(20/113) fELAK SURESİ

MEKKE DÖNEMİ

(5 AYET)

Felak suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin üçüncü yılında inmiştir. Adını, ilk ayette geçen “felak” kelimesinden alır. Kendinden sonra gelen Nas suresiyle birlikte “Muavvizetân”; İhlas, Felak ve Nas sureleri üçü birden “Muavvizât” diye anılırlar. Felak, nüzul sırasına göre 20’nci, tertip sırasına göre de 113’üncü suredir.

Felak suresinde, Allah’a sığınma öğütlenir. Bu yüzden sure, ona sığınmayı buyuran ve öğreten ayetle başlar. Yaratılan her şeyin zararından, bastıran karanlıkların, kötü ve karanlık işlerle uğraşanların, kıskançlığı tutan hasetçinin şerrinden Allah’a sığınmak gerektiğini dile getiren ayetlerle de sona erer.

Surede, kötülüklerinden Allah’a sığınılacak şeyler belirtilirken önce tabiat kuvvetlerinden, sonra da sırayla kötü insanlardan ve gözle görülmeyen varlıklardan söz edilerek sığınmanın önemine ve yöntemine işaret edilir. Ayrıca, sığınmanın yalnız sözle değil, gelebilecek zararlara karşı mümkün olan bütün tedbirlerin alınmasıyla gerçekleşebileceği mesajı verilir.

 

Kaynaklarda, Peygamber(as)’in, rahatsızlık anında ve gece yatağına gireceği sırada İhlas, Felak ve Nas surelerini okuduğu, ashabına da mümkün oldukça bu sureleri okumalarını buyurduğu rivayet edilir.

 

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

 

 

1- De ki: Ben sabahın Rabb’ine sığınırım;

2- Yarattıklarının şerrinden.

3- Bastırdığı zaman karanlığın,

4- Düğümlere üfleyip büyü yapanların

5- Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden (de o’na sığınırım)

 

Allah’a Şöyle Sığın

1’inci ayetin beyanına göre insanın, kendisine yönelik kötülüklerden korunabilmesi için, Allah’a sığınma isteminde bulunması gerekir. Bu ayetteki “eûzu” kelimesi, “sığınırım” anlamına gelir. Bu yüzden, insanın, Allah’a sığınma isteminde bulunmasına ve kendisini kötülüklerden koruması için onun manevi desteğine baş vurmasına “istiâze” denir.

“Felak” kelimesi de sözlükte “yarıp çıkarmak” manasına gelir. Bu kelime üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Genel kabule göre burada “felak” ile, “gecenin karanlığının, yükselen şafağın aydınlığı ile yarılması sonucu ortaya çıkan sabah vakti” kastedilmiştir. Ayrıca “felak” kelimesinin mecâzi olarak, “bir belirsizlik döneminden sonra hakikatin ortaya çıkışını” ifade ettiği de söylenir.

“Rabbu’l Felak” terkibi ise, “sabahı(ortaya çıkaran şafağı)n Rabbi” demektir. Yine bu terkiple, “Allah’ın yaratıp ortaya çıkardığı her şey kastedilmiş olabilir. Bu durumda evrenin Allah tarafından yaratılması, yerin yarılmasıyla bitkilerin ortaya çıkması, çekirdekten filizlerin oluşması gibi bütün varlık ve oluşlar, bu terkibin kapsamına girmiş olur. Bu ayetin, bir sonraki ayetle bağlantısı göz önünde bulundurulursa, “felak” kelimesinin, kâinatın Allah tarafından ilk yaratılışına, onun bir patlama ile meydana gelişine işaret ettiği de söylenebilir. Demek ki Allah’a sığınma, bir bakıma hakikati idrak edip onun ardından gitmeyi ifade etmektedir.

2’nci ayet, Allah’ın yarattığı her şeyin, şer ve zarar olabilecek herhangi bir kötülüğünden Allah’a sığınmak gerektiğini bildirir. Allah’ın yarattığı şeyler, görünür görünmez bütün varlıklar olduğundan, onların kötülüğünden ve kötülük korkusundan Allah’a sığınmak gerekir.

Bu ayet, dünya ve ahiretle ilgili maddi manevi, tabiî ve ihtiyari her türlü şerri ifade eder. Öyleyse insan, yaratık denilebilecek her şeyin, başta kendi nefsinin, cin ve insan şeytanlarının, yırtıcı hayvanların, zehirli böceklerin, öldürücü olayların ve mikropların, aşırı tutkuların, kötü işlerin ve cehennem azabının şerrinden Allah’a sığınmalıdır.

Sözlükte “kötülük, fenalık, zararlı iş” gibi anlamlara gelen ve “hayr”ın zıttı şer kelimesi, terim olarak “Allah’ın hoşnut olmadığı, işlenmesi durumunda kişinin cezaya veya yergiye maruz kaldığı kötü davranışları” ifade eder.

Hayrı da şerri de dileyip yaratan Allah’tır. Ancak bunlardan kendi iradesiyle kazanan insandır. Bu yüzden insan, hayrı seçerse mükafat, şerri işlerse ceza görür. Şerrin Allah’tan olması ise, insanın fiillerinin meydana gelmesi için, yaratıcı iradenin devreye girmesi demektir. Şu halde kötü olan Allah’ın şerri irade etmesi değil, insanın şer işlemesidir. Ayrıca, Allah’ın dileyip yarattığı her şeyde bir hayır ve hikmet vardır. Bir şeyin şer olması, bize göredir. İşte bu yüzden Allah, insana şerden sakınma gücü vermiş ve ona kötü şeylerden korunma yollarını göstermiştir. Bu ayette “zarar, elem, acı ve keder” gibi anlamlara gelen şer, Allah’a değil de O’nun yarattıklarına izafe edilir. Demek ki şerrin kaynakları “doğa olayları, hayvanlar ve insanların iradeli fiilleridir. Allah ise, bütün kötülüklerden kendine sığınılacak mutlak iyilik ve güvenlik kaynağıdır.

Surenin ilk iki ayetinde, şerrinden Allah’a sığınılması gereken şeylere genel olarak değinilmiş, bundan sonra gelen ayetlerde ise, kötülüklerinden en çok sakınılması gereken şeyler, ayrı ayrı belirtilmiştir.

3’üncü ayet, bastıran karanlığın şerrinden, yani herhangi bir kara musibetten (beladan) Allah’a sığınmayı öğütlemektedir. Bu ayetteki “ğâsık” ve “vekab” kelimeleri üzerinde de çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ancak genel kabule göre, buradaki “ğâsık” kelimesi, “gece”; “vekabe” kelimesi de “gece karanlığının bastırması” anlamına gelmektedir.

Bu ayet, gece ve cehalet karanlığına, bütün karanlık düşüncelere, insanın içine çöken ve onun iç dünyasını karartan ümitsizlik, kin, öfke, şehvet ve kıskançlık gibi kötü duygulara işaret eden çok geniş kapsamlı bir ifadedir. Ama ayette bunlardan hiçbiri tahsis edilmeyip genel bir ifade kullanıldığı için, “ğâsık”ın, insana arız olan, onun muradına ermesini engelleyen, üzüntü ve ızdırap duymasına yol açan “her hangi bir kara musibet (bela)” olduğu söylenebilir. Çünkü kötü ve zararlı şeyler, karanlıkta daha çok olur. Hırsızlar ve haydutlar, hep bu vakti beklerler. Bu yüzden, maddi veya manevi bir zarar, gam ve keder, çoğu kez karanlık ile nitelendirilir. Arapçada da “Gece veyli daha çok gizler” denilir.

Gerçektende gecenin karanlığı ortalığı kaplayınca bir çok şey görünmez olur ve bu noktada gece, çok korkulu bir hal alır. Çünkü karanlık bir gece, içinde çok korkunç şeyleri gizleyebilir. Sözgelimi onun karanlığının içinde vahşi bir hayvan, zararlı ve zehirli bir yaratık veya pusu kurmuş bir düşman bulunabilir. Yine şer güçler, oynayacakları oyunları gece karanlığında daha rahat oynarlar. Bunun için, korku ve tasalar gece karanlığında daha çok kaynaşır ve yoğunlaşır. Kısaca ifade etmek gerekirse karanlığın çökmesiyle, görünebilen ve görülemeyen her şey, ürpertici bir hal alır. İşte bu yüzden, Allah’a sığınmaya ihtiyaç duyulan zamanlardan biri de, karanlığın bütün şiddetiyle bastırdığı anlardır. Öyleyse, bastıran karanlığın şerrinden de Allah’a sığınılmalıdır.

4’üncü ayette de, sihir ve büyücülük gibi ruhsal etkileşimlerden, kirli ve karanlık işlerle uğraşan bütün insanların şerrinden Allah’a sığınmak gerektiği vurgulanır.

Ayetteki “en-neffâsât”, “üfleyenler-üfürükçüler”; “el-ukad” da, “düğümler” anlamına gelir. Ayrıca “en-neffâsât” ın, klasik Arapça’da, “bütün esrarengiz uğraşları tanımlamak için kullanılan deyimsel bir ibare” olduğu da söylenir. “Neffâsât” kelimesi dişil (müennes) olduğu ve büyü işleriyle de daha çok kadınlar uğraştığı için, “en-neffâsâti fi’l ukad” terkibinin, “büyücü kadınlar” anlamına geldiği belirtilmiştir. Şu halde bu terkip, hem bir ipe bir çok düğüm atıp ona üfleyen ve bu arada bazı sihir tekerlemeleri söyleyen üfürükçü kadınlara, hem de büyücülük gibi kötü ve karanlık işlerle uğraşan kadın erkek bütün insanlara işaret etmektedir.

Tefsirlerin çoğunda yer alan bir rivayete göre, Medine Yahudilerinden Lebid ibn el-A’sam ve kızları, on bir düğüm bağlayıp bunlara üfürerek Peygamber(as)’e büyü yapmışlar, sure de bu münasebetle inmiş. Bu ve buna benzer diğer rivayetlerin hiçbiri, surenin iniş sebebi olamaz. Çünkü bu sure, Medine de değil Mekke döneminde inmiştir. Ayrıca bu sureyi oluşturan ayetler, yalnızca büyücülerle ilgili de değildir; tam aksine surede yaratıkların tümünün, kötü ve karanlık işler yapan bütün insanların şerrinden Allah’a sığınmak emredilmiştir. Öyleyse surenin inişinin, bu rivayette anlatılan büyü olayı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Bunlar, büyük bir ihtimalle büyü ve nazarın etkisini desteklemek, insanları bunlarla korkutmak amacıyla ortaya atılmış rivayetlerdir ve doğru değildir. Eğer bu rivayetler doğru kabul edilirse, Müşriklerin Peygamber(as)’e “büyülenmiş” demelerinin de doğru olması gerekir. Halbuki Allah, Elçisine büyülenmiş diyenlerin sözlerini reddetmektedir.

Burada, büyünün ne olduğuna, gerçek ve tesirinin olup olmadığına, bir de Peygamber(as)’e büyü yapılıp yapılmadığına kısaca değinmek gerekir.

Tabiat üstü güçler yardımıyla olağanüstü sonuçlar elde etmeye yönelik faaliyete “büyü” denir. Kuran’da geçen “sihr” kelimesi, büyü anlamını taşımakla beraber, sihr büyüden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü “sihr”, “bir şeyi asıl (tabii) durumdan çıkarıp başka bir duruma sokmak, o şeyin mahiyetini değiştirmek” demektir. Diğer bir ifadeyle sihir, “sahte, gerçek dışı olan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermektir.” Bunun için sihirbazlıkta gözü görüşü aldatan hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yansıtmasına dayanan bir sanatı yürütme anlamı vardır. Bu yüzden sihirbazlar, illizyonizm, manyetizma, hipnoz ve telepati gibi teknikleri uygularlar. Büyücü ise, iyi ve kötü varlıkların yardımını sağlayan, büyü tekniğini ve usullerini bilen ve kullanan kimsedir. Cahiliyye devrinde büyü ve sihir çok yaygın olduğundan Araplar büyücülerden çekinirler ve onlara saygı duyarlardı.

Büyü ve sihir, menfaat kökenli bir disiplin olduğundan Allah, peygamber ve din tanımaz. Ancak bazı durumlarda kutsal değerleri ve metinleri istismar eder. Ayrıca büyüde, Allah’ın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği iddiası da vardır. Bütün bunlar, büyücüye Allah’tan ve peygamberden daha büyük değer verildiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Halbuki büyücülerin her şeyi bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadığı tarzındaki inançlar, İslam’la taban tabana zıttır. İşte bu yüzden İslam, büyük günahlar arasında saydığı sihir ve büyücülüğe şiddetle karşı çıkmış; Kuran ve sünnette de bu iş açık ve kesin olarak yasaklanmıştır.

İslam bilginlerinden bir kısmı, hiçbir gerçekliği ve geçerliliği bulunmadığı, sadece aldatmadan ibaret olduğu düşüncesiyle büyüyü ve sihri reddederler. Ancak, sihrin mahiyeti ne olursa olsun, insan hayatında vuku bulduğunu ve onunla meşgul olanların bulunduğunu inkar etmek mümkün değildir. Bunun için Kuran, büyü ve sihir diye bir olgunun varlığını kabul eder, fakat onun kullanılmasını onaylamaz. Çünkü Kuran açısından büyü ve sihir, bir küfür ve fitnedir. İçeriğinde şeytanlık ve hile bulunan çirkin bir sanattır. Öyleyse onun zararını inkara kalkışmak doğru olmadığı gibi onu haddinden fazla büyütmek de doğru değildir.

Peygamber(as)’e büyü yapıldığına ve onun bundan etkilendiğine dair bazı hadisler vardır. Ancak bu hadisler, “Peygamber(as)’in Allah tarafından korunacağını” ve “büyücülerin nereye varsalar başarılı olamayacaklarını” açıkça belirten ayetlerle örtüşmediğinden, Peygamber(as)’e sihir yapıldığına değil, yapılmadığına inanmak gerekir.

Bu ayetlerde, bütün kötülüklerden Allah’a sığınmak emredildiğine göre, herkesin bu ayetleri okuyarak ve gereğini yaparak Allah’a sığınması hem meşru hem de dince istenen bir şeydir. Fakat tedavi için, insanın kendini okutmasının caiz olup olmadığı tartışmalı bir konudur.

Allah’a tevekkül etmeden ve normal tedavi yollarına başvurmadan sadece okumaya ve üflemeye bel bağlamak, dinen hoş karşılanan bir durum değildir. Ama normal tedavi yollarına başvurup bu arada Allah’a niyazda bulunmakta ve şifayı O’ndan beklemekte hiçbir sakınca yoktur. Çünkü hasta okumakla huzur duyar, dua ile de moral bulur. Bu da onun iyileşmesine yardımcı olur. Şu halde şifayı Allah’ın verdiğine ve tedavi yollarını şifaya sebep kıldığına inanarak tedavi ile meşgul olmak, caizdir. Bir de iyi niyetle Allah’a sığınmayı, O’ndan şifa isteyerek okuyup üflemeyi, büyücülük gibi düşünmek doğru değildir. Demek ki, okuyup üfleme ile tedavi, halkın pek çoğunun zannettiği gibi dinin emrettiği ve dindarlığın gerektirdiği bir şey değil, sonuçta bir izindir. Çünkü insanları, mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi mahrum etmemek gerekir.

Müminin mümine duası dinen meşru ve güzel bir iş sayılsa da, dua etmekle başkasının nefesinden medet beklemek farklı şeylerdir. Allah bütün insanlara kitabıyla en güzel duaları öğretmiş, bütün kötülüklerden de doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Öyleyse her sorumlu can, bunları bellemeli ve her yerde bunları kendisine can simidi edinmelidir. Çünkü doğrudan Allah’a sığınma imkanı varken bunu terkedip “ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi bilemem” diyerek dua tellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummaya kalkışmak, dinin emri değil, cahiliyye âdetidir.

Sonuç olarak bu ayetin, fiilen olup olmaması bir yana varlığına inanılıp etkisi altında kalınan sihir ve büyücülük gibi ruhsal etkileşimlerden başka, kötü fikirlerin ve sapık ideolojilerin tesiriyle insanların içindeki inanç düğümlerinin çözülüp onların inkar ve ümitsizlik karanlıklarına düşmelerine dikkat çektiği; ayrıca bir nükleer sistemi, bir düğmeye basarak harekete geçirmek suretiyle doğabilecek büyük felaketlere de dolaylı bir şekilde işaret ettiği söylenebilir.

5’inci ayette ise, hasedinin gereğini yapmaya kalkıştığı zaman, hasetçinin şerrinden de Allah’a sığınılması gerektiği belirtilir. Bu ayetteki “hâsid” kelimesi, “haset eden-hasetçi” anlamına gelir ve hasedin insan tabiatından gelen bir duygu olduğunu belirtir. “Hasede” fiili de, bu duygunun bazı kimseleri masum insanların zarara uğraması yönünde bir niyet ve gayrete sevkettiğine işaret eder. Bu yüzden Kuran, Yahudilerin Müslümanları inkarcılığa döndürme yönündeki niyet ve isteklerini, onların nefislerindeki hasede bağlayarak onun temelde bir duygu ve niyet meselesi olduğuna dikkat çeker. Yine aynı zümrenin, Allah tarafından Müslümanlara lütfedilen başarıları kıskanmalarını da haset kavramıyla dile getirir.

“Haset” kelimesi sözlükte, “kıskanmak ve başkasının elinde bulunan bir nimetin yok olmasını istemek” gibi anlamlara gelir. Bunun için, “başkasının sahip olduğu maddi ve manevi imkanların kendisine intikal etmesi veya kıskanılan kişinin mevcut imkanlardan mahrum bırakılması yönündeki istek ve niyete” haset denir.

Haset, Türkçe’ye “kıskançlık” olarak tercüme edilir. Ama kıskançlık, haset kelimesinin tam karşılığı değildir. Çünkü Türkçe’de “kıskançlık” bazen “haset” manasında kullanılsa da onun asıl anlamı, “namusa düşkün olmak”tır. Bu da, ölçülü kalındıkça kötü değil, iyi bir meziyettir. Fakat birinin malını, mevkisini, evladını ve ilmini çekememek, kıskançlık değil, hasettir.

Haset kavramı, genel olarak şu üç durumu ifade etmektedir.

a) Başkasının elindeki nimetin gitmesini istemek ve ona başka nimet verilmesinden rahatsız olmak.

b) Nimetin başkasının elinden alınıp kendisine verilmesini istemek.

c) Başkasının elindeki nimetin gitmesini istemeden, kendisine de o nimetin verilmesini arzu etmektir. Buna haset değil gıpta (imrenme) denir. Gıpta insanı çalışmaya yönelttiği için iyi; haset ise düşmanlığa sevkettiği için kötüdür.

Haset kavramına, hadislerde daha da açıklık getirilmiş, o hem olumsuz anlamda “kıskanmak” hem de olumlu anlamda “imrenmek” anlamında kullanılmıştır. Sözgelimi bir hadiste, “iki kişiye haset (gıpta) etmek câizdir.” denildikten sonra bunlardan birinin “Allah tarafından kendisine verilen serveti hak yolunda harcayan, diğerinin de Allah’ın verdiği ilimle amel edip bu ilmi başkalarına öğreten kimse” olduğu belirtilmiştir. Bu hadiste haset, “imrenme, hayırda rekabet” anlamında kullanılmıştır.

Hasedi, gıptadan ayıran en önemli fark, haset sözcüğünün “bencillik ve çekememezlik” anlamına gelmesi olmaktadır. Bunun için bencillik ve başkalarını çekememek manasındaki haset hakkında, hadislerde oldukça sert ifadeler kullanılmış, “Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi hasedin de bütün iyilikleri mahvedeceği” dile getirilmiştir.

Ayrıca hadislerde, hasedin önemli sosyal problemlere yol açan kötülüklerden biri olduğuna dikkat çekilerek, kardeşlik ve sosyal barış için gerekli görülen hususlar şu şekilde sıralanmıştır: «Gıybet (dedikodu) etmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları kardeş olun!»

Burada bir gerçeği hatırlatmak gerekir. Bilindiği gibi haset, bir nimeti haketmiş kişinin elinden onun gitmesini istemektir. Fakat haksız olarak bir nimeti elde etmiş veya bir mevkiyi ele geçirmiş kimsenin elinden o nimeti meşru yollarla geri almaya çalışmak haset değil, ıslah ve adalettir. Aksi halde toplumda zulüm yaygınlaşır, işler de ehil olmayanların elinde kalır.

Psikolojik ve sosyal zararları içeren haset, şeytâni bir huydur ve İslam’a göre haramdır. Çünkü İblisi Allah’a karşı isyan ettiren temel etken, hasetti. Yine Kabil’in Habil’i öldürmesinin ardında da kıskançlık vardı. Demek ki haset, insan tabiatındaki bencillik eğiliminden, başkalarının kendisinden daha üstün durumda olmasına tahammül edememekten kaynaklanan bir tür ruh hastalığıdır. İlave edelim ki haset, genellikle aralarında mesleki, ilmi, ekonomik, siyasi ve sosyal münasebetler bulunan insanlarda ortaya çıkmaktadır.

Haset, insanın doğuştan getirdiği köklü bir duygu olduğundan onu tamamen yok etmek mümkün değildir. Ancak insan, aklın ve dinin yardımıyla bu duyguyu kontrol altına alabilir. Bunu yapan insan da, dini ve ahlaki sorumluluktan kurtulmuş olur.

Hasetten korunmanın ilk yolu, onu doğuran sebeplerin bilinmesidir. Haset, bencillik, cimrilik ve aşırı ihtirasın birleşmesinden doğan psikolojik bir hastalıktır. Ayrıca düşmanlık, kin gütme, üstünlük duygusu, makam ve mevki tutkusu, nefsin aşırı istek ve arzuları da hasedi doğuran sebeplerdir.

Haset, kötülük sevgisidir, ruhu kirleten bir kusurdur ve şerlerin en fenasıdır. İnsanların en kötüsü de, başkalarının zarara uğramasına sevinen kişidir. Şu halde insan, ahlak pedagojisini ihtiva eden bilgi ve uygulamalarla haset hastalığından korunabilir. Çünkü haset fiilin değil, kalbin niteliğidir. Öyleyse insan, içindeki haset duygusuna rağmen, düşünce ve davranışlarını dinin gerekli gördüğü biçimde düzenlemelidir. Zira, dünya hazlarına ilgi duyduğu sürece insanın haset duygusunu tamamen söküp atması mümkün değildir.

Haset duygusunun oluşup kabarmasında, kişinin kendini başkalarından daha aşağı seviyede görmesinden kaynaklanan kompleksin de büyük etkisi vardır. Bu sebeple hasedin önemli tedavi yollarından biri de çalışarak giderilebilecek zaafların bertaraf edilmesi için, elden gelen gayretin gösterilmesidir. Demek ki, kötülüklerden Allah’a sığınma, sadece kuru bir söylemle değil, bilgili, inançlı ve kararlı bir eylemle gerçekleşebilir.

Bu aşamada, hasetçiden gelebilecek zararlardan korunmak için yapılması gerekenler şu şekilde özetlenebilir: Hasetçinin şerrinden Allah’a sığınmak, Allah’ın emrine uyup yasaklarından uzak durmak, düşüncesinde hasede ve hasetçiye yer vermeden ihlasla Allah’a yönelmek ve O’na güvenmek, hasetçi kimselerin kalplerindeki kötülük ateşini, onlara iyilik ederek söndürmek, ayrıca Allah’ın lütfuna mazhar olan kimsenin israf ve gösterişten kaçınması, davranışlarını başkalarının kıskançlığına sebep olmayacak şekilde ayarlaması da gerekir.

Görüldüğü gibi bu surede, korunulması lazım gelen kötülüklerin hepsine dikkat çekilerek onlardan Allah’a sığınılması istenmiş, böylece insana, Allah’a sığınma şekli öğretilmiş ve ona kötülüklerden kurtuluş yolu gösterilmiştir. Bunun için Peygamber(as), bu ayetler inince ferahlamış ve onlarla Allah’a sığınmaya başlamıştır.

Bu ayetler, indikleri zaman ve ortamla bağlantı kurularak değerlendirilirse şu genel sonuca varılır. Kuran’ın indiği dönemde, genellikle bütün dünya milletlerinde olduğu gibi Araplar da karanlıktan çekinir, cinlerin karanlıkta ortaya çıkıp insanları çarpabileceklerine inanırlardı. Bu yüzden onlar, bir dereye indiklerinde cin çarpmasından korunmak için oranın cin liderlerine sığınırlar, böyle yapmakla güven içinde olacaklarını sanırlardı.

Yine, Araplar arasında insanlara büyü yapan erkek ve kadın büyücüler de vardı. Araplar, büyücülerden çekinirler ve onlara saygı duyarlardı. Ayrıca Arap toplumunda, haset eden insanların nazarının değeceğine inanılır, bundan korunmak için çeşitli hurafe yollara baş vurulurdu. İşte bu yüzden Felak suresinde, karanlık işlerden, görünür görünmez varlıkların şerrinden başkasına değil, sadece Allah’a sığınılması istenmiştir.

Şu halde bu sureyi oluşturan ayetlerin asıl amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını, insana göz değeceğini yahut büyücülerin insanlara zarar vereceğini anlatmak değil, tek kudret sahibinin Allah olduğunu, O’na gerektiği gibi sığındıktan sonra hiçbir şeyin insana zarar veremeyeceğini ve yalnız Allah’a sığınmak gerektiğini insan zihnine iyice yerleştirmektir.

Bunun için Peygamber(as), Ukbe b. Âmir’e Felak ve Nas surelerini kastederek, “Bu iki sureyi okuyarak Allah’a sığın” buyurmuştur. Çünkü Allah’a sığınma, en güzel ifadesini bu iki surede bulur. Gerçekten de «Allah, koruyup gözetici olarak çok daha iyidir, zira O, acıyıp esirgeyenlerin en yücesidir.»

GENEL TESPİTLER

Kuran’a göre Allah, bütün alemlerin Rabb’idir. Yaratma, yönetme, mülk ve hakimiyet tamamıyla ona aittir. Bunun için, yaratılan her şeyin kötülüğünden Allah’a sığınmak gerekir.

Yaratılmış varlıklar içinde, insanın merkezi bir önemi vardır. Çünkü Allah, yeryüzündeki her şeyi insanlar için, insanları da hangisinin daha güzel davranacağını denemek için yaratmıştır. Ayrıca tabii olayların her çeşidi, insan hayatının korunmasına, kişilerin huzuruna ve rahatlığına katkıda bulunacak tarzda düzenlenmiştir.

Allah’ın her şeye kadir olması, öncelikle O’nun her şeyi yaratma gücünde belirmekte ve yaratma devam etmektedir. Bu yüzden, her şeyin var edilmesinde, O’nun yaratıcı kudreti ve iradesi mevcuttur.

Kuran’da şer, Allah’a değil, O’nun yaratıklarına izafe edilir. Şerrin kaynaklarının da doğa olayları, hayvanlar ve insanların iradeli fiilleri olabileceğine dikkat çekilir. Allah ise, bütün kötülüklerden kendisine sığınılacak tek güvenlik kaynağı olarak tanıtılır.

İyinin ve kötünün ne olduğunu gösteren en doğru ölçü, Allah’ın rehberliğini yansıtan vahiydir. Çünkü insanın kötülük saydığı pek çok şey, nihâi sonuçları itibariyle her zaman kötü olmayacağı gibi, sevdiği ve iyi gördüğü her şey de sonucu itibariyle iyi olmayabilir. Demek ki insanın “kötülük” olarak gördüğü pek çok şey, aslında bir imtihandan yahut kişiyi ruhî olgunluğa eriştiren bir araçtan başka bir şey değildir.

Allah’ın rahmeti insanın da gayreti olmadan kimse kötülüklerden korunamaz. Ne var ki şeytan marifetinden başka bir şey bilmeyenler, bu gerçeği idrak edemedikleri için kendilerine sanal koruyucular ararlar ve onları âdeta putlaştırmaya kalkışırlar. Tabii ki insanlar, doğru hedefe yönlendirilmezlerse, böyle trajik sonuçları yaşamaları kaçınılmaz olur.

İnsan benliğinde ve sosyal bünyede problemlere yol açan kötülüklerden biri de “haset” tir. O, şeytani bir huy ve bir çeşit ruh hastalığıdır. Haset, kötülük sevgisi ve ruhu kirleten bir kusur olduğundan şerlerin en fenasıdır. İnsanın doğuştan getirdiği köklü bir duygu olan hasedi, tamamen yok etmek mümkün değildir. Ancak insan, dinin ve salim aklın yardımıyla bu duyguyu kontrol altına alabilir.

Eğer Felak suresinin ışığı altında yaşadığımız hayata bakacak olursak, karanlık ortamlardan hoşlanan şer güçlerin, günümüzde de varlıklarını sürdürdüklerini görebiliriz. Çünkü şer güçler, bugün de karanlık işler yapmaya; şeytan çeteleri ve ayartıcı güçlerin elemanları, her tarafı kasıp kavurmaya devam etmektedir.

Şayet, kimseye karşı düşmanlık gütmeyen ve kimseden düşmanlık görmeyen bir insan olarak yaşamak istiyorsak, Rabb’imizin emniyet kapısını çalıp çevremizi kuşatan bütün kötülüklerden O’nun himayesine sığınmalıyız. Çünkü Allah, kendine sığınanları himayesine alıp koruyacaktır. «Hiç şüphesiz Rabb’im, her şeyi koruyup gözetendir.»