MEFKURE

 

 

ÖNSÖZ

 

İnsanlık serüveni müsbet ve menfi grafikler çizerek zamanımıza kadar  ulaştı. Bundan sonra da yeni grafikler çizerek kıyamet sabahına kadar devam edecektir. Bu serüven içerisinde Hak-Batıl mücadelesi zaman zaman netleşmiş ve zaman zaman bulanmıştır. Zaman zaman Hak ve Batıl birbirine karıştırılmış hak batıldan tefrik edilemez olmuş. Nice batıllar hak olarak algılanıp uygulanmış. Nice hakikatler unutulup devlet ve millet hayatından silinmiştir.

Son yüzyıldan beridir çeşitli hile ve desiselerle hakkı iptal batılı hakim kılma çaba ve gayretleri had safhaya ulaşmış, millet dînî yönden cahil bırakılarak Hak-Batıl mücadelesinde Hakk'ın safında yer almaları önlenmeye çalışılmıştır.

Milleti özbenliğinden, tüm değerlerinden tecrid etmek, dinsizlik felsefesini hakim kılmak için görülmemiş plan ve proğramlar uygulanmış zulüm ve işkenceler yapılmıştır. Onların  bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı vardır. Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. Nitekim 1950'li yıllarda açılan İmam-Hatip liselerinde yetişen İmam-Hatip nesli ile yeni bir uyanış ve diriliş başlamış ve bu diriliş zamanla diğer okullara ve üniversitelere de sıçrayarak gençlik arasında yeniden aslına dönme, Kur'an'la yeniden tanışıp İslamla yeniden buluşma ve İslamı hayata hakim kılma sevda sevda gönüllere nakş olunmuş ve eyleme dönüşmüştür.

Bugün istenilen seviyede olmasa da bu uyanış ve diriliş ufkumuzda yeni ümitler, yeni hilaller olarak tülû etmiş, artık Hak-Batıl çizgisi netleşmiş ve müslümanlar bulunmaları gereken safları farketmeye başlamıştır.

Bizde, bu Hak-Batıl mücadelesinde Hakk'ın safında bir gediği doldurmak, kulluğumuzun gereği olan mücadelede yerimizi almak için Nevşehir'de 4 yıl önce 15 günde bir yayınlanan İlk Adım gazetesini çıkarmaya başladık. Bu gazetede bize de yazı yazmak imkanı verildi ve biz "MEFKÛRE" köşesinde  Hakk'ın hakimiyeti batılın iptali için gayret sarfettik. İslamî hakikatleri duyurmaya, insanımızı Hakk'a kılavuzlamaya çalıştık.

Mefkûre köşesinde yayınlanan bu yazılarımızın bir kısım dostlarımız tarafından kitap olarak basılıp neşredilmesi isteği üzerine bazı tashihler yapılıp, İlk Adım'da neşredilmeyen bazı yazılar da ilâve edilerek bu kitap teşekkül etmiş oldu.

Tevfik ve hidayet Allah'dandır.

18 Cemazîevvel 1916

13 Ekim 1995 Cuma

NEVŞEHİR

 

ZEKİ SOYAK

 

 

 

 

YAZMAK VE KONUŞMAK

 

Yazı yazmak ve söz söylemek bir sanat ve bir maharet. Dil ve kalem ise bu sanatı icrada mühim bir vasıtadır. Dürüst insana gereken bu vasıtaları hakka, doğruya ve güzele kullanmaktır. Yazı vardır öldüren bir zehir, söz vardır kâlbe saplanan bir hançerdir. Öyle yazı ve sözler vardır ki, onunla insanlar şirk ve küfre düşer, milletler fitne ve fesad'a düçar olur. Yine yazı vardır, şifa sunan bir bal, söz vardır hayat veren bir iksirdir. Öyle yazı ve sözler vardır ki, şirk ve küfür onunla yok olur ve İslam dairesine onunla girilir ve dünya hayatı onunla hiçlenir, şehadet arzusu kara sevda haline gelir. Kaybolmuş ümitler onunla yeşerir. Esir olmuş yurtlar ve milletler onunla kıyam eder.

Ehli hikmetten bir zat: "Dil keskin bir kılıçtır, nasıl keseceği bilinmez. Söz geri döndürmesi kolay olmayan bir ok gibidir. Dil harekete geçmeden, sözü söylemeden önce, dikkat et. Belki bir dostu üzersin belki bir Allah dostunun kalbini kırarsın." der. Bir başkası da: "Doğru ol, doğruyu söyle. Üzüntü getiren doğru, sevindiren yalandan iyidir." demektedir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi öldürmek için gelen Ömer, Huzûru Peygamberîde "La ilâhe illallah , Muhammed Rasûlullah"  dedi ve böylece küfrün karanlığından, imanın  aydınlığına kavuştu. Kıyamet sabahına kadar hayırla yâd edilecek, adâleti dillere  destan olacak, "Emir-ül Mü'minîn" mertebesine yükseldi. Ebû Cehil ise Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi yalanladı, "Atalarımızın dininden dönmeyiz." dedi. O da küfrün zifiri karanlığı içinde cehennemin dibine kadar yuvarlandı. Bir söz ile Hz. Ömer radıyallahu anh âlem-i illiyyine yükselirken, diğer bir sözle Ebû Cehil esfeli sâfiliynde alçaldıkça alçaldı. Yermük savaşı müslümanların Bizansla yaptığı müthiş bir harbdir. Bir ara mücahidler Bizans sürüleri karşısında  gerileyip bozguna uğradılar. Müslümanlar büyük zayiat veriyorlardı.  Hz. Halid bin Velid radıyallahu anh: "Ey müslümanlar! Bedir savaşında Rasûlü Ekrem'in yanında canını feda edenler sizin kardeşleriniz değil mi idiler? Bu muharebede firar etmek neden icab ediyor?" diye haykırdı. Bozguna uğramış askerler "Anamız babamız sana feda olsun Ya Rasûlallah!" diyerek geri dönüp düşmana öyle bir saldırdılar ki, Bizans ordusu büyük bir hezimete uğradı. Yermük Vadisi düşman leşleri ile doldu.

Çaldıran'da Yavuz Sultan Selim'e bir ara askerleri itaatsizlik ve serkeşlik yaptılar. Şah İsmail'e karşı savaşmadan İstanbul'a dönmek istiyorlardı. Yavuz beyaz atına bindi, üzengileri üzerinde doğruldu ve arslanlar gibi kükredi: "Er olanlar benimle gelsin, korkaklar karılarının yanına dönsün."  Bu yiğitçe söz karşısında askerler, Yavuz'un peşine takıldı ve İran ordusu büyük bir bozguna uğrayarak dağılıp gitti.

Hikmet ehli bir zat: "Konuşmana dikkat et. İnsan faziletini konuşması ile gösterir. Akıl  kendisini konuşma ile meydana kor. Bu sebepden az konuş, öz konuş, az ve özlü söz hoş olur. Kısa ve manalı ifade beğenilir. İçli insan öz konuşur, açık konuşur." der.

Zamanımızda basın, kamuoyu oluşturmada ve kitleleri yönlendirip harekete geçirmede etkin bir araçtır. Televizyonların çok etkin ve sürükleyici yayınlarına rağmen bu özelliğini kaybetmiş değildir. Bugün birçok ülkede, basının gündemde tuttuğu olaylar, hükümetlerin istifâsına, yönetimlerin değişmesine ve bir çok sosyal çalkantılara sebep olmaktadır. Gazete, mecmua, televizyon ve radyolar çok güçlü tebliğ vasıtalarıdır. Bu vasıtalardan en iyi bir şekilde faydalanma yolları bulunmalıdır.

Üzülerek ifade etmeliyim ki, bugünkü medya  -çok azı hariç- Kur'an ifadesi ile tam bir 'LEHV-el HADİS'* konumundadır.

Bununda ötesinde din, ahlâk ve iffeti tahrip edici bütün faziletleri yok edici aşağının aşağısı, bayağının bayağısı proğramlarla insanımızı öz benliğinden koparma çabası içerisinde birbirleri ile yarış halindedirler.

Lokman sûresi 6. ayette Allah celle celâluhu şöyle buyurmaktadır: "Bayağı insanlardan kimi de vardır ki, Allah yolundan bilmeyerek sapıtmak ve onu eğlence yerine tutmak için lâf eğlencesi satın alır. İşte onlara horlayıcı bir azab vardır."

Bu ayetin nüzûl sebebinde, Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır, şöyle demektedir: "Nadr b. Haris ticaretle Fars'a gidiyor. Acemlerin hikayelerini, efsane kitaplarını getiriyor ve bunları Kureyş'e okuyarak, Muhammed size ad ve semûd hikayeleri söylüyor. Gelin ben size Rüstem'in, İsfendiyar'ın, Kisra'nın hikayelerini anlatayım diyor ve bu sûretle bir çoklarının Kur'an dinlemesine mani oluyordu. Bundan başka güzel bir hânende cariye almış, birinin müslüman olacağını işittiği zaman onu alıp cariyesine: "Haydi buna yedir, içir, söyleyiver" der, bu suretle eğlendirip, "gördün ya, bu Muhammed'in çağırdığından, namazdan, oruçdan, onun önünde çarpışmaktan daha iyi değil mi?" dermiş."

Zamanımızın Nadr bin Haris'leri de, medya vasıtası ile insanımızın gerçekleri öğrenmesine, Kur'anla buluşup İslamla tanışmasına, yeniden özbenliğine kavuşmasına mani olmak için bütün imkanlarını seferber etmektedirler.

Bizler de müslümanlar olarak, yazarak, konuşarak, sesli ve görüntülü medya vasıtasıyla İslami hakikatları anlatmalıyız. Bu gibi İslami kuruluşlara madden ve manen yardımcı olmalıyız.

Dilimizi ve kalemimizi hakkın hizmetinde, hak ölçüler içerisinde kullanmalıyız.

"O, bir söz atmaya dursun, mutlak yanında hazır bir gözcü vardır." (Kaf/18)   ayeti kerimesi ve "Bir kulun imanı doğrulmaz, kalbi doğrulmadıkça, kalbi de doğrulmaz dili doğrulmadıkça." (İmam Ahmed) "Ademoğlu sabahladığı zaman bütün organlar dilden kifayetli olmasını isteyerek derler ki: Bizim hakkımızda Allah'dan kork, çünkü bizim istikametimiz sana bağlıdır. Sen doğrulursan bizde doğruluruz, doğruyu buluruz, sen eğrilirsen bizde eğriliriz." (Tirmizî)

"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, hayırlı söz söylesin veyahut sussun." (Tirmizî) "Ademoğlunun en çok hatası dilindendir." (Taberânî) "Sözü çok olanın hatası çok olur." (Ebu Nuaym) "Sözünden arta kalanı tutana, malından arta kalanı (muhtaçlara) infak edene müjdeler olsun." (Bezzar)     "Ademoğlunun iyiliği emretmek, fenalığı menetmek ve Allah azze ve celleyi zikretmek dışında konuştuğu sözler aleyhinde olup lehinde değildir." (İbni Mace)

"Malâyaniyi terketmek kişinin İslam'ının güzelliğindendir." (Tirmizî)  hadisi şerifleri, konuşmalarımızda ve yazılarımızda bizler için rehber olmalıdır.

Elbette sözlerin en tesirlisi Allah kelâmı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözleridir. Belagat ve fesahatta Kur'anın bir benzerini söylemek hiçbir fani için mümkün değildir. Nitekim İsra suresi ayet 88'de Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın  bir mislini getirmek için bir araya gelseler birbirine arka olsalar yine de onun mislini getiremezler."

Bakara suresi 23 ve 24 ayetlerde şöyle meydan okunuyor:

"Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz siz de onun gibi bir sûre getirin ve Allah'dan başka bütün şahidlerinizi (ilahlarınızı-yardımcılarınızı) çağırın eğer doğru iseniz (bunu yapın). Şayet yapamazsanız -ki yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının."

Bir arâbi, bir müslümanın "Emrolunduğunu açığa vur ve müşriklerden yüz çevir." (Hicr/94) ayetini okurken dinledi, derhal secde etti ve "Bunun fesahatına secde ettim." dedi. Bir başkası "Ümitsizliğe düşünce konuşmak üzere bir kenara çekildiler." (Yusuf/80) ayetini işitince: "Şehadet ederim ki hiç bir mahluk böyle bir söz söyleyemez." dedi.

Arabların meşhur şairlerinden Tufeyl bin Amr et Tûsî hicretten önce Mekke'ye gelmiş ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in o esnada Kâbe'de okumakda olduğu Kur'an'ı dinlemişti. Kur'an'ın o icazkâr fesahat ve belâgatı karşısında: "Dahilek ya Rasulallah!" dedi ve müslüman oldu. Habeşistan'a hicret eden müslümanlar Habeş Kralı Necaşi'nin sarayına çağırılmışlardı. Hz. Caferi Tayyar Necaşi'ye Kur'andan bir kısım ayetler okudu: Necaşi: "Yemin ederim ki bu kelam ile İncil'in sözlerinin menbaı aynı çeşmedendir."  dedi. Necaşi müslüman olmuş ve müslüman olarak ölmüş, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ölüm haberini alınca Medine'de gıyabında cenaze namazı kılmıştır.

Osman bin Maz'un Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme, Ya Muhammed! O kelamdan (Kur'an'dan) bir parça da bana oku dedi. Rasulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem "Allah Teala, âdâleti, ihsanı, akrabadan muhtaçlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, kötülüğü, haddi aşmayı meneder. Size nasihat kabul edersiniz diye öğüt verir." (Nahl/90) ayetini okudu. Osman biz Maz'un: "bu ayetler benim kalbimi, fikrimi altüst etti. O anda ruhum islam aşkıyla doldu." der. Osman bin Maz'un ilk müslümanlardan ve sahabelerin ileri gelenlerindedir. 

Allah kelamından sonra en fasîh ve beliğ kelam Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin kelâmıdır. Hz. Âişe radıyallahu anha bu hususta şöyle der: "Peygamberimiz sözlerini birbirine ulamaz, uzatmazdı. Sözü ayıra ayıra söyler, dinleyenlerin gönüllerine sindirirdi. Birşeyi anlatırken de, kelimeleri tane tane söylerdi. O kadar ki, isteyen onları sayabilir ve ezberleyebilirdi."

Hz. Ali kerremallahu veche de: "Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem konuşurken, meclisinde bulunanlar, başlarına kuş konmuş gibi sessiz ve hareketsiz bulunurlardı." der.

Hind b. Ebi Hâle Radıyallahu anha da: "O lüzumsuz yere konuşmazdı. Söze başlarken de, sözü bitirirken de Allah'ın adını anardı. Konuşurken, kısa ve çok özlü kelimelerle konuşurdu. Sözleri gerçek ve yerinde idi. Konuşurken, ne fazla ne de eksiz söz kullanırdı." demektedir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem "cevami ül kelîm" idi. Yani az kelimelerle çok manaları ifade etmek. Bu ona min tarafilllah ihsan edilen bir meziyetti.

İmam Gazali sözleri dört kısıma ayırmaktadır:

1. Sırf zararı olan.

2. Sırf faydası olan.

3. Zararı da, faydası da olan.

4. Faydası da, zararı da olmayan.

Bunlardan, zararı muhakkak olan ile, zararı da faydası da olan ve faydası da, zararı da olmayan sözleri konuşmak câiz değildir. Çünkü bunların bir kısmı haram ve bir kısmı da malâyanidir. Çok tabii olarak bunları konuşmak caiz olmadığı gibi yazmak da caiz değildir.

Demek oluyor ki bu dört çeşit sözden sadece birini yani sırf faydalı olanı konuşmak ve yazmak caizmiş. Halbuki faydalı konuşmak ve yazmakta da riya, gıybet, sanatkârane konuşmak ve yazmak hevesi gibi bir kısım gizli âfetler vardır.

Bir yazı ve konuşma Kur'an ve sünnetten kaynaklanmadığı veya Kur'an ve sünnetin ruhûna uygun düşmediği zaman o, yırtıcı ve vahşi bir hayvana benzer ki öncelikle sahibine zarara verir.

Bu hususta Yûnus EMRE ne güzel söylemiş:

Keleci bilen kişinin

Yüzünü ağ ide bir söz.

Sözü pişirip diyenin

İşini sağ ide bir söz.

 

Söz ola kese savaşı,

Söz ola kestire başı,

Söz ola ağılı aşı,

Bal ile yağ ide bir söz.

 

Kişi bile söz demini

Dimeye sözün kemini,

Bu cihan cehennemini,

Sekiz uçmağ ide bir söz.

 

Yunus imdi söz yatından

Söyle sözü gayetinden

Key sakın o şah katından

Seni irağ ide bir söz

 

Bir atasözünde: "Ohâ var, zelve kırdırır, ohâ var öküz durdurur." denilmektedir.

Kâlbin tercümanı olan dil ve kâlemi Hakkın yolunda kullanmak, yazı ve sözü Allah Teâlanın kelâmı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözleri ile taçlandırmak bir nimet ve bir lutfu ilâhidir.

"Ey iman edenler Allah'dan korkun ve doğru söz söyleyin. Çünkü böyle yaparsanız, Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzab-70-71)

 

LEHV-el HADİS: Lâf eğlencesi,eğlence söz,insanı oyalayan ,işinden alıkoyan sözler,asılsız hikayeler,masallar,romanlar,tarih kılıklı efsaneler,güldürücü lakırtılar,gevezelikler.teganniler gibieğleyici sesler (Hak Dini Kur7an Dili C 6 S 3838)

 

 

NASIL BİR  EĞİTİM, NASIL  BİR  İNSAN?

 

Bir ülkede meydana gelen ticari, iktisadi ve teknik gelişmeler, elbette takdire şayan ve bir milletin bekası için olması gereken şeylerdir. Ancak bundan daha mühim olanı insandır ve Onun eğitimidir. Zira insanı ruhen ve fikren besleyip mânen kalkındırmadan istenilen seviyeye ulaşmak mümkün değildir. Bir elimizle yaptığımzı, diğer elimizle yıkmak istemiyorsak insanımızı bir fazilet ve ahlâk abidesi haline getirmek mecburiyetindeyiz. Üç kıtada hakim olduğumuz devirlerde, ilay-ı kelimetullah, millet olarak birleştiğimiz ve bütün benliğimizle bağlı olduğumuz bir mukaddes gaye idi. Çünkü o devirlerde insanımız bu ulvî  gaye için eğitiliyor, bu hususta hiçbir fedakarlıktan kaçınılmıyor ve bütün imkanlar neslin, en iyi bir şekilde yetişmesi için seferber ediliyordu.

Bugün ise milletimizi birbirine bağlayan ve kenetleyen o ulvî gayenin ve manevî değerlerin yok denecek kadar zaafa uğradığını ve aramızdaki uhuvvetin adâvete, muhabbetin burûdete dönüştüğünü görüyoruz. Kendi kökünden kopmuş, dininin, tarihinin, gelenek ve göreneklerinin yabancısı olmuş, kafa ve yüreğinde mazisi adına ne varsa kaybetmiş, gayesiz, güvensiz, başıboş bir gençlikle karşı karşıya bulunuyoruz.

İnsanoğlu ne melektir, ne de şeytan, Fakat dini ve milli değerleri, ahlâkî prensipleri hiçe sayan materyalist bir eğitim sistemi ile yetiştirilirse, şeytan olmaya daha müsaiddir. Memleketimizde meydana gelen anarşik olayların, din ve tarih düşmanlığının, ateist fikirlerin büyük ölçüde okumuşlar arasında meydana geldiğine bakılınca, bugüne kadar uygulanan milli eğitim sisteminin ne kadar yanlış ve milli bünyemizi tahrip edici olduğu ortaya çıkmaktadır. Görülen o ki, cumhuriyet dönemi boyunca, gençlerimize gıda olarak sunulanlar, onları zehirlemiş bulunmaktadır.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türkiye'ye gelen ve din ve tarih adına ne varsa acımasızca ve hunharca tahrip edildiğini gören Fransız yazar Claude Farrere (Türklerin Manevi Gücü) adıyla Türkçeye çevrilen kitabında; "Türkler eski hayatları ile hiç ilgi kurmadan yeni bir hayata kavuşmak için giriştikleri tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım. Bana öyle geliyor ki bugün, kendilerine menfur gibi görünen ama onlar için tek kurtuluş yolu olan mazilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır." diyor.

Aynı kitabın başka bir yerinde de şöyle yazmaktadır:

"Eski Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta İslam'dı. Gerçek bir imanları vardı. Kadınları da kendileri gibi mü'mindi. Toprağına, çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir  halkın dinini kökünden sökmeye kalkışmanın iyi bir şey olduğunu iddia edemiyeceğim. Menşelerine çok yakın olan bir halkın, iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye kalkışmanın çok ciddi bir iş olduğuna eminim. Ankaralı erkekler  bugün bu tehlikeli yolu seçmiş bulunuyor. Ankaralı hanımlar da öyle. Dün bu hanımlar inanıyorlardı. Bugün artık inanmıyorlar. Hiç değilse kocaları bunları böyle davranmaya zorluyorlar. Bu zorlamanın kadınlar üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkak. Artık kendilerini istikbale götürecek hiçbir şey bulamıyorlar. Nasıl ki Ankara'yı yapan mimarlar da kendilerini eski şaheserlerin çizgilerinden faydalanarak yeni şahaserler yapmaya götürecek sanat ruhunu bulamamışlarsa. Bundan daha acı birşey olamaz."

Balkan savaşına takaddüm eden 3 Ekim 1913 tarihide bir Fransız gazetesinde  yazdığı bir makalede, "Hazırlanan bu kavgada ben, kuvvetliye karşı zayıfın, zalime karşı mazlumun, Hristiyana karşı müslümanın yanındayım." diye yazabilecek kadar Osmanlı İslam medeniyetinin hayranı bir Hristiyan olan Farrere bile Ankara'daki idarecilerin sakim düşünce ve tahribkâr uygulamalarından dine karşı davranışlarından ve inançsızlıklarından şikayetçi ve muzdarib.

Bugünkü silahlı terörün kaynağı, uygulanan yanlış, taklitçi ve tahribkâr eğitim sistemidir ve böyle bir sistem ancak okumuş cahiller, eli kalemli ve silahlı teröristler yetiştirebilir. Çünkü materyalizme tutsak olmuş kişilerden ve toplumlardan erdemli davranışlar ve fedâkarlıklar beklemek mümkün değildir. Bu bakımdan milleti idare edenlerin en mühim meselesi milli eğitim olmalıdır. Çünkü milletler, dini ve milli değerlerine bağlı, şahsiyetli bir milli eğitimle yükselir ve üstün medeniyetler kurabilirler. Siyasi, ekonomik ve kültürel yönden gerçekten hür olmak istiyorsak, bizi biz yapan dini ve milli değerlerimizle beslenen asrın imkanları ile techiz edilmiş, taklitten uzak bir milli eğitim proğramı uygulamak mecburiyetindeyiz. Bugünkü eğitim ve öğretim proğramları ile şahsiyetli ve güvenilir bir nesil yetiştirmek mümkün değildir. Şayet yetişmiş bir kısım kişiler varsa, bunlar da fedakâr, kemâl ehli bazı zevatın özel ilgi ve çabaları neticesinde o duruma gelmişlerdir.

Bir toplum yükselirken veya çökerken, bütün unsurlarıyla yükseliyor ve çöküyor. Nitekim dün eli öpülen, arılar misali durmadan dinlenmeden, usanmadan, yorulmadan büyük bir aşk ve şevk ile meydana getirdiği ruh peteğinden hiç bir karşılık beklemeden ilim ve irfan balları sunan ve devlet kuran öğretmen bugün itibar köşesinden indirilmiş sıradan bir vatandaş konumuna düşmüş ve büyük ölçüde öğretmenlik özelliğini yitirmiş ve böylece okulu, öğretmeni, öğrencisi ve ders kitapları ile koskoca bir müessese milli benliğini kaybetmiş, yabancı kültürlerin istilasına uğramış, millete rağmen milli değerleri tahrikte ön sıraları almıştır.

Milli eğitimin gayesi İYİ İNSAN yetiştirmek  olmalıdır. İYİ İNSAN, inanan, inancının gereğini yerine getiren, Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmış, dürüst, çalışkan, fedâkâr insan demektir.

İYİ İNSAN, aşırı olmayan dengeli insandır. Çünkü aşırılıklar dengeyi bozar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Aşırılar helâk olmuştur."(Müslim) buyurdular ve bunu üç kere tekrarladılar.

İYİ İNSAN yetiştirmek için eğitimin şu üç boyutunu en iyi şekilde tatbik etmek gerekir.

1. Bilgilendirmek.

2. Yönlendirmek.

3. Uygulamak.

BİLGİLENDİRMEK

İnsan eğitiminde, bilgilendirmede ilk sırayı marifetullah almalıdır. İnsan evveliyetle yaradanını tanımalıdır. Tanımalıdır ki Rabbına karşı kulluk vazifesini bilsin ve nefsini putlaştırmasın. Kişinin yaratanını en iyi bir şekilde tanıyabilmesi için, Peygambere ihtiyacı vardır. İnsan kendisini Allah Tealaya vasıl edecek bir kılavuz olmadan, nefis, şeytan, dünya ve şerir insanların köşe başlarını tuttuğu tehlikeli yollarda her zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu bilmelidir.

Onun için Naşiri Şeriat olan Peygamberi ve onun getirdiği şeriatı çok iyi bir şekilde öğrenmelidir. İslam'ın, itikad, ibadet, muamelat, ukubet esaslarını bilmeden müslümanca yaşamak mümkün değildir. İnsanlara hizmet edebilmek için İNSAN denen varlığı da iyi tanımak lazımdır. Çünkü iyi insan hem cinsine ve bütün mahlukata hizmet eden kişidir. Bu dört hususta, (Allah Teala, Peygamber, İslam Şeriatı ve insan) tam bir bilgiye sahip olduktan sonra diğer faydalı ilimleri de öğrenmelidir.

 

YÖNLENDİRMEK

Eğitimin temel vazifelerinden biri de yönlendirmektir. Gayesiz ve hedefsiz bırakılmış yönlendirilmemiş fert ve toplumlar kendi içlerinde kargaşa ve anarşiye düçar olurlar. Onun için insanımızı düşünce, niyet, akıl yürütme, söz ve amelleri hususunda yönlendirmeliyiz.

Düşünceyi, hâyalden, hakikate.

Niyeti, kötüden iyiye.

Akıl yürütmeyi, nefsi mütalalardan, naslara istinad ettirmeye,Sözleri, yalandan, doğruya,                                                                       Şirkten, nifaktan, tevhide; malayani, gıybet, dedikodu ve iftiradan, irşad ve tebiğe; kalabalıktan letafete; luzumsuz olandan lüzumlu olana çok konuşmaktan az ve öz konuşmaya, ye                     rinde ve zamanında olan konuşmaya; batılı müdafaadan, hakkı müdafaaya.

Şeyh Sadi Şirazi şöyle der: "İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söylenecek yerde susmak, susacak yerde söylemek."

Amelleri: Riyadan, ihlasa, faydasızdan, faydalıya,                                                                        

geçicilikten, sürekliliğe, rastgelelikten, planlıya,                                                             

dağınıklıktan, disipline, ferdiyetçilikten, cemaatçiliğe,                                               

beceri gösterilmeyen yönden, beceri gösterilen yöne.

Hülasa olarak, bütün sahalarda olumsuz olanlardan olumlu olanlara yönlendirmeliyiz.

Böyle bir eğitimden sonra toplumumuz, İslam'ın bir devlet nizamı olduğunu görüp, tüm tağutî sistemlerden nefret ederek, İslam nizamının hakimiyeti için her türlü fedâkarlığı gösterip bütün imkanlarını seferber edecek ve Allah yolunda ölüm bir sevda olacaktır. Ölüme koşanlar, aslında ölümü ve hayatı yayratana, Rab Tealaya koşuyorlar. Gaye Allah olunca, ona vuslat yolunda çekilen çile ve meşakkatler, belâ ve musibetler, zindanlar ve ölümler Rahmet gülistanında açan güller ve sünbüllerdir. Böyle bir bahar cünbüşünde, korku ile ümidin hasret ile vuslatın içiçe yaşandığı ufuklar ötesine yapılan sevda yolculuğu ne güzeldir.

UYGULAMAK

Uygulamada, niyyet, usûl, devamlılık, zaman ve mekan çok mühimdir. Ameller niyetlere göredir. Bilgilerimizi bir yöne koyduktan sonra, uygulamalarımızı yalnız Allah için yapmalıyız. Bir amelin ameli salih olabilmesi için öncelikle niyetin halis olması şarttır. Sonra da o amelin bizatihi kendisi salih amellerden olması gerekir. Aynı zamanda amelin yapılış şekli de salih olmalı yani Allah teala tarafından nasıl yapılması emredilmiş ise öyle yapılmalıdır.

Demek oluyor ki uygulamada usule, çok dikkat etmeliyiz. Meselâ, bir insan, sabaha kadar ayakta dursa ve Kur'an okusa bunu da namaz niyeti ile yapsa, o namaz olmaz. Veya diğer birisi namazın kıyam, ruku, secde, gibi rükünlerini  yerine getirsede namaz kılmaya niyet etmese, namaz kılmış sayılmaz. Bir şey usulüne göre yapılırsa bir mânâ ifade eder. Devamlılık arzetmeyen uygulamalarda istenilen neticeyi vermez. Çalışmalarda kararlılık çok mühimdir. Bir işin devamlılık arzedebilmesi için o işi yapanların kararlı, istikrarlı olmaları gerekir. Yapılan eğitimde kişilerin istikrarlı bir şekilde yetiştirilmelerine ve çalışmalarda devamlılığın şart olduğunun öğretilmesine dikkat edilmelidir. Çünkü maymun iştahlı, gözü vitrinlere takılıp kalan, şekilci kişilerden, şahsiyetli, devamlı hizmetler beklemek mümkün değildir.

Uygulamalarda zaman, mekan ilişkisine de dikkat edilmelidir.

Orucu Ramazan ayında tutmak mecburiyetindeyiz. Namazı, kendi vakitleri içinde kılmak zaruridir. Vakfeye Arafatta durmazsanız hac etmemiş sayılırsınız. Merve ile Safa arasında say edeceksiniz ve tavafınızı Kâbe'nin etrafında yapacaksınız, Bütün bunlar gösteriyor ki amellerin, zaman ve mekanla  yakın bir ilişkisi vardır. Öyleyse bütün çalışmalarımızda zamanlamaya ve mekana dikkat etmemiz gerekmektedir.

Bir sözün ne zaman ve nerede konuşulması gerektiğini, bir tebliğin ne zaman ve nerede yapılmasının uygun olacağını, ve bir işin ne zaman ve nerede yapılırsa daha çok fayda vereceğini bilmeyen kişiler faydadan çok zarar verirler ve çalışmaları tıkarlar.

Eğitimde bu üç boyut, (bilgilendirmek, yönlendirmek ve uygulamak) birbirini tamamlayan içiçe halkalardır. Birinin eksik olması eğitimin eksik kalması, demektir. Bilgilendirilmiş ve yönlendirilmiş   ve fakat uygulaması olmayan kişi, iyi yetişmiş  bir insan olmadığı gibi, yönlendirilmemiş, bildiği bazı şeyleri üstün körü uygulayan kişi de noksandır.Veya yönlendirilmiş fakat bilgisi az,uygulaması olmayan kişiler sadece slogan insanı olur. Bu gibilerden faydalı çalışmalar beklenemez.

Eğitimde öğretmen, öğrenci ve kitap ahengi çok iyi bir şekilde tesis edilmelidir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün mescide girdi ve iki grup halinde oturmuş kişilerle karşılaştı. Bunlardan bir grup Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyor diğer grup da ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: "(Bunların) hepsi hayır üzerindedirler. Şunlar Kur'an okuyorlar ve Allah'a dua ediyorlar. Eğer Allah dilerse onlara (istediklerini) verir ve dilerse vermez. (Diğer cemaate işaretle) bunlarda (ilim) öğreniyorlar ve öğretiyorlar." "Bende ancak muallim olarak gönderildim."buyurdu ve hemen bunların yanına oturdu. (İbni Mace, Mukaddime bab 17/hadis 229)

Öğretmen mesleğinin kutsallığını idrak edecek ve mahlükatın en mükerremi olarak yaratılan insanın eğitimi ile vazifeli olduğunun şuuruna sahip olacaktır. Bunun için öğretmen ihlas, takva, ilim ve hilim  sıfatları ile muttasıf bulunmalıdır.

İskender : "Babam beni gökten yere indirdi. Hocam beni yerden göğe yükseltti." der. Öğretmen öğrenciyi ruhen ve ahlâken yükseltecek ilimlerle techiz etmelidir.

Ebudderda radıyallahu anh, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

"Kim bir yola ilim aramak için giderse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır ve şüphesiz melekler ilim öğrencisinin rızasını istedikleri veya ondan razı oldukları için kanatlarını indirirler, yine şüphesiz  göktekiler ve yerdekiler, hatta sudaki balıklar bile ilim talibi  için istiğfar ederler. Keza gerçekten alimin abidden üstünlüğü, ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Muhakkak alimler Peygamberlerin mirascılarıdır. Şüphesiz Peygamberler ne altını ve ne de gümüşü miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim Peygamberin mirası olan ilmi elde ederse tam bir hisse almış olur." ( İbni Mace, Mukaddime ba b 17/ hadis: 223)

Öğrenci hadis-i şerifte verilen müjdenin şuurunda olmalı ve yalnız Allah rızası için ilim tahsil etmelidir.

Öğrenci hocasına karşı edebli olur, ilim öğrenmeye azm edip şevkle aşkla devam eder ve dünyanın alâyişine rağbet etmezse ilmi elde eder ve ilminden hem kendisi hem de başkaları faydalanır.

Fethul Musûlî: "Hasta yemek, içmek ve ilaç almaktan kesilirse ölmez mi? dedi. Mecliste bulunanlar:

- Evet ölür dediler. Bunun üzerine Fethul Musûlî:

- Kalbde öyledir. İlim ve hikmet ondan üç gün kesilirse ölür." dedi.

Tedris edilen kitaplar çok iyi seçilmelidir. Ehem, mühim sıralaması çok iyi bir şekilde yapılmalıdır. Öncelikle, itikad, fıkıh, muaşeret, ahlâk gibi farzı ayn olan ilimler öğretilmelidir. Kişiye mesleği ile ilgili ilmi öğrenmekte farzı ayındır. Bu hususda gözardı edilmemelidir. Öğrencileri faydasız veya faydası az, zararı çok kitaplardan dergi ve gazetelerden, sakındırmalıdır. Zamanı öldüren, ahlâkı tahrib eden, inanca zarar veren radyo ve T.V.'nin muzır yayınlarından da korumalıdır.

Öğretmen, öğrencisi ile sadece, okulda ve sınıfda değil, onu okul dışında da takip etmeli, ilgilenmeli ve eğitimin öğretmen, öğrenci ve kitap bütünlüğünü bozacak, okul içi ve okul  dışı zararlardan muhafaza etmeye çalışmalıdır.

Gençleri Darul Erkam eğitimlerinde, Nebevî sohbetlerle yetiştirmeye çalışmalıdır. Evlerin sıcak ve samimi ortamında yapılan sohbetler, insan ruhunda  çok derin yankılar yapmakta ve çok bereketli neticeler alınmaktadır.

OKSİJEN  ÇADIRIMIZ:  SOHBET

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun."                                                (Tevbe/119)

Herşey kendi ortamında yetişir ve gelişir. Bülbül gül bahçesinde eyleşir ve gül dalında güllerle söyleşir. Sevda sevda açan çiçekler, Bülbülün hasret dolu çığlıklarıyla bir başka güzelleşir, bir başka anlam kazanır.

Müslümanın ortamı da, sadıkların ortamı ve sadıkların oluşturduğu sohbet ve cemaat ortamıdır. Müslüman ancak böyle bir sohbet ve cemaat ortamında yetişir ve olgunlaşır. Kötülüklerden korunur, iyiliklerle, iyilerle buluşur, tanışır ve İslamî bir kimlik kazanır. Şeyh Sâdi der ki: "Kâbenin örtüsünü görüyorsun ki halk onu öpüyor. Onun meşhur olması ipek olmasından değildir. O örtü birkaç gün bir aziz ile beraber bulundu. (Kâbe duvarına asıldı) Bundan dolayı o da Kâbe gibi aziz oldu."

Kişinin şekillenmesinde içinde bulunduğu çevrenin çok büyük bir etkisi vardır. Ecdadımız bunu: "Üzüm üzüme baka baka kararır" Atasözü ile ifade etmiştir. Şeyh Sadi Şirazî "Karga ile bir kafese konan bülbülün, dili tutulursa taaccüp etmemelidir." "Bir ferişteh dev ile oturacak olsa feriştehlikten  çıkar, yabanilik, kötülük, şeytanet ve fesat öğrenir." der.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kişi dostunun dini üzerinedir. Sizden herbiriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın." (Tirmizi) buyurmaktadır. Hadis-i Şerif'ten de anlaşılacağına göre, insanlar bulundukları ortamın karakterine bürünmekte veya kendi karakterine uygun olan ortamları tercih etmektedirler.

İyi bir vasatta, İslami bir ortamda yetişen bir insan güzelliklerle bezenirken, kötü ve gayri İslami bir ortamda bulunan kişi de her türlü kötülüğe teşne olmaktadır.

Kargayı gül bahçesinde görmek ne mümkün. Görsende ne manâ ifade eder ki.

"Benden selâm söylen çattım çanağa

Korkmadıktan kelli hiç güllenmesin

Koymayın kargayı gül olan bağa

Gübre mübtelası bülbüllenmesin."

Herşey yerinde gerek, Mescidde sarhoşa, meyhanede Fakih'e itimad edilmez. Müslüman kendine uygun bir yerde, kimliğinin gerektirdiği bir vasatta bulunmadıkça inandırıcı olamaz.

Dikkat edilsin. ashab-ı Kiram gökteki yıldızlar mesabesinde hidayet rehberleri olmuşlarsa ve kıyamet sabahına kadar, insanların hidayetine vesile olacak bir örnek hayat sergilemişlerse bunun sebebi, vahiy ortamında, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayat bahş eden sohbetlerinde nebevi bir eğitimle yetişmeleridir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem 13 yıl Mekke'de Darul Erkam'da , 10 yıl Medine'de mescid, Suffe, Hane-i Saadet ve Sahabe evlerinde ashabı, sohbetlerde, iman, İslam, ihsan, sıdk, ahlâk ve ihlasla yoğurmuş, aşk ve muhabbet ateşiyle yakmış ve cihadla pişirmiştir. Ve her birini Kur'an ve Sünnet ikliminde, kainat bahçesinin sevda çiçekleri, Nebevi gülleri ve Rabbanî erleri olarak insanlığa hediye etmiştir. Ve onlar Peygamber sohbetlerinde birer müctehid, mürşid, alim, fâkih, lider ve komutan olarak yetişmişlerdir.

Şirk ve küfrün kol gezdiği nifakın bir sis gibi ufkumuzu kararttığı, ahlâk dışı bir yaşantının etrafımızı çepe çevre  kuşattığı zamanımızda, ehil kişilerin samimi ve gayesi Allah rızası olan insanların oluşturduğu  sohbet ve cemaatlere devam etmek her müslüman için su ve hava kadar  zaruridir. İslam'ın hakim olmadığı bir toplumda sürekli zehirlenen mana iklimimizi, manevi bir oksijen çadırı konumunda olan, islam'ın anlatılıp öğretildiği sohbetlerde aldığımız Kur'anî  teneffüslerle yeniden canlandırmak ve hayata kavuşturmak mecburiyetindeyiz.  Aksi takdirde manen felç olur, ölüme sürüklenir ve farkında olmadan manen bir harabeye döneriz. Yalnız kitap okumakla istenilen bir seviyede yetişmek, faydalı bir insan olmak mümkün değildir. Kişi okuduklarını ve öğrendiklerini, sohbetlere devam ederek tashih edip kuvvetlendirmelidir. Çünkü ehil kişilerin, salih insanların sohbetleri Lübbüllüb (Özün  özüdür)'dür. Çünkü bu sohbetler, okunan  yüzlerce kitapdan, dinlenilen yüzlerce sohbetten ve engin bir tecrübeden özümlenmiştir.

İlim ve irfan sohbetlerine devam etmenin fazileti hakkında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Bir cemaat Allah'ın evlerinden bir eve toplanır, Allah'ın kitabını okurlar, onu kendi aralarında ders edinip öğrenirlerse onların üzerine sekinet iner. Rahmet onları kaplar. Etraflarını melekler sarar. Allah da kendi yanındakilere onları zikreder." (Camiu's-sağir)

Demek ki ilim meclisleri, meleklerin de iştirak ettiği, kişilerin huzur ve sukun bulduğu yerlerdir. Kişi sohbetlere ilim öğrenmek, öğrendiği ile amel etmek ve öğrenip amel ettiklerini başkalarına tebliğ etmek niyeti ile gelmelidir. Ashab-ı güzin bu niyetle sohbet-i peygamberîye devam ederler O'nun femi saadetlerinden sadır olan hakikatleri, başlarına kuş konmuşcasına büyük bir vecd ve sukunetle dinlerler ve sohbetin hitamında müşkillerini halletmek için sual sorarlardı. Hatta çok zaruri işlerinden dolayı sohbete iştirak edemeyenler kendi aralarında münavebe ile yani nöbetleşerek sohbete devam ederler, daha sonra Huzur-u peygamberîde duyup öğrendiklerini birbirlerine naklederlerdi.

Ebu Vâkid Hâris b. Avf radıyalllahu anh'den rivayet edildiğine göre: Bir gün Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem beraberinde bir kısım insanlar bulunduğu halde mescidde oturmakta idi. Üç adam çıkageldi. Bunlardan ikisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme doğru dönüp geldiler. Biri de bırakıp gitti. O  iki kişi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin karşısında ayakta durdular. Bunlardan biri halkadan bir aralık bulup hemen oturdu. Diğeri onların arkasında oturdu. Üçüncüsüde geri dönüp gitti. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem fariğ olunca: "Haberdar olun (şu) üç adamdan size haber vereyim mi? Bunlardan biri Allah (ı anmay)a geldi. Allah da ona merhamet etti. Öbürü (zahmet vermekten) utandı. Allah'da (onu mahrum bırakmaktan)  utandı. Bir diğeride (sohbetten-zikirden) yüz çevirdi. Allah'da mağfiretten yüz çevirdi." buyurdu. (Buhari-Müslim)

Demek oluyor ki ilim ve irfan meclislerine devam etmek bir rahmet,fazilet ve nimettir.Sohbetlerden uzak durmak ise bir ziyan ve mahrumiyettir.İmama Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhin 15-16 yaşlarında çok sevdiği bir oğlu vardı.Aniden hastalandı ve öldü. Çocuğun tekfin,techiz ve defin işini bir yakınına havale derek  İmam- Azam’ın ilim meclisine gitti ve şöyle dedi dedi: “Umarım ki bugün ilim meclisinde,duymadığım bilgileri  öğrenirim. Şayet gitmezsem korkarım ki orada konuşulanları kaçırırım ve bir daha öğrenemem”. Sohbetlere,cok basit bahanelerle gelmemek şeytanın bir oyunu, nefsin bir aldatmacasıdır.Devamlı  olan fayda verir.Sohbetlerden istifade etmek  isteyen,ilim meclislerini hiç kaçırmamalı bunu bütün işlerinin önüne almalı büyük bir azimle devam etmeli  ve her sohbette yeni bir mesele öğrenmenin heyacanını yaşamalıdır.

Sohbetlerde lüzumsuz ve çok konuşmaktan,İnsanları rencide etmekten,kaba ve çirkin söz ve davranışlardan sakınmalıdır.Kişilerin durumlarına ve ihtiyaçlarına  göre sohbet edilmelidir.Sohbeterde evveliyetle  farz-ı ayn  olan itikad, fıkıh, ahlak ve muaşeret ilimleri öğretilmelidir.Ayrıca kişilerin meslekleri hususunda bilmeleri gereken islami meselelerde öğretilmelidir.Çünkü Bu  da farz-ı ayndır. Günümüz meselelerine İslami  açıdan  bakıp değerlendirmeli ve Müslümanlar dünyada olup bitenlerden haberdar edilmelidir.Sohbetlerde sıkıcı olmaktan sakınmalı ve sohbet meclisleri bir cazibe merkezi haline getirilmelidir.

   

NİZAM-I ÂLEM MEFKÛRESİ

 

İnsan, 3-5 günlük geçici dünya hayatı için değil, ebedî hayat için yaratılmıştır. Allah'dan bir nefha ile hayat bulan insan, yaratıcısına vuslatın derin hasreti içerisinde, yaratılan her varlık da, en basitinden en mükemmeline kadar tüm varlık aleminde O'nun yüce tecellilerine mazhar olmanın heyecanını yaşamaktadır.

Ebed yolculuğunda ebede yakışır düşünceler, tefekkürler ve mefkûrelerle donatılan insanoğlu, özünde varolan kabiliyetleri harekete geçirmek sûretiyle, insan olmanın, kul olmanın hazzını tatmaktadır. Var olmak için, önce yok olmanın sırrını yakalayan insan, yaratılışındaki hikmeti idrak ederek suflî duygulardan kurtulup, yüce mefkûrelerle hayat bulur.

"Andolsun ki Zikirden sonra Zeburda da: 'Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır.' diye yazmıştık."(Enbiya/105) ayet-i kerimesi ve benzeri ayet ve hadis-i şerifler  müslüman mücahidlerin kâlbinde cihan hakimiyeti,  Nizam-ı Âlem mefkûresini canlandırmış ve aynı zamanda kötülüğün geçici, iyiliğin kalıcı olduğunu ve zaman zaman kötülerin idareye el koymalarının iyileri ümitsizliğe düşürmemesi gerektiğini kavratmış ve Allah'ın dinini hakim kılmak için her türlü fedakârlığa katlanıp, şehadet sevdalısı olma şuuruna yüceltmiştir.

Bütün peygamberler, insanlığa  saadet kapılarını açan muhkem bir şeriatla gelmiş ve bu nizamın hakimiyeti için onlara yol göstermiş, hedefler tesbit etmiş, onlar için mefkûre olacak işaretler vermişlerdir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Muhakkak Konstantiniye fetholunacaktır. Onu feth eden komutan ne güzel komutan, onu feth eden asker ne güzel askerdir." buyurmuş ve İstanbul'un fethi, müslüman hükümdar, komutan ve mücahidler için bir mefkûre olmuştur. Bu yolda nice ordular hazırlanmış, nice kuşatmalar yapılmış nihayet bu fetih: "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul'da cihanın payıtahtı olmalıdır." diyen ve İslam'ın cihan hakimiyeti mefkûresini ta kalbinin derinliklerinde yaşatan ve bütün ömrü bu mefkûreyi gerçekleştirmek için cihadla geçen Fatih Sultan Mehmed hazretlerine nasib olmuştur.

Müslüman, gayesiz, mefkûresiz, günübirlik bir hayatın adamı olamaz. O, hayatın bütün safhalarında İslam'ı hakim kılmak ve bunun cihadını yapmak, ve İslam'ın üstün medeniyetini tesis etmek gibi büyük mükellefiyetler yüklenmişken, kof düşüncelerin, süflî dünya menfaatlerinin, behimî bir yaşantının hammalı olamaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  "Ben, insanlar lâ ilahe illallah diyene kadar savaşmakla emrolundum" buyurarak müslümanın âleme nizam verme ve cihana hakim olma mükellefiyetine işaret etmiştir.

I. Murad Hüdavendiğar Rumeli de cihad ile meşgulken Karamanoğlu Alaeddin Bey'in Osmanlı topraklarına girip talan ettiğini öğrendi. Hâdiseden çok üzülen Hüdavendiğar: "Şu ahmak zalimin yaptığı işleri görün. Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık mesafede kâfirler içine girdim, ömrümü gece gündüz gazaya verdim, çok mihnet ve belâ çektim. Halbuki o gelip müslümanları yağma etti. Ey gaziler! Ben nasıl cihadı bırakıp müslümanlara kılıç çekeyim." diyerek müslüman idarecilerin birbirleri ile çekişip savaşmak yerine İslam'ın hakimiyeti ve Nizâm-ı Âlem için birlik ve beraberlik içinde çalışmaları ve cihad etmeleri  gerektiği mesajını vermektedir.

Devleti yönetenler, öncü kişiler ve okumuşlar İslam cihan hakimiyeti ve Nizam-ı Âlem mefkûresini canlı tuttukları ve bunu aynı canlılıkla topluma mal ettikleri müddetçe bu hakimiyet devam etmiş ve müslim, gayri müslim bütün insanlık huzur ve saadete doymuştur.

Milletlerin bozulması idarecilerin ve okumuşların bozulması iledir. Ne zaman ki idareciler ve okumuşlar kendi öz benliklerinden uzaklaşmışlar, günübirlik bir hayata mahkum olmuşlar, aşağılık yabancı kültürlerin tesiriyle kendi inanç, medeniyet ve kültürlerine ihanet etmiş ve yüce mefkûrelerin adamı değil, nefs ve çıkarlarının kölesi haline gelmişlerse devlet ve millet bâdireden bâdireye sürüklenmiş ve âlemin nizamı bozulmuştur. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimden iki sınıf insan vardır ki bunlar islah olurlarsa insanlarda islah olurlar, bunlar bozulurlarsa insanlarda bozulurlar. (Onlar) alimler ve amirlerdir." Bugün İslam âleminde yaşanılan perişanlık idarecilerin ve okumuşların ihaneti sonucudur. Bir yönetici ve bir okumuş düşünün ki kendi medeniyetine, kendi tarihine ve kendi değerlerine savaş ilan etmiş ve yabancı kültürlere karşı kapılarını sonuna kadar açmış, inançsız ve mefkûresiz  bir nesil yetiştirmek için sistemli bir proğram hazırlamış ve gençliğin mazisi ile alâkasını tamamen kesmiştir. Ecdadıyla anlaşamaz kendi değerlerinden ve kendi medeniyetinden kendi öz mefkûresinden hülâsa kendi kendisinden kaçan, bir nesil meydana getirmiştir.

Bu büyük tahribat ihanet değil de nedir?

Alem'in nizamı, insanın nizamı ile insanın nizamı da Kur'an nizamı iledir.  Kur'an medeniyetinin hakim olmadığı topluluklarda nizam ve intizam aramak yok olanı aramak gibi abesle iştigal etmektir.

Âleme yeniden nizam vermek için:

İslam insanını yeniden inşa etmek,

ilim, ameli salih ve ihlasla ihya etmek,

cihad heyecanı ile yeni bir hayatiyet kazandırmak,

Öncelikle İslam cihan hakimiyeti ve Nizam-ı Âlem mefkûresi ile donatmak, İslam ahkâmını kendi aramızda hakim kılarak, İslamî inkılabı kendi özümüzde gerçekleştirip cihan inkılabına zemin hazırlamak mecburiyetindeyiz.

 

 

 

 

İSTİŞARE,İTAAT

İslam dini cemaat dinidir. Ferdi ve indi hareketlere müsaade etmez. Her şey bir nizam ve intizam içerisinde icra olunur. Bütün bu işler Kur'an ve Sünnet ışığında şûra ile halledilir. Durum bu olunca idare olunanların idare edenlere itaat etmeleri vacib olur: "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde (işittik ve itaat ettik) demek sadece müminlerin söyleyeceği sözdür. Asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nur/51)

Ebu Zerr radıyallahu anh: "Dostum bana dinleyip itaat etmemi vasiyet etti Velev ki (emir) kolları, bacakları kesilmiş bir köle olsun." (Müslim) buyurmuştur.

Ancak emir sahipleri masiyetle emrederlerse itaat yoktur. Nitekim  Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Müslüman bir kimseye sevdiği sevmediği (her) hususta (amirini) dinleyip itaat etmek gerekir. Meğer ki kendisine masiyet ile emredile eğer masiyet  ile emredilirse ne dinlemek vardır ne de itaat." (Müslim) buyurmaktadır.

Devlet reisi, müslümanları Allah'ın kitabı ve Rasulullahın sünneti üzere, yani İslam dininin esaslarına göre idare etmek mecburiyetindedir. Aksi taktirde zalimlerden olur. Ve kendisine  müslümanların itaat mecburiyeti kalkar. Devlet reisinin müslüman olması şarttır. Müslüman olmayanların, müslümanlar üzerinde velayet hakkı yoktur. Onun için gayr-i müslim idarecilere itaat edilmez. "Ey iman edenler Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz. Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasulüne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha iyidir." (Nisa/59)

Ayeti kerimede görüldüğü gibi, müslümanlar ancak kendilerinden olan, yani hem müslüman ve hem de İslam'ın  ahkamı ile idare eden emirlere itaat etmekle emrolunmaktadır. Emir sahibi, müslümanları İslam'ın ahkamı ile idare eden emirlere itaat etmekle emrolunmaktadır. Emir sahibi, müslümanları İslam'ın esaslarına göre idare ettiği ve aralarında Allah'ın kitabı ile hükmettiği halde, şahsi hayatında kusurları olsa, kendisine ehil olan kişilerce emr-i bil maruf ve nehyi anilmünker yapılır ve masiyetle emretmedikçe itaat edilir. Ancak helalı haram, haramı helâl sayan veya dinin herhangi bir hükmünü inkar ederek küfre giren veya tamemen irtidad eden bir emire itaat edilmeyeceği gibi, bu gibiler vazifeden azledilir. Ve hakkında  İslam'ın ahkamı uygulanır.

