(7/81) TEKVİR SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

(29 AYET)

Mekke döneminde ve peygamberliğin ilk yılında indiği belirtilen Tekvir sûresi, 29 ayetten oluşur. Sure, adını birinci ayetinin sonundaki “kuvviret” fiilinden alır. İniş sırasına göre 7’nci, tertip sırasına göre de 81’inci suredir.

Surenin ilk bölümünde, kıyamete ilişkin alametlere, cennet ve cehennem gerçeğine, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının hesabının sorulacağına değinilir; insanların geçmişte yapıp ettiklerini bilebilecekleri bir dirilişle yeniden diriltilecekleri bildirilir. Bunun için Peygamber (as): “Kim kıyamet gününü gözleriyle seyreder gibi görmek isterse Tekvir, İnfitar ve İnşikak surelerini okusun.” buyurmuştur.

Surenin ikinci bölümünde ise, risalet, Kuran ve cebrâil konuları gündeme getirilir. Uzaydaki gezegenlere ve evrendeki oluşlara yemin edilerek vahyin hakikatine, mesajların ciddiyetine ve Peygamber (as)’in özelliklerine dikkat çekilir.

Sure, Kuran’ın şeytan sözü değil, Allah’ın-güvenilir Ruh vasıtasıyla Peygamber (as)’e ulaştırdığı-vahyi olduğunu; doğru yolu seçmenin de Allah’ın evrensel rehberliğinden yararlanmak isteyen herkese açık bulunduğunu dile getiren ayetlerle son bulur.

 

TEKVİR SURESİNİN AYETLERİ, MEALİ VE AÇIKLAMASI

 

 

 

 

 

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

 

1. Güneş dürülüp karanlığa gömüldüğünde,

2. Yıldızlar ışıklarını yitirip söndüğünde,

3. Dağlar yürütülüp kaybolduğunda,

4. Doğurmak üzere olan dişi develer başıboş bırakıldığında,

5. Bütün yabani hayvanlar bir araya toplandığında,

6. Denizler kaynadığında,

7. Nefisler eşleştirildiğinde,

8-9. Diri diri toprağa gömülen kız (çocukların)a hangi suçtan dolayı öldürüldükleri sorulduğunda,

10. (İnsanların yapıp ettiklerini içeren) amel defterleri açıldığında,

11. Gök, yerinden oynatıldığında,

12. Cehennem kızıştırılıp yakıcı ateşi parladığında,

13. Cennet yaklaştırılıp gözler önüne serildiğinde

14. Her sorumlu can (o gün) kendisi için ne hazırlamış olduğunu görecektir.

Dünyanın Sonu

Kuran mesajını ciddiye almayan ve ahiret gerçeğini kabul etmeye yanaşmayan inkârcıları uyarmak üzere inen bu ayetlerde, Kıyamet gününün en korkunç anları ve manzaraları gözler önüne serilir. O gün, her insanın yaptığı bütün iyilikleri de kötülükleri de karşısında hazır bulacağı haber verilir.

Surenin ilk bölümünü oluşturan on dört ayette, on iki önemli olaya değinilir. Bunlardan ilki 1’inci ayette dile getirilen “Güneşin dürülüp karanlığa gömülmesi” olayıdır. Ayetteki “şems” kelimesi, Türkçe’de “Güneş” anlamına gelir. Gezegenlere ışık ve ısı veren büyük gök cismine Güneş denir. “k v r” kökünün türemiş şekli olan “küvviret” kelimesi de, “katlanıp dürülmek ve karanlığa gömülmek” anlamına gelir.

Güneşin dürülmesi, iki şekilde yorumlanabilir:

a) Güneşin ışığını ve ısısını kaybedip görünmez olması, karanlığa gömülmesi.

b) Güneş kütlesinin tamamen ortadan kaldırılması.

Demek ki güneşin dürülmesi, ya ışığını ve ısısını kaybetmesi, veya kütlesinin tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Ancak, Kıyamet gününde güneşin, insanların tepelerine kadar yaklaşacağını belirten hadisler göz önünde bulundurulursa, bu ayette güneşin kütlesinin değil, ışığının yok olmasına işaret edildiği söylenebilir.

Ayrıca bilim adamları, ömrü dolan güneşlerin enerjisini yitirip ışığını kaybedebileceğini tespit etmişlerdir. Öyleyse evrende ömrünü doldurmuş nice güneşler gibi bir gün mevcut güneş de enerjisini yitirip karanlığa gömülebilir. Bu da, kendisine tâbi gezegenler için bir kıyamet olur. Çünkü güneşin gerek sönmesi, gerekse kütlesinin yok edilmesi, yerküremizdeki hayatın ve güneşten ışık alan gezegenlerin sonu demektir. İşte bunun için surede, önce bu dehşet verici olaya vurgu yapılmıştır.

2’nci ayette dile getirilen önemli olay ise, “yıldızların ışıklarını yitirip sönmeleri”dir. Bu ayette yer alan “nücûm” kelimesi, “yıldızlar” anlamına gelir. Güneş ve ay dışında gökyüzünde görülen ışıklı gök cisimlerinden her birine yıldız denir. “k d r” kökünün türemiş şekli olan “inkederet” de, “yıldızların sönmesi ve dökülüp düşmeye başlaması” anlamına gelir.

Güneşin ışığı söndüğü zaman, Ay ve gezegenler gibi ondan ışık alan yıldızlar da tamamen ışıklarını yitirip sönerler. Eğer burada, güneşin kütlesinin yok olduğu düşünülürse, o zaman da çekim ve cazibe kanunu yok olacağından âlemin dengesi bozulur, yıldızlar da alev yağmuru gibi dökülüp düşmeye başlarlar. Nitekim, Kuran’daki bazı ayetlerde, yukarıda belirtilen iki olaya da işaret edilmektedir. İşte o dehşetli anda meydana gelecek önemli olaylardan biri de, “yıldızların kararıp dökülecek olmaları” dır.

3’üncü ayette, “dağların yürütüleceği” haber verilir. Bu ayetteki “cibâl” kelimesi “dağlar” anlamına gelir. Yer kabuğunun oldukça yüksek ve geniş bir alanına yayılan bölümlerine “Dağ” denir. “s y r” kökünün türemiş şekli olan “süyyiret” kelimesi de, “yürütüldü” anlamına gelir.

Kıyamet gününde dağların ne olacağı sorusuna Kuran’da şöyle cevap verilir: «De ki Rabb’im onları toza toprağa çevirip savuracak. Yeri dümdüz ve çıplak bir hâle getirecek. Öyle ki orada ne kıvrım ne de tümsek göreceksin.» İşte tüm büyüklüğüne rağmen dağlar o gün böyle yürütülecekler; yer kürenin depremlerle sarsılması sonucu parçalanarak atılmış yün gibi olacaklardır.

Hemen belirtelim ki Kuran’a göre dünyanın sonu, evrenin fiziksel olarak yok olması anlamına değil, onun daha çok insanın şimdiden tasarlayamayacağı bir mahiyette her şeyi içine alan toplu ve kökten bir değişime uğraması anlamına gelmektedir.

Demek ki bütün bunlar, İlâhi irade bu âlemin yıkılmasını gerekli gördüğü zaman olacak; o zaman, yer ve gök düzeni bozulacak, başka bir âlemde yeni bir düzen kurulacaktır. Bütün bu olaylar yaşanırken hayatta olanları doğal olarak büyük bir korku ve dehşet saracaktır.

4’üncü ayette, “doğurmak üzere olan dişi develerin başıboş bırakılacakları”, yani o dehşet anında, insanların kıyılmaz mallarına dahi sahip çıkamayacakları bildirilir.

Bu ayetteki “ışâr” kelimesi, “gebe olan dişi deve” anlamındaki “uşrâ”nın çoğul şeklidir. Bunun için “ışâr” kelimesi bu ayette, “doğurmak üzere olan dişi develer” anlamına gelir. Böyle bir deve Araplarca çok makbul sayıldığından sahibi bu hayvanı çok korur ve ona özenle bakardı. Demek ki bu ayet hem en kıyılmaz malları hem de o anki durumun dehşetini tasvir eden temsili bir ifade niteliğindedir. Ayetin ifadesine göre, Kıyametin gerçekleşmesi anında, insanlar büyük bir telaşa kapılacakları için mallarına bile sahip çıkamayacaklar, dehşet içinde kalıp onların hepsini terk edeceklerdir. Zaten o an, malın ve mülkün hiçbir yararı olmadığını da anlamış olacaklardır. Çünkü, «o gün, ne malın, mülkün ne de çoluk çocuğun bir yararı olacaktır. Yalnızca Allah’ın huzuruna kötülükten korunmuş bir kalple çıkanlar kurtulacaktır.»

5’inci ayette, Kıyametin dehşetiyle “bütün hayvanların bir araya toplanacakları” haber verilir. Bu ayette yer alan ve “v h ş” kökünün çoğul şekli olan “vuhûş” kelimesi, “ehlileşmemiş (yabani) hayvanlar” anlamına gelir. İnsana yakın olmayan ve yabâni olarak nitelendirilen kara hayvanlarına genelde bu ad verilir.

Bir önceki ayette yer alan “ışâr” kelimesiyle evcil; bu ayetteki “vuhûş” kelimesiyle de yabani hayvanlara işaret edilerek o gün, evcil ve yabani bütün hayvanların bir araya toplanacakları belirtilmiştir. Hayvanların bir araya toplanması, üç şekilde yorumlanmıştır:

a) Kıyametin dehşetinden dolayı bütün hayvanların bir araya gelip birbirlerine karışmaları.

b) Kıyametin gerçekleşmesi sırasında hepsinin ölmesi.

c) Kıyamet günü hayvanların toplanıp birbirlerinden haklarını almaları, sonra da toprak olmaları.

Burada asıl amaç, Kıyamet’in dehşetini vurgulamak olduğu için, birinci yorum ayetin ruhuna daha uygun düşmektedir. Ayrıca bu ayet, Kıyamet gününde bütün canlıların diriltilip ilâhi mahkemede birbirlerinden haklarını alacaklarına da işaret edebilir. Çünkü bir hadiste, Kıyamet gününde hakların sahiplerine mutlaka ödeneceği, hatta boynuzsuz koyunun hakkının boynuzludan alınacağı belirtilmiştir. Ancak söz konusu hadis, bu ayetin açıklaması mahiyetinde değil, ilâhi adâleti beyan sadedinde söylendiği için, birinci yorum, daha çok tercih edilmiştir.

6’ncı ayette, “denizlerin kaynamasından veya kurutulmasından” söz edilir. Ayetteki “bihar”, “deniz” anlamına gelen “bahr” kelimesinin çoğul şeklidir. Yer kabuğunun çukur bölümlerini kaplayan ve birbirleriyle bağlantılı olan tatlı veya tuzlu su kütlesine deniz denir. “s c r” kökünün türemiş şekli olan “sücciret” ise, “kaynatmak, ateşle doldurmak ve kurutmak” gibi anlamlar taşır.

Ayetten anlaşıldığına göre, Kıyametin vukuu anında denizler fokur fokur kaynatılıp birbirine karıştırılacak; yer kürenin her tarafı bir deniz haline gelecektir. Ya da denizlerin suyu boşaltılıp kurutulacaktır. Bunun için ayet, “bir damla bile su kalmaz” şeklinde de yorumlanmıştır.

Kıyametle ilgili olarak, geçen ayetlerde dile getirilen altı olayın, bu dünyada ve insanların gözü önünde; bundan sonraki ayetlerde dile getirilecek altı olayın da ahirette gerçekleşeceği rivayet edilmiştir. İşte ahirette gerçekleşeceği haber verilen olaylardan ilki, 7’nci ayette dile getirilen “nefislerin eşleştirilmesi” olayıdır. Ayetteki “nefs” sözcüğü, “can, kişilik ve öz benlik” anlamına gelir. “z v c” kökünün türemiş şekli olan “züvvicet” kelimesi ise, “çiftleştirmek, birleştirmek ve sınıflandırmak” gibi anlamlar taşıdığından bu ayet de diğerleri gibi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Anılan yorumlar şu şekilde özetlenebilir:

a) Nefislerin çiftleştirilmesi, ruhların cesetlerle birleştirilmesidir.

b) İnsanların sınıf sınıf olmaları; cennetlik ve cehennemlik nefislerin benzerleriyle bir araya getirilmeleridir.

c) Her sorumlu canın ameliyle haşrolunması; yaptıklarıyla buluşturulmasıdır.

Bütün bu yaklaşımlar, Kıyamette herkesin kendi ameliyle ve dengiyle, yahut karakterine uygun kimselerle beraber haşrolunacağını, onlar arasında bulunacağını gösterir. Çünkü o gün herkes, dünyada iken izlediği liderin peşinde Yüce Divan’a çağrılır ve amelleriyle buluşup yapıp ettiklerinin hesabını Allah’a verir.

8-9’uncu ayetlerde, ilâhi mahkemede, diri diri toprağa gömülerek öldürülen kız çocuğunun, hangi günahı yüzünden cezalandırıldığının sorulacağı belirtilir.

8’nci ayette yer alan ve “v e d” kökünün türemiş şekli olan “mevûde” kelimesi, “küçükken diri olarak toprağa gömülüp öldürülen kız çocuğu” anlamına gelir.

Bu iki ayet, Cahiliyye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömme şeklindeki geleneklerinin çirkinliğine dikkat çekmektedir. Kaynaklarda belirtildiğine göre bu kötü âdet, İslam öncesi Arabistan’da oldukça yaygındı. Araplar kız çocuklarını yoksulluk korkusu veya aşağılanma duygusu gibi nedenlerle diri diri toprağa gömerlerdi. Çünkü Cahiliyye Araplarına göre kız çocuğu, onlara zorunlu bir yük ve katlanılmaz bir musibetti. İşte bu yüzden Yüce Allah, utanç duygusuyla veya fakirlik korkusuyla çocuklarını öldüren kimseleri kınamış ve bu çirkin fiili yasaklamıştır.

Şunu da belirtelim ki bu barbarca gelenek, bütün Araplarca benimsenmiş değildi. Bu acımasız davranışı onaylamayan ve çirkin âdeti uygulamayan kabilelerde vardı.

Bu ayetlerin uyarısı, sadece asırlar önceki cahil insanların yaptıkları barbarlığı kınamakla sınırlı değildir; ayrıca medeni dünyada çağdaşlık adına yapılan çocuk kıyımlarının bütünü için de geçerlidir. Dünya menfaati için ana rahmindeki masum yavruları parçalayarak veya parçalatarak öldürenler, hiç kuşkusuz ilâhi mahkemede günahsız canlara kıymanın hesabını vereceklerdir. Çünkü, o masum canlara, hangi günahlarından ötürü kıydıkları, çağdaş canilere de sorulacaktır.

Ayetlerde, cinayetin sebebinin doğrudan kâtile değil de öldürülene sorulacağının ifade edilmesi, oldukça manidardır. Burada asıl amaç, zalimin, mazlum karşısında nasıl mağlup ve mahçup duruma düştüğünü ona göstermektir. Arapça’da bu ifade tarzına “tebkit” denir. Tebkit, “suçlu muhatabı, sözle taşlayıp susturmak” demektir.

Bu ayetler, müşriklerin çocuklarının günahsız olduklarına; onlardan çocuk yaşında ölenlerin ahirette azap görmeyeceklerine işaret etmektedir.

Burada, ayetlerle doğrudan değilse de dolaylı biçimde ilgi kurulması nedeniyle “gebeliği önleme” olayına kısaca değinmek gerekiyor.

Kuran’da doğum kontrolüne doğrudan atıfta bulunan bir ifade yoktur. Fakat bu konuyla ilgili çok sayıda hadis mevcuttur. Bu hadisler yakından incelendiğinde bunların, doğum kontrolüne yönelik olumlu veya olumsuz tutumların her ikisini de destekler nitelikte anlamlar taşıdıkları görülür.

Buradan hareketle konuyu özetlemek gerekirse, İslâm’ın ilk yıllarında, gebeliği önleme yöntemi olan azle Peygamber (as) tarafından izin verilmiş, en azından bu işlem açıkça yasaklanmamıştır. Buna kıyasla, sonraki dönemlerde geliştirilen modern gebelik önleme yöntemlerinin de mübah olduğu söylenmiştir. Ancak döllenmiş ve ana rahminde teşekkül etmeye başlamış bir yavruyu-hayati tehlike söz konusu olmadıkça-kürtaj yoluyla almak veya başka yöntemlerle çocuk düşürmek caiz değildir.

Çok hassas bir konu olan doğum kontrolünün, birtakım politik ve ideolojik gelişmelerin etkisi altında şekil değiştirebileceğini de akıldan çıkarmamak ve gözden uzak tutmamak gerekir.

10’uncu ayet, “insanların yapıp ettiklerini içeren amel defterlerinin açılacağını ve her türlü işin hesabının görüleceğini” haber veriyor. Ayette açılacağı belirtilen sayfalar, insanların yapmış oldukları işlerin yazılmış oldukları amel(sicil) defterleridir. İnsan ölünce defteri dürülür, sonra bu defter kıyamet günü açılır; herkesin yaptığı işler açıkça ortaya konur ve ona göre hesabı görülür. O gün insana: «Şimdi oku kitabını(sicilini), bugün kendi hesabını kendin çıkaracak durumdasın.» denir.

11’inci ayette de, “O gün, göğün yerinden oynatılıp perdesinin açılacağı, görünmeyen şeylerin ortaya çıkarılacağı” dile getirilir. Ayetteki “sema”, “gök” anlamına gelir. Yeryüzünün üzerini kubbe gibi kaplayan ve içinde uzay cisimlerinin hareket ettiği sonsuz boşluğa “gök” denir.

Ayetten anlaşıldığına göre, Kıyamet günü gök yerinden oynayacak, kütle ve cisimleri kaybolacak, en gizli işler bile ortaya çıkacaktır. Bu ve benzeri ayetlerin, kozmik sistemlerin bütününü ve bu sistemlerin toplu olarak çöküşünü dile getiren mecazi ifadeler olduğu unutulmamalıdır.

12’nci ayette, “Cehennemin kızıştırılıp ateşinin parlayacağı” haber verilir. Bu ayette, inkârcılara yönelik olan ilahi öfkenin dehşeti, cehennem ateşinin parlamasıyla dile getirilirken 13’üncü ayette ilâhi rahmetin müminlere yönelik tecellisi, “cennetin yaklaştırılıp gözler önüne serilmesiyle” ifade edilir. Çünkü Kıyamet gününde, “cehennem büyük azgınlıklar içinde yitip gitmiş olanların karşısına çıkarılacak”, “cennet de Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyanların görüş sahasına getirilecek ve onlardan hiç uzaklaştırılmayacaktır.”

12’nci ayette yer alan “cahîm” kelimesi, “çukurda yanan alevli ve büyük ateş” veya “derin vadi” anlamlarına gelir. Cehenneme yahut onun azabı en şiddetli olan bölümlerinden birine de “cahim” denir.

Kuran’da “yirmi altı” kez geçen cahîm kelimesi, cehennemin yedi isminden biridir ve bu isimler arasında en çok tekrar edilenidir. Bunun için “câhim” kelimesi Kuran’da bir ayet dışında “cehennem” veya “cehennemde bulunan şiddetli ateş” anlamına gelir.

Konuyla ilgili ayetlerden anlaşıldığına göre ölüm sonrası diriliş gerçekleşince “cahim” tutuşturularak herkese apaçık bir şekilde gösterilecek, zalimlerle yardımcıları ona sevk edileceklerdir.

Cehennemliklerin yiyeceği olan ve meyvesi şeytanların kellesine benzeyen zakkum ağacı da bu yakıcı ateş (cahim)in ortasında bulunacak, Allah’ı tanımayanlar, vahyi yalanlayanlar, ahiret gerçeğini inkâr edenler, sapık ve sicil defterleri bozuk olanlar, cahimin ortasına atılacak; buna karşılık günahlarından tevbe edip erdemli olmayı başaranlar ise, onun azabından korunacaklardır.

13’ncü ayette geçen “cennet” kelimesi de, “örtmek ve gizlemek” gibi anlamlar taşıyan “c n n” kökünün türemiş şeklidir.

“Cennet” sözcüğü filolojide “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”; İslâmi terminolojide ise, “ölümden veya kıyametin kopmasından sonra müminlerin sonsuz mutluluk içinde yaşayacakları yer” anlamına gelir. Genel görünümüyle dünya bahçelerine benzemesi veya eşsiz nimetleri insan idrakinden gizlenmiş olması nedeniyle, müminlerin ebedi saadet yurdu olan yer, cennet olarak isimlendirilmiştir.

Kuran’da tekil, ikil ve çoğul şekilleriyle “yüz kırk yedi” kez geçen cennet, bütün mekan ve imkanları kapsayacak şekilde muhtevası geniş bir terimdir. Bu yüzden, ebedi saadetle ilgili vaadler, özendirici anlatım ve tasvirler, genellikle bu isim kullanılarak yapılmıştır.

Kuran’da cenneti ifade etmek için, cennâtü’n-naim (nimetlerle dolu cennetler), Adn (ikamet edilen yer), Firdevs (içinde üzüm bulunan has bahçe) ve Darüsselâm (esenlik yurdu) gibi pek çok isim kullanılmıştır. Bunun için cennet, yaşadığı düzen içinde idealindeki mutluluğu bulamayan insanların özlediği bir âlem olmuştur. Müminler için ahiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerini hiç kimse tahayyül edemeyeceğinden, cennetin mahiyetini tam olarak bilmek mümkün değildir. Ancak konuyla ilgili ayet ve hadislerde cennet tasvirleri yapılır, cennete girmeye vesile olan davranışlar belirtilir, cennet hayatından ve nimetlerinden söz edilir. Bu beyanlara dayanarak, iman edip iyi işler yapanların cennete girecekleri; cennet hayatının ebedi ve huzurlu, nimetlerinin de insanı maddi ve manevi açıdan tatmin edici nitelikte oldukları söylenebilir.

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde hedeflenen şey, insanı patolojik açıdan korku ve dehşete sevk etmek değil, tam aksine kişinin kalbini gerçekleri kabullenecek hâle getirip ona üstlendiği şerefli görev ve sorumluluğu hatırlatmaktır.

İşte bu yüzden 15’inci ayette, “O gün her sorumlu canın kendisi için ne hazırlamış olduğunu görebileceği” belirtilmiştir. İnsanların hazırlayıp getirdiği şeyler, onların dünyada yaptıkları işlerdir. Yapılan işlerle, iyi veya kötü şeyler imal edilmiş olabileceği için, insan o gün, yaptığı bütün iyilikleri de kötülükleri de önünde hazır bulacaktır. Öyleyse sadece mesâiye değil, ayrıca ondan elde edilen şeylere de dikkat etmek gerekir.

Amellerin izharı, ya “onların yazılmış olduğu defterlerin getirilmesi”; ya da “dünyada yapılan işlerin iyi veya kötü olmalarına göre ahirette özel birer surete girerek görünmeleri ve huzurda bulundurulmalarıdır.” Demek ki her insan, dünyada iyi mi kötü mü yaptığını; Hakk’ın huzurunda kendisi için ne hazırlamış olduğunu o gün bilecektir. Bu ayet, insanların geçmişte yapıp ettiklerini bilebilecekleri bir dirilişle yeniden diriltilecekleri mesajını vermektedir. Zaten insan o gün, iyi kötü bütün amellerini sicil defterlerinde hiç eksiksiz ve ayrıntılı biçimde yazılmış bulur.

Surenin ilk bölümünü oluşturan bu ayetlerin asıl amacı, Kıyamet’in dehşetine dikkat çekerek herkesin, bir gün yaptığı işin karşılığını göreceği ve hesabını vereceği gerçeğini zihinlere iyice yerleştirmektir. Kuran bu gerçeği, doğal olarak insanların alışkın ve aşina oldukları üsluplarla anlatır. Bunun için Kuran’da hem tefsir hem de te’vil vardır. Burada önemli olan, ayetlerin taşıdığı zengin anlamlardan yararlanarak doğru sonuçlar çıkarmak ve Kuran’la sunulan nasibi tepmemektir.

 

 

 

 

15-18. Hayır! Dönüp duran yıldızlara; yörüngelerinde akıp giden ve gizlenen (gezegen)lere; kararmaya başlayan ve yok olmaya yüz tutan geceye; ağarmaya başlayan sabaha and olsun ki;

19-21. Bu Kuran, güç bahşedilmiş, arşın sahibi nezdinde emin kılınmış, itaat edilen ve güvenilen şerefli bir elçinin (vahyedilmiş) sözüdür.

22. Arkadaşınız asla bir deli değildir.

23. Gerçekten o, meleği (cebraili) berrak bir ufukta gördü.

24. O, gayb hakkında cimrilik etmez.

25. Bu Kuran, lânetlenmiş şeytanın sözü (de) olamaz.

26. Öyleyse nereye gidiyorsunuz?

27-28. Bu Kuran, bütün âlemler ve içinizden doğru yolda yürümek isteyenler için, bir öğüt ve uyarıdan başka bir şey değildir.

29. Ama bütün âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz bir şey isteyemezsiniz.

 

Kuran Vahyinin Kaynağı ve Doğruluğu

Surenin ilk bölümündeki ayetlerde, Kıyamet gününün dehşet verici hallerinden ve dünyanın sonundan söz edilmiş; insanlar, yaptıkları işlerin sonuçları açısından uyarılmışlardır.

Surenin son bölümünü oluşturan ve inkârcıların Kuran hakkındaki iftiralarına cevap niteliği taşıyan bu ayetlerde ise, Kuran vahyinin kaynağına ve doğruluğuna vurgu yapılır. Vahyi getiren meleğin güvenilir, kendisine verilen emaneti taşımaya muktedir, Allah katında itibar sahibi ve değerli bir elçi olduğu belirtilir. Peygamber (as)’in cin etkisinde kalmadığı, vahiy meleği cebraili berrak bir ufukta gördüğü, işittiği ve öğrendiği hiçbir şeyi gizlemediği, söylediklerinin de şeytan sözü olmadığı bildirilerek inkârcıların Kuran’a ve Peygamber (as)’e attıkları iftiralar reddedilir. İyi niyet ve gayretle Kuran’a uyanların yollarını düzeltecekleri, Allah’ın evrensel rehberliğinden yararlanmak isteyen herkese, doğru yolun açık olduğu ifade edilir.

15-18’inci ayetlerde, Kuran vahyinin kaynağını ve doğruluğunu, Elçi’nin de güvenilir olduğunu anlatmak için gök cisimlerine, kararan geceye ve ağaran sabaha yemin edilir.

15’nci ayetin başında yer alan “felâ uksimu” ifadesi, “Yemin etmem.” anlamında değil, “hayr, yok vallahi” gibi olumsuz bir ifadeden sonra yemini pekiştirmek için kullanılan bir deyimdir. Bu ifade, “Yemin ederim ki söylenecek ve dinlenecek başka söz yok; ancak şu söyleyeceğim hakikat vardır.” anlamına gelir.

Bununla hedeflenen şey, muhatabın zihnini menfi ve muhalif durumdan kurtarıp onu hakikati kabul etmeye hazır hale getirmek ve hakikat karşıtı fikirleri reddetmektir.

Bu ayetin sonunda yer alan “hunnes” kelimesi, “durmak, geri kalmak ve gizlenmek” gibi anlamlar taşıyan “h n s” kökünün türemiş şeklidir. Anılan kelime bu ayette, “dönüp duran” yahut “gizlenip sonra ortaya çıkan yıldızlar” anlamına gelmektedir.

16’ncı ayetteki “el-cevâr”, “akmak ve yürümek” gibi anlamlar taşıyan “c r y” kökünün türemiş şeklidir. Burada, “akıp gidenler” anlamına gelmektedir. Ayrıca “cevâri”nin, beş yıldız adı verilen “Zühal, Müşteri, Merih, Zühre ve Utarid” gezegenleri olduğu da söylenmiştir.

“Kunnes” ise, “süpürmek ve yuvaya girip saklanmak” gibi anlamlar taşıyan “k n s” kökünün türemiş şeklidir. Burada “kunnes” kelimesiyle, güneşin ışığından ötürü gündüz görünmeyen ve gece ortaya çıkan yıldızlar kastedilmiştir. Güneşin ışığında görünmez olan bu yıldızların batışları, geyiklerin yuvasına girip saklanmalarına benzetilmiştir. Hz.Ali de, “hunnes, cevâr ve kunnes” kelimeleriyle, bütün yıldızların kastedildiğini söylemiştir. Demek ki bu sözcüklerle, gök cisimlerine işaret edilmiştir.

17’nci ayette yer alan “as’ase” fiili, hem “gelmek” hem de “gitmek” gibi zıt anlamlar taşıyan bir kelimedir. Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatleri; gitme vakti de yok olmaya yüz tuttuğu ve sabaha yöneldiği son saatlerdir. Bu yüzden mealde, her iki manaya da işaret edilmiştir.

18’inci ayetteki “teneffes” de, “soludu, açıldı ve aydınlandı” gibi anlamlar taşıyan “n f s” kökünün türemiş şeklidir. Burada, “ağarmaya başlayan sabaha” anlamına gelir.

Gök cisimlerine, kararan geceye ve ağaran sabaha yemin edildikten sonra 19-21’inci ayetlerde, Kuran’ın, Allah katında çok değerli bir melek aracılığı ile Hz.Muhammed’e vahyedildiği bildiriliyor. Kuran’ı Peygamber (as)’e getiren değerli elçi, Cebrail’dir. O, yüklendiği elçilik görevini ve aldığı emri yerine getirmeye muktedirdir. Onun, arşın sahibi olan yüce Allah katında büyük bir şerefi ve itibarı vardır. Allah’a yakın melekler ona itaat ederler, ondan emir alıp emrini dinlerler. Çünkü o, her yönüyle güvenilir bir elçidir. Bunun için, onun getirmiş olduğu vahiylerden kuşku duyulmaz ve Kuran’da bir kusur bulunmaz. 20’nci ayette yer alan ve nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen “arş” kelimesi, lafzen “taht, tavan ve yüksek mekân”; mecâzen de “şan, şeref, onur, itibar ve hükümranlık” gibi anlamlara gelir. Arş kelimesi Kuran’da, “Allah’ın bütün varlık üzerindeki mutlak hüküm ve iktidarını” ifade eder ve genellikle O’nun âlemleri yaratmasına ilişkin bir açıklamayla bağlantılı olarak geçer. Ancak bu kelime bazı ayetlerde, Hz.Yusuf’un ve Sebe Melikesi Belkıs’ın tahtı anlamında da kullanılmıştır.

Kuran’a göre Allah, arşın sahibidir, yani topyekün egemenlik O’nun elindedir. O, kudret ve egemenliğinde eksiksiz ve kusursuzdur. Allah’ın arşı, su üzerindedir ve melekler tarafından taşınmaktadır; arşın çevresini saran melekler, Allah’ı övgü ve tesbih ile anmaktadır. Kâinatı yaratan ve yöneten Allah, arşa istiva etmiş; tüm varlığı kudret ve hükümranlığı altına almıştır.

Hadislerde, Allah’a, Cebrâil’e ve şeytana ait olmak üzere üç ayrı arştan söz edilmiş; Peygamber (as)’in, Cebrâil’i gökle yer arasında bir arş (taht) üzerinde otururken gördüğü belirtilmiştir.

Allah zaman ve mekândan münezzeh olduğu için, O’nun arşı tamamen mecazi bir yükleme sahiptir. Bu yüzden arş kavramı, Allah’ın mevcut olan veya olabilecek her şey üzerindeki mutlak ve erişilmez otoritesini gösterir. Yine de her şeyin doğrusunu en iyi Allah bilir.

Kuran’ın Allah katından, çok değerli ve güvenilir bir elçi aracılığı ile Peygamber (as)’e vahyedildiği bildirildikten sonra 22’nci ayette, Hz.Muhammed’in cinlerin etkisine girmediği belirtilir. Kuran’a inanmamak için Peygamber (as)’e, cin çarpmış diye iftira edenler, aslında onun aklının ve ahlakının sağlam olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü onlar, yıllarca Peygamber (as)’le beraber yaşadılar, onun sohbetine katıldılar, görüş ve fikirlerine başvurdular; akıl ve anlayışının tam olduğuna; doğruluk ve erdemliliğin de herkes tarafından kabul edildiğine şahit oldular. Öyleyse Hz.Muhammed ne delidir ne de kâhindir, tam aksine o, hakikati söyleyen ve Allah’ın öteki elçilere bildirdiği gerçekleri tasdik eden bir peygamberdir.

23’üncü ayette de, Hz.Muhammed’in, kendisine vahiy getiren güvenilir elçiyi (Cebrâil’i), berrak bir ufukta açıkça gördüğü haber verilir. Demek ki bu Kuran, Hz.Muhammed’e cinler tarafından telkin edilmemiş; onu Allah, güvenilir bir elçi aracılığı ile Peygamber(as)’e vahyetmiştir. Bunun için Hz.Muhammed’in cinlerle bir ilgisi yoktur.

Bu ayette yer alan ve “apaçık ufuk” anlamına gelen “el-ufuku’l mübin”, Necm suresinde, “el-ufuku’l a’lâ-yüksek ufuk” olarak geçmektedir. Yine aynı surede, Peygamber(as)’in vahiy meleğini bir kez daha gördüğünden söz edilmektedir. Bu beyanlardan, Peygamber(as)’in Cebrâil’i asıl şekil ve heyetiyle iki kez gördüğü anlaşılmaktadır.

24’üncü ayette, Hz.Muhammed’in veya Cebrâil’in Kuran’dan herhangi bir şeyi gizlemediği ve ona ihanet etmediği belirtilir. Bu ayette yer alan ve “o” anlamına gelen “huve” zamiri, Hz.Muhammed’e veya ona vahiy getiren elçiye (cebrâil’e) işaret edebilir. “Danin” kelimesi de “gizlemek, esirgemek ve cimrilik etmek” gibi anlamlar taşıyan “d n n” kökünün türemiş şeklidir. Ancak bu kelime “zâ” ile “zânin” şeklinde de okunur. O zaman da “suçlanan, sanık” anlamına gelir.

Demek ki ayet, hem “O gayb hakkında cimri değildir, vahiy yoluyla aldığı bilgileri gizlemez, söyler.”; hem de “O gayb hakkında söylediklerinden dolayı suçlanamaz, söyledikleri uydurma değil, doğrudur.” anlamına gelebilir. Bunun için mealde, her iki mana da belirtilmiştir.

Bu ayette Allah Elçisi’nin, almış olduğu vahyi insanlara duyurma ve insan idrakinin dışında kalan şeyleri onlara haber verme konusunda asla cimrilik etmeyeceğine dikkat çekilir. Çünkü Peygamber (as) ne kahinler gibi bilgiçlik taslayıp gayb satıcılığına kalkışır, ne de bildiğini başkalarına ücretsiz öğretmeyen çıkarcı kimseler gibi para sevdasıyla iş yapar. Bu yüzden onun hakkında menfaat elde etmek gibi bir suçlama da söz konusu olamaz.

25’inci ayette, ise, Kuran’ın şeytan sözü olmadığı vurgulanır. Peygamber’e görünen elçi, kahinlere görünen ve kulak hırsızlığı yapıp her taraftan kovulan şeytanlardan değil, tam aksine çok değerli ve her bakımdan güvenilir bir elçidir. Bunun için Kuran, şeytan sözü değildir; onu insanlara ulaştıran Elçi de, şeytandan ve her türlü şeytanlıktan uzaktır.

İşte bu yüzden 26’ncı ayette, inkârcılara nereye gittikleri, hangi görüş ve gerekçeyle sapıklığı seçtikleri sorulur. Evet bu Kuran lânetlenmiş şeytanın değil, Allah’ın sözüdür. Onun, cin ve şeytan sözü olduğu nasıl düşünülebilir?

27-28’nci ayetlerde de belirtildiği gibi, Kuran saçma bir söz değil, bütün âlemler, özellikle de iyi niyetli ve gayretli insanlar için bir öğüt ve uyarıdır. Demek ki, Kuran’ın gönderişindeki asıl maksat, hayatı doğru yaşamak isteyenlere doğruyu anlatmaktır. Ancak, doğruluğu istemeyen kimse, öğüt ve uyarılardan hoşlanmaz, bunlardan hoşlanmayan da Kuran’dan nasibini alamaz.

Bu ayetlerde, insanın hidayete ermesi için, iradesini ve gayretini hayra yöneltmesi gerektiğine dikkat çekilir. Tabii ki bu durum, hayatı doğru yaşamak için gereklidir, fakat mutlak ve tek şart değildir. İşte bu noktayı belirtmek için, 29’uncu ayette, Allah dilemedikçe, insanların hiçbir şey isteyemeyecekleri ifade edilmiştir. Şu halde hidayete erenler, elde ettikleri başarıyı sadece kendi gayretlerinden bilmemeli, ayrıca bu başarının ardında Allah’ın lütuf ve ikramının olduğunu da kabul etmelidirler.

Bir kısım insanlar, bu ve benzeri ayetlerden, sadece Allah’ın dilemesinin bulunduğu, insanın dilemesinin söz konusu olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Fakat bu, doğru bir sonuç değildir. Ayetlerde, insanın dilemesinin olmadığı değil, Allah’ın iradesi olmadıkça hiçbir dilemenin olamayacağı beyan edilmiştir. Allah, insanın iradeli bir varlık olmasını dilemiş ve onu böyle yaratmıştır. Öyleyse insan, irade ve gayretini ortaya koyarak Kuran’ın rehberliğinden yararlanmaya çalışmalıdır. Eğer insan doğru yolda yürümeye muvaffak olursa, bu başarıyı sadece kendi niyet ve gayretine bağlamamalı; ayrıca Allah’ın lütuf ve yardımını da hesaba katmalıdır. Çünkü insan dileyebilir, fakat o, her istediğini elde edemeyebilir.

Görüldüğü gibi bu ayet, insan davranışlarında zorlamanın (cebrin) olduğunu göstermiyor, tam tersine “Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek olmayız.” diyerek sorumsuz bir tavır sergileyen insanlara sorumluluklarını hatırlatıyor ve onları hayatı doğru yaşamaya teşvik ediyor. Çünkü doğru yolu seçmek, Allah’ın evrensel rehberliğinden yararlanmak isteyen herkese açıktır. “Öyleyse, dileyen Rabbine giden yolu bulabilir.”

 

GENEL TESPİTLER

Dünya, ahiretin habercisi, ahiret de insanın istikbâlidir. İnsan hayatının tek güvencesi ise, İslam’dır. Kuran’ın kesinlikle bildirdiği gerçek, bütünüyle bu varlık aleminin bir gün son bulacağı ve şu hayat dünyası üzerine ölümün çökeceğidir. Allah, daha sonra yeni bir âlem yaratacak, işte bu hayat, insanların ikinci hayatı olacaktır.

O gün, her insan yaptığının hesabını verecektir. Bu hüküm gerçektir. Çünkü bunu, güvenilir melek aracılığı ile Peygamber (as)’e vahyedilen Kuran haber vermektedir.

Ahiret, Allah’ın insanlığın geleceğine yönelik bir müdahalesidir. Yüce Allah bu müdahaleyi ilâhi adaletini göstermek için yapacaktır. Demek ki ahiret, ilâhi adaletin kaçınılmaz sonucudur.

Ahireti inkâr etmek, adalete inanmamak ve onu istememek demektir. Bunun için inkârcılar ve zalimler, ahirete inanmak istemezler. Kâtil için adalet, eşkıya için kanun ne kadar hoşlanılmayan bir şey ise, inkârcı ve zalim tipler için de ahiret hayatının varlığı, o kadar istenmeyen bir şeydir.

Ölüm, hayatın öbür yüzü, ahiret de insanın geleceği olduğundan Kuran ahirete de bir pencere açar. O, bazen hakiki ve yalın anlamlı kelimelerle, bazen de sembolik bir dille, insanların istikbaline ilişkin haberler verir. Kuran’ın açtığı pencereden oraya bakabilen kimse, kendi istikbalini açıkça görebilir.

Hz.Muhammed, cinlerin etkisinde kalmış bir şâir veya kâhin değildir. O, Kuran’ın yaşayan modelidir. Onun kişiliği de insanın ve imanın kemalidir. Bu yüzden, Kuran’la canlı bağlantı kurup vahyin terbiyesine girmek isteyenlerin, Peygamber (as)’i örnek almaları gerekir.

Kuran, Allah kelamıdır, inkârcıların iddia ettikleri gibi insan ve şeytan sözü değildir. Çünkü Kuran’ı bir insan oturup yazmamıştır. O, Allah’tan insana yönelik canlı bir hitaptır. Kuran’ın, insan hayatına ve davranışlarına yönelik bir kastı da vardır. Bunun için, Kuran’ın günlük hayatımızla ve davranışlarımızla irtibatının sağlanması kaçınılmazdır.

Kuran, bütün insanlara, bir öğüt ve uyarıdır. Hayatı doğru yaşamak isteyen herkes, onun evrensel kılavuzluğundan yararlanabilir. Bu noktada insana düşen görev, Kuran’la canlı bir bağlantı içine girmektir. Böyle bir bağlantı da, insanın Kuran’ı anlayıp onu tatbik etmesiyle sağlanabilir.

Kuran’la sürekli ve canlı bağlantı içinde olan insan, şeytan hilelerine kanmadan, inancına şirk, dine de hurafe katmadan hayatı doğru yaşar. Allah da o insanı, rahmetine kabul eder. Allah dileyen herkesi, Kuran’dan dersini ve nasibini alan kullarından eylesin!