(1 / 96) 'ALAK SURESİ
MEKKE DÖNEMİ
(19 AYET)
Kur'an vahyi, Muhammed(as)’e Miladi 610 yılının Ramazan ayında, “Alak suresi” nin ilk beş ayetiyle inmeye başladı. Tamamı 19 ayetten oluşan bu surenin diğer ayetleri, daha sonra nazil oldu.
Sure, adını ikinci ayetinde geçen ‘alak kelimesinden alır. Ayrıca, birinci ayetinin başında yer alan ve Oku. anlamına gelen emir fiilden dolayı, İkra suresi adıyla da anılır. Alak, iniş sırasına göre 1'inci, tertip sırasına göre de 96'ncı suredir.
Alak suresinin ilk beş ayeti, Kur'an vahyinin başlangıcını oluşturduğundan genelde bu surenin, ilk inen sure olduğu söylenmiştir. Ancak ilk inen ayetlerle, ilk inen sureyi ayırt etmek gerekir. İlk inen, bu surenin tamamı değil ilk beş ayetidir. Tam olarak ilk inen sure ise, “Fatiha” dır.
"Oku!" Diyen Bir Ses
Muhammed(as)in, vahye ilk kez muhatap oluşu, onunla ilgili siret (biyografi) kitaplarında ayrıntılı biçimde anlatılır. Olayın özeti şudur: Muhammed(as), olgunluk çağına ulaştığı ve kırk yaşına yaklaştığı zaman, Mekke yakınındaki Hira Dağı Mağarası'na çekilir, orada derin düşüncelere dalıp kendini ibadete verir. Bir gece aniden vahy meleği yanında belirir ve ona: “Oku!” diye seslenir. Bundan sonrası, O'nun kendi dilinden şöyle anlatılır: “Melek beni yakaladı ve kendine çekti, öyle ki bütün gücüm kaybolup gitti. Sonra beni bıraktı ve “Oku!” dedi. Ben: “Okumak bilmem” diye cevap verdim. İkinci kez beni yeniden yakaladı, kendine çekip tekrar bıraktı ve yine “Oku!” dedi. Ben: “Okumak bilmem” dedim. Vahiy Meleği beni üçüncü kez tuttu, sonra beni bırakıp «Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alak’tan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz cömertliğin sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediklerini belletendir.»" dedi.
Oldukça sıkıntılı geçen bu ilk vahiy deneyiminden sonra, Peygamber(as), Hira Dağı'ndan evine döndü. Olup bitenleri eşi Hatice'ye anlattı. Hatice: "Telaşlanma! Allah'a yemin ederim ki O, seni hiçbir zaman utandırmaz..." diyerek hem Peygamber(as)'i teskin, hem de tasdik etti.
Muhammed(as), vahiy alırken kendini farklı bir fiziksel halde buluyor ve bu hal içinde Allah’ın ayetlerinin şuuruna varıyordu. Kur’an, Peygamber(as)in vahiy esnasında yalnızca işitme olayını değil, aynı zamanda rü’yet (vizyon) olayını da yaşadığına işaret eder. Muhammed(as), gözlerini nereye çevirse ufukta bir canlının (vahiy meleği Cebrail’in) uyarıcı görüntüsü ona, dile getirmesi gereken şeyleri söylüyordu; Peygamber(as) de ani bir aydınlanma ile Allah’ın mesajını alıyordu. Ancak vahiy, çoğunlukla işitme yoluyla vuku buluyordu.
Konuyla ilgili ayetler ve tarihi bilgiler birlikte değerlendirilirse, Kur'an vahyinin ilk kez, Ramazan ayında bulunan ve mübarek bir gece olan Kadir Gecesi'nde inmeye başladığı anlaşılır.
Önceleri kendi halinde bir muvahhid olan (tek Allah’a inanan) Muhammed(as), artık kendi halkına ve tüm insanlığa gönderilen bir peygamber olmuştur. O, önündeki gerçekleri ve güçlükleri görerek hareket etti. Mesajını başkalarına iletmeden önce, kendi, inancının tüm sonuçlarını kabullendi ve yüksek bir cesaretle hayatını bu inanca adadı. İlk zamanlar, sadece eşi Hatice ve birkaç yakın arkadaşı onun inancını paylaştılar. Peygamber(as), Kur'an’ın doğruluk ve değer ölçülerini insanlara duyurarak işe başladı. Onları Tevhide çağırdı, Şirkin kesin bir yasak ve -tevbe edilmedikçe- bağışlanmaz bir günah olduğunu belirtti. İmanın amacını, insanın özüne yerleştirip imanı, amelin (eylemin), İslam’ı da hayatın ayrılmaz bir parçası olarak tanıttı. Kur’an’ı Sünnet formunda yorumlayıp uyguladı. O güne kadar değişmez gözüyle bakılan toplumsal kavram ve kurumları, Kur'an kıstasına vurup yeniden gözden geçirdi. Şirk düzenini alt üst eden bir yeniliği gerçekleştirdi. Sonunda, hem her bakımdan model olma özelliğine sahip bir iman ve ahlak toplumu hem de bütün organ ve kurumlarıyla bir devlet modeli oluşturdu. Böylece, İslam, davetten devlete ulaştı.
Miladi 610 yılının Ramazan ayında “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” anlamındaki ayetle vahyedilmeye başlayan Kur’an, Peygamber(as) in 632 yılında Medine’de vefat etmesine kadar geçen yaklaşık yirmi üç yıllık süre içerisinde tamamlanmış oldu.
Kur’an Okumak İstediğin Zaman
Kur’an’a muhatap olan insanın en başta gelen görevi, onu okuyup anlamaktır. Müslüman kişinin Kur’an’ı öğrenmesi, önemsemesi ve uygulaması ise, imanın gereğidir.
Kur’an okumaya başlarken, yapılması gereken en önemli ve öncelikli iş, yine Kur’an tarafından şöyle belirtilir: «Kur’an okuyacağın zaman, öncelikle o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın» “Eûzü billahi mineşşeytanirracim” cümlesini söyle.
İşte, “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” anlamına gelen bu söze, islami terminolojide istiaze denir. İstiaze, “insanın, Allah’a sığınma isteminde bulunması; kendini kötülüklerden koruması için O’nun manevi desteğine baş vurması”dır.Ayetlerin beyanına göre, gerek Kur’an okumak istendiği; gerekse şeytan, ayartıcı etkileri ve yıkıcı hamleleri insan ruhuna yönelttiği zaman hemen Allah’a sığınmak gerekir.
İstiaze ile ilgili ayetlerde ve hadislerde Allah’a sığınmanın şekli, anlamı ve içeriği ayrıntılı olarak anlatılır. Burada, konunun ayrıntılarına girilmeden, sadece özet bilgi verilmekle yetinilecektir.
Kur’an’dan bir ayet olmayan istiazenin, çeşitli okunuş şekilleri vardır. Bunlar arasında en meşhur ve tercihe şayan olanı, “Eûzü billahi mineşşeytanirracim” şeklidir.
Kur’an okumak isteyen kimse, istiaze’ye baş vurmalıdır. Bundan maksat, zihnen Kur’an’ı anlamaya hazır olmaktır. Şu halde Kur’an okuyan insan, ondan bir şeyler öğrenme gayesi gütmeli, kendini onu anlamaya hazırlamalı, aklını ve kalbini başka şeylerle meşgul etmemelidir. Çünkü Kur’an okuyan insan, vesveselerden, zihinsel kaymalardan ve fikir kaçaklarından ne kadar uzak kalırsa, Kur’an’ı o kadar iyi anlar.
Kur’an okuyan insan, duyular üstü idrakin en güvenilir alanına girmeye hazırlanmıştır. Kur’an’ın doğru ve kesin bilgisinden, sürekli bereketinden istifade edebilmek için, yüceliklerin kapısını çalmaktadır. Tam bu noktada, onun baş düşmanı olan şeytan, Kur’an okuyan mü’mine sunulacak nasipleri çalmaya kalkışacaktır. İşte istiaze’yi inançlı ve bilinçli olarak okuyup Allah’a sığınan kimse, değinilen şeytani amele maruz kalmaktan korunmuş olur. Demek ki istiazeyle, insanın Kur’an’ı anlayarak okuması ve inanarak uygulaması hedeflenmiştir. Bu da kalbin imanlı, zihnin idmanlı, gönlün de İslam'ı yaşamaya sevdalı olmasıyla gerçekleşir. Kur'an'ı anlamadan veya onu yaşama amacı taşımadan okumak, ona karşı saygısızlık anlamına gelir.
Hemen hatırlatalım ki, insan fıtratı, sürekli olarak şeytani etkilere ve yıkıcı hamlelere maruz kalır. Bundan dolayı insanın sadece Kur’an okurken değil, her an Allah’a sığınması gerekir.
Öyleyse, «Şeytandan (güç alan) bir kışkırtma seni (gözü kara bir öfkeye) sürükleyecek olursa, hemen Allah’a sığın, bil ki O, her şeyi işiten ve her şeyi (her yönüyle) bilendir.»
Ayette dile getirilen istiaze gerçeğine, Allah Elçisi, şu sözleriyle açıklık getirmiştir: «Sizden herhangi birinize şeytan (şeytanî bir dürtü) gelir de: “Şunu böyle kim yarattı, bunu böyle kim yarattı? En sonunda da Rabb'ini kim yarattı?” diyerek vesvese verir, bu şeytani vesvese Rabb’inize kadar erişirse, o vesveseli kişi hemen “eûzü billahi mineşşeytanirracim” diyerek Allah’a sığınsın; vesvesesine (ayartıcı şeytan fısıltısına da) son versin.»
Çünkü «Şeytanın, iman değerine erenlerin ve Rablerine güven duyanların üzerinde bir etkisi yoktur.» Şu halde insan, kendi ruhunda ve toplumsal çevresinde potansiyel olarak var olan, onu İslami ilke ve değerlerden koparıp Allah’tan uzaklaştırmaya çalışan her türlü şer güçlerin ayartılarına karşı her an, Allah’ın manevi desteğine başvurmalıdır.
Görüldüğü gibi istiaze, mekanik bir söz kalıbı değil, tam aksine vahiy bilgisi ve Allah inancıyla günahlara yenik düşmeme direncini gösterebilmektir. Ayartıcı arzu ve tutkulardan, zihinsel ve kalbi körlükten, ameli sapıklıklardan uzak kalmaktır. İradeli işlerin ve akli erişlerin önüne iman değerini koyarak Allah’a sığınmaktır. Bu sığınma, sadece kuru bir söylemle değil; bilgili, imanlı ve ihlaslı bir eylemle gerçekleşebilir.
İstiaze, Kur’an’dan bir ayet değildir. Farklı görüşler olmakla birlikte genel kabule göre, Kur’an okumaya istiaze ile başlamak “müstehap”; namazda istizeyi okumak ise, “sünnet”tir.
Hemen belirtelim ki istiaze ile emir, onun lafzen söylenmesinden öte manasıyla emirdir. Bunun için, istiaze’nin söylenişi farz olmasa da, manasının anlaşılması ve içeriğinin yerine getirilmesi farzdır. Çünkü Kur’an mesajının evrensel ve ölümsüz değerlerinin, İslam dışı gelenek ve sistemlere boğdurulmaması, bu farzın bilgili ve bilinçli şekilde uygulanmasına bağlıdır.
İstiazenin mana ve maksadını yeterince anlamayan kimseler, onu bir kalıp olarak tekrarlamaktan öteye gidemezler; okudukları istiazeye rağmen, şeytanın işlerini memnuniyetle yaparlar. Hatta göz göre göre günah işleyip sonra da “Şeytanın gözü kör olsun.” derler. Onlar, kendi manevi körlüklerinin farkında olmadıklarından bu sözleriyle şeytanı kızdıracak yerde onu kendilerine güldürürler; bir yandan dilleriyle şeytanın şerrinden Allah’a sığınırken, diğer taraftan davranış ve fiilleriyle şeytana iş bırakmazlar.
Demek ki, istiazeyi bilgili ve inançlı olarak okuyup bilinçli bir şekilde uygulayan kimse, hem değinilen kusur ve çelişkilerden kurtulmuş; hem de, şeytanın veya şeytan misyonu gören İslam karşıtı şer odaklarının hesaplı ve kasıtlı kötülüklerinden Allah’a sığınmış olur.
ALLAH
İstiaze cümlesinde yer alan Allah ismi, vahiy dilinin en yüksek manalı kelimesidir. Allah isminin etimolojisi, hayranlık verici bir tablo sergilemektedir.
Kaynaklarda, Allah isminin kökeniyle ilgili çeşitli görüşlere yer verilir. Bu görüşlerin, iki noktada yoğunlaştığı görülür.
I. Genel kabule göre Allah ismi, herhangi bir kökten türemiş değildir. Allah’ın yüce zatına ait özel ismidir. Bunun için O’ndan başka hiçbir varlığa Allah ismi verilmez. «..Hiç, ismi O’nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?» anlamındaki ayet, Allah adını taşıyan başka bir varlık olmadığını; «Hiçbir şey ona benzemez» anlamındaki ayet de, O’nun benzeri hiçbir varlığın bulunmadığını bildirir. Allah benzersizdir; hiçbir şey O’na benzemez ve O’nunla mukayese edilemez.
II. Allah isminin çeşitli köklerden türemiş bir kelime olabileceği de ileri sürülmüştür. Bu görüşler şöyle özetlenebilir:
a)- Allah ismi el-İlah kökünden türemiştir. Kelimenin asıl harflerinden biri olan “hemze” kaldırılmış, yerine kelimeyi oluşturan harflerden birinci “lam”, ikincisine ilave (idgam) edilerek kelime Allah şeklini almıştır. Nitekim Arap dilinde, bu şekilde oluşmuş başka kelimeler de vardır.
b)- Allah isminin lâhe kökünden türemiş olabileceği de belirtilir. Bu yaklaşıma göre “lah” kelimesinin başına harf-i tarif getirilip “lam”lar birleştirilmiş ve “Allah” ismi elde edilmiştir.
c)- Allah isminin, ellehe kökünden türediğini söyleyenler de olmuştur. Bu görüşün doğruluğu, A’raf suresinin 127’nci ayetinde yer alan âliheteke kelimesi örnek gösterilerek savunulmuştur.
d)- Allah lafzının, cahiliyye Araplarının putlarından olan el-Lat kelimesinden alındığını savunanlar olduğu gibi, bu iddianın aksine müşriklerin, putlarının isimlerini Allah’ın isimlerinden türettiklerini; Lat’ın Allah lafzından, Uzza’nın da Aziz sıfatından türetildiğini söyleyenler de olmuştur.
Allah isminin etimolojisi konusunda ileri sürülmüş olan daha pek çok görüş vardır. Bunlar Kur’an vahyinin sunduğu Allah anlayışı karşısında fazla önem taşımaz ve bir ihtimal olmaktan da öteye geçmez. Ancak kelimenin türemiş olduğuna ilişkin bütün görüşler birlikte değerlendirilirse, Allah isminin Arapça asıllı ve zengin anlamlı ilah lafzından türemiş olduğu kanaatinin ağırlık kazandığı görülecektir.
Allah isminin, dil yönünden kendine özgü başka özellikleri de vardır. Bunlardan en önemlisi, Allah isminin ikil (tesniye) ve çoğul (cemi) şeklinin olmayışıdır. Yüce Yaratıcı’nın tek olduğunu ifade ettiği için bu ismin, hep tekil (müfret) şekli kullanılmıştır.
Sonuç olarak denebilir ki Allah, vahiy dilinin en yüksek manalı tek ismidir. O, varlık ve oluşun tamamına hakimdir. Kur’an O’nu, aşkınlık, içkinlik ve yetkinlik ifade eden kavramlarla tanıtır. Bunun için Allah, Kur’an’ın anlattığı ve tanıttığı gibidir.