"O halde kafirlere itaat etme ve bu (Kur'an ile) onlara karşı bütün gücünle, büyük bir cihad et." (Furkan/52)

"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a güvenip dayan. Vekil ve destek olarak Allah sana kâfîdir." (Ahzab/48)

İstişare bu ümmete vacip kılınmıştır. Binaenaleyh İslami çalışmalar şûrasız olamaz. Ferdi ve istişaresiz  hareketler netice itibariyle tefrika (ayrılık) ve istibdat (baskı) doğurur. İslami ölçüler yerine şahıslar ön plana çıkar ki bu İslami çalışmaların dağılmasına sebep olur. Allah Teala Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme hitaben".. İş hususunda onlarla müşavere et..." (Ali İmran/159) buyurmaktadır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, vahiy bulunmayan hususlarda ashabı ile sık sık istişare yapmıştır. İstişaresi, duruma göre bazen birkaç sahabe ile bazen de çoğunluğu ile olurdu. Bedir esirlerinden fidye alıp almama hususunda, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı sahabilerle; Hendek harbinde müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmelerine karşılık Medine meyvelerinin üçte birini vermek şartıyla  Gatafan kabilesi ile sulh yapmak hususunda Sa'd bin Muaz ve Sa'd bin Ubade ile, İfk hadisesinde Hz. Ali ve Hz. Usâme ile istişare yaptığı gibi, uhud muharebesinde müşriklerle Medine içinde veya Medine dışında savaş yapmak hususunda sahabenin çoğunluğu ile istişare yapmıştır.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşavereden müstağnidirler. Lakin Allah'u Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse rüşd'den mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz", "İstişare eden kavim, işlerin en doğrusuna muvaffak olur." buyurarak istişarenin bu ümmetin özelliklerinden olduğuna  işaret etmiştir.

Kendisi ile istişare edilecek kişiler ilim, takva, aklı salim  sahibi ve emin olmalıdırlar. Şûra şahsî düşünce ve fikirlerin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı bir yer değil, bilakis İslami ölçülerle doğru ve maslahata uygun olanı araştırıp bulmak ve yapılması gerekeni tayin etmektir. Böyle olmadığı takdirde bu durum istişare olmaktan çıkıp çeşitli fikirlerin çekişme ve cidalinden ibaret kalır. Şûra'da herkes görüşünü bütün açıklığı ile hiç çekinmeden  beyan eder. Bunu yaparken tek düşüncesi Hakk'ın ızharı ve Allah rızası olmalıdır. Şûra'da alınan karara herkesin uyması gerekir. Bu husus  İslami şûranın belirgin özelliklerindendir. Demokrasilerde ise böyle bir özellik yoktur. Onlar Daru'n Nedvelerde alınan kararlara (ezici bir çoğunlukla da alınsa) asla  uyma mecburiyetinde değillerdir.  Alınan karara muhalif olanlar her yerde aleyhte konuşmalar yapar ve kararın uygulanmasını engellemeye çalışırlar. Ayrıca meclislerde yapılan konuşmalara bakıldığı zaman doğruları arama yerine birbirlerini suçlama ve hakaretler ön plana geçmekte ve netice olarak da çoğunluğun görüşü, diğer görüşlere hiç itibar etmeden  karara  bağlamaktadır.

İslami istişarede asıl olan ise, görüşün doğruluğu ve maslahata uygun oluşudur. Doğru ve maslahata uygun olamayan  görüşler çoğunluğun görüşü de olsa asla kabul görmez. Bu bakımdan devleti idare edenler, ehil olanlarla istişare etmek mecburiyetindedirler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabı ile istişare ettiği gibi, Hulefai Raşidin'de ümmetin işlerini en iyi bir şekilde yürütmek için ehil kişilerle istişare etmişlerdir.

İbni Atiyye: "Şura bir şeriat kaidesi ve kesin bir hükümdür. Ehli din ve ilimle istişare etmeyen (emirin) azli vacibtir." demektedir.

   

 

 

 

O MÜ'MİNLER  

 

İslam'ın hayata hakim kılınmasını isteyen müslümanlar evveliyetle, İslam'ı kendi yaşantılarında hakim kılmak gayreti çinde olmalıdırlar. Bugün, İslami hareketlerin önündeki en mühim mesele budur. Başkalarının yapmasını istediği şeyleri kendisi yapayanlar inandırıcı olamazlar.  İslam bir slogan değildir. O yaşanılması gereken ilahi bir nizamdır. İslam'ı İslam'a göre yaşamak bir mecburiyettir. "Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah indinde şiddetli bir buğzu (davet etmiş olmak) bakımından büyüdü." (Saf/2-3)

İslam'ı İslam'a göre yaşayabilmek vasıflı müslümanların işidir. O halde müslümanlar, müslümanda bulunması gereken vasıflarla muttasıf olmalıdırlar ki, İslami yaşantıyı hayatın bütün safhalarına taşıyabilsin ve kendi aralarında yaşayıp hakim kıldıkları İslam'ı Kur'an ve Sünnet çizgisinden sapmadan, İslami bir harekete dönüştürebilsinler.

"Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablarına dayanıp güvenen kimselerdir." (Enfal/2)

"Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..." (Al-i İmran/110) "Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler. Verdikleri sözü bozmazlar." (Rad/ 20)

Vasıflı mü'minler Allah ve Rasulü'nün hükmüne razı olur ve asla isyan etmezler

"Allah ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab/36)

O vasıflı müslümanlar aralarındaki  meseleleri İslam ahkamına göre hallederler. Tağuta ve tağuti düzenlere asla müracaat etmezler. Onların önünde muhakemeleşmek gibi bir zillet ve meskenete düşmezler.

"Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere kitabı (Kur'an-ı) inzal ettik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp da onların arzusuna uyma..." (Maide/48)

O vasıflı müslümanlar bilirler ki, tağutun önünde muhakemeleşmek ve buna razı olmak bir nifak olayıdır. Bu sebeple onlar, tağutu reddeder ve İslam'ın hakimiyeti için "Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar..." (Maide/54)

Onlar islam'dan başka nizam tanımazlar. Üstün olanların müslümanlar olduğuna inanırlar. Zorluklar ve engeller karşısında gevşemezler. Onlar ancak Allah'tan yayrdım isterler. Bilirler ki  Allah'ın yardım ettiğini hiç bir güç mağlup edemez.

"Gevşemeyin  mahzun olmayın. Siz eğer gerçekten mü'min iseniz (düşmanlarınıza galip ve onlardan) çok üstünsünüzdür." (Al-i İmran/139)

"Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler." (Al-i İmran/160)

Onlar, Allah için sever, Allah için buğz ederler. Emanete hıyanet etmezler, yalan söylemezler. Verdikleri sözü muhakkak yerine getirirler. Ahde vefa ederler. Konuştuklarını Allah rızası için konuşurlar. Yaptıklarını Allah rızası için yaparlar.

Hülasa olarak onlar, Allah ve Rasulü'nün istediği bir müslüman olabilmek için her türlü ahlaki hamîdeyi nefislerinde cem edip, ahlakı rezileden ictinab etmeyi kendilerine şiar edinirler.

 

YABANCI  

      Her on yılda bir tamirat, tabiri ahârla ıslahat, düzeni ayakta tutmaya yetmiyor. Aslında bu düzen, kaygan bir zemin üzerinde ve tamamen ithal malzemeler kullanılarak inşa edilmiş bir yabancı... Ne o, bu millete, ne de bu millet o yabancıya bir türlü ısınamadı.

Bu yabancı, laiklik adına bütün İslami değerleri yok etmeye çalışırken, devrimler tırpanı ile de memleketin çok güzide evladlarını imha etmek için bütün imkanlarını kullandı. Binlerce ulema, meşayıh, gerçek vatanperver yiğit insanlar darağaçlarında ve hapishanelerde yok edildi.

Bir sürü uydurukça kelimelerle dilimiz bozuldu. Ve dede ile torun anlaşamaz hale getirildi.

1500 yıllık bir medeniyetin semeresi olan milyonlarca kitap kütüphanelerde mahkum edildi. Bugün onları okuyabilecek insanlar yok denecek kadar az.

Buna benzer bir cinayet de komünist idareciler tarafından, Rusya'daki müslümanlara uygulanmıştır.

Okullarımızda yıllardır uygulanan dinden tamamen tecrid edilmiş gayri Milli Eğitim faciası ise tarife sığmaz...

Halkı Kürt kökenli olan ve kürtçe konuşan doğu illerimizdeki okullar ve resmi binalar "Ne Mutlu Türküm Diyene" levhaları ile süslendi. Hatta dağ yamaçları bu sloganlar ile levhalık yapıldı.

Bütün bunlardan sonra güllük ve gülistanlık bir Türkiye beklemek... Hayret doğrusu.

On yılda eskiyen, işe yaramaz hale gelen bir anayasa... Ve yenisi için yoğun çalışmalar ve tartışmalar.

Efendiler, bırakın artık bu sonu hüsranla neticelenen gereksiz çabaları. Bu gün yapılacak iş, anayasa başta olmak üzere, bütün kanunlar ilga edilip, bu milletin inançlarına uygun bir Anayasa ve yeni kanunlar  va'z ederek YENİ BİR NİZAM kurmaktır. Eğer, Türkiye'de ve hatta Dünyada huzur istiyorsanız.

Demokrasiymiş, şeffaflıkmış, konuşan Türkiye imiş, bırakın bu demogojileri.

Sloganlarla devlet idare edilmez.

"Kötü yasalar, zulmün en kötü çeşididir." (Edmund Burke)

En kötü yasa, yaratılışa uygun düşmeyen yasadır. Mesala, kadınların doğurmasını yasaklarsanız, kadına en büyük zulmü ve kötülüğü yapmış olursunuz. Ülkede su içmeyi, ekmek yemeyi yasaklayan bir kanun va'z etseniz, bunun doğruluğunu hangi vicdana kabul ettirebilirsiniz.

Bir insan için, yaşamak, yemek, içmek, evlenmek nasıl onun temel hakkı ise, onun inancının gereğini yaşaması da en temel hakkıdır. Bu hakkı yok farzeden ve onun imanının gereğini, yaşama  hakkını elinden alan kanunları yapanlar en büyük zalimlerdir.

Bugün çeşitli İslam ülkelerinde, nice  zalimler müslümanların elinden müslümanca yaşama hakkını alıp, onları en tabii haklarından mahrum etmişler ve yaptıkları zulüm yasaları ile onları darağaçlarında sallandırmış veya zindanlarda çürütmüşlerdir.

İskilipli Atıf Hoca, Seyyid Kutub gibi binlerce ulema zulüm kanunlarının mazlumlarıdır.

 Bizim inancımız odur ki, 70 yıldan beri uygulanan ve asla insanın yaratılışına ve müslümanların inancına uygun düşmeyen bu kötü yasalar değiştirilmelidir.

Ne idiğü belli olmayan hiç kimsenin de doğru dürüst tarifini yapamadığı yıllardır din düşmanlığı olarak tatbik edilen Anayasada açıklık getirilmemiş olan şu Laiklik denilen şey artık sadece anayasadan değil bütün kanunlardan çıkarılmalıdır. Laiklik devletin teminatı imiş, din ve vicdan hürriyetinin teminatı imiş gibi akıl ve mantığın kabul edemeyeceği lafları bırakalım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile başlayan Hulefayı Raşidin ile devam eden hangi İslam devletinde laiklik vardı? Altıyüz küsür yıl bir cihan imparatorluğu olarak insanlık tarihinin yüzünü güldüren Osmanlı Devleti laik değildi, yüzlerce yıl hükümran olan Selçuklular laik değildi. Ve onlar bizden çok medeni, çok ileri ve devirlerinin süper güçleri idiler. Her din mensubu kendi dininin icablarını hiç bir engel olmadan rahatça yerine getiriyordu.  Kişiler insanlık onuruna  yakışır bir hayat yaşıyorlardı. Allah Teala zulüm etmez. O , hakimlerin hakimidir. O'nun şeriatı en adil nizamdır.

Gelin inadı bırakalım, aslımıza dönelim, eşyanın tabiatına aykırı hareket etmeyelim. Bir saat sonra ne olacağından habersiz zavallıların, cahillerin çala-kalem yazdıkları yasalarla medeni olacağınızı zannediyor, insana insanca yaşayacağı bir düzen kuracağınızı vehmediyorsanız aldanıyorsunuz. Böyle bir şeye aldanmak dünyamızı da, ahiretimizi de harap eder. Sadece anayasayı değil tüm kanunları gözden geçirelim ve bizi biz yapan öz değerlerimize uygun kanunlar yapalım. Unutmayalım milletlerin ve devletin teminatı İslam'dır.

 

KAHTÜ'R - RİCAL   

 

Tabiat boşluktan hoşlanmaz. Boş olan yerler iyi şeylerle doldurulmazsa, işgalciler, müstevliler tarafından talan edilir.

Tarlanızı işlemez, onu ekime hazır hale getirmez zamanı gelince de ekim yapmazsanız tarlanızın bir müddet sonra yabancı ve zararlı bitkiler tarafından  işgal edildiğini görürsünüz. Bir insan, bir vatan ve bir vazife de böyledir.

Asrımızın müslümanının iç alemi ihmal edildi, boş bırakıldı ve bugün o aleme yabancılar, yabancı kültürler hükümran oldu ve mânâsı, ahlâkı, İslami özellikleri talan  edildi.

Bunun neticesi olarak şahsiyetli, kamil insanlar her geçen gün azaldı. Yok olmaya yüz tuttu. Devleti idare edecek insan kalitesi düştükçe düştü.

Türk İslam dünyasında kahtu'r rical devri başladı. Ve milletin inancına, kültürüne ve medeniyetine yabancı seviyesiz insanlar idare mekanizmasını işgal ettiler.

Rüşvet, irtikab, soygun, gasb adiyattan vakalar haline geldi ve bu işlerin pek çoğu bizzat devleti idare edenler vasıtası ile yapılmaya başlandı. Gün geçmez ki gazetelerde, Başbakan, bakan genel müdür ve benzeri yönetcilerin skandallarına rastlanmasın. Rüşvetçi rüşveti nasıl önleyecek. Soyguncu soyguna nasıl mani olacak?

Bu düşüşün çok tabii sonucu olarak da İslam toprakları savunmasız kaldı. Her türlü istilaya açık bırakıldı. Kültür istilası ile başlayan bu işgal inanç ve toprak istilası ile devam ediyor. Müslümanların inanç esaslarına el atıldı. Müslümanların  imanları sulandırıldı. Yaşantıları hristiyanlaştırıldı. Böylece İslami dinamizm kaybedildi. Artık İsrail ilk kıblem Kudüs'de, Filistin'de, Sırp ve Hırvatlar güzelim Bosna'da, Ruslar Şamil'in yurdu Çeçenistan'da Ermeniler can Azerbaycan'da her türlü mezalimi yapabilir, işkencenin en vahşicesini uygulayabilir. Ve müslümanlar birbirine düşürülüp asırlarca aynı dava için iman birliği yapmış bu insanlar birbirlerinin kanını akıtabilirlerdi.

Kanı on para etmez insanlar lider ittihaz edilir ve fidan gibi yiğitler bu mahlukların şen'i planlarına kurban edilebilirlerdi ve öyle oldu...

Ve İslam ülkeleri kan gölüne döndü.

İşte Bosna'dan bir kaç örnek: Yakalanan iki Sırplı'nın itirafları;

"Askerler beni bir grup müslümanın yanına götürdüler ve kesmemi emrettiler. Müslümanları kesmeye başladım. Ne kadar kestiğimi bilmiyorum. Sonra bu iş yavaş gidiyor diye bir makinalı tüfek verdiler. Müslümanlardan takriben seksen kişiyi öldürdüm. Sonra 12 müslüman kızın bulunduğu yere götürdüler ve hepsine tecavüz ettim." (Cvyetin Moksimoviç)

"Bracko kampında askerler ikisi 15 yaşında beş müslüman kadını getirdiler. Ve bana 'erkek olduğunu bize isbat et' dediler. Kadınlar çığlık atarak yalvarıyorlardı. Hepsine tecavüz ettim ve sonra bana verdikleri bir tabancayla hepsini öldürdüm." (Slobodan Paniç)

Telic kampından kaçarak kurtulan 17 yaşındaki Bosnalı kız şunları anlatıyor: "Esir kampında müslüman kadınlara bazı geceler 100 belkide 1.000 tecavüz oluyordu. Bir gecede birimizin 20 Sırplının tecavüzüne maruz kaldığı oluyordu. En korkuncu kamp muhafızı Stoyan idi. 10 yaşındaki kız çocuklarına tecavüz ediyordu. Mütecavizler şen'i fillerini tamamladıktan sonra bu zavallı çocukları bir hayvan gibi parçalıyorlardı."

Bosna-Hersek mücahidlerinin sözcüsü Abdurrahman Adem de şunları söylüyor: "Sırplar esir aldıkları hamile müslüman kadınları bir araya toplayıp ve aralarında , karınlarındaki kız mı erkek mi? diye bahse giriyor, sonrada hamile kadınların karınlarını süngü ile deşiyorlar. Esir kamplarındaki 13-14 yaşlarındaki kız çocuklarına tecavüz eden Sırplar: 'İşte bu çocuklardan bile Sırp doğacak' diye kahkaha atıyorlar.

Bütün bunlar her gün gazete, dergi ,radyo, televizyonlardan yüzlerce çeşidini okuyup duyduğumuz Sırp  vahşet ve barbarlığından sadece bir kısmı.

Ve biz müslümanlar... Bunca zulüm ve tiksindirici vahşet ve işkenceler karşısında duygusuz, tepkisiz, günü birlik ve gayesiz bir yaşantıya mahkum müslümanlar... Tağutların ve tağuti düzenlerin esiri müslümanlar.... Birbirleri ile çekişmekten, düşmanla uğraşmaya vakit bulamayan zavallı müslümanlar... Daha ne zaman kafa ve kalbimize vurulan prangaları kıracak ve daha ne zaman "Yıkılın artık putlar, Kur'an nesli geliyor" diye haykıracak ve İslam sancağını yükselteceğiz?

"Demek İslam'ın namı kalmış müslümanlarda.

Bu yüzdenmiş demek Hüsran-ı milli son zamanlarda.

Eğer çiğnenmemek isterlerse seylanı eyyama

Rücu etsinler artık müslümanlar sadr-ı İslam'a.

Evet Bosna-Hersek'teki vahşetin durdurulması ve yeni vahşetlerin sergilenmemesi için, müslümanların asr-ı saadet anlayış, yaşayış ve uhuvvetine dönmeleri gerekir. Aksi takdirde iki yüzlü, barbar ve menfaatından başka hiçbir değer ölçüsü tanımayan Batı'nın zulüm ve vahşeti durdurulamaz.

"Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurat/10)

"Mü'minler bir zülüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirlerine yadım ederler." (Şura/39) ayeti kerimeleri ile, "Sizden hiçbiriniz şahsı için arzuladıklarını mü'min kardeşi içinde arzulamadıkça tam iman etmiş olamaz." "Mü'minler birbirine kenetlenmiş bir bina gibidirler." Hadis-i Şerifleri, İslam kardeşliğinin boyutlarını ve müslümanlara yüklediği büyük mesuliyeti çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Müslümanlar olarak bu ayet ve hadisleri dilimize vird, gönlümüze nakış edelim ve yüce manaları karşısında imanımızın derecesini ölçelim. Ve unutmayalım ki, Bosna-Hersek müslümanlarına silah başta olmak üzere her türlü yardımda bulunmak insani vazifemizin çok ötesinde, imanımızın gereğidir. İbrahim Baliç: "Travnik'de 5 bin müslüman genç silahsız olarak cephede beklemekte. Nisan ayından beri hep söylüyoruz. Bizim herşeyden önce silaha ihtiyacımız var." diye feryad ediliyor. Haydi müslüman! İmanının gereğini yap. Ve silah başta olmak üzere kardeşinin yardımına koş.

Şu gerçekleri iyi bilelim:

- Başta İngiliz basını olmak üzere bütün Avrupa basınından açıkça "Avrupanın ortasında bir İslam Devleti istemiyoruz" diye  içlerindeki kin ve nefreti kusuyorlar.

- Güvenlik Konseyi denen çete başının aldığı her karar, Sırp kafirlerine cesaret veriyor ve müslümanlara karşı yeni saldırılar tertipliyorlar.

- Güvenlik Konseyi'nin ambargo oyunu ile Bosna-Hersek müslümanlarına silah yardımı engelleniyor ve Sırp kafirlerinin müslümanları daha rahat ve kolay yok etmelerine yardım ediliyor. Sırplar ise başta Yunanistan ve İsrail olmak üzere   bütün batılı devletlerden yardım alıyorlar. Nitekim bir Amerikalı general bile "Avrupa üzerine düşeni yapmıyor ve aksine vahşete destek veriyor." diye itirafta bulunuyor. Sanki Amerika destek vermiyor ve Sırp vahşetine göz yummuyor?

- Ve Sırplar 1389 Kosova Savaşı'nda Osmanlı'dan yediği şamarın intikamını (Domuz sürülerinin Mısır tarlalarına saldırdığı gibi) müslümanlara saldırarak almaya çalışıyorlar.

- Sonuç olarak küfür tek milletir ve kendi milletine yardım ediyor. "Gavurdan dost, domuzdan post olmaz."

Ya müslümanlar?... Bu vahşet karşısında ne yapıyorlar? Onlarda kendi kardeşlerine yeterince yardım ediyorlar mı? Ya İslam ülkelerinin idarecileri... Heyhat. Çok azı müstesna hala, Amerika ve Avrupalı domuz çobanlarının dostluğunu kazanmak için zillet ve meskenet içinde kapı kapı dolaşıyorlar.

İslam alemi hiçbir devirde, zamanımızda olduğu kadar, eskilerin "KAHTÜ'R RİCAL" dediği adam kıtlığı felaketini yaşamadı.      

  "Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan                                                                                   

  Hey sıkılmaz! Ağlamazsan bari gülmekten utan."

 

 

ÖNDERİMİZ RASÛLÜMÜZ  

 

"Andolsun ki Rasulullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve  Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel örnek vardır." (Ahzab/21)

Evet. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir müslüman için, ferdî, ailevî, ictimaî, ticarî, idarî, hülâsa hayatı kapsayan bütün konularda en mükemmel ve tek örnektir. Çünkü onun hayatı yaşanılan Kur'an'dır.

O, vahyin  arı duru kaynağından yudum yudum içerken ve onun sonsuz hazzını tadarken, vahyin hamlettiği o büyük sorumluluğunu da kemikleri çatırdarcasına hissediyor ve onu öncelikle kendi yaşantısında tatbik ederek, kendi ikliminde canlandırıyor ve emri ilahiye uymanın ve uygulamanın serinlendirici, huzur sükûn verici ortamında ashabına tebliğ ediyordu. O, Kur'an'la, vahiyle öyle bütünleşmiş ve öyle içiçe olmuştu ki, onun yaşantısını izlemek, onunla oturup kalkmak, onunla sohbet edip, onun ilim meclislerine devam etmek ve talimatlarına uymak, bir müslüman için Kur'anla bütünleşmek ve Kur'anla yaşamak demektir.

"Kim ki Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa  ermiştir." (Ahzab/71) "Bugün o hayatta değil, onunla sohbet etmek, onun meclisinde bulunmak ne mümkün, bu saadetten mahrumuz" diyenler için, derim ki: O bize iki şey bıraktı: Kur'an ve Sünnet. Kim ki Kur'an ve sünnete yapışırsa, asla sapıtmaz ve asla dalalete düşmez. Kur'an ve Sünnetle beraber olan  Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber olmuş olur.

Kur'an okurken, hadis talim ederken onun huzurundaymış gibi  gibi heyecanlanır, O'nun hayatından   bahisler okurken veya dinlerken onunla beraber olmak şuuruna ererek Akabe'de biat eden sahabe ile biat eder, Darul Erkam'da , o ilim ve irfan mektebinde diz çökmüş ilmi nâfi öğrenen ashab ile diz çöker, Bedir'de,  Uhud'da, Hayber'de ve Tebuk'te onun sancağı altında onunla beraber seferden sefere koşmanın  hazzını duyarsak, işte o zaman onunla beraber olmanın ve bu beraberlikte kendimizi yenilemenin ve yeni ufuklara doğru kanat açmanın saadetini tadarız.

Hepimiz her zaman ve her yerde  önderimiz, liderimiz ve örneğimiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu söyler dururuz. Nebevi metoddan, Nebevi yaşantıdan, Kur'an ve Sünnet ölçüsünden bahsederiz ve o ölçüye uymayan hayatı reddederiz. Bütün bunlar güzel ve doğrudur da... Acaba dönüp bir de kendimize bakıyor muyuz? Bir nefs muhasebesi yapıyor muyuz? Yaşantımızda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'i örnek alıyor muyuz?

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şahsını ilgilendiren meselelerde affedici, şeriatı ilgilendiren meselelerde ise tavizsiz idi. Şöyle bir düşünelim ve kendimizi kontrol edelim: Biz de böyle miyiz? Yoksa nefsimizi ilgilendiren hususlarda öfkeli, acımasız ve intikamcı ve fakat şeriatı ilgilendiren hususlarda vurdumduymaz, nemelazımcı ve yerine göre "Dilsiz Şeytan" durumunda mıyız? Ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in "Vallahi bunu yapan kızım Fatıma da olsa elini keserim" kararlılığını; yakasından yapışıp, boynunda iz bırakacak şekilde çekiştiren bir arabinin bu hareketini tebessüm ile karşılayıp affediciliğini, kendimize örnek alabiliyor muyuz? Yoksa nefsimizin karanlığında, bulanık düşüncelerimizin karmaşasında, dümeni kırılmış bir gemi gibi hem kendimizi ve hem de yalpa vurduğumuz sahilleri tahrib mi ediyoruz?

"Sen en büyük bir ahlâk üzeresin" (Enbiya/107) ayeti kerimesini ve "Ben ancak mekârimi ahlakı tamamlamak için gönderildim" hadis-i şerifini tefekkür ediyor, "Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti." ifadesinde tarifini bulan o yüce ahlâkını alabiliyor muyuz.

Bugün gerek Türkiye'de ve gerekse  diğer İslam ülkelerinde, müslümanların ve İslami cemaatlerin önünde halledilememiş  çok hayati iki mühim mesele vardır.

1. Eğitim.

2. İslam ahkâmını kendi aramızda uygulamak.

Bu iki mesele halledilemeden bir yere varmak mümkün değildir.  Bu sütunlarda, böylesine hayati meseleri izah etmek mümkün değil. Ancak şunu ifade edeyim ki İslami cemaatlerin eğitim diye yaptıkları şey, iyi insan ve iyi müslüman yetiştirmek için asla yeterli değildir.

Eğitim çok ciddi bir konudur. Mükerrem bir varlık olarak yaratılan insanı, ayak üstü, rastgele alınmış kararlarla eğitmek mümkün değildir. Pek çok şey öğretebilirsiniz fakat onu yaratılışına uygun bir şekilde eğitmek ayrı ve başlı başına bir meseledir.

İslam'ı kendi aramızda hakim kılma hususuna gelince, bu mesele çoğumuzun gündemine bile girmiş değil. Ferdi, ailevi, ictimai, ticari ve hayatımızı kapsayan diğer bütün meselelerde, iki müslüman arasında meydana gelen bir anlaşmazlığı islam'a göre çözmek için ne gerekiyorsa onu mu yapıyoruz? Yoksa düzenin mahkemesinde kuyruğa mı giriyoruz? Beyler!.. Lütfen samimi olalım... Savunduğumuz davayı önce kendi aramızda hakim kılalım. Laf değil iş üretelim. Kendi gücümüzün yettiğini yaptıktan sonra, güç yetiremediklerimiz için Rabbimizden yardım istemek hakkımız olur. Savunduğumuz İslam nizamının, yaşanırlığını, üzerinden binlerce asır da geçse uygulanırlığını bizzat kendi aramızda yaşayıp uygulayarak tüm İslam karşıtlarına ispatlayalım ve inananlara ümit verelim, şevk verelim.

"Önderimiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem"dir diyen, nebevi metod ve nebevi yaşantıdan  bahsedenlerin ve İslam'ı hakim kılma davasında olanların evveliyetle yapması gereken budur. Önce eğitim ve İslami yaşantıyı aramızda hakim kılma...

"Müminler ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman, imanlarını artıran ve yalnız rablarına dayanıp güvenen kimselerdir." (Enfal/2

İslam bir slogan değildir. O yaşanılması fert, aile ve devlet planında hakim kılınması gereken  ilahi bir nizamdır.  Bu yüce nizamın yaşanılıp, hakim kılınabilmesi için, İslami esasları kavramış, İslami şahsiyeti istikrar bulmuş ve İslami hizmetleri dünyevi endişelerle bulandırmamış, öncü müslümanlara ihtiyaç vardır. Bu öncü müslümanların öncüsü, her zaman her mekan ve her şartta alemlerin efendisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olacağından, onlar ve onlarla beraber olanlar, yol güzergahındaki aldatıcı, oyalayıcı manzara ve görüntülere asla iltifat etmeden, Nebevi çizgide, sırat-ı müstakim üzere hedefe doğru kararlı bir şekilde yol alacaklardır.

"Andolsun ki, Rasulullah'ta, sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır." (Ahzab/21)

Evet, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hayat-ı pâki yaşanılan Kur'an'dır. Kur'an pratikde uygulanması güç nazari kaideler değil, bilakis insanlığın dünya ve ukba saadeti için  hayata tatbiki zaruri, değişmez esaslar içeren, Rabbani bir nizamdır. Bu değişmez ilahi düsturların en kâmil manada hayata tatbikini Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yaşantısında bulabiliriz. Onun içindir ki  hayatın bütün safhalarında Hz. Peygamber ve ashabının yaşantısını örnek alan ve her sahada Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in öncülüğünde hareket eden ve asrı saadet müslümanlarının meydana getirdiği cemaat ruhu ve anlayışını  kavrayıp, benzer cemaatler oluşturmaya sa'yeden  müslümanlar zamanın kötülüklerinden korunur ve harabeye dönüşmüş olan uhuvvet sarayını yeniden inşa edebilirler. Rehberi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem olan ve onun diriltici,  hayat pınarı, nur yumağı nasihatlarına tereddütsüz uyan ve getirdiği vahiy kaynağıdan kana kana içen, Kur'an ipine sarılan fert ve cemaatler daima çağların önünde ve asla çağların yakalayamayacağı gerçek medeniyetin öncüleri olurlar.

Çünkü onlar, İslam'dan başka nizam tanımazlar, tağutu reddederler, aralarındaki meseleleri İslam ahkamına göre  hallederler. Allah ve Rasulü'nün hükmüne razı olur, asla isyan etmezler. Allah ve Rasulü'ne ve Allah ve Rasulü'nün yolunda olan emir sahiplerine itaat ederler. İşlerini istişare ile yaparlar. Ucub, kibir, hased, yalan, iftira, riya, iki yüzlülük, mal mülk ve makam sevgisi, cimrilik, hayasızlık, kin gibi öncelikle sahibini helak eden, saniyen cemiyeti ifsad eden mezmum ahlâklardan berîdirler. Onlar ahlâk-ı Muhammedî ile tehalluk etmişlerdir.  Yalnız  Allah'a güvenip dayanırlar, yalnız ona kulluk ederler. Allah'tan başka kimseden korkmazlar. Hülasa onlar İslamca düşünür, İslamca konuşur ve İslamca yaşarlar. Öncümüz, rehberimiz ve tek önderimiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin'in  Muaz bin Cebel radıyallahu anh'ın şahsında bütün ümmete yaptığı şu tavsiyelere uyan bir millet  nasıl yücelmez ve cennetî bir hayatı nasıl dünyaya taşımaz? "Ey Muaz! Sana Allah'tan korkmayı, doğru sözlülüğü, ahde vefayı emaneti edayı, hıyaneti  terketmeyi, komşuyu korumayı, yetime acımayı, yumuşak sözlülüğü, çokca selam vermeyi, iyi hareketi, arzuları kırmayı, imana yapışmayı, Kur'an'ı anlama ve anlatmayı, ahireti sevmeyi, hesaptan korkmayı, mütevazi olmayı tavsiye eder ve seni hikmet sahiplerini azarlamaktan, doğru söyleyenleri yalanlamaktan, günahkar zalim devlet reisine itaattan, adil reise isyandan, yeryüzünde fesad yaymaktan men ederim. Ve  sana, duvar, taş ve ağaç gölgesinde   her nerede  olursan ol Allah'tan  korkmayı, açık günahlarına açık tevbe etmeyi, gizli günahlarına  gizli tevbe etmeyi tavsiye ederim." Ey Rabbımız bizleri bu tavsiyelere  uyan kullarından eyle.

 

 

 

HÜR OLMAK    

 

"Kim nefsini (külliyen) Allah'a, onu görür gibi teslim ederse, muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmış olur. Bütün işlerin sonu Allah'a (dayanır)" (Lokman/22)

Bütün varlığımızla Allah'a teslim olup, O'nun sonsuz kudreti karşısında  aczimizi itiraf ederek, insanlığın dünya ve ukba saadetini temin edecek olan yegane nizam Allah nizamı, islam şeriatını hayatımızın bütün safhalarına hakim kılarak, adı ne olursa olsun bütün  tağutları, tağuti düzenleri, şeytani sistemleri, put ve putçuları red ve nefyederek ve bütün bunları yalnız ve yalnız Allah için, o istediği için ve onun rızası için yaparak bizi nefse dünyaya, mala, makama ve şöhrete zebun eden bütün esaret zincirlerini kırıp hür olmak mecburiyetindeyiz. Bu manada bir hürriyet olmadan, Allah'a teslim olmak ve onun şeriatını onun istediği tarzda yaşamak mümkün değildir.

Bugün  bütün dünya müslümanları, bir taraftan kendi zaaf ve cehaletlerinden, diğer taraftan da tahakkümü altında yaşadıkları şirk ve küfür düzenlerinin yaptırım ve baskılarından kaynaklanan gayri İslami bir hayatın mahkumu olmuş, devletini ve halifesini kaybetmiş, cihad ruhunu yitirmiş, tabi olduğu İslam'ın esaslarını, ölçülerini ve hatta itikada tealluk eden  meselelerini bilemez hale gelmiş ve getirilmiş ve İslam'ı tağutların ve tağuti düzenlerin müsaade ettiği kadar öğrenmeyi ve yaşamayı islam'ın kendisi zannetmiş bir "cahili toplum" haline getirilmiştir.

Bütün müslümanlar olarak imanımızı, İslami yaşantımızı, fikri hayatımızı, şirk ve küfür düzenleri ile olan münasebetlerimizi ve hatta İslam'ın hakimiyeti için Allah yolunda yaptığımızı zannettiğimiz bütün çalışmalarımızı, Kur'an ve sünnet aydınlığında çok ciddi bir şekilde gözden geçirmek ve tahlil etmek durumundayız.

Ve o zaman göreceğiz ki nice tehlikeli uçurumların kenarlarında ve karanlık dehlizlerler dolaşmaktayız ve kendimizi bütün vechelerimizle İslam'ın hayat bahşeden baharında yeni baştan yenilemek konumundayız.

Gizli-açık her türlü şirki, kalbde tam tasdik bulmuş ve amelde tezahür etmiş gerçek tevhidle, yok edip tüm tağutları ve tağuti düzenleri reddederek Allah'tan başkası için yapılan riya kokan, gösteriş kokan, çıkar ve menfaat kokan, nefis kokan bütün amellerden uzaklaşıp  bütün çalışmalarımızı ihlas, takva ve sıdk ile tahkim ederek,

İslam dışı bütün metod ve usulleri terk ederek, İslam'ın şaşmaz, değişmez "Kur'anî ve Nebevî metodları" ile çalışarak,

"Tağuti öğretim ve eğitim kurumlarının" bizlere zerk ettiği tüm yalan yanlış şirk ve küfür kokan cahili bilgileri hafızamızdan silip hakiki bir "İslami eğitim ve öğretim" yapıp gerçek biligilerle donanarak,

Evet  bütün bunları yaparak düşüncelerimizden başlamak üzere,söz ve amellerimizi ve bütün vecheleri ile hayatımızı İslamlaştırmalı;kendimizi ve bütün amellerimizi Allah'ı  görüyormuşcasına yenilemeliyiz. Her ne kadar biz onu görmüyorsak da, O bizi görüyor. "Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir." (Hadid/4)

"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kaf/16)

Ve  Allah yolunda İslam için çalışırken başımıza gelecek belâ ve musibetlere karşı sabredip düşman karşısından sebatkâr olur ve  yalnız Allah'a dayanır ve güvenirsek zafer müslümanların olacak ve bütün âlem huzur bulacaktır.

"Sizden evvelki ümmetlerden mü'min bir adam tutularak kendisi için açılan bir çukura konulurdu. Sonra bir testere getirilip başına dayanılır iki parça edilirdi. Demirden tarak ile eti ve kemiği taranırdı da bu işkence onu dininden döndürmezdi. Allah'a andolsun ki Allah şu işi (İslam dinini) tamamlayacaktır. Hatta binekli bir kimse San'a'dan Hadramevt'e kadar gider de Allah'tan başkasından ve koyunlarına karşı kurdun saldırmasından gayri hiçbir şeyden korkmaz. Lakin siz acele ediyorsunuz. " (Buhari)

Hiçbir zindan ve hiçbir zincir müslümanı "köle" ve "tutsak" yapamaz. Nefsin, şeytanın ve dünyanın esaretinden kurtulamayan hiçbir fert gerçekten "hür" olamaz.

Gerçekten  hür olmak isteyen Allah'a kul ve onun şeriatına tabi olsun.

 

İSLÂMî VASAT  

 

"Ey iman edenler! Allah'dan korkunuz ve sadıklarla beraber olunuz." (Tevbe/119) İşte müslümanın vasatı bu vasattır.Yani sadıklarla beraber olmak, kişinin sadakatı ve teslimiyeti nisbetindedir. Allah'ın nizamına tereddütsüz teslim olan, niyet, söz ve amelini birleyen bir müslüman imanını kemale erdirmiş ve sıdk derecesine yükselmiş olur. Biz mü'minler "Elestü bi rabbiküm"  hitabına "Bela"  diye cevap verenleriz. Ruhlar aleminde verdiğmiz bu sözü, dünya âleminde de "Lailahe illallah Muhammede'r- Rasulullah" diyerek ikinci defa ikrar ve tasdik ettik. Üçüncü defada  Akabe biatları  ile başlayan  ahidlerle İsam'ın hakimiyeti için bütün imkanlarımızı seferber edeceğimize söz verdik. Müjde o mü'minlere ki... Rab olarak Allah Teala'yı Nebi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) ve nizam olarak da İslam şeriatını kabul ederek, bütün tağutları ve tağuti düzenleri reddedenlere.

İşte  bir müslüman bu inancının gereği olarak İslam'ı hayata hakim kılmak için her türlü riyadan arındırılmış halis bir niyyet ve tam bir teslimiyet ile ihsan derecesine yükselen bir amel işler ve İslam'ı İslam'ın metodları ile tebliğ eder ve Allah yolunda ve yalnız onun rızası için cihad eder ve sırat-ı müstakim üzerinde sebat ederse sadık ve salihlerden olur.

Müslümanlar olarak gerçek sadık ve salih kişileri bulup ve onlar arasında yeniden İslamî bir hayata kavuşup ve İslamî ölçüler doğrultusunda cemaatleşerek, İslam aleminin yeniden uyanış ve dirilişine  ve hatta bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olacak hayırlı çalışmalar  yapmak mecburiyetindeyiz. Aksi taktirde şirk, küfür ve nifak fırtınalarının ortalığı kasıp kavurduğu her türlü ahlaksızlığın revaç bulduğu bir vasatta her geçen gün İslamî özelliğimizi kaybeder ve tağuti düzenlerin girdabında  boğulup gideriz.  Çünkü fasık, kafir ve münafıklarla düşüp kalkma, muaşerette bulunmak onlarla dostluk ve arkadaşlık etmek, İslamî hayatın ölümüdür. Onların vasatı çorak araziye ve zehirli hayvana benzer. Böyle bir vasatta müslümanca yaşamak mümkün değildir.

Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. (birbirinin tarafını tutarlar) İçinizden onları dost edinenler onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna yol göstermez." (Maide/ 51)

Evet müslümanları bırakıp kafirleri dost edinenler Allah'ın yardımından mahrum olurlar. Kafirlerin yanında izzet ve şeref arayanlar zillete düçar olurlar. Onların kendilerine yardımcı olacağı hayaline kapılanlar hüsrana  uğrarlar. Çünkü onlar birbirinin dostudurlar. Çünkü onlar birbirine yardım eder ve birbirinin tarafını tutarlar.

Müslümanlar fert ve aile planında olduğu gibi adalet planında ve kendi İslam vasatını oluşturmak mecburiyetindelirler. 20. asrın başında türlü hile ve desiselerle Osmanlı adaleti dağıtılmış, islam birliği yıkılmış ve İslam toprakları üzerinde kimi batılı kâfirlerin ve kimi de komünist ateistlerin güdümünde elliye yakın devletçik kurulmuştur ve böylece müslüman milletler, kafirlerin oluşturduğu gayri İslami vasatlarda yaşamaya mahkum edilmiştir.

Müslüman olarak Allah'ı tanıyıp ona kul olmak müslümanca düşünüp müslümanca yaşamak için nasıl bir İslami  vasata ihtiyaç varsa cehlin karanlığından kurtulup, İslamı gerçek çehresi ile tanıyıp öğrenmek için de islami bir vasat şarttır. Bu vasatın oluşması için de müslümanların bir cemaat halinde yaşayıp ve cemaat halinde hareket etmesi bir farizayı diniyedir. Müslümanlar ilim ve hikmet ehli sadık ve salih ülema ile tanışıp  onların hayat bahşeden sohbetlerine katılmalı ve ilim meclislerine devam etmelidirler. Diğer taraftan fert ve aile  planında da İslamı yaşama gayreti içinde olan dürüst, müttaki kişiler ve alilerle tanışıp aileler arası  İslami bir vasat oluşturmaya gayret edilmelidir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:"Ulema meclislerine devam ediniz. Hikmet ehlinin kelamına kulak veriniz. Allah Teala yağmur taneleri ile arzı dirilttiği gibi hikmet nuru ile ölü kalbleri diriltir." buyurmaktadır.

Müslümanlar olarak kendi aramızda oluşturduğumuz, ilmi sohbetleri asla ihmal etmemeliyiz. Bilelim ki o meclislerde İslam'dan bir şey öğrenmek için geçirdiğimiz her dakika bizim için paha biçilmez bir hazinedir.

"Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz" hadis-i şerifini kendimize rehber edinip, ilim ve hikmet vasatını  oluşturmak ve  o vasatta İslami ölçüleri anlayıp kavramak ve yaşantımıza aktarmak gibi soylu bir hareketi devam ettirmeyi kendimize şiar edinmeliyiz.

 

 

ASRIN NERONLARI TARİHİN YÜZKARALARI   

 

Neron bir deli mi? Bir sapık mı? Yahut aşağılık duygusuna zebun olmuş bir egoist mi idi? Her ne olursa olsun Roma'yı yaktı ve Roma alevler içinde yanarken kahkahalar atarak keyfince eğleniyor, güç ve kuvvetin neleri yapabileceğini kanıtlamanın zevkini tadıyordu.

Tarih nice Neronları gördü  ve hepsi kaçınılmaz sona mahkum oldular. Ve aynı zamanda bu Neronları tarih mahkum etti. Vicdanlar mahkum etti. Toplumlar mahkum etti. Ve nihayet 20. asırda nice Neronlara tanık oldu. Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin ve benzerleri. Bunlar sadece bir Roma değil, yüzlerce Roma'yı yaktılar. Bir şehir halkını değil, milyonlarca insanı ateşe verdiler. Japonya'ya attığı atom bombası ile onbinlerce insanı katleden Amerika. Amerika, Filistin'de müslümanlara kan kusturan terörist İsrail, Afrika doğu ülkelerinin kanını emen tüm batılı barbarların yaptıklarını düşünün... Roma'yı yakan Neron, bu asrın Neronları yanında ne kadar cılız kalır.

Bosna-Hersek'te şehir ve köylerin yıkılıp yakılması yüzbinlerin ev ve yurtlarından sürülmesi, öldürülmesi, kadın, kız ve çocukların tecavüze uğraması bütün bunlar Amerika ve Avrupa'daki  büyük Neronlar'ın desteğini alan küçük Neronlar'ın eli ile yapılmıyor mu?Şimdi de büyük Neronlar'ın göz kırptığı Ermeniler, masum müslümanlara saldırıp şehir ve köyleri yıkmıyor mu?

Neron, Firavun ve Nemrut'un takipçileri ve onların veled-i zinaları, aldıkları zulüm mirasını devam ettiriyor ve İslam  yurtlarını yakıp, yıkmak, müslümanların kanını emmek için yeni plan ve proğramlar yapıyorlar.

Ve ey Peygamber varisleri ve ey ümmet! Allah aşkına ses verin  ya siz, evet siz neredesiniz? Şu çiğnediğimiz topraklardaki İslam mirasına ne  zaman sahip çıkacaksınız?

Asrın Neronlar'ı, bütün İslam yurtlarını ateşe verip yakmakta ve İslam ümmetini köleleştirmekte kararlı. Ya sen? Ne ile meşgulsün? Yoksa politika cambazlarının elinde oyuncak ve onların ihtirasına piyonluk mu yapıyorsun? Veya nefsine esir düşmüş bî çare misin? Yahut bütün değerleri çalınmış işe yaramaz bir harabe misin?

Asrın Neronları'na alkış tutan, İslam ülkeleri kan gölüne dönmüş, namuslar çiğnenirken, çalgılı, içkili toplantılarda, göbek atıp hora tepenlere daha ne zamana kadar yaltakçılık yapacaksın?

"Kim zerre  miktarı bir hayır yapmışsa onu görecek, kimde zerre miktarı bir kötülük etmişse onu görecektir."

(Zilzal/7-8)

İnsanoğlu mükerrem olarak yaratılmış, akıl ile zinetlenmiş ve yeryüzüne halife kılınmıştır insan, kendisine verilen bu üstün vasıflar dolayısıyla Hitab-ı İzzet'e muhatap olmuş ve kendi aralarından seçilerek gönderilen peygamberler vasıtası ile şirk, kültür ve zulmün  karanlıklarından İslam'ın aydınlığına davet olunmuş ve niçin üstün kılındıkları tebliğ edilmiştir.

İnsana yakışan kendi durumunda mevcut kabiliyet ve üstün vasıfları,onu  kendisine bahşeden yaratanına hizmetkar etmektir. Aksi takdirde ziyana uğrayan bedbahlardan olur.

İnsan kendi yaratılışını ve kendi dışındaki alemlerin var edilişini tefekkür  ederek nefsinin, sorumluluğundan kurtulup  Halıkın kulluğuna talip olmalıdır. Bugün  yeryüzünde  zuhur eden vahşet ve cinayetler, insanların yaratanını unutup nefislerine kul olmalarından kaynaklanmaktadır. İman ve İslam'dan mahrum olan  bir kişinin,insani vasıflarını koruması,insanca yaşayıp, insanca davranması mümkün değildir. İman ve İslamı'nı kaybeden fert ve topluluklar hayvanlaşır ve hatta hayvanları bile tiksindirecek vahşet ve cinayetler irtikap edebilir. Bunun en son misali bir kaç seneden beri zuhur eden hadiselerdir.

Dünyanın gözü önünde cereyan eden  Bosna-Hersek'teki Sırp vahşetini düşününüz.

Bir tarafta bu domuz sürülerinin,7 yaşındaki kız çocukları dahil 50 bin müslüman kadına reva gördükleri tecavüz ve işkenceler, diğer tarafta bu vahşete seyirci ve hatta yardımcı ve kendisine medeni yakıştırması yapan domuz çobanları. Bir tarafta sırf müslüman oldukları için yıllardan beri ambargo uygalanan ve en ufak bir hareket bahane edilerek yağdırılan bombalar   ve ambargo nedeni  ile ölen çocuklar, ihtiyarlar ve diğer tarafta bunca yapılan zulüm ve tecavüzler karşısında, "Yeni Dünya Düzeni"  aldatmacası ile kandırılan, uyuşturulan zavallı üçüncü dünya ülkeleri.

Ya şu Ermeni'ye ne dersiniz? Burnumuzun ucunda, Azerbaycan'a saldırısına, çocuk, kadın demeden vahşice irtikap ettiği katliama. Ve bütün bu olaylar karşısında İslam aleminin suskunluğuna, nemalazımcılığına, vurdumduymazlığına... Ve şu batı hayranı cahil, korkak -bazıları hain- İslam ülkelerini idare edenlere. Tarihin yüz  karalarına...

Ve düşünün... Bir tarafta tokluktan çatlayıp geberenler, diğer tarafta açlıktan ölenler. Bir tarafta zevkû sefa içerisinde nefislerini azgınlaştırıp hayvanlaşanlar. Ve diğer tarafta en aşağılık tecavüzler ve işkenceler altında  fazilet mücadelesi verenler...

Evet bütün bu olanlar karşısında hangi insanlıktan hangi medeniyetten bahsedilebilir? Bunca vahşet, bunca zulüm ve bunca sömürüye rağmen hala insan hakları yutturmacasına kim inanır?

Ey asırlardır uyuyan, uyutulan, birbirleri ile uğraşan müslüman! Karanlığa kurşun sıkmak yerine, bir mum yakarak bir köşesini olsun aydınlatmaya çalış. Bugün İslam ülkelerinin başına gelenlerden sen mes'ulsün. Kendine, aslına dön,  Rabbini tanı ona kul ol. Tek önder Peygamberindir, O'nun liderliğinde ve onun yolunda gidenlerle beraber bulun. Tabi olduğun İslamı iyi öğren ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e ümmet olmanın gereği olan vazifelerine sarıl. Ümmetin  kurtuluşu için tebliğ, irşad ve cihad sorumluluğunu ifa et. İşte o zaman insansın ve o zaman İslam'sın ve şunu hiç unutma, dünyada yaptığın zerre miktarı hayırda ve zerre miktarı şerde sana ulaşacak ve yarın huzur-u ilahide bunun karşılığını göreceksin. Sana zillet yakışmıyor.

Sen izzete, efendiliğe layıksın. Dünyanın idaresi senin işin. Kâfirlerin güdümünde uydu olmak ve köleleşmek sana göre değil. Sen değil müslümanların, bütün insanlığın kurtuluşu için varsın. Ve sahip olduğun Kur'an nizamı bu kurtuluşu gerçekleştirecek yegâne nizamdır. Bunun için senin gafletinden istifade ederek, seni idare eden, tağutları ve tağuti düzenleri alaşağı  etmen gerek.

Eğer bunu yapmaz, Allah nizamının hakimiyeti çin çalışmazsan, Bosna-Hersek, Çeçenisnan, Karabağ, Filistin, Keşmir, Somali, Cezayir ve bütün İslam yurtlarında tecavüz edilen Fatmalar, anneler, yetim bırakılan yavrular, ak saçlı nineler ve ak sakallı dedelerin feryad-ü figanı, akan kanları ve dökülen gözyaşları arasında boğulur ve ebedi hüsrana uğrarsın.

Nerede bir müslüman varsa bütün ümmet orada olmalı. Nerede bir müslüman zulme uğrarsa bütün ümmet o zulmü defetmek için oraya koşmalıdır.

Ve ey müslüman! Senin imanın bunu gerektirmektedir.

 

 

    MÜ'MİN GIBTA EDER, MÜNAFIK HASED EDER 

 

Hased, bütün şeriatlarda kötülenmiş mezmum bir huydur ve kalbî bir hastalıktır. Hased şeytandan varid olan ilk günahtır. Çünkü İblis Adem aleyhisselamı kıskandı, O'nun Allah (c.c.)ve melekler katındaki derecesine hased etti ve ona Allah'ın emrine rağmen sedce etmekten vazgeçti. Allah Teala hasetçilerin durumunu şöyle açıklar: "Eğer size bir iyilik gelirse onların hoşuna gitmez, eğer size bir kötülük gelirse ona sevinirler." (Al-i İmran/120)

"Yoksa onlar Allah'ın lütfundan  verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük hükümdarlık bahşettik." (Nisa/54)

Bu hususta Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: "Hased etmekten sakının, zira hased ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yiyip yok eder."

"Birbirinize hased etmeyiniz. Kavgalaşmayınız. Hasımlaşmayınız. Birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları, Allah'ın size emrettiği şekilde kardeşler olunuz."

İbn-i Sîrin şöyle der: "Dünyaya ait bir meseleden dolayı hiç kimseye hased etmedim. Çünkü o kimse eğer cennet ehlinden ise, O'na dünya malından dolayı nasıl hased  ederim. Zira dünya metaı cennette değersiz bir şeydir. Eğer cehennem ehlinden ise, yine dünyaya ait işlerden dolayı ona nasıl hased ederim? Zira o kimse ateşe girmeyecektir."

Vehb ibn Münebbih der ki: "Nuh aleyhisselam tufan dinip gemiden çıkınca İblis aleyhillâne geldi. Nuh aleyhisselam O'na: Ey Allah'ın düşmanı! Senin ve avaneyin insanları saptırıp helak olmalarına  onların hangi günahları sebep oldu?  dedi.

İblis: Biz onlardan hasedci, hırslı, cimri, zorba ve aceleci birini görünce onu hemen yakalayıveririz. Bir kimse de bu huyların hepsi toplanırsa ona da "ŞEYTANI MERİD" yani "Azgın Şeytan" deriz. Çünkü bu huylar şeytanların reislerinin huylarındandır." dedi.

Kişiyi hasede sevkeden birçok sebep vardır ki en mühimleri şunlardır:

1. Düşmanlık ve Kin:

Bu sebep, sebeplerin en müessir olanıdır. Cahil, İslami edebten mahrum, İslam'ın yüce prensip ve esaslarından habersiz kişiler kendi yanlış düşünce ve fikirlerini tasvip etmeyen çıkarlarına engel olan veya olacağını zannettiği veyahut istikbale dönük  yaptığı hesaplara mani gördüğü kişilere içten içe kin beslemeye başlar ve bu kini düşmanlığa kadar vardırır. Ve böylece hased, kin ve düşmanlığa arkadaşlık eder.

