(23/53) NECM SURESİ
Mekke Dönemi
(62 ayet)
Necm suresi, Mekke döneminin ilk yıllarında ve İhlas suresinden hemen sonra inmiştir. 62 ayetten oluşur. Adını, ilk ayette geçen “en-Necm” kelimesinden alır. İniş (nüzul) sırasına göre 23’üncü; tertip sırasına göre de 53’üncü suredir.
Surede; Rabb’inin büyük ayetlerine tanık olan Hz.Muhammed’in, görüşünde yanılmadığı, kendi arzu ve isteklerine göre konuşmadığı, Melek aracılığı ile Allah’tan aldığı vahiyleri insanlara duyurduğu bildirilir.
Müşrik Arapların, Melekleri Allah’ın kızları kabul etmeleri, onların sembolü olarak gördükleri Lât, Menât ve Uzza gibi putlara tapmaları kınanır. Bu durumun, batıl inanç ve yanlış düşünceden kaynaklandığı belirtilir.
Allah’ın razı olmadığına kimsenin şefaat edemeyeceği; şefaatin, Allah’ın iznine ve rızasına bağlı olduğu haber verilir.
Kesin ilim ifade etmeyen zanla, gerçeğe ulaşılamayacağı, Allah’ın herkesi eylemine göre cezalandıracağı, O’nun mağfiretinin bol olduğu açıklanır. Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği hatırlatılır.
Hz.Muhammed’in de önceki peygamberler gibi bir uyarıcı olduğu, ona vahyedilen Kuran’ın, önceki ilahi kitaplarla uygunluğu vurgulanır. Kainatı yönetenin, öldürüp diriltenin Allah olduğu belirtilerek herkesin O’na dönüp dünyada yaptıklarının hesabını vereceğine dikkat çekilir.
Zalim ulusların helak ediliş sebeplerine değinilir. Kureyş müşrikleri, yakında başlarına gelecek savulmaz bir azapla uyarılır.
Gaflete dalmış insanlara, gülüp eğleneceklerine, ağlanacak hallerini düşünmeleri tavsiye edilir. Sure, Allah’a secde ve ibadet etmeyi buyuran ayetlerle son bulur.
Abdullah İbn Mes’ud’dan gelen bir rivayete göre, “içinde secde ayeti indirilmiş ilk sure, Necm suresidir.” Bu suredeki secde ayeti inince, Peygamber(as) ve onun arkasında bulunanların hepsi yere kapanıp secde etmişler, yalnız bir adam secde etmemiş; o, eline bir avuç toprak alıp onun üzerine secde etmiştir.” Abdullah İbn Mes’ud, bu adamın daha sonra kafir iken öldürüldüğünü söyler. Rivayette ismi açıklanmamış olan bu kişinin, “Ümeyye b. Halef” veya “Utbe b. Rebia” olduğu söylenir.
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla
1. Yücelerden inmekte olan yıldıza andolsun ki,
2. Arkadaşınız (Muhammed) ne sapmış ne de azmıştır.
3. O, kendi hevâ ve arzusuna göre konuşmamaktadır.
4. O (nun size ilettiği) kendisine indirilen ilâhi vahiyden başka bir şey değildir.
5. Onu, çok güçlü ve sağlam kavrayışlı olan (Cebrâil) öğretti.
6-7. O pek güçlüdür; en yüksek ufukta görünerek kendini gerçek şekliyle gösterdi.
8-9. Sonra aşağı inip (ona) yaklaştı; öyle ki aralarında iki yay aralığı, hatta daha da az bir mesafe kaldı.
10. (İşte o anda Allah), vahyedeceğini kuluna vahyetti.
11. (Gözleriyle) gördüğünü kalb(i) yalanlamadı.
12. Şimdi siz, onun ne gördüğü konusunda (kuşkulanıp) kendisiyle tartışmaya mı giriyorsunuz?
13-14. Andolsun ki (Muhammed) onu başka bir inişinde (de) Sidretu’l müntehânın (en son ağacın) yanında gör(müş)dü.
15. Vadedilen cennet de onun yanındadır.
16. O dem, sidreyi kaplayan kaplamıştı.
17. O anda (Muhammed’in) göz(ü) ne kaydı ne de (sınırı) aştı.
18. Gerçekten o Rabb’inin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.
Vahyin Mahiyeti ve Geliş Tarzı
Bu surenin indiği dönemde Mekke’li müşrikler, Hz.Muhammed’in peygamberliğini bir türlü kabul etmemekte; onu hevası peşinde koşan ve mevki kazanmak isteyen birisi olarak değerlendirmektedirler. Ayrıca onlar, Kuran’ın Allah’tan gelen bir kelam olduğunu kabullenmemekte, onu Muhammed(as)’in uydurduğunu düşünmektedirler. İşte sure, onların bu zanlarını çürütmek ve asıl kendilerinin putlara tapmakla hevalarının peşine takıldıklarını ortaya koymak üzere vahyedilmiştir.
1’inci ayette geçen ve üzerine yemin edilen “en-necm” kelimesi, genellikle “yıldız” olarak tercüme edilir. Ancak kelime sözlükte, “ot, çemen, ülker, zühre veya şi’râ yıldızı, bir şeyin meydana çıkıp görünmesi, ayrı ayrı zamanlarda meydana gelen ve parça parça ortaya çıkan bir şeyin her bir bölümü” gibi anlamlara da gelir. Kuran, ayrı ayrı zamanlarda parça parça indiği için, “onun inen her parçasına” da “necm” denir. Şu halde bu ayette geçen “en-necm” kelimesinden maksat, “Kuran’dan inen miktar” olmaktadır. Çünkü “necm” kelimesi burada, vahiy sürecini, Kuran’ın tedricen vahyedilen parçalarının herbirini ve onun gözler önüne serdiği gerçekleri belirtmek için kullanılmıştır.
“Hevâ” kelimesi de “yukarıdan aşağıya düşmek ve batmak” anlamına gelir. Kelimenin burada “yıldız kaydı” anlamına geldiği söylenebilir. Çünkü bu kavram ile, Kuran’ın yıldız gibi parlak ve ışık verici olduğu anlatılmak istenmiştir.
Kuran’da genellikle önemli olaylar üzerine yemin edilir. Burada da Allah, yıldız kaymasına yemin etmektedir. Çünkü yücelerden inen Kuran ayetleri, tıpkı gökteki yıldızlar gibi parlak olup insanların yollarını bulmalarında önemli bir işleve sahiptir. Bunun için ayet, “Yücelerden inmekte olan yıldıza (Kuran vahyine) andolsun” şeklinde tercüme edilmiştir.
2’nci ayette, Hz.Muhammed’in sapmadığı, azmadığı ve aldatılmadığı belirtilir. Bu ayetteki “dalalet” kelimesi, “vahiyle bildirilen ilkelerden uzaklaşıp hak yoldan sapmak” demektir. Dalaletin zıttı, “Hidayet” tir. “Ğavâ” kelimesi de, “yolun doğrusunu kaybedip bile bile gerçek dışına çıkmak” anlamına gelir. Bu kelimenin zıttının da “rüşd” olduğu söylenir.
Bu ayette, Hz.Muhammed’in müşriklerin iddia ettiği gibi sapmadığı, çocukluğundan beri tanıdıkları bu arkadaşlarının, peygamberlik öncesindeki gibi emin, dürüst ve güvenilir bir insan olduğu vurgulanır. Şu halde Hz.Muhammed ne sapan ne de haddi aşan biridir; tam aksine o, yanlış yapanları açıkça uyaran bir elçidir. Çünkü Allah, ona vahyin ruhunu bildiren bir melek gönderip kendisinde bir meleke oluşturmuş, o da, Allah’ın vahiylerini insanlara duyurup O’nun istediği davranışları ortaya koymuştur.
3 ve 4’üncü ayetlerde, Hz.Muhammed’in kendi hevâsından konuşmadığı, onun insanlara ulaştırdığı Kuran mesajının, kendisine iletilen ilâhi vahiyden ibaret olduğu bildirilir. Burada, ilâhi iradenin sözlü vasıtası olan “vahiy” olgusuna açıklık getirmek gerekir.
“Vahiy” kelimesi sözlükte, “işaret, ilham, gizli söz, ima, fısıldama, birine telkin edilen söz, ses ve yazı” gibi anlamlara gelir. Bu kelime genellikle, gizli ve hızlı biçimde, sözlü veya yazılı olarak alıcıya ulaştırılan mesajı ifade eder. Bunun için, “Allah’tan insana elçinin aracı olduğu iletişim” de vahiy kelimesiyle dile getirilir.
Allah’ın, doğrudan (vasıtasız) veya güvenilir elçisi Cebrâil vasıtasıyla başkalarının tam anlayamayacakları bir gizlilik ve hızlılıkta peygamberlerine ilettiği ilâhi bilgilerin tümüne vahiy denir.
Kuran’da genel olarak iki çeşit vahiyden söz edilir. Bunlardan ilki, Allah’tan başkası tarafından vaki olan vahiyler; ikincisi de Allah tarafından yapılan vahiylerdir. Bunlar da kendi arasında cansız eşyaya, yeryüzüne ve gökyüzüne, meleklere, bal arısına, peygamberlerin dışındaki insanlara ve bizzat peygamberlere yapılan vahiyler şeklinde sınıflandırılabilir.
Vahiy kelimesinin Kuran’daki en yaygın kullanım biçimi, “Allah’ın iradesinin kelimelerde belirmesi ve insanlara ulaştırılmasıdır.” Bu, Allah ile insan arasındaki iletişimin en önemli ve bilinen şeklidir. Daha az bilinen ve kullanılan şekli ise, yaratılış düzeni ile ilgili olanıdır. Burada vahiy, yaratılış yasalarını ve bütün yaratıklara Allah tarafından yüklenen işlevi ifade eder. Bunun için, yaratılmış olan her şey, kendi yaratılış gayesine ve biçimine göre hareket eder.
Yaygın kullanım biçimiyle vahiy, “Allah’ın, seçtiği elçiler aracılığı ile insanlara mesajını iletme biçimidir.” Bu iletişim süreci, bir gizlilik, hareketlilik, çabukluk ve güncelliği içerir. Vahyin söz konusu edildiği ayetlerde işlenen ana tema, vahyin yegane kaynağının Allah olduğu ve O’nun bu yolla insanlara mesaj gönderdiği gerçeğidir.
Vahiy kelimesinin türediği v h y kökü, çeşitli kullanım biçimleriyle birlikte Kuran’ın tamamında “yetmiş sekiz” kez geçer. Ancak Allah’ın insanlarla nasıl konuştuğuna dair bilgi, sadece Şûrâ suresi 51’inci ayette verilir. Bu ayetin beyanına göre “Allah, insanla ancak ansızın gelen bir ilham (vasıtasız vahiy) aracılığı ile, yahut perde arkasından (seslenip vahyi işittirmek) yahut da vahyedilmesini dilediği şeyi kendi izniyle vahyeden bir elçi göndermek suretiyle konuşur.” Bu vasıtalı vahiyde Allah, mesajını iletmek için bir aracı elçi kullanır. Bu elçi de “Ruhu’l-kudüs” veya “Ruhu’l-emin” diye nitelenen Cebrâil’dir.
Ayetlerde, Allah’ın vahiy için bu tür bir yolu niçin seçtiğine dair bir açıklama yer almaz. Ancak bu konuda fikir yürüten bazı alimler, bunu ilâhi tabiatla insan tabiatı arasındaki farka bağlamışlardır. Vahiy, müphemliğini hâlâ koruyan bir olgu olduğundan, onun mahiyetini ve hakikatini tam olarak anlamak imkansızdır. Fakat ona inanmak şarttır.
