MEFKURE
İnsanlık serüveni müsbet ve menfi
grafikler çizerek zamanımıza kadar
ulaştı. Bundan sonra da yeni grafikler çizerek kıyamet sabahına kadar
devam edecektir. Bu serüven içerisinde Hak-Batıl mücadelesi zaman zaman netleşmiş
ve zaman zaman bulanmıştır. Zaman zaman Hak ve Batıl birbirine karıştırılmış
hak batıldan tefrik edilemez olmuş. Nice batıllar hak olarak algılanıp
uygulanmış. Nice hakikatler unutulup devlet ve millet hayatından silinmiştir.
Son yüzyıldan beridir çeşitli hile
ve desiselerle hakkı iptal batılı hakim kılma çaba ve gayretleri had safhaya
ulaşmış, millet dînî yönden cahil bırakılarak Hak-Batıl mücadelesinde Hakk'ın
safında yer almaları önlenmeye çalışılmıştır.
Milleti özbenliğinden, tüm
değerlerinden tecrid etmek, dinsizlik felsefesini hakim kılmak için görülmemiş
plan ve proğramlar uygulanmış zulüm ve işkenceler yapılmıştır. Onların bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı
vardır. Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. Nitekim 1950'li
yıllarda açılan İmam-Hatip liselerinde yetişen İmam-Hatip nesli ile yeni bir
uyanış ve diriliş başlamış ve bu diriliş zamanla diğer okullara ve
üniversitelere de sıçrayarak gençlik arasında yeniden aslına dönme, Kur'an'la
yeniden tanışıp İslamla yeniden buluşma ve İslamı hayata hakim kılma sevda
sevda gönüllere nakş olunmuş ve eyleme dönüşmüştür.
Bugün istenilen seviyede olmasa da
bu uyanış ve diriliş ufkumuzda yeni ümitler, yeni hilaller olarak tülû etmiş,
artık Hak-Batıl çizgisi netleşmiş ve müslümanlar bulunmaları gereken safları
farketmeye başlamıştır.
Bizde, bu Hak-Batıl mücadelesinde
Hakk'ın safında bir gediği doldurmak, kulluğumuzun gereği olan mücadelede
yerimizi almak için Nevşehir'de 4 yıl önce 15 günde bir yayınlanan İlk Adım gazetesini
çıkarmaya başladık. Bu gazetede bize de yazı yazmak imkanı verildi ve biz
"MEFKÛRE" köşesinde Hakk'ın
hakimiyeti batılın iptali için gayret sarfettik. İslamî hakikatleri duyurmaya,
insanımızı Hakk'a kılavuzlamaya çalıştık.
Mefkûre köşesinde yayınlanan bu
yazılarımızın bir kısım dostlarımız tarafından kitap olarak basılıp
neşredilmesi isteği üzerine bazı tashihler yapılıp, İlk Adım'da
neşredilmeyen bazı yazılar da ilâve edilerek bu kitap teşekkül etmiş oldu.
Tevfik ve hidayet Allah'dandır.
18 Cemazîevvel 1916
13 Ekim 1995 Cuma
NEVŞEHİR
ZEKİ SOYAK
Yazı
yazmak ve söz söylemek bir sanat ve bir maharet. Dil ve kalem ise bu sanatı
icrada mühim bir vasıtadır. Dürüst insana gereken bu vasıtaları hakka, doğruya
ve güzele kullanmaktır. Yazı vardır öldüren bir zehir, söz vardır kâlbe
saplanan bir hançerdir. Öyle yazı ve sözler vardır ki, onunla insanlar şirk ve
küfre düşer, milletler fitne ve fesad'a düçar olur. Yine yazı vardır, şifa
sunan bir bal, söz vardır hayat veren bir iksirdir. Öyle yazı ve sözler vardır
ki, şirk ve küfür onunla yok olur ve İslam dairesine onunla girilir ve dünya
hayatı onunla hiçlenir, şehadet arzusu kara sevda haline gelir. Kaybolmuş
ümitler onunla yeşerir. Esir olmuş yurtlar ve milletler onunla kıyam eder.
Ehli
hikmetten bir zat: "Dil keskin bir kılıçtır, nasıl keseceği bilinmez. Söz
geri döndürmesi kolay olmayan bir ok gibidir. Dil harekete geçmeden, sözü
söylemeden önce, dikkat et. Belki bir dostu üzersin belki bir Allah dostunun
kalbini kırarsın." der. Bir başkası da: "Doğru ol, doğruyu söyle. Üzüntü
getiren doğru, sevindiren yalandan iyidir." demektedir. Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemi öldürmek için gelen Ömer, Huzûru Peygamberîde "La ilâhe illallah , Muhammed
Rasûlullah" dedi ve böylece küfrün karanlığından,
imanın aydınlığına kavuştu. Kıyamet
sabahına kadar hayırla yâd edilecek, adâleti dillere destan olacak, "Emir-ül Mü'minîn"
mertebesine yükseldi. Ebû Cehil ise Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi
yalanladı, "Atalarımızın
dininden dönmeyiz." dedi. O da küfrün zifiri karanlığı içinde cehennemin dibine
kadar yuvarlandı. Bir söz ile Hz. Ömer radıyallahu anh âlem-i illiyyine
yükselirken, diğer bir sözle Ebû Cehil esfeli sâfiliynde alçaldıkça alçaldı.
Yermük savaşı müslümanların Bizansla yaptığı müthiş bir harbdir. Bir ara
mücahidler Bizans sürüleri karşısında
gerileyip bozguna uğradılar. Müslümanlar büyük zayiat veriyorlardı. Hz. Halid bin Velid radıyallahu anh: "Ey müslümanlar! Bedir savaşında
Rasûlü Ekrem'in yanında canını feda edenler sizin kardeşleriniz değil mi
idiler? Bu muharebede firar etmek neden icab ediyor?" diye haykırdı. Bozguna uğramış askerler
"Anamız
babamız sana feda olsun Ya Rasûlallah!" diyerek geri dönüp düşmana öyle bir
saldırdılar ki, Bizans ordusu büyük bir hezimete uğradı. Yermük Vadisi düşman
leşleri ile doldu.
Çaldıran'da
Yavuz Sultan Selim'e bir ara askerleri itaatsizlik ve serkeşlik yaptılar. Şah
İsmail'e karşı savaşmadan İstanbul'a dönmek istiyorlardı. Yavuz beyaz atına
bindi, üzengileri üzerinde doğruldu ve arslanlar gibi kükredi: "Er olanlar benimle gelsin,
korkaklar karılarının yanına dönsün." Bu yiğitçe söz karşısında askerler, Yavuz'un
peşine takıldı ve İran ordusu büyük bir bozguna uğrayarak dağılıp gitti.
Hikmet
ehli bir zat: "Konuşmana
dikkat et. İnsan faziletini konuşması ile gösterir. Akıl kendisini konuşma ile meydana kor. Bu
sebepden az konuş, öz konuş, az ve özlü söz hoş olur. Kısa ve manalı ifade
beğenilir. İçli insan öz konuşur, açık konuşur." der.
Zamanımızda
basın, kamuoyu oluşturmada ve kitleleri yönlendirip harekete geçirmede etkin
bir araçtır. Televizyonların çok etkin ve sürükleyici yayınlarına rağmen bu
özelliğini kaybetmiş değildir. Bugün birçok ülkede, basının gündemde tuttuğu
olaylar, hükümetlerin istifâsına, yönetimlerin değişmesine ve bir çok sosyal
çalkantılara sebep olmaktadır. Gazete, mecmua, televizyon ve radyolar çok güçlü
tebliğ vasıtalarıdır. Bu vasıtalardan en iyi bir şekilde faydalanma yolları
bulunmalıdır.
Üzülerek
ifade etmeliyim ki, bugünkü medya -çok
azı hariç- Kur'an ifadesi ile tam bir 'LEHV-el HADİS'* konumundadır.
Bununda
ötesinde din, ahlâk ve iffeti tahrip edici bütün faziletleri yok edici aşağının
aşağısı, bayağının bayağısı proğramlarla insanımızı öz benliğinden koparma
çabası içerisinde birbirleri ile yarış halindedirler.
Lokman
sûresi 6. ayette Allah celle celâluhu şöyle buyurmaktadır: "Bayağı insanlardan kimi de vardır
ki, Allah yolundan bilmeyerek sapıtmak ve onu eğlence yerine tutmak için lâf
eğlencesi satın alır. İşte onlara horlayıcı bir azab vardır."
Bu
ayetin nüzûl sebebinde, Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır, şöyle demektedir: "Nadr b. Haris ticaretle Fars'a
gidiyor. Acemlerin hikayelerini, efsane kitaplarını getiriyor ve bunları
Kureyş'e okuyarak, Muhammed size ad ve semûd hikayeleri söylüyor. Gelin ben
size Rüstem'in, İsfendiyar'ın, Kisra'nın hikayelerini anlatayım diyor ve bu
sûretle bir çoklarının Kur'an dinlemesine mani oluyordu. Bundan başka güzel bir
hânende cariye almış, birinin müslüman olacağını işittiği zaman onu alıp
cariyesine: "Haydi buna yedir, içir, söyleyiver" der, bu suretle eğlendirip, "gördün ya, bu Muhammed'in
çağırdığından, namazdan, oruçdan, onun önünde çarpışmaktan daha iyi değil
mi?" dermiş."
Zamanımızın
Nadr bin Haris'leri de, medya vasıtası ile insanımızın gerçekleri öğrenmesine,
Kur'anla buluşup İslamla tanışmasına, yeniden özbenliğine kavuşmasına mani
olmak için bütün imkanlarını seferber etmektedirler.
Bizler
de müslümanlar olarak, yazarak, konuşarak, sesli ve görüntülü medya vasıtasıyla
İslami hakikatları anlatmalıyız. Bu gibi İslami kuruluşlara madden ve manen
yardımcı olmalıyız.
Dilimizi
ve kalemimizi hakkın hizmetinde, hak ölçüler içerisinde kullanmalıyız.
"O,
bir söz atmaya dursun, mutlak yanında hazır bir gözcü vardır." (Kaf/18) ayeti kerimesi ve "Bir kulun imanı doğrulmaz, kalbi
doğrulmadıkça, kalbi de doğrulmaz dili doğrulmadıkça." (İmam Ahmed) "Ademoğlu sabahladığı zaman bütün
organlar dilden kifayetli olmasını isteyerek derler ki: Bizim hakkımızda
Allah'dan kork, çünkü bizim istikametimiz sana bağlıdır. Sen doğrulursan bizde
doğruluruz, doğruyu buluruz, sen eğrilirsen bizde eğriliriz." (Tirmizî)
"Kim
Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, hayırlı söz söylesin veyahut sussun."
(Tirmizî)
"Ademoğlunun
en çok hatası dilindendir." (Taberânî) "Sözü çok olanın hatası çok olur." (Ebu Nuaym) "Sözünden arta kalanı tutana, malından
arta kalanı (muhtaçlara) infak edene müjdeler olsun." (Bezzar) "Ademoğlunun iyiliği emretmek, fenalığı
menetmek ve Allah azze ve celleyi zikretmek dışında konuştuğu sözler aleyhinde
olup lehinde değildir." (İbni Mace)
"Malâyaniyi
terketmek kişinin İslam'ının güzelliğindendir." (Tirmizî) hadisi şerifleri, konuşmalarımızda ve
yazılarımızda bizler için rehber olmalıdır.
Elbette
sözlerin en tesirlisi Allah kelâmı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin
sözleridir. Belagat ve fesahatta Kur'anın bir benzerini söylemek hiçbir fani
için mümkün değildir. Nitekim İsra suresi ayet 88'de Allah şöyle buyurmaktadır:
"De
ki: Eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın
bir mislini getirmek için bir araya gelseler birbirine arka olsalar yine
de onun mislini getiremezler."
Bakara
suresi 23 ve 24 ayetlerde şöyle meydan okunuyor:
"Eğer
kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz siz de onun gibi bir sûre getirin ve
Allah'dan başka bütün şahidlerinizi (ilahlarınızı-yardımcılarınızı) çağırın
eğer doğru iseniz (bunu yapın). Şayet yapamazsanız -ki yapamayacaksınız- o
halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış o ateşten
sakının."
Bir
arâbi, bir müslümanın "Emrolunduğunu açığa vur ve müşriklerden yüz
çevir." (Hicr/94)
ayetini okurken dinledi, derhal secde etti ve "Bunun fesahatına secde
ettim." dedi.
Bir başkası "Ümitsizliğe
düşünce konuşmak üzere bir kenara çekildiler." (Yusuf/80) ayetini işitince: "Şehadet ederim ki hiç bir mahluk
böyle bir söz söyleyemez." dedi.
Arabların
meşhur şairlerinden Tufeyl bin Amr et Tûsî hicretten önce Mekke'ye gelmiş ve
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in o esnada Kâbe'de okumakda olduğu
Kur'an'ı dinlemişti. Kur'an'ın o icazkâr fesahat ve belâgatı karşısında: "Dahilek ya Rasulallah!" dedi ve müslüman oldu. Habeşistan'a
hicret eden müslümanlar Habeş Kralı Necaşi'nin sarayına çağırılmışlardı. Hz.
Caferi Tayyar Necaşi'ye Kur'andan bir kısım ayetler okudu: Necaşi: "Yemin ederim ki bu kelam ile
İncil'in sözlerinin menbaı aynı çeşmedendir." dedi. Necaşi müslüman olmuş ve müslüman olarak ölmüş,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ölüm haberini alınca Medine'de gıyabında
cenaze namazı kılmıştır.
Osman
bin Maz'un Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme, Ya Muhammed! O kelamdan
(Kur'an'dan) bir parça da bana oku dedi. Rasulü Ekrem sallallahu aleyhi ve
sellem "Allah
Teala, âdâleti, ihsanı, akrabadan muhtaçlara vermeyi emreder. Hayasızlığı,
kötülüğü, haddi aşmayı meneder. Size nasihat kabul edersiniz diye öğüt
verir." (Nahl/90)
ayetini okudu. Osman biz Maz'un: "bu ayetler benim kalbimi, fikrimi altüst etti. O anda
ruhum islam aşkıyla doldu." der. Osman bin Maz'un ilk müslümanlardan ve sahabelerin
ileri gelenlerindedir.
Allah
kelamından sonra en fasîh ve beliğ kelam Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellemin kelâmıdır. Hz. Âişe radıyallahu anha bu hususta şöyle der: "Peygamberimiz sözlerini birbirine
ulamaz, uzatmazdı. Sözü ayıra ayıra söyler, dinleyenlerin gönüllerine
sindirirdi. Birşeyi anlatırken de, kelimeleri tane tane söylerdi. O kadar ki,
isteyen onları sayabilir ve ezberleyebilirdi."
Hz.
Ali kerremallahu veche de: "Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem konuşurken,
meclisinde bulunanlar, başlarına kuş konmuş gibi sessiz ve hareketsiz
bulunurlardı." der.
Hind
b. Ebi Hâle Radıyallahu anha da: "O lüzumsuz yere konuşmazdı. Söze başlarken de, sözü
bitirirken de Allah'ın adını anardı. Konuşurken, kısa ve çok özlü kelimelerle
konuşurdu. Sözleri gerçek ve yerinde idi. Konuşurken, ne fazla ne de eksiz söz
kullanırdı." demektedir.
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem "cevami ül kelîm" idi. Yani az
kelimelerle çok manaları ifade etmek. Bu ona min tarafilllah ihsan edilen bir
meziyetti.
İmam
Gazali sözleri dört kısıma ayırmaktadır:
1.
Sırf zararı olan.
2.
Sırf faydası olan.
3.
Zararı da, faydası da olan.
4.
Faydası da, zararı da olmayan.
Bunlardan,
zararı muhakkak olan ile, zararı da faydası da olan ve faydası da, zararı da
olmayan sözleri konuşmak câiz değildir. Çünkü bunların bir kısmı haram ve bir
kısmı da malâyanidir. Çok tabii olarak bunları konuşmak caiz olmadığı gibi
yazmak da caiz değildir.
Demek
oluyor ki bu dört çeşit sözden sadece birini yani sırf faydalı olanı konuşmak
ve yazmak caizmiş. Halbuki faydalı konuşmak ve yazmakta da riya, gıybet,
sanatkârane konuşmak ve yazmak hevesi gibi bir kısım gizli âfetler vardır.
Bir
yazı ve konuşma Kur'an ve sünnetten kaynaklanmadığı veya Kur'an ve sünnetin
ruhûna uygun düşmediği zaman o, yırtıcı ve vahşi bir hayvana benzer ki
öncelikle sahibine zarara verir.
Bu
hususta Yûnus EMRE ne güzel söylemiş:
Keleci
bilen kişinin
Yüzünü
ağ ide bir söz.
Sözü
pişirip diyenin
İşini
sağ ide bir söz.
Söz
ola kese savaşı,
Söz
ola kestire başı,
Söz
ola ağılı aşı,
Bal
ile yağ ide bir söz.
Kişi
bile söz demini
Dimeye
sözün kemini,
Bu
cihan cehennemini,
Sekiz
uçmağ ide bir söz.
Yunus
imdi söz yatından
Söyle
sözü gayetinden
Key
sakın o şah katından
Seni
irağ ide bir söz
Bir
atasözünde: "Ohâ
var, zelve kırdırır, ohâ var öküz durdurur." denilmektedir.
Kâlbin
tercümanı olan dil ve kâlemi Hakkın yolunda kullanmak, yazı ve sözü Allah
Teâlanın kelâmı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözleri ile
taçlandırmak bir nimet ve bir lutfu ilâhidir.
"Ey
iman edenler Allah'dan korkun ve doğru söz söyleyin. Çünkü böyle yaparsanız,
Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasulüne
itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzab-70-71)
LEHV-el
HADİS: Lâf eğlencesi,eğlence söz,insanı oyalayan ,işinden alıkoyan
sözler,asılsız hikayeler,masallar,romanlar,tarih kılıklı efsaneler,güldürücü
lakırtılar,gevezelikler.teganniler gibieğleyici sesler (Hak Dini Kur7an Dili C
6 S 3838)
Bir
ülkede meydana gelen ticari, iktisadi ve teknik gelişmeler, elbette takdire
şayan ve bir milletin bekası için olması gereken şeylerdir. Ancak bundan daha
mühim olanı insandır ve Onun eğitimidir. Zira insanı ruhen ve fikren besleyip
mânen kalkındırmadan istenilen seviyeye ulaşmak mümkün değildir. Bir elimizle
yaptığımzı, diğer elimizle yıkmak istemiyorsak insanımızı bir fazilet ve ahlâk
abidesi haline getirmek mecburiyetindeyiz. Üç kıtada hakim olduğumuz
devirlerde, ilay-ı kelimetullah, millet olarak birleştiğimiz ve bütün
benliğimizle bağlı olduğumuz bir mukaddes gaye idi. Çünkü o devirlerde
insanımız bu ulvî gaye için eğitiliyor,
bu hususta hiçbir fedakarlıktan kaçınılmıyor ve bütün imkanlar neslin, en iyi
bir şekilde yetişmesi için seferber ediliyordu.
Bugün
ise milletimizi birbirine bağlayan ve kenetleyen o ulvî gayenin ve manevî
değerlerin yok denecek kadar zaafa uğradığını ve aramızdaki uhuvvetin adâvete,
muhabbetin burûdete dönüştüğünü görüyoruz. Kendi kökünden kopmuş, dininin,
tarihinin, gelenek ve göreneklerinin yabancısı olmuş, kafa ve yüreğinde mazisi
adına ne varsa kaybetmiş, gayesiz, güvensiz, başıboş bir gençlikle karşı
karşıya bulunuyoruz.
İnsanoğlu
ne melektir, ne de şeytan, Fakat dini ve milli değerleri, ahlâkî prensipleri
hiçe sayan materyalist bir eğitim sistemi ile yetiştirilirse, şeytan olmaya
daha müsaiddir. Memleketimizde meydana gelen anarşik olayların, din ve tarih
düşmanlığının, ateist fikirlerin büyük ölçüde okumuşlar arasında meydana
geldiğine bakılınca, bugüne kadar uygulanan milli eğitim sisteminin ne kadar
yanlış ve milli bünyemizi tahrip edici olduğu ortaya çıkmaktadır. Görülen o ki,
cumhuriyet dönemi boyunca, gençlerimize gıda olarak sunulanlar, onları
zehirlemiş bulunmaktadır.
Cumhuriyetin
ilk dönemlerinde Türkiye'ye gelen ve din ve tarih adına ne varsa acımasızca ve
hunharca tahrip edildiğini gören Fransız yazar Claude Farrere (Türklerin Manevi Gücü) adıyla Türkçeye
çevrilen kitabında; "Türkler eski hayatları ile hiç ilgi kurmadan yeni bir
hayata kavuşmak için giriştikleri tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım.
Bana öyle geliyor ki bugün, kendilerine menfur gibi görünen ama onlar için tek
kurtuluş yolu olan mazilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır." diyor.
Aynı
kitabın başka bir yerinde de şöyle yazmaktadır:
"Eski
Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta İslam'dı. Gerçek bir imanları vardı.
Kadınları da kendileri gibi mü'mindi. Toprağına, çok çeşitli ve derin köklerle
bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye
kalkışmanın iyi bir şey olduğunu iddia edemiyeceğim. Menşelerine çok yakın olan
bir halkın, iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye
kalkışmanın çok ciddi bir iş olduğuna eminim. Ankaralı erkekler bugün bu tehlikeli yolu seçmiş bulunuyor.
Ankaralı hanımlar da öyle. Dün bu hanımlar inanıyorlardı. Bugün artık
inanmıyorlar. Hiç değilse kocaları bunları böyle davranmaya zorluyorlar. Bu
zorlamanın kadınlar üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkak. Artık kendilerini
istikbale götürecek hiçbir şey bulamıyorlar. Nasıl ki Ankara'yı yapan mimarlar
da kendilerini eski şaheserlerin çizgilerinden faydalanarak yeni şahaserler
yapmaya götürecek sanat ruhunu bulamamışlarsa. Bundan daha acı birşey
olamaz."
Balkan
savaşına takaddüm eden 3 Ekim 1913 tarihide bir Fransız gazetesinde yazdığı bir makalede, "Hazırlanan bu kavgada ben,
kuvvetliye karşı zayıfın, zalime karşı mazlumun, Hristiyana karşı müslümanın
yanındayım." diye yazabilecek kadar Osmanlı İslam medeniyetinin hayranı
bir Hristiyan olan Farrere bile Ankara'daki idarecilerin sakim düşünce ve
tahribkâr uygulamalarından dine karşı davranışlarından ve inançsızlıklarından
şikayetçi ve muzdarib.
Bugünkü
silahlı terörün kaynağı, uygulanan yanlış, taklitçi ve tahribkâr eğitim
sistemidir ve böyle bir sistem ancak okumuş cahiller, eli kalemli ve silahlı
teröristler yetiştirebilir. Çünkü materyalizme tutsak olmuş kişilerden ve
toplumlardan erdemli davranışlar ve fedâkarlıklar beklemek mümkün değildir. Bu
bakımdan milleti idare edenlerin en mühim meselesi milli eğitim olmalıdır.
Çünkü milletler, dini ve milli değerlerine bağlı, şahsiyetli bir milli eğitimle
yükselir ve üstün medeniyetler kurabilirler. Siyasi, ekonomik ve kültürel
yönden gerçekten hür olmak istiyorsak, bizi biz yapan dini ve milli
değerlerimizle beslenen asrın imkanları ile techiz edilmiş, taklitten uzak bir
milli eğitim proğramı uygulamak mecburiyetindeyiz. Bugünkü eğitim ve öğretim
proğramları ile şahsiyetli ve güvenilir bir nesil yetiştirmek mümkün değildir.
Şayet yetişmiş bir kısım kişiler varsa, bunlar da fedakâr, kemâl ehli bazı
zevatın özel ilgi ve çabaları neticesinde o duruma gelmişlerdir.
Bir
toplum yükselirken veya çökerken, bütün unsurlarıyla yükseliyor ve çöküyor.
Nitekim dün eli öpülen, arılar misali durmadan dinlenmeden, usanmadan,
yorulmadan büyük bir aşk ve şevk ile meydana getirdiği ruh peteğinden hiç bir
karşılık beklemeden ilim ve irfan balları sunan ve devlet kuran öğretmen bugün
itibar köşesinden indirilmiş sıradan bir vatandaş konumuna düşmüş ve büyük
ölçüde öğretmenlik özelliğini yitirmiş ve böylece okulu, öğretmeni, öğrencisi
ve ders kitapları ile koskoca bir müessese milli benliğini kaybetmiş, yabancı
kültürlerin istilasına uğramış, millete rağmen milli değerleri tahrikte ön
sıraları almıştır.
Milli
eğitimin gayesi İYİ
İNSAN yetiştirmek olmalıdır. İYİ İNSAN, inanan, inancının
gereğini yerine getiren, Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmış, dürüst, çalışkan,
fedâkâr insan demektir.
İYİ
İNSAN, aşırı olmayan dengeli insandır. Çünkü aşırılıklar dengeyi bozar,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Aşırılar helâk olmuştur."(Müslim) buyurdular ve bunu üç kere
tekrarladılar.
İYİ
İNSAN yetiştirmek için eğitimin şu üç boyutunu en iyi şekilde tatbik etmek
gerekir.
1.
Bilgilendirmek.
2.
Yönlendirmek.
3.
Uygulamak.
BİLGİLENDİRMEK
İnsan
eğitiminde, bilgilendirmede ilk sırayı marifetullah almalıdır. İnsan
evveliyetle yaradanını tanımalıdır. Tanımalıdır ki Rabbına karşı kulluk
vazifesini bilsin ve nefsini putlaştırmasın. Kişinin yaratanını en iyi bir şekilde
tanıyabilmesi için, Peygambere ihtiyacı vardır. İnsan kendisini Allah Tealaya
vasıl edecek bir kılavuz olmadan, nefis, şeytan, dünya ve şerir insanların köşe
başlarını tuttuğu tehlikeli yollarda her zaman yok olma tehlikesi ile karşı
karşıya olduğunu bilmelidir.
Onun
için Naşiri Şeriat olan Peygamberi ve onun getirdiği şeriatı çok iyi bir
şekilde öğrenmelidir. İslam'ın, itikad, ibadet, muamelat, ukubet esaslarını
bilmeden müslümanca yaşamak mümkün değildir. İnsanlara hizmet edebilmek için
İNSAN denen varlığı da iyi tanımak lazımdır. Çünkü iyi insan hem cinsine ve
bütün mahlukata hizmet eden kişidir. Bu dört hususta, (Allah Teala, Peygamber,
İslam Şeriatı ve insan) tam bir bilgiye sahip olduktan sonra diğer faydalı
ilimleri de öğrenmelidir.
Eğitimin
temel vazifelerinden biri de yönlendirmektir. Gayesiz ve hedefsiz bırakılmış
yönlendirilmemiş fert ve toplumlar kendi içlerinde kargaşa ve anarşiye düçar
olurlar. Onun için insanımızı düşünce, niyet, akıl yürütme, söz ve amelleri
hususunda yönlendirmeliyiz.
Düşünceyi,
hâyalden, hakikate.
Niyeti,
kötüden iyiye.
Akıl
yürütmeyi, nefsi mütalalardan, naslara istinad ettirmeye,Sözleri, yalandan,
doğruya,
Şirkten, nifaktan, tevhide; malayani, gıybet, dedikodu ve iftiradan,
irşad ve tebiğe; kalabalıktan letafete; luzumsuz olandan lüzumlu olana çok
konuşmaktan az ve öz konuşmaya, ye rinde ve zamanında olan
konuşmaya; batılı müdafaadan, hakkı müdafaaya.
Şeyh
Sadi Şirazi şöyle der: "İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söylenecek yerde
susmak, susacak yerde söylemek."
Amelleri:
Riyadan, ihlasa, faydasızdan, faydalıya,
geçicilikten,
sürekliliğe, rastgelelikten, planlıya,
dağınıklıktan,
disipline, ferdiyetçilikten, cemaatçiliğe,
beceri
gösterilmeyen yönden, beceri gösterilen yöne.
Hülasa
olarak, bütün sahalarda olumsuz olanlardan olumlu olanlara yönlendirmeliyiz.
Böyle
bir eğitimden sonra toplumumuz, İslam'ın bir devlet nizamı olduğunu görüp, tüm
tağutî sistemlerden nefret ederek, İslam nizamının hakimiyeti için her türlü
fedâkarlığı gösterip bütün imkanlarını seferber edecek ve Allah yolunda ölüm
bir sevda olacaktır. Ölüme koşanlar, aslında ölümü ve hayatı yayratana, Rab
Tealaya koşuyorlar. Gaye Allah olunca, ona vuslat yolunda çekilen çile ve
meşakkatler, belâ ve musibetler, zindanlar ve ölümler Rahmet gülistanında açan
güller ve sünbüllerdir. Böyle bir bahar cünbüşünde, korku ile ümidin hasret ile
vuslatın içiçe yaşandığı ufuklar ötesine yapılan sevda yolculuğu ne güzeldir.
Uygulamada,
niyyet, usûl, devamlılık, zaman ve mekan çok mühimdir. Ameller niyetlere
göredir. Bilgilerimizi bir yöne koyduktan sonra, uygulamalarımızı yalnız Allah
için yapmalıyız. Bir amelin ameli salih olabilmesi için öncelikle niyetin halis
olması şarttır. Sonra da o amelin bizatihi kendisi salih amellerden olması
gerekir. Aynı zamanda amelin yapılış şekli de salih olmalı yani Allah teala
tarafından nasıl yapılması emredilmiş ise öyle yapılmalıdır.
Demek
oluyor ki uygulamada usule, çok dikkat etmeliyiz. Meselâ, bir insan, sabaha
kadar ayakta dursa ve Kur'an okusa bunu da namaz niyeti ile yapsa, o namaz
olmaz. Veya diğer birisi namazın kıyam, ruku, secde, gibi rükünlerini yerine getirsede namaz kılmaya niyet etmese,
namaz kılmış sayılmaz. Bir şey usulüne göre yapılırsa bir mânâ ifade eder.
Devamlılık arzetmeyen uygulamalarda istenilen neticeyi vermez. Çalışmalarda
kararlılık çok mühimdir. Bir işin devamlılık arzedebilmesi için o işi
yapanların kararlı, istikrarlı olmaları gerekir. Yapılan eğitimde kişilerin
istikrarlı bir şekilde yetiştirilmelerine ve çalışmalarda devamlılığın şart
olduğunun öğretilmesine dikkat edilmelidir. Çünkü maymun iştahlı, gözü
vitrinlere takılıp kalan, şekilci kişilerden, şahsiyetli, devamlı hizmetler
beklemek mümkün değildir.
Uygulamalarda
zaman, mekan ilişkisine de dikkat edilmelidir.
Orucu
Ramazan ayında tutmak mecburiyetindeyiz. Namazı, kendi vakitleri içinde kılmak
zaruridir. Vakfeye Arafatta durmazsanız hac etmemiş sayılırsınız. Merve ile
Safa arasında say edeceksiniz ve tavafınızı Kâbe'nin etrafında yapacaksınız,
Bütün bunlar gösteriyor ki amellerin, zaman ve mekanla yakın bir ilişkisi vardır. Öyleyse bütün
çalışmalarımızda zamanlamaya ve mekana dikkat etmemiz gerekmektedir.
Bir
sözün ne zaman ve nerede konuşulması gerektiğini, bir tebliğin ne zaman ve
nerede yapılmasının uygun olacağını, ve bir işin ne zaman ve nerede yapılırsa
daha çok fayda vereceğini bilmeyen kişiler faydadan çok zarar verirler ve
çalışmaları tıkarlar.
Eğitimde
bu üç boyut, (bilgilendirmek, yönlendirmek ve uygulamak) birbirini tamamlayan
içiçe halkalardır. Birinin eksik olması eğitimin eksik kalması, demektir.
Bilgilendirilmiş ve yönlendirilmiş ve
fakat uygulaması olmayan kişi, iyi yetişmiş
bir insan olmadığı gibi, yönlendirilmemiş, bildiği bazı şeyleri üstün
körü uygulayan kişi de noksandır.Veya yönlendirilmiş fakat bilgisi
az,uygulaması olmayan kişiler sadece slogan insanı olur. Bu gibilerden faydalı
çalışmalar beklenemez.
Eğitimde
öğretmen, öğrenci ve kitap ahengi çok iyi bir şekilde tesis edilmelidir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün mescide girdi ve iki grup
halinde oturmuş kişilerle karşılaştı. Bunlardan bir grup Kur'an okuyor ve
Allah'a dua ediyor diğer grup da ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Bunun
üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: "(Bunların) hepsi hayır
üzerindedirler. Şunlar Kur'an okuyorlar ve Allah'a dua ediyorlar. Eğer Allah
dilerse onlara (istediklerini) verir ve dilerse vermez. (Diğer cemaate
işaretle) bunlarda (ilim) öğreniyorlar ve öğretiyorlar." "Bende ancak muallim olarak
gönderildim."buyurdu ve hemen bunların yanına oturdu. (İbni Mace,
Mukaddime bab 17/hadis 229)
Öğretmen
mesleğinin kutsallığını idrak edecek ve mahlükatın en mükerremi olarak
yaratılan insanın eğitimi ile vazifeli olduğunun şuuruna sahip olacaktır. Bunun
için öğretmen ihlas, takva, ilim ve hilim
sıfatları ile muttasıf bulunmalıdır.
İskender
: "Babam
beni gökten yere indirdi. Hocam beni yerden göğe yükseltti." der. Öğretmen öğrenciyi ruhen ve
ahlâken yükseltecek ilimlerle techiz etmelidir.
Ebudderda
radıyallahu anh, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir.
"Kim
bir yola ilim aramak için giderse, Allah onun için cennete giden bir yolu
kolaylaştırır ve şüphesiz melekler ilim öğrencisinin rızasını istedikleri veya
ondan razı oldukları için kanatlarını indirirler, yine şüphesiz göktekiler ve yerdekiler, hatta sudaki
balıklar bile ilim talibi için istiğfar
ederler. Keza gerçekten alimin abidden üstünlüğü, ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü
gibidir. Muhakkak alimler Peygamberlerin mirascılarıdır. Şüphesiz Peygamberler
ne altını ve ne de gümüşü miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak ancak
ilim bırakırlar. Bu itibarla kim Peygamberin mirası olan ilmi elde ederse tam
bir hisse almış olur." ( İbni Mace, Mukaddime ba b 17/ hadis: 223)
Öğrenci
hadis-i şerifte verilen müjdenin şuurunda olmalı ve yalnız Allah rızası için
ilim tahsil etmelidir.
Öğrenci
hocasına karşı edebli olur, ilim öğrenmeye azm edip şevkle aşkla devam eder ve
dünyanın alâyişine rağbet etmezse ilmi elde eder ve ilminden hem kendisi hem de
başkaları faydalanır.
Fethul
Musûlî: "Hasta
yemek, içmek ve ilaç almaktan kesilirse ölmez mi? dedi. Mecliste bulunanlar:
-
Evet ölür dediler. Bunun üzerine Fethul Musûlî:
-
Kalbde öyledir. İlim ve hikmet ondan üç gün kesilirse ölür." dedi.
Tedris
edilen kitaplar çok iyi seçilmelidir. Ehem, mühim sıralaması çok iyi bir
şekilde yapılmalıdır. Öncelikle, itikad, fıkıh, muaşeret, ahlâk gibi farzı ayn
olan ilimler öğretilmelidir. Kişiye mesleği ile ilgili ilmi öğrenmekte farzı
ayındır. Bu hususda gözardı edilmemelidir. Öğrencileri faydasız veya faydası
az, zararı çok kitaplardan dergi ve gazetelerden, sakındırmalıdır. Zamanı
öldüren, ahlâkı tahrib eden, inanca zarar veren radyo ve T.V.'nin muzır
yayınlarından da korumalıdır.
Öğretmen,
öğrencisi ile sadece, okulda ve sınıfda değil, onu okul dışında da takip
etmeli, ilgilenmeli ve eğitimin öğretmen, öğrenci ve kitap bütünlüğünü bozacak,
okul içi ve okul dışı zararlardan
muhafaza etmeye çalışmalıdır.
Gençleri
Darul Erkam eğitimlerinde, Nebevî sohbetlerle yetiştirmeye çalışmalıdır.
Evlerin sıcak ve samimi ortamında yapılan sohbetler, insan ruhunda çok derin yankılar yapmakta ve çok bereketli
neticeler alınmaktadır.
Ey
iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tevbe/119)
Herşey
kendi ortamında yetişir ve gelişir. Bülbül gül bahçesinde eyleşir ve gül
dalında güllerle söyleşir. Sevda sevda açan çiçekler, Bülbülün hasret dolu
çığlıklarıyla bir başka güzelleşir, bir başka anlam kazanır.
Müslümanın
ortamı da, sadıkların ortamı ve sadıkların oluşturduğu sohbet ve cemaat
ortamıdır. Müslüman ancak böyle bir sohbet ve cemaat ortamında yetişir ve
olgunlaşır. Kötülüklerden korunur, iyiliklerle, iyilerle buluşur, tanışır ve
İslamî bir kimlik kazanır. Şeyh Sâdi der ki: "Kâbenin örtüsünü görüyorsun ki
halk onu öpüyor. Onun meşhur olması ipek olmasından değildir. O örtü birkaç gün
bir aziz ile beraber bulundu. (Kâbe duvarına asıldı) Bundan dolayı o da Kâbe
gibi aziz oldu."
Kişinin
şekillenmesinde içinde bulunduğu çevrenin çok büyük bir etkisi vardır.
Ecdadımız bunu: "Üzüm
üzüme baka baka kararır" Atasözü ile ifade etmiştir. Şeyh Sadi Şirazî "Karga ile bir kafese konan
bülbülün, dili tutulursa taaccüp etmemelidir." "Bir ferişteh dev ile
oturacak olsa feriştehlikten çıkar,
yabanilik, kötülük, şeytanet ve fesat öğrenir." der.
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem: "Kişi dostunun dini üzerinedir. Sizden herbiriniz
kiminle arkadaşlık ettiğine baksın." (Tirmizi) buyurmaktadır. Hadis-i Şerif'ten de
anlaşılacağına göre, insanlar bulundukları ortamın karakterine bürünmekte veya
kendi karakterine uygun olan ortamları tercih etmektedirler.
İyi
bir vasatta, İslami bir ortamda yetişen bir insan güzelliklerle bezenirken,
kötü ve gayri İslami bir ortamda bulunan kişi de her türlü kötülüğe teşne
olmaktadır.
Kargayı
gül bahçesinde görmek ne mümkün. Görsende ne manâ ifade eder ki.
"Benden
selâm söylen çattım çanağa
Korkmadıktan
kelli hiç güllenmesin
Koymayın
kargayı gül olan bağa
Gübre
mübtelası bülbüllenmesin."
Herşey
yerinde gerek, Mescidde sarhoşa, meyhanede Fakih'e itimad edilmez. Müslüman
kendine uygun bir yerde, kimliğinin gerektirdiği bir vasatta bulunmadıkça
inandırıcı olamaz.
Dikkat
edilsin. ashab-ı Kiram gökteki yıldızlar mesabesinde hidayet rehberleri olmuşlarsa
ve kıyamet sabahına kadar, insanların hidayetine vesile olacak bir örnek hayat
sergilemişlerse bunun sebebi, vahiy ortamında, Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellemin hayat bahş eden sohbetlerinde nebevi bir eğitimle yetişmeleridir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem 13 yıl Mekke'de Darul Erkam'da , 10 yıl
Medine'de mescid, Suffe, Hane-i Saadet ve Sahabe evlerinde ashabı, sohbetlerde,
iman, İslam, ihsan, sıdk, ahlâk ve ihlasla yoğurmuş, aşk ve muhabbet ateşiyle
yakmış ve cihadla pişirmiştir. Ve her birini Kur'an ve Sünnet ikliminde, kainat
bahçesinin sevda çiçekleri, Nebevi gülleri ve Rabbanî erleri olarak insanlığa
hediye etmiştir. Ve onlar Peygamber sohbetlerinde birer müctehid, mürşid, alim,
fâkih, lider ve komutan olarak yetişmişlerdir.
Şirk
ve küfrün kol gezdiği nifakın bir sis gibi ufkumuzu kararttığı, ahlâk dışı bir
yaşantının etrafımızı çepe çevre
kuşattığı zamanımızda, ehil kişilerin samimi ve gayesi Allah rızası olan
insanların oluşturduğu sohbet ve
cemaatlere devam etmek her müslüman için su ve hava kadar zaruridir. İslam'ın hakim olmadığı bir
toplumda sürekli zehirlenen mana iklimimizi, manevi bir oksijen çadırı
konumunda olan, islam'ın anlatılıp öğretildiği sohbetlerde aldığımız Kur'anî teneffüslerle yeniden canlandırmak ve hayata kavuşturmak
mecburiyetindeyiz. Aksi takdirde manen
felç olur, ölüme sürüklenir ve farkında olmadan manen bir harabeye döneriz.
Yalnız kitap okumakla istenilen bir seviyede yetişmek, faydalı bir insan olmak
mümkün değildir. Kişi okuduklarını ve öğrendiklerini, sohbetlere devam ederek
tashih edip kuvvetlendirmelidir. Çünkü ehil kişilerin, salih insanların
sohbetleri Lübbüllüb (Özün özüdür)'dür.
Çünkü bu sohbetler, okunan yüzlerce
kitapdan, dinlenilen yüzlerce sohbetten ve engin bir tecrübeden özümlenmiştir.
İlim
ve irfan sohbetlerine devam etmenin fazileti hakkında Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Bir
cemaat Allah'ın evlerinden bir eve toplanır, Allah'ın kitabını okurlar, onu
kendi aralarında ders edinip öğrenirlerse onların üzerine sekinet iner. Rahmet
onları kaplar. Etraflarını melekler sarar. Allah da kendi yanındakilere onları
zikreder." (Camiu's-sağir)
Demek
ki ilim meclisleri, meleklerin de iştirak ettiği, kişilerin huzur ve sukun
bulduğu yerlerdir. Kişi sohbetlere ilim öğrenmek, öğrendiği ile amel etmek ve
öğrenip amel ettiklerini başkalarına tebliğ etmek niyeti ile gelmelidir.
Ashab-ı güzin bu niyetle sohbet-i peygamberîye devam ederler O'nun femi
saadetlerinden sadır olan hakikatleri, başlarına kuş konmuşcasına büyük bir vecd
ve sukunetle dinlerler ve sohbetin hitamında müşkillerini halletmek için sual
sorarlardı. Hatta çok zaruri işlerinden dolayı sohbete iştirak edemeyenler
kendi aralarında münavebe ile yani nöbetleşerek sohbete devam ederler, daha
sonra Huzur-u peygamberîde duyup öğrendiklerini birbirlerine naklederlerdi.
Ebu
Vâkid Hâris b. Avf radıyalllahu anh'den rivayet edildiğine göre: Bir gün
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem beraberinde bir kısım insanlar bulunduğu
halde mescidde oturmakta idi. Üç adam çıkageldi. Bunlardan ikisi Rasulullah
sallallahu aleyhi ve selleme doğru dönüp geldiler. Biri de bırakıp gitti.
O iki kişi Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellemin karşısında ayakta durdular. Bunlardan biri halkadan bir aralık
bulup hemen oturdu. Diğeri onların arkasında oturdu. Üçüncüsüde geri dönüp
gitti. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem fariğ olunca: "Haberdar olun (şu) üç adamdan
size haber vereyim mi? Bunlardan biri Allah (ı anmay)a geldi. Allah da ona
merhamet etti. Öbürü (zahmet vermekten) utandı. Allah'da (onu mahrum
bırakmaktan) utandı. Bir diğeride
(sohbetten-zikirden) yüz çevirdi. Allah'da mağfiretten yüz çevirdi." buyurdu. (Buhari-Müslim)
Demek oluyor ki ilim ve irfan meclislerine devam etmek bir
rahmet,fazilet ve nimettir.Sohbetlerden uzak durmak ise bir ziyan ve
mahrumiyettir.İmama Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhin 15-16 yaşlarında çok sevdiği
bir oğlu vardı.Aniden hastalandı ve öldü. Çocuğun tekfin,techiz ve defin işini
bir yakınına havale derek İmam- Azam’ın
ilim meclisine gitti ve şöyle dedi dedi: “Umarım
ki bugün ilim meclisinde,duymadığım bilgileri
öğrenirim. Şayet gitmezsem korkarım ki orada konuşulanları kaçırırım ve
bir daha öğrenemem”. Sohbetlere,cok basit bahanelerle gelmemek şeytanın bir
oyunu, nefsin bir aldatmacasıdır.Devamlı
olan fayda verir.Sohbetlerden istifade etmek isteyen,ilim meclislerini hiç kaçırmamalı
bunu bütün işlerinin önüne almalı büyük bir azimle devam etmeli ve her sohbette yeni bir mesele öğrenmenin
heyacanını yaşamalıdır.
Sohbetlerde lüzumsuz ve çok konuşmaktan,İnsanları rencide
etmekten,kaba ve çirkin söz ve davranışlardan sakınmalıdır.Kişilerin
durumlarına ve ihtiyaçlarına göre sohbet
edilmelidir.Sohbeterde evveliyetle
farz-ı ayn olan itikad, fıkıh,
ahlak ve muaşeret ilimleri öğretilmelidir.Ayrıca kişilerin meslekleri hususunda
bilmeleri gereken islami meselelerde öğretilmelidir.Çünkü Bu da farz-ı ayndır. Günümüz meselelerine
İslami açıdan bakıp değerlendirmeli ve Müslümanlar dünyada
olup bitenlerden haberdar edilmelidir.Sohbetlerde sıkıcı olmaktan sakınmalı ve
sohbet meclisleri bir cazibe merkezi haline getirilmelidir.
İnsan,
3-5 günlük geçici dünya hayatı için değil, ebedî hayat için yaratılmıştır.
Allah'dan bir nefha ile hayat bulan insan, yaratıcısına vuslatın derin hasreti
içerisinde, yaratılan her varlık da, en basitinden en mükemmeline kadar tüm
varlık aleminde O'nun yüce tecellilerine mazhar olmanın heyecanını
yaşamaktadır.
Ebed
yolculuğunda ebede yakışır düşünceler, tefekkürler ve mefkûrelerle donatılan
insanoğlu, özünde varolan kabiliyetleri harekete geçirmek sûretiyle, insan
olmanın, kul olmanın hazzını tatmaktadır. Var olmak için, önce yok olmanın
sırrını yakalayan insan, yaratılışındaki hikmeti idrak ederek suflî duygulardan
kurtulup, yüce mefkûrelerle hayat bulur.
"Andolsun
ki Zikirden sonra Zeburda da: 'Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır.' diye
yazmıştık."(Enbiya/105)
ayet-i kerimesi ve benzeri ayet ve hadis-i şerifler müslüman mücahidlerin kâlbinde cihan
hakimiyeti, Nizam-ı Âlem mefkûresini
canlandırmış ve aynı zamanda kötülüğün geçici, iyiliğin kalıcı olduğunu ve
zaman zaman kötülerin idareye el koymalarının iyileri ümitsizliğe düşürmemesi
gerektiğini kavratmış ve Allah'ın dinini hakim kılmak için her türlü
fedakârlığa katlanıp, şehadet sevdalısı olma şuuruna yüceltmiştir.
Bütün
peygamberler, insanlığa saadet
kapılarını açan muhkem bir şeriatla gelmiş ve bu nizamın hakimiyeti için onlara
yol göstermiş, hedefler tesbit etmiş, onlar için mefkûre olacak işaretler
vermişlerdir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Muhakkak Konstantiniye
fetholunacaktır. Onu feth eden komutan ne güzel komutan, onu feth eden asker ne
güzel askerdir." buyurmuş ve İstanbul'un fethi, müslüman hükümdar, komutan ve
mücahidler için bir mefkûre olmuştur. Bu yolda nice ordular hazırlanmış, nice
kuşatmalar yapılmış nihayet bu fetih: "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah
ve İstanbul'da cihanın payıtahtı olmalıdır." diyen ve İslam'ın cihan hakimiyeti
mefkûresini ta kalbinin derinliklerinde yaşatan ve bütün ömrü bu mefkûreyi
gerçekleştirmek için cihadla geçen Fatih Sultan Mehmed hazretlerine nasib
olmuştur.
Müslüman,
gayesiz, mefkûresiz, günübirlik bir hayatın adamı olamaz. O, hayatın bütün
safhalarında İslam'ı hakim kılmak ve bunun cihadını yapmak, ve İslam'ın üstün
medeniyetini tesis etmek gibi büyük mükellefiyetler yüklenmişken, kof
düşüncelerin, süflî dünya menfaatlerinin, behimî bir yaşantının hammalı olamaz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem "Ben, insanlar lâ ilahe illallah
diyene kadar savaşmakla emrolundum" buyurarak müslümanın âleme nizam verme ve cihana hakim olma
mükellefiyetine işaret etmiştir.
I.
Murad Hüdavendiğar Rumeli de cihad ile meşgulken Karamanoğlu Alaeddin Bey'in
Osmanlı topraklarına girip talan ettiğini öğrendi. Hâdiseden çok üzülen
Hüdavendiğar: "Şu
ahmak zalimin yaptığı işleri görün. Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık
mesafede kâfirler içine girdim, ömrümü gece gündüz gazaya verdim, çok mihnet ve
belâ çektim. Halbuki o gelip müslümanları yağma etti. Ey gaziler! Ben nasıl
cihadı bırakıp müslümanlara kılıç çekeyim." diyerek müslüman idarecilerin
birbirleri ile çekişip savaşmak yerine İslam'ın hakimiyeti ve Nizâm-ı Âlem için
birlik ve beraberlik içinde çalışmaları ve cihad etmeleri gerektiği mesajını vermektedir.
Devleti
yönetenler, öncü kişiler ve okumuşlar İslam cihan hakimiyeti ve Nizam-ı Âlem
mefkûresini canlı tuttukları ve bunu aynı canlılıkla topluma mal ettikleri
müddetçe bu hakimiyet devam etmiş ve müslim, gayri müslim bütün insanlık huzur
ve saadete doymuştur.
Milletlerin
bozulması idarecilerin ve okumuşların bozulması iledir. Ne zaman ki idareciler
ve okumuşlar kendi öz benliklerinden uzaklaşmışlar, günübirlik bir hayata
mahkum olmuşlar, aşağılık yabancı kültürlerin tesiriyle kendi inanç, medeniyet
ve kültürlerine ihanet etmiş ve yüce mefkûrelerin adamı değil, nefs ve
çıkarlarının kölesi haline gelmişlerse devlet ve millet bâdireden bâdireye
sürüklenmiş ve âlemin nizamı bozulmuştur. Bu hususta Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimden iki sınıf insan vardır ki bunlar islah
olurlarsa insanlarda islah olurlar, bunlar bozulurlarsa insanlarda bozulurlar.
(Onlar) alimler ve amirlerdir." Bugün İslam âleminde yaşanılan perişanlık idarecilerin ve
okumuşların ihaneti sonucudur. Bir yönetici ve bir okumuş düşünün ki kendi
medeniyetine, kendi tarihine ve kendi değerlerine savaş ilan etmiş ve yabancı
kültürlere karşı kapılarını sonuna kadar açmış, inançsız ve mefkûresiz bir nesil yetiştirmek için sistemli bir
proğram hazırlamış ve gençliğin mazisi ile alâkasını tamamen kesmiştir.
Ecdadıyla anlaşamaz kendi değerlerinden ve kendi medeniyetinden kendi öz
mefkûresinden hülâsa kendi kendisinden kaçan, bir nesil meydana getirmiştir.
Bu
büyük tahribat ihanet değil de nedir?
Alem'in
nizamı, insanın nizamı ile insanın nizamı da Kur'an nizamı iledir. Kur'an medeniyetinin hakim olmadığı
topluluklarda nizam ve intizam aramak yok olanı aramak gibi abesle iştigal
etmektir.
Âleme
yeniden nizam vermek için:
İslam
insanını yeniden inşa etmek,
ilim,
ameli salih ve ihlasla ihya etmek,
cihad
heyecanı ile yeni bir hayatiyet kazandırmak,
Öncelikle
İslam cihan hakimiyeti ve Nizam-ı Âlem mefkûresi ile donatmak, İslam ahkâmını
kendi aramızda hakim kılarak, İslamî inkılabı kendi özümüzde gerçekleştirip
cihan inkılabına zemin hazırlamak mecburiyetindeyiz.
İslam
dini cemaat dinidir. Ferdi ve indi hareketlere müsaade etmez. Her şey bir nizam
ve intizam içerisinde icra olunur. Bütün bu işler Kur'an ve Sünnet ışığında
şûra ile halledilir. Durum bu olunca idare olunanların idare edenlere itaat
etmeleri vacib olur: "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne
davet edildiklerinde (işittik ve itaat ettik) demek sadece müminlerin
söyleyeceği sözdür. Asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nur/51)
Ebu
Zerr radıyallahu anh: "Dostum bana dinleyip itaat etmemi vasiyet etti Velev
ki (emir) kolları, bacakları kesilmiş bir köle olsun." (Müslim) buyurmuştur.
Ancak
emir sahipleri masiyetle emrederlerse itaat yoktur. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Müslüman bir kimseye sevdiği
sevmediği (her) hususta (amirini) dinleyip itaat etmek gerekir. Meğer ki
kendisine masiyet ile emredile eğer masiyet
ile emredilirse ne dinlemek vardır ne de itaat." (Müslim) buyurmaktadır.
Devlet
reisi, müslümanları Allah'ın kitabı ve Rasulullahın sünneti üzere, yani İslam
dininin esaslarına göre idare etmek mecburiyetindedir. Aksi taktirde
zalimlerden olur. Ve kendisine
müslümanların itaat mecburiyeti kalkar. Devlet reisinin müslüman olması
şarttır. Müslüman olmayanların, müslümanlar üzerinde velayet hakkı yoktur. Onun
için gayr-i müslim idarecilere itaat edilmez. "Ey iman edenler Allah'a itaat
edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz. Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız onu
Allah'a ve Rasulüne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha
iyidir." (Nisa/59)
Ayeti
kerimede görüldüğü gibi, müslümanlar ancak kendilerinden olan, yani hem
müslüman ve hem de İslam'ın ahkamı ile
idare eden emirlere itaat etmekle emrolunmaktadır. Emir sahibi, müslümanları
İslam'ın ahkamı ile idare eden emirlere itaat etmekle emrolunmaktadır. Emir
sahibi, müslümanları İslam'ın esaslarına göre idare ettiği ve aralarında
Allah'ın kitabı ile hükmettiği halde, şahsi hayatında kusurları olsa, kendisine
ehil olan kişilerce emr-i bil maruf ve nehyi anilmünker yapılır ve masiyetle
emretmedikçe itaat edilir. Ancak helalı haram, haramı helâl sayan veya dinin
herhangi bir hükmünü inkar ederek küfre giren veya tamemen irtidad eden bir
emire itaat edilmeyeceği gibi, bu gibiler vazifeden azledilir. Ve hakkında İslam'ın ahkamı uygulanır.