2. Ucub:

Kendini beğenmek hastalığına yakalanan kişiler, başkalarının kendisinden üstün olmasına asla tahammül edemezler. Bu yüzden hased ateşi içten içe alevlenir. Kendini beğenmek, aynı zamanda kibirlenmeye, büyüklenmeye sebep olur. Ve dolayısıyla kendisinden başkasının sevilmesi ve sayılmasına tahammül edemez. İster ki herkes kendisine kul, köle olsun, söylediği herşey itirazsız kabul edilsin.

Kendini beğenip kibirlenenler hakkında Allah Teala şöyle buyuruyor: Allah büyüklük taslayanları sevmez." (Nahl/23) "Şüphesiz bana ibadetten yüz çevirip büyüklük taslayanlar hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir." (Mü'min/20)

Bu hususta Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan cennete giremez."

"Cenabı Hakk buyurdu ki: Büyüklük ridam, azamet iz'arımdır. Kim ki bunlardan biri hususunda benimle niza ederse O'nu cehenneme atarım ve hiç aldırmam." Ucub ve kibir aynı zamanda diğer insanları hakir görüp, O'nu alay ve eğlenceye almaya da yol açar. "Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı (el, göz ve kaş işaretleri ile) eğlenmeyi ve ayıplamayı adet edinen her kişinin vay  haline!" (Hümeze/1)

3. Riyaset Hırsı:

Bu gibi kişiler, mevki, makam ve şöhrette başkalarının kendisine rakip olmasına asla tahammül edemezler. Böyle birisi zuhur ederse ona hased eder ve onun hakkında her türlü menfi propagandayı yapar ve işi iftiraya kadar vardırabilirler. Riyaset hırsına kapılan kişide vefa duyguları da yok olur. Tasarladığı makama varmak için bütün ahlâki düsturları çiğner ve bu hususta önüne çıkan en samimi dostları da olsa gücü yeterse tepelemekten asla fütur etmez ve her türlü ayak oyunlarına girişir. Çünkü O'nun için dost değil makam lazımdır. Tarih, riyaset hırsına kapılmış nefsine zebun olmuş kişilerin çizdiği karanlık tablolarla doludur.

4. Kötü Ahlâk:

Bir gibi kişiler salih kişilerin yaptığı hayırlı işler ve hizmetlerden huzursuz olur ve tahammül gösteremezler. Bu gibi kişilerin işlerinin bozulmasından veya başlarına kötü bir halin gelmesinden sevinç duyarlar. Bu kötü ruhlu insanlarda hased o kadar geniş boyutlara ulaşır ki artık hasedlerini gizleyemezler. Tatlı söz ve güleryüz perdesini yırtar ve açıkça düşmanlık yapmaya başlarlar.

Müslümanlar hased, ucub, kibir gibi bütün kötü huylardan  nefsini arıtmalı, ahlâk-ı Muhammedî ile ahlâklanmalıdır. Çünkü bu kötü huylar şeytanın ve cahiliye devri insanlarının ahlâkıdır. Şeytan kendini beğendiği, kibirlendiği ve hased ettiği için Adem aleyhisselam'a secde etmedi.  Ve dergâh-ı izzetten kovuldu. Ebu Cehil Kureyş'in reisi idi. Bir yetime Peygamberlik gelmesini hazmedemedi. Hased etti. O'nun hakk Peygamber olduğunu bile bile inkâr etti ve Bedir günü, katledilip darul cezaya  tardedildi.

Bütün kardeşlerime şu Nebevî tesbite kulak vermelerini tavsiye ederim: "Mü'min gıbta eder, münafık hased eder."

 

BA'SU BA'DEL MEVT         

 

Toplum nasıl düşünürse düşünsün  ve nasıl yaşarsa yaşasın, bizler müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak mecburiyetindeyiz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem"Sizden hiçbiriniz 'ben insanlarla beraberim, onlar iyi olursa ben de iyi olurum,onlar kötü olursa ben de kötü olurum' diyen şahsiyetsiz kimse gibi olmasın. Bilakis insanlar  iyi olduklarında siz de iyi olmaya, insanlar kötü olduklarında, siz de onların kötülüklerinden kaçınmaya kendinizi alıştırınız." buyurmuşlardır.

Maalesef zamanımızda kötülükler o kadar şuyû bulmuş ve toplum nazarında o kadar meşruluk kazanmıştır ki bir çok insanımız bu kargaşa içerisinde kaybolup gitmektedir. Bu hususta resmi ideolojinin  bizzat devlet eli ile yaptığı tahribat ise tahminlerin çok fevkindedir. Toplumumuz görülmemiş bir şekilde dejenere edilmiş ve İslamî kimliğini yitirmiştir. Öyle ki yardım için uzatılan eller itilmekte ve tedavi için verilen ilaçlar kusulmaktadır. Bir bünyenin  mikroba karşı bu derece bağışıklık kazanması dehşet verici bir olaydır.  Böyle bir durum  karşısında müslümanlara her zamankinden daha çok sorumluluklar düşmektedir. Toplumu uyuşukluktan ve düzenin cenderesinden  kurtarıp fitneyi   ortadan kaldırmak ve insanımızı İslam'ın diriltici baharında yeniden canlandırarak Hakkı hakim kılmak için tebliğ vazifemizi  en iyi bir şekilde yapmak ve Hak olanı yaşayıp, Hak olanı konuşup yazmak mecburiyetindeyiz.  Bu vazfemizi ifa ederken gerek düzenin ve gerekse toplumun baskı ve yaptırımlarına asla aldırış etmemeli ve gayrı İslami vasatlara uyum sağlamak endişesi ile, İslami şahsiyet ve kimliğimizi kaybetmemeliyiz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kendinizi küçük düşürmeyiniz." buyurmuş, Ashab-ı Kiram: "Ya Rasulullah kendimizi nasıl küçük düşürürüz?" diye sormuşlar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Sizden herhagi biriniz konuşması gerektiği bir hususta konuşmamıştır. Cenab-ı Hak mahşer günü ona soracak: 'Şu mevzuda konuşmaktan seni ne alıkoydu?' O kişi cevaben: 'Halkın korkusu' diyecek. O zaman Cenab-ı Hak şöyle buyuracak: Korkman gereken sadece bendim ben."

Abdullah bin Mesud radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "İsrailoğullarına(dini cihetde) arız olan ilk noksanlık, onlardan bir adam (günah  işleyen) bir kimseye karşı gelir de: Bana bak Allah'dan kork işlemekte olduğun şeyi terk et, zira o sana helâl değildir derdi. Daha sonra ertesi gün ona aynı halinde devam ederken karşı gelir, bu hal kendisini onunla yiyip içmekten oturup kalkmaktan alıkoymazdı. Onlar böyle yaptıkları vakit Allah kalblerini birbirine benzetti. (dedi) Sonra (şu ayeti okudu): "İsrailoğullarından olup da küfredenlere Davud'un da, Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lanet olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam ettikleri bu hal ne kötü idi. İçlerinden birçoğunu görürsün ki (Peygambere ve mü'minlere olan buğzlarından dolayı) kafirlerle dostluk ederler, nefislerinin kendileri için (ahiret hesabına) öne sürdüğü (kötü hareketler) andolsun  ne çirkin şeylerdir. (Çünkü onların kazancı) Allah'ın kendilerine gazab etmesi ve onların o azab içinde  ebedi kalıcı olmalarıdır. Eğer Allah, Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir. (Maide/78-81) Bundan  sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle devam etti:

"Hayır, Allah'a andolsun ki ya iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, zalimin eli üzerine (elinizi) tutarak zulmüne mani olursunuz ve onu hakk'a döndürür ve hak üzerinde tutarsınız, yahut Allah bazınızın kalblerini diğerine benzetir de onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder." Görülüyor ki bir memlekette kötülükler açıktan yapıldığı zaman, müslümanlar müdahale etmez, onlarda içli dışlı yaşayarak günah ve günahkârlara karşı tepki göstermez, nemelazımcılıkla iyilikleri emir, kötülüklerden nehiy vazifesini yerine getirmezlerse akıbeti toplu bir hüsran olur. İslam aleminin bugünkü perişanlığını ve düşmanlar karşısında ki mağlubiyetini kendi isyan ve günahkârlığımızda aramalıyız.

Suriye cephesinde Bizans orduları ile savaşan komutanlar Halife Hz. Ebubekir radıyallahu anh'a çok büyük bir düşman ordusu ile karşılaştıklarını, tehlikenin ve içinde bulundukları durumun korkunç olduğunu bir mektupla bildirmişlerdi. Hz. Ebubekir radıyallahu anh şöyle cevap yazdı: "Toplanın bir fert gibi olun. Sonra düşman ordusunu karşılayın. Siz Allah'ın (c.c.) dininin yardımcılarısınız. Allah (c.c.) dinine yardım edene yardım edecek, kâfirlik edeni de rüsvay edecektir. Sizin gibi bir ordu, sayı azlığından mağlup olamaz. Fakat işlediği günahlar yüzünden mağlub olabilir. Binaenaleyh günahkârlardan sakınınız."

Evet bizler, bizi biz yapan öz değerlerimizden uzaklaştık. Zalimin zulmüne, fasıkın fıskına seyirci kaldık ve bazen yardımcı olduk, onlar her türlü isyan, günah ve kötülükleri ve hatta küfürlerini açıktan ve pervasızca icra ederlerken, önlerine çıkıp durun, bunu yapamazsınız cesaretini gösteremedik ve hakk'ı tebliğde kusur ettik. İslam milleti olarak yeni bir "Ba'su ba'del mevt"e muhtacız. Burada şunu da ifade etmeliyim ki, bütün bu olumsuzluklara ve resmi ideolojilere rağmen, bütün İslam ülkelerinde, çok kararlı, ciddi, şahsiyetli ve ne yapması gerektiğini bilen diriliş  hareketleri de başlamış ve ümmetin yeniden İslami kimliğini  kazanabilmesi için yürüyüşe geçilmiştir.  Bu çabaların muvaffak olabilmesi, Hakk'ı tebliğ iyilikleri emir, kötülüklerden nehiy vazifemizi  çok iyi bir şekilde yapmak, İslamı kendi aramızda en iyi bir şekilde yaşayıp hakim kılmak ve Daru'l Erkam eğitimleri ile insanımızı biliçlendirip şuurladırarak İslam'a ve İslami meselelere karşı duyarlılıklarını sağlamak  ve onların kötünün ve kötülüğün karşısında, iyinin ve iyiliğin yanında yer almalarını temin etmek mecburiyetindeyiz.  Böylece İslami dinamizm sağlanarak, insanımız düzenin kontrolünden kurtulup, İslam'ın kontrolüne girmiş olacaktır.  Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e  biat edip müslüman olan bir bedevi, boğazını işaret ederek şöyle diyordu: "Şuramdan yara almak, şehid olup cennete girmek üzere sana biat ediyorum."

İşte müslümanların 30 yıl gibi çok kısa bir zamanda üç kıtada hakimiyet kurmalarının sırrı.

Bu düzen değişmelidir. Çünkü neseb-i gayri sahihtir. Bu milletin inancına, örfüne ve devlet geleneğine rağmen amelün gayru salih olarak zuhûr etmiştir. Adı cumhuriyettir amma, tarih boyunca görülen en acımasız ve en zalim diktatörlük rejimlerinden biri olarak tarihe geçecektir. 

İnsafla düşününüz! Adını cumhuriyet koyan ve demokrasiye soyunan bir düzende milletvekilleri meclise seçim ile değil, Mustafa Kemal'in tayini ile giriyor. Resmi ideoloji emirnamelerle İslami neşriyatı yasaklıyor. Şapka kanunundan önce yazdığı bir kitaptan dolayı soylu bir İslam alimi olan İskilipli Atıf Hoca idam ediliyor. Bizzat devlet ricali tarafından tezgâhlanan Menemen hadisesi neticesinde  kurulan mahkeme son Osmanlı Şeyhul Meşayıhlarından  Muhammed Esad Erbili ve birçok değerli insanı ölüme mahkum ediliyor. Ve çeşitli entrikalarla birçok değerli İslam alimi yok ediliyor. 600 yıl İslam'a ve bu millete hizmetkâr olmuş Osmanlı hanedanı kadın, çocuk, yaşlı demeden utanç verici bir kararla 24 saat içerisinde yurt dışına çıkarılıyor. Dini tedrisat yasaklanıyor. Kur'an okutan, evinde Kur'an bulunan jandarma dipçiği veya polis jopu ile itile-kakıla, dövüle-sövüle mahkemelere çıkarılıyor, idamla yargılanıyor ve hapse atılıyor. Sokak ortasında ana ve ninelerimizin çarşafları düzenin polisleri tarafından yırtılıp parçalanıyor. İslam mührü olan cami, tekke ve zaviyeler ya yıkılıyor ya ahır, anbar yapılıyor yahut kapatılırak yok olmaya terkediliyor. Bugün yalnız İstanbul'da 300'den fazla caminin ya yıkılmış  veya kayıp olması cinayetin vehametini göstermeye kâfidir. Düzenin 70 yılda yaptığı tahribat o kadar korkunç ki, bütün bunları kitapta dile getirmek ve yazıya dökmek mümkün değil. Bu ANAC'ın gayri dini ve gayri milli eğitim sistemi ile yetiştirdiği, kominist, sosyalist, ataist, materyalist ve ırkçı gençlik 80 öncesi kendini doğurup besleyen anacı yemek için öyle bir terör estirdi ki, ANAC kendini kurtarmak için yavrularını yemek zorunda kaldı.

80 sonrası ise Güneydoğu'da yeniden terör olayları  başladı ve bu ayrılıkçı din karşıtı hareket her gün ardı arkası kesilmeyen cinayetlerine devam ediyor. Bütün bunların temelinde düzenin, kuruluşundan beri doğusunda batısında bütün yurtta dine ve müslümanlara karşı estirdiği devlet terörü yatmaktadır. Dine ve millete rağmenci bu sakim ideoloji ve devlet terörü terkedilmedikçe ve bütün bir Milleti kucaklayan, ayrılıkçılığa ve anarşiye  prim vermeyen İslami bir yapılanma gerçekleşmedikçe, sancılar dinmeyecek, terör ateşi sönmeyecek ve bu atanın  masum evlatları insanlığını kaybetmiş teröristlerin kurşunlarına hedef olmaktan kurtulamayacaktır. Böyle çok kritik bir dönemde ve çok seviyeli devlet adamlarına hava ve su kadar ihtiyaç hissedildiği böyle bir zamanda hâlâ Kur'an'a dil uzatan devlet adamlarının ve yıllarca  teröre ve yıkıcılığa  destek veren ve dine karşı tavır koyan bir zihniyetin hükümet etmesi ne acı...

 

HİCRET   

"De ki: Rabbım beni, gideceğim yere doğruluk girdirişi ile girdir. Çıkacağım yerden de doğruluk çıkarışı ile çıkar. Tarafından bana hakkıyla yardım edici bir huccet ver."  (İsra/80)

İbn-i Abbas'ın rivayetine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e hicret müsaadesi bu ayeti kerime ile verilmiştir.

Mekke'de zulüm görülmemiş boyutlara ulaşmıştı. Müslümanlar şirk ve baskılarına rağmen şanlı bir direniş gösteriyorlardı. Bu direniş dinde sebatın, Allah yolunda uğranılan belâ ve musibetlere sabrın silahsız bir cihadı idi. İşte bu cihatla güçlenen, olgunlaşan ve bir insan için ulaşılabilecek kemalatın zirvesine yükselen bu Peygamber dostlar hicretle beraber tüm insanlığın huzur ve sükûna kavuşacağı yeni bir nizamın hakimiyeti, yeni bir dünyanın kuruluşu ve yeni ve gerçek bir medeniyetin teşekkülünde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in en yakın ve candan yardımcıları olmuşlar, İslâm yolunda bütün imkanlarını seferber etmişler ve her türlü fedakârlığı göstererek onun emirleri doğrultusunda İslâm'a hizmet ve  Allah yolunda cihadda birbirleri ile yarışmışlardır. Ashab-ı Kiram zorlu bir imtihandan ve güçlü bir nebevi eğitimden geçtikten sonra yâr ve serden vazgeçerek Allah yolunda her şeylerin ifadeye hazır hale geldikleri zaman hicretle emrolundular. Çünkü hicret rastgele bir mekan değişikliği değildi. O, badireli, meşakkatli, tehlikelerle dolu ve fakat sonu aydınlık zorlu bir yürüyüş, cemaatten devlete yükselişti.

"İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler derece bakımından, Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır."(Tevbe: 20)

Mekke'de en çok işkenceye maruz kalanlardan Suheyb bin Sinan hicret için Mekke'den ayrıldığında Kureyş'ten bazı insanlar, önünü keserek mani olmak istediler. Suheyb, serbest bırakılması karşılığında Mekke'deki bütün malvarlığını onlara terk etti.

Kûba'da Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e mülaki olduğunda hadiseyi anlattı, bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Suheyb kazandı! Suheyb kazandı! Ebu Yahya satış kârlı çıktı! Satış kârlı çıktı!"

Evet bu alış-veriş çok kârlı bir alış-verişti. Çünkü Suheyb geçici dünya malını vererek, Allah ve Rasulünün rızasını kazanmış ve ebedî olanı, fâni olana tercih etmişti.

"Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükâfatı elbette daha büyüktür." (Nahl: 41)

İlk zamanlarda Mekke'nin feth edilişine kadar bütün müslümanlara küfür diyarlarından Medine'ye hicret farzdı. Bu farziyyet Mekke fethi ile kaldırıldı.

Ancak aynı şartlar zuhur ettiği zaman farziyyette rücû eder. Onun için zamanımızdaki müslümanlar dinî vecibelerini ifa edemedikleri beldelerden İslâm'ı yaşayabilecekleri beldelere hicret etmeli ve hicret beldelerinde güçlenerek etkin hale gelmeli, kendi aralarında İslâm'ı hakim kılarak örnek teşkil edecek cemaatlar oluşturmalıdırlar. Ve bu merkezlerde güçlendikten sonra da diğer müsait beldelere de taşarak İslâm'ın etkinliğini yaygınlaştırmaya çalışmalıdırlar.

Bilinmelidir ki Hicret sade bir göç hadisesi değildir.

Hicret:

• Şirkin karanlığından tevhidin aydınlığına,

• Tağutun tahakkümünden Allah'ın hakimiyetine,

• Şeytanî düzenlerden, Kur'an nizamına,

• Batılın zulmünden, hakkın adaletine,

• Küfrün zilletinden, İslâm'ın izzetine ulaşarak cemaatten devlete yükselmektir.

Hicret, bütün günahlardan ve her türlü kötülükten vazgeçip, takvaya ermektir.

Hicret, nefsin, şomluğundan kurtulup, imanın hür ikliminde Allah'a kul olmaktır.

Hicret, gayri İslâmî bir aile yapısından, İslâmî bir aile yapısına koşmaktır.

Hicret, evlâd-u ıyal, mal ve makam zincirlerini kurarak hakka yürümektir.

Ve hicret, İslâm'ın hakimiyeti uğrunda sonsuza dek cihad etmektir.

 

MÜSLÜMANCA YAŞIYOR MUYUZ? 

 

“Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler. Ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.“ (Cuma/ 11)

Eski devirlerde ticaret kervanlarını bir sevinç gösterisi olmak üzere davul çalarak karşılarlardı. Peygamber efendimiz bir cuma günü hutbe okurken Medine'ye bir ticaret kervanı gelmiş ve adet olduğu üzere davul çalarak karşılanmıştı. Davul sesini duyanlar mescidi terkederek kervanı karşılamaya koştular. Mescidde sadece 10 kişi kalmıştı. Bu duruma Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem üzüldüler ve yukarıdaki ayet-i kerime bu hadise üzerine nazil oldu. Elbette kazananlar mescidde kalanlar, kaybedenler de kervanı karşılamak için mescidi terkedenler olmuştur. Çünkü gerçek ticaret ahiret ticaretidir ve o ticaret Allah'a ve Rasulü'ne tam bir teslimiyet ile mümkündür. Allah'a kullukta ve Peygamber'in sünnetine ittibada ihlas ve samimiyet gösterenlerin ecirleri kat kat fazla verilecek ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç bir beşerin kalbinden geçirmediği nimetlere gark olacaklardır.

"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti  göstereyim mi? Allah'a ve Rasulü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu taktirde O, sizin günahlarınızı bağışlar. Sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en güzel kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'dan yardım ve yakın bir fetih. Mü'minleri bununla müjdele." (Saf/ 10-13)

Müslümanlar olarak kesinkes tercihimizi yapmak mecburiyetindeyiz. EBEDİ OLANI MI, YOKSA FANİ ve GEÇİCİ OLANI MI? Sözle hepimiz ebedi olanı tercih ettiğimizi ifade ederiz.Fakat amellerimiz sözlerimizi doğrulamıyor.

• Günlük meşgalelerimize bakalım, Allah yolunda kaç saat çalıştık?

• Harcamalarımıza bakalım, Allah için kaç kuruşumuzu sarfetik?

• İbadetlerimize bakalım, Allah'ı görürcesine bir huşu içinde miyiz?

• Konuşmalarımıza bakalım, Allah ve Rasulü'nün razı olacağı kaç kelime konuştuk?

• Ticaretimize bakalım, helal ve haram hududuna riayet ediyor muyuz?

• Aile hayatımıza bakalım, İslâmî bir aile manzarası arzediyor mu?

• Hülasa olarak A'dan Z'ye günlük hayatımızın bir muhasebesini yapalım, acaba BİZ MÜSLÜMANCA YAŞIYOR MUYUZ? Ve böyle çok ciddi bir nefs muhasebesinden sonra, örnek gösterebileceğimiz kaç müslüman bulabiliriz?

"Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz." (Şûra/ 20)

Geliniz, Allah yolunda öncelikle zamanımızdan ve malımızdan fedakârlık edelim. İslâm için bir hizmet mevzuu bahs olduğu zaman dünyevi işlerimiz ne kadar sıkışık olursa olsun islâmî hizmete koşalım. Dünyevi maslahatlar için yaptığımız çoğu fuzuli ve israf olan harcamalarımızı kısarak mallarımızı İslâm'ın hakimiyeti uğrunda ihlasla harcama yarışına girelim. Sonra da evlad-u iyalimizi ve canlarımızı İslâm için fedaya hazır olalım. Bunun için kendimizi sürekli muhasebe altında bulunduralım. Gevşeyip gaflete düşmeyelim. Bizi devamlı başkalarının teşvik etmesini beklemeyelim. Kendi içimizden gelen bir azim, bir şevk ve bir gayret ile imanımızın gereğini yapalım. Dış görüntülere, dünya alâyişine, dünyalıkların elindekilere ve Tağutların debdebeli yaşantılarına asla iltifat etmeden tevazu, vakar, sebat ve ihlasla yolumuza devam edelim. "Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin.Sanki onlar  duvara dayatılmış kerestelerdir.Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. Allah onları kahretsin. Nasıl olup da döndürülüyorlar?" (Münafikûn/4) Unutmayalım ki İslam ,bir hayat dinidir.Ve bir devlet nizamıdır.Onu öğrenelim,yaşantımıza hakim kılalım.Ve eskilerin tabiri ile elimizde demir âsâ ,ayağımızda demir çarık  dolaşarak ulaşabildiğimiz herkese ,onun yüce prensiplerini tebliğ edelim.Ve İslamı sürekli gündemde tutalım.Tağutların ve tağuti düzenlerin oluşturduğu gündemlerin kör döngüsü içinde bunalıp kalmayalım.İmanımızdan kaynaklanan islami hizmet ve kulluk heyecanımızı her zaman her yerde tâ iliklerimize kadar hissedelim. Bilelim ki hislerin heyecanı geçici ve saman alevi gibi sönücüdür.İmanın coşturduğu heyecanlar ise devamlı ve nisan yağmurları gibi ihya edicidir

Halimize bir bakalım, kalbler körelmiş, hisler duyarlılığını kaybetmiş, tepkisiz bir toplum haline gelmiş daha doğrusu getirilmişiz. Fert ve millet olarak günübirlik plansız ve proğramsız darmadağınık  bir yaşantıya mahkum olmuşuz. Gündemimizde ciddi ve hayati konular yok. Hatta "gündem" diye bir meselemiz bile yok. İçte ve dışta bizim dışımızdaki merkezlerin ve medyanın oluşturduğu gündemlerin içinde kör bir cedelleşme ve çekişmenin zebunu olmuşuz. Artık müslümanlar olarak gündemimizi biz hazırlayıp dışımızdakiler hedeflediğimiz doğrultuda yönlendirmek ve toplumları bilinçlendirerek milletimiz içte ve dışta gayri milli ortamların etkisinden kurtarmak mecburiyetindeyiz.

Müslümanın gündemi İslam'dır. İslam'ın asırlar ötesine ışık tutan yüce prensipleridir. Vahiy kültürünün asırlar boyu meydana getirdiği Kur'an medeniyetidir. Bu paha biçilmez hazineyi meydana getiren altın nesildir. Bu çok zengin ve misli görülmemiş gündemi bir hayat boyunca işlesek tamamlamak mümkün olmadığı gibi, güncelliğinden, tazeliğinden ve etkinliğinden de hiçbir şey kaybetmeyecektir. Çünkü O Rab'dan gelen akıl ve ruha hitap eden bir diriltici nefhadır. Ruhsuz ceset ne ise, İslam'sız bir toplum da odur. Ve hatta daha da manasızdır.

Müslümanlar olarak İslam'ın itikadi, siyasi, iktisadi, ahlâkî bütün esaslarını sürekli gündemde tutmayı bir vazife bilelim. Ve böylece insanımızın düşünce, konuşma ve yaşantısında sürekli İslam olsun. Böylece bizi köleleştiren bütün esaret zincirlerini kırarak gerçek hürriyete kavuşalım.  Ve tüm sahteliklerin, aldatmacaların, çifte standartların maskesini  indirelim. Amerika ve batılıların tağuti ve şeytani düzenlerinden kurtulup yeni dünya düzeninin vahyin aydınlığında biz müslümanlar kuralım. Ve ne Amerika Irak'ı şamar oğlanı haline getirebilsin ve ne de Sırp ve Hırvatlar Bosna-Hersek'te, Ermeniler Azerbaycan'da ve ne de Yahudiler  Filistin'de müslümanlara zulüm yapabilsin. Sen uyan müslümanlara  reva görülen işkenceler son bulsun.

"Mevlamız Allah'tır. O ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır."

 

DEĞERLERİMİZE SAHİP ÇIKALIM  

 

Beş şey vardır ki, onları muhafaza etmek Devlet ve Milletin asla ihmal edemeyecekleri en mühim vazifelerdir. Aksi takdirde her şeyimizi kaybetmek ve yok olmak gibi çok acı bir son ile  karşılaşmaktan kurtulmak asla mümkün değildir. Bu vazifeyi ihmal, hem Allah indinde ve hem de millet önünde en ağır bir suç teşkil eder. Onun için devleti idare edenler ve milletin bütün fertleri bu beş şeyi en iyi bir şekilde öğrenmeli ve ilk okuldan üniversiteye kadar bütün okullarda ders proğramlarına alınarak ehil kişiler tarafından tedris edilmelidir.

Bu beş şey:

1- Dini muhafaza

2- Aklı muhafaza

3- Nefsi muhafaza

4- Nesli muhafaza

5- Malı muhafazadır.

Din: Allah Tealâ'nın peygamberler vasıtası ile insanlara gönderdiği ilahi bir nizamdır. Allah Tealâ yoktan var ettiği kullarını her yönü ile en iyi bir şekilde bildiği için, onların lehine olan hususları emretmiş, aleyhinde olan şeylerden de nehyetmiştir. O bakımdan insanlığın kurtuluş ve saadeti yaratıcının nizamına tam uymak ve uygulamakla mümkündür. Dini muhafaza, onu öğrenmek, yaşamak ve hayata hakim kılmakla mümkündür. Yasalara "Din ve vicdan hürriyeti" maddesini koyup dini uygulamadan kaldırmak, bir kısmını kabul edip, bir kısmını reddetmek onu muhafaza değil, imha etmektir.

Akıl:  Allah tealâ'nın insan oğluna bahşettiği en büyük nimetlerden biridir. İnsan aklı ile üstün kılınmıştır. Onun için İslâm akla değer verir. İnsanı aklından dolayı mükellef kılar. Ancak onu putlaştırmaz. Onun sahasını tahdid eder. Ruhun sahasına müdahale ettirmez. Fakat aklı çalışmalarında ruhla irtibatlandırır. Böylece onu lüzumsuz ve gereksiz şeylerden ve asla kavrıyamıyacağı mevzularla meşgul olmaktan korur. İyi ve faideli şeyleri düşünmesini, dünya ve  ahiret saadetini gerçekleştirecek müsbet işlerle meşgul olmasını temin eder. Onu kötüye zararlı işlere, insanlığın felaketine sebeb olacak maceralara alet olmaktan muhafaza eder. Onun için İslâmî bir eğitim gören fertler asla anarşinin, terörün safında yer almaz. O her zaman hakkın ve haklının yanındadır ve aklını insanlığın faidesine kullanır. Akıl, aklı selim yapılmak sureti ile muhafaza edilebir.

Nefs: İnsanoğluna hayatiyet veren bir canı vardır. Bu can Allah tarafından verildiği gibi, onu almak hakkı da Allah Tealâ'ya aittir. Onun için yaşama hakkı, canlıların en önde gelen haklarındandır. Değil bir insan diğer bir insanı, bir insan başka canlıları da haksız yere öldürme hakkına sahip değildir. İslâm insan dışındaki canlılara da şefkat ve merhamet gösterilmesini, onlara zulüm edilmemesini emretmektedir. İslâm'ın bu özelliğini kavrayan bir insanın başkalarının canına, namusuna ve hakkına kastetmesi düşünülebilir mi? Nefsi muhafaza sadece onun zahirini ve zahiri hayatını korumak değil, onunla beraber ve daha mühimi, onun manevi hayatını muhafaza etmektir. Çünkü imansız ve islâmsız bir hayat, ölü bir hayat hayvani bir yaşantıdır ve hatta hayvanlardan daha aşağı bir yaşantıdır. Eğer bu millet gerçek manada dinini bilse, yaşasa ve mânen diri olsa idi bir sürü cahil güruh bu milleti idare mekanizmasında, basın-yayın kuruluşlarında etkin mevkilerde bulunup, camileri taşlayan, ezanı yuhalayan, dine söven aşağının aşağısı insanlara arka çıkabilirler mi idi? Anarşi ve terörün kaynağı ve hayatiyet kazanması, insan varlığından imanın çıkarılması, imanın öldürülmesidir. İnsanda iman ölürse, küfür dirilir. Küfür ise başlı başına bir canavar, kana doymayan bir vampirdir.

Nesil: İnsanlığın devamı yeni nesillerin yetişmesi ile mümkündür. Ancak bu nesiller imanlı, ahlâklı, fedakâr ve diğergam olarak  yetiştirilirlerse milletler geleceğinden emin olabilirler. Aksi taktirde nice fedakârlıklarla meydana getirilen mamureler bir anda yok olabilir. Onun için İslâm dini her yönüyle sağlam nesiller yetiştirmek için nikâhı meşru kılmış ve zinayı yasaklamıştır. Aile hayatını sağlam temeller üzerine kurmuş, aile fertleri arasında yaratılışlarına en uygun bir şekilde vazife taksimi yapmıştır.

Maalesef zamanımızda, en büyük tahribatlardan biri de aile hayatı ve gençlik üzerinde yapılmaktadır. Bu gün sokaklarda açıktan fuhuş yapılmakta, devletin ve özel kuruluşların televizyon kanallarında görülmemiş bir şekilde ahlaksızlık sergilenmekte, kadınlaşan erkekler, homoseksüeller hayasızlığın en iğrencini sergilemekte, zina çocukları her geçen gün çoğalmakta, nikahsız birlikte yaşamalar meşru addedilmekte, bakirelik, iffet ve namus lügatlara hapsedilmiş durumda ve bu milleti idare edenler bu gidişi önleyecek tedbirler almak şöyle dursun, bu tepe taklak düşüşe yardımcı konumunda, aile planlaması, çağdaşlık v.b. bir çok safsatalarla meşgul olmaktadır.

Bir nesil, iman, ilim, ahlak ve fedakârlıklarla donatılmak sureti ile muhafaza edilebilir. Bunun için de soylu bir idare, soylu bir aile yapısı ve soylu bir eğitim gerekmektedir. Bugünkü gençlik, tüm İslâm dışı düşünce, fikir, sistem ve eğitim kurumlarının iflasının bir simgesidir.

Mal: İslâm'da mülkiyet hakkı vardır ve her fert meşru sınırlar içerisinde menkul ve gayrı menkul mal edinme hakkına sahiptir. Malın zahiri varlığını muhafaza etmek ve tecavüzlerden korumak, gasp edilmesini engellemek hakkı devletin vazifesi olduğu gibi, mal sahibinin de hem vazifesi hem de hakkıdır.

Malı gerçek manada muhafaza ise, onu her türlü haramlardan korumaktır. Bu ise malı helâl yoldan kazanmak, helâl yollarda sarfetmek ve zekatını vermekle gerçekleşir. Maalesef bu gün milletin malı bizzat devlet eli ile, harama bulaştırılıyor. İnsanların helâl lokma yemesi engelleniyor. Öyleyse müslümanlar olarak, bu beş şeyi muhafazada çok daha titiz ve dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü gayri İslâmî bu düzen bu çok mühim değerleri korumak ve muhafaza etmek ve millete bu hususta yardımcı olmak şöyle dursun, tahrip etmekle meşguldür.

Her müslüman bu değerleri konuşarak değil, en iyi bir şekilde öğrenip yaşantısına hakim kılarak, her türlü tecavüzlere karşı taviz vermeden savunarak ve bu hususta hiç bir fedakarlıktan kaçınmayarak muhafaza etmelidir.

Şu hususu asla unutmayalım ki bu mesele bizim var oluş veya yok oluş meselemizdir.

 

DÜNYAYA DALIP GİTMEYELİM  

 

"Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kısmını faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbının rızkı  hem daha hayırlı hem de daha süreklidir." (Taha/131)

Dünya hayatı gibi dünya nimetleri de fanidir. Ahiret hayatı ve nimetleri ise hem çok daha güzel hem de devamlıdır. Onun için kulluk şuuruna eren ve takvâya yükselen müslümanlar ebedî olanı  fâni olana tercih eder ve ebedi hayat için çalışırlar. Bunun için de kazandıkları mal ve mülkü geçiçi dünya hayatının lüks harcamalarında israf etmez, bilakis Allah yolunda cömertçe sarfederler. Selef-i Sâlihin bu hususta çok dikkatli idiler. Gösterişten uzak çok sâde  bir hayat yaşarlardı. Şahsi yaşantılarında asla israf etmez, gereksiz harcamalarda bulunmaz fakat Allah yolunda bütün imkanlarını  seferber ederlerdi. Başkalarının lüks içinde geçen debdebeli yaşantılarına asla iltifat etmezler ve imrenmezler, bilakis onların bu sorumsuz ve başı buyruk yaşantılarına üzülürler ve her fırsatta ikaz ederlerdi. Çünkü bu şuurlu müslümanlar bilirlerdi ki elde ettikleri mal ve mülk kendilerine tevdi edilmiş bir emanettir ve bu serveti yerli yerince harcamak mecburiyetindedirler.

Ehlullah'dan çok muhterem bir zat, yaptığı bir sohbette, çocukluğunda bir kilo toz şekerin 29 kuruş, kesme şekerin de 31 kuruş olduğunu ve zamanın şuurlu müslümanlarının toz şekeri kullandıklarını ve tasarruf edilen miktarı ihtiyaç sahiplerine tasadduk ettiklerini ve hatta maaşlı ve orta halli müslümanların da aynı şekilde hareket ettiklerini anlatmıştı.

Zamanımız müslümanları ise ister zengin, ister fakir, ister memur, ister işçi olsun maalesef israfın içinde yüzmekteyiz. Bir sürü lüzumsuz, gereksiz israfa varan lüks harcamalar içinde boğulup kalmaktayız. Fakat Allah yolunda bir hizmet mevzû bahs olunca çok cimri davranıyoruz ve müslümanlar olarak her hususta bir dönüş ve özden kopuş içindeyiz. Ve gözlerimizi ahiret nimetlerinden dünyanın geçici ve değersiz alâyişine çevirmişiz. İşte yukarıda zikrettiğim ayet-i kerime Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şahsında Müslümanlara bir uyarıdır. Ahireti unutmayalım... Dünyaya dalıp gitmeyelim... Kendi öz cevherimizi kaybetmeyelim... Allah'ın indinde olanı bırakıp insanların elinde olana göz dikmeyelim... diye.

Gerçek müslümanlar gece demeden, gündüz demeden, durmadan dinlenmeden çalıştılar. Ticaretin en iyisini yaptılar. Helâlinden bol bol kazandılar. Sanatın en güzelini meydana getirdiler. Yaşadıkları zamanın en üstün teknolojisine sahip oldular, en üstün bir medeniyet meydana getirdiler. Muhteşem devletler kurdular fakat şahsi yaşantılarında asla sadeliği ve tabiliği terk etmediler. İmkanlarını lüks ve debdebeye kurban etmediler.

Zamanımız insanlarının pek çoğu geçim sıkıntısından bahseder. Kazancının ve maaşının yetmediğinden şikayet edip dururlar. Bu durum bir kısım insanlar için geçerli olabilir. Fakat büyük bir çoğunluğun sıkıntısı, aslî ihtiyaç maddelerini alamama sıkıntısı değil, lüks ve israfa varan harcamaların getirdiği sıkıntıdır. Kişiler imkanlarına bakmadan her şeylerinin olmasını istiyor. Lükse varan, asla zaruri olmayan lüzumsuz harcamalar yaparak altından kalkamayacağı borçlanmalara giriyor ve sınırlı imkanlarla, sınırsız istekler karşılanamayınca da toplumun ruh sağlığı bozuluyor.

Fert, cemiyet ve devlet hayatında huzur    ve     sükûn      isteyenler, İslâm'ın, vahiy kaynağından sunduğu nizama teslim olmak mecburiyetindedirler.

 

 

İMAN-KÜFÜR MÜCADELESİ  

 

İnsanlar "İnandık" demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?" (Ankebut/ 2)

İman bir nur, küfür ise bir karanlıktır ve insanlık tarihi nur ve zulmetin yani iman ile küfrün amansız mücadeleleri ile dopdoludur. İman cephesinin önderleri eli kitaplı peygamberler, küfür cephesinin reisleri ise eli kanlı tağutlardır. İman cephesi adaletin, küfür cephesi zulmün temsilcileridir. İmanın küfre galebe çaldığı devirlerde, değil insanlar, hayvanlar bile adaletin huzur kaynağından kana kana içmişler, emniyet içinde yaşamışlardır. Küfrün hakim olduğu dönemlerde ise insanlık, tarifi mümkün olmayan zulüm ve işkencelere sahne olmuştur. Çünkü iman ve İslâm'dan mahrum bir insan, en vahşi bir hayvandan da, daha vahşidir. O'nun  için zulüm ve işkencede sınır yoktur. O kan akıttıkça hırslanır, işkence yaptıkça vahşileşir ve kurbanlarının canlarının canhıraş çığlıkları ve feryadlarından  vahşi bir zevk alır.

Adı müslüman zalimler de, müslümanlara zulüm ve işkencede ehli küfürle adeta yarış halindedirler. bugün Cezayir, Mısır, Suriye ve benzeri ülkelerde işlenen cinayetler tahammül sınırını aşmış son hadde  ulaşmış durumdadır. Bütün bu baskılara, sindirme ve yıldırma çabalarına rağmen her geçen gün canlanan, kadrolaşan ve güçlenen İslâmî hareket tağutların ve uşaklarının korkulu rüyası haline geldi ve bütün dünya müstekbirleri el birliği yaparak bu hareketi önlemek için her çareye baş vuruyorlar.

Müslümanlar hem geçmişlerini çok iyi öğrenmeli kendisine yapılan zulüm ve işkenceleri asla unutmamalı ve hem de yaşadıkları zamanı çok iyi tanımalı ve istikbâle en iyi bir şekilde hazırlanmalıdır.

Müslümanların düşmanla uğraşacakları yerde birbirleri ile çekişmeleri, sen ben kavgası ile meşgul olup nefislerine yenik düşmeleri ise, düşmanın bize yaptıklarından daha tehlikeli ve daha kahredicidir.  Maalesef her dönemde nefsine kul olan, tefrika ve fitneyi adeta kendine meslek edinen kişiler olagelmiştir. Bu gibi kişilere verilecek en güzel cevap hayırlı hizmetlere devam etmek ve onların dedikoduları ile zaman kaybetmemektir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Hiçbir sabah yoktur ki, iki melek şunları söylemeden tan yeri ağarsın:  Ey Ademoğlu! Ben yeni bir günüm ve senin davranışlarına şahidim, o halde beni iyi bir şekilde kullan. Çünkü kıyamet gününe kadar bir daha gelmeyeceğim." buyurmaktadır.

Bir imtihan dünyasındayız. Ve her an imtihan olmaktayız. Allah yolunda hizmet ederken düşmanlar tarafından uğrayacağımız bela ve musibetler karşısında sabr-u sebat göstereceğimiz gibi, nefsine yenik düşmüş ve gözünü hırs bürümüş gafil müslümanlardan gelen saldırılara da sabır edecek ve İslâmî hizmetlerde asla tekasül (tembellik) göstermeyeceğiz. Allah Tealâ: "İnsanlar inandık" demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihan edilmiyeceklerini mi sanıyorlar?" buyurarak müslümanların Allah yolunda uğrayacakları belâ ve musîbete hazır olmalarını talim etmektedir.

Müslümanların birbirleri ile uğraşacak ve dedikodu ile vakit geçirecek kadar bol zamanları yoktur ve zaten bunlar katiyetle haram kılınmış mezmum fiillerdir.

Ehl-i hikmetten bir zat:

"Büyük zekalar fikirleri konuşur

Sıradan zekalar olayları konuşur,

Küçük zekalar insanları konuşur,

Çok küçük zekalar kendilerini konuşur" der.

Müslümanlar küçük meselelerle uğraşıp, küçük düşmemeli, küçük meseleleri büyüterek ruhi bunalımlar içinde kaybolup gitmemelidir. Mukaddes İslâm davasının sahibi olan müslümanlar, aşağılayıcı basit işlerin, nefsani ve şeytanî gündemlerin zebunu olmamalıdırlar.

Müslümanların mazlum ve mahkum olduğu, oluk oluk müslüman kanı aktığı ve müslümanların ırz ve namuslarının ayaklar altında çiğnendiği bir devirde, müslümanların daha çok çalışması, daha çok fedakârlık yapması, kafasını çatlatırcasına İslam aleminin kurtuluşu için gece gündüz demeden plan proğram yapması ve uygulamaya koyması hülasa olarak bütün boyutları ile İslamlaşması lazımdır.

 

 

ÖLÜM VE HAYAT BİR DENGEDİR   

 

Amelce hanginiz daha iyidir diye, sizi imtihan etmek için, hem ölümü, hem hayatı yaratan O'dur. O her şeye galiptir. Çok  bağışlayıcıdır." (Mülk/ 2)

İnsanoğlu en güzel bir biçimde ve mükerrem olarak yaratılmış ve yeryüzüne halife kılınmıştır. O'nu bu dereceye çıkaran bedenî kabiliyet ve özelliklerinden ziyade aklî ve ruhî yapısıdır. O bakımdan kişinin insanî vasıflarını ve üstün meziyetlerini muhafaza edebilmesi akli ve ruhi dengesini muhafaza etmekle mümkündür. Çünkü bu dengeyi koruyan insan, yeryüzündeki bütün dengeleri idrak eder. Ölüm ve hayatta bir dengedir. Dünya ve ukba amelleri arasındaki dengeyi kurmada ölüm greçeğinin büyük bir payı vardır. Onun için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kişiye vaiz olarak ölüm yeter" buyurmuşlardır.

Ölüm, müslüman için bir yok oluş değil, yeni ve ebedî bir aleme yeniden doğuştur. Onun için şuurlu bir müslüman, geçici dünya hayatını, ebedebî hayatı kazanmaya vesile olan salih amellerle  tezyin eder. Fuzuli ve faydasız işlerle, dedikodu, gıybet ve malayani ile vaktini zayi etmez. Allah'ın haram kıldığı şeylere asla yaklaşmaz.O, ölümü ve ölüm ötesini düşünerek, Allah celle celaluh'a layıkıyla kulluk yapmak için yanıp yakılır. Allah'dan gafil olduğu anları kaybedilmiş en büyük bir hazine bilir. İslâm'ı öğrenmek, ve yaşamayı en büyük bir hazine bilir. islâm'ı öğrenmek, yaşamak ve başkalarına tebliğ etmek ve bütün bunları yalnız Allah rızası için yapmak, onun için bir aşk ve bir sevdadır. Asla mutaassıp değildir. Hodgam değil, diğergamdır. Bütün ümmeti kucaklayan bir gönüle, yalnız rızay-ı bâri için yapılan bir amele, Kur'an ve sünnetin belirlediği bir ölçüye sahiptir. Grupculuğun ve fırkacılığın dar kalıpları içine sıkışıp kalmaz. İnsanları fırka ve grup taassubuna göre değil, Kur'an'ın şaşmaz ölçülerine göre değerlendirir. Hayat boyu, yaptığı bütün işlerden ve kalbinde yer eden bütün düşüncelerden hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çeker. Ölmeden önce ölüme hazırlanır.

O, bilir ki Allah celle celaluhu her an kendisi ile beraberdir. Ve O, kendisine kendisinden daha yakındır. Artık O, "merhamet etmeyene merhamet olunmaz", "insanların Allah'a en yakın olanları, O'nun kullarına en faydalı olanlardır" Peygamber buyruğunun sırrına ermiş ve büyük bir şefkat ve merhametle, bütün insanlığın İslâm'la tanışması ve İslam'ın yeryüzünde hakim olması için seferber olmuş ve kenisini İslâmî hizmetlere adamıştır. O, Allah yolunda uğradığı bela ve musibetler karşısında sabırlıdır. Affedicidir, halimdir, cömerttir,  davasında kararlı ve sebatkârdır. Edep ve ahlâk âbidesidir. Kadere rıza gösterir. Kendisine düşeni ve gücünün yettiğini yaptıktan sonra tam bir tevekkülle işin sonunu bekler ve sonuç nefsine hoş gelmese de, ona razı olur. İsyan ve tuğyan etmez. O, ucub, kibir, hased, riya, yalan, makam ve riyaset hırsı, cimrilik ve kin gibi ahlâk-ı rezileden arınmış ve Muhammedî ahlakla ahlaklanmıştır. Hülasa o hayatını Kur'an'la dengelemiş, ölümünde, hayatında bir nimet ve bir lutf-i ilâhi olduğu idraki içinde kulluk vazifesini en iyi bir şekilde yapmanın huzurunu yakalamıştır.  Artık bu haliyle O, İslâm'ın insanıdır. Zulüm, tahakküm, iftira, saldırı ve özüne konulan çeşit çeşit engeller, O'nu meşgul etmez, O'nun yürüyüşüne ve hizmetine engel olamaz.

Zamanı çok aziz bir nimet bilir ve bu nimeti en kıymetli ve değerli şeyleri kazanmak için sarfeder. Yani zamanını yaradanına kulluk yolunda harcar.

Hergün ve her saat nice imtihanlarla karşı karşıyayız ve belki de bir çoğunun farkında bile değiliz. İşte bu gerçeği yakalayan bir müslüman her an uyanıktır. Etrafını saran tehlikelere karşı müteyakkızdır. Bir anlık gafletin çok büyük manevi zararlar tevlid edeceğinin şuurundadır ve bir yaptırım gücüne sahip olduğu zaman o gücü kulluğunu pekiştirmek ve insanları Allah'a itaat ve kötülüklerden alıkoyma  için kullanır.

"Onlar o mü'minlerdir ki, eğer kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve fenalıktan alıkoyarlar." (Hacc/52)

Bu imtihan yurdunda, imtihanı kazananlara müjdeler olsun.

 

FARE ASLAN DOĞURMAZ 

 

Yüksek şahsiyet sahibi yetişmiş kişiler, millet ve devletleri yükselterek, yüksek medeniyetler meydana getirdikleri gibi, temellerini değişmez iman esasları üzerine bina etmiş devletler  de yüksek şahsiyet sahibi kişiler yetiştirir. Demek oluyor ki devlete sahip olan fikir, İslam düşüncesi, devletin teşkilatlanmasında esas, İslam nizamı ve devleti yönetenler bu nizamın tavizsiz bendleri olurlarsa  yeryüzünde cennetî bir hayat yaşanır. Bugün dünyamızda cehennemî bir hayat yaşanıyorsa, ateist, münafık ve kâfir bir sürü mütegallibe zulüm ve tecavüzlerle küremizi kan ve barut kokusu ile yaşanmaz bir hale getiriyorlarsa bunun sebebi, yeryüzünde ilahi nizamın hakim olduğu güçlü bir KUR'AN DEVLETİ'nin mevcut olmadığındandır. Onun için bir buçuk milyara varan İslam alemi Bosna, Azerbaycan, Filistin ve tüm İslam yurtlarından yükselen feryatlara duyarsız ve ilgisiz kalmakta ve küfür cephesinin tüm vahşet,zulüm ve barbarlığına rağmen onlara karşı tepki göstermemektedirler.

Fare aslan doğurmaz. Kediye gem de vursan at olmaz. 70 yıldan beri, Türkiye'de, farenin aslan doğurması için nice aslanlar fedâ edildi ve nice kediler, yarış atı görünümü vermek için kendisine gem vurup, eğer kuşandı.

Atalar ne güzel söylemiş:

"Asıl azmaz, bal kokmaz? kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır" diye. Bu düzenin aslı bozuktur. Gayri dini ve gayri millidir. Böyle bir düzenden şahsiyetli devlet adamları, şahsiyetli idareciler beklemek ham bir hayal olur. Müstesnalar ise kaideyi bozmaz.

Gayri millî bir devletin eğitimi de gayri millîdir. Gayri millî eğitimler, gayri millî kafalar üretir. Gayri millî kafalardan millî ve vatan  menfaatına  ve yüksek şahsiyetlere mahsus işler beklemek, farenin aslan doğurmasını beklemektir. Böyle bir eğitim düzeni ancak İSKİ, İlksan sahtekârları ve vurguncuları yetiştirir. Ve bu sahtekârları, vurguncuları koruyan idareciler yetiştirir. İstifa etmesi gerekirken, utanmadan, kızarmadan koltuğuna yapışıp kalan haysiyetsiz, kalitesiz yöneticiler yetiştirir.

Memlekette niçin rüşvet, irtikab, gasb, sahtekârlık, ahlâksızlık ve terör yapanların çoğunluğu ile tahsilli kişilerdir.  Ve niçin Türkiye olarak itibarsızız? Niçin yanıbaşımızdaki zulme dur diyemiyoruz? Niçin üç buçuk terörist ile baş edemiyoruz? Ve niçin laf  üretiyor iş üretemiyoruz? Bütün bunların sebeplerini devletin kuruluşundaki temel bozukluklarda ve gayri milli eğitim sisteminde aramalıyız.

 

 

DÜN ÖYLE İDİK YA BUGÜN?