Vahiy, Allah’ın bildirim tarzı, Kuran’da bu bildirimin sonucudur. O, insan üstüdür, ama insanlığa beşeri bir yolla sunulmuştur. Bu yüzden peygamberlik ve vahiy zorunludur.
Vahiy, ruhsal ve içsel bir iletişimdir. Bunun için o, Peygamber(as)’in şuurunun genişlemesini ve bütün hakikati içselleştirip kendisine maletmesini ifade eder. Demek ki vahiy olgusunda, Peygamber(as)’in iç beni, bütün varlık alemini algılayacak şekilde genişlemektedir. Belki de “en yüksek” veya “apaçık ufuk” gibi tabirler, bu algılama genişliğine işaret etmektedir.
Vahiy, Peygamber(as)’in öznel hislerini aşan bir kaynağa haizdir. Bunun için Peygamber(as) vahiy olayında sesleri duyar, figürleri görür; aslında bir kalb işi olan tecrübeler aynı anda lafza bürünür ve böylece vahiy, somut bir hâle gelir.
Demek ki vahiy, aynı zamanda Peygamber(as)’in kalbinde ve zihninde geliştirilen bir idrak melekesidir. Allah, Peygamber(as)’in kalbine bir ruh aşılar; bu ruh, onun hakikati görmesini ve söylemesini sağlar. Çünkü Allah’ın sözü, Peygamber(as)’in zihnine ve kalbine gönderilir. Orada dilsel yapı şekline bürünerek onun dilinden muhatabına ulaşır.
Vahiy, Allah’ın kendi iradesini insanlara bildirmek istemesiyle başlar. O, vahyi bir melek vasıtasıyla peygambere gönderir; o da kendisine verilen bilgileri ve mesajı, insanlara iletir. Bu son işleme, tebliğ denir. Tebliğ, peygamberin en başta gelen görevidir.
Tebliğin aracı dildir. Allah, insan ile kendi arasında var olan ontolojik engeli, insan lehine çözümlemek için her peygamberi kendi toplumunun diliyle göndermiş ve ilâhi iradenin kolaylıkla insana açıklanmasını istemiştir. Demek ki vahiylerin beşeri diller vasıtasıyla insanlara iletilmesinin bir hikmeti de budur. Aksi takdirde gerçek anlamda bir iletişim ve haberleşme mümkün olmayacaktır. Bunun için Yüce Allah, vahyin beşeri diller vasıtasıyla insanlara ulaştırılmasını yeterli görmemiş, ayrıca onun açıklamasının ve somut örnekliğinin de yine peygamber aracılığı ile ortaya konulmasını murad etmiştir. Tabii ki, bundan maksat, mesajın iyice açıklığa kavuşmasıdır.
Vahyin kaynağı, bizzat Allah’tır. Onun muhtevasındaki her şey de O’na aittir. Fakat vahiy, Allah’ın bütün bilgisini kapsayan bir şey değildir. Onun içeriğini, Allah’ın insan için çizmiş olduğu hayat şeklinin oluşturduğu söylenebilir. Vahyin içeriğinde insan fıtratına aykırı düşen bir durum ve hüküm yoktur. Bunun için Allah, insanları vahye karşı olumlu bir tutum takınmaya çağırmıştır.
Sonuçta Kuran, Peygamber(as)’e hem lafzen hem de manen indirilmiş, Peygamber(as)’de onu kendisine geldiği gibi eksiksiz biçimde nakletmiştir. O, vahyi kendi düşünce ürününden ayrı tutmuş ve ona kendisinden herhangi bir şey katmamıştır. Ama Peygamber(as), vahyi bizzat tatbik etmiş, onu yorumlamış ve kendi hayat tarzıyla örneklemiştir. İşte açıklamasını yaptığımız ayetler, Peygamber(as)’in din hakkında kendi öznel duygularıyla konuşmadığına, vahyin de onun şahsi eğilimlerinden ve sözlerinden başka bir şey olduğuna dikkat çekmektedir.
Buna rağmen söz konusu ayetlerin, sünneti de kapsadığını, bu yüzden Peygamber(as)’in bütün konuşmalarının vahiy olduğunu ileri sürenler de olmuştur. Oysa bu ayetler, Kuran vahyini ilgilendirmekte ve Peygamber(as)’e karşı çıkan inkarcılara bir cevap niteliği taşımaktadır.
Sünnetin vahiy olup olmadığı gereksiz bir tartışmadır. Vahiy diliyle eğitilen bir peygamberin her sözünü ve fiilini vahiy addedip onu vahiyle kuşatılmış iradesiz bir kişi vasfına büründürmek de yanlış bir düşüncedir. Çünkü Peygamber(as)’in Kuran rehberliğinde, fakat kendi irade ve insiyatifiyle hareket etmesi, onun hevasından konuşuyor olması anlamına gelmemektedir.
Aslında sünnetin vahiy olarak algılanması, vahyin de “metluv” ve “gayr-i metluv” şeklinde ikili bir tasnife tabi tutulması, ilk Müslüman nesillerin tanımadığı bir konudur. Bu ifadeler, ikinci asırdan itibaren ortaya çıkmış, bu konuda ilk tasnif, İbn Şihab ez-Zühri (ö.124) tarafından yapılmıştır. Ne var ki bu ayırım, İslam düşüncesinde giderek yaygınlık kazanmış ve günümüze kadar da varlığını sürdürmüştür.
Vahiy denilince akla gelen Kuran vahyidir. O, taşıdığı bütün özellikleriyle Yüce Allah’ın tartışılmaz ve korunmuş kelâmıdır. Bunun için Kuran vahyi ile sünneti aynı kefeye koyup onları birbirinden farksız görmek doğru olmaz. Böyle söylemek de, sünneti inkar etmek ve Allah ile peygamberi arasında çeşitli şekillerde gerçekleşen iletişimi yok saymak anlamına gelmez. Allah, elbette Peygamber(as)’e Kuran dışında çeşitli yollarla bilgiler vermiştir. Ama bunları “Vahiy” olarak değil de, bazı ayetlerde geçtiği gibi “hikmet” olarak değerlendirmek daha isabetlidir.
Kuran, insanları hidayete erdirecek bütün düsturları içeren Allah kelamıdır. Sünnet de ondaki düsturların Peygamber(as) tarafından algılanması ve ilk muhatap toplumda uygulanmasıdır. Sünnet, Kuran’dan bağımsız bir şey olmadığı gibi o, bizzat Kuran vahyinin aynısı da değildir. Bu durumda Peygamber(as)’in din olarak icra ettiği sünnet, vahiy mahsülüdür denebilir; ama onun dünya işlerindeki görüş ve davranışları beşeridir.
Öyleyse Kuran’a ilk uyan Peygamber(as)’in “güzel örnekliğini” ve “üstün ahlakını” kavrayabilmek için, öncüllerin Kuran’la oluşturulması gerekir. Çünkü Kuran derecesinde sahih olmaları imkansız olan nakillerle, Peygamber(as)’in gerçek siretini ve sünnetini tanımak mümkün olmaz. Peygamber(as) örnekliğinden müstağni kalabileceğini sanan kimse de, Kuran’ı Allah’ın rızasına uygun olarak anlama ve uygulama imkânı bulamaz.
5’inci ayette, Kuran vahyini, Peygamber(as)’e son derece kuvvetli ve sağlam yapılı olan Cebrâil’in getirip öğrettiği bildirilir. Bu ayetteki “öğretti” fiilinin faili (öznesi), “son derece kuvvetli biri” anlamına gelen “şedidu’l kuvâ”dır. Bu tabir de Cebrâil’i nitelemektedir. Aslında Kuran’ı insana öğreten Allah’tır; ama vahyin ruhi temsilcisi Cebrâil’dir. Çünkü çok sayıda ayet, vahyi Peygamber(as)’e getiren elçinin Cebrâil olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu ruhi temsilciliğe ve elçiliğe rağmen, yine de gerçekte vahyeden özne, her zaman Allah’tır.
6’ncı ayette, fevkalade bir güçle donatılmış olan meleğin (cebrâil’in), bir keresinde kendini gerçek şekliyle gösterdiği haber verilir. Bu ayetteki “zû-mirre” tabiri, “kuvvetli, sağlam yapılı, akıllı ve güzel görünümlü”; “festevâ” kelimesi de, “gerçek şekli ve hüviyetiyle ortaya çıktı, göründü.” anlamına gelir. Bu kelimelerle yine Cebrâil nitelenir.
Cebrâil, Peygamber(as)’e vahyi öğretirken genellikle insan şeklinde görünür, o da vahyi alırken hem meleği görür hem de kelamı işitirdi. Ama burada meleğin, insan şeklinde değil de gerçek hüviyetiyle göründüğü haber verilir. Peygamber(as), hayatı boyunca en az iki defa bu meleğin gerçek görüntüsüyle karşılaşmıştır. Bunlardan ilki, vahyin kısa bir süre kesilip yeniden inmeye başladığı (fetretu’l vahiy) dönemin (in) sonunda, ikincisi de bu surenin 6-18’inci ayetlerinde dile getirilen ve Müslümanlar arasında “Mirâc” olarak bilinen sır dolu tecrübe sırasında gerçekleşmiştir.
7’nci ayette, Cebrâil’in kendini ufkun en uç noktasında görünerek gösterdiği, Peygamber(as)’in de onu bu yüksek ufukta gördüğü belirtilir. Ufuk kelimesi sözlükte “kıyı ve kenar” manasına gelir. Bu yüzden göğün yerle birleşir gibi göründüğü kıyı veya kenarına ufuk denir.
“Ufuku’l a’lâ” terkibi ise, “en yüksek ufuk”, “gök ufku” veya “doğu ufku” olarak tefsir edilmiştir. Bu ibare, Hz.Muhammed’in nübüvvetle yükselişine, kalbinin ve zihninin bütün varlık alemini algılayacak şekilde genişlediğine işaret etmiş de olabilir.
8’inci ayette, gerçek hüviyetiyle yüksek ufukta görünen Cebrâil’in, sonra Peygamber(as)’e yaklaştığı haber verilir. Bu ayetteki “tedellâ” kelimesi, “hem herhangi bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru sarkması, hem de aşağıdan yukarıya çekilmesi” manasına gelir.
Eğer bu kelimenin “aşağı sarkmak” anlamına geldiği kabul edilirse ayet, “sonra yaklaşarak onun yanına geldi” şeklinde tercüme edilebilir. Şayet kelimenin “aşağıdan yukarı doğru çekmek” manasına geldiği düşünülürse, o zaman bu ayetin, Allah’ın Peygamber(as)’i yüceltip yukarı doğru çekmesine işaret ettiği söylenebilir. Ancak bundan sonra gelen ayetler, birinci mananın daha doğru olduğunu göstermektedir.
Ayrıca burada, Peygamber(as)’in yükselmesinden ziyade, vahyin temsilcisinin inmesi söz konusudur. Öyleyse yaşanan olay, bir yerden bir yere gidiş şeklinde fiziksel değil, içseldir. Yani yaşanan tecrübeler daha ziyade Peygamber(as)’in idrakinin genişlemesini ve bütün hakikati içselleştirip kendisine maletmesini ifade etmektedir.
9’uncu ayette, Cebrâil’in Peygamber(as)’e aralarında iki yay mesafesi, hatta daha da az bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştığı bildirilir. Bu ayetteki “kavs” kelimesi, “yay”; “kâb” kelimesi de, “yayın kirişinin bağlandığı iki köşe” anlamına gelir.