"O
halde kafirlere itaat etme ve bu (Kur'an ile) onlara karşı bütün gücünle, büyük
bir cihad et." (Furkan/52)
"Kâfirlere
ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a güvenip dayan.
Vekil ve destek olarak Allah sana kâfîdir." (Ahzab/48)
İstişare
bu ümmete vacip kılınmıştır. Binaenaleyh İslami çalışmalar şûrasız olamaz.
Ferdi ve istişaresiz hareketler netice
itibariyle tefrika (ayrılık) ve istibdat (baskı) doğurur. İslami ölçüler yerine
şahıslar ön plana çıkar ki bu İslami çalışmaların dağılmasına sebep olur. Allah
Teala Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme hitaben".. İş hususunda onlarla müşavere
et..." (Ali
İmran/159) buyurmaktadır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, vahiy
bulunmayan hususlarda ashabı ile sık sık istişare yapmıştır. İstişaresi, duruma
göre bazen birkaç sahabe ile bazen de çoğunluğu ile olurdu. Bedir esirlerinden
fidye alıp almama hususunda, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı sahabilerle;
Hendek harbinde müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmelerine karşılık Medine
meyvelerinin üçte birini vermek şartıyla
Gatafan kabilesi ile sulh yapmak hususunda Sa'd bin Muaz ve Sa'd bin
Ubade ile, İfk hadisesinde Hz. Ali ve Hz. Usâme ile istişare yaptığı gibi, uhud
muharebesinde müşriklerle Medine içinde veya Medine dışında savaş yapmak
hususunda sahabenin çoğunluğu ile istişare yapmıştır.
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem: "Biliniz ki Allah ve Rasûlü müşavereden müstağnidirler.
Lakin Allah'u Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim
istişare ederse rüşd'den mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan
kurtulmaz", "İstişare eden kavim, işlerin en doğrusuna muvaffak
olur." buyurarak
istişarenin bu ümmetin özelliklerinden olduğuna
işaret etmiştir.
Kendisi
ile istişare edilecek kişiler ilim, takva, aklı salim sahibi ve emin olmalıdırlar. Şûra şahsî
düşünce ve fikirlerin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı bir yer değil, bilakis
İslami ölçülerle doğru ve maslahata uygun olanı araştırıp bulmak ve yapılması
gerekeni tayin etmektir. Böyle olmadığı takdirde bu durum istişare olmaktan
çıkıp çeşitli fikirlerin çekişme ve cidalinden ibaret kalır. Şûra'da herkes
görüşünü bütün açıklığı ile hiç çekinmeden
beyan eder. Bunu yaparken tek düşüncesi Hakk'ın ızharı ve Allah rızası
olmalıdır. Şûra'da alınan karara herkesin uyması gerekir. Bu husus İslami şûranın belirgin özelliklerindendir.
Demokrasilerde ise böyle bir özellik yoktur. Onlar Daru'n Nedvelerde alınan
kararlara (ezici bir çoğunlukla da alınsa) asla
uyma mecburiyetinde değillerdir.
Alınan karara muhalif olanlar her yerde aleyhte konuşmalar yapar ve
kararın uygulanmasını engellemeye çalışırlar. Ayrıca meclislerde yapılan
konuşmalara bakıldığı zaman doğruları arama yerine birbirlerini suçlama ve
hakaretler ön plana geçmekte ve netice olarak da çoğunluğun görüşü, diğer
görüşlere hiç itibar etmeden karara bağlamaktadır.
İslami
istişarede asıl olan ise, görüşün doğruluğu ve maslahata uygun oluşudur. Doğru
ve maslahata uygun olamayan görüşler
çoğunluğun görüşü de olsa asla kabul görmez. Bu bakımdan devleti idare edenler,
ehil olanlarla istişare etmek mecburiyetindedirler. Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem, ashabı ile istişare ettiği gibi, Hulefai Raşidin'de ümmetin
işlerini en iyi bir şekilde yürütmek için ehil kişilerle istişare etmişlerdir.
İbni Atiyye: "Şura bir şeriat kaidesi ve kesin bir hükümdür. Ehli
din ve ilimle istişare etmeyen (emirin) azli vacibtir." demektedir.
İslam'ın
hayata hakim kılınmasını isteyen müslümanlar evveliyetle, İslam'ı kendi
yaşantılarında hakim kılmak gayreti çinde olmalıdırlar. Bugün, İslami
hareketlerin önündeki en mühim mesele budur. Başkalarının yapmasını istediği
şeyleri kendisi yapayanlar inandırıcı olamazlar. İslam bir slogan değildir. O yaşanılması
gereken ilahi bir nizamdır. İslam'ı İslam'a göre yaşamak bir mecburiyettir. "Ey iman edenler! Yapmadığınız
şeyleri niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah indinde
şiddetli bir buğzu (davet etmiş olmak) bakımından büyüdü." (Saf/2-3)
İslam'ı
İslam'a göre yaşayabilmek vasıflı müslümanların işidir. O halde müslümanlar,
müslümanda bulunması gereken vasıflarla muttasıf olmalıdırlar ki, İslami
yaşantıyı hayatın bütün safhalarına taşıyabilsin ve kendi aralarında yaşayıp
hakim kıldıkları İslam'ı Kur'an ve Sünnet çizgisinden sapmadan, İslami bir
harekete dönüştürebilsinler.
"Mü'minler
ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri
okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablarına dayanıp güvenen
kimselerdir." (Enfal/2)
"Siz
insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..." (Al-i İmran/110) "Onlar ki Allah'ın ahdini yerine
getirirler. Verdikleri sözü bozmazlar." (Rad/ 20)
Vasıflı
mü'minler Allah ve Rasulü'nün hükmüne razı olur ve asla isyan etmezler
"Allah
ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulü'ne karşı gelirse,
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab/36)
O
vasıflı müslümanlar aralarındaki
meseleleri İslam ahkamına göre hallederler. Tağuta ve tağuti düzenlere
asla müracaat etmezler. Onların önünde muhakemeleşmek gibi bir zillet ve
meskenete düşmezler.
"Sana
da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere kitabı (Kur'an-ı) inzal
ettik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp
da onların arzusuna uyma..." (Maide/48)
O
vasıflı müslümanlar bilirler ki, tağutun önünde muhakemeleşmek ve buna razı
olmak bir nifak olayıdır. Bu sebeple onlar, tağutu reddeder ve İslam'ın
hakimiyeti için "Allah
yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar..." (Maide/54)
Onlar
islam'dan başka nizam tanımazlar. Üstün olanların müslümanlar olduğuna
inanırlar. Zorluklar ve engeller karşısında gevşemezler. Onlar ancak Allah'tan
yayrdım isterler. Bilirler ki Allah'ın
yardım ettiğini hiç bir güç mağlup edemez.
"Gevşemeyin mahzun olmayın. Siz eğer gerçekten mü'min
iseniz (düşmanlarınıza galip ve onlardan) çok üstünsünüzdür." (Al-i İmran/139)
"Allah
size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse,
O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a
güvensinler." (Al-i İmran/160)
Onlar,
Allah için sever, Allah için buğz ederler. Emanete hıyanet etmezler, yalan
söylemezler. Verdikleri sözü muhakkak yerine getirirler. Ahde vefa ederler.
Konuştuklarını Allah rızası için konuşurlar. Yaptıklarını Allah rızası için
yaparlar.
Hülasa
olarak onlar, Allah ve Rasulü'nün istediği bir müslüman olabilmek için her
türlü ahlaki hamîdeyi nefislerinde cem edip, ahlakı rezileden ictinab etmeyi
kendilerine şiar edinirler.
Her on yılda bir tamirat, tabiri ahârla ıslahat, düzeni
ayakta tutmaya yetmiyor. Aslında bu düzen, kaygan bir zemin üzerinde ve tamamen
ithal malzemeler kullanılarak inşa edilmiş bir yabancı... Ne o, bu millete, ne
de bu millet o yabancıya bir türlü ısınamadı.
Bu
yabancı, laiklik adına bütün İslami değerleri yok etmeye çalışırken, devrimler
tırpanı ile de memleketin çok güzide evladlarını imha etmek için bütün
imkanlarını kullandı. Binlerce ulema, meşayıh, gerçek vatanperver yiğit
insanlar darağaçlarında ve hapishanelerde yok edildi.
Bir
sürü uydurukça kelimelerle dilimiz bozuldu. Ve dede ile torun anlaşamaz hale
getirildi.
1500
yıllık bir medeniyetin semeresi olan milyonlarca kitap kütüphanelerde mahkum
edildi. Bugün onları okuyabilecek insanlar yok denecek kadar az.
Buna
benzer bir cinayet de komünist idareciler tarafından, Rusya'daki müslümanlara
uygulanmıştır.
Okullarımızda
yıllardır uygulanan dinden tamamen tecrid edilmiş gayri Milli Eğitim faciası
ise tarife sığmaz...
Halkı
Kürt kökenli olan ve kürtçe konuşan doğu illerimizdeki okullar ve resmi binalar
"Ne Mutlu Türküm Diyene" levhaları ile süslendi. Hatta dağ yamaçları
bu sloganlar ile levhalık yapıldı.
Bütün
bunlardan sonra güllük ve gülistanlık bir Türkiye beklemek... Hayret doğrusu.
On
yılda eskiyen, işe yaramaz hale gelen bir anayasa... Ve yenisi için yoğun
çalışmalar ve tartışmalar.
Efendiler,
bırakın artık bu sonu hüsranla neticelenen gereksiz çabaları. Bu gün yapılacak
iş, anayasa başta olmak üzere, bütün kanunlar ilga edilip, bu milletin
inançlarına uygun bir Anayasa ve yeni kanunlar
va'z ederek YENİ BİR NİZAM kurmaktır. Eğer, Türkiye'de ve hatta Dünyada
huzur istiyorsanız.
Demokrasiymiş,
şeffaflıkmış, konuşan Türkiye imiş, bırakın bu demogojileri.
Sloganlarla
devlet idare edilmez.
"Kötü
yasalar, zulmün en kötü çeşididir." (Edmund Burke)
En
kötü yasa, yaratılışa uygun düşmeyen yasadır. Mesala, kadınların doğurmasını
yasaklarsanız, kadına en büyük zulmü ve kötülüğü yapmış olursunuz. Ülkede su
içmeyi, ekmek yemeyi yasaklayan bir kanun va'z etseniz, bunun doğruluğunu hangi
vicdana kabul ettirebilirsiniz.
Bir
insan için, yaşamak, yemek, içmek, evlenmek nasıl onun temel hakkı ise, onun
inancının gereğini yaşaması da en temel hakkıdır. Bu hakkı yok farzeden ve onun
imanının gereğini, yaşama hakkını
elinden alan kanunları yapanlar en büyük zalimlerdir.
Bugün
çeşitli İslam ülkelerinde, nice zalimler
müslümanların elinden müslümanca yaşama hakkını alıp, onları en tabii
haklarından mahrum etmişler ve yaptıkları zulüm yasaları ile onları
darağaçlarında sallandırmış veya zindanlarda çürütmüşlerdir.
İskilipli
Atıf Hoca, Seyyid Kutub gibi binlerce ulema zulüm kanunlarının mazlumlarıdır.
Bizim inancımız odur ki, 70 yıldan beri
uygulanan ve asla insanın yaratılışına ve müslümanların inancına uygun düşmeyen
bu kötü yasalar değiştirilmelidir.
Ne
idiğü belli olmayan hiç kimsenin de doğru dürüst tarifini yapamadığı yıllardır
din düşmanlığı olarak tatbik edilen Anayasada açıklık getirilmemiş olan şu
Laiklik denilen şey artık sadece anayasadan değil bütün kanunlardan
çıkarılmalıdır. Laiklik devletin teminatı imiş, din ve vicdan hürriyetinin
teminatı imiş gibi akıl ve mantığın kabul edemeyeceği lafları bırakalım.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile başlayan Hulefayı Raşidin ile devam
eden hangi İslam devletinde laiklik vardı? Altıyüz küsür yıl bir cihan
imparatorluğu olarak insanlık tarihinin yüzünü güldüren Osmanlı Devleti laik
değildi, yüzlerce yıl hükümran olan Selçuklular laik değildi. Ve onlar bizden
çok medeni, çok ileri ve devirlerinin süper güçleri idiler. Her din mensubu
kendi dininin icablarını hiç bir engel olmadan rahatça yerine getiriyordu. Kişiler insanlık onuruna yakışır bir hayat yaşıyorlardı. Allah Teala
zulüm etmez. O , hakimlerin hakimidir. O'nun şeriatı en adil nizamdır.
Gelin
inadı bırakalım, aslımıza dönelim, eşyanın tabiatına aykırı hareket etmeyelim.
Bir saat sonra ne olacağından habersiz zavallıların, cahillerin çala-kalem
yazdıkları yasalarla medeni olacağınızı zannediyor, insana insanca yaşayacağı
bir düzen kuracağınızı vehmediyorsanız aldanıyorsunuz. Böyle bir şeye aldanmak
dünyamızı da, ahiretimizi de harap eder. Sadece anayasayı değil tüm kanunları
gözden geçirelim ve bizi biz yapan öz değerlerimize uygun kanunlar yapalım.
Unutmayalım milletlerin ve devletin teminatı İslam'dır.
Tabiat
boşluktan hoşlanmaz. Boş olan yerler iyi şeylerle doldurulmazsa, işgalciler,
müstevliler tarafından talan edilir.
Tarlanızı
işlemez, onu ekime hazır hale getirmez zamanı gelince de ekim yapmazsanız
tarlanızın bir müddet sonra yabancı ve zararlı bitkiler tarafından işgal edildiğini görürsünüz. Bir insan, bir
vatan ve bir vazife de böyledir.
Asrımızın
müslümanının iç alemi ihmal edildi, boş bırakıldı ve bugün o aleme yabancılar,
yabancı kültürler hükümran oldu ve mânâsı, ahlâkı, İslami özellikleri
talan edildi.
Bunun
neticesi olarak şahsiyetli, kamil insanlar her geçen gün azaldı. Yok olmaya yüz
tuttu. Devleti idare edecek insan kalitesi düştükçe düştü.
Türk
İslam dünyasında kahtu'r rical devri başladı. Ve milletin inancına, kültürüne
ve medeniyetine yabancı seviyesiz insanlar idare mekanizmasını işgal ettiler.
Rüşvet,
irtikab, soygun, gasb adiyattan vakalar haline geldi ve bu işlerin pek çoğu
bizzat devleti idare edenler vasıtası ile yapılmaya başlandı. Gün geçmez ki
gazetelerde, Başbakan, bakan genel müdür ve benzeri yönetcilerin skandallarına rastlanmasın.
Rüşvetçi rüşveti nasıl önleyecek. Soyguncu soyguna nasıl mani olacak?
Bu
düşüşün çok tabii sonucu olarak da İslam toprakları savunmasız kaldı. Her türlü
istilaya açık bırakıldı. Kültür istilası ile başlayan bu işgal inanç ve toprak
istilası ile devam ediyor. Müslümanların inanç esaslarına el atıldı.
Müslümanların imanları sulandırıldı.
Yaşantıları hristiyanlaştırıldı. Böylece İslami dinamizm kaybedildi. Artık
İsrail ilk kıblem Kudüs'de, Filistin'de, Sırp ve Hırvatlar güzelim Bosna'da,
Ruslar Şamil'in yurdu Çeçenistan'da Ermeniler can Azerbaycan'da her türlü
mezalimi yapabilir, işkencenin en vahşicesini uygulayabilir. Ve müslümanlar
birbirine düşürülüp asırlarca aynı dava için iman birliği yapmış bu insanlar
birbirlerinin kanını akıtabilirlerdi.
Kanı
on para etmez insanlar lider ittihaz edilir ve fidan gibi yiğitler bu
mahlukların şen'i planlarına kurban edilebilirlerdi ve öyle oldu...
Ve
İslam ülkeleri kan gölüne döndü.
İşte
Bosna'dan bir kaç örnek: Yakalanan iki Sırplı'nın itirafları;
"Askerler
beni bir grup müslümanın yanına götürdüler ve kesmemi emrettiler. Müslümanları
kesmeye başladım. Ne kadar kestiğimi bilmiyorum. Sonra bu iş yavaş gidiyor diye
bir makinalı tüfek verdiler. Müslümanlardan takriben seksen kişiyi öldürdüm.
Sonra 12 müslüman kızın bulunduğu yere götürdüler ve hepsine tecavüz
ettim." (Cvyetin Moksimoviç)
"Bracko
kampında askerler ikisi 15 yaşında beş müslüman kadını getirdiler. Ve bana
'erkek olduğunu bize isbat et' dediler. Kadınlar çığlık atarak yalvarıyorlardı.
Hepsine tecavüz ettim ve sonra bana verdikleri bir tabancayla hepsini
öldürdüm." (Slobodan Paniç)
Telic
kampından kaçarak kurtulan 17 yaşındaki Bosnalı kız şunları anlatıyor:
"Esir kampında müslüman kadınlara bazı geceler 100 belkide 1.000 tecavüz
oluyordu. Bir gecede birimizin 20 Sırplının tecavüzüne maruz kaldığı oluyordu.
En korkuncu kamp muhafızı Stoyan idi. 10 yaşındaki kız çocuklarına tecavüz
ediyordu. Mütecavizler şen'i fillerini tamamladıktan sonra bu zavallı çocukları
bir hayvan gibi parçalıyorlardı."
Bosna-Hersek
mücahidlerinin sözcüsü Abdurrahman Adem de şunları söylüyor: "Sırplar esir
aldıkları hamile müslüman kadınları bir araya toplayıp ve aralarında ,
karınlarındaki kız mı erkek mi? diye bahse giriyor, sonrada hamile kadınların
karınlarını süngü ile deşiyorlar. Esir kamplarındaki 13-14 yaşlarındaki kız
çocuklarına tecavüz eden Sırplar: 'İşte bu çocuklardan bile Sırp doğacak' diye
kahkaha atıyorlar.
Bütün
bunlar her gün gazete, dergi ,radyo, televizyonlardan yüzlerce çeşidini okuyup
duyduğumuz Sırp vahşet ve barbarlığından
sadece bir kısmı.
Ve
biz müslümanlar... Bunca zulüm ve tiksindirici vahşet ve işkenceler karşısında
duygusuz, tepkisiz, günü birlik ve gayesiz bir yaşantıya mahkum müslümanlar...
Tağutların ve tağuti düzenlerin esiri müslümanlar.... Birbirleri ile
çekişmekten, düşmanla uğraşmaya vakit bulamayan zavallı müslümanlar... Daha ne
zaman kafa ve kalbimize vurulan prangaları kıracak ve daha ne zaman "Yıkılın artık putlar, Kur'an
nesli geliyor" diye haykıracak ve İslam sancağını yükselteceğiz?
"Demek
İslam'ın namı kalmış müslümanlarda.
Bu
yüzdenmiş demek Hüsran-ı milli son zamanlarda.
Eğer
çiğnenmemek isterlerse seylanı eyyama
Rücu
etsinler artık müslümanlar sadr-ı İslam'a.
Evet
Bosna-Hersek'teki vahşetin durdurulması ve yeni vahşetlerin sergilenmemesi
için, müslümanların asr-ı saadet anlayış, yaşayış ve uhuvvetine dönmeleri
gerekir. Aksi takdirde iki yüzlü, barbar ve menfaatından başka hiçbir değer
ölçüsü tanımayan Batı'nın zulüm ve vahşeti durdurulamaz.
"Mü'minler
ancak kardeştirler." (Hucurat/10)
"Mü'minler
bir zülüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirlerine yadım ederler." (Şura/39) ayeti kerimeleri ile, "Sizden hiçbiriniz şahsı için
arzuladıklarını mü'min kardeşi içinde arzulamadıkça tam iman etmiş
olamaz." "Mü'minler birbirine kenetlenmiş bir bina gibidirler." Hadis-i Şerifleri, İslam kardeşliğinin
boyutlarını ve müslümanlara yüklediği büyük mesuliyeti çok açık bir şekilde
ortaya koymaktadır. Müslümanlar olarak bu ayet ve hadisleri dilimize vird,
gönlümüze nakış edelim ve yüce manaları karşısında imanımızın derecesini
ölçelim. Ve unutmayalım ki, Bosna-Hersek müslümanlarına silah başta olmak üzere
her türlü yardımda bulunmak insani vazifemizin çok ötesinde, imanımızın
gereğidir. İbrahim Baliç: "Travnik'de 5 bin müslüman genç silahsız olarak cephede
beklemekte. Nisan ayından beri hep söylüyoruz. Bizim herşeyden önce silaha
ihtiyacımız var." diye feryad ediliyor. Haydi müslüman! İmanının gereğini yap.
Ve silah başta olmak üzere kardeşinin yardımına koş.
Şu
gerçekleri iyi bilelim:
-
Başta İngiliz basını olmak üzere bütün Avrupa basınından açıkça "Avrupanın
ortasında bir İslam Devleti istemiyoruz" diye içlerindeki kin ve nefreti kusuyorlar.
-
Güvenlik Konseyi denen çete başının aldığı her karar, Sırp kafirlerine cesaret
veriyor ve müslümanlara karşı yeni saldırılar tertipliyorlar.
-
Güvenlik Konseyi'nin ambargo oyunu ile Bosna-Hersek müslümanlarına silah
yardımı engelleniyor ve Sırp kafirlerinin müslümanları daha rahat ve kolay yok
etmelerine yardım ediliyor. Sırplar ise başta Yunanistan ve İsrail olmak
üzere bütün batılı devletlerden yardım
alıyorlar. Nitekim bir Amerikalı general bile "Avrupa üzerine düşeni
yapmıyor ve aksine vahşete destek veriyor." diye itirafta bulunuyor. Sanki
Amerika destek vermiyor ve Sırp vahşetine göz yummuyor?
-
Ve Sırplar 1389 Kosova Savaşı'nda Osmanlı'dan yediği şamarın intikamını (Domuz
sürülerinin Mısır tarlalarına saldırdığı gibi) müslümanlara saldırarak almaya
çalışıyorlar.
-
Sonuç olarak küfür tek milletir ve kendi milletine yardım ediyor.
"Gavurdan dost, domuzdan post olmaz."
Ya
müslümanlar?... Bu vahşet karşısında ne yapıyorlar? Onlarda kendi kardeşlerine
yeterince yardım ediyorlar mı? Ya İslam ülkelerinin idarecileri... Heyhat. Çok
azı müstesna hala, Amerika ve Avrupalı domuz çobanlarının dostluğunu kazanmak
için zillet ve meskenet içinde kapı kapı dolaşıyorlar.
İslam
alemi hiçbir devirde, zamanımızda olduğu kadar, eskilerin "KAHTÜ'R RİCAL" dediği adam kıtlığı felaketini
yaşamadı.
"Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır
doğranan
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan bari gülmekten
utan."
"Andolsun
ki Rasulullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel
örnek vardır." (Ahzab/21)
Evet.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir müslüman için, ferdî, ailevî,
ictimaî, ticarî, idarî, hülâsa hayatı kapsayan bütün konularda en mükemmel ve
tek örnektir. Çünkü onun hayatı yaşanılan Kur'an'dır.
O,
vahyin arı duru kaynağından yudum yudum
içerken ve onun sonsuz hazzını tadarken, vahyin hamlettiği o büyük
sorumluluğunu da kemikleri çatırdarcasına hissediyor ve onu öncelikle kendi
yaşantısında tatbik ederek, kendi ikliminde canlandırıyor ve emri ilahiye uymanın
ve uygulamanın serinlendirici, huzur sükûn verici ortamında ashabına tebliğ
ediyordu. O, Kur'an'la, vahiyle öyle bütünleşmiş ve öyle içiçe olmuştu ki, onun
yaşantısını izlemek, onunla oturup kalkmak, onunla sohbet edip, onun ilim
meclislerine devam etmek ve talimatlarına uymak, bir müslüman için Kur'anla
bütünleşmek ve Kur'anla yaşamak demektir.
"Kim
ki Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiştir." (Ahzab/71) "Bugün o hayatta değil,
onunla sohbet etmek, onun meclisinde bulunmak ne mümkün, bu saadetten
mahrumuz" diyenler için, derim ki: O bize iki şey bıraktı: Kur'an ve Sünnet. Kim ki Kur'an ve sünnete yapışırsa,
asla sapıtmaz ve asla dalalete düşmez. Kur'an ve Sünnetle beraber olan Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile
beraber olmuş olur.
Kur'an
okurken, hadis talim ederken onun huzurundaymış gibi gibi heyecanlanır, O'nun hayatından bahisler okurken veya dinlerken onunla
beraber olmak şuuruna ererek Akabe'de biat eden sahabe ile biat eder, Darul Erkam'da , o ilim ve irfan mektebinde diz
çökmüş ilmi nâfi öğrenen ashab ile diz çöker, Bedir'de,
Uhud'da, Hayber'de ve Tebuk'te onun sancağı altında onunla beraber
seferden sefere koşmanın hazzını
duyarsak, işte o zaman onunla beraber olmanın ve bu beraberlikte kendimizi
yenilemenin ve yeni ufuklara doğru kanat açmanın saadetini tadarız.
Hepimiz
her zaman ve her yerde önderimiz,
liderimiz ve örneğimiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu söyler
dururuz. Nebevi metoddan, Nebevi yaşantıdan, Kur'an ve Sünnet ölçüsünden bahsederiz
ve o ölçüye uymayan hayatı reddederiz. Bütün bunlar güzel ve doğrudur da...
Acaba dönüp bir de kendimize bakıyor muyuz? Bir nefs muhasebesi yapıyor muyuz?
Yaşantımızda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'i örnek alıyor muyuz?
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şahsını ilgilendiren meselelerde affedici, şeriatı
ilgilendiren meselelerde ise tavizsiz idi. Şöyle bir düşünelim ve kendimizi
kontrol edelim: Biz de böyle miyiz? Yoksa nefsimizi ilgilendiren hususlarda
öfkeli, acımasız ve intikamcı ve fakat şeriatı ilgilendiren hususlarda
vurdumduymaz, nemelazımcı ve yerine göre "Dilsiz Şeytan" durumunda
mıyız? Ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in "Vallahi bunu yapan
kızım Fatıma da olsa elini keserim" kararlılığını; yakasından yapışıp,
boynunda iz bırakacak şekilde çekiştiren bir arabinin bu hareketini tebessüm
ile karşılayıp affediciliğini, kendimize örnek alabiliyor muyuz? Yoksa
nefsimizin karanlığında, bulanık düşüncelerimizin karmaşasında, dümeni kırılmış
bir gemi gibi hem kendimizi ve hem de yalpa vurduğumuz sahilleri tahrib mi
ediyoruz?
"Sen
en büyük bir ahlâk üzeresin" (Enbiya/107) ayeti kerimesini ve "Ben ancak mekârimi ahlakı
tamamlamak için gönderildim" hadis-i şerifini tefekkür ediyor, "Beni Rabbim terbiye etti ve ne
güzel terbiye etti." ifadesinde tarifini bulan o yüce ahlâkını alabiliyor muyuz.
Bugün
gerek Türkiye'de ve gerekse diğer İslam
ülkelerinde, müslümanların ve İslami cemaatlerin önünde halledilememiş çok hayati iki mühim mesele vardır.
1.
Eğitim.
2.
İslam ahkâmını kendi aramızda uygulamak.
Bu
iki mesele halledilemeden bir yere varmak mümkün değildir. Bu sütunlarda, böylesine hayati meseleri izah
etmek mümkün değil. Ancak şunu ifade edeyim ki İslami cemaatlerin eğitim diye
yaptıkları şey, iyi insan ve iyi müslüman yetiştirmek için asla yeterli
değildir.
Eğitim
çok ciddi bir konudur. Mükerrem bir varlık olarak yaratılan insanı, ayak üstü,
rastgele alınmış kararlarla eğitmek mümkün değildir. Pek çok şey
öğretebilirsiniz fakat onu yaratılışına uygun bir şekilde eğitmek ayrı ve başlı
başına bir meseledir.
İslam'ı
kendi aramızda hakim kılma hususuna gelince, bu mesele çoğumuzun gündemine bile
girmiş değil. Ferdi, ailevi, ictimai, ticari ve hayatımızı kapsayan diğer bütün
meselelerde, iki müslüman arasında meydana gelen bir anlaşmazlığı islam'a göre
çözmek için ne gerekiyorsa onu mu yapıyoruz? Yoksa düzenin mahkemesinde kuyruğa
mı giriyoruz? Beyler!.. Lütfen samimi olalım... Savunduğumuz davayı önce kendi
aramızda hakim kılalım. Laf değil iş üretelim. Kendi gücümüzün yettiğini yaptıktan
sonra, güç yetiremediklerimiz için Rabbimizden yardım istemek hakkımız olur. Savunduğumuz İslam nizamının,
yaşanırlığını, üzerinden binlerce asır da geçse uygulanırlığını bizzat kendi
aramızda yaşayıp uygulayarak tüm İslam karşıtlarına ispatlayalım ve inananlara
ümit verelim, şevk verelim.
"Önderimiz
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem"dir diyen, nebevi metod ve nebevi
yaşantıdan bahsedenlerin ve İslam'ı
hakim kılma davasında olanların evveliyetle yapması gereken budur. Önce eğitim ve İslami yaşantıyı aramızda hakim kılma...
"Müminler
ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen kendilerine Allah'ın ayetleri
okunduğu zaman, imanlarını artıran ve yalnız rablarına dayanıp güvenen
kimselerdir." (Enfal/2
İslam
bir slogan değildir. O yaşanılması fert, aile ve devlet planında hakim
kılınması gereken ilahi bir
nizamdır. Bu yüce nizamın yaşanılıp,
hakim kılınabilmesi için, İslami esasları kavramış, İslami şahsiyeti istikrar
bulmuş ve İslami hizmetleri dünyevi endişelerle bulandırmamış, öncü müslümanlara
ihtiyaç vardır. Bu öncü müslümanların öncüsü, her zaman her mekan ve her şartta
alemlerin efendisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olacağından, onlar
ve onlarla beraber olanlar, yol güzergahındaki aldatıcı, oyalayıcı manzara ve
görüntülere asla iltifat etmeden, Nebevi çizgide, sırat-ı müstakim üzere hedefe
doğru kararlı bir şekilde yol alacaklardır.
"Andolsun
ki, Rasulullah'ta, sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve
Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır." (Ahzab/21)
Evet,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hayat-ı pâki yaşanılan Kur'an'dır.
Kur'an pratikde uygulanması güç nazari kaideler değil, bilakis insanlığın dünya
ve ukba saadeti için hayata tatbiki
zaruri, değişmez esaslar içeren, Rabbani bir nizamdır. Bu değişmez ilahi
düsturların en kâmil manada hayata tatbikini Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem'in yaşantısında bulabiliriz. Onun içindir ki hayatın bütün safhalarında Hz. Peygamber ve
ashabının yaşantısını örnek alan ve her sahada Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem'in öncülüğünde hareket eden ve asrı saadet müslümanlarının meydana
getirdiği cemaat ruhu ve anlayışını
kavrayıp, benzer cemaatler oluşturmaya sa'yeden müslümanlar zamanın kötülüklerinden korunur
ve harabeye dönüşmüş olan uhuvvet sarayını yeniden inşa edebilirler. Rehberi
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem olan ve onun diriltici, hayat pınarı, nur yumağı nasihatlarına
tereddütsüz uyan ve getirdiği vahiy kaynağıdan kana kana içen, Kur'an ipine
sarılan fert ve cemaatler daima çağların önünde ve asla çağların
yakalayamayacağı gerçek medeniyetin öncüleri olurlar.
Çünkü
onlar, İslam'dan başka nizam tanımazlar, tağutu reddederler, aralarındaki
meseleleri İslam ahkamına göre
hallederler. Allah ve Rasulü'nün hükmüne razı olur, asla isyan etmezler.
Allah ve Rasulü'ne ve Allah ve Rasulü'nün yolunda olan emir sahiplerine itaat
ederler. İşlerini istişare ile yaparlar. Ucub, kibir, hased, yalan, iftira,
riya, iki yüzlülük, mal mülk ve makam sevgisi, cimrilik, hayasızlık, kin gibi öncelikle
sahibini helak eden, saniyen cemiyeti ifsad eden mezmum ahlâklardan berîdirler.
Onlar ahlâk-ı Muhammedî ile tehalluk etmişlerdir. Yalnız
Allah'a güvenip dayanırlar, yalnız ona kulluk ederler. Allah'tan başka
kimseden korkmazlar. Hülasa onlar İslamca düşünür, İslamca konuşur ve İslamca
yaşarlar. Öncümüz, rehberimiz ve tek önderimiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellemin'in Muaz bin Cebel radıyallahu
anh'ın şahsında bütün ümmete yaptığı şu tavsiyelere uyan bir millet nasıl yücelmez ve cennetî bir hayatı nasıl
dünyaya taşımaz? "Ey Muaz! Sana Allah'tan korkmayı, doğru sözlülüğü,
ahde vefayı emaneti edayı, hıyaneti
terketmeyi, komşuyu korumayı, yetime acımayı, yumuşak sözlülüğü, çokca
selam vermeyi, iyi hareketi, arzuları kırmayı, imana yapışmayı, Kur'an'ı anlama
ve anlatmayı, ahireti sevmeyi, hesaptan korkmayı, mütevazi olmayı tavsiye eder
ve seni hikmet sahiplerini azarlamaktan, doğru söyleyenleri yalanlamaktan,
günahkar zalim devlet reisine itaattan, adil reise isyandan, yeryüzünde fesad
yaymaktan men ederim. Ve sana, duvar,
taş ve ağaç gölgesinde her nerede olursan ol Allah'tan korkmayı, açık günahlarına açık tevbe etmeyi,
gizli günahlarına gizli tevbe etmeyi
tavsiye ederim." Ey Rabbımız bizleri bu tavsiyelere uyan kullarından eyle.
"Kim
nefsini (külliyen)
Allah'a,
onu görür gibi teslim ederse, muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmış olur.
Bütün işlerin sonu Allah'a (dayanır)" (Lokman/22)
Bütün
varlığımızla Allah'a teslim olup, O'nun sonsuz kudreti karşısında aczimizi itiraf ederek, insanlığın dünya ve
ukba saadetini temin edecek olan yegane nizam Allah nizamı, islam şeriatını
hayatımızın bütün safhalarına hakim kılarak, adı ne olursa olsun bütün tağutları, tağuti düzenleri, şeytani
sistemleri, put ve putçuları red ve nefyederek ve bütün bunları yalnız ve
yalnız Allah için, o istediği için ve onun rızası için yaparak bizi nefse
dünyaya, mala, makama ve şöhrete zebun eden bütün esaret zincirlerini kırıp hür
olmak mecburiyetindeyiz. Bu manada bir hürriyet olmadan, Allah'a teslim olmak
ve onun şeriatını onun istediği tarzda yaşamak mümkün değildir.
Bugün bütün dünya müslümanları, bir taraftan kendi
zaaf ve cehaletlerinden, diğer taraftan da tahakkümü altında yaşadıkları şirk
ve küfür düzenlerinin yaptırım ve baskılarından kaynaklanan gayri İslami bir
hayatın mahkumu olmuş, devletini ve halifesini kaybetmiş, cihad ruhunu
yitirmiş, tabi olduğu İslam'ın esaslarını, ölçülerini ve hatta itikada tealluk
eden meselelerini bilemez hale gelmiş ve
getirilmiş ve İslam'ı tağutların ve tağuti düzenlerin müsaade ettiği kadar
öğrenmeyi ve yaşamayı islam'ın kendisi zannetmiş bir "cahili toplum"
haline getirilmiştir.
Bütün
müslümanlar olarak imanımızı, İslami yaşantımızı, fikri hayatımızı, şirk ve
küfür düzenleri ile olan münasebetlerimizi ve hatta İslam'ın hakimiyeti için
Allah yolunda yaptığımızı zannettiğimiz bütün çalışmalarımızı, Kur'an ve sünnet
aydınlığında çok ciddi bir şekilde gözden geçirmek ve tahlil etmek
durumundayız.
Ve
o zaman göreceğiz ki nice tehlikeli uçurumların kenarlarında ve karanlık
dehlizlerler dolaşmaktayız ve kendimizi bütün vechelerimizle İslam'ın hayat
bahşeden baharında yeni baştan yenilemek konumundayız.
Gizli-açık
her türlü şirki, kalbde tam tasdik bulmuş ve amelde tezahür etmiş gerçek
tevhidle, yok edip tüm tağutları ve tağuti düzenleri reddederek Allah'tan
başkası için yapılan riya kokan, gösteriş kokan, çıkar ve menfaat kokan, nefis
kokan bütün amellerden uzaklaşıp bütün
çalışmalarımızı ihlas, takva ve sıdk ile tahkim ederek,
İslam
dışı bütün metod ve usulleri terk ederek, İslam'ın şaşmaz, değişmez "Kur'anî ve Nebevî metodları"
ile
çalışarak,
"Tağuti
öğretim ve eğitim kurumlarının" bizlere zerk ettiği tüm yalan yanlış şirk
ve küfür kokan cahili bilgileri hafızamızdan silip hakiki bir "İslami
eğitim ve öğretim" yapıp gerçek biligilerle donanarak,
Evet bütün bunları yaparak düşüncelerimizden başlamak üzere,söz ve
amellerimizi ve bütün vecheleri ile hayatımızı İslamlaştırmalı;kendimizi ve
bütün amellerimizi Allah'ı
görüyormuşcasına yenilemeliyiz. Her ne kadar biz onu görmüyorsak da, O bizi görüyor. "Nerede olursanız olun Allah
sizinle beraberdir." (Hadid/4)
"Biz
insana şah damarından daha yakınız." (Kaf/16)
Ve Allah yolunda İslam için çalışırken başımıza
gelecek belâ ve musibetlere karşı sabredip düşman karşısından sebatkâr olur
ve yalnız Allah'a dayanır ve güvenirsek
zafer müslümanların olacak ve bütün âlem huzur bulacaktır.
"Sizden
evvelki ümmetlerden mü'min bir adam tutularak kendisi için açılan bir çukura
konulurdu. Sonra bir testere getirilip başına dayanılır iki parça edilirdi.
Demirden tarak ile eti ve kemiği taranırdı da bu işkence onu dininden
döndürmezdi. Allah'a
andolsun ki Allah şu işi (İslam dinini) tamamlayacaktır. Hatta binekli bir kimse San'a'dan Hadramevt'e kadar gider de Allah'tan başkasından
ve koyunlarına karşı kurdun saldırmasından gayri hiçbir şeyden korkmaz. Lakin
siz acele ediyorsunuz. " (Buhari)
Hiçbir
zindan ve hiçbir zincir müslümanı "köle" ve "tutsak" yapamaz. Nefsin, şeytanın ve dünyanın esaretinden kurtulamayan hiçbir
fert gerçekten "hür" olamaz.
Gerçekten hür olmak isteyen Allah'a kul ve onun
şeriatına tabi olsun.
"Ey
iman edenler! Allah'dan korkunuz ve sadıklarla beraber olunuz." (Tevbe/119) İşte müslümanın vasatı bu
vasattır.Yani sadıklarla beraber olmak, kişinin sadakatı ve teslimiyeti
nisbetindedir. Allah'ın nizamına tereddütsüz teslim olan, niyet, söz ve amelini
birleyen bir müslüman imanını kemale erdirmiş ve sıdk derecesine yükselmiş
olur. Biz mü'minler "Elestü bi rabbiküm" hitabına "Bela" diye cevap verenleriz. Ruhlar aleminde
verdiğmiz bu sözü, dünya âleminde de "Lailahe illallah Muhammede'r- Rasulullah" diyerek ikinci defa ikrar ve tasdik
ettik. Üçüncü defada Akabe biatları ile başlayan
ahidlerle İsam'ın hakimiyeti için bütün imkanlarımızı seferber
edeceğimize söz verdik. Müjde o mü'minlere ki... Rab olarak Allah Teala'yı Nebi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) ve
nizam olarak da İslam şeriatını kabul ederek, bütün tağutları ve tağuti
düzenleri reddedenlere.
İşte bir müslüman bu inancının gereği olarak
İslam'ı hayata hakim kılmak için her türlü riyadan arındırılmış halis bir
niyyet ve tam bir teslimiyet ile ihsan derecesine yükselen bir amel işler ve
İslam'ı İslam'ın metodları ile tebliğ eder ve Allah yolunda ve yalnız onun
rızası için cihad eder ve sırat-ı müstakim üzerinde sebat ederse sadık ve
salihlerden olur.
Müslümanlar
olarak gerçek sadık ve salih kişileri bulup ve onlar arasında yeniden İslamî
bir hayata kavuşup ve İslamî ölçüler doğrultusunda cemaatleşerek, İslam
aleminin yeniden uyanış ve dirilişine ve
hatta bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olacak hayırlı çalışmalar yapmak mecburiyetindeyiz. Aksi taktirde şirk,
küfür ve nifak fırtınalarının ortalığı kasıp kavurduğu her türlü ahlaksızlığın
revaç bulduğu bir vasatta her geçen gün İslamî özelliğimizi kaybeder ve tağuti
düzenlerin girdabında boğulup
gideriz. Çünkü fasık, kafir ve
münafıklarla düşüp kalkma, muaşerette bulunmak onlarla dostluk ve arkadaşlık
etmek, İslamî hayatın ölümüdür. Onların vasatı çorak araziye ve zehirli hayvana
benzer. Böyle bir vasatta müslümanca yaşamak mümkün değildir.
Ey
iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin
dostudurlar. (birbirinin
tarafını tutarlar) İçinizden onları dost edinenler onlardandır. Şüphesiz Allah
zalimler topluluğuna yol göstermez." (Maide/ 51)
Evet
müslümanları bırakıp kafirleri dost edinenler Allah'ın yardımından mahrum
olurlar. Kafirlerin yanında izzet ve şeref arayanlar zillete düçar olurlar.
Onların kendilerine yardımcı olacağı hayaline kapılanlar hüsrana uğrarlar. Çünkü onlar birbirinin dostudurlar.
Çünkü onlar birbirine yardım eder ve birbirinin tarafını tutarlar.
Müslümanlar
fert ve aile planında olduğu gibi adalet planında ve kendi İslam vasatını
oluşturmak mecburiyetindelirler. 20. asrın başında türlü hile ve desiselerle
Osmanlı adaleti dağıtılmış, islam birliği yıkılmış ve İslam toprakları üzerinde
kimi batılı kâfirlerin ve kimi de komünist ateistlerin güdümünde elliye yakın
devletçik kurulmuştur ve böylece müslüman milletler, kafirlerin oluşturduğu gayri
İslami vasatlarda yaşamaya mahkum edilmiştir.
Müslüman
olarak Allah'ı tanıyıp ona kul olmak müslümanca düşünüp müslümanca yaşamak için
nasıl bir İslami vasata ihtiyaç varsa
cehlin karanlığından kurtulup, İslamı gerçek çehresi ile tanıyıp öğrenmek için
de islami bir vasat şarttır. Bu vasatın oluşması için de müslümanların bir
cemaat halinde yaşayıp ve cemaat halinde hareket etmesi bir farizayı diniyedir.
Müslümanlar ilim ve hikmet ehli sadık ve salih ülema ile tanışıp onların hayat bahşeden sohbetlerine katılmalı
ve ilim meclislerine devam etmelidirler. Diğer taraftan fert ve aile planında da İslamı yaşama gayreti içinde olan
dürüst, müttaki kişiler ve alilerle tanışıp aileler arası İslami bir vasat oluşturmaya gayret
edilmelidir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:"Ulema meclislerine devam ediniz.
Hikmet ehlinin kelamına kulak veriniz. Allah Teala yağmur taneleri ile arzı
dirilttiği gibi hikmet nuru ile ölü kalbleri diriltir." buyurmaktadır.
Müslümanlar
olarak kendi aramızda oluşturduğumuz, ilmi sohbetleri asla ihmal etmemeliyiz.
Bilelim ki o meclislerde İslam'dan bir şey öğrenmek için geçirdiğimiz her
dakika bizim için paha biçilmez bir hazinedir.
"Beşikten
mezara kadar ilim tahsil ediniz" hadis-i şerifini kendimize rehber edinip, ilim ve hikmet
vasatını oluşturmak ve o vasatta İslami ölçüleri anlayıp kavramak ve
yaşantımıza aktarmak gibi soylu bir hareketi devam ettirmeyi kendimize şiar
edinmeliyiz.
Neron
bir deli mi? Bir sapık mı? Yahut aşağılık duygusuna zebun olmuş bir egoist mi
idi?
Her
ne olursa olsun Roma'yı yaktı ve Roma alevler içinde yanarken kahkahalar atarak keyfince eğleniyor, güç ve kuvvetin
neleri yapabileceğini kanıtlamanın zevkini tadıyordu.
Tarih
nice Neronları gördü ve hepsi kaçınılmaz
sona mahkum oldular. Ve aynı zamanda bu Neronları tarih mahkum etti. Vicdanlar
mahkum etti. Toplumlar mahkum etti. Ve nihayet 20. asırda nice Neronlara tanık
oldu. Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin ve benzerleri. Bunlar sadece bir Roma
değil, yüzlerce Roma'yı yaktılar. Bir şehir halkını değil, milyonlarca insanı
ateşe verdiler. Japonya'ya attığı atom bombası ile onbinlerce insanı katleden
Amerika. Amerika, Filistin'de müslümanlara kan kusturan terörist İsrail, Afrika
doğu ülkelerinin kanını emen tüm batılı barbarların yaptıklarını düşünün...
Roma'yı yakan Neron, bu asrın Neronları yanında ne kadar cılız kalır.
Bosna-Hersek'te
şehir ve köylerin yıkılıp yakılması yüzbinlerin ev ve yurtlarından sürülmesi,
öldürülmesi, kadın, kız ve çocukların tecavüze uğraması bütün bunlar Amerika ve
Avrupa'daki büyük Neronlar'ın desteğini
alan küçük Neronlar'ın eli ile yapılmıyor mu?Şimdi de büyük Neronlar'ın göz
kırptığı Ermeniler, masum müslümanlara saldırıp şehir ve köyleri yıkmıyor mu?
Neron,
Firavun ve Nemrut'un takipçileri ve onların veled-i zinaları, aldıkları zulüm
mirasını devam ettiriyor ve İslam
yurtlarını yakıp, yıkmak, müslümanların kanını emmek için yeni plan ve proğramlar
yapıyorlar.
Ve
ey Peygamber varisleri ve ey ümmet! Allah aşkına ses verin ya siz, evet siz neredesiniz? Şu çiğnediğimiz
topraklardaki İslam mirasına ne zaman
sahip çıkacaksınız?
Asrın
Neronlar'ı, bütün İslam yurtlarını ateşe verip yakmakta ve İslam ümmetini
köleleştirmekte kararlı. Ya sen? Ne ile meşgulsün? Yoksa politika cambazlarının
elinde oyuncak ve onların ihtirasına piyonluk mu yapıyorsun? Veya nefsine esir
düşmüş bî çare misin? Yahut bütün değerleri çalınmış işe yaramaz bir harabe
misin?
Asrın
Neronları'na
alkış tutan, İslam ülkeleri kan gölüne dönmüş, namuslar çiğnenirken, çalgılı,
içkili toplantılarda, göbek atıp hora tepenlere daha ne zamana kadar
yaltakçılık yapacaksın?
"Kim
zerre miktarı bir hayır yapmışsa onu
görecek, kimde zerre miktarı bir kötülük etmişse onu görecektir."
(Zilzal/7-8)
İnsanoğlu
mükerrem olarak yaratılmış, akıl ile zinetlenmiş ve yeryüzüne halife
kılınmıştır insan, kendisine verilen bu üstün vasıflar dolayısıyla Hitab-ı
İzzet'e muhatap olmuş ve kendi aralarından seçilerek gönderilen peygamberler
vasıtası ile şirk, kültür ve zulmün
karanlıklarından İslam'ın aydınlığına davet olunmuş ve niçin üstün
kılındıkları tebliğ edilmiştir.
İnsana
yakışan kendi durumunda mevcut kabiliyet ve üstün vasıfları,onu kendisine bahşeden yaratanına hizmetkar
etmektir. Aksi takdirde ziyana uğrayan bedbahlardan olur.
İnsan
kendi yaratılışını ve kendi dışındaki alemlerin var edilişini tefekkür ederek nefsinin, sorumluluğundan
kurtulup Halıkın kulluğuna talip
olmalıdır. Bugün yeryüzünde zuhur eden vahşet ve cinayetler, insanların
yaratanını unutup nefislerine kul olmalarından kaynaklanmaktadır. İman ve
İslam'dan mahrum olan bir kişinin,insani
vasıflarını koruması,insanca yaşayıp, insanca davranması mümkün değildir. İman
ve İslamı'nı kaybeden fert ve topluluklar hayvanlaşır ve hatta hayvanları bile
tiksindirecek vahşet ve cinayetler irtikap edebilir. Bunun en son misali bir
kaç seneden beri zuhur eden hadiselerdir.
Dünyanın
gözü önünde cereyan eden
Bosna-Hersek'teki Sırp vahşetini düşününüz.
Bir
tarafta bu domuz sürülerinin,7 yaşındaki kız çocukları dahil 50 bin müslüman
kadına reva gördükleri tecavüz ve işkenceler, diğer tarafta bu vahşete seyirci
ve hatta yardımcı ve kendisine medeni yakıştırması yapan domuz çobanları. Bir
tarafta sırf müslüman oldukları için yıllardan beri ambargo uygalanan ve en
ufak bir hareket bahane edilerek yağdırılan bombalar ve ambargo nedeni ile ölen çocuklar, ihtiyarlar ve diğer
tarafta bunca yapılan zulüm ve tecavüzler karşısında, "Yeni Dünya Düzeni" aldatmacası ile kandırılan, uyuşturulan
zavallı üçüncü dünya ülkeleri.
Ya
şu Ermeni'ye ne dersiniz? Burnumuzun ucunda, Azerbaycan'a saldırısına, çocuk,
kadın demeden vahşice irtikap ettiği katliama. Ve bütün bu olaylar karşısında
İslam aleminin suskunluğuna, nemalazımcılığına, vurdumduymazlığına... Ve şu
batı hayranı cahil, korkak -bazıları hain- İslam ülkelerini idare edenlere.
Tarihin yüz karalarına...
Ve
düşünün... Bir tarafta tokluktan çatlayıp geberenler, diğer tarafta açlıktan
ölenler. Bir tarafta zevkû sefa içerisinde nefislerini azgınlaştırıp
hayvanlaşanlar. Ve diğer tarafta en aşağılık tecavüzler ve işkenceler
altında fazilet mücadelesi verenler...
Evet
bütün bu olanlar karşısında hangi insanlıktan hangi medeniyetten
bahsedilebilir? Bunca vahşet, bunca zulüm ve bunca sömürüye rağmen hala insan
hakları yutturmacasına kim inanır?
Ey
asırlardır uyuyan, uyutulan, birbirleri ile uğraşan müslüman! Karanlığa kurşun
sıkmak yerine, bir mum yakarak bir köşesini olsun aydınlatmaya çalış. Bugün
İslam ülkelerinin başına gelenlerden sen mes'ulsün. Kendine, aslına dön, Rabbini tanı ona kul ol. Tek önder Peygamberindir,
O'nun liderliğinde ve onun yolunda gidenlerle beraber bulun. Tabi olduğun
İslamı iyi öğren ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e ümmet olmanın
gereği olan vazifelerine sarıl. Ümmetin
kurtuluşu için tebliğ, irşad ve cihad sorumluluğunu ifa et. İşte o zaman
insansın ve o zaman İslam'sın ve şunu hiç unutma, dünyada yaptığın zerre
miktarı hayırda ve zerre miktarı şerde sana ulaşacak ve yarın huzur-u ilahide
bunun karşılığını göreceksin. Sana zillet yakışmıyor.
Sen
izzete, efendiliğe layıksın. Dünyanın idaresi senin işin. Kâfirlerin güdümünde
uydu olmak ve köleleşmek sana göre değil. Sen değil müslümanların, bütün
insanlığın kurtuluşu için varsın. Ve sahip olduğun Kur'an nizamı bu kurtuluşu gerçekleştirecek
yegâne nizamdır. Bunun için senin gafletinden istifade ederek, seni idare eden,
tağutları ve tağuti düzenleri alaşağı
etmen gerek.
Eğer
bunu yapmaz, Allah nizamının hakimiyeti çin çalışmazsan, Bosna-Hersek,
Çeçenisnan, Karabağ, Filistin, Keşmir, Somali, Cezayir ve bütün İslam yurtlarında
tecavüz edilen Fatmalar, anneler, yetim bırakılan yavrular, ak saçlı nineler ve
ak sakallı dedelerin feryad-ü figanı, akan kanları ve dökülen gözyaşları
arasında boğulur ve ebedi hüsrana uğrarsın.
Nerede
bir müslüman varsa bütün ümmet orada olmalı. Nerede bir müslüman zulme uğrarsa
bütün ümmet o zulmü defetmek için oraya koşmalıdır.
Ve
ey müslüman! Senin imanın bunu gerektirmektedir.
Hased,
bütün
şeriatlarda kötülenmiş mezmum bir huydur ve kalbî bir hastalıktır. Hased
şeytandan varid olan ilk günahtır. Çünkü İblis Adem aleyhisselamı kıskandı,
O'nun Allah (c.c.)ve melekler katındaki derecesine hased etti ve ona Allah'ın
emrine rağmen sedce etmekten vazgeçti. Allah Teala hasetçilerin durumunu şöyle
açıklar: "Eğer
size bir iyilik gelirse onların hoşuna gitmez, eğer size bir kötülük gelirse
ona sevinirler." (Al-i İmran/120)
"Yoksa
onlar Allah'ın lütfundan verdiği şeyler
için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna kitabı ve hikmeti verdik
ve onlara büyük hükümdarlık bahşettik." (Nisa/54)
Bu
hususta Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: "Hased etmekten sakının, zira
hased ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yiyip yok eder."
"Birbirinize
hased etmeyiniz. Kavgalaşmayınız. Hasımlaşmayınız. Birbirinize sırt
çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları, Allah'ın size emrettiği şekilde kardeşler
olunuz."
İbn-i
Sîrin şöyle der: "Dünyaya ait bir meseleden dolayı hiç kimseye hased
etmedim. Çünkü o kimse eğer cennet ehlinden ise, O'na dünya malından dolayı
nasıl hased ederim. Zira dünya metaı
cennette değersiz bir şeydir. Eğer cehennem ehlinden ise, yine dünyaya ait
işlerden dolayı ona nasıl hased ederim? Zira o kimse ateşe girmeyecektir."
Vehb
ibn Münebbih der ki: "Nuh aleyhisselam tufan dinip gemiden çıkınca İblis
aleyhillâne geldi. Nuh aleyhisselam O'na: Ey Allah'ın düşmanı! Senin ve
avaneyin insanları saptırıp helak olmalarına
onların hangi günahları sebep oldu?
dedi.
