Her Müslüman güzel ahlâkla donanıp, kötü ahlâktan
şiddetle kaçınmalıdır. Çünkü kötü ahlâk bir rüsvaylıktır. Bir şahsiyet
bozukluğudur. Başka bir ifade ile bir iflastır. Bir Müslüman namaz kılıyor,
İslami hizmetler yapıyor, çeşit çeşit nafile ibadetlerle meşgul oluyor, Allah
Teâlâ’yı zikrediyor da bunca amelden ve hizmetten sonra Allah katında,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanında, mezmum, kınanmış, kötü
ahlâklardan hâlâ kurtulamıyorsa bu durum o kişinin yapmış olduğu amellerin
istenilen şekilde yapılmadığının işaretidir.
Kur’an-ı Hakim ve sünnet-i seniyye bu konuda
Müslümanları en etkin bir şekilde uyarmakta, güzel ahlâk edinmenin, kötü
ahlâktan korunmanın yollarını göstermekte, talimini yapmaktadır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm) sana vahyedilen kitabı oku ve namazı
kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı zikretmek
elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebut/45)
Ayet-i kerimeden anlaşılacağı gibi, bir Müslüman
şuurla, âdab ve erkanına uyarak, kimin huzurunda durduğunun, kime secde
ettiğinin idrakinde olarak namaz kılmış olsa, böyle bir Müslümanın her türlü
fuhşiyyat, kötülük ve ahlâksızlıklardan uzak durması her türlü iyilik, ahlâki
faziletlerle donanmış olması gerekir. Çünkü namaz ibadetlerin en büyüğüdür.
Böyle bir ibadeti yapıp da hâlâ ıslah-ı nefs yapamamış, kötülüklerden kötü
ahlâklardan korunamamış olmak, bu ibadeti lâyık-ı vechile yapamadığımızın
delilidir.
Merhum, mağfur, şehid-i aziz Es’ad Erbili hazretleri:
"Biz bu tasavvuf yoluna, Allah Teâlâ’nın istediği
bir şekilde namaz kılabilmek için girdik." buyurarak namaz ibadetinin bir
Müslüman için ne büyük bir mânâ ifade ettiğine işaret etmektedir.
Tekraren ifade edelim ki kötü ahlâk Allah katında da,
salihler yanında da bir rüsvaylıktır. İbadet edip de kötü ahlâktan kurtulamamak
bir iflastır.
Kötü ahlâk sahibinin sonu kötüdür, kötü ahlâkını terk
etmez, kötülüklerden tevbe etmezse ahiretteki akıbeti ise çok daha kötü
olacaktır. Meşhur mutasavvıf Nureddin Abdurrahman Câmi, Baharistan adlı meşhur
eserinde, kötü huy sahibinin kötü akibetini hayvanlar âleminden bir kıssa ile
şöyle anlatır:
"İğnesinde mazarrat ağusu, okluğunda alçaklık oku
gizlenmiş bir akrep yola çıkmıştı. Geniş bir suyun kıyısına geldi. Şaşırıp
kaldı. Ne geçmeye, ne de geri dönmeye gücü yetiyordu. Bir kaplumbağa akrebin bu
hâlini görerek ona acıdı. Arkasına bindirerek suya atıldı. Karşı kıyıya doğru
yüzmeye başladı. O sırada kulağına bir ses geldi. Akrep sırtına bir şeyler
vuruyordu. Akrebe, “Bu ses nedir?” diye sordu. Akrep, “Bu benim iğnemin
sesidir. Senin sırtına vuruyorum. Her ne kadar sana bir tesiri olmayacağını
biliyorsam da, huyumun icabını yerine getiriyorum.” dedi. Kaplumbağa kendi
kendine, “Bu tıynetsiz hayvanı kötü huyundan, iyi huylu kimseleri de onun
şerrinden kurtarmaktan daha güzel bir iyilik olamaz.” dedi ve suyun içine
daldı. Akrebi dalgalara bıraktı, öyle bir yere gönderdi ki bir daha geri
dönmesin."
İşte kötü ahlâkın, kötü ahlâk sahibinin acıklı sonuna
çarpıcı bir temsil.
Biz burada bir kısım kötü ahlâktan bahsedeceğiz.
Umulur ki onlardan korunur, varsa kötü ahlâkımızdan vazgeçer, güzel ahlâkla,
Kur’anî ve nebevî ahlâklarla ahlâklanmanın çaba ve gayreti içine gireriz.
Haset, çok kötü bir ahlâktır. Hem haset edene hem
haset edilene hem de topluma büyük zararlar tevlid eder. Elbette en büyük
zararı haset eden kişi görür.
Haset, başkasının sahip olduğu nimetin elinden
çıkmasını istemektir. Başkasının sahip olduğu nimetin elinden çıkmasını
istemeden, o nimete kendisinin de sahip olmasını istemek ise gıbtadır.
Birincisi haram, ikincisi caizdir.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Ancak iki kişiye gıbta edilir: Biri, Allah’ın
kendisine bahşettiği hikmetle (ilimle) hükmeden onu insanlara öğreten, diğeri
Allah’ın kendisine mal verip de, onu Allah yolunda harcayan kişidir."
(Buhari, Müslim)
Ancak bir kısım insanlar vardır ki, ellerindeki
imkanları kötü yollarda, Allah Teâlâ’nın haram kıldığı yerlerde kullanırlar.
Bir makam ve mevki elde etmişlerse bunu çıkarları için kullanır, diğer
insanlara zulüm vasıtası yapar; bir servete sahip olmuşsa, servetini insanları
Allah yolundan saptırmak için sarfeder, Allah Teâlâ’nın haram kıldığı yollarda
harcar. Böylelerinin öncelikle ıslahı için dua edilir. Islah olmazlar,
kötülüklerine devam ederlerse, ellerindeki imkanların yok olması için beddua
edilir. Bu gibi kişiler için böyle bir davranış haset değildir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Hasetten şiddetle kaçının. Çünkü kıskançlık,
ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi sevapları yer bitirir." (Ebu Davud)
İmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh İhya’sında hasetin
bir çok sebepleri olduğunu, en mühim sebeplerinin ise:
1- Düşmanlık ve kin.
2- Ucub, kendini beğenmek.
3- Baş olma ve mevki hırsı
4- Kötü ruhluluk ve cimrilik olduğundan
bahsetmektedir.
Haset ve benzeri kötü ahlâklardan dolayı geçmiş
milletler birçok belâ ve musîbete uğramış, birlik ve düzenleri bozulmuş, kendi
kendilerine zulmetmişlerdir. Haset, Allah Teâlâ’nın taksimine râzı olmamaktır
ve dolayısıyla Allah Teâlâ’ya isyandır. Bu isyanın bedeli ise hem dünyada, hem
de ahirette rüsvaylıktır.
Şeyh Sâdi Şirazi Gülistan adlı eserinde şöyle bir
hikayeden bahseder:
"Sultan Oğulmuş’un sarayının kapısında bir çavuş
oğlunu gördüm. Aklı, zekası, idraki, ince sezişi, ne kadar övülse ondan ziyade
idi. Hem de o küçük yaşında alnında büyüklük izleri görülüyordu.
Akıl ve zekasından dolayı başının üstünde büyüklük
yıldızı parladı. Hülâsa o çocuk padişahın hüsn-ü nazarına mazhar oldu. Hükemâ
şöyle demiştir: Zenginlik hüner iledir, mal ile değil; büyüklük akıl iledir yaş
ile değil.
Akran ve emsali o çocuğu kıskandılar, haset ettiler.
Onu bir hıyanet ile itham ettiler. İdam edilmesi için boş yere çalıştılar. Dost
dostu hakikaten severse, düşman ne yapabilir?
Padişah çocuğa, “Bunların sana düşman olmalarına sebep
nedir?” diye sordu. Çocuk şu cevabı verdi:
“Saye-i devletinizde herkesi memnun ettim. Fakat
hâsidi, kıskancı memnun edemiyorum. Çünkü hâsidi memnun edecek tek şey, benim
saadetimin, efendimin ikbal ve devletinin yok olmasıdır.” dedi.
Kimsenin gönlünü incitmemek elimden gelir. Fakat haset
eden bir kişiye ne yapabilirim ki, o kendiliğinden ateş içindedir. Hey haset
eden sana diyorum. Sen öl ki kurtulasın. Çünkü haset öyle bir hastalıktır ki,
ölümden başka bir sebeple ondan kurtulmak mümkün değildir.
Bedbaht olanlar, bahtiyar olanların saadetinin,
mevkisinin yok olmasını arzu ederler. Yarasa gözlü kişi gündüz görmese güneşin
ne günahı vardır. Doğrusunu ister misin, güneşin kararmasından ise öyle bir
gözün kör olması daha iyidir."
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Size, sizden önceki milletlerin hastalığı olan
haset ve kin sirayet etmiş. Bu huylar, kazıyıcı (yok edici)dir. Ben saç
kazımayı kastetmiyorum. Onlar din kazıyıcıdır. Canım kudret elinde olan Allah’a
yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de
iman etmiş sayılmazsınız. Birbirinizi sevmenizi sağlayacak bir şeyi size
göstereyim mi: Aranızda selamı yayın." (Tirmizi)
"Birbirinizden ilgiyi kesmeyin. Birbirinize kin
tutmayın. Birbirinize haset etmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olunuz. Bir
Müslümana din kardeşiyle üç günden fazla dargın olması helal olmaz."