 

"Ey mü'minler! Siz düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar her türlü kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah düşmanlarını ve kendi düşmanlarınızı ve bunlardan başka, sizin bilmeyip de, Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız onun sevabı, size eksiksiz verilir." (Enfal/60)

Müslümanların, siyasi, iktisadi, askeri ve bütün sahalarda güçlü ve üstün olmak mecburiyeti vardır. Çünkü bu ilahi bir emir ve aynı zamanda bütün insanlığın huzur ve saadeti, müslümanların müslümanca yaşamaları, hakkın ikâmesi, zulüm ve küfrün bertaraf edilmesi için şarttır. Ne zaman ki müslümanlar, iktidarı ellerinde bulundurmuş, düşmanlarını korkutan, dostlarını sevindiren, siyasi, ekonomik ve askeri bir güç ve kuvvete sahip olmuşlarsa, bütün insanlık huzur ve sükûna kavuşmuştur. İşte bizler bir zamanlar böyle idik. Çünkü Allah'ın emrine uyarak ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine tâbi olarak dünyanın güçlü devletlerini biz koruyorduk. Kendi ırk ve dinlerinden idarecilerin zulüm ve tasallutlarından bıkıp usanan ve müslümanların idaresindeki milletlerin, mes'ud ve müreffeh yaşantılarına gıbta eden milletler, 'keşke müslümanlar buralara kadar ulaşıp, bizim ülkemizi de fethetse de,onların idaresine girerek insanca yaşasak' diye  can atıyorlardı. Çünkü o devirlerde en güçlü orduya  biz sahiptik. Topumuzu, tüfeğimizi, gemimizi ve tüm askeri techizatımızı biz yapıyorduk. Ordularımız ilayı kelimetullah için savaşıyor, dünyanın neresinde olursa olsun müslümanları koruyordu. Memleket baştan başa tam bir emniyet içinde idi. İnsanlar  birbirine itimat ediyor, güveniyor ve birbirlerinden emin olarak yaşıyordu. Alimler, muttaki idi. Korkmadan, çekinmeden idarecileri ikaz ediyor ve onların İslam'a aykırı icraatlarına asla fırsat vermiyorlardı. Onlara iki

yüzlülük ve riyâkarlıkla dalkavukluk  etmiyor ve onların kapısında, makam ve mevki elde etmek veya dünyalık bir şeye nail olmak için zilletle beklemiyorladı. Onların hatlarını bir sürü yalan yanlış teviller yaparak, doğruymuş gibi göstermek bedbahtlığına düşmüyorlardı. Canları pahasına da olsa, hakkı söylüyorlar ve hakkı yazıyorlardı. Zenginler cömertti. Nefisleri için lüks harcamalar yapmıyor, israf etmiyorlardı. Zaruri ihtiyaçlarının dışındaki bütün servetlerini Allah yolunda  seve seve harcıyorlar ve büyük bir zevk alıyordlardı. Fakirler kanaat ehli idi. Çalışıp çabalar, miskin miskin kahve köşelerinde pineklemez, fakat zengin olamadıkları için hayıflanmaz, sabreder, şükreder ve haline razı olurlar, servet düşmanlığı yapmazlardı. Mahkemelerde kuyruklar oluşmaz, davalar sürüncemede kalmaz ve hakimler adaletle hükmederdi. İşler rüşvetle yapılmaz, haklı muhakkak hakkını alır, haksız olan cezalandırılırdı. İnsanlar birbirlerine karşı hak ve vazifelerini çok iyi bilir ve gereğince hareket ederlerdi. Jandarma ve polis deyince akla, zulüm ve işkence gelmezdi. Devlet daireleri, milletin kendi evi gibi rahat girip çıktığı, asla hakaret  ve kötü muamele görmediği emin mekanlar idi. Devlet milleti bir baba ve anne şefkatıyla kucaklıyordu. Medreselerde hak ve hakikat öğretiliyor, islamî gerçekler tedris ediliyor ve mükemmel ilim adamları yetiştiriliyor. O devirlerde, terör, adam öldürme, hırsızlık, zina, fuhuş, rüşvet, adam kayırma ve çeşitli ahlâksızlıklara asla rastlanmazdı. Sanki dünyada iken cennetî bir hayat yaşanırdı. Devlet kademelerinde olsun, özel işlerde olsun, vazifeler ehli olan kişilere veriliyordu. Na ehil kişiler elinde memleket çarçur edilmezdi. İşte böyle olduğumuz için, güçlüydük, efendiydik, zulme uğramıyorduk, zillete düşmüyorduk, kafirlerin şamar oğlanı haline gelmiyorduk. Gayri müslimlere el açıp dilenmiyorduk. Milletler arası siyaseti biz yönlediriyorduk. Bugünkü gibi Amerika ne der? Rusya ne der? Avrupa ne der? diye kafirlerin islam ülkelerini istila edip kan dökmelerine müslüman kadınların  namuslarına el uzatmalarına sefilce seyirci kalmıyorduk. Çünkü Allah'ın emrine uyuyor, Peygamberin sünnetine tabi oluyorduk.

 

 

GENÇLERLE SOHBET  

 

Değerli gençler! Bu okullarda, bu eğitim proğramları ile ilim öğrenmek, şahsiyet kazanmak, din ve tarihimizle yeniden buluşup tanışarak adam olmak  mümkün değil. Öyleyse şahsi bir çaba ve gayretle çevremizdeki kıymetli, şahsiyetli , dini bütün insanlarla tanışın, onlarla muaşeret edin ve kendiniz için emin bir vasat oluşturmaya çalışın ve şu tavsiyelere kulak verin:

1. Zamanı çok iyi değerlendirin. Çünkü hayat zamandan ibarettir. Ve zaman  kıymetli bir hazinedir. Bu hazineyi israf eden dünyasını da, ukbasını da zayi eder. Zamanı üç şekilde karşına çıkmış görürsün.

a. Geçen gün. Bir daha ele geçmez.

b. İçinde bulunduğun gün. Devam etmez. Durduramazsın. O günde elden çıkıp gider.

c. Gelecek gün. O da senin için meçhuldür. O güne yetişip yetişmeyeceğini, yetiştiğin zaman da nelerle karşılaşacağını bilemezsin. Öyleyse içinde bulunduğun gün, senin için çok önemlidir. Bu günü ilim, ibadet, zikir, cihad, tebliğ ve salih amellerle değerlendir. Eğer böyle yaparsan bütün zamanı değerlendirmiş, zayi etmemiş olursun.

2. Gençlik ve sıhhatin kıymetini bil. Güç, kuvvet ve sıhhat sahibi iken Allah yolunda hizmet et. Sakın bu kıymetli sermayeyi nefis, şeytan ve kötü çevrenin telkinleri ile isyan ve tuğyan yolunda harcama. Güç ve kuvvetini kaybedip ihtiyarlık gelip çattığı zaman pişmanlık fayda  vermez.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

"Beş şeyden önce beş şeyi ganimet biliniz."

-İhtiyarlıktan önce gençliği,

-  Hastalıktan önce sıhhati,

- Fakirlikten önce zenginliği,

- Ölümden önce hayatı,

- Meşguliyetten önce  boş zamanı."

3. Salih insanların, ilim adamlarının sohbetlerine katılınız. İyi insanlarla arkadaş olunuz. Dünyada iyi insan tükenmez. Az da olsa her zaman salih insan mevcuttur. Onları arayıp bulunuz ve onların ilim ve hikmet dolu sohbetine katılınız. Allah Teâla: "Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sıddıklarla beraber olunuz." buyurmaktadır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: "Sizin için gerekli olan, alimlerin meclisinde oturmak ve hikmet ehlinin sohbetini dinlemektir. Çünkü Allah Teâla, ölü toprağı yağmur suyu ile dirilttiği gibi ölü kalbi de hikmet nuru ile diriltir." Ahlâkı güzel, hayır nasihatta bulunan, güvenilir insanlarla dost ve arkadaş olmalıdır. Çünkü salih dost arkadaşının dünya ve ukba saadetini temin edecek  iyi amel ve hayırlı hizmetlere kılavuz olur. Kötü arkadaş ise, dünyada rüsvaylık, ahirette ebedi hüsrana düşürecek kötü amellere rehberlik eder.

Rasulullah  sallallahu aleyhi ve sellem: "Kişi sevdiği ile beraberdir."

"Kişi arkadaşının dini üzeredir. Sizden herbiriniz kiminle arkadaşlık yapıyorsa ona baksın" buyurur. Bayağı ve aşağılık, işi gücü dedikodu, yalan, iftira, hased olan kişilerle oturup kalkmayınız. Ayak takımı ve edebsizlerle sohbet etmeyiniz. Bu gibi insanlarla ancak tebliğ ve nasihat için birarada bulunulur. Muhammed Bakır, oğlu Caferi Sadık'a şu beş kişiyle arkadaşlık etmemeyi tavsiye etmiştir:

a.  Fasık ile: Çünkü o, tamah ettiği bir lokmaya seni satar.

b. Cimri ile: Yoksul olduğun zaman seni terk eder.

c. Yalancı ile: Çöldeki serap gibidir. Yakınında iken uzak, uzakta iken yakın gözükür.

d. Ahmak ile: İyilik edeyim derken bile kötülük eder.

e. Akrabayı tanımayan ve onlarla alakayı kesen ile.

4. İslami ilimleri öğreniniz. amel ediniz ve başkalarına tebliğ ediniz. Allah Teâla: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri hakkıyla düşünür." buyurmaktadır.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: "Her müslümana ilim öğrenmek farzdır." "Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz."

"Alimin, âlim olmayan ibadet ehline üstünlüğü, benim ashabımdan en aşağı derecede bulunana üstünlüğüm gibidir" buyurmaktadır. İlim tahsil eden kişi, bu ilmi yalnız Allah rızası için tahsil etmeli ve ilmi ile amel edip başkalarına da tebliğ yapmalıdır. Çünkü bir insanın hidayetine vesile olmak, ölüyü diriltmek gibidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Ali kerremallahu vecheye hitaben şöyle buyuruyor: "Ya Ali senin vasıtanla, Allah Teâla'nın bir adamı hidayete kavuşturması senin için dünyan ve dünyanın içindekilerden daha hayırlıdır."

5.Ahlâklı, edebli, mütevazi ve  yumuşak huylu olunuz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." buyurmaktadır. Allah Teâla mütevazi olanları sever. Yeryüzündeki ağaçlara bakınız. Meyveli ağaçların başları yere doğru eğik. Meyvasız, odunluk ve kerestelik ağaçların ki ise göğe doğru yükselmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Yumuşak olan kişi neredeyse Peygamber olacaktı." buyurmaktadır. Ateş odunu  yakar, odun sert, ateş ise yumuşaktır. Su mermeri deler, kireci eritir, mermer ve kireç sert, fakat su yumuşaktır. Sen de yumuşak huylu ol. Mutedil hareket et. İyilik yap. Zamanla kötü düşünceliler sana karşı mahcub olur.

6. Bütün işlerinizde gayeniz Allah rızası olsun. Sakın ola ki, makam ve mevki, mal ve mülk, şan ve şöhret düşkünü olmayın. Sözlerinize ve işlerinize riya karıştırmayın.  Allah rızası için yapılmayan hiç bir amelde  hayır yoktur. Allah Teâla şöyle buyuruyor: "Dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttakiler için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?" Fazilet ve şerefi, makam ve mevkide, mal ve mülke, insanlar yanında aramayın. Fazilet ve şeref Allah'a kullukta ve onun rızasını kazanmaktadır. Bir işte Allah'ın rızası varsa, bütün insanlar size karşı çıksa da o işi yine yapınız. Bir iş ki Allah ondan hoşnut değildir. O işi yaptığınız zaman bütün insanlar sizden razı olsa, size teveccüh etse de o işe asla tevessül etmeyiniz. Aksi taktirde helak olur, dünyanızı da, ukbanızı da harab edersiniz. Bütün işlerinizde Kur'an ve Sünnet ölçülerine uyunuz. İslamı kendinize uydurmaya çalışmayın. Siz bütün varlığınızla  İslam'a uyunuz. Az da olsa, devamlı ve  ihlasla yapılan ameller kişiyi felaha erdirir. Devamlı olmayan, ihlasla yapılmayan ameller ne kadar çok olursa olsun, sahibine fâide vermez.

Allah yâr ve yardımcınız olsun. O ne güzel mevla ve ne güzel vekildir.

 

 

İYİLERİN TENBELLİĞİ KÖTÜLERİN FAALİYETİDİR   

 

"Haksız sözleri tasdik eden de yalancıdır." (İmam-ı Şafi)

Kur'an Hak Teâla'nın  Hak kelam-ı,  Hadis-i Şerifler ise       hak Peygamberin  Hak sözleridir. Kim ki  Kur'an ve sünnetle  konuşur ise  hakkı söylemiş  olur. Hangi  söz ki Kur'an ve sünnetin ruhuna uymuyorsa, ona muhalifse batıldır, yanlıştır ve yalandır. Nefsi emmarenin karanlığından, cehaletin sarhoşluğundan, hırs, haset, çıkar, kin ve adavetin esir aldığı lisanlardan kaynaklanan lakırtılar ise öncelikle sahibini helâke götüren birer zehirdir.

Zamanımızda tam bir kargaşa yaşanmaktadır. konuşanlar nasıl konuşması gerektiğini, neyi konuşması gerektiğini ve neye göre konuşması gerektiğini bilmedikleri gibi, susanlar da nerede susup, nerede konuşmaları gerektiğini bilememektedirler ve dolayısıyla bu durum nice fitnelere, fesatlara sebep olmakta, nice haklar zayi olup, batıllar, yalanlar, fitneler revaç bulmaktadır.

Şeyh Sadi Şirazi: "İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek" der. Çalışanlar hizmetlerle meşgulken, oturanlar fitne, dedikodu ve iftiralarla ortalığı velveleye vermektedirler. Eğer aklı selim sahibi, Kur'an ve Sünneti esas alan müslümanlar bu hasetçi ve fitnecilere karşı susar ve onların iftira ve yalanlarına set çekmezse onlarda aynı kötülüğe ve aynı günaha ortak olmuş olurlar. İmam-ı Şafi "Haksız sözleri tastik eden de yalancıdır" buyurur. Evet haksız sözün karşısında susmak ve o sözün haksızlığını söylemek bir nevi onu tasdiktir.

Allah Teâla "Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." buyurarak, emr-i bil ma'ruf nehy-i anil münkeri müslümanlara farz kılmış ve bu farizayı yerine getirecek bir cemaatın bulunmasını emretmiştir. Böyle kişiler olmaz, iyilikler emredilip, kötülüklerin önüne geçilmezse  kötüler ortalığı  velveleye verip, zihinleri karıştırır ve çirkin emellerini gerçekleştirmek için zemin bulmuş olurlar ve işin aslını bilmeyen, meselelere vakıf olmayan bir çok insan da bu çığırtkanların, yalan ve iftiralarına aldanarak fitne ve fesada alet olabilirler.

Bu fitne ve fesatçıların en belirgin özellikleri hasetçi, makam ve mevki düşkünü olmalarıdır. Kendileri bir hizmet göremezler, tembeldirler. Sermayeleri dedikodu, gıybet, iftira ve yalandır. Riyakârdırlar. İhlastan nasipleri yoktur. Nefislerinin zebunudurlar, yapılan hizmetlerden rahatsız olurlar ve fakat her işin başında gözükmek isterler. Bu gibi insanlar cemiyetin güvesidirler. Hasetleri öncelikle kendi içlerini kemirip bitirir. Diğer taraftan da İslami hizmetleri içten içe  çökertmek isterler. Şahsiyetleri zayıftır. Kendilerini ortaya koyamazlar ve onun için muhakkak bu fitne ve fesatlarını bir siper arkasından yaparlar. Mesela iftira etmek istedikleri kişileri, bir siyasi grup içinde ise ona karşı göstermek veya bir tasavvufi cemaatte bulunuyorsa, tasavvufa muhalefet etmekle suçlarlar. Böylece kin, haset, adavet ve aşağılık emellerini güya gizlerler. Ve herşeyi gören, bilen, haberdar olan  hakimi mutlak'tan hiçbir şeyin gizli kalmayacağını ve bu çirkin işini nasıl perdelerse perdelesin, bir gün Allah'ın huzurunda hesap vereceğinden gafildirler.

Vehb İbn-i Münebbih der ki: Nuh aleyhisselâm tufan dinip gemiden çıkınca, iblis aleyhil-lâne geldi.  Nuh aleyhisselâm O'na: "Ey Allah'ın düşmanı! Senin ve ordunun insanları saptırıp helak olmalarına onların hangi günahları sebep oldu? dedi. İblis: "Biz onlardan cimri, hırslı, hasedci, zorba ve aceleci birini görünce onu hemen yakalayıveririz. Bir kimse de bu huyların hepsi toplanırsa ona da 'Şeytan-ı Merid (Azgın Şeytan) deriz. Çünkü bu huylar 'Şeytanın reislerinin' huylarındandır." dedi.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: "Hasetten sakının zira haset ateşin  odunu yediği gibi, iyilikleri yiyip yok eder" buyurmaktadır. Makam ve mevki hırsı, kıskançlık insanların çok azının kurtulabildiği çok mezmum, çok kötü ve sahibini helâka götüren hasletlerdir. Bugün birçok kişiyi, İslam adına İslam'dan çıkaran, hizmet adına hizmeti köstekleyen, dava adına davayı baltalayan hased, makam ve mevki hırsıdır. Bu kişi bu iki necasetten temizlenmedikçe gerçek insan ve gerçek müslüman olamaz.

İslam'ın fert, aile, cemiyet ve devlet planında hakim olmasını, yalnız Allah rızasını gözeterek arzu edenler, hasetçi, makam, mevki düşkünü nefsi emmaresinin zebunu kişilerin fitne ve fesatlarına mâni olmak, cemiyeti onların şerrinden korumak için bütün imkanları ile çalışmalı, iyilikleri emir, kötülüklerden menetme vazifesini en iyi bir şekilde yerine getirmelidirler. Şurası asla unutulmamalıdır ki: "İyilerin tenbelliği, kötülerin faaliyetidir." Bir binayı yapmak için bir çok sanatkâra ihtiyaç vardır. Lakin bir sarayı cahil ve hiç bir özelliği olmayan 3-5 kişi yıkıp harabeye çevirebilir.

Birçok zararlı ve faydasız bitki hiçbir bakıma ihtiyaç duymadan bahçeyi istila eder, fakat orada iyi bir sebze yetiştirmek istenirse bir mevsim boyu bakımdan geçirmek gerekir.

Kötüler çalışmasa da, kötülük kendiliğinden  yayılır. Şayet iyiler çalışıp kötülüğün önüne geçmez ise.Ya iyiler çalışmaz da, kötüler, fitne ve fesatçılar, iftira ve yalancılar çalışırsa cemiyetin hali ne olur, düşünün. Ve  düşünün de gece ve gündüz demeden Allah için O'nun rızası için çalışın. Kötülere ve kötülüğe mani olun.

 

 

HİZMETLER İSTENEREK VE COŞKU İLE  YAPILMALIDIR   

 

"Hayır hizmetlerin muzır mânisi çok olur." (Bediüzzaman)

Müslüman, teslim  olan kişidir.O, İslam'ın ahkamına  tereddütsüz  ve hiçbir zorlama  olmadan, isteyerek , severek  ve tam bir gönül huzuru  içerisinde  teslim  olmuştur.  O Allah Teala'dan gelen  nimet  ve isterse belâ  suretinde  gelsin razıdır.

İnancının gereği olarak tedbir alır  ve işleri  Sünnet-i  Seniyyeye  uygun  bir şekilde  yapmak için elinden gelen  bütün  gayreti sarfeder. Ancak takdiri ilahi tecelli ettiği zaman, o iş nefsinin istediği şekilde neticelenmese de asla gönlünde bir sıkılma olmaz ve takdiri ilahiyeye boyun eğer ve razı olur.

Her zaman olduğu gibi zamanımızda da hizmet ehli kişiler bu engellerle karşı karşıya bulunacaklar ve fitneci, fesatçı ve hasid kişiler akıl almaz iftira, yalan ve dedikodularla hizmet yolunu tıkamaya çalışacaklardır. Böyle durumlarda hizmet ehline düşen, bütün tarih boyunca Peygamberlere, evliyaullaha ve salihlere yapılan ve tiksindirici boyutlara ulaşan iftira, yalan ve işkenceleri hatırlamak ve Allah yolunda uğranılan bu musibetlerin çile ve sıkıntıların, Peygamberler, sıddıklar ve salihler yolunun işaretleri olduğunu görerek hiçbir engele takılmadan Allah yolunda, islami hizmetlere devam etmelidir. Asla gevşememeli, usanganlık ve bıkkınlık göstermemelidir. Çünkü, dava, bu gibi müstakim, kararlı sabit kadem ve şahsiyetli kişilerin omuzlarında yükselecektir.

Bediüzzaman Said Nursi: "Hayır hizmetlerin muzır manisi çok olur" diyerek müslümanlar hayırlı bir hizmete talip olduğu zaman, önlerine çıkacak zararlı manialara da hazır olmaları gerektiğine işaret etmiştir.

Bir kişi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben Allah'ı  ve  Seni seviyorum" dedi. bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "O halde belâ gömleğini giy. Allah ve Peygamber sevgisini fakirlik hâli ve belâ takip eder." buyurdular.  O bakımdan islam davasının erleri, Allah yolunda uğradıkları bela ve musibetler, iftira ve yalanlar karşısında asla yılgınlık göstermezler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah sevdiği kimseyi üzmez, ama tecrübe için bâzen belâ verir." buyurmaktadır. Müslümana düşen de bela geldiği zaman sabretmektir. İmanlı kişi belâ ve musîbetlere karşı sabır gösterir ve Allah'tan razı olur. Allah'a kulluk yolunda en zor işleri bile gönül rahatlığı içinde seve seve yapar. İşte bu hal  onun imanının kemaline işarettir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ben ve ümmetimin muttakileri tekellüften (içten gelmeyen ve zorla yapılan işten) berîdirler." buyurmaktadır.

Görülüyor ki kemal ehli mü'minler, takva sahibi müslümanlar Allah yolunda yaptıkları hizmetleri zorlama ile yapmazlar. Gerçek muttakîler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  misali ve onun güzide ashabı gibi Allah Teâla'ya kulluğu, ibadet ve taatı, cihad ve tebliğ hizmetlerini kalbleri mutmain, gönülleri huzurlu olarak büyük bir çoşku ile yaparlar. Onlar Allah yolunda çileyi zevk edinmişlerdir.

İslamî şahsiyeti teşekkül etmemiş kişiler, Allah yolunda uğradıkları az bir engel, bir iftira ve dedikodu karşısında önce duraklar, sonra geriler ve yılgınlık gösterirler. Onlar isterler ki herkes bize hürmet etsin, çay sohbetlerinde ahkam keselim, hiçbir sıkıntıya, can  sıkıcı olaylara muhatab olmayalım, herşey istediğimiz şekilde olsun. Hayır bu bir kolaycılıktır.  Bu Peygamberler ve salihler yolu değildir. Bu nefsin büyük bir aldatmacasıdır.

İslam'a talip olanlar, Allah yolunda uğrayacakları bela ve musibetlere karşı sabru sebat göstermedikce, davalarında sabit kadem olmadıkça ve bütün işlerinde Allah rızasını gözetmedikçe İslam davasının eri olamazlar. Vesselâm.

 

ÇARE İSLAM      

 

"İnsanları düzeltebilmemiz için, önce kendimizi düzeltmemiz gerekir."(Hz. Ömer radıyallahu anh)

Bir zamanlar herkesin emin olduğu dürüst bir devletimiz ve herkesin emniyet içinde yaşadığı güzel bir yurdumuz vardı. Üç kıtaya serpilmiş bir vatan toprağında, İslam medeniyetinin parıldayan yıldızları, medrese, cami, tekke, zaviye, kervansaray, sanayi ve ticaret merkezleri sakinleri için birer huzur ve sükûn kaynağı idi. Ve insanların hiç bir ırk, mezhep ve meşrep farkı gözetilmeden, tanışıp kaynaştığı, buluşup kucaklaştığı ve İslam kardeşliğinin doruk noktada yaşanıldığı bir ana kucağı bir baba ocağı idi. O devir insanlarının tek düşünceleri vardı: İyi bir kul olmak. Ve kulluğun icabı olan hizmetleri yerine getirmek. "İnsanların hayırlısı insanlara faydalı  olandır" Peygamber buyruğundan  hareketle hep hizmete talip olmak. Evet onlar hep hizmet düşünür, hizmet planlar ve hizmet yaparlardı. O emin devletin tebaası, Arap'tı, Türk'tü, Acem'di, Kürt'tü. Fakat  ne değeri vardı ki bunların. Herşeyden önce onlar müslümandı. Onlar ırkları ile değil, müslümanlıkları ile iftihar eder ve hayat grafiklerini onunla çizerlerdi ve onlar öyle kaynaşmış ve öyle bütünleşmişlerdi ki, onların ırkı da, kabilesi de, aşireti de ümmet olmuştu. Evet onlar, Ümmeti-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem potasında erimiş, tek bir ırk, tek bir kabile ve tek bir aşiret  olmuşlardı. Sanki onlar cenneti dünyaya taşımış ve cennetî bir hayat yaşıyorlardı. Onlar, gavurdan dost, domuzdan post olmayacağını çok iyi idrak etmiş ve düşmanın kızıl altınlarına ve cilveli fahişelerine aldanmamışlardı.

Bu emin ve dürüst devletin bu güzel insanları  bu cennetî vatanda mes'ud yaşarken, fitne ve fesatın, soysuzluk ve denaetin, zulüm ve barbarlığın yurdu Avrupa'dan sam rüzgarları esmeye başladı. Şom ağızlardan ırkçılık şarkıları söylenerek fitne tohumları ekilmeye başlandı. Önce gayr-i müslim tebanın üzerinde etkisini gösteren bu fitne daha sonra müslümanlar üzerinde de etkili olmaya başladı. Ümmet şuuru, ırkçılık, kabilecilik ve bölgecilik ihaneti ile zaafa uğratılıp İslam Birliği târumar edildi. Bugün ümmet mefkûresini kaybetmiş, ırkçılık, bölgecilik ve İslam dışı yönetimlerle idare edilen halkı müslüman devletcikler  Batı'nın şamar oğlanı ve kuklası.

Afganistan, Somali, Cezayir, Mısır, Irak ve birçok İslam topraklarında, müslümanlar birbirlerini katletmekle meşgul.

Ya Türkiye? Bin yıllık İslam yurdu, şüheda diyarı, son hilafet merkezi, tam bir kargaşa içerisinde. Özellikle Güneydoğu ve Doğu'da 10 yıldan beri kan akıyor. Kardeş kardeşi vuruyor. Beşikteki çocuklara kadar kurşunlanıyor. Devleti yönetenler ise iş yerine laf üretiyor. Partiler birbirlerini suçlamakla meşgul. Şer odaklari ise planladıkları den'i emellerine ulaşmak için durmadan çalışıyor. Bugüne kadar resmi ve gayri resmi ağızlar pek çok laf ettiler terörün sebepleri ve çareleri  hususunda. Bunlar arasında sadre şifa verecek, yaraya merhem olacak ve gönülleri ferahlatacak ciddi bir teklif olmaması bizi idare edenlerin  ve millete yön vermeye çalışan medyanın ne kadar yavan ve yüzeysel olduğunun yeni bir tesbiti oldu.

Efendiler! Terörü siz ve sizin 70 yıldan beri uyguladığınız sakim politikalarınız körüklüyor. Bu terörist caniler eli ile katledilen  masum insanların vebali sizin omuzlarınızdadır. Çorak zeminlerde ve kendine çare olamamış kof ilkelerde, hastalıklı kafalarda çare aramayın. Zaman kaybediyor ve uçuruma doğru sürükleniyorsunuz. Paçanız sıkışınca hoca efendilere yalvar yakar oluyor, riyâkarlık ve iki yüzlülükle eteğine yapışıyor; diğer taraftan  İslamî duyarlılığı ve İslamî kıyafetinden dolayı muhterem bir hoca efendiyi ilçeye sokmayan ne idüğü belirsiz bir kaymakama ses çıkarmıyorsunuz. Üniversitelerdeki başörtüsü zulmüne seyirci kalıyorsunuz. Yanlış ve sakim eğitim politikanızla gençliği bütün İslamî değerlerden soyutluyor ve onları materyalizm, sosyalizm, kemalizm gibi temelsiz ve ruhsuz ideolojilerin kurbanı ediyorsunuz. Ve bütün bunlardan sonra memleketi güllük gülistanlık, huzur ve sükûn içinde görelim istiyorsunuz. Ne mümkün? Beyler önce kendinizi düzeltin. Devletin yanlış yapılanmasını, doğrusu ile değiştirin. Sâdece terörün   değil, her türlü kötülüğün, her türlü vahşetin ve bütün olumsuzlukların tek çaresi vardır. Unutmayın çare İslam'dır. Çare İslam'dır. Çare İslam'dır. Ve Faruku Azam Hazreti Ömer radıyallahu anh'ın şu sözüne kulak verin:

"İnsanları düzeltebilmemiz için önce kendimizi düzeltmemiz gerekir." Evet! Bizler Arab, Türk, Acem, Kürt hepimiz bir milletiz. İslam milletindeniz. Ve tek bir ümmetiz. Muhammed aleyhisselam'ın ümmetindeniz.

Ey millet-i İslam ve Ümmet-i Muhammed!

Terörün her çeşidinin yok olması, kardeş kavgasının sona ermesi, İslam birliğinin yeniden tesis edilmesi ve tağutların zulüm ve baskısı altında bulunan dünyaya yeniden nizam vermek için birleşiniz.

"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a, İslam'a) sımsıkı yapışın ve parçalanmayın..." (Al-i İmran/103)

"Rasûlullah size ne getirdiyse onu tutun ve neden sizi yasakladı ise ondan kaçınınız." (Haşr/7)

Asırlar var ki İslam milleti, ruh ve manasının beslendiği, her türlü tasalluttan korunduğu, her kemalatın kaynağı olan aslından koparıldı. Bunun neticesi olarak da, rüzgarların   önünde sürüklenen yelkovan dikenleri gibi gayesiz ve hedefsiz savrulup durdu. Ve nihayet hilafetin ilgası ve Kur'an ahkamının icraattan kaldırılıp onun yerine  ne idüğü belirsiz her kesimin kendine göre yorumladığı ve fakat Türkiye'de kesin olarak din düşmanlığı ve Kur'an ahkamını inkar esasına dayalı olarak uygulanan laiklik düzeni müslümanların üzerine bir kabus gibi çöktü.

Lâik düzenin, İslam'dan soyutladığı insanımızı getirdiği nokta: Ar ve namusu sıfırlanmış, pezevenkliği medeniyet kabul etmiş bir nesil...

Ey lâik yobazlar, ey devrimci kızılcıklar! Bütün bu tahribata rağmen , Rabbimizin bu millete bir lütfu olarak din ve imanını, ar ve namusunu korumuş müslüman bacılarımızın başörtüsü ile, Kur'an kurslarında, imam-hatiplerde yetişen bu vatanın gerçek evlatları ile uğraşacağınıza, etrafınıza bir bakın gözünüzdeki kara lekeyi silin düştüğünüz bataklıktan kurtulmaya çalışın.

Bugün, cehalet karanlığında, inkar uçurumlarında herşeyini kaybetmiş bu gençler, bu insanlar böyle değildi. Sizler onları din eğitiminden mahrum ettiniz. Gayri milli eğitim sisteminde din düşmanlığı yaptınız. Yamyamların bile yapmadığı bir denaetle ecdadımıza, dinimize, dince mukaddes olan herşeye küfrettiniz. Kemalizmi ve ilkeleri bir din ve Mustafa Kemal'i bir put olarak lanse ettiniz. Şeriat'ı, bir adi suç olarak niteleyecek kadar aşağılaşan insanlar yetiştirdiniz.

Bir milletin idareci ve okumuşları ile, halkı arasında böyle görülmemiş bir uçurum varsa, o sistem, o milletin sistemi değildir. Belirli bir  azınlığın menfaatine hizmet eden ithal malı bir zulüm sistemidir. Bugün Türkiye'deki vakıa da budur. Bu uydurma laiklik sistemi bir ithal malı sistemidir ve millete rağmen, millete bir dayatmadır. Böyle düzenler asla devamlı olamamıştır. İşte komünizm. 70 yılda büyük bir enkaz bırakarak yok olup gitti.

Geliniz bu ithal malı laik düzenin enkazları altında yok olmadan önce, idarecisi, okumuşu, halkı olarak kendi sistemimize dönelim ve bütün insanlığın huzur duyacağı kendi nizamımızı hep beraber yeniden ihya edelim. Bütün varlık alemini yoktan  vareden Allah Teâla, tüm insanlığın dünya ve ukba saadetini temin edecek olan ilahi nizamı, Peygamberleri vasıtası ile inzal etmiştir.

Yaratıcı nizamını bırakıp da, yaratılanın yalan yanlış düzenlerine tabi olmak ve onu kabul etmek hiç bir inanca  sığmadığı gibi, hiç bir aklı seliminde kabul etmeyeceği bir hamakatlıktır. Allah Teâla'nın elçileri olan peygamberlere ve onların gösterdiği sırat-ı müstakime tabi olmakta başka kurtuluş yoktur.

 

İYİLİĞE DESTEK KÖTÜLÜĞE KÖSTEK

 

 "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın cezası çetindir." (Maide/2)

Müslümanlar her zaman ve her yerde daima hakkın ve doğrunun yanında ve ona yardımcı, kötülüğün ve kötülerin karşısında ve ona engel olmakla mükelleftirler. Ne zaman ki islam milleti bu özelliklerini korumuşlar ve kendi yakınları ve hatta öz nefislerinde de olsa Şeriat'ın  yasak ettiği kötülükleri irtikab edenlere asla taviz vermemişler ve hep iyiliklere destek olmuşlarsa, dünyaya düzen veren, adalet tevzi eden hakim unsur haline gelmişlerdir. Ve bunun en tabii sonucu olarak da müslümanların din, akıl, nefis, nesil ve mal emniyeti sağlanmış ve çok  mazbut, kendi içinde uyumlu, dışa karşı caydırıcı bir güç olmuşlar.Ve bütün milletlerin gıbta ettiği medeni bir seviyeye yükselmişlerdir. Elbette bu kolay bir iş değildir. Hiç bir engele takılmayan, yıkılmayan, gevşemeyen iradesi güçlü yetişmiş insan ister. Çok güçlü organize ister. İlim ister, fedakârlık ister ve zaman ister. Devleti ile, milleti ile her iyiliğe  destek olan, teşvik eden, düşmanlıklara, kötülüklere geçit vermeyen bir toplum düşünün, böyle bir toplum için aşılmayacak engel ve ulaşılmayacak hedef kalır mı? Allah Teâla: "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın cezası çetindir." (Maide/2) buyurmaktadır. İslam milleti bu ilahi emre uyduğu müddetçe, onun anarşi, terör ve kargaşa içerisinde dağılıp parçalanması mümkün olur mu? Düşmanların fitne ve fesadı onları birbirine düşman haline getirebilir mi? Asla... Bugün   niçin bu haldeyiz... Bırakın dış düşmanların fitne ve fesadını, niçin kendi içimizde  bölük börçük  ve meydan üç-beş şahsiyet, cahil ve şahsi hesaplarına zebun  kişilerin elinde... Çünkü İslam milleti,  islamî,  Kur'anî ölçüyü kaybetti, kendi partisinin, kendi grubunun  yalan yanlış ölçülerini, önüne geçti. Önce İslam'ı değil, öncelikle   kendi partisini, kendi   grubundan , partisinden veya   ırkından olan  kişileri, şahsiyetleri  ne kadar silik olursa olsunlar,  kendi grubundan, kendi partisinden   ve  kendi ırkından   olmayan  şahsiyetli  ve dürüst insanlardan üstün tutarlar. Kendi  yakınındakilerin  kötülüklerine göz yumdular ve hatta destek oldular. Başka  grupta  olan kişilerin hayır işlerine, hayırlı  hizmetlerine  sırf kendi gruplarında olmadığı için köstek oldular ve hatta onların hayırlı işlerini kötü göstermek için her türlü karalamayı mübah saydılar. Bunun neticesi olarak şahsiyetli, dürüst ve işin ehli insanlar arka planlara itildi, şahsiyetsiz, menfaatperest, nâehil insanlar ön plana çıktı. Bugün Türkiye'yi ve tüm İslam alemini gözden geçiriniz, İslâm milletini temsil durumunda olanları tetkik ediniz. Çok azı müstesna bulundukları temsil makamının asla ehli değildirler. En küçüğünden en büyüğüne kadar. Bu hususta  Allah Teâla şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitici, herşeyi görücüdür." (Nisa/58)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de, "İş, nâehline verildiği zaman  kıyameti bekle." buyurmaktadır. İslam için çalıştığını iddia eden, İslami çalışmalar için organize olan bütün gruplara, kişilere sesleniyorum. Bizler, düşünce, fikir ve yaşantımızı İslamlaştırmadan, biz İslam'a layık insanlar olmadan hiçbir yere varamayız. Hem aldanan ve hem de aldatan durumuna düşeriz. Şunu asla unutmayalım: İyi olan, bizim grubumuzda  olsa da olmasa da, İslam'a göre iyi ise, o insan iyidir. Bir kişi ki İslam'a göre kötü ise, o insan bizim grubumuzda olsa da,olmasa da kötüdür.

Tek ve şaşmayan ölçü, İslam'ın ölçüsüdür. Onun dışında ortaya konmaya çalışılan her ölçü ölçüsüzlüktür.

 

 

FASIKIN HABERİNE İLTİFAT ETMEYELİM 

 

"Yalan (kâmil) mananın karşıtıdır. (ikisi bir yerde ictima edemez) Yalanın en kötüsü bühtan (iftira)dır" (Beyhaki)

Müslüman, sözü, özü ve işi doğru olan kişidir. Yalana iftiraya  ve dince haram olan şeylere asla tevessül etmez. O kendi öz nefsine zarar verse bile doğru konuşur, hakkı müdafaa eder. ve haklının yanında yer alır. Yalan ve iftira yoluyla haksız olarak aleme sultan yapsalar yönüne dönüp bakmaz. Fakat hak uğruna ve doğruyu konuşup müdafaa ettiği için zindana veya darağacına  götürseler seve seve gider ve kalbinde asla bir darlanma olmaz. Çünkü o, zindanı Medreseyi Yusufiye kabul eder, darağacına çıkarken cennetin kokusunu duyar.

Asrımız, saadet asrının soylu müslümanları ile irtibatlı bu vasıftaki müslümanlara ne kadar muhtaçdır. Evet en küçük bir dünya menfaatı, değersiz bir maddi çıkar, veya belki de kendisinin cehenneme sürüklenmesine sebep olabilecek basit bir mevki için durmadan yalan uyduran, iftira kampanyaları ile fitne ve fesadı körükleyen dünyaperest, şöhretperest ve mevkiperest kişileri görüp de üzülmemek; kadı  olmamak için zindana seve seve gidip ve orada işkence altında can veren İmam-ı Azam'ın ve  "Kur'an mahluk" demediği için zincirlere vurularak zulüm edilen İmam-ı Ahmet bin Hanbel'in o yüce şahsiyetlerine bakıp da kendi halimize, zavallılığımıza ağlamamak ne mümkün? Hele bu insanlar mevki ve makam, menfaat ve çıkarları için yaptıkları bu iftira ve yalan kampanyalarını İslam'a hizmet görüntüsü içinde  yaparlarsa ne denli tefessüh ettiğimize ve İslam adına İslam'a ne müthiş darbeler indirdiğimize şahit olmamanın dehşetine kapılmamak elde değildir.

Müslümanım diyen herkese ve İslam için çalıştığını söyleyen her grup, cemaat ve kuruluşlara sesleniyorum! Geliniz Kur'an ve Sünneti daha derinden ve daha vüsatla inceleyelim, onun şaşmaz ölçülerine tabi olalım. Çeşitli tabelalar altında çalışsak bile,  müslümanlar olarak kardeş olduğumuzu unutmayalım. Gayemiz İslam'a hizmetse aynı caddede, sırat-ı müstakim caddesinde beraber ve  birbirimize çelme takmadan yanyana, gönül gönüle hedefe doğru yürüyelim. Birbirimizle uğraşacağımıza düşmanla uğraşalım. Baş olma hırsı ile İslami hayatımızı mahvetmeyelim. İslam'ın istikbalini gölgeleyecek, müslümana yakışmayan söz, tavır ve işlerden  uzak duralım. Her duyduğumuzu doğru addederek veya muhatabımız aleyhine delil kabul ederek duyduklarımızın doğruluğunu araştırmadan onunla amel etmeyelim. Allah teâla'nın şu kelamını asla unutmayalım: "Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat/6)

Evet her zaman ve her devirde fitne ve fesad ateşini körükleyenler, riyaset hırsı ile mal ve makam sevdası ile nice kötülükler yapan ümmeti bâdireden bâdireye sürükleyenler olagelmiştir. Zamanımız ahir zamandır. Bu tip insanların yüz bulduğu, revaç gördüğü bir fetret devrinde yaşamaktayız. Bu sebepden Allah rızası için İslam yolunda, Kur'an yolunda çalışanların çok daha uyanık ve dikkatli  olmaları şarttır. "Her duyduğunu haber vermek, kişiye  günah olarak yeter." Peygamber buyruğunu kendimize rehber edinelim. Başkaları bize iftira etseler bile, biz böyle bir şeye asla tevessül etmeyelim. Şayet böyle bir şey yapmış isek hemen tevbe edelim.

İftiranın tevbesi üç şeyle olur:

1. İftirayı terketmeye azmetmek.

2. İftira ettiği kişi ile helalleşmek.

3. Evvelce bu iftirayı kimlerin yanında söylemişse, onların yanıda yalan söylediğini, iftira ettiğini söylemektir.

 

 

DOSDOĞRU OLMAK 

 

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hûd/112)

Müslümanın en belirgin vasıflarından biri, dosdoğru olmasıdır. Doğru olmak, kendi  nefsi zarar görse de doğruyu konuşmak, hakkı müdafâ etmek, sâlih ve kâmil mü'minlerin işidir. Tarih boyunca nice sâlihler  hak uğruna ve doğruları müdafaada gösterdikleri kararlılık sebebi ile zulme uğramışlar ve hatta şehid edilmişlerdir. Bu kahramanlardır ki, müstekbir ve zalimlerin zulüm, vahşet ve cinayetlerle cehenneme çevirdikleri dünyamızı bahar yağmurları gibi gülistana dönüştürmüşlerdir.  Ve onlar her devirde müstekbirlerin korkulu rüyası, mustaz'afların ümit kaynağı ve yardımcıları olmuşlardır.

Nemrud tağutunu çökerten İbrahim Halilullah, Firavun zulmüne set çeken Musa kelimullah ve Ebu Cehil putunu yıkan Muhammed Habibullah ve tüm Peygamberler her sahada olduğu gibi istikamet doğruluk ve Hakkı müdafâ hususunda da bütün insanlığa örnek olmuşlar ve onların izinden yürüyen salihler ve sadıklar da devirlerinde yaşayan zalimlere karşı Hakkı müdafâda, eğilmeden bükülmeden istikamet  üzere dosdoğru ve dimdik ayakta kalmışlardır. Rüyâsında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisini yanına davet ettiği çin mahkeme heyetine karşı hazırladığı müdafânâmesini yırtıp, sevgilisine kavuşmak için idam sehbasına koşarcasına giden İskilipli Atıf Hoca ve ölüme gülümseyerek yürüyen Seyyid Kutup bu kahramanların son halkasından sadece iki örnektir.

Müstekbir ve zalimlerin bir kabus gibi ufkumuzu kararttığı asrımızda benzer kahramanlara, istikamet üzere sabit kadem olan müslümanlara ne kadar muhtacız. Süfyan Abdullah es Sakafi'nin  rivayet ettiğine göre Rasûlullah'a şöyle demiş: "Ya Rasûlullah, İslam hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım." Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem "Allah'a iman ettim de ve dosdoğru ol" buyurmuştur. Bu hadis-i şerif, Peygamberimizin az sözle çok mana ifade eden  hadislerindendir ki, İslam'ın evsafını cem etmektedir.

İstikamet üzere dosdoğru olmanın ne nühim ve ne çetin bir iş olduğunu "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hud/112) ayet-i kerimesi nazil olunca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in: "Beni Hud Suresi ve arkadaşları  ihtiyarlattı" buyurmasından anlamaktayız.  Abdullah İbn-i Abbas radıyallahu anh de: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem 'e bütün Kur'an'da, bu ayetten daha şiddetli ve meşakkatli bir ayet daha nazil olmamıştır."  demektedir.

İman ve istikametin neticesi çok güzel bir son ve ebedi huzur ve saadettir. Bu hususu beyanla Allah Teâla şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara, korkmayın üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin derler." (Fussilet/30)

Geçiçi dünya  hayatı için, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in 'cîfe' olarak nitelendirdiği basit dünya menfaatleri için İslami şahsiyetini kaybeden, kula kul olma zilletine düçar olan, fitne, fesat,iftira ve yalan girdabında boğulup giden, istikametini kaybetmiş, yolunu şaşırmış, eğriliği doğruluğuna galebe çalmış  bir toplumun düze çıkması, anarşi ve terörden kurtulması bütün samimiyeti ile "Allah'a iman ettik ve dosdoğru olmaya karar verdik" deyip bu akitlerini de amelleri ile teyid etmedikçe ve İslam'a tam teslim olmadıkça mümkün değildir.

 

 

LÂİKLİK DİNİ 

 

"Onlara ayetlerimiz açıkça okunduğu zaman, bize kavuşmayı beklemeyenler, ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir dediler. De ki: O'nu kendiliğinden getirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü (sizin arzunuza uyar da) rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım." (Yunus/15)

Kur'an'ın inzali ile başlayan İslam inkılabı, putperest müşriklerin siyasi, iktisadi ve içtimai hayatlarını altüst ediyor ve tam bir panik yaşıyorlardı.İlk zamanlarda pek önemsemedikleri Peygamberimizi bir yetim ve müslümanları da bir kaç köle, fakir ve âciz kişilerden ibaret gördükleri İslam cemaatının her gün güçlenmesi ve pek çok hatırı sayılır şahsiyetin de İslamla şereflenmesi karşısında tedbir almaları gerektiğini kararlaştırırlar.

Bu cümleden olarak Peygamberimize şâir, kâhin, mecnun ve sihirbazdır diye iftira ettiler. Kur'an'ı Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hıristiyan köleden öğrendiğini, geçmiş milletlerin masallarından bahseden bir kitap olduğunu yaymaya başladılar.

Burada Peygamberimize davasından vazgeçmesi için krallık, para ve kadın  teklifinde bulundular,Seni Mekke'ye kral yapalım, mal verip zengin edelim ve istediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki şu davandan vazgeç dediler. Bundan da bir netice alamayınca, "bir sene sen bizimtanrılarımıza ibadet et, bir sene de biz senin rabbına ibadet edelim" teklifinde bulundular. Bu da sonuç vermeyince  "öyleyse bize ya başka  bir Kur'an getir veya Kur'an'ı değiştir. Yani bize haram kılınanları helâl kıl, putlarımızın aleyhinde konuşma, yaptığımız kötülüklerden dolayı cehenneme gireceğimizi söyleme, hülâsa, Kur'an ahkamını bizim isteklerimiz doğrultusunda tebdil et" diye teklif ettiler.  Onlar kendi zanlarınca tekliflerle Rasûlullah'ı davasından vazgeçirecekler ve kendileri de o hayvanî hayatlarına devam edeceklerdi. Bilmiyorlardı ki O'nun böyle bir selahiyeti yoktu. O alemlerin Rabbı'na tam teslim olmuş ve bütün işleri vahiy ile tanzim olunuyordu. Yaptıkları teklif, îkaz ve iftiraların hiçbir netice vermediğini gören müşrikler, müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkenceleri artırdılar ve görülmemiş bir vahşet sergilediler. Şirk, küfür düzenlerinin ve tağutların öteden beri uyguladıkları dört metod vardır: Önce müslümanları hak yolundan dönmeleri  veya en azından İslam için çalışmamalarını iknaya uğraşırlar. Buna da muvaffak olmazlarsa tehdit ederler. Bu da fayda vermezse iftira  ederek yıpratmaya çalışırlar. İftira da netice vermezse bu kişileri yok etmenin çarelerini araştırırlar. Hz. Adem aleyhisselam'dan zamanımıza kadar, Allah celle celaluhu düşmanları bu kirli yolu hiç fasıla vermeden kullandılar. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i de o zamanın Mekke müşrikleri son çare olarak öldürmeye teşebbüs ettiler. Fakat Allah habibini korudu ve müşrikler o den'i teşebbüslerinde muvaffak olamadılar.

Bütün asırlar boyunca şirk ve küfür cephesi çeşitli adlar aldılar fakat İslam düşmanlığında ve müslümanlar aleyhinde kullandıkları ikna metodlarında asla değişiklik yapmadılar.

Haçlı seferlerinde işlenen cinayetler, Endülüs müslümanlarının imhası, Osmanlıların  Balkanlardan çekilme mecburiyetinde kaldığı zaman, Sırp, Bulgar, Hırvat tüm kafirlerin müslümanlara revâ gördüğü cinayetler Birinci Dünya Savaşı sırasında Yunanlıların Batı Anadolu'da, Ermenilerin Doğu Anadolu'da sergilediği vahşet, Rus kâfirinin Kırım, Kafkasya ve Orta Asya'da müslümanlara reva gördüğü vahşilikler, Yahudilerin  Filistin'de  yaptıkları mezâlim ve nihayet Amerika ve Avrupa kâfirlerinin Irak'ı bir harabeye çeviren saldırıları, Bosna-Hersek ve  Azerbaycan'da Sırp, Hırvat ve Ermeni vahşeti ve kendisine medeni yakıştırması  yapan tüm kafirlerin sergilediği iki yüzlülük.

Evet bütün bunlar kâfirlerin dinmeyen kininin, bitmeyen hile ve desiselerinin simgesidir. Müslümanların gözardı edemeyeceği diğer bir hususta düşmanların içimizden kendi hesaplarına kullandıkları  ya gafil ya da hain uşaklarıdır. Bunlar da dış düşmanlarımızdan daha da tehlikeli olmuşlardır. Bugün İslam ülkelerinin başında bulunan idarecilerini gözden geçirelim.

Hafız Esad, Saddam Hüseyin,  Hüsnü Mübarek, Cezayir'in başındaki cunta ve diğerleri bunların kendi insanına, müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkenceler Yahudi, Sırp ve Ermeni'lerin  yaptıklarından az değildir.

Türkiye'ye gelince durum daha farklı değil. 27 Mart seçimleri münasebetiyle RP bahane edilerek yapılan İslam düşmanlığı tamamen gün yüzüne çıktı. Takke düştü, kel göründü. Maskeledikleri çirkin yüzlerin bütün iğrençliğiyle sırıttı. Laikliği din edinen bu "çağdaş yobazlar" batı uşağı yazar, çizer ve partililer RP'nin şahsında durmadan  İslam'a saldırıyorlar. İslam'a, ancak laiklik ve ilkelerinin müsaade etiği kadar, fırsat verebileceklerini, karşı olan  hiç bir fikre ve siyasi teşekküle fırsat vermeyeceklerini konuşup, yazıp çiziyorlar. Yani Allah'ın dinine ve Kur'an'a  karşı laiklik, demokrasi ve ilkeleri savunuyorlar. Bir belediye başkan adayı "RP'nin yaptığı iyi işler bizi ilgilendirmez. Bizin için önemli olan laikliktir" diyor. Yani bir insan hırsız olabilir, deyyüs olabilir, homoseksüel olabilir, fahişe olabilir. İSKİ  ve İLKSAN lağımlarına batıp çıkmış ve trilyonları gasb etmiş olabilir. Yeter ki laik olsun. Lâik olan bir kişi için bunlar önemsenecek şeyler değil. Ama insan laik değilse, ilkelere bağlı değilse, Atatürk'e karşı ise, bu insan namuslu imiş? Milletin bir kuruşunu bile yemezmiş. Gece gündüz demeden çalışırmış, dürüstmüş, memleketi kısa bir zaman içinde güllük gülistanlık yaparmış. Ne önemi var efendim!Onlar için bunlar önemli değil. Önemli olan asrın en büyük aldatmacası olan laiklik ve demokrasiye bağlı olmalıdır.

İslam'a değil lâiklik dinine inanmalıdır.  Şu gülünç manzaraya bakınız. 12 Milletvekili M.Kemal'e İzmir suikastinde idam edilen milletvekili ve subaylar  için iadeyi itibar önergesi vermişler. Vay efendim siz misiniz bu teklifi yapanlar! Bu M. Kemal'in manevi şahsiyetini küçük düşürmektir. Bu laik cumhuriyete en büyük darbedir ve DYP grubu toplanarak, bu önergede imzası bulunan milletvekilinin kesin olarak partiden ihracını istiyor. Ne ilkellik ya Rabbi!

İşte laiklerin mantığı bu ilkel mantıktır. Özerk üniversite de bu ilkel mantığın mucididir. Bu konularda ilk feryad bu "kara cübbeli" cahil prof'lardan yükselir. Evet bir zamanlar Mekkelilerin Rasûlullah  aleyhisselam'dan istediklerini, bu laik dinciler  de biz müslümanlardan istiyorlar.

Mekkeliler Rasûlullah sallahu aleyhi ve sellem'e "Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir" demişlerdi. Laik dincilerde, biz müslümanlardan Allah'ın istediği şekilde, Rasûlullah'ın sünneti üzere yaşamayı terkedip laikliğin ve ilkelerin doğrultusunda yaşamamızı istiyorlar.Yani Kur'an'ı değiştirmemizi talep ediyorlar. Buna hiçbir müslüman asla tevessül edemiyeceği gibi hiç bir inkarcı  da buna asla muvaffak olamayacaktır. Çünkü onun koruyucusu Allah Teâla'dır. "Kur'an'ı kesinlikle  biz inzal ettik elbette onu yine biz koruyacağız." (Hicr suresi/9) Bir müslüman, asla laik olamaz. Hem Kur'an'a hem de ilkelere bağlı kalamaz. Kur'an bir bütündür. Onun bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayan asla müslüman olamaz. Müslümanın diyen  herkese sesleniyorum. Geliniz şu Batı uydurması ve asrın en büyük aldatmacası Laiklik ve Demokrasi denilen ucube ile hem kendimizi ve hem de etrafımızdakileri helake sürüklemeyelim.  Bizi yoktan vareden Allah'ın nizamına dönelim. Hem kendimizi kurtaralım ve hem de etrafımızdakilerin kurtulmasını sağlayalım.

Mahşerin o dehşetli gününde herkes dünya iken kimi önder edindi ise onunla çağrılacaktır. Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i önder edinelim. Onunla çağrılıp onun sancağı atında toplanalım. Sahte önderlerin peşine düşüp de dünyamızı da ukbamızı da berbat etmeyelim. İslam'dan başka bir din, Kur'an medeniyetinden başka bir medeniyet  yoktur. İslam'a tam sarılarak, Kur'an medeniyetini yeniden ihya etmek için çalışalım. Böylece uşak değil efendi olalım ve yeniden İslam kimliğimizi kazanarak, sadece müslanları değil bu insanlığı zulüm ve vahşetten kurtaralım. Bu onurlu, bu şerefli cihada bir millet olarak toptan katılalım. Katılalım ki karanlıklar yerini aydınlığa  zulüm ve  vahşet yerini adalete, şirk ve küfür yerini imana bıraksın.

"Haksızlığın önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber, şerefinizi de kaybedersiniz." Hz. Ali (r.a)

İslam'ın hakim olmadığı yerde zulüm  vardır, haksızlık vardır, vahşet vardır. Çünkü  İslam'ın dışındaki her düzen sun'idir. İnsan tabiatına aykırıdır ve insanda mevcut tüm faziletleri tahrib edicidir.