İblis:
Biz onlardan hasedci, hırslı, cimri, zorba ve aceleci birini görünce onu hemen
yakalayıveririz. Bir kimse de bu huyların hepsi toplanırsa ona da "ŞEYTANI
MERİD" yani "Azgın Şeytan" deriz. Çünkü bu huylar şeytanların
reislerinin huylarındandır." dedi.
Kişiyi
hasede sevkeden birçok sebep vardır ki en mühimleri şunlardır:
1.
Düşmanlık ve Kin:
Bu
sebep, sebeplerin en müessir olanıdır. Cahil, İslami edebten mahrum, İslam'ın
yüce prensip ve esaslarından habersiz kişiler kendi yanlış düşünce ve
fikirlerini tasvip etmeyen çıkarlarına engel olan veya olacağını zannettiği
veyahut istikbale dönük yaptığı
hesaplara mani gördüğü kişilere içten içe kin beslemeye başlar ve bu kini
düşmanlığa kadar vardırır. Ve böylece hased, kin ve düşmanlığa arkadaşlık eder.
2.
Ucub:
Kendini
beğenmek hastalığına yakalanan kişiler, başkalarının kendisinden üstün olmasına
asla tahammül edemezler. Bu yüzden hased ateşi içten içe alevlenir. Kendini
beğenmek, aynı zamanda kibirlenmeye, büyüklenmeye sebep olur. Ve dolayısıyla
kendisinden başkasının sevilmesi ve sayılmasına tahammül edemez. İster ki herkes
kendisine kul, köle olsun, söylediği herşey itirazsız kabul edilsin.
Kendini
beğenip kibirlenenler hakkında Allah Teala şöyle buyuruyor: Allah büyüklük taslayanları
sevmez." (Nahl/23)
"Şüphesiz
bana ibadetten yüz çevirip büyüklük taslayanlar hor ve hakir olarak cehenneme
gireceklerdir." (Mü'min/20)
Bu
hususta Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: "Kalbinde hardal tanesi kadar
kibir bulunan cennete giremez."
"Cenabı
Hakk buyurdu ki: Büyüklük ridam, azamet iz'arımdır. Kim ki bunlardan biri
hususunda benimle niza ederse O'nu cehenneme atarım ve hiç aldırmam." Ucub ve kibir aynı zamanda diğer
insanları hakir görüp, O'nu alay ve eğlenceye almaya da yol açar. "Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı (el, göz ve kaş işaretleri ile) eğlenmeyi ve ayıplamayı adet edinen her
kişinin vay haline!" (Hümeze/1)
3.
Riyaset Hırsı:
Bu
gibi kişiler, mevki, makam ve şöhrette başkalarının kendisine rakip olmasına
asla tahammül edemezler. Böyle birisi zuhur ederse ona hased eder ve onun
hakkında her türlü menfi propagandayı yapar ve işi iftiraya kadar
vardırabilirler. Riyaset hırsına kapılan kişide vefa duyguları da yok olur.
Tasarladığı makama varmak için bütün ahlâki düsturları çiğner ve bu hususta
önüne çıkan en samimi dostları da olsa gücü yeterse tepelemekten asla fütur
etmez ve her türlü ayak oyunlarına girişir. Çünkü O'nun için dost değil makam
lazımdır. Tarih, riyaset hırsına kapılmış nefsine zebun olmuş kişilerin çizdiği
karanlık tablolarla doludur.
4.
Kötü Ahlâk:
Bir
gibi kişiler salih kişilerin yaptığı hayırlı işler ve hizmetlerden huzursuz
olur ve tahammül gösteremezler. Bu gibi kişilerin işlerinin bozulmasından veya
başlarına kötü bir halin gelmesinden sevinç duyarlar. Bu kötü ruhlu insanlarda
hased o kadar geniş boyutlara ulaşır ki artık hasedlerini gizleyemezler. Tatlı
söz ve güleryüz perdesini yırtar ve açıkça düşmanlık yapmaya başlarlar.
Müslümanlar
hased, ucub, kibir gibi bütün kötü huylardan
nefsini arıtmalı, ahlâk-ı Muhammedî ile ahlâklanmalıdır. Çünkü bu kötü
huylar şeytanın ve cahiliye devri insanlarının ahlâkıdır. Şeytan kendini
beğendiği, kibirlendiği ve hased ettiği için Adem aleyhisselam'a secde
etmedi. Ve dergâh-ı izzetten kovuldu.
Ebu Cehil Kureyş'in reisi idi. Bir yetime Peygamberlik gelmesini hazmedemedi.
Hased etti. O'nun hakk Peygamber olduğunu bile bile inkâr etti ve Bedir günü,
katledilip darul cezaya tardedildi.
Bütün
kardeşlerime şu Nebevî tesbite kulak vermelerini tavsiye ederim: "Mü'min
gıbta eder, münafık hased eder."
Toplum
nasıl düşünürse düşünsün ve nasıl
yaşarsa yaşasın, bizler müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak
mecburiyetindeyiz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem"Sizden hiçbiriniz 'ben insanlarla beraberim, onlar iyi
olursa ben de iyi olurum,onlar kötü olursa ben de kötü olurum' diyen şahsiyetsiz kimse gibi olmasın.
Bilakis insanlar iyi olduklarında siz de
iyi olmaya, insanlar kötü olduklarında, siz de onların kötülüklerinden
kaçınmaya kendinizi alıştırınız." buyurmuşlardır.
Maalesef
zamanımızda kötülükler o kadar şuyû bulmuş ve toplum nazarında o kadar meşruluk
kazanmıştır ki bir çok insanımız bu kargaşa içerisinde kaybolup gitmektedir. Bu
hususta resmi ideolojinin bizzat devlet
eli ile yaptığı tahribat ise tahminlerin çok fevkindedir. Toplumumuz görülmemiş
bir şekilde dejenere edilmiş ve İslamî kimliğini yitirmiştir. Öyle ki yardım
için uzatılan eller itilmekte ve tedavi için verilen ilaçlar kusulmaktadır. Bir
bünyenin mikroba karşı bu derece
bağışıklık kazanması dehşet verici bir olaydır.
Böyle bir durum karşısında müslümanlara
her zamankinden daha çok sorumluluklar düşmektedir. Toplumu uyuşukluktan ve
düzenin cenderesinden kurtarıp
fitneyi ortadan kaldırmak ve insanımızı
İslam'ın diriltici baharında yeniden canlandırarak Hakkı hakim kılmak için
tebliğ vazifemizi en iyi bir şekilde
yapmak ve Hak olanı yaşayıp, Hak olanı konuşup yazmak mecburiyetindeyiz. Bu vazfemizi ifa ederken gerek düzenin ve
gerekse toplumun baskı ve yaptırımlarına asla aldırış etmemeli ve gayrı İslami
vasatlara uyum sağlamak endişesi ile, İslami şahsiyet ve kimliğimizi
kaybetmemeliyiz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kendinizi küçük
düşürmeyiniz." buyurmuş, Ashab-ı Kiram: "Ya Rasulullah kendimizi nasıl
küçük düşürürüz?" diye sormuşlar, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Sizden herhagi biriniz konuşması
gerektiği bir hususta konuşmamıştır. Cenab-ı Hak mahşer günü ona soracak: 'Şu
mevzuda konuşmaktan seni ne alıkoydu?' O kişi cevaben: 'Halkın korkusu'
diyecek. O zaman Cenab-ı Hak şöyle buyuracak: Korkman gereken sadece bendim
ben."
Abdullah
bin Mesud radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor: "İsrailoğullarına(dini cihetde) arız olan ilk noksanlık, onlardan bir
adam (günah işleyen) bir kimseye karşı gelir de: Bana bak
Allah'dan kork işlemekte olduğun şeyi terk et, zira o sana helâl değildir
derdi. Daha sonra ertesi gün ona aynı halinde devam ederken karşı gelir, bu hal
kendisini onunla yiyip içmekten oturup kalkmaktan alıkoymazdı. Onlar böyle
yaptıkları vakit Allah kalblerini birbirine benzetti. (dedi) Sonra (şu ayeti okudu): "İsrailoğullarından olup da
küfredenlere Davud'un da, Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lanet olunmuştur.
Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi
bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam
ettikleri bu hal ne kötü idi. İçlerinden birçoğunu görürsün ki (Peygambere ve mü'minlere olan
buğzlarından dolayı) kafirlerle dostluk ederler, nefislerinin kendileri için (ahiret hesabına) öne sürdüğü (kötü hareketler) andolsun ne çirkin şeylerdir. (Çünkü onların kazancı) Allah'ın kendilerine gazab etmesi ve
onların o azab içinde ebedi kalıcı
olmalarıdır. Eğer Allah, Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı,
onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir. (Maide/78-81) Bundan sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle devam etti:
"Hayır,
Allah'a andolsun ki ya iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız,
zalimin eli üzerine (elinizi) tutarak zulmüne mani olursunuz ve onu hakk'a döndürür ve hak
üzerinde tutarsınız, yahut Allah bazınızın kalblerini diğerine benzetir de
onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder." Görülüyor ki bir memlekette kötülükler
açıktan yapıldığı zaman, müslümanlar müdahale etmez, onlarda içli dışlı
yaşayarak günah ve günahkârlara karşı tepki göstermez, nemelazımcılıkla
iyilikleri emir, kötülüklerden nehiy vazifesini yerine getirmezlerse akıbeti
toplu bir hüsran olur. İslam aleminin bugünkü perişanlığını ve düşmanlar
karşısında ki mağlubiyetini kendi isyan ve günahkârlığımızda aramalıyız.
Suriye
cephesinde Bizans orduları ile savaşan komutanlar Halife Hz. Ebubekir
radıyallahu anh'a çok büyük bir düşman ordusu ile karşılaştıklarını, tehlikenin
ve içinde bulundukları durumun korkunç olduğunu bir mektupla bildirmişlerdi.
Hz. Ebubekir radıyallahu anh şöyle cevap yazdı: "Toplanın bir fert gibi olun.
Sonra düşman ordusunu karşılayın. Siz Allah'ın (c.c.) dininin
yardımcılarısınız. Allah (c.c.) dinine yardım edene yardım edecek, kâfirlik
edeni de rüsvay edecektir. Sizin gibi bir ordu, sayı azlığından mağlup olamaz.
Fakat işlediği günahlar yüzünden mağlub olabilir. Binaenaleyh günahkârlardan
sakınınız."
Evet
bizler, bizi biz yapan öz değerlerimizden uzaklaştık. Zalimin zulmüne, fasıkın
fıskına seyirci kaldık ve bazen yardımcı olduk, onlar her türlü isyan, günah ve
kötülükleri ve hatta küfürlerini açıktan ve pervasızca icra ederlerken,
önlerine çıkıp durun, bunu yapamazsınız cesaretini gösteremedik ve hakk'ı
tebliğde kusur ettik. İslam milleti olarak yeni bir "Ba'su ba'del mevt"e muhtacız. Burada şunu da ifade
etmeliyim ki, bütün bu olumsuzluklara ve resmi ideolojilere rağmen, bütün İslam
ülkelerinde, çok kararlı, ciddi, şahsiyetli ve ne yapması gerektiğini bilen
diriliş hareketleri de başlamış ve ümmetin
yeniden İslami kimliğini kazanabilmesi
için yürüyüşe geçilmiştir. Bu çabaların
muvaffak olabilmesi, Hakk'ı tebliğ iyilikleri emir, kötülüklerden nehiy
vazifemizi çok iyi bir şekilde yapmak,
İslamı kendi aramızda en iyi bir şekilde yaşayıp hakim kılmak ve Daru'l Erkam
eğitimleri ile insanımızı biliçlendirip şuurladırarak İslam'a ve İslami
meselelere karşı duyarlılıklarını sağlamak
ve onların kötünün ve kötülüğün karşısında, iyinin ve iyiliğin yanında
yer almalarını temin etmek mecburiyetindeyiz.
Böylece İslami dinamizm sağlanarak, insanımız düzenin kontrolünden
kurtulup, İslam'ın kontrolüne girmiş olacaktır.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e
biat edip müslüman olan bir bedevi, boğazını işaret ederek şöyle
diyordu: "Şuramdan
yara almak, şehid olup cennete girmek üzere sana biat ediyorum."
İşte
müslümanların 30 yıl gibi çok kısa bir zamanda üç kıtada hakimiyet kurmalarının
sırrı.
Bu
düzen değişmelidir. Çünkü neseb-i gayri sahihtir. Bu milletin inancına, örfüne
ve devlet geleneğine rağmen amelün gayru salih olarak zuhûr etmiştir. Adı
cumhuriyettir amma, tarih boyunca görülen en acımasız ve en zalim diktatörlük
rejimlerinden biri olarak tarihe geçecektir.
İnsafla
düşününüz! Adını cumhuriyet koyan ve demokrasiye soyunan bir düzende
milletvekilleri meclise seçim ile değil, Mustafa Kemal'in tayini ile giriyor.
Resmi ideoloji emirnamelerle İslami neşriyatı yasaklıyor. Şapka kanunundan önce
yazdığı bir kitaptan dolayı soylu bir İslam alimi olan İskilipli Atıf Hoca idam
ediliyor. Bizzat devlet ricali tarafından tezgâhlanan Menemen hadisesi
neticesinde kurulan mahkeme son Osmanlı
Şeyhul Meşayıhlarından Muhammed Esad
Erbili ve birçok değerli insanı ölüme mahkum ediliyor. Ve çeşitli entrikalarla
birçok değerli İslam alimi yok ediliyor. 600 yıl İslam'a ve bu millete
hizmetkâr olmuş Osmanlı hanedanı kadın, çocuk, yaşlı demeden utanç verici bir
kararla 24 saat içerisinde yurt dışına çıkarılıyor. Dini tedrisat yasaklanıyor.
Kur'an okutan, evinde Kur'an bulunan jandarma dipçiği veya polis jopu ile
itile-kakıla, dövüle-sövüle mahkemelere çıkarılıyor, idamla yargılanıyor ve
hapse atılıyor. Sokak ortasında ana ve ninelerimizin çarşafları düzenin
polisleri tarafından yırtılıp parçalanıyor. İslam mührü olan cami, tekke ve
zaviyeler ya yıkılıyor ya ahır, anbar yapılıyor yahut kapatılırak yok olmaya
terkediliyor. Bugün yalnız İstanbul'da 300'den fazla caminin ya yıkılmış veya kayıp olması cinayetin vehametini
göstermeye kâfidir. Düzenin 70 yılda yaptığı tahribat o kadar korkunç ki, bütün
bunları kitapta dile getirmek ve yazıya dökmek mümkün değil. Bu ANAC'ın gayri
dini ve gayri milli eğitim sistemi ile yetiştirdiği, kominist, sosyalist,
ataist, materyalist ve ırkçı gençlik 80 öncesi kendini doğurup besleyen anacı
yemek için öyle bir terör estirdi ki, ANAC kendini kurtarmak için yavrularını
yemek zorunda kaldı.
80
sonrası ise Güneydoğu'da yeniden terör olayları
başladı ve bu ayrılıkçı din karşıtı hareket her gün ardı arkası
kesilmeyen cinayetlerine devam ediyor. Bütün bunların temelinde düzenin,
kuruluşundan beri doğusunda batısında bütün yurtta dine ve müslümanlara karşı
estirdiği devlet terörü yatmaktadır. Dine ve millete rağmenci bu sakim ideoloji
ve devlet terörü terkedilmedikçe ve bütün bir Milleti kucaklayan, ayrılıkçılığa
ve anarşiye prim vermeyen İslami bir yapılanma
gerçekleşmedikçe, sancılar dinmeyecek, terör ateşi sönmeyecek ve bu atanın masum evlatları insanlığını kaybetmiş
teröristlerin kurşunlarına hedef olmaktan kurtulamayacaktır. Böyle çok kritik
bir dönemde ve çok seviyeli devlet adamlarına hava ve su kadar ihtiyaç
hissedildiği böyle bir zamanda hâlâ Kur'an'a dil uzatan devlet adamlarının ve
yıllarca teröre ve yıkıcılığa destek veren ve dine karşı tavır koyan bir
zihniyetin hükümet etmesi ne acı...
"De
ki: Rabbım beni, gideceğim yere doğruluk girdirişi ile girdir. Çıkacağım yerden
de doğruluk çıkarışı ile çıkar. Tarafından bana hakkıyla yardım edici bir
huccet ver." (İsra/80)
İbn-i
Abbas'ın rivayetine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e hicret
müsaadesi bu ayeti kerime ile verilmiştir.
Mekke'de
zulüm görülmemiş boyutlara ulaşmıştı. Müslümanlar şirk ve baskılarına rağmen
şanlı bir direniş gösteriyorlardı. Bu direniş dinde sebatın, Allah yolunda uğranılan belâ ve
musibetlere sabrın silahsız bir cihadı idi. İşte bu cihatla güçlenen, olgunlaşan ve
bir insan için ulaşılabilecek kemalatın zirvesine yükselen bu Peygamber dostlar
hicretle beraber tüm insanlığın huzur ve sükûna kavuşacağı yeni bir nizamın
hakimiyeti, yeni bir dünyanın kuruluşu ve yeni ve gerçek bir medeniyetin
teşekkülünde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in en yakın ve candan
yardımcıları olmuşlar, İslâm yolunda bütün imkanlarını seferber etmişler ve her
türlü fedakârlığı göstererek onun emirleri doğrultusunda İslâm'a hizmet ve Allah yolunda cihadda birbirleri ile
yarışmışlardır. Ashab-ı Kiram zorlu bir imtihandan ve güçlü bir nebevi
eğitimden geçtikten sonra yâr ve serden vazgeçerek Allah yolunda her şeylerin
ifadeye hazır hale geldikleri zaman hicretle emrolundular. Çünkü hicret rastgele bir mekan
değişikliği değildi. O, badireli, meşakkatli, tehlikelerle dolu ve fakat sonu
aydınlık zorlu bir yürüyüş, cemaatten devlete yükselişti.
"İman
edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler
derece bakımından, Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte
onlardır."(Tevbe:
20)
Mekke'de
en çok işkenceye maruz kalanlardan Suheyb bin Sinan hicret için Mekke'den ayrıldığında Kureyş'ten bazı insanlar,
önünü keserek mani olmak istediler. Suheyb, serbest bırakılması karşılığında Mekke'deki bütün
malvarlığını onlara terk etti.
Kûba'da
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e mülaki olduğunda hadiseyi anlattı,
bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Suheyb kazandı! Suheyb kazandı!
Ebu Yahya satış kârlı çıktı! Satış kârlı çıktı!"
Evet
bu alış-veriş çok kârlı bir alış-verişti. Çünkü Suheyb geçici dünya malını
vererek, Allah ve Rasulünün rızasını kazanmış ve ebedî olanı, fâni olana tercih
etmişti.
"Zulme
uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince onları dünyada güzel bir
şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükâfatı elbette daha
büyüktür." (Nahl:
41)
İlk
zamanlarda Mekke'nin feth edilişine kadar bütün müslümanlara küfür
diyarlarından Medine'ye hicret farzdı. Bu farziyyet Mekke fethi ile kaldırıldı.
Ancak
aynı şartlar zuhur ettiği zaman farziyyette rücû eder. Onun için zamanımızdaki müslümanlar
dinî vecibelerini ifa edemedikleri beldelerden İslâm'ı yaşayabilecekleri
beldelere hicret etmeli ve hicret beldelerinde güçlenerek etkin hale gelmeli, kendi
aralarında İslâm'ı hakim kılarak örnek teşkil edecek cemaatlar
oluşturmalıdırlar. Ve bu merkezlerde güçlendikten sonra da diğer müsait
beldelere de taşarak İslâm'ın etkinliğini yaygınlaştırmaya çalışmalıdırlar.
Bilinmelidir
ki Hicret sade bir göç hadisesi değildir.
Hicret:
•
Şirkin karanlığından tevhidin aydınlığına,
•
Tağutun tahakkümünden Allah'ın hakimiyetine,
•
Şeytanî düzenlerden, Kur'an nizamına,
•
Batılın zulmünden, hakkın adaletine,
•
Küfrün zilletinden, İslâm'ın izzetine ulaşarak cemaatten devlete yükselmektir.
Hicret, bütün günahlardan ve her türlü
kötülükten vazgeçip, takvaya ermektir.
Hicret,
nefsin,
şomluğundan kurtulup, imanın hür ikliminde Allah'a kul olmaktır.
Hicret, gayri İslâmî bir aile yapısından,
İslâmî bir aile yapısına koşmaktır.
Hicret, evlâd-u ıyal, mal ve makam
zincirlerini kurarak hakka yürümektir.
Ve
hicret, İslâm'ın hakimiyeti uğrunda sonsuza dek cihad etmektir.
“Onlar
bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler. Ve seni
ayakta bırakırlar. De ki: Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten
daha hayırlıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.“ (Cuma/ 11)
Eski
devirlerde ticaret kervanlarını bir sevinç gösterisi olmak üzere davul çalarak
karşılarlardı. Peygamber efendimiz bir cuma günü hutbe okurken Medine'ye bir
ticaret kervanı gelmiş ve adet olduğu üzere davul çalarak karşılanmıştı. Davul
sesini duyanlar mescidi terkederek kervanı karşılamaya koştular. Mescidde
sadece 10 kişi kalmıştı. Bu duruma Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
üzüldüler ve yukarıdaki ayet-i kerime bu hadise üzerine nazil oldu. Elbette
kazananlar mescidde kalanlar, kaybedenler de kervanı karşılamak için mescidi
terkedenler olmuştur. Çünkü gerçek ticaret ahiret ticaretidir ve o ticaret Allah'a
ve Rasulü'ne tam bir teslimiyet ile mümkündür. Allah'a kullukta ve Peygamber'in
sünnetine ittibada ihlas ve samimiyet gösterenlerin ecirleri kat kat fazla
verilecek ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç bir beşerin
kalbinden geçirmediği nimetlere gark olacaklardır.
"Ey
iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti göstereyim mi? Allah'a ve Rasulü'ne inanır,
mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu
sizin için daha hayırlıdır. İşte bu taktirde O, sizin günahlarınızı bağışlar.
Sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere
koyar. İşte en güzel kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var:
Allah'dan yardım ve yakın bir fetih. Mü'minleri bununla müjdele." (Saf/ 10-13)
Müslümanlar
olarak kesinkes tercihimizi yapmak mecburiyetindeyiz. EBEDİ OLANI MI, YOKSA
FANİ ve GEÇİCİ OLANI MI? Sözle hepimiz ebedi olanı tercih ettiğimizi ifade
ederiz.Fakat amellerimiz sözlerimizi doğrulamıyor.
•
Günlük meşgalelerimize bakalım, Allah yolunda kaç saat çalıştık?
•
Harcamalarımıza bakalım, Allah için kaç kuruşumuzu sarfetik?
•
İbadetlerimize bakalım, Allah'ı görürcesine bir huşu içinde miyiz?
•
Konuşmalarımıza bakalım, Allah ve Rasulü'nün razı olacağı kaç kelime konuştuk?
•
Ticaretimize bakalım, helal ve haram hududuna riayet ediyor muyuz?
•
Aile hayatımıza bakalım, İslâmî bir aile manzarası arzediyor mu?
•
Hülasa olarak A'dan Z'ye günlük hayatımızın bir muhasebesini yapalım, acaba BİZ
MÜSLÜMANCA YAŞIYOR MUYUZ? Ve böyle çok ciddi bir nefs muhasebesinden sonra,
örnek gösterebileceğimiz kaç müslüman bulabiliriz?
"Kim
ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim dünya kârını
istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi
olmaz." (Şûra/
20)
Geliniz,
Allah yolunda öncelikle zamanımızdan ve malımızdan fedakârlık edelim. İslâm
için bir hizmet mevzuu bahs olduğu zaman dünyevi işlerimiz ne kadar sıkışık
olursa olsun islâmî hizmete koşalım. Dünyevi maslahatlar için yaptığımız çoğu
fuzuli ve israf olan harcamalarımızı kısarak mallarımızı İslâm'ın hakimiyeti
uğrunda ihlasla harcama yarışına girelim. Sonra da evlad-u iyalimizi ve
canlarımızı İslâm için fedaya hazır olalım. Bunun için kendimizi sürekli
muhasebe altında bulunduralım. Gevşeyip gaflete düşmeyelim. Bizi devamlı
başkalarının teşvik etmesini beklemeyelim. Kendi içimizden gelen bir azim, bir
şevk ve bir gayret ile imanımızın gereğini yapalım. Dış görüntülere, dünya
alâyişine, dünyalıkların elindekilere ve Tağutların debdebeli yaşantılarına
asla iltifat etmeden tevazu, vakar, sebat ve ihlasla yolumuza devam edelim. "Onları gördüğün zaman kalıpları
hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin.Sanki onlar duvara dayatılmış kerestelerdir.Her gürültüyü
kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. Allah onları
kahretsin. Nasıl olup da döndürülüyorlar?" (Münafikûn/4) Unutmayalım ki İslam ,bir hayat
dinidir.Ve bir devlet nizamıdır.Onu öğrenelim,yaşantımıza hakim kılalım.Ve
eskilerin tabiri ile elimizde demir âsâ ,ayağımızda demir çarık dolaşarak ulaşabildiğimiz herkese ,onun yüce
prensiplerini tebliğ edelim.Ve İslamı sürekli gündemde tutalım.Tağutların ve
tağuti düzenlerin oluşturduğu gündemlerin kör döngüsü içinde bunalıp
kalmayalım.İmanımızdan kaynaklanan islami hizmet ve kulluk heyecanımızı her
zaman her yerde tâ iliklerimize kadar hissedelim. Bilelim ki hislerin heyecanı
geçici ve saman alevi gibi sönücüdür.İmanın coşturduğu heyecanlar ise devamlı
ve nisan yağmurları gibi ihya edicidir
Halimize
bir bakalım, kalbler körelmiş, hisler duyarlılığını kaybetmiş, tepkisiz bir toplum haline gelmiş daha
doğrusu getirilmişiz. Fert ve millet olarak günübirlik plansız ve proğramsız
darmadağınık bir yaşantıya mahkum
olmuşuz. Gündemimizde ciddi ve hayati konular yok. Hatta "gündem" diye bir meselemiz bile yok. İçte ve
dışta bizim dışımızdaki merkezlerin ve medyanın oluşturduğu gündemlerin içinde
kör bir cedelleşme ve çekişmenin zebunu olmuşuz. Artık müslümanlar olarak
gündemimizi biz hazırlayıp dışımızdakiler hedeflediğimiz doğrultuda
yönlendirmek ve toplumları bilinçlendirerek milletimiz içte ve dışta gayri
milli ortamların etkisinden kurtarmak mecburiyetindeyiz.
Müslümanın
gündemi İslam'dır. İslam'ın asırlar ötesine ışık tutan yüce prensipleridir.
Vahiy kültürünün asırlar boyu meydana getirdiği Kur'an medeniyetidir. Bu paha
biçilmez hazineyi meydana getiren altın nesildir. Bu çok zengin ve misli
görülmemiş gündemi bir hayat boyunca işlesek tamamlamak mümkün olmadığı gibi,
güncelliğinden, tazeliğinden ve etkinliğinden de hiçbir şey kaybetmeyecektir. Çünkü
O Rab'dan gelen akıl ve ruha hitap eden bir diriltici nefhadır. Ruhsuz ceset ne ise, İslam'sız bir
toplum da odur. Ve hatta daha da manasızdır.
Müslümanlar
olarak İslam'ın itikadi, siyasi, iktisadi, ahlâkî bütün esaslarını sürekli
gündemde tutmayı bir vazife bilelim. Ve böylece insanımızın düşünce, konuşma ve
yaşantısında sürekli İslam olsun. Böylece bizi köleleştiren bütün esaret
zincirlerini kırarak gerçek hürriyete kavuşalım. Ve tüm sahteliklerin, aldatmacaların, çifte
standartların maskesini indirelim.
Amerika ve batılıların tağuti ve şeytani düzenlerinden kurtulup yeni dünya
düzeninin vahyin aydınlığında biz müslümanlar kuralım. Ve ne Amerika Irak'ı
şamar oğlanı haline getirebilsin ve ne de Sırp ve Hırvatlar Bosna-Hersek'te,
Ermeniler Azerbaycan'da ve ne de Yahudiler
Filistin'de müslümanlara zulüm yapabilsin. Sen uyan müslümanlara reva görülen işkenceler son bulsun.
"Mevlamız
Allah'tır. O ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır."
Beş
şey vardır ki, onları muhafaza etmek Devlet ve Milletin asla ihmal
edemeyecekleri en mühim vazifelerdir. Aksi takdirde her şeyimizi kaybetmek ve
yok olmak gibi çok acı bir son ile
karşılaşmaktan kurtulmak asla mümkün değildir. Bu vazifeyi ihmal, hem
Allah indinde ve hem de millet önünde en ağır bir suç teşkil eder. Onun için
devleti idare edenler ve milletin bütün fertleri bu beş şeyi en iyi bir şekilde
öğrenmeli ve ilk okuldan üniversiteye kadar bütün okullarda ders proğramlarına
alınarak ehil kişiler tarafından tedris edilmelidir.
Bu
beş şey:
1-
Dini muhafaza
2-
Aklı muhafaza
3-
Nefsi muhafaza
4-
Nesli muhafaza
5-
Malı muhafazadır.
Din:
Allah
Tealâ'nın peygamberler vasıtası ile insanlara gönderdiği ilahi bir nizamdır.
Allah Tealâ yoktan var ettiği kullarını her yönü ile en iyi bir şekilde bildiği
için, onların lehine olan hususları emretmiş, aleyhinde olan şeylerden de
nehyetmiştir. O bakımdan insanlığın kurtuluş ve saadeti yaratıcının nizamına
tam uymak ve uygulamakla mümkündür. Dini muhafaza, onu öğrenmek, yaşamak ve
hayata hakim kılmakla mümkündür. Yasalara "Din ve vicdan hürriyeti"
maddesini koyup dini uygulamadan kaldırmak, bir kısmını kabul edip, bir kısmını
reddetmek onu muhafaza değil, imha etmektir.
Akıl:
Allah tealâ'nın insan oğluna bahşettiği en
büyük nimetlerden biridir. İnsan aklı ile üstün kılınmıştır. Onun için İslâm
akla değer verir. İnsanı aklından dolayı mükellef kılar. Ancak onu
putlaştırmaz. Onun sahasını tahdid eder. Ruhun sahasına müdahale ettirmez.
Fakat aklı çalışmalarında ruhla irtibatlandırır. Böylece onu lüzumsuz ve
gereksiz şeylerden ve asla kavrıyamıyacağı mevzularla meşgul olmaktan korur.
İyi ve faideli şeyleri düşünmesini, dünya ve
ahiret saadetini gerçekleştirecek müsbet işlerle meşgul olmasını temin
eder. Onu kötüye zararlı işlere, insanlığın felaketine sebeb olacak maceralara
alet olmaktan muhafaza eder. Onun için İslâmî bir eğitim gören fertler asla
anarşinin, terörün safında yer almaz. O her zaman hakkın ve haklının yanındadır
ve aklını insanlığın faidesine kullanır. Akıl, aklı selim yapılmak sureti ile
muhafaza edilebir.
Nefs:
İnsanoğluna
hayatiyet veren bir canı vardır. Bu can Allah tarafından verildiği gibi, onu
almak hakkı da Allah Tealâ'ya aittir. Onun için yaşama hakkı, canlıların en
önde gelen haklarındandır. Değil bir insan diğer bir insanı, bir insan başka
canlıları da haksız yere öldürme hakkına sahip değildir. İslâm insan dışındaki
canlılara da şefkat ve merhamet gösterilmesini, onlara zulüm edilmemesini
emretmektedir. İslâm'ın bu özelliğini kavrayan bir insanın başkalarının canına,
namusuna ve hakkına kastetmesi düşünülebilir mi? Nefsi muhafaza sadece onun
zahirini ve zahiri hayatını korumak değil, onunla beraber ve daha mühimi, onun
manevi hayatını muhafaza etmektir. Çünkü imansız ve islâmsız bir hayat, ölü bir
hayat hayvani bir yaşantıdır ve hatta hayvanlardan daha aşağı bir yaşantıdır.
Eğer bu millet gerçek manada dinini bilse, yaşasa ve mânen diri olsa idi bir
sürü cahil güruh bu milleti idare mekanizmasında, basın-yayın kuruluşlarında
etkin mevkilerde bulunup, camileri taşlayan, ezanı yuhalayan, dine söven
aşağının aşağısı insanlara arka çıkabilirler mi idi? Anarşi ve terörün kaynağı
ve hayatiyet kazanması, insan varlığından imanın çıkarılması, imanın
öldürülmesidir. İnsanda iman ölürse, küfür dirilir. Küfür ise başlı başına bir
canavar, kana doymayan bir vampirdir.
Nesil: İnsanlığın devamı yeni nesillerin
yetişmesi ile mümkündür. Ancak bu nesiller imanlı, ahlâklı, fedakâr ve diğergam
olarak yetiştirilirlerse milletler
geleceğinden emin olabilirler. Aksi taktirde nice fedakârlıklarla meydana
getirilen mamureler bir anda yok olabilir. Onun için İslâm dini her yönüyle
sağlam nesiller yetiştirmek için nikâhı meşru kılmış ve zinayı yasaklamıştır.
Aile hayatını sağlam temeller üzerine kurmuş, aile fertleri arasında
yaratılışlarına en uygun bir şekilde vazife taksimi yapmıştır.
Maalesef
zamanımızda, en büyük tahribatlardan biri de aile hayatı ve gençlik üzerinde
yapılmaktadır. Bu gün sokaklarda açıktan fuhuş yapılmakta, devletin ve özel
kuruluşların televizyon kanallarında görülmemiş bir şekilde ahlaksızlık
sergilenmekte, kadınlaşan erkekler, homoseksüeller hayasızlığın en iğrencini
sergilemekte, zina çocukları her geçen gün çoğalmakta, nikahsız birlikte
yaşamalar meşru addedilmekte, bakirelik, iffet ve namus lügatlara hapsedilmiş durumda ve
bu milleti idare edenler bu gidişi önleyecek tedbirler almak şöyle dursun, bu
tepe taklak düşüşe yardımcı konumunda, aile planlaması, çağdaşlık v.b. bir çok safsatalarla meşgul
olmaktadır.
Bir
nesil, iman, ilim, ahlak ve fedakârlıklarla donatılmak sureti ile muhafaza
edilebilir. Bunun için de soylu bir idare, soylu bir aile yapısı ve soylu bir
eğitim gerekmektedir. Bugünkü gençlik, tüm İslâm dışı düşünce, fikir, sistem ve
eğitim kurumlarının iflasının bir simgesidir.
Mal:
İslâm'da
mülkiyet hakkı vardır ve her fert meşru sınırlar içerisinde menkul ve gayrı
menkul mal edinme hakkına sahiptir. Malın zahiri varlığını muhafaza etmek ve
tecavüzlerden korumak, gasp edilmesini engellemek hakkı devletin vazifesi
olduğu gibi, mal sahibinin de hem vazifesi hem de hakkıdır.
Malı
gerçek manada muhafaza ise, onu her türlü haramlardan korumaktır. Bu ise malı
helâl yoldan kazanmak, helâl yollarda sarfetmek ve zekatını vermekle
gerçekleşir. Maalesef bu gün milletin malı bizzat devlet eli ile, harama
bulaştırılıyor. İnsanların helâl lokma yemesi engelleniyor. Öyleyse müslümanlar
olarak, bu beş şeyi muhafazada çok daha titiz ve dikkatli olmak
mecburiyetindeyiz. Çünkü gayri İslâmî bu düzen bu çok mühim değerleri korumak
ve muhafaza etmek ve millete bu hususta yardımcı olmak şöyle dursun, tahrip
etmekle meşguldür.
Her
müslüman bu değerleri konuşarak değil, en iyi bir şekilde öğrenip yaşantısına
hakim kılarak, her türlü tecavüzlere karşı taviz vermeden savunarak ve bu
hususta hiç bir fedakarlıktan kaçınmayarak muhafaza etmelidir.
Şu
hususu asla unutmayalım ki bu mesele bizim var oluş veya yok oluş meselemizdir.
"Sakın
kendilerini denemek için onlardan bir kısmını faydalandırdığımız dünya
hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbının rızkı hem daha hayırlı hem de daha
süreklidir."
(Taha/131)
Dünya
hayatı gibi dünya nimetleri de fanidir. Ahiret hayatı ve nimetleri ise hem çok
daha güzel hem de devamlıdır. Onun için kulluk şuuruna eren ve takvâya yükselen
müslümanlar ebedî olanı fâni olana
tercih eder ve ebedi hayat için çalışırlar. Bunun için de kazandıkları mal ve
mülkü geçiçi dünya hayatının lüks harcamalarında israf etmez, bilakis Allah
yolunda cömertçe sarfederler. Selef-i Sâlihin bu hususta çok dikkatli idiler.
Gösterişten uzak çok sâde bir hayat
yaşarlardı. Şahsi yaşantılarında asla israf etmez, gereksiz harcamalarda
bulunmaz fakat Allah yolunda bütün imkanlarını
seferber ederlerdi. Başkalarının lüks içinde geçen debdebeli
yaşantılarına asla iltifat etmezler ve imrenmezler, bilakis onların bu sorumsuz
ve başı buyruk yaşantılarına üzülürler ve her fırsatta ikaz ederlerdi. Çünkü bu
şuurlu müslümanlar bilirlerdi ki elde ettikleri mal ve mülk kendilerine tevdi
edilmiş bir emanettir ve bu serveti yerli yerince harcamak
mecburiyetindedirler.
Ehlullah'dan
çok muhterem bir zat, yaptığı bir sohbette, çocukluğunda bir kilo toz şekerin
29 kuruş, kesme şekerin de 31 kuruş olduğunu ve zamanın şuurlu müslümanlarının
toz şekeri kullandıklarını ve tasarruf edilen miktarı ihtiyaç sahiplerine
tasadduk ettiklerini ve hatta maaşlı ve orta halli müslümanların da aynı
şekilde hareket ettiklerini anlatmıştı.
Zamanımız
müslümanları ise ister zengin, ister fakir, ister memur, ister işçi olsun
maalesef israfın içinde yüzmekteyiz. Bir sürü lüzumsuz, gereksiz israfa varan lüks harcamalar
içinde boğulup kalmaktayız. Fakat Allah yolunda bir hizmet mevzû bahs olunca
çok cimri davranıyoruz ve müslümanlar olarak her hususta bir dönüş ve özden
kopuş içindeyiz.
Ve gözlerimizi ahiret nimetlerinden dünyanın geçici ve değersiz alâyişine
çevirmişiz. İşte yukarıda zikrettiğim ayet-i kerime Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem'in şahsında Müslümanlara bir uyarıdır. Ahireti unutmayalım...
Dünyaya dalıp gitmeyelim... Kendi öz cevherimizi kaybetmeyelim... Allah'ın
indinde olanı bırakıp insanların elinde olana göz dikmeyelim... diye.
Gerçek
müslümanlar gece demeden, gündüz demeden, durmadan dinlenmeden çalıştılar.
Ticaretin en iyisini yaptılar. Helâlinden bol bol kazandılar. Sanatın en
güzelini meydana getirdiler. Yaşadıkları zamanın en üstün teknolojisine sahip
oldular, en üstün bir medeniyet meydana getirdiler. Muhteşem devletler kurdular
fakat şahsi yaşantılarında asla sadeliği ve tabiliği terk etmediler.
İmkanlarını lüks ve debdebeye kurban etmediler.
Zamanımız
insanlarının pek çoğu geçim sıkıntısından bahseder. Kazancının ve maaşının
yetmediğinden şikayet edip dururlar. Bu durum bir kısım insanlar için geçerli
olabilir. Fakat büyük
bir çoğunluğun sıkıntısı, aslî ihtiyaç maddelerini alamama sıkıntısı değil,
lüks ve israfa varan harcamaların getirdiği sıkıntıdır. Kişiler imkanlarına bakmadan her
şeylerinin olmasını istiyor. Lükse varan, asla zaruri olmayan lüzumsuz
harcamalar yaparak altından kalkamayacağı borçlanmalara giriyor ve sınırlı
imkanlarla, sınırsız istekler karşılanamayınca da toplumun ruh sağlığı
bozuluyor.
Fert,
cemiyet ve devlet hayatında huzur
ve sükûn isteyenler, İslâm'ın, vahiy kaynağından
sunduğu nizama teslim olmak mecburiyetindedirler.
İnsanlar
"İnandık" demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihan edilmeyeceklerini
mi sanıyorlar?" (Ankebut/ 2)
İman
bir nur, küfür ise bir karanlıktır ve insanlık tarihi nur ve zulmetin yani iman
ile küfrün amansız mücadeleleri ile dopdoludur. İman cephesinin önderleri eli
kitaplı peygamberler, küfür cephesinin reisleri ise eli kanlı tağutlardır. İman
cephesi adaletin, küfür cephesi zulmün temsilcileridir. İmanın küfre galebe
çaldığı devirlerde, değil insanlar, hayvanlar bile adaletin huzur kaynağından
kana kana içmişler, emniyet içinde yaşamışlardır. Küfrün hakim olduğu
dönemlerde ise insanlık, tarifi mümkün olmayan zulüm ve işkencelere sahne
olmuştur. Çünkü
iman ve İslâm'dan mahrum bir insan, en vahşi bir hayvandan da, daha vahşidir.
O'nun için zulüm ve işkencede sınır
yoktur. O kan akıttıkça hırslanır, işkence yaptıkça vahşileşir ve kurbanlarının
canlarının canhıraş çığlıkları ve feryadlarından vahşi bir zevk alır.
Adı
müslüman zalimler de, müslümanlara zulüm ve işkencede ehli küfürle adeta yarış
halindedirler. bugün Cezayir, Mısır, Suriye ve benzeri ülkelerde işlenen
cinayetler tahammül sınırını aşmış son hadde
ulaşmış durumdadır. Bütün bu baskılara, sindirme ve yıldırma çabalarına
rağmen her geçen gün canlanan, kadrolaşan ve güçlenen İslâmî hareket tağutların
ve uşaklarının korkulu rüyası haline geldi ve bütün dünya müstekbirleri el
birliği yaparak bu hareketi önlemek için her çareye baş vuruyorlar.
Müslümanlar
hem geçmişlerini çok iyi öğrenmeli kendisine yapılan zulüm ve işkenceleri asla
unutmamalı ve hem de yaşadıkları zamanı çok iyi tanımalı ve istikbâle en iyi
bir şekilde hazırlanmalıdır.
Müslümanların
düşmanla uğraşacakları yerde birbirleri ile çekişmeleri, sen ben kavgası ile
meşgul olup nefislerine yenik düşmeleri ise, düşmanın bize yaptıklarından daha
tehlikeli ve daha kahredicidir. Maalesef her dönemde
nefsine kul olan, tefrika ve fitneyi adeta kendine meslek edinen kişiler
olagelmiştir. Bu gibi kişilere verilecek en güzel cevap hayırlı hizmetlere
devam etmek ve onların dedikoduları ile zaman kaybetmemektir.
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
"Hiçbir
sabah yoktur ki, iki melek şunları söylemeden tan yeri ağarsın: Ey Ademoğlu! Ben yeni bir günüm ve senin
davranışlarına şahidim, o halde beni iyi bir şekilde kullan. Çünkü kıyamet
gününe kadar bir daha gelmeyeceğim." buyurmaktadır.
Bir
imtihan dünyasındayız. Ve her an imtihan olmaktayız. Allah yolunda hizmet
ederken düşmanlar tarafından uğrayacağımız bela ve musibetler karşısında sabr-u
sebat göstereceğimiz gibi, nefsine yenik düşmüş ve gözünü hırs bürümüş gafil
müslümanlardan gelen saldırılara da sabır edecek ve İslâmî hizmetlerde asla
tekasül (tembellik) göstermeyeceğiz. Allah Tealâ: "İnsanlar inandık" demeleriyle bırakılacaklarını ve
imtihan edilmiyeceklerini mi sanıyorlar?" buyurarak müslümanların Allah yolunda
uğrayacakları belâ ve musîbete hazır olmalarını talim etmektedir.
Müslümanların
birbirleri ile uğraşacak ve dedikodu ile vakit geçirecek kadar bol zamanları
yoktur ve zaten bunlar katiyetle haram kılınmış mezmum fiillerdir.
Ehl-i
hikmetten bir zat:
"Büyük
zekalar fikirleri konuşur
Sıradan
zekalar olayları konuşur,
Küçük
zekalar insanları konuşur,
Çok
küçük zekalar kendilerini konuşur" der.
Müslümanlar
küçük meselelerle uğraşıp, küçük düşmemeli, küçük meseleleri büyüterek ruhi
bunalımlar içinde kaybolup gitmemelidir. Mukaddes İslâm davasının sahibi olan
müslümanlar, aşağılayıcı basit işlerin, nefsani ve şeytanî gündemlerin zebunu
olmamalıdırlar.
Müslümanların
mazlum ve mahkum olduğu, oluk oluk müslüman kanı aktığı ve müslümanların ırz ve
namuslarının ayaklar altında çiğnendiği bir devirde, müslümanların daha çok
çalışması, daha çok fedakârlık yapması, kafasını çatlatırcasına İslam aleminin
kurtuluşu için gece gündüz demeden plan proğram yapması ve uygulamaya koyması
hülasa olarak bütün boyutları ile İslamlaşması lazımdır.
Amelce
hanginiz daha iyidir diye, sizi imtihan etmek için, hem ölümü, hem hayatı
yaratan O'dur. O her şeye galiptir. Çok
bağışlayıcıdır." (Mülk/ 2)
İnsanoğlu
en güzel bir biçimde ve mükerrem olarak yaratılmış ve yeryüzüne halife kılınmıştır.
O'nu bu dereceye çıkaran bedenî kabiliyet ve özelliklerinden ziyade aklî ve ruhî yapısıdır.
O bakımdan kişinin insanî vasıflarını ve üstün meziyetlerini muhafaza
edebilmesi akli ve ruhi dengesini muhafaza etmekle mümkündür. Çünkü bu dengeyi
koruyan insan, yeryüzündeki bütün dengeleri idrak eder. Ölüm ve hayatta bir
dengedir. Dünya ve ukba amelleri arasındaki dengeyi kurmada ölüm greçeğinin
büyük bir payı vardır. Onun için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kişiye vaiz olarak ölüm
yeter"
buyurmuşlardır.
Ölüm,
müslüman için bir yok oluş değil, yeni ve ebedî bir aleme yeniden doğuştur.
Onun için şuurlu bir müslüman, geçici dünya hayatını, ebedebî hayatı kazanmaya
vesile olan salih amellerle tezyin eder.
Fuzuli ve faydasız işlerle, dedikodu, gıybet ve malayani ile vaktini zayi
etmez. Allah'ın haram kıldığı şeylere asla yaklaşmaz.O, ölümü ve ölüm ötesini
düşünerek, Allah celle celaluh'a layıkıyla kulluk yapmak için yanıp yakılır.
Allah'dan gafil olduğu anları kaybedilmiş en büyük bir hazine bilir. İslâm'ı
öğrenmek, ve yaşamayı en büyük bir hazine bilir. islâm'ı öğrenmek, yaşamak ve
başkalarına tebliğ etmek ve bütün bunları yalnız Allah rızası için yapmak, onun
için bir aşk ve bir sevdadır. Asla mutaassıp değildir. Hodgam değil,
diğergamdır. Bütün ümmeti kucaklayan bir gönüle, yalnız rızay-ı bâri için
yapılan bir amele, Kur'an ve sünnetin belirlediği bir ölçüye sahiptir.
Grupculuğun ve fırkacılığın dar kalıpları içine sıkışıp kalmaz. İnsanları fırka
ve grup taassubuna göre değil, Kur'an'ın şaşmaz ölçülerine göre değerlendirir.
Hayat boyu, yaptığı bütün işlerden ve kalbinde yer eden bütün düşüncelerden
hesaba çekilmeden önce nefsini hesaba çeker. Ölmeden önce ölüme hazırlanır.
O,
bilir ki Allah celle celaluhu her an kendisi ile beraberdir. Ve O, kendisine
kendisinden daha yakındır. Artık O, "merhamet etmeyene merhamet
olunmaz", "insanların Allah'a en yakın olanları, O'nun kullarına en
faydalı olanlardır" Peygamber buyruğunun sırrına ermiş ve büyük bir şefkat
ve merhametle, bütün insanlığın İslâm'la tanışması ve İslam'ın yeryüzünde hakim
olması için seferber olmuş ve kenisini İslâmî hizmetlere adamıştır. O, Allah
yolunda uğradığı bela ve musibetler karşısında sabırlıdır. Affedicidir,
halimdir, cömerttir, davasında kararlı
ve sebatkârdır. Edep ve ahlâk âbidesidir. Kadere rıza gösterir. Kendisine
düşeni ve gücünün yettiğini yaptıktan sonra tam bir tevekkülle işin sonunu
bekler ve sonuç nefsine hoş gelmese de, ona razı olur. İsyan ve tuğyan etmez.
O, ucub, kibir, hased, riya, yalan, makam ve riyaset hırsı, cimrilik ve kin
gibi ahlâk-ı rezileden arınmış ve Muhammedî ahlakla ahlaklanmıştır. Hülasa o
hayatını Kur'an'la dengelemiş, ölümünde, hayatında bir nimet ve bir lutf-i
ilâhi olduğu idraki içinde kulluk vazifesini en iyi bir şekilde yapmanın
huzurunu yakalamıştır. Artık bu haliyle O,
İslâm'ın insanıdır. Zulüm, tahakküm, iftira, saldırı ve özüne konulan çeşit
çeşit engeller, O'nu meşgul etmez, O'nun yürüyüşüne ve hizmetine engel olamaz.
Zamanı
çok aziz bir nimet bilir ve bu nimeti en kıymetli ve değerli şeyleri kazanmak
için sarfeder.
Yani zamanını yaradanına kulluk yolunda harcar.
Hergün
ve her saat nice imtihanlarla karşı karşıyayız ve belki de bir çoğunun farkında
bile değiliz. İşte bu gerçeği yakalayan bir müslüman her an uyanıktır. Etrafını
saran tehlikelere karşı müteyakkızdır. Bir anlık gafletin çok büyük manevi
zararlar tevlid edeceğinin şuurundadır ve bir yaptırım gücüne sahip olduğu
zaman o gücü kulluğunu pekiştirmek ve insanları Allah'a itaat ve kötülüklerden
alıkoyma için kullanır.
"Onlar
o mü'minlerdir ki, eğer kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek
namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve fenalıktan
alıkoyarlar." (Hacc/52)
Bu
imtihan yurdunda, imtihanı kazananlara müjdeler olsun.
Yüksek
şahsiyet sahibi yetişmiş kişiler, millet ve devletleri yükselterek, yüksek
medeniyetler meydana getirdikleri gibi, temellerini değişmez iman esasları
üzerine bina etmiş devletler de yüksek
şahsiyet sahibi kişiler yetiştirir. Demek oluyor ki devlete sahip olan fikir,
İslam düşüncesi, devletin teşkilatlanmasında esas, İslam nizamı ve devleti
yönetenler bu nizamın tavizsiz bendleri olurlarsa yeryüzünde cennetî bir hayat yaşanır. Bugün
dünyamızda cehennemî bir hayat yaşanıyorsa, ateist, münafık ve kâfir bir sürü
mütegallibe zulüm ve tecavüzlerle küremizi kan ve barut kokusu ile yaşanmaz bir
hale getiriyorlarsa bunun sebebi, yeryüzünde ilahi nizamın hakim olduğu güçlü
bir KUR'AN DEVLETİ'nin mevcut olmadığındandır. Onun için bir buçuk milyara
varan İslam alemi Bosna, Azerbaycan, Filistin ve tüm İslam yurtlarından
yükselen feryatlara duyarsız ve ilgisiz kalmakta ve küfür cephesinin tüm
vahşet,zulüm ve barbarlığına rağmen onlara karşı tepki göstermemektedirler.
Fare
aslan doğurmaz. Kediye gem de vursan at olmaz. 70 yıldan beri, Türkiye'de, farenin
aslan doğurması için nice aslanlar fedâ edildi ve nice kediler, yarış atı
görünümü vermek için kendisine gem vurup, eğer kuşandı.
Atalar
ne güzel söylemiş:
"Asıl
azmaz, bal kokmaz? kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır" diye. Bu düzenin aslı bozuktur. Gayri
dini ve gayri millidir. Böyle bir düzenden şahsiyetli devlet adamları,
şahsiyetli idareciler beklemek ham bir hayal olur. Müstesnalar ise kaideyi
bozmaz.
Gayri
millî bir devletin eğitimi de gayri millîdir. Gayri millî eğitimler, gayri
millî kafalar üretir. Gayri millî kafalardan millî ve vatan menfaatına
ve yüksek şahsiyetlere mahsus işler beklemek, farenin aslan doğurmasını
beklemektir. Böyle
bir eğitim düzeni ancak İSKİ, İlksan sahtekârları ve vurguncuları yetiştirir. Ve bu sahtekârları, vurguncuları
koruyan idareciler yetiştirir. İstifa etmesi gerekirken, utanmadan, kızarmadan
koltuğuna yapışıp kalan haysiyetsiz, kalitesiz yöneticiler yetiştirir.
Memlekette
niçin rüşvet, irtikab, gasb, sahtekârlık, ahlâksızlık ve terör yapanların
çoğunluğu ile tahsilli kişilerdir. Ve
niçin Türkiye olarak itibarsızız? Niçin yanıbaşımızdaki zulme dur diyemiyoruz?
Niçin üç buçuk terörist ile baş edemiyoruz? Ve niçin laf üretiyor iş üretemiyoruz? Bütün bunların
sebeplerini devletin kuruluşundaki temel bozukluklarda ve gayri milli eğitim
sisteminde aramalıyız.
"Ey
mü'minler! Siz düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar her türlü kuvvet ve
cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah düşmanlarını ve
kendi düşmanlarınızı ve bunlardan başka, sizin bilmeyip de, Allah'ın bildiği
diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız onun sevabı, size
eksiksiz verilir." (Enfal/60)
Müslümanların,
siyasi, iktisadi, askeri ve bütün sahalarda güçlü ve üstün olmak mecburiyeti
vardır. Çünkü bu ilahi bir emir ve aynı zamanda bütün insanlığın huzur ve
saadeti, müslümanların müslümanca yaşamaları, hakkın ikâmesi, zulüm ve küfrün
bertaraf edilmesi için şarttır. Ne zaman ki müslümanlar, iktidarı ellerinde bulundurmuş,
düşmanlarını korkutan, dostlarını sevindiren, siyasi, ekonomik ve askeri bir
güç ve kuvvete sahip olmuşlarsa, bütün insanlık huzur ve sükûna kavuşmuştur.
