tümüyle çöllerle
kaplıdır. Öyleyse Hz. Hud neden kavmini uyarırken böyle bir ifade kullanmıştır?
Cevap,
tarihteki iklim değişimleridir. Tarihsel kayıtlar, günümüzde çölleşmiş bulunan
bu yerlerin, bir zamanlar oldukça verimli ve yeşil bir toprak olduğunu
göstermektedir. Bölgenin büyük bir kısmı, günümüzden birkaç bin yıl öncesine
kadar Kuran'da anlatıldığı gibi yeşil alanlarla ve pınarlarla kaplıydı, bölge
halkları da bu nimetlerden faydalanıyordu. Ormanlar, bölgenin sert iklimini
yumuşatıyor ve yaşamaya daha uygun hale getiriyordu. Çöl yine vardı ancak
günümüzdeki kadar geniş bir alan kaplamıyordu.
Güney
Arabistan'da, Ad kavminin yaşadığı bölgelerde bu konuya ışık tutacak önemli
ipuçları elde edildi. Bunlar, bölgede yaşayan kavimlerin gelişmiş bir sulama
sistemi kullandıklarını gösteriyordu. Bu sulama sistemi tek bir amaca hizmet
ediyor olabilirdi: Sulu tarım. Günümüzde yaşamaya elverişli olmayan bu
bölgelerde insanlar bir zamanlar tarım yapıyorlardı.
Uydudan
çekilen resimlerde Ramlat atSab'atayan isimli bir yerleşim bölgesinde çeşitli
sulama kanalları ve baraj kalıntıları bulunmuştu. Bu yapıların şekilleri ve
boyutları, bunların bu bölgede yaşayan 200.000 kişilik bir topluluğa yetecek
kadar büyük olduklarını gösteriyordu. Araştırmayı yürüten arkeologlardan Doe
şöyle demişti: "Ma'rib çevresinde bulunan alan o kadar verimliydi ki, bir
zamanlar Ma'rib ve Hadramut arasında kalan bölgede çok yüksek verimli bir tarım
yapıldığı söylenebilir."
Yunanlı
klasik yazar Pliny de yazılarında bu bölgede bulunan verimli topraklardan,
sislerle kaplı ağaçlıklı dağlardan ve kesintisiz uzanan ormanlardan
bahsediyordu. Hadramilerin başkenti Sabwah yakınlarında erken döneme ait bazı
tapınaklardaki yazıtlarda, bu bölgede hayvanların avlandığından ve bunların
kurban edildiklerinden söz ediliyordu. Bütün bunlar, bu bölgede bir zamanlar çöllerin
yanı sıra verimli toprakların da geniş bir alan kapladığını gösteriyordu.
Bir bölgenin
çölleşmesi için geçerli olan süre, çeşitli araştırmalara konu olmuştur.
Bunlardan biri, Smithsonian Enstitüsü'nün Pakistan'da yaptığı araştırmadır.
Ortaçağ'da verimli bir arazi olduğu bilinen bir bölgenin günümüzde 6 metrelik
bir kum tepesine dönüştüğü görülmüştür. Kumlar, günde 15 cm. kadar
kalınlaşabilmekte ve böylece en yüksek yapıları bile zaman içinde yutabilmekte,
bunları sanki hiç var olmamış gibi örtebilmektedir. Yemen'de Timna bölgesinde
1950'li yıllarda başlatılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan yapılar, günümüzde
tekrar kumlara gömülmüştür. Mısır piramitleri de bir zamanlar tümüyle kumlar
altındaydı ve ancak çok uzun süren kazılar sonucunda tekrar yeryüzüne
çıkartılabilmişlerdi. Kısacası, bugün çöl olarak bilinen bir bölgenin geçmişte
daha değişik bir görünüme sahip olması olası bir durumdur.
Ad
Kavmi Nasıl Helak Edildi?
Kur'an'da Ad
kavminin helak edilme şeklinin "kulakları patlatan bir kasırga" vasıtasıyla
gerçekleştirildiği söylenmektedir. Ayetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz
gün sürdüğünden ve Ad kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de
bahsedilir:
كَذَّبَتْ
عَادٌ
فَكَيْفَ
كَانَ
عَذَابى وَنُذُرِ
() اِنَّا
اَرْسَلْنَا
عَلَيْهِمْ ريحًا
صَرْصَرًا فى
يَوْمِ
نَحْسٍ
مُسْتَمِرٍّ
() تَنْزِعُ
النَّاسَ
كَاَنَّهُمْ
اَعْجَازُ
نَخْلٍ
مُنْقَعِرٍ
"Ad
(kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz
(felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga'
gönderdik. İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp-kopmuş hurma
kütükleriymiş gibi."[597]
وَاَمَّا
عَادٌ
فَاُهْلِكُوا
بِريحٍ صَرْصَرٍ
عَاتِيَةٍ ()
سَخَّرَهَا
عَلَيْهِمْ
سَبْعَ
لَيَالٍ
وَثَمَانِيَةَ
اَيَّامٍ حُسُومًا
فَتَرَى
الْقَوْمَ فيهَا
صَرْعى
كَاَنَّهُمْ
اَعْجَازُ
نَخْلٍ خَاوِيَةٍ
"Ad
(halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak
edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine
musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi
çarpılıp yere yıkıldığını görürsün."[598]
Daha önceden
uyarılmış olan kavim, hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli
yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki, helakın kendilerine
gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkara devam
etmişlerdi:
"Derken,
onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri
zaman, "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hayır, o,
kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgar; onda acı bir azab vardır."[599]
Ayette kavmin
kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü, ancak bunun gerçekte ne olduğunu
anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmektedir. Bu durum,
kavme gelen azabın ne şekilde olduğu konusunda önemli bir gösterge sayılabilir.
Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur
bulutuna benzer. Ad kavmi insanlarının da bu görüntüye aldanmış ve azabı
farketmemiş olmaları mümkündür. Güney Arabistan'da araştırmalar yapan Doe, bir
kum fırtınasını şöyle tarif etmektedir:
“Bir (kum
fırtınasının) ilk işareti, kuvvetli rüzgarla savrulan ve yükselmekte olan
akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur."
Nitekim Ad
kavminin kalıntısı olduğu düşünülen "Kumların Atlantisi Ubar" da,
metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarılmıştır. Anlaşılan
Kuran'ın ifadesiyle "yedi gün ve sekiz gece" süren kasırga, şehrin
üzerine tonlarca kum yığmış ve kavmin insanlarını diri diri toprağa gömmüştür.
Ubar'da yapılan kazılar da aynı gerçeği gösterir. Fransız Ça m'ınteresse
dergisi aynı tesbiti şu ifadeyle bildirir: "Ubar çıkan bir fırtına
neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü."
Ad kavminin
bir kum fırtınası ile toprağa gömüldüğünü gösteren en önemli delil ise, Kur'an'da
Ad kavminin yerini belirtmek için kullanılan "ahkaf" kelimesidir.
Ahkaf Suresi'nin 21. ayetinde geçen ifade şöyledir:
وَاذْكُرْ
اَخَا عَادٍ
اِذْ
اَنْذَرَ
قَوْمَهُ
بِالْاَحْقَافِ
وَقَدْ
خَلَتِ النُّذُرُ
مِنْ بَيْنِ
يَدَيْهِ
وَمِنْ
خَلْفِه اَلَّا
تَعْبُدُوا
اِلَّا
اللّهَ اِنّى
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ
عَظيمٍ
"Ad'ın
kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti;
hani o, Ahkaf'taki kavmini: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben,
sizin için büyük bir günün azabından korkarım' diye uyarmıştı."[600]
Ahkaf
Arapça'da "kum tepeleri" demektir ve "kum tepesi" anlamına
gelen "hikf" kelimesinin çoğuludur. Bu ise Ad kavminin "kum
tepeleri"yle dolu bir bölgede yaşadığını gösterir ki, bir kum fırtınası
ile toprağa gömülmüş olmasının bundan daha mantıklı bir zemini olamaz. Bir
yoruma göre Ahkaf "kum tepeleri" anlamından çıkarak doğrudan bir
bölgenin, güney Yemen'de Ad kavminin yaşadığı bölgenin adı haline gelmiştir.
Ama bu da kelimenin kökeninin kum tepeleri olduğu gerçeğini değiştirmez, sadece
kelimenin bu bölgedeki yoğun kum tepeleri nedeniyle yöreye has hale geldiğini
gösterir.
Verimli
topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları
yapan Ad kavmine "insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan"
kum fırtınasıyla beraber gelen helak, tüm kavmi kısa sürede yok etmiş
olmalıdır. Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları
kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir.
Kavim helak edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz
bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür.
Sonuç olarak
şöyle söylenebilir ki, tarihsel ve arkeolojik bulgular, Kur'an'da bahsi geçen
Ad kavminin ve İrem şehrinin varlığını ve Kur’an'da anlatıldığı biçimde helak
olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları
kumların içinden çıkarılmıştır.
İnsana düşen,
kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak Kur'an'ın ısrarla üzerinde
durduğu şekilde ibret almaktır. Kuran, Ad kavminin kibirlenme nedeniyle doğru
yoldan saptığını bildirir ve "yeryüzünde haksız yere büyüklenerek, 'kuvvet
bakımından bizden daha üstünü kimmiş?'" dediklerini haber verir. Ayetin
devamında ise şöyle denir:
“Ad
kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha
kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha
kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi)
inkâr ediyorlardı.”[601]
İşte insana
düşen, bu değişmez gerçeği her zaman görmek, en büyük ve en üstün olanın her
zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa
erişilebileceğini bilmektir.
Hz. Salih (a.s): Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen
peygamberlerden biri. Semud kavmine gönderilmiştir. Allah Teâlâ onu, önceki
peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid dininden sapıp kendilerine ilâhlar edinen
Semud kavmini uyarmak için bu kavme Peygamber olarak göndermiştir. Ancak Semud
kavmi, öteki azgın kavimlerde olduğu gibi onu dinlememişler ve eziyet ederek,
yanlarından kovmuşlardır. Semud kavminin ileri gelenleri onunla alay ederek
küçümsemeye çalışmış ve kendilerini tehdit ettiği azabın gelmesini
istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları şiddetli bir şekilde
cezalandırarak yok etmiştir. Hz.Salih (a.s)'ın ve Semud kavminin kıssası
sonraki nesillere ibret olsun diye Kur'an-ı Kerim'de yer almıştır.
Hz. Hud'un
vefatından sonra, Semud'un torunları Kuzey Arabistan bölgesine yerleştiler.
Kendilerine köşkler, saraylar inşa ettiler. Taşları oydular, onlara yeni
şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını bu şekillerle süslediler.
Semud kavmi,
tevhit inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan
kendilerine tanrılar edindiler.
Bu kâvmin
ahlak ve fazilet bakımından en üstünü olan Salih'e kırk yaşına geldiği zaman
peygamberlik görevi verildi.
Hz. Salih,
kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde bulundu:
وَاِلى
ثَمُودَ
اَخَاهُمْ
صَالِحًا
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ غَيْرُهُ
قَدْ
جَاءَتْكُمْ
بَيِّنَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
هذِه نَاقَةُ
اللّهِ
لَكُمْ ايَةً
فَذَرُوهَا
تَاْكُلْ
فىاَرْضِ
اللّهِ وَلَا
تَمَسُّوهَا
بِسُوءٍ
فَيَاْخُذَكُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ
“Semûd
kavmine de kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk
edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil
gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın,
Allah'ın arzında yesin, (içsin); ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici
bir azap yakalar.”[602]
“Ey
kavmim! İşte size mucize olarak Allah'ın devesi. Onu bırakın, Allah'ın arzında
yesin (içsin). Ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalar.”[603]
وَمَا
مَنَعَنَا
اَنْ
نُرْسِلَ
بِالْايَاتِ
اِلَّا اَنْ
كَذَّبَ
بِهَاالْاَوَّلُونَ
وَاتَيْنَا
ثَمُودَ
النَّاقَةَ
مُبْصِرَةً
فَظَلَمُوا بِهَا
وَمَانُرْسِلُ
بِالْايَاتِ
اِلَّا تَخْويفًا
“Bizi,
âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri
yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir
dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zalim
oldular. Oysa biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.”[604]
“Salih:
İşte (mucize) bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün
içme hakkı da sizindir, dedi. Ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi muazzam
bir günün azabı yakalayıverir. ”[605]
Hz.Salih
aleyhisselam gerçekten saygı duyulacak bir insandı. Semud Kavmi de Hz. Salih'i
sever, sayardı. Salih, davetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi,
Salih'e karşı cephe almaya başladı. Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi
tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi yasaklıyor
musun?" dediler.
Semud kavmi,
kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler,
"İçimizden bir insana mı uyalım?" dediler.
Kavmi, Hz.
Salih'i suçlamaya başladı. Terbiyesizlik ettiler. Hz. Salih için "o,
şımarık bir yalancıdır" dediler.
Onlar yarın
kıyamette şımarık ve yalancının kim olduğunu bilecekler. Ama iş isten geçmiş
olacak. Onların yalvarıp yakarmaları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır.
Semud kavmi,
Hz. Salih'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler.
Hz.Salih peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar.
Allah'ın elçisini yapayalnız bırakmak istediler. Mü'minlere; "Salih'in,
Rabbı tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten biliyor
musunuz?" dediler.
O, gerçek
iman mutluluğuna eren insanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman
ederiz" dediler.
Hiç bir
şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında Semud kavmi'nin
inkarcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı biz inkar
ederiz" diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar.
Bu
inkarcılar, Hz. Salih'i bozgunculukla suçlarken halkı da inkara zorladılar;
"Yeryüzünü islah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat
etmeyin" dediler.
Hz. Salih
sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüz çeviren kavmini putlardan
uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu.
Semud
kavmi'nin sapıkları Hz. Salih'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir
mucize getir" dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi.
Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.
İstedikleri
mucize, dişi ve hamile bir deve idi. Allah, mucize olarak Semud kavmi'ne bu
dişi deveyi verdi. Bu mucize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da
inkarlarında direttiler. Allah elçisi hakkında "amma da sihirbazmış"
demek alçaklığında bulundular.
Semud kavmi,
bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden
yakındılar. Yüce Allah suyu, deve ile Semud kavmi arasında paylaştırdı;
"Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir" buyurdu.
Deveyi her
gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu.
Hz. Salih bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu;
“Sakın ona
fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azabı
yakalar" diyordu.
Bu kavmin
inkarcıları Salih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Salih'i,
mü'minleri ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mucize olarak
gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle Salih peygamberi ve müminleri
yıldırmak, korkutmak istediler. isyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey
Salih!" dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen va'dettiğin
azabı getir!"
Allah Elçisi
yılmadı. Bu azgınlar topluluğuna; Ey milletim! Ben size Rabbımın risaletini
tebliğ ettim. İşe nasihat eyledim. Fakat siz, nasihat edenleri
sevmezsiniz" dedi.
Hz. Salih,
kavmine iyi muamelede bulundu. Yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tevbe
etmelerini öğütledi. "Ey kavmim" dedi. Niçin tevbeden evvel çabucak
kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli değil miydiniz? Belki
merhamet olunurdunuz. “
Semud Kavmi
bu sözlere kulaklarını tıkadılar. Biz, seninle ve seninle bulunanlar yüzünden
uğursuzluğa uğradık" dediler. Bela ve musibetlere sebep olarak Salih'le
mü'minleri gösterdiler.
O şehirde
dokuz kişi vardı ki bunlar yeryüzünde fesat çıkarıyor iyilikte bulunmuyorlardı.
Deveyi
öldürten bu adamlar, kötü arzularım devam ettirmek niyetindeydiler.
Bunların
hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Salih'i ve ailesini
öldürelim. Sonra velisine; biz o ailenin helakinde hazır değildik, gerçekten
biz doğru söyleyenlerdeniz diyelim" dediler. Kendi aralarında bu karara
vardılar.
Yüce Allah,
bu olayı şöylece belirtiyor:
“Onlar
böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını
altüst ettik.”[606]
Hz.Salih
peygambere münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da ailesini ve mü'minleri
yanına alarak bu şehri terketti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.
Azgınlar,
planlarını uygulamak için geceleyin Salih peygamberin evini kuşattılar. Evin
içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar:
“Bunun
üzerine onlarrı o (gürültülü) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona
kaldılar.”[607]
Ne kadar
inkarcı ve sapkın varsa hepsi de helak oldu. Şehir bir harabe haline dönüştü.
Müminler bir
müddet sonra bu harabe haline dönüşen şehre geldiler. Azgınlığın ve
inkarcılığın kötü sonucunu seyrettiler. Mü'min olduklarından dolayı Allah'a
şükrettiler.
Hz.Salih
peygamber mü'minlerle birlikte tekrar hicret ettikleri şehre döndüler. Allah
Elçisi Salih (a.s), müminlere öğütlerde bulundu; onlara, Allah'a kul olmanın
sevincini tattırdı.
Efendimiz (a.s):
Abdullâh İbn-i Ömer
radiya'llâhu anhumâ'dan rivâyete göre, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem
Tebük gazâsında Semûd kavminin helâk olduğu vâdîde konakladığı zaman Ashâb'ına:
"Buranın
kuyusundan (su) içmemelerini ve buradan su almamalarını i'lân etti. Ashâb:
"Yâ Resûla'llâh! Biz, bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk, su
kaplarımızı doldurduk!" dediler. Bunun üzerine Resûlullâh: "Öyle ise
hamuru atınız, o aldığınız suyu da dökünüz!" buyurdu."[608]
Her Peygamber
gibi o da Rabbının rahmetine kavuştu. Ölümsüzlük diyarına ulaştı.
Hz.Salih
(a.s)’ın Mucizeleri
1- Kayadan
deve çıkartması.
2- Sâlih (aleyhisselâm)'ın kavminin bulundukları
yerde hamt denilen meyvesiz ağaçlardan başka ağaç yoktu. ''Hak peygambersen, bu
ağaçlar meyve versin!'' diye kendisine mûcize teklifinde bulundular. Sâlih
aleyhisselâm duâ edince, bu ağaçların hepsi çeşit çeşit meyveler verdi.
3- Sâlih (aleyhisselâm)’ın
duâsı bereketiyle büyük taştan su çıkmıştır.
4- Sâlih (aleyhisselâm)'ın çadırına ateş tesir
etmemiştir. Şöyle ki, kavmi koyuncu idi. Senenin bâzı aylarını sahralarda,
yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi. İmân etmeyenlerden biri, gizlice Sâlih (aleyhisselâm)'ın çadırını ateşe verince,
çadır yanmağa başladı. Bunun üzerine kavminden kâfir olanlar; ''Hak peygamber
isen, çadırındaki yangını söndür!'' diye alay etmeye, eğlenmeye başladılar.
Hazret-i Sâlih, yangının sönmesi için duâ edince, kendi çadırı kurtulup, ateş
kâfirlerin çadırlarına geçti ve hiçbir çadır kalmayıp, içindeki eşyâlarla
berâber, yanıp kül oldu.
Semud
Kavmi ve Helakı
كَذَّبَتْ
ثَمُودُ
بِالنُّذُرِ
() فَقَالُوا
اَبَشَرًا
مِنَّا
وَاحِدًا
نَتَّبِعُهُ اِنَّا
اِذًا لَفى
ضَلَالٍ
وَسُعُرٍ ()
ءَاُلْقِىَ
الذِّكْرُ
عَلَيْهِ
مِنْ بَيْنِنَا
بَلْ هُوَ
كَذَّابٌ
اَشِرٌ ()
سَيَعْلَمُونَ
غَدًا مَنِ
الْكَذَّابُ
الْاَشِرُ
“Semud
(kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: "Bizden biri olan bir beşere
mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık
içinde kalmış oluruz." "Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı?
Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır." Onlar yarın,
kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu
bilip-öğreneceklerdir.”[609]
Kur’an'da
belirtildiğine göre Semud kavmi de aynı Ad kavmi gibi Allah'ın uyarılarını
gözardı etmiş ve bunun sonucunda helak olmuştur. Günümüzde arkeolojik ve
tarihsel çalışmalar sonunda Semud kavminin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama
biçimi gibi birçok bilinmeyen, gün ışığına çıkartılmıştır. Kur’an'da bahsedilen
Semud kavmi, bugün, hakkında birçok arkeolojik bulguya sahip olunan bir
tarihsel gerçektir.
Semud
kavmiyle ilgili bu arkeolojik bulgulara bakmadan önce, elbette, Kur’an'da
anlatılan kıssayı incelemekte ve bu kavmin peygamberleriyle olan mücadelesini
gözden geçirmekte yarar var. Zira Kur'an her çağa hitap eden bir kitap
olduğundan, Semud kavminin kendisine gelen tebliği inkar etmesi de her çağ için
ibret alınması gereken bir olaydır.
Semud
Kavmi Hakkındaki Arkeolojik Bulgular
Günümüzde
Semud kavmi, Kur'an'da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye
sahip olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları Semud isimli bir kavmin
gerçekten yaşadığına işaret etmektedir.
Kur’an'da
bahsi geçen Hicr halkı ve Semud kavminin aslında aynı kavim oldukları tahmin
edilmektedir; zira Semud kavminin bir başka ismi de Ashab-ı Hicr'dir. Bu
durumda "Semud" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın
kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri
de bu yöndedir. Pliny, Semud kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve
Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir.
Semud kavminden
bahseden bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı
kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır. (MÖ 8. yüzyıl) Sargon,
Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu
kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri
"Thamudaei", yani "Semudlar" olarak anılmaktadır.
Peygamberimizden önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen
silinmiştir.
وَاذْكُرُوا
اِذْ
جَعَلَكُمْ
خُلَفَاءَ مِنْ
بَعْدِ عَادٍ
وَبَوَّاَكُمْ
فِى
الْاَرْضِ
تَتَّخِذُونَ
مِنْ
سُهُولِهَا
قُصُورًا
وَتَنْحِتُونَ
الْجِبَالَ
بُيُوتًا
فَاذْكُرُوا
الَاءَ
اللّهِ وَلَا
تَعْثَوْا
فِى
الْاَرْضِ مُفْسِدينَ
“Düşünün
ki, (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi:
Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık
Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık
çıkarmayın.”[610]
Kur’an'da Ad
ve Semud kavimlerinin isimleri daima birlikte anılır. Dahası ayetler, Semud
kavmine Ad kavminin helakından ders almalarını öğütlemektedir. Bu ise Semud
kavminin Ad kavmi hakkında detaylı bir bilgi sahibi olduğunu gösterir:
وَاِلى
ثَمُودَ
اَخَاهُمْ
صَالِحًا
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ غَيْرُهُ
قَدْ
جَاءَتْكُمْ
بَيِّنَةٌ
مِنْ رَبِّكُمْ
هذِه نَاقَةُ
اللّهِ
لَكُمْ ايَةً
فَذَرُوهَا
تَاْكُلْ
فىاَرْضِ
اللّهِ وَلَا
تَمَسُّوهَا
بِسُوءٍ
فَيَاْخُذَكُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ ()
وَاذْكُرُوا
اِذْ
جَعَلَكُمْ خُلَفَاءَ
مِنْ بَعْدِ
عَادٍ
وَبَوَّاَكُمْ
فِى
الْاَرْضِ
تَتَّخِذُونَ
مِنْ
سُهُولِهَا
قُصُورًا وَتَنْحِتُونَ
الْجِبَالَ
بُيُوتًا
فَاذْكُرُوا
الَاءَ
اللّهِ وَلَا
تَعْثَوْا
فِى الْاَرْضِ
مُفْسِدينَ
"Semud
(toplumuna da) kardeşleri Salih'i (gönderdik. Salih:) "Ey kavmim, Allah'a
kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur... (Allah'ın) Ad (kavminden)
sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle)
yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan
evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde
bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."[611]
Ayetlerden
anlaşıldığına göre Ad kavmi ve Semud kavmi arasında bir ilişki vardır, hatta
belki de Ad kavmi, Semud kavminin tarihinin ve kültürünün bir parçasıdır. Hz.
Salih, Semud kavmine Ad kavminin örneğini hatırlamalarını ve bundan ders
almalarını emretmektedir.
Ad kavmine de
kendilerinden önce yaşamış olan Nuh kavminin örnekleri gösterilmiştir. Ad
kavminin Semud kavmi için tarihsel bir önemi olması gibi, Nuh kavminin de Ad
kavmi için tarihsel bir önemi vardır. Bu kavimler birbirlerinden haberdardırlar
ve belki de aynı soydan gelmektedirler.
Oysa Ad kavmi
ve Semud kavimlerinin yaşadıkları yerler, birbirlerinden coğrafi olarak uzak
bir konumdadırlar. Bu iki kavim arasında görünüşte herhangi bir bağlantı yoktur;
öyleyse ayette Semud kavmine hangi sebepten dolayı Ad kavmini
hatırlamaları söylenmektedir?
Cevap, biraz
araştırıldığında ortaya çıkar. Ad ve Semud kavimleri arasındaki coğrafi uzaklık
aldatıcıdır.
Semud kavmi
Ad kavmini bilmekteydi, çünkü bu iki kavim, büyük bir olasılıkla aynı kökenden
geliyorlardı. Ana Britannica ansiklopedisi "Semudlar" başlığı
altında bu kavimden şöyle bahseder:
“Eski
Arabistan'da MÖ 4. yüzyıldan MS 7. yüzyılın başlarına kadar önem taşıdığı
anlaşılan kabile ya da kabileler topluluğu. Güney Arabistan kökenli oldukları,
ancak içlerinden büyük bir grubun çok eskiden kuzeye göç ederek Aslab Dağı
yamaçlarına yerleştiği sanılmaktadır. Hicaz ve Şam arasında yaşayan Semudlar,
Ashab-ı Hicr olarak bilinir. Son arkeolojik araştırmalarda, Arabistan'ın orta
kesimlerinde Semudlar'a ait çok sayıda kaya resim ve yazı ortaya
çıkartılmıştır."
Semud
medeniyetinin kullandığı bir çeşit alfabenin (buna "Semudik alfabe"
ismi verilir) çok benzeri bir alfabeye hem Hicaz'da hem Güney Arabistan'da rastlanmıştır.
Bu alfabe ilk defa Orta Yemen'deki bugünkü Semud kasabası yakınlarında
bulunmuştur. Bu bölgenin kuzeyinde Rub al-Khali, güneyinde Hadramut ve
batısında da Sabwah kenti vardır.
Daha önce Ad
kavminin, Güney Arabistan'da yaşayan bir kavim olduğunu görmüştük. Ad kavminin
yaşadığı bölgede, özellikle Ad'ın torunları olan Hadramiler'in yaşadıkları
bölgenin ve başkentlerinin yakınlarında Semud kavmine ait bulguların elde
edilmesi ise son derece önemlidir. Bu durum, Kur’an'da işaret edilen Ad-Semud
kavimlerinin bağlantısını da açıklar. Bu bağlantı, Hz. Salih'in, Semudların Ad
kavminin yerine geldiklerini belirten sözünde şöyle açıklanmaktadır:
وَاِلى
ثَمُودَ
اَخَاهُمْ
صَالِحًا
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ
غَيْرُهُ
قَدْ جَاءَتْكُمْ
بَيِّنَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
هذِه نَاقَةُ
اللّهِ
لَكُمْ ايَةً
فَذَرُوهَا
تَاْكُلْ
فىاَرْضِ
اللّهِ وَلَا
تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ
فَيَاْخُذَكُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ () وَاذْكُرُوا
اِذْ
جَعَلَكُمْ
خُلَفَاءَ مِنْ
بَعْدِ عَادٍ
وَبَوَّاَكُمْ
فِى الْاَرْضِ
تَتَّخِذُونَ
مِنْ
سُهُولِهَا
قُصُورًا
وَتَنْحِتُونَ
الْجِبَالَ
بُيُوتًا
فَاذْكُرُوا
الَاءَ
اللّهِ وَلَا
تَعْثَوْا
فِى
الْاَرْضِ مُفْسِدينَ
"Semud
(toplumuna da) kardeşleri Salih'i (gönderdik. Salih:) "Ey kavmim, Allah'a
kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur... (Allah'ın) Ad (kavminden)
sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle)
yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan
evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular
olarak karışıklık çıkarmayın."[612]
Kısacası
Semud Kavmi, Allah'ın elçilerine uymamanın karşılığını helak olarak ödemiştir.
Yapmakta oldukları yapılar, sanat eserleri kendilerine azaptan koruyamamıştır.
Semud kavmi, daha önceki ve sonraki birçok inkarcı kavim gibi şiddetli bir
azapla helak edilmiştir.
Hz. İbrahim
(a.s)'ın babası Tarah (Azer) Harran halkından idi. Harran da kıtlı baş
gösterince evini Nemrud'un oturduğu Küsa'ya taşıdı.Nemrud; ikl defa kötü yol açan,
ilk defa başına taç giyen, ilk defa ateşe tapan ve yıldızların durumunu ortaya
koyan ve onlar hakkında nazariyetler kuran ve ameliyeler yapan kimse idi.
Nemrud
günlerden bir gün gördüğü bir rüyasını kahinlere sordu. Onlarda; "Ülkende
şu yılda bir çocuk doğacak halkın dinini değiştirecek, senin ölümünün
saltanatının zevali onun elinden olcaktır!" dediler.
Hz.İbrahim (a.s)
babası Azer (Tarah) Kral Nemrud'un putlarının bakıcısı ve idarecisi idi. Nemrud
İbrahim (a.s) babası Azer'den başkasına güvenmediği için onu çağırdı.
“Ben sana bir
ismi havale etmek istiyorum. Seni, oraya ancak sana olan güvencimden dolayı
gönderiyorum. Ailenin yanına varmak, kendisiyle münasebette bulunmamak üzere
ant veriyorum!
Bak! Eşinle
sakın münasebette bulunayım deme ha!" dedi. Bunun üzerine, Nemrud, ona
yapacağı işi havale etti. Azer şehre girip Nemrud'un işini hallettikten sonra,
kendi kendine "Ailemin yanına varıp ne yapıyorlar bir baksam?" dedi.
Ailesinin yanına varınca, sözünde duramadı. Bunun üzerine, ailesine Küfe ile Basra
arasında Evr diye bir köye kaçırarak bir bodruma yerleştirdi. Kendisinin
yiyeceğini, içeceğini vesair ihtiyaçlarını sağladı.
Nemrud,
bildirilen zaman gelince, adamlar göndererek köydeki her gebe kadını getirtti
ve göz altına aldı.
Ancak İbrahim
(a.s)'ın annesi pek genç olup gebeliği bilinmediğinden göz altına alınmadı.
Nemrud,
müneccimlerin bildirdiği yılın belli ayında doğan erkek çocukların hepsini
öldürttü.
İbrahim (a.s)'ın
annesi, doğum yapma zamanı gelince geceleyin evinden çıkarak yakınlarında
bulunan bir mağaraya gitti. İbrahim (as)'ı orada doğurdu.
Annesi; yeni
doğan bir çocuk için, ne yapmak lazımsa hepsini yaptıktan, sarıp sarmaladıktan
sonra mağaranın kapısını kapatarak evine döndü. zaman zaman gelip oğlunu
mağarada görüp karnını doyurup gidiyordu. İbrahim (a.s) annesi Nuna babası
Azer'e "Bir oğlan çocuğu doğurdum, oda öldü" dedi ve annesi İbrahim
(a.s)'ı babasından bile gizlemişti.
Evet İbrahim
(a.s) çok zorlu ve kötü bir ortamda, Nemrud gibi bir hükümdarın ülkesinde erkek
çocukların yaşamaları yasaklanmış, kadın erkekler birbirlerinden ayrı
yaşatılmış, putperesliğin, ateşe tapmanın yaygın olduğu bir ülkede gizlilik
içerisinde bir mağarada ancak 15 ay kaldı. Azer; oğlunun, mağarada gizlice
nasıl doğrulduğunu, büyütüldüğünü, öğrenince son derece sevindi. Nemrud, artık
bütün olan bitenleri unutmuştu.
Hz. İbrahim
(a.s) mağarada 15 ay yada daha fazla kalmıştı Fakat o, sair çocuklardan farklı
olarak süratle büyüyordu. O zamana kadar anne ve babasından başka hiç kimseyi
görmemişti.
Bir gün annesine;
-Anneciğim,
benim Rabbim kimdir?
-Benim!
-Peki anne
senin Rabbin kimdir?
-Baban!
-Babamın
Rabbi kimdir?
Bunun üzerine
annesi "sus" dedi ve kocasına gidip: "insanların dinini
değiştireceğimden bahsettiğin çocuk oğlundur" diyerek arada geçen muhavereyi
anlattı. Azer İbrahim (a.s)'ın yanına gidince, ona'da: "Ey babacığım!
Benim Rabbim, kimdir?" diye sordu. Azeri "Nemrud'dur!" dedi.
İbrahim (a.s); "Nemrud'un Rabbi kimdir?" diye sordu. İbrahim (a.s)
bir süre sonra babası tarafından mağaradan çıkarıldı.
Hz.İbrahim (a.s)
yer yüzünde gezip dolaşan hayvanları görünce kendi kendine; " herhalde, şu
yaratıkların bir Rabbi olması gerekir!" dedi. İbrahim (a.s)ın mağarada
çıkışı, güneşin batışından sonra idi. İbrahim (a.s) başını, göklere doğru
kaldırıp baktığı zaman, bir yıldız görmüştü ki, o, müşteri yıldızı idi.
Yüce Allah,
İbrahim (a.s)ın, Yıldızı, Ayı, Güneşi görüşünü ve hakka erişini Kur'an-ı Kerim
şöyle açıklar:
وَكَذلِكَ
نُرى
اِبْرهيمَ
مَلَكُوتَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَلِيَكُونَ
مِنَ الْمُوقِنينَ
() فَلَمَّا
جَنَّ
عَلَيْهِ
الَّيْلُ رَا
كَوْكَبًا
قَالَ هذَا
رَبّى
فَلَمَّا
اَفَلَ قَالَ
لَا اُحِبُّ
الْافِلينَ ()
فَلَمَّا رَاَالْقَمَرَ
بَازِغًا
قَالَ هذَا
رَبّى فَلَمَّا
اَفَلَ قَالَ
لَئِنْ لَمْ
يَهْدِنى
رَبّى
لَاَكُونَنَّ
مِنَ
الْقَوْمِ
الضَّالّينَ ()
فَلَمَّا
رَاَالشَّمْسَ
بَازِغَةً
قَالَ هذَا
رَبّى هذَا
اَكْبَرُ
فَلَمَّا
اَفَلَتْ
قَالَ يَا
قَوْمِ اِنّى
بَرىءٌ
مِمَّا تُشْرِكُونَ
() اِنّى
وَجَّهْتُ
وَجْهِىَ
لِلَّذى
فَطَرَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضَ
حَنيفًا
وَمَا اَنَا
مِنَ
الْمُشْرِكينَ
"Biz
İbrahim’e gerçeği nasıl gösterdiysek, istidlalde bulunması ve kesin ilme
erenlerden olması için, göklerin ve yerin büyük mülkünü de, öylece
gösteriyorduk. İşte o, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş:
Rabb'im
budur? demişti. Yıldız sönüp gidince; Ben, böyle sönüp batanları, sevmem! dedi.
Sonra,
Ay'ı, doğar halde görünce; Rabb'im budur! dedi. Fakat, o da, batıp gidince;
And
olsun ki; eğer, Rabb'im, bana, hidayet etmemiş olsaydı, muhakkak bende Haktan
sapanlar gurubundan olurdum! dedi.
Sonra,
güneşi doğar halde görünce de; "Rabb'im budur! Bu hepsinden daha
büyük!" dedi. O da batınca;
Ey
kavmim! Ben, sizin, Allah'a şerik koşa geldiğinizden kesin olarak uzağımdır.
Hiç
kuşkusuz ben bir muhavvid olarak yüzümü, o gökleri ve yeri yaratmış bulunan
Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilimdir! dedi."[613]
Hz. İbrahim
(a.s)’ın putları kırdığı kati olarak ortaya çıkınca ona gereken cezayı vermek
üzere hapsettiler. Nihayet bütün bu olanlardan Nemrud haberdar oldu. Putlara
tapmayan yeni bir itikat ve din getirmek isteyen bu genci görmek ve konuşmak
arzu etti. Herkesin yanında onu ilzam edip, mahcup etmek istiyordu. Nemrud'un
bu isteği üzerine, Hz. İbrahim hapisten çıkarılarak huzura getirildi. Nemrud,
Hz. İbrahim'e alaylı bir sesle sordu:
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
الَّذى
حَاجَّ
اِبْرهيمَ فى
رَبِّه اَنْ
اتيهُ اللّهُ
الْمُلْكَ اِذْ
قَالَ
اِبْرهيمُ
رَبِّىَ
الَّذى يُحْي
وَيُميتُ
قَالَ اَنَا
اُحْي
وَاُمِيتُ
قَالَ
اِبْرهيمُ
فَاِنَّ
اللّهَ
يَاْتى
بِالشَّمْسِ
مِنَ
الْمَشْرِقِ
فَاْتِ بِهَا
مِنَ الْمَغْرِبِ
فَبُهِتَ
الَّذى
كَفَرَ
وَاللّهُ لَا
يَهْدِى
الْقَوْمَ
الظَّالِمينَ
“Allah kendisine mülk
(hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile
tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim:
Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O
da: Hayat veren ve öldüren benim, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan
getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp
kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.”[614]
Nemrud,
Hz.İbrahim'in bu cevabına:
اَوْ
كَالَّذى
مَرَّ عَلى
قَرْيَةٍ
وَهِىَ خَاوِيَةٌ
عَلى
عُرُوشِهَا
قَالَ اَنّى
يُحْي هذِهِ
اللّهُ
بَعْدَ
مَوْتِهَا
فَاَمَاتَهُ
اللّهُ
مِائَةَ
عَامٍ ثُمَّ
بَعَثَهُ
قَالَ كَمْ
لَبِثْتَ
قَالَ
لَبِثْتُ
يَوْمًا اَوْ
بَعْضَ
يَوْمٍ قَالَ
بَلْ لَبِثْتَ
مِائَةَ
عَامٍ
فَانْظُرْ
اِلى
طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ
لَمْ
يَتَسَنَّهْ
وَانْظُرْ اِلى
حِمَارِكَ
وَلِنَجْعَلَكَ
ايَةً لِلنَّاسِ
وَانْظُرْ
اِلَى
الْعِظَامِ
كَيْفَ
نُنْشِزُهَا
ثُمَّ
نَكْسُوهَا
لَحْمًا فَلَمَّا
تَبَيَّنَ
لَهُ قَالَ
اَعْلَمُ اَنَّ
اللّهَ عَلى
كُلِّ شَىْءٍ
قَديرٌ
“Yahut
görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst
olmuş) bir kasabaya uğradı; "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir
acaba!" dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra
tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. "Bir gün yahut daha az" dedi.
Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz
bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene
ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl
düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince
anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi.”[615]
وَاِذْ
قَالَ
اِبْرهيمُ
رَبِّ اَرِنى
كَيْفَ
تُحْيِ
الْمَوْتى
قَالَ
اَوَلَمْ
تُؤْمِنْ
قَالَ بَلى
وَلكِنْ
لِيَطْمَئِنَّ
قَلْبى قَالَ
فَخُذْ
اَرْبَعَةً
مِنَ
الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ
اِلَيْكَ
ثُمَّ
اجْعَلْ عَلى
كُلِّ جَبَلٍ
مِنْهُنَّ
جُزْءًا
ثُمَّ ادْعُهُنَّ
يَاْتينَكَ
سَعْيًا
وَاعْلَمْ
اَنَّ اللّهَ
عَزيزٌ
حَكيمٌ
“İbrahim
Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona:
Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain
olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş
yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir
parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah
azîzdir, hakîmdir, buyurdu.”[616]
İşte
Hz.İbrahim, Nemrud'un karşısına çıkardığı bu külli(diriltme) ve imate (öldürme)
deliliyle, O'nu tam ilzam etmiş, mebhut ve şaşkın bir vaziyette bırakmıştı.
Biraz evvel
Rububiyet dava eden Nemrud, bu delil karşısında cevap vermekten aciz kalmış;
kavmi önünde rezil olarak, aczinin ve cahilliğinin derecesi ortaya çıkmıştı.
O, eğer ihya
ve imateyi hakikatıyla anlayıp Allah'ın hidayetini reddetmek sureti ile nefsine
ve Allah'ın hukukuna zulmetmeyip hakka teslim olsaydı, elbette bu derece zillet
ve mağlubiyete düşmezdi. Zaten zalimlerin sonu hep perişanlık değil midir?
Nemrud bu
mağlubiyeti bir türlü hazmedememiş, adeta hırsından duramaz, kabına sığamaz
olmuştu. Nihayet Hz.İbrahim'i öldürmeye karar
verdi.
Onu öyle bir
şekilde öldürmeliydi ki, dillere destan olsun. Zira İbrahim, bütün kavim
putlarıyla alay etmiş, kendisini de halkının gözü önünde rezil etmişti. Kendisine
sadık adamlarıyla istişareye başladı.
فَمَا
كَانَ
جَوَابَ
قَوْمِهِ
اِلاَّ اَنْ قَالُوا
اقْتُلُوهُ
اَوْ
حَرِّقُوهُ
فَاَنْجَيهُ
اللهُ مِنَ
النَّارِ
اِنَّ فِى ذَلِكَ
لاَيَاتٍ
لِقَوْمٍ
يُؤْمِنُونَ
“Kavminin
(İbrahim'e) cevabı ise: "Onu öldürün yahut yakın!" demelerinden
ibaret oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. Doğrusu bunda, iman eden bir kavim
için ibretler vardır.”[617]
Bunun içinde
tamamen doldurulduktan sonra, ateşlenerek Hz.İbrahim de tam ateşin ortasına
atılacaktı. Böylece putlara karşı gelmenin ne demek olduğunu, hem İbrahim'e,
hem de ona bağlı olanlara gösterilecekti. Kimse de bundan böyle olur-olmaz yeni
bir itikat veya din ortaya çıkaramayacaktı.
Bu fikrin
ittifakla kabul edilmesinden sonra, binanın yapılmasına başlandı. Rivayete
göre, yapılan bu bina 30 arşın yüksekliğinde ve 20 arşın enindeydi. İnşaat
tamamlandıktan sonra içi odunlarla doldurularak ateşe verildi.
Yakılan
ateşin manzarası korkunçtu. Değil İbrahim'i içine atabilmek, yanına yaklaşmak
bile imkansızdı. Nihayet bir mancınık kurdular. Hz.İbrahim'i mancınığa koyarak
ateşin içine attırmaya hazırlandılar.
Bu sırada
bütün mahlukat, dağlar, taşlar, bütün melekler Cenabı Hakka yalvarıyorlar, ahu
figan ediyorlardı.
-“Ey
Rabbimiz, bu kavim içinde seni bilen tanıyan, sana ibadet eden yalnız İbrahim
(a.s) vardı. Şimdi O'nu ateşte yakıyorlar. İzin ver de şu asi kavmi, yerle bir
edip İbrahim'i kurtaralım. O'na yardım edelim."
Cenab'ı Hak,
onlara "O'nun durumunu ben daha iyi bilirim.O eğer sizden yardım isterse,
O'na yardım eğer yalnız bana tevekkül eder, benden yardım isterse O'na yardımı
ben edeceğim siz O'nun işini bana bırakınız."diye karşılık verdi.
“Hz İbrahim
ateşe atılırken, o zamana kadar ki mütevekkil edasıyla duaya başladı: “Hasbuallahu
ve ni'me'l -vekil: Bana Allah'ın nusret ve yardımı kafidir. O, ne güzel
vekildir."dedi
Nihayet
mancınık fırladı.Ve İbrahim (a.s) tam ateşin ortasına düştü. Fakat o anda
Cenab'ı Hakkın emri de imdada yetişmişti:
قُلْنَا
يَانَارُ كُونِى
بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى
اِبْرَهِيمَ
"Ey
ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" dedik.”[618]
Bu emir
üzerine ateş Hz.İbrahim'i yakmadı. O'nun için selametli bir hal aldı.
Hz.İbrahim
ateşin içinde yedi gün kalmıştır. Bir rivayete göre O, ateşin için deki
hayatına işaret ederek:
"Dünyada
en çok lezzet aldığım vakitler, ateşin içinde kaldığım yedi gündür" demiştir.
Hz. İbrahim
ve ona inananlar kavmi tarafından büyük işkencelere maruz kalmışlardı. Bu
vaziyet artık safhaya geldiği için mu'minlerle birlikte, ibadetlerini daha
rahat bir şekilde yapabileceği, dininin vecibelerini tam huzur içinde yerine
getirebileceği bir yere gitmesi, bu müşrik kavmin oturduğu beldeden hicret
etmesi kendisine Cenb-ı Hak tarafından vahiy edilmişti.
Hz. İbrahim
bu hususu kavmine şöyle bildirdi:
"Ben
Rabb'imin bana emr ettiği mahalle gideceğim. Umarım ki Rabb'im, beni dini ve
dünyevi maksatlarımın hasıl olacağı bir memlekete ulaştırır."[619]
Cenab-ı Hak,
Hz. İbrahim'e Şam tarafına gitmelerini vahyetmişti. Hz. İbrahim hicretten evvel
amcasının kızı Sare ile de evlenmişti. Böylece Hz. İbrahim: eşi Sare, kardeşi
oğlu Lut ve az sayıdaki mü'minler gurubu ile birlikte yola çıktı. Hz. İbrahim
ve kendisine inanan mu'minler, nihayet Şam'a gelip burada Harran şehrinde
yerleştiler. Lut (a.s) bir süre sonra İbrahim (a.s)'ın yanından ayrılıp Sedam
beldesine gitti ve bir müddet sonra da kendisine peygamberlik geldi. Hz.
İbrahim ile eşi Sare de Harranda uzun süre kaldıktan sonra Mısıra gitmeye karar
verdiler.
Mısır'a
Göç
O sırada
Mısır'da Firavunlar hüküm sürmekte idi. Zamanın Firavunu ise; Cebbar, zalim
mütegalip bir kimse idi. İbrahim (a.s) şehre girince, O'nun gelişini hemen
Firavuna haber verdiler. Yanında çok güzel bir kadın olduğu söylendi. Sare
validemiz, hakikaten iffet timsali güzel bir kadındı. Bunun üzerine Firavun,
Hz. İbrahim'e haber göndererek, yanındaki kadının kim olduğunu sordurdu. Hz.
İbrahim ise, Firavun'un adamlarına "kardeşimdir" diye cevap verdi.
Sonra da Sare'nin yanına gelerek hadiseyi anlattı. "Sakın sözümü tekzip
etme! Ben bunlara, senin için kardeşimdir dedim. Allah'a yemin ederim ki, bizim
iman ettiğimiz esaslara, buralarda benden ve senden başka iman eden hiç kimse
yoktur. Onun için biz, din kardeşi de sayılırız" dedi.
Bundan sonra
Firavunun adamları, Sareyi alarak saraya götürdüler. Saraya varınca, hükümdar,
Sareyi ayakta karşıladı. Biraz sonra ona yaklaşmak istedi. Hz. Sare izin
isteyerek abdest aldı ve namaza durdu. Namazın sonunda şu şekilde dua etti:
-"Ya
Rabbi! Ben sana ve senin peygamberine samimi olarak iman ettimse, ben kadınlığımı
zevcimden başkasına karşı muhafaza ettimse, benim üzerime şu kafiri musallat
kılma."
Bu samimi ve
halis dua üzerine, hükümdarın nefesi kısıldı. Hırlamaya ve ayağıyla yere vurup
debelenmeye başladı. Bu hali gören Sare şöyle düşündü:
-"Allah'ım
bu adam (kafir) böyle ölürse, bunu bu kadın öldürdü derler."
Bu endişe
üzerine, hükümdar, bu halinden kurtuldu. Sare'ye ikinci defa yaklaşmaya
kalkıştı. Sare, yine namaza durdu. Yüce Allah'a yine aynı şekilde dua etti.
Hükümdar tine aynı hale geldi. Sare yine onun ölümünden sorumlu olma endişesine
kapıldı. Ve tekrar hükümdar eski haline döndü. Hükümdar artık bu hale düşmesini
Hz. Sare'nin sebep olduğunu anlamıştı. Hemen saraydaki hizmetçilerini çağırarak
hiddetle;
-"Siz
bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz. Bu kadını İbrahim'e iade
ediniz" dedi. Geri gönderirken, kendi hizmetçilerinden "Hacer"
isminde bir kadını da hibe etti. Firavun, bu hibeyi korkusundan etmişti.
Böylelikle Sare'den emin olmak istiyordu. Sare kendisine hibe edilen Hacer'i de
alarak Hz. İbrahim'in yanına geldi. Başından geçenleri teker teker anlattı; en
sonunda şöyle dedi: "Allah kafiri zelil etti. Bir cariyeyi de bize
hizmetçi verdi." Bundan sonra Hacer de onlara hizmet ederek beraber
yaşamaya başladı. Mısırda Firavunda huzur bulamayan Hz. İbrahim oradan ayrıldı.
Hz.
İbrahim’in zevcesi Saren'in çocuğu olmuyordu. Üstelik ikisinin de yaşları
ihtiyarlığa doğru yavaş yavaş ilerlemekte idi. Evlattan mahrum yaşamanın
ızdırabını çekiyorlar ve Cenab-ı hak'tan devamlı bir çocuk ihsan etmesini niyaz
ediyorlardı. Bilhassa İbrahim (a.s) kendine halef olacak hayırlı bir evlat
sahibi olmak hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Sonunda Sare, İbrahim (a.s),
hizmetkarı Hacer'le evlenmesine izin verdi. Belki bu evlilikten bir çocuk
doğabilirdi.
Çünkü Hacer
henüz çok geçti. İbrahim (a.s), hanımının bu izni üzerine Hacer'le evlendi.
İbrahim (a.s)'a cenabı hak, İsmail’i ihsan etti.
Mekke'ye
Hicret
İbn-i Abbâs radiya'llâhu
anhumâ'dan şöyle rivâyet olunmuştur:
Kadınların uzun etekli libâs
kullanmaları İsmâil'in anası (Hâcer) tarafından konulmuş bir âdettir. Hâcer,
(kıskanç ortağı) Sâre'den izini gizlemek için uzun eteklik giymişti. İbrâhim
Hâcer'le evlenip İsmâil doğduktan sonra emzirmekte olduğu bu oğluyle berâber
(Sâre'nin taarruzundan korunmak için Şam'dan çıkıp Mekke'ye) geldi. Nihâyet
Hâcer'le İsmâil'i Mescid-i Harâm'ın (bugün bulunduğu) yerin, ve Mescidin yüksek
bir mahallindeki Zemzem kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına bıraktı.
O târihte Mekke'den hiç bir kimse yoktu. Hattâ içecek su da yoktu. İşte İbrâhîm
bu ana ve oğulu buraya bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu (meşin) bir dağarcık,
içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrâhîm kendi (Şam'a) gitmek üzere döndü.
İsmâîl'in anası Hâcer de peşi sıra onu ta'kîb etti de:
- Ey İbrâhîm, bizi bu vâdîde
bırakıp da nereye gidiyorsun? Öyle bir vâdî ki, ne görüp görüşecek var, ne
başka bir hayat eseri var. (Vahşet-âbâd yer) dedi. Hâcer bu sözlerini tekrâr
ettiyse de İbrâhîm ona dönüp bakmadı. Nihâyet Hâcer ona:
- (Bizi burada bırakmağı)
Allah mı sana emretti? diye sordu. İbrâhîm:
- Evet, Allah emretti! diye
cevap verdi. Bunun üzerine Hâcer:
- Öyle ise (Allah bize
yetişir), O bizi korur, bırakmaz! dedi. Sonra (Kâ'be'nin yerine) döndü. İbrâhîm
de ayrılıp gitti. Tâ Mekke'nin üstündeki "Seniyye" mevkiinde
görülmiyecek bir yerde bulununca, yüzünü Kâ'be'ye döndürdü. Sonra ellerini
kaldırarak şu kelimelerle duâ etti de:
- Rabbım! Zürriyetimden bir
kısmını (İsmâil ile onun soyunu) ekin bitmez bir vâdîde Sen'in, taarruzu harâm
olan, Beyt'inin yanında iskân ettim. Nâstan bir kısım kimseleri, (namaz kılmak
için) zürriyetimin bulunduğu bu yere doğru meylettirip heveslendir! Ve onları
her nevi' meyvalardan merzûk et!. Gerektir ki, Sana şükredeler! dedi.
Artık İsmâil'in anası, oğlu
İsmâil'i emziriyor ve (kendisi) kırbadaki sudan içiyordu. Nihâyet kırbadaki su
bitince hem Hâcer, hem de çocuğu susadı. Hâcer çocuğun susuzluktan toprak
üstünde sızlanarak yuvarlandığına bakmağa başladı. Fakat çocuğun bu elîm hâline
bakmaktan fenâlaşarak onun yanından kalkıp biraz öteye gitti. Ve o mıntakada
Kâ'be'ye en yakın dağ olarak Safâ tepesini buldu. Ve bunun üstüne çıktı. Sonra
vâdîye karşı durup bir kimse görebilir miyim? diye bakmağa başladı. Fakat
hiçbir kimse göremiyordu. Bu def'a Safâ tepesinden indi. Vâdîye varınca
(ayağına dokunmamak için) entârisinin eteğini topladı. Sonra müşkül bir işle
karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdîyi geçti. Sonra Merve mevkiine
geldi. Orada da biraz durdu. Ve bir kimse görebilir miyim? diye baktı. Fakat
hiçbir kimse göremedi. Hâcer bu sûretle (Safâ ile Merve arasında) yedi def'a
gitti, geldi. Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem: bunun için nâs (hacılar) Safâ
ile Merve arasında sa'yederler, buyurmuştur. Son def'a Merve üzerine çıktığında
bir ses işitti. Ve kendisi nefsine hitâb ederek: sus, iyice dinle! dedi. Sonra
dikkatle dinledi. Bu sesi evvelki gibi bir daha işitti. Bunun üzerine Hâcer: ey
ses sâhibi, sesini duyurdun!. Eğer sen bize yardım etmek kudretine mâlik isen,
bize yardım et! dedi. Ve böyle der demez hemen Zemzem kuyusunun yerinde bir
melek (Cibrîl) göründü. O Melek ayağının topuğiyle, yâhut kanadiyle yeri
kazıyordu. Nihâyet su göründü. (Su başka tarafa akmasın diye) Hâcer hemen suyu
büyedi, havuz gibi yaptı. Hâcer hem eliyle öyle yapıyordu. Bir taraftan da
kırbasını doldurmağa devam ediyordu. Su ise avuç avuç alındıktan sonra yerinde
kaynıyordu.
Nebî salla'llâhu aleyhi ve
sellem: "Allah İsmâil'in anası Hâcer'e rahmet etsin! O, Zemzem'i kendi
hâline bıraksaydı da suyu avuçlamasaydı, muhakkak Zemzem akar bir ırmak
olurdu" buyurmuştur. (İbn-i Abbâs rivâyetine devamla) demiştir ki: Hâcer
bu sudan içti. Çocuğuna (süt olup) emzirdi. Melek Hâcer'e dedi ki:
- Zayi' ve helâk oluruz diye
sakın korkmayınız! İşte şurası Beytullâh (ın yeri) dir. O Beyt'i şu çocukla
babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allah, o işin ehlini zâyi' etmez. Beyt-i
Harâm'ın mahalli tepe gibi olup yerden yüksekçe idi: uzun zaman seller sağını
solunu kazıp götürmüştü.
Hâcer bu sûretle yaşarken
günün birinde Cürhüm'den bir cemâat uğradı. Bunlar Kedâ yoliyle gelip Mekke'nin
alt tarafına indiler. Cürhümîler oraya bir kuşun gelip gittiğini görmüşlerdi
de:
- Hiç şüphesiz şu kuş bir
suyun başında döner dolaşır. Halbuki biz de bu vâdîde su bulunmadığını
biliyorduk! demişlerdi ve anlamak için çevik bir, yâhut iki kişi göndermişler.
Onlar orada su bulunduğunu anlayınca dönüp gelmişler, su olduğunu haber
vermişler. Bunun üzerine Cürhümîler Mekke mevkiine gelmişlerdir. İbn-i Abbâs
(rivâyetine devamla) demiştir ki:
- Cürhümîler geldiğinde,
İsmâil'in anası da su başında idi. Cürhümîler ona:
- Bizim de gelip şuraya
senin civârına inmemize müsâade eder misiniz? dediler. Hâcer de:
- Evet, inebilirsiniz. (Bu
sudan da kullanabilirsiniz). Şu kadar ki, bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz.
(Onun mülkiyet hakkı bana âittir) dedi.
- Onlar da Hâcer'i tasdîk ettiler.
Ünsiyete muhtaç olduğu bir sırada Cürhümîlerin bu gelişi Hâcer'in arzusuna
muvâfık oldu. Cürhümîler, Mekke civârına inip kondular. Sonra Cürhümîlerin asıl
kalabalık kısmına da haber gönderdiler. Onlar da gelip kondular. (Ev, bark
yaptılar). Nihâyet Mekke'nin bulunduğu yer medenî bir ma'mûre hâline gelmeğe
başlamıştı. Hâcer'in oğlu İsmâil yiğitlik ve gençlik çağına girmişti.
Cürhümîlerden arapça öğrenmişti. Artık İsmâil gençlik çağında Cürhümîler
arasında en sevimli bir sîmâ olmuştu. Onun necâbeti, hüsn-ü ânı Cürhümîleri
hayret içinde bırakmıştı. Bu cihetle İsmâil bülûğ devresine erişince Cürhümîler
kendilerinden bir kızla evlendirdiler. Hayâtın bu mes'ûd safhası devâm ederken
günün birinde İsmâil'in anası öldü. (Hâcer doksan yaşına girmişti. Hicr'e defnolundu.)
İsmâil evlendikten sonra İbrâhîm (bırakıp gittiği oğlunu ve kadınını) arayarak
görmeğe geldi. İsmâil (o sıra) evde yoktu. İsmâil'in karısına sordu. O da:
rızkımızı tedârik etmek üzere çıktı, gitti diye cevap verdi. Sonra İbrâhîm:
maîşetiniz, hâl-ü şânınız nasıldır? diye sordu. İsmâil'in haremi: şiddetli
darlık içindeyiz. Gâyet fenâ bir haldeyiz! diye şikâyet etti. İbrâhîm: Kocan
geldiğinde benden selâm söyle. Ve ona söyle: kapısının eşiğinin basamağını
değiştirsin!. İsmâil geldiğinde babasının gelip gittiğini (evin içinde duyduğu
güzel bir koku gibi bazı emârelerden) anlar gibi oldu da karısına:
- Evimize gelen oldu mu?
diye sordu. O da:
- Evet, şöyle şöyle şekilde
yaşlı bir kişi geldi. Bana seni sordu. Cevap verdim. Maîşetimizi sordu. Ben de şiddetli
darlık içinde bulunduğumuzu söyledim! dedi. Bunun üzerine İsmâil:
- Sana bir şey vasıyyet ve
bir söz tevdî etti mi? diye sordu. O da:
- Evet bana, sana selâm
söylememi ve kapının basamağını değiştir! dememi tembih etti, dedi. Sonra
İsmâil haremine:
-O gelen ihtiyar babamdır.
Bana senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen âilenizin evine gidebilirsin!
dedi. Ve ondan ayrılarak Cürhümîlerden başka bir kadınla evlendi.
İbrâhîm, Allâh'ın dilediği
bir müddet uzaklaştı da sonra geldi. Yine evde İsmâil'i bulamadı, İsmâil'in
karısının yanına girdi. Ona da İsmâil'i sordu. O da maîşetimizi tedârik etmeğe
gitti, dedi. İbrâhîm: nasılsınız, maîşetiniz, hâl-ü şânınız iyi midir? diye
sordu. İsmâil'in karısı: biz hayır, saâdet ve bolluk içindeyiz! diye Allâh'a hamd-ü
senâ etti. İbrâhîm: ne yeyip, ne içiyorsunuz! diye sordu. Kadın: et yiyoruz, su
içiyoruz, dedi. İbrâhîm Peygamber:
-Yâ Rab! Bunların etlerini
ve sularını mübârek kıl, yümn-ü bereket ihsân eyle! diye duâ etti. Resûlullâh
salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki: İbrâhîm zamânında Mekke civârında
hubûbat müteâref değildi. Av etiyle teğaddî edilirdi. Eğer o târihlerde ve
oralarda hubûbat ma'lûm olsaydı, İbrâhîm hubûbat hakkında duâ ederdi.. İbn-i
Abbâs der ki: İbrâhîm'in bu duâsı berekâtiyledir ki, et ile su Mekke'den başka
yerlerde (o sıcak muhitte) Mekke'deki kadar hiç bir kimsenin sıhhatine muvâfık
düşmez. Yine İbn-i Abbâs (rivâyetine devamla) der ki: İbrâhîm Peygamber
gelinine:
- Kocan geldiğinde ona selâm
söyle! Ve ona kapısının eşiğini güzel tutsun! diye emreyle! demiştir. (Sonra
İbrâhîm Şam'a dönmüştür.) İsmâil geldiğinde: evimize gelen oldu mu? diye sordu.
Karısı: evet, güzel yüzlü bir ihtiyar geldi, diye İbrâhîm'i medh-ü senâ etti.
Sonra kadın: seni sordu ben de rızkımızı tedârik etmeye gitti, dedim. Geçiminiz
nasıldır? dedi. Ben de hayır ve saâdet içindeyiz! dedim. Sonra İsmâil: sana bir
şey vasıyyet etti mi? diye sordu. O da: evet, o muhterem ihtiyar sana selâm
söyledi. Ve kapının eşiğini iyi tutmanı emreyledi, dedi. Bunun üzerine İsmâil
haremine:
- İşte o babamdır! Sen de
evimizin (şerefli) eşiğisin! Babam bana seni hoş tutmamı, iyi geçinmemi
emretmiştir, dedi. Sonra İbrâhîm yine bir müddet daha oğlundan ve âilesinden
uzakta yaşadı. Ondan sonra Mekke'ye geldi. O sırada İsmâil Zemzem kuyusunun
yakınında büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekte idi. İsmâil
babasını görünce hemen kalkıp babasına karşı vardı. (Uzun zaman mütehassir
olan) bir babanın oğluna, bir oğulun da babasına karşı mu'tâd olan sarılmalar
ve el, yüz, göz öpmelerde bulundular. Sonra İbrâhîm oğluna:
- Ey İsmâil! Allâhu Teâlâ
bana muazzam bir iş emretti! dedi. İsmâil de:
- Babacığım! Rabb'ın ne
emrettiyse o emri yerine getir! dedi. İbrâhîm: fakat bu işte sen bana yardım
edeceksin! dedi. İsmâil: babacığım, ben sana her veçhile yardım ederim! dedi.
İbrâhîm:
- Allâhu Teâlâ burada bir
beyt yapmamı emretti! diye etrâfından yüksekçe bir tepeye işâret eyledi. İbn-i
Abbâs (rivâyetine devamla) der ki: İbrâhîm'le İsmâil işte orada Kâ'be'nin
esâsını kurup duvarlarını yükselttiler. İsmâil taş getirirdi. İbrâhîm de binâ
ederdi. Nihâyet Beyt'in binâsı ilerleyip duvarları yükseldiğinde İsmâil (bugün
ziyâret edilen) ma'lûm taşı getirdi. İbrâhîm de onu ayağının altına (iskele
olarak) koydu. Üzerinde inşaata devâm eyledi. İbrâhîm yapar, İsmâil de taş
sunardı. İnşaat tamâm olduktan sonra baba, oğul: “Ey Rabbimiz! Bizden duamızı
kabul buyur. Çünkü Sen işiten ve bilensin” diye duâ etmişlerdir."[620]
Hz. İbrahim
(a.s), İsmail'i oğlu Mekke'de bıraktı, fakat onu hiç aklından çıkarmadı,
unutmadı. Zaman zaman ziyaret etti. Bu ziyaretlerin birinde İbrahim; rüyasında
Allah'ın kendisine, oğlu İsmail'i kurban etmesini emrettiğini gördü. Bu rüyayı
zilhicce ayının sekizinde, sonra dokuzunda (arefe günü)ve onuncu günü(kurban
bayramının birinci günü) ve tekrar tekrar görünce artık bunun rahmani bir emir
olduğunu anladı.
Cenab'ı Hak,
Hz.İbrahim'i çok ağır bir imtihana tabi tutuyordu. Çok sevdiği bir tane oğlunu
kurban etmek, elbette tahammül edilecek bir teklif değildi. Hz. İbrahim bir
yandan bu emri nasıl yerine getireceğini düşünüyor. Diğer taraftan da oğlu
İsmail'in meseleyi öğrenince tavrının ne olacağını merak ediyordu. Nihayet o
gün oğlu İsmail'e ip ve bıçak almasını beraberce odun getirmek için dağa
çıkacaklarını söyledi. Yine adetleri üzere ip, balta ve bıçak alarak yola
koyuldular. Mina mevkiine gelince, Hz. İbrahim rüyayı oğluna anlatmaya başladı.
Kur'an bize
bu hadiseyi şöyle bildirir:
وَقَالَ
اِنّى
ذَاهِبٌ اِلى
رَبّى
سَيَهْدينِ ()
رَبِّ هَبْ لى
مِنَ
الصَّالِحينَ
()
فَبَشَّرْنَاهُ
بِغُلَامٍ
حَليمٍ () فَلَمَّا
بَلَغَ
مَعَهُ
السَّعْىَ
قَالَ يَا بُنَىَّ
اِنّى اَرى
فِى
الْمَنَامِ اَنّى
اَذْبَحُكَ
فَانْظُرْ
مَاذَا تَرى
قَالَ يَا
اَبَتِ
افْعَلْ مَا
تُؤْمَرُ
سَتَجِدُنى
اِنْ شَاءَ
اللّهُ مِنَ
الصَّابِرينَ
() فَلَمَّا اَسْلَمَا
وَتَلَّهُ
لِلْجَبينِ ()
وَنَادَيْنَاهُ
اَنْ يَا
اِبْرهيمُ ()
قَدْ
صَدَّقْتَ الرُّءْيَا
اِنَّا
كَذلِكَ
نَجْزِى
الْمُحْسِنينَ
() اِنَّ هذَا
لَهُوَ
الْبَلؤُا
الْمُبينُ ()
وَفَدَيْنَاهُ
بِذِبْحٍ
عَظيمٍ () وَتَرَكْنَا
عَلَيْهِ فِى
الْاخِرينَ ()
سَلَامٌ عَلى
اِبْرهيمَ ()
كَذلِكَ
نَجْزِى
الْمُحْسِنينَ
() اِنَّهُ
مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُؤْمِنينَ
()
وَبَشَّرْنَاهُ
بِاِسْحقَ
نَبِيًّا مِنَ
الصَّالِحينَ
-Hz.
İbrahim şöyle dedi: "Ben Rabb'ime (emrettiğim yere) gidiyorum. O bana
yolumu gösterir.
Ey
Rabb'im! Bana salihlerden bir çocuk ihsan et." Bizde ona uyusal bir oğul
müjdeledik. Ne vakit ki yanımda koşma çağına erdi. İsmail'e şöyle dedi:
"Yavrum! Ben rüyamda görüyorum ki, seni kurban ediyorum, artık bak ne
düşünüyorsun?" İsmail ona; "Babacığım! Sana emrediliyorsa yap.
İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın."
Vakta
ki bu suretle ikisi de Allah'ın emrine teslim oldular. İbrahim, çocuğu şakağı
üzere yıktı. Biz de ona şöyle seslendik; "Ey İbrahim! gerçekten rüyanda
sadakat gösterdin. Şüphe yok ki biz, güzel amel işleyenleri işte böyle
mükafatlandırırız."
"Muhakkak
ki bu, açık bir imtihandı. (ismail'e karşılık) ona büyük bir fitne verdik. Yine
ona sonradan gelenler için de iyi bir yat (ün) bıraktık.
İbrahim'e
bizden selam olsun. Güzel amel işleyenleri biz böylece mükafatlandırırız. Çünkü
o mu'min kullarımızdandı. Bir de ona Salihlerden bir peygamber olmak üzere
İshak'ı müjdeledik."[621]
Hz. İbrahim
(a.s) İsmail (as) kurban etmeye götürürken, yolda mel'un şeytan önüne çıkmış;
Hz.İbrahim'e vesvese vermeye çalışmıştı. Babalık şefkatini tahrik ederek,
rüyanın rahmani olmadığını kabul ettirmeye uğraşmıştı. Fakat Hz. İbrahim, O
mel'una zerre kadar iltifat etmedi.
Bu sefer
şeytan önüne İsmail (a.s)'a musallat olmaya başladı. Babasının yanlış
anladığını, aslında Cenab-ı Hakkın böyle bir şey emretmediğin,hem arkasında
kalacak olan zavallı annesinin ağlaya ağlaya ne hale gelecek olduğunu hatırına
getirip ona vesveseler vermeğe çalıştı. Hz.İsmail de babası gibi, iblis'in bu
desiselerine zerre kadar kanmadı. Üstelik mel'unu kovdu ve arkasından yedi taş
attı. (Hacıların yapmakta olduğu şeytan taşlama işi, bir nevi bu hadisenin
hatırlanması ve yeniden yaşanmasıdır.)
Bundan sonra
Hz.İbrahim, oğlunu sağ yanı üzere yatırarak Allah'ın emrini yerine getirmeğe
hazırladı. Bu hadise, Mina 'da gerçekleşti. Hz.İbrahim, oğlunu yatırıp bıçağı
birkaç kere çaldı ise de, bıçak kesmedi. Bunun üzerine İsmail, babasına
kendisini yüzüstü yatırıp, yüzünü görmemesini istedi. Çünkü O, babasının kendi
yüzünü gördüğü için kesemediğini zannediyordu. Hz. İbrahim'de öyle yaptı. Fakat
bıçak yine kesmedi. Çünkü Cenab'ı Hak, bıçağı Hz. İsmail’i kesmemesini
emretmişti. Ateşe İbrahim (a.s)'ı yakmamasını emrettiği gibi aslında Cenab-ı
Hakkın bu işten hikmeti, Hz.İsmail'in kesilmesi değildi. Bununla baba oğlunun
Allah'a bağlılıklarını sadakat ve sabırlarını meleklerine ve istikbalde gelecek
bütün insanlığa göstermek; insanoğlunun yeryüzüne halife kılınma liyakatinde
olduğunu, bütün mahlukatına ispat etmek istiyordu.
Bu hadisin
beyanına göre "musibet ve imtihanların en büyüğüne Peygamberler
maruzdurlar. Sonra dindeki salabet derecesine göre, sıra ile sair insanlar
gelir."
Hz.İbrahim'le
İsmail'in bu büyük imtihanı kazanmaları üzerine, Cenab-ı Hak onlara şöyle hitap
etti.
"Ey
İbrahim! Sen muhakkak rüyayı tasdik ve rüyanın icabını yapmaya teşebbüs etmekle
de emrimize imtisal ettin. Ve bizim rızamızı tahsil için gözümüzün nuru olan
oğlunu kurban etmeye razı oldun.
Biz, seni
Haliliyet (dostluk) mertebesinde, sabit bulduk. Bu aslında çok mühim bir
imtihan idi. Sizi emrimizi ihlasla ifa eder görünce, biz de sana şu koçu ihsan
ettik ve oğlunu kesilmekten kurtardık."
Hz.İbrahim (a.s)
bu nidayı işitince etrafına baktı. Gördü ki, semadan gözleri sürmeli, boynuzlu
bir koçla Cebrail (a.s) geliyordu. Cebrail (a.s) İbrahim'e hitaben:" Şu
koç kırk senedir cennette beslenirdi. Şimdi oğluna fedadır." dedi. Bu söz
üzerine İbrahim (a.s) koçu kurban etmiş ve Cenab-ı Hakka hamdü senada
bulunmuştur.
Neticede
Cenab-ı Hakkın bu hikmeti tahakkuk etmişti. Baba ve oğul hiç tereddüt etmeden
ilahi emre boyun eğerek bu müthiş imtihanı kazandılar.
Hz. Lut (a.s)
Hz. İbrahim'in kardeşi Harran'ın oğludur ve İbrahim (a.s)'a ilk tabi
olanlardandır. Hz. İbrahim'in kavmi yapılan dini tebligatı dinlemeyip Hz.
İbrahim'de bunun üzerine kendine inanları, zevcesi Hz. Sare'yi ve Lut (a.s)'ı
da alarak hicret ettiler. Hz. İbrahim geldikleri Harran da kaldı. Lut (a.s) ise
Sedom bölgesine gitti ve bu kavme peygamber olarak gönderildi.
Sedomlular
çok ahlaksız ve edepsiz bir kavimdir. Yeryüzünde o zamana kadar hiç bir
milletin işlemediği bir fiili işlemeye mübtela idiler. Bunlar kadınlar yerine,
erkeklere karşı şehvet duyarlardı. Hatta bu hususta o kadar ileri gitmişlerdi
ki, artık aşikare işledikleri bu fiilleriyle iftihar ediyorlardı. Yol kenarında
otururlar, gelip geçen erkek yolculara taş atarlar ve onlarla alay ederlerdi.
Taş kime isabet ederse, taşı atan o yolcuya musallat olurdu.
Aslında
onların bu fiilleri; insan fıtratına zıttı. Çünkü şehvet duygusu insan neslinin
ve bekasının temini için erkekle kadın arasındaki zevciyet muamelesinin cüz'i
bir ücretidir. Kadın erkek birbirlerine eşlik etmek için var edilmişlerdir. Bu
iki cinsin ruhi ve fiziki yapısı, hiçbir tesadüfe yer vermeyecek şekilde
birbirlerine muhtaç şekilde yaratılmıştır. Çünkü insan neslinin devamı bu eşlik
ve beraberliğe bağlıdır. Bundan dolayıdır ki birbirlerine karşı fıtri meyilleri
vardır. Cenab-ı Hak bu fıtri meyile binaen kadın-erkek arasında
"Nikahı" helal kılmıştır.
Hz. Lut (a.s)
Sedomlulara peygamber olarak gönderildi. Ve onları Hakk'a doğru yola davet etmeye başladı.
"Ey
kavmim! Ben size gönderilen emin bir peygamberim. Sizler Allah'tan korkun ve
bana itaat edin. Nefsinizi günahlardan koruyun."[622]
Hz.Lut (a.s)
peygamberliğini böylece ilan ettikten sonra kavimini yaptıkları işten nefret
ettirmek için nasihatlere başladı. Şöyle diyordu:
وَلُوطًا
اِذْ قَالَ
لِقَوْمِه
اَتَاْتُونَ
الْفَاحِشَةَ
مَا
سَبَقَكُمْ
بِهَا مِنْ
اَحَدٍ مِنَ
الْعَالَمينَ
() اِنَّكُمْ
لَتَاْتُونَ
الرِّجَالَ
شَهْوَةً
مِنْ دُونِ النِّسَاءِ
بَلْ
اَنْتُمْ
قَوْمٌ
مُسْرِفُونَ
"Ey
kavmim! Sizler daha önce hiç bir kavmin
işlemediği büyük bir günahı ve çirkin bir fiili işliyorsunuz? Siz bu işi
utanmadan ve iğrenmeden nasıl yapıyorsunuz? Buna nasıl cüret ediyorsunuz?
Aklınız ve hissiniz; kadınları bırakıp erkeklerle şehvet duygunuzu tatmin
etmeye nasıl tenezzül ediyor? Bu en büyük bir ayıp değilmi? Siz bu halinizle ne
kadar haddi aşan bir kavimsiniz ve ne kadar cahilsiniz ki, hem nefsinize, hem
de başkalarına zulmediyorsunuz?"[623]
Hz. Lut bu ve
buna benzer sözlerle kavmini irşada çağırıyordu. Fakat Lut kavmi, bir türlü
Hakka ve istikamete yanaşmıyor; bu çirkin adetten bir türlü vazgeçmiyorlardı.
Bunun üzerine Hz. Lut söz dinlemeyen kavmini azb-ı ilahi ile korkutmaya
başladı.
"Ey
kavmim! Haliniz böyle devam ederse helak olursunuz. Ben size dünya ve ahiret
menfeatinizi gösteriyorum. Sakın benim bu tebliğ vazifesini herhangi bir maddi
menfeat sizden hiçbir ücret istemem, benim ücretim ancak Allah'a aittir.”[624]
Lut kavmi Hz.
Lut'un bu ikazlarına kızarak onun hakkında ne yapacaklarını konuşmak için bir
araya gelip çareler düşündüler, sonunda şu karar vardılar:
"Lut'u
ve O'na iman edenleri bu beldeden çıkaralım. Bunlar bizim yaptıklarımızı
beğenmeyip, Temizlik ve namusluk davasında bulunuyorlar. Öyle ise bizimle
beraber oturmasınlar. Buradan çıkıp gitsinler. Artık onlarla bir arada
geçinemeyiz."[625]
Sevmedikleri
kimseleri memleketlerinden kovmak bu kavmin eskiden beri yapa geldikleri bir
adettir. Hz. Lut'uda bu muameleye tabi tutmaya karar vermişlerdi.
Hz. Lut'u
memleketlerinden çıkaracaklarını söyledikten sonra şunu ilave ettiler:
اَئِنَّكُمْ
لَتَاْتُونَ
الرِّجَالَ
وَتَقْطَعُونَ
السَّبيلَ
وَتَاْتُونَ
فى نَاديكُمُ
الْمُنْكَرَ
فَمَا كَانَ
جَوَابَ قَوْمِه
اِلَّا اَنْ
قَالُوا
ائْتِنَا
بِعَذَابِ
اللّهِ اِنْ
كُنْتَ مِنَ
الصَّادِقينَ
"Ya
Lut! Eğer sen doğru sözlü isen, bize Allah'ın azabını getir de görelim. Biz
senin sözüne inanmıyoruz. Vadettiği azabı getir de görelim."[626]
Bu
sözleriyle, kavmini Lut (a.s)'a artık kesinlikle inanmayacaklardı. Tam bir
kanaat gelmiştir. Kavmine karşı son olarak şunları söyledi:
"Ey
kavmim! Ben sizin yaptığınız bu çirkin işlerinize buğz ediyorum, nefret
duyuyorum. Katiyen tasvip etmiyorum."[627]
Bundan sonra
Cenab-ı Hak'tan kendisine iman edenler için kavminin şerrine karşı yardım
diledi:
"Ya
Rab! Ben ve ehlimi onların kötü amllerinden kurtar!.." dedi"[628]
Cenab-ı Hak
Hz. Lut'un bu duasını kabul etti. Lut (a.s)'ın kavminin helakı için üç melek
vazifelendirerek, onları insan suretinde gönderdi. Melekler Hz. Lut'a öğle
vakti geldiler. Hz. Lut bu sırada tarlada çalışmakta idi. Üç kişinin kendisine
doğru geldiklerini gördü.
Ve onlara
hitaben: "Siz benim bilmediğim kimselersiniz, buraya niçin geldiniz?"
diye sordu. Onlarda Hz. Lut'a misafir kalmak için geldiklerini söylediler.
Melekler genç
ve parlak delikanlılar suretinde gelmişlerdi. Bunların durumu karşısında
endişelendi. Çünkü kavminin bunlara zarar vermesinden çekiniyordu. Bu düşünce
ile kendi kendine "bu bir şiddet günüydü" diye
söylendi. [629]
Henüz
misafirlerin melek olduğunu anlayamamıştı. Gelen misafirleri red etmek onun
gibi bir peygamberin şanına yakışmaz, çok ağır bir işti! Bu yüzden onları red
etmedi... Hz. Lut kavmiyle bu gençler arasında benzerlik görememişti. Yabancı
olduklarını anlamıştı. Ve kavminin durumunu hissettirmek için şöyle dedi:
-"Ey
misafirler! Buranın ahalisinin hallerini hiç bilir misiniz?" Meleklerde:
-"Neymiş
halleri" dediler. Hz. Lut'ta:
-
"Yeryüzünde bu belde halkından daha şerli bir ahali yoktur."
Hz. Lut'un bu
sözü üzerine Cebrail (a.s) arkadaşlarına: "Şahit olun" dedi.
Cenab-ı Hak,
Lut kavminin helakı için Lut (a.s)'ın kavmi aleyhine dört defa şehadet etmesini
şart koşmuştu. Bu ilk şehadet idi. Bundan sonra Hz. Lut üç kere daha aynı
şehadeti yapınca azap hak oldu.
Hz. Lut
misafirlerini alarak kimseye göstermeden gizlice eve getirdi. Lut (a.s)'ın
karısı, Vahile aslında iman etmemişti. Zahirde iman ettiğini söyler, fakat
imansızlığını içinde gizlerdi. Sedomluları yaptığı ırvata fiili onun hoşuna
gidiyordu. Vahile, Lut'un misafirlerini onlara haber verip, kavmin misafirlerine
musallat olmalarına zemin hazırladı.
Görüldüğü
gibi, aradaki karı-kocalık münasebetleri ve Peygamber karısı olmak gibi yüksek
mazhariyetler, iman-küfür mücadelesinde bir noktada hiçbir mana etmemektedir.
Küfür, bütün aradaki münasebetleri kesip atmaktadır. En kuvvetli olan zevcet
bağı bile tesirsiz kalmaktadır.
Hz. Lut'un
karasının bu haberi bildirmesi üzerine, hepsinin gözleri dönmüş, ağızlarının
suyu akmaya başlamıştı. Suratle Hz. Lut'un evine geldiler. Evin etrafını
çevirip Hz. Lut'u dışarıya çağırıp, misafirleri kendilerine vermesini
istediler.[630]
Hz. Lut bu
teklif karşısında sıkıntıya düşmüş ve onları nasihatle yola getirmeye çalıştı:
"Bunlar
beni misafirlerimdir. Benim misafirlerime karşı rezil etmeyin. Onlara ihanet
bana ihanettir. Allah'tan korkun, bu işten vazgeçin, nefislerinizi günahtan
muhafaza edin. Ben rezilliğinizi biliyorum, bari onlar bilmesin..."[631]
Hz. Lut'un
yalvarırcasına nasihatleri ve çabaları boşunaydı. Çünkü birkere gözleri
dönmüştü. Ve Lut (a.s)'a sert cevaplar verdiler:
"Ey
Lut! Biz seni başkalarının işine karışmaktan men etmedik mi ki, sen bizi
yapacağımız işten vazgeçirmeye çalışıyorsun?"[632]
Hz. Lut
onlara şöyle dedi:
"Ey
kavmim! Sizin zevceleriniz benim kızlarımdır. Ben peygamberlik cehetiyle sizin
babanız hükmündeyim. Siz gidip onlardan meşru bir şakilde istifade edin. Sizin
yapacağınız bu tecavüz her yönden haram ve yasaktır."[633]
Kavmi Hz.
Lut'a:
"Ey
Lut! Sen bunca zamandır bizi tanımadan mı? Bizim senin kızlarına ihtiyacımız
yok. Sen bizim istediğimizi bilirsin" dediler.”[634]
Hz. Lut'un bu
kadar sıkılıp daraldığını gören melekler artık o'na mesele açtılar ve şöyle
dediler:
"Ey
Lut! Biz şüphesiz senin kavmin gaflet ve delaletlerin de inat ediyorlar. Artık
ıslah olma kabiliyetleri kalmamıştır. Sen ne kadar nasihat etsen faydasızdır.
Bundan sonra onlar sana hiç bir eziyet veremeyeceklerdir. Bırak girsinler içeri
..."[635]
Meleklerin bu
sözü üzerine Hz. Lut kapıyı ardına kadar açtı, onlar da evin içine doldular.
Hz. Cibril, onların yüzlerine karşı kanat açtı; bir anda hepsinin de gözleri
görmez oldu.[636]
Ne
yapacaklarını şaşırdılar ve nereye gideceklerini bilemediler. Feryad ve figana
başladılar. Hz. Lut'un yanında sihirbaz var, dediler. Bu halde bile imana
gelmiyorlardı. Hz. lut onları evinden dışarı çıkardı. Ahali dışarı çıkarıldıktan
sonra, melekler Hz. Lut'a şöyle dediler:
وَاَتَيْنَاكَ
بِالْحَقِّ
وَاِنَّا
لَصَادِقُونَ
() فَاَسْرِ
بِاَهْلِكَ
بِقِطْعٍ مِنَ
الَّيْلِ
وَاتَّبِعْ
اَدْبَارَهُمْ
وَلَا
يَلْتَفِتْ
مِنْكُمْ
اَحَدٌ
وَامْضُوا
حَيْثُ
تُؤْمَرُونَ
قَالُوا
يَا لُوطُ
اِنَّا
رُسُلُ
رَبِّكَ لَنْ
يَصِلُوا
اِلَيْكَ فَاَسْرِ
بِاَهْلِكَ
بِقِطْعٍ
مِنَ الَّيْلِ
وَلَا
يَلْتَفِتْ
مِنْكُمْ
اَحَدٌ اِلَّا
امْرَاَتَكَ
اِنَّهُ
مُصيبُهَا
مَا اَصَابَهُمْ
اِنَّ
مَوْعِدَهُمُ
الصُّبْحُ اَلَيْسَ
الصُّبْحُ
بِقَريبٍ
"Artık
sen, sana tabi olanlarla birlikte buradan çık. Geceleyin bir müddet yürü.
Mü'minler hiç birisi arkasına dönüp bakmasın ve hiç biri senden geri kalmasın
(hepsi senin önünde yürüsün). Gelmek üzere olan azaptan kurtulmak için bir an
evvel buradan ayrılın. Yalnız hanımın müstesnadır. O da, bu zalim kavimle
birlikte helak olacaktır. Onların helakı ise sabah vaktidir."[637]
Hz. Lut:
"Sabaha daha çok var. Ben daha evvel helak olmalarını isterim"dedi.
Cebrail (a.s) ise: "Sabah yakın değil mi? Sabah yakındır." diye cevap
verdi.
Hz. Lut
"kendine tabi olanlarla birlikte beldeden ayrılınca sabah vakti azap
geldi. Cebrail (a.s) o belde kanadını takıp havalandırarak altını üstüne
getirdi. İnsanların üzerine ateşte pişirilmiş, birbirine yapışık balçıktan
müteşekkil taşlar yağdı. Lut kavmine yağan taşlar, yağmur damlaları gibi
fasılasız birbiri ardından iniyor; bu esnada da gaibten şöyle nidalar
geliyordu:
-Siz Lut'un
lisanıyla haber verilen azabı ve inzarı yalanlıyordunuz. Şimdi o azabı tadın.
Hz. Lut'un doğru olduğunu bilin!...
Bu helak
hadisesi, sabahtan gün doğuncaya kadar devam etti. Seher vakti azgın Lut kavmi
helak olurken, Hz. Lut ile iman edenler,
necat buluyorlar kurtuluşa eriyorlardı...[638]
Ayetlerin
beyanına göre, Lut kavmi, zulüm ve fısk sebebi ile helak edilmiştir. Bu zulüm
ister nefislerine, ister başkasına olsun, durum aynıdır. Adalet nimeti
celbettiği gibi zulüm de musibet ve gazabı celbeder. Bu ayetler de aynı zaman
Kureyş müşriklerini büyük bir tehditte vardır.
Kur’an-ı
Kerim'in bu hadiseleri aktarması sadece bilgilendirme maksadından ibaret
değildir. İsyana karşı verilen ceza, sadece bir topluma has olmadığına göre ve
Kur’an-ı Kerim’in mesajı sonsuza kadar olduğuna göre, herkesin kendisine göre
bir hisse çıkarması gerektirmektedir. İlahi iradenin izni olmaksızın bir yaprak
dahi kımıldamaz. Dolayısıyla kainatta cereyan her hadise Cenabı Hakkın iradesi
dahilinde olup, sebepsiz değildir. Aynı zamanda hak edilen cezalar sadece
ahirete kalmamakta, bir kısmı bu dünyada da uygulanmaktadır.
Hz. Lut ve
ona tabi olanlar, beldelerinden ayrıldıktan sonra Mısır'a veya Şam'a yahutta
Ürdün'e gittikleri rivayet edilmektedir. Lut (a.s)'ın helakinden yedi yıl sonra
vefat ettiği söylenir.
Hz. Lut
(a.s) ve Kavmi
Lut Kavmi ve
Altı Üstüne Getirilen Şehir
كَذَّبَتْ
قَوْمُ لُوطٍ
بِالنُّذُرِ
() اِنَّا
اَرْسَلْنَا
عَلَيْهِمْ
حَاصِبًا اِلَّا
الَ لُوطٍ
نَجَّيْنَاهُمْ
بِسَحَرٍ () نِعْمَةً
مِنْ
عِنْدِنَا
كَذلِكَ
نَجْزى مَنْ
شَكَرَ ()
وَلَقَدْ
اَنْذَرَهُمْ
بَطْشَتَنَا
فَتَمَارَوْا
بِالنُّذُرِ
Lut
kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga
gönderdik. Yalnız Lut ailesini (bu azabtan ayrı tuttuk;) onları seher vakti
kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz şükredenleri böyle
ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat
onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp-yalanlamakta direttiler.”[639]
Hz.Lut
peygamber, İbrahim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lut, Hz. İbrahim'e
komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kur'an'da
belirtildiğine göre o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı,
eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lut, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini
söylediğinde ve onlara Allah'ın ilahi tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar,
peygamberliğini inkar ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda
da kavim, korkunç bir felaketle helak edildi.
Hz. Lut'un
yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldenizin kuzeyinde
kurulmuş olan bu kavmin aynı Kur'an'da yazılanlara uygun bir şekilde helak
edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına
göre, şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz)
yakınlarında bulunmaktadır.
Bu helak
olayının kalıntılarını incelemeden önce, Lut kavminin neden bu cezaya
çarptırıldığına bakalım. Kur'an'da, Hz. Lut'un kavmine yaptığı uyarı ve onların
cevabı şöyle anlatılır:
كَذَّبَتْ
قَوْمُ لُوطٍ
الْمُرْسَلينَ
() اِذْ قَالَ
لَهُمْ
اَخُوهُمْ
لُوطٌ اَلَا
تَتَّقُونَ ()
اِنّى لَكُمْ
رَسُولٌ
اَمينٌ () فَاتَّقُوا
اللّهَ
وَاَطيعُونِ
() وَمَا
اَسَْلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ اَجْرٍ
اِنْ
اَجْرِىَ
اِلَّا عَلى
رَبِّ الْعَالَمينَ
()
اَتَاْتُونَ
الذُّكْرَانَ
مِنَ
الْعَالَمينَ
()
وَتَذَرُونَ
مَا خَلَقَ لَكُمْ
رَبُّكُمْ
مِنْ
اَزْوَاجِكُمْ
بَلْ اَنْتُمْ
قَوْمٌ
عَادُونَ ()
قَالُوا
لَئِنْ لَمْ
تَنْتَهِ
يَالُوطُ
لَتَكُونَنَّ
مِنَ الْمُخْرَجينَ
() قَالَ اِنّى
لِعَمَلِكُمْ
مِنَ الْقَالينَ
"Lut
(kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lut:
"Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki, ben size
gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat
edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca
alemlerin Rabbine aittir. Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi
gidiyorsunuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi
bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz." Dediler ki:
"Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten
(burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın." Dedi ki: "Gerçekten ben,
sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım."[640]
Kavminin,
kendilerini doğru yola davetine karşılık Hz. Lut'a karşı cevabı onu tehdit
etmek olmuştu. Lut kavmi, kendilerine doğru yolu göstermesinden dolayı Hz.
Lut'a karşı öfke duyuyor, onu ve onunla birlikte iman edenleri sürgün etmek
istiyorlardı. Başka ayetlerde olay şöyle anlatılır:
وَلُوطًا
اِذْ قَالَ
لِقَوْمِه
اَتَاْتُونَ
الْفَاحِشَةَ
مَا
سَبَقَكُمْ
بِهَا مِنْ
اَحَدٍ مِنَ
الْعَالَمينَ
() اِنَّكُمْ
لَتَاْتُونَ
الرِّجَالَ
شَهْوَةً
مِنْ دُونِ النِّسَاءِ
بَلْ
اَنْتُمْ
قَوْمٌ
مُسْرِفُونَ
() وَمَا كَانَ
جَوَابَ
قَوْمِه
اِلَّا اَنْ
قَالُوا
اَخْرِجُوهُمْ
مِنْ
قَرْيَتِكُمْ
اِنَّهُمْ
اُنَاسٌ
يَتَطَهَّرُونَ
"Hani
Lut da kavmine şöyle demişti: "Sizden önce alemlerden hiç kimsenin
yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp
şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir
kavimsiniz." Kavminin cevabı: "Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları,
çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!" demekten başka olmadı."[641]
Hz. Lut,
kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak
kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lut'u inkar etmeye ve onun haber
vermekte olduğu azabı yalanlamaya devam ediyordu:
وَلُوطًا
اِذْ قَالَ
لِقَوْمِه
اِنَّكُمْ لَتَاْتُونَ
الْفَاحِشَةَ
مَاسَبَقَكُمْ
بِهَا مِنْ
اَحَدٍ مِنَ
الْعَالَمينَ
() اَئِنَّكُمْ
لَتَاْتُونَ
الرِّجَالَ
وَتَقْطَعُونَ
السَّبيلَ
وَتَاْتُونَ
فى نَاديكُمُ
الْمُنْكَرَ
فَمَا كَانَ
جَوَابَ
قَوْمِه اِلَّا
اَنْ قَالُوا
ائْتِنَا
بِعَذَابِ اللّهِ
اِنْ كُنْتَ
مِنَ
الصَّادِقينَ
"Lut
da; hani kavmine demişti: "Siz gerçekten, sizden önce alemlerden hiç
kimsenin yapmadığı 'çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz. Siz, (yine de)
erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler
yapacak mısınız?" Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: "Eğer doğru
söylüyor isen, bize Allah'ın azabını getir" demek oldu."[642]
Kavminden bu
cevabı alan Hz. Lut, Allah'tan yardım istedi:
"Dedi
ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et."[643]
"Rabbim,
beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar."[644]
Hz. Lut'un
isteği üzerine Allah, erkek kılığına girmiş iki melek gönderdi. Bu melekler,
Hz. Lut'a gelmeden önce Hz. İbrahim'e uğradılar. İbrahim'e yaşlı karısının bir
çocuk doğuracağı müjdesini veren elçiler asıl gönderiliş sebeplerini de
açıkladılar: Azgın Lut kavmi, helak edilecekti.
"(İbrahim)
dedi ki: "şu halde sizin asıl isteğiniz nedir, ey elçiler?"
"Doğrusu biz, suçlu-günahkar bir kavme gönderildik" dediler.
"Üzerlerine çamurdan (iyice sertleşip kaskatı kesilmiş) taşlar yağdırmak
için. (Ki bu taşların her biri,) Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için
(herkese ayrı ayrı) işaretlenmiştir."[645]
"Ancak
Lut ailesi hariçtir; biz onların tümünü muhakkak kurtaracağız. Ama karısını
(kurtaracaklarımız) dışında tuttuk, o, geride kalanlardandır."[646]
Elçilikle
görevlendirilmiş melekler Hz. İbrahim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lut'a
geldiler. Elçileri tanımayan Hz. Lut önceleri endişeye kapıldı, ancak onlarla
konuştuktan sonra yatıştı:
"Elçilerimiz
Lut'a geldiği zaman, onlardan dolayı kaygılandı, göğsünü bir sıkıntı bastı ve:
"Bu, zorlu bir gün" dedi."[647]
قَالَ
اِنَّكُمْ
قَوْمٌ
مُنْكَرُونَ
() قَالُوا
بَلْ
جِئْنَاكَ
بِمَا
كَانُوا فيهِ
يَمْتَرُونَ
()
وَاَتَيْنَاكَ
بِالْحَقِّ
وَاِنَّا
لَصَادِقُونَ
() فَاَسْرِ
بِاَهْلِكَ بِقِطْعٍ
مِنَ
الَّيْلِ
وَاتَّبِعْ
اَدْبَارَهُمْ
وَلَا
يَلْتَفِتْ
مِنْكُمْ
اَحَدٌ وَامْضُوا
حَيْثُ
تُؤْمَرُونَ
()
وَقَضَيْنَا اِلَيْهِ
ذلِكَ
الْاَمْرَ
اَنَّ
دَابِرَ هؤُلَاءِ
مَقْطُوعٌ
مُصْبِحينَ
"(Lut)
Dedi ki: "Sizler gerçekten tanınmamış bir topluluksunuz."
"Hayır" dediler. "Biz sana, onların hakkında kuşkuya
kapıldıkları şeyle geldik. Sana gerçeği getirdik, biz şüphesiz doğru
söyleyenleriz. Hemen aileni gecenin bir bölümünde yola çıkar, sen de onların
ardından git ve sizden hiç kimse arkasına bakmasın; emrolunduğunuz yere
gidin." Ve onlara şu emri verdik: "Sabaha çıkarlarken onların arkası
mutlaka kesilecektir."[648]
Bu sırada
kavim, Hz. Lut'un konuklarının geldiğini haber almıştı. Bu konuklara da sapıkça
bir eğilimle yaklaşmaktan çekinmediler. Evin etrafını çevirdiler.
Konuklarına mahcup olmaktan endişelenen Hz. Lut, kavme şöyle seslendi:
"(Lut
onlara) "Bunlar benim konuğumdur, beni utandırıp-dillere düşürmeyin"
dedi. "Allah'tan korkup-sakının ve beni küçük düşürmeyin.
Kavminin
cevabı ise, Hz. Lut'a çıkışmak oldu: "Dediler ki: 'Biz seni 'herkes(in
işin)e karışmaktan' alıkoymamış mıydık?"[649]
"Elindeki
tüm imkanları kullanan Hz. Lut, misafirlerine ve kendisine bir kötülük
yapılacağı endişesiyle şöyle dedi: "Size yetecek gücüm olsaydı veya sağlam
bir yere sığınabilseydim."[650]
"Misafirleri"
ise, Hz. Lut' a Allah'ın elçileri olduklarını hatırlatarak şöyle dediler:
قَالُوا
يَا لُوطُ
اِنَّا
رُسُلُ
رَبِّكَ لَنْ
يَصِلُوا
اِلَيْكَ
فَاَسْرِ
بِاَهْلِكَ
بِقِطْعٍ
مِنَ
الَّيْلِ
وَلَا
يَلْتَفِتْ
مِنْكُمْ
اَحَدٌ
اِلَّا
امْرَاَتَكَ
اِنَّهُ
مُصيبُهَا
مَا
اَصَابَهُمْ
اِنَّ مَوْعِدَهُمُ
الصُّبْحُ
اَلَيْسَ
الصُّبْحُ
بِقَريبٍ
"(Elçiler)
Dediler ki: "Ey Lut, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak
ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında ailenle birlikte yürü (yola çık). Sakın,
hiçbiriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara
isabet edecek olan, ona da isabet edecektir. Onlara va'dolunan (azab) sabah
vaktidir. Sabah da yakın değil mi?"[651]
Şehir
halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin
yardımıyla Hz. Lut'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lut'un
uyardığı azap gönderildi:
"Andolsun
onlar, onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların
gözlerini silip kör ettik. "İşte azabımı ve uyarmamı tadın." Andolsun
onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azab yakalayıp-bastırıverdi."[652]
Ayetlerde,
kavmin helakı şöyle tarif ediliyor:
فَاَخَذَتْهُمُ
الصَّيْحَةُ
مُشْرِقينَ () فَجَعَلْنَا
عَالِيَهَا
سَافِلَهَا
وَاَمْطَرْنَا
عَلَيْهِمْ
حِجَارَةً
مِنْ سِجّيلٍ
() اِنَّ فى
ذلِكَ
لَايَاتٍ
لِلْمُتَوَسِّمينَ
() وَاِنَّهَا لَبِسَبيلٍ
مُقيمٍ
"Derken,
tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz)
çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine
balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip
olanlar' için gerçekten ayetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde
(hâlâ) durmaktadır."[653]
"Böylece
emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan
pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime
sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir."[654]
ثُمَّ
دَمَّرْنَا
الْاخَرينَ ()
وَاَمْطَرْنَا
عَلَيْهِمْ
مَطَرًا
فَسَاءَ
مَطَرُ الْمُنْذَرينَ
() اِنَّ فى
ذلِكَ
لَايَةً
وَمَا كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِنينَ ()
وَاِنَّ رَبَّكَ
لَهُوَ الْعَزيزُ
الرَّحيمُ
"Sonra
geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık;
uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kötü. Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama
onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün
olandır esirgeyendir."[655]
Kavim helak
olurken içlerinden Hz. Lut ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar
olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lut'un karısı iman etmemişti ve o da helak
edildi:
"Bunun
üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helake
uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azab)
sağanağı yağdırdık. Suçlu-günahkarların uğradıkları sona bir bak işte."[656]
Böylece Hz.
Lut karısı dışındaki ailesiyle ve kendisine inananlarla beraber kurtarıldı. Sapık
kavim ise, yerlebir oldu.
Lut
Gölü'ndeki "Apaçık Ayetler"
Hud
Suresi'nin 82. ayeti:
“Emrimiz
gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip
istif edilmiş taşlar yağdırdık”[657] ifadesiyle, Lut Kavmi'nin
başına gelen felaketin şeklini açıkça bildirir.
Ayetin
başında geçen "üstünü altına çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem
ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helak
olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lut Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna
dair "apaçık deliller" taşımaktadır.
Alman
arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor
Bu bölgede
bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar,
yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vadisi
ile birlikte Lut Kavmi'nin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi.
Zaten Lut
Gölü, ya da öteki adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem
kuşağının tam üstünde yer almaktadır:
Ölü Deniz'in
tabanı Rift Vadisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu
vadi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vadisi'nin ortasına kadar 300
km.'lik bir uzantıda yer alır.
Ayetin
devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar
yağdırdık" cümlesiyle ifade edilen olayın ise, Lut Gölü kıyısında meydana
gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş
kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuara Suresi'nin 173.
ayetinde aynı olay:
"Ve
üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kadar da
kötü"[658] şeklinde bildirilmiştir.)
Werner
Keller bu konuda da şöyle diyor:
Bu deprem
sırasında, yerkabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara
serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta
olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt
katmanları yer almıştır.
İşte bu lav
ve bazalt katmanları zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin
olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kur'an'da, "üzerlerine balçıktan
pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifadesiyle tarif edilen olay
da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı ayette "...emrimiz
geldiği zaman üstünü altına çevirdik" şeklinde ifade edilen olay da Rift
Vadisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle
çıkmasına sebep veren deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler
olmalıdır.
Lut Gölü'nün
taşıdığı "apaçık ayetler" gerçekten de son derece ilginçtir. Kur’an'da
anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve
Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lut Gölü
vardır. Lut Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat
çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün
en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800
metre alçaktadır.
Bu, dünyanın
en alçak noktasıdır: Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde
alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lut Gölü'nün başka bir özelliği de
suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır.
Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı
dillerinde Lut Gölü'ne "Dead Sea" (Ölü Deniz) denilmesinin sebebi de
budur.
Kur'an'da anlatılan
Lut kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında
olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere
dayanarak yaptığı açıklamalarda Lut kavminin yaşadığı Sodom ve Gomorra
şehirlerinin yerlerinin Siddim Vadisi denilen ve Lut Gölü'nün en alt ucunda
bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim
alanlarının bulunduğunu belirtiyor.
Lut Gölü'nün
en ilginç yapısal özelliği ise, Kur'an'da anlatılan helak olayının nasıl
yaşandığını gösteren bir kanıttır:
Lut Gölü'nün
doğusunda bir yarımada oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine
uzanır. Bu kısma Araplar "El Lisan" yani "dil" adını
vermişlerdir. Burada suyun tabanında, adeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen
keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derin
olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan
ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu
anlaşılmıştır. Daha sonradan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, önceki yazıda
belirttiğimiz deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün
eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lut Kavmi'nin yaşadığı
yer işte burasıdır.
Zamanında
buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vadisi'nde
bulunan Sodom ve Gomorah şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün
yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal felaket sonucu
tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın
dolmasına sebep oldu.
Lut Kavmi'nin
izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lut Gölü'nün bu alt ucunda
gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan
şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların
belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve
ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç
artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve
çiçek açtığı yer yani Siddim Vadisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.
Lut kavminin
uğradığı felaketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna
göre, Lut kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay
hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190
kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu
durum ve Lut Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir
zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli
delillerdendir.
Şeria Nehri
ile Lut Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık
ya da çatlağın ancak bir parçasından ibarettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu
son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.
Bu çatlak
Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lut Gölü'nün güney kıyılarından
ve Arap çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek
Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli
yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Galilee
Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın
yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.
Tüm bu
kalıntılar ve coğrafi özellikler, Lut Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir.
Werner
Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor
Bu bölgede
bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar,
yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vadisi
ile birlikte Lut Kavmi'nin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir.
Bu deprem
sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları
harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere
rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve
bazalt katmanları yer almıştır.
National
Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu
Sodom tepesi,
ölü denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve
Gomorrah'ı bulamadı, fakat bilim adamlarına göre bu şehirler kayalıkların
karşısındaki Siddim Vadisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın
suları ve depremin altında kaldılar.
Pompei
de Aynı Sona Uğramıştı
Kur’an'da,
Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı şöyle haber verilir:
وَاَقْسَمُوا
بِاللّهِ
جَهْدَ
اَيْمَانِهِمْ
لَئِنْ جَاءَ
هُمْ نَذيرٌ
لَيَكُونُنَّ
اَهْدى مِنْ
اِحْدَى
الْاُمَمِ
فَلَمَّا
جَاءَ هُمْ
نَذيرٌ
مَازَادَهُمْ
اِلَّا نُفُورًا
()
اِسْتِكْبَارًا
فِى
الْاَرْضِ وَمَكْرَ
السَّيِّئِ
وَلَا يَحيقُ
الْمَكْرُ
السَّيِّئُ
اِلَّا
بِاَهْلِه
فَهَلْ
يَنْظُرُونَ
اِلَّا
سُنَّتَ
الْاَوَّلينَ
فَلَنْ
تَجِدَ لِسُنَّتِ
اللّهِ
تَبْديلًا
وَلَنْ
تَجِدَ لِسُنَّتِ
اللّهِ
تَحْويلًا
"...Onlara
uyarıcı-korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de)
Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli
düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin
sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle
bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de
bulamazsın."[659]
Evet,
"Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. O'nun
kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı ilahi kanuna tabi olur.
Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lut kavmi
gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lut Kavmi'yle benzer oldu.
Pompei'nin
helakı, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti.
Vezüv
Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000
yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır.
Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra
kentlerinin başına gelen felaketle, Pompei faciası birbirine çok benzemektedir.
Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır.
Yaklaşık 2000
yıl önce yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde
yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu
gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin
böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesi boşuna değildi. Tarihi kayıtlar,
şehrin yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu
gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhuşun çok yaygın olmasıydı.
Ancak
Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise,
kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin
kaçamamış ve adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmalarıydı.
Yemek yiyen bir aile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde,
sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı
cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından
çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan
kalmıştı. Genel yüz ifadesi şaşkınlıktı.İşte facianın en akılalmaz yönü
buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, adeta
ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir? Olayın bu yönü,
Pompei'nin yokoluşunun Kuran'da anlatılan helak olaylarına benzediğini
gösteriyor. Çünkü Kur’an'da, helak olayları anlatılırken "birden yok
olma" üzerinde durulur. Örneğin Yasin Suresi'nde anlatılan "şehir
halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Surenin 29. ayetinde bu durum
şöyle anlatılır:
"(Onlara)
Yalnızca bir tek çığlık (yetti); anında sönüverdiler."[660]
Kamer
Suresi'nin 31. ayeti Semud kavminin helakı anlatılırken de yine "anında
yok olma" olayına dikkat çekilir:
"Çünkü
Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki
çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler."[661]
Pompei
halkının ölümü de ayetlerde anlatıldığı şekilde, "anında yok olma"
tarzında gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde bugün
olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefahat mahalleleri, Pompei'den
hiç aşağı kalmıyor. Kapri Adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları
bir üs durumunda. Kapri Adası turizm reklamlarında "Eşcinseller
Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir
yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın
hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlaki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar
geçmiş kavimlerin başlarına gelen felaketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler.[662]
Hz. Lut
(a.s) Mûcizeleri
1-Bulutsuz
yağmur yağdırmıştır. Kavmini doğru yola dâvet ettiği vakit, mûcize olarak
bulutsuz yağmur yağdırmasını istediler. Duâsı kabul olunup, elleriyle göğe
işâret etmesi vahyedildi. Göğe işâret edince yağmur yağmaya başladı.
2-Duâsı
bereketiyle otsuz bir dağda ot bitmiştir. Kavmi Lût (aleyhisselâm)’ın
koyunlarını otsuz bir dağa toplayıp başka yere salmadılar. Hayvanlar açlıktan
telef olmaya başlamıştı. Hz. Lût kuruyan dağda ot bitmesi için duâ etti ve
yemyeşil otlar bitti. Azgın kavmin koyunları o dağdan otlasa hemen ölürdü. Bu
mûcizesi ile kırk kişi imân etmiştir.
3- Taşlar,
çakıllar ve kum tâneleri, Lût (aleyhisselâm) ile konuşmuşlardır. Kavmininisyânı
üzerine taş parçaları dile gelip, ''Kavminin imân etmiyeceği sizce muhakkak ise
Cenâb-ı Hakk'a duâ et, onları yakmak için bizi ateş eylesin.'' dediler.
4-Kavmi, ona
eziyet vermek için üzerine ufak taşlar atardı. Allahü teâlânın koruması ile
hiçbiri ona dokunmazdı.
5- Üzerine
yattığı taşlar döşek gibi yumuşak olmuştur. Kavmi, kendisini öldürmek için
karar verince ilâhi emre uyarak onlardan uzaklaşıp bir dağa gitti. Çok
yorulduğundan bir yerde uyuyup kalmıştı. Peşinden gelen yedi kişi, onu
gördüklerinde sırt üstü yatmış, altında bulunan taşlar döşek gibi yumuşayıp
çukurlaşmıştı. Onu tâkip eden yedi kişi bu hâli görünce imân etmiştir.
6-Lût (aleyhisselâm)
çok uzak yerlerde olan şeyleri görüp haber verirdi. Çocuğu kaybolan biri gelip,
nerede olduğunu sorunca duâ etti. Allahü teâlâ da ona bildirdi. O da, çocuğun
olduğu yeri söyledi.
8-Hz.
İSMAİL (a.s) ve Mucizeleri
Kur'an-ı
Kerîm'de adı zikredilen peygamberlerden. Kendisine "Allah'ın kurbanı"
anlamına "Zebihatullah" da denir. Hz. İbrahim'in Hacer'den olan büyük
oğludur. Kur'an'da on iki yerde ismi zikredilmekte ve aynı zamanda kendisine
vahiy indiği bildirilmektedir.[663] Hz. İsmail (a.s)'ın bir
Resul ve Nebi olduğu, ümmetine Allah'ın emirlerinden olan namaz, zekât gibi
emirleri bildirdiği anlatılmaktadır. Aynı şekilde Hz. İbrahim ve Hz. İshak ile
birlikte Hz. Ya'kub (a.s)'ın ecdadından birisi olduğu[664] ve İsmail (a.s)'ın babası
İbrahim (a.s) ile birlikte Kâbe'nin temelini yükselten ve O'nun temizliğinden
sorumlu kimseler olarak anlatıldığı görülmektedir.[665]
Hz. İsmail
Mekke'ye yerleşen Cürhümîlerin çocukları ile büyümüş ve onlardan ok atıcılığını
öğrenmiştir. Eslem kâbilesinden bir grup, yarış için ok atışırken, Hz.
Peygamber (a.s) onlara şöyle demiştir: "Ey İsmail oğulları! Ok atınız,
sizin atanız da mahir bir ok atıcı idi."[666] Hz. İsmail iyi bir atıcı ve
avcıydı. Mekke'nin harem bölgesinin dışına çıkarak avlanır ve avlanmayı, ata
binmeyi, yabani atları ehlileştirip binmeyi çok severdi. Peygamber (a.s)
"At edininiz! Onu miras olarak alın ve miras olarak bırakınız! Çünkü bu
size babanız İsmail'in mirasıdır"[667] buyurmuştur. Hz. İsmail
Arap dilini çok güzel konuşan fasih bir insandı.
Hz. İbrahim
Allah Teâlâ'nın emriyle hanımı Hâcer ve oğlu İsmail'i Filistin'den alıp Hicaz'a
götürdü. Hz. İsmail henüz sütte idi. Kâbe'nin daha sonra inşa edildiği yere
yakın bir yerde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Yanlarına bir dağarcık hurma
ve biraz su koydu. O zamanlar henüz Mekke şehri kurulmamıştı, her taraf
ıssızdı. Hatta su da yoktu.
Hz. İbrahim
dönüp giderken Hacer, "Ey İbrahim, bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide
bırakıp da nereye gidiyorsun?" dedi. Hacer tekrar, "Ey İbrahim! Bizi
burada bırakmanı sana Allah mı, emretti?" diye seslendi. Hz. İbrahim,
"Evet Allah emretti" deyince, Hacer, "Öyleyse Allah bize yeter,
bizi o korur" diyerek Allah'a tevekkül etti. İbrahim Seniye mevkiine gelince
Kâbe'nin bulunduğu tarafa yönelerek şöyle dua etmiştir:
رَبَّنَا
اِنّى
اَسْكَنْتُ
مِنْ
ذُرِّيَّتى
بِوَادٍ
غَيْرِ ذى
زَرْعٍ
عِنْدَ
بَيْتِكَ
الْمُحَرَّمِ
رَبَّنَا
لِيُقيمُواالصَّلوةَ
فَاجْعَلْ
اَفِْدَةً
مِنَ النَّاسِ
تَهْوى
اِلَيْهِمْ
وَارْزُقْهُمْ
مِنَ
الثَّمَرَاتِ
لَعَلَّهُمْ
يَشْكُرُونَ
"Ey
Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes olan evinin yanında ekin
bitmez bir vadiye yerleştirdim. Şunun için ki, Rabbimiz (orada) namaz (ların)'ı
dosdoğru kılsınlar. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır ki (verdiğin nimete)
şükretsinler."[668]
Aradan günler
geçti. Yanlarındaki su ve hurma bitti. Etrafta kimseler yoktu, çocuk
susuzluktan ağlıyordu.
Hacer su
aramaya başladı. Safa tepesine çıktı, etrafa baktı kimseyi göremedi. İndi;
koşarak Merve'ye geldi; etrafına bakındı, kimseyi görmedi. Bir yudum su bulmak
için Safa ile Merve arasındaki bu gidiş gelişi yedi defa tekrar etti. Yedinci
defa Merve'ye çıktığında şimdiki Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek
gördü. Ayağının ökçesiyle yeri eşiyordu. Oradan su çıkmıştı. Diğer bir rivayete
göre çocuk ayağı ile (veya eli ile) kumları eşelemeye başlamış ve oradan bir su
çıkmıştır. Hacer gelip kana kana içti, çocuğuna da içirdi.
Hz. Hacer su
boşa akmasın diye gölet yapıp suyu muhafaza etmeye çalışıyor, bir yandan da
avuçlarıyla kırbasını dolduruyordu. Hz. Peygamber (a.s) bunu şöyle anlatmıştır:
"Allah İsmail'in annesi Hacer'e rahmet eylesin! Eğer o Zemzem'i kendi
haline bıraksaydı da, suyu avuçlamasaydı, muhakkak ki Zemzem akar bir kaynak
olurdu."[669]
Hz. Hacer'in
suyu bulmasından sonra Mekke vadisinden geçen Cürhümîlerden bir grup vadinin
üstünde bir kuş gördüler. Bu kuşun su olan yerde uçtuğunu bilen Cürhümîler daha
önce bu vadide bir su kaynağı yoktu. Acaba, yeni bir su kaynağı mı bulundu diye
içlerinden birisini kontrol için gönderdiler. Suyu haber alınca, gelip su
başına yerleşmek için Hz. Hacer'den izin istediler. Suda bir hak iddia etmemek
şartıyla Hz. Hacer onlara izin verdi. Hz. İsmail fasih Arapça’yı bunlardan
öğrendi, gençlik yaşına gelince Cürhümîler içlerinden bir kızla Hz. İsmail'i
evlendirdiler. Bu evlilikten sonra Hz. Hacer vefat etti.
Hz. İbrahim
oğlunun durumunu kontrol için Mekke'ye geldi. Hz. İsmail'in evine geldiğinde
onu evde bulamadı. Hz. İsmail'in hanımı ile aralarında şu konuşma geçti:
"İsmail
nerede?" diye sordu. Hz. İsmail'in hanımı;
"Rızık
temin etmek için ava gitti" dedi.
"Geçiminiz
nasıl?" diye sordu.
"Darlık
içindeyiz, durumumuz kötü" diye cevapladı.
Hz. İbrahim;
"Kocan geldiğinde selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin" dedi ve
gitti.
İsmail avdan
dönünce hanımıyla aralarında şu konuşma geçti. İsmail (a.s):
"Evimize
gelen oldu mu?"
"Evet,
yaşlı bir adam geldi, seni sordu, cevap verdim. Geçimimizi sordu "darlık
içindeyiz" dedim".
Hz. İsmail,
"sana bir şey tenbih etti mi?" dedi. Kadın, "Sana selâm
söylememi istedi ve "kapının eşiğini değiştirsin" diye tenbih
etti" dedi. İsmail (a.s) durumu anladı ve:
"O gelen
ihtiyar babamdı. Senden ayrılmamı istiyor, artık evine dön dedi."
Böylece
İsmail ilk eşinden boşandı. Bir müddet sonra Cürhümîlerden başka bir kızla
evlendi.
İbrahim (a.s)
Mekke'ye geldi. Yine İsmail (a.s) ava gitmişti. Hanımıyla aralarında
yukarıdakine benzer şekilde bir konuşma geçti. Ancak kadın geçimlerinin ve
kocasının iyi olduğunu söyledi. Daha sonra İbrahim: "Kocan geldiğinde ona
selâm söyle, kapısının eşiğini güzel tutsun" dedi.
İsmail avdan
gelince hanımı olanları anlattı. İsmail: "O babamdı. Sen de evimin
eşiğisin. Seni hoş tutmamı emrediyor"[670] dedi.
Hz. İbrahim
zaman zaman Şam'dan gelip oğlunu ve hanımı Hacer'i ziyaret ederdi. Bir defa
rüyasında oğlu İsmail'i kurban ettiğini görmüştü. Rüya üç gece aynen tekerrür
edince Hz. İbrahim durumunu oğluna açıp:
فَلَمَّا
بَلَغَ
مَعَهُ
السَّعْىَ قَالَ
يَا بُنَىَّ
اِنّى اَرى
فِى
الْمَنَامِ اَنّى
اَذْبَحُكَ
فَانْظُرْ
مَاذَا تَرى
قَالَ يَا
اَبَتِ
افْعَلْ مَا
تُؤْمَرُ
سَتَجِدُنى
اِنْ شَاءَ
اللّهُ مِنَ
الصَّابِرينَ
"Ey
oğulcuğum, rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm, buna ne dersin? dedi. Hz.
İsmail; "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap, inşallah beni sabredenlerden
bulacaksın, diye cevap verdi."[671]
Hz. İbrahim
ve İsmail'in bu teslimiyetini Allah mükafatlandırdı. İsmail'in yerine büyük bir
kurbanlık verdi.[672]
Ancak
Yahudiler Hz. İbrahim (a.s)'ın kurban ettiği oğlunun Hz. İsmail değil Hz. İshak
olduğunu iddia ederler.[673]
Bu konuda
bazı zayıf rivayetler varsa da Yahudilerin bu iddialarının asıl sebebi
kıskançlıklarıdır. Halife Hz. Ömer b. Abdülaziz müslüman olan bir Yahudi
alimine "Hz. İbrahim'in hangi oğlunu kurban etmesi emrolundu?" diye
sormuştu. Bu zat şöyle dedi: "Vallahi, Allah İsmail'in kesilmesini
emretmişti. Bunu Yahudiler de bilirler. Ancak Yahudiler Arapları kıskanırlar.
Babanız İsmail'in kurban edilmesi hakkındaki ilahi emre boyun eğişi ve sabrının
Allah tarafından övülmesini çekemezler de bu fazileti kendi ataları olan İshak
(a.s)'a vermek isterler."[674]
Hz.
İbrahim'in Mekke'ye yaptığı bir sefer sırasında Allah tarafından Kâbe'yi
yapması emredilmişti. Oğlu İsmail ile birlikte Kâbe'yi yaptılar.[675] İs mail (a.s) tas
getiriyor, İbrahim (a.s) duvar örüyordu.
Babasının
vefatından sonra Hz. İsmail, Hicaz halkına peygamber oldu. Bu husus Kur'an-ı
Kerîm'de:
وَكَانَ
يَاْمُرُ
اَهْلَهُ
بِالصَّلوةِ
وَالزَّكوةِ
وَكَانَ
عِنْدَ
رَبِّه
مَرْضِيًّا (*)
وَاذْكُرْ
فِى الْكِتَابِ
اِدْريسَ
اِنَّهُ
كَانَ
صِدّيقًا نَبِيًّا
(*)
وَرَفَعْنَاهُ
مَكَانًا
عَلِيًّا
"Kitap
(Kur'an) da İsmail (a.s)'ı de an ki 0, va'dinde sadık rasûl ve nebî idi. O ehli
(kavmi)ne namaz ve zekatla emrederdi ve O Rabbi Teâlâ'nın yanında (söz ve
hareketleriyle) makbul idi"[676] buyurulur.
Nakledildiğine
göre Hz. İsmail babasının vefatından kırk yıl sonra 137 yaşında vefat etmiş ve
Hacer'in Hicr'deki kabrinin yanına defnedilmiştir. Arapların el-Musta'rebe
grubu Hz. İsmail (a.s)'ın oğullarından çoğalmış olup, bunların kökü Adnan'a
dayanır.
Hz. İsmail'in
kabri Harem'deki Hicr denilen yerdedir.[677]
Hz.
İsmail (a.s)’ın Mûcizeleri
1-Dikenli bir
arâzide yaşayan müşriklerin teklifi üzerine duâ edip, dikenli ağaçlarda çeşitli
meyveler bitmiştir.
2-
Cürhümileri imâna dâvet ettiği zaman, onlar kısır koyundan süt çıkarmasını
istediler. O da elini koyunun sırtına koyarak; ''Beni peygamber olarak gönderen
Allahü teâlânın ismi ile...'' dediği anda koyunun memelerinden süt akmaya
başladı.
3- İsmâil
aleyhisselâmın duâsı bereketiyle koyunların yünleri ipek oldu ve sayıları
çoğaldı.
4-Kendisine
misâfir gelen iki yüz Yemenliye ikrâm edecek bir şey bulamayınca mahcub oldu. O
anda duâ etti ve yanındaki kumlar un oldu. Bunu gören misâfirlerin hepsi imâna
geldiler.
9-Hz.
İSHÂK (a.s) ve Mucizeleri
İbrahim
(a.s)'ın Hz. Sâre'den doğan ikinci oğlu.
Hz. Sâre'nin
çocuğu olmadığı için kocasına cariyesi Hacer'i hediye etmiştir. Hz. Hacer Hz.
İsmail'i doğurunca, Hz. Sâre üzülmüştür. Hz. İbrahim yüz yirmi yaşında Hz. Sâre
doksan yaşında iken Allah'ın bir lutfu ve mucizesi olarak İshâk (a.s) doğmuştur.[678]
Kur'an-ı
Kerim'de bu olay şöyle anlatılır:
وَامْرَاَتُهُ
قَائِمَةٌ
فَضَحِكَتْ
فَبَشَّرْنَاهَا
بِاِسْحقَ
وَمِنْ
وَرَاءِ اِسْحقَ
يَعْقُوبَ ()
قَالَتْ
يَا وَيْلَتى
ءَاَلِدُ
وَاَنَا عَجُوزٌ
وَهذَا
بَعْلى
شَيْخًا
اِنَّ هذَا
لَشَىْءٌ
عَجيبٌ ()
قَالُوا
اَتَعْجَبينَ
مِنْ اَمْرِ
اللّهِ
رَحْمَتُ
اللّهِ
وَبَرَكَاتُهُ
عَلَيْكُمْ
اَهْلَ
الْبَيْتِ
اِنَّهُ حَميدٌ
مَجيدٌ
"And
olsun ki, elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip; "Selâm", dediler. O
da "Selâm" dedi ve eğlenmeden gidip kızartılmış bir buzağı getirdi.
Onların ellerinin buna uzanmadığını görünce hoşlanmadı ve kalbine bir korku
geldi. Onlar "korkma biz lût kavmine gönderildik" dediler. İbrahim'in
ayakta duran zevcesi güldü. Biz de ona İshak'ı ardından da torunu Yâkub'u
müjdeledik. Kadın "vay, kendim koca bir karı, şu zevcimde bir ihtiyar iken
ben mi doğuracakmışım? Bu doğrusu pek şaşılacak bir iş" dedi. Melekler
"ey evin hanımı. Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl
Allah'ın işine şaşacaksın. O Hamid ve Meciddir" dediler.[679]
İshâk
(a.s)'ın tarih kitaplarında anlatıları şemâili şöyledir. Uzun boylu, kara
gözlü, buğday benizli, yüzü güzel, konuşması düzgün, saçı, sakalı bembeyazdı.
Siret ve sureti babası İbrahim (a.s)'a benzerdi.[680] Hz. İshâk'ın Yakub ve 'Ays
adında iki oğlu olmuştur. Yakub (a.s) daha güzel yüzlü, daha düzgün konuşmalı
ve zarafet ve güzelliği daha çok olandı. Ays, Rumların yaşadığı bölgede ikamet
etmişti.[681]
İshâk (a.s)
Kur'an-ı Kerim'de de övülmüştür:
وَاذْكُرْ
عِبَادَنَا
اِبْرهيمَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
اُولِى
الْاَيْدى
وَالْاَبْصَارِ
(*) اِنَّا
اَخْلَصْنَاهُمْ
بِخَالِصَةٍ
ذِكْرَى
الدَّارِ (*)
وَاِنَّهُمْ
عِنْدَنَا
لَمِنَ
الْمُصْطَفَيْنَ
الْاَخْيَارِ
"Ey
Muhammed; güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshâk ve Yakub'u da an!
Biz onları âhiret yurdunu düşünen samimi kimseler kıldık. Doğrusu onlar bizim
yanımızda seçkin, iyi kimselerdir."[682]
Hz.İshâk
(a.s) babasının ölümünden sonra Şam bölgesine peygamber olarak
vazifelendirilmiş, Allah'u Teâlâ onu seçkin ve hayırlı bir insan eylemiştir.
اِنَّهُ
مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُؤْمِنينَ
(*)
وَبَشَّرْنَاهُ
بِاِسْحقَ
نَبِيًّا
مِنَ الصَّالِحينَ
(*)
وَبَارَكْنَا
عَلَيْهِ
وَعَلى
اِسْحقَ وَمِنْ
ذُرِّيَّتِهِمَا
مُحْسِنٌ
وَظَالِمٌ
لِنَفْسِه
مُبينٌ
"İbrahim'e
salihlerden bir peygamber olmak üzere de İshâk'ı müjdeledik. Hem ona hem de
İshâk'a feyz ve bereketler verdik. Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni de
vardır, nefsine apaçık zulmedeni de vardır."[683]
Hz. İshak
rivayete göre yüz altmış yaşlarında bu günkü Filistin'in bulunduğu bölgede
Kudüs yakınlarında vefat etmiş, babası İbrahim (a.s)'ın Mezradaki kabrinin
yanına defnedilmiştir.[684]
Hz.
İshak (a.s) Mûcizeleri
1- Hayvanlar
açık bir lisanla peygamberliğine şehâdet ederlerdi.
2- Duâ etmesi
üzerine dağın harekete geçmesi: İshâk (aleyhisselâm) Kudüs'te insanları Allahü
teâlâya imâna dâvet edince, insanlar; ''Eğer şu dağı harekete geçirirsen, imân
ederiz.'' dediler. İshâk aleyhisselâm duâ edince dağ sallanmaya başladı. Kudüs
halkı hep birlikte imân ettiler.
3-İshâk (aleyhisselâm)
merkebine binip bir dağa çıkmak isteyince merkebin ön ayakları kısalır, arka
ayakları uzardı. Dağdan aşağı inerken de tersi olurdu.
4- İshâk (aleyhisselâm)'ın
duâsı bereketiyle Allahü teâlâ ölmüş hayvanları diriltirdi.
5-Şam
ahâlisinin arzusu üzerine yaptığı duâ neticesinde, eline sırtına koyduğu bir
koyun, hemen kuzulamış daha sonra ard arda dokuz defâ yavrulamıştır.
Hz.
İsmail (a.s): Hz. İsmail, Hz. İbrahim'le Hz. Hacer'in ilk çocuğudur, ve en büyük
oğludur. Ve İbrahim (a.s)'ın onları götürdüğü Mekke beldesinde büyüdü.
Hz.İsmail (a.s)
ergenlik çağına basmıştı. Mekke çevresinde oturan ırmaklardan bir kızla
evlendi. Kadın Sad'in kızı Cedda veya Said b. Usame'nin kızı Ümera idi.
Ümera kaba,
katı, kötü huylu bir kadın idi. Bir gün Hz. İbrahim İsmail'in evine ziyarete
geldi ve kendini tanıtmadan; "evinde konukluk var mı? Yiyecek, içecek var
mı?" diye sordu.
Ümare:
"Yanımda, ne bir şey, ne de kimsem var!" dedi. İbrahim (a.s)ı konuk
etmediği gibi evinden ve rızkından şikayetçi oldu.
Hz.İbrahim (a.s):
"Kocan gelince, O'na benden selam söyle ve senin kapının eşiğinden razı
değilim, bu eşiğini değiştirsin!" de. Ve bu sözleri Ümare kocası İsmail'e
iletti. Hz.İsmail (a.s) karısının tarifinden babası İbrahim (a.s)'ın geldiğini
ve eşiğini değiştirme sözünden de karısından boşanması gerektiğini anladı. Ve
boşandı.
Hz.İbrahim (a.s)
oğlu İsmail'e Curhümlülerin güzel Arapça konuştuklarını ve İsmail (a.s)'ın da
onların dillerini iyi bildiği için onlardan bir kız almasını emir ve tavsiye
etti. İsmail (a.s)'da Mudab b. Amr'ın kızını gördü ve beğendi babasından
istedi. Onunla evlendi.
Kızın ismi
Ra'le veya Seyyide olup kendisi, güler yüzlü, tatlı dilli, güzel huylu ve
nezaketli bir kadındı. Yine bir gün İbrahim (a.s), İsmail (a.s)'ın evine geldi
ve evde oğlunu bulamadı. Ve karısı Ra'le'ye: "Kocan nereye gitti dedi.
O'da kocam rızkımızı temin için ava gitti dedi. Ve İbrahim (a.s)'ın sorularını
güzel bir şekilde cevaplayıp O'na hizmet ve hürmette bulundu, İbrahim (a.s)'ın
başını yıkadı. Hz. İbarhim bu ortamdan razı oldu" ve, onlara duada
bulundu. Evden ayrılırken İsmail (a.s)'a selam bıraktı ve; "kocana söyle
kapının eşiğini iyi buldum ve bu eşiği iyi tutsun bozmasın" dedi.
Ra'le kocası
gelince olanları bir bir anlattı. İsmail (a.s) zaten evde babasının kokusunu
alınca İbrahim (a.s)'ın geldiğini anladı. Söylediği sözlerden karısının iyi bir
hatun olduğunu ve O'na iyi bakması gerektiğini anladı.
Hz.İsmail (a.s)'ın
ilk zevcesinden çocuğu olmadı. İkinci hanımı Mudad b. Amr'ın kızı Ra'le'den
doğan çocukları:
1-Nabit 5-Mişma veya Meşmae 9- Tayma
2-Kaydar 6-Maşi 10- Yatur
3-Ezbel veya
Ezbil 7-Duma 11- Nebiş, Neyiş
4-Mebşa veya
Menşa 8-Ezer veya Ezür 12- Kayzuma
Hz. İsmail (a.s)
ölüm döşeğinde; kızım Nesime'yi, İshak (a.s)'ın oğlu Ays!la evlendir" diye
vasiyet etti. İsmail (a.s), babası İbrahim (a.s)'ın vefatından sonra vefat
etti. Vefat ettiğinde yüz otuz yedi yaşında idi. Hicr'de gömülü bulunan annesi
Hacer'in yanına gömüldü.
Hz.İsmail (a.s)'ın
oğullarından Kaydar'ın yüzünde Muhammed (a.s)'ın Nur'u parıldardı. Savaşçılık,
güreşçilik ve ok atıcılık, avcılık gibi
bir takım özellikleri vardı.
Nabit vefat
ettiği zaman İsmail (a.s)'ın oğulları, geçim bolluğu olan yerlere dağıldılar.
İçlerinden bazıları ise: "Biz, Allah'ın Hareminden ayrılmayız!"
diyerek Mekke'de kaldılar. Mekke'de kalanlar arasımda İsmail (a.s)'ın küçük
yaştaki çocukları da bulunuyordu. Bunun için Kabe hizmetini, Hz. İsmail (a.s)'ın
oğullarının ana tarafından babaları olan Mudab b. Amr'elcüheri üzerine aldılar.
Hz.
İshak (a.s): Hz. İshak (a.s), İbrahim (as)'ın ikinci oğlu olup Hz.Sare'den
doğmuştur. O zaman İbrahim (a.s) yüz yirmi yaşında bulunuyordu. İshak (a.s) yıllar
geçtikten sonra evlilik çağını varmıştı. Hz. İbrahim bekçisi ve güven kaynağı
olan hizmetçisini Irak'taki (Harran)'a gidip, aşiretlerden bir kız getirmekle
görevlendirdi.
Hizmetçisi,
Allah'ın inayetiyle Harrran'a vardı. İbrahim (a.s)'ın kardeşi Nahor'un oğlu
Betuel'in Rafka'yı beğendi. Rafka İbrahim (a.s)'ın öz kardeşinin oğlunun kızı
oluyordu. İshak'a teslim etmek üzere onunla birlikte döndü. Evlendikten yirmi
sene sonra İshak (a.s)'a ikiz çocuk ihsan edildi. İlkini Esav ki Araplar buna
Ays derler. Kardeşinin ökçesini tutarak doğan ikincisini de Yakub diye
isimlendirdiler.
Hz.İshak,
önce doğduğu için Ays'ı, Yakub'tan daha çok seviyordu. Annesi ise, daha küçük
olduğu için Yakub'u daha fazla seviyordu. İshak'ın canı bir gün yemek istedi ve
Ays'tan yemek getirmesini istedi. Yakub ise annesi ile birlikte yemeği Ays'tan
öncee getirdi. İshak da onu yedi. Ve Yakub'a dua etti. Ays bunu öğrendi,
kardeşine kızdı ve onu tehdit etti. Annesi bu durumu görünce Yakub'a Irak'ın
Harran bölgesinde bulunan kardeşi Laban'ı ziyarete gitmesini, kardeşinin öfkesi
geçinceye kadar onun yanında kalmasını ve kızlarından biriyle evlenmesini
söyledi. Ayrıca kocası İshak'dan onu bu şekilde emir ve tavsiyede bulunup dua
etmesini istedi.
Bunun üzerine
Yakub yola düzülüp dayısı Laban'a vardı. Kızı Rahel ile evlendirmesine karşılık
ona hizmet etmeye başladı. Fakat dayısı onunla büyük kızı Lea'yı evlendirdi.
Sabah olunca dayısına; ben senden, daha genç ve daha güzel olan Rahel'i
istemiştim, deyince dayısı ona; "bizim adetlerimizde büyük varken küçüğü
evlendirmek yoktur, eğer Rahel'i seviyorsan yedi sene daha hizmet et seni
onunla evlendireyim" dedi. Yahup yedi sene daha hizmet etti ve öteki
kardeşi onun yanına kattı. Onların dininde iki kardeşi bir nikah altında
birleştirmek caiz idi.
Laban her iki
kızına birer cariye hediye etti. Lea'ya Zilpa'yı Rahel'e Bilha'yı verdi. Sonra
Yakub'un iki hanımı da cariyelerini Yakub'a hediye ettiler, böylece Yakub'un
dört hanımı oldu ve onlardan on iki çocuğu dünyaya geldi.
Karısı
Lea'dan: Ruben, Şemun (Şimeon), Lavi (Levi),
Yakuza
(Yahuda), Yesakir (İssakar) ve Zebutu.
Karısı
Rahel'den: Yusuf ve Bünyamin (Benyamin)
Karısı
Bilha'dan: Dan ve Naftali.
Karısı
Zilfa'dan: Gat ve Esir (Aşer) dünyaya geldi.
Yakub, dayısı
Laban'ın yanında yirmi sene kalınca ailesine dönmeyi istedi. Dayısı da izin verdi.
Yakup (a.s),
Ken'an iline
yani Filistin’e yaklaştığında, kardeşi Ays'ın kendisini karşılamak üzere dua
etti ve adamları göndererek ona büyük hediyeler takdim etti. Hediyeleri görünce
Ays'ın kalbi yumuşadı ve yerini Yakub'a
bırakarak sair dağlarına gitti. Yakub ise babası İshak'ın yanına geldi. Halil
beldesinden habrun'da onun yanında ikamet etti. İshak yüz seksen yaşında vefat
etti ve Halil beldesinde babası İbrahim'in defnedildiği mağaraya gömüldü.
Bütün İsrail
oğulları Yakub'un bu on iki oğuldan gelme ve üremedir. Bu kollarda Peygamberlik
şu şekilde zuhur etti:
Lavi (Levi)
Kolundan: Musa, Harun, İlyas ve Elyase.
Yahuze
(Yahude) kolundan: Davud, Süleyman, Zekeriyya,Yahya ve İsa.
Bünyamin
kolundan: Yunus (a.s) olmuştur.
10-Hz. YA'KUB (a.s) ve
Mucizeleri
Kur'ân'da adı
geçen peygamberlerden biri.
Hz.Ya'kûb
(a.s)'ın soyu, İshâk (a.s) vasıtasıyla İbrahim (a.s)'a dayanmaktadır. O, İshak
(a.s)'ın ve İshak (a.s) da İbrahim (a.s)'ın oğludur. Annesinin adı Refaka'dır.
Kardeşi Ays ile beraber, ikiz olarak doğmuştur. Kardeşinin ardından doğduğu
için ona Ya'kûb denmiştir.
Hz.Ya'kûb
(a.s)'ın diğer bir adı da İsrail'dir. Kardeşi Ays'tan kaçarak dayısının yanına
giderken gündüzleri saklanmış ve geceleri yürümüştür. Bundan dolayı kendisine
İsrâil denmiştir. Kelime olarak İsrâil geceleyin (Allah'a) yürüyen demektir.[685]
Hz.Ya'kûb
(a.s)'ın doğumu ve peygamberliği daha önceden müjdelenmişti. Onun bu durumu
Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
وَامْرَاَتُهُ
قَائِمَةٌ
فَضَحِكَتْ
فَبَشَّرْنَاهَا
بِاِسْحقَ
وَمِنْ وَرَاءِ
اِسْحقَ
يَعْقُوبَ
“Biz
ona (İbrahim (a.s)'ın hanımına) İshâk'ı müjdeledik. İshâk'ın ardından da
(torunu) Yaküb'u."[686]
Bu âyette
aynı zamanda, Yakûb (a.s)'ın yukarıda sunulan soyu da dile getirilmiştir.
Hz.Yakûp
(a.s), önce dayısı Lebân'ın büyük kızı Leyya ile ve ondan sonra ad küçük kızı
Râhil ile evlenmiştir. Leyya'dan Rabil, Yehuza, Şem'ûn ve Lavi adındaki
oğulları doğmuştur. Râhil'den de Yûsuf ve Bünyamin dünyaya gelmiştir. Yakupb
(a.s)'ın diğer iki hanımından altı oğlu daha vardı. Toplam on iki erkek evlada
sahipti.[687]
Kur'ân'ın
birçok yerinde Ya'kûb (a.s)'ın peygamberliğinden ve çeşitli faziletlerinden
bahsedilmektedir. Onun peygamberliğini dile getiren bazı âyetler şöyledir:
وَوَهَبْنَا
لَهُمْ مِنْ
رَحْمَتِنَا
وَجَعَلْنَا
لَهُمْ
لِسَانَ
صِدْقٍ عَلِيًّا
(*) وَاذْكُرْ
فِى
الْكِتَابِ
مُوسى
اِنَّهُ كَانَ
مُخْلَصًا
وَكَانَ
رَسُولًا
نَبِيًّا
Nihayet
(İbrahim) onlardan ve Allah'ın dışında taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir
tarafa çekildiği zaman, biz ona İshâk'ı ve Ya'kub'u bağışladık ve her birini
peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk ve kendilerine güzel ve
üstün bir şan, şöhret nasip ettik."[688]
اِنَّا
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
كَمَا اَوْحَيْنَا
اِلى نُوحٍ
وَالنَّبِيّنَ
مِنْ بَعْدِه
وَاَوْحَيْنَا
اِلى
اِبْرهيمَ
وَاِسْمعيلَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطِ
وَعيسى
وَاَيُّوبَ
وَيُونُسَ
وَهرُونَ
وَسُلَيْمنَ
وَاتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
"Nûh'a
ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sona da vahyettik.
Nitekim İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsâ'ya, Eyyüb'e,
Yûnus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebur'u vermiştik."[689]
Hz.Ya'kub
(a.s)'ın kuvvetli, basiretli ve halis (samimi) bir kişiliğe sahip olduğunu
anlatan bazı âyetlerin meâli de şöyledir:
وَاذْكُرْ
عِبَادَنَا
اِبْرهيمَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
اُولِى
الْاَيْدى
وَالْاَبْصَارِ
“Kuvvetli
ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshâk'ı ve Ya'kûb'u da an. Biz onları ahiret
yurdunu düşünme özeliğiyle temizleyip, kendimize hâlis kul yaptık."[690]
O, diğer
peygamberler gibi Allah'ın hidâyetine erdirilen ve güzel davranan yüce bir kişi
idi. Kur'ân'da bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
وَوَهَبْنَا
لَهُ اِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
كُلًّا
هَدَيْنَا
وَنُوحًا
هَدَيْنَا
مِنْ قَبْلُ
وَمِنْ
ذُرِّيَّتِه
دَاوُدَ
وَسُلَيْمنَ
وَاَيُّوبَ وَيُوسُفَ
وَمُوسى
وَهرُونَ
وَكَذلِكَ نَجْزِى
الْمُحْسِنينَ
"Biz
ona (İbrahîm'e) İshâk'ı ve İshâk'ın oğlu Ya'kûb'u da hediye ettik. Hepsine de
doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nûh'a ve onun soyundan Dâvud'a,
Süleyman'a, Eyyûb'e Yûsuf â Musa'ya ve Harûnâda yol göstermiştik. Biz güzel
davrananlara böyle karşılık veririz."[691]
Bir de Ya'kub
(a.s) rüya tabir etmeyi de bilirdi. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususu
şöyle haber vermiştir:
اِذْ
قَالَ
يُوسُفُ
لِاَبيهِ يَا
اَبَتِ اِنّى
رَاَيْتُ
اَحَدَ
عَشَرَ
كَوْكَبًا
وَالشَّمْسَ
وَاَلْقَمَرَ
رَاَيْتُهُمْ
لى سَاجِدينَ
(*) قَالَ يَا
بُنَىَّ لَا
تَقْصُصْ
رُءْيَاكَ عَلى
اِخْوَتِكَ
فَيَكيدُوا
لَكَ كَيْدًا اِنَّ
الشَّيْطَانَ
لِلْاِنْسَانِ
عَدُوٌّ
مُبينٌ (*)
وَكَذلِكَ
يَجْتَبيكَ
رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِنْ
تَاْويلِ الْاَحَاديثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ
وَعَلى الِ
يَعْقُوبَ
كَمَا
اَتَمَّهَا
عَلى
اَبَوَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
اِبْرهيمَ
وَاِسْحقَ
اِنَّ
رَبَّكَ
عَليمٌ حَكيمٌ
"Hani
bir zaman Yûsuf babasına: Babacığım, ben (rüy'a) on bir yıldız, güneşi ve ayı
gördüm. Bunları hepsinin bana secde ettiklerini gördüm, demişti. (Babası Ya'kub
ona şöyle demşti): Yavrum, rü'yanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak
kurarlar. Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır! Böylece Rabb'in seni
seçecek ve sana rü'yada görülen olayların yorumunu (veya Allah'ın kitabının ve
peygamberlerin sünnetlerinin inceliklerini) öğretecek. Sana ve Ya'kûb soyuna
nimetini tamlayacaktır. Nasıl ki ataların İbrahim'e, ve İshâk'a da nimetini
tamamlamıştı. Şüphesiz Rabb'in bilendir, hikmet sahibidir."[692]
Hz.Ya'kûb
(a.s) bitmeyen tükenmeyen güzel bir sabra sahipti. O, sabrıyla ve ümidiyle
örnek bir peygamberdi. Kendisi, evlad acısı ve evlad ihanetiyle imtihan edildi.
Kur'ân'da, onun hayatı, Yûsuf (a.s)'ın hayatı ile iç içe anlatılmıştır. Ya'kûb
(a.s)'ın gözlerinin kaybolmasına, saçlarının ağarmasına ve belinin bükülmesine
sebep olan bu evlad imtihanı ve onun örnek sabrı, Kur'ân'da şöyle haber
verilmiştir:
قَالَ
بَلْ
سَوَّلَتْ
لَكُمْ
اَنْفُسُكُمْ
اَمْرًا
فَصَبْرٌ
جَميلٌ عَسَى
اللّهُ اَنْ
يَاْتِيَنى
بِهِمْ جَميعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْعَليمُ
الْحَكيمُ (*)
وَتَوَلّى
عَنْهُمْ
وَقَالَ
يَااَسَفى عَلى
يُوسُفَ
وَابْيَضَّتْ
عَيْنَاهُ
مِنَ الْحُزْنِ
فَهُوَ
كَظيمٌ (*)
قَالُوا
تَاللّهِ
تَفْتَؤُا
تَذْكُرُ يُوسُفَ
حَتّى
تَكُونَ
حَرَضًا اَوْ
تَكُونَ مِنَ
الْهَالِكينَ
(*) قَالَ
اِنَّمَا
اَشْكُوا
بَثّى
وَحُزْنى
اِلَى اللّهِ
وَاَعْلَمُ
مِنَ اللّهِ
مَالَا تَعْلَمُونَ
(*)
يَا
بَنِىَّ
اذْهَبُوا
فَتَحَسَّسُوا
مِنْ يُوسُفَ
وَاَخيهِ
وَلَا
تاَيَْسُوا
مِنْ رَوْحِ
اللّهِ
اِنَّهُ لَا
يَايَْسُ
مِنْ رَوْحِ
اللّهِ
اِلَّا
الْقَوْمُ
الْكَافِرُونَ
(*) فَلَمَّا
دَخَلُوا
عَلَيْهِ
قَالُوا يَا اَيُّهَا
الْعَزيزُ
مَسَّنَا
وَاَهْلَنَا الضُّرُّ
وَجِئْنَا
بِبِضَاعَةٍ
مُزْجيةٍ
فَاَوْفِ
لَنَا
الْكَيْلَ
وَتَصَدَّقْ
عَلَيْنَا
اِنَّ اللّهَ
يَجْزِى الْمُتَصَدِّقينَ
(*) قَالَ هَلْ
عَلِمْتُمْ
مَا
فَعَلْتُمْ بِيُوسُفَ
وَاَخيهِ
اِذْ
اَنْتُمْ
جَاهِلُونَ (*)
قَالُوا
ءَاِنَّكَ
لَاَنْتَ
يُوسُفُ قَالَ
اَنَا
يُوسُفُ
وَهذَا اَخى
قَدْ مَنَّ
اللّهُ
عَلَيْناَ
اِنَّهُ مَنْ
يَتَّقِ
وَيَصْبِرْ
فَاِنَّ
اللّهَ لَا
يُضيعُ
اَجْرَ الْمُحْسِنينَ
(*) قَالُوا
تَاللّهِ
لَقَدْ
اثَرَكَ
اللّهُ
عَلَيْنَا
وَاِنْ
كُنَّا
لَخَاطِينَ (*)
قَالَ لَا
تَثْريبَ
عَلَيْكُمُ
الْيَوْمَ يَغْفِرُ
اللّهُ
لَكُمْ
وَهُوَ
اَرْحَمُ
الرَّاحِمينَ
(*) اِذْهَبُوا
بِقَميصى
هذَا
فَاَلْقُوهُ
عَلى وَجْهِ
اَبى يَاْتِ
بَصيرًا
وَاْتُونى بِاَهْلِكُمْ
اَجْمَعينَ (*)
وَلَمَّا
فَصَلَتِ
الْعيرُ
قَالَ
اَبُوهُمْ
اِنّى
لَاَجِدُ
ريحَ يُوسُفَ
لَوْلَا اَنْ
تُفَنِّدُونِ
(*) قَالُوا
تَاللّهِ
اِنَّكَ لَفى
ضَلَالِكَ الْقَديمِ
(*)
فَلَمَّا
اَنْ جَاءَ
الْبَشيرُ
اَلْقيهُ عَلى
وَجْهِه
فَارْتَدَّ
بَصيرًا
قَالَ
اَلَمْ
اَقُلْ
لَكُمْ اِنّى
اَعْلَمُ
مِنَ اللّهِ
مَا لَا
تَعْلَمُونَ (*)
قَالُوا يَا
اَبَانَا
اسْتَغْفِرْ
لَنَا ذُنُوبَنَا
اِنَّا
كُنَّا
خَاطِينَ (*)
قَالَ سَوْفَ
اَسْتَغْفِرُ
لَكُمْ رَبّى
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحيمُ (*)
فَلَمَّا
دَخَلُوا
عَلى يُوسُفَ
اوى اِلَيْهِ
اَبَوَيْهِ
وَقَالَ
ادْخُلُوا
مِصْرَ اِنْ
شَاءَ اللّهُ
امِنينَ (*)
وَرَفَعَ
اَبَوَيْهِ
عَلَى
الْعَرْشِ
وَخَرُّوا
لَهُ
سُجَّدًا
وَقَالَ يَا
اَبَتِ هذَا
تَاْويلُ
رُءْيَاىَ
مِنْ قَبْلُ
قَدْ جَعَلَهَا
رَبّى حَقًّا
وَقَدْ
اَحْسَنَ بى اِذْ
اَخْرَجَنى
مِنَ
السِّجْنِ
وَجَاءَ بِكُمْ
مِنَ
الْبَدْوِ
مِنْ بَعْدِ
اَنْ نَزَغَ
الشَّيْطَانُ
بَيْنى
وَبَيْنَ
اِخْوَتى اِنَّ
رَبّى لَطيفٌ
لِمَا
يَشَاءُ
اِنَّهُ هُوَ
الْعَليمُ
الْحَكيمُ
“Dedi
ki: "Hayır, size nefisleriniz bir işi süslemiştir. Artık güzel bir sabır;
umulur ki, Allah Teâlâ onların hepsini bana getiriverir. Şüphe yok ki alîm,
hakîm ancak O'dur."
Ve
onlardan yüz çevirdi. Ve, "Ey Yusuf'a teessüf!" dedi ve gözleri
hüzünden dolayı bembeyaz kesildi. Artık teessürünü içine atıyordu.
Dediler
ki: "Vallahi sen helâke yüz tutuncaya kadar veya helâk olmuşlardan
oluncaya değin Yusuf'u anıp durmaktan geri kalmayacaksın."
Dedi ki: "Ben derdimi ve hüznümü ancak Allah Teâlâ'ya
arzederim, ve ben Allah Teâlâ'dan sizin bilmeyeceğiniz şeyi bilirim."
"Oğullarım!