İslam'dan uzaklaşmış milletlerin toplumsal çalkantılar içerisinde, anarşi ve terörün kucağında nasıl mahvolduklarını her zaman müşahede etmekteyiz.

İslam hakkı ve batılı kesin çizgilerle ayırmış ve mü'min ile kâfiri, müslüman ile münafığı, alim ile cahili, müttaki ile fasıkı en belirgin özellikleri ile tanıtarak kargaşayı önlemiştir. Böylece İslam'da herkes layık olduğu yeri işgal etmiş ve soysuza, kötüye, zalime insanlar üzerinde tahakküm etme şansı tanınmamıştır. Cahili, beşeri sistemlerde ise bu özellikler olmadığı için Neronlar işbaşındadır. Yarı okumuşlar, söz sahibidir.  Nefis, şehvet ve çıkarlar  ön plana çıkarılmıştır. Geothe: "Deliler ve akıllı insanlar zararsızdır. En tehlikeli insanlar yarı deliler ve yarı akıllılardır" demektedir. Tam deliler bilinir ve onun zararından korunulur. Akıllı insanlar ise rastgele davranmaz. Söyleyeceği sözün, yapacağı işin neticesini düşünür ona göre hareket eder. Yarı deli, yarı akıllı, yarı okumuşlar ise ne zaman, nasıl hareket edecekleri belli olmadığından, her zaman zararlı ve tehlikeli olmuşlar ve hele bunlar yönetimin üst kademelerinde bulundukları zaman telafisi çok zor tahribatlar yapmışlardır.

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri değerlendirdiğimiz zaman yapılan tahribatın dehşet verici  boyutlarını görmemek mümkün değildir.

İnsanı insan yapan ve ona değer veren ne makamdır ne de maldır.

"Bed asla necabet mi verir hiç uniforma"

Evet insan ancak insani vasıfları kazanmakla insan olur. Gerçekten insan olmak ise İslamla  mümkündür.

Haksızlığa, zulme, küfre karşı durmak haksızlık karşısında eğilmemek, haksızın karşısında, haklının yanında olmak içinde iyi bir müslüman vasıflı  bir müslüman olmak lazımdır. Bir toplumda bu gibi insanlar yoksa, işte o zaman yarım insanların tahribat ve tahakkümü önlenemez ve memleket bâdireden bâdireye sürüklenir.

Son kurban derisi konusunda yaşanılan dayatmalar da gösteriyor ki, ülkeler için en tehlikeli virüs yarı okumuş cahillerin yönetimidir. Vatandaşın elinden kurban  derisini zorla ve polis jopu ile gasb eden bir zihniyet zaten olmayan meşruluğunu tamamen kaybetmiştir.

"Eksik olsun alçalmakla elde ettiğin yemek. Tenceren kaynıyor ama şerefin devrilmiş." (Şeyh Sadi)

Ve tüm müslümanlar olarak şu ayet ve hadisler üzerinde uzun uzun tefekkür edelim:

1. (Hesaplar görülüp) İş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı va'detti. Ben de size vadettim. Ama yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi (inkâra) çağırdım. Siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin. Kendinizi yerin.  Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiz. Kuşkusuz daha önce ben, (beni Allah'a) ortak koşmanızı reddettim. çünkü zalimlere elbette acıklı bir azab vardır." (İbrahim/22)

2. "Zulmedenlere meyletmeyin, aksi halde size ateş dokunur. (Cehennem de yanasınız) Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez." (Hud/113)

3. "Kim Allah'a karşı yalan uydurandan veya onun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalimdir? Bilesiniz ki mücrimler asla felah bulmazlar." (Yunus/17)

4. "Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de doğruluktan saparsa kendi zararına sapmış olur. Hiç bir günahkâr başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz bir Peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek değiliz." (İsra/15)

5.  "Hidayete, Hakka davet eden kimse için, Hakk'a tabi olanların ecirleri mislince ecir vardır. Tâbi olanların ecrinden de hiçbirşey eksilmez. Dalalete davet eden kimse için dalalete tabi olanların günahları mislince günah vardır. Tâbi olanların günahlarından  da hiçbir şey eksilmez." (Tirmizi)

6. "Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebi ile şımarmış elebaşlarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke helaka müstehak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz." (İsra/16)

7. "Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. Bu da imanın en zayıfıdır." (Müslim)

8. "Mü'min bir yılan deliğinden iki kere sokulmaz." (Buhari)

 

 

DOST YÜZLÜ DÜŞMAN          

 

"O  gün  zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke O Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım. Yazık bana keşke falancayı dost edinseydim. Çünkü zikr (Kur'an) bana gelmişken. O hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta." (Furkan/27-28-29)

Ukbe bin Ebi Muayt bir ziyafet vermiş ve bütün Kureyş eşrafını davet etmişti. Ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ukbe'ye müslüman olursa davetine icabet edeceğini söyleyince, Ukbe şehadet getirerek müslüman oldu. Bunun haber alan dostu Ubey bin Halef, Ukbe'yi kınadı ve O'na yeniden putperestliğe dönmedikçe ve gidip Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yüzüne tükürmedikçe asla kendisinden razı olmayacağını söyledi. Ukbe zahirde dostu, hakikatte bir düşman olan Ubey bin Halef'in dediğini yaptı. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi  ve sellem'e ulaşmadan geri dönüp  kendi yüzüne bulaştı. Ve yüzünde bir iz bıraktı ve yanağında bir yanık meydana getirdi ki Bedir Savaşı'nda katledilinceye kadar  bu iz yüzünde kaldı. Yukarıdaki ayeti kerimelerin nüzul sebebi bu hadisedir ve bu ayetlerde, dünyada kafirleri dost edinmenin,onların rızasını Allah'ın rızasından üstün tutmanın ve dost edinmesi gereken müslümanlardan yüz çevirmenin ve insanlığın dünya ve ukba saadetini sağlayacak dünyasını da ukbasını da mamur edecek Kur'an gibi ekmel bir kitap varken ona uyup kurtulmak varken, onu gözardı etmenin mahşer günü ne büyük bir nedamet ve peşimanlık  olacağı haber verilmektedir. Aynı zamanda dünyada dost edinilen münafık ve kafirlerin mahşerde hiç bir faide vermeyecekleri ve oradaki pişmanlığın da geçerli olmayacağı izah edilmektedir.

Müslüman! Lâikliği din edinenleri, Kur'an'ın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanları, din düşmanı, millet düşmanı masonları baş tacı edenleri, seçim meydanlarında, Allah, Peygamber ve ezandan bahsedip, Avrupalı, Amerikalı efendilerinin yanına varınca tam bir uşaklık sergileyerek, İslami hareketin durdurulabilmesi için kafirlerden yardım dilenenleri, Ramazan gelince sırf müslümanları aldatmak için gazetelerinde Ramazan sayfası ayırıp, diğer sayfalarında ise, İslam'a ve müslümanlara karşı tüm kin ve gayzını kusan medya patronlarını, Allah'ı ve Peygamberi inkâr eden, müslümanlara söven bir ateist kafire yazma, konuşma ve küfrünü ilan etme hürriyeti veren ve fakat put edindikleri, din edindikleri sistem ve kişiler hakkında kanaat serdeden bir müslüman için bütün kurum ve kuruluşları ile sokağa dökülen düzenbazları, müslümana İslamca yaşama hakkı, doğruları konuşma hürriyeti vermeyen iki yüzlü İslam düşmanlarını, yıllardır müslümanı horlayan, Kur'an'a ve İslam'a savaş açan, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e çöl bedevisi diyecek kadar alçalanları, hülâsa senin gibi düşünmeyen, senin gibi yaşamayan batılcı ve batı hayranı tüm sahtekar, yobaz, yalancı, iki yüzlü İslam nizamına karşı karanlık kişileri asla ve asla dost edinme! "Rasûlüm, alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren iyiliği hep engelleyen mütecaviz günaha dadanmış, kaba ve haşin, bunladan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiç birine mal ve oğulları vardır diye sakın ilgi duyma." (Kalem/10-14) Oy avcılığı için sana geldiğinde riyakârca, hilekârca sırıtan suratına ve yalancı vaadlerine aldanma! Yüzlerce defa aldatıldın. Allah için artık aldanma! İslamî vakar ve ciddiyetini, İslami kimliğini ve müslüman şahsiyetini zedeleyecek tavır sergileme. Unutma! "Kişi sevdiği ile beraberdir" ve  "Kişi arkadaşının dini üzeredir. Sizden herbiriniz kiminle arkadaşlık yaptığına baksın" Şu ayetleride lisanına vird eyle: "Zalimlere meyletmeyin ki size ateş yapışmasın. Halbuki Allah'tan gayri sizin dostunuz yoktur. Binaenaleyh zalimlere meylederseniz hiçbir kimse tarafından yardım olunmazsınız." (Hud/113)

Ayet-i Kerime de zalimlere yaklaşmak, onlarla dost ve arkadaş olmak nehyolunmuştur. zalimleri methetmek, onların yaptıkları kötü ve İslam'a muhalif işlerine rıza göstermek, onlarla oturup kalkmak, yiyip içmek, onlara tazim etmek, onlara benzemeye çalışmak, onların hizmetinde bulunmak, propagandasını yapmak, oy vererek desteklemek, onlara  yardımdır. Bu ve benzeri şekilde onlara yardımcı olmak da zulümdür.

Süfyan-ı Sevri'ye ölmek üzere bulunan bir zalime su verilir mi verilmez mi diye sual ettiler.

- Verilmez, dedi.

- Ölmek üzeredir, dediler.

- Bırak onu! Su vermek de ona yardım hususuna girer, dedi.

Ey müslüman artık iyi düşün. Süfyan-ı Sevri gibi bir müctehid iman ve bir Allah dostu veli, ölmek üzere olan zalime su vermeyi bile caiz görmezse, yıllarca müslümanlara olmadık zulmü ve işkenceyi revâ gören ve hâlen de bu sapık fikir ve düşüncesinde devam eden, nice âlim, mürşid ve bu vatanın yiğit evlatlarını sehpalarda sallandıran, hapishanelerde, zindanlarda çürüten zalimleri nasıl dost edinirsin ve onların yeniden işbaşına gelmesi için oy vererek, para vererek, propaganda yaparak nasıl yardımcı olmaya  çalışırsın?!...

Sadıklarla Beraber Olmak:

"O gün ne mal ne evlat fayda veremez. Ancak temiz kalble gelenler müstesna (onlar) kurtuluşa ererler? (Şuara/88-89)

Evet mahşerin o dehşetli gününde, küfür üzere ölen münafık ve kafirlere ne dünyadaki malları ve ne de evlatları fayda vermeyecektir. Ancak mü'min olanların Allah yolunda harcadıkları malları ve yetiştirdikleri hayırlı,iman ehli, amel-i salih işleyen evlatları kendilerine fâide verecektir. Bir de kalbi selim üzere yani her türlü şüphe ve şirkten, kötü ahlaktan arınmış, bidatlardan salim kalmış, imana  kavuşmuş, halis niyyetle tezyin olmuş, Allah aşkı ve Rasûlullah muhabbeti ile nurlanmış kalb ile huzura varanlar kurtulacak ve ebedi saadete ereceklerdir.

Kalb bozulursa, bütün vücut bozulur. Onun için kalbin salahı bütün  bir vücudun salahıdır. Kalb nazargâhı ilâhîdir. Onu her türlü  masiyetten ve masivadan temiz tutmak ve ilahi nazara teşne yapmak gerekir. Bunun için de yaşadığımız vasatı çok iyi seçmek gerekir. Kötü bir ortamda, kötü insanlarla düşüp kalkmak kişinin kalbini karartır, katılaştırır ve nihayet kötülerden olmasına vesile olur. İyi bir ortamda iyi insanlarla, salih ve sadık kişilerle düşüp kalkmak onların sohbetine devam etmek ise insanı iyilerin safına katar ve salihlerle beraber olmak kişiyi dünyanın gam ve kederlerinden nefsin ve şeytanın oyun ve aldatmasından kurtararak manevi bir huzura kavuşturur.

Nitekim Allah Teala "Ey iman edenler, Allah'tan korkunuz ve sadıklarla beraber olunuz" buyurmaktadır.

Sadık, niyyeti halis, sözü hak ve ameli, amel-i salih olan ve bu bütünlük içinde müslümanca yaşayan kişidir.

Müslüman, hayatının bütün safhalarında, islami hizmetlerde, cihadda, siyasette, ticarette, ilim tahsilinde sadık ve salihlerle beraber olmak, onlarla istişare etmek  onlarla beraber hareket etmek durumundadır.

Zamanımızda nice insanlar vardır ki, namaz   kılarlar, oruç tutarlar, hacca giderler fakat iyi bir çevre edinemedikleri, sadık ve salihlerin meclisinden uzak kaldıkları, Kur'anî hakikatleri gereğince öğrenemedikleri için, hak ile batılı birbirine karıştırmakta ve nice fasık ve facirlerin tellallığını yapıp, onların dünyası için ahiretlerini berbat etmektedirler.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gibi insanlar için şöyle buyurmaktadır: "İnsanların en kötüsü, başkasının dünyası uğruna âhiretini satandır."

Zün'nûni Mısrî insanların arasına fesat altı şeyden girmiştir der:

1. Ahiret ameline niyyetin zayıflığından.

2. Bedenlerin şehvetlerine rehin olmasından

3. Ecelleri yakın olduğu halde, emelleri uzun olmasından.

4. Mahlukun rızasını, Halıkın rızasına tercih ettiklerinden.

5. Kendi hevalarına tâbi olup, Peygamberlerin sünnetlerini arkaya atmalarından.

6. Selefin küçük zellelerini yaşayışlarına delil alıp, onların asıl hayatlarını örnek edinmediklerinden.

Evet bugünkü toplumda bu hastalıkların hepsi mevcut ve insanlar fitne ve fesat ateşinde yanıp yok olmaktalar. Kişiler lider edindiği fasık ve facir  bir kişinin rızasını, Allah'ın rızasından üstün tutuyor. İslamla uzaktan yakından hiç bir alakası olmayan bir partiye arka  çıkıp  onun  şirk ve küfür kokan ilke ve prensiplerini müdafaa etmek gibi bir bönlük ve hamakatlık sergiliyor. İman sınırlarını zorluyor, bir fâsıkın ve İslam karşıtı bir sistemin müdafaasını yaparak, ahiretini harap ediyor. Gel gör ki yaptıklarının farkında değil. Bilmediğini de bilmiyor. Bataklık içinde kendisini gülistanda görüyor. Çöplüklerde murdar leşlerle mide şişirirken kendisini çok mükemmel bir sofrada zannediyor.

Selâm Olsun:

Bütün azaları ile oruç tutan, zekatını ve sadakayı fıtrını veren, fakirlerin yardımına koşan, Bosna, Azerbaycan, Filistin, Keşmir ve tüm mazlum ve mustaz'af müslümanlara yardım elini uzatan, kurtuluşları için dua eden, tebliğ ve cihad yolunda çalışarak müslümanların yeniden uyanıp, hak yolda saf bağlaması için gecesini gündüzüne katan, herşeyin önünde İslam'ı gören ve müslümanların  Kur'anla, İslamla yeniden tanışıp özüne dönmesi için uğraşan hülâsa Allah'ın razı olacağı ameli sahihaya sa'yedip, insanlığın şirk ve küfrün karanlığından kurtulup Kur'an'ın aydınlığına kavuşması için nefes tüketen İslam'ın yeniden hayata hakim  olması için söz verip bu sözünde duran ve verdiği sözün gereğini ifâ eden, döneklik yapmayan, ihanet etmeyen Allah'ın sadık kullarına selâm olsun.

 

 

HAYIRLI ÜMMET   

 

"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz Allah yanında şiddetli bir buğza sebep olur." (Saff/2-3)

Rivayete göre  müslümanlar, "hangi amelin Allah'a en sevimli olduğunu bilseydik o uğurda mallarımızı ve canlarımızı fedâederdik" demişlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Teâla "Şüphesiz ki Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever."  (Saff/4) ayetini inzal buyurdu. Fakat bir kısım insanlar Uhud Muharebesi günü savaştan yüz çevirdiler, bunun üzerine Saff Suresi'nin ikinci ve üçüncü ayeti kerimeleri nazil oldu.

İslam'ın hayata geçirilmesini isteyen müslümanlar evveliyetle İslamı kendi yaşantılarında hakim kılmak gayreti içinde olmalıdırlar. Müslümanların ve İslami hareketlerin önündeki en mühim mesele budur. Başkalarından yapmasını istediklerini, kendileri yapmayanlar asla inandırıcı olamazlar. İslam, bir inanç ve bir hayat nizamıdır. O, sloganlardan ibaret bir teori değildir.  O hayatın bütün safhalarında uygulanması, yaşanılması gereken ilahî bir nizamdır.   İslamı, İslama göre yaşayabilmek ise, ancak vasıflı müslümanların işidir. O halde müslümanlar, bir müslümanda bulunması gereken İslamî vasıflara muttasıf olmalıdırlar ki, İslami yaşantıyı hayatın bütün safhalarına taşıyabilsinler ve kendi aralarında yaşayıp hakim kıldıkları İslamı, Kur'an ve Sünet çizgisinden sapmadan İslamı bir harekete dönüştürebilsinler. Aksi taktirde tağutların ve tağuti düzenlerin sulta ve tezalümünden kurtulmak çok zor olacağa benzer.

- Bu ümmetin en belirgin vasfı ve hayırlı ümmet olma özelliği Allah'a iman  ettikten sonra, emri bil maruf ve nehyi anil münker yapmalarıdır. Öyleyse müslümanlar, haksızlıklar karşısında susamaz, zulme seyirci kalamaz, nemelazımcı olamaz.

"Siz insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/110)

- Müslümanlar iyiliği emretme ve kötülükten menetme hususunda sadece Allah'a dayanıp güvenirler.

"Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanlarını artıran ve yalnız RABLARINA DAYANIP, GÜVENEN kimselerdi." (Enfal/2)

- Müslüman hodgam değildir. O diğergamdır. Müslüman kardeşini kankardeşinden üstün tutar. Müslüman kardeşine yardım etmek onun vazifesinin başında gelir.

"Onlar  bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler." (Şura-39)

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve kalblerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendileri göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler  karşısında içlerinde  kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunan bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr/9)

Huzeyfe el-Adevi anlatıyor:

"Yermük şehitleri arasındaki amcazademi bir miktar su alarak aramaya çıktım. Yere serilmiş ve gözleri kapanmış halde idi. Elimi yüzüne sürünce gözünü açtı. Su içer misin dedim. Susuzluğunu tahassürle işaret etti. Tam o sırada yaralı düşen bir başka mü'min kardeşinin hazin bir ah sedasını işitti. Amcazadem suyu ona götürmemi söyledi.  Vardım ki yaralı  Hişam bin As imiş. Suyu içeceği zaman, diğer bir yaralının hazin sedasını işitince ona götürmem için işaret etti. Suyu üçüncü yaralıya içireyim dedim. Yanına varıncaya kadar vefat etmişti. Hişam'a içireyim diye geldim. O'nu da irtihal etmiş buldum. Amcazademe vardım o da teslimi ruh etmişti."

İşte i'sar ve kardeşlik ruhunun doruk noktası... Son nefesinde ve o anda çok muhtaç olduğu birşey hususunda  bile, din kardeşini düşünüyor ve O'nu kendi nefsine tercih ediyor.

- Onlar İslam'dan başka nizam tanımazlar. Tüm tağutları ve tağuti düzenleri reddederler. Onlar bilirler ki  tağutun önünde muhakemeleşmek ve buna razı olmak bir nifak olayıdır. Onun için aralarındaki meseleleri İslam ahkamına göre hallederler.

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlüne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha iyidir." (Nisa/59)

"Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere kitabı (Kur'an'ı) inzal ettik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp da onların arzusuna uyma..." (Maide/48)

- Onlar, Allah'a ve Rasûlullaha itaat eder, asla isyan etmezler. Allah Rasûlunun hükmüne razı olurlar. Teslimiyetleri tamdır.

Kim Allah'a Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu, Peygamberler, Sıddîkler, Şehidler ve Salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşdır." (Nisa/ 69

"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir kadın ve erkeğe o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzap/36)

Zamanımızda laiklik  ve demokrasiyi yeni bir din gibi savunan ve İslama alternatif olarak benimseyen kişiler bilmelidirler ki, Allah'ın nizamına karşı savaş açmışlardır. Eğer bunu cehaletlerinden dolayı yapıyorlarsa hemen   tevbe etsinler. Yok eğer bilerek yapıyorlarsa, İslam'la bir bağlarının kalmadığını, Allah'ın hükümranlığına inanmadıklarını açıkça ifade etsinler ve münafıklık yapmasınlar.

- Müslümanlar sözünün eridirler, ahde vefa ederler, ibadetlerini huşû içinde yaparlar, cömertdirler, sadece Allah'ın rızasını gözetirler. "Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler. Verdikleri sözü bozmazlar. Onlar Allah'ın gözetilmesinin emrettiği şeyleri gözeten, Rablarından korkan ve kötü hesaptan endişe eden, kimselerdir. Yine onlar Rablarının rızasını isteyerek sabreden, namazını dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak infak eden ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte bunlar, dünya yurdunun sonucu (cennet) sadece onlarındır." (Ra'd 20-21-22)

- Müslümanlar her türlü kötülük ve hayasızlıktan sakınırlar, affedicidirler, işlerini İSTİŞARE  ile yaparlar, iffetlerini korurlar.

Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıktan sakınırlar. Kızdıkları zamanda kusurları bağışlarlar. Onlar ki Rablerinin dâvetine icabet ettiler ve namazı kıldılar. Onların işleri aralarında istişare iledir ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler." (Şura/37-38)

"Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki zekatlarını verirler ve onlar ki iffetlerini korurlar." (Mü'minun/3-4-5)

- Müslümanlar zorluklar ve engeller karşısında gevşemezler. Üstün olanların müslümanlar olduğuna inanırlar.  Allah yolunda cihad ederler, ancak Allah'tan yardım isterler.

"Gevşemeyin, mahzun olmayın eğer gerçekten mü'min  iseniz,en üstün sizsiniz." (Al-i imran/139)

"Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınanmasından korkmazlar." (Maide/54)

"Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edebilecek kimdir? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar." (Al-i İmran/160)

Müslüman gaybe iman eden, ahiret inancı olan, İslam'a bütün benliği ile teslim olmuş, şehâdete susamış ahlâkı muhammedî ile tahalluk etmiş kişidir.

Hakka destek, batıla köstek olan, Kur'an ve Sünnetle şekillenmiş ve istikametlenmiş kişidir.

 

 

MÜSLÜMANLAR! BİZE NE OLUYOR?

 

"Yedi kat gökler ve yeryüzü ve içinde bulunanlar O'nu tesbih eder. Hiçbir şek yoktur ki O'nu hamd ile tesbih etmesin. Lakin siz onların tesbihini anlamazsınız. O halimdir, gafurdur." (İsra/44)

Allah Teâla, sadece müslümanların değil, inanan, inanmayan bütün insanların, canlı cansız bütün mahlukatın Rabbidir. Onun için kainattaki bütün varlıklar Allah'a hamd eder ve O'nu tesbih ederler. Cansız olarak kabul ettiğimiz eşyalarda atomlar etrafında dolaşmakta olan elektronlar vasıtası ile hareketlilik arzetmekte ve onlar sürekli olarak Allah'ı zikretmektedirler.

Allah'ın rahmeti herşeyi kuşatmış ve bu rahmetten bütün varlıklar nasibini almıştır. İnkârcılardan başka bütün mahlukat, rahmetin menşeini yani Allah Teâladan geldiğini bilerek O'na boyun eğmiş ve O'nun yüce zatı karşısında secdeye kapanmışlardır. Rubûbiyyet, İslam inancının temellerinden biridir. Herşeyin sahibi ve hakimi demek olan Rab, aynı zamanda (terbiye eden, ıslah eden) manalarında da mündemiçdir. Bu bakımdan tüm varlık alemi Alemlerin Rabbi olan Allah Teâlanın tasarrufu muhafazası altındadır. Mutlak rubûbiyyet kamil manada bir tevhid akidesidir ki, O'nun olmadığı yerde şirk, küfür ve nifak bütün insanlığın ufkunu karartır ve artık insanlar, üzerlerine   bir kabus gibi çöken nice tağutları, beşeri sistemleri ve sapık ideolojileri ilah edinirler.

"Allah'ı bırakıp, hahamlarını ve ruhbanlarını ilahlar edindiler." (Tevbe/31)

Zamanımızda nice zorbalar, zulüm ve baskılarla milyonlarca insanı, sultası altında tutarak yaratıcısından ve onun nizamından uzaklaştırmış ve geçmişte Firavun ve Nemrut'un yaptığı gibi nefislerini ve sapık ideolojilerini putlaştırarak insanlığı badireden badireye sürüklemişlerdir. Komünizm ve sosyalizm putçuluğu yıkılıp giderken, bugün ırkçılık  putu yeniden hortlatılıyor, siyonizm putu ise çeşitli  adlarla gündemde tutuluyor. 21. asrın eşiğinde bulunduğumuz şu günlerde  ise laiklik ve demokrasi putu bütün insanlık için vazgeçilmesi mümkün olmayan ideal bir din olarak takdim ediliyor. Yani insanlık Allah'ın mutlak hakimiyeti, ortak tanımıyan Rubûbiyyetinden uzaklaştırılıp, tağutların ve tağuti düzenlerin kölesi ve kulu haline getiriliyor.  Bir put yıkıldı mı yerine yeni putlar dikiyor ve böylece tağuti düzenler renk ve şekil değiştirerek sultasını devam ettiriyorlar.

İnsanlık alevli bir yangının içinde. Hergün ahlâk, fazîlet gibi değerler kaybediliyor. İnsanlık ise bu yangından  ve kaybettiği değerlerden habersiz ve hatta yangını körüklemekle meşgul. Kendi icad ettikleri putları ile beraber yok olacaklar fakat bu arada bilgisizlik ve cehaletinin kurbanı olan bir çok insan da bu zavallıların peşinde mahvolup gitmektedirler.

Allah Teâla malikül mülk'dür. Tek kanun koyucu ve tek Şeriat va'z edici O'dur. Bütün alemler O'nun tasarrufu altındadır. Dolayısıyla bütün mahlûkat O'na kulluk etmek, O'na secde etmek ve O'nun  Peygamberler vasıtası ile gönderdiği Şeriat'a uymak ve teslim olmakla mükelleftir. O'nun için biz müslümanlar sadece O'na kulluk eder ve O'na secde ederiz. O'nun şeriatına tâbi olur ve O'nun Rubûbiyyetini kabul ederiz.

"De ki: Ey insanlar! gerçeten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın (gönderdiği)  elçiyim. Ondan başka ilah yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve O'nun kelimelerine iman eden Ümmi Nebî olan Rasûlüne iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız. (Araf/158)

Hz. Adem aleyhisselam'dan  itibaren  başlayan Hak-Batıl mücadelesi çeşitli boyutlar kazanarak devam etmektedir. Kıyamet sabahına kadar da bu böyle olacaktır. Zaman zaman batılın ve putçuluğun galebesi olsa da geçicidir. Suyun üzerindeki çör çöp ve köpük gibidir. Mutlaka bir gün izale olacaktır. Hak ve O'nun kaynağı Kur'an ise Allah'ın muhafazası altındadır. İnsanlar arasında bir topluluk ve kopmaz kulpa sürekli olarak sarılmış ve asla futur etmemiştir.  Allah dilediği zaman bu topluluğu galip kılacak ve onlar vasıtası ile batıl yıkılıp İslam hakim olacaktır.

"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur. (Saf/ 8-9)

Allah'a sonsuz hamdü senalar olsun ki, Nebiler nebisi, alemlere rahmet bir Peygambere, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e ümmet olmuş o ahir zaman nebisi vasıtası ile gönderilen Kur'an gibi hak bir kitaba ve bütün şeriatların en mükemmeli olan son din, dîni İslam'a tabi olmuş ve şereflerin en yücesi ile şereflenmişiz. Bunun dışında hak arayan, batıllar arasında yok olur. Bunun dışında şeref arayan dünyada zillete, ahirette ise ebedi hüsrana düçar olur.

Bugünün insanı, şeref ve üstünlüğü maalesef, mal ve mülkte makam ve mevkide aramakta ve böylece nefis, şeytan ve kötü çevrenin tesiri ile hayvanlardan da daha aşağı bir yaşantıya mahkum olmaktadır. Eğer makam ve mevki insana üstünlük ve şeref bahşetse idi, en şerefli kişiler Allah'lık iddiasında bulunan ve kendilerine ilah diye tapılan Firavun, Nemrut ve benzerleri olurdu. Şimdi onlar yaptıkları nice zulümlerinden inkarlarından dolayı  lanetle anılmaktadırlar. Keza mal ve zenginlik kişiye şeref ve üstünlük kazandırsa idi, Karun'dan  daha şerefli bir kişi yok idi. Allah Teâla onu ve malını yerin dibine geçirdi ve böylece Hz. Musa Aleyhisselama karşı gelip inkâr etmesinin cezasını bulmuş oldu ve lanete müstehak oldu.

Öyleyse üstünlük ve şeref imandadır. İslamdadır. Allah'a ve O'nun Rasûlüne iman edip tâbi olan üstündür. İsterse bu kişi bir köle olsun.

Öyleyse geliniz bütün müslümanlar olarak Allah'ın ipine, Kur'an'a  sımsıkı sarılalım, dünyanın geçici alâyişine aldanmayalım, birbirimizle çekişerek zaafa düşmeyelim.

Tefrikaya düşüp, nefislerimizi ön plana çıkararak, Kur'an'dan ayrılarak, tağutlara ve tağuti düzenlere meylederek kaybettiğimiz devletimizi yeniden ihya etmek için bütün çalışmalarımızın önüne İslamı çıkaralım. İslamı İslam'ın metodları ile tebliğ edelim. Bütün varlığımızla, kendimizi İslami hizmetlere adayalım. Tedbiri elden bırakmadan bütün ihlas ve samimiyetimizle bu Allah davasının kara sevdalısı olalım. Ecel Allah'ın elindedir.  Rızkı veren Allah'dır. Öyleyse endişe edilecek bir şey yok. Nefsimize aldanıp da geçici dünya nimetlerini, ebedî ahiret hayatına ve ebedi ahiret nimetlerine tercih etmeyelim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hayatı-ı pakını tefekkür edelim.  O dünyaya ve dünya nimetlerine asla rağbet etmedi ve eline geçen dünya malınıda Allah yolunda sarfetti. O'nun gökteki yıldızlar gibi  hidayet rehberi olan ashabı da O'nun yolundan yürüdü.  Allah'ın  rızasını kazanmak için ailelerini, çocuklarını, ev, mal ve mülklerini, yurtlarını terkederek İslam'ın yücelmesi, Kur'an ahkamının hakimiyeti ve insanlığın küfrün karanlığından kurtulup, imanın aydınlığına kavuşması için dünyanın dört bucağına dağıldılar. Cihad ettiler ve birçoğu Peygamberlikten sonra en yüce makam olan şehadet mertebesine ulaştılar.

Müslümanlar olarak bize ne oluyor ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ve O'nun güzide Ashabının yolunda yürümüyoruz? Bize ne oluyor ki, yaşantımıza Kur'an ve Sünnet değil de, tağutlar ve tağuti düzenler hakim oluyor? Ve bize ne oluyor ki "Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an, İslam'a) sımsıkı yapışın, tefrikaya düşmeyin." (Al-i imran /103) emrine  imtisal etmiyor da tefrikalara düşüyor ve birbirimizle uğraşıyoruz? Ve bize ne oluyor ki? Allah'ın dinine yardımcı olmuyor ve Allah kelimesinin yücelmesi için çalışanlara destek verene köstek oluyoruz? Ve bize ne oluyor ki, Kur'an-ı okuyor O'nu anlamıyoruz ve anladıklarımızla amel etmiyoruz?

"Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa Havarilere: 'Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?' demişti. Havarileri de: 'Allah yolununun yardımcıları biziz' demişlerdi. İsrailoğullarından bir zümre inanmış bir zümre de inkâr etmişti. Nihayet biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler." (Saf/19)

Ya Rab! Bizleri de Din-i İslam'ın yardımcıları kıl ve düşmanlarımıza karşı bize nusret eyle... (AMİN)

CAN FEDA OLUNCA CANANA  

 

"Babası ile beraber yürüyüp gezecek çağa gelince, 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün ne dersin?' dedi. O da cevaben, 'Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulursun' dedi." (Saffat/102)

Hz. İbrahim'in: "Rabbim bana salihlerden olacak bir evlat ver." (Saffat/100) duası müstecab olmuş ve "İşte o zaman biz O'nu hami bir oğul ile müjdeledik." (Saffat/101) ayeti kerimesinde ifade buyurulduğu gibi Hz. İbrahim, Hz. İsmail ile müjdelenmiş idi. Baba oğul ve anne arasında muhabbet, şefkat dalgaları okyanuslar gibi coşup taşıyor ve Hz. Nuh aleyhisselam'dan, Tufan'dan beri mestur olan Kâbe tepesinde o mukaddes topraklarda alınlarını  yere koyarak Allah Teâla'nın kendilerine olan sonsuz lütuf ve ikramlarının şükrünü edaya çalışıyorlardı.

Hz. İsmail aleyhisselam Kâbenin o kutlu toprağında büyüyüp  serpilmiş ve bir babanın gözünü aydınlatacak, kalbini mesrur edip, huzur ve saadetle dolduracak yaşa gelmişti. İşte o günlerde  Hz. İbrahim aleyhisselam bir rüya gördü. Kendisinden Hz. İsmail'in kurban edilmesi isteniyordu. İkinci ve üçüncü günler aynı rüyayı tekrar tekrar görünce, kararını verdi. Bir ip , bıçak ve balta alarak, Hz. İsmail'in elinden tuttu ve O'nu, kendisine lutfeden rabbi için kurban etmek  üzere yola çıktı. Bugün hacıların kurban kesip, şeytan taşladıkları Mina'ya gelince, durumu oğlu Hz. İsmail'e açıkladı ve "Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir  düşün ne dersin?" dedi. Hz. İsmail de cevaben: "Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulursun." dedi.

Hz. İbrahim aleyhisselam'ın, Hz. İsmail gibi bir oğlu, Hz. İsmail aleyhİsselam'ın da "can" gibi en kıymetli varlığını Allah Teâla'nın emrine uyarak feda etmekte ki teslimiyetleri onları kemâlâtın zirvesine ulaştırmıştı.

Hz. Hacer validemiz de, oğlu İsmail ile beraber Kâbe'ye o zaman için ıssız ve kimsesiz olan bir vadiye yalnız başlarına bırakıldıkları zaman gösterdiği teslimiyeti ve Hz. İbrahim aleyhisselam'a, "Bu iş Rabbim'in emri ise Allah bize yeter, o bizi korur" dediği,gibi, Hz. İsmail'in Allah'ın emri olarak kurban edilmesine karşı da aynı teslimiyeti gösterdi ve asla şeytanın iğvaatına aldırış etmedi ve böylece kıyâmet sabahına kadar, inananların kalbinde yer tuttu.

Hz. İbrahim aleyhisselam'ın tevhid mücadelesinde, Hz. İsmail aleyhisselam ve Hz. Hacer validemizin yerleri büyüktür. Onlar Hz. İbrahim aleyhisselam'a her hususta yardımcı olmuşlar ve O'nun gönlüne sıkıntı verecek ve "tevhid mücadelesi'nde O'na sekte verecek hiçbir harekette bulunmamışlardır.

Nitekim, İbrahim aleyhisselam, Hz. İsmail'i sağ tarafına yatırıp, boğazlıyacağı zaman, Hz. ismail babasına "Ey babacığım! Seni hareketimle rahatsız etmemek için, ipimi iyi bağla. Kanımdan üzerine sıçramaması, kanımı görüp annemin mahzun olmaması ve bu sebeple ecrimin noksanlaşmaması için üzerimden elbisemi çıkar. Bana kolay olması için de bıçağı boğazıma çabuk sür. Çünkü ölüm zordur. Anneme gittiğinde benden O'na çok selam söyle. Eğer münasip görürseniz, gömleğimi anneme verin. Olabilir ki annem bununla teselli bulur" dedi. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam "Evladım, sen Allah'ın emrini yerine getirmekte ne iyi yardımcısın" demişti. Hz. İbrahim aleyhisselam, oğlunun dediklerini yaptı. Alnında öptü. Ağlayarak O'nu bağladı. Sonra bıçağını alıp boğazına çalmaya başladı. Fakat bıçak kesmedi.  O zaman İsmail aleyhisselam babasına şöyle dedi: "Ey babacığım! Yüzümü  yan tarafa çevir. Zira sen yüzüme bakarsan, belki sen de bir acımak duygusu belirir de, Allah'ın emrini yerine getiremezsin. Ben de  nahoş bir harekette bulunmamak için bıçağa bakmıyacağım." İbrahim aleyhisselam bunu da yaptı. Fakat bıçak tersine dönüyor ve İsmail'i  kesmiyordu. İşte bu anda şöyle bir ses geldi: "Ey İbrahim! Sen bu işi bırak. Muhakkak ki rüyanı doğruladın." Bu ses Cebrail aleyhisselamın sesi idi. Allah'ın emri üzere cennetten bir koç alıp, buluduğu yerden: "Allahu ekber, Allahu ekber" diyerek yeryüzüne inmeye başladı. Cebrail aleyhisselam'ın tekbirini işiten, İbrahim aleyhisselam da "La ilahe illallahu vallahu ekber" diye tevhid ve tekbir getirdi. İsmail aleyhisselam da yattığı yerde, Cebrail aleyhiselam'ın tekbirini ve babasının tevhid ve tekbirini işitince bildi ki, Rahman olan Allah Teâla'nın rahmeti zuhur etti. O da: "Allahu ekber ve lillahil hamd" diyerek, tekbir ve tahmid eyledi. İşte bundan dolayıdır ki biz "ümmeti Muhammed"e (sallallahu aleyhi ve selllem) arefe  günü sabah namazından dördüncü bayram günü ikindi namazına kadar 23 vakit, namazın farzını edadan sonra bu tekbiri yani "Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilahe illallahu vallahu ekber, Allahu ekber velillahil hamd" söylemek  vacib oldu.

Hz. İsmail'in yerine Cebrail aleyhisselam'ın getirdiği koç kurban edildi. Hicretin ikinci senesinde biz müslümanlardan zengin olanlara kurban kesmek vacib kılındı.

Böylece hem Hz. İbrahim aleyhisselam hem de İsmail aleyhisselam bu büyük imtihanda  muvaffak oldular ve "nimeti uzma"ya  nail oldular. Allah Teâla'nın Kur'an-ı Kerim'de bildirdiği bu kıssada bütün müslümanlar için büyük ibretler, işaretler ve tevhid mücadelesinde bize misal teşkil edecek hikmetler vardır.

1. Allah Teâla'ya tam bir teslimiyet

2. Aile efradı arasında tam bir ülfet, muhabbet ve muavenet.

3. Allah Teâla'nın emrini yerine getirmek hususunda karşılıklı yardımlaşmak, emrin ifâsında zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı olmak.

4. Allah'ın emrine, zorlanarak değil tam bir gönül huzuru içerisinde, hiçbir darlanma olmadan severek, isteyerek teslim olmak.

5. Hz. İbrahim aleyhisselam'ın "Yavrucuğum" Rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün ne dersin?" diye Hz. İsmail'e bu büyük imtihanda muvaffak olmak için, O'nun görüşünü sormasındaki hikmeti kavrayarak. Allah'a kulluk ve İslam'a hizmet hususunda müslümanların birbirleri ile istişare etmeleri gerektiğini idrak edip hayata geçirmek.

6. Gerektiği zaman,  Allah için, Allah yolunda, tağutların ve tağuti düzenlerin yok olup, islam'ın hakim olması için evladımızı, canımızı seve seve feda etmeliyiz.

7. Tevhidin yücelmesi ve küfrün zâil olması mücadelesinde yerini alan bir aile reisine, hanım ve evlatları köstek değil, destek olmalı ve İslam'a hizmet yolunda gelen bütün bela ve musibetlere karşı  bütün aile fertleri beraberce göğüs germeli ve birbirlerine sabır ve tahammül tavsiye etmelidirler.

8. Şu husus kati olarak bilinmelidir ki, Allah'ın emirlerine sımsıkı sarılan, ihlas ve samimiyetle teslim olan bir fert ve cemaata  Allah Teâla'nın rahmeti ve yardımı muhakkaktır ve Allah Teala  kendi dinine yardım edenlerin yardımcısıdır.

9. Ve biz müslümanlar her zaman min tarafillah imtihan olunmaktayız. Bu imtihan, bazen nimet vermekle ve bazen de belâ ve musibetlerle olmaktadır. Bunun şuurunda olarak hayatımızı Kur'an ve sünnet çizgisinde İslamlaştırarak, bu imtihan da muvaffak olmak için bütün himmet ve gayretimizle çalışmalıyız.

10. "Elestü bi rabbiküm" bezminde Allah Teâla'ya vermiş olduğumuz sözü ve yeryüzünde ruh ve bedenin bütünleşip şekillendikten ve buluğ çağına erip mükellef olduktan sonra, Rabbimizin Peygamberi vasıtası ile gönderdiği şeriatı İslam'ı kabul edip yaşantımızda hakim kılma ahdimizi hiç hatırdan çıkarmadan ve O'nun nizamının yeryüzünde hakim olması ve insanların kula kul değil, yalnız ve yalnız Allah'a kul olmaları için gücümüzün yettiği kadar çalışacağımıza dair verdiğimiz sözü bütün hücrelerimize kadar sindirip, bu söz ve ahidle bütünleştiğimizi, sadece sözle, konuşmak ile değil amellerimizle göstermeliyiz.

Kurban bir kurbiyyet bir yakınlaşmadır. Bu idrak ve mana içerisinde kurban kesmek ve Allah yolunda canlarımızı, evladlarımızı kurban etmek şuuruna yükselmek ve bunu halis bir niyet, hakk bir söz ve salih bir amelle teyid edip sıdk derecesine yükselmek. İşte gerçek kurbiyyet ve gerçek yakınlık budur.

 

BARÂN-I RAHMET 

 

"Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler, o zaman büsbütün  kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah'dır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Al-i İmran/149-150)

İnsanlık tarihi acı ve tatlı hatıralarla dopdoludur. Hırs, kin ve düşmanlıkların önü alınamayan çıkar savaşlarının kana bulandığı yaşlı dünyamız kimbilir daha nice vahşetlere, nice zulümlere ve nice  gözyaşlarına  şahit olacak. Ve kimbilir belki de çok yakında yeni bir inkılâba, gerçek İslam inkilabına şahid olacak ve ümitlerin zayıfladığı, müstekbirlerin azgınlaştığı, mustaz'afların can çekiştiği, herşeyin baştan kara ettiği zamanımızda küfür, şirk ve zulmün koyu karanlığı  içerisinde gözleri kamaştıran o muazzam İslam güneşi yeniden doğacak, barân-ı rahmet, susuz ve çorak toprağa yeniden can verecek, ağaçlar yeniden meyveye duracak insanlık yeniden  Rabbine yönelecek ve aslına dönecektir.

Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki: Karanlıklar yakında zuhur edecek aydınlığın müjdesidir.

Materyalizm ve onun doğurduğu, komünizm, sosyalizm, siyonizm ve benzeri insan fıtratına zıt  ideolojiler birer, birer çöküp yok olmakta ve arkasında bir vahşet tablosu bırakarak tarihin karanlık sayfalarında meş'um bir kabus olarak kaybolup gitmektedir.

Yeni yetişen İslam gençliği, İslamı bir bütün olarak öğrenmekle beraber  bilhassa son yüzyılda olup bitenleri sebep ve neticeleri ile de öğrenmekle beraber bilhassa son yüzyılda olup bitenleri sebep ve neticeleri ile öğrenmelidirler. Öğrenmelidir ki, cahillerin, taklitcilerin  tarih ve din düşmanlarının elinde bir millet ve memleket ne müthiş felaketlere sürükleniyor haberdar olsundar. Haberdar olsunlar da kendilerini her sahada müslümana yakışır bir tarzda yetiştirme ve yetişmiş bir insan olarak memleketin idaresine el koyma yolunda kendilerine düşen bütün fedâkarlığı yapsınlar.

Osmanlı bir aşiretten koskoca bir devlet bir imparatorluk vücuda getirmişti ve payitahtını Asya, Avrupa ve Afrika'ya hakim bir belde-i tayyib olan İstanbul'da kurmuştu. Bu cihan şumul bir davanın, bir İslam davasının fedâileri için en tabii ve en mükemmel bir seçimdi. Çünkü bu seçime, bu beldeye cihanşumul davanın cihanşumul önderi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem işaret etmişti.

Tarihin şahit olduğu müstesna devletlerin başında gelen Osmanlıyı bir imparatorluktan  küçücük bir devlet haline getiren İttihad-Terakki serserileri  ve onların kalıntıları ise yeni devletlerini Anadolu bozkırlarının küçük bir kentini başşehir olarak seçtiler. Bu coğrafi çoraklık, ileride meydana gelecek manevi çoraklığın işareti idi ve nitekim öyle  oldu. Bu görülmemiş çöküntüyü ve getireceği büyük tahribatı sadece düşünen, akleden firasetli müslümanlar değil, Osmanlı dostu olan yabancılar da büyük bir endişe ile takip ediyor ve ilgilileri uyarıyordu. Heyhat ki bu uyarılar hiç bir fayda vermedi ve Hilafetin  ortadan kaldırılması, müslümanları idareden uzaklaştırılması sadece İslam milleti için değil  bütün dünya için bir felaket oldu.

Cumhuriyetin ilk kuruluş günlerinde Mustafa Kemal başta olmak üzere bir çok idareciyi çok ciddi bir şekilde uyaranlardan biri de samimi bir Türk dostu olan Fransız Claude Farrere'dir. 'Türkiye'nin Mânevi Kuvvetleri' adlı kitabında şunları yazıyor:

"Eski Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta İslam'dı. Gerçek bir imanları vardı. Kadınları da kendileri gibi mü'mindi. Toprağına çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir halkın dinini kökünden  sökmeye kalkışmanın iyi bir yol olduğunu iddia edemeyeceğim. Menşelerine çok yakın olan bir halkın iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye kalkışmanın çok ciddi  bir şey olduğuna eminim. Ankaralı erkekler bugün bu tehlikeli yolu seçmiş bulunuyorlar. Ankaralı hanımlar da öyle.  Dün bu hanımlar inanıyorlardı. Bugün artık inanmıyorlar.  Hiç değilse kocaları onları böyle davranmaya zorluyor. Bu zorlamanın kadınlar üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkak. Artık kendilerini istikbale götürecek hiçbir şey bulamıyorlar. Nasıl ki Ankara'yı  yapan mimarlar da, kendileri eski şahane eserlerin çizgilerinden faydalanarak yeni şaheserler meydana getirecek sanat ruhunu bulamışlarsa. bundan daha acı bir şey olamaz."

Ankara için tesbitleri de şöyle:

"Ankara sun'i bir şehir, atmosferi yok"

"Ankaralı hanımlar Parisli, Berlinli hanımlar gibi konuşmaya özeniyor. İçlerinde şahsi, milli olan ne varsa silinip gitmiş gibi. Zaten Ankara'nın kendisi de Şikagovari bir şehir. Gerçek yuvalarından kopmuş,köklerinden sökülmüş, insanların içindeki manevi derinliği bulmak için elbette böyle bir derinlikleri var onların da istasyona dönüp trene binmek bu sun'i Türkiye'yi terkederek gerçek Türkiye'yi bulmak lazım. Evet nerede olursa olsun, ama gerçek Türkiye'yi bulmak lazım.

Kısacası yeni Ankara'yı zevksiz, ruhsuz insanlar yapmış."

Bir gerçeği de şöyle dile getiriyor:

"Türkler eski hayatlarıyla hiçbir ilgi kurmada yeni birhayat yaşamak için giriştikleri tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım . Bana öyle geliyor ki, bugün kendilerine menfur gibi görünen,ama onlar için tek kurtuluş yolu olan mazilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır."

Bu samimi Türk dostu Fransız, dinle pek alakası kalmamış sadece sözde müslüman olan tamamen batılaşmış bir Türk ailesi ile dostluğundan ve bu ailenin Paris'te bir kolejde okuyan 10 yaşındaki kızlarından bahseder. Ve bu kızın o küçük yaşta, ana-babasına rağmen ve Paris'e rağmen iyi bir müslüman olduğunu ve dininin vecibelerine çok iyi bir şekilde yerine getirdiğini sevinçle, büyük bir umutla ifade eder:

"Bugünkü Türkiye'yi idare edenlerin din adamlarına (hayır yanlış söyledim) dine karşı açtıkları  korkunç mücadele, aksine dine karşı bir düşkünlük uyandırdı. Kimlerde mi? Çocuklarda. Minicik çocuklarda. Evlerinde müslümanlıktan bahsedilmeyen, bir defa bile camiye gitmemiş olan, anasının, babasının ibadet ettiğini görmeyen öyle kız çocukları bilirim ki, esrarengiz bir sevki tabii ile belki de ırkın verdiği bir temayülle ibadet etmekten geri kalmıyorlar." Türk dostu ailenin 10 yaşındaki kızı Günay içinde şunu yazıyor: "Günay hanıma hayretle, hayranlıkla bakıyordum. On yaşına bakmadan baba evinin tutumunu  alt üst eden, en küçük bir zaaf göstermeden, kendi kendine verdiği imana sadık kalan, tek başına atalarının an'anesini, dinini devam ettiren bu çocuğa hayran olmuştum."

Evet işte koskoca bir millet böyle telef  ediliyor. Sahte kahramanlar, sahte gündemlerle milleti böyle oyalıyor ve bin çeşit hile ve desiselerle aslından koparıp kendine böyle bende ediyor. Ancak "herşey aslına rucû eder" kaidesince bu aziz ümmet aslına rucû etmeye başladı. Sahtekarlık, satılmışlık ve dine düşmanlık gizlenemeyecek kadar açığa vurdu. Felaketin gerçek sebep ve müsebbibleri herkesce tanınır hale geldi. Sebep, dinden uzaklaşmak, dine düşman olmak ve devleti din dışı sistemlerle idareye kalkışmak, müsebbibleri ve bu sebeblere yapışarak baskı ve devlet terörü ile bu ucubeyi millete dayatmak.

"Ey iman edenler! Kafirlere uyarsanız, sizi eski dininize (putperestliğe)  geri çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah'dır ve O yardımcıların en hayırlısıdır." Evet mevlamız Allah'dır. Ancak O'na ibadet eder ve ancak O'ndan yardım dileriz. Çünkü O, yardımcıların en hayırlısıdır. Bütün olumsuzlukların içerisinde, bir ümit ışığı parıldamakta, küfür şirk ve nifak ateşinin bacaları sardığı asrımızda,Tevhid meş'alesi yeniden yakıldı, Tevhid sancağı yeniden açıldı. ÖNCE İSLAM diyen, şehadete susamış, sancılı ve sevdalı bir gençlik yetişiyor. Barân-ı Rahmet toprağa düştü. yıllardır rahmet bekleyen tohum çatladı. Çil saldı  ve uç verdi. Ağaç oldu ve meyveye durdu. Saflar sıklaşıyor. Allah düşmanları durdurmaya çalışsa da yürüyüş hergeçen gün hızlanarak devam ediyor.

Bekleyin...

 

 

HAYYA ALEL CİHAD!..

 

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkar edenler, işte olar hüsrana uğrayanlardır. De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başka kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?"

Bz Alla'ın kullarıyız. Yalnız O'na kulluk ederiz. Kafirler tağutlar, zındık ve mürtedler ilah edindikleri putlara, sistemlere kul olmamız için çatlarcsına ayırtınsalar, saylalı ağızlarıyla saldırsalar, tehdit ekulmün her çeşidine yeltenseler de biz Allah'ın kullarıyız. Sadece O'na kulluk ederiz. O'na itaat eder, O'nun şeriatına tabi oluruz. biz İslam ümmetiyiz. Biz sırat-ı müstakim'de saf bağmış, Rabb'e yürürüz. Ondan gledik, O'na gideriz. Bu yolda ek önderimiz, rehberimiz alemlerin efendisi Rasûlullah (s.a.v)'dir.

Tağutlar ve uşakları bizi ümmet şuurundan uzaklaştırıp,kavmit pisliğine atmak, bizi şeriatamızdan ayarıpı beşeri sistemlerinzebunu yapmak ve hidayet rehberimizden kaçırıp, peydahladıklakı  sahte dalalet rehberlerinin kuacağında mahkum etmek için o riyakâr, o çirkin, o tiksindirici suratlarını binbir maharetle maskeleseler de, yahut o necaset kokan nefeslerini her an nesemizde hissetsek de biz müslümanız, dinimiz islam'dır. Rabbımız Allah'tır. Rehberimiz sallallahu aleyhi vesellem4dir. Kur'an ve sünnetin şaşeri, aydınlatıcı meş'alesi,diriltici hükümleri doğrultusunda yaşantımızı şekillendiririz. "Sizin için  din olarak İslam'a razı oldum." (Müjde/3)

Bizde Allah Teâla'nın bizim için setii müslüman adına razıyız ve O ad'dan başka şerefli bir ad tanımayız.