İşte bizler bir zamanlar böyle idik. Çünkü Allah'ın emrine uyarak ve Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine tâbi olarak dünyanın güçlü
devletlerini biz koruyorduk. Kendi ırk ve dinlerinden idarecilerin zulüm ve
tasallutlarından bıkıp usanan ve müslümanların idaresindeki milletlerin, mes'ud
ve müreffeh yaşantılarına gıbta eden milletler, 'keşke müslümanlar buralara
kadar ulaşıp, bizim ülkemizi de fethetse de,onların idaresine girerek insanca
yaşasak' diye can atıyorlardı. Çünkü o
devirlerde en güçlü orduya biz sahiptik.
Topumuzu, tüfeğimizi, gemimizi ve tüm askeri techizatımızı biz yapıyorduk.
Ordularımız ilayı kelimetullah için savaşıyor, dünyanın neresinde olursa olsun
müslümanları koruyordu. Memleket baştan başa tam bir emniyet içinde idi.
İnsanlar birbirine itimat ediyor,
güveniyor ve birbirlerinden emin olarak yaşıyordu. Alimler, muttaki idi.
Korkmadan, çekinmeden idarecileri ikaz ediyor ve onların İslam'a aykırı
icraatlarına asla fırsat vermiyorlardı. Onlara iki
yüzlülük ve
riyâkarlıkla dalkavukluk etmiyor ve
onların kapısında, makam ve mevki elde etmek veya dünyalık bir şeye nail olmak
için zilletle beklemiyorladı. Onların hatlarını bir sürü yalan yanlış teviller
yaparak, doğruymuş gibi göstermek bedbahtlığına düşmüyorlardı. Canları pahasına
da olsa, hakkı söylüyorlar ve hakkı yazıyorlardı. Zenginler cömertti. Nefisleri
için lüks harcamalar yapmıyor, israf etmiyorlardı. Zaruri ihtiyaçlarının
dışındaki bütün servetlerini Allah yolunda
seve seve harcıyorlar ve büyük bir zevk alıyordlardı. Fakirler kanaat
ehli idi. Çalışıp çabalar, miskin miskin kahve köşelerinde pineklemez, fakat
zengin olamadıkları için hayıflanmaz, sabreder, şükreder ve haline razı
olurlar, servet düşmanlığı yapmazlardı. Mahkemelerde kuyruklar oluşmaz, davalar
sürüncemede kalmaz ve hakimler adaletle hükmederdi. İşler rüşvetle yapılmaz,
haklı muhakkak hakkını alır, haksız olan cezalandırılırdı. İnsanlar
birbirlerine karşı hak ve vazifelerini çok iyi bilir ve gereğince hareket
ederlerdi. Jandarma ve polis deyince akla, zulüm ve işkence gelmezdi. Devlet
daireleri, milletin kendi evi gibi rahat girip çıktığı, asla hakaret ve kötü muamele görmediği emin mekanlar idi.
Devlet milleti bir baba ve anne şefkatıyla kucaklıyordu. Medreselerde hak ve
hakikat öğretiliyor, islamî gerçekler tedris ediliyor ve mükemmel ilim adamları
yetiştiriliyor. O devirlerde, terör, adam öldürme, hırsızlık, zina, fuhuş,
rüşvet, adam kayırma ve çeşitli ahlâksızlıklara asla rastlanmazdı. Sanki
dünyada iken cennetî bir hayat yaşanırdı. Devlet kademelerinde olsun, özel
işlerde olsun, vazifeler ehli olan kişilere veriliyordu. Na ehil kişiler elinde
memleket çarçur edilmezdi. İşte böyle olduğumuz için, güçlüydük, efendiydik,
zulme uğramıyorduk, zillete düşmüyorduk, kafirlerin şamar oğlanı haline
gelmiyorduk. Gayri müslimlere el açıp dilenmiyorduk. Milletler arası siyaseti
biz yönlediriyorduk. Bugünkü gibi Amerika ne der? Rusya ne der? Avrupa ne der?
diye kafirlerin islam ülkelerini istila edip kan dökmelerine müslüman
kadınların namuslarına el uzatmalarına
sefilce seyirci kalmıyorduk. Çünkü Allah'ın emrine uyuyor, Peygamberin
sünnetine tabi oluyorduk.
Değerli
gençler! Bu okullarda, bu eğitim proğramları ile ilim öğrenmek, şahsiyet
kazanmak, din ve tarihimizle yeniden buluşup tanışarak adam olmak mümkün değil. Öyleyse şahsi bir çaba ve
gayretle çevremizdeki kıymetli, şahsiyetli , dini bütün insanlarla tanışın,
onlarla muaşeret edin ve kendiniz için emin bir vasat oluşturmaya çalışın ve şu
tavsiyelere kulak verin:
1.
Zamanı çok iyi değerlendirin. Çünkü hayat zamandan ibarettir. Ve zaman kıymetli bir hazinedir. Bu hazineyi israf
eden dünyasını da, ukbasını da zayi eder. Zamanı üç şekilde karşına çıkmış
görürsün.
a.
Geçen gün. Bir daha ele geçmez.
b.
İçinde bulunduğun gün. Devam etmez. Durduramazsın. O günde elden çıkıp gider.
c.
Gelecek gün. O da senin için meçhuldür. O güne yetişip yetişmeyeceğini,
yetiştiğin zaman da nelerle karşılaşacağını bilemezsin. Öyleyse içinde
bulunduğun gün, senin için çok önemlidir. Bu günü ilim, ibadet, zikir, cihad,
tebliğ ve salih amellerle değerlendir. Eğer böyle yaparsan bütün zamanı
değerlendirmiş, zayi etmemiş olursun.
2.
Gençlik ve sıhhatin kıymetini bil. Güç, kuvvet ve sıhhat sahibi iken Allah
yolunda hizmet et. Sakın bu kıymetli sermayeyi nefis, şeytan ve kötü çevrenin
telkinleri ile isyan ve tuğyan yolunda harcama. Güç ve kuvvetini kaybedip
ihtiyarlık gelip çattığı zaman pişmanlık fayda
vermez.
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
"Beş
şeyden önce beş şeyi ganimet biliniz."
-İhtiyarlıktan
önce gençliği,
- Hastalıktan önce sıhhati,
-
Fakirlikten önce zenginliği,
-
Ölümden önce hayatı,
-
Meşguliyetten önce boş zamanı."
3.
Salih insanların, ilim adamlarının sohbetlerine katılınız. İyi insanlarla
arkadaş olunuz. Dünyada iyi insan tükenmez. Az da olsa her zaman salih insan
mevcuttur. Onları arayıp bulunuz ve onların ilim ve hikmet dolu sohbetine
katılınız. Allah Teâla: "Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sıddıklarla
beraber olunuz." buyurmaktadır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurur: "Sizin
için gerekli olan, alimlerin meclisinde oturmak ve hikmet ehlinin sohbetini
dinlemektir. Çünkü Allah Teâla, ölü toprağı yağmur suyu ile dirilttiği gibi ölü
kalbi de hikmet nuru ile diriltir." Ahlâkı güzel, hayır nasihatta bulunan,
güvenilir insanlarla dost ve arkadaş olmalıdır. Çünkü salih dost arkadaşının
dünya ve ukba saadetini temin edecek iyi
amel ve hayırlı hizmetlere kılavuz olur. Kötü arkadaş ise, dünyada rüsvaylık,
ahirette ebedi hüsrana düşürecek kötü amellere rehberlik eder.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kişi sevdiği ile
beraberdir."
"Kişi
arkadaşının dini üzeredir. Sizden herbiriniz kiminle arkadaşlık yapıyorsa ona
baksın" buyurur.
Bayağı ve aşağılık, işi gücü dedikodu, yalan, iftira, hased olan kişilerle
oturup kalkmayınız. Ayak takımı ve edebsizlerle sohbet etmeyiniz. Bu gibi
insanlarla ancak tebliğ ve nasihat için birarada bulunulur. Muhammed Bakır,
oğlu Caferi Sadık'a şu beş kişiyle arkadaşlık etmemeyi tavsiye etmiştir:
a. Fasık ile: Çünkü o, tamah ettiği bir lokmaya
seni satar.
b.
Cimri ile: Yoksul olduğun zaman seni terk eder.
c.
Yalancı ile: Çöldeki serap gibidir. Yakınında iken uzak, uzakta iken yakın
gözükür.
d.
Ahmak ile: İyilik edeyim derken bile kötülük eder.
e.
Akrabayı tanımayan ve onlarla alakayı kesen ile.
4.
İslami ilimleri öğreniniz. amel ediniz ve başkalarına tebliğ ediniz. Allah
Teâla: "Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri hakkıyla
düşünür." buyurmaktadır.
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem de: "Her müslümana ilim öğrenmek farzdır."
"Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz."
"Alimin,
âlim olmayan ibadet ehline üstünlüğü, benim ashabımdan en aşağı derecede
bulunana üstünlüğüm gibidir" buyurmaktadır. İlim tahsil eden kişi, bu ilmi yalnız Allah
rızası için tahsil etmeli ve ilmi ile amel edip başkalarına da tebliğ
yapmalıdır. Çünkü bir insanın hidayetine vesile olmak, ölüyü diriltmek gibidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Ali kerremallahu vecheye hitaben
şöyle buyuruyor: "Ya Ali senin vasıtanla, Allah Teâla'nın bir adamı
hidayete kavuşturması senin için dünyan ve dünyanın içindekilerden daha
hayırlıdır."
5.Ahlâklı,
edebli, mütevazi ve yumuşak huylu
olunuz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim." buyurmaktadır. Allah Teâla mütevazi olanları sever.
Yeryüzündeki ağaçlara bakınız. Meyveli ağaçların başları yere doğru eğik.
Meyvasız, odunluk ve kerestelik ağaçların ki ise göğe doğru yükselmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Yumuşak olan kişi neredeyse
Peygamber olacaktı." buyurmaktadır. Ateş odunu
yakar, odun sert, ateş ise yumuşaktır. Su mermeri deler, kireci eritir,
mermer ve kireç sert, fakat su yumuşaktır. Sen de yumuşak huylu ol. Mutedil
hareket et. İyilik yap. Zamanla kötü düşünceliler sana karşı mahcub olur.
6.
Bütün işlerinizde gayeniz Allah rızası olsun. Sakın ola ki, makam ve mevki, mal
ve mülk, şan ve şöhret düşkünü olmayın. Sözlerinize ve işlerinize riya
karıştırmayın. Allah rızası için
yapılmayan hiç bir amelde hayır yoktur.
Allah Teâla şöyle buyuruyor: "Dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey
değildir. Muttakiler için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor
musunuz?" Fazilet
ve şerefi, makam ve mevkide, mal ve mülke, insanlar yanında aramayın. Fazilet
ve şeref Allah'a kullukta ve onun rızasını kazanmaktadır. Bir işte Allah'ın
rızası varsa, bütün insanlar size karşı çıksa da o işi yine yapınız. Bir iş ki
Allah ondan hoşnut değildir. O işi yaptığınız zaman bütün insanlar sizden razı
olsa, size teveccüh etse de o işe asla tevessül etmeyiniz. Aksi taktirde helak
olur, dünyanızı da, ukbanızı da harab edersiniz. Bütün işlerinizde Kur'an ve
Sünnet ölçülerine uyunuz. İslamı kendinize uydurmaya çalışmayın. Siz bütün
varlığınızla İslam'a uyunuz. Az da olsa,
devamlı ve ihlasla yapılan ameller
kişiyi felaha erdirir. Devamlı olmayan, ihlasla yapılmayan ameller ne kadar çok
olursa olsun, sahibine fâide vermez.
Allah
yâr ve yardımcınız olsun. O ne güzel mevla ve ne güzel vekildir.
"Haksız
sözleri tasdik eden de yalancıdır." (İmam-ı Şafi)
Kur'an
Hak Teâla'nın Hak kelam-ı, Hadis-i Şerifler ise hak Peygamberin Hak sözleridir. Kim ki Kur'an ve sünnetle konuşur ise
hakkı söylemiş olur. Hangi söz ki Kur'an ve sünnetin ruhuna uymuyorsa,
ona muhalifse batıldır, yanlıştır ve yalandır. Nefsi emmarenin karanlığından,
cehaletin sarhoşluğundan, hırs, haset, çıkar, kin ve adavetin esir aldığı
lisanlardan kaynaklanan lakırtılar ise öncelikle sahibini helâke götüren birer
zehirdir.
Zamanımızda
tam bir kargaşa yaşanmaktadır. konuşanlar nasıl konuşması gerektiğini, neyi
konuşması gerektiğini ve neye göre konuşması gerektiğini bilmedikleri gibi,
susanlar da nerede susup, nerede konuşmaları gerektiğini bilememektedirler ve
dolayısıyla bu durum nice fitnelere, fesatlara sebep olmakta, nice haklar zayi
olup, batıllar, yalanlar, fitneler revaç bulmaktadır.
Şeyh
Sadi Şirazi: "İki
şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde
söylemek" der.
Çalışanlar hizmetlerle meşgulken, oturanlar fitne, dedikodu ve iftiralarla
ortalığı velveleye vermektedirler. Eğer aklı selim sahibi, Kur'an ve Sünneti
esas alan müslümanlar bu hasetçi ve fitnecilere karşı susar ve onların iftira
ve yalanlarına set çekmezse onlarda aynı kötülüğe ve aynı günaha ortak olmuş
olurlar. İmam-ı Şafi "Haksız sözleri tastik eden de yalancıdır" buyurur. Evet haksız sözün karşısında
susmak ve o sözün haksızlığını söylemek bir nevi onu tasdiktir.
Allah
Teâla "Sizden
hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte
onlar kurtuluşa erenlerdir." buyurarak, emr-i bil ma'ruf nehy-i anil münkeri müslümanlara
farz kılmış ve bu farizayı yerine getirecek bir cemaatın bulunmasını
emretmiştir. Böyle kişiler olmaz, iyilikler emredilip, kötülüklerin önüne
geçilmezse kötüler ortalığı velveleye verip, zihinleri karıştırır ve çirkin
emellerini gerçekleştirmek için zemin bulmuş olurlar ve işin aslını bilmeyen,
meselelere vakıf olmayan bir çok insan da bu çığırtkanların, yalan ve
iftiralarına aldanarak fitne ve fesada alet olabilirler.
Bu
fitne ve fesatçıların en belirgin özellikleri hasetçi, makam ve mevki düşkünü
olmalarıdır. Kendileri bir hizmet göremezler, tembeldirler. Sermayeleri
dedikodu, gıybet, iftira ve yalandır. Riyakârdırlar. İhlastan nasipleri yoktur.
Nefislerinin zebunudurlar, yapılan hizmetlerden rahatsız olurlar ve fakat her
işin başında gözükmek isterler. Bu gibi insanlar cemiyetin güvesidirler.
Hasetleri öncelikle kendi içlerini kemirip bitirir. Diğer taraftan da İslami
hizmetleri içten içe çökertmek isterler.
Şahsiyetleri zayıftır. Kendilerini ortaya koyamazlar ve onun için muhakkak bu
fitne ve fesatlarını bir siper arkasından yaparlar. Mesela iftira etmek
istedikleri kişileri, bir siyasi grup içinde ise ona karşı göstermek veya bir
tasavvufi cemaatte bulunuyorsa, tasavvufa muhalefet etmekle suçlarlar. Böylece
kin, haset, adavet ve aşağılık emellerini güya gizlerler. Ve herşeyi gören,
bilen, haberdar olan hakimi mutlak'tan
hiçbir şeyin gizli kalmayacağını ve bu çirkin işini nasıl perdelerse
perdelesin, bir gün Allah'ın huzurunda hesap vereceğinden gafildirler.
Vehb
İbn-i Münebbih der ki: Nuh aleyhisselâm tufan dinip gemiden çıkınca, iblis
aleyhil-lâne geldi. Nuh aleyhisselâm
O'na: "Ey Allah'ın düşmanı! Senin ve ordunun insanları saptırıp helak
olmalarına onların hangi günahları sebep oldu? dedi. İblis: "Biz onlardan cimri, hırslı,
hasedci, zorba ve aceleci birini görünce onu hemen yakalayıveririz. Bir kimse
de bu huyların hepsi toplanırsa ona da 'Şeytan-ı Merid (Azgın Şeytan) deriz.
Çünkü bu huylar 'Şeytanın reislerinin' huylarındandır." dedi.
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem de: "Hasetten sakının zira haset ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yiyip yok
eder" buyurmaktadır.
Makam ve mevki hırsı, kıskançlık insanların çok azının kurtulabildiği çok
mezmum, çok kötü ve sahibini helâka götüren hasletlerdir. Bugün birçok kişiyi,
İslam adına İslam'dan çıkaran, hizmet adına hizmeti köstekleyen, dava adına
davayı baltalayan hased, makam ve mevki hırsıdır. Bu kişi bu iki necasetten
temizlenmedikçe gerçek insan ve gerçek müslüman olamaz.
İslam'ın
fert, aile, cemiyet ve devlet planında hakim olmasını, yalnız Allah rızasını
gözeterek arzu edenler, hasetçi, makam, mevki düşkünü nefsi emmaresinin zebunu
kişilerin fitne ve fesatlarına mâni olmak, cemiyeti onların şerrinden korumak
için bütün imkanları ile çalışmalı, iyilikleri emir, kötülüklerden menetme
vazifesini en iyi bir şekilde yerine getirmelidirler. Şurası asla
unutulmamalıdır ki: "İyilerin tenbelliği, kötülerin faaliyetidir." Bir binayı yapmak için bir çok
sanatkâra ihtiyaç vardır. Lakin bir sarayı cahil ve hiç bir özelliği olmayan
3-5 kişi yıkıp harabeye çevirebilir.
Birçok
zararlı ve faydasız bitki hiçbir bakıma ihtiyaç duymadan bahçeyi istila eder,
fakat orada iyi bir sebze yetiştirmek istenirse bir mevsim boyu bakımdan
geçirmek gerekir.
Kötüler
çalışmasa da, kötülük kendiliğinden
yayılır. Şayet iyiler çalışıp kötülüğün önüne geçmez ise.Ya iyiler
çalışmaz da, kötüler, fitne ve fesatçılar, iftira ve yalancılar çalışırsa
cemiyetin hali ne olur, düşünün. Ve
düşünün de gece ve gündüz demeden Allah için O'nun rızası için çalışın.
Kötülere ve kötülüğe mani olun.
"Hayır
hizmetlerin muzır mânisi çok olur." (Bediüzzaman)
Müslüman,
teslim olan kişidir.O, İslam'ın
ahkamına tereddütsüz ve hiçbir zorlama olmadan, isteyerek , severek ve tam bir gönül huzuru içerisinde
teslim olmuştur. O Allah Teala'dan gelen nimet
ve isterse belâ suretinde gelsin razıdır.
İnancının
gereği olarak tedbir alır ve işleri Sünnet-i
Seniyyeye uygun bir şekilde
yapmak için elinden gelen
bütün gayreti sarfeder. Ancak
takdiri ilahi tecelli ettiği zaman, o iş nefsinin istediği şekilde
neticelenmese de asla gönlünde bir sıkılma olmaz ve takdiri ilahiyeye boyun
eğer ve razı olur.
Her
zaman olduğu gibi zamanımızda da hizmet ehli kişiler bu engellerle karşı
karşıya bulunacaklar ve fitneci, fesatçı ve hasid kişiler akıl almaz iftira,
yalan ve dedikodularla hizmet yolunu tıkamaya çalışacaklardır. Böyle durumlarda
hizmet ehline düşen, bütün tarih boyunca Peygamberlere, evliyaullaha ve
salihlere yapılan ve tiksindirici boyutlara ulaşan iftira, yalan ve işkenceleri
hatırlamak ve Allah yolunda uğranılan bu musibetlerin çile ve sıkıntıların,
Peygamberler, sıddıklar ve salihler yolunun işaretleri olduğunu görerek hiçbir
engele takılmadan Allah yolunda, islami hizmetlere devam etmelidir. Asla
gevşememeli, usanganlık ve bıkkınlık göstermemelidir. Çünkü, dava, bu gibi
müstakim, kararlı sabit kadem ve şahsiyetli kişilerin omuzlarında
yükselecektir.
Bediüzzaman
Said Nursi: "Hayır
hizmetlerin muzır manisi çok olur" diyerek müslümanlar hayırlı bir hizmete talip olduğu zaman,
önlerine çıkacak zararlı manialara da hazır olmaları gerektiğine işaret
etmiştir.
Bir
kişi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben Allah'ı ve
Seni seviyorum" dedi. bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "O halde belâ gömleğini giy. Allah
ve Peygamber sevgisini fakirlik hâli ve belâ takip eder." buyurdular. O bakımdan islam davasının erleri, Allah
yolunda uğradıkları bela ve musibetler, iftira ve yalanlar karşısında asla
yılgınlık göstermezler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah sevdiği kimseyi üzmez, ama
tecrübe için bâzen belâ verir." buyurmaktadır. Müslümana düşen de bela geldiği zaman
sabretmektir. İmanlı kişi belâ ve musîbetlere karşı sabır gösterir ve Allah'tan
razı olur. Allah'a kulluk yolunda en zor işleri bile gönül rahatlığı içinde
seve seve yapar. İşte bu hal onun
imanının kemaline işarettir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ben ve ümmetimin muttakileri
tekellüften (içten
gelmeyen ve zorla yapılan işten) berîdirler." buyurmaktadır.
Görülüyor
ki kemal ehli mü'minler, takva sahibi müslümanlar Allah yolunda yaptıkları
hizmetleri zorlama ile yapmazlar. Gerçek muttakîler, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem misali ve onun güzide ashabı
gibi Allah Teâla'ya kulluğu, ibadet ve taatı, cihad ve tebliğ hizmetlerini
kalbleri mutmain, gönülleri huzurlu olarak büyük bir çoşku ile yaparlar. Onlar Allah yolunda çileyi zevk
edinmişlerdir.
İslamî
şahsiyeti teşekkül etmemiş kişiler, Allah yolunda uğradıkları az bir engel, bir
iftira ve dedikodu karşısında önce duraklar, sonra geriler ve yılgınlık
gösterirler. Onlar isterler ki herkes bize hürmet etsin, çay sohbetlerinde
ahkam keselim, hiçbir sıkıntıya, can
sıkıcı olaylara muhatab olmayalım, herşey istediğimiz şekilde olsun. Hayır bu bir kolaycılıktır. Bu Peygamberler ve salihler yolu değildir. Bu
nefsin büyük bir aldatmacasıdır.
İslam'a
talip olanlar, Allah yolunda uğrayacakları bela ve musibetlere karşı sabru
sebat göstermedikce, davalarında sabit kadem olmadıkça ve bütün işlerinde Allah
rızasını gözetmedikçe İslam davasının eri olamazlar. Vesselâm.
"İnsanları
düzeltebilmemiz için, önce kendimizi düzeltmemiz gerekir."(Hz. Ömer radıyallahu anh)
Bir
zamanlar herkesin emin olduğu dürüst bir devletimiz ve herkesin emniyet içinde
yaşadığı güzel bir yurdumuz vardı. Üç kıtaya serpilmiş bir vatan toprağında,
İslam medeniyetinin parıldayan yıldızları, medrese, cami, tekke, zaviye,
kervansaray, sanayi ve ticaret merkezleri sakinleri için birer huzur ve sükûn
kaynağı idi. Ve insanların hiç bir ırk, mezhep ve meşrep farkı gözetilmeden,
tanışıp kaynaştığı, buluşup kucaklaştığı ve İslam kardeşliğinin doruk noktada
yaşanıldığı bir ana kucağı bir baba ocağı idi. O devir insanlarının tek
düşünceleri vardı: İyi bir kul olmak. Ve kulluğun icabı olan hizmetleri yerine
getirmek. "İnsanların
hayırlısı insanlara faydalı
olandır" Peygamber buyruğundan
hareketle hep hizmete talip olmak. Evet onlar hep hizmet düşünür, hizmet
planlar ve hizmet yaparlardı. O emin devletin tebaası, Arap'tı, Türk'tü,
Acem'di, Kürt'tü. Fakat ne değeri vardı
ki bunların. Herşeyden önce onlar müslümandı. Onlar ırkları ile değil,
müslümanlıkları ile iftihar eder ve hayat grafiklerini onunla çizerlerdi ve
onlar öyle kaynaşmış ve öyle bütünleşmişlerdi ki, onların ırkı da, kabilesi de,
aşireti de ümmet olmuştu. Evet onlar, Ümmeti-i Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem potasında erimiş, tek bir ırk, tek bir kabile ve tek bir aşiret olmuşlardı. Sanki onlar cenneti dünyaya
taşımış ve cennetî bir hayat yaşıyorlardı. Onlar, gavurdan dost, domuzdan post
olmayacağını çok iyi idrak etmiş ve düşmanın kızıl altınlarına ve cilveli
fahişelerine aldanmamışlardı.
Bu
emin ve dürüst devletin bu güzel insanları
bu cennetî vatanda mes'ud yaşarken, fitne ve fesatın, soysuzluk ve
denaetin, zulüm ve barbarlığın yurdu Avrupa'dan sam rüzgarları esmeye başladı.
Şom ağızlardan ırkçılık şarkıları söylenerek fitne tohumları ekilmeye başlandı.
Önce gayr-i müslim tebanın üzerinde etkisini gösteren bu fitne daha sonra
müslümanlar üzerinde de etkili olmaya başladı. Ümmet şuuru, ırkçılık,
kabilecilik ve bölgecilik ihaneti ile zaafa uğratılıp İslam Birliği târumar
edildi. Bugün ümmet mefkûresini kaybetmiş, ırkçılık, bölgecilik ve İslam dışı
yönetimlerle idare edilen halkı müslüman devletcikler Batı'nın şamar oğlanı ve kuklası.
Afganistan,
Somali, Cezayir, Mısır, Irak ve birçok İslam topraklarında, müslümanlar
birbirlerini katletmekle meşgul.
Ya
Türkiye? Bin yıllık İslam yurdu, şüheda diyarı, son hilafet merkezi, tam bir
kargaşa içerisinde. Özellikle Güneydoğu ve Doğu'da 10 yıldan beri kan akıyor.
Kardeş kardeşi vuruyor. Beşikteki çocuklara kadar kurşunlanıyor. Devleti
yönetenler ise iş yerine laf üretiyor. Partiler birbirlerini suçlamakla meşgul.
Şer odaklari ise planladıkları den'i emellerine ulaşmak için durmadan
çalışıyor. Bugüne kadar resmi ve gayri resmi ağızlar pek çok laf ettiler
terörün sebepleri ve çareleri hususunda.
Bunlar arasında sadre şifa verecek, yaraya merhem olacak ve gönülleri
ferahlatacak ciddi bir teklif olmaması bizi idare edenlerin ve millete yön vermeye çalışan medyanın ne
kadar yavan ve yüzeysel olduğunun yeni bir tesbiti oldu.
Efendiler!
Terörü siz ve sizin 70 yıldan beri uyguladığınız sakim politikalarınız
körüklüyor. Bu terörist caniler eli ile katledilen masum insanların vebali sizin
omuzlarınızdadır. Çorak zeminlerde ve kendine çare olamamış kof ilkelerde,
hastalıklı kafalarda çare aramayın. Zaman kaybediyor ve uçuruma doğru
sürükleniyorsunuz. Paçanız sıkışınca hoca efendilere yalvar yakar oluyor,
riyâkarlık ve iki yüzlülükle eteğine yapışıyor; diğer taraftan İslamî duyarlılığı ve İslamî kıyafetinden
dolayı muhterem bir hoca efendiyi ilçeye sokmayan ne idüğü belirsiz bir
kaymakama ses çıkarmıyorsunuz. Üniversitelerdeki başörtüsü zulmüne seyirci
kalıyorsunuz. Yanlış ve sakim eğitim politikanızla gençliği bütün İslamî
değerlerden soyutluyor ve onları materyalizm, sosyalizm, kemalizm gibi temelsiz
ve ruhsuz ideolojilerin kurbanı ediyorsunuz. Ve bütün bunlardan sonra memleketi
güllük gülistanlık, huzur ve sükûn içinde görelim istiyorsunuz. Ne mümkün?
Beyler önce kendinizi düzeltin. Devletin yanlış yapılanmasını, doğrusu ile
değiştirin. Sâdece terörün değil, her
türlü kötülüğün, her türlü vahşetin ve bütün olumsuzlukların tek çaresi vardır.
Unutmayın çare İslam'dır. Çare İslam'dır. Çare İslam'dır. Ve Faruku Azam
Hazreti Ömer radıyallahu anh'ın şu sözüne kulak verin:
"İnsanları
düzeltebilmemiz için önce kendimizi düzeltmemiz gerekir." Evet! Bizler Arab, Türk, Acem, Kürt
hepimiz bir milletiz. İslam milletindeniz. Ve tek bir ümmetiz. Muhammed
aleyhisselam'ın ümmetindeniz.
Ey
millet-i İslam ve Ümmet-i Muhammed!
Terörün
her çeşidinin yok olması, kardeş kavgasının sona ermesi, İslam birliğinin
yeniden tesis edilmesi ve tağutların zulüm ve baskısı altında bulunan dünyaya
yeniden nizam vermek için birleşiniz.
"Hep
birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a, İslam'a) sımsıkı yapışın ve parçalanmayın..." (Al-i İmran/103)
"Rasûlullah
size ne getirdiyse onu tutun ve neden sizi yasakladı ise ondan kaçınınız."
(Haşr/7)
Asırlar
var ki İslam milleti, ruh ve manasının beslendiği, her türlü tasalluttan
korunduğu, her kemalatın kaynağı olan aslından koparıldı. Bunun neticesi olarak
da, rüzgarların önünde sürüklenen
yelkovan dikenleri gibi gayesiz ve hedefsiz savrulup durdu. Ve nihayet
hilafetin ilgası ve Kur'an ahkamının icraattan kaldırılıp onun yerine ne idüğü belirsiz her kesimin kendine göre
yorumladığı ve fakat Türkiye'de kesin olarak din düşmanlığı ve Kur'an ahkamını
inkar esasına dayalı olarak uygulanan laiklik düzeni müslümanların üzerine bir
kabus gibi çöktü.
Lâik
düzenin, İslam'dan soyutladığı insanımızı getirdiği nokta: Ar ve namusu
sıfırlanmış, pezevenkliği medeniyet kabul etmiş bir nesil...
Ey
lâik yobazlar, ey devrimci kızılcıklar! Bütün bu tahribata rağmen , Rabbimizin
bu millete bir lütfu olarak din ve imanını, ar ve namusunu korumuş müslüman
bacılarımızın başörtüsü ile, Kur'an kurslarında, imam-hatiplerde yetişen bu
vatanın gerçek evlatları ile uğraşacağınıza, etrafınıza bir bakın gözünüzdeki
kara lekeyi silin düştüğünüz bataklıktan kurtulmaya çalışın.
Bugün,
cehalet karanlığında, inkar uçurumlarında herşeyini kaybetmiş bu gençler, bu
insanlar böyle değildi. Sizler onları din eğitiminden mahrum ettiniz. Gayri
milli eğitim sisteminde din düşmanlığı yaptınız. Yamyamların bile yapmadığı bir
denaetle ecdadımıza, dinimize, dince mukaddes olan herşeye küfrettiniz.
Kemalizmi ve ilkeleri bir din ve Mustafa Kemal'i bir put olarak lanse ettiniz.
Şeriat'ı, bir adi suç olarak niteleyecek kadar aşağılaşan insanlar
yetiştirdiniz.
Bir
milletin idareci ve okumuşları ile, halkı arasında böyle görülmemiş bir uçurum
varsa, o sistem, o milletin sistemi değildir. Belirli bir azınlığın menfaatine hizmet eden ithal malı
bir zulüm sistemidir. Bugün Türkiye'deki vakıa da budur. Bu uydurma laiklik
sistemi bir ithal malı sistemidir ve millete rağmen, millete bir dayatmadır.
Böyle düzenler asla devamlı olamamıştır. İşte komünizm. 70 yılda büyük bir
enkaz bırakarak yok olup gitti.
Geliniz
bu ithal malı laik düzenin enkazları altında yok olmadan önce, idarecisi,
okumuşu, halkı olarak kendi sistemimize dönelim ve bütün insanlığın huzur
duyacağı kendi nizamımızı hep beraber yeniden ihya edelim. Bütün varlık alemini
yoktan vareden Allah Teâla, tüm
insanlığın dünya ve ukba saadetini temin edecek olan ilahi nizamı,
Peygamberleri vasıtası ile inzal etmiştir.
Yaratıcı
nizamını bırakıp da, yaratılanın yalan yanlış düzenlerine tabi olmak ve onu
kabul etmek hiç bir inanca sığmadığı
gibi, hiç bir aklı seliminde kabul etmeyeceği bir hamakatlıktır. Allah
Teâla'nın elçileri olan peygamberlere ve onların gösterdiği sırat-ı müstakime
tabi olmakta başka kurtuluş yoktur.
"İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın
günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın
cezası çetindir." (Maide/2)
Müslümanlar
her zaman ve her yerde daima hakkın ve doğrunun yanında ve ona yardımcı,
kötülüğün ve kötülerin karşısında ve ona engel olmakla mükelleftirler. Ne zaman
ki islam milleti bu özelliklerini korumuşlar ve kendi yakınları ve hatta öz
nefislerinde de olsa Şeriat'ın yasak
ettiği kötülükleri irtikab edenlere asla taviz vermemişler ve hep iyiliklere
destek olmuşlarsa, dünyaya düzen veren, adalet tevzi eden hakim unsur haline
gelmişlerdir. Ve bunun en tabii sonucu olarak da müslümanların din, akıl,
nefis, nesil ve mal emniyeti sağlanmış ve çok
mazbut, kendi içinde uyumlu, dışa karşı caydırıcı bir güç olmuşlar.Ve
bütün milletlerin gıbta ettiği medeni bir seviyeye yükselmişlerdir. Elbette bu
kolay bir iş değildir. Hiç bir engele takılmayan, yıkılmayan, gevşemeyen
iradesi güçlü yetişmiş insan ister. Çok güçlü organize ister. İlim ister,
fedakârlık ister ve zaman ister. Devleti ile, milleti ile her iyiliğe destek olan, teşvik eden, düşmanlıklara,
kötülüklere geçit vermeyen bir toplum düşünün, böyle bir toplum için
aşılmayacak engel ve ulaşılmayacak hedef kalır mı? Allah Teâla: "İyilik ve takva üzerinde
yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun.
Çünkü Allah'ın cezası çetindir." (Maide/2) buyurmaktadır. İslam milleti bu ilahi emre uyduğu
müddetçe, onun anarşi, terör ve kargaşa içerisinde dağılıp parçalanması mümkün
olur mu? Düşmanların fitne ve fesadı onları birbirine düşman haline getirebilir
mi? Asla... Bugün niçin bu haldeyiz...
Bırakın dış düşmanların fitne ve fesadını, niçin kendi içimizde bölük börçük
ve meydan üç-beş şahsiyet, cahil ve şahsi hesaplarına zebun kişilerin elinde... Çünkü İslam milleti, islamî,
Kur'anî ölçüyü kaybetti, kendi partisinin, kendi grubunun yalan yanlış ölçülerini, önüne geçti. Önce
İslam'ı değil, öncelikle kendi
partisini, kendi grubundan ,
partisinden veya ırkından olan kişileri, şahsiyetleri ne kadar silik olursa olsunlar, kendi grubundan, kendi partisinden ve
kendi ırkından olmayan şahsiyetli
ve dürüst insanlardan üstün tutarlar. Kendi yakınındakilerin kötülüklerine göz yumdular ve hatta destek
oldular. Başka grupta olan kişilerin hayır işlerine, hayırlı hizmetlerine
sırf kendi gruplarında olmadığı için köstek oldular ve hatta onların
hayırlı işlerini kötü göstermek için her türlü karalamayı mübah saydılar. Bunun
neticesi olarak şahsiyetli, dürüst ve işin ehli insanlar arka planlara itildi,
şahsiyetsiz, menfaatperest, nâehil insanlar ön plana çıktı. Bugün Türkiye'yi ve
tüm İslam alemini gözden geçiriniz, İslâm milletini temsil durumunda olanları
tetkik ediniz. Çok azı müstesna bulundukları temsil makamının asla ehli
değildirler. En küçüğünden en büyüğüne kadar. Bu hususta Allah Teâla şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah size, emanetleri
ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle
hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah
her şeyi işitici, herşeyi görücüdür." (Nisa/58)
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de, "İş, nâehline verildiği zaman kıyameti bekle." buyurmaktadır. İslam için çalıştığını
iddia eden, İslami çalışmalar için organize olan bütün gruplara, kişilere
sesleniyorum. Bizler, düşünce, fikir ve yaşantımızı İslamlaştırmadan, biz
İslam'a layık insanlar olmadan hiçbir yere varamayız. Hem aldanan ve hem de
aldatan durumuna düşeriz. Şunu asla unutmayalım: İyi olan, bizim
grubumuzda olsa da olmasa da, İslam'a
göre iyi ise, o insan iyidir. Bir kişi ki İslam'a göre kötü ise, o insan bizim
grubumuzda olsa da,olmasa da kötüdür.
Tek
ve şaşmayan ölçü, İslam'ın ölçüsüdür. Onun dışında ortaya konmaya çalışılan her
ölçü ölçüsüzlüktür.
"Yalan (kâmil) mananın karşıtıdır. (ikisi bir yerde ictima edemez) Yalanın en kötüsü bühtan (iftira)dır" (Beyhaki)
Müslüman,
sözü, özü ve işi doğru olan kişidir. Yalana iftiraya ve dince haram olan şeylere asla tevessül
etmez. O kendi öz nefsine zarar verse bile doğru konuşur, hakkı müdafaa eder. ve
haklının yanında yer alır. Yalan ve iftira yoluyla haksız olarak aleme sultan
yapsalar yönüne dönüp bakmaz. Fakat hak uğruna ve doğruyu konuşup müdafaa
ettiği için zindana veya darağacına
götürseler seve seve gider ve kalbinde asla bir darlanma olmaz. Çünkü o,
zindanı Medreseyi Yusufiye kabul eder, darağacına çıkarken cennetin kokusunu
duyar.
Asrımız,
saadet asrının soylu müslümanları ile irtibatlı bu vasıftaki müslümanlara ne
kadar muhtaçdır. Evet en küçük bir dünya menfaatı, değersiz bir maddi çıkar,
veya belki de kendisinin cehenneme sürüklenmesine sebep olabilecek basit bir
mevki için durmadan yalan uyduran, iftira kampanyaları ile fitne ve fesadı
körükleyen dünyaperest, şöhretperest ve mevkiperest kişileri görüp de
üzülmemek; kadı olmamak için zindana
seve seve gidip ve orada işkence altında can veren İmam-ı Azam'ın ve "Kur'an mahluk" demediği için zincirlere vurularak
zulüm edilen İmam-ı Ahmet bin Hanbel'in o yüce şahsiyetlerine bakıp da kendi
halimize, zavallılığımıza ağlamamak ne mümkün? Hele bu insanlar mevki ve makam,
menfaat ve çıkarları için yaptıkları bu iftira ve yalan kampanyalarını İslam'a
hizmet görüntüsü içinde yaparlarsa ne
denli tefessüh ettiğimize ve İslam adına İslam'a ne müthiş darbeler indirdiğimize
şahit olmamanın dehşetine kapılmamak elde değildir.
Müslümanım
diyen herkese ve İslam için çalıştığını söyleyen her grup, cemaat ve
kuruluşlara sesleniyorum! Geliniz Kur'an ve Sünneti daha derinden ve daha
vüsatla inceleyelim, onun şaşmaz ölçülerine tabi olalım. Çeşitli tabelalar altında
çalışsak bile, müslümanlar olarak kardeş
olduğumuzu unutmayalım. Gayemiz İslam'a hizmetse aynı caddede, sırat-ı müstakim
caddesinde beraber ve birbirimize çelme
takmadan yanyana, gönül gönüle hedefe doğru yürüyelim. Birbirimizle
uğraşacağımıza düşmanla uğraşalım. Baş olma hırsı ile İslami hayatımızı
mahvetmeyelim. İslam'ın istikbalini gölgeleyecek, müslümana yakışmayan söz,
tavır ve işlerden uzak duralım. Her
duyduğumuzu doğru addederek veya muhatabımız aleyhine delil kabul ederek
duyduklarımızın doğruluğunu araştırmadan onunla amel etmeyelim. Allah teâla'nın
şu kelamını asla unutmayalım: "Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber
getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız
da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat/6)
Evet
her zaman ve her devirde fitne ve fesad ateşini körükleyenler, riyaset hırsı
ile mal ve makam sevdası ile nice kötülükler yapan ümmeti bâdireden bâdireye
sürükleyenler olagelmiştir. Zamanımız ahir zamandır. Bu tip insanların yüz bulduğu,
revaç gördüğü bir fetret devrinde yaşamaktayız. Bu sebepden Allah rızası için
İslam yolunda, Kur'an yolunda çalışanların çok daha uyanık ve dikkatli olmaları şarttır. "Her duyduğunu haber vermek,
kişiye günah olarak yeter." Peygamber buyruğunu kendimize rehber
edinelim. Başkaları bize iftira etseler bile, biz böyle bir şeye asla tevessül
etmeyelim. Şayet böyle bir şey yapmış isek hemen tevbe edelim.
İftiranın
tevbesi üç şeyle olur:
1.
İftirayı terketmeye azmetmek.
2.
İftira ettiği kişi ile helalleşmek.
3.
Evvelce bu iftirayı kimlerin yanında söylemişse, onların yanıda yalan
söylediğini, iftira ettiğini söylemektir.
"Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol." (Hûd/112)
Müslümanın
en belirgin vasıflarından biri, dosdoğru olmasıdır. Doğru olmak, kendi nefsi zarar görse de doğruyu konuşmak, hakkı
müdafâ etmek, sâlih ve kâmil mü'minlerin işidir. Tarih boyunca nice
sâlihler hak uğruna ve doğruları
müdafaada gösterdikleri kararlılık sebebi ile zulme uğramışlar ve hatta şehid
edilmişlerdir. Bu kahramanlardır ki, müstekbir ve zalimlerin zulüm, vahşet ve
cinayetlerle cehenneme çevirdikleri dünyamızı bahar yağmurları gibi gülistana
dönüştürmüşlerdir. Ve onlar her devirde
müstekbirlerin korkulu rüyası, mustaz'afların ümit kaynağı ve yardımcıları olmuşlardır.
Nemrud
tağutunu çökerten İbrahim Halilullah, Firavun zulmüne set çeken Musa kelimullah
ve Ebu Cehil putunu yıkan Muhammed Habibullah ve tüm Peygamberler her sahada
olduğu gibi istikamet doğruluk ve Hakkı müdafâ hususunda da bütün insanlığa
örnek olmuşlar ve onların izinden yürüyen salihler ve sadıklar da devirlerinde
yaşayan zalimlere karşı Hakkı müdafâda, eğilmeden bükülmeden istikamet üzere dosdoğru ve dimdik ayakta kalmışlardır.
Rüyâsında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisini yanına davet ettiği
çin mahkeme heyetine karşı hazırladığı müdafânâmesini yırtıp, sevgilisine
kavuşmak için idam sehbasına koşarcasına giden İskilipli Atıf Hoca ve ölüme
gülümseyerek yürüyen Seyyid Kutup bu kahramanların son halkasından sadece iki
örnektir.
Müstekbir
ve zalimlerin bir kabus gibi ufkumuzu kararttığı asrımızda benzer kahramanlara,
istikamet üzere sabit kadem olan müslümanlara ne kadar muhtacız. Süfyan
Abdullah es Sakafi'nin rivayet ettiğine
göre Rasûlullah'a şöyle demiş: "Ya Rasûlullah, İslam hakkında bana öyle bir söz söyle
ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım." Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem "Allah'a iman ettim de ve dosdoğru
ol" buyurmuştur.
Bu hadis-i şerif, Peygamberimizin az sözle çok mana ifade eden hadislerindendir ki, İslam'ın evsafını cem
etmektedir.
İstikamet
üzere dosdoğru olmanın ne nühim ve ne çetin bir iş olduğunu "Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol." (Hud/112)
ayet-i kerimesi nazil olunca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in: "Beni Hud Suresi ve
arkadaşları ihtiyarlattı" buyurmasından anlamaktayız. Abdullah İbn-i Abbas radıyallahu anh de: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem 'e bütün Kur'an'da, bu ayetten daha şiddetli ve meşakkatli bir ayet daha
nazil olmamıştır." demektedir.
İman
ve istikametin neticesi çok güzel bir son ve ebedi huzur ve saadettir. Bu
hususu beyanla Allah Teâla şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip
sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara, korkmayın
üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin derler." (Fussilet/30)
Geçiçi
dünya hayatı için, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem'in 'cîfe' olarak nitelendirdiği basit dünya menfaatleri için
İslami şahsiyetini kaybeden, kula kul olma zilletine düçar olan, fitne,
fesat,iftira ve yalan girdabında boğulup giden, istikametini kaybetmiş, yolunu
şaşırmış, eğriliği doğruluğuna galebe çalmış
bir toplumun düze çıkması, anarşi ve terörden kurtulması bütün
samimiyeti ile "Allah'a
iman ettik ve dosdoğru olmaya karar verdik" deyip bu akitlerini de amelleri ile teyid
etmedikçe ve İslam'a tam teslim olmadıkça mümkün değildir.
"Onlara
ayetlerimiz açıkça okunduğu zaman, bize kavuşmayı beklemeyenler, ya bundan
başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir dediler. De ki: O'nu kendiliğinden
getirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına
uymam. Çünkü (sizin
arzunuza uyar da) rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından
korkarım." (Yunus/15)
Kur'an'ın
inzali ile başlayan İslam inkılabı, putperest müşriklerin siyasi, iktisadi ve
içtimai hayatlarını altüst ediyor ve tam bir panik yaşıyorlardı.İlk zamanlarda
pek önemsemedikleri Peygamberimizi bir yetim ve müslümanları da bir kaç köle,
fakir ve âciz kişilerden ibaret gördükleri İslam cemaatının her gün güçlenmesi
ve pek çok hatırı sayılır şahsiyetin de İslamla şereflenmesi karşısında tedbir
almaları gerektiğini kararlaştırırlar.
Bu
cümleden olarak Peygamberimize şâir, kâhin, mecnun ve sihirbazdır diye iftira
ettiler. Kur'an'ı Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hıristiyan
köleden öğrendiğini, geçmiş milletlerin masallarından bahseden bir kitap
olduğunu yaymaya başladılar.
Burada
Peygamberimize davasından vazgeçmesi için krallık, para ve kadın teklifinde bulundular,Seni Mekke'ye kral
yapalım, mal verip zengin edelim ve istediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki şu
davandan vazgeç dediler. Bundan da bir netice alamayınca, "bir sene sen bizimtanrılarımıza
ibadet et, bir sene de biz senin rabbına ibadet edelim" teklifinde bulundular. Bu da sonuç
vermeyince "öyleyse bize ya başka bir Kur'an getir veya Kur'an'ı değiştir. Yani
bize haram kılınanları helâl kıl, putlarımızın aleyhinde konuşma, yaptığımız
kötülüklerden dolayı cehenneme gireceğimizi söyleme, hülâsa, Kur'an ahkamını
bizim isteklerimiz doğrultusunda tebdil et" diye teklif ettiler. Onlar kendi zanlarınca tekliflerle
Rasûlullah'ı davasından vazgeçirecekler ve kendileri de o hayvanî hayatlarına
devam edeceklerdi. Bilmiyorlardı ki O'nun böyle bir selahiyeti yoktu. O
alemlerin Rabbı'na tam teslim olmuş ve bütün işleri vahiy ile tanzim
olunuyordu. Yaptıkları teklif, îkaz ve iftiraların hiçbir netice vermediğini
gören müşrikler, müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkenceleri artırdılar ve
görülmemiş bir vahşet sergilediler. Şirk, küfür düzenlerinin ve tağutların
öteden beri uyguladıkları dört metod vardır: Önce müslümanları hak yolundan
dönmeleri veya en azından İslam için çalışmamalarını iknaya uğraşırlar. Buna da muvaffak
olmazlarsa tehdit
ederler.
Bu da fayda vermezse iftira ederek yıpratmaya çalışırlar. İftira da netice vermezse
bu kişileri yok etmenin çarelerini araştırırlar. Hz. Adem aleyhisselam'dan
zamanımıza kadar, Allah celle celaluhu düşmanları bu kirli yolu hiç fasıla
vermeden kullandılar. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i de o
zamanın Mekke müşrikleri son çare olarak öldürmeye teşebbüs ettiler. Fakat
Allah habibini korudu ve müşrikler o den'i teşebbüslerinde muvaffak olamadılar.
Bütün
asırlar boyunca şirk ve küfür cephesi çeşitli adlar aldılar fakat İslam
düşmanlığında ve müslümanlar aleyhinde kullandıkları ikna metodlarında asla
değişiklik yapmadılar.
Haçlı
seferlerinde işlenen cinayetler, Endülüs müslümanlarının imhası,
Osmanlıların Balkanlardan çekilme
mecburiyetinde kaldığı zaman, Sırp, Bulgar, Hırvat tüm kafirlerin müslümanlara
revâ gördüğü cinayetler Birinci Dünya Savaşı sırasında Yunanlıların Batı
Anadolu'da, Ermenilerin Doğu Anadolu'da sergilediği vahşet, Rus kâfirinin
Kırım, Kafkasya ve Orta Asya'da müslümanlara reva gördüğü vahşilikler,
Yahudilerin Filistin'de yaptıkları mezâlim ve nihayet Amerika ve
Avrupa kâfirlerinin Irak'ı bir harabeye çeviren saldırıları, Bosna-Hersek
ve Azerbaycan'da Sırp, Hırvat ve Ermeni
vahşeti ve kendisine medeni yakıştırması
yapan tüm kafirlerin sergilediği iki yüzlülük.
Evet
bütün bunlar kâfirlerin dinmeyen kininin, bitmeyen hile ve desiselerinin
simgesidir. Müslümanların gözardı edemeyeceği diğer bir hususta düşmanların
içimizden kendi hesaplarına kullandıkları
ya gafil ya da hain uşaklarıdır. Bunlar da dış düşmanlarımızdan daha da
tehlikeli olmuşlardır. Bugün İslam ülkelerinin başında bulunan idarecilerini
gözden geçirelim.
Hafız
Esad, Saddam Hüseyin, Hüsnü Mübarek,
Cezayir'in başındaki cunta ve diğerleri bunların kendi insanına, müslümanlara
yaptıkları zulüm ve işkenceler Yahudi, Sırp ve Ermeni'lerin yaptıklarından az değildir.
Türkiye'ye
gelince durum daha farklı değil. 27 Mart seçimleri münasebetiyle RP bahane
edilerek yapılan İslam düşmanlığı tamamen gün yüzüne çıktı. Takke düştü, kel
göründü. Maskeledikleri çirkin yüzlerin bütün iğrençliğiyle sırıttı. Laikliği
din edinen bu "çağdaş
yobazlar" batı
uşağı yazar, çizer ve partililer RP'nin şahsında durmadan İslam'a saldırıyorlar. İslam'a, ancak laiklik
ve ilkelerinin müsaade etiği kadar, fırsat verebileceklerini, karşı olan hiç bir fikre ve siyasi teşekküle fırsat
vermeyeceklerini konuşup, yazıp çiziyorlar. Yani Allah'ın dinine ve
Kur'an'a karşı laiklik, demokrasi ve
ilkeleri savunuyorlar. Bir belediye başkan adayı "RP'nin yaptığı iyi işler bizi
ilgilendirmez. Bizin için önemli olan laikliktir" diyor. Yani bir insan hırsız olabilir,
deyyüs olabilir, homoseksüel olabilir, fahişe olabilir. İSKİ ve İLKSAN lağımlarına batıp çıkmış ve
trilyonları gasb etmiş olabilir. Yeter ki laik olsun. Lâik olan bir kişi için
bunlar önemsenecek şeyler değil. Ama insan laik değilse, ilkelere bağlı
değilse, Atatürk'e karşı ise, bu insan namuslu imiş? Milletin bir kuruşunu bile
yemezmiş. Gece gündüz demeden çalışırmış, dürüstmüş, memleketi kısa bir zaman
içinde güllük gülistanlık yaparmış. Ne önemi var efendim!Onlar için bunlar
önemli değil. Önemli olan asrın en büyük aldatmacası olan laiklik ve
demokrasiye bağlı olmalıdır.
İslam'a
değil lâiklik dinine inanmalıdır. Şu
gülünç manzaraya bakınız. 12 Milletvekili M.Kemal'e İzmir suikastinde idam
edilen milletvekili ve subaylar için
iadeyi itibar önergesi vermişler. Vay efendim siz misiniz bu teklifi yapanlar!
Bu M. Kemal'in manevi şahsiyetini küçük düşürmektir. Bu laik cumhuriyete en
büyük darbedir ve DYP grubu toplanarak, bu önergede imzası bulunan
milletvekilinin kesin olarak partiden ihracını istiyor. Ne ilkellik ya Rabbi!
İşte
laiklerin mantığı bu ilkel mantıktır. Özerk üniversite de bu ilkel mantığın
mucididir. Bu konularda ilk feryad bu "kara cübbeli" cahil prof'lardan yükselir. Evet bir
zamanlar Mekkelilerin Rasûlullah aleyhisselam'dan istediklerini, bu laik
dinciler de biz müslümanlardan
istiyorlar.
Mekkeliler
Rasûlullah sallahu aleyhi ve sellem'e "Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu
değiştir" demişlerdi.
Laik dincilerde, biz müslümanlardan Allah'ın istediği şekilde, Rasûlullah'ın
sünneti üzere yaşamayı terkedip laikliğin ve ilkelerin doğrultusunda yaşamamızı
istiyorlar.Yani Kur'an'ı değiştirmemizi talep ediyorlar. Buna hiçbir müslüman
asla tevessül edemiyeceği gibi hiç bir inkarcı
da buna asla muvaffak olamayacaktır. Çünkü onun koruyucusu Allah
Teâla'dır. "Kur'an'ı
kesinlikle biz inzal ettik elbette onu
yine biz koruyacağız." (Hicr suresi/9) Bir müslüman, asla laik olamaz. Hem Kur'an'a
hem de ilkelere bağlı kalamaz. Kur'an bir bütündür. Onun bir kısmına inanıp bir
kısmına inanmayan asla müslüman olamaz. Müslümanın diyen herkese sesleniyorum. Geliniz şu Batı
uydurması ve asrın en büyük aldatmacası Laiklik ve Demokrasi denilen ucube ile
hem kendimizi ve hem de etrafımızdakileri helake sürüklemeyelim. Bizi yoktan vareden Allah'ın nizamına
dönelim. Hem kendimizi kurtaralım ve hem de etrafımızdakilerin kurtulmasını
sağlayalım.
Mahşerin
o dehşetli gününde herkes dünya iken kimi önder edindi ise onunla
çağrılacaktır. Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i önder edinelim.