(Buhari, Müslim)
Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman kardeşinin
nail olduğu nimetleri kıskanmaz, onun mutluluğuna, saadetine haset etmez.
Bilâkis kardeşinin nail olduğu nimetlerden dolayı o da mutluluk duyar, sevinç
duyar.
Haset, İblis’in ahlâkıdır. İlk haset İblis’ten sâdır
oldu. Adem aleyhisselamı kıskandı da bu kıskançlık onu Allah Teâlâ’nın emrine
isyan ettirdi. Huzurdan kovuldu ve lânetlendi.
KENDİNİ BEĞENMEK ve BÜYÜKLENMEK
Kişinin kendini beğenmesi bir nevi bönlük ve
ahmaklıktır. Ucub, kişinin kendisi hakkında bilgi noksanlığından, Rabbini
tanıyamama cehâletinden kaynaklanır. Bir kişi kendisini tanısa:
1- Acizliğini,
2- Muhtaçlığını
3- Fâniliğini,
4- Kendisinde var olan her şeyin emanet olduğunu,
5- Neticede hiçliğini bilmiş olsa, asla ucbe düşmez,
kendini beğenme hastalığına yakalanmaz. Kendini tanıdığı zaman Allah Teâlâ’nın
yüce kudreti, azameti karşısında tevâzu ile boyun eğer, kulluğunu idrak eder ve
teslim olur.
Kendini beğenen bir kimse:
1- Kibir yani büyüklenme hastalığına yakalanır.
2- Yapmış olduğu basit hizmetleri gözünde büyütür.
3- Kendini beğenen kişi istişâre etmek ihtiyacı
hissetmez.
4- Bilgilerinin yanlış ve doğru olduğuna bakmadan,
onları tabulaştırır.
5- Bilmediklerini, bilenlerden sormasına mâni olur.
6- Kendi düşüncelerini, görüşlerini beğendiğinden
şayet güç sahibi ise bu düşünce ve görüşlerini topluma zorla kabul ettirmeye
kalkışır. Tahakküm eder, zulmeder.
7- Kendini beğenmek, kişiyi hayır öğütlere, uyarılara
karşı kör ve sağır yapar. Neticede firaseti ve basireti körlenir. Cahil bir
zorba olur çıkar.
8- Kendini beğenen kişi, kendisinden başka herkesin
aldandığı, yanıldığı, sapıttığı sadece kendisinin kurtulduğu düşüncesine
kapılır
Allah Teâlâ kendini beğenen, kibirlenen kişileri asla
sevmez. Kendini beğenmek ve büyüklenmek aynı haset gibi ilk kere İblis’ten
sâdır olan bir ahlâk-ı zemimedir. O kendini beğendi de, Âdem aleyhisselamın
topraktan kendisinin ise ateşten yaratıldığını ileri sürerek, Âdem
aleyhisselama secde etmeyerek ebediyyen kaybedenlerden oldu.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bir zamanlar biz, meleklere Âdem’e secde edin
dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı da
kâfirlerden oldu." (Bakara/34)
"Andolsun ki sizi yarattık. Sonra size şekil
verdik. Sonra da meleklere, Âdem’e secde edin diye emrettik. İblis’ten başka
hepsi secde ettiler. Fakat o secde edenlerden olmadı.
Allah şeytana dedi ki: Sana emrettiğim halde niçin
secde etmiyorsun? (İblis): Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten
yarattın, onu da çamurdan yarattın dedi.
Allah, öyleyse, oradan (cennetten) in. Orada büyüklük
taslamak senin haddin değildir. (Oradan) çık. Çünkü sen
aşağılıklardansın." (Araf/11-13)
İşte ucub ve kibrin kötü âkıbeti. Büyüklük taslamak
İblis’in haddi olmadığı gibi hiçbir kulun da haddi değildir. Büyüklük ancak ve
ancak Allah Teâlâ’nın şânındandır.
Allah Teâlâ kendini beğenenleri, büyüklenenleri
sevmez, onların hasmıdır. Ucub ve kibir şeytanın, kâfir ve münafıkların
ahlâkındandır. Onların ahlâkı ile ahlâklanmak bir Müslümana asla yakışmaz.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Fakat âhirete
inanmayanlar var ya onların kalbleri inkârcı, kendileri de böbürlenen
kimselerdir.
Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de ,
açıklayacaklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları asla sevmez."
(Nahl/22-23)
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve
yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zirâ Allah, kendini beğenmiş övüngen kimseleri
sevmez." (Lokman/18)
Tarihi hadiseler göstermektedir ki, kendini beğenen,
büyüklenen, cahillerin sonları çok kötü olmuştur.
Firavun ilahlık iddiasında bulundu. İsrailoğullarını
tahkir etti. Büyüklendi, kendini beğendi de, Hak dini kabul etmedi. Neticede
Allah Teâlâ onun burnunu yerlere sürdü. Kızıldeniz’de askerleriyle beraber
helak oldu.
Keza Nemrut da kendini beğenip, büyüklendi, ilahlık
iddiasında bulundu. Hz. İbrahim aleyhisselamı ve onun getirdiği hak dini
küçümseyerek reddetti. İnkârında inat etti. Sonuçta topal bir sivrisinek
burnundan girip beynine ulaştı. Başladı beynini yemeye ve Nemrut helâk oldu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Allah buyurur: İzzet benim gömleğim, kibriya ise
benim ridâmdır. Her kim bu ikisinde benimle mücadele ederse ona azab
ederim." (Müslim)
Bu hususta diğer bir hadis-i şerif de şöyledir:
“Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: Kalbinde
zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurdu. Bir adam, fakat kişi
elbisesinin ve ayakkabılarının güzel olmasını ister, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, hakkı inkâr
edip insanlara üstünlük taslamaktır." buyurdu. (Müslim)
Kendini beğenmiş, büyüklük taslayan kişilerin
cehennemdeki durumlarını Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
haber vermektedir:
"Kıyamet gününde kibirli kişiler, zerre kadar
küçük adamlar şeklinde haşrolunacaklardır. Her taraflarından zillet ve meskenet
akacaktır. Cehennemdeki Bulas adında bir zindana sürülecekler, üzerlerine alev
alev ateş yükselecektir. Ayrıca Tînetül habâl denilen cehennem ehlinin
irinlerinden içirileceklerdir." (Tirmizi)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlar, ya cehennem kömüründen başka bir şey
olmayan ölmüş ecdatlarıyla övünmekten vazgeçerler, ya da Allah katında burnuyla
pislik yuvarlayan mayıs böceğinden daha âdi bir dereceye düşerler. Allah Teâlâ
sizlerden câhiliye kibrini temizledi. Artık kişi, ya muttakî bir mü’mindir, ya
da şakî bir fâcirdir. İnsanların hepsi Âdem’in çocuklarıdır. Âdem ise topraktan
yaratılmıştır." (Ebu Davud)
Kibirli insan, kendini beğenen kişi, çorak araziye
benzer, üzerine nice bahar yağmurları, barân-ı rahmet yağar da, ondan nasibini
alamaz. Şerha şerha yarılır. Diken ve çalıdan başka bir bitki neşv ü nema
bulmaz. Onlar ülserli mideler gibidir.
Nice güzel yiyecek ve içecekler, böyle bir midede ya safra olur, ya da
kusularak dışarı çıkarılır. Testilerini, tadı, rengi ve kokusu bozulmuş,
tefessüh etmiş temiz olmayan sularla doldurduklarından, şakır şakır, berrak
suların aktığı pınarlara uğrarlar da, testilerine bir yudum su alamazlar. Onlar
cidden mahrumlardır.
Şeyh Sâdi Şirâzi Bostan’ında şöyle bir kıssadan
bahseder. Kıssadan hisse alanlar, alabilenler için güzel bir meseldir.
"İlimde az bir behresi olan bir kişi vardı.
Kendini ilm-i nücumda büyük birisi görürdü. Başı kibirle sarhoştu. Bu kişi uzak
yerlerden kalkıp Guşiyar’ın yanına geldi. Gönlü öğrenmek hevesiyle, aynı
zamanda gururla, kibirle doluydu. Guşiyar’ın yanında bir müddet kaldı. Fakat
Guşiyar ona bir şey öğretmek istemiyordu.
Nihayet bu kişi bir şey öğrenemeden, geldiği yere
dönmek istedi. O zaman büyük âlim Guşiyar ona şöyle dedi: Sen kendini akıl ile,
ilim ile dolu zannetmişsin. Dolu kab tekrar doldurulabilir mi? Dâvâ ile
dolusun. Onun için boş gidiyorsun. Boş gel ki ilim ile dolu dönesin."
Ucub ve kibirin ilacı tevâzudur. Tevâzu ilacını
kullanmayan ucub ve kibir hastalığından asla kurtulamaz. Bilmeliyiz ki İblis’in
ve onun yarânlarının ahlâkı olan ucub ve kibirden uzaklaşıp, Peygamber ahlâkı
olan tevâzu ile ahlâklanmadıkça rüsvaylıktan, zillet ve meskenetten
kurtulamayız.
"İşte ahiret yurdu. Biz onu yeryüzünde
böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet,
takva sahiplerinindir.
Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha üstününü
veririz. Kim bir kötülük getirirse, o kötülüğü işleyenler, ancak yaptıkları
kadar ceza görürler." (Kasas/83-84)
Riya, gösteriş yapmaktır. Yapılan amellere insanların
muttali olmasını istemektir. Riyâ itikadî konuda olursa bu ebediyyen
kaybetmektir. Riya amellerde olursa büyük bir günahtır, haramdır.
