(41/36) YÂSÎN SÛRESİ

MEKKE DÖNEMİ

83 AYET

Yâsîn suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin beşinci yılında nazil olmuştur. Sure, 83 ayetten oluşur ve adını ilk ayetinden alır. Nüzul sıralamasına göre 41'inci, tertip sıralamasına göre de 36'ncı suredir.

Yâsîn suresinde genel olarak insanın ahlâkî sorumluluğuna, yeniden dirilmenin ve Allah'ın yargılamasının inkâr edilemez bir gerçek olduğuna değinilir. Sure bir giriş ve onu takip eden üç bölümden oluşur. Giriş bölümünde, Kur’an'ın Allah tarafından indirildiği, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderildiği ve tebliğ edilen Kur’an'a uymak gerektiği belirtilir.

Girişten sonra gelen ilk bölümde İslam inancının temelini oluşturan ilkeler, uygun misallerle açıklanır. Bu bağlamda vahiyden sıkılan, peygamberlere karşı gelen ve Mekke'nin Müşrik halkına çok benzeyen bir şehir halkının hikayesi örnek olarak anlatılır. Özellikle bu kıssanın en önemli şahsiyeti olan “bir tevhid erinin” soylu tavrına ve davet öyküsüne yer verilerek Hz. Peygamber'in vahyi tebliğ etme ve uygulama sürecindeki misyonuna dikkat çekilir.

İlk bölümün ardından gelen ikinci bölümde, Allah'ın yüceliğini, ilminin ve kudretinin sınırsız olduğunu; evrendeki düzen ve uyumu gösteren akli delillerden bir kısmı zikredilir. Evrendeki akıl almaz oluşlar, insanı etkileyici bir üslupla dile getirilir.

Üçüncü bölümde ise, kişinin aşırı arzularını dizginleyen, gafletini gideren, yeniden dirilme ve cezanın makul ve mümkün olduğuna işaret eden ve nihayet insana Allah'ın huzuruna çıkmaya hazırlayan ahlâki deliller yer alır.

Tarihî, aklî ve ahlâkî delilleri içeren sure, “muktedir uluhiyet” anlayışını dile getiren ayetlerle son bulur.

Yâsin suresinde Kur’an, tevhid, risalet ve ahiret gibi temel dini konular, aklı aktif kılan bir yöntem ve insanı etkileyici bir üslûpla dile getirildiği için olsa gerek, Hz. Peygamber'in bu sureyi “Kur’an'ın çarpan kalbi” olarak nitelendirdiği; normal zamanlarda, ölmek üzere olan hastaların yanında veya ölenin ardından okumalarını müminlere tavsiye ettiği rivayet edilir. Fakat bu hadiseler, âlimler tarafından “garip” veya “zayıf” hadis olarak nitelendirilir.

Bu hadislerin bir kısmında, Yâsîn suresinin Kur’an bünyesindeki yeri ve onu okumanın sevabı dile getirilir. Söz gelimi bir hadis-i şerifte: “Her şeyin bir kalbi vardır; Kur’an'ın kalbi de Yâsîn'dir; kim onu okursa, Allah onun okumasına Kur’an'ı on defa okumuş gibi sevap yazar.” buyurulur. Başka bir hadiste de, “Her hangi bir gecede, sevabını Allah'tan umarak Yâsîn suresini okuyan kimsenin, geçmiş günahlarının affedileceği” bildirilir. Söz konusu hadislerin bir kısmında da, bu surenin ölmek üzere olan hastanın yanında yahut ölen kişinin ardından okunması tavsiye edilir. Nitekim bir hadiste: “Ölülerinize Yâsîn okuyunuz.” denilmiştir. Âlimlerin çoğu bu hadisi “ölmüş kimselerin ardından” değil, “ölmek üzere olan hastanın yanında Yâsîn okuyunuz” şeklinde anlamış ve yorumlamışlardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber'in: “ölülerinize lâ ilâhe illâllah'ı telkin ediniz” hadisinde ki “ölüleriniz” kelimesi de, alimler tarafından “ölmek üzere olanlarınıza” şeklinde anlaşılmış; telkinin de sadece ölüm döşeğindeki hasta için olduğu; definden sonra telkinin meşru olmadığı söylenmiştir. Bu konuda açık bir hüküm konulmamasına rağmen bazı alimler, cenaze kabre konduktan ve başında Kur’an okunduktan sonra geride kalan bir kimsenin, kabrin başında yüksek sesle ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması işleminin, yani telkinin “müstehap” olduğunu söylemişler; bazıları da buna gerek görmediklerinden “mekruh” tur demişlerdir.