Onunla çağrılıp onun sancağı atında toplanalım. Sahte önderlerin peşine düşüp
de dünyamızı da ukbamızı da berbat etmeyelim. İslam'dan başka bir din, Kur'an
medeniyetinden başka bir medeniyet
yoktur. İslam'a tam sarılarak, Kur'an medeniyetini yeniden ihya etmek
için çalışalım. Böylece uşak değil efendi olalım ve yeniden İslam kimliğimizi
kazanarak, sadece müslanları değil bu insanlığı zulüm ve vahşetten kurtaralım.
Bu onurlu, bu şerefli cihada bir millet olarak toptan katılalım. Katılalım ki karanlıklar
yerini aydınlığa zulüm ve vahşet yerini adalete, şirk ve küfür yerini
imana bıraksın.
"Haksızlığın
önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber, şerefinizi de
kaybedersiniz." Hz. Ali (r.a)
İslam'ın
hakim olmadığı yerde zulüm vardır,
haksızlık vardır, vahşet vardır. Çünkü
İslam'ın dışındaki her düzen sun'idir. İnsan tabiatına aykırıdır ve
insanda mevcut tüm faziletleri tahrib edicidir.
İslam'dan
uzaklaşmış milletlerin toplumsal çalkantılar içerisinde, anarşi ve terörün
kucağında nasıl mahvolduklarını her zaman müşahede etmekteyiz.
İslam
hakkı ve batılı kesin çizgilerle ayırmış ve mü'min ile kâfiri, müslüman ile
münafığı, alim ile cahili, müttaki ile fasıkı en belirgin özellikleri ile
tanıtarak kargaşayı önlemiştir. Böylece İslam'da herkes layık olduğu yeri işgal
etmiş ve soysuza, kötüye, zalime insanlar üzerinde tahakküm etme şansı
tanınmamıştır. Cahili, beşeri sistemlerde ise bu özellikler olmadığı için
Neronlar işbaşındadır. Yarı okumuşlar, söz sahibidir. Nefis, şehvet ve çıkarlar ön plana çıkarılmıştır. Geothe: "Deliler ve akıllı insanlar
zararsızdır. En tehlikeli insanlar yarı deliler ve yarı akıllılardır" demektedir. Tam deliler bilinir ve onun
zararından korunulur. Akıllı insanlar ise rastgele davranmaz. Söyleyeceği
sözün, yapacağı işin neticesini düşünür ona göre hareket eder. Yarı deli, yarı
akıllı, yarı okumuşlar ise ne zaman, nasıl hareket edecekleri belli
olmadığından, her zaman zararlı ve tehlikeli olmuşlar ve hele bunlar yönetimin
üst kademelerinde bulundukları zaman telafisi çok zor tahribatlar yapmışlardır.
Türkiye'de
ve dünyada olup bitenleri değerlendirdiğimiz zaman yapılan tahribatın dehşet
verici boyutlarını görmemek mümkün
değildir.
İnsanı
insan yapan ve ona değer veren ne makamdır ne de maldır.
"Bed
asla necabet mi verir hiç uniforma"
Evet
insan ancak insani vasıfları kazanmakla insan olur. Gerçekten insan olmak ise
İslamla mümkündür.
Haksızlığa,
zulme, küfre karşı durmak haksızlık karşısında eğilmemek, haksızın karşısında,
haklının yanında olmak içinde iyi bir müslüman vasıflı bir müslüman olmak lazımdır. Bir toplumda bu
gibi insanlar yoksa, işte o zaman yarım insanların tahribat ve tahakkümü
önlenemez ve memleket bâdireden bâdireye sürüklenir.
Son
kurban derisi konusunda yaşanılan dayatmalar da gösteriyor ki, ülkeler için en
tehlikeli virüs yarı okumuş cahillerin yönetimidir. Vatandaşın elinden kurban derisini zorla ve polis jopu ile gasb eden
bir zihniyet zaten olmayan meşruluğunu tamamen kaybetmiştir.
"Eksik
olsun alçalmakla elde ettiğin yemek. Tenceren kaynıyor ama şerefin
devrilmiş." (Şeyh
Sadi)
Ve
tüm müslümanlar olarak şu ayet ve hadisler üzerinde uzun uzun tefekkür edelim:
1.
(Hesaplar görülüp) İş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı
va'detti. Ben de size vadettim. Ama yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir
gücüm yoktu. Ben sadece sizi (inkâra) çağırdım. Siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni
yermeyin. Kendinizi yerin. Ne ben sizi
kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiz. Kuşkusuz daha önce ben, (beni Allah'a) ortak koşmanızı reddettim. çünkü
zalimlere elbette acıklı bir azab vardır." (İbrahim/22)
2.
"Zulmedenlere
meyletmeyin, aksi halde size ateş dokunur. (Cehennem de yanasınız) Sizin Allah'tan başka dostlarınız
yoktur. Sonra da size yardım edilmez." (Hud/113)
3.
"Kim
Allah'a karşı yalan uydurandan veya onun ayetlerini yalanlayanlardan daha
zalimdir? Bilesiniz ki mücrimler asla felah bulmazlar." (Yunus/17)
4.
"Kim
hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de
doğruluktan saparsa kendi zararına sapmış olur. Hiç bir günahkâr başkasının
günah yükünü üstlenmez. Biz bir Peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek
değiliz." (İsra/15)
5. "Hidayete, Hakka davet eden kimse için, Hakk'a tabi
olanların ecirleri mislince ecir vardır. Tâbi olanların ecrinden de hiçbirşey
eksilmez. Dalalete davet eden kimse için dalalete tabi olanların günahları
mislince günah vardır. Tâbi olanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez." (Tirmizi)
6.
"Bir
ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebi ile şımarmış
elebaşlarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar orada kötülük işlerler.
Böylece o ülke helaka müstehak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz." (İsra/16)
7.
"Sizden
herhangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna
gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle
değiştirsin. Bu da imanın en zayıfıdır." (Müslim)
8.
"Mü'min
bir yılan deliğinden iki kere sokulmaz." (Buhari)
"O gün
zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke O Peygamberle birlikte bir
yol tutsaydım. Yazık bana keşke falancayı dost edinseydim. Çünkü zikr (Kur'an) bana gelmişken. O hakikaten beni ondan
saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız
bırakmakta."
(Furkan/27-28-29)
Ukbe
bin Ebi Muayt bir ziyafet vermiş ve bütün Kureyş eşrafını davet etmişti. Ancak
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ukbe'ye müslüman olursa davetine icabet
edeceğini söyleyince, Ukbe şehadet getirerek müslüman oldu. Bunun haber alan
dostu Ubey bin Halef, Ukbe'yi kınadı ve O'na yeniden putperestliğe dönmedikçe
ve gidip Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yüzüne tükürmedikçe asla
kendisinden razı olmayacağını söyledi. Ukbe zahirde dostu, hakikatte bir düşman
olan Ubey bin Halef'in dediğini yaptı. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e ulaşmadan geri dönüp kendi yüzüne bulaştı. Ve yüzünde bir iz
bıraktı ve yanağında bir yanık meydana getirdi ki Bedir Savaşı'nda
katledilinceye kadar bu iz yüzünde
kaldı. Yukarıdaki ayeti kerimelerin nüzul sebebi bu hadisedir ve bu ayetlerde,
dünyada kafirleri dost edinmenin,onların rızasını Allah'ın rızasından üstün
tutmanın ve dost edinmesi gereken müslümanlardan yüz çevirmenin ve insanlığın
dünya ve ukba saadetini sağlayacak dünyasını da ukbasını da mamur edecek Kur'an
gibi ekmel bir kitap varken ona uyup kurtulmak varken, onu gözardı etmenin
mahşer günü ne büyük bir nedamet ve peşimanlık
olacağı haber verilmektedir. Aynı zamanda dünyada dost edinilen münafık
ve kafirlerin mahşerde hiç bir faide vermeyecekleri ve oradaki pişmanlığın da
geçerli olmayacağı izah edilmektedir.
Müslüman!
Lâikliği din edinenleri, Kur'an'ın bir kısmına inanıp bir kısmına
inanmayanları, din düşmanı, millet düşmanı masonları baş tacı edenleri, seçim
meydanlarında, Allah, Peygamber ve ezandan bahsedip, Avrupalı, Amerikalı
efendilerinin yanına varınca tam bir uşaklık sergileyerek, İslami hareketin
durdurulabilmesi için kafirlerden yardım dilenenleri, Ramazan gelince sırf
müslümanları aldatmak için gazetelerinde Ramazan sayfası ayırıp, diğer
sayfalarında ise, İslam'a ve müslümanlara karşı tüm kin ve gayzını kusan medya
patronlarını, Allah'ı ve Peygamberi inkâr eden, müslümanlara söven bir ateist
kafire yazma, konuşma ve küfrünü ilan etme hürriyeti veren ve fakat put
edindikleri, din edindikleri sistem ve kişiler hakkında kanaat serdeden bir
müslüman için bütün kurum ve kuruluşları ile sokağa dökülen düzenbazları,
müslümana İslamca yaşama hakkı, doğruları konuşma hürriyeti vermeyen iki yüzlü
İslam düşmanlarını, yıllardır müslümanı horlayan, Kur'an'a ve İslam'a savaş
açan, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e çöl bedevisi diyecek kadar alçalanları,
hülâsa senin gibi düşünmeyen, senin gibi yaşamayan batılcı ve batı hayranı tüm
sahtekar, yobaz, yalancı, iki yüzlü İslam nizamına karşı karanlık kişileri asla
ve asla dost edinme! "Rasûlüm, alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima
kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren iyiliği hep engelleyen
mütecaviz günaha dadanmış, kaba ve haşin, bunladan sonra bir de soysuzlukla
damgalanmış kimselerden hiç birine mal ve oğulları vardır diye sakın ilgi
duyma." (Kalem/10-14)
Oy avcılığı için sana geldiğinde riyakârca, hilekârca sırıtan suratına ve
yalancı vaadlerine aldanma! Yüzlerce defa aldatıldın. Allah için artık aldanma!
İslamî vakar ve ciddiyetini, İslami kimliğini ve müslüman şahsiyetini
zedeleyecek tavır sergileme. Unutma! "Kişi sevdiği ile beraberdir" ve "Kişi arkadaşının dini üzeredir. Sizden
herbiriniz kiminle arkadaşlık yaptığına baksın" Şu ayetleride lisanına vird eyle: "Zalimlere meyletmeyin ki size
ateş yapışmasın. Halbuki Allah'tan gayri sizin dostunuz yoktur. Binaenaleyh
zalimlere meylederseniz hiçbir kimse tarafından yardım olunmazsınız." (Hud/113)
Ayet-i
Kerime de zalimlere yaklaşmak, onlarla dost ve arkadaş olmak nehyolunmuştur.
zalimleri methetmek, onların yaptıkları kötü ve İslam'a muhalif işlerine rıza
göstermek, onlarla oturup kalkmak, yiyip içmek, onlara tazim etmek, onlara
benzemeye çalışmak, onların hizmetinde bulunmak, propagandasını yapmak, oy
vererek desteklemek, onlara yardımdır.
Bu ve benzeri şekilde onlara yardımcı olmak da zulümdür.
Süfyan-ı
Sevri'ye ölmek üzere bulunan bir zalime su verilir mi verilmez mi diye sual
ettiler.
-
Verilmez, dedi.
-
Ölmek üzeredir, dediler.
-
Bırak onu! Su vermek de ona yardım hususuna girer, dedi.
Ey
müslüman artık iyi düşün. Süfyan-ı Sevri gibi bir müctehid iman ve bir Allah
dostu veli, ölmek üzere olan zalime su vermeyi bile caiz görmezse, yıllarca
müslümanlara olmadık zulmü ve işkenceyi revâ gören ve hâlen de bu sapık fikir
ve düşüncesinde devam eden, nice âlim, mürşid ve bu vatanın yiğit evlatlarını
sehpalarda sallandıran, hapishanelerde, zindanlarda çürüten zalimleri nasıl
dost edinirsin ve onların yeniden işbaşına gelmesi için oy vererek, para
vererek, propaganda yaparak nasıl yardımcı olmaya çalışırsın?!...
Sadıklarla
Beraber Olmak:
"O
gün ne mal ne evlat fayda veremez. Ancak temiz kalble gelenler müstesna (onlar) kurtuluşa ererler? (Şuara/88-89)
Evet
mahşerin o dehşetli gününde, küfür üzere ölen münafık ve kafirlere ne dünyadaki
malları ve ne de evlatları fayda vermeyecektir. Ancak mü'min olanların Allah
yolunda harcadıkları malları ve yetiştirdikleri hayırlı,iman ehli, amel-i salih
işleyen evlatları kendilerine fâide verecektir. Bir de kalbi selim üzere yani
her türlü şüphe ve şirkten, kötü ahlaktan arınmış, bidatlardan salim kalmış,
imana kavuşmuş, halis niyyetle tezyin
olmuş, Allah aşkı ve Rasûlullah muhabbeti ile nurlanmış kalb ile huzura
varanlar kurtulacak ve ebedi saadete ereceklerdir.
Kalb
bozulursa, bütün vücut bozulur. Onun için kalbin salahı bütün bir vücudun salahıdır. Kalb nazargâhı
ilâhîdir. Onu her türlü masiyetten ve
masivadan temiz tutmak ve ilahi nazara teşne yapmak gerekir. Bunun için de
yaşadığımız vasatı çok iyi seçmek gerekir. Kötü bir ortamda, kötü insanlarla
düşüp kalkmak kişinin kalbini karartır, katılaştırır ve nihayet kötülerden
olmasına vesile olur. İyi bir ortamda iyi insanlarla, salih ve sadık kişilerle
düşüp kalkmak onların sohbetine devam etmek ise insanı iyilerin safına katar ve
salihlerle beraber olmak kişiyi dünyanın gam ve kederlerinden nefsin ve
şeytanın oyun ve aldatmasından kurtararak manevi bir huzura kavuşturur.
Nitekim
Allah Teala "Ey
iman edenler, Allah'tan korkunuz ve sadıklarla beraber olunuz" buyurmaktadır.
Sadık,
niyyeti halis, sözü hak ve ameli, amel-i salih olan ve bu bütünlük içinde
müslümanca yaşayan kişidir.
Müslüman,
hayatının bütün safhalarında, islami hizmetlerde, cihadda, siyasette,
ticarette, ilim tahsilinde sadık ve salihlerle beraber olmak, onlarla istişare
etmek onlarla beraber hareket etmek
durumundadır.
Zamanımızda
nice insanlar vardır ki, namaz
kılarlar, oruç tutarlar, hacca giderler fakat iyi bir çevre
edinemedikleri, sadık ve salihlerin meclisinden uzak kaldıkları, Kur'anî
hakikatleri gereğince öğrenemedikleri için, hak ile batılı birbirine
karıştırmakta ve nice fasık ve facirlerin tellallığını yapıp, onların dünyası
için ahiretlerini berbat etmektedirler.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bu gibi insanlar için şöyle buyurmaktadır: "İnsanların en kötüsü, başkasının
dünyası uğruna âhiretini satandır."
Zün'nûni
Mısrî insanların arasına fesat altı şeyden girmiştir der:
1.
Ahiret ameline niyyetin zayıflığından.
2.
Bedenlerin şehvetlerine rehin olmasından
3.
Ecelleri yakın olduğu halde, emelleri uzun olmasından.
4.
Mahlukun rızasını, Halıkın rızasına tercih ettiklerinden.
5.
Kendi hevalarına tâbi olup, Peygamberlerin sünnetlerini arkaya atmalarından.
6.
Selefin küçük zellelerini yaşayışlarına delil alıp, onların asıl hayatlarını
örnek edinmediklerinden.
Evet
bugünkü toplumda bu hastalıkların hepsi mevcut ve insanlar fitne ve fesat
ateşinde yanıp yok olmaktalar. Kişiler lider edindiği fasık ve facir bir kişinin rızasını, Allah'ın rızasından
üstün tutuyor. İslamla uzaktan yakından hiç bir alakası olmayan bir partiye
arka çıkıp onun
şirk ve küfür kokan ilke ve prensiplerini müdafaa etmek gibi bir bönlük
ve hamakatlık sergiliyor. İman sınırlarını zorluyor, bir fâsıkın ve İslam
karşıtı bir sistemin müdafaasını yaparak, ahiretini harap ediyor. Gel gör ki
yaptıklarının farkında değil. Bilmediğini de bilmiyor. Bataklık içinde
kendisini gülistanda görüyor. Çöplüklerde murdar leşlerle mide şişirirken
kendisini çok mükemmel bir sofrada zannediyor.
Selâm
Olsun:
Bütün
azaları ile oruç tutan, zekatını ve sadakayı fıtrını veren, fakirlerin
yardımına koşan, Bosna, Azerbaycan, Filistin, Keşmir ve tüm mazlum ve mustaz'af
müslümanlara yardım elini uzatan, kurtuluşları için dua eden, tebliğ ve cihad
yolunda çalışarak müslümanların yeniden uyanıp, hak yolda saf bağlaması için
gecesini gündüzüne katan, herşeyin önünde İslam'ı gören ve müslümanların Kur'anla, İslamla yeniden tanışıp özüne
dönmesi için uğraşan hülâsa Allah'ın razı olacağı ameli sahihaya sa'yedip,
insanlığın şirk ve küfrün karanlığından kurtulup Kur'an'ın aydınlığına
kavuşması için nefes tüketen İslam'ın yeniden hayata hakim olması için söz verip bu sözünde duran ve
verdiği sözün gereğini ifâ eden, döneklik yapmayan, ihanet etmeyen Allah'ın
sadık kullarına selâm olsun.
"Ey
iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı
söylemeniz Allah yanında şiddetli bir buğza sebep olur." (Saff/2-3)
Rivayete
göre müslümanlar, "hangi amelin
Allah'a en sevimli olduğunu bilseydik o uğurda mallarımızı ve canlarımızı
fedâederdik" demişlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Teâla "Şüphesiz ki Allah kendi yolunda
birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff/4) ayetini inzal buyurdu. Fakat bir
kısım insanlar Uhud Muharebesi günü savaştan yüz çevirdiler, bunun üzerine Saff
Suresi'nin ikinci ve üçüncü ayeti kerimeleri nazil oldu.
İslam'ın
hayata geçirilmesini isteyen müslümanlar evveliyetle İslamı kendi
yaşantılarında hakim kılmak gayreti içinde olmalıdırlar. Müslümanların ve
İslami hareketlerin önündeki en mühim mesele budur. Başkalarından yapmasını
istediklerini, kendileri yapmayanlar asla inandırıcı olamazlar. İslam, bir
inanç ve bir hayat nizamıdır. O, sloganlardan ibaret bir teori değildir. O hayatın bütün safhalarında uygulanması,
yaşanılması gereken ilahî bir nizamdır.
İslamı, İslama göre yaşayabilmek ise, ancak vasıflı müslümanların
işidir. O halde müslümanlar, bir müslümanda bulunması gereken İslamî vasıflara
muttasıf olmalıdırlar ki, İslami yaşantıyı hayatın bütün safhalarına
taşıyabilsinler ve kendi aralarında yaşayıp hakim kıldıkları İslamı, Kur'an ve
Sünet çizgisinden sapmadan İslamı bir harekete dönüştürebilsinler. Aksi
taktirde tağutların ve tağuti düzenlerin sulta ve tezalümünden kurtulmak çok
zor olacağa benzer.
-
Bu ümmetin en belirgin vasfı ve hayırlı ümmet olma özelliği Allah'a iman ettikten sonra, emri bil maruf ve nehyi anil
münker yapmalarıdır. Öyleyse müslümanlar, haksızlıklar karşısında susamaz,
zulme seyirci kalamaz, nemelazımcı olamaz.
"Siz
insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği
emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/110)
-
Müslümanlar iyiliği emretme ve kötülükten menetme hususunda sadece Allah'a
dayanıp güvenirler.
"Mü'minler
ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen kendilerine Allah'ın ayetleri
okunduğu zaman imanlarını artıran ve yalnız RABLARINA DAYANIP, GÜVENEN
kimselerdi." (Enfal/2)
-
Müslüman hodgam değildir. O diğergamdır. Müslüman kardeşini kankardeşinden
üstün tutar. Müslüman kardeşine yardım etmek onun vazifesinin başında gelir.
"Onlar bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman
birbirine yardım ederler." (Şura-39)
"Daha
önceden Medine'yi yurt edinmiş ve kalblerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendileri göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde
bulunan bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr/9)
Huzeyfe
el-Adevi anlatıyor:
"Yermük
şehitleri arasındaki amcazademi bir miktar su alarak aramaya çıktım. Yere
serilmiş ve gözleri kapanmış halde idi. Elimi yüzüne sürünce gözünü açtı. Su
içer misin dedim. Susuzluğunu tahassürle işaret etti. Tam o sırada yaralı düşen
bir başka mü'min kardeşinin hazin bir ah sedasını işitti. Amcazadem suyu ona
götürmemi söyledi. Vardım ki yaralı Hişam bin As imiş. Suyu içeceği zaman, diğer
bir yaralının hazin sedasını işitince ona götürmem için işaret etti. Suyu
üçüncü yaralıya içireyim dedim. Yanına varıncaya kadar vefat etmişti. Hişam'a
içireyim diye geldim. O'nu da irtihal etmiş buldum. Amcazademe vardım o da
teslimi ruh etmişti."
İşte
i'sar ve kardeşlik ruhunun doruk noktası... Son nefesinde ve o anda çok muhtaç
olduğu birşey hususunda bile, din
kardeşini düşünüyor ve O'nu kendi nefsine tercih ediyor.
-
Onlar İslam'dan başka nizam tanımazlar. Tüm tağutları ve tağuti düzenleri
reddederler. Onlar bilirler ki tağutun
önünde muhakemeleşmek ve buna razı olmak bir nifak olayıdır. Onun için
aralarındaki meseleleri İslam ahkamına göre hallederler.
"Ey
iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve
ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlüne götürün. Bu hem hayırlı
ve hem de netice bakımından daha iyidir." (Nisa/59)
"Sana
da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere kitabı (Kur'an'ı) inzal ettik. Artık aralarında Allah'ın
indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp da onların arzusuna
uyma..." (Maide/48)
-
Onlar, Allah'a ve Rasûlullaha itaat eder, asla isyan etmezler. Allah Rasûlunun
hükmüne razı olurlar. Teslimiyetleri tamdır.
Kim
Allah'a Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine lütufta
bulunduğu, Peygamberler, Sıddîkler, Şehidler ve Salih kişilerle beraberdir.
Bunlar ne güzel arkadaşdır." (Nisa/ 69
"Allah
ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir kadın ve erkeğe o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse,
apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzap/36)
Zamanımızda
laiklik ve demokrasiyi yeni bir din gibi
savunan ve İslama alternatif olarak benimseyen kişiler bilmelidirler ki,
Allah'ın nizamına karşı savaş açmışlardır. Eğer bunu cehaletlerinden dolayı
yapıyorlarsa hemen tevbe etsinler. Yok
eğer bilerek yapıyorlarsa, İslam'la bir bağlarının kalmadığını, Allah'ın
hükümranlığına inanmadıklarını açıkça ifade etsinler ve münafıklık yapmasınlar.
-
Müslümanlar sözünün eridirler, ahde vefa ederler, ibadetlerini huşû içinde
yaparlar, cömertdirler, sadece Allah'ın rızasını gözetirler. "Onlar ki Allah'ın ahdini yerine
getirirler. Verdikleri sözü bozmazlar. Onlar Allah'ın gözetilmesinin emrettiği
şeyleri gözeten, Rablarından korkan ve kötü hesaptan endişe eden, kimselerdir.
Yine onlar Rablarının rızasını isteyerek sabreden, namazını dosdoğru kılan,
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak infak eden ve kötülüğü
iyilikle savan kimselerdir. İşte bunlar, dünya yurdunun sonucu (cennet) sadece onlarındır." (Ra'd 20-21-22)
-
Müslümanlar her türlü kötülük ve hayasızlıktan sakınırlar, affedicidirler,
işlerini İSTİŞARE ile yaparlar,
iffetlerini korurlar.
Onlar
büyük günahlardan ve hayasızlıktan sakınırlar. Kızdıkları zamanda kusurları
bağışlarlar. Onlar ki Rablerinin dâvetine icabet ettiler ve namazı kıldılar.
Onların işleri aralarında istişare iledir ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
infak ederler." (Şura/37-38)
"Onlar
ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki zekatlarını verirler ve
onlar ki iffetlerini korurlar." (Mü'minun/3-4-5)
-
Müslümanlar zorluklar ve engeller karşısında gevşemezler. Üstün olanların
müslümanlar olduğuna inanırlar. Allah
yolunda cihad ederler, ancak Allah'tan yardım isterler.
"Gevşemeyin,
mahzun olmayın eğer gerçekten mü'min
iseniz,en üstün sizsiniz." (Al-i imran/139)
"Allah
yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınanmasından korkmazlar." (Maide/54)
"Allah
size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra
size yardım edebilecek kimdir? Mü'minler ancak Allah'a güvenip
dayanmalıdırlar." (Al-i İmran/160)
Müslüman
gaybe iman eden, ahiret inancı olan, İslam'a bütün benliği ile teslim olmuş,
şehâdete susamış ahlâkı muhammedî ile tahalluk etmiş kişidir.
Hakka
destek, batıla köstek olan, Kur'an ve Sünnetle şekillenmiş ve istikametlenmiş
kişidir.
"Yedi
kat gökler ve yeryüzü ve içinde bulunanlar O'nu tesbih eder. Hiçbir şek yoktur
ki O'nu hamd ile tesbih etmesin. Lakin siz onların tesbihini anlamazsınız. O
halimdir, gafurdur." (İsra/44)
Allah
Teâla, sadece müslümanların değil, inanan, inanmayan bütün insanların, canlı
cansız bütün mahlukatın Rabbidir. Onun için kainattaki bütün varlıklar Allah'a
hamd eder ve O'nu tesbih ederler. Cansız olarak kabul ettiğimiz eşyalarda
atomlar etrafında dolaşmakta olan elektronlar vasıtası ile hareketlilik
arzetmekte ve onlar sürekli olarak Allah'ı zikretmektedirler.
Allah'ın
rahmeti herşeyi kuşatmış ve bu rahmetten bütün varlıklar nasibini almıştır.
İnkârcılardan başka bütün mahlukat, rahmetin menşeini yani Allah Teâladan
geldiğini bilerek O'na boyun eğmiş ve O'nun yüce zatı karşısında secdeye
kapanmışlardır. Rubûbiyyet, İslam inancının temellerinden biridir. Herşeyin
sahibi ve hakimi demek olan Rab, aynı zamanda (terbiye eden, ıslah eden)
manalarında da mündemiçdir. Bu bakımdan tüm varlık alemi Alemlerin Rabbi olan
Allah Teâlanın tasarrufu muhafazası altındadır. Mutlak rubûbiyyet kamil manada
bir tevhid akidesidir ki, O'nun olmadığı yerde şirk, küfür ve nifak bütün
insanlığın ufkunu karartır ve artık insanlar, üzerlerine bir kabus gibi çöken nice tağutları, beşeri
sistemleri ve sapık ideolojileri ilah edinirler.
"Allah'ı
bırakıp, hahamlarını ve ruhbanlarını ilahlar edindiler." (Tevbe/31)
Zamanımızda
nice zorbalar, zulüm ve baskılarla milyonlarca insanı, sultası altında tutarak
yaratıcısından ve onun nizamından uzaklaştırmış ve geçmişte Firavun ve
Nemrut'un yaptığı gibi nefislerini ve sapık ideolojilerini putlaştırarak
insanlığı badireden badireye sürüklemişlerdir. Komünizm ve sosyalizm putçuluğu
yıkılıp giderken, bugün ırkçılık putu
yeniden hortlatılıyor, siyonizm putu ise çeşitli adlarla gündemde tutuluyor. 21. asrın eşiğinde
bulunduğumuz şu günlerde ise laiklik ve
demokrasi putu bütün insanlık için vazgeçilmesi mümkün olmayan ideal bir din
olarak takdim ediliyor. Yani insanlık Allah'ın mutlak hakimiyeti, ortak
tanımıyan Rubûbiyyetinden uzaklaştırılıp, tağutların ve tağuti düzenlerin
kölesi ve kulu haline getiriliyor. Bir
put yıkıldı mı yerine yeni putlar dikiyor ve böylece tağuti düzenler renk ve
şekil değiştirerek sultasını devam ettiriyorlar.
İnsanlık
alevli bir yangının içinde. Hergün ahlâk, fazîlet gibi değerler kaybediliyor.
İnsanlık ise bu yangından ve kaybettiği
değerlerden habersiz ve hatta yangını körüklemekle meşgul. Kendi icad ettikleri
putları ile beraber yok olacaklar fakat bu arada bilgisizlik ve cehaletinin
kurbanı olan bir çok insan da bu zavallıların peşinde mahvolup gitmektedirler.
Allah
Teâla malikül mülk'dür. Tek kanun koyucu ve tek Şeriat va'z edici O'dur. Bütün
alemler O'nun tasarrufu altındadır. Dolayısıyla bütün mahlûkat O'na kulluk
etmek, O'na secde etmek ve O'nun
Peygamberler vasıtası ile gönderdiği Şeriat'a uymak ve teslim olmakla
mükelleftir. O'nun için biz müslümanlar sadece O'na kulluk eder ve O'na secde
ederiz. O'nun şeriatına tâbi olur ve O'nun Rubûbiyyetini kabul ederiz.
"De
ki: Ey insanlar! gerçeten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın
(gönderdiği)
elçiyim. Ondan başka ilah yoktur. O diriltir
ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve O'nun kelimelerine iman eden Ümmi Nebî olan
Rasûlüne iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız. (Araf/158)
Hz.
Adem aleyhisselam'dan itibaren başlayan Hak-Batıl mücadelesi çeşitli
boyutlar kazanarak devam etmektedir. Kıyamet sabahına kadar da bu böyle
olacaktır. Zaman zaman batılın ve putçuluğun galebesi olsa da geçicidir. Suyun
üzerindeki çör çöp ve köpük gibidir. Mutlaka bir gün izale olacaktır. Hak ve
O'nun kaynağı Kur'an ise Allah'ın muhafazası altındadır. İnsanlar arasında bir
topluluk ve kopmaz kulpa sürekli olarak sarılmış ve asla futur etmemiştir. Allah dilediği zaman bu topluluğu galip
kılacak ve onlar vasıtası ile batıl yıkılıp İslam hakim olacaktır.
"Onlar
ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese de
Allah nurunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere
üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur. (Saf/ 8-9)
Allah'a
sonsuz hamdü senalar olsun ki, Nebiler nebisi, alemlere rahmet bir Peygambere,
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e ümmet olmuş o ahir zaman nebisi
vasıtası ile gönderilen Kur'an gibi hak bir kitaba ve bütün şeriatların en
mükemmeli olan son din, dîni İslam'a tabi olmuş ve şereflerin en yücesi ile
şereflenmişiz. Bunun dışında hak arayan, batıllar arasında yok olur. Bunun
dışında şeref arayan dünyada zillete, ahirette ise ebedi hüsrana düçar olur.
Bugünün
insanı, şeref ve üstünlüğü maalesef, mal ve mülkte makam ve mevkide aramakta ve
böylece nefis, şeytan ve kötü çevrenin tesiri ile hayvanlardan da daha aşağı
bir yaşantıya mahkum olmaktadır. Eğer makam ve mevki insana üstünlük ve şeref
bahşetse idi, en şerefli kişiler Allah'lık iddiasında bulunan ve kendilerine
ilah diye tapılan Firavun, Nemrut ve benzerleri olurdu. Şimdi onlar yaptıkları
nice zulümlerinden inkarlarından dolayı
lanetle anılmaktadırlar. Keza mal ve zenginlik kişiye şeref ve üstünlük
kazandırsa idi, Karun'dan daha şerefli
bir kişi yok idi. Allah Teâla onu ve malını yerin dibine geçirdi ve böylece Hz.
Musa Aleyhisselama karşı gelip inkâr etmesinin cezasını bulmuş oldu ve lanete
müstehak oldu.
Öyleyse
üstünlük ve şeref imandadır. İslamdadır. Allah'a ve O'nun Rasûlüne iman edip
tâbi olan üstündür. İsterse bu kişi bir köle olsun.
Öyleyse
geliniz bütün müslümanlar olarak Allah'ın ipine, Kur'an'a sımsıkı sarılalım, dünyanın geçici alâyişine
aldanmayalım, birbirimizle çekişerek zaafa düşmeyelim.
Tefrikaya
düşüp, nefislerimizi ön plana çıkararak, Kur'an'dan ayrılarak, tağutlara ve
tağuti düzenlere meylederek kaybettiğimiz devletimizi yeniden ihya etmek için
bütün çalışmalarımızın önüne İslamı çıkaralım. İslamı İslam'ın metodları ile
tebliğ edelim. Bütün varlığımızla, kendimizi İslami hizmetlere adayalım.
Tedbiri elden bırakmadan bütün ihlas ve samimiyetimizle bu Allah davasının kara
sevdalısı olalım. Ecel Allah'ın elindedir.
Rızkı veren Allah'dır. Öyleyse endişe edilecek bir şey yok. Nefsimize
aldanıp da geçici dünya nimetlerini, ebedî ahiret hayatına ve ebedi ahiret
nimetlerine tercih etmeyelim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in
hayatı-ı pakını tefekkür edelim. O
dünyaya ve dünya nimetlerine asla rağbet etmedi ve eline geçen dünya malınıda
Allah yolunda sarfetti. O'nun gökteki yıldızlar gibi hidayet rehberi olan ashabı da O'nun yolundan
yürüdü. Allah'ın rızasını kazanmak için ailelerini,
çocuklarını, ev, mal ve mülklerini, yurtlarını terkederek İslam'ın yücelmesi,
Kur'an ahkamının hakimiyeti ve insanlığın küfrün karanlığından kurtulup, imanın
aydınlığına kavuşması için dünyanın dört bucağına dağıldılar. Cihad ettiler ve
birçoğu Peygamberlikten sonra en yüce makam olan şehadet mertebesine ulaştılar.
Müslümanlar
olarak bize ne oluyor ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ve O'nun
güzide Ashabının yolunda yürümüyoruz? Bize ne oluyor ki, yaşantımıza Kur'an ve
Sünnet değil de, tağutlar ve tağuti düzenler hakim oluyor? Ve bize ne oluyor ki
"Hep
birlikte Allah'ın ipine (Kur'an, İslam'a) sımsıkı yapışın, tefrikaya düşmeyin." (Al-i imran /103) emrine imtisal etmiyor da tefrikalara düşüyor ve
birbirimizle uğraşıyoruz? Ve bize ne oluyor ki? Allah'ın dinine yardımcı
olmuyor ve Allah kelimesinin yücelmesi için çalışanlara destek verene köstek
oluyoruz? Ve bize ne oluyor ki, Kur'an-ı okuyor O'nu anlamıyoruz ve
anladıklarımızla amel etmiyoruz?
"Ey
iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa Havarilere:
'Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?' demişti. Havarileri de:
'Allah yolununun yardımcıları biziz' demişlerdi. İsrailoğullarından bir zümre
inanmış bir zümre de inkâr etmişti. Nihayet biz, inananları düşmanlarına karşı
destekledik. Böylece üstün geldiler." (Saf/19)
Ya
Rab! Bizleri de Din-i İslam'ın yardımcıları kıl ve düşmanlarımıza karşı bize
nusret eyle... (AMİN)
"Babası
ile beraber yürüyüp gezecek çağa gelince, 'Yavrucuğum! Rüyada seni
boğazladığımı görüyorum. Bir düşün ne dersin?' dedi. O da cevaben, 'Babacığım!
Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulursun' dedi." (Saffat/102)
Hz.
İbrahim'in: "Rabbim
bana salihlerden olacak bir evlat ver." (Saffat/100) duası müstecab olmuş ve "İşte o zaman biz O'nu hami bir
oğul ile müjdeledik." (Saffat/101) ayeti kerimesinde ifade buyurulduğu gibi Hz.
İbrahim, Hz. İsmail ile müjdelenmiş idi. Baba oğul ve anne arasında muhabbet,
şefkat dalgaları okyanuslar gibi coşup taşıyor ve Hz. Nuh aleyhisselam'dan,
Tufan'dan beri mestur olan Kâbe tepesinde o mukaddes topraklarda
alınlarını yere koyarak Allah Teâla'nın
kendilerine olan sonsuz lütuf ve ikramlarının şükrünü edaya çalışıyorlardı.
Hz.
İsmail aleyhisselam Kâbenin o kutlu toprağında büyüyüp serpilmiş ve bir babanın gözünü aydınlatacak,
kalbini mesrur edip, huzur ve saadetle dolduracak yaşa gelmişti. İşte o
günlerde Hz. İbrahim aleyhisselam bir
rüya gördü. Kendisinden Hz. İsmail'in kurban edilmesi isteniyordu. İkinci ve
üçüncü günler aynı rüyayı tekrar tekrar görünce, kararını verdi. Bir ip , bıçak
ve balta alarak, Hz. İsmail'in elinden tuttu ve O'nu, kendisine lutfeden rabbi
için kurban etmek üzere yola çıktı.
Bugün hacıların kurban kesip, şeytan taşladıkları Mina'ya gelince, durumu oğlu
Hz. İsmail'e açıkladı ve "Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum.
Bir düşün ne dersin?" dedi. Hz. İsmail de cevaben: "Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap.
İnşaallah beni sabredenlerden bulursun." dedi.
Hz.
İbrahim aleyhisselam'ın, Hz. İsmail gibi bir oğlu, Hz. İsmail aleyhİsselam'ın
da "can"
gibi
en kıymetli varlığını Allah Teâla'nın emrine uyarak feda etmekte ki
teslimiyetleri onları kemâlâtın zirvesine ulaştırmıştı.
Hz.
Hacer validemiz de, oğlu İsmail ile beraber Kâbe'ye o zaman için ıssız ve
kimsesiz olan bir vadiye yalnız başlarına bırakıldıkları zaman gösterdiği
teslimiyeti ve Hz. İbrahim aleyhisselam'a, "Bu iş Rabbim'in emri ise Allah
bize yeter, o bizi korur" dediği,gibi, Hz. İsmail'in Allah'ın emri olarak kurban
edilmesine karşı da aynı teslimiyeti gösterdi ve asla şeytanın iğvaatına
aldırış etmedi ve böylece kıyâmet sabahına kadar, inananların kalbinde yer
tuttu.
Hz.
İbrahim aleyhisselam'ın tevhid mücadelesinde, Hz. İsmail aleyhisselam ve Hz.
Hacer validemizin yerleri büyüktür. Onlar Hz. İbrahim aleyhisselam'a her
hususta yardımcı olmuşlar ve O'nun gönlüne sıkıntı verecek ve "tevhid mücadelesi'nde O'na sekte verecek hiçbir harekette
bulunmamışlardır.
Nitekim,
İbrahim aleyhisselam, Hz. İsmail'i sağ tarafına yatırıp, boğazlıyacağı zaman,
Hz. ismail babasına "Ey babacığım! Seni hareketimle rahatsız etmemek için,
ipimi iyi bağla. Kanımdan üzerine sıçramaması, kanımı görüp annemin mahzun
olmaması ve bu sebeple ecrimin noksanlaşmaması için üzerimden elbisemi çıkar.
Bana kolay olması için de bıçağı boğazıma çabuk sür. Çünkü ölüm zordur. Anneme
gittiğinde benden O'na çok selam söyle. Eğer münasip görürseniz, gömleğimi
anneme verin. Olabilir ki annem bununla teselli bulur" dedi. Bunun üzerine İbrahim
aleyhisselam "Evladım,
sen Allah'ın emrini yerine getirmekte ne iyi yardımcısın" demişti. Hz. İbrahim aleyhisselam,
oğlunun dediklerini yaptı. Alnında öptü. Ağlayarak O'nu bağladı. Sonra bıçağını
alıp boğazına çalmaya başladı. Fakat bıçak kesmedi. O zaman İsmail aleyhisselam babasına şöyle
dedi: "Ey
babacığım! Yüzümü yan tarafa çevir. Zira
sen yüzüme bakarsan, belki sen de bir acımak duygusu belirir de, Allah'ın
emrini yerine getiremezsin. Ben de nahoş
bir harekette bulunmamak için bıçağa bakmıyacağım." İbrahim aleyhisselam bunu da yaptı.
Fakat bıçak tersine dönüyor ve İsmail'i
kesmiyordu. İşte bu anda şöyle bir ses geldi: "Ey İbrahim! Sen bu işi bırak.
Muhakkak ki rüyanı doğruladın." Bu ses Cebrail aleyhisselamın sesi idi. Allah'ın emri üzere
cennetten bir koç alıp, buluduğu yerden: "Allahu ekber, Allahu ekber" diyerek yeryüzüne inmeye başladı.
Cebrail aleyhisselam'ın tekbirini işiten, İbrahim aleyhisselam da "La ilahe illallahu vallahu
ekber" diye
tevhid ve tekbir getirdi. İsmail aleyhisselam da yattığı yerde, Cebrail
aleyhiselam'ın tekbirini ve babasının tevhid ve tekbirini işitince bildi ki,
Rahman olan Allah Teâla'nın rahmeti zuhur etti. O da: "Allahu ekber ve lillahil
hamd" diyerek,
tekbir ve tahmid eyledi. İşte bundan dolayıdır ki biz "ümmeti Muhammed"e (sallallahu aleyhi ve selllem)
arefe günü sabah namazından dördüncü
bayram günü ikindi namazına kadar 23 vakit, namazın farzını edadan sonra bu
tekbiri yani "Allahu
ekber, Allahu ekber, lâ ilahe illallahu vallahu ekber, Allahu ekber velillahil
hamd" söylemek vacib oldu.
Hz.
İsmail'in yerine Cebrail aleyhisselam'ın getirdiği koç kurban edildi. Hicretin
ikinci senesinde biz müslümanlardan zengin olanlara kurban kesmek vacib
kılındı.
Böylece
hem Hz. İbrahim aleyhisselam hem de İsmail aleyhisselam bu büyük imtihanda muvaffak oldular ve "nimeti uzma"ya
nail oldular. Allah Teâla'nın Kur'an-ı Kerim'de bildirdiği bu kıssada
bütün müslümanlar için büyük ibretler, işaretler ve tevhid mücadelesinde bize
misal teşkil edecek hikmetler vardır.
1.
Allah Teâla'ya tam bir teslimiyet
2.
Aile efradı arasında tam bir ülfet, muhabbet ve muavenet.
3.
Allah Teâla'nın emrini yerine getirmek hususunda karşılıklı yardımlaşmak, emrin
ifâsında zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı olmak.
4.
Allah'ın emrine, zorlanarak değil tam bir gönül huzuru içerisinde, hiçbir
darlanma olmadan severek, isteyerek teslim olmak.
5.
Hz. İbrahim aleyhisselam'ın "Yavrucuğum" Rüyada seni boğazladığımı
görüyorum. Bir düşün ne dersin?" diye Hz. İsmail'e bu büyük imtihanda
muvaffak olmak için, O'nun görüşünü sormasındaki hikmeti kavrayarak. Allah'a
kulluk ve İslam'a hizmet hususunda müslümanların birbirleri ile istişare
etmeleri gerektiğini idrak edip hayata geçirmek.
6.
Gerektiği zaman, Allah için, Allah
yolunda, tağutların ve tağuti düzenlerin yok olup, islam'ın hakim olması için
evladımızı, canımızı seve seve feda etmeliyiz.
7.
Tevhidin yücelmesi ve küfrün zâil olması mücadelesinde yerini alan bir aile
reisine, hanım ve evlatları köstek değil, destek olmalı ve İslam'a hizmet
yolunda gelen bütün bela ve musibetlere karşı
bütün aile fertleri beraberce göğüs germeli ve birbirlerine sabır ve
tahammül tavsiye etmelidirler.
8.
Şu husus kati olarak bilinmelidir ki, Allah'ın emirlerine sımsıkı sarılan,
ihlas ve samimiyetle teslim olan bir fert ve cemaata Allah Teâla'nın rahmeti ve yardımı
muhakkaktır ve Allah Teala kendi dinine
yardım edenlerin yardımcısıdır.
9.
Ve biz müslümanlar her zaman min tarafillah imtihan olunmaktayız. Bu imtihan,
bazen nimet vermekle ve bazen de belâ ve musibetlerle olmaktadır. Bunun
şuurunda olarak hayatımızı Kur'an ve sünnet çizgisinde İslamlaştırarak, bu
imtihan da muvaffak olmak için bütün himmet ve gayretimizle çalışmalıyız.
10.
"Elestü
bi rabbiküm" bezminde Allah Teâla'ya vermiş olduğumuz sözü ve yeryüzünde
ruh ve bedenin bütünleşip şekillendikten ve buluğ çağına erip mükellef olduktan
sonra, Rabbimizin Peygamberi vasıtası ile gönderdiği şeriatı İslam'ı kabul edip
yaşantımızda hakim kılma ahdimizi hiç hatırdan çıkarmadan ve O'nun nizamının
yeryüzünde hakim olması ve insanların kula kul değil, yalnız ve yalnız Allah'a
kul olmaları için gücümüzün yettiği kadar çalışacağımıza dair verdiğimiz sözü
bütün hücrelerimize kadar sindirip, bu söz ve ahidle bütünleştiğimizi, sadece
sözle, konuşmak ile değil amellerimizle göstermeliyiz.
Kurban
bir kurbiyyet bir yakınlaşmadır. Bu idrak ve mana içerisinde kurban kesmek ve
Allah yolunda canlarımızı, evladlarımızı kurban etmek şuuruna yükselmek ve bunu
halis bir niyet, hakk bir söz ve salih bir amelle teyid edip sıdk derecesine
yükselmek. İşte gerçek kurbiyyet ve gerçek yakınlık budur.
"Ey
iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler, o
zaman büsbütün kaybedersiniz. Bilakis
mevlanız Allah'dır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Al-i İmran/149-150)
İnsanlık
tarihi acı ve tatlı hatıralarla dopdoludur. Hırs, kin ve düşmanlıkların önü
alınamayan çıkar savaşlarının kana bulandığı yaşlı dünyamız kimbilir daha nice
vahşetlere, nice zulümlere ve nice
gözyaşlarına şahit olacak. Ve
kimbilir belki de çok yakında yeni bir inkılâba, gerçek İslam inkilabına şahid
olacak ve ümitlerin zayıfladığı, müstekbirlerin azgınlaştığı, mustaz'afların
can çekiştiği, herşeyin baştan kara ettiği zamanımızda küfür, şirk ve zulmün
koyu karanlığı içerisinde gözleri
kamaştıran o muazzam İslam güneşi yeniden doğacak, barân-ı rahmet, susuz ve
çorak toprağa yeniden can verecek, ağaçlar yeniden meyveye duracak insanlık
yeniden Rabbine yönelecek ve aslına dönecektir.
Şunu
hiçbir zaman unutmayalım ki: Karanlıklar yakında zuhur edecek aydınlığın
müjdesidir.
Materyalizm
ve onun doğurduğu, komünizm, sosyalizm, siyonizm ve benzeri insan fıtratına
zıt ideolojiler birer, birer çöküp yok
olmakta ve arkasında bir vahşet tablosu bırakarak tarihin karanlık sayfalarında
meş'um bir kabus olarak kaybolup gitmektedir.
Yeni
yetişen İslam gençliği, İslamı bir bütün olarak öğrenmekle beraber bilhassa son yüzyılda olup bitenleri sebep ve
neticeleri ile de öğrenmekle beraber bilhassa son yüzyılda olup bitenleri sebep
ve neticeleri ile öğrenmelidirler. Öğrenmelidir ki, cahillerin,
taklitcilerin tarih ve din düşmanlarının
elinde bir millet ve memleket ne müthiş felaketlere sürükleniyor haberdar
olsundar. Haberdar olsunlar da kendilerini her sahada müslümana yakışır bir
tarzda yetiştirme ve yetişmiş bir insan olarak memleketin idaresine el koyma
yolunda kendilerine düşen bütün fedâkarlığı yapsınlar.
Osmanlı
bir aşiretten koskoca bir devlet bir imparatorluk vücuda getirmişti ve
payitahtını Asya, Avrupa ve Afrika'ya hakim bir belde-i tayyib olan İstanbul'da
kurmuştu. Bu cihan şumul bir davanın, bir İslam davasının fedâileri için en
tabii ve en mükemmel bir seçimdi. Çünkü bu seçime, bu beldeye cihanşumul
davanın cihanşumul önderi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem işaret
etmişti.
Tarihin
şahit olduğu müstesna devletlerin başında gelen Osmanlıyı bir
imparatorluktan küçücük bir devlet
haline getiren İttihad-Terakki serserileri
ve onların kalıntıları ise yeni devletlerini Anadolu bozkırlarının küçük
bir kentini başşehir olarak seçtiler. Bu coğrafi çoraklık, ileride meydana
gelecek manevi çoraklığın işareti idi ve nitekim öyle oldu. Bu görülmemiş çöküntüyü ve getireceği
büyük tahribatı sadece düşünen, akleden firasetli müslümanlar değil, Osmanlı
dostu olan yabancılar da büyük bir endişe ile takip ediyor ve ilgilileri
uyarıyordu. Heyhat ki bu uyarılar hiç bir fayda vermedi ve Hilafetin ortadan kaldırılması, müslümanları idareden
uzaklaştırılması sadece İslam milleti için değil bütün dünya için bir felaket oldu.
Cumhuriyetin
ilk kuruluş günlerinde Mustafa Kemal başta olmak üzere bir çok idareciyi çok
ciddi bir şekilde uyaranlardan biri de samimi bir Türk dostu olan Fransız
Claude Farrere'dir. 'Türkiye'nin Mânevi Kuvvetleri' adlı kitabında şunları
yazıyor:
"Eski
Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta İslam'dı. Gerçek bir imanları vardı.
Kadınları da kendileri gibi mü'mindi. Toprağına çok çeşitli ve derin köklerle
bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye
kalkışmanın iyi bir yol olduğunu iddia edemeyeceğim. Menşelerine çok yakın olan
bir halkın iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye
kalkışmanın çok ciddi bir şey olduğuna
eminim. Ankaralı erkekler bugün bu tehlikeli yolu seçmiş bulunuyorlar. Ankaralı
hanımlar da öyle. Dün bu hanımlar
inanıyorlardı. Bugün artık inanmıyorlar.
Hiç değilse kocaları onları böyle davranmaya zorluyor. Bu zorlamanın
kadınlar üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkak. Artık kendilerini istikbale
götürecek hiçbir şey bulamıyorlar. Nasıl ki Ankara'yı yapan mimarlar da, kendileri eski şahane
eserlerin çizgilerinden faydalanarak yeni şaheserler meydana getirecek sanat
ruhunu bulamışlarsa. bundan daha acı bir şey olamaz."
Ankara
için tesbitleri de şöyle:
"Ankara
sun'i bir şehir, atmosferi yok"
"Ankaralı
hanımlar Parisli, Berlinli hanımlar gibi konuşmaya özeniyor. İçlerinde şahsi,
milli olan ne varsa silinip gitmiş gibi. Zaten Ankara'nın kendisi de Şikagovari
bir şehir. Gerçek yuvalarından kopmuş,köklerinden sökülmüş, insanların içindeki
manevi derinliği bulmak için elbette böyle bir derinlikleri var onların da
istasyona dönüp trene binmek bu sun'i Türkiye'yi terkederek gerçek Türkiye'yi
bulmak lazım. Evet nerede olursa olsun, ama gerçek Türkiye'yi bulmak lazım.
Kısacası
yeni Ankara'yı zevksiz, ruhsuz insanlar yapmış."
Bir
gerçeği de şöyle dile getiriyor:
"Türkler
eski hayatlarıyla hiçbir ilgi kurmada yeni birhayat yaşamak için giriştikleri
tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım . Bana öyle geliyor ki, bugün
kendilerine menfur gibi görünen,ama onlar için tek kurtuluş yolu olan
mazilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır."
Bu
samimi Türk dostu Fransız, dinle pek alakası kalmamış sadece sözde müslüman
olan tamamen batılaşmış bir Türk ailesi ile dostluğundan ve bu ailenin Paris'te
bir kolejde okuyan 10 yaşındaki kızlarından bahseder. Ve bu kızın o küçük
yaşta, ana-babasına rağmen ve Paris'e rağmen iyi bir müslüman olduğunu ve
dininin vecibelerine çok iyi bir şekilde yerine getirdiğini sevinçle, büyük bir
umutla ifade eder:
"Bugünkü
Türkiye'yi idare edenlerin din adamlarına (hayır yanlış söyledim) dine karşı açtıkları korkunç mücadele, aksine dine karşı bir
düşkünlük uyandırdı. Kimlerde mi? Çocuklarda. Minicik çocuklarda. Evlerinde
müslümanlıktan bahsedilmeyen, bir defa bile camiye gitmemiş olan, anasının,
babasının ibadet ettiğini görmeyen öyle kız çocukları bilirim ki, esrarengiz
bir sevki tabii ile belki de ırkın verdiği bir temayülle ibadet etmekten geri
kalmıyorlar." Türk dostu ailenin 10 yaşındaki kızı Günay içinde şunu
yazıyor: "Günay
hanıma hayretle, hayranlıkla bakıyordum. On yaşına bakmadan baba evinin
tutumunu alt üst eden, en küçük bir zaaf
göstermeden, kendi kendine verdiği imana sadık kalan, tek başına atalarının
an'anesini, dinini devam ettiren bu çocuğa hayran olmuştum."
Evet
işte koskoca bir millet böyle telef
ediliyor. Sahte kahramanlar, sahte gündemlerle milleti böyle oyalıyor ve
bin çeşit hile ve desiselerle aslından koparıp kendine böyle bende ediyor.
Ancak "herşey aslına rucû eder" kaidesince bu aziz ümmet aslına rucû
etmeye başladı. Sahtekarlık, satılmışlık ve dine düşmanlık gizlenemeyecek kadar
açığa vurdu. Felaketin gerçek sebep ve müsebbibleri herkesce tanınır hale
geldi. Sebep, dinden uzaklaşmak, dine düşman olmak ve devleti din dışı
sistemlerle idareye kalkışmak, müsebbibleri ve bu sebeblere yapışarak baskı ve
devlet terörü ile bu ucubeyi millete dayatmak.
"Ey
iman edenler! Kafirlere uyarsanız, sizi eski dininize (putperestliğe) geri çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz. Bilakis
mevlanız Allah'dır ve O yardımcıların en hayırlısıdır." Evet mevlamız Allah'dır. Ancak O'na
ibadet eder ve ancak O'ndan yardım dileriz. Çünkü O, yardımcıların en
hayırlısıdır. Bütün olumsuzlukların içerisinde, bir ümit ışığı parıldamakta,
küfür şirk ve nifak ateşinin bacaları sardığı asrımızda,Tevhid meş'alesi
yeniden yakıldı, Tevhid sancağı yeniden açıldı. ÖNCE İSLAM diyen, şehadete
susamış, sancılı ve sevdalı bir gençlik yetişiyor. Barân-ı Rahmet toprağa
düştü. yıllardır rahmet bekleyen tohum çatladı. Çil saldı ve uç verdi. Ağaç oldu ve meyveye durdu.