Şeytan
İstiaze cümlesinde geçen ve şer odağı olarak gösterilen Şeytan sözcüğü, Arapça kökenli (türemiş) bir isimdir. Arap dilbilimcileri, bu kelimenin kökeni konusunda iki farklı görüşe sahiptir:
Şeytan sözcüğünün aslı, “iyi, doğru ve güzel olan her şeyden uzaklaştı.” anlamına gelen şetane dir.
Şeytan kelimesi, “Öfkeden yanıp tutuştu, helak oldu ve işe yaramaz hale geldi.” anlamını taşıyan şeyata kökünden türemiş bir isimdir.
Şeytan kelimesi, en geniş ve soyut anlamıyla, “doğru, iyi ve güzel olan her şeye karşı çıkan kötü güç ve etkiyi” ifade etmektedir. Bunun için şeytan sözcüğü, etimolojik seyri içinde, “cinlerden, hayvanlardan ve insanlardan her türlü kötülük kuvvetine, kötü ve karanlık güce” isim olmuştur. İşte bu yüzden Şeytan kavramı, hakikate ve maneviyata düşman olan bütün güçleri, insanın içindeki kötü eğilimleri tanımlamak için kullanılır. Ayrıca bu kavram, çoğu zaman, her insanda bulunan ve mahiyeti itibariyle ahlak dışı olan dürtüler için, bir mecaz olarak da kullanılır.
Şeytanın Kur’an’da belirtilen en bariz vasıfları, “kovulmuş ve taşlanmış” anlamındaki racim ile, “inatçı, bozguncu ve lanetli kötü güç” anlamındaki merid ve mâriddir.
Şeytan olgusunun özeti şudur: Allah, Hz.Adem’i iradeli bir varlık olarak yaratır, sonra da melekleri ve cinleri ona secdeye (saygıya) çağırır. İblis adındaki bir cin, bu çağrıya uymaz ve Allah’a isyan eder. İblis, Hz.Adem’in yaratılmasından sonra, insanın denenme sürecinde saptırıcı (negatif) bir rol üstlenmek ister; Allah da buna müsaade eder. İblis, ilk faaliyetini Hz.Adem ve eşinin cennetten çıkarılması olayında sergiler ve bunda da başarılı olur. İşte Kur’an, gerek iblis soyundan olsun, gerekse insan cinsinden olsun, onunla aynı misyonu üstlenenleri şeytan olarak isimlendirir.
Şeytanla insan arasındaki mücadele geçmişte kalmış ve bitmiş değildir. Bu mücadele kıyamete kadar sürecektir. Çünkü şeytan, insana karşı tüm hayatı kapsayan topyekün bir mücadeleyi yürütmektedir. Bunun için, insanların her çeşit kötülüklerden korunabilmeleri için, her an Allah’a sığınmaları gerekir.
RAHMAN VE RAHİM ALLAH’IN ADIYLA OKUMAYA BAŞLA
« Bismillahirrahmanirrahim »
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla” anlamına gelen bu söze besmele denir.
Çeşitli dinlerde, besmeleye tekabül eden kelime ve tabirler mevcuttur. İslam'dan önce Araplar da, işlerine bazı putlarının adını anarak başlarlardı. Onlar işlerine başlarken bazen bismi’l-Lat ve’l-Uzza bazen de bismikellahümme derlerdi. Bu âdet, İslam'ın ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Neml suresinin 30’ncu ayeti nazil olduktan sonra besmele son şeklini almış, Peygamber(as)de, ömrünün sonuna kadar hep bu ibareyi kullanmış; besmelenin yazıldığı ilk satıra, başka hiçbir şeyin yazılmamasını istemiştir.
İslam’da her önemli ve meşru işe, besmele ile başlamak tavsiye edilmiştir. Bundan maksat, Allah’la Kur’an’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre hareket edeceğimize ilişkin bir sözleşme yapmaktır. Besmele’nin günlük hayatımızda defalarca tekrar edilmesi, bu antlaşmanın sürekli yenilenmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. Ayrıca insan besmele ile, başarı için Allah’ın yardımına güven belirtmiş olur. Allah'ın adıyla ve O’na güvenerek bir işe başlanırsa o iş hayırla sonuçlanır. Peygamber(as), besmeleyle ilgili bir hadisinde: “Besmele ile başlanmayan her iş, (bereketsiz ve güdük olduğundan) sonuçsuz kalır.” buyurarak, besmele’nin günlük hayattaki önemini ve gereğini vurgulamıştır.
İnsanla Allah arasında iman, sevgi ve güvene dayalı deruni bir münasebeti ifade eden besmele, hem iyiliğin ve İslam’ın sembolü, hem de Allah’ın kullarına bir ihsanıdır.
Besmele’nin, doğrudan Allah lafzıyla (billah şekliyle) değil de, isim kelimesi kullanılarak (bismillah) ile başlamış olmasının en önemli hikmeti, besmele sözünün, yemin cümlesinden ayırt edilmesidir.
Besmelede yer alan isim kelimesi sözlükte, “bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alamet” anlamına gelir. Tek başına anlaşılır bir mana taşıyan, canlı cansız varlıklara, soyut ve somut kavramlara ad olan kelimeye “isim” denir.
Besmeleyle İlgili Görüş ve Hükümler
Neml suresinin 30’ncu ayetinde geçen besmelenin, Kur’an’dan bir ayet olduğu kesindir. Ancak Tevbe suresi hariç, Kur’an’daki sure başlarında yer alan besmelelerden her birinin, müstakil bir ayet olup olmadığı, ihtilaflı bir konudur. Bu ihtilafların, genelde dört noktada odaklaştığı görülür:
a)- Sure başlarındaki besmelelerden hiçbiri, ayet değildir. İmamı Malik’in bu görüşte olduğu söylenir.
b)- Sure başlarındaki besmelelerin her biri, müstakil bir ayet olup surelerin arasını ayırmak için nazil olmuştur. Ancak başında bulunduğu surenin bir parçası (ayeti) değildir. İmamı A’zam’ın bu görüşte olduğu bildirilir.
c)- Sure başlarındaki besmelelerin her biri, başında bulunduğu sureden bir ayettir. Ahmed bin Hanbel, bu görüştedir.
d)- Yalnız Fatiha suresinin başındaki besmele bir ayet olup bu sureye dahildir; diğerleri ise ayet değildir, sadece teberrüken sure başlarına yazılmışlardır. Bu görüş de, İmamı Şafi’ye aittir.
Tevbe suresi hariç diğer surelere, besmele okuyarak başlanır. Bir sureden diğerine geçişte ise, besmelenin okunması gerektiğini söyleyenler olduğu gibi, okunmayabileceğini iddia edenler de vardır. Ancak bu hüküm, surelerin tertip sırasına göre okunması halinde geçerlidir. Eğer okurken, Kur’an’ın tertip sırası terk edilip başka bir sureye geçilirse, o zaman besmelenin okunması gerekir.
Tevbe suresine, besmeleyle başlanamayacağı konusunda kıraat alimleri arasında görüş birliği vardır. Ancak bu surenin herhangi bir ayetinden, besmele okuyarak başlamanın, mekruh olduğunu söyleyenler olduğu gibi, sünnet olduğunu ileri sürenler de olmuştur.
Hayvan keserken, av üzerine eğitilmiş av hayvanı (köpeği) salarken veya avlanacak hayvan için silah kullanırken besmele okumak farzdır. Mushaf yazarken, Tevbe suresi dışında kalan surelerin baş tarafına besmele yazmak da farz hükmündedir. Çünkü besmele, sahabenin icmaı olan mushafta bu şekilde yazılmış ve bu durum, tevatüren sabit olmuştur.
Kur’an okumaya başlarken, surenin başında besmele okumak, alimlerin çoğunluğuna göre sünnettir. Surenin başından değil de herhangi bir yerinden Kur’an okumaya başlanması halinde ise, müstehaptır. Kur’an okumaya Tevbe suresiyle başlayan kimse, yalnız istiazeyi okumakla yetinir; besmeleyi okumaz.
Besmeleyi, namazda okumanın hükmü konusunda da alimler farklı görüşlere sahiptir. Hanefi mezhebine göre, her rekatta Fatiha suresinden önce sessiz olarak besmeleyi okumak sünnet; Şafi mezhebine göre sesli veya sessiz okumak farz; Maliki mezhebine göre ise namazda besmeleyi terk etmek mendup, okumak mekruhtur.
Kur’an okumanın ve namaz kılmanın dışında, herhangi bir işe başlarken besmele okumanın hükmü, işin mahiyetine göre değişmektedir. İslam’ın kesinlikle yasakladığı şeylere veya işlere, örneğin, içki içmeye veya haram olan bir şeyi yemeğe besmele ile başlamak, onları meşru saymak anlamına geleceği için haram kabul edilmiştir.
Aptest alırken, yenilmesi, içilmesi ve yapılması helal olan şeyleri yemeye ve içmeye başlarken besmele okumak ise, “sünnet”tir. Oturmak, kalkmak ve yürümek gibi işlere besmeleyle başlamak “müstehap”tır ve İslam'ın yaygın muaşeret kurallarından biridir. Birilerinin iddia ettiği gibi, batıl bir itikat değildir.
Rahman - Rahim
Besmelede yer alan rahman ve rahim sözcükleri, lugatta, “acımak, esirgemek, şefkat ve merhamet etmek” gibi anlamlara gelir. Yüce Allah, besmelede bir arada andığı Rahman ve Rahim isimleriyle kendini tavsif etmiş (nitelemiş)tir.
Rahman ismi “rahmeti sonsuz olan, herkese rahmetinin tüm nimetlerini sunan Allah” anlamına gelir. Bu isim, Allah’ın rahmetinin çok ve sınırsız olduğu mesajını verir.
Rahim ismi ise, “esirgeyip bağışlayan, merhameti sınırsız olan, buyruklarına uygun biçimde yaşayanlara, ölüm sonrasında özel rahmetler sunan Allah” manasına gelir. Bu isim de, Yüce Allah’ın, rahmetiyle merhamet edici olduğu mesajını verir.
İlk zamanlardan beri islam alimleri, bu iki isim arasında ince anlam nüanslarının olduğunu belirtmişler ve bunları ayrıntılı biçimde açıklamaya çalışmışlardır. Burada değinilen ayrıntılara girilmeyecek, sadece Kur’an ayetlerinin işaret ettiği bazı önemli farklar belirtilmekle yetinilecektir:
a)- er-Rahman ismi, Kur’an’da her yerde, “e l” (belirlilik) takısıyla kullanıldığı halde, Rahim ismi, bir çok defa, bu takıyı almadan da kullanılmıştır.
b)- er-Rahman ismi, geçtiği yerlerin çoğunda, uluhiyyetin ikinci bir ismi olarak kullanılmış, sıfat olarak çok az yer almıştır. Rahim ismi ise birkaç istisna dışında geçtiği her yerde, Allah ismini nitelemiş (tavsif etmiş)tir.
c)- er-Rahman ismi, Kur’an’da insanlar hakkında hiç kullanılmamış, sadece Allah’ın isim sıfatı olmuşken, Rahim ismi, bir ayette Peygamber(as)i nitelemiştir.
Sonuç olarak, er-Rahman, “sonsuz rahmet sahibi olan ve rahmetinin tüm nimetlerini herkese sunan”; Rahim ise, “rahmetiyle merhamet eden, yaratıklarına acımakla şefkatini gösteren Allah” anlamına gelmektedir. Yüce Allah’ın rahmeti ve merhameti, sadece bir iyilik duygusundan ibaret değildir. O’nun rahmetinin belirtisi, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. Aslında insanın içinde bulunduğu ve her an bir yenisine şahit olduğu sayısız nimetler, Rahman ve Rahim isimlerini en güzel açıklayan gerçeklerdir.
Müslümanların inanç, ibadet ve günlük hayatlarında çok önemli bir yer tutan besmele, Kur’an mesajının ilk cümlesi, temel ilkesi ve Allah’a inanma müjdesidir. Oluşun kaynağı Allah’tır. Varlık ise, Allah’ın insana en büyük lütfudur. Çünkü her varlık, mevcudiyetini Allah’tan alır. Her şey, Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir ve yine O’nun lütuf ve rahmetiyle varlığını sürdürür. Öyleyse her meşru işte ve samimi yönelişte, öncelikle Allah’ın ismi anılmalıdır. İşte bunun için daha Kur’an’ın ilk ayetinde, insana: «Yaratan Rabbinin adıyla oku.» talimatı verilmiştir.
Kur’an okumak isteyen her insan,öncelikle Eûzü billahi mineşşeytanirracim diyerek “kovulmuş şeytandan Allah’a sığınmalı”; sonra da, Bismillahirrahmanirrahim cümlesini söyleyerek “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla” yani “besmeleyle” Kur’an’ı okumaya başlamalıdır.
Surenin Muhtevası (içeriği)
Alak suresinde, vahiy bilgisinin insanı olgunlaştırmadaki önemi dile getirilir. Bunun için insana, öncelikle Rabb’inin adıyla okuması emredilir.
Maddi yönden varlıklı, ancak bilgi ve iman gibi yüksek değerlerden mahrum olan insan benliğinin, kendini aşırı biçimde önemseyeceğine, konumuna ve kendine duyduğu aşırı güvenden dolayı Allah’a bağımlılığını unutup haksız ve ahlaksızca davranışlar sergileyebileceğine dikkat çekilir.
İnsanın her bakımdan gelişip gerçek kurtuluşa erebilmesinin, Allah’a yakınlaşma çabasına bağlı olduğu vurgulanır.
Sure, insanı Allah’a yakınlaşmaya ve hayatı doğru yaşamaya çağıran ayetle son bulur.
Alak suresi, insan olarak yaratılmanın, okuyup öğrenmeyi ve bilgi değerine ulaşmayı; bilmenin ise, Allah’a inanıp O’nun dinine bağlı kalmayı gerektirdiği mesajını verir. Kur’an’ın belirleyici ve birleştirici ilkelerine; doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşamaya da genel anlamda “Allah’a ibadet” denir.
Dileyelim insanlık, vahyin ve aklın rehberliğinde bu kutlu yolda yürümeyi seçsin de yaratılış gayesini ve en büyük özlemini gerçekleştirsin.
“ALAK SURESİ” AYETLERİ, MEALİ VE AÇIKLAMASI
(1)- « Yaratan Rabb’inin adıyla oku.»
Okumak
İnsana, Kur’an’ın değişmez mesajını ezeli ve ebedi “Rabb’in adıyla oku” çağrısı yapan bu ayet, dört temel sözcükten oluşur. Bunlardan ilki; ayetin başında yer alan ikra sözcüğüdür. İkra sözcüğü “Oku!” anlamına gelir.
Okumak, “hafızada bulunan kelimeleri veya bir yerde yazılı olan harfleri düzenli biçimde sese çevirmek ve dile getirmek (telaffuz etmek)tir.” Ayrıca, “dış kaynaktan alınan sözleri ve düşünceleri, yüksek sesle olsun veya olmasın anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihne nakşetmeye” de kıraat denir.
Ancak Arapçada “okumak” geçişli ve aktif karakterli bir fiil; Peygamber(as)’de yazılı bir metne değil, kendisine gelen vahye muhatap olduğundan bu ayetteki "“kra"”emri, "“ana iletilen vahyi insanlara duyur!"”anlamına da gelir. Bu durumda ayet: «Sana gelen vahiyleri, yaratan Rabb’inin adıyla insanlara oku/duyur!» şeklinde tercüme edilebilir.
Kur’an okumak ise, “ezberden veya yüzüne bakarak Kur’an lafızlarıyla konuşmak; ayetleri ve onlardaki manayı anlayarak zihne nakşetmektir.” Görüldüğü gibi okumak hem kelime veya harfleri sese çevirmek, hem de lafzın ve mananın şuuruna varmaktır. Bunu gerçekleştiren kişiye de, kâri-okuyan denir.
En kuvvetli ve tercih edilen görüşe göre, Kur’an sözcüğü de aynı kökten türemiştir. Ancak Kur’an sözcüğü daha sonra, “Allah’ın, Muhammed(as)’e indirdiği vahiylerin yazılıp derlenmesinden oluşan kutsal kitaba” isim olmuştur.
Kıraatla eş anlamlı olan kelimelerden biri de, tilavettir. Tilavet; “okumak, okunan şeye bilgili ve bilinçli biçimde uymak” demektir. Bunun için her tilavet kıraattır, fakat her kıraat tilavet değildir. Çünkü tilavet, hem kelimeyi söylenmesi gerektiği şekilde seslendirmeyi, hem de kelamın anlamına nüfuz edip onun gereğini yerine getirmeyi ifade etmektedir. Demek ki Kur’an’ı okuma, bir bakıma onu anlamaya denk bir söz olmaktadır. Asıl önemli olan da, Kur’an’ın içindekini anlayıp ona göre bir hayat tarzı çizmektir. Kur’an, kendi bütünlüğü içinde ve düşünerek okunması halinde, doğru anlaşılabilir. Bu gerçeğe, kıraatle yakın ve eş anlamlı olan tertil sözcüğüyle işaret edilir.
Tertil sözcüğü, “bir şeyin parçalarını, bütününü meydana getirecek şekilde bir araya toplayıp onlara uygun bir düzen vermek” anlamına gelir. Bu kavram, bir metnin veya Kur’an’ın okunuşuyla ilgili olarak kullanıldığında; onun, düşünce süzgecinden geçirilerek sakin, ölçülü ve bütüncül biçimde okunuşunu ifade eder.
Kur’an, vahyin alıcısı ve benimseyip yayıcısı olan Peygamber(as)’e, tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde ve belli bir düzen içinde indirilmiştir. Bu durum, onun bir biçimi (lafzı), bir anlam ve amacı olduğunu gösterir. İşte kıraat, tertil ve tilavet kavramları, Kur’an’ın lafız, mana ve maksat bütünlüğü içinde okunup anlaşılması gerektiği mesajını verir. Şu halde Kur’an, insanın aklına ve kalbine iyice yaklaştırılmalı, düşünüp anlamayı hedef alan bir yöntemle okunmalıdır.
İsim
Bu ayeti oluşturan temel sözcüklerden ikincisi, isim dir. Tek başına anlaşılır bir mana taşıyan, canlı, cansız, soyut ve somut varlıklara ad olan kelimeye isim denir. Kur’an okumaya Rabb’in adıyla, yani Alah’ın ismiyle başlanmalıdır. Çünkü hem Kur’an’ı vahyeden, hem de insana onu anlama yeteneği bahşeden Allah’tır.
Rabb
Bu ayeti oluşturan temel sözcüklerden üçüncüsü, Rabb’dır. Rabb, Kur’an’da Allah lafzından sonra O’nun en çok geçen ismidir. Kaynaklarda bu kelimenin kökeni, anlamları ve kullanım şekilleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler verilir. Bu bilgiler, şöyle özetlenebilir:
I. Rabb Kelimesinin Anlamları
“Rabb” kavramı, başka bir dilde tek kelimeyle kolayca ifade edilmeyecek kadar geniş kapsamlı ve zengin anlamlıdır. Bu sözcüğün taşıdığı belli başlı anlamlar şunlardır:
a)- Terbiye etmek, besleyip büyütmek: Rabb kelimesi, bu anlama geldiği için Arapçada çocuk bakıcısı veya yetiştiricisi olan dişi insana (anneye) rabbe, erkek insana (babaya) da rabb denir.
b)- Malik ve sahip olmak: Arapçada, bir şeye sahip ve malik olan kişi için o şeyin rabbi denir.
c)- Melik, efendi, sözü dinlenen kişi: « .. “Buradan çıkınca efendine benden söz et” dedi. Ne var ki şeytan berikine efendisinin yanında (Yusuf’tan) söz etmeyi unutturdu...» Bu ayette yer alan Rabb kelimesi, bu sözcüğün değinilen anlamlara geldiğini kanıtlar.
d)- Toplamak, yığmak: Rabb kökünden türeyen ve “insanların toplandıkları yer” anlamına gelen el-mereb sözcüğü, rabb kelimesinin, belirtilen anlamlara geldiğini gösterir.
e)- İslah edip düzeltmek; bir şey üzerinde otorite sahibi olmak: Arap dilinde “bir şeyi düzeltip tamamlayan” yahut “bir toplumu idare edip insanları kendine itaat ettiren” kimseyi belirtmek için de rabb kelimesi kullanılır. Bu kullanım şekli, kelimenin değinilen manaları taşıdığını ortaya koyar.
Görüldüğü gibi rabb sözcüğü terbiye eden, yöneten, besleyip gözeten, sahip ve malik olan gibi pek çok anlamlar taşımaktadır. Ancak bu anlam nüanslarının hepsini birden tek sözcükle dile getirmek mümkün değildir. Bu özelliğinden dolayı rabb sözcüğü, hangi bağlamda kullanıldığına bakılarak manalandırılmalıdır.
Bu açıklama ve tespitlerden sonra rabb kelimesinin öncelikli ve ağırlıklı manasının, terbiye etmek, büyütüp yetiştirmek olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an’da, Rabb ismi, bütün varlıklar alemini yaratan, onları terbiye ederek geliştiren, maddi ve manevi olgunluğa eriştiren, her türlü otoritenin nihai kaynağı olan Allah anlamına gelmektedir.
Kur’an’ın, insanlara Allah’ı tanıtırken daha ilk başta O’nu Rabb olarak zikretmesi, çok anlamlıdır. Kur’an bu yolla, Allah’ın çok merhametli ve adaletli olduğunu, O’nun varlık ve insanlarla ilgisinin devam ettiğini anlatmak istemiştir. Kur’an, muktedir uluhiyyet anlayışı getirir; bunun için onun tanıttığı Allah, her şeye güç yetirir. İnsanın, öncelikle bu gerçeği bilmesi ve kabul etmesi gerekir.
II. Rabb Kelimesinin Kullanım Şekilleri
a)- Rabb kelimesi, şekil olarak mastardır. Ancak bu sözcük, asıl anlamın dışında (müstear olarak) fail manasını ifade etmektedir. Çünkü Arapçada bir şeyi büyütme (iz’am etme) maksadıyla çoğu kez ismi fail yerine mastar kullanılır. İşte, Allah’ın rablığının kemalini ifadeye koymak için mürebbi yerine rabb kelimesi kullanılmıştır.
b)- Rabb sözcüğü, er-Rabb şeklinde yalnız Allah için kullanılır. Ama bu kelime, belirtilen şekilde Kur'an’da hiç geçmez. Ancak hadis dilinde, er-Rabb şeklinin, Allah anlamında kullanıldığı görülür.
c)- Rabb ismi, Allah’tan başka varlıklar için, bir şeye eklenme (izafe edilme) den tek başına kullanılmaz. Ayrıca bu ismin, Allah’tan başkası için kullanılması, hadis diliyle yasaklanmıştır.
d)- Rabb kelimesi, Kur’an’da birkaç istisna dışında her zaman muzaaf olarak sadece Allah’ı niteler. Genelde isim veya zamire eklenmiş olarak gelen bu kelime, sadece iki ayette yalın halde ve nitelenmiş (mevsuf) olarak görülür.
e)- Rabb kelimesinin çoğul şekli olan erbâb, Allah’tan başka tanrılaştırılan varlıkları belirtmek için kullanılır.
f)- Kur’an vahyinin başlangıcından beri Rabb sözcüğünün, insanlara ait olan zamirlere ve Allah’tan başka kimsenin sahip olmayacağı yirmiyi aşkın muazzam varlıklara izafe dildiği (eklendiği) görülür. Kur’an vahyinin bu kelimeye yüklediği aktif ve dolgun mana sonucu, rabb sözcüğü, Mekke döneminin sonlarına doğru sadece Allah’a ait bir isim haline gelmiştir. Bu aşamadan sonra kelimenin muzaaf olduğu şeyler gittikçe azalmış, hatta Medine devrinin son dönemlerinde inen vahiylerde rabb kelimesinin sadece, Rabbü’l alemin ve Rabbü’l arşi’l azim şekli kullanılmıştır.
Kur’an vahyinin, başlangıçta uluhiyyeti en çok rabb kavramıyla anlatmasının temel nedeni, tevhid inancından uzaklaşmış insanların nazarında Allah isminin, rabblik fiillerinden neredeyse tamamen tecrid edilmiş (soyutlanmış) olmasıdır. Onlar, Allah’ı faaliyetleri sona ermiş ve insanlardan uzak duran bir ilah olarak görüyorlardı. İşte Kur’an insandaki Allah inancının uzak bir anıya dönüşmesini önlemek için, uluhiyyeti en çok rabb kavramıyla anlatmıştır. Kur’an’ın, rabb kelimesine yüklediği dolgun ve aktif mana sonucu bu sözcük, Allah’ın en has ismi haline gelmiş; böylece bütün insanlığa, İslam inanç ve yaşayış sisteminde Allah’tan başka hiçbir varlığın rablık hakkı olmadığı mesajı verilmiştir.
Yüce Allah «Göklerin, yerin ve bunların arasında var olan her şeyin Rabb’idir. Öyleyse yalnızca O’na kulluk et, O’na kullukta devamlı ve sebatlı ol! Hiç ismi O’nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?»
Yaratmak
Alak suresinin birinci ayetini oluşturan temel sözcüklerden dördüncüsü de, yarattı anlamına gelen halaka fiilidir. Halk kelimesi, takdir etmek, bir şeyi var etmek, düzgün biçimde oranlamak ve ölçmek anlamına gelir. Ayrıca, “ana maddesi ve modeli olmadan bir şey var etmeyi” yahut, “var olan bir şeyden bir başka şey icad etmeyi” belirtmek için de halk kelimesi kullanılır.
Yaratma fiilinin çeşitli tezahürlerini belirtmek için Kur’an’da, halk kelimesiyle anlam yakınlığı bulunan bâri, musavvir, kevn, bedi’, inşa, ihdas, fiil, ca’l, sun’, zer ve fâtır gibi başka kelimeler de kullanılmıştır.
Hlk kökünden türeyen fiilerin faili, yani Yaratıcı, açık veya takdiri olarak her zaman Allah’tır. Yaratılanlar ise, gökler, yer, yeryüzündekiler, cinler, insanlar, bütün canlılar, kısacası “her şey”dir.
Kur’an’da yaratma fiilinin öznesinin (failinin), yaratılmış varlıklardan da olabileceğini gösteren ve istisna niteliği taşıyan birkaç ayet varsa da, bu ayetlerin sonunda yer alan Allah’ın izniyle kaydı bu işin yaratıkları aşıp yine Allah tarafından deruhte edildiğini; dolayısı ile hakiki failin Allah olduğunu göstermeye kafidir.
Bir başka istisna da, Ankebut suresinin 17’nci ayetidir. Bu ayette yer alan tahlikune fiili, yaratıyorsunuz anlamında değil yalan uyduruyorsunuz manasına gelmektedir. Çünkü Arap dilinde halk kelimesi, söz için kullanıldığı zaman, yalan söylemek manasına gelebilir.
İslami gelenekte, yaratma fiilinin Allah’tan başkasına nisbet edilmesi doğru bulunmadığından, O’nun dışındaki varlıkları yaratıcı olarak nitelemek, İslam ilahiyatında bazı sorunların doğmasına yol açmıştır.
Yaratıcı vasfının, insan için de kullanılabileceğini söyleyenler, bu görüşlerini, hlk kökünün Kur’an’da, el-halikun-yaratanlar ve ahsenu’l-halıkin-yaratanların en güzeli şeklindeki kullanımıyla savunmaya ve temellendirmeye çalışmışlardır.
Halk kelimesi, var etmek anlamına geldiği gibi, takdir etmek, ölçmek, biçmek ve planlamak anlamlarına da gelir. Bunun için Yaratıcı sözcüğü, öncelikle Allah anlamına gelir ve O’nu belirtmek için kullanılır. Ancak bu sözcük, bir eserin yapıcısını (saniini) belirtmek amacıyla bazen insanlar için de kullanılır. İşte bu gibi durumlarda Yaratıcı sözcüğü, birincil anlamıyla değil, ikincil anlamlarıyla algılanmalı ve değerlendirilmelidir.
Ayrıca, Arapçada üstünlük ismi (ism-i tafdil), bazen bir hükmü, zikredilen iki şeyden birinde sabitleştirip diğerinden tamamen uzaklaştırmak (selb etmek) amacıyla da kullanılır. Bu durumda ahsenu’l hâlıkin terkibindeki ism-i tafdil, Allah’ın yaratıcılığını, diğer varlıklarla mukayese etmek için değil, O’nun yaratıcılıkta tek ve eşsiz olduğunu belirtmek amacıyla kullanılmıştır. “Bal, sirkeden daha tatlıdır” sözünden maksat, sirke ile bal arasında tatlılık kıyaslaması yapmanın ötesinde, tatlılığın tamamen bala ait olduğunu belirtmektir.
Allah’ın varlık alemiyle ilgili sıfatlarının başında yer alan yaratma, başlı başına incelenmesi gereken geniş bir konudur. Yaratma, Allah’ın eşyaya varlık veren fiilidir ve O’na aittir. Kur’an’ın bu konuda vurguladığı tek nokta, «Allah’ın, bir şeyi yaratmayı dilediğinde ona “ol” demesinin yeterli olduğudur.» Allah’ın mutlak yaratma gücünü dile getiren bu ifadelerle, Yaratıcı fikrine yer vermeyen veya yaratılışı efsaneleştiren yanlış görüşlerin düzeltilmesi amaçlanmıştır. Çünkü kimi öğretilerde Yaratıcı fikrine hiç yer verilmez. Onlara göre kainat (evren) bir Yaratıcının müdahalesi olmaksızın öteden beri vardır. Kur’an, göklerin, yerin, ikisinin arasında bulunan her şeyin ve bütün varlıkların, Allah’ın yaratmasından hariç tutulamayacaklarını belirterek, O’nun uluhiyyetini, en başta Yaratıcı olmasına bağlar. Bu gerçekten hareketle, Yaratıcı fikrine yer vermeyen görüşlerin, doğru olmadığını ortaya koyar.
Ayrıca Kur’an, Yaratıcı fikrine yer verdiği halde yaratılışı efsaneleştiren yanlış görüşleri de düzeltir. Bazı batıl (ilkel) din olgularında iddia edildiği gibi kainat, Tanrı’ya ödenen bir bedelden sonra var edilmemiştir. «Allah, her şeyi yaratır; bir şeyin olmasını dileyince ona “ol” der, oda oluverir.» Demek ki Kur’an’da bir yaratılış (tekevvün) efsanesi yoktur. Tam aksine, mutlak iradesiyle dilediğini hemen var eden ve bütün alemlerin Rabbi olan bir Allah vardır.
Gökleri, yeri ve her şeyi yaratmış olan Allah, yok olanların yerine onlar gibi yenilerini yaratmaya muktedirdir. Çünkü O, her şeyin bilgisine sahip olan tek Yaratıcıdır. Allah’ın yaratıcılığı bir defaya mahsus, olup bitmiş bir şey de değildir. O’nun yaratması ve tüm varlıkla ilgisi devam etmektedir. Bunun için, insanoğlunun hayatiyeti, ölümden sonra tekrar edilecek yaratma ile yeni boyutlar kazanacaktır.