Kişinin ibadetlerinde, İslami hizmetlerinde Allah
rızasını gözetmesi, yalnız onun için ibadet yapması, kulluk yapması gerekir.
Bir kısım kişiler vardır ki, yalnız başına oldukları
zaman namazlarını âdab ve erkanına riayet etmeden kıldıkları halde, toplum
içinde bu hususlara çok dikkat ederek namaz kılarlar. İşte bu, ibadette
riyadır. Bütün diğer amellerimizi buna kıyas edelim. Riyadan, gösterişten
kurtulmak çok zordur. Ancak bir Müslüman olarak bu zoru başarmak
mecburiyetindeyiz. Bunun için Allah Teâlâ’ya dua edip yardımını talep
etmeliyiz. Bu hastalıktan kurtulmak için çok ciddi gayret göstermeliyiz.
Bilelim ki riyânın ilacı ihlastır. İhlas, Rab
Teâlâ’nın rızasını talep etmektir. Allah’ın rızasını talep eden kalbini ihlasla
dolduran bir mü’min, kulların rızasını almak için amellerini yok edecek
riyakârlığa düçar olur mu? Böyle bir cinayete cüret edebilir mi?
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Biz sana kitabı hak üzere indirdik. Öyleyse dini
Allah için hâlis kılarak ona kulluk et. Dikkat edin halis din
Allah’ındır." (Zümer/2-3)
Evet yalnız Allah’a kulluk etmek, sadece onun rızasını
talep etmek, ihlaslı olmak riyânın ilacıdır.
Müslüman yapmış oldukları ibadetleri, hizmetleri
riyakârlık yaparak boşa çıkarmamalıdır.
Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Malını gösteriş için hayra
veren, gerçekte Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakmak ve
eziyet etmek suretiyle yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu,
üzerinde biraz toprak bulunan kayaya benzer. Sağnak halinde yağan bir yağmur
isabet eder de, onu sert bir kaya haline getiriverir. (Toprağı gider kaya
kalır.) Yaptıklarını Allah için yapmayanlar, kazandıklarından hiçbir şeyi
tutmaya kâdir olamazlar. Allah nankör kimselere doğru yolu göstermez."
(Bakara/264)
Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Ben ortaklığa hiç
ihtiyacı olmayanım. Kim bir amel işleyip de, Ben’den başkasını o amelde ortak
yaparsa, onu kendi şirkiyle başbaşa bırakırım." (Müslim)
Bir insan düşünün, sabahtan akşama kadar bir duvar
örüyor, yoruluyor bitâp düşüyor. Akşam dönerken de yapmış olduğu duvarı
yıkıyor. Bunu her gün tekrarlayıp duruyor. Bir türlü ev yapamıyor. Bu ne kadar
taaccüp edilecek bir iştir. Öyle değil mi?
Hep buna şaşarız, o kişiyi türlü türlü sözlerle itham
ederiz. Ama bundan çok daha şaşılacak, taaccüp edilecek bir şey vardır ki, o da
riyakârın halidir. Her gün ibadet eder, hayırlar yapar, koşup koşuşturur,
hizmetler eder de sonradan eline hiçbir şey geçmez. Yorulmaktan ve üstelik
günaha girmekten başka bir şey elde edemez.
Bu hususu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu
mübarek hadis-i şerifi net bir şekilde açıklamaktadır:
"Kıyamet günü Allah Teâlâ kulları arasında
hükmetmek için nüzul edecektir. Her ümmet diz üstü çökecek. İlk çağırılan insan
Kur’an’ı ezberleyen kişi olacak. Ondan sonra Allah yolunda öldürülen kişi,
ondan sonra da malı çok olan kişi.
Allah, Kur’an okuyana diyecek ki:
- Ben sana Peygamberime indirdiğimi öğretmedim mi?
- Evet! Ey Rabbim.
- Peki sana öğrettiğimle ne yaptın?
- Gece-gündüz elimden bırakmadan, devamlı okudum,
diyecek.
Allah Teâlâ ona:
- Yalan söyledin, diyecek. Melekler de, yalan söyledin
diyecekler. Sonra Allah ona şöyle diyecek:
- Sen filan ne güzel okuyor desinler diye okudun.
Nitekim öyle oldu. Öyle dediler. Sonra malı çok olan adam getirilecek ve ona da
soracak:
- Sana ben bol bol mal vermedim mi? Seni kimseye
muhtaç olmayacak duruma getirmedim mi?
- Evet! Ya Rabbi.
- Peki o malı ne yaptın?
- Akrabaya ikram ettim. Sadakalar ve zekatlar verdim,
diyecek. Allah ona:
- Sen yalan söyledin, diyecek. Melekler de, yalan
söyledin, diyecekler. Sonra Allah şöyle buyuracak:
- Sen verirken falan kimse amma da cömert desinler
diye verdin. Nitekim de öyle denildi. Sonra Allah yolunda öldürülen getirilecek
ve ona da soracak:
- Sen neden öldürüldün?
- Senin yolunda savaşırken öldürüldüm, diyecek. Allah
ona:
- Sen yalan söyledin, diyecek. Melekler de, sen yalan
söyledin, diyecekler. Sonra Allah ona:
- Sen falan adam amma da kahraman desinler diye
savaştın ve öldürüldün. Nitekim öyle de denildi. Ondan sonra Rasûlullah
salallahu aleyih ve sellem dizime vurup şöyle dedi: Ebu Hureyre! İşte o üç grup
var ya, üzerlerine cehennem ateşi tutuşturulacak ilk insanlardır."
(Müslim)
Abdulkadir Geylani kaddesallahu sırruhu şöyle buyurur:
- "Ey içi bozuk! Sen dünyanın kölesi oldun.
İnsanlara da gösteriş yaparsın. İşlerini onlara göre tutarsın. Hak Teâlâ’nın
sana nazarını unutuyorsun. Ahiret için işler yaptığını göstermek yolundasın. Bu
halinle ne yaparsan, hepsi dünya için olmakta."
Yalan çok kötü bir huydur. Şeytan-ı Lâinin ahlâkıdır.
Yalan ilk kere şeytandan vârid olmuştur. Hz. Âdem aleyhisselam ve Hz. Havva
validemize karşı yalan söyleyerek yasak edilmiş olan meyveden yemelerine ve
cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştur. Kâmil bir mü’minin yalan söylemesi
düşünülemez. Böyle bir şeye tevessül edemez. İnsanların dilleri vasıtasıyla
irtikap ettikleri pek çok günah vardır. Dil ile yapılan günahın en büyüğü ise
yalandır. Allah’ı inkar etmek, peygamberleri yalanlamaktır. Kişiyi şirke, küfre
götüren söz söylemektir.
Dil ile yapılan günahların bir kısmı şunlardır:
1- Yalan söylemek. Yalanın en kötüsü Allah hakkında,
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hakkında yalan söz söylemektir.
2- İnsanları eğlendirmek, güldürmek için bir sürü
yalan yanlış hikayeler, masallar anlatmak.
3- Münakaşa etmek, cedelleşmek.
4- Çirkin sözler konuşmak, sövmek, olur olmaz her şeye
lânet etmek.
5- İnsanlarla alay etmek.
6- Yalan yere yemin etmek.
7- İnsanların şehvetlerini kamçılayan müstehcen ahlâk
dışı türkü, şarkı söylemek.
8- Gizli yaptığı, Allah’tan başka kimsenin görmediği
günahlarını, böbürlenerek insanlara ifşa etmek, anlatmak.
9- İslam’ın aleyhinde, Müslümanların aleyhinde
konuşmak.
10- Elbette dil ile yapılan günahların en büyüğü
küfür, şirk ve inkârdır.
11- Malâyâni, lüzumsuz ve gereksiz yere konuşmak, çok
konuşmak, boş konuşmak.
12- İftira etmek, gıybet etmek, dedikodu yapmak ve
benzeri günahlar dil ile yapılan günahlardandır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin ki,
Allah’ın kendisine okunan ayetlerini işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki
hiç onları duymamış gibi (küfründe) direnir. İşte onu acı bir azab ile
müjdele!" (Câsiye/7)
"O halde pislikten, putlardan sakının, yalan
sözden sakının." (Hac/30)
Müslümanın yalan söylemesi, yalan yere yemin etmesi,
yalancı şahitliği yapması çok çirkindir. Kişilikli bir insanın yapabileceği bir
davranış değildir. Maalesef zamanımızda, her hususta olduğu gibi bu hususta da
insanımız büyük bir zaaf içerisindedir. Çok basit şeyler için yalan söylüyor,
yalan yere yemin ediyorlar.
Ailemiz içinde bilmeden o kadar yalan konuşuluyor, o
kadar yalan vaatlerde bulunuluyor ki, pek çoğumuz bunun farkında bile
olmuyoruz. Bilhassa anne ve babaların çocukları için söyledikleri birçok
sözler, onların yalan söylemelerine bir nevî zemin hazırlıyor. Meselâ, bir anne
çocuğunun yaptığı yaramazlıkları durdurmak için, ona çoğu kez yapmayacağı
tehditlerde bulunur. Akşam baban gelince yaptığın bütün bu yaramazlıkları
söyleyeceğim, der. Ama çoğu kez söylemez. Veya şu köşeye oturup uslu uslu
durursan veya derslerine çalışırsan ben de sana şunu alacağım, şunu yapacağım,
der. Ama çoğu kez bu vaatlerini yerine getirmez. Ve bilmeden yaptığımız hatalı
davranışlarla yavrularımızı yanlış bir şekilde eğitmiş oluruz.