Saflar sıklaşıyor. Allah düşmanları durdurmaya çalışsa da yürüyüş hergeçen gün
hızlanarak devam ediyor.
Bekleyin...
"Göklerin
ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkar edenler, işte olar hüsrana
uğrayanlardır. De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başka kulluk etmemi mi
emrediyorsunuz?"
Bz
Alla'ın kullarıyız. Yalnız O'na kulluk ederiz. Kafirler tağutlar, zındık ve
mürtedler ilah edindikleri putlara, sistemlere kul olmamız için çatlarcsına
ayırtınsalar, saylalı ağızlarıyla saldırsalar, tehdit ekulmün her çeşidine
yeltenseler de biz Allah'ın kullarıyız. Sadece O'na kulluk ederiz. O'na itaat
eder, O'nun şeriatına tabi oluruz. biz İslam ümmetiyiz. Biz sırat-ı müstakim'de
saf bağmış, Rabb'e yürürüz. Ondan gledik, O'na gideriz. Bu yolda ek önderimiz,
rehberimiz alemlerin efendisi Rasûlullah (s.a.v)'dir.
Tağutlar
ve uşakları bizi ümmet şuurundan uzaklaştırıp,kavmit pisliğine atmak, bizi
şeriatamızdan ayarıpı beşeri sistemlerinzebunu yapmak ve hidayet rehberimizden
kaçırıp, peydahladıklakı sahte dalalet
rehberlerinin kuacağında mahkum etmek için o riyakâr, o çirkin, o tiksindirici
suratlarını binbir maharetle maskeleseler de, yahut o necaset kokan nefeslerini
her an nesemizde hissetsek de biz müslümanız, dinimiz islam'dır. Rabbımız
Allah'tır. Rehberimiz sallallahu aleyhi vesellem4dir. Kur'an ve sünnetin
şaşeri, aydınlatıcı meş'alesi,diriltici hükümleri doğrultusunda yaşantımızı
şekillendiririz. "Sizin için din
olarak İslam'a razı oldum." (Müjde/3)
Bizde
Allah Teâla'nın bizim için setii müslüman adına razıyız ve O ad'dan başka
şerefli bir ad tanımayız.
"O,
gerek bundan önce (ki kitaplarda) ve gerekse bu (Kur'an'da) size müslümanlar
adını verdi." (Hac/78) Evet
Rabimizin bize verdiği müslüman adından başka hiçbir yakıştırmaya iltifat
etmeyiz. biz ne laikiz, ne demokrat, ne kavmiyetçi ve ne de sosyalistiz. Bunlar
başka dinlerin başka kültürlerin, din dıış düzenlerin, sömürgeci , kapitalis
müstevlilerin bize yabancı, bize düşman toplumların aldatmacası ve bizibizden
çalma manevralarından ve bizi yok teme planlarından berer parçadır. Biz biliriz
ki Kur'an'dan ve sünneten kılpayı ayrılmak, sonu gelmeyen felaketlerin
habercisidir. ugün tüm İslma coğrafyasında oluk oluk akan kanların körpe
yavrulara tecavazün, gyari müslimler karşısındaki zillet ve meskenetin, ve
içimizdeki kandırılmış, satın alınmış zalimlerin müslümanlar üzerindeki tahakküm ve
baskılarının tek sebebi Kur'an ve Sünnetten İslam'dan yüz çevirip, düşmanlarımıza benzemeye çalışmamızdır. rasûlullah
sallallahu aleyhi vesellem: "Benim şeriatım Nuh'un gemisine benzer? Kim ona binerse
kurtulur. Kim ondan yüz çevirirse gark
olur gider." buyurmaktadır.
Bugün
kendi ülkemizde, milyonlarca şehid vererek vatan yaptığımız bu topraklarda,
senin dinine sövülüyor, başörtüsüne saldarılıyor, kurban deisi zorla elinden
alınıyor, düzenin uşakları bu vatanın soylu evlatları imam hatiplilerret ediyor
ve onları üniversitelere almamak için kapılar arkasında karanlık oyunlar
oynanıyor, bu vatanın bir kısmında ermeni, Yunan'a ve tüş düşmanlar ile
işbirliği içerisindeavrulara,kadınlara, yaşlılara zulüm üzerinde zulüm yapan
PKK ile yarış edercesine, bu aziz milletin sırtından geçinen bir kısım
holdingler, ter sermayesi uşaklık olan bir kısım medya ve devlet yönetimnde söz
sahibi olmuş millete düşman,düşmana dost bir kısım idarecilerde yine
düşmanlarla işbirliği içerisinde mülslümanları sindirme ve yok etme planları
yapıyorlar.
Güneş
balçıkla sıvanmaz. Şeyh Sadi'nin dediği gibi "Bir âdi taş, altın kaseyi kırsa, ne o
taşın teğeri artar ve ne de altının değeri azalır." Evet altın kırılsada yine altındır.
Altın kırıldığı için değerinden birşey kaybetmez. Ama tilkiye, aslan
postuu giydirseniz tilki yine
tilkidir. Köpeğe gem vurmakla yarış atı
olmaz. Çatlasanızda, patlasanızda islam'ın nurunu söndüremezsiniz. Onun
yükselişini önleyemezsiniz. islam
gemisine binin kurtulun. İnsan suretinde olmakla insan olunmaz. Giydiğin elbise
ile itibar sahibi olacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Sana Mevlana'nın şu sözünü
hatırlatırım: "Nice
elbise ler gördüm içinde adam yok. Nice adamlar gördüm üstünde elbise
yok." Makam
ve mevkiye, mal ve ede güvenme onlarda seni adam yapmaz. Maymunu tahta oturtsan
kimse ona padişah diye itibar etmez. domuzun boyununa mücevherat taksan, onu
necis olmaktan kurtamaz. Bir adam Beyazid-ı Bestami'nin ayak izlerine basarak
onu takip eder Beyazid-i Besmati, "Derimi yüzsemde sana giydirsem, benim yaptıklarımı yapmadıkça buna uymuş
olmasınız"
der. Evet adam olmak İslam la mümkündür.
İslamla şereflenip müslüman olan, Kur'an'a uyan, sünnet yolunu tutan gerçek
insandır. Diğerelri ise insansuretinde hayvandır. Hatta hayvandan da aşağı bir
mahluktur. "Tarih
tekerrürden ibareddir diyorlar. ibret alınsaydı hi tekerrürmü ederdi?" Mesele bakmak değil, görmektir. Mesele
dinlemek değil anlamaktır. Mesele
hadiselere şahit olmak değil ondan ibret almaktır. tarilimiz nice
kahramanlıklar ve fedakârlıklarla dolu olduğu gibi, maalesef bir kısım hain
vestalımşların ihanetlerine de şahit
olmuştur. bu hainler İslam'ı bir türlü hazmedememiş, menfaat ve çıkarlarının
her zamanön planda tutmuş, şahsi ihtirasları uğruna bu milletve bu vatanı
badireden badireye sürüklemişlerdir.
Yakın tarihimiz bunun çok canlı örnekleri ile doludur. Koskoca bir
devleti, Devlet-i âli Osmanı yıkanların
silik, uşak, ajan ve sefil hayatlarına baktığımızda bunarın geçlimizie
büyük insan,büyük devlet adamı olarak sunulduğunu nasıl hazmedebilirsiniz?
Bizlere Osmanlıyı, en şen'ice, en utanmazcasına ve en hayasıza vyanların bu
vatana ve millete en büyük ihaneti yapan kimi
İngiliz ve kimi fransız uşağı ve ajanı olan Jön Türk ve ittihadçıları
büyük insan, büyük devlet millet ve vatan kahramanı olarak gösteren, satılmış
yazar, çizer ve yetkililerin o kızarmaz yüzlerine nasıl tükürmezsiniz?
Osmanlının
yıkılmasında en etkin çalışma yapanların bütün parasal yönünü üstlenen ve bu
paraları İngilizleden alan Mustafa Fazıl Paşa bir ingiliz ajanı idi. Sultan
Abdulaziz'in katilleri, Mithat Paşa bir Macar hahamının oğlu, dönme bir yahudi
idi. Serasken Hüseyin Avni, Ali Suavi, Agah Efendi, Ziya Paşa ve benzerleri
ayyaş, mason locaları ve İngerle el birliği edip koskoca bir devletin
yıkılmasını sağlayan hainlerdir. Bunlar Sultan Abdulaziz'i katlederek
osmanlıyı, 93 Harbi deniler Rus Harbine soktular ve nedeyse istanbul Rus
işgaline ramak kalmıştı. Ruslar Yeşilköy'e
kadar gelmişlerdi. İttihad ve Terakki Fırkası ise Abdulhamid gibidahi
bir padişahı tahttan indererek Osmanlıyı Birinci Cİhan savaşına soktular. Ve
milleti İslamiyyeyi, kafirlerin çizmeleri altıda çiğnettiler. Ve müslümanlar başsız
ve halifesiz param parça edildi. Ve hala kendini toıparlaadı.
Gençlik
olarak, tmüslümanlar olarak, yakın tarihimizi çok iyi bilmeliyiz. Bilmeyiz
ki,müslümanlar üzerinde oynanan haince oyunlardan haberdar olalım. Yerli,
yabancı ihanet şekekelerini iyi tanıyalım ve zamanımızda olan hadiseler çok iyi
bir şekilde değerlendirelim.
Bugün
bir Başbakan gidip kendi milletini, bu vatanın evlatlarını bir Amerikan
Başkanına şikayet ediyor, gidip Avrupa devletlerine şikayet ediyor. Ve
kökten dincilerle, üslümanlarla
müccadele edebilmek için bu devletlerden yardım talebinde bulunuyor ve diğer
yetkililer, bakanlar ve üst düzey devlet görevlerinde benzer davranışları her
fırsatta sergiliyorlar. Bir zamanlar Fransız konsolosluğuna sığınk
devlet adamıdiye yutturdukları Mithat Paşa da Osmanlı devletini yıkmak, yeni
bir devlet kurmak için ingilizlerden yardım istemişti. Şimdiki idarecilerde ki
bunlar bu Jön Türklerin bu ittihadçıların uzantılarıır. Onlarda müslümanları
yok etmek için kafirlerle işbirliği içerisinde ve dün devleti yıkan zihniyet
bugün devletin etkinnoktalarını işgal etmiş, müslümanları yok etmek yolulnda
gayri müslimlerle aynı safta ve hatta onlardan daha da ileride çalışıyorlar.
Müslüman genç ve tüm müslümanlar görüyorsunuz ne büyük ir sorumluluk altındayız. Öyleyse
Hayya alel Cihad. Bütün imkanlarımızı seferber edelim İslam için fedakârene
ihlasla çalışalım.
"Allah
kuluna kâfi değil mi? Seni O'ndan başkasıyla korkutuyorlar. Allah kimi
saptırırsa, artık onun yolunu doğrultucu biri yoktur." (Zümer/36)
Biz
müslümanız. Allah'a teslim olmuşuz. O bize kâfidir,sadece O'na güvenir, O'na
dayanır ve O'ndan yardım dileriz. Tağutlara ve tağuti düzenlere boyun eğmeyiz. "Cihadın
en büyüğü, zalim bir idareciye karşı söylenilen hak sözdür." Peygamber buyruğuna uyar, zalim ister müslüman isterse kâfir
olsun hakkı söylemekten çekinmeyiz. Bu, ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olmamızın
bir vecibesidir. Makam ve mevki, mal ve mülk ve benzeri çıkar ve menfaatler
için hiç kimseye yaltakçılık etmez, İslamî şahsiyetimizi zedeleyecek aşağılık
hareketlerde bulunamayız. Bizim mevlamız Rabbimizdir. Bütün faziletlerin O'na
kulluk etmekte olduğuna inanır ve kula kul olmayız.
Biz
biliyoruz ki, en güçlü olan, en güçlü imana sahip olandır. Onun için Allah
yolunda bütün imkanlarımızı seferber ederek çalışmayı, İslami hayatımızın bütün
safhalarında hakim kılmayı ve Şeriat-ı Garrânın hakimiyeti için gerekirse
canımızı feda etmeyi kemali imandan biliriz. Bizleri, tağutlarla, putlarla,
zindanlarla korkutmak isteyenlere deriz ki: "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na
yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin." (Ali İmran/102) Allah buyruğuna canı
gönülden uymaya çalışan müslümanlar olarak, kalbimizde, Allah korkusundan başka
hiçbir korkuya yer vermeyiz. "Bir kısım insanlar mü'minlere, düşmanlarınız size
karşı toplandılar, aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını
bir kat daha artırmış ve Allah bize yeter. O ne güzel vekildir
demişlerdi." (Al-i İmran/173)
Kemâl-i
imana sahip bir müslüman, tahakküm ve zorlamalar, zulüm ve işkenceler, düşmanın
çokluğu ve silah üstünlüğü veya iktidarın imkanlarını elinde bulunduran
tağutlar karşısında asla gevşemez, gerilemez, yılgınlık, bıkkınlık göstermez.
Bilakis daha çok gayret, azim ve kararlılıkla İslam davasının yücelmesi, mazlum
ve mustazafların, zalim ve müstekbirlerin zulmünden kurtulması için şevkle,
aşkla çalışır.
Müslüman
firasetlidir, Allah'ın nuru ile bakar. Ölçüsü, Kuran ve Sünnetin değişmez
ölçüsüdür. Onun için hadiseleri en iyi bir şekilde değerlendirir. O, grup
taassubu ve zihni bulanmayan, kalbi
teşviş olmayan, körü körüne ve bilmediği meselelerde münakaşalara dalmayan, düşüncesi berrak,
kalbi berrak, özü berrak, sözü berrak, ameli berrak, dosdoğru, eğilmeyen,
bükülmeyen, edeblerin en güzeli ile edeblenmiş en güzel ahlâkla ahlâklanmış
Allah'a kulluğun, Rasûlullah'a ümmetliğin haz ve sürûrunu duyan ve yaşayan
insandır. Öyleyse gerçek insanlık gerçek bir müslüman olmakla mümkündür.
İslam'ın dışında fazilet aramak, insanlık aramak olmayanı aramak demektir.
Nitekim Mevlana: "Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak aramamak
demektir." der.
Bugünkü
sıkıntılarımızın sebebi İslam'sızlık ve insansızlıktır. Kaht-ür rical (adam kıtlığı) gibi büyük bir yokluğun
ve kıtlığın içerisindeyiz. Tağutî düzenlerin yozlaştırdığı, nötrleştirdiği
tepkisiz ve duyarsız hale getirdiği bir toplumun yeniden ayağa kalkması ve kendi değerlerine sahip çıkması için
yetişmiş, öncü insanlara ihtiyacımız vardır. Rabbaniyyûn denilen bu öncü insanlar, Kur'an ve
sünnette vasıfları açıklanan, Rıbbiyyûn denilen ilim ve
hikmet sahibi gerçek müslümanlar yetiştirerek İslam alemini yeniden canlandırıp hayata kavuşturmalıdırlar.
Öncelikle insanların kalbini Allah'tan başka bütün korkulardan temizlemek
lazımdır. Çünkü Allah'tan korkan hiç kimseden korkmaz. Allah'tan korkmayan
herkesten korkar. Allah'ı gerçek manada tanımayan da, Allah'tan gerçek manada
korkmaz. Kişinin Allah'tan korkması ve Allah'a kulluk derecesi Allah'ı tanıması
ölçüsündedir. Nitekim İmam-ı Gazali: "Allah'ı hakkıyla tanımayan O'ndan hakkıyla
korkmaz." demektedir.
Zamanımızın
müslümanları mahluktan korkuyor da, Halık'tan korkmuyorsa, Halıkı gerçek manada
tanıyamadıklarındandır. Geçici dünya hayatını, ebedi ahiret hayatına tercih
ediyorlarsa, gaybe imandaki zaaflarındandır. Kur'an nizamını terkedip,
tağuti düzenleri tercih ediyorlar,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in önderliğini bırakıp tağutları önder
ediniyorlar ve hâlâ biz müslümanız diyorlarsa ve bu sözlerinde samimi iseler,
İslam hakkında koyu bir cehâletin
içerisindedirler. İşte "Rıbbiyyûn" olan
ilim ve hikmet sahibi müslümanlar, böyle bir toplum ve tarihte benzerine
çok az rastlanan bu toplumun yeniden dirilişi için çalışacaktır. Vazife çok
çetin ve zorludur. Bu çetin ve zorlu
vazifeyi yerine getirebilmek için, vazifeyi omuzlayanlar yani "Rıbbiyyûn" olanlar kendilerinde bulunması gereken
vasıflarla muttasıf olmalıdırlar. Bu vasıfları kazanıp geliştirmek için de ilim
ve hikmet sahibi kişilerle düşüp kalkmak
ve onlarla sürekli irtibat halinde olmak lazımdır. Bir ehli hikmet: "Alim ile yâr olan bulur mertebe,
cahil ile yâr olan döner merkebe" diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir.
Çünkü
herşey kendi vasatında yetişir ve olgunlaşır. Acı suda balık yaşamaz. Kuzey
kutbunda turunçgiller yetişmez. İşi gücü dedikodu, gıybet, iftira ve yalan olan bir ortamda ilim ve hikmet
sahibi olacağını zannetmek, horozun yumurtlamasını düşlemek kadar gülünç
olur. "Hikmetin başı, Allah korkusudur." Allah'tan korkmayan hikmet ehli olamaz.
İlim sabırla elde edilir. Bu yolda sabır
göstermeyen, meşakkatlere göğüs germeyen ilim ehli olamaz. Edebli, mütevâzi ve
halim yani yumuşak huylu olmayan başkalarının düzelmesine öncülük edemez. Şeyh
Sadi: "İnsanoğlu
topraktan yaratılmıştır. Eğer toprak gibi mütevazi olmazsa insan değildir."
Sonu
rahmet, mağfiret, cennet ve cemalullah olan bir yoldayız. Bu yol İslam yoludur.
Kur'an yoludur. Her türlü tehlikelerden emin bir yoldur. Sonunda şüphe
edilmeyen, dosdoğru bir yoldur. Bu yolu
açan Allah'tır ve bu yoldan kendine davet etmektedir. Bu yolda telef olmak
yoktur. Yok olmak yoktur. Ebedîlik vardır. Gazilik, şehidlik vardır. Bu yolda
ölmek gerçek diriliktir. Hakiki vuslattır.
"Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah'ın
lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde rabları
yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz
kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku
bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar Allah'tan nimet ve keremin, Allah'ın mü'minlerin ecrini
zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Al-i İmran/169-171)
Emeğin
karşılığı zayi olmayan, bilakis kat kat fazlası verilen bir ticaretin
içindeyiz. Böyle kârlı bir işi terketmek hamâkatlığın ta kendisidir. Öyleyse
korkmak niye? Tereddüt niçin? Bediüzzaman: "Hakiki imanı elde eden bir insan,
kainata meydan okuyabilir. Böyle bir insan için ne endişe, ne korku ne de bunalım sözkonusu olur. Ve bu, gerçek
manada Allah'a inanan her insanda açıkca görülebilir." demektedir.
Tevhid
mücadelesinin öncüleri Peygamberler tek başlarına bütün kainata meydan
okumadılar mı? Ve onların etrafındaki havarileri aynı yolu takip etmediler mi?
Biz ki insanların iyiliği için yaratılmış hayırlı bir ümmetiz. Alemlerin
efendisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetiyiz. Öyleyse O'na layık olmaya çalışalım. Rıbbiyyûn
olalım.
"Davası
için çalışmayan, davası için yaşamayı ve davası için ölmeyi bilmeyen kimse,
dava adamı sayılamaz. O yalancıdan başka birşey değildir." (Mevdudi)
"Biri
gerçeği duymak istemediği, öteki de yalana hazır olduğu zaman dostluk
olmaz." (Çiçero)
Hakikat,
gözleri kamaştıracak kadar parlak bir güneş gibidir. Hakikatı görememek ya kör olmaktan veya ona
sırt çevirmekten ötürüdür.
Siz
güneşe sırtınızı çevirirseniz kendi gölgenizi görürsünüz. Kendini gören nefsini
putlaştırır. Nefsini putlaştıran, nefsine esir olanın akibeti perişan olur.
Kişiler
nefsini müdafaa etmeye başladığı zaman, yalan söylemeye hazır hale gelmiş
demektir. Yalan söylemek, iftiraya tevessül etmek ise itimadı yok eder. Kişiyi hakikatlere karşı kapalı
hale getirir. Tek gerçek olarak nefsini ve nefsinin arzularını görmeye başlar.
İşte böyle bir ortamda samimiyet, ihlas yok olur.
Zamanımız
insanı bu hengamenin içinde sıhhatli ve doğru düşünme, doğru karar verme
melekesini kaybetmiş, nice hayallerin ve serapların peşinde koşup durmuştur.
Bugün politika yapan, devletin idaresine
talip olan insanlardan tutunda çeşitli meslek ve meşreblerdeki kişilere kadar
bütün bir toplum, çok azı müstesna serap peşinde Ab-ı Hayat aramakta, çölün
kızgın kumları arasında gülistan düşlemektedirler.
Kişiyi
dünya sevgisi, makam, mevki ve şöhret hırsı yakalayıverirse, onun esareti
hiçbir esarete benzemez. O esaretten kurtulmak düşman esaretinden kurtulmaktan
çok ama çok daha zordur. Bugün seksenine, doksanına ayak basmış politikacılara
ve patronlara bakın! Neuzubillah o ne
hırs o ne tamah ve o ne dünya perestlik Yarabbi!
Dostluklar
sahte, konuşmalar sahte, tavırlar sahte, herşey çıkar ve menfaat temini üzerine
bina edilmiş ve fertler bunalımda, toplum bunalımda... İnsanlar hakkın ikamesi
uğrunda risk altına girmekten çekiniyor, korkuyor ve hep başkasından bekliyor.
Toplumu
bu bunalım ortamından kurtaracak yeni bir nesil, imanını yenilemiş, kendini
Kur'an'la bütünleştirmiş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in rehberliğinde azimle ihlasla yola koyulmuş,
Allah'ın rızasından başka hiçbir beklentisi olmayan bir nesli cedid tek
ümidimizdir.
Bu
nesil toprağa düşen bir tohum gibi şeriatın vasatında yeşerip, büyüyor. Çiçeğe
durdu. Yakında meyvesi derlenecek hasta toplum şifa bulacak ve insanlık huzur
duyacaktır.
"Allah
size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra
size yardım edebilecek kimdir? Mü'minler ancak Allah'a güvenip
dayanmalıdırlar." (Al-i İmran/160)
Kim
ki Allah'ın dinine yardımcı olursa, Allah Teâla da ona yardımcı olur.
Müslümanların Allah yolunda yaptıkları hizmet, cihad ve fedakârlıklar kendi
faidelerine ve kendi lehlerinedir. Allah Teâla her türlü noksan sıfatlardan
münezzehtir. Bütün mahlukat O'na muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
Hakiki kulluk, bunu idrak edip kalbin itminana ermesi ve kişinin acziyetini ve
fâniliğini kavrayıp nefsini
putlaştırmaması ile gerçekleşir. Zavallı insan odur ki elde ettiği
çerçöp mesabesindeki üç beş kuruşuna veya kendisi için bir musibet mi yahut
nimet mi belli olmayan makam ve mevkiine güvenir de ucub vekibre kapılarak
helak olup gider. Kamil müslüman, kendine düşeni yaptıktan sonra Alah'a
tevekkül edip ona güvenip dayanandır. Kendini beğenen, böbürlenen, kibirlenen
insanlarda hakiki tevekkül hasıl olmaz. Ve bu gibi kişiler nefsin kör karanlığı
içerisinde kendi nefsinden başka hiçbir şeyi göremezler. Onunla avunur
dururlar.
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve
yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendini beğenmiş, övüngen kimseleri
asla sevmez.” (Lokman/18)
Bu
hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:
"Bana
en sevimli olanınız ve kıyamet günü meclis itibari ile en yakın olanınız,
ahlâkça en güzel olanınızdır. Bana en sevimsiz
olanınız, kıyamet günü benden en uzak olanınız, çok konuşan, avurdunu
şişirerek konuşan ve MÜTEFEYYİGÛN zümresidir." buyurdular. Bunun üzerine Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü; çok
konuşan ve avurdunu şişirerek konuşanları biliyoruz. Lakin mütefeyyigûn
kimlerdir? dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Büyüklük taslayanlardır." buyurdular. (Tirmizi)
Kendini
beğenmek ve büyüklük taslamak büyük bir cehalet ve gaflettir. Ucubun yani
kendini beğenmenin en kötüsü ise kişinin yanlış ve hatalı görüşlerini beğenip,
o yanlış görüş üzerinde ısrar etmesi ve bu hususta kendisine yapılan nasihat ve
öğüdü dinlememesidir.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: "Üç şey helâk edicidir. Aşırı
cimrilik, tâbi olunan nefsani arzu ve kişinin kendini beğenmesidir." buyurmaktadır.
İslam,
insanı en mükemmel bir şekilde eğitip onu bütün kötü ahlâklardan arıtarak kâmil
bir insan, kâmil bir müslüman yapmayı hedeflemiştir. Bunun içinde kişiyi mânen
helâke sürükleyen ahlâkı rezileden kurtulmanın yollarını tâlim etmiş,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bütün hayatı boyunca bunun en mükemmel misallerini sergilemiş ve "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak
için ba'solundum" buyurmuşlardır. Kimde ucub, kibir, hased, riya, dünya
sevgisi, makam, mevki hırsı, yalan ve
benzeri kötü huylar varsa o kişi mânen
hastadır. Hastalıklı insanların meydana getirdiği toplumlardan hayırlı hizmetler
beklemek beyhûdedir. Mekteplerde çok iyi bir ahlâk eğitimi yapılmalı,yavrularımızı,
materyalizmin ve onun doğurduğu diğer izmlerin belâsından kurtarmalıyız. Beşeri sistemlere güvenmek, kendisini bile
kurtaramamış helak olmuş ölülerden medet
ummak ve gençliği böyle boş, manasız safsatalarla meşgul etmek, onlara karşı
işlenen en büyük cinayettir. Güvenip dayanılacak sadece Allah Teâladır. Kendini
beğenmek, nefsini putlaştırmak, Kur’an'dan uzaklaşmak bir felakettir.
İslam
Alemi'nin bugünkü yürekler acısı durumunun bir sebebi de, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem'in ifadesiyle mütefeyyigûn olan, kendi sakim görüşünü beğenen,
şöhret, makam, mevki düşkünü kişilerin söz sahibi oluşudur.
"Peygamberler
ne bir altın ne de bir gümüş miras bırakmadılar, ancak ilmi miras bıraktılar.
İşte o mirasa konan sonsuz bir haz ve
nasip almış demektir." (Ebû Davud)
İlim
öğrenmek, öğrendiği ile amel etmek ve başkasına öğretmek ve bütün bunları ihlasla yalnız Allah rızası için yapmak
sahibini Allah indinde yüksek derecelere ulaştırır. İlim yolumuzu aydınlatan
bir nurdur. Cehalet ise zulumattır. Müslümanlar gerek dînî ve gerekse dünyevî
faideli ilimleri öğrenip, müesseselerini kurdukları devirlerde en yüksek
medeniyetler kurmuşlar ve dünyanın efendileri olmuşlardır. Ne zaman ki
Kur'an'dan uzaklaşmışlar, başka milletlerin kültürlerini, örf ve adetlerini
taklide başlamışlar işte o zaman zilletten zillete düçar olmuşlardır.
Muaz
bin Cebel radıyallahu anh: "İlmi öğreniniz. Çünkü Allah rızası için ilim öğrenmek
bir haşyettir. İlim talep etmek bir
ibadet; ilim müzakere etmek tesbih; ilim
için yola çıkmak, gurbete gitmek cihad; bilmeyene öğretmek sadaka; ehil olan
kimselere bolca vermek Allah'a yaklaşmaktır. İlim yalnızlık arkadaşı, halvet
dostu, din yolunun kılavuzu, şiddet ve meşakkate karşı sabır vesilesidir. Allah
ilimle birçok milletleri yükseltir, neticede onları hayır ve iyi hareketlerde
kendilerine tâbi bulunan kumandanlar, efendiler, yol göstericiler, hayır
önderleri kılar. Onların eserleri daima anlatılır. İşleri yazılır. İlim sebebi
ile kul iyiler mertebesine ve en yüksek dereceye ulaşır. İlim için tefekküre
dalmak oruç tutmaya, ilmi öğrenmek ve öğretmek geceleri namaz kılmaya denk
düşer. Allah Azze ve Celle'ye ancak
ilimle itaat olunur. Allah'a, ilimle
ibadet edilir. Allah. ilimle tevhid edilir ve tebcil olunur. Takva derecesine
ilimle varılır. Sılayı rahim ilimle yapılır. Helâl ve haram ilimle bilinir.
İlim imam, amel ise ona tâbidir yani
cemaattir. Allah ilmi mutlu kişilere ilham eder. Kötü ruhları ondan mahrum
bırakır."
Hasan-ı
Basri'de: "Alimler
olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurlardı" der. Yani âlimler, eğitim ve öğretim
yolu ile insanları kötü hasletlerden kurtarıp iyi hasletlerle donatır ve
onların nefis, şeytan ve dünyanın tuzaklarından Allah'ın izniyle kurtulmalarına
ve Allah celle celaluh'a iyi bir kul olmalarına
vesile olurlar.
Fethul
Musulî, talebelerine: "Hasta, yemek, içmek ve ilaç almaktan kesilirse ölmez
mi? diye sordu. Talebeleri Evet ölür
dediler. O da: Kalb de öyledir. İlim ve hikmet ondan üç gün kesilirse
ölür"
buyurdular.
Ebûdderda radıyallahu anh de şöyle demektedir: "İlimden bir mesele öğrenmem,
bütün bir geceyi nafile ibadetle geçirmemden daha sevimlidir. Alim ve talebe
hayırda müşterektirler. Diğer insanlar, yani alim ve talebe olmayanlar
ahmaklardır, onlarda hayır yoktur." İmam-ı Şafi hazretleri de: "İlim tahsil etmek nafile
ibadetten efdaldir." der.
Cehaletin
hakim olduğu, ilmin ve ilim adamının susturulduğu toplumlar kendi elleri ile
felaketlerini hazırlamış toplumlardır. Nerede cehalet varsa orada zulüm vardır,
vahşet vardır, anarşi vardır. İman ve ilmin hakim olduğu toplumlar insanca
yaşamanın huzurunu yakalayan ve dünyayı cennetî bir hayata dönüştüren
toplumlardır.
Müslümanlar!
Şu cahili düzenin eğitim ve öğretiminde ilim öğrenemezsiniz. Gerçekleri
kavrayamazsınız. Rabbinizi tanıyamazsınız. Öyleyse geliniz, rahle tedrisatını,
Dar'ul Erkam ve Suffe eğitimlerini yeniden canlandıralım. Allah Teâla'nın: "Ancak alim olanlar Allah'tan korkarlar" buyruğuna uygun, gerçekten Allah'tan
korkan, müttakî alimler yetiştirecek rahle tedrisatını bütün imkanlarımızı
kullanarak tesis edelim. Var olanları iyi değerlendirelim. "Allah Teâla kime hayır murad
ederse onu dinde fakih ve alim kılar ve ona doğru yolunu ilham eder." (Buhari)
"Kendisinde
hiçbir şekilde şüphe olmayan o kitap, muttakiler için bir hidayet kaynağı ve
yol göstericidir." (Bakara/2)
İyi
olanı yapıp kötü olandan yüz çevirmek bir fariza olduğu gibi, iyiliği emredip
kötülükten menetmek de bir farizadır. İyilik ve kötülük ise kişilerin kendi zan
ve telakkilerine göre tayin edecekleri mefhumlar değildir. İyi ve kötünün
belirleyici Allah'tır. Dinin "iyi" dediği iyi, "kötü" dediği de kötüdür. Şeriat va'z eden, hüküm koyan sadece
Allah Teâla'dır. Aksi taktirde görülmemiş bir anarşi ortalığı kasıp kavurur.
Zamanımızda olduğu gibi İslam'ı gözardı
eden, İslami hükümler ve değer ölçülerini uygulamadan kaldıran beşeri sistemler, insanlığı badireden
badireye sürüklemekte, yanlışların kör döğüşü içerisinde mazlumların ahı afâkı
tutmaktadır. İslamî esaslara, ilahî ahkama dayanmayan herşey batıldır ve
batılların orta yere koyduğu her sistem zulüm sistemleridir.
İnsanlığın
hayat kitabı, huzur ve saadet kaynağı Kur'andır. Ondan ayrı kalmak, onun hayat
bahş ikliminden uzaklaşarak onun çizdiği güzergâhı terketmek felaketlerin en
dehşetlisi, akıbetlerin en kötüsüdür. Çünkü
onsuz insan onuruna yaraşır bir hayat tarzı düşünülemez. Onsuz yaşamak
yaşamak değil, sürünmektir. Şehvetin,
nefsin elinde bir kukla, şeytanın tuzağında bir esarettir. Akıbet ateştir.
Ölçüsünü
İslam'dan almayan düşünce ve fikirler,
fikrî anarşilere, fikrî anarşiler de eylem anarşisine dönüşürler. Bu anarşi
içinde de hak ile bâtıl, iyi ile kötü birbirinden seçilemez ve nice haklılar
haksız, nice haksızlar haklı hale gelir. Sosyalizm ve komünizm fikir babaları
öncelikle Allah inancını yok etmek için
sapık fikirler üretmişler daha sonra da bu sapık fikirlere teşne olan
toplulukları anarşiye sürükleye
bilmişlerdir. Diğer taraftan bütün kötülüklerin anası konumunda olan
materyalizm ve asrımızın en büyük aldatmacaları olan demokrasi, lâiklik,
milliyetçilik ve benzeri sistem ve ideolojilerde kendilerine göre iyi kötü,
doğru yanlış, ölçüleri koyarak birçok sapık fikirler üretmişler ve kitleleri bu
düşünce fikirler etrafında odaklamaya çalışmışlardır. Bütün bunların arka planında inançsızlık,
sapıklık ve çıkar hesapları yatmaktadır. Böylece sun'i ihtilaflar
çıkarılarak sömürü düzeninin devamı
sağlanmaktadır. Bu sömürü düzeninin patronları her zaman karanlık güçler perde arkası güçler olmuştur. Bugün
dünyada oynanan çok yüzlü oyunları bozmak, hakkı ikame etmek için önce
iyiliğin, hakkın kaynağını çok iyi bir
şekilde tanımak, onun ölçülerini veren kitabı kılavuz edinmek şarttır.
Knematirul: "Kitap
dedi mi aklıma Kur'an gelir. Kitapsız din olmayacağı gibi kitapsız medeniyet de
olmaz. Kur'an bugünkü ve yarınki medeniyetin de kitabıdır." demektedir. Evet gerçek medeniyetleri
tesis etmek isteyen milletler, öncelikle Kur'an'la tanışmalı ve onun ahkamını hayata hakim
kılmalıdırlar. Çünkü Kur'an ahkamının
hakim olmadığı yerde medeniyet olmaz,
insanlık olmaz. Hak hukuk olmaz. Ayaklar baş, başlar ayak olur. İyiliğin önü
kesilir. Kötülüğün yaygınlaşması için
mekanlar hazırlanır. Siyasi irade kötülerin ve kötülüğün yanında yer alır.
İyiliğe ve iyilere karşı tavır alır, gerekirse zor kullanır. İyiliğin öncüsü
Peygamberler, kötülüğün öncüsü şeytandır. İyi olabilmek ve iyiyi hakim kılmak, iyiliğin öncüsüne
uymak onun getirdiği ilahî nizama iman etmekle mümkündür. İmanı olmayan, İslam'a teslim olmayan asla
iyi olamaz. Küfür necasettir, kâfir necistir? Necisten iyi işler, temiz işler
beklemek ahmaklıktır. İman İslam ve ihsan boyutunu çok iyi kavrayıp
gereğini yapmadıkça iyilerden olup iyi işler yapamayız. Yaptıklarımız hep
surette kalır. Öze inemeyiz.
"Milletler
parasızlıktan değil, ahlâksızlıktan çökerler." (Çiçero)
Tarih
boyunca nice milletler hükümran olmuşlar. Ya adil bir nizam kurarak asırlar
devam eden bir devlet tesis etmişler, insanlığa huzur ve saadet sunmuşlar ya da
canavarları bile tiksindiren zulüm, vahşet
ve ahlâksızlıklar sergileyerek millet ve devlet hayatında çok kısa sayılabilecek bir zaman içinde yok
olup gitmişlerdir.
İnancını
ve paha biçilmez değerlerini yitiren toplumlar varoluş için parayı put edinmiş
materyalizmin amansız kıskacında nice ALDATAN PUT'ların göz kamaştıran
vaadleri, yaldızlı nutukları karşısında
kâh sosyalizm, komünizmin, kah şovenizmin, faşizmin ve şimdi de
demokrasi ve laiklik saptırmasının bataklığında insanlık onurlarını kaybetmişlerdir.
Ahlâkın
kaynağı imandır, dindir. Dini inançları zayıflamış veya imanının gereği olan
esasları yaşantısına aktarmamış toplumlardan ahlâki davranışlar beklemek
beyhûdedir. Ahlâksız bir toplumun sağlıklı bir düzen kurması ise gayri
mümkündür. Çiçero "Milletler parasızlıktan değil, ahlâksızlıktan
çökerler" derken bu gerçeğe işaret etmiştir.
Dün
Aldatan Putlar, komünizm, sosyalizm, siyonizm, faşizm ve bunları putlaştıran
sapıklardır. Bugün ise Aldatan Putlar, demokrasi, laiklik, yeni dünya düzeni
benzeri aldatmacalar insan hakları adına insanlığı sömüren Birleşmiş Milletler,
NATO, Avrupa Birliği ve benzerleridir ve her devrin Aldatan Putuna övgüler
yazıp çizen çıkar putçusu medya...
Düşünebiliyor
musunuz? Türkiye'de güya insan haklarını savunan solun, düşünce özgürlüğünü,
konuşan Türkiye'yi sağlık veren kurum ve kuruluşların başörtülü kızlarımızın
okuma hakkına set çekmeleri üniversitelere almamaları, resmi dairelerde
başörtülerine müsaade etmemeleri gösteriyor ki onların özgürlük anlayışı fuhşa,
hırsızlığa, rüşvete ve her türlü ahlâksızlığa özgürlükmüş. Evi soyulan, malı
gaspedilen susacak, hırsız konuşacak. Bakanlar, genel müdürler, üst düzey
yetkililer milletin malını çalacaklar, har vurup harman savuracaklar, fakat
yine onlar konuşacak, millet susacak. Ahlâki değerlerini kaybetmiş kişilerin
yüzüne bir millet olarak toptan tükürseniz ne çıkar? Bunların makamlarını
muhafaza etmek için yapamayacakları rezalet, yiyemeyecekleri herze yoktur.
Homeseksüele özgürlük, fahişeye özgürlük, namussuza özgürlük, sokak ortasında
çiftleşmeye özgürlük, okullarda cinsel özgürlük, küfre, şirke özgürlük fakat
ahlâk namus ve inancını yaşama özgürlüğüne geçit vermemek için her türlü gayri ahlâki sınırlamalar
mübah. İşte başka bir Aldatan Put.
Özgürlük
putu, ilkeler, ülküler putu. Bu putçuluk yıkılmadıkça önce gönüllerde sonra da
meydanlarda tevhid sancağı dikilip tevhid nizamı hakim olmadıkça kurtuluş yok.
"Körle
gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir
olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Elbette sen kabirdekilere
işittiremezsin. Sen sadece bir uyarıcısın." (Fatır/19-23)
Küfür
ölüm, iman hayattır. Küfür karanlık, iman aydınlıktır. İnkârcı kör, iman ehli
gören, basiret ve firaset sahibidir. Kendi iç alemimizde ve çevremizde meydana
gelen hadiseler kafa ve kalb gözü açık insanlar tarafından değerlendirilirse
istifade edilir ve hayırlı neticeler alınır. Kalb gözü kör, basireti perdeli,
firaseti olmayan kişilerin teşhis ve tedavileri ise daha büyük çıkmazlara ve
daha derin yaralar açılmasına sebeb olur. İman, imanla beraber olan ilim ve
hikmet, kişinin basiret ve firasetini açar, önünü aydınlatır. Hadiselerin iç
yüzünü teşhis imkanı verir. 20. asrın insanı buhranlar içinde kıvranıyor, zulüm
ve vahşet görülmemiş boyutlara ulaşıyor. Bir varil petrol için milyonlar
katlediliyor, namuslar çiğneniyor, zayıflar eziliyor ise, ilim ve hikmet sahibi
imanlı kişilerin yönetimlerde söz sahibi olmamalarındandır. Körler ülkesinde görmek, zalimler arasında adil olmak,
fahişeler arasında iffetli kalmak, müfrid
ve aşırılar arasında itidal sahibi olmak en büyük suçtur. 20. asrın cahilî toplumunda bu suçları işleyenler çoğaldığı zaman, gerçek
suçlular meydana çıkacak aldatılanlar, uyutulanlar uyanacak, hakimlerin mahkum,
mahkumların hakim olması gerektiğinin farkına varılacak, sahte kahramanlar,
firavunlaşan müstekbirler ve zorba beşerî sistemler yok olacak ve körler ülkesi
görenler ülkesi olacaktır. Bir memleket
düşünün ki, orada ayaklar baş, cahiller söz sahibi, fahişeler sanatkâr,
hırsızlar bakan, genel müdür, milletin inancına örf ve adetine, tarihine iffet
ve namusa düşman kişiler köşe başlarını işgal etmiş ve memleket sanki bir müstemleke. Memleketin
bu perişan halini görenler göstermeye, duyanlar duyurmaya,bilenler bildirmeye,
bütün imkanlarını seferber ederek çalışırlar ve sancılı insanları fevc fevc,
görenler ordusuna katarlarsa körler ülkesi görenler ülkesi olacak, karanlıklar
yerini, aydınlığa bırakacaktır. Bir fazilet devleti kurmak mecburiyetindeyiz.
Fazilet devleti fazilet sahibi, fedakâr, ahlâklı, temiz yürekli yiğit
insanların eli ile kurulur. Alnı
secdeli, vakıf insanlar, kendini İslam'ın yücelmesine, İslam'ın hakimiyetine,
insanlığın hizmetine adamış, vakıf insanları yetiştirmemiz ve onları söz sahibi yapacak ortamı
hazırlamamız gerekmektedir.
Bulunduğu
din dışı, ahlâk dışı nifak ortamından rahatsızlık duymayan insanlar, o ortamı
değiştirecek dinamizmi gösteremez. Öyleyse vakıf insan sadece binalar yapan,
müesseseler açan, mevkûteler çıkaran kişi değil, bütün bunlarla beraber sancılı
insandır. Sancılı inan İslam'ın sancısını çeken ve İslam'ın ilahî bir nizam
olduğunun şuuru içerisinde, Allah'ın hükmünün geçerli olmadığı, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem 'in sünnetinin takip edilmediği bir vasatta
yapılanılamıyacağının idrakinde olan
kişidir. İslam'ın sancısını çeken vakıf insanlar memlekete hakim olduğu zaman
işte o zaman körler ülkesi, görenler ülkesi olacak bütün kötülükler memleketi
terkedip faziletler gelip yerleşecektir. İşte o zaman, insanlar kula kul
olmaktan kurtulacak ve Allah'a kul olmanın sonsuz saadeti tadılacaktır.
"Andolsun
Zikirden sonra Zebur'da da 'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır' diye
yazmıştık. İşte bunda (bize) kulluk eden bir kavim
için mesaj vardır." (Enbiya/105-106)
İyilik
asıl, kötülük ise arızîdir. İnsan da asıl olan da imandır. Çünkü insan fıtratı
İslam üzere yaratılmıştır. Küfür ve şirkte arızîdir. Yukarıdaki ayeti kerimeler
buna delildir. Zaman zaman kötülerin, zalimlerin, küfür ve şirkin yeryüzünde
hakimiyet kurması geçicidir. Böyle zamanlarda müslümanlar asla yeis ve
ümitsizliğe düşmemeli kötülerin hakimiyetine şirk ve küfrün sultasına son
vermek için büyük bir şevk, azim ve gayretle çalışmalıdırlar ve şu hususu kati
olarak bilmelidirler ki, tağutların ve tağuti düzenlerin hakimiyet sağlaması,
müslümanların mahkum duruma düşmeleri, müslümanların İslam'dan uzaklaşmaları,
heva ve heveslerine uymaları ve adaletten ayrılmaları neticesinde olmuştur.
Nitekim
Allah Teâla Sâd suresi 26. ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor: "Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O
halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevam ve hevese uyma yoksa bu
seni, Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap
gününü unutmalarına karşılık çetin bir azâb vardır."
Bugün
İslam aleminin perişanlığını burada aramak lazımdır. İslam'a sarılan onun
ahkâmını hakim kılan milletler yükselmişler,Ondan uzaklaşan milletler zillet ve
meskenete düşmüşlerdir. Osmanlının kuruluş ve yükselişi ile gerileme ve
çöküşünün sebeblerini incelediğimiz zaman bu hakikat apaçık bir şekilde
anlaşılacaktır. İslam'la iç içe olduğu kuruluş ve yükseliş devirlerindeki
dinamizm, futuhat, aşk ve şevki, asr-ı saadet ile olan çok sıkı rabıtasından
kaynaklanmaktadır. Gerileme ve çöküş devirlerine baktığımızda İslam'la ve asr-ı
saadetle olan kuvvetli bağ yavaş yavaş zayıflamaya başladı ve sonunda kopma
noktasına geldi ve Avrupa'nın küfür ve şirk temeline dayalı ahlâksız, iffetsiz
ve kokuşmuş kültürü ve zahirdeki maddi refah, Osmanlı'nın okumuş cahillerini
celbetti ve onların ihanetleri ile koskoca bir devleti yıkılıp gitti.
Halbuki
müslümanlar hakimiyeti ele geçirdikleri zaman asla şımarmayacak, asla hak ve
adaletten sapmayacak Kur'an ve sünnet çizgisinden uzaklaşmayacak. Allah
Teâla'ya olan kulluk vazifesini asla ihmal etmeyecektir. Allah Teâla bütün
zayıflıklarına rağmen imanda ve Allah Teâla'ya kulluk vazifesin de ihlas üzere
olan milletlere yeryüzünün hakimiyetini va'd
etmektedir. Ve buna karşılık, Allah'a hiçbir şeyi eş tutmamalarını,
ihlasla kulluk etmelerini, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e iaat
etmelerini, namazı kılıp, zekatı vermelerini tek cümle olarak, islam'a tam
teslim olmalarını istemektedir. Nur suresinin 55 ve 56. ayetleri bu gerçeği en
belirgin bir şekilde açıklamaktadır.
"Allah
sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara kendilerinden öncekileri
sahip ve hakim kıldığı gibi, kendilerini
de yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını onlar için beğenip seçtiği dini (İslam'ı) onların iyiliğine yerleştirip
koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra bunun yerine onlara güven
sağlayacağını va'detti. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana eş
tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse işte bunlar kâfirlerdir. Namazı
kılıp, zekatı verip, Peygambere itaat edin ki merhamete nail olasınız." İşte müslümanlara ilahi mesaj.
Müslüman!
Sakın zamanımızdaki tağutların ve tağuti düzenlerin zahirdeki güçlerine bakıp
yılgınlık, bıkkınlık gösterme, yeis ve ümitsizliğe düşme. Yeis ve ümitsizlik
müslümanın ikliminde yeşermemelidir.
Önce
kendimizden başlamak üzere, aile ve çevremizi düzeltmeye çalışarak sonra da
safha safha bütün bir milletin uyanması için uğraş vereceğiz. Hz. Ömer
radıyallahu anh'ın şu sözünü asla aklımızdan çıkarmayalım: "İnsanları düzeltebilmemiz için
önce, kendimizi düzeltmemiz gerekir."
Bilelim
ki İslam bir devlet nizamıdır ve insanlık ancak onunla huzur bulur.
Tağuti
sistemler ise şirk, küfür ve zulüm sistemleridir. Öyleyse geliniz hep beraber
İslam'ın hakimiyeti, tağuti sistemlerin ortadan kaldırılması için bütün
imkanlarımızı seferber ederek ihlasla çalışalım.
"Alçaklardan
iyilik ummak, umutsuzluk denizinin dalgaları arasına gemi yollamaktır. Mal ve
mevki hırsıyla düşman karşısında zebun olmak, kendisini can tehlikesine
atmaktır." (Câmi)
Alçak
kişiden, kanına denâet karışmış kimseden hayır beklemek, iyilik ummak,
soysuzdan yardım talep etmek erdemli kişilere yakışmaz. Çünkü alçak, soysuz ve
denî kimselerden böyle isteklerde bulunmak, onların başka başka denâetler,
soysuzluklar ve alçaklıklar tasarlayıp yapmalarına fırsat vermek olur. Onun
için gerek içimizde ve gerekse
dışımızdaki alçaklara böyle bir fırsat verilmemelidir. Beldeyi tayyibe güzel
İstanbul'umuz da köhne Bizansı yeniden hortlatmak isteyen Rum Patriği'nden
Amerikası, Avrupa ve Rusya'sı ile tüm Hıristiyan Alemi'nden, İslam'ın amansız
düşmanı Yahudiden, müslümanların lehine faidesine işler beklemek, Ermeniye
karşı Azeri Türklerini, Sırplara karşı Bosnalı müslümanları, Yahudiye karşı
Filistinlileri tercih etmelerini ummak kadar büyük bir gaflet olamaz. Çiller ve
heyeti, İsrail'e gidip Arz-ı Mev'ud'da bulunmaktan şeref duyduğunu söylerken,
Türkiye'nin bir kısmının da Arz-ı Mevud'a dahil olduğunu bilmiyor muydu?
Pis
Yahudiye yaptığı yaltakçılıkla ondan ne bekliyordu? Yoksa bu hususta onlarla
beraber mi düşünüyordu? Kafir milletlerden iyilik beklemek, hayır ummak ne
kadar abes ise, içimizde beyinsizlikleri, cehaletler veya İslam'a apaçık
düşmanlıkları sebebiyle denî işler, alçakca faaliyetler içinde bulunan kişi,
kurum ve kuruluşlardan da hayır beklemek
o kadar abesdir. Başörtüsüne apaçık düşmanlık yapan, Şeriat'a karşı olduğunu
açıkça ifade eden, Avrupa ile bütünleşmeyi savunan, İslam'ın yeniden hakim
olmasından, aslanın karşısındaki tilki gibi korkusundan tir tir titreyen densizlerden bu vatan ve millete ve
bu dine faideli icraatlar beklemek en büyük bir yanılgı olur.
Hükümet
edebilmek için düşman kapısını çalmak, onun yardımını dilenmek, mevki, mal ve
makam için alçakların önünde eğilmek onlara riyakârlıkla boyun eğmek kadar
aşağılayıcı bir şey olamaz. Eskilerin "Ya Rabbi değil beni namerde, merde bile muhtaç
eyleme"
diye dua etmeleri her halde yukarıda izaha çalıştığımız inceliği çok iyi
farkettiklerinden olsa gerektir. Namerde muhtaç olmamak, düşmana boyun eğmemek
için mertçe çalışmak lazımdır.
"Dini
doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini,
sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için
hukuk düzeni yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam Allah'a ortak
koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de
doğru yola iletir." (Şura/13)
İlk
insan, ilk Peygamber Hz. Adem Aleyhisselamla başlayan insanlık tarihi, hak ile
batılın çetin mücadelesine sahne olmuş, vahyin aydınlığında gözler kamaştıran
medeniyetler kuran insanlık, zaman zamanda cehlin, küfür, şirk ve nifakın koyu karanlığı içerisinde
hayvanlardan daha aşağı derecelere düşüp
vahşet ve zulmün en çirkinini sergilemiş ve dünyayı yaşanamaz hale getirmiştir.
Beden ikliminde ruh hükümdar, akıl vezir olur ve ilahi ahkâm hakim kılınırsa,
böylesi kişiler kemâlatın doruğuna yükselir ve bu kişilerin yönetimindeki
toplumlar cennetî bir hayat yaşarlar. Fakat beden ikliminde nefis hükümdar,
şeytan vezir olur ve tağutî sistemler uygulanırsa bu kişiler bayağının
bayağısı, aşağının aşağısı bir çukura yuvarlanır ve böyle kişilerin
yönetimindeki toplumlarda hayvanlardan daha aşağı bir yaşantıya mahkum olurlar.
20. asrın zavallı insanını nefis, şeytan, şehvet ve dünyevî menfaat ve çıkarlara esir ve köle yapan ve
insani vasıflardan soyutlayan kötü yöneticiler ve onların uyguladıkları şeytanî
ve tağutî sistemlerdir. Bugün yeryüzünde meydana gelen zulüm, vahşet ve tüm
kötülüklerden bu tağutlar ve tağuti düzenler mesuldürler. Aynı zamanda bu kötülüklerle mücadele etmeyen,
hakkın hakimiyeti için çalışmayan, miskin miskin köşesinde pinekleyen
müslümanlar da baş sorumludurlar. Çünkü Allah celle celaluhu İslam'ı bir hukuk
nizamı dünyamızı da, ukbamızı da mamur edecek bir ilahi nizam olarak va'z etti
ve bu nizamı yaşamayı, yaşatmayı ve hakim kılmayı müslümanlar üzerine bir
farîza kıldı. Tevhid mücadelesinin bayraktarı Peygamberler dini hakim kılma
yolunda görülmemiş zulüm ve işkencelere uğramış ve fakat asla yılmamış,
bıkmamış ve usanmamışlar ve Allah Teâla'nın yardımı ile nübüvvet vazifelerini
en mükemmel bir şekilde yerine getirmişlerdir. Yahya Aleyhisselam'ı bir koç
gibi boğazlıyanlar, Zekeriye Aleyhisselamı testere ile biçenler, Cercis
Aleyhisselam'ın vücudunu demir taraklarla tarayıp, parça parça edenler,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i yurdundan çıkaranlar, taşa tutanlar, üzerine işkembe
atan, yoluna diken saçan, onu öldürmek için tuzaklar kuran ve üç yıl boyunca
boykot ilan edip toplumdan tecrid edenler, akıl almaz iftiralarla ona acıların
en şiddetlisini tattıranlar yok olup
gittiler ve cehennemin alevli ateşleri arasında ebedi azab olunacaklardır. Ve
onlara, taparcasına sarıldıkları ne malları, ne makamları ve ne de çokluğu ile
öğündükleri evlatları ve ne de bu hususta kendilerine yardımcı olan
dalkavukları fayda verecektir. Fakat Tevhid sancağı altında toplanan,
Peygamberleri bir gölge gibi takip eden, onların izi üzerinde yürüyen ve
onların getirdiği Şeriat'a tâbi olup, onun uğrunda herşeyleri fedaya hazır
olanlar ve zamanı gelince de feda edenler işte onlar gerçek kurtuluşa erenler
ve Allah'ın Rasûlünün razı olduğu bahtiyarlardır.