"O, gerek bundan önce (ki kitaplarda) ve gerekse bu (Kur'an'da)  size müslümanlar adını verdi."  (Hac/78) Evet Rabimizin bize verdiği müslüman adından başka hiçbir yakıştırmaya iltifat etmeyiz. biz ne laikiz, ne demokrat, ne kavmiyetçi ve ne de sosyalistiz. Bunlar başka dinlerin başka kültürlerin, din dıış düzenlerin, sömürgeci , kapitalis müstevlilerin bize yabancı, bize düşman toplumların aldatmacası ve bizibizden çalma manevralarından ve bizi yok teme planlarından berer parçadır. Biz biliriz ki Kur'an'dan ve sünneten kılpayı ayrılmak, sonu gelmeyen felaketlerin habercisidir. ugün tüm İslma coğrafyasında oluk oluk akan kanların körpe yavrulara tecavazün, gyari müslimler karşısındaki zillet ve meskenetin, ve içimizdeki kandırılmış, satın alınmış zalimlerin  müslümanlar üzerindeki tahakküm ve baskılarının tek sebebi Kur'an ve Sünnetten İslam'dan yüz çevirip, düşmanlarımıza  benzemeye çalışmamızdır. rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Benim şeriatım Nuh'un gemisine benzer? Kim ona binerse kurtulur. Kim  ondan yüz çevirirse gark olur gider." buyurmaktadır.

Bugün kendi ülkemizde, milyonlarca şehid vererek vatan yaptığımız bu topraklarda, senin dinine sövülüyor, başörtüsüne saldarılıyor, kurban deisi zorla elinden alınıyor, düzenin uşakları bu vatanın soylu evlatları imam hatiplilerret ediyor ve onları üniversitelere almamak için kapılar arkasında karanlık oyunlar oynanıyor, bu vatanın bir kısmında ermeni, Yunan'a ve tüş düşmanlar ile işbirliği içerisindeavrulara,kadınlara, yaşlılara zulüm üzerinde zulüm yapan PKK ile yarış edercesine, bu aziz milletin sırtından geçinen bir kısım holdingler, ter sermayesi uşaklık olan bir kısım medya ve devlet yönetimnde söz sahibi olmuş millete düşman,düşmana dost bir kısım idarecilerde yine düşmanlarla işbirliği içerisinde mülslümanları sindirme ve yok etme planları yapıyorlar.

Güneş balçıkla sıvanmaz. Şeyh Sadi'nin dediği gibi "Bir âdi taş, altın kaseyi kırsa, ne o taşın teğeri artar ve ne de altının değeri azalır." Evet altın kırılsada yine altındır. Altın kırıldığı için değerinden birşey kaybetmez. Ama tilkiye, aslan postuu  giydirseniz tilki yine tilkidir.  Köpeğe gem vurmakla yarış atı olmaz. Çatlasanızda, patlasanızda islam'ın nurunu söndüremezsiniz. Onun yükselişini  önleyemezsiniz. islam gemisine binin kurtulun. İnsan suretinde olmakla insan olunmaz. Giydiğin elbise ile itibar sahibi olacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Sana Mevlana'nın şu sözünü hatırlatırım: "Nice elbise ler gördüm içinde adam yok. Nice adamlar gördüm üstünde elbise yok." Makam ve mevkiye, mal ve ede güvenme onlarda seni adam yapmaz. Maymunu tahta oturtsan kimse ona padişah diye itibar etmez. domuzun boyununa mücevherat taksan, onu necis olmaktan kurtamaz. Bir adam Beyazid-ı Bestami'nin ayak izlerine basarak onu takip eder Beyazid-i Besmati, "Derimi yüzsemde sana giydirsem, benim  yaptıklarımı yapmadıkça buna uymuş olmasınız" der.  Evet adam olmak İslam la mümkündür. İslamla şereflenip müslüman olan, Kur'an'a uyan, sünnet yolunu tutan gerçek insandır. Diğerelri ise insansuretinde hayvandır. Hatta hayvandan da aşağı bir mahluktur. "Tarih tekerrürden ibareddir diyorlar. ibret alınsaydı hi tekerrürmü ederdi?" Mesele bakmak değil, görmektir. Mesele dinlemek değil anlamaktır. Mesele  hadiselere şahit olmak değil ondan ibret almaktır. tarilimiz nice kahramanlıklar ve fedakârlıklarla dolu olduğu gibi, maalesef bir kısım hain vestalımşların  ihanetlerine de şahit olmuştur. bu hainler İslam'ı bir türlü hazmedememiş, menfaat ve çıkarlarının her zamanön planda tutmuş, şahsi ihtirasları uğruna bu milletve bu vatanı badireden badireye sürüklemişlerdir.  Yakın tarihimiz bunun çok canlı örnekleri ile doludur. Koskoca bir devleti, Devlet-i âli Osmanı yıkanların  silik, uşak, ajan ve sefil hayatlarına baktığımızda bunarın geçlimizie büyük insan,büyük devlet adamı olarak sunulduğunu nasıl hazmedebilirsiniz? Bizlere Osmanlıyı, en şen'ice, en utanmazcasına ve en hayasıza vyanların bu vatana ve millete en büyük ihaneti yapan kimi  İngiliz ve kimi fransız uşağı ve ajanı olan Jön Türk ve ittihadçıları büyük insan, büyük devlet millet ve vatan kahramanı olarak gösteren, satılmış yazar, çizer ve yetkililerin o kızarmaz yüzlerine nasıl tükürmezsiniz?

Osmanlının yıkılmasında en etkin çalışma yapanların bütün parasal yönünü üstlenen ve bu paraları İngilizleden alan Mustafa Fazıl Paşa bir ingiliz ajanı idi. Sultan Abdulaziz'in katilleri, Mithat Paşa bir Macar hahamının oğlu, dönme bir yahudi idi. Serasken Hüseyin Avni, Ali Suavi, Agah Efendi, Ziya Paşa ve benzerleri ayyaş, mason locaları ve İngerle el birliği edip koskoca bir devletin yıkılmasını sağlayan hainlerdir. Bunlar Sultan Abdulaziz'i katlederek osmanlıyı, 93 Harbi deniler Rus Harbine soktular ve nedeyse istanbul Rus işgaline ramak kalmıştı. Ruslar Yeşilköy'e  kadar gelmişlerdi. İttihad ve Terakki Fırkası ise Abdulhamid gibidahi bir padişahı tahttan indererek Osmanlıyı Birinci Cİhan savaşına soktular. Ve milleti İslamiyyeyi, kafirlerin çizmeleri altıda çiğnettiler. Ve müslümanlar başsız ve halifesiz param parça edildi. Ve hala kendini toıparlaadı.

Gençlik olarak, tmüslümanlar olarak, yakın tarihimizi çok iyi bilmeliyiz. Bilmeyiz ki,müslümanlar üzerinde oynanan haince oyunlardan haberdar olalım. Yerli, yabancı ihanet şekekelerini iyi tanıyalım ve zamanımızda olan hadiseler çok iyi bir şekilde değerlendirelim.

Bugün bir Başbakan gidip kendi milletini, bu vatanın evlatlarını bir Amerikan Başkanına şikayet ediyor, gidip Avrupa devletlerine şikayet ediyor. Ve kökten  dincilerle, üslümanlarla müccadele edebilmek için bu devletlerden yardım talebinde bulunuyor ve diğer yetkililer, bakanlar ve üst düzey devlet görevlerinde benzer davranışları her fırsatta  sergiliyorlar.  Bir zamanlar Fransız konsolosluğuna sığınk devlet adamıdiye yutturdukları Mithat Paşa da Osmanlı devletini yıkmak, yeni bir devlet kurmak için ingilizlerden yardım istemişti. Şimdiki idarecilerde ki bunlar bu Jön Türklerin bu ittihadçıların uzantılarıır. Onlarda müslümanları yok etmek için kafirlerle işbirliği içerisinde ve dün devleti yıkan zihniyet bugün devletin etkinnoktalarını işgal etmiş, müslümanları yok etmek yolulnda gayri müslimlerle aynı safta ve hatta onlardan daha da ileride çalışıyorlar.

Müslüman genç ve tüm müslümanlar görüyorsunuz  ne büyük ir sorumluluk altındayız. Öyleyse Hayya alel Cihad. Bütün imkanlarımızı seferber edelim İslam için fedakârene ihlasla çalışalım.

 

      RIBBUYYÛN OLALIM  

 

"Allah kuluna kâfi değil mi? Seni O'ndan başkasıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, artık onun yolunu doğrultucu biri yoktur." (Zümer/36)

Biz müslümanız. Allah'a teslim olmuşuz. O bize kâfidir,sadece O'na güvenir, O'na dayanır ve O'ndan yardım dileriz. Tağutlara ve tağuti düzenlere boyun eğmeyiz. "Cihadın en büyüğü, zalim bir idareciye karşı söylenilen hak sözdür." Peygamber buyruğuna uyar, zalim ister müslüman isterse kâfir olsun hakkı söylemekten çekinmeyiz. Bu, ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olmamızın bir vecibesidir. Makam ve mevki, mal ve mülk ve benzeri çıkar ve menfaatler için hiç kimseye yaltakçılık etmez, İslamî şahsiyetimizi zedeleyecek aşağılık hareketlerde bulunamayız. Bizim mevlamız Rabbimizdir. Bütün faziletlerin O'na kulluk etmekte olduğuna inanır ve kula kul olmayız.

Biz biliyoruz ki, en güçlü olan, en güçlü imana sahip olandır. Onun için Allah yolunda bütün imkanlarımızı seferber ederek çalışmayı, İslami hayatımızın bütün safhalarında hakim kılmayı ve Şeriat-ı Garrânın hakimiyeti için gerekirse canımızı feda etmeyi kemali imandan biliriz. Bizleri, tağutlarla, putlarla, zindanlarla korkutmak isteyenlere deriz ki: "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin." (Ali İmran/102) Allah buyruğuna canı gönülden uymaya çalışan müslümanlar olarak, kalbimizde, Allah korkusundan başka hiçbir korkuya yer vermeyiz. "Bir kısım insanlar mü'minlere, düşmanlarınız size karşı toplandılar, aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırmış ve Allah bize yeter. O ne güzel vekildir demişlerdi." (Al-i İmran/173)

Kemâl-i imana sahip bir müslüman, tahakküm ve zorlamalar, zulüm ve işkenceler, düşmanın çokluğu ve silah üstünlüğü veya iktidarın imkanlarını elinde bulunduran tağutlar karşısında asla gevşemez, gerilemez, yılgınlık, bıkkınlık göstermez. Bilakis daha çok gayret, azim ve kararlılıkla İslam davasının yücelmesi, mazlum ve mustazafların, zalim ve müstekbirlerin zulmünden kurtulması için şevkle, aşkla  çalışır.

Müslüman firasetlidir, Allah'ın nuru ile bakar. Ölçüsü, Kuran ve Sünnetin değişmez ölçüsüdür. Onun için hadiseleri en iyi bir şekilde değerlendirir. O, grup taassubu  ve zihni bulanmayan, kalbi teşviş olmayan, körü körüne ve bilmediği meselelerde  münakaşalara dalmayan, düşüncesi berrak, kalbi berrak, özü berrak, sözü berrak, ameli berrak, dosdoğru, eğilmeyen, bükülmeyen, edeblerin en güzeli ile edeblenmiş en güzel ahlâkla ahlâklanmış Allah'a kulluğun, Rasûlullah'a ümmetliğin haz ve sürûrunu duyan ve yaşayan insandır. Öyleyse gerçek insanlık gerçek bir müslüman olmakla mümkündür. İslam'ın dışında fazilet aramak, insanlık aramak olmayanı aramak demektir. Nitekim Mevlana: "Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak aramamak demektir." der.

Bugünkü sıkıntılarımızın sebebi İslam'sızlık ve insansızlıktır. Kaht-ür rical (adam kıtlığı) gibi büyük bir yokluğun ve kıtlığın içerisindeyiz. Tağutî düzenlerin yozlaştırdığı, nötrleştirdiği tepkisiz ve duyarsız hale getirdiği bir toplumun yeniden ayağa kalkması ve  kendi değerlerine sahip çıkması için yetişmiş, öncü insanlara ihtiyacımız vardır. Rabbaniyyûn denilen bu öncü insanlar, Kur'an ve sünnette vasıfları açıklanan, Rıbbiyyûn denilen  ilim ve hikmet sahibi gerçek müslümanlar yetiştirerek İslam alemini yeniden  canlandırıp hayata kavuşturmalıdırlar. Öncelikle insanların kalbini Allah'tan başka bütün korkulardan temizlemek lazımdır. Çünkü Allah'tan korkan hiç kimseden korkmaz. Allah'tan korkmayan herkesten korkar. Allah'ı gerçek manada tanımayan da, Allah'tan gerçek manada korkmaz. Kişinin Allah'tan korkması ve Allah'a kulluk derecesi Allah'ı tanıması ölçüsündedir. Nitekim İmam-ı Gazali: "Allah'ı hakkıyla tanımayan O'ndan hakkıyla korkmaz." demektedir.

Zamanımızın müslümanları mahluktan korkuyor da, Halık'tan korkmuyorsa, Halıkı gerçek manada tanıyamadıklarındandır. Geçici dünya hayatını, ebedi ahiret hayatına tercih ediyorlarsa, gaybe imandaki zaaflarındandır. Kur'an nizamını terkedip, tağuti  düzenleri tercih ediyorlar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in önderliğini bırakıp tağutları önder ediniyorlar ve hâlâ biz müslümanız diyorlarsa ve bu sözlerinde samimi iseler, İslam hakkında koyu  bir cehâletin içerisindedirler. İşte "Rıbbiyyûn" olan  ilim ve hikmet sahibi müslümanlar, böyle bir toplum ve tarihte benzerine çok az rastlanan bu toplumun yeniden dirilişi için çalışacaktır. Vazife çok çetin  ve zorludur. Bu çetin ve zorlu vazifeyi yerine getirebilmek için, vazifeyi omuzlayanlar yani "Rıbbiyyûn" olanlar kendilerinde bulunması gereken vasıflarla muttasıf olmalıdırlar. Bu vasıfları kazanıp geliştirmek için de ilim ve hikmet sahibi kişilerle  düşüp kalkmak ve onlarla sürekli irtibat halinde olmak lazımdır. Bir ehli hikmet: "Alim ile yâr olan bulur mertebe, cahil ile yâr olan döner merkebe" diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir.

Çünkü herşey kendi vasatında yetişir ve olgunlaşır. Acı suda balık yaşamaz. Kuzey kutbunda turunçgiller yetişmez. İşi gücü dedikodu, gıybet, iftira  ve yalan olan bir ortamda ilim ve hikmet sahibi olacağını zannetmek, horozun yumurtlamasını düşlemek kadar gülünç olur.  "Hikmetin başı, Allah  korkusudur." Allah'tan korkmayan hikmet ehli olamaz. İlim sabırla  elde edilir. Bu yolda sabır göstermeyen, meşakkatlere göğüs germeyen ilim ehli olamaz. Edebli, mütevâzi ve halim yani yumuşak huylu olmayan başkalarının düzelmesine öncülük edemez. Şeyh Sadi: "İnsanoğlu topraktan yaratılmıştır. Eğer toprak gibi mütevazi olmazsa insan değildir."

Sonu rahmet, mağfiret, cennet ve cemalullah olan bir yoldayız. Bu yol İslam yoludur. Kur'an yoludur. Her türlü tehlikelerden emin bir yoldur. Sonunda şüphe edilmeyen, dosdoğru bir yoldur.  Bu yolu açan Allah'tır ve bu yoldan kendine davet etmektedir. Bu yolda telef olmak yoktur. Yok olmak yoktur. Ebedîlik vardır. Gazilik, şehidlik vardır. Bu yolda ölmek gerçek diriliktir. Hakiki vuslattır.

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde rabları yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar Allah'tan  nimet ve keremin, Allah'ın mü'minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Al-i İmran/169-171)

Emeğin karşılığı zayi olmayan, bilakis kat kat fazlası verilen bir ticaretin içindeyiz. Böyle kârlı bir işi terketmek hamâkatlığın ta kendisidir. Öyleyse korkmak niye? Tereddüt niçin? Bediüzzaman: "Hakiki imanı elde eden bir insan, kainata meydan okuyabilir. Böyle bir insan için ne endişe, ne korku  ne de bunalım sözkonusu olur. Ve bu, gerçek manada Allah'a inanan her insanda açıkca görülebilir." demektedir.

Tevhid mücadelesinin öncüleri Peygamberler tek başlarına bütün kainata meydan okumadılar mı? Ve onların etrafındaki havarileri aynı yolu takip etmediler mi? Biz ki insanların iyiliği için yaratılmış hayırlı bir ümmetiz. Alemlerin efendisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetiyiz. Öyleyse  O'na layık olmaya çalışalım. Rıbbiyyûn olalım.

"Davası için çalışmayan, davası için yaşamayı ve davası için ölmeyi bilmeyen kimse, dava adamı sayılamaz. O yalancıdan başka birşey değildir." (Mevdudi)

 

 

NESLİ CEDİD 

 

"Biri gerçeği duymak istemediği, öteki de yalana hazır olduğu zaman dostluk olmaz." (Çiçero)

Hakikat, gözleri kamaştıracak kadar parlak bir güneş gibidir.  Hakikatı görememek ya kör olmaktan veya ona sırt çevirmekten ötürüdür.

Siz güneşe sırtınızı çevirirseniz kendi gölgenizi görürsünüz. Kendini gören nefsini putlaştırır. Nefsini putlaştıran, nefsine esir olanın akibeti perişan olur.

Kişiler nefsini müdafaa etmeye başladığı zaman, yalan söylemeye hazır hale gelmiş demektir. Yalan söylemek, iftiraya tevessül etmek ise itimadı  yok eder. Kişiyi hakikatlere karşı kapalı hale getirir. Tek gerçek olarak nefsini ve nefsinin arzularını görmeye başlar. İşte böyle bir ortamda samimiyet, ihlas yok olur.

Zamanımız insanı bu hengamenin içinde sıhhatli ve doğru düşünme, doğru karar verme melekesini kaybetmiş, nice hayallerin ve serapların peşinde koşup durmuştur. Bugün politika yapan, devletin  idaresine talip olan insanlardan tutunda çeşitli meslek ve meşreblerdeki kişilere kadar bütün bir toplum, çok azı müstesna serap peşinde Ab-ı Hayat aramakta, çölün kızgın kumları arasında gülistan düşlemektedirler.

Kişiyi dünya sevgisi, makam, mevki ve şöhret hırsı yakalayıverirse, onun esareti hiçbir esarete benzemez. O esaretten kurtulmak düşman esaretinden kurtulmaktan çok ama çok daha zordur. Bugün seksenine, doksanına ayak basmış politikacılara ve patronlara bakın! Neuzubillah  o ne hırs o ne tamah ve o ne dünya perestlik Yarabbi!

Dostluklar sahte, konuşmalar sahte, tavırlar sahte, herşey çıkar ve menfaat temini üzerine bina edilmiş ve fertler bunalımda, toplum bunalımda... İnsanlar hakkın ikamesi uğrunda risk altına girmekten çekiniyor, korkuyor ve hep başkasından bekliyor.

Toplumu bu bunalım ortamından kurtaracak yeni bir nesil, imanını yenilemiş, kendini Kur'an'la bütünleştirmiş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in  rehberliğinde azimle ihlasla yola koyulmuş, Allah'ın rızasından başka hiçbir beklentisi olmayan bir nesli cedid tek ümidimizdir.

Bu nesil toprağa düşen bir tohum gibi şeriatın vasatında yeşerip, büyüyor. Çiçeğe durdu. Yakında meyvesi derlenecek hasta toplum şifa bulacak ve insanlık huzur duyacaktır.

 

 

MÜTEFEYYİGÛN  

 

"Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size yardım edebilecek kimdir? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar." (Al-i İmran/160)

Kim ki Allah'ın dinine yardımcı olursa, Allah Teâla da ona yardımcı olur. Müslümanların Allah yolunda yaptıkları hizmet, cihad ve fedakârlıklar kendi faidelerine  ve kendi lehlerinedir. Allah  Teâla her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Bütün mahlukat O'na muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Hakiki kulluk, bunu idrak edip kalbin itminana ermesi ve kişinin acziyetini ve fâniliğini kavrayıp nefsini  putlaştırmaması ile gerçekleşir. Zavallı insan odur ki elde ettiği çerçöp mesabesindeki üç beş kuruşuna veya kendisi için bir musibet mi yahut nimet mi belli olmayan makam ve mevkiine güvenir de ucub vekibre kapılarak helak olup gider. Kamil müslüman, kendine düşeni yaptıktan sonra Alah'a tevekkül edip ona güvenip dayanandır. Kendini beğenen, böbürlenen, kibirlenen insanlarda hakiki tevekkül hasıl olmaz. Ve bu gibi kişiler nefsin kör karanlığı içerisinde kendi nefsinden başka hiçbir şeyi göremezler. Onunla avunur dururlar.

Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendini beğenmiş, övüngen kimseleri asla sevmez.” (Lokman/18)

Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:

"Bana en sevimli olanınız ve kıyamet günü meclis itibari ile en yakın olanınız, ahlâkça en güzel olanınızdır. Bana en sevimsiz  olanınız, kıyamet günü benden en uzak olanınız, çok konuşan, avurdunu şişirerek konuşan ve MÜTEFEYYİGÛN zümresidir."  buyurdular. Bunun üzerine Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü; çok konuşan ve avurdunu şişirerek konuşanları biliyoruz. Lakin mütefeyyigûn kimlerdir? dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Büyüklük taslayanlardır." buyurdular. (Tirmizi)

Kendini beğenmek ve büyüklük taslamak büyük bir cehalet ve gaflettir. Ucubun yani kendini beğenmenin en kötüsü ise kişinin yanlış ve hatalı görüşlerini beğenip, o yanlış görüş üzerinde ısrar etmesi ve bu hususta kendisine yapılan nasihat ve öğüdü dinlememesidir.

Rasûlullah sallallahu  aleyhi ve sellem: "Üç şey helâk edicidir. Aşırı cimrilik, tâbi olunan nefsani arzu ve kişinin kendini beğenmesidir." buyurmaktadır.

İslam, insanı en mükemmel bir şekilde eğitip onu bütün kötü ahlâklardan arıtarak kâmil bir insan, kâmil bir müslüman yapmayı hedeflemiştir. Bunun içinde kişiyi mânen helâke sürükleyen ahlâkı rezileden kurtulmanın yollarını tâlim etmiş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bütün hayatı boyunca  bunun en mükemmel misallerini sergilemiş ve "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için ba'solundum" buyurmuşlardır. Kimde ucub, kibir, hased, riya, dünya sevgisi, makam, mevki  hırsı, yalan ve benzeri kötü huylar varsa  o kişi mânen hastadır. Hastalıklı insanların meydana getirdiği toplumlardan hayırlı hizmetler beklemek beyhûdedir. Mekteplerde çok iyi bir ahlâk eğitimi yapılmalı,yavrularımızı, materyalizmin ve onun doğurduğu diğer izmlerin belâsından kurtarmalıyız.  Beşeri sistemlere güvenmek, kendisini bile kurtaramamış helak olmuş ölülerden  medet ummak ve gençliği böyle boş, manasız safsatalarla meşgul etmek, onlara karşı işlenen en büyük cinayettir. Güvenip dayanılacak sadece Allah Teâladır. Kendini beğenmek, nefsini putlaştırmak, Kur’an'dan uzaklaşmak bir felakettir.

İslam Alemi'nin bugünkü yürekler acısı durumunun bir sebebi de, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ifadesiyle mütefeyyigûn olan, kendi sakim görüşünü beğenen, şöhret, makam, mevki düşkünü kişilerin söz sahibi oluşudur.

 

İLİM İMAMDIR

 

"Peygamberler ne bir altın ne de bir gümüş miras bırakmadılar, ancak ilmi miras bıraktılar. İşte o mirasa konan sonsuz  bir haz ve nasip almış demektir." (Ebû Davud)

İlim öğrenmek, öğrendiği ile amel etmek ve başkasına öğretmek ve bütün bunları  ihlasla yalnız Allah rızası için yapmak sahibini Allah indinde yüksek derecelere ulaştırır. İlim yolumuzu aydınlatan bir nurdur. Cehalet ise zulumattır. Müslümanlar gerek dînî ve gerekse dünyevî faideli ilimleri öğrenip, müesseselerini kurdukları devirlerde en yüksek medeniyetler kurmuşlar ve dünyanın efendileri olmuşlardır. Ne zaman ki Kur'an'dan uzaklaşmışlar, başka milletlerin kültürlerini, örf ve adetlerini taklide başlamışlar işte o zaman zilletten zillete düçar olmuşlardır.

Muaz bin Cebel radıyallahu anh: "İlmi öğreniniz. Çünkü Allah rızası için ilim öğrenmek bir haşyettir.  İlim talep etmek bir ibadet; ilim müzakere etmek tesbih;  ilim için yola çıkmak, gurbete gitmek cihad; bilmeyene öğretmek sadaka; ehil olan kimselere bolca vermek Allah'a yaklaşmaktır. İlim yalnızlık arkadaşı, halvet dostu, din yolunun kılavuzu, şiddet ve meşakkate karşı sabır vesilesidir. Allah ilimle birçok milletleri yükseltir, neticede onları hayır ve iyi hareketlerde kendilerine tâbi bulunan kumandanlar, efendiler, yol göstericiler, hayır önderleri kılar. Onların eserleri daima anlatılır. İşleri yazılır. İlim sebebi ile kul iyiler mertebesine ve en yüksek dereceye ulaşır. İlim için tefekküre dalmak oruç tutmaya, ilmi öğrenmek ve öğretmek geceleri namaz kılmaya denk düşer. Allah Azze ve Celle'ye  ancak ilimle itaat olunur. Allah'a,  ilimle ibadet edilir. Allah. ilimle tevhid edilir ve tebcil olunur. Takva derecesine ilimle varılır. Sılayı rahim ilimle yapılır. Helâl ve haram ilimle bilinir. İlim imam, amel ise  ona tâbidir yani cemaattir. Allah ilmi mutlu kişilere ilham eder. Kötü ruhları ondan mahrum bırakır."

Hasan-ı Basri'de: "Alimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurlardı" der. Yani âlimler, eğitim ve öğretim yolu ile insanları kötü hasletlerden kurtarıp iyi hasletlerle donatır ve onların nefis, şeytan ve dünyanın tuzaklarından Allah'ın izniyle kurtulmalarına ve Allah  celle celaluh'a iyi bir kul olmalarına vesile olurlar.

Fethul Musulî, talebelerine: "Hasta, yemek, içmek ve ilaç almaktan kesilirse ölmez mi? diye sordu. Talebeleri  Evet ölür dediler. O da: Kalb de öyledir. İlim ve hikmet ondan üç gün kesilirse ölür" buyurdular.

Ebûdderda  radıyallahu anh de şöyle demektedir: "İlimden bir mesele öğrenmem, bütün bir geceyi nafile ibadetle geçirmemden daha sevimlidir. Alim ve talebe hayırda müşterektirler. Diğer insanlar, yani alim ve talebe olmayanlar ahmaklardır, onlarda hayır yoktur." İmam-ı Şafi hazretleri de: "İlim tahsil etmek nafile ibadetten efdaldir." der.

Cehaletin hakim olduğu, ilmin ve ilim adamının susturulduğu toplumlar kendi elleri ile felaketlerini hazırlamış toplumlardır. Nerede cehalet varsa orada zulüm vardır, vahşet vardır, anarşi vardır. İman ve ilmin hakim olduğu toplumlar insanca yaşamanın huzurunu yakalayan ve dünyayı cennetî bir hayata dönüştüren toplumlardır.

Müslümanlar! Şu cahili düzenin eğitim ve öğretiminde ilim öğrenemezsiniz. Gerçekleri kavrayamazsınız. Rabbinizi tanıyamazsınız. Öyleyse geliniz, rahle tedrisatını, Dar'ul Erkam ve Suffe eğitimlerini yeniden canlandıralım.  Allah Teâla'nın: "Ancak  alim olanlar Allah'tan korkarlar" buyruğuna uygun, gerçekten Allah'tan korkan, müttakî alimler yetiştirecek rahle tedrisatını bütün imkanlarımızı kullanarak tesis edelim. Var olanları iyi değerlendirelim. "Allah Teâla kime hayır murad ederse onu dinde fakih ve alim kılar ve ona doğru yolunu ilham eder." (Buhari)

 

KİTAPSIZ MEDENİYET OLMAZ    

 

"Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan o kitap, muttakiler için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir." (Bakara/2)

İyi olanı yapıp kötü olandan yüz çevirmek bir fariza olduğu gibi, iyiliği emredip kötülükten menetmek de bir farizadır. İyilik ve kötülük ise kişilerin kendi zan ve telakkilerine göre tayin edecekleri mefhumlar değildir. İyi ve kötünün belirleyici Allah'tır. Dinin "iyi" dediği iyi, "kötü" dediği de kötüdür. Şeriat va'z eden, hüküm koyan sadece Allah Teâla'dır. Aksi taktirde görülmemiş bir anarşi ortalığı kasıp kavurur. Zamanımızda  olduğu gibi İslam'ı gözardı eden, İslami hükümler ve değer ölçülerini uygulamadan kaldıran  beşeri sistemler, insanlığı badireden badireye sürüklemekte, yanlışların kör döğüşü içerisinde mazlumların ahı afâkı tutmaktadır. İslamî esaslara, ilahî ahkama dayanmayan herşey batıldır ve batılların orta yere koyduğu her sistem zulüm sistemleridir.

İnsanlığın hayat kitabı, huzur ve saadet kaynağı Kur'andır. Ondan ayrı kalmak, onun hayat bahş ikliminden uzaklaşarak onun çizdiği güzergâhı terketmek felaketlerin en dehşetlisi, akıbetlerin en kötüsüdür. Çünkü  onsuz insan onuruna yaraşır bir hayat tarzı düşünülemez. Onsuz yaşamak yaşamak değil, sürünmektir.  Şehvetin, nefsin elinde bir kukla, şeytanın tuzağında bir esarettir. Akıbet ateştir.

Ölçüsünü İslam'dan almayan  düşünce ve fikirler, fikrî anarşilere, fikrî anarşiler de eylem anarşisine dönüşürler. Bu anarşi içinde de hak ile bâtıl, iyi ile kötü birbirinden seçilemez ve nice haklılar haksız, nice haksızlar haklı hale gelir. Sosyalizm ve komünizm fikir babaları öncelikle Allah inancını yok etmek  için sapık fikirler üretmişler daha sonra da bu sapık fikirlere teşne olan toplulukları  anarşiye sürükleye bilmişlerdir. Diğer taraftan bütün kötülüklerin anası konumunda olan materyalizm ve asrımızın en büyük aldatmacaları olan demokrasi, lâiklik, milliyetçilik ve benzeri sistem ve ideolojilerde kendilerine göre iyi kötü, doğru yanlış, ölçüleri koyarak birçok sapık fikirler üretmişler ve kitleleri bu düşünce fikirler etrafında odaklamaya çalışmışlardır.  Bütün bunların arka planında inançsızlık, sapıklık ve çıkar hesapları yatmaktadır. Böylece sun'i ihtilaflar çıkarılarak  sömürü düzeninin devamı sağlanmaktadır. Bu sömürü düzeninin patronları her zaman karanlık  güçler perde arkası güçler olmuştur. Bugün dünyada oynanan çok yüzlü oyunları bozmak, hakkı ikame etmek için önce iyiliğin, hakkın   kaynağını çok iyi bir şekilde tanımak, onun ölçülerini veren kitabı kılavuz edinmek şarttır. Knematirul: "Kitap dedi mi aklıma Kur'an gelir. Kitapsız din olmayacağı gibi kitapsız medeniyet de olmaz. Kur'an bugünkü ve yarınki medeniyetin de kitabıdır." demektedir. Evet gerçek medeniyetleri tesis etmek isteyen milletler, öncelikle Kur'an'la   tanışmalı ve onun ahkamını hayata hakim kılmalıdırlar.  Çünkü Kur'an ahkamının hakim olmadığı yerde medeniyet  olmaz, insanlık olmaz. Hak hukuk olmaz. Ayaklar baş, başlar ayak olur. İyiliğin önü kesilir.  Kötülüğün yaygınlaşması için mekanlar hazırlanır. Siyasi irade kötülerin ve kötülüğün yanında yer alır. İyiliğe ve iyilere karşı tavır alır, gerekirse zor kullanır. İyiliğin öncüsü Peygamberler, kötülüğün öncüsü şeytandır. İyi olabilmek  ve iyiyi hakim kılmak, iyiliğin öncüsüne uymak onun getirdiği ilahî nizama iman etmekle mümkündür.  İmanı olmayan, İslam'a teslim olmayan asla iyi olamaz. Küfür necasettir, kâfir necistir? Necisten iyi işler, temiz işler beklemek ahmaklıktır.  İman  İslam ve ihsan boyutunu çok iyi kavrayıp gereğini yapmadıkça iyilerden olup iyi işler yapamayız. Yaptıklarımız hep surette kalır. Öze inemeyiz.

 

 

ALDATAN PUT   

 

"Milletler parasızlıktan değil, ahlâksızlıktan çökerler." (Çiçero)

Tarih boyunca nice milletler hükümran olmuşlar. Ya adil bir nizam kurarak asırlar devam eden bir devlet tesis etmişler, insanlığa huzur ve saadet sunmuşlar ya da canavarları bile tiksindiren zulüm, vahşet  ve ahlâksızlıklar sergileyerek millet ve devlet hayatında  çok kısa sayılabilecek bir zaman içinde yok olup gitmişlerdir.

İnancını ve paha biçilmez değerlerini yitiren toplumlar varoluş için parayı put edinmiş materyalizmin amansız kıskacında nice ALDATAN PUT'ların göz kamaştıran vaadleri, yaldızlı nutukları karşısında  kâh sosyalizm, komünizmin, kah şovenizmin, faşizmin ve şimdi de demokrasi ve laiklik saptırmasının bataklığında insanlık onurlarını kaybetmişlerdir.

Ahlâkın kaynağı imandır, dindir. Dini inançları zayıflamış veya imanının gereği olan esasları yaşantısına aktarmamış toplumlardan ahlâki davranışlar beklemek beyhûdedir. Ahlâksız bir toplumun sağlıklı bir düzen kurması ise gayri mümkündür. Çiçero "Milletler parasızlıktan değil, ahlâksızlıktan çökerler" derken bu gerçeğe işaret etmiştir.

Dün Aldatan Putlar, komünizm, sosyalizm, siyonizm, faşizm ve bunları putlaştıran sapıklardır. Bugün ise Aldatan Putlar, demokrasi, laiklik, yeni dünya düzeni benzeri aldatmacalar insan hakları adına insanlığı sömüren Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği ve benzerleridir ve her devrin Aldatan Putuna övgüler yazıp çizen çıkar putçusu medya...

Düşünebiliyor musunuz? Türkiye'de güya insan haklarını savunan solun, düşünce özgürlüğünü, konuşan Türkiye'yi sağlık veren kurum ve kuruluşların başörtülü kızlarımızın okuma hakkına set çekmeleri üniversitelere almamaları, resmi dairelerde başörtülerine müsaade etmemeleri gösteriyor ki onların özgürlük anlayışı fuhşa, hırsızlığa, rüşvete ve her türlü ahlâksızlığa özgürlükmüş. Evi soyulan, malı gaspedilen susacak, hırsız konuşacak. Bakanlar, genel müdürler, üst düzey yetkililer milletin malını çalacaklar, har vurup harman savuracaklar, fakat yine onlar konuşacak, millet susacak. Ahlâki değerlerini kaybetmiş kişilerin yüzüne bir millet olarak toptan tükürseniz ne çıkar? Bunların makamlarını muhafaza etmek için yapamayacakları rezalet, yiyemeyecekleri herze yoktur. Homeseksüele özgürlük, fahişeye özgürlük, namussuza özgürlük, sokak ortasında çiftleşmeye özgürlük, okullarda cinsel özgürlük, küfre, şirke özgürlük fakat ahlâk namus ve inancını yaşama özgürlüğüne geçit vermemek   için her türlü gayri ahlâki sınırlamalar mübah. İşte başka bir Aldatan Put.

Özgürlük putu, ilkeler, ülküler putu. Bu putçuluk yıkılmadıkça önce gönüllerde sonra da meydanlarda tevhid sancağı dikilip tevhid nizamı hakim olmadıkça kurtuluş yok.

 

KÖRLER ÜLKESİ    

 

"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Elbette sen kabirdekilere işittiremezsin. Sen sadece bir uyarıcısın." (Fatır/19-23)

Küfür ölüm, iman hayattır. Küfür karanlık, iman aydınlıktır. İnkârcı kör, iman ehli gören, basiret ve firaset sahibidir. Kendi iç alemimizde ve çevremizde meydana gelen hadiseler kafa ve kalb gözü açık insanlar tarafından değerlendirilirse istifade edilir ve hayırlı neticeler alınır. Kalb gözü kör, basireti perdeli, firaseti olmayan kişilerin teşhis ve tedavileri ise daha büyük çıkmazlara ve daha derin yaralar açılmasına  sebeb  olur. İman, imanla beraber olan ilim ve hikmet, kişinin basiret ve firasetini açar, önünü aydınlatır. Hadiselerin iç yüzünü teşhis imkanı verir. 20. asrın insanı buhranlar içinde kıvranıyor, zulüm ve vahşet görülmemiş boyutlara ulaşıyor. Bir varil petrol için milyonlar katlediliyor, namuslar çiğneniyor, zayıflar eziliyor ise, ilim ve hikmet sahibi imanlı kişilerin yönetimlerde söz sahibi olmamalarındandır.  Körler ülkesinde görmek, zalimler arasında adil olmak, fahişeler arasında iffetli kalmak, müfrid  ve aşırılar arasında itidal sahibi olmak en büyük suçtur.  20. asrın cahilî toplumunda bu  suçları işleyenler çoğaldığı zaman, gerçek suçlular meydana çıkacak aldatılanlar, uyutulanlar uyanacak, hakimlerin mahkum, mahkumların hakim olması gerektiğinin farkına varılacak, sahte kahramanlar, firavunlaşan müstekbirler ve zorba beşerî sistemler yok olacak ve körler ülkesi görenler ülkesi olacaktır.  Bir memleket düşünün ki, orada ayaklar baş, cahiller söz sahibi, fahişeler sanatkâr, hırsızlar bakan, genel müdür, milletin inancına örf ve adetine, tarihine iffet ve namusa düşman kişiler köşe başlarını işgal etmiş  ve memleket sanki bir müstemleke. Memleketin bu perişan halini görenler göstermeye, duyanlar duyurmaya,bilenler bildirmeye, bütün imkanlarını seferber ederek çalışırlar ve sancılı insanları fevc fevc, görenler ordusuna katarlarsa körler ülkesi görenler ülkesi olacak, karanlıklar yerini, aydınlığa bırakacaktır. Bir fazilet devleti kurmak mecburiyetindeyiz. Fazilet devleti fazilet sahibi, fedakâr, ahlâklı, temiz yürekli yiğit insanların  eli ile kurulur. Alnı secdeli, vakıf insanlar, kendini İslam'ın yücelmesine, İslam'ın hakimiyetine, insanlığın hizmetine adamış, vakıf insanları yetiştirmemiz  ve onları söz sahibi yapacak ortamı hazırlamamız gerekmektedir.

Bulunduğu din dışı, ahlâk dışı nifak ortamından rahatsızlık duymayan insanlar, o ortamı değiştirecek dinamizmi gösteremez. Öyleyse vakıf insan sadece binalar yapan, müesseseler açan, mevkûteler çıkaran kişi değil, bütün bunlarla beraber sancılı insandır. Sancılı inan İslam'ın sancısını çeken ve İslam'ın ilahî bir nizam olduğunun şuuru içerisinde, Allah'ın hükmünün geçerli olmadığı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem 'in sünnetinin takip edilmediği bir vasatta yapılanılamıyacağının  idrakinde olan kişidir. İslam'ın sancısını çeken vakıf insanlar memlekete hakim olduğu zaman işte o zaman körler ülkesi, görenler ülkesi olacak bütün kötülükler memleketi terkedip faziletler gelip yerleşecektir. İşte o zaman, insanlar kula kul olmaktan kurtulacak ve Allah'a kul olmanın sonsuz saadeti tadılacaktır.

 

İLÂHî MESAJ     

 

"Andolsun Zikirden sonra Zebur'da da 'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır' diye yazmıştık. İşte bunda (bize)  kulluk eden bir kavim için mesaj vardır." (Enbiya/105-106)

İyilik asıl, kötülük ise arızîdir. İnsan da asıl olan da imandır. Çünkü insan fıtratı İslam üzere yaratılmıştır. Küfür ve şirkte arızîdir. Yukarıdaki ayeti kerimeler buna delildir. Zaman zaman kötülerin, zalimlerin, küfür ve şirkin yeryüzünde hakimiyet kurması geçicidir. Böyle zamanlarda müslümanlar asla yeis ve ümitsizliğe düşmemeli kötülerin hakimiyetine şirk ve küfrün sultasına son vermek için büyük bir şevk, azim ve gayretle çalışmalıdırlar ve şu hususu kati olarak bilmelidirler ki, tağutların ve tağuti düzenlerin hakimiyet sağlaması, müslümanların mahkum duruma düşmeleri, müslümanların İslam'dan uzaklaşmaları, heva ve heveslerine uymaları ve adaletten ayrılmaları neticesinde olmuştur.

Nitekim Allah Teâla Sâd suresi 26. ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor: "Ey  Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevam ve hevese uyma yoksa bu seni, Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azâb vardır."

Bugün İslam aleminin perişanlığını burada aramak lazımdır. İslam'a sarılan onun ahkâmını hakim kılan milletler yükselmişler,Ondan uzaklaşan milletler zillet ve meskenete düşmüşlerdir. Osmanlının kuruluş ve yükselişi ile gerileme ve çöküşünün sebeblerini incelediğimiz zaman bu hakikat apaçık bir şekilde anlaşılacaktır. İslam'la iç içe olduğu kuruluş ve yükseliş devirlerindeki dinamizm, futuhat, aşk ve şevki, asr-ı saadet ile olan çok sıkı rabıtasından kaynaklanmaktadır. Gerileme ve çöküş devirlerine baktığımızda İslam'la ve asr-ı saadetle olan kuvvetli bağ yavaş yavaş zayıflamaya başladı ve sonunda kopma noktasına geldi ve Avrupa'nın küfür ve şirk temeline dayalı ahlâksız, iffetsiz ve kokuşmuş kültürü ve zahirdeki maddi refah, Osmanlı'nın okumuş cahillerini celbetti ve onların ihanetleri ile koskoca bir devleti yıkılıp gitti.

Halbuki müslümanlar hakimiyeti ele geçirdikleri zaman asla şımarmayacak, asla hak ve adaletten sapmayacak Kur'an ve sünnet çizgisinden uzaklaşmayacak. Allah Teâla'ya olan kulluk vazifesini asla ihmal etmeyecektir. Allah Teâla bütün zayıflıklarına rağmen imanda ve Allah Teâla'ya kulluk vazifesin de ihlas üzere olan milletlere yeryüzünün hakimiyetini va'd  etmektedir. Ve buna karşılık, Allah'a hiçbir şeyi eş tutmamalarını, ihlasla kulluk etmelerini, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e iaat etmelerini, namazı kılıp, zekatı vermelerini tek cümle olarak, islam'a tam teslim olmalarını istemektedir. Nur suresinin 55 ve 56. ayetleri bu gerçeği en belirgin bir şekilde açıklamaktadır.

"Allah sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı  gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını onlar için beğenip seçtiği dini (İslam'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra bunun yerine onlara güven sağlayacağını va'detti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse işte bunlar kâfirlerdir. Namazı kılıp, zekatı verip, Peygambere itaat edin ki merhamete nail olasınız." İşte müslümanlara ilahi mesaj.

Müslüman! Sakın zamanımızdaki tağutların ve tağuti düzenlerin zahirdeki güçlerine bakıp yılgınlık, bıkkınlık gösterme, yeis ve ümitsizliğe düşme. Yeis ve ümitsizlik müslümanın ikliminde  yeşermemelidir.

Önce kendimizden başlamak üzere, aile ve çevremizi düzeltmeye çalışarak sonra da safha safha bütün bir milletin uyanması için uğraş vereceğiz. Hz. Ömer radıyallahu anh'ın şu sözünü asla aklımızdan çıkarmayalım: "İnsanları düzeltebilmemiz için önce, kendimizi düzeltmemiz gerekir."

Bilelim ki İslam bir devlet nizamıdır ve insanlık ancak onunla huzur bulur.

Tağuti sistemler ise şirk, küfür ve zulüm sistemleridir. Öyleyse geliniz hep beraber İslam'ın hakimiyeti, tağuti sistemlerin ortadan kaldırılması için bütün imkanlarımızı seferber ederek ihlasla çalışalım.

 

ALÇAKTAN İYİLİK BEKLENMEZ   

 

"Alçaklardan iyilik ummak, umutsuzluk denizinin dalgaları arasına gemi yollamaktır. Mal ve mevki hırsıyla düşman karşısında zebun olmak, kendisini can tehlikesine atmaktır." (Câmi)

Alçak kişiden, kanına denâet karışmış kimseden hayır beklemek, iyilik ummak, soysuzdan yardım talep etmek erdemli kişilere yakışmaz. Çünkü alçak, soysuz ve denî kimselerden böyle isteklerde bulunmak, onların başka başka denâetler, soysuzluklar ve alçaklıklar tasarlayıp yapmalarına fırsat vermek olur. Onun için  gerek içimizde ve gerekse dışımızdaki alçaklara böyle bir fırsat verilmemelidir. Beldeyi tayyibe güzel İstanbul'umuz da köhne Bizansı yeniden hortlatmak isteyen Rum Patriği'nden Amerikası, Avrupa ve Rusya'sı ile tüm Hıristiyan Alemi'nden, İslam'ın amansız düşmanı Yahudiden, müslümanların lehine faidesine işler beklemek, Ermeniye karşı Azeri Türklerini, Sırplara karşı Bosnalı müslümanları, Yahudiye karşı Filistinlileri tercih etmelerini ummak kadar büyük bir gaflet olamaz. Çiller ve heyeti, İsrail'e gidip Arz-ı Mev'ud'da bulunmaktan şeref duyduğunu söylerken, Türkiye'nin bir kısmının da Arz-ı Mevud'a dahil olduğunu bilmiyor muydu?

Pis Yahudiye yaptığı yaltakçılıkla ondan ne bekliyordu? Yoksa bu hususta onlarla beraber mi düşünüyordu? Kafir milletlerden iyilik beklemek, hayır ummak ne kadar abes ise, içimizde beyinsizlikleri, cehaletler veya İslam'a apaçık düşmanlıkları sebebiyle denî işler, alçakca faaliyetler içinde bulunan kişi, kurum ve kuruluşlardan da hayır  beklemek o kadar abesdir. Başörtüsüne apaçık düşmanlık yapan, Şeriat'a karşı olduğunu açıkça ifade eden, Avrupa ile bütünleşmeyi savunan, İslam'ın yeniden hakim olmasından, aslanın karşısındaki tilki gibi korkusundan tir tir  titreyen densizlerden bu vatan ve millete ve bu dine faideli icraatlar beklemek en büyük bir yanılgı olur.

Hükümet edebilmek için düşman kapısını çalmak, onun yardımını dilenmek, mevki, mal ve makam için alçakların önünde eğilmek onlara riyakârlıkla boyun eğmek kadar aşağılayıcı bir şey olamaz. Eskilerin "Ya Rabbi değil beni namerde, merde bile muhtaç eyleme" diye dua etmeleri her halde yukarıda izaha çalıştığımız inceliği çok iyi farkettiklerinden olsa gerektir. Namerde muhtaç olmamak, düşmana boyun eğmemek için mertçe çalışmak lazımdır.

 

ATEŞTEN, VUSLATA YOL VAR    

 

"Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir." (Şura/13)

İlk insan, ilk Peygamber Hz. Adem Aleyhisselamla başlayan insanlık tarihi, hak ile batılın çetin mücadelesine sahne olmuş, vahyin aydınlığında gözler kamaştıran medeniyetler kuran insanlık, zaman zamanda cehlin, küfür,  şirk ve nifakın koyu karanlığı içerisinde hayvanlardan daha aşağı  derecelere düşüp vahşet ve zulmün en çirkinini sergilemiş ve dünyayı yaşanamaz hale getirmiştir. Beden ikliminde ruh hükümdar, akıl vezir olur ve ilahi ahkâm hakim kılınırsa, böylesi kişiler kemâlatın doruğuna yükselir ve bu kişilerin yönetimindeki toplumlar cennetî bir hayat yaşarlar. Fakat beden ikliminde nefis hükümdar, şeytan vezir olur ve tağutî sistemler uygulanırsa bu kişiler bayağının bayağısı, aşağının aşağısı bir çukura yuvarlanır ve böyle kişilerin yönetimindeki toplumlarda hayvanlardan daha aşağı bir yaşantıya mahkum olurlar. 20. asrın zavallı insanını nefis, şeytan, şehvet ve dünyevî  menfaat ve çıkarlara esir ve köle yapan ve insani vasıflardan soyutlayan kötü yöneticiler ve onların uyguladıkları şeytanî ve tağutî sistemlerdir. Bugün yeryüzünde meydana gelen zulüm, vahşet ve tüm kötülüklerden bu tağutlar ve tağuti düzenler mesuldürler.  Aynı zamanda bu kötülüklerle mücadele etmeyen, hakkın hakimiyeti için çalışmayan, miskin miskin köşesinde pinekleyen müslümanlar da baş sorumludurlar. Çünkü Allah celle celaluhu İslam'ı bir hukuk nizamı dünyamızı da, ukbamızı da mamur edecek bir ilahi nizam olarak va'z etti ve bu nizamı yaşamayı, yaşatmayı ve hakim kılmayı müslümanlar üzerine bir farîza kıldı. Tevhid mücadelesinin bayraktarı Peygamberler dini hakim kılma yolunda görülmemiş zulüm ve işkencelere uğramış ve fakat asla yılmamış, bıkmamış ve usanmamışlar ve Allah Teâla'nın yardımı ile nübüvvet vazifelerini en mükemmel bir şekilde yerine getirmişlerdir. Yahya Aleyhisselam'ı bir koç gibi boğazlıyanlar, Zekeriye Aleyhisselamı testere ile biçenler, Cercis Aleyhisselam'ın vücudunu demir taraklarla tarayıp, parça parça edenler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i yurdundan  çıkaranlar, taşa tutanlar, üzerine işkembe atan, yoluna diken saçan, onu öldürmek için tuzaklar kuran ve üç yıl boyunca boykot ilan edip toplumdan tecrid edenler, akıl almaz iftiralarla ona acıların en şiddetlisini  tattıranlar yok olup gittiler ve cehennemin alevli ateşleri arasında ebedi azab olunacaklardır. Ve onlara, taparcasına sarıldıkları ne malları, ne makamları ve ne de çokluğu ile öğündükleri evlatları ve ne de bu hususta kendilerine yardımcı olan dalkavukları fayda verecektir. Fakat Tevhid sancağı altında toplanan, Peygamberleri bir gölge gibi takip eden, onların izi üzerinde yürüyen ve onların getirdiği Şeriat'a tâbi olup, onun uğrunda herşeyleri fedaya hazır olanlar ve zamanı gelince de feda edenler işte onlar gerçek kurtuluşa erenler ve Allah'ın Rasûlünün razı olduğu bahtiyarlardır.

Allah yolunda havari olan mü'minlere yapılan zulüm ve işkenceler onların bedeninde yaralar açmış, tahribat yapmış ise de ruhlarına tesir etmemiş, onlar zahiri zulüm ve işkencenin altında manevi bir bayram şenliği yaşamışlardır. İbrahim Aleyhisselam için ateşi gülistana çeviren Allah, imanından dolayı işkencelere düçar olan müslümanları da, cennetin sonsuz nimetleri ile müjdeleyerek onlardan razı olduğunu muştulayarak Allah yolunda çekilen çileleri bir zevk, Allah için şehadeti bir sevda kılmıştır. Yüzlerce metre uzunluğunda kazılan çukurlarda yakılan alevli ateşlere, yalnız Allah'a inandıkları ve  O'nun Şeriat'ına tâbî oldukları için atılan müslümanlar, bedenleri cayır cayır yanarken ruhları kanatlanıp cennete uçuyor ve gerçek vuslata eriyorlardı.  Ateşin etrafında toplanıp müslümanların alev alev yanışlarını seyreden kâfirler ve kahkahalar atarak sevinç çığlıkları koparan zalimler o alevli ateşin içinden cennete, ebedi hayata, yaratıcı ile vuslata yol aldığını nasıl bilebilirlerdi? İsa aleyhisselam'ın elçilerine tabi olup, müslüman olmaya davet ettiği kavmi tarafından taşlanarak, şehid edilen Habibi Neccar'a min tarafillah "gir cennete"  denildiğinde kendi kendine "keşke kavmim Rabbimin bana mağfiret ettiğini ve benim Allah'ın ikram ve ihsanına nail olduğumu bilselerdi" diye kendisine zulüm ve işkence ile şehid eden kavmine nasıl acıdığını, gerçek mü'minlerin kalbinin iman, muhabbet, merhamet ile nasıl dopdolu olduğunu, dünyanın bütün maddî hazinelerini verseniz alamayacağınız kadar paha biçilmez bu değerlerin ancak ve ancak Allah'a iman ve onun Peygamberine  tâbi olmakla mümkün olabileceğini münkirler, islam düşmanları  bir  bilebilseydiler. Bu paha  biçilmez  hazineleri elde etmek için bütün mallarını sarf eder,  bütün imkanlarını kullanır ve bu uğurda canlarını feda ederlerdi.

Ey müslüman!

Bilâli Habeşî radıyallahu anh'ın asırları aşarak sana ulaşan (Allahu Ahad) mesajı daha ne zaman içinde fırtınalar koparacak ve yaşantında inkılablar yapacak?

O Bilâl ki, Mekkeli müşrikler tarafından kızgın kumlara yatırılmış ve üzerine koca koca taşlar yuvarlanmış ve imanından dönmesi için sürekli işkence ediliyordu. Ve fakat o bir iman âbidesi olarak, kâfir ve zalimlerin küfre davetlerine (Allahu Ahad) Allah birdir diye cevap veriyordu.