Peygamber(as)’e ilk kez vahyedilen bu ayet, yaratıcı içeriğiyle onu okumazken okur yapmış; öğretici niteliğiyle de okuması gerekeni belirtmeye başlamıştır. Bu niteliklerinden dolayı ayet, hem teklifi hem de ta’limi (eğitici ve öğretici) bir içeriğe sahiptir. İnsan her ne okuyacaksa, Allah’ın ismiyle okumaya başlamalı, okumaktan maksadı O’nu tanımak ve rızasını kazanmak olmalıdır. Çünkü ilmin de dinin de temeli, Allah’ı tanımaktır.
İnsanın bilgisi, varlığından sonra başlar, fakat onun bilgili olması, yaratılmış olması kadar önem taşır. Bunun nedeni, insanın Allah’ı ve diğer varlıkları ilimle tanıyabilmesidir. Çünkü bilgi, varlığı anlaşılır kılan ve aydınlığa çıkaran üstün değerlerden biridir. Bilinmeyen şey, bir bakıma yok gibidir. İşte bu yüzden ilim, Kur’an’ın teklifi buyruklarının başında yer almıştır.
Allah’ın insanı yaratıp ona Kur’an’ı ve bilmediklerini öğretmesi, insanın doğruyu “akıl ve vahiyle” bulmasını sağlamak içindir. Baştan sona insanı bilgilendirici ve hidayete erdirici ayetlerle dolu olan Kur’an, bunun için vardır. Şu halde insan, doğru bilgiye Kur’an’la ve aklını kullanarak ulaşabilecektir. Ona yakışan da budur. Bu durumda, Kur’an’ın yaşayan insana anlaşılır kılınması şarttır. Çünkü Yüce Allah, insana her çağda yetecek olan hakikat bilgisini Kur’an’la ulaştırmıştır.
Kur’an’ın öne aldığı ve iddialı olduğu alanlardan biri de insanın eğitimidir. İnsanı eğitmenin en önemli öğesi ise, doğru bilgidir. Doğru bilgi, insan ruhuna bağışlanmış bir gıdadır ve tüm erdemlerin aslıdır. İnsanı iyi eğitmenin önündeki en büyük engel, bilginin yozlaştırılmasıdır. Bunun temel nedeni de eğitici ve yönetici konumunda bulunan bazı kişilerin, edepten yoksun olmalarıdır. İnsanların karşı karşıya geldikleri sorunlar, genelde yozlaştırılmış bilgiden ve edep yoksulu kimselerden kaynaklanmaktadır.
(2)- « O, insanı alak’tan (embrio’dan) yarattı.»
İnsan
İnsanın üreme safhası ve ilk yaratılış aşamasıyla ilgili olan bu ayet, onun ana rahmindeki gelişme evrelerinden birine işaret eder.
İnsan, bedensel yapısı, ruhsal özellikleri, akıl, irade düşünme ve konuşma gibi yetenekleri bulunan; ahlaki yönden de üstün nitelikli olan en gelişmiş canlıdır. Bu sözcük, lafzen tekil olmakla beraber, anlam bakımından çokluk (çoğul) ismi olarak da kullanılır.
Bu ayette yer alan alak sözcüğünün asıl anlamı, yapışkanlık tır. İnsanın yapışkan bir nesneden yaratıldığını belirten bu kavram, hem onun ana rahminde embriyonik bir gelişme göstermesine, hem de sevgi ve ilgi gibi manevi değerlerle donatılmış olduğuna işaret eder.
Bugün, embrio ya tekabül ettiği düşünülen alaka kelimesine, öteden beri kan pıhtısı anlamı verilmiştir. Ancak yapılan araştırmalar sonucu, insanın ana karnında böyle bir evre geçirmediği ilmen ortaya konulunca, bu anlam belirlemesinin isabetsiz olduğu görülmüştür. Şu halde, bir yönüyle muhkem (açık), bir yönüyle de müphem (kapalı) olan bu tür sözcükler, herhangi bir dile aktarılırken, ya asli şekilleriyle aynen kullanılmalı, ya da muhatapların kolayca anlayabilecekleri kelime karşılıkları verilmelidir.
İnsanın yaratılışı ile ilgili ayetlerin, daha çok kıyamet ve yeniden diriliş konularıyla bağlantılı oldukları görülür. Bundan maksat, Yüce Allah’ın sınırsız kudretini ve O’nun hayatı sürekli inşa ettiğini insanlara anlatmaktır.
Hiçbir insan, varlık alanına ve bulunduğu şekle bir anda, kendiliğinden gelmiş değildir. Diğer varlıklar gibi insanı da yaratan Allah’tır. İnsan doğuma dek ana rahminde birtakım aşamalardan geçer. Doğduktan sonra da ölüme doğru bir değişim ve dönüşüm sürecine girer. Bütün bu yaratılış evrelerinin hepsi, Allah tarafından öngörülür ve gerçekleştirilir. Demek ki her insan, doğduğu andan itibaren ölüm yaşına girmiş demektir. İşte Kur’an, bu gerçekleri dile getirerek insanlara ahiret gerçeğinin ve yeniden dirilişin hem makul hem de mümkün olduğunu anlatmaya çalışır.
Allah’a bilgili, şuurlu ve istekli biçimde inanıp teslim olmak; öncelikle insanın kendi yaratılmışlığını idrak etmesine bağlıdır. İnsan, boş yere yaratılmamış ve başıboş bırakılmamıştır. Yaratılışın gerisinde Allah, yaratmada da bilinçli bir plan ve amaç vardır.
(3)- « Oku! Rabb’in sonsuz cömertliğin sahibidir.»
Allah’ın Bağış ve İhsanı
Bu ayette, Allah’ın sonsuz bağış ve ihsanı dile getirilir. Ayette yer alan el-Ekrem sözcüğü, cömert olmak, bağışlamak, iyilik etmek, karşılık beklemeden yardım etmek gibi anlamlar taşıyan krm kökünden türemiş bir üstünlük ismi (tafdil) dir.
Çok zengin anlamlı olan krm kökü insan hakkında kullanıldığı zaman, asil, hür, cömert, güzel ahlaklı, yufka yürekli ve şerefli; Allah hakkında kullanıldığında ise, ihsanını tezahür ettiren, bir karşılık beklemeksizin yaratıklarına bağışta bulunan, iyiliği ve cömertliği sonsuz olan anlamlarına gelir.
Krm kökünden türeyip Allah’ı niteleyen üç isim vardır. Bunlardan ilki, açıklamasını yaptığımız bu ayette yer alan ve Kur’an’ın tamamında sadece bir kere geçen el-Ekrem; diğer ikisi de el-Kerim ve Zü’l Celali ve’l ikram dır. Burada sadece el-Ekrem ismine açıklık getirilecek, diğerleri de, ileride ilk geçtikleri ayette açıklanacaktır.
Allah’ı niteleyen el-Ekrem ismi, “insanlara sayılamayacak kadar çok nimetler ihsan eden, onların inkar ve nankörlüklerine rağmen cezalandırmada acele etmeyen, tevbeleri kabul eden, iyilik ve cömertlikte benzeri olmayan, ihsanı ve bağışı tükenmeyen Allah” anlamına gelir.
Yüce Allah, sonsuz ihsanının bir tecellisi olarak insanı ilim yapabilecek kabiliyette yaratmıştır. İnsan, bu yeteneğiyle okuyacak, okudukça bilmediklerini öğrenecek, öğrendikçe ve bilgisi arttıkça da, gönüllü olarak Allah’a teslim olma aşamasına ulaşacaktır. Çünkü Allah’ın iradesi, İslam’ın insan hayatında asli şekliyle ve uygulanır biçimde yer almasıdır. Bu da, Kur’an mesajını okuyup anlamak ve onu hayata taşımakla mümkündür.
Surenin ilk ayetinde yer alan birinci “Oku!” emri, “Yaratan”ı; bu ayette gelen ikinci “Oku!” emri de “yaratılmışları” tanımaya işaret eder. Ayrıca bu ayetler, insanın önce okuyup öğrenmesi sonra da okutup öğretmesi gerektiği mesajını verir. Kur’an’ın ilme ve bilgi edinmeye verdiği önemi belirtmek için, bundan sonraki iki ayette, okuyup öğrenmenin gereğine ve ilmin değerine vurgu yapılır.
(4-5)- « (O), kalemle yazmayı öğreten; insana bilmediği şeyleri belletendir.»
Bilgi Edinme Yeteneği
Bu ayetler, insanı biyolojik bir varlık olarak yaratan Allah’ın, ona bilgi edinme iradesi ve yeteneği de bahşettiğini belirtir. Ayetlerde yer alan ve öğretti anlamına gelen alleme sözcüğü, alm kökünden türemiş mazi bir fiildir. İlim kelimesinin aslı da, aynı kökten türeyen alem veya alamet tir.
İlim, bir şeyi veya gerçeği tam olarak bilmektir. Bunun için, kanıtı (delili) olan bilgiye ilim denir. Kur’an’da ilim kelimesi, “vahiy yoluyla verilen bilgi” anlamında kullanılır. İnsanın öğrenme, araştırma veya gözlem yoluyla elde ettiği gerçeğe de bilgi denir. Bilgi, süje (özne) ve obje (nesne) arasındaki ilişkiden ibarettir.
Deney ve gözlem yoluyla elde edilen bilgiler, akıl tarafından ilme çevrilir. Bu işlevinden dolayı akıl, “ilim ustası” olarak nitelendirilir. İnsanın, Kur’an’ın verdiği, salim aklın ve sağduyunun onayladığı bilgiye uyması gerekir.
Bu ayetlerde yer alan bir önemli sözcük de, kalemdir. Kalem, “kendisiyle yazı yazılan, yazmak ve çizmek için kullanılan bir araçtır.” Kalem sözcüğü burada, “yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin ve yazı sanatının bir sembolü” olarak kullanılmıştır. Çünkü kafadaki düşünceler, yazı ile tespit edilip kitaba geçirilir; insan bilgisi, yazı ile bir birikim karakteri kazanır, ilim ve marifet de kalem ve yazı ile gelişir.
İnsan okuyup bilgi sahibi olmalı, öğrendiklerini de münasip bir yere yazmalıdır. Aksi takdirde nice kıymetli bilgiler zamanla unutulur gider. Bu gerçek, “hatırda kalmaz satırda” kalır sözüyle dile getirilmiştir. Bunun için Yüce Allah insana, hem bilmediklerini hem de kalemi kullanmayı öğretmiştir.
Yazmak, her şeyi silip süpüren zamanın elinden bir şeyler kurtarma gayretidir; bizden sonraki nesillerle konuşma yoludur, uzaklara ve ötelere hitaptır, bildiklerimizi ve birikimimizi başkalarıyla paylaşmaktır.
Ayetlerde, insanın, Allah’ın yarattığı şeyleri incelemesi, öğrendiklerini de yazı ile tespit edip bilgisini geliştirmesi gerektiği mesajı verilir. Hayatı ve içinde yaşadığı alemi, Allah’la irtibatlandırabilen insan, bütün alemin, Allah’ın yazdığı bir kitap olarak karşısında durduğunu görecek; kendisinin de bu kitabın dikkatli bir okuyucusu olması gerektiğini idrak edecektir.
Öğretmek, insanın bilmediği konularda bilgi sahibi olmasını sağlamak; ona bilgi ve beceri kazandırmaktır. Allah’ın insana öğretmesi, onu duyular, akıl ve sezgi gibi yollarla bilgi değerine ulaştırması; beşeri tecrübe ile oluşturulamayan ruhsal gerçekleri ve ahlaki ilkeleri de, vahyi bildirim ile insana iletmesi demektir. Şu halde, düşünme melekesine ve mantıki tanımlama yetisine sahip olan insana, varlık ve oluşun bilgisini temsil eden ayırt edici ifadeler, Allah tarafından öğretilmiştir.
Burada insan sözcüğü ile, Adem(as) ve onun temsil ettiği bütün insan soyu kastedilmiştir. Çünkü Kur’an’ın beyanına göre Yüce Allah Adem(as)e bütün isimleri; işitme, görme ve düşünme yetisi bahşettiği tüm insanlara da, bilmedikleri şeyleri öğreterek onları bilgi değerine ulaştırmıştır.
Görüldüğü gibi insanın, Allah’ı yok sayması, O’nun ilminin, kudretinin ve rahmetinin dışında kalması mümkün değildir. İnsan her zaman ve her işinde Allah’a muhtaçtır. Allah’a inanç yoksa, insanın, ilmin, ahlakın ve hayatın da manası yoktur. Her şey Allah’la vardır ve O’nunla anlamlıdır. Allah’ı inkar edip insanı madde içinde eritmek, materyalist felsefelerin işidir. Her türlü yanlış anlayışlardan ve aşırılıklardan kurtulmanın öncelikli şartı, Kur’an’ın sunduğu Allah anlayışına ve inancıya ulaşmaktır. Allah insanı yaratır, insan da O’na teslim olmakla Müslüman olur.
Yüce Allah, insanın öğretmeni olmakla ona ne kadar çok değer verdiğini ortaya koymuştur. Öyleyse insan, ilim, tefekkür ve araştırmadan geri durmamalı; okuyup yazmalı, öğretici ve üretici olmalıdır. İnsanın bilgili mü’min olması ve şuurlu Müslüman kalması, onun ilim yoluyla sürekli yüksek mesajlar almasına ve onlara sadık kalmasına bağlıdır.
Allah, insanı yarattı, ona Kur’an’ı ve bilmediklerini öğretti. Ayrıca insana, düşündüklerini ve öğrendiklerini ifade etme gücü de bahşetti. İnsan da hitapla, kalemle kitapla, radyoyla, televizyonla ve benzeri vasıtalarla bu gücünü geliştirdi, bilgisini derinleştirdi ve hayatını üstün değerlerle güzelleştirdi. Bunlar hep rahmetin gereğiydi. Ancak bilgi arttıkça huzursuzluklar da arttı; bilgi bir nevi azaba, rahmetler de zahmete dönüştü.
Bu olumsuz gelişmenin temel sebebi; insanın, hayatı, ölümü ve inancı yanlış yorumlaması, iman ve bilgiden doğan sorumluluğu unutmasıdır. İşte, bundan sonra gelen ayetlerde, ilimden, imandan ve derin düşünceden uzaklaşmış kaba bir anlayışın, hayranlık yerine tuğyanı nasıl barındırdığına açıklık getirilir.
(6-7)- « İnsan kendini (kendine) yeter görünce kesinlikle azar.»
Azgın ve Övüngen İnsan
Bu ayetlerde, insan tabiatının genel yapısı özlü biçimde açıklanır. Nankör insanın, kendini zengin ve güçlü görünce azacağı, haddi aşıp başkalarına haksızlık edeceği uyarısı yapılır.
6’ncı ayette geçen yetğa sözcüğü, “normal sınırları aşmak, fazla ileri gitmek ve azmak” gibi anlamlar taşıyan tğy kökünden türemiş muzari bir fiildir. Bu sözcüğün asıl anlamı, “suyun veya selin normal seviyesinin çok üzerinde yükselip bendinden taşması” dır. Mecazi anlamı ise, “azgnılık, haddini bilmezlik, kibir ve küstahlık” tır. Çünkü tağa sözcüğü, mal ve mevki sahibi bir insan için kullanıldığında “o kişinin kendi gücünü ve konumunu aşırı biçimde önemsemesini, Hakk’ı kabul etmeyecek derecede kendini kibre kaptırmasını ve başkalarına haksızlık yapmasını” ifade eder.
7’nci ayette geçen isteğna sözcüğü ise, “zengin veya servet sahibi olmak, bir şeye muhtaç olmamak” anlamlarına gelen ğny kökünden türemiş mazi ve mezid bir fiildir. Bu kökün mastarı, istiğna dır.
İstiğna, “insanın servetinden ve gücünden dolayı gurura kapılması, kendini her bakımdan yeterli görüp sorumsuzca davranmasıdır.” Bu sözcük de, “servet sahibi olan insanın, kendine aşırı güvenini” belirtmek için kullanılır. Çünkü istiğna, “insanın kendini mutlak manada bağımsız görüp servet veya şöhretin verdiği şımarıklıkla sorumsuzca davranmasını” ifade eder. Yaratılmış bir varlık olan insanın, kendini böyle görmesi, haddini bilmezlikten ve kibirlilikten başka bir şey değildir. Zaten istiğna da, haddini bilmezliğin adıdır. Oysa mutlak manada kendi kendine yeterli olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, sadece Allah’tır. «Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz, ama O, hiçbir şeye muhtaç değildir...»
Kur’an, haksız ve ahlaksız davranışların merkezi tipi olarak azgın ve övüngen kimseyi gösterir. Azgın insanın yapısındaki temel öğeler, “Allah’ı hesaba katmadan hareket etmek, haktan sapmak, haddi aşmak ve başkalarına tepeden bakmak”tır. Gerçekten de fütursuzca azan insan, dini, ahlaki ve hukuki kuralları çiğneyerek yoluna devam eden, kendi gücüne güveni sonsuz olan, kendisini hiçbir gücün durduramayacağını sanan kimsedir. Onun bu davranışının ardında, Yaratıcı’yı hiçe sayma veya O’nu hiç tanımama (inkâr) tavrı vardır. İşte bu tavır, azgın insanın sosyal yaşamda haddi aşmasına neden olmaktadır.
İnsanın, Allah’a karşı sorumluluk bilincinden yoksun olmasının temel nedeni, onun kendini aşırı biçimde önemsemesi ve haddini bilmez bir tavır içine girmesidir. Böyle bir tavır içine giren kişi, artık hiçbir kimseye ihtiyacı yokmuş kanısına varır, haddi aşar, Hakk’a karşı gelir, halka da zarar verir. İşte bunun için ayetlerde, azgınlık tavrı anlık duygusal bir patlamadan ziyade, inkârcı insanın kalıcı bir vasfı olarak gösterilmiştir.
İnsanın, Allah’ın nimetlerinden meşru şekilde yararlanıp ahlâken tutarlı bir hayat sürdürmesi için, manevi körlüğün verdiği küstahlıktan kurtulması gerekir. Bu da ancak, Kur’an’ı iyi anlayıp hayatı doğru yaşamakla mümkündür. Hem, Kur’an’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşamak, hayat boyu sürmesi gereken değişmez bir ibadettir.
(8)- « Oysa Rabb’inedir dönüş; (Her sorumlu can, sonunda O’na döner.)»
Her Sorumlu Can Allah’a Döner
Bu ayet, her varlığın Allah’a geri döneceğini, her sorumlu canın hesap vermek için mutlaka O’nun huzuruna getirileceğini haber veriyor.
Ayetteki rüca sözcüğü, vazgeçmek ve dönmek anlamlarına gelen rca kökünden türemiş bir mastardır. Rüca sözcüğü burada, dönüş anlamına gelmektedir.
Ayet, azgın insana yönelik kapalı bir uyarı niteliği taşımakta ve tüm insanları azgınlığın kötü sonucundan sakındırmayı amaçlamaktadır. Çünkü dönüş eninde sonunda Allah’adır; O’ndan kurtuluş yoktur. İnsan hangi konumda olursa olsun, kendini, kendine yeter görüp gurura kapılmamalı, azgınlıktan ve onun doğuracağı kötü sonuçlardan sakınmalıdır.
Allah, varlıkları boş yere yaratmamıştır. Yaratılışta bir düzen, yaratmada da bir amaç vardır. İnsanın hayatı, dünyadaki kısa ömürden ibaret değildir. Herkesin, dünyada yaptığı işlerinin karşılığını göreceği bir ahiret hayatı vardır. Ahiret hayatı, bu dünyadan daha değerli ve devamlıdır.
İman ve itaat yolunu seçen insan, ahirette bu çabalarının Allah tarafından minnetle karşılandığını görür; O’na isyan eden kimse de azgınlığının ve inkârının cezasını çeker. Çünkü, «Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun karşılığını görecek; kim de zerre kadar kötülük etmişse onun cezasını çekecektir.»
(9-14)- « Baksana (Rabb’ine yakarıp) namaz kılan bir kulu bundan alıkoymaya kalkışan (şu azgın adam) a! Düşünsene (kulluk azmini sürdüren) o kimse doğru yolda ise; yahut Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde davranmayı emrediyorsa (bu kötü müdür?) Söylesene o (azgın kişi) yalanlıyor ve (haktan) yüz çeviriyorsa (bu davranışı iyi midir?) O insan bilmez mi ki, Allah (her şeyi) görür.»
Din Özgürlüğüne Yönelik Baskı Teşebbüsleri
Bu ayetlerde, Rabb’ine yakaran ve kulluk azmini diri tutmaya çalışan bir mü’mini, tehdit yoluyla bu ibadetten men etmeye kalkışan azgın insanın kaba ve küstah davranışları kınanır. Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde hareket eden kişinin hayatı doğru yaşadığı; ona engel olmaya kalkışan kimsenin ise, hakkı yalanlayan ve ondan yüz çeviren zalim biri olduğu belirtilir. Her insanın, Allah’ın gözetimi atında bulunduğu bildirilir.
Kaynaklarda, Alak suresinin 6-19’ncu ayetlerinin, Ebu Cehil’in veya diğer müşrik liderlerin, Peygamber(as)’in namazına engel olmak istemeleri üzerine indiği kaydedilir. Nitekim, İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre Ebu Cehil: “Muhammed’in, Kâbe’nin yanında namaz kıldığını görürsem boynunu çiğneyeceğim” demiş. Bu söz Peygamber(as)’e ulaşınca, Allah Elçisi: “Öyle bir şey yapmaya kalkışsaydı melekler onu hemen yakalarlardı” buyurmuştur. Bu rivayete göre, “namaz kılan kul”dan maksat, Peygamber(as); onun namazına engel olmaya kalkışan şahıs da Ebu Cehil’dir.
Hemen belirtelim ki bu ayetlerin muhtevası ve mesajı, herhangi bir tarihsel olay ve zamanla sınırlı değildir. Tam aksine, her asırda görülen, İslam’ın toplumsal hayatta söz sahibi olmasına ve sosyal hayatı şekillendirme fonksiyonuna karşı koyma teşebbüslerinin bütünü için geçerlidir.
Eğer bu ayetler, rivayetlerde anlatıldığı gibi Ebu Cehil’in veya diğer müşrik liderlerinin, Peygamber(as)’in namazına engel olmak istemeleri nedeniyle inmişse, bunların ilk vahyedilen beş ayetten epey sonra inmiş olmaları gerekir. Nitekim, ayetlerin ve surelere ilişkin ayet gruplarının iniş yıllarını gösteren kaynaklarda, bu ayetlerin, ilk olarak vahyedilen beş ayetten üç yıl sonra indikleri belirtilir. Bu tespit tarihi gerçeklere de uygun düşmektedir. Çünkü ilk vahiy geldiği zaman, Peygamber(as)’le Mekke müşrikleri arasında ileri boyutta bir sürtüşme yaşanmamıştı. Peygamber(as)’in kavmiyle ihtilafı ve mücadelesi, onları, şirki bırakıp tevhide davet etmesiyle başlamıştır. Bu da, ilk vahiyden bir hayli sonra olmuştur.
Bu pasajı oluşturan ayetlerde, üç eraeyte ibaresi yer almaktadır. Eraeyte sözcüğü, görmek, bilmek, inanmak ve sanmak gibi pek çok anlamlar taşıyan rey kökünden türemiş ve başına soru edatı gelmiş mazi bir fiildir. Lafzen, “görmedin mi?” anlamına gelen bu sözcük, “baksana, düşünsene, görüş ve fikrini söylesene” gibi anlamlara da gelebilen bir soru ifadesidir. Burada asıl maksat, soru sormak ve haber almak değil, azgın insanın kaba ve acımasız tavrına dikkat çekerek uyarıda bulunmaktır.
9’ncu ayete, yer alan yenha sözcüğü, yasaklamak ve engellemek anlamlarına gelen n h y kökünden türemiş muzari bir fiildir. Bunun için ayet İslami hayatın bütünlüğüne ve İslam’ı din edinme özgürlüğüne yönelik baskı teşebbüslerine değinmekte; dine ve düşünceye düşman olunan yerlerde, gerçek özgürlüğün bulunmayacağı mesajını vermektedir. Ayrıca, Kur’an mesajını içerdiği bütün manalarıyla pratiğe dökmeye ve hayatı İslami ölçülere göre şekillendirmeye inatla karşı çıkan güç odaklarının, her devirde İslam’ın aktif yapısına karşı çetin bir muhalefeti nasıl örgütleyebileceklerine dikkat çekmektedir. Şirk zihniyeti, Allah’ı açıkça inkâr etmez; ama O’nun dinine hayatta yer vermek istemez.
10’ncu ayette, etkin bir özne olarak hayata katılmak ve İslam’ı ikame etmek isteyen insanın, inançlı ve bilinçli tavrı ortaya konulur. İman değerine eren ve İslam’ı din edinen bir insan için, hayatta her şeyden daha önemli olan, inancın gereğini (ubudiyyet görevini) yerine getirmektir. Çünkü özgür bir hayata doğmanın tabii sonucu ve insan olarak yaratılmanın asıl amacı, Allah’a ibadettir. Allah’a ibadet de en genel anlamda, İslam’a göre yaşamaktır.
Bu ayette geçen abd sözcüğü, boyun eğmek, itaat etmek, tevazu göstermek ve kulluk etmek gibi anlamlar taşıyan abd kökünden türemiş bir isimdir. Bu kökün mastarı, ibadettir. Abd kökünden türeyip insanı niteleyen, onun Allah’la ilişkisini ifade eden abd ve abid gibi sözcükleri, “köle” olarak manalandırmak doğru değildir. Çünkü böyle bir manalandırma, ibadet ilişkisiyle kölelik ilişkisinin birbirine karışmasına neden olmakta; İslam hakkındaki yanlış ve yaygın görüşlere de zemin hazırlamaktadır. Kölelikte, efendi ile köle arasında, ahlaki, özgür ve gönüllü bir ilişki söz konusu değildir. Oysa ibadet, insandan Allah’a doğru yönelen akli, ahlaki, özgür ve gönüllü bir ilişkidir. Bunun için ibadet, “insanın, Allah’a duyduğu derin saygı, sevgi ve bağlılığını” dile getiren temel kavramlardan biridir.
Bu ayette geçen salla sözcüğü ise, dua, rahmet ve bereket gibi anlamlara gelen slv kökünden türemiş mazi bir fiildir. Bu kökün mastarı, salat tır. Salat sözcüğünün Türkçe’deki karşılığı da namaz dır.
Namaz, İslam’daki düzenli ibadetler (ibadât-ı mersûme)den biridir. Namaz, hem insana iyi bir kişilik kazandırır hem de sosyal hayatı İslam’a göre şekillendirme fonksiyonu görür. Bu işlevinden dolayı namaz, dinin direği sayılmış, İslam’ın da şiarı ve izharı olmuştur.
Peygamberliğin ilk yıllarında inen bu ayetlerde namazdan söz edilmesi, namazın o günkü Arap toplumunca bilinen ibadetlerden biri olduğunu; hatta bir kısım inançlı insanların, bu geleneksel ibadeti uyguladıklarını gösterir. Buna ilaveten, yine peygamberliğin ilk yıllarında inen ve bu konuyla ilgili olan diğer ayetlerde, namazın ne olduğu üzerinde durulmadığı; ancak namaz kılanların övüldüğü, namaz kılmayıp bu konuda ihmalkâr davrananların da kınandıkları görülür. Bu tespitler, namazın öteden beri var olan ve o bölgede bilinen bir ibadet olduğunu kanıtlar. Aslında, belli mevsimlerde hacceden, belirli dini kuralları, dua ve niyazları olan bir kavmin namazı hiç bilmemesi mümkün de değildir. Zaten Kur’an, Mekke halkının namaz uygulamasının olduğunu; ancak onların çoğunun bu ibadeti, bir çeşit eğlence ve oyuna çevirdiklerini bildirir.
Şu halde namaz, öteden beri var olan, vahye muhatap olmuş önceki toplumlardan Araplara geçen ve o bölgede bilinen bir ibadetti. Ancak müşrik Araplar, bu ibadetin ruhunu kaybetmişler ve ona şirk karıştırmışlardı. Bu yüzden namazın özü yitirilmiş, sadece şekli kalmıştı. Çünkü onlar, namazda Allah’la beraber çeşitli tanrıların adını da anıyorlar, böylece Allah’a ibadetten ziyade o putlara tapmış oluyorlardı. İşte Kur’an vahyinin Peygamber(as)’e gönderilmesiyle birlikte, hak dinin direği olan namaz ibadetine yeniden ağırlık verilmeye başlanmış, onun doğru ve son şekli Peygamber(as)’e öğretilmiş, Müslümanlar da bu ibadeti devamlı ve düzenli olarak yerine getirmişlerdir.
Hiç kuşkusuz, peygamberlik dönemi boyunca namaz ibadetinde bazı gelişme ve değişmeler olmuştur. Hadis kitaplarında yer alan bilgilere göre, beş vakit namaz önceleri ikişer rekat olarak farz kılınmış; hicretten sonra ise, sabah ve akşam namazı hariç diğerleri ikamet halinde dörde çıkarılmış, yolculuk durumunda da eski hali üzere iki rekat olarak bırakılmıştır. Nitekim bir rivayette belirtildiğine göre namaz farz kılındığı vakit, Cebrail, Peygamber(as)’e gelip aptestin ve namazın şekillerini öğretmiş, ona beş vakit namazı kıldırmıştır. Ancak bu rivayette, namazın ne zaman farz olduğu belirtilmemiştir.
Beş vakit namazın Miraç Gecesi farz kılındığını bildiren hadisler varsa da miracın kesin tarihi sabit değildir. En önemlisi, namazla ilgili ayetlerden büyük bir bölümünün, İsra ve Miraç Olayı’ndan önce inmiş olmasıdır.
Bütün bu deliller ve tarihi bilgiler birlikte değerlendirildiğinde, namazın çok öncelerden ve peygamberliğin başından beri uygulanan bir ibadet olduğu sonucuna varılır. İslami gelenekte, beş vakit namazın İsra ve Miraç Gecesinde farz kılındığı, İsra ve Miraç’ın da hicretten yaklaşık altı ay kadar önce ve Recep ayının yirmi yedinci gecesinde vuku bulduğu kabul edilir.
Kur’an, namazın bütün inananlar üzerine bir vecibe olduğunu açıkça bildirir. Ancak namaz vakitlerine ve bu ibadetle ilgili temel bilgilere işaret etmekle yetinir. Namazla ilgili ayrıntıları insanlara Peygamber(as) öğretmiştir. Bu yüzden, namazın ayrıntıları konusunda gerçek başvuru kaynağını Peygamber(as)’in uygulamaları oluşturmaktadır.
Bu ayetler, insanları, namaz gibi herhangi bir dini vecibeyi yerine getirmekten alıkoymaya kalkışan kimsenin, “azgın insan” statüsüne gireceği mesajını vermektedir. Bu mesajı çok iyi algılayan Hz.Ali, namazgâhta bayram namazından önce namaz kılan bazı kişileri görünce: “Ben Allah Elçisi’nin böyle yaptığını hiç görmedim” der. Yanındakiler: “Öyleyse niçin onları bundan men etmiyorsun?” derler. Hz.Ali: “«Baksana namaz kılan bir kulu bundan alıkoymaya kalkışan (şu azgın adam)a» anlamındaki ayetlerin tehdidi altına girmekten korktuğum için men etmiyorum” cevabını verir.
Hemen belirtelim ki bu rivayette, namazın kendisine engel olmak değil, namazla ilgili yanlış bir uygulamaya karşı çıkmak gerektiğinden söz edilir. Eğer bu rivayet doğru ise, bundan çıkarılacak sonuç şudur: İslam’la ilgili yanlış bir uygulamayı düzeltmeye çalışırken dinin aslına karşı çıkıyormuş gibi bir intiba (izlenim) uyandırmamak, bu gibi konularda daha duyarlı ve temkinli davranmak gerekir.
11’inci ayet, Allah’ın gösterdiği yolu izleyen insanın, doğru bir yaşayış içinde olduğunu bildirir. Bu gerçek, ayette kullanılan hüda sözcüğü ile dile getirilir.
Hüda sözcüğü, irşad etmek ve yol göstermek gibi anlamlara gelen hdy kökünün mastar şeklidir. Daha çok, “lütuf ve merhamete dayalı bir yol göstermeyi” ifade etmek için kullanılan hüda sözcüğü, “Allah’ın merhamete dayalı hidayeti ve insana ayetler gönderip onu doğru yola sevketmesi” anlamına gelir. Yüce Allah, merhamete dayalı rehberliğini ifade etmek için hüda sözcüğünü seçmiş, insanın kendi istek ve seçeneğiyle doğru yolu bulup hidayete ermesini de, aynı kökten gelen ihtida sözcüğü ile dile getirmiştir.
Allah, insana ayetleriyle doğru yolu gösterir. O’nun ayetlerini tasdik edip inanan ve gösterdiği yolu izleyen insan hidayete erer. Allah’ın ayetlerini yalanlayıp doğru istikamete yönelmeyen kimse de, Kur’an’la gösterilen yoldan sapmış olur. Bunun için hüda kavramı, insan açısından hayati bir önem taşır.
Bu ayet, inanmış bir insanın, İslam’ı ciddiye alıp onun ilke ve değerlerinden taviz vermeden yaşaması gerektiği mesajını verir. Ayrıca zor şartlara rağmen, İslam’ı yaşama ve yaşatmak amacıyla sarf edilen çabaların, Allah tarafından minnetle karşılanıp ödüllendirileceği müjdesini de içerir. İslam’ı ciddiye almak ve bireysel olarak yaşamak önemlidir; ama yeterli değildir. Ayrıca onu hayata taşıyıp insanlar arası ilişkileri düzenleyen dinamik ve sosyal bir nizam haline getirmek de gerekir. Çünkü Peygamber (as) sadece duyurucu değil, aynı zamanda buyurucudur.
İşte 12’nci ayette, İslam’ı, hayatın sosyal ve dinamik nizamı haline getirmenin, en kısa formülü verilir. Bu formülün merkezi elemanlarını emera ve takva sözcükleri oluşturur. Ayetteki emera sözcüğü, buyurma, yaratma, çoğalma, bir şeyin yapılmasını isteme, iş ve durum gibi anlamlar taşıyan emr kökünün mazi şeklidir. Bu sözcük, daha çok “her alanda etkili ve yetkili olan kişi veya otoriteyi” ifade eder. Bunun için, emr kökünün kullanıldığı ulu’l emr terkibi, öncelikle “İktidar ve yönetim(kamu işlerini yönetenler)” anlamına gelir. O zaman bu ayet, İslami etkinliğin, bireysel alanla sınırlı kalmayıp ayrıca sosyal alanı da kapsadığına işaret eder.
İslam, Mekke döneminde devlet olarak değil, din olarak vardı. Peygamber(as) de bu dönemde, dinin hükümlerini tebliğ eden bir elçiydi; henüz bağımsız bir toplumun devlet yönetici konumuna gelmemişti. Ama Hz.Muhammed’in peygamberliği, sadece ahlaki ve uhrevi bir içerikle sınırlı değildi; onun misyonu bir o kadar da dünyevi, hukuki, askeri ve siyasiydi. Nitekim, İslam’ın doğuş sürecinin, daha sonra egemen bir devlet haline geliş süreci olarak tamamlanmış olması, değinilen tespiti doğrulamaktadır.
Takva
Kur’an’ın nüzul sırasına göre ilk kez bu ayette yer alan takva sözcüğü ise, korkmak, sakınmak, koruyup himaye etmek gibi anlamlar taşıyan vky kökünün mastar şeklidir. Kur’an’daki takva sözcüğünün, vikaye (korunma) sözü ile değil, (k v y kökünden gelen) kuvvet sözcüğü ile kökdeş olduğu ve “güçlü sağlam bağlantı, kuvvet akımını geçiren ve ileten bağ” anlamına geldiği de söylenir.
Takvanın sözlük anlamı, korkmak, sakınmak, bir tehlikeden veya zarardan bir şey aracılığı ile korunmak demektir. Ancak Kur’an’da bu sözcük, “sıradan bir korkuyu” belirtmek için değil, “Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde olmayı ve O’na derin bir saygı duymayı” ifade etmek için kullanılır. Kur’an vahyinin ilk yıllarında inen ayetlerde, takva sözcüğünün daha çok müşriklere karşı Allah’ın ahiretteki azabından korkmaları ve çekinmeleri bağlamında kullanıldığı, fakat daha sonra inen ayetlerde bu sözcüğün anlam sahasının giderek genişlediği ve sonunda takva kavramına, “Allah’a saygı duymak, sahih inanç ve salih amelle O’nun azabından korunmak” anlamının yüklendiği görülür. Çünkü, Kur’an’da ibadetlerin ruhu, yapılan işlerin asıl cevheri ve bütün İslami hükümlerin tek gayesi olarak geçen kavram, takvadır Bunun için Kur’an’da takva, herhangi bir tehlikeden değil, Allah’ın azabından ve insanı bu azaba sürükleyecek “günahlardan korunma” anlamına gelir. Zaten, Kur’an’ın her taliminden maksat, bütün işlerde takva ruhunu canlı tutmaktır.
Takva, helalden sakınmak değil, haramdan ve haram olma şüphesi taşıyan şeylerden uzak durmaktır. Allah’ın mübah saydığı ve insanlara helal kıldığı şeyleri terk etmenin bir erdem olmadığı, bu tür davranışların takva sayılamayacağı, Kur’an ve sünnette açıkça belirtilmiştir.
Kur’an’da takva ile ilgili ayetler incelendiğinde, onun üç mertebesinin olduğu görülür:
a)- Ebedi azaptan korunmak için Allah’a şeksiz olarak inanmak ve şirkten sakınmak.
b)- Büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda da ısrar etmekten sakınıp farzları yerine getirmek.
c)- Kalbi Hak’tan alıkoyacak her şeyden uzaklaşmak, tam bir samimiyetle Allah’a bağlanmaktır.
Takva, başarı ve kurtuluş vesilesi, Allah katında makbul insan olma mazhariyeti ve İslam’da üstünlük ölçüsüdür. O, dinin canı, dindarlığın ruhu, Kur’an’ın rehberliğinin gayesi, bütün ahlaki talimlerin de özüdür. İslam’ı Allah’ın istediği, Elçisinin gösterdiği ölçüler içinde yaşamaktır. Eğer takvadan maksat bu olmasaydı, takva bir kemal ve kurtuluş yolu sayılmazdı. Çünkü insanın, sürekli Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde hareket etmesi, sahih takva göstergesidir. Allah, hiçbir muttaki eylemi geçersiz kılmayacak, tam aksine büyük bir minnet ve ödülle karşılayacak; gelecek de, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimselerin olacaktır.
13’ncü ayet, inkâra tutkun, kibir ve inatla dolu bir mizacın, İslam’a karşı takındığı kaba ve ham tavrı dile getirir. İnkârcı ve inatçı insanın bu tipik tavrı, ayette yer alan iki temel kavramla açıklanır. Bunlardan ilki kezzebe sözcüğüdür. Bu sözcük, yalanladı, gerçek olan bir sözün veya haberin, gerçek olmadığını söyledi anlamına gelen kzb kökünden türemiş mazi bir fiildir. Yalan, “asılsız, gerçeğe uymayan ve başkalarını kandırmak için söylenen sözdür.” Hak önünde hisle davranmak, halkı kandırmak ve haksızlığı hak diye göstermektir. İkincisi ise, Tevella sözcüğüdür. Bu sözcük yüz çevirmek ve geri dönmek gibi anlamlara gelen vly kökünün türemiş şeklidir. Tevella sözcüğü bu ayette, “Hak’tan, hakikatten yüz çevirdi ve uzaklaştı” anlamına gelmektedir.
İnkârın nüvesi ve en tipik tezahürü, tekzipte (hakkı yalanlamada) görülür. Çünkü tekzip, Allah’ın ayetlerini ve nimetlerini, Peygamber(as)’in getirdiği haberleri yalanlamak; vahye yalanla müdahale etmek, bütün ahlaki ve hukuki kuralları yok saymaktır. Tekzibin altında yatan asıl illet ise kibirdir. Kibirli insan, iyi ile kötüyü ayırt edemez, Allah’ın lutfettiği nimetleri ve takva sahibi bir mü’minin ifa ettiği iyi hizmetleri göremez; yaptığı kötü işler için de Allah’tan bağış dileyemez. O, kör bir saplantı içinde kalıp sayısız felaketlere sebebiyet verir.
Bu ayette, İslam inancına ve insanına karşı girişilen özel saldırganlığa; inkâr ve şirk zihniyetini temsil eden kollektif kişiliğin, İslam’a ön yargılı yaklaştığına işaret edilir. Ayrıca hakim güçlerin, her asırda İslam’a karşı duydukları kinin, çağların beşiğinde sürüp gideceğine de dikkat çekilir. İnsanın dünyadaki tavrının, Hakk’a ve halka husumet değil, ahlaki dürüstlük ve doğruluk içinde hayatını idame ettirmek olması gerektiği mesajı verilir.
Allah Görür
14’ncü ayet, insanın her an Allah’ın gözetimi altında olduğunu bildirir. Kur’an’da Allah’ın herkesi görüp her şeyi gözetimi altında bulundurduğunu belirtmek için kullanılan kavramlardan biri de bu ayette yer alan ve rey kökünden türemiş olan yera fiilidir. Bu sözcük, görür ve bilir anlamına gelir; Kur’an’da da çeşitli sigalarda Allah’a nisbet edilir. Allah, kör, sağır ve aciz değildir. O, insanları görür, sözlerini işitir, ne maksatla ve nasıl iş yaptıklarını da bilir. Çünkü, değişmezlik ve erişilmezlik vasfının tek sahibi Allah’tır.
Kur’an, kendi vahyediliş düzeni içinde ele alınıp incelendiği zaman, onun insan ve hayat gerçeğini dikkate aldığı görülür. O, inkârcı insanın hiç kimsenin kendisini görmediği varsayımı içinde hareket ettiğini bildirerek gerçekçi bir tespitte bulunur. İnkârcı insan, kimseye karşı sorumlu olmadığını sanır, sahip olduğu sınırlı bilgi, geçici servet ve yalancı şöhret gibi sebeplerle üstünlük vehmine kapılır. Boş gururundan dolayı da kendi vehmine ters düşen bütün hakikatleri inkâr eder. İşte bundan dolayı, Kur’an’ın nüzul sırası itibariyle Allah isminin ilk olarak geçtiği bu ayette, insana öncelikle O’nun gözetimi altında olduğu gerçeği bildirilir.
Kur’an’ın temel amacı, insana, her şeyin merkezinde Allah düşüncesinin yer aldığı bir dünya görüşü kazandırıp onu tevhid inancına ve muktedir uluhiyyet anlayışına ulaştırmaktır. Bunun için Kur’an, daha işin başında insana, Allah’ın her şeyi gördüğü gerçeğini hatırlatmıştır. Çünkü İslam inancının, yaşanan bir realite olarak insan hayatına girmesi, insanın öncelikle bu gerçeği kavramasına ve onun gereğini yerine getirmesine bağlıdır. Peygamber(as)’in, Kur’an’ın lafzına ve ruhuna sadık kalarak ihsanı, “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir; her ne kadar sen onu görmüyorsan da o, seni görür” anlamında tanımlaması, değinilen tespitin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Bilgiler, akla ve vahye uygun davranışlarla gündelik hayata aktarılabilirse, insana faydalı olur. Bu da bilgi değerinin, doğru inanç ve iyi işlerle bütünleşmesi sonucu gerçekleşebilir. Zaten, hakikat bilgisine dayalı yüksek seviyede bir fikir geleneği de ancak böyle oluşur.
Sonuç olarak bu ayet, görme vasfından mahrum olmanın, muktedir uluhiyyet anlayışına gölge düşüreceğine işaret eder; Kur’an’ı, tefekkürün; İslam’ı da hayatın dışında tutanların, kurtuluşa ve kemale eremeyecekleri mesajını verir.
(15-16)- «Hayır (hayır) eğer engellemeyi yapan kimse (akıllanıp) bundan vazgeçmezse, and olsun ki Biz, onu alındaki saçtan; o yalancı ve isyankar perçem(in)den tutar (cehenneme) sürükleriz.»
Azgın İnsan Saldırgan Tutumundan Vazgeçmezse
Bu ayetlerde, İslam’a ve Müslümanlara düşmanca davranmakta ısrar eden inkârcılar keskin ifadelerle uyarılmaktadır.
15’inci ayetin başında yer alan kella sözcüğü, reddetme edatıdır. Bu edat, Arap dilinde, Sözün akışını değiştirmek, hatayı düzeltmek, kınamak, tespit veya nehyetmek gibi amaçlarla kullanılır.
Bu ayette yer alan yentehi fiili de, sakındırmak, yasaklamak ve sona ermek gibi anlamlara gelen nhy kökünün muzari şeklidir. Yentehi sözcüğü burada, vazgeçme anlamına gelir. Ayetteki nesfe’an fiilinin aslı da, “tutmak, şiddetle çekmek, yakalayıp sürüklemek” gibi anlamlara gelen sef dir.
Ayetin sonunda yer alan nasıyeh sözcüğü ise, başın ön tarafı (alın) ve alındaki saç (perçem) anlamına gelmektedir. Bu sözcük, bir kimsenin yakalanmasını ve aşağılanmasını dile getirmek için kullanılan eski bir Arap deyimidir.
16’ncı ayette geçen kazibe sözcüğü, yalancı; hatıe sözcüğü de, Allah’a karşı kasten işlenen ikrah verici günah anlamına gelir. Hatıe sözcüğünün aslı, hata ve günah işlemek gibi anlamlar taşıyan hte köküdür. Bu kökten türeyen muhti, “doğru olanı isteyen, ancak yanlışa düşen (hata eden); Hâti ise, “kasten inkâr eden ve isyankar olan kimse” demektir. Görüldüğü gibi, hatıe, inkarla eş anlamlı bir sözcüktür. Bu yüzden, inkar günahı işleyen kimseleri belirtmek için, Kur’an’daki bazı ayetlerde hte kökünün kullanıldığı da görülür.
Ayetlerin beyanına göre, İslam’a düşman olup onun mensuplarına saldıran kimse, art niyetinden, saldırgan ve azgın tutumundan vazgeçmezse Yüce Allah tarafından cezalandırılır ve cehenneme atılır. Allah’ın suçlu insanı perçeminden tutup ateşe atması, ahirette gerçekleşecektir. Ancak bu cezanın dünyada verilebileceğini söyleyenler de vardır. Bunlar, görüşlerini ayetlerin nüzul ortamıyla bağlantı kurarak temellendirmeye çalışırlar.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Ebu Cehil: “Muhammed’in namaz kıldığını görürsem boynunu çiğneyeceğim” demiş, Yüce Allah bu sureyi (oluşturan ayet gruplarını) indirmiş; Cebrail de Peygamber(as)’e, bu sureyi Ebu Cehil’e okumasını, surenin sonunda da secde etmesini emretmiş, Peygamber(as) böyle yapınca, Ebu Cehil, onun boynunu çiğnemek üzere gelmiş, ancak Peygamber(as)’e yaklaşır yaklaşmaz geri dönmüş, sebebini soranlara Ebu Cehil şu cevabı vermiş: “Benimle onun arasına ağzını açmış erkek bir deve (veya ateşten bir hendek), bir korku girdi” demiş. Eğer Ebu Cehil, Peygamber(as)’e yaklaşsaydı derhal perçeminden yakalanıp cezalandırılacaktı. Bir rivayete göre de, perçemden yakalanması, o kişinin Bedir’deki acı sonuna işarettir. Tabi ki ayetler, tarihi bir olay ve zamanla sınırlı değildir; tam aksine, ömrünü inkâr ederek tüketen ve ölüme bu günahla yakalanan her insan için geçerlidir.
(17-18)- «O vakit çağırsın o (yardımına) meclisini; biz de çağıracağız (azap güçleri olan) zebanileri!»
İnkarcı Liderlere Yönelik Uyarı
Bu ayetler, Kur’an mesajına şiddetle ve katı kalplilikle karşı çıkan küfür önderlerine, gür bir sesle yapılan uyarı niteliği taşıyor. Nitekim kaynaklardan, bu ayetlerin şu olay üzerine indiklerini öğreniyoruz:
Peygamber(as), Ka’be’de namaz kılarken Ebu Cehil gelir ve o’na: “Ben seni bundan men etmemiş miydim?” der. Peygamber(as) de kendisini azarlar. Bunun üzerine Ebu Cehil: “Sen hangi şeye (güce) güvenerek beni tehdit ediyorsun? Bu vadide en çok nadisi (taraftarı ve gücü) olan benim” der. Yüce Allah da onun bu sözleri üzerine: «Haydi çağırsın bakalım o, meclisini (taraftarını); biz de çağıracağız (azap güçleri olan) zebanileri.» mealindeki ayetleri indirir. İbn Abbas’ın, konuyla ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: “Vallahi, o adamlarını çağırsaydı, Allah’ın zebanileri (azap güçleri) de onu anında yakalarlardı.”
17’nci ayetin başında yer alan fe’l yed’u sözcüğü, çağırmak, yalvarmak ve yardım istemek gibi anlamlara gelen d‘av kökünden türemiş bir emir fiildir ve çağırsın anlamına gelmektedir.
Bu ayette yer alan ve ndy kökünden türeyen nadi sözcüğü de, “halkın toplanıp fikir alışverişinde bulundukları yer, meclis veya konsey” demektir. Burada kastedilen, meclis ehli, yani toplumun ileri gelenleridir. Eğer ayet, nüzul ortamı ve tarihi bağlamıyla birlikte değerlendirilirse, bu sözcüğün, Mekke’nin lider tabakasının toplandıkları, Darü’n-Nedveye işaret ettiği de söylenebilir. Çünkü İslam’dan önce, Kusay’ın yaptırdığı ve Kureyşin toplandığı parlamento binasına, Darü’n-Nedve denirdi.
18’inci ayette geçen zebaniyye sözcüğü ise, azap güçleri (melekleri) anlamına gelir. Bunlar, kâfirleri şiddetle ve acımasız biçimde cehenneme attıkları için, onlara zebaniyye denmiştir.
Kur’an, kendi mesajını insanlara sunarken, onların aşina oldukları gerçekleri esas alır ve bunları dile getiren ifadeler kullanır. Amaç, insanların bunlardan doğru ve dini sonuçlar çıkarmalarını sağlamaktır. Şu halde, Kur’an’ı doğru anlayabilmenin gerekli şartlarından biri de, onun indiği zamanki sosyal yapıyı ve bu yapıyı ifade eden temel kavramların hangi anlama geldiklerini iyi bilmektir.
Kur’an’ın nüzul döneminde sosyal yapı, genelde akrabalık ilişkilerine dayanan ve kabile olarak bilinen topluluklardan oluşuyordu. Demek ki bu dönemde sosyal birim, kabileydi, Araplarda, Hz.Muhammed’in zamanına kadar, akrabalığın esas itibariyle erkeğin soyundan geldiği kabul edilirdi. Ancak Arabistan’ın belirli bölgelerinde, kadının soyunun da akarabalıklarda önemli olduğuna inanılırdı. Bu akraba topluluğu için, Kur’an’da kullanılan kelime kavm dir. Bu sözcük, hem “soy birliğini”, hem “çeşitli özelliklere sahip topluluk, grup ve halkı” hem de “olumlu veya olumsuz özellikteki kişileri” belirtmek için kullanılır. Kur’an’da ismi geçen tek kabile, Mekke’de yerleşik olan Kureyş tir. Bu isim, esas itibariyle karma bir topluluğu belirtmek için kullanılan bir lakaptı. Burada ilginç olan husus, Kur’an’ın, kavm ve kabile kavramlarıyla birlikte mele’ kelimesini kullanmış olmasıdır. Mele sözcüğü, “bir görüşü paylaşan ve göz dolduran grup” anlamına gelir. “Bir kabileyi topluca yöneten kimselere” de mele’ denir. Bu tür kişiler tarafından oluşturulup bir nevi meclis veya konseyi çağrıştıran bu yapıya da nâdi ismi verilir.
Şu halde Mekke’de, her oymaktan önde gelen bir veya iki şahsın oluşturduğu senatoyu andıran bir mele’ vardı. Bunlar, toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal güç merkezlerini elinde tutan katı gelenekçi bir gruptu. Bu grup, tevhid inancına karşı çıkanların önderiydi, bu grubun bütün üyeleri de, İslam’ın ve Peygamber(as)’in baş düşmanıydı. İşte bu yüzden ayetler, İslam’a karşı çetin bir muhalefeti örgütleyen kurulu düzenin sahiplerine, gür bir sesle meydan okumakta ve onları bir kez daha uyarmaktadır.
Bu ayetlerde, tek kişinin uyarılmasından söz edilir. Ancak, Peygamber(as)’in namazına ve İslam’ın yayılmasına engel olmak isteyenlerin, tek kişi olmadığı kesindir. Öyleyse bu ayetlerin tek muhatabı sadece Mekke müşrikleri olamaz; her asırda, İslam’a karşı çıkan ve onu engellemek için organize olan şirk zihniyetinin kollektif kişiliği de bu ayetlerin anlam ve uyarı alanına girer.
(19)- «Hayır! Sakın ona kulak verip boyun eğme, (Rabb’ine) secde et ve (O’na) yakınlaş!»
Allah’a Yakınlaşma Çabası
Surenin bu son ayetinde insandan, azgın kimseye itaat etmemesi; düşünce ve davranışlarıyla Allah’a yakınlaşma çabası içine girip hayatı doğru yaşaması istenir.
Ayette yer alan ve ona itaat etme anlamına gelen la-tutı’hu sözcüğünün aslı, boyun eğmek, dinlemek, alınan emre göre davranmak gibi anlamlar taşıyan tv‘a dır. “Allah’ın buyruklarını yerine getirmek” anlamına gelen ve “İslam’a özgü davranışları” belirtmek için kullanılan itaat sözcüğü de, aynı kökten türemiştir.
Aktif bir inanç ve yaşayış sistemi olan İslam, imanın atıl bir şekilde kalmasını uygun bulmaz; iman değerine dayanmayan işleri de makbul saymaz. O, imanın tezahürünü sağlamak için amelle (eylemle) bütünleşmesini ister. İnsanın bütün saadetini ve başarısını da, bu vazifenin en iyi şekilde yapılmasına bağlar. Öyleyse insan, bilinçli ve duyarlı biçimde Allah’a itaat etmeli; ölçüyü aşıp yer yüzünde bozgunculuk yapanların sözüne asla uymamalıdır. Çünkü İslam’a özgü kutlu ve onurlu bir hayatın gerçekleşmesi, inancın Kur’an ve sünnet ölçüleriyle ve bütün derinliğiyle yaşanmasına bağlıdır.
Ayette yer alan ve secde et-eğil anlamına gelen ve’s cud sözcüğü ise, boyun eğmek, saygı duymak ve eğilmek gibi anlamlar taşıyan scd kökünden türemiş bir emir fiildir. Secde sözcüğü de aynı kökten gelmektedir ve “alnı yere koymak” demektir.
Secde, genelde varlıkların tümünü kuşatan bir faaliyettir. Bu sözcük, en aşağı türeden en yüksek yaratıklara kadar bütün varlıkların Allah’ın iradesine, O’nun alemde geçerli kıldığı tabii ilke ve yasalara mutlak manada bağlı olduklarını dile getiren mecazi bir ifadedir. İnsan dışındaki varlıkların yaptıkları secde zorunlu, insanın yaptığı secde ise, irade, seçim ve özgürlüğe dayalıdır. Demek ki göklerde ve yerde var olan her şey, Allah’ın kudret ve yüceliği önünde eğilmekte (O’nun alemde geçerli kıldığı yasalara göre hareket etmekte)dir. İradeli varlık olan insan da, Allah’a bilinçli ve istekli olarak boyun eğmelidir. Ama insanlardan niceleri var ki Allah’ın buyruklarına karşı gelir. İşte onlar, ahirette kaçınılmaz biçimde azabı hak edeceklerdir.
Kısaca belirtmek gerekirse, secde, Allah’a kulluk tavrının esası, ibadetin ayrılmaz ve saf dışı bırakılmaz yanı; Namazın, Kur’an tarafından belirtilen ve Peygamber(as) tarafından gösterilen en önemli ve anlamlı rüknüdür.
Kur’an’ın muhtelif surelerinde yer alan bazı ayetlerin okunması veya dinlenmesi sonucu, yapılması gereken bir secde vardır. Buna fıkıh dilinde, tilavet secdesi denir. İslam fıkhında, tilavet secdesinin, hem okuyana hem de dinleyene vacib olduğu belirtilmiştir. Bu secde, iki tekbir arasında yapılan bir secdeyle eda edilir. Tekbirlerden biri ayakta iken eller kaldırılmadan; ikinci tekbir de secdeyi tamamlayıp alnı yerden kaldırırken yapılır. Secde de üç defa sübhane Rabbiye’l ‘ala denir. Namaz dışında okunan secde ayetinin secdesi, hemen yapılabileceği gibi herhangi bir zamanda da yapılabilir. Namaz içinde okunan secde ayetinin secdesi ise, zaman geçirilmeden yapılmalıdır. Açıklamasını yaptığımız bu ayetin de, secde ayetlerinden biri olduğu unutulmamalıdır.
Ayetin sonunda yer alıp yaklaş-yakınlaş anlamına gelen ve’ktarib sözcüğü de, yakın olmak ve yaklaşmak gibi anlamlar taşıyan krb kökünden türemiş bir emir fiildir.
Aynı kökten gelen Kurbet de, “insanın Allah’a yakınlaşması, yapılması sevap olan işi, isteyerek ve kimin için yaptığını bilerek yapması” demektir. Yapılması sevap olan bir işi, niyetli ve istekli olarak yapmak da ibadettir. İbadette öncelikle şart olan niyettir. Niyet, yapılan işteki irade ve maksattır.
Kur’an’ın öngördüğü bir yaşayışın, uygulama alanına konulması, Allah’ın buyruklarına uymak ve Peygamber(as)’in yolunu izlemekle mümkündür. Çünkü, şeytani öğretilerin ve şer güçlerin kendi çıkarları için meşrulaştırdıkları bütün kötülükler, ancak tevhid ve ihlas içerikli eylemlerle etkisiz hâle getirilebilir.
İnsanlığın hidayet ve saadet vesilesi Kur’an’dır. Kur’an bilgisinden maksat da, onun doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşayıp İslam’a özgü davranışlar ortaya koymaktır. Aksi halde, davranışa dönüşmeyen düşünceler, teorik bir fantazi; Kur’an ve sünnete uymayan davranışlar da anlamsız bir gösteri olmaktan öteye gidemez.
Alak suresinin son kısmını oluşturan ayet gruplarının (6-19’ncu ayetlerin), bir sure oluşturacak biçimde ilk inen beş ayete katılması, hem Kur’an surelerinin vahyin başlangıcından beri toplandığını; hem de bu ayetlerde anlatılan olayların, vahyin inmeye başlamasından biraz sonra meydana gelen ilk hadiseler olduğunu gösterir. Şu halde, bu ayetlerde dile getirilen İslam’a düşmanlık gösterme ve Müslümanlara saldırma hadiseleri, Hz.Peygamber’in kavmiyle ihtilafının ilklerindendi. Zaten söz konusu ayetlerin, daha önce nazil olan ilk beş ayete katılması da bunu kanıtlamaktadır. Yine de “her şeyin doğrusunu en iyi Allah bilir.”
GENEL TESPİTLER
Kur’an, Yüce Allah’ın Hz.Muhammed’e gönderdiği vahiylerin yazılıp derlenmesinden oluşan ve bütün insanlara en doğru yolu gösteren son kutsal kitaptır. Her şeyi genel çerçevede açıklayıp aydınlatan Kur’an, vahiy adına en doğru, en üstün ve en güvenilir bilgi kaynağıdır.
Hz.Muhammed’e vahyin ilk buyruğu, Oku! olmuştur. Peygamber(as) de bu buyruğa Ben okuma bilmem. cevabını vererek ümmilik vasfını dile getirmiştir. Allah’ın Elçisi bu cevabı verirken, yaşadığı toplumun kültürel değer yargılarını esas almıştı. Oysa ilk vahiy « Yaratan Rabb’inin adıyla oku.» şeklinde gelmiş, böylece ondan Allah’a izafe edilen ilahi kelâmı okuması istenmiştir. Burada, Hz.Muhammed’in okur yazarlığı sorusu ve sorunu ortaya çıkmaktadır.
Ümmi sözcüğü Arap dilinde, okuma yazması olmayan, doğal hali üzere kalan, fıtrat berraklığı bozulmamış kişi anlamına gelir. Kelimenin etimolojik verileri birlikte değerlendirilirse şu sonuca varılır: Ümmi, yaratılış berraklığını yitirmeyen, entellektüel bilgilerle zihni ve gönlü doldurulmamış olan insandır.
Ümmi kelimesinin Kur’an terminolojisindeki karşılığı ise, “okuma-yazma bilmeyen değil, ilahi kelamın gerçek bilgisine sahip olmayan; kitabı ya da kitapla ilgisi bulunmayan; ehl-i kitabın elindeki belgelere dayalı bilgilerle eğitilmemiş insan veya insanlar”dır. Şu halde Peygamber(as)’in ümmiliği, entellektüel ve kitabi bilgilerle zihnini doldurmamış olmasıdır. Kur’an’da Peygamber(as)’in ümmilik vasfının zikredilmesinden maksat, vahiy bilgisinin kesinliğine, üstünlüğüne ve kalitesine dikkat çekmektir. Görüldüğü gibi ümmilik, Peygamber(as) için ilim eksikliğini değil, fıtrat yüceliğini ve berraklığını ifade etmektedir. Çünkü, “ümmiliğin anlamı, insanlık peygamberi demektir. Resulü Ekrem de Allah’tan başkasından bir şey öğrenmemiştir.; o, her şeyi Allah’tan öğrenmiş ve hiçbir alanda –haşa- cahil kalmamıştır.”
Doğrusu şu ki, Hz.Muhammed, peygamberliğinin ilk yıllarında okuma yazma bilmiyor olsa bile, kısa bir süre sonra okuma-yazmayı mutlaka öğrenmiş olmalıdır. Çünkü tarihi bilgiler, Mekkelilerin okuma-yazmaya aşina olduklarını; siret kitapları da, Peygamber(as)’in yazılı antlaşmalar yaptığını ve zamanındaki devlet başkanlarına mektuplar gönderdiğini belirtir. Zaten, ilk emri Oku! olan ve ilmi en yüce değer olarak sunan bir kitabın tebliğcisinin, başka türlü davranması da düşünülemez. Bir kez daha belirtelim ki, ümmi sözcüğü Peygamber(as) açısından onun ilmi eksikliğini değil, tam aksine fıtrat yüceliğini; vahiy bilgisinin de kesinliğini ve kalitesini ifade etmektedir.
Vahyin alıcısı olan Peygamber(as), algılama yetisini yitirmeden, bütün dikkatini Cebrail’in kendisine ilettiği mesaja vermiş ve kendini ona teslim etmişti. Artık ezeli ve ebedi gerçeğin, kavranabilecek her şeyin künhünü özünde taşıyan Kur’an, bütün netliği ile onun kalbine açılmış idrak edilmeyi bekliyordu. Ondan, bu kitabı bütün dünyaya okuması; insanlara, kendi başlarına öğrenemeyecekleri şeyleri öğretmesi isteniyordu... Allah Elçisi, bu istek doğrultusunda başladı görevine. İnsanlara, tevhid inancını ve ubudiyyet bilincini anlatarak tebliğatını başlattı. İmanla ameli, İslam’la hayatı ayrılmaz bir bütün olarak tanıttı. Kur’an’ı sünnet formunda yorumlayıp uyguladı. Sonunda her bakımdan model olma özelliğine sahip bir iman ve ahlak toplumu oluşturdu. Çünkü Kur’an’ın temel hedefi, Allah’ı tanıtıp insanın O’na yönelmesini sağlamak; insanı kâmil bir şahsiyet haline getirip temeli ahlaka dayanan, insanlar arası ilişkileri düzenleyen dinamik ve sosyal bir nizam kurmaktır. Peygamber(as), İslam’ı davetten devlete ulaştırarak bu hedefi gerçekleştirmiştir.
Kur’an’ın aydınlık mesajının üzerinden çok zaman geçmeden Kur’an’ın dinamik yapısına aykırı düşen yorum ve uygulamalar ortaya çıkmış, bunlar Kur’an’ın önüne geçirilince, onun ruhuna giden yollar adeta tıkanmıştır. Çünkü Müslümanlar, Kur’an okumadaki asıl maksadı, büyük ölçüde kaybetmişlerdir.
Kur’an’ın ilk inen ayetlerinde, insanın aklına ve şuuruna hitap edilir. O, bilgiye ve bilince çok önem verir; okuyucularını da düşünmeye ve akletmeye çağırır. Kur’an’ı dinamik kılan da budur. Şu halde Kur’an tefekküre konu yapılmalı, okurken ondan bir şey öğrenme gayesi güdülmelidir. Kur’an’ı aklıyla kavrayıp kalbiyle kabullenmeyen kimse, onu hayatına da geçiremez. Ayrıca, düşüncesiz, bilinçsiz ve maksatsız bir okuyuştan bilgi elde edilmez. Bilgi üretilmeyince ilim olmaz; ilim olmayınca da din doğru bilinip uygulanamaz.
İlk nesil müslümanları, Kur’an’ı anlayarak okudular ve inanarak uyguladılar. Onların hayatından Kur’an ve onun aydınlığındaki akıl, tek otorite idi. Tabii ki onları bu yola sevk eden, Kur’an’ın akıl ve ilimden yana koyduğu tavırdı. Bundan dolayı o devirde, dine akıl ve vahiy dışı hiçbir şey sokulmadı. Fakat günümüz insanının hayatında durumun böyle olmadığı görülüyor. Bu gün Kur’an, sünnet, akıl ve ilim adeta terk edilmiş; bunların yerini mesnetsiz görüşler, yanlış hükümler, hurafeler, İslam dışı gelenek ve sistemler almıştır. Bu arada Kur’an’a uymanın gereği çokça yazılıp söylenmesine rağmen, bu gerçek bir türlü hayata geçirilememiştir.
Kur’an’ın kapağına ve kılıfına gösterilen saygı, onun manasına ve ruhuna gösterilmiyor. O, bir yandan yüksekçe bir yere konulurken diğer taraftan onun doğruluk ve değer ölçüleri çiğnenebiliyor. Böylece Kur’an, yeterinde saygı görmeyen bir kitap halini alıyor. Hatta kimi çevrelerde, Kur’an’ı anlamadan okumak, en büyük ibadet ve en iyi dindarlık sayılıyor. Diriler için inen Kur’an, bugün büyük ölçüde sadece ölülere okunan bir mezar kitabı muamelesi görüyor. Kur’an’ın bu konumdan, müslümanların da içine düştükleri bu durumdan mutlaka kurtulması gerekir.
İnsanın alaktan yaratıldığını dile getiren ifade, evrensel bir mucize niteliği taşır. Kelimenin filolojik manalarından da anlaşılacağı gibi bu sözcük, hem insanın varlık yapısındaki embriyonik gelişmesine, hem de onun ilgi ve sevgi gibi manevi unsurlarla donatılmış olduğuna işaret eder. Kur’an’a göre insan, ruh ve bedenden ibarettir. Bunlar bir bütün olarak insan hayatının değişik, fakat birbirinden ayrılmaz yanlarıdır. Bunun için Kur’an’ın insan anlayışı gerçekçidir.
Genelde her insan ilgiye layıktır, ama herkes sevgiye ve saygıya layık değildir. Çünkü sadece sağlam ve seviyeli karaktere itaat edilip saygı duyulur. Noksan şahsiyetler ve zalim kişiler, sevilmeye ve saygı duyulmaya layık değildir.
Kur’an mesajını ilk kez işitenlerin çoğu, onu katı kalplilikle geri çevirdiler. Bunun genelde iki nedeni vardı. Birincisi, Kur’an’ın çağrısına karşı çıkanların, manevi kaygılardan yoksun, sadece maddi çıkarlar peşinde koşan; toplumun ekonomik, sosyal ve siyasi güç odaklarını elinde tutan katı şirk gelenekçisi kişiler olmalarıydı. İkincisi neden ise, Kur’an mesajının, sadece batıl inançları düzeltmeyi değil, aynı zamanda mevcut toplumsal düzeni yeniden yapılandırmayı hedeflemesi ve bunu gerçekleştirebilecek bir dinamizme sahip olmasıydı. İşte Kur’an’ın dünyevi ve toplumsal meselelerdeki bu ıslah edici ve yenilikçi tavrı, şirk düzeninin devamından yana olanlar için, hiç de kabul edilebilir bir durum değildi. Çünkü Kur’an’ın getirdiği ilke ve değerler, hem egemen sınıfın dinsel inançlarıyla, hem de onların dünyevi çıkarlarıyla çatışıyordu. Onlara göre din, kişisel bir inanç konusundan ibaretti; onun hayata müdahil olmaması gerekirdi. Oysa Peygamber(as) Kur’an kapsamındaki dinden söz ederken, sadece bireysel yaşayışın değil, bütün toplumsal hayatın, ancak İslam’la anlamlı ve olumlu yapılanmalara ulaşabileceğini bildiriyordu. Kısacası İslam, sadece kişisel bir vicdan meselesi değildi, ayrıca onun toplumsal hayat örgüsüyle de ilgisi vardı.
Allah, insanın sadece imanıyla değil, onun iradeli işleri ve başka insanlarla olan ilişkileriyle de ilgilenir. Bunun için Kur’an, güçlünün zayıf üzerindeki baskı ve zulmüne karşı çıkar; iman, ahlak ve adalet gibi yüce değerleri öne çıkarır; insanların tevhid inancı ve ortak ahlaki değerler çerçevesinde oluşturdukları bilinçli bütünleşmeyi, muteber ve meşru motif olarak sunar. Peygamber(as) de bütün uygulamalarını bu çerçevede gerçekleştirmiştir. O, değişmez gözüyle bakılan bütün toplumsal kavram ve kurumları gözden geçirip yeniden yapılandırmış; bugünkü zihniyetin dinin siyasete sokulması ya da İslam’ın siyasallaşması şeklinde yorumladıkları köklü bir değişikliği ve yeniliği gerçekleştirmiştir. Bütün toplumlarda ve çağlarda görüldüğü gibi Mekkeli müşrik liderler de, tevhidi, bir eylem ilkesi ve toplumsal değişimin odağı yapan Peygamber(as)’in hayırlı yenilik içeren mücadelesine, şiddetle karşı çıkmışlar; bu şanlı eylemi, kurulu düzene karşı girişilmiş bir başkaldırı hareketi olarak damgalamışlardır. İşte bu yüzden, kurulu düzenin sahipleri, derhal çetin bir direnişi örgütleyip Kur’an’a karşı çıkmaya ve Müslümanlara baskı uygulamaya başlamışlardır.
Dünya hayatı, ahiret hayatından öncedir ve onun tohumunu içinde taşımaktadır. Ayrıca insan, ahiret iyiliğini aramadan önce, fiziki ve dünyevi ihtiyaçlarının doyumunu arayacak bir yapıda yaratılmıştır. Bunun için Kur’an’ın çağrısı, dünya hayatını bir kenara iten ve insanın fiziki ihtiyaçlarını gözardı eden bir çağrı değildir. İslam, dünya ve ahiret dinidir. Kur’an’ın ahiret gerçeğine çok sık vurgu yapmasının nedeni, insan zihnine, yapılan her işin bir karşılığının var olduğu gerçeğini yerleştirmektir.
Allah’a teslimiyetin bir ifadesi olan namaz, mü’minlere Kur’an diliyle farz kılınmış; onun anlamı, şekli ve boyutları da Peygamber(as) tarafından uygulamalı biçimde ortaya konulmuştur. Salat kelimesinin filolojik manasından da anlaşılacağı gibi namaz, Allah’tan insana bir rahmet, insandan Allah’a bir yöneliş ve dua; meleklerden insan için bir istiğfar, mü’minlerden de Peygamber(as)’e salatü selam fonksiyonu icra etmektedir. Bu çok yönlü fonksiyonundan dolayı namaz, İslam toplumunun tüm fertlerine engin bir ruh zenginliği sağlayan ve sonsuzluk aleminde Allah’a yakınlaşma imkânı veren çok önemli ve anlamlı bir ibadettir. Çünkü en mükemmel insan olan Peygamber(as)’den, ruhi kapasitesi en basit olan insana kadar her fert, namazla, ilahi lütuftan nasiplenme imkânı bulur. Bu yüzden namaz, her mü’min için vazgeçilmez bir asgari müşterek tir.
Kur’an, tarih boyu inananlarla inkârcılar arasında süregelen mücadeleden söz ederken, inkârcılar tarafından en çok alay ve baskı konusu yapılan ibadetin, namaz olduğuna dikkat çeker. Çünkü namaz, İslam toplumunda bir davranış ve duyuş biçimini; hepsinden önemlisi, Kur’ani bir hayat tarzını ifade eder. İşte bu misyonundan dolayı namaz, İslam’ın izharı, İslam toplumunun da alameti farikası ve vazgeçilmez şiarı olmuştur.
Çağımızda ve çevremizde yaşadığımız sıkıntıların başlıca nedeni, insanların çoğunun, materyalist ve seküler bir hayat tarzını benimsemiş olmalarıdır. Adı Müslüman olan çok sayıda insanın bile, servete ve şöhrete, ibadetten daha fazla ilgi duyması, bu tespiti doğrulamaktadır. Çok sayıda insan Allah’a ve ahirete inandığını söylese de, uygulamada bu inancı ciddiye almamakta ve İslam inancına göre davranmamaktadır.
Gerçek Müslümanın, Kur’an’a itimadı tamdır. Onun, en önemli ve öncelikli işi de, Kur’an’ın önerdiği hidayetin ne olduğunu anlamaktır. Bu da, Kur’an’ı okuyup araştırmak, kalbi ve zihni, onun bilgisine açık tutmakla mümkün olur. Kur’an’ı kendi vahyediliş düzeni içinde okuyup anlamak ise, daha isabetli ve erdirici bir yoldur.
Kur’an’ı okurken gözetilmesi gereken en önemli noktalardan biri de, onun bütünlük ilkesi olmalıdır. Çünkü Kur’an, bugün elimizde tamamlanmış bir bütün ve metin olarak bulunmaktadır. Oysa Kur’an’ın ilk muhatapları açısından durum böyle değildi. Peygamber(as) hayatta olduğu sürece Kur’an, bir metin olma özelliğinden çok, vahiy ve onun kişiliği ile özdeş bir olgu olarak ön plana çıkıyordu. Bunun için Kur’an, ilk nesil Müslümanları açısından tamamlanmış bir metin olmaktan ziyade, yaşanan bir süreç olarak algılanıyordu. Halbuki Kur’an, bugünkü insanlar için, tamamlanmış bir metin durumundadır. Bu gerçek karşısında onun hakkını vermek ve hitabını anlamak için, Kur’an’ın bütünlük ilkesine ve ifade özelliklerine dikkat edilmelidir. Şu halde, Kur’an’la ilişki kurmak isteyen okuyucunun, onunla yüz yüze gelmeden önce, değinilen durumu dikkate alması; onun nasıl konuştuğunu ve nasıl bir dil kullandığını bilmesi gerekmektedir.
Kur'an ifadelerine biçim kazandıran en önemli etken, onun ilk muhatap aldığı toplumun dünya görüşü ve yaşantısıdır. Mesela, genelde Allah’ı inkâr etmeyen, ama Allah fikrinin hiçbir fonksiyon icra etmediği müşrik bir dünya görüşü karşısında Kur'an, Allah’ı “Rabb” ve “Melik” gibi “muktedir uluhiyyet” gerçeğini dile getiren ifadelerle tanımlama yoluna gitmiştir. Onun bu ifadeleri seçip kullanmasındaki temel amacı, muhatabına her şeyin merkezinde Allah fikrinin yer aldığı İslami bir dünya görüşü kazandırmaktır. Bu yüzden, Kur'an’ın tanıttığı Allah, bütün olayların dışında duran bir hakem ve seyirci değildir. Tam aksine Allah, bütün âlemlerin Rabb’idir; O, varlık ve oluşun tamamına da hakimdir.
Kur'an, kendi mesajını sunarken, teknik anlamda bilimsel bir dil değil, genelde anlam verici bir dil kullanılır. Mesela, Allah’ın gönderdiği mesajı yalanlamak (tekzip), sadece dini açıdan bir günah değil, aynı zamanda ahlaksızlık olarak da kabul edilir. Çünkü Kur'an’a göre peygamberlik haktır; hakikati yalanlamak da ahlaken olumsuz (kötü) bir davranıştır.
Başka bir örnek de, Kur'an’ın, yağmuru, Allah’ın rahmeti olarak nitelemesidir. Burada da asıl maksat, fiziksel bir olayı, dini alana çekmek, bunu yaparken de bilime aykırı bir açıklama getirmemektir. Kur'an açısından yağmur, hiçbir zaman buharlaşan suyun soğuk hava tabakasına çarpıp yeryüzüne geri dönmesiyle oluşan kuru bir fizik olayından ibaret değildir. Kur'an açısından yağmur, “Allah’ın bütün canlılara bir armağanıdır.” O, yağmur olayını müşahede eden muhatabından, onu bu şekilde değerlendirmesini bekler.
Olumsuzlukların temelinde yatan sebepleri iyi tespit etmeliyiz. Müslümanlar Kur'an bilgisi ve bilinci açısından gelişir, vahyin ilke ve hedeflerinde fiilen birleşirlerse, şeytanın ve şer güçlerinin hakimiyetinden kurtulurlar. Gayesine uygun olarak okunan ve kendi bütünlüğü içinde anlaşılıp yaşanan Kur'an, insanı Allah’a yaklaştıracak; yağan yağmurun ölü toprağı dirilttiği gibi, İslami duyarlılıklarını yitirmiş kişi ve toplumları, her çağda diriltmenin tek vesilesi olacaktır. Yeter ki Kur'an mesajının diri soluğu ile yüz yüze gelinebilsin.