Gidiniz de Yusuf'tan ve kardeşinden bir haber arayıp sorunuz. Ve Allah'ın
rahmetinden ye'se düşmeyiniz. Çünkü Allah'ın rahmetinden, kâfirler olan
kavimden başkası ümidini kesmez."
Vaktâ
ki, O'nun huzuruna girdiler. Dediler ki: "Ey azîz! Bizi de, ailemizi de
zaruret kapladı ve bir değersiz sermaye ile gelmiş olduk. Artık bize ölçüyü
tamamla, ve bize tasaddukta bulun. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tasaddukta
bulunanları mükâfaata erdirir."
Dedi
ki: "Bilmiş oldunuz mu, siz câhil kimseler iken Yusuf'a ve kardeşine neler
yaptığınızı?"
Dediler
ki: "A sen evet... Muhakkak sen Yusuf musun?" Dedi ki: "Ben
Yusuf'um ve bu da kardeşimdir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bizim üzerimize
âtifette bulundu. Çünkü her kim ittika'da bulunur ve sabrederse, artık muhakkak
ki, Allah Teâlâ muhsinlerin mükâfaatını zâyi etmez."
Dediler
ki: "Allah'a kasem olsun, Allah seni bizim üzerimize elbette tercih
buyurmuştur. Halbuki, biz elbette hata edicilerden olmuştuk."
Dedi
ki: "Bugün sizin üzerinize bir levm yoktur. Allah Teâlâ sizin için
mağfiret buyurur. Ve o, merhamet edenlerin en ziyâde merhametlisidir."
"Şu
gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün. Görücü bir hale gelir. Ve bütün
ailenizle beraber bana geliniz."
Vaktâ
ki, kâfile ayrıldı. Babaları dedi ki: "Ben muhakkak Yusuf'un kokusunu
buluyorum. Eğer bana bunaklık isnad etmeyecek olsa idiniz" (elbette beni
tasdik ederdiniz).
Dediler ki: "Allah'a kasem olsun, muhakkak sen elbette eski
şaşkınlığının içindesin."
Vaktâ
ki müjdeci geldi, onu yüzünün üzerine koydu, hemen görücü haline döndü. Dedi
ki: "Ben size dememiş mi idim ki, sizin Allah'tan bilmeyeceklerinizi ben
bilirim?"
Dediler
ki: "Ey babamız! Bizim için günahlarımız hakkında istiğfarda bulun,
muhakkak ki biz hata ediciler olmuşuzdur.
Dedi
ki: "Sizin için Rabbimden yakında mağfiret talebinde bulunacağım. Şüphe
yok ki O, bağışlayıcıdır, merhamet edicidir."
Vaktâ
ki, Yusuf'un yanına girdiler, babasıyla anasını yanına alıp kucakladı ve dedi
ki: "Mısır şehrine inşâ-allah, emin emin olarak giriniz."
Ve babası ile anasını yüksek bir taht üzerine kaldırdı ve onun
için hepsi secdeye kapandılar ve dedi ki: "Ey pederim! İşte bu, evvelce
görmüş olduğum rüyamın te'vilidir. Onu Rabbim vakıa mutabık kıldı ve muhakkak
ki, bana ihsanda bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı ve sizi çölden getirdi,
benim ile kardeşlerimin arasını şeytan bozduktan sonra. Şüphe yok ki, Rabbim
dilediği şey için pek latîf tedbir sahibidir. Muhakkak ki alîm, hakîm olan
O'dur O.”[693]
Bu âyetlerde
de ifade edildiği gibi, Ya'kûb (a.s)'ın çocukları, neticede yaptıklarına pişman
oldular. Babalarından ve kardeşleri Yûsuf (a.s)'dan özür dilediler. Babaları
Ya'kûb (a.s) ve kardeşleri Yusuf (a.s) onları bağışladılar ve onlar için
Allah'a yalvarıp dua ettiler. Cebrâil (a.s), Ya'kûb (a.s)'a gelerek, çocukları
için yaptığı duasının kabul edildiğini ve çocuklarının Allah tarafından
bağışlandıklarını müjdeledi.[694]
Hz.Yak'ub
(a.s) da diğer peygamberler gibi insanları Allah'a inanmaya ve O'na ibadet
etmeye çağırdı. Kendisi bu yolda fevkalade örnek bir hayat yaşadı.
Kur'ân-ı
Kerîm'de bildirildiği gibi, Yakub (a.s), İbrâhim (a.s)'ın yaptığı gibi, ruhunu
teslim etmeden önce, çocuklarına vasiyette bulundu:
قَالَ
يَاادَمُ
اَنْبِئْهُمْ
بِاَسْمَائِهِمْ
فَلَمَّا
اَنْبَاَهُمْ
بِاَسْمَائِهِمْ
قَالَ اَلَمْ
اَقُلْ
لَكُمْ اِنّى
اَعْلَمُ
غَيْبَ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَاَعْلَمُ
مَاتُبْدُونَ
وَمَاكُنْتُمْ
تَكْتُمُونَ
"O
zaman (Yâ'kûb), oğullarına; "Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?"
demişti. (Onlar da): "Senin Rabb'in ve ataların İbrâhim, İsmâil ve
İshâk'ın Rabb'i olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim
olanlarız" dediler."[695]
Hz.Ya'kûb
(a.s)'ın Mucizeleri
1-Duâsı
bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey
Allah'ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka duâ
ediniz, hem bu seneki, hem de geçen sene ki kuzuları birden versin, diye ricâ
ettiler. Yâkûb (aleyhisselâm) duâ edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak
sûretiyle koyunları çoğaldı.
2- Sesi
sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı
zaman korkularından hep kaçarlardı.
3- Hz.
Yâkûb'un attığı şey, pek uzaklara
giderdi.Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhâbere
esnâsında Yehûda adlıoğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda,
silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i
Yâkûb işitip, bir dağ başından önceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda
sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlip geldi.Halbuki
aralarında 360km'lik mesâfe vardı.
4- Hz.Yâkûb (aleyhisselâm)'ın
duâsı bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken'an
ahâlisini dine dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını
darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha
olmasını istemişlerdi. Yâkûb (aleyhisselâm) duâ edince, murâdları hâsıl olup,
yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz'da en güzel yer
olarak tanınmıştır.
5-Ken'an
ahâlisini imâna davet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve
taşlık yerlerin, bütün tepe vetaşların toprak olmasını teklif etmişlerdi.
Hz.Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, diledikleri gibi olmuştur.
11-YÛSUF
(a.s) ve Mucizesi
Yusuf
Peygamberin Çocukluğu ve Gördüğü Rüya
Yusuf
Peygamber daha çocukken bir rüya görmüş ve rüyasının yorumunu babasına sormuştur.
Babası Yakup Peygamber ise Hz. Yusuf'un rüyasıyla ilgili yorum yapmış ve onu
güzel haberlerle müjdelemiştir. Ancak bununla birlikte rüyasını diğer
kardeşlerine anlatmaması konusunda kendisini uyarmıştır. Bu olay Kuran'da şu
şekilde geçer:
اِذْ
قَالَ يُوسُفُ
لِاَبيهِ يَا
اَبَتِ اِنّى
رَاَيْتُ
اَحَدَ
عَشَرَ
كَوْكَبًا
وَالشَّمْسَ
وَاَلْقَمَرَ
رَاَيْتُهُمْ
لى سَاجِدينَ
(*) قَالَ يَا
بُنَىَّ لَا
تَقْصُصْ
رُءْيَاكَ عَلى
اِخْوَتِكَ
فَيَكيدُوا
لَكَ كَيْدًا اِنَّ
الشَّيْطَانَ
لِلْاِنْسَانِ
عَدُوٌّ
مُبينٌ (*) وَكَذلِكَ
يَجْتَبيكَ
رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِنْ
تَاْويلِ
الْاَحَاديثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ
وَعَلى الِ
يَعْقُوبَ
كَمَا
اَتَمَّهَا
عَلى
اَبَوَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
اِبْرهيمَ
وَاِسْحقَ
اِنَّ رَبَّكَ
عَليمٌ
حَكيمٌ
“Hani
Yusuf babasına: "Babacığım, gerçekten ben (rüyamda) onbir yıldız, güneşi
ve ayı gördüm; bana secde etmektelerken gördüm" demişti. (Babası) Demişti
ki: "Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar.
Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır. Böylece Rabbin seni seçkin
kılacak, sözlerin yorumundan (kaynaklanan bir bilgiyi) sana öğretecek ve daha
önce ataların İbrahim ve İshak'a (nimetini) tamamladığı gibi senin ve Yakub
ailesinin üzerindeki nimetini tamamlayacaktır. Elbette Rabbin, bilendir, hüküm
ve hikmet sahibidir."[696]
Yusuf
Peygamber babasına rüyasını anlattığında babasının rüyasını kardeşlerine
anlatmaması konusunda onu uyarmasının sebebi, kardeşlerinin güven vermeyen
tavrıydı. Yakup Peygamber ilim sahibi, ferasetli bir insan olduğu için
oğullarının fitne çıkarmaya müsait olan karakterlerinin ve kıskanç yapılarının
farkındaydı. Onları çok iyi tanıdığı için Hz. Yusuf'a tuzak kurabileceklerini
de tahmin etmekteydi. Bu nedenle Hz. Yakup şeytanın düşmanlığına dikkat çekmiş,
Hz. Yusuf'a temkinli olmasını öğütlemiştir.
Bu kıssadan
çıkarılacak bir ders Müslümanların fitneci ve münafık karakterli, din konusunda
gevşek olan insanların yanında dikkatli olmaları, Müslümanlarla ilgili
olabilecek güzel gelişmeleri böyle kişilere anlatmamaları gerektiğidir. Zira
müminlerin nimete kavuşmaları, gelişmeleri, güçlenmeleri, iyi bir konuma
gelmeleri samimi dindarları çok sevindirir, fakat kalbinde hastalık olan,
münafık karakterli insanları çok rahatsız eder. Bu tür kişiler dinin ve
müminlerin menfaatini istemeyecekleri için onların gelişmelerini engellemek
ister ve hatta bunu yapabilmek için müminlere düşman olan kişilerle işbirliği
dahi yaparlar. Münafık karakterli kişilerin bu durumunu Allah bir ayetinde
şöyle haber vermiştir:
اِنْ
تُصِبْكَ
حَسَنَةٌ
تَسُؤْهُمْ
وَاِنْ
تُصِبْكَ
مُصيبَةٌ
يَقُولُوا
قَدْ
اَخَذْنَا
اَمْرَنَا
مِنْ قَبْلُ
وَيَتَوَلَّوْا
وَهُمْ
فَرِحُونَ
Sana
iyilik dokunursa, bu onları fenalaştırır, bir musibet isabet edince ise:
"Biz önceden tedbirimizi almıştık" derler ve sevinç içinde dönüp
giderler.”[697]
Bu nedenle
Müslümanları ilgilendiren güzel ve hayırlı olaylar gerçekleşmeden önce bu tarz
insanlara söylenmemeli ve bu tarz kişilere karşı temkinli davranılmalıdır.
Babasının Hz. Yusuf'a yaptığı uyarı bu konuya açık bir örnektir.
Kardeşlerinin
Hz. Yusuf'a Kurdukları Tuzak
Yakup
Peygamber Hz. Yusuf'u uyarmakta haklıydı, çünkü kardeşleri onu ve küçük erkek
kardeşlerini babalarından kıskanmaktaydılar. İçlerindeki bu kıskançlık öylesine
şiddetliydi ki, onları Hz. Yusuf'a tuzak kurmaya kadar götürdü. Bu da Hz.
Yusuf'un kardeşlerinin İslam ahlakından uzak olduklarının ve mümin karakteri
sergilemediklerinin bir diğer göstergesidir. Onların kurdukları bu tuzak ve
Yusuf peygambere yaptıkları Kur’an'da şöyle anlatılır:
اِذْ
قَالُوا
لَيُوسُفُ
وَاَخُوهُ
اَحَبُّ اِلى
اَبينَا
مِنَّا وَنَحْنُ
عُصْبَةٌ
اِنَّ
اَبَانَا
لَفى ضَلَالٍ
مُبينٍ (*)
اُقْتُلُوا
يُوسُفَ اَوِ
اطْرَحُوهُ
اَرْضًا
يَخْلُ
لَكُمْ
وَجْهُ
اَبيكُمْ
وَتَكُونُوا
مِنْ بَعْدِه
قَوْمًا
صَالِحينَ
"Onlar
şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysa ki
biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir
şaşkınlık içindedir.
Öldürün
Yusuf'u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük)
kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz."[698]
Ayetlerden
açıkça anlaşıldığı gibi, kardeşlerinin Hz. Yusuf'a tuzak kurmalarındaki en
büyük etken kıskançlıktı. Babalarının Hz. Yusuf'u ve kardeşini daha çok seviyor
olduğunu düşünmeleri onları bu kıskançlığa itmekteydi. Yalnızca kendilerine
yönelik bir sevgi istiyorlar; kendilerinin sayıca çok oluşları ve birbirlerini
pekiştirmeleri nedeniyle sevgiye daha çok hak sahibi olduklarını
düşünüyorlardı.
Elbette ki
bu, son derece çarpık bir mantıktır. Çünkü Kur’an'a göre müminlerin
birbirlerini sevmedeki tek ölçüleri takvadır. Kim takvaca üstünse, kim
Allah'tan daha çok korkuyor ve O'nun sınırlarını en titiz biçimde koruyorsa,
kim en güzel ahlakı gösteriyorsa müminler doğal olarak en çok o kişiyi
severler. İşte müminlerin sevgi anlayışları bu şekildedir. Açıktır ki, Yakup
Peygamber de oğullarına sevgi yöneltirken bunu ölçü almıştır. Hz. Yusuf diğer
oğullarından çok daha takva ve güzel ahlaklı olduğu için bu durumda onu en çok
sevmesi son derece doğaldır. Fakat Hz. Yusuf'un kardeşleri bu bakış açısına
sahip olmadıkları için, babalarının Hz. Yusuf'a ve kardeşine olan sevgisini de
anlayamamışlardır. Bu da onların dinden uzak karakterlerinin önemli bir
göstergesidir.
Dikkat çeken
ayrı bir yönleri de, babaları hakkında kullandıkları saygısız üsluptur.
Babaları seçkin bir peygamber olmasına, üstün bir akıl ve feraset (anlayış)
sahibi olmasına rağmen onlar Hz. Yusuf'a ve kardeşine olan sevgisinden ötürü
babalarının "şaşkınlık içinde" olduğunu iddia etmekteydiler. Bir
peygambere karşı böyle pervasız bir üslup kullanmaları da onların imani zayıflıklarını
göstermektedir. Ancak imanlarının zayıf olduğunu, hatta münafık karakterli
olduklarını anlamak için daha kuvvetli bir delil vardır: Hz. Yusuf'u öldürmek
istemeleri... Allah'tan korkan, ahirette hesap vereceğine inanan, Allah'ın her
an kendisini işittiğini ve gördüğünü bilen bir insanın Allah'ın haram kıldığı
böyle bir fiile yanaşmayacağı ve hatta aklından dahi geçirmeyeceği son derece
açıktır. Ancak bu kişiler babalarının kendilerini sevmesini sağlamak ya da
kıskançlık duygularını tatmin etmek için, çözümü Hz. Yusuf'u öldürmekte ya da
bir yere atıp bırakmakta bulmuşlardır.
Öldürmek
zaten haramdır, ancak küçük yaşta bir çocuğu bir yere atıp bırakmak da çok
vicdansızca bir harekettir. Bunu yapmayı düşünebilen insanlarda vicdan,
merhamet gibi duyguların bulunmadığı son derece açıktır. Görüldüğü gibi, Hz.
Yusuf'un kardeşleri acımasız ve zalimdirler.
Üstelik
mantık örgüleri de çok bozuktur. Hz. Yusuf'a böyle bir kötülük yapıp, harama
girdikten sonra hala "salihlerden olmayı" ummaktadırlar. Elbette ki
bir insan bir kötülük işledikten sonra Allah'tan samimi bağışlanma isterse,
düzelmeyi ve salihlerden olmayı umabilir. Fakat bu kişiler yaptıklarının yanlış
olduğunu bile bile, önce yapıp sonra da salihlerden olmayı planlamaktaydılar.
İşte bu, onların sağlıklı bir muhakeme yeteneğine ve mümin karakterine sahip
olmadıklarının bir başka delilidir.
Ayetin
devamında en zor anında Allah'ın Hz. Yusuf'a yardım ettiği, içlerinden birine
onu öldürmek yerine kuyuya atma fikrini ilham ettiği görülür.:
قَالَ
قَائِلٌ مِنْهُمْ
لَا
تَقْتُلُوا
يُوسُفَ
وَاَلْقُوهُ
فى غَيَابَتِ
الْجُبِّ
يَلْتَقِطْهُ
بَعْضُ
السَّيَّارَةِ
اِنْ
كُنْتُمْ
فَاعِلينَ
İçlerinden
bir sözcü dedi ki: "Eğer (mutlaka bir şey) yapacaksanız, öldürmeyin
Yusuf'u, onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir yolcu kafilesi
alsın."[699]
Görüldüğü
gibi onlar Hz. Yusuf'la ilgili istedikleri planları yapsınlar, her türlü tuzağı
kursunlar aslında Yusuf peygamber Allah'ın kendisi için belirlediği kaderi
yaşamaktadır. Kimse kendisi için belirlenen kaderin dışına çıkamaz. Allah daha
Hz. Yusuf doğmadan çok önce bu kaderi çizmiştir, Yusuf peygamber de bu kaderi aynen yaşamıştır.
Bu arada bir
konuyu daha hatırlatmak gerekir ki, Hz. Yusuf'un ölümünü engelleyen, onu kuyuya
atma fikrini getirerek yaşamasını sağlayan kardeşi değil, Allah'tır. Allah
dilemese kardeşi kuyuya atma fikrini düşünemez ve böyle bir fikir veremezdi.
Ancak Hz. Yusuf'un kaderinde önce öldürülmesinin planlanması, sonra da
vazgeçilip kuyuya atılması vardır. Bundan dolayı kardeşi böyle bir fikirle
gelmiştir. Yoksa halk arasındaki yanlış kader anlayışında olduğu gibi kaderin
değişmesi gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildir. Yusuf Peygamberin
kaderi tüm bu ayrıntılarla beraber yaratılmıştır. Kardeşlerinin onu
öldürmemeleri de onların bozulmuş bir planıdır. Ancak o planı da en baştan
bozulmuş olarak yaratan Allah'tır.
Nitekim Allah
bu planı, o daha henüz çocuk yaşta iken, gördüğü rüya aracılığıyla Hz. Yusuf'a
bildirmiştir. Hz. Yusuf'un hayatı da, Allah'ın bildirdiği bu rüyayı
doğrulayacak şekilde gelişmiştir. Allah kimi zaman dilediği kullarına bu
şekilde gaybı haber verebilir. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e de, Mekke'yi
fethedip orada müminlerle birlikte güven içinde hac yapacağını bir rüya
aracılığıyla bildirmiştir. Bu konudaki ayette şöyle buyrulmaktadır:
لَقَدْ
صَدَقَ
اللّهُ
رَسُولَهُ
الرُّءْيَا
بِالْحَقِّ
لَتَدْخُلُنَّ
الْمَسْجِدَ
الْحَرَامَ
اِنْ شَاءَ
اللّهُ
امِنينَ مُحَلِّقينَ
رُؤُسَكُمْ
وَمُقَصِّرينَ
لَا تَخَافُونَ
فَعَلِمَ مَا
لَمْ
تَعْلَمُوا فَجَعَلَ
مِنْ دُونِ
ذلِكَ
فَتْحًا
قَريبًا
“Andolsun
Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse,
mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz
de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin
bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı.”[700]
Allah'ın
gaybı bildirmesinin ve olayların da tam bu şekilde gerçekleşmesinin sırrı,
bizim için "gayb" olan herşeyin, Allah katında ezelde tespit edilmiş,
yaşanmış ve bitmiş olmasıdır. Gayb insanlar için vardır. Zamandan ve mekandan
münezzeh olan Allah ise her şeyi yaratan
ve bilendir. Tüm zamanı ve tarihi de, tek bir an olarak yaratmıştır.
Kıssanın
devamında Hz. Yusuf'un yaşadığı olayları incelerken de bu gerçek
unutulmamalıdır. Yaşanan her şey Allah'ın dilediği şekilde meydana gelir. Ve
her birinde müminler için hayır ve güzellikler vardır. Yaşanılan ve sabır
gösterilen her zorluğun ardından, Allah dünyada ferahlık ve nimet, ahirette ise
sevap ve mükafat verir. Dolayısıyla köleleştirilmek, hapse düşmek, iftiraya
uğramak gibi dışarıdan "şer" gözüken olaylar, müminler için büyük
birer hayır olur.
Hz.
Yusuf'un Kardeşlerinin Sinsi Planları
Allah,
Kur’an'da Hz. Yusuf'un kardeşlerinin aralarında, Hz. Yusuf aleyhinde sinsi bir
plan hazırladıklarını ve sonra bunu uygulamaya koyduklarını bildirir.
Planlarını gerçekleştirebilmek için önce babalarından Hz. Yusuf'u kendileriyle
göndermesi için izin istemişler ve kendilerine güvenmediğini bildikleri için
babalarını ikna etmeye çalışmışlardır:
قَالُوا
يَا اَبَانَا
مَا لَكَ
لَاتَاْمَنَّا
عَلى يُوسُفَ
وَاِنَّا لَهُ
لَنَاصِحُونَ
(*) اَرْسِلْهُ
مَعَنَا
غَدًا
يَرْتَعْ
وَيَلْعَبْ
وَاِنَّا
لَهُ
لَحَافِظُونَ
“(Bu
karara vardıktan sonra) "Ey Babamız," dediler. "Sana ne oluyor,
Yusuf'a karşı bize güvenmiyorsun? Oysa gerçekte biz, onun iyiliğini
isteyenleriz. Sen onu yarın bizimle gönder, gönlünce gezsin, oynasın. Elbette
biz onu koruyup-gözetiriz."[701]
Ayetin
ifadesinden de anlaşıldığı gibi, babaları Hz. Yusuf'u göndermek konusunda
isteksiz davranmış ve hatta kendilerine güvenmediğini onlara hissettirmiştir ki
onlar da hemen kendilerini savunmaya geçmişlerdir. Aslında Hz. Yusuf'un
iyiliğini istediklerini ileri sürmüşlerdir. Hz. Yusuf'u öldürmeyi ya da kuyunun
derinliklerine atmayı planlarken bu şekilde bir yalanı rahatça söyleyebilmeleri
ise münafık karakterli insanların kolayca yalan söylediklerine delildir.
Nitekim yalanları yine devam etmiş, babalarına Hz. Yusuf'u gezmesi, oynaması
için götürmek istediklerini söylemişlerdir. Üstelik kendilerinin de onu
koruyup, gözeteceklerine söz vermişlerdir. Dikkat edilmesi gereken bir başka
konu ise, münafık karakterli insanların kendilerini hep iyi niyetli gösterme
çabalarıdır. Hz. Yusuf'un iyiliğini istediklerini söylemeleri ve sanki onun
rahatını düşündükleri izlenimi vermeye çalışmaları sinsi karakterlerinin bir
parçasıdır. Ancak Yakup Peygamber ferasetli ve basiretli bir insan olduğu için
onların güvenilmez karakterini kolayca fark edebilmiştir:
قَالَ
اِنّى
لَيَحْزُنُنى
اَنْ
تَذْهَبُوا
بِه
وَاَخَافُ
اَنْ
يَاْكُلَهُ
الذِّئْبُ
وَاَنْتُمْ
عَنْهُ
غَافِلُونَ (*)
قَالُوا
لَئِنْ
اَكَلَهُ
الذِّئْبُ
وَنَحْنُ
عُصْبَةٌ
اِنَّا اِذًا
لَخَاسِرُونَ
“Dedi
ki: "Sizin onu götürmeniz gerçekten beni üzer ve siz ondan habersiz iken
onu kurdun yemesinden korkuyorum.
Dediler
ki: "Andolsun, biz, birbirini kollayan bir topluluk iken, kurt onu yerse,
bu durumda şüphesiz kayba uğrayan (aciz) kimseler oluruz."[702]
Yakup
Peygamber oğullarına güvenmediği ve Hz. Yusuf'a bir kötülük yapacaklarını
tahmin ettiği için bu güvensizliğini dile getirmiştir. Onların Hz. Yusuf'a bir
kötülük yapıp ardından da yalan bir bahaneyle karşısına gelebileceklerini
tahmin etmiştir. Onlar bu fikre şiddetle karşı çıkmışlar, böyle bir şeyin
olamayacağı konusunda babalarını ikna etmeye çalışmışlardır. Bu da münafık
karakterli insanların sıkışınca başvurdukları bir yöntemdir. Nitekim kıssanın
devamından, söyledikleri sözlerde samimi olmadıkları anlaşılmaktadır:
وَجَاؤُ
اَبَاهُمْ
عِشَاءً
يَبْكُونَ (*)
قَالُوا يَا
اَبَانَا
اِنَّا
ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ
وَتَرَكْنَا
يُوسُفَ
عِنْدَ مَتَاعِنَا
فَاَكَلَهُ
الذِّئْبُ
وَمَا اَنْتَ
بِمُؤْمِنٍ
لَنَا وَلَوْ
كُنَّا
صَادِقينَ
“Akşam
üstü babalarına ağlar vaziyette geldiler. Dediler ki: "Ey Babamız, gerçek
şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da yiyeceklerimizin (veya eşyamızın)
yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne var ki biz doğruyu söylesek bile
sen bize inanacak değilsin."[703]
Görüldüğü
gibi, olaylar tam olarak Yakup Peygamberin beklediği şekilde gelişmiştir. Hz.
Yusuf'un kardeşlerinin tavırları, babaları Hz. Yakup'un onlardan yana kuşku
duymasını doğrular şekilde olmuştur. Ağlayarak gelmeleri onların tavırlarındaki
bozukluğu açık bir biçimde göstermektedir. Nitekim böyle aciz bir tutum, bir
müminin yanaşmayacağı bir tavırdır. Müminler herşeyde bir hayır ve hikmet
olduğunu bildikleri için, başlarına her ne gelirse gelsin yine de ağlamak,
sızlanmak gibi bir acze düşmezler.
Üstelik Hz.
Yusuf'un kardeşlerinin ağlaması münafık karakterli insanların yapacağı türden
bir ağlamadır. Göz yaşını bir silah gibi kullanarak karşı tarafı yalanlarına
ikna etmeye çalışmak, münafıkların sinsi yöntemlerinden biridir. Böylelikle
kendilerini acındırıp, aciz göstermeye çalışırlar. Güvenilir insanlar
olmadıkları halde kendilerine güvenilir havası vermeye çalışırlar. Bu, her
dönemde münafık karakterli insanların değişmez özelliğidir. Nitekim Hz.
Yusuf'un kardeşleri de küçük bir çocuğu kuyunun derinliklerine atarken hiçbir
vicdan azabı duymamışlar, ama yaptıklarının hesabını vermeye gelince, bu sefer
ağlayarak babalarına gelmişlerdir. Samimiyetsizce, rol gereği ağladıkları ise son
derece açıktır.
Hz. Yusuf'la
ilgili uydurdukları yalana dikkat edilecek olursa, bu da Yakup Peygamberin dile
getirdiği endişesidir. Oğulları aynen onun söylediği gibi bir bahane ile
gelmişlerdir. Meydana gelen bu durum müminler için önemli bir tecrübe vesilesidir.
Dikkat edilirse bir önceki konuşmada Hz. Yakup endişesini açıkça dile getirmiş,
Hz. Yusuf'u bir kurdun yemesinden çekindiğini söylemiştir. Münafık karakterli
oğulları onun bu endişesini kullanmışlar, Hz. Yusuf'u kuyuya attıktan sonra
babalarına aynı yalanı söylemişlerdir. Böylece babalarının onlara
inanabileceğini düşünmüşlerdir. Müminlerin bu kıssadan almaları gereken ders,
münafık karakterli kişilerin yanında samimi endişelerini, kaygılarını dile
getirmemek olmalıdır. Çünkü münafıklar, müminlerin bu samimi sözlerini, bu
örnekte de görüldüğü gibi, onlara karşı
kullanabilmektedirler.
Ayetin
devamından anlaşıldığı gibi aslında babalarının kendilerine inanmadığının onlar
da farkındadırlar. Bu durum, sadece Hz. Yusuf'un kardeşlerine değil, tüm münafık
karakterlilere ait bir psikolojidir: Müminlere tuzak kuranlar devamlı bir
suçluluk ruhu içindelerdir. Sık sık kendi kötülükleri akıllarına gelir, hatta
bunu dile bile getirirler. "Bize
inanmayacaksın ama doğruyu söylüyoruz" gibi normal bir insanın başvurmayacağı
şekilde ifadelerle de kendilerine olan güvensizliklerini iyice ortaya
çıkarırlar. Bu onların mümin ahlakı ve karakteri göstermemelerinden
kaynaklanmaktadır. Allah Kur’an'da münafıkların bu yapmacık ve abartılı
konuşmalarına dair bir örneği şöyle bildirmektedir:
اِذَا
جَاءَكَ
الْمُنَافِقُونَ
قَالُوا نَشْهَدُ
اِنَّكَ
لَرَسُولُ
اللّهِ
وَاللّهُ
يَعْلَمُ
اِنَّكَ
لَرَسُولُهُ
وَاللّهُ
يَشْهَدُ
اِنَّ
الْمُنَافِقينَ
لَكَاذِبُونَ
(*)
اِتَّخَذُوا
اَيْمَانَهُمْ
جُنَّةً فَصَدُّوا
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ
اِنَّهُمْ
سَاءَ
مَاكَانُوا
يَعْمَلُونَ
“Münafıklar
sana geldikleri zaman: "Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin olarak
Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilir ki sen elbette O'nun
elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylediklerine şahidlik eder.
Onlar, yeminlerini bir siper edinip Allah'ın yolundan alıkoydular. Doğrusu ne
kötü şey yapıyorlar.”[704]
Görüldüğü
gibi münafıklar, "yeminlerini siper edinmeye", yani yalan yere yemin
ederek bunu, kendilerine bir korunma mekanizması yapmaya çalışmaktadırlar.
Müminler zaten birbirlerinin sözlerine güvenirler, asla şüphe etmezler.
Münafıklar ise müminleri aldattıklarını sansalar da, hiçbir zaman müminlere
zarar veremezler. Allah onların bu durumunu bir ayetinde şöyle bildirir:
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ يَقُولُ
امَنَّا
بِاللّهِ
وَبِالْيَوْمِ
الْاخِرِ وَمَاهُمْ
بِمُؤْمِنينَ
(*)
يُخَادِعُونَ
اللّهَ
وَالَّذينَ
امَنُوا وَمَايَخْدَعُونَ
اِلَّا
اَنْفُسَهُمْ
وَمَايَشْعُرُونَ
(*) فى
قُلُوبِهِمْ
مَرَضٌ
فَزَادَهُمُ
اللّهُ
مَرَضًا
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ بِمَا
كَانُوا
يَكْذِبُونَ
“İnsanlardan
öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler;
oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı
ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini
aldatıyorlarlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da
hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için
acı bir azab vardır.”[705]
Hz.
Yusuf'un Kardeşlerinin Sahte Delil Getirmeleri
Hz. Yusuf'un
kardeşleri de aslında inandırıcı olmadıklarının farkındadırlar. Bunun için kendilerini inandırıcı kılacağını
düşündükleri sahte bir delil üretmişlerdir. Üzerine kan sürerek Hz. Yusuf'un
gömleğini babalarına getirmişler, onun gerçekten öldüğü izlenimini vermeye
çalışmışlardır.
Bu olay,
müslümanlara karşı tuzak kuran insanların, sahte deliller üreterek komplo
hazırlayabileceklerine dair de bir işarettir. Bu yönteme karşı sakınmak,
bilinçli olmak ve;
يَا
اَيُّهَا
الَّذينَ
امَنُوا اِنْ
جَاءَكُمْ
فَاسِقٌ
بِنَبَأٍ
فَتَبَيَّنُوا
"Ey
iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca
araştırın..."[706] hükmü gereğince, öne sürülen
sözde "delil"i iyice incelemek gerekmektedir.
Ancak Yakup
Peygamber kendilerine kesinlikle inanmamış, onların oyunlarını fark etmiş ve
bunun onlar tarafından düzülüp uydurulmuş bir yalan olduğunu açıkça ifade
etmiştir:
وَجَاؤُ
عَلى قَميصِه
بِدَمٍ
كَذِبٍ قَالَ بَلْ
سَوَّلَتْ
لَكُمْ
اَنْفُسُكُمْ
اَمْرًا
فَصَبْرٌ
جَميلٌ
وَاللّهُ
الْمُسْتَعَانُ
عَلى مَا
تَصِفُونَ
“Ve gömleği üzerinde yalancı bir kan olduğu halde gelmişlerdi.
Dedi ki: "Size nefsiniz belki bir işi süslemiş oldu. Artık güzel bir
sabır! Ve ancak Allah Teâlâ'dır sizin şu söylediklerinize karşı kendisinden
yardım istenilecek zât."[707]
Hz. Yakup,
oğullarına, "Nefsiniz sizi yanıltıp böyle bir işe sürüklemiş" derken
insanın nefsine uyduğu takdirde çok kötü işler işleyebileceğine, nefsin insanı
yanıltabileceğine ve tüm bu kötülüklerin nefse uymaktan kaynaklandığına dikkat
çekmiştir. Bu, müminlerin de üzerinde mutlaka düşünmeleri gereken bir
gerçektir. Çünkü nefis insanı kötülüklere sürükler, insanın her an uyanık ve
dikkatli olması, nefsinin telkinlerine değil vicdanının sesine uyması gerekir.
Ayrıca bu ayetten anlaşılan bir diğer hikmet ise münafık karakterli insanların,
nefislerinin kontrolünde hareket ettikleridir.
Burada en
dikkat çeken noktalardan biri Yakup Peygamberin gösterdiği tevekküllü
davranıştır. Bu davranış, müminlerin her an her şartta yalnızca Allah'a dayanıp
güvenmeleri ve sabretmeleri gerektiğini gösteren önemli bir örnektir. Çünkü
görüldüğü üzere aslında Yakup Peygamber, oğullarının Hz. Yusuf'a bir tuzak
kurduklarının farkındadır. Fakat kendisi son derece itidalli ve sabırlı
davranarak, yardımı Allah'tan istemektedir. Zalim oğullarına söylediği şu söz,
kendisinin salih, kamil ve mübarek bir insan olduğunu bir kez daha göstermektedir:
وَجَاؤُ
عَلى قَميصِه
بِدَمٍ
كَذِبٍ قَالَ بَلْ
سَوَّلَتْ
لَكُمْ
اَنْفُسُكُمْ
اَمْرًا
فَصَبْرٌ
جَميلٌ
وَاللّهُ
الْمُسْتَعَانُ
عَلى مَا
تَصِفُونَ
“Ve gömleği üzerinde yalancı bir kan olduğu halde gelmişlerdi.
Dedi ki: "Size nefsiniz belki bir işi süslemiş oldu. Artık güzel bir
sabır! Ve ancak Allah Teâlâ'dır sizin şu söylediklerinize karşı kendisinden
yardım istenilecek zât."[708]
Yusuf
Peygamberin Kuyuya Atılışı
Hz. Yusuf'un
yaşadığı olayları okurken unutulmaması gereken çok önemli bir konu vardır: Hz.
Yusuf bunları yaşarken, Allah'ın her an yanında olduğunun, onu da tuzak kuran
kardeşlerini de işitmekte ve görmekte olduğunun bilincindedir. Allah Hz.
Yusuf'a şöyle vahyetmiştir:
فَلَمَّا
ذَهَبُوا بِه
وَاَجْمَعُوا
اَنْ يَجْعَلُوهُ
فى غَيَابَتِ
الْجُبِّ
وَاَوْحَيْنَا
اِلَيْهِ
لَتُنَبِّئَنَّهُمْ
بِاَمْرِهِمْ
هذَا وَهُمْ
لَا
يَشْعُرُونَ
“Nitekim
onu götürdükleri ve kuyunun derinliklerine atmaya topluca davrandıkları zaman,
Biz ona (şöyle) vahyettik: "Andolsun, sen onlara kendileri, farkında
değilken bu yaptıklarını haber vereceksin."[709]
Yukarıdaki
ayette iki nokta daha dikkat çekmektedir: Birincisi Hz. Yusuf'u kuyuya
atarlarken kardeşleri topluca hareket etmektedir. Belki de böylece sorumluluğu
hep beraber alacaklarını düşünmektedirler. Oysa bu, son derece hatalı bir
mantıktır. Aksine bu davranışları, hepsinin aynı vicdansızlığa ortak
olduklarının da kanıtıdır. İçlerinden vicdanlı tek bir kişi dahi çıkmamıştır.
Bu durumun
işaret ettiği bir diğer sonuç ise
münafıkların müminler aleyhinde toplu hareketlerde bulunabildikleri,
toplu isyan çıkarmaya yatkın bir topluluk olabildikleridir.
Ayrıca
yukarıdaki ayette, Yusuf Peygamberin en zor anında, Allah'ın vahiy yoluyla
kendisine yardım ettiği de görülmektedir. Üstelik Allah Hz. Yusuf'a gelecekten
haber vermiştir ki, bu bir mucizedir. Yusuf Peygamber açısından bakıldığında
ise çok büyük bir nimettir. Zira tam kuyuya atılmak üzereyken Allah'tan vahiy
almak ve Allah'ın vaadiyle karşılaşmak aslında onun için olabilecek en büyük
yardım ve destektir. Yani Hz. Yusuf daha o an kuyuya atılırken Allah'ın
bildirmesiyle onların tuzaklarının bozulacağını biliyordu. Allah'ın vaadine
olan güveninden dolayı tevekküllü ve huzurluydu.
Ancak şunu da
unutmamak gerekir ki, samimi bir mümin, kendisine vahiy gelmese dahi, her zorlukta
ve sıkıntıda Allah'a tevekkül eder ve yaşadığı herşeyden razı olur. Çünkü Allah
Kur’an'da:
وَلَنْ
يَجْعَلَ
اللّهُ
لِلْكَافِرينَ
عَلَى
الْمُؤْمِنينَ
سَبيلًا
"…Allah,
kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez"[710] ayetiyle daima müminlerin
yanında olduğunu haber vermiştir. Allah'ın bu vaadine kesin olarak iman eden
bir insan, inkarcıların ve münafıkların tuzaklarından dolayı endişeye kapılmaz.
Hz. Yusuf'un
da üstünlüğü sahip olduğu ahlakından ve Allah'a olan teslimiyetinden ileri
gelmektedir. Henüz küçük bir çocuk olmasına rağmen son derece olgundur. Küçük
bir çocuğun kuyuya atılmasını iyi düşünmek gerekir. Ayette onun kuyunun
derinliklerine atıldığından bahsedilmektedir. Demek ki Hz. Yusuf'un bulunduğu
yer karanlık bir yerdir. Ölüm tehlikesinin çok yoğun olduğu, bulunup
bulunmayacağının dahi kesin olmadığı tehlikeli bir mekandır. Ayrıca kendisini
nasıl insanların bulacağını, bu insanların iyi mi kötü mü olacaklarını da
bilemez. Bu şartlar altında tevekkül sahibi olmayan bir insan çok zorlanabilir,
endişeye kapılabilir. Oysa Hz. Yusuf tüm bunlara rağmen çok tevekküllü ve
sabırlıdır. Bunlar onun üstün ahlakının göstergesidir. Büyüyünce seçilmiş bir
insan olacağı küçük yaşta böyle bir imtihana tabi tutulup, denenmesinden de
bellidir. Çünkü bu ancak takva sahibi, Allah'a gönülden bağlı ve tevekküllü
insanların başarabileceği bir sınavdır.
Aslında
içinde bulunduğu şartlar Yusuf Peygamber için zahiren bakıldığında ürkütücü bir
durumdur. Zor bir imtihanla denenmektedir. Ama Allah:
فَاِنَّ
مَعَ الْعُسْرِ
يُسْرًا
"Demek
ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır"[711] ayeti gereği Hz. Yusuf'a
yardım etmiştir. Onu rahatlatacak, ona huzur ve güven verecek bir müjde
vahyetmiştir.
Hz.
Yusuf'un Kuyudan Kurtuluşu
Hz. Yusuf'un
kuyudan nasıl kurtulduğu şu ayetle bildirilir:
وَجَاءَتْ
سَيَّارَةٌ
فَاَرْسَلُوا
وَارِدَهُمْ
فَاَدْلى
دَلْوَهُ
قَالَ يَا
بُشْرى هذَا
غُلَامٌ
وَاَسَرُّوهُ
بِضَاعَةً وَاللّهُ
عَليمٌ بِمَا
يَعْمَلُونَ
“Bir
yolcu-kafilesi geldi, sucularını (kuyuya su almak için) gönderdiler. O da kovasını
sarkıttı. "Hey müjde... Bu bir çocuk." dedi. Ve onu (kuyudan çıkarıp)
'ticaret konusu bir mal' olarak sakladılar. Oysa Allah, yapmakta olduklarını
bilendi.”[712]
Hz. Yusuf'un
kuyuya atıldığı an da, kuyudan kurtulduğu an da, aslında hep kaderinde belirlenen
olaylar yaşanmaktadır. Hiçbir şey kaderde belirlenenin dışında gelişmez. Bu
nedenle Hz. Yusuf kuyuya atıldıktan sonra oraya hangi kafilenin geleceği,
kafilenin gideceği yer, kafiledekilerin nasıl insanlar oldukları Hz. Yusuf daha
doğmadan ve hatta yaratılmadan çok önce Allah katında belirlidir. Bu önemli
gerçeğin farkında olan müminler bu nedenle başlarına gelen olaylar karşısında
çok tevekküllüdürler.
Yukarıdaki
ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Yusuf'u kuyuda bulan ve onu kurtaran kafile onu
satabileceklerini düşünüp, bir ticaret konusu olarak görmüşlerdir. Zira o
dönemde Mısır ve civarında kölelik sistemi geçerlidir. İnsanlar köle ticareti
yapmakta, özellikle de çocukları alıp satmaktadırlar. Kafiledekilerin Hz.
Yusuf'u bulduklarında birbirlerine müjde vermelerinin sebebi de budur. Bu
nedenle Hz. Yusuf hakkında da ticari gayeler düşünmeleri doğaldır. Ayetin
devamında onu pek önemsemedikleri ve ucuz fiyata sattıkları bildirilmektedir:
وَشَرَوْهُ
بِثَمَنٍ
بَخْسٍ
دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ
وَكَانُوا
فيهِ مِنَ
الزَّاهِدينَ
“Onu
ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onu pek önemsemediler.”[713]
Aslında böyle
olması da çok hikmetlidir. Çünkü şayet onu önemsemiş olsalar, onun seçkin bir
insan olduğunu, peygamber olduğunu bilseler belki de ona kötülük yapmak, zarar
vermek isterlerdi. Veya bunu öğrenecek olan diğer inkarcılar Hz. Yusuf'a
kötülük yapabilirlerdi. Hz. Yusuf'u önemsemeyerek bir köle gibi satmaları,
ondan maddi menfaat beklemeleri, onun için çok hayırlı olmuştur.
Hz. Yusuf
kıssasındaki bu hikmet, inkarcıların geleneksel bir tutumu olan müminleri
küçümsemelerinin, onları kendilerince önemsiz ve etkisiz insanlar gibi
görmelerinin de, aslında müminler için büyük hayırlara vesile olduğuna bir
işarettir.
Burada dikkat
çeken bir nokta daha vardır. Bilindiği gibi Yusuf Peygamber olağanüstü
güzelliğiyle tanıtılan bir peygamberdir. Fakat görüldüğü gibi köle tacirlerinin
eline düştüğünde bu güzelliği henüz dikkat çekmemiştir. Onun ne kadar kıymetli
bir insan olduğunu da anlayamamışlardır. Onu bulanlar yalnızca "bir
çocuk" diye nitelendirmişlerdir. Demek ki o dönemde Allah bir hikmet ve
hayır üzere onun güzelliğini saklamıştır. Bu, Allah'ın ona bir başka yardımı,
onun üzerindeki bir başka korumasıdır.
Köle
tacirleri tarafından bulunan Yusuf Peygamber Kur'an'da bildirildiğine göre
Mısırlı bir kişiye satılmıştır. Bu durum, ayette şöyle bildirilir:
وَقَالَ
الَّذِى
اشْتَريهُ
مِنْ مِصْرَ
لِامْرَاَتِه
اَكْرِمى
مَثْويهُ
عَسى اَنْ يَنْفَعَنَا
اَوْ
نَتَّخِذَهُ
وَلَدًا وَكَذلِكَ
مَكَّنَّا
لِيُوسُفَ
فِى الْاَرْضِ
وَلِنُعَلِّمَهُ
مِنْ
تَاْويلِ
الْاَحَاديثِ
وَاللّهُ
غَالِبٌ عَلى
اَمْرِه وَلكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ لَا
يَعْلَمُونَ
“Onu
satın alan bir Mısır'lı (aziz,) karısına: "Onun yerini üstün tut (ona
güzel bak), umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz"
dedi. Böylelikle Biz, Yusuf'u yeryüzünde (Mısır'da) yerleşik kıldık. Ona
sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi)
öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların çoğu bilmezler.”[714]
Allah, Hz.
Yusuf'u kendisini satın alan Mısırlı'nın vesilesiyle koruma altına alarak, onun
güzel bir şekilde bakılmasını ve büyütülmesini sağlamıştır. Onu Mısır'da
yerleştirmiştir. Onu satın alan kişi Hz. Yusuf'u eşine emanet ederken onun
hakkında şefkatli ve merhametli bir üslup kullanmış, ona iyi bakması yönünde
tembihte bulunmuştur. Hatta kendileri için
Hz. Yusuf'tan bir yarar dahi ummuş ve onu evlat edinmeyi dahi
düşünmüştür. Aslında bu da Allah'ın Yusuf Peygambere yardım ve desteğinin,
şefkat ve merhametinin bir delilidir. Kuyuya atıldığında pek çok tehlike ile
yüz yüze iken, Allah onu kurtarmış ve rahat edeceği, iyi bir yerde barındırmış,
Mısır'da yerleşik kılmıştır. Tüm bunlar Allah'ın onun üzerindeki nimetleridir.
Ayrıca Allah
Hz. Yusuf'a katından bir ilim vererek, ona sözlerin yorumunu öğretmiştir. Şüphesiz
ki bu, Allah'ın dilediği kullarına nimet olarak verdiği çok büyük bir yetenek
ve aynı zamanda lütuftur. Bir ayette Allah bu konuyla ilgili olarak şunları
bildirir:
يُؤْتِى
الْحِكْمَةَ
مَنْ يَشَاءُ
وَمَنْ يُؤْتَ
الْحِكْمَةَ
فَقَدْ
اُوتِىَ
خَيْرًا كَثيرًا
وَمَا
يَذَّكَّرُ
اِلَّا
اُولُوا الْاَلْبَابِ
“Dilediğine hikmet verir. Kendisine hikmet verilmiş olan bir kimse
ise, muhakkak ona birçok hayır verilmiş olur. Ve bunu ancak halis akıl
sahipleri tefekkür eder.”[715]
Erginlik
Çağına Geldiğinde İftiraya Uğraması
Hz. Yusuf
böylece Mısırlı Aziz'in yanında yaşamaya başlar. Allah ona sözlerin yorumunu
öğretmenin yanı sıra erginlik çağına eriştiğinde hüküm ve ilim de verir. Ayette
geçen hükümden kasıt, hakim olma, Allah'ın kitabına uygun ve adaletli karar verebilme
özelliğidir. İlim ise, kitabın bilgisi ya da öz bilgi diyebileceğimiz herşeyin
içyüzünün farkında olma bilgisi olabilir. (En doğrusunu Allah bilir) Bu,
Allah'ın Yusuf Peygamberi seçmesinin ve onu ahlakı nedeniyle nimetlendirmesinin
göstergesidir. Bu gerçek Kur’an'da şöyle anlatılır:
وَلَمَّا
بَلَغَ
اَشُدَّهُ
اتَيْنَاهُ
حُكْمًا
وَعِلْمًا
وَكَذلِكَ
نَجْزِى
الْمُحْسِنينَ
“Erginlik
çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları
böyle ödüllendiririz.”[716]
Ancak Hz.
Yusuf erginlik çağına geldiğinde evinde kalmakta olduğu kadın, yani Azizin
karısı, Hz. Yusuf'tan ayetin ifadesiyle "murad almak" istemiştir.
Bunun için her türlü ortamı hazırlamış, kapıları sıkıca kapatmış ve Hz. Yusuf'a
gayri meşru bir teklifte bulunmuştur. Hz. Yusuf'un burada verdiği karşılık
iffetli bir müminin örnek tavrıdır. Öncelikle, ayette haber verildiği gibi
kendisi de kadını arzulamış olmasına rağmen,
böyle haram bir fiil işlemekten Allah'a sığınmış, Allah'ın rızasına
aykırı olan böyle çirkin bir harekete kesinlikle yanaşmamıştır. Ardından yine
vefalı ve güzel bir davranış göstermiş, kadına Aziz'i hatırlatmış, onun
kendisine iyi baktığını, hoşnut kıldığını söylemiştir. Böylece Aziz'e bu
şekilde bir vefasızlık yapamayacağını da belirtmiştir. Hemen ardından zalimlerin
kurtuluşa eremeyeceğini söyleyerek bunun zalimce bir davranış olacağını
belirtmiştir. Bütün bunlar ayetlerde şu şekilde anlatılır:
وَرَاوَدَتْهُ
الَّتى هُوَ
فى بَيْتِهَا
عَنْ نَفْسِه
وَغَلَّقَتِ
الْاَبْوَابَ
وَقَالَتْ
هَيْتَ لَكَ
قَالَ
مَعَاذَ اللّهِ
اِنَّهُ
رَبّى
اَحْسَنَ
مَثْوَاىَ اِنَّهُ
لَا يُفْلِحُ
الظَّالِمُونَ
(*) وَلَقَدْ
هَمَّتْ بِه
وَهَمَّ
بِهَا لَوْلَا
اَنْ رَا
بُرْهَانَ
رَبِّه
كَذلِكَ لِنَصْرِفَ
عَنْهُ
السُّوءَ
وَالْفَحْشَاءَ
اِنَّهُ مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُخْلَصينَ
“Evinde
kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak:
"İsteklerim senin içindir, gelsene" dedi. (Yusuf) Dedi ki:
"Allah'a sığınırım. Çünkü o benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur.
Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez." Andolsun kadın onu arzulamıştı,
-eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıt (burhan)ını görmeseydi- o da
(Yusuf da) onu arzulamıştı. Böylelikle Biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri
çevirmek için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdandı.”[717]
Yukarıdaki
ayetten anlaşıldığı gibi, Hz. Yusuf zinanın Allah katında haram kılındığını
bilmektedir. Bu nedenle harama yaklaşmamış ve kadından kaçmaya çalışmıştır.
Allah'ın Hz. Yusuf için kullandığı "o da onu arzulamıştı" ifadesi,
bizlere imtihanın önemli bir sırrını öğretmektedir: Bir müminin nefsinin, dinen
haram olan şeylere karşı istek duyması mümkündür. Önemli olan, müminin bu
isteğe boyun eğmemesi ve Allah'ın sınırlarını aşmamak için irade göstermesidir.
Eğer nefsin istekleri olmasaydı, o zaman imtihan da olmazdı.
Olayların
devamı ayette şöyle anlatılır:
وَاسْتَبَقَا
الْبَابَ
وَقَدَّتْ
قَميصَهُ
مِنْ دُبُرٍ
وَاَلْفَيَا
سَيِّدَهَا
لَدَا
الْبَابِ
قَالَتْ مَا
جَزَاءُ مَنْ
اَرَادَ
بِاَهْلِكَ
سُوءًا
اِلَّا اَنْ
يُسْجَنَ
اَوْ عَذَابٌ
اَليمٌ
“Kapıya
doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam)
Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: "Ailene
kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azabtan başka cezası ne
olabilir?"[718]
Bu olayın
ardından, Yusuf Peygamberin her türlü iffetli, zinadan sakınan tavrına rağmen
kadın kızgınlığı nedeniyle Hz. Yusuf'a iftira atmıştır. Vezir olan kocasına
Yusuf Peygamberin kendisine kötü niyetle yaklaştığını söylemiş, dahası suçsuz
yere zindana atılması ya da acı bir azapla azaplandırılması gibi iki seçenek
öne sürerek onun cezalandırılmasını istemiştir. Bu durum, kadının Allah
korkusundan yoksun ve zalim bir karaktere sahip olduğunu açık göstergesidir.
Zaten Hz. Yusuf'a böylesine ahlaksızca bir teklifte bulunmuş olması bunun en
önemli göstergesidir. Ancak iftira atıp, onun haksız yere cezalandırılmasını
istemesi de zalimliğinin bir başka kanıtı olmaktadır. Hz. Yusuf ise şöyle
karşılık vermiştir:
قَالَ
هِىَ
رَاوَدَتْنى
عَنْ نَفْسى
وَشَهِدَ
شَاهِدٌ مِنْ
اَهْلِهَا
اِنْ كَانَ
قَميصُهُ
قُدَّ مِنْ قُبُلٍ
فَصَدَقَتْ
وَهُوَ مِنَ
الْكَاذِبينَ
(*) وَاِنْ
كَانَ
قَميصُهُ
قُدَّ مِنْ
دُبُرٍ فَكَذَبَتْ
وَهُوَ مِنَ
الصَّادِقينَ
“(Yusuf)
Dedi ki: "Onun kendisi benden murad almak istedi." Kadının
yakınlarından bir şahid şahitlik etti: "Eğer onun gömleği ön taraftan
yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan
söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu
durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir."[719]
Bu durumda
kadının Hz. Yusuf'un gömleğini arkadan yırtmış olması aslında Yusuf Peygamberin
kapıya doğru kaçtığının, kadının ise onu kovaladığının delili olmuştur. Ve
ayette de bildirildiğine göre, Hz. Yusuf'un haklılığı delillendirilmiştir:
فَلَمَّا
رَا قَميصَهُ
قُدَّ مِنْ
دُبُرٍ قَالَ
اِنَّهُ مِنْ
كَيْدِكُنَّ
اِنَّ
كَيْدَكُنَّ عَظيمٌ
(*) يُوسُفُ
اَعْرِضْ
عَنْ هذَا
وَاسْتَغْفِرى
لِذَنْبِكِ
اِنَّكِ
كُنْتِ مِنَ
الْخَاطِينَ
“Onun
gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): "Doğrusu,
bu sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür" dedi.
"Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sen de (kadın) günahın dolayısıyla
bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkarlardan oldun."[720]
Aziz Hz.
Yusuf'un haklı olduğunu vicdanen anlamış ve bunun karısının bir düzeni olduğunu
söylemiştir. Yukarıdaki ayetlerde aktarılan konuşmaları Aziz'in, karısına göre
daha vicdanlı olduğunun delilidir. Fakat olay bu noktada kapanmamıştır.
Kuran'da diğer gelişmeler şöyle anlatılır:
اِنَّكِ
كُنْتِ مِنَ
الْخَاطِينَ (*)
وَقَالَ
نِسْوَةٌ فِى
الْمَدينَةِ
امْرَاَتُ
الْعَزيزِ
تُرَاوِدُ
فَتيهَا عَنْ
نَفْسِه قَدْ
شَغَفَهَا
حُبًّا
اِنَّا لَنَريهَا
فى ضَلَالٍ
مُبينٍ
“Şehirde
(birtakım) kadınlar: "Aziz (Vezir)'in karısı kendi uşağının nefsinden
murad almak istiyormuş. Öyle ki sevgi onun bağrına sinmiş. Biz doğrusu onu
açıkça bir sapıklık içinde görüyoruz" dedi.”[721]
Görüldüğü
gibi, olay şehirde kadınlar arasında yayılmıştır. Ayette kadınlara dikkat
çekilmesi belki cahiliye ahlakını benimsemiş kadınların dedikoducu ya da
fitneci karakterine dikkat çekmek için olabilir. (En doğrusunu Allah bilir)
Şehirde
kadınlar bu olay üzerine kendi aralarında vezirin karısını kınayarak
konuşmuşlardır. Suçlu olanın Hz. Yusuf değil Aziz'in karısı olduğunu
anlamışlardır. Aziz'in karısı, halkın kendi hakkında olumsuz konuşmalarından
sıkıntı duymuştur. Nitekim Allah'ın rızasını göz ardı eden, insanların
rızasını kazanmayı amaçlayan kişiler,
halkın gözünde küçük duruma düşmekten, kendileri hakkında olumsuz bir imaj
oluşmasından çok çekinirler. Gizlice yaptıkları suçlarını insanların bilmesi,
Allah'tan korkmayan bu tip insanların en çok korktukları olaylardandır. Aziz'in
karısının içinde bulunduğu durum da böyledir.
Aziz'in
karısı kendisi hakkında konuşulduğunu, dedikodusunun yapıldığını anladığında
bunu yapan kadınlara bir düzen hazırlamıştır. Buradaki amaç kendisinin Hz.
Yusuf'dan gayrımeşru bir ilişki istemekte sözde haklı olduğunu kanıtlamaktır.
Çünkü Yusuf Peygamber olağanüstü güzel bir insandır. Nitekim diğer kadınlar Hz. Yusuf'un güzelliği
karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdir:
فَلَمَّا
سَمِعَتْ
بِمَكْرِهِنَّ
اَرْسَلَتْ
اِلَيْهِنَّ
وَاَعْتَدَتْ
لَهُنَّ
مُتَّكَاً وَاتَتْ
كُلَّ
وَاحِدَةٍ
مِنْهُنَّ
سِكّينًا
وَقَالَتِ
اخْرُجْ
عَلَيْهِنَّ
فَلَمَّا
رَاَيْنَهُ
اَكْبَرْنَهُ
وَقَطَّعْنَ
اَيْدِيَهُنَّ
وَقُلْنَ
حَاشَ لِلّهِ
مَا هذَا
بَشَرًا اِنْ
هذَا اِلَّا
مَلَكٌ
كَريمٌ
“(Kadın)
Onların düzenlerini işitince, onlara (bir davetçi) yolladı, oturup
dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri
soymaları için) bıçak verdi. (Yusuf'a da:) "Çık, onlara (görün)"
dedi. Böylece onlar onu (olağanüstü güzellikte) görünce (insanüstü bir
varlıkmış gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler
ve: "Allah'ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir
melektir" dediler.”[722]
Yukarıdaki
ayette görüldüğü gibi, Hz. Yusuf'un güzelliği bu kadınlara Allah'ı hatırlatmış
ve onlar da bu olağanüstü güzellik karşısında Allah'ı tespih etmişlerdir. Onun
güzelliğini insan üstü bir güzellik olarak yorumlamışlar ve hatta melek
olduğunu dahi iddia etmişlerdir. Hatırlanacak olursa, Allah Hz. Yusuf'un
küçüklüğünde onun çarpıcı güzelliğini insanlardan gizlemiş, böylece Hz. Yusuf'u
korumuştur. Fakat zaman geçip de Hz. Yusuf erginlik çağına geldiğinde,
güzelliği çok dikkat çekmeye başlamıştır. Kuşkusuz bu ayrıntıların her birinde
önemli hikmetler gizlidir. Kıssanın devamında olayların şöyle geliştiği haber
verilir:
قَالَتْ
فَذلِكُنَّ
الَّذى
لُمْتُنَّنى
فيهِ
وَلَقَدْ
رَاوَدْتُهُ
عَنْ نَفْسِه
فَاسْتَعْصَمَ
وَلَئِنْ
لَمْ
يَفْعَلْ مَا
امُرُهُ
لَيُسْجَنَنَّ
وَلَيَكُونًا
مِنَ الصَّاغِرينَ
“Kadın
dedi ki: "Beni kendisiyle kınadığınız işte budur. Andolsun onun nefsinden
ben murad istedim, o ise (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine
emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka zindana atılacak ve elbette küçük
düşürülenlerden olacak."[723]
Görüldüğü
gibi, kadın aslında kendisinin suçlu olduğunu, Hz. Yusuf'un ise iffetini
korumak istediğini açıkça itiraf etmiştir. Fakat kalabalık bir insan grubunun
gözü önünde aynı çirkin teklifini yinelemiş, Hz.Yusuf'a bunu yapmasını
emretmiş, diretmiş ve hatta sözüne uymadığı takdirde Hz. Yusuf'u zindana
atılmakla ve küçük düşürülmekle tehdit etmiştir. Buradan kadının ne kadar zalim
ve çirkin bir ahlak sahibi olduğu da anlaşılmaktadır. Bu, elbette ki çok
şaşılacak bir durumdur.
Kadın belki
Mısır'daki konumuna, zenginliğine ve belki de Hz. Yusuf'un, kendi kölesi
olmasına güvenerek onu harama girmeye zorlamaktadır. Bu son derece iffetsiz bir
tekliftir ve Aziz'in karısı kimseden çekinmeden, herkesin gözü önünde bu çirkin
teklifini tekrarlamıştır. Bu, gerek onun dinsizliğinin gerekse onu izleyen
diğer kadınların hak dini yaşama konusundaki gevşekliklerinin delilidir. Zira
mümin bir kadın harama kesinlikle girmeyeceği gibi hiçbir mümin kadın da böyle
bir ahlaksızlığa seyirci kalmaz. Üstelik kıssada anlatılan bu kadınlar vezirin
karısının tehditlerine de ses çıkarmamakta, yaptığı çirkinliklere göz
yummaktadırlar.
Kur’an'da
ayrıca Mısırlı Aziz'in de, delilleri gördüğü halde Hz. Yusuf'un zindana
atılmasına ses çıkarmadığı, karısının da aynı şekilde yıllarca Hz. Yusuf'un
zindanda kalmasına göz yumduğu haber verilmiştir. Bu örnekten de anlaşıldığı
gibi mümin olmayan kimseler her zaman kendi yandaşlarının yanında olmakta,
tuzak kurulurken seyredip, sessiz kalabilmektedirler. Nitekim yukarıdaki ayette
şehirdeki kadınların da tuzağa ortak olup susmayı tercih ettikleri
görülmektedir. Hatta Aziz'in karısı itiraf etse de Hz. Yusuf'u savunmamışlar,
hiçbir suçu olmayan, çok güzel ahlaklı bir insanın hapse atılmasına seyirci
kalmışlardır.
Bu noktada
dikkat çeken bir diğer husus ise Hz. Yusuf'un samimiyetidir. Böyle bir ortam
karşısında hemen Allah'a sığınmış ve çok samimi bir şekilde Allah'a
düşüncelerini açarak O'ndan yardım dilemiştir. Hz. Yusuf'un üslubunda çok büyük
bir samimiyet ve ihlas hakimdir:
قَالَ
رَبِّ
السِّجْنُ
اَحَبُّ
اِلَىَّ
مِمَّا
يَدْعُونَنى
اِلَيْهِ
وَاِلَّا
تَصْرِفْ
عَنّى
كَيْدَهُنَّ
اَصْبُ
اِلَيْهِنَّ
وَاَكُنْ
مِنَ الْجَاهِلينَ
(*)
فَاسْتَجَابَ
لَهُ رَبُّهُ
فَصَرَفَ
عَنْهُ
كَيْدَهُنَّ
اِنَّهُ هُوَ
السَّميعُ الْعَليمُ
“(Yusuf)
Dedi ki: "Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana
daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım)
eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum." Böylece Rabbi, duasını
kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O,
işitendir, bilendir.”[724]
Kıssanın bu
bölümünde en dikkat çeken unsur da, kuşkusuz kadınların düzen kurmaya
yatkınlıklarıdır. Özellikle bu tarz konularda cahiliye kadınlarına karşı
müminlerin dikkatli olmaları gerektiği de bu kıssadan alınacak dersler
arasındadır. Zira haram-helal gibi bir duyarlılıkları olmadığı ve Allah'ın
sınırlarına karşı da kayıtsız oldukları için çeşitli sebeplerden dolayı -kimi
zaman kibirlerini tatmin etmek, kimi zaman nefislerine boyun eğmek, kimi zaman
müminlere zorluk çıkarmak gibi sebeplerden ötürü- mümin erkeklere karşı bu tarz
düzenler kurabilirler. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, burada kast edilen bütün
kadınlar değil, Allah korkusu olmayan cahiliye kadınlarıdır.
Hz.
Yusuf'un Haksız Yere Zindana Atılması
Önceki
sayfalarda anlattığımız gibi, Aziz'in karısı şehirdeki kadınların gözü önünde
aslında Hz. Yusuf'tan murad almak isteyenin kendisi olduğunu kabul etmiş, Hz.
Yusuf'un ise bunu reddettiğini itiraf etmişti. Aziz de aynı kanaatteydi,
karısına Allah'tan bağışlanma dilemesini, çünkü günahkarlardan olduğunu
hatırlatmıştı. Yani bu olaya tanık olan ya da duyan herkes aslında Hz. Yusuf'un
suçsuz olduğunu, kadının bir düzen kurduğunu biliyordu. Ama herşeye rağmen
vicdansızca bir karar vermişler ve Hz. Yusuf'u zindana atmışlardır:
ثُمَّ
بَدَا لَهُمْ
مِنْ بَعْدِ
مَا رَاَوُا
الْايَاتِ
لَيَسْجُنُنَّهُ
حَتّى حينٍ
“Sonra
onlarda (Yusuf'un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka
onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı.”[725]
Bu noktada en
dikkat çeken husus bir insanı haksız yere hapse atabilmeleridir. Buradan da
anlaşılmaktadır ki, olayın yaşandığı toplumda o devirde haklının değil,
güçlünün üstün tutulduğu batıl bir sistem hakimdir. Üstelik kanunlara göre
suçlu olmadığı halde, deliller suçsuz olduğunu açıkça ispatladığı halde bir
insanı hapse atabilmeleri, istedikleri takdirde kendi çıkarları doğrultusunda
kullanabilecekleri bir hukuk sistemleri olduğunu gösterir.
Gerçekte bu,
Allah'ın değişmeyen bir kanunudur: Müminler, özellikle Allah'ın elçileri inkar
edenler tarafından mutlaka hapse atılmak ve engellenmek istenirler. Aynı durum
Peygamberimiz döneminde de yaşanmış, Allah bu gerçeği şöyle haber vermiştir:
وَاِذْ
يَمْكُرُ
بِكَ
الَّذينَ
كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ
اَوْ
يَقْتُلُوكَ
اَوْ يُخْرِجُوكَ
وَيَمْكُرُونَ
وَيَمْكُرُ
اللّهُ
وَاللّهُ
خَيْرُ
الْمَاكِرينَ
“Hani o
inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak
kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir
karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin)
hayırlısıdır.”[726]
Görüldüğü
gibi, her çağda, her dönemde Müslümanların ve Allah'ın elçilerinin maruz
kaldıkları bu durum, Hz. Yusuf üzerinde de tecelli etmiştir. Eğer Hz. Yusuf
Müslüman olmasaydı ve onların batıl sistemlerine, dejenere ahlaklarına boyun
eğen biri olsaydı o zaman ona karşı böyle düşmanca bir tavır sergilemeyecekler,
suç işlese dahi görmezden geleceklerdi. Ancak onun tertemiz bir müslüman olması
ve Allah'ın hoşnutluğunu, emir ve yasaklarını herşeyden üstün tutması, ona
karşı düşmanlık etmelerine neden olmuştur. Kur'an'da birçok ayette bildirildiği
üzere, dinden uzak insanlar salih müminlere karşı her zaman benzer bir
düşmanlık beslemişlerdir.
Hz. Yusuf'un
böyle haksız bir şekilde zindana atılması o sıralar Mısır'da adaletsiz bir
sistemin var olduğunu gösterdiği gibi, toplumda ahlaki bir dejenerasyon
yaşandığına da işaret etmektedir.
Buraya kadar
anlattığımız olaylar zahiri bir bakışla Hz. Yusuf'un yaşadığı
"felaketler" olarak değerlendirilebilir. Oysa olayların iç yüzüne
bakıldığında görülür ki bütün bunları
yapan, bu olayların düzenleyicisi olan Allah'tır. Daha önce de belirttiğimiz
gibi bu olaylar Hz. Yusuf'un belirlenmiş kaderinin bir parçasıdır ve onun için
son derece hayırlıdır. Nitekim haksız yere zindana atılmak gibi bir imtihanı
yaşayan, bu şartlarda Allah'a tevekküllü ve sadık olan bir insan takva sahibi
demektir. Böyle bir kişinin Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanacağı ise
açıktır. Bu bakımdan Hz. Yusuf'un zindana atılması onun açısından bir şer veya
aksilik değil, tam tersine hayır ve güzelliktir.
Ayrıca bu
kıssada, iman etmeyenlerin veya münafıkların, bir araya gelerek müminler
aleyhinde tuzak kurduklarına da dikkat çekilmektedir. Ancak, bu insanlar –daha
önce de belirttiğimiz gibi- hiçbir zaman müminlere zarar veremezler. Allah
katında onların kurdukları tuzaklara karşı onlara kurulmuş bir tuzak vardır. Ve
bu insanlar tuzaklarını kurarlarken, Allah onların tüm konuşmalarını,
kararlarını, içlerinden geçirdiklerini en ince ayrıntısına kadar bilir ve
işitir. Hatta, onlar daha dünyaya gelmeden milyonlarca yıl önce onların
müminlere tuzak kuracakları kaderlerinde belirlenmiştir. Ve yine Allah kaderde
onların tuzaklarını bozacak olan olayları da belirlemiştir. Dolayısıyla müminlere
karşı kurulan her tuzak aslında baştan bozulmuş olarak meydana gelir. Allah
Kur’an'da bu sırrı şöyle bildirmektedir:
وَقَدْ
مَكَرَ
الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِهِمْ فَلِلّهِ
الْمَكْرُ
جَميعًا
يَعْلَمُ
مَاتَكْسِبُ
كُلُّ نَفْسٍ
وَسَيَعْلَمُ
الْكُفَّارُ
لِمَنْ عُقْبَى
الدَّارِ
“Onlardan
öncekiler de hileli-düzenler kurmuşlardı; fakat düzen kuruculuğun (tedbirlerin,
karşılık vermelerin) tümü Allah'a aittir. Her bir nefsin ne kazandığını O
bilir. Bu yurdun sonu kimindir, inkar edenler pek yakında bileceklerdir.”[727]
وَقَدْ
مَكَرُوا
مَكْرَهُمْ
وَعِنْدَ
اللّهِ
مَكْرُهُمْ
وَاِنْ كَانَ
مَكْرُهُمْ
لِتَزُولَ
مِنْهُ
الْجِبَالُ (*)
فَلَا
تَحْسَبَنَّ
اللّهَ
مُخْلِفَ
وَعْدِه
رُسُلَهُ
اِنَّ اللّهَ
عَزيزٌ
ذُوانْتِقَامٍ
“Gerçek
şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları
yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir
karşılık) vardır. Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma.
Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir.”[728]
Bu nedenle
müminler bu tarz bir düzenle karşılaştıklarında tevekküllü olur, Allah'a
güvenir ve bu tuzağın aslında bozulmuş olduğunu bilirler. Bu nedenle düzen ne
kadar şiddetli olursa olsun onlar son derece sakin ve itidallidirler. Bu da
Allah'a ve O'nun ayetlerine olan güvenlerindendir. Bu, aynı zamanda müminlere
özgü bir sırdır. Mümin olmayan, dinden uzak bir yaşam süren insanların bu
huzurlu ruh haline sahip olmaları ise imkansızdır.
Hz.
Yusuf’un Zindan Günleri
Kur’an'da Hz.
Yusuf ile birlikte iki gencin daha zindana girdiği ve bu gençlerin Hz. Yusuf'a
rüyalarının yorumunu sordukları bildirilmektedir:
وَدَخَلَ
مَعَهُ
السِّجْنَ
فَتَيَانِ
قَالَ
اَحَدُهُمَا
اِنّى اَرينى
اَعْصِرُ خَمْرًا
وَقَالَ
الْاخَرُ
اِنّى اَرينى
اَحْمِلُ
فَوْقَ
رَاْسى
خُبْزًا
تَاْكُلُ
الطَّيْرُ
مِنْهُ
نَبِّئْنَا
بِتَاْويلِه
اِنَّا
نَريكَ مِنَ
الْمُحْسِنينَ
“Onunla
birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: "Ben (rüyamda) kendimi şarap
sıkıyorken gördüm." dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın üstünde
ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi" dedi. "Bunun
yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz."[729]
Hatırlanacağı
gibi, Allah Hz. Yusuf'a sözlerin yorumunu öğretmiştir. Bu nedenle zindan
arkadaşları rüyalarının yorumunu ona sormuşlardır. Ama bir nokta dikkat
çekicidir: Hz. Yusuf'un böyle bir ilme ve hikmete sahip olduğunu nasıl
bilmişlerdir?
Ayetin
devamındaki ifade, bu sorunun cevabını da göstermektedir: Zindandakiler, Hz.
Yusuf'u "iyilik yapanlardan gördüklerini" söylemektedirler.
Bu ise, Hz. Yusuf'un zindanda bulunduğu süre boyunca örnek bir mümin tavrı
sergilediğini ve bunun da etrafındaki insanları etkilediğini gösterir.
Anlaşılmaktadır ki, Hz. Yusuf'un tavırları, üslubu ve yüzü, "güvenilirlik
sıfatı"nın tecelli ettirmiş, yani insanlara güven vermiştir. Gerçekten de
bir insanın sadece yüz ifadesi dahi, salih bir müslüman olduğunu etrafına
hissettirebilir. Nitekim Allah Kur’an'da müminlerden bahsederken:
تَريهُمْ
رُكَّعًا
سُجَّدًا
"Belirtileri,
secde izinden yüzlerindedir"[730] buyurmaktadır.
Burada kast
edilen "secde izi", genelde anlaşıldığı gibi uzun süre secde etmekten
kaynaklanan fiziksel bir iz değil, insanın çehresine hakim olan "iman
nurudur". (En doğrusunu Allah bilir.)
Hz. Yusuf'un
zindanda sergilediği bu ahlak, önemli bir mümin vasfını da bize göstermektedir:
Müminin her an her yerde aynı güzel ahlaktadır. Çünkü müminler Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak için yaşarlar ve Allah her yerdedir. Zindanda, evde,
yolda yürürken, masasının başında bir şeyler yazarken, yemek yerken, televizyon
seyrederken, her an Allah insanın yanındadır, onu sarıp kuşatmıştır ve her
söylediğinden, her içinden geçirdiğinden haberdardır. Bu nedenle müminlerin
tavrı ve ahlakı bulundukları yere göre kesinlikle değişmez. Her zaman aynı
üstün ahlaklı ve vicdanlı mümin tavrını gösterirler.
Hz. Yusuf'un
hapishane arkadaşları da bu nedenle onu güvenilir ve iyi bir kişi olarak görmüş
ve ona danışmışlardır. Onların sorusu üzerine Hz. Yusuf konuşmaya başlamıştır.
Fakat aşağıdaki ayetlerde de görüleceği gibi bunu yaparken çok akıllıca bir yol
izlemiştir. Konuşmanın seyrini kendi istediği gibi yönlendirmiş, onların merak
ettikleri konulardan önce daha acil ve önemli gördüğü konulardan bahsetmiştir:
قَالَ
لَا
يَاْتيكُمَا
طَعَامٌ
تُرْزَقَانِه
اِلَّا
نَبَّاْتُكُمَا
بِتَاْويلِه
قَبْلَ اَنْ
يَاْتِيَكُمَا
ذلِكُمَا مِمَّا
عَلَّمَنى
رَبّى اِنّى
تَرَكْتُ
مِلَّةَ
قَوْمٍ لَا
يُؤْمِنُونَ
بِاللّهِ
وَهُمْ
بِالْاخِرَةِ
هُمْ
كَافِرُونَ (*)
وَاتَّبَعْتُ
مِلَّةَ
ابَائى
اِبْرهيمَ وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
مَاكَانَ
لَنَا اَنْ
نُشْرِكَ
بِاللّهِ
مِنْ شَىْءٍ
ذلِكَ مِنْ
فَضْلِ
اللّهِ
عَلَيْنَا
وَعَلَى
النَّاسِ
وَلكِنَّ
اَكْثَرَ النَّاسِ
لَا
يَشْكُرُونَ (*)
يَا
صَاحِبَىِ
السِّجْنِ ءَ
اَرْبَابٌ
مُتَفَرِّقُونَ
خَيْرٌ اَمِ
اللّهُ
الْوَاحِدُ
الْقَهَّارُ
(*) مَا
تَعْبُدُونَ
مِنْ دُونِه
اِلَّا اَسْمَاءً
سَمَّيْتُمُوهَا
اَنْتُمْ
وَابَاؤُكُمْ
مَا اَنْزَلَ
اللّهُ بِهَا
مِنْ
سُلْطَانٍ
اِنِ
الْحُكْمُ
اِلَّا
لِلّهِ
اَمَرَ
اَلَّا تَعْبُدُوا
اِلَّا
اِيَّاهُ
ذلِكَ
الدّينُ الْقَيِّمُ
وَلكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ لَا
يَعْلَمُونَ
“Dedi
ki: "Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden
önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir.
Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan
bir topluluğun dinini terk ettim." "Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve
Yakub'un dinine uydum. Allah'a hiçbir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey
değil. Bu, bize ve insanlara Allah'ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların
çoğu şükretmezler." "Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir
sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah
mı?" "Sizin Allah'tan başka taptıklarınız, Allah'ın kendileri
hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak
adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O,
kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte
budur, ancak insanların çoğu bilmezler."[731]
Hz. Yusuf
ayetlerde de görüldüğü gibi onlara şirk sisteminin kötülüğünü ve tevhidi
anlatmıştır. İçinde yaşadıkları cahiliye sisteminin çarpıklığını anlatmış ve
onlara sadece Allah'a kul olmalarını öğütlemiştir.
Hz. Yusuf
konuşması sırasında geçmiş peygamberlerden de örnekler vermiş, onların hepsinin
aynı hak din üzerinde olduğunu hatırlatmıştır.
Bundan başka
karşısındaki insanları düşündürtecek sorular sormuştur. Örneğin "bir
sürü Rabler mi yoksa kahhar olan Allah mı?" diye sorarak aynı
zamanda Allah'ın cezalandıran, azaplandıran ve kahreden sıfatlarını onlara
hatırlatmıştır. Böylece hem
düşünmelerini hem de Allah'tan korkmalarını sağlamaya çalışmıştır.
Onlara
taptıkları ilahları hatırlatmış, bunların batıl olduklarını, gerçekliklerine
dair haklarında hiçbir delil bulunmayan, atalarından kalan sahte ilahlar
olduklarını bildirmiştir. Allah'tan başka ilahlara tapmanın haram olduğunu
açıklamış, insanların çoğunun bunları bilmediğini söylemiş ve onları dosdoğru
dine davet etmiştir.
Hz. Yusuf'un
uyguladığı bu yol, Müslümanların dini insanlara anlatırken kullanılabilecekleri
önemli bir yöntemdir. Onların konuyu açmalarını fırsat bilerek ilk önce kendi
istediklerini detaylı olarak anlatmış, sonra onlara cevap vermiştir.
Ancak bütün
bunlar bittiğinde onların sordukları soruya cevap vererek rüyalarının yorumunu
söylemiştir:
يَا
صَاحِبَىِ
السِّجْنِ
اَمَّا
اَحَدُكُمَا
فَيَسْقى
رَبَّهُ
خَمْرًا
وَاَمَّا الْاخَرُ
فَيُصْلَبُ
فَتَاْكُلُ
الطَّيْرُ
مِنْ رَاْسِه
قُضِىَ
الْاَمْرُ
الَّذى فيهِ
تَسْتَفْتِيَانِ
(*) وَقَالَ
لِلَّذى
ظَنَّ
اَنَّهُ
نَاجٍ مِنْهُمَا
اذْكُرْنى
عِنْدَ
رَبِّكَ
فَاَنْسيهُ
الشَّيْطَانُ
ذِكْرَ
رَبِّه
فَلَبِثَ فِى
السِّجْنِ
بِضْعَ
سِنينَ
"Ey
zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise
asılacak, kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz iş
(artık) olup bitmiştir." İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki:
"Efendinin katında beni hatırla." Fakat şeytan, efendisine
hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı.”[732]
İkinci ayete
dikkat edilecek olursa, Hz. Yusuf'un yine çok akıllıca davrandığı görülür.
Onlara rüyalarının yorumundan bahsettikten sonra zindan arkadaşlarından
kurtulacak olanına, çıkınca efendisine kendisini hatırlatmasını söylemiştir.
Böylece zindandan çıkabilmek için akılcı bir yönteme başvurmuştur. Fakat Hz.
Yusuf aldığı bu tedbirin bir sebep olduğunun, Allah dilemedikçe hapisten
çıkamayacağının da farkındadır.
Nitekim ayetin
sonundan da anlaşıldığı üzere, şeytan o
kişiye Hz. Yusuf'u unutturmuş ve Hz. Yusuf da daha nice yıllar zindanda
kalmıştır. Ancak Yusuf Peygamber bunun en hayırlı sonuç olduğunu bilir. Bu
aslında sabır gerektiren bir imtihandır; kuşkusuz zindanda uzun yıllar kalmak
ve hatta unutulmak pek çok insan için zorluktur. Oysa Hz. Yusuf ahlakının ve
imanının üstünlüğünü burada da kanıtlar, başına gelenleri çok tevekküllü
karşılar.
Hz.
Yusuf'a Kurulan Düzenin Ortaya Çıkışı
Hz. Yusuf
ayetin ifadesiyle daha "nice yıllar" zindanda kalmıştır. Ancak
bir gün hükümdar, gördüğü bir rüyanın yorumlanmasını istemiştir. Bunun için
ülkedeki en tanınmış kahinlere ve bilginlere başvurulmuştur. Fakat hepsi de
hükümdarın gördüklerinin karmakarışık düşler olduğunu söylemiş ve rüyayı
yorumlayamamışlardır. Ancak bir süre sonra Hz. Yusuf'un zindan arkadaşlarından
olup kurtulan kişi Hz. Yusuf'u hatırlamıştır:
وَقَالَ
الْمَلِكُ
اِنّى اَرى
سَبْعَ بَقَرَاتٍ
سِمَانٍ
يَاْكُلُهُنَّ
سَبْعٌ عِجَافٌ
وَسَبْعَ
سُنْبُلَاتٍ
خُضْرٍ
وَاُخَرَ
يَابِسَاتٍ
يَا اَيُّهَا
الْمَلَاُ
اَفْتُونى فى
رُءْيَاىَ
اِنْ
كُنْتُمْ
لِلرُّءْيَا
تَعْبُرُونَ (*)
قَالُوا
اَضْغَاثُ
اَحْلَامٍ
وَمَا نَحْنُ
بِتَاْويلِ
الْاَحْلَامِ
بِعَالِمينَ
“Hükümdar:
"Ben (rüyamda) yedi besili inek görüyorum, onları yedi zayıf inek yiyor;
bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise kupkuru. Ey önde gelen
(kahin-bilginler,) eğer rüya yorumluyorsanız benim bu rüyamı çözüverin"
dedi. Dediler ki: "(Bunlar) Karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin
yorumunu bilenler değiliz. "O iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman
sonra hatırladı ve: "Ben bunun yorumunu size haber veririm, hemen beni
(zindana) gönderin" dedi.”[733]
Görüldüğü
gibi olaylar hiç beklenmedik şekilde gelişir ve yıllarca zindanda unutulan
Yusuf Peygamber böylece hatırlanmış olur. Aslında kaderde Yusuf Peygamberin
ancak yıllar sonra bu vesileyle hatırlanması yazılıdır, bu nedenle olaylar bu şekilde gelişir. Hükümdara o karmaşık gibi görünen rüyayı
gösteren, onun bu rüyanın yorumunu merak etmesini ilham eden, hiç kimsenin bu
rüyayı yorumlayabilmesine izin vermeyen, zindan arkadaşına Hz. Yusuf'u
hatırlatan Allah'tır. Allah herşeyi kaderde önceden takdir edip planlamıştır.
Bu olayların devamı Kuran'da şöyle anlatılır:
يُوسُفُ
اَيُّهَا
الصِّدّيقُ
اَفْتِنَا فى
سَبْعِ
بَقَرَاتٍ
سِمَانٍ
يَاْكُلُهُنَّ
سَبْعٌ
عِجَافٌ
وَسَبْعِ
سُنْبُلَاتٍ
خُضْرٍ
وَاُخَرَ
يَابِسَاتٍ
لَعَلّى اَرْجِعُ
اِلَى
النَّاسِ
لَعَلَّهُمْ
يَعْلَمُونَ
“(Zindana
gidip:) "Yusuf, ey doğru (sözlü insan).. Yedi besili ineği yedi zayıf
(ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüya) konusunda bize
fetva ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar
(bunun anlamını) öğrenmiş olurlar."[734]
Zindan
arkadaşının Yusuf Peygambere hitabı çok dikkat çekicidir: "Ey doğru
(sözlü insan)..." Bu ifadeden Hz. Yusuf'un mümin
karakterinin ve güzel ahlakının insanlar tarafından rahatça fark edilmiş
olduğunu anlarız. Yusuf Peygamberin her peygamber gibi, karşısındaki insanlara
güven veren, eminlik ifade eden bir tavrı vardır. Zindan arkadaşı da onun bu
yönünü bilerek, onu doğru sözlü ve güvenilir görerek yanına gelmiştir.
Görüşmelerinde Hz. Yusuf'tan hükümdarın
rüyası hakkında fetva istemiştir. Yusuf Peygamber ise rüyanın yorumunu şöyle
yapmıştır:
قَالَ
تَزْرَعُونَ
سَبْعَ
سِنينَ
دَاَبًا فَمَا
حَصَدْتُمْ
فَذَرُوهُ فى
سُنْبُلِه
اِلَّا
قَليلًا
مِمَّا تَاْكُلُونَ
(*) ثُمَّ
يَاْتى مِنْ
بَعْدِ ذلِكَ
سَبْعٌ شِدَادٌ
يَاْكُلْنَ
مَا
قَدَّمْتُمْ
لَهُنَّ اِلَّا
قَليلًا
مِمَّا
تُحْصِنُونَ (*)
ثُمَّ يَاْتى
مِنْ بَعْدِ
ذلِكَ عَامٌ
فيهِ يُغَاثُ
النَّاسُ
وَفيهِ
يَعْصِرُونَ
“Dedi
ki: "Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir
kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun
arkasından (kuraklığı) zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar
dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir. Sonra bunun arkasından
bir yıl gelecektir ki, insanlar onda bol bol yağmura kavuşturulacak ve onda
sıkıp-sağacaklar."[735]
Hükümdar, Hz.
Yusuf'un rüyasını nasıl yorumladığını öğrenince onu huzuruna çağırmıştır. Hükümdarın gönderdiği
elçi bu davetle Hz. Yusuf'un yanına geldiğinde, Yusuf Peygamber hemen teklife
icabet etmek yerine, yine çok akılcı bir yöntem izlemiştir. Haksız yere
zindanda yattığının ve iftiraya uğradığının anlaşılması ve gerçeklerin ortaya çıkması için, elçiyi, konunun
yeniden incelenmesini, araştırılmasını sağlayacak birtakım sorularla hükümdara
geri göndermiştir. Ellerini kesen kadınların durumunu sormuştur ki, gerçekten
onlar Hz. Yusuf'un suçsuzluğuna ve Aziz'in karısının iffetsizliğine tanık
olmuşlardır. Her biri birinci dereceden şahittirler, fakat daha önce onların
tanıklık edecekleri bir ortam olmamıştır. Bu nedenle Hz. Yusuf bu fırsatı çok
iyi kullanır. Bu olay ayette şöyle anlatılır:
وَقَالَ
الْمَلِكُ
ائْتُونى بِه
فَلَمَّا جَاءَهُ
الرَّسُولُ
قَالَ
ارْجِعْ اِلى
رَبِّكَ
فَسَْلْهُ
مَا بَالُ
النِّسْوَةِ
الّتى
قَطَّعْنَ
اَيْدِيَهُنَّ
اِنَّ رَبّى
بِكَيْدِهِنَّ
عَليمٌ
“Hükümdar
dedi ki: "Onu bana getirin." Ona elçi geldiğinde (Yusuf:)
"Efendine dön de ona sor: "Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?
Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir."[736]
قَالَ
مَا
خَطْبُكُنَّ
اِذْ
رَاوَدْتُنَّ
يُوسُفَ عَنْ
نَفْسِه
قُلْنَ حَاشَ
لِلّهِ مَا
عَلِمْنَا
عَلَيْهِ
مِنْ سُوءٍ
قَالَتِ
امْرَاَتُ
الْعَزيزِ
الْنَ
حَصْحَصَ الْحَقُّ
اَنَا
رَاوَدْتُهُ
عَنْ نَفْسِه
وَاِنَّهُ
لَمِنَ
الصَّادِقينَ
“Hz.
Yusuf'un bu sorusu üzerine hükümdar kadınları toplamış ve olayın gerçeğini
sormuştur:
"Yusuf'un
nefsinden murad almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?" dedi. Onlar:
"Allah için, haşa" dediler. "Biz ondan hiçbir kötülük
görmedik." Aziz (Vezir)in de karısı dedi ki: "İşte şu anda gerçek
orta yere çıktı; onun nefsinden ben murad almak istemiştim. O ise gerçekten
doğruyu söyleyenlerdendir."[737]
Böylece
yıllar sonra da olsa gerçekler ortaya çıkmıştır. Kadınların Hz. Yusuf'a bir
düzen kurdukları, kadının çirkin teklifine karşın Hz. Yusuf'un iffetli
davrandığı anlaşılmıştır. Hz. Yusuf'un suçsuzluğu apaçık olmasına rağmen
yıllarca hapiste kalması ise bir kayıp ve aksilik değildir. Onun yaşadığı her
an Allah katında planlanmıştır ve bu planın çok büyük rahmet ve hayırları
bulunmaktadır. Zindanda kalmak Hz. Yusuf'un manevi olarak eğitilmesine,
derinleşmesine ve olgunlaşmasına vesile olmuştur. Güzel tavır göstermesi
sebebiyle de Allah'a yakınlaşmıştır. Dünya hayatında yaşanan bu tür zorluklar
ve sıkıntılar insanın ahireti için güzel bir ecirdir. Allah, dünyadaki
zorluklara karşı sabır gösteren, en ağır koşullarda dahi Allah'tan razı ve
şükredici olan kullarına ahirette güzel bir hayat ve rızasını vaat etmektedir.
Dahası, Hz.
Yusuf zindanda iken geçen zaman, bir başka hayra daha vesile olmuş, Allah
Mısır'daki ortamı, onun iktidara gelmesine vesile olacak şekilde ayarlamıştır.
Kıssanın
devamına bakıldığında kadınların gerçekleri itiraf etmelerinin ardından Hz.
Yusuf'un aracıya şunları söylediği görülür:
ذلِكَ
لِيَعْلَمَ
اَنّى لَمْ
اَخُنْهُ بِالْغَيْبِ
وَاَنَّ
اللّهَ لَا
يَهْدى كَيْدَ
الْخَائِنينَ
(*) وَمَا
اُبَرِّئُ
نَفْسى اِنَّ
النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ
بِالسُّوءِ
اِلَّا
مَارَحِمَ
رَبّى اِنَّ
رَبّى
غَفُورٌ
رَحيمٌ
“(Yusuf
aracıya şunu söyledi:) "Bu, (itiraf Vezirin) yokluğunda gerçekten
kendisine ihanet etmediğimi ve gerçekten Allah'ın ihanet edenlerin
hileli-düzenlerini başarıya ulaştırmadığını kendisinin de bilip öğrenmesi
içindi. (Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis,
-Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir.
Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir."[738]
Burada dikkat
çeken nokta Hz. Yusuf'un yine etrafındakilere Allah'ı hatırlatmasıdır. Allah'ın
ihanet edenlerin hileli düzenlerini başarıya ulaştırmadığını söylemekle aslında
batınında bu olayı açığa kavuşturanın Allah olduğunu da söylemektedir. Bu
önemli bir noktadır, çünkü Hz. Yusuf'a atılan iftiranın ortaya çıkması Allah'ın
izniyle olmuştur. Hükümdar ve insanlar gerçekleri Allah'ın dilediği anda ve
Allah'ın dilediği şekilde öğrenmişlerdir. Allah'ın takdir ettiği kader
işlemektedir, bu olayların yaşanması en hayırlı ve en güzelidir.
Fakat Yusuf
Peygamberin yukarıdaki son ayette söyledikleri de son derece önemlidir. Haklılığı
böylesine ortada olmasına, kendisine açık bir iftira atılmasına, bundan dolayı
nice yıllar zindanda kalmasına ve kendisi Allah'ın peygamberlik vererek
yücelttiği bir kul olmasına rağmen Yusuf Peygamber nefsini temize çıkarmaktan
sakınmıştır. Üstelik bununla birlikte çok önemli bir gerçeği de açıklamıştır:
"Allah'ın esirgedikleri dışında nefsin var gücüyle kötülüğü
emretmesi…" Bu, tüm müminleri hayatlarının her anında dikkatli olmaları
gereken bir durumdur. Çünkü her insan nefis sahibidir ve insanlar hayatları
boyunca, yaşamlarının her anında Allah tarafından denemeden geçirilirler. Kimi
zaman insanın nefsiyle vicdanı çatışır ve insan ikisinden birinin telkinine
uyar. Müminler büyük bir itinayla kendilerini Allah'ın rızasına çağıran
vicdanlarının sesini dinlerler. Diğer insanlar ise nefislerinin boyunduruğu
altında yaşarlar.
Mümin bir
gaflete kapılıp da nefsine uyarsa, bundan dolayı tevbe etmeli ve nefsinin
kötülüklerine karşı daha dikkatli olmalıdır. Çünkü Hz. Yusuf'un da söylediği,
nefs gibi daima kötülüğü emretmektedir.
Hz.
Yusuf'a Güç ve İktidar Verilmesi
Hükümdarın
gerçekleri öğrenmesinin ardından Hz. Yusuf için yeni bir dönem başlamıştır.
Hükümdar aracılara Hz. Yusuf'u getirmelerini söylemiştir. Hz. Yusuf geldiğinde
ise ona kendi yanında önemli bir mevki vermiş, onu güvenilir bir danışmanı
yapmıştır. Bu konu Kur’an'da şöyle aktarılır:
وَقَالَ
الْمَلِكُ
ائْتُونى بِه
اَسْتَخْلِصْهُ
لِنَفْسى
فَلَمَّا
كَلَّمَهُ
قَالَ
اِنَّكَ
الْيَوْمَ
لَدَيْنَا
مَكينٌ اَمينٌ
(*) قَالَ
اجْعَلْنى
عَلى
خَزَائِنِ
الْاَرْضِ
اِنّى حَفيظٌ
عَليمٌ (*)
وَكَذلِكَ
مَكَّنَّا
لِيُوسُفَ
فِى الْاَرْضِ
يَتَبَوَّاُ
مِنْهَا
حَيْثُ
يَشَاءُ نُصيبُ
بِرَحْمَتِنَا
مَنْ نَشَاءُ
وَلَا نُضيعُ
اَجْرَ
الْمُحْسِنينَ
(*) وَلَاَجْرُ
الْاخِرَةِ
خَيْرٌ
لِلَّذينَ امَنُوا
وَكَانُوا
يَتَّقُونَ
“Hükümdar
dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım." Onunla
konuştuğunda da (şöyle) dedi: "Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli
bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin."(Yusuf) Dedi ki:
"Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü
ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim. İşte böylece
Biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır'da)
dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasip ederiz ve iyilik
yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı ise, iman edenler ve
takvada bulunanlar için daha hayırlıdır.”[739]
Hatırlanacak
olursa Hz. Yusuf Mısır'a köle olarak girmiş, ardından da "bir kadının
ırzına göz dikmek" gibi son derece kötü ve çirkin bir iftiraya uğrayıp
zindana atılmıştır. Fakat Allah, yüzeysel bir bakışla "imkansız" gibi
gözüken bir değişiklik yapmış ve bu olumsuz şartlar içindeki Hz. Yusuf'u bir
anda Mısır'ın yönetiminde söz sahibi bir insan haline getirmiştir. Gerçekte bu,
yani yüzeysel bir bakışla imkansız gibi gözüken işleri gerçekleştirmek,
Allah'ın bir ilmi ve sanatıdır. Kur’an'da bildirildiği gibi:
كَمْ
مِنْ فِئَةٍ
قَليلَةٍ
غَلَبَتْ
فِئَةً
كَثيرَةً
بِاِذْنِ
اللّهِ
"Nice
küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir."[740]
Allah,
müminlere bir iman hakikati olmak üzere, onları en zor ve imkansız gibi gözüken
şartların içinde kurtarıp çıkarmakta ve inkarcılara karşı galip getirmektedir.
Mümine düşen tek görev, Allah'ın vaadine olan inancından asla dönmemek ve hep
Allah'a tevekkül edip güvenmektir.
Dinden uzak
bir yaşam süren insanlar için dünyada güç ve iktidar sahibi olmak, para ve mala
hakim olmak, onu harcama yetkisinde olmak, erişilebilecek en ileri noktadır.
Bu, ulaşmak için hayatlarını ortaya koydukları, mücadelesini verdikleri ana
hedeftir. Ancak görüldüğü gibi Allah Hz. Yusuf'u zindandan çıkartıp bu
nimetlerin hepsini birden ona vermiştir. İşte Allah'ın Hz. Yusuf'a güç, iktidar
ve mal verdikten sonra ayetin sonunda hemen ahireti hatırlatmasının bir hikmeti
de budur.
Böylece
aslında dünyada verilen malın ve makamın hiç de önemli bir şey olmadığı, esas
önemli olanın, hedeflenmesi gereken şeyin ve daha hayırlı olanın ahiret olduğu
hatırlatılmaktadır. Allah bu şekilde insanın yüzünü dünyadan ahirete
çevirmektedir. Ancak ayetin son cümlesinde bu konu hatırlatılırken ve ahirette
verilecek karşılığın hayırlı olduğu bildirilirken, bunun "iman
edenler" ve "takvada bulunanlar" için geçerli olduğu da haber
verilir. Bu özelliklere sahip olmayan insanların ahirette güzel bir karşılık
beklemeleri elbette ki düşünülemez.
Hz. Yusuf
kıssasında insanlara gösterilen çok önemli bir gerçek daha vardır. Allah bu
gerçeği Kur’an'da şöyle bildirir:
فَاِنَّ
مَعَ
الْعُسْرِ
يُسْرًا (*)
اِنَّ مَعَ
الْعُسْرِ
يُسْرًا
“Demek
ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber
kolaylık vardır.”[741]
İnşirah
Suresi'nde bildirildiği gibi, Allah her zorluğun ardından iman eden insanlar
için bir kolaylık yaratacağını vaat etmektedir. Hz. Yusuf'un hayatı ise bunun
örnekleri ile doludur. Kuyudan kurtulup iyi bir ailenin yanında bakılıp
büyütülmesi, zindanın ardından hazinelerin başına geçmesi gibi olaylar Allah'ın
her zorluğun ve güçlüğün ardından nasıl kolaylıklar ve güzellikler yarattığının
açık delilleridir.
Hz.
Yusuf'un Kardeşleriyle Karşılaşması ve Uyguladığı Akılcı taktikler
Yusuf
Peygamber böylece Mısır'ın hazinelerinden sorumlu olmuştur. Bir süre sonra onu
kuyuya atan kardeşleri ticaret yapmak amacıyla Mısır'a gelmişler ve onun
huzuruna getirilmişlerdir. Ancak Hz. Yusuf'u tanımamışlardır. Yusuf Peygamber
ise onları hemen tanımış ve onlara son derece akılcı bir plan hazırlamıştır.
Onlara maddi menfaat sunmuş ve kendisinin konuksever bir insan olduğunu
söylemiş, böylece onları etkileyerek istediklerini yaptırabileceğini
hesaplamıştır. Bunu yaparken amacının küçük kardeşine ulaşmak olduğu ise
aşağıdaki ayetlerden anlaşılmaktadır:
وَجَاءَ
اِخْوَةُ
يُوسُفَ
فَدَخَلُوا
عَلَيْهِ
فَعَرَفَهُمْ
وَهُمْ لَهُ
مُنْكِرُونَ (*)
وَلَمَّا
جَهَّزَهُمْ
بِجَهَازِهِمْ
قَالَ
ائْتُونى
بِاَخٍ
لَكُمْ مِنْ
اَبيكُمْ
اَلَا
تَرَوْنَ
اَنّى اُوفِى
الْكَيْلَ
وَاَنَا
خَيْرُ
الْمُنْزِلينَ
(*) فَاِنْ لَمْ
تَاْتُونى
بِه فَلَا
كَيْلَ لَكُمْ
عِنْدى وَلَا
تَقْرَبُونِ
“Yusuf'un
kardeşleri gelip yanına girdiler, onu tanımadıkları halde kendisi onları hemen
tanıdı. Onların erzak yüklerini hazırlayınca dedi ki: "Bana babanızdan
olan kardeşinizi getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçüyü tam tutarım ve ben
konukseverlerin en hayırlısıyım. Eğer onu bana getirmeyecek olursanız, artık
benim katımda sizin için bir ölçek (erzak) yoktur ve bana da yaklaşmayın."[742]
Ayetlerde
görüldüğü gibi Hz. Yusuf ayrıca adaletli bir insan olduğunu da belirterek
onları istedikleri konusunda şevklendirmiştir. Ve bu planında oldukça başarılı
olmuştur. Eğer kardeşlerini getirmezlerse
kendileriyle ticaret yapmayacağını ve görüşmeyeceğini de belirterek onlarda
sıkıntıya düşebilecekleri endişesini uyandırmıştır.
Nitekim Hz.
Yusuf'un konuşmasının etkisi kardeşleri üzerinde hemen görülmüştür. Sahip
olduğu güç ve ihtişamdan dolayı onun dediğini yapabileceğine inanmışlar ve
kardeşlerini getirme konusunda ellerinden geleni yapmaya karar vermişlerdir:
قَالُوا
سَنُرَاوِدُ
عَنْهُ
اَبَاهُ وَاِنَّا
لَفَاعِلُونَ
“Dediler
ki: "Onu babasından istemeye çalışacağız ve herhalde biz bunu yapabileceğiz."[743]
Görüldüğü
gibi Hz. Yusuf'un bu taktiği son derece akılcıdır. Çünkü eğer onlara bu şekilde
maddi bir menfaat sunulmamış, birtakım şartlar koşulmamış olsaydı gevşek
davranabilir ve kardeşlerini getirmeyebilirlerdi. Ama Hz. Yusuf işi onların iradesine
bırakmayacak şekilde, karşı koyamayacakları kusursuz bir plan hazırlamıştır.
Bütün bu
akılcı tedbirlerin yanı sıra Hz. Yusuf işi sağlamlaştıracak bir tedbir daha
almıştır. Kardeşleri Mısır'dan ayrılmadan önce onlardan erzak karşılığı aldığı
parayı yani onların sermayelerini gizlice yüklerinin içine koydurmuştur.
Böylece hem erzaklarını hem de erzakları için ödedikleri parayı vererek onlara
büyük bir maddi menfaat daha sağlamıştır. Bu olay Yusuf Suresi'nde şöyle
anlatılır:
وَقَالَ
لِفِتْيَانِهِ
اجْعَلُوا
بِضَاعَتَهُمْ
فى
رِحَالِهِمْ
لَعَلَّهُمْ
يَعْرِفُونَهَا
اِذَا انْقَلَبُوا
اِلى
اَهْلِهِمْ
لَعَلَّهُمْ
يَرْجِعُونَ
“Yardımcılarına
dedi ki: "Sermayelerini yüklerinin içine koyun. İhtimal ki ailelerine
döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki geri dönerler."[744]
Bu arka
arkaya alınan tedbirlerden müminlerin çıkarması gereken bir hikmet de;
vicdanına güvenilmeyen, zayıf imanlı ve zayıf ahlaklı insanlarla bir anlaşma
yapıldığında, onların anlaşmayı bozma ihtimallerine karşı, istenileni
yapmalarını sağlayacak her türlü önlemin alınmasıdır. Olayların gelişimini
karşı tarafın, yani zayıf imanlı olanların insiyatifine bırakmamak bir mümin
alametidir.
Hz.
Yusuf'un Kardeşlerinin Babalarından İstekte Bulunmaları
Bilindiği
gibi cahiliye insanlarının önemli bir özelliği maddiyattan çok hoşlanmaları ve
kendilerine menfaat sağlayacak herkesin ve herşeyin önünde boyun eğmeleridir.
Nitekim Yusuf Peygamberin kardeşleri de kendilerine sunulan maddi olanakları
ellerinden kaçırmayı göze alamamışlardır. Mısır'dan ayrılmalarının ardından
hemen babalarının yanına dönmüş ve ondan mutlaka koruyacaklarına dair söz
vererek küçük kardeşlerini istemişlerdir:
فَلَمَّا
رَجَعُوا
اِلى
اَبيهِمْ
قَالُوا يَا
اَبَانَا
مُنِعَ
مِنَّا
الْكَيْلُ
فَاَرْسِلْ
مَعَنَا
اَخَانَا
نَكْتَلْ وَاِنَّا
لَهُ
لَحَافِظُونَ
“Böylelikle
babalarına döndükleri zaman, dediler ki: "Ey babamız, ölçek bizden
engellendi. Bu durumda kardeşimizi bizimle gönder de erzağı alalım. Onu mutlaka
koruyacağız."[745]
Ancak
babalarının onlara güvenmemektedir:
قَالَ
هَلْ امَنُكُمْ
عَلَيْهِ
اِلَّا كَمَا
اَمِنْتُكُمْ
عَلى اَخيهِ
مِنْ قَبْلُ
فَاللّهُ خَيْرٌ
حَافِظًا
وَهُوَ
اَرْحَمُ
الرَّاحِمينَ
“Dedi
ki: "Daha önce kardeşi konusunda size güvendiğimden başka (bir şekilde)
onun hakkında size güvenir miyim? Allah en hayırlı koruyucudur ve O,
esirgeyenlerin esirgeyicisidir."[746]
Dikkat
edilecek olursa gerek Hz. Yakup gerekse Hz. Yusuf genelde konuşmalarının
ardından hep Allah'ı anmakta ve O'nu yüceltmektedirler. Bu, müminlerin her olay
karşısında, her an Allah'ı hatırlamaları ve O'nu asla unutmamaları gerektiğine
örnektir.
Ama Hz.
Yusuf'un kardeşleri maddi çıkar elde etme konusunda büyük bir hırsa
sahiptirler. Bu nedenle, babalarını razı edebilmek için büyük çaba harcarlar:
وَلَمَّا
فَتَحُوا
مَتَاعَهُمْ
وَجَدُوا بِضَاعَتَهُمْ
رُدَّتْ
اِلَيْهِمْ
قَالُوا يَا
اَبَانَا مَا
نَبْغى هذِه
بِضَاعَتُنَا
رُدَّتْ
اِلَيْنَا
وَنَميرُ
اَهْلَنَا
وَنَحْفَظُ
اَخَانَا
وَنَزْدَادُ
كَيْلَ
بَعيرٍ ذلِكَ
كَيْلٌ
يَسيرٌ
“Erzak
yüklerini açıp da sermayelerinin kendilerine geri verilmiş olduğunu gördüklerinde,
dediler ki: "Ey Babamız, daha neyi arıyoruz, işte sermayemiz bize geri
verilmiş; (bununla yine) ailemize erzak getiririz, kardeşimizi koruruz ve bir
deve yükünü de ilave ederiz. Bu (aldığımız) az bir ölçektir."[747]
قَالَ
لَنْ
اُرْسِلَهُ
مَعَكُمْ
حَتّى تُؤْتُونِ
مَوْثِقًا
مِنَ اللّهِ
لَتَاْتُنَّنى
بِه اِلَّا
اَنْ يُحَاطَ
بِكُمْ فَلَمَّا
اتَوْهُ
مَوْثِقَهُمْ
قَالَ اللّهُ
عَلى مَا
نَقُولُ
وَكيلٌ
“Hz.
Yakub diğer oğullarına güvenmediği için onlardan kardeşlerini geri
getireceklerine dair kesin bir söz istemiştir:
"Bana
etrafınızın çepeçevre kuşatılması dışında, onu ne olursa olsun mutlaka bana
getireceğinize dair Allah adına kesin bir söz verinceye kadar, onu sizinle asla
gönderemem." dedi. Böylelikle ona kesin bir söz verince dedi ki:
"Allah, söylediklerimize vekildir."[748]
Hz. Yakub'un,
Allah'ın bu ahde şahit olduğunu hatırlatması, arkasından Allah'ı vekil
kıldığını söylemesi önemli hikmetlerdir. Bu, imanı zayıf olan insanları hayra
yönlendirmek için, onlardan Allah adına ahit almanın etkili bir yöntem olduğunu
bize göstermektedir. Zira karşısındaki kişilerin bir parça dahi olsa Allah
korkuları varsa, bunu düşünüp dürüst davranacaklardır.
Yakup
Peygamber çocuklarından kesin bir söz aldıktan sonra onlara tedbirli
davranmalarını ve Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmelerini hatırlatır:
وَقَالَ
يَا بَنِىَّ
لَا
تَدْخُلُوا
مِنْ بَابٍ
وَاحِدٍ
وَادْخُلُوا
مِنْ
اَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍ
وَمَا اُغْنى
عَنْكُمْ مِنَ
اللّهِ مِنْ
شَىْءٍ اِنِ
الْحُكْمُ
اِلَّا
لِلّهِ
عَلَيْهِ
تَوَكَّلْتُ
وَعَلَيْهِ
فَلْيَتَوَكَّلِ
الْمُتَوَكِّلُونَ
“Ve
dedi ki: "Ey çocuklarım, tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan
girin. Ben size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam. Hüküm yalnızca Allah'ındır.
Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül
etmelidirler."[749]
Hz. Yakub'un
oğullarına verdiği bu nasihat son derece önemlidir. Bu ayetlerde müminlerin her
an her yerde tedbirli hareket etmeleri ve olası tehlikeleri hesap ederek, önlem
almaları gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Ancak aynı
zamanda da Yakup Peygamber her zaman olduğu gibi bu sözünün arkasından yine
herşeyin özünü hatırlatmıştır. Hükmü verenin Allah olduğunu, Allah bir şeyi
dilemişse bunu engellemenin mümkün olmadığını ve Allah'a tevekkül etmek
gerektiğini söylemiştir. Bunlar çok değerli hatırlatmalardır. Burada tam
manasıyla müslümanların yaşaması gereken gerçek tevekkül anlayışı
görülmektedir. Halk arasında yanlış bir
kader ve tevekkül anlayışı vardır.
Bazıları
olayların kendi aldıkları tedbirlerle oluştuğunu, her şeyi sebeplerle
halledebileceklerini düşünürler. Bazıları da "zaten her şeyin ne olacağı
belli, bizim bir şey yapmamıza gerek yok" mantığıyla yanlış bir tevekkül
anlayışına sahiptirler. Oysa her iki tarafın düşüncesi de hatalıdır. İnsan,
karşılaştığı olaylarda her türlü tedbiri almak, her türlü sebebe sarılmak ama
sonucunun da Allah'ın takdiri olduğunu unutmamakla yükümlüdür. Tedbir elbette
hiç bir olayı etkileyemez, ancak bir ibadet kastıyla titizlikle alınması ve
uygulanması gerekir.
Hz. Yakup bu
sırra vakıf olan kamil bir mümindir. Her konuşmasında Allah'ı hatırlatması,
olayın batınını düşünmesi onun takvasının alametidir. Allah Hz. Yakub'un ilim
sahibi bir kul olduğunu ayette şöyle bildirmiştir:
وَلَمَّا
دَخَلُوا
مِنْ حَيْثُ
اَمَرَهُمْ
اَبُوهُمْ
مَاكَانَ
يُغْنى
عَنْهُمْ مِنَ
اللّهِ مِنْ
شَىْءٍ اِلَّا
حَاجَةً فى
نَفْسِ
يَعْقُوبَ
قَضيهَا وَاِنَّهُ
لَذُو عِلْمٍ
لِمَا
عَلَّمْنَاهُ
وَلكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ لَا
يَعْلَمُونَ
“Babalarının
kendilerine emrettiği yerden (Mısır'a) girdiklerinde, (bu,) -Yakub'un
nefsindeki dileği açığa çıkarması dışında- onlara Allah'tan gelecek olan hiçbir
şeyi (gidermeyi) sağlamadı. Gerçekten o, kendisine öğrettiğimiz için bir ilim
sahibiydi. Ancak insanların çoğu bilmezler.”[750]
Hz.
Yusuf'un Küçük Kardeşiyle Karşılaşması
Hz. Yusuf'un
kardeşleri, yanlarında Hz. Yusuf'un küçük kardeşi de olduğu halde Mısır'a
gelmişler ve bir kez daha Yusuf Peygamberin makamına çıkmışlardır. Burada ise
Hz. Yusuf, küçük kardeşini diğerlerinden ayırmış ve ona gerçek kimliğini
açıklamıştır:
وَلَمَّا
دَخَلُوا
عَلى يُوسُفَ
اوى اِلَيْهِ
اَخَاهُ قَالَ
اِنّى اَنَا
اَخُوكَ
فَلَا
تَبْتَئِسْ
بِمَا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
“Yusuf'un
yanına girdikleri zaman, o, kardeşini bağrına bastı; "Ben" dedi.
"Senin gerçekten kardeşinim. Artık onların yaptıklarına üzülme."[751]
Hz. Yusuf'un
ifadesinden anlaşılmaktadır ki, kardeşleri ona sıkıntı ve üzüntü verecek şeyler
yapmaktadırlar. Bu, onların dinden uzak karakterlerinin bir başka
göstergesidir.
Yusuf
Peygamber kardeşi ile buluştuktan sonra yine son derece akılcı taktiklerle onu
yanında alıkoymuştur. Böylece küçük kardeşini diğerlerinin sebep olduğu
sıkıntıdan kurtarmıştır. Kur'an'da Hz. Yusuf'un izlediği bu akılcı yöntem şöyle
anlatılır:
فَلَمَّا
جَهَّزَهُمْ
بِجَهَازِهِمْ
جَعَلَ
السِّقَايَةَ
فى رَحْلِ
اَخيهِ ثُمَّ
اَذَّنَ
مُؤَذِّنٌ
اَيَّتُهَا
الْعيرُ اِنَّكُمْ
لَسَارِقُونَ
(*) قَالُوا
وَاَقْبَلُوا
عَلَيْهِمْ
مَاذَا تَفْقِدُونَ
(*) قَالُوا
نَفْقِدُ
صُوَاعَ
الْمَلِكِ
وَلِمَنْ
جَاءَ بِه
حِمْلُ
بَعيرٍ
وَاَنَا بِه زَعيمٌ
(*) قَالُوا
تَاللّهِ
لَقَدْ
عَلِمْتُمْ
مَا جِئْنَا
لِنُفْسِدَ
فِى
الْاَرْضِ
وَمَا كُنَّا
سَارِقينَ (*)
قَالُوا
فَمَا
جَزَاؤُهُ
اِنْ
كُنْتُمْ
كَاذِبينَ (74)
قَالُوا
جَزَاؤُهُ
مَنْ وُجِدَ
فى رَحْلِه
فَهُوَ
جَزَاؤُهُ
كَذلِكَ
نَجْزِى الظَّالِمينَ
(*) فَبَدَاَ
بِاَوْعِيَتِهِمْ
قَبْلَ وِعَاءِ
اَخيهِ ثُمَّ
اسْتَخْرَجَهَا
مِنْ وِعَاءِ
اَخيهِ
كَذلِكَ
كِدْنَا
لِيُوسُفَ مَاكَانَ
لِيَاْخُذَ
اَخَاهُ فى
دينِ الْمَلِكِ
اِلَّا اَنْ
يَشَاءَ
اللّهُ
نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ
مَنْ نَشَاءُ
وَفَوْقَ
كُلِّ ذى عِلْمٍ
عَليمٌ
“Erzak
yüklerini kendilerine hazırlayınca da, su kabını kardeşinin yükü içine bıraktı,
sonra bir münadi (şöyle) seslendi: "Ey kafile, sizler gerçekten
hırsızsınız." Onlara doğru yönelerek: "Neyi kaybettiniz?"
dediler. Dediler ki: "Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu (bulup)
getirirse, (ona armağan olarak) bir deve yükü vardır. Ben de buna kefilim."
"Allah adına, hayret" dediler. "Siz de bilmişsiniz ki, biz (bu)
yere bozgunculuk çıkarmak amacıyla gelmedik ve biz hırsız değiliz."
"Öyleyse" dediler. "Eğer yalan söylüyorsanız (bunun) cezası
nedir?" Dediler ki: "Bunun cezası, (su tası) yükünde bulunanın
kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız." Böylece (Yusuf)
kardeşinin kabından önce onların kablarını
(yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için
böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna
göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz
dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi
bir bilen vardır.”[752]
Hz. Yusuf
Mısır'ın kurallarına göre kardeşini yanında alıkoyamazdı. Fakat yaptığı plan sayesinde
bunu başarmıştır. Plana göre önce kardeşinin yüküne su tasını saklamış, sonra
adamlarından biri onları suçlu psikolojisine sokacak ve eziklik hissetmelerini
sağlayacak bir üslupla onlara seslenmiştir. Hemen arkasından tasın hükümdara
ait olduğu ve onu bulan kişiye bir deve yükü ödül verileceği açıklanmıştır.
Böylece bunun büyük bir olay olduğu hissi uyandırılmış ve bunun bir taktik
olduğunu anlamalarını engelleyecek bir önlem daha alınmıştır.
Daha sonra,
tas kendilerinde bulunduğu takdirde
bunun yasalara göre hükmünün ne olacağını onlara sormuş ve kendilerine
ikrar ettirmiştir. Yasalara göre tas kimin çantasında bulunursa o kişi
alıkonacaktır. Ancak bunun planlı
olduğunun anlaşılmaması için, ilk olarak küçük kardeşinin eşyalarına bakmamış,
diğerlerininkini aramaya başlamıştır.
Tasın
kardeşlerinin yükünden çıkması üzerine diğer kardeşleri hemen durumu
kabullenmişler, küçük kardeşlerini hırsızlıkla suçlamışlar ve dahası geçmişteki
bir iftiralarını tekrarlayarak Hz. Yusuf'u da itham altında bırakmak
istemişlerdir:
قَالُوا
اِنْ
يَسْرِقْ
فَقَدْ
سَرَقَ اَخٌ لَهُ
مِنْ قَبْلُ
“Dediler
ki: "Şayet çalmış bulunuyorsa, bundan önce onun kardeşi de çalmıştı...”[753]
Oysa
kardeşlerinin hırsızlık yapmayacağını, dürüst bir insan olduğunu çok iyi
bilmektedirler. Kur'an ahlakına göre müminler birbirlerine karşı hüsnü zanlı
olurlar. Ve birbirlerini iftiralara karşı korurlar. Hz. Yusuf'un kardeşlerinin,
masum olan küçük kardeşlerini korumamaları ve bir de Hz. Yusuf'a iftira
atmaları, sahtekar ve iki yüzlü karakterlerinin bir göstergesidir.
Hz. Yusuf ise
bu durum karşısında son derece sabırlı davranmıştır:
قَالُوا
اِنْ
يَسْرِقْ
فَقَدْ
سَرَقَ اَخٌ لَهُ
مِنْ قَبْلُ
فَاَسَرَّهَا
يُوسُفُ فى نَفْسِه
وَلَمْ
يُبْدِهَالَهُمْ
قَالَ اَنْتُمْ
شَرٌّ
مَكَانًا
وَاللّهُ
اَعْلَمُ بِمَا
تَصِفُونَ
“Yusuf
bunu kendi içinde saklı tuttu ve bunu onlara açıklamadı (ve içinden): "Siz
daha kötü bir konumdasınız" dedi. "Sizin düzmekte olduklarınızı Allah
daha iyi bilir."[754]
Hz. Yusuf'un
buradaki tavrı, hem tevekkül hem de akılcılık açısından örnektir. Cahiliyede
insanlar kendileri aleyhinde en ufak bir söz duyduklarında sinirlenir, köpürür
ve duygusal tepkiler verirler. Oysa Hz. Yusuf, düşüncelerini ayetteki ifadeyle "saklı
tutmuş", yani hiç bir şekilde dışarıdaki insanlara sezdirmemiştir.
Olayın devamı
ayetlerde şöyle anlatılmaktadır:
فَلَمَّا
اسْتَيَْسُوا
مِنْهُ
خَلَصُوا نَجِيًّا
قَالَ
كَبيرُهُمْ
اَلَمْ
تَعْلَمُوا
اَنَّ
اَبَاكُمْ
قَدْ اَخَذَ
عَلَيْكُمْ
مَوْثِقًا
مِنَ اللّهِ
وَمِنْ
قَبْلُ مَا
فَرَّطْتُمْ
فى يُوسُفَ
فَلَنْ
اَبْرَحَ الْاَرْضَ
حَتّى
يَاْذَنَ لى
اَبى اَوْ
يَحْكُمَ
اللّهُ لى
وَهُوَ
خَيْرُ
الْحَاكِمينَ
(*) اِرْجِعُوا
اِلى
اَبيكُمْ
فَقُولُوا
يَا اَبَانَا
اِنَّ
ابْنَكَ
سَرَقَ وَمَا
شَهِدْنَا
اِلَّا بِمَا
عَلِمْنَا
وَمَا كُنَّا لِلْغَيْبِ
حَافِظينَ
“Dediler
ki: "Ey Vezir, gerçek şu ki, bunun yaşlı (ve) büyük bir babası var; onun
yerine bizden birisini alıkoy. Doğrusu biz, seni iyilik yapanlardan
görmekteyiz." Dedi ki: "Eşyamızı kendisinde bulduğumuzun dışında,
birisini alıkoymamızdan Allah'a sığınırız. Yoksa bu durumda kuşkusuz biz zalim
oluruz." Ondan umutlarını kestikleri zaman, (durumu) kendi aralarında
görüşmek üzere bir yana çekildiler. Onların büyükleri dedi ki: "Babanızın
size karşı Allah adına kesin bir söz aldığını ve daha önce Yusuf konusunda
yaptığımız aşırılığı (işlediğimiz suçu) bilmiyor musunuz? Artık (bundan böyle)
ben, ya babam bana izin verinceye veya Allah bana ilişkin hüküm verinceye kadar
(bu) yerden kesin olarak ayrılamam. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır."[755]
Burada, Hz.
Yusuf'un zalim kardeşlerinin içinden birinin, diğerlerine göre daha vicdanlı
olduğu görülmektedir. Nitekim benzer bir durum, Hz. Yusuf'un kuyuya atılması
sırasında da yaşanmış ve kardeşlerinin çoğu onu öldürmek isterken içlerinden
biri:
قَالَ
قَائِلٌ
مِنْهُمْ لَا
تَقْتُلُوا
يُوسُفَ
وَاَلْقُوهُ
فى غَيَابَتِ
الْجُبِّ
يَلْتَقِطْهُ
بَعْضُ السَّيَّارَةِ
اِنْ
كُنْتُمْ
فَاعِلينَ
"Eğer
(mutlaka bir şey) yapacaksanız, öldürmeyin Yusuf'u, onu kuyunun derinliklerine
bırakıverin de bir yolcu kafilesi alsın" demiştir.”[756]
Belki bu iki
kişi birbirinin aynı da olabilir. (En doğrusunu Allah bilir) Burada
karşılaştığımız yapı, ilginç bir insan karakteridir: Etrafında işlenen
günahların yanlış olduğunu vicdanıyla anlayan, ancak bunlara yeterince karşı
çıkamayan, sadece zayıf bir muhalefet gösterebilen bir karakter. Bu, her ne
kadar zalim ve vicdansız insanlarla kıyaslandığında daha olumlu bir model olsa
da, gerçek mümin karakteriyle kıyaslandığında çok eksik ve yetersiz
kalmaktadır.
Mümin
karakteri, Allah'ın dinine muhalif bir tavır gördüğünde, bir zalimlik ve vicdanlıkla
karşılaştığında, buna hemen ve etkili şekilde müdahale etmeyi gerektirir. Mümin
asla aciz kalmaz, etrafındaki zalimlerin çoğunluğundan etkilenip, "grup
psikolojisi" içine girip, haktan taviz vermez. Etrafındaki herkes sapsa
da, o Allah'ın yolundan ayrılmaz.
Hz. Yusuf'un
kardeşlerinin kendi aralarındaki konuşması, kıssanın devamında şöyle
anlatılmaktadır:
اِرْجِعُوا
اِلى
اَبيكُمْ
فَقُولُوا
يَا اَبَانَا
اِنَّ
ابْنَكَ
سَرَقَ وَمَا
شَهِدْنَا
اِلَّا بِمَا
عَلِمْنَا
وَمَا كُنَّا لِلْغَيْبِ
حَافِظينَ (*)
وَسَْلِ
الْقَرْيَةَ
الَّتى
كُنَّا فيهَا وَالْعيرَ
الَّتى
اَقْبَلْنَا
فيهَا وَاِنَّا
لَصَادِقُونَ
(*) قَالَ بَلْ
سَوَّلَتْ
لَكُمْ
اَنْفُسُكُمْ
اَمْرًا
فَصَبْرٌ
جَميلٌ عَسَى
اللّهُ اَنْ
يَاْتِيَنى
بِهِمْ
جَميعًا
اِنَّهُ هُوَ
الْعَليمُ
الْحَكيمُ
"Dönün
babanıza ve deyin ki: '-Ey babamız, senin oğlun gerçekten hırsızlık etti. Biz,
bildiğimizden başkasına şahitlik etmedik. Biz gaybın kollayıcıları değiliz.
İçinde (yaşamakta) olduğumuz şehre sor, hem kendisinde geldiğimiz kervana da.
Biz gerçekten doğruyu söyleyenleriz." (Şehre dönüp durumu babalarına
aktarınca o:) "Hayır" dedi. "Nefsiniz sizi yanıltıp (böyle) bir
işe sürüklemiş. Bundan sonra (bana düşen) güzel bir sabırdır. Umulur ki Allah
(pek yakın bir gelecekte) onların tümünü bana getirir. Çünkü O, bilenin, hüküm
ve hikmet sahibi olanın kendisidir."[757]
Dikkat
edilirse, Hz. Yusuf'un kardeşleri gerçekten de küçük kardeşlerinin hırsızlık
ettiğine inanmışlardır. Oysa daha önce de bahsedildiği gibi böyle düşünmeleri
çok hatalıdır. Bir müminin böyle bir şeyi asla ve kesinlikle yapmayacağını
bilmeleri, hüsnü zan etmeleri ve bir yanlışlık olduğunu düşünmeleri gerekirdi.
Nitekim Yakup Peygamber tam bu şekilde bir mümin tavrı koymuştur. Oğlunun
hırsızlık ettiğine ihtimal dahi vermemiştir çünkü onun mümin olduğunu, Allah'tan
korktuğunu bilmektedir.
Bunun yanı
sıra diğer oğullarının da dinden uzak bir ahlak gösterdiklerini bildiği için
onlara güvenmemekte, yine bunun da onların yaptıkları nefsani bir iş olduğunu
yani onların bir düzeni olduğunu düşünmektedir. Yakup Peygamberin buradaki
tevekküllü tavrı da yine örnek bir mümin ahlakıdır. Oğlunun başına gelenlerle
ilgili bir yanlışlık olduğunu, ortada bir düzen olduğunu düşünmesine rağmen
hemen Allah'a dönüp yönelmiş ve sabırla Allah'tan yardım istemiştir. Hatta
kendisine düşenin "güzel bir sabır" olduğunu yine
belirtmiştir. Yakup Peygamber umudunu asla kaybetmemiştir. Hatta Allah'ın yakın
bir gelecekte Hz. Yusuf'u da kardeşini de kendisine kavuşturacağını ummuştur.
Ayrıca, her
olayda bir hayır olduğuna iman etmek müminlerin en belirgin özelliklerinden
biridir. Kardeşlerinin, küçük kardeşinin tası çaldığına inanmalarında da hayır
vardır. Böylelikle küçük kardeşlerini Mısır'da bırakmaya kolayca ikna olmuşlar,
Hz. Yusuf'a zorluk çıkarmamışlardır.
Yakup
Peygamber ise, bu sırrı, yani herşeyin Allah tarafından yaratıldığını ve
müminler için hayırlı olduğunu bilmektedir. Nitekim ayetlerde en dikkat çeken
yönü, olayları maddi sebeplere bağlamaması, yüzeysel bir sebep-sonuç mantığında
düşünmemesi ve herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu kesin olarak bilmesidir.
Bu örnek de bize göstermektedir ki, müminler her ne olursa olsun, şartlar ne
kadar imkansız gibi gözükürse gözüksün Allah'tan ümitlerini asla
kesmemelidirler. Her zaman umut dolu olarak, Allah'tan yardım dilemelidirler.
Ancak Hz.
Yakub'un ilginç bir durumu vardır. Karşılaştığı olayların hepsinin Allah
tarafından yaratıldığını bilmesine rağmen, Hz. Yusuf ve kardeşi konusunda
üzülmekten geri duramamaktadır. Bu da onun bir imtihanıdır. Öyle ki, ayetlerde
bildirildiğine göre, Hz. Yusuf'a olan kahrından dolayı gözleri ağarır, yani kör
olur. Oğulları ise üzüntüsünden dolayı hasta olabileceğini ya da "helake
uğrayabileceğini" söyleyerek kendisini uyarırlar:
وَتَوَلّى
عَنْهُمْ
وَقَالَ
يَااَسَفى عَلى
يُوسُفَ
وَابْيَضَّتْ
عَيْنَاهُ مِنَ
الْحُزْنِ
فَهُوَ
كَظيمٌ (*)
قَالُوا
تَاللّهِ
تَفْتَؤُا
تَذْكُرُ يُوسُفَ
حَتّى
تَكُونَ
حَرَضًا اَوْ
تَكُونَ مِنَ
الْهَالِكينَ
(*) قَالَ
اِنَّمَا
اَشْكُوا
بَثّى
وَحُزْنى اِلَى
اللّهِ
وَاَعْلَمُ
مِنَ اللّهِ
مَالَا
تَعْلَمُونَ
“Ve
onlardan yüz(ünü) çevirdi ve: "Ey Yusuf'a karşı (artan dayanılmaz)
kahrım" dedi ve gözleri üzüntüsünden (ağardıkça) ağardı. Ki yutkundukça
yutkunuyordu. "Allah adına, hayret" dediler. "Hala Yusuf'u anıp
durmaktasın. Sonunda (ya kahrından) hastalanacaksın ya da helake uğrayanlardan
olacaksın." Dedi ki: "Ben, dayanılmaz kahrımı ve üzüntümü yalnızca
Allah'a şikayet ediyorum. Ben Allah'tan (bir bilgi olarak) sizin bilmediğinizi
de biliyorum."[758]
Bu ayette de
üzüntünün ciddi hastalıklara sebep olabileceğine de işaret edilmektedir. Nitekim
Allah, Kur’an'ın pek çok ayetinde "üzülmeyin", "hüzne
kapılmayın" demektedir. Bu hükme uyulmadığında, negatif etkileri hemen
görülür. Üzüntünün psikolojik etkileri dışında, fiziksel olarak da çok olumsuz
etkileri vardır. Göz altlarının morarması, yüzün gergin bir hal alması,
saçların beyazlaması, vücudun çökmesi gibi...
Kıssanın
devamında, Hz. Yakup, oğullarının gidip, Hz. Yusuf ve kardeşi hakkında haber
getirmelerini istemiştir:
يَا
بَنِىَّ
اذْهَبُوا
فَتَحَسَّسُوا
مِنْ يُوسُفَ
وَاَخيهِ
وَلَا
تاَيَْسُوا
مِنْ رَوْحِ
اللّهِ
اِنَّهُ لَا
يَايَْسُ
مِنْ رَوْحِ
اللّهِ
اِلَّا
الْقَوْمُ
الْكَافِرُونَ
"Oğullarım,
gidin de Yusuf ile kardeşinden (hassa bir aramayla) bir haber getirin ve
Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın
rahmetinden umut kesmez."[759]
Burada dikkat
çeken nokta Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'un hala yaşadığına emin olmasıdır. Bu
eminliğinin bir nedeni Allah'ın kendisine vermiş olduğu özel bir ilim olabilir.
Kuran'da bildirildiği gibi Allah peygamberlerine ve bazı elçilerine bu şekilde
sezgi kuvvetliliği, ileri görüşlülük, teşhis kabiliyeti ve hikmet gibi ilimler
verebilmektedir. Bu nedenle kendisine ilim verilen bu kişilere tabi olmak,
onlara güvenmek ve uymak gerekir.
Ayette
vurgulanan bir diğer gerçek ise, müminlerin her şartta ümitvar olmaları
gerektiğidir. Hz. Yakub, Hz. Yusuf ve kardeşini bulacaklarına dair umudunu hiç
yitirmemiş ve oğullarına Allah'ın rahmetinden umut kesmemelerini öğütlemiştir.
Allah'ın rahmetinden umut kesmek, müslümanlara değil, kafirlere ait bir ruh
halidir.
Kardeşlerinin
Hz. Yusuf'u Tanımaları
Hz. Yakub'un
oğullarının Hz. Yusuf ile tekrar karşılaşmaları ayette şöyle açıklanır:
فَلَمَّا
دَخَلُوا
عَلَيْهِ
قَالُوا يَا اَيُّهَا
الْعَزيزُ
مَسَّنَا
وَاَهْلَنَا الضُّرُّ
وَجِئْنَا
بِبِضَاعَةٍ
مُزْجيةٍ
فَاَوْفِ
لَنَا
الْكَيْلَ
وَتَصَدَّقْ
عَلَيْنَا
اِنَّ اللّهَ
يَجْزِى
الْمُتَصَدِّقينَ
“Böylece
onun (Yusuf'un) huzuruna girdikleri zaman, dediler ki: "Ey Vezir, bize ve
ailemize şiddetli bir darlık dokundu; önemi olmayan bir sermaye ile geldik.
Bize artık (yine) ölçeği tam olarak ver ve bize ilave bir bağışta bulun.
Şüphesiz Allah, tasaddukta bulunanlara karşılığını verir."[760]
Yukarıdaki
ayetin sonunda Hz. Yusuf'un kardeşlerinin kullandıkları üslup dikkat çekicidir.
Hz. Yusuf'tan kendilerine bağışta bulunmasını istedikten sonra Allah'ı anmakta
ve Allah'ın bu şekilde bağışta bulunanlara karşılığını vereceğini
hatırlatmaktadırlar. Bu, onların münafıkça tavırlarının bir göstergesidir. Zira
dine ve Allah'ın rızasına aykırı bir yaşam sürmelerine, yaptıkları fiillerde
Allah'ı unutmalarına rağmen çıkarları söz konusu olduğunda Allah'ı
anmaktadırlar. Gerçekten Allah'ın infakta bulunanları sevdiği Kur'an'da da
bildirilen bir gerçektir ve bunda şüphe yoktur. Ne var ki onlar Allah'ın
rızasını göz ardı eden insanlar olmalarına karşın yalnızca çıkarları söz konusu
olduğunda Allah'ın adını anmakta ve karşılarındaki insanı bu şekilde
etkileyebileceklerini düşünmektedirler.
Bir sonraki
ayette kardeşlerinin bu yardım taleplerine karşın Hz. Yusuf onların dedikleriyle
hiç ilgilenmeden kendi kimliğini ima etmiştir. Böylece kendisinin kim olduğunu
anlamalarını sağlamıştır:
قَالَ
هَلْ
عَلِمْتُمْ
مَا
فَعَلْتُمْ
بِيُوسُفَ
وَاَخيهِ
اِذْ
اَنْتُمْ
جَاهِلُونَ (*)
قَالُوا
ءَاِنَّكَ
لَاَنْتَ
يُوسُفُ قَالَ
اَنَا
يُوسُفُ
وَهذَا اَخى
قَدْ مَنَّ
اللّهُ
عَلَيْناَ
اِنَّهُ مَنْ
يَتَّقِ
وَيَصْبِرْ
فَاِنَّ
اللّهَ لَا
يُضيعُ
اَجْرَ
الْمُحْسِنينَ
(*) قَالُوا
تَاللّهِ
لَقَدْ
اثَرَكَ
اللّهُ عَلَيْنَا
وَاِنْ
كُنَّا
لَخَاطِينَ
“(Yusuf)
Dedi ki: "Sizler, cahiller iken Yusuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı
biliyor musunuz?" "Sen gerçekten Yusuf musun, sensin öyle mi?"
dediler. "Ben Yusuf'um" dedi. "Ve bu da kardeşimdir. Doğrusu
Allah bize lütufda bulundu. Gerçek şu ki, kim sakınır ve sabrederse, şüphesiz
Allah, iyilikte bulunanların karşılığını boşa çıkarmaz." Dediler ki:
"Allah adına, hayret, Allah seni gerçekten bize karşı tercih
edip-seçmiştir ve biz de gerçekten hataya düşenler idik."[761]
Ayetteki
ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Hz. Yusuf'un kardeşleri, o anda geçmişte Hz.
Yusuf'a karşı yaptıklarının bir nevi muhasebesini yapıp, pişman olduklarını ve
hata ettiklerini ikrar etmişlerdir. Allah'ın Hz. Yusuf'u seçtiğini ve onlara
karşı da onu tercih ettiğini kabul etmişlerdir. Burada önemli bir gerçek
vurgulanmaktadır: Tercih etmek, seçmek Allah'a ait bir iştir. Bu gerçek
Kur’an'da:
وَرَبُّكَ
يَخْلُقُ
مَايَشَاءُ
وَيَخْتَارُ
مَاكَانَ
لَهُمُ
الْخِيَرَةُ
سُبْحَانَ
اللّهِ
وَتَعَالى
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
“Rabbin,
dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara ait değildir..."[762] ayetiyle de
bildirilmektedir.
Hz. Yusuf
ise, kardeşlerine şu cevabı vermiştir:
قَالَ
لَا تَثْريبَ
عَلَيْكُمُ
الْيَوْمَ يَغْفِرُ
اللّهُ
لَكُمْ
وَهُوَ
اَرْحَمُ
الرَّاحِمينَ
“Dedi
ki: "Bugün size karşı sorgulama, kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O,
merhametlilerin (en) merhametlisidir."[763]
Yukarıdaki
ayetten anlaşıldığı üzere Hz. Yusuf, istese onlara ceza verebilecek veya kötü
muamele yapabilecek konumda olmasına rağmen, kardeşlerini herhangi bir
sorgulamaya tabi tutmamış ve onları kınamadığını söylemiştir. Hatta kardeşleri
için Allah'tan bağışlama dilemiş, onlara
Allah'ın merhametlilerin en merhametlisi olduğunu hatırlatmıştır.
Hz. Yusuf'un
bu tavrı, tüm müminler için çok önemli bir örnektir. Cahiliye insanları bu tip
durumlarda kindar davranarak, öç alma mantığı içinde hareket ederler. Müminler
ise Hz. Yusuf'un ahlakında görüldüğü gibi kişisel haklar peşinde koşmaz,
Allah'ı razı edecek tavrın bağışlayan ve affeden bir davranış olduğunu
bilirler.
خُذِ
الْعَفْوَ
وَاْمُرْ
بِالْعُرْفِ
وَاَعْرِضْ
عَنِ
الْجَاهِلينَ
"Sen
af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve
cahillerden yüz çevir"[764] ayetine uygun olarak,
kötülükleri affeder ve kötülüğe iyilikle karşılık vererek üstün bir ahlak
gösterirler.
Hz.
Yakub'un Sahip Olduğu İlim
Hz Yusuf bu
konuşmaların üzerine kardeşlerine gömleğini verir bunu babalarına götürmelerini
söyler:
اِذْهَبُوا
بِقَميصى
هذَا
فَاَلْقُوهُ
عَلى وَجْهِ
اَبى يَاْتِ
بَصيرًا
وَاْتُونى بِاَهْلِكُمْ
اَجْمَعينَ (*)
وَلَمَّا
فَصَلَتِ
الْعيرُ
قَالَ
اَبُوهُمْ
اِنّى
لَاَجِدُ
ريحَ يُوسُفَ
لَوْلَا اَنْ
تُفَنِّدُونِ
(*) قَالُوا
تَاللّهِ
اِنَّكَ لَفى
ضَلَالِكَ الْقَديمِ
"Bu
gömleğimle gidin de, babamın yüzüne sürün. Gözü (yine) görür hale gelir. Bütün
ailenizi de bana getirin." Kafile (Mısır'dan) ayrılmaya başladığı zaman,
babaları dedi ki: "Eğer beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf'un
kokusunu (burnumda tüter) buluyorum." "Allah adına, hayret"
dediler. "Sen hala geçmişteki yanlışlığındasın."[765]
Yukarıdaki
ayetlerde görüldüğü gibi ailesi, Hz. Yakub'un oğluna olan hasretinden dolayı
yanlış bir tavır içinde olduğunu zanneder. Onların bu düşüncesinin hatırlattığı
hikmetli bir ders vardır: Olayları
sadece zahirine yani dış görünüşüne ve sebeplere göre değerlendirmek her zaman
doğru olmayabilir. Çünkü Allah Kur'an'da kimi zaman özel olarak verilen ilimle
yapılan hareketlerden söz etmiştir. Örneğin Hz. Musa ile ilim sahibi bir zatın
yaşadıklarının anlatıldığı kıssada bu konudan detaylı olarak söz edilmekte ve
örnekleri de verilmektedir. Allah Hz. Yakub'un da ilim sahibi bir kul olduğunu
zaten bildirmiştir. Sahip olduğu bu ilim dolayısıyla gösterdiği tavrı, ailesi
anlayamamış, zahir bir bakış açısıyla yaklaşarak onun yanlışlık içinde olduğunu
zannetmişlerdir.
Nitekim Hz.
Yakup, gömleği aldıktan sonra Allah'ın kendisine verdiği ilmi ailesine
hatırlatmıştır:
فَلَمَّا
اَنْ جَاءَ
الْبَشيرُ
اَلْقيهُ عَلى
وَجْهِه
فَارْتَدَّ
بَصيرًا
قَالَ
اَلَمْ
اَقُلْ
لَكُمْ اِنّى
اَعْلَمُ
مِنَ اللّهِ
مَا لَا
تَعْلَمُونَ
“Müjdeci
gelip de onu (gömleği) onun yüzüne sürdüğü zaman, gözü görür olarak (sağlığına)
dönüverdi. (Yakub) Dedi ki: "Ben, size bilmediğinizi Allah'tan gerçekten
biliyorum demedim mi?"[766]
Görüldüğü
gibi Hz. Yusuf'un önceden söyledikleri çıkmıştır; gömleği babasının yüzüne
sürdüklerinde babasının rahatsızlığı ortadan kalkmış, gözü görmeye başlamıştır.
Babası böylece sağlığına kavuşmuştur. Ayrıca Hz. Yakup'un söyledikleri de
çıkmıştır. Hz. Yusuf'u göreceğini önceden hissetmiştir ve görmüştür. Bu,
kuşkusuz her ikisinin de ilim sahibi kullar olduklarının bir göstergesidir.
Hz.
Yusuf'un Ailesi İle Buluşması
Hz. Yusuf'un
hayatta olduğu bilgisinin ve buna dair kanıtın (gömleğin) Hz. Yakup'a
gelmesiyle birlikte, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin yıllardır saklı tuttukları
yalan da ortaya çıkmıştır. Onlar babalarına Hz. Yusuf'un kurt tarafından yenip
öldürüldüğünü söylemişlerdir, oysa Hz. Yusuf hayattadır. Bu gerçeğin açığa
çıkmasıyla birlikte çocukları Hz. Yakub'dan kendileri için bağışlanma
dilemesini istemişlerdir:
قَالُوا
يَا اَبَانَا
اسْتَغْفِرْ
لَنَا ذُنُوبَنَا
اِنَّا
كُنَّا
خَاطِينَ (*)
قَالَ سَوْفَ
اَسْتَغْفِرُ
لَكُمْ رَبّى
اِنَّهُ هُوَ
الْغَفُورُ
الرَّحيمُ
“(Çocukları
da:) "Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz
gerçekten hataya düşenler idik" dediler. "İlerde sizin için Rabbimden
bağışlanma dilerim. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir" dedi.”[767]
Dikkat
edilirse Hz. Yakup, hemen değil "ileriki bir zamanda" bağışlanma
dileyeceğini söylemiştir. Acaba Hz. Yakup, çocukları için neden hemen
bağışlanma dilememiştir? Bunun bir hikmeti, onların o andan sonraki tavır ve
tutumlarını gözlemlemek istemesi olabilir. Onların hatalarından gerçekten
döndüklerine, samimi olduklarına belli bir zaman sürecinde görerek kanaat
getirmek istemiş olabilir. Bundan dolayı, bu kanaatla birlikte onlar için dua
edeceği anlaşılabilir. (En doğrusunu Allah bilir)
Ama ayetin
sonunda da belirtildiği gibi, Yakup Peygamber Allah'ın bağışlayan ve esirgeyen
sıfatlarını onlara hatırlatmıştır. Bunu Allah'tan bağışlanmayı ümit etmeleri,
Allah'a dönüp yönelmeleri için yapmaktadır.
Kıssanın
devamındaki gelişmeler Kur’an'da şöyle anlatılır:
فَلَمَّا
دَخَلُوا
عَلى يُوسُفَ
اوى اِلَيْهِ
اَبَوَيْهِ
وَقَالَ
ادْخُلُوا
مِصْرَ اِنْ
شَاءَ اللّهُ
امِنينَ
“Böylece
onlar (gelip) Yusuf'un yanına girdikleri zaman, anne ve babasını bağrına bastı
ve dedi ki: "Allah'ın dilemesiyle Mısır'a güvenlik içinde giriniz."[768]
Hz. Yusuf'un
ailesiyle karşılaştığında ilk yaptığı şey onları bağrına basmak ve onlara güven
içinde olduklarını hatırlatmak olmuştur. Bu ayetten de anlaşılmaktadır ki,
sarılmak, insanın samimi sevgisinin güzel bir ifadesidir. Güven içinde
olduklarını hatırlatmak da karşı tarafı rahatlatacak, ince düşünceli bir
davranıştır. Uzun yoldan gelen, pek çok düzene şahit olan bu insanlar için
güvenilir bir ortamda olduklarını bilmek son derece huzur vericidir. Bu,
müminlerin örnek alması gereken bir davranış modelidir. Gelen misafire,
yabancıya ya da konuk edilen insanlara güvenlik içinde olduklarını söylemek
onları rahatlatacağı için Kuran'da dikkat çekilen bir güzelliktir.
Hz. Yusuf'un
konukseverliği ve ince düşüncesi yalnızca bunlarla da sınırlı değildir. Ayette
Hz. Yusuf'un anne babasına gösterdiği saygı şöyle bildirilir:
وَرَفَعَ
اَبَوَيْهِ
عَلَى
الْعَرْشِ
وَخَرُّوا
لَهُ
سُجَّدًا
“Babasını
ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar...”[769]
Hz. Yusuf'un
annesini ve babasını tahta çıkartıp oturtması güzel bir saygı ifadesidir. Onlar
kendisinden yaşça büyüklerdir, dahası babası da Allah'ın ilimce güçlendirdiği
bir peygamberdir. Hz. Yusuf'un bu saygılı ve hürmetkar tavrına karşı onlar da
çok güzel bir tevazu göstermişlerdir. (Ayette ailesinin Hz. Yusuf için secdeye
kapandığı ifade edilmektedir. Bu, o dönemin örfünde yaygın olan bir saygı
ifadesi olmalıdır. Bu secdenin "tapınmak" gibi bir manası elbette
yoktur.)
Dikkat
edilirse anne ve babası, Hz. Yusuf onların çocukları olmasına ve kendileri
yaşça da ondan çok büyük olmalarına rağmen, büyük bir alçakgönüllülükle
karşılık vermişlerdir. Cahiliye insanları arasında ise bu tarz durumlarda kibir
devreye girer ve iki taraf da candan ve hürmetkar bir tavır göstermekten
çekinir. Özellikle de cahiliye toplumunda insanlar kendilerinden yaşça küçük
olan bir kişinin karşısında eğilmek gibi bir saygı ifadesinden şiddetle
kaçınırlar. Oysa Hz. Yusuf'un ve ailesinin gösterdikleri bu davranışlar, saygı,
sevgi ve tevazuya dayalıdır. Bu, bir mümin ailenin nasıl olması gerektiğini de
göstermektedir.
Bu ortam
içinde, Hz, Yusuf, geçmişte yaşadığı tüm olayların bir yorumunu yapmış ve
Allah'ın eksiksiz işleyen planını açıklamıştır:
وَقَالَ
يَا اَبَتِ
هذَا
تَاْويلُ
رُءْيَاىَ
مِنْ قَبْلُ
قَدْ
جَعَلَهَا رَبّى
حَقًّا
وَقَدْ
اَحْسَنَ بى اِذْ اَخْرَجَنى
مِنَ
السِّجْنِ
وَجَاءَ
بِكُمْ مِنَ
الْبَدْوِ
مِنْ بَعْدِ
اَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ
بَيْنى
وَبَيْنَ
اِخْوَتى اِنَّ
رَبّى لَطيفٌ
لِمَا
يَشَاءُ
اِنَّهُ هُوَ
الْعَليمُ
الْحَكيمُ
“...Dedi
ki: "Ey Babam, bu, daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu
gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle
kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim
Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve
hikmet sahibi O'dur."[770]
Hatırlanacağı
gibi Hz. Yusuf rüyasında onbir yıldız, güneş ve ayı kendisine secde
etmektelerken görmüştür. Yıllar sonra annesinin, babasının ve kardeşlerinin,
kendi bulunduğu konum itibariyle ona saygı göstermeleri, ona hürmetlerinin bir
ifadesi olarak secde etmeleri, özellikle de kardeşlerinin ona muhtaç konumda
huzuruna gelmeleri bu rüyanın bir yorumudur.
Dikkat
edilirse Hz. Yusuf tüm bunları izah ederken, Allah'ı anmakta ve O'nu övüp
yüceltmektedir. Ve o ana kadar kendisinin ve ailesinin yaşadığı tüm olayların,
Allah tarafından belirlenmiş bir plana göre gerçekleştiğini açıklamaktadır. Bu
bir müminin sahip olması gereken örnek düşünce ve konuşma şeklidir.
Burada Hz.
Yusuf'un dikkat çeken bir özelliği de her şeyin güzel tarafını görmesi, herşeyi
hayırla yorumlamasıdır. Örneğin Allah'ın kendisine iyilik ettiğini ve zindandan
çıkardığını söylemiştir. Bu, tam anlamıyla bir mümin tavrıdır; olaylara olumlu
ve güzel gözle baktığının kanıtıdır. Hz. Yusuf hep Allah'ın tarafında olduğunu,
Allah'ın yaptığı her şeyden hoşnut olduğunu belli eden bir üslup kullanmakta, olumsuz ya da Allah'a
karşı saygıda kusur olabilecek her türlü üsluptan ve tavırdan kaçınmaktadır.
Allah'ın "dilediği her şeyi pek ince tedbir ettiğini, O'nun bilen, hüküm
ve hikmet sahibi olduğunu" söylemesi de bunun bir göstergesidir. Hz.
Yusuf'un bu yönü tüm müminler için en güzel örneklerdendir.
Hz.
