(37/ 54) KAMER SURESİ
MEKKE DÖNEMİ
55 AYET
Kamer suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin dördüncü yılında nâzil olmuştur. Sure, 55 ayetten oluşur. Adını, ilk ayetinde geçen “kamer” kelimesinden alır. Nüzûl (iniş) sıralamasına göre 37’nci, tertip sıralamasına göre de, 54’üncü suredir.
Surede, kıyametin çok yaklaşmış olduğuna ve onun arefesinde meydana gelecek olayların kesinliğine dikkat çekilir. Müşriklerin, heveslerine uyarak Hz. Muhammed’in peygamberliğini yalanladıkları, elçileri yalanlayan her ulusun helâk edildiği, bu yüzden tarihi olayların ibret için okunup araştırılması gerektiği belirtilir. Ölenlerin, tekrar dirileceği; suçluların, Allah’ın huzurunda hesap vereceği bildirilir. Kuran’ın anlaşılsın ve öğüt alınsın diye kolaylaştırıldığı vurgulanır.
Doğru yoldan sapmış olan ulusların, azaptan korunma garantisinin bulunmadığı; Allah’ın değişmez yasası gereği haktan sapan her ulusun belasını bulacağı; günahkârların cezasının, sadece dünyada uğrayacakları helâkten ibaret olmadığı, onların öldükten sonra ayrıca dayanılmaz cehennem ateşiyle de cezalandırılacakları haber verilir.
Allah’ın, her şeyi belli bir ölçüye göre yarattığı, inkârcıların cezalandırılacakları zamanın belirlendiği O’nun buyruğunun ânında yerine geleceği, Kuran mesajını yalanlayanların, zamanı gelince cezalarını çekecekleri beyan edilir.
İnsanların yaptıkları her şeyin yazılıp tespit edildiği; kötülerin yerinin cehennem, günahlardan sakınan müminlerin yerinin ise cennet olacağı bildirilir. Sure; hayatı doğru yaşayanların, her şeye kâdir olan Allah’ın katında ağırlanacaklarını ve orada büyük ikram göreceklerini dile getiren ayetlerle son bulur.
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla
1. Yaklaştı son saat ve ay yarıldı yarılacak!
2. Onlar, bir ayet görseler hemen ondan yüz çevirirler ve : “Bu hep olagelen bir göz yanılmasıdır.” derler.
3. Arzu ve heveslerine uyarak yalanladılar; halbuki her iş sonunda gerçekleşecektir.
4-5. Andolsun, onlara hadlerini bildiren ve kuşatıcı ibretler içeren nice haberler gelmişti; ama uyarılar fayda vermiyor.
6. Öyleyse sen, bir çağırıcının bilinmedik bir şeye çağıracağı gün, onlardan uzak dur.
7. Onlar, gözlerini korku bürümüş bir halde, sıçrayıp yayılan çekirgeler gibi mezarlardan kalkıp çıkarlar.
8. Şaşkınlık içinde çağırıcıya doğru koşarlarken, inkârcılar: “Bu ne zorlu bir gün!” derler.
9. Bunlardan önce Nuh’un kavmi de yalanlamıştı; onlar kulumuzu yalanladılar ve: “O bir delidir!” diyerek yıldırmaya çalıştılar.
10. O da Rabbine: “Doğrusu ben yenik düştüm, sen bana yardım et!” diye yalvardı.
11. Biz de seller gibi akan bir su ile göğün kapılarını açıp şiddetli bir yağmur yağdırdık.
12. Yerin de pınarlar halinde sular fışkırtmasını sağladık; sular, önceden kararlaştırılmış işi gerçekleştirmek üzere yeri kapladı.
13. Onu, sadece tahtalar ve çivilerden yapılmış bir gemi ile taşıyıp kurtardık.
14. O gemi, nankörlük edilene bir ödül olmak üzere, gözetimimiz altında yüzüyordu.
15. Kuşkusuz onu bir işaret olarak bıraktık; öğüt almak isteyen yok mu?
16. Uyarılarımdan sonraki azabım ne şiddetlidir!
17. Andolsun, Biz Kuran’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık; öğüt almak isteyen yok mu?
18. Âd kavmi de hakikati yalanlamıştı; ama uyarılarım dikkate alınmadığından verdiğim azap ne şiddetliydi!
19. Amansız bir günde üzerlerine şiddetli bir kasırga gönderdik.
20. O kasırga, insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi savurup attı.
21. Uyarılarımdan sonraki azabım ne şiddetliymiş!
22. Andolsun, Biz Kuran’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık; öğüt almak isteyen yok mu?
23. Semûd kavmi de bütün uyarıları yalanladı.
24-25. Onlar: “Bizim gibi bir adama mı uyacağız? O takdirde biz derin bir sapıklığa düşmüş ve ahmaklık etmiş oluruz; hem ilahî öğüt, neden aramızdan bir tek ona indirilsin? Hayır! O küstah ve yalancının tekidir.” dediler.
26. Ama onlar, yakın gelecekte, asıl küstah ve yalancı kimmiş bilecekler!
27. Doğrusu Biz, dişi deveyi onları denemek için gönderdik. Sen ne yapacaklarına bak ve sabırlı ol!
28. Onlara, suyun aralarında eşit şekilde taksim edildiğini bildir; sırası gelen orada bulunup payını alsın.
29. Ama onlar, arkadaşlarını çağırdılar; o da gelir gelmez kötü bir işe kalkıştı ve deveyi vahşice boğazladılar.
30. Benim uyarılarımdan sonraki azabım nasılmış?
31. Onları korkunç bir ses darbesiyle cezalandırdık; çiğneyip ufalanmış kuru çöpler gibi oldular
32. Andolsun Biz Kuran’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık; öğüt almak isteyen yok mu?
33. Lût halkı da bütün uyarıları yalanladı.
34-35. Biz de üzerlerine öldürücü bir azap kasırgası saldık; ancak Lût’u ve taraftarlarını katımızdan bir lütuf olarak seher vakti kurtardık; işte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz.
36. Aslında Lût, Bizim şiddetli azabımıza karşı onları uyarmıştı; fakat onlar, uyarıları hep şüpheyle karşıladılar.
37. Onun konuklarından murad almaya kalkıştılar; Biz de onları gerçeği görme yeteneğinden mahrum bıraktık, “Uyarılarımı gözardı etmenin cezası olan azabımı tadın bakalım!”
38. Nitekim sabahın erken vaktinde, kararlaştırılmış olan azab onları yakaladı.
39. “Uyarılarımı dikkate almamanın cezası olarak azabımı tadın bakalım!”
40. Andolsun Biz, Kuran’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık; öğüt almak isteyen yok mu?
41-42. Firavun halkına da uyarılar gelmişti; fakat onlar, ayetlerimizin hepsini yalanladılar; Biz de kendilerini üstün kudret sahibine yaraşır bir şekilde cezalandırdık.
43. Sizin inkârcılarınız onlardan daha mı iyidirler; yoksa kadim kitaplarda sizin için bir dokunulmazlık sözü mü var?
44. Yoksa onlar, “Biz yek vücut olmuş yenilmez bir topluluğuz, üstünlük bizim hakkımız” mı diyorlar?
45. Ama o topluluk, yakında bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar!
46. Aslında son saat, onların kaderleriyle buluşmaları için belirlenmiş zamandır; o son saatin azabı daha kötü ve daha acı olacaktır!
47. Çünkü günaha gömülmüş olanlar, sapıklık ve ahmaklık içindedirler.
48. Yüzükoyun ateşe sürüldükleri gün onlara, “Cehennem azabını tadın bakalım!” denir.
49. Doğrusu Biz, her şeyi belli bir ölçüye göre yarattık.
50. Bizim emrimiz, göz kırpması kadar kısa bir sürede yerine gelir.
51. Andolsun Biz, geçmişte sizin gibi nicelerini yok ettik; ibret alan yok mu?
52-53. Onların yaptıkları her şey, büyük küçük hepsi, kadim belgelerde satır satır kayıtlıdır.
54. Allah’a karşı sorumlu ve saygılı davrananlar, cennetlerde ve ırmak kenarlarındadırlar.
55. Doğruluk meclisinde yerlerini alırlar ve her şeye kâdir olan Hükümdar’ın katında ağırlanırlar.
Kamer suresi, birbirini izleyen bölümlerden oluşur. Surenin giriş kısmında, son saatin yaklaştığı belirtilir ve o ânın dehşeti bir tabiat olayına değinilerek dile getirilir. Amaç, muhatabı iman ile ikna edip doğruya ulaştırmak ve huzura kavuşturmaktır.
1’inci ayette, son saatin çok yaklaştığı ve ayın yarıldığı haber verilmektedir. Bu ayetin iniş sebebi, Mekke müşriklerinin, Hz. Peygamber’den kendilerine bir mucize göstermesini istemeleridir. Rivayete göre, Müşrikler Hz. Peygamber’den bir mucize göstermesini istemişler, o da parmağı ile aya işaret etmiş, ay ikiye yarılıp sonra tekrar birleşmiştir. İşte ayette, bu olay dile getirilmektedir.
Bu ayetin sonunda yer alan ve Hz. Peygamber’le birlikte yaşayan insanların görebildiği mucizelerden biri sayılan “ayın yarılması” olayının, “anlamı” ve “zamanı” konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşleri şöylece özetlemek mümkündür.
Müfessirlerin çoğuna göre bu ayet, Hz. Peygamber’le aynı çağda yaşayan insanların çoğu tarafından gözlendiği ve bazı sahabiler tarafından da anlatıldığı gibi “bir gece ayın iki parçaya bölünmesi” olayını dile getirmektedir. Bu görüşü savunanlara göre, ay, gerçekten ikiye yarılmıştır. Olay, hicretten beş yıl önce Mekke’de vuku bulmuştur. Ayet, bu mucizeyi haber vermektedir.
Bir kısım müfessire göre de, “ayın yarılması” olayı, “ay tutulmasından” ibarettir. Nitekim Abdullah İbn Abbas, Hz. Peygamber devrinde ay tutulması olduğunu, bazı insanların “aya büyü yapıldı dediklerini, bunun üzerine Kamer suresinin ilk iki ayetinin indiğini” söylemiştir.
Olaya Kuran dilinin incelikleri açısından yaklaşan müfessirler ise, “Ay yarıldı.” cümlesini, “Ay kıyamet günü yarılacak” şeklinde manalandırmışlardır. Çünkü Kuran’da geçmiş zaman kipi, geleceği göstermek için de kullanılmakta; Kıyametin kopuşunu tasvir eden surelerin bir kısmı, geçmiş zaman sigasını içeren ayetlerle başlamaktadır. Bunun için ayet, “Ay yarılacak.” anlamına gelir ve kıyametten önce gerçekleşecek olan kozmolojik bir değişikliğe işaret eder.
Hadis kitaplarında, ayın ikiye yarılmasıyla ilgili rivayetler yer almaktadır. Ancak gerek bu haberlerin ravileri olarak gösterilen sahabilerin, olayın vukuu sırasında küçük yaşta olmaları; gerekse bazı rivayetlerin isnad açısından tartışılması, bu hadisenin geçmişte kesinlikle vuku bulduğunu söylemeye imkân vermemektedir.
Bundan daha önemlisi, ayın yarılmış olduğunu dile getiren rivayetlerin, müşriklerin mucize talepleriyle ilgili ayetlerle örtüşmemesi, aksine çelişmesidir. Çünkü Kuran’da, daha önceki peygamberlere verilen hissi mucizelerin yalanlandığına dikkat çekilerek müşriklerce istenen mucize taleplerine cevap verilmediği bildirilir. Demek ki Peygamber(as)’in görevi mucize göstermek değil, kendisine vahyedilenleri insanlara duyurmaktır. Zaten o, ne kadar mucize getirirse getirsin, inkârcılar hakkı kabul etmeye istekli olmadıkça inanmayacaklardır.
Aslında Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi, Kuran’dır. Bu yüzden müşrikler, “kalıcı büyü” deyimini Kuran için kullanıyorlar ve ona bilinçli bir biçimde “Bu öğretilegelen bir sihirdir.” diyorlardı.
Sonuç olarak, ayın yarılması veya gelecekte yarılacağı, Kuran’da “Ay yarıldı.” biçiminde ifade edilmiştir. Bu, olayın muhkem yanıdır. Ayetin tefsiriyle ilgili rivayetler, ayın yarılması olayının, geçmişte olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, olayın yorum boyutuyla ilgili farklı görüşlerin varlığını ve büyük ölçüde de haklılığını kabul etmek gerekecektir. Çünkü ayet, Hz. Peygamber’in anılan mucizesine işaret etmekten ziyade kıyametin kesin ve yakın olduğuna da dikkat çekmektedir. Bu yüzden, kıyamet arefesinde gerçekleşecek olan ayın yarılması olayı, ayette “Ay yarıldı.” şeklinde âdeta vuku bulmuş gibi mâzi kipiyle ifade edilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber, şahadet parmağı ile orta parmağını işaret ederek: “Benim (peygamber) gönderilmem ile kıyamet, şu ikisi gibi (birbirine) çok yakındır.” buyurmuştur.
2’nci ayette, hakikati inkâr edenlerin, hiçbir delile itibar etmedikleri; gerçeği gösteren ayetleri, süregelen bir göz yanılması olarak niteledikleri haber verilir.
Ayetin sonunda yer alan “sihru’n-müstemir” terkibi, “sürekli ve sağlam sihir” anlamına gelir. Müşrikler, bu sözleriyle Kuran’ı kastetmiş olabilirler. Ancak, ayın yarılmış olduğunu kabul eden müfessirlere göre bu ayet, Hz. Peygamber devrinde böyle olağan üstü bir şeyin gerçekleştiğini gösterir. Zira müşrikler, ayın yarıldığını görmüşler, fakat onlar bu olayın, hep süre gelen bir göz yanılması olduğunu söylemişlerdir.
Bu yorum, ilk bakışta isabetli gibi görünse de öyle değildir. Çünkü ayet, yarılan ayın müşrikler tarafından görülmesini değil, aksine onların inkârdaki ısrar ve kararlılıklarını dile getirir. Hem, inanmamaya bu kadar kararlı olan insanlara, mucize göstermenin ne yararı olur? Üstelik Kuran, inkârda böylesine kararlı ve ısrarlı olan kimselere, mucize göstermenin hiçbir yarar sağlamayacağını açıkça belirtir.
Demek ki hakikati inkâr edenler, ayetlerden yüz çevirdikleri için olaylardan ibret almazlar, akıbetlerini düşünmezler ve başlarına bir felâket gelmeden akıllanmazlar.
3’üncü ayette, inkârcıların, arzu ve heveslerine uydukları için, Hz. Peygamber den duydukları gerçekleri yalanladıkları; ama haber verilen her şeyin sonunda gerçekleşeceği bildirilir.
Buradaki “kulli emrin mustekır” terkibi, “her iş vakti gelince gerçekleşir” veya “takdir olunan her şey yerini bulur” anlamında bir uyarı cümlesidir.
Ayet, inkârcılar hakkı yalanlasalar da gerçeğin değişmeyeceği, her işin, Allah’ın ilim ve takdirine göre yürüyeceği, yapılan işlerin gerçek değerinin zamanı gelince ortaya çıkacağı ve hakikatin istikrar bulacağı mesajını verir.
4’üncü ayette, inkârcılara, küstahlıklarını önleyecek bir çok haberin geldiği belirtilir. Ayetteki “Müzdecer” kelimesi, “insanı inkârdan ve küstahlıktan vazgeçmeye sevk eden sakındırıcı” anlamına gelir.
İnkârcılara, içinde uyarıcı ve sakındırıcı etkenler bulunan önemli haberler gelmiştir. Bunlar, ölümden sonra hayatın devam edeceği, kişinin bu dünyada yaptığı işlerinin, öteki dünyada mutlaka bir sonucunun olacağı ve geçmiş toplumların durumlarıyla ilgili haberler olabileceği gibi insana sakınması gereken şeyleri bildiren gerçeklerde olabilir.
5’inci ayette, Kuran’ın, insanları doğruya ulaştıracak öğütleri ve kuşatıcı hikmetleri içerdiği; ancak bunların inkârcılara bir yarar sağlamadığı bildirilir.
Bu ayetteki “hikmetun-baliğatun” terkibi, “gerek kuvvet gerekse gayeye isabet etmek açısından en yüksek dereceye ulaşmış olan söz veya iş” anlamına gelmektedir.
Hakikat diliyle konuşan Kuran, insanları başta şirk olmak üzere bütün kötülüklerden uzaklaştırmayı hedefler. Onun dile getirdiği her hakikat, eşyanın doğası ve insanın fıtratıyla uyum içindedir. O, yanlış düşünceleri ikna edici bir yöntemle düzeltir, taşkın tutkuları da etkileyici üslubu ile mutedil hâle getirir. Bu yüzden gerçeği açıklamak ve ispatlamak için ondan başka kesin delil aramaya gerek yoktur. Ne var ki Kuran, uyarılara aldırmayan ve onlardan öğüt almayanlara bir yarar sağlamaz. Onun rehberliğinden, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar yararlanabilirler.
6’ncı ayette, inanmış insanların, inkârcılar gibi sorumsuzca davranmamaları, aksine hesap günü için hazırlıklı olmaları gerektiği belirtilir. Buradaki “Onlardan uzak dur.” emri, Hz. Peygamberi ve diğer inanmış insanları teselli etmek için kullanılmış bir üsluptur. Bu yüzden anılan ibare, “Sen görevini tamamen bırak ve inkârcıları uyarmaktan vazgeç.” anlamına gelmez. Aksine, “Sen onların yaptıklarına aldırmadan uyarılarına devam et, Kıyamet davetçisinin çağıracağı güne hazırlıklı ol.” anlamına gelir.
Ayetin sonunda yer alan “nukur”, “tanınmayan ve benzeri bilinmeyen şey” demektir. O günkü çağırıcı, İsrâfil; çağırdığı benzeri görülmemiş müthiş şey de, hesap veya haşr için neşir olmalıdır.
7-8’inci ayetlerde, ölüme inkâr günahı ile yakalananların, ahiretteki şaşkın ve perişan durumlarından bir kesit sunulur. Çağrı sesinin, insanı aklın tasavvur edemeyeceği benzeri görülmemiş bir şeye çağırdığı gün, insanlar gözlerini korku bürümüş bir halde, rüzgarın dağıtıp savurduğu çekirgeler gibi mezarlarından çıkarlar. Bu, Yüce Divana gitme çağrısıdır. Bu çağrıya bütün canlar, uyar; dirilip kabirlerden çıkarlar. Kalkarlar, dehşet içinde kalırlar, korkudan bitkin bir vaziyette çağırana doğru koşarlar. Gerçeği gören inkârcılar ise, “Bu ne zor, ne felâket bir gün!” diye haykırırlar. Allah yargısız infaz yapmayacağı için, insanlara verilecek ceza ve ecir, hesap gününde karara bağlanır.
Ahiret gerçeğini yalanlayanlara, orada karşılaşacakları şeyleri tanımlamaktan maksat, onları uyarmak ve içine düştükleri yanlıştan kurtarmaktır. Bunun için Kuran, dünyada yapılan işlerin karşılığının, ahirette mutlaka görüleceğini vurgulayarak insanı etkilemeye, onu yeryüzünde doğru tercih ve davranışa yöneltmeye çalışır. Bu, hem Allah’ın adaletinin bir gereği hem de insanın denenmesinin zorunlu sonucudur.
Kuran’da helâk olmuş toplumlardan ve onların yok oluşunu hazırlayan faktörlerden söz edilir. Bu faktörler, çoğunlukla “tekzib”, “kufr” “israf”, “fesad”, “zenb” ve “fısk” gibi terimlerle isimlendirilir. İşte 9-16’ncı ayetlerde, peygamberlerini yalanladıkları için, Nuh kavminin helâk edildikleri haber verilir. Allah’ın ayetlerini ve bu ayetleri insanlara duyurmakla görevlendirilmiş peygamberleri yalanlamaya “tekzib” denir. Tekzib, hem haksızlık hem de ahlâksızlıktır. Çünkü risaletin mesajı haktır; hakkı yalanlamak ise, ahlâksızca bir davranıştır.
Ayetlerde belirtildiği gibi Hz. Nuh, kavmi tarafından yalanlanmış ve “deli” olarak nitelendirilmiştir. Onun kavmi, Mekke müşriklerinin yaptıkları gibi peygamberin Allah’tan getirdiği dine inanmamışlardı. Hatta bununla da yetinmeyip Hz. Nuh’u tebliğinden alıkoymak için ona eziyet etmişler, bu işten vazgeçmemesi halinde taşlanacağı tehdidinde bulunmuşlardı.
Bunun üzerine Nûh, Rabbine: “Doğrusu ben yenik düştüm; bana yardım et.” diye yalvarır. Rabbi onun duasını kabul eder. Gökten şiddetli yağmur yağar, yerden sular fışkırır. Sular, belirlenmiş bir işi gerçekleştirmek, yani Nuh’un kavmini tufan ile helâk etmek üzere her yeri kaplar. Allah Hz. Nuh’u, ağaçtan yapılmış olan ve kendi koruması altında akıp giden bir gemiyle taşıyıp kurtarır. Allah’ın bu lutfu, kavmi tarafından nankörce reddedilen Nuh için, bir ödül olur. Bütün bunlar, tefekküre konu olsun ve kendilerinden öğüt alınıp doğru sonuçlar çıkarılsın diye insanlara anlatılır. Çünkü Allah’ın uyarılarını ve azabını dikkate almamanın cezası çok ağırdır.
Ayetler, Allah’ın, insanı bilinçli çabaları sayesinde hayatının imkânlarını zenginleştirme gücüyle ve beynini buluş yeteneğiyle donatmış olduğuna işaret eder. Öyleyse insan gerçekleri görüp düşünmeli; dâima hayırlı ve verimli şeyler üretmelidir. Bu da, insanın Kuran’ı kendine rehber edinmesiyle mümkündür.
17’nci ayette, Kuran’ın dile kolay gelen, akılda kolay tutulan ve hayatta kolay uygulanan bir kitap olduğu; bu yüzden ondan ders alınması gerektiği bildirilir.
Kuran’ın kolaylaştırıldığını dile getiren bu ayet, surede tam dört kez tekrarlanır. Aynı sözlerle ifadeye konulan bu gerçek, kolay okunamaz, anlaşılamaz veya hayatta uygulanamaz diyerek Kuran’ı insanların elinden almaya çalışan yanlış anlayışlara verilen ilahî bir cevap niteliğindedir. Kuran, herkesin okuyabileceği, nasibi ölçüsünde anlayabileceği ve uygulayabileceği bir kitaptır. Bu yüzden onu okuyup anlamak, akıl ve irade sahibi her insanın hem hakkı hem de vazifesidir. Ne var ki insanların Kuran’dan kopukluğu asırlara uzanıyor; ona duyulan ilgi de, şekline gösterilen ta’zimden öteye geçmiyor. Halbuki Kuran, insanın ondan edindiği bilgiyi her an kullanacak şekilde zihninde hazır tutması için kolaylaştırılmıştır. Kuran’ın bir adı da “zikir” dir. Bu isim, ondaki bilgilerin, her an kullanılacak şekilde zihinde hazır tutulması gereken bilgiler olduğu mesajını verir. Şu halde, kişinin kalbini tatmin edip imanını taklitten kurtarmasının tek yolu, Kuran’ı anlayarak okumak ve inanarak uygulamaktır.
Kuran’ın insanlara kolaylaştırıldığını dile getiren bu ayetle, Hz. Nuh kıssasından sunulan kesit son bulur. Nuh(as)’un yaşadığı ve tufanın gerçekleştiği bölgeyi kesin olarak tespit etmek mümkün değildir. Ancak Kuran’da Nuh’un gemisinin, Cûdî’ye oturduğu bildirilir.
18-21’inci ayetlerde de, Hz. Hûd’u yalanlayan Âd kavminin, şiddetli bir kasırga ile helâk edildikleri haber verilir. Ayetlerde belirtildiği gibi, Allah’ın uyarılarını gözardı eden Âd kavminin üstüne amansız bir günde şiddetli bir kasırga gönderilir. Bu kasırga onları, sökülmüş hurma kütükleri gibi savurup yere serer. Onlar, tam yedi gece sekiz gün kesintisiz olarak devam eden şiddetli bir kum fırtınasıyla helâk edilirler.
Kuran’da pek çok eski kavmin yok oluş kıssasına ve azap ile yok etmenin çeşitli örneklerine yer verilir. Mahiyetleri tam olarak bilinmese de bu olayların, insanların toptan ölümüne yol açan âfetler şeklinde cereyan ettiği söylenebilir.
22’nci ayette, Kuran’ın, öğüt alınsın diye kolaylaştırıldığı tekrar vurgulanır. Anlatılan kıssalarla, insanların öğüt ve ibret almalarının amaçlandığına dikkat çekilir.
23-32’nci ayetlerde, Hz. Salih’i yalanlayan ve sınama olsun diye kendilerine gönderilen dişi deveyi boğazlayan Semud kavminin kıssasından bir kesit sunulur.
Bu kavim de, kendilerinden önceki inkârcı toplumlar gibi Allah’ın uyarılarını yalanlamıştı. Onlar, kendi içlerinden çıkan bir faniye uymanın, hata ve ahmaklık anlamına geleceğini iddia etmişler; Hz. Salih’in, küstah ve yalancı biri olduğunu söylemişlerdi. Allah, onları sınamak için bir dişi deve göndermiş, Hz. Salih’e de sabırlı olmasını tavsiye etmişti.
Kuyu suları, Semud kavminin sürüleri ile dişi deve arasında eşit biçimde paylaştırılmıştı. Bu taksime göre bir gün deve su içer, bir günde onlar hayvanlarını sularlardı. Fakat onlar, bu nöbetin getirdiği sınırlama ve sorumluluğa dayanamayıp en yakın adamlarını çağırmışlar; o da gelir gelmez alacağını; yani silahını veya cinayeti işlemesi karşılığında alacağı ücreti almış ve hayvanı vahşice boğazlamıştı.
Bu olayın ardından Hz. Salih onlara: Artık yurdunuzda yaşayacağınız üç gününüz kaldı; bu söylediğim yalanlanamayacak kesin bir yargıdır.” dedi. Nihayet dördüncü günün sabahında Allah, onları korkunç bir sesle helâk etti. Onlar, korkunç titreşimli bir sesle, kendi evlerinde cansız olarak yere yığılıp kaldılar ve çerçöp yığınına dönüverdiler. İşte öğüt alınsın diye bu olaylar Kuran’da anlatılmış, Kuran’da insan aklında kolay tutulur kılınmıştır.
Semud kavminin peygamberlerine ilişkin sözleri, iman özgürlüğüne ve İslam şuuruna erememiş kişilerin ruh halini yansıtmaktadır. Çünkü kendi kuruntularına saplanıp hakikate düşman olan kimseler, içine düştükleri kötü durumun nedenini, kendi yanlışlarında değil de hakka uyanlarda ararlar. Onlar, inanmış insanları ahmaklıkla, istismarcılıkla ve gericilikle suçlayıp dini yalanlamaya veya karalamaya çalışırlar. Oysa hiçbir kimse, kendisi iyi olmadıkça ve iyiyi örnek almadıkça, başkalarını kötülemekle diğerlerinden daha iyi olamaz.
33-39’uncu ayetlerde ise, Lût kavminin kıssasından bir kesit sunulur. Onlar da, Allah’ın bütün uyarılarını yalanlamışlardı. Allah, onların üzerine öldürücü bir kasırga salmış, yurtlarını altüst etmiş, üzerlerine taş yağdırmış; ancak Lût ailesini ve iman edenleri, şafak vakti kurtarmıştır. Bu, şükredenlere Allah’ın bir mükâfatıdır. Çünkü Allah, günahkârları uyardıktan sonra cezalandırır. Nitekim Hz.Lût, kavmini uyarmış, ama onlar bu uyarıya hep şüpheyle bakmışlardı. Hatta ondan, ahlâksızca harekette bulunmak için misafirlerini kendilerine teslim etmesini istemişlerdi. Bu kötülükleri sebebiyle Allah onları bütün ahlâkî (moral) değerlerden yoksun bırakmış; dünya ve ahirette acı bir azabı tatmaya mahkum etmiştir. Zira uyarıları gözardı eden Lût kavmi de, sabahın erken vaktinde bertaraf edilemez bir azap ile cezalandırılmışlardır.
40’ıncı ayette, Kuran’ın anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırıldığı, bir kez daha vurgulanır. Bu tekrarlardan maksat, muhatabı düşünmeye çağırmak ve gafletten uyandırmaktır.
41-42’nci ayetlerde, Allah’ın, Hz.Musa’yı yalanlayan Firavun’u ve yandaşlarını cezalandırdığı; yani onların denizde boğuldukları haber verilir. Firavun halkına da uyarılar gelmiştir. Onlar, bütün uyarıları yalanladıkları için Allah, onları aziz ve muktedir olana yakışır bir şekilde cezalandırmıştır. Bu cezalandırma, Firavun ve taraftarlarının suda boğulmaları şeklinde gerçekleşmiştir.
Buradaki “muktedir” kelimesi, “hiçbir varlığın kendisine karşı çıkamayacağı tam kudret sahibi Allah” anlamına gelir ve O’nun güzel isimlerinden biridir. Bu isim, nuzül sırası itibariyle ilk olarak bu surede geçer ve Kuran’ın tamamında üç kez kullanılır. Bunlardan birinde tek başına yer alır ve bu ayette “Allah’ın her şeye karar verip güç yetirdiği” belirtilir. Birinde “Azîz-Muktedir”, birinde de “Melik-Muktedir” şeklinde kullanılır.
Antik çağda en gelişmiş ve güçlü millet, Mısırlılardı. Bunun için Firavun ve yandaşlarının cezalandırıldıklarını haber veren ayetlerin sonunda, Allah’ın “Muktedir” ismine yer verilmiş; böylece hiçbir kuvvet ve iktidar sahibinin Allah’a karşı çıkamayacağı belirtilmiş ve O’nun her şeye yeten kudreti dile getirilmiştir.
Bu aşamada, Kuran’da zikredilen peygamber kıssalarının ahlâkî mesajına, kısaca değinmek gerekir. Kuran da yer alan kıssalar, peygamberlerin toplumlarını “Allah’a inanıp ibadet etmeleri, dürüst ve ahlâklı yaşamaları, onları ikna etmek için gösterdikleri çabaları ve yaptıkları uyarıları” içermektedir. Kuran bu kıssaları hangi çağda veya hangi toplumda olursa olsunlar, bütün insanlar için bir ibret; yaşanmıştan çıkarılmış bir ders olarak takdim eder. Demek ki kıssaların anlatılış maksadı, belli bir toplumun hayatını hikaye etmek değil, ahlâksızca hayat sürmüş toplumların ortak kaderini ve acı sonlarını hatırlatarak insanlara öğüt vermektir. Bunun için Kuran’daki peygamber kıssaları, bir hayat hikayesi olmaktan çok, yaşanan hayatın kendisidir. Zira, insanların büyüklük duygusuna kapılıp günahkârca bir hayat sürmeleri, geçmişte kalmış bir olay değildir; aksine bu durum, her an karşılaşılan bir gerçektir. İşte Kuran, bu hayat gerçeğini insanların zihninde sürekli canlı tutmak için, güç ve iktidarını putlaştıran ahlâksız ve adaletsiz davrananların “İlâhî irade” tarafından cezalandırılışını, insanlık tarihinin ibret verici olayları arasında zikreder. Çünkü güç ve iktidar sahibi olanlarla peygamberler arasındaki mücadelenin temel sebebi, zalim kişi ve kadroların, hayatı İslam’a teslim etmek istemeyişleridir.
43-46’ncı ayetlerde, inkâra şartlanmış olanların, kendilerini haklı ve güçlü gösteren bir kuruntu içinde oldukları; onların bu dünyada sosyal, siyasal, ekonomik ve moral yıkıntıya uğrayacakları haber verilir.
Mekke’nin katı putperest bir topluma merkezlik ettiği, şirk düzeninin en güçlü ve acımasız olduğu bir dönemde inen bu ayetler, “mevcut şartlara rağmen”, müşriklerin yakın gelecekte mutlak bir bozguna uğrayıp yıkımı yaşayacaklarını ilan ediyordu. O dönemin şartları içinde bu imkansız gibiydi. Nitekim, Hz. Ömer: “Ben, «Yoksa onlar: “Biz yenilmez bir topluluğuz, üstünlük bizim hakkımız.” mı diyorlar? Onlar yenilecekler ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.» anlamındaki ayetler inince, “Bozulacak toplum acaba hangi toplumdur?” diye (kendi kendime) sormuştum. Ama Bedir savaşında, Hz. Peygamber’in Zırhını kuşanıp bu ayetleri okuyarak bulunduğu yerden dışarı çıktığını gördüğüm zaman, ayetlerin mesajını daha iyi anladım.” demiştir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre, Hz. Peygamber Bedir günü kendisi için kurulan çadırda: “Allahım, bize verdiğin söze güvenerek sana yalvarıyorum, bize yardım et. Eğer sen Müslümanların bozulmasını dilersen bu günden sonra yeryüzünde (sana) ibadet eden (kimse) kalmaz.” diyerek Rabbine yalvarmış; daha sonra zırhını kuşanıp «Yoksa onlar, “Biz yenilmez bir topluluğuz, üstünlük bizim hakkımız.” mı diyorlar? Onlar yenilecekler ve arkalarını dönüp kaçacaklardır. Evet, son saat, onların kaderleriyle buluşacakları andır; son saat onlar için en korkunç ve en acı an olacaktır.» anlamındaki ayetleri okuyarak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Bedir savaşı, Mekke’nin putperest sistemi için, kaçınılmaz sonun başlangıcı olmuştur. Çünkü Bedir savaşından yaklaşık yedi sene sonra Mekke fethedilmiş ve Kâbe putlardan arındırılmıştır. O gün bu gündür, Müslümanlar sarsılmaz sanılan nice sistemlerin yıkılışını, sayısız misalleri ile görüp yaşadılar. Zira, aralarında “niyet ve eylem” birliği olan zulüm sistemlerinin, akıbetlerinin de aynı olması tabii dir.
Bu ayetler, inkârcı zihniyetin gerisindeki mantığı açıklamaktadır. Hakikati inkâra şartlanmış olanlar, kendi görüşlerinin haklılığını, genelde güçlü bir kitle olmalarına bağlarlar. Halbuki tek başına güç, haklılığın ölçüsü olamaz. Bu yüzden Allah’ın insan için öngördüğü yüceliklere erişmek, sadece güçlü olmakla değil, ayrıca inanıp doğru işler yapmakla ve o gücü iyi kullanmakla mümkündür.
Hakka inanmak ve haklı olmak en büyük güçtür. Öyleyse insanlar karşılaştıkları kötü şartlara bakıp da mevcut durumun değiştirilemeyeceği yanılgısına düşmemelidirler. Çünkü sonlu dünyada sonsuzluk aramak bir çelişkidir. Ayrıca hiçbir fâni için, böylesi bir sonsuzluk mümkün de değildir.
47-48’inci ayetlerde, ölüme inkâr günahı ile yakalananların, dünyada helâk ile cezalandırıldıkları gibi, ahirette de ateşe atılacakları belirtilir. Sapıklık ve çılgınlık içinde ömür tüketen suçlulara o gün, “Cehennem azabını tadın” denir.
Bu ayetlerin sonunda yer alan “sekar” kelimesi, “insanı yakıp kavuran cehennem ateşi” anlamına gelir. Sekar, “insana doymayan, önüne gelen her şeyi yakan, geriye hiçbir şey bırakmayan, insanın derisini kavuran ve ondokuz muhafızı bulunan bir cehennemdir.”
49-50’nci ayetlerde, Allah’ın her şeyi belirli bir ölçüye göre yarattığı; O’nun emrinin göz kırpması kadar kısa bir sürede yerine geleceği bildirilir.
Burada yer alan “kader” kelimesi, sözlükte “ölçü, düzen, kaza, hüküm, güç, kuvvet, tayin ve ahenk” gibi anlamlara gelen k d r kökünün türemiş şeklidir.
“Kader” kelimesi, Kuran’da “ölçü, ölçme”; “kudret, güç yetirme”;”takdir, tayin, hacim”; “rızkı daraltma, gerekli ve sınırlı ölçüde verme” ve “Allah’ın önceden irade ettiği küllî hüküm” manalarında kullanılır.
Ayetlerde geçen “kader” kelimesinin mihverini, “her şeyi bir ölçü dahilinde takdir, tayin ve tanzim etmek” oluşturmaktadır. Söz konusu ayetlerden hiçbiri, insanın sorumlu olduğu fiillerinin, ortaya çıkmadan önce alın yazısı şeklinde takdir edildiği anlamını taşımamaktadır. Şu halde kader, “kâinatın ve hayatın, Allah tarafından düzene konulması” dır. Bu anlamda kader, Kuran’da yer almaktadır ve ona inanılması şarttır.
Kader konusunda yapılan tartışmalar, Allah’ın kâinatı belirli bir düzen dahilinde yaratmasında değil, kendi iradesiyle işlediği fiillerden sorumlu olan insanın, bu yaptıklarının Allah tarafından ezelde değişmez bir biçimde tespit edilip edilmediği noktasında yoğunlaşmaktadır. Şayet kader, Allah’ın kâinattaki ve hayattaki ilâhî programı olarak anlaşılsaydı, bu konuda hiçbir tartışma yaşanmazdı. Fakat, ilâhî iradenin kâinat ve hayatla ilgili düzenlemesi, insanın iradeli fiillerine de teşmil edilip kadere, “insanların iradesiyle yaptıkları işlerin ezelde Allah tarafından tayin edildiği” anlamı yüklendiği için, konuyla ilgili tartışmalar ortaya çıkmıştır.
Halbuki kader konusunda, insan iradesini ilgilendiren nokta ile tabiî ve kevnî hadiseleri ilgilendiren ciheti birbirine karıştırmamak gerekir. Önceden tespit, insan iradesinin ve sorumluluğunun dışındaki alanlarda olabilir. İnsan iradesine bırakılan alanlarda ise, kaderi insanın davranışları belirlemektedir.
Kuran’a göre insan, sorumlu bir varlıktır. Onun, sorumluluğu oranında hürriyeti vardır. Sınırları Allah tarafından çizilmiş alanda insan, kendi kaderini kendi belirleyebilir. İnsan özgür olduğu için Allah ona teklifte bulunmuş; gönderdiği kitap ve peygamberlerle insana yardımcı olmuştur. Öyleyse insanın kaderi bir bakıma, iyiliği ve kötülüğü yapabilecek şekilde yaratılmış olmasıdır. Zira “kader” kelimesi genellikle insanın sorumlu olmadığı alanları ifade etmektedir. İnsanın sorumlu olduğu fiillerinde ise, fert en az iki seçenekten birini tercih edebilecek şekilde hür bırakılmıştır.
Buna rağmen, Kuran’daki bazı ayetlere dayanarak, insan iradesinde cebrin olduğunu savunanlar olmuştur. Oysa Kuran’ın bir konudaki görüşünü ortaya koymak için, o konu ile ilgili ayetlerin tümünü dikkate almak gerekir. Kuran’da “Allah’ın dilemesinden” söz eden bir çok ayetin yanısıra, “insanın dilemesinden” bahseden ayetler de vardır. Ayrıca Kuran, Allah’ın dilemesine cebri anlam yükleyen Müşriklerin gerekçelerini reddetmektedir.
Allah dilediğini yapar, ama O, rastgele iş yapmaz. Kendi hikmeti, adaleti ve merhameti gereği koyduğu kanunları da ihlâl etmez. İnsan cinsi için Allah’ın yasası, ezelde çizdiği sınırlar içersinde ferdin hür olmasıdır. O, insanın iradeli bir varlık olmasını dilemiş ve ona irade özgürlüğü vermiştir. Bu yüzden insan için yalnız Allah’ın çizdiği kaderden değil, insanın kendi iradesiyle çizdiği kaderden de bahsetmek mümkündür. Ancak insanlar tarafından çizilen kaderlerin, çeşitli sebeplerden dolayı Allah’a yüklenmesi, “kader” kelimesinin keyfi biçimde yorumlanması anlamına gelir.
Halbuki hiçbir insanın, keyfi olarak Kuran’ın bir ayetini, diğer bir ayetine karşı olacak şekilde anlama ve yorumlama hakkı yoktur. Kaldı ki Kuran, her türlü çelişki ve tutarsızlıktan uzak bir kitaptır.
Probleme makul ve meşru bir izah tarzının bulunabilmesi, büyük ölçüde hareket noktasının doğru belirlenmiş olmasına bağlıdır. Kader meselesi, insanın insan olmasından kaynaklanan bir sorun olduğuna göre, konuya insanın iradesi ve sorumluluğu açısından bakılmalıdır. Allah tarafından yaratılan insan, O’nun çizdiği sınırlar dahilinde serbestçe hareket etmektedir. Bu durumda kader, bir şeyin kendi içinde var olan güç, onun yaratılışının derinliklerinde saklı bulunan ve gerçekleştirilebilecek olan kanunlardır. Allah, insana bir güç vermiştir. Bu gücün iyi yada kötü yönde kullanılması, insanın elindedir. İyiliğin veya kötülüğün yapılabilme imkânı ise, kaderdir. Çünkü iyinin ve kötünün reel varlıkları değil, kanunları Allah tarafından konulmuştur. Bunun için iyilik ve kötülük, insanın hür iradesi ile işlediği fiiller neticesinde ortaya çıkmaktadır. İnsanın kaderi de, onun bu kabiliyette yaratılmış olmasıdır.
İnsanın yaratılış gayesi Allah tarafından tespit edilmiştir; ama bu hedefin gerçekleştirilmesini Allah insana bırakmıştır. Aslında yaratılan her varlığın kendine özgü bir kaderi vardır. İnsanın kaderi, kendisine akıl ve irade verilmiş, iyilik ve kötülük işleyecek tarzda yaratılmış olmasıdır. İnsan, aklı, iradesi ve tecrübesiyle yaratılış gayesini gerçekleştirebilecek imkâna sahiptir. Çünkü o, Allah’ın tekvini (ontolojik) kanunlarına uymak zorunda olsa da, O’nun teklifi (ahlâkî) buyruklarına uyup uymamakla seçim yapabilme imkânına sahip bulunmaktadır.
Demek ki insan için, ontolojik kaderin içinde Allah’ın koyduğu ahlâk kurallarına bağlı kesinleşmemiş ikinci bir kader daha vardır. Burada ilâhî irade, kendisinin, insanın iradesi yönünde tecelli etmesini dilemiştir. Bu duruma, Kuran’dan şöyle bir misal verilebilir. Allah’ın koymuş olduğu Ahlâk kuralı gereği, peygamberlerini yalanlayan toplumlar azabı hak ederler. Nitekim Hz. Yûnus’un kavmi de peygamberlerini yalanladıkları için azabı hak etmişler; fakat azap henüz inmeden önce hatalarından dönüp tevbe edince Allah kendilerinden azabı kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştır. Eğer onlar inanmasalardı ve hatalarını terketmeselerdi, kesinleşmiş ahlâkî kader gereği yok olacaklardı. Ancak onlar, Allah’a karşı ahlâkî tavırlarını değiştirince Allah da ahlâkî kaderi gereği, onlardan azabı kaldırmıştır.
Görüldüğü gibi, bir bütün varlık için kesinleşmiş tekvini (ontolojik) kader vardır; bir de yine Allah’ın dilemesiyle insan iradesine bağlı belirlenmemiş kader vardır. Söz gelimi, insanın ölümlü bir varlık olarak yaratılması “tekvînî (ontolojik)”; mümin veya kâfir olarak ölmesi ise, “ahlâkî” kaderdir. Ahlâkî kaderin nasıl tecelli edeceği; insanın kendi iradesiyle yaptığı tercihin yönüne bağlıdır.
Burada bir gerçeğe işaret etmek gerekir. Kuran’da zikredilen “kader” ve “takdir” kelimeleri, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan çeşitli fikir akımlarının yorumladıkları “kader” le aynı anlama gelmemektedir. Çünkü anılan akımlar, yorumlarını, ayetlerden ziyade rivayetlere dayandırmışlardır. Söz gelimi, bir rivayete göre bu ayetler, Hz. Peygamber’le kader konusunda tartışan Müşrikler hakkında inmiştir. Bir başka rivayete göre de Hz. Peygamber, bu ayetlerin ahir zamanda Allah’ın kaderini yalanlayacak olan bir topluluk hakkında indiğini söylemiştir.
Ancak bu rivayetler, Kuran’ın ruhuna ve nüzul sürecine uymamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber zamanında Müslümanlar arasında kader tartışması bir sorun haline gelmiş değildi. Müşrikler de Hz. Peygamberle kader konusunda değil, daha çok Allah’ın birliği ve ahiret gerçeği gibi konular üzerinde tartışırlardı. “Kaderi inkâr edenlerin, bu ümmetin mecusileri olduklarını” dile getiren rivayette ise, mezhep taassubunun ve tartışmalarının etkisi sezilmektedir. Bu yüzden İbn Kesir, belirtilen manada sahih bir hadisi, “altı kitap”tan hiçbirinin rivayet etmediğini kaydetmiştir.
Sonuç olarak, kader vardır. Bu da Allah’ın ezeli bilgisi, O’nun kâinata ve hayata koyduğu ölçü ve düzen anlamına gelmektedir. Bu açıdan bakılınca hiç kuşkusuz kader, insana da uzanır. Fakat o, insanın iradesiyle işlediği ve sorumlu olduğu fiillerinin, ortaya çıkmadan önce tayin ve tespit edildiği anlamına gelmemektedir. Çünkü Kuran, insanın iradeli bir varlık olduğunu ifade etmekte ve ona tam bir sorumluluk yüklemektedir. Öyleyse Allah’ın kâinata ve hayata koyduğu ölçü ve düzen ile, insan iradesini ilgilendiren alanı, yani Allah’ın takdiri ile kulun tedbirini ve görevini birbirine karıştırmamak gerekir. Allah’ın sınırsız (küllî) iradesini dile getiren ayetler O’na râci olup insan gücünün ve iradesinin sınırlı olduğunu belirtir; insana verilen sınırlı (cüz’î) iradeden söz eden ayetler de ona râci olup kişinin neler yapabileceğini gösterir. Hz. Peygamber’in vefatından hayli sonra çıkmış olan düşünce akımlarının ortaya attığı “kader” anlayışları ve tartışmaları ise, konuyla ilgili ayetlerin asıl anlamı ve maksadı dışında kalmaktadır.
“Kader” kavramının Kuran’daki anlamını açıkladıktan sonra Müslüman kültürde “kader anlayışı”na kısaca değinmek faydalı olacaktır.
İnsanın başına gelen olayların, önceden Allah tarafından tayin edildiği inancı anlamındaki kader, tarih boyu insanlığın genel sorunu olagelmiştir. İslâm öncesi Cahiliye döneminde Araplar, bir Kuran ayetine de yansıdığı gibi, insan hayatının, özellikle de ölüm başta olmak üzere insanın başına gelen acı ve sıkıntıların dehr (zaman)ın kontrolünde olduğuna inanıyorlardı. Onlar, putların yanında Allah inancına sahip olmalarına rağmen, bu olayları Tanrı’yla ilişkilendirmemişlerdir.
Hz. Peygamber döneminde kader konusu Sahabe arasında konuşulmuş olsa da, bir sorun olarak gündeme gelmemiştir. Kader sorunu, özellikle Hz. Ömer ve Hz. Ali döneminde giderek belirginleşmiştir. Nitekim şu olay, anılan dönemde kader tartışmalarının hangi boyuta ulaştığını ortaya koymaktadır. Şam tarafını ziyarete giden Hz. Ömer, Şam’da veba salgını olduğunu haber alınca, şehre girmekten vazgeçerek buradan uzaklaşılması gerektiğini bildirmiştir. Bunun üzerine Şam tarafında ordu kumandanı olarak bulunan Ebû Ubeyde, kaderi gerekçe göstererek, Hz. Ömer’in uzaklaşma önerisini eleştirir ve ona: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorar. Onun bu sorusunu Hz. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine kaçıyorum (tedbir alıyorum).” diyerek cevaplar.
Görüldüğü gibi, Hz. Ömer’in kader anlayışı ile Ebû Ubeyde’nin kader anlayışı çok farklıdır. Ebû Ubeyde’ye göre, her şey Allah tarafından ezelde tespit edilip programlandığı için kaderden kaçmak mümkün değildir. Hz. Ömer’e göre ise, ezelde tespit edilenler imkânlar olduğu için, veba hastalığı olan yere girenin, bu hastalığa yakalanması da Allah’ın kaderi; bu hastalığın olduğu yere girmeyerek ondan kaçanın kurtulması da Allah’ın kaderidir.
İnsanların başına gelen olayların, önceden Allah tarafından tayin edildiği anlamındaki kader düşüncesi, sistematik ve siyasi olarak ilk defa Emevi iktidarı tarafından savunulmuştur. Onlar, zorla ele geçirdikleri iktidarı halk nezdinde meşrulaştırmak için bu yola başvurmuşlardır. Bu anlayış, haksızlıkların “kader” üzerinden meşrulaştırılmasına ve halkın haksızlıklara karşı başkaldırmasını önlemeye yaramıştır.
Kadercilik düşüncesini fikri düzeyde ilk kez savunanlar ise, Ca’d b.Dirhem ve öğrencisi Cehm b.Safvân’dır. Bunlar, insanın fiillerinde özgür değil, mecbur olduğunu; onun irade özgürlüğünün bulunmadığını söylemişlerdir.
Kaderci düşüncenin tam karşısında, fikri düzeyde ve siyasal kişilikleriyle Ma’bed el-Cuhenî ile Ğaylân ed-Dımeşkî yer almıştır. Emevilere karşı muhalefetin safında yer alan bu şahıslar, insanın fiillerinde özgür ve iradesiyle yaptığı işlerden sorumlu olduğunu savundular. Ama Emevi devletinin yöneticilerine muhalefet, kadere, dolayısıyla da Allah’a karşı gelmek gibi kabul edildiğinden her ikisi de zamanın iktidarı tarafından öldürüldüler. Yöneticiler de, sadece Allah’ın ezelde yazdığı yazıyı, yani Allah’ın takdirini infâz ettiklerini söylediler.
İslam kültürünün teşekkül devrinde meşruluk sıkıntısı çeken siyasi yapının, kendisini meşrulaştırmak için yaptığı yanlış ve keyfi kader yorumu, ne yazık ki daha sonraki dönemlerde de devam ederek bir teselli teolojisi halinde varlığını sürdürmüştür.
İslam tarihinde kader konusunda belli başlı üç kelam akımı ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi “Cebriye”dir. Bu akıma göre insan, rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak gibidir; onun hiçbir davranış özgürlüğü yoktur. İnsanın her türlü fiili önceden Allah tarafından belirlenmiştir.
İkincisi “Mutezile”dir. Bu akım, Allah’ın, insanın hiçbir fiilini önceden belirlemediğini; aksine insanın davranışlarında hür olduğunu ve kendi fiilini kendisinin yaptığını savunmuştur.
Üçüncüsü de “ehl-i sünnet”tir. Bu görüşe göre, insan hür bir varlıktır. İnsanın sorumlu tutulması için, bu gereklidir. Ancak insanın ne yapacağını Allah önceden bilir; bildiği içinde belirler.
Ehl-i sünnetin, itikad alanında iki önemli temsilcisi vardır. Bunlardan biri “Eş’arilik”, diğeri de “Mâturidilik”tir. Eş’arilik, kader konusunda “Cebriye”ye; Mâturidilik de, Mütezile’ye daha yakın bulunmuştur.
51’inci ayette, Allah’tan gelen mesajı gözardı eden geçmişteki suçlu toplumların yok edilişlerine dikkat çekilir; sonrakilerin bundan ders almaları gerektiği belirtilir.
Eğer insan olaylardan ibret alıp onlar üzerinde düşünürse, Allah’ın huzuruna gitmek üzere olduğunu anlar. Öyleyse insan, bu bilinçte olmalı; ölüme, bağışlanmaz bir günahla yakalanmamak için daima Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmalıdır.
52-53’üncü ayetlerde, insanların yaptıkları büyük küçük her şeyin tutanaklara geçirilip tespit edildiği haber verilir. Ayetlerin amacı, insanın iradeli ve bilinçli fiillerinin önceden değil, işlendikten sonra tespit edildiğini, bunların karşılığını mutlaka göreceğini hatırlatıp onu yaptıklarının hesabını vereceği bir güne hazırlamaktır. Demek ki insan ölmekle yok olmuyor, aksine tespit edilen iyi ve kötü fiilleri, ölümden sonraki hayatın aslını oluşturuyor.
Görüldüğü gibi bu ayetler, insanın iradeli ve bilinçli işlerinin kaydedildiği, onun kendi iradesiyle yaptığı davranışlardan hesaba çekileceği mesajını vermekte; onun iradesiyle yaptığı işlerin ezelde yazılıp tespit edildiği anlamına gelmemektedir.
Burada yer alan “zubur” kelimesi, sözlükte “birine taş atmak, demir parçası, kitap ve yazılı belge” gibi anlamlara gelen z b r kökünün türemiş şeklidir. “Zubur” sözcüğü, Kuran’da ağırlıklı olarak “İlâhî hikmet yüklü kitaplar” anlamına gelir. “Hikmetler kitabı” anlamına gelen ve bir cins ismi olan “zebur” terimi; özellikle Allah tarafından Hz. Davud’a, genellikle de bütün peygamberlere vahyedilen ilâhî kitapları belirtmek için kullanılır. Bu ayette de “geçmişte vahyedilmiş kutsal metinler” manasına gelmektedir.
İlâhî öğretiyi bilerek ve isteyerek reddeden toplumların, suçları yüzünden helâk edildiklerini dile getiren bu ayetlerde, iki gerçeğin altı çizilmektedir. Bunlardan birincisi, vahiy kaynaklı hak dinlerin aynı temel ahlâkî ilkeleri içerdikleri; ikincisi de, bir topluma iyi ile kötünün bilgisi ulaşmadan, Allah’ın o toplumu kötülükleri sebebiyle yok etmeyeceğidir.
54-55’inci ayetlerde, Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanların cennete girecekleri; her şeye kâdir olan Allah’ın katında ağırlanıp izzet ve ikram görecekleri müjdelenir.
Ayetlerin amacı, insanları bu dünyada ilâhî vahye uygun biçimde yaşamaya teşvik etmek ve onlara Allah’ın kendilerinden razı olacağı davranış normları kazandırmaktır. Öyleyse inanmış insana düşen görev, Allah’ın belirlediği ve bildirdiği temel yasalara göre yaşamaktır. Çünkü insanlar, dünyada Allah’ın gösterdiği yolda yürüdükleri ve O’nun dinine uydukları sürece mümin kalıp mutlu olurlar. Ahirette de cennetin zirvesine ve saadetlerin en yücesine ererler.
GENEL TESPİTLER
Dünya bir imtihan yeridir. Her insan bu imtihandan geçer ve sonunda yolların mezara açıldığını görür. Bunun için insan, şartlar ne olursa olsun dünyada faal olmalı ve İslami hayatı canlı tutmalıdır.
Mezar, sonsuzluk dünyasının giriş kapısıdır. O, ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur. Ahiret konaklarının ilki olan kabir, sır vermeyen kapalı bir kutudur.
Kuran’ın muhatapları, öncelikle onu anlar ve uygular duruma gelmelidir. Çünkü Kuran’ı anlamak ve içindekileri yaşamak için gereken gayreti göstermeyenler, okudukları Kuran’dan beklenen hayrı göremezler. Eğer Kuran’a bilgili ve bilinçli biçimde bakılmazsa, zamanın gerçekleri görülemez ve gelecek için de işe yarar fikirler üretilemez.
Bilinçli günah işlemeyi hayatlarının kuralı haline getiren toplumlar, helâk olurlar. Bu yüzden Kuran, tarihi, doğruyu ve yanlışı seçmenin sonuçlarını insana gösteren bir ibret levhası olarak sunmuş; daha önce helâke uğramış toplumlardan örnekler vererek, yanlış yaşantıların tekrarlanmamasını ve benzer felâketlerin yaşanmamasını istemiştir. Demek ki tarihî olay veya kişilikler, ders ve ibret alınması gereken objelerdir.
İslami bilincini ve duyarlılığını yitiren insan, hem ruh dünyasını karartır hem de dünya yaşantısını daraltır. Çünkü Kuran’dan uzaklaşan insan, serveti ve şöhreti öne çıkarır, Allah’ı ve ahireti unutur, küçük meseleleri abartır ve gündelik basit meselelerle uğraşır. Bu duruma düşen kimse için, basitlik ve bunalım kaçınılmaz olur.
Öyleyse Allah’ın dinine uygun yaşamanın yolunu bulup ömrümüze saygı duymalıyız. Dakikalarımız sayılıdır, onu boşa harcamamalıyız.
Saadet, meşru işlerde ve müspet faaliyetlerdedir. Çünkü insan meşru ve düzenli bir çalışma ile, çevrenin her türlü olumsuz baskısından ve etkisinden kurtulur.
İnsanın kaderi çetindir. Bunun için onun iradesi sağlam, imanı tam, sabrı da kavi olmalıdır. Zira insan vazifelerini tam ve doğru yaparsa, hem dünyasını hem de ahiretini cennete çevirebilir.
Cennet, sonsuz nimetleri bünyesinde barındıran bir ebedî mutluluk yurdudur. Onun zirvesinde ise, Allah’ın rızası ve hoşnutluğu yer alır.