Bu misaller çoğaltılabilir. Ama ne gerek var.
Yaşantımızın bütün safhalarında bu yanlışları yapmaktayız.
İdarecilerin yalanları ise, yalanların en
kötülerindendir. Sürekli halkına yalan söyleyen, yalan vaatlerde bulunan
idareciler, toplumun fesâdında baş sorumludurlar.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Doğruluk iyiliğe götürür. İyilik cennete iletir.
Kişi doğrulukta devam eder durur. Nihayet Allah katında sâdık olarak yazılır.
Yalan fücura iletir. Fücur ise ateşe götürür. Kişi yalan söylemekte devam eder.
Nihayet Allah katında yalancı olarak yazılır." (Buhari, Müslim)
Müslümanın lüzumsuz, boş, malâyâni ile vakit geçirecek
bir zamanı yoktur. O zamanın büyük bir hazine olduğu şuuru ile vaktini hep
faydalı şeylerle geçirir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Kişinin Müslümanlığının güzelliği malâyâniyi
(boş ve faydasız sözleri) terketmesidir." (Tirmizi)
Bir kısım kişiler, insanları güldürmek, eğlendirmek
için yalan-yanlış birçok şeyler konuşur ve anlatırlar. Bu gibi kişiler için
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"İnsanları güldürmek için yalan-yanlış konuşan
kişinin vay haline! Vay haline! Vay haline!" (Ebu Davud)
Bazı insanlar toplumda kabul görür, her hususta
kendine itimat edilir, sözlerine güvenilir. Böyle kişilerin yalan
söylemesi çok daha kötüdür. Kendisine
güvenen insanlara karşı büyük bir hıyanettir. Her Müslümanın bu konuda çok
titiz olması gerekir. Ama bu gibi kişiler herkesten çok daha dikkatli, hassas
olmalı, etrafındaki kişilerin itimadını sarsacak yalan-yanlış sözlerden, yalan
konuşmaktan şiddetle sakınmalıdırlar.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Senin doğru söylediğine inanan bir adama yalan
söylemen en büyük hıyanettir." (Ebu Davud)
Bir kısım insanlar vardır ki, her duyduğunu belki de
iyice dinleyip anlamadan rastgele her yerde anlatır. Bu duyduklarını anlatırken
belki de kötü bir kastı da yoktur. Fakat sözü iyi dinleyip, iyice anlamadan
anlatınca, birçok yanlış anlamalara, yanlış yorumlara sebep olmaktadır. Anlatan
eksik veya fazla anlatarak günaha girerken başkalarının yanlış yorumlarına
sebep olduğundan da ayrıca günaha girmektedir. Belki de bir kısım fitnelere
sebep olmaktadır. Kaldı ki bir kişi konuşulanları çok iyi dinleyip, anlayıp
hıfzetse de, her duyduğunu rastgele her yerde anlatması münasip değildir. Her
şey yerinde gerektir. Yerinde konuşulmayan söz, yerinde yapılmayan amel
zâyidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
“Kişiye yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter."
(Müslim)
Bir kısım tacirler, hem sermayede yalan söyleyerek ve
hem de yalan yere yemin ederek, meselâ, malını, malında olmayan vasıflarla
överek satmaktadır. Bu kişiler böyle yapmakla hem kazancına haram katıyor ve
hem de Allah katında değersiz bir duruma düşüyor.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Allah, kıyamet gününde şu üç kimsenin ne yüzüne
bakar, ne de onlarla konuşur.
Yaptığı iyiliği başa kakan,
Malını yalan yeminlerle satan,
Büyüklük taslayarak elbisesi içinde salınan." (Müslim)
Şeyh Sâdi Şirazî
şöyle öğütte bulunur:
"Her kim sözünü tartmadan söylerse, alacağı
cevaptan incinir. Sözünün bütün manâsıyla doğru olduğunu bilmedikçe ağzını
açmasın. Doğru söylenip zincire vurulmak, yalan söyleyerek zincirden
kurtulmaktan daha iyidir. Yalan söylemek kılıç yarasına benzer. İyileşse de izi
kalır. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri gibi ki, bir kere adları yalancı çıktığı
için ikinci sözleri doğru olduğu halde babaları Yakub aleyhisselam, bu sizin
uydurmanızdır, dedi."
Bütün bunlar amel edilsin diye söylenmiş, bütün
nasihatlar hayata yansıtılsın diye yapılmıştır. O bakımdan geçmişten ibret
alıp, elde ettiğimiz doğru bilgileri yaşantımıza yansıtmalıyız. Geçmişte
yalanlar, yalan haberler nice felâketlere, nice telafisi güç musîbetlere sebep
olmuştur.
Şeyh Sâdi der ki:
"İki kişi öldü ve ah vah ederek gittiler. Birisi
mal kazanıp cimrilik yapan, yemeyip içmeyen; diğeri de ilim öğrenip de bildiği
ile amel etmeyen."
Rüyaya yalan katmak ya da görmediği halde rüya görmüş
gibi yalan uydurmak da büyük bir günahtır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Yalanların en büyüğü, bir kimsenin görmediği bir
rüyayı görmüş gibi anlatmasıdır." (Buhari)
Anne, baba, çocuklarına vaadettiği şeyleri muhakkak
yerine getirmelidirler. Aksi takdirde yalan söylemiş ve çocuklarına yalanın
yolunu açmış olurlar.
Abdullah bin Amir radıyallahu anhdan şöyle rivayet
olunmuştur.
"Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
evimizde oturuyorken annem beni çağırdı ve gel de sana bir şey vereceğim dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona dedi ki:
- Ne vermek istedin?
- Hurma.
- Eğer ona bir şey vermeseydin bu söz aleyhinde yalan
olarak kayda geçerdi." buyurdu.
(Ebu Davud)
Yalan söylemenin caiz olduğu yerler de vardır. Böyle bir durumda kişi yalan söylemekle, günahkâr
olmaz. Çünkü maksat yalan söylemek değil, bir kötülüğü önlemek veya bir iyilik
yapmaktır:
1- Harpte
yalan söylemek, düşmanın Müslümanlara zarar vermesini önlemek için, onlara
yanlış bilgi vermek, yalan söyleyerek yanıltmakta bir beis yoktur. Böyle
durumlarda doğru değil, bilâkis yalan söylemek gerekir. Çünkü harp hiledir.
2- Birbirine
küs olan iki Müslümanı barıştırmak için aracılık yapan bir kişi de o kişilerin
birbirlerine karşı soğukluğunu, kızgınlığını gidermek ve barıştırmak maksadıyla
yalan söyleyebilir.
3- Karı
kocanın birbirlerine karşı muhabbetlerini artıracak, aile yuvasını bir huzur
yuvası yapacak davranışlarda, iltifatlarda bulunmaları gereklidir. Meselâ
karı-koca kendilerinde olan bazı vasıfları, gönüllerini hoş etmek, ülfet ve
muhabbetlerini artırmak için mübalağalı olarak anlatabilirler. Yaptıkları
işleri olduğundan fazla övebilirler. Bunda bir beis yoktur.
Gıybet, kişinin din kardeşini onun hoşuna gitmeyecek
şekilde anması, ayıplamasıdır. Müslümanlar birbirlerinin velisidirler. Kardeşi
ve yardımcısıdırlar. Birbirlerinin hata ve kusurlarını dedikodu yaparak değil,
münasip bir tarzda karşılıklı olarak, bir araya gelip konuşarak telafi etmeye
çalışmalıdırlar.
Yıkıcı ve yıpratıcı değil, ıslah edici olmalı,
yanlışlar düzeltilirken hâzık bir doktorun hastasına gösterdiği şefkat ve
ihtimam gösterilmelidir.
Her zaman bir araya gelmek imkanı olmayanlar çeşitli
vasıtalarla ilgiliyi uyarmalıdır. Herhangi bir Müslüman açıktan hata ve kusur
yapıyor, hatta bu kusurlarını bir meziyetmiş gibi savunuyor, bir kısım
Müslümanlar da onun yaptığı yanlış ve hatalardan dolayı şüphelere düşüyor veya
onun hata ve kusurlarını benimsiyorsa bu gibi kişilerin yaptığı yanlışlar
anlatılmalı,Müslümanlar uyarılmalı ki zarar görmesinler. Yanlış ve hatalı
fikirlere kapılmasınlar, yanlış işler yapmasınlar.
Gıybet sadece sözle olmaz, yazarak veya göz, kaş, el
işaretleri yaparak da gıybet yapılır ki, bunların hepsi haramdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Sizden bazınız
bazınızı gıybet etmesin. Biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı?
İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok
kabul edendir, çok esirgeyicidir." (Hucurât/12)
Ayet-i kerimede gıybet yapmanın, ölü eti yemek kadar
tiksindirici olduğu ifade edilerek, Müslümanların bu kötü ahlâktan uzak
durmaları istenmektedir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Rabbime çıkarıldığım zaman (Miraç’da) yüzlerini
bakırdan tırnaklarıyla tırmalayan insanlara uğradım. Dedim ki: Ey Cibril!
Bunlar kimdir? Şöyle dedi: Bunlar (gıybet etmek suretiyle) insanların etlerini
yiyen ve onların ırzlarına sataşan, şahsiyetlerini zedeleyen insanlardır."
(Ebu Davud)
Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle rivayet etti:
"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
- Gıybet nedir, bilir misiniz?
Dediler ki:
- Allah ve Rasûlü bilir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
- Birinizin kardeşini hoşlanmadığı şey ile anmasıdır.
Birisi, Ya Rasûlallah, ya anlattıklarım o kardeşimde
bulunursa? dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- Anlattıkların o kardeşinde bulunursa, onun gıybetini
yapmış olursun. Anlattıkların onda yoksa, o zaman ona iftira etmiş olursun,
buyurdu." (Ebu Davud)
Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle rivayet etti:
"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme:
Ya Rasûlallah! Safiyye’nin kısa oluşu sana yeter,
dedim.
Şöyle buyurdu:
- Öyle bir kelime söyledin ki, eğer o kelime denize
karışsa, denizi bulandırır.”
Âişe radıyallahu anh der ki:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bir insanın
küçümseyerek taklidini yapmıştım. Bana şöyle buyurdu:
- Bana şu şu kadar (dünyalık) verilse bile ben, bir
başkasını (kusuru sebebiyle) taklit etmem." (Ebu Davud)
Hadis-i şerifte zikri geçen Safiyye radıyallahu anha
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin muhterem hanımlarından
biridir.
Yalan ve gıybetin ve benzeri kötü lakırtıların mânen
duyulabilen çok pis kokuları vardır. O kokuları Allah celle celaluhun mukarreb
kulları duyar. Melekler bu kötü kokudan dolayı, oradan kilometrelerce
uzaklaşırlar. Câbir radıyallahu anh rivayet ediyor:
"Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile
beraberdim. Birden pis bir koku yükseldi. Bunun üzerine Peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem: Bu kokunun ne olduğunu biliyor musunuz? Bu
mü’minlerin gıybetini edenlerin kosusudur, buyurdu." (Müsned-i Ahmed,
Cem’ül Fevaid)
Gıybet edeni dinlemek de, gıybet etmek gibi günahtır.
Gıybet edilen bir yerde, o gıybeti durdurmaya muktedir birisi varsa, onu
durdurmalıdır. Muktedir olduğu halde durdurmuyorsa, o da gıybet eden gibidir.
Günaha ortaktır. Gıybeti durdurmaya gücü yetmeyen, gıybet mahallinden
ayrılmalıdır. Buna da güç yetiremiyorsa oradan ayrılma imkanı yoksa
yapılanlardan razı olmamalı, kalben reddetmelidir.
Bir mecliste bir Müslümanın gıybeti yapıldığında o
Müslüman müdafaa edilmelidir. Onun hakkında yalan yanlış söz edilmesine,
şahsiyetine hakâret edilmesine asla fırsat verilmemelidir.
Rasûlullah sallalahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Kimin yanında bir mü’min gıybet edilir de ona
yardım ederse (gıybete mani olursa) Allah o kimseyi dünyada da, ahirette de
hayırla mükafatlandırır. Kimin yanında da bir mü’min gıybet edilir de, ona
yardım etmezse (gıybete mani olmazsa) Allah o kimseye dünyada da, ahirette de
şer işlemiş cezası verir. Hiç kimse bir mü’mini gıybet etmekten daha fena bir
lokma yutmamıştır. Eğer bir mü’minin arkasından bildiği bir gerçeği söylerse, o
Mü’mini gıybet etmiş olur. Eğer bilmeyerekten söylerse, Mü’mine bühtan (iftira)
etmiş olur." (Edebül Müfred, Buhari)
1- Herhangi bir kimse açıktan kötülük yapıyor, yaptığı
kötülükleri gizlemiyorsa, onun yaptıklarını söylemek, konuşmak gıybet olmaz.
Meselâ: Açık saçık bir kadına, açık geziyor demek, içkiyi açıktan içen bir
kişiye içki içiyor demek ve benzerleri gıybet olmaz.
2- Kötü ahlâklı, Müslümanlar için zararlı olduğu
bilinen bir kişinin, durumunu, temas kurduğu, arkadaşlık tesis ettiği kişilere
bildirmek, böylece zarar vermesini önlemeye çalışmak gıybet değildir.
3- Zulme uğrayan bir kişinin, kendisine haksızlık
yapan kimsenin yaptığı kötülükleri hâkime anlatması gıybet değildir.
4- Herhangi bir kimsenin herkesçe bilinen bir lakabı
varsa, o kişiyi tanıtmak için o lakabı zikretmekte bir beis yoktur. Meselâ:
Çolak Hasan, Kambur Ali gibi.
5- İslam düşmanlığı yapan, Müslümanlar arasında fitne
ve tefrika çıkarmaya çalışan fasıkların kötü hallerini, sinsi planlarını
Müslümanlara anlatmak, onları teşhir edip tanıtmak gıybet değildir.
6- Evlenmek isteyen kişilerin birbirlerini araştırıp
soruşturması, kendilerine sorulan kişilerin de, erkek ve kadın hakkında
bildiklerini, iyi ve kötü vasıflarını söylemeleri gıybet değildir.
7- İslam’a aykırı işler yapan, günaha dadanan
kişilerin, bu kötülüklerden kurtulması için o kişinin üzerinde etkili olacak,
kötülüklerine mâni olacak kişi ya da kişilere durumunu anlatmak da gıybet
olmaz.
8- İslamî hizmetlerin selameti için, hizmetin içinde
bulunan veya dışarıdan kişilerin hizmetleri köstekleyici veya hizmetlere zarar
verici söz ve davranışlarına muttali olan bir kişinin, durumu yetkili kişilere
anlatması gıybet değildir.
Öfke, sanki kanın tutuşturulması, alevlendirilmesidir.
Nasıl ateşin üzerine konan su kabında, su fokurdamaya başlarsa, kalbdeki öfke
ateşi de kalbe pompalanan kanı, ateş üzerindeki su gibi fokurdatır ve
dolayısıyla kan deverânı hızlanır. Böylece damarlar kabarır, göz ve yüzler
kızarır, el ve bacaklar titrer. Bunlar öfkenin dışa vuran alâmetleridir.
İnsanlar ya nefislerinden, cahili taassuplarından
dolayı öfkelenir, ya da Allah için öfkelenir. Kınanan öfke, bâtıl yollar için
nefsâni arzular, hevâi hevesler için öfkelenmektir. Allah için öfkelenmek ise,
Peygamberimiz, efendimiz, canımız, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellemin ahlâkıdır. Sıddıykların, salihlerin, muttakilerin ahlâkıdır.
Ebu Hureyre radıyallanu anh şöyle rivayet etti:
"Bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme
dedi ki:
Bana az ve kolayca anlayabileceğim bir tavsiyede
bulun.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- Öfkelenme, dedi.
O kişi aynı şeyi birkaç kere tekrar etti.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem her
defasında:
- Öfkelenme, buyurdular." (Buhari)
İnsanın bir bedenî gücü vardır, birde rûhî gücü
vardır. Bedenen nice güçlü kişiler vardır ki, rûhen zayıf oldukları için
hâdiseler karşısında tahammül gösteremez, ümitsizliğe düşerler, fert olarak
yapması gereken vazifelerini de terk eder, kaybolup giderler. Onun için hakîkî
güçlü ve kuvvetli kişi, imânen, ruhen güçlü olandır. Hem rûhen, hem bedenen
güçlü olmak ise nûrun alâ nurdur.
Allah Teâlâ muttaki Müslümanların vasıflarını
zikrederken, onların öfkelerini yuttuklarını, öfkelendiği kişileri
affettiklerini zikretmektedir.
"O takva sahipleridir ki, bollukta da, darlıkta
da, Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah
iyilik yapanları sever." (Al-i İmran/134)
Abdullah ibni Mes’ud radıyallahu anh rivayet etti:
"(Bir gün) Rasûlulah sallalahu aleyhi ve sellem
içinizden kimi pehlivan sayarsınız? diye sordu. Erkeklere yenilmeyen kişiye,
dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Pelhivan o değildir. Asıl
pehlivan kızgınlık anında öfkesine hakim olan kişidir, buyurdu." (Müslim)
Bir anlık öfke, çok büyük hâdiselerin zuhuruna sebep
olabilir. Nitekim bunun tarihte çok acı örnekleri vardır. Bilhassa
yöneticilerin öfkelenmesi, çabuk öfkelenip, geç teskin olması büyük
felâketlere, zulümlere, haksızlıklara sebep olmaktadır.
Ebu Said radıyallahu anh şöyle rivayet etmektedir:
"Bir gün Peygamber salllallahu aleyhi ve sellem,
ikindi namazını kıldırdı. Namazdan sonra bize hitap etti, kıyamete kadar
olacaklardan bahsetti. Hem de öylesine geniş ve çok konuştu ki anlatmadık
hiçbir şey bırakmadı. Onu bizden ezberleyenler ezberledi, unutanlar da unuttu.
Dedikleri arasında şunlar vardı:
Dünya yeşil ve tatlıdır. Allah sizi onun üzerinde
emanetçi kılmıştır. Bakalım nasıl davranacaksınız diye nazar etmektedir. Dikkat
edin! Dünyanın ve kadınların fitnesinden sakının.
Söyledikleri arasında şunlar da vardı:
Sakın insanların korkusu, kişiyi bildiği doğruyu
söylemekten alıkoymasın.
Ebu Said radıyallahu anh ağladı ve şöyle dedi:
Vallâhi bir çok şey gördük. Ancak korkudan bir şey
söyleyemedik. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin söylediklerinden birisi
de şöyleydi:
Dikkat edin. Kıyamet gününde, her hain için yaptığı
hıyanete göre bir sancak dikilecektir. Halkı yöneten hükümdarın hıyanetinden
daha büyük bir hıyanet olmaz. Onun sancağı arkasına dikilecektir.
O gün ezberlediklerimizden bir kısmı da şöyle:
Şunu iyi bilin ki Âdemoğlu muhtelif tabakalarda
yaratılmıştır. Onlardan;
Kimi mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, mü’min
olarak ölür.
Kimi kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir
olarak ölür.
Kimi kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve mü’min
olarak ölür.
Kimi yavaş öfkelenir, öfkesi çabuk geçer,
Kimi çabuk öfkelenir, öfkesi çabuk geçer.
Kimi de çabuk öfkelenir, ancak öfkesi yavaş diner.
Bunların en hayırlısı, en iyisi yavaş öfkelenip, çabuk
sakinleşendir. En kötüleri de çabuk öfkelenip, geç sakinleşendir.
Kimi de vermeyi de, istemeyi de güzel yapar.
Kiminin vermesi kötü, istemesi güzeldir.
Kiminin vermesi güzel, istemesi kötüdür.
İnsanlardan vermesi de, istemesi de kötü olanlar
vardır.
İnsanların en iyileri vermesi de, istemesi de güzel
olanlardır.
En kötüleri de vermesi de, istemesi de kötü
olanlardır.
Öfke, Âdemoğlunun kalbinde bir ateş kıvılcımıdır.
Gözlerinin kıpkırmızı kesildiğini, damarlarının şiştiğini görmüyor musun?
Öfkeden bir şey hissederse, yere otursun. Ebu Said dedi ki: Hâlâ güneşten bir
şey kalmış mı diye ikide bir güneşe bakıyorduk. (Neredeyse akşam olacaktı) ve
sonra:
Rasûlullah sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Dikkat edin! Dünyadan geçen zamana göre, geri kalan
vakti, şu günümüzün geçen zamanına nazaran geri kalan zamanı kadardır."
(Tirmizi)
Öfkenin ifradı kötü olduğu gibi, tefriti de kötüdür.
Allah için öfkelenmek ise büyük bir fazilettir. Müslüman dinine, iffet ve
namusuna karşı saldırılar karşısında öfkelenmeli ve bu saldırıları bertaraf
etmedikçe, hayasızca sataşmalar durmadıkça öfkesi asla dinmemelidir.
Çünkü, bu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
ahlâkıdır.
"Dünya ve dünyalık bir şey onu öfkelendirmezdi.
Ancak haksızlık yapıldığında öfkelenir ve haksızlık giderilinceye kadar hiçbir
şey öfkesini durduramazdı. Hak ve hakikat bahis konusu oldu mu onu hiç kimse
durduramazdı. Hiç kimseyi tanımaz gerçeği söylerdi. Kendi nefsi için kızmaz,
intikam almaya kalkışmazdı." (Tirmizi)
Bir kimsenin, dinine, iffet ve namusuna saldırılar,
hayasızca sataşmalar karşısında öfkelenmemesi, kulak yatırması, görmezlikten,
duymazlıktan gelmesi, aşağılık, tiksindirici çok kötü, çok çirkin bir davranış
ve çok kötü bir ahlâktır. Bu gibi kötü ahlâk sahiplerine hamiyetsiz denir.
Kişinin nefsi için, dünyası için aşırı derecede
öfkelenip, kinlenip, sonu felakete dönüşecek davranışlar içine girmesi, şuurunu
kaybedecek şekilde hiddetlenerek, sövüp sayması, vurup kırması, bir Müslümanın
asla yapmaması gereken çok çirkin davranışlardır.
Nureddin Abdurrahman Molla Cami, meşhur Baharistan
adlı eserinde şöyle bir hâdiseden bahseder:
"Emevi hânedanından İbrahim bin Süleyman anlatır:
Hilâfet Emeviler’den, Abbasiler’e geçtiği ve
Abbasiler’in, Emeviler’i yakalayıp öldürdükleri sıralarda, ben Kûfe dışında
ovaya bakan bir sarayın damında oturuyordum. Kûfe tarafından siyah renkli
bayraklar belirdi. Gelen kalabalığın beni yakalamak istediklerini anlayarak
aşağı indim. Evinde saklanabilmek için tanıdığım hiç kimse yoktu. Büyüklerden
birinin sarayının kapısına doğru yürüdüm. Yakışıklı bir adamın atına binmiş ve
kölelerle hizmetçilerinden bir kalabalığında etrafını çevirmiş olduğunu gördüm.
Selam verdim. Bana, sen kimsin, ne istiyorsun? diye sordu. Düşmanlarının
korkusundan kaçmış bir adamım. Senin konağına sığınmak için geldim, deyince,
beni içeriye aldı ve harem dairesine yakın bir odaya yerleştirdi. Orada
kaldığım birkaç gün zarfında yiyecek ve içeceklerden hoşuma giden her şeyi
hazırladı. Bana kim olduğumu asla sormadı. Her gün yaptığı bu gezintisinin
sebebini sordum. Her gün ata binip evden çıkıyor ve hemen geri dönüp geliyorsun,
bu gezinti ne içindir? dedim. Şöyle dedi: İbrahim bin Süleyman babamı
öldürmüştür. Bu şehirde gizlenmiş olduğu haberini aldım. Her gün onu bulmak ve
babamın öcünü almak için gidip geliyorum.
Bu sözü işitince başıma gelen felâkete şaşırdım. Meğer
kaza beni kendi ayağımla canıma kıymak isteyenlerin konağına atmış. Artık
canımdan bıkmıştım. Ev sahibine adını ve babasının adını sordum. Doğru
söylediğini anlayınca ona, ey babayiğit! Senin bende çok hakkın vardır. Bana,
senin düşmanını bulmak bir borç sayılır. Seni bu gidip gelmek zahmetinden
kurtarayım. İbrahim bin Süleyman benim. Babanın kanını benden iste. Ev sahibi
inanmadı. Gâliba hayatından çok usandın da bu mihnetten kurtulmak istiyorsun,
dedi.
Hayır. Allah’a yemin ederim ki öyle değil, babanı ben
öldürdüm, dedim. Sözümün doğruluğunu anlayınca rengi değişti, gözleri kızardı,
bir zaman başını önüne eğdi. Sonra bana:
Babamın yanına çabuk gidersin. O hakkını senden alır.
Ben sana aman verdim. Yanlış bir iş yapamam. Kalk hemen dışarı çık. Çünkü
kendime güvenim yoktur. Ola ki sana bir zararım dokunur. Bin altın ihsan etti.
Altınları alıp oradan ayrıldım."
Molla Cami, bu hâdiseyi anlattıktan sonra, şunları
yazıyor:
"Ey babayiğit! Yiğitlik öğren, cihan erlerinden
erlik öğren. İçini kin güdenlerin öcünden kurtar. Dilini, kötü söyleyenleri
ayıplamaktan koru. Sana kötülük yapanlara iyilik yap. Çünkü kötülük yapan kişi
kendi ikbalini yaralamıştır. İyiliği âdet edinirsen, sana iyilikten başka bir
şey geri dönmez."
Bir kişi öfkelendiği zaman öfkesini yutar, kendini
öfkelendiren şahsı, intikam almaya gücü yettiği halde affederse işte bu
davranış gerçek pehlivanlık, hakîkî yiğitliktir.
Ancak öfkesini yutan kişi, intikam almaya gücü
yetmediği için öfkesini yutar, her an intikam ateşiyle yanarsa bu intikam hırsı
zamanla kine dönüşür ve kendisini birçok İslam dışı davranışlara
sürükleyebilir. Onun için Müslüman, intikam almaya gücü yetse de, yetmese de
şahsıyla ilgili konularda af yolunu tutmalı, kin ve benzeri kötü ahlâklarla
nazargâh-ı ilahi olan kalbini meşgul etmemeli, kirletmemelidir.
Kin, insanı sürekli kamçılar, sağlıklı düşünmesini,
adalet ve insafla hareket etmesini engeller. Müslümana yakışan ise öfkesini,
kinini yenip adaletle, insafla davranmaktır.
Fazilet ve üstünlük, şartlar ne olursa olsun
hakkaniyet ölçülerine göre hareket etmektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan,
adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi
adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun. Bu Allah korkusuna daha çok
yakışan bir davranıştır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı
hakkıyla bilmektedir." (Maide/8)
Tecessüs, insanların ayıp ve kusurlarını araştırmaktır
ki, çok kötü bir ahlâktır. Müslüman, hata ve ayıp araştıran ve onu ifşa eden
değil, bilâkis hata ve kusurları örten, sırları ifşa etmeyendir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Birbirinizin kusurunu araştırmayın."
(Hucurat/12)
Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh şöyle rivayet etti:
"(Bir gün) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
minbere çıkıp yüksek sesle şöyle dedi: Ey dili ile Müslüman olup, iman kalbine
nüfuz etmemiş olan topluluk! Müslümanlara eziyet etmeyin, onları ayıplamayın,
onların kusurlarını araştırmayın. Kim Müslüman kardeşinin kusur ve ayıplarını
araştırırsa, kıyamet gününde de Allah onun ayıbını ortaya koyar. Allah kimin
ayıbını ortaya çıkarırsa evinde dâhi olsa onu rezil eder." (Tirmizi)
İnsanların ayıp ve kusurlarını araştırmak, tecessüs
etmek haramdır. Bundan şiddetle sakınmak gerekir. Bir insanın ayıbı araştırılır, yaptığı
kusurlar, hatalar ifşa edilirse, o kimsenin ya yüzsüz olmasına, ya da tamamen
toplumdan kopup bunalımlara girmesine, yahut gizli yaptığı kötülükleri açıktan
yapmaya başlamasına sebep olunabilir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer sen onların ayıp ve kusurlarını
araştırırsan onların (ahlâkını) bozar ya da onları bozmaya ramak
kalırsın." (Ebu Davud)
Müslüman ayıp ve kusurları araştırmaz. Ancak şu veya
bu şekilde bir Müslümanın ayıplarına muttali olursa ona gizlice nasihat eder,
onun yaptığı hatalardan dönmesi ve tevbe etmesi için çaba ve gayret gösterir.
Onun durumunu asla ifşa etmez.
Rasûlullah salllallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Kim bir ayıp ve kusur görüp de onu gizlerse,
sanki diri diri toprağa gömülmekte olan bir kız çocuğunu, hayata kavuşturmuş
gibi sevap kazanmış olur." (Ebu Davud)
1- Açık kapılardan, pencerelerden evin içine bakmak,
gözetlemek
2- Aralarında gizlice konuşan kişilerin, konuşmalarına
muttali olmak için kulak kabartmak.
3- Bir kişinin okumakta olduğu bir mektubu, gizli bir
notu, mahrem bir yazıyı ve benzerlerini göz ucuyla okumaya çalışmak.
4- Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususlarda
şahısların özel durumlarını ilgilendiren bir kısım çalışmalara, kararlara
muttali olmak için çeşitli araştırmalar yapmak ve benzeri tavır ve
davranışlarda bulunmak.
Bunların hepsi tecessüstür, günahtır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Kim dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da
kıyamet gününde onun ayıbını örter." (Müslim)
"Her kim Müslüman kardeşini bir günah yüzünden
ayıplarsa, onu kendisi de işleyinceye kadar ölmez." (Tirmizi)
İnsan tabiatında acelecilik vardır. Bir şeyin hemen
olup bitmesini, hem de kendi istediği gibi, kendi lehine bitmesini arzu eder.
Halbuki bir çok işler zaman ister, iyi bir sonuç almak için planlı, programlı
hareket etmek, işi olgunlaştırıp, yoluna koymak ister.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"İnsan aceleci yaratılmıştır. Size ayetlerimi
göstereceğim acele etmeyiniz." (Enbiya/37)
Geçmişte birçok kavimler, peygamberlerden
korkutuldukları azabın hemen gelmesini istediler. Onlar inanmadıkları için
kendilerine böyle bir azabın geleceğine ihtimal vermiyorlardı. Fakat ihtimal
vermedikleri ve gelmesinde acele ettikleri azap onları ansızın yakalayıverdi de
helâk olup gittiler. Allah Teâlâ bâzen de gerek kâfirlere, münafıklara ve
gerekse günahkâr Müslümanlara mühlet verir. Belki düşünür, tefekkür eder, tevbe
edip pişman olurlar diye. Bu mühleti değerlendiremeyen, yaptıklarından
vazgeçmeyen kişi ve toplumlar için bu mühlet aleyhlerine bir delil teşkil eder.
Tevbe edip, kötülüklerden kaçanlar için de bir nimet olur.
Dünya işlerinde, araştırmak, soruşturmak, incelemek
gerekir. Çünkü yapılacak işlerin kesinkes doğru olup olmadığı hususunda
belirsizlikler vardır. Onun için teenni ile hareket etmek, temkinli davranmak
gerekir.
Fakat âhiret ile ilgili ameller belli ibadetler,
hizmetler olduğu için o amelleri kaçırmamak için acele etmek lâzımdır.
Meselâ, namaz kılmak kesin emirdir. Namazı cemâatle
kılmak veya muhakkak vakti içinde kılmak için acele etmek övgüye lâyık bir
harekettir.
Herhangi bir dünya işi ile, âhiret amelinin aynı anda
yapılması gereken bir durum hasıl olsa, biri yapıldığı zaman diğeri mutlaka
yapılamayacak olsa, âhiret amelini öne alıp, dünya işini terk etmek gerekir.
Muttaki, kâmil bir Müslümanın başka türlü davranması asla düşünülemez.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Âhiret ameli dışında her şeyde teenni ile (yani
temkinli) hareket etmek gerekir." (Ebu Davud)
Evet, âhiret amellerinde acele etmek, hayır işlerinde
yarışmak gerekir, dünya işlerinde ise teennî ile hareket etmek, temkinli
davranmak gerekir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Hayırlarda, hayırlı işlerde birbirinizle
yarışın." (Maide/48)
Beli kabilesinden bir kişi tarafından şöyle bir
rivayet vardır.
"Babamla birlikte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
selleme geldim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, babamla yanımda gizlice
konuştu. Babama:
- Sana ne söyledi? dedim. Babam, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söyledi:
- Bir iş yapmak istediğin zaman, Allah sana o işten
kurtuluş gösterinceye kadar, yahut Allah sana bir çıkış kapısı yaratıncaya
kadar teenni ile, temkinli olarak hareket et." (Edebül Müfred, Buhari)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"(Yapılacak iş için) yakınlarından bir yardım
göremeyen, bir çare bulamayan kişi -Allah ona bir genişlik veya bir çıkış yolu
yaratıncaya kadar- o işle iyi bir şekilde ünsiyet etmezse, o kimse tedbir ve
akıl sahibi değildir." (Edebül Müfred, Buhari)
Acele etmek, şeytanın ahlâkındandır. Allah Teâlâ, Hz.
Âdem aleyhisselama secde etmesini
emrettiğinde, isyanında acele etti de helak oldu.
Melekler ise hayırda, yani Âdem aleyhisselama secde
etmekte acele ettiler. Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmekte birbirleri ile
yarış ettiler ve kurtuldular.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Teenni, (temkinli hareket etmek) Allah’tandır.
Acele etmek ise şeytandandır." (Tirmizi)
Dua etmek ibadettir. Dua, ibadetin iliğidir. Her
Müslüman dua etmekte acele etmelidir. Ancak dua yaptıktan sonra hemen duasının
neticesini beklememeli, kabul olup olmadığı hususunda asla acele etmemelidir.
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biriniz, Rabbime dua ettim de kabul
etmedi diye acele etmedikçe onun duası mutlaka kabul olunur." (Buhari,
Müslim)
Allah Teâlâ yeryüzünde insanın faydalanması, yiyip
içmesi için pek çok şey yaratmıştır. Bütün bu yaratılanlar bir hikmetle
yaratılmış ve yaratılış hikmetine uygun olarak kullanılması istenmiştir. Saçıp
savurmak, israf etmek, lüks harcamalar yapmak yasaklanmış diğer taraftan
cimrilik, malı elde tutarak hem kendisi, hem ailesi ve hem de muhtaçların
ihtiyacı olan harcamaları yapmamak, hayırlı hizmetlerde kullanmamak
kınanmıştır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır.
"Elini boynuna bağlama (cimri olma) lüzumundan
fazla da açma (saçıp savurma) sonra kınanır (kaybettiklerinin) hasretini çeker
kalırsın." (İsra/29)
Saçıp savurmak, israf etmek ile eli sıkı olmak,
cimrilik yapmak arasında itidâl noktasındaki ahlâk-ı hamîde, sehâvettir,
cömertliktir. İsraf etmek, malı gereksiz yere saçıp savurmak ifrattır. Malı
lüzumlu yerlere harcamayıp cimrilik yapmak tefrittir. Her ikisi de haramdır.
Orta yolu ise sehâvettir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz
yere de saçıp savurma." (İsra/26)
"Onlar (muttakiler) harcadıkları zaman israf
etmezler, cimrilik de yapmazlar. İkisi arasında orta yolu tutarlar."
(Furkan/67)
Demek oluyor ki Müslüman, her hususta olduğu gibi
malını harcama hususunda da orta yolu takip edecek, malını israf etmeyecek,
saçıp savurmayacak, Allah Teâlâ’nın haram kıldığı yollarda asla ve asla
harcamayacak, diğer taraftan cimrilik de yapmayacak, Allah Teâlâ’nın emrettiği
yollarda cömertçe infak edecektir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Cimrilikten sakının. Çünkü sizden öncekiler,
cimrilik sebebiyle helâk olmuşlardır. (Şeytan ) onlara cimliği emretmiş, onlar
da cimri olmuşlar, fücûru emretmiş fâcir olmuşlardır." (Ebu Davud)
Zamanımızda çoğunlukla gereksiz şeyler için sınırsız
harcamalar yapıyor, lüks ve israfın içinde boğulup gidiyoruz. Toplumumuz
tüketim toplumu haline gelmiş. Ne bulursak yiyor, içiyor, giyiyor, helal-haram
olduğuna aldırış etmiyoruz. Diğer taraftan, ahiret azığı hazırlamakta çok cimri
davranıyoruz. Nefsimiz için ve hatta İslam’ın haram kıldığı işlerde sınırsız
harcamalar yaparken, malımızın zekatını vermekte zorlanıyor, fakir ve
muhtaçlara yardımda, hayırlı hizmetlere harcamakta cimrilik yapıyoruz.
Bilmiyoruz ki, gerçek malımız, bize fayda verecek malımız, Allah yolunda
harcadıklarımızdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes
yarın için (ahiret için) ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah
yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr/18)
Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de
şöyle buyurmaktadır:
"Kul, malım, malım! der. Halbuki onun malından
kendisi için üç şey vardır. Yiyip tükettiği, giyip eksittiği ve Allah yolunda
verip, ahiret için biriktirdiği. Bunun dışındakiler ise, ölümüyle varislerine
bıraktıklarıdır." (Müslim)
Abdullah ibni Mes’ud radıyallahu anh rivayet ediyor:
"(Bir gün) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem:
- Kendi malından, vârisinin malı sevimli olan kimdir?
buyurdular.
Dediler ki:
- Ya Rasûlallah! Aramızda vârisinin malı kendi
malından daha sevimli ve kıymetli olan bir kimse yoktur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- Kişinin kendi malı (kendinden önce ahiret için) gönderdiği,
(tasadduk ettiği) maldır. Sana vâris olanın malı ise (öldükten sonra) geride
bıraktığın maldır." (Buhari)
Kişiyi cimri olmaya sevk eden bir kısım sebepler
vardır ki bunların başında dünya sevgisi, mal sevgisi ve tûl-i emel gelir.
Kalbinde dünya sevgisi olanlar, uzun emeller
besleyenler, elde ettikleri zenginlikleri Allah yolunda, fakir ve muhtaçlara
harcayamazlar. Kazandıkça tamahları artar, hırsları ziyadeleşir. Bir makama
geldiklerinde, daha yüksek makamlara gelmek için hırslanır ve bu uğurda inancından,
şahsiyetinden tavizler vermeye başlar. Taviz alanlar, aralanan taviz kapısını
zorlayarak sonuna kadar açarlar ve fazilet adına ne varsa her şeyi yağmalarlar.
Neticede hırslı, tamahkâr olanlar her şeyi yağmalanmış çırılçıplak olarak
ortada kalırlar.
Dünyadan, dünyanın âlâyişinden sakınmayan, dünya
sevgisini kalbinden atamayanlar, Sonunda dünyada da, ukbada da rüsvay ve
perişân olurlar. Hz. Ali kerremallahu vecheden, dedi ki:
"Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Ahiret yüzünü
dönmüş geliyor. Her birinin kendine has çocukları vardır. Siz âhiret
çocuklarından olun. Dünya çocuklarından olmayın. Bugün çalışma günüdür. Hesap
günü değil. Yarın (âhiret) hesap günüdür, çalışma günü değildir." (Buhari)
Dünyanın Allah katında bir değeri yoktur. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ona rağbet etmemiştir. O’nun kutlu izini takip
edenler de asla dünyaya yüz vermemişlerdir. Onlar Rablerine teveccüh etmişler,
O’nun yüce katında durmuşlar da O’na yol bulmuşlardır.
Rasûlullah salllallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisineğin
kanadı kadar değeri olsaydı ondan kâfire bir yudum su bile içirmezdi."
(Tirmizi)
Cabir radıyallahu anh şöyle rivayet etmiştir:
"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, yayla
köylerinden birinden şehre giderken pazara uğradı. Halk etrafında idiler.
Derken küçük kulaklı ölmüş bir oğlağın yanından geçti. Kulağından tutup.
- Hanginiz bunu bir dirheme alır? buyurdu.
Etrafındakiler:
- Onu ne yapacağız, diri olsa bile, bu kusuru
nedeniyle bir kıymeti olmaz, dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
"Vallâhi, Allah katında dünyanın bu oğlağın sizin
nezdinizdeki değeri kadar bile değeri yoktur." (Müslim)
Akıllı olan ebedî olanı, fânî olana; değerli olanı
değersiz olana tercih eder. Ahmak ise görünüşe aldanır. Yarınını, ahiretini
düşünmez. Dünyanın geçici metâına aldanır da âhiretini ihmal eder ve kaybeder.
Dünya nimetleri âhiret nimetlerine göre bir zerre bile olamaz. Azı verip çoğu
almak, yani dünyanın az, geçici ve değersiz metaı hususunda cimrilik, eli
sıkılık yapmayıp cömertlik yaparak bol bol tasadduk etmek cennetin sonsuz
nimetlerine gark olmaktır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Dünya, ahirete nazaran bu parmağı (bunu
söylerken parmağını gösterdi) denize sokmak gibi bir şeydir. Biriniz o parmağın denizden ne kadar
ıslanarak çıkabileceğine bir baksın." (Müslim)
Kâmil bir Müslüman uçsuz bucaksız bir deryanın
kıyısında, parmağındaki ıslaklığı yalayıp durmaz. “Gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği, insanların kalbinden geçirip, hayal bile
edemeyecekleri.” cennet nimetlerine karşılık, bir çer çöp mesâbesinde olan
dünya metâını tercih etmek, elde ettiğimiz malları, Allah yolunda harcamayıp
cimrilik etmek çok büyük bir ziyandır. Dünya kârı için ahiret zararını tercih
etmektir. Bu kâmil bir mü’minin yapabileceği bir iş değildir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır:
"Allah bir kulu sevdi mi onu dünyadan korur.
Tıpkı birinizin hastasına suyu yasaklaması gibi." (Tirmizi)
Bir Müslüman, dünyalık kazanmak için haram-helal
hudutlarını çiğnemiyorsa, dünya, mal, makam sevgisini kalbinden söküp atmışsa,
elde ettiklerini tasadduk ediyor, Allah yolunda harcıyor, asla cimrilik
yapmıyorsa, sehâvet sahibi ise Allah Teâlâ onu, dünyadan koruyor demektir.
Allah Teâlâ, cömertlerin en cömertidir. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem cömerttir. Bütün insin, cinnin en cömerdi O’dur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Ben cimri değilim." (Müslim) buyurmuştur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kutlu yolunu
takip edenler, salihler, sadıklar, muttakiler cömerttir. Asla cimri
değillerdir.
Şeytan ise cimridir. İnsanları da cimri olmaya teşvik
eder. Aç kalmakla, fakirlikle korkutarak cimrilik telkin eder. Ona uyanlar, ona
asker olanlar şeytanın yolunda, onun istediği doğrultuda, Allah’a isyan
yerlerinde mallarını saçıp savururlar da Allah yolunda, İslami hizmetlerde
harcamaya gelince cimrilik yaparlar. Bu durum şeytanın dünyayı süsleyerek,
kötülükleri süsleyerek, kalblere dünya sevgisi ilka etmesindendir.
Cimrilikten kurtulmanın ilacı, kişiyi cimriliğe sevk
eden şeyleri terk etmektir. Dünya sevgisini, mal sevgisini, dünya için emeller
beslemeyi makam-mevki, riyaset sevgisini terketmektir. Bunlardan kurtulmanın
yolu da, ölümü ve ölüm ötesi hayatı, hesabı, cennet ve cehennemi çok çok
düşünmek, tefekkür etmektir. Kendisinin emanetçi olduğunu mülkün sahibinin
Allah Teâlâ olduğunu, asla unutmamaktır.
Müslüman , sık sık, hiç değilse sabah akşam nefsini
hesaba çekmeli, isyan ve tuğyanına mani olup, onu terbiye etmek için çaba
göstermelidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dualarında
cimrilikten Allah Teâlâ’ya sığınmıştır. Öyleyse bizler de bu kötü hasletten
kurtulmak için Rabbimize sığınmalı, ona dua etmeliyiz. Biliyoruz ki onun
takdiri ve yardımı olmazsa biz hiçbir şeye güç yetiremeyiz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"İki huy vardır ki, bir mü’minde beraber
bulunmaz. (Biri) cimrilik ve (diğeri) kötü ahlâktır." buyurmaktadır.
(Edebül Müfred, Buhari)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:
"Allah yolundaki toz toprak ile cehennem dumanı
bir kulun ciğerinde ebediyen cem olmaz. Cimrilikle iman da hiçbir zaman bir
kulun kalbinde toplanmaz." (Edebül Müfred, Buhari)
Hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere cimrilik çok
kötü bir haslettir. Bu kötü hasletten kurtulmak, iyi hasletlerle donanmak her
Müslümanın başta gelen kulluk vazifelerindendir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Her canlı ölümü tadacaktır. Muhakkak kıyamet
günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden
uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı
ise aldatma metâından başka bir şey değildir." (Al-i İmran/185)
"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir
şey değildir. Muttakîler için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl
erdiremiyor musunuz?" (En’am/32)
Müslüman bunca uyarılara rağmen hâlâ uyanmıyor, hâlâ
dünya sevgisi, mal sevgisi onu kulluk vazifelerinden alıkoyuyorsa, cimri ve
bencillikten kurtulamıyorsa böyle bir Müslüman cidden acınacak bir durumdadır.
Rabbim! Biz Müslümanları bütün kötü ahlâklardan,
kötülüklerden, cimrilikten, dünya, mal, makam, riyaset sevgisinden koru. Bütün
güzel ahlâklarla, Kur’an ahlâkı ile Peygamberimiz, Efendimiz, Rehberimiz,
Önderimiz, Canımız Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin ahlâkı ile
ahlâklandır. ÂMÎN YA MÛÎN.