“Kâbe kavseyn” terkibi ise, lafzen “iki yay mesafesini”, mecâzen de “iki şeyin birbirine son derece yakın olduğunu” belirtir. Vahiy meleğinin, peygambere yaklaşmasını pek canlı biçimde ifadeye koyan bu ayet, insanda, Cebrâil’in âdeta açıkça hissedilebilir, hatta neredeyse dokunulabilir bir şekilde göründüğü düşüncesini uyandırmaktadır.
10’uncu ayette, Yüce Allah’ın, vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi, elçisi (Cebrâil) aracılığı ile Peygamber(as)’e vahyettiği belirtilir. Ayrıca bu ayet, “mirâc” la ilintilendirilerek “ Allah (mirâc da) kuluna (cebrâil’in aracılığı olmadan) verdiği vahyi doğrudan verdi.” şeklinde de manalandırılmıştır. Ayette söz konusu edilen vahyin muhtevasının ne olduğunu ancak Allah ve peygamberi bilir. Fakat ayetin ifadesi, Allah’ın, en seçilmiş peygamberine bile evrenin bütün sırlarını, varlığını hayatın ve ölümün gerçek anlamını tamamen açıklamadığını gösterir.
11’inci ayette, Peygamber(as)’in gözünün gördüğünü, kalbinin yalanlamadığı ifade edilir. Demek ki onun gerçek şekliyle Cebrâil’i görmesi, ruhsal ve içsel pek çok tecelliyâta şahit olması, bir hayal değil, tam aksine kalp ve vicdanın görerek tasdik ettiği bir hakikattır. Ayrıca Peygamber(as), yaşadığı deneyimin ruhsal karakterinin tamamen farkındaydı. Bunun için onun, bilinci ile normal olarak kavrayamayacağı bir şeyi, sezgisel olarak kavraması arasında bir çelişki yoktu.
12’nci ayette, gözün görüp kalbin tasdik ettiği bir gerçeği tartışmanın yersiz olduğu vurgulanır. Çünkü, Peygamber(as)’in vahiy meleğini görmesi ve bir çok tecelliyâta şahit olması yanılma değil, gerçek bir ruhi tecrübedir. Tabii ki bu ruhsal ve içsel tecrübe, başkalarına ancak bir takım semboller ve temsiller vasıtasıyla anlatılabilir. Ne var ki şüpheciler, bu sembollerin ardındaki gerçekleri gözardı edip onları hayal ürünü olarak görürler ve Peygamber(as)’le ne gördüğü konusunda tartışmaya girerler.
13’üncü ayette, Peygamber(as)’in Cebrâil’i gerçek şekliyle bir kez daha gördüğü belirtilir. Bu ayetteki “nezleten uhra” terkibi, “başka bir iniş(in) de” demektir. Şu halde, Peygamber(as) Cebrâil’i, başka bir inişinde; 14’üncü ayette ifade edildiği gibi, en uzak noktadaki sidre ağacının yanında görmüştür. “Sidre” kelimesi, “Arabistan kirazı, yaprakları çok ve gölgesi koyu olan hurma ağacı” gibi anlamlara gelir. Bu kelimenin Kuran’da, “cennetin gölgesinin, yani ruhi sukünetin bir sembolü olarak kullanıldığı” da söylenir. “Müntehâ” kelimesi ise, “en uzak nokta” demektir. Bununla da, “Allah’ın yaratılmış varlıkların ulaşabileceği bilgilere bir sınır koyduğuna” işaret edilmiş olabilir.
“Sidretu’l-muntehâ”, “son ağaç” veya “son nokta” demektir. Kaynaklarda, bu terkiple ilgili çeşitli rivayet ve görüşlere yer verilmiş onun mahiyetine ilişkin çok şey söylenmiştir. Fakat sırayla dizili ağaçların en sonundaki ağaç anlamındaki bu ifadenin, sembolik bir dille, insanın ulaşabileceği en son sınırı anlatmak için kullanıldığı söylenebilir.
Kuran’da, vahiy geleneğinin en güzel anlatımı vardır. O muhataplarına bilmedikleri bir kültürün kodlarıyla ve anlamadıkları bir dilin kavramlarıyla konuşmaz. Kuran, mesajını sunarken hazır bulduğu kodları kullanır. Konuya bir de bu açıdan yaklaşılırsa, açıklaması yapılan ayetlerin, Hz.Musa’nın ilk vahiy alışı ile Hz.Muhammed’in ilk vahye mazhar oluşu arasındaki benzerliğe işaret ettiği de düşünülebilir. Nasıl Allah Musa’ya o kutlu yerde, vadinin sağ yamacındaki ağaç yönünden: “Ey Musa! Ben Allah’ım; alemlerin Rabbi’yim.” diye seslendiyse, Peygamber(as)’e de Allah’ın güvenilir ruhu Cebrâil, bir ağacın yanında görünerek ona Allah’ın sözlerini vahyetmiştir. Bu durumda sidre, Peygamber(as)’in vahye muhatap olduğu yerde bulunan bir ağaç olmalıdır. Çünkü, ilk Mekki sureler arasında yer alan bu surenin ilk bölümünde, vahyin başlangıç dönemine ait olaylar ve Cebrâil’in Peygamber(as)’e görünüşü anlatılmaktadır.
15’inci ayette, vadedilen bahçenin (cennetin), o ağacın yanında bulunduğu haber verilir. “Cennetu’l me’vâ” terkibi, “Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara vadedilen” veya “onların sığınacakları cennet” anlamına gelir.
Burada, cennet sembolüne atfedilen üstünlük ve ihtişam dile getirilir. Peygamber(as) Cebrâil’i gördüğü zaman orada kendisine cennet de gösterilmiş olabilir. Bu, onun kendine mahsus bir görüşüdür. Onun gerçek mahiyetini Allah bilir.
16-18’inci ayetlerde, Hz.Muhammed’in, hayret verici şeyler görmesine rağmen onları, son derece dikkatli ve sıhhatli bir şekilde müşahede ettiği belirtilir. O dem, sidreyi kaplayan, hiçbir tasvirin resmedemeyeceği şekilde kaplamış, fakat o, ne görme sınırını aşmış, ne de şaşmıştır. Peygamber(as), dikkatli ve sıhhatli biçimde, Rabb’inin en muhteşem ayetlerinden (sembollerinden) bazısını görmüştür. Demek ki o, sözle ifade edilemeyecek, ancak müşahede ile ulaşılabilecek büyük oluşlara ve ayetlere tanık olmuştur. Bu ayetlerde de, Peygamber’e gerçeklerin hepsinin değil, ama önemli bir kısmının gösterildiği dile getirilir.
Bu ayetlerin, “İsrâ” ve “Mirâc” olayı ile ilgili olduğu, “Gece yolculuğu”nun İsrâ suresi 1’inci ayetinde; bu yolculuğun göğe çıkma (mi’râc) boyutunun ise, Necm suresi 1-18’inci ayetlerinde anlatıldığı kabul edilir. Halbuki Kuran’da sadece İsrâ’dan söz edilir; Mi’râc ise, Peygamber(as)’in bazı hadislerinde dile getirilir.
Bu aşamada, “İsrâ” ve “Mi’râc” olaylarına kısaca değinip bu ayetlerin anılan olaylarla ilgili olup olmadığına açıklık getirmek faydalı olur.
İsrâ kelimesi lügatta gece yürüyüşü, geniş toprak ve yüksek yer gibi anlamlara gelir. Bu kelime, çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’da “altı” kez geçer. “İsrâ” kelimesini genel anlamı “geniş ve yüksek bir mekanda gece yürütmek demektir. Kelimenin özel manası ise şudur: Hz.Muhammed’in bir gece, Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya kadar yürütülmesidir. Onun, Mekke’den Kudüs’e yaptığı bu gece yolculuna “İsrâ” denir. Genel kabule göre Hz.Muhammed, bu yolculuğun ardından göklere yükseltilip insan oğlunun Allah’a yaklaşabileceği en ileri noktaya kadar ulaşmıştır. Demek ki terminolojik anlamada “İsrâ” kelimesi, büyük “Mi’râc” olayının, yeryüzünde geçen birinci kısmını dile getirmektedir. İsrâ olayı özetle şu şekilde cereyan etmiştir. Peygamber(as) bir gece (Kâbe’de, amca kızının veya kendi evinde) uyurken, Cebrâil onu bir bineğe bindirerek Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürür. İşte onun Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürülüşüne İsrâ; bunun ardından göklere çıkarılmasına da Mi’râc denir.
Mi’râc kelimesi ise, yükselmek ve yukarı çıkmak gibi anlamlara gelen ‘a r c kökünün türemiş şeklidir. Bu kelime de çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’da “yedi” kez geçmektedir.
“Mi’râc”, yükselerek yol almak demektir. Kuran’ın bu tür yürüyüşü, özellikle maddi alemi aşabilen varlıklar, yani melekler ve ruhlar için kullanması, oldukça dikkat çekicidir. Demek ki Allah’a doğru yol alış, bir yükselişe doğru yönelme işidir. Bunun için, konuyla ilgili ayetler, bu yol alışın, astronomik zamanla mukayese edilemeyeceğine işaret etmektedir. Şu halde sırlarla dolu olan Mi’râc’ın mahiyetini, bu alemin verileriyle tam olarak açıklamak mümkün değildir. Öyleyse, insan ruhunun tekâmülünde çok önemli yeri olan mirâc, manevi mertebeler ve dereceler olarak değerlendirilmelidir.
Mi’râc’ın özel anlamına gelince, o, Hz.Muhammed’in göklere yükselişini ifade eden fevkalâde olaylardan biridir. Çünkü Peygamber(as) mirâc’da başka hiçbir faninin mazhar olamadığı bir mertebeye ulaşmış, ve ilâhi lutufları en yükseği ile taltif edilmiştir. Bunun için Mirâc, İslam akâidi açısından özel bir önem taşır.
İsrâ ile Mirâc, aynı zamanda mı meydana gelmiştir, yoksa iki ayrı olaymıdır? Bu soruya farklı cevaplar verilmiş ve konu ihtilaflı olarak kalmıştır. Bazı rivayetlere göre İsrâ, Mirâc’dan ayrı bir olaydır. Onun Mirâc ile bir ilgisi yoktur. Bazılarına göre de İsrâ ve Mirâç beraberdir bir kere (veya birkaç kez) olmuştur.
İsrâ ve Mirâc’ın ne zaman olduğu konusunda da farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre İsrâ ve Mirâc, peygamberlikten on beş ay sonra; bir görüşe göre de peygamberliğin beşinci yılında olmuştur. Bir başka görüşe göre ise, bu iki olay, Mekke devrinin sonlarına doğru, yani hicretten bir yıl önce gerçekleşmiştir. Genel kabule göre, İsrâ ve Mirâc hadisesi, hicretten yaklaşık altı ay kadar önce ve Recep ayının yirmi yedinci gecesinde vuku bulmuştur.
İsrâ ve Mirâc’ın gerçek niteliği konusunda da farklı görüşler ortaya atılmıştır. İsrâ ve Mirâc, iki aşamalı bir dini tecrübe olduğundan Müslüman düşünürler, onun gerçek niteliği hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Onların çoğunluğuna göre, hem İsrâ hem de Mirâc, beden – ruh beraberliğinde olmuştur. Bir kısmına göre de, İsrâ ruh ve bedenle, Mirâc ise bedenden ayrı sadece ruhla gerçekleşmiştir; Peygamber(as)’in göklere yükselişinin bedenle bir alakası yoktur. Çünkü Hz.Aişe, Mirâc olayında Peygamber’in bedeninin yatağından hiç ayrılmadığını söylemiştir.
Bu konuda genel kanı ve hakim görüş, İsrâ ve Mirâc’ın Hz.Muhammed’in peygamberliğinden sonra, bir gecede, uyanık bir halde ruhuyla ve cismiyle bir defa vâki olduğu şeklindedir.
Belirtilen görüşlerden hangisi esas alınırsa alınsın, bunların hiçbiri, İsrâ ve Mirâc’ın gerçekliğinden şüphe duymayı gerektirmez; iman konusu olarak da değerinden hiçbir şey kaybettirmez. İsrâ ve Mirâc, oluş ve nitelik açısından Rabbâni bir iltifattır. Bu yüzden o, asla bir yerden bir yere gidiş şeklinde coğrafi bir seyehat gibi ele alınamaz. Ne varki zamanla bu ruhsal tecrübe, fiziksel ve mekansal bir gidiş geliş şekline büründürülmüş, bu konuda gerçeğin ötesinde şeyler uydurulmuş ve olay âdeta kabul edilmesi imkansız bir mitoloji haline getirilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra, Necm suresinin ilk bölümünü oluşturan ayetlerin, İsrâ ve Mirâc olayı ile doğrudan ilgili olmadıkları söylenebilir. Çünkü bu ayetlerde, vahyin başlangıç devirlerine ve vahiy tecrübesine ait olaylar işlenmektedir. Halbuki İsrâ suresinde anlatılan ve sırlarla dolu tecrübenin ilk aşamasını oluşturan “Gece Yolculuğu”, bu surenin inişinden çok sonra vuku bulmuştur. Ayrı ayrı zamanlarda meydana gelen müstakil olayları, birbirine karıştırmamak gerekir.
Unutmamak gerekir ki bu ayetler, anılan konuyla doğrudan ilgili olmasa da, İsrâ ve Mirâc’ın, “vahiy tecrübesiyle” yakın bir ilgisi vardır. Bu yüzden içsel ve ruhsal vahiy tecrübesinin anlaşılmasına yardımcı olacak en güzel örnek, İsrâ ve Mirâc olayıdır.
Ayetlerle İlgili Bazı Genel Tespitler
Kuran, kendi tarihselliği içersinde, ama o tarihselliği aşarak tedricen nazil olmuş bir kitaptır. Bu yüzden her asırsa onun mesajının, yaşanan hayata mutlaka taşınması gerekir.
Allah’ın, Hz.Muhammed’e bahşettiği hasletler, onu ahlaklı bir insan yapmıştı. Çünkü o, duyarlı diğergam ve emin bir kişiliğe sahipti. Kendi peygamber olmadan evvel, Mekke halkı tuhaf şeyleri tanrı ediniyordu. Onlar hem tevhid dinini parçalamışlar hem de toplumu bölmüşlerdi.
Hz.Muhammed, bütün bunların farkındaydı. Onun neleri düşündüğü belliydi. Tefekkür gayreti onu kişisel olgunlaşmaya götürmüştü; ama o ne yapacağını tam olarak bilmiyordu. İşte Hz.Muhammed bu haldeyken Allah ona vahyi öğreten bir melek gönderdi ve kendisinde bütün hakikatleri algılayacak bir meleke oluşturdu.
Peygamber(as), oluşan bu idrak gücü ile kendisinden emin olarak karşılaştığı dini ve sosyal sorunları, somut örneklerle çözme çabasına girişti. Peygamber(as)’in vahiy olarak söyledikleri Allah’ın sözü, din adına yaptıkları ise, O’nun kendisinden istediği davranışlardı. Çünkü Allah konuşuyor, peygamber de O’nun sözünü belli bir ortamda tatbik ediyordu.
Görüldüğü gibi vahiy, Peygamber(as)’in hayatında sadece duyulan bir söz değil, ayrıca yaşanan bir süreç olarak yer alıyordu. Ama şimdi Kuran vahyi elimizde bir kitaptır; anlamayı, yorumlamayı ve tatbik edilmeyi beklemektedir. Ancak bizim onu doğru anlamamız ve uygulamamız, peygamber örneğini izlemekle mümkün olacaktır. Çünkü o, emsalsiz bir ferasetle vahyi algılamış ve uygulamıştı.
Necm suresinin ilk bölümünü oluşturan ayetlerin, İsrâ ve Mirâc olayı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. İsrâ ve Mirâc, insanı Allah’a götüren bir yöneliş ve yüceliştir. Bu olay, Kuran vahyine tam bir imanla teslim olmanın, insanın yükselme yolunu aydınlatan bir ışık olduğu mesajını vermektedir. Demek ki o, düşünce boyutlarını vahyin aydınlık ilkeleriyle sonsuza ayarlayıp Allah’a yaklaşma ve yücelme yolculuğudur. Bu yol, hayatı Kuran’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşanan insana her zaman açık bulunacaktır.
19-20. (Ey inkârcılar!) Şimdi hiç düşündünüz mü Lât’ı, Uzza’yı ve bunlardan başka üçüncüleri olan Menat’ı (niçin ilâhlaştırdığınızı?)
21. Demek erkekler sizin, dişiler Allah’ın öylemi?
22. Bakın bu, kesinlikle haksız bir paylaşım!
23. Bunlar, sizin ve atalarınızın uydurup taktığı boş isimlerden başka bir şey değildir; Allah, onları (n tanrılıklarını) destekleyen bir delil de indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa şimdi onlara Rabb’lerinden bir yol gösterici gelmiştir.
24. Yoksa insan, her istediğini elde etme hakkına sahip olduğunu mu sanır?
25. (Hayır, bu mümkün değil) Zira hem öteki hem de bu dünya Allah’a aittir.
26. Göklerde ne kadar çok melek olsa da, Allah dilediği ve razı olduğu kimse için izin vermedikçe onların şefaati (hiç kimseye) en ufak bir fayda saylamayacaktır.
27. Gerçekten ahirete inanmayanlar, Meleklere dişilerin adlarını takarlar.
28. Halbuki onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur; onlar sadece zanna uyarlar, oysa zan hiçbir zaman hakkın yerini tutamaz.
29. Bunun için sen, bizi anmaktan uzak duran ve bu dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere yüz verme.
30. İşte onların erişebilecekleri bilgi(nin hepsi) budur.
Şüphesiz Rabb’in, kimin O’nun yolundan saptığını ve kimin O’nun rehberliğine uyduğunu pek iyi bilir.31. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bunun içindir ki O, kötülük işleyenlere yaptıklarının karşılığını verecek; iyilik yapanları da daha güzeliyle ödüllendirecektir.
32. Ufak kusurları veya arada bir işledikleri hataları dışında büyük günahlardan ve çirkin fillerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabb’in affı bol olandır. O, sizi topraktan var ederken de, analarınızın karınlarında saklı bulunduğunuz sırada da en iyi bilendir. O halde kendinizi tamamen temize çıkarmayın. Çünkü O, kimin kendisine karşı daha çok sorumluluk bilinci taşıdığını çok iyi bilmektedir.
İlkel Düşünceden Kaynaklanan Yanlış İnançlar
Surenin ilk bölümünde, Peygamber(as)’in bilgisel algısının son derece geliştiğine; ona çok önemli hakikatleri algılama yeteneğinin verildiğine işaret edildikten sonra bu bölümde, insanların ilâhi güçler ve sıfatlar izafe ettikleri düzmece putlara ve sahte ilahlara değinilir. Peygamber(as) zamanındaki Müşriklerin Lât, Menât ve Uzzâ üçlüsünde somutlaşan puta tapıcılıkları da bu konuya örnek olarak gösterilir. Çünkü o dönemdeki Müşrik Araplar, dişi kabul ettikleri meleklerle birlikte Allah’ın kızları olarak gördükleri+】☁ॐᰀ텐ἀ莰좰⅁㞰∂㞰⌂厐␃徐│㞰ᜂꦰṮ觰茀넭}縿遝ꛣG傉䝎ਚഀ䡉剄眀́케⁋
朄䵁A넀閈¦倆呌Eꗿ鿙Ý܀䤝䅄硔㶘ᑄ부ꑙ䂥蠬₂ుꐔ璼━⦜叨䐢㑱쫨詅א뮑ᑙ⮡ꑓႈ峤偒偐ࠬ뵩⮧兖⸠펣췂⧂㼬錗㬝켞뷣뷫焟葉킐抾Ẽ澿췦鯌漷苖鉇髐幛笹經ꌵ슏㻯弌ƙ윟念࿋迀ᅮ墯뻹追巼郳퇦몗뜑둜훐⯟꼶㋫鍟⨱謂ꉴАዘ쁷抃뫕걔诌즢锈鋜էடܒ搚蟡ᑒᰁ鿊蹺ꤚ狰◝딵ꮤ惭裂鰾俬쭦鏡煺㉰ꌦ䛠ᵰݹ綔禨㺟클풺㲍矍櫉㾅냮騳香㼥椘䣞⯉ᕶ赿䒙ﮆⵄ氀࿂쿄ꒋ虘ꘀ翇託ᆑ竷֍椸陸趠쭰ú㋮ bu üç dişi puta taparlardı.
İşte bu yüzden 19-23’ncü ayetlerde, onların Lât, Menât ve Uzzâ gibi putlara tapmaları, melekleri Allah’ın kızları kabul etmeleri kınanmakta, bu yanlış inancın ve uygulamanın hiçbir hakikat bilgisine dayanmadığı, tam aksine ilkel düşünceden kaynaklandığı belirtilmektedir.
Bu ayetlerde değinilen putlarla ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bunlar, şöylece özetlenebilir:
a) el-Lât: Taif de beyaz nakışlı bir kaya idi. Bir bina içinde bulunan heykelin örtüsü, kapıcısı ve bakıcıları vardı. Taif halkı, Kâbe’den sonra en üstün tapınağın Lât olduğuna inanır, Kureyş dışındaki kabilelere karşı onunla övünürlerdi. Hatta, bunların “el-Lât” ismini, “Allah” adından türettikleri, bununla “el-Lât”ın, “Allah”ın müennesi olduğunu kasdettikleri de söylenir.
b) el-Uzzâ: Mekke ile Taif arasındaki Nahle denilen yerde bulunan bir ağaç ya da taş idi. Bir bina içinde bulunan bu puta Kureyş büyük bir saygı gösterirdi. Nitekim Ebu Sufyan, Uhud savaşı sonrasında Müslümanlara hitaben: “Bizim Uzzâ’mız var, sizin Uzzâ’nız yok.” diye bağırmıştı. Uzzâ’nın da “el-Aziz” isminden türetildiği ve onun müennesi kabul edildiği söylenir.
c) Menât: Mekke ile Medine arasındaki Müşellel diye anılan yerde bulunan bir
heykeldi. Huzaa, Evs ve Hazrec kabileleri bu puta saygı gösterir, hacca da buradan başlarlardı. Bir rivayete göre Menât, Arapların önünde yağmur diledikleri bir heykeldi. Bir rivayete göre de, bunların üçü, Kâbe’nin içinde veya avlusunda bulunan putlardı. Müşrik Arapların, bunlardan başka putları ve tapınakları da vardı. Fakat onların hepsi, Hz.İbrahim tarafından yapıldığına inandıkları Kâbe’nin, diğer tapınaklara üstünlüğünü kabul ederlerdi.Ayetlerde sayılan bu putların adları, kadın isimleridir. Bu durum, anılan putların, gerçekte dişi tanrıların sembolleri olduklarına işaret etmektedir. Çünkü Araplar, Meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı. Onlar bu putları meleklerin sembolü kabul ettikleri için de onlara kadın isimleri takmışlardı.
Müşrik Arapların, Al
lah’a kız çocukları isnad etmeleri çirkin, saçma ve çelişkili bir tavırdır. Çünkü onlar, bir yandan Allah’ı saygıya layık bulduklarını söylerken diğer taraftan kendileri için zillet kabul ettikleri ve hor gördükleri bir şeyi, yani kız çocuğuna sahip olmayı Allah’a isnat ederler. Bu da, onların içlerindeki kötü niyeti ve sözlerindeki çelişkiyi ortaya koyar. Bu yüzden Kuran, Müşriklerin saygı kisvesi altında vasıtaları putlaştırmasını doğru bulmaz. Böyle bir tavrın, hiçbir hakikat bilgisine ve iyi niyete dayanmadığını; tam aksine ilkel düşünce ve yanlış inançtan kaynaklandığını vurgular.24 ve 25’inci ayetlerde, insanın her dilediğini elde etme hakkına sahip olmadığı, dünyanın ve ahiretin gerçek sahibinin Allah olduğu dile getirilir. Amaç, Allah’ın her şeye muktedir olduğunu, bu nedenle kendisi ile kulları arasında hiçbir aracıya ihtiyaç duymadığını belirtmektir. Demek ki aracılar şefaat ederler diye temenni etmekle onlar şefaat edemezler ve insanın her arzusunu yerine getiremezler. Öyleyse, insanın dünyada ve ahirette muradına erebilmesi için, sadece kendi arzu ve hisleriyle değil, Allah’ın iradesini insana ulaştıran Kuran vahyine uygun olarak hareket etmesi gerekir.
Burada, “garânî
k” diye anılan ve bu surenin 19-20’nci ayetleriyle ilgili olduğu söylenen olaya kısaca değinmek yerinde olur. “Garânîk” kelimesi, sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna, beyaz tenli genç ve güzel kız” gibi anlamlara gelen “gurnûk” kelimesinin çoğul şeklidir. “Garânîk”in, “Mekkeli Müşriklerce put anlamında kullanılan ve bazı rivayetlere göre şeytanın Kuran ayetleri arasında göstermeye çalıştığı metinde geçen bir kelime olduğu” söylenir.Kaynaklarda belirtildiğine göre Kurey
ş kabilesi mensupları, putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanırlar ve Kâbe’yi tavaf ederken “Lât, Uzzâ ve diğer üçüncüsü Menât hürmetine; çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara benzetirlermiş.Bu kelime, İslâmî literatürde, Peygamber(as)’in Müşriklerin gönlünü İslam’a ısındırmayı arzu ettiği bir sırada, şeytanın telkiniyle vahiylere Allah kelâmı olmayan bazı sözler karıştırdığını ve daha sonra Cebrâil’in ikazıyla bundan vazgeçtiğini iddia eden rivayetler dolayısıyla kullanılmıştır.
Garânîkle ilgili çok çeşitli rivayetler vardır. Ancak olayın özeti şudur: Peygamber(as), kavminin kendisinden yüz çevirdiğini görünce onların nefretini çekecek ayetlerin inmemesini arzu eder. Bir gün Kâbe’nin civarında Kureyşlilerle birlikte otururken Necm suresini okumaya başlar. Bu surenin 19-20’nci ayetlerine gelince şeytan 20’nci ayetin devamı gibi: “Tilke’l ğarâniku’l ulâ ve inne şefâatehunne le turcâ – işte onlar ulu kuğulardır, şüphesiz ki şefaatları umulmaktadır.” anlamındaki bir metni peygamber’e okutur. Peygamber okumaya devam edip sureyi bitirince, sonundaki secde ayetinden dolayı secde eder; kavmi de kendisine uyarak secde ederler. Peygamber(as)’in garânîkten söz etmesi, Kureyşlilerin hoşuna gider. Onlar peygambere: “Allah’ın öldüren ve dirilten, yaratan ve rızık veren olduğunu biliyoruz; fakat ilahlarımızın Onun katında bize şefaat edeceklerine de inanıyoruz. Sende onların şefaat edeceklerini kabul ettiğine göre artık aramızda bir anlaşmazlık kalmadı.” derler. Bu durumdan çok rahatsız olan Peygamber(as), evine çekilir. Akşam olunca Cebrâil gelir, Peygamber(as) sureyi ona arzeder. Cebrâil, “Bu iki cümleyi sana ben getirmedim ki.” der. Peygamber(as): “Allah’a söylemediği bir şeyi nisbet edip söylemişim.” diye hayıflanır. Bunun üzerine Hacc suresinin 52’nci ayeti (veya İsrâ suresinin 73-74’üncü ayetleri) iner. Müşriklerin secde ettiği haber
i yayılıp Habeşistan’a kadar ulaşınca, oradaki Müslümanlar Mekkelilerin İslam’ı kabul ettiğini sanarak yurtlarına geri dönerler. Fakat Mekke’ye yaklaştıklarında, gerçeği öğrenirler. İşte kısaca özetlenen bu olay, literatüre “garânîk hadisesi” olarak geçer.Bir başka rivayete göre Peygamber(as), putlarla ilgili (Necm 19-20’nci) ayetleri okurken garânîke dair bir metin teleffuz etmemiş, fakat şeytan böyle bir metin uydurarak Müşriklere duyurmuş, onlar da bunu peygamber’in söylediğini ve kavminin dinine döndüğünü sanarak onunla birl
ikte secdeye kapanmışlar; durumu bilmeyen Müslümanlar da Müşriklerin secdeye kapanmasını hayretle karşılamışlardır. Nihayet Allah, Hac suresinin 52’nci ayetini indirip garânîkle ilgili sözlerin şeytan uydurması olduğunu bildirmiş ve bunları iptal etmiştir.Garânîkle ilgili rivayetler, çelişkili bilgiler içerdiğinden, âlimler bu olayı çeşitli şekillerde değerlendirmişlerdir. Onlardan bir kısmı, bu hadisenin doğru olduğunu; Peygamber(as)’in, şeytanın telkiniyle putların şefaatçı olacağını ifade eden iki cümleyi yanılarak ay
et diye okuduğunu, daha sonra da bu cümlelerin Allah tarafından iptal edildiğini söylerken bir kısmı da, konuyla ilgili rivayetlerin asılsız ve tamamının uydurma olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan her biri, görüşlerini destekleyen deliller göstermişlerdir.Garânîk olayının mevcudiyetini, güvenilir rivayetlerle belgelemek mümkün değildir. Ayrıca bu olay, Kuran’ın nuzülüne ilişkin bilgilerle ve onun beyanıyla da çel
işmektedir. İddia edildiğine göre bu olayın meydana gelmesi üzerine Hac suresinin 52’nci ayeti inmiştir. Halbuki garânîk hadisesiyle irtibatlandırılan Necm suresi, Mekke döneminin ilk yıllarında, Hac suresi ise ondan çok sonra Medine döneminde nâzil olmuş, ve bu iki sure arasında uzun bir zaman geçmiştir. Peygamber(as)’i teselli etmek için indiği söylenen Hac suresi 52’nci ayetinin bu kadar uzun bir aradan sonra nazil olması, bu amaca uygun düşmediği gibi, bu zaman zarfında garânîk metninin ayet olarak kalması da mümkün değildir.Yine Kuran’ın beyanına göre, şeytanın vahye muttali olup müdahelede bulunması ve ayetlere yabancı sözler karıştırması; Peygamber(as)’in de vahiy olanla olmayanı birbirinden ayırt edememesi düşünülemez. Eğer Peygamber(as) vahiy alırken şeytanın müdahalesine açık olsaydı, Kuran’ın tamamı tartışmalı hâle gelir ve ona duyulan güven sarsılırdı.
Sonuç olarak, böyle bir olayın vuku bulması mümkün değildir. Bu olay, zındıkların bir uydurm
ası olabilir. Şayet böyle bir olay vuku bulmuşsa tevhide aykırı olan bu sözleri söyleyen Peygamber as) değil, o Kuran okurken bu sözleri araya karıştıran, Kureyş şeytanlarından biri olmalıdır. Nitekim Kuran, insanlardan da şeytanların bulunduğunu bildirir. Zaten ins ve cin şeytanları, her peygambere düşmanlık yaparlar. Çünkü onlar, hakka düşmandırlar.26’ncı ayette, şefaatin Allah’ın dilemesine ve rızasına bağlı olduğu bildirilir. Ayetin beyanına göre, Allah’ın razı olmadığı, şefaat edilmesini dilemediği ve buna izin vermediği bir kimse için, putlar değil, göklerdeki melekler dahi şefaat edemeyecektir.
Bu ayet, melekleri veya taptıkları diğer varlıkları, kendiler
inin Allah katındaki “aracıları” olarak gören müşriklerin yanlış şefaat anlayışlarını dile getirmekte ve bu batıl itikadı düzeltmektedir. Demek ki, herhangi bir kimsenin, Allah katında izinsiz ve koşulsuz olarak şefaat edebileceğine inanmak doğru değildir.27’nci ayette, Ahirete inanmayanların, meleklere dişi adlar taktıkları belirtilir. Burada “ahirete inanmayanlar” dan maksat, müşriklerdir. Çünkü, meleklerin cinsiyet sahibi ve Allah’ın kızları olduğunu söyleyen onlardı. Aslında onlar, kendilerince ahirete inanırlardı. Bu yüzden de meleklerin ve taptıkları ilahların, kendileri ile Allah arasında aracılık yaptıklarını ve şefaatte bulunacaklarını ümit ederlerdi. Ancak müşrikler, insanın ahiretteki konumunun, doğrudan doğruya dünyada yaptığı işlere değil, dış faktörlere bağlı olduğunu; Allah’ın vereceği hükümlerin, bu aracı faktörler tarafından etkilenebileceği inancını taşıyorlardı. Müşriklerin bu inancı, pratik amaçlar açısından ahireti tamamen inkâr edenlerinkinden pek farklı olmadığı için, bu ayette onlar “ahirete inanmayanlar” olarak nitelendirilmişlerdir.
28’inci ayette, Allah’a soy isnat etmenin ve O’nun vereceği hükmün, aracılar tarafından etkilenebileceğini düşünmenin, zandan kaynaklandığı; zannın ise insana gerçek bilgi kazandırmayacağı vurgulanır. Demek ki, müşriklerin gerek Allah hakkında gerekse Kuran’da melek olarak zikredilen varlıkların gerçek nitelikleri ve fonksiyonları konusunda söyledikleri sözler, hiçbir sağlam bilgiye dayanmamaktadır. Zaten onların, Allah’a soy isnat edip O’nun vereceği hükmün, aracılar tarafından etkilenebileceğini düşünmeleri, değinilen gerçeği doğrulamaktadır. Çünkü bu düşünce, hakikat bilgisinden değil, nefislerin arzusundan kaynaklanmaktadır.
29’uncu ayette, Peygamber(as)’e Allah’ı anmaya yanaşmayanlardan yüz çevirmesi emredilir; onların, sadece dünyacı değerlere önem verdikleri bildirilir.
Bu ayetteki “Yüz çevir – yüz verme” ifadesi, emirden çok tavsiye ve teselli üslubudur. Bunun için, söz konusu emir, “insanları uyarmaktan vazgeç” anlamına değil; tam aksine “onların yaptıklarına aldırmadan İslamı yaşamaya ve görevini yapmaya devam et.” manasına gelir. Çünkü Peygamber(as)’in en önemli ve öncelikli görevi tebliğdir. Cahiller kaba ve acımasız davransalar da peygamberin görevini yapması gerekir. Şu halde İslam düşmanlarının olumsuz ve acımasız durumları, Müslüman’ın görevden kaçmasının meşru gerekçesi değildir.
30’uncu ayette, inkârcı müşriklerin, bilgi ve anlayış kıtlığı yüzünden küstahça davranışlar içine girdikleri; Allah’ın ise, insanların gerçek durumunu gayet iyi bildiği vurgulanır. Allah, kimin yoldan saptığını ve kimin kendi rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir. Buradaki ilimden maksat, herkese hak ettiğini tam olarak verecek tarzda bilmektir. Allah her şeyi her yönüyle bildiğinden her sorumlu cana, hak ettiğini tam olarak verir. Bunun için Allah’ın hükmü lehte veya aleyhde değil, âdildir.
Bu ayetteki, “zâlike meblağuhum mine’l ilm” ibaresi, “İşte onların erişebilecekleri bilginin hepsi budur.” anlamına gelebileceği gibi, “Bu, onlar için bilinmeye değer tek şeydir.” manasına da gelebilir. Bu yüzden, meâl de her iki manaya da yer verilmiştir.
31’inci ayette, Göklerdeki ve yerdeki her şeyin Allah’a ait olduğunu; O’nun kötülük işleyenlere yaptıklarının tam karşılığını vereceği, iyilik yapanları da fazlasıyla ödüllendireceği haber verilir.
Ayetin beyanına göre, kötülükler, tam karşılıklarıyla cezalandırılırken iyi davranışlar, hakettiklerinin kat kat fazlasıyla ödüllendirilecektir. Aslında insanın hakkı, çalışıp kazandığıdır;
kazandığından başkası ise, kişinin hakkı değil, Allah’ın ona bir lutfudur. Burada asıl maksat, hem Allah’ın kimseye en küçük bir haksızlık etmeyeceğine, hem de sadece çalışmayla erilemeyecek mertebelere, Allah’ın lutfuyla erilebileceğine dikkat çekmektir.32’nci ayette, iman değerinin hayata yansıması için büyük günahlardan sakınmak gerektiği; küçük hataların bağışlanacağı, işlenen büyük günahların ise tevbe ile affedileceği, insanın kendisini kusursuz görüp büyüklenmesinin yanlış olduğu; kişinin her halini bilen Allah’ın, hükmünü ona göre vereceği ve kendisine karşı kimin sorumluluk bilinci taşıdığını da çok iyi
bildiği beyan edilir.Bu ayetteki “kebâire’l ism” terkibi, şirk ve inkar gibi “büyük günahlar”; “fevâhiş” kelimesi, zina gibi “kötülüğü gayet açık olan çirk
in işler”; “lemen” kelimesi de, “marazi bir hal almamış kasıtsız ve küçük günahlar” anlamına gelir.Günah, Farsça kökenli bir kelimedir ve sözlükte “suç” manasına gelmektedir. “Allah’ın buyruk ve yasaklarına aykırı olan iş ve davranışlara” da günah denir. “Günah” kavramı, bütün dinlerde bulunur ve din müessesesinin temel unsurları arasında yer alır.
Kuran’da “günah” kavramı ifade eden pek çok kelime vardır. “İsm, Zenb, Vizr, Cünah, Fuhş, Zulüm, İsraf, Tuğyan, Fücûr ve Cenef”
kelimeleri, bunlar arasında en çok kullanılanlarıdır. Burada sadece “İsm” kelimesi üzerinde durulacak, diğerleri de yeri geldikçe açıklanacaktır.İsm, “işleyene ceza gerektiren, insanı hayır ve sevaptan alıkoyan fiil veya bundan doğan sorumlu
luk” demektir. Bu kelime, çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’ın tamamında kırk sekiz kez geçmektedir.İslam’da günahlar, nitelikleri açısından küçük (sağire) ve büyük (kebire) günahlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bu taksim, Kuran’da yer almakla birlikte, büyük günahların nelerden ibaret olduğu konusunda fazla bilgi verilmez. Ancak şirkin ve inkârın, en büyük günah olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca, farz veya haram olarak belirtilen ilahi buyrukların ihlâl edilme
si de kebire sayılır.Peygamber(as)’den rivayet edilen hadislerde ise, şu yedi kötülük büyük günah (kebire) olarak belirtilmiştir: “Şirk, büyü, cana kıyma, riba (faiz), yetim malı yeme, savaştan kaçma ve iffetli Müslüman bir kadına zina isnadı
nda bulunma.” Hemen hatırlatalım ki bu konudaki hadislerin temel amacı, büyük günahların sayısını belirtmek değil, onların insan ve toplum üzerinde meydana getirdiği ölümcül sonuçlara dikkat çekmektir.Tevbesiz affedilmeyen yegane günah, şirk ve inkârdır; cezası da ebediyyen cehennemde kalmaktır. Bu gün
ahların tevbesi ise, hak dini şeksiz ve şirksiz olarak benimsemektir. Abdullah İbn Abbas, yetmişe yakın büyük günah olduğunu belirttikten sonra: “Tevbe ile büyük günahın kalmayacağını, ısrar edilince de küçük günahın büyük günaha dönüşeceğini” söylemiştir.İnkâr ve şirk dışında diğer günahlardan, özellikle büyük
sayılanlarının tevbesiz affedilip edilemeyeceği, tartışmalı olmakla birlikte hakim kanı, Allah’ın dilemesine bağlı olarak bunların bağışlanabileceği yönündedir. Yine şirk ve inkâr dışında kalan günahlar, tevbesiz affedilmese bile, ebedi azabı gerektirmez.İnsan dünyaya günahsız olarak gelir. Fakat o, hem hayır hem de günah işlemeye elverişli bir yapıya sahiptir. Bunun için, hiçbir kimse, kendisinin tamamen masum olduğunu iddia etmemelidir. İnsanın kendisini tamamen hatadan arınmış görüp övünmesi veya nefsini başkalarının yanında övmesi, İslam ahlakına uygun değildir.
Kişinin kendini övüp beğenmesine kibir (büyüklenme), başkalarını övmesine de dalkavukluk denir. İnsanın nefsini övmesi, kendini beğenmişlikten; başkalarını övmesi de onlardan çıkar sağlama çabasından il diye cevap verir.
Ayetin amacı, insanı bile bile günah işlemekten sakındırmak, günah işleyen kimseyi de tevbe etmeye yöneltmektir. Çünkü insan, kasten yaptığı işlerden ve işlediği günahlardan sorumludur.
Ayetlerle İlgili Bazı Genel Tespitler
İnsanoğlu, tarih boyu kendine yararlı olan iyi işler yaptığı gibi zararlı olan kötülükleri de işlemiştir. İşte Kuran, insanları yanlış düşünce ve davranışlardan uzaklaştırıp doğru yola yöneltmek için gönderilmiş; onlara faydalı olacak fikirler ve gerekli düzenlemeler getirmiştir.
Beşer ürünü olan ideolojiler, hayatı kuşatıcı ve insanı kurtarıcı nitelikten uzaktır. Bu yüzden onlar, insanın maddi ihtiyaçlarına kalıcı, manevi ihtiyaçlarına da doyurucu cevap verecek durumda değildir. Vahiy kaynaklı hak din ise, insanı hem maddi sıkıntıdan kurtaracak hem de manevi huzur ve mutluluğa ulaştıracak ilkeleri içerir.
Kuran’ın temel amaçlarından biri de, insanı çelişki ve nifaktan kurtarıp ona dürüst, tutarlı ve onurlu bir kişilik kazandırmaktır. Bu amaç, insanın vahyin rehberliğine inançlı ve bilinçli bir şekilde uyup dünyacı çıkarlar karşılığında inancını ve fikirlerini satmamasıyla gerçekleşir.
İnsanın bütün iradeli işlerini ve davranışlarını yönlendiren temel etken, onun zihni ve zihniyetidir. Bunun için Kuran, zihni yenilemekle ve yanlış zihniyeti ortadan kaldırmakla işe başlamıştır. O, getirdiği tevhid inancıyla bütün insanları doğrudan Allah’a yöneltmiş, herhangi bir varlığın “aracı” ve “O’nun dengi olamayacağı” nı belirtmiştir. Bu yüzden Kuran’ın tanıttığı Allah’a inanan insan, hiçbir varlığın O’nun niteliklerine haiz olmadığını bilir; bildiği için de taştan, ağaçtan, hayvandan veya insandan oluşan bütün putları ve sahte mabutları reddeder. Çünkü bu dünyada insanın huzur ve kurtuluşunu sağlayacak olan, onun kâinatın ve kendisinin yaratıcısı olan Allah’a aracısız yönelmesi, zihninde ve gönlünde başka ilahlara yer vermemesidir.
İnsan akıl, irade ve şuur gibi özelliklere sahip bir varlıktır. O, aklı ile düşünür, şuuru ile sorumluluğunu duyar, iradesiyle de ilâhi buyruklara uyar. Ancak insan, hayatta bir çok etkenlerin tesiriyle yanlışlar yapıp günah işleyebilir. Burada önemli olan, insanın hayatta onurlu, Allah katında da değerli bir varlık olmasını engelleyen bu yanlışları görmek ve onların nasıl aşılabileceğini bilmektir. İşte bu noktada Kuran, insana yardım eder; ona daha candan ve yakından davranıp yanlışlardan kurtulma ve günahlardan temizlenme (tevbe) yolunu gösterir. Tevbe, bir telâfi ilkesidir. Bu ilke, bütün suçlara ve günahlara uygulanabilir. Ayrıca, Kuran’a göre insanın çalışma görevi ve hakkı, Allah’ın da kendine yönelen ve doğru çalışan kuluna lutfu vardır.
Kuran, insana suçu önce kendi vicdanında yargılama imkanı verir. İnsanın vicdan azabı çekmesini önlemek için de onu tevbeye yöneltir. Allah’ın insana verdiği bu onarıcı ve onurlandırıcı imkan, iyi değerlendirilmelidir. Bu da, bir an önce yanlıştan dönüp doğru kararı yürürlüğe koymakla mümkündür.
33. Gördün mü şu sırtını çevirip uzaklaşanı,
34. Azıcık verip sonra vermemekte direneni.
35. Acaba gaybın bilgisi kendi yanında da o (gerçeği) görüyor mu?
36-37. Yoksa Musâ’nın ve her türlü güvene layık olan İbrahim’in sahifelerinde (yazılı) olanlar henüz kendisine bildirilmedi mi?
38. Hiçbir kimse, başkasının günah yükünü yüklenemez.
39. İnsan için çalışmasın(ın neticesin)den başka bir şey yoktur.
40. Zamanı geldiğinde çalışması(nın gerçek değeri) kendisine gösterilecektir.
41. Sonra da ona karşılığı tastamam verilecektir.
42. Elbette son durak, Rabb’in(in huzuru)olacaktır.
43-44. Doğrusu sizi güldüren de ağlatan da; öldüren de yaşatan da sadece O’dur.
45-46. (Rahime) atıldığında iki cinsi (erkeği ve dişiyi) bir sperm damlasından yaratan da O’dur.
47. Şüphesiz öldükten sonra diriltmek de O’nun kudretindedir.
48. İnsanı zengin eden ve yoksul kılan da yalnızca O’dur.
49. Doğrusu O, (müşriklerin taptığı) Şi’râ(yıldızı)nın Rabb’idir.
50-51. Önceki Âd halkını helak eden de; Semûd kavmini yok edip geriye hiçbir şey bırakmayan da O’dur.
52. Daha önce Nuh halkını da (O helak etmiştir). Çünkü bunların hepsi çok zalim ve çok azgındılar.
53. Altı üstüne getirilen (Lut halkının) şehirleri(ni) de O, böyle yaptı.
54. Onların başına ne(azaplar, musibet)ler getirdi!
55. (Ey insan!) Şimdi Rabb’inin hangi nimetinde ve kudretinde şüpheye düşersin?
56. İşte bu, önceki uyarı(cı)lardan bir uyarı(cı)dır.
57. Yakın olan şu (son saat) daha da yaklaşıyor.
58. Ama onun Allah’tan başka (bilip) açığa çıkaracak yoktur.
59. Şimdi siz bu sözü (haberleri) tuhaf mı buluyorsunuz?
60. Ağlayacağınıza gülüyorsunuz.
61. Gaflet içinde eğlenip duruyorsunuz.
62. Haydi artık Allah’ın emrine boyun eğin ve yalnız O’na kulluk edin’
İnsan Yaptığından Sorumludur
33-34’üncü ayetlerde, sadece dünya hayatına değer verip gelecek endişesiyle cimri davranan ve infakta bulunmayan kimseler kınanır. Buradaki “ekdâ” kelimesi, “biraz verip sonra yardımı kesmek” anlamına gelir. Cimrilikten kinayedir. Ayetlerin asıl amacı, “Mal tükenir de ileride sıkıntıya düşülür.” endişesiyle iyilik yapmaktan geri durmanın doğru olmadığını anlatmaktır.
Bu ayetler, Allah’ın dininden uzak duran kaba, kibirli, zengin ve cimri insan tipini gözler önüne sermekte; bu karekterin Kuran’daki mümin modeline ters düştüğünü belirtmektedir.
35’inci ayette, Gaybı, Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği vurgulanır. Bu durumda, insan kavrayışının ötesindeki şeylerin bilgisine sahip olmayan bir kimse, neye dayanarak öteki dünyanın ve ahiret hesabının olmadığını ısrarlı biçimde iddia edebilir? Burada amaç, ahiret hayatını ve orada hesabın olmadığını iddia eden kimsenin, yanlış bir anlayış ve inanış içinde olduğuna dikkat çekmektir.
İnsan idrakinin ve müşahede alanının dışında kalan, duyular ve zihin yoluyla hakkında kesin nesnel bilgiye sahip olunamayan her şey “gayb” dır. Beşer imkan ve kabiliyetleriyle hiçbir zaman ihata edilemeyen alana “mutlak gayb”; zaman, mekan, imkan ve kabiliyet farklarından dolayı bir kısım insanlar için bilinemez iken diğerleri tarafından bilinebilen ve ulaşılabilen alana da “izâfi gayb” denir. Allah’ın zatının mahiyeti, kıyamet, ahiret, cennet ve cehennem ahvâli gibi hususlar mutlak gayba, “güneş ve ay tutulmasının zamanından önce haber verilmesi” de izâfi gayba örnek gösterilebilir. Kuran, gaybın ancak Allah tarafından bilinebileceğini, O’nun tarafından peygamberlere vahiy yoluyla bildirilenlerin dışında hiçbir kimsenin gaybe vakıf olamayacağını bildirir. Son Peygamber(as)’e bildirilen gayb haberleri ise, Kuran’da yer almış olanlardır.
36-37’nci ayetlerde, Hz.Musa ve İbrahim’e gelen vahiylerin içeriliğine dikkat çekilir. İbrahim(as), burada “Veffâ” sıfatıyla anılır. Bu kelime, “sözünde duran ve görevlerini tam olarak yapan” anlamına gelir. İbrahim(as), emrolunduğu şeyleri tamamıyla ifâ ettiğinden burada “çok vefalı” bir peygamber olarak nitelendirilmiştir.
Kuran’ın bildirdiği gerçeklerin, Musâ(as)’ya ve İbrahim(as)’e gelen vahiylerde de yer aldığını dile getiren bu ayetler, bütün kutsal kitapların aynı gerçekleri ve prensipleri getirdiğine, vahiy kaynaklı hak dinin, temelde bir olduğuna işaret etmektedir. Kuran da, kendisinin vahiy eseri olan önceki kitaplara uygun olarak indirildiğini ve onları tasdiklediğini açıkça ifade eder. Bundan sonra gelen ayetlerde, vahiy diliyle bildirilen temel prensiplerden bazıları belirtilir.
38’inci ayette, hiç kimsenin, başkasının günah yükünü taşımayacağı bildirilir ve sorumluluğun bireyselliği ilkesine işaret edilir. Bu ayetteki “vizr” kelimesi, sözlükte “ağır yük veya günah” anlamına gelir. Bu yüzden “manevi yük ve sorumluluğa” vizr denir. Günah, ruhun mükemmele doğru gelişmesini engelleyen davranışlardan ibarettir. Günahkârlık da böyle bir davranıştan sonra hissedilen suçluluk duygusudur. Bunun için günah sadece teolojik değil, aynı zamanda psikolojik bir kavramdır.
Ayetin beyanına göre, günahın cezası şahsidir, yani her insan yaptığından sorumludur. Hiç kimse başkasının cezasını üstüne alamayacağı gibi atalarının işlediği günahtan dolayı da sorumlu tutulamaz. Bu temel ahlâkî kural, Kuran’da beş kez vurgulanır.
Ancak, işlenen günah kişide kalmayıp topluma taşarsa, başkalarını etkileyip kötü bir çığır açarsa, o zaman aynı davranışta bulunan herkesin günahından, ona sebep olan da sorumlu tutulur.
Çünkü bir günahı pazarlayıp yaygınlaştıran kimse, onu kaç kişiye beğendirmişse o kadar günah işlemiş sayılır. Bunun için Peygamber(as), iyi veya kötü bir çığır açanların, onunla amel eden herkesin sevabı veya günahının bir misliyle karşılık göreceğini belirtmiştir.
Bu ayet, Hristiyanlıkta yer alan ve insanı doğuştan günahkâr sayan “aslî suç” anlayışını reddeder. Ayrıca, kişinin günahlarının, bir azizin yahut peygamberin kendini feda etmesi sayesinde bağışlanabileceği, veya günahkâr ile Allah arasında herhangi bir aracının olabileceği şeklindeki yanlış kanaatleri de düzeltir.
39’uncu ayette, insana, uğrunda çaba gösterdiği dışında hiçbir şeyin verilmeyeceği belirtilir. Çabalar, onları vücuda getiren niyetlere göre değerlendirilir, kişinin hesabına da yalnızca iradeli, bilinçli ve niyetli olarak yaptığı işler kaydedilir.
Bu ayette geçen “sa’y” kelimesi, sözlükte “bilinçli çaba ve çalışma” manasına gelir. “Amel (iş)” le eş anlamlı bir kelimedir. Çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’da otuz kez geçen bu kelime, iyi veya kötü herhangi bir eylemin kasıtlı olarak ihmal edilmesini kapsadığı gibi, doğru ya da yanlış her inancın şuurlu biçimde dile getirilmesini de kapsar. Bunun için, insanın bilinçli olarak amaçladığı, sözle ve eylemle ortaya koyduğu her şey, bu kavramın anlam sahasına girer.
Bir insan, başkasının günahından dolayı hesaba çekilmeyeceği gibi çalışmasının dışında bir şeyde olmayacaktır. Bu yüzden, herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhinedir. Ancak bir de Allah’ın, iyi kullarına lütfu vardır. O, lütfuyla dilediğine dilediği kadar verir. Fakat bunların hiçbiri, insanın kendi kazancı değil, Allah’ın ona bir lütfudur.
Peygamberlerin şefaati, meleklerin istiğfarı, dirilerin ölüler için dua ve sadakaları gibi insanın kendi amelinden olmamakla beraber ona faydalı olabileceği düşünülen işlere gelince, bunların fayda sağlaması, insanın kendi işi olan imana ve İslama bağlılığına dayanır. Şu halde bunlarda da faydalı olan, bir bakıma insanın kendi gayret ve amelidir.
İmam şafii, bu ayete dayanarak, ölüye Kuran okumanın sevabının, ona ulaşmayacağı kanısına varmıştır. O, başkalarının ölüye Kuran okumasının, onun kendi işi ve kazancı olmadığını, Peygamber(as)’in bunu ümmetine sünnet kılmadığını, sahabilerden hiçbirinin de böyle bir şey yapmadığını söyleyerek bu tür uygulamanın hiçbir nassa dayanmadığını iddia etmiştir.
İnsan Kuran okuyup bu okuyuştan hasıl olan sevabı mümin olarak ölmüş olanların ruhlarına bağışlayabilirse de, Kuranı bir mezar kitabı haline getirip onun ticaretini yapmak, mezarlıklarda okuyucu tutup belirli bir miktar para verip Kuran okutmak câiz değildir. Hem, sırf para almak için Kuran okumanın yada parayla ölünün arkasından Kuran okutmanın bir sevabı da olmaz. Tabii ki olmayan sevap da, ölünün ruhuna bağışlanmaz. Sonuç olarak denebilir ki, gerekçesi ne olursa olsun Kuran okumak makbüldür, bir rahmet vesilesidir. Ancak Kuran okumanın sebebi ne olursa olsun – faydası, ölülerden ziyade dirileredir. Kuran okumak diriler ve ölüler için bir rahmet vesilesi olabilir. Ama bunun, ölülere bir tür ahiret pasaportu veya cennet vizesi şeklinde anlaşılması, hele hele bu anlayışın dinin bir emriymiş gibi insanlara telkin edilmesi çok yanlıştır.
İnsanların şu gerçeği çok iyi bilmesi gerekir. Kuran’ı hayatlarının rehberi yapmayıp hayatın dışında tutanların ölümün pençesine yakalandıktan sonra, ondan ucuz tarifelerle cennet vizesi almaya kalkmaları, aldanıştan başka bir şey değildir. Kuran kapsamında sunulan İslamı hayatlarının belirleyici ve hakim sistemi yapıp Hakk’ın huzuruna kamil bir mümin olarak gitmiş olanların ise, arkadan gönderilecek geçersiz vizelere ihtiyaçları yoktur. İbnü’l Kayyım el – Cevziyye’nin, konuyla ilgili şu sözleri oldukça anlamlıdır:
“Hz.Peygamber ölü evlerini ziyaret eder, baş sağlığı dilerdi. Ama onun toplanarak ölü evinde, kabir başında veya başka bir yerde ölü için Kuran okumak diye bir sünneti yoktu. Bütün bunlar, sonradan uydurulmuştur.
40-41’inci ayetlerde, zamanı geldiğinde, insana bütün çabasının gerçek şekliyle gösterileceği ve ona yaptığının tam karşılığının verileceği bildirilir.
Ayetler, insana Hesap Gününde, hayatta iken yaptıklarının gerçek anlamıyla gösterileceğini sonrada yaptıklarının tam karşılığının kendisine verileceğini belirterek onu bilinçli bir İslami hayata teşvik etmektedir. Günah ve sevap, kötülük ve iyilik öncelikli olarak bireyseldir; bunlar verasetle geçmez, Allah’da kimseye haksızlık etmez.
42’nci ayette, Bütün varlığın Allah’ın ilminde olduğu, her şeyin sonunda yine O’na döndürüleceği haber verilir. Bu ayet, evrenin hem zaman hem de mekan olarak bitişini, her şeyin varacağı asıl kaynağı gösteren bir tanımlama niteliğindedir. Demek ki her şey sonunda Allah’a döndürülecek, bütün insanlar O’nun huzuruna çıkarılacak ve herkes hak ettiği karşılığı alacaktır.
43-49’uncu ayetlerde, güldüren ve ağlatanın, öldüren ve yaşatanın, iki cinsi, yani erkeği ve dişiyi, sadece bir sperm damlasından yaratanın, ikinci bir hayatı gerçekleştirecek olanın, insanı zengin eden ve yoksul kılanın, parlak şi’râ yıldızının Rabb’inin Allah olduğu ifade edilir.
Daha çok, hayatın iki zıt kutbunu dile getiren bu ifadelerin amacı, insanın zihnine, muktedir bir uluhiyyet anlayışı yerleştirmektir. Çünkü çift kutuplu yaratma ve oluşlar, bütün bunları yaratan ve yöneten bir Allah’ın bulunduğunu; bu dünyanın da bir ahireti olduğunu gözler önüne sermektir. Bu gerçek karşısında, Allah’ı ve ahireti inkâr etmenin hiçbir haklı nedeni olamaz. Ama düşünce ve fikir seviyeleri düşük olan kimseler, şirkin en galiz şeklini benimseyip geri zihniyetin entresan örneğini oluştururlar.
Burada, Allah’ın ayrıca “şi’râ’nın Rabbi” olduğu belirtilir. Şi’râ, gökte en parlak görülen yıldızın adıdır. Bu özelliğinden dolayı o, İslam öncesi Arabistan’ında yaygın olarak tapınma konusu yapılmıştır. Çünkü Araplar, bu yıldızdan şans umar, kendilerine şans getirmesi için ona taparlardı.
Ayrıca “Rabbü’ş şi’râ” terkibi burada, evrenin yaratıcısını ve yöneticisini kinaye yoluyla anlatmak için de kullanılmış olabilir. Esas amaç, şans getireceğine inanılan şi’râ yıldızının tanrı değil, Allah’ın yasalarına bağlı bir yaratık olduğunu vurgulayıp şirk inancının yanlışlığını ortaya koymaktır. Her şeyin Rabbi olan Allah, şi’râ yıldızının da Rabb’idir, çünkü evrendeki her varlık gibi o da, Allah’ın koyduğu yasalara tabidir.
50-54’üncü ayetlerde, kötülük yapmakta çok iştahlı olan ve azgınlık etmiş bulunan Nuh, Âd, Semud ve Lut kavimlerinin helâk edilişlerine kısaca değinilir. Allah, kötülükte çok iştahlı olan kadim kabileleri, söz gelimi Âd ve Semud’u, onlardan önce de Nuh kavmini, hiçbir iz bırakmayacak şekilde yok etti. Tıpkı yıkılıp altüst olan öteki şehirleri, yani Lüt halkının oturdukları Gomore ve Sodom şehirlerini yok olmaya terkettiği ve sonrada onları ebediyyen görünmez hale getirdiği gibi.
Burada helak olan toplumların hayat hikayelerine kısaca değinilmesi, onların başlarına gelen felâketlerin, Kuran’ın ilk muhatapları tarafından iyi bilindiğine işaret eder. Eğer böyle olmasaydı, bu kısa hatırlatmaların muhataba bir yararı olmazdı. Kuran’ın amacı, uzun uzun hikaye anlatmak değil, kıssa yoluyla en özlü biçimde öğüt vermek, böylece insanların ibret almalarını ve iyiliğe yönelmelerini sağlamaktır. Bu ayetlerde adı geçen toplumların kıssaları, helâk oluş nedenleri ve şekilleri, Kuran’ın diğer surelerinde ayrıntılı biçimde anlatılır.
Allah’ın buyruklarına karşı gelmiş toplumların acı sonlarına dikkat çekildikten sonra, 55’inci ayette insan, Allah’ın nimetlerini düşünmeye sevkedilir. Ona: “Hâlâ Rabb’inin hangi nimet ve kudretinden şüphe ettiği” sorularak, nankörlükten kaçınması gerektiği mesajı verilir. İnsan, varlığını kendisine borçlu olduğu Allah’a yönelmelidir. O, Kuran’ın çağrısına kulak verip Allah’ın emrine uyduğu zaman nankörlükten kurtulur ve O’na şükreden bir varlık haline gelir. Demek ki insan, bilgi ve fikir aşamasını tamamlayıp vakit kaybetmeden aksiyona geçebilmelidir. Çünkü ayetler, sahip oldukları dünyalıklarla övünüp inkarda veya nankörlükte direnen kişilerin, helâke doğru sürüklenmekte oldukları uyarısında bulunmaktadır.
Kuran Bir Uyarı Peygamber de Bir Uyarıcıdır.
56’ncı ayette, Hz.Muhammed’e gelen vahiylerin, yeni bir şey olmadığı, tam aksine daha önceki peygamberlere iletilen temel mesajı sürdürmeye yönelik olduğu belirtilir.
Ayetteki “nezir” kelimesi, “uyarıcı” demektir. Bu uyarıcıyla kastedilen de, ya “Kuran” ya da “Peygamber(as)”dir. Çünkü Kuran o ilk kitaplar gibi bir uyarıcıdır. Aynı şekilde Hz.Muhammed’de, kendinden önceki peygamberler gibi insanları uyarmak için gönderilmiş bir elçidir.
57-58’inci ayetlerde, yakın olan son saatin daha da yaklaştığı, fakat onun ne zaman gerçekleşeceğini Allah’tan başka kimsenin açığa çıkaramayacağı ifade edilir.
Buradaki “âzife” kelimesi, “yaklaşan veya yaklaşmakta olan” demektir. Çok yakın olan “kıyametten” veya “yaklaşan azaptan” kinayedir. Ayrıca “el-âzife”, kıyametin isimlerinden biridir. Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler günü anlamına gelmektedir. Burada âzife kelimesiyle, Peygamber(as)’i yalanlayan inkârcıların başına gelecek olan savulmaz azaba da işaret edilmiş olabilir. Çünkü bu kelimeden hemen sonra gelen ayette, “onu Allah’tan başka kaldıracak yoktur.” denilir. Bu ifadeden, adı geçen azabın, kaldırılabilecek bir azap olduğu anlaşılır. Bu durumda ayet, “şayet inkârcılar şirki bırakırda Allah’ın buyruklarına uyarlarsa, Allah o azabı üstlerinden kaldırır ve onları helaktan kurtarır” şeklinde yorumlanabilir.
Eğer, “âzife” kelimesiyle “kıyamet” kastedilmişse o zaman da ayet, “onun ne zaman gerçekleşeceğini Allah’tan başka bilen ve ortaya çıkaracak olan yoktur.” şeklinde açıklanabilir. Ayet, her iki manayı da içerir. Tabii ki gerçeği en iyi Allah bilir.
59-62’nci ayetlerde, Kuran vahyinin doğruluğundan kuşku duyulmaması, dinin ciddiye alınıp alay konusu yapılmaması ve hayatın Allah’a ibadet bilinciyle yaşanması gerektiği hatırlatılır.
Bu ayetlerde, Kuran mesajını tuhaf bulup yadırgayan, onun uyarılarını ciddiye almayan, ağlanacak haline gülen ve Allah’ın buyruklarına baş kaldıran küstah tiplere işaret edilir. Çünkü burada yer alan “Sâmidûn” kelimesi, “oynayıp eğlenmek, hakka kafa tutup kibirlenmek” gibi anlamlara gelir.
İnsan verimsiz işler ve boş temennilerle vakit tüketmemesi, Allah’a iman ve ibadet ederek ömrünü değerlendirmelidir.
İbn Abbas; “Peygamber(as)’in Necm suresini okuduktan sonra secde ettiğini, onunla beraber Müslümanların, Müşriklerin, cinlerin ve insanların da secde ettiklerini söylemiştir.
Arapça’da bir anlam için, genelde birden fazla kelime kullanılır. Bundan dolayı Arap dilinde çok sayıda eş anlamlı kelime bulunur. Türkçe’ye geçen Arapça kelimelere bakıldığında, bunlardan büyük bir kısmının anlam daralmasına veya kaybına uğradığı görülür. Bunlardan biri de “secde” sözcüğüdür.
Secde kelimesi sözlükde “eğilmek, boyun eğmek, itaat etmek, saygı göstermek, selam vermek ve alnı yere koymak” gibi anlamlara gelir. Bu kelime genellikle Allah’a boyun eğmeyi ve O’na kulluğu ifade ettiğinden İslâmî terminolojide zaman zaman “namaz” anlamında da kullanılır. Bu yüzden Türkçe sözlüklerde secde, “Namaz kılarken alnı, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere getirerek alınan durum” şeklinde açıklanır.
Görüldüğü gibi “secde” kelimesi Türkçe’ye Arapça’daki anlamlarından yalnızca biriyle geçmiş, kelimenin taşıdığı diğer anlamlar belirtilmediği için, secde sözcüğü ciddi manada anlam daralmasına ve kaybına uğramıştır. Bu durumda ayetlerde geçen “yescudu”, “uscud” gibi ifadeleri, “secde ederler” veya “secde et” şeklinde çevirmek yerine, kelimenin hangi bağlamda kullanıldığı, kullanım biçimi ve taşıdığı bütün manalar göz önünde bulundurularak “Allah’ın emrine boyun eğerler”, “O’na itaat et” gibi ifadelerle tercüme etmek daha doğru olur.
Ayetlerle İlgili Bazı Genel Tespitler
Serveti, Allah’tan ve dinden çok seven insan, dünyacı değerleri put edinir. Bilgisine ve servetine güvenen kişi de büyüklük taslayıp hiç kimseye karşı sorumluluk hissetmez. Bu durum, geri zihniyetten kaynaklanır.
Din, en çok fikri seviyesi düşük toplumlarda istismar aracı haline getirilir. Çünkü bu toplumlarda, tasarruf alanları âdeta Allah’ın tasarruf alanıyla aynileştirilen bir çok put üretilir. Geri zihniyetin egemen olduğu bir durum ve ortamda ise, tevhid inancına ulaşmak ve dini doğru yaşamak neredeyse imkânsız hâle gelir.
Para kazanmak için değil, anlamak ve yaşamak amacıyla Kuran okumanın sevabı vardır. Ancak önceden okuyup gelene hazır elbise gibi satılan hatimler, makbul değildir. Çünkü kimse başkası adına ibadet edemez; sevap ve ibadetler de parayla satılamaz.
Bildikleri doğruları yapmayan, fakat bildikleri yanlışlara devam eden kitleleri ıslah etmek imkansızdır. Kuran, insan için çalışmasının neticesinden başka bir şey olmadığını söyler. Ama ona inandıklarını söyledikleri halde çalışmayı terkeden ve meskenetten medet uman kitlelerin durumu, Kuran’ın bu beyanına ters düşer. Halbuki, “Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir; çalış çalış ki bekaa sa’y olursa hakkedilir.”
Kuran’ın emir ve yasakları, insanın hür iradesine hitap eder. Bu yüzden sorumluluk ve irade hürriyeti, birbiriyle doğru orantılıdır. Yani irade hürriyeti genişledikçe sorumluluk artar, daraldıkça da azalır. Öyleyse, “Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar; uğraş ki: Telâfi edilecek bunca zarar var.”
Şeklen değil de gerçekten Allah’a ibadet eden insan, hiçbir kimseye ve nesneye tapmaz. Bunun için o, sadece Allah’a boyun eğip ibadet etmelidir. Zira insan, ancak böyle yaptığı zaman, Allah’a şükreden bir varlık haline gelir.
Kuran, insanın ibadet eğilimini yalnızca Allah’a yönelterek onun başka varlıklara tapmasını önlemek istemiştir. Kuran’ın insanlığa en büyük armağanı da bu olmuştur. Çünkü Allah’a itaat ve ibadet etmeyenler, kendilerini taşa toprağa tapmaktan; onur yitirici menfaatlere köle olmaktan kurtaramazlar.