Allah
yolunda havari olan mü'minlere yapılan zulüm ve işkenceler onların bedeninde
yaralar açmış, tahribat yapmış ise de ruhlarına tesir etmemiş, onlar zahiri
zulüm ve işkencenin altında manevi bir bayram şenliği yaşamışlardır. İbrahim
Aleyhisselam için ateşi gülistana çeviren Allah, imanından dolayı işkencelere
düçar olan müslümanları da, cennetin sonsuz nimetleri ile müjdeleyerek onlardan
razı olduğunu muştulayarak Allah yolunda çekilen çileleri bir zevk, Allah için
şehadeti bir sevda kılmıştır. Yüzlerce metre uzunluğunda kazılan çukurlarda
yakılan alevli ateşlere, yalnız Allah'a inandıkları ve O'nun Şeriat'ına tâbî oldukları için atılan
müslümanlar, bedenleri cayır cayır yanarken ruhları kanatlanıp cennete uçuyor
ve gerçek vuslata eriyorlardı. Ateşin
etrafında toplanıp müslümanların alev alev yanışlarını seyreden kâfirler ve
kahkahalar atarak sevinç çığlıkları koparan zalimler o alevli ateşin içinden
cennete, ebedi hayata, yaratıcı ile vuslata yol aldığını nasıl bilebilirlerdi?
İsa aleyhisselam'ın elçilerine tabi olup, müslüman olmaya davet ettiği kavmi
tarafından taşlanarak, şehid edilen Habibi Neccar'a min tarafillah "gir cennete" denildiğinde kendi kendine "keşke kavmim
Rabbimin bana mağfiret ettiğini ve benim Allah'ın ikram ve ihsanına nail
olduğumu bilselerdi" diye kendisine zulüm ve işkence ile şehid eden
kavmine nasıl acıdığını, gerçek mü'minlerin kalbinin iman, muhabbet, merhamet
ile nasıl dopdolu olduğunu, dünyanın bütün maddî hazinelerini verseniz
alamayacağınız kadar paha biçilmez bu değerlerin ancak ve ancak Allah'a iman ve
onun Peygamberine tâbi olmakla mümkün
olabileceğini münkirler, islam düşmanları
bir bilebilseydiler. Bu paha biçilmez
hazineleri elde etmek için bütün mallarını sarf eder, bütün imkanlarını kullanır ve bu uğurda
canlarını feda ederlerdi.
Ey
müslüman!
Bilâli
Habeşî radıyallahu anh'ın asırları aşarak sana ulaşan (Allahu Ahad) mesajı daha
ne zaman içinde fırtınalar koparacak ve yaşantında inkılablar yapacak?
O
Bilâl ki, Mekkeli müşrikler tarafından kızgın kumlara yatırılmış ve üzerine
koca koca taşlar yuvarlanmış ve imanından dönmesi için sürekli işkence
ediliyordu. Ve fakat o bir iman âbidesi olarak, kâfir ve zalimlerin küfre
davetlerine (Allahu Ahad) Allah birdir diye cevap veriyordu.
Ey
müslüman!
Zulmetler,
şehvetler, bedbahtlıklar yurdu, nefis yurdundan hicret edip, Allah'a yönelip,
Şeriat ikliminde yeniden hayat bularak şirk, nifak, dalalet ve masiyet putları
ile kirlenmiş gönül Kâbeni ne zaman feth edeceksin?
Ey
müslüman!
Allah
yolunda, vatanlarını, ailelerini, çoluk çocuklarını, mal ve mülklerini
terkederek Medine'ye hicret eden mücahidleri düşün.
Müslüman
olmakla, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i ve Mekkeli müslümanları
Medine'ye davet etmekle bütün kafirlerin ve müşriklerin kin ve gayzını üstlerine celbeden ve bütün mal ve mülklerini
muhacir kardeşleri ile paylaşan, onlara kucak açan Ensarı düşün.
Ey
müslüman!
İlayi
kelimetullah için batılın yok olup
Hakkın hakim olması için, savaşırken harp meydanında vücudu delik deşik
parça parça edilmiş, kulakları, dudakları, burunları kesilip zalimlerce
gerdanlık yapılmış seyyidüş şüheda Hamza radıyallahu anh ve bu asrı saadet
şehidlerini takip eden milyonlarca şühedayı düşün.
Ey
müslüman!
Daha
ne zaman yalnız Allah rızası için ve yalnız Allah'ın rahmetini umarak ve bütün
işlerin başına İslam'ı geçirerek (önce İslam)
diyerek silkinecek ve kınayanın kınamasından korkmadan ‘ben de havarilerdenim’ diyeceksin?
Ey
müslüman!
Nefsine
basıp öte geçmedikçe nefsi her türlü şirk, nifak ve kötülüklerden, ucub, kibir,
hased, yalan, riya gibi ahlâkı mezmumeden temizlemek için bir cihad-ı ekber
yapmadıkça kurtuluş yoktur.
Kendini
kurtaramayan başkasını nasıl kurtarabilir?
Bir
müslüman imanından sonra nefsinin bütün kötülüklerinden hicret etmedikçe ve
gerektiğinde yurdundan da hicret etmedikçe ve Allah yolunda yalnız onun rızası
için cihad etmedikçe, imanının gereğini yaşantısında tezahür ettirmedikçe kurtuluşa
eremez.
İman
edenler, Allah yolunda hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler yok mu?
İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah mü'minleri hakkıyla mağfiret edici
ve rahmet edicidir." (Bakara/218)
Ey
müslüman!
Bugün
Bosna'da, Çeçenistan'da, Azerbaycan'da, Filistin'de, Keşmir'de, Cezayir'de ve
tüm dünyada kâfirlerin tağutların zulüm ve vahşeti altında inim inim inleyen
namusu kirletilen masum bacıların, anaların, ak saçlı ninelerin, ak sakallı
dedelerin feryat ve figanını duymuyor ve hâlâ küçük hesaplar peşinde nefis ve
şeytanın uşaklığını yapıyorsan, onlara yardım elini uzatmıyorsan, dualarla
olsun ona destek olmuyorsan kalbini yokla ne derece müslümansın?
"İşte
onlar, Allah'ın kâlblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir ve
onlar gafillerin kendileridir." (Nahl/108)
Mekke'de
doğan İslam güneşinin çok kısa bir zaman içerisinde, Arabistan sınırlarını
taşarak üç kıtayı aydınlatmasında, İslam davetçilerinin çok büyük katkısı
olmuştur. Onlar ki dünyevî hiçbir karşılık beklemeden, yalnız Allah rızasını
talep ederek, gösterişsiz, şan ve şöhretten arslandan kaçarcasına uzak durarak,
mütevâzi, sevdalı, büyük bir azim ve
gayretle İslam'ı en uzak ülkelere kadar taşımışlardır. Onlar bu dâvetlerinde
her zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i örnek almış ve O'nun sünnetine tam ittiba
ederek, kendilerinden hiçbir şey katmadan Kur'anî hakikatları bütün
berraklığıyla tebliğ etmişlerdir. İlk müslümanlarla başlayan bu dâvet insanı
hayretten hayrete düşüren boyutlara ulaşmıştır. Küfür ve şirkin karanlığından
kurtulup, Kur'an'ın aydınlığında imanın sınırsız manevî lezzetini tadan her
müslüman en yakınlarından başlamak üzere bütün insanlarığın kurtuluşu için
görülmemiş fedakârlıklar yapıyor gece gündüz demeden insanları İslam'a
kurtuluşa davet ediyorlardı. Zamanımız davetçilerine örnek olması bakımından
İbni İshak'ın rivayet ettiği şu hâdiseleri nakletmek istiyorum. "Ben-i
Sa'd bin Bekr kabilesi, ileri gelenlerinden Dimam bin Salebe isminde birini
elçi sıfatı ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına göndermişti.
Bu adam Medine'ye vasıl olunca devesini Mescidi Nebi'nin önünde çöktürdü ve ön
ayaklarını bağladı. Sonra Ashab-ı Kiram ile birlikte mescide girdi. Yakın bir
yere yanaşarak "İçinizde
Abdullah'ın oğlu Muhammed kimdir?" diye sordu. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem
kendisi olduğunu bildirdi. Sa'lebe Hz. Peygambere hitaben: "Sen gerçekten Muhammed
misin?"
diye sordu. Hz. Peygamber de "Evet" cevabını verdi. Sa'lebe: "Eğer münasebetsiz saymazsan senden
birkaç şey daha soracağım. Senin ve huzurunda bulunanların ve daha sonra sana
geleceklerin mabudu namına yemin ederek söyle! Seni Allah bizlere Peygamber
olarak mı gönderdi?" Hz.Peygamber: "Vallahi evet" dedi. Sa'lebe: "Aynı şekilde yemin et. Allah yalnız
kendine ibadet etmemiz, kendisine ortak koşmamamız ve atalarımız için sana
emirler gönderdi mi?" Hz. Peygamber yine "Vallahi evet" diye cevap verdi. Sonra bu adam Hz. Peygamberden namaz, oruç
gibi İslam'ın rükûnleri hakkında sorular sordu. Nihayet İslamı kabul ederek lailahe illallah muhammedün rasûlullah kelimeyi tayyibesini okudu ve "İslam'ın emrettiklerini yerine
getireceğim ve yasak ettiği şeylerden sakınacağım ondan ne fazla ne de eksik
bir şey yapmıyacağım." diye selam vererek huzuru Peygamberîden ayrıldı. Devesinin
bağını çözüp kabilesinin yanına gitti. Kabilesini topladı ve onlara şöyle hitap
etti: "Lat
ve Uzza putları batıl şeylerdir." Bunu derdemez topluluk: "Sus!.. Cüzzamdan, aklını
kaybetmekten sakın!.." diyerek putlara karşı çıkmasının doğuracağı sanılan
musibetleri ona hatırlatmak istediler. O da: "Ayıp size! Vallahi o putlar size
ne iyilik ne de kötülük yapabilirler. Zira Allah bir Peygamber gönderdi ve O'na
bir kitap indirdi ki bunun vasıtasıyla sizler dâlaletten kurtulasınız. Şehadet
ederim ki Allah vardır ve O'ndan başka da ilah yoktur. Muhammed O'nun
Rasûlüdür. Bu Rasûl'ün neleri emrettiği ve neleri yasakladığına dair sizlere
haberler getirdim." dedi. Bu hitabeden sonra daha akşam olmadan Beni Sa'd
kabilesinden İslamiyeti kabul etmeyen ne bir erkek ne de bir kadın kaldı. Gerek
bu hadise ve gerekse Medine'de Mus'ab bin Umeyr vasıtasıyla İslam'la şereflenen Useyd bin Hudayr, Sa'd bin Muaz ve
bu iki zatın kabilesi olan Abduleşhel oğullarının toptan müslüman olması gibi
her dâvet gönüllere sürûr verecek şekilde neticelenmedi.
Mesela
Taifin ileri gelenlerinden Urve b. Mes'ud da aynı Dimam b. Salebe gibi müslüman
oluşunun hemen arkasından büyük bir şevk ve aşkla kabilesini İslam'a davet
etti. Taif halkı bu davete şiddetle karşı çıktığı gibi onu ok yağmuruna tutarak
şehid ettiler. Kâlbleri, kulakları mühürlü, gözleri perdeli olanlar, Kur'an
hakikatlarını anlayamadı, duyamadı ve göremedi. Küfür ve şirklerinde ısrar
ettiler. İnat ettiler. Hak ve batıl mücadelesinde Mus'ablar, Urveler, eksik
olmadığı gibi Ebu Cehiller, Ebu Lehebler de eksik olmadı. Zamanımızın münkir, ateist ve müşrikleri de
aynı inat ve ısrarla İslam'a karşı kin ve düşmanlıkları sürdürüyorlar ve
müslümanlara acımasızca zulüm ve işkencelerini devam ettiriyorlar ve bu
yaptıklarından vahşi bir zevk alıyor, saldırdıkça saldırıyorlar. Bütün bu
düşmanlıkları, vahşi saldırıları göğsünde söndürecek, ılık İslam nefesi ile
buzulları eritip Rahmet ırmaklarına dönüştürecek İslam davetçileri, cihad
erleri, asr-ı saadet neşesi ile merkezi bir Darul Erkam eğitiminden sonra
yollara düşüp diyar diyar Kur'an hakikatlarını anlatmadıkça, gönüller İslam
inkılabı ile tutuşturulmadıkça, insanlığın huzura kavuşması, insanın insanca
yaşama hakkına sahip olması imanın gereğini savunup, hayata geçirmesi mümkün
olamaz. Çünkü insanlık Kur'an gölgesinde yaşamaya muhtaçtır.
Hangi
dinden ve inançtan olursa olsun insanlar kendi dinlerine göre yaşama hakkını
ancak İslam'ın idaresinde elde edebilirler. Bunun en güzel örneği Kudüs'ün Hz.
Ömer radıyallahu anh'a teslim edilmesi anında Kudüs halkına verilen
amannâmedir.
"Bismillahirrahmanirrahim.
Allah'ın kulu ve mü'minlerin emiri bulunan Ömer tarafından bura halkına verilen
amannâmedir. Emiril mü'minin hasta olsun, sıhhatte bulunsun bütün halkın mal ve
canlarının korunacağını garanti eder. Aynı zamanda ibadet yerlerine, haclarına
ve dinlerine dokunulmayacağını temin
eder. Halkın kiliseleri tahrip edilmeyeceği gibi, mesken haline de
getirilmeyecektir. Eskiden sahip oldukları haklar aynen muhafaza edilecektir.
Ne Malik oldukları şeylere bir halel gelecek ve ne de mezhepleri mevzuunda bir
baskı yapılacaktır. İçlerinde hiçbir kimse hiçbir şekilde zarar
görmeyecektir."
İnanç
hürriyeti, inancını yaşama hürriyeti mal, can, namus emniyeti bu denli bir
garanti altına alınmış hangi sistem vardır? Batı batı diye ruh sağlığını
kaybetmiş, salim düşünme melekesini
kaybetmiş bizim yarı okumuşlar, cehalet ve inadı bırakıp da kendi
değerlerimizi araştırma zahmetine katlansalar, eminim ki islam'a karşı Ebu
Cehilâne bir düşmanlı olmayan yalnız cehaletinden dolayı yolunu kaybedenler bu araştırmanın
neticesinde hakkı bulamayacaklar, kendilerinden çalınan kıymetlerin farkına
varacaklar ve yüzlerini Batı'dan çevirip İslam'a yönelecek ve kurtulacaklardır.
"Kim,
Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir? Onlar (kıyamet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahidler de 'İşte
bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir' diyecekler. Biliniz ki, Allah'ın
la'neti zalimlerin üzerinedir. Onlar (insanlar) Allah'ın yolundan alıkoyan ve onu eğriltmek isteyenlerdir.
Çünkü onlar özellikle ahireti inkâr ederler." (Hûd/18-19)
Basiret
körlüğü ve firaset kıtlığı kişiyi manen kısırlaştırır. Dünya hırsı ve tama'ı ve
hased, ucub,kibir, kin gadab gibi mezmum huylar aklı ifsad eder, idrâkı
perdeler, salim düşünme melekesini yok eder. İşte böylesi insanlar Hak ve
Hakikatı görmezler. Akıllarını kulluk için, hayırlı salih ameller için
kullanamazlar, düşünceleri bulanık,kâlbleri
karma karışık ve işleri darmadağınıktır.
Kâlbleri
ve kulakları mühürlü, gözleri de perdeli olan kâfirler ile, kâlblerinde nifak
ve hased hastalığı bulunan, bozguncu, yalancı ve iki yüzlü münafıklar Allah'a
iftira ederler, Peygambere iftira ederler, Allah'a kulluktan başka hiçbir
hesabı olmayan müslümanlara iftira ederler
ve insanları Allah yolundan alıkoymak, dalalete düşürmek, şeytana ve şeytanî
yollara tâbi kılmak için durmadan çalışırlar. Çünkü nefisleri ve şeytan onları
istila etmiş, şeytanın, tağutun ve tağuti düzenlerin taraftarı olmuşlardır.
Kalıplar hoş, giysileri görkemli, yürüyüşleri endamlı, dünyevî makam ve mevkileri yüksek olsa da onlar elbise giydirilmiş kütükler, duvara dayatılmış
keresteler gibidirler. Korkak ve ürkektirler. Elde ettikleri dünya nimetlerinin zevalinden sürekli bir
endişe içindedirler. Pay aldıkları sistemin değişmesinden, yıkılmasından
ölesiye korkarlar. Onun için değişimi
önlemek mevcut sistemi korumak için her türlü
iftira, yalan, fitne ve fesat odaklarını harekete geçirirler. Onlar için
önemli olan çıkarlarıdır. Memleket harap olmuş umurlarında bile değildir. Yeter
ki kendi menfaatları zarar görmesin. Çünkü onlar ahiret gününe inanmazlar,
hesaba inanmazlar. Onlar İslam adına yapılan her hareketi anında boğmak için
önce medyayı kullanırlar, kamuoyu oluşturmaya çalışırlar. En küçük bir hadiseyi
görülmemiş bir şekilde mubalağa ederler. Mesela 8-10 yaşındaki Kur'an Kursu
talebelerini irtica ordusu olarak sunarlar. Başörtüsünü mukaddes cihad için
açılmış bir sancak olarak nitelerler. 3-5 kişinin bir evde toplanıp yaptıkları
İslami bir sohbeti devleti yıkmak için teşkilanmış bir örgüt olarak lanse
ederler. Küfür, şirk, nifak ve fuhuş
kokan mevkutelerle de en büyük puntolarla idama karşı olduklarını ilan ederler.
Köşe yazarları idamın insanlık onuruna yakışmadığından, ilkel bir ceza usülü olduğundan
medeni toplumlarda yeri bulunmadığından
bahsederler. İnsan hakları çığırtkanlığı yaparlar ve fakat idam
müslümanlar için mevzuu bahs olduğu ve beklendikleri idam tahakkuk etmediği
zaman, hakime söverler, savcıya küfrederler ve kâlbleri kadar kararmış
suratlarını bütün çirkinliği ve izhar ederler. Medyaya yapılan bu karalama ve
iftira kampanyasından sonra düzenin
diğer güçlerini hareket geçirmeye çalışırlar ve hatta işi askeri darbelere
kadar götürürler. Kendi pisliklerini, vurgunlarını, soygunlarını örtbas etmek
için nazarları kendi üzerinden çevirecek, zihinleri başka şeylerle meşgul
edecek gündemler oluştururlar. Böylece milletin ve vatanın faidesine olan ciddi meseleler gündemden çıkarılıp,
toplum, planlı bir şekilde hazırlanan hayali gündemlerle meşgul edilir. Asrın
müstekbir ve müstebid devletleri de mazlum ve mustazaf milletleri aynı şekilde
aldatırlar. Gündemi kendileri oluştururlar. Yapacakları mel'anetleri
pazarlardan gizlemek için devletler ve milletler kamuoyunda önce kendilerini mazur
gösterecek ve sonra da destekleyecek bir strateji çizerler. Amerika ve Batılı
Müttefikleri'nin Irak ve Somalili çocukların, kadınların, ihtiyarların açlıktan
iskelet haline gelmiş görüntüleri...
Aylarca bu ve benzeri görüntüleri seyreden dünya kamuoyu, Amerika ve
müttefiklerinin Irak'a daha sonra da Somali'ye çıkarma yapmalarına artık tavır
olmayacak ve hatta onları bir kurtarıcı olarak görecektir ve böylece
Amerika'nın Kuveyt'teki menfaatlerini
korumak için, petrol için ve aynı zamanda İsrail için tehdit oluşturacak askeri
bir güç haline gelen Irak'ı yok etmek için, müdahale ettiği gözlerden gizlenmiş
olacaktır. Somali'de benzer bir konumdadır. Afrika'nın güneydoğusunda
yüzlerce kilometrelik bir sahile
sahiptir. Kızıldeniz'in güven kapısındadır. Kabileler arasında vukû bulan iç savaşta İslami sistem isteyener
duruma hakim olmak durumundalar. Ayrıca zengin petrol yataklarının olduğu
tesbit edilmiştir. Öyleyse Somali Batı'nın kontrolünde kalmalıdır. Bunun için
de yukarıda zikrettiğimiz senaryo hazırlandı ve yine barbar Hristiyanlar yanlarına gafil
müslümanları da alarak Somali'ye kurtarıcı olarak girdiler.
Bütün
tarih boyunca bu böyle olagelmiştir. Tevhid mücadelisinin sancaktarı
Peygamberler karşı tavır alanlar aynı yollarla Hak kervanının önünü kesmeye
çalışmışlardır. Önce psikolojik bir savaş. Bunda muvaffak olamadıkları zaman da
sıcak savaşla Allah'ın nurunu söndürmek istemişlerdir. Mekke müşriklerinden
Nadr bin Haris Acem ve Rumların masallarını anlatan kitapları getirir ve
Mekkelilere "Muhammed
size Âd ve Semûd kavminin masallarını
anlatıyor . Ben de size Rum ve Acem masallarını anlatacağım." der ve o masallar okuyarak Mekkelilerin
Kur'an'ı dinleyip müslüman olmalarını engellemeye çalışırdı. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem Mekke'ye gelen insanlara İslam'ı anlatırken,
müşrikler de hemen o kişilerle görüşerek onun bir mecnun olduğunu söylerler ve
müslümanların Kâbe'de açıktan Kur'an okumaların men ederdi. Çünkü insanların
Kur'an'ın cazibesine kapılarak müslüman olmalarından korkuyorlardı. Böylece çıkar düzenleri yıkılacaktı. Bu
zulüm ve çıkar düzenindeki farklı konumları yok olacaktı. Güçlülerinin zalim de
olsa haklı, zayıfların mazlum da olsa haksız olduğu tağuti düzenler
yıkılacaktı. Müstekbirleri, müstebidleri korkutan inkılapdı bunlar. Hicret ve hicretle beraber Medine'de
tesis edilen İslam devleti, küfür cephesini daha köklü tedbirler almaya ve yeni müttefikler bulmaya zorladı. Böylece Mekkeli müşrikler, Yahudiler
ve münafıklarla anlaştıkları gibi diğer kabileler de müslümanlar aleyhinde kışkırtmaya
başladılar.
Her
fırsatta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi ve müslümanları tahkir
ettiler. Bir gün Hz. Peygamber hayvanının üzerinde müşrik, Yahudi ve
müslümanların karışık olarak oturduğu
bir semtten geçiyordu. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül
yüzünü kapatarak,
-
Toz kaldırma diye bağırdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem oradakilere
Kur'an'dan ayetler okudu. Müslüman olmayanları dine davet etti. İbni Selül: "Bana bak ben bunlardan
hoşlanmıyorum. Dediklerin doğru da olsa yine de bizi rahatsız etme" diye hakarete yeltendi. Bu edebsizlik
karşısında orada bulunan müslümanlar galeyana geldi. Münafığa haddini bildirmek
istediler. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müsaade etmedi.
İslam
düşmanları her fırsatı değerlendiriyor ve müslümanların kâlblerine, şüphe
sokmaya çalışıyorlardı. Bütün bunlar bir netice vermeyince de silaha
sarıldılar. Bedir, Uhud ve Hendek gibi savaşlarla İslam'ı yok etmeye
çalıştılar. Netice, İslam'ın zaferi şirk ve küfrün yok oluşu..
Evet
bu hep böyle olageldi ve bundan sonra da böyle olacak. İslam düşmanları yapmak
istediklerini yapmaya çalışacak. Medya ile savaş verecekler, psikolojik savaş
verecekler. İç hesaplaşmada zaafa düşerlerse dış güçlerden yardım
isteyeceklerdir. İslami cepheyi zaafa uğratmak için aralarına fitne ve fesat
sokacaklar. Kâlblerine şüphe ilka edecekler ve son olarak sıcak savaşlara
başvuracaklar.
Müslümanlar
Tevhid mücadelesinin değişmeyen bu tarihi seyrini çok iyi bilmeliler ve ona
göre davranmalıdırlar. Müslümanların oyuna gelmemesi aldanmaması, tuzaklara
düşmemesi için öncelikle ehli sünnet vel cemaat itikadına göre inancı tashih ve
tahkik etmeli her türlü bid'at ve hurafelerden korunmalı ve sonra da ihlas ve
samimiyetle inancının gereğini yaşamalıdırlar. Tüm İslam toplumunu kucaklayan,
cemaat şuurunu uyandıracak olan bir davet ve bir eğitim seferberliği yapmalıdırlar. Herşeyden sürekli şikayet eden
bizler, şikayetlerin bitmesi için sürekli çalışmalıyız.
"Irz
ve namustan mahrum olanlar, millet ve vatan hissi taşımazlar. Böylelerinden
sakınmalıdır." (Mevlana)
Irz
ve namus kavramı din kökenlidir. İnancı olmayanın ırz ve namustan da nasibi
yoktur. Bunlar aynı zamanda millet ve vatan sevgisinden de mahrumdurlar. Böyleleri en küçük bir
menfaat karşılığında milleti de, vatanı da düşmanlara peşkeş çekebilirler.
Onlar vatanı basit bir toprak parçası, milleti lüzum ettikçe kullanılan
değersiz bir paçavra olarak görürler. Yakalandıkları bulaşıcı dinsizlik,
iffetsizlik, ahlâksızlık, millet ve vatan sevgisizliği hastalıklarını bütün bir topluma yansıtma ve bulaştırma isteği
onları için için kemirip ve temiz kalmış
herşeye düşman kesilirler. Bu bir ruhî bunalım akli bir dengesizliktir ve bir
nevi cinnettir. İşte Mevlana gibi büyük bir mana insanı, gönüller sultanı
asırlar ötesinden bizleri uyarıyor bu
gibi insanlara karşı uyanık olmamızı, sakınmamazı ve toplumu da sakındırmamızı
tenbihliyor.
TV.
ekranlarını, radyo mikrofonlarını, gazete ve mecmua sayfalarını Bizans
fahişelerini bile utandıracak şekilde ahlâksızlık, iffetsizlik ve dinsizliğe açanlardan, millet ve memleket
hayrına ne beklenebilir? Oyuna getirildiğine, asla böyle bir işi
yapmayacaklarına inandığımız Sivas mağdurlarına idam cezası verilmediği
için kalemlerinden din düşmanlığı
fışkıran bu zavallılar dinsizliğini apaçık ilan eden Nesinleri savunanlar
kimlerle beraberdirler? Bangladeşli ateist
Teslime Fransa'da , Nesin Amerika'da ödüllendiriliyor niçin?
Şeriat
düşmanlığını, başörtüsü düşmanlığını, Kur'an Kursları, İmam Hatip Liseleri
düşmanlığını, her fırsatta ve her yerde ve hatta TBMM kürsüsünden ilan edenlerin mayasında var
olanı ve yapılanların o mayadan dışa vuran pis kokusunu farkedelim. Farkedelim
ki toplumumuzu bu asalaklardan arındıralım.
"Sakın
kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının
ziynetine gözlerini dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı hem daha
süreklidir." (Taha/131)
Dünya,
ahiret yolculuğu üzerinde bir duraktır. Bir imtihan yeridir, fânidir. Netice
itibari ile yok olup gidecektir. Cennetin sonsuz güzellikleri yanında bir
çöplük mesabesindedir. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bebeğin
ana rahmindeki yaşantısını düşününüz? Dünya hayatı, ahiret hayatına nisbetle bu
kadar bile değildir. Dünya hayatını değerlendiren iman ve imanın gereği olan
İslamî yaşantıdır. İslam'ı yaşamak ise,
islam'ın hakim olması ile mümkündür. İşte müslümanın ilgi duyacağı mücadelesini
yapacağı saha, bu sahadır. Hayvanlar mide ve şehvetlerinin zebunudurlar. Onun
için uğraş verirler. Atalar ne güzel demiş: "Deveyi yardan atan bir tutam
ottur." O,
uçurumun kenarındaki bir tutam otu yemek için uzanır, neticede uçuruma
yuvarlanarak helak olup gider. Hayvanı boğazlayacakları yere götürürken otla aldatılır. Zavallı hayvan ne
bilebilir ki otun arkasında ölüme koşuyor. Hayatı yemek, içmek, şehvet ve
nefsani arzuları tatminden ibaret sayan ve ölüm
ötesi hayata inanmayan kişilerin
hayvanlardan ne farkı kalır ki? Ve hatta kendisine verilen akıl nimetini
kullanıp Peygamberlere tâbi olarak müslümanca yaşamadıkları için hayvanlardan daha da aşağı duruma düşmezler
mi? İslam farklıdır. Müslüman da farklıdır. Öyleyse müslüman farklı
davranışların insanıdır. O, geçici dünya hayatında, ebedi hayatın temsilcidir. Fâni olana değil, ebedî olana taliptir. Fâni
olanı, ebedi olanı elde etmek için vasıta olarak kullanır. Görünüşte halk
içindedir. Kalbi ise her an Hak iledir.
Allah'ın her an kendisi ile beraber olduğunu ve kendisine şah damarından
daha yakın olduğunu bilir ve dünyaya rağbet etmez. Nazargâhı ilahi olan kalbini
dünya muhabbeti, mal ve makam hırsı ile
kirletmez. Kâfirlerin, fasık ve facirlerin
elde ettikleri geçici dünya ziynetlerine, mal ve mülklerine, makam ve
mevkilerine bakarak onlara imrenmez, onlara meyletmez. İslam'ın
baharında yaşayan bir müslüman, dünya
çöplüğünde keyifle deşinen kargalara nasıl gıbta edebilir? Gül bahçesini
bırakıp, mezbeleye nasıl rağbet edebilir? Beş vakit namazda "Ancak sana kulluk eder ve yalnız
senden yardım dileriz." diye günde kırk defa Rabbine söz veren bir müslüman tağutların
iltifatlarına, şeytani düzenlerin inancından taviz vermesine karşılık, sunduğu
değersiz dünya metaına asla tenezzül
etmez. Müslüman ihlasla kulluğa devam eder ve Allah'a verdiği misaka sadık
kalırsa, Allah onun muîni olur, nefsine,
şeytana ve şerir insanlara karşı cihadında yardımcısı olur. Hz. Yusuf
Aleyhisselam Mısır sarayına köle olarak
satılmıştı da sarayda vezirin karısı
Züleyha Hz. Yusuf'u arzulamıştı. Züleyha güzel, soylu bir kadındı ve zengindi.
Teklif Züleyha'dan geliyor ve çok şiddetli bir arzu gösteriyordu. Hz. Yusuf
Aleyhisselam Allah'ın yardımı olmadığı takdirde, beşerin ayağının kayabileceği
bir konumda idi. Hz. Yusuf aleyhisselam kulluğunda ihlas sahibi olduğu için
Allah'ın yardımı yetişti. "Böylece biz ondan (Yusuf'tan) kötülüğü berî ettik. Çünkü o bizim
muhlis kullarımızdandı." (Yusuf/24) Evet Hz. Yusuf'un kulluktaki ihlası, Allah'ın
yardımını celbetti. Allah'ın yardımı sayesinde kurtuldu. İnsanlar için,
insanlar arasından seçilen Peygamberler
zincirinde bir halka oldu. Zindana atıldı ama zindanı medreseye çevirdi. Nice
bahtsız insanların hidayetine vesile oldu.Rasulullah sallalahu aleyhi
ve sellem'i davasından döndürmek için Mekkeli müşrikler neler teklif etmediler ki.
Mekkeye kral yapalım dediler
olmadı. Seni Mekke'nin en zengin insanı yapalım dediler olmadı.Seni Mekke'nin en soylu ve en güzel kızı ile
evlendirelim dediler yine olmadı.
"Onlar kör, sağır ve dilsizdirler." Çünkü
onlar hakkı göremiyorlar , gerçeği işitemiyor, bildikleri halde inat
ediyor, Allah'ı birleyip, Hz.
Muhammed sallalahu aleyhi ve
sellem'in Peygamberliğini ifâde eden
kelimeyi tevhidi söylemiyorlardı.
Sonunda zulme başladılar. Başta alemlerin efendisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere, bütün Sahabeyi Kiram çeşitli ve
insanlık dışı işkencelere
düçar oldular. Fakat onlar taviz
vermediler, yılmadılar. İmanlarının verdiği güç ve zafer ümidi, tam bir
teslimiyet ve ebedi âlemde nail olacakları sonsuz nimetler onların sabır ve
sebatını perçinledi ve asla dünyaya meyletmediler. Kendi çıkarları makam ve
mevkileri için değil İslam'ın hakimiyeti için çalıştılar. Allah da onları hem
dünyada aziz eyledi hem de ahirette... Onlar kullukta sebat ettiler. Sadece
Allah'tan yardım dilediler. Çünkü onlar Allah'ın yardım ettiğini hiç kimsenin
mağlup edemeyeceğine tam bir sıdkla inanıyorlardı. Aç kaldılar, susuz kaldılar.
Mallarından, evladu iyallerinden oldular, doğup büyüdükleri vatanlarından
çıkarıldılar. Fakat taviz vermediler. Kâfirlere meyletmediler. Onların
görkemli, geçici ve aldatıcı dünya yaşantılarına iltifat etmediler.
Er
olarak yaşadılar er olarak öldüler. Nefis, şeytan ve dünya zincirlerini
kırdılar ve hür oldular böylece gerçek hürriyetin ulaşılmaz zevkini tattılar.
Mecnuna
sordular sen kimsin?
Cevap
verdi: "Leylâ"
Hangi
memlekettensin diye sordular?
-
"Leylâ" dedi.
Nereye
gidiyorsun diye sorulunca
-
"Leylâ" diye cevap verdi.
Mecnun
Leylâda fani olmuştu. Kendisi dahil herşeyi Leylâ görüyordu. Sonunda zahirdeki
Leylâ onu Mevlâya ulaştırmıştır. Leylâ'nın fâni varlığı yok olmuş, Leylâ'yı
yaratan Mevlâ onun bütün varlığını kaplamıştı.
Bizde
müslümanlar olarak gönlümüzdeki bütün Leylâları söküp atmadıkça, Mevla'ya vasıl
olmadan, ona layık veçhile kulluk edemeyiz. Çünkü gönlümüzdeki her Leylâ,
Mevlâya giden yolda önümüze dikilen birer puttur.
"Ey
iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki korunursunuz." (Bakara/ 183)
Kur'an
ayı, rahmet, mağfiret, arınma ve bağışlanma ayı Ramazan-ı Şerif... Kur'an bu
ayda nazil olmuş ve İslam'ın beş şartından biri olan oruç bu aya tahsis
edilmiştir. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi bu aydadır. O bakımdan
müslümanlar, zekatı bu ayda vermeyi bir örf haline getirmişlerdir. Böylece
nefsini oruçla arındıran müslüman, malını da zekatla arındırarak bayramı tam
bir huzur içinde idrak etmektedir. Oruç
Hz. Adem aleyhisselam'dan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e kadar,
bütün şeriatlarda inananlara farz kılınan kadim bir ibadettir. Biz Ümmeti Muhammede hicretin ikinci
senesinde Şaban-ı Şerif'in üçüncü günü
diğer bir rivayete göre de onuncu günü farz kılınmıştır. Orucun farziyyeti "Ey iman edenler! Oruç sizden önce
gelip geçmiş ümmetlere yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki korunursunuz." ayeti kerimesi ile sabittir. Oruç'da
çok mühim iki haslet vardır ki, bu hasletler oruca ayrı bir mana vermektedir.
1. Oruç bir sırdır. O Allah ile kul arasındadır. Sabırla yapılan derûni bir
ameldir.Orucu kimin tuttuğunu ancak Allah bilir. 2. Oruç şehvetleri zayıflatır.
Şeytan ise şehvetler vasıtası ile insanları
yakaladığından onun elinden büyük bir imkan alınmış olur ve oruca riya
karıştıramaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisi şerifte şöyle buyurmaktadır: "Nefsim yedi kudretinde olan
Allah'a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan
daha hoştur. Allah azze ve celle: Oruçlu, şehvetini,yemesini ve içmesini benim
için terk ediyor. Oruç benim içindir. Onun mükafatını ben vereceğim
buyuruyor." (Buhari-Müslim)
Diğer
bir Hadis-i Şerifte de: "Herşeyin bir zekatı vardır. Cesedin zekatı da oruçtur.
Oruç sabrın yarısıdır." buyurmaktadır.
Müslümanlar
böyle çok mühim bir ibadete Receb ve Şaban aylarında manen hazırlanıyor.Regaib,
Mirac ve Berat gecelerinde yapılan ulvi ve derûni duyuşlar, sezişler ve
müşahedelerle, Kur'an ayından rahmani esintilerle manevi hayatına yeni bir ruh,
yeni bir hayat sunan diriliş nefesleri alıyor. Bahar kokuları teneffüs ediyor
bu manada eski Ramazanlar bir başka idi. Evler, sokaklar, çarşı-pazar bambaşka
bir manzara arzederdi. Herşey ama herşeyde bir canlılık bir hayatiyet bir
hareketlilik insanların gözlerinde bir parıltı, dudaklarında bir tebessüm,
sözlerinde bir letâfet, davranışlarında apaçık bir içtenlik görülürdü. Büyükler
küçüklere karşı şefkatle ve sevgiyle dopdolu, küçükler büyüklerine karşı saygı
ve hürmetin en samimi örneklerini sergilerlerdi. Mutfaklar israftan uzak ve
fakat müslüman kadının o maharetli
ellerinde, az malzemeyle çok çeşitli
iftar sofraları ile süslenirken, bütün aile fertlerinin aile reisinin
muhabbet dolu nazarlar altında büyük bir huşu ile iftar sofrası etrafında Ezan-ı Muhammediye'yi beklemeleri cidden seyretmeye değer bir manzara teşkil
ederdi.Teravih namazları, ramazanın sonuna kadar camiler dolup taşarak
kılınırdı. Beş vakit namazda da camiler dolu dolu olur, sokaklar akın akın
camilere giden insanlarla dolup taşardı. Hele Kayseri'de Hunat, Ulu Cami, Hacı
Kılıç, Güllük gibi tarihi camilerde sahurdan sabah namazı vaktine kadar yapılan
vaaz ve nasihatlar körpe ruhumuzda görülmemiş yankılar yapardı. Gecenin o
alacakaranlığında kadın-erkek, genç-ihtiyar her yaşta müslümanlar kafileler
halinde camilere sel gibi akardı. Biraz geç kalsanız cami içinde yer bulmanız
asla mümkün olmazdı. Fırınlar,
bakkallar, manavlar, kasaplar, kunduracılar, tuhafiyeciler hülasa tüm ticarî
yerler, Ramazan'a ve bayrama özel yiyecek, giyecek hazırlardı. Fakir, kimsesiz, yetim, dul ve
yolculara her türlü yardım yapılır. İftar sofraları misafirlerle
bereketlenirdi. Büyük bir heyecan ve mutlulukla karşılanan Ramazan, aynı
heyecan ve mutlulukla tamamlanır bayram namazı ve bayramlaşmalar büyük bir
coşku ile icra edilirdi. Bayram yemeği kabilenin en büyüğünün evinde yenilir ve
her aile bir kısım yemek yaparak bayram yemeğinin çeşitlenmesini sağlardı.
Sonra bayramlaşmalar, bayramlaşmalar... Büyük küçük tüm insanların
birbirlerini kucaklamaları,
tebrikleşmeleri, en samimi ve içten dualarla birbirlerine saadet ve huzur
dağıtmaları... Hülasa herşey güzeldi. O günleri, Ramazan ve bayramları büyük
bir hasretle özlüyor, maddeye esir olan ruhumuz
ve toplumumuzun yeni Ramazan ve bayramlarda bahar esintileri ile
canlanmasını diliyoruz.
Ramazan
bu heyecan içinde, bu duyuşlar ve sezişler içinde idrak edilirken şurası da
asla unutulmamalıdır: Oruç sadece aç kalmaktan ibaret değildir. Orucu bütün
azalarımıza tutturmalıyız. Bütün haramlardan her zamankinden daha fazla bir titizlikle sakınmalıyız. Gecelerimizi
ihya etmeliyiz. Kur'an ayında her zamankinden daha çok Kur'an ile meşgul
olmalıyız. Salihlerle ve sadıklarla, hayır öğüt nasihatlarda bulunmalıyız.
Beşeri münasebetlerimizde daha hassas davranmalı çevremizdeki insanlara daha
yakın temaslarda bulunmalıyız. Bu mübarek ayda daha cömert davranmalı, günah ve kusurlarımız için tevbe
ve istiğfar etmeliyiz.
İftar
ve sahurlarda tıka basa yiyerek fikrî ve bedenî faaliyetlerimizi felç
etmemeliyiz. Lokman Hekim'in oğluna yaptığı şu vasiyeti asla hatırdan çıkarmamalıyız:
"Oğlum
eğer mide tıka basa dolarsa, fikir ve düşünce uyur ve azalar ibadet etmekten
alıkonur."
"Onların
mallarından zekat al ki bununla onları (günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara dua et.
Çünkü senin duan onlar için sukûnettir. Allah çok iyi işiten ve çok iyi
bilendir." (Tevbe/103)
Zekat,
İslam'ın beş şartından biridir. Nisaba mâlik olan her müslüman için farz-ı
ayındır. Ve zekat, fakirlerin zenginler üzerinde bulunan şer'i bir hakkıdır. Ve
zekat malın manevi kirlilikten arınmasıdır. Çünkü zekatı verilmeyen bir mal
şeriat nazarında kirlidir. Zekat malî bir ibadet ve Allah teâla'nın
verdiği nimete karşı mal bir şükürdür.
Zekatın lügat manasında çoğalma,
bereket, temizlik vardır. Demek oluyor ki nisab'a malik bir müslüman yalnız
Allah rızası için ve Allah emrettiği için zekatını verirse malı bereketlenir.
Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:
"De
ki, Rabbim kullarından dilediğine bol rızık verir ve dilediğinden de kısar. Siz
Allah için ne infak ederseniz Allah onun yerine daha iyisini verir. O rızık
verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe/39) Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyuruyor: "Mallarınızı zekatla koruyunuz. Hastalarınızı sadaka
ile tedavi ediniz. Bela ve musibet dalgalarını da dua ve tazarru ile karşılayınız."
İnsanın
tab'ında mal ve mülke, makam ve mevkiye karşı bir meyil vardır. Kişi iyi
terbiye edilmez, bu duyguları en güzel bir şekilde eğitilmezse, bu kötü
duyguların zebunu haline gelir, kazandıkça hırslanır, hırslandıkça tamaı artar,
tamaı ziyadeleşdikçe cimrileşir. Makam ve mevki de öyledir. Kişi bir makam elde
eder ve o makama ısınırsa, koltuğunu
kaybetmemek için tavizler verir, rakipleriyle mücadelelere girişir. Bu
mücadeleler onu daha da hırslandırır, hırslandıkça hırçınlaşır ve dengesi bozulur, ölçüyü
kaçırır. Makamı İslam'ın hizmetinde kullanacağı yerde kendisi makamın
hizmetçisi haline gelir. İnsandaki mala olan meyil ve hırsı gidermek için
zekat bir fren, makam ve mevki hırs ve
meylini kırmak içinde makam ve mevkiye talip olana onu vermemek prensibi bir
mani teşkil eder. Böylece mal ve makam yönüne doğru akan muhabbet çağlayanları,
Rabbul alemin olan Allah Teâla'ya
yönelir. Bu yöneliş yeni duyuşlar buluşlar ve oluşlarla olgunlaşarak insanda
İslamî bir kimliğin kazanılmasını gerçekleştirir. Böylece insan ruhu bedenin
kesafetinden, kötü duyguların hucumundan maddenin kıskacından kurtularak,
imanın aydınlığında, Kur'an'ın rehberliğinde, sünnetin akislerinde kişinin
varoluşuna mânâ kazandıran, değerlere buluşur ve kemâle erer. İşte o anda, mal
ve mülk,makam ve mevki, evladü iyal sevgisi ilahi aşka, Peygamberî muhabbete
dönüşür.
O
bakımdan zekat hem fertlerin arınmasına
hem de toplumun arınmasına vesile olur. Zengin ve fakirler arasındaki buz
dağları erir. Zenginlerden coşup taşan cömertlik pınarları ile fakirlerde
kaynaşan kanaat çeşmeleri kucaklaşarak İslam toplumunu kardeşlik, huzur ve
sûkunun bahar ikliminde buluşturarak cennetî bir hayatın misalini sergilerler.
Neticede itibari ile toplumu içten içe kemiren, toplumsal patlamaları besleyen,
körükleyen ve kışkırtan fitne ve fesad
odaklarına faaliyet sahası bırakılmamış
olur. Zekat zenginden alınıp fakir ve muhtaçlara dağıtılarak,ekonomik ve iktisadi
bir adaletle sağlanmış olur. İslam dışı düzenlerde görülen, fakir ve dar
gelirli kişileri ağır vergi yükü altında ezme ve ezdirme şöyle dursun, bilakis
malın belirli ellerde toplanmasına mani olunmuş olur. Diğer bir hususta,
kadınların takındıkları altın ve gümüş eşyaları veya yastık altında, kasa ve
keselerde atıl durumda bekleyen nakitleri de zekata tabi kılarak, bu paraların
atıl kalmasını önleyerek piyasanın sürekli canlı tutulmasını sağlamaya çalışır.
Zekatın İslam nizamındaki önemli yerine bakınız ki, Halife Hz. Ebu Bekir
radıyallahu anh: Namaz kılarız, fakat zekat vermeyiz diyerek irtida da yeltenen
Bedeviler için şu tavrı koymuştur:
"Vallahi
namaz ile zekatı birbirinden ayıran kimse ile hiç bakmam savaşırım. Çünkü namaz
bedenî bir ibadet olduğu gibi, zekat'ta
malî bir haktır, ibadettir. Allah'a yemin ederim ki bunlar Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem'e vermekte oldukları deve yularını bile benden
esirgeselerdi, bu yüzden onlara harp
açardım." Bugün
İslam ülkelerinde mevcut olan insan gücü, petrol gücü ve diğer yeraltı ve yer
üstü kaynakları hovardaca israf ve hatta telef edildiği gibi, maalesef, zekat
potansiyeli de büyük ölçüde telef edilmektedir. Bir çok tali işlerde ve
İslam'ın zekatı farz kılmasındaki hikmetten uzak yerlerde sarf edilerek,
özelliği bozulmaktadır. İslam toplumunun dinamiği ilim adamlarıdır. İlmi ile amil,
muttaki ilim adamlarından mahrum
toplumların ayakta durması mümkün değildir. Tarihe şöyle bir dönüp bakınız,
hakkı üstün tutan müstekbir hükümdarlar karşısında bile hakkı müdafaada
yılgınlık göstermeyen, geçici dünya
çıkarları için idarecilere yaltakçılık yapmayan, bilakis onları İslam'a aykırı
her işlerinde uyaran alimlerin bulunduğu toplumlar yücelmişler, ulaşılması çok
güç medeniyetler kurmuşlar ve insanlığı adalet, huzur ve refaha doyurmuşlardır.
Zamanımızdaki
İslam toplumunun çıkmazı gerçek alimlerin olmayışından veya çok az oluşundan yahutta
susturulmalarından kaynaklanmaktadır. Bu gerçeği tesbit ettikten sonra: Zekat mükellefi bütün varlıklı
müslümanlar zekatlarını, şeriatı garrayı darul erkam eğitimlerinde hakiki
mânâda öğrenmeye çalışan, ilim talebelerini bulup vererek en iyi bir şekilde
değerlendirmelidirler.
"Şüphesiz
bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun (başka) yollara uymayın. Zira o (başka) yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır.
İşte
(kötülükten) sakınmanız
için Allah size bunları emretti." (En'am/153)
Hak
yol tektir.O yol sıratı müstakim, dosdoğru İslam yolu, Kur'an yoludur. Batıl
yollar ise pek çoktur. Batıl yollar şeytan yoludur. Tağut yoludur. Netice
itibari ile de insanı helak edici, dünya ve ukbasını yok edici bir yoldur.
Abdullah ibni Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem'in yanında idi. Bir çizgi çizdi, sonra "bu Allah'ın yoludur" dedi. Sonra bunun sağına ve soluna da çizgiler çizdi ve bunlar
muhtelif yollardır. Herbirinin üzerinde kötülüğe davet eden şeytan vardır
buyurdu ve şu ayeti okudu: "Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun (başka) yollara uymayın. Zira o (başka) yollar sizi Alah'ın yolundan ayırır.
İşte kötülükten sakınmanız için Allah size bunları emretti." Evet Allah yoluna Peygamberler ve ona
tâbi olan davetçiler çağırır. Başka yollara, batıl yollara, tağuti yollara ise,
şeytan ve şeytanın peşinden giden insan şeytanları çağırır.
Zamanımızda ŞEYTAN MEDYASI radyo, televizyon, gazete ve dergilerle
binlerce şeytanın yapamadığı tahribatı yapmakta ve insanları hak yoldan
uzaklaştırmak için bütün şer yollarını kullanmakta ve idarecileri tesir altında
bulundurarak menfaatlerine alet etmekte veya idareciler medyayı kullanarak
saltanat ve çıkarlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bunun neticesi olarak da
hak ile batılı ayırt edemeyen düşüncesi bulanık, fikri bulanık, yaşantısı gayri
islamî ve hatta inandığını, müslüman olduğundan gurur duyduğunu söylen nice
insanlar vardır ki İslam dairesinden çıkıp gitmekte ve fakat bunun farkına bile varamamaktadırlar. Onbir
ay İslam'a ve müslümanlara saldıran
boyalı basın utanmazlığın ve iki yüzlülüğün tam bir örneğini sergileyerek Ramazan
ayı geldiğinde Ramazan sayfaları
ayırmakta ve okurlarına güya İslamî bilgiler vermekte, diğer
sayfalarında ise İslam'a yine kin ve nefretlerini kusmaktadırlar. Ramazan
rahmet ayıdır, mağfiret ve arınma ayıdır ve cin şeytanları zincirlere vurularak
insanları ifsad etmesi önlenmiştir. Ama cin şeytanlardan daha tehlikeli olan insan şeytanları zincire
vurulmadığı için fitne ve fesatlarına devam ederler. Onların şerrinden
korunmanın en iyi yolu, onları çok iyi tanımakta mümkündür. Onların yaldızlı
sözlerine, riyakâne davranışlarına bakıpta aldanmamalıdır. Çünkü zehiri altın
kâse içinde sunarlar.
Hasen
el-Basri rahmetullahu aleyh bu hususta şöyle öğütte bulunur: "Siz insanları yaptıkları işlere
göre değerlendirin. Sadece konuşmalarına bakmayın. Zira Cenabı Hak söylenilen
her sözle beraber onu doğrulayan, yahut yalanlayan bir ameli de şart kılmıştır.
Güzel bir söz duyduğunuz vakit sahibini değerlendirmekte acele etmeyiniz. Onun
sözü işine uygunsa ne alâ. İşte bu ne güzel bir nimet. Fakat sözü işine
uymuyorsa, sakın ona aldanma. Şu hali ile o yalnız miskinleri
aldatabilir."
Evet
şeytan medyasına aldanmamak, şeytanın yoluna çağıranların tuzaklarına düşmemek için hak ile batılı,
hayır ile şerri ve hatta iki hayır birleştiği zaman hangisinin daha hayırlı
olduğunu idrak edebilmek için hak olanı, hayır olanı yani İslamı, şeriat
nizamını ve İslam'ın değişmez prensiplerini, eskimeyen ölçülerini, kıyamet
sabahına kadar devam edecek olan esaslarını en iyi bir şekilde öğrenmek mecburiyetindeyiz. Ve cemaatimiz
içinde insanları tehlikelere karşı uyaracak, ahiret amellerine teşvik edecek,
nefsin ve dünyanın yaramaz işlerinden sakındıracak, müstekbirlere karşı hakkı haykırıp boyun
eğmekle mükellefiz. Kötü alimler,
idarecilerin kapısında zilletle bekleşen ve onlardan makam, mevki ve dünyalık
dilenen alim kılıklı insanlar, yol kesicidirler. İnsanların en şerirleridirler.
Onların şerrinden emin olmak için salih kişilerle, muttaki insanlarla beraber
olmalıyız. Onlarla omuz omuza gönül gönüle büyük bir aşk ve sevda ile Allah'ın
yolunda hizmet etmeliyiz ve insanları usanmadan, bıkmadan, yorulmadan ve fakat
insanlara bıkkınlık ve usanganlık vermeden Kur'an yoluna davet etmeliyiz.
İdarecilerin
kapısında dünyalık için zilletle bekleyen ilim adamları, şeytan medyasının ve
şer güçlerin işlerini kolaylaştıran ve toplumun İslam'dan uzaklaşmasına vesile
olan asalaklardır. Onlar iyi teşhis edip, onlardan uzak durmalıyız.
Bir
gün Hasan el-Basri valinin kapısı önünde bekleşen alimleri görür ve onlara şunları söyler:
"Niçin
burada bekliyorsunuz? Cenab-ı Hak sizin gibi hükümdar kapısında bekleşen
bilginleri çoğaltmasın. Sizler dünyalık peşinde koşan şu hükümdarların huzurana
mı girmek istiyorsunuz? Allah'a yemin ederim ki, onlara yakınlık iyilerle
beraber olmaya benzemez. Onların meclisleri salihler meclisi gibi
değildir. Haydin burayı terkedin.
Cenab-ı Hak iman edenleri sizin şu halinize düşürmesin. Ayakkabılarınızı ve en güzel elbiselerinizi
giymişsiniz. Saçlarınızı keserek, gözlerinize sürme çekmişsizin. Şu
halinizle sizler ne kötü bir cemaat
oldunuz. Tamahınızdan dolayı bıyıklarınızı bile kesmişsiniz yazık size Ulemayı rezil ettiniz. Allah celle celaluhu iki yakanızı bir araya
getirmesin. Eğer siz tenezzül ederek onlardaki servete göz dikmeseydiniz, onlar
elbette size yönelecek sizdeki ilme gıbta edecekti. Fakat siz mal ve servete
tamah ettiniz. Bu yüzden onlar ne size meyletti
ne de sahip olduğunuz ilme.
Cenab-ı Hak kendisinden uzaklaşan kullarını rahmetinden işte böyle
uzaklaştırır." Evet ey ilim ehli kişiler! Sizler ne zamandan beridir Allah'ın kapısını
bıraktınız da idarecilerin, zalimlerin kapısında ve niçin
bekliyorsunuz?"
Dikkat
buyurulsun bu sözler şeriatın hakim olduğu, şeriat hükümlerinin icra edildiği bir İslam devletinin valisinin
kapısında bekleyen alimler için söyleniyor. İslam dışı düzenlerin, tağuti
sistemlerin idarecileri önünde İslam izzet ve şerefini zedeleyen kişilere ne
demeli? Cevabını siz verin.
Bir
ırmağı ikinci defa seyretmek mümkün değildir. Çünkü her saniye ve dakikada suyu
değişmektedir. Her ne kadar aynı gibi görünüyorsa da, hayatta öyledir. Zaman
ırmağı içinde akıp gitmekte ve yaşantımızdan bir dakikasını bile geri çevirmek mümkün olmamaktadır. Bu uğurda
dünyanın bütün hazineleri harcasanız bile.. Hayt zamandan ibarettir.