Ey müslüman!

Zulmetler, şehvetler, bedbahtlıklar yurdu, nefis yurdundan hicret edip, Allah'a yönelip, Şeriat ikliminde yeniden hayat bularak şirk, nifak, dalalet ve masiyet putları ile kirlenmiş gönül Kâbeni ne zaman feth edeceksin?

Ey müslüman!

Allah yolunda, vatanlarını, ailelerini, çoluk çocuklarını, mal ve mülklerini terkederek Medine'ye hicret eden mücahidleri düşün.

Müslüman olmakla, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i ve Mekkeli müslümanları Medine'ye davet etmekle bütün kafirlerin ve müşriklerin kin ve gayzını  üstlerine celbeden ve bütün mal ve mülklerini muhacir kardeşleri ile paylaşan, onlara kucak açan Ensarı düşün.

Ey müslüman!

İlayi kelimetullah için batılın yok olup  Hakkın hakim olması için, savaşırken harp meydanında vücudu delik deşik parça parça edilmiş, kulakları, dudakları, burunları kesilip zalimlerce gerdanlık yapılmış seyyidüş şüheda Hamza radıyallahu anh ve bu asrı saadet şehidlerini takip eden milyonlarca şühedayı düşün.

Ey müslüman!

Daha ne zaman yalnız Allah rızası için ve yalnız Allah'ın rahmetini umarak ve bütün işlerin başına İslam'ı geçirerek (önce İslam)  diyerek silkinecek ve kınayanın kınamasından korkmadan ‘ben de havarilerdenim’ diyeceksin?

Ey müslüman!

Nefsine basıp öte geçmedikçe nefsi her türlü şirk, nifak ve kötülüklerden, ucub, kibir, hased, yalan, riya gibi ahlâkı mezmumeden temizlemek için bir cihad-ı ekber yapmadıkça kurtuluş yoktur.

Kendini kurtaramayan başkasını nasıl kurtarabilir?

Bir müslüman imanından sonra nefsinin bütün kötülüklerinden hicret etmedikçe ve gerektiğinde yurdundan da hicret etmedikçe ve Allah yolunda yalnız onun rızası için cihad etmedikçe, imanının gereğini yaşantısında tezahür ettirmedikçe kurtuluşa eremez.

İman edenler, Allah yolunda hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler yok mu? İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah mü'minleri hakkıyla mağfiret edici ve rahmet edicidir." (Bakara/218)

Ey müslüman!

Bugün Bosna'da, Çeçenistan'da, Azerbaycan'da, Filistin'de, Keşmir'de, Cezayir'de ve tüm dünyada kâfirlerin tağutların zulüm ve vahşeti altında inim inim inleyen namusu kirletilen masum bacıların, anaların, ak saçlı ninelerin, ak sakallı dedelerin feryat ve figanını duymuyor ve hâlâ küçük hesaplar peşinde nefis ve şeytanın uşaklığını yapıyorsan, onlara yardım elini uzatmıyorsan, dualarla olsun ona destek olmuyorsan kalbini yokla ne derece müslümansın?

 

KUR'AN'IN GÖLGESİNDE

 

"İşte onlar, Allah'ın kâlblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir ve onlar gafillerin kendileridir." (Nahl/108)

Mekke'de doğan İslam güneşinin çok kısa bir zaman içerisinde, Arabistan sınırlarını taşarak üç kıtayı aydınlatmasında, İslam davetçilerinin çok büyük katkısı olmuştur. Onlar ki dünyevî hiçbir karşılık beklemeden, yalnız Allah rızasını talep ederek, gösterişsiz, şan ve şöhretten arslandan kaçarcasına uzak durarak, mütevâzi, sevdalı, büyük bir azim   ve gayretle İslam'ı en uzak ülkelere kadar taşımışlardır. Onlar bu dâvetlerinde her zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i  örnek almış ve O'nun sünnetine tam ittiba ederek, kendilerinden hiçbir şey katmadan Kur'anî hakikatları bütün berraklığıyla tebliğ etmişlerdir. İlk müslümanlarla başlayan bu dâvet insanı hayretten hayrete düşüren boyutlara ulaşmıştır. Küfür ve şirkin karanlığından kurtulup, Kur'an'ın aydınlığında imanın sınırsız manevî lezzetini tadan her müslüman en yakınlarından başlamak üzere bütün insanlarığın kurtuluşu için görülmemiş fedakârlıklar yapıyor gece gündüz demeden insanları İslam'a kurtuluşa davet ediyorlardı. Zamanımız davetçilerine örnek olması bakımından İbni İshak'ın rivayet ettiği şu hâdiseleri nakletmek istiyorum. "Ben-i Sa'd bin Bekr kabilesi, ileri gelenlerinden Dimam bin Salebe isminde birini elçi sıfatı ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına göndermişti. Bu adam Medine'ye vasıl olunca devesini Mescidi Nebi'nin önünde çöktürdü ve ön ayaklarını bağladı. Sonra Ashab-ı Kiram ile birlikte mescide girdi. Yakın bir yere yanaşarak "İçinizde Abdullah'ın oğlu Muhammed kimdir?" diye sordu. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kendisi olduğunu bildirdi. Sa'lebe Hz. Peygambere hitaben: "Sen gerçekten Muhammed misin?" diye sordu. Hz. Peygamber de "Evet" cevabını verdi. Sa'lebe: "Eğer münasebetsiz saymazsan senden birkaç şey daha soracağım. Senin ve huzurunda bulunanların ve daha sonra sana geleceklerin mabudu namına yemin ederek söyle! Seni Allah bizlere Peygamber olarak mı gönderdi?" Hz.Peygamber: "Vallahi evet" dedi. Sa'lebe: "Aynı şekilde yemin et. Allah yalnız kendine ibadet etmemiz, kendisine ortak koşmamamız ve atalarımız için sana emirler gönderdi mi?" Hz. Peygamber yine "Vallahi evet" diye cevap verdi.  Sonra bu adam Hz. Peygamberden namaz, oruç gibi İslam'ın rükûnleri hakkında sorular sordu. Nihayet İslamı kabul ederek lailahe illallah muhammedün rasûlullah kelimeyi tayyibesini okudu ve "İslam'ın emrettiklerini yerine getireceğim ve yasak ettiği şeylerden sakınacağım ondan ne fazla ne de eksik bir şey yapmıyacağım." diye selam vererek huzuru Peygamberîden ayrıldı. Devesinin bağını çözüp kabilesinin yanına gitti. Kabilesini topladı ve onlara şöyle hitap etti: "Lat ve Uzza putları batıl şeylerdir." Bunu derdemez topluluk: "Sus!.. Cüzzamdan, aklını kaybetmekten sakın!.." diyerek putlara karşı çıkmasının doğuracağı sanılan musibetleri ona hatırlatmak istediler. O da: "Ayıp size! Vallahi o putlar size ne iyilik ne de kötülük yapabilirler. Zira Allah bir Peygamber gönderdi ve O'na bir kitap indirdi ki bunun vasıtasıyla sizler dâlaletten kurtulasınız. Şehadet ederim ki Allah vardır ve O'ndan başka da ilah yoktur. Muhammed O'nun Rasûlüdür. Bu Rasûl'ün neleri emrettiği ve neleri yasakladığına dair sizlere haberler getirdim." dedi. Bu hitabeden sonra daha akşam olmadan Beni Sa'd kabilesinden İslamiyeti kabul etmeyen ne bir erkek ne de bir kadın kaldı. Gerek bu hadise ve gerekse Medine'de Mus'ab bin Umeyr vasıtasıyla İslam'la  şereflenen Useyd bin Hudayr, Sa'd bin Muaz ve bu iki zatın kabilesi olan Abduleşhel oğullarının toptan müslüman olması gibi her dâvet gönüllere sürûr verecek şekilde neticelenmedi.

Mesela Taifin ileri gelenlerinden Urve b. Mes'ud da aynı Dimam b. Salebe gibi müslüman oluşunun hemen arkasından büyük bir şevk ve aşkla kabilesini İslam'a davet etti. Taif halkı bu davete şiddetle karşı çıktığı gibi onu ok yağmuruna tutarak şehid ettiler. Kâlbleri, kulakları mühürlü, gözleri perdeli olanlar, Kur'an hakikatlarını anlayamadı, duyamadı ve göremedi. Küfür ve şirklerinde ısrar ettiler. İnat ettiler. Hak ve batıl mücadelesinde Mus'ablar, Urveler, eksik olmadığı gibi Ebu Cehiller, Ebu Lehebler de eksik olmadı.  Zamanımızın münkir, ateist ve müşrikleri de aynı inat ve ısrarla İslam'a karşı kin ve düşmanlıkları sürdürüyorlar ve müslümanlara acımasızca zulüm ve işkencelerini devam ettiriyorlar ve bu yaptıklarından vahşi bir zevk alıyor, saldırdıkça saldırıyorlar. Bütün bu düşmanlıkları, vahşi saldırıları göğsünde söndürecek, ılık İslam nefesi ile buzulları eritip Rahmet ırmaklarına dönüştürecek İslam davetçileri, cihad erleri, asr-ı saadet neşesi ile merkezi bir Darul Erkam eğitiminden sonra yollara düşüp diyar diyar Kur'an hakikatlarını anlatmadıkça, gönüller İslam inkılabı ile tutuşturulmadıkça, insanlığın huzura kavuşması, insanın insanca yaşama hakkına sahip olması imanın gereğini savunup, hayata geçirmesi mümkün olamaz. Çünkü insanlık Kur'an gölgesinde yaşamaya muhtaçtır.

Hangi dinden ve inançtan olursa olsun insanlar kendi dinlerine göre yaşama hakkını ancak İslam'ın idaresinde elde edebilirler. Bunun en güzel örneği Kudüs'ün Hz. Ömer radıyallahu anh'a teslim edilmesi anında Kudüs halkına verilen amannâmedir.

"Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın kulu ve mü'minlerin emiri bulunan Ömer tarafından bura halkına verilen amannâmedir. Emiril mü'minin hasta olsun, sıhhatte bulunsun bütün halkın mal ve canlarının korunacağını garanti eder. Aynı zamanda ibadet yerlerine, haclarına ve dinlerine dokunulmayacağını temin  eder. Halkın kiliseleri tahrip edilmeyeceği gibi, mesken haline de getirilmeyecektir. Eskiden sahip oldukları haklar aynen muhafaza edilecektir. Ne Malik oldukları şeylere bir halel gelecek ve ne de mezhepleri mevzuunda bir baskı yapılacaktır. İçlerinde hiçbir kimse hiçbir şekilde zarar görmeyecektir."

İnanç hürriyeti, inancını yaşama hürriyeti mal, can, namus emniyeti bu denli bir garanti altına alınmış hangi sistem vardır? Batı batı diye ruh sağlığını kaybetmiş, salim düşünme melekesini  kaybetmiş bizim yarı okumuşlar, cehalet ve inadı bırakıp da kendi değerlerimizi araştırma zahmetine katlansalar, eminim ki islam'a karşı Ebu Cehilâne bir düşmanlı olmayan yalnız cehaletinden  dolayı yolunu kaybedenler bu araştırmanın neticesinde hakkı bulamayacaklar, kendilerinden çalınan kıymetlerin farkına varacaklar ve yüzlerini Batı'dan çevirip İslam'a yönelecek ve kurtulacaklardır.

 

KÂLBLERİ KARMA KARIŞIK  

 

"Kim, Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir? Onlar (kıyamet gününde)  Rablerine arz edilecekler, şahidler de 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir' diyecekler. Biliniz ki, Allah'ın la'neti zalimlerin üzerinedir. Onlar (insanlar) Allah'ın yolundan alıkoyan ve onu eğriltmek isteyenlerdir. Çünkü onlar özellikle ahireti inkâr ederler." (Hûd/18-19)

Basiret körlüğü ve firaset kıtlığı kişiyi manen kısırlaştırır. Dünya hırsı ve tama'ı ve hased, ucub,kibir, kin gadab gibi mezmum huylar aklı ifsad eder, idrâkı perdeler, salim düşünme melekesini yok eder. İşte böylesi insanlar Hak ve Hakikatı görmezler. Akıllarını kulluk için, hayırlı salih ameller için kullanamazlar, düşünceleri bulanık,kâlbleri  karma karışık ve işleri darmadağınıktır.

Kâlbleri ve kulakları mühürlü, gözleri de perdeli olan kâfirler ile, kâlblerinde nifak ve hased hastalığı bulunan, bozguncu, yalancı ve iki yüzlü münafıklar Allah'a iftira ederler, Peygambere iftira ederler, Allah'a kulluktan başka hiçbir hesabı olmayan  müslümanlara iftira ederler ve insanları Allah yolundan alıkoymak, dalalete düşürmek, şeytana ve şeytanî yollara tâbi kılmak için durmadan çalışırlar. Çünkü nefisleri ve şeytan onları istila etmiş, şeytanın, tağutun ve tağuti düzenlerin taraftarı olmuşlardır. Kalıplar hoş, giysileri görkemli, yürüyüşleri endamlı, dünyevî makam ve  mevkileri yüksek olsa da onlar elbise  giydirilmiş kütükler, duvara dayatılmış keresteler gibidirler. Korkak ve ürkektirler. Elde ettikleri  dünya nimetlerinin zevalinden sürekli bir endişe içindedirler. Pay aldıkları sistemin değişmesinden, yıkılmasından ölesiye  korkarlar. Onun için değişimi önlemek mevcut sistemi korumak için her türlü  iftira, yalan, fitne ve fesat odaklarını harekete geçirirler. Onlar için önemli olan çıkarlarıdır. Memleket harap olmuş umurlarında bile değildir. Yeter ki kendi menfaatları zarar görmesin. Çünkü onlar ahiret gününe inanmazlar, hesaba inanmazlar. Onlar İslam adına yapılan her hareketi anında boğmak için önce medyayı kullanırlar, kamuoyu oluşturmaya çalışırlar. En küçük bir hadiseyi görülmemiş bir şekilde mubalağa ederler. Mesela 8-10 yaşındaki Kur'an Kursu talebelerini irtica ordusu olarak sunarlar. Başörtüsünü mukaddes cihad için açılmış bir sancak olarak nitelerler. 3-5 kişinin bir evde toplanıp yaptıkları İslami bir sohbeti devleti yıkmak için teşkilanmış bir örgüt olarak lanse ederler.  Küfür, şirk, nifak ve fuhuş kokan mevkutelerle de en büyük puntolarla idama karşı olduklarını ilan ederler. Köşe yazarları idamın insanlık onuruna yakışmadığından, ilkel bir ceza usülü olduğundan medeni toplumlarda yeri bulunmadığından  bahsederler. İnsan hakları çığırtkanlığı yaparlar ve fakat idam müslümanlar için mevzuu bahs olduğu ve beklendikleri idam tahakkuk etmediği zaman, hakime söverler, savcıya küfrederler ve kâlbleri kadar kararmış suratlarını bütün çirkinliği ve izhar ederler. Medyaya yapılan bu karalama ve iftira  kampanyasından sonra düzenin diğer güçlerini hareket geçirmeye çalışırlar ve hatta işi askeri darbelere kadar götürürler. Kendi pisliklerini, vurgunlarını, soygunlarını örtbas etmek için nazarları kendi üzerinden çevirecek, zihinleri başka şeylerle meşgul edecek gündemler oluştururlar. Böylece milletin ve vatanın faidesine  olan ciddi meseleler gündemden çıkarılıp, toplum, planlı bir şekilde hazırlanan hayali gündemlerle meşgul edilir. Asrın müstekbir ve müstebid devletleri de mazlum ve mustazaf milletleri aynı şekilde aldatırlar. Gündemi kendileri oluştururlar. Yapacakları mel'anetleri pazarlardan gizlemek için devletler ve milletler kamuoyunda önce kendilerini mazur gösterecek ve sonra da destekleyecek bir strateji çizerler. Amerika ve Batılı Müttefikleri'nin Irak ve Somalili çocukların, kadınların, ihtiyarların açlıktan iskelet  haline gelmiş görüntüleri... Aylarca bu ve benzeri görüntüleri seyreden dünya kamuoyu, Amerika ve müttefiklerinin Irak'a daha sonra da Somali'ye çıkarma yapmalarına artık tavır olmayacak ve hatta onları bir kurtarıcı olarak görecektir ve böylece Amerika'nın Kuveyt'teki   menfaatlerini korumak için, petrol için ve aynı zamanda İsrail için tehdit oluşturacak askeri bir güç haline gelen Irak'ı yok etmek için, müdahale ettiği gözlerden gizlenmiş olacaktır. Somali'de benzer bir konumdadır. Afrika'nın güneydoğusunda yüzlerce  kilometrelik bir sahile sahiptir. Kızıldeniz'in güven kapısındadır. Kabileler arasında  vukû bulan iç savaşta İslami sistem isteyener duruma hakim olmak durumundalar. Ayrıca zengin petrol yataklarının olduğu tesbit edilmiştir. Öyleyse Somali Batı'nın kontrolünde kalmalıdır. Bunun için de yukarıda zikrettiğimiz senaryo hazırlandı ve yine  barbar Hristiyanlar yanlarına gafil müslümanları da alarak Somali'ye kurtarıcı olarak girdiler.

Bütün tarih boyunca bu böyle olagelmiştir. Tevhid mücadelisinin sancaktarı Peygamberler karşı tavır alanlar aynı yollarla Hak kervanının önünü kesmeye çalışmışlardır. Önce psikolojik bir savaş. Bunda muvaffak olamadıkları zaman da sıcak savaşla Allah'ın nurunu söndürmek istemişlerdir. Mekke müşriklerinden Nadr bin Haris Acem ve Rumların masallarını anlatan kitapları getirir ve Mekkelilere "Muhammed size Âd ve Semûd kavminin  masallarını anlatıyor . Ben de size Rum ve Acem masallarını anlatacağım." der ve o masallar okuyarak Mekkelilerin Kur'an'ı dinleyip müslüman olmalarını engellemeye çalışırdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke'ye gelen insanlara İslam'ı anlatırken, müşrikler de hemen o kişilerle görüşerek onun bir mecnun olduğunu söylerler ve müslümanların Kâbe'de açıktan Kur'an okumaların men ederdi. Çünkü insanların Kur'an'ın cazibesine kapılarak müslüman olmalarından korkuyorlardı. Böylece çıkar düzenleri yıkılacaktı. Bu zulüm ve çıkar düzenindeki farklı konumları yok olacaktı. Güçlülerinin zalim de olsa haklı, zayıfların mazlum da olsa haksız olduğu tağuti düzenler yıkılacaktı. Müstekbirleri, müstebidleri korkutan inkılapdı bunlar. Hicret ve hicretle beraber Medine'de tesis edilen İslam devleti, küfür cephesini daha köklü tedbirler almaya  ve yeni müttefikler bulmaya  zorladı. Böylece Mekkeli müşrikler, Yahudiler ve münafıklarla anlaştıkları gibi diğer kabileler de müslümanlar aleyhinde kışkırtmaya başladılar.

Her fırsatta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi ve müslümanları tahkir ettiler. Bir gün Hz. Peygamber hayvanının üzerinde müşrik, Yahudi ve müslümanların karışık olarak oturduğu  bir semtten geçiyordu. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül yüzünü kapatarak,

- Toz kaldırma diye bağırdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem oradakilere Kur'an'dan ayetler okudu. Müslüman olmayanları dine davet etti. İbni Selül: "Bana bak ben bunlardan hoşlanmıyorum. Dediklerin doğru da olsa yine de bizi rahatsız etme" diye hakarete yeltendi. Bu edebsizlik karşısında orada bulunan müslümanlar galeyana geldi. Münafığa haddini bildirmek istediler. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müsaade etmedi.

İslam düşmanları her fırsatı değerlendiriyor ve müslümanların kâlblerine, şüphe sokmaya çalışıyorlardı. Bütün bunlar bir netice vermeyince de silaha sarıldılar. Bedir, Uhud ve Hendek gibi savaşlarla İslam'ı yok etmeye çalıştılar. Netice, İslam'ın zaferi şirk ve küfrün yok oluşu..

Evet bu hep böyle olageldi ve bundan sonra da böyle olacak. İslam düşmanları yapmak istediklerini yapmaya çalışacak. Medya ile savaş verecekler, psikolojik savaş verecekler. İç hesaplaşmada  zaafa  düşerlerse dış güçlerden yardım isteyeceklerdir. İslami cepheyi zaafa uğratmak için aralarına fitne ve fesat sokacaklar. Kâlblerine şüphe ilka edecekler ve son olarak sıcak savaşlara başvuracaklar.

Müslümanlar Tevhid mücadelesinin değişmeyen bu tarihi seyrini çok iyi bilmeliler ve ona göre davranmalıdırlar. Müslümanların oyuna gelmemesi aldanmaması, tuzaklara düşmemesi için öncelikle ehli sünnet vel cemaat itikadına göre inancı tashih ve tahkik etmeli her türlü bid'at ve hurafelerden korunmalı ve sonra da ihlas ve samimiyetle inancının gereğini yaşamalıdırlar. Tüm İslam toplumunu kucaklayan, cemaat şuurunu uyandıracak olan bir davet ve bir eğitim seferberliği  yapmalıdırlar. Herşeyden sürekli şikayet eden bizler, şikayetlerin bitmesi için sürekli çalışmalıyız.

"Irz ve namustan mahrum olanlar, millet ve vatan hissi taşımazlar. Böylelerinden sakınmalıdır." (Mevlana)

Irz ve namus kavramı din kökenlidir. İnancı olmayanın ırz ve namustan da nasibi yoktur. Bunlar aynı zamanda millet ve vatan sevgisinden  de mahrumdurlar. Böyleleri en küçük bir menfaat karşılığında milleti de, vatanı da düşmanlara peşkeş çekebilirler. Onlar vatanı basit bir toprak parçası, milleti lüzum ettikçe kullanılan değersiz bir paçavra olarak görürler. Yakalandıkları bulaşıcı dinsizlik, iffetsizlik, ahlâksızlık, millet ve vatan sevgisizliği hastalıklarını bütün  bir topluma yansıtma ve bulaştırma isteği onları  için için kemirip ve temiz kalmış herşeye düşman kesilirler. Bu bir ruhî bunalım akli bir dengesizliktir ve bir nevi cinnettir. İşte Mevlana gibi büyük bir mana insanı, gönüller sultanı asırlar ötesinden bizleri  uyarıyor bu gibi insanlara karşı uyanık olmamızı, sakınmamazı ve toplumu da sakındırmamızı tenbihliyor.

TV. ekranlarını, radyo mikrofonlarını, gazete ve mecmua sayfalarını Bizans fahişelerini bile utandıracak şekilde ahlâksızlık, iffetsizlik  ve dinsizliğe açanlardan, millet ve memleket hayrına ne beklenebilir? Oyuna getirildiğine, asla böyle bir işi yapmayacaklarına inandığımız Sivas mağdurlarına idam cezası verilmediği için  kalemlerinden din düşmanlığı fışkıran bu zavallılar dinsizliğini apaçık ilan eden Nesinleri savunanlar kimlerle beraberdirler? Bangladeşli ateist  Teslime Fransa'da , Nesin Amerika'da ödüllendiriliyor niçin?

Şeriat düşmanlığını, başörtüsü düşmanlığını, Kur'an Kursları, İmam Hatip Liseleri düşmanlığını, her fırsatta ve her yerde ve hatta  TBMM kürsüsünden ilan edenlerin mayasında var olanı ve yapılanların o mayadan dışa vuran pis kokusunu farkedelim. Farkedelim ki toplumumuzu bu asalaklardan arındıralım.

 

 

GÖNLÜMÜZDEKİ LEYLÂLAR     

 

"Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının ziynetine gözlerini dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı hem daha süreklidir." (Taha/131)

Dünya, ahiret yolculuğu üzerinde bir duraktır. Bir imtihan yeridir, fânidir. Netice itibari ile yok olup gidecektir. Cennetin sonsuz güzellikleri yanında bir çöplük mesabesindedir. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bebeğin ana rahmindeki yaşantısını düşününüz? Dünya hayatı, ahiret hayatına nisbetle bu kadar bile değildir. Dünya hayatını değerlendiren iman ve imanın gereği olan İslamî yaşantıdır.  İslam'ı yaşamak ise, islam'ın hakim olması ile mümkündür. İşte müslümanın ilgi duyacağı mücadelesini yapacağı saha, bu sahadır. Hayvanlar mide ve şehvetlerinin zebunudurlar. Onun için uğraş verirler. Atalar ne güzel demiş: "Deveyi yardan atan bir tutam ottur." O, uçurumun kenarındaki bir tutam otu yemek için uzanır, neticede uçuruma yuvarlanarak helak olup gider. Hayvanı boğazlayacakları yere  götürürken otla aldatılır. Zavallı hayvan ne bilebilir ki otun arkasında ölüme koşuyor. Hayatı yemek, içmek, şehvet ve nefsani arzuları tatminden ibaret sayan ve ölüm  ötesi hayata  inanmayan kişilerin hayvanlardan ne farkı kalır ki? Ve hatta kendisine verilen akıl nimetini kullanıp Peygamberlere tâbi olarak müslümanca yaşamadıkları için  hayvanlardan daha da aşağı duruma düşmezler mi? İslam farklıdır. Müslüman da farklıdır. Öyleyse müslüman farklı davranışların insanıdır. O, geçici dünya hayatında, ebedi hayatın temsilcidir.  Fâni olana değil, ebedî olana taliptir. Fâni olanı, ebedi olanı elde etmek için vasıta olarak kullanır. Görünüşte halk içindedir. Kalbi ise her an Hak iledir.  Allah'ın her an kendisi ile beraber olduğunu ve kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilir ve dünyaya rağbet etmez. Nazargâhı ilahi olan kalbini dünya  muhabbeti, mal ve makam hırsı ile kirletmez. Kâfirlerin, fasık ve facirlerin  elde ettikleri geçici dünya ziynetlerine, mal ve mülklerine, makam ve mevkilerine  bakarak  onlara imrenmez, onlara meyletmez. İslam'ın baharında yaşayan  bir müslüman, dünya çöplüğünde keyifle deşinen kargalara nasıl gıbta edebilir? Gül bahçesini bırakıp, mezbeleye nasıl rağbet edebilir? Beş vakit namazda "Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." diye günde kırk defa Rabbine söz veren bir müslüman tağutların iltifatlarına, şeytani düzenlerin inancından taviz vermesine karşılık, sunduğu değersiz dünya metaına  asla tenezzül etmez. Müslüman ihlasla kulluğa devam eder ve Allah'a verdiği misaka sadık kalırsa, Allah  onun muîni olur, nefsine, şeytana ve şerir insanlara karşı cihadında yardımcısı olur. Hz. Yusuf Aleyhisselam Mısır  sarayına köle olarak satılmıştı da sarayda vezirin  karısı Züleyha Hz. Yusuf'u arzulamıştı. Züleyha güzel, soylu bir kadındı ve zengindi. Teklif Züleyha'dan geliyor ve çok şiddetli bir arzu gösteriyordu. Hz. Yusuf Aleyhisselam Allah'ın yardımı olmadığı takdirde, beşerin ayağının kayabileceği bir konumda idi. Hz. Yusuf aleyhisselam kulluğunda ihlas sahibi olduğu için Allah'ın yardımı yetişti. "Böylece biz ondan (Yusuf'tan) kötülüğü berî ettik. Çünkü o bizim muhlis kullarımızdandı." (Yusuf/24) Evet Hz. Yusuf'un kulluktaki ihlası, Allah'ın yardımını celbetti. Allah'ın yardımı sayesinde kurtuldu. İnsanlar için, insanlar arasından seçilen  Peygamberler zincirinde bir halka oldu.  Zindana  atıldı ama zindanı medreseye çevirdi.  Nice   bahtsız insanların hidayetine vesile oldu.Rasulullah sallalahu aleyhi ve  sellem'i  davasından döndürmek için  Mekkeli müşrikler  neler teklif etmediler  ki.  Mekkeye kral yapalım dediler  olmadı. Seni Mekke'nin en zengin insanı yapalım dediler olmadı.Seni  Mekke'nin en soylu ve en güzel kızı ile evlendirelim dediler yine olmadı.

"Onlar  kör, sağır ve dilsizdirler." Çünkü  onlar hakkı göremiyorlar , gerçeği işitemiyor, bildikleri halde inat ediyor, Allah'ı birleyip, Hz.  Muhammed  sallalahu aleyhi ve sellem'in Peygamberliğini  ifâde eden kelimeyi  tevhidi söylemiyorlardı. Sonunda  zulme başladılar. Başta   alemlerin efendisi  Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem  olmak üzere, bütün  Sahabeyi Kiram  çeşitli ve  insanlık dışı işkencelere  düçar   oldular. Fakat onlar taviz vermediler, yılmadılar. İmanlarının verdiği güç ve zafer ümidi, tam bir teslimiyet ve ebedi âlemde nail olacakları sonsuz nimetler onların sabır ve sebatını perçinledi ve asla dünyaya meyletmediler. Kendi çıkarları makam ve mevkileri için değil İslam'ın hakimiyeti için çalıştılar. Allah da onları hem dünyada aziz eyledi hem de ahirette... Onlar kullukta sebat ettiler. Sadece Allah'tan yardım dilediler. Çünkü onlar Allah'ın yardım ettiğini hiç kimsenin mağlup edemeyeceğine tam bir sıdkla inanıyorlardı. Aç kaldılar, susuz kaldılar. Mallarından, evladu iyallerinden oldular, doğup büyüdükleri vatanlarından çıkarıldılar. Fakat taviz vermediler. Kâfirlere meyletmediler. Onların görkemli, geçici ve aldatıcı dünya yaşantılarına iltifat etmediler.

Er olarak yaşadılar er olarak öldüler. Nefis, şeytan ve dünya zincirlerini kırdılar ve hür oldular böylece gerçek hürriyetin ulaşılmaz zevkini tattılar.

Mecnuna sordular sen kimsin?

Cevap verdi: "Leylâ"

Hangi memlekettensin diye sordular?

- "Leylâ" dedi.

Nereye gidiyorsun diye sorulunca

- "Leylâ" diye cevap verdi.

Mecnun Leylâda fani olmuştu. Kendisi dahil herşeyi Leylâ görüyordu. Sonunda zahirdeki Leylâ onu Mevlâya ulaştırmıştır. Leylâ'nın fâni varlığı yok olmuş, Leylâ'yı yaratan Mevlâ onun bütün varlığını kaplamıştı.

Bizde müslümanlar olarak gönlümüzdeki bütün Leylâları söküp atmadıkça, Mevla'ya vasıl olmadan, ona layık veçhile kulluk edemeyiz. Çünkü gönlümüzdeki her Leylâ, Mevlâya giden yolda önümüze dikilen birer puttur.

 

KUR'AN AYI, ARINMA AYI  

 

"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere yazıldığı   (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki korunursunuz." (Bakara/ 183)

Kur'an ayı, rahmet, mağfiret, arınma ve bağışlanma ayı Ramazan-ı Şerif... Kur'an bu ayda nazil olmuş ve İslam'ın beş şartından biri olan oruç bu aya tahsis edilmiştir. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi bu aydadır. O bakımdan müslümanlar, zekatı bu ayda vermeyi bir örf haline getirmişlerdir. Böylece nefsini oruçla arındıran müslüman, malını da zekatla arındırarak bayramı tam bir huzur içinde idrak etmektedir.  Oruç Hz. Adem aleyhisselam'dan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e kadar, bütün şeriatlarda inananlara farz kılınan kadim bir ibadettir. Biz  Ümmeti Muhammede hicretin ikinci senesinde   Şaban-ı Şerif'in üçüncü günü diğer bir rivayete göre de onuncu günü farz kılınmıştır. Orucun farziyyeti "Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş  ümmetlere yazıldığı  (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı).  Umulur ki korunursunuz." ayeti kerimesi ile sabittir. Oruç'da çok mühim iki haslet vardır ki, bu hasletler oruca ayrı bir mana vermektedir. 1. Oruç bir sırdır. O Allah ile kul arasındadır. Sabırla yapılan derûni bir ameldir.Orucu kimin tuttuğunu ancak Allah bilir. 2. Oruç şehvetleri zayıflatır. Şeytan ise şehvetler vasıtası ile insanları  yakaladığından onun elinden büyük bir imkan alınmış olur ve oruca riya karıştıramaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  bir hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır: "Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan daha hoştur. Allah azze ve celle: Oruçlu, şehvetini,yemesini ve içmesini benim için terk ediyor. Oruç benim içindir. Onun mükafatını ben vereceğim buyuruyor." (Buhari-Müslim)

Diğer bir Hadis-i Şerifte de: "Herşeyin bir zekatı vardır. Cesedin zekatı da oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır." buyurmaktadır.

Müslümanlar böyle çok mühim bir ibadete Receb ve Şaban aylarında manen hazırlanıyor.Regaib, Mirac ve Berat gecelerinde yapılan ulvi ve derûni duyuşlar, sezişler ve müşahedelerle, Kur'an ayından rahmani esintilerle manevi hayatına yeni bir ruh, yeni bir hayat sunan diriliş nefesleri alıyor. Bahar kokuları teneffüs ediyor bu manada eski Ramazanlar bir başka idi. Evler, sokaklar, çarşı-pazar bambaşka bir manzara arzederdi. Herşey ama herşeyde bir canlılık bir hayatiyet bir hareketlilik insanların gözlerinde bir parıltı, dudaklarında bir tebessüm, sözlerinde bir letâfet, davranışlarında apaçık bir içtenlik görülürdü. Büyükler küçüklere karşı şefkatle ve sevgiyle dopdolu, küçükler büyüklerine karşı saygı ve hürmetin en samimi örneklerini sergilerlerdi. Mutfaklar israftan uzak ve fakat müslüman kadının o  maharetli ellerinde, az malzemeyle çok çeşitli  iftar sofraları ile süslenirken, bütün aile fertlerinin aile reisinin muhabbet dolu nazarlar altında büyük bir huşu ile iftar sofrası etrafında  Ezan-ı Muhammediye'yi beklemeleri  cidden seyretmeye değer bir manzara teşkil ederdi.Teravih namazları, ramazanın sonuna kadar camiler dolup taşarak kılınırdı. Beş vakit namazda da camiler dolu dolu olur, sokaklar akın akın camilere giden insanlarla dolup taşardı. Hele Kayseri'de Hunat, Ulu Cami, Hacı Kılıç, Güllük gibi tarihi camilerde sahurdan sabah namazı vaktine kadar yapılan vaaz ve nasihatlar körpe ruhumuzda görülmemiş yankılar yapardı. Gecenin o alacakaranlığında kadın-erkek, genç-ihtiyar her yaşta müslümanlar kafileler halinde camilere sel gibi akardı. Biraz geç kalsanız cami içinde yer bulmanız asla mümkün olmazdı.  Fırınlar, bakkallar, manavlar, kasaplar, kunduracılar, tuhafiyeciler hülasa tüm ticarî yerler, Ramazan'a ve bayrama özel yiyecek, giyecek  hazırlardı. Fakir, kimsesiz, yetim, dul ve yolculara her türlü yardım yapılır. İftar sofraları misafirlerle bereketlenirdi. Büyük bir heyecan ve mutlulukla karşılanan Ramazan, aynı heyecan ve mutlulukla tamamlanır bayram namazı ve bayramlaşmalar büyük bir coşku ile icra edilirdi. Bayram yemeği kabilenin en büyüğünün evinde yenilir ve her aile bir kısım yemek yaparak bayram yemeğinin çeşitlenmesini sağlardı. Sonra bayramlaşmalar, bayramlaşmalar... Büyük küçük tüm insanların birbirlerini  kucaklamaları, tebrikleşmeleri, en samimi ve içten dualarla birbirlerine saadet ve huzur dağıtmaları... Hülasa herşey güzeldi. O günleri, Ramazan ve bayramları büyük bir hasretle özlüyor, maddeye esir olan ruhumuz  ve toplumumuzun yeni Ramazan ve bayramlarda bahar esintileri ile canlanmasını diliyoruz.

Ramazan bu heyecan içinde, bu duyuşlar ve sezişler içinde idrak edilirken şurası da asla unutulmamalıdır: Oruç sadece aç kalmaktan ibaret değildir. Orucu bütün azalarımıza tutturmalıyız. Bütün haramlardan her zamankinden daha fazla  bir titizlikle sakınmalıyız. Gecelerimizi ihya etmeliyiz. Kur'an ayında her zamankinden daha çok Kur'an ile meşgul olmalıyız. Salihlerle ve sadıklarla, hayır öğüt nasihatlarda bulunmalıyız. Beşeri münasebetlerimizde daha hassas davranmalı çevremizdeki insanlara daha yakın temaslarda bulunmalıyız. Bu mübarek ayda daha cömert   davranmalı, günah ve kusurlarımız için tevbe ve istiğfar etmeliyiz.

İftar ve sahurlarda tıka basa yiyerek fikrî ve bedenî faaliyetlerimizi felç etmemeliyiz. Lokman Hekim'in oğluna yaptığı şu vasiyeti asla hatırdan  çıkarmamalıyız:

"Oğlum eğer mide tıka basa dolarsa, fikir ve düşünce uyur ve azalar ibadet etmekten alıkonur."

 

TOPLUMUN DİNAMİKLERİ  

 

"Onların mallarından zekat al ki bununla onları (günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sukûnettir. Allah çok iyi işiten ve çok iyi bilendir." (Tevbe/103)

Zekat, İslam'ın beş şartından biridir. Nisaba mâlik olan her müslüman için farz-ı ayındır. Ve zekat, fakirlerin zenginler üzerinde bulunan şer'i bir hakkıdır. Ve zekat malın manevi kirlilikten arınmasıdır. Çünkü zekatı verilmeyen bir mal şeriat nazarında  kirlidir.  Zekat malî bir ibadet ve Allah teâla'nın verdiği nimete  karşı mal bir şükürdür. Zekatın lügat  manasında çoğalma, bereket, temizlik vardır. Demek oluyor ki nisab'a malik bir müslüman yalnız Allah rızası için ve Allah emrettiği için zekatını verirse malı bereketlenir. Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:  "De ki, Rabbim kullarından dilediğine bol rızık verir ve dilediğinden de kısar. Siz Allah için ne infak ederseniz Allah onun yerine daha iyisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe/39)  Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyuruyor: "Mallarınızı zekatla koruyunuz. Hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz. Bela ve musibet dalgalarını da dua ve tazarru  ile karşılayınız."

İnsanın tab'ında mal ve mülke, makam ve mevkiye karşı bir meyil vardır. Kişi iyi terbiye edilmez, bu duyguları en güzel bir şekilde eğitilmezse, bu kötü duyguların zebunu haline gelir, kazandıkça hırslanır, hırslandıkça tamaı artar, tamaı ziyadeleşdikçe cimrileşir. Makam ve mevki de öyledir. Kişi bir makam elde eder ve o makama  ısınırsa, koltuğunu kaybetmemek için tavizler verir, rakipleriyle mücadelelere girişir. Bu mücadeleler onu daha da hırslandırır, hırslandıkça  hırçınlaşır ve dengesi bozulur, ölçüyü kaçırır. Makamı İslam'ın hizmetinde kullanacağı yerde kendisi makamın hizmetçisi haline gelir. İnsandaki mala olan meyil ve hırsı gidermek için zekat  bir fren, makam ve mevki hırs ve meylini kırmak içinde makam ve mevkiye talip olana onu vermemek prensibi bir mani teşkil eder. Böylece mal ve makam yönüne doğru akan muhabbet çağlayanları, Rabbul alemin  olan Allah Teâla'ya yönelir. Bu yöneliş yeni duyuşlar buluşlar ve oluşlarla olgunlaşarak insanda İslamî bir kimliğin kazanılmasını gerçekleştirir. Böylece insan ruhu bedenin kesafetinden, kötü duyguların hucumundan maddenin kıskacından kurtularak, imanın aydınlığında, Kur'an'ın rehberliğinde, sünnetin akislerinde kişinin varoluşuna mânâ kazandıran, değerlere buluşur ve kemâle erer. İşte o anda, mal ve mülk,makam ve mevki, evladü iyal sevgisi ilahi aşka, Peygamberî muhabbete dönüşür.

O bakımdan zekat hem fertlerin  arınmasına hem de toplumun arınmasına vesile olur. Zengin ve fakirler arasındaki buz dağları erir. Zenginlerden coşup taşan cömertlik pınarları ile fakirlerde kaynaşan kanaat çeşmeleri kucaklaşarak İslam toplumunu kardeşlik, huzur ve sûkunun bahar ikliminde buluşturarak cennetî bir hayatın misalini sergilerler. Neticede itibari ile toplumu içten içe kemiren, toplumsal patlamaları besleyen, körükleyen ve kışkırtan fitne  ve fesad odaklarına  faaliyet sahası bırakılmamış olur. Zekat zenginden alınıp fakir ve muhtaçlara dağıtılarak,ekonomik ve iktisadi bir adaletle sağlanmış olur. İslam dışı düzenlerde görülen, fakir ve dar gelirli kişileri ağır vergi yükü altında ezme ve ezdirme şöyle dursun, bilakis malın belirli ellerde toplanmasına mani olunmuş olur. Diğer bir hususta, kadınların takındıkları altın ve gümüş eşyaları veya yastık altında, kasa ve keselerde atıl durumda bekleyen nakitleri de zekata tabi kılarak, bu paraların atıl kalmasını önleyerek piyasanın sürekli canlı tutulmasını sağlamaya çalışır. Zekatın İslam nizamındaki önemli yerine bakınız ki, Halife Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh: Namaz kılarız, fakat zekat vermeyiz diyerek irtida da yeltenen Bedeviler için şu tavrı koymuştur:

"Vallahi namaz ile zekatı birbirinden ayıran kimse ile hiç bakmam savaşırım. Çünkü namaz bedenî bir ibadet olduğu gibi, zekat'ta  malî bir haktır, ibadettir. Allah'a yemin ederim ki bunlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e vermekte oldukları deve yularını bile benden esirgeselerdi, bu  yüzden onlara harp açardım." Bugün İslam ülkelerinde mevcut olan insan gücü, petrol gücü ve diğer yeraltı ve yer üstü kaynakları hovardaca israf ve hatta telef edildiği gibi, maalesef, zekat potansiyeli de büyük ölçüde telef edilmektedir. Bir çok tali işlerde ve İslam'ın zekatı farz kılmasındaki hikmetten uzak yerlerde sarf edilerek, özelliği bozulmaktadır. İslam toplumunun dinamiği ilim adamlarıdır. İlmi ile amil, muttaki ilim adamlarından   mahrum toplumların ayakta durması mümkün değildir. Tarihe şöyle bir dönüp bakınız, hakkı üstün tutan müstekbir hükümdarlar karşısında bile hakkı müdafaada yılgınlık göstermeyen, geçici  dünya çıkarları için idarecilere yaltakçılık yapmayan, bilakis onları İslam'a aykırı her işlerinde uyaran alimlerin bulunduğu toplumlar yücelmişler, ulaşılması çok güç medeniyetler kurmuşlar ve insanlığı adalet, huzur ve refaha doyurmuşlardır.

Zamanımızdaki İslam toplumunun çıkmazı gerçek alimlerin olmayışından  veya çok az oluşundan yahutta susturulmalarından kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği tesbit ettikten sonra: Zekat mükellefi bütün varlıklı müslümanlar zekatlarını, şeriatı garrayı darul erkam eğitimlerinde hakiki mânâda öğrenmeye çalışan, ilim talebelerini bulup vererek en iyi bir şekilde değerlendirmelidirler.

 

NİÇİN BURADA BEKLİYORSUNUZ?  

 

"Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun (başka) yollara uymayın. Zira o (başka) yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız için Allah size bunları emretti." (En'am/153)

Hak yol tektir.O yol sıratı müstakim, dosdoğru İslam yolu, Kur'an yoludur. Batıl yollar ise pek çoktur. Batıl yollar şeytan yoludur. Tağut yoludur. Netice itibari ile de insanı helak edici, dünya ve ukbasını yok edici bir yoldur. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında idi. Bir çizgi çizdi, sonra "bu Allah'ın yoludur" dedi. Sonra bunun  sağına ve soluna da çizgiler çizdi ve bunlar muhtelif yollardır. Herbirinin üzerinde kötülüğe davet eden şeytan vardır buyurdu ve şu ayeti okudu: "Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun (başka) yollara uymayın. Zira o (başka) yollar sizi Alah'ın yolundan ayırır. İşte kötülükten sakınmanız için Allah size bunları emretti." Evet Allah yoluna Peygamberler ve ona tâbi olan davetçiler çağırır. Başka yollara, batıl yollara, tağuti yollara ise, şeytan ve şeytanın peşinden giden insan şeytanları çağırır.

Zamanımızda  ŞEYTAN MEDYASI radyo, televizyon, gazete ve dergilerle binlerce şeytanın yapamadığı tahribatı yapmakta ve insanları hak yoldan uzaklaştırmak için bütün şer yollarını kullanmakta ve idarecileri tesir altında bulundurarak menfaatlerine alet etmekte veya idareciler medyayı kullanarak saltanat ve çıkarlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bunun neticesi olarak da hak ile batılı ayırt edemeyen düşüncesi bulanık, fikri bulanık, yaşantısı gayri islamî ve hatta inandığını, müslüman olduğundan gurur duyduğunu söylen nice insanlar vardır ki İslam dairesinden çıkıp gitmekte ve fakat  bunun farkına bile varamamaktadırlar. Onbir ay İslam'a  ve müslümanlara saldıran boyalı basın utanmazlığın ve iki yüzlülüğün tam bir örneğini sergileyerek Ramazan ayı geldiğinde Ramazan sayfaları  ayırmakta ve okurlarına güya İslamî bilgiler vermekte, diğer sayfalarında ise İslam'a yine kin ve nefretlerini kusmaktadırlar. Ramazan rahmet ayıdır, mağfiret ve arınma ayıdır ve cin şeytanları zincirlere vurularak insanları ifsad etmesi önlenmiştir. Ama cin şeytanlardan daha  tehlikeli olan insan şeytanları zincire vurulmadığı için fitne ve fesatlarına devam ederler. Onların şerrinden korunmanın en iyi yolu, onları çok iyi tanımakta mümkündür. Onların yaldızlı sözlerine, riyakâne davranışlarına bakıpta aldanmamalıdır. Çünkü zehiri altın kâse içinde sunarlar.

Hasen el-Basri rahmetullahu aleyh bu hususta şöyle öğütte bulunur: "Siz insanları yaptıkları işlere göre değerlendirin. Sadece konuşmalarına bakmayın. Zira Cenabı Hak söylenilen her sözle beraber onu doğrulayan, yahut yalanlayan bir ameli de şart kılmıştır. Güzel bir söz duyduğunuz vakit sahibini değerlendirmekte acele etmeyiniz. Onun sözü işine uygunsa ne alâ. İşte bu ne güzel bir nimet. Fakat sözü işine uymuyorsa, sakın ona aldanma. Şu hali ile o yalnız miskinleri aldatabilir."

Evet şeytan medyasına aldanmamak, şeytanın yoluna çağıranların  tuzaklarına düşmemek için hak ile batılı, hayır ile şerri ve hatta iki hayır birleştiği zaman hangisinin daha hayırlı olduğunu idrak edebilmek için hak olanı, hayır olanı yani İslamı, şeriat nizamını ve İslam'ın değişmez prensiplerini, eskimeyen ölçülerini, kıyamet sabahına kadar devam edecek olan esaslarını en iyi bir şekilde  öğrenmek mecburiyetindeyiz. Ve cemaatimiz içinde insanları tehlikelere karşı uyaracak, ahiret amellerine teşvik edecek, nefsin ve dünyanın yaramaz işlerinden sakındıracak,  müstekbirlere karşı hakkı haykırıp boyun eğmekle mükellefiz. Kötü  alimler, idarecilerin kapısında zilletle bekleşen ve onlardan makam, mevki ve dünyalık dilenen alim kılıklı insanlar, yol kesicidirler. İnsanların en şerirleridirler. Onların şerrinden emin olmak için salih kişilerle, muttaki insanlarla beraber olmalıyız. Onlarla omuz omuza gönül gönüle büyük bir aşk ve sevda ile Allah'ın yolunda hizmet etmeliyiz ve insanları usanmadan, bıkmadan, yorulmadan ve fakat insanlara bıkkınlık ve usanganlık vermeden Kur'an yoluna davet etmeliyiz.

İdarecilerin kapısında dünyalık için zilletle bekleyen ilim adamları, şeytan medyasının ve şer güçlerin işlerini kolaylaştıran ve toplumun İslam'dan uzaklaşmasına vesile olan asalaklardır. Onlar iyi teşhis edip, onlardan uzak durmalıyız.

Bir gün Hasan el-Basri valinin kapısı önünde bekleşen alimleri görür ve onlara  şunları söyler:

"Niçin burada bekliyorsunuz? Cenab-ı Hak sizin gibi hükümdar kapısında bekleşen bilginleri çoğaltmasın. Sizler dünyalık peşinde koşan şu hükümdarların huzurana mı girmek istiyorsunuz? Allah'a yemin ederim ki, onlara yakınlık iyilerle beraber olmaya benzemez. Onların meclisleri salihler meclisi gibi değildir.  Haydin burayı terkedin. Cenab-ı Hak iman edenleri sizin şu halinize düşürmesin.  Ayakkabılarınızı ve en güzel elbiselerinizi giymişsiniz. Saçlarınızı keserek, gözlerinize sürme çekmişsizin. Şu halinizle  sizler ne kötü bir cemaat oldunuz. Tamahınızdan dolayı bıyıklarınızı bile kesmişsiniz yazık size  Ulemayı rezil ettiniz.  Allah celle celaluhu iki yakanızı bir araya getirmesin. Eğer siz tenezzül ederek onlardaki servete göz dikmeseydiniz, onlar elbette size yönelecek sizdeki ilme gıbta edecekti. Fakat siz mal ve servete tamah ettiniz. Bu yüzden onlar ne size meyletti  ne de sahip olduğunuz ilme.  Cenab-ı Hak kendisinden uzaklaşan kullarını rahmetinden işte böyle uzaklaştırır." Evet ey ilim ehli kişiler! Sizler  ne zamandan beridir Allah'ın kapısını bıraktınız da idarecilerin, zalimlerin kapısında ve  niçin  bekliyorsunuz?"

Dikkat buyurulsun bu sözler şeriatın hakim olduğu, şeriat hükümlerinin  icra edildiği bir İslam devletinin valisinin kapısında bekleyen alimler için söyleniyor. İslam dışı düzenlerin, tağuti sistemlerin idarecileri önünde İslam izzet ve şerefini zedeleyen kişilere ne demeli? Cevabını siz verin.

 

ZİLLETTEN  İZZETE

 

Bir ırmağı ikinci defa seyretmek mümkün değildir. Çünkü her saniye ve dakikada suyu değişmektedir. Her ne kadar aynı gibi görünüyorsa da, hayatta öyledir. Zaman ırmağı içinde akıp gitmekte ve yaşantımızdan bir dakikasını bile geri  çevirmek mümkün olmamaktadır. Bu uğurda dünyanın bütün hazineleri harcasanız bile.. Hayt zamandan ibarettir. Hayatınızı  değerlendirmek  istiyorsanız, zamanınızı değerlendiriniz. İçinde bulunduğu zamanı değerlendiren, mâziyi, hâli ve istikbâli de değerlendirmiş olur. Çünkü içinde bulunduğumuz zaman düne göre istikbal, yarına göre mazidir.

Müslümanlar olarak her günümüzü son günümüz olarak kabul etmeli ve ona göre çalışmalıyız. İlim yolunda çalışmak elde ettiği ilimle amel etmek, diğer insanlara öğretmek, tebliğ etmek çalışmaların ve hizmetlerin en hayırlısıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir muallimdi ve O: "Muhakkak ben muallim olarak gönderildim." "Allah beni zorlaştırcı ve şaşırtıcı değil, lâkin  muallim ve  kolaylaştırıcı olarak gönderdi." buyurarak, asli vazifesinin bütün insanlığa Kur'an hakikatlerini öğretmek ve onları cehaletin koyu karanlığından kurtarmak olduğunu açıklıyordu. Hakkı öğretmek, batıldan sakındırmak, hayra öncülük yapıp, şerre köstek olmak ne büyük bir lütuf ve ne büyük bir nimettir. Bu vazifeyi hakkıyla yapabilmek ise ilimle mümkündür. Birgün Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem  mescide girdi. Bu esnada halka şeklinde oturmuş iki cemaat ile karşılaştı. Bunlardan bir cemaat Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyorlardı. Diğer cemaat de ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bunların hepsi hayır üzerindedirler. Şunlar Kur'an okuyorlar ve Allah'a dua ediyorlar. Diğer cemaat de işaretle bunlar da ilim öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ben ancak muallim olarak gönderildim." buyurdu ve hemen bunların yanına oturdu. Çünkü ilim imam, amel ise cemaattır. İlimsiz bir amel boşa yorulmaktır. amelden önce ilim farzdır. Nasıl namaz kılacağınızı bilmeden namaz kılamazsınız. Nasıl tebliği edeceğinizi bilmeden yapacağınız tebliğ, fayda yerine zarar tevlid eder. Cihadın ne olduğunu öğrenmeden,kime kılıç çekip kimi koruyacağımızı bilmeden ortaya atılmak ya nefsini telef etmek veya başka birinin katili olmak gibi çok kötü bir sonuç doğurabilir. Hangi ameli evveliyetle yapmamız gerektiğini, işleri ehem-mühim sıralamasına göre planlamamız ve bunun lüzumunu idrak etmemiz yine ilimle mümkündür.

Kültür emperyalizminin sınır tanımaz istilâsına uğrayan sür'atle değişen  ekonomik, siyasî, askerî ve sosyal baskılar altında bulunan, hıristiyan aleminin tam bir haçlı zihniyeti ile birleşerek her sahada savaş açtığı İslam âleminde deneme-yanılma metodları ile bir yere varmak, zilletten kurtulup izzete kavuşmak mümkün değildir. İslam dini en büyük tehlike olarak cehaleti görmüştür. Zalim ve saldırgan bir düşman mal ve cana zarar  verebilir. Ama cehalet, insanı insan yapan iman, ahlâk ve tüm faziletleri imha eder.  Ve insanı canavarları bile tiksindirecek aşağının aşağısı işleri yapmaya sevkeder. Tarih boyunca görülen hakikat şudur ki; ilmi yönden üstün olan fert ve cemiyetler, cahil fert ve cemiyetlere hakim olmuşlar ve onlar üzerinde üstünlük sağlamışlardır.

İmam Gazali: "İlim adamları olmasaydı  insanlar hayvanlar gibi olurdu. Çünkü onlar, ilim vasıtasıyla insanları barbarlıktan çıkarıp insanlık seviyesine yükseltirler." demektedir. Müslümanın hayatı şu üç kelime ile mana kazanır. İlim, amel ve tebliğ,. Faideli olan ilimleri sür'atle ve tam olarak öğrenecek  ve öğrendiklerimizi hayatımızın bütün safhalarında, aile hayatımızda, iş hayatımızda, cemiyet hayatımızda ve tüm ilişkilerimizde uygulayacak ve öğrenip  yaşadığımız bu hakikatleri büyük bir aşk, vecd ve heyecanla, ihlasla, yalnız Allah  Teâla'nın rızasını talep ederek tebliğ edecek ve bunun en yüksek seviyede cihadını yapacağız. İşte bir müslüman böylece zamanını dolayısıyla   hayatını değerlendirmiş, yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşamış olur. Bunu yapabilmek için de ahiret işlerini her zaman dünya işlerinin önüne geçirmek gerekir. Dünya, mal ve makam sevgisini kalbimizden söküp atmak gerekir. Ancak o zaman zilletten kurtulup izzete kavuşabiliriz.

Önce kendi derûnumuzda bir inkılab gerçekleştirmeliyiz. İslam meş'alesini önce kendi kalbimizde tutuşturmalıyız. Sonra bu meş'aleyi bayraklaştırıp bütün iklimleri aydınlatmak cehalet, şirk ve küfrün bunaltıcı  karanlığından bütün insanlığı kurtarmak için seferber olmalıyız. Asr-ı saadeti bir hikaye ve bir masal gibi okumamalıyız. Onların yaptıklarını yapma, onların birbirlerine karşı muavenet, muhabbet, itimat ve isarlarını tanıyıp hayatımızda uygulamak için okumalıyız. Onların Allah'ın dinini yayma hususunda nasıl fedakârlıklar yaptıklarını  bu uğurda can,mal ve evladu iyallerinden nasıl vazgeçtiklerini, büyük bir çoğunluğunun gurbetlerde yaşayıp oralarda ruhlarını rablerine teslim ettiklerini ve nasıl bir şehâdet sevdalısı olduklarını öğrenip, onlar gibi olmak için okumalıyız. Hülâsa asr-ı saadet neşesiyle öğrenip, yaşayıp, tebliğ ve cihad yaparak yaşantımıza İslamî bir kimlik kazandırmalıyız.

Müslümanların ve İslami hareketlerin aleyhine planlanan oyunları bozmak, eksileri artıya dönüştürmek için her türlü hastalıklara kapalı madden ve mânen güçlü bir bünyeye kavuşmalıyız. Bir zamanlar lâik kafalar kendi bozuk düzenlerine fetvacı yetiştirmek amacıyla tamamen kendi kontrollerinde İmam-Hatip Liseleri açtılar. Böylece hem halkı aldatmış olacaklar  hem de bu okulda  yetiştirdikleri kişilerle halkın inancını bozacaklardı. Allah Teâla oyunlarını bozdu. Anadolu'nun saf çocukları bu okulları cıvıl cıvıl  doldurdular.

Bir sevki tâbi ile üzerlerinde oynanan oyunları farkettiler. Kendilerini ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapıldığını anladılar. Bütün engellere rağmen üniversite kapılarını zorladılar ve bugün bütün sahalarda söz  sahibi oldular Gözardı  edilmesi mümkün olmayan başarılar elde ettiler.

Bu yeni durum karşısında müslümanlar olarak güçlü bir cemaatleşme, güçlü bir eğitim ve her türlü fedakârlığa hazır güçlü bir  kadrolaşma gerçekleştirmeli ve insiyatifi ele geçirmek için bütün imkanlarımızı seferber etmeliyiz. Bize düşen olanlar karşısında oturup döğünmek değil, menfileri müsbete çevirmek için plan ve proğram dahilinde teşkilatlanarak büyük bir özveri ile işin ciddiyetini kavrayarak çalışmaktır.

Hak şerleri hayr eyler zannetme ki gayr eyler. Mevla  görelim neyler neylerse güzel eyler."

 

FİTNEYE GEÇİT VERMEYELİM 

 

"Onlar: Rabbimiz bizi hidayete erdirdikten sonra, kalbimizi haktan çevirme. Bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen, çok bağışta bulunansın." (Al-i imran/8)

Gerçek alimler, salih ve sadıklar hep akibetlerinden korkmuşlar, fitne ve tefrikalardan aslandan kaçar gibi kaçmışlar ve Allah Teâla'ya sığınmışlardır Çünkü İslam'da hüküm, sona göredir. Bir insan yüz yıl yaşasa ve bütün hayatı boyunca ibadet ve taat üzere bulunsa  ve fakat son gününde (Hafazan Allah) irtidad etse, yüz yıllık amelinden hiçbir fâide göremez.  Ebedi cehennemde kalır. Diğer bir insanda hayatı boyunca küfür üzere yaşasa, fakat son günlerinde tevbe edip samimi bir şekilde iman etse, geçmiş günahları bağışlanıp kurtulur.

Zeyneb binti Cahş radıyallahu anha şöyle rivayet etmektedir: "Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  yüzü kıpkırmızı olarak uykudan uyandı ve şöyle dedi: Lâ ilâhe illallah, yaklaşan felaketten dolayı vay arabların haline!" Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadis-i şerifte, kendisinden sonra müslümanların arasında zuhur edecek olan fitne ve tefrikalara işaret etmektedir.

Nitekim Hz. Osman radıyallahu anh'ın şehadeti ile başlayan fitne ve tefrika görülmemiş boyutlara ulaşmış, başlangıçta müslümanların bazı konulardaki görüş farklılığından kaynaklanan ihtilaflar, bir kısım ajanların  araya girmesi ve meseleleri saptırması neticesinde müslümanlar arasında kıtale, dinden çıkmalara kadar varmıştır. Mesela, Hz. Ali kerremallahu veche'nin halifeliğini savunanlar, bu makama herkesten önce onun layık olduğunu iddia edenler samimiyetle inanıyorlar fakat, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer radıyallahu anhümayı da itham etmedikleri gibi onlara saygı ve hürmette bulunuyorlardı. Bizzat Ali kerremallahu veche de onların İslam'daki yüksek mevkilerini tasdik ve onların hilafetini kabul ediyordu. Daha sonraları müslümanlar  arasındaki bu ihtilafları, fitne ve tefrikaya  dönüştürüp saf  İslam inancını ortadan kaldırmaya çalışan Yahudi ve ateşperest Fars kökenli ajanlar, müslümanların Hz. Ali ve evladına olan sevgi ve muhabbetlerini istismar ettiler.

Yahudi asıllı Abdullah ibni Sebe, müslüman olmadığı halde müslüman gözükerek, Hz. Ali'nin Peygamberin tek vekili olduğunu ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in tekrar dünyaya geleceğini yaymaya başladı. Daha sonları Hz. Ali'nin ölmediğini, göğe çekildiğini ve hatta daha da ileri giderek onun hâşâ Allah olduğunu  iddia etmeye başladı. Ve böylece  müslümanlar arasında durmadan fitne ve tefrika ateşini körükledi. Halen Suriye'de yaşayan ve bugün devlet yönetimini elinde tutan Nusayriler'de aldatılan sapık fırkalardandır. Nusayriler, Hz. Ali'nin ölmediğine onun ilah olduğuna veya ilaha yakın bir derecede bulunduğuna inanırlar. Bir zamanlar Mısır'da hüküm süren Fatimi Devleti'nin hükümdarlarından El-Hakim bi-Emirillah, Allah'ın kendisine  hülul ettiğini ve kendisine ibadet edilmesi gerektiğini iddia etmiştir ki, bu zavallıya, bu fikirleri aslen İranlı olan Hamza ed-Dürzî adlı bir şahsın telkin ettiği ve El-Hakimi kandırdığı bilinmektedir.

Diğer taraftan da kendilerine Gurabiye denilen bir şii grubu da Hz. Ali kerremallahu vecheyi ilahlaştırmasalar da, onu Hz. Peygamber'den üstün görmüşler ve Cebrail vahyi Hz. Ali'ye getirecekken yanlışlıkla Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'e  getirdiğini iddia edecek kadar sapıtmışlardır. Şiilerin içerisindeki bu Sebeiye, Nusayriye, Hakimiye ve Gurabiye gibi birçok  gruplar vardır ki bunların müslümanlıkla hiçbir alakaları yoktur ve kafirdirler. Şiiler arasında ehli sünnet vel cemaat inancına en yakın olan fırka  Zeydiler'dir.  Bunlar ekseriya Yemen tarafında yaşarlar. Hz. Ebubekir,Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın hilafetini kabul ederler. Diğer sahabelere hakaret etmezler ve fakat Hz. Ali'yi sahabenin en faziletlisi kabul ederler. Çoğunluğu İran'da yaşayan Caferiye mezhebine salik olanlar da Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in hilafetini kabul etmezler. 12 imamın masum olduğunu iddia ederler. Ehli sünnetten ayrılan birçok yönleri varsa da bid'at ehli olan müslümanlardır.

Ancak bugün gerek Türkiye'de ve gerekse dünyada kendisini sünnî kabul eden veya şii alevî, sayan bazı kişilerin ne sünnîlikle ve ne de şiilikle alakası kalmamıştır. Bugün Türkiye'de kendilerine alevî denilen insanlar, alevîlik nedir, şiilik nedir? bilmedikeri gibi sünnîlik nedir, onu da hiç bilmiyorlar ve dolayısıyla  alevilikle hiçbir alakası olmayan Hz. Ali ve evladının takip ettiği  İslam davası ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan bir kısım ateist bu alevi vatandaşların cehaletinden istifade ederek, siyasi ve şahsi çıkarlarına alet  etmeye çalışıyor ve dış güçlerden de aldıkları desteklerle bir kardeş kavgası için uğraş veriyorlar. Sünni bir aileden geldiği için halk arasında sünni kabul edilen bir kısım ateist insanlar da yine İslam'ı bilmeyen sünnîleri aldatarak siyasi ve şahsi çıkarlarını devam ettirmek için çalışıyorlar.

Gerek sünnî ve gerekse alevî insanımıza tavsiyem, İslam'la  alakası olmayan bu insanların tahriklerine kapılmamaları ve hiç vakit kaybetmeden İslam'ı öz kaynaklarından öğrenerek inancımızın gereğini  hayata  geçirerek sapıklara, din ve millet düşmanlarına fırsat vermemelidir. Ancak böylece fitne, tefrika ateşi söndürülebilir.

 

UYANIK OLALIM

 

"Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsin ve sefa sürsünler bakalım! Ama yakında bilecekler!" (Ankebut/66)

Tarih yalan söylemez. Yalan söyleyenler tarihi yazanlardır. Onun için gerçek insanlık tarihini ilahi kitaplardan ve Peygamberlerden öğrenebiliriz. İkinci derecede dini bütün müslüman tarihçilerin yazdığı kitaplardan faydalanabiliriz. Çünkü Allah celle celaluhun varlık ve birliğini inkâr eden, Peygamberliğini güneşten daha açık ve berrak olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in nübüvvetini tanımayan Kur'an hakikatları karşısında kör, sağır ve dilsiz olan kişilerden daha yalancı kim olabilir. Ve ateist, Yahudi, Hristiyan ve fasıkların haberlerine nasıl itimat edebiliriz? Elde ettikleri geçici dünya nimetlerine bakarak onlara nasıl imrenebilir onlara benzemeye çalışır ve onlar karşısında aşağılık duygusuna kapılabiliriz?

Her toplumda zalim, sahtekâr, yalancı, ikiyüzlü, müfterî, homoseksüel, deyyus ve iffetsizler kınanır ve horlanır. Bugün bütün bu kötü sıfatlarla beraber daha nice ahlâksızlık ve pislikleri bünyesinde toplayan Batı toplumuna bir müslüman nasıl rağbet edebilir ve bütün bu soysuzlukları nasıl medeniyet telakki edebilir? Biz bir müslüman olarak onlarla dost olamayız, onlara güvenemeyiz ve onlardan kaynaklanan haberlere itimat edemeyiz. Çünkü onlar İslam'ın düşmanıdırlar. Düşmandan iyilik beklemek kadar gaflet olamaz. Ancak onlarla geçici ve maslahat icabı  anlaşmalar yapabiliriz Tarih boyunca kâfir, müşrik  ve münafıkların müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkenceleri Kur'an ve sünnetten öğrenmeye çalışalım ve her zaman onlara karşı müteyakkız olalım. Nuh aleyhisselam 900 yıllık tevhid mücadelesini, İbrahim aleyhisselam'ın kavmine karşı akla ve nakle dayanan  ve insanlık tarihinin destanlaşan mücadelesini, Musa Aleyhisselamın Firavun, Haman, Karun ve kavmine karşı savaşını, İsa Aleyhisselam'ın  ve Hz. Meryem ile Yahidiler arasında vukû bulan hadiseleri ve nihayet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Ebu Cehiller ve İbni Selullere karşı yaptığı ve zaferle neticelenen tevhid mücadelesini öz kaynağından öğrenelim. Ve daha sonraları meydana gelen hadiseleri bu bilgilerin ışığı  altında değerlendirelim. Aksi takdirde aldanırız, aldatılırız, zarar ve ziyana uğrarız. Tarihini bilmeyen veya tarihini unutan milletler, yeni musibet ve belâlara hazır bulunsunlar.

Haçlı seferlerini hatırlayalım. İslam ülkelerinde  ne cinayetler işlenmiş, insan eti yiyen bu batılı vahşiler, Anadolu, Suriye ve Filistin'de insanlığın yüz karası canavarlıklar yapmışlardır. Endülüs 7800 yıllık İslam ülkesinde Müslümanlar diri diri ateşte yakılmış, şehirler mabedler harabeye çevrilmiştir. Balkanlar'da ve Anadolu'da, Sırp, Hırvat, Bulgar, Yunan ve Ermenilerin yaptığı vahşeti yazmak ve anlatmak bile korkunçtur. Ruslar'ın Kafkaslarda ve Orta Asya'daki cinayetleri tam bir soykırımdır. Avrupalı ve Amerikalıların Afrika ve Uzak Doğuda yaptıkları zulmü çocuk ve kadın demeden yığın yığın insanları evlerini ve köylerini basarak vapurlara doldurup köle olarak Avrupa ve Amerika'ya taşıdıklarını nasıl unutabiliriz.

"Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar. İbret alınsaydı hiç tekerrür mü ederdi." Evet tarihi cinayetlerin, vahşetlerin tekerrür etmemesi için tarihi hadiseleri unutmamak ve ondan ibret alarak zâlim ve müstekbirlere fırsat vermemek gerekir. Bugün Bosna'da, Çeçenistan'da, Filistin, Keşmir ve benzeri İslam ülkelerinde kâfirlerin zulmü devam ediyorsa tarihi hadiselerden ibret almayışımız, o hadiseleri unutuşumuz ve aslımızdan kopumuşuzdandır. İnsan haklarından dem vuran Batılı sahtekarlar, iki yüzlülüklerini, çifte standart kullandıklarını gizlemiyorlar. Bir gavurcuk için dünyayı ayağa kaldıranlar, oluk oluk akan müslüman kanı karşısında duyarsız kalıyorlar. Onlar için müslüman, evindeki kedisinden daha değersizdir. Kedisini kurtarmak için yüzlerce müslümanı feda edebilir. Bir varil  petrol için çocuk kadın demeden binlerce müslümanı katledebilir. Körfez Savaşı bunun için yapıldı. Kara  kalbliler, kara petrol için gerek Kuveyt ve gerekse Irak'ta binlerce müslümanın katili oldular. Yıllardır PKK'yı destekleyen, onlara silah veren kukla bir kürt  devleti kurmak için çalışan yine bu batılı milletlerdir. Ya içimizdeki uşaklar, gafiller ve satılmışlar. Onları asla gözardı etmeyelim. onlar içimizdeki güvedirler. Onları iyi teşhis edelim. Ajanları tanıyalım,  gafilleri uyaralım. Ajanları millet önünde teşhir edelim. Onlara fırsat vermeyelim. Uyanık olalım. Uyuyan uyanık olana, oturan yürüyene, yürüyen koşana ulaşamaz. Devlete talip olalım. Büyük işler küçük hesaplarla başarılamaz. Büyük işler bilgi ister, insan ister, teşkilat ister, fedakârlık ister. Samimiyet ve  ihlas ister. Müslümanların bugünkü zilleti, bundan mahrum oluşumuzdandır. Ayakların baş oluşundan, başların boş oluşundandır.

 

ENDERÛN MEKTEBİ 

 

Milletlerin geleceği, uyguladıkları eğitim ve öğretim sistemine ve yetiştirdikleri nesillere bağlıdır. Millet ve devletlerin yükseliş ve düşüş grafikleri eğitim ve öğretim sistemlerinin yükseliş ve düşüş grafikleri ile orantılıdır. Eğitim ve öğretim işini önemseyen ve baş mes'ele edinen, bedenen ve rûhen sağlıklı nesiller yetiştiren toplumlar madden ve mânen  yükselmiş ve üstün medeniyetler kurmuşlardır. Her hususta olduğu gibi eğitim hususunda da en mükemmel örneğimiz elbette Peygamberî eğitimlerdir. "Muhakkak ben muallim olarak gönderildim." buyuran  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, puta tapan ilkel bir toplumu misli görülmemiş bir şekilde eğitmiş, vahyin arı, duru kaynağından doyasıya sulamış ve en yüksek ilim adamları, idareciler ve komutanlar olarak yetiştirmiş ve  onlar kıyamet sabahına kadar örnek alınacak kıymetler olmuşlardır.

Asr-ı Saadeti takip eden dönemlerde iyi insan, kâmil insan yetiştirmenin bilincinde olan müslüman milletler gerek devlet eli ile ve gerekse vakıflar vasıtasıyla çok mühim eğitim ve öğretim müesseseleri tesis etmişlerdir. 625 yıllık devlet hayatının 320 yılını dünyanın rakipsiz tek süper devleti olarak sürdüren Osmanlı devleti ise, hem eğitim ve öğretim sistemini ve hem de eğitim öğretim müesseselerini asırlar ötesine ışık tutacak boyutlara ulaştırmışlardır. Bir ihtisas üniversitesi, bir eğitim harikası diyebileceğimiz  ENDERÛN MEKTEBİ bu müesseselerden sadece biridir.

Osmanlı'da, yönetici ve askerlerin  eğitimi devlet tarafından yapılır, diğer eğitim ve öğretim işleri birer gönüllü kuruluş olan vakıflarca yürütülürdü. Bu durum 19. asrın başlarına  kadar böyle devam etti. Bu tarihten sonra devlet eli ile de ilk, orta ve yüksek okul müesseseleri kurulup işletildi. Ancak vakıflar da yaptıkları eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam ettiler.

Osmanlı saray teşkilatı 3 bölümden ibaretti.

1. Birûn - Dış kısım.

2. Enderûn - İç kısım

3. Hârem - Padişah dairesi

Orduda ve devlet teşkilatında mühim görevler için yetiştirelecek kişilerin eğitim ve öğretimi sarayın ENDERÛN kısmında açılan mektepte yapılıyordu. Onun için bu mektebe ENDERÛN MEKTEBİ deniliyordu. Sarayda iki çeşit eğitim vardı. Birincisi, şehzadelerin eğitimi ki, bunlar bir yaşını tamamlayınca sütten kesilir ve lâla denilen çok iyi eğitimcilere teslim edilirlerdi. Beş veya altı  yaşlarına gelince de ilk öğretimleri başlatılır. Bu arada ata binmek  ve silah kullanmakta öğretilirdi. Şehzadeler belirli bir yaşa geldikten sonra da yine lâla eşliğinde Anadolu'da bir sancağa gönderilir -ki bu sancaklar ekseriya Amasya ve Manisa sancaklarıdır. Ve devlet işleri teorik ve pratik olarak en üstün seviyede öğretilirdi.

İkincisi,  seçkinlerin eğitimi ki, Bosna fethedildiği zaman Bosnalı Boşnaklar toptan müslüman olmuşlardı. İşte bu müslüman ailelerin çocukları ve Anadolu ve Rumeli'deki hıristiyan ailelerden büyük bir titizlikle toplatılıp İslamlaştırılan çocuklar önce, Edirne Sarayı, Galata Sarayı, Sultan Ahmet'deki  İbrahim Paşa Sarayı ve Küçük Çekmece'deki İskender Çelebi Sarayındaki mekteblerde eğitim  görürler ve bu hazırlık saraylarında iyi yetişen, terbiye ve ahlâkları mükemmel olanlar seçilerek Topkapı Sarayındaki ENDERÛN MEKTEBİ'ne  alınırlardı. Artık bu seçilmiş talebeler, çok değerli hocalar tarafından gerek orduda ve gerekse devlet teşkilatında en yüksek vazifeleri deruhte edebilecek seviyede üstün bir eğitim ve öğretime tabi tutulurlardı. Bu talebelere itaat, terbiyeli olmak, alçak gönüllü davranış büyük bir ısrarla öğretilirdi. Başarı gösterenler en iyi bir şekilde mükafatlandırılırdı.

Enderûn Mektebi'nde yetişenler arasındaki bağlılık çok kuvvetli idi. Mektebin terbiye şekli zor ve uzundu. Talebeler ile yalnızca mektebte değil bütün hayatları boyunca ilgileniliyordu.

Öğretimin başından sonuna kadar ilgiye, kabiliyete ve ferdi farklılıklara öncelik tanınıyordu. Türkçe, Arabça, Kur'an-ı Kerim ve farzı ayın olan dini ilimler talebelerin mutlaka hepsinin takip etmesi zorunlu derslerdi. Bu derslerin dışında özel kabiliyet gösterdikleri konulara ağırlık verilir ve yetiştirilirlerdi.

M. Baudeir 1624 tarihinde Enderûn Mektebi hakkında şöyle yazmıştır:

"Osmanlı'nın başarılarına şaşmamak lazım. Çünkü onlar elit tabakaları nasıl yetiştireceklerini, gençleri nasıl disipline edeceklerini ve onları mükemmel insanlar haline getirirken kabiliyetlerine göre nasıl taltif edeceklerini biliyorlar."

 

 

HERŞEY YERİNDE GEREK   

 

İşlerini kadına tevdi eden bir millet asla felah bulamaz." (Hadis-i Şerif)

İslam dini her hususta olduğu gibi, kadınlar hususunda da en mükemmel ahkâmı vaz etmiş ve onlara fıtratlarına en uygun vazifeleri tevdi etmiştir. O, çocukları  için bir mürebbi, bir muallim, kocası için bir yardımcı, bir sırdaş ve bir huzur ve saadet kaynağıdır. Bir merhamet çağlayanı, bir şefkat pınarı ve bir fedakârlık okyanusudur. Aile fertleri arasında zaman zaman meydana gelen burûdet ve sertlikleri yumuşatan, mayasındaki fedakârlık toprağına Nisan Yağmurları gibi yağıp, sevda güneşi gibi doğarak bahar çiçekleri ve sünbülleri açtırıp aileyi cenneti bir hayata kavuşturan bir dünya meleğidir o. Kur'an ve Sünnet ölçülerine uyduğu, vazife  ve selâhiyetleri çerçevesi içerisinde kaldığı müddetçe... Evet o, bu sınırı taşmadıkça bir dünya meleğidir. Aile onunla kıvam bulur. Cemiyet onunla mânâ kazanır. Fakat o, vazife ve selahiyetlerinin dışına taşar, fıtratına uymayan işlere karışır.  İffet ve namusunu ayaklar altına alarak analık özelliğini kaybederse o, cemiyet için bir fitne ve felâket olur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem "Dünya bir metadır. Dünya metaının en hayırlısı da iyi kadındır." buyurarak, iyi, namuslu, ahlâk ve iffet sahibi kadınların dünya nimetlerinin en iyisi olduğunu haber verirken, "Benden sonra erkeklere kadınlardan daha çok zararlı olacak hiç bir fitne bırakmadım." buyurarak ta kötü ahlâklı, iffetsiz, analık özelliğini kaybetmiş kadınlardan sakınmamızı ve onların cemiyeti ifsad etmelerine  fırsat vermememizi tenbih etmektedir.

İslam dini erkek ve kadına kendi fıtratlarına uygun vazife ve  selahiyetler vererek gerçek manada erkek-kadın eşitliğini sağlamıştır. Kadını insan saymayan, kız çocuklarını diri diri gömen onu mirascı yapmayan, kocası tarafından köle gibi satılan, şehvetleri tatmin vasıtası olarak telâkki edilen zihniyet ve uygulamalar İslam'ın gelişiyle ortadan kaldırılmış ve kadın gerçek hüviyetini kazanıp, hakiki hürriyetini elde etmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem veda hutbesinde şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'dan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah emaneti olarak aldınız. Onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz.   Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır."ve "Cennet anaların ayakları altındadır." "Kim iki kız çocuğunu erginliğe erişinceye kadar besleyip büyütürse kıyamet gününde (iki parmağını bitiştirip işaret ederek) Şöylece beraber oluruz."

Kadınların insan sayılmadığı ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir zamanda İslam'ın ne müthiş inkılablar yaptığı bu beyanlardan da anlaşılmaktadır.

Yerli ve yabancı birçok yazar İslam'da kadına verilen önemi kavrayamamış ya cehaletlerinden veya maksatlı olarak İslam'a hücum etmişlerdir. Aralarında insaflı olanlar da vardır nitekim. Fransız filozofu Voltaire şöyle diyor; "Bütün dünyaya iftira eden bizim yobaz papazlar senin dininin zevke hitap eden bir din olduğu için tutunduğunu belki bin defa söylediler. Hepsi de yalan söylemiş bu zavallıların senin dinin  çok asil. Keşişlerimizin asıl zoru müslüman olan Türklerle idi. İstanbul'un fatihlerine başka türlü karşı konulamayınca onlar aleyhine sürü sürü kitaplar yazıp durdular. Sayıca yeniçerilerden üstün olan yazarlarımız, kadınları partilerine kazanmaya uğraştılar Güya Muhammed Aleyhisselam kadınları akıllı mahluklardan saymazmış. Kur'an'ın hükümlerine göre hepsi köle imiş. Bu dünyada hiç bir varlıkları olmadığı gibi, cennette de yerleri yokmuş. Baştan başa yalan olan bütün bunlara kuvvetle inanılmıştır. Bu yanlış inancı değiştirmenin çaresi Kur'an'ın ikinci ve dördüncü surelerini okumaktır."

Bedenen ve ruhen zarif, çok merhametli, şefkatli ve duygusal olarak yaratılan kadın, toplumun ağır işlerinden, devlet idaresinden, muaf tutulmuş ve böylece hem kadın hem de toplum korunmuştur.

Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Başkanlarınız en hayırlılarınız, zenginleriniz de cömertleriniz olunca ve işleriniz aranızda istişare ile yürüyünce yerin üstü, sizin için yerin altından hayırlıdır. Fakat reisleriniz en kötüleriniz, zenginlerde cimrileriniz olur ve işleriniz kadınlarınızın emir ve havalesinde bulununca o zaman yerin altı, sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır."

Ebu Bekre radıyallahu anh şöyle rivayet ediyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem İran kisrasının kızı BORAN'ın devlet reisliğine getirildiğini duyunca şöyle buyurdular: "İşlerini kadına tevdî eden bir millet asla felah bulamaz."

Görülüyor ki kadınların kendi sahalarının dışında vazife almaları ve hele devlet idaresi gibi çok mühim ve ağır bir yükün altına girmeleri hem kendileri için ve hem de millet için bir felâket olmaktadır. Bunun kadın hakları ile veya kadını küçük görmek ve göstermek ile hiç bir ilgisi yoktur. Her şey yerinde bulunursa kıymet taşır. Sakal erkek için nasıl bir ziynet ise, kadının yüzünde kıl bitmemesi de onun için ziynettir. Yüzünde sakal bitmiş bir kadın bu durumdan elbette rahatsız olur. Kadını kadın, erkeği erkek olarak tanımak ve kendi fıtratlarına uygun vazife ve selâhiyetler vermek ilâhi bir kanundur. Bu kanunu çiğneyen milletler felah bulamaz. Zillet ve meskenete düçar olur. Başka milletlerin sultasından kurtulamaz.

 

HAYVAN MAZUR SEN MES'ULSÜN    

 

Allah'ı unuttuğun an, yoldaşın şeytan olur."    (Feridüddin  Attar)

Kişi nefsini  ön plana çıkarır, yaratanını unutursa, bütün kötülüklerin mahzeni haline gelir. Allah'ı unutan kişi, bütün faziletlerden mahrum olur. Çıkar ve menfaatlerini putlaştırır. Rabbine kulluk etmeyen, nefsine, şeytana, makam ve mevkiye, mal ve mülke, şan ve şöhrete ve bunlara ulaşabilmek için vasıta olan herşeye kulluk eder. İnsan odur ki yaratılışına uygun davransın. Niçin yaratıldığını bilmeyen veya bilipte yaratılışına uygun hareket etmeyen nasıl insan olabilir? Sûreten insansa da, sîreten insan sayılabilir mi? Ruh ve manasını, maddeye ve materyalizme tutsak etmiş bir kişi, millete ve vatana nasıl hizmet edebilir? Köle efendisinin hizmetinde iken, başkaları ondan nasıl yararlanabilir? Şeytana cennetin yolunu sormak, cehennemi boylamak olur. Nefsine ve şeytana hizmet eden kişiden, millet hayrına birşey beklemek ve onu devlet idaresinde görevlendirmek, tilkiyi civcivlere çoban yapmaktan, kediyi  ciğere bekçi tutmaktan daha da abtalca bir iş olmaz mı?

Şu ihtiyar dünyamızda olanlara bir bakalım. Olup bitenleri ve halen olmakta devam edenleri, insanım diyebilen kim kabullenebilir? Bosna'da, Çeçenistan'da, Keşmir v.b.  yerlerde sergilenen vahşet karşısında suskun, tasvibkâr ve bazen de yardımcı olan bir insanlık... Kendini medenî kabul eden, insan haklarına saygılı sayan bir insanlık  düşünün... Düşünün de düşüncelerin donduğunu, duyguların söndüğünü ve beşeriyetin bönlüğünü görün. İzzetin yerini zilletin, iffetin yerini vahşetin,faziletin yerini rezâletin, aklın yerini şehvetin, doğrunun yerini eğrinin hülasa bütün iyiliklerin yerini kötülüklerin nasıl istila ettiğini görün.

Bir fermanla Fransa'daki dansı yasaklayan ecdâdın Kanuni'ye inat 'kilise koridoru' adlı dans grubuna sanat adı altında Ayasofya'da  dans ettiren ve Ayasofya'nın bir camiden daha çok bir kilise olduğunu zımnen kabul eden bir kültür bakanını düşünün. Bir fetih armağanı olarak, Fatih tarafından camiye tebdil edilen Ayasofya, fahişelere peşkeş çekilirken, yeniden cami olmasını sağlamak şöyle dursun, senin ziyaretin esnasında namaz kılmana bile müsaade edilmiyor. Ve senin  camine düşman, tarihine düşman, kültürüne düşman bir karanlık insan, bütün bunlara rağmen, halen bakanlık koltuğunda kalabiliyor. Memurların cuma saatinde, cuma namazlarını kılmalarını sağlamak için  verilen kanun teklifine karşı çıkan ve bu en tabi insan haklarına tahammül gösteremeyen bu zihniyet, dün camileri ahır yapan, ambar yapan, Kur'an öğrenmeyi yasaklayan, din ve tarih düşmanlığını politikasının temel felsefesi yapan, Fatih yâdigarı Ayasofya'yı müzeye çevirerek koca Sultan'ın lânetini celbeden CHP zihniyetidir. Bu zihniyet ister CHP tabelası altında ve isterse başka tabelalar altında olsun ne farkeder. Bu ucûbe zihniyet, Jön Türkler, İttihad ve Terakki Fırkası güzergahında devam  ederek CHP gecekondusunda karargâh kurdu. Hilafet bu gecekonduda, gecekondu kararlarla kaldırıldı.  Bu millete ve vatana 500 küsür yıl hizmet etmiş bir hanedan bir gecede, evinden ve yurdundan edildi ve "şeriat mülgadır"  kararı da yine bir gecekondu aceleciliği ile kanunlaşıverdi. Tarihini, dinini, örf ve geleneklerini inkâr eden, tahrib eden hiçbir toplum payidar olamaz. Zalim ve mazlumlardan meydana gelen topluluklar asla huzur bulamaz. Bugünkü kargaşa ve terörün temelinde devlet terörü vardır. İdarecilerin zulmü vardır.

Hz. Ali kerremallahu veche şöyle diyor: "Şahsınıza fenalık eden bir düşmanı affediniz." Çünkü hiç bir şahsın  vatan, millet ve dine fenalık eden, ihanet eden kişiyi affetme yetkisi yoktur.

Ebu Bekir Nessac: "Suyu hayal etmek susuzluğu gidermez, ateşi düşünmekle ısınamazsınız." demektedir.

Artık zaman, hayallerin hakikate, düşüncelerin, kaleme, kelama ve amele dönüşeceği zamandır. Zaman, ilim, amel, tebliğ ve cihad zamanıdır. Gafletten sıyrılıp, fetret devrinin karanlık dehlizlerinden fırlayıp, Kur'an'ın aydınlığına koşulacak zamandır. Bütün bir millet olarak ayağa kalkıp İbrahimî bir vecdle bütün putları kırıp, tağutları yıkıp Rabbe yönelerek, insanlığın kurtuluşu için uğraş verme zamanıdır.

"Zaman gösterdi ki, cennet ucuz değil, cehennem dâhi lüzumsuz değildir." Bediüzzaman.

Sabah olunca sığırlar ahırlarından, davarlar ağıllarından, kuşlar yuvalarından, midelerini doldurmak, şehvetlerini tatmin etmek için ayrılırlar. Ey insan! sende evinden aynı maksatla çıkarsan, hayvandan ne farkın kalır. Halbuki hayvan mazur, sen mes'ulsun.

Birinci Cihan savaşı sonlarına doğru İstanbul Avrupalı devletler tarafından  işgal edilmiş, Hilafet merkezi kederli ve mahzun. İşte o günlerde muhteşem bir cemaat başlarında Halifeyi müslimin Sultan Mehmed Vahdettin olduğu halde Fatih yadigârı Ayasofya'da, bir cuma akşamı toplandılar. Ve alemi İslam'ın kurtuşu için dua ettiler. Kur'an-ı Kerim ve mevlid-i şerif okudular. Bu muhteşem manzarayı gören Yahya Kemal Beyatlı "Topkapı'da, emaneti mukaddese dairesinde Yavuz Sultan Selim'den beri bir saniye ara verilmeden kırk hafız tarafından sürekli okunan Kur'an-ı ve Ayasofya'da azametli  dua saatlerini gördükten sonra, İstanbul'dan niçin hâla çıkarılmadığımızı daha iyi anlıyorum" demiştir.

Müslümanın lügatında ümitsizlik yoktur. O en zor şartlar altında bile ümidini yitirmez. İstanbul'un fethi Hendek savaşının en zor günlerinde müjdelenmişti. Yeni fetihlerin ve gerçek kurtuluşun müjdelerini İslam aleminin bu en zor günlerinde bekleyelim. Sancıların şiddetlendiği bu günlerde sevda çiçekleri açacak ve hayırlı doğumlar olacaktır. (İnşaallah)

 

 

 

LÜZUMSUZ ŞEYLERLE MEŞGUL OLMAYALIM

 

"Lüzumsuz şeylerin peşinde koşan, lüzumlu şeyleri kaçırır." (Hz. Ali k.v.)

Düşüncelerimizde, konuşmalarımızda, yazdıklarımızda ve işlerimizde lüzumlu ve lüzumsuz onlanların ne olduğu hususunda ciddi bir mütalaada bulunduk mu? Veya böyle bir mütalaa yapmamız gerektiğini düşündük mü? Şayet düşündük ve mütalaa ettiysek sonuç nasıl oldu? Zamanımızı lüzumsuz şeylerle israf mı ettik? Veya lüzumlu meşgalelerle değerledirdik mi?

Akşamleyin evimize geldiğimizde ne yapıyoruz? Eşimiz, çocuklarımızla neler konuşuyoruz? Mesela, işyerimizde, büromuzda, çalıştığımız müesesede neler olup bittiğini, müşterilerle nasıl çekiştiğimizi, mesai arkadaşlarımızla nasıl ağız kavgası yaptığımızı, v.s. v.s. durumdan anlatıp aile efradımızı huzursuz mu ediyoruz?

Sabahleyin  işyerimize döndüğümüzde, geç saatlere kadar seyrettiğimiz t.v. proğramlarını birbirimize anlatarak döviz ve borsadaki iniş ve çıkışlar karşısında hop oturup hop kalkarak, kâh birbirimize, kâh hoşlanmadıklarımıza sövüp sayarak, dedikodu, gıybet, bir sürü boş  ve lüzumsuz lakırtılarla vaktimizi öldürüyor muyuz? İş değil lâf üreten bir toplumdan faideli hizmetler beklenebilir mi?

Bir müslüman olarak çok büyük sorumluluklar altındayız. Nefsimize, ailemize, milletimize, vatanımıza karşı sorumluluklarımız var. En büyük sorumluluğumuz ise Rabbimize karşı olan sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluklarımızın neler olduğu hususunda hiç düşündük mü? Sorumluluklarımızın neler olduğunu öğrenmek için çaba gösterdik mi? Şayet bu sorumluluklarımız hakkında bilgi sahibi oldu isek sorumluluklarımızın gereğini yapmak için bir çalışmamız bir eylemimiz oldu mu?

Maaşla çalışan maaşının, ticaretle iştigal eden kazancının hesabını yapıyor ve ona göre gelir ve giderini dengelemeye çalışıyor. Şayet bunu yapmazsa, maaşlı borç girdabında boğulacağını, tüccar ise iflas edeceğini iyi bilir. Müslümanlar olarak yaşantımızın planını yapmaz boş ve lüzumsuz meşgalelerle zamanımızı zayi edersek, manen iflas etmiş olmaz mıyız?

Hayat kitabımız, Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğuna inanırız da, onu okuyup anlamak için niçin çaba göstermeyiz. 24 saatlik günlük yaşantımızda onu öğrenip anlamaya bir saat olsun ayıramazsak müslümanlığımız nice olur? Düşünce hayatımızı bir sürü boş hayallerle, meşgul edip, kalbimizi hiçbir kıymet taşımayan hislere, havatıra ve masivaya mahkum eder dilimizi, müslümana yakışmayan çirkin sözlerle kirletirsek, herşeyden  önce  kendi nefsimize zulmetmiş olmaz mıyız?

Yakınlarımız ölür, komşularımız ölür, ibret alıyor muyuz? Ölümü tefekkür ede ede ölümü öldürebiliyor muyuz? Ölüme koşanlar, aslında ölümü ve hayatı yaratan Rabb Tealaya koşuyorlar. Gaye Allah olunca, ona vuslat yolunda çekilen çile ve meşakkatler, bela ve musibetler, zindanlar ve ölümlerin, rahmet gülistanında  açan güller ve sünbüllerdir. Böyle bir bahar cünbüşünde korku ile ümidin, hasret ile vuslatın içiçe yaşandığı ufuklar ötesine yapılan sevda yolculuğu ne güzeldir diyebilecek gönül huzurunu, vuslat muştusunu yakalayabiliyor muyuz?

Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh: "Ömrünü faydasız boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini geçirir. Hasat zamanında pişman olur." der.

Hz. Ömer radıyallahu anh de şöyle demektedir: "Çetin hesap günü gelmeden önce, dünyada, kendinizi hesaba çekiniz. Çetin hesaptan önce bollukda (dünyada) kendini hesaba çekenlerin akıbetleri memnuniyet verici ve imrendirici olur. Kimi dünya oyalar ve günahları onu meşgul ederse onun akıbeti pişmanlık ve hüsran olur." Yine buyurur: "Seni ilgilendirmeyen boş işlerle meşgul olma, olmayan şöylerle dair soru sorma, çünkü o senin için yokta bir meşguliyetir."

Geliniz öncelikle kendi nefsimizde bir inkılab gerçekleştirelim ve hayatımızdan lüzumsuz, boş ve faydasız olan herşeyi söküp atalım. Evimizi, işyerimizi, büromuzu hülasa bulunduğumuz her mekanı, lüzumsuz ve faydasız olan herşeyden temizleyelim. Kendimizi ciddi bir sıygaya çekelim. Saatlerimiz, günlerimiz faideli hizmetlerle geçirelim. Boşa kafa yormaktan, dedikodu, gıybet, yalan yanlış söz etmekten boş ve zararlı şeyleri konuşmaktan şiddetle sakınalım.

Dünyamıza ve ukbamıza faide vermeyen her söz ve hareket mutlak zarardır. Faydamıza ve zararımıza olan neler yaptık görelim. Zararlı olanı terkedip faydalı olana devam edelim ve daha faideli işler yapmaya azmedelim.

Alıp verdiğimiz nefeslerin sayılı olduğunu asla unutmayalım. Hergün hayat duvarımızdan bir taşın düşüp temele doğru yaklaştığımızı, her geçen saatin, her atılan adımın bizi mezara doğru sürüklediğini hatırımızdan çıkarmayalım.

Her konuştuğumuzdan ve her yaptığımızdan mutlaka sual olunacağız. Öyleyse konuştuklarımıza ve yaptıklarımıza dikkat edelim.

Yiyip, içtiklerimize, giyip kuşandıklarımıza da dikkat etmeleyiz. Midemizi haram danve şüphelilerden korumalıyız. Aç ve perişan müslümanların varlığından haberdar olduğumuz halde kazancımızı nefsimiz için hapsetmek, nefsimiz için harcarken alabildiğine lüks ve israfa dalıp hayırlı hizmetlere yardımda, muhtaçlara tasaddukta cimrilik etmek kadar şuursuzca davranışlar müslümana yakışır mı? Biz müslümanız ve müslümana yakışır davranışlar sergilemeliyiz.

 

NE NASİBSİZLİK YA RABBİ

 

Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denildiği zaman,biz ancak islah edicileriz derler. Kesin olarak biliniz ki ,onlar ancak kötülük yapan bozgunculardır.Lâkin anlamazlar Bakara/11-12

Akıllı kişi,aklını aklı yaratana tabi kılandır.Akıl büyük bir nimet iken o yerinde kullanılmazsa  sahibi için  bir musibet olur. Akıllı geçinen, aklını beğenen nice müstekbirler,nice zalimler,Fravun ve nemrudlar ucub ve kibrin ateşinde helak olup gitmişlerdir.Akıl vahyin aydınlığında yürür,onun güzergahında yolculuk eder sefere çıkarsa hakka vasıl olur.Aksi takdirde kendini putlaştırır ve put gibi sabitleştirdiği sakim görüşlerini yaymak ve kabul ettirmek hususunda sadistleşir ve her türlü  hak ve hukuk kaidelerini tahrib eder.Bugün  yeryüzünde  meydana gelen korkunç tahribata, vahşet ve zulme baktığımızda  temelinde  aklı putlaştıran ideolojileri ve onun sadist savunucularını görmekteyiz.Onlar aklı, insanlığın hayrına kullanmak yerine ideolojilerini hakim kılmak için şeytani planlar üretmekle meşgul etmişler ve aklı çıkar menfaatlerinin aleti haline getirmişlerdir.

Herhangi bir şey kendi sahasının dışında kullanılırsa birçok özelliğinin kaybeder. Tabiatını uygun olan vazifeleri yerine getiremez. Akıl da böyledir. Onun yaratılışında hakkı bulma melekesi vardır. Fakat onu sürekli yanlış yerlerde kullanırsanız,bu meleke zaafa uğrar, doğru teşhis koymak hususunda yanılır. Kendi içinde çelişkilere düşer.Kavramları İdrak edemez,anlayıp kavrayamaz

 Allah teala bu hususu şöyle beyan ediyor: “Onlara; yeryüzünde fesad cıkarmayın denildiği zaman,biz ancak islah edicileriz derler. Bakara/11-12 Evet,fesadı ıslah, islahı fesad zanneder. Böylesi kişiler,tereddütler içerisinde yalpalayıp dururlar İç dünyaları karanlık düşünceleri  bulanıktır.

Çelişkilerle dolu bir düşünce, Çelişkilerle dolu bir fikir ve çelişkilerle dolu bir yaşantıları vardır. İç alemleri ile barışık değildirler.Kendi kendileri ile  ile kavga halindedirler.Bu gibi insanlar , başkalarından ibret almayan, hadiselere  ibret gözü ile bakamayan  ve netice itibari ile de kendileri başkalarına ibret  olacak bir yaşantı ve bir sona mahkum olan kişilerdir. Akıl adına aklı katledenlerdir.

Şeyh Sadi Şirazi: “Başkalarının musibetlerinden ibret al.Sakın başkaları senden ibret almasınlar.”der.Eğer Ebu Cehil,inat ve kibrinden ve riyaset hırsından dolayı Hz Musa’ya iman etmeyen Firavun’un kötü akibetinden ibret alsaydı,küfründe inat etmez Rasulullah sallallahu aleyhi vesellleme iman eder ve kurtulurdu.

Bahtiyar insanlar,geçmişten ibret alırlar ve böylece kendilerinden sonra gelenlere ibret olmazlar.Bir kuş başka bir kuşu tuza tutulmuş görünce artık tane tarafına yakın gitmez.”

Yakın ve geçici menfaatler hususunda başkalarından ibret almaya çalışır da uzak ve devamlı olan ve kurtuluşumuza ve ebedi hayatımıza tealluk eden hususlarda ibret almazsak,bu akl-ı selim sahibi bir insana yakışır mı.? Önümüzde yürüyen bir insan yanlışlık yapıp uçuruma yuvarlanarak helak olsa,biz aynı hatayı yaparmıyız.?

Fakat küfür ve şirkin zifri karanlığında yürüyüp neticede helak olanlardan, onların kötü akibetlerinden ibret alan kaç dinsiz bulabilirsiniz.Çok az.Mumyası satılığa çıkarılan heykeline ip bağlanılarak sürüklenen Lenin,adı anılınca tiksinilen Stalin’in şu akibetlerinden ibret alıp kömünizme lanet,dinsizliğe lanet deyip, Allaha dönen, İslama dönen kaç kömüniste rastlayabiliyoruz. Ne nasibsizlik ya rabbi!

Geçenlerde ateistlik, dinsizlik hastalığının amansız pençesine tutsak olmuş,din düşmanlığını kendisine uğraş yapmış bir zavallı insan,geride kalanlara ibret olacak bir yaşantıyı noktaladı.Aşağılık duygusunun,basiret körlüğünün,fazilet yoksunluğunun kişiyi ne derekelere düşürdüğünün,çelişkilerle dolu bir hayatın çarpıcı örneklerini sergileyerek göçüp gitti.

Bu zavallı insana ağıtlar yakan,övgüler yazan kişiler acaba onun yazarlığına  ve Türk Edebiyatındaki mizahlarına yani onun sanat yönüne mi hayran yoksa küfrüne,din düşmanlığına ve küfür edebiyatına mı ? Onun ardından ahu vah edenlere bakarsak onlar bu zavallı insanın yazarlık sanatından dolayı deyil onun küfür, şirk ve din düşmanlığından dolayı methiyeler de bulunuyorlar.Ve böylece gerçek niyetlerini ve tiynetlerini göstermiş oluyorlar.Mensubu olduğu bir milletin dinine küfreden,yüzde altmışını  ahmaklıkla itham eden, Sivas ta bir kısım insanların ölümüyle sonuçlanan hadiseleri tezgahladığı sabit olan bu insanın,bir kısım hükümet ve devlet erkanı tarafından kahraman gibi anılması,övgüler dizilmesi,millete rağmen millet ve din düşmanlarına özel itina gösterilmesi  üzerinde  önemle durulması gereken bir husustur.İbret almaları şöyle dursun,şu halleriyle bu insanların tutumları ibretamiz bir durumdur. Milleti idare edenlerin millet düşmanlarına,din düşmanlarına bu kadar yakın olmaları, onlara bu kadar yakın alaka göstermeleri ve onları savunmaları millet olarak ibret almamız gereken mühim bir hadisedir.

İnsafsız meliklerden birisi bir âbide sordu :

-İbadetlerden hangisi efdaldir? Âbid:

-Senin için öğleye kadar uyumak efdaldir. Çünkü uyuduğun müddetçe halkı incitemezsin

“Bir zalimi öyle vakti uyumuş gördüm de,bu fitnedir. Fitnenin uyumuş olması iyidir.dedim.”

Uykusu uyanıklığından iyi olan kötü yaşayışlı kimsenin gebermesi iyidir.Fitne uyumuştur.Allah onu uyandırana lanet etsin’’(Gülistan) NESİN  fitnesi sustu.Onu övgülerle,çeşitli etkinliklerle uyandırmaya çalışanlar,fitneyi uyandıranlardır.

Haccacı Zalim,Bağdatta duası makbul bir zatı huzuruna cağırttı ve ondan hayır dua  istedi. O zat  şöyle dua etti:

-Ya Rabbi ! Haccac’ ın canını al.

Haccacı Zalim:

-Allah için söyle bu nasıl duadır dedi.

O kişi:

-“bu hem senihn için hem de bütün müsylümümanlar için hayırlı duadır”. Diye cevap verdi.’(Gülistan)

 

Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar.

İbret Alınsaydı hiç tekerrür mü eder di.

 

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ. 2

YAZMAK VE KONUŞMAK.. 3

NASIL BİR  EĞİTİM, NASIL  BİR  İNSAN?. 7

YÖNLENDİRMEK.. 9

UYGULAMAK.. 10

OKSİJEN  ÇADIRIMIZ:  SOHBET. 11

NİZAM-I ÂLEM MEFKÛRESİ 13

İSTİŞARE,İTAAT. 15

O MÜ'MİNLER.. 16

YABANCI 17

KAHTÜ'R - RİCAL. 19

ÖNDERİMİZ RASÛLÜMÜZ. 21

HÜR OLMAK.. 24

İSLÂMî VASAT. 25

ASRIN NERONLARI TARİHİN YÜZKARALARI 26

MÜ'MİN GIBTA EDER, MÜNAFIK HASED EDER.. 28

BA'SU BA'DEL MEVT. 30

HİCRET. 32

MÜSLÜMANCA YAŞIYOR MUYUZ?. 33

DEĞERLERİMİZE SAHİP ÇIKALIM.. 35

DÜNYAYA DALIP GİTMEYELİM.. 37

İMAN-KÜFÜR MÜCADELESİ 38

ÖLÜM VE HAYAT BİR DENGEDİR.. 39

FARE ASLAN DOĞURMAZ. 40

DÜN ÖYLE İDİK YA BUGÜN?. 41

GENÇLERLE SOHBET. 42

İYİLERİN TENBELLİĞİ KÖTÜLERİN FAALİYETİDİR.. 44

HİZMETLER İSTENEREK VE COŞKU İLE  YAPILMALIDIR.. 45

ÇARE İSLAM.. 46

İYİLİĞE DESTEK KÖTÜLÜĞE KÖSTEK.. 48

FASIKIN HABERİNE İLTİFAT ETMEYELİM.. 49

DOSDOĞRU OLMAK.. 51

LÂİKLİK DİNİ 52

DOST YÜZLÜ DÜŞMAN.. 55

HAYIRLI ÜMMET. 58

MÜSLÜMANLAR! BİZE NE OLUYOR?. 60

CAN FEDA OLUNCA CANANA.. 62

BARÂN-I RAHMET. 64

HAYYA ALEL CİHAD!.. 67

RIBBUYYÛN OLALIM.. 69

NESLİ CEDİD.. 71

MÜTEFEYYİGÛN.. 71

İLİM İMAMDIR.. 73

KİTAPSIZ MEDENİYET OLMAZ. 74

ALDATAN PUT. 75

KÖRLER ÜLKESİ 75

İLÂHî MESAJ 76

ALÇAKTAN İYİLİK BEKLENMEZ. 77

ATEŞTEN, VUSLATA YOL VAR.. 78

KUR'AN'IN GÖLGESİNDE. 80

KÂLBLERİ KARMA KARIŞIK.. 82

GÖNLÜMÜZDEKİ LEYLÂLAR.. 85

KUR'AN AYI, ARINMA AYI 86

TOPLUMUN DİNAMİKLERİ 88

NİÇİN BURADA BEKLİYORSUNUZ?. 89

ZİLLETTEN  İZZETE. 91

FİTNEYE GEÇİT VERMEYELİM.. 92

UYANIK OLALIM.. 94

ENDERÛN MEKTEBİ 95

HERŞEY YERİNDE GEREK.. 96

HAYVAN MAZUR SEN MES'ULSÜN.. 98

LÜZUMSUZ ŞEYLERLE MEŞGUL OLMAYALIM.. 99

NE NASİBSİZLİK YA RABBİ 101

İÇİNDEKİLER.. 102