Ölmüş kişilerin ardından en çok okunan surelerden birisi de Yâsîn'dir. Hz. Peygamber'in ve sahabilerin, cenaze defninden sonra kabir başında, cenaze evinde veya başka bir yerde toplanarak ölü için Kur’an okuma diye bir uygulaması olmamıştır. Fakat sonraları bazı toplumlarda, cenazenin defninden sonra kabir başında veya cenaze evinde Kur’an okumak iyi karşılanmış ve âdet haline gelmiştir. İslam âlimlerinden bir kısmı Kur’an'da, sünnette ve sahabe uygulamasında yer almadığı için, ölünün arkasından Kur’an okumanın doğru olmayacağını; insana sadece kendi kazancı fayda vereceği için de, okunan Kur’an'ın sevabının ölüye ulaşmayacağını söylemişler; bir kısmı da dua ve sadakanın sevabı ölüye ulaşacağına göre Kur’an okumanın sevabı da ulaşmalıdır diyerek ölünün arkasından Kur’an okunabileceğini savunmuşlardır.

Ölmek üzere olan kimsenin yanında Kur’an veya Yâsîn gibi herhangi bir sure okumak, o kimsenin üzerine rahmet ve bereket inmesine, yahut huzur duymasına vesile olabilir. Bu yüzden ömrünün son demlerini yaşayan kimsenin yanında onu sıkıntıya sokmadan ve icbar etmeden “Kelime-i şehadeti” veya “Kelime-i tevhidi” söylemek; Kur’an'dan bazı sureleri ve ayetleri okumak “müstehap” görülmüştür. Fakat ölmüş bir kişinin arkasından Kur’an okumayı, kitap, sünnet ve sahabe fetvalarından delillendirmek mümkün değildir. Öyleyse bu telakki ve uygulamayı, bazı toplumlarda zamanla ortaya çıkmış ve iyi karşılanmış bir âdet olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Dini mükellefiyetler, Allah'ın emrettiği tarzda ve O'nun rızası için yapılması halinde ifâ edilmiş sayılır. İslam da kolaylık ilkesinin bir gereği olarak sınırlı ârizi haller dışlında niyabet (şahsi ibadetlerin, mükellef adına başkası tarafından yerine getirilmesi) câiz görülmemiş; aksine her ibadetin mükellef tarafından bizzat ve zamanında yapılması, ibadetlerin kendine özgü bir sebebi ve gayesi olduğu, hiçbirinin diğerinin yerine geçemeyeceği vurgulanmıştır. Ancak dinin sınırlı mazeretler için getirdiği ve bu noktada kalması gereken istisnâî hükmün etrafında, hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen, fakat hicri II. asrın sonlarına doğru ortaya çıktığı sanılan birtakım zorlama yorumlarla, sağlığında mazeretsiz olarak mükellefiyetini yerine getirmemiş kimselerin, öldükten sonra arkalarından okunacak Kur’an'la veya yapılacak devir gibi işlemlerle bu borçlardan kurtulabilecekleri görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Fakat bu tür görüş ve uygulamaların temelinde her hangi bir şer'i delilin değil, ümit ve temenniye dayalı bir iyimserliğin; âdet baskısının ve biraz da menfaat beklentisinin yattığı görülmektedir. Ne var ki bu görüş ve uygulamalar, İslami kaynak ve kayıtlar göz ardı edilerek zamanla dini bir gereklilik olarak telâkki edilmiş; herkes tarafından kullanılan ve âdeta dini yükümlülüklerden kaçmak için hileyi sembolize eden bir gelenek halini almıştır. Zira ölünün arkasından Kur’an okuma, ıskat ve devir yoluyla onu bütün sorumluluklardan kurtarma gibi işlemler, Kur’an ve sünnetten herhangi bir delile veya fıkhi hüküm elde etmede kullanılan bir usûle dayanmamaktadır. Ayrıca Kur’an'ın ruhuna uymayan ama alternatif bir ifâ yolu olarak görülen bu âdet ve uygulamalar, insanların salığında dinî görevleri ifâda tembellik etmelerine veya ihmâlkâr davranmalarına, İslam'ın yanlış anlaşılmasına ve haksız ithamlara maruz kalmasına yol açmaktadır.