Hayatınızı değerlendirmek istiyorsanız, zamanınızı değerlendiriniz.
İçinde bulunduğu zamanı değerlendiren, mâziyi, hâli ve istikbâli de
değerlendirmiş olur. Çünkü içinde bulunduğumuz zaman düne göre istikbal, yarına
göre mazidir.
Müslümanlar
olarak her günümüzü son günümüz olarak kabul etmeli ve ona göre çalışmalıyız.
İlim yolunda çalışmak elde ettiği ilimle amel etmek, diğer insanlara öğretmek,
tebliğ etmek çalışmaların ve hizmetlerin en hayırlısıdır. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem bir muallimdi ve O: "Muhakkak ben muallim olarak gönderildim."
"Allah beni zorlaştırcı ve şaşırtıcı değil, lâkin muallim ve
kolaylaştırıcı olarak gönderdi." buyurarak, asli vazifesinin bütün
insanlığa Kur'an hakikatlerini öğretmek ve onları cehaletin koyu karanlığından
kurtarmak olduğunu açıklıyordu. Hakkı öğretmek, batıldan sakındırmak, hayra
öncülük yapıp, şerre köstek olmak ne büyük bir lütuf ve ne büyük bir nimettir.
Bu vazifeyi hakkıyla yapabilmek ise ilimle mümkündür. Birgün Rasûlullah
sallallahu aleyhi vesellem mescide
girdi. Bu esnada halka şeklinde oturmuş iki cemaat ile karşılaştı. Bunlardan
bir cemaat Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyorlardı. Diğer cemaat de ilim
öğreniyor ve öğretiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Bunların
hepsi hayır üzerindedirler. Şunlar Kur'an okuyorlar ve Allah'a dua ediyorlar.
Diğer cemaat de işaretle bunlar da ilim öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ben ancak
muallim olarak gönderildim." buyurdu ve hemen bunların yanına oturdu. Çünkü ilim imam,
amel ise cemaattır. İlimsiz bir amel boşa yorulmaktır. amelden önce ilim
farzdır. Nasıl namaz kılacağınızı bilmeden namaz kılamazsınız. Nasıl tebliği
edeceğinizi bilmeden yapacağınız tebliğ, fayda yerine zarar tevlid eder.
Cihadın ne olduğunu öğrenmeden,kime kılıç çekip kimi koruyacağımızı bilmeden
ortaya atılmak ya nefsini telef etmek veya başka birinin katili olmak gibi çok
kötü bir sonuç doğurabilir. Hangi ameli evveliyetle yapmamız gerektiğini,
işleri ehem-mühim sıralamasına göre planlamamız ve bunun lüzumunu idrak etmemiz
yine ilimle mümkündür.
Kültür
emperyalizminin sınır tanımaz istilâsına uğrayan sür'atle değişen ekonomik, siyasî, askerî ve sosyal baskılar
altında bulunan, hıristiyan aleminin tam bir haçlı zihniyeti ile birleşerek her
sahada savaş açtığı İslam âleminde deneme-yanılma metodları ile bir yere
varmak, zilletten kurtulup izzete kavuşmak mümkün değildir. İslam dini en büyük
tehlike olarak cehaleti görmüştür. Zalim ve saldırgan bir düşman mal ve cana
zarar verebilir. Ama cehalet, insanı
insan yapan iman, ahlâk ve tüm faziletleri imha eder. Ve insanı canavarları bile tiksindirecek aşağının
aşağısı işleri yapmaya sevkeder. Tarih boyunca görülen hakikat şudur ki; ilmi
yönden üstün olan fert ve cemiyetler, cahil fert ve cemiyetlere hakim olmuşlar
ve onlar üzerinde üstünlük sağlamışlardır.
İmam
Gazali: "İlim
adamları olmasaydı insanlar hayvanlar
gibi olurdu. Çünkü onlar, ilim vasıtasıyla insanları barbarlıktan çıkarıp
insanlık seviyesine yükseltirler." demektedir. Müslümanın hayatı şu üç kelime ile mana kazanır.
İlim, amel ve tebliğ,. Faideli olan ilimleri sür'atle ve tam olarak öğrenecek ve öğrendiklerimizi hayatımızın bütün
safhalarında, aile hayatımızda, iş hayatımızda, cemiyet hayatımızda ve tüm
ilişkilerimizde uygulayacak ve öğrenip
yaşadığımız bu hakikatleri büyük bir aşk, vecd ve heyecanla, ihlasla,
yalnız Allah Teâla'nın rızasını talep
ederek tebliğ edecek ve bunun en yüksek seviyede cihadını yapacağız. İşte bir
müslüman böylece zamanını dolayısıyla
hayatını değerlendirmiş, yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşamış
olur. Bunu yapabilmek için de ahiret işlerini her zaman dünya işlerinin önüne
geçirmek gerekir. Dünya, mal ve makam sevgisini kalbimizden söküp atmak
gerekir. Ancak o zaman zilletten kurtulup izzete kavuşabiliriz.
Önce
kendi derûnumuzda bir inkılab gerçekleştirmeliyiz. İslam meş'alesini önce kendi
kalbimizde tutuşturmalıyız. Sonra bu meş'aleyi bayraklaştırıp bütün iklimleri
aydınlatmak cehalet, şirk ve küfrün bunaltıcı
karanlığından bütün insanlığı kurtarmak için seferber olmalıyız. Asr-ı
saadeti bir hikaye ve bir masal gibi okumamalıyız. Onların yaptıklarını yapma, onların
birbirlerine karşı muavenet, muhabbet, itimat ve isarlarını tanıyıp hayatımızda
uygulamak için okumalıyız. Onların Allah'ın dinini yayma hususunda nasıl
fedakârlıklar yaptıklarını bu uğurda
can,mal ve evladu iyallerinden nasıl vazgeçtiklerini, büyük bir çoğunluğunun
gurbetlerde yaşayıp oralarda ruhlarını rablerine teslim ettiklerini ve nasıl
bir şehâdet sevdalısı olduklarını öğrenip, onlar gibi olmak için okumalıyız.
Hülâsa asr-ı saadet neşesiyle öğrenip, yaşayıp, tebliğ ve cihad yaparak
yaşantımıza İslamî bir kimlik kazandırmalıyız.
Müslümanların
ve İslami hareketlerin aleyhine planlanan oyunları bozmak, eksileri artıya
dönüştürmek için her türlü hastalıklara kapalı madden ve mânen güçlü bir
bünyeye kavuşmalıyız. Bir zamanlar lâik kafalar kendi bozuk düzenlerine fetvacı
yetiştirmek amacıyla tamamen kendi kontrollerinde İmam-Hatip Liseleri açtılar.
Böylece hem halkı aldatmış olacaklar hem
de bu okulda yetiştirdikleri kişilerle
halkın inancını bozacaklardı. Allah Teâla oyunlarını bozdu. Anadolu'nun saf
çocukları bu okulları cıvıl cıvıl
doldurdular.
Bir
sevki tâbi ile üzerlerinde oynanan oyunları farkettiler. Kendilerini ikinci
sınıf vatandaş muamelesi yapıldığını anladılar. Bütün engellere rağmen
üniversite kapılarını zorladılar ve bugün bütün sahalarda söz sahibi oldular Gözardı edilmesi mümkün olmayan başarılar elde
ettiler.
Bu
yeni durum karşısında müslümanlar olarak güçlü bir cemaatleşme, güçlü bir
eğitim ve her türlü fedakârlığa hazır güçlü bir
kadrolaşma gerçekleştirmeli ve insiyatifi ele geçirmek için bütün
imkanlarımızı seferber etmeliyiz. Bize düşen olanlar karşısında oturup döğünmek
değil, menfileri müsbete çevirmek için plan ve proğram dahilinde
teşkilatlanarak büyük bir özveri ile işin ciddiyetini kavrayarak çalışmaktır.
Hak
şerleri hayr eyler zannetme ki gayr eyler. Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler."
"Onlar:
Rabbimiz bizi hidayete erdirdikten sonra, kalbimizi haktan çevirme. Bize kendi
katından rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen, çok bağışta bulunansın." (Al-i imran/8)
Gerçek
alimler, salih ve sadıklar hep akibetlerinden korkmuşlar, fitne ve
tefrikalardan aslandan kaçar gibi kaçmışlar ve Allah Teâla'ya sığınmışlardır
Çünkü İslam'da hüküm, sona göredir. Bir insan yüz yıl yaşasa ve bütün hayatı
boyunca ibadet ve taat üzere bulunsa ve
fakat son gününde (Hafazan Allah) irtidad etse, yüz yıllık amelinden hiçbir
fâide göremez. Ebedi cehennemde kalır.
Diğer bir insanda hayatı boyunca küfür üzere yaşasa, fakat son günlerinde tevbe
edip samimi bir şekilde iman etse, geçmiş günahları bağışlanıp kurtulur.
Zeyneb
binti Cahş radıyallahu anha şöyle rivayet etmektedir: "Bir gün Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem yüzü kıpkırmızı olarak
uykudan uyandı ve şöyle dedi: Lâ ilâhe illallah, yaklaşan felaketten dolayı vay
arabların haline!" Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadis-i şerifte,
kendisinden sonra müslümanların arasında zuhur edecek olan fitne ve tefrikalara
işaret etmektedir.
Nitekim
Hz. Osman radıyallahu anh'ın şehadeti ile başlayan fitne ve tefrika görülmemiş
boyutlara ulaşmış, başlangıçta müslümanların bazı konulardaki görüş
farklılığından kaynaklanan ihtilaflar, bir kısım ajanların araya girmesi ve meseleleri saptırması
neticesinde müslümanlar arasında kıtale, dinden çıkmalara kadar varmıştır.
Mesela, Hz. Ali kerremallahu veche'nin halifeliğini savunanlar, bu makama
herkesten önce onun layık olduğunu iddia edenler samimiyetle inanıyorlar fakat,
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer radıyallahu anhümayı da itham etmedikleri gibi onlara
saygı ve hürmette bulunuyorlardı. Bizzat Ali kerremallahu veche de onların
İslam'daki yüksek mevkilerini tasdik ve onların hilafetini kabul ediyordu. Daha
sonraları müslümanlar arasındaki bu
ihtilafları, fitne ve tefrikaya
dönüştürüp saf İslam inancını
ortadan kaldırmaya çalışan Yahudi ve ateşperest Fars kökenli ajanlar,
müslümanların Hz. Ali ve evladına olan sevgi ve muhabbetlerini istismar
ettiler.
Yahudi
asıllı Abdullah ibni Sebe, müslüman olmadığı halde müslüman gözükerek, Hz.
Ali'nin Peygamberin tek vekili olduğunu ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem'in tekrar dünyaya geleceğini yaymaya başladı. Daha sonları Hz. Ali'nin
ölmediğini, göğe çekildiğini ve hatta daha da ileri giderek onun hâşâ Allah
olduğunu iddia etmeye başladı. Ve
böylece müslümanlar arasında durmadan
fitne ve tefrika ateşini körükledi. Halen Suriye'de yaşayan ve bugün devlet
yönetimini elinde tutan Nusayriler'de aldatılan sapık fırkalardandır.
Nusayriler, Hz. Ali'nin ölmediğine onun ilah olduğuna veya ilaha yakın bir
derecede bulunduğuna inanırlar. Bir zamanlar Mısır'da hüküm süren Fatimi
Devleti'nin hükümdarlarından El-Hakim bi-Emirillah, Allah'ın kendisine hülul ettiğini ve kendisine ibadet edilmesi
gerektiğini iddia etmiştir ki, bu zavallıya, bu fikirleri aslen İranlı olan
Hamza ed-Dürzî adlı bir şahsın telkin ettiği ve El-Hakimi kandırdığı
bilinmektedir.
Diğer
taraftan da kendilerine Gurabiye denilen bir şii grubu da Hz. Ali kerremallahu
vecheyi ilahlaştırmasalar da, onu Hz. Peygamber'den üstün görmüşler ve Cebrail
vahyi Hz. Ali'ye getirecekken yanlışlıkla Hz. Muhammed sallallahu aleyhi
vesellem'e getirdiğini iddia edecek
kadar sapıtmışlardır. Şiilerin içerisindeki bu Sebeiye, Nusayriye, Hakimiye ve
Gurabiye gibi birçok gruplar vardır ki
bunların müslümanlıkla hiçbir alakaları yoktur ve kafirdirler. Şiiler arasında
ehli sünnet vel cemaat inancına en yakın olan fırka Zeydiler'dir.
Bunlar ekseriya Yemen tarafında yaşarlar. Hz. Ebubekir,Hz. Ömer ve Hz.
Osman'ın hilafetini kabul ederler. Diğer sahabelere hakaret etmezler ve fakat
Hz. Ali'yi sahabenin en faziletlisi kabul ederler. Çoğunluğu İran'da yaşayan
Caferiye mezhebine salik olanlar da Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in hilafetini
kabul etmezler. 12 imamın masum olduğunu iddia ederler. Ehli sünnetten ayrılan
birçok yönleri varsa da bid'at ehli olan müslümanlardır.
Ancak
bugün gerek Türkiye'de ve gerekse dünyada kendisini sünnî kabul eden veya şii
alevî, sayan bazı kişilerin ne sünnîlikle ve ne de şiilikle alakası
kalmamıştır. Bugün Türkiye'de kendilerine alevî denilen insanlar, alevîlik
nedir, şiilik nedir? bilmedikeri gibi sünnîlik nedir, onu da hiç bilmiyorlar ve
dolayısıyla alevilikle hiçbir alakası
olmayan Hz. Ali ve evladının takip ettiği
İslam davası ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan bir kısım ateist
bu alevi vatandaşların cehaletinden istifade ederek, siyasi ve şahsi
çıkarlarına alet etmeye çalışıyor ve dış
güçlerden de aldıkları desteklerle bir kardeş kavgası için uğraş veriyorlar.
Sünni bir aileden geldiği için halk arasında sünni kabul edilen bir kısım
ateist insanlar da yine İslam'ı bilmeyen sünnîleri aldatarak siyasi ve şahsi
çıkarlarını devam ettirmek için çalışıyorlar.
Gerek
sünnî ve gerekse alevî insanımıza tavsiyem, İslam'la alakası olmayan bu insanların tahriklerine
kapılmamaları ve hiç vakit kaybetmeden İslam'ı öz kaynaklarından öğrenerek
inancımızın gereğini hayata geçirerek sapıklara, din ve millet
düşmanlarına fırsat vermemelidir. Ancak böylece fitne, tefrika ateşi
söndürülebilir.
"Kendilerine
verdiklerimize nankörlük etsin ve sefa sürsünler bakalım! Ama yakında
bilecekler!" (Ankebut/66)
Tarih
yalan söylemez. Yalan söyleyenler tarihi yazanlardır. Onun için gerçek insanlık
tarihini ilahi kitaplardan ve Peygamberlerden öğrenebiliriz. İkinci derecede
dini bütün müslüman tarihçilerin yazdığı kitaplardan faydalanabiliriz. Çünkü
Allah celle celaluhun varlık ve birliğini inkâr eden, Peygamberliğini güneşten
daha açık ve berrak olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in nübüvvetini
tanımayan Kur'an hakikatları karşısında kör, sağır ve dilsiz olan kişilerden
daha yalancı kim olabilir. Ve ateist, Yahudi, Hristiyan ve fasıkların
haberlerine nasıl itimat edebiliriz? Elde ettikleri geçici dünya nimetlerine
bakarak onlara nasıl imrenebilir onlara benzemeye çalışır ve onlar karşısında
aşağılık duygusuna kapılabiliriz?
Her
toplumda zalim, sahtekâr, yalancı, ikiyüzlü, müfterî, homoseksüel, deyyus ve
iffetsizler kınanır ve horlanır. Bugün bütün bu kötü sıfatlarla beraber daha
nice ahlâksızlık ve pislikleri bünyesinde toplayan Batı toplumuna bir müslüman
nasıl rağbet edebilir ve bütün bu soysuzlukları nasıl medeniyet telakki
edebilir? Biz bir müslüman olarak onlarla dost olamayız, onlara güvenemeyiz ve
onlardan kaynaklanan haberlere itimat edemeyiz. Çünkü onlar İslam'ın
düşmanıdırlar. Düşmandan iyilik beklemek kadar gaflet olamaz. Ancak onlarla
geçici ve maslahat icabı anlaşmalar
yapabiliriz Tarih boyunca kâfir, müşrik
ve münafıkların müslümanlara yaptıkları zulüm ve işkenceleri Kur'an ve
sünnetten öğrenmeye çalışalım ve her zaman onlara karşı müteyakkız olalım. Nuh aleyhisselam 900 yıllık tevhid
mücadelesini, İbrahim aleyhisselam'ın kavmine karşı akla ve nakle dayanan ve insanlık tarihinin destanlaşan
mücadelesini, Musa Aleyhisselamın Firavun, Haman, Karun ve kavmine karşı
savaşını, İsa Aleyhisselam'ın ve Hz. Meryem
ile Yahidiler arasında vukû bulan hadiseleri ve nihayet Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem'in Ebu Cehiller ve İbni Selullere karşı yaptığı ve zaferle
neticelenen tevhid mücadelesini öz kaynağından öğrenelim. Ve daha sonraları
meydana gelen hadiseleri bu bilgilerin ışığı
altında değerlendirelim. Aksi takdirde aldanırız, aldatılırız, zarar ve
ziyana uğrarız. Tarihini bilmeyen veya tarihini unutan milletler, yeni musibet
ve belâlara hazır bulunsunlar.
Haçlı
seferlerini hatırlayalım. İslam ülkelerinde
ne cinayetler işlenmiş, insan eti yiyen bu batılı vahşiler, Anadolu,
Suriye ve Filistin'de insanlığın yüz karası canavarlıklar yapmışlardır. Endülüs
7800 yıllık İslam ülkesinde Müslümanlar diri diri ateşte yakılmış, şehirler
mabedler harabeye çevrilmiştir. Balkanlar'da ve Anadolu'da, Sırp, Hırvat,
Bulgar, Yunan ve Ermenilerin yaptığı vahşeti yazmak ve anlatmak bile
korkunçtur. Ruslar'ın Kafkaslarda ve Orta Asya'daki cinayetleri tam bir
soykırımdır. Avrupalı ve Amerikalıların Afrika ve Uzak Doğuda yaptıkları zulmü
çocuk ve kadın demeden yığın yığın insanları evlerini ve köylerini basarak
vapurlara doldurup köle olarak Avrupa ve Amerika'ya taşıdıklarını nasıl
unutabiliriz.
"Tarih
tekerrürden ibarettir diyorlar. İbret alınsaydı hiç tekerrür mü ederdi." Evet tarihi cinayetlerin, vahşetlerin
tekerrür etmemesi için tarihi hadiseleri unutmamak ve ondan ibret alarak zâlim
ve müstekbirlere fırsat vermemek gerekir. Bugün Bosna'da, Çeçenistan'da,
Filistin, Keşmir ve benzeri İslam ülkelerinde kâfirlerin zulmü devam ediyorsa
tarihi hadiselerden ibret almayışımız, o hadiseleri unutuşumuz ve aslımızdan
kopumuşuzdandır. İnsan haklarından dem vuran Batılı sahtekarlar, iki
yüzlülüklerini, çifte standart kullandıklarını gizlemiyorlar. Bir gavurcuk için
dünyayı ayağa kaldıranlar, oluk oluk akan müslüman kanı karşısında duyarsız
kalıyorlar. Onlar için müslüman, evindeki kedisinden daha değersizdir. Kedisini
kurtarmak için yüzlerce müslümanı feda edebilir. Bir varil petrol için çocuk kadın demeden binlerce
müslümanı katledebilir. Körfez Savaşı bunun için yapıldı. Kara kalbliler, kara petrol için gerek Kuveyt ve
gerekse Irak'ta binlerce müslümanın katili oldular. Yıllardır PKK'yı
destekleyen, onlara silah veren kukla bir kürt
devleti kurmak için çalışan yine bu batılı milletlerdir. Ya içimizdeki uşaklar, gafiller ve
satılmışlar. Onları asla gözardı etmeyelim. onlar içimizdeki güvedirler. Onları
iyi teşhis edelim. Ajanları tanıyalım,
gafilleri uyaralım. Ajanları millet önünde teşhir edelim. Onlara fırsat
vermeyelim. Uyanık olalım. Uyuyan uyanık olana, oturan yürüyene, yürüyen koşana
ulaşamaz. Devlete talip olalım. Büyük işler küçük hesaplarla başarılamaz. Büyük
işler bilgi ister, insan ister, teşkilat ister, fedakârlık ister. Samimiyet
ve ihlas ister. Müslümanların bugünkü
zilleti, bundan mahrum oluşumuzdandır. Ayakların baş oluşundan, başların boş
oluşundandır.
Milletlerin
geleceği, uyguladıkları eğitim ve öğretim sistemine ve yetiştirdikleri
nesillere bağlıdır. Millet ve devletlerin yükseliş ve düşüş grafikleri eğitim
ve öğretim sistemlerinin yükseliş ve düşüş grafikleri ile orantılıdır. Eğitim
ve öğretim işini önemseyen ve baş mes'ele edinen, bedenen ve rûhen sağlıklı
nesiller yetiştiren toplumlar madden ve mânen
yükselmiş ve üstün medeniyetler kurmuşlardır. Her hususta olduğu gibi
eğitim hususunda da en mükemmel örneğimiz elbette Peygamberî eğitimlerdir. "Muhakkak ben muallim olarak
gönderildim." buyuran Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, puta tapan ilkel bir toplumu misli görülmemiş bir şekilde eğitmiş,
vahyin arı, duru kaynağından doyasıya sulamış ve en yüksek ilim adamları,
idareciler ve komutanlar olarak yetiştirmiş ve
onlar kıyamet sabahına kadar örnek alınacak kıymetler olmuşlardır.
Asr-ı
Saadeti takip eden dönemlerde iyi insan, kâmil insan yetiştirmenin bilincinde
olan müslüman milletler gerek devlet eli ile ve gerekse vakıflar vasıtasıyla
çok mühim eğitim ve öğretim müesseseleri tesis etmişlerdir. 625 yıllık devlet
hayatının 320 yılını dünyanın rakipsiz tek süper devleti olarak sürdüren Osmanlı
devleti ise, hem eğitim ve öğretim sistemini ve hem de eğitim öğretim
müesseselerini asırlar ötesine ışık tutacak boyutlara ulaştırmışlardır. Bir
ihtisas üniversitesi, bir eğitim harikası diyebileceğimiz ENDERÛN MEKTEBİ bu müesseselerden sadece
biridir.
Osmanlı'da,
yönetici ve askerlerin eğitimi devlet
tarafından yapılır, diğer eğitim ve öğretim işleri birer gönüllü kuruluş olan
vakıflarca yürütülürdü. Bu durum 19. asrın başlarına kadar böyle devam etti. Bu tarihten sonra
devlet eli ile de ilk, orta ve yüksek okul müesseseleri kurulup işletildi.
Ancak vakıflar da yaptıkları eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam ettiler.
Osmanlı
saray teşkilatı 3 bölümden ibaretti.
1.
Birûn - Dış kısım.
2.
Enderûn - İç kısım
3.
Hârem - Padişah dairesi
Orduda
ve devlet teşkilatında mühim görevler için yetiştirelecek kişilerin eğitim ve
öğretimi sarayın ENDERÛN kısmında açılan mektepte yapılıyordu. Onun için bu
mektebe ENDERÛN MEKTEBİ deniliyordu. Sarayda iki çeşit eğitim vardı. Birincisi,
şehzadelerin eğitimi ki, bunlar bir yaşını tamamlayınca sütten kesilir ve lâla
denilen çok iyi eğitimcilere teslim edilirlerdi. Beş veya altı yaşlarına gelince de ilk öğretimleri
başlatılır. Bu arada ata binmek ve silah
kullanmakta öğretilirdi. Şehzadeler belirli bir yaşa geldikten sonra da yine
lâla eşliğinde Anadolu'da bir sancağa gönderilir -ki bu sancaklar ekseriya
Amasya ve Manisa sancaklarıdır. Ve devlet işleri teorik ve pratik olarak en
üstün seviyede öğretilirdi.
İkincisi, seçkinlerin eğitimi ki, Bosna fethedildiği
zaman Bosnalı Boşnaklar toptan müslüman olmuşlardı. İşte bu müslüman ailelerin
çocukları ve Anadolu ve Rumeli'deki hıristiyan ailelerden büyük bir titizlikle
toplatılıp İslamlaştırılan çocuklar önce, Edirne Sarayı, Galata Sarayı, Sultan
Ahmet'deki İbrahim Paşa Sarayı ve Küçük
Çekmece'deki İskender Çelebi Sarayındaki mekteblerde eğitim görürler ve bu hazırlık saraylarında iyi
yetişen, terbiye ve ahlâkları mükemmel olanlar seçilerek Topkapı Sarayındaki
ENDERÛN MEKTEBİ'ne alınırlardı. Artık bu
seçilmiş talebeler, çok değerli hocalar tarafından gerek orduda ve gerekse
devlet teşkilatında en yüksek vazifeleri deruhte edebilecek seviyede üstün bir
eğitim ve öğretime tabi tutulurlardı. Bu talebelere itaat, terbiyeli olmak,
alçak gönüllü davranış büyük bir ısrarla öğretilirdi. Başarı gösterenler en iyi
bir şekilde mükafatlandırılırdı.
Enderûn
Mektebi'nde yetişenler arasındaki bağlılık çok kuvvetli idi. Mektebin terbiye
şekli zor ve uzundu. Talebeler ile yalnızca mektebte değil bütün hayatları
boyunca ilgileniliyordu.
Öğretimin
başından sonuna kadar ilgiye, kabiliyete ve ferdi farklılıklara öncelik
tanınıyordu. Türkçe, Arabça, Kur'an-ı Kerim ve farzı ayın olan dini ilimler
talebelerin mutlaka hepsinin takip etmesi zorunlu derslerdi. Bu derslerin
dışında özel kabiliyet gösterdikleri konulara ağırlık verilir ve
yetiştirilirlerdi.
M.
Baudeir 1624 tarihinde Enderûn Mektebi hakkında şöyle yazmıştır:
"Osmanlı'nın
başarılarına şaşmamak lazım. Çünkü onlar elit tabakaları nasıl
yetiştireceklerini, gençleri nasıl disipline edeceklerini ve onları mükemmel
insanlar haline getirirken kabiliyetlerine göre nasıl taltif edeceklerini
biliyorlar."
İşlerini
kadına tevdi eden bir millet asla felah bulamaz." (Hadis-i Şerif)
İslam
dini her hususta olduğu gibi, kadınlar hususunda da en mükemmel ahkâmı vaz
etmiş ve onlara fıtratlarına en uygun vazifeleri tevdi etmiştir. O,
çocukları için bir mürebbi, bir muallim,
kocası için bir yardımcı, bir sırdaş ve bir huzur ve saadet kaynağıdır. Bir
merhamet çağlayanı, bir şefkat pınarı ve bir fedakârlık okyanusudur. Aile
fertleri arasında zaman zaman meydana gelen burûdet ve sertlikleri yumuşatan,
mayasındaki fedakârlık toprağına Nisan Yağmurları gibi yağıp, sevda güneşi gibi
doğarak bahar çiçekleri ve sünbülleri açtırıp aileyi cenneti bir hayata
kavuşturan bir dünya meleğidir o. Kur'an ve Sünnet ölçülerine uyduğu,
vazife ve selâhiyetleri çerçevesi
içerisinde kaldığı müddetçe... Evet o, bu sınırı taşmadıkça bir dünya
meleğidir. Aile onunla kıvam bulur. Cemiyet onunla mânâ kazanır. Fakat o,
vazife ve selahiyetlerinin dışına taşar, fıtratına uymayan işlere karışır. İffet ve namusunu ayaklar altına alarak
analık özelliğini kaybederse o, cemiyet için bir fitne ve felâket olur.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem "Dünya bir metadır. Dünya metaının en hayırlısı da iyi
kadındır." buyurarak,
iyi, namuslu, ahlâk ve iffet sahibi kadınların dünya nimetlerinin en iyisi
olduğunu haber verirken, "Benden sonra erkeklere kadınlardan daha çok zararlı
olacak hiç bir fitne bırakmadım." buyurarak ta kötü ahlâklı, iffetsiz, analık özelliğini
kaybetmiş kadınlardan sakınmamızı ve onların cemiyeti ifsad etmelerine fırsat vermememizi tenbih etmektedir.
İslam
dini erkek ve kadına kendi fıtratlarına uygun vazife ve selahiyetler vererek gerçek manada erkek-kadın
eşitliğini sağlamıştır. Kadını insan saymayan, kız çocuklarını diri diri gömen
onu mirascı yapmayan, kocası tarafından köle gibi satılan, şehvetleri tatmin
vasıtası olarak telâkki edilen zihniyet ve uygulamalar İslam'ın gelişiyle
ortadan kaldırılmış ve kadın gerçek hüviyetini kazanıp, hakiki hürriyetini elde
etmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem veda hutbesinde şöyle
buyurmaktadır: "İnsanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'dan korkmanızı tavsiye
ederim. Siz kadınları Allah emaneti olarak aldınız. Onların namuslarını ve
iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da
sizin üzerinizde hakları vardır."ve "Cennet anaların ayakları altındadır." "Kim
iki kız çocuğunu erginliğe erişinceye kadar besleyip büyütürse kıyamet gününde
(iki parmağını bitiştirip işaret ederek) Şöylece beraber oluruz."
Kadınların
insan sayılmadığı ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir zamanda
İslam'ın ne müthiş inkılablar yaptığı bu beyanlardan da anlaşılmaktadır.
Yerli
ve yabancı birçok yazar İslam'da kadına verilen önemi kavrayamamış ya
cehaletlerinden veya maksatlı olarak İslam'a hücum etmişlerdir. Aralarında
insaflı olanlar da vardır nitekim. Fransız filozofu Voltaire şöyle diyor; "Bütün dünyaya iftira eden bizim
yobaz papazlar senin dininin zevke hitap eden bir din olduğu için tutunduğunu
belki bin defa söylediler. Hepsi de yalan söylemiş bu zavallıların senin
dinin çok asil. Keşişlerimizin asıl zoru
müslüman olan Türklerle idi. İstanbul'un fatihlerine başka türlü karşı
konulamayınca onlar aleyhine sürü sürü kitaplar yazıp durdular. Sayıca
yeniçerilerden üstün olan yazarlarımız, kadınları partilerine kazanmaya
uğraştılar Güya Muhammed Aleyhisselam kadınları akıllı mahluklardan saymazmış.
Kur'an'ın hükümlerine göre hepsi köle imiş. Bu dünyada hiç bir varlıkları
olmadığı gibi, cennette de yerleri yokmuş. Baştan başa yalan olan bütün bunlara
kuvvetle inanılmıştır. Bu yanlış inancı değiştirmenin çaresi Kur'an'ın ikinci
ve dördüncü surelerini okumaktır."
Bedenen
ve ruhen zarif, çok merhametli, şefkatli ve duygusal olarak yaratılan kadın,
toplumun ağır işlerinden, devlet idaresinden, muaf tutulmuş ve böylece hem
kadın hem de toplum korunmuştur.
Bu
hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Başkanlarınız en hayırlılarınız,
zenginleriniz de cömertleriniz olunca ve işleriniz aranızda istişare ile
yürüyünce yerin üstü, sizin için yerin altından hayırlıdır. Fakat reisleriniz
en kötüleriniz, zenginlerde cimrileriniz olur ve işleriniz kadınlarınızın emir
ve havalesinde bulununca o zaman yerin altı, sizin için yerin üstünden daha
hayırlıdır."
Ebu
Bekre radıyallahu anh şöyle rivayet ediyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem İran kisrasının kızı BORAN'ın devlet reisliğine getirildiğini duyunca
şöyle buyurdular: "İşlerini kadına tevdî eden bir millet asla felah
bulamaz."
Görülüyor
ki kadınların kendi sahalarının dışında vazife almaları ve hele devlet idaresi
gibi çok mühim ve ağır bir yükün altına girmeleri hem kendileri için ve hem de
millet için bir felâket olmaktadır. Bunun kadın hakları ile veya kadını küçük
görmek ve göstermek ile hiç bir ilgisi yoktur. Her şey yerinde bulunursa kıymet
taşır. Sakal erkek için nasıl bir ziynet ise, kadının yüzünde kıl bitmemesi de
onun için ziynettir. Yüzünde sakal bitmiş bir kadın bu durumdan elbette
rahatsız olur. Kadını kadın, erkeği erkek olarak tanımak ve kendi fıtratlarına
uygun vazife ve selâhiyetler vermek ilâhi bir kanundur. Bu kanunu çiğneyen
milletler felah bulamaz. Zillet ve meskenete düçar olur. Başka milletlerin
sultasından kurtulamaz.
Allah'ı
unuttuğun an, yoldaşın şeytan olur."
(Feridüddin Attar)
Kişi
nefsini ön plana çıkarır, yaratanını
unutursa, bütün kötülüklerin mahzeni haline gelir. Allah'ı unutan kişi, bütün
faziletlerden mahrum olur. Çıkar ve menfaatlerini putlaştırır. Rabbine kulluk
etmeyen, nefsine, şeytana, makam ve mevkiye, mal ve mülke, şan ve şöhrete ve
bunlara ulaşabilmek için vasıta olan herşeye kulluk eder. İnsan odur ki
yaratılışına uygun davransın. Niçin yaratıldığını bilmeyen veya bilipte
yaratılışına uygun hareket etmeyen nasıl insan olabilir? Sûreten insansa da,
sîreten insan sayılabilir mi? Ruh ve manasını, maddeye ve materyalizme tutsak
etmiş bir kişi, millete ve vatana nasıl hizmet edebilir? Köle efendisinin
hizmetinde iken, başkaları ondan nasıl yararlanabilir? Şeytana cennetin yolunu
sormak, cehennemi boylamak olur. Nefsine ve şeytana hizmet eden kişiden, millet
hayrına birşey beklemek ve onu devlet idaresinde görevlendirmek, tilkiyi
civcivlere çoban yapmaktan, kediyi
ciğere bekçi tutmaktan daha da abtalca bir iş olmaz mı?
Şu
ihtiyar dünyamızda olanlara bir bakalım. Olup bitenleri ve halen olmakta devam
edenleri, insanım diyebilen kim kabullenebilir? Bosna'da, Çeçenistan'da, Keşmir
v.b. yerlerde sergilenen vahşet
karşısında suskun, tasvibkâr ve bazen de yardımcı olan bir insanlık... Kendini
medenî kabul eden, insan haklarına saygılı sayan bir insanlık düşünün... Düşünün de düşüncelerin donduğunu,
duyguların söndüğünü ve beşeriyetin bönlüğünü görün. İzzetin yerini zilletin,
iffetin yerini vahşetin,faziletin yerini rezâletin, aklın yerini şehvetin,
doğrunun yerini eğrinin hülasa bütün iyiliklerin yerini kötülüklerin nasıl
istila ettiğini görün.
Bir
fermanla Fransa'daki dansı yasaklayan ecdâdın Kanuni'ye inat 'kilise koridoru' adlı dans grubuna sanat adı altında
Ayasofya'da dans ettiren ve Ayasofya'nın
bir camiden daha çok bir kilise olduğunu zımnen kabul eden bir kültür bakanını
düşünün. Bir fetih armağanı olarak, Fatih tarafından camiye tebdil edilen
Ayasofya, fahişelere peşkeş çekilirken, yeniden cami olmasını sağlamak şöyle
dursun, senin ziyaretin esnasında namaz kılmana bile müsaade edilmiyor. Ve
senin camine düşman, tarihine düşman,
kültürüne düşman bir karanlık insan, bütün bunlara rağmen, halen bakanlık
koltuğunda kalabiliyor. Memurların cuma saatinde, cuma namazlarını kılmalarını
sağlamak için verilen kanun teklifine
karşı çıkan ve bu en tabi insan haklarına tahammül gösteremeyen bu zihniyet,
dün camileri ahır yapan, ambar yapan, Kur'an öğrenmeyi yasaklayan, din ve tarih
düşmanlığını politikasının temel felsefesi yapan, Fatih yâdigarı Ayasofya'yı
müzeye çevirerek koca Sultan'ın lânetini celbeden CHP zihniyetidir. Bu zihniyet
ister CHP tabelası altında ve isterse başka tabelalar altında olsun ne
farkeder. Bu ucûbe zihniyet, Jön Türkler, İttihad ve Terakki Fırkası
güzergahında devam ederek CHP
gecekondusunda karargâh kurdu. Hilafet bu gecekonduda, gecekondu kararlarla
kaldırıldı. Bu millete ve vatana 500
küsür yıl hizmet etmiş bir hanedan bir gecede, evinden ve yurdundan edildi ve
"şeriat mülgadır" kararı da
yine bir gecekondu aceleciliği ile kanunlaşıverdi. Tarihini, dinini, örf ve
geleneklerini inkâr eden, tahrib eden hiçbir toplum payidar olamaz. Zalim ve
mazlumlardan meydana gelen topluluklar asla huzur bulamaz. Bugünkü kargaşa ve
terörün temelinde devlet terörü vardır. İdarecilerin zulmü vardır.
Hz.
Ali kerremallahu veche şöyle diyor: "Şahsınıza fenalık eden bir düşmanı affediniz." Çünkü hiç bir şahsın vatan, millet ve dine fenalık eden, ihanet
eden kişiyi affetme yetkisi yoktur.
Ebu
Bekir Nessac: "Suyu
hayal etmek susuzluğu gidermez, ateşi düşünmekle ısınamazsınız." demektedir.
Artık
zaman, hayallerin hakikate, düşüncelerin, kaleme, kelama ve amele dönüşeceği
zamandır. Zaman, ilim, amel, tebliğ ve cihad zamanıdır. Gafletten sıyrılıp,
fetret devrinin karanlık dehlizlerinden fırlayıp, Kur'an'ın aydınlığına
koşulacak zamandır. Bütün bir millet olarak ayağa kalkıp İbrahimî bir vecdle
bütün putları kırıp, tağutları yıkıp Rabbe yönelerek, insanlığın kurtuluşu için
uğraş verme zamanıdır.
"Zaman
gösterdi ki, cennet ucuz değil, cehennem dâhi lüzumsuz değildir." Bediüzzaman.
Sabah
olunca sığırlar ahırlarından, davarlar ağıllarından, kuşlar yuvalarından,
midelerini doldurmak, şehvetlerini tatmin etmek için ayrılırlar. Ey insan!
sende evinden aynı maksatla çıkarsan, hayvandan ne farkın kalır. Halbuki hayvan
mazur, sen mes'ulsun.
Birinci
Cihan savaşı sonlarına doğru İstanbul Avrupalı devletler tarafından işgal edilmiş, Hilafet merkezi kederli ve
mahzun. İşte o günlerde muhteşem bir cemaat başlarında Halifeyi müslimin Sultan
Mehmed Vahdettin olduğu halde Fatih yadigârı Ayasofya'da, bir cuma akşamı
toplandılar. Ve alemi İslam'ın kurtuşu için dua ettiler. Kur'an-ı Kerim ve
mevlid-i şerif okudular. Bu muhteşem manzarayı gören Yahya Kemal Beyatlı
"Topkapı'da, emaneti mukaddese dairesinde Yavuz Sultan Selim'den beri bir
saniye ara verilmeden kırk hafız tarafından sürekli okunan Kur'an-ı ve
Ayasofya'da azametli dua saatlerini
gördükten sonra, İstanbul'dan niçin hâla çıkarılmadığımızı daha iyi
anlıyorum" demiştir.
Müslümanın
lügatında ümitsizlik yoktur. O en zor şartlar altında bile ümidini yitirmez.
İstanbul'un fethi Hendek savaşının en zor günlerinde müjdelenmişti. Yeni
fetihlerin ve gerçek kurtuluşun müjdelerini İslam aleminin bu en zor günlerinde
bekleyelim. Sancıların şiddetlendiği bu günlerde sevda çiçekleri açacak ve
hayırlı doğumlar olacaktır. (İnşaallah)
"Lüzumsuz
şeylerin peşinde koşan, lüzumlu şeyleri kaçırır." (Hz. Ali k.v.)
Düşüncelerimizde,
konuşmalarımızda, yazdıklarımızda ve işlerimizde lüzumlu ve lüzumsuz onlanların
ne olduğu hususunda ciddi bir mütalaada bulunduk mu? Veya böyle bir mütalaa
yapmamız gerektiğini düşündük mü? Şayet düşündük ve mütalaa ettiysek sonuç
nasıl oldu? Zamanımızı lüzumsuz şeylerle israf mı ettik? Veya lüzumlu
meşgalelerle değerledirdik mi?
Akşamleyin
evimize geldiğimizde ne yapıyoruz? Eşimiz, çocuklarımızla neler konuşuyoruz?
Mesela, işyerimizde, büromuzda, çalıştığımız müesesede neler olup bittiğini,
müşterilerle nasıl çekiştiğimizi, mesai arkadaşlarımızla nasıl ağız kavgası
yaptığımızı, v.s. v.s. durumdan anlatıp aile efradımızı huzursuz mu ediyoruz?
Sabahleyin işyerimize döndüğümüzde, geç saatlere kadar
seyrettiğimiz t.v. proğramlarını birbirimize anlatarak döviz ve borsadaki iniş
ve çıkışlar karşısında hop oturup hop kalkarak, kâh birbirimize, kâh
hoşlanmadıklarımıza sövüp sayarak, dedikodu, gıybet, bir sürü boş ve lüzumsuz lakırtılarla vaktimizi öldürüyor
muyuz? İş değil lâf üreten bir toplumdan faideli hizmetler beklenebilir mi?
Bir
müslüman olarak çok büyük sorumluluklar altındayız. Nefsimize, ailemize,
milletimize, vatanımıza karşı sorumluluklarımız var. En büyük sorumluluğumuz
ise Rabbimize karşı olan sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluklarımızın neler olduğu
hususunda hiç düşündük mü? Sorumluluklarımızın neler olduğunu öğrenmek için
çaba gösterdik mi? Şayet bu sorumluluklarımız hakkında bilgi sahibi oldu isek
sorumluluklarımızın gereğini yapmak için bir çalışmamız bir eylemimiz oldu mu?
Maaşla
çalışan maaşının, ticaretle iştigal eden kazancının hesabını yapıyor ve ona
göre gelir ve giderini dengelemeye çalışıyor. Şayet bunu yapmazsa, maaşlı borç
girdabında boğulacağını, tüccar ise iflas edeceğini iyi bilir. Müslümanlar
olarak yaşantımızın planını yapmaz boş ve lüzumsuz meşgalelerle zamanımızı zayi
edersek, manen iflas etmiş olmaz mıyız?
Hayat
kitabımız, Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğuna inanırız da, onu okuyup
anlamak için niçin çaba göstermeyiz. 24 saatlik günlük yaşantımızda onu öğrenip
anlamaya bir saat olsun ayıramazsak müslümanlığımız nice olur? Düşünce
hayatımızı bir sürü boş hayallerle, meşgul edip, kalbimizi hiçbir kıymet
taşımayan hislere, havatıra ve masivaya mahkum eder dilimizi, müslümana
yakışmayan çirkin sözlerle kirletirsek, herşeyden önce
kendi nefsimize zulmetmiş olmaz mıyız?
Yakınlarımız
ölür, komşularımız ölür, ibret alıyor muyuz? Ölümü tefekkür ede ede ölümü
öldürebiliyor muyuz? Ölüme koşanlar, aslında ölümü ve hayatı yaratan Rabb
Tealaya koşuyorlar. Gaye Allah olunca, ona vuslat yolunda çekilen çile ve
meşakkatler, bela ve musibetler, zindanlar ve ölümlerin, rahmet
gülistanında açan güller ve
sünbüllerdir. Böyle bir bahar cünbüşünde korku ile ümidin, hasret ile vuslatın
içiçe yaşandığı ufuklar ötesine yapılan sevda yolculuğu ne güzeldir diyebilecek
gönül huzurunu, vuslat muştusunu yakalayabiliyor muyuz?
Hz.
Ebu Bekr radıyallahu anh: "Ömrünü faydasız boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum
ekme vaktini geçirir. Hasat zamanında pişman olur." der.
Hz.
Ömer radıyallahu anh de şöyle demektedir: "Çetin hesap günü gelmeden önce,
dünyada, kendinizi hesaba çekiniz. Çetin hesaptan önce bollukda (dünyada)
kendini hesaba çekenlerin akıbetleri memnuniyet verici ve imrendirici olur.
Kimi dünya oyalar ve günahları onu meşgul ederse onun akıbeti pişmanlık ve
hüsran olur." Yine buyurur: "Seni ilgilendirmeyen boş işlerle meşgul olma, olmayan
şöylerle dair soru sorma, çünkü o senin için yokta bir meşguliyetir."
Geliniz
öncelikle kendi nefsimizde bir inkılab gerçekleştirelim ve hayatımızdan
lüzumsuz, boş ve faydasız olan herşeyi söküp atalım. Evimizi, işyerimizi,
büromuzu hülasa bulunduğumuz her mekanı, lüzumsuz ve faydasız olan herşeyden
temizleyelim. Kendimizi ciddi bir sıygaya çekelim. Saatlerimiz, günlerimiz
faideli hizmetlerle geçirelim. Boşa kafa yormaktan, dedikodu, gıybet, yalan
yanlış söz etmekten boş ve zararlı şeyleri konuşmaktan şiddetle sakınalım.
Dünyamıza
ve ukbamıza faide vermeyen her söz ve hareket mutlak zarardır. Faydamıza ve
zararımıza olan neler yaptık görelim. Zararlı olanı terkedip faydalı olana
devam edelim ve daha faideli işler yapmaya azmedelim.
Alıp
verdiğimiz nefeslerin sayılı olduğunu asla unutmayalım. Hergün hayat
duvarımızdan bir taşın düşüp temele doğru yaklaştığımızı, her geçen saatin, her
atılan adımın bizi mezara doğru sürüklediğini hatırımızdan çıkarmayalım.
Her
konuştuğumuzdan ve her yaptığımızdan mutlaka sual olunacağız. Öyleyse
konuştuklarımıza ve yaptıklarımıza dikkat edelim.
Yiyip,
içtiklerimize, giyip kuşandıklarımıza da dikkat etmeleyiz. Midemizi haram danve
şüphelilerden korumalıyız. Aç ve perişan müslümanların varlığından haberdar
olduğumuz halde kazancımızı nefsimiz için hapsetmek, nefsimiz için harcarken
alabildiğine lüks ve israfa dalıp hayırlı hizmetlere yardımda, muhtaçlara
tasaddukta cimrilik etmek kadar şuursuzca davranışlar müslümana yakışır mı? Biz
müslümanız ve müslümana yakışır davranışlar sergilemeliyiz.
Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın
denildiği zaman,biz ancak islah edicileriz derler. Kesin olarak biliniz ki
,onlar ancak kötülük yapan bozgunculardır.Lâkin anlamazlar Bakara/11-12
Akıllı kişi,aklını aklı
yaratana tabi kılandır.Akıl büyük bir nimet iken o yerinde kullanılmazsa sahibi için
bir musibet olur. Akıllı geçinen, aklını beğenen nice müstekbirler,nice
zalimler,Fravun ve nemrudlar ucub ve kibrin ateşinde helak olup gitmişlerdir.Akıl
vahyin aydınlığında yürür,onun güzergahında yolculuk eder sefere çıkarsa hakka
vasıl olur.Aksi takdirde kendini putlaştırır ve put gibi sabitleştirdiği sakim
görüşlerini yaymak ve kabul ettirmek hususunda sadistleşir ve her türlü hak ve hukuk kaidelerini tahrib eder.Bugün yeryüzünde
meydana gelen korkunç tahribata, vahşet ve zulme baktığımızda temelinde
aklı putlaştıran ideolojileri ve onun sadist savunucularını
görmekteyiz.Onlar aklı, insanlığın hayrına kullanmak yerine ideolojilerini
hakim kılmak için şeytani planlar üretmekle meşgul etmişler ve aklı çıkar
menfaatlerinin aleti haline getirmişlerdir.
Herhangi bir şey kendi
sahasının dışında kullanılırsa birçok özelliğinin kaybeder. Tabiatını uygun
olan vazifeleri yerine getiremez. Akıl da böyledir. Onun yaratılışında hakkı
bulma melekesi vardır. Fakat onu sürekli yanlış yerlerde kullanırsanız,bu
meleke zaafa uğrar, doğru teşhis koymak hususunda yanılır. Kendi içinde
çelişkilere düşer.Kavramları İdrak edemez,anlayıp kavrayamaz
Allah teala bu hususu şöyle beyan ediyor: “Onlara; yeryüzünde fesad cıkarmayın denildiği zaman,biz
ancak islah edicileriz derler. Bakara/11-12 Evet,fesadı ıslah, islahı fesad
zanneder. Böylesi kişiler,tereddütler içerisinde yalpalayıp dururlar İç
dünyaları karanlık düşünceleri
bulanıktır.
Çelişkilerle
dolu bir düşünce, Çelişkilerle dolu bir fikir ve çelişkilerle dolu bir
yaşantıları vardır. İç alemleri ile barışık değildirler.Kendi kendileri
ile ile kavga halindedirler.Bu gibi
insanlar , başkalarından ibret almayan, hadiselere ibret gözü ile bakamayan ve netice itibari ile de kendileri
başkalarına ibret olacak bir yaşantı ve
bir sona mahkum olan kişilerdir. Akıl adına aklı katledenlerdir.
Şeyh
Sadi Şirazi: “Başkalarının musibetlerinden
ibret al.Sakın başkaları senden ibret almasınlar.”der.Eğer Ebu Cehil,inat
ve kibrinden ve riyaset hırsından dolayı Hz Musa’ya iman etmeyen Firavun’un kötü
akibetinden ibret alsaydı,küfründe inat etmez Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellleme iman eder ve kurtulurdu.
“Bahtiyar insanlar,geçmişten ibret alırlar
ve böylece kendilerinden sonra gelenlere ibret olmazlar.Bir kuş başka bir kuşu
tuza tutulmuş görünce artık tane tarafına yakın gitmez.”
Yakın
ve geçici menfaatler hususunda başkalarından ibret almaya çalışır da uzak ve
devamlı olan ve kurtuluşumuza ve ebedi hayatımıza tealluk eden hususlarda ibret
almazsak,bu akl-ı selim sahibi bir insana yakışır mı.? Önümüzde yürüyen bir
insan yanlışlık yapıp uçuruma yuvarlanarak helak olsa,biz aynı hatayı
yaparmıyız.?
Fakat
küfür ve şirkin zifri karanlığında yürüyüp neticede helak olanlardan, onların
kötü akibetlerinden ibret alan kaç dinsiz bulabilirsiniz.Çok az.Mumyası
satılığa çıkarılan heykeline ip bağlanılarak sürüklenen Lenin,adı anılınca
tiksinilen Stalin’in şu akibetlerinden ibret alıp kömünizme lanet,dinsizliğe
lanet deyip, Allaha dönen, İslama dönen kaç kömüniste rastlayabiliyoruz. Ne
nasibsizlik ya rabbi!
Geçenlerde
ateistlik, dinsizlik hastalığının amansız pençesine tutsak olmuş,din
düşmanlığını kendisine uğraş yapmış bir zavallı insan,geride kalanlara ibret
olacak bir yaşantıyı noktaladı.Aşağılık duygusunun,basiret körlüğünün,fazilet
yoksunluğunun kişiyi ne derekelere düşürdüğünün,çelişkilerle dolu bir hayatın
çarpıcı örneklerini sergileyerek göçüp gitti.
Bu
zavallı insana ağıtlar yakan,övgüler yazan kişiler acaba onun yazarlığına ve Türk Edebiyatındaki mizahlarına yani onun
sanat yönüne mi hayran yoksa küfrüne,din düşmanlığına ve küfür edebiyatına mı ?
Onun ardından ahu vah edenlere bakarsak onlar bu zavallı insanın yazarlık
sanatından dolayı deyil onun küfür, şirk ve din düşmanlığından dolayı
methiyeler de bulunuyorlar.Ve böylece gerçek niyetlerini ve tiynetlerini
göstermiş oluyorlar.Mensubu olduğu bir milletin dinine küfreden,yüzde
altmışını ahmaklıkla itham eden, Sivas
ta bir kısım insanların ölümüyle sonuçlanan hadiseleri tezgahladığı sabit olan
bu insanın,bir kısım hükümet ve devlet erkanı tarafından kahraman gibi
anılması,övgüler dizilmesi,millete rağmen millet ve din düşmanlarına özel itina
gösterilmesi üzerinde önemle durulması gereken bir husustur.İbret
almaları şöyle dursun,şu halleriyle bu insanların tutumları ibretamiz bir
durumdur. Milleti idare edenlerin millet düşmanlarına,din düşmanlarına bu kadar
yakın olmaları, onlara bu kadar yakın alaka göstermeleri ve onları savunmaları
millet olarak ibret almamız gereken mühim bir hadisedir.
İnsafsız
meliklerden birisi bir âbide sordu :
-İbadetlerden
hangisi efdaldir? Âbid:
-Senin
için öğleye kadar uyumak efdaldir. Çünkü uyuduğun müddetçe halkı incitemezsin
“Bir zalimi öyle vakti uyumuş gördüm de,bu
fitnedir. Fitnenin uyumuş olması iyidir.dedim.”
Uykusu uyanıklığından iyi olan kötü
yaşayışlı kimsenin gebermesi iyidir.Fitne uyumuştur.Allah onu uyandırana lanet
etsin’’(Gülistan)
NESİN fitnesi sustu.Onu
övgülerle,çeşitli etkinliklerle uyandırmaya çalışanlar,fitneyi uyandıranlardır.
Haccacı
Zalim,Bağdatta duası makbul bir zatı huzuruna cağırttı ve ondan hayır dua istedi. O zat
şöyle dua etti:
-Ya
Rabbi ! Haccac’ ın canını al.
Haccacı
Zalim:
-Allah
için söyle bu nasıl duadır dedi.
O kişi:
-“bu hem senihn için hem de bütün
müsylümümanlar için hayırlı duadır”. Diye cevap verdi.’(Gülistan)
Tarih
tekerrürden ibarettir diyorlar.
İbret
Alınsaydı hiç tekerrür mü eder di.
NASIL BİR EĞİTİM,
NASIL BİR İNSAN?
ASRIN NERONLARI TARİHİN YÜZKARALARI
MÜ'MİN GIBTA EDER, MÜNAFIK HASED EDER
İYİLERİN TENBELLİĞİ KÖTÜLERİN FAALİYETİDİR
HİZMETLER İSTENEREK VE COŞKU İLE YAPILMALIDIR
İYİLİĞE DESTEK KÖTÜLÜĞE KÖSTEK
FASIKIN HABERİNE İLTİFAT ETMEYELİM
LÜZUMSUZ ŞEYLERLE MEŞGUL OLMAYALIM