Yusuf'un Samimi Duası
Hz. Yusuf'un
Allah'a son derece bağlı, O'nu veli edinen bir insan olduğundan ve Allah'ı çok
fazla zikrettiğinden, O'na sürekli şükrettiğinden kitap boyunca bahsettik. Bu
gerçeği aşağıdaki ayette, Hz. Yusuf'un söylediği sözlerde de görmek mümkündür:
رَبِّ
قَدْ
اتَيْتَنى
مِنَ
الْمُلْكِ
وَعَلَّمْتَنى
مِنْ
تَاْويلِ
الْاَحَاديثِ
فَاطِرَ السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
اَنْتَ
وَلِيّ فِى الدُّنْيَا
وَالْاخِرَةِ
تَوَفَّنى
مُسْلِمًا
وَاَلْحِقْنى
بِالصَّالِحينَ
"Rabbim,
Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin, sözlerin yorumundan
(bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada ve ahirette benim
velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına
kat."[771]
Görüldüğü
gibi Hz. Yusuf, sahip olduğu tüm özelliklerin (hem maddi imkanların hem de
bilgi ve aklın) kendisine Allah tarafından verildiğinin bilincindedir. Buna
karşılık inkar edenler, herşeyi kendi yetenekleriyle kazandıklarını zanneder,
kendilerini gözlerinde büyütür ve Allah'ın nimetlerine nankörlük ederler.
Hz, Yusuf'un
üstteki ayette bildirilen duası ise, onun imanının ve Allah korkusunun bir
diğer ifadesidir. Allah tarafından seçilmiş bir peygamber olmasına rağmen,
müslüman olarak ölebilmeyi ve salihlerin arasına girmeyi istemektedir.
Ahiretteki konumundan emin değildir. Allah'tan samimi bir şekilde korkmakta ve
O'na ihtiyaç içinde dua etmektedir.
İşte bu, bir
müminin sahip olması gereken örnek davranış ve düşünce şeklidir. Kendilerini
cennete layık gören, Allah'ın sevgili kulları olduklarını öne sürerek ahirette
mutlaka kurtuluş bulacaklarını iddia eden ve bu kibir içinde diğer insanları küçümseyenler,
büyük bir gaflet içindedirler. Buna karşılık gerçek mümin, her zaman için
Allah'a karşı boyun eğici olur, her zaman için Allah'ın rızasını kaybetmekten
çekinir ve bunun getirdiği tevazu içinde olur.
Her müslümana
düşen görev, Hz. Yusuf gibi samimi, tevekküllü, ihlaslı ve mütevazi bir mümin
olmak ve Allah'a "Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni
salihlerin arasına kat" diye samimiyetle dua etmektir.
Sonuç
Hz. Yusuf'un
hayatı Kur’an'da anlatılanlar doğrultusunda incelendi. Bizler Hz. Yusuf ile
ilgili bilgileri ancak Allah'ın bildirmesiyle ve O'nun bildirdiği kadarıyla
bilebiliriz. Bunun dışında ne eksik ne fazla bir söz söyleme hakkına sahip
olamayız. Nitekim Allah bu gerçeğe işaret etmiş ve Yusuf Peygamberle ilgili
olarak bütün bu anlatılanların aslında gayb haberlerinden olduğunu
bildirmiştir. Hz. Yusuf'un samimi duasının aktarılmasının ardından, Yusuf
Kıssası aşağıdaki ayetle bitirilmiştir:
ذلِكَ
مِنْ
اَنْبَاءِ
الْغَيْبِ
نُوحيهِ اِلَيْكَ
وَمَا كُنْتَ
لَدَيْهِمْ
اِذْ اَجْمَعُوا
اَمْرَهُمْ
وَهُمْ
يَمْكُرُونَ
“Bu,
sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, (Yusuf'un kardeşleri) o
hileli-düzeni kurarlarken, yapacakları işe topluca karar verdikleri zaman sen
yanlarında değildin.”[772]
Allah bize bu
gayb haberlerini bildirmekle, hem hayatımızda kullanacağımız önemli hikmetler
öğretmekte, hem de geçmişteki peygamberleri tanıyarak onları kendimize örnek
almamızı kolaylaştırmaktadır. Hz. Yusuf'u, Hz. Yakup'u veya diğer peygamberleri
bu dünyada görme şansımız yoktur. Ancak Kur’an'ı dikkatli bir biçimde okuyarak,
peygamber kıssaları üzerinde derin şekilde tefekkür ederek, içinde bulundukları
ortamı, gösterdikleri örnek tavırları zihnimizde iyi canlandırarak ve
yorumlayarak, peygamberleri tanıyabilir ve onların üstün maneviyat, akıl ve ihlasından
istifade edebiliriz.
Bu yüzden her
insan, bu okuduklarını iyi düşünmeli, Hz. Yusuf'un ve Hz. Yakub'un hikmetlerini
iyi tefekkür etmeli ve bunları günlük hayatına nasıl geçirebileceğini
yorumlamalıdır. Başına gelen sıkıntı ve zorluklar karşısında ümitsizliğe
kapılıyor mu? Veya müslümanların zor durumunu görünce, "bu durumun
düzelmesi çok zor, yapacak bir şey yok" diye mi düşünüyor? Eğer böyle
düşünüyorsa, bilmelidir ki bu çok büyük bir gaflettir.
Kuyuya
atılan, ardından köle olarak ucuz bir fiyata satılan, çirkin bir iftiraya
uğrayan, sonra suçsuz yere zindana atılan, zindanda da yıllar boyu unutulan Hz.
Yusuf'un sabrını, kararlılığını ve Allah'tan asla ümit kesmeyen üstün imanını
düşünmeli ve ona göre kendisini gereksiz yılgınlıklardan ve ümitsizliklerden
kurtarmalıdır. Hz. Yusuf'un, üst üste gelen ve zahirde her biri ayrı birer
zorluk gibi gözüken bu olaylara rağmen, bir anda Allah'ın lütfuyla kurtulduğunu
ve büyük bir nimete kavuştuğunu iyi düşünmelidir.
Günümüzde de
yaşanan her olayda, aynen Hz. Yusuf'un hayatı gibi kusursuz bir İlahi planın
işlediğini, Allah'ın her olayı hayır ve hikmetle yarattığını sakın unutmayın.
Unutmayın ki Allah herşeye kadirdir ve kendisine iman edip samimi bir şekilde
bağlanan, dinine hizmet etmek için ihlasla çalışan kullarının daima
yardımcısıdır. Müminlere hiç umulmadık yerden hiç umulmadık nimetler verir,
onlara hesaba katmadıkları yönden yardım eder. İnsanın tek vazifesi, bu gerçeğe
samimi olarak iman etmek ve buna göre yaşamaktır.
Hz.
Yusuf'a Kurulan Tuzak ve "Şer İttifakı"
Önceki
bölümde de bildirildiği gibi elçiler her tutum ve davranışlarında Allah'a
yönelmeleriyle, samimiyetleri, doğrulukları, metanetleri, tevekkülleri, sabır
ve kararlılıklarıyla inananlar için çok güzel bir örnek teşkil etmektedirler.
Hz. Yusuf da bu özellikleri üzerinde toplamış peygamberlerden biridir. Başına
gelen türlü zorluklar ve sıkıntılar karşısında gösterdiği üstün ahlakıyla,
Hz.Yusuf'un hayatında tüm inananlar için çok değerli hikmetler, hisseler ve
örnekler vardır.
Kur’an'ın 12. suresi olan Yusuf
Suresi'nde Hz. Yusuf'un çocukluğundan başlayarak hayatı anlatılır. Hz. Yusuf
çocukluğundan itibaren birçok güçlükle karşılaşmış, ancak sabrı ve tevekkülü
ile daima insanlara örnek olmuştur. Bu surede ilk olarak Hz. Yusuf'un gördüğü
bir rüya bildirilir:
Hani Yusuf
babasına:
اِذْ
قَالَ
يُوسُفُ
لِاَبيهِ يَا
اَبَتِ اِنّى
رَاَيْتُ
اَحَدَ
عَشَرَ
كَوْكَبًا
وَالشَّمْسَ
وَاَلْقَمَرَ
رَاَيْتُهُمْ
لى سَاجِدينَ
"Babacığım,
gerçekten ben (rüyamda) onbir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde etmektelerken
gördüm" demişti.”[773]
Hz. Yusuf'un
babası Hz. Yakup ise oğlunun bu rüyasını yorumlamış ve şöyle demiştir:
وَكَذلِكَ
يَجْتَبيكَ
رَبُّكَ
وَيُعَلِّمُكَ
مِنْ
تَاْويلِ
الْاَحَاديثِ
وَيُتِمُّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكَ
وَعَلى الِ
يَعْقُوبَ
كَمَا
اَتَمَّهَا
عَلى
اَبَوَيْكَ
مِنْ قَبْلُ
اِبْرهيمَ
وَاِسْحقَ
اِنَّ
رَبَّكَ
عَليمٌ
حَكيمٌ
“Böylece
Rabbin seni seçkin kılacak, sözlerin yorumundan (kaynaklanan bir bilgiyi) sana
öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak'a (nimetini) tamamladığı gibi
senin ve Yakup ailesinin üzerindeki nimetini tamamlayacaktır. Elbette Rabbin,
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[774]
Kur’an'da Hz. Yusuf'un ailesi
hakkında verilen çok önemli bir bilgi kardeşlerinin ona olan düşmanlıklarıdır.
Hz. Yusuf'un güzel ahlakının, samimiyetinin ve imanının farkında olan ve ona
karşı çok büyük bir kıskançlık duyan kardeşlerinin, ona bir kötülük
yapabileceklerinin farkında olan Hz. Yakup, Hz. Yusuf'u kardeşlerine karşı
şöyle uyarmıştır:
قَالَ
يَا بُنَىَّ
لَا تَقْصُصْ
رُءْيَاكَ عَلى
اِخْوَتِكَ فَيَكيدُوا
لَكَ كَيْدًا
اِنَّ
الشَّيْطَانَ
لِلْاِنْسَانِ
عَدُوٌّ
مُبينٌ
“(Babası)
Demişti ki: "Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak
kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır."[775]
Duydukları
şiddetli kıskançlık nedeniyle Hz. Yusuf'u öldürmeye karar veren kardeşlerinin
aralarındaki konuşmalarda dikkati çeken ise yaptıkları çok kapsamlı plandır.
Kendilerini "birbirlerini pekiştiren bir topluluk" olarak
tanımlamışlar, yani bir ittifak oluşturmuşlar ve birçok ayrıntıyı düşünüp, birlikte
Hz. Yusuf'a bir tuzak kurmuşlardır. Aralarında geçen konuşmalar Kur’an'da şöyle bildirilir:
لَقَدْ
كَانَ فى
يُوسُفَ
وَاِخْوَتِه
ايَاتٌ
لِلسَّائِلينَ
(*) اِذْ
قَالُوا
لَيُوسُفُ
وَاَخُوهُ
اَحَبُّ اِلى
اَبينَا
مِنَّا
وَنَحْنُ
عُصْبَةٌ اِنَّ
اَبَانَا
لَفى ضَلَالٍ
مُبينٍ (*)
اُقْتُلُوا
يُوسُفَ اَوِ
اطْرَحُوهُ
اَرْضًا
يَخْلُ
لَكُمْ
وَجْهُ
اَبيكُمْ
وَتَكُونُوا
مِنْ بَعْدِه
قَوْمًا
صَالِحينَ (*)
قَالَ
قَائِلٌ
مِنْهُمْ لَا
تَقْتُلُوا
يُوسُفَ
وَاَلْقُوهُ
فى غَيَابَتِ
الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ
بَعْضُ
السَّيَّارَةِ
اِنْ
كُنْتُمْ
فَاعِلينَ
“Andolsun,
Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için ayetler (ibretler) vardır. Onlar şöyle
demişti: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysa ki biz,
birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık
içindedir. Öldürün Yusuf'u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü
yalnızca size (dönük) kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk
olursunuz." İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Eğer (mutlaka bir şey)
yapacaksanız, öldürmeyin Yusuf'u, onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir
yolcu kafilesi alsın."[776]
Ayetin
başında Hz. Yusuf ve kardeşlerinde ibretler olduğu bildirilmektedir. Öyle ise
her mümin bu konu ile ilgili ayetleri okurken ibret almak, hikmetleri fark
edebilmek, bu ayetlerden sonuç çıkararak kendi hayatında bunları gözönünde
bulundurmak durumundadır. Örneğin kardeşleri, Hz. Yakup'un Hz. Yusuf'a olan
sevgisini kıskanmakta ve hatta bu kıskançlıkları kardeşlerini öldürmeyi
düşünebilecek kadar ileri gitmektedir. Ayrıca dikkat edilirse Hz. Yusuf'un
kardeşleri salih bir mümin aleyhinde tuzak kurmak için bir "şer
ittifakı" oluşturmakta ve güçlerini birleştirmektedirler. Tuzaklarının
amacı ise müminleri, yani Hz. Yusuf ile Hz. Yakup'u ayırmak ve kendisinde bazı
üstün özellikler bulunduğunu anladıkları kardeşlerini öldürmektir.
İnkar
edenlerin salih müminler aleyhinde biraraya gelerek yaptıkları işbirliği tarih
boyunca sık sık tekrarlanmıştır. Her dönemde kötü olanlar birleşerek, iyilere
zarar vermek, onların hayır üzere yaptıkları çalışmalarını engellemek, onları
yurtlarından çıkarmak ve hatta öldürmek için ittifaklar kurmuşlardır. Ancak
Allah her defasında onların tuzaklarını bozmuş, ittifaklarını da darmadağın
etmiştir. Hz. Yakup ile Hz. Yusuf'un birlik içinde hareket etmeleri ve Hz.
Yakup'un, oğullarının bu şer ittifakına karşı Hz. Yusuf'u uyararak destek
olması bu konuda çok güzel bir örnektir.
Şer
İttifakının Oluşturduğu Sahte Deliller
Ayetlerin
devamında kardeşlerinin yaptıkları plan gereği Hz. Yusuf'u kuyuya atmaya karar
verdikleri bildirilir. Bu planlarını uygulayabilmek amacıyla da Hz. Yusuf'u
oyun oynamaya götürmek için babalarından güçlükle izin alırlar. Gittikleri
yerde Hz. Yusuf'u kuyuya bırakırlar. Hz. Yusuf kuyuya bırakılmak üzereyken
Allah ona şöyle vahyetmiştir:
فَلَمَّا
ذَهَبُوا بِه
وَاَجْمَعُوا
اَنْ
يَجْعَلُوهُ
فى غَيَابَتِ
الْجُبِّ
وَاَوْحَيْنَا
اِلَيْهِ
لَتُنَبِّئَنَّهُمْ
بِاَمْرِهِمْ
هذَا وَهُمْ
لَا
يَشْعُرُونَ
“Nitekim
onu götürdükleri ve kuyunun derinliklerine atmaya topluca davrandıkları zaman,
Biz ona (şöyle) vahyettik: "Andolsun, sen onlara kendileri, farkında
değilken, bu yaptıklarını haber vereceksin."[777]
Hz. Yusuf'u
kuyuya attıktan sonra eve dönen kardeşleri, olan bitenleri babalarına şu
şekilde aktarırlar:
قَالُوا
يَا اَبَانَا
اِنَّا
ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ
وَتَرَكْنَا
يُوسُفَ
عِنْدَ
مَتَاعِنَا
فَاَكَلَهُ
الذِّئْبُ
وَمَا اَنْتَ
بِمُؤْمِنٍ
لَنَا وَلَوْ
كُنَّا
صَادِقينَ (*)
وَجَاؤُ عَلى
قَميصِه
بِدَمٍ
كَذِبٍ قَالَ بَلْ
سَوَّلَتْ
لَكُمْ
اَنْفُسُكُمْ
اَمْرًا
فَصَبْرٌ
جَميلٌ
وَاللّهُ
الْمُسْتَعَانُ
عَلى مَا
تَصِفُونَ
“Dediler
ki: "Ey Babamız, gerçek şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da
yiyeceklerimizin (veya eşyamızın) yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne
var ki biz doğruyu söylesek bile sen bize inanacak değilsin." Ve üzerine
yalandan kan (sürülmüş) olan gömleğini getirdiler. "Hayır" dedi.
"Nefsiniz, sizi yanıltıp (böyle) bir işe sürüklemiş. Bundan sonra (bana
düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu düzüp-uydurduklarınıza karşı (kendisinden)
yardım istenecek olan Allah'tır."[778]
Allah bu
ayetleriyle, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin kötülük yapmadıklarına babalarını
inandırabilmek için her türlü ayrıntıyı düşünüp, sahte delil dahi
oluşturduklarına dikkat çekmektedir. Münafıklar ve inkar edenler de bir
müslümana tuzak kurarlarken yalandan, iftiradan hiç çekinmez, sahte delil
oluşturmayı da asla ihmal etmezler. Yusuf'un kardeşleri de bu sahte delili
oluştururken babalarını doğru söylediklerine ikna etmeyi hedeflemektedirler.
Ancak Hz. Yakup'un tavrından da anlaşılacağı gibi, müminler inkarcıların
tuzaklarını hemen sezer ve sahte delillere asla itimat etmezler. İnkar
edenlerin müminler aleyhinde uydurdukları yalanlara sadece kendileri gibi inkar
edenler inanırlar.
Hz.
Yusuf ve Medresesi
Hz. Yusuf
kuyuya bırakıldıktan sonra bir yolcu kafilesi onu bulur ve az bir ücretle Mısırlı
bir Aziz'e satar. Allah bu olayların neticesinde, Hz. Yusuf'u Mısır'a
yerleştirdiğini ve ona "sözlerin yorumunu" öğrettiğini, ergenlik
yaşına gelince de kendisine hüküm ve ilim verdiğini bildirmektedir.[779]
Hz. Yusuf'un
hapse atılmasına sebep olan olay ise, evinde kaldığı Mısırlı Aziz'in karısının
kendisinden murad almak istemesiyle
başlar. Hz. Yusuf'un kadına verdiği karşılık ise şöyle olmuştur:
وَرَاوَدَتْهُ
الَّتى هُوَ
فى بَيْتِهَا
عَنْ نَفْسِه
وَغَلَّقَتِ
الْاَبْوَابَ
وَقَالَتْ
هَيْتَ لَكَ
قَالَ مَعَاذَ
اللّهِ
اِنَّهُ
رَبّى
اَحْسَنَ مَثْوَاىَ
اِنَّهُ لَا
يُفْلِحُ
الظَّالِمُونَ
“Evinde
kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak:
"İsteklerim senin içindir, gelsene" dedi. (Yusuf) Dedi ki:
"Allah'a sığınırım. Çünkü O benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur.
Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez."[780]
Hz. Yusuf bu
sözleri üzerine kapıya doğru yönelerek çıkmak istemiş, ancak kadın ısrarcı
davranarak Hz. Yusuf'un gömleğini arkasından yırtmış ve tam o esnada kadının
kocası gelmiştir. Kadın ise hiç tereddüt etmeden;
مَا
جَزَاءُ مَنْ
اَرَادَ
بِاَهْلِكَ
سُوءًا
اِلَّا اَنْ
يُسْجَنَ
اَوْ عَذَابٌ
اَليمٌ
"…Ailene
kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezası ne
olabilir?"[781] diyerek Hz. Yusuf'a iftira
atmış ve zindana atılması gerektiğini söyleyerek çevresindeki insanları Hz.
Yusuf'a karşı kışkırtacak bir tutum sergilemiştir. Bu çirkin iftira karşısında
ise Hz. Yusuf, kendisinin masum olduğunu ve hiçbir suçunun bulunmadığını
belirterek şöyle demiştir:
قَالَ
هِىَ
رَاوَدَتْنى
عَنْ نَفْسى
وَشَهِدَ
شَاهِدٌ مِنْ
اَهْلِهَا
اِنْ كَانَ
قَميصُهُ
قُدَّ مِنْ
قُبُلٍ
فَصَدَقَتْ
وَهُوَ مِنَ
الْكَاذِبينَ
“(Yusuf)
Dedi ki: "Onun kendisi benden murad almak istedi…"[782]
Bunun üzerine
kadının yakınlarından biri şahitlik etmiş ve şöyle demiştir:
قَالَ
هِىَ
رَاوَدَتْنى
عَنْ نَفْسى
وَشَهِدَ
شَاهِدٌ مِنْ
اَهْلِهَا
اِنْ كَانَ
قَميصُهُ
قُدَّ مِنْ
قُبُلٍ
فَصَدَقَتْ
وَهُوَ مِنَ
الْكَاذِبينَ
(*) وَاِنْ
كَانَ
قَميصُهُ
قُدَّ مِنْ
دُبُرٍ فَكَذَبَتْ
وَهُوَ مِنَ
الصَّادِقينَ
“…Kadının
yakınlarından bir şahit şahitlik etti: "Eğer onun gömleği ön taraftan
yırtılmışsa, bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan
söyleyenlerdendir. Yok eğer onun gömleği arkadan çekilip-yırtılmışsa, bu
durumda kadın yalan söylemiştir ve kendisi doğruyu söyleyenlerdendir."[783]
Görüldüğü
gibi Hz. Yusuf'un suçsuz olduğuna dair deliller de mevcuttur; hatta iftira atan
kadının kocası da bu delilleri görmüş ve durumu anlayarak şöyle demiştir:
فَلَمَّا
رَا قَميصَهُ
قُدَّ مِنْ
دُبُرٍ قَالَ
اِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ
اِنَّ
كَيْدَكُنَّ
عَظيمٌ (*)
يُوسُفُ
اَعْرِضْ
عَنْ هذَا
وَاسْتَغْفِرى
لِذَنْبِكِ
اِنَّكِ
كُنْتِ مِنَ
الْخَاطِينَ
“Onun
gömleğinin arkadan çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): "Doğrusu,
bu sizin düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür" dedi.
"Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sen de (kadın) günahın dolayısıyla
bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkarlardan oldun."[784]
Ayetlerde
bildirildiğine göre Hz. Yusuf'un masumluğuna herkes, şehirdeki kadınlar dahi
şahittir. Fakat buna rağmen Hz. Yusuf iffetinden dolayı ve onların çağırdıkları
hayata uymadığı için zindana atılmıştır. Hatta vezirin karısı bunu diğer
kadınlara açıkça söylemiştir. Neredeyse tüm bir şehir halkı Hz. Yusuf'un suçsuz
olmasına rağmen hapse atıldığını bilmektedir:
قَالَتْ
فَذلِكُنَّ
الَّذى
لُمْتُنَّنى
فيهِ
وَلَقَدْ
رَاوَدْتُهُ
عَنْ نَفْسِه
فَاسْتَعْصَمَ
وَلَئِنْ
لَمْ
يَفْعَلْ مَا
امُرُهُ
لَيُسْجَنَنَّ
وَلَيَكُونًا
مِنَ الصَّاغِرينَ
“Kadın
dedi ki: "Beni kendisiyle kınadığınız işte budur. Andolsun onun nefsinden
ben murad istedim, o ise (kendini) korudu. Ve andolsun, eğer o kendisine
emrettiğimi yapmayacak olursa, mutlaka zindana atılacak ve elbette küçük
düşürülenlerden olacak.”[785]
Bir başka
ayette ise bu durum şöyle açıklanır:
ثُمَّ
بَدَا لَهُمْ
مِنْ بَعْدِ
مَا رَاَوُا
الْايَاتِ
لَيَسْجُنُنَّهُ
حَتّى حينٍ
“Sonra
onlarda (Yusuf'un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka
onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı.”[786]
Ayetlerde Hz.
Yusuf'un hiçbir suçunun olmadığına herkesin şahit olduğu, fakat buna rağmen
hapse atma kararının ağır bastığı bildirilmektedir. Hz. Yusuf'un suçsuzluğunu
bilmelerine ve buna ait deliller bulunmasına rağmen, onu hapisle
cezalandırmalarının nedeni aslında, onun Allah'a olan imanı ve gönülden
bağlılığıdır. Hz. Yusuf, imanından ve güzel ahlakından dolayı nasıl
kardeşlerinin kıskançlığını ve düşmanlığını kazandıysa, bulunduğu çevredeki
bazı kimselerin de aynı sebeplerle düşmanlığını kazanmıştır. Tüm bu haksız
suçlamaların, iftiraların, cezalandırmaların karşısında Hz. Yusuf'un gösterdiği
üstün ahlak, tevekkül ve kararlılık ise Kur’an'da şöyle bildirilmektedir:
قَالَ
رَبِّ
السِّجْنُ
اَحَبُّ
اِلَىَّ مِمَّا
يَدْعُونَنى
اِلَيْهِ
وَاِلَّا
تَصْرِفْ
عَنّى
كَيْدَهُنَّ
اَصْبُ
اِلَيْهِنَّ
وَاَكُنْ
مِنَ
الْجَاهِلينَ
(*) فَاسْتَجَابَ
لَهُ رَبُّهُ
فَصَرَفَ
عَنْهُ
كَيْدَهُنَّ
اِنَّهُ هُوَ
السَّميعُ الْعَليمُ
“(Yusuf)
Dedi ki: "Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana
daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım)
eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum." Böylece Rabbi, duasını
kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O,
işitendir, bilendir.”[787]
Tarih boyunca
Allah yolunda olup da, haksız iftiralar sonucunda hapse atılan veya çeşitli zorluklarla
karşılaşan müminler daima Hz. Yusuf'un bu güzel tavrını örnek alarak, üstün
ahlaklarından asla taviz vermeyeceklerini göstermişlerdir. İnkarcıların bir
eziyet ve ceza olarak gördükleri hapsi salih müminler zevk ve neşe ile
karşılamışlardır. Allah'ın rızasını kazanmak için çaba gösterirken
karşılaştıkları tüm zorluklar, sıkıntılar ve ezalar onların şevklerini ve
heyecanlarını artırmıştır.
Hz.
Yusuf'un Hapishane Günleri
Hz. Yusuf
hapishanede kaldığı süre içinde de sabrı, tevekkülü, dirayeti ve metanetiyle
çok üstün bir ahlak göstermiştir. Hapishanedeki arkadaşlarına Allah'ın
varlığını ve birliğini anlatmış, Allah'tan başka ilaha tapmamaları için onları
uyarmıştır. Ayrıca Allah'ın kendisine bir lütuf olarak verdiği rüyaların
yorumunu yapabilme ilmini kullanarak hapis arkadaşlarının rüyalarını
yorumlamıştır. Ancak rüya yorumlarını yaparken de mutlaka onlara Allah'ı
hatırlatmıştır.
Hz. Yusuf'un
hapishaneden çıkışı ise hiç umulmadık bir şekilde olmuştur. İlmi ve
güvenilirliği hapisten çıkan arkadaşı aracılığı ile Mısır hükümdarına kadar
ulaşmış ve kendisine iftira atanlar itirafta bulununca suçsuzluğu kesin olarak
anlaşılmış ve ardından Mısır'ın hazinelerinin başına getirilmiştir. Ayetlerde
bu olay şöyle aktarılır:
وَقَالَ
الْمَلِكُ
ائْتُونى بِه
اَسْتَخْلِصْهُ
لِنَفْسى
فَلَمَّا
كَلَّمَهُ قَالَ
اِنَّكَ
الْيَوْمَ
لَدَيْنَا
مَكينٌ
اَمينٌ (*)
قَالَ
اجْعَلْنى
عَلى
خَزَائِنِ
الْاَرْضِ
اِنّى حَفيظٌ
عَليمٌ (*)
وَكَذلِكَ
مَكَّنَّا
لِيُوسُفَ
فِى الْاَرْضِ
يَتَبَوَّاُ
مِنْهَا
حَيْثُ
يَشَاءُ نُصيبُ
بِرَحْمَتِنَا
مَنْ نَشَاءُ
وَلَا نُضيعُ
اَجْرَ
الْمُحْسِنينَ
(*) وَلَاَجْرُ
الْاخِرَةِ
خَيْرٌ
لِلَّذينَ امَنُوا
وَكَانُوا
يَتَّقُونَ
“Hükümdar
dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım." Onunla
konuştuğunda da (şöyle) dedi: "Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli
bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin." (Yusuf) Dedi ki:
"Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü
ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim." İşte
böylece Biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada
(Mısır'da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasip ederiz
ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı ise, iman
edenler ve takvada bulunanlar için daha hayırlıdır.”[788]
Bu ayetlerde
de görüldüğü gibi tüm zorluklardan, sıkıntılardan, inkarcıların ezalarından
sonra Allah inanan kullarını güzel bir hayata kavuşturmaktadır. Bu, hem dünya
hayatındaki bir güç ve zenginlik, hem de sonsuz ahiret yurdundaki cennet
nimetleri olabilir. Hz. Yusuf da yaşadığı tüm
zorluklardan sonra hem dünyada hem de ahirette çok güzel nimetlerle
karşılık bulmuştur. Allah müminleri bu konuda şöyle müjdeler:
وَمَنْ
يَتَوَلَّ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
وَالَّذينَ
امَنُوا
فَاِنَّ
حِزْبَ
اللّهِ هُمُ
الْغَالِبُونَ
“Kim
Allah'ı, Resulü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip
gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.”[789]
كَتَبَ
اللّهُ
لَاَغْلِبَنَّ
اَنَا وَرُسُلى
اِنَّ اللّهَ
قَوِىٌّ
عَزيزٌ
“Allah,
yazmıştır: "Andolsun, Ben galip geleceğim ve elçilerim de." Gerçekten
Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır.”[790]
Hz. Yusuf'un
yaşamı Kur’an'da Allah'ın bu vaadinin
mutlaka gerçekleştiğini gösteren örneklerden biridir. Hz. Yusuf önce zorluk ve
sıkıntılarla, ihanetler ve iftiralarla karşılaşmış, ardından bir nevi
"medrese" olan hapishanede derin bir manevi eğitimden geçmiştir. Ve
sonunda da Allah'ın vaadiyle karşılaşmış ve Allah onu tüm iftiralardan
temizlemiş, yeryüzünde yerleşik kılmış, malca ve ilimce güçlendirmiştir.
Hz. Yakup (a.s)
ile Yusuf (a.s) arasındaki sevgi; Yakup (a.s)'ın on iki oğlu vardı. Bu
oğullarının içinde en çok küçük olmasından dolayı Bünyamin’i ve en sevimli
olmasından dolayı da Yusuf (a.s)'ı severdi. Hatta küçüklüğünde ağa beyleri
dahil olmak üzere herkes onu çok severdi.
Annelerinin
vefatından sonra Yusuf (a.s)'ı halası yanına aldı. Halası yanında kaldığı
müddetçe Yusuf'a çok iyi bakmış ve yanından hiç ayırmadan her şeyden korumuştu.
Halası bile Yusuf (a.s)'ı o kadar sevmiş ki yanından ayrılacağı vakit üzerine
hırsızlık suçu atarak suçunun karşılığı Yakkup (a.s)'dan bir müddet daha
kalmasını istemiştir.
Yakup (a.s)
öksüzlüğün ne derece zor olduğunu ve öksüzün şefkate ve sevilmeye ne derece
muhtaç olduğunu bildiği için Hz. Yusuf'a çok ihtimam gösteriyordu. Elinden
geldiği kadar annesinin yokluğunu ona hissettirmemeye çalışıyordu.
Hz. Yusuf
ahlak güzelliği ile birlikte yüz ve endam güzelliğiyle de herkesin ve bilhassa
en derin kalbin şefkatini celb etmekteydi.
Hz.Yakup onun
bu halinden çok parlak bir istikbalin namzedi olduğunu, belki de ileride
peygamber olacağını hissediyordu. O'na karşı şiddetli sevgi ve şefkat
duymasında, bu hissinin de büyük rolü vardır.
İnsanın
ruhundan kopup gelen şefkat ve sevginin önünü alması mümkün olmadığı için Hz.
Yakup, ister istemez Yusuf'u diğer evlatlarından daha çok sevdiğini belli
ediyordu. Ve bu sevgisini her fırsatta belirtiyordu.
Züleyhâ
Kur'ân-ı
Kerîm'de Yûsuf sûresinde anlatılan Yusuf kıssasında (hikâyesinde) söz konusu
edilen kadın.
Züleyhâ
kelimesi, Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise, Zelihâ'dır. Kelime olarak her
iki şekilde de okunabilir ve her iki şekildeki okunuş da doğrudur. Farklılık,
hareke değişikliğine dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre onun gerçek adı,
Râîl'dir.
Kur'ân'da
Züleyha ismen geçmemektedir. Ancak, Yusuf kıssasında, baştan sona Yusuf (a.s)
ile beraber anılmıştır. Kur'ân'daki Yusuf ile Züleyha'nın hikâyesi, Yüce Allah
tarafından hikayelerin en güzeli olarak haber verilmiştir.
نَحْنُ
نَقُصُّ
عَلَيْكَ
اَحْسَنَ
الْقَصَصِ
بِمَا اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
هذَا
الْقُرْانَ
وَاِنْ
كُنْتَ مِنْ
قَبْلِه
لَمِنَ
الْغَافِلينَ
“Biz bu
Kur'ân'ı vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz."[791]
Yusuf (a.s)
kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, oradan geçen yolcular tarafından kuyudan
çıkarılmış ve Mısır'a götürülerek köle olarak satılmıştır. Mısır'da onu satın
olan kimse hanımına;
وَقَالَ
الَّذِى
اشْتَريهُ
مِنْ مِصْرَ
لِامْرَاَتِه
اَكْرِمى
مَثْويهُ
عَسى اَنْ يَنْفَعَنَا
اَوْ
نَتَّخِذَهُ
وَلَدًا
“Mısırda Yusufu
satınalan vezir hanımına: "Ona güzel bak!" dedi. "Belki bize
faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz!"[792]
İşte bu
hanım, Züleyhâdır. Yusuf'u ilk gördüğünden itibaren, onun güzelliğinden
etkilenerek ona aşık oldu. Yusuf'a çeşitli tekliflerde bulundu fakat Yusuf onun
tekliflerini her seferinde reddetti. Ancak Züleyhâ teklifinde ısrar ederek ona
zorla sahip olmak istedi. Yusuf ondan kurtulmak için kapıya doğru koşarken,
kapıda efendisi ile karşılaştı. O zaman Züleyhâ, Yusuf'un kendisine sataştığını
söyledi. Fakat Yusuf'un gömleği arkadan yırtıldığı için, onun suçsuzluğu ve
Züleyhâ'nın suçlu olduğu ortaya çıktı.
Kadınlar
arasında Züleyhâ için dedikodular çıkınca, o kadınlara bir ziyâfet vererek
Yusuf u bir münasebetle onlara göstermiştir. Kadınlar Yusuf'un bu güzelliği
karşısında ona bakakalmışlar ve ellerindeki meyve yerine, parmaklarını
kesmişlerdir. Ondan sonra da Züleyha'ya hak vermişlerdir.
Bazı
rivâyetlere göre, Züleyhâ'nın kocası vefât ettikten sonra Allah'ın irâdesi ile
eski güzelliğini kazanmış ve Yusuf (a.s) ile evlenmiştir. Yusuf (a.s) ile
evlendiği zaman, bakire olduğu anlaşılmıştır.
Fakat bu
rivâyetin ciddi bir temeli, dayanağı yoktur. Bu rivâyet, daha çok edebî hikâye
türlerine uymakta ve dayanmaktadır. Aslına bakıldığı zaman, Züleyhâ iyi bir
izlenim bırakmamıştır. Kur'ân'daki âyetlerden anlaşıldığına göre, Züleyhâ,
Yusuf (a.s)'ı yoldan çıkarmak için her türlü şeytanî yola baş vurmuştur. Onu,
Allah yolundan, doğruluktan, haktan saptırmak için uğraşmıştır. Bunun için
yalan söylediği ve çeşitli hilelere baş vurduğu âyet ile sabittir. Bir
peygamberin böyle bir hanımla evlenmesi, onun izzetini zedeler. Yusuf (a.s)'ın
onunla evlenmesi, şu meâldeki âyete de ters düşmektedir:
اَلْخَبيثَاتُ
لِلْخَبيثينَ
وَالْخَبيثُونَ
لِلْخَبيثَاتِ
وَالطَّيِّبَاتُ
لِلطَّيِّبينَ
وَالطَّيِّبُونَ
لِلطَّيِّبَاتِ
اُولئِكَ
مُبَرَّؤُنَ
مِمَّا
يَقُولُونَ
لَهُمْ
مَغْفِرَةٌ
وَرِزْقٌ كَريمٌ
"Kötü
karakterli kadınlar öyle erkeklere, kötü karakterli erkekler öyle kadınlara.
Temiz karakterli kadınlar, öyle erkeklere ve temiz karakterli erkekler öyle
kadınlara..."[793]
Buna göre
doğru olanı, Yusuf (a.s)'ın neticede Züleyhâ ile evlenmemiş olmasıdır.
Hz. Muhammed (a.s)'ın
hadislerinde, Züleyhâ hakkında bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak bir seferinde
Rasûlüllah (a.s) ondan "Yusuf'un arkadaşı" diye bahsetmiştir.
Züleyhâ,
Kur'ân'ın ibret için sunduğu Yusuf (a.s)'ın kıssasında yer aldığına göre, onun
hakkında bilgi veren âyetlerde hikmetler vardır. İnsanların Züleyhâ hakkındaki
bu bilgilerden çeşitli dersleri almaları gerekir.
Katar’da
çıkan “Ar-Raya” gazetesinin haberine göre, Mısırlı tabib Abdulbasit Muhhamed’in
sinteze ettiği ve ter ürünlerinden
meydana gelmesi ile hiç bir yan etki bırakmamakla birlikte 99% başarılı tedavi
garantileyen bu ilaç, Avrupa ve ABD’de kabulünü görmüş. Aynı zamanda İsviçre
eczacı firmalarından birinin bu ilacı sıvı ve göz damlası şekilde üretmeye
başladıkları haberi veriliyor.
Katar’da
çıkan “Ar-Raya” gazetesinin haberine göre, Mısırlı tabip Abdulbasit Muhhamed’in
senteze ettiği ve ter ürünlerinden
meydana gelmesi ile hiç bir yan etki bırakmamakla birlikte 99% başarılı tedavi
garantileyen bu ilaç, Avrupa ve ABD’de kabulünü görmüş. Aynı zamanda İsviçre
eczacı firmalarından birinin bu ilacı sıvı ve göz damla şekilde öğretmeye
başladıkları haberi veriliyor.
İlham
kaynağı “Yusuf” süresidir
Gazetenin
bildirilere göre, hazırlanan aleti “kur’an ilacı” Abdulbasit Muhammad bunun
“Yusuf” süresinin ilhamıdır diyor ve şunu kaydetmektedir:
“Bir sabah
ben “Yusuf” sürenin okumasıyla meşguldüm. Benim ilgim seksen dördüncü ve sıraya
gelen ayetleri çekti. Orada Yakup Peygamberin (a.s) Yusuf’un (a.s)
kayboluşundan ağlarken gözleri beyazlandı, sonra oğlu Yusuf’un gömleği onun
yüzüne atınca gözleri tekrar görmeye başladı. İşte burada düşüncelere kapıldım.
Yusuf peygamberin (a.s) gömleğin üzerinde ne olabilirdi ki? Sonuçta terden
başka bir şey olmadığını anlaşıldı. Ben terin üzerinde düşünmeye başladım, ne
madde içerir v.s. Sonra da laboratuar incelemelere başladım. İncelemelerimi
tavşanlar üzerinde yaptım. Sonuçlar baya pozitifti. Sonradan 250 gönüllü
hastalar üzerinde, iki hafta içinde günde ikişer kullanılarak. Sonuçta 99%
başarıya geldim ve dedim ki: “İşte bu Kur’an-ın mucizesidir!”
Doktorun
şartları
A. Muhammad, ilacın bu tür mücitleri patente yapmakla uğraşan Avrupa ve ABD
ülkelerinde bulunan kuruluşlara temsil edildiğini, ilacın etkisi ispatlandıktan
sonra, kendisinin, gerekli test ve araştırmaların yapmasından sonra, bir İşveç
ilaç firması ile, ambalajın üzerinde “Kur'an ilacı” yazılması şartı ile üretim
anlaşmasının yaptığını bildirdi. Bilim adamın sözlerine göre şirket bu şartları
kabul etti ve ilacın üretimine başladı.
Yusuf’un
(a.s) Mûcizeleri
1- Hz. Yûsuf'un konuşması pek şirin, çok tatlı olduğu için, herkesin kalbi
ona meylederdi. Onun tatlı sözleri karşısında imân eden pekçoktu.
2-Hz. Yûsuf'un yüzü güneş gibi nûrluydu. Hâtta bir kimse yüzüne bakmak
istese, hemen gözlerini çevirmeye mecbur olurdu. Bu nûrun tesiriyle, yâni
başkasına sirâyetiyle huzûruna getirilen âmânın hemen gözleri görmeye
başlamıştı.
3-Yûsuf (aleyhisselâm)’ın duâsı bereketiyle ağaçların yapraklarından güzel
kumaş olmuştu. Huzûruna bir büyük kişi gelmiş, şu gördüğümüz ağaçların
yaprakları birbiriyle birleşip güzel kumaş olsun, diye mûcize teklifinde
bulunmuştu. Hz. Yûsuf öyle duâ edince, kıymet biçilmez bir kumaş olmuştur.
4- Hz.Yusuf (a.s) gözleri sonradan kör olan Yakup (as)’a gönderdiği gömlek
ile babasının gözlerini iyileştirmiştir. Bu tıbbi mücize günümüzde de
kullanılır hale gelmiştir.
5-Hz.Yusuf (a.s), gece insanlar evlerinde yatarken başını yastığa
koydukları esnada gördükleri rüyalarına mucizevi olarak hükmetmesi en büyük
peygamberlik alameti idi.
6- Hz.Yusuf (as)’ın zamanında yaşayan kralın gördüğü rüyayı tabir ederken,
bu esnada günümüzde çok yaygın olan hava tahmin raporunu da mücizevi olarak
tabir etmiştir. Kralın rüyasının yorumu “yedi yıl bolluk ve yedi yıl kıtlık
olacak” şekinde daha sonra zuhur etmiştir.
Hz. Eyyüp
sabır ve teslimiyet timsali bir peygamber idi. Cenab-ı Hak, onu musibet ve
belalara karşı sabır ve teslimiyette insanlara örnek göstermek için, büyük bir
imtihana tabi tuttu.
Hz.Eyyüb (a.s)'ın
ibtilaya (imtihana) uğrayışına türlü sebepler gösteriler gösterilir. Beseniye
halkı, zorbalardan bir zorba olan ve halka zulmeden kralların huzuruna varıp
onunla konuşmakları ve kendisine ağır sözler söyledikleri halde, Eyyüb (a.s)'ın
ekinleri, hakkında ondan çekinerek, konuşmasında yumuşak davrandığı, Marufu,
emrettiği işlediği zulüm hakkında, zalimi uyarmadığı rivayet edilir.
Şam
toprağında kuraklık, kıtlık olup ta, Mısır kralı Firavun: "Bize gel! Bizim
yanımızda, senin için, bolluk, genişlik vardır!" diye yazı gönderince,
Eyyüb (a.s); çoluk, çocukları, atları, küçük-büyük baş hayvanları ile birlikte
kalkıp Mısır'a gider. Eyyüb (a.s), Firavun'un yanında bulunduğu sırada Şuayb (a.s)
gelir ve:
"Ey
Firavun! Gök halkı, denizler ve dağlar halkı, kızınca Allah'ın da gazaba
geleceğinden korkmaz mısın?" der.
Eyyüb (a.s) ise, susar konuşmaz.
Eyyüb (a.s)
ve Şuayb (a.s), Firavun'un yanından çıkınca, Yüc Allah, Eyyüb (a.s)'a:
- "Ey
Eyyüb! Sen, Firavun'un ülkesine gittiğin için, sustun! İbtila'ya
hazırlan!" diye vahy eder.
Yüce Allah,
Eyyüb (a.s)'a ihsan ettiği maddi imkanların hepsini teker teker geri aldı.
Sürülerini, bağ ve bahçelerini çoluk ve çocuğunu ve hata oturduğu evini bile
elinden aldı. Hz. Eyyüb'da ne bir telaş,ne bir şevkat ve ne de bir üzüntü
görülmüyordu. İnsanlar bu duruma şaşırıp kaldılar.
Cenab-ı Hak
"Daha bitmedi, O'nun, ne derece halis ve yüksek ruhlu bir kimse olduğunu
ibret alın" der gibi, Hz. Eyyüb'un mübarek cesedine ayrıca sancılı bir
hastalık verdi. Bundan sonra, Hz. Eyyüb iş yapamaz hale geldi. Sadık ve vefakar
hanımı Rahmet'in yardımıyla bir kulübecikte sabır ve şükürle hayatını devam
ettirmeye başladı.
Hz. Eyyüb'ün
hastalığı fazlaca elemli ve ızdırap verici bir hastalıktı. Artık herkes
kendinden kaçar olmuştu. Ne akraba, ne komşu, hiç kimse yanına uğramıyordu.
Yalnızca sadakat ve şefkat timsali hanımı Rahmet onu hiçbir vakit terk
etmiyordu. Başkalarına el işi yaparak para kazanıp, hem kendinin hem de
efendisinin maişetini temin etmeye çalışıyordu.
Hz. Eyyüb'ün
hastalığı gün geçdikçe şiddetlenmiş; dili ve müstesna vücudunun her tarafı
yara-bere içinde kalmıştı. Bu durum Hz. Eyyüb'ü incitiyor ve ızdırap içinde
bırakıyordu. Fakat o bu halinden dışa karşı en ufak bir şikayette bulunmuyordu.
Bu hastalığın büyük mükafatını düşünüyor; Allah'ın rızasını hatırına getiriyor;
Böylece sabır ve tahammül için kendinde her an taze bir kuvvet buluyordu.
Eyyüb (a.s)
bu hal içindeyken Yüce Allah'a şöyle Hamd ediyordu:
"Hamd
Rabbul alemin olan Allah'a mahsustur. Ben, Rabb'im olan sana hamd ederim ki:
Sen bana ihsanda bulundun; bana, mal ve
evlat verdin. Kalbimde, bunların bilmediği bir bölüm kalmadı. Sonra hepsini,
benden geri aldın, kalbim, onlardan boşaldı. Artık , benim aramla senin arana,
bir şey girer değildir.!"
"Ey
Rabb'im! Bundan önce, beni, gündüzleri mal sevgisi, telaşı oyalıyordu. Geceleri
de beni kendilerine olan şefkatimden dolayı evlat sevgisi oyalıyordu. Ne mutlu
ki: Şu anda, onlardan boşalmışım! Gözümü, kulağımı, gecemi, gündüzümüzü, senin
zikrin şükrün takdis ve tahlinin ile geçiriyorum!"
Aradan
seneler geçmesine rağmen Hz. Eyyüb'un hiç sarsılmayan sabır ve metanetini,
halinden memnun olduğunu ve Rabbine devamlı şükrettiğini gören şeytan; şükürden
şevkaya düşürmek ve imtihanı kaybettirmek içi, Hz. Eyyüb'a var gücüyle musallat
oldu ve vesveseler vermeye çalıştı. Şeytan Hz. Eyyüb'un sabır ve tahammül
gücünün zayıfladığını, vesvese vermekle onu malup edebileceğini zannediyordu.
Hakikaten de şeytanın bu vesveseleri Hz. Eyyüb'un hastalık aleminden daha çok
rahatsız ediyor, ızdırap veriyordu. Çünkü şeytan ona; insanları kendi peşine
sürüklediğini Hz. Eyyüb'un akrabalarını yoldan çıkardığını ve daha da niceleri
çıkaracağını söylüyor; böylece de Hz. Eyyüb'u can evinden vuruyordu.
Hz. Eyyüb
bütün bu ızdırıplara şeytan sebeb olduğu için şeytanı Allah'a şikayette bir
beyis görmüyordu. Bunun üzerine Allah Teala şeytanın vesveselerine karşı Hz.
Eyyüb'un sabır ve sebatını arttırdı:
وَاذْكُرْ
عَبْدَنَآ
اَيُّوبَ
اِذْ نَادَى
رَبَّهُ
اَنِّى
مَسَّنِىَ
الشَّيْطَانُ
بِنُصْبٍ
وَعَذَابٍ
“(Resûlüm!)
Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet
verdi, diye seslenmişti.”[794]
Nihayet öyle
bir an geldi ki hastalık iyice şiddetlendi Vücudun her tarafına sıçradı.
Bilhassa Allah'ı zikr mahalli olan diline ve marifetullahın yeri olan kalbine
de zarar vermeye başladı. Hz. Eyyüb'un
kalp ve lisanı ile yaptığı kulluk vazifesini zorlaştırıyorlardı. Hz. Eyyüb bu
durumda istirahatı için sırf kulluğuna mani olur düşüncesiyle ubudiye ilahiye
için şu şekilde dua ve niyaz da bulunmaya başladı.
وَاَيُّوبَ
اِذْ نَادَى رَبَّهُ
اَنِّى
مَسَّنِىَ
الضُّرُّ
وَاَنْتَ
اَرْحَمُ
الرَّاحِمِينَ
"Ya
Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime helal veriyor."[795]
Cenab-ı
Hak'ta Hz. Eyyub'un bu halis safi ve garazsız sırf lillahi için olan duasını
kabul etti ve ona şöyle nida etti:
اُرْكُضْ
بِرِجْلِكَ
هَذَا
مُغْتَسَلٌ
بَارِدٌ
وَشَرَابٌ
"Ya
Eyyub! Ya ayağınla yere vur su fışkıracaktır. O su kendisi ile yıkanılacak ve
içilecek (temiz ve şifalı) soğuk bir sudur."[796]
Hz. Eyyüb bu
emrin şevk ve heyecanıyla, hemen ayağıyla yere vurdu. Birde baktı ki yerden
berrak tertemiz bir su fışkırıyordu. Bu su ile yıkandı ve ondan bol bol içti.
Ve Allah'ın izniyle şifa bulup eski sıhhat ve afiyetine yeniden kavuştu. Hz.
Eyyüb, imtihanı başarıyla bitirmiş: Ne zenginlik, ne fakirlik, ne de dayanılmaz
hastalıklar onu Rabb'inin yolundan döndürememişti:
فَاسْتَجَبْنَا
لَهُ
فَكَشَفْنَا
مَا بِهِ مِنْ
ضُرٍّ
وَاَتَيْنَاهُ
اَهْلَهُ
وَمِثْلَهُمْ
مَعَهُمْ
رَحْمَةً
مِنْ
عِنْدِنَا
وَذِكْرَى
لِلْعَابِدِينَ
“Böylece
mübarek ve sabır kahramanı olan bu muhtarem Zata, Cenab-ı Hak eski halini ve
bütün malını kat kat fazlasıyla iade etti. Çoluk çocuğu çoğaldı.”[797]
Cenab-ı Hak
insanoğlunun geçirebileceği her türlü hayat safhalarında, onlara örnek olmak
üzere peygamberleri dünya hayatı ve maddi imkan bakımından çeşitli seviyelerde
göndermiştir. Dünyevi bela musibetlere maruz kalanlar kendilerinden daha fazla
musibetlere düçar olan Hz. Eyyüb'u düşünüp ibret almaya ve sabretmeye
çalışmalıdırlar.
Musibetler
içinde yuvarlanan insan için elemlerden kurtuluş ve huzura eriş çaresi; Bela ve
musibette kendinden yukarı olanlara; servet ve zenginlikte de kendinden aşağı
olanlara bakmaktır. Bir eli olmayanlar iki eli olmayanlara, bir gözü olmayanlar
iki gözü olmayanlara bakarak şükretmeli ve ümitlerini yitirmemelidirler.
Ümidini ve şevkini kaybetmeyen insan, bela ve musibetlerden ya bu dünyada, yada
ahirette muhakkak kurtulacaktır. Şevk ve ümidini kaybedip Allah'tan şekvaya
başlayanlar ise bataklıkta çırpınan bir kimsenin gittikçe batması veya kırık el
ile kendini müdafaa edenin elinin daha çok kırılması gibi zaman geçtikçe musibetleri
ziyadeleşecektir.
Eyyüb
(a.s) Mucizeleri
Eyyüb (aleyhisselâm)
Allahü teâlânın emirlerini tebliğ ederken biçok mûcizeler gösterdi. Bunlardan
bazıları şöyledir.
1.Eyyüb (aleyhisselâm)’ın
duâsı bereketi ile koyunların yünleri ibrişim olurdu.
2.Eyyüb (aleyhisselâm)
kavminin hâkimini îmâna dâvet ettiği vakit o da;" Evimdeki direklerin
kalkarak havada durmasını senden mûcize olarak isterim." demişti. Hz. Eyyüb
duâ etti. Nihayet evin direkleri düştü ve ev havada kaldı. Hâkim bu mûcizeyi
gördüğü hâlde îmân etmedi.
3. Eyyüb (aleyhisselâm)’ın
duâsıyla çöldeki seraplar ve dumanlar su olurdu.
13-Hz.
ŞUAYB (a.s) ve Mucizeleri
Kur'an'da adı
geçen peygamberlerden. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi. Bu
iki ülkede ayrı ayrı mücadelede bulundu. Bu iki toplumla yaptığı mücadelesi,
çeşitli ayetlerde geçmektedir.
Medyen ve
Eyke, dağlık ve ormanlık olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicaz'ın kuzey
batısında, oradan Kızıldeniz'in doğu sahiline, güney Filistin'e, Akabe
Körfezi'ne ve Sina Yarımadası'nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer
alır.
Kur'an'ın
Medyen halkı hakkında anlattıklarının önemini kavramak için, bu insanların, Hz.
İbrahim'in üçüncü hanımı Katurah'tan olma oğlu Midyan'ın soyundan geldikleri
iddialarına dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş
oldukları halde, tümü onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdir. Çünkü eski
bir geleneğe göre, büyük bir zata bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş
onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim Hz. İsmail'in (a.s)
soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara "İsmailoğulları"
denmiştir. Hz. Yakub (a.s)'ın soyu (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Aynı
şekilde, Hz. İbrahim (a.s)'ın çocuklarından biri olan Midyan'ın etkisi altına
giren tüm bölge halkına Bena Medyen (Medyenoğulları) ve onların oturduğu
yerlere de, Medyen bölgesi dendi.[798]
Hz.Şuayb
(a.s), Hz. İbrahim'in torunlarından Mikâil'in oğludur. Annesi ise Hz. Lut'un
kızıdır.[799]
Yüce
Allah'tan Şuayb (a.s)'a kitab veya sahife gönderilmedi. O, Âdem, Şit, İdris,
Nuh ve İbrahim'e indirilen sahifeleri okudu ve onlarla tebliğde bulundu.[800]
Hz.Şuayb
(a.s) büyük bir hatipti. İnsanları güzel söz ve nasihatlarla aydınlatmaya
çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir.[801]
Hz.Şuayb
(a.s) aynı zamanda Musa (a.s)'ın kayınpederi idi. Kızı Safura'yı Musa (a.s) ile
evlendirmişti.[802]
Hz.Şuayb
(a.s)'ın Peygamber olarak Medyen'e gönderilmesi ve Medyenlilerle mücadelesi,
Kur'an'da şöyle bildirilir:
وَاِلى
مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ
شُعَيْبًا
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ
غَيْرُهُ قَدْ
جَاءَتْكُمْ
بَيِّنَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ فَاَوْفُوا
الْكَيْلَ
وَالْميزَانَ
وَلَاتَبْخَسُوا
النَّاسَ
اَشْيَاءَهُمْ
وَلَا
تُفْسِدُوا
فِى
الْاَرْضِ
بَعْدَ اِصْلَاحِهَا
ذلِكُمْ
خَيْرٌ
لَكُمْ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ (*)
وَلَا
تَقْعُدُوا
بِكُلِّ
صِرَاطٍ
تُوعِدُونَ
وَتَصُدُّونَ
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ مَنْ
امَنَ بِه
وَتَبْغُونَهَا
عِوَجًا
وَاذْكُرُوا
اِذْ
كُنْتُمْ
قَليلًا
فَكَثَّرَكُمْ
وَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ الْمُفْسِدينَ
(*) وَاِنْ
كَانَ
طَائِفَةٌ
مِنْكُمْ
امَنُوا بِالَّذى
اُرْسِلْتُ
بِه
وَطَائِفَةٌ
لَمْ
يُؤْمِنُوا
فَاصْبِرُوا
حَتّى
يَحْكُمَ اللّهُ
بَيْنَنَا
وَهُوَ
خَيْرُ
الْحَاكِمينَ
"Medyen'e
de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk
edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi.
Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin,
düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar
iseniz böylesi sizin için daha iyidir!... Ve her yolun başına oturup da tehdit
ederek insanları Allah yolundan çevirmeğe ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye
çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın bozguncuların sonu
nasıl oldu!... Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı
da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin
en iyisidir."[803]
Görülüyor ki Hz.Şuayb
(a.s) onları Allah'a kulluk etmeye, insan haklarına saygılı olmaya, her türlü
bozgunculuktan uzak durmaya ve bu yolda sabırla hareket etmeye davet ediyordu.
Fakat Medyen halkı Hz.Şuayb (a.s)'ın nasihatlarını dinlemediler ve kötü
hareketlerinde daha ileri gittiler. Onların bu isyan ve sapkınlıkları,
Kur'an'da şöyle haber verilir.
قَالُوا
يَا شُعَيْبُ
مَا نَفْقَهُ
كَثيرًا
مِمَّا
تَقُولُ
وَاِنَّا
لَنَريكَ
فينَا
ضَعيفًا وَلَوْلَا
رَهْطُكَ
لَرَجَمْنَاكَ
وَمَا اَنْتَ
عَلَيْنَا
بِعَزيزٍ
"Dediler
ki: Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde
zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlarla(öldürür)dük! Senin
bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur!”[804]
Hz.Şuayb
(a.s) onların bu taşkınlıklarına karşı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap
ile kokutuyordu:
قَالَ
يَا قَوْمِ
اَرَهْطى
اَعَزُّ
عَلَيْكُمْ
مِنَ اللّهِ
وَاتَّخَذْتُمُوهُ
وَرَاءَكُمْ
ظِهْرِيًّا
اِنَّ رَبّى
بِمَا تَعْمَلُونَ
مُحيطٌ (*)
وَيَا قَوْمِ
اعْمَلُوا
عَلى
مَكَانَتِكُمْ
اِنّى
عَامِلٌ
سَوْفَ
تَعْلَمُونَ
مَنْ يَاْتيهِ
عَذَابٌ
يُخْزيهِ
وَمَنْ هُوَ
كَاذِبٌ
وَارْتَقِبُوا
اِنّى
مَعَكُمْ
رَقيبٌ
“(Şuayb
onlara de ki): Ey kavmim, size göre kabilem Allah'tan daha mı üstün ki, O'nu
arkanıza atıp unuttunuz? Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır. (Ondan
bir şey gizli kalmaz.)
“Ey
kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında kime
azabın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz.
Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim.”[805]
اِنَّكُمْ
اِذًا
لَخَاسِرُونَ
(*)
فَاَخَذَتْهُمُ
الرَّجْفَةُ
فَاَصْبَحُوا
فى دَارِهِمْ
جَاثِمينَ (*)
اَلَّذينَ
كَذَّبُوا
شُعَيْبًا
كَاَنْ لَمْ
يَغْنَوْا
فيهَا
اَلَّذينَ
كَذَّبُوا شُعَيْبًا
كَانُوا هُمُ
الْخَاسِرينَ
“Her
türlü mücadelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah'ın emirlerini dinlemeyen,
zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azabı hak etmişti:
Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke
kaldılar. Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular.
Şuayb'ı yalanlayanlar... İşte ziyana uğrayanlar, onlar oldular.”[806]
Medyen halkı,
kafirlerin kaçınılmaz sonu olan azaba maruz kaldıktan sonra Hz.Şuayb (a.s)
onlara acımıştı. Bu durum, Ku'an'da şöyle bildirilir:
فَتَوَلّى
عَنْهُمْ
وَقَالَ يَا
قَوْمِ لَقَدْ
اَبْلَغْتُكُمْ
رِسَالَاتِ
رَبّى وَنَصَحْتُ
لَكُمْ
فَكَيْفَ اسى
عَلى قَوْمٍ كَافِرينَ
“(Şuayb),
onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği
gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!..”[807]
Buna göre,
Allah'ın emirlerini dinlememede ısrar eden ve bunun neticesinde Allah'ın azabı
ile cezalandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezayı hak etmiş oluyorlar.
Hz.Şuayb
(a.s) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti.
Onlarla da önemli mücadelelerde bulundu. Onlarla olan mücadelesi ve onların
isyankârlığı, Kur'an'da şöyle özetlenmektedir:
وَاِنْ
كَانَ
اَصْحَابُ
الْاَيْكَةِ
لَظَالِمينَ
“Gerçekten
Eyke halkı da zalim kimselerdi.”[808]
كَذَّبَ
اَصْحَابُ
لَْيْكَةِ
الْمُرْسَلينَ
(*) اِذْ قَالَ
لَهُمْ
شُعَيْبٌ
اَلَاتَتَّقُونَ
(*) اِنّى
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَمينٌ (*)
فَاتَّقُوا
اللّهَ
وَاَطيعُونِ (*)
وَمَا
اَسَْلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ اَجْرٍ اِنْ
اَجْرِىَ
اِلَّا عَلى
رَبِّ
الْعَالَمينَ
(*) اَوْفُوا
الْكَيْلَ
وَلَا
تَكُونُوا
مِنَ الْمُخْسِرينَ
(*) وَزِنُوا
بِالْقِسْطَاسِ
الْمُسْتَقيمِ
(*) وَلَا
تَبْخَسُوا
النَّاسَ
اَشْيَاءَهُمْ
وَلَا
تَعْثَوْا
فِى
الْاَرْضِ
مُفْسِدينَ (*)
وَاتَّقوُا
الَّذى
خَلَقَكُمْ
وَالْجِبِلَّةَ
الْاَوَّلينَ
“Eyke
halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Şuayb, onlara demişti ki: (Allah'ın
azabından) korunmaz mısınız? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık
Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret
istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın,
eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın.
Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın, Sizi ve önceki nesilleri
yaratan(Allah)tan korkun.”[809]
Eykeliler, Hz.Şuayb
(a.s)'ın telkinlerine karşı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda
bulundular. Hatta, Hz.Şuayb (a.s)'a hakaret ettiler. Onların bu isyanı,
Kur'an'da şöyle dile getirilir:
وَاتَّقوُا
الَّذى
خَلَقَكُمْ
وَالْجِبِلَّةَ
الْاَوَّلينَ
(*) قَالُوا
اِنَّمَا اَنْتَ
مِنَ
الْمُسَحَّرينَ
(*) وَمَا
اَنْتَ
اِلَّا
بَشَرٌ
مِثْلُنَا
وَاِنْ
نَظُنُّكَ
لَمِنَ
الْكَاذِبينَ
"Dediler:
Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka
yalancılardan sanıyoruz."[810]
فَاَسْقِطْ
عَلَيْنَا
كِسَفًا مِنَ
السَّمَاءِ
اِنْ كُنْتَ
مِنَ
الصَّادِقينَ
“Eykeliler
bununla bile yetinmediler. Azab isteyecek kadar, ileri gittiler: "Eğer
doğrulardansan, o halde üzerimize gökten parçalar düşür."[811]
قَالَ
رَبّى
اَعْلَمُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
“Şuayb
(a.s)'a meydan okudular. Şuayb (a.s) onlara şöyle cevap verdi: "Rabbim,
yaptığınızı daha iyi bilir.”[812]
فَكَذَّبُوهُ
فَاَخَذَهُمْ
عَذَابُ يَوْمِ
الظُّلَّةِ
اِنَّهُ
كَانَ
عَذَابَ يَوْمٍ
عَظيمٍ (*)
اِنَّ فى
ذلِكَ
لَايَةً
وَمَا كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِنينَ
“Yüce
Allah da, onlara verilen azabı, şöyle haber veriyor: "O'nu yalanladılar.
Nihâyet o gölge gününün azabı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir
günün azabı idi. Muhakkak ki, bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları
inanmazlar."[813]
Ayette söz
konusu olan "gölge gününün azabı" hakkında, müfessirler şöyle bir
açıklamada bulunuyorlar: Eykeliler azab isteyince, güneş yedi gün müthiş bir
sıcaklığı yaydı. O sırada gökyüzünde bir bulut belirdi ve serin bir rüzgar
esti. Eyke'liler bulutun gölgesinde toplandılar. Birden o buluttan bir ateş
indi ve Eyke halkı yeryüzünden silindi.[814]
Medyen ve
Eyke halkı Hz. Şuayb'ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan
âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah'ı dinlememenin, peygambere
uymamanın ve yanlış yollara sapmanın cezasını buldular. Şuayb (a.s), kendisine
uyanlarla birlikte Mekke'ye gidip yerleşti.
Orta boylu,
buğday benizli biri olan Şuayb (a.s), hayatının sonuna doğru gözlerini
kaybetmişti, amâ olarak yaşıyordu. Mekke'de vefât etti. Türbesinin, Kâbe'nin
batısında, Darünnedve ile Benu Semh kapısının arasında olduğu rivâyet edilir.[815]
Şuayb
(a.s) Mûcizeleri
1- Hz.
Şuayb'ın duâsı bereketiyle, koyunlardan doğmuş siyah kuzuların hepsi beyaz
olmuştur.
2- Hz.
Şuayb'ın duâsı bereketiyle taşlar toprak olmuştu. Şöyle ki: Medyen kasabası
dağlık, taşlık bir yer olduğundan: ''Hak peygamber iseniz, duâ ediniz, şu
daplar kalkıp, yerimiz geniş olsun.'' diye teklif etmişlerdi. Şuayb (aleyhisselâm)
duâ edince, Cenâb-ı Hak duâsını kabul edip, elini o dağ ve taşlar üzerine koy,
diye emreyledi. Elini koyunca hepsi toprak oluverdi.
3- Hz.Şuayb (aleyhisselâm)’ın
duâsı bereketiyle Medyen'de bâzı taşlar koyun olmuştur. Şöyle ki, kendilerinin
hiç koyunu olmadığı için kavmi, bizim koyunlarımızı elimizden almak için Şuayb
buraya gelmiştir diye söz etmişlerdi. Hz. Şuayb bunu işitince, çok üzülüp,
kendinin de koyunu olması için cenâb-ı hakka duâ eyledi. Cenâb-ı Hak duâsını
kabul edip, orada bulunan taşlara eliyle işâret etmesini emreyledi. Hz. Şuayb
işâret ettiği anda o taşlar koyun oluverdi. Bu sûretle koyunları kavminin
koyunundan birkaç misli fazla oldu. O koyunları sekiz, yâhut on sene hazret-i
Mûsâ'ya güttürüp, kızını da ona verdiği meşhurdur.
4-Hz. Şuayb,
bir yerin taşları etrâfında dönünce, o taşlar hemen bakır olup, ahâli bununla
pek zengin olmuştur.
5- Hz.
Şuayb'ın duâsı bereketiyle kum tepeleri yerinden kalkmıştır.
6-Hz. Şuayb,
bir dağa çıkmak istediği zaman, dağ âdeta devenin oturup kalktığı gibi, Şuayb
aleyhisselâm çıkıncaya kadar küçülür, çıktıktan sonra evvelki hâli gibi büyük
bir dağ olurdu.
Mısır Kıralı
Firavun bir gece rüya gördü.Rüyasında Beytül-Makdis tarafından gelen bir ateş,
Kıbtileri tamamen yakıp kül ettiği halde İsrail oğullarına dokunmamıştı. Bunu
kahinlere anlattığı zaman,kahinler bu rüyayı tabir ettiler.
-"İsrail
oğullarından bir çocuk dünyaya gelecek, senin saltanatını yıkacak ve helak
olmana sebep olacak."
O günden
itibaren doğan erkek çocuklar gözler önünde öldürüldü. İsrail oğullarının
ufukları iyice kararmış artık tahammülleri kalmamıştı. Firavun'un bu katliamı
devam ederken, imran adında bir zatın nur topu gibi yavrusu dünyaya
gelmişti.Allah doğumundan evvel onu annesinin karnında saklamıştı. Annesi
hamile değildi.Fakat bu dehşetli terör havası içinde çocuğun gizlice yetişmesi
ve büyümesi büyük bir meseleydi. Onun için anne ve babası endişe içindeydi.
Bilhassa annesi iyice heyecanlanmıştı.
İlerde çok
büyük vazifeler yüklenecek olan bu çocuk için çarpan bu şefkatli kalbin
imdadına, Cenab-ı Hak yetişti. Ve şöyle ilham etti:
وَاَوْحَيْنَا
اِلَى اُمِّ
مُوسَى اَنْ
اَرْضِعِيهِ
فَاِذَا
خِفْتِ
عَلَيْهِ
فَاَلْقِيهِ
فِى الْيَمِّ
وَلاَ
تَخَافِى
وَلاَ تَحْزَنِى
اِنَّا
رَآدُّوهُ
اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ
مِنَ
الْمُرْسَلِينَ
"Sen
Musa'yı emzir. Komşuların, onun sesini duyup haber vermelerinden korktuğun
zaman,onu nehre bırak. Ve boğulmasından da korkma.Senden ayrılmasından da
mahsun olma. Biz onu mutlaka sana iade edeceğiz.Ve sen ona emzikçi olacaksın.
Ayrıca biz onu Mısır ve Şam diyarına peygamberler zümresinden kılacağız."[816]
Annesi Musa
(a.s)'ı emzirdi ve sonrada bir marangoza yaptırdığı tahta tabut'un içine koydu.
Ve tabutu kilitledi. Tabutu nehre bıraktı, Musa (a.s)'ın kız kardeşine de:
"Kardeşinin izini takip et!" dedi. Kız kardeşi onun peşinden gitti.
Nehrin dalgaları tabutu Firavun'un konağı yanındaki ağaçlığa götürdü. Kız
kardeşi, annesine Musa (a.s)'ın Firavun konağında olduğunu haber verdi. O
sırada Firavun'un zevcesi Asiye Hatun ve cariyeleri nehirde yıkanmaktaydılar.
Cariyeler tabutu bulup Asiye hatuna getirdiler. Asiye hatun tabut açılıp çocuğu
görünce, kalbinde ona karşı bir sevgi, bir şefkat duydu.[817]
Firavun'a
haber verildiği zaman, Firavun; onu, boğazlamak istedi isede Asiye hatun, onu
öldürmekten vaz geçirinceye, bıktırıncaya kadar konuştu. Firavun ise; "Ben
bunun İsrail oğullarından olmasından korkuyorum!" demekte idi. Nihayet
Musa (a.s)'ı kabul edip onun için süt annesi aramağa başladılar. Musa (a.s)
bulunan kadınlardan hiç birinin sütünü ağzına almıyordu. Oysa ki kadınlar,
Firavunun katında derece ve para kazanmak için Musa (a.s)'ı emzirmeyi çok arzu
ediyorlardı.
Musa (a.s)'ın
kız kardeşi, onlara: "Ben, size: bu çocuğa iyi bakıp emzirecek ve
terbiyesi hususunda kusur göstermeden ona iyiliklerde bulunabilecek bir aile
göstereyim mi?" dedi. Bunun üzerine, Musa (a.s)'ın kız kardeşini
yakalayıp:
-"Sen,
bu çocuğu, tanıdın! Bize onun ailesini göster!" dediler.
O da:
"Ben, çocuğu da, ailesini de, tanımıyorum. Ben ancak kral hakkında iyi
niyet ve iyi dilekte bulunan bir aile demek istedim!" diye cevap verdi.
Annesi, yanına geldiğinde, Musa (a.s) süt emmeye başladı.[818] Çocuğun Musa adını alması
ağaçlık içinde ve suda bulunmasından ileri gelmiştir. Kıptice de: Mu-su Sa-ağaçlık kelimeleri aynı manaya gelir.
Musa (a.s)
yürüyecek yaşa geldiğinde, annesi onu oynatıyordu. Bir gün, Asiye hatun onu,
Firavun'a uzatarak:
"Benim
ve senin için göz aydınlığı olan çocuğu al!" demişti. Firavun: "Bu
benim için değil, senin için göz aydınlığıdır!" diye karşılık verdi. Eğer
Firavun:
-"Benim
için de göz aydınlığıdır!" demiş olsaydı, belki, kendisine iman etmek
nasip olurdu. fakat bu sözü söylemekten kaçındı.
Firavun, onu
kucağına alınca, Musa (a.s), Firavunun sakalını çekip yoldu! Firavun kızıp:
"Cellatları
yanıma çağırınız! Bu O'dur!" dedi ise Asiye hatun;
"Bu
çocuğu öldürmeyiniz! Belki bize faydayı dokunur, yahut kendimize evlat
ediniriz! O daha çocuktur. Aklı ermez, bunu ancak çocukluğundan
yapmıştır."
Sen,
Mısırlılar arasında süs eşyası, benden daha zengi bir kadın bulamadığını,
bilirsin. ben onun önüne, süs eşyasından bir yakut koyacağım. Bir de ateş koru
koyacağım. Eğer, yakutu, alırsa, O akıllı demektir. Eğer eline ateş korunu
alırsa, o sabidir"dedi.
Asiye hatun
dediklerini getirerek Musa (a.s)'ın önüne koydurdu. Cebrail (a.s) gelerek Musa
(as)'a ateş koruna el attı. Ateşi ağzına götürünce, Musa (a.s)'ın
dili yandı. Bu hadise karşısında Firavun memnun oldu.
Nihayet,
Firavun, Musa (a.s)'ı oğul edindi. Kendisine (Firavu'nun oğlu) denildi.
Hz. Musa (a.s)
Beni-israiloğulları kavmine gönderilmiştir. İshak (as)'ın oğlu Hz. Yakub'un
lakabı (israil) idi. Hz. Yakub'un on iki oğlu vardı. Bunlar evvel filistin'de
Ken'an bölgesinde yaşıyorlardı. Hz. Yusuf (a.s), kardeşleri tarafından atıldığı
kuyudan çıkarılarak bir çok hadiselerden sonra Mısır'a aziz olmuş, babası Hz.
Yakub'la bütün aile efradını Mısır'a yerleştirmişti.
Lakabı israil
olan Hz.Yakub'un on iki oğlundan meydana gelen nesle, israil oğulları manasına
"Beni-israil" denir.
Hz. Yakub'un
oğullarından her biri, bir sülalenin Atası olup, Bunların her birine torun
manasına "sıbt" hepsine birden de torunlar manasına "esbat"
denir.
Tarihin ilk
devirlerinden itibaren kalabalık insan topluluklarıyla en çok dolup taşan yer.
Arap yarım adası ve Nil nehri vadisi olmuştur, Nil nehrinin hayat bahşettiği
topraklara Mısır ülkesi denir. Acem hükümdarına Kisra, Rum hükümdarına Kayser,
Habeş hükümdarlarına Necaşi denildiği gibi; Mısır'da hüküm süren hükümdarlarda
Firavun lakabıyla anılır.
Firavun'lar
Kıbti sülalesindendiler. Eski, Arap Kavimlerinden Amalika, Firavun'ları yenerek
Mısır'da idareyi ele almıştı. Mısır tarihinde bu devreye Hiksoslar devri denir.
Bunların hakimiyetleri dört yüz sene kadar devam etmiştir. Hükümdarlarına da
Melik namı verilirdi. Hz. Yusuf (a.s) ve israiloğulları Mısır'a geldikleri
zaman bu Meliklerden sonuncusu olan Reyyan b. Velid hüküm sürmekte idi.
İsrailoğullarına son derece lütüfkar davranan bu Melikin, Hz. Yusuf (a.s)'un
Peygamberliğini kabul edrek iman ettiği söylenmektedir.
Reyyan'ın
ölümünden sonra yerine geçen ve aynı soydan gelen Kabus b. Musab'ı da, Allah'a
imana davet etmişse de, ona kabul
ettirememişti. Kabus kafir ve zorba idi. Reyyan b. Velid'in kızı ile evliydi.
Kabus ölünce yerine kardeşi Velid b. Mus'ab geçti ve kardeşinin karısı Asiye
Hatun ile evlendi. Velid b. Mus'ab zorba, Kafir ve azgındı. Mısır Firavunları
arasında ondan uzun ömürlü, katı kalplisi ve İsrail oğullarına ondan daha kötü
işkence yapanı görülmemiştir.
Firavun Velid
İsrail oğullarını kötü ve hizmetçi olarak ayırdı. Onları, sınıflara ayırdı, bir
sınıfı yapı işlerinde. Bir sınıfı çift sürme, ekin ekme işlerinde. Bir sınıfı,
pislik temizlemede, sanatı bulunmayanları ise Cizye ile, Vergi ile mükellef
kılarak, işkencenin en kötüsünü yüklerdi.
Velid b.
Musab; kavmini, elli yıl putlara tapmağa devam edip kendisine muhalefet
edilmediğini emrini yerine getirildiğini görünce onları bir araya toplamış;
"Ben
sizin en yüksek Rabb'inizim! " demiş, putlara tapmaktan men ederek
kendisine tapmağa davet etmiş, İsrail oğullarına da bunu teklif edip:
"Eğer
bana taparsanız, azad olursunuz, aksi taktirde, en ağır işkencelere
uğratılırsınız!" demişti.
İsrail
oğulları, Firavun'un teklifini kabul etmemiş, Atalarının millet ve Şeriatından
dönmemişlerdir. Ve bu hal Musa (a.s)'ın zamanına kadar devam etmiştir.
Hz. Musa bir
gece saraydan dışarı çıkarak Mısır sokaklarında dolaşırken İsrail oğullarına
mensup birsiyle bir Mısırlıyı kavga ederken gördü. İsrail’i Mısırlıya mağlup
olacağı sırada Hz.Musa'yı gördü ve hemen yardıma çağırdı. Güçlü-kuvvetli
delikanlı olan Hz.Musa arya girdi ve Mısırlıya kavgayı bırakmasını söyledi.
Fakat Mısırlı Hz.Musa’nın sözüne aldırış etmeyince Hz.Musa Mısırlıya bir yumruk
vurdu. Mısırlı da oracıkta öldü. Aslıda onun niyeti, adamı öldürmek değil bir
darda kalan mazluma yardım etmekti. Her nasılsa elinden bir kaza çıkmış ve arzu
etmediği bu hadise karşısında:
وَدَخَلَ
الْمَدينَةَ
عَلى حينِ
غَفْلَةٍ مِنْ
اَهْلِهَا
فَوَجَدَ
فيهَا
رَجُلَيْنِ
يَقْتَتِلَانِ
هذَا مِنْ
شيعَتِه
وَهذَا مِنْ
عَدُوِّه
فَاسْتَغَاثَهُ
الَّذى مِنْ
شيعَتِه
عَلَى الَّذى
مِنْ
عَدُوِّه
فَوَكَزَهُ
مُوسى فَقَضى
عَلَيْهِ
قَالَ هذَا
مِنْ عَمَلِ
الشَّيْطَانِ
اِنَّهُ
عَدُوٌّ
مُضِلٌّ
مُبينٌ
“Musa,
ahalisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi
tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu.
Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine bir
yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine:) Bu şeytan işidir. O,
gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman, dedi.”[819] diyerek mehcubiyetle Cenab-ı
Hakk'a yöneldi ve şöyle yalvardı:
قَالَ
رَبِّ اِنِّى
ظَلَمْتُ
نَفْسِى فَاغْفِرْلِى
فَغَفَرَ
لَهُ اِنَّهُ
هُوَ الْغَفُورُ
الرَّحِيمُ
“Musa:
Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım). Beni bağışla dedi, Allah
da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur.”[820]
Sabahleyin
Mısırlının ölüm haberi Mısırda yayıldı. Fakat kimin öldürdüğü belli değildi.
Hz. Musa (a.s) sokaklarda dolaşırken bir gün evvel Mısrlı ile kavga eden Beni
israilli adamın başkası ile kavga ettiğini görünce şiddetle adama çıkıştı.
Fakat israilli Mısırlıya mağlup olacağı sırada Hz. Musa (a.s) dayanamadı kavga
eden Mısırlıya doğru yürürken, Beni israilli adamda kendisinin üzerine
geldiğini zannederek ne yapacağını korkudan şaşırdı. Kendisini kurtarmak için,
Hz. Musa (a.s)'yı ele vermeyi düşündü. Bağırıp çağırmağa başladı.
فَلَمَّا
اَنْ اَرَادَ
اَنْ
يَبْطِشَ
بِالَّذى
هُوَ عَدُوٌّ
لَهُمَا
قَالَ يَا
مُوسى اَتُريدُ
اَنْ
تَقْتُلَنى
كَمَا
قَتَلْتَ نَفْسًا
بِالْاَمْسِ
اِنْ تُريدُ
اِلَّا اَنْ
تَكُونَ
جَبَّارًا
فِى
الْاَرْضِ
وَمَا تُريدُ
اَنْ تَكُونَ
مِنَ
الْمُصْلِحينَ
"Dün
Mısırlıyı öldürdüğün gibi, beni de mi öldürmek istiyorsun. Herhalde sen
Mısır'da tahakküm eden müştehit olmak istiyorsun. Senin galiba ıslah
edicilerden olmaya niyetin yoktur."[821]
Bu haber bir
anda her tarafa yayıldı. Zaten yaşı ilerldikçe sarayda kendisine endişe ile
bakılıyordu. O'nu kıskanıp çekemeyenler çok olmasına rağmen, Hz. Asiye'nin
himayesi ve kanat germesi sebebi ile bir şey yapamıyorlardı. Bu hadise içinde
düşmanlık gizleyenler için büyük bir fırsat olmuştu. Başta Firavun, Veziri Haman ve diğer insanlar
derhal Hz. Musa (a.s)'yı yakalamak öldürmek, köşe bucak aramaya başladılar.
İyi niyetli
bir kimse Hz. Musa (a.s)'ya koşarak kendisini öldürmek istediklerini ve derhal
Mısır'dan çıkmasını söyledi. Zaten O'da bunu düşünüyordu ve yapacakta başka bir
şey yoktu. Ve Mısır'dan Çıkmak üzere bilmediği bir istikamete doğru yürüyor ve
Yüce Allah'a şöyle dua ediyordu:
فَخَرَجَ
مِنْهَا
خَائِفًا
يَتَرَقَّبُ
قَالَ رَبِّ
نَجِّنِى
مِنَ
الْقَوْمِ
الظَّالِمِينَ
"Ya
Rabb'i! beni şu zalim Firavun'un ve kavminin şerrinden kurtar, Sahil-i Salamete
çıkart!" diye Allah'a yalvardı.”[822]
Takip ettiği
yol, Hz. Musa (a.s)'ı Medyen suyu başına götürdü. Suyun başında bir grub insan,
hayvanlarını sularken öte yanda iki tane hanım kız, masum ve mahsun vaziyette
bekliyorlardı. Bu manzara karşısında Hz. Musa (a.s) kızlara yardım etmek için
onlara yaklaşarak:
وَلَمَّا
وَرَدَ مَاءَ
مَدْيَنَ
وَجَدَ عَلَيْهِ
اُمَّةً مِنَ
النَّاسِ
يَسْقُونَ وَوَجَدَ
مِنْ
دُونِهِمُ
امْرَاَتَيْنِ
تَذُودَانِ
قَالَ مَا
خَطْبُكُمَا
قَالَتَا
لَانَسْقى
حَتّى
يُصْدِرَ
الرِّعَاءُ
وَاَبُونَا
شَيْخٌ
كَبيرٌ
"Bu
ne haldir? Herkes hayvanlarını suluyor, siz ise burada bekliyorsunuz?"
dedi. Onlar ise utana utana şöyle cevap verdiler;
-"Çobanlar
hayvanlarını sulayıp, suyun başından ayrılmadıkça, Biz hayvanlarımızı
sulamayız. Aldığımız terbiye bunu icab ettiriyor. Bizden başka, bu işi yapacak
babamızdan başka kimsede yok. O ise ihtiyarca bir zattır.”[823]
Hz. Musa (a.s)
kızların hayvanlarını alarak suladı ve onları evlerine yolladı. Kendiside bir
ağacın gölgesine çekildi. O akşam Hz. Şuayb'ın kızları her zamankinden erken
dönmüşlerdi. Hz. Şuayb (a.s) bunun sebebini sorup öğrenince kızlarından birini
Hz. Musa (a.s)'yı çağırtmak üzere gönderdi. O sırada Hz.Musa (a.s) hala ağacın
altında dinlenmekteydi. Hz. Şuayb (a.s)'ın kızı, Hz.Musa (a.s)'ın bulunduğu
yere utana utana yaklaşarak ona edeble şöyle dedi:
فَجَآءَ
تْهُ
اِحْدَاهُمَا
تَمْشِى
عَلَى اسْتِحْيَآءٍ
قَالَتْ
اِنَّ اَبِى
يَدْعُوكَ
لِيَجْزِيَكَ
اَجْرَ مَا سَقَيْتَ
لَنَا
فَلَمَّا
جَآءَ هُ
وَقَصَّ عَلَيْهِ
الْقَصَصَ
قَالَ لاَ
تَخَفْ
نَجَوْتَ
مِنَ
الْقَوْمِ
الظَّالِمِينَ
“Derken,
o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi: Babam, dedi, bizim
yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor. Musa,
ona (Hz. Şuayb'a) gelip başından geçeni anlatınca o: Korkma, o zalim kavimden
kurtuldun, dedi.”[824]
Hz. Musa (a.s)
ücretten ziyade adeta bir edep ve haya
timsali olan bu iki kızın babalarının nasıl bir zat olduğunu görüp onunla
sohbet etmek maksadıyla, bu davete icabet etti. Kız arkada, kendisi önde olduğu
halde Beraberce Hz. Şuayb (a.s)'ın evine geldiler ve huzuruna çıktılar. Selam
ve tanışmadan sonra, Hz. Musa (a.s) olup bitenleri baştan sona anlattı.
Mısırlının ölümü üzerine Mısır'dan çıktığını, Kendisini öldürmek üzere
köşe-bucak aradıklarını, buralara da gelip gelmeyecekleri hususunda tereddüdü
olduğunu anlattı. Hz. Şuayb (a.s) bunları dinledikten sonra:
"Korkma
ya Musa, artık sen o zalim kavmin şerrinden kurtuldun, emniyettesin!" diye
O'nun endişesini giderdi.”[825]
Gerçekten de
Medyen Mısır'a oldukça uzaktı. Çeşitli tehlikeleri göze alıp uçsuz bucaksız
çölleri aşarak buralara kadar gelmeye kimse kolay kolay cesaret edemezdi. İşte
böylece, bir peygamber namzedi, diğer bir peygambere misafir olmuştu.
Hz. Şuayb (a.s)'ın
kızlarından Safura, Hz. Musa (a.s)'ı görür görmez ondaki başkalarından farklı
hali hemen sezmiş ve O'na içi ısınmıştı. Babasının İhtiyar oluşu ve
kendilerinin de hayvanlara bakmakta zorlanmaları sorununa bir çözüm yolu
düşünen Safuna babasına şöyle dedi:
"Babacığım!
biz ücretle, bize hizmet etmesi için birini aramıyor muyduk? İşte Musa!... Bu
zat, ücretle tutmak istediğin kimselerin en hayırlısı en kuvvetlisi ve
emniyetlisidir. Dün akşam bize yardım edip hayvanlarımızı sulayı vermişti.
Ayrıca son derece edep ve haya sahibi. Bizimle konuşurken hiç başını kaldırıp
yüzümüze bakmadı.”[826]
Hz. Şuayb (a.s)
kızının bu teklifini müsait karşıladı.
Derhal Hz.
Musa (a.s)'ya şöyle dedi:
قَالَ
اِنّى اُريدُ
اَنْ
اُنْكِحَكَ
اِحْدَى
ابْنَتَىَّ
هَاتَيْنِ
عَلى اَنْ
تَاْجُرَنى
ثَمَانِىَ
حِجَجٍ
فَاِنْ
اَتْمَمْتَ
عَشْرًا
فَمِنْ
عِنْدِكَ
وَمَا اُريدُ
اَنْ اَشُقَّ
عَلَيْكَ
سَتَجِدُنى
اِنْ شَاءَ
اللّهُ مِنَ
الصَّالِحينَ
"Ya
Musa! sana bir teklifim var. sekiz sene koyun güderek bana hizmet etmek mukabilinde,
Şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Fakat sen bu sekiz senelik
müddeti On seneye tamamlarsan o senin bileceğin bir iştir. Sana fazla meşekkat
de vermek istemem. İnşallah sen beni salih, hizmetçisine nazik ve mülayim bir
şekilde muamele eden ve verdiği sözde duranlardan bulacaksın."[827]
Hz. Musa (a.s)'ın
kalacağı bir evi, sığınacak bir yer olmadığından bu teklifi olumlu karşıladı.
Anlaşma gereğince Hz. Şuayb kızı Sahura'yı Hz. Musa'ya nikahladı. Hz. Musa da o
günden itibaren Hz. Şuayb'a hizmete başladı.
Hz. Musa (a.s)
yapılan anlaşma müddetince, Hz. Şuayb (a.s)'a hizmet etti. İlerde birçok
mucizelere mazhar olacak olan asasına da bu sırada elde etmişti.
“Hz.
Musa (a.s) sekiz veya on sene Hz. Şuayb (a.s)'ın yanında kaldıktan sonra,
hanımı ve çocuklarını yanına alarak Mısır'a doğru yola çıktı.”[828]
Allah'ın
yardım ve inayetine güvenerek bir kış mevsimi kum deryasında, çok soğuk ve
zifiri karanlık gecede yol alırken çoluk-çocuk üşüdüler ve üstelik o gece bide çocukları
dünyaya gelmişti. Hz. Musa (a.s) ailesine karşı dağda bir ateş gördüğünü ve
oraya giderek belki yardım bulabilirim diyerek şöyle söyledi:
فَلَمَّا
قَضى مُوسَى
الْاَجَلَ
وَسَارَ بِاَهْلِه
انَسَ مِنْ
جَانِبِ
الطُّورِ نَارًا
قَالَ
لِاَهْلِهِ
امْكُثُوا
اِنّى
انَسْتُ
نَارًا
لَعَلّى
اتيكُمْ مِنْهَا
بِخَبَرٍ
اَوْ
جَذْوَةٍ
مِنَ النَّارِ
لَعَلَّكُمْ
تَصْطَلُونَ
"Siz
burada durun! Ben ileride bir ateş gördüm, o tarafa doğru gideyim. Belki oradan
bir parça ateş getiririm de onunla hep beraber ısınırız. Veya orada bir kimse
var ise ondan yolu öğrenirim yolumuza devam ederiz"[829] diyerek Tur dağındaki ateşe doğru ilerledi. Hz. Musa
(a.s) ateşe yaklaşınca, vadinin sağ tarafında bulunan ağaçtan:
"Ya
Musa! Ben senin Rabb'inim. Şimdi pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuva
vadisinde bulunuyorsun"[830] diye nida olundu. Hz. Musa (as) bu nidayı bütün
zerratıyla işitmişti. Derhal pabuçlarını çıkardı ve bundan sonra olup bitenleri
beklemeye başladı. Ateş zannettiği şeyle ağacı iç içe görünce onun sıradan bir
ateş olmadığını, İlahi bir nur olduğunu anlamıştı.
Bu İlahi nida
şöyle devam etti:
"Ben
seni insanlar içinde peygamber yaptım. Öyle ise sana Vahy olunan şeyi dinle ve
başkalarına da tebliğ et.”[831]
“Muhakkak
ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni
anmak için namaz kıl. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu
şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim. Ona
inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyamete
inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!”[832]
Hz. Musa (a.s)
nihayet mısıra vardı, geceleyin annesinin evine ulaştı. Ne ev halkı kendisini,
ne de kendisi ev halkını tanıyamamıştı. Harun (a.s) gelip onu görünce, annesine
kim olduğunu sordu. Annesi onun bir konuk olduğunu söyledi. Yemeğe
oturduklarında Harun (a.s); "Sen kimsin?" diye sordu. Hz. Musa (a.s)
; Ben Musa (a.s)'yım!" deyince, hemen ayağa kalktılar birbirleri ile
kucaklaştılar. Musa (a.s), Harun (a.s)'a:
"Ey
Harun! Sen, benim ile birlikte Firavun'a git! Yüce Allah bizi, ona peygamber
olarak gönderdi dedi. Yüce Allah bu iki peygamberin endişelerini gidermek için
onlara nasıl davranmaları gerektiğini, neler söylemeleri gerektiğini İlahi
vahyle bildirdi. Hz. Harun (a.s) ve Hz. Musa (a.s) Firavun'un yanına giderek
Cenab-ı Hakk'ın talim buyurduğu şekilde gereken tebliği yaptılar.
Hakikaten
onların bu yumuşak ve nazik sözleri karşısında, Firavun taşkınlık yapmadı ve
onlarla münazareya girişti. Hz. Musa (a.s) peygamberliği ilan etti. Firavun'dan
hidayete gelmesini isteyince Firavun önce şaşırmıştı:
"Ne
oluyor sana Ya Musa! Böylesine boyundan büyük işlere girişiyorsun. Daha dün
çocukken seni evimizde besleyip büyütmedik mi? Ve sen uzun süreler aramızda
kalıp ekmeğimizi yeyip suyumuzu içmedin mi? Hem hatırlarsan birde suç
işlemiştin. Görüyorsun ya, sen bizim terbiyemizi ve minnetlerimizi inkar
edenlerden oluşmuşsun.”[833]
Firavun bu
sözleriyle Hz. Musa (a.s)'yı minnet altında bırakmak ve işlediği hatayı
söylemekle de hüccet olmaktan düşürmek istiyordu. Buna karşı da Hz. Musa (a.s)
kendini savundu ve şöyle dedi:
"Ben
o işi yaptığım zaman henüz yaşım küçüktü onun için bu benim için bir suç olmaz.
Niçin kaçtığımı sorarsanız; İstemeyerek elimden çıkan bir cinayetten dolayı
masum olduğumu ispat etmeye imkan verilmeden öldürüleceğimden korktum. Ve beni
aramaları üzerine Mısır'dan kaçmak mecburiyetinde kaldım. Sonra Rabb'im bana
ilim ve hikmetle birlikte peygamberlik verdi. Ben de risaletimi tebliğ için
sana geldim. Benim vazifem yalnız tebliğdir. Sen ister kabul eder, ister etmezsin.
Bu senin bileceğin bir iştir.”[834]
“Ey Firavun!
Senin başıma kalktığın terbiye ve büyütme meselesine gelince; bu durum senin
İsrail oğullarını köle gibi en ağır işlerde çalıştırıp üstelik birde
çocuklarını acımadan öldürmenden dolayıdır. Yoksa benim senin sarayında ne işim
vardır. Annem ve babam beni yetiştirmekten aciz değildiler. Eğer senin
zulmünden korkmasalardı, beni Nil'e bırakıp senin zulüm ve zulmet dolu
sarayında büyümeme müsaade ederler miydi? Senin nimet diye başıma kalktığın şey
olsa-olsa katmer bir zulüm ve azaptır."
Firavun bu
meselede arzusuna kavuşamayınca Hz. Musa ve Harun'un "Biz alemlerin
Rabbi'nin Resulleriyiz" sözlerindeki "Alemlerin, Rabbi"
ifadesine ilişmek için şöyle dedi:
"Peki
ya Musa senin Rabbul alemin dediğin zatın mahiyeti nedir?”[835]
Bu suretle
Hz.Musa'yı müşkül duruma sokmak istiyordu. Hz. Musa da hemen uslub-u hakim
yoluyla şöyle cevap verdi.
"Eğer
siz idrak ve izan sahibi iseniz, alemlerin Rabbinin ; yer ile gök arasındaki
bütün varlıkların Rabbı ve idarecisi olduğunu anlarsınız."[836]
Hz. Musa
Firavun'nun zor durumda kaldığını görünce meselenin üzerine cesaretle yürüdü:
"Evet
ey! Firavun Alemlerin Rabbı, şarkın, garbın ve onların arasındaki mahlukların
Rabbidir."[837]
Buna karşın
Firavun, hak noktasında mağlup olunca kuvvete başvuran her zorba gibi şöyle
dedi:
"İzzetime
yemin ederim ki eğer sen başka bir ilah edinirsen, seni zindana atıp
hapsedeceğim."[838]
Hz. Musa ise,
Firavun'un bu dehşetli tehditlerine hiç ehemmiyet vermeyerek sözlerine şöyle
devam etti:
"Davanın
doğru olduğuna delil olan apaçık bir mucize getirsem de yine beni hapse mi
atacaksın?"[839]
Firavun bu
teklifi kabul etti.
"Bunun
üzerine Hz. Musa asasını yere attı. Asa birden ejderha olu verdi.”[840]
Ve hareket
etmeye başladı. Firavun ve etrafındakiler büyük bir korku ve şaşkınlığa
kapıldılar. Adeta dilleri tutulmuştu. Sonra Hz. Musa ikinci mucizesi olan:
“Elini
koynuna sokup çıkardı, bu sefer eli nur gibi parlamaya başladı (yed-i beyza
mucizesi.)”[841]
Firavun ondan
ürktü ve yanındakilere danıştı. Onlar da; Biraz zaman ver. Etrafa memurlar
gönder. Ne kadar usta sihirbazlar varsa getirsinler. Musa ile Harun'a üstün
gelsinler." diye görüşlerini bildirdiler. Ne kadar sanatının usta
sihirbazları varsa mısıra getirildi. Kıptilerin sene başındaki bayram günü
belli bir yerde toplandılar. O gün bütün mısır halkı orada toplandı.
Sihirbazlar sihir aletleri olan değnek ve iplerini ortaya attılar. Göz bağcılık
bir yılanlar geziyor gibi gösterişler yaptılar. Hemen Hz. Musa asasını bıraktı.
Asa büyük bir ejder olup bütün alet ve edevatı yuttu.
Sihirbazlar
gördüler ki ne ip ne değnek var. Halbuki eğer Musa'nın işi de sihir olsaydı,
yalnız kendi gösterişleri kaybolmalı fakat ip ve değnekler ortada kalmalıydı.
"Bu mutlaka insan gücünün dışında bir mucizedir." dediler. Hz.
Musa'ya iman ettiler.
Bundan sonra
da Hz. Musa (a.s) pek çok mucizeler gösterdi ise de gerek Firavun gerek kavmi
imana gelmedi. Ve imana gelmemekte ısrarları üzerine Yüce Allah onların
kalplerinin yumuşayıp hakkı kabule yanaşmaları için Mısır'da bir kıtlık ve
kuraklık meydana getirdi. Hz. Musa kıtlık ve kuraklık sebebiyle belki kalpleri
rikkat peyda etmiştir diye onları tekrar tekrar imana davet ettiyse de.
Mısırlılar yine inat ve inkarlarında ısrar ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah
evvela şiddetli yağmurların yağmasıyla Nil nehrinin taşması, çekirgelerin
ekinlerin ve bütün mahsulatı kırıp geçirmesi. Sonra bit ve haşaratın bostan ve
mahsulleri istila etmeleri, kurbağaların insanların uyumalarına ve
konuşmalarına fırsat vermeden ses çıkarmaları ve hatta Nil nehrinin ve diğer
mısır surlarının kana bulanması içecek suyun bulunmamasından insanların yanıp
kavrulması dahi onları yola getirememişti.
Bütün bu
musibet ve felaketleri sırasıyla gelmiş her defasında mısırlılar Hz. Musa'ya
müracaat edip sıkıntılarının gitmesi için Musa'dan yardım istediler ve her
defasında da Hz. Musa Yüce Allah'a dua edip musibetleri kaldırmıştı. Bütün
musibetler İsrail oğulları hiç zarar görmüyorlardı sadece mısırlılar zarara
uğramışlardı.
Mısırlıların
başına bir musibet gelse Hz. Musa'ya yalvarıyorlar, afet kalkınca imana
gelmiyorlardı. Hz. Musa artık Mısır'da yapılacak bir şeyin olmadığına,
Mısırlıların ıslah olmayacağına kati kanaat getirmişti. Firavun'un da arka
arkaya gelen musibetler ve nihayet Mısırı kasıp kavuran taun hastalığı
karşısında[842] İsrail oğullarının Mısır'dan
çıkmalarına mani olacak gücü kalmamıştı. Fırsat bu fırsattı derhal hazırlığa
başlandı ve mukaddes topraklara doğru yolculuk kavmine müjdelendi. Cenab-ı Hak,
Hz. Musa'ya İsrail oğullarını alıp geceleyin Mısır'dan çıkarmasını emretmişti. Firavun
tarafından takip edileceklerini[843] ve fakat Firavun'un muvaffak olamayacağını
binaenaleyh korkmamalarını beyan buyurmuştu.[844]
Hz. Musa altı
yüz bin kadar olan İsrail oğullarını alarak bir gece Mısır'dan çıktı: Bunu fark
eden Firavun, sağa-sola haberler salıp afet ve musibetlerle bitap düşen
Mısırlıları çeşitli yalanlarla kandırdı ve çok kalabalık bir grup insanla Hz.
Musa'yı ve beraberindekileri takibe başladı, güneş doğarken yola koyuldular.[845]
Beni-İsrailliler
ağırlıkları ve çoluk çocuklarıyla hızlı gidemiyorlardı. Firavun ise seçme
askerlerle mesafeyi hızla kapatıyordu. İsrail oğulları Kızıl denize
yaklaşırken, Firavun ve askerleri de yaklaşmışlardı.
Cenab-ı Hak,
Hz.Musa'ya, asasını denize vurmasını vahyetti. Hz. Musa da asasını denize
vurunca, deniz yalçın dağların geçit vermesi gibi, yarılarak önlerinde geniş ve kupkuru on iki tane yol
açıldı.[846] Ve bunlardan on iki sülale
olan İsrail oğulları geçmeye başladılar.
Bir kısmı karşı sahile çıkmış ve bir kısım denizin ortalarına geçmiş
durumda iken, Firavun ve askerleri de denizin kıyısına varmışlardı. Gördükleri
manzara, onları hayret ve dehşet içinde bırakmıştı. Bir müddet tereddütten
sonra Firavun ve askerleri de kızıl Deniz’de açılan yollara doldular. İsrail
oğulları tamamıyla kıyıya çıktılar, tam o esnada Emr-i İlahi ve sular birbirine
kavuşuverdi. Firavunla nankör Mısır ordusu tek fert kurtulmadan sulara
gömüldüler. Cezalarını buldular.[847]
Firavun tam
öleceği sırada her ölen kimse gibi onunda gözünden gaflet perdesi kalktı ve
dehşetli bir şekilde ahiretteki yerini gördü. bunun üzerine derhal iman etmek
istedi. Şöyle demeye başladı:
وَجَاوَزْنَا
بِبَنى
اِسْرَائلَ
الْبَحْرَ
فَأَتْبَعَهُمْ
فِرْعَوْنُ
وَجُنُودُهُ
بَغْيًا
وَعَدْوًا
حَتّى اِذَا
اَدْرَكَهُ
الْغَرَقُ
قَالَ
امَنْتُ
اَنَّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
الَّذى
امَنَتْ بِه
بَنُوا
اِسْرَائلَ
وَاَنَا مِنَ
الْمُسْلِمينَ
() الْنَ
وَقَدْ
عَصَيْتَ
قَبْلُ
وَكُنْتَ
مِنَ
الْمُفْسِدينَ
() فَالْيَوْمَ
نُنَجّيكَ
بِبَدَنِكَ
لِتَكُونَ
لِمَنْ
خَلْفَكَ
ايَةً
وَاِنَّ
كَثيرًا مِنَ
النَّاسِ
عَنْ
ايَاتِنَا
لَغَافِلُونَ
"Kendinden
başka İbadete layık bir mabut olmayan ve kendisine beni İsrail'in de İman etmiş
olduğu Rabbe, ben de İman ettim ve ben de Müslümanlar Zümresindenim."
Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Cebrail (a.s) vasıtasıyla ona şöyle nida etti:”
“Şimdi
mi aklın başına geldi ey asi! Halbuki hayatın hep zulüm ve isyanla geçti. Yer
yüzünü Fesada verdin artık İman etmenin faydası yoktur. İmanında makbul
değildir. Şu kadar var ki, bu gün, senden sonra istikbalde gelecek olanlara
ibret ve alamet olması için senin bedenine necat verip sular içinde kaybolmana
mani olacağız. Bununla beraber insanların çoğu bizim Ayetlerimizden gaflet
etmekte devam edeceklerdir."[848]
Böylece
firavun ve yandaşları cezalarını buldular.
Hz. Musa (a.s)
düşmanlarına üstün geldi ve İsrail oğullarıyla beraber Ken'an ülkesine
gittiler.
Yolda
Amalika'dan bir kavim ile karşılaştılar. Gördüler ki öküz suretine tapıyorlar.
İsrail oğulları ise her ne kadar Hz. Musa (a.s)'a bağlı olmuşlar ise de
Mısır'da gözleri bu gibi suretlere alışmış ve zihinlerinde henüz Allah'ın
birliği yerleşmemiş olduğundan o kavmin öküz tasvirini gördükleri gibi onlara
meylettiler. Hemen "Ya Musa! onların tanrıları gibi bize de bir tanrı
bul" dediler.
Hz. Musa:
"Siz cahil bir kavimsiniz. Onların ibadetleri boş ve çürüktür. Allah'tan
başka tanrılar olur mu? Siz alemlerin Rabb'inin verdiği nimetin değerini ve
şükrünü bilmiyorsunuz!... Sizi başka milletlerden üstün kıldı; Firavun, size
eziyet eder ve oğullarınızı keserek Allah sizi kurtardı." diye öğüt verdi.
O zaman Ken'an ülkesinde en büyük şehirler Eriha, Nablus ve Kudüs olduğundan
hemen karşılarına gelen Eriha şehrine doğru gittiler.
Fakat
buraları o zaman Amalika kabilelerinden bir takımı zorbalar elinde olup onları
oradan çarpışarak çıkarma gerekiyordu. İsrailoğulları; "Biz bu zorbalarla
çarpışmayız" diyerek geri çekildiler. Hz. Musa da gücenip onlara kötü dua
da bulundu. Bu sebepten Tih çölüne düştüler ve (kırk) sene orada dolaştılar,bir
tarafa çıkıp gidemediler.
Mısır'da iken
çektikleri bunca eziyet ve sefaletleri unuttular.
"Keşke
Mısır'dan çıkmasaydık" demeğe başladılar. Tih çölündeyken Allah onlara
Kudret helvası gönderir ve selva (bıldırcına) benzer bir kuş indirir idi.Onlar
da bunlarla hoşça geçinirlerdi.
Kudret
helvası ve Selva kuşundan usandılar;"Biz bakla ve soğan gibi yiyecekler ve
sebze isteriz"dediler.
Hz.Musa'nın
artık canı sıkılıp;"Hadi Mısır'a gidiniz istediğiniz şeyler orada
vardır" diye ret ederek cevap verdi.
Allah
tarafından Hz.Musa (a.s)’a bir kitap vadedildiğinden Tur dağına davet edildi. Musa
(a.s) da kardeşi Harun’u yerine vekil bırakarak Tur'a gitti.
Kırk gün
Tur'da tek başına ibadet edip aracısız olarak Allah (cc)'ın sözlerini işitti.
İşte o vakit ona Tevrat indirildi. Halbuki İsrail oğulları, Mısır'dayken düğün
ve bayram diye Kıbt kavminden iğreti olarak birtakım altından yapılmış süs
eşyası almışlardı. Fakat Mısır'dan apansız çıktıklarından onları sahiplerine
verememişlerdi. Tih çölünde ise köy ve kasaba olmadığından altın ve gümüşün bir
kıymeti yoktu. Bu yüzden İsrail oğulları, bu iğreti süslerini boyunlarındaki
günahları gibi boş yere kendilerine yük edip taşırlardı.
İçlerinde
Samiri adında bir ikiyüzlü,onları aldattı. O süs eşyalarını toplattı. Hepsini
ateşte eritti. Sanatla bir buzağı heykeli yaptı ki, buzağı gibi ses verdi;
"İşte sizin tanrınız. Musa'nın da tanrısı budur. Musa, onu aramak için
Tur'a gitti. Geliniz buna tapınız!.. dedi. Onlarda bu buzağıya tapmağa
başladılar.
Hz.Harun (a.s)
her ne kadar nasihat ettiyse de, kulak asmadılar; "Musa (a.s) gelinceye
kadar biz buzağıdan vazgeçmeğiz" diyerek Harun'a karşı koydular.
Musa (a.s),
Tevrat-ı şerif ile Tur'dan geldi. Ne görsün ki; İsrail oğulları buzağıya
tapıyorlar.Pek çok öfkelendi. Samiri'yi lanetledi ve buzağı heykelini yaktıktan
sonra denize attı.
Ve sonra
yerine vekil bıraktığı kardeşi Harun (a.s)'ın sakalından tutup; "Niçin
kavmi gözetmedin de Samiri'ye aldandılar?... diye Harun (a.s)'dan hesap sordu.
Hz.Harun (a.s):
"Ben ne yapayım.Bu kadar nasihat ettim, dinlemediler. Az kaldı ki, beni
öldürüyorlardı" diye özür diledi. Buzağıya tapmış olanlar da ettiklerine
pişman oldular. Yalvardılar ve günahlarına tövbe ve istiğfar ettiler.
Bu suretle
Hz. Musa'nın kızgınlığı geçti. Sonra Tevrat'ı meydana koydu. Ondan sonra
israiloğulları, onun gerektirdiğince emel etmeğe başladılar. Allah'ın birliğini
güçbela zihinlerine yerleştirdiler. Bunun üzerine nice yıllar geçti. Bir asır
değişti. Zorbalarla çarpışmaktan ürküp de geri dönenlerin çoğu öldü. Onların
yerine çölde israiloğulları, düşman karşısına çıkıp savaşa bilecek hale
geldiler.
Hz. Musa
İsrail oğullarını alıp Lut gölünün güney tarafına götürdü. Daha ileri giderek
Uvc bin Unk adındaki hükümdar ile savaştı. Onu yendi. Böylece Şeria nehrinin
doğusundaki ülkeleri aldı. Hatta Ürdün denilen Şeria nehrinin kenarına indi.
Eniha şehrinin karşısında ki dağa çıktı. Orada İsrail oğullarına vaddedilen
Ken'an ülkesini seyretti. Daha evvel Harun (a.s) ölmüştü. Bu sefer Musa (a.s),
Yusuf (a.s)'ın oğlu Efrayimin soyundan Yuşa'yı yerine halife tayin etti. Ve Hz.
Musa kısa bir zaman sonra vefat etti.
Hızır (a.s)’a
Hızır denilmesinin sebebini Efendimiz (a.s) hadislerinde şöyle buyurur:
Ebû
Hüreyre (radiya'llâhu anh)'den rivâyet olunduğuna göre Nebî (salla'll âhu
aleyhi ve selem) Hızır'a Hızır denilmesinin sebebini izâh ederek: "Hızır
otsuz kuru bir yere otururdu da ansızın o otsuz yer yeşillenerek peşi sıra
dalgalanırdı" buyurmuştur.[849]
Hz. İbn
Abbas, Übey bin Kab rivayet edip dedi ki: Ben Rasulullah (a.s)'den, şöyle
buyurduğunu işittim.
“Musa (a.s)
kavmi içinde, onlara Allah'ın nimet ve imtihan günlerini andığı, hatırlattığı
gözlerinden yaşlar boşandığı ve kalbler rikkata geldiği bir sırada bir adam;
"Ey Allah'ın Rasulu! Yer yüzünde, senden daha alim bir kimse var mı? diye
sormuştu." " O da yoktur demişti."
Bu hususu,
Allah daha, iyi bilir! diyerek Allah'a havale etmediği için, Yüce Allah ona
hitap etmiş.
“Senden daha
bilgili vardır! buyurulmuştu. Musa (a.s); "Ya Rab! Nerededir o?" diye sordu. Yüce Allah; "İki denizin
bitiştiği yerde kullarımdan biri vardır ki: o senden daha bilgilidir."
diye vahyetti. Musa (a.s) "Ya Rab! Ona, nasıl bir yol bulayım?" diye
sordu. "Azıklık, tuzlanmış, ölü bir balık al! Onu bir zenbilin içine koy!
Zenbilin içinde yanında taşı.
Ona nerede
bir can verilirse, onu nerede kaybedersen işte, o kulum oradadır!"
buyuruldu.
Hz.Musa (a.s)
bir balık alıp zenbilin içine koydu. Genç adamı Hz. Yuşa b. Nun'a " seni
ancak balık, nerede yanından ayrılırsa, onu bana haber vermekle
görevlendiriyorum!" dedi. Hz. Musa
(a.s) ile Hz. Hızır (a.s)'ın buluşmaları ve aralarında geçenler Kur'an'ı
Kerim'de şöyle açıklanır:
وَاِذْ
قَالَ مُوسى
لِفَتيهُ لَا
اَبْرَحُ حَتّى
اَبْلُغَ
مَجْمَعَ
الْبَحْرَيْنِ اَوْ
اَمْضِىَ
حُقُبًا ()
فَلَمَّا بَلَغَا
مَجْمَعَ
بَيْنِهِمَا
نَسِيَا حُوتَهُمَا
فَاتَّخَذَ
سَبيلَهُ فِى
الْبَحْرِ
سَرَبًا ()
فَلَمَّا
جَاوَزَا
قَالَ لِفَتيهُ
اتِنَا
غَدَاءَنَا
لَقَدْ
لَقينَا مِنْ
سَفَرِنَا
هذَا نَصَبًا
() قَالَ
اَرَاَيْتَ
اِذْ
اَوَيْنَا
اِلَى
الصَّخْرَةِ
فَاِنّى
نَسيتُ
الْحُوتَ
وَمَا
اَنْسَانيهُ
اِلَّا
الشَّيْطَانُ
اَنْ
اَذْكُرَهُ
وَاتَّخَذَ
سَبيلَهُ فِى
الْبَحْرِ
عَجَبًا ()
قَالَ ذلِكَ
مَا كُنَّا
نَبْغِ
فَارْتَدَّا
عَلى اثَارِهِمَا
قَصَصًا ()
فَوَجَدَا
عَبْدًا مِنْ
عِبَادِنَا
اتَيْنَاهُ
رَحْمَةً
مِنْ عِنْدِنَا
وَعَلَّمْنَاهُ
مِنْ
لَدُنَّا
عِلْمًا () قَالَ
لَهُ مُوسى
هَلْ
اَتَّبِعُكَ
عَلى اَنْ تُعَلِّمَنِ
مِمَّا
عُلِّمْتَ
رُشْدًا ()
قَالَ
اِنَّكَ لَنْ
تَسْتَطيعَ
مَعِىَ صَبْرًا
() وَكَيْفَ
تَصْبِرُ
عَلى مَالَمْ
تُحِطْ بِه
خُبْرًا ()
قَالَ
سَتَجِدُنى
اِنْ شَاءَ
اللّهُ
صَابِرًا
وَلَا اَعْصى
لَكَ اَمْرًا
() قَالَ
فَاِنِ
اتَّبَعْتَنى
فَلَا تَسَْلْنى
عَنْ شَىْءٍ
حَتّى
اُحْدِثَ
لَكَ
مِنْهُ
ذِكْرًا ()
فَانْطَلَقَا
حَتّى اِذَا
رَكِبَا فِى
السَّفينَةِ
خَرَقَهَا
قَالَ اَخَرَقْتَهَا
لِتُغْرِقَ
اَهْلَهَا
لَقَدْ جِئْتَ
شَيًْا
اِمْرًا ()
قَالَ اَلَمْ
اَقُلْ اِنَّكَ
لَنْ
تَسْتَطيعَ
مَعِىَ
صَبْرًا () قَالَ
لَا تُؤَاخِذْنى
بِمَا نَسيتُ
وَلَا
تُرْهِقْنى مِنْ
اَمْرى
عُسْرًا ()
فَانْطَلَقَا
حَتّى اِذَا
لَقِيَا
غُلَامًا
فَقَتَلَهُ
قَالَ اَقَتَلْتَ
نَفْسًا
زَكِيَّةً
بِغَيْرِ نَفْسٍ
لَقَدْ
جِئْتَ
شَيًْا
نُكْرًا ()
قَالَ اَلَمْ
اَقُلْ لَكَ
اِنَّكَ لَنْ
تَسْتَطيعَ مَعِىَ
صَبْرًا ()
قَالَ اِنْ
سَاَلْتُكَ
عَنْ شَىْءٍ بَعْدَهَا
فَلَا
تُصَاحِبْنى
قَدْ بَلَغْتَ مِنْ
لَدُنّى
عُذْرًا ()
فَانْطَلَقَا
حَتّى اِذَا
اَتَيَا
اَهْلَ
قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا
اَهْلَهَا
فَاَبَوْا
اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا
فَوَجَدَا
فيهَا
جِدَارًا يُريدُ
اَنْ يَنْقَضَّ
فَاَقَامَهُ
قَالَ لَوْ
شِئْتَ
لَتَّخَذْتَ
عَلَيْهِ
اَجْرًا ()
قَالَ هذَا
فِرَاقُ
بَيْنى
وَبَيْنِكَ
سَاُنَبِّئُكَ
بِتَاْويلِ
مَا لَمْ
تَسْتَطِعْ
عَلَيْهِ صَبْرًا
() اَمَّا
السَّفينَةُ
فَكَانَتْ لِمَسَاكينَ
يَعْمَلُونَ
فِى
الْبَحْرِ
فَاَرَدْتُ
اَنْ اَعيبَهَا
وَكَانَ
وَرَاءَهُمْ
مَلِكٌ
يَاْخُذُ
كُلَّ
سَفينَةٍ
غَصْبًا ()
وَاَمَّا
الْغُلَامُ
فَكَانَ
اَبَوَاهُ
مُؤْمِنَيْنِ
فَخَشينَا
اَنْ
يُرْهِقَهُمَا
طُغْيَانًا وَكُفْرًا
()
فَاَرَدْنَا
اَنْ
يُبْدِلَهُمَا
رَبُّهُمَا
خَيْرًا
مِنْهُ
زَكوةً وَاَقْرَبَ
رُحْمًا ()
وَاَمَّا
الْجِدَارُ
فَكَانَ
لِغُلَامَيْنِ
يَتيمَيْنِ
فِى
الْمَدينَةِ
وَكَانَ تَحْتَهُ
كَنْزٌ
لَهُمَا
وَكَانَ
اَبُوهُمَا
صَالِحًا
فَاَرَادَ
رَبُّكَ اَنْ
يَبْلُغَا
اَشُدَّهُمَا
وَيَسْتَخْرِجَا
كَنْزَهُمَا
رَحْمَةً
مِنْ رَبِّكَ
وَمَا فَعَلْتُهُ
عَنْ اَمْرى ذلِكَ
تَاْويلُ
مَالَمْ
تَسْطِعْ
عَلَيْهِ
صَبْرًا ()
وَيَسَْلُونَكَ
عَنْ ذِى
الْقَرْنَيْنِ
قُلْ
سَاَتْلُوا
عَلَيْكُمْ
مِنْهُ
ذِكْرًا
“Bir vakit Musa genç adamına
demişti ki: "Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar
varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim."
“Her ikisi, iki denizin
birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup
gitmişti.”
“(Buluşma yerlerini) geçip
gittiklerinde Musa genç adamına: Kuşluk yemeğimizi getir bize. Hakikaten şu
yolculuğumuz yüzünden başımıza (epeyce) sıkıntı geldi, dedi.”
(Genç adam:) Gördün mü!
dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan
başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.
Musa: İşte aradığımız o idi,
dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler.
Derken, kullarımızdan bir
kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine
ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
Musa ona: Sana öğretilenden,
bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım
mı? dedi.
Dedi ki: Doğrusu sen benimle
beraberliğe sabredemezsin.
(İç yüzünü) kavrayamadığın
bir bilgiye nasıl sabredersin?
Musa: İnşaallah, dedi, sen
beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem.
(O kul:) Eğer bana tâbi
olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru
sorma! dedi.
Bunun üzerine yürüdüler.
Nihayet gemiye bindikleri zaman o (Hızır) gemiyi deldi. Musa: Halkını boğmak
için mi onu deldin? Gerçekten sen (ziyanı) büyük bir iş yaptın! dedi.
(Hızır:) Ben sana, benimle
beraberliğe sabredemezsin, demedim mi? dedi.
Musa: Unuttuğum şeyden
dolayı beni muaheze etme; işimde bana güçlük çıkarma, dedi.
Yine yürüdüler. Nihayet bir
erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: Tertemiz
bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (kimseyi öldürmediği halde) katlettin
ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!
(Hızır:) Ben sana, benimle
beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi? dedi.
Musa: Eğer, dedi, bundan
sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim
tarafımdan (ileri sürebilecek) mazeretin sonuna ulaştın.
Yine yürüdüler. Nihayet bir
köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir
etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla
karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa: Dileseydin, elbet buna karşı
bir ücret alırdın, dedi.
(Hızır) şöyle dedi:
"İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin
şeylerin içyüzünü haber vereceğim."
"Gemi var ya, o,
denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü)
onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı."
"Erkek çocuğa gelince,
onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve
nankörlüğe boğmasından korktuk."
(Devam etti:) "Böylece
istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha
merhametlisini versin."
"Duvara
gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı;
babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına
erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da
kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur."[850]
Hadisi Nebevide:
وعن سعيد بن
جبير قال:
]قُلتُ بنِ
عبَّاسٍ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما:
إنَّ نَوْفاً
الْبَكَّالِىَّ
يزعُمُ أنَّ
مُوسى بَنى
إسرَائىلَ لَيسَ
بِمُوسَى
صَاحِبِ
الخضْرِ.
فقالَ: كَذَبَ
عَدُوُّا
اللّهِ،
سَمِعْتُ
أُبىَّ بن
كَعبٍ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
يقُولُ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يقولُ: قَامَ
مُوسَى
عَلَيْهِ السّمُ
خَطيباً في
بَنِى
إسْرَائيلَ.
فَسُئِلَ
أىُّ
النَّاسُ
أعْلَمُ؟
فقَالَ أنا.
فَعَتَبَ
اللّهُ
عَلَيْهِ إذْ
لَمْ يَرُدَّ
الْعِلْمَ
إلَيْهِ
فأوْحَى
اللّهُ
إلَيْهِ أنَّ
عَبْداً مِنْ
عِبَادِى
بِمَجْمَعِ
الْبَحْرَينِ
هُوَ أعْلَمُ
مِنْكَ.
فَقَالَ: أيْ
رَبِّى: وَكَيْفَ
لِى بِهِ؟
فَقِىلَ لَهُ:
احْمِلْ حُوتاً
في مِكْتَلٍ
فَحَيْثُ
تَفْقِدُ
الحُوتَ
فَهُوَ ثمَّ.
فَانْطَلَقَ
وَانْطَلَقْ
مَعَهُ
فَتَاهُ
يُوشَعُ بنُ
نُونٍ
يَمْشِيَانِ
حَتَّى أتياَ
الصَّخْرَةَ.
فَرَقَدَ مُوسى
وَفَتَاهُ
واضْطَرَبَ
الحُوتُ في
الْمِكْتَل
حتَّى خَرَجَ
فَسَقَطَ في
البَحْرِ
وَأمْسكَ اللّهُ
عَنْهُ
جِرْيَةَ
الْمَاءِ
حَتَّى كانَ
مثْلَ
الطَّاقِ،
فكَانَ
لِلْحُوتِ
سَرَباً،
وَلِمُوسَى
وفَتَاهُ
عجباً.
فَانْطَلَقَا
بَقِيَّةَ
يَوْمِهِمَا
وَلَيْلَتِهِمَا
وَنَسَى صَاحِبُ
مُوسَى أنْ
يُخْبِرَهُ.
فَلَمَّا
أصْبَحَ
مُوسى عليهِ
السّمُ. قَالَ
لِفَتَاهُ آتِنَا
غَداءَنَا
لَقَدْ
لَقِينَا
مِنْ سَفَرِنَا
هَذَا
نَصَباً.
قَالَ وَلَمْ
يَنْصَبْ
حَتَّى
جَاوَزَ
الْمَكَانَ
الَّذِى أمِرَ
بِِهِ. قالَ
أرَأيْتَ إذْ
أَوَيْنَا
إلى الصَّخْرَةِ؟
فَإنِّى
نَسِيتُ
الحُوتَ،
وَمَا
أنْسَانِىهُ
إَّ
الشَّيْطَانُ
أنْ
أذْكُرَهُ
وَاتَّخَذَ
سَبِيلَهُ في
الْبَحْرِ
عَجباً. قاَلَ
مُوسى: ذلِكَ
مَا كُنَّا
نَبْغى
فارْتَدَّا
عَلى
آثَارِهِمَا
قَصَصاً.
قالَ: يَقُصَّانِ
آثَارَهُمَا
حَتَّى
أتَيَا
الصَّخْرَةَ،
فَرأى رَجًُ
مُسَجًّى
عَلَيْهِ
ثُوْبٌ
فَسَلَّمَ عَلَيْهِ
مُوسى عَليهِ
السّمُ.
فقَالَ لَهُ الْخِضْرُ
عليهِ السّمُ:
وَأنَّى
بِأرْضِكَ السّمُ؟
فقَالَ: أنَا
مُوسى. قالَ:
موسى بَنى إسرَائِىلَ؟
قالَ: نَعَمْ.
قالَ: إنَّكَ
عَلَى عِلْمٍ
مِنْ عِلْمِ
اللّهِ
تَعالَى
عَلَّمَكَهُ
اللّهُ
تعالى َ
أعْلَمُهُ،
وَأنَا عَلَى
عِلْمٍ مِنْ
عِلْمِ
اللّهِ
تعالَى
عَلّمَنِيهِ
َ تَعْلمُهُ.
قاَلَ مُوسى:
هلْ
أتَّبِعُكَ
عَلَى أنْ
تُعَلّمَنِى
مِمَّا
عُلّمْتَ
رُشْداً، قَالَ
إنَّكَ لَنْ
تَسْتَطِيعَ
مَعِىَ صَبْراً،
وَكَيْفَ
تَصْبِرُ
عَلَى
مَالَمْ تُحِطْ
بِهِ
خُبْراً؟.
قالَ
سَتَجِدُنِى
إنْ شَاءَ
اللّهُ
صَابِراً وََ
أعْصِى لَكَ
أمْراً. قالَ
لَهُ
الْخِضْرُ:
فأنِ
اتبَعْتَنِى
فََ تَسْألْنِى
عَنْ شَئٍ
حَتَّى
أحْدِثَ لَكَ مِنْهُ
ذِكْراً. قالَ
نَعَمْ:
فَانْطَلَقَ
الْخِضْرُ
وَمُوسَى
يَمْشِيَانِ
عَلَى سَاحِلِ
الْبَحْرِ
فَمَرَّتْ
بِهِما
سَفِينَةٌ
فَكَلّمُوهُمْ
أنْ
يَحْمِلُوهُما
فَعَرفُوا الْخِضْرَ
فَحَملُوهُمْ
بِغَيْرِ
نَوْلٍ فَعَمَدَ
الْخِضْرُ
إلى لَوْحٍ
مِنْ ألْوَاحِ
السَّفِينَةِ
فَنَزَعَهُ.
فَقَالَ لَهُ مُوسَى:
قَوْمٌ
حَمَلُونَا
بِغَيْرِ
نَوْلٍ
عَمَدْتَ إلى
سَفينَتِهِمْ
فَخَرَقْتَها
لِتُغْرِقَ
أهْلَهَا
لَقَدْ
جِئْتَ
شَيْئاً
إمْراً. قَالَ
ألَمْ أقُلْ
إنَّكَ لَنْ
تَسْتَطيعَ
مَعِىَ صَبْراً؟
قَالَ َ
تُؤاخِذْنِى
بِمَا نَسِيتُ
وََ
تُرْهِقْنِى
مِنْ أمْرِى
عُسْراً. ثُمَّ
خَرَجَا مِنَ
السَّفِينَةِ
فَبَيْنَمَا
هُمَا يَمْشِيَانِ
عَلَى
السّاحِلِ
إذَا غَُمٌ
يَلْعَبُ
مَعَ
الْغلمَانِ
فأخَذَ
الْخِضْرُ
عليْهِ
السَّمُ
بِرَأسِهِ
فاقْتَلَعَهُ
بِيَدِهِ
فَقَتَلَهُ.
فَقالَ لَهُ
مُوسى عَليهِ
السّمُ:
أقْتَلْتَ
نَفْساً
زَكِيَّةً
بِغَيْرِ
نَفْسٍ؟
لَقَدْ
جِئْتَ
شَيْئاً
نُكْراً.
قَالَ ألَمْ أقُلْ
لَكَ إنَّكَ
لَنْ
تَسْتَطِيعَ
مِعىَ صَبْراً؟
قَالَ: وهذِهِ
أشَدُّ مِن
ا‘ولى. قالَ:
إنْ سَألتُكَ
عَنْ شئٍ
بَعْدَهَا
فََ تُصَاحِبْنِى
قَدْ بَلغْتَ
مِنْ
لَدُنِّى
عُذراً.
فانْطَلَقَا
حتَّى إذَا
أتَيَا أهْلَ
قَرْيةِ
اسْتَطْعَمَا
أهْلَهَا
فَأبَواهُ أنْ
يُضَيِّفُوهُما
فَوَجَدا
فِيهَا
جَدَاراً يُرِيدُ
أنْ
يَنْقَضَّ؛
يقُولُ
مَائِلٌ.
فَقَالَ
الخِضْرُ
عَلَيهِ
السّمُ
بِيَدِهِ
هكَذَا
فأقامهُ. قالَ
لَهُ مُوسى
عَليهِ
السّمُ: قَوْمٌ
أتَيْنَاهُمْ
فَلَمْ
يُضَيِّفُونَا
وَلَمْ
يُطْعِمُونَا
لَوْ شِئْتَ
تَّخَذْتَ
عَلَيْهِ أجْراً.
قَالَ هذَا
فِرَاقُ
بَيْنِى
وَبَيْنَكَ.
سَأنَبِّئُكَ
بِتَأوِيلِ
مَالَمْ
تَستَطِعْ
عَليهِ
صَبْراً.
قالََ رسولُ
اللّه #: رَحِمَ
اللّهُ مُوسى
لَوَدِدْتُ
أنَّهُ كَانَ صَبَرَ
حَتَّى
يُقَصَّ
عَلَيْنَا
مِنْ أخْبَارِهِمَا.
وَقَالَ #:
كانتِ ا‘ولى
منْ مُوسى نَسياناً.
قالَ: فَجَاءَ
عُصْفُورٌ
حَتَّى وَقَعَ
عَلَى حَرْفِ
السفِينَةِ
ثُمَّ نَقرَ في
البَحْرِ
فقَالَ لَهُ
الْخِضْرُ
مَا نَقَصَ
عِلْمِى
وَعِلْمُكَ
وعِلْمُ
الخَئِقِ مِنْ
عِلْمِ
اللّهِ تعالى
إَّ مِثْلَ
مَا نَقَصَ
هذَا
الْعُصْفُورُ
مِنْ
الْبَحْر.
Übey b. Kâ'b radiya'llâhu
anh'den:
Şöyle
demiştir: Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Mûsâ Peygamber
(salla'llâhu aleyhi ve sellem bir kere) Benî İsrâîl içinde hutbeye kalkmıştı.
Kendisine: "En çok âlim olan kimdir?" diye soruldu. "En âlim
benim." diye cevab verdi. (Bu husüsdaki) ilmi (Allâhu a'lem diyerek)
Allâh'a havâle etmediğinden dolayı Allâh (u Azîmü'ş-Şân) ona ıtâb etti. Allâh
(u Teâlâ): "İki denizin bitiştiği yerde kullarımdan biri var. O senden
daha âlimdir." diye ona vahyetti. "Yâ Rab, ona nasıl yol
bulayım?" dedi. Ona: "Bir zenbil içinde bir balık taşı. Onu nerede
kaybedersen (o kulum) oradadır." denildi. (Mûsâ aleyhi's-selâm) gitti.
Hâdimi Yûşa' b. Nûn (alehi's-selâm) ı da (birlikte) götürdü. Bir zenbil içine
de bir balık koyup yüklendiler. (İki denizin bitiştiği yerdeki) kayanın yanına
varınca başlarını (yere) koyup uyudular. (derken tuzlanmış ölü) balık zenbilden
sıyrı(lıp kurtu)ldı. Ve deniz içinde kendine su küngü gibi (bir boşluk
bırakarak) yol açtı. (Deniz içinde böyle bir yolun açılması) Mûsâ ile hâdimince
(aleyhime's-selâm) şâyân-ı teaccüb bir şey olmuştu. (Uyandıktan sonra o gecenin
bakiyyesi ile bütün gün gittiler. Sabah olunca Mûsâ (aleyhi's-selâm) Hâdimine:
"Kuşluk yemeğimizi ver. Bu seferimizden yorgunluk duy(mağa başla)duk."
dedi. (Halbuki) Mûsâ (aleyhi's-selâm) emrolunduğu o yerin ötesine geçmedikçe
yorgunluk duy(mağa başla) duk." dedi. (Halbuki) Mûsâ (aleyhi's-selâm)
emrolunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duy.mamıştı. Hâdimi: "Bak
hele, taşın dibinde barındığımız zaman balı (ğın gittiğini haber verme) ğı
unutmuşum." dedi Mûsâ (aleyhi's-selâm): "Zâten istediğimiz de bu
idi." dedi. Bunun üzerine kendi izlerine baka baka geriye döndüler. Taşın
yanına varınca bir de baktılar ki esvâbına bürünmüş bir zât (duruyor) Mûsâ (aleyhi's-selâm)
selâm verdi. Hızır (aleyhi's-selâm): "Acâyib! Bu (senin bulunduğun yerde)
selâm ne gezer?" dedi. "Ben Mûsâ'yım." dedi. O: "Benî
İsrâîl Mûsâ'sı mı?" diye sordu. "Evet." dedi. Mûsâ
(aleyhi's-selâm sonra yine söze başlayıp): "Sana ta'lîm olunan rüşd (ve
hidâyet) den bana (bir şey) ta'lîm etmek üzere sana tebaiyyet edeyim mi?"
dedi. Hızır (aleyhi's-selâm): "Sen, benimle hiç mi hiç edemezsin yâ Mûsâ!
Bende Allâh'ın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki sen onu
bilemezsin. Sende de Allâh'ın verdiği öyle bir ilim vardır ki onu da ben
bilemem." cevâbını verdi. (Mûsâ aleyhi's-selâm): "Beni inşâ-Allah
sabırlı bulursun. Sana hiçbir işinde de karşı gelmiyeceğim." dedi.
Gemileri olmadığı için deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Bir gemi geçti.
Alsınlar diye (gemicilerle) söyleştiler. Hızır (aleyhi's-selâm) ı (gemiciler)
tanıdılar. Ve onları navulsuz (gemiye) aldılar. (O sırada) bir serçe, geminin
kenarına konup denizden bir iki yudum (su) aldı. Hızır (aleyhi's-selâm):
"Yâ Mûsâ, benim ilmimle senin ilmin, İlmu'llâhı bu serçenin denizden
aldığı bir yudum kadar bile eksiltmez." dedi. Ve (ondan sonra) gemi
tahtalarından birine el atıp söktü. Mûsâ (aleyhi's-selâm). "Adamcağızlar
bizi (gemilerine) navulsuz almışlarken sen, gemilerine kasdedip içindekileri
batırmak için mi deliyorsun." dedi Hızır aleyhi's-selâm: "Sen,
benimle hiç edemezsin demedim mi?" dedi. (Mûsâ aleyhi's-selâm): "(Şu)
dalgınlığımdan dolayı beni muâheze edip de bana güçlük gösterme." cevâbını
verdi. (vâkıâ da) Mûsâ (aleyhi's-selâm'ın) bu ilk muhâlefeti dalgınlık (eseri)
idi. Yine gittiler. Bir de baktılar ki bir çocuk (diğer) çocuklarla oynuyor.
Hızır (aleyhi's-selâm) çocuğun başını eliyle kopardı. Mûsâ (aleyhi's-selâm):
"Aman, hiç bir nefse bedel olmaksızın (günâhsız) pâk bir canı telef mi
ediyorsun?" dedi. (Hızır aleyhi's-selâm yine): "Ben, sana benimle
edemezsin demedim mi?" cevâbını verdi. Yine gittiler. Nihâyet bir karyeye
gelince ahâlîsinden yemek istediler. Ahâlî onları misâfir etmekten ibâ ettiler.
Orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır (aleyhi's-selâm) eliyle
(işâret ederek) doğrulttu. Mûsâ (aleyhi's-selâm): "İsteseydin (hiç
olmazsa) bunun için bir ücret alabilirdin." deyince Hızır
(aleyhi's-selâm): "Bu (andan i'tibâren) artık ayrılalım." dedi.
Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem (kıssayı buraya kadar hikâye
buyurduktan sonra): "Allâhu Teâlâ Mûsâ'ya rahmet etsin. Ne olurdu
sabredeydi de aralarında geçen mâcerâlar (taraf-ı Haktan) bize hikâye
olunaydı" buyurdu.[851]
Bundan sonra
Hz. Musa ile Hz. Hızır birbirinden ayrıldılar.
Karun, Hz.
Musa (a.s)'nın kavminden yani israiloğullarından çok zengin bir kimse idi. İlk
önce inanmış göründüğü halde, sonradan çok fazla zenginleşince Hz. Musa'ya ve
ona inananlara isyan etmiş ve karşılarına çıkmıştı.
Karun’un
Helakı
Kur'an'ı
Kerim'de Karun’unun taşkınlığı ve Allah'ın kendisine verdiği her türlü meziyet
ve nimeti kendi nefsinden bilip gururlanması neticesinde; Malı, Saray'ı ve
Hazineleri ile birlikte yerin dibine batırıldığından bahsedilmektedir.
Kur’an-ı
Kerim’deki ayetler:
اِنَّ
قَارُونَ
كَانَ مِنْ
قَوْمِ مُوسى
فَبَغى
عَلَيْهِمْ
وَاتَيْنَاهُ
مِنَ الْكُنُوزِ
مَا اِنَّ
مَفَاتِحَهُ
لَتَنُوأُ بِالْعُصْبَةِ
اُولِى
الْقُوَّةِ
اِذْ قَالَ
لَهُ
قَوْمُهُ لَا
تَفْرَحْ
اِنَّ اللّهَ لَا
يُحِبُّ الْفَرِحينَ
() وَابْتَغِ
فيمَا اتيكَ
اللّهُ الدَّارَ
الْاخِرَةَ
وَلَا تَنْسَ
نَصيبَكَ مِنَ
الدُّنْيَا
وَاَحْسِنْ
كَمَا
اَحْسَنَ
اللّهُ
اِلَيْكَ
وَلَا تَبْغِ
الْفَسَادَ
فِى
الْاَرْضِ
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدينَ
() قَالَ
اِنَّمَا
اُوتيتُهُ عَلى
عِلْمٍ
عِنْدى اَوَ
لَمْ
يَعْلَمْ
اَنَّ اللّهَ
قَدْ
اَهْلَكَ
مِنْ قَبْلِه
مِنَ
الْقُرُونِ مَنْ
هُوَ اَشَدُّ
مِنْهُ
قُوَّةً
وَاَكْثَرُ
جَمْعًا
وَلَا
يُسَْلُ عَنْ
ذُنُوبِهِمُ
الْمُجْرِمُونَ
() فَخَرَجَ
عَلى قَوْمِه فى
زينَتِه
قَالَ
الَّذينَ
يُريدُونَ
الْحَيوةَ الدُّنْيَا
يَالَيْتَ
لَنَا مِثْلَ
مَا اُوتِىَ
قَارُونُ
اِنَّهُ
لَذُو حَظٍّ
عَظيمٍ () وَقَالَ
الَّذينَ
اُوتُوا
الْعِلْمَ
وَيْلَكُمْ
ثَوَابُ
اللّهِ
خَيْرٌ
لِمَنْ امَنَ
وَعَمِلَ
صَالِحًا
وَلَا
يُلَقّيهَا
اِلَّا
الصَّابِرُونَ
()
فَخَسَفْنَا
بِه وَبِدَارِهِ
الْاَرْضَ
فَمَا كَانَ
لَهُ مِنْ
فِئَةٍ
يَنْصُرُونَهُ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَمَاكَانَ
مِنَ الْمُنْتَصِرينَ
“Karun, Musa'nın kavminden
idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki,
anahtarlarını güçlükuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti:
Şımarma! Bil ki Allah
şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret
yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi,
sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki
Allah, bozguncuları sevmez. Karun ise:
O (servet) bana ancak
kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden
önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri
helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).
Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını
arzulayanlar: Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok
şanslı! dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler:
Yazıklar
olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükâfatı daha üstündür.
Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Nihayet biz, onu da, sarayını da yerin
dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı
gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.”[852]
Bu hadisenin
tafsilatı Beyzavi, Taberi, Nisaburi, Hazin ve Medarik tefsirlerinde şöyle
bildirilmektedirler.
Hz. Musa,
zekat ayeti ahkamına uyarak Karun'dan zekat istemişti. Karun ise, kendisi
vermediği gibi, Beni İsrailli zenginleri de zekat vermemeye teşvik etti. Hatta
bir gün Hz. Musa'ya zina isnad etmek için bir fahişeye bir miktar para
vermişti. Bir bayram günü Hz. Musa kavmine nasihat ederken mevzu zina'ya gelmiş
ve "Biz zina edenleri recmederiz." Diye Allah'ın hükmünü söylemişti.
Bunun üzerine Karun;
-"Bu
husus senin içinde cari midir?" deyince Hz. Musa;
-"Evet"
diye cevap verdi. Karun da fırsatı ganimet bilip, Hz. Musa'ya evvelden
planladığı gibi iftirada bulundu. Parayla tuttuğu fahişe kadını da şahit
gösterdi. Fakat kadın Allah'tan korkarak doğruyu söyledi. Böylece de Musa (a.s)'ın
masumiyeti ortaya çıktı. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s) secdeye kapanarak Karun'un malıyla mülküyle helakını Cenab-ı
Hak'tan niyaz etti. Bir-iki kişi müstesna, bütün israiloğulları Hz. Musa'ya
ittiba ettiler.
Şiddetli bir
zelzele ile Karun, bütün mal ve mülküyle birlikte yerin dibine geçti. Onun
akibeti dilden dile dolaşarak aleme ibret oldu. Kendisinden sonra arkada ne bir
akrabası ve ne de bir eseri kalmadı. Daha dün Karun'un haşmet ve zenginliğine
gıpya ile bakanlar, ertesi sabah şöyle diyorlardı.
وَاَصْبَحَ
الَّذينَ
تَمَنَّوْا
مَكَانَهُ
بِالْاَمْسِ
يَقُولُونَ
وَيْكَاَنَّ
اللّهَ
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَاءُ مِنْ
عِبَادِه
وَيَقْدِرُ
لَوْلَا اَنْ
مَنَّ اللّهُ
عَلَيْنَا
لَخَسَفَ
بِنَا
وَيْكَاَنَّهُ
لَايُفْلِحُ
الْكَافِرُونَ
“Daha
dün onun yerinde olmayı isteyenler: Demek ki, Allah rızkı, kullarından
dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı,
bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış! demeye
başladılar.”[853]
“Karun'u,
Firavun'u ve Hâmân'ı da (helâk ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık deliller
getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Halbuki (azabımızı aşıp)
geçebilecek değillerdi.”[854]
Hz.
Musa (a.s) Mûcizeleri
1-Asâsının
ejderhâ (büyük yılan) olması.
2-Yed-i
Beydâ: Sağ elini koynuna sokup çıkarınca, güneş gibi parlaması. Bu nûru gören
düşmanları kaçışırlardı.
3-Kavmiyle
Kızıldeniz'in kenarına gelince asâsını vurup denizde yol açması.
4-Tih
sahrâsında kavminin susuz kalıp, su istemeleri üzerine asâsını bir taşa vurup
Beni İsrâil'in kabileleri adedince, on iki pınar akıtması.
5-Firavun ve
Kıbti kavmi İsrâiloğullarına zulüm ettiği ve Mûsâ aleyhisselâma inanmayıp isyân
ettiklerinde, Allahü teâlâ Mûsâ'ya tûfân mûcizesini vermiştir. Çok şiddetli
yağmur yağdı. Öyle bir karanlık ve fırtına oldu ki, kimse evinden dışarı
çıkamadı. Ayın ve güneşin ışığı görünmez oldu.. Kıbtilerin evlerini su bastı.
Ayakta durur oldular. Su boğazlarına kadar yükseldi. İsrâiloğullarının evlerine
ise bir damla su girmedi. Firavun ve Kıbti kavmi, bu belânın kaldırılmasını ve
iman edeceklerini söylediler. Kaldırıldı fakat yine imân etmediler ve başka
belâlara dûçâr oldular.
6-Kıbti
kavminin ekinlerini, meyvelerini ve giydikleri elbiselerini, evlerinin
tavanlarını yiyen çekirge sürülerinin istilâsına uğramaları mûcizesi. Bu
çekirgeler İstâiloğullarına hiç dokunmayıp, Firavun'un kavmi Kıbtilere musallat
olmuştur.
7-Kumnel yâni
bit ve ekin böceği denen haşeratın Mûsâ (aleyhisselâm)’ın mûcizesi olarak kibtı
kavmine musallat olması.
8- Kurbağa
mûcizesi, Kıbti kavmi her belâya tutuldukça, belâ kaldırıldığında iman
edeceklerini söylemelerine rağmen, sözlerinden vazgeçmeleri üzerine üst üstüne
belâya tutuldular. Kurbağaların istilâsına uğramaları da şiddetli belâlardan
biridir. Kurbağalar, yiyeceklerine, içeceklerine düşer, kalırdı. Bir söz
söylemek isteseler ağızlarını açarken birkaç küçük kurbağa ağızlarından
midelerine girerdi. Geceleri üzerinde toplanan kurbağaların seslerinden
uyuyamazlardı. Firavun, bu belâ kaldırıldığı takdirde, iman edeceğini
söylemesine rağmen, belâ kalkınca yine iman etmedi.
9-Kan belâsı.
Mısır'da bulunan bütün sular, Kıbtilerin kaplarına doldurulurken kan hâlini
alırdı. Böylece susuzluktan çâresiz kalmışlardı. İsrâiloğullarına ise böyle bir
şey olmazdı.
10-İsrâiloğullarından
biri öldürüldüğü vakit kimin öldürdüğü bilinemeyince, Mûsâ (aleyhisselâm)’ın
duâsı ile dirilip, kendisini öldüreni haber vermiştir.
11-Mûsâ
aleyhisselâm kavmiyle Tih çölüne geldiği zaman, kavminin yiyeceği kalmadığı
için, Mûsâ (aleyhisselâm)’a gelerek çoluk-çocuğumuzla açlığa dayanamıyoruz,
dediklerinde Mûsâ (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ etti. Kudret helvası ve
bıldırcın kebabı indi. Her ne zaman isteseler önlerinde hazır olurdu.
12-Hz. Mûsâ’nın
duâsı ile kuraklıktan kavrulup kuruyan ekinler,
otlaklar ve meyveler eski hâlini almıştır.
13- Hz. Mûsâ
Tih sahrâsında bulunan İsrâiloğullarının durumunu merak edince bir kurt gelip
onların hâllerini haber vermiştir.
14-Hz.
Mûsâ'nın duâsıyla sarı dikenler altın olmuştur. Malı ve zenginliğiyle
gururlanıp isyân etmesinden dolayı malı ve mülkü ile birlikte tere batırılan
Kârun, bu mûcize karşısında âciz kalıp, hased ederdi.
15-Yolculukta
Hz. Mûsâ'ya uzun mesâfeler kısalır, kısa zamanda çok uzak mesâfeleri katederdi.
15-Hz.
HARÛN (a.s)
Hz. Harûn
(a.s), İsrailoğulları peygamberlerinden, Hz. Musa (a.s)'ın kardeşi. Hz.
Yusuf'un vefatından sonra Mısır'da yaşayan İsrailoğulları ve diğer insanlar,
bir müddet onun gösterdiği yoldan yürüdüler; ancak daha sonra hakikatı
unuttular. Bu arada Mısır'ın idaresi Kıbtîlerin eline geçti. Kıbtîler ise
yıldızlara ve putlara tapıyorlardı.
Kıbtîler,
İsrailoğullarını hor görmeye başladılar. Onları ağır, zor işlerde kullandılar.
İsrailoğulları
çok kalabalık bir topluluk olup Hz. Yakub'un oğullarına nisbetle on iki kola
ayrılıyordu. Onlar Kıbtîlerin zulmünden kurtulmak istiyorlardı. Dedelerinin
ülkesi olan Kenân bölgesine gitmek için izin istemelerine rağmen onlara izin
verilmemekteydi.
Her dönemde
olduğu gibi, o dönemin Firavun'u da zulmü temsil ediyor ve insanları eziyet
altında inletiyordu.
İsrailoğullarının
çoğalması Kıbtîleri ve onların hükümdarı Firavun'u endişelendiriyordu. Onlar,
İsrailoğullarının isyan ederek kendilerine zarar vermesinden korkuyorlardı.
Firavun, bir
gün kâhinlerini yanına topladı. Gelecekle ilgili onlardan bilgi istedi.
Kâhinlerden birisi Firavun'a İsrailoğullarından bir çocuğun doğacağını ve
saltanatına zarar vereceğini bildirdi. Firavun, bunu duyar duymaz korktu ve
tedbirler almaya başladı. Bunun için de İsrailoğullarının doğacak erkek
çocuklarının tamamının öldürülmesini emretti.
Hz. Musa, bu
dönemde doğdu ve öldürülmesin diye bir sandığın içine bırakılarak nehre atıldı.
Firavun'un sarayında büyüdü. Allah diledi ve Musa'yı Firavun'un kucağında
büyüttü.
Harun
Peygamber, Hz. Musa'nın büyüğüdür. İsrailoğullarının erkek çocuklarının
öldürülmeye başlanıldığı dönemden önce dünyaya gelmiştir.
Hz. Hârun
(a.s.); Musa (a.s.)'dan daha uzun boylu, daha etli, daha beyaz tenli, daha
geniş sırtlı olup açık ve düzgün dilli, yumuşak huylu idi. Alnında da bir ben
vardı.[855]
Harun
peygamberle ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de pek fazla bilgi yoktur. Bir âyette Hz.
Musa ile birlikte zikredilmektedir.
Medyen'den
dönerken Hz. Musa'ya Peygamberlik verildi. Peygamberlikle şereflendi.
Yüce Allah
Hz. Musa'ya emretti:
اِذْهَبْ
اِلى
فِرْعَوْنَ
اِنَّهُ طَغى
"Firavun'a
git, çünkü o azdı."[856]
Musa
Peygamber:
قَالَ
رَبِّ اِنّى
اَخَافُ اَنْ
يُكَذِّبُونِ
"Rabbim,
beni yalanlamalarından korkuyorunı."[857]
وَيَضيقُ
صَدْرى وَلَا
يَنْطَلِقُ
لِسَانى
فَاَرْسِلْ
اِلى هرُونَ
"Kalbim
sıkılır, dilim açılmaz olur. Onun için Harun'a da Peygamberlik ver."[858]
وَلَهُمْ
عَلَىَّ
ذَنْبٌ
فَاَخَافُ
اَنْ يَقْتُلُونِ
"Bir
de onların aleyhimde de bir kısas davaları var, bu sebeple beni öldürmelerinden
korkarım."[859]
وَاجْعَلْ
لى وَزيرًا
مِنْ اَهْلى (*)
هرُونَ اَخى (*)
اُشْدُدْ بِه
اَزْرى (*)
وَاَشْرِكْهُ
فى اَمْرى (*)
كَىْ
نُسَبِّحَكَ
كَثيرًا (*)
وَنَذْكُرَكَ
كَثيرًا (*)
اِنَّكَ كُنْتَ
بِنَا
بَصيرًا
"Bana
ailemden bir vezir ver. Biraderim Harun'u. Onunla arkamı kuvvellendir. Onu
içimde ortak kıl. Ta ki seni çok çok tesbih edelim ve seni çok çok zikredelim.
Şüphesiz sen bizi hakkıyla görensin"[860] dedi.
Cenâb-ı
Allah, Musa'nın bu duasını kabul etti.
قَالَ
قَدْ اُوتيتَ
سُؤْلَكَ يَا
مُوسى
"Ey
Musa! İstediğin sana verildi"[861] buyuruldu.
Böylece
Harun'a da peygamberlik verildi.
فَاْتِيَا
فِرْعَوْنَ
فَقُولَا
اِنَّا رَسُولُ
رَبِّ
الْعَالَمينَ
(*) اَنْ
اَرْسِلْ
مَعَنَا بَنى
اِسْرَائلَ
"Firavun'a
gidin, biz âlemlerin Rabbinin Peygamberleriyiz, bizimle beraber
İsrailoğullarını gönder" deyin"[862] buyuruldu.
Hz. Mûsa ve
Hârun (a.s.) "Ey Rabbim! Doğrusu biz Firavun'un, bize karşı aşırı
gitmesinden, yahud taşkınlığını artırmasından endişe ediyoruz" diye Allahu
Teâla'ya dua ettiler. Yüce Allah: "Korkmayınız! Çünkü ben sizinle
beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm! Hemen gidiniz ve ona şöyle
deyiniz:
قَالَا
رَبَّنَا
اِنَّنَا
نَخَافُ اَنْ
يَفْرُطَ
عَلَيْنَا
اَوْ اَنْ
يَطْغى (*)
قَالَ لَا تَخَافَا
اِنَّنى
مَعَكُمَا
اَسْمَعُ
وَاَرى (*)
فَاْتِيَاهُ
فَقُولَا
اِنَّا
رَسُولَا رَبِّكَ
فَاَرْسِلْ
مَعَنَا بَنى
اِسْرَائلَ
وَلَا
تُعَذِّبْهُمْ
قَدْ
جِئْنَاكَ
بِايَةٍ مِنْ
رَبِّكَ
وَالسَّلَامُ
عَلى مَنِ اتَّبَعَ
الْهُدى (*)
اِنَّا قَدْ
اُوحِىَ
اِلَيْنَا اَنَّ
الْعَذَابَ
عَلى مَنْ
كَذَّبَ
وَتَوَلّى
"Biz
Rabbinin iki elçisiyiz, artık İsrailoğullarını bizimle gönder. Onlara işkence
etme! Biz sana Rabbinden, hakiki bir âyet getirdik selam (ve selamet) doğruya
tâbi olanlaradır. Bize, şu hakikat vahy olundu ki: hiç şüphesiz azab
yalanlayanların ve yüz çevirenlerin üzerinedir"[863] buyurdu.
Bunun
üzerine, Hz. Musa ve Hârun geceleyin Firavun'un yanına gittiler. Kapıyı
çaldılar. Firavun kapının açılmasından dehşete düştü. Hz. Musa ve Hârun,
Firavun'a kendilerinin Rabbûlâlemin olan Allah'ın elçileri olduklarını,
kendisini dine davet etmek için geldiklerini söylediler. Firavun:
فَقَالَ
اَنَا
رَبُّكُمُ
الْاَعْلى
"Ben
sizin en yüce Rabbinizim"[864] diyerek onları reddetti.
Hz. Musa'ya
vahyedildi:
وَلَقَدْ
اَوْحَيْنَا
اِلى مُوسى
اَنْ اَسْرِ
بِعِبَادى
فَاضْرِبْ
لَهُمْ
طَريقًا فِى
الْبَحْرِ
يَبَسًا لَاتَخَافُ
دَرَكًا
وَلَا تَخْشى
"Kullarımla
geceleyin yola çık. Onlara denizde kuru bir yol aç. Size yetişmelerinden
korkma"[865] buyuruldu.
Bu iki
peygamber İsrailoğullarını geceleyin yola çıkardılar. Bu durumdan haberdar olan
Firavun ve askerleri onları izledi. Hz. Musa, Hârun ve İsrailoğulları, denizi
geçerek kurtuldular. Firavun ve askerleri de denizde boğuldular.
İsrailoğulları
Tih sahrasına geldiler. Rızık olarak kendilerine kudret helvası, bıldırcın kuşu
verildi[866] onlar itirazlarını
sürdürdüler.
وَاِذْ
قُلْتُمْ
يَامُوسى
لَنْ
نَصْبِرَ عَلى
طَعَامٍ
وَاحِدٍ
فَادْعُ
لَنَارَبَّكَ
يُخْرِجْ
لَنَامِمَّا
تُنْبِتُ
الْاَرْضُ
مِنْ
بَقْلِهَا
وَقِثَّائِهَا
وَفُومِهَا
وَعَدَسِهَا
وَبَصَلِهَا
"Biz
bir çeşit yemeğe dayanamayız. Bizim için Rabbına dua et de bize toprağın
bitirdiği sebzeden, acurdan, sarımsaktan, mercimekten ve soğandan
çıkarsın"[867] dediler.
Musa
peygamber, onlara öğütler de bulundu. Tûr dağına çağırıldığında ağabeyi Harun'u
kendi yerine vekil bıraktı.
İsrailoğulları
Mısır'dan çıkarken altınlarını, gümüşlerini de yanlarına almışlardı. Hz. Musa
(a.s)'ın Tur'a gitmesiyle İsrailoğullarının münafıklarından Sâmiri bu altınları
topladı ve bir kapta eriterek bir buzağı yaptı. Gönüllerinde yatan putçuluğu
bir türlü tepeleyemeyen bu kavim buzağıya tapmaya başladı.
Hz. Hârun,
onlara öğütlerde bulundu:
وَلَقَدْ
قَالَ لَهُمْ
هرُونُ مِنْ
قَبْلُ يَا
قَوْمِ
اِنَّمَا
فُتِنْتُمْ
بِه وَاِنَّ
رَبَّكُمُ
الرَّحْمنُ
فَاتَّبِعُونى
وَاَطيعُوا
اَمْرى
"Ey
kavmim! Bununla imtihan edildiniz. Sizin gerçek Rabbiniz Rahman olan Allah'tır.
Gelin bana uyun ve emrime itaat edin"[868] buyurdu.
İsrailoğulları,
Hz. Hârun'u dinlemediler.
قَالُوا
لَنْ
نَبْرَحَ
عَلَيْهِ
عَاكِفينَ
حَتّى
يَرْجِعَ
اِلَيْنَا
مُوسى
"Musa,
bize dönüp gelinceye kadar, biz o buzağıya tapmaya devam edeceğiz"[869] dediler.
Hz. Musa
(a.s), Tûr Dağı'ndan döndüğünde kavminin buzağıya tapmakta olduğunu gördü. Buna
çok üzüldü. Ağabeyine kızdı:
قَالَ
يَا هرُونُ
مَا مَنَعَكَ
اِذْ رَاَيْتَهُمْ
ضَلُّوا (*)
اَلَّا
تَتَّبِعَنِ
اَفَعَصَيْتَ
اَمْرى
"Ey
Hârun! Onların saptıklarını gördüğün zaman hana uymaktan seni alıkoyan nedir?
Emrime isyan mı ettin?"[870] dedi. Hârun Peygamberin
yakasına yapıştı.
Hârun
Peygamber; Hz. Musa'ya İsrailoğullarının kendisini dinlemediğini anlattı. Musa
peygamber öfkelendi ve Samiri'yi kovdu.
Allahu Teâla,
Musa (a.s)'ya Hârun (a.s)'u vefat ettireceğini, onu dağa getirmesini bildirdi.
Musa (a.s),
Hârun (a.s)'un elinden tutarak dağa çıktılar. Hârun (a.s)'un Şibr ve Şibbîr
adındaki oğulları da yanlarındaydılar. Dağın üzerinde görülmemi:ş güzellikte
bir ağaç, yapılmış bir ev, evin içinde bir sedir, ve sedirin üstündeki yataktan
misk gibi bir koku geliyordu. Hz. Musa ile birlikte Hârun yatağın üstüne
yattılar. Allahu Teâla Hârun (a.s)'un ruhunu bu halde iken aldı, sonra ağaç
kayboldu, ev ve sedir semâya yükseldi. Hz. Musa, Hârun (a.s)'un cenaze namazını
orada kılarak onu dağa defnetti. Yahudiler bu dağa Tûr-u Hârun adını
vermişlerdir.[871]
Hârun
(a.s)'un Tih çölündeki bu dağda vefat ettiğinde yüz on yedi, yüz yirmi veya
yediyüzyirmiüç yaşında olduğu söylenir.[872]
Hârun
Peygamber uzun müddet yaşadı. Musa Peygamberle birlikte kavmine öğütlerde
bulundu, kavminin nankörlüklerine göğüs gerdi.
Zaman geldi;
Rabbine kavuştu, o da ölümü tattı.
M. Ö. İkinci bin yılın başlarında
Yahudilik Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan sonra Yakub
(a.s) yerine geçti.[873] Yakub'un diğer adı "İsrail"
idi. Dolayısıyla Yakub'un oğullarının adıyla anılan on iki kabile de İsrail
oğullarını oluşturdu. Bundan sonra Yusuf (a.s)'ın daveti1 üzerine Yakub ve oğulları Mısır'a göç
ettiler.[874]
Yahudilik, sözün tam manasıyla İsrail
oğullarının Babil'de geçirdikleri sürgünden sonra inkişaf etmiştir. Oradan
Filistin'e döndükten sonra (M.d. 538) İlahi şeriatı bildiren Tevrat, daha fazla
bütün hayatın merkezi sanılmıştır. Yahudilere mahsus hükümleri havi Tevrat'a
göre, Yahudiler yabancılarla evlenemezler. Bu durumda kendilerini ileride üstün
ırk saymalarına kadar vahim sonuçlara ulaşmıştır.[875]
M. Ö. İki binlere değin İsrail oğulları
Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi gördüler, orada tutsak kaldılar. Ta ki
kavmin içinden (İsrailoğullarından) Musa'nın, onları Firavun'un zulmüne karşı
Hak'la gelip kurtulmalarına kadar. İsrailoğulları Ken'an iline ulaşarak
kurtuldular. Musa, Şeriatıyla İsrailoğullarına iki özellik kazandırdı. Biri,
Allah'ın kanunlarına itaat etmek, diğeri ise isyana, başkaldırmaya yönelten bir
tabiat hali.
Ken'an ülkesinde başta Filistinliler olmak
üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler, İ.Ö 990 dolayında
Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet (krallık) şeklinde
örgütlenerek Kudüs'ü ele geçirdiler.
Hz. Davut'a (a.s) gönderilen Zebur adlı
semavi kitap, Tevrat'ın hükümlerini tasdikleyici olarak geldi. Bu yüzden
Yahudilik İsa'ya kadar sürecektir.
İ. Ö. Dokuzuncu yüzyıldan beşinci yüzyıla
kadar Aramiler, Asurlular ve Babillilerle çeşitli savaşlar sürmüştür. Babilin
Yahuda Krallığını ele geçirmesi ile İsrail oğulları yeni bir sürgün dönemine
giriyordu.
Yahudilik kendi tarihinde Büyük
İskender'in İ.Ö. 322'de Filistin'i ele geçirmesi ile İ.Ö. 4-2 y.y'lar
Helenistik bir dönemin başlangıcı olmuştur. Helenistik dönemde Suriye, Anadolu,
Babil ve İskenderiye'de Yahudilik önemli merkezler elde etmişti. Bu dönemde
Yahudiliğin kutsal metinleri Yunanca'ya tercüme edildi. Mısır'da zengin tarih,
şiir, felsefe birikimi Yunan bilgisiyle oluştu.
Bu dönem için biraz farklı bilgi şöyledir:
Aşağı yukarı M.Ö. Üç yüz senesinden M.Ö. yüz beş senesine kadar Yâhudi dini
büyük bir devir yaşamıştı. Selevkyalı hükümdarların, Yahudileri Helenistik
fikir ve siyaset sistemlerine mecbur bırakmalarına karşı 175-143 seneleri
arasında Makkabe'lerin isyanları sayesinde Yahudiler evvela dinî, sonra da
siyasî hürriyet elde etmişlerdir. Selevkyalıların devrini müteakip Romalı
hakimiyet devrinde tekrar Filistinli vatanperestlerin birçok isyan hareketleri
meydana gelmiştir.
O zaman da, Eski Ahid çeşitli kaynaklardan
gelen, çeşitli yazar tertip edicilerin izlerini gösteren rivâyet, hikayet,
tarihi ve şairane kısımlarının bir kül haline getirilmesinden sonra şimdiki
şeklini almağa başlamıştır.[876]
"Yahudiliğin Helenistik dönem"i
İ.Ö. 63-İ.S.135 arasında süren Roma egemenliğine kadar devam etti.
Roma egemenliği sırasında bağımsız devlet
fikri yoğunlaştı. Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte o yıllar Yahudilik
en önemli mezhep çatışmaları yaşadı.
Birbirini takip eden başarısız
ayaklanmalar Yahudilikte büyük yıkıma yol açtı. Bunun ardından (doğal olarak)
Yahudilik kendi içine dönmeye başladı. Bu dönem, "Talmud'un
geliştirilmesi" adıyla II. yüzyıldan XVIII. yüzyıla değin sürdü. Filistin
ve Babil'deki amoralar Filistin ve Babil talmudlarını vücuda getirdiler.
Bunlardan Babil Talmudu Yahudi yaşamının o zamanlardaki temelini oluşturdu.
Akdenizdeki Yahudi topluluğu V. yüzyılda parçalandıysa da Yahudi takviminin
korunması ve hahamların çabalarıyla Avrupa'da Yahudi topluluğu tutunabildi.
Diğer yandan Filistin'den Babil'e geçen hahamlık kurumu Yahudiliğin Şeriat
sistemini bu yeni ülkenin şartlarına başarıyla uyguladı. VII. ve VIII. yüzyılda
İslâm'ın genişlemesiyle birlikte "goon" adıyla anılan Babilli Yahudi
önderler kendi geleneklerini bütün yahudi toplumlarına ulaştırdılar.
Ortaçağda Yahudilik, kültürel köklerini
Babil'e dayandıran Sefardi Yahudileri (ki bunlar Endülüs-İspanya'da idiler.
Bunlar Müslüman-Arap kültüründen etkilenmişlerdir) ve Aşkenazi yahudileri (ki
bunlar da Avrupa'nın latin-hristiyan kültüründen etkilenmiş Fransız-Alman
Yahudileridir) türünde biçimlenmişlerdir. Yine XII. yüzyılda Alman Aşkenazileri
arasında Hasidilik, XIII. yüzyılda Provence ve Kuzey İspanya'daki Talmud
akademilerinde ortaya tefekküre dayalı olarak çıkan bir Kabala türü de Yahudi
mistisizminin en tipik örneklerini oluştururlar. Bütün bu sayılan kültürlerin
arasında çeşitli çatışmalar ortaya çıktı. Gerek bu çatışmalar, gerek hristiyan
yöneticilerin baskıları ve gerekse 1306 yılında Fransa'dan Yahudilerin
sürülmesi Yahudi kültürünü çözümsüz ve bağlılarının açıktan dinî bağlılığı
söyleyememesi dolayısıyla dinin bağlılar açısından kendi içinde kalmasına sebep
olmuş, bu durum XVIII. yüzyıla kadar sürmüştür.
XVIII. yüzyıldan sonraki en önemli hareket
Haskala adıyla bilinen Yahudi aydınlanması olarak gerçekleşti. Bu dönemde
Haskala özellikle Rusya'da ruhbanlık karşıtı bir harekete dönüştü, toplumsal ve
ekonomik reform talepleriyle birlikte gelişerek yayılma ortamı buldu. Batı
Avrupa'da 1800-1815'te Napolyon döneminde başlayan "Yahudi Reformu
Hareketi" de Haskala'ın ürünü sayılır. Reformcu yahudilik Almanya'da
1840'larda kurumlaşırken Avrupa'nın büyük bölümünde başarısız kaldı. Ancak
ABD'de yaygınlaştı.
Yine bu yıllarda "fanatik
yahudilik" (1845) Almanya'sında görüldü. Fanatik Yahudilikte de günümüze
değin sürecek gelenekçilik hakimdi.
XIX.y.y'larda dindışı özellikleriyle
"siyonizm hareketi" reform hareketlerinin sonuçlarından birisi olması
açısından önemlidir. Siyonist hareket ulusal canlanma ve ana yurda dönme
yönünde geliştirdiği plan ve programla 1948'de İsrail Devleti'nin kurulmasını
sağlayacak kadar Yahudilik açısından başanlıydı.
II. Dünya savaşı sıralarında Nazi
Almanya'sının giriştiği Yahudi soykırımından bu yana Yahudilerin yerleşim
açısından temel olarak Avrupa'nın dışında İsrail, SSCB ve ABD'de toplandıkları
dikkat çeker.
Günümüzdeki Yahudi İsrail Devleti resmen
"gelenekçi yahudiliği" benimsemiştir.
Bu genel bilgiden sonra, bu kavmin dünya
literatüründe "Yahûdî, İbrânî, İsrail oğulları" gibi terimlerle
adlandırılmasının kısaca açıklanması yapılacaktır. Çünkü konunun iyi
anlaşılabilmesi bu terimlerin bilinmesine bağlıdır:
Yahudî: Hz. İshâk'ın oğlu Hz. Yâkûb'un on
iki oğlu vardı; dördüncü oğlunun adı "Yuda" veya "Yahuda"
idi. Bu nedenle onun adına dayanarak İsrailoğullarına, "Yahudî"
denmiştir. Filistin'in göneyinde kurulan Yuda veya Yahuda Krallığı da, ayrıca
bu adın kaynağı olarak ileri sürülmektedir. Çünkü (Ürdün'ün batısı, Samiriye'nin
güneyindeki bölge, yuda veya Yahuda adına nisbet ediliyordu. Esaretten sonra
genel olarak halk "İsrailliler" diye adlandırılırken, şahıslar
birbirine "Yahudi" diyorlardı.
Böylece onların torunları da günümüze
kadar bu adla anıldılar.
İbrânî: Bu kelime, "İbrî" veya
"Hibrî" kelimelerinden gelmektedir. Bu kelimeler, M.Ö. XV-XIV.
yüzyıllarda Filistin'de görülen göçebe bir kabîlenin adıdır; "öte tarafın
insanları" anlamında, Fırat ve Ürdün nehirlerinin öbür kıyısından gelmiş
olan göçmenleri ifade eder. Yahûdîlere bu ad, Ken'an ülkesinin yerlileri
tarafından verilmiştir. Bu konuda Yahûdî mukaddes kitabında bilgi
verilmektedir.[877]
İsrâil: Bu kelime, Tanrı ve insanlarla
güreşip yenen anlamında Hz. Yâkûb'a, Tanrı tarafından verilmiş bir lâkabdır. Bu
husus, Tevrât'ta yer almaktadır.[878]
Yahûdi Ansiklopedisinde kelimenin asıl anlamının belirsiz olduğu, Tevrat'ta
"Tanrı ile güreşen" şeklinde yer almasına rağmen, "Tanrı ile
mücâdele eden" anlamına gelebileceği belirtilmektedir.[879]
Taberî ise, Hz. Yâkub'a gece içinde Allah'a giden anlamında "İsrâil"
dendiğini yazmaktadır. Ayrıca on iki Yahudî kabîlesi de "İsrail” adıyla
anılmaktadır.[880]
Ancak, bu adın, Hz. Süleymân'dan sonra ikiye ayrılan ülkenin kuzeyinde kalan
bölümünü teşkil eden kabîlelerin krallığını nitelendirmek üzere kullanıldığını
belirtmek gerekir. Bununla birlikte Bâbil Sürgününden sonra Yahûda (Yuda)'ya
geri dönen İbrânîler, Yahûda kabilesine mensup olmalarına rağmen, genel olarak
"İsrailliler" adını aldılar.
Yahûdî inancına göre bu ad Yâkûb'a, Tanrı
tarafından verilmiştir. Bu nedenle Yahûdîlik milli bir din, Yahova da millî bir
tanrı olarak kabul edilmiştir. Onlara göre İsrail oğulları seçkin bir kavimdir.
Sonraları bu ad genelde, bütün Yahudileri kapsayacak bir biçimde
kullanılmıştır. Bugünkü Yahudi Cumhuriyeti de bu adı kullanmaktadır.
Bu kavim, Ken'an diyarına (Filistin)
yerleşmeden önce "İbrânî", orada "İsrailliler", Sürgün'den
sonra da genelde "İsrailoğulları", ferden "Yahudi" şeklinde
adlandırmıştır. Ancak bu üç terim, birbirinin yerine kullanılmış ve halen
kullanılmaktadır; yani, üçüyle de aynı din mensuptan ve aynı topluluk ifade
edilmektedir.[881]
16-Hz.
DAVUD (a.s.) ve Mucizeleri
Kur'ân-ı
Kerim'de adı geçen İsrailoğulları peygamberlerinden biri.
Yahuda
kabilesinden İsa (Yasa)'nın sekizinci oğludur.
İnsanoğlu
yoldan çıkıp da bataklığa düştükçe, yüce Allah, onlara peygamberler
göndermiştir. Onlar bu peygamberler vasıtasıyla uyarılmıştır. İsrailoğullarına
da peygamberler gönderilmiştir. Onlar, umumiyetle bu peygamberlere isyan hatta
ihanet etmişlerdir.
Hz. Musa'nın
vefatından sonra, yine İsrailoğulları isyanın karanlığına daldılar. Azgınlık
yaparak Hz. Musa'nın Allah'tan getirdiği akîdeyi terk etmeye başladılar.
Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti.
Hz. Musa'nın
vefatından sonra İsrailoğullarının idaresi Yuşa'ya kaldı. İsrailoğullarını
çölden çıkararak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz. Yakub'un
yaşadığı Ken'an bölgesi olup, İsrailoğulları için mukaddes ülke sayılır.
İsrailoğulları
Hz. Musa'nın vefatından sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika
Kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrailoğulları Amâlika ile yaptıkları bir
savaştan mağlup çıktılar. Kendilerini toparlayarak yeniden bu düşman ile
çarpışmak istediler. Yüce Rabbimiz onların bu durumunu şöylece anlatmaktadır:
اَلَمْ
تَرَ اِلَى
الْمَلَاِ
مِنْ بَنى اِسْرَائلَ
مِنْ بَعْدِ
مُوسى اِذْ
قَالُوا لِنَبِىٍّ
لَهُمُ
ابْعَثْ
لَنَا
مَلِكًا نُقَاتِلْ
فى سَبيلِ
اللّهِ قَالَ
هَلْ عَسَيْتُمْ
اِنْ كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الْقِتَالُ اَلَّاتُقَاتِلُوا
قَالُوا
وَمَالَنَا
اَلَّا
نُقَاتِلَ فى
سَبيلِ
اللّهِ
وَقَدْ
اُخْرِجْنَا
مِنْ دِيَارِنَا
وَاَبْنَائِنَا
فَلَمَّا
كُتِبَ عَلَيْهِمُ
الْقِتَالُ
تَوَلَّوْا
اِلَّا
قَليلًا
مِنْهُمْ
وَاللّهُ
عَليمٌ بِالظَّالِمينَ
"İsrailoğullarından
bir cemaat Musa'dan sonra peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder ki,
Allah yolunda savaşalım" dediler. Peygamber. "Size muharebe farz
olunursa korkarım ki, savaşmazsınız" dedi. Onlar: "-Niçin Allah
yolunda savaşmayalım? Yurdumuzdan ve evlatlarımızın yanından çıkarıldık"
dediler. Onlara farz kılındığında, birazı müstesna olmak üzere, savaştan yüz
çevirdiler.”[882]
وَقَالَ
لَهُمْ
نَبِيُّهُمْ
اِنَّ اللّهَ قَدْ
بَعَثَ
لَكُمْ
طَالُوتَ
مَلِكًا قَالُوا
اَنّى
يَكُونُ لَهُ
الْمُلْكُ
عَلَيْنَا
وَنَحْنُ
اَحَقُّ
بِالْمُلْكِ
مِنْهُ وَلَمْ
يُؤْتَ
سَعَةً مِنَ
الْمَالِ
قَالَ اِنَّ
اللّهَ اصْطَفيهُ
عَلَيْكُمْ
وَزَادَهُ
بَسْطَةً فِى
الْعِلْمِ
وَالْجِسْمِ
وَاللّهُ يُؤْتى
مُلْكَهُ
مَنْ يَشَاءُ
وَاللّهُ
وَاسِعٌ
عَليمٌ
"Peygamberleri
onlara: Allah, Teâlâ size hükümdar olarak gönderdi dediğinde, onlar: O, bize
nasıl hükümdar olur? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız. Onun malı da çok
değildir. dediler. Peygamber. "Allah onu, sizin üzerinize namaz kıldı. Ona
ilimde ve cisimde fazlalık (üstünlük) verdi. Allah, mülkü dilediğine verir.”[883]
İsrailoğulları
tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur'ân-ı Kerim'de bu sandığa "Tâbût"
adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık Câlût
(Golyat)'ın eline geçmişti. İsrailoğulları bunun acısını duyuyorlar, fakat
Tâlût'un da hükümdarlığına itiraz etmekten geri kalmıyorlardı.
وَقَالَ
لَهُمْ
نَبِيُّهُمْ
اِنَّ ايَةَ مُلْكِه
اَنْ
يَاْتِيَكُمُ
التَّابُوتُ
فيهِ
سَكينَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَبَقِيَّةٌ
مِمَّا
تَرَكَ الُ
مُوسى وَ الُ
هرُونَ تَحْمِلُهُ
الْمَلئِكَةُ
اِنَّ فى
ذلِكَ لَايَةً
لَكُمْ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ
"Peygamberleri
onlara şöyle dedi: Onun hükümdarlığına alamet; size, içinde Rabbiniz tarafından
sekînet ve Musa ailesi ile Harun ailesinin mirası bulunan Tâbût'u meleklerin
yüklenip getirmesidir. Eğer siz iman edenlerdenseniz, bunda sizin için ibret ve
mûcize vardır.”[884]
Tâbût'un
İsrailoğullarının eline geçmesi onları yüreklendirdi. Yeniden toparlanarak
Amâlika kabilesi üzerine yürüdüler. Tâlût, İsrailoğullarına öğütte bulundu.
Onlara şöylece seslendi:
فَلَمَّا
فَصَلَ
طَالُوتُ
بِالْجُنُودِ
قَالَ اِنَّ
اللّهَ
مُبْتَليكُمْ
بِنَهَرٍ
فَمَنْ
شَرِبَ
مِنْهُ
فَلَيْسَ
مِنّى وَمَنْ
لَمْ
يَطْعَمْهُ
فَاِنَّهُ
مِنّى اِلَّا
مَنِ
اغْتَرَفَ
غُرْفَةً
بِيَدِه فَشَرِبُوا
مِنْهُ
اِلَّا
قَليلًا
مِنْهُمْ فَلَمَّا
جَاوَزَهُ
هُوَ
وَالَّذينَ
امَنُوا
مَعَهُ قَالُوا
لَا طَاقَةَ
لَنَا
الْيَوْمَ
بِجَالُوتَ
وَجُنُودِه
قَالَ
الَّذينَ
يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ
مُلَاقُوا
اللّهِ كَمْ
مِنْ فِئَةٍ
قَليلَةٍ
غَلَبَتْ
فِئَةً
كَثيرَةً بِاِذْنِ
اللّهِ
وَاللّهُ
مَعَ
الصَّابِرينَ
"Allahu
Teâlâ sizi bir nehir ile imtihan ediyor. O nehirden içen benden değildir. Ondan
eli ile ancak bir avuç içen bendendir" dedi. Onların pek azı müstesna,
diğerleri içti. Tâlût ile iman edenler nehri geçtiklerinde: Bugün Câlût ve
askerlerine karşı duracak takat bizde yoktur dediler. Allah'a kavuşacaklarını
bilenler. Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izni ile daha çok olana
galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir. ' dediler.”[885]
Amâlika
ordularının başında Câlût (Golyat) bulunuyordu. Câlüt'un ordusuyla karşı
karşıya gelen mümin kitle şöyle dua etti:
وَلَمَّا
بَرَزُوا
لِجَالُوتَ
وَجُنُودِه
قَالُوا
رَبَّنَا
اَفْرِغْ
عَلَيْنَا صَبْرًا
وَثَبِّتْ
اَقْدَامَنَا
وَانْصُرْنَا
عَلَى
الْقَوْمِ
الْكَافِرينَ
"Ya
Râb, üzerinize sabır ve sebat ihsan eyle, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir kavme
karşı bize yardım et.”[886]
Tâlût'un
ordusunda Dâvûd (a.s.) bulunuyordu. Dâvûd (a.s.), Hz. Yakub'un neslinden idi.
İsrailoğullarından olan Dâvûd, daha küçük yaşta bir delikanlı iken, hak davanın
amansız düşmanı, zorba ve güçlü ordulara sahip olan Câlût ile yaptığı mücadeleyi
kazanmış ve bu savaşta Câlût'u sapan taşıyla öldürmüştü. Bu olayda Allah'a
tevekkül eden müminlerin zalimleri nasıl yendiği gösterilmektedir.
Câlût, zalim
zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan büyük üstünlüğü vardı.
Fakat Allahu Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zahiriyle meydana gelmeyip, gerçek
anlamıyla vukû bulduğunu göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir.
Her şeyin ölçüsü yalnız O'nun elindedir. Aslında insanlara güçlü görünenin
zayıf, zayıf görünenin de Allah'ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü Allahu
Teâlâ'ya aittir. İnsanlar ise vazifelerini yerine getirmek, Allah'u Teâlâ' ya
verdikleri ahitlerini ifa etmekle yükümlüdürler.
Bundan sonra
Allah'ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini korkutan
zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların ölmesini istediği zaman
küçücük delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zalim
diktatörün ölümünü, daha genç bir bir delikanlı iken Hz. Dâvûd'un eline verdi.
Burada Allah'u Teâlâ'nın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler de vardı.
Allah, Tâlût'dan sonra mülkü Hz. Dâvûd'un almasını ve onun yerine oğlu Süleyman
(a.s.)'ı varis kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd (a.s.)'ın gücü, Câlût'u
öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu.
فَهَزَمُوهُمْ
بِاِذْنِ
اللّهِ
وَقَتَلَ
دَاوُدُ جَالُوتَ
وَاتيهُ
اللّهُ
الْمُلْكَ
وَالْحِكْمَةَ
وَعَلَّمَهُ
مِمَّا
يَشَاءُ
وَلَوْلَا
دَفْعُ
اللّهِ
النَّاسَ
بَعْضَهُمْ
بِبَعْضٍ
لَفَسَدَتِ
الْاَرْضُ
وَلكِنَّ اللّهَ
ذُو فَضْلٍ
عَلَى
الْعَالَمينَ
"Allah'ın
izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah ona
mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti."[887]
Câlût'un
öldürülmesiyle Amâlikalılar bozguna uğradılar, darmadağın oldular. Bu olaydan
sonra halk, Hz. Dâvûd (a.s.)'a daha çok sevgi ve saygı göstermeye başladı.
Tâlût'un
ölümünden sonra yerine Dâvûd (a.s.) geçti. Ona hem yönetim, hem peygamberlik
verildi;
فَفَهَّمْنَاهَا
سُلَيْمنَ
وَكُلًّا اتَيْنَا
حُكْمًا
وَعِلْمًا
وَسَخَّرْنَا
مَعَ دَاوُدَ
الْجِبَالَ
يُسَبِّحْنَ
وَالطَّيْرَ
وَكُنَّا
فَاعِلينَ (*)
وَعَلَّمْنَاهُ
صَنْعَةَ
لَبُوسٍ
لَكُمْ لِتُحْصِنَكُمْ
مِنْ
بَاْسِكُمْ
فَهَلْ اَنْتُمْ
شَاكِرُونَ
"...Dâvûd'a
dağları ve kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber tesbih ediyorlardı. Biz
(bunları) yaparız." "Ona, sizi savaşın Şiddetinden korumak için zırh
yapmayı öğretmiştik. Ama siz, şükrediyor musunuz ki?"[888]
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
دَاوُدَ
مِنَّا
فَضْلًا يَا
جِبَالُ
اَوِّبى
مَعَهُ
وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا
لَهُ
الْحَديدَ (*)
اَنِ اعْمَلْ
سَابِغَاتٍ
وَقَدِّرْ
فِى السَّرْدِ
وَاعْمَلُوا
صَالِحًا
اِنّى بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَصيرٌ
"Andolsun
Dâvûd'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar, onunla beraber tesbih edin
ve ey kuşlar (siz de). Ve ona demiri yumuşattık.", "Geniş zırhlar
yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben,
yaptıklarınızı görmekteyim. diye vahyettik."[889]
Hz. Dâvûd
(a.s.) hakkında Kur'ân-ı Kerim'den gelen rivâyetler; Dâvûd'un çok güzel bir
sesi olduğunu, kendisine verilen Zebur'u okumaya başlayınca, dağların ve
kuşların onu dinlemek üzere etrafında toplandıklarını bildirmektedir. Zebur
dört büyük semâvî kitaptan birisi olup, yüzelli sûreden ibarettir. Bu kitap,
şer'î hükümleri taşımadığı için Hz. Dâvûd, Hz. Musa'nın şerîatı ile
hükmetmiştir.
Yahudi
kaynaklarında Hz. Dâvûd'un, Mizmar denen bir musiki âleti çaldığı kayıtlıdır.
Kur'ân'da da:
وَالطَّيْرَ
مَحْشُورَةً
كُلٌّ لَهُ
اَوَّابٌ (*)
وَشَدَدْنَا
مُلْكَهُ
وَاتَيْنَاهُ
الْحِكْمَةَ
وَفَصْلَ
الْخِطَابِ
"(Her
taraftan) gelen kuşlar da ona icabet ederler, hepsi onun nağmesine katılırlardı
", "Onun mülkünü kuvvetlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık
konuşma, güzel konuşma vermiştik.”[890] buyuran Allah, aynı sûrenin
21. âyetinde:
Hz. Dâvûd
(a.s.) zamanında olan bir hâdiseyi de, Hz. Peygamber (a.s.)'e şöyle haber
vermiştir:
اِذْ
دَخَلُوا
عَلى دَاوُدَ
فَفَزِعَ
مِنْهُمْ
قَالُوا
لَاتَخَفْ
خَصْمَانِ بَغى
بَعْضُنَا
عَلى بَعْضٍ
فَاحْكُمْ
بَيْنَنَا
بِالْحَقِّ
وَلَا
تُشْطِطْ
وَاهْدِنَا
اِلى سَوَاءِ
الصِّرَاطِ
"Dâvûd'un
yanına gelmişlerdi de, onlardan korkmuştu. Korkma dediler, Biz, iki davacıyız.
Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet. Zulmetme.
Bizi yolun ortasına (adalete) götür.”[891]
Kur'ân'da
anlatıldığına göre bunlar iki kardeştiler. Birisinin doksandokuz koyunu,
ötekinin bir tek koyunu vardı. Böyle iken doksandokuz koyunu olan öteki
kardeşinin tek koyununu ister, aralarında tartışma çıkar. Tek koyunu olanı bu
tartışmayı kaybeder. Hz. Dâvûd (a.s.)'a müracaat ederler. O, davacı olanlardan
birini dinler, ötekini dinlemeden hükmünü verir. Bunu da Allah'u Teâlâ'nın
kendisini imtihanı sanır. Ancak bu yaptığı hareket sebebiyle Allah'tan mağfiret
dileyip secdeye kapanır, tövbe eder. Allah, onu affettiğini bildirir ve ona şu
vahyi indirir:
يَا
دَاوُدُ
اِنَّا
جَعَلْنَاكَ
خَليفَةً فِى
الْاَرْضِ
فَاحْكُمْ
بَيْنَ
النَّاسِ بِالْحَقِّ
وَلَا تَتَّبِعِ
الْهَوى
فَيُضِلَّكَ
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ اِنَّ
الَّذينَ
يَضِلُّونَ
عَنْ سَبيلِ
اللّهِ
لَهُمْ
عَذَابٌ
شَديدٌ بِمَا
نَسُوا
يَوْمَ
الْحِسَابِ
"Ey
Dâvud, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık.
İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma. Sonra seni Allah yolundan
saptırır. Allah'ın yolundan sapanlara, Allah'ın hesap gününü unuttuklarından
dolayı, çetin bir azap vardır.”[892]
İsrailoğulları,
Hz. Dâvûd zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Dâvûd (a.s.) Kudüs'ü
fethetmiş, kendisine başkent yapmıştı.
Hz. Dâvûd,
hem hükümdar, hem peygamberdi. Bir nimet olarak bu iki özellik ona verilmişti.
O, İsrailoğullarını kırk yıl yönetti ve Rabbine kavuştu. Hz. Dâvud (a.s.)'ın
yerine oğlu Hz. Süleyman (a.s.) geçti ve ona da peygamberlik geldi. Hz. Dâvûd,
bir gün oruç tutar, bir gün yerdi.
Abdullah b.
Amr'dan rivâyetle, Abdullah, her gün gündüzleri oruç tutar, geceleri de
(nâfile) namaz kılardı. Onun bu durumu Rasûlullah'a bildirildiğinde Hz.
Peygamber onu çağırdı ve şöyle buyurdu: "Bir gün oruç tut, bir gün iftar
et. İşte bu Dâvûd (a.s.)'ın orucudur."
Bir başka
rivayette ise, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'u
Teâlâ ya en sevimli oruç, Dâvûd (a.s.)'ın orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir
gün iftar ederdi. Allah'a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin
yarısında uyur. Üçte birinde (nafile) namaz kılardı. Altıda birinde de yine
uyurdu."[893]
Hz. Davud (a.s),
Yakup (a.s) oğlu Yahuda'nın neslinden gelmektedir. Babasının adı İsa’dır.
Kendisi cesur, mert ve kahraman bir gençti. Davud (a.s) koyun güttüğü
zamanlarda çok iyi sapanla taş atmasını öğrenmişti.
Hz.Davud (a.s),
İsrail oğullarının Amalika kavmiyle olan mücadelesinde Talut'un ordusun da yer aldı. İki ordu karşı karşıya geldiği
vakit, Calut meydana çıkıp er diledi. Calut cüsseli, iri-yarı, cesur ve Cebbar
bir kumandandı. Buna karşı Hz.Davud (a.s) kısa boylu, hastalıklı ve ince
bacaklı olduğu halde Calut'un karşısına çıktı. Maharetli bir sapan taşı
atışıyla o koskoca, iri-yarı Calut'u öldürdü. Bundan sonra İsrail oğulları
arasında Hz. Davud'un kadir ve kıymeti arttı. Talut mükafat olarak kızını Hz.Davud
(a.s)'a nikahladı. Vefatını müteakip de devletin başına geçmesini vasiyet etti.
Talut'un
vefat etmesi üzerine, vasiyete istinaden Hz.Davud (a.s) İsrail oğullarına
hükümdar oldu. İsrail oğullarının on iki soyunun tamamı Hz.Davud (a.s)'ın
hükümdarlığını kabul ettiler.
Bir müddet
sonra Cenab-ı hak kendisine Peygamberlik vazifesini verdi. Böylece saltanat ve nübüvveti şahsında
birleştiren ilk Peygamber oldu.
Bundan sonra
Hz.Davud (a.s) bir ordu teşkil etti. Ve bu orduyla Ken'an beldelerine dahil
olan yerlerin tamamını zaptetti. Kudüs'ü şerifi kendisine başkent yaptı.
Hz. Davud'a
ayrıca kavmini doğru yola iletmek üzere Zebur adlı mukaddes bir kitap verildi. Hz.Davud
(a.s)'da sair İsrail Peygamberleri gibi Musa (a.s)'ın şeriatıyla amel etmiştir.
Zebur ise, İsrail oğullarının Evrad ve Nasihat kitabı hükmündeydi.
Hz.Davud (a.s)
son derece muttaki, her işinde ve amelinde Allah'ın rızasını arayan salih bir
kul ve peygamberdi. Lüzumsuz şeylerden kaçınırdı. Hz.Davud (a.s)'ın gıpta
edilecek bu güzel yaşayışı, Kur'an'ı Kerim'de sena edilmiş ve ümmeti Muhammed
(a.s)'e örnek gösterilmiştir. Resul-i Ekrem (a.s) Efendimiz bu hususta şöyle
buyurmuştur:
Ebû Hüreyre (radiya'llâhu
anh)'den rivâyete göre Nebî salla'll âhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Dâvud (as)'a
(kendisine vahyolunan Zebûr'u) okumak kolaylaştırıldı. Dâvud kendisinin (ve
maiyetinin) binit hayvanlarının (sefere) hazırlanmasını emrederdi de onlar
eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel Zebûr'u okur (da hatmeder) di. Yine
Dâvud yalnız kendi elinin emeğinden yerdi."[894]
Yine:
"Orucun
en sevgili olanı; Davud (as)'ın orucudur. Zira o, bir gün iftar eder bir gün
etmezdi. Allah'a Namazın en sevgili olanı da Davud (as)'ın Namazıdır. Zira o
her gecenin yarısında uyur, üçte birinde kalkıp namaz kılar, sonra altıda
birinde tekrar uyurdu ."[895]
Cenab-ı
Hak Davud (a.s)'a bir çok mucize ve imkanlar ihsan etmiştir. Bunlardan bazıları
şunlardır:
1) -Davud
(a.s) yüksek bir belağat sahibiydi, çok güzel konuşurdu.
2)- Davud
(a.s)'a bütün mahlukatı mest eder, hepsini kendine amade kılan yanık ve hazin
bir ses ihsan edilmiştir.
3)- Yine
Davud (a.s)'a demiri ısıtmadan, çekiçsiz ve aletsiz olarak hamur gibi
yumuşatıp, istediği şekli verebilme imkanını ihsan edilmişti.
4)- Cenab-ı
Hak, Hz. Davud'un hükmünü, kuvvetli bir ordu ve askerler vasıtasıyla düşman
istilasından muhafaza etmiş ve çeşitli vesilelerle kavmini kendisine canı
gönülden bağlamıştı.
Hz.Davud
(a.s) Vaktini Dörde Ayırmıştı
a- Bir gününü
ibadet, taat, evrat ve ezkara ayırmıştı.
b- Bir gününü
kavminin hukuki meselelerini halletmeye ayırmıştı.
c- Bie gününü
halka va'az ve nasihat etmeye ayırmıştı.
d-Bir gününü
de kendi şahsi işlerini yapmakla (Kadınlarıyla meşgul olmaya) ayırmıştır.
Hz.Davud (a.s)
zamanında İsrail oğulları, öldürücü bir Taun hastalığına yakalanmışlardı. Davud
(a.s) İsrail oğullarını Beytülmakdis'te bir yere götürmüş, Sahranın yerinde
durup Taun'un onlardan kaldırılmasını Allah'tan dilemiş, Allah’ta bu duayı
kabul etti ve hastalık kaldırıldı.
Hz.Davud (a.s),
o sırada Meleklerin ellerindeki sıyrılmış kılıçlarını, kınlarına sokarak
Sahra'dan, Semaya, altın merdivenden yükseldiklerini görmüş ve İsrail
oğullarına:
“Yüce Allah,
size ihsan ve merhamet etti. Ona, şükrünüzü, yenileyiniz! demişti."
İsrailoğulları da: " Ne yapmamızı bize emredersin?" diye sordular.
Davud (a.s): "Allah'ın, size merhamet ettiği şu Kaya'nın üzerini, Mescid
edinmenizi emrediyorum! Çünkü, orası mescid edinilmeye layık bir yerdir. Onun
içinde siz ve sizden sonrakiler, Allah'ı zikirden uzak kalmayacaklardır.
Mescid-i
Aksa'nın yaptırılacağı ardanın sahibi bir gençtir. Davud (a.s) arsa sahibi
gencin yanına varıp;
“Ben, burada,
oğluma Allah rızası için bir mabed yapmakla emrolundum!" der. Genç de;
Allah, sana, burayı benim rızam olmaksızın, almanı da emretti mi?" diye
sorar.
Hz.Davud (a.s)
"Hayır" der. Yüce Allah Davud (a.s)'a: "Yeryüzü hazinelerini,
senin emrine verdim. Onu, razı et! diye Vahy eder. Bunun üzerine, Davud (a.s),
gencin yanına gidip; " Seni razı etmek için emrolundum. Sana, bu yerin
için bir Kantar altun!" der. Genç de; "Kabul ettim ey Davud! Fakat!
Sorarım sana; bu yermi daha hayırlı ve kıymetlidir? Yoksa, bir kantar altun
mu?" der.
Hz.Davud (a.s);
"Hayır! Senin yerin daha hayırlıdır. Ve
kıymetlidir!" diye cevap verir.
Genç;
"Öyle ise beni razı et! der.
Hz.Davud (a.s);
"Sana üç kantar!" der.
Fakat, Genç,
artırıldıkça; "beni razı et!" demeye devam eder. Davud (a.s), dokuz
kantara kadar yükselir.
Yeri aldıktan
sonra Mescid'in inşaasına başlar. Duvarların örülmesi bitti sırada üçte ikisi
yıkılır. Daha sonra Mescid-i Aksa'nın yapımı tamamlanmadan Davud (a.s) vefat
etti. Ve mescid-i Aksa'nın tamamlanmasını oğlu Süleyman (a.s)'a vasiyet etti.
Ölüm Meleği
Davud (as)'ın ruhunu secdede Kabzetti. Ve Davud (a.s) o zaman yüz yaşında idi.
Davud (a.s) on dokuz oğlu vardı. Ve hükümdarlığa, hikmetine, bilgisine, ve
peygamberliğine, oğullardan yalnız Süleyman (a.s) varis oldu. Ona ve gönderilen
peygamberlere selam olsun!
17-Hz. SÜLEYMAN (a.s) ve Mucizeleri
İbrânice
Şlomo (Salomon). Hz. Davud'un oğlu, O'ndan hemen sonra İsrail oğullarının
peygamberi "akl-ı selim" ve "nazik" manalarına gelen
"selim"in eş anlamlısı.
Kitab-ı
Mukaddes'e göre Hz. Süleyman, israiloğullarının icraatlar yapmış büyük
peygamber ve hükümdardır. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın bir İsrailoğulları
peygamberi olduğunu açıklarken; Hıristiyanların mukaddes kitabı İncile göre O,
bir İsrail kralıdır. Devrinin en önemli hadisesi, Ken'anlıların kesin olarak
itaat altına alınmasıdır. Bundan ayrı olarak Hz. Süleyman memleketini 12
eyalete ayırarak her birine birer vali tayin etmiş; böylece ülkenin daha iyi
idaresini sağlamıştır. 12 eyalet olmasının sebebi her bölgeye yılda bir ay
devlete karşı mükellefiyetler koymasındandır.
Hz. Süleyman,
saltanatlı ve azametli bir peygamberdir. O'nun krallığı bu günkü Filistin,
Ürdün'ün tamamı ve Suriye'nin bir kısmını içine almakta idi. Hz. Süleyman'ın
eserleri arasında, memleketin savunması için inşa ettirdiklerini ilk sırada
saymak lâzımdır. Asker sevki için seçilen kilit noktalarda yaptırılan
istihkâmlar bu bakımdan çok önemlidir.
Hz.
Süleyman'ın en mühim eseri, Siyon dağı'na inşa ettirdiği Mâbed'tir. Babası Hz.
Davud zamanında aynı yerde yalnız bir çadır vardı ve bu çadıra Tâbutül-ahd
(Ahid sandığı) konulmuştu. Süleyman Mâbedi veya sadece Mâbed denilen yapının
bugün temel duvarlarından bir bölümü kalmıştır. Ağlama duvarı olarak
isimlendirilen kısım da bu temeldir. Süleyman Mâbed'i, Yahudi, Hıristiyan ve
Müslümanlarca mukaddes sayılmaktadır. Hz. Süleyman, Sur kralı Hiram ve Mısır
Firavunuyla dostluk kurduğu için, her iki ülke ile ticari ve kültürel
münasebetlere girişmiştir. Böylece yabancı kültür ve müesseseler israiloğulları
arasına da girmeğe başlamıştır. Nitekim o tarihten sonra Kudüs'te hem yabancı
mallar satılmaya başlanmış; hem de yabancı hükümdarlar Hz. Süleyman'ı ziyarete
gelmişlerdir. Bu konuyu vurgulayan Kitab-ı Mukaddes[896] Hz. Süleyman'ın büyük bir
deniz ticaret filosu kurduğunu zikreder.
İsrailoğulları
Hz. Süleyman zamanında sosyal ve medenî açıdan en üst düzeyde bir gelişme
sergilemişlerdir. Tarihçiler Hz. Süleymanı âlim, imarcı ve saltanat seven bir
kişi olarak tasvir eder.[897] Hz. Süleyman, babasından
devraldığı büyük devleti daha da güçlendirerek, idaresi altındaki bütün
toprakları askerî açıdan kontrol altına almayı başarmıştır.
Hz.
Süleyman'ın hayatı ve faaliyetleriyle ilgili bilgileri daha çok Tevrat ve
Kur'ân'da bulmaktayız. Kur'ân-ı Kerim dışındaki kaynaklarda O'nun hayatı
hakkında efsanevî nakillere rastlanmaktadır. Gerçek bilgilerle bu esâtirî
nakilleri birbirinden ayırmak oldukça zordur.
Hz. Süleyman,
tahta çıkar çıkmaz öncelikle kendisine karşı olanları etkisiz hale getirmiş;
yakın dostları ve güvendiği kişilere askerî, idarî ve dinî görevler vermiştir.
Hz. Süleyman'ın kurduğu devletin temeli daha ziyade ticarete dayanmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, çevresindeki devletlerden bazıları O'nunla ticaret
ortaklıkları kurmuşlardır. Hz. Süleyman özellikle başkent Kudüs için büyük
çapta harcamalara girişmiş; burada bir sur, Millo adı verilen bir bina ve
meşhur Kudüs Mâbedi'ni yaptırmıştır. Bu Mâbet zamanla Yahudiliğin ve ilk dönem
Hıristiyanlığının tek dinî merkezi durumuna gelerek, fiziki yapısının ötesinde
bir önem kazanmıştır. Diğer taraftan Hz. Süleyman zamanında gelişen milletler
arası ticaret ağı, İsrailoğulları arasında fikrî ve dini açıdan evrensellik
anlayışının doğmasını sağlamıştır.[898]
Hz.
Süleyman'ın hakîm ve şair yönü de meşhurdur. Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 31
babtan meydana gelen Süleyman'ın Meselleri'nin O'na ait olduğu Yahudi
kaynaklarında zikredilir. Bu bölümde Hz. Süleyman'ın hikmetli sözlerinden
örnekler bulunmaktadır: "Rab korkusu bilginin başlangıcıdır";
"Sefihler ise hikmet ve terbiyeyi hor görürler."[899] Bunun yanı sıra, yine
Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 8 babtan meydana gelen ve O'nun yazdığı iddia
edilen Neşidelerin Neşidesi bölümünde, bir peygambere hiç de yakışmayacak aşk
ve harem hayatından bahseden cümleler vardır. Bunlar da Tevrat'ın tahrife
uğradığını açık seçik göstermektedir. Neşidelerin Neşidesi baştan sona okununca
bu cümlelerin bir peygamber ağzından çıkmayacağını dindar Yahudiler dahi
kolayca kabul edebilir. Saydıklarımızdan ayrı olarak Yahudi mezheplerinden
Ferisiliği desteklemek için Süleyman'ın Mezmurları adıyla uydurulmuş 18 Mezmur
daha vardır. Bunlar Tevrat'a alınmamıştır. Tevrat'taki Mezmurlar O'nun babası
Hz. Davud'undur.
Hıristiyan
literatüründe Hz. İsa'nın "Davud oğlu" diye anılması, O'nun yalnızca
Hz. Davud neslinden geldiğini belirtmek için değildir. Hz. İsa'nın aynı
zamanda, Hz. Süleyman gibi insanlar ve cinlere hükmeden gerçek bir "Davud
oğlu Süleyman" olduğunu vurgulamak içindir.[900] Arap tarihçileri Hz.
Süleyman'ın ihtişamlı şahsiyetini, O'nun sihir ve kehanetteki fevkalâde
üstünlüklerini, en karmaşık problemleri keskin zekâsıyla çözüşünü vb.
fetanetini anlatmak için müstakil eserler yazmışlardır. Kur'ân-ı Kerim ve İslâm
kaynaklarının Hz. Süleyman hakkında verdiği bilgiler Divan edebiyatına da ilham
kaynağı olmuştur. Süleymannâme ve Kitab-ı Süleyman, O'nun dini destanî hayatını
konu edinen değerli eserlerden sadece ikisidir.
Arap ve
Süryani yazılarının icadını Hz. Süleyman'a isnat edenler bulunduğu gibi; Arapça
bir çok sihir kitabını O'nun yazdığını iddia edenler de vardır. Hz. Süleyman'la
ilgili efsanelerdeki İran tesiri, O'nun Çemşid'le mukayese edilmesine zemin
hazırlamıştır.[901] Hz. Süleyman'ın mezarı
belli değildir. Ancak Kubbetü's-sahrâ (Kudüs) veya Taberiye gölü yakınında
bulunduğunu bazı eserler zikretmektedir.
Hz.
Süleyman'la ilgili en sağlam bilgiler şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'de mevcuttur.
Kur'ân'da, Hz. Süleyman'ın ismi çok geçer. Kur'ân O'ndan Allah'ın gerçek bir
rasulû, bir nebi ve peygamberlerin bir numunesi olarak söz ederken, kendisine
has meziyetlerini de açıklar. Cenab-ı Hakk'ın zaman ve şartlar gereği her
peygamberine ihsan ettiği mucizelerden farklı olarak Hz. Süleyman'a da verdiği
bir takım mucizeleri vardır. Kur'ân, öncelikle Hz. Süleyman'ın asla kâfir
olmadığını[902] vurgulamakta ve Allah'ın
O'na vahyettiğini açıklamaktadır.[903] Kur'ân'ın bir diğer ayetinde.[904]
Hz.
Süleyman'ın hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu; adaleti tatbik konusunda
babasını dahi geçtiği;[905] kendisine ilim verildiği;[906] kuşların dilini anladığı;[907] cinlerden, insanlardan ve
kuşlardan ordular topladığı;[908] bildirilmektedir. Hz.
Süleyman'ın en önemli hizmetlerinden biri, Sebâ Melikesinin O'nun maiyyetinde
müslüman oluşudur.[909] Rüzgârın Hz. Süleyman'ın
emrine verildiği; erimiş bakır madenlerinin O'nun için sel gibi akıtıldığı;
cinlerden bir kısmının O'nun emrinde çalıştığı[910] yine Kur'ân'dan öğrendiğimiz
hususlardır. Hz. Süleyman'ın daima Allah'a yöneldiğini;[911] imtihan edilmesi üzerine
Rabbından bağışlanma dileğinde bulunduğunu ve kimsenin ulaşamayacağı bir
hükümranlığı Rabbından istediğini[912] Kur'ân bize haber
vermektedir.
Kur'ân-ı
Kerim'den hayat hikâyesini oldukça ayrıntılı bir şekilde öğrendiğimiz Hz.
Süleymanın, özellikle Tevrat ve Yahudi kaynaklarında farklı anlatılışı dikkat
çekmektedir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Süleyman'ın bu yük saltanat ve güçlerini
büyülerle elde ettiği yolundaki Tevrat (I Krallar ve II. Krallar)'dan
kaynaklanan isnadı şiddetle reddeder. Bir diğer husus da şudur: Hz. Davud ve
oğlu Hz. Süleyman, bir kavmin çobansız kalan sürüsünün geceleyin başkasına ait
bir arazide yayılması üzerine, ortaya çıkan zararla ilgili olarak hüküm vermek
durumunda kalmışlardır. Bu meselede Hz. Süleyman'ın hükmü babasının verdiği
hükümden daha isabetli olmuştur. Bu önemli hadiseye Kitab-ı Mukaddes ve Yahudi
kaynakları yer vermediği halde; bu konuda da doyurucu bilgileri ancak Kur'ân
tefsirlerinden almaktayız.
Yine Kur'ân-ı
Kerim, Hz. Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığını[913] açıkladığı halde, gerek
Tevrat, gerekse İncil bu konuya hiç temas etmemiştir. Kur'ân dışında hadiseyi
ayrıntılı bir şekilde ancak Talmud ve hahamlara ait rivayetler ele almıştır.
Ayni şekilde Hz. Süleyman'a kuş ve hayvan dillerinin öğretilmiş olduğuna dair
Kitab-ı Mukaddes'te bilgi bulunmamasına karşılık Kur'ân-ı Kerim önemine binaen
bu meselede bizleri bilgilendirmiştir. Biraz farklı olmakla beraber bu konuda İsrail
kaynaklı eserlerde[914] bilgi bulunmaktadır.
Hz. Süleyman
adının geçtiği her yerde, Sebâ Melikesinin adı da hemen hatırlanmaktadır.
Bilindiği gibi Yemen'deki Sebâ devleti, melike Belkıs tarafından idare
edilmektedir. Belkıs'ın müslüman oluşu Hz. Süleyman'ın, Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla başlayan mektubuyla gerçekleşmiştir. Hz. Süleyman'la Sebâ
Melikesi arasında geçen kıssa Kur'ân-ı Kerim,[915] Tevrat [916] ve İncil[917] 'de çeşitli şekillerde
zikredilmiştir. Ancak bu kıssanın Yahudi şifâhî rivayetlerinde geçen şekliyle
Kur'ân'daki anlatılışı arasında büyük bir benzerlik tespit edilmektedir.[918]
Ancak Hz.
Süleyman ile çağdaş olan Sebe kraliçesinin Belkıs olup olmadığı belli değildir.
Zira Milattan sonra 250'li yıllarda yaşayan ve adı Belkıs olan bir Himyeri Kraliçesi
bilinmektedir. Müfessirlerin yakın tarihte ismi bilinen Belkıs ile Hz.
Süleyman'ın çağdaşı olup, ismi bilinmeyen kraliçeyi karıştırmış oldukları
görülmektedir.
Hz.
Süleyman’a Verilen Üstün İlim ve Nimetler
قَالَ
رَبِّ
اغْفِرْ لى
وَهَبْ لى
مُلْكًا
لَايَنْبَغى
لِاَحَدٍ
مِنْ بَعْدى
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْوَهَّابُ
“(Süleyman
dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir
mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.”[919]
Yukarıdaki
ayette haber verilen Hz. Süleyman'ın duasına Allah icabet etmiş ve onu Kendi
katından çok büyük nimetlerle ve üstün ilimlerle desteklemiş, ona hiç kimsenin
ulaşamayacağı bir mülk, görkemli bir saltanat, eşi ve benzeri bulunmayan bir
hakimiyet vermiştir. Hz. Süleyman'ın hayatından bazı bölümlerin aktarıldığı
ayetlerde bu zenginlikten, güç ve iktidardan, sahip olduğu ilimleri kullanış
şeklinden pek çok detay verilir.
Hz.
Süleyman'a Hüküm Verme Yetkisi Verilmiştir
فَفَهَّمْنَاهَا
سُلَيْمنَ
وَكُلًّا اتَيْنَا
حُكْمًا
وَعِلْمًا
وَسَخَّرْنَا
مَعَ دَاوُدَ
الْجِبَالَ
يُسَبِّحْنَ
وَالطَّيْرَ
وَكُنَّا
فَاعِلينَ
“Onu (onun hükmünü) derhal Süleyman'a anlattık ve herbirine bir
hüküm ve bir ilim ihsan ettik. Ve Dâvud'a dağları ve kuşları musahhar kıldık,
onunla beraber tesbihte bulunurlardı. Ve (bunları) yapanlar olduk.”[920]
Peygamberlerin
hayatlarını incelediğimizde verdikleri kararlarda, çeşitli uygulamalarında,
konuşmalarında Allah'ın kendilerine lütfettiği üstün bir ilmin getirdiği akıl
ve hikmet açıkça ortaya çıkmaktadır. Hz. Süleyman da kendisine hüküm ve ilim
verilmiş bir peygamberdir. O yaşadığı süre boyunca aynı babası Hz. Davud gibi
"hak ile hükmetmiş",[921] kendisine gelen her türlü
anlaşmazlığı en adil şekilde çözüme kavuşturmuştur.
Davud ve
Süleyman da:
وَدَاوُدَ
وَسُلَيْمنَ
اِذْ يَحْكُمَانِ
فِى
الْحَرْثِ
اِذْ
نَفَشَتْ
فيهِ
غَنَمُ
الْقَوْمِ
وَكُنَّا
لِحُكْمِهِمْ
شَاهِدينَ
“Hani
kavmin hayvanlarının içine girip yayıldığı ekin-tarlaları konusunda hüküm
yürütüyorlardı. Biz onların hükmüne şahidler idik.”[922]
Adalet
sisteminin başarıyla yürütülmesi için herşeyden önce adil yöneticilere,
adaletle hükmeden iman sahibi insanlara ihtiyaç vardır. Hz. Süleyman'ın dönemi
de, Allah'ın:
وَلِكُلِّ
اُمَّةٍ
رَسُولٌ
فَاِذَا
جَاءَ رَسُولُهُمْ
قُضِىَ
بَيْنَهُمْ
بِالْقِسْطِ
وَهُمْ لَا
يُظْلَمُونَ
"Her
ümmetin bir resulü vardır. Onlara resulleri geldiği zaman, aralarında adaletle
hüküm verilir ve onlar zulme uğratılmazlar"[923] ayetiyle bildirdiği gibi,
bu adalet anlayışının gerçek anlamda yaşandığı bir dönemdir. Ayetlerden Hz.
Süleyman'ın döneminde adil bir yargılama sistemi olduğu anlaşılmaktadır.
Davalara bakan ve adaletle hüküm veren kişiler Hz. Süleyman ve Hz. Davud'dur.
Hüdhüd adlı
kuşun gerekli bir zamanda ortadan kaybolması üzerine Hz. Süleyman'ın söylediği
söz, bu konuda dikkat çekicidir:
Ve kuşları
denetledikten sonra dedi ki:
وَتَفَقَّدَ
الطَّيْرَ
فَقَالَ
مَالِىَ لَااَرَى
الْهُدْهُدَ
اَمْ كَانَ
مِنَ الْغَائِبينَ
(*)
لَاُعَذِّبَنَّهُ
عَذَابًا
شَديدًا اَوْ لَااَذْبَحَنَّهُ
اَوْ
لَيَاْتِيَنّى
بِسُلْطَانٍ
مُبينٍ
"Hüdhüd'ü
neden göremiyorum, yoksa kaybolanlardan mı oldu? Onu gerçekten şiddetli bir
azabla azablandıracağım ya da onu boğazlayacağım veya o, bana apaçık olan bir
delil getirmelidir."[924]
Hz.
Süleyman'ın adil tavrının bir örneği Hüdhüd'ün kaybolmasının ardından
gösterdiği tutumdur. Hz. Süleyman, önce Hüdhüd'ün kendisini savunmasına fırsat
vermiş, onu dikkatle dinlemiş, ani bir kararla cezalandırmamıştır. Onun açık
bir delil getirmesini beklemiştir.
Hz.
Süleyman'a Kuşların Konuşma Dili Öğretilmiştir
Allah Hz.
Süleyman'a kuşların konuşma dilini öğretmiş ve bu üstün ilim sayesinde
ordusunda kuşlardan oluşan bir bölük kurmasını sağlamıştır. Hz. Süleyman bu
vesileyle kuşlarla bağlantı kurmuş, onlara dilediği şekilde hükmedebilmiştir.
Bu durum tümüyle Allah'ın Hz. Süleyman'a olan rahmetinin bir sonucudur. Bunun
farkında olan Süleyman Peygamber, halkına yaptığı açıklamada bu ilmi kendisine
Allah'ın öğrettiğini özellikle belirtmiştir. Bu ilmin kendisine ait bir özellik
olmadığını ve insanın sadece Allah'ın öğretmesiyle böyle bir ilme sahip
olabileceğini vurgulamıştır. Böylece Allah'a karşı olan teslimiyetini ve
muhtaçlığını açıkça ifade etmiştir:
وَوَرِثَ
سُلَيْمنُ
دَاوُدَ
وَقَالَ يَا اَيُّهَا
النَّاسُ
عُلِّمْنَا
مَنْطِقَ الطَّيْرِ
وَاُوتينَا
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ اِنَّ
هذَا لَهُوَ
الْفَضْلُ
الْمُبينُ
“Ve Süleyman Dâvud'a vâris oldu ve dedi ki: "Ey Nâs! Bize her
kuşun dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Şüphe yok ki bu, elbette bu,
apaçık bir inayettir."[925]
Hz.
Süleyman kıssasındaki bu bilgiden, bazı önemli sonuçlar çıkmaktadır
Kuşların,
diğer insanların duyamadığı özel bir dalga boyunda, kendilerine has bir
konuşmaları vardır. Hz. Süleyman'a bu özel frekanstaki konuşmayı anlayabilecek
bir ilim verilmiştir. Bu, teknolojik bir imkanla da olmuş olabilir.
Süleyman
Peygamber, kuşların bu farklı frekanslardaki sesli iletişimini anlaması
sayesinde onlara çeşitli emirler vermiş, kuşlar da onun bu emirlerini yerine
getirmiş olabilirler. (En doğrusunu Allah bilir.)
Hz. Süleyman
kuşları kimi zaman haber taşımada, kimi zaman da istihbarat toplamada kullanmış
ve bu şekilde çok önemli sonuçlar elde etmiştir. Bu ilim, onun diğer ülkelerle
iletişimini kolaylaştırmış, çok zor ulaşılabilecek bölgelere rahatlıkla
ulaşmasına imkan vermiştir. (En doğrusunu Allah bilir)
Bu ayetle,
ahir zamanda benzeri kullanılacak olan üstün bir teknolojinin varlığına dikkat
çekiliyor olabilir. Bu kıssada geçen kuşlarla, bildiğimiz kuşlara değil, bugün
kullanılmakta olan pilotsuz uçaklara da işaret ediliyor olması muhtemeldir.
Bunların
dışında, Hz. Süleyman diğer ülkeler ve düşmanları hakkında istihbarat elde
etmek için kuşlara verici yerleştirmiş, bu şekilde hem görüntü hem de ses kaydı
elde etmiş, elde ettiği kayıtları ülkesinin yönetiminde çeşitli şekillerde
kullanmış olabilir.
Hz.
Süleyman'ın cinler ve şeytanlar üzerinde büyük bir hakimiyeti olduğu
bilinmektedir. Allah Sebe Suresi'nin 12. ayetinde "... Onun eli altında
Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı..." şeklinde
bildirmektedir. Enbiya Suresi'nin 82. ayetinde ise "... Onun için
denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri
de (emrine verdik)..." diye buyurulmaktadır. Bu yönüyle düşünüldüğünde
kuşlardan kasıt, kuş görünümündeki cinlerden meydana gelen bir ordu olabilir.
Ayrıca bir
başka ihtimal de, ayette söz edilen kuşların, cinler vasıtasıyla
yönlendiriliyor olmasıdır. Ve Süleyman Peygamber de cinler vasıtasıyla kuşlara
istediği tüm işleri yaptırmış olabilir.
Kur’an,
Allah'ın kıyamete kadar tüm insanlar için geçerli kıldığı kitabıdır.
Dolayısıyla Hz. Süleyman kıssasında anlatılan olayların benzerleri ahir zamanda
da yaşanacak olabilir. Bu ayetler, Allah'ın cinleri ve şeytanları ahir zamanda
da insanların hizmetine vereceğine işaret olabilir. Yine bu kıssada işari
manada dikkat çekilen yüksek teknolojiden, ahir zamandaki insanların çok yoğun
olarak istifade edeceğine dikkat çekiliyor olabilir. (En doğrusunu Allah
bilir.)
Hz.
Süleyman'ın Dişi Karıncayı Anlaması
حَتّى
اِذَا
اَتَوْا عَلى
وَادِ
النَّمْلِ قَالَتْ
نَمْلَةٌ يَا
اَيُّهَا
النَّمْلُ ادْخُلُوا
مَسَاكِنَكُمْ
لَايَحْطِمَنَّكُمْ
سُلَيْمنُ
وَجُنُودُهُ
وَهُمْ
لَايَشْعُرُونَ
“Nihayet
karınca vadisine geldiklerinde, bir dişi karınca dedi ki: "Ey karınca
topluluğu, kendi yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları, farkında olmaksızın
sizi kırıp-geçmesin."[926]
Üstteki
ayetten şu gibi yorumlar yapılabilir:
Dişi karınca,
vadiye gelenlerin Hz. Süleyman'ın ordusu olduğunu anlamaktadır. Burada son
derece şuurlu bir tanıma vardır. Bu vadide bulunan karıncaların kendi
aralarında konuşmaları, çevrelerinde olup biten olayların tam olarak şuurunda
olmaları, farklı bir topluluk olabileceklerine işaret olabilir. Bu şuurlu
davranış, söz konusu canlıların cin olma ihtimalini akla getirmektedir. (En
doğrusunu Allah bilir)
Ayrıca burada
herhangi bir karıncadan bahsedilmemektedir. "Karınca vadisi" denen özel
bir yere ve özel karıncalara dikkat çekilmektedir. Bu da söz konusu canlıların
cin olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
فَتَبَسَّمَ
ضَاحِكًا
مِنْ
قَوْلِهَا
وَقَالَ
رَبِّ
اَوْزِعْنى
اَنْ
اَشْكُرَ
نِعْمَتَكَ
الَّتى
اَنْعَمْتَ
عَلَىَّ
وَعَلى وَالِدَىَّ
وَاَنْ
اَعْمَلَ
صَالِحًا
تَرْضيهُ
وَاَدْخِلْنى
بِرَحْمَتِكَ
فى عِبَادِكَ
الصَّالِحينَ
“(Süleyman)
Bu sözü üzerine tebessüm edip güldü ve dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve
babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı
ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat."[927]
Hz.
Süleyman'ın, karıncaların kendi aralarındaki konuşmalarını duymasında da ahir
zamanda bilgisayar teknolojisinde yaşanacak olan gelişmelere yönelik bazı
dikkat çekici işaretler bulunuyor olabilir.
Günümüzde
"Silikon Vadisi" terimi teknoloji dünyasının merkezini ifade
etmektedir. Hz. Süleyman Kıssası'nda da bir "karınca vadisi"nden
bahsedilmesi son derece manidardır. Allah bu ayetle ahir zamanda yaşanacak olan
ileri bir teknolojiye dikkat çekiyor olabilir.
Ayrıca
günümüzde karıncalar ve bazı böcek türleri yüksek teknoloji alanında yoğun
olarak kullanılmaktadır. Bu canlılar örnek alınarak geliştirilen robot
projeleri, savunma sanayinden teknoloji alanına kadar pek çok alanda hizmet
vermeyi amaçlamaktadır. Ayette bu gelişmelere de işaret olabilir.
Robot
Karınca Ordusu
Karıncalar
örnek alınarak geliştirilen projelerin en ünlüsü, farklı ülkelerde birbirinden
bağımsız olarak yürütülen "Robot Karınca Ordusu Projeleri"dir.
Örneğin Virginia Polytechnic Institute ve Virginia State Üniversitesi
tarafından yapılan bir araştırma küçük, ucuz ve basit robotların
geliştirilmesini hedeflemektedir. Amaç, hepsi fiziksel olarak birbirinin aynısı
olan bu robotlardan bir robot ordusu oluşturmaktır. Proje yetkilileri bu robotların
kullanışlı olmalarının nedenini şu şekilde açıklamaktadırlar: "Grup
şeklinde hareket etmeleri, koordinasyon içinde, bir takım gibi fiziksel işleri
yerine getirmeleri ve ortaklaşa karar almaları". Bu robot ordularının tüm
mekanik ve elektrik tasarımları bir karınca topluluğunun davranışları göz önüne
alınarak tasarlanmıştır. Böcek olan eşlerine benzerlikleri nedeniyle
kendilerine "karınca ordusu" robotları denmektedir.
"Karınca
Ordusu"
robot sistemi, ilk başlangıçta bir "materyal taşıma sistemi" olarak
tasarlanmıştır. Bu senaryoya göre birçok küçük robot ortaklaşa cisimleri
kaldırıp nakletmek için görevlendirilecekti. Daha sonra farklı görevlerde de
kullanılmalarına karar verildi.
Konuyla
ilgili bir yayında, bu robotların ne amaçla kullanılacağı şu şekilde tarif
edilmektedir:
"Nükleer
ve tehlikeli madde temizliği, madencilik (malzeme çıkartma ve kurtarma), mayın
temizleme, istihbarat ve nöbet, gezegen yüzeylerinin araştırılması ve
kazı."
Karınca robot
teknoloji konusunda uzman olan Israel A. Wagner tarafından İsrail
parlamentosuna sunulmuş olan bir raporda ise, karınca robot projeleri şu
şekilde tarif edilmektedir:
"Karınca-robotlar
ortak bir hedefi gerçekleştirmek için tasarlanmış fiziksel varlıklardır.
Bunların çok sınırlı enerji kaynağı kullandıkları ve çalışma alanlarında birçok
izler bırakarak iletişim kurdukları görülüyor. İşlerin bu robotlar arasındaki
dağılımı, ya merkezi kontrol sağlayan ve diğer ajanlara talimat gönderen bir
birey tarafından gerçekleştirilebilir ya da bireylerin önceden itaat etmeleri
koşuluyla verilen bir görevin tamamlanması da sağlanabilir.
Üçüncü bir
yol ise, iş sırasında bu iş birliğinin doğal olarak önceden karar vermeksizin
ortaya çıkması. Bunların kullanım amacı araştırma, harita çıkartma, bir evin
zeminini temizleme, bilinmeyen bir gezegeni keşfetme ya da bir mayın alanını
temizleme olabilir."
Bu örneklerde
de görüldüğü gibi günümüzde, karıncaların sosyal yaşamları pek çok projenin
temelini oluşturmakta ve karıncalar örnek alınarak gerçekleştirilen robot
teknolojileri insanlara faydalar sağlamaktadır. İşte bu nedenle Hz. Süleyman
kıssasında karıncalara ve bunların bulunduğu vadiye dikkat çekilmesi son derece
önemlidir. Allah bu ayetle Hz. Süleyman dönemindeki teknolojik gelişmelere
dikkat çekiyor olabilir. Örneğin ayetlerde geçen karıncalar ifadesiyle,
robotlardan oluşan bir orduya işaret ediliyor olabilir. Hz. Süleyman, emrinde
çalışan cinlerin ve şeytanların yardımı ile çok yüksek teknolojiye sahip
robotlardan oluşan bir ordu kurup, bunları çeşitli görevlerde istihdam etmiş
olabilir.
Ayetlerde
ayrıca ahir zamanda robot teknolojisinde yaşanacak olan gelişmelere, robotların
insan yaşamında önemli bir rol alacaklarına, pek çok ağır işi insanların yerine
yapıp onların hayatlarını daha konforlu hale getireceklerine de işaret ediliyor
olabilir. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.
Rüzgarın
Hz. Süleyman'ın Emrine Verilmesi
وَلِسُلَيْمنَ
الرّيحَ
عَاصِفَةً
تَجْرى بِاَمْرِه
اِلَى
الْاَرْضِ
الَّتى
بَارَكْنَا
فيهاَ
وَكُنَّا
بِكُلِّ
شَىْءٍ عَالِمينَ
“Süleyman
için de, fırtına biçiminde esen rüzgara (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle,
içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz herşeyi bilenleriz.”[928]
Allah,
rüzgarı, Hz. Süleyman'ın emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak
kullanmasına imkan sağlamıştır. Bu ifadeyle Hz. Süleyman döneminde ve aynı
şekilde ahir zamanda rüzgar enerjisinin, teknolojide kullanılacağına işaret
ediliyor olabilir.
Hz. Süleyman'ın emrine "fırtına biçimindeki rüzgarın"
verildiğinin belirtilmesiyle, ahir zamanda gelişecek yüksek uçak teknolojisine
de dikkat çekiliyor olabilir.
وَلِسُلَيْمنَ
الرّيحَ
غُدُوُّهَا
شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌ
وَاَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ
الْقِطْرِ
وَمِنَ
الْجِنِّ
مَنْ يَعْمَلُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
بِاِذْنِ
رَبِّه وَمَنْ
يَزِغْ
مِنْهُمْ عَنْ
اَمْرِنَا
نُذِقْهُ
مِنْ عَذَابِ
السَّعيرِ
“Süleyman'a da rüzgârları (musahhar kıldık). Sabahtan zevale kadar
(gidişi) bir aylık ve zevalden guruba kadar (gidişi de) bir aylık yol kadar
idi. Ve onun için bakır madenini sel gibi akıttık. Ve onun önünde Rabbinin
izniyle çalışan bazı cinler de var idi ve onlardan her kim Bizim emrimizden
sapmış olursa ona da ateş azabından tattırmış olduk.”[929]
Ayette yer
alan "… sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara
(boyun eğdirdik)…" ifadesi ile Hz. Süleyman'ın çeşitli bölgeler
arasında hızlı bir şekilde hareket ettiğine dikkat çekiliyor olabilir.
Hz. Süleyman,
kendi döneminde, günümüzdeki uçak teknolojisine benzer bir teknolojiyi
kullanıp, rüzgarla hareket eden vasıtalar meydana getirmiş ve bunlar
aracılığıyla birbirine uzak mesafeleri kısa sürede almış olabilir. Şüphesiz en
doğrusunu Allah bilir.
Elektrik
Kullanımına İşaretler
وَلِسُلَيْمنَ
الرّيحَ
غُدُوُّهَا
شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌ
وَاَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ
الْقِطْرِ
وَمِنَ
الْجِنِّ
مَنْ يَعْمَلُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
بِاِذْنِ رَبِّه
وَمَنْ
يَزِغْ
مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا
نُذِقْهُ
مِنْ عَذَابِ
السَّعيرِ
“Süleyman'a da rüzgârları (musahhar kıldık). Sabahtan zevale kadar
(gidişi) bir aylık ve zevalden guruba kadar (gidişi de) bir aylık yol kadar
idi. Ve onun için bakır madenini sel gibi akıttık. Ve onun önünde Rabbinin
izniyle çalışan bazı cinler de var idi ve onlardan her kim Bizim emrimizden
sapmış olursa ona da ateş azabından tattırmış olduk.”[930]
Allah'ın Hz.
Süleyman'ın emrine verdiği büyük nimetlerden biri "erimiş bakır madeni"dir.
Bu ayeti, farklı şekillerde yorumlamak mümkündür.
Hz. Süleyman
emrindeki şeytan ve cinleri kullanarak erimiş bakırdan hem dekorasyon, hem de
kullanım amaçlı geniş çanaklar, kazanlar ve heykeller yaptırmış olabilir.
Nitekim bu çanak, kazan ve heykellerden ayetlerde söz edilmektedir.[931]
Erimiş
bakırın kullanılması ile, Hz. Süleyman döneminde elektrik kullanılan yüksek bir
teknolojinin varlığına da işaret ediliyor olabilir. Bilindiği gibi bakır,
elektriği ve ısıyı en iyi ileten metallerden biridir ve bu yönüyle elektrik
sanayiinin temelini oluşturmaktadır. Dünyada üretilen bakırın önemli bir bölümü
elektrik sanayiinde kullanılmaktadır.
Hz. Süleyman
döneminde yüksek miktarda üretilen elektrik, inşaat ve ulaşım gibi pek çok
alanda kullanılmış olabilir. Ayette geçen "sel gibi akıttık" ifadesi
de bu kullanımın çok geniş alanlara yayıldığına işaret ediyor olabilir. (En
doğrusunu Allah bilir)
Ayette geçen
"aynel kıtri" ifadesi bazı müfessirler tarafından petrol olarak
yorumlanmaktadır. Günümüzde petrol, yüksek teknolojinin en temel hammaddesidir.
Hz. Süleyman da petrolü, kendi döneminin teknolojisinin işleyişinde çok yoğun
olarak kullanmış olabilir. (Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.)
Cin ve
Şeytanların Hz. Süleyman'ın Emrine Verilmesi
وَلِسُلَيْمنَ
الرّيحَ غُدُوُّهَا
شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌ وَاَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ
الْقِطْرِ
وَمِنَ الْجِنِّ
مَنْ
يَعْمَلُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ بِاِذْنِ
رَبِّه
وَمَنْ
يَزِغْ
مِنْهُمْ عَنْ
اَمْرِنَا
نُذِقْهُ
مِنْ عَذَابِ
السَّعيرِ
“Süleyman'a da rüzgârları (musahhar kıldık). Sabahtan zevale kadar
(gidişi) bir aylık ve zevalden guruba kadar (gidişi de) bir aylık yol kadar
idi. Ve onun için bakır madenini sel gibi akıttık. Ve onun önünde Rabbinin
izniyle çalışan bazı cinler de var idi ve onlardan her kim Bizim emrimizden
sapmış olursa ona da ateş azabından tattırmış olduk.”[932]
Allah'ın Hz.
Süleyman'a verdiği bir diğer nimet de birtakım şeytan ve cinleri ona hizmetçi
kılmasıdır. Hz. Süleyman, emrine verilen cin ve şeytanları ordusunda, sanatsal
çalışmalarında ve inşa faaliyetlerinde türlü görevler vererek kullanmıştır.
فَسَخَّرْنَا
لَهُ الرّيحَ
تَجْرى
بِاَمْرِه
رُخَاءً
حَيْثُ
اَصَابَ (*)
وَالشَّيَاطينَ
كُلَّ
بَنَّاءٍ
وَغَوَّاصٍ
“Böylece
rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça
eserdi. Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı.”[933]
Hz.
Süleyman'ın emrine şeytanların verilmesi, ona Allah'tan çok büyük bir lütuftur.
Çünkü şeytan yeryüzünün pek çok ilmine ve dünya üzerinde gerçekleşen olayların
gizli veya açık bilgilerine sahip bir varlıktır. Böyle bir ilme sahip olan bir
varlığı emrinde bulundurmak, Hz. Süleyman'a hem diğer ülkelerle olan
ilişkilerinde, hem de kendi ülkesini yönlendirmesinde çok büyük kolaylıklar
sağlamış olabilir.
وَمِنَ
الشَّيَاطينِ
مَنْ
يَغُوصُونَ
لَهُ
وَيَعْمَلُونَ
عَمَلًا
دُونَ ذلِكَ
وَكُنَّا
لَهُمْ
حَافِظينَ
“Onun
için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan
kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları idik.”[934]
Hz. Süleyman
bu dalgıç şeytanları çok farklı görevlerde istihdam etmiş olabilir. Şeytanlar
istihbarat ya da askeri amaçlı görevler almış olabilecekleri gibi, bilimsel
görevler de yapmış olabilirler. Örneğin Hz. Süleyman onları deniz altındaki
zenginliklerin işlenerek, insanların hizmetine sokulması için gerekli
araştırmaların yapılması gibi görevlerde kullanmış olabilir.
Bu ayetten
sadece toprak üstünün değil, deniz altının da işlenmesinin önemi
anlaşılmaktadır. Ancak deniz altındaki petrol, altın gibi kıymetli madenlerin
çıkarılıp işlenmesi, insanlara faydalı ve kullanılır hale getirilmesi için çok
yüksek bir teknoloji gerekmektedir. Geçmişte şeytanlar Hz. Süleyman'a bu teknik
desteği ve insan gücünü sağlamış olabilirler.
Ahir zamanda
ise Allah'ın insanların hizmetine verdiği modern teknolojik aletler, araçlar ve
denizaltılar sayesinde, deniz altı zenginliklerinin ortaya çıkarılması daha da
kolaylaşmaktadır. Ayette bu yönde bir işaret olması muhtemeldir.
Ayette ayrıca
deniz altında bulunan inci, mercan gibi süs eşyalarının ve diğer nimetlerin
değerlendirilmesine de dikkat çekiliyor olabilir. (Şüphesiz en doğrusunu Allah
bilir.)
Önceki
sayfadaki ayetin sonunda Allah "... Biz onların koruyucuları idik."
şeklinde belirtmektedir. Bu ayetle, Hz. Süleyman'ın emrinde denizin
derinliklerinde görev yapan dalgıç şeytanların, göklerin ve yerin Rabbi olan
Allah'ın kontrolünde olduğu bir kez daha hatırlatılmaktadır. Allah,
şeytanların, hiçbir şekilde Hz. Süleyman'a isyan etmelerine imkan tanımayacak
bir gücü de Kendinden bir rahmet olarak peygamberine armağan etmiştir.
يَعْمَلُونَ
لَهُ مَا
يَشَاءُ مِنْ
مَحَاريبَ
وَتَمَاثيلَ
وَجِفَانٍ
كَالْجَوَابِ
وَقُدُورٍ
رَاسِيَاتٍ
اِعْمَلُوا
الَ دَاوُدَ
شُكْرًا
وَقَليلٌ
مِنْ
عِبَادِىَ
الشَّكُورُ
“Onun için pek yüksek binalardan ve timsallerden ve büyük havuzlar
gibi çanaklardan ve sabit sabit kazanlardan ne isterse (onu) yapıverirlerdi. Ey
Dâvud'un hânedânı! Şükür için çalışın ve benim kullarımdan şükreden azdır.”[935]
Yukarıdaki
ayetten sanat eserlerini Hz. Süleyman'ın talimat ve yönlendirmeleriyle, cin ve
şeytanların yaptıkları anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman'ın, bizzat kendi
tarifleriyle çok ihtişamlı sanat eserleri yaptırması, onun çok güçlü bir
estetik ve sanat anlayışına sahip olduğuna dikkat çekmektedir.
Tüm
Nimetler Allah'ın Birer Lütfudur
Hz. Süleyman
Allah'ın kendisine lütfettiği tüm gücü ve mülkü, Allah'ın dinini en güzel
şekilde temsil ve tebliğ etmek, Rabbimizin eşsiz ve görkemli saltanatının
herkes tarafından fark edilmesine vesile olmak ve bu yolla din ahlakını yaymak
için kullanmıştır. Onun bu akıl, ilim ve sanat gücü karşısında insanlar Allah'a
iman etmeleri için yapılan davete daha kolay teslim olmuşlardır. Hz. Süleyman
Allah'a olan bağlılığının karşılığını en güzel şekilde almış ve tüm dünyaca
tanınan çok büyük bir hakimiyet elde etmiştir. Binlerce yıldan beri Hz.
Süleyman'ın güç ve iktidarı, pek çok insanın gözünü kamaştırmış, çeşitli
romanlara, tablolara, filmlere konu olmuştur.
Bu bölüm
boyunca Hz. Süleyman'a verilen üstün ilimlerden ve çeşitli nimetlerden
bahsettik. Ancak bu konuda özellikle vurgulanması gereken bir husus
bulunmaktadır. Ayetlerde tüm bu nimetleri verenin, ilimleri kavratanın ve tüm
olayları yapanın gerçekte alemlerin Rabbi olan Allah olduğu belirtilmektedir.
Hz. Süleyman'ın her yaptığı Allah'ın dilemesi ve takdiriyle gerçekleşmektedir.
Örneğin Allah ayetinde, "Süleyman'a (hükmü) kavrattık" şeklinde
buyurmaktadır.[936] Bu ayetten hiçbir insanın
Allah dilemedikçe hiçbir hikmeti fark edemeyeceği, hüküm veremeyeceği
anlaşılmaktadır. Bir insanın kendi kudretiyle bir olayı kavraması, yargıya
varıp bir hüküm vermesi kesinlikle mümkün değildir. Çünkü hükmü veren
Allah'tır. O hüküm ve hikmet sahibi olandır. Kararı veren kişi ise ancak bir
vesiledir. Allah dilediği için o kararı verebilmektedir.
Aynı ayetin
devamında dağların ve kuşların Hz. Süleyman'ın babası olan Hz. Davud ile
birlikte boyun eğdikleri belirtildikten sonra "Bunları yapanlar Biz
idik" şeklinde bildirilmektedir. Hz. Davud'a giyim sanatını öğreten,
rüzgara boyun eğdiren, erimiş bakırı Hz. Süleyman'ın emrine akıtan Allah'tır.
Allah Enbiya Suresi'nin 81. ayetinde "Biz herşeyi bilenleriz"
şeklinde buyurmaktadır. Hiçbir insanın Allah dilemedikçe bir ilme sahip olması
mümkün değildir. Kişi yıllardır okuduğu ya da öğrendiği bilgiler neticesinde
kendisini bilgili bir insan olarak görebilir. Ancak ilmi verenin Allah olduğunu
asla unutmamak gerekir. Çünkü bir insanın herhangi bir ilme sahip olması,
Allah'ın o kişiye kaderinde bir ilim vermesinin bir sonucudur. Meleklerin
"Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."[937] şeklindeki sözleri, bu
gerçeği açık şekilde ifade etmektedir.
Hz.
Süleyman’in Görkemli Hakimiyeti ve Güçlü Ordusu
وَحُشِرَ
لِسُلَيْمنَ
جُنُودُهُ
مِنَ الْجِنِّ
وَالْاِنْسِ
وَالطَّيْرِ
فَهُمْ يُوزَعُونَ
“Süleyman'a
cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler
halinde dağıtıldı.”[938]
Hz. Süleyman,
eşi ve benzeri görülmemiş, çok güçlü bir orduya sahiptir. Bu ordu, cinlerden,
kuşlardan ve insanlardan oluşmaktadır ve çok güçlü bir istihbarat ağıyla
desteklenmektedir.
Ayette Hz.
Süleyman'ın tek bir ordusunun değil, ordularının olduğundan bahsedilmektedir.
Bu çoğul kelime onun ordusunun gücünün ve sayıca üstünlüğünün de bir
ifadesidir.
Hz.
Süleyman'ın ordusunun en dikkat çekici yönlerinden biri ise disiplinidir.
Cinler, kuşlar ve insanlar gibi üç farklı topluluk aynı ordu içinde, büyük bir
uyumla görev almakta, ordudaki düzende en ufak bir aksaklık yaşanmamaktadır.
Ordusunun
cinler ve şeytanlarla desteklenmesi, Hz. Süleyman'a pek çok açıdan üstünlük
sağlamıştır. Bu varlıklar insanların yapamadıkları pek çok şeyi kolaylıkla
yapabilirler.
يَا
بَنى ادَمَ
لَا
يَفْتِنَنَّكُمُ
الشَّيْطَانُ
كَمَا
اَخْرَجَ
اَبَوَيْكُمْ
مِنَ
الْجَنَّةِ
يَنْزِعُ
عَنْهُمَا
لِبَاسَهُمَا
لِيُرِيَهُمَا
سَوْاتِهِمَا
اِنَّهُ
يَريكُمْ
هُوَ
وَقَبيلُهُ
مِنْ حَيْثُ
لَا
تَرَوْنَهُمْ
اِنَّا
جَعَلْنَا
الشَّيَاطينَ
اَوْلِيَاءَ
لِلَّذينَ لَا
يُؤْمِنُونَ
“Ey ademoğulları! Sizi de şeytan bir fitneye dişürmesin, nasıl ki
ana ve babanızı, onların çirkin yerlerini göstermek için onların örtülerini
çekip atarak kendilerini cennetten çıkardı. Şüphe yok ki, o şeytan ve onun
gürûhu sizi, sizin onları göremeyeceğiniz bir taraftan görürler. Muhakkak ki
Biz şeytanları, imân etmeyen kimseler için dostlar kılmıştık”[939] ayetiyle bildirildiği gibi,
kendilerini göstermeden insanları görebilirler. Bu özellik, cinlere istihbarat
konusunda çok büyük kolaylıklar sağlamaktadır.
فَسَخَّرْنَا
لَهُ الرّيحَ
تَجْرى
بِاَمْرِه
رُخَاءً
حَيْثُ
اَصَابَ (*)
وَالشَّيَاطينَ
كُلَّ
بَنَّاءٍ
وَغَوَّاصٍ (*)
وَاخَرينَ
مُقَرَّنينَ
فِى
الْاَصْفَادِ
“Böylece
rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça
eserdi. Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı. Ve (kötülük
yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini.”[940]
Ayette geçen
"sağlam kementlerle birbirine bağlanmış" ifadesi, Hz. Süleyman'ın,
hizmetine verilmiş olan cin ve şeytanlar üzerinde çok büyük bir hakimiyeti
olduğuna işaret etmektedir.
Bu bilgiler,
Hz. Süleyman'ın hakimiyetinin sadece dindar ve teslim olmuş cinleri değil,
inkarcıları da kapsadığını ortaya koymaktadır. Bu ayetten Hz. Süleyman'ın
şeytanları, şeytanın etkisi altındaki insanları ve dinsiz kimseleri zararsız
hale getirdiği anlaşılmaktadır. Dahası onları İslam'a faydalı hale getirmiş,
onlara çeşitli görevler vermiştir.
Allah bu ayette,
İslam ahlakının yaşandığı bir ortamda şeytani mizaca sahip olan kötü niyetli
insanların topluma zarar vermelerinin engellenmesi gerektiğine işaret ediyor
olabilir. Bu kimseleri Allah yolundaki bir hizmette görevlendirmek ise hem
olası zararları engelleyecek, hem de İslam adına bir fayda oluşmasına vesile
olacaktır.
Bu ayetle
insanlara zulmeden, kötülük yapan, yeryüzünde fitne çıkaran şeytan karakterli
kişilerin çok sıkı bir kontrol sistemi ile denetlenmeleri gerektiğine işaret
ediliyor olabilir. Bu kişilerin halkın arasına karışarak insanlara zarar
vermeleri engellenmelidir.
Allah bu
ayetiyle ahir zamanda suçluların cezalandırılmasında uygulanacak olan
yöntemlere dikkat çekmiş olabilir. O dönemde suçluların topluma zarar vermeleri
engellenecek, ancak bu kişiler, çeşitli hizmetlerde çalıştırılarak insanlara
faydalı hale getirilecek olabilirler.
Ayette
bildirilen "sağlam kementler" ifadesiyle, Allah, ahir zamanda
kullanılan elektronik pranga benzeri bir güvenlik sistemine dikkat çekiyor
olabilir. Bu şekilde söz konusu kişilerin kaçmaları, hem kendilerine hem de
çevrelerindeki insanlara zarar vermeleri engellenecektir.
Kuşları
denetledikten sonra dedi ki:
وَالَّذينَ
يَدْعُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ لَا
يَخْلُقُونَ
شَيًْا
وَهُمْ
يُخْلَقُونَ
(*) اَمْوَاتٌ
غَيْرُ
اَحْيَاءٍ
وَمَا
يَشْعُرُونَ
اَيَّانَ
يُبْعَثُونَ
"Hüdhüd'ü neden
göremiyorum, yoksa kaybolanlardan mı oldu? Onu gerçekten şiddetli bir azabla
azablandıracağım, ya da onu boğazlayacağım veya o, Bana apaçık olan bir delil
getirmelidir."[941]
Bu ayetler göstermektedir
ki, Hz. Süleyman, ordusunu düzenli olarak teftiş ediyor, bir aksaklık olduğunda
bunu hemen fark ediyor ve gereken önlemleri alıyordu. Disiplini bozacak
hareketlerde bulunulmasına kesinlikle izin vermiyordu. İzinsiz ve habersiz
olarak ortadan kaybolmanın çok önemli bir hata olduğu Hz. Süleyman'ın
yukarıdaki sözlerinden anlaşılmaktadır.
اِنْ
تَحْرِصْ
عَلى
هُديهُمْ
فَاِنَّ اللّهَ
لَا يَهْدى
مَنْ يُضِلُّ
وَمَا لَهُمْ
مِنْ
نَاصِرينَ
"Sen
onlara dön, Biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları
mümkün değil ve Biz onları oradan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler
olarak sürüp çıkarırız."[942]
Hz. Süleyman,
Sebe Melikesi'nden hediyeler getiren ulaklara yukarıdaki şekilde
seslenmektedir. Bu sözlerde görüldüğü gibi, hiçbir şekilde hediye kabul
etmeyeceğini belirtmiş, böylece Sebe Melikesi'nin kendisine teslim olması
konusunda ne kadar kararlı olduğunu da göstermiştir.
Bu ayetten
ayrıca, Hz. Süleyman'ın ordusunun o dönemde hiçbir ülkenin ordusunun karşı
koyamayacağı kadar üstün bir güçte olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim ilerleyen
sayfalarda görüleceği gibi, Sebe yöneticileri bu haberi aldıklarında, teslim
olmaktan başka bir çareleri olmadığını anlamışlardır. Bu da, onların Hz.
Süleyman'ın ordusunun yenilmezliğini bildiklerinin bir göstergesidir.
Hz.
Süleyman’ın Üstün Ahlakı
Kitabın
buraya kadar olan bölümlerinde Allah'ın Hz. Süleyman'a verdiği çeşitli
ilimlerden, görkemli saltanatından ve güçlü ordusundan bahsettik. Hz.
Süleyman'ın Kuran'da bildirilen en önemli özelliklerinden biri ise, hiç
şüphesiz sahip olduğu üstün ahlakıdır. O, hayatı boyunca insanları Allah'ın
razı olacağı din ahlakını yaşamaya davet ederken, kendisi de derin imanı ve
güzel ahlakıyla tüm insanlara örnek olmuştur.
Her
İşinde Allah'a Yönelirdi
وَوَهَبْنَا
لِدَاوُدَ
سُلَيْمنَ
نِعْمَ
الْعَبْدُ
اِنَّهُ
اَوَّابٌ
“Ve Davûd için Süleyman'ı bağışladık. Ne güzel kul! Şüphe yok ki,
O (Hakk'a) dönücü idi.”[943]
Hz.
Süleyman'ın hayatı ile ilgili olan Kuran ayetlerinde en çok dikkat çekilen
konulardan biri, onun her yaptığı işte sürekli Allah'a yönelmesi, O'na dua
etmesi ve her isteğini Allah'a açmasıdır.
Hz. Süleyman,
putperestliğin yaygın olduğu bir dönemde yaşamış, ancak hiçbir zaman, hiçbir
şeyi Allah'a ortak koşmamıştır. Sadece Allah'ın rızasını gözetmiş ve Allah'ın
dinini hakim kılmak için hiçbir insanın ya da varlığın rızasını gözetmeden
ihlasla yaşamıştır. Puta tapan Sebe Ülkesi'ni imana davet ederken de onları
Allah'a teslim olmaya davet etmiş, Güneş'e secde etmekten vazgeçmelerini
istemiştir.
وَلَقَدْ
فَتَنَّا
سُلَيْمنَ
وَاَلْقَيْنَا
عَلى
كُرْسِيِّه
جَسَدًا
ثُمَّ
اَنَابَ (*)
قَالَ رَبِّ
اغْفِرْ لى
وَهَبْ لى
مُلْكًا لَايَنْبَغى
لِاَحَدٍ
مِنْ بَعْدى
اِنَّكَ اَنْتَ
الْوَهَّابُ
“Andolsun,
Biz Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski
durumuna) döndü. "Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib
olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin."[944]
Hz. Süleyman
herhangi bir zorlukla, sıkıntıyla ya da bir nimetle karşılaştığında hemen
Allah'a yöneliyordu. Her konuşmasında Allah'ı zikrediyor, her kararını Allah'ın
adını anarak veriyordu. Allah Hz. Süleyman'ı çeşitli olaylarla denemiş, o da
her seferinde çok güzel bir ahlakla karşılık vermiştir. Örneğin yukarıdaki
ayette de belirtildiği gibi Hz. Süleyman denendiğinde, aklına ilk gelen Allah'a
dua etmek, O'nun bağışlayıcılığına ve rahmetine sığınmak olmuştur.
قَالَ
الَّذى
عِنْدَهُ
عِلْمٌ مِنَ
الْكِتَابِ
اَنَا اتيكَ
بِه قَبْلَ
اَنْ
يَرْتَدَّ
اِلَيْكَ
طَرْفُكَ
فَلَمَّا
رَاهُ مُسْتَقِرًّا
عِنْدَهُ
قَالَ هذَا
مِنْ فَضْلِ
رَبّى
لِيَبْلُوَنى
ءَاَشْكُرُ
اَمْ
اَكْفُرُ
وَمَنْ
شَكَرَ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ فَاِنَّ
رَبّى
غَنِىٌّ
كَريمٌ
“Yanında kitaptan bir ilim bulunan zât da dedi ki: "Ben onu
sana daha kendine gözün dönmeden getiririm." Vaktâ ki (Hazreti Süleyman)
Onu (tahtı) yanında karargir olmuş gördü, dedi ki: "Bu Rabbimin
fazlındandır, tâ ki beni imtihan etsin ki, şükür mü ederim, yoksa küfran-ı
nîmette mi bulunurum ve her kim şükrederse ancak kendi nefsi lehine şükreder.
Ve kim de küfran-ı nîmette bulunursa, şüphe yok ki, Rabbim ganîdir, kerîmdir.”[945]
Hz. Süleyman
sadece zorluk anlarında değil, herhangi bir başarı ya da zafer anında da aynı
ahlakı göstermiş, daima tevazulu ve Allah'a karşı aczini bilen bir kul
olmuştur. Elde ettiği her başarının, Allah'tan bir deneme olduğunu hemen fark
etmiştir. Yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi, başarılar karşısında son
derece tevazulu bir karşılık vermiştir. Bu ihlaslı karşılık, onun her türlü
başarının da her türlü zorluk gibi Allah'tan bir deneme olduğunu bilmesinin bir
sonucudur.
Sürekli
Allah'a Şükreden Bir Kuldu
يَعْمَلُونَ
لَهُ مَا
يَشَاءُ مِنْ
مَحَاريبَ
وَتَمَاثيلَ
وَجِفَانٍ
كَالْجَوَابِ
وَقُدُورٍ
رَاسِيَاتٍ
اِعْمَلُوا الَ
دَاوُدَ
شُكْرًا
وَقَليلٌ
مِنْ عِبَادِىَ
الشَّكُورُ
“Onun için pek yüksek binalardan ve timsallerden ve büyük havuzlar
gibi çanaklardan ve sabit sabit kazanlardan ne isterse (onu) yapıverirlerdi. Ey
Dâvud'un hânedânı! Şükür için çalışın ve benim kullarımdan şükreden azdır.”[946]
Allah Hz.
Davud gibi Hz. Süleyman'ı da daha önce hiç kimseye verilmemiş nimetlerle seçkin
kılmış, ona Allah'a şükretmesine vesile olacak lütuflarda bulunmuştur. Hz.
Süleyman bu nimetlere karşı her zaman şükredici olmuş, tevazulu ve ihlaslı
davranmış, her işinde Allah'a yönelmiştir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz
gibi, o, bütün nimetlerin ve üstün özelliklerin Allah katından bir deneme
olduğunu, bu nimetlere vereceği karşılıkla hesap gününde karşılaşacağını bilen
ve ona göre davranan bir kuldur.
فَتَبَسَّمَ
ضَاحِكًا
مِنْ
قَوْلِهَا
وَقَالَ
رَبِّ اَوْزِعْنى
اَنْ
اَشْكُرَ
نِعْمَتَكَ
الَّتى اَنْعَمْتَ
عَلَىَّ
وَعَلى
وَالِدَىَّ
وَاَنْ
اَعْمَلَ
صَالِحًا
تَرْضيهُ
وَاَدْخِلْنى
بِرَحْمَتِكَ
فى عِبَادِكَ
الصَّالِحينَ
“(Hazreti Süleyman) Artık onun sözünden gülercesine tebessüm etti
ve dedi ki: "Yarabbi! Bana ilham buyur, bana ve anama babama in'am
buyurmuş olduğun nîmetine şükredeyim ve senin razı olacağın sâlih amelde
bulunayım ve beni rahmetinle sâlihler olan kullarının zümresine idhal buyur.”[947]
Hz.
Süleyman'ın karıncaların aralarında geçen konuşmayı duyduktan sonra, hemen
Allah'a yöneldiği ve dua ettiği ayette bildirilmiştir. O, kendisine verilen
nimetler karşısında her zaman bunların gerçek sahibinin Rabbimiz olduğunu
bilmiş, her tavrı ve sözüyle tek hedefinin Allah'ın rızasını kazanmak olduğunu
göstermiştir.
Allah onun bu
samimi ve ihlaslı ahlakının karşılığını en güzel şekilde vermiş ve onu;
وَاِنَّ
لَهُ
عِنْدَنَا
لَزُلْفى
وَحُسْنَ
مَابٍ
"Şüphesiz, onun Bizim katımızda gerçekten bir
yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır"[948] ayetiyle müjdelemiştir.
Bir diğer
ayette ise, onu ve babası Hz. Davud'u; "inanmış
kullarından birçoğuna göre üstün kıldığı"nı,[949] bildirmiştir.
Ayrıca Hz.
Süleyman dişi karıncanın, karınca topluluğuna karşı olan şefkatini görünce
hemen annesini ve babasını hatırlamıştır. Bu, insanın, kendisine anne ve babası
vesilesiyle gelen nimetlere (küçüklüğünden itibaren bakımı, büyütülmesi,
barınması, eğitimi gibi) karşılık da bunların asıl sahibi olan Allah'a
şükretmesi gerektiğini gösteren önemli bir derstir.
Hz.
Süleyman'ın Hayvan Sevgisi
Hani ona
akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı
kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki:
اِذْ
عُرِضَ
عَلَيْهِ
بِالْعَشِىِّ
الصَّافِنَاتُ
الْجِيَادُ (*)
فَقَالَ
اِنّى
اَحْبَبْتُ
حُبَّ
الْخَيْرِ
عَنْ ذِكْرِ رَبّى
حَتّى
تَوَارَتْ
بِالْحِجَابِ
"Gerçekten
ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim."
Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar."[950]
Ayetlerden
anlaşıldığı gibi Hz. Süleyman, duruşları ve koşuşlarındaki zerafet ve
ustalıkları ile seyredenlere büyük zevk veren bu hayvanları sevmek için özel
bir vakit ayırmaktadır. Ve bu sırada Allah'ı tespih ederek yüceltmektedir. Bu
örnek bir mümin tavrıdır: İmanlı bir kişi gördüğü güzellikler ve bu
güzelliklerin ruhunda oluşturduğu derin etki karşısında Allah'ı zikreder. Bu,
inananların Allah'a olan derin sevgilerinin sonucunda oluşan bir etkilenmedir.
Din ahlakının
getirdiği güzelliklerden uzak olan insanların çoğu, içine kapalı, etrafındaki
olaylara ve varlıklara karşı duyarsız, umursamaz bir karakter geliştirirler.
Oysa Hz. Süleyman'ın tavırlarında da açıkça görüldüğü gibi, Müslüman,
etrafındaki güzelliklere karşı son derece duyarlı, güzellik, estetik ve
sanattan zevk alan, ince düşünceli bir insandır. Allah'ın nimetlerinin
farkındadır ve bunlardan zevk alıp şükretmeyi bilir. Allah,
قُلْ
مَنْ حَرَّمَ
زينَةَ
اللّهِ
الَّتى اَخْرَجَ
لِعِبَادِه
وَالطَّيِّبَاتِ
مِنَ الرِّزْقِ
قُلْ هِىَ
لِلَّذينَ
امَنُوا فِى
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا
خَالِصَةً
يَوْمَ الْقِيمَةِ
كَذلِكَ نُفَصِّلُ
الْايَاتِ
لِقَوْمٍ
يَعْلَمُونَ
“De ki: "Allah Teâlâ kulları için çıkarmış olduğu ziyneti ve
rızıktan tîyb olanları kim haram kılmıştır?" De ki: "O, dünya
hayatında imân edenler içindir, Kıyamet gününde ise yalnız onlara
mahsustur." İşte âyetleri, bilir kişiler olan bir kavim için böyle
mufassalan beyan ederiz”[951] ayetiyle, dünyadaki
nimetlerin zaten Müslümanlar için yaratıldığını haber vermektedir.
رُدُّوهَا
عَلَىَّ
فَطَفِقَ
مَسْحًا بِالسُّوقِ
وَالْاَعْنَاقِ
“Onları
bana geri getirin" (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını
okşamaya başladı.”[952]
Hz. Süleyman
içinde duyduğu sevgiyi hem sözle ifade etmekte, hem de fiilen göstermektedir.
Burada Hz. Süleyman'ın sevgisini ifade etme gücünü en açık şekilde görüyoruz.
Genelde insanlar içlerinde duydukları sevgi, muhabbet hislerini her zaman doğru
ve güzel şekilde ifade edemezler. Hatta çoğu zaman bundan çekinirler. İnsanın
bir varlığa karşı duyduğu muhabbeti en içli şekilde gösterebilmesi Allah'ın
verdiği özel bir yetenektir. Allah ayetlerinde bu yeteneği salih kullarından
Hz. Yahya'ya da verdiğini şöyle bildirmektedir:
يَا
يَحْيى خُذِ
الْكِتَابَ
بِقُوَّةٍ
وَاتَيْنَاهُ
الْحُكْمَ
صَبِيًّا (*)
وَحَنَانًا
مِنْ
لَدُنَّا
وَزَكوةً
وَكَانَ
تَقِيًّا
“(Çocuğun
doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) "Ey Yahya, Kitabı kuvvetle
tut." Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Katımızdan ona bir sevgi
duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi.”[953]
Kur’an'da Hz.
Süleyman'ın atların yanı sıra başka hayvanlara da aynı sevgiyle yaklaştığına
dair örnekler anlatılmaktadır. Bu hayvanlardan biri karıncalardır. Hz.
Süleyman'ın ordusu ile birlikte geldiğini gören bir dişi karınca, karınca
topluluğuna yuvalarına girmelerini, aksi takdirde Hz. Süleyman ve ordularının
"farkında olmaksızın" onlara zarar verebileceğini söylemiştir. Dişi
karıncanın konuşmasında "farkında olmadan" ifadesini kullanması,
Süleyman Peygamberin bir savaş durumunda karıncalara dahi zarar vermeyecek
kadar yüksek merhametine dikkat çekmiştir.
Hz.
Süleyman'ın hayatına dair örneklerin anlatıldığı bu ayetlerde Müslümanlar için
hayvan sevgisinin önemine de işaret edilmektedir. Çünkü iman eden bir insan
Allah'ın yarattığı canlılardaki derin hikmetleri, yaratılış güzelliklerini daha
iyi kavrayabilir. Nitekim hayvanlardaki ibretlerin detaylı olarak anlatıldığı
Nahl Suresi'nde "... onlarda (hayvanlarda) sizin için bir güzellik
vardır"[954] buyurularak bu gerçeğe
dikkat çekilir. İşte Hz. Süleyman'da gördüğümüz hayvan sevgisi de, Allah'ın bu
kusursuz yaratışına duyulan hayranlığın ifadelerinden biridir.
Kur’an'da,
hayvanların insanlara fayda veren yönlerinden biri de güvenlik sağlamaları
olarak haber verilmiştir. Örneğin köpeklerin, sahiplerinin güvenliğini sağlamak
amacıyla kullanılabileceklerine dair işaretler vardır. Kehf Suresi'nin 18.
ayetinde Ashab-ı Kehf'in köpeklerinden bahsedilmektedir. Daha pek çok ayette de
hayvan sevgisi ve hayvanlardaki yaratılış delillerinin incelenmesi teşvik
edilmiştir.
Hz.
Süleyman'ın Allah Rızası İçin Mala Sevgi Duyması
رُدُّوهَا
عَلَىَّ
فَطَفِقَ
مَسْحًا بِالسُّوقِ
وَالْاَعْنَاقِ
“Dedi ki: "Ben Rabbimin zikrinden dolayı hayrı severcesine (o
atları) seviverdim." Nihâyet (güneş veya atlar) hicap ile gizlenmiş oldu.”[955]
Ayette
görüldüğü gibi Hz. Süleyman, sahip olduğu ihtişamlı malları düşünüp Allah'ı
övgüyle yüceltmiş, mala olan sevgisinin kaynağının Allah'ı zikretmek olduğunu
vurgulamıştır. Buradaki manayı iyi düşünmek gerekir. Kur’an'ın diğer bazı
ayetlerinde, mal sevgisinin insanları saptırabileceği haber verilir. Örneğin
Adiyat Suresi'nde şöyle buyrulur:
اِنَّ
الْاِنْسَانَ
لِرَبِّه
لَكَنُودٌ (*)
وَاِنَّهُ
عَلى ذلِكَ
لَشَهيدٌ
"Gerçekten
insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahiddir. Muhakkak
o, mal sevgisinden dolayı çok katıdır."[956]
Mal ve mülk
sevgisi insanların çoğunun kalbini katılaştırır ve onları dinden uzaklaştırır,
çünkü ellerindeki malı kendilerinin bir kazancı zanneder, bundan dolayı kibir
ve "müstağniyet" (yeterlilik hissi, Allah'a karşı muhtaç olduğunu
unutma) duyarlar ve daha fazla mal edinmek için hırsa kapılırlar. Allah'a
kulluk etmek için yaşayacaklarına, mal biriktirmek için yaşarlar. Bu nedenle
her müslümanın mal ve mülk hırsından uzak durması gerekir.
Ancak Hz.
Süleyman kıssası bize müslümanın mal ve mülke gafil insanlardan çok daha farklı
bakacağını ve bu bilinci elde ettikten sonra mal ve mülke sahip olmanın ona
Allah'ı zikretmesi için bir vesile olacağını göstermektedir. Kastedilen bilinç,
tüm malın ve mülkün Allah'a ait olduğunu, O'ndan geldiğini ve yine O'nun
dilemesiyle gideceğini bilmektir. Bunu bilen müslüman, kendisine mal ve mülk
verildiğinde bundan dolayı kibirlenmez veya şımarmaz. "Mallar elimden
gidecek" korkusuna da kapılmaz. Allah'ın vermiş olduğu tüm imkanlara
şükreder ve bu imkanları O'nun rızası için O'nun yolunda kullanır. Allah
kendisine büyük bir mülk, ihtişam ve iktidar nasip ettiğinde de, bunların
hepsini birer nimet ve imtihan vesilesi olarak görür, Allah'a olan saygı, korku
ve sevgisi daha da artar.
İşte bu
nedenledir ki, Allah'a gönülden bağlı olan salih müminler, kendilerine mal,
mülk ve iktidar emanet edilmesi için en ehil insanlardır. Bunlardan birisi olan
Hz. Süleyman, kimseye nasip olmayan bir iktidarı elinde tutmasına rağmen, her
zaman Allah'a karşı içli ve derin bir saygı içinde olmuş ve tüm imkanlarıyla
O'nun dinine hizmet etmiştir.
Bu ayetten
mal sevgisinin, eğer Allah rızası için olursa makbul olduğu anlaşılmaktadır.
Sahip olunan zenginlikler Allah'ın rızasını kazanacak işlerde, Allah'ın sonsuz
kudretini zikretmede kullanılırsa, bu yapılanlardan Allah'ın hoşnut olması
umulur.
قَالَ
رَبِّ
اغْفِرْ لى
وَهَبْ لى
مُلْكًا
لَايَنْبَغى
لِاَحَدٍ
مِنْ بَعْدى
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْوَهَّابُ
"Rabbim,
beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan
et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin."[957]
Hz. Süleyman,
malı, Allah rızası için sevmekte ve O'nun yolunda harcamak için Allah'tan
kendisine büyük bir mülk nasip etmesini istemektedir. Bu ayetle Müslümanların
da Allah yolunda harcamak için dünya hayatında benzersiz bir zenginlik ve mülk
isteyebileceklerine işaret edilmektedir.
Ayetlerden
anlaşıldığı gibi, Müslümanlar zenginliğe, gösterişli mülklere, hayranlık
uyandıran sanat eserlerine sahip olabilirler. Nitekim Müslüman devletler tarih
boyunca son derece görkemli sanat eserleri ortaya koymuş, zenginlikleri ve
güçleri ile tüm dünyaya nam salmışlardır. Asırlar boyunca İslam'ın
bayraktarlığını yapan Osmanlı İmparatorluğu bunun en açık örneğidir. Bu büyük
imparatorluktan geride kalan eserler hala üç kıtanın dört bir yanını
süslemektedir.
İman
edenlerin sahip oldukları bu zenginliğin hikmetlerinden biri, insanların
kalplerini İslam'a ısındırmada zenginliğin büyük bir rol oynamasıdır. Onların
sahip oldukları ihtişamlı mülkler, din ahlakından uzak yaşayan ve maddi
değerlere çok fazla önem veren insanları ilk anda psikolojik olarak etkilemiş
ve dine ilgi duymalarını sağlamıştır. Bu, ilerleyen bölümlerde göreceğimiz
gibi, Hz. Süleyman'ın da Sebe Melikesi'nin İslam'ı kabul etmesi için kullandığı
yöntemlerden biridir.
Hz.
Süleyman'a Verilen Özel Bir İlme İşaret
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
دَاوُدَ
وَسُلَيْمنَ
عِلْمًا
وَقَالَا
الْحَمْدُ
لِلّهِ الَّذى
فَضَّلَنَا
عَلى كَثيرٍ
مِنْ عِبَادِهِ
الْمُؤْمِنينَ
(*) وَوَرِثَ
سُلَيْمنُ
دَاوُدَ
وَقَالَ يَا اَيُّهَا
النَّاسُ
عُلِّمْنَا
مَنْطِقَ الطَّيْرِ
وَاُوتينَا
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ اِنَّ
هذَا لَهُوَ
الْفَضْلُ
الْمُبينُ
"Andolsun,
Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik: "Bizi inanmış kullarından birçoğuna
göre üstün kılan Allah'a hamdolsun."... Gerçekten bu, apaçık bir
üstünlüktür."[958]
Bu ayetlerde
Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a verilen özel bir ilim haber verilmektedir. Ayetin
devamında bu ilmin "apaçık bir üstünlük" olduğunun bildirilmesi ise,
hiç kimsenin bilmediği, üstün bir ilme vakıf olduklarına bir işaret olabilir.
وَلَقَدْ
فَتَنَّا
سُلَيْمنَ
وَاَلْقَيْنَا
عَلى
كُرْسِيِّه
جَسَدًا
ثُمَّ اَنَابَ
“Andolsun,
Biz Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski
durumuna) döndü.”[959]
Hz.
Süleyman'ın, tahtının üzerine bırakılan bir cesetle denenmesi, yukarıda söz
ettiğimiz ilimle bağlantılı bir mucize olabilir. Allah Hz. Süleyman'ı metafizik
bir şekilde, tüm canlıların yaşadığı madde boyutundan çıkarıp, ruh alemine
sokmuş olabilir. Bu alemde madde ortadan kalkmış, Hz. Süleyman, tahtın da,
tahtın üzerindeki cesedin de maddi varlıkları olmayıp, bir hayalden ibaret
olduklarını anlamış olabilir. Ruh aleminden çıkıp, yeniden madde boyutuna
geçtiğinde ise, bedenine kavuşmuş, eski haline dönmüş olabilir.
Hz. Süleyman
bu yolculuk esnasında bedenin dışına çıkmış ve dolayısıyla da kendi bedenini
bir ceset olarak görmüş, bunun sonucunda da dünya hayatının değersizliğini ve
insanın ne kadar aciz olduğunu fark etmiş olabilir. Dünyanın birkaç on yıl
içinde sona ereceğini, insanın dünya hayatında değer verdiği para, zenginlik,
mal, mülk ve tüm güzelliklerin bir hayalden ibaret olduğunu kavramış olabilir.
Dünya hayatının
değersizliğini anlayan Hz. Süleyman, mülkü Allah yolunda ve İslam'ın menfaati
doğrultusunda harcamanın önemini kavramış olabilir. Nitekim bu yolculuğun hemen
ardından Hz. Süleyman, Allah'a, kendisine büyük bir mülk vermesi için dua
etmektedir.
Harut
ve Marut
Ve onlar,
Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular.
Süleyman inkar etmedi; ancak şeytanlar inkar etti. Onlar, insanlara sihri ve
Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı...[960]
Ayette geçen
ifadeden, Hz. Süleyman döneminde bazı insanların, Allah'ın haram kıldığı
fiillerden olan sihire rağbet ettikleri anlaşılmaktadır. Onlar şeytanlardan
sihir öğrenmişlerdir. Ayrıca Babil'deki Harut ve Marut adlı meleklere
öğretilmiş olanları da -yine şeytanlardan öğrenerek- kötü amaçları için
kullanmışlardır.
Ayetten
anlaşıldığı gibi, Hz. Süleyman'a karşı harekete geçen şeytan, etkisi altına
aldığı insanlar aracılığıyla halkı Hz. Süleyman'ın sahip olduğu büyük mülk ve
zenginlik ile ilgili olarak kışkırtmış olabilir. Bunun sonucunda da insanlar
Hz. Süleyman ve sahip olduğu güçlü devlete karşı örgütlenmiş, devlet aleyhinde
çalışmalar yapan çeşitli karanlık örgütler kurmuş olabilirler. Şeytanın
sevkiyle kurulan bu örgütler Hz. Süleyman'ın devletini türlü şekillerde
çökertmeye çalışmış, bunun için her türlü kirli yöntemi kullanmış olabilirler.
(En doğrusunu Allah bilir.) Nitekim tarihi kayıtlar, Hz. Süleyman'ın vefatının
ardından yönettiği Müslüman İsrail Krallığı'nın iç karışıklıklar nedeniyle
ikiye bölündüğünü bildirmektedir.
وَاتَّبَعُوا
مَاتَتْلُوا
الشَّيَاطينُ
عَلى مُلْكِ
سُلَيْمنَ
وَمَاكَفَرَ
سُلَيْمنُ
وَلكِنَّ
الشَّيَاطينَ
كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ
النَّاسَ
السِّحْرَ
وَمَا اُنْزِلَ
عَلَى
الْمَلَكَيْنِ
بِبَابِلَ
هَارُوتَ
وَمَارُوتَ
وَمَا
يُعَلِّمَانِ
مِنْ اَحَدٍ
حَتّى
يَقُولَا
اِنَّمَا
نَحْنُ
فِتْنَةٌ
فَلَا
تَكْفُرْ
فَيَتَعَلَّمُونَ
مِنْهُمَا
مَايُفَرِّقُونَ
بِه بَيْنَ
الْمَرْءِ
وَزَوْجِه
وَمَاهُمْ
بِضَارّينَ
بِه مِنْ
اَحَدٍ
اِلَّا
بِاِذْنِ
اللّهِ
وَيَتَعَلَّمُونَ
مَايَضُرُّهُمْ
وَلَايَنْفَعُهُمْ
وَلَقَدْ
عَلِمُوا
لَمَنِ
اشْتَريهُ
مَالَهُ فِى
الْاخِرَةِ
مِنْ خَلَاقٍ
وَلَبِئْسَ
مَاشَرَوْا بِه
اَنْفُسَهُمْ
لَوْكَانُوا
يَعْلَمُونَ
“Ve onlar Süleyman aleyhisselâm mülkü aleyhine şeytanların
uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman, asla küfretmedi, fakat
o şeytanlar kâfir oldular. Onlar nâsa sihir ve Babil'deki iki meleğe, Harût ile
Marût'a indirilmiş olan şeyleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise, "Biz
ancak bir fitneyiz, sakın kâfir olma!" demedikçe bir kimseye sihir namına
bir şey öğretmezlerdi. İşte birtakım kimseler bu iki melekten zevç ile zevcenin
arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat bunlar Allah Teâlâ'nın izni
olmadıkça bu sihr ile bir kimseye bir zarar verebilir değildirler. Onlar
kendilerine zarar verip fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun ki
onlar, o sihri satın alan kimse için ahirette hiç bir nâsip olmayacağını
muhakkak bilmişlerdir. Ne fena bir şey mukabilinde nefislerini satmış oldular,
eğer bilecek olsalardı.”[961]
Şeytanlar
insanları yoldan saptırmak için onlara, Harut ve Marut'tan öğrendikleri
sihirleri öğretmişlerdir. Oysa Harut ve Marut, sahip oldukları bilgiyi,
öğrenmek isteyenlere önce kendilerinin Allah'tan bir deneme olduklarını
söylüyor ve inkara düşmemeleri için onları uyarıyorlardı. Ancak ondan sonra bu
bilgiyi öğretiyorlardı. Bu nedenle de insanların sihrin bir fitne olduğunu
bilmeleri ve bundan şiddetle kaçınmaları gerekmektedir.
Sihir
yöntemlerine başvuran herkes çok iyi bilmelidir ki, Allah izin vermeden
insanların öğrendikleri ve uyguladıkları büyülerin bir sonuç vermesi kesinlikle
mümkün değildir. Çünkü büyünün etkisini bir hikmet üzere yaratan da Allah'tır.
O'nun izni ve bilgisi olmadan hiçbir insanın zenginlik, güç ya da başka bir
imkanı sihir benzeri yöntemlerle elde etmesi mümkün değildir.
Allah, büyünün
etkisine inanan ve bu gibi yöntemlerle kendilerine menfaat sağlayabileceklerine
inanan insanlara, bu şeytani yöntemleri bir bela olarak musallat edebilir.
Onlar batıl yollara saptıkları için, Allah onlara buna göre bir karşılık
vermekte, büyü, bu insanlar için dünya hayatında bir azap haline gelmektedir.
Bu, Allah'ın hidayet yolundan sapan insanlara dünyada verdiği bir cezadır.
Ayetlerden
anlaşıldığı gibi, iman eden bir insan hiçbir şekilde sihirle ve şeytanların
anlattıklarıyla ilgilenmez. İnsanların arasını bozmak için bu tip şeytan
kışkırtması işlerle uğraşmak, hak yoldan uzaklaşıp batıl inanışlarla vakit
geçirmek şeytanın oyununa gelmektir. Çünkü şeytanın amacı insanları doğru
yoldan engellemektir. Sihir benzeri işlerle uğraşanlar, şeytanın aldatmacasına
kanmış kimselerdir.
Bu gibi batıl
inanışların Kur’an'da hiçbir şekilde yeri yoktur. Nitekim Allah Felak
Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:
قُلْ
اَعُوذُ
بِرَبِّ
الْفَلَقِ (*)
مِنْ شَرِّ
مَا خَلَقَ (*)
وَمِنْ شَرِّ
غَاسِقٍ
اِذَا وَقَبَ
(*) وَمِنْ
شَرِّ
النَّفَّاثَاتِ
فِى
الْعُقَدِ
“De ki:
Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü
zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfüren-kadınların şerrinden...”[962]
Harut ve
Marut'tan bahsedilen ayetlerde de aynı konu anlatılmıştır. Ne sihrin, ne de
Felak Suresi'ndeki ayette bildirildiği gibi "düğümlere üfüren
kadınların" hiçbir güçleri, etkileri yoktur. Kainattaki tek güç ve hüküm
sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Mümin sadece Allah'a güvenip dayanır,
sadece O'ndan medet umar, her türlü ihtiyacını, sıkıntısını Allah'a açar,
Allah'ı dost ve vekil edinir.
Bu ayetlerde
ahir zamana yönelik işaretler de olabilir. Allah, sihirden bahsederek, ahir
zamanda sihrin çoğalacağına, fal bakıp geleceği okumanın yaygınlaşacağına
işaret ediyor olabilir. Ahir zamanda Allah'ın haram kıldığı bu fitneler, adeta
bir geçim kaynağı haline gelecek, büyücü ve falcılar insanları sömürecek
olabilirler. Ahir zamanın bu büyük fitnesi, Peygamberimizin hadislerinde de
haber verilmiştir. Bunlardan biri şu şekildedir:
Ahir zamanda
ümmetim hakkında en çok endişe duyduğum, yıldızlara (inanmak), kaderi
yalanlamak... [963]
Hz.
Süleyman ve Sebe Melikesi
Hz. Süleyman
ile ilgili Kur’an ayetlerinin büyük bir bölümü Hz. Süleyman ile Sebe Melikesi
arasında yaşanan olaylarla ilgilidir. Bu ayetlerde söz konusu iki ülkenin
siyasi ve ekonomik ilişkileri hakkında önemli detaylar verilmiştir. Bunun yanı
sıra Hz. Süleyman'ın diğer devletlerle ilişkisi, yönetim gücü ve Allah'ın
dinini anlatmada kullandığı yöntemlerden de örnekler aktarılmıştır.
Derken
(Hüdhüd) uzun zaman geçmeden geldi ve (Süleyman'a) dedi ki:
فَمَكَثَ
غَيْرَ
بَعيدٍ
فَقَالَ
اَحَطْتُ بِمَا
لَمْ تُحِطْ
بِه
وَجِئْتُكَ
مِنْ سَبَاٍ
بِنَبَاٍ
يَقينٍ
"Senin
kuşatamadığın (öğrenemediğin) şeyi, ben kuşattım ve sana Saba'dan kesin bir
haber getirdim."[964]
İki ülke
arasındaki ilişki Hz. Süleyman'ın ordusunda bulunan Hüdhüd'ün Sebe Ülkesi ve bu
ülkenin melikesi hakkında bilgi vermesiyle başlar. Hz. Süleyman, ordusunu
teftiş ettiği sırada, Hüdhüd'ün kaybolduğunu fark eder. Hüdhüd geri geldiğinde
Hz. Süleyman'a Sebe Ülkesi hakkında çok önemli bilgiler verir.
اِنّى
وَجَدْتُ
امْرَاَةً
تَمْلِكُهُمْ
وَاُوتِيَتْ
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ
وَلَهَا عَرْشٌ
عَظيمٌ
"Gerçekten
ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona herşeyden (bolca)
verilmiştir ve büyük bir tahtı var."[965]
Ayette ilk
olarak bu bilginin vurgulanması, o dönemde bir kadın yöneticinin varlığının çok
alışılmış bir durum olmadığını gösteriyor olabilir. Hüdhüd, Sebe Melikesi'nin
zenginliğinden ve ona türlü nimetlerin bağışlandığından da bahsetmektedir. Bu
zenginliği anlatırken de özellikle Sebe Melikesi'nin tahtının büyüklüğünü
vurgulamaktadır. Tahtın büyüklüğü Sebe Melikesi'nin iktidarının ve devletinin
gücünü simgeliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir)
وَجَدْتُهَا
وَقَوْمَهَا
يَسْجُدُونَ
لِلشَّمْسِ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَزَيَّنَ
لَهُمُ
الشَّيْطَانُ
اَعْمَالَهُمْ
فَصَدَّهُمْ
عَنِ
السَّبيلِ
فَهُمْ
لَايَهْتَدُونَ
"Onu
ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara
yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan
dolayı onlar hidayet bulmuyorlar."[966]
Hüdhüd, Sebe
Ülkesi halkının şeytanın kışkırtmalarına uyup Güneş'e taptıklarını, Allah'a
şirk koştuklarını ve hidayet yoluna uymadıklarını bildirmiştir. Şeytan, Sebe
halkına Güneş'e tapmayı süslü göstermiş, yani doğru ve akılcı bir inanç gibi
tanıtmış, onlar da bu sapkınlığı atalarından miras alarak, kendilerine yol
edinmişlerdir. İnsanları doğru yoldan saptırıp, Allah'a secde etmekten
alıkoymak şeytanın en önemli hedefidir. Bu ayet, insanların Allah'ın dininden
uzak olmalarının nedeninin, çoğunlukla batıl bir inanç, felsefe ve fikir
sistemi tarafından aldatılmaları olduğuna da işaret ediyor olabilir.
Ancak
aşağıdaki ayetlerde bildirildiği gibi şeytanın samimi bir kalple Allah'a iman
eden, ihlas sahibi kullar üzerinde hiçbir etkisi yoktur:
قَالَ
رَبِّ بِمَا
اَغْوَيْتَنى
لَاُزَيِّنَنَّ
لَهُمْ فِى
الْاَرْضِ
وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ
اَجْمَعينَ (*)
اِلَّا
عِبَادَكَ
مِنْهُمُ
الْمُخْلَصينَ
“Dedi
ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde
onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim
ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan
kulların müstesna."[967]
اَلَّا
يَسْجُدُوا
لِلّهِ
الَّذى
يُخْرِجُ
الْخَبْءَ
فِى
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ
مَا
تُخْفُونَ
وَمَا
تُعْلِنُونَ (*)
اَللّهُ لَا
اِلهَ اِلَّا
هُوَ رَبُّ
الْعَرْشِ
الْعَظيمِ
“Ki
onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi
ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye (yapmaktadırlar). O
Allah, O'ndan başka ilah yoktur, büyük Arş'ın Rabbidir."[968]
Bu ayetlerden
Hüdhüd'ün bazı özellikleri de anlaşılmaktadır.
Hüdhüd iman
sahibi bir cin olabilir. O, Allah'a iman eden ve konuşmalarında da bunu sıkça
vurgulayan bir Müslüman cin görünümündedir.
Hüdhüd,
edindiği bilgiyi yaygınlaştırmadan, doğrudan hüküm ve hikmet sahibi olan Hz.
Süleyman'a getirmesi gerektiğini bilmektedir, bu tavrından itaatli olduğu
anlaşılmaktadır.
Gördüklerini
kavrayabilmekte, sadece nakil yapmakla kalmayıp anlamlar çıkarabilmektedir.
Ayrıca çok güçlü bir ifade kabiliyetine de sahiptir. Gördüklerini dikkat çekici
bir şekilde aktarmakta, sadece önemli konuların üzerinde durup gereksiz
ayrıntılara girmemekte, kısa ve özlü konuşmaktadır.
Ayette
Hüdhüd'ün bir kuş olduğu, ancak konuşup bilgi aktarabildiği haber verilmiştir.
Hz. Süleyman'ın ordusunu gören dişi karıncanın da konuştuğu bildirilmektedir.
Günümüzde gelişmiş bilgisayar teknolojileri ile filmlerde kuşların,
karıncaların ve tüm hayvanların konuşturulması son derece yaygın bir olaydır.
Bu da söz konusu kıssanın iş’ari manalarından biri olabilir.
قَالَ
سَنَنْظُرُ
اَصَدَقْتَ
اَمْ كُنْتَ مِنَ
الْكَاذِبينَ
“(Süleyman:)
"Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı
oldun?" dedi.”[969]
Hüdhüd'ün
kaybolduğunu fark eden Hz. Süleyman, eğer apaçık bir delil getirmezse onu
cezalandıracağını ifade etmiş, ama Hüdhüd ona Sebe Ülkesi'nden bilgi
getirdiğinde sözünü bitirene kadar beklemiş, ani bir karşılık vermemiştir. Bu tavrı,
Hz. Süleyman'ın çok akıllı, olgun, itidalli ve adil bir yönetici olduğunu
göstermektedir.
Hz. Süleyman,
Hüdhüd'ün Sebe Ülkesi hakkında verdiği bilgileri öğrendikten sonra da hemen
karar vermemiştir. Öncelikle bu bilgiyi teyit etmek için bir araştırma
yaptırmaya karar vermiştir. Bu, Hz. Süleyman'ın tedbirli ve adaletli bir
yönetici olduğunun delillerindendir.
اِذْهَبْ
بِكِتَابى
هذَا
فَاَلْقِهْ
اِلَيْهِمْ
ثُمَّ
تَوَلَّ
عَنْهُمْ
فَانْظُرْ مَاذَا
يَرْجِعُونَ
“Bu
mektubumla git, onu kendilerine bırak sonra onlardan (biraz) uzaklaş,
böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?”[970]
Hz.
Süleyman'ın kullandığı bu yöntem, yani karşıdaki kişinin herhangi bir durum
karşısındaki tepkilerini izleyerek bir sonuca varmak, son derece akılcı bir
metottur. Bu yöntemle, haber getiren kişilerin şahsi yorumlarındaki olası
hatalar da engellenmiş olur.
Ayrıca
izlendiğinin farkında olmayan Sebe Melikesi, çevresindekilerle istişare ederken
en doğal ve en samimi tepkilerini verecek, gerçek düşüncelerini ifade
edecektir. Bu yöntem, Melike'nin, Hz. Süleyman hakkındaki gerçek kanaatinin
öğrenilebileceği en kısa ve en emin yollardan biridir.
قَالَتْ
يَا اَيُّهَا
الْمَلَؤُا
اِنّى اُلْقِىَ
اِلَىَّ
كِتَابٌ
كَريمٌ
(Hüdhüd'ün
mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs:) Dedi ki: "Ey
önde gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı."[971]
Sebe
Melikesi, Hz. Süleyman'dan gelen mektubun son derece önemli olduğunu hemen
anlamıştır. Bunun birkaç farklı nedeni olabilir.
Birincisi,
Hüdhüd'ün bu mektubu getiriş şekli olabilir. Hz. Süleyman'ın bu mektubu bir kuş
ile göndermiş olması ve bu kuşun sahip olduğu özellikler, durumun
olağanüstülüğünü ortaya koymuş olabilir.
Hz.
Süleyman'ın zenginliğini, üstün sanat anlayışını ve güçlü saltanatını ifade
eden bir kağıt, mühür ya da yazım şekli kullanılmış olabilir. Bu mektup da Sebe
Melikesi'ni etkilemiş olabilir.
Sebe
Melikesi, mektubu ilk önce kendisi okumuş, içindekilerden etkilenmiş, daha
sonra istişare etmek üzere çevresindeki kişilerin yanına gelmiş olabilir.
Mektubun içindekileri bildiği için "oldukça önemli" şeklinde bir
ifade kullanmış olabilir (En doğrusunu Allah bilir).
Ayette
"önemli bir mektup" olarak geçen ifadenin Arapça’sı "kitabun
keriymun"dur. Bu ifadede "kitabun" kelimesinin mektubun yanı
sıra yazı, kitap gibi anlamları da mevcuttur. "Keriymun" kelimesi
de "asil, seçkin, şerefli, saygın, değerli, kıymetli"
anlamları taşımaktadır. Bu durumda Hz. Süleyman Sebe'ye yalnızca bir mektup
değil, dini tebliğ eden bir kitabı veya yazıyı ön açıklama ile göndermiş olabilir.
Bu ön açıklama da "Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla"
başlıyor olabilir.
اِنَّهُ
مِنْ
سُلَيْمنَ
وَاِنَّهُ
بِسْمِ اللّهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيمِ
"Gerçek
şu ki, bu, Süleyman'dandır ve 'Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla'
(başlamakta)dır."[972]
Sebe
Melikesi'nin, mektubun (veya kitabın) Hz. Süleyman'dan geldiğini söyledikten
sonra başka tanıtıcı hiçbir açıklama kullanmaması, onun ve çevresindekilerin
Hz. Süleyman'ı yakından tanıdıklarını göstermektedir. Anlaşılmaktadır ki, Hz.
Süleyman'ın ülkesi, zenginliği ve kudretiyle geniş alanlara nam salmış, çok
güçlü bir ülkedir.
اَلَّا
تَعْلُوا
عَلَىَّ
وَاْتُونى
مُسْلِمينَ
(İçinde
de:) "Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana Müslüman olarak gelin"
diye (yazılmaktadır.)[973]
Hz.
Süleyman'ın üslubu son derece açık ve etkileyicidir. Mektubun çok güçlü ve
hüküm sahibi bir insandan geldiği özlü, kararlı ve kesin üslubundan da
anlaşılmaktadır. Sebe Melikesi ve çevresindeki yöneticiler de mektuptan oldukça
etkilenmişlerdir.
Hz. Süleyman
bu mektupla onlara Allah'ın dinini tebliğ etmekte, öğütte bulunmakta ve onları
Müslüman olup Allah'a iman etmeye davet etmektedir. Onlardan, öncelikle
kendisine tabi olmalarını değil, Allah'a iman etmelerini ve Müslüman olmalarını
istemektedir. Bu, Hz. Süleyman'ın bir ülkeyi fethetmekten ziyade, orada yaşayan
insanların iman etmelerine önem verdiğini göstermektedir. Çünkü onun gönderiliş
amacı insanları hidayet yoluna davet etmek, uyarıp korkutmaktır.
Hz.
Süleyman'ın Sebe Ülkesi ile olan ilişkisinin aktarıldığı ayetlerden, onun komşu
ülkelerle olan sorunlarını, savaştan ziyade diplomatik yollarla çözdüğü de
anlaşılmaktadır. Zaferlerini, askeri güç kullanmadan, anlaşma ve barış
yollarıyla, masa başında elde etmektedir. Elçiler ve mektuplar göndererek
uzlaşı yolları aramaktadır.
Ayrıca şunu
da hatırlatmalıyız ki, sözlü yapılan tebliğin unutulması, çevredeki dikkat
dağıtıcı etkilerden dolayı istenen etkiyi oluşturamaması ihtimali vardır.
İnsanın konuşma anında aklından geçenleri güzel ifade edememesi veya dinleyenin
dikkatinin dağılması da mümkündür. Oysa yazılı olarak yapılan tebliğde hem
yazan kişinin hem de okuyan kişinin dikkatini toplaması daha kolaydır. Hz.
Süleyman'ın kullandığı tebliğ metodu da buna güzel bir örnektir. Bu nedenle
iman edenlerin, Allah'ın dinini ve imani gerçekleri anlatma konusunda yazılı
tebliğin önemli bir yol olduğunu unutmamaları gerekmektedir.
قَالَتْ
يَا اَيُّهَا
الْمَلَؤُا
اَفْتُونى فى
اَمْرى
مَاكُنْتُ
قَاطِعَةً
اَمْرًا حَتّى
تَشْهَدُونِ
"Dedi
ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (herşeye)
şahidlik etmedikçe ben hiçbir işte kesin (karar veren biri) değilim."[974]
Sebe
Melikesi'nin, aldığı bu önemli mektup hakkında hemen yanındaki yöneticilere
fikirlerini sorması, onun yaşadığı sistemin diktatörlük değil, bir meclise
sahip demokratik vasıfta bir yönetim olduğunu göstermektedir. Melike, önde
gelenlerden fikir sormakta, onların tecrübelerinden faydalanmaktadır.
قَالُوا
نَحْنُ
اُولُوا
قُوَّةٍ
وَاُولُوا
بَاْسٍ
شَديدٍ
وَالْاَمْرُ
اِلَيْكِ فَانْظُرى
مَاذَا
تَاْمُرينَ
Dediler
ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar
senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız)”[975]
Bu ayette
Sebe Melikesi'nin Hz. Süleyman'dan gelen mektup konusunda ne yapılması
gerektiğini askerlerden oluşan bir meclis ile istişare ettiği anlaşılmaktadır.
Askerlerin verdiği bu cevaptan ise söz konusu meclisin Sebe Melikesi'nin tam
yetki ve emri altında hareket ettiği anlaşılmaktadır.
قَالَتْ
اِنَّ
الْمُلُوكَ
اِذَا
دَخَلُوا قَرْيَةً
اَفْسَدُوهَا
وَجَعَلُوا
اَعِزَّةَ
اَهْلِهَا
اَذِلَّةً
وَكَذلِكَ
يَفْعَلوُنَ
Dedi
ki: "Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna
uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte
onlar, böyle yaparlar."[976]
Burada Sebe
Melikesi'nin Hz. Süleyman'ın karşı konulamaz gücünü çok iyi tanıdığı tekrar
anlaşılmaktadır. Süleyman Peygamberden gelen çağrı karşısında teslim olmaktan
başka çaresi olmadığını anlamakta ve bunu ifade etmektedir. Ama yine de teslim
olmamak için bir yol aramakta ve zaman kazanmak için Hz. Süleyman'a bir hediye
göndermektedir.
وَاِنّى
مُرْسِلَةٌ
اِلَيْهِمْ
بِهَدِيَّةٍ
فَنَاظِرَةٌ
بِمَ
يَرْجِعُ
الْمُرْسَلُونَ
"Ben
onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler."[977]
Sebe
Melikesi'nin hediye yollamaktaki hedefi, Hz. Süleyman'ın gerçek amacının ne
olduğunu ve nasıl bir tepki vereceğini de öğrenmektir. Sebe Melikesi de Hz.
Süleyman'ın mektup yollarken izlediği yöntemi denemekte, bir karara varmak için
öncelikle karşısındakinin ne tepki göstereceğini öğrenmeyi beklemektedir.
Bu ayetle
hediyenin, insanların tepkilerini ölçmek ve ruh hallerini tahlil etmek
açısından önemli olduğuna dikkat çekilmiştir. Bir insan kendisine kararından
vazgeçmesi maksadıyla gönderilen değerli bir hediyeyi kabul etmediğinde, bu
tepki, onun samimiyetinin ve kararlılığının bir delili olarak görülebilir.
فَلَمَّا
جَاءَ
سُلَيْمنَ
قَالَ
اَتُمِدُّونَنِ
بِمَالٍ
فَمَا اتينِ
ىَ اللّهُ
خَيْرٌ
مِمَّا
اتيكُمْ بَلْ
اَنْتُمْ
بِهَدِيَّتِكُمْ
تَفْرَحُونَ
"(Elçi
hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı
bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır;
hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz" dedi."[978]
Hz. Süleyman
kendisine gönderilen hediyelerin, kararında bir değişikliğe yol açamayacağını,
Allah'ın kendisine verdiklerinin onların hediyelerinden çok daha hayırlı
olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu da, onun yalnızca Allah'ın rızasına rağbet
eden güzel ahlakının bir örneğidir.
Hz. Süleyman
Sebe Melikesi'nin gönderdiği elçileri, niyetlerini anladığını açığa vurarak ve
onların isteklerini kabul etmeyeceğini kesin şekilde ifade ederek geri
çevirmektedir. Böylece onların sevinip, övünmeleri ve mallarıyla gururlanmaları
engellenmektedir. Mallarıyla hiçbir şekilde üstünlük sağlayamayacaklarını
anlayan Sebe kavmi için bu durum, psikolojik açıdan büyük bir yenilgi
anlamındadır.
اِرْجِعْ
اِلَيْهِمْ
فَلَنَاْتِيَنَّهُمْ
بِجُنُودٍ
لَا قِبَلَ
لَهُمْ بِهَا
وَلَنُخْرِجَنَّهُمْ
مِنْهَا
اَذِلَّةً
وَهُمْ
صَاغِرُونَ
"Sen
onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları
mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler
olarak sürüp çıkarırız."[979]
Hz.
Süleyman'ın ordularının olağanüstü bir güce sahip olduklarına dikkat
çekilmektedir. Çünkü en güçlü orduya dahi, karşı koymak, direnç göstermek
mümkün olabilir. Fakat ayetten anlaşıldığına göre Hz. Süleyman'ın ordusu
metafizik güçlere sahip, yenilmesi mümkün olmayan ve bu yönüyle de dünyaca
tanınan bir ordudur.
Burada Hz.
Süleyman, öncelikle gönderilen elçinin kendine güvenini, kibirli tavrını yok
etmiştir. İkinci aşamada ise gönderdiği mesaj ile Sebe Melikesi'ne ve ülkenin
önde gelenlerine, kendisi ve ordusu karşısındaki zayıflıklarını
hatırlatmaktadır. Bu yolla Hz. Süleyman, savaşmaksızın kendisine tabi
olmalarını amaçlamış olabilir.
قَالَ
يَا اَيُّهَا
الْمَلَؤُا
اَيُّكُمْ يَاْتينى
بِعَرْشِهَا
قَبْلَ اَنْ
يَاْتُونى
مُسْلِمينَ
"(Elçinin
gitmesinden sonra Süleyman:) "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş
(Müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana
getirebilir?" dedi."[980]
Hz. Süleyman
Sebe Ülkesi'nin teslim olacağından emin konuşmaktadır. Bu ifade, onun gayba
dair bir bilgiye sahip olabileceğine işaret ediyor olabilir. Allah Hz.
Süleyman'a gayba dair bir bilgi vermiş ve Sebe Ülkesi'nin teslim olacağını
bildirmiş olabilir.
Bilindiği
gibi sancak, bayrak gibi unsurlar her ülke için çok değerlidir ve genelde o
ülkenin bağımsızlığını simgelemektedir. Sebe Ülkesi'nin gururu ise, Hüdhüd'ün
de daha önce ifade ettiği gibi, Sebe Melikesi'ne ait olan büyük tahttır. Hz.
Süleyman çevresindeki önde gelenlerden bu tahtı kendisine getirmelerini
istemektedir. Üstelik bu işin, Sebe Melikesi ve çevresindekilerin kendi
sarayına gelmelerinden önce hallolmasını istemektedir. Tahtın, onlar henüz
köşke ulaşmadan gelmesi, Sebe Devleti için çok büyük bir moral kaybı olacak ve
çok daha çabuk teslim olmalarına vesile olacaktır.
Bu ayetten
Hz. Süleyman'ın çok hızlı bir manevra kabiliyetine sahip, hızlı karar alıp
bunları hızla uygulamaya geçiren bir yönetici olduğu anlaşılmaktadır. Bu
tavrıyla, özellikle de savaş durumunda, karşı tarafa üstünlük sağlamak için
hızlı ve ani hareketlerde bulunmanın önemini vurgulamaktadır.
قَالَ
عِفْريتٌ
مِنَ
الْجِنِّ
اَنَا اتيكَ بِه
قَبْلَ اَنْ
تَقُومَ مِنْ
مَقَامِكَ وَاِنّى
عَلَيْهِ
لَقَوِىٌّ
اَمينٌ
Cinlerden
ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben
gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim" dedi."[981]
Tahtın
getirilmesi ile ilgili ilk teklif İfrit'ten gelmektedir. Cinlerden İfrit'in bu
teklifinden anlaşıldığı gibi, cinlerin bir maddeyi bir başka yere taşıma, yani
madde nakli yapma yetenekleri olması muhtemeldir.
قَالَ
الَّذى
عِنْدَهُ
عِلْمٌ مِنَ
الْكِتَابِ
اَنَا اتيكَ
بِه قَبْلَ
اَنْ
يَرْتَدَّ
اِلَيْكَ
طَرْفُكَ
فَلَمَّا
رَاهُ مُسْتَقِرًّا
عِنْدَهُ
قَالَ هذَا
مِنْ فَضْلِ
رَبّى
لِيَبْلُوَنى
ءَاَشْكُرُ
اَمْ اَكْفُرُ
وَمَنْ
شَكَرَ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ
فَاِنَّ رَبّى
غَنِىٌّ
كَريمٌ
Kendi
yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu
sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette
görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa
nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay
gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük
ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı
olmayan)dır, Kerim olandır.”[982]
Tahtın hemen
getirilmesi ile ilgili ikinci teklif ise "kendi yanında kitaptan ilim olan
biri" olarak tanımlanan bir kişiden gelmektedir. Ayette söz edilen kişi
Hz. Süleyman'a Sebe Melikesi'nin tahtını "gözünü açıp kapayana
kadar", yani çok kısa bir sürede getirebileceğini söylemektedir. Burada
akla çeşitli ihtimaller gelmektedir:
Bahsi geçen
kişi askeri istihbarat içinde yer alan ve ileri görüşlü bir kişi olabilir. Ve
tahtı da bir önlem olarak daha önceden getirtmiş olabilir. Dolayısıyla ayette
de devlet istihbaratındaki askerlerin herhangi bir savaş ya da tehlike
durumunda daha önceden hazırlık yapmalarına işaret ediliyor olabilir.
Sebe
Melikesi'nin tahtının göz açıp kapayana kadar getirilmesinin, tahtın
değişikliğe uğratılmasının ve kuşlarla bilgi alış verişinde bulunulmasının
anlatıldığı ayetlerde, ahir zamanda kullanılacak olan ve madde nakline olanak
veren yüksek bir teknolojiye işaretler olabilir.
Günümüzde
yazı, resim, film gibi her türlü bilginin internet teknolojisiyle birkaç
dakika, hatta birkaç saniye içinde çok uzun mesafeler katetmesi mümkün
olmaktadır. Örneğin Sebe Melikesi'nin tahtının hızla uzak bir mekana
gönderilmesinin anlatılmasıyla, böyle bir işlemin (örneğin bir tahta ait üç
boyutlu görüntünün veya resmin gönderilmesinin) ahir zamanda internet kanalıyla
göz açıp kapayana kadar mümkün olacağına dikkat çekiliyor olabilir.
Hz. Süleyman
bu çalışmalarında cinlerin bilgilerinden ve sahip oldukları üstün
özelliklerinden faydalanmış olabilir. Onların yönlendirmeleriyle bugün
bilinmeyen, ancak günümüzdeki teknolojiye yakın, farklı cihazlar oluşturmuş ve
ayetlerde bildirilen başarıları sağlamış olabilir.
Ayette tahtın
getirilmesinin ardından, Hz. Süleyman'ın hemen Allah'a yönelip bağışlanma
dilediği, dua ettiği ve şükrettiği aktarılmaktadır. Hz. Süleyman her başarının,
her zorluğun ya da başına gelen her önemli olayın ardından samimiyetle Allah'a
yönelen, ihlas sahibi bir peygamberdir. Onun bu özelliği tüm iman edenler için
çok güzel bir örnektir.
قَالَ
نَكِّرُوا
لَهَا
عَرْشَهَا
نَنْظُرْ
اَتَهْتَدى
اَمْ تَكُونُ
مِنَ
الَّذينَ لَايَهْتَدُونَ
“Dedi
ki: "Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek
mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?"[983]
Sebe
Ülkesi'nin sembolü olan tahtın Hz. Süleyman'ın sarayına getirtilmesi, Melike
için çok büyük bir psikolojik yenilgidir. Dahası Hz. Süleyman, tahtı Sebe
Ülkesi'nden geldiği haliyle bırakmayıp, onun değişikliğe uğratılmasını
emretmektedir.
Hz.
Süleyman'ın emri üzerine yapılan eklemelerle taht daha güzelleştirilip,
zenginleştirilmiş olabilir. Bu yöntemle Hz. Süleyman'ın, kendi zenginliğinin
çok daha üstün olduğunu ve hatta Sebe Melikesi'nin mal ve mülkünün üstünde dahi
hakimiyeti olduğunu ifade etmek istemiş olması muhtemeldir.
Ayette ayrıca
Müslümanların her konuda olduğu gibi sanatta da mükemmeli aradıklarına işaret
ediliyor olabilir. Sebe Melikesi'nin tahtının ne kadar güzel ve gösterişli
olursa olsun, Hz. Süleyman'ın üstün sanat kabiliyeti karşısında bu tahtın zayıf
kaldığına dikkat çekilmiş olabilir.
Burada
karşımıza Hz. Süleyman'ın üstün sanat kabiliyetinin bir örneği de çıkmaktadır.
Süleyman Peygamber, sanat ile teknolojiyi en güzel şekilde kaynaştırmış ve
bunlarla insanları aklına ve sanat gücüne hayran bırakmış olabilir.
Taht için
kullanılan "değişikliğe uğratmak" ifadesi de dikkat çekicidir. Böyle
bir değişikliği günümüzde bilgisayar programları ile yapmak son derece
kolaydır. Yani bir tahtın resminin internet aracılığı ile başka bir yere
gönderilmesi, daha sonra bu resmin üzerinde çeşitli bilgisayar programları ile
değişiklikler yapılması mümkündür. Bu ayette de ahir zamanda kullanımı son
derece yaygınlaşacak olan benzer bir teknolojiye işaret olabilir.
فَلَمَّا
جَاءَتْ قيلَ
اَهكَذَا
عَرْشُكِ
قَالَتْ
كَاَنَّهُ
هُوَ وَاُوتينَا
الْعِلْمَ
مِنْ
قَبْلِهَا
وَكُنَّا
مُسْلِمينَ (*)
وَصَدَّهَا
مَاكَانَتْ
تَعْبُدُ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
اِنَّهَا
كَانَتْ مِنْ
قَوْمٍ كَافِرينَ
Böylece
(Belkıs) geldiği zaman ona: "Senin tahtın böyle mi?" denildi. Dedi
ki: "Tıpkı kendisi. Bize ondan önce ilim verilmişti ve biz Müslüman
olmuştuk." Allah'tan başka tapmakta olduğu şeyler onu (Müslüman olmaktan)
alıkoymuştu. Gerçekte o, inkar eden bir kavimdendi.”[984]
Hz.
Süleyman'ın bu soruyu sormasının bir nedeni, Sebe Melikesi'nin dikkatini ölçmek
olabilir.
Ayetten
anlaşıldığı gibi Melike, zeki ve ihtiyatlı bir insan olduğunu hissettirmiş, Hz.
Süleyman'ın kendisine sorduğu soruya da temkinli bir cevap vermiştir. Doğrudan
"Evet, benim tahtımdır" veya "Hayır, benim tahtım değildir"
gibi kesin bir cevap vermemiş, bunun yerine ortalı bir cevabı seçmiştir.
Sebe
Melikesi, Güneş'e tapan bir kavim içinde yaşıyordu. Ancak Hz. Süleyman'ın
samimi ve etkileyici bir dille yazdığı mektubunu okuması ve ardından Hz.
Süleyman'ı ziyaret ederek, onun ihtişamlı hakimiyetine şahit olması, iman edip
Müslüman olmasına vesile olmuştur.
قيلَ
لَهَا
ادْخُلِى
الصَّرْحَ
فَلَمَّا رَاَتْهُ
حَسِبَتْهُ
لُجَّةً
وَكَشَفَتْ عَنْ
سَاقَيْهَا
قَالَ
اِنَّهُ صَرْحٌ
مُمَرَّدٌ
مِنْ
قَوَاريرَ
قَالَتْ رَبِّ
اِنّى
ظَلَمْتُ
نَفْسى
وَاَسْلَمْتُ
مَعَ سُلَيْمنَ
لِلّهِ رَبِّ
الْعَالَمينَ
Ona:
"Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini
çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: "Gerçekte bu, saydam camdan
olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir." Dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben
kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte alemlerin Rabbi olan
Allah'a teslim oldum."[985]
Ayette Sebe
Melikesi'nin Hz. Süleyman'ın sarayına girdiğinde zeminin derin bir suyla kaplı
olduğunu zannettiği bildirilmektedir. Bu durumla ilgili çeşitli yorumlar
yapılabilir:
Bu sarayın
zemini için ayette kullanılan "saydam cam" ifadesi ile, o dönemde
kullanılmış farklı bir teknolojiye işaret ediliyor olabilir. Nitekim Sebe
Melikesi, basacağı yerin zemin olduğunu fark edememiştir; bu da, Hz.
Süleyman'ın köşkünün zemininin o dönemde bilinen zeminlerden daha farklı bir
özelliğe sahip olduğu ihtimalini akla getirmektedir.
Saydam cam olarak ifade edilen zemin, dev bir televizyon ekranı
olabilir. Sarayın giriş zeminine dev bir ekran yerleştirilmiş olabilir. Bu
ekrana su görüntüsü verilmiş, çeşitli ışık oyunlarıyla insanların yerin su ile
kaplı olduğu izlenimini edinmeleri hedeflenmiş olabilir. (günümüzde de bu tarz
teknolojilere, iç dekorasyonda sıkça başvurulmaktadır.) Böylece Sebe Melikesi
ekranın üstünde yürüdüğünde su üstünde yürüdüğü hissine kapılmış olabilir.
Ayette daha
farklı bir teknolojiye de işaret ediliyor olabilir. Günümüzde simülatörlü
gözlüklerle insanın kendisini, bulunduğu yerden daha farklı bir mekanda
zannetmesi sağlanabilmektedir. Ayette geçen ifade de, ahir zamanda ortaya
çıkacak olan bu teknolojiye bir işaret olabilir.
Hz.
Süleyman'ın da Sebe Melikesi geldiğinde böyle bir durum oluşacağını bildiği
anlaşılmaktadır. Çünkü o, sahip olduğu teknolojinin çok üstün ve alışılmışın
dışında olduğunun farkındadır.
Allah bu
ayetleriyle, ahir zamanda gelişmiş teknoloji ile üretilecek dekorasyon
malzemelerinde suyun yoğun olarak kullanılacağına dikkat çekmiş olabilir. Suyun
estetik ve temiz görünümünün kullanıldığı bu ürünler, Hz. Süleyman dönemindeki
ihtişama benzer güzellikler meydana getirebilirler.
Bu kıssada
karşımıza çıkan Hz. Süleyman'ın yüksek sanat anlayışı Müslümanlar için çok
güzel bir örnektir. Bu anlayış onun Allah'a olan güçlü sevgisinin ve Allah'ın
yaratışındaki harikuladeliklere olan hayranlığının bir ifade şeklidir.
İman eden
sanatçılar tarih boyunca çok güzel eserler ortaya çıkarmışlardır. Allah'ın
izniyle, ahir zamanda da Müslümanların sanat gücünde çok büyük bir artış
yaşanacaktır. Allah'ın yaratışındaki güzelliklerden ilham alan ve O'na karşı
büyük bir sevgi duyan sanatçılar eşsiz sanat eserleri meydana getirecek, resim,
müzik ve mimari alanındaki bu güzel gelişmeler tüm dünyayı saracaktır. Bu büyük
gelişmenin öncüsü ise Allah'ın izniyle İslam dünyası olacaktır.
Hz.
Süleyman’ın Vefatı
فَلَمَّا
قَضَيْنَا
عَلَيْهِ
الْمَوْتَ مَا
دَلَّهُمْ
عَلى مَوْتِه
اِلَّا
دَابَّةُ
الْاَرْضِ
تَاْكُلُ
مِنْسَاَتَهُ
فَلَمَّا
خَرَّ
تَبَيَّنَتِ
الْجِنُّ
اَنْ لَوْ كَانُوا
يَعْلَمُونَ
الْغَيْبَ
مَا لَبِثُوا
فِى
الْعَذَابِ
الْمُهينِ
“Böylece
onun (Süleyman'ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara, asasını
yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere
yıkılıp-düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı
böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı.”[986]
Pek çok
peygamberin ölümü hakkında Kuran'da pek bilgi verilmezken, Hz. Süleyman'ın
ölümü hakkında çok önemli bazı detaylar bildirilmektedir. Ayetlerden
anlaşıldığına göre, Hz. Süleyman öldüğü esnada çevresinde cinler bulunmaktaydı
ve muhtemelen bu cinler kendilerine Hz. Süleyman tarafından verilen görevleri
tamamlamak için çalışıyorlardı. Ancak cinler, onun ölümünü fark etmedikleri
için çalışmaya devam ettiler. Bu ayette, cinlerin gaybı bilmediklerine dikkat
çekilmektedir. Şayet gaybı bilselerdi, hiç şüphesiz Hz. Süleyman'ın ölümünü de
hemen fark edebileceklerdi. Çünkü ayette "aşağılanıcı bir azap"
kelimesiyle vurgulandığına göre cinler son derece ağır ve yorucu bir iş
yapmaktaydılar.
Bu işi
yapmalarının en önemli nedeni ise Hz. Süleyman'dan korkmaları idi. Eğer gaybı
bilip, Hz. Süleyman'ın öldüğünü fark etseler, işlerine devam etmeyip,
bırakabilirlerdi. Ancak onlar asa kırılıp, Hz. Süleyman yere düşünceye kadar,
onun ölümünü fark etmediler.
Ayrıca bu
ayetle ilgili şunu da belirtmek gerekir: Ayette geçen "ağaç kurdu"
ifadesinin Arapça’sı "dabbetul-arzi"dir. Dabbe kelimesinin anlamı,
"hayvan, canlı"dır. Bu kelime "Debbe" kökünden türemiş bir
isimdir. "Debbe" hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve
haşereler için kullanılır. "Arzi" kelimesi ise "yer"
anlamındadır. Dolayısıyla bu ayette ismi geçen "dabbetul-arzi" ağaç
kurdunun yanı sıra, herhangi bir yer hayvanı olarak da düşünülebilir.
Hz.
Süleyman’ın Emrindeki Cinler ve Hayvanlar
Önceki
bölümlerde Hz. Süleyman'ın ordusundaki kuşların ve karınca vadisinde
karşılaştığı karınca topluluğunun cin olabileceklerine kısaca değinmiştik. Bu
canlıların son derece şuurlu davrandıklarına dikkat çekmiştik. Özellikle
karınca vadisindeki karınca topluluğunun hiçbir hayvanda görülmeyen bir şuur
sergilediklerini, Hz. Süleyman'ın ordularını tanıyıp, kendilerini nasıl
korumaları gerektiğinin bilincinde olduklarını ifade etmiştik.
Bu bölümde de
Hz. Süleyman kıssasında ismi geçen diğer bazı canlıların benzer özelliklerine
değineceğiz.
فَمَكَثَ
غَيْرَ
بَعيدٍ
فَقَالَ
اَحَطْتُ بِمَا
لَمْ تُحِطْ
بِه
وَجِئْتُكَ
مِنْ سَبَاٍ
بِنَبَاٍ
يَقينٍ (*)
اِنّى
وَجَدْتُ
امْرَاَةً
تَمْلِكُهُمْ
وَاُوتِيَتْ
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ
وَلَهَا عَرْشٌ
عَظيمٌ (*)
وَجَدْتُهَا
وَقَوْمَهَا
يَسْجُدُونَ
لِلشَّمْسِ
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَزَيَّنَ
لَهُمُ
الشَّيْطَانُ
اَعْمَالَهُمْ
فَصَدَّهُمْ
عَنِ السَّبيلِ
فَهُمْ
لَايَهْتَدُونَ
(Hüdhüd)
Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: "Senin kuşatamadığın şeyi,
ben kuşattım ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara
hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona herşeyden verilmiştir ve büyük bir
tahtı var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken
buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan
alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar."[987]
Ayetlerde
görüldüğü gibi, Hüdhüd son derece şuurlu hareket eden bir varlıktır. Sebe
Ülkesi'ne gitmiş, orada detaylı bir istihbarat faaliyetinde bulunmuş ve geri
geldiğinde öğrendiği her şeyi son derece tutarlı yorumlarla Hz. Süleyman'a
aktarmıştır.
قَالَ
سَنَنْظُرُ
اَصَدَقْتَ
اَمْ كُنْتَ مِنَ
الْكَاذِبينَ
(*) اِذْهَبْ
بِكِتَابى
هذَا
فَاَلْقِهْ
اِلَيْهِمْ
ثُمَّ
تَوَلَّ
عَنْهُمْ
فَانْظُرْ مَاذَا
يَرْجِعُونَ
(Süleyman:)
"Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı
oldun?" dedi. "Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak sonra
onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?"[988]
Hüdhüd'ün
açıklamasının ardından Hz. Süleyman ona yeni bir görev vermiştir. Bunlar
herhangi bir kuşun yapabileceği işler değildir. Burada karşımıza, Hüdhüd'ün
sıradan bir kuş değil, bir cin olma ihtimali çıkmaktadır.
İkinci
ihtimal ise, Hüdhüd'ün bir kuş olup, cinlerin yönlendirmesiyle hareket ediyor
olmasıdır.
وَتَفَقَّدَ
الطَّيْرَ
فَقَالَ
مَالِىَ لَااَرَى
الْهُدْهُدَ
اَمْ كَانَ
مِنَ الْغَائِبينَ
“Kuşları
denetledikten sonra dedi ki: "Hüdhüd'ü neden göremiyorum, yoksa
kaybolanlardan mı oldu?"[989]
Ayette Hüdhüd
için "kaçtı", "gitti" gibi ifadeler kullanılmamakta
"kaybolanlardan olduğu" söylenmektedir. Burada kaybolma kelimesi ile
dikkat çekilen, cinlerin, insanların kendilerini görebilecekleri boyuttan
çıkıp, kendi boyutlarına geçmeleri ve bir anda "görünmez" hale
gelmeleri olabilir.
اِذْ
عُرِضَ
عَلَيْهِ
بِالْعَشِىِّ
الصَّافِنَاتُ
الْجِيَادُ (*)
فَقَالَ اِنّى
اَحْبَبْتُ
حُبَّ
الْخَيْرِ
عَنْ ذِكْرِ
رَبّى حَتّى
تَوَارَتْ
بِالْحِجَابِ
(*) رُدُّوهَا
عَلَىَّ
فَطَفِقَ
مَسْحًا بِالسُّوقِ
وَالْاَعْنَاقِ
“Hani
ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı
kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal
(veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu
atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar. "Onları bana geri
getirin" (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya
başladı.”[990]
Ayetlerde söz
edilen atların da Hüdhüd gibi "toz perdesinin arkasına saklanarak"
gözden kaybolmaları dikkat çekicidir. Buradaki perde arkasında saklanma da
atların cinlerden olup, insanların göremeyeceği cin alemine bir anda
geçmelerine işaret olabilir.
Veya bunlar
gerçekten at olup, cinler tarafından yönlendiriliyor da olabilirler. Ayette
geçen "... Onları bana geri getirin..." ifadesi, bu atların
başkaları tarafından Hz. Süleyman'a getirildiğini açıklamaktadır ki, bunlar da
cinler olabilir.
فَلَمَّا
قَضَيْنَا
عَلَيْهِ
الْمَوْتَ مَا
دَلَّهُمْ
عَلى مَوْتِه
اِلَّا
دَابَّةُ
الْاَرْضِ
تَاْكُلُ
مِنْسَاَتَهُ
فَلَمَّا
خَرَّ
تَبَيَّنَتِ
الْجِنُّ
اَنْ لَوْ كَانُوا
يَعْلَمُونَ
الْغَيْبَ
مَا لَبِثُوا
فِى
الْعَذَابِ
الْمُهينِ
“Böylece
onun (Süleyman'ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara, asasını
yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere
yıkılıp-düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı
böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı.”[991]
Yine
yukarıdaki ayette "ağaç kurdu" olarak geçen, Arapça’sı ise
"dabbetü'l-arz" olan canlının da bir cin olma ihtimali vardır. (En
doğrusunu Allah bilir)
وَلَقَدْ
فَتَنَّا
سُلَيْمنَ
وَاَلْقَيْنَا
عَلى
كُرْسِيِّه
جَسَدًا
ثُمَّ اَنَابَ
“Andolsun,
Biz Süleyman'ı imtihan ettik, tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski
durumuna) döndü.”[992]
Hz.
Süleyman'ın tahtı üzerine bir deneme olarak bırakılan cesedin de bir cin cesedi
olma ihtimali vardır. Ceset taht üzerine bırakılmış, sonra da bir anda cinler
alemine geri alınmış olabilir. Ayette geçen "... Sonra (eski
durumuna) döndü" şeklindeki ifade böyle bir olayın gerçekleştiğine
işaret ediyor olabilir.
Tahtın
üzerine bırakılanın bir insan cesedi olup, cinler tarafından bir anda geri
alınıyor olması da mümkündür. Nitekim Süleyman kıssasında cinlerden bir
İfrit'in Sebe Melikesi'nin tahtını çok kısa bir sürede bir yerden bir yere
getirtebileceği de ifade edilmektedir.
Hz.
Süleyman ve Hz. Zülkarneyn Arasındaki Benzerlikler
Dünyada büyük
bir hakimiyet kurduğu, Kuran'da bildirilen bir diğer Müslüman lider de Hz.
Zülkarneyn'dir. Hz. Süleyman'ın hayatı ile Hz. Zülkarneyn'in hayatı arasında
birçok yönden büyük benzerlikler bulunmaktadır.
Yeryüzünde
İktidar Sahibi Olmaları
Allah Hz.
Zülkarneyn'e de, aynı Hz. Süleyman'a olduğu gibi;
اِنَّا
مَكَّنَّا
لَهُ فِى
الْاَرْضِ
وَاتَيْنَاهُ
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ
سَبَبًا
"yeryüzünde
sapasağlam bir iktidar"[993] vermiştir.
Ayette geçen "sapasağlam"
ifadesiyle hem ekonomik, hem askeri, hem de siyasi açıdan güçlü bir iktidarın
önemine dikkat çekilmiş olabilir. Hz. Zülkarneyn bu gücü sayesinde doğudan
batıya büyük bir coğrafyaya hakim olmuş, nizam vermiş bir liderdir.[994]
Akıllı
ve İmanlı Liderler Olmaları
Kur’an'da Hz.
Zülkarneyn'e "herşeyden bir yol (sebep)"[995] verildiği bildirilir.
Bu ifadeyle,
Hz. Zülkarneyn'in ferasetli, basiretli, her şeye çözüm bulan, akıllı bir lider
olduğuna işaret edilmektedir. Hz. Süleyman da, Kur’an'da, cinlerin, şeytanların
yönlendirilmesinden devlet yönetimine kadar her konuda akıl örnekleri anlatılan
bir peygamberdir.
Hz.
Zülkarneyn, kitap boyunca ihtişamını anlattığımız Hz. Süleyman gibi çok güçlü
ve tüm dünyaya nam salmış bir devletin başındadır. Kur’an'da diğer kavimlerin
ondan yardım talebinde bulunduğu ve karmaşık gibi gözüken sorunlarına çözüm
istedikleri haber verilmektedir. Yönetimi altında bulunmayan topluluklarca dahi
"yeryüzünde bozgunculuğu ve fitneyi önleyen bir kişi"
olarak tanınmakta, sıkıntı içinde olan halklar ona başvurmaktadırlar. Kehf
Suresi'nde "iki seddin önünde, hemen hemen hiçbir sözü anlamayan"
şeklinde tanıtılan bir kavmin ondan yardım istediği şöyle bildirilir:
قَالُوا
يَاذَا
الْقَرْنَيْنِ
اِنَّ يَاْجُوجَ
وَمَاْجُوجَ
مُفْسِدُونَ
فِى الْاَرْضِ
فَهَلْ
نَجْعَلُ
لَكَ خَرْجًا
عَلى اَنْ
تَجْعَلَ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَهُمْ
سَدًّا
Dediler
ki: "Ey Zu'l-Karneyn, gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc, yeryüzünde bozgunculuk
çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim
mi?"[996]
Üstün
Askeri Güçleri
Kitabın
önceki bölümlerinde detaylı olarak gördüğümüz gibi Hz. Süleyman'ın çok güçlü
orduları bulunmaktadır. Neml Suresi'nde şu şekilde bildirilir:
اِرْجِعْ
اِلَيْهِمْ
فَلَنَاْتِيَنَّهُمْ
بِجُنُودٍ
لَا قِبَلَ
لَهُمْ بِهَا
وَلَنُخْرِجَنَّهُمْ
مِنْهَا
اَذِلَّةً
وَهُمْ
صَاغِرُونَ
“Sen
onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları
mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler
olarak sürüp çıkarırız.”[997]
Hz.
Zülkarneyn'in de Hz. Süleyman gibi çok büyük bir askeri güce sahip olduğunu
yine Kehf Suresi'ndeki bazı ayetlerden anlarız:
حَتّى
اِذَا بَلَغَ
مَغْرِبَ
الشَّمْسِ وَجَدَهَا
تَغْرُبُ فى
عَيْنٍ
حَمِئَةٍ
وَوَجَدَ
عِنْدَهَا
قَوْمًا
قُلْنَا يَا
ذَا الْقَرْنَيْنِ
اِمَّا اَنْ
تُعَذِّبَ
وَاِمَّا
اَنْ
تَتَّخِذَ
فيهِمْ
حُسْنًا (*)
قَالَ اَمَّا
مَنْ ظَلَمَ
فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ
ثُمَّ
يُرَدُّ اِلى
رَبِّه فَيُعَذِّبُهُ
عَذَابًا
نُكْرًا
“…
Dedik ki: "Ey Zu'l-Karneyn, (istiyorsan onları) ya azaba uğratırsın veya
içlerinde güzelliği (geçerli ilke) edinirsin." Dedi ki: "Kim
zulmederse biz onu azablandıracağız, sonra Rabbine döndürülür, O da onu
görülmemiş bir azabla azablandırır."[998]
Hz.
Zülkarneyn yeryüzünde bozgunculuk çıkaran inkarcı toplulukları azaba
uğratmakta, onların insanlara zulmetmelerine izin vermemektedir. Bunu da büyük
askeri gücü sayesinde gerçekleştirmektedir. Bu ayetlerden, dünya hakimi olacak
bir devletin çok büyük bir askeri güce sahip olması gerektiği anlaşılmaktadır.
Adaletle
Hükmetmeleri
Hz.
Süleyman'ın adil yönetimini önceki sayfalarda detaylarıyla anlattık. Hz.
Zülkarneyn'in uygulamalarının çok adaletli, hakkaniyetli olduğunu da Kuran'da
anlatılan kıssasından anlamaktayız. Hz. Zülkarneyn'in kendisinden bozgunculuğa
karşı yardım isteyen bir halka, hemen yardım etmesi bunun delillerindendir. Her
iki kıssada da adil bir yönetime dikkat çekilmesi ise şunu göstermektedir:
Dünyanın dört bir yanında güvenliği, huzuru, adaleti ve istikrarı sağlayabilmek
için askeri ve polisiye güçle birlikte, çok güçlü bir hukuk sistemi de büyük
bir önem taşır.
Hediye
Kabul Etmemeleri
Hz.
Süleyman'ın Sebe Melikesi'nin gönderdiği hediyeyi kabul etmediğini ve
hediyeleri getiren elçilere çok hikmetli bir karşılık verdiğini belirtmiştik.
Hz. Süleyman'ın cevabı şu şekildedir:
فَلَمَّا
جَاءَ
سُلَيْمنَ
قَالَ
اَتُمِدُّونَنِ
بِمَالٍ
فَمَا اتينِ
ىَ اللّهُ
خَيْرٌ
مِمَّا
اتيكُمْ بَلْ
اَنْتُمْ
بِهَدِيَّتِكُمْ
تَفْرَحُونَ
(Elçi
hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı
bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır;
hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz" dedi."[999]
Hz. Zülkarneyn
de yapacağı yardım karşılığında kendisine vergi vermek isteyen bu kavme şu
karşılığı vermiştir:
قَالَ
مَا مَكَّنّى
فيهِ رَبّى
خَيْرٌ فَاَعينُونى
بِقُوَّةٍ
اَجْعَلْ
بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ
رَدْمًا
Dedi
ki: "Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç,
nimet ve imkan), daha hayırlıdır…"[1000]
Hediyeyi
kabul etmeyip, bu teklifi yapan kişilere tüm mülkün tek sahibinin Allah
olduğunu hatırlatmaları onların samimi birer müslüman olduklarının bir
delilidir. Bu örnekler her müslüman lider için çok önemli öğütler taşımaktadır.
Daima
Allah'a Yönelip Dönmeleri
Hz.
Süleyman'ın güzel ahlak özelliklerinin anlatıldığı bölümde, onun her an Allah'a
yönelip dönen, ihlas sahibi bir kul olduğunu ayetlerle açıklamıştık. Süleyman
Peygamber herhangi bir başarı elde ettiğinde, bir zafer kazandığında ya da
Allah'tan kendisine bir nimet verildiğinde hemen Allah'a yönelip O'nu tespih
etmekte, tüm gücün Allah'a ait olduğunu zikretmektedir. Hz. Zülkarneyn de aynı
güzel ahlaka sahiptir. Söz konusu kavmi bozgunculardan korumak için yaptığı
seddin etkili olması karşısında Allah'ı şöyle zikretmiştir:
فَمَا
اسْطَاعُوا
اَنْ
يَظْهَرُوهُ
وَمَا اسْتَطَاعُوا
لَهُ نَقْبًا
() قَالَ هذَا
رَحْمَةٌ
مِنْ رَبّى
فَاِذَا
جَاءَ وَعْدُ
رَبّى
جَعَلَهُ
دَكَّاءَ
وَكَانَ
وَعْدُ رَبّى
حَقًّا
“Böylelikle,
ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler. Dedi ki: "Bu benim
Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'di geldiği zaman, O, bunu dümdüz eder;
Rabbimin va'di haktır."[1001]
Cinlere
Hükmetmeleri
Bilindiği
gibi Peygamberimiz, geçmişte yeryüzünde büyük hakimiyet kurmuş iki liderin Hz.
Süleyman ve Hz. Zülkarneyn olduğunu bildirmiştir. Bu durumda Hz. Süleyman'da
olduğu gibi, Hz. Zülkarneyn döneminde de cinler üzerinde bir hakimiyet kurulmuş
olması söz konusu olabilir. İnsanların, kendilerine karşı Hz. Zülkarneyn'den
yardım istedikleri Yecüc ve Mecüc isimli kavmin de bir cin topluluğu olma
ihtimali olabilir.
Bu iki
kıssada ve özellikle de Hz. Süleyman'la ilgili anlatılanlarda yoğun olarak
cinler konusundan söz edilmesi, muhtemelen ahir zamana da işaretler
içermektedir. Allah, ahir zamanda da cinleri ve şeytanları insanların hizmetine
verecek olabilir. (En doğrusunu Allah bilir)
Katran
veya Erimiş Bakır Madeni Kullanmaları
Hz.
Zülkarneyn, Yecüc ve Mecüc'ü, ayette "aynel kıtri" olarak geçen
maddeyi kullandığı bir set inşa ederek etkisiz hale getirmiştir:
اتُونى
زُبَرَ
الْحَديدِ
حَتّى اِذَا
سَاوى بَيْنَ
الصَّدَفَيْنِ
قَالَ
انْفُخُوا
حَتّى اِذَا
جَعَلَهُ
نَارًا قَالَ
اتُونى
اُفْرِغْ
عَلَيْهِ
قِطْرًا
"Bana
demir kütleleri getirin", iki dağın arası eşit düzeye gelince,
"Körükleyin" dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı,
sonra:) dedi ki: "Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim."[1002]
"Aynel
kıtri"
kelime anlamı olarak "erimiş bakır madeni"nin yanı sıra
"katran" manasına da gelmektedir. Kuran'da Hz. Zülkarneyn'in
kullandığı "aynel kıtri"nin Hz. Süleyman'ın da emrine verildiği şöyle
bildirilir:
وَلِسُلَيْمنَ
الرّيحَ
غُدُوُّهَا
شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌ
وَاَسَلْنَا
لَهُ عَيْنَ
الْقِطْرِ
وَمِنَ
الْجِنِّ
مَنْ يَعْمَلُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
بِاِذْنِ
رَبِّه
وَمَنْ يَزِغْ
مِنْهُمْ عَنْ
اَمْرِنَا
نُذِقْهُ
مِنْ عَذَابِ
السَّعيرِ
“Süleyman
için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun
eğdirdik); erimiş bakır madenini (aynel kıtri) ona sel gibi akıttık. Onun eli
altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim
emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık.”[1003]
Hem Hz.
Zülkarneyn'in hem de Hz. Süleyman'ın "aynel kıtri"yi kullanması
dikkat çekici bir benzerliktir. Hz. Süleyman, emrine verildiği bildirilen bu
madde sayesinde kendi dönemindeki cinler ve şeytanlar üzerinde hakimiyet kurmuş
olabilir. "Aynel kıtri" olarak geçen bu maddenin katran olma ihtimali
vardır. Katran;
سَرَابيلُهُمْ
مِنْ
قَطِرَانٍ
وَتَغْشى
وُجُوهَهُمُ
النَّارُ
“Onların gömlekleri katrandandır ve onların yüzlerini ateş
kaplayacaktır”[1004] ayetiyle bildirildiği gibi
cehennemde de bulunan bir maddedir.
Ayette Hz.
Süleyman'ın emrine verilen bu maddeden bahsedildikten hemen sonra, cinlerin de
ona hizmet ettiğinden söz edilmesi dikkat çekicidir. Hz. Süleyman da, Hz.
Zülkarneyn de cinleri kontrol altına almak için bu maddeyi kullanmış
olabilirler. Bu maddenin, cinlere etki eden bir özelliği olabilir. (En
doğrusunu Allah bilir).
Ahir
Zamana Yönelik Müjdeler
Hz.
Süleyman'ın ve Hz. Zülkarneyn'in yaşadıkları dönemlerde gerçekleşmiş olan bu
dünya hakimiyeti tüm Müslümanlar için çok büyük bir müjdedir. Çünkü bu
kıssalarda ahir zamana yönelik önemli işaretler bulunmaktadır.
Allah'ın
sınırlarını titizlikle koruyan, İslam ahlakını dünya üzerinde hakim kılmak için
ciddi bir çaba sarf eden ve hiçbir zorluk karşısında yılgınlık göstermeyen
Müslümanlar, tarihin her döneminde mutlaka üstün geleceklerdir. Allah'ın
yardımı ve desteği mutlaka onların yanında olacaktır. Hz. Süleyman ve Hz.
Zülkarneyn yukarıda saydığımız özelliklerinin dünyadaki karşılığını güçlü bir
hakimiyetle (ve elbette Allah'ın diğer pek çok manevi lütfu ile) almışlardır.
Ahir zamanda aynı hakimiyet Allah'ın izniyle mutlaka gerçekleşecektir. Bu,
Allah'ın iman edenlere bir vaadidir. Bu hakimiyeti gerçekleştirecek olanlar
ise, Peygamberimizin çeşitli hadislerinde de işaret edildiği gibi, söz konusu
üstün vasıfları asırlardır karakterinde taşıyan şerefli İslam ümmeti olacaktır.
Üç kıtaya nizam
vermiş Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı olan İslam ümmeti, İslam ahlakını
tüm dünya üzerinde hakim kılacak ve dünya halklarının özlemini çektikleri
huzuru, barışı, sevgi ve neşe dolu bir dünyayı mutlaka oluşturacaktır.
Adaletli, hoşgörülü, merhametli ve inanç sahibi İslam ümmeti, bu görevi
hakkıyla yerine getirecektir.
Kur’an’da
Tarif Edilen İki Farklı Yönetim
Yönetim
şekilleri hakkında Kur’an'da haber verilen iki önemli örnek vardır. Bunlardan
biri Sebe Melikesi'nin ülkesindeki yönetim, diğeri ise Firavun'un baskıcı
yönetimidir.
Hz.
Süleyman'ın Güneş'e tapan Sebe Ülkesi'ni iman etmeye çağıran bir mektup
yollamasının ardından gelişen olaylar, bu devletin yapısı hakkında bazı
fikirler vermektedir.
Sebe
Melikesi'nin yanında kavmin önde gelenlerinden oluşan bir grup bulunmaktadır.
Sebe Melikesi Hz. Süleyman'dan gelen mektubu okuduktan sonra bu gruba
danışmaktadır. Yani bu devlette tek bir hükümdarın karar hakkı söz konusu
değildir, hükümdarla birlikte devletin yönetiminde söz sahibi olan bir grup da
vardır. Sebe Melikesi, yanındakilerin fikrine önem vermekte, onlar da
Melike'nin otoritesine ve kişiliğine saygı göstermektedirler. Bu yönüyle, Sebe
Devleti'nde demokrasi benzeri bir yönetim şekli uygulanmış olması mümkündür.
Firavun'un
yönetim tarzı ise ilk bakışta Sebe Devleti'ndekine benzer gibi gözükür. Onun
yanında bulunan önde gelenlerin de yönetimde çok büyük bir etkiye sahip
oldukları görülmektedir. Ancak bu kişiler Firavun'u yanlış yönlendirmekte, ona,
fitne ve zulme sebep olacak emirler vermektedirler. Araf Suresi'nde Firavun'a
şu şekilde hitap ettikleri bildirilir:
قَالُوا
اَرْجِهْ
وَاَخَاهُ
وَاَرْسِلْ فِى
الْمَدَائِنِ
حَاشِرينَ
“Dediler
ki: "Onu ve kardeşini şimdilik bekletiver, şehirlere de toplayıcılar yolla."[1005]
Firavun
dönemindeki yönetim tarzını oligarşi olarak tanımlamak mümkündür. Oligarşi,
"azınlık yönetimi" demektir. Bir sistemde, siyasi güç sadece sınırlı
bir grubun elinde ise, o sistem bir oligarşidir. Oligarşinin gücü ise çoğu
zaman askeri veya maddi gücünün miktarı ile doğru orantılıdır. Oligarşide
yönetici kadrosu birkaç kişiden oluşabileceği gibi daha geniş kapsamlı da
olabilir. Ancak her koşulda halka oranla bu küçük bir azınlıktır. Bu kişiler
halkı kendi menfaatlerine göre, keyfi olarak yönetirler. Firavun düzeni de
ayetlerden görüldüğü gibi bir oligarşidir.
اِلى
فِرْعَوْنَ
وَمَلَائِه
فَاسْتَكْبَرُوا
وَكَانُوا
قَوْمًا
عَالينَ
"Firavun'a
ve ileri gelen çevresine; fakat onlar büyüklendiler. Onlar, 'büyüklenen-zorba'
bir topluluktu"[1006] ayetinde bildirildiği gibi,
Firavun ve çevresi de kendi isteklerini zorbalıkla yaptıran bir topluluktu.
Firavun'un yanındaki danışmanlar, büyücüler ve askerlerden oluşan oligarşik
sınıf, halkın Firavun sistemine bağlı kalması için onu fikri yönden egemenlik
altına almış, kitlelere Firavun'un üstün bir varlık olduğu yalanını telkin
etmişti. Firavun ve yakın çevresi halka zulmetmekteydi. Bunu haber veren ayet
şöyledir:
فَمَا
امَنَ
لِمُوسى
اِلَّا
ذُرِّيَّةٌ
مِنْ قَوْمِه
عَلى خَوْفٍ
مِنْ
فِرْعَوْنَ
وَمَلَائِهِمْ
اَنْ
يَفْتِنَهُمْ
وَاِنَّ فِرْعَوْنَ
لَعَالٍ فِى
الْاَرْضِ
وَاِنَّهُ
لَمِنَ
الْمُسْرِفينَ
“Sonunda
Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde
gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden
olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten
ölçüyü taşıranlardandı.”[1007]
Firavun
sisteminin zalimliğini gösteren çok açık başka bir kanıt da, ülkedeki
insanları, ırk veya inançlarına göre "fırkalara" (zümrelere) ayırması
ve bir kısmına kasıtlı olarak zulmetmesidir. Özellikle İsrailoğulları'nı hedef
alan bu zulümden bir ayette şöyle söz edilir:
اِنَّ
فِرْعَوْنَ
عَلَا فِى
الْاَرْضِ
وَجَعَلَ
اَهْلَهَا
شِيَعًا
يَسْتَضْعِفُ
طَائِفَةً
مِنْهُمْ
يُذَبِّحُ
اَبْنَاءَهُمْ
وَيَسْتَحْي
نِسَاءَهُمْ
اِنَّهُ كَانَ
مِنَ
الْمُفْسِدينَ
“Gerçek
şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım
fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek
çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.”[1008]
Araf
Suresi'nin 127. ayetinde ise Firavun'un, "kahir bir üstünlüğe"
sahip olduğu bildirilir. Bu kahredici üstünlük Firavun'un güçlü ordusundan
kaynaklanmaktadır. Bu sistemin ne kadar gelişmiş ve gücün ne kadar büyük
olduğunu Firavun'un askerlerine verdiği emirlerden anlayabiliriz:
فَاَرْسَلَ
فِرْعَوْنُ
فِى
الْمَدَائِنِ
حَاشِرينَ
“Bunun
üzerine Firavun da şehirlere (askerler) toplayıcılar gönderdi.”[1009]
قَالُوا
اَرْجِهْ
وَاَخَاهُ
وَاَرْسِلْ فِى
الْمَدَائِنِ
حَاشِرينَ
“Dediler
ki: "Onu ve kardeşini şimdilik bekletiver, şehirlere de toplayıcılar yolla."[1010]
Yukarıdaki
ayetlerin de işaret ettiği gibi, Firavun çok baskıcı bir devlet mekanizmasına
ve özellikle istihbarat sistemine sahipti. Öyle ki; belli bir hiyerarşi içinde
ülkenin en ücra köşelerini bile denetleyebiliyordu. Bu denetim, Firavun
yönetiminin katı disiplinini ve baskıcı uygulamalarını da göstermekteydi.
Sebe
Melikesi'nin Hz. Süleyman ile görüştükten sonra, Allah'a iman ettiğini ve Hz.
Süleyman'a tabi olduğunu belirtmesi ise, Sebe Ülkesi'nde bu tarz bir baskının
söz konusu olmadığına bir işaret olabilir. Sebe Melikesi'nin bu sözleri
Kur’an'da şöyle bildirilir:
قيلَ
لَهَا
ادْخُلِى
الصَّرْحَ
فَلَمَّا رَاَتْهُ
حَسِبَتْهُ
لُجَّةً
وَكَشَفَتْ عَنْ
سَاقَيْهَا
قَالَ
اِنَّهُ صَرْحٌ
مُمَرَّدٌ
مِنْ
قَوَاريرَ
قَالَتْ رَبِّ
اِنّى ظَلَمْتُ
نَفْسى
وَاَسْلَمْتُ
مَعَ سُلَيْمنَ
لِلّهِ رَبِّ
الْعَالَمينَ
“Ona denildi ki: "Saraya gir." Vaktâ ki onu gördü, onu
derin bir su sandı, iki baldırını açıverdi. (Hazreti Süleyman) Dedi ki: "O
hakikaten sırçalardan döşenmiş düz, açık bir yerdir.”[1011]
Sebe
Devleti'nin yönetim şekli, ayetlerden de anlaşıldığı gibi, dönemin şartlarına
göre "demokratik" ruha sahip bir sistemdir. Firavun sisteminin
aksine, insanlar üzerinde bir baskı mevcut değildir. Devlet yönetiminde en
önemli kararların dahi istişare ile alındığı, devlet kademeleri arasında uyum
ve işbirliğinin sağlandığı, karşılıklı hoşgörünün, vicdan özgürlüğünün
yaşandığı, hakların gözetildiği bir modeldir. Allah bizlere Firavun ve Sebe
kıssalarındaki farklı sistemleri açıklayarak, hem din ahlakına şiddetle karşı
olan bir sistemi, hem de din ahlakına yatkın bir toplum yapısının temel
esaslarını öğretmektedir.
Sebe
Halkının Uğradığı Son
Sebe
Devleti'nin çok güçlü ordulara sahip olduğundan çeşitli ayetlerde bahsedilir.
Sebe ordusunun komutanlarının Kuran'da aktarılan bir ifadesi, bu ordunun son
kararı Sebe Melikesi'ne bıraktığını göstermektedir. Komutanlar, Sebe'nin kadın
yöneticisine (Melikesi'ne) şöyle derler:
قَالُوا
نَحْنُ
اُولُوا
قُوَّةٍ
وَاُولُوا
بَاْسٍ
شَديدٍ
وَالْاَمْرُ
اِلَيْكِ فَانْظُرى
مَاذَا
تَاْمُرينَ
“Dediler ki: "Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir azim
sahipleriyiz ve emir sana aittir. Artık bak, ne emredeceksen."[1012]
Ancak Sebe
Devleti'nin bu askeri gücü onlara hiçbir fayda sağlamamış ve peygamberlerinin
uyarılarını dinlemeyen ve Allah'ın nimetlerine nankörlük eden Sebe halkı,
nesiller sonra korkunç bir sel felaketiyle cezalandırılmıştır. Kur’an'da Sebe
halkının yaşadığı yerler şöyle tarif edilmektedir:
لَقَدْ
كَانَ
لِسَبَاٍ فى
مَسْكَنِهِمْ
ايَةٌ
جَنَّتَانِ
عَنْ يَمينٍ
وَشِمَالٍ
كُلُوا مِنْ
رِزْقِ
رَبِّكُمْ
وَاشْكُرُوا
لَهُ
بَلْدَةٌ
طَيِّبَةٌ
وَرَبٌّ
غَفُورٌ
“Andolsun,
Sebe' (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve
soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin
ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var.)"[1013]
Yukarıdaki
ayetlerde de vurgulandığı gibi, Sebe halkı, estetik yönüyle çarpıcı, bereketli
bağ ve bahçeleri olan bir toprakta yaşıyordu. Ticaret yolları üzerinde bulunan
ve bu nedenle de refah düzeyi oldukça yüksek olan Sebe Ülkesi, dönemin en gözde
beldelerinden biriydi. Hayat şartlarının ve ortamın böyle olumlu olduğu ülkede
Sebe halkına düşen, ayette bildirildiği gibi "Rablerinin rızkından
yemek ve O'na şükretmek"ti. Ama öyle yapmadılar ve nankörlerden oldular.
Ayetlerde Sebe halkının tavrı şu şekilde haber verilir:
فَاَعْرَضُوا
فَاَرْسَلْنَا
عَلَيْهِمْ سَيْلَ
الْعَرِمِ
وَبَدَّلْنَاهُمْ
بِجَنَّتَيْهِمْ
جَنَّتَيْنِ
ذَوَاتَىْ
اُكُلٍ
خَمْطٍ
وَاَثْلٍ
وَشَىْءٍ
مِنْ سِدْرٍ قَليلٍ
(*) ذلِكَ
جَزَيْنَاهُمْ
بِمَا
كَفَرُوا
وَهَلْ
نُجَازى
اِلَّا
الْكَفُورَ
“Ancak
onlar yüz çevirdiler, böylece Biz de onlara Arim selini gönderdik. Ve onların
iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı
olan iki bahçeye dönüştürdük. Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları
cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?”[1014]
Sebe halkı,
başarılarını ve zenginliklerini kendi çabalarının bir sonucu sandılar. Yüz
çevirmelerinin karşılığını ise ayette bildirildiği gibi büyük bir selle aldılar
ve helak oldular. Bu Allah'ın inkar eden tüm kavimlere verdiği İlahi bir
karşılıktır. Allah'ın nimetlerine nankörlük eden, elçilerin gösterdiği hidayet
yoluna uymayan ve gönderilen kitapları inkar eden her halk, mutlaka bu
yaptıklarının karşılığını hem dünyada hem de ahirette alacaktır. Bu adetullahın
(Allah'ın kanununun) bir sonucudur. Allah Hud Suresi'nde şu şekilde
buyurmaktadır:
ذلِكَ
مِنْ
اَنْبَاءِ
الْقُرى
نَقُصُّهُ عَلَيْكَ
مِنْهَا
قَائِمٌ
وَحَصيدٌ (*)
وَمَا
ظَلَمْنَاهُمْ
وَلكِنْ
ظَلَمُوا
اَنْفُسَهُمْ
فَمَا
اَغْنَتْ عَنْهُمْ
الِهَتُهُمُ
الَّتى
يَدْعُونَ
مِنْ دُونِ
اللّهِ مِنْ
شَىْءٍ
لَمَّا جَاءَ
اَمْرُ
رَبِّكَ
وَمَا
زَادُوهُمْ
غَيْرَ تَتْبيبٍ
“Bunlar,
sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir.
Onlardan kimi ayakta kalmış, (hala izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi
yerlebir edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar
kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'ı
bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, 'helak ve
kayıplarını' arttırmaktan başka bir işe yaramadı.”[1015]
Arim
Seli İle Helak Olan Sebe Kavmi
Tarihi
kaynaklara göre Sebe halkı, Güney Arabistan'da yaşamış olan dört büyük
uygarlıktan birisidir. Sebe halkı, tarihte medeni bir kavim olarak
bilinmişlerdir. Bu kavmin en önemli eserlerinden olan Marib Barajı da,
ulaştıkları teknolojik seviyenin önemli göstergelerindendir. Sebeliler daha
uygarlıklarını kurma aşamasındayken buraya bir baraj inşa etmiş, sulama yapmaya
başlamış ve bu baraj sayesinde de çok ileri bir refah seviyesine kavuşmuşlardı.
Marib'deki bu
barajın yüksekliği 16 metre, genişliği 60 metre ve uzunluğu da 620 metreydi.
Hesaplara göre baraj aracılığıyla sulanabilen toplam alan 9.600 hektardı ki,
bunun 5.300 hektarı güney, geri kalanı ise kuzey ovasına aitti. Bu iki ova,
Sebe kitabelerinde bazen "Marib ve iki ova" diye anılırdı.1 İşte
Kuran'daki "sağdan ve soldan iki bahçe" ifadesi, muhtemelen bu iki
vadideki gösterişli bağ ve bahçelere işaret eder. Bu baraj ve sulama tesisleri
sayesinde bölge, Yemen'in en iyi sulanan ve en verimli kesimi olarak ün
yapmıştı.
Bu baraj, MS
5 ve 6. yüzyıllarda geniş çaplı onarımlar görmüştü. Ancak bu onarımlar barajın
MS 542 yılında yıkılmasını önleyemedi. Bu tarihte yıkılan baraj, Kur’an'da
bahsedilen "Arim seli"ne yol açmış ve büyük tahribata neden olmuştu.
Sebe halkının yüzlerce seneden beri işletmekte olduğu bağları, bahçeleri ve
tarım alanları tamamen yok olmuştu. Barajın yıkılmasından sonra Sebe kavminin de
hızlı bir gerileme sürecine girdiği görülmektedir; barajın yıkılmasıyla
başlayan bu sürecin sonunda Sebe Devleti'nin de sonu gelmiştir.
Bu tarihsel
gerçekler ışığında Kuran ayetlerini incelediğimiz zaman, ortada çok büyük bir
uyum olduğunu görürüz. Arkeolojik bulgular ve tarihsel gerçekler, Kuran'da
yazanlara işaret etmektedir. Kuran'da Sebe kavmine gönderilen azaptan
"Seyl-ül Arim" yani "Arim seli" olarak bahsedilmektedir.
Kuran'da geçen bu ifade, aynı zamanda bu selin meydana geliş şeklini göstermektedir.
Zira "Arim" kelimesinin bir anlamı da baraj ya da settir. Dolayısıyla
"Seyl-ül Arim" ifadesi de, setin yıkılması sonucunda meydana gelen
bir sele işaret etmektedir.
"Kutsal
Kitap Doğruyu Söyledi" (Und Die Bibel Hat Doch Recht) kitabının yazarı Alman
arkeolog Werner Keller de, Arim selinin Kur’an'a uygun olarak gerçekleştiğini
kabul ederek şöyle yazar:
"Böyle
bir barajın olması ve yıkılarak şehri tamamen harap etmesi, Kur’an'daki bahçe
sahipleriyle ilgili verilen örneğin gerçekten de meydana geldiğini kanıtlıyor."
Sebe halkının
yaşadığı ve artık tümüyle ıssız bir harabe konumuna gelmiş olan Marib,
şüphesiz, Sebe halkıyla aynı hatayı işleyen tüm insanlar için bir ibrettir.
Onlar Allah'ın nimetlerine nankörlük edip zalimlerden olmalarının karşılığını
bu felaket ile almış, sahip oldukları tüm zenginliklerini bir anda
kaybetmişlerdir.[1016]
Hz.
Süleyman (a.s) Mûcizeleri
1-Sebe sûresi
on ikici âyetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı.
2-Süleymân (aleyhisselâm)
denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açalır, geçtikten sonra yine
kapanırdı.
3- Âyet-i
kerimede bildirildiği üzere, bütün cinniler emrindeydi. Ne zaman istese,
kendisine, büyük büyük köşkler, sûretler, çanaklar, sâbit çömlekler, tencereler
yaparlardı.
4-Süleymân (aleyhisselâm)’ın
bir mührü vardı. Üzerinde ism-i âzam duâsı yazılıydı. O duâ ile her istediği
kolay olurdu.
5-
Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini
anlardı.
6-Nereye
gitmek istese, rüygâr emride olduğundan, kürsüsünü kaldırır, kürsüsünü berâberinde
götürürdü.
7-Cinniler
vâsıtasıyla denizdeki incileri, cevherleri yerde bulunan defineleri bilirdi.
Kendisine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen birşey yoktu.
8-Neml
Vâdisinde, maiyetiyle berâber bir dağ üzerine konup, kaldığı esnâda o dağın
yeşillik, çimenlik olması için, mübârek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o
dağa serpti. Derhâl dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.
9-Süleymân (aleyhisselâm)
bir yere gittiği vakit, berâberinde duvarlar da giderdi.
18-Hz.İLYAS (a.s) ve Mucizeleri
Kur'an-ı
Kerîm'de ismi geçen peygamberlerden biri. Hz. Musa (a.s)'dan sonra gelen nesebi
Hz. Harun (a.s)'a dayandığı rivayet edilen bir İsrailoğulları Peygamberi.
Hz. Musa'dan
sonra İsrailoğullarının çeşitli boyları. Şam civarına yerleşmiştir. Şam
bölgesindeki "Bek" şehrine yerleşen ve zamanla Allah'a isyan ederek
haddi aşan bir Benu İsrail kabilesine Hz. İlyas (a.s)'ın gönderildiği rivayet
edilmektedir. İlyas (a.s) Kur'an-ı Kerîm'de iki değişik sûrede anılmıştır. Bir
yerde diğer Peygamberler ile birlikte ismi geçmiştir:
وَاِسْمعيلَ
وَاِدْريسَ
وَذَا
الْكِفْلِ كُلٌّ
مِنَ
الصَّابِرينَ
"(İbrahim'e)
Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da bağışladık. Hepsi Salihlerdendi."[1017]
Diğer sûrede
ise İlyas (a.s)'ın kıssası özetle anlatılmıştır. Musa ve Harun (a.s)'dan
bahsedilmiş, onların Allah'ın salih kulları olduğu anlatıldıktan sonra İlyas
(a.s)'ın kıssasına geçilmiştir:
وَاِنَّ
اِلْيَاسَ
لَمِنَ
الْمُرْسَلينَ
"Muhakkak
İlyas da peygamberlerdendi."[1018]
Bu ayet-i
kerime İlyas (a.s)'ın etrafında Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından
oluşturulmuş olan efsanevî kimliği aralamakta, onun Allah'ın diğer
Peygamberleri gibi bir peygamber olduğunu anlatmaktadır. Buhârî,
Kitâbu'l-Enbiyâ bölümünde İlyas (a.s) için bir bab açmış ve onun kıssasını
anlatan es-Sâffât suresindeki ayetleri bu babda zikretmiştir. ibn Mes'ûd ve ibn
Abbas'ın rivayetine göre Hz. ilyas ile idris (a.s) aynı şahıstır.[1019] İdris (a.s) da Nuh (a.s)'ın babasının
dedesidir.[1020]
İlyas (a.s)
Peygamber olarak gönderildiği insanları dine davet etmiştir: "(Hz. İlyas)
milletine:
اِذْ
قَالَ
لِقَوْمِه
اَلَا
تَتَّقُونَ (*)
اَتَدْعُونَ
بَعْلًا
وَتَذَرُونَ
اَحْسَنَ
الْخَالِقينَ
(*) اَللّهَ
رَبَّكُمْ
وَرَبَّ
ابَائِكُمُ
الْاَوَّلينَ
"Allah'a
karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbınız
önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Ba'l putuna mı
taparsınız?" demişti."[1021]
Ayet-i
Kerime'de geçen "Ba'l" o kavmin tapındığı putun ismidir. Oturduğu
şehirlerinin ismi "Bek" olan bu halkın, tapındıkları puttan dolayı
şehirlerinin isminin "Ba'lebek" olduğu rivayet edilmektedir.
Rivayete göre
Hz. İlyas İsrailoğullarına Hızır (a.s)'dan sonra gönderilmiştir. İnsanları
Allah'a imana çağıran Hz. İlyas, kavminin Ba'l putuna tapmamasını emretmiştir.
O bölgenin kralı önce iman etmesine rağmen daha sonra irtidat ederek Hz. İlyas
(a.s)'ı öldürmeye kalkmıştır. Hz. İlyas yedi sene kadar dağlarda bayırlarda
dolaşmış, insanları Tevrat'ın emirlerine davet etmiş, iman etmemeleri üzerine,
o beldeye üç yıl hiç yağmur düşmemiştir. Daha sonra Hz. İlyas'ın duasıyla
yağmur yağmasına rağmen yine İlyas (a.s)'a iman etmemişlerdir. Kendisinden
sonraki Benûisrail Peygamberlerinden Kur'an'da ismi zikredilen Elyas'a (a.s)'ı
Hz. İlyas yetiştirmiştir. Rivayete göre kavminin imansızlığına kızan İlyas
(a.s), Allahu Teâlâ'dan kendisini gökyüzüne kaldırması için dua etmiş, bunun
üzerine belirlenen bir yerde yanında Elyas'a (a.s) da varken gökten gelen ateş
gibi bir ata binip havalanmış, nübüvvet simgesi olarak da aşağıda kalan Elyas'a
hırkasını atmış ve semâya refedilmiştir.
Ancak şurası
unutulmamalıdır ki bu rivayetler İsrailoğullarının Tevrat kökenli
rivayetleridir. İşin doğrusunu en iyi Allah bilir.[1022] Hz. İlyas (a.s)'ın, Hızır
(a.s) ile yılda bir kez buluştuğuna inanılır, halk arasında bu buluşma Hızır
İlyas (Hıdrellez) şeklinde simgelenmiştir.
Hz.
İlyas (a.s)'ın Mûcizeleri
Abdullah ibni
Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre; Hz.İlyâs Baalbek'ten çıkınca, ilâhi emirleri
bildirmek üzere dolaşırken yolu bir köye düştü. bu köydeki insanlara nasihat
etti. Onları imâna dâvet etti. Köylüler onu severek köylerinde bir müddet
kalmasını istediler. O da kabul etti ve İsrâiloğullarından ihtiyâr bir kadının
evinde misâfir oldu. Bu kadının hasta bir oğlu vardı. Hastalığına bir türlü
şifâ bulamamıştı. İhtiyâr kadın oğlunun durumunu Hz. İlyâs'a anlatarak
çocuğunun şifâ bulup bu dertten kurtulması için Allahü Teâlâ’ya duâ etmesini
istedi. Hz. İlyâs, üzülme şifâ Allahü Teâlâ’dandır, dedi. Abdest alıp iki rekât
namaz kıldı. Hasta çocuğz şifâ vermesi için Allahü teâlâya yalvardı. Allahü Teâlâ
duâsını kabul etti. Hasta çocuk iyileşti. Bu çocuğun adı Elyesa idi. Şifâ
bulduktan sonra Hz. İlyâs'a imân etti. Yanından ayrılmadı. Ondan Tevrât'ı
öğrendi. Hz. İlyâs'ın vefâtından sonra da İsrâiloğullarına peygamber olarak
gönderildi.
Kur'ân-ı
Kerim'in En’am ve Saffet sûrelerinde İlyâs (aleyhisselâm)’la ilgili haberler
vardır:
“Zekeriya'yı
Yahya'yı İsa'yı ve İlyas'ı da (hidayete eriştirdik.) Onların hepsi
salihlerdendir.” [1023]
“Gerçekten
İlyas da gönderilmiş (peygamber)lerdendi.”[1024]
“(İlyas)
milletine: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?” [1025]
“Yaratanların
en iyisini bırakıp da Ba'l'e mi taparsınız? demişti.” [1026]
"Sizin
de Rabbiniz, sizden önce gelen atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı?"[1027]
“Bunun
üzerine İlyas'ı yalanladılar. Onun için onların hepsi (cehenneme)
götürüleceklerdir.”[1028]
“Ancak
Allah'ın ihlâslı kulları müstesna.” [1029]
“Sonra
gelenler içinde, kendisine bir ün bıraktık.”[1030]
"İlyas'a
selâm!" dedik. [1031]
“Şüphesiz
biz, iyileri işte böyle mükâfatlandırırız.”[1032]
“Çünkü
o, bizim mümin kullarımızdandı.” [1033]
19-Hz. ELYESA' (a.s.) ve Mucizeleri
İsrailoğulları'na
gönderilen peygamberlerden biri.
Elyesa'
(a.s.)'ın ismi Kur'an'da iki defa geçmekte:
وَاِسْمَعِيلَ
وَالْيَسَعَ
وَيُونُسَ وَلُوطًا
وَكُلاًّ
فَضَّلْنَا
عَلَى الْعَالَمِينَ
“İsmail,
Elyesa', Yunus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.”[1034]
وَاذْكُرْ
اِسْمَعِيلَ
وَالْيَسَعَ وَذَا
الْكِفْلِ وَكُلٌّ
مِنَ
اْلاَخْيَارِ
“İsmail’i,
Elyesa’yı ve Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendi.”[1035]
Ahd-i Atık'te
de Elîşa' seklinde zikredilmektedir.[1036] İslâm kaynakları ondan Elyesa' b. Uhtûb
ismiyle bahsederler.
Elyesa'
(a.s.), küçüklüğünde kötürüm bir vaziyetteydi. O sırada İsrailoğullarının
peygamberi olan Hz. İlyâs, bir gün Yahudilerin azgınlığından kaçarak dul bir
kadın olan Elyesa'ın annesinin evine sığınmış, kendisini koruyan bu kadının
kötürüm oğluna yaptığı dua kabul olunarak Elyesa' sıhhatine kavuşmuştu. Bunun
üzerine Elyesa', Hz. İlyâs'a iman edip ona tâbı oldu, hizmetinde bulundu, her
gittiği yere onunla birlikte gitti.
Hz. İlyâs'tan
sonra İsrailoğullarının ıslâhı ile meşgul olan, onlara va'z ve nasihatlerde
bulunan Elyesa' (a.s.) Cenâb-ı Hak tarafından peygamberlikle görevlendirildi.
Hz. Elyesa', hak dini tebliğ görevini var gücüyle yerine getirmeye çalışmasına
rağmen İsrâiloğulları günden güne azıtıyorlardı.
Tevhîd
düşüncesini yerleştirdikten sonra ruhunun alınmasını niyâz eden Elyesa'
(a.s.)'ın bu duası kabul olundu ve o, yerine halef olarak Zü'l-Kifl (a.s.)'ı
bırakarak vefât etti.
Hz.
Elyesa' (a.s.)'ın Mûcizeleri
1-Eriha şehri
ahâlisinin içme suları acılaşmıştı. Bu durumu Elyesa aleyhisselâma bildirip,
kendilerine yardımcı olmasını istemişlerdi. Bunun üzerine. Hz.Elyesa (aleyhisselâm)
acılaşan suyun içine bir parça tuz atıp, ''Tatlı ol!'' deyince, Allahü Teâlâ’nın
üzniyle su tatlı ve lezzetli olmuştur.
2-Borçlu ve dul bir kadın, Hz.Elyesa (aleyhisselâm)’a gelip, fakirliğinden şikâyetçi
olmuştu. ''Evinde neyin var?'' deyince, kadın; ''Bir kaşık kadar yağım var.''
dedi. Hz.Elyesa (aleyhisselâm), kadına; ''Git, o yağı bir kab
içine koy.'' buyurdu. Kadında gidip yağı bir kabın içine koydu. Hz.Elyesa (aleyhisselâm)’ın mûcizesiyle o yağ o kadar
arttı ki, pekçok kap yağ ile doldu. Fakir kadın bundan borçlarını ödediği gibi,
zengin de oldu.
20-Hz.
ZÜLKİFL (a.s) ve Mucizeleri
Kur'ân'da adı
geçen peygamberlerden biri.
Kur'ân'da iki
yerde kendisinden bahsedilmektedir:
وَاِسْمعيلَ
وَاِدْريسَ
وَذَا
الْكِفْلِ كُلٌّ
مِنَ
الصَّابِرينَ
(*)
وَاَدْخَلْنَاهُمْ
فى
رَحْمَتِناَ
اِنَّهُمْ
مِنَ
الصَّالِحينَ
"İsmâil,
İdris ve Zülkifl, hepsi sabredenlerdendi. Onları rahmetimize soktuk. Şüphesiz
onlar salih olanlardandı."[1037]
Âyette geçen
"Zülkifl" adı değil lakabıdır ve "nasib ve kısmet sahibi"
anlamına gelir. Fakat burada dünyevî zenginliği değil, onun üstün kişiliğini ve
âhiretteki derecesini kastetmek için kullanılmıştır. Onun gerçek adı hakkında
çok farklı rivayetler vardır. Yahudiler O'nun, İsrailoğullarının esâreti
sırasında peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur ırmağı yakınlarında bir
bölgede yapan Hereksel olduğunu iddia etmişlerdir. Âlimlerin bir kısmı da onun
Eyyub (a.s)'ın kendisinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu
söylemişlerdir. Fakat bu görüşlerin hiç biri kesinlik derecesine sahip
değildir.
Zülkifl
(a.s)'ın peygamber olmadığı söyleyenler olmuşsa da, âlimlerin ekseriyetine göre
peygamberdir ve makbul olan görüş de budur.[1038]
Yüce Allah
Eyyûb (a.s)'ın kıssasını arz ettikten sonra, peygamberlerinden bazılarını anmış
ve onları övmüştür. İnsanları tevhide çağıran, Allah'ın sevgi ve övgülerini
kazanan bu peygamberden biri de, Zülkifl (a.s)'dır. Bu konudaki âyetler
şöyledir:
وَاذْكُرْ
عِبَادَنَا
اِبْرهيمَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
اُولِى
الْاَيْدى
وَالْاَبْصَارِ
(*) اِنَّا
اَخْلَصْنَاهُمْ
بِخَالِصَةٍ
ذِكْرَى
الدَّارِ (*)
وَاِنَّهُمْ
عِنْدَنَا
لَمِنَ
الْمُصْطَفَيْنَ
الْاَخْيَارِ
(*) وَاذْكُرْ
اِسْمعيلَ
وَالْيَسَعَ
وَذَا الْكِفْلِ
وَكُلٌّ مِنَ
الْاَخْيَارِ
"Kuvvetli
ve basiretli kullarınız İbrahim'i, İshâk'ı ve Yâkub'u da an. Biz onları ahiret
yurdunu düşünme özelliğiyle temizleyip, kendimize halis (kul) yaptık. Onlar bizim
yanımızda seçkinlerden, hayırlılardandır. İsmâil'i, Elyesâ'ı, Zülkifl'i de an.
Hepsi de iyilerdendir."[1039]
Taberî'de yer
alan bir rivayete göre Zülkifl (a.s) Şam'da otururdu. Oradaki halkı Allah'a
inanmaya, O'na ibadet etmeye ve dürüst bir şekilde yaşamaya çağırdı ve orada
vefât etti.[1040]
Hz.Zülkifl (a.s)’ın
Mücizeleri
Hz.Zülkifl (a.s) sâlih bir kimse
olduğu görüşünde olan Mücâhid'den aktarılan bir rivayete göre, yaşlanan Elyesa
peygamber, kendisinden sonra insanları yönetecek birini yerine geçirip, nasıl
icrââtta bulunacağını görüp sınamak ister. Üç şartı kabul eden birini yerine
tayin edeceğini söyler ve şartlarını açıklar: Gündüzleri oruç tutacak,
gecelerini İbâdetle geçirecek, ne yaparlarsa yapsınlar kimseye kızıp
öfkelenmeyecek.
Bu şartlan yerine
getireceğini söyleyen şahsın teklifini birinci gün reddeden Elyesa, şartlarını
ertesi gün de tekrar eder ve bu defa yine aynı şahıs talip olunca onu bu işe
seçer.[1041] Bu görüş mensuplarına
göre, Zülkifl, Elyesa peygamberin ölümünden sonra onun makamına oturan ve
verdiği sözleri yerine getirdiği için "Zülkifl" adı verilen bu
gençtir. [1042]
21-Hz. YÛNUS (a.s) ve Mucizeleri
Adı Kur'ân'da
geçen peygamberlerden biri.
Soyu,
Bünyamin vasıtasıyla Ya'kûb (a.s)'a ve onun vasıtasıyla de İbrâhim (a.s)'a
dayanmaktadır. Bazı alimlerin naklettiğine göre, İsa (a.s) annesinin adıyla İsa
b. Meryem diye anıldığı gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adıyla Yûnus b. Matta
diye anılmaktadır.[1043] Buhârî'nin verdiği bilgiye
göre ise, bu görüş yanlıştır. Aslında Matta, Yûnus (a.s)'ın annesinin değil,
babasının adıdır. Yani Yûnus (a.s), Yûnûs b. Matta diye anılınca, babasının
adıyla anılmış olur.[1044]
Yûnus
(a.s)'ın Ya'kub (a.s)'ın torunlarından olduğu, Kur'ân'da şöyle haber
veriliştir:
اِنَّا
اَوْحَيْنَا
اِلَيْكَ
كَمَا اَوْحَيْنَا
اِلى نُوحٍ
وَالنَّبِيّنَ
مِنْ بَعْدِه
وَاَوْحَيْنَا
اِلى
اِبْرهيمَ
وَاِسْمعيلَ
وَاِسْحقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطِ
وَعيسى وَاَيُّوبَ
وَيُونُسَ
وَهرُونَ
وَسُلَيْمنَ
وَاتَيْنَا
دَاوُدَ
زَبُورًا
"Nûh'a
ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik.
Nitekim İbrâhim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a,
Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebûr'u vermiştik."[1045]
Bu âyette
ifâde edildiği gibi İsâ (a.s), Eyyüb (a.s), Harun (a.s) ve Süleyman (a.s)'da Yunus
(a.s) ile aynı soydan, Yakub (a.s)'ın torunlarındandırlar.
Hz.Yûnus
(a.s)'ın nüfusu yüz bini aşkın bir şehrin halkına uyarıcı ve tevhide çağrıcı
bir peygamber olarak gönderildiği, Kur'ân'da şöyle geçmektedir:
وَاَرْسَلْنَاهُ
اِلى مِائَةِ
اَلْفٍ اَوْ يَزيدُونَ
"Ve
onu yüz bin insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik."[1046]
O'nun
peygamber olarak gönderildiği bu yerin Ninova şehri olduğu nakledilmiştir.
Ninova şehri, Dicle nehrinin kıyısında, şimdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydı.
Bu beldenin insanları küfrün içinde bulunuyorlardı ve putlara tapmakta idiler.
Yûnus (a.s) onları küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara,
küfürlerinden dolayı tevbe etmelerini, Yüce Allah'ın varlığına ve birbirine
inanmalarını emretmek üzere gönderilmişti.[1047]
Yûnus
(a.s)'ın adı, Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki
sûrelerden birine isim olarak verilmiştir. Kur'an'ın onuncu sûresinin adı,
Yûnus sûresidir.
Yûnus (a.s)
milletini otuz üç yıl Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti,
tebliğde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki
kişi ona imân etti.[1048]
Milletinin bu
şekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s)'ın zoruna gitti. Yüce
Allah onun bu kızgınlığını ve bunun neticesinde milletini terketmeye
kalkışmasını şöyle haber vermiştir:
وَذَا
النُّونِ
اِذْ ذَهَبَ
مُغَاضِبًا
فَظَنَّ اَنْ
لَنْ
نَقْدِرَ
عَلَيْهِ
فَنَادى فِى
الظُّلُمَاتِ
اَنْ لَا
اِلهَ اِلَّا
اَنْتَ
سُبْحَانَكَ
اِنّى كُنْتُ
مِنَ الظَّالِمينَ
"Zünnûn
(Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmişti. Bizim kendisini asla
sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet karanlıklar içinde; "Senden
başka hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden
oldum!" diye niyaz etti."[1049]
Bu âyette
Yûnus (a.s)'dan Zünnûn diye bahsedilmiştir. Zünnûn, balık sahibi demektir.
Kur'ân'ın başka bir yerinde de, Yûnus (a.s) bu lakabla anılmıştır:
فَاصْبِرْ
لِحُكْمِ
رَبِّكَ
وَلَا تَكُنْ كَصَاحِبِ
الْحُوتِ
اِذْ نَادى
وَهُوَ مَكْظُومٌ
"Sen
Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli
dertli Rabbine niyaz etmişti."[1050]
Hem bu âyette
hem de yukarıdaki âyette Yûnus (a.s)'ın sabretmemesine, Allah'ın emri olmadan
milletini terketmeye kalkışmasına işâret edilmiştir. Onun bu hali üzerine, Yüce
Allah şöyle buyurmuştu:
فَاصْبِرْ
كَمَا صَبَرَ
اُولُوا
الْعَزْمِ
مِنَ
الرُّسُلِ
وَلَا
تَسْتَعْجِلْ
لَهُمْ
كَاَنَّهُمْ
يَوْمَ
يَرَوْنَ مَا
يُوعَدُونَ
لَمْ
يَلْبَثُوا
اِلَّا
سَاعَةً مِنْ
نَهَارٍ
بَلَاغٌ
فَهَلْ
يُهْلَكُ
اِلَّا الْقَوْمُ
الْفَاسِقُونَ
"O
halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret."[1051]
Allah'ın
müsaadesi olmadan Yûnus (a.s)'ın ayrılmaya kalkışması, iyi netice vermemişti.
Ninova'dan ayrılmak için bir gemiye binmişti. Geminin batmaya yüz tutması
üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atılması gerekti. Kimin suya
atılacağını tespit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s)'a isâbet etti. Bu
durum Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
فَسَاهَمَ
فَكَانَ مِنَ
الْمُدْحَضينَ
"Gemide
onlarla karşılıklı Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu."[1052]
İşin daha
acısı, Yûnus (a.s) denize atıldıktan sonra bir balık onu yutmuştu. Yüce Allah
Kur'ân'da onun bu durumunu şöyle haber vermiştir:
فَالْتَقَمَهُ
الْحُوتُ
وَهُوَ
مُليمٌ
"Yûnus,
(Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) kendisi kötülüklerken, onu
bir balık yuttu."[1053]
Burada Yûnus
(a.s) hatasını anlamış ve nefsini kınamaya başlamıştı. Balığın karnındaki
karanlıklarda:
وَذَا
النُّونِ
اِذْ ذَهَبَ
مُغَاضِبًا
فَظَنَّ اَنْ
لَنْ
نَقْدِرَ
عَلَيْهِ
فَنَادى فِى
الظُّلُمَاتِ
اَنْ لَا
اِلهَ اِلَّا
اَنْتَ
سُبْحَانَكَ
اِنّى كُنْتُ
مِنَ
الظَّالِمينَ
"Senden
başka ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Ben zalimlerden
oldum!"[1054] diye dua etmeye ve Allah'a
yalvarmaya başladı. Bu şekilde imân ve inançla Allah'a sığınması neticesinde,
Yüce Allah onu affetmişti.[1055] Hz. Yûnus (a.s)'ın duasının
kabul edildiği ve Allah tarafından bağışlandığı, Kur'ân'da şöyle dile
getirilmiştir:
فَاسْتَجَبْنَا
لَهُ
وَنَجَّيْنَاهُ
مِنَ
الْغَمِّ
وَكَذلِكَ
نُنْجِى
الْمُؤْمِنينَ
"Biz
de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, insanları böyle
kurtarırız."[1056]
فَلَوْلَا
اَنَّهُ
كَانَ مِنَ
الْمُسَبِّحينَ
(*) لَلَبِثَ فى
بَطْنِه اِلى
يَوْمِ
يُبْعَثُونَ
"Eğer
tesbih edenlerden olmasaydı, (insanların) yeniden diriltilecekleri güne kadar
onun karnında kalırdı."[1057]
Gücü her şeye
yeten Yüce Allah, balığın karnındaki Yûnus (a.s)'ı öldürmedi. Bir süre sonra
balık onu ağzı ile sahile bırakmıştı. Onun kurtuluş ve daha sonraki hali,
Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
فَنَبَذْنَاهُ
بِالْعَرَاءِ
وَهُوَ سَقيمٌ
(*)
وَاَنْبَتْنَا
عَلَيْهِ
شَجَرَةً
مِنْ يَقْطينٍ
"(Ama
balığın karnında bizi andı, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde ağaçsız,
boş bir yere attık ve üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir ağaç
bitirdik."[1058]
Yûnus
(a.s)'ın Allah tarafından affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarılması,
Kur'ân'ın başka bir yerinde dile getirilmiştir:
فَاصْبِرْ
لِحُكْمِ
رَبِّكَ
وَلَا تَكُنْ كَصَاحِبِ
الْحُوتِ
اِذْ نَادى
وَهُوَ مَكْظُومٌ
(*) لَوْ لَا
اَنْ
تَدَارَكَهُ
نِعْمَةٌ
مِنْ رَبِّه
لَنُبِذَ
بِالْعَرَاءِ
وَهُوَ
مَذْمُومٌ (*)
فَاجْتَبيهُ
رَبُّهُ
فَجَعَلَهُ
مِنَ الصَّالِحينَ
"Sen
Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan
yutkunarak (Allah'a) seslenmişti. Eğer Rabb'inden ona bir nimet yetişmeseydi,
yerilerek çıplak bir yere atılırdı. Fakat (böyle olmadı), Rabb'i onun duasını
kabul etti de onu salihlerden kıldı."[1059]
Yûnus (a.s)'ı
bu sıkıntılardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasip
etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarıldılar. Onların tevbe
edip hakka dönüşlerini ifâde eden âyet şöyledir:
فَامَنُوا
فَمَتَّعْنَاهُمْ
اِلى حينٍ
"İnandılar,
biz de onları bir süreye kadar geçindirdik."[1060]
Yûnus
(a.s)'ın milletinin bu şekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a
inanmaları, Allah tarafından övülmüş, methedilmiştir:
فَلَوْلَا
كَانَتْ
قَرْيَةٌ
امَنَتْ فَنَفَعَهَا
ايمَانُهَا
اِلَّا
قَوْمَ
يُونُسَ
لَمَّا
امَنُوا
كَشَفْنَا
عَنْهُمْ
عَذَابَ
الْخِزْىِ
فِى
الْحَيوةِ
الدُّنْيَا وَمَتَّعْنَاهُمْ
اِلى حينٍ
"Keşke
(azabı gördükten sonra) inanıp da, inanması kendisine fayda veren bir memleket
olsaydı! (Azabı gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar
sağlamamıştır). Yalnız Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inanınca,
dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha
yaşatmıştık."[1061]
Hz. Yûnus
(a.s)'ın faziletli bir insan olduğu, Yüce Allah tarafından şöyle haber
verilmiştir:
وَاِسْمعيلَ
وَالْيَسَعَ
وَيُونُسَ
وَلُوطًا
وَكُلًّا
فَضَّلْنَا
عَلَى
الْعَالَمينَ
"İsmâil,
el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler."[1062]
Hz. Muhammed
(a.s) de onu şöyle övmüştür:
"Her
kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayırlıyım derse, yalan söylemiştir."[1063]
Yûnus (a.s)
da, diğer peygamberler gibi, insanları küfrün şerrinden nehyetmiş ve Allah'a
imân etmeye davet etmiştir. İnanan insanlar için, onun hayatından alınacak
çeşitli ibretler vardır.
Hz.Yûnus
(a.s) Mûcizeleri
1-Hz.Yûnus (aleyhisselâm), Kur'ân-ı Kerim’de
bildirildiği üzere balığın karnında üç, yedi veya kırk gün yaşamıştır.
2- Hz.Yûnus (aleyhisselâm)’ın
duâsı bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Bir gün Nineve ve ahâlisi
kendisinden bulutlardan ateş çıkarılmasını istediklerinde duâ etti ve
bulutlardan ateş düşüp memleketin bir bölgesindeki ağaçları yaktı.
3- Hz.Yûnus (aleyhisselâm)’ın
duâsı bereketiyle dağdan su çıkmıştır.
4- Hz.Yûnus (aleyhisselâm)’ın
peygamberliğine bir keler şehâdet etmişti. Nineviler Hz.Yûnus (aleyhisselâm)’dan
mûcize isteyince, Allahü Teâlâ’nın emriyle dağa işâret etti. Dağdan çıkan bir
keler dile gelerek; ''Ey insanlar! Biliniz ki, Yûnus Hak peygamberdir. Sizi
Cennet'e, Rabbinizin mağfiretine devam ediyor.'' dedi.
5- Hz.Yûnus (aleyhisselâm)
Ninova hâkimini imâna dâvet etti. O zaman Hâkim; ''Kapımda bulunan şu demir
halka altın olursa imân ederim.'' dedi. Hz.Yûnus (aleyhisselâm) Allahü teâlânın
emriyle elini kapının halkasına koydu. Demir halka altın hâline geldi.
6- Hz.Yûnus (aleyhisselâm)
odun olmadığı halde su üstünde ateş yakmıştır.
7- Hz.Yûnus /aleyhisselâm),
Hz.Dâvûd (aleyhisselâm) gibi güzel sesli olduğundan, tatlı sesli vahşi ve
yırtıcı hayvanlara da tesir eder, onu dinlemek için etrâfında toplanırlardı.
22-Hz. ZEKERİYYA (a.s) ve
Mucizeleri
Kur'ân'da adı
gelen peygamberlerden biri. Soyu Dâvud (a.s)'a dayanmaktadır. Kur'ân'da anılan
duâlarından,[1064] anlaşıldığına göre, soyu
daha sonra Yâkub (a.s)'a varmaktadır. [1065]
Hz.Zekeriyya
(a.s) İsrâiloğullarının peygamberi olduğu gibi, aynı zamanda onların bilgini,
reisi ve müşaviri yani danışmanı idi.[1066]
Onun hakkında
çeşitli âyet ve hadisler vardır. Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre, Hz.
Muhammed (a.s);" "Zekeriyya (a.s) marangoz idi"[1067] diyerek O'nun elinin emeği
ile geçinen bir sanat ehli olduğunu haber vermiştir.
Hz.Zekeriyya
(a.s)'ın hanımı İsa (a.s)'ın annesi Meryem'in teyzesi İşâ idi. Zekeriyya (a.s)
da, Meryem'e bakmakla meşgul oluyordu. O'na Beyt-i Makdis'te bir yer yapmıştı.
O'nun odasına her girdiğinde, yanında kış mevsiminde yaz meyvesini ve yaz
mevsiminde de kış meyvesini buluyordu. Zekeriyya (a.s), "Ey Meryem, bu
sana nereden geliyor?" diye sorunca, Meryem, "Allah
tarafındandır." diye cevap veriyordu.[1068]
Hz.Zekeriyya
(a.s) Hz. Meryem'in yanında böyle yaz mevsiminde kış meyvesini ve kış
mevsiminde de yaz meyvesini görünce, Meryem'e bu nimetleri veren, buna gücü
yeten yüce Allah, eşimin yaşı geldiği halde, bize hayırlı bir evlat verebilir
şeklinde düşündü ve hayırlı bir evladın olması için Allah'a gizlice şöyle dua
etti:
قَالَ
رَبِّ اِنّى
وَهَنَ
الْعَظْمُ
مِنّى وَاشْتَعَلَ
الرَّاْسُ
شَيْبًا
وَلَمْ
اَكُنْ
بِدُعَائِكَ
رَبِّ
شَقِيًّا (*)
وَاِنّى
خِفْتُ
الْمَوَالِىَ
مِنْ وَرَائى
وَكَانَتِ
امْرَاَتى
عَاقِرًا فَهَبْ
لى مِنْ
لَدُنْكَ
وَلِيًّا (*)
يَرِثُنى
وَيَرِثُ
مِنْ الِ
يَعْقُوبَ
وَاجْعَلْهُ
رَبِّ
رَضِيًّا
"Rabbim!
Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı, Rabbim!. Sana yalvarmaktan
dolayı herhangi bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu, benden sonra yerime
geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da
kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yâkub oğullarına mirasçı
olsun! Rabbim! O'nun, senin rızanı kazanmasını da sağla!"[1069]
هُنَالِكَ
دَعَا
زَكَرِيَّا
رَبَّهُ
قَالَ رَبِّ
هَبْ لى مِنْ
لَدُنْكَ
ذُرِّيَّةً
طَيِّبَةً
اِنَّكَ
سَميعُ
الدُّعَاءِ
"Ya
Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet!"[1070]
وَزَكَرِيَّا
اِذْ نَادى
رَبَّهُ
رَبِّ لَاتَذَرْنى
فَرْدًا
وَاَنْتَ
خَيْرُ الْوَارِثينَ
"Rabbim!
Beni tek başıma bırakma! Sen varislerin en hayırlısısın."[1071]
Gücü her şeye
yeten Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'ın duâsını kabul etti ve O'na bir erkek evlad
vereceğini müjdeledi:
يَا
زَكَرِيَّا
اِنَّا
نُبَشِّرُكَ
بِغُلَامٍ
اسْمُهُ
يَحْيى لَمْ
نَجْعَلْ
لَهُ مِنْ
قَبْلُ
سَمِيًّا
"Ey
Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye
vermemiştik."[1072]
فَنَادَتْهُ
الْمَلئِكَةُ
وَهُوَ
قَائِمٌ
يُصَلّى فِى
الْمِحْرَابِ
اَنَّ اللّهَ
يُبَشِّرُكَ
بِيَحْيى
مُصَدِّقًا
بِكَلِمَةٍ مِنَ
اللّهِ
وَسَيِّدًا
وَحَصُورًا
وَنَبِيًّا
مِنَ
الصَّالِحينَ
"Mihrabda
namaz kılmaya durduğu sırada, hemen melekler ona şöyle seslendi: "Haberin
olsun! Allah sana Yahya adlı çocuğu müjdeliyor. O, Allah'tan gelen bir kelimeyi
(İsâ'yı) tasdik edecek, milletinin efendisi olacak, nefsine hakim bulunacak ve
salihlerden bir peygamber olacaktır."[1073]
Zekeriyya
(a.s), Allah'ın verdiği bu müjdeye şaştı, hayret etti. Çünkü kendisi de hanımı
da hayli yaşlı idiler:
قَالَ
رَبِّ اَنّى
يَكُونُ لى
غُلَامٌ وَكَانَتِ
امْرَاَتى
عَاقِرًا
وَقَدْ
بَلَغْتُ
مِنَ الْكِبَرِ
عِتِيًّا
"Rabbim!
Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?"[1074] diyerek, bu ilginç müjde
karşısında hayretini dile getirdi.
Yüce Allah
ona şöyle cevap verdi:
قَالَ
كَذلِكَ
قَالَ
رَبُّكَ هُوَ
عَلَىَّ
هَيِّنٌ
وَقَدْ
خَلَقْتُكَ
مِنْ قَبْلُ
وَلَمْ تَكُ
شَيًْا
"Rabbin
böyle buyurdu. Çünkü bu bana kolaydır. Nitekim sen yokken, daha önce seni
yaratmıştım."[1075]
Kur'ân'ın
başka bir yerinde bu durum şöyle haber verilmiştir:
فَاسْتَجَبْنَا
لَهُ وَوَهَبْنَا
لَهُ يَحْيى
وَاَصْلَحْنَا
لَهُ زَوْجَهُ
اِنَّهُمْ
كَانُوا
يُسَارِعُونَ
فِى
الْخَيْرَاتِ
وَيَدْعُونَنَا
رَغَبًا وَرَهَبًا
وَكَانُوا
لَنَا
خَاشِعينَ
"Zekeriyya'nın
duasını kabul edip kendisine Yahya yı bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale
getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize
yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı."[1076]
Yüce Allah'ın
bu güzel müjdesine son derece sevinen Zekeriyya (a.s);
قَالَ
رَبِّ
اجْعَلْ لى
ايَةً قَالَ
ايَتُكَ
اَلَّا
تُكَلِّمَ
النَّاسَ
ثَلثَ
لَيَالٍ
سَوِيًّا
"Rabbim!
Öyle ise bana bir alamet var, dedi."[1077]
Allah ona şu
cevabı verdi:
قَالَ
رَبِّ
اجْعَلْ لى
ايَةً قَالَ
ايَتُكَ
اَلَّا
تُكَلِّمَ
النَّاسَ
ثَلثَةَ اَيَّامٍ
اِلَّا
رَمْزًا
وَاذْكُرْ
رَبَّكَ كَثيرًا
وَسَبِّحْ
بِالْعَشِىِّ
وَالْاِبْكَارِ
"Alâmetin;
üç gün, işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır. Rabbını çok an, akşam
sabah hamdet!"[1078]
Gün oldu,
Zekeriyya (a.s)'ın nutku tutuldu. Mihrabdan çıktı ve milletine:
فَخَرَجَ
عَلى قَوْمِه
مِنَ
الْمِحْرَابِ
فَاَوْحى
اِلَيْهِمْ
اَنْ
سَبِّحُوا
بُكْرَةً وَعَشِيًّا
"Sabah-akşam
Allah'ı tesbih edin! diye işârette bulundu."[1079]
Zamanı
gelince, Zekeriyya (a.s)'ın oğlu Yahya (a.s) dünyaya geldi.
Yukarıda
görüldüğü gibi, Zekeriyya (a.s) ile ilgili olarak zikredilen âyetlerin çoğu,
dua mahiyetindedir. O, çok dua eden, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek
tam bir teslimiyet içinde yaşayan Yüce bir peygamberdi. Allah:
وَزَكَرِيَّا
وَيَحْيى
وَعيسى
وَاِلْيَاسَ
كُلٌّ مِنَ
الصَّالِحينَ
"Zekeriyyâ,
Yahyâ, İsa ve İlyas'a da (yol göstermiştik). Hepsi iyilerden (idi)ler"[1080] diyerek onu şahit
peygamberlerle birlikte anmıştır.
Zekeriyya
(a.s) bu şekilde ömrünü ibâdetle geçirdi. Daima insanları Yüce Allah'a inanmaya
ve O'nun yolunda yürümeye çağırdı. fakat azmış olan, küfre dalan ve önünü
görmeyecek kadar gözü dönenler, onu şehid ettiler.[1081]
Hz. İsa'nın
beşikte konuşması üzerine, Yahudiler ilzam oldular. Hz. Meryem'e yaptıkları
bütün iftiraları çürümüştü. Fakat bir müddet sonra, tekrar aynı itham ve
itiraflara başladılar. Hz. Meryam'e haşa zina isnad ediyorlar, hiç kimsenin
babasız olmayacağını söylüyorlardı. "Bu işi olsa olsa Zekeriyya
yapmıştır" diye Zekeriyya (as) gibi bir Peygamberi alişanı da ithama
başlamışlardı. Bu fikir halk arasında işlene işlene nihayet Hz. Zekeriyaya'yı
öldürmeye teşebbüs edecek dereceye geldi. Galeyana gelerek halk masum Peygamber
Zekeriyya (as)'ı şehid ettiler.
Hz.
Zekeriya (a.s) Mûcizeleri
1-Kalemleri,
kendi kendine Tevrât'ı yazardı. Zekeriyâ (aleyhisselâm) Beyt-i Makdis'te
maiyyetinde yetmiş kişi olduğu halde Tevrât yazarlardı. Yahûdilerin biri gelip;
''Hak peygamber olsaydın, elinde Tevrât yazmaya muhtâç olmazdın; sen de elinle
yazıyorsun, emrindekilerle rarnızda hiçbir fark görmüyorum.'' diye konuştu. Hz.
Zekeriyâ bu söze çok üzüldü ve meraklandı. Cebrâil (aleyhisselâm) gelip: ''Ey
Zekeriyâ, buradan kalkınız! Kaleminize emr ediniz, kendi kendine yazsın!''
dedi. Zekeriyâ kalkıp, emr edince, kalam istenen şeyi yazmaya başladı. O saatte
kalem on iki sûre yazdı. Bu mûcize ile birçok kimse imân etti.
2-Hz.Zekeriyâ
(aleyhisselâm) Hz. Meryem'i terbiyesi altına aldığı vakit, yazılması lâzım
gelen kefâletnâmeyi, kalemsiz, hokkasız yazmışlardır.
3-Kur'ân-ı
kerimde bildirildiği gibi, Hz.Zekeriya (aleyhisselâm) ve Beyt-i Mukaddes hademe
ve kayyimlerden yirmi dokuz kişi arasında Hz. Meryem'in kefâleti hakkında
meydana çıkan ihtilaf üzerine herkes kendi kalemini Ürdün suyuna atmışlarken,
yanlız Hz.Zekeriyâ (aleyhisselâm)’ın kalemi suyun üzerinde dikilmiş kalmıştır.
4-Ağaçlar, Hz.Zekeriyâ
(aleyhisselâm)’la konuşurlardı. Yahûdilerden bir tâife kendisini şehit etmek
üzere araştırırlarken, kendileri de onlardan kaçtığı vakit, bir ağaç; ''Ey
Allahın peygamberi, gel bende gizlen seni ben muhâfaza ederim'' diye dile
gelmişti.
5- Hz.Zekeriyâ
(aleyhisselâm) su üzerinde yürür ve mübârek ayakları ıslanmazdı. Kendisi için
suda yürümekle, karada yürümek arasında fark yoktu.
6- Hz.Zekeriyâ
(aleyhisselâm)’dan mûcize istendiği vakitte, yakınlarındaki ağaçlara mübârek
eliyle işâret etmiş, hemen ağaçlar, köklerinden kopup, önlerine gelip
kalmışlardır. Kur'ân-ı Kerim-in Âl-i İmrân, Meryem, Enbiyâ ve En'am sûrelerinde
Hz.Zekeriyâ (aleyhisselâm)’la ilgili haberler verilmektedir.
23-Hz.
YAHYA (a.s) ve Mucizeleri
Kur'an'da adı
geçen peygamberlerden biri. Yüce Allah tarafından, Kur'an'da:
يَا
زَكَرِيَّا
اِنَّا
نُبَشِّرُكَ
بِغُلَامٍ
اسْمُهُ
يَحْيى لَمْ
نَجْعَلْ
لَهُ مِنْ
قَبْلُ
سَمِيًّا
"Ey
Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye
vermemiştik" [1082] ayeti ile haber verildiğine
göre; Hz.Yahya (a.s.), Hz.Zekeriya (a.s)'ın oğlu idi. Kendisine Yahya adı da,
Allah tarafından verilmişti.
Hz.Yahya
(a.s)'nın yüzü güzel, kaşları çatık, saçları seyrek, burnu uzun, sesi ince ve
parmakları kısa idi. O, Hz.İsâ (a.s)'dan altı ay önce dünyaya gelmişti. Yani Hz.İsâ
(a.s)'dan altı ay büyüktü. Dolayısıyla, Hz.Musa (a.s)'nın şeraitiyle amel eden
peygamberlerin sonuncusuydu.
Daha küçük
yaşta iken, kendisine hikmet verilmişti. Yaşıtı olan çocuklar kendisine:
"Ey Yahya! Bizimle gel, oynayalım" dedikleri zaman:
"Ben,
oyun için yaratılmadım" derdi.[1083]
Onun
küçüklüğünden itibaren böyle temiz, saygılı ve ibâdet ehli olduğu, Kur'an'da
şöyle haber verilmiştir:
يَا
يَحْيى خُذِ
الْكِتَابَ
بِقُوَّةٍ
وَاتَيْنَاهُ
الْحُكْمَ
صَبِيًّا () وَحَنَانًا
مِنْ
لَدُنَّا
وَزَكوةً
وَكَانَ تَقِيًّا
() وَبَرًّا
بِوَالِدَيْهِ
وَلَمْ يَكُنْ
جَبَّارًا
عَصِيًّا ()
وَسَلَامٌ
عَلَيْهِ
يَوْمَ
وُلِدَ
وَيَوْمَ
يَمُوتُ وَيَوْمَ
يُبْعَثُ
حَيًّا
"(Ona
çocukluğunda): Ey Yahyâ! Kitabı, kuvvetle tut! (dedik). Henüz çocuk iken, ona,
hikmet'i verdik (Tevrat'ı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalb yumuşaklığı ve
(günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttaki idi. Anasına ve babasına
itaatlı idi, bir serkeş ve asi değildi. Dünyaya getirildiği günde, öleceği gün
de, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de, ona, selâm olsun!"[1084]
Bu ayetlerde
görüldüğü gibi Yüce Allah, Yahya (a.s)'ın çeşitli güzel vasıflarını haber
vermiş ve onu selamla anmıştır. Bu, onun doğduğunda, vefat ettiğinde ve ahiret
gününde Allah'ın himâyesinde bulunduğunu ifâde etmektedir. Her insanın başına
geleceği kesin olan bu üç yalnızlık ve korku günlerinde Allah'ın selâm ve
esenliği içinde olmak, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Bu üç durumda Allah'ın
himayesinde bulunmak, bir nevi devamlı bir şekilde Allah'ın himayesinde
bulunmak demektir.[1085]
Yahya (a.s)
Allah'ın emrettiği gibi kitabı kuvvetle tuttu. Önce Tevrat'a ve daha sonra
İncil'e uygun hareket etti. Bu mukaddes kitapların hükümlerinin milleti
tarafından yaşanması için çalıştı. Hz. Muhammed (a.s) onun bu mücâdelesi
hakkında şöyle buyurdu:
"Yüce
Allah, Zekeriyya (a.s)'ın oğlu Yahya (a.s)’a, hem kendisi amel etmek, hem de
amel etmeleri için İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime emretmişti.
Kendisi bu hususta biraz ağır ve yavaş davranınca, İsâ (a.s) ona:
-Sen, hem
kendin amel etmek hem de amel etmelerini İsrâil oğullarına emretmek üzere, beş
kelime ile emrolunmuştun. Bunu İsrail oğullarına ya sen tebliğ edersin, ya da
ben tebliğ ederim, deyince, Yahya (a.s):
-Ey kardeşim!
Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen, ben azaba uğramamdan veyâ yere
batırılmamdan korkarım, dedi ve hemen İsrâil oğullarını Beytü'l-Makdis'te
topladı. Beytü'l-Makdis, İsrail oğulları ile doldu. Yahya (a.s) yüksek bir yere
oturarak Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi:
-Yüce Allah,
bana, hem kendim amel edeyim, hem de amel etmenizi size emredeyim diye beş
kelime emretti. Onların ilki, Allah'a hiç bir şeyi Şerik koşmaksızın, O'na
ibâdet etmenizdir. Bunun misâli, öz malı olan altın veya gümüşle bir köle satın
alıp çalıştıran bir adama benzer ki, köle çalışmasının kazancını, efendisinden
başkasına ödüyordur. Hanginiz, kölesinin böyle davranmasına sevinir, razı olur?
Hiç kuşkusuz, sizi yüce Allah yarattı ve rızkınızı vermektedir. Öyle ise
Allah'â, hiç bir şeyi şerik koşmaksızın, ibâdet ediniz.
Allah namaz
kılmanızı size emretti. Namaza durduğunuzda, yüzünüzü sağa sola çevirmeyiniz.
Şüphe yok ki Yüce Allah, kulu, yüzünü başka tarafa çevirmedikçe, hep ona
yöneliktir.
Allah size
orucu emretti. Bunun misâli, yanında misk kesesi olduğu halde, bir topluluk
içinde bulunan ve hepsi ondaki misk kokusunu duyan bir kimseye benzer. Hiç
şüphesiz oruçlunun ağzının kokusu, Allah'ın katında misk kokusundan daha
güzeldir.
Allah size
sadakayı emretti. Bunun misâli, düşmanın esir edip elini boynuna bağladıkları
ve boynunu vurmak üzere yaklaştırdıkları bir kimseye benzer ki o, "canımı
elinizden kurtarmak için size bir fidye, kurtulmalık versem, olmaz mı?"
diyerek kendisini onlardan kurtarıncaya kadar, az çok kurtulmalık akçesi öder
durur.
Allah size
Allah'ı çok zikretmenizi, anmanızı da emretti. Bunun misâli, düşmanın süratle
kendisini takip ettiği bir kimseye benzer ki, sağlam bir kaleye gelip onun
içine sığınmıştır. İşte kul da, Allah'ı zikir ile meşgul oldukça, şeytandan böyle
korunur."[1086]
Bu hadiste
görüldüğü gibi tevhid inancı, namaz, oruç, zekât ve zikir gibi ibâdetler,
yalnız Hz. Muhammed (a.s)'ın ümmetine mahsus ibâdetler değildir. Daha önceki
peygamberlerin de ümmetlerine emrettiği ibâdetlerdir.
Hz.Yahya
(a.s)'da, babası Hz.Zekeriyya (a.s) gibi milleti tarafından şehid edildi.[1087]
Hz.
Yahya'nın Şehid Edilmesi
İsrail
oğullarının reislerinde biri, Hz. Musa'nın şeriatına göre caiz olduğu halde,
Hz. İsa'nın Şeriatı’nda haram edilmiş olan bir kızı nikahlamak istemiş; Nikah'ı
kıyma için de Hz. Yahay'ya müracaat etmişti. Hz. Yahya, bu nikahı kıymaktan
sakındı. Zira kendisi Hz. İsa'nın nübüvvetinden sonra onun şeriatıyla amel
etmeye başlamıştı.
Kız tarafı
Hz. Yahya'nın bu tutumuna gücendiler. Reise Hz. Yahya'nın öldürülmesi için
ısrar ettiler. Bu ısrarlar üzerine reis'de Hz. Yahya'nın başını keserek, onu
şehid etmiştir.
Hz.
Yahya (a.s) Mûcizeleri
1-Taşın dile
gelmesi: İsrâiloğulları, Yahûdi hükümdârı Birinci Herod'un emri üzerine Yahyâ
aleyhisselâmı şehit etmek için arıyorlardı. Bu haberi duyan Hz.Yahyâ (aleyhisselâm)
onlardan uzaklaşıyordu. Bu sırada bir kaya dile geldi: ''Ey Allahın peygamberi!
Bana gel'' Hz.Yahyâ (aleyhisselâm) kayaya yaklaştığı zaman içinin kovan gibi
oyulmuş olduğunu gördü. O taşın içine girdi. Hz.Yahyâ (aleyhisselâm)’ı şehit
etmek üzere arayan kâfirler o kayaya yaklaştıkları zaman, o kayadan kâfirlerin
üzerine oklar atılmaya başlandı. Bu durumu gören Yahûdiler geriye dönüp
kaçtılar.
2- Gündüz
vakti yıldız göstermesi: Hz.Yahyâ (aleyhisselâm) peygamber olarak
vazifelendirilip Şam'a geldikten sonra insanlar ona; ''Hakikaten peygambersen ,
bize gündüz gözü ile yıldızı göster.'' dediler. İnsanların bu isteği üzerine Hz.Yahyâ
(aleyhisselâm) duâ edip gündüz güneşin çevresindeki yıldızlar görünmeye
başladı. Kur'ân-ı Kerim’de Âl-i İmrân, Meryem ve Enbiyâ sûrelerinde Hz.Yahyâ (aleyhisselâm)’dan
bahsedilmektedir.
Hz. İsa'nın
annesi Meryem, İmran bin Masa'nın kızıdır. Annesinin adı Hanne'dir, ki Hz.
Zekeriyya'nın hanımı olan İşa’nın kız kardeşidir. Bu durumda işa, Hz. Meryem'in
teyzesidir.
İmran'ın
karısı Hanne, artık yaşlanmaya başlamış; Fakat henüz çocuk sahibi olamamıştı.
Bir gün bir ağaç altına oturmuş, ağacın dalları arasındaki kuş yuvasını
seyretmeye başlamıştı. Ana kuşun yavrusunu beslemesi Hanne'nin içinde bir çocuk
sahibi olma arzusu uyanmıştı ve tam bir ihlas içinde Rabbinde çocuk istemeye
başladı.
Cenab-ı
Hak'ta onun bu halis arzusunu ve duasını kabul etti. Hanne hamile olduğunu
anlayınca çok sevindi ve Rabbinin bu lütfuna karşılık çocuğunu Mescd-i Aksa'nın
hizmetine vermeye karar verdi. Bu konuda (Al-i İmran suresinde) şöyle açıklık
getirmiştir:
اِذْ
قَالَتِ
امْرَاَةُ
عِمْرَانَ
رَبِّ اِنِّى
نَذَرْتُ
لَكَ مَا فِى
بَطْنِى
مُحَرَّرًا
فَتَقَبَّلْ
مِنِّى
اِنَّكَ
اَنْتَ السَّمِيعُ
الْعَلِيمُ
“İmrân'ın karısı şöyle
demişti: "Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım.
Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen
sensin.”[1088]
Hannne,
nihayet çocuğu doğurdu. Ne yazık ki beklediği çıkmamıştı, doğan çocuk erkek
değil kızdı. Ve duruma çok üzüldü. Çünkü geleneklere göre dine hizmette
erkekler vardır. Hanne çocuğun ismini Meryem koydu. Beni israil lisanında
Meryem "İbadet ve hizmet edici" manasındadır.
Hanne çocuğun
kız olmasına rağmen nezirini ifa etmesi gerekiyordu. Kızın'ı alarak Beyt-i
Makdise doğru yola koyuldu. Meryem'i oradaki din adamlarına teslim etti.
Oradaki din adamlarının başında Zekeriyya (a.s) bulunuyordu. Hanne, her ne
kadar Meryem kız ise de onu bir kere Allah yoluna adamış bulunduğunu, onu bu
haliyle kabul etmelerini rica etti.Onlarda bu ricayı kabul ettiler.
Çocuğun
bakımı kimin üstleneceği hususu gündeme geldi. Önce Zekeriyya (a.s) öne atıldı,
onun en yakın akrabası benim ve bana verilmelidir dedi. Fakat diğerleri razı
olmadılar.
Daha sonra
aralarında geçen bir münazara sonucu Hz. Meryem, Zekeriyya (a.s)'a verildi.[1089]
Hz. Meryem,
kendi başına oturup kalkacak bir yaşa geldikten sonra, Hz. Zekeriyya ona
Mescid-i Aksa'da hususi bir mahfel yaptırdı. Yanına yalnız kendisi girip
çıkıyordu. Yiyeceğini de bizzat kendisi getiriyordu. Fakat her defasında da
onun yanında türlü türlü yiyecekler görüyordu. Hz. Zekeriyya bu çocuğun sıradan
birisi olmadığını, Allah indinde çok makul bir kul olacağını anlamıştı. Çünkü
Hz. Meryem'e bu yiyeceklerin nereden geldiğini sorunca, her defasında:
"Allah
tarafında geliyor" cevabını alıyordu.”[1090]
Hz. Meryem
artık epeyce büyümüştü. Ev halkından ayrılarak Mescid-i Aksa'nın doğu tarafında
insanlardan hali bir yere çekilir; Orada devamlı ibadetle meşgul olurdu.
Civarında hiç kimse olmadığı halde, Hz. Meryem, ansızın bir kimse gelme
ihtimaline binaen, bir perde germişti. Böylece iffetini korumak hususunda
tedbir ve ihtiyata riayet ediyordu.
Günün
birinde, Hz. Meryem o yerde ibadetle meşgulken Hz. Cebrail, insan suretine
temessül etmiş olarak ona geldi. Azaları tam bir genç insan suretine girmişti.
Hz. Meryem, aniden tanımadığı genç bir adamı karşısında görünce birden ürktü.[1091]
Ne maksatla
geldiğini bilmiyordu. Yoksa kötü maksatla mı gelmişti? Ona şöyle seslendi:
"Senin
şerrinden Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkun varsa yanımdan çek git.
Şerrinden emin kıl, beni..."[1092]
Cebrail'in bu
şekil gelmesi Hz. Meryem için bir imtihandı. Cenab-ı Hak, onun iffet ve
namusunu ne derece titizlikle koruduğunu; ne derece iffet sembolü olduğunu
aleme teşhir etmek istiyordu.
Hz. Cebrail,
Hz. Meryem'in korkusunu izale için hemen Cerail (a.s) olduğunu bildirdi. Hz.
Meryem'de kanaat getirdi.[1093]
Cebrail
bundan sonra Hz. Meryem'in yanına geliş amacını açıkladı:
قَالَ
اِنَّمَا
اَنَا
رَسُولُ
رَبِّكِ
لاَهَبَ لَكِ
غُلاَمًا
زَكِيًّا
“Ey
Meryem! Ben sana, umum kötü sıfatlardan ve hallerden temiz nur topu gibi bir
oğul sahibi olacağını söylemek için geldim" dedi.”[1094]
Sonra doğacak
çocuğun isminin Meryen oğlu Mesih İsa olduğunu, bu çocuğun sıradan bir çocuk
olmadığını, henüz beşikte iken insanlarla konuşup hak ve hakikatleri
haykıracağını sözlerine ekledi. [1095]
Hz. Meryem,
böyle beklenmeyen bir müjde karşısında şaşırıp kalmış, pek çok hayretine
gitmişti. Cebrail (a.s)'a:
قَالَتْ
اَنَّى
يَكُونُ لِى
غُلاَمٌ
وَلَمْ
يَمْسَسْنِى
بَشَرٌ
وَلَمْ
اَكُنْ
بَغِيًّا
"Benim
nasıl çocuğum olabilir ki, bana hiç bir insan şimdiye kadar el sürmedi. Hiç
kimse ile evli değilim? Hiç bir zaman gayr-i meşru bir yola sapmadım."[1096]
Cebrail (a.s)
ona:
قَالَ كَذَلِكِ
قَالَ
رَبُّكِ هُوَ
عَلَىَّ
هَيِّنٌ
وَلِنَجْعَلَهُ
اَيَةً
لِلنَّاسِ
وَرَحْمَةً
مِنَّا
وَكَانَ
اَمْرًا
مَقْضِيًّا
“Bu
işin Allah'ın kudretine göre gayet kolay olduğunu; Allah'ın Fail-i Muhtar olup
dilediği şeyi yaratabilme, bir şeyi murad ettiği zaman "ol" demekle,
o şeyin olduğunu; Cenab-ı Hakk'ın Hz. İsa'yı babasız olrak yaratmakla bütün
insanlığa büyük bir ibret dersi vermek ve kudretinin azametine bir delil
göstermek istediğini bildirdi.”[1097]
Cebrail (a.s)
bu konuşmadan sonra Hz.Meryem'e doğru nefes olarak Meryem'in gömleğinin
yakasından üfürmüş ve üfürdüğü, onun döl yatağına erişmiştir. Nihayet (Meryem)
ona (İsa'ya) hamile kaldı.[1098]
Gebelik hali
çok zahmetliydi. İnsanların kendisine kötü nazarla bakmasında ayrıca bu
zahmetin üstüne ikinci bir Üzüntü idi. Hz.Meryem'in günleri hep böyle üzüntü ve
sıkıntı içinde geçiyordu. Birgün kaldığı yerin bahçesinde gezinirken kuru bir
hurma ağacının altına gelmişti. Gebelik sancıları gittikçe artmıştı. Hurmanın
da dalına yapışmak zorunda kaldı. Maddi ve manevi sıkıntılar için de
kıvranıyor; kendi kendine:
فَاَجَاءَ
هاَ
الْمَخَاضُ
اِلَى جِذْعِ
النَّخْلَةِ
قَالَتْ
يَالَيْتَنِى مِتُّ
قَبْلَ هَذَا
وَكُنْتُ
نَسْيًا مَنْسِيًّا
"Ne
olurdu bundan evvel ölseydim de bu günleri görmeseydim,de unutulup
gitseydim" diyordum.”[1099]
Rivayete göre
bu sıralarda mevsim kış olup Hz. Meryem'in yapıştığı bu hurma ağacıda kuru idi. Hz.Meryem'in ağaca
eli ile yapışması üzerine yeşermiş ve derhal meyve vermişti.
Cenab-ı Hak,
Hz.Meryem'e ihsan ettiği bu kerametle, o'nun kederini azaltmak ve teselli etmek
istemiştir.Ölmüş gibi kuru bir ağacın yeşerip meyve vermesi ile Hz.Meryem'in
babasız çocuk arasında büyük bir benzerlik vardır. Böylece Hz. Meryem'in
sıkıntıları hafifletilmek istenmiştir.
Nihayet
aradan dokuz ay gibi bir zaman geçtikten sonra Hz.İsa dünyaya geldi.
Hz.İsa
(a.s)’ın Peygamberliği Ve Daveti
Kur'ân-ı
Kerim, Hz. İsa (a.s.)'ın hayatının safhaları, peygamberliği ve tebliğ faaliyeti
hakkında çok az bilgi vermektedir. İncillerdeki bilgiler ise, bir kaç asır
boyunca yapılan ilâvelerle gerçeklerden büyük ölçüde uzaklaşmış bulunmaktadır.
Dolayısıyla bunlara güvenmek mümkün değildir. Ancak mukayeselerle bâzı doğrular
tespit veya tahmin edilebilir.
Rivayet
edildiğine göre Hz. Meryem, doğumundan kısa süre sonra, kendisine zina
isnadında bulunan Yahudilerden veya hahamların anlattığı kehânetler sebebiyle
kendisini ve çocuğunu ölümle tehdit eden Suriye kralı Herodos'tan korkarak,
çocuğunu Mısır'a götürmüş, bu hükümdarın ölümüne kadar 12 yıl orada kaldıktan
sonra tekrar Filistin'e dönmüştür.[1100]
İbn Abbas'a
dayandırılan bir habere göre, Hz. İsa (a.s.), çocukluğunda, Allah'ın lütfuyla
hayret verici şeyler görürdü. Onun bu durumu Yahudiler arasında duyulunca, ona
kötülük yapmak istediler. Hz. Meryem, ona bir kötülük yapmalarından çok
korkuyordu. Neticede Allah Teâlâ, ona oğlunu Mısır'a götürmesini bildirdi ve o
da emredileni yaptı. Onların gittiği yerin Dımaşk Gûta'sı veya Kudüs olduğu da
söylenmiştir.[1101]
Kur'ân-ı
Kerim, anne-oğula yönelik bu ilahî himaye ve göçe kısaca işaret etmektedir:
وَجَعَلْنَا
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَاُمَّهُ
اَيَةً وَاَوَيْنَاهُمَآ
اِلَى
رَبْوَةٍ
ذَاتِ قَرَارٍ
وَمَعِينٍ
"Biz,
Meryemoğlu İsa'yı ve annesini bir mucize yaptık. O ikisini oturmaya elverişli,
akarsulu yüksekçe bir yerde barındırdık." [1102]
Hz. İsa
(a.s.), iyi bir şekilde büyüdü, O, ağırbaşlı ve keskin anlayışlı bir çocuktu.
Rivayete göre, annesi Filistin'e döndüğünde, 13 yaşma ulaşmış oğlunu, doğduğu
köy olan Nâsıra'ya götürdü. Hz. İsa (a.s), 30 yaşına ulaşıncaya kadar bu
kasabada yaşadı. Ne var ki, hayatının bu 17 yıllık süresi hakkında kaynaklarda
bilgi bulunmamaktadır. Hz. İsa (a.s.) 30 yaşında iken peygamberlik görevine
getirildi ve insanları Allah'ın birliğini kabule davetle emrolundu. Kendisine
hikmet verildi, Tevrat öğretildi ve İncil vahyedildi.
وَقَفَّيْنَا
عَلَى اَثَارِهِمْ
بِعِيسَى
ابْنِ
مَرْيَمَ مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
مِنَ التَّوْرَيةِ
وَاَتَيْنَاهُ
اْلاِنْجِيلَ
فِيهِ هُدًى
وَنُورٌ
وَمُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَيْهِ
مِنَ
التَّوْرَيةِ
وَهُدًى وَمَوْعِظَةً
لِلْمُتَّقِينَ,
وَلْيَحْكُمْ
اَهْلُ
اْلاِنْجِيلِ
بِمَا
اَنْزَلَ
اللهُ فِيهِ
وَمَنْ لَمْ
يَحْكُمْ
بِمَا
اَنْزَلَ
اللهُ
فَاُولَئِكَ هُمُ
الْفَاسِقُونَ
"O
peygamberlerin peşinden, kendinden önceki Tevrat'ı tasdik eden Meryem oğlu
İsa'yı gönderdik. Ve ona, içinde hidâyet ve nur olan ve kendinden önceki Tevrat'ı
tasdik eden, Allah'tan korkanlar için bir hidâyet rehberi ve bir nasihat olan
İncil'i verdik. İncil'e tâbi olanlar, Allah'ın onda indirdikleriyle
hükmetsinler. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlere gelince, işte onlar,
füsıklann tâ kendileridir.”[1103]
Yahudilerin
Hz. İsa (a.s.)'a iman etmeleri aslında çok kolay olmalıydı. Çünkü o, ümmetine
kolaylık olmak üzere kaldırılan bazı hükümler dışındaki bütün hususlarda
onların kitabı Tevrat'a tâbi olan bir peygamberdi. Bu âyette geçtiği gibi, sık
sık Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderildiğini hatırlatıyordu. Davetini
yürütürken, insanları kendisine tâbi olmaya çağırıyor, Yahudileri içine
düştükleri sapıklıklardan kurtarmaya gayret ediyordu. Haram ve helâl hususunda
anlaşmazlığa düştükleri meseleleri açıklıyor, sonradan uydurdukları haramların
aslında helâl olduğunu söylüyordu;
وَلَمَّا
جَآءَ عِيسَى
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالَ قَدْ
جِئْتُكُمْ
بِالْحِكْمَةِ
وَلاُبَيِّنَ
لَكُمْ
بَعْضَ
الَّذِى
تَخْتَلِفُونَ
فِيهِ
فَاتَّقُوا
اللهَ
وَاَطِيعُونِ, اِنَّ اللهَ
هُوَ رَبِّى وَرَبُّكُمْ
فَاعْبُدُوهُ
هَذَا صِرَاطٌ
مُسْتَقِيمٌ
"İsa,
kavmine apaçık mucizelerle geldiği zaman demişti ki: Size hikmetle ve ayrılığa
düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıklamak üzere geldim. Allah'a karşı
gelmekten sakının, bana itaat edin. Doğrusu Allah benim de Rabbimdir, sizin de
Rabbinizdir, artık O'na kulluk edin, doğru yol budur.” [1104]
Hz. İsa
(a.s.)'ın kavmi İsrailoğulları, Hz. Musa (a.s)'dan sonra kendilerine çok sayıda
peygamber gönderildiği halde, dinlerinden büyük ölçüde sapmış ve onu tahrif
etmiş bulunuyorlardı. İçlerinde Sadûkîler olarak bilinen genellikle zengin ve
aristokrat Yahûdilerden oluşan grup, ruhun ölümsüzlüğünü, Kıyameti ve Ahiret
gününde hesaba çekilmeyi inkar ediyorlardı. Onlar, insanların yaptıkları iyi
işlerin mükafatını, kötü işlerin cezasını dünyada gördüklerine inanıyorlardı.
Tapınak görevlerinde hâkim durumda olan bu gurup, dinin ahkâmını
değiştirmişler, dünya zevk ve lezzetlerine dalarak, dini bir takım semboller ve
şekillere indirgemişlerdi. Tanrı Yahve ye ancak mabedin hizmetinde bulunan
rahiplerle ulaşılabileceğine inanıldığı için, onların önemi son derece artmış
bulunuyordu. Günlük takdimeleri onlar sunuyor, kanunların icrasını onlar takip
ediyordu. Kudüs mabedinin hizmetini yürütmekle hem maddî hem de manevî imtiyaza
sahip bulunan Sadûkîler, materyalist bir zihniyet taşıdıkları için, Hz. İsa
(a.s)'a şiddetle karşı çıktılar.
Ferisîler
denilen orta sınıfa mensup bir gurup Yahudi ise, Yahudi şeriatına bağlılıkları
ve dindarlıklarıyla biliniyorlardı. Onlar, meleklere, ölümden sonra dirilmeye
ve ruhun ölümsüzlüğüne ve kadere inanıyorlardı. Bu mezhep mensupları da, sadece
Tora'ya ve Yahudi geleneğine bağlı kalmak gayretiyle, Hz. İsa (a.s)'ın dâvetine
olumlu bakmamışlardır. Essenîler denilen cemâatin mensubu olan Yahûdiler ise, zâhidâne
bir hayat süren ruhbanlar olarak, hayvan boğazlamayı reddeder, kurbanlarını
dahi bitkilerden takdim ederlerdi. Bu grup mensupları, ruhun ölümsüzlüğüne,
yeniden dirilmeye ve âhirete inanırlardı. Essenîler'in, Hristiyanlığı
kendilerine yakın bulduğu söylenmektedir. İşgalci Roma kuvvetlerine
düşmanlıklarıyla meşhur dindar milliyetçi Yahudilerin teşkii ettiği Zelotesler
cemâatinin de, özellikle canlı tuttukları mesih inancı dolayısıyla Hıristiyanlarla
bir yakınlık içinde olduğu bilinmektedir.[1105]
Hahamlar ve
mâbed görevlileri, Tevrat'ı değiştirmekten, Allah'ın sözlerinin yerine kendi
sözlerini koyarak para kazanmaktan kaçınmazlar, aksine bunu bir meslek haline
getirirlerdi. Hazinelerini doldurmak için, fakir fukarayı mabede kurban ve
hediyeler sunmaya teşvik ederlerdi.[1106]
Onların bu tavrı, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklanmaktadır:
يَآاَيُّهَا
الَّذِينَ
اَمَنُوا
اِنَّ كَثِيرًا
مِنَ
اْلاَحْبَارِ
وَالرُّهْبَانِ
لَيَأْكُلُونَ
اَمْوَالَ النَّاسِ
بِالْبَاطِلِ
وَيَصُدُّونَ
عَنْ
سَبِيلِ اللهِ
وَالَّذِينَ
يَكْنِزُونَ
الذَّهَبَ
وَالْفِضَّةَ
وَلاَ
يُنْفِقُونَهَا
فِى سَبِيلِ
اللهِ
فَبَشِّرْهُمْ
بِعَذَابٍ
اَلِيمٍ
"Ey
iman edenler! Hahamlar ve papazlardan pek çoğu haksız yere insanların
mallarını yerler. Onları, Allah'ın yolundan alı-koyarlar. Ey Muhammedi Altın ve
gümüşü biriktirip Allah yolunda sar/etmeyenleri can yakıcı bir azap ile inzâr
et.”[1107]
Bu dönemde,
toplumda gelir dengesi altüst olmuş, büyük çoğunluk fakirlikle boğuşurken
idareciler ve din adamlarından meydana gelen varlıklı üst sınıf, lüks ve
sefahate dalmıştı, Toplumda ahlâksızlıklar, yolsuzluklar ve hastalıklar yaygın
hâle gelmişti. Tıp ilminin ilerlemesine rağmen hastalıkların önü alınamıyordu.
Yahudiler arasında zulüm ve haksızlıkların yayılması ve haram-helâl anlayışının
bozulması hakkında şöyle buyurulmaktadır:
فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذِينَ
هَادُوا
حَرَّمْنَا
عَلَيْهِمْ
طَيِّبَاتٍ
اُحِلَّتْ
لَهُمْ
وَبِصَدِّهِمْ
عَنْ سَبِيلِ
اللهِ
كَثِيرًا,
وَاَخْذِهِمُ
الرِّبوَا
وَقَدْ
نُهُوا عَنْهُ
وَاَكْلِهِمْ
اَمْوَالَ
النَّاسِ بِالْبَاطِلِ
وَاَعْتَدْنَا
لِلْكاَفِرِينَ
مِنْهُمْ
عَذَابًا
اَلِيمًا
"Yahudilerin
zulmetr leleri ve birçok kimseleri Allah'ın yolundan alıkoymaları,
yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere
yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri haram
kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık."[1108]
Aslen bir Yahudi
olan ve yahudi toplumu içinde büyüyen Hz. İsa (a.s.), davetini böylesine
bozulmuş bir çevrede yürütüyor, insanlara Allah tarafından görevlendirilen bir
peygamber olduğunu, yeni bir din icad etmeyip önceki peygamberleri ve Tevrat'ı
tasdik etmekle vazifelendirildiğini ve Tevrat'ta yapılan değişiklikleri
düzeltmek üzere gönderildiğini söyleyerek, insanları Allah'ın birliğini kabule,
O'na kulluğa ve sadece O'nun emirlerine itaate çağırıyordu. İçinde bulundukları
kötülüklerden sakındırıyor, âhirete iman etmeye ve o gün için hazırlık yapmaya
davet ediyordu. Gurur ve kibiri, israf ve lüksü terk edip, zühd ve tevekküle,
mütevâzi bir hayata çağırıyordu. Zulmü bırakmalarını ve aralarında iyi
geçinmelerini istiyordu.[1109]
İnciller'de anlatıldığına göre,
insanları uyaran Hz. İsa (a.s.), arkasına takılan kalabalıklarla birlikte
dolaşıyordu. Bu sırada akıl hastalarını, felçlileri ve diğer hastaları tedavi
ediyordu. Hastaların tedavisinde gösterdiği bu fevkalâde başarı, bütün Suriye'de
duyulmuştu. Çeşitli yörelerden akın akın hastalar ona geliyor veya
getiriliyordu.[1110] Bu
arada ona iman edenlerin sayısı da giderek artıyordu. Onun yalan arkadaşları
olan havariler, bütün zamanlarını onunla birlikte geçiriyor, davet faaliyetinde
ona yardımcı oluyorlardı..
Havariler, Hz. İsa (a.s.)'a iman
ederek, Allah rızası için onu destekleyen ve ona yardımcı olan yakın
arkadaşlarıdır.[1111]
Onların on iki kişi olduğu rivayet edilir. Dini yaymak için etrafa gönderilmiş
olmalarından "İsa'nın elçileri" diye de anılırlar. Kur'ân-ı Kerim,
onlarla Hz.İsa (a.s.) arasında geçen bâzı konuşmaları nakletmiştir. Bu
konuşmalarda, onların Allah'a ve rasülü Hz. İsa (a.s.)'a iman ederek Müslüman
olduklarını açıkladıkları, Allah'a ve rasülüne itaat edeceklerine söz
verdikleri, Hz. İsa (a.s.)'dan imanlarına şahitlik etmesini istedikleri
görülmektedir. Yine Allah'tan kendilerini, Allah'ın birliğine şehâdet eden
melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve özellikle ahirette bütün ümmetlere
şahitlik edecek son Peygamber Hz. Muhammed (a.s) ve ümmeti[1112]
ile birlikte yazması için niyazda bulundukları anlaşılmaktadır:
فَلَمَّآ
اَحَسَّ
عِيسَى
مِنْهُمُ
الْكُفْرَ
قَالَ مَنْ
اَنْصَارِى
اِلَى اللهِ
قَالَ
الْحَوَارِيُّونَ
نَحْنُ
اَنْصَارُ
اللهِ
اَمَنَّا
بِاللهِ وَاشْهَدْ
بِاَنَّا
مُسْلِمُونَ
رَبَّنَآ اَمَنَّا
بِمَآ
اَنْزَلْتَ
وَاتَّبَعْنَا
الرَّسُولَ
فَاكْتُبْنَا
مَعَ
الشَّاهِدِينَ
"İsa
insanların inkârlarım hissedince, 'Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir?'
dedi. Havariler, 'Biz Allah'ın dininin yardımcılarıyız, Allah'a inandık,
müslüman olduğumuza şahid ol. Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık, Peygambere
uyduk; bizi şahit olanlarla beraber yaz.' diye cevap verdiler."[1113]
Yüce Allah, Havâriler'i biz
müslümanlara örnek göstermiş, onlar gibi Allah'ın dininin yardımcıları olmamızı
emrederek şöyle buyurmuştur:
يَآاَيُّهَا
الَّذِينَ
اَمَنُوا
كُونُوآ اَنْصَارَ اللهِ كَمَا
قَالَ عِيسَى ابْنُ
مَرْيَمَ
لِلْحَوَارِيِّينَ
مَنْ اَنْصَارِى
اِلَى اللهِ
قَالَ
الْحَوَارِيُّونَ
نَحْنُ اَنْصَارُ
اللهِ
فَاَمَنَتْ
طَآئِفَةٌ
مِنْ بَنِى
اِسْرَآئِيلَ
وَكَفَرَتْ
طَآئِفَةٌ
فَاَيَّدْنَا
الَّذِينَ
اَمَنُوا
عَلَى عَدُوِّهِمْ
فَاَصْبَحُوا
ظَاهِرِينَ
"Ey iman
edenler! Allah'ın dininin yardımcıları olun. Nitekim Meryemoğlu İsa da
havarilerine, 'Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?' diye sorunca,
havariler, 'Allah'ın dininin yardımcıları biziz.' demişlerdi. Bunun üzerine
İsrailoğullan'ndan bir gurup iman etmiş, bir gurup da inkâr etmişti. Ama biz,
iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de muzaffer oldular.”[1114]
Hz. İsa (a.s.), davetini
yürütürken, kendisine karşı zaman zaman işbirliği yapan iki önemli muhalefetle
karşılaştı. Muhalefetin şiddetli kanadını, dinleri adına onun davetini
engellemeye çalışan yahudîler teşkil ediyordu. Diğer muhalif gurup ise, o
sırada Filistin ve çevresini işgal altında tutan Romalı idareciler idi, Yahudi
hahamlarının Hz. İsa (a.s.) ve Hıristiyanlığı Roma idaresine karşı bir tehdit
olarak göstermeye alışmaları, onları etkilemişti.
Hz, İsa (a.s.)'ın davetini
reddeden inkarcılar, onu zor duruma sokmak için, kendisinden mucize
göstermesini istemeye başlamışlardı. Bu durum karşısında Allah Teâlâ,
lütfettiği büyük mucizelerle onu destekledi. Ona pek çok mucize lütfetti ki,
onun meşhur mucizeleri şunlardır:
1.
Çamurdan yaptığı kuşların, onun üflemesi üzerine canlanıp uçması.
2.
Doğuştan kör olanların gözlerini sıvazlayarak görmelerini sağlaması.
3.
Alaca hastalığına tutulanları eliyle tedavi etmesi.
4.
Seslenmek veya dokunmak suretiyle Ölüleri diriltmesi.
5.
İnsanların evlerinde yedikleri veya gizledikleri şeyleri bilerek onlara
açıklaması.
6.
Duası üzerine gökyüzünden mükemmel bir sofra indirilmesi.
Hz.
İsa (a.s.)'a verilen bu mucizelere, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle işaret edilmiştir:
وَمُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْرَيةِ
وَلاُحِلَّ
لَكُمْ
بَعْضَ الَّذِى
حُرِّمَ
عَلَيْكُمْ
وَجِئْتُكُمْ
بِاَيَةٍ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَاتَّقُوا اللهَ
وَاَطِيعُونِ, اِنَّ اللهَ
رَبِّى
وَرَبُّكُمْ
فَاعْبُدُوهُ
هَذَا
صِرَاطٌ
مُسْتَقِيمٌ
"Ben
size Rabbinizden bir âyet (mucize) ile gönderildim. Ben size çamurdan kuş gibi
bir şey yapıp ona lifleyeceğim, Allah'ın izniyle, hemen canlı bir kuş
olacaktır. Körleri, alaca hastalığına yakalanmış olanları iyileştiririm.
Allah'ın izniyle, ölüleri diriltirim; yediklerinizi ve evlerinizde
sakladıklarınızı da size haber veririm. İnanmışsanız bunda size bir delil
vardır.
Benden
Önce gelen Tevrat'ı tasdik etmekle beraber size yasak edilenlerin bir kısmını
helal kılmak üzere, Rabbinizden size bir delil getirdim. Allah'tan sakının ve
bana itaat edin; çünkü Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na
kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur.”[1115]
Hz. İsa (a.s.), tıp ilminin son
derece ilerlediği bir zamanda gönderildiği için, bu alandaki mucizelerle
desteklenmişti. Ona lütfedilen bu mucizeler, her zaman olduğu gibi, herhangi
bir insanın veya doktorun gerçekleştirmesi mümkün olmayan harikulade işler
cinsindendi ve aklını kullanan herkes, bu mucizelerin ancak Allah'ın
yardımıyla meydana gelebileceğini anlayabilirdi. Hz. İsa (a.s.), çamurdan bir
kuş yapar ona üfleyince canlanıp uçardı. Yine Allah'ın izniyle, doğuştan kör
olanların gözlerini iyileştirir, alaca hastalığına tutulanları tedavi eder;
hattâ ölüleri diriltirdi. Yanına gelenlere ne yediklerini ve evlerinde ne biriktirdiklerini
haber verirdi. Bu mucizeleri kendisinin yapmasının imkansız olduğunu ve bunları
ancak Allah'ın emri ve izniyle yaptığını söyleyerek, insanları Allah'a kul
olmaya ve O'na itaat etmeye çağırırdı.
Hz. İsa (a.s.)'a verilen bu
mucizeler, ruhu inkârın yaygın olduğu bir ortamda, ruhun varlığını açıkça
gösteren kesin deliller nevindendi. Çamurdan yaptığı bir kuşa üfleyince
canlanıp uçuyor, çağırdığı ceset canlanıp konuşuyordu. Bu, ancak çamurdan
yapılmış kuşa veya cansız cesede yeniden ruh verilmesiyle olabilirdi. O, bu
mucizelerle bir taraftan Allah'ın ölüleri diriltmeye kadir olduğunu bir
taraftan da âhiretin varlığını ispat etmiş oluyordu. Zira o dönemde Yahudilerin
ekserisi, Âhiret gününü inkâr ediyordu. Onlar, yeniden diriltilip hesaba
çekileceklerine inanmıyorlardı.[1116]
Kur'ân-ı Kerim, onun
mucizelerinden bir başka yerde şöyle bahsetmiştir:
اِذْ
قَالَ اللهُ
يَاعِيسَى
ابْنَ
مَرْيَمَ
اذْكُرْ
نِعْمَتِى
عَلَيْكَ
وَعَلى وَالِدَتِكَ
اِذْ
اَيَّدْتُّكَ
بِرُوحِ
الْقُدُسِ
تُكَلِّمُ
النَّاسَ فِى
الْمَهْدِ
وَكَهْلاً
وَاِذْ
عَلَّمْتُكَ
الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَالتَّوْرَيةَ
وَاْلاِنْجِيلَ
وَاِذْ
تَخْلُقُ
مِنَ
الطِّينِ كَهَيْئَةِ
الطَّيْرِ
بِاِذْنِى
فَتَنْفُخُ
فِيهَا
فَتَكُونُ
طَيْرًا
بِاِذْنِى وَتُبْرِئُ
اْلاَكْمَهَ
وَاْلاَبْرَصَ
بِاِذْنِى
وَاِذْ
تُخْرِجُ
الْمَوْتَى
بِاِذْنِى
وَاِذْ
كَفَفْتُ بَنِى
اِسْرَائِيلَ
عَنْكَ اِذْ
جِئْتَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ
فَقَالَ
الَّذِينَ
كَفَرُوا
مِنْهُمْ
اِنْ هَذَا
اِلاَّ
سِحْرٌ مُبِينٌ
"Allah
şöyle demişti: Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi an! Seni
Ruhulkudüs (Cebrail) ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla
konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen
iznimle çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle canlanıp kuş
olmuştu; anadan doğma körü, alaca hastalığına yakalanmış olanı iznimle iyi
etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. îsrailoğullan'na mucizelerle
geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür.' dediklerinde,
onların sana zarar vermelerini önlemiştim.”[1117]
Rivayet edildiğine göre,
havariler, içinde bulundukları maddi imkansızlık ve açlık yüzünden, Hz. İsa
(a.s)'a başvurarak kendilerine gökten bir sofra indirilmesi için Allah'a duâ
etmesini istemişlerdi. Bu sofradaki yemekleri yiyecekler, kazandıkları güç ve
kuvvet sayesinde Allah'a daha fazla ibâdet edeceklerdi.[1118]
Hz. İsa (a.s.), bunun kendileri için bir imtihan, bir fitne kılınmasından
korktuğunu belirterek önce bundan kaçındı. Onlara, gerçekten inanıyorlarsa
rızık hususunda Allah'a güvenmelerini tavsiye etti. Ancak havariler,
isteklerinden vazgeçmediler ve gökten gönderilecek rızığa saygı gösterip onunla
ihtiyaçlarını gidereceklerini, bu sayede peygamberliğine olan îmanlarının daha
da kuvvetleneceğini ve bu sofrayı peygamberliğini tasdik eden kesin bir mucize
kabul edeceklerini söylediler. Onların niyetini hâlis bulan Hz. İsa (a.s.),
sonunda tekliflerini kabul etti. Allah'a yalvararak, havariler ve açlık içinde
bulunan diğer fakirler için, mucize olarak gökten bir sofra göndermesini, bu
sofranın öncekiler ve sonrakiler için bir bayram kılınmasını istedi. Onun
dileğini kabul eden Allah Teâlâ, bu sofrayı indireceğini; ancak onu inkâr
edecek olanları, hiç kimseye vermediği ağır bir ceza ile cezalandıracağını
açıkladı. Kur'ân-ı Kerim'de, havarilerin bu istekleri ve söz konusu sofra
hakkında şu bilgi verilmiştir;
اِذْ
قَالَ الْحَوَارِيُّونَ
يَاعِيسَى ابْنَ
مَرْيَمَ
هَلْ
يَسْتَطِيعُ
رَبُّكَ اَنْ
يُنَزِّلَ
عَلَيْنَا
مَائِدَةً
مِنَ السَّمَاءِ
قَالَ
اتَّقُوا
اللهَ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنِينَ,
قَالُوا
نُرِيدُ اَنْ
نَأْكُلَ
مِنْهَا
وَتَطْمَئِنَّ
قُلُوبُنَا
وَنَعْلَمَ
اَنْ قَدْ
صَدَقْتَنَا
وَنَكُونَ عَلَيْهَا
مِنَ
الشَّاهِدِينَ
"Hani
havariler, 'Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin, gökten bize bir sofra indirmeye güç
yetirebilir mi?' demişlerdi. O da, 'Eğer iman ediyorsanız, Allah'tan korkun!'
demişti. Bunun üzerine dediler ki: 'O sofradan yemeyi, kalblerimizin huzura
kavuşması, senin bize doğru söylediğini bilmek ve ona şahidlik edenlerden olmak
maksadıyla istiyoruz.'”[1119]
Kur'ân-ı Kerim'de havarilerin
istemiş olduğu mucize sofra hakkındaki bilgi bundan ibarettir. Âyetlerde, bu
sofranın gönderildiğini bildiren açık bir ifâde yoktur. Bu yüzden,
müfessirler, sofranın gönderilip gönderilmediği hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Ancak Taberi ve İbn Kesir başta olmak üzere müfessirle-rin büyük ekseriyeti,
sofranın gönderildiği ve onu inkar edenlerin şiddetle cezalandırıldığı
görüşündedirler. [1120]
Bâzı rivayetlere göre ise, böyle
bir mucize verildiği takdirde, onu inkâr edeceklerin azaba çarptırılacaklarını
öğrenen havariler isteklerinden vazgeçmişler ve neticede sofra gönderilmemiştir.
Tevrat'ı tasdik etmekle mükellef
olan Hz. İsa (a.s.)'ın insanlığa tebliğ etmekle yükümlü kılındığı önemli
vazifelerinden biri de, ümmetine, kendisinden sonra Ahmed yani Muhammed isminde
bir peygamberin gönderileceğini müjdelemekti. Cenab-ı Hak, bu hususu, onun
diliyle hikâye ederek şöyle buyurmuştur:
وَاِذْ
قَالَ عِيسَى
ابْنُ
مَرْيَمَ
يَابَنِى
اِسْرَآئِيلَ
اِنِّى
رَسُولُ
اللهِ اِلَيْكُمْ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْرَيةِ
وَمُبَشِّرًا
بِرَسُولٍ
يَأْتِى مِنْ
بَعْدِى اسْمُهُ
اَحْمَدُ
فَلَمَّا
جَآءَ هُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالُوا
هَذَا سِحْرٌ
مُبِينٌ
"Meryem
oğlu İsa, 'Ey İsrailoğullan! Doğrusu ben, Allah'ın, benden önce gelmiş olan
Tevrat'ı doğrulamak ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi
müjdelemek için size gönderilmiş olan peygamberiyim.' demişti. Ama o İsa'nın
müjdelediği peygamber, kendilerine apaçık delillerle geldiği zaman, 'Bu,
apaçık bir sihirdir' dediler."[1121]
Bu âyette, Hz. İsa (a.s.), asli
görevleri arasında olan iki hususa İşaret etmiştir. Birincisi kendisinden önce
gönderilen Tevrat'ı tasdik etmek, ikincisi de, kendisinden sonra gelecek Ahmed
isimli peygamberi müjdelemek. Hz. İsa (a.s.), böyle söylemiş olduğu halde, Yahudiler
gibi, Hristiyanların çoğu da, Hz. İsa (a.s.)'ın Rasülullah (a.s) hakkında
vermiş olduğu bu müjdeyi gizlemişler veya tahrif ve inkâr yoluna gitmişlerdir.
Peygamberimiz (a.s)'ın davetiyle karşılaştıklarında, onu sihirbazlıkla itham
etmişler ve, "Bu Ahmed, o müjdelenen Rasül değil, bu şahıs açık sihirlerle
bizi. aldatmak istiyor" diyerek hainlik etmişlerdir. Ancak onlar,
İncillerde Rasülullah (a.s)'den bahseden ve onu müjdeleyen bilgileri ne kadar
tahrif etmeye çalışmış olsalar da, bugün ellerinde bulunan muharref İncillerde
dahi onun hakkında gerçeği açıkça ortaya koymaya yetecek miktarda bilgi
bulunmaktadır.[1122]
Rasülullah (a.s) de, kendisini
müjdelemiş olan Hz. İsa (a.s) hakkında şöyle demiştir:
"İsa'ya
insanların en yakını benim. Peygamberler baba bir kardeştirler. Benimle İsa'nın
arasında peygamber yoktur."[1123]
İsyanları ve azgınlık sebebiyle
Allah'ın lanetini hakeden ve peygamberlerinin diliyle lanetlenen Yahudiler[1124]
büyük ekseriyetle, gösterdiği açık mucizelere rağmen, Hz. İsa (a.s.)'ın
davetini reddederek ona düşman kesildiler. İçinde bulundukları kötülükleri
işlemeye devam ettiler ve onu davetten vazgeçirmek için her türlü kötülüğe
başvurdular. Önceki peygamberlere yapmış oldukları kötülükleri ona ve ona iman
eden az sayıdaki arkadaşlarına yapmaya başladılar. Yahudiler, Hz. İsa (a.s.) ve
davetini, servetleri ve menfaatleri için büyük bir tehlike olarak görüyorlardı.
Onun insanları kanaatkarlığa, iffet ve zühde davet ederek onları faiz, rüşvet
ve zulmü terke çağırması, bundan zarar görecek üst tabakayı harekete
geçirmişti. Onu Romalı idarecilere
şikâyet ederek, insanları saptıran, halkı birbirine düşüren, baba ile evladının
arasını ayıran ve halkı idarecilere karşı isyana çağıran birinin ortaya
çıktığını söylediler. Roma Kayser'inin saltanatını ortadan kaldırmak için
çalıştığını yaydılar. Ona çok ağır bir iftira atarak, veled-i zina olduğunu
söylediler. Jurnalciler neticede, maksatlarına nail olmuşlar, Romalı idarecileri Hz.İsa (a.s)'ın peşine
takmışlar, onun ölüm fermanını çıkartmışlardı.
Hz. İsa (a.s.)'ı ölüm cezasına
çarptırmaya karar veren Romalı yönetici, bir askeri müfrezeyi onu yakalayıp
getirmekle görevlendirmişti. Askerler onun evini kuşatmış hücuma hazırlanıyorlardı.
Ancak Cenab-ı Hak, onların tuzaklarını boşa çıkardı, sevgili peygamberi Hz. İsa
(a.s)'ı gökyüzüne kaldırarak onların elinden kurtardı. İçeri girenler, Allah
tarafından ona benzetilen birini İsa zannederek yakalayıp çarmıha gerdiler.
Allah Teâlâ, tuzaklarını aleyhlerine çevirip nebisini onlardan kurtarmış ve onu
öldürdüklerini zanneden bu şaşkınları sapıklık içinde bırakmıştı:
وَمَكَرُوا
وَمَكَرَ
اللهُ
وَاللهُ
خَيْرُ
الْمَاكِرِينَ, اِذْ
قَالَ اللهُ
يَآعِيسَى
اِنِّى
مُتَوَفِّيكَ
وَرَافِعُكَ
اِلَىَّ
وَمُطَهِّرُكَ
مِنَ
الَّذِينَ
كَفَرُوا
وَجَاعِلُ
الَّذِينَ
اتَّبَعُوكَ
فَوْقَ
الَّذِينَ
كَفَرُوآ اِلَى
يَوْمِ
الْقِيَمَةِ
ثُمَّ
اِلَىَّ مَرْجِعُكُمْ
فَاَحْكُمُ
بَيْنَكُمْ
فِيمَا
كُنْتُمْ
فِيهِ
تَخْتَلِفُونَ,
فَاَمَّا
الَّذِينَ
كَفَرُوا
فَاُعَذِّبُهُمْ
عَذَابًا
شَدِيدًا فِى الدُّنْيَا
وَاْلاَخِرَةِ
وَمَا لَهُمْ
مِنْ
نَاصِرِينَ,
وَاَمَّا
الَّذِينَ
اَمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
فَيُوَفِّيهِمْ
اُجُورَهُمْ
وَاللهُ لاَ
يُحِبُّ
الظَّالِمِينَ, ذَلِكَ
نَتْلُوهُ
عَليْكَ مِنَ
اْلاَيَاتِ
وَالذِّكْرِ
الْحَكِيمِ
"Onlar
tuzak kurdular, Allah da onlan kurdukları tuzağa düşürerek cezalandırdı. Allah,
tuzak kuranların cezasını en iyi verendir, Allah demişti ki: 'Ey İsa! Seni
eceline kavuşturacak olan benim. Seni kanma yükselteceğim, seni inkâr
edenlerden tertemiz olarak ayıracağım. Sana uyanları, Kıyamet gününe kadar,
inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır. Ayrılığa düştüğünüz
hususlarda aranızda hükmedeceğim. İnkâr edenleri de dünya ve dhirette şiddetli
azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır.' İnanıp yararlı iş
işleyenlere gelince, Allah, onların ecirlerini tastamam verecektir. Allah
zâlimleri sevmez.”[1125]
Âyette belirtildiği gibi, içeri
giren askerler Hz. İsa (a.s)'ı değil, ona benzetilen birini öldürmüşlerdi.
Dolayısıyla Hz. İsa (a.s)'ın o sırada Allah tarafından öldürülmekten
kurtarıldığı kesindir ve bu hususta İslâm alimleri arasında bir ihtilâf yoktur.
Ancak âyette geçen "Yâ İsa! İnnî müteveffike ve râfi'uke üeyye= Ey İsa!
Ben, seni vefat ettireceğim ve seni katıma yükselteceğim" ibaresi,
müfessirler tarafından farklı şekillerde anlaşılmış, bu yüzden Hz. İsâ (a.s)'ın
Allah'ın katına yükseltilme keyfiyeti ve ne zaman öleceği meselesi tartışma
konusu olmuştur. Müfessirler, bu ifâdenin tefsiri hususunda çeşitli görüşler
ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerden bâzıları şöyledir:
1. Bu ibare ile,
Hz. İsa (a.s)'ın o anda Allah nezdine kaldırılacağı, daha sonra vefat zamanı
yaklaşınca yeryüzüne indirilip vefat ettirileceği kastedilmiştir. Buna göre
ifâdede takdim ve te'hir vardır: Takdiri, "İnnî râfi'uke İleyye ve
müteveffike ba'de zâlike=Ben seni katıma yükselteceğim ve daha sonra vefat
ettireceğim" şeklindedir.
Yâni Yüce Allah, Hz. İsa
(a.s.)'ı kafirlerin öldürmesinden kurtararak nezdine kaldırmıştır, ölüm vakti
gelince, onun ecelini normal bir ölüm şeklinde Azrail vasıtasıyla verecektir.
Dolayısıyla o suikast sırasında ölmemiş, olaydan önce Allah katma yükseltilmiştir.
Düşmanları ise ona benzetilen birini Hz. İsa (a.s) zannederek çarmıha germek
suretiyle öldürmüşlerdir. İslâm âlimleri arasında meşhur olan görüş de budur.[1126]
2. "Müteveffike=senin
ecelini vereceğim" ifadesiyle, ölüm vefatı değil, dünyadan semâya
kaldırılması kastedilmiştir. Taberi, bu görüştedir.
3. Buradaki ölümle uyku kastedilmiştir. Bu
görüşte olan müfessirler, Kur'ân-ı Kerim'de ölümün uyku mânâsına kullanıldığı
şu âyetleri görüşlerine delil gösterirler:
وَهُوَ
الَّذِى
يَتَوَفَّيكُمْ
بِاللَّيْلِ
وَيَعْلَمُ
مَا
جَرَحْتُمْ
بِالنَّهَارِ
ثُمَّ
يَبْعَثُكُمْ
فِيهِ
لِيُقْضَى اَجَلٌ
مُسَمًّى
ثُمَّ
اِلَيْهِ
مَرْجِعُكُمْ
ثُمَّ
يُنَبِّئُكُمْ
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
"Geceleyin
sizi öldüren (öldürür gibi uyutan, sizi her türlü tasarruftan alıkoyan),
gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur. Sonra tayin edilen vâdenin
tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra dönüşünüz yine
O'nadır. Nihayet O, yaptıklarınızı size haber verecektir."[1127]
اَللهُ
يَتَوَفَّى
اْلاَنْفُسَ
حِينَ مَوْتِهَا
وَالَّتِى
لَمْ تَمُتْ
فِى مَنَامِهَا
فَيُمْسِكُ
الَّتِى
قَضَى
عَلَيْهَا الْمَوْتَ
وَيُرْسِلُ
اْلاُخْرَى
اِلَى اَجَلٍ
مُسَمًّى
اِنَّ فِى
ذَلِكَ
لاَيَاتٍ لِقَوْمٍ
يَتَفَكَّرُونَ
"Allah,
insanların ruhlarını ölüm anında alır. Henüz ölmemiş dirilerin ruhlarım da
uyurken alır. Uyurken eceli gelenlerin ruhlarını bedene göndermeyip tutar,
eceli gelmeyenlerin ruhlarını ise, belli bir vakte kadar bedene iade eder.
Şüphesiz ki, bunda, düşünen bir kavim için nice büyük deliller ve ibretler
vardır.”[1128]
Görüldüğü gibi, bu iki âyette
uyuyanlar, ruhları o sırada alındığından, uykuda iken hiç bir şey
düşünemedikleri ve yapamadıkları için ölülere benzetilmişlerdir. Bu âyetleri
delil kabul eden müfessirler, Hz. İsa (a.s)'ın, kendisine bir korku ulaşmaması
için uyutularak gökyüzüne kaldırıldığını ileri sürmüşlerdir.
Bu görüşü tercih eden
müfessirlerden İbn Kesir şöyle der: "Sahih olduğunda kesinlik olan görüşe
göre, Allah, İsa'yı uyku ile öldürdükten sonra gökyüzüne kaldırmış, onu,
kendisine eziyet etmek için zamanın kâfir idarecilerine jurnalleyen Yahudilerin
yapmak istediği kötülüklerden kurtarmıştır."[1129]
4.
"Müteveffîke=senin ecelini
vereceğim" ifadesiyle, doğrudan Hz. İsa (a.s)'ın vefatı
kastedilmiştir. Dolayısıyla o da diğer peygamberler gibi vefat etmiştir. Bu
ifâdeden sonraki 'Allah'ın onu kendi
katına yükseltmesi" sözüyle ise, onun ölümünden sonra, Allah katında yüksek
derecelere çıkarılması kastedilmiştir. Bu bakımdan onun durumu, Hz. İdris
(a.s)'ın durumundan farksızdır. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. İdris (a.s) hakkında
şöyle buyurmaktadır: "Onu yüksek bir mekâna çıkardık."[1130]
5. “Seni vefat
ettireceğim" ifadesiyle, ruhunun geçici bir süre için alınması
kastedilmiştir. Bu görüşü benimseyenlere göre, Cenab-ı Allah, Hz. İsa (a.s)'ı semâya yükseltinceye kadar üç
veya yedi saatlik bir süre için vefat ettirmiştir. Ancak bu ihtimâl zayıf
görülmüştür.[1131]
İslâm alimleri, Kur'ân-ı
Kerim'de bu konuda verilen bilgiler açık ve kesin olmadığı için, söz konusu
ibareden bu farklı sonuçları çıkarmışlardır. Kesin olan tek durum, Hz. İsa
(a.s)'ın aşılmadığı ve ona benzetilen birinin çarmıha gerildiği hususudur.
Konunun diğer yönleri, ihtilâfa açık bulunmaktadır. Bununla birlikte o, az
önce belirttiğimiz gibi, müfessirlerin ekseriyetine göre, cismi ve ruhu ile
Allah'ın katma çıkarılmıştır. Ancak bâzı müfessirler, sâdece ruhunun
yükseltildiği neticesine ulaşmışlar ve Yüce Allah'ın, mütecavizlerin elinden
kurtarmak suretiyle onu manevî derecelere yükselterek şanını yücelttiğini
ileri sürmüşlerdir.
Muasır Avrupalı ilim
adamlarından bazıları da, çarmıh olayının uydurma olduğu görüşündedirler.
Bunlardan Alman Ernest die Bons, "çarmıha gerilme ve kendini feda etme
meselesi hakkında söylenenlerin, Mesih'i görmemiş olan Pavlos ve benzerlerinin
icadı olduğunu" söylemektedir.[1132]
Rivayete göre, Hz. İsa (a.s.)'m
peygamberliği sadece 3 yıl devam etmiştir. 30 yaşında peygamber olarak
görevlendirilmiş, 32 veya 33 yaşında göğe kaldırılmıştır. Annesi Hz. Meryem'in
ise, onun refinden 5 ya da 6 sene sonra 53 yaşında iken vefat ettiği
bildirilmektedir.[1133]
İslâm âlimlerinin Hz. İsa (a.s)
hakkında en fazla tartıştığı konulardan biri de, onun Kıyamete yakın bir
zamanda yeryüzüne inmesi meselesidir. Kur'ân'-ı Kerim'de Hz. İsa (a.s)'ın yeryüzüne
inişiyle alâkalandırılan iki âyet bulunmaktadır. Ancak bu âyetlerdeki ifâdeler,
delâletleri bakımından kesin ve açık değildir. Böyle olmakla birlikte, Önce
geçtiği gibi, Hz. İsa (a.s)'ın ruh ve beden olarak semâya çıkarıldığı görüşünde
olan müfessirlerin ekseriyeti, işaret edilen bu iki âyeti, onun Kıyamet gününe
yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği şeklinde anlamışlardır. Diğer taraftan,
güvenilir hadis kaynaklarında bu konuda yetmişin üzerinde hadis yer
almaktadır. Bu hadisler, ifâdeleri bakımından açık ve kesinlik arzederler. [1134]
Hz. İsa (a.s.)'in nüzûlüyle
alâkalandırılan iki âyetten biri Zuhruf suresinin 61. âyetidir. Bu âyetin
manasını daha açık anlatabilmek için, bu âyetten önceki ve sonraki aynı konuyla
ilgili âyetleri bütün halinde vermemiz gerekmektedir:
وَاِنَّهُ
لَعِلْمٌ
لِلسَّاعَةِ
فَلاَ تَمْتَرُنَّ
بِهَا
وَاتَّبِعُونِ
هَذَا صِرَاطٌ
مُسْتَقِيمٌ, وَلاَ
يَصُدَّنَّكُمُ
الشَّيْطَانُ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُبِينٌ,
وَلَمَّا
جَآءَ عِيسَى
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالَ قَدْ
جِئْتُكُمْ
بِالْحِكْمَةِ
وَلاُبَيِّنَ
لَكُمْ
بَعْضَ
الَّذِى
تَخْتَلِفُونَ
فِيهِ
فَاتَّقُوا
اللهَ
وَاَطِيعُونِ, اِنَّ اللهَ
هُوَ رَبِّى
وَرَبُّكُمْ
فَاعْبُدُوهُ
هَذَا صِرَاطٌ
مُسْتَقِيمٌ,
فَاخْتَلَفَ
اْلاَحْزَابُ مِنْ
بَيْنِهِمْ
فَوَيْلٌ
لِلَّذِينَ
ظَلَمُوا
مِنْ عَذَابِ
يَوْمٍ
اَلِيمٍ
"(Ey
Muhammed) Meryem oğlu İsa örnek verilince, senin kavmin (Kureyş müşrikleri)
hemen ondan keyiflenerek bağrıştılar. 'Bizim İlâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa
o mu?' dediler. Sana böyle söylemeleri, sadece tartışmaya girişmek içindir.
Onlar şüphesiz kavgacı bir kavimdir. Meryem oğlu İsa, ancak kendisine nimet
verdiğimiz ve İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur. Eğer dileseydik,
size bedel yeryüzünde sizin yerinizi tutacak melekler var ederdik.
Şüphesiz ki o, kıyametin
yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyametin geleceğinden şüphe etmeyin.
Bana uyun, doğru yol budur. Sakın şeytan sizi bu yoldan alıkoymasın; şüphesiz o
size apaçık bir düşmandır.
İsa, hakikatin
bütün delilleriyle geldiği zaman, 'Ben size, hikmet ile ve üzerinde ayrılığa
düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıklığa kavuşturmak üzere geldim. O halde,
Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın ve bana tâbi olun. Allah,
şüphesiz benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; öyleyse yalnızca O'na kulluk
edin, doğru yol sadece budur.' dedi.
Ama onlar, daha
sonra gruplara bölündüler ve İsa hakkında görüş ayrılığına düştüler. Kıyamet
gününün can yakıcı azabına uğrayacak zalimlerin vay hâline."[1135]
Görüldüğü gibi bu âyetlerde,
Mekke müşriklerine, Hz. İsa (a.s)'ın ilahlığı hakkında Hıristiyanlardan
duyduklarının yanlışlığı anlatılmakta, onlardan duyduklarının aksine onun da
diğer kullar gibi bir kul olduğu, Allah'ın onu peygamber olarak seçtiği
bildirilmektedir. Hz. İsa (a.s)'ın nüzûlüyle alâkalı görülen 61. âyette ise "ve
innehu le'ılmün li's-sâati= Şüphesiz o, Saat (Kıyamet) için bir ilimdir"
buyurulmaktadır.
Müfessirlerden bâzıları bu
âyette "innehu"daki "hu-o" zamiriyle Kur'ân-ı Kerim'in
kasdedildiğini kabul ederler.[1136]
Ancak onların büyük bir kısmı, zamirin Hz. İsa (a.s)'ın yerini tuttuğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu ikinci görüşü benimseyenler, önceki âyetlerde Kur'ân
kelimesinin geçmediğini delil getirerek, birinci görüşü çok uzak bir ihtimâl
saymışlardır. Onlara göre doğrusu, bu zamirle önceki âyetlerde adı geçen Hz.
İsa (a.s.)'ın kastedilmesidir. Buna göre, âyetin mânâsı, "İsa,
Kıyâmet'in yaklaştığım gösteren bir bilgidir" şeklinde olmaktadır.
Bu görüşü benimseyen
müfessirler, Hz.İsa (a.s) ile Kıyamet bilgisi arasındaki irtibat hususunda ise,
Hz. İsa (a.s)'a verilmiş olan hastaları iyileştirme ve ölüleri diriltme
mucizelerinin yeniden dirilmeye, onun yeryüzüne tekrar inişinin ise Kıyametin
yaklaştığına işaret olduğunu ve Kıyametin yaklaştığını bildirdiğini
söylemişlerdir. Dolayısıyla bu alimler, Hz. İsa (a.s)'ın inişini, Kıyamet
alâmeti olarak kabul etmişlerdir. İlk müfessirlerden İbn Abbas, Ebu Hureyre,
Mücâhid, Ebul-Âliye, İkrime, Hasen-i
Basrî, Katâde, Dahhâk ve diğer bâzı müfessirlerin bu görüşte oldukları
nakledilmektedir.[1137]
Bu husustaki ikinci âyet ise
Nisa suresinin 159. âyetidir. Bu âyette şöyle denilmektedir:
وَاِنْ مِنْ
اَهْلِ الْكِتَابِ
اِلاَّ
لَيُؤْمِنَنَّ
بِهِ قَبْلَ
مَوْتِهِ
وَيَوْمَ
الْقِيَمَةِ
يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا
"Kitap
ehlinden (Yahudiler ve hıristiyanlardan) hiçbir kimse yoktur ki, Ölümünden
önce, ona iman etmiş olmasın. O, Kıyamet gününde onların üzerine şahitlik
edecektir."[1138]
Bu âyetin tefsiri hususunda da
farklı görüşler vardır. Bu görüşlerden biri, âyette ölümlerinden önce iman
edecekleri bildirilen şahısların yerini tutan birinci zamir ile bütün Yahudi
ve Hıristiyanların, kendisine iman edilecek şahıs için kullanılan "o"
zamiriyle de, Allah Teâlâ veya son Resülü Hz. Muhammed (a.s)'ın kastedildiği
şeklindedir. Buna göre, her bir Yahudi veya Hıristiyan, ölüm esnasında
gözlerinden perde kaldırılınca, Allah'ın tek ve ortaksız olduğuna, Hz. Muhammed
(a.s)'un de O'nun kulu ve Resülü olduğuna iman edecektir.[1139]
Ancak onların yeis hâlindeki bu imanları geçerli olmayacaktır. Diğer bir görüş
ise, gerek ölümünden bahsedilen şahıs, gerekse kendisine iman edilecek şahıs
için kullanılan iki zamirin de Hz. İsa (a.s)'ın yerini tuttuğu şeklindedir.
Buna göre, Hz. İsa (a.s) gökyüzünden indiğinde, o sırada hayatta bulunan Yahudiler
ve Hıristiyanlar, ölümünden önce ona îman edeceklerdir. Büyük müfessirlerden
Taberî ve İbn Kesir, bu görüşü tercih etmişlerdir.[1140]
Diğer bir görüş de, Ehl-i
kitap'tan olan insanlardan her birinin, vefatı öncesinde, Hz. İsa (a.s)'ın
Allah'ın Resülü olduğu gerçeğini anlaması ve buna iman etmesidir. Ancak yeis
halindeki bu iman geçersiz olacaktır.[1141]
Sahih hadis kaynaklarında Hz.
İsa (a.s)'ın nüzulü hakkında rivayet edilen hadislerin sayısı yetmişi
aşmaktadır. Bu hadislerden bâzılarında Peygamber Efendimiz (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Nefsim
kudret elinde olana yemin ederim ki, Meryem, oğlu İsa, âdil bir yönetici olarak
yakında aranıza inecektir. Sonra haçı kıracak, domuzu Öldürecek ve cizyeyi
kaldıracaktır..."[1142]
"Devlet
başkanınız (imamınız) kendinizden olduğu halde Meryem oğlu İsa gökyüzünden
yanınıza indiği zaman hâliniz nice olur."[1143]
"Canımı
kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa âdil bir hakem
olarak aranıza inmedikçe Kıyamet kopmayacaktır. O, haçı kıracak
(Hıristiyanlığın hükümsüz olduğunu ilân edecek), domuzu Öldürecek ve cizyeyi
kaldıracaktır (din olarak sâdece İslâmiyet kalacaktır). O zaman mal o kadar
bollasaçaktır ki, kimse mal kabul etmeyecektir."[1144]
"Ümmetimin
hayatta bulunduğu bir zamanda Deccâl çıkar ve kırk bu kadar zaman kalır (râvi,
Hz. Peygamber'in kırk gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı buyurduğunu
bilemediğini söylemektedir}. Bunun üzerine Allah Teâlâ, İsa b. Meryem'i yeryüzüne
gönderir; o da Deccal'i bularak ortadan kaldırır. Sonra insanlar, aralarında
hiç bir düşmanlık bulunmadan yedi yıl yaşarlar."[1145]
Meşhur muhaddislerden Kadı Iyaz,
bu hadislerden çıkarılan netice ile ilgili olarak şöyle demiştir:
"Ehl-i Sünnefe göre,
İsa'nın inmesi ve Deccal'i öldürmesi, haktır, sahihtir. Çünkü bu bahta sahih
hadisler nakledilmiştir. Aklen ve şer'an, bunu iptal edecek bir delil de
yoktur. Binaenaleyh kabulü vaciptir.[1146]
Bilinen bütün bu gerçeklere
rağmen Hıristiyanlar, Hz. İsa (a.s)'dan uzun bir süre sonra, onun babasız
dünyaya gelişini, Allah'ın oğlu olmasıyla açıklayıp onu ilâhlaştırmışlar ve
üçlü bir ilâh anlayışı (teslis) benimseyerek şirke düşmüşlerdir. Hz. İsa (a.s)
Meryem'den doğduğu halde, onun mucizevi doğumuna ve Ruhülkudüs ile te'yid
edilmesine bakarak, ekânim-i selâse (üç esas-Baba, Oğul, Ruhülkudüs) olarak
üçlü bir ilâh kabul etmişlerdir. Onlar bu konuda aralarında ihtilâfa düşerek,
İsa Mesih'in tabiatı hakkında, farklı neticelere ulaşmışlardır. Bir kısmı, Hz.
İsa (a.s)'da sadece bir tabîatm, diğer bir kısmı ise iki tabiatın bulunduğuna
inanır. Bir tabiata sahip olduğunu söyleyenler de görüşleri bakımından iki
gruba ayrılır. Bir grup, onun sâdece beşer olduğunu, diğer gurup ise ilâh
olduğunu kabul eder. Üçüncü gurubun kanâati ise, onda biri ilâhî, biri insanî
olmak üzere iki tabiatın bulunduğu şeklindedir. Temelde üçe indirilen bu
görüşler, Hristiyan mezheblerince çok farklı şekillerde izah edilmiştir.[1147]
Hz. İsa (a.s.)'ı Allah'ın oğlu
kabul eden Hıristiyanlar, onun, Allah'ın tezahürü, Allah'ın kelimesi ve kutsal ruhunun cisme
bürünmüş şekli olduğunu iddia etmişlerdir. Aynı zamanda, bütün insanlığın
işlediği günahın yükünü üzerine alması ve bu yüzden çarmıha gerilerek kendi
kanı ile tüm insanların günâhlarına kefaret olması için, Allah'ın biricik
oğlunu yeryüzüne gönderdiğine inanarak büyük bir şirke düşmüşlerdir. Bu bâtıl
inancın Hz. İsa (a.s) ile asla alâkası yoktur. Bu sapma, ondan sonraki
dönemde, din adamlarının hayallerinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Onların
bu inancının kaynağını İnciller teşkil etmektedir. İnciller'de Hz. İsa (a.s)'ın
Baba'nın nezdinde tek şefaatçi olduğu ve onun bütün insanlığın günahlarına keffaret olarak
geldiği bildirilmektedir.[1148]
Ancak Kur'ân-ı Kerim'e göre, Hz.
İsa, kendisine hâmile kalan Hz. Meryem'den doğmuştur; beşer olma yönünden
diğer insanlardan farksızdır. Hemcinsleri gibi o da ölümlüdür. Dolayısıyla, Hristiyanların
inandığı gibi bir ilâh veya Allah'ın oğlu olması düşünülemez. O da Allah'ın
bir kuludur. Onun tabiatı ilâhî bir tabiat veya ilâhî-insânî bir tabiat
değildir. [1149]
25-Hz.MUHAMMED[1150] (a.s)
Hz. Peygamber'in Mucizeleri ve Peygamberliğinin
Delilleri
Gelecekten Haber Vermesi
عن جابر بن
سَمُرَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
هَلَكَ كِسْرَى
فََ كِسْرَى
بَعْدَهُ،
وَإذا هَلَكَ
قَيْصَرَ فََ
قَيْصَرَ
بَعْدَهُ.
فَوَالّذِي
نَفْسِي
بِيَدِهِ
لَتُنْفَقَنَّ
كُنُوزُهُمَا
في سَبِيلِ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه الشيخان
.
- Cabir İbnu Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kisra ölünce, ondan sonra başka kisra yoktur.
Kayser de öldü mü ondan sonra kayser
yoktur. Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, siz
her ikisinin de hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız."[1151]
Kisra kelimesi, eski İran'da devlet başkanının
lakabıdır. Osmanlılarda padişah, cumhuriyet Türkiyesinde reisicumhur dendiği
gibi, İran'da da hep kisra denmiştir. Aynı
şekilde kayser de Rumlarda başa geçen liderin lakabıdır.
Hadis, Kisra ve Kayser'in ölümleriyle saltanatlarının sona ereceğini ifade
etmektedir. Halbuki fiiliyatta, Kisra'nın
memleketi devam etmiş, sonuncu kisra, Hz. Osman zamanında öldürülmüştür.
Keza Rum hakimiyeti daha fazla baki kalmıştır.
وعن
عَدِىِّ بْنِ
حَاتِمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قاَلَ:
]بَيْنَا أنَا
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ # إذْ
أتَاهُ
رَجُلٌ، فَشَكَا
إلَيْهِ
الْفَاقَةَ،
ثُمَّ أتَاهُ
آخَرُ
فَشَكَا
إلَيْهِ
قَطْعَ
السَّبِيلِ.
فَقَالَ: يَا
عَدِيُّ! هَلْ
رَأيْتَ
الْحِيَرَةَ؟
قُلْتُ: لَمْ
أرَهَا،
وَقَدْ
أُنْبِئْتُ
عَنْهَا.
فقَالَ: فَإنْ
طَالَتْ بِكَ
حَيَاةٌ لَتَرَيَنَّ
الظَّعِينَةَ
تَرتَحِلُ
مِنَ
الْحِيَرَةِ
حَتّى
تَطُوفَ
بِالْكَعْبَةِ،
َ تَخَافُ
أحَداً إَّ
اللّه.
قُلْتُ: فِيمَا
بَيْنِي
وَبَيْنَ
نَفْسِي:
فَأيْنَ دُعَّارُ
طَىِّءٍ
الّذِينَ
صَعَّرُوا
الْبَِدَ.
وَلَئِنْ
طَالَتْ بِكَ
حَيَاةٌ
لَتُفْتَحَنَّ
كُنُوزُ كِسْرَى.
قُلْتُ:
كِسْرَى
ابْنِ
هُرْمُزَ؟ قَالَ:
كِسْرَى بْنُ
هُرْمُزَ.
وَلَئِنْ
طَالَتْ بِكَ
حَيَاةٌ
لَتَرَيَنْ
الرَّجُلَ يَخْرُجُ
مِلْءَ
كَفِّهِ مِنْ
ذَهَبٍ أوْ
فِضَّةٍ
يَطْلُبُ
مَنْ
يَقْبَلُهُ
فََ يَجِدُ أحَداً
يَقْبَلُهُ
مِنْهُ،
وَلْيَلْقَيَنَّ
اللّهَ أحَدُكُمْ
يَوْمَ
يَلْقَاهُ
لَيْسَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَهُ
حِجَابٌ وََ
تَرْجُمَانٌ
يُتَرْجِمُ
لَهُ.
فَلْيَقُولَنَّ:
ألَمْ أبْعَثَ
إلَيْكَ
رَسُوً
فَيُبَلِّغَكَ!
فَيَقُولُ:
بَلَى.
فَيَقُولُ:
ألَمْ
أُعْطِكَ
مَاً وَأُفْضِلْ
عَلَيْكَ؟
فَيَقُولُ:
بَلَى يَا رَبِّ.
فَيَنْظُرُ
عَنْ
يَمِينِهِ
فََ يَرى إَّ
جَهَنَّمَ،
وَيَنْظُرُ
عَنْ
يَسَارِهِ
فََ يَرَى إَّ
جَهَنَّمَ.
قَالَ
عَدِيٌّ:
سَمِعْتُ رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
فَاتَّقُوا
النَّارَ وَلَوْ
بِشِقِّ
تَمْرَةٍ،
فَمَنْ لَمْ
يَجِدْ شِقَّ
تَمْرَةٍ
فَبِكَلِمَةٍ
طَيِّبَةٍ.
قَالَ عَدِيّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
فَرَأيْتُ
الظَّعِينَةَ
تَرْتَحِلُ
مِنَ
الْحِيَرَةِ
حَتّى
تَطُوفَ
بِالْبَيْتِ
َ تَخَافُ إَّ
اللّهَ،
وَكُنْتُ
فِيمَنِ
افَتَتَحَ
كُنُوزَ كِسْرَى
ابْنِ
هُرْمُزَ،
وَلَئِنْ
طَالَتْ
بِكُمْ
حَيَاةٌ
لَتَرَوُنَّ
مَا قَالَ أبُو
الْقَاسِمِ #
يُخْرِجُ
الرَّجُلُ
مِلْءَ
كَفِّهِ
ذَهَباً أوْ
فِضَّةً فََ
يَجِدُ مَنْ
يَقْبَلُهُ مِنْهُ[.
أخرجه
البخاري .
-Adiyy İbnu
Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında iken bir adam geldi ve fakirlikten şikayet etti. Derken
biri daha gelip, o da yol kesilmesinden
şikayet etti. Aleyhissalâtu vesselâm:"
Ey Adiyy dedi,
sen Hire şehrini gördün mü?"
"Hayır görmedim, ancak işittim!" dedim.
Bunun üzerine:
"Eğer ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir
kadının Hire'den (tek başına) kalkıp Ka'be'yi tavaf edeceğini mutlaka
göreceksin. O bu seyahatini yaparken Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak!"
Adiyy der ki: "İçimden, kendi kendime,
"memlekete dehşet saçan Tayy eşkiyaları nereye gidecek?" dedim. Resulullah sözlerine devam etti:
"Eğer ömrün olursa Kisra'nın hazinelerinin de
fethedildiğini göreceksin!
"Kisra İbnu Hürmüz mü?" diye araya girdim.
"Evet İbnu Hürmüz olan Kisra!" buyurdu ve
devam etti:
"Eğer hayatın uzarsa mutlaka göreceksin: Kişi eli
altın veya gümüş parayla dolu olduğu halde bunu tasadduk etmek üzere fakir arayacak fakat kendinden onu kabul
edecek bir tek adam bulamayacak. Her
biriniz, mutlaka bir gün gelecek aranızda herhangi bir perde, bir tercüman
olmaksızın Allah'la karşılaşacaksınız. O zaman Allah Teala hazretleri:
"Sana tebliğ getiren bir peygamber göndermedim
mi?" diye soracak. Muhatabı: "Evet gönderdin!" diyecek. Rabb
Teala:
"Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim
mi?" diye soracak, kul:
"Evet! Ey Rabbim verdin" deyip sağına
bakacak, cehennemden başka bir şey
görmeyecek, soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek."
Adiyy der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Bir
hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! Kim
yarım hurma bulamazsa güzel bir sözle korunsun!"
Yine Adiyy (radıyallahu anh) dedi ki:
"Ben Hire'den kalkıp, Beytullah'ı tavaf eden ve Allah'tan başka kimseden korkmayan yaşlı kadını gördüm. Kisra İbnu
Hürmüz'ün hazinelerini fethedenler
arasında ben bizzat bulundum. Eğer sizlerin ömrü uzun olursa mutlaka,
Ebu'l-Kasım (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu söylediğini de göreceksiniz:
"Kişi, eli altın veya gümüşle dolu olarak çıkacak, onu kendinden (sadaka
olarak) kabul edecek adam bulamayacak."[1152]
Hadiste bir husus yol emniyetini getirecek adalet-i
İslamiye'nin hasıl edeceği maddî refah
seviyesiyle ilgili. Aleyhissalâtu vesselâm: "Zekat veya sadaka vermek
kasdıyla evden çıkan kimsenin, bunu kabul edecek bir adam bulamadan evine
döneceği" derecede refahın
artacağından bahsediyor ki, bu adaletli idarenin tabii sonucudur.
Beyhakî, bir kısım alimler hadiste Ömer İbnu Abdilaziz
devrinde yaşanan duruma işaret edildiğini belirtirler. Beyhakî'nin Delail'de
kaydettiğine göre, "Kişi Ömer İbnu Abdilaziz'in otuz aylık hilafeti
sırasında, halife ölmezden önce, büyük miktarda para getirip "Bunu
fakirlerden dilediğinize verin" derdi. Ancak "halkı Ömer
zenginleştirdiği için" bunu verecek
bir kimse bulamadan parasıyla geri dönerdi." Beyhakî, rivayeti kaydettikten sonra ilave
eder: "Bunda Adiyy'in rivayet ettiği hadiste ihbar edilen durumun teyidi
vardır."
وعن أبي
ذَرٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَتَفْتَحُونَ
مِصْرَ، وَهِيَ
أرْضٌ
يُسَمَّى
فِيهَا
الْقِيِراطُ.
فَاسْتَوْصُوا
بِأهْلِهَا
خَيْراً.
فإنَّ لَهُمْ
ذِمَّةً
وَرَحِماً[.
أخرجه مسلم
.
Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizler Mısır'ı fethedeceksiniz. Orası (paraya)
"kirat" denilen yerdir. Oranın halkına hayır tavsiye edin. Onların
bir zimmet, bir de rahim (hakkı) vardır."[1153]
Resulullah, Mısır'ın fethedileceğini haber vermiş,
gerçekten de sahabeler devrinde orası fethedilmiş, böylece gelecekten ihbar
sadedinde varid olan hadisin mucizesi görülmüştür. Orada zimmet hakkına sahip
Hıristiyan zümrenin hâlâ varlığı, hadiste görülen bir diğer mucize halidir.
وعن
ثَوْبَانٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ زَوَى
لِىَ ا‘رْضَ
فَرَأيْتُ
مَشَارِقَهَا
وَمَغَارِبَهَا،
وَإنَّ
أُمَّتِي
سَيَبْلُغُ مُلْكُهَا
مَازُوِيَ
لِيَ مِنهَا،
وَأُعْطِيتُ
الْكَنْزَيْنِ
ا‘حْمَرَ
وَا‘بْيَضَ،
وَإنِّي سَألْتُ
رَبّي أنْ َ
يُهْلِكَ
أمَّتِي
بِسَنَةٍ عَامَّةٍ،
وََ
يُسَلِّطُ
عَلَيْهِمْ
عَدُوّاً
مَنْ سِوَى
أنْفُسِهِمْ
فَيَسْتِبِيحَ
بَيْضَتَهُمْ،
وَإنَّ
رَبِّي
تَعالى قَالَ:
يَا مُحَمّدُ
إذاً
قَضَيْتُ
قَضَاءً فإنَّهُ
َ يُرَدُّ،
وإنِّى
أعْطَيْتُكَ
‘ُمَّتِكَ
أنِّي َ أُهْلِكُهُمْ
بِسَنَةٍ
عَامَّةٍ،
وََ أُسَلِّطُ
عَلَيْهِمْ
عَدُوّاً
مِنْ سِوَى
أنْفُسِهِمْ
يَسْتَبِيحُ
بَيْضَتَهُمْ،
وَلَوِ
اجْتَمَعَ
عَلَيْهِمْ
مَنْ
بِأقْطَارِهَا
حَتّى
يَكُونَ
بَعْضُهُمْ
يُهْلِكُ بَعْضاً.
-Hz. Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri yeryüzünü benim için
dürüp topladı, ben de doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü, bana
gösterilen yerlere kadar uzanacaktır. Bana iki hazine verildi: Kırmızı ve beyaz
hazineler. Ben Rabbimden, ümmetimi umumi bir kıtlıkla helak etmemesini,
ümmetime kendi nefislerinden başka bir düşman musallat edip çoğunluğu helak
etmelerine meydan vermemesini talep ettim.
Rabbim Teala hazretleri bu isteklerime şöyle cevap
verdiler:
"Ey Muhammed! Bir hüküm verdim mi artık o geri
alınmaz. Ben senin ümmetine "Onları umumi bir kıtlıkla helak etmeyeceğim,
kendileri dışında, çoğunu helak edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim,
hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama kendi
aralarında birbirlerini helak edecekler." [1154]
Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm İslam'ın doğu batı
istikametinde yayılacağına işaret
buyurmaktadır. Gerçekten de öyle olmuş, bu istikametlerdeki gelişme güney kuzey
istikametlerindeki gelişmeye nisbetle çok fazla olmuştur.
Aleyhissalâtu vesselâm'ın ümmeti adına Cenab-ı Hak'tan
birkaç isteği olmuş ve bunlardan ikisi
kabul edilmiştir.
Ancak hadis, ümmet arasında fitneler hususunda garanti
vermiyor. Ümmetin bu fitnelerden zarar göreceğine dikkat çekiliyor. Şu halde
Resulullah, dahilî fitnelerden kaçınmamız, her an çıkabilecek fitneye karşı
müteyakkız olmamız gerektiğine bizleri uyarıyor.
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: هَلْ
لَكُمْ مِنْ
أنْمَاطٍ؟
قُلْتُ:
وَأنَّى
تَكُونُ
لَنَا ا‘نْمَاطُ؟
قَالَ:
إنَّهَا
سَتَكُونُ.
فَكَانَتْ
كَمَا قَالَ،
فأنَا أقُولُ
لَهَا، يَعْنِى
امْرَأتَهُ:
أخِّرِى
عَنَّا
أنْمَاطَكِ.
فَتَقُولُ:
ألَمْ يَقُلْ
رَسُولُ
اللّهِ #: سَتَكُونُ
لَكُمْ
أنْمَاط؟
فأدَعُهَا[.
أخرجه الخمسة.»ا‘نْمَاط«
جمع نمط، وهو
نوع من البسط
المعروف .
-Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün: "Halınız var mı?"
diye sordular.
"Bizde
halı da nasıl olsun?" dedim.
"Şurası muhakkak ki o da olacak!"
buyurdular. Nitekim dediği gibi oldu. Gün geldi ben hanımıma (İsraf ve mekruh
addettiğim için):
"Şu halını benden bari uzak tut!" diye
çıkıştığım vakit:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sizlerin de halıları olacak!"
dememiş miydi? diye karşılık verdi."[1155]
Duvar ve elbisenin resimlenmesi iki sebepten yasaktır:
1- Fuzulî israf ve iftiharı önlemek,
2- Putperestlik kapısını açmamak."
وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ
يَبْعَثُ
لهذِهِ
ا‘ُمَّةِ عَلى
رَأسِ كُلِّ
مِائَةِ
سَنَةٍ مَنْ
يُجَدِّدُ
لَهَا
دِينَهَا[.
أخرجه أبو داود
.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Muhakkak ki, Allah bu ümmet için, her yüz
senenin başında, kendisine dini tecdid edecek kimse(ler) gönderecektir." [1156]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadis-i
şeriflerinde kendinden sonra her asırda çıkacak ve hayat-ı içtimaiye-i
medeniyete soktukları bid'alarla dinden uzaklaşmış olan insanları tekrar
İslam'ın hakiki mecrasına sokacak olan kimseleri haber vermektedir.
Bu zatlara müceddid denmektedir. Bu mübarek zatların mümeyyiz vasfı bid'ayı temizleyip
sünneti ihyadır. Ölümü hicrî 101 olan Ömer İbnu Abdilaziz'den bu yana ümmet
böylesi insanlarla daima şerefyab olmuştur.
Resulullah'tan sonra geleceği belirtilen bu şahıslar
her asırda bir tane değildir. Aynı anda
her memlekette, farklı mezhep ve meşreplere göre her bir çevrede birçok insanlar, müceddid manasında
tecdid hizmeti yapabilecektir. Alimlerin belirttiği üzere, kimlerin müceddid
olduğu kesinlikle bilinemez, sünneti ihya, bid'atı imha, ilmi artırma, insanları amel, ahval ve
düşüncede İslam'a irca gibi karinelerle müceddid olduğuna zann-ı galible
hükmedilir. Müceddidin, dini alimlerin zahir ve batın her çeşidinde alim
olacağı belirtilmiştir. Fakih, muhaddis, müfessir, lügavi her tabaka kendi
imamlarını "müceddid" görmüşlerdir.
"Yüzyıl başı" nedir? Asrın ilk yılları mı,
son yılları mı ihtilaf edilmiştir. Bu hadiste, yüzyıl başı ile yüzyılın sonunun
kastedildiği söylenmiştir.
وعن
حُذَيْفَة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَامَ
فِينَا
رَسُولُ
اللّهِ #
مَقاماً
فَمَا تَرَكَ
شَيْئاً يَكُونُ
مِنْ
مََقَامِهِ
ذلِكَ الَى
قِيَامِ الْسَّاعَةِ
إَّ
حَدَّثَهُ،
حَفِظَهُ
مَنْ حَفِظَهُ،
وَنَسِيَهُ
مَنْ
نَسِيَهُ.
قَدْ عَلِمَهُ
أصْحَابِي
هؤَُءِ
وَإنَّهُ
لَيَكُونُ
مِنْهُ
الشَّىْءُ
قَدْ
نَسِيتُهُ
فَأرَاهُ فَأذْكُرَهُ
كَمَا
يَذْكُرُ
الرَّجُلُ
وَجْهَ
الرَّجُلِ
إذَا غَابَ
عَنْهُ. ثُمَّ
إذَا رَآهُ
عَرَفَهُ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
-Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) aramızda doğrulup, o günden kıyamete kadar olacak her
şeyden bahsetti. Onu belleyen belledi ve unutan da unuttu. Şu arkadaşlarım da
bunu bilirler. (Resulullah'ın haber verdiği ve fakat) unutmuş olduğum o
şeylerden biri vukua gelip görünce, öylesine canlı hatırlıyorum ki, tıpkı,
kişinin gördüğü bir şahsın yüzünü, o şahıs kaybolunca hatırlamadığı halde bilahare karşılaşınca hemen tanıyıvermesi
gibi." [1157]
Hadisin ravisi Huzeyfe (radıyallahu anh) Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın -başkaları tarafından bilinmeyen- sırlarına vakıf
olan bir zattır. Bu sebeple ona sahib-i sır da denmiştir. Hadisin bir veçhinde
"Allah'a yemin olsun benimle kıyamet arasında vukua gelecek bütün
fitneleri biliyorum.." der.
Resulullah'ın kıyamete kadar gelip üç yüz ve daha
fazla etbaı bulunacak her bir fitne başını ismiyle, babasının ve kabilesinin
ismiyle zikrettiğini belirtir.
وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال:
]أخْبَرَنِى
رَسُولُ
اللّهِ #
بِمَا هُوَ
كَائِنٌ الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
فَمَا مِنْهُ
شَىْءٌ إَّ وَقَدْ
سَألْتُهُ
عَنْهُ، إَّ
أنِّي لَمْ أسْألْهُ
مَا يُخْرِجُ
أهْلَ
الْمَدِينَةِ
مِنَ
الْمَدِينَةِ[.
أخرجه مسلم
.
-Yine Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar gelecek her şeyi bana
haber verdi. Onlardan her ne varsa Aleyhissalâtu vesselâm'a sordum. Sadece
"Medine halkını Medine'den kim çıkaracak?" bunu sormadım." [1158]
وعن
عَمْرِو بنِ
أخْطَبِ
ا‘نْصَارِىّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]صَلّى
بِنَا
رَسُولُ اللّهِ
# يَوْماً
الْفَجْرَ
وَصَعِدَ
الْمِنْبَرَ
فَخَطَبَنَا
حَتّى
حَضَرَتِ
الظُّهْرُ. فَنَزَلَ،
فَصَلّى،
ثُمَّ صَعِدَ
الْمِنْبَرَ،
فَخَطَبَنَا حَتَّى
حَضَرَتِ
الْعَصْرُ.
فَنَزَلَ
فَصَلّى
ثُمَّ صَعِدَ
الْمِنْبَرَ
فَخَطَبَنَا
حَتّى
غَرَبَتِ
الشَّمْسُ
فَأخْبَرَنَا
بِمَا هُوَ
كَائِنٌ الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ
فَأعْلَمُنَا
أحْفَظُنَا[.
أخرجه مسلم
.
-Amr İbnu Ahtab el Ensarî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir gün bize sabah namazını kıldırıp minbere çıktı.
Öğle vakti girinceye kadar hitap etti. Sonra minberden inip namaz kıldı. Tekrar
minbere çıkıp ikindi vakti girinceye kadar bize hitap etti. İnip ikindiyi
kıldı, sonra tekrar minbere çıktı, güneş batıncaya kadar bize konuştu. Bu
konuşmalarda kıyamet gününe kadar olacak (hadisatı) bize haber verdi. Bunları
en iyi bilenimiz, en belleyişli olanımızdır." [1159]
Hadisten bazı alimler "Resulullah makamından hiç
ayrılmadan, aynı mecliste kıyamete kadar gelecek ve etbaı üç yüz ve daha fazla
olacak fitneci başlarını isimleri, babalarının isimleri ve kabilelerinin
isimleri ile birlikte haber verdi" manasını çıkarmışlardır.
Bunları en iyi bilenin kendisi olduğunu söylerken Hz.
Huzeyfe, bu hutbeyi dinleyen diğerlerinin artık hayatta kalmadığını ima
etmektedir.
وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]لَمَّا
فُتِحَتْ
خَيْبَرُ
أُهْدِيَتْ
لِرَسُولِ
اللّهِ #
شَاةٌ فِيهَا
سُمٌّ. فقَالَ
#: اِجْمَعُوا
لِي مَنْ
ههُنَا مِنَ
الْيَهُودِ،
فَجُمِعُوا
لَهُ. فقَالَ
لَهُمْ: هَلْ
أنْتُمْ
صَادِقِىَّ
عَنْ شَيْءٍ
إنْ
سَألْتُكُمْ
عَنْهُ؟
قَالُوا: نَعَمْ.
فَقَالَ
لَهُمْ: مَنْ
أبُوكُمْ؟
قَالُوا:
فَُنٌ. قَالَ:
كَذَبْتُمْ،
بَلْ أبُوكُمْ
فَُنٌ.
قَالُوا:
صَدَقْتَ.
قَالَ: هَلْ
أنْتُمْ
صَادِقِيٍّ
كَمَا قَالَ
أوًَّ. قَالُوا:
نَعَمْ. وَإنْ
كَذَبْنَاكَ
عَرَفْتَهُ
كَمَا
عَرَفْتَهُ
في أبِينَا.
قَالَ: مَنْ
أهْلُ
النَّارِ؟
قَالُوا:
نَكُونُ
فيهَا يَسِيراً.
ثُمَّ
تَخْلُفُونَا
فيهَا. قَالَ:
اخْسَئُوا،
واللّهِ
نَخْلُفُكُمْ
فيهَا
أبَداً،
ثُمَّ قَالَ:
هَلْ أنْتُمْ
صَادِقيٍّ
عَنْ شَيْءٍ
إنْ
سَألْتُكُمْ
عَنْهُ؟
قَالوُا: نَعَمْ.
قَالَ: هَلْ
جَعَلْتُمْ
في هذِهِ
الشَّاةِ
سُمّاً؟
قَالُوا:
نَعَمْ.
قَالَ: فَمَا
حَمَلَكُمْ
عَلى ذلِكَ؟
قَالوُا:
أرَدْنَا إنْ
كُنْتَ
كَاذِباً أنْ
نَسْتِريحَ
مِنْكَ، وَإنْ
كُنْتَ
صَادِقاً
لَمْ
يَضُرَّكَ[.
أخرجه البخاري
.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hayber fethedildiği zaman, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a zehir
katılmış bir koyun (kızartması) hediye edildi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Yahudilerden burada olanları bana
toplayın!" emrettiler ve derhal toplanıp getirildiler.
"Size bir şey sorsam doğru söyleyecek
misiniz?" buyurdu. Onlar: "Evet!" deyince: "Babanız
kimdir?" buyurdu.
"Falancadır!" dediler.
"Yalan söylediniz, bilakis babanız
falandır!" buyurdu.
"Doğru söyledin!" dediler.
"Önceki gibi bana doğru söyleyecek misiniz?"
diye tekrar sordu.
"Evet! Zaten biz sana yalan söylesek sen onu
anlayacaksın, tıpkı babamız hakkındakini anladığın gibi" dediler.
"Cehennem ehli kimdir?" dedi.
"Biz orada az kalacağız. Orada bize siz halef
olacaksınız!" dediler.
"Defolun! Vallahi biz ebediyen size cehennemde
halef olmayacağız!" buyurdu. Sonra
da:
"Size bir şey sorsam bana doğru söyleyecek
misiniz?" buyurdu.
"Evet!" dediler.
"Bu koyuna zehir koydunuz mu, koymadınız
mı?" dedi.
"Evet, koyduk!" dediler.
"Pekiyi bunu niye yaptınız?" buyurdu.
"Yalancı (bir peygamber) isen, senden kurtulmayı
arzu ettik. Hakiki bir peygamber isen, bu zehir sana asla zarar vermez!"
dediler." [1160]
Hadis, Hayber'in fethinden sonra Zeyneb Bintu'l-Haris
adında bir Yahudi kadınının ihanetini anlatmaktadır. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın vefatıyla ilgili bahiste,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın bu zehirin tesiriyle öldüğüne dair rivayeti kaydetmiş
idik.
وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها:
]أن بَعْضَ
أزْوَاجِ
النَّبِيِّ #
قُلْنَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ ،
أيُّنَا
أسْرَعُ بِكَ
لُحُوقاً؟ قَالَ:
أطْوَلُكُنَّ
يَداً،
فَأخَذْنَ
قَصَبَةً
يَذْرَعْنَهَا.
فَكَانَتْ
سَوْدَةُ أطْوَلَهُنَّ
يَداً.
فَعَلِمْنَا
بَعْدُ أنَّمَا
كَان َطُولُ
يَدِهَا
الصَّدَقَةَ،
وَكَانَتْ تُحِبُّ
الصَّدَقَةَ،
وَكَانَتْ
أسْرَعُنَا
لُحُوقاً
بِهِ[. أخرجه
الشيخان
والنسائي
.
-Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hanımlarından bazıları: "Ey
Allah'ın Resulü! Hangimiz sana daha çabuk kavuşacak?" diye sordular. O da:
"Kolu en uzun olanınız!" diye cevap verdi.
Onlar da bir karış alıp kollarını ölçtüler. En uzun kollusu Sevde idi. Bilahare
anladık ki, kolunun uzunluğu(ndan murad) sadaka imiş. Zaten o sadaka vermeyi
severdi. İlk önce o, Aleyhissalâtu vesselâm'a kavuşmuştu." [1161]
ولمسلم في
أخرى:
]أسْرَعُكُنَّ
لُحُوقاً بِى أطْوَلُكُنَّ
يَداً.
قَالَتْ:
فَكُنَّ يَتَطَاوَلْنَ
أيَّتُهُنَّ
أطْولُ يَداً.
فَكَانَتْ
أطْوَلُنَا
زَيْنَبَ،
‘َنَّهَا كَانَتْ
تَعْمَلُ
بِيَدِهَا
وَتَتَصَدَّقُ[
.
-Müslim'in diğer bir rivayeti şöyledir: "Bana
kavuşmada en çabuğunuz kolu en uzun olanınızdır!"
Hz. Aişe devamla der ki: "Kol yönüyle kim daha
uzun diye uzunluk ölçüşmesi yaptılar. En uzunumuz Zeyneb [Bintu Cahş] idi.
Çünkü o, eliyle çalışır ve kazandığını sadaka olarak fukaraya verirdi." [1162]
Bu iki hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevcelerinin, kendisine ahirete kavuşmada hangisinin erken davranacağını
sorduklarını görmekteyiz. Aleyhissalâtu vesselâm mucize olarak "kolu en
uzun olanınız" der. Muhatapları, zahire göre anlayarak kollarını ölçerler.
Halbuki Aleyhissalâtu vesselâm mecaz kasdetmiştir. Buradaki kol uzunluğundan
maksad cömertliktir, sehavettir. Allah yolunda yapılan tasaddukun çokluğudur.
Bu durum, Allah Resulü'nün vefatından sonra ilk vefat edenin Zeyneb Bintu Cahş
olmasıyla anlaşılır. Çünkü Zeyneb, deri ustasıdır, hem işliyor, hem de
dikiyordu. Mamulatını satıp kazandığı parayı Allah yolunda tasadduk ediyordu.
Çalışmak ar değildir. Kişinin mevkii, makamı, maddî durumu ne kadar yüce
olursa olsun, çalışmak evladır: Peygamber hanımı bile, ihtiyacı olmadığı halde
çalışmayı ihmal etmemiştir, hem de deri işlemek gibi nahoş kokulu bir meslekte.
İçinde bulunduğumuz devrin gündemini işgal eden
kadının çalışması meselesinde Zeyneb Bintu Cahş (radıyallahu anhâ) hadisesinden
alacağımız ibretler olmalıdır.
وعن هَِلِ
بْنُ عَمْرو
قال:
]سَمِعْتُ
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
يَقُولُ:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #
يَخْرُجُ
مِنْ وَرَاءِ
النَّهْرِ
رَجُلٌ
يُقَالُ لَهُ
الْحَارِثُ،
حَرَّاثٌ،
عَلى
مُقَدِّمَتِهِ،
رَجُلٌ
يُقَالُ لَهُ
مَنْصُورٌ
يُوطَئُ أوْ
يُمَكِّنُ
Œلِ
مُحَمّدٍ
كَمَا
مَكّنَتْ
قُرَيْشٌ
لِرَسُولِ
اللّهِ #،
وَاجِبٌ عَلى
كُلِّ
مُؤْمِنٍ
نَصْرُهُ،
أوْ قَال:
إجَابَتُهُ[.
أخرجه أبو
داود .
-Hilal İbnu Amr anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh)'yi dinledim. Demişti ki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Maveraunnehir'den bir adam çıkacak, ona el-Haris
Harras (çiftçi) [el-Haris İbnu Harras] denecek. (Ordusunun) önünde Mansur denen
bir adam olacak. Bu zat Al-i Muhammed için (malıyla, hazineleriyle, silahıyla
zemin) hazırlayacak, hilafeti mümkün kılacaktır. Tıpkı Kureyş'in Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a mümkün kıldığı gibi. Ona yardımcı olmak her
Müslümana vacib olmuştur -veya ona icabet etmesi vacip olmuştur dedi.-" [1163]
Burada, Aleyhissalâtu vesselâm, istikbalde Maveraunnehir
bölgesinden çıkacak salih bir kimseden ve onun ifa edeceği güzel hizmetlerden
bahsetmekte, haber vermektedir. Çıkacak olan bu salih zat, imkanlarıyla Al-i
Beyt'in hilafete geçmesi için zemin hazırlayacak, yardımcı olacaktır. Al-i
Muhammed'den maksad, ammeten Resulullah'ın nesl-i mübareklerinin hepsidir.
وعن ابن
أبي كثِيرٍ
قال: ]قَالَ
أبُو سَهْمٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
مَرَّتْ بِي
امْرَأةٌ فَأخَذْتُ
بِكَشْحِهَا
ثُمَّ
أطْلَقْتُهَا.
فَأصْبَحَ
رَسُولُ
اللّهِ #في
الْمَدِينَةِ
يُبَايِعُ
النّاسَ
فَأتَيْتُهُ. فَقَالَ:
ألَسْتَ
بِصَاحِبِ
الْجَذْبَةِ
بِا‘مْسِ؟
فَقُلْتُ:
بَلَى.
وَإنِّي َ
أعُودُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ
فَبَايَعَنِي[.
أخرجه رزين
.
- İbnu Ebi Kesir anlatıyor: Ebu Sehm (radıyallahu anh)
dedi ki: "Bana [Medine'de] bir
kadın uğramıştı. Böğründen tuttum, sonra
saldım. Sabahleyin Aleyhissalâtu vesselâm halktan biat almaya başladı. Yanına
ben de gittim.
"Dün kadını tutan değil misin sen?" diye
sordular.
"Evet! Ama bir daha yapmayacağım ey Allah'ın
Resulü!" dedim. Benim biatımı da aldı." [1164]
Cansızların Resûlullah'a Konuşmaları
عن عَليٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
بِمَكَّةَ
فَخَرَجْنَا في
بَعْضِ
نَوَاحِيهَا،
فَمَا
اسْتَقْبَلَهُ
شَجَرٌ وََ
جَبَلٌ إَّ
وَهُوَ
يَقُولُ: السََّمُ
عَلَيْكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ[. أخرجه
الترمذي .
-Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la Mekke'de
idim. Beraberce bir tarafına gitmiştik. O'nun karşısına çıkan her ağaç,
her dağ O'na selam veriyor ve:
"Allah'ın selamı üzerine olsun ey Allah'ın Resulü!" diyordu." [1165]
وعن جابرِ
بْنِ سَمُرَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # إنَّ
بِمَكَّةَ
حَجَراً كَان
َيُسَلِّمُ
عَلىَّ
لَيَالِىَ
بُعِثْتُ،
إنّى
‘عْرِفُهُ نَ[.
أخرجه مسلم
والترمذي
.
-Cabir İbnu Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mekke'de bir
taş var, peygamberlik geldiği zaman günler boyu bana selam verdi, şu
anda o taşı biliyorum." [1166]
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قل:
]جَاءَ
أعْرَابِيٌّ
الى رَسُولِ
اللّهِ #،
فَقَالَ: بِمَ
أعْرَفُ
أنَّكَ
رَسُولُ
اللّهِ؟ قَالَ:
أنْ أدْعُوَ
هذَا
الْعِذْقَ
مِنَ
النَّخْلَةِ فَيَشْهَدُ
لِي أنِّي
رَسُولُ
اللّهِ، فَدَعَاهُ،
فَجَعَلَ
الْعِذْقُ
يَنْزِلُ مِنَ
النَّخْلَةِ
حَتّى سَقَطَ
الى رَسُولِ
اللّهِ #،
وَقَال:
السََّمُ
عَلَيْكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؛
ثُمَّ قَالَ
لَهُ رَسُولُ
اللّهِ #:
اِرْجِعْ الى
مَوْضِعِكَ.
فَعَادَ
الى
مَوْضِعِهِ
وَالْتَأَمَ،
فَأسْلَمَ
ا‘عْرَابِيُّ[.
أخرجه
الترمذي .
- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir
bedevi gelerek Aleyhissalâtu vesselâm'a:
“Senin Allah elçisi olduğunu ne ile bileyim?"
dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Hurma ağacından şu salkımı çağırmamla. O
benim Allah'ın elçisi olduğuma şehadet eder!" dedi ve onu çağırdı. Salkım, ağaçtan inmeye
başladı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına düştü ve: "Selam
senin üzerine olsun ey Allah'ın Rsulü!" dedi. Sonra Aleyhissalâtu vesselâm
ona:
"Haydi yerine dön!" emrettiler. Salkım,
yerine döndü ve eski yerine kaynadı. Bedevi (bu manzara karşısında) Müslüman
oldu." [1167]
وعن
مَعْنِ بْنِ
عبدالرّحمنِِ
قال: ]سَمِعْتُ
أبِى
رَحِمَهُ
اللّهُ
يَقُولُ:
سَألْتُ مَسْرُوقاً
مَنْ آذَنَ
النَّبِىَّ #
بِالْجِنِّ
لَيْلَةَ
اسْتَمَعُوا
الْقُرآنَ؟
فَقَالَ:
حَدَّثَنِي
أبُوكَ،
يَعْنِي
ابْنَ
مَسْعُودٍ أنَّهُ
قَالَ:
آذَنَتْ
بِهِمْ
شَجَرَةٌ[.
أخرجه الشيخان
.
-Ma'n İbnu Abdirrahman anlatıyor: "Babam
merhumu dinledim. Diyordu ki:
"Mesruk'a sordum: "Kur'anı dinledikleri
gece, cinleri(n geldiğini) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kim haber
verdi?" Bana şu cevabı verdi: "Baban, yani İbnu Mes'ud bana bildirdi ki: "Onların yani cinlerin
geldiğini bir ağaç haber verdi." [1168]
Sadedinde olduğumuz rivayet, cinlerin Resulullah'ı
gıyabında dinlediklerini, fakat ağaçların bunu Aleyhissalâtu vesselâm'a haber
verdiğini te'yid etmektedir.
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]خَطَبَ
رَسُولُ
اللّهِ # الى
لِزْقِ
جِذْعٍ،
فَلَمَّا صَنَعُوا
لَهُ
الْمِنْبَرَ فَخَطَبَ
عَلَيْهِ
حَنَّ
الْجِذْعُ
حَنِينَ
النَّاقَةِ.
فَنَزَلَ #
فَمَسَّهُ
فَسَكَنَ[.
أخرجه
الترمذي .
-Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir hurma kütüğüne dayanarak hitapta bulun(ur)du. (Duyulan ihtiyaç
üzerine) ona bir minber yaptılar, onun üzerinde hutbe vermeye başladı. Hurma
kütüğü Aleyhissalâtu vesselâm'ın kendisini
terketmesi üzerine) bir deve inleyişi gibi inleyip ağlamaya başladı.
Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) minberden inip kütüğü meshedip
okşadı. Kütük inlemeyi bırakıp sükünet buldu." [1169]
Daha önce izahı geçtiği üzere, Mescid-i Nebevî'de
cemaatın artmasıyla arkada kalanlar Aleyhissalâtu vesselâm'ın konuşmalarını
yeterince işitemez olurlar. Bunun üzerine, hutbelerin yüksekçe bir yerden verilmesi
zaruret haline gelir ve bir minber inşa edilir. Resulullah minberin inşasından
sonra, daha önce hutbe sırasında dayandığı hurma kütüğünü terkederek minberin
üzerinden hutbe vermeye başlar.
Kütük bu ayrılığın tesiriyle inler ve deve gibi ses
çıkarır. Hadisin Buhârî'de, Hz. Cabir'den gelen veçhinde kütüğün çocuk gibi
bağırdığı ifade edilir. Bu olay, mescidde çok sayıda kimsenin huzurunda cereyan
etmiş olduğu için, pek çok sahabi tarafından rivayet edilmiştir, lafzî
mütevatirlerden biridir.
Yiyecek ve İçeceklerin Artıp Bereketlenmesi
عن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #،
َوَحَانَتِ
صََة
الْعَصْرِ، فَالْتَمَسَ
النَّاسُ
الْوُضُوءَ
فَلَمْ يَجِدُوهُ.
فَأُتِي #
بِوُضُوءٍ،
فَوَضَعَ يَدَهُ
فيهِ،
وَأمَرَ
النَّاسَ أنْ
يَتَوَضَّئُوا
مِنْهُ.
قَالَ:
فَرَأيْتُ
الْمَاءَ
يَنْبَعُ مِنْ
تَحْتِ
أصَابِعِهِ
فَتَوَضَّأ
الْنَّاسُ
عَنْ
آخِرِهِمْ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
-Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ikindi namazının vakti girince
gördüm. Halk abdest alacak su arıyordu, bulamadılar. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a abdest suyu getirildi. Hemen
elini içine koydu ve halka ondan abdest almalarını emretti. Enes der ki:
"Ben suyun parmaklarının altından
kaynadığını gördüm. Halk en sonuncuya varıncaya kadar abdestini aldı." [1170]
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]عَطِشَ
النّاسُ
يَوْمَ
الْحُدَيْبِيَةَ،
فَأتَوْا رَسُولَ
اللّهِ #؛
وَبَيْنَ
يَدَيْهِ
رَكْوَةٌ،
فَتَوَضَّأَ،
فَجَهَشَ
النَّاسُ نَحْوَهُ.
فَقَالَ:
مَالَكُمْ؟
قَالُوا:
لَيْسَ عِنْدَنَا
مَا نَتَوَضَّأَ
بِهِ وََ
نَشْرَبُ إَّ
مَا بَيْنَ
يَدَيْكَ،
فَوَضَعَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَدَهُ فِي الرَّكْوَةِ،
فَجَعَلَ
الْمَاءُ
يَفُورُ مِنْ
بَيْنَ
أصَابِعِهِ
كَأمْثَالِ
الْعُيُونِ
وَشَرِبْنَا.
قِيلَ
لِجَابِرٍ:
كَمْ كُنْتُمْ
يَوْمَئِذٍ؟
قَالَ: لَوْ
كُنَّا مِائَةَ
ألْفٍ
لَكَفَانَا؛
كُنَّا
خَمْسَ
عَشَرَةَ
مِاَئَةً[.
أخرجه
الشيخان.
-Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hudeybiye günü, halk usandı, Aleyhissalâtu vesselâm'a geldiler.
Resulullah'ın önünde deriden mamul bir
su kabı vardı, abdest aldı. Halk ona doğru sokuldu. Bunun üzerine:
"Neyiniz var?" diye sordu.
"Yanımızda abdest almaya ve içmeye önünüzdekinden
başka suyumuz kalmadı!" dediler.
Aleyhissalâtu vesselâm, derhal ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının
arasından su kaynamaya başladı, tıpkı gözelerin kaynaması gibiydi. Hepimiz
ondan içtik."
Hz. Cabir'e:
"O gün kaç kişiydiniz?" denildi.
"Eğer, biz yüz bin de olsak su yetecekti, ama biz bin beş yüz kişi
idik." cevabını verdi."
[1171]
ـ وعن
الْبراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]تَعُدُّونَ
أنْتُمُ
الْفَتْحَ
فَتَحَ مَكَّة،
وَقَدْ كَانَ
فَتَحَ
فَتْحاً،
وَنَحْنُ
نَعُدُّ
الْفَتْحَ
بَيْعَةَ
الرِّضْوَانِ
يَوْمَ
الْحُدَيْبِيَةِ،
كُنَّا مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #:
أرْبَعَ
عَشَرَةَ
مِائَةً، وَالْحُدَيْبِيَةُ
بِئْرٌ.
فَنَزَحْنَاهَا
فَلَمْ
نَتْرُكْ
فِيهَا
قَطْرَةً،
فَبَلَغَ
ذلِكَ النَّبِىَّ
#، فَأتَاهَا،
فَجَلَسَ
عَلى شَفِيرِهَا
ثُمَّ دعَا
بِإنَاءٍ
مِنْ مَاءٍ،
فَتَوضَّأ
وَتَمَضْمَضَ
وَدَعَا.
ثُمَّ
صَبَّهُ فِيهَا
فَتَرَكْنَاهَا
غَيْرَ
بَعِيدٍ. ثُمَّ
إنَّهَا
أصْدَرَتْنَا
مَا شِئْنَا
نَحْنُ
وَرِكَابُنَا[.
أخرجه
البخاري .
-Hz. Bera (radıyallahu anh)'dan rivayete göre demiştir
ki:
"Siz Fetih deyince Mekke'nin fethini
anlıyorsunuz. Evet Mekke'nin fethi bir fetihtir. Ancak biz sahabiler, fetih deyince, Hudeybiye
günündeki Bey'atu'r-Rıdvan'ı anlardık. Biz o zaman, Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında
bin dört yüz kişi idik. Hudeybiye bir kuyu(nun adı)dır. Biz o kuyunun suyunu
tamamen aldık, tek damla bırakmadık. Bu
durum Aleyhissalâtu vesselâm'a ulaşmıştı. Derhal kuyunun yanına geldi, kenarına
oturup bir kap su istedi. Elini yıkadı, ağzına su alıp [kuyuya püskürttü] ve
dua etti. Sonra suyu kuyuya döktü. ["Onu bir müddet terkedin" dedi.]
Biz kuyuyu terkedip biraz uzaklaştık. Az
sonra kuyu bize ve bineklerimize yetecek
kadar su saldı." [1172]
ـ وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
نَعُدُّ اŒيَاتِ
بَرَكَةً،
وَأنْتُمْ
تَعُدُّونَهَا
تَخْوِيفاً،
كُنَّا مَعَ
النَّبِىِّ #
في سَفَرٍ
فَقَلَّ
الْمَاءُ،
فقَالَ:
اطْلُبُوا
فَضْلَةً
مِنْ مَاءٍ
فجَاءُوا
بِإنَاءٍ فيهِ
مَاءٌ
قَلِيلٌ،
فأدْخَلَ
النَّبِىُّ #
يَدَهُ فيهِ
ثُمَّ قَالَ:
حَىَّ عَلى
الطَّهُورِ
الْمُبَارَكِ،
وَالْبَرَكَةُ
مِنَ اللّهِ
تَعَالَى.
فَلَقَدْ
رَأيْتُ
الْمَاءَ
يَنْبَعُ
مِنْ بَيْنِ
أصَابِعِهِ.
وَلَقَدْ
كُنَّا نَسْمَعُ
تَسْبِيحَ
الطَّعَامِ
وَهُوَ يُؤْكَلُ[.
أخرجه
البخاري
والترمذي
والنسائي
.
-İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mucizelerini bereket addederdik, siz ise
onları bir korkutma vesilesi sayıyorsunuz. Biz Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte bir seferde bulunuyorduk. Suyumuz azaldı.
"Bana (bir parça) artık su arayın!" buyurdular.
İçerisinde azıcık su bulunan bir kap getirdiler. Aleyhissalâtu vesselâm elini
içine soktu ve:
"Haydi temiz, mübarek suya gelin. Bereket Allah
Teala hazretlerindendir!" buyurdular. Yemin olsun, suyun parmaklarının
arasından kaynadığını gördüm. Vallahi biz, yenmekte olan taamın tesbihini
işitirdik." [1173]
وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
مَعَ
النَّبِىِّ #
في مَسِيرٍ
فَنَفَذَتْ أزْوَادُ
الْقَوْمِ،
حَتّى
هَمُّوا
بِنَحْرِ
بَعْضِ
حَمَائِلِهِمْ.
فقَالَ
عُمَرُ رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
يَا رَسُولَ
اللّهِ! لَوْ
جَمَعْتُ مَا
بَقيَ مِنْ
أزْوَادِ
الْقَوْمِ.
فَدَعَوْتَ
اللّهَ
عَلَيْهَا
فَفَعَلَ
فَجَاءَهُ
ذُو الْبُرِّ
بِبُرِّهِ،
وَذُو
التَّمْرِ
بِتَمْرِهِ،
وَذُو
النَّوَاةِ
بِنَوَاتِهِ.
قِيلَ: مَا
كَانُوا
يَصْنَعُونَ
بِالنَّوَى؟
قَالَ:
كَانُوا
يَمُصُّونَهُ
وَيَشْرَبُونَ
عَلَيْهِ
الْمَاءَ.
فَدَعَا
عَلَيْهَا
حَتّى مَ‘َ
الْقَوْمُ
مَزَاوِدَهُمْ.
ثُمَّ قَالَ
عِنْدَ ذلِكَ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ
وَأنِّي
رَسُولُ
اللّهِ، َ
يَلْقَى
اللّهُ
بِهِمَا
عَبْدٌ
غَيْرُ
شَاكٌّ فِيهِمَا
إَّ دَخَلَ
الْجَنَّةَ[.
أخرجه مسلم.
-Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber bir seferde idik. Derken bir ara
halkın azığı tükendi. Bineklerinden bazısını kesmek istediler. Hz. Ömer,
(Aleyhissalâtu vesselâm'a müracaat ederek):
"Ey Allah'ın Resulü! Ben cemaatin geri kalan
yiyeceklerini toplasam da sen onlar üzerine -bereketlenmeleri için- dua ediversen daha iyi olur, (bineklerimizi
kesmeyiz)!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da öyle hareket etti. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan
hurmasını, (hurma) çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi."
"Çekirdekle ne yapıyorlardı?" diye sorulunca
açıkladı:
"Halk onu emiyor, üzerine de su içiyorlardı.
Resulullah dua buyurdu. (Taam öylesine bereketlendi ki) herkes azık kaplarını
yiyecekle doldurdu. Aleyhissalâtu vesselâm bu İlahî ikram karşısında:
"Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve ben O'nun resulüyüm. Bu
iki kaziyede şüpheye düşmeden Allah'a kavuşan cennete gidecektir"
buyurdu." [1174]
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
في حَفْرِ
الْخَنْدَقِ
فَرَأيْتُ
بِرَسُولِ
اللّهِ #
خَمْصاً شَدِيداً،
فَانْكَفَأْتُ
الى
امْرَأتِي، فَقُلْتُ:
هَلْ
عِنْدَكِ
شَىْءٌ؟
فَاِنِّى رَأيْتُ
بِالْنَّبِىِّ
# خَمْصاً
شَدِيداً؟ فَأخْرَجَتْ
جِرَاباً
فيهِ صَاعٌ
مِنْ شَعِيرٍ
وَلَنَا
بُهَيْمَةٌ
دَاجِنٌ
فَذَبَحَتْهَا
وطَحَنَتِ
الشَّعِيرِ
فَفَرَغَتْ
الى فَرَاغِي
وَقَطَّعْتُهَا
في
بُرْمَتِهَا
ثُمَّ وَلَيْتُ
الى رَسُولِ
اللّهِ #.
فَقَالَتِ
امْرَأتِي: َ
تَفْضِحْنِي
بِرَسُولِ
اللّهِ #
فَجِئْتُهُ
وَمَنْ
مَعَهُ،
فَسَارَرْتُهُ؛
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
ذَبَحْنَا
بُهَيْمَةَ
لَنَا
وَطَحَنَّا
صَاعاً مِنْ
شَعِيرٍ
كَانَ عِنْدَنَا.
فَتَعَالَ
أنْتَ
وَنَفَرٌ
مَعَكَ، فَصَاحَ
بِأعْلَى
صَوْتِهِ: يَا
أهْلَ الْخَنْدَقِ
إنَّ
جَابِراً
قَدْ صَنَعَ
سُؤْراً
فَحَيَّ هًَ
بِكُمْ. ثُمَّ
قَالَ َ
تُنْزِلَنَّ
بُرْمَتَكُمْ
وََ
تَخْبِزَنَّ
عَجِينَكُمْ
حَتّى أجِئَ،
فَجِئْتُ
وَجَاءَ
رَسُولُ
اللّهِ # يَقْدُمُ
النّاسَ
حَتّى جِئْتُ
امْرَأتِي،
فَقَالَتْ:
بِكَ وَبِكَ.
فَقُلْتُ:
قَدْ فَعَلْتُ
الّذِى
قُلْتِ لِي.
فَأخْرَجْتُ
الْعَجِينَ
فَبَصَقَ
فِيهِ
وَبَارَكَ
ثُمَّ عَمَدَ
الى
الْبُرْمَةِ
فَبَصَقَ
فيهَا وَبَارَكَ.
ثُمَّ قَالَ:
اِدْعِي
خَابِزَةً
فَلْتَخْبِزْ
مَعَكَ،
وَاقْدَحِي
مِنْ
بُرْمَتِكِ،
وََ
تُنْزِلِيهَا
وَهُمْ ألْفٌ
فَأُقْسِمُ بِاللّهِ
‘َكَلُوا
حَتّى
تَرَكُوا
وَانْحَرَفُوا،
وَإنَّ
بُرْمَتَنَا
لَتَغِلُّوا
كَمَا هِيَ،
وَإنَّ
عَجِينَنَا
يُخْبَزُ كَمَا
هُوَ[. أخرجه الشيخان.»البُهِيمةُ«
تصغير بهيمة،
وهى ولد الضأن
ذكراً كان أو
أنثى.و»الدّاجنُ«
الشاة التي
تألف البيت
وتتربى
فيه.و»السُّؤْرُ«
بالهمزة وهى
كلمة فارسية،
معناها
الوليمة
والطعام الذي
يدعى إليه.قال
ا‘زهرى في هذا:
إن النبي # قد تكلم
بالفارسية.
ومعنى » حىَّ
هً« تعالوا
وعجلوا.و»غَطَّتِ«
القدر: غلت،
وغطيطها: صوتها
.
-Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hendek'in kazılması sırasındaydı. Aleyhissalâtu vesselâm'ın çok
acıktığını gördüm. Hanımıma gelerek:
"Yanında yiyecek bir şey var mı, Aleyhissalâtu
vesselâm'ı çok acıkmış gördüm"
dedim. İçerisinde bir sa' kadar arpa bulunan bir dağarcık çıkardı. Bizim
evcilleşmiş bir koyuncuğumuz vardı. Zevcem koyunu kesti, arpayı da öğüttü. Ben
işimi bitirinceye kadar o da bitirdi. Koyunu onun çömleğine parçaladım. Sonra
Ayhissalâtu vesselâm'ın yanına döndüm. Hanımım:
"Sakın beni Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
karşı mahcup etmeyesin!" dedi. Ben Aleyhissalâtu vesselâm ve
beraberindekilerin yanına geldim ve gizlice:
"Ey Allah'ın
Resulü! Bir hayvancığımız vardı kestik, evde bulunan bir sa' kadar
arpayı da öğüttük. Haydi siz ve beraberinizdekiler bize buyurun!" dedim.
Ama Resulullah yüksek sesle:
"Ey Hendek halkı! Ca'bir size ziyafet hazırlamış! Haydi buyurun!" diye
bağırdı. (Bana da):
"Ben gelinceye kadar tencereyi ocaktan indirmeyin,
hamurunuzu da ekmek yapmayın!"
buyurdular. Ben (eve) geldim. Halktan
önce Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) geldi. Ben hanımıma uğramıştım. Bana:
"Yaptığını gördün mü, (beni mahcup edeceksin),
alacağın olsun" dedi. Ben de:
"Senin söylediğini yaptım" dedim. Hemen hamuru çıkardım. Aleyhissalâtu vesselâm içine
tükrüğünden koydu ve bereketle dua etti, sonra
tencereye yöneldi, ona da tükrük koyup bereketle dua etti. Sonra zevceme:
"Ekmek yapacak bir kadın çağır, seninle ekmek
yapsın! Tencereden de kepçeyle al, onu
ocaktan indirme!" diye talimat verdi. Gelenler bin kadardı. Allah'a yemin
olsun hepsi de (doyuncaya kadar) yedi ve sofradan ayrıldı. Tenceremiz, olduğu
gibi kaynıyordu. Hamurumuz ise, ekmek yapılıyor olduğu halde aynen (eksiksiz)
duruyordu." [1175]
وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]أتَيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَوْماً
بِتَمَراتٍ.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
#،اِدْعُ
فِيهِنَّ
بِالْبَرَكَةِ،
فَضَمَّهُنَّ،
ثُمَّ دَعَا
لِي فِيهِنَّ
بِالْبَرَكَةِ
ثُمَّ قَالَ:
خُذْهُنَّ
فَاجْعَلْهُنَّ
في مِزْوَدِكَ
هذَا،
وَكُلَّمَا
أرَدْتَ أنْ
تَأخُذَ
مِنْهُ
شَيْئاً
أدْخِلْ
يَدَكَ فيهِ
وَخُذْهُ وََ
تَنْثُرْهُ
نَثْراً.
فَفَعَلْتُ،
فَلَقَدْ
حَمَلْتُ
مِنْهُ كَذَا
وَكذَا وَسْقاً
في سَبِيلِ
اللّهِ
فَكُنَّا
نَأكُلُ
مِنْهُ
وَنُطْعِمُ،
وَكَانَ َ
يُفَارِقُ
حِقْوِى حَتّى
كَانَ يَوْمَ
قُتِلَ
عُثْمَانُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه
انْقَطَعَ؛
زَادَ رَزِين:
فَسَقَطَ
فَحَزِنْتُ
عَلَيْهِ[.
أخرجه
الترمذي.»المزادة«
القربة
والرواية.و»الحقو«
شدّ ا“زار، فسمى
به ا“زار .
- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Bir gün, elimde birkaç hurma olduğu halde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in yanına geldim ve: "Ey Allah'ın Resulü, şunlara bereketle bir
dua ediverin!" dedim. Hemen onları biraraya getirip, sonra onların bereketi için bana dua etti. Sonra:
"Bunları al, şu erzak kabına koy. Her ne zaman
bundan bir şey almak isteyince, elini içine daldır ve al. Sakın, içindekileri
döküp dağıtma!" buyurdular. Ben de
öyle yaptım. Ben bundan şu şu kadar vask
miktarında Allah yolunda tasaddukta bulundum. Ayrıca biz ondan hem kendimiz
yedik hem de başkalarına yedirdik. Onu belimden hiç ayırmadım. Bu hal, Hz.
Osman'ın şehid edildiği güne kadar devam etti. O zaman koptu. (Rezin şu ilavede bulundu: "Ve düştü,
buna çok üzüldüm.)" [1176]
Bu kaydettiğimiz örnekler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın duası
hürmetine yiyecek ve içeceklerin bereket kazandığına ve miktarca arttığına
delil olmaktadır. Bu çeşitten başka rivayetler de var. Bu hadiselerden bir
tanesi ile ilgili rivayetlerin sayısı, mütevatir denecek seviyeye ulaşmaz ise de, hepsinin
toplamı ulaşır ve böylece "Aleyhissalâtu vesselâm'ın duası ile yiyecek ve
içeceklerin bereketlenmesi" hadisesi mütevatir olur ve ilm-i yakin ifade
eder. Bu çeşit mütevatir hadislere
manevî mütevatir denmektedir.
Resulullah'ın Duasının Makbul Olması
ـ عن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]بَيْنَا رَسُولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
عِنْدَ
الْبيْتِ وَأبُو
جَهْلٍ
وَأصْحَابُهُ
جُلُوسٌ، وَقَدْ
نُحِرَتْ
جَزُورٌ
بِا‘مْسِ.
فَقَالَ أبُو
جَهْلٍ:
أيُّكُمْ
يَقُومُ الى
سََ جَزُورٍ بَنِى
فَُنٍ،
فَيْضَعَهُ
بَيْنَ
كَتِفَيْ مُحَمّدٍ
إذا سَجَدَ؟
فَانْبَعَثَ
أشْقَى
الْقوْمِ
فَأخَذَهُ،
فَلَمَّا
سَجَدَ
النَّبِيُّ
وَضَعَهُ
بَيْنَ
كَتِفَيْهِ.
فَاسْتَضْحَكُوا،
وَجَعلَ
بَعْضُهُمْ
يَمِيلُ عَلى
بَعْضٍ،
وَأنَا
قَائِمٌ
أنْظُرُ، لَوْ
كَانَتْ لِى
مَنَعَةٌ
طَرَحْتُهُ
عَنْ ظَهْرِهِ،
وَالنَّبِيُّ
# سَاجِدٌ مَا
يَرْفَعُ
رَأسَهُ،
حَتّى انْطَلَقَ
إنْسَانٌ
فَأخْبَرَ
فَاطِمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنها،
فَجَاءَتْ
وَهِىَ
جُوَيْرِيَةٌ،
فَطَرَحَتْهُ
عَنْهُ. ثُمَّ
أقْبَلَتْ
عَلَيْهِمْ
تَشْتِمُهُمْ.
فَلَمَّا قَضَى
# صََتَهُ
رَفَعَ
صَوْتَهُ.
ثُمَّ دَعَا عَلَيْهِمْ،
وَكانَ إذَا
دَعَا دَعَا
ثََثَ
مَرَّاتٍ، وَإذَا
سَألَ سَألَ
ثَثاً. ثُمَّ
قَالَ: اللّهُمَّ
عَلَيْكَ
بِقُرَيْشٍ
ثَثاً.
فَلَمَّا سَمِعُوا
صَوْتَهُ
ذَهَبَ
عَنْهُمُ
الضَّحِكُ
وَخَافُوا
دَعْوَتَهُ.
ثُمَّ قَالَ:
اللّهُمَّ
عَلَيْكَ
بِأبِى
جَهْلِ بْنِ
هِشَامٍ
وَعُتْبَةَ
بْنِ
رَبِيعَةَ
وَشَيْبَةَ
بْنِ رَبِيعَةَ
وَالْوَلِيدِ
بْنِ
عُتْبَةَ
وأُمَيَّةَ
بْنِ خَلَفٍ
وَعُتْبَةَ
بْنِ أبِى مُعَيْطٍ،
وَذَكَرَ
السَّابِعَ
وَلَمْ أحْفَظْهُ.
فَوَالّذِى
بَعَثَ
مُحَمّداً #
بِالْحَقِّ
لَقَدْ
رَأيْتُ
الّذِينَ
سَمّى صَرْعَى
يَوْمَ بَدْرٍ.
ثُمَّ
سُحِبُوا الى
الْقَلِيبِ:
قَلِيبِ بَدْرٍ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائي.»السَّ«
هو الذي يكون
فيه الولد في
بطن أمه، وقيل
هو الكرش . و»الجزور«
البعير ذكراً
كان او أنثى إ
أن اللفظة
مؤنثة.و»المنعة«
القوة والشدة
التي يمتنع بها
ا“نسان على من
يريده بأذى أو
غيره.و»القَليبُ«
البئر التي لم
تطو .
-Hz. İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ka'be'nin yanında namaz kılarken, Ebu
Cehl ve arkadaşları da orada oturuyordu. Bir gün öncesi bir deve kesilmişti.
Ebu Cehl arkadaşlarına: "Falan ailenin kestiği devenin işkembesini kim
getirip, secdeye gidince Muhammed'in omuzları arasına bırakacak?" dedi.
Oradakilerin en bedbahtı fırlayıp, işkembeyi kaptığı gibi, Aleyhissalâtu
vesselâm secdeye kapanınca iki omuzu arasına bıraktı. Buna hepsi güldüler,
(keyflerinden) birbirlerinin üzerine eğilmeye başladılar. Ben (biraz
uzaklarında) ayakta durmuş onlara bakıyordum. Eğer bir destekcim olsaydı onu
sırtından atardım. Resulullah secdede idi, başını kaldırmıyordu. Derken biri
kalkıp Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ)'ya haber verdi. O, henüz küçük bir
kızcağızdı, geldi, işkembeyi sırtından yere attı. Sonra onlara yönelip,
hakaretler savurdu. Aleyhissalâtu vesselâm namazını tamamlayınca, sesini
yükseltti ve hepsine bedduada bulundu. Resulullah dua etti mi üç kere tekrar
ederdi, bir şey isteyince de üç kere isterdi. Namazı bitince:
"Allah'ım, Kureyş(in helakini) sana havale
ediyorum!" dedi ve üç kere tekrar etti. Resulullah'ın sesi kulaklarına
gelince onlardan gülme gitti. Duasından korkuya düştüler. [Beddua edince bu
onlara çok ağır geldi. Zira onlar bu beldede yapılan duaların kabul edildiğini
biliyorlardı.] Sonra Resulullah:
"Ey Allah'ım, Ebu Cehl İbnu Hişam'ın, Utbe İbnu
Rebia'nın, Şeybe İbnu Rebia'nın, Velid
İbnu Utbe'nin, Ümeyye İbnu Halef'in, Utbe İbnu Ebi Muayt'ın helaklerini sana havale ediyorum" dedi. Bir
yedinciyi de zikretmişti, aklımda tutamadım. Muhammed'i hak ile gönderen Zat-ı
Zülcelal'e yemin olsun, Resulullah'ın ismen zikrettiği bu adamları, Bedir günü
hep yerlere serilmiş gördüm. Bunlar, sonra da kuyuya, Bedir kuyusuna sürüklenip
atıldılar." [1177]
Müşriklerin, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
yaptıkları hakaretin derecesi, görüldüğü
üzere, secde ederken üzerine -işkembe diye tercüme ettiğimiz, aslında
hayvan yavrusunun içinde bulunduğu- torbayı
atıyorlar. Bu büyük bir hakarettir. Resulullah bunları sabırla
geçiştirir idiyse de, burada beddua ediyor.
Aleyhissalâtu vesselâm'ın bedduası ciddi bir korkuya
sebep oluyor ve bu korku zaman zaman
dile getiriliyor. Öyle ki, Resulullah'ın beddua ettiklerinden Ümeyye İbnu
Halef, Bedir Savaşı için Mekke'de hazırlık yapılırken, öldürülmekten korkarak
gitmek istemez, ancak Ebu Cehl'in ısrarına karşı koyamaz, korktuğu zaman
kolayca kaçabilecek en kaliteli bineği
temin ederek yola çıkar. Hülasa, Mekke'nin hürmeti, orada yapılan duanın
müstecab oluşu, müşrikler tarafından da kabul edilmektedir. Müşriklerin,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın duasından korkmaları, onların Resulullah'ın sıdkını
te'yid ettiklerini gösterir. Buna rağmen Resulullah'a karşı çıkmaları hasedle
izah edilmiştir.
وعن جابرِ
بن عبداللّهِ
ا‘نْصَاري
رَضِيَ اللّهُ
عَنه: ]أنَّ
أبَاهُ
تُوُفِّىَ
وَتَرَكَ عَلَيْهِ
ثَثِينَ
وَسْقاً
لِرَجُلٍ
مِنَ الْيَهُودِ.
فَاسْتَنْظَرَهُ
جَابِرٌ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
فأبَي أنْ
يُنْظِرَهُ.
فَكَلّمَ
جَابِرٌ
رَسُولَ اللّهِ
# لِيَشْفَعَ
إلَيْهِ.
فَكَلَّمَهُ #
لِيَأخُذَ
ثَمَرَ
نَخْلِهِ
بِالّذِي
لَهُ. فَأبَي؛
فَدَخَلَ #
النّخْلَ
وَمَشى فيهِ؛
ثُمَّ قَالَ
لِجَابِرٍ:
جُدَّ لَهُ
فأوْفِ لَهُ، فَجَدَّ
لَهُ
فَأوْفَاهُ
ثَثِينَ
وَسْقاً،
وَفَضَّلَتْ
سَبْعَةَ
عَشَرَ
وَسْقاً. فَأتَى
جَابِرٌ
رَسُولَ
اللّهِ #
لِيُخْبِرَهُ،
فَوَجَدَهُ
يُصَلِّي
الْعَصْرَ.
فَلَمَّا انْصَرَفَ
أخْبَرَهُ
بِالْفَضْلِ.
فَقَالَ: أخْبِرْ
بِذلِكَ
ابْنَ
الْخَطّابِ.
فَذَهَبْتُ
إلَيْهِ
فَأخْبَرْتُهُ.
فَقَالَ
عُمَرُ: لَقَدْ
عَلِمْتُ
حِينَ مَشى
فِيهَا
رَسُولُ
اللّهِ # لِيُبَارَكَنَّ
فِيهَا[.
أخرجه
البخاري وأبو داود
والنسائي.»اِستنظارُ«
طلب التأخير
الى وقت آخر،
وأنظرته:
أخرته.و»الجدادُ«
الصرام، وهو
قطع ثمرة
النخل .
- Hz. Cabir İbnu Abdillah (radıyallahu anh)'ın
anlattığına göre, "babası öldüğü
zaman bir Yahudiye otuz vask borç bıraktı. Hz. Cabir (radıyallahu anh)
Yahudiden, bu borcun ödenmesi için biraz müddet talep etti. Ancak Yahudi,
te'hir kabul etmedi. Hz. Cabir Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek, Yahudi
nezdinde şefaatçi olmasını talep etti. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bu
otuz vasklık) borca bedel bir hurmalığın meyvesini alması için konuştu. Yahudi
kabul etmedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm hurmalığa girdi, içerisinde
yürüdü. Sonra Cabir'e:
"Hurmayı kes, ona borcunu (tamamıyla) öde!"
buyurdu. Cabir hurmayı kesti, Yahudiye
otuz vask borcunu ödedi. Geriye on yedi vask hurma da arttı:
Cabir, durumu haber vermek üzere Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gitti. Aleyhissalâtu vesselâm ikindiyi kılıyordu.
Namazı bitince fazlalığı haber verdi.
"Bunu Ömer İbnu'l-Hattab'a haber ver!"
buyurdular. Ben de gidip ona söyledim Ömer: "Ben, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) içinde yürüyünce hurmada bereket hasıl olacağını
anlamıştım" dedi." [1178]
Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ilgi
ve duasıyla hasıl olan berekete bir başka örnek olmaktadır.
Bereket hadisesini Hz. Ömer'e söylemesinin
emredilmesi, onun meseleyle daha yakından ilgilenmesiyle izah edilebilir.
Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm dua için geldiğinde onu da beraberinde
getirdiği, rivayetin bazı vecihlerinde belirtilmiştir. Hatta bir veçhinde, Resulullah durumu Hz. Ebu
Bekr ve Ömer'e haber vermesini Cabir'e emretmiştir.
وعن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنْتُ
أُدْعُو
أُمِّى الى
ا“سَْمِ،
وَهِيَ مُشْرِكَةٌ
فَتَأبَى
عَلَيَّ،
وَإنِّي
دَعَوْتُهَا
يَوْماً
فَأسْمَعَتْنِي
في رَسُولِ اللّهِ
# مَا
أكْرَهُ،
فَأتَيْتُهُ
وَأنَا أبْكِي؛
فَقَالَ: مَا
يُبْكِيكَ؟
قُلْتُ: يَا رَسُولَ
اللّهِ. إنِّي
كُنْتُ
أدْعُو
أُمِّى الَى
ا“سَْمِ
فَتَأبَى
عَليَّ،
وإنِّي دَعَوْتُهَا
يَوْماً
فَأسْمَعَتْنِي
فِيكَ مَا
أكْرَهُ.
فَادْعُ
اللّهَ أنْ
يَهْدِىَ
أُمَّ أبِي هُرَيْرَةَ.
فَقَالَ:
اللّهُمَّ
اهْدِ أُمَّ ابِي
هُرَيْرَةَ.
فَخَرَجْتُ
مُسْتَبْشِراً
بِدَعْوَتِهِ
#. فَلَمَّا
أتَيْتُ
أُمِّي قَصَدْتُ
الْبَابَ
فإذَا هُوَ
مُجَافٍ، وَسَمِعَتْ
أُمِّي
خَشْفَ
قَدَمَيَّ،
قَالَتْ:
مَكَانَكَ
أبَا
هُرَيْرَةَ.
وَسَمِعْتُ
خَضْخَضَةَ
الْمَاءِ.
فَاغْتَسَلَتْ
وَلَبَسَتْ
دِرْعَهَا
وَعَجَّلَتْ
عَنْ
خِمَارِهَا،
وَفَتَحَتِ
الْبَابَ
وَهِيَ
تَقُولُ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلَه إَّ
اللّهَ
وَأشْهَدُ
أنَّ مُحَمّداً
رَسُولُ
اللّهِ.
قَالَ:
فَرَجَعْتُ
الَى رَسُولِ
اللّهِ #
وَأنَا
أبْكِي مِنَ
الْفَرَحِ.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
أبْشِرْ؛
فَقَدِ اسْتَجَابَ
اللّهُ لَكَ
دَعْوَتَكَ،
وَهدَى أُمَّ
أبِي
هُرَيْرَةَ،
فَحَمِدَاللّه
تَعالى
وَقَالَ
خَيْراً[.
أخرجه
مسلم.قوله:
»فإذا البابُ
مُجَافٍ« أي
مغلق.و»الخَشْفُ«
والخشفة: الصوت
والحركة.
- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ben müşrike annemi İslam'a davet ediyordum, fakat hep imtina ediyordu.
Bir gün yine davette bulunmuştum, bana Resulullah Aleyhissalâtu vesselâm
hakkında hoşuma gitmeyen sözler işittirdi. Ağlayarak Aleyhissalâtu vesselâm'a
gittim.
"Niye ağlıyorsun?" diye sordu.
"Ey Allah'ın Resulü dedim, annemi İslam'a davet
ediyordum, hep bana imtina etti. Bugün de aynı davette bulundum, bu sefer sizin
hakkınızda hoşuma gitmeyen sözler sarfetti. Ebu Hureyre'nin annesine hidayet vermesi için Allah'a dua ediverin!" dedim.
Bu talebim üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allahım!
Ebu Hureyre'nin annesine hidayet et!" buyurdular. Ben,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın duasına
sevinerek huzurlarından ayrıldım. Anneme geldiğim zaman, kapıya
yöneldim. Kapı kapalıydı. Annem ayak seslerimi işitti:
"Ebu Hureyre! Yerinde dur (içeri girme)!"
diye seslendi. Ben su şırıltılarını işittim, yıkanıyordu. Yıkandı, entarisini
giydi, alelacele başörtüsünü koydu ve kapıyı açtı.
Şehadet ederim ki
Allah'tan başka ilah yoktur. Şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın
elçisidir!" diyordu. Ben hemen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
döndüm. Sevinçten ağlıyordum.
"Ey Allah'ın Resulü! Müjde! dedim. Allah senin
duanı kabul buyurdu. Ebu Hureyre'nin annesine hidayet nasip etti!"
Aleyhissalâtu vesselâm Allah'a hamdetti ve hayırlı
sözler söyledi." [1179]
وعن أبي
زَيد بن أخطبٍ
قال: ]مَسَحَ
رَسُولُ اللّهِ
# بِيَدِهِ
عَلى وَجْهِي
وَدَعَا لِي، قَالَ
عُرْوَةُ:
فَلَقَدْ
رَأيْتَهُ
بَعْدَ مَا
عَاشَ
مِائَةً
وَعِشْرِينَ سَنَةً
وَلَيْسَ في
لِحْيَتِهِ
إَّ شَعَرَاتٌ
تُعَدُّ،
بيضٌ[. أخرجه
الترمذي .
- Ebu Zeyd İbnu Ahtab anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) eliyle yüzümü okşadı ve bana dua etti."
Urve der ki: "Ben onu yüz yirmi sene kadar
yaşadıktan sonra gördüm, yüzünde sayılabilecek
kadar sayıda beyaz kıl
vardı."[1180]
وعن يزيد
بن أبي عُبيد
قال: ]رَأيْتُ
أثَرَ ضَرْبَةٍ
بِسَاقِ
سَلَمَةَ
بْنِ ا‘كْوَعِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه.
فَقُلْتُ: مَا
هذِهِ؟ فَقَال:
أصَابَتْنِى
يَوْمَ
خَيْبَرَ.
فَقَالَ النَّاسُ:
أُصِيبَ
سَلَمَةُ، فَأتَى
بِى رَسُولَ
اللّهِ #،
فَنَفَثَ
عَلَيْهَا
ثََثَ
نَفَثَاتٍ
فَمَا
اشْتَكَيْتُهَا
حَتّى
السَّاعَةَ[.
أخرجه أبو
داود. قلت: وأخرجه
البخاري، وهو
أحد ثثياته،
واللّه أعلم
.
- Yezid İbnu Ebi Ubeyd anlatıyor: "Ben, Seleme
İbnu'l Ekva (radıyallahu anh)'ın bacağında bir darbe izi gördüm.
"Bu da ne?" diye sordum. Şu açıklamayı
yaptı:
"Bana Hayber günü isabet etmişti. Halk:
"Seleme isabet aldı" diye
bağırdı. Sonra Resulullah'a götürüldüm. O yara üzerine üç kere nefes etti. Şu
ana kadar hiç acı duymadım!"
[1181]
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال:
]غزَوْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
قِبَلَ
نَجْدٍ
فأدْرَكْنَا رَسُولَ
اللّهِ # في
الْقَائِلَةِ
في وَادٍ كَثِيرِ
الْعِضَاهِ،
فَنَزَلَ
رَسُولُ اللّهِ
# تَحْتَ
شَجَرَةٍ،
فَعَلَّقَ
سَيْفَهُ بِغُصْنٍ
مِنْ
أغْصَانِهَا،
وَتَفَرَّقَ النَّاسُ
في الْوَادِي
يَسْتَظِلُّونَ
بِالشَّجَرِ.
فَقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
رَجًُ أتَانِى
وَأنَا
نَائِمٌ،
فأخَذَ
السَّيْفَ فَاسْتَيْقَظْتُ
وَهُوَ
قَائِمٌ عَلى
رَأسِي،
والسَّيْفُ
في يَدِهِ
صَلْتاً،
فَقَالَ: مَنْ
يَمْنَعُكَ
مِنِّى؟
قُلْتُ:
اللّهُ. فَشَامَ
السَّيْفَ،
وَهَا هُوَ
ذَا جَالِسٌ،
ثُمَّ لَمْ يَعْرِضْ
لَهُ رَسُولُ
اللّهِ #،
وَكَانَ مَلِكَ
قَوْمِهِ.
فَانْصَرَفَ
حِينَ عَفَا
عَنْهُ
وَقالَ:
واللّهِ َ
أكُونُ في
قَوْمٍ هُمْ
حَرْبٌ لَكَ[.
أخرجه
الشيخان.»العضاه«
شجر الشوك
كالسلم
وغيره.و»السيفُ
الصلتُ«
المسلول من
غمده.و»شَامَ
السيف« أغمده
واستله، فهو
من ا‘ضداد.
- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ile birlikte Necid istikametine gazveye çıktık. Resulullah'a öğle vakti,
sık ağaçlı bir vadide yetiştik. Derken Aleyhissalâtu vesselâm bir ağacın altına
indi. Kılıncını da dallardan birine astı. Askerler vadi içerisinde dağılıp
ağaçların gölgelerine sığındılar.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bizi çağırdı.
Yanına gelince, anlattı):
"Ben uyurken yanıma bir adam geldi, kılıncımı
aldı. Derken derhal uyandım. Herif tepemde dikilmişti, elinde de kınından
sıyrılmış kılınç vardı.
"Seni benden kim kurtarabilir?" dedi.
"Allah!" cevabını verdim. Derhal kılıncı
kınına soktu. İşte o, şu oturan adamdır!" buyurdular. Aleyhissalâtu vesselâm (intikam maksadıyla)
adama dokunmadı. O, kavminin lideri idi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
affedince, adamlarının yanına döndü. Ayrılırken:
"Allah'a yemin olsun size karşı harb eden bir
kavimle beraber olmayacağım!" dedi. [1182]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın eza ve diğer
hayatî tehlikelerden korunmasıyla ilgili olarak iki hadis kaydedilmiş
bulunmaktadır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, birkaç kişi dışında
herkesin kendine düşman, hem de azılı düşman olduğu bir çevrede, aleyhine tezgahlanan her çeşit
hile ve planlara, suikast tertiplerine rağmen, hayatının korunması başlı başına
bir mucizedir.
ـ5605 ـ1ـ عن
ثَوْبان
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]جَاءَ
حَبْرٌ مِنَ
الْيَهُودِ
الى رَسُولِ
اللّهِ #.
فَقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكَ يَا
مُحَمّدُ. فَدَفَعْتُهُ
دَفْعَةً
كَادَ
يُصْرَعُ
مِنْهَا.
فَقَالَ: لِمَ
دَفَعْتَنِي؟
فَقُلْتُ: أَ
تَقُولُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
فَقَالَ: إنَّمَا
أدْعُوهُ
بِاسْمِهِ
الّذِى
سَمَّاهُ بِهِ
أهْلُهُ.
فَقَالَ #:
إنَّ إسْمِي
الّذِي سَمَّانِي
بِهِ أهْلِي
مَحُمّدٌ.
قَالَ: جِئْتُ
أسْألُكَ.
قَالَ #:
أيَنْفَعُكَ
شَيْءٍ إنْ
حَدَّثْتُكَ؟
قَالَ:
أسْتَمِعُ
بِأُذُنِي.
فقَالَ #: سَلْ.
فقَالَ: أيْنَ
يَكُونُ
النَّاسُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ؛
يَوْمَ
تُبَدَّلُ
ا‘رْضُ غَيْرِ
ا‘رْضِ
وَالسَّمَواتُ؟
قَالَ: في الظُّلْمَةِ
دُونَ
الْجِسْرِ؛
قَالَ: فَمَنْ
أوَّلُ
النّاسِ
إجَازَةً؟
قَال:
فُقَرَاءُ الْمُهَاجِرِينَ.
قَالَ: فَمَا
تُحْفَتُهُمْ
حِينَ
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ؟
قَالَ: زِيَادَةُ
كَبِدِ
الْحُوتِ.
قَالَ: فَمَا
غِذَاؤُهُمْ
عَلى
أثَرِهَا؟
قَالَ:
يُنْحَرُ لَهُمْ
ثَوْرُ
الْجَنَّةِ
الّذِي كَانَ
يَأكُلُ مِنْ
أطْرَافِهَا.
قَال: فَمَا
شَرَابُهُمْ
عَلَيْهِ؟
قَالَ: مِنْ
عَيْنِ
فِيهَا
تُسَمَّى سَلْسَبِيً.
قَالَ:
صَدَقْتَ.
قَالَ:
وجِئْتُ أسْألُكَ
عَنْ شَيْءٍ َ
يَعْلَمُهُ
إَ نَبِيٌّ أوْ
رَجُلٌ أوْ
رَجَُنِ.
قَالَ:
أيَنْفَعُكَ إنْ
حَدَّثْتُكَ؟
قَالَ:
أسْمَعُ
بِأُذُنِي. قَالَ:
سَلْ. قَالَ:
أسْألُكَ
عَنِ
الْوَلَدِ. قَالَ:
مَاءُ
الرَّجُلِ
أبْيَضُ،
وَمَاءُ الْمَرْأةِ
أصْفَرُ
فإذَا
اجْتَمَعَا
فَعََ
مَنِيُّ
الرَّجُلِ
مَنَّي
الْمَرْأةِ
أذْكَرَا
بِإذْنِ
اللّهِ.
وَإذَا عََ
مَنِيُّ الْمَرْأةِ
مَنِىَّ
الرَّجُلِ
أنَّثَا بإذْنِ
اللّهِ قَالَ:
صَدَقْتَ،
واِنَّكَ
لَنَبِيٌّ.
ثُمَّ
انْصَرَفَ
فَقَالَ #:
لَقَدْ
سَألَنِي هذَا عَنِ
الّذِي
سَألَنِي
عَنْهُ،
وَمَالِي
عِلْمٌ
بِشَىْءٍ
مِنْهُ حَتّى
أتَانِيَ اللّهُ
تَعالى بِهِ[.
أخرجه مسلم
.
- Hz. Sevbân radıyallahu anh anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Yahudilerden bir âlim geldi.
"Ey Muhammed, Allah'ın selâmı üzerine
olsun!" dedi. Bunu der demez adamı öyle bir ittim ki, nerdeyse yere
yıkılayazdı.
"Beni niye ittin?" dedi.
"Niye ey Allah'ın Resûlü! demiyorsun?"
dedim.
"Ben O'nu, ailesinin kendine koyduğu isimle
çağırıyorum!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ailemin bana koyduğu isim hakikaten
Muhammed'dir!" buyurdu. Adam:
"Size bir şey sormaya geldim" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sana söylediğim takdirde işine yarayacak
mı?" dedi. Adam:
"Kulaklarımla dinlerim!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Sor!" buyurdular. Adam:
"Kıyamet günü, yer ve gökler başka bir yer ve gök
olup kılık değiştirdiği zaman, insanlar nerede olacaklar?" dedi.
Resûlullah:
"Köprünün (sıratın) önünde, karanlıkta"
buyurdular. Adam:
"Köprüyü ilk geçen kim olacak?" dedi.
"Muhacirlerin fakirleridir" buyurdu.
"Cennete girince onlara ne armağan
edilecek?" dedi.
"Balık ciğerinin ziyadesi!" buyurdu.
"Bunun arkasından ne yiyecekler?" dedi.
"Onlara cennetin etrafında otlayan cennet öküzü
kesilecek!" buyurdular.
"Bunun üstüne ne içecekler?" dedi.
"Selsebîl denen cennetteki bir gözenin
suyundan" buyurdular. Adam: "Doğru söyledin!" dedi ve ilave
etti:
"Ben sana bir peygamber veya bir veya iki kişiden
başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir şey sormak için geldim" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Söylediğim takdirde sana faydası olacak
mı?" buyurdular.
"Kulaklarımla dinlerim" dedi.
"Sor!" buyurdular.
"Sana çocuktan soracağım" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Erkeğin suyu beyazdır. Kadının suyu ise sarıdır.
İkisi birleşir ve erkeğin menisi kadının menisine üstün gelirse ( ع ) Allah'ın izniyle çocuk erkek olur.
Kadının menisi erkeğin menisine üstün gelirse çocuk Allah'ın izniyle kız
olur" buyurdular. Yahudi:
"Vallahi doğru söyledin! Sen gerçekten hak
peygambersin" dedi ve ayrıldı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bu adam bana soracağını sordu. Ben bunlardan
birşey bilmiyordum. Tâki ki Allah onları bana bildirdi" buyurdular." [1183]
Zaman zaman Yahudilerin Aleyhissalâtu vesselâm'dan bir
şeyler sordukları olmuştur. Bu rivayette birkısım sorular gözükmektedir.
Yahudiler bunları Resûlullah'ı denemek maksadıyla sormuş olabilirler. Cevapları
"Doğru söyledin" diye tasdik etmesi, bu meseleleri öğrenmek için
sormadıkları, önceden cevapları da bildikleri kanaatini tasdik eder.
وَعَنْ
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ! هَلْ
أتَى
عَلَيْكَ يَوْمٌ
كَانَ أشَدَّ
مِنْ يَوْمِ
أُحُدٍ؟ قَالَ:
لَقَدْ
لَقِيتُ مِنْ
قَوْمِكِ،
وَكَانَ
أشَدُّ مَا
لَقَيْتُ
مِنْهُمْ
يَوْمَ الْعَقَبَةِ،
إذَا
عَرَضْتُ نَفْسِى
عَلِي ابْنِ
عَبْدِ
يَالِيلَ
بْنِ عَبْدِ
كَُلٍ فَلَمْ
يُجِبْنِى
الى مَا أرَدْتُ،
فَانْطَلَقْتُ
وَأنَا
مَهْمُومٌ
عَلى وَجْهِى.
فَلَمْ
أسْتَفِقْ
إَّ وَأنَا
بِقَرْنِ
الثَّعَالِبِ.
فَرَفَعْتُ
رَأسِى، فإذَا
أنَا
بِسَحَابَةٍ
قَدْ
أظَلَّتْنِى.
فَنَظَرْتُ
فإذَا فِيهَا
جِبْرِيلُ
عَلَيْهِ
السََّمُ، فَنَادَانِى
فقَالَ: إنَّ
اللّهَ
تَعالِى قَدْ
سَمِعَ
قَوْلَ
قَوْمِكَ
لَكَ وَمَا
رَدُّوهُ
عَلَيْكَ،
وَقَدْ بعَثَ
إلَيكَ مَلَكَ
الْجِبَالِ
لِتَأمُرَهُ
بِمَا شِئْتَ
فِيهِمْ.
فَنَادَانِى
مَلَكُ
الْجِبَالِ
وَسَلَّمَ
عَلىَّ؛
ثُمَّ قَالَ:
يَا مُحَمّدُ!
إنَّ اللّهَ
تَعالى قَدْ
سَمِعَ
قَوْلَ
قَوْمِكَ
لَكَ، وَأنَا
مَلَكُ
الْجِبَالِ
قَدْ
بَعَثَنِي
إلَيْكَ
لِتَأمُرَنِي
بِأمْرِكَ،
فَمَا شِئْتَ؟
إنْ شِئْتَ
أطْبَقْتُ
عَلَيْهِمُ
ا‘خْشََبَيْنِ.
فَقَالَ #:
بَلْ أرْجُو
أنْ يَخْرُجَ
مِنْ أصَْبِهِمْ
مَنْ
يَعْبُدُ
اللّهَ وََ
يُشْرِكُ
بِهِ
شَيْئاً[.
أخرجه
الشيخان.»ا‘خشبانِ«
جب مكة
المحيطان بها.
وكل جبل عظيم
فهو أخشب .
- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Ey
Allah'ın Resûlü! dedim. Uhud'dan daha kötü bir gün yaşadın mı?"
"Senin kavminden neler çektim neler. Onlardan en
kötü hal Akabe günü başıma geldi. O zaman kendimi İbnu Abdiyalil İbni Abdi
Külal'e arzetmiştim. Teklif ettiğim şeye müsbet cevap vermedi. Ben de üzgün
vaziyette yüzümün doğrultusunda yürüdüm. Karnu's-Seâlib nam mevkide kendime
gelebildim ve başımı kaldırdım. Baktım ki, bir bulut bana gölge yapıyor. Bir de
ne göreyim, bulutun içerisinde Cibril aleyhisselâm! Bana bağırdı ve:
"Allah Teâlâ hazretleri, kavminin sana neler
söylediğini, seni nasıl reddettiğini işitti. Sana dağlar meleğini gönderdi, tâ
ki kavmin hakkında dilediğini emredesin!" dedi. Bunun üzerine dağlar(a müekkel) melek bana
seslenip, selam verdikten sonra:
"Ey Muhammed! Allah Teâla hazretleri, kavminin
sana söylediği sözü işitti. Ben dağlar meleğiyim. Allah beni sana dilediğini
emretmen için gönderdi. Öyleyse haydi ne dilersen dile! Eğer üzerlerine iki
ahşeb'i kapamamı dilersen kapayayım!" dedi."
Aleyhissalâtu vesselam:
"Hayır! Bilakis, Allah'ın onların sulbünden
Allah'a ihlâsla ibadet edip hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını
dilerim" dedi." [1184]
Hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Uhud
gününden daha kötü olarak tavsif ettiği hâdise, Tâif ziyaretidir. Amcası Ebu
Tâlib ölünce, Aleyhissalâtu vesselâm, bir hami aramak, onun himayesi altında,
Allah'ın kendisine tevdi ettiği neşr-i hak vazifesini îfa etmek için Taif'e
giderek oradaki akrabalarına uğramıştı. Bu ziyaret İbnu Sa'd'ın kaydına göre
bi'setin onuncu yılında, Şevvâl ayında Hz. Hatice ve Ebu Talib'in ölümlerinin
akabinde olur. Orada Taiflilerin liderlerini teker teker görüp, Kureyşlilerin
yaptığı zulmü anlatır, onların himayelerini talep eder. Ancak, hiçbiri anlayış
göstermez; çok bed bir muamele ile, oradan çıkmasını söylerler. Üstelik, ayak
takımını ileri sürerek taşa tuttururlar. Beraberindeki Zeyd İbnu Hârise, atılan
taşlara kendi vücudu ile perde olmaya çalışsa da, Resûlullah yaralanır ve kan
içinde kalır.
Resûlullah on gün kadar süren bu ziyaretin sonunda,
maruz kaldığı gayr-ı insanî muamelenin elemini, Uhud'da savaşı kaybetme
şartlarında çekilen sıkıntıya kıyasla çok daha ağır buluyor.
وَعن أبِى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
عِفْرِيتاً
مِنَ الْجِنِّ
تَفَلَّتَ
عَلَىَّ
الْبَارِحَةَ
لِيَقْطَعَ
عَلىَّ صَتِي
فَأمْكَنَنِي
اللّهُ
تَعالى
مِنْهُ
فَذَعَتُّهُ
فَأرَدْتُ أنْ
أرْبِطَهُ
الى
سَارِيَةٍ
مِنْ سَوَارِي
الْمَسْجِدِ
حَتّى
تُصْبِحُوا
وَتَنْظُرُوا
إلَيْهِ
كُلُّكُمْ،
فَذَكَرْتُ
قَوْلَ أخِي
سُلَيْمَان:
رَبِّ هَبْ
لِي مُلْكاً َ
يَنْبَغِي
‘حَدٍ مِنْ
بَعْدِي.
فَرَدَّهُ اللّهُ
خَاسِئاً[.
أخرجه
الشيخان.»الذَّعتُ«
أشد الخنق .
- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı
bozdurmak için üzerime atıldı. Allah ona galebe çalmama imkan verdi. Ben de onu
boğazından yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu
ettim, ta ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim Süleyman aleyhisselam'ın şu sözünü hatırladım:
"...Ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et"
(Sad 35). Allah da onu hor ve hakir olarak geri çevirdi."[1185]
Resulullah'a ifritin musallat olma hâdisesi muhtelif
rivayetlerde gelmiştir. Abdürrezzak'ın rivayetinde "Bir kedi suretinde
geldiği" belirtilir. Müslim'in bir
rivyetinde "yüzüme koymak için ateşten bir şihab ile geldi" denilir.
Hâtemü'l-Enbiyâ
Arapça bir
isim tamlaması olan bu terim sözlükte, "peygamberlerin sonu ve
mührü" anlamına gelmektedir. Arapça’da noktalı "ha"
ile yazılan "hateme" fiili, "mühür vurdu, bir işi
bitirip serbest kaldı" demektir. Mektubu okunmasın diye katlayıp
mühürlemek, içine bir şey girip çıkmasın diye tencerenin ağzını sıkıca
kapatmak, hiçbir şeyi anlamasın veya unûtmasın diye kalbe mühür vurmak"
mânâlarına hep bu fiil veya masdarı kullanılmaktadır. İkinci kelime "el-Mürselîn"
ise "irsâl (göndermek)" fiilinin "ism-i mef'ûlü
(edilgen ortacı)" olan "mürsel"in çoğulu olup "gönderilen
peygamberler" mânâsına gelmektedir.
İslâm
literatüründe "Hâtemü'l-Mürselîn" terimi aynı anlamda, hatta
daha kapsamlı olarak "Hâtemü'n-Nebiyyîn" şeklinde şu âyetin
metninde geçmektedir
مَا
كَانَ
مُحَمَّدٌ
اَبَا اَحَدٍ
مِنْ رِجَالِكُمْ
وَلكِنْ
رَسُولَ
اللّهِ
وَخَاتَمَ
النَّبِيّنَ
وَكَانَ
اللّهُ
بِكُلِّ شَىْءٍ
عَليمًا
"Muhammed
sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve
"Hâtemü'n-Nebiyyîn" Peygamberlerin sonu, mührüdür. Allah herşeyi
lâyıkıyle bilendir."[1186]
Âyet Hz.
Peygamber'in çevresindeki İslâm düşmanlarının, Hz. Muhammed (a.s)'ın Zeyneb
binti Cahş ile evlenmesi üzerine yönelttikleri suçlamaları bertaraf etmektedir.
Onlar Hz. Muhammed'in, evlâtlığı olan Hz. Zeyd'den ayrılan Zeyneb ile
evlenmesini; gelini ile, gelini olmasa bile evlatlığının önceki karısı ile "yasak
bir evlenme" sayıyorlardı. Adı geçen âyet Hz. Muhammed'in Zeyd dahil
hiçbir adamın babası olmadığını, bir câhiliyye devri haramı olan
"evlatlığın bıraktığı kadınla evlenme"nin aslında helal olduğunu ve
bu sosyal değişikliğin son peygamber olarak Hz. Muhammed'in görevlerinden
olduğunu son derece açık bir şekilde ifâde etmektedir.
Âyette geçen "hâtem"
kelimesi Âsım kıraatine göredir. Diğer kıraat imamlarına göre "hâtim"
şeklinde okunur. Hâtem, "mühür", "hâtim" ise
"sona erdiren ve mühürleyen" demek olur. Mühür, bir şeyin doğru ve
geçerli olduğunu, mühürden sonra eklenecek bir şeyin hiçbir hukûkî kıymetinin olamayacağını
belirtmek için en sona basıldığından, hem "son", hem de
"tasdîk" mânâsını içine alır. Şu halde iki kırâat şekli de, "Hâtemü'l-Mürselîn"in
ayrı ayrı iki anlamını belirtiyor. Yani Hz. Muhammed (a.s), hem önceki
peygamberleri tasdîk edip belgelendiren, hem de nebîler silsilesini hitama
erdirip kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini vurgulayandır. Eğer o
gelmeseydi, Kur'ân-ı Kerîm'i getirmeseydi; önceki peygamberlerin hepsi unutulup
gidecek; tarihteki varlıklarından ve peygamberliklerinin gerçek olduğundan
ilmen söz etmek mümkün olmayacaktı. Çünkü diğer peygamberlerin hayatları ve
peygamberlikleri Hz. Muhammed'inki kadar açık ve belgeli değildir. Bugün Kur'ân
olmasaydı, hatta Hz. Musa ve Hz. İsâ'nın bile varlıkları ciddiyetle isbat
olunamazdı.[1187]
Hz. Muhammed
(a.s)’ın Hâtemü'l-Mürselîn olduğu, pek çok hadîslerde de izah edilmiştir.
Meselâ Câbir b. Abdillah'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'de şöyle
buyurulur:
"Ben
ve diğer peygamberler şuna benziyoruz; bir adam bir ev yaptırır ve binayı
tamamlayıp süsler de yalnız bir tuğlası noksan kalır. Bu durumda halk binayı
gezmeye başlar ve (eksik yeri görüp) hayret ederek "şu tuğlanın yeri boş
kalmasaydı"derler. Rasûlüllah buyurmuşlar ki: "Îşte o noksan tuğla
benim. Geldim ve Peygamberleri (tamamlayıp) sona erdirdim."[1188]
Bir başka
hadîs-i şerîf: Hz. Peygamber (a.s) müslümanlar ordusunun başında Tebûk Gazâsına
giderken, şehrin savunması için Hz. Ali'yi Medîne'de bırakır ve ona;
"Harun Mûsa'ya nasılsa, sen de bana öylesin." der. Yani Mûsâ (a.s)
Tûr dağına çıkarken, İsrâiloğullarına nezaret için arkasından nasıl Hârûn
(a.s)'ı bıraktıysa, ben de seni Medîne'ye nezaret için öyle bırakıyorum, dedi
ve bu mukayese yanlış anlamaya yol açmasın diye hemen şunu ilâve etti:
"ancak benden sonra bir peygamber yoktur."[1189]
Âhir zamanda
Arap ülkesinde İsmail (a.s)'ın evladından "Hâtemü'l-Mürselin"in
geleceği, önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda yazılıydı. Geçmiş
peygamberlerden bazıları da onun, vasıflarını sayarak tarif etmişlerdi.[1190]
Bu husus
Kur'ân-ı Kerîm tarafından da şu âyet ile desteklenmiştir:
وَاِذْ
قَالَ
عيسَىابْنُ
مَرْيَمَ يَا
بَنى
اِسْرَائلَ
اِنّى
رَسُولُ
اللّهِ
اِلَيْكُمْ
مُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْريةِ
وَمُبَشِّرًا
بِرَسُولٍ يَاْتى
مِنْ بَعْدِى
اسْمُهُ
اَحْمَدُ
فَلَمَّا
جَاءَهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالُوا هذَا
سِحْرٌ
مُبينٌ
"Meryem
oğlu İsâ: Ey İsrâiloğulları, ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen
Tevrat'ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek, ismi de Ahmed olacak bir
peygamberi müjdeleyici olarak geldim." dedi. Onlara belgeler getirince
"bu apaçık bir sihirdir' dediler."[1191]
İsrâiloğullarından
gelen peygamberler Hâtemü'l-Mürselîn'i bazen "Ahmed", bazan da
"Muhammed" diye zikretmiş ve alâmetlerini söylemiş
olduklarından, o zamanki Yahûdî kâhinler arasında "Hâtemü'l-Mürselîn"e
dair çok sözler konuşulur, geleceği beklenirdi.
Hâtemü'l-Mürselîn
sünnetli ve göbeği kesilmiş halde doğmuştu. İki kürek kemiği arasında, kalbinin
hizasında da "hâtem-i nübüvvet (Peygamberlik mührü)" denilen
bir nişan vardı. Bu konuda Hz. Aişe'den şu sözler rivayet edilir:
"Hz.
Muhammed'in doğduğu gecenin ertesi günü Mekke'de bir Yahûdî, Kureyş'in topluca
bulunduğu yere gelip "bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu?" diye
sormuş; "evet" demişler, "Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın bir
oğlu oldu." Bunun üzerine Yahûdî, "işte son peygamber O'dur ve
arkasında da alâmeti vardır" diye haber vermiş. Beraber gidip Muhâmmed'i
görmüşler; Yahûdî o hâtem-i nübüvveti görünce aklı başında gitmiş ve
"artık peygamberlik İsrailoğullarından alınmıştır. Bundan sonra başka
peygamber gelme ümidi de kalmamıştır. Kureyşliler büyük bir devlete erişecek,
şöhretleri doğudan batıya kadar ulaşacaktır" demiştir.[1192]
Son zamanda
gelecek Hâtemü't-Mürselîn'de böyle bir nübüvvet mührünün bulunacağını
Busra'daki Râhip Bahîrâ'nın da bilmesi ve Hz. Muhammed'in on iki yaşındayken
gittiği Şam seferinde, bir münasebetle bu mührü görerek tanıması hadîs ve tarih
kitaplarında meşhur bir vak'a olarak zikredilir.
Kısacası, Hz.
Muhammed (a.s)'ın en son ve en kâmil peygamber olduğu güneş gibi açıktır. Hz.
Muhammed ile insanlık din konusunda tekâmülün zirvesine ermiştir. O'ndan sonra
başka bir peygamber beklemek boşunadır.
Tarihî
rivâyetlerden anlaşıldığı gibi, Rasûlullah'ın aniden vefatı üzerine
peygamberlik iddiasında bulunanlar ile bunları kabul edenlere karşı ashab-ı
kirâm topyekün savaşmışlardır. Özellikle Müseylimetü'l-Kezzab'ın,
"risâlette Hz. Muhammed'e ortak olduğu" iddiasına kendisini kâfir
saymakla cevap vermişler, üzerine ordu göndermiş, mağlup edildiğinde kendisinin
ve takipçilerinden kadın ve çocukların köle yapılması Hz. Ebû Bekir tarafından
bildirilmişti. Öyleyse suçları âdî bir isyan suçu değil, "peygamberlik
iddiası" ve bu iddianın taraftar bulmasıydı. Hz. Ebûbekir zamanında ve
bütün sahabenin icma-ı ile bu iddia bastırıldı.
Kıyamet
alâmeti olarak Hz. İsa'nın tekrar dünyaya gelişi de Hz. Muhammed'in son
peygamber olmasına ters düşmez. Çünkü İsa (a.s)'ın kendisi, önceden gönderilmiş
peygamberlerden birisidir. İkinci kez geldiğinde Hz. Muhammed'in şerîatının bir
izleyicisi ve onun ümmetinin bir üyesi olarak gelecektir.[1193] O sadece, Deccal'in sebep
olacağı fitneyi ortadan kaldırmakla görevli olacaktır. Dolayısıyla onun
gelişiyle, Hz. Muhammed'in
"Hâtemü'l-Mürselîn"
olmasına ters düşmeyecektir.
Hz. Muhammed
(a.s)'ın bu dünyada "peygamberlik ve hâtemü'l mürselîn" rütbesiyle
şereflendirilmesi, onun ardından herhangi bir insan veya cinnin
peygamberliğinin söz konusu olmadığı anlamına gelir.[1194] Çünkü Rasûlullah Muhammed,
"kendisinden sonra rasûl gelmeyecek biri" olduğundan, ümmetine İslâm
Dinini tamamlamış ve eksiksiz bir kılavuzluk yapmıştır.[1195]
Hâtemü'l-Enbiyâ
"Peygamberlerin
sonuncusu" anlamında Rasûl-ü Ekrem Efendimizin vasıflarından biri.
Beşer tarihi
boyunca Cenâb-ı Hak, insanları sapıklıktan doğru yola iletmek, onların sâdece
kendisine kul olup ibâdet etmelerini sağlamak üzere peygamberler göndermiştir.
Geçmişte insanoğlunun hak dinden uzaklaştığı her dönemde kavimlerini îkaz etmek
üzere her millete mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. Bu gerçek, bizzat Hak
Teâlâ tarafından şöylece ifade edilir:
وَلَقَدْ
بَعَثْنَا فى
كُلِّ
اُمَّةٍ
رَسُولًا
اَنِ
اعْبُدُوا
اللّهَ
وَاجْتَنِبُوا
الطَّاغُوتَ
فَمِنْهُمْ
مَنْ هَدَى
اللّهُ وَمِنْهُمْ
مَنْ حَقَّتْ
عَلَيْهِ
الضَّلَالَةُ
فَسيرُوا فِى
الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُكَذِّبينَ
"Andolsun
ki her ümmete Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının diyen bir peygamber
göndermişizdir."[1196]
Bu şekilde
sayısını ancak Allah'ın bildiği pek çok peygamber hak dini tebliğ etmiştir. Bu
peygamberlerin sonuncusu, Hz. Muhammed Mustafâ Efendimizdir. Artık O'ndan sonra
peygamber gelmeyecektir. Çünkü O'nun getirdiği din en son, en mükemmel din olup
cihanşümuldur ve çağlar üstüdür. Hükümleri, bütün bir beşeriyetin kıyâmete
kadar bütün problemlerine çözümler getirecek üstünlüktedir. Bu sebeple
Peygamber Efendimiz "Hâtemü'l-Enbiyâ: Peygamberlerin sonuncusu" diye
vasıflandırılır.
Peygamber
efendimiz hakkında bu vasıf bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde
geçmektedir:
مَا
كَانَ
مُحَمَّدٌ
اَبَا اَحَدٍ
مِنْ رِجَالِكُمْ
وَلكِنْ
رَسُولَ
اللّهِ
وَخَاتَمَ
النَّبِيّنَ
وَكَانَ
اللّهُ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَليمًا
"Muhammed
içinizden herhangi bir adamın babası değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve
peygamberlerin sonuncusu (hâtemü'n-nebiyyîn)'dir."[1197]
Hz.
Peygamber'in bu vasfı bazan "Hâtimü'l-enbiyâ" şeklinde de
kullanıldığı gibi hâtem ya da hâtim kelimesine mühür manâsı da verilmiştir.
Çünkü Arap dilinde hâtem ve hâtim, mühür, damga, bir şeyin sonu ve sonuncusu
anlamlarına gelir. Bu kelimeyi mühür manâsına aldığımızda terkip
"Peygamberlerin mührü" anlamını kazanır ki manâ da neticede "Peygamberlerin
sonuncusu" demek olur. Çünkü mühür, bir şeyin en sonuna onun sonunu
kapatmak için vurulur. Peygamber Efendimiz de peygamberlerin en sonuncusu
olarak âdetâ O'nunla peygamberlik müessesesi artık mühürlenmiştir.
Gerek
yukarıdaki âyet-i kerîmeden, gerekse Peygamberimizin bizzat kendi sözlerinden
en ufak bir şüpheye yer vermeksizin Rasûlü Ekrem'in "hâtemü'l-enbiya"
yani peygamberlerin hem sonuncusu, hem de peygamberlik müessesesinin sonu
olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Ebu
Hüreyre'den nakledilen uzun bir hadiste insanların âhirette, kendilerine şefâat
etsin diye Hz. Âdem (a.s)dan başlayarak, sırasıyla peygamberlerden şefâat
isteyecekleri, ancak hiçbirinin şefâat edememesi üzerine neticede Hz. Muhammed
(a.s)'e gelip: "ya Muhammed! Sen Rasûlüllah ve hâtemü'l-enbiyâ'sın. Allah
senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir. Bize Rabbin huzurunda şefâat
eyle..." diyecekler.[1198]
Ayrıca Hz.
Peygamber (a.s); " Risâlet ve nübüvvet son bulmuştur. Benden sonra bir
rasûl ve bir nebî de gelmeyecektir."[1199]
Bir diğer
hadiste: "Bana özgü olan beş isim vardır. Ben Muhammedim ve Ahmedim, ben o
mâhî (yok eden, silen)yim ki, Allah benimle küfrü izale edecektir. Ben o
hâşirim ki insanlar beni takibederek haşrolunacaktır. Ben akîb
(hatemü'l-enbiya)im."[1200]
Yine Ebû Hureyre'den,
Peygamber (a.s): "...Ben bütün insanlara gönderildim. peygamberler de
benimle son buldu."[1201] ve "Benim, benden önce gelen
peygamberlere nisbetle durumum buna benzer: Bir adam büyük bir bina yaptırıp
onu güzelce dayayıp döşedi, fakat bir köşede bir tuğlalık boş yer bıraktı.
Ahali binanın etrafında dolaşıyor, güzelliğine hayran kalıyor fakat şunu
söylemeden edemiyordu: Niçin bu tuğlanın yeri boş? İşte ben o tuğlayım ve
peygamberlerin sonuncusuyum."[1202]
4.BÖLÜM
Giriş
Esâtîru'l-Evvelin: Öncekilerin Masalları. "Esâtîr",
"setara" kelimesinden türemiş çoğul bir kelime olup, tekili,
"ustûr, ustûre veya estîr, estıra" dır. Bâtıl olan, aslı olmayan
uydurma hikâyeler ve "evvelîm" kelimesi ile birlikte, "İslâm
öncesi milletlerin yazdıkları hikâyeler, masallar" manasına gelir.
Bu terkib
Kur'an-ı Kerîm de birkaç yerde geçmektedir.[1203] Bu âyetlerin hemen hemen
hepsinde bu terkip Kur'an'ın ilâhı bir vahiy olmadığını iddiâ ederek, onun bir
Allah kelâmı olduğuna inanmayan müşriklerin Hz. Peygamber'e söyledikleri
sözleri mâhivetinde nakledilmektedir. Meselâ bunlardan bir ayet şöyledir:
وَمِنْهُمْ
مَنْ
يَسْتَمِعُ
اِلَيْكَ وَجَعَلْنَا
عَلى
قُلُوبِهِمْ
اَكِنَّةً
اَنْ
يَفْقَهُوهُ
وَفى
اذَانِهِمْ
وَقْرًا وَاِنْ
يَرَوْا
كُلَّ ايَةٍ
لَا
يُؤْمِنُوا بِهَا
حَتّى اِذَا
جَاؤُكَ
يُجَادِلُونَكَ
يَقُولُ
الَّذينَ
كَفَرُوا اِنْ
هذَا اِلَّا
اَسَاطيرُ
الْاَوَّلينَ
"İçlerinden
kimileri de vardır ki, seni Kur'ân okurken dinler. Fakat biz onların kalplerine
onu zevkiyle anlamalarına engel (olmak için) kat kat örtü (kabuklar) gerdik;
kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Artık onlar her belgeyi (mucizeyi) görseler
de yine inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışıp çekişirler ve
kâfirler de, 'Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler."[1204]
Böylece hakka
boyun eğmeyen kâfirlerin, "sözlerin en doğrusu olan Allah kelâmını bir tür
hurâfe yığını, yalanların en kötüsü olarak vasıflandırdıklarını"[1205] yüce Allah Kur'an'da bize
anlatmakta ve onların bu davranışlarının sebebini açıklamaktadır.
Bilindiği
gibi Kur'an-ı Kerîm'in ayetleri nâzil oldukça fesâhat ve belâgat ilimlerinde
çok ileri gitmiş Araplar, Kur'ân'ın hârikulâdeliği, i'câzı ve üstün belâgatı
karşısında şaşırmışlardır. Ne yapacaklarını bilemeyerek, Hz. Peygamber'i mecnun
göstermeye çalışmışlar ve neticede Kur'ân'ı Kerîm'i bir nevi sihirbazların ipe
sapa gelmez sözleri gibi göstermek istemişlerdir. Hz. Peygamber'e daha bunun
gibi birçok çamurlar atarak, Kur'an'ı dinleyen herkesin onun etkisinde
kaldığını gördüklerinde de âdeta çıldırmışlar ve Kur'an'ı dinletmemek için
çeşitli çarelere başvurmuşlardır. Kur'an'ın bir beşer sözü olduğunu iddia
etmeye kalkışmışlar, fakat yüce Allah, onların bu iddiâlarına karşı meydan
okuyarak, önce bütün insan ve cinler bir araya gelseler de, Kur'an'ın bir
benzerini meydana getiremeyeceklerini beyan etmiş,[1206] şayet davalarında samimi
iseler, onun bir benzerini,[1207] hattâ on sûresinin
benzerini[1208] hattâ sadece bir suresinin
benzerini[1209] getirmelerini isteyerek, bu meydan okumayı, en
son merhalesine vardırmıştır. Sonunda da:
وَاِنْ
كُنْتُمْ فى
رَيْبٍ
مِمَّا
نَزَّلْنَا
عَلى
عَبْدِنَا
فَاْتُوا
بِسُورَةٍ
مِنْ مِثْلِه
وَادْعُوا
شُهَدَاءَ
كُمْ مِنْ
دُونِ اللّهِ
اِنْ
كُنْتُمْ صَادِقينَ
() فَاِنْ لَمْ
تَفْعَلُوا
وَلَنْ تَفْعَلُوا
فَاتَّقُوا
النَّارَ
الَّتى وَقُودُهَا
النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُ
اُعِدَّتْ
لِلْكَافِرينَ
"Eğer
kulumuz (Muhammed)'a indirdiğimiz Kur'an 'dan şüphe ediyorsanız ve doğru sözlü
iseniz, Allah'tan başka yardımcılarınızı da çağırın ve onun surelerine benzeyen
bir sûre getirin. Bunu yapamazsınız -ki asla yapamayacaksınız-; o halde
kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının''[1210] buyurmuştur.
Kur'an'ın
bütün uyarılarına, nasihat ve öğütlerine, hatta korkutmalarına rağmen ilâhı
dine karşı mücâdelelerine devam eden kâfirler Kur'an'ın bir parçasının
benzerini bile getirememişler, çeşitli yollardan ona saldırmaya devam
etmişlerdir. Kur'an'a ''esâtîru'l-evvelin" (öncekilerin masalları) demeye
kalkışmışlar, "biz istesek bir benzerini getiririz (el-Enfâl, 8/31)
demişlerdir. Fakat onların şairleri, hatipleri bile bunu başaramamışlar; onlar
da Kur'an'ın eşsiz uslûba ve hârikulâde bir beyana sahip olduğunu, ne o ana
kadar duydukları bir şiire ne de bir efsuncu veya sihirbazın sözüne
benzemediğini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
Gerçi
Kur'an-ı Kerîm'de, geçmiş peygamberlere ve milletlere dair bazı hikaye ve kıssalar
mevcuttur. Fakat bunlar ustûre, aslı olmayan yanlış ve batıl şeyler değil,
hakikat olan yaşanmış veya gerçek hayattan alınmış ibret sahnelerinden
ibarettir. Bu tür ibret dolu hâdiselerin Kur'an'da yeralması, müslümanların o
milletlerin başına gelenlerden ibret alıp tarihi bir daha tekerrür
ettirmemeleri ve aynı hatalara düşmemek için üzerinde düşünmeleri içindir.
Zaten Kur'an ne kronolojik bir tarih kitabı, ne de mev'ıza kitabıdır. Bundan
dolayı "Kur'an'da yer alan kıssaların asıl gayesi ahlâkı ve terbiyevî
olmasıdır. Bunlar Kur'an'ın kendine has uslûbu ile anlatılmışlardır.[1211]
Esas
itibarıyle "esâtîr"in, Yunanca, "isturya" kelimesiyle
ilişkisi olduğu açıktır. Avrupalılar da buna "histoir" demişlerdir.
Biz bugün bu kelimeye karşılık olarak 'tarih' sözcüğünü kullanmaktayız. Bunun
için, "esâtîr" kelimesi Arapça'dır, fakat "usture"nin
Arapça olup olmadığı araştırma konusudur diyenler vardır. Dolayısıyla bu
dillerdeki söz konusu kelimelerin, aynı değilse bile, ortak bir köke sahip
oldukları söylenmiştir. Araplarda esasen ''mestûrâtu'l evvelin" demek
olan, "esâtıru'l evvelin", Türklerin "masal", Yunanlıların
"misus", Avrupalıların "mit" dedikleri, eski kahramanlık
hikâyeleri, tarih öncesi efsaneleri, destanları olarak mülâhaza edilmiş ve
uydurma, hurâfeler manasında kullanılmıştır. Bu yönüyle gerçek tarihten
ayrılır. Fakat tarih de belli bir zamana kadar mestûrâta dayanmak durumundadır.
Çünkü ilk tarihi bilgiler, önce dillerde dolaşan sözlü kaynaklara dayanılarak
tespit edilmeye çalışılmaktadır.
Daha sonra bu
bilgiler satırlara geçmeye başlamıştır.
Bazı
düşünürler bu durumu göz önüne alarak, birçok milletlerin ilk efsâne ve
destanlarını; insanların düşünce tarzlarını, inançlarını anlamak için delil ve
ilmin ilk çıkışı sayarak, tarih, felsefe ve dinlerin bunlardan çıkmış olduğunu
kabul ederler. Tarih felsefesinde, dinler tarihinde mitolojiye önemli bir esas
nazarıyle bakarlar. Bazıları da buradan hareketle bütün dinlere
"esâtiru'l-evvelîn" veya hurâfat nazariyle bakarak, bu konuda
mücâdele ederler. Bu görüşleri de kalplerinin hurâfelerle dolu olmasından ve bu
engeller içinde hakkı anlamak kabiliyetini yitirmiş bulunduklarından doğar.
İşte Kur'ân'ın haber verdiği ve Kur'ân'a "esâtîr" gözüyle bakan
kâfirler de, bunlardan veya bunların pirlerindendir. Onlar bunu söylemekle şunu
kastetmiş oluyorlar: "Kur'an ilahı vahiy veya Allah kelâmı değildir;
Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor. Üstelik bunda hurafelerden
başka hiçbir hakikat da yoktur" Bu görüşleri gösteriyor ki, Hak kelâm ile
esâtîri birbirinden ayıramayacak kadar temyiz kabiliyetine sahip değillerdir.[1212] Fakat yüce Allah
Kur'an'daki birçok aklı delillerle ve icazıyle bu tür görüşte olanları
susturmuş ve Kur'an'ın gerçek, ilâhı kaynaklı olduğunu açıkça ispatlamıştır.
Hz.Lokman (a.s):
Bir nebî veya velî olduğu ihtilâflı; ancak çoğunluğun tercihine göre hakim bir
şahsiyet.
Kur'ân-ı
Kerîm'de Lokman adı iki yerde geçer.[1213] Kelime, aynı zamanda Mekkî
bir surenin adıdır. Bu sûrenin nüzul sebebi Kureyşlilerin Lokman'ı Hz.
Peygamber (a.s)'e sormalarıdır.
Lokman'ın adı
geçen iki ayet şöyledir:
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
لُقْمنَ
الْحِكْمَةَ
اَنِ اشْكُرْ
لِلّهِ
وَمَنْ
يَشْكُرْ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ
حَميدٌ ()
وَاِذْ قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ
يَعِظُهُ يَا
بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ
اِنَّ الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ
عَظيمٌ
"Andolsun
Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak
kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki Allah her şeyden
müstağnîdir, övülmeye lâyık olandır. Lokman, oğluna öğüt vererek. "Yavrum,
Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür" demişti."[1214]
Lokman'ın adı
içinde geçmese de onun oğluna öğütleri devam etmektedir. Ancak arada iki ayet
içinde Yüce Allah, Lokman'ın öğüdündeki eş koşmayı(şirk) tekit için ana-babaya
iyi davranmak; Yaratana şükür, ana-babaya teşekkür etmesini bilmekle beraber;
eğer ana-baba Allah'a eş koşmak üzere çocuğunu körü körüne zorlarlarsa o
çocuğun onlara itaat etmemesi, dünya işlerinde onlarla güzelce geçinip Allah'a yönelen
kimselerin yoluna uyması gerektiğini bildirmektedir.[1215]
Lokman'ın
öğütleri şöyle devam etmektedir:
يَا
بُنَىَّ
اِنَّهَا
اِنْ تَكُ
مِثْقَالَ حَبَّةٍ
مِنْ
خَرْدَلٍ
فَتَكُنْ فى
صَخْرَةٍ
اَوْ فِى
السَّموَاتِ
اَوْ فِى
الْاَرْضِ
يَاْتِ بِهَا
اللّهُ اِنَّ اللّهَ
لَطيفٌ
خَبيرٌ () يَا
بُنَىَّ
اَقِمِ الصَّلوةَ
وَاْمُرْ
بِالْمَعْرُوفِ
وَانْهَ عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَاصْبِرْ
عَلى مَا اَصَابَكَ
اِنَّ ذلِكَ
مِنْ عَزْمِ
الْاُمُورِ ()
وَلَا
تُصَعِّرْ
خَدَّكَ
لِلنَّاسِ
وَلَا تَمْشِ
فِى
الْاَرْضِ
مَرَحًا
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
كُلَّ
مُخْتَالٍ
فَخُورٍ ()
وَاقْصِدْ فى
مَشْيِكَ
وَاغْضُضْ
مِنْ
صَوْتِكَ اِنَّ
اَنْكَرَ
الْاَصْوَاتِ
لَصَوْتُ
الْحَميرِ
“Yavrum,
işlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde,
göklerde veya yerde bulunsa da, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah
Lâtif'dir, haberdar'dır. Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir
ve başına gelene sabret; doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları
küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Allah, kendini beğenip
böbürlenen kimseyi hiç şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini de
kıs! Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir."[1216]
Lokman
suresinde geçen ayetlerden anlaşılmaktadır ki, bu zat bir hakimdir. Çünkü ona
hikmet verilmiştir. Böyle bir hikmete ulaşan kimseye gereken, o hikmete
şükürdür. Aslında Yüce Allah'ın, şükür de dahil hiç bir şeye ihtiyacı yoktur.
Ancak şükre ihtiyacı olan insandır. Çünkü Allah, şükredince nimetleri artırma
vadinde bulunmuştur.[1217]
Lokman, üç
kere "yavrum" veya "oğlum" diye hitap ederek oğluna öğüt
vermiştir. Bunlardan ilkinde Allah'a eş, ortak koşmamasını öğütlemiştir. Çünkü
bu, Allah'ın hakkını başkasına vermek, kulların ve bütün varlıkların yaratanına
olan bu haksızlıkla onların haklarını çiğnemek, başta Yüce Allah'ın ikram
ettiği, şerefli kıldığı insan olmak üzere bu varlıkları esas yaratanından başka
fâni, âciz, güçsüz şeylere yönelterek onları tahkîr etmektir. Lokman, ikinci
"yavrum" hitabeyle başlayan öğüdünde, Yüce Allah'ın hardal tanesi
kadar da olsa yapılan bütün iyilik ve kötülükleri gördüğünü, bildiğini ve
onları ahirette değerlendireceğini anlatmıştır. Nitekim Yüce Allah, zerre
miktar hayır-şer işleyenin karşılığını göreceğini bildirmektedir.[1218]
Lokman, yine
oğluna hitaben üçüncü öğüdünde onun namazı kılmasını, iyiliği emredip
kötülükten vazgeçirmesini, başına gelene sabretmesini, insanlara böbürlenip
kibirlenmemesini, çalım satıp öğünmemesini, yürümesinde, konuşurken sesinde ölçülü olmasını tavsiye
etmiştir.
Lokman
hakkında hadislerde de bazı bilgiler bulunmaktadır. En'âm suresi'nin 82.
ayetinin nüzulünde sahabeler: "Ey Allah'ın Resulü! Bizim hangimiz nefsine
zulmetmez ki...?" dediklerinde, Peygamberimiz. Bu ayetteki zulüm sizin
sandığınız gibi değildir. O zulüm, şirk demektir. Lokman'ın oğluna nasihat
ederken, yavrum, Allah'a şirk koşma. Zira şirk en büyük zulümdür dediğini
işitmediniz mi?" cevabını vermiştir.”[1219]
Lokman şöyle
derdi: "Yavrum, ilmi âlimlere karşı böbürlenmek, sefihlerle münazarada
bulunmak ve meclislerde gösteriş yapmak için öğrenme!."[1220] Bu anlatım ve devamı başka
bir rivayette şöyle yer almaktadır: "...Gınâ göstererek ve cehalete
düşerek ilmi terketme! Yavrum, meclisleri ihmal etme! Allah'ı anan bir topluluk
gördüğünde onlarla otur. Eğer âlimsen ilmin işine yarar; cahilsen onlar sana
öğretirler. Umulur ki Allah onlara rahmetini lütfeder, onlarla beraber sana da
ulaşır. Allah'ı anmayan bir lopluluk gördüğünde onlarla oturma. Eğer âlimsen
ilminin sana bir yararı olmaz; cahilsen onlar seni saptırırlar. Allah onları
azabına düçar kılar, sana da onlarla beraber isabet eder."[1221]
Yine bir
hadis-i şerifte ilim-hikmet hakkında şöyle denilmektedir: "Hakîm Lokman
oğluna şu tavsiyede bulunmuştur. Yavrum âlimlerin yanında otur ve dizlerinle
onlara çok yaklaş. Çünkü Allah, gökten indirdiği yağmurla ölü toprağı
dirilttiği gibi, kalpleri hikmet nûruyla diriltir."[1222]
Lokman
hakkında başka bir hadis de şöyledir: "Hakim Lokman, şöyle derdi: Şüphesiz
Allah bir şeyi emânet aldığı zaman onu korur."[1223]
Bu
hadislerin, meselâ zulüm, hikmet, ilim gibi konularda Kur'ân-ı Kerîm'deki
Lokman ile ilgili ayetlerle rabıtalı olduğu görülmektedir.
Lokman'ın kim
olduğu konusunda çeşitli görüşler vardır. İbn İshak'a göre Lokman'ın nesebi
[Lokman b. Bâur b. Nahor b. Tarih (Terah: Âzer)] Dördüncü. Kuşakda Hz İbrahim
(a.s)'ın babası Âzer'e ulaşır. Vâkıdî, Lokman'ın İsrâiloğulları kadısı, Eyle ve
Medyen taraflarında yaşayan, Eyle'de ölen bir kimse olduğunu zikreder.
İkrime'ye göre Lokman bir nebîdir. Ancak onun bir hakim olduğunda âlimlerin
ittifakı vardır.[1224] Vehb b. Münebbih'e göre; Lokman
İbn Bâûra, Âzer neslindendir. Mukâtil'e göre ise, Hz. Eyyub (a.s)'ın
kızkardeşinin veya teyzesinin oğlu idi. Uzun müddet yaşadı. Hz. Davud'a yetişti
ve ondan ilim aldı. Sanat sahibi idi. Bir nebî olduğunu söyleyenler de oldu.
İbn Rüşd, Tehâfüt'ünde söylediği gibi, her nebî hakîmdir, fakat her hakim nebî
değildir. Bakara sûresi'nin 269. ayetine göre Yüce Allah hikmeti istediğine
verir. Kime de hikmet verilmişse ona büyük hayır lütfedilmiştir. Dolayısıyla o
kimsenin ilmen, amelen bunun şükrünü yerine getirmesi gerekir. Lokman için de
Kur'ân'da böyle söylenmiştir.[1225]
Lokman,
İslâm'dan önceki Araplarda kendisinden çok bahsedilen bir şahsiyet idi. Yahudi
ve Hıristiyan kutsal kitaplarında adı geçmez. Onun Âd kabilesinden veya Habeşli
bir köle olduğu da belirtilmiştir.[1226]
Eski Arap
geleneğinde cahiliyye devri insanları bu zata Lukmânü'l-Muammer diyorlardı.
Onun yedi kartalın ömrü kadar uzun yaşadığına inanılırdı. Ebû Hâtim
es-Sicistâni'nin "Kitâbül-Muammarîn" adlı eserinde Lokman, Hızır'dan
sonra uzun yaşayan ikinci şahsiyet olarak yer alır. Yedi kartal ömrü beş yüz
altmış yıl yapsa da çeşitli rivayetlerde onun bin, hatta üç bin-üç bin beş yüz
yıl yaşadığı bile ileri sürülmüştür. Lokman'a, Nâbiga'nın şiirlerinde bile
rastlanır. Cahiliyye geleneğinde Lokman aynı zamanda bir kahraman ve hakim bir
kimse olarak da görülürdü. Bir çok macera ona isnat edilmişti.
Bütün bunlar
arasında Lokman, Âd kabilesinden olmakla bu kabîleye Sodom gibi günahkârlığı
dolayısıyla kuraklık cezası verildiğinde, onun da dahil olduğu bazı kimseler
yağmur için dua etmek üzere Mekke'ye giderler. Ancak Âdlılar orada zevk ve
safâya dalıp esas vazifelerini unuturlar. Hatırlatıldığında da birisi siyah bir
bulut isteyiverir. Âd kabilesinin mahvı bu bulutla olur. Aslında onların
cezalandırılmaları Hz. Hûd'a itaatsizlikleri dolayısıyladır. Âd kavmi ile
ilgili ayetlerde ve Hûd suresinde Lokman'ın adı geçmez.
Lokman,
Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldıktan sonra, Arapça darb-ı mesel ve hikmet
kitaplarından Kasasul-Enbiyalara kadar bir çok eserlerde yer aldı. Sa'lebî (ö.
427/1035) Ârâisul-Mecâlis"inde ondan bahsederken Kur'ân'daki anlatımı
başka rivayetlerle genişletir. O, Lokman'ın kim olduğu konusunda yukarıdaki
bütün bilgileri verdikten sonra Mücâhid'in onun uzun dudaklı siyahî bir köle
olduğu yolundaki rivayetlerini de bunlara ekler. Ancak bu rivayeti takviye
sadedinde insanlardan Sudan'dan çıkmış üç hayırlı kimse arasında, Bilâl
(Habeşli ?), Hz. Ömer (ra)'ın kölesi Mühecca' ve Lokman'a (Sudan'ın Mısır'a
yakın Nubya tarafından) yer veren rivayeti de almaktadır.
O, Lokman'ın
Habeş'li bir marangoz, bir terzi olduğu konusundaki iddiaları da aktardıktan
sonra, âlimlerin onun hakim olup nebî olmadığında ittifak ettiklerini, bu
konuda İkrime'nin farklı görüşe sahip olduğunu (bazılarına göre Lokman'ın
nebîlik ile hakimlikten birini tercihte serbest bırakıldığı, onun hikmeti
seçtiğini) belirtmektedir. O, ayrıca Lokman'ın nebî olmadığı; Allah'ın çok
tefekkür, iyi yakın ile takvâ ehli kıldığı bir kul olduğu; onun Allah'ı,
Allah'ın da onu sevdiği, ona hikmet lütfettiğini açıklayan bir hadis de
nakleder.[1227]
Sa'lebî,
Lokman'ın, dünyada sıkıntı çekenin refahtakinden hayırlı olduğunu; dünyayı
ahirete tercih edenin dünyada da, ahirette de kaybedeceğini; malın sıhhat,
nimetin nefis temizliği gibi olmadığını; doğru söz, emaneti yerine teslim ve
boş yere konuşmayı terkin hikmeti doğurduğunu söylediğini nakleder. Yine onun
nakline göre Lokman oğluna şöyle dedi:
"Dünya
derin bir denizdir. Çokları onda boğulmuştur. O denizde senin gemin Allah'dan
takvâ olsun. Bineğin Allah'a imanın ve yolun Allah'a tevekkül olsun. Umulur ki
kurtulursun; tamamen kurtulacağını da sanmam.
Yavrum, insanlar ibadet ve taatte
her gün noksanlaştıkları halde nasıl olur da vadolunduklarından korkmazlar!
Yavrum! Dünyadan yetecek kadar al,
ona kapılma, bu ahiretine zarar verir. Dünyadan el etek de çekme, yoksa
insanlara yük olursun. Oruç tut, bu şehvetini keser. Seni namazdan alıkoyan
orucu tutma, çünkü Allah'ın katında namaz oruçtan daha büyüktür...
Yavrum! İyiliği ondan anlayana yap.
Nitekim koç ile kurt arasında dostluk olmadığı gibi; iyi ile kötü arasında da
dostluk olmaz. Çekişmeyi seven hakarete uğrar, kötülük olan yerlere giden
töhmet altında kalır, kötülüğe yaklaşan kendini kurtaramaz ve dilini tutmayan
pişman olur.
Yavrum! iyilerin hizmetinde bulun;
fakat kötülerle dostluk kurma. Yavrum! Güvenilir kimse ol ki zengin olasın.
Kalbin günah lekeleriyle dolu olduğu halde insanlara, Allah’tan korkuyormuşsun
gibi görünme.
Yavrum, âlimlerle bir arada bulun
ve onların dizinin dibinden ayrılma; fakat onlarla tartışmaya da girme, yoksa
sohbetlerinden seni mahrum ederler. Onlara bir şey sorarken nazik davran. Seni
ihmal ettiklerinde onlara bıkkınlık verme, yoksa senden usanırlar.
Yavrum! her şeyi arkanı dönerek
isteme ve yüzün dönük olarak da ondan uzaklaşma! Zira bu, basîreti azaltır ve
aklı zayıflatır.
Yavrum, küçükken edepli olursan,
büyüdüğünde faydasını görürsün!
Yavrum, yolculuğa çıktığında, onu
çekip götürebileceğin bir yerde olmadıkça, hayvanından emin olma; çünkü onun
sırtı çabuk yağır olur ve bu hakimlerin işlerinden değildir. Gideceğin yere
yaklaştığında da hayvanından in ve yürü; kendinden önce onu doyur. Gecenin ilk
saatlerinde yolculuğa çıkmaktan sakın! Sana gecenin yarısına kadar dinlenip
gece yarısından sonra yola çıkmanı tavsiye ederim. Sefere çıkarken yanına
kılıcını, mest'ini, sarığını, elbiseni, su kabını, iğne ve ipliğini, biz'ini
(saraç iğnesi) al! Ayrıca yanında sana ve beraberindekilere yetecek kadar ilâç
bulundur. Arkadaşlarınla, Allah'a isyanın dışındaki hususlarda uyum sağla ve
onlara vefâ göster!
Yavrum, kanaatkâr görünmekten
sakın, zira bu tavrın sana gündüzleri şöhret, geceleri ise şüphe getirir.
Yavrum, kendini unutup da insanlara
iyiliği emretme! Yoksa senin durumun, insanlara ışık verdiği halde kendisi
yanarak tükenen kandile benzer!
Yavrum, küçük işleri umursamazlık
etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür.
Yavrum, yalan söylemekten sakın!
Çünkü yalan, dînini ifsat eder, insanların yanında mürüvvetini noksanlaştırır
ve bu durumda da utanma duygun yok olur; değerin düşer, makam ve mevkiin elden
gider; küçümsenirsin, konuştuğun zaman sözün dinlenmez, söylediğine itibar
edilemez. Bu duruma düşüldüğünde de yaşamanın zevki kalmaz!
Yavrum, kötü huydan, sıkıntı
vermekten, sabırsızlıktan sakın! Bu hasletler karşısında hiç bir arkadaşın sana
dürüst davranmaz ve seninle aralarında dâima bir mesafe bırakırlar. İşini sev;
sık sık karşılaştığın olaylar karşısında sabret! İnsanlara karşı güzel huylu
ol! Zira huyu güzel olan, herkese güler yüz gösteren ve bunu yaygınlaştıran,
iyiler yanında nasîbini alır; ona karşı iyi kimseler sevgi besler, kötüler de
ondan uzaklaşır.
Yavrum, gönlünü kederlerle ve
kalbini üzüntülerle meşgul etme. Aç gözlülükten sakın. Takdire rıza göster.
Allah tarafından sana verilene kanaat et ki hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla
dolsun ve hayattan zevk alasın. Eğer dünya zenginliklerinin senin için bir
araya getirilmesini istersen, insanların ellerinde olanlara göz dikme! Zira
peygamberleri bulundukları mertebeye ulaştıran şey insanların ellerinde
bulunanlara göz dikmemeleridir.
Yavrum, dünya hayatı kısadır. Senin
oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de daha az bir kısmı geride
kalmıştır.
Yavrum, iyiliği ehline yap, ehil
olmayana iyilik yapma; yoksa o, dünyada boşa gider, ahirette de sevabından
mahrum olursun. İktisatlı ol, savurgan olma; cimrilik derecesinde mala sarılma,
israfa varacak şekilde de onu dağıtma!
Yavrum, hikmete sarıl ki onunla
ikram göresin, onu yücelt ki sen de üstün tutulasın. Hikmet ahlâkının en üstünü
Allah (c.c)'ın dinidir.
Yavrum, hasetçinin üç belirgin
özelliği vardır: Gıyabında dostunu çekiştirir, yanında olduğu zaman ona
yaltaklanır, o bir musibete duçar olduğunda da ona sevinir."[1228]
Lokman'la
ilgili olarak sadece oğluna öğütler, hikmetli sözler, atasözleri (emsâl,
durub-ı emsâl) değil, kıssalar da nakledildi. Bunlardan Lokman'ın bir köle
olarak birisine takdim edildiğinde. o, diğer kölelerin incirleri onun yediğini
ileri sürerek efendilerini kandırmak istedikleri zaman, hep beraber sıcak su
içmelerini tavsiye eder. Efendileri öyle yapar, sonunda Lokman yalnız su
kusarken, diğerleri incir artıklarını su ile çıkarmaya başlarlar. Bir gün
efendisi, gelen misafiri için, Lokman'a en iyi ne varsa onu ikram etmesini
söyler. O da koyun dili ve yüreği getirir. Bir başka gün yine misafir için bu defa
en kötü ne varsa onu çıkarmasını söylediğinde aynı şeyleri verdiğini görünce,
sebebini sorar. Lokman, iyi bir dil ve yürekten daha iyi bir şey olmadığı gibi,
kötü bir dil ve yürekten de daha kötü bir şey bulunmadığı cevabını verir.[1229]
Lokman'a bu
kıssalar dolayısıyla Arapların Ezop'u (Aesopos) denilmiş, Avrupa'da Ezop'a
atfedilen bir çok nükteler Lokman'a isnat olunmuştur. Batılı yazarlar Lokman'la
ilgili kıssaların sonraki devirlerde Ezop'unkilerden kopya edildiğini ileri
sürerler. Bu konuda karşılaştırmalar ve örneklere de yer verip eski gelenekte
Lokman, hakîm, hatta peygamber bir kimse olarak tanınırken; sonraki devrede
artık köle, marangoz haline sokulduğunu eklerler. Onlara göre Lokman; Bileam,
Ahikar, Ezopla aynı görülmüştür. Bileam, Kitab-ı Mukaddes'te geçer.
Müfessirler, seceresi Lokman b. Bâûr b. Nahor b. Tarih şeklinde geçen bu zatın
İbrani dilinde "bala", Arapça "Lakama" kökleri aynı yutmak
anlamına geldiği için, Kitab-ı Mukaddes'teki karşılığının Bileam olduğu
kanaatine ulaşmışlardır.
Lokman,
Bileam mıdır tartışmasında buna olumlu bakanlar yanında karşı çıkanlar; Lokman,
Kur'ân ve önceki gelenekte saygı duyulan; Bileâm, Kitab-ı Mukaddes ve Aggada'da
nefret edilen bir kimsedir, demektedirler. Lokman'ı, Roma'lı Ahikar veya
Yunan'ın Ezop'una benzetenler, onların sözlerinin veya onlarla ilgili
anlatımların benzerliklerine dayanmaktadırlar.[1230]
Sonuç olarak;
Lokman (a.s), Davud (a.s) devrinde yaşamış, Medyen ve Eyke halkındandır.
Hz. Lokman,
Beni israil arasında kadı olarak bulunduğu veya Habeşli bir zenci dülger
(Marangoz) olduğu rivayet edilir.
Kur'an-ı
Kerim de adı zikredildiği halde, Peygamber olup olmadığı ihtilaflı olan
zatlardan birisidir.
Lokman sur.
12' nci ayetinde;
وَلَقَدْ
اتَيْنَا
لُقْمنَ
الْحِكْمَةَ
اَنِ اشْكُرْ
لِلّهِ
وَمَنْ يَشْكُرْ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه
وَمَنْ
كَفَرَ
فَاِنَّ
اللّهَ
غَنِىٌّ
حَميدٌ
"And
olsunki biz, Lokman'a Allah'a şükret diye hikmet verdik"[1231] buyurulmaktadır.
Buradaki
hikmet; ilim, diyanet, isabet-i fikir olarak tefsir edilmiştir. Hz. Lokman'ın
Peygamber olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Peygamber olmayıp, sadece hikmet ve
din alimi olduğunu söyleyenlerde vardır.
Hz. Lokman'ın
bir oğlu vardır. Fakat Allah'a
inanmıyordu, Hz. Lokman oğluna hakimane öğütler verirdi. Bu öğütler
Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatışır:
وَاِذْ
قَالَ
لُقْمنُ
لِابْنِه
وَهُوَ يَعِظُهُ
يَا بُنَىَّ
لَاتُشْرِكْ
بِاللّهِ اِنَّ
الشِّرْكَ
لَظُلْمٌ
عَظيمٌ ()
وَوَصَّيْنَا
الْاِنْسَانَ
بِوَالِدَيْهِ
حَمَلَتْهُ
اُمُّهُ
وَهْنًا عَلى
وَهْنٍ
وَفِصَالُهُ
فى عَامَيْنِ
اَنِ اشْكُرْ
لى وَلِوَالِدَيْكَ
اِلَىَّ
الْمَصيرُ ()
وَاِنْ
جَاهَدَاكَ عَلى
اَنْ
تُشْرِكَ بى
مَالَيْسَ
لَكَ بِه عِلْمٌ
فَلَا
تُطِعْهُمَا
وَصَاحِبْهُمَا
فِى
الدُّنْيَا
مَعْرُوفًا
وَاتَّبِعْ
سَبيلَ مَنْ
اَنَابَ
اِلَىَّ
ثُمَّ
اِلَىَّ مَرْجِعُكُمْ
فَاُنَبِّئُكُمْ
بِمَا كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
() يَا بُنَىَّ
اِنَّهَا
اِنْ تَكُ
مِثْقَالَ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
فَتَكُنْ فى
صَخْرَةٍ
اَوْ فِى
السَّموَاتِ
اَوْ فِى
الْاَرْضِ
يَاْتِ بِهَا
اللّهُ اِنَّ
اللّهَ لَطيفٌ
خَبيرٌ () يَا
بُنَىَّ
اَقِمِ
الصَّلوةَ
وَاْمُرْ
بِالْمَعْرُوفِ
وَانْهَ عَنِ
الْمُنْكَرِ
وَاصْبِرْ
عَلى مَا
اَصَابَكَ
اِنَّ ذلِكَ مِنْ
عَزْمِ
الْاُمُورِ ()
وَلَا
تُصَعِّرْ خَدَّكَ
لِلنَّاسِ
وَلَا تَمْشِ
فِى الْاَرْضِ
مَرَحًا
اِنَّ اللّهَ
لَا يُحِبُّ
كُلَّ
مُخْتَالٍ
فَخُورٍ ()
وَاقْصِدْ فى
مَشْيِكَ
وَاغْضُضْ
مِنْ
صَوْتِكَ
اِنَّ
اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ
لَصَوْتُ
الْحَميرِ
"Lokman, oğluna öğüt
vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür,
demişti.
(Lokman, öğütlerine devamla
şöyle demişti:) Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal
tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut
yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir.
Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.
Yavrucuğum! Namazı kıl,
iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu
bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.
Küçümseyerek insanlardan yüz
çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp
duran kimseleri asla sevmez.
Yürüyüşünde tabiî ol, sesini
alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[1232]
Bir gün
birisi, Hz. Lokman'ın siyah yüzüne kalın ve çatlak dudaklarına bakarak O'nu
hakir görmek istemiş. Hz. Lokman bu adama kızmadan şu karşılığı vermiştir.
-"Yüzümün
siyah, dudaklarımın kalın ve çatlak olduğuna hakaretle bakma. Çünkü, onları ne
ben boyadım, ne de ben çatlattım. Benim elimde olan, o kalın dudaktan kötü söz
çıkarmamak, siyah yüzü ayıp işte utandırmamaktır. Kalbim beyaz, sözüm inci gibi
güzel olduktan sonra, yüzümün siyah dudağımın kalın oluşunun ne ehemmiyeti
var?"
Demek ki,
insanın kafa yapısını, fikir ve ruh dünyasını bırakıp da, yüzüne sürdüğü putra
ve boynuna taktığı kravatıyla değerlendiren bizler hala, milattan önce yaşayan
Hz. Lokmam kadar gerçekçi olamamış; O'nun insan değerlendirmekteki sağlam
ölçüsünü henüz idrak edememiş bulunmaktayız.
Hz. Üzeyr (a.s):
İsrail oğullarına (Yahudilere) göre meşhur bir peygamber olan Üzeyr (a.s)'ın
adı Kur'an-ı Kerîm'de geçmektedir. Fakat İslâm'a göre onun peygamber olup
olmadığı hususunda ihtilaf vardır.
Üzeyr (a.s)'ın adı hakkında
da alimlerin farklı yorumları vardır. Bazı alimlere göre onun adı Arapça bir
isimdir. Diğer bazı alimlere göre ise, Üzeyr kelimesi Arapça değil,
İbrani’cedir.[1233]
İbranice'de
Üzeyr kelimesinin karşılığı "Azra"dır. Tevrat'ın bu dildeki
nüshasında böyle geçmektedir.[1234]
Üzeyr (a.s),
Harun Peygamber'in neslinden gelmektedir.[1235]
Üzeyr
(a.s)'ın adı, Kur'an-ı Kerîm'de bir yerde geçmektedir:
وَقَالَتِ
الْيَهُودُ
عُزَيْرٌ
ابْنُ اللّهِ
وَقَالَتِ
النَّصَارَى
الْمَسيحُ
ابْنُ اللّهِ
ذلِكَ قَوْلُهُمْ
بِاَفْوَاهِهِمْ
يُضَاهِؤُنَ
قَوْلَ
الَّذينَ
كَفَرُوا
مِنْ قَبْلُ
قَاتَلَهُمُ
اللّهُ
اَنّى
يُؤْفَكُونَ
() اِتَّخَذُوا
اَحْبَارَهُمْ
وَرُهْبَانَهُمْ
اَرْبَابًا
مِنْ دُونِ
اللّهِ
وَالْمَسيحَ
ابْنَ
مَرْيَمَ وَمَا
اُمِرُوا
اِلَّا
لِيَعْبُدُوا
اِلهًا وَاحِدًا
لَا اِلهَ
اِلَّا هُوَ
سُبْحَانَهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَ
"Yahudiler.
'Üzeyr, Allah'ın oğludur; dediler. Hristiyanlar da: Mesih Allah'ın oğludur',
dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini), önceden
inkâr etmiş(olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin,
nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar!.. Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan
ayrı rehber edindiler, Meryem oğlu Mesîh'i de. Oysa kendilerine yalnız tek
Tanrı olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. Ondan başka ilâh yoktur. O,
onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir."[1236]
Burada söz
konusu olan Üzeyr (a.s) hakkında çeşitli rivâyetler vardır. En meşhuru İbn
Abbas'ın rivâyetidir. Buna göre, Yüce Allah İsrâil oğullarının elinde bulunan
Tevrat'ı onlardan aldı. Tevratın içinde bulunduğu sandığı kaybettiler. Aynı
zamanda Tevrat zihinlerinden de silindi. İsrail oğulları buna çok üzüldüler.
Bilhassa Üzeyr (a.s) Allah'a çok ibâdet etti; O'na yalvarıp yakardı. Allah'tan
inen bir nur, onun kalbine girdi. Unutmuş olduğu Tevrat'ı hatırladı. Ondan
sonra Tevrat'ı yeniden İsrail oğullarına öğretti. Daha sonra Tevrat'ın içinde
bulunduğu sandık bulundu. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'ın öğrettiğinin aslına
uygun olduğunu gördüler. Bunun üzerine Üzeyr (as)'ı çok sevdiler. Fakat bu
hususta aşırı gittiler. "O, olsa olsa Allah'ın oğludur" dediler.[1237]
Bu âyetler,
onların bu hususta aşırı gitmelerini ve Hıristiyanların da, İsâ (a.s) Allah'ın
oğludur diye söylemelerini reddetme mahiyetinde nazil olmuştur. Onların bu
sözlerinin batıl olduğu anlatılmış ve Yüce Allah'ın, onların bu iddialarından
münezzeh olduğu ifâde edilmiştir.[1238]
Yahudilerin
bu hususta aşırı gitmeleri, Kur'an'ın başka yerlerinde de tenkid edilmiştir:
فَاِنْ
لَمْ
تَفْعَلُوا
فَاْذَنُوا
بِحَرْبٍ
مِنَ اللّهِ
وَرَسُولِه
وَاِنْ
تُبْتُمْ
فَلَكُمْ
رُؤُسُ اَمْوَالِكُمْ
لَا
تَظْلِمُونَ
وَلَا تُظْلَمُونَ
"Vay
haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için,
"Bu Allah'ın katındandır. " derler. Ellerinin yazarlığından ötürü vay
haline onların! Kazandıklarından ötürü vay haline onların!"[1239] ayette Yahudiler
kasdedilmektedir. Onların Tevrat'ı tahrif ettikleri, ondan sonra kendileri
tarafından yazılan bir kitabı Allah'ın kitabı diye tanıtmaları söz konusudur.
Onlar bu şekilde kitab yazmışlar, Allah'ın kelâmı olarak ileri sürmüşler ve
bununla menfaat ile nüfûz sağlamaya çalışmışlardır. Bu âyette, onların bu
yaptıkları tenkid edilmektedir.[1240]
Aşağıdaki
âyette de, Yahudilerin bu durumu tenkid edilmiştir:
وَاِنَّ
مِنْهُمْ
لَفَريقًا
يَلْوُنَ
اَلْسِنَتَهُمْ
بِالْكِتَابِ
لِتَحْسَبُوهُ
مِنَ الْكِتَابِ
وَمَا هُوَ
مِنَ
الْكِتَابِ
وَيَقُولُونَ
هُوَ مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ وَمَا
هُوَ مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ
وَيَقُولُونَ
عَلَى اللّهِ
الْكَذِبَ
وَهُمْ
يَعْلَمُونَ
“Onlardan
bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken, dillerini eğip
bükerler. Halbuki okudukları, kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından
olmadığı halde, "Bu, Allah katındandır. " derler. Onlar bile bile
Allah'a iftira ediyorlar.”[1241]
İbn Abbas
(r.a)'dan nakledildiğine göre, bu ayette de Yahudiler kasdedilmektedir. Buna
göre, onlar Allah'ın kelâmını kaybetmişler. Kendi uydurduklarını Allah'ın
kelamı olarak tanıtmaya çalışmışlar. Onların bu yaptıkları yalan ve uydurmadır.[1242]
Hz.Üzeyr (a.s)
ile ilgili bulunduğu söylenen diğer bir ayet de şöyledir:
اَوْ
كَالَّذى
مَرَّ عَلى
قَرْيَةٍ
وَهِىَ خَاوِيَةٌ
عَلى
عُرُوشِهَا
قَالَ اَنّى
يُحْي هذِهِ
اللّهُ
بَعْدَ
مَوْتِهَا
فَاَمَاتَهُ
اللّهُ
مِائَةَ
عَامٍ ثُمَّ
بَعَثَهُ
قَالَ كَمْ
لَبِثْتَ
قَالَ
لَبِثْتُ
يَوْمًا اَوْ
بَعْضَ
يَوْمٍ قَالَ
بَلْ
لَبِثْتَ
مِائَةَ عَامٍ
فَانْظُرْ
اِلى
طَعَامِكَ
وَشَرَابِكَ
لَمْ
يَتَسَنَّهْ
وَانْظُرْ
اِلى حِمَارِكَ
وَلِنَجْعَلَكَ
ايَةً
لِلنَّاسِ
وَانْظُرْ
اِلَى
الْعِظَامِ
كَيْفَ
نُنْشِزُهَا
ثُمَّ
نَكْسُوهَا
لَحْمًا
فَلَمَّا تَبَيَّنَ
لَهُ قَالَ
اَعْلَمُ
اَنَّ اللّهَ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ قَديرٌ
"Yahut
görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin çatıları duvarları üzerine çökmüş (yıkık
dökük olmuş) ıssız bir kasabaya uğradı. "Ölümünden sonra Allah bunları
nasıl diriltir acaba!" dedi. Hemen Allah onu öldürdü, yüz sene sonra
tekrar diriltti. "Ne kadar kaldın burada?" dedi. "Bir gün yahut
bir kaç saat" dedi. Allah ona: "Bilakis yüz sene kaldın. Yiyeceğine
ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlar için bir
âyet (ibret işâreti) kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk sonra tekrar dirilttik).
Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl birbiri üstüne koyuyor, sonra ona nasıl
et giydiriyoruz. " dedi. Durum kendisince anlaşılınca, "Şüphesiz
Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmeliyim" dedi.[1243]
Bu ayette söz
konusu olan zatın kim olduğu hususunda çeşitli rivâyetler vardır. Fakat
alimlerin ekseriyetine göre bu zat, Üzeyr (a.s)'dır.[1244]
Hz. Muhammed
(a.s), Üzeyr (a.s)'ın peygamber olup olmadığı hususunda şöyle buyurmuştur:
"Bilmiyorum, Üzeyr peygamber midir, değil midir?"[1245] Bundan dolayı İslâm
inancında Üzeyr (a.s)'ın peygamberliği ihtilaflı kabul edilmiştir.
Peygamber
olsun veya olmasın, Üzeyr (a.s) Allah'a tam manasıyla inanmış, kamil imân
sahibi olan bir zattı. Hayatı boyunca, Allah'ın rızasını kazanmak için şerden
kaçmış, hayra koşmuştur. Çevresindeki insanları da bu şekilde inanmaya ve
Allah'ın emir ile yasaklarına riâyet etmeye davet etmiştir.
Hz.Uzeyr (a.s),
kırk yaşına bastığı zaman, Yüce Allah, ona, hikmet verdi. Tevrat-ı onun kadar
ezberleyen ve bilen yoktu.
Allah'ın, salih
ve hakim bir kulu olduğu muhakkak ve İsrail oğulları Peygamberlerinden bir
Peygamber olduğu meşhurdur.
İsrail
oğulları, Beytülmakdis'e döndükleri zaman yanlarında Tevrat yoktu. Çünkü,
Beytülmakdiste bulunan şeyler alınırken Tevrat’ta ellerinden alınıp yakılmış ve
yok edilmişti.
Yüce Allah,
İsrail oğulları için, Tevrat'ı yenilesin ve bu, kendileri içinde, bir mucize
olsun diye, Uzeyr (a.s)'ı gönderdi.
O da, onlara
Tevrat'ı okuyup yazdırdı ve;
"Tevrat,
işte budur!" dedi.
İsrail
oğulları; Tevrat’taki helalleri, haramları, yeniden öğrenmiş oldular ve Uzeyr
(a.s)'a da, hiç bir kimseye göstermedikleri sevgiyi gösterdiler. O da, onları
düzeltti.
Bakara sur.
259. Ayetinde; yüz yıl ölü halde bırakılıp diriltildiği açıklanan zat'ın Uzeyr
(a.s) olduğu da ileri sürülmektedir.
Hz.Zülkarneyn
(a.s): Adı
Kur'ân'da geçer. Allah ondan övgü ile bahsetmiştir. Peygamber mi, yoksa veli mi
olduğu ihtilâf konusu olmuştur.
Zülkarneyn
kelimesi Arap’çadır. Zü ve karneyn kelimelerinin birleşmesinden meydana
gelmiştir. Zü, sahip ve malik demektir. Karn ise, boynuz, perçem, tepe, zaman,
güneş anlamlarına gelir. Karneyn, karn'ın tesniyesi yani iki tanesi demektir.
Buna göre Zülkarneyn kelimesi iki boynuz sahibi şeklinde tercüme edilir.[1246]
Zülkarneyn'in
kim oluğu ve neden kendisine bu lakabın takıldığı konusu, eskiden beri
tartışmalı bir husus olarak devam etmiştir. Kendisine Zülkarneyn denilmesi,
alimler tarafından, başının iki yanında iki boynuza benzer çıkıntıların
bulunması, dünyanın şark ve garbını dolaşması, başının iki yanının bakırdan
olması, örülmüş iki deste saçı olması, Allah'ın kendisine nur ve zulmeti
musahhar kılması (emrine vermesi), yürürken nurun önünden, zulmetin ise
arkasından gelmesi, şecaati dolayısıyla bu lakabı almış bulunması, rüyasında
gökyüzüne çıktığını ve güneşin iki tarafına asıldığını görmesi anlamlarında
yorumlanmıştır.
Zülkarneyn'in
kim olduğu hususu da, çok farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bilindiği gibi
Zülkarneyn kelimesi onun esas adı değil, lakabıdır. Onun esas adı hakkında
değişik görüşler ileri sürülmüştür. Birçok kişi, onun Büyük İskender (M.Ö
356-323) olduğunu iddia etmiştir. Fakat Kur'ân'da söz konusu olan Zülkarneyn
ile Büyük İskender'in vasıfları birbirini tutmamaktadır. Zülkarneyn, Allah'a
inanan, dürüst bir hayat süren ve peygamber olduğu bile ileri sürülen bir
kişidir. Büyük İskender ise, tek tanrı inancından uzak, girdiği şehirleri yerle
bir edecek kadar zalimve barbar bir insandı.
Bilhassa son
devrin alimlerinin ekseriyeti ise, Zülkarneyn'in İran kralı Kisra (Hüsrev)
olduğunu kabul etmişlerdir. M.Ö altıncı asırda imparatorluk kuran Kisra'nın
vasıflan, Kur'ân'da adı geçen Zülkarneyn'in vasıflarına daha uygun düşmektedir.
Nitekim Araplar Kisra'ya, Nûşirevan-ı Âdil demektedirler. Yine de Zülkarneyn'in
gerçek adını Allah bilir. Onun peygamber olup olmadığını ihtilaflıdır.[1247]
Zülkarneyn'in
adı Kur'ân'da üç âyette geçmektedir:
وَيَسَْلُونَكَ
عَنْ ذِى
الْقَرْنَيْنِ
قُلْ
سَاَتْلُوا
عَلَيْكُمْ
مِنْهُ
ذِكْرًا ()
اِنَّا
مَكَّنَّا
لَهُ فِى الْاَرْضِ
وَاتَيْنَاهُ
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ سَبَبًا
() فَاَتْبَعَ
سَبَبًا ()
حَتّى اِذَا بَلَغَ
مَغْرِبَ
الشَّمْسِ
وَجَدَهَا
تَغْرُبُ فى
عَيْنٍ
حَمِئَةٍ
وَوَجَدَ
عِنْدَهَا
قَوْمًا
قُلْنَا يَا
ذَا
الْقَرْنَيْنِ
اِمَّا اَنْ
تُعَذِّبَ
وَاِمَّا
اَنْ تَتَّخِذَ
فيهِمْ
حُسْنًا ()
قَالَ اَمَّا
مَنْ ظَلَمَ
فَسَوْفَ
نُعَذِّبُهُ
ثُمَّ
يُرَدُّ اِلى
رَبِّه فَيُعَذِّبُهُ
عَذَابًا
نُكْرًا ()
وَاَمَّا
مَنْ امَنَ
وَعَمِلَ
صَالِحًا
فَلَهُ جَزَاءً
الْحُسْنى
وَسَنَقُولُ
لَهُ مِنْ اَمْرِنَا
يُسْرًا ()
ثُمَّ
اَتْبَعَ
سَبَبًا () حَتّى
اِذَا بَلَغَ
مَطْلِعَ
الشَّمْسِ
وَجَدَهَا
تَطْلُعُ
عَلى قَوْمٍ
لَمْ
نَجْعَلْ لَهُمْ
مِنْ
دُونِهَا
سِتْرًا ()
كَذلِكَ
وَقَدْ اَحَطْنَا
بِمَالَدَيْهِ
خُبْرًا ()
ثُمَّ اَتْبَعَ
سَبَبًا ()
حَتّى اِذَا
بَلَغَ بَيْنَ
السَّدَّيْنِ
وَجَدَ مِنْ
دُونِهِمَا
قَوْمًا لَا
يَكَادُونَ
يَفْقَهُونَ
قَوْلًا ()
قَالُوا
يَاذَا
الْقَرْنَيْنِ
اِنَّ
يَاْجُوجَ
وَمَاْجُوجَ
مُفْسِدُونَ
فِى
الْاَرْضِ فَهَلْ
نَجْعَلُ
لَكَ خَرْجًا
عَلى اَنْ تَجْعَلَ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَهُمْ
سَدًّا () قَالَ
مَا مَكَّنّى
فيهِ رَبّى
خَيْرٌ
فَاَعينُونى
بِقُوَّةٍ
اَجْعَلْ
بَيْنَكُمْ
وَبَيْنَهُمْ
رَدْمًا ()
اتُونى
زُبَرَ
الْحَديدِ حَتّى
اِذَا سَاوى
بَيْنَ
الصَّدَفَيْنِ
قَالَ
انْفُخُوا
حَتّى اِذَا
جَعَلَهُ نَارًا
قَالَ اتُونى
اُفْرِغْ
عَلَيْهِ قِطْرًا
() فَمَا
اسْطَاعُوا
اَنْ
يَظْهَرُوهُ وَمَا
اسْتَطَاعُوا
لَهُ نَقْبًا
() قَالَ هذَا
رَحْمَةٌ
مِنْ رَبّى فَاِذَا
جَاءَ وَعْدُ
رَبّى
جَعَلَهُ
دَكَّاءَ
وَكَانَ
وَعْدُ رَبّى
حَقًّا
"(Ey
Muhammed), sana Zülkar neyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hatıra
okuyacağım. Biz yer yüzünde onun için sağlam bir mekan ve orada istediği gibi
hareket edeceği yönetim hürriyeti hazırladık ve kendisine (muhtaç olduğu) her
şeyden bir sebep verdik (ulaşmak istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını
verdik). O da (kendisini batı ülkelerine ulaştıracak) bir yol tuttu. Nihayet
güneşin battığı yere ulaşınca, onu, kara balçıklı bir gözede batar buldu. Onun
yanında bir kavim buldu. Dedik ki: Ey Zülkarneyn, (onlara) ya azab edersin veya
kendilerine güzel davranırsın (onları güzellikle yola getirirsin. Nasıl
istersen öyle yaparsın). Dedi: Kim haksızlık ederse, ona azap edeceğiz) sonra
o, Rabb'ine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azab edecektir. Fakat
inanıp iyi iş yapan kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan kolay
olanı söyleriz (kolay işler yapmasını emrederiz, zor işlere koşmayız onu).
Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu, öyle bir
kavim üzerine doğar buldu ki, onlara güneşin önünden (korunacak) bir siper
yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn) böyle (yüksek bir mevkie ve hükümranlığa sahip) idi.
Onun yanında (daha) nice (hükümranlık) bilgisi (tecrübesi ve vasıtası)
bulunduğu biz biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Nihâyet iki sed arasına
ulaşınca, onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki:
Ey Zülkarneyn, Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle
onların arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi? Dedi ki:
Rabb'imin beni içinde bulundurduğu (mal ve mülk, sizin vereceğinizden) daha
hayırlıdır. Siz bana insan gücüyle yardım edin de, sizinle onlar arasına sağlam
bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. (Zülkarneyn) iki dağın arasını
(demir kütleleriyle doldurup dağlarla) aynı seviyeye getirince, üfleyin dedi.
Nihâyet o demir kütlelerini bir ateş haline koyduğu zaman; getirin bana, üzerine
erimiş bakır dökeyim, dedi. Artık (Ye'cuc ve Me'cuc) onu ne aşabildiler ne de
delebildiler. (Zülkarneyn) dedi: Bu, Rabb'imden (kullarına) bir rahmettir.
Rabb'imin va'di ge(lip Ye'cuc ve Me'cuc'un çıkması, yahut kıyametin kopması
gerek)diği zaman, onu yerle bir eder. Şüphesiz, Rabb'imin va'di gerçektir."[1248]
Bazı
alimlerin rivayetine göre, Yahudilerden birkaç kişi, Hz. Muhammed (a.s)'e
gelerek Zülkarneyn'in kim olduğunu sormuşlar. Bunun üzerine bu âyetler nazil
olmuştur.[1249]
Diğer bir
rivayette ise, Mekkeliler kitap ehli olan Yahudilere adam gönderip Hz. Muhammed
(a.s)'ı çetin bir sınavdan geçirmek için, birkaç soru hazırlayıp göndermelerini
istemişlerdi. Onlarda şu üç şeyden sormalarını tavsiye etmişler: Ruh, Ashab-ı
Kehf ve Zülkarneyn Bunun üzerine ilgili âyetler inmiştir.[1250]
Yukarıdaki
âyetlere göre, Zülkarneyn'in bazı özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür.
Zülkarneyn, üstün yeteneklere, geniş kudret ve imkanlara sahipti. Bilgili,
kültürlü, dünya coğrafyasının önemli bir kısmını bilen ve ilâhî yardıma mazhar
olan bir kişiydi. Zalimlere hadlerini bildiren, onları cezalandıran, ahiret
gününe kesin bir şekilde imân eden, ona göre hareket eden ve iyi ahlaklı dindar
toplumları himâye eden bir zattı.
Zülkarneyn,
Hakk'a karşı teslimiyet gösterir, her şeyi ilâhî emrin istikâmetine çevirmeye
çalışırdı.
Hz. Ali'ye
göre Zülkarneyn ne bir nebi, ne de bir kraldı. Fakat Allah'ın salih bir kulu
idi. Allah onu sevmiş ve o da Allah'ı sevmişti.[1251]
Zü'l-Karneyn'in
Kur'an'da anlatıldığı şekliyle özelliklerine bir göz atalım:
1)
Zü'l-Karneyn (iki boynuzlu) adı Yahudiler tarafından çok iyi biliniyor olmalı,
çünkü onların teklifi üzerine Mekke'li müşrikler bu soruyu Peygamber (a.s)’e
yönelttiler. Bu nedenle "İki Boynuzlu" diye bilinen şahsın kim
olduğunu veya "İki Boynuzlu" diye bilinen krallığın hangi krallık
olduğunu öğrenmek için Yahudi edebiyatından yararlanmalıyız.
2)
Zü'l-Karneyn fetihleri doğudan batıya, daha sonra da üçüncü bir yöne ya kuzeye
ya da güneye yayılmış büyük bir kral ve büyük bir fatih olmalı. Kur'an'ın indirilmesinden
önce böyle büyük fatih olan bir kaç kral vardı. Bu nedenle araştırmamız
Zü'l-Karneyn'in diğer özelliklerini bu krallardan birinde bulmak yönünde
olmalıdır.
3) Bu isim
ancak krallığını Ye'cuc ve Me'cuc'un saldırısından korumak için iki dağın arasına
sağlam bir duvar yapan bir krala verilmiştir. Bunu açığa çıkarabilmek için
Ye'cuc ve Me'cuc'un kim olduklarını öğrenmeliyiz. Aynı zamanda böyle bir
duvarın ne zaman inşa edildiğini ve hangi ülkenin sınırları içinde olduğunu da
tespit etmeliyiz.
4) Yukarıdaki
özelliklerin yanısıra Zü'l-Karneyn Allah'a ibadet eden bir kral ve adil bir
yönetici olmalı. Çünkü Kur'an her şeyden önce bu özellikleri vurgulamaktadır.
Bu
özelliklerin ilki Kisra'ya uymaktadır, çünkü Kitab-ı Mukaddes'e göre Daniel
Peygamber, rüyasında Medva ve Fas krallıklarını Yunanlıların yükselişinden önce
iki boynuzlu bir koç şeklinde görmüştür. Yahudiler "İki Boynuzlu"
şahsa çok saygı duyarlar çünkü onun saldırısıyla Babil Krallığı çökmüş ve
İsrailoğulları özgürlüklerine kavuşmuştur. [1252]
İkinci
özellik de tamamen olmasa da kısmen Kisra'ya uymaktadır. Onun fetihleri batıda
Anadolu ve Suriye'ye, doğuda Belh'e kadar uzanmıştır, fakat onun kuzeye ve
güneye bir sefer düzenlediğini gösteren hiçbir delil yoktur. Oysa Kur'an onun
bu üçüncü seferinden açıkça bahseder. Bununla birlikte üçüncü sefer tamamen
konu dışı değildir, çünkü tarih Kisra'nın krallığının kuzeyde Kafkasya'ya kadar
genişlediğini söyler. Ye'cuc ve Me'cuc'e gelince, onların eski zamanlardan beri
yerleşik imparatorluk ve devletlere saldırılar düzenleyen ve çeşitli adlarla
bilinen- Tatarlar, Moğollar, Hunlar ve İskitler- Orta Asya kabileleri olduğu
söylenir. Kafkasya'nın güney bölgelerinde sağlam siper ve duvarların yapıldığı
da bilinmektedir. Fakat bunların Kisra tarafından yaptırıldığı tarihi olarak
tespit edilmiş değildir.
Son özelliğe
gelince, Kisra eski krallar arasında bu özelliğe sahip olabilecek tek insandır.
Çünkü düşmanları bile onun adaletini övmekten, kendilerini alamazlardı. Kitab-ı
Mukaddes'in kitaplarından biri olan Ezra onun İsrailoğullarını Allah'a ibadet
ettiği için serbest bırakan ve ortağı olmayan Allah'a ibadet edilmesi için
Süleyman tapınağının tekrar inşa edilmesini emreden Allah'tan korkan ve Allah'a
ibadet eden bir kral olduğunu söyler.
Yukarıda
belirtilen noktaların ışığında, Kur'an'ın nazil oluşundan önce yaşayan krallar
içinde sadece Kisra'nın Zü'l-Karneyn'in özelliklerine uyduğunu söyleyebiliriz.
Fakat Kisra'nın Zü'l-Karneyn olduğunu kesin bir şekilde iddia edebilmemiz için
daha fazla delile ihtiyacımız var. Yine de Kur'an'da anlatılan özelliklere
Kisra'dan daha fazla uyan hiçbir kral ve fatih yoktur.
Tarihi olarak
Kisra'nın M.Ö. 549'da tahta geçen bir Pers Kralı olduğunu söylememiz yeter.
Tahta geçtikten birkaç yıl sonra Medyen ve Lidya krallıklarını ele geçirdi ve
M.Ö. 539'da Babil'i fethetti. Bundan sonra ona karşı çıkacak hiçbir güçlü
krallık kalmamıştı. Kisra'nın fetihleri bir tarafta Sind ve Türkistan'a, bir
tarafta Mısır ve Libya'ya, diğer tarafta Trakya ve Makedonya'ya ve kuzeyde
Kafkasya ve Harzem'e kadar uzanmıştı. Yani bütün medeni ülkeler onun yönetimi
altındaydı.
Sonuç olarak;
Hz.Zülkarneyn (a.s) ismi, soyu ve Peygamber olup olmadığı hakkında bir çok
rivayetler vardır. Zülkarneyn (a.s) hakkında, "Hem nebi, hen de Resul
idi" diyenler olduğu gibi, "Hayır! O, Resul olmayan bir nebi idi.
Resul olmayan bir nebi oluşu, inşaallah sahih'dir!" diyenlerde vardır.
Başka hiç
kimseye verilmeyen, Zülkarneyn (a.s)'a verilmiş, her türlü sebepler, imkanlar,
ona bahş edilmişti.
Yeryüzünün
doğularındaki ve batılarındaki beldelerine, hatta doğunun, batının gerisinde
halk bulunmayan yerlerine kadar ulaşmış, ayak bastığı her yerin halkına hakim
olmuştu.
Hz.Zülkarneyn'in;
yeryüzünün, doğularına, batılarına varıncaya kadar ulaşmağa nasıl güç
yetirebildiği hakkında görüşün nedir? diye sorulunca Hz. Ali;
"Bulutlar,
ona yol aldırır, yollar, ona düzeltilir.
Nurlar ona
döşenip yayılır; kendisine gece-gündüz, bir olurdu" demiştir.[1253]
İnsanlık
İçin İlahî Hidayet Zinciri
Bütün
Kâinat'ın yaratıcısı, sahibi ve hâkimi olan Cenab-ı Hak sonsuz âlemin dünya
dediğimiz ve içinde yaşamakla olduğumuz bu bölümünde insanı yarattı. Ona bilme,
düşünme ve anlama gücü, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, seçme ve iradesini
kullanma kabiliyeti verdi. Tasarruf yetkileri bağışladı. Kısacası, ona özgürlük
verdi ve yeryüzüne halifesi olarak gönderdi.
Alemlerin
Rabbi, insanı bu mevkiye getirirken, ona şunları açıkça bildirdi. Senin ve
bütün kâinatın sahibi, Rabbi ve hakimi Benim. Büyük kâinatımda sen ne tamamıyla
özgürsün, ne de başkalarının kulusun. Ben'den başka tapılacak yoktur. Senin,
yetkiler verilerek dünyaya gönderilmen aslında bir sınavdır. Sınav süresi
bittiğinde yine Bana döneceksin. Ben o zaman dünyada geçirdiğin süre ve yaptığın
işleri değerlendirerek sınavı kimlerin kazandığını kimlerin kaybettiğini
açıklayacağım. Senin için en doğru yol Ben'i tek ilâh ve hakim olarak kabul
etmektir. Buyruklarıma göre dünyadaki işlerini yapmalı ve orada geçireceğin
ömrü bir imtihan süresi olarak görmelisin. Amacın ve hedefin bu imtihanı
kazanmak olmalıdır. Aksine yapacağın her hareket yanlış olacaktır. Şayet ilk
yolu seçersen, -ki bunu yapmakta serbestsin- dünyada huzur ve sükûn bulacaksın
ve Bana geldiğinde sana Cennet denilen ebedi rahatlık ve mutluluğu vereceğim.
Fakat başka yol seçecek olursan -ki bunu da yapmakta serbestsin- dünyada rahat
yüzü göremezsin ve dünyadan âhirete döndüğünde de Cehennem denilen ebedi
huzursuzluk ve mutsuzluğun çukuruna düşersin.
Müslüman
Olma Emri
Kâinatın Hâkimi
işte bu telkinle insanoğlunu dünyaya yerleştirdi. İnsanların ilkine (Hz. Adem
ve Havva) yeryüzünde nasıl yaşamaları gerektiği konusunda da bazı emirler
verdi. Bu ilk İnsanlar cehalet ve bilgisizliğin karanlığında dünyaya
gelmemişlerdi. Aksine onlar bilgi sahibi olarak dünyaya gönderilmişti. Onlar
bazı gerçekleri biliyorlardı. Hayatın bazı kurallarını öğrenmişlerdi. Hayat
tarzları, Allah'a itaat yani İslâmiyet’ti. Onlar evlâtlarına da
"müslim" (müslüman), yani Allah'a itaatkâr olma emrini vermişlerdi.
Doğru
Yoldan Sapma
Ne var ki,
daha sonraki yüzyıllarda İnsanlar bu doğru hayat tarzından (din) ayrılarak
çeşitli yanlışlıklara düştüler. Gaflet içinde yollarını şaşırmakla kalmadılar,
bunu tahrif de ettiler. Allah'ın yanı sıra yerde ve göklerdeki pek çok insanî
ve insanüstü, hayali ve maddi güçleri birer ilâh yaptılar. Allah'ın kendilerine
bahşettiği Hakikat ilmine türlü çeşit batıl itikat ve nazariyeler karıştırarak
kendi heva ve heveslerine göre öylesine hayat, kural ve kanunlar icat etliler
ki, Allah'ın yarattığı dünyada, zulüm ve baskıdan geçilmez oldu.
Allah (cc)'ın
insanlara verdiği sınırlı özgürlükle, yaratıcı müdahalesini kullanarak, onları
zorla doğru yola getirmesi bağdaşamazdı. Dünyada insanlara tanıdığı süre ve
hareket serbestisiyle, isyan çıkar çıkmaz insan soyunu yok etmesi de uygun
olamazdı. Dünyanın yaratılışından beri koyduğu belli bir kural vardı. İnsan'a
kendi çapında hareket serbestisi verilecek ve kendisine tanınan süre içinde
doğru yola getirilmesi için zaman zaman uyarılarda bulunulacak. Bu kaide ve
kurala göre Rabbimiz, kulları arasından kendisine en çok inanan ve güvenenleri
bu amaç için seçip görevlendirmeye başladı. Bu seçilen İnsanlar O'nun
temsilcisiydiler. Allah temsilcilerine buyruklarını ve mesajlarını iletti;
onlara ilahî ilmi öğretti, hayalın gerçek kanunlarını anlam ve yollarını
kaybeden insanları doğru yola getirmekle görevlendirdi.
Bu temsilci
veya peygamberler çeşitli millet ve memleketlerde ortaya çıktılar. Binlerce yıl
dünyaya geldiler. Sayıları binleri ve hatta yüz binleri aştı. Ama hepsinin dini
aynı idi. Yani, doğduğu ilk gün insana öğretilen doğru yol. Onlar aynı hidayet
yolunun takipçisiydiler, yani doğuştan itibaren insanoğlu için önerilen ahlâk
ve kültürün ebedi ilkeleri. Hepsinin görevi ve amacı aynıydı; insan soyunu
gerçek dine ve hidayete davet etmek, daveti kabul edenleri teşkilâtlandırarak,
bu insanları Allah'ın kanunlarına bağlı olan, dünyada ilâhî Nizamı kurmayı amaç
edilen ve ilâhî kanunların çiğnenmesini önlemeye çalışan bir ümmet haline
getirmek. Bu Peygamberler yaşadıkları devirlerde kendi görevlerini tam olarak
yerine getirdiler. Ne var ki, insanlardan çok küçük gruplar peygamberlerin
davetlerini kabul ediyor, büyük bir çoğunluk ise bu çağrıya yanaşmıyordu. Bu
daveti kabul edenler bile bir süre müslüman bir ümmet olarak yaşadıktan sonra,
hatalara düştüler. Bazıları ilahî hidayeti tamamıyla unutup, yanlış yola
meylettiler. Bazıları ise Allah'ın buyruklarına bambaşka anlam ve şekiller
verdiler.
Nihayet
Alemlerin Rabb'i, Arabistan topraklarında Muhammed (a.s)’ı görevlendirdi. Bu
yeni ve son peygamberin muhatapları hem Arap halkı, hem geçmiş peygamberlerin
yollarını kaybetmiş ümmetleri idi. Görevi, herkesi doğruya ve Hakk'a davet
etmek, Allah (cc)'a döndürmekti. Davetini kabul edenleri de, kendi
yaşantılarını Allah'ın emrine göre düzenleyecek ve aynı zamanda bütün dünyanın
ıslahı için mücadele edecek bir ümmete dönüştürecekti.
Peygamberlik
ve Ezeli Anlaşma
وَاِذْ
اَخَذَ
رَبُّكَ مِنْ
بَنِى اَدَمَ
مِنْ
ظُهُورِهِمْ
ذُرِّيَّتَهُمْ
وَاَشْهَدَهُمْ
عَلَى
اَنْفُسِهِمْ
اَلَسْتُ
بِرَبِّكُمْ
قَالُوا
بَلَى شَهِدْنَا
اَنْ
تَقُولُوا
يَوْمَ
الْقِيَمَةِ اِنَّا
كُنَّا عَنْ
هَذَا
غَافِلِينَ -172, اَوْ
تَقُولُوا
اِنَّمَا
اَشْرَكَ
اَبَاؤُنَا
مِنْ قَبْلُ
وَكُنَّا
ذُرِّيَّةً
مِنْ
بَعْدِهِمْ
اَفَتُهْلِكُنَا
بِمَا فَعَلَ
الْمُبْطِلُونَ
"Hani
Rabb'in Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi
nefislerine karsı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin) şahit olduk"
demişlerdi. (Bu) Kıyamet Günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz
içindir. Ya da "Bizden önce alalarımız şirk koşmuştu. Biz ise onlardan
sonra gelen bir kuşağız, işleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi
helâk mı edeceksin?" dememeniz için."[1254]
Yukarıdaki
ayette dünyanın yaradılışı sırasında, yani ezelde, bütün insan soyunun girdiği
bir anlaşmadan söz ediliyor. Bu anlaşmaya göre insanlardan Allah'a isyan
bayrağını çekecek olanlar, kendi yaptıklarından tamamıyla sorumlu olacaklardır.
Kendilerini savunurken ne habersiz olduklarını ileri sürebilecek, ne de doğru
yoldan sapma yükünü geçmişteki insanlara atabileceklerdi. Yani Allah ile kullar
arasında varılan ezelî anlaşmaya göre, her fert Allah'ın tek bir ilâh olduğuna
kanaat getirmiştir. Bu sebeple, yolundan sapmış olan insan, kendi hatalarım ve
kendi bilgisizliğini ne çevresine ve ne de geçmiştekilere mal edemez.
Şimdi sorun
şudur: Gerçekten böyle ezelî bir anlaşma yapıldıysa neden onun bilincinde
değiliz, veya neden hafızalarımızdan silinmiştir? Bu soruyu bir yana bırakalım;
bir kere biz şunu da biliyor muyuz ki, dünyamız yaratılırken Allah'ın huzuruna
çıktığımızda, "Elestü birabbiküm" sorusu bize sorulmuş ve biz de
"belâ" cevabını vermiştik? Biz bu olayı bile hatırlamıyorsak, ezelî
anlaşmayı hatırlayıp hatırlamamız aleyhte bir delil olarak nasıl kullanılabilir?
Bu soruyu
aslında şöyle cevaplamak mümkündür: Ezelî anlaşmanın hatırası insanın şuuru ve
hafızasında taze bırakılsaydı, insanoğlunun dünya gibi bir imtihan yerine
gönderilmesi tamamen anlamsız bir şey olacaktı. Çünkü bu durumda, imtihan ve deneme
gibi kavramlar anlamını yitirecekti. Sonuç olarak ezeli anlaşmanın hatırası
hafızada kalmamakla beraber, bu hadise şuuraltına ve vicdan'a bırakıldı. Bu
olay, şuuraltı ve vicdan'la ilgili diğer bilgilerimiz gibidir. Medeniyet,
kültür, ahlâk ve örf âdet alanlarında insanın bugüne kadar yaptığı ve başardığı
işler aslında onun öz gücünden kaynaklanıyordu. Dış etkenler ve iç eylemlerin
birleşmesiyle ancak kuvvede (öz güç) olanlar fiile geçmiştir. Şurası bir
gerçektir ki, herhangi bir eğilim, terbiye, kültür, çevrenin etkinliği veya
herhangi bir dahili uyarı ve etki, bir insanın kuvvesinde olmayan bir şeyi
yaratamaz. Aynı şekilde bütün bu etken ve unsurlar, insanın kuvvesinde bulunan
bir şeyi hiçbir şekilde ortadan kaldıramazlar. Yapabilecekleri tek şey asıl tabiat
ve huyunu saptırmaktır. Fakat her şeye rağmen kuvvede olan güç ve yetki özünü
koruyabilir. Bu güç ve yetki ortaya çıkmaya ve dıştan gelen çağrıya tepki
göstermeye hazırdır. Bilinçaltı ve vicdanî bilgilerimizin durumu işte böyledir.
Bunlar kuvvemizde olup fiillerimizle ispatlanırlar.
Bütün bu
bilgilerimizin ortaya çıkması için dış hatırlatma, telkin, eğitim, öğretim ve
düzenlemeye ihtiyacımız vardır. Bizde ortaya çıkanlar, aslında içimizdeki
kuvvenin dıştan gelen çağrıya cevabından başka bir şey değildir. Dolayısıyla,
gerek iç duygular gerekse dış faaliyetlerle ıslah ve değişiklik yapmak
mümkündür. Aynı durum kâinattaki gerçek mevkiimiz ve kâinatın yaratıcıyla olan
ilişkileri konusunda edindiğimiz vicdani ilim için de geçerlidir. Bunun
varoluşunun bir kanıtı, insan ömrünün her döneminde, yeryüzünün her noktasında,
her yerleşim merkezinde, her ulus ve her nesilde kendisini göstermiş olması ve
dünyanın hiçbir gücünün bunu tamamıyla yok edemeyişidir. Gerçeğe uygun
olmasının bir delili de, ortaya çıkarak, fiilen hayatımıza yön verdiği
zamanlarda iyi ve yararlı sonuçlar doğurmuş olmasıdır.
Vicdanî
bilginin belirlenmesi ve pratik bir şekle bürünmesi her zaman dıştan gelen bir
davetin etkisiyle mümkün olmuştur. Nitekim, peygamberler, kutsal kitaplar ve
bunların takipçisi olan Hak yolunun yolcuları aynı ihtiyaca cevap vermiş, aynı
vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bu sebepten dolayıdır ki, onlara Kur'an-ı
Kerim'de "müzekkir" (hatırlatanlar) ve yaptıkları işlere
"zikr" (hatırlatma), "tezkere" (hatıra), ve
"tezkir" (hatırlatma) denilmiştir. Demek Nebi'ler, Kitaplar ve Hakk'a
davet edenler, İnsanlar için yepyeni bir şey getirmez, aksine onlarda daha
önceden varolanları keşfedip tekrar ortaya çıkarırlar.
Peygamberlik
Hakkında Aklî Yaklaşım
Büyük
şehirlerde, görürüz ki, elektrik enerjisiyle yüzlerce fabrika çalışır, tren,
tramvay ve benzeri araçlar gidip gelir, akşam olur olmaz binlerce, yüz binlerce
ışık yanar, yaz mevsiminde her yerde havalandırma cihazları çalışır. Ama bu
olaylar bizi hayrete düşürmez, bu eşya ve aletlerin yanması veya hareket etmesi
konusunda en küçük tereddüde kapılmayız. Bu neden böyledir? Çünkü, söz konusu
aletlerin bağlı oldukları kabloları gözümüzle görürüz. Sonra bu kabloların
hangi elektrik santrallerinden geldiğini de biliriz. Söz konusu santrallerde
çalışan kişiler hakkında da bilgimiz vardır. Elektrik santrallerindeki
görevlilerin bir elektrik mühendisine bağlı olduğunu biliriz. Biz o mühendisin
elektrik uzmanı olduğunun da bilincindeyiz. Birçok kompleks aletlerin bir araya
gelmesiyle elektrik üretildiğini, daha sonra bunun ilgili yerlere sevk
edildiğini biliriz. Elektrik akımıyla ampullerin yandığını, vantilatörlerin
döndüğünü, tren ve tramvayların hareket ettiğini ve fabrikaların çalıştığını
anlarız. Elektriğin etki ve sonuçlarını görerek, sebep ve kaynakları hakkında
herhangi bir ihtilafa veya tereddüde düşmememiz sebep-netice ya da etki ile
tepki arasındaki bulun aşamayı duyularımızla algılamamızdan ileri geliyor.
Farz edelim
ki, aynı lambalar yansa vantilatörler çalışsa, trenler ile tramvaylar hareket
etse, çarklar dönse makineler çalışsa, ama bunlara cereyanın geçmesini sağlayan
kablolar gözümüzle görülmeseydi, trafo veya elektrik santrali duyularımızdan
uzak olacaktı. Trafoda çalışanlardan ve elektrik santralinin bir baş mühendisi
olduğundan da haberimiz olmayacaktı. Böyle bir durumda elektriği görünce aynı
umursamazlık ve soğukkanlılığı gösterebilecek miydik? Belli ki bunun cevabı
hayır olacaktır. Neden? Çünkü, sonucun sebebi saklı olduğu belirtilen kaynak
bilinmediği zaman insanın içine tereddüt, hayret, tedirginlik ve endişenin
düşmesi, aklın bu sırrı araştırmaya kalkışması ve esrar perdesi içinde
olanlarla ilgili kıyas ve spekülasyonların yapılması gayet tabiidir.
Şimdi bu
faraziye üzerinde biraz daha etraflıca düşünelim. Diyelim ki, farz ettiğimiz
olay hakikaten dünyada vardır. Yüz binlerce, milyonlarca lambalar yanıyor,
milyonlarca vantilatör çalışıyor, fabrikalar mal üretiyor, ama bütün bunları
çalıştıran gücün ne olduğunu, nereden geldiğini bilmiyoruz. Bu durumda bütün
İnsanlar şaşkınlık içindedir.
Herkes
ortadaki bu gerçekler konusunda aklına gelenleri söylüyor. Biri diyor ki, bütün
bunlar kendiliğinden yanıyor, hareket ediyor, çalışıyor, bunları çalıştıran
ayrı ve üstün bir güç yoktur. Başka birisi diyor ki, söz konusu aletler hangi
maddelerden olmuşsa o maddelerin terkibiyle onlar yanıyor veya çalışıyor. Bir
başkası da diyor ki, bu maddeler dünyasının ötesinde bazı ilâhlar var. İşte bu
ilâhlardan bazısı lambaları yakıyor, bazısı trenleri çalıştırıyor ve gene
bazısı fabrikaları çalıştırıyor. Bazı kimseler ise düşünmüş, taşınmış ama bir
sonuca varamamış şaşkın bir haldedirler. Bıkmış, usanmış ve demişlerdir ki
aklımız bu tılsım ve sırrın köküne inememiştir, biz sadece görüp,
hissettiklerimizi biliriz, gerisini anlayamayız ve anlayamadığımız şeyleri ise
ne doğrulayabilir ne de reddedebiliriz.
Bütün bu
gruplar birbiriyle çekişiyor ve kavga ediyor, ama kendi görüşlerini savunmaları
ve başkalarının görüşlerini reddetmeleri için kimsede kıyas, zan ve tahminden
başka bir şey yoktur.
Değişik
Bir Yaklaşım
Bu kavga
devam ederken bir kişi geliyor diyor ki: "Kardeşlerim, bakın, bende
varolan bir bilgi kaynağı sizde yoktur. Bu kaynağa dayanarak bütün bu yanıp
sönen lambalar, dönen vantilatörler, hareket eden trenler ve çalışan
fabrikaların sizin göremediğiniz ve hatta duyamayacağınız bir takım kablolara
bağlı olduğunu biliyorum. Bu kablolar bir trafo veya elektrik santraline
bağlıdır, ki oradan gelen cereyanla ışık ve enerji elde ediliyor. Söz konusu
elektrik santralında dev makinalar var, bunları birçok kişi çalıştırıyor. Bu
çalışan kişiler de baş mühendisin emrindedirler. İşte bunun gibi bir iradenin
yüce ilmi ve kudretiyle dünya dediğimiz büyük ve eşsiz bir düzen sadece ayakta
durmakla kalmıyor, tıkır tıkır işliyor da. Onun direktifi ve denetimiyle her
şey yerli yerinde bulunuyor görevini yapıyor."
Yukarıdaki
iddianın sahibi olan kişi tezini kuvvetle savunuyor. İnsanlar onu yalanlamaya
çalışıyor, büyük bir çoğunluk da ona karşı çıkıyor, deli-divane diyor, sövüyor,
dövüyor, eziyet ediyor ve evinden kovuyorlar. Ama bütün bu bedenî ve ruhanî
eziyetlere rağmen o davasını savunuyor, en ufak bir tereddüde kapılmıyor.
Hiçbir korku veya hırs onu davasından zerre kadar ayıramıyor. Hiçbir güçlük,
dünyaya vermek istediği mesajda en küçük bir değişiklik yapmasına sebep
olamıyor veya ondan taviz vermesini sağlamıyor. Her sözü ve her hareketiyle
inancına ne kadar bağlı olduğunu ortaya koyuyor.
Bundan sonra
bir başka şahıs geliyor, aynı sözleri aynı güven ve inançla söylüyor. Daha
sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci kişiler geliyor ve aynı şeyleri
tekrarlıyorlar. Derken, bunların sayısı hızla artmaya başlıyor, yüzleri ve
hatta binleri buluyor, hepsi aynı sözleri tekrarlıyor, aynı davayı savunuyor,
aynı mesajı veriyor. Zaman ve mekân değişikliğine rağmen konuştukları dil,
kullandıkları üslûp aynıdır. Hepsi alelâde insanlarda bulunmayan ilim
kaynağından bahsediyor. Hepsine mecnun ünvanı takılıyor, her türlü zulüm ve
baskıya hedef oluyorlar. Herkes davalarından vazgeçmelerini isliyor. Ama hepsi
de sözlerinde duruyor, dünyanın hiçbir gücü onların imanını, inancını
sarsamıyor. Bu kadar büyük azim ve kararlılığa sahip olan bu kişilerin, bir
başka yönleri de, yalancı, hırsız, hain, ahlâksız, zalim veya haram yiyici gibi
özelliklerinin olmaması. En büyük düşman ve en alçak muhalifleri bile bu
insanların bu meziyetlerini kabul ediyorlar. Bunların ahlâkı tertemizdir,
haysiyeti büyüktür, alçak gönüllüdürler, namusludurlar. Karakterleri bakımından
hemcinslerinden üstündürler. Delilikleri de sabit değildir. Tam tersine, iyi ahlâk,
nefis terbiyesi ve dünya işlerinin ıslahı için getirdikleri talimat ve
kuralların eşine rastlamak şöyle dursun, birçok alim, birçok âkil bunların
inceliklerini araştırmak amacıyla ömürlerini geçirmişlerdir.
Olayın
Akıl Plânında Tartışılması
Bir tarafta
çeşitli görüşteki davalı ve sanıklar var, diğer tarafta görüş-birliğinde ve
birlik içinde olan davacılar var. ikisinin davası da aklın mahkemesine gider.
Hakim olarak akıl ilk önce kendi durumunu iyi kavramalıdır, daha sonra
tarafların vaziyetine vakıf olmalıdır. Sonra iki tarafın ifadesini alarak
kararını vermelidir.
Hakim'in
durumuna gelince, onun için gerçeği öğrenmenin yolu ve imkânı yoktur. Kararını
tarafların ifadesine göre vermek zorundadır. O, elindeki bilgiler, ifadeler,
deliller, tanık ve sanıkların kişilikleri, dış görünüşleri ve izlenimlerine
dayanarak gerçeği bulmakla yükümlüdür. Araştırıcı ve gözleyici bir tavırla
kimin haklı kimin haksız olduğuna kanaat getirmelidir. Fakat yine de sadece
fikrini söyleyebilir, tahminini yürütebilir, "işte hakikat budur"
diyemez. Ağırlığını taraflardan birinden yana koyabilir ama, herhangi birisini
kesinlikle temize çıkaramaz veya cezaya çarptıramaz.
Davalı veya
"yalancıların durumu şöyle özetlenebilir:
1) Hakikat
ile ilgili görüşleri birbirinden farklıdır. Hiçbir konuda veya noktada hemfikir
değildirler. Hatta, aynı grubun çeşitli üyeleri arasında görüş ayrılığı vardır.
2)
Kendilerinin de itiraf ettiği gibi, başkalarında olmayan herhangi bir bilgi
kaynağına sahip bulunmuyorlar. Bu grupların tek iddiası kendi tahminlerinin
başkalarınınkinden daha kuvvetli olduğu noktasındadır. Ama herkes kabul ediyor
ki bütün bilgileri yalnızca tahminlerden ibarettir.
3) Kendi
tahminlerine olan inançları çok katı ve sarsılmaz bir noktaya henüz
varmamıştır. Bu bakımdan fikirlerini, tahminlerini değiştirenler çoktur.
Öylesine kişiler ve bilim adamları vardır ki düne kadar savundukları tezin tam
tersine bir görüşü benimsemiş, eski görüşlerini tekzip eder duruma
gelmişlerdir. Yaş, bilgi ve deneyimleri arttıkça görüşleri ve ideolojileri de
değişmiş ve bir bakıma olgunlaşmışlardır.
4)
Davacıların delillerini çürütmek, onları tekzip etmek ve yalanlamak için sadece
tek bir görüş ileri sürüyorlar. Kendilerine göre; "davacılar, davalarının
doğru olduğuna dair inandırıcı bir delil ortaya koymamışlardır. Davacılar,
lambalar, vantilatör ve makinaların bağlı olduğunu söyledikleri gizli kabloları
bize gösterememişlerdir. Ne elektriği göstermiş ne elektrik santralini
gezdirmişlerdir. Bizi hiçbir görevli, yetkili veya baş mühendis ile görüştürmemişlerdir"
diyor ve ekliyorlar, "bu durumda söylediklerinin doğru olduğuna nasıl
inanabiliriz?"
Davacıların
durumu ise şöyledir:
1)
Davacıların tümü görüş birliği içindedir. Davanın bütün yönleri hakkında tam
bir ittifak halindedirler.
2) Üzerinde
tam görüş birliği içinde oldukları husus, diğer insanlarda olmayan bilgi
kaynağına sahip bulunmalarıdır.
3) Hiçbiri
davalarının sadece kıyas veya tahminlere dayandığını söylemiyor, aksine Baş
Mühendis ile çok yakın ilişki içinde olduğunu, O'nun habercilerinin kendisine
geldiğini, elektrik santralini de gezdiğini, her şeyi inanarak ve güvenerek
söylediğini kesin bir ifade ile belirtiyor.
4) Görüş ve
düşüncelerinde en ufak bir değişiklik yaptıklarına dair hiçbir örneğe
rastlamıyoruz. Her biri, aynı şeyi ve aynı tezi başından sonuna kadar savunmuş
bulunuyor.
5) Kişilik ve
karakterleri tertemiz olup, özgeçmişlerinde yalan, iftira, iki yüzlülük,
sahtekârlık ve dolandırıcılık konusunda en ufak bir belirti görülmüyor. Bu
nedenle, hayatlarının her safhasında dürüst ve doğru olanların yalnızca bu
konuda sözbirliği etmişçesine yalan söylemelerine imkân ve ihtimal yoktur.
6)
Savundukları davanın kendilerine kişisel çıkar sağladığı da söylenemez. Tam
tersine, davaları uğruna son derece güç durumlara düştükleri, bedensel ve ruhsal
eziyetler çektikleri, tutuklandıkları, dövüldükleri, işkence gördükleri, sürgün
edildikleri katledildiklerini hatta bazılarının canlı gömüldüğü ve çeşitti
eziyetlerle öldürüldüğü görülmüştür. Birkaç istisna ile hiçbirinin dünyada
maddi yönden rahat ve huzur ve refah dolu bir hayal sürdüğü iddia edilemez.
Dolayısıyla, şahsi menfaat suçu kendilerine yüklenemez. Aksine bin bir güçlük
ve engeller karşısında davalarına tamamıyla sadık kalmaları, samimiyet ve iyi
niyetlerinin birer kanıtıdır. Onlar davalarına öylesine bağlıydılar ki bunun
için canlarını bile seve seve feda ettiler.
7) Söz konusu
insanların deli veya aklî dengelerinin bozuk olduğu da iddia edilemez. Hayatın
bütün meselelerinde hepsinin son derece akıllı, anlayışlı ve zeki olduğu
olaylarla sabit olmuştur. Muhalifleri bile zaman zaman akıl ve zekâlarına
hayran kalmışlardır. Bu durumda hepsinin aynı şeklide delirdiği nasıl kabul
edilebilir? Hem de onları "deli" eden meseleye bakın ki, bunun için
ölüm kalım savaşı vermişlerdir. Bu dava için dünyaya meydan okumak ve dünyayı
karşılarına almaktan çekinmemişlerdir. Bu dava öyle bir davadır ki, bunun için
hayal boyunca mücadele etmişlerdir, varolan imkânlarının tümünü bunun için
seferber etmişlerdir. Böyle bir durumda akılsız veya çılgın olduklarına kim inanabilir?
8) Bu
kişiler, Baş Mühendis veya elemanlarıyla sizi görüştürürüz, O'nun gizli
fabrikasını size gösterebiliriz, veya deneyler ile gözlemlerle davamızı
ispatlayabiliriz dememişlerdir. Zira, onlara göre bütün bu işler
"gâip"ten olmaktadır. Onlar sadece kendi söyledikleri ve
anlattıklarına itimat edilmesini istiyorlar.
İki tarafın
durumu ve ifadelerini inceledikten sonra akıl mahkemesi kararını verir ve der
ki, bazı belirti ve sonuçları görerek her iki taraf illiyet veya sebep-netice
gibi kavramları gözden geçirmişler ve bunlardan kendi fikir ve tutumları
doğrultusunda sonuçlar çıkarmışlardır.Görünüşte her iki tarafın çıkardığı
sonuçlar ve ileri sürdüğü tezlerde akıl ve mantığa aykırı, göze çarpan bir
husus yoktur. Akıl ve zekâ ölçülerine göre iki tarafın da nazariye ve
faraziyelerinin imkânsız olduğu söylenemez, ikincisi, her iki tarafın görüşü de
deney veya gözlemle doğru ya da yanlış olarak tesbit edilemez. Ne birinci taraf
herkesi tatmin edecek ve ikna edecek şekilde bilimsel bir kanıt ileri sürebilir.
Ne ikinci taraf bunu yapacak güçte veya iddiadadır, ne var ki, mesele
derinliğine tetkik edildiğinde pek çok konuda ikinci tarafın haklı olduğu,
ileri sürdüğü nazariyenin daha tutarlı ve inandırıcı olduğu anlaşılır.
Öncelikle, bu
kadar çok sayıda insanın, olağanüstü bir bilgi kaynağına sahip olmak ve
bununla, dış belini ve sonuçların asli sebeplerini keşfetmek konusunda
birleşmeleri, çeşitli zaman ve mekânlarda bulunmalarına rağmen aynı görüşü
paylaşmaları, davalarının haklılığını ortaya koyuyor. Bu İnsanlar bilhassa,
kendi bilgileri konusunda çelişkili ifade kullanmıyorlar. Söylediklerinde akla
aykırı bir şey de yok. ikinci olarak, bazı kimselerin diğer insanlara nisbetle
bir takım olağanüstü güç ve yeteneklere sahip oldukları da akıl ve mantık kurallarına
ters gelmiyor. Üçüncüsü, dış elken ve belirtilere bakıldığında ikinci tarafın
tezinin daha doğru olduğu anlaşılıyor. Öyle ki, ampul, vantilatör, fabrika ve
trenlerin kendi kendine yandığı veya çalıştığına kimse inanamaz. Zira böyle bir
şey, söz konusu eşyanın irade gücüne bağlı olurdu. Ama bu eşyaların herhangi
bir iradesi olmadığı bir gerçektir. Aydınlık ve çalışma özellikleri, maddi
terkiplerinden de ileri gelmiyor. Çünkü ışık saçmadıkları ve çalışmadıkları
zamanlarda da aynı durumda kalıyorlar. Buna ilâveten, bunların ayrı ayrı
güçlerin etkisinde olduğu da akla yatkın değildir. Çünkü ampullerin yanmadığı
zaman vantilatörlerin dönmediğine, trenlerin çalışmadığına, fabrikalarda da
işin durduğuna şahit oluyoruz. Bu sebeple, dış etken ve belirtiler konusunda
ilk tarafın ileri sürdüğü bütün tez ve kavramlar akıl ve mantıktan uzaktır.
Aklın daha kolay kabul edebileceği husus, bütün dış belirtilerde aynı gücün
varoluşudur. Bu gücün kaynağı da, belirli bir düzen içinde bu gücün etkilerini
gösteren bir bilge ve uzman'dır.
Şimdi
gelelim, şüpheci ve kararsız kişilerin şu mantığına: Bütün bu meseleleri
aklımız, almıyor, bundan hiçbir şey anlayamıyoruz. Anlayamadığımız bir şeyi ne
onaylayabilir ne reddedebiliriz. Aslında akıl mahkemesinin hakimi bu mazereti
kabul etmezdi. Çünkü bir olayın olması onu gören veya duyanın anlayıp
anlamamasına bağlı değildir. Bir olayın meydana gelmesi güvenilir ve birden
fazla tanığın ifadesiyle ispatlanmış oluyor. Şimdi diyelim ki bazı güvenilir
dostlarımız gelip bize diyor ki, biz batılı ülkelerde insanların demir, çelik
veya alüminyumdan yapılmış araçlarla havada uçtuklarını gördük veya biz
Londra'da iken Amerika'dan yayınlanan şarkıları dinledik. Böyle bir durumda
bizim araştırmak ve bilmek istediğimiz tek şey bize bu masalları anlatanların
yalancı veya şakacı olup olmadığı olacaktır. Ayrıca, söz konusu kişilerin şahsi
çıkarlarının bulunup bulunmadığı ve akli dengelerinin de yerinde olup olmadığı
araştırılması gereken hususlardandır. Kendilerinin ne yalancı, ne şakacı, ne de
deli oldukları ve kişisel çıkar gütmedikleri sabit olursa ve pek çok dürüst,
aklı başında kişinin, gayet ciddi bir şekilde istisnasız aynı olayları bize
anlattıklarını görürsek, demir ve alüminyumdan yapılmış araçların havada uçması
veya bir şarkıcının sesinin binlerce kilometre öteden duyulmasını bir türlü
anlayamazsak dahi kabullenmek zorundayız.
İşte aklın
hükmü budur. Fakat, "iman" dediğimiz tasdik, te'yid ve inanç
keyfiyeti bundan doğmaz. Bunun için vicdan ve ilhama gerek vardır. Bunun için
içimizden öyle bir duygu gelmelidir ki; şüphe, tereddüt ve kararsızlığın her
türlüsünü ortadan kaldırıp, insanların her çeşit kıyas, tahmin ve hayallerinin
batıl olduğuna ve gerçeğin, doğru ve dürüst insanların kıyaslarıyla değil, ilim
ve basiretleriyle anlaşılabileceğine kanaat getirsin.
İnsanın En
Büyük İhtiyacı
"Ve
doğru yolu gösterme işi Allah'a aittir, halbuki kötü yollar da vardır."
Bu ayette
tevhid, rahmet ve ulûhiyyet hakkında deliller ileri sürülürken peygamberliğe de
kısaca değinilmiştir. Şöyle ki; dünyada İnsanlar için düşünme ve hareket etme
konusunda çeşitli yollar vardır ve bunların fiilen izlenmesi mümkündür. Belli
ki bütün bunlar hak yol değildir. Gerçek sadece tektir ve gerçek bir hayat
tarzı doğru bir hayat nazariyesine dayanır.
Bu doğru
nazariyeyi, başka bir deyimle, doğru yolu bilmek insanın en büyük zarureti ve
ihtiyacıdır. Hatta temel ihtiyacıdır. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki, insan buna
bizatihi insan olduğu için ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç karşılanmadığı takdirde
ise insanın bütün ömrünün boşa gittiği söylenebilir.
Şimdi düşünün
bir kere, sizi yaratmadan önce bu kadar nimetler yaratmış ve sizi yarattıktan
sonra her türlü beşerî ihtiyacınızı karşılamak amacıyla bu kadar titiz
davranmış olan Yüce Allah (cc)’ın hayatınızın bu en büyük ihtiyacını gidermek için
hiçbir şey yapmadığını, insan olarak düşünebilir misiniz?
İşte bu temel
ihtiyaç, nübüvvet veya risalet ile karşılanmıştır. Eğer peygamberliğe
inanmıyorsanız, bana söyleyebilir misiniz ki insanın doğru yola ulaşması için
Hak Tealâ başka ne yapmıştır veya başka ne yapabilir? Buna cevap olarak,
"doğru yolu bulmamız için Allah bize akıl ve zekâ vermiştir"
diyemezsiniz. Çünkü insan aklı zaten birçok yol icat etmiştir ve bu yollar
insanın doğruyu bulmasını imkânsız kılmaktadır. Allah'ın kurtuluşa ermemiz için
hiçbir tedbir almadığını da iddia edemezsiniz. Çünkü, beşer olarak büyüme,
gelişme ve rahat etmemiz için bunca nimet vermiş olan Rabb'imizin bizi insan
olarak cehalet ve dalâletin pençesinde bıraktığını söylemekten daha büyük bir
günâh yoktur.
Baskıyla Hidayet
Yerine İlhâm Yoluyla Hidayet
وَعَلَى
اللهِ قَصْدُ
السَّبِيلِ
وَمِنْهَا
جَائِرٌ
وَلَوْ شَاءَ
لَهَدَيكُمْ
اَجْمَعِينَ
"Şayet
Allah isteseydi, hepinizi hidayete erdirirdi." [1255]
Allahu
Tealâ'nın bütün insanları iradesiz veya iradeleri zayıf olan diğer mahlûkat
gibi hidayetle yaratması pekalâ mümkündü. Fakat hikmeti ve kudretinin gereği bu
değildi. Amacı ve hedefi; kendi isteği, dileği ve beğenisiyle iyi ile kötü ve
doğru ile yanlış arasında tercih yapabilecek irade ve hürriyete sahip bir
varlık yaratmaktı. Bu hürriyetin kullanılması için insana ilim ve bilgi
kaynakları verildi, akıl ve zekâ bahşedildi, arzu ve irade gücü verildi, içinde
ve dışında olan çeşitli güç ve eşyaya hükmetme kabiliyeti bağışlandı. Hem
doğru, hem yanlış yolu seçmesine yardımcı ya da engel olabilecek bir takım
tuzak ve mükâfatlar sağlandı. Doğuştan itibaren ona doğru yol gösterilmiş
olsaydı veya başka bir deyimle, zorla dürüst bir kişi yapılmış olsaydı,
yaratılan her şey anlamını kaybedecekti. Ayrıca, özgürlüğünü iyi kullanmasıyla
bir insanın varabileceği en yüksek ve faziletli mevkiye varmak da mümkün
olamayacaktı. Bundan dolayıdır ki, Allah (cc.) insanın hidayeti için mecburi ve
cebrî yolu değil, ilhamı hidayet, yani peygamberlerin telkiniyle seçilen yolu
uygun gördü. Böylece, bir yandan insanın hürriyetine zarar gelmeden, onun
sınavdan geçirebilmesi imkânı doğdu, öte yandan da, nasıl yaşaması ve inanması
gerektiğini kendisine sunan ve yaşayan bir örnek olarak peygamberler
gönderilmiş oldu.
Yaşayan
Hayatta Hidayet Örneğine Duyulan İhtiyaç
وَعَلاَمَاتٍ
وَبِالنَّجْمِ
هُمْ يَهْتَدُونَ
"O,
yere yol gösteren alâmetler koymuştur ve insanlar yıldızlar vasıtasıyla da
yollarını bulurlar."[1256]
Yani, Allahu
Tealâ, dünyanın her tarafını aynı şekilde yaratmamıştır. Her bölgeye kendine
mahsus bazı özellikler ve simgeler vermiştir. Bunlara farklı sıfatlar
sağlamıştır. Bunun birçok faydalarından biri, insanın kendi yolunu ve gideceği
yeri bulmakta güçlük çekmemesidir. Yoldaki işaretlerin önemi, çölde yolunu
kaybetmiş bir insanın karşılaştığı güçlükler esnasında iyice anlaşılır. Burada
insan her an yolunu bulamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Deniz yolculuğu
sırasında yol işaretlerinin önemi bir kat daha artar, çünkü böyle bir durumda
yol işaretini bulmak oldukça zordur. Ancak Rabbimiz çölde de denizde de bize
yol gösterme kolaylığını sağlamıştır. Örneğin, yıldızlar, asırlardan beri
insanların yollarını aydınlatmaktadırlar.
Bu ayette,
tevhid, rahmet ve ulûhiyetten bahsedilirken risâlet yani peygamberliğe de
kısaca atıfta bulunulmuştur. Bu noktada ister istemez bir soru aklımıza
geliyor. İnsanın maddî hayatında yolunu bulabilmesi için bunca tedbirler almış
ve imkânlar yaratmış olan bir Yaradan, insanı manevî alanda rehbersiz bırakacak
kadar ilgisiz kalabilir mi? Bir kerre, maddi alanda uğranılan zarar, manevî
alanda karşılaşılan zararın yanında çok küçük kalır. Üstelik, dağlarda yolumuzu
açan, vadi ve yaylalarda yolumuzu bulmak için işaretler koyan, çölde, sahrada
ve denizde bize yol göstermek için göklerde kandiller (yıldızlar) bulunduran
Yüce Allah'ın ahlâkî ve manevî kurtuluşumuz için bize yol göstermediğine, yol
işaretleri koymadığına inanmak mümkün müdür?
قَالَ
رَبُّنَا
الَّذِى
اَعْطَى
كُلَّ شَىْءٍ
خَلْقَهُ
ثُمَّ هَدَى
"Musa
Firavun'a cevap verdi, Rabbimiz, her şeye yaratılışı verip, sonra ona yol
gösterendir."[1257]
Yukarıdaki
âyette dünyada görülen ve hissedilen her şeyin Cenab-ı Allah tarafından
yapıldığı ifade ediliyor. Her şeye görüntü, şekil, kuvvet, kabiliyet, Selahiyet
ve hususiyet Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir. İnsanın elinin belli işler
yapabilmek için sahip olduğu yapı ve özellik O'nun ihsanıdır. Ayaklarınıza da
en uygun şeklini O vermiştir. İnsan, hayvan, nebat, madde, hava, rüzgâr, su ve
ışık, kısacası her şey kendisine düşeni yapmak için şekil ve selâhiyeti O'ndan
almıştır.
Ayrıca, Allahu
Teâlâ eşyalara sadece şekil ve yetki bahşederek onlardan bütün alâkasını kesmiş
değildir. Onlara yol göstermek vazifesini de yerine getirir. Dünyada hiçbir şey
gösterilemez ki Rabbimiz ona şekil ve güç vermenin yanı sıra yaradılış amacını
da öğretmiş olmasın. Kulağa duyma, göze görme vazifesini O öğretmiştir. Balığa
suda yüzme ve kuşa havada uçma yeteneğini O vermiştir. Ağaçlara dal budak salıp
meyve verme ve toprağa bitkiler yetiştirme emrini O vermiştir. Kısacası, bütün
evreni ve içinde bulunan her şeyi yaratmakla kalmamış onlara gereken bilgiyi de
vermiş ve onlara kılavuzluk etmiştir.
Yukarıda
bahsettiğimiz ayette Hz. Musa (a.s) aynı zamanda Firavun'un inkâr ettiği
Peygamberlikle ilgili bir delile de işaret etmiştir. Bu delile göre, tüm
evren'in yaratıcısı ve hâmisi olan ve her şeye, durumuna, ihtiyacına göre
gereken talimatı veren Allah'ın yol gösterici vasfının bir gereği de, insanın
bilinçli yaşantısında izlemesi için belirlediği yolun, şuur ve irade sahibi
olmayan diğer varlıklardan farklı olmasıdır. İnsanlara rehberlik ve önderlik
yapılmasının en uygun şekli, gayet tabii ki şuurlu bir insanın onlara yol
göstermesi, hem de bunun akıl ve mantıklarına aykırı olmayacak şekilde
yapılmasıdır.
Peygamberlik
Nedir?
Dünyada
insanın ihtiyaç duyduğu her şeyi, ona Allah yaratmış ve vermiştir. Bir çocuk
doğunca dünyaya nelerle geliyor? Görmek için gözler, işitmek için kulaklar,
koklamak ve nefes almak için burun ve duymak için derisindeki hassasiyet,
yürümek için ayaklar, çalışmak için eller, düşünmek için beyin ve benzeri duyu
ve organlarla. Küçük vücudunda geleceğin ihtiyaçlarını gidermek için bakın ne
çok şeyler toplanmıştır? Daha sonra dünyaya adım atarak, hayatını yaşaması için
de sayısız eşya ve malzemeler ona bahşedilmiştir. Meselâ, rüzgâr, ışık, ısı, su,
toprak vs. Ayrıca bebek doğmadan önce annesinin memelerine süt gelmiş olur,
ana-baba akrabalar ve hatta başkalarının yüreğine sevgi ve şefkat inmiş olur ki
bunların sayesinde yetiştirilip büyütülebilsin. Bebek büyüdükçe ihtiyaçların
karşılanması için her türlü kolaylık da sağlanır. Sanki yeryüzündeki ve gökteki
bütün nesneler onun için seferber edilmiştir.
Dünyada
çalışmak ve iş görmek için gereken bütün kabiliyet ve güç insana verilmiştir.
Bedensel güç, akıl, zekâ, düşünme ve konuşma kabiliyeti ve benzeri yetenekler
her insanda az çok vardır. Fakat burada Kâdir-i Mutlak'ın değişik ve ilginç bir
nizam kurduğunu görürüz. Bütün kabiliyetler insanlara eşit şekilde
verilmemiştir. Bunun hikmeti şudur: Eğer insan aynı güçte ve yetenekte olsaydı,
o zaman kimse kimseye muhtaç olmayacak, kimse kimseye aldırış etmeyecekti. Onun
için, Cenab-ı Allah insanlara genel olarak bütün yeteneklerini verirken,
ölçülerini değişik tutmuştur. Bir takım yetenek ve imkânlar bazı insanlarda
fazla, bazı insanlarda az bulundurulmuştur. Bazı İnsanlar, bedensel
çalışmalarını diğerlerine oranla daha fazla yapacak şekilde yaratılmıştır.
Bazıları belli bir mesleğe ve uzmanlığa doğuştan yatkın olurlar, bazılarında bu
gibi hüner ve marifetler az bulunur. Bazı İnsanlar da akıl ve zekâ bakımından
diğerlerinden kat kat üstün olurlar. Bazıları doğuştan asker ve kumandan
olurlar, bazıları ise başkalarını yönetmek için yaratılmışlardır. Aynı şekilde
bazıları inanılmaz konuşma kabiliyetiyle doğarlar, bazılarına yazarlık ve
sanatçı kabiliyeti verilmişken, bazıları da matematikte uzman olurlar, öyle ki,
başkalarının büyük enerji ve zaman harcayıp halledemediği problem ve formülleri
ânında hallediverirler. Yine bazıları var ki çeşit çeşit eşya ve aletler icat
eder, başkalarının hayranlığını çekerler. Bazıları ise hukukun öylesine ince
noktalarını ortaya koyarlar ki herkes şaşkına döner. Allah vergisi denilenler
işte bunlardır. Kimse bu hüner ve kudretini kendi kendine elde edemez. Eğitim,
kültür ve terbiye de bunları yoktan var edemez. Bunlar doğuştan olan
kabiliyetler olup, Allah'ın bahşettiği kişilerde bulunur.
İnsan
uygarlığı için gerekli olan yetenekler gerektiği miktarda verilir, bazıları
çok, bazıları az. İnsanların çoğu asker, marangoz ve demirci olarak doğabilir.
Benzeri meslek sahipleri de çok sayıda bulunabilir. Ancak üstün bilgi ve zekâ
sahipleri nispeten az olurlar. Siyaset adamları, devlet adamları ve
komutanların sayıları da azdır. Ayrıca fen ve teknikte fazlasıyla uzmanlık
isleyen sahalarda yetişenler daha da az olurlar, çünkü bilim adamlarının
hizmetleri ve buluşları asırlarca insanlığa yararlar sağlar.
Şimdi
üzerinde düşünmemiz gereken husus şudur. Dünyada başarılı bir hayatın icabları
sadece mühendis, matematikçi, bilim adamı, hukukçu, politikacı, iktisatçı veya
diğer meslek sahiplerinin yetişmesinden mi ibarettir? Elbette hayır. Bütün
bunların üstünde bir ihtiyaç daha vardır, o da insanlara Allah'ın yolunu
gösteren birinin bulunmasıdır. Birileri bu dünyada yalnızca İnsanlar için
nelerin bulunduğunu ve bunların nasıl kullanıldığını anlatmakla mükelleftirler.
Fakat bir başkasının, bizzat insanın ne olduğu, kimin için ve niçin
yaratıldığını, onu yaratanı memnun etmek için hangi yolu takip etmesi
gerektiğini ve hem bu dünyada hem öbür dünyada daim ve ebedi saadet ve refaha
kavuşması için ne gibi özelliklere sahip olması icap ettiğini anlatması
gerekmez mi? Şüphesiz gerekir, hem de çok! Aslına bakılırsa, bu, insanın en
büyük ihtiyacıdır. En ufak ihtiyaçlarımızı gidermek için bu kadar imkân ve
kolaylıklar sağlamış olan Yüce Allah'ın en büyük ihtiyacımızı görmezlikten
geldiğine inanmak zordur. Aklımız bunu hiç kabul etmez.
Rasûllerin
Konumu
Allahu
Azimüşşân'ın her hüner, her fen ve her bilim dalı için yarattığı üstün
kabiliyetli İnsanlar gibi, bizzat Allah'ı bilen ve O'na yakın olabilecek İnsanlar
da dünyaya gelmişlerdir. Allah bu insanlara din, ahlâk ve şeriat ilminin en
âlâsını vermiş ve daha sonra aynı bilgileri başkalarına aktarabilmeleri için
kendilerini peygamberlik makamına getirmiştir. İşte bu insanlara biz Rasûl veya
Nebi deriz.
Bilim ve
tekniğin çeşitli dallarında üstün zekâlı ve üstün yetenekli kişilerin yetişmesi
gibi, din ve hidayet alanında da üstün yetenekli kişiler doğar. Ayrıca nasıl ki
bilim ve teknikte şan ve şöhret sahibi olmak için belli bir kafa yapısı ve
karaktere ihtiyaç varsa, peygamberler de muayyen bir tabiat, huy ve şahsiyete
sahip olurlar.
Doğuştan şair
olan bir kişinin şiirlerini dinler dinlemez üstün bir şairlik yeteneğine sahip
olduğuna kanaat getiririz. Çünkü başkaları ne kadar çaba gösterse de onun kadar
güzel şiir söyleyemezler. Aynı şekilde doğuştan hatip, yazar, edip, sanatçı,
mucit ve lider olanlar da kendi eser ve çalışmalarından derhal tanınırlar. Aynı
şey peygamberler için de geçerlidir. O'nun düşünebildiği ve sezebildiği şeyleri
alelâde kişiler kolay anlayamaz. Anlattıkları ve söylediklerini başkaları
anlatamaz. Bakışları keskin olup pek çok meselenin derinliğine iniverir.
Söylediklerini aklımız kabul eder, yüreğimiz de teyid eder. Dünyadaki
tecrübeler ve kâinattaki gözlemlerle her sözünün doğru olduğu tesbit edilir.
Ayrıca peygamber tertemiz bir kişiliğe sahip olur. Her konuda dürüst davranır
her sözünü doğru söyler. Yanlış bir şey söylemez, kötü bir iş yapmaz. Hayatında
söylediklerinin aksine hareket ettiği vaki olmamıştır. Söz ve hareketlerinde
şahsî bir menfaati yoktur. Başkalarının yararı ve rahatı için bin bir güçlük
çeker. Kendi iyiliği için başkalarına zarar vermez, bütün hayatı doğruluk,
dürüstlük, iyi niyet, fazilet, namus ve yüksek seviyeli insanlığın bir örneği
olur. Bir tek kötülük göremezsiniz hayatında. Bütün bunlar görülür görülmez,
adı geçenin Allah'ın gerçek peygamberi olduğu derhal anlaşılıverir.
Peygambere
İtaat
Herhangi bir
şahsın Allah'ın gerçek peygamberi olduğunu anlayınca da sözlerini dinlemek,
O'na itaat etmek ve yolunda yürümek farz olur. Bir şahsı peygamber olarak
tanıyacaksınız, sonra da sözlerini dinlemeyeceksiniz, bu hiç de uygun bir
davranış değildir. Zira birini peygamber olarak tanıdınızsa, O'nun
söylediklerinin Allah'ın sözleri olduğunu ve O'nun hareketlerinin Allah'ın emrine
uygun olduğunu kabul etmişsiniz demektir. Yani söyledikleri veya yaptıklarına
aykırı hareket etmeniz bizzat Allah'ın emrine itaatsizlik olur. Allah'a karşı
olan her şey, kesinlikle yanlıştır. Demek ki peygamberlerin dediklerini yapmak
zorundayız. Gerçi ilk bakışta peygamberin bazı söz ve fiillerini anlayamayız,
ama bunların peygamberlerden kaynaklanması zâten yapılanların doğru ve hikmet
dolu olduğunun birer delilidir. Bir şeyi anlamaktan âciz isek bu demek değildir
ki o şeyde bir kusur ve noksanlık vardır. Bu aslında anlayışımızın
eksikliğidir.
Herkes her
bilim ve fen dalını lâyıkıyla bilemez, bilmesi de beklenemez. Bu sebeple, bir
bilim adamı veya teknik uzmanının anlattığı bazı şeyleri o bilim ve tekniğin
yabancısı olan bir kişinin aklı almıyorsa; anlatılanları reddetmesi ahmaklık
olur. Dünyada her işin uzmanları vardır. Bu uzmanların işlerine başkaları
karışmaz. Uzmanlık isteyen bir işi bir acemi yapmaya kalkışırsa her şeyi berbat
eder. Önemli olan, her işi ehline yaptırmaktır. İş yapılmadan önce onu yapacak
kişinin yeterli derecede bilgili, deneyimli ve yetenekli olup olmadığı
araştırılmalıdır. Bu ölçüye uyan bir kişi bulununca da ona güvenmek şarttır,
işine karışılmamalıdır. Yoksa işe başladıktan sonra ona ikide bir müdahale
etmek ve "şu anda ne yapıyorsun, anlamıyorum, bunun doğru olduğunu
ispatlamazsan sana inanmam", gibi çıkışlar yapmak akıllılık değil,
budalalıktır. Bir dava için bir avukat tuttuktan sonra işine karışmaya ve hatta
onu sorguya çekmeye başlarsanız, o sizi derhal terk edecektir. Bir doktor
tedaviye başladıktan sonra ona sık sık ne yaptığını ve verdiği ilâçların
faydalı olup olmadığını sorarsanız, eminim o da hastayı bırakacaktır. Aynı
durum dinimiz için de geçerlidir. Biz Allah hakkında bilgi edinmek ve Allah'ın
dediği yoldan gitmek isteyip, bunu kendi kendimize başaramıyorsak, Allah'ın
elçisini, peygamberini aramalıyız. Fakat bu arayış akıllıca ve titizlikle
yapılmalıdır. Çünkü peygamber sanarak yanlış kişiye varırsak yanlış bir yola
sapmış olacağız. Ancak iyice ölçüp biçtikten sonra, birinin Allah'ın hakiki
rasulü ve elçisi olduğunu anladığımız an, ona tam güvenmeli, söylediklerine
eksiksiz uymalıyız.
Peygamberlere
İmân Etmek
Allah
tarafından gönderilen Peygamber'in gösterdiği, doğru ve gerçek yolun
anlaşılmasından sonra, bütün insanların peygamberlere iman etmeleri, itaat
etmeleri ve uymaları gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bu nedenle,
peygamberi bırakıp kendi yolunu kendi çizmeye çalışan biri mutlaka yanlış bir
tutum içindedir.
Bu hususta
İnsanlar garip yanlışlıklar yaparlar. Bazıları peygamberlerin varoluşuna
inanırlar, ama onlara ne iman eder, ne de itaat ederler. Bu gibi İnsanlar
sadece kâfir değil aynı zamanda aptaldırlar. Düşünün bir kere, insanın bile
bile yalan yanlış şeylere umudunu bağlamasından daha büyük aptallık olur mu?
Bazıları
diyor ki "peygamberlere itaat etmemize gerek yoktur, biz kendi kendimize
doğru yolu buluruz." Bu da büyük bir yanlışlıktır. Matematik okumuş olan
biri pekâla bilir ki bir noktadan başka bir noktaya düz çizgi sadece bir tane
çizilebilir. Bu çizginin dışındakiler ya eğri olur ya da eksik. Hak yolu da
tıpkı bunun gibidir. İslâm dininde buna "Sırat-ı Müstakim" yani doğru
yol denir. Bu yol insandan başlayarak Allah'a kadar gider. Aynen matematik
kuralı gibi, bu, tek bir yoldur ve bunun dışındakilerin hepsi yanlıştır. Şimdi,
doğru yolun peygamber tarafından gösterildiğine inandınızsa teslim etmelisiniz
ki kendi yolunu kendi bulmaya çalışan bir kişi için iki ihtimal vardır. Ya
Allah'a gidecek yolu hiç bulamayacaktır, ya da bulsa bile bu, doğru yol, veya
matematik diliyle, düz çizgi olmayacaktır. Dolambaçlı ve uzun bir yol
olacaktır. Birinci durumda söz konusu kişinin felâkete uğraması işten değildir.
İkinci duruma gelince, bu da onun akılsızlığını apaçık ortaya koymaktadır.
Akılları kıt olan hayvanlar bile bir yerden bir yere gitmek için en kısa yolu
tercih ederler. Ama şu insana bakın ki Allah'ın iyi bir kulu ona doğru yolu,
kısa bir yolu göstermektedir, fakat o "senin yolunu takip etmem; kendi
doğru bildiğim yoldan uzak ve dolambaçlı olsa da giderim" demekte ısrar
etmektedir.
Bu basit
örnek herkesin anlayabilmesi için verilmiştir. Fakat meseleyi daha derinliğine
inceleyecek olursak anlarız ki peygambere inan etmekten çekinen bir şahıs
Allah'a giden hiçbir yol bulamaz, ne düz ne eğri. Şöyle ki, doğru ve dürüst bir
insanın sözüne inanmayan birinin aklından şüphe etmek gerekir. Belki geri
zekâlıdır, belki de kibirlidir. Ya iyilik ve doğruluktan bir şey anlamıyor, ya
da atalarının kötü geleneklerine körü körüne bağlı kalmak istiyor. Böyle bir
kişinin nefsine düşkün biri olma ihtimali de vardır. Belki de günâhlarından haz
alıyor, zevk ve safa âleminden vazgeçmek istemiyor ve bu sebeple peygamberin
söylediklerini inkâr ediyor. Böyle bir durumda olan kişinin Allah'ın yolunu
bulması düşünülemez ve eğer bu sebepler yoksa, doğru, sözlerinde ve fiillerinde
dürüst olan bir kişinin gerçek bir peygambere iman etmemesi için hiçbir geçerli
neden yoktur.
Sözün kısası,
peygamber Allah tarafından gönderildiğine göre, O'na itaat etmek Allah'ın
emrine itaat etmektir. Bu bakımdan peygambere iman etmeyen, Allah'a itaatsizlik
etmiş olur. Bilindiği gibi, hangi devlette yaşarsak yaşayalım, o devletin
tebaası ve vatandaşı olarak bütün mülki âmir ve idarecilere itaat etmek
zorundayız. Vâli ve diğer idarecilere başkaldırmak bizzat devlete karşı isyan
bayrağını çekmek anlamına gelir. Bir devleti tanıyacaksınız, ama o devletin
temsilcisine sırt çevireceksiniz, olmaz böyle şey. Benzetmek gerekirse, Allahu
Teâlâ ile peygamberin durumu da aynıdır. Allah bütün insanların gerçek hükümdarıdır.
Allah'ın insanların hidayeti, ıslâhı ve kurtuluşu için dünyaya elçi olarak
gönderdiği peygamberlere imân, sadakat ve hürmet şarttır. Yüce Allah insanlara
böyle buyurmuştur. Bu buyruğa karşı gelen, ister Allah'a inansın, ister
inanmasın, kâfirdir.
Peygamberlik
Zincirine Bir Bakış
İnsanlar
arasında peygamberlik geleneği nasıl başladı? İlk peygamber kimdi, onu takip
edenler kimlerdi ve bu silsile nasıl noktalandı?
Cenab-ı
Allah, ilk önce bir insan yarattı, sonra bunun eşini ve daha sonra da soyunu.
İnsan soyu büyüyüp genişledi ve bütün dünyaya yayıldı. Dünyaya gelen bütün
İnsanlar o ilk çiftin evlâtlarıdır. Bütün ulusların dini ve tarihi
geleneklerine göre insan ırkının başlangıç noktası bir insandı. Bilimsel
araştırmalar da dünyanın çeşitli bölgelerinde aynı zamanda çeşitli insan
tiplerinin doğduğunu kanıtlamıyor. Pek çok bilim adamı ve biyolog ilk önce tek
insanın doğduğunu sonra soyunun giderek yayıldığını, hepimizin o tek kişinin
evlâdı olduğunu tahmin ediyorlar.
Dinimizde ilk
insana Adem (a.s.) deniliyor. Bu kelimeden "adam" kelimesi türemiştir
ki "insan" anlamına gelir. Allahu Tealâ ilk peygamber olarak Hazreti
Adem'i seçti ve O'na dedi ki: "Git evlâtlarına İslâm'ı öğret". Adem
de insanlara dedi ki, "sizin ve bütün âlemlerin İlâh'ı Allah'tır. O'na ibadet
edin, önünde eğilin, O'ndan yardım talep edin, O'nun istediği gibi iyi ve
dürüst bir hayat sürün. Böyle yaparsanız, ödüllendirilirsiniz, ama yapmazsanız
ağır bir şekilde cezalandırılırsınız."
Hz. Adem'in
soyundan iyi olanlar babalarının gösterdiği yoldan yürüdüler, ama kötü olanlar
başka yollara saptılar. Zaman geçtikçe bataklığa saplandılar, karanlığa
gömüldüler. Bazıları güneşe, aya ve yıldızlara tapmaya başladılar; bazıları
ağaç ve nehirleri ilâh edindiler. Bazılarına göre rüzgâr, su ve ateş, tanrılarıydı.
Yine bazıları hastalık, sağlık ve kudret için çeşitli tanrı ve tanrıçalar
bulunduğuna, hepsini memnun etmek için hepsine tapılması gerektiğine inandılar.
Kısacası, şirk ve putperestliğin sayısız türleri doğdu, birkaç düzine din
ortaya çıktı. O zamana kadar Hz. Adem'in evlâtları dünyanın pek çok bölgelerine
yayılmış, birçok milletler türemiş, her millet kendine göre bir din uydurmuş ve
hepsinin gelenek ve görenekleri değişik şekiller almıştı. Allah'ı unutan bu
İnsanlar Hz. Adem'in kendi evlâtlarına verdiği ilk talimat ve telkinleri de
unuttular. İnsanlar kendi arzu ve isteklerinin kulu oldular, her türlü kötülüğe
bulaştılar ve cehalete saplandılar, iyi ile kötü arasındaki farkı unuttular,
iyiler kötü, kötüler iyi oluverdi.
Bilgisiz
İnsanlar kendi kıyas ve tahminlerine dayanarak "din"ler tarihini
yazarken insanın, dünyadaki hayatına şirk ve cehalet içinde başladığını ama
kademeli olarak olgunlaşma ve gelişme süreci içinde karanlıktan aydınlığa doğru
yol aldığını ve en son, tevhid veya Allah'ın tek oluşu fikrine ulaştığını
belirtmeye çalışırlar. Kur'an-ı Kerim'in anlattıkları ise bunun tam tersidir.
Kur'an'a göre insan inançsızlığın karanlığında değil, ilim, irfan ve İman'ın
aydınlığında doğdu. Allahu Teâlâ doğan ilk insana Hakikat'in ne olduğunu ve hangi
yolu takip etmesi gerektiğini en başta söylemişti. Bundan sonra Adem'in
evlâtları uzun bir süre doğru yolda yürüyüp tek bir ümmet sıfatını korudu. Ama
daha sonra İnsanlar sapıklığa ve çeşit çeşit yollara düştüler. Bu sapma, onlara
hak yolunun anlatılmamasından ileri gelmiyordu, aksine onlar Hakk'ın ne
olduğunu biliyorlardı, ama kendilerine daha çok menfaat sağlamak ve
başkalarının haklarına tecavüz etmek, onlara zulmetmek için bu yollan
seçmişlerdi. İşte bu başıboşluğu ve sapıklığı gidermek amacıyla Allahu Tealâ
dünyaya peygamberleri göndermeye başladı. Bu peygamberlerin her biri kendisine
mensup ayrı ayrı dinler kurmak için dünyaya gönderilmemişti. Hepsinin hedefi,
insanların kaybettiği "Hak yolu" tekrar bulmalarına yardımcı olmak ve
kendilerini tek bir ümmet haline getirmekti.
Peygamberlerin
Görevi
Peygamberler
kendi ümmetlerine unuttukları esasları hatırlattılar. Bir tek Allah'a
tapmalarını tekrar öğrettiler. Şirk ve putperestlikten menettiler. Allah'ın
rızasını kazanacak işler yapmalarını tavsiye etliler. Allah'ın kanunlarını
getirdiler ve herkese duyurdular. Hindistan, Çin, Irak, İran, Mısır, Afrika ve
Avrupa'ya, kısacası dünyanın her yerine Allah'ın gerçek peygamberleri geldiler.
Hepsinin dini aynıydı, yani İslâm. Ama peygamberlerin talim ve terbiye
şekilleri farklıydı. Anlatılan dinin bazı ilke ve kurallarında da biraz fark
vardı, ama özü aynıydı. Değişen şey, ilgili milletin tabiatı ve içinde
bulunduğu şartlara uygun telkin ve talimattı. Hangi milletle hangi kötülükler,
bilgisizlikler çoksa onların düzeltilmesi ön plâna çıkarıldı. Öncelikle çokça
yaygın olan bâtıl inançların ıslâhına çalışıldı. Milletler medeniyet, kültür,
ilim ve fenin ilk merhalelerinde bulundukları sırada kendilerine sade bir
telkin ve terbiyede bulunuldu. Fakat İnsanlar kalkınıp daha çok uygarlaştıkça
kendilerine daha geniş ve teferruatlı talim ve terbiye ilkeleri getirildi. Yani
aralarındaki fark dinin kendisinde değil, bunu öğretme ve anlatma metodundaydı.
Peygamberlerin
Karşılaştıkları Tepkiler
İnsanlar,
peygamberlere garip muameleler yaptılar. İlk önce onlara eziyet ettiler,
işkence yaptılar. Söylediklerini dinlemediler. Kimini sürgüne gönderdiler,
kimini öldürdüler. Bazı peygamberler ömür boyunca didinip çalıştıktan sonra
ancak beş on dindar veya taraftar toplayabildiler. Ama bu salih ve yüce
İnsanlar tebliğ ve talimden vazgeçmediler. Bunlardan bazıları çok sayıda
taraftar toplayabildiler ve bazı yerlerde devlet de kurdular. Ama bundan sonra,
bazı peygamberler garip bir muameleye tabi tutuldular. Bu peygamberler öldükten
sonra, getirdikleri din tanınmayacak şekilde değiştirildi, İnsanlar kitaplarda
gelişigüzel değişiklikler yaptılar. Peygamberlerini bazıları Allah'ın nuru ve
hatta Allah'ın ta kendisi ilân ettiler. Bazıları da Allah'ın oğlu olarak takdim
etti. Bir kısmı da onları Allah'a ortak koştular. Diğer bir kesim ise
peygambere tapmaya başladı. İşin tuhafı, putu kıranlar birer put haline
getirildiler. Peygamberlerin getirdikleri şeriat da ortadan kayboldu; yerine
batıl itikatlar, merasim, gelenek ve efsaneler geçer akçe oldu. Allah'ın
kanunları, insanların kanunlarıyla karıştırıldı. Kısaca, birkaç yüzyıl sonra
peygamberin getirdiği şeriat ve kanunun gerçek muhteva ve şeklinin anlaşılması
imkansızlaştı. Bizzat peygamberlerin hayalı ve sözleri içinden çıkılmaz hale
geldi.
Ancak
peygamberlerin bütün çabalan boşa gitmeyip, bütün tahrif ve değişikliklere
rağmen, bazı değişmez gerçekler her ümmet ve millette az da olsa kalmıştır.
Allah ve âhiret mefhumları, değişik şekillerde olsa da, hemen hemen bütün
milletlere yayılmıştır. İyilik, doğruluk ve güzel ahlâk ile ilgili bazı
kurallar bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Bütün ümmetlerin
peygamberleri her kavmi ayrı ayrı öyle eğitmişlerdir ki bütün dünyada
insanlığın istisnasız aynı dini benimseyebilmesi için ortak bir zemin oluşmuştur.
Peygamberlerin
Ortak Çağrısı
Kur'an-ı
Kerim'de görüyoruz ki peygamberler belirli aralıklarla dünyaya geliyor ve
ümmetlerini hep aynı şeylere davet ediyorlar.
"Ey
milletim, Allah'a itaat ediniz. O'ndan başka ilâhınız yoktur."
İster Babil
toprakları olsun, ister Sodom, Medyen, Hicr veya Nil vadisi. İster Hz. İsa
(a.s) dan 40 yüzyıl önce, ister 20 yüzyıl, 10 yüzyıl önce olsun. İster bağımsız
ve özgür bir millet olsun, ister köle ve perişan bir ümmet olsun. İster
gelişmenin en alt seviyesinde olsun, ister medeni ve siyasi kalkınma ve refahın
en üstü düzeyinde bulunsun, her yerde, her devirde ve her ulusta Allah'ın
elçileri hep aynı tavsiye ve telkinlerde bulunmuşlardır. Öğütledikleri hep
aynıdır. "Allah'a dönün, O'na bağlanın, O'ndan başka bir ilâh yoktur."
Hz. İbrahim (a.s) ümmetine açık açık şöyle demişti: "Her şeyin özü olan
Hak Teâlâ'yı kabul etmedikçe sizin aranızda müşterek herhangi bir bağ, gerçek
herhangi bir işbirliği olmayacaktır." Hz. Musa (a.s) Firavun'a gitmeden
önce kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunu ilân etti ve herkesi kurtuluşa ve
doğruya çağırdı. Firavun'a da dedi ki, "sen Rab olamazsın, çünkü Rab olan
her şeyi yaratan ve herkese yaşama imkânı veren Allah'dır." Hz. İsa (a.s),
Romalıların kölesi haline gelen Beni İsrail'i ve diğer kavimleri, Roma
imparatorluğu ve sömürgeciliğine karşı isyan bayrağını çekmeğe değil, tek
Allah'a inanmaya ve doğru yolu takip etmeye davet etti. Görüldüğü gibi,
Kur'an-ı Hakim'de anlatılan bu olaylar başka bir dünyaya değil, bugün içinde
yaşadığımız dünyaya aittir. Ayrıca Kur'an'da sözü geçen İnsanlar da bizim gibi
insandılar. Şimdi, Nebilerin geldiği ülke ve milletlerin çözüm bekleyen diğer
herhangi bir siyasi, ekonomik, toplumsal sorununun bulunmadığı iddia edilemez.
Bu gibi sorunlar vardı ve her zaman süregelmiştir. Ancak İslâm hareketinin her
önderi -yani peygamberler- değişik yörelerdeki insanları Tevhid'e davet etmeyi
her şeyden üstün tutmuştur. Her türlü ulusal, bölgesel, siyasal, ekonomik ve
toplumsal sorunları bir yana bırakarak Hakk'a davete öncelik tanımışlardır.
Hz. İsa (a.s)
Beni İsrail'i Hakk'a çağırırken, dünyaya gelişinin sebebini anlattı:
وَمُصَدِّقًا
لِمَا بَيْنَ
يَدَىَّ مِنَ
التَّوْرَيةِ
وَلاُحِلَّ
لَكُمْ
بَعْضَ الَّذِى
حُرِّمَ
عَلَيْكُمْ
وَجِئْتُكُمْ
بِاَيَةٍ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَاتَّقُوا اللهَ
وَاَطِيعُونِ, اِنَّ اللهَ
رَبِّى
وَرَبُّكُمْ
فَاعْبُدُوهُ
هَذَا
صِرَاطٌ
مُسْتَقِيمٌ
"(Ben),
benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak size haram kılınan bazı şeyleri
helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabb'inizden bir ayetle geldim; o halde
Allah'tan korkun, bana itâat edin! 'Allah benim de Rabbim, sizin de
Rabbinizdir; O'na kulluk edin, doğru yol budur."[1258]
Demek oluyor
ki, bütün Nebi’ler gibi Hz. İsa (a.s)'ın daveti de şu üç önemli noktaya
dayanıyordu:
Birincisi,
bütün insanların itaat etmesi gereken bir üstün otorite vardır. Bu otorite
Allah'a aittir. Hayatın ve uygarlığın esası bu temel üzerine kurulmalıdır.
İkincisi, bu
üstün otoritenin temsilcisi olan, peygambere itaat şarttır.
Üçüncüsü,
insanın hayatını düzenleyen ve yönlendiren kanun ve nizam ancak Allah'ın
koyduğu kurallardan müteşekkildir. İnsan'ın hem varlık sebebi, hem de yok olma
sebebi, O'nun bahşettiği kanun ve düzendir. Bunun dışındaki bütün kanun ve kurallar
geçersiz sayılmalıdıri
Demek ki, Hz.
İsa, Musa, Hz. Muhammed Mustafa (a.s) ve diğer peygamberlerin davet ve
görevlerinde hiçbir fark yoktur. Çeşitli peygamberlerin, çeşitli görevlerle
dünyaya geldiğini iddia eden ve davetlerinin maksadı ve şekli arasında ayırım
yapanlar büyük bir hataya düşmüşlerdir. Allah tarafından kavmine gelen elçi'nin
görevi, kavmini itaatsizlik ve is-yan'dan alıkoymaktan başka bir şey değildir.
Bütün peygamberler insanları tek Allah'a itaat etmeye ve O'na bağlı kalmaya
çağırmışlardır.
Kur'an-ı
Kerim'de Nebilerin dünyaya gelişinin maksadı bir başka türlü de anlatılmıştır:
رُسُلاً
مُبَشِّرِينَ
وَمُنْذِرِينَ
لِئَلاَّ
يَكُونَ
لِلنَّاسِ
عَلَى اللهِ
حُجَّةٌ
بَعْدَ
الرُّسُلِ
وَكَانَ
اللهُ عَزِيزًا
حَكِيمًا
"Bütün
bu Rasûl'ler, müjde vermek ve korkutmak için dünyaya gönderilmiştir ki bundan
sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın."[1259]
Yani, bütün
peygamberler aynı amaç için gönderilmişti. Allahu Teâlâ insanlara son hüccetini
göstermek istiyordu. Böylece, son mahkemede yolundan sapmış olan bir suçlu,
karşısına çıkıp, "Ya Rab, ne yapalım, hiç haberimiz yoktu, Sen bize
gerçeği anlatmak için de herhangi bir tedbir de almamıştın" diye özür
beyan edemeyecekti. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah (cc) dünyanın çeşitli
kesimlerine peygamberlerini gönderdi ve kitaplarını indirdi. Bu peygamberler
bazen çok sayıda insanlara Allah'ın talimatını ilettiler, ayrıca aralarında
insanlara yol gösterecek kitaplar bıraktılar. Bu kitaplar her zaman
varolmuştur. Şimdi biri doğru yolu bırakıp yanlış yola sapıyorsa, bunun
sorumluluğu elbette ki Allah ve Rasullerine ait değildir. Sorumluluk, Allah'ın
davetinin kendisine ulaştığı, ama onu değerlendiremeyen o kişiye ya da doğru
yoldan haberdar olmalarına rağmen, yanlış yolu takip edenleri uyarmayanlara
aittir.
Demek oluyor
ki, Rasuller sadece Allah'a iman edilmesini bildirmek için gönderilmedi.
Peygamberler yanlarında uyulması ve yaşanması gereken bir nizamı da
getirmişlerdi. Bu şartlarda, onlara inanıp başkalarına tâbi olmak düpedüz
tutarsızlıktır. Peygamber'e geldiklerine inanıldıktan sonra başka kanunlar bir
yana bırakılmalıdır. Peygamberin getirdiğine uyularak yaşanmalıdır. Eğer
yaşanmıyorsa, inanmanın anlamı kalmaz.
Din'i galip
ve üstün getirme görevi de peygamberlere aittir.
Din kelimesi
Arapçada delil, burhan ve belgelerle kabul edilen ve emrine uyulan bir kişinin
kurduğu hayat tarzı ve hayat nizamı anlamına gelir. Burada görüldüğü gibi,
peygamberlerin dünyaya gelişinin maksadı, yanında getirdiği hidayet ve Hak
dinini, din nevinden her şeye galip getirmekti. Başka bir deyimle, peygamber'in
getirdiği din ve hayal tarzının, başka bir dine veya hayat tarzına bağlı
kalması düşünülemez. Peygamber, yeryüzünün ve göklerin Hakiminin temsilcisi
olarak dünyaya gelir ve amacı da getirdiği din ve sistemi başka sistemlere
galip kılmaktır. Şayet peygamberin gelişinden önce dünyada örneğin zımmiler
(gayri müslim)inki gibi, başka bir düzen varsa, cizye ödeyerek ve
peygamberlerin getirdiği nizama tabi olarak kendi düzenlerini sürdürebilirler.
İnsanın
Allah'a kul olmayıp, kendi nefsine uyması ve Allah'ın emirlerini bir kenara
iterek ahlâk, cemiyet ve medeniyetleri için başka başka temel ve ilkeler
aramaları bütün kötülüklerin kaynağı olup başlı başına bir fesattır. Bu temel
fesat, dünyada türlü türlü kötülüklere yol açar. İşte bu fesâdı durdurmak ve
yok etmek için dünyaya Kur'an-ı Kerim indirilmiştir. Bu fesat da sırf insanın
cehaleti ve nankörlüğünden doğar. Dünya iyilik ve güzellik üzerine kurulmuşken
insanların bilgisizliği ve ayaklanması onun uyumunu bozmuştur. Bu bakımdan
insan hayatının cehalet, vahşet, şirk, isyan ve ahlakî bozuklukla değil, iyilik
ve dürüstlükle başladığını söylemek daha doğru olur. Kötülük sonradan
gelmiştir. Bu kötülüğe son vermek ve hayata yepyeni bir düzen getirmek
gayesiyle, Allah dünyaya, zaman zaman peygamberlerini göndermiştir.
Peygamberler de gelip aynı telkinde bulunmuşlardır. "İyiliğe, doğruluğa
dönün, fesat'tan sakının." Nübüvvet iddiası, hayat düzeninin tümünü
değiştirme iddiasından ibarettir. Bu düzen değişikliğinin içine tabi ki siyasi
nizam da girer. Bir kişinin kendisini Alemlerin Rabbi'nin temsilcisi olarak
insanlara tanıtması, onların kendisine kayıtsız şartsız ve tam olarak itaat
etmelerini istemesi demektir. Çünkü Allah'ın temsilcisi ve naibi başkalarına
tabi olamaz. Bir kâfirin hükümranlık hakkını tanımak risalet geleneğine tamamen
aykırıdır.
Resûllerin
Dünyaya Geliş Sebepleri
وَلَوْلاَ
اَنْ
تُصِيبَهُمْ
مُصِيبَةٌ بِمَا
قَدَّمَتْ
اَيْدِيهِمْ
فَيَقُولُوا
رَبَّنَا
لَوْلاَ
اَرْسَلْتَ
اِلَيْنَا رَسُولاً
فَنَتَّبِعَ
اَيَاتِكَ
وَنَكُونَ مِنَ
الْمُؤْمِنِينَ
"Kendi
elleriyle yaptıkları (günahlar) yüzünden başlarına bir felâket geldiği zaman:
'Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndersen de ona uyup mü'minlerden olsaydık'
diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için
seni gönderdik)."[1260]
Kur'an-ı
Hakim çeşitli yerlerde bu hususu peygamberlerin dünyaya gönderilmesinin sebebi
ve maksadı olarak gösteriyor. Ama bundan, her zaman, her yere bir peygamberin
gelmesinin şart olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aslında, dünyada bir Resul'ün
mesajı olduğu gibi durduğu ve bunun başkalarına ulaşma imkânı varolduğu sürece
yeni bir Resûl'e gerek yoktur. Ama bu mesaja bir şey eklenmek veya yeni bir
mesaj verilmek gerekiyorsa, yeni bir peygamber gelebilir. Ancak, peygamberlerin
getirdiği talimat ortadan kalkar, İnsanlar doğru yoldan saparsa, insanların
bazı özürlerde bulunabilmek imkânı vardır. Örneğin, söz konusu kişiler
diyebilir ki "bize Hak ile Batıl arasında ayırım yapma öğretilmediği ve
doğru yolu görebilmemiz için hiçbir şey yapılmadığı için doğru yolu
bulamadık." Allah işte bu tür özürlere mehil bırakmamak için Nebi ve
Resulleri, gerektiği ve uygun bulduğu zamanlarda dünyaya göndermiştir. Ta ki
doğru yoldan sapmış olanlar sorumluluğu başkalarına atmasınlar.
5.BÖLÜM
-Okuma Parçası-
5.BÖLÜM
Giriş
Musîbet: Başa gelen felâket, belâ,
afet, sıkıntı, ceza gibi olaylar için kullanılan bir terim.
Bir musibete
uğrayan kimse, ya Allah (c.c.) tarafından imtihan edilmekte veya işlediği bir
kötülüğe karşı cezalandırılmaktadır. Musîbet kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bu iki
anlamda da kullanılmıştır.
Kur'an-ı
Kerim'de Allah Teâlâ sevdiği mü'min kullarına değişik şekiller altında
musîbetler göndererek onları imtihan ettiğini ve bu musibetlere karşı
gösterdikleri sabır ve tevekkül neticesinde de büyük mükâfatlarla
mükâfatlandırılacaklarını bildirmektedir. İnananlar zümresi içerisinde
peygamberlerin Allah Teâlâ'ya en yakın kitle oldukları halde, musîbetlerin en
büyüklerine uğradıkları görülmektedir. Nuh (a.s), İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve
İsa (a.s)'ın kıssaları bunun örnekleriyle doludur. Ulu'l-azm peygamberlerin
sonuncusu Hz. Muhammed (a.s) de Mekke döneminde büyük musîbetlere maruz
kalmıştır. O, kavmi tarafından yalanlanmış, işkence görmüş, ölümle tehdit
edilmiş, hatta taşa tutulmuştur. Taif'e gidip halkı Allah'ın dinine davet
ettiği zaman, onlar bir peygambere uymayı reddettikleri gibi köle ve çocuklara
onu taşlatmışlardı. İnsanlığa rahmet olarak gönderilmiş o büyük peygamber,
Taiflilerin saldırısından kurtulduktan sonra, ellerini kaldırıp Rabbine şöyle
seslenmişti:
"Ya
Rabbi" Gerçekte benim üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet senin bana
karşı bir gadap ve öfkenden ileri gelmiyorsa, ben buna aldırış etmem ve
gönülden tahammül ederim. "
Allah Teâlâ
da ona;
ذلِكُمْ
بِاَنَّكُمُ
اتَّخَذْتُمْ
ايَاتِ
اللّهِ
هُزُوًا
وَغَرَّتْكُمُ
الْحَيوةُ
الدُّنْيَا
فَالْيَوْمَ
لَايُخْرَجُونَ
مِنْهَا
وَلَاهُمْ
يُسْتَعْتَبُونَ
"Ey
Muhammed! Sen de, "azim ve sebat" sahibi peygamberlerin sabrettiği
gibi sabret"[1261] şeklinde vahyetmiştir.
Allah Teâlâ,
hidayet ihsan edip rahmet nuruyla kuşattığı mü'min kullarım, bir takım dünyevî
zorluklarla imtihan ederek bunu onlar için bir rahmet vesilesi kılmıştır.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
بِشَىْءٍ
مِنَ الْخَوْفِ
وَالْجُوعِ
وَنَقْصٍ
مِنَ
الْاَمْوَالِ
وَالْاَنْفُسِ
وَالثَّمَرَاتِ
وَبَشِّرِ
الصَّابِرينَ
"And
olsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve
mahsullerden yana eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. Onlara bir
musibet dokunduğu zaman "Mutlaka biz Allah içiniz ve mutlaka O'na
döndürüleceğiz" derler."[1262]
Bu ayetler,
her ne şekilde olursa olsun, karşılaşılan bir belâ ve musîbet karşısında inanan
kimselerin göstermesi gereken tavrı ortaya koymaktadır.
Musîbete
karşı takınılan tavır, aynı zamanda iman ile nifakın arasını ayıran ve münafık
tiplerin kalplerindeki nifakı açığa çıkaran bir imtihan aracıdır. Yani imanların
musibetle sınanmasıdır.
Münafıklar,
müslümanlar savaşta bir başarısızlığa (musîbete) uğradığı zaman onlarla birlik
olmadıkları için sevinirler ve bunu kendileri için bir nimet sayarlar. Allah
Teâlâ gerçek anlamda nimetlendirilenlerin musibetlere uğrayıp bunlara sabreden
kimselerden başkaları olmadığını ve farklı düşünenlerin ise kalplerinde
hastalık bulunan tipler olduğunu bildirmektedir:
وَاِنَّ
مِنْكُمْ
لَمَنْ
لَيُبَطِّئَنَّ فَاِنْ
اَصَابَتْكُمْ
مُصيبَةٌ قَالَ
قَدْ
اَنْعَمَ
اللّهُ
عَلَىَّ اِذْ
لَمْ اَكُنْ
مَعَهُمْ
شَهيدًا
"Şüphesiz
ki içinizden (savaşa çıkmak için) pek ağır davrananlar vardır. Size bir musîbet
geldiği zaman (onlar) "Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber
olmadım" der."[1263]
Diğer bir
musîbet de, insanların işledikleri kötü amelleri ve kalplerindeki nifak ve
küfürlerinden dolayı muhatap oldukları musibettir. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda
kullanılan musîbet kelimesi ile, bu kötülüklere karşı bir cezalandırma
kastedilmektedir:
وَمَا
اَصَابَكُمْ
مِنْ
مُصيبَةٍ
فَبِمَا كَسَبَتْ
اَيْديكُمْ
وَيَعْفُوا
عَنْ كَثيرٍ
"Başınıza
gelen bir musîbet kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. O,
işlenenlerin bir çoğunu da affeder."[1264]
Münâfıkların
hallerinden söz edilen başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır:
فَكَيْفَ
اِذَا
اَصَابَتْهُمْ
مُصيبَةٌ
بِمَا قَدَّمَتْ
اَيْديهِمْ
ثُمَّ
جَاؤُكَ
يَحْلِفُونَ
بِاللّهِ
اِنْ
اَرَدْنَا
اِلَّا
اِحْسَانًا
وَتَوْفيقًا
"Kendi
yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde nice olur
halleri..."[1265]
İşlenilen
kötü amellere karşılık ahirette elim Cehennem azabına uğrayanların durumları da
musîbet olarak nitelendirilmektedir:
وَلَوْلَا
اَنْ
تُصيبَهُمْ
مُصيبَةٌ
بِمَا
قَدَّمَتْ
اَيْديهِمْ
فَيَقُولُوا
رَبَّنَا
لَوْلَا
اَرْسَلْتَ
اِلَيْنَا
رَسُولًا
فَنَتَّبِعَ
ايَاتِكَ
وَنَكُونَ
مِنَ الْمُؤْمِنينَ
"Eğer
onlar (Yahudiler) işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği
zaman; "Rabbimiz bize Peygamber gönderseydin de biz de senin âyetlerine
uyup mü'minlerden olsaydık ya" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik.)"[1266]
İnsanların başına
gelen bütün musîbetler Allah Teâlâ'nın izni ve takdiri dahilinde ortaya
çıkmaktadır:
مَا
اَصَابَ مِنْ
مُصيبَةٍ فِى
الْاَرْضِ وَلَا
فى
اَنْفُسِكُمْ
اِلَّا فى
كِتَابٍ مِنْ
قَبْلِ اَنْ
نَبْرَاَهَا
اِنَّ ذلِكَ
عَلَى اللّهِ
يَسيرٌ
"Yeryüzüne
ve kendinize inen hiç bir musîbet yoktur ki biz onu yapmadan önce Levh-i
mahfuz'da yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır."[1267]
مَا
اَصَابَ مِنْ
مُصيبَةٍ
اِلَّا
بِاِذْنِ
اللّهِ
وَمَنْ
يُؤْمِنْ
بِاللّهِ
يَهْدِ قَلْبَهُ
وَاللّهُ
بِكُلِّ
شَىْءٍ
عَليمٌ
"Allah'ın
izni olmadan kulun başına hiç bir musibet gelmez..."[1268]
Bu anlamda,
ölüm olayı da bir musibet olarak zikredilmektedir:
اِنْ
اَنْتُمْ
ضَرَبْتُمْ
فِى
الْاَرْضِ فَاَصَابَتْكُمْ
مُصيبَةُ
الْمَوْتِ
"...
Veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse..."[1269]
Bir de,
toplum boyutunda kavimlerin helak edilişi musibeti vardır ki bu, azgın bir
kavmin kendi elleriyle işledikleri günahları ve aşırı sapıklıkları yüzünden
peygamberlerine karşı direnmeleri neticesinde ortaya çıkmaktadır. Allah Teâlâ,
aynı zamanda bu musîbetleri diğer toplumlar için birer ibret vesilesi de
kılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de helâk edilişleri ve buna sebep olan durumları
tafsilatlı bir şekilde gözler önüne serilen, Nuh, Âd, Semûd, Lût kavimlerinin
başlarına gelenler bu tür musibetlerdendir.
Ress kelime
manası olarak örülmemiş kuyu demektir. Fakat Ress halkının kimler olduğu
bilinemiyor. İbnu Abbastan " O Semud'dur." diye bir rivayet var;
halbuki burada bağlaç bir başkasını gerektiriyor. Katade'den " Yemame'de, Ress,
diğer namıyla Fele denilen büyük bir köy halkı olup Semud'un geride
kalanlarındandılar. Peygamberlerini öldürdüler, yok edildiler." diye
rivayet edilmiştir.
Vehb bin
Kelbi'den "Ress halkı Eyke halkı gibi Hz.Şuayb (as)'ın gönderildiği bir
topluluk idi. Putlara taparlardı, kuyuları ve koyun, keçi, inek ve sürüleri
vardı. Şuayb (as) kendilerini İslam'a, kulluğa davet etti. Yalanlayıp azgınlık
ve eziyete devam ettiler ve günün birinde örülmemiş kuyuları olan Ress'in
etrafında bulundukları sırada orası çöktü ve yere geçti." diye
nakledilmiştir. Ress halkına uhdud (hedek) halkı da denilmiştir. Hanzale b.
Safvan isimli peygamberin kavmi olup Anka-i Muğrib (Batı Anka Kuşu) denilen ve
fetih isimli dağda oturarak avsız kaldıkça, çoluk çocuklarını kapıp götüren ve
tüyleri renk renk olan büyük bir kuş belasına tutulmuşlardı da denilmiştir.
İbni
Abbas'tan bir rivayette de "Ress Azerbeycan kuyusudur." diye
nakledilmiştir. Bir de Ress doğu ülkelerinden birindeki bir nehrin adıdır.
Buranın halkına Yüce Allah (cc) Yehuza b. Yakup evladından bir peygamber
göndermişti. Onu kuuyya attılar ve bu yüzden yok oldular, denilmiştir. Bu
konuda daha başka rivayetler de vardır. Bununla beraber, rivayetlerin çoğunda,
peygamberlerini öldüren veya kuyuya atan bir topluluk olduğu belirtilmiştir.
Mü'cemü'l-Büldan'da
ki, Ress; Kuyu, Maden ve bir topluluğun arasını düzeltmektir. Ebu İshak der ki;
Kur'an'da Ress kuyu demektir. Rivayet edilir ki, bunlar peygamberlerini
yalanlayıp bir kuyuya atarak üstünü kapatan bir topluluktur. Ress'in Yemame'de
Fele denilen bir topluluk ve Semud'tan bir takım insanların beldesi olduğu
rivayet olunmaktadır. Her kuyu ress'tir. İbnü Düreyd demiştir ki;
"Ress" ve küçültmesi "Rüseyr" (Kuyucuk) Necid'de iki vadi
veya iki mevkidir. Zemahşeri diyor ki; "uleyy Ress Kabliyye
vadilerindendir, demiş.
Diğerleri de:
وَعَادًا
وَثَمُودَ
وَاَصْحَابَ
الرَّسِّ
وَقُرُونًا
بَيْنَ
ذَلِكَ
كَثِيرًا,
وَكُلاًّ
ضَرَبْنَا
لَهُ
اْلاَمْثَالَ
وَكُلاًّ
تَبَّرْنَا
تَتْبِيرًا
“Ad'ı, Semûd'u, Ress halkını
ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de (inkârcılıklarından ötürü helâk
ettik). Onların her birine (uymaları için) misaller getirdik; (ama öğüt
almadıkları için) hepsini kırdık geçirdik”[1270] ayetlerinde; Ress Azebeycan
vadisidir. Azebeycan'ın sınırı "Mavera-yı Ress" Ress'in arkasıdır, denilmiştir.
Deniliyor ki, Ress üzerinde "Erran" da bir şehir vardır. Yüce Allah
onlara Musa adında bir peygamber gönderdi. Bu Musa, Musa bin İmran değildir.
Onları Allah'a davet etti. Yüce Allah'ta Taif'ten Haris ve Hüveyris tahvil edip
üzerlerine gönderdi. Bunun için Ress halkı şu iki dağın altında kaldı,
deniliyor. Bu Ress'in kaynağı Kalikala'dan başlar, Eran'a, Mecma'a uğrar; orada
"Kürr" ile birleşir ve ikisinin arasında Beylekan şehri vardır. Kürr
ve Ress vadisiacayip bir vadidir. Balığın her türlüsü bulunur. Şurimahi denilen
balık oraya mahsustur, derler.
Miş'ar b.
Mühelhil "Bezbabik" şehrini anlatırken demiştir ki; bir tarafında
Ress nehri vardır, Ress nehri Belescan ovasına doğru çıkar, bu ova da deniz
sahilince Berzed'den Berzaa'ya oradan Versan ve Beykan'a doğru uzanır.
Bu ovada beş
bin köy vardır. Ve çoğu yıkıntı halindedir. Ancak toprağı iyi ve sağlam olduğu
için duvarları ve binaları kalmıştır. İşte bu köyler, Kur'an'da adı geçen Ress
halkınındı deniliyor. Bunlar Davud (a.s)'ın öldürdüğü Calut'un kavmi idiler de
denilmektedir.
Ashab-ı
Yasin; Kur’an-ı Kerim’de:
وَاضْرِبْ
لَهُمْ
مَثَلًا
اَصْحَابَ
الْقَرْيَةِ
اِذْ
جَاءَهَا
الْمُرْسَلُونَ
() اِذْ
اَرْسَلْنَا
اِلَيْهِمُ
اثْنَيْنِ
فَكَذَّبُوهُمَا
فَعَزَّزْنَا
بِثَالِثٍ فَقَالُوا
اِنَّا
اِلَيْكُمْ
مُرْسَلُونَ
“Ey
Muhammed! Haberi sana anlatılacak olan şu şehir halkını; taşkınlık, inat, küfür
ve peygamberi yalanlamakta ısrarları bakımından Mekke'li müşriklere misal
olarak anlat. Yani bunların durumlarını, Peygamberleri kendilerine geldiği
zaman aynen Mekke'li müşriklerin sana gösterdik tuhaf hale benzemektedir. Biz
onlara iki elçi gönderdik. Elçiler kendilerinden onlara gitmedi. Biz, onları o
şehir halkına gönderdik, fakat her ikisini da yalanladılar. Biz, üçüncü bir
elçi ile Hakk'ı güçlendirip te'yid ettik. Elçilerin hepsi onlara dediler ki: Ey
şehir halkı! Biz, size Allah tarafından gönderilmiş elçileriz.
Elçiler
o şehir halkına dediler ki: Biz Allah tarafından gönderilmiş elçileriz”[1271]
Şehir halkı
onlara dediler ki:
قَالُوا
مَآ اَنْتُمْ
اِلاَّ
بَشَرٌ
مِثْلُنَا
وَمَآ اَنْزَلَ
الرَّحْمَنُ
مِنْ شَىْءٍ
اِنْ اَنْتُمْ
اِلاَّ
تَكْذِبُونَ
“Siz
elçi değilsiniz. Sizin Allah tarafından gönderilen elçiler olmanız mümkün
değildir. Bunu aklımız kabul etmiyor. Çünkü sizler de bizim gibi insanlarsınız.
Sizi, bize üstün kılan özelliğiniz nedir? Sizde zenginlik, itibar ve kuvvet
varmı ki, bizim gibi kimselere elçilik ve peygamberlik yapasınız?”[1272]
Böyle demekle
onlara itirazda bulundular. Peygamberliklerini kabul etmediler. Bilmediler ki,
Allah risaletini emanet edeceği yeri bilir! Peygamberler de insanlardan
biridir. Bu ifadelerden de anlaşıldığına göre kafirlerin Peygamberlere karşı
yaptıkları itirazlar hep aynıdır.
Dediler ki:
Rahman bir
şey indirmedi. Siz elçi olduğunuzu iddia ederken yalan söylüyorsunuz.
Peygamberlik iddiasında bulunduğunuz her zaman yeni bir yalan ortaya
atıyorsunuz.
Onların bu
ithamlarına karşılık vermek ve ortaya attıkları şüpheleri çürütmek için elçiler
onlara dediler ki: Rabbimiz bilir ki, biz size O'nun katından gönderilmiş
elçileriz. Biz halkının durumunu bilmeyen veya kendi nefsinde aciz olan bir
kimsenin elçileri olduğumuzu iddia etmiyoruz. Bilakis bizler, her şeyden
haberdar ve her şeyi gören Allah tarafından gönderilmiş elçileriz. Eğer bizler
bu sözlerimizde yalancı isek, O bizi Mahvu perişan eder. Zira akıllı kimse bir
başkasının elçisi olarak gönderildiğini iddia etmez.
Görüyorsunuz
ki, o elçiler davetlerini tekrar tekrar ortaya koymaktan usanmadılar. Bilakis
davalarını bir önceki duyurularına nispetle daha da te'kid edip
kuvvetlendirerek şehir halkına "Rabbimiz bilir ki biz size gönderilmiş
elçileriz" dediler. "Bu hakikatleri size tebliğ ettikten sonra artık
bizim üzerimizde bir sorumluluk kalmıyor" diye devam ettiler.
Bundan sonra
neler oldu? Şehir halkı o elçilere şöyle dedi:
قَالُوآ
اِنَّا
تَطَيَّرْنَا
بِكُمْ لَئِنْ
لَمْ
تَنْتَهُوا
لَنَرْجُمَنَّكُمْ
وَلَيَمَسَّنَّكُمْ
مِنَّا
عَذَابٌ
اَلِيمٌ
"Sizin
yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Bu yalan iddiaları ortaya attığınız ve bunlara
inanmamız için yemin edip ısrarda bulunduğunuz zaman bize kötülük isabet
etti!"[1273]
Ayeti
Kerime'de sözü edilen elçiler peygamberlik görevlerini ifa ettiler. Emaneti eda
ettiler ama onlara icabet eden oldu mu, olmadı mı? Evet onlara bir kısım halk
icabet etti. Şehrin uzak bir mıntıkasından kamil ve olgun bir adam geldi.
Hakk'ı ortaya çıkarmak için çaba sarf etti. Hakka yardımcı olmak, batılla ve
batılın gücü ile savaşmak istedi. Batılın kuvvetine karşı baş kaldırdı:
وَجَآءَ
مِنْ اَقْصَى الْمَدِينَةِ
رَجُلٌ
يَسْعَى قَالَ
يَاقَوْمِ اتَّبِعُوا
الْمُرْسَلِينَ,
اِتَّبِعُوا
مَنْ لاَ
يَسْئَلُكُمْ
اَجْرًا
وَهُمْ
مُهْتَدُونَ
"Ey
aşiretim ve ey kavmim! Şu elçilere uyun, onlar peygamberlik davasında
bulunurken doğru konuşuyorlar. Sizden ücret istemeyen, mal talep etmeyen,
reislik ve başka bir amaç peşinde bu kimselere tabi olun. Bunlar Hak yolda
yürüyen, doğru yolu bulan kimselerdir" dedi.”[1274]
Kavmi adama
şöyle cevap verdiler; sen de mi onların Allah olduklarına inanıyor musun? Tek
Allah'a ibadet etmemiz gerektiğine dair söyledikleri sözü doğruluyorsun?
Cevaben adam
dedi ki:
وَمَا لِىَ
لَا اَعْبُدُ
الَّذى
فَطَرَنى وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
()
ئَاَتَّخِذُ
مِنْ دُونِه
الِهَةً اِنْ
يُرِدْنِ
الرَّحْمنُ بِضُرٍّ
لَا تُغْنِ
عَنّى
شَفَاعَتُهُمْ
شَيًْا وَلَا
يُنْقِذُونِ
“Bana
ne olmuş ki beni yaratan, bana güzel şekli veren Rabbime ibadet etmeme engel
olacak ne gibi bir mani vardır? Halbuki kıyamet gününde sevap ya da ikap için
insanlar onun huzurunda toplanıp divan duracaklardır.”[1275]
O imanlı zat
ile kavmi arasında tartışmalar konuşmalar bir süre böyle devam etti. O zat
sözlerine şöyle devam etti:
وَمَا
لِىَ لآ
اَعْبُدُ
الَّذِى
فَطَرَنِى وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ, ءَ
اَتَّخِذُ
مِنْ دُونِهِ
اَلِهَةً
اِنْ يُرِدْنِ
الرَّحْمَنُ
بِضُرٍّ لاَ تُغْنِ عَنِّى شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلاَ
يُنْقِذُونِ
“Keşke
kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve kıyamet gününde bol sevap, geniş mükafat
ile beni değerli kimselerden kıldığını bilselerdi!”[1276]
Allah'ın
elçilerini doğrulayanların halleri işte böyledir... Allah'a ortak koşup kafir
olan ve onu yalanlayanların hallerine gelince bunların akibetleri kayıp, ziyan,
sapıklık ve helaktır:
قِيلَ
ادْخُلِ
الْجَنَّةَ
قَالَ
يَالَيْتَ
قَوْمِى
يَعْلَمُونَ, بِمَا
غَفَرَ لِىَ
رَبِّى
وَجَعَلَنِى
مِنَ
الْمُكْرَمِينَ
“Kurtuluşundan
sonra şu mü'min adamın kavmine gökten ordular indirmedik. İndirmek bize
yaraşmaz da zaten buna ihtiyacımız yoktur.”[1277]
Onları
cezalandırışımız Cebrail (a.s) tarafından atılan bir çığlıkla oldu:
وَمَآ
اَنْزَلْنَا
عَلَى
قَوْمِهِ
مِنْ بَعْدِهِ
مِنْ جُنْدٍ
مِنَ
السَّمَآءِ
وَمَا كُنَّا
مُنْزِلِينَ
“(Onları helâk eden) korkunç
sesten başka bir şey değildi. Birdenbire sönüverdiler.”[1278]
Bu çığlığın
yıldırım gibi suratinden dolayı onlar derhal bir sönük bir ateş gibi cansız,
ısısız, hareketsiz ve hayatsız olarak düşünüp öldüler. Kahredici güce sahip
olan tek olan Allah noksanlıklarından münezzehtir ve yücedir.
Kur'an'ı
Kerim Ashab-ı Kehf hakkında bize şunları bildirir:
اَمْ
حَسِبْتَ
اَنَّ
اَصْحَابَ
الْكَهْفِ وَالرَّقيمِ
كَانُوا مِنْ
ايَاتِنَا
عَجَبًا ()
اِذْ اَوَى
الْفِتْيَةُ
اِلَى الْكَهْفِ
فَقَالُوا
رَبَّنَا اتِنَا
مِنْ
لَدُنْكَ
رَحْمَةً
وَهَيِّئْ
لَنَا مِنْ
اَمْرِنَا
رَشَدًا ()
فَضَرَبْنَا
عَلى
اذَانِهِمْ
فِى
الْكَهْفِ
سِنينَ عَدَدًا
() ثُمَّ
بَعَثْنَاهُمْ
لِنَعْلَمَ اَىُّ
الْحِزْبَيْنِ
اَحْصى لِمَا
لَبِثُوا
اَمَدًا ()
نَحْنُ
نَقُصُّ
عَلَيْكَ
نَبَاَهُمْ
بِالْحَقِّ
اِنَّهُمْ
فِتْيَةٌ
امَنُوا
بِرَبِّهِمْ
وَزِدْنَاهُمْ
هُدًى ()
وَرَبَطْنَا
عَلى
قُلُوبِهِمْ
اِذْ قَامُوا
فَقَالُوا
رَبُّنَا
رَبُّ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
لَنْ
نَدْعُوَا
مِنْ دُونِه
اِلهًا
لَقَدْ قُلْنَا
اِذًا
شَطَطًا ()
هؤُلَاءِ
قَوْمُنَا اتَّخَذُوا
مِنْ دُونِه
الِهَةً
لَوْلَا
يَاْتُونَ
عَلَيْهِمْ
بِسُلْطَانٍ
بَيِّنٍ
فَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنِ
افْتَرى
عَلَى اللّهِ
كَذِبًا () وَاِذِ
اعْتَزَلْتُمُوهُمْ
وَمَا
يَعْبُدُونَ
اِلَّا
اللّهَ
فَاْوُا
اِلَى
الْكَهْفِ
يَنْشُرْ
لَكُمْ
رَبُّكُمْ
مِنْ رَحْمَتِه
وَيُهَيِّئْ
لَكُمْ مِنْ
اَمْرِكُمْ
مِرْفَقًا ()
وَتَرَى
الشَّمْسَ
اِذَا
طَلَعَتْ
تَزَاوَرُ عَنْ
كَهْفِهِمْ
ذَاتَ
الْيَمينِ
وَاِذَا غَرَبَتْ
تَقْرِضُهُمْ
ذَاتَ
الشِّمَالِ
وَهُمْ فى
فَجْوَةٍ
مِنْهُ ذلِكَ
مِنْ ايَاتِ اللّهِ
مَنْ يَهْدِ
اللّهُ
فَهُوَ
الْمُهْتَدِ
وَمَنْ يُضْلِلْ
فَلَنْ
تَجِدَ لَهُ
وَلِيًّا مُرْشِدًا
()
وَتَحْسَبُهُمْ
اَيْقَاظًا
وَهُمْ
رُقُودٌ
وَنُقَلِّبُهُمْ
ذَاتَ
الْيَمينِ
وَذَاتَ
الشِّمَالِ
وَكَلْبُهُمْ
بَاسِطٌ
ذِرَاعَيْهِ
بِالْوَصيدِ
لَوِ اطَّلَعْتَ
عَلَيْهِمْ
لَوَلَّيْتَ
مِنْهُمْ فِرَارًا
وَلَمُلِئْتَ
مِنْهُمْ
رُعْبًا ()
وَكَذلِكَ
بَعَثْنَاهُمْ
لِيَتَسَاءَلُوا
بَيْنَهُمْ
قَالَ قَائِلٌ
مِنْهُمْ
كَمْ
لَبِثْتُمْ
قَالُوا لَبِثْنَا
يَوْمًا اَوْ
بَعْضَ
يَوْمٍ قَالُوا
رَبُّكُمْ
اَعْلَمُ
بِمَا
لَبِثْتُمْ فَابْعَثُوا
اَحَدَكُمْ
بِوَرِقِكُمْ
هذِه اِلَى
الْمَدينَةِ
فَلْيَنْظُرْ
اَيُّهَا
اَزْكى
طَعَامًا
فَلْيَاْتِكُمْ
بِرِزْقٍ
مِنْهُ
وَلْيَتَلَطَّفْ
وَلَا
يُشْعِرَنَّ
بِكُمْ اَحَدًا
() اِنَّهُمْ
اِنْ
يَظْهَرُوا
عَلَيْكُمْ
يَرْجُمُوكُمْ
اَوْ
يُعيدُوكُمْ
فى مِلَّتِهِمْ
وَلَنْ
تُفْلِحُوا
اِذًا
اَبَدًا () وَكَذلِكَ
اَعْثَرْنَا
عَلَيْهِمْ
لِيَعْلَمُوا
اَنَّ وَعْدَ
اللّهِ حَقٌّ
وَاَنَّ
السَّاعَةَ
لَارَيْبَ
فيهَا اِذْ
يَتَنَازَعُونَ
بَيْنَهُمْ
اَمْرَهُمْ
فَقَالُوا
ابْنُوا
عَلَيْهِمْ
بُنْيَانًا
رَبُّهُمْ اَعْلَمُ
بِهِمْ قَالَ
الَّذينَ
غَلَبُوا عَلى
اَمْرِهِمْ
لَنَتَّخِذَنَّ
عَلَيْهِمْ
مَسْجِدًا ()
سَيَقُولُونَ
ثَلثَةٌ
رَابِعُهُمْ
كَلْبُهُمْ
وَيَقُولُونَ
خَمْسَةٌ
سَادِسُهُمْ
كَلْبُهُمْ
رَجْمًا
بِالْغَيْبِ
وَيَقُولُونَ
سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ
كَلْبُهُمْ
قُلْ رَبّى
اَعْلَمُ
بِعِدَّتِهِمْ
مَا
يَعْلَمُهُمْ
اِلَّا
قَليلٌ فَلَا
تُمَارِ
فيهِمْ
اِلَّا
مِرَاءً
ظَاهِرًا
وَلَا
تَسْتَفْتِ
فيهِمْ
مِنْهُمْ
اَحَدًا () وَلَا
تَقُولَنَّ
لِشَاىْءٍ
اِنّى
فَاعِلٌ ذلِكَ
غَدًا ()
اِلَّا اَنْ
يَشَاءَ
اللّهُ وَاذْكُرْ
رَبَّكَ
اِذَا نَسيتَ
وَقُلْ عَسى
اَنْ
يَهْدِيَنِ
رَبّى
لِاَقْرَبَ
مِنْ هذَا رَشَدًا
() وَلَبِثُوا
فى
كَهْفِهِمْ
ثَلثَ
مِائَةٍ سِنينَ
وَازْدَادُوا
تِسْعًا ()
قُلِ اللّهُ اَعْلَمُ
بِمَالَبِثُوا
لَهُ غَيْبُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
اَبْصِرْ بِه وَاَسْمِعْ
مَالَهُمْ
مِنْ دُونِه
مِنْ وَلِىٍّ
وَلَا
يُشْرِكُ فى
حُكْمِه
اَحَدًا () وَاتْلُ
مَا اُوحِىَ
اِلَيْكَ
مِنْ كِتَابِ
رَبِّكَ لَا مُبَدِّلَ
لِكَلِمَاتِه
وَلَنْ
تَجِدَ مِنْ
دُونِه
مُلْتَحَدًا
“(Resûlüm)! Yoksa sen, bizim
âyetlerimizden (sadece) Kehf ve Rakîm sahiplerinin ibrete şâyan olduklarını mı
sandın?
O (yiğit) gençler mağaraya
sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan
bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi.
Bunun üzerine biz de o
mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık.)
Sonra da iki guruptan
(Ashâb-ı Kehf ile hasımlarından) hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap
edeceğini görelim diye onları uyandırdık.
Biz sana onların başından
geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış
gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık.
Onların kalplerini metîn
kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki:
"Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına tanrı
demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
Şu bizim kavmimiz Allah'tan
başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler.
(Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı?
(İçlerinden biri şöyle
demişti:) "Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta
oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size
rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın."
(Resûlüm! Orada bulunsaydın)
güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder; batarken de sol
taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından
rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı). İşte bu, Allah'ın
âyetlerindendir. Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır, kimi de
hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.
Kendileri uykuda oldukları
halde sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de
mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Eğer onların
durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden
için korku ile dolardı.
Böylece biz, aralarında
birbirlerine sormaları için onları uyandırdık: İçlerinden biri: "Ne kadar
kaldınız?" dedi. (Kimi) "Bir gün ya da günün bir parçası kadar
kaldık" dediler; (kimi de) şöyle dediler: "Rabbiniz, kaldığınız müddeti
daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin
de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin;
ayrıca, nâzik davransın (gizli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye
sezdirmesin."
"Çünkü onlar eğer size
muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine
çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah olmazsınız."
Böylece (insanları) onlardan
haberdar ettik ki, Allah'ın vâdinin hak olduğunu, kıyametin şüphe götürmez
olduğunu bilsinler. Hani onlar aralarında Ashâb-ı Kehfin durumunu
tartışıyorlardı. Dediler ki: "Üzerlerine bir bina yapın. Rableri onları
daha iyi bilir." Onların durumuna vâkıf olanlar ise: "Bizler,
kesinlikle onların yanıbaşlarına bir mescit yapacağız" dediler.
(İnsanların kimi:)
"Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir" diyecekler; yine:
"Beş kişidir; altıncıları köpekleridir" diyecekler. (Bunlar)
bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de:) "Onlar yedi
kişidir; sekizincisi köpekleridir" derler. De ki: Onların sayılarını
Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashâb-ı
Kehf hakkında, delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar
hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden malumat isteme.
Hiçbir şey için "Bunu
yarın yapacağım" deme.
Ancak Allah dilerse
(yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni,doğruya
daha yakın olana eriştirir."de.
Onlar,mağaralarında üçyüz
yıl kadar kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir.
De ki: Ne kadar kaldıklarını
Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na aittir. O'nun
görmesi de, işitmesi de şâyanı hayrettir. Onların (göklerde ve yerde
olanların), O'ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi
ortak etmez.”
Rabbinin
Kitabı'ndan sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur.
O'ndan başka bir sığınak da bulamazsın.”[1279]
Evet Kehy
süresinde de anlatıldığı üzere Allah'a iman eden bir gurup genç vardı. Bu
gençler kendilerine inanmayan ve zülüm eden kavimlerinin ve zalim devlet
adamlarının elinden kaçarak bir mağaraya sığınmışlar ve oda Yüce Allah onları
korumak için ve bizlere öldükten sonra dirilişin var olduğunu bildirmek için bu
gençlere uyku vermiştir. Bu uyku süreci Üç Yüz küsür yıl olduğu belirtilmektedir.
Daha sonra yine Yüce Allah uykudan uyandırılıp insanlara o hadisenin gerçeklik
payını ispat için onları halkın içine göndermiştir. İnsanlar bunların ayıları sayıları hakkında ihtilafa
düşmüşlerdir. Ve onların sayılarını ancak Yüce Allah bilmektedir.
Gençlerden
biri şehre inip alış-veriş edecektir. Fakat şehri bıraktıkları gibi bulamaz ve
hüsrana uğrar. Daha sonra arkadaşlarına gelerek bambaşka bir alemle
karşılaştığını çok şartların bulunduğunu ve bu ortamda yaşamayacaklarını
belirtti. Onlar pratik hayat süren şahıslar olmaktan ziyade canlı bir hatıra
durumuna gelmişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah'a dua ettiler ve Yüce Allah da
onlara acır ve canlarını alır
Akabe
körfezinin doğusundaki Medyen şehrinde yaşamış bir kavim. Medyen akarsuları,
bahçeleri, hurmaları bol bir şehir olup, Allahu Teâlâ burada yaşayanlara Şuayb
(a.s.)'ı elçi göndermişti. Şuayb (a.s.) onları ahiret gününe ve Allah'a imana
çağırmıştır. Onlar ise Allah'a ve ahiret gününe inanmak şöyle dursun, putlarından
ayrılmayacaklarını ısrarla belirtmişler, atalarının yanlış yollarından
ayrılmamışlardır ve Allah’tan kendilerine gönderilen mucizeleri reddederek,
günlük işlerindeki hile ve sahtekârlıklarına devam etmişlerdir Medyenliler. Yol
kesmeyi, hırsızlık yapmayı, zayıfları ezmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi.
Ancak, güçlü bir aileye mensup olan Şuayb (a.s.)'a dokunamamışlardır. Neticede
Allah'ın gazabı onları yakalamış ve bir sarsıntı ve gürültü ile
mahvolmuşlardır.
İslâm'dan
önce, Allah'a inananları, ateşli hendeklere atarak cezalandıran kâfir bir
topluluk.
Ashab-ı
Uhdûd'un kimler olduğu ve ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik
rivayetler ve her bir rivayetin uzunca birer hikâyesi vardır. Bu rivayetlere
göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam, Habeş, Mecûsî veya Yahûdî kralları
tarafından meydana getirilmiştir. Bu rivayetlerden herhangi birinin doğruluğu
kesin değildir. Zaten Kur'an da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden
zikretmektedir. Allah'a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah'a inananları
dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet
eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu
hendeklerin içine büyük ateşler yakılır. Allah'a inanmaktan başka hiçbir günahı
olmayan müminler hendeğin başına getirilir, Allah'a imanda ısrar edenler ateşe
atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Bütün bu zor durumlarına rağmen
müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler,
hendeğin etrafına oturmuş olarak yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi.
Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla helak
etmiştir. Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere
atılmış, fakat Allahu Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek
suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.
Bu hadisenin
zamanı kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâm'a yakın bir zamanda, büyük bir
ihtimalle de Hz. İsa'dan sonra olmuş, Mekke müşrikleri ve müslümanlar
tarafından da bilinmekte idi. Bu hadiseyi Kur'an'da anlatmak suretiyle Cenâb-ı
Allah, Mekke'de çeşitli eza ve cefaya uğrayan müslümanların mutlaka bundan
kurtulacaklarını ve müslümanlara eziyet eden Mekkeli müşriklerin, Ashab-ı Uhdûd
gibi cezalandırılacağını dolaylı bir şekilde açıklamaktadır. Şüphesiz ki bu
ayetler, sadece o zamanın insanlarına hitap etmemekte, geçmişte olduğu gibi
gelecekte de imana, dine ve inananlara yapılacak kötülük ve zulümlerin mutlaka
Allahu Teâlâ tarafından cezalandırılacağını ifade etmektedir. Bu durum, Kur'an
kıssalarının en önemli özelliklerindendir.
Hâdise,
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmektedir:
قُتِلَ
اَصْحَابُ
الْاُخْدُودِ
() اَلنَّارِ
ذَاتِ
الْوَقُودِ ()
اِذْ هُمْ
عَلَيْهَا قُعُودٌ
() وَهُمْ عَلى
مَايَفْعَلُونَ
بِالْمُؤْمِنينَ
شُهُودٌ ()
وَمَا
نَقَمُوا
مِنْهُمْ
اِلَّا اَنْ يُؤْمِنُوا
بِاللّهِ
الْعَزيزِ
الْحَميدِ () اَلَّذى
لَهُ مُلْكُ
السَّموَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَاللّهُ
عَلى كُلِّ
شَىْءٍ
شَهيدٌ () اِنَّ
الَّذينَ
فَتَنُوا
الْمُؤْمِنينَ
وَالْمُؤْمِنَاتِ
ثُمَّ لَمْ
يَتُوبُوا
فَلَهُمْ
عَذَابُ
جَهَنَّمَ
وَلَهُمْ
عَذَابُ
الْحَريقِ ()
اِنَّ
الَّذينَ
امَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
لَهُمْ
جَنَّاتٌ
تَجْرى مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
ذلِكَ
الْفَوْزُ الْكَبيرُ
() اِنَّ
بَطْشَ
رَبِّكَ
لَشَديدٌ
"Hazırladıkları
hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak çevresinde oturup, inanmış
kimselere, dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı
çıksın. Bu inkârcıların inananlara kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin
hükümranlığı kendisinin bulunan, övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış
olmalarındandır. Allah her şeye şahittir. Fakat, inanmış erkek ve kadınlara
işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse,
onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı olan azap da onlaradır. Şüphesiz, inanıp
yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük
bir kurtuluştur. Doğrusu Rabbi'nin yakalaması amansızdır... "[1280]
Olay,
Hâdis-i Nebevide şöyle geçmektedir
-Hz. Süheyb
(ra) anlatıyor: "Resulullah (as) buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında
bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala:
"Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı
öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın
geçtiği yolda bir rahip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu
dinledi.
Bir taş aldı
ve: "Allahım! Eğer rahibin işi,
sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar
geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına
devam ettiler. Delikanlı rahibe gelip durumu anlattı. Rahib ona:"Evet!
Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen
imtihan geçireceksin. İmtihana maruz
kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri
ve alaca hastalığına yakalananları
tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı. Onu kralın gözleri
kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer
beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da:"Ben kimseyi
tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa
vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman
etti, Allah da ona şifa verdi. Adam bundan sonra kralın yanına geldi.
Eskiden
olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral:
"Gözünü sana kim iade etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi.
Kral: "Senin benden başka bir rabbin mi var?" dedi. Adam:"Benim
de senin de rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp
işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve bazılarına teslim etti."Onu
falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar
dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âla, aksi takdirde dağdan aşağı
atın" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: "Allahım, bunlara
karşı, dilediğin şekilde bana kifayet et!" dedi.
Bunun üzerine
dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi.
Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi."Allah, onlara karşı bana
kifayet etti" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti
ve:"Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden
dönerse ne âla, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde
adamları onu götürdü. Oğlan orada:"Allahım, dilediğin şekilde bunlara
karşı bana kifayet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak
boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:"Arkadaşlarıma ne
oldu?" diye sordu. Oğlan:"Allah onlara karşı bana kifayet etti" dedi. Sonra
krala:"Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi.
Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan:"İnsanları geniş bir düzlükte
toplarsın, beni bir kütüğe asarsın,
sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve:
"Kim
dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara
"Sen at!" diye emir verildi.İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara,
beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti,
çocuğu:"Anneciğim sabret. Zîra sen hak üzeresin!" dedi.[1281]
Cumartesi
anlamına gelen Sebt günü, çalışmaları ve özellikle balık avlamaları kendilerine
yasaklanmış bir Yahudi kavmi için kullanılan Kur'an-i bir tabir.
"Cumartesi tatiline saygı duymaları emredilmişken bunda görüş ayrılığına
düşen Yahudilere (tatil yapmaları) farz kılındı.[1282] Yahudiler, kendilerine
bunun farz kılınmasına rağmen bu farza kulak asmayıp sınırı çiğneyerek
hadlerini aştılar.[1283] Bundan dolayı da lânete
uğratıldılar.[1284] Yahudiler Allah'ın emir ve
yasaklarına uymayıp kendi hevâ ve heveslerine tabi olduklarından dünya ve
ahirette cezalandırıldılar. Bu da gerek çağdaşları oldukları insanlar ve
gerekse daha sonra gelecek nesiller için büyük bir ibret kılındı.
وَلَقَدْ
عَلِمْتُمُ
الَّذينَ
اعْتَدَوْا
مِنْكُمْ فِى
السَّبْتِ
فَقُلْنَا
لَهُمْ
كُونُوا
قِرَدَةً
خَاسِينَ ()
فَجَعَلْنَاهَا
نَكَالًا
لِمَابَيْنَ
يَدَيْهَا
وَمَاخَلْفَهَا
وَمَوْعِظَةً
لِلْمُتَّقينَ
“Biz bunu (maymunlaşmış
insanları), hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi,
müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.
İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu
yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun! dediklerimizi elbette
bilmektesiniz”[1285]
Bu Kur'an-î
ifadelerden anlaşıldığına göre Yahudiler Allah'ın emir ve yasaklarına
uymadıkları ve verdikleri sözde durmadıkları için kötü bir cezaya çarptırılarak
maymunlar hâline getirildiler. Bunların maymun kılınmaları meselesinde gerçek
maymun suretine mi sokuldular, yoksa maymun kılıklılar hâline mi getirildiler
şeklinde bir görüş ayrılığı söz konusudur. Ancak müfessirlerin büyük bir
çoğunluğu bu Yahudilerin dış görünüşleri itibariyle maymuna dönüştürüldüklerini
ifade ederken, bazıları da bunların temsilen maymun kılıklı insanlar diye ifade
edildiği kanaatindedirler.
Köy veya
şehir halkı anlamında Kur'an-î bir tabir. Karye, insanların toplandığı küçük
köy anlamındadır. Kur'an-ı Kerîm'de sık sık geçen bu kelime şehir' anlamına da
gelebilmektedir. Yâsin suresinde geçen "Ashâbu'l-Karye" tabiriyle
Antakya'da yaşamış bir topluluk anlatılmak istenmiştir. Allah'u Teâlâ bu şehir
halkına önce iki, sonra üç elçi göndermiştir. Onlar kendilerinin Allah'u Teâlâ
tarafından gönderilen elçiler olduğunu söylediklerinde oranın halkı:
قَالُوا
مَآ اَنْتُمْ
اِلاَّ
بَشَرٌ مِثْلُنَا
وَمَآ
اَنْزَلَ
الرَّحْمَنُ
مِنْ شَىْءٍ
اِنْ
اَنْتُمْ
اِلاَّ
تَكْذِبُونَ
“Elçilere
dediler ki: Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey
indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.”[1286] deyip, onları yalanladılar.
Hatta onların, beldelerine uğursuzluk getirdiğini, çekip gitmezlerse taşa
tutacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Karşılıklı süren bu konuşmalar
sırasında bir kişi şehrin öbür ucundan koşarak yanlarına geldi ve karye halkına
bu elçilere inanmalarını söyledi. Gerçekleri çok mantıklı sözlerle dile getiren
bu zatı o azgın kâfirler hemen öldürdüler. Kendilerine iman etmemekte direndikleri
bu üç elçi oradan uzaklaşır uzaklaşmaz onları kuvvetli bir ses, bir haykırma
yakaladı. Bu sesle yok olup gittiler.
Yâsin suresi
13. ayeti ve devamında anlatılan bu olayda söz konusu olan elçilerin Hz. İsa
(a.s.)'nın havarîlerinden olduğu rivayet edilir. Ancak buradaki olayın
gerçekten vukû bulmuş bir olay olarak değil Kur'an-î bir üslup ile imana daveti
dile getiren bir temsil olduğu hususuna da itiraz eden bu müfessirler, belli
bir şehrin kastedilmediğini ileri sürerler. Burada ilk önce gönderilen iki
elçiden maksadın Hz. Musa ile Hz. İsâ (a.s.), üçüncüsünün ise Hz. Muhammed
olduğunu belirtirler. Durum ne olursa olsun buradaki olayla, imana davet ve
Allah'ın dinine bağlanmanın anlamı dile getirilmiştir.
El-Hicr
bölgesinde yaşamış olan Semûd kavmi. El-Hicr, Suriye ile Hicaz bölgesi arasında
kalan Vâdiu'l Kurâ'yı yurt edinen Hz. Nûh (a.s.)'ın oğlu Sâm'ın neslinden
geldiği söylenen Semud kavminin ülkesine verilen isimdir. Semûd kavmi,
nesilleri devam etmiş olan Arab-ı Âribe'den gelmektedir. Yaşadıkları bölgeyi
son derece mamûr bir hâle getiren ve birçok sanat dalında bir hayli mesafe
almış bulunan Semûd kavmi, Allah yolundan uzaklaşmış, ondan başkasına tapınmağa
başladıkları için onları uyarsın ve tevhîd akîdesine yeniden davet etsin diye
Cenâb-ı Allah, Hz. Salih (a.s.)'ı peygamber olarak göndermiştir.
Ashâbu'l-Hicr
tabiri Kur'an-ı Kerîm'in el-Hicr suresinde bir defa geçmektedir.
وَلَقَدْ
كَذَّبَ
اَصْحَابُ
الْحِجْرِ الْمُرْسَلِينَ
“Ashâbu'l-Hicr
de peygamberleri yalanlamışlardır.”[1287]
Bu sure adını
bu ayette geçen "el-Hicr" kelimesinden almıştır. Hz. Salih (a.s.), bu
Semûd kavmini Allah'ın vahdaniyetine iman'a ve yalnız ona kulluğa davet edip
durduğu hâlde onlar bir türlü iman etmeye yanaşmadılar.
وَاِلى
ثَمُودَ
اَخَاهُمْ
صَالِحًا
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ
غَيْرُهُ
قَدْ
جَاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
هذِه نَاقَةُ
اللّهِ
لَكُمْ ايَةً
فَذَرُوهَا
تَاْكُلْ فىاَرْضِ
اللّهِ وَلَا
تَمَسُّوهَا
بِسُوءٍ فَيَاْخُذَكُمْ
عَذَابٌ
اَليمٌ
“Semûd kavmine de kardeşleri
Salih'i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan
başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size
bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin,
(içsin); ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar”[1288] ayetiyle imana davetleri
dile getirilmektedir.
Hz. Salih onlara Cenâb-ı
Allah'ın kendilerine verdiği sayısız nimetleri hatırlatıp durdu.[1289] Fakat bu zalim kavim,
peygamberlerini son derece sert bir tepki ile yalanlayarak ona iman etmediler.
Hatta bu kaba davranışları yetmiyormuş gibi onu sihirbazlık ve delilikle de
suçladılar.
قَالُوا
اِنَّمَا
اَنْتَ مِنَ
الْمُسَحَّرِينَ
“Dediler
ki: Sen aşırı bir şekilde büyülenmiş (aklî dengesi bozulmuş)lardansın.”[1290]
Semûd kavmi
diğer bütün azgın topluluklar gibi Hz. Salih'e vahiy geldiğini kabul etmediler.
Bu batıl anlayış ve inançlarından vazgeçmediler.
Semûd
kavminin bu aşırı inatları üzerine Hz. Salih'e mucize olarak bir dişi deve
gönderildi.
وَمَا
مَنَعَنَا اَنْ
نُرْسِلَ
بِالْايَاتِ
اِلَّا اَنْ
كَذَّبَ
بِهَاالْاَوَّلُونَ
وَاتَيْنَا
ثَمُودَ
النَّاقَةَ
مُبْصِرَةً
فَظَلَمُوا بِهَا
وَمَانُرْسِلُ
بِالْايَاتِ
اِلَّا تَخْويفًا
“Bizi,
âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri
yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir
dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zalim
oldular. Oysa biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.”[1291]
فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّيهَا
“Ama onlar, onu yalanladılar
ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir
felâket gönderdi de hepsini helâk etti.”[1292]
Sonra Hz. Salih'e meydan okurcasına:
فَعَقَرُوا النَّاقَةَ
وَعَتَوْا
عَنْ اَمْرِ
رَبِّهِمْ
وَقَالُوا
يَاصَالِحُ
ائْتِنَا
بِماَ
تَعِدُنَا
اِنْ كُنْتَ
مِنَ
الْمُرْسَلِينَ
“Derken o dişi deveyi
ayaklarını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: Ey
Salih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azabı bize
getir, dediler”[1293] dediler.
Hz. Salih, Hicr halkının bu
tavırları karşısında üç gün beklemelerini söyledi. Bu üç günün sonunda
gelmesini hiç de beklemedikleri şiddetli azap geliverdi. Korkunç bir sarsıntı
ve zelzele onları yeryüzünden silip süpürdü.
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ
فَاَصْبَحُوا
فِى
دَارِهِمْ
جَاثِمِينَ
“Bunun
üzerine (gökten inen) şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi. Yurtlarında
(kalpleri korkudan parçalanıp) diz üstü (yere) çöken kimseler oldular.“[1294]
Küfrün mantığı,
her zaman ve her yerde bütün dünya tarihi boyunca aynı olmuştur. Dünya hayatını
tercih eden ve dünyada kurdukları müstekbir düzenlerini bozmak istemeyen
yöneticiler ve onlara tâbi olan halk kitlesi her zaman peygamberleri ve onların
yolundan giden mü'minleri yalanlamışlardır. Fakat kâfirlerin akibeti de her
zaman Semûd ve benzeri kavimlerin başına gelen felâket olmuştur.
Komutanlığını
Habeşistan'ın Yemen valisi Ebrehe'nin yaptığı ve Kâbe'yi yıkmak niyetiyle
harekete geçip de, Mekke yakınında Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği bir kuş sürüsünün
attığı taşlarla helâk olan ordu.
VI. asrın
ortalarında Habeşistan'ın Yemen valisi olan Ebrehe, Arapların Kâbe'ye olan
saygılarını görerek dinî, siyasî ve iktisadî düşünceler içinde Arapları
celbdebilmek için San'â şehrinde "el-Kulleys" adında haşmetli bir
kilise yaptırmıştı. Çevrede yayınladığı bir tamimle Araplar'ı Kâbe yerine
Kulleys'i ziyarete çağırdıysa da, bu çağrı kabul görmedi. Hatta bir gece
Kulleys'e gizlice giren bir Arap, hakaret olsun diye içine pisledi.
Duruma son
derece öfkelenen Ebrehe, Kâbe'yi yıkmaya karar vererek büyük bir orduyla
Mekke'ye doğru harekete geçti. Orduya heybet vermek üzere Habeşistan'dan bir
fil de getirtmişti. Fil, ordunun önünde azametle yürüyordu. Bu filden dolayı bu
olaya "Fil Olayı", bu seneye de "Fil Senesi" adı
verilmiştir. Ebrehe, ordusuyla birlikte süratle Mekke üzerine ilerliyordu. Onun
maksadını öğrenen Araplar telâşa kapılmışlar, Mukaddes Beyt'lerinin yıkılmasına
mani olmak üzere mukavemet hareketlerine teşebbüs etmişlerse de Ebrehe'nin
muazzam ordusu karşısında yenilip, dağılmışlardı. Zaten Arap kabileleri siyasî
bir organizasyondan mahrum olup dağınık bir vaziyetteydiler ve henüz bir birlik
sağlayamamışlardı. Böylece Ebrehe, küçük bir takım mukâvemetleri kolaylıkla
bertaraf ederek Mekke yakınlarına kadar geldi.
Bir öncü
birliği, Kureyşliler'e bu arada Mekke reisi Abdülmuttalib'e ait olup Mekke
meralarında otlayan sürüleri önüne katıp ele geçirirken Ebrehe'nin bir elçisi
Mekke'ye gelip, kendilerine karşı konulmaması ve Kâbe'nin yıkılmasına müdahale
edilmemesi hâlinde kimseye dokunulmayacağı, fakat küçük bir direnişle
karşılaşırlarsa Mekke'de taş üzerinde taş bırakılmayacağı ihtarında bulundu.
Mekke reisi
olarak Abdülmuttalib b. Hâşim, bir heyetle Ebrehe'ye müracaat edip de onun
Kâbe'yi yıkma hususunda kesin kararlı olduğunu görünce, çaresiz Mekke'ye geri
döndü. Bu arada bizzat kendi gözleriyle Ebrehe ordusunun haşmetini görmüş,
kendi mukavemetlerinin hiç bir fayda sağlamayacağını, işi Kâbe'nin sahibi olan
Allah'a bırakmaktan başka çarelerinin olmadığını anlamıştı. Bu sebeple halka
bir zarar gelmemesi için Mekkeliler'in derhal şehri boşaltıp dağlara
çekilmelerini emretti. Kendisi de Kâbe önünde Cenâb-ı Hakk'a yaptığı bir
münacattan sonra oradan ayrıldı.
Ertesi sabah
Ebrehe, ordusuna hareket emrini verdi. Kısa bir mesafe katedildikten sonra
Mekke'ye ve Kâbe'ye hücum edilecekti. Ancak ordunun hareketinden az zaman sonra
gökte görülen bir kuş sürüsü, ordunun tam üzerine geldiği zaman taşıdıkları taş
parçalarını Ebrehe'nin askerleri üzerine bırakmaya başladılar. Her kuş, biri
gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere üç taş taşıyordu ve rivayetlere göre
mercimekten biraz büyük, nohut tanesinden biraz küçük olan ve pişmiş topraktan
oluşan bu taşlar, mutlaka bir askere isabet ediyor, taşın isabet ettiği yerde
de derhal bir yara açılıyordu ki kısa sürede derinleşen ve iltihaplanan bu
yara, askerlerin tamamen kırılıp telef olmasına sebep teşkil etmişti. Ebrehe
ordusunun bir kısmı bizzat olay yerinde cansız düşmüş, bir kısmı geri kaçarken
Yemen yolunda can vermişti. Bizzat Ebrehe de yara almış bir vaziyette San'â'ya
dönebilmişse de orada ölmüştü.
Böylece
Cenâb-ı Hak sonsuz güç ve kudretiyle, kısa bir süre sonra, içerisinde âlemlere
rahmet olarak gönderilecek âhir zaman peygamberinin doğacağı şehri ve Mukaddes
Beyt'i Kâbe'yi düşman taarruzundan korumuş oluyordu.
İbn Hişâm, bu
olaydan sonra ilk defa bu bölgede çiçek ve kızamık hastalıklarının görüldüğünü
nakleder.[1295] Buna dayalı olarak bazı
âlimler, nasslarda yer alan Ebrehe ordusu üzerine atılan taşlardan kastın çiçek
ve kızamık mikropları olabileceğini belirterek, burada mecazî bir anlatımın
bulunduğunu belirtmişlerdir. Ancak Kur'an-ı Kerîm'de müstakil bir sure ile dile
getirilen bu olayla ilgili ayetler, herhangi bir tevîle ihtiyaç kalmaksızın
olayı olduğu gibi kabul etmeyi gerekli kılmaktadır. Cenâb-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
اَلَمْ
تَرَ كَيْفَ
فَعَلَ
رَبُّكَ
بِاَصْحَابِ
الْفيلِ ()
اَلَمْ
يَجْعَلْ
كَيْدَهُمْ
فى تَضْليلٍ ()
وَاَرْسَلَ
عَلَيْهِمْ
طَيْرًا
اَبَابيلَ ()
تَرْميهِمْ
بِحِجَارَةٍ
مِنْ
سِجّيلٍ () فَجَعَلَهُمْ
كَعَصْفٍ
مَاْكُولٍ ()
“(Ey
Muhammed! Kâbe yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine Rabbinin ne ettiğini görmedin
mi? Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine pişmiş çamurdan
(tuğladan) taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin
gibi yaptı.”[1296]
Fil olayı,
570 senesinde, Peygamber Efendimizin doğumundan yaklaşık iki ay önce vukû
bulmuştu.
Fil suresinde
anlatılan bu kıssayı ibretle düşünmek gerekir. Tarihte ve günümüzde bir çok
İslâm düşmanı sistem ve insanlar Allah'ın dinine tuzak kurmak için çalışıp
durmaktadırlar. Mümin insanlar bu tuzakları bozmakta aciz kalınca Cenâb-ı Allah
o zalimleri kendi tuzakları içinde bozguna uğratmıştır.
Sık ağaçlık,
ağaçları birbirine sarmaş dolaş olmuş bir orman, yumuşak ağaçlıklı bir bataklık
bölgesinde yaşayan kitle. Ashabu'l-Eyke son derece verimli bir arazî üzerinde
yaşıyorlardı. İklimi son derece güzel ve mutedil idi. Buranın Kızıldeniz
sahillerinde olan Medyen şehri olduğu bilinmektedir. Ashabu'l-Eyke tabiri
Kur'an-ı Kerîm'de bir kaç kez geçmektedir.
وَاِنْ
كَانَ
اَصْحَابُ
اْلاَيْكَةِ
لَظَالِمِينَ
“Ashabu'l-Eyke
de gerçekten zalim kimselerdi.”[1297]
كَذَّبَ
اَصْحَابُ لْئَيْكَةِ الْمُرْسَلِينَ
“Ashabu'l-Eyke
resullerini yalanladılar”[1298] ayetlerinde de bu kavimden
söz edilmektedir.
Medyen
veya Ashabu'l-Eyke halkına Hz. Şuayb (a.s.) gönderilmişti.
وَاِلَى
مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ
شُعَيْبًا قَالَ
يَاقَوْمِ
اعْبُدُوا
اللهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلَهٍ
غَيْرُهُ
وَلاَ
تَنْقُصُوا
الْمِكْيَالَ
وَالْمِيزَانَ
اِنِّى
اَرَيكُمْ
بِخَيْرٍ وَاِنِّى
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ يَوْمٍ
مُحِيطٍ
"Medyen'e
de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim Allah 'a ibadet edin.
Sizin ondan başka bir ilâhınız yoktur... "[1299]
Allah'ın
dinini ve emirlerine uymayı, onun emir ve yasaklarından başka emir ve yasak
kabul etmemeyi onlara son derece güzel bir belâgat ve fesahetle anlatan Hz.
Şuayb'ın davetine icabet etmeyip, küfür ve inatlarında ısrar ettiler. Onların
vazgeçemedikleri son derece kötü bir alışkanlıkları da vardı. Ölçü ve
tartılarda halkı aldatmak; sahte para basıp kalpazanlık yapmak; hile yapmak.
Hz. Şuayb (as.) onları bu hâllerinden bir türlü alıkoyamadı. Tevhid'e davet,
onlara fayda vermedi ve bu davete kulak asmadılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah
onlara yedi gün, yedi gece şiddetli bir sıcaklık musallat etti. Nefeslerini
tıkadı. Çok bunaldılar. O anda gördükleri bir bulutun altına koşarak
toplandılar. Allah'u Teâlâ da gölgelik diye koştukları bulutu ateş haline
getirip onları mahvetti. Bu onların istekleriydi. Gerçekten Şuayb (a.s.)'ı
yalanlarken:
اِنَّ
اِبْرهيمَ
لَحَليمٌ
اَوَّاهٌ
مُنيبٌ () يَا
اِبْرهيمُ
اَعْرِضْ
عَنْ هذَا
اِنَّهُ قَدْ
جَاءَ اَمْرُ
رَبِّكَ
وَاِنَّهُمْ
اتيهِمْ
عَذَابٌ
غَيْرُ
مَرْدُودٍ ()
وَلَمَّا
جَاءَتْ
رُسُلُنَا
لُوطًا سىءَ
بِهِمْ وَضَاقَ
بِهِمْ
ذَرْعًا
وَقَالَ هذَا
يَوْمٌ عَصيبٌ
“Eğer mümin iseniz Allah'ın
(helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir
bekçi değilim.”
“Dediler ki: Ey Şuayb!
Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi
yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok
akıllısın!” [1300]demişlerdi.
Ama hakkı tasdikten uzak
durdukları, Allah resulüne muhalefet ettikleri için gerçek yalancı
kendileriydi. Nihayet istedikleri oldu ve hak ettikleri cezaya kavuştular.
Önceki Nesiller
اَلَمْ
يَاْتِهِمْ
نَبَاُ
الَّذينَ
مِنْ قَبْلِهِمْ
قَوْمِ نُوحٍ
وَعَادٍ
وَثَمُودَ
وَقَوْمِ
اِبْرهيمَ
وَاَصْحَابِ
مَدْيَنَ
وَالْمُؤْتَفِكَاتِ
اَتَتْهُمْ
رُسُلُهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
فَمَا كَانَ
اللّهُ
لِيَظْلِمَهُمْ
وَلكِنْ
كَانُوا
اَنْفُسَهُمْ
يَظْلِمُونَ
“Onlara
kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin,
Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara
apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat
onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.”[1301]
Allah'ın
elçileri aracılığıyla insanlara yaptığı ilahi tebliğ, insan yaratılışından beri
bizlere ulaştırılmaktadır. Kimi toplumlar bu tebliği kabul etmişler, kimileri
inkar etmişlerdir. Bazen inkarcı bir toplumun içinden küçük bir azınlık
çıkmakta ve sadece bunlar elçiye uymaktadırlar.
Ancak
kendisine tebliğ gelen kavimlerin çok büyük bir kısmı bunu kabul etmemişlerdir.
Sadece Allah'ın elçisinin kendilerine getirdiği tebliği dinlememekle kalmamış,
aynı zamanda elçiye ve ona uyanlara da zarar vermeye çalışmışlardır. Elçiler,
birçok kez "yalancılık, büyücülük, delilik, şımarıklık" gibi
nitelendirmelerle suçlanmış, hatta birçok kez kavmin önde gelenleri onları
öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.
Oysa ki, her
peygamber, kavminden yalnızca Allah'a itaat etmesini istemiştir. Bunun
karşılığında para ya da başka bir dünyevi çıkar talep etmemişlerdir.
Kavimlerinin üzerine bir zorlayıcı da olmamışlardır. Tek yaptıkları
gönderildikleri toplumu gerçek dine davet etmek ve kendilerine uyanlarla
birlikte o toplumdan farklı bir hayat tarzı yaşamaya başlamaktır.
Hz. Şuayb'ın
kendisine gönderildiği Medyen halkıyla arasında geçenler, sözünü ettiğimiz
peygamber-kavim ilişkisinin bir örneğidir. Kendilerini Allah'a iman etmeye ve
yaptıkları adaletsizliklerden vazgeçmeye çağıran Hz. Şuayb'a, kavminin
gösterdiği tepki ve bu yüzden uğradıkları son, gerçekten düşündürücüdür:
وَاِلى
مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ
شُعَيْبًا
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّهَ مَا
لَكُمْ مِنْ
اِلهٍ
غَيْرُهُ
وَلَا
تَنْقُصُوا
الْمِكْيَالَ
وَالْميزَانَ
اِنّى
اَريكُمْ
بِخَيْرٍ
وَاِنّى
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ يَوْمٍ
مُحيطٍ ()
وَيَا قَوْمِ
اَوْفُوا
الْمِكْيَالَ
وَالْميزَانَ
بِالْقِسْطِ
وَلَا
تَبْخَسُوا
النَّاسَ
اَشْيَاءَهُمْ
وَلَا
تَعْثَوْا فِى
الْاَرْضِ
مُفْسِدينَ ()
بَقِيَّتُ
اللّهِ خَيْرٌ
لَكُمْ اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنينَ وَمَا
اَنَا
عَلَيْكُمْ
بِحَفيظٍ ()
قَالُوا يَاشُعَيْبُ
اَصَلوتُكَ
تَاْمُرُكَ
اَنْ نَتْرُكَ
مَا يَعْبُدُ
ابَاؤُنَا
اَوْ اَنْ نَفْعَلَ
فى
اَمْوَالِنَا
مَا نَشؤُا
اِنَّكَ
لَاَنْتَ
الْحَليمُ
الرَّشيدُ ()
قَالَ يَا
قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ
اِنْ كُنْتُ
عَلى
بَيِّنَةٍ مِنْ
رَبّى
وَرَزَقَنى
مِنْهُ
رِزْقًا
حَسَنًا
وَمَا اُريدُ
اَنْ
اُخَالِفَكُمْ
اِلى مَا
اَنْهيكُمْ
عَنْهُ اِنْ
اُريدُ
اِلَّا الْاِصْلَاحَ
مَا
اسْتَطَعْتُ
وَمَا
تَوْفيقى
اِلَّا بِاللّهِ
عَلَيْهِ
تَوَكَّلْتُ
وَاِلَيْهِ
اُنيبُ ()
وَيَا قَوْمِ
لَا
يَجْرِمَنَّكُمْ
شِقَاقى اَنْ
يُصيبَكُمْ
مِثْلُ مَا
اَصَابَ
قَوْمَ نُوحٍ
اَوْ قَوْمَ
هُودٍ اَوْ قَوْمَ
صَالِحٍ
وَمَا قَوْمُ
لُوطٍ
مِنْكُمْ بِبَعيدٍ
()
وَاسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ
ثُمَّ تُوبُوا
اِلَيْهِ
اِنَّ رَبّى
رَحيمٌ
وَدُودٌ () قَالُوا
يَا شُعَيْبُ
مَا نَفْقَهُ
كَثيرًا مِمَّا
تَقُولُ
وَاِنَّا
لَنَريكَ
فينَا
ضَعيفًا
وَلَوْلَا
رَهْطُكَ
لَرَجَمْنَاكَ
وَمَا اَنْتَ
عَلَيْنَا
بِعَزيزٍ () قَالَ
يَا قَوْمِ اَرَهْطى
اَعَزُّ
عَلَيْكُمْ
مِنَ اللّهِ وَاتَّخَذْتُمُوهُ
وَرَاءَكُمْ
ظِهْرِيًّا
اِنَّ رَبّى
بِمَا
تَعْمَلُونَ
مُحيطٌ () وَيَا
قَوْمِ
اعْمَلُوا
عَلى
مَكَانَتِكُمْ
اِنّى
عَامِلٌ
سَوْفَ
تَعْلَمُونَ
مَنْ يَاْتيهِ
عَذَابٌ
يُخْزيهِ
وَمَنْ هُوَ
كَاذِبٌ
وَارْتَقِبُوا
اِنّى
مَعَكُمْ
رَقيبٌ ()
وَلَمَّا
جَاءَ
اَمْرُنَا
نَجَّيْنَا
شُعَيْبًا
وَالَّذينَ
امَنُوا
مَعَهُ
بِرَحْمَةٍ
مِنَّا وَاَخَذَتِ
الَّذينَ
ظَلَمُوا
الصَّيْحَةُ فَاَصْبَحُوا
فى
دِيَارِهِمْ
جَاثِمينَ () كَاَنْ
لَمْ
يَغْنَوْا
فيهَا اَلَا
بُعْدًا لِمَدْيَنَ
كَمَا
بَعِدَتْ
ثَمُودُ
“Medyen
(halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a
ibadet edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın;
gerçekten sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi
çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.”
“Ey
kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını
değerden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık
çıkarmayın. Eğer müminseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç)
sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.“
“Dediler
ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız
konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı
emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir
adam)sın.“
“Dedi
ki: 'Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir
belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile
rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle)
size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah
etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten
yönelip-dönerim.”'
“Ey
kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Salih
kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik
Lut kavmi size pek uzak değil. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe
edin. Gerçekten benim Rabbim, esirgeyendir, sevendir.”
“Ey
Şuayb' dediler. 'Senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp anlamıyoruz. Doğrusu
biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten
seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin. “
“Dedi
ki: 'Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah'tan daha mı üstündür ki, O'nu
arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) birşey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim,
yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır. Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi
yapın; şüphesiz, ben de yapacağım. Kime aşağılatıcı azap gelecek ve yalancı
kimdir, yakında bileceksiniz. Siz gözetleyip durun, ben de sizinle birlikte
gözetleyeceğim. “
“Emrimiz
geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb'ı ve onunla birlikte iman
edenleri kurtardık; o zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi
yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde
yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkına) nasıl bir uzaklık
verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi.)"[1302]
Kendilerini
yalnızca iyiliğe çağırmaktan başka birşey yapmayan Hz. Şuayb'ı "taşa-tutup
öldürmeyi" tasarlayan Medyen halkı, Allah'ın azabıyla cezalandırılmış ve
üstteki ayetlerde anlatıldığı gibi helak edilmiştir. Medyen halkı, türünün tek
örneği de değildir. Aksine, Hz. Şuayb'ın kavmiyle konuşurken belirttiği gibi,
Medyen halkından önce de pek çok toplum helak edilmiştir. Medyen'den sonra da
yine pek çok toplum Allah'ın gazabına uğramışlardır.
İlerleyen
sayfalarda, söz konusu helak olmuş kavimleri ve onların kalıntılarını konu
edineceğiz. Kur’an'da bu kavimlerle ilgili ayrıntılı bilgi verilir ve insanlar
bu kavimlerin sonu üzerinde düşünmeye ve "ibret almaya" davet edilir.
Bu konuyla
ilgili olarak Kur’an'da dikkat çekilen noktalardan biri, helak edilmiş olan
kavimlerin çoğu kez yüksek bir medeniyet kurmuş olmalarıdır. Kur’an'da, helak
olmuş kavimlerin bu özelliği vurgulanırken şöyle denir:
وَكَمْ
اَهْلَكْنَا
قَبْلَهُمْ
مِنْ قَرْنٍ
هُمْ اَشَدُّ
مِنْهُمْ
بَطْشًا
فَنَقَّبُوا
فِى
الْبِلاَدِ
هَلْ مِنْ مَحِيصٍ
“Biz
bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak
(yakıp-yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden
daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat
ve araştırmalarla her yanı) delik-deşik etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var
mı?”[1303]
Ayette, helak
edilmiş toplumların iki özelliğine dikkat çekiliyor. Birincisi, "zorbaca
yakalamak bakımından üstün" olmalarıdır. Bu, helak olmuş kavimlerin
disiplinli ve güçlü askeri-bürokratik sistemler kurdukları ve kaba kuvvet
yoluyla yaşadıkları coğrafyada iktidarı ele geçirdikleri anlamına gelir.
Vurgulanan ikinci nokta ise, söz konusu toplumların, mimari özellikleriyle
dikkat çeken büyük şehirler kurduklarıdır.
Dikkat
edilirse, bu iki özellik de, tam tamına, bugün teknoloji ve bilim yoluyla süslü
bir dünya meydana getirmiş, merkezi devletler, büyük şehirler kurmuş olan ancak
tüm bunların Allah'ın verdiği güçle olduğunu unutarak Allah'ı inkar ya da
gözardı eden medeniyetlerin özelliğidir. Ancak ayette bildirildiği gibi,
oluşturdukları medeniyet, helak olmuş kavimleri kurtaramamıştır; çünkü
medeniyetleri Allah'ı inkar ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayanıyordu.
İnkar ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayandığı sürece, bugünkü
medeniyetlerin sonu da farklı olmayacaktır.
İşte bazıları
Kur’an'da bildirilen bu helak olaylarının önemli bir bölümü, modern çağda
yapılan arkeolojik araştırmalar sonunda ortaya çıkarılmıştır. Kur’an'da sözü
edilen olayların delilleri olan bu bulgular, Kur’an kıssalarının "ibret
olma" özelliğini daha da açık bir biçimde gösteriyor. Çünkü Allah, Kur’an'da
"yeryüzünde gezip dolaşılması" ve "öncekilerin uğradıkları sonun
anlaşılması" gerektiğini bildiriyor:
وَمَا
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ اِلَّا
رِجَالًا
نُوحى
اِلَيْهِمْ
مِنْ اَهْلِ
الْقُرى
اَفَلَمْ
يَسيرُوا فِى
الْاَرْضِ
فَيَنْظُرُوا
كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ الَّذينَ
مِنْ
قَبْلِهِمْ
وَلَدَارُ
الْاخِرَةِ
خَيْرٌ
لِلَّذينَ
اتَّقَوْا
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
() حَتّى اِذَا
اسْتَيَْسَ
الرُّسُلُ
وَظَنُّوا
اَنَّهُمْ
قَدْ
كُذِبُوا
جَاءَهُمْ
نَصْرُنَا
فَنُجِّىَ
مَنْ نَشَاءُ
وَلَا يُرَدُّ
بَاْسُنَا
عَنِ
الْقَوْمِ
الْمُجْرِمينَ
() لَقَدْ
كَانَ فى
قَصَصِهِمْ
عِبْرَةٌ لِاُولِى
الْاَلْبَابِ
مَا كَانَ
حَديثًا يُفْتَرى
وَلكِنْ
تَصْديقَ
الَّذى
بَيْنَ يَدَيْهِ
وَتَفْصيلَ
كُلِّ شَىْءٍ
وَهُدًى
وَرَحْمَةً
لِقَوْمٍ
يُؤْمِنُونَ
“Biz
senden önce, şehirler halkına kendilerine vahyettiğimiz kimseler dışında
(başkalarını elçi olarak) göndermedik. Hiç yeryüzünde dolaşmıyorlar mı, ki
kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar?
Korkup-sakınanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Siz yine de akıl
erdirmeyecek misiniz?
Öyle ki
elçiler, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını
sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; Biz kimi dilersek o
kurtulmuştur. Suçlu-günahkarlar topluluğundan zorlu azabımız kesin olarak geri
çevrilmeyecektir.
Andolsun,
onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an)
düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı,
herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir
hidayet ve rahmettir.”[1304]
Gerçekten de
öncekilerin kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. Allah'a
isyan ettikleri ve O'nun hükümlerini tanımadıkları için helak edilmiş olan
kavimler, bizlere insanın Allah karşısında ne denli aciz ve zayıf olduğunu
göstermektedir. İlerleyen sayfalarda bu ibretleri tarihsel sırası içinde
inceleyeceğiz.
PEYGAMBERLER TARİHİNİN TESTİ
Soru 1 : Allah (c.c.)’ın emir ve yasaklarını
insanlara haber veren, kendisine yeni bir kitap ve yeni bir şeriat
gönderilmeyip de kendinden önceki peygamberlerin kitabı ve şeriatı ile amel
eden Peygamberlere ne ad verilir?
Cevap
: Nebi
Soru 2 : Kendisine yeni bir kitap ve
yeni bir şeriat verilerek insanları hak yola çağırmak için gönderilen
peygamberlere ne ad verilir?
Cevap
: Resul
Soru 3 : Diğer peygamberlere göre bir derece daha
üstün olan peygamberlere Ulul-Azm denir. Ulul-Azm olan peygamberler
hangileridir?
Cevap
: Hz. Nuh(a.s.), Hz. İbrahim(a.s.), Hz. Musa(a.s.), Hz. İsa (a.s.) ve
Hz.Muhammed(as)
Soru 4 : Kur’an’ı Kerim’de ismi geçen peygamberler
kaç tanedir?
Cevap
: 28 tane olup 3 tanesinin veli mi yoksa peygamber mi olduğu hususunda
ihtilaf vardır.
Soru 5 : Vahiy ne demektir?
Cevap
: Yüce Allah (c.c.)’ın dilediğini peygamberlere yine dilediği tarzda
indirmesine denir.
Soru 6 : Vahyin geliş şekilleri kaç tanedir ve
nelerdir?
Cevap
: 7 çeşittir:
a- Rüya şeklinde
b- Melek görülmeksizin
peygamberin kalbine bildirilmesi
c- Vahiy meleğinin insan
suretinde gelmesi
d- Bir uğultu şeklinde gelmesi
e- Cebrail’in gerçek surette
gelmesi
f- Göklerin üstünde, perde
arkasından hitapta bulunulması
g- Melek bulunmadan peygambere
direk hitap şeklinde olması
Soru 7 : Peygamberlerde peygamberlik gelmeden önce
görülen ve nübüvvetin temellerini kuvvetlendiren harikuladelikler görülmesine
ne ad verilir? (Mesela; Peygamberimiz (as) bir bulutun takip etmesi gibi.)
Cevap
: İrhasat
Soru 8 : Peygamberlerin unutarak yaptıkları çok
küçük hatalara ne ad verilir?
Cevap
: Zelle
Soru 9 : Peygamberlerin sıfatları nelerdir?
Cevap
: a- Sıdk; Doğruluk
b- Emanet; Güvenilirlik
c- Tebliğ; Allah (c.c.)’dan
aldığı emirleri tam olarak bildirmek
d- Fetanet; Akıllı olmak
e- İsmet; Günahsız olmak
Soru 10: Peygamber Efendimiz (a.s)’ın
diğer peygamberlerden ayrılan özellikleri nelerdir?
Cevap
: a- Peygamberlerin sonuncusudur
b- İnsanların ve cinlerin
peygamberidir
c- Getirdiği şeriatın kıyamete
kadar geçerli olması
Soru 11: Cesedi topraktan yaratılmış
ve cennette yaşamış ve dünyaya gönderilmiş, beşeriyetin babası ve ilk
peygamberdir. Lakabı Safiullah olan, kendisine on sahife emirler ve yasaklar
şeklinde verilen Hz. Şit (a.s.)’ın da babası olan, 930 yıl yaşamış olan,
cenazesi Ebu Kubeys dağına defnedilen, insanların ve peygamberlerin de ilki
olan (annesiz ve babasız olan insan) kimdir?
Cevap
: Hz. Adem (a.s.)
Soru 12: Hz. Adem (a.s.)’a Allah
(cc) şöyle dedi: “Arşımın alt hizasında benim bir haremim (yasak bölgem)
vardır, sen git ve benim için bir beyt (mabet) yap ve tavaf et, beni zikret.”
Hz. Adem (a.s.)’da bu beyti (Kabe’yi) beş ayrı dağın taşlarını getirerek inşa
etti. Bu dağlar hangileridir?
Cevap
: a- Tur-i Sina
b- Tur-i Zeyta (zeytun)
c- Lübnan
d- Cudi
e- Hira
Soru 13: Hz. Adem (a.s.)’ın eşi ve
beşeriyetin annesi kimdir ve nasıl yaratılmıştır?
Cevap
: Hz. Havva’dır ve Hz. Adem (a.s.)’ın iveği kemiğinden yaratılmıştır.
Soru 14: Hz. Adem (a.s.)’ın ilk
çocuklarının isimleri nelerdir?
Cevap
: İlk ve ikinci çocukları ikiz doğmuşlardır. İlk ikizler; Kabil ile kız
kardeşi Lubut, ikinci ikizler ise; Habil ile kız kardeşi İklima’dır.
Soru 15: İnsanlık tarihinde
kıskançlık sebebiyle kardeşini öldürerek ilk katil olan insan aynı zamanda ilk
şirk koşan ve Allah (c.c.)’dan başka
ateşe tapan ilk insandır. Çünkü şeytan ona gelerek şöyle dedi:
“Kardeşinin kurbanını Hz. Allah onun ateş yakması ve ibadet etmesi sebebiyle
kabul etti, sen de böyle yap.” Bu ifadelere inanarak ateş yakıp ilk defa puta
tapmış olan insan ve ilk katil kimdir?
Cevap
: Kabil.
Soru 16: Babası Hz. Adem (a.s.),
annesi Hz. Havva olan ve kendisine 50 sahife indirilen bir peygamberdir.
Kendisine Hibetullah (Allah (c.c.)’ın hibesi) yani Kabil kardeşi Habil’i kıskanarak öldürdükten sonra
Hz. Adem (a.s.)’a oğlu Habil’in yerine
Allah (c.c.)’ın verdiği hibe denilen, 912 yıl yaşamış insanlığın ikinci
peygamberinin adı nedir?
Cevap
: Hz. Şit (Şis) (a.s.)
Soru 17: İnsanlığın üçüncü
peygamberi, kendisine 30 sahife verilen bir peygamberdir. İlk defa ok ve yay
kullanan, ilk yazı yazan, ilk defa dikiş diken, kendisine elbise dikerek giyen,
ilk defa yıldızlar ilmini başlatan ve diri iken göğe yükseltilen peygamber
kimdir?
Cevap
: Hz. İdris (a.s.)
Soru 18: Kur’an’ı Kerim’de 27 defa
ismi geçen, 1050 yıllık ömre sahip Ulul-Azm peygamberlerdendir. Kendisine
inanmayan kavmine ilahi azap geleceği için Allah (c.c.)’ın emriyle gemi inşa
edip, kendisine inananları, tüm hayvan çiftlerinden de birer çift olmak üzere
yanına alarak kurtararak beşeriyetin ikinci babası olarak bilinen ikinci Adem
kimdir?
Cevap
: Hz. Nuh (a.s.)
Soru 19: İnsanlığın ikinci babası
olarak bilinen Hz. Nuh (a.s.)’ın gemiye binen ve insanlık kendilerinden türemiş
olan üç oğlu vardı. Bu üç evlat üç ırkın babası olmuş, yeryüzünde bugüne kadar
var olan ırklar da bunlardan türemiştir. Hz. Nuh (a.s.) bu üç oğlunun isimleri
ve hangi ırkın babası olduklarını
söyleyiniz?
Cevap
: a- Sam; Arapların babası
b- Yafes; Rumların babası
c- Ham; Habeşlerin babasıdır.
Soru 20: Nuh Tufanından sonra bir
kavim var ki, sapıklık içersinde yaşıyorlardı. Allah (c.c.) bu kavmi
azgınlıklarından dolayı “Sarsar Rüzgarı” ile helak etti. Bu kavmin İrem adıyla meşhur
bağları ve bahçeleri vardı. Bu kavmin ve bu kavme gelen peygamberin adını
söyleyiniz?
Cevap
: Ad kavmi ve Hz. Hud (a.s.)
Soru 21: Atalarının başına gelen
belaları unutmuş bir kavim vardı ki, soygun, vurgun, yol kesicilik onlarda
alışkanlık haline gelmişti. Putçuluk hat safhaya ulaşmış, kayaları oyup evler
yaparak bir medeniyet kurmuşlardı. Kendilerine gelen peygamber sarp kayaların
içinden Allah (c.c.)’ın izniyle mucize olarak bir deve çıkartmış, ama onlar
devenin bacaklarının keserek öldürmüşlerdi. Bu olay üzerine kendilerine üç gün
mühlet verilir ve sonunda bir Sayha (bir çığlık) gelir ve iman etmeyenlerin
hepsi helak olurlar. Bu kavim ve bunları irşat eden peygamber kimdir?
Cevap
: Semut kavmi ve Hz. Salih (a.s.)
Soru 22: Ulul-Azm peygamberlerden
olup, Nemrut döneminde yaşamış, kendisine 10 sahife verilmiş, Azer’in oğlu olup
kendisine Allah (c.c.)’ın dostu anlamına gelen
Halilullah lakabı verilen bir peygamberdir. Halkı sapıtan Nemrut’a karşı
mücadele etmiş, putları inkar edip Nemrut tarafından ateşe atılmış fakat, Allah
(c.c.)’ın izni ile ateş bir gülistan olmuştur. Oğlu İsmail’i Allah (c.c.)’ın
emri üzere Rabbin rızası için kurban etmekten çekinmediği için kendisine Allah
(c.c.) tarafından kurban için koç ikram edilmiş, 80 yaşında sünnet olarak
zürriyetine bu sünnet kendisinden kalmıştır. Kendisini ateşe atan Nemrut ise
bir sivrisinek belasıyla helak olmuştur. Bizim de milletinden olduğumuz bu
peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. İbrahim (a.s.)
Soru 23: Hz. İbrahim (a.s.)’ın oğlu
olan bir peygamberdir. Amerikalıları 50 yıl boyunca irşada çalışmış olan,
çocukluğunda Mekke çölünde annesi onun için Safa ve Merve tepeleri arasında
koşuşarak su ararken Allah (c.c.) onun ayakları altından bugün hacılarımızın
içtiği Zemzem suyunu çıkartarak ümmete onun sebebi ile hediye edildiği,
babasının adağı üzerine kurban olunması, istendiğinde tereddüt etmeden Allah
(c.c.) için bıçağın altına yatan ve bu sadakati sebebi ile de kurban için koç
ikram edilen peygamber ve annesi kimdir?
Cevap
: Hz. İsmail (a.s.), annesi, Hz. Hacer validemizdir
Soru 24: Beytullah (Kabe)’nın ilk
yapılışı ve ondan sonraki yapılması ve onarılması kimler tarafından
yapılmıştır?
Cevap
: a)İlk defa Allah (c.c.)’ın emri ile melekler inşa etmişlerdir
b)İkinci kez Hz. Adem (a.s.)
tarafından yapılmıştır
c)Hz. Adem (a.s.)’ın oğlu Hz.
Şit (a.s.) tarafından ilk defa taş ve çamurla yapılmıştır
d)Dördüncü defa Hz. İbrahim
(a.s.) ve oğlu Hz. İsmail (a.s.) tarafından yapılmıştır.
Soru 25: Hz. İbrahim (a.s.)’ın yüz
yaşlarında iken yaklaşık doksan yaşlarında olan hanımı Sare’den olma ve Şam ile
Filistin halkına peygamber olarak gönderilen, Beni İsrail’e gönderilen tüm
peygamberleri kendi soyundan gelen peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. İshak (a.s.)
Soru 26: Hz. İbrahim (a.s.)’ın
kardeşi Harran’ın oğlu olan bir peygamber var ki, tek başına bir şeriat
getirmemiş ama Hz. İbrahim (a.s.)’ın şeriatıyla iman etmiştir. Peygamber olarak
gönderildiği halk dünyadaki en pis ameli işliyorlardı. Çünkü bu amel için
Peygamber Efendimiz (as): “Lut kavminin amelini işleyene Allah lanet etsin”
“Lut kavminin amelini işleyen kimse melundur” buyurmuştur. Tepelerine
,işledikleri suç sebebiyle taş yağmuru yağdıran, şehirlerinin altı üstüne
çevrilen halkın ismini ve bu belaya uğradıkları amelin adını söyleyiniz?
Cevap
: Sodom halkı ve Livata (Eş cinsellik, Homoseksüellik)
Soru 27: Hz. İshak (a.s.)’ın oğlu,
Hz. Yusuf (a.s.)’ın babası, lakabı ise “İsrail” olan ve soyuna da Beni İsrail
denilen, oğlu Yusuf’un kaybolduğunu duyduğunda onun gömleği bulunup gözlerine
sürülünceye kadar gözleri görmeyen peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Yakup (a.s.)
Soru 28: Kardeşleri tarafından
kıskançlığın kurbanı olarak kuyuya atılan, bir kervan tarafından çıkartılıp
Mısır ilinde köle olarak satılan, kölesi olduğu evin hanımı kendisine zina
teklif ettiği zaman reddettiği için zindanlara atılmış olan, orada kendisine
Allah (c.c.) tarafından rüya tabiri öğretilmiş ve bu sayede zindandan
kurtularak Mısır’a Sultan olmuş ve Hz. Yakup (a.s.)’ın oğlu olan peygamber,
Kölesi olduğu evin hanımı kendisinin yakışıklılığına dayanamayarak zina teklifi
yaparken “Saçın ne kadar güzel” dedi. O ise “Cesedimde ilk dökülecek şey odur”
cevabını verdi. “Gözlerin ne kadar güzel”deyince, O, “Cesedimden yere ilk
akacak şey odur” diye cevap verdi. “Yüzün ne kadar güzel” dediğinde ise, O, “O
toprak içindir, toprak onu yiyecektir” cevabını veren peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Yusuf (a.s.)
Soru 29: Sabır örneği olarak
bilinen, 18 yıl yaralı bir şekilde imtihana tabi tutulan, yaralarına
kurtçukların düştüğü bu hastalık sonunda Allah (c.c.)’ın “Biz onu sabır üzere
bulduk” diyerek imtihanı kazanan ayağı yere vur emri sonucu çıkan su ile
yıkanıp yaralarından kurtulduğu gibi gökten yağan altın çekirge bereketine nail
olan, sabır örneği bu peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Eyyub (a.s.)
Soru 30: Rum diyarında yaşayan halka
hakkı tavsiye eden ve onların “Ey Bişr biz hayatı severiz, ölmeyi değil, bizi
dilediğimiz zamanda öldürmesini Rabbinden iste” gibi şartları ile karşılaştığı
halde onları ecellerine razı ederek inandıran, asıl ismi Bişr Bin Eyyub (a.s.)
olan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Zülkifl (a.s.)
Soru 31: Hz. Musa (a.s.)’ın abisi ve
en büyük yardımcısı olan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Harun (a.s.)
Soru 32: Kendisine dört büyük
kitaptan Tevrat verilen, Beni İsrail peygamberlerinden olan Tevhit
mücadelesinde Batılın temsilcisi olarak karşısında Firavun ile karşılaşmış, düşmanı
Firavunun sarayında büyümüş, zamanın silahı olarak eline verilen Asası 15000
sihirbazı dize getirmiş, Turu Sina dağında Allah (c.c.) ile konuştuğu için
lakabı Kelamullah olan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Musa (a.s.)
Soru 33: Günahları Allah (c.c.)’a
şirk koşmak, meşe ağacına tapmak, ölçüde, tartıda eksik yapmak, halkın eşyasını
gasbetmek, yol kesip soygunculuk yapmak, mü’minleri ölümle tehdit etmek olduğu
için sonunda üzerlerine gelen Sam yeli ve arkasından kuraklık ve sıcaklığın
dehşetinden kaçmak için gördükleri bir bulutun altına sığındıkları sırada yer
sarsıntısı ve Cebrail (a.s.)’ın sayhasıyla helak olan Medyen halkı ve bunlara
tabi olup ateş ve sıcaklıktan kavrulan Eyke halkına gönderilen peygamber
kimdir?
Cevap
: Hz. Şuayb (a.s.)
Soru 34: Hz. Musa (a.s.)’a inanmayan
halka, Allah (c.c.)’ın verdiği belalar nelerdir?
Cevap
: a- Tufan belası (sağanak halinde sürekli yağmur)
b- Çekirge belası (ekinleri ve
her şeyi yiyen çekirgeler)
c- Kummel belası ( Kanatsız
çekirge, karınca ve ekin biti)
d- Kurbağa belası (şehri istila
eden ve evlere giren kurbağalar)
e- Kan belası (Su ve meyvelerin kan
halinde olması)
f- Mal ve servetin yok olması
belası.
Soru 35: Hz. Musa (a.s.)’ın
amcasının oğlu olan ama ona inanmadığı gibi başına bela olan ve tarihin en
zengin insanı olarak bilinen, 300 süslü cariye, 9000 hizmetinde adamı olan ve
evinin kapı ve duvardaki tabelaları altından olan sonunda her şeyiyle
beraber yerin dibine batan zalim kimdir?
Cevap
: Karun.
Soru 36: Hz. Musa (a.s.)’ın başının
belası olan, kendini halkına ilah olarak tanıtan: “Ben sizin en büyük
rabbinizim” dediği halde ömrü boyunca cinsel ilişkiyi tadamayan, iktidarsız
olan, kendine bela olacak bir çocuğun doğduğunu kahinlerin bildirmesi üzerine o
yıl doğan 900 çocuğu öldürten ama kendisinin belası olacak çocuğu sarayında besleyen,
sonunda Kızıl denizin sularında boğulurken “Musa’nın rabbine iman ettim” diye
bağıran, yaptırdığı Piramitler kıyamete kadar zulmünün şahidi olacak olan zalim
kimdir?
Cevap
: Firavun
Soru 37: Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe
atma teşebbüsünde bulunan ve bela olarak burnuna giren bir sivrisineğin beynine
ulaşıp oradaki hareketine dayanamayıp kafasını duvara vurarak kendini öldüren,
hükümdarlar arasında başına taç takan ve insanları kendine ibadet etmeğe
çağıran ilk kişi olarak bilinen zalim kimdir?
Cevap : Nemrut.
Soru 38: Babası, dedesi ve büyük
dedesi peygamber olan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Yusuf (a.s.)
Soru 39: Hz. Musa (a.s.)’dan sonra
İsrail oğullarını 29 yıl Tevrat’la idare eden, Hz. Musa (a.s.)’ın Hızır
(a.s.)’a gidişinde yol arkadaşı olan ve halkına onu anlatırken “Ona muhalefet
eden melundur” diyerek İsrail oğullarını kendinden sonra ona inanmaya davet
ettiği peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Yuşa Bin Nun (a.s.) (İstanbul Beykoz’da ismi ile anılan Yuşa
tepesindedir.)
Soru 40: Hz. Musa (a.s.)’ın damadı
olan ve Hızır (a.s.) ile yolculuğa çıktığında halkını emanet ettiği bir
peygamberdir. Hz. Yuşa (a.s.)’dan sonra Beni İsrail’e peygamber olmuş olan
kimdir?
Cevap
: Hz. Kalip Bin Yüfenna (a.s.)
Soru 41: Binlerce ölünün dirilmesine
şahit olmuş olan bir peygamberdir. Hz. Musa (a.s.)’ın damadı Hz. Kalip
(a.s.)’dan sonra Ben-i İsrail’e peygamber olmuştur. Annesinin duası sonucu
olduğu için (ve annesi çok yaşlı olduğu için) “İbnül Acuz” Kocakarının oğlu
diye anılan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Hızkıl (a.s.)
Soru 42: İsrail oğulları, Hz. Musa
(a.s.)’ın şeriatını terk edip altından yaptıkları, göz bebekleri yakuttan,
başına inci ve cevherlerle süslü taç koydukları “Bal” isimli puta tapmaya
başlamışlardı. Bu zamanda kendilerine gönderilen peygambere inanmayınca da
kuraklık ve sıcaklıktan kavrulunca duası ile yağmurlar yağdırdığı halde halkın azı iman etmişti. Balbebek
halkına gönderilen bu peygamberin adı nedir?
Cevap
: Hz. İlyas (a.s.)
Soru 43: Hz. İlyas (a.s.)’ın devamlı
yanında olmuş ve ondan sonra yerine İsrail oğullarına peygamber olmuş olan
peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Elyasa (a.s.)
Soru 44: Ninava halkına peygamber
olarak gönderilmiş, 33 yılda kendisine ancak iki kişi iman etmiş, yaptığı bir
hatadan dolayı denizde gemiden atılarak balığın karnında 40 gün kadar kaldığı
bilinen peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Yunus (a.s.)
Soru 45: Dinlerini terk eden Ben-i
İsrail’in başına belalar gelip cizye ödedikleri zaman Allah (c.c.)’ın onlara
gönderdiği peygamber onlara hem Allah (c.c.) yardımı ile bir hükümdar olarak
Talut’u başlarına getirmiş hem de Talut’un Calut ile yaptığı savaşta Calut’u
öldürecek şahsın (sonradan kendisinin yerine peygamber olarak gelecek) Davut
olduğunu bildirmiş olan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Şemuyel (a.s.)
Soru 46: Hz. Davut (a.s.)’ın oğlu
olup babasının krallık ve peygamberliğine varis olan, Kudüs’te bulunan Mescidi
Aksa’yı yaptıran, insanların ve cinlerin kendisine kıyam ettiği gibi tüm
mahlukatın dilinden anlayan, rüzgarın dahi emrine verildiği peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Süleyman (a.s.)
Soru 47: Talut ile Calut ordularının
yaptığı savaşta Calut’u öldürüp, Talut’un verdiği söz üzerine onun kızını almış
ve neticede Beni İsrail’in önce hükümdarı sonra peygamberi olmuş olan,
kendisine dört büyük kitaptan Zebur verilmiş olan koyun gütmesi, sapan taşı
atması ve demire şekil vermesinden bahsedilen, demirden yaptığı zırhları
satarak geçimini temin eden peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Davut (a.s.)
Soru 48: Hz. Davut (a.s.) zamanında
yaşamış olan, ilmi, hikmeti ile ona vezirlik yapmış, kendisine teklif edilen nübüvvet, krallık ve hikmetten o,
hikmeti tercih etmiş Kur’an’ı Kerim’de oğluna nasihatlerinden bahsedilen
peygamber olup olmadığı ihtilaflı olan insan kimdir?
Cevap
: Hz. Lokman (a.s.)
Soru 49: Babil kralı Buhtunnassar’ın
Beytül Makdis’i yıkıp insanları esir etmesinden yıllar sonra geri dönen Beni
İsrail arasında Tevrat’ı olan olmadığı gibi onu bilen de yoktu. Aralarında biri
vardı ki, bu Tevrat’ı bildiği için yeniden onu yazdı. Beni İsrail’e peygamber
olarak gönderilmiş olan bu insana sonunda, “O Allah’ın oğludur” diyecek kadar
ileri gittiler. Beni İsrail’e Tevrat’ı yeniden Allah (c.c.)’ın izni ile
ezberinden yazan bu peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Üzeyr (a.s.)
Soru 50: Teyzesinin kocası olan Hz.
Zekeriyya (a.s.)’ın himayesinde büyüyen ve yaptırdığı kendisine has mihrabında
devamlı Allah (c.c.)’ı zikreden, Hz. İsa (a.s.)’ı kocasız olarak dünyaya
getiren ve Peygamber Efendimiz (a.s)’ın diliyle cennet kadınlarının
üstünlerinden olarak bildirilen adına Kur’an’ı Kerim’de sure bulunan kadın
kimdir?
Cevap
: Hz. Meryem
Soru 51: Hz. Zekeriyya (a.s.)’ın
oğlu olup Hz. İsa (a.s.)’dan önce gelen ve onunla aynı zamanda yaşayıp onun
varlığını Ben-i İsrail’e bildirmiş, oda babası gibi kendi halkı tarafından şehit edilmiş olan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Yahya (a.s.)
Soru 52: Kendisine dört büyük
kitaptan İncil verilmiş olan Peygamber Efendimiz (a.s)’den bir önce gelen
peygamber olup annesi İmran’ın kızı Meryem’e erkek eli değmeden ve evlenmeden
dünyaya getirdiği evladı olan ve 33 yaşında iken göğe kaldırılan peygamber
kimdir?
Cevap
: Hz. İsa (a.s.)
Soru 53: Yeryüzünün doğusundaki ve
batısındaki tüm beldelere ulaşmış, ayak bastığı her yerin halkına hakim olmuş
bir insandır. Bunun nasıl bu kadar geniş bir alemde gezebildiğini Hz. Ali
(r.a.)’a sorduklarında: “O, bulutlar ona yol aldırır, yollar ona düzeltilir,
nurlar ona döşenip yayılır, kendisine gece ve gündüz bir olurdu” diye cevap
verdiği, peygamber olup olmadığı bilinmeyen Kur’an’ı Kerim’de ismi geçen bu
insan kimdir?
Cevap
: Hz. Zülkarneyn (a.s.)
Soru 54: Peygamber Efendimiz (a.s)’ın
mübarek hadislerinde “Cennet kadınlarının üstünleri olarak bildirilen” dört
kadın kimlerdir?
Cevap
: a)Hz. Hatice b)Hz. Fatıma c)Hz. Meryem
d)Hz. Asiye (Firavunun karısı)
Soru 55: Hz. İsa (a.s.)’ın dini
üzerine yaşayan, Tarsus ahalisinden olan, kendilerine Ashabı Kehf denilen,
adlarına Kur’an’ı Kerim’de sure bulunan yedi genç bir de refakatçi köpekleri,
Rum hükümdarı olan Dekyanus’un zulmünden kurtulmak için “Neclus” adında bir
dağın mağarasına saklanmışlar, hükümdarın ölmeleri için mağaranın girişini kapattırması
üzerine Allah (c.c.)’ın yardımı ile 309 yıl uyuyan ve yine sonunda o kadar
yıldan sonra uyanıp halkın içine karışarak yaşayan bu insanların isimleri
nedir? (Bu isimler hastalara şifa niyetiyle okunduğu bilinmektedir)
Cevap
: Telmiha (Yemliha), Meslina, Mekselmina, Mernus, Debernus, Şazenuş,
Keşeftedayyuş ve köpekleri Kıtmir
Soru 56: İslam öncesi devirlerden
birinde, bir gurup mü’mine imanlarından dönmeleri için işkence yapan,
dinlerinden dönmediklerini görünce de onları bir hendeğe atarak yakan bu zalim
yöneticilere verilen isim nedir?
Cevap
: Ashabı Uhdut
Soru 57: Hayvanların dilinden
anlayıp onlarla konuşan peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Süleyman (a.s.)
Soru 58: İlmi Hz. Musa (a.s.)’ın
ilminden üstün ve onunla arkadaşlık yapmış olan, hala sağ olduğu rivayet
edilen, Peygamberimiz (as)’ın onun hakkında “O otsuz kuru bir yere otururdu, kalktığında yeşillenerek onun arkası
sıra dalgalanırdı” buyurduğu, üstün ilim sahibi olan kimdir?
Cevap
: Hızır (a.s.)
Soru 59: Yemen melikesine Süleyman
(a.s.)ın mektubunu onun emri ile götüren kuşun adı nedir?
Cevap
: Hüdhüd kuşu
Soru 60: Ömrü boyunca bir oruç tutup
bir gün iftar eden peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Davut (a.s.)
Soru 61: Yeryüzünde ilk cinayeti
işleyen kimdir ve niçin cinayet işlemiştir?
Cevap: Hz. Adem (a.s.)’ın oğlu Kabil
kardeşi Habil’i kıskandığı için cinayet işlemiştir.
Soru 62: Yusuf (a.s.)’ı kardeşleri
niçin kuyuya atmışlardı?
Cevap
: Kıskandıkları için
Soru 63: Kafir Firavunun mü’min
hanımının adı nedir?
Cevap
: Asiye
Soru 64: Hangi peygamber Hızır
(a.s.) ile yolculuk yapmıştır?
Cevap
: Musa (a.s.)
Soru 65: Hangi peygamberi balık
yutmuştur?
Cevap
: Yunus (a.s.)
Soru 66: Ateşe atılıp yanmayan
peygamber ve onu ateşe atan zalim kimdir?
Cevap
: İbrahim (a.s.)’ı zalim Nemrut ateşe atmıştır.
Soru 67: Hangi peygamber halkını 950
sene Hakka davet etti?
Cevap
: Hz. Nuh (a.s.)
Soru 68: Hangi peygamberlerin hanımları
iman etmeyerek helak oldular?
Cevap
: Hz. Lut (a.s.) ve Hz. Nuh (a.s.)’ın hanımları
Soru 69: Doğduğunda konuşan
peygamber hangi peygamberdir?
Cevap
: Hz. İsa (a.s.)
Soru 70: Topukları altından zemzem
suyu çıkan ve bıçağın kesmediği peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. İsmail (a.s.)
Soru 71: Firavunun sarayında büyüyen
peygamber kimdir?
Cevap
:Hz. Musa (a.s.)
Soru 72: Ömrü boyunca bir gün oruç
tutan bir gün iftar eden peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Davut (a.s.)
Soru 73: Hz. Nuh (a.s.)’ın kavmi
nasıl helak oldu?
Cevap
: Tufan sonunda boğularak
Soru 74: M.Ö. 1.yüzyılda İsrail
oğullarına gönderilen, ismi Kur’an’ı Kerim’de geçen peygamberlerden olup Yahya
(a.s.)’ın babasıdır. Rabbine: “Ey Rabbim! Bana senin katından temiz bir nesil
ihsan et” diye dua etti. Bunun üzerine melekler ona Yahya (a.s.)’ı
müjdelediler. Filistin valisi Heredos bu peygamberin babasını öldürmek
istemiştir. Babasının öldürülmesine karşı çıkan bu peygamberi Herodos’un
askerleri yakalamak istemişler oda kaçarak bir ağaç kovuğuna saklanmıştır.
Burada zalimler kendisini ağaçla birlikte testere ile keserek şehit
etmişlerdir. Bu peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. Zekeriyya (a.s.)
Soru 75: Körlerin gözlerini açma
mucizesi hangi peygambere verilmiştir?
Cevap
: Hz. İsa (a.s.)
Soru 76: Kabe’nin yanında bulunan
Haceri Esvet taşı nereden gelmiştir?
Cevap : Cennetten
Soru 77: Kabe’yi Allah (c.c.)’ın
emri ile ilk inşa eden peygamber kimdir?
Cevap: Hz. İbrahim (a.s.) oğlu İsmail
(a.s.) ile inşa etmiştir.
Soru 78: Kudüs’te bulunan Mescidi
Aksa’yı hangi peygamber inşa etmiştir?
Cevap
: Hz. Süleyman (a.s.)
Soru 79: Safa ve Merve tepeleri
arasında su bulabilmek için koşan kadın kimdir?
Cevap
: Hz. Hacer
Soru 80: Hz. Adem (a.s.)’ın üçüncü
oğlu ve ikinci peygamber kimdir?
Cevap : Hz. Şit (a.s.)
Soru 81: Hz. Adem (a.s.) ve Hz.
Havva annemiz cennetten kovulduktan sonra dünyada Allah (c.c.)’ın izniyle
nerede birleştiler?
Cevap
: Arafat, Rahmet dağında
Soru 82: Hz. Lut (a.s.)’ın
gönderildiği şehir hangisidir?
Cevap
: Semut
Soru 83: Hz. Yusuf (a.s.) kaç sene
zindanda kaldı?
Cevap : Yedi sene
Soru 84: Hükümdarlar arasında başına
taç takan ve insanları kendisine ibadete çağıran ilk kişi kimdir?
Cevap : Nemrut
Soru 85: Hz. Nuh (a.s.)’a iman
ederek gemiye binen oğullarının isimleri nelerdir?
Cevap
: Sam, Ham, Yafes
Soru 86: İçenlere ölümsüzlüğü ve
ebedi hayatı kazandıran suyun adıdır. O sudan birisi içmiş ve ölümsüzlüğe
ermiştir. Milli Görüşçü gençte işte bu
su gibi olmalı ki, onu gören onda dirilmeli ve ona bakan onda canlanmalı, hayat
bulmalı, kendine bakana ümit vermeli. İşte bahsettiğimiz, içenlere ölümsüzlük
veren suyun ve ondan içip ölümsüzlük kazanan, Hz. Musa (a.s.) ile de meşhur yol
arkadaşlığı olan kişinin adları nelerdir?
Cevap
: Ab-ı Hayat ve Hızır (a.s.)
Soru 87: Hz. Şit (a.s.)’dan sonra
peygamber olarak gönderilen, ilk kalem ile yazı yazan, ilk elbise diken,
sonunda Cenabı Allah (c.c.) tarafından göğe çekilen peygamber kimdir?
Cevap
: Hz. İdris (a.s.)
Soru 88: Milattan önce (M.Ö.)
10.yüzyılda İsrail oğullarına gönderilen ve Kur’an’ı Kerim’de adı geçen
peygamberlerdendir. Davut (a.s.)’ın oğludur. Ona da babası gibi hem krallık hem
de peygamberlik verildi. Saba Melikesi Belkıs’la aralarında geçen olaylar
meşhurdur. Kaç yıl yaşadığı bilinmemektedir. Ancak kırk yıl hükümdarlık yaptığı
söylenir. İçinde Mescidi Aksa’nın da bulunduğu çok sayıda yapı yaptırmıştır.
Kendisine öldükten sonra devlet, İsrail oğulları ve Yahuda diye ikiye
bölünmüştür kimdir bu peygamber?
Cevap
: Hz. Süleyman (a.s.)
Ahmed ibni Hanbel (v.s.
241/885). Müsned, 1:6, Beyrut 1398 (1978)
Ahmet Cevdet Paşa
(18221895). Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, İstanbul: Bedir
Yayınevi, 1966.
Akdağ, Halil, Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Tekin
Kitabevi, 1986
Alexander I. Oparin,
Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953
Ali bin Hüsamüddin, Kitabül
Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman (Ahir Zaman Mehdi'sinin Alametleri),
Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986,
Ali el-Kari, Cem'ul-Vesail
fi Şerh'iş- Şemail, İstanbul
Alusî, Ruhu'l-Meânî,
Beyrut t.y.
Atalay, Yrd. Doç. Dr.
Orhan, Doğu-Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999
Bağdadi, Muhammed Fehmi, Tarih-i
Edebiyat-ı Arabiye, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1335 (1917).
S.G.F. Brandon, A
Dictionary of Comparative Religion, London 1970
Bediüzzaman,
Said Nursi, Sözler, İstanbul 1962
Bertholet, Wörterbuch
der Religionen, Stuttgart 1962
Belazuri, Ebu'l-Abbas Ahmed
İbni Yahya (v. 279. Ensabü'1-Eşraf. C I. Mısır: Darü'l-Maarif Matbaası,
1959.
Bernhard-N.A. Stillman,"Lokman",
Encyclopedia of İslam, Leiden 1978
Beydâvî, Envaru't-Tenzîl
ve Esraru't Te'vîl, Mısır, 1955
Beyhakî, el-Esmâ
ve’s-Sıfât, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1410
Biblio Hobraica, nşr.
Rud. Kittel, Stuttgart,1952
Buhari, Ebü Abdullah
Muhammed İbni İsmâil (v. 256/869). El-Camiü's-Sahih. C. 14, Beyrut,
Matbaa-i Âmire, 1329.
Canan, Prof. Dr. İbrahim, Kütüb-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara 1994
……………Tebliğ, Terbiye ve
Siyasi Taktik Açılarından Hicret. İst., Yeni Asya Yayınevi, 1981.
Ebu Dâvud, es-Sicistânî,
Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992
Efe, Ahmet, Osmanlı Ansiklopedisi, Vefa Yay., İst.
Firuzabadî, el-Kamusu'l-Muhît,
Kahire 1332
Darimi, Ebü Muhammed
Abdullah ibni Abdurrahman (v. 255/868) Sünen. C. 12, Beyrut, Tarihsiz.
el-Ezrakî, Ahbaru Mekke,
Mekke 196;
el-Hamev, Mu'cemü'l-Büldan,
Beyrut 1956
Heytemi Ahmet İbn-i Hacer-i
Mekki, El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar (Beklenen Mehdi'nin
Alametleri), Şafak Yayınevi, Manisa, 1985
Halebi, Ali ibni
Bürhanü'd-Din (975/1044 H.) İnsanü'l-Uyun, C. 1-3, Beyrut: 1400 (1980).
Hamidullah, Prof. Dr.
Muhammed. İslam Peygamberi. C. 1-2, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1972.
…………..İslam
Müesseselerine Giriş, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1981
……………İslâm'da Devlet İdaresi, Trc: Kemal Kuşçu, İstanbul 1963,
Hodgson, M.G.S. İslam'ın
Serüveni, İz Yayıncılık, İstanbul, 1993
İbn Asakir, Tarih,
Beyrut, 1979
İbnu'l-Verdî, Tetimmetu'l-Muhtasar,
Mısır, 1285
İbni Abdi'1-Berr, Ebû Ömer
Yusuf (v. 463/1070). El-İstiab. C. 14, Mısır: Mustafa Muhammed Matbaası,
1358 (1939).
İbn Ebî Usaybia, Uyûnü’l
Enbâ, Beyrut: 1978,
İbni Esir, İzzeddin Ebu'l-Hasen
Ali İbni Ebi'l-Kerem Muhammed bin Muhammed bin Abdü'l-Kerim, (v. 630) Üsdü'l-Gâbe
f: Ma'rifeti's-Sahabe. C. 15, el-Mektebetü'l-İslâmiyye, Tarihsiz.
……………el-Kâmil, Beyrut 1385/1965,
İbni Hacer, Şihâbü'd-Din
Ebül Fadl, Ahmed İbni Ali el-Askalâni (v. 852/1448). El-İsâbe fi
Temyiz's-Sahabe. C. 14. Bağdat, Ofset baskı, Tarihsiz.
………….ed-Dureru'l-Kâmine,
Kahire, 1966,
İbn Haldun, Tarih,
Beyrut, 1971
İbni Hişâm, Cemâlüddin Ebû
Muhammed Abdülmelik (v. 218/838). Er-Siyretü'n-Nebeviyye. C. 14, Beyrut:
İhyâu't Türasi'1-Arabî, 1391 ( 1971 ).
İbni İshâk, Kitabu'l-Mübtedâ
ve'l-Meb'as ve'l-Meğazî, thk. Muhammed Hamidullah, Mağrib 1976
İbni Kuteybe, el-Maarif,
Beyrut 1970
İbni Kayyım (v. 751). Zâdü'l-Meâd.
C. 14. Mısır: 1390.
İbn Kesir, Hadislerle
Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çevirenler: Dr. Bekir Karlığa-Dr. Bedrettin Çetiner, 16
cilt, Çağrı Yay., İst. 1983
………..Ebu'1-Fidâ İsmâil,
(701774). Siyretü'n-Nebeviyye, C. 14. Beyrut: Dârü't-Ma'rife, 1396
(1976).
………….el-Bidâye ve'n-Nihâye, Kahire, 1358,
…………. Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut 1982
İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini
(v. 275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad
Abdulbaki.
İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957
İmamı Gazali, İhya'u Ulum'id-din, Çeviri: Dr.
Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998,
İmam Rabani, Mektubat-ı Rabbani, Çev.
Abdulkadir Akçiçek, İstanbul Dağıtım A.Ş., İstanbul
İslami Bilgiler Ansiklopedisi, Haz. Heyet, 3 cilt, Hikmet Neşriyat, İst. 1993
İslam Ansiklopedisi, Haz. Heyet, 27 cilt, (yayını devam ediyor) T.D.V. Yay.
Kandehlevi, M. Yusuf, Hadislerle Hz. Peygamber ve
Ashabının Yaşadığı
Müslümanlık, Terc. A.
M. Büyükçınar, vdğ., 5 cilt,
Kalem Yay., İst. 1979
el-Kâsanî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910
Khoduri, Majid, İslamda Savaş ve Barış, Fener
Yayınları, İstanbul, 1998
Köksal, M. Asım, Peygamberler
Tarihi, Ankara 1990,
……………İslâm Tarihi,
2. baskı, İstanbul, t.y.,
Keşmîrî, Muhammed Enver (v. 1352/1933): Feyzü'l-Bâri
fi Sahihi'l-Buhârî, Beyrut, tarihsiz.
Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992
Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz.
Peygamberin Hayatı, çev. Nazife Şişman, 2 cilt, İnsan Yay., İst. 1984
……….. Tefhimu'l-Kur'ân, İstanbul 1991
el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul t.y.
Molla Cami, Nefahatü'l-Üns, çev. Abdulkadir
Akçiçek, İstanbul 1981
Mutlu, İsmail, Kıyamet Alametleri, Mutlu
Yayıncılık, İstanbul, 1999
Münavi-Şemsü'd-Din Muhammed Zeynü'd-Din Abdurrauf (v.
1031), Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'i's-Sağir, Beyrut, 1972.
Müslim-Ebu'l-Hüseyin Müslim İbnu'l-Haccac el-Kuşeyri
en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul'l-Baki Kahire, 1955.
en-Neccâr, Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut, ty.
Nesâî, Ebu Abdurrahman Ahmed, Sünen, Çağrı
Yayınları, İstanbul 1992
……… Sünenü’n-Neseî,
Çev: A. M. Büyükçınar, A. Tekin, Ö. F. Harman, Y. Erol, Kalem Yayıncılık,
İstanbul 1981
Nisâburî, Esbâbu'n-Nuzûl, Mısır 1968,
Nûru'd-Dîn İbnu Muhammed: el-İmâmu't-Tirmizî
ve'l-Muvâzene Beyne Câmi'ihi ve Beyne's-Sahîheyn, Mısır, 1970.
Özcan, İsmail, İslam Ansiklopedisi, Milliyet Yay., 1991
Özfatura, Necati, Kurtlar Sofrasında Ortadoğu, Adım
Yayıncılık, 1983
Rahman, H.U. İslam Tarihi Kronolojisi, Birleşik
Yayıncılık, İstanbul 1995
Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v.
606), et-Tefsiru'l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, tarihsiz.
………İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986
Refik, A. Tarih-i Umumi, İstanbul 1328
er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min
Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, İz Yayıncılık
Sabri, Mustafa, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem,
Kahire 1950,
Sa'lebî, el-Arais, Mısır, 1951
es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu't-Tefâsir,
İstanbul, 1987
………… en-Nübüvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985
Safedî, el-Vâfi Bi'l-Vefeyât, Mısır, 1974.
Sıbai, Mustafa, Hz. Muhammed’in
Hayatı, İst. 1993
Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The
Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977
Suruç, Salih, Kainatın Efendisi Peygamberimizin
Hayatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1998
Şamil, İslam
Ansiklopedisi, Haz. Heyet, 8 cilt, Şamil Yay., İst. 2000
Şarani, Ölüm-Kıyamet- Ahiret ve Ahir Zaman
Alametleri, Bedir Yayınevi, İstanbul
Şener, A. Naim, Peygamberimizin Dilinden Müslüman
Kadın ve Yuvası, Eskin Matbası., İst. 1973
Şehristânî, El Milel ve’n Nihal, Kahire: 1392
Şevkânî , el-Bedru't-Tâli', Kahire, 1348
Taberî, Camiu'l-Beyân, Mısır 1373
………. Tarihul-Umem vel-Muluk, Mısır 1326,
Tirmizi, İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife,
Hilal Yayınları, Ankara, 1976
Tabbara, Afif Abdulfettah, Kur’an’da Peygamberler
ve Peygamberimiz, Terc. Ali Rıza Temel-Y.
Alkın, Gonca Yay., İst. 1982
Ukberî, İmlau ma menne bihi'r Rahman, Mısır,
1961
Vâkidî, Kitabü'l-Meğâzî, Kahire
1965,
Warren Treadgold, A History of the Byzantine State
and Society, Stanford University Press, 1997
Yahya, Harun, Kavimlerin Helakı, 6. Baskı,
2001, Vural Yayıncılık
Yâkubî, Tarih, Beyrut 1960,
Yardım, Ali, Peygamberimizin Şemaili, Damla
Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998
Yeni Rehber Ansiklopedisi, Haz. Heyet, 20 cilt, Türkiye Gazetesi Yay., İst. 1993
ez-Zebîdî, Tecridî Sarîh, Terc. K Miras, Ankara
1978
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire
1977
Zehebî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ahmed (v.
748/1347): Mîzânu'l-İttidal fî Nakdi'r-Ricâl, Kahire. 1963.
………..Tezkîretu'l-Huffâz, Haydarâbâd. 1956.
Zeylaî, Nasbu'r-Râyeli Ehâdisi'l Hidâye; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır t.y
Ziyaüddin, G.Ahmed, Ramuz El Hadis, Gonca
Yayınevi, İstanbul, 1997
Zürkani, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu
Yusuf (v. 1122), Şerhu'l-Muvatta Kahire 1961.
Baskıya Hazırlanan Kitaplar
1.KUR’AN’IN
RUHU-KUR’AN-I KERİM (Sebeb-i Nüzulü Açıklamalı ve Kelime Kelime Meali)
Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir,
Bütün bilgiler tek bir bilgiye ulaşmak içindir,
Bütün hakikatler tek bir hakikat içindir,
Bütün dinler tek bir dine kavuşmak içindir,
Bütün güzellikler tek bir güzeli görmek içindir,
Bütün ilahlar tek bir Allah'a erişmek içindir,
Bütün yollar tek bir yolu yürümek içindir,
Bütün şeyler tek bir şeyi anlamak içindir,
Aslında herşey tek bir şey ve aynı şeydir.
2.
KIRK AYET –KIRK HADİS (Kırk Hadis)
Resûlullah
(a.s): "Kim ümmetime, sünnetimden kırk tanesini koruyup ulaştırırsa ben
kıyamet günü onun imânına şâhid ve şefaatçi olurum" (Abdullah
İbnu'l-Mubârek el-Hanzalî (181/797). Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 2/270)
Sebeb-i
Nüzulüne göre kırk ayet ve Sebeb-i Vüruduna göre kırk hadis.
Sünneti
anlamak için Peygamberi tanımak, Peygamberi tanımak için KUR’AN-I KERİM’e bakmak, bunun için de
KUR’AN-I KERİM’in dilini bilmek şarttır.
3.
EVRENİN RUH HARİTASI (Akaid Kitabı)
Kaybetmişiz
Pusulamızı
Ebrehelerin
Hüküm Sürdüğü Kaldırımlarda
Ölüler
Abid
Taşlar
Mabud
Ağaçlar
Mabed Olmuş.
4.
İNSANLIĞIN RUH HARİTASI (Ahlak Kitabı II Cilt)
Ahlak,
ruhun derinliklerinde dışa yansıyan iyiliğin, kıvılcımıdır.
Gülün
güzelliği rengidir.
Bülbülün
ki, sesidir.
Göğün
ki, yıldızlardır.
Yerlerin
ki, bitkilerdir.
Dilberin
ki, cemalidir.
Yiğidin
ki, bileğidir.
Arifin
ki, bilgidir.
Abidin
ki, zikridir.
İnsanlığın
ki ise, AHLAKIDIR.
5.
RUHLARIN ŞİFASI (Esma’ül Husna)
“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır.
O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola
gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (7:180)
Ebû Hüreyre (r.a) den nakil: Resûlüllah (a.s)
buyurdular ki:
"Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus
doksan dokuz isim vardır. Her kimbu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler
vedilinin tesbihi haline getirirse) Cennete girer.”(Tirmizi,
ibn Hibban ve Hakim)
Esma-ül Husna’nın bilinmesi üç şey için çok
önemlidir:
1-İlahi Rububiyyet; yüce Allah’ın
Rabbaniyyetine dalalet eden; varlığına ve biriliğine ve nasıl yaratıcı, nasıl
yarattığı varlıkların rızıklarını verici ve nasıl terbiye edici olduğunu
öğrenmek.
2-İlahi Uluhiyyet; yüce Allah’ın Azametine
dalalet eden ne kadar güçlü, ne kadar büyük, nerde ve ne yaptığını öğrenmek.
3-İlahi Ubudiyyet; yüce Allah’ın lutfuna
dalalet eden; niye ibadet edilir, nasıl dua edilir, kimi sever, kime rahmet eder, kimi ne için cehenneme
koyar ve kimi niçin cennetine koyar gibi özellikleri öğrenmek.
6.
YAŞAMIN RUH HARİTASI (Fıkıh Kitabı IICilt)
Anlamak
(fıkh etmek), insanın ruh portresidir.
Anlayış
sahibi insanlar, halkların gülü ve çiçekleridir.
Anlayış
sahipleri, halklar tarafından her zaman koklanmaya çalışılır.
Bazen
göklere çıkartılıp yükseltilirler.
Bazen
yerlere atılıp ezilirler.
7. İNSANLIĞIN RUH MİMARLARI PEYGAMBERLER
(Peygamberlerin Hayatı IICilt)
Evrenin
en büyük sanatçısı Allah’tır.
Yüce
Allah’ın en büyük sanat eseri insandır.
İnsanın
en büyük sanatı ruhtur.
Ruhun
mimarları aziz Peygamberlerdir.
8. PEYGAMBERLERİN ÇİZDİĞİ RUH HARİTASI (Hz.
Peygamber(a.s)'in Hayatı II Cilt)
Kaybolmuşuz
Peygamberlerin çizdiği haritanın üzerinde.
Yön
tayin etmede zorlanıyoruz.
Neresi
doğu.
Neresi
batı.
Neresi
kıble.
9.
ÇOCUKLARIN RUH DÜNYASI (Doğumundan Ölümüne Kadar Çocuk Terbiyesi)
“Her
çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”
Hiç
bir çocuk, anne ve babasının meşru veya
gayri meşru yaptıklarıyla sorumlu değildir.
Her
çocuk kendi kişisel menkıbesinin sorumlusudur.
Çocuklar,
ailenin balı ve dalı,
Toplumun
gülü ve bülbülü,
Kainatın
çiçeği ve eşrefidirler.
10.
DERSLERİN RUHU (Tefsir Dersine Giriş 1)
Bütün
kitaplar, bir kitabı anlamak içindir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimler, tek bir ilimden onay alır, oda
KUR’ANI KERİM’dir.
Bütün
ilimlerin merkezi, tefsir ilmidir, oda KUR’ANI KERİM’dir.
11.
DERSLERİN RUHU (Tefsir İlmine Giriş 2)
Usûl,
Arapça asl'ın çoğuludur.
Asl
sözlükte temel, kök, soyluluk ve orijinal anlamlarına gelir.
Tefsir
usûlü ya da İlmu Usûli't Tefsir,
Kur'ân-ı
Kerim'in insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların
zihinlerine, akıllarına yaklaştırma
çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve
müfessirlerin prensiplerini, şartlarını
ve çerçevesini belirleyen, tarihini
tespit eden ilim veya ilimlerin hepsine
birden verilen isimdir.
12.
ÇAĞIN ALTIN RUHLULARI (Sahabe-i Kiramın Hayatı II Cilt)
Rasulullah
(a.s)’ın da üzere yaratılmış olduğu “ALLAH AHLÂKI”?…
“VERMEK”!
Karşılıksız
vermek!
Çıkar
düşünmeksizin vermek! EBU BEKİR gibi.
Zâhirde
ve bâtında her an ve her koşul altında adil olmak! ÖMER gibi.
Ar,
haya, sevgi vermek!.. Karşılık beklemeksizin! OSMAN gibi.
İlim,
cesaret vermek!… Karşılık beklemeksizin!
ALİ (r.a) gibi...
13.
ADEMİN HİKMETİ
Adem
dedikleri;
el,
ayak,
baş
değil,
manaya derler.
Kaş,
göz
değil,
ruha
derler.
14.
ALEMİN HİKMETİ
Her
insan bir ademdir.
Her
adem bir alemdir.
Her
alem bir sırdır.
Her
sır bir yitiktir.
Her
yitik bir hikmettir.
Her
hikmet bir hazinedir.
Her
hazine bir saadeti dareyndir.
15.
EĞİTİMİN HİKMETİ
Her Müminin dinini öğrenmesi ve bildiklerini öğretmesi
dini bir ihtiyaçtır.
Zira
inandıklarını uygulayabilmesi öğrenmeye bağlıdır. Öğrenim, eğitimin bir
parçasıdır.
Eğitim,
hedeflenen davranışların programlı ve planlı faaliyetlerle insana
kazandırılmasıdır.
Öğretim
ise, öğretme faaliyetlerinin belirlenen hedefler doğrultusunda, planlı ve
kontrollü olarak düzenlenmesi ve uygulanmasıdır.
16.
DÜŞÜNMENİN HİKMETİ
Felsefe;
“seviyorum,
peşinden koşuyorum ve arıyorum”;
anlamına
gelen ve
“bilgi,
bilgelik”
anlamına
gelen sözcüklerinden türeyen terimin
işaret
ettiği entelektüel faaliyet ve disiplindir.
Buna
göre felsefe
“bilgelik
sevgisi”
yada;
“bilginin
peşinden koşma”
anlamına
gelir.
17.
DÜŞLERİN HİKMETİ
Rüya
konusunda;
Batı bilginleri genelde rüyanın insanın günlük
yaşantısı sonucu gördüğü şey olarak yorumlarken,
Doğu
bilginleri bu görüşe katılmakla birlikte Allah'tan gelen ilahi bir mesaj olarak
da görmüşlerdir.
18.
HAYALİN HİKMETİ
Fertte
çağrışım yapan hayaller neticesinde meydana gelen kolektif alt şuuru psişik
hayatın esaslı faktörüdür.
19.
MEDENİYETİN HİKMETİ
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı
olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla
ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum
hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir
tezâhürüdür.
20. ACILARIN HİKMETİ (Şiir)
Şair,
Şiir yazarken,
çocuk
dünyaya getiren
bir
annenin sancısını çekmiyorsa
yazdıklarının
hepsi yalandır.
21.
ŞEREFİN HİKMETİ (Müslüman Kadın)
İslâm'a
göre şeref, müttakî olandır; Allah'tan korkup haramlardan her zaman sakınan,
Allah'ın emirlerini yerine getirendir.
22.
AKLIN HİKMETİ
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı;
iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna
verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazarı bilgileri
elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür.
Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına
gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu
güç ile elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır.
23.
NAMAZIN HİKMETLERİ
Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan,
belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve
şükrün ifadesidir.
Sabah namazının iki rekat olmasının hikmeti
nedir? Öğle namazı niçin dört rekattır? Bazı namazların iki ve üç veya dört
rekat olmasının sebebi hikmeti nedir? İşte bütün bunların hikmeti bu kitabın
içinde geçer.
24.
DİN NASİHATTIR (İbretli Sözler) *Çıktı*
Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması,
ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının
öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada
bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet
güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez.
25.NAMAZIN
DİLİ
Namaza başlarken ve namaz kılarken, söylediklerimizin anlamı nedir? Neden “Allah’u Ekber” diyoruz? Neden Ku’ran ile değil de “Sübhaneke” ile namaza giriş yapıyoruz? Neden “Ruku” ediyoruz? Niçin “Secde”ye kapanıyoruz? Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve biz bunları yaparken ne demek istiyoruz? Bunların anlamı ve dili nedir?
[1] İbn Hace, Münebbihat, (Dımeşk, 2003) Tenbih No.9,s35.
[2] Zâriyât 51/56
[3] Tevbe 9/128
[4] Bakara 2/30
[5] Âli- İmrân, 3/64
[6] Nahl, 16/36
[7] İbrahim, 14/4
[8] İsrâ, 17/15
[9] Mülk, 67/6-11
[10] Ahzâb, 33/45-47
[11] Kehf, 18/1 10; el-Furkan,25/7
[12] Bakara, 2/285
[13] Bakara, 2/253
[14] Enbiyâ, 21/107
[15] Kalem, 88/4
[16] Ahzab, 33/21
[17] Ahzâb, 33/56
[18] Buhârî, Da'avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334; Muvatta, Kur'an 26, (1, 212); Tirmizî, Daavat 141.
[19] Nahl,16/36
[20] Şuara,26/208
[21] İbrahim,14/4
[22] Yusuf,12/2
[23] Nisa,4/164
[24] Mümin,40/78
[25] Yusuf,12/109
[26] Rad,13/38
[27] Furkan,25/20
[28] İsra,17/95
[29] Hacc,22/75
[30] Nisa,4/165
[31] Enam,6/48
[32] Kasas,28/47
[33] Araf,7/6
[34] Araf,7/35
[35] Nisa,4/150
[36] Ahzab,33/57
[37] Ali-İmran,3/59
[38] Meryem,19/59
[39] Araf,7/59
[40] Hud,11/50
[41] Neml,,27/45
[42] Bakara,2/124
[43] Ankebut,29/26
[44] Meryem,19/54
[45] Meryem,19/49
[46] Meryem,19/49
[47] Yusuf,12/6
[48] Sad,38/41
[49] Enbiya,21/85
[50] Araf,7/85
[51] Araf,7/144
[52] Kasas,28/34
[53] İsra, 17/55
[54] Neml,27/16.
[55] Enam,6/85
[56] Enam,6/86
[57] Saffat,37/139
[58] Ali-İmran,3/44
[59] Ali-İmran,3/39
[60] Saf,61/6
[61] Ali-İmran,3/40
[62] Lokman, 31/12,13
[63] Kehf,18/83-98
[64] Tevbe, 9/30,31
[65] Nisa,4/164
[66] bk. Ahzâb, 33/7
[67] Nahl,16/36
[68] Fatır,35/24
[69] Yunus,10/47
[70] Bakara, 2/285
[71] Ahzab,33/40
[72] Meryem,19/54
[73] Enam,6/86
[74] Ahzab,33/40
[75] Sâffât, 37/147
[76] Enbiya,21/107
[77] Sebe,34/28
[78] Araf,7/158
[79] Hicr,15/9
[80] Maide,5/3
[81] Enam,6/124
[82] Kerâmet örnekleri için bkz. Âl-i İmran, 3/37; el-Kehf, 18/9-10; en-Neml, 27/38-40
[83] Bakara,2/23
[84] İsra,17/88
[85] Bkz. Nahl, 16/103; el-Ankebût, 29/48
[86] Rûm, 30/ 1-5
[87] Sâf, 61/1
[88] Zâriyât, 51/56
[89] Ra'd, 13/28
[90] Bakara,2/206
[91] Bakara,3/10
[92] Nisa,4/169
[93] Araf,7/41
[94] Araf,7/179
[95] Enfal,8/37
[96] Tevbe,9/35
[97] Tevbe,9/63
[98] Tevbe,9/68
[99] Tevbe,9/73
[100] Tevbe,9/109
[101] Hud,11/119
[102] Rad,13/18
[103] Hicr,15/43,44
[104] İsra,17/8-18
[105] İsra,17/97
[106] Kehf,18/100
[107] Meryem,19/86
[108] Enbiya,21/98
[109] Furkan,25/34
[110] Furkan, 25/65
[111] Ankebut,29/54
[112] Ankebut,29/68
[113] Secde,32/13
[114] Secde,32/14
[115] Secde,32/20
[116] Fatır,35/36
[117] Zümer,39/72
[118] Mümin,40/60
[119] Mümin,40/76
[120] Zuhruf, 43/74
[121] Kaf,50/30
[122] Tur, 52/13,14
[123] Rahman,55/43,44
[124] Mücadele, 58/8
[125] Mülk,67/6
[126] Nebe,78/21
[127] Tekvir,81/12
[128] Beyine,98/6
[129] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 10; Müslim, Cennet 29, (2843); Muvatta, Cehennem 1, (2, 994); Tirmizî, Cehennem 7.
[130] Tirmizî, Cehennem 8, (2594); Muvatta, Cehennem 2, (2, 994). Metin Tirmizî'ye aittir.
[131] Tirmizî, Cehenmem 4, (2587
[132] Tirmizî, Cehennem 2, (2578).
[133] Tirmizî, Tefsir, Enbiya, (3164).
[134] Tirmizî, Cehennem 4, (2588).
[135] Buhârî, Bed'ülhalk 10; Müslim, Mesacid 185; Tirmizî, Cehennem 9,
[136] Tirmizî, Cehennem 1, (2577).
[137] Müslim, Cennet 29, (2842); Tirmizî, Cehennem 1,
[138] Zümer,39\ 67
[139] Tirmizî, Tefsir, Zümer, (3242).
[140] Ebu Davud, Sünnet 25, (4744); Tirmizî, Cennet 21, (2563); Nesâî, Eyman 3, (7, 3).
[141] Buhârî, Tefsir, Kaf 1, Eyman 12, Tevhid 7; Müslim, Cennet 37, (2848); Tirmizî, Tefsir, Kâf (3268).
[142] Kehf,18/29
[143] Buhârî, Bed'ül-Halk 10; Müslim, Mesâcid 185, (617); Tirmizî, Sıfatu Cehennem 9, (2595); İbnu Mâce, Zühd 38, (4319); Muvatta, Vükûtu's-Salât 27,
[144] Bakara,2/25
[145] Bakara,2/82
[146] Bakara,2/214
[147] Bakara,2/221
[148] Ali-İmran,3/15
[149] Ali-İmran,3/133
[150] Ali-İmran,3/136
[151] Ali-İmran,3/185
[152] Ali-İmran,3/193
[153] Nisa,4/13
[154] Nisa,4/57
[155] Nisa,4/122
[156] Nisa,4/124
[157] Maide,5/12
[158] Maide,5/72
[159] Maide,5/119
[160] Araf,7/40
[161] Araf,7/42
[162] Araf,7/44
[163] Araf,7/46
[164] Tevbe,9/21
[165] Tevbe,9/22
[166] Tevbe,9/72
[167] Tevbe,9/89
[168] Tevbe,9/100
[169] Yunus,10/9
[170] Yunus,10/10
[171] Yunus,10/26
[172] Hud,11/23
[173] Hud,11/108
[174] Rad,13/23,24
[175] Rad,13/35
[176] İbrahim,14/23
[177] Hicr,15/45
[178] Nahl,16/31
[179] Nahl,16/32
[180] Kehf,18/31
[181] Kehf,18/107,108
[182] Meryem,19/60
[183] Meryem,19/63
[184] Taha,20/76
[185] Enbiya,21/102,103
[186] Hacc,22/14
[187] Hacc,22/23).
[188] Şuara,26/90
[189] Ankebut,29/58
[190] Lokman,31/8,9
[191] Secde,32/19
[192] Fatır,35/33
[193] Yasin,36/55
[194] Sad,38/50
[195] Mümin,40/40
[196] Muhammed,47/12
[197] Muhammed,47/15
[198] Fetih,48/5
[199] Rahman,55/46-56
[200] Hadid,57/12
[201] Mücadele,58/22
[202] Teğabun,64/9
[203] Talak,65/11
[204] Tahrim,66/8
[205] Secde,32/17; Buhârî, Bed'ül-Halk 8, Tefsir Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizî, Tefsir, (3195).
[206] Tirmizî Cennet 2, (2528).
[207] Buhârî, Tefsir, Rahman 1, 2, Bedu'l-Halk 8,
Tevhid 24; Müslim, İman 180, (296); Tirmizî, Cennet 3, (2530).
[208] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Rahman 1, 2, Tevhid 24; Müslim, Cennet 23, (2838); Tirmizî, Cennet 3, (2530).
[209] Tirmizî, Cennet 4, (2531).
[210] Tirmizî, Cennet 4, (2533).
[211] Tirmizî Cennet 4, (2534).
[212] Vakıa,56, 30-31; Tirmizî, Tefsir, Vakıa,
(3289, Cennet 1, (2525).
[213] Tirmizî, Cennet 1, (2527).
[214] Buhârî, Bed'ül-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1;
Müslim Cennet 6, (2826); Tirmizî, Cennet 1, (2525).
[215] Tirmizî, Cennet 7, (2541).
[216] Buhârî, Eşribe 12; Müslim, İman 264, (164).
[217] Tirmizî, Cennet 11, (2546).
[218] Tirmizî, Cennet 24, (2567).
[219] Müslim, Cennet 13, (2833).
[220] Tirmizî, Cenet 15, (2553).
[221] Bakara,2/25
[222] Zuhruf,43/71
[223] Macdonald Melek mad. İA., Fazla bilgi için
bk. "İbni-Manzur Lisânül-Arap, XII, 386-387; Râğib el-Müfredât s. 49; M.
Hamdi Yazır Hak Dini Kur'an Dili, I, 301-303
[224] Tahrîm, 66/6
[225] Enbiya, 21/26-27
[226] Tahrim 66/6
[227] Enbiyâ, 21/19-20
[228] Fâtır 35/1
[229] Meryem, 19/17
[230] Buhârî, İman, 1; Müslim, İman, 1
[231] Enbiyâ, 21/26-27; el-Mümin, 40/7
[232] M. Said Ramazan el-Butî, Kübrâl-Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 271-278; A. A. Aydın İslâm İnançları, I, 402-403
[233] Rahman, 55/15
[234] Sâd 38/76
[235] Sahih-i Müslim 7/226 (1333 H.
[236] Bakara,2/285
[237] Müslim, İman 1; ayrıca Buharî, Ebu Davud,
Tirmizî ve Nesaî de benzerlerini rivayet etmişlerdir
[238] Nahl 16/2
[239] Fatır, 35/1
[240] Nahl, 16/2
[241] Bakara, 2/97
[242] Şuarâ, 26/192-193
[243] Nahl 16/102
[244] Nisâ, 4/163
[245] Bakara, 2/87, 253 ve en-Nisâ 4/110
[246] Bakara 2/87 ve 253
[247] Ahzab, 33/56
[248] Fussilet, 41/30-31
[249] Enfâl, 8/9-10
[250] Âl-i İmran, 3/123
[251] Âl-i İmran,3/124
[252] Ahzâb 33/9
[253] Necm, 53/26
[254] Müminun, 23/88
[255] Araf, 7/185; ayrıca bk. el-En'âm, 6/75; Yasin, 36/83
[256] Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn,
İstanbul 1984, II/1339
[257] Tehânevî, a.g.e., II/1339, 1054; Seyyid Şerif
Curcânî, et-Tarifât, s. 155
[258] Tehânevî, a.g.e., II, 1339, 1054
[259] Fârâbî, Kitabu'l-Fusüs, Haydarabad 1345, s. 6, es-Siyâsetü'l-Medeniyye, Haydarabad 1346, s. 3
[260] Enam,6/100
[261] Zariyat,51/56,57
[262] Saffât, 37/158
[263] En'âm, 6/128
[264] Cumua, 62/6
[265] En'âm, 6/130
[266] Cinn, 72/13
[267] Ahkâf, 46/29-32
[268] Cin, 72/1-3
[269] Kurtubî, el-Camî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, XIX, 2 vd.
[270] Sebe, 34/14
[271] Şuarâ, 26/212
[272] Hicr, 15/27
[273] Zariyat, 51/56
[274] Neml, 27/39
[275] Sebe, 34/12
[276] Bakara, 2/24
[277] Yasin, 36/60
[278] Fatır, 35/6
[279] Tâc, V, 233
[280] Müslim, 1, 332; Kitabu's-Salat, hadis no: 150-153; Ebû Davûd, 1,10, hadis no: 39
[281] Hicr,15/27
[282] Bakara,2/30
[283] Bakara,2/30
[284] Bakara,2/ 30
[285] Taberi Tefsiri,1,195
[286] Bakara,2/34
[287] İbnu’l Esir, el-Kamil, 1,27
[288] Araf,7/18
[289] Araf,7/13
[290] Araf,7/14
[291] Araf,7/16-17
[292] Araf,7/18
[293] Fatıri35/5- 6
[294] Yasin,36/ 60, 63
[295] Zuhruf,43/37
[296] Muvatta, Vukûtu's-Salât 26, (1. 14-15).
[297] Ebu Davud, Sünnet 18, (47819).
[298] Müslim, Münafikun 70, (2815); Nesâî,
İşretü'n-Nisâ 4,(7, 72).
[299] Muvatta, Kur'ân 44, (1, 219); Nesâî, Mevâkît 31,
[300] Ebu Dâvud, Et'ime 16, (3768).
[301] Müslim, Eşribe 103, (2018); Ebu Dâvud, Et'ime
16,
[302] Buharî, Tefsir, Sebe 1, Hicr 1; Tirmizî, Tefsir, Sebe, (3221).
[303] Araf,7/1
[304] Hacc,22/5
[305] Müminun,23/12
[306] Müminun,23/13
[307] Secde,32/7
[308] Yasin,36/77
[309] Kaf,50/16
[310] Rahman,55/3
[311]
İnsan,76/1
[312]
İnsan,76/2
[313]
Tarık,86/5,6,7
[314] Tin,95/1-4
[315] Alak,96/2
[316] Bakara,2/29
[317] Müminun,23/115
[318] Zariyat,51/56-58
[319] Rum,30/20
[320] Secde,32/7
[321] Nur,24/45
[322] Furkan,25/54
[323] Sad\23/12
[324] Saffat,37/11
[325] Hicr,15/26
[326] Rahman,55/14
[327] Sad,38/71-76. Ayrıca bkz. 7/12;15/29;32/8-9
[328] 39-Kurtubî, Tefsir, 20/45
[329]
Buhârî, Sahih, 4/102, Halk-ı Âdem, 2 Tecrid-i Sarîh Tercümesi,9/76, Hadis no:
1367
[330] Bakara,2/30-32
[331]
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'an İstanbul 1986, s. 223; Hamdi
Yazır, a.g.e., I, 300
[332] Enam,6/165
[333]
Elmalılı, a.g.e.,1/300
[334] Kitabü Mecmuatün mine't-Tefâsir içinde Hâzin, 2/3
[335] Nisâ, 4/1; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 11/304
[336] Maturidi, et-Te’vilat,1\11; İbni Kuteybe, Te!vilu Muhtefili Hadis,s,137.
[337] Nisa,4/4
[338] Buharî, Nikâh 79, Enbiya 1, Edeb 31, 85, Rikâk 23; Müslim, Radâ 65, (1468); Tirmizî, Talâk 12; Fethul Bari,xı,161. Mübarekfuri,Tuhfetu’l- Ahvezi,ıv,367.,
[339] Bakara,2/35; 7/19
[340] Taha,20/117,119
[341] Maturidi, et-Te’vilat,1\11;İbni Kuteybe, Te’vilu Muhtefili Hadis,s,139.
[342] Zemahşeri, Tefsir, 1,127; İbni Kesir,Tefsir,1,137.
[343] İbni Adil, Tefsiri, 1,35
[344] Ebu Leys, Tefsiri, 1,13
[345] İbni Kesir, Tefsiri, 1,138
[346] İbnu’l Cevzi, Tefsiri, 1,166
[347]
Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e.,1/323-324
[348] Bkz. 7/12-18;15/32-42
[349] Araf,7/20-22
[350] Araf,7/23
[351] Taha,20/122-123
[352] Bakn.2/3638; 7/24
[353] Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).]Tâc,1,Hadis no:40
[354] Bkz.2/38,39, 82
[355]
Araf,7/24-25; Ayrıca bkn. 2/36
[356]
Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, 1/233; Razı, Mefâtîhu'l-Gayb,1/455; Talat Koçyiğit, İsmail
Cerrahoğlu, Kur'an-ı Kerim Meâl ve Tefsiri, s. 95 vd.
[357]
İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'an'i'l-Azîm,1/132.
[358] Bakara,2/61
[359] Araf,7/20
[360] Hicr,15/48
[361] Bakara,2/30
[362] Râzî, Mefâtîhu'lGayb,1/ 454
[363] Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, 1, s. 455
[364] Salebi, Arais,s,21;İbni Esir, Kamil, 1,34
[365] Maide,5/27,28,29
[366] Maide,5/30
[367] Maide,5/31
[368] Taberi Tefsiri,VI,186; Taberi, Tarihi,1,189İbnu’l Arabi, Tefsiri, 2,586; Reşit Rıza, Tefsiri,VI,340
[369] Bakara,2/20
[370] Rağıb el-Isfahanî el-Müfredât, Nebi maddesi
[371] Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172
[372]
İbn Manzur, Lisanul-Arab, Nebi mad.; et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd,2, 128
[373] Müfredat, Resul mad., Lisanul-Arap, Resul maddesi
[374] Bkz. el-Butî, a.g.e., s. 173
[375] İsra,17/95
[376] Fatır,35/24
[377] Bakara,2/136
[378]
Nebî ve Resul kelimelerinin terim anlamı, aralarındaki fark ve deliller için bkz.
et-Taflâzânî, Şerhul-Makâsıd, 2/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf,3, 173-174;
İbnul-Hümam, Şerhul-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, 1/210; ed-Devvânî,
Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel
Âlem, Kahire 1950, 4/40; el-Bûtî, a.g.e., 173
[379] bkz. el-Bakara, 2/177 ve 285, en-Nisâ, 4/ 136
[380] Araf,7/158
[381]
Bûtî, a.g.e.,186-191; Ali Arslan Aydın, en-Nübüvve Fil-Kur'an ve İnde
Felasifetil-İslâm, Kahire 1958, s. 5-9 ve İslâmda İman ve Esasları 6. Baskı,
İstanbul 1990, s. 184-187
[382] Nisa,4/164
[383]
Fâtır, 35/24; Yunus,10/47; el-İsrâ, 17/15
[384] Araf,7/68
[385] bkz. 26/108, 125, 143, 162, 178
[386] Kasas,28/26
[387] Duhan,44/18
[388]
bkz. et-Taftazânî, Şerhul-Akâidi'n-Nesefıyye ve Havaşîhi, s. 460-465;
Aliyyul-Korî, Şerhul-Fıkhıl-Ekber, s. 102-104: Abdurrahman el-Cezirî
Tavdihu'l-Akaid Fi İlmi't-Tevhid s. 136-138
[389] Meryem,19/41
[390] Ahzab,33/39
[391]
Ali-İmran,3/161
[392] Taha,20/114
[393]
Kıyamet,75/16-17
[394]
İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391, 1, 209; İbn Sa'd, Tabakât, 1, 146;
Abdurrazzâk, el-Musannef,5/319; İbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, 2/, 45;
Taberî, Tarih, Mısır 1.326,2/201
[395] Hucurat,49/6
[396] Bakara,2/143
[397] Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 121-122
[398] Bakara,2/44
[399] Enam,61/2-3
[400] Bakz: el-Bakara, 2/35-37; el-A 'râf. 7/20, 21, 23
[401] Hud, 11/45-47
[402] Enbiyâ, 21/57, 62, 63
[403] Hud, 11/77-79
[404] Kasas, 28/15
[405] Enbiyâ, 21 /87-88
[406] Sâd, 38/21-25
[407] Abese, 80/1-12
[408] Nahl,16/36
[409]
Fatır,35/24
[410] Mümin,40/78
[411] Mümin,40/78
[412] Bakara,2/213
[413] Bakara,2/253
[414] Ali-İmran.3/80
[415] Bakn. 33/7
[416] Sebe,34/10
[417] Yusuf,12/84
[418] Enam,6/38
[419] İbrahim,14/1
[420] Mümin,40/ 54
[421] New Scientist, 26 Eylül 1987
[422]
New Scientist, 12 Mayıs 1988, sf. 52
[423] Fatır,35/41
[424] Hacc,22/66
[425] Talak,65/12
[426] Nahl,16/12
[427] Zariyat,51/47
[428] Mülk,67/3-4
[429] Enbiya,21/33
[430] Bilim ve Teknik, Temmuz 1983
[431] Yasin,36/38
[432] Talak,65/12
[433] Neml,27/88
[434] Zümer,39/5
[435] Lokman,31/10
[436] Nebe,78/6-7).
[437] Yasin,36/36
[438] Rahman,55/19-20
[439] Hadid,57\25
[440] Mearic,70/4
[441] Secde,32/5
[442] Neml,27/86
[443] Vakıa,56/75-76
[444] Yasin,36/39-40
[445] Enbiya,21/32
[446] Rum,30/48
[447] Vakıa,56/68-70
[448] Nahl,16/10
[449] Furkan,25/48
[450] Hürriyet, 19 Ekim 1993
[451] Neml,27/14
[452]
İnsan,76\1-2
[453] Secde,32\8
[454] Alak,96/1-3
[455] Kıyamet,75/36-39
[456] Mürselat,77/20-21
[457] Zümer,39/6
[458] Vakıa, 56/57-59
[459] Fatır,35/11
[460]
Kıyamet,75/36-40
[461]
Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460; Diğer tarif için
bkz. el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 3,177; el-Cezirî, Tavdîhu'l-Akâid, 140
[462] Celâl ed-Devânî, Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, 2, 277
[463]
Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 3, 177-179
[464]
Fazla bilgi için bkz. Şerhu'l-Akâidil-Nesefiyye, 460, el-Cürcânî,
Şerhu'l-Mevâkıf, 3, 181, 182
[465]
Ali Arslan Aydın, İslâm'da İman ve Esasları, İstanbul 1990, 200, 201
[466] Buharî, Fezâilûl-Kur îın, 1; Müslim, İman, 239.
[467] İsra,17/1
[468] Kamer,54/1
[469] Bakara,2/23-24
[470] İsra,17/88
[471] Tur,52/33-34
[472]
Fazla bilgi için bkz. Şerhu'l-Mevâkıf 3, 177-181, Şerhu'l-Makâsıd, 2, 130-135,
İslâm'da İman ve Esasları 204-220
[473] Kehf,18/64
[474] Kasas,28/11
[475] Alu-İmran,3/62
[476] Taha,20/99
[477] Kehf,18/13
[478] Kalem, 68/15
[479] Ali-İmran,3/138
[480] Nahl,16/125
[481] Hud,11/120
[482] Nisa,4/2
[483]
Tirmizî, Tefsir, 3; Bu hadisi Tirmizî sahih bir senetle rivayet
etmiştir.
[484] Bkz..Maide,5/27
[485] Alu-İmran,3/33
[486] Taha,20/122
[487] Bakz.7/144;2/130; 22/75; 38/47; 16/121; 3/79; 12/6; 6/87; 42/13; 68/50
[488] Ahmed b. Hanbel, 5, 265
[489] Tirmizî,2/202
[490]
Teftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 62; Devvânî, Celâl, s. 71; Aliyyü'lKârî,
Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 101
[491]
Abdurrahman Hubneke'l-Meydânî, el-Akidetü'lİslamiyye ve Usûluhâ, 2/260
[492] Bakara,2/213
[493] Tur,52/32
[494] İbnu'l-Esir, el-Kâmil, 1, 62, 63
[495]
Buhârı, Enbiyâ, 5
[496] Meryem,19/56-57
[497] Enbiya, 21 /85,86
[498] Abdu'l-Fettah Tabbar Me'al-Enbiyâ, I, 842
[499] İmam-ı Şehristânî- El Milel ve’n Nihal- Kahire: 1392, C: 1, Sh: 110; ayrıca İbn Ebî Usaybia- Uyûnü’l Enbâ- Beyrut: 1978, C: 1, Sh: 29.
[500]
İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y.,1,42
[501] Buhârî, Libâs, 89, 97
[502] Nuh,71/23
[503] Nuh,71/1
[504] Araf,7/59
[505] Nuh,71/2,4
[506] Araf,7/61,63
[507] Hud,11/27
[508] Müminun,23/24
[509] Hud,11/27
[510] Müminun,23/25
[511] Kamer,54/9
[512]
Şuara,26/ 14,15
[513] Hud,11 /38
[514] Şuara, 26/106,110,135
[515]
Şuara, 26/136
[516]
Şuara,26/116
[517] Hud,11/40
[518] Hud,11/32
[519] Hud,11/33-34
[520]
Şuara,26/117,118
[521] Müminun,23/26
[522] Kamer,54/10
[523] Hud,11/36,37
[524] Hud,11/36,39
[525] Taberî, Tarihul-Rasul vel-Mulûk, Beyrut 1967, 1, 180
[526] a.g.e., 1,183
[527] Taberî, a.g.e., I, 182
[528] Kamer, 54/13
[529] Nuh,71/5,11, 21,24, 26,27
[530] Taberî, a.g.e., 1,182
[531] Hud,11/40
[532] Taberî, a.g.e., 1, 187-189
[533] Hud,11/42,43
[534] Hud,11/45,46
[535] Kamer,54/11,12
[536] Hud,11 /44
[537] Taberî, a.g.e., I,190
[538] Taberî, a.g.e.,1,185
[539] Hud,11/48
[540] a.g.e., 189
[541]
M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 154).
[542] Kamer,54/ 15
[543] Saffat,37/77
[544] Taberî, a.g.e.,1, 192
[545]
İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979,1,78
[546] Ankebut,29/14
[547] Sabûnî, a.g.e., 154
[548] Saffat,37/81,82
[549] Saffat,37/83
[550] Ahkaf,46/35
[551] Buhar-i, Enbiya,12
[552] Ankebut,29/14
[553] Müminun,23/23,24,25,26
[554] Müminun,23/27
[555] Tekvin, 6:5-8
[556] Hud,11\50
[557] Hud,11\ 61
[558] Hud,11/25,26
[559] Araf,7/64
[560] Araf,7/72
[561] Kasas,28/59
[562] Hud,11\ 40
[563] Kamer,54/11,12
[564] Hakka,69/11
[565] Hicr,15\ 9
[566] Tekvin, 6/13-22
[567] Tekvin, 8/1-19
[568] Tekvin, 7/1-24
[569] Tekvin, 9/11
[570] Matta, 24/37-39
[571] 2. Petrus, 2/5
[572] Luka, 17/26-27
[573] 2. Petrus 3/5-6
[574] Harun Yahya
[575] Abdulvahhab en-Neccâr, Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut, ty., s. 49
[576] İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut 1982,1,149
[577] Hâkim, el-Müstedrek,1/563
[578] Şuara,26/133,134
[579] Şuara,26/129
[580] Ahmed b. Hanbel,1/232
[581] Araf,7/60
[582] Araf,7/66
[583] Araf,7/70
[584] Ahkaf,46/22
[585] Fussilet,41/15
[586] Müminun,23/37
[587] Müminun,23/33-34
[588] Araf,7/65, 67, 71, 72
[589] Hud,ll/50,51,52
[590] Hakka,69/ 6,8
[591] Hud,11/50-60
[592]
Şuara,26/123-140
[593] Fecr,89/6,8
[594]
Şuara,26/128,129
[595] Fecr,89/7
[596] Şuara,26/131,135
[597] Kamer,54/18,19,20
[598] Hakka,69/6,7
[599] Ahkaf,46/24
[600] Ahkaf,46/21
[601] Fussilet,41/15
[602] Araf,7/73
[603] Hud,11/64
[604]
İsra,17/59
[605] Şuara,26/155,156
[606] Neml,27/50
[607] Araf,7/78
[608] Buhar-i, Enbiya,23
[609] Kamer,54/23,24,25,26
[610] Aaf,7/74
[611] Araf,7/73,74
[612] Araf,7/73,74
[613] Enam,6/75-99
[614] Bakara,2/258
[615] Bakara,2/259
[616] Bakara,2/260
[617] Ankebut,29/24
[618] Enbiya,21/69
[619] Saffat,37/99
[620] Buharî, Enbiya 9, Büyû 100, Hibe 36, Nikah 12, İkrah 6; Müslim, Fezail 154, (2371).] Ebu Davud, Talak 16, (2212); Tirmizî, Tefsir, Enbiya, (3165).
[621] Saffat,37/99-112
[622] Şuara,26/161,163
[623] Aaraf,7/80,81. En-Neml:55
[624]
Şuara,26/164
[625] Şuara,26/167
[626] Ankebut,29/29).
[627]
Şuara,26/168).
[628] Şuara,26/169
[629] Hud,11/77
[630] Hicr,15\67 Hud,11\78
[631] Maide,5/68,69
[632] Hicr,15/70
[633] Hicr,15/71. Hud,/78
[634] Hud,11/79
[635] Hud,11/80
[636] Kamer,54\37
[637] Hicr,15/64,65.11/81
[638] Bakn:El-Araf:83 Eş-Şuara:170
En-Neml:57 Es-Saffat:134
[639] Kamer,54/33-36
[640] Şuara,26/160-168
[641] Araf,7/80-82
[642] Ankebut,29/28-29
[643] Ankebut,29/30
[644]
Şuara,26/169
[645] Zariyat,51/31-34
[646] Hicr,15/59-60
[647] Hud,11/77
[648] Hicr,15/62-66
[649] Hicr,15/68-70
[650] Hud,11/80
[651] Hud,11/81
[652] Kamer,54/37,38
[653] Hicr,15/73-76
[654] Hud,11/82,83
[655]
Şuara,26/172,175
[656] Araf,7/83,84
[657] Hud,11/82
[658] Şuara,26/173
[659] Fatır,35/42,43
[660] Yasin,36/29
[661] Kamer,54/31
[662] Harun Yahya
[663] Bakara, 2/136; Âli- İmran, 3/84; en-Nisa,
4/163
[664] Bakara, 2/133
[665] Bakara, 2/125 ve 127
[666] Buhâri, Enbiyâ, 12
[667] Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ven-Nihâye, 1, 192
[668] İbrahim,14/37
[669] Buhârî, Enbiyâ, 9
[670] Buhârî, Enbiyâ, 9
[671] Saffat,37/102
[672] Saffat, 37/107
[673] bkz: Ali el-Muttekî el-Hindî, Kenzu'l Ummâl, 11, 490
[674] Taberî, Tarih, I, 138,139
[675] Bakara, 2/127; el-Hacc, 22/26-27
[676] Meryem,19/55-56
[677] Ali el-Muttekî el-Hindi, Kenzu'l-Ummâl, 11, 490
[678] bk. Hâkim, Müstedrek, 11, 556
[679] Hud,11 /73
[680] Hâkim, Müstedrek, 11, 557
[681] Hâkim, Müstedrek, l l, 557
[682] Sad,38/45-47
[683] Saffat,37/112, 113
[684] İbnu'l-Esîr el-Kâmil fi't- Tarih, 1, 127
[685]
Taberî, Tarih, Mısır 1326, I,162 vd.
[686] Hûd, 11/71
[687]
İbn Kuteybe, Kilabu'l-Meârif, Beyrut 1970,19; İbn Haldun, Tarih, Beyrut, 1971,
1, 39
[688] Meryem,19/49, 50.
[689] Nisâ, 4/163
[690] Sad,38/45, 46
[691] Enam,6/84
[692] Yusuf,12/4, 5, 6
[693] Yusuf,12/83-100
[694] Salebî, el-Arais, Mısır 1951,140 vd.
[695] Bakara,2/133
[696] Yusuf,12/4-6
[697] Tevbe,9/50
[698] Yusuf,12/8-9
[699] Yusuf,12/10
[700] Fetih,48/27
[701] Yusuf,12/ 11-12
[702] Yusuf,12/13-14
[703] Yusuf,12/16-17
[704] Yusuf,12/1-2
[705] Bakara,2/8-10
[706] Vakıa,49/6
[707] Yusuf,12/18
[708] Yusuf,12/18
[709] Yusuf,12/15
[710] Nisa,4/141
[711] İnşirah,94/5
[712] Yusuf,12/19
[713] Yusuf,12/20
[714] Yusuf,12/ 21
[715] Bakara,2/269
[716] Yusuf,12/22
[717] Yusuf,12/23-24
[718] Yusuf,12/25
[719] Yusuf,12/26-27
[720] Yusuf,12/28-29
[721] Yusuf,12/30
[722] Yusuf,12/31
[723] Yusuf,12/32
[724] Yusuf,12/33-34
[725] Yusuf,12/35
[726] Enfal,8/30
[727] Rad,13/42
[728] İbrahim,14/46-47
[729] Yusuf,12/36
[730] Fetif\ 48/29
[731] Yusuf,12/37-40
[732] Yusuf,12/41-42
[733] Yusuf,12/43-45
[734] Yusuf,12/46
[735] Yusuf,12/47-49
[736] Yusuf,12/50
[737] Yusuf,12/51
[738] Yusuf,12/52-53
[739] Yusuf,12/54-57
[740] Bakara,2/249
[741] Tin,95/5-6
[742] Yusuf,12/ 58-60
[743] Yusuf,12/61
[744] Yusuf,12/62
[745] Yusuf,12/63
[746] Yusuf,12/64
[747] Yusuf,12/65
[748] Yusuf,12/66
[749] Yusuf,12/67
[750] Yusuf,12/68
[751] Yusuf,12/69
[752] Yusuf,12/70-76
[753] Yusuf,12/77
[754] Yusuf,12/77
[755] Yusuf,12/78-80
[756] Yusuf,12/10
[757] Yusuf,12/81-83
[758] Yusuf,12/84-86
[759] Yusuf,12/87
[760] Yusuf,12/88
[761] Yusuf,12/89-91
[762] Kasas,28/68
[763] Yusuf,12/92
[764] Yusuf,7/199
[765] Yusuf,12/93-95
[766] Yusuf,12/ 96
[767] Yusuf,12/97-98
[768] Yusuf,12/99
[769] Yusuf,12/100
[770] Yusuf,12/100
[771] Yusuf,12/101
[772] Yusuf,12/102
[773] Yusuf,12/4
[774] Yusuf,12/6
[775] Yusuf,12/5
[776] Yusuf,12/7-10
[777] Yusuf,12/15
[778] Yusuf,12/17-18
[779] Yusuf,12\ 21-22
[780] Yusuf,12/23
[781] Yusuf,12/25
[782] Yusuf,12/26
[783] Yusuf,12/26-27
[784] Yusuf,12/28-29
[785] Yusuf,12/32
[786] Yusuf,12/35
[787] Yusuf,12/33-34
[788] Yusuf,12/54-57
[789] Maide5/56
[790] Haşr,59/21
[791] Yusuf, 12/3
[792] Yusuf,12/21
[793] Nur, 24/26
[794] Sad,38/41
[795] Enbiya,21/83
[796] Sad,38/42
[797] Enbiya,21/84. Sad/43
[798] Zirikl, Kâmûsû'l-A'Iâm, 6, 4244; Yakut el-Hamev, Mu'cemü'l-Büldan, Beyrut 1956, 5, 77
[799]
Taber, Tarih, Mısır 1326,I, 167; es-Sa'leb, el-Arâis, Mısır 1951, s. 164; M.
Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, 1, 327
[800] bn Asakir, Tarih, Beyrut 1979, 6, 322
[801]
Zemahserî, el-Kesşâf, Kahire 1977, 2, 118
[802]
İbnü'lEsir, el-Kâmil, Beyrut 1965, 177
[803] Araf,7/85,86,87
[804] Hud,11/91
[805] Hud,11/92-93
[806] Araf,7/91-92
[807] Araf,7/93
[808] Hicr,15/78
[809] Şuara,26/176,177,178,179,180,181,182,183,184
[810] Şuara,26/185, 186
[811] Şuara,26/187
[812] Şuara,26/188
[813] Şuara,26/189, 190
[814]
Beydav, Envaru't-Tenzl, Mısır 1955, 2, 84
[815]
Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; İbn Kuteybe, Kitabü'l-Maârif, Beyrut 1970,
s. 19: İbn Asakir, Tarih, Beyrut, 1979, 6, 322
[816] Kasas,28/7
[817] Taha,20\ 39
[818] Kasas,28/8-9-10-11
[819] Kasas,28/15
[820] Kasas,28/16
[821] Kasas, 28/19
[822] Kasas,28/21
[823] Kasas,28/23
[824] Kasas,28/25
[825] Kasas,28/23
[826] Kasas,28/26
[827] Kasas,28/27
[828] Kasa,28/29
[829] Kasas,28/29
[830] Kasas,28/30
[831] Kasas, 28/31
[832] Taha,20/14,15,16
[833] Şuara,26/18,19
[834] Şuara,26/20,21
[835]
Şuara,26/23
[836] Şuara,26/24
[837] Şuara,26/28
[838] Şuara,26/29
[839]
Şuara,26/30
[840] Şuara,26/32
[841] Şuara,26/33
[842] Araf,7/132,133
[843] Araf,7/134.135
[844] Araf,20/77-43/50
[845] Şuara,26/53,60
[846] Şuara,26/63,64
[847] Şuara,26/65,66
[848] Yunus,10/90,91,92
[849] Buhar-i,Enbiya,43
[850] Kehf,18/60-82
[851] Buhar-i,Enbiya,23
[852] Kasas,28/76-81
[853] Kasa,28/82
[854] Ankebut,29/39
[855] Hâkim, el-Müstedrek, 2, 577
[856] Taha,20/24
[857] Şuara,26/ 12
[858] Şuara,26/l3
[859] Şuara,26/14
[860] Taha,20/29-35
[861] Taha,20/36
[862] Şuara,26/16-17
[863] Taha,20/45, 48
[864] Naziat,79/24
[865] Taha,20/77
[866] Bakara, 2/57
[867] Bakara,2/61
[868] Taha,20/90
[869] Taha,20/91
[870] Taha,20/92-93
[871] Taberî, Tarih, 1, 223
[872] Yâkubî, Tarih, 1, 41
[873] İbn Haldun, Tarih,2/40
[874] Taberî, Tarih, 1/185.
[875] İbn Esir, Kâmil, 1/155.
[876] A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, 110.
[877] A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, III.
[878] Tekvîn, XI/27-28; Tesniye, XXVI/5-6.
[879] The Universal Jevish Encyc, V/613.
[880] Çıkış Hurûc, III/16.
[881] G. Tûmer-A.Küçük, Dinler Tarihi, 110-111; Dinler Tarihi Ansiklopedisi, II 361 vd.
[882] Bakara,2/246
[883] Bakara,2/247
[884] Bakara,2/248
[885] Bakara,2/249
[886] Bakara,2/250
[887] Bakara,2/251
[888] Enbiya, 21/79-80
[889] Sebe,34/10-11
[890] Sad,38/19-20
[891] Sad,38/22
[892] Sad,38/26
[893] Müslim, Siyam, 183; Nesâî, Siyam, 69
[894] Buhar-i,Enbiya,43
[895] Buhar-i,Enbiya,46
[896] Tevrat, 1. Krallar, 10, 22
[897]
A. Refik, Tarih-i Umumi, İstanbul 1328, I, 266
[898] Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stuttgart 1962, s. 482
[899] I. bab, 7. cümle
[900] Ana Brit. 20,169
[901] J. Walker, 11,174
[902] Bakara, 2/102
[903] Nisa, 4/163
[904] En'am, 6/84
[905] Enbiya, 21/78, 79
[906] Neml, 27/15
[907] Neml, 27/16
[908] Neml, 27/17
[909] Neml, 27/44
[910] Sebe', 34/12
[911] Sa'd, 38/30
[912] Sa'd, 38/34-35
[913] Neml, 27/17
[914] Yahudi Ansk. 11, 439 vd.
[915] Neml, 27/20-44
[916] II. Tarihler, 9,1-12
[917] Matta, 12, 42; Luka, 11, 31
[918]
Mevdudi, Tefhim, (Türk. çev.) İstanbul 1987, 4,103
[919] Sad,38/35
[920] Enbiya,21/79
[921] Sad,38\26
[922] Enbiya,21/78
[923] Yunus,10/47
[924] Neml,27/20-21
[925] Neml,27/16
[926] Neml,27/18
[927] Neml,27/19
[928] Enbiya,21/81
[929] Sebe,34/12
[930] Sebe,34/12
[931] Sebe,34\13
[932] Sebe,34/12
[933] Sad,38/36-37
[934] Enbiya,21/82
[935] Sebe,34/13
[936] Enbiya,21\ 79
[937] Bakara,2\ 32
[938] Neml,27/17
[939] Araf,7/27
[940] Sad,38/36-38
[941] Nahl,16/20-21
[942] Nahl,16/37
[943] Sad,38/30
[944] Sad,38/34-35
[945] Neml,27/40
[946] Sebe,34/13
[947] Neml,27/19
[948] Sad,38/40
[949] Neml,34\15
[950] Sad,38/31-32
[951] Araf,7/32
[952] Sad,38/33
[953] Meryem,19/12-13
[954] Nahl,16\ 6
[955] Sad,38/32
[956] Adiyat,100/6-8
[957] Sad,38/35
[958] Neml,27/15-16
[959] Sad,38/34
[960] Bakara,2/102
[961] Bakara,2/102
[962] Felak,113/1-4
[963] Ramuz el-Ehadis, 1/1540
[964] Neml,27/22
[965] Neml,27/23
[966] Neml,27/24
[967] Hicr,15/39-40
[968] Neml,27/25-26
[969] Neml,27/27
[970] Neml,27/28
[971] Neml,27/29
[972] Neml,27/30.
[973] Neml,27/31
[974] Neml,27/32
[975] Neml,27/33
[976] Neml,27/34
[977] Neml,27/35
[978] Neml,27/36
[979] Neml,27/37
[980] Neml,27/38
[981] Neml,27/39
[982] Neml,27/40
[983] Neml,27/41
[984] Neml,27/42-43
[985] Neml,27/44
[986] Sebe,34/14
[987] Neml,27/22-24
[988] Neml,27/27-28
[989] Neml,27/20
[990] Sad,38/31-33
[991] Sebe,34/14
[992] Sad,38/34
[993] Kehf,18/84
[994]
Hz. Zülkarneyn hakkında detaylı bilgi için bkz. Kehf Suresi'nden Ahir Zamana
İşaretler, Harun Yahya, 2001, Kültür Yayıncılık
[995] Kehf,18\ 54
[996] Kehf,18/94
[997] Neml,27/37
[998] Neml,27/86-87
[999] Neml,27/36
[1000] Kehf,18/95
[1001] Kehf,18/97-98
[1002] Kehs,18/ 96
[1003] Neml,27/12
[1004] İbrahim,14/50
[1005] Araf,7/111
[1006] Müminun,23/46
[1007] Yunus,10/83
[1008] Kasas,28/4
[1009] Şuara,26/53
[1010] Araf,7/111
[1011] Neml,27/44
[1012] Neml,27/33
[1013] Sebe,34/15
[1014] Sebe,34/16-17
[1015] Hud,11/100-101
[1016]
Detaylı bilgi için Bkz. Kavimlerin Helakı, 6. Baskı, Harun Yahya, 2001, Vural
Yayıncılık.
[1017] Enbiya,21/85
[1018] Saffat,37/123
[1019] Buhârî, Enbiyâ, 4
[1020] Buhâri, Enbiyâ, 5
[1021] Saffat,37/124-126
[1022] İbn Kesîr, Tefsiru'l Kur'ani'l Azîm, 7, 31
[1023] Enam,6/85
[1024] Saffet,37/123
[1025] Saffet,37/124
[1026] Saffet,37/125
[1027] Saffet,37/126
[1028] Saffet,37/127
[1029] Saffet,37/128
[1030] Saffet,37/129
[1031] Saffet,37/130
[1032] Saffet,37/131
[1033] Saffet,37/132
[1034] Enam,6/86
[1035] Sad, 38/48
[1036] Ahd-i-Atık, I. Kırallar, 21, 16, 17, 19
[1037] Enbiya,21/85, 86
[1038]
Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, 11, 327 vd.; el-Alusî,
Ruhu'l-Meânî, Beyrut t.y., 17, 82; el-Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'ân, İstanbul 1991,
3, 327
[1039] Sad, 38/45, 46, 47, 48
[1040] Taberî, Tarih, Mısır 1326, 1, 167
[1041] İbn Kesir, Tefsir, IV, 586; Salebi, 261
[1042] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 370-372.
[1043]
İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, 1, 55
[1044]
126-ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhî, trc:
Kamil Miras, Ankara, 1971, 9, 152
[1045] Nisâ, 4/163
[1046] Saffat, 37/147
[1047] Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, t.y., 5, 126;
et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, 2, 42
[1048]
İbn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, 1, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih
Tercümesi, 9, 152
[1049] Enbiya,21/87
[1050] Kalem,68/48
[1051] Ahkâf, 46/35
[1052] Saffat,37/141
[1053] Saffat, 37/142
[1054] Enbiya,21/87
[1055] Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, 3, 465 vd
[1056] Enbiya,21/88
[1057] Saffat,37/143, 144
[1058] Saffat,37/145, 146
[1059] Kalem,68/48, 49, 50
[1060] Saffat,37/148
[1061] Yunus,10/98
[1062] Enam,6/86
[1063] Buhârî, Tefsiru süre 6, 4
[1064] Meryem, 16/6
[1065]
Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire 1967, 11, 82; er-Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır
1937, 5, 769
[1066] Sa'l-ebî, el-Arais, 1951, 372
[1067]
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Mısır, 1954, 2, 405
[1068] Kurtubî, Ahkâmu'/-Kur'ân, 4, 69 vd.
[1069] Meryem,19/4,5,6
[1070] Ali-İmran,3/38
[1071] Enbiya,21/89
[1072] Meryem,19/7.
[1073] Ali-İmran,3/39
[1074] Meryem,19/8
[1075] Meryem,19/9
[1076] Enbiya,21/90
[1077] Meryem,19/10
[1078] Ali-İmran,3/41
[1079] Meryem,19/11
[1080] Enam,6/85
[1081]
Taberî, et-Tarih, Mısır 1326, 2, 16; Ahmet Cevdet Paşa, Kısus-r Enbiyâ,
İstanbul 1966, 1, 41
[1082] Meryem,19/7
[1083]
Sa'lebî, el-Arais, Mısır 1951, 375 vd.
[1084] Meryem,19/12, 13, 14, 15
[1085]
Muhammed Ali es-Sabûnî, Safvetu't-Tefâsîr, İstanbul 1987, II, 213
[1086] Tirmizî, es-Sünen, el-Emsâl, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4, 202
[1087]
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, 1, 421
[1088]
Ali-İmran,3/35
[1089] Bkz:Al-i İmran,3\ 44
[1090]
Ali-İmran,3/37
[1091] Meryem,19\ 17
[1092] Meryem,19/18
[1093] Meryem,19\19
[1094] Meryem,19/19
[1095] Al-i İmran,3\ 46
[1096] Meryem,19/20/3/47
[1097] Meryem,19/21/3/47
[1098] Meryem,19\22
[1099] Meryem,19/23
[1100] İbnül-Esir, el Kamil fi Tarih, I, 312.
[1101] Ibn Kesir, Kasasu'İ-enbiyâ, II, 684.
[1102] Mü'minun , 23/50.
[1103] Mâide, 5/46-47
[1104] Zuhruf, 43/63-64.
[1105] Geniş bilgi için bkz. Mehmet Aydın, Hıristiyan. Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara 1995, s.7-13.
[1106] Ö. A. Ömer, II, 339; M. Ebu Zehre, Konferanslar, 41.
[1107] Tevbe, 9/34.
[1108] Nisa, 4/160-161.
[1109] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 587-591
[1110] Matta, IV/23-25.
[1111] Havari kelimesinin menşei hakkında bkz. Kurtubî, Tefsir, IV, 97-98; Şevkânî, Tefsir, I, 345; Alûsİ, Tefsir, III, 176-178; M. Esed, Kur'ân Mesajı, 99
[1112] Bu şahitlik hakkında şöyle denilmektedir: "İşte böylece, sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasül'ün de size şahit olması için, sizi orta yolu tutan mu'tediî bir ümmet kıldık." (Bakara sûresi, 2/143.)
[1113] ÂI-i Imrân , 3/ 52-53
[1114] Saf, 61/14.
[1115] Âl-i İmrân, 3/49-51.
[1116] Önceki müfessirlere göre, Hz. İsa (a.s.j'a bu türden mucizeler verilmesinin sebebi, onun zamanında tıp ilminin yaygın ve İleri bir seviyede olmasıdır (bkz. İbn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, II, 696) Ancak Renan'ın, Hz. İsa (a.s.)'m yaşadığı çevrede tıbbın yaygın olmadığı hususunu gündeme getirmesinden sonra, bu mucizelerin, yahudilerin ruhu inkâr etmeleriyle alâkalı olduğu fikri ortaya atılmış ve giderek kuvvet bulmuştur (bkz. Muhammed Ebu Zehra, Konferanslar, 39-40; ö. Ahmed Ömer, II, 342-343}.
[1117] Mâide, 5/110.
[1118] Başka bir rivayete göre İse, havariler, Hz. Isa (a.s)'ın emriyle 30 gün oruç tutmuşlardı. Bunun ardından Hz. İsa (a.s)'dan gökyüzünden kendilerine bir sofra indirmesini istediler. Sofranın indirilmesini, oruçlarının Allah tarafından kabul edildiğine işaret sayacaklar ve ondaki yemekleri yiyeceklerdi. Ve aynı zamanda bu gün onlar için bir bayram olacak, zengin fakir yiyip İçecekti (îbn Kesir, Kasasu'l-enbİyâ, II, 700).
[1119] Mâide, 5/112-113.
[1120] İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1401, II, 120; Kasasul-Enbiyâ, II, 702; Seyyid Kutub, Tefsir, IV, 497; Şevkâni, Tefsir, II, 93.
[1121] Saf, 61/6.
[1122] Tevrat ve İnciller'deki Rasülullah (a.s)le ilgili rivayetler hakkında bkz. Abdülahad Davud, Tevrat ve İncil'e Göre Hz. Muhammed (trc. Nusret Çam ), İzmir 1990; Elmalılı, VIII, 12-17
[1123] Müslim, Fezâil, 40.
[1124] Yahudilerin peygamberleri tarafından lanetlenmesi hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"İsrailoğullan'ndan inkar edenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın dilinden lanetlendiler. Bu, onların isyan etmeleri ve ağın gitmelerindendi. Onlar, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini menetmiyorlardı. Yaptıkları şey ne kötü idi." (Mâide, 5/78-79)
[1125] Âl-i Imrân, 3/54-58
[1126] Şevkanî, Tefsir, I, 344
[1127] En'am, 6/60
[1128] Zümer, 39/42
[1129] İbn Kesir, Tefsir, I, 365-367, Kasasu'l-enbiyâ, II, 711; ayrıca bkz. Zemahşerî, Tefsir, I, 432-433; Salebi, 400
[1130] Meryem, 19/57.
[1131] Bu görüşler hakkında bkz. Elmalı, a.g.e, II, 372-375
[1132] Bu husustaki bâzı kanâatler için bkz. Kâsımî, Tefsir, V, 1695-1696.
[1133] İbnül-Esir, a.g.e, 1,307; Salebi, 403; İbn Kesir, Kasasu'l-enbîyû, II, 717
[1134] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 607
[1135] Zuhruf, 43/60- 65.
[1136] Bu görüşte olanlar, Kur'ân-ı Kerim'in Kıyamet alâmetleri hakkında bilgi vermesini ve Kıyâmet'in yaklaştığını gösteren delillerden bahsetmesini gerekçe göstermişlerdir. Zamanımız müfessirlerinden Derveze bu görüşü tercih etmiştir (İ.Derveze, Tefsir, III, 383-384).
[1137] Zemahşeri, Tefsir, III, 494; İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1401, IV, 131-132; Ibnül-Cevzi, Tefsir, VII, 325; Nesefi, Tefsir, IV, 118; Şevkâni, Tefsir, IV, 562-564
[1138] Nisa,4/159
[1139] Bu konuda bkz. Derveze , Tefsir, VI, 24 vd.; Ö. Ahmed Ömer, I, 357-358
[1140] İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1401, I, 578; Kasasu'l-Enbİyâ, II, 712; aynı görüş için bkz. Şevkanî, Tefsir, I, 535; Kâsımî, Tefsir, V, 1711; İbn Teymİye. Dekâiku't-tefsir, II, 95; Seyyid Kutub, Fî zilal, IV, 39
[1141] Elmalılı, âyette "ölümü zamanında" değil de "ölümünden önce" tabirinin kullanılmasından hareketle, âyetten şu anlamı çıkarmıştır: "Ölümlerinden Önce yahudiler Hz. İsa (a.s)'ı yalanlamaktan, hıristiyanlar tanrılık isnadından tevbe ederek her halde Hz. İsa (a.s)'a İman etmek zorundadırlar, yani ona iman ile borçludurlar. Ölüm gelmeden, tevbe kapısı kapanmadan, zorunlu hale düşmeden önce tevbe edip imana gelmelidirler. Yoksa o zaman imanın da faydası olmayacak, Hz. İsa {a.s) kıyamet gününde aleyhlerinde şahit olacak, Yahudiler için "Ey Rabbim, bunlar beni yalanladılar" diye; hıristiyanlar aleyhinde de "Ey Rabbim, bunlar bana ilâh ve Allah'ın oğlu dediler." diye küfürlerine şahitlik edecektir." [Hak Dini Kur'ân Dili, III, 121).Bu konuda bkz. Şeyhzâde, Haşiye, U, 182; Mevdüdî, Tefhim, I, 432; R. Rızâ, Menâr, VI, 21-22.
[1142] Buhâri, Enbiyâ, 49; Müslim, İman, 242-246.
[1143] Buharı, Büyü', 102, Enbiyâ, 49; Müslim, İman, 242
[1144] Buhâri, Mezâlim, 31
[1145] Müslim, Pİten, 116
[1146] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme. ve Şerhi, XI, 7049
[1147] Hristiyanların teslis/üçlü ilâh anlayışına sapmalarının tarihçesi ve bu görüşün ilk olarak M. 325 tarihinde İznik'te toplanan ilk konsilde resmileştirilmesi ve bunu kabul etmeyenlerin aforoz edilerek Hıristiyanlık dışı sayılmaları ve sayıları gittikçe artan Hıristiyan mezheplerinin Hz. İsa (a.s) hakkındaki görüşleri için bkz. Elmahlı, a.g.e,III, 190-204; 310-316
[1148] I.Yuhanna,II/2-2.
[1149] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 614-616.
[1150] Peygamberimiz (a.s)’ın hayatını “PEYGAMBERİMİZİN RUH
HARİTASI” isimli esrimizde geniş olarak
anlatılacaktır. Burada sadece Efendimiz (a.s)’ın mü’cizelerini ele alacağız.
[1151]
Buharî, Menâkıb 25, Humus 8, Eyman 3; Müslim, Fiten 77.
[1152]
Buharî, Menakıb 25.
[1153] Müslim, Fezailu's-Sahabe 226.
[1154] Müslim, Fiten 19, (2889); Tirmizî, Fiten 14,
(2177); Ebu Davud, Fiten 1.
[1155] Buharî, Menakıb 25, Nikah 62, Mülim, Libas
39, Ebu Davud, Libas 45, (4145); Tirmizî, Edeb 26, (2775); Nesâî, Nikah 83.
[1156] Ebu Davud, Melahim 1.
[1157] Buharî, Kader 4; Müslim, Fiten 23, (2891);
Ebu Davud, Fiten 1.
[1158] Müslim, Fiten 24.
[1159] Müslim, Fiten 25.
[1160] Buharî, Cizye 7.
[1161] Buharî, Zekat 11; Nesaî, Zekat 59.
[1162] Müslim, Fezailü's-Sahabe 101.
[1163] Ebu Davud, Mehdi 1.
[1164] Rezin tahric etmiştir. Hadis, Ahmed İbnu
Hanbel'in Müsned'inde mevcuttur (5, 293).
[1165] Tirmizî, Menakıb 8.
[1166] Müslim, Fezail 2, (2277); Tirmizî, Menakıb 7.
[1167] Tirmizî, Menakıb 9.
[1168] Buharî, Menakıbu'l-Ensar 32; Müslim, Salat
153.
[1169] Tirmizî, Menakıb 9.
[1170] Buharî, Vüdu 32, Menakıb 25; Müslim Fezail 5,
(2279); Muvatta, Taharet 32, (1, 32); Nesâî,
Taharet 61, (1, 60); Tirmizî, Menakıb 12.
[1171] Buharî, Menakıb 25, Megazî 35, Tefsir Feth 5,
Eşribe 31; Müslim, İmaret 67.
[1172] Buharî, Enbiya 25, Megazî, 35.
[1173] Buharî, Menakıb 25; Tirmizî, Menakıb 14,
(3637); Nesâî, Taharet 61.
[1174] Müslim İman 44.
[1175] Buharî, Megazî 29, Cihad 188; Müslim, Eşribe
141.
[1176] Tirmizî, Menakıb (3838).
[1177] Buharî, Vudu 69, Salat 109, Cihad 98, Cizye
21, Menakıbu'l-Ensar 29, Megazî 7; Müslim, Cihad 107, (1794); Nesâî, Taharet
192.
[1178] Buharî, Büyu 51, İstikraz 8, 9, 18, Sulh 13,
Vesaya 36, Menakıb 25; Megazî 18; Nesaî, Vesaya 4, (6, 245, 246); Ebu Davud,
Vesaya 17.
[1179] Müslim, Fezailu's-Sahabe 158.
[1180] Tirmizî, Menakıb 10.
[1181] Ebu Davud, Tıbb 19.
[1182] Buhârî, Cihâd 87, 84, Megazî 31, 32; Müslim,
Müsafirîn 311.
[1183] Müslim, Hayz 34.
[1184] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Tevhîd 9; Müslim,
Cihâd 111.
[1185] Buharî, Salat 75, Amel fi's-Salat 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiya 40, Tefsir, Sad; Müslim, Mesacid 39.
[1186] Ahzâb, 33/40
[1187]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 6, 3906
[1188] Müslim, Fedâil 23
[1189] Tecrid-i Sarih tercümesi, 10, 418 vd.
[1190]
Bkz. Tevrat, 5. Sifir, 18. fasıl
[1191] Saff, 61/6
[1192]
Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, İstanbul 1972, I, 59
[1193] Nesefî, Medâriku't-Tenzîl, 471; el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl, I,164
[1194] Âlusî, Rühu'l-Meânî, 18, 32
[1195] Mâide, 5/3
[1196] Nahl,16/36
[1197] Ahzâb, 33/40
[1198]
Buhârî, Tefsir, sûre 17; Müslim, İman, Hadis no: 327
[1199] Tirmizî, Menâkıb, 8; Dârımî, Mukaddime, 3
[1200]
Buhârî, Menâkıb, 17
[1201] Tirmizî, es-Sîre, 5
[1202]
Buhârî, Menâkıb,18; Müslim, Fedail 32, Ebû Davûd, Fiten, 1
[1203] Enfâl, 8/3 1, en-Nahl, 16/24, el-Müminûn, 23/83...
[1204] En'âm, 6/25
[1205]
Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut (104), 2. 12
[1206] İsrâ, 17/88
[1207] Tûr, 34/52
[1208] Hûd, 11/13
[1209] Yunus, 10/38
[1210] Bakara, 2/23-24
[1211]
İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara 1979, s.172
[1212]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1979, 3. 1904 1907,
sadeleştirerek ve özetle
[1213] Lokman, 31/12,13
[1214] Lokman,31/12,13
[1215] bkz.Lokman,31/14,15
[1216] Lokma,31/16-19
[1217] İbrahim,14/7
[1218] Zilzal,99/7-8
[1219] Sahîh-i Buhârî, Tecrîd-i Sarîh, Tercemesi, 9/163
[1220] Ahmed b. Hanbel, 1/190
[1221] Dârimî, Mukaddime, 34
[1222]
Muvatta, İlim,5
[1223] Ahmed b. Hanbel, 2/87
[1224] Sahih-i Buharî Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9/163
[1225]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 9/ 3842-3843
[1226] S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s. 414
[1227] Sa'lebi, Arâisul-Mecâlis, 312
[1228] Sa'lebî, a.g.e., 313-315
[1229]
Sa'lebî, aynı yer
[1230]
Bernhard-N.A. Stillman,"Lokman", Encyclopedia of İslam, Leiden 1978,
4/,813
[1231] Lokman,31\12
[1232] Lokman,31/13,16,17,18,19
[1233]
Ukberî, İmlau ma menne bihi'r Rahman, Mısır, 1961, 2/, 7
[1234]
Biblio Hobraica, nşr. Rud. Kittel, Stuttgart,1952; Esra, 7/,1; Nehemio, 8/,13
[1235]
Sa'lebî, el-Arais, Mısır, 1951, 344
[1236] Tevbe,9/30,31
[1237]
İbn Cerir et-Taberî, Camiu'l-Beyân, Mısır,1951, 10,111
[1238]
Beydâvî, Envaru't-Tenzîl ve Esraru't Te'vîl, Mısır, 1955, 1, 196
[1239] Bakara,2/2/79
[1240]
Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetu't-Tefâsir, İstanbul, 1987, 1, 71 vd
[1241] Ali-İmran,3/78
[1242]
Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire,1977,1, 182 vd.
[1243] Bakara,2/259
[1244] Beydâvî, Envaru't-Tenzîl, 1, 57
[1245]
Ali Nasıf et-Tâc, 3, 302
[1246] Firuzabadî, el-Kamusu'l-Muhît, Kahire 1332, 4, 257 vd
[1247]
Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, 21,163, vd.; İbn Kuteybe, el-Maarif, Beyrut
1970, 25
[1248] Kehf,18/83-98
[1249]
Nisâburî, Esbâbu'n-Nuzûl, Mısır 1968, 75
[1250]
Taberî, Camiu'l-Beyân, Mısır 1373, 16, 7
[1251]
İbn İshâk, Kitabu'l-Mübtedâ ve'l-Meb'as ve'l-Meğazî, thk. Muhammed Hamidullah,
Mağrib 1976, 185
[1252] Daniel 8: 3, 20
[1253] Buhârî, İlm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174
[1254] A'raf, 7/172-173
[1255] Nahl, 16/9
[1256] Nahl, 16/16
[1257] Tâhâ, 20/50
[1258] Al-i İmran,3/50-51
[1259] Nisa, 4/165
[1260] Kasas, 28/47
[1261] Ahkaf, 45/35
[1262] Bakara, 2/155-156
[1263] Nisa, 4/72
[1264] Şûra, 42/30
[1265] Nisa, 4/62
[1266] Kasas, 28/47
[1267] Hadîd, 57/22
[1268] Teğâbun, 64/11
[1269] Maide, 5/106
[1270] Furkan,25/38.39
[1271] Yasin,36/13,14
[1272] Yasin,36/15
[1273] Yasin,36/18
[1274] Yasin,36/20,21
[1275] Yasin,36/22,23
[1276] Yasin,36/26,27
[1277] Yasin,36/28
[1278] Enam,6/13-29
[1279] Kehf,18/9,10,11,12,13,14,15,16,17,18,19,20,21,22,23,24,25,26,27
[1280] Buruc,85//4-12
[1281] Müslim, Zühd 73, (3005); Tirmizî, Tefsir, Bürûc, (3337)
[1282] Nahl, 16/124
[1283] A'râf, 7/163
[1284] Nisâ, 4/47
[1285] Bakara,2/65-66
[1286] Yasin,36/15
[1287] Hicr,15/80
[1288] Araf,7/73
[1289] A'râf, 7/74
[1290] Şuara,26/153
[1291] İsra,17/59
[1292] Şems,91/14
[1293] Araf,7/77
[1294] Araf,7/78
[1295]
İbn Hişâm, es-Sîratü'n-Nebeviyye, Kâhire 1955, 1-2, 43-62
[1296] Fil105/1-5
[1297] Hicr,15/78
[1298] Şuara,26/176) Ayrıca Sad, 38/13 ve Kaf, 50/14
[1299] Hud,11/84
[1300] Hud,11/85-87
[1301] Tevbe,9/70
[1302] Hud,11/84-95
[1303] Kaf,50/36
[1304] Yusuf,12/109-111