Kur’an'ı genellikle cenaze zuhurunda ellerine alıp okuyan kitleler, hiç değilse bu işte en çok kullanılan Yâsîn suresini anlayarak okusalardı, Kur’an'ın ölüler için değil, dirileri uyarmak için indirildiğini; onu bir mezar kitabı haline getirip ticaretinin yapılamayacağını ve dünyada yaşarken elde edilmemiş bir değeri, ahirette kazanma imkanının olmadığını, kişinin sadece yaptıklarının karşılığını alacağını görürlerdi de belki onu bir ölü kitabı haline sokmazlardı.

Sonuç olarak müminler için bir şifa ve rahmet olan Kur’an, kritik anlarda ve ölmek üzere olan kimselerin yanında okunabilirse de, esasen onun diriler için indirildiği ve bütün insanlığa rehberlik etmek üzere gönderildiği unutulmamalıdır.

 

(1-12'nci ayetler)

Surenin ilk bölümünü oluşturan bu ayetlerde, peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed'in, Kur’an yolunu izlediği bildirilir. Kur’an'a uymayanlar uyarılır. İnsanî yeteneklerini yanlış kullanıp iman değerine ulaşamayanların kötü durumu dile getirilir. İnkarda direnmenin kişide oluşturduğu körlük ve basiretsizlik tasvir edilir. Kur’an'a uymak istemeyenlere, uyarı ve irşadın tesir etmeyeceği, iyi niyet sahibi olup Rahman'a saygı duyan kimselerin öğütten yararlanabileceği belirtilir. Allah'ın her şeyi bildiği, ölüleri mutlaka dirilteceği ve her sorumlu canı yaptıklarından hesaba çekeceği haber verilir.

 

Rahman Rahim Allah'ın Adıyla

1. Yâ sîn! 2. Hikmet dolu Kur’an'a andolsun,

 

Birinci ayeti oluşturan “Yâ-sîn” harfleri, Kur’an surelerinin bir çoğunun başındaki gizemli harfler (hurufu mukattaât) kategorisine girer ve Kur’an'ın eşsizliğine dikkat çeker. Ancak Abdullah b. Abbas, bu harflerin iki farklı kelimeyi, yani nidâ edatı olan “yâ” ile, özellikle Tayy kabilesi lehçesinde “insan”la eş anlamlı kullanılan “sîn” kelimesini temsil ettiğini, dolayısıyla “Yâ-sîn”in, “Ey insan” anlamına geldiğini belirtmiştir. Bununla da, Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed kastedilmiştir. Ayrıca “Yâ-sîn”in, “Allah'ın”, “Kur’an'ın” veya “Hz. Muhammed”in isimlerinden biri olabileceği de söylenmiştir.

“Yâ-sîn”in, hem Kur’an vahyinin önemine ve eşsizliğine hem de surenin devamında açıkça muhatap alınan Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed'e işaret ettiğini söylemek mümkünse de, bu harflerle muradının ne olduğunu en iyi Allah bilir.

İkinci ayette, hikmetli Kur’an'a yemin edilir. Kur’an'ın en önemli sıfat isimlerinden biri de “hâkim”dir. Bu sözcük, “sağlam kılınmış, iyice açıklanmış, hüküm bildiren ve hikmet içeren Kur’an” manasına gelir. Hâkim vasfı, Kur’an'da 97 kez geçer. Bunların altısında “Kur’an'ı, Ummu'l-Kitab'ı veya Allah'ın emrini”; diğerlerinde ise, Allah'ı niteler. “Hâkim” sözcüğü burada, Kur’an'ın sıfatı olarak kullanılmıştır.

3. Sen elbette gönderilen peygamberlerdensin.

Bu ayette, Hz. Muhammed'in Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmek için gönderilen ve görevlendirilen elçilerden biri olduğu belirtilir. Ayet, Hz. Peygamber'e: “Sen Allah tarafından gönderilmiş bir elçi değilsin.” diyen inkârcılara, vahiy diliyle verilen bir cevaptır. Çünkü diğer elçiler gibi Hz. Muhammed de, insanlara Allah'ın dinini duyurmak ve onları hidayet yoluna çağırmak için gönderilmiş bir peygamberdir. Ayetin üslubu, risaletin tartışılmaz bir gerçek olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçekten de insanlara rehberlik etmek için Hz. Âdem'le başlayan vahiy silsilesi, Hz. Muhammed'in peygamberliğinde ve liderliğinde en olgun ve en son şeklini almıştır. Bu yüzden ondan sonra bir peygamber gelmesi söz konusu değildir. Öyleyse onun aracılığı ile vahyedilen Kur’an'ın, bütün ilahî vahiylerin sonu ve özü olarak görülmesi gerekir.

 

4. Dosdoğru bir yol üzeresin.

Ayette, Hz. Peygamber'in doğru bir yol izlediği bildirilir. Burada risaletin tabiatı ifade edilir. Risalet, tüm insanî değerlerin tek ölçüsü ve yegâne güvencesi olan doğruluktan ibarettir; onda en ufak bir eğrilik yoktur. Bunun için, doğruluğu en güzel biçimde pratize edip hayata geçirenler, peygamberlerdir. Bu ayetteki “sırat-ı mustakim” den maksat da, tevhid ilkesine dayanan ve dini hükümleri içeren İslam yoludur. Bu yol, kendini izleyenleri Allah'a götürür.

 

5-6. Bu Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarasın diye üstün kudret sahibi ve çok merhametli Allah katından indirilmiştir.

Burada Kur’an'ın Allah tarafından indirildiği ve onun doğru yolun tek kılavuzu olduğu bildirilir. Hz. Muhammed Allah'ın indirdiği Kur’an'ın hem tebliğcisi hem de onun gösterdiği yolun en samimi takipçisidir. Zira o, ancak Rabbinin vahyi sayesinde doğru yolu izlemektedir. Şu halde Kur’an'ın Allah tarafından vahyedilmiş bir mesaj olduğuna inanmak, onu gereği gibi anlayıp uygulamak manasına gelmektedir.

Hz. Muhammed, ataları uyarılmadığı için cahil kalmış ve çürük bir ahlâkî mirası devralmış bir toplumu uyarmak için gönderilmiştir. Allah, her elçiyi kendi halkının diliyle vahyedilmiş bir mesajla gönderdiği gibi Hz. Muhammed'i de ataları uyarılmayan, bu nedenle doğru ahlâkî değerlerden habersiz kalmış bulunan insanları uyarsın diye Kur’an mesajıyla göndermiştir. Çünkü Kur’an'ın hedefi, bütün insanları cehalet ve gafletten kurtarıp hidayete ulaştırmaktır.

Hz. Muhammed'in elçi olarak gönderildiği toplumun atalarının uyarılmadığını ve bu yüzden onların dine muhalif durumlarının vahim neticelerinden habersiz bulunduklarını dile getiren bu ayetten, “onlara hiç peygamber gönderilmedi” sonucu çıkarılmamalıdır. Zira Hz. İbrahim ve İsmâil gibi Arap soyundan gelen ve bu kavme gönderilmiş olan peygamberler vardır. Ayrıca Araplar arasında düzensiz ve şirkle karıştırılmış olsa bile namaz, oruç ve hac gibi ibadetler hâlâ yaşamaktaydı. Öyleyse ayette kastedilen, doğru ahlâkî değerlerden uzaklaşmış olan halkın yakın kültürel geçmişi ve devraldığı ahlâkî mirasın çürümüşlüğüdür. Demek ki Hz. Muhammed, yakın ataları uyarılmadığı için tevhid yolundan sapmış bir topluma, dinin özünü ve doğru şeklini öğretmek için gönderilmiş, Kur’an da bunun için ona vahyedilmiştir. İslâm evrensel bir dindir. Hz. Muhammed'in Arapları uyarmak üzere gönderilmesi ve Kur’an'ın Arap diliyle vahyedilmesi, buna engel değildir. Aksine hem Kur’an mesajının içeriği ve gayesi hem de Hz. Muhammed'in peygamberliği evrenseldir. Çünkü Kur’an tüm insanlara yol gösterici, Hz. Muhammed'de bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

 

7. Hiç kuşkusuz onların pek çoğu azabı hak etmişlerdir; çünkü onlar inanmazlar etmezler.

Ayette, Kur’an'a inanmayanların azabı hak ettikleri bildirilir. Burada onların çoğuna karşı doğru çıktığı ifade edilen “söz” den maksat, Allah'ın teklif ettiği yol gösterici mesajı reddedenlerle ilgili olarak telaffuz edilen ve azabın gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunu dile getiren sözdür. Kur’an'ı anlamaya çalışırken onun genel bakışını bir tarafa bırakıp sadece bir noktada yoğunlaşmak doğru değildir. Bu ayet de Kur’an bütünlüğü içinde değerlendirilirse, cehennemlik oldukları belirtilen kimselerin, iradelerini ve seçme haklarını kullanmadan azaba uğradıkları değil, aksine bu sonucu kendi iradeli fiilleriyle hak ettikleri görülür. Çünkü Kur’an'ın pek çok ayetinde Allah'ın kimseye haksızlık etmeyeceği; insanın kendi iradesiyle imanı ve inkârı seçebileceği; herkesin dünyada yaptıklarına göre ahirette karşılık göreceği açıkça belirtilmiştir. Öyleyse bu ayette anlatılmak istenen, bilinçli, iradeli ve kasıtlı olarak Allah'ın buyrukları dışına çıkıp insânî özelliklerini yanlış yönde kullanan kimselerin, hak ettikleri azaba uğrayacakları ve onun gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğudur.

 

8. Boyunlarına, çenelerine kadar dayanan demir halkalar geçirdiğimiz için başları yukarı kalkıktır. 9. Önlerine de arkalarına da setler çektik; etraflarını kapatıp gözlerini perdelediğimiz için artık göremez onlar!

Bu ayetlerde, şirk geleneğine bağlanıp kendilerini sorumsuzca çarpık bir yaşam tarzına kaptıranların içine düştükleri ruhsal tutsaklık tasvir edilir. Ayetlerde, özellikle inkârcıların garip tavırlarına ve psikolojik durumlarına; genellikle de insanın aklını ve iradesini kullanarak kazandığı istihkaka, hidayetine engel olan bireysel ve sosyal alışkanlıklara değinilir.

Burada yer alan “a'nak” kelimesi “boyunlar”; “ağlâl” suçluların ellerini bağlamak için kullanılan kelepçe ve demir halkalar; “ezkân” “çeneler”; “ikmah” da “başı dik tutup gözü gerçeği görmekten men etmek” anlamına gelir. Bunlardan “ağlâl” sözcüğü, “günahkârların ruhlarını dünyacı değerlere mahkum etmelerini ve bu tutsaklığın yol açtığı azabı”; “ikmah” kelimesi de, “dik başlılık edip küstahça böbürlenmelerini” simgeler. Bu yüzden ayetlerde hem inkârda kararlı ve ısrarlı benliklerin adeta değişmez hâle gelmiş olan kötü huyları hem de ferdin fıtri yeteneklerini yanlış hedeflere yönlendiren toplum sultası tasvir edilir. Demek ki inkârcıların boyunlarına kelepçe geçirildiğini, önlerine ve arkalarına setler çekildiğini belirten ibareler; onların hakka yanaşmaz ve onunla uzlaşmaz tutumlarını dile getiren mecâzi ifadelerdir. Öyleyse bu tür ibareleri, inkârcı kimselerin inanmama konusundaki kararlılıklarını, köhne geleneğe bağlanıp manevî körlük ve kabiliyetsizliğe mahkum kalışlarını kınayan temsili ifadeler olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü vahyin sesine inatla kulak tıkayıp bâtıl inançlara körü körüne bağlananlar, zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybederler. Bu durum onlar için önceden takdir edilmiş/ontolojik kader değil, aksine kendi hür tercihlerinin/ahlâkî kaderlerinin bir sonucudur.

 

10. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için bir şey değişmez; zira onlar inanmazlar.

Ayette, bilinçli olarak inkârda ısrar edenlere, öğüt ve uyarıların fayda vermeyeceği belirtilir. Çünkü Kur’an mesajına karşı inatçı bir tutum içinde bulunan ve kendi ön yargılarının tutsağı olan inkârcılar, hakikati duyuran sese kulak vermek istemezler. Onlar bu durumlarını değiştirmedikçe, öğüt ve uyarılar onlara tesir etmez.

 

11. Sen sadece ilahî uyarıyı can kulağı ile dinleyip ona uyan ve çok merhametli Allah'tan için için korkan kişiyi uyarabilirsin; onu bağışlanma ve güzel bir ödülle müjdele.

Burada, Kur’an'ın mesajından, öğüt dinleyen iyi niyetli ve Allah'a saygılı insanların yararlanabilecekleri belirtilir. Böyleleri, Allah'ın mağfireti ve en güzel ödülü ile müjdelenir. Demek ki Kur’an'ın rehberliğinden Allah'a saygı duyan, ilahî uyarıyı can kulağı ile dinleyip ciddiye alan kişiler yararlanır.

Bu ayette geçen “ve haşiyer-rahmâne bil ğayb” ibaresi, “kendisiyle baş başa kaldığı ve kimsenin görmediği bir durumda Allah'a saygı duyan” veya “kalbiyle gönülden O'na inanan” anlamına gelir. Bu ibare inancında samimi olan bir insanın durumunu dile getirir. Gerçekten inanan insan, herkesin içinde Allah'a saygılıymış gibi görünüp gözlerden gizli kalınca çeşitli kötülükler işlemez, aksine hiçbir şeyin Allah'tan gizli kalmayacağını bildiği için her zaman ve zeminde O'nun azabından korunmaya çalışır.

 

12. Doğrusu ölülere hayat veren Biziz; onların gelecek için yaptıkları her işi, geride bıraktıkları her izi yazarız; zira Biz, her şeyin kaydını apaçık bir kitapta tutarız.

Ayette, Allah'ın her şeyi bildiği, ölüleri mutlaka yeniden dirilteceği ve her sorumlu canı yaptıklarından hesaba çekeceği haber verilir. Ayetin beyanına göre Allah, ölüleri yeniden hayata döndürür; onların gelecek için yaptıkları her türlü eylemi ve geride bıraktıkları iyi ve kötü izleri kayda geçirir. Kısacası O, her şeyin apaçık kaydını tutar; hesap günü insana yaptığı veya ihmal ettiği iyi kötü her şeyi bildirir.

Bu ayette yer alan “fî-imamin mubîn” ibaresi, “her şeyi kuşatan ve açıklayan Allah'ın bilgi hazinesi” şeklinde yorumlanmış; bu ilahî bilgi hazinesi, İslâmi gelenekte “Levh-i mahfûz” diye isimlendirilmiştir. Ayrıca bu ibarenin, “insanların yaptıkları işlerin yazıldığı sicil defterleri” anlamına geldiği de söylenmiştir.

Allah'ın bilgi hazinesi olarak nitelendirilen Kitap'ta olmuş ve olacak her şeyin ilmi vardır; ama işlerin o kitaba yazılması, insanların anlayabileceği türden bir yazı değildir. Bu yazının niteliğini Allah bilir. Ancak ayette anlatılmak istenen, insanların yaptıkları iyi kötü hiçbir işin zâyi olmayacağı ve onların yazılıp tespit edilen bu işlerden hesaba çekilecekleri gerçeğidir.

Sonuç olarak Kur’an, inkâr ve gaflet içinde olanları uyaran, kendini anlayarak okuyanı bıktırmayan, aksine onun fikrine ve hayatına canlılık katan bir kitaptır. Kur’an'ı ve onu okuyanı dinamik kılan da budur. Öyleyse İslâmi bir hayatı gerçekleştirmek isteyenler, hem Kur’an'ı ve hedeflerini hem de dünyayı ve dünyadakileri doğru bir biçimde anlamaya çalışmalıdırlar.

 

(13 – 32'nci ayetler)

Surenin bu ayetlerinde inkârcıları uyarmak, inananları müjdelemek için bir şehre gönderilen üç elçinin davet öyküsü anlatılır. Kent halkının elçileri yalanladıkları, onları uğursuz saydıkları ve tehdit ettikleri; elçilerin ise, kent halkına vahyi bildirimleri duyurmak için Allah tarafından gönderildiklerini söyledikleri belirtilir. Kent halkıyla elçiler tartışırken, şehrin uzak yanından bir şahsın koşarak geldiği, inatçı kavmine öğüt verdiği; onlara, gönderilen elçilere uymalarını tavsiye ettiği, tevhid inancından sapmanın sapıklık olduğunu söylediği, kendisinin şirk koşmadan Allah'a inandığını açıkça dile getirdiği bildirilir. İmanı yüzünden şehit edilen bu salih insana cennet müjdesi verildiği, onun da kendisine sunulan nimetlerden son derece memnun olduğu; kavmini iyiliğe çağıran tevhid erini öldürenlerin ise, korkunç bir çığlıkla helâk edildikleri haber verilir.

 

13. Onlara, kendilerine elçiler gelen şehir halkını misal olarak anlat. 14. Biz onlara iki elçi göndermiştik, fakat ikisini de yalanladılar; bunun üzerine Biz de onları üçüncü biri ile destekledik. Onlar: “Doğrusu biz, size gönderilmiş elçileriz.” dediler. 15. Şehir halkı: “Siz de bizim gibi birer insansınız; ayrıca Rahman hiçbir vahiy göndermiş de değil, siz düpedüz yalan söylüyorsunuz.” dediler. 16-17. Elçiler de dediler ki: “Rabbimiz de bilir ki, biz gerçekten size gönderilen elçileriz; fakat bize emanet edilen mesajı size açıkça tebliğ etmekten başka bir şey ile yükümlü değiliz.” 18. Şehir halkı: “Siz bize uğursuzluk getirdiniz; eğer bundan vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve ağır bir cezaya çarptırırız.” dediler. 19. Elçiler: “Başınıza gelenler, sizin kendi uğursuzluğunuz yüzündendir; uyarıldığınız için mi öğütlerimiz size uğursuz geliyor? Hayır, doğrusu siz, aşırı gidip kendinize yazık etmiş bir toplumsunuz.” dediler.

Bu ayetlerde, vahiyden sıkılıp peygamberlere karşı gelen ve Mekke'nin müşrik halkına benzeyen bir kent halkının hikayesinin, ders alınması için örnek olarak anlatılması istenir. Ayetlerde, belirtildiği gibi, bir kente iki elçi gönderilir. Kent halkı onları yalanlayınca Allah önceki elçilere ilaveten bir elçi daha gönderir. Bu elçiler, vahyi bildirimleri duyurmak ve halkı irşat etmek için gönderildiklerini söyleyip kent halkını Allah'ın dinini kabul etmeye çağırırlar. Fakat kent halkı gönderilen elçileri yalanlarlar, onları uğursuz sayarlar, çağrıdan vazgeçmedikleri takdirde kendilerini taşlayıp şiddetle cezalandıracakları tehdidinde bulunurlar. Elçiler de onlara, kendilerinin sadece hakkı duyurma görevi yaptıklarını; uğursuzluklarının, kendi haksız ve ahlâksız davranışlarından kaynaklandığını söylerler.

Kaynaklarda, bu ayetlerde işaret edilen “şehrin adı” ve “elçilerin kimliği” konusunda çeşitli görüşlere yer verilir. Kimilerine göre ayette söz konusu edilen kent, “Antakya” dır; kimilerine göre de “ilahî dinlerin içinden çıktığı ortak kültürel çevreyi” simgelemektedir. Gönderilen elçilerde, Hz. İsâ'nın havarileri olan Yuhanna, Şem'ûn ve Pavlus; yahut Hz. Musâ, İsâ ve Muhammed(as)'dir.

İbn Kesir, çok sayıda kanıta dayanarak ayette anılan kentin Antakya olmadığını söyler ve görüşünü şöyle temellendirmeye çalışır: Olayın açık anlatımından, elçilerin İsâ'nın havarileri değil, Allah'ın elçileri olduğu anlaşılır. Antakya halkı, İsâ'nın havarilerini inkâr etmemiş, aksine ona inanmışlardır. Zira, İsâ(as)'ya inanan ilk kent, Antakya'dır. Halbuki ayetlerde, söz konusu kent halkının, gönderilen elçilere inanmadıkları belirtilmektedir. Ayrıca Antakya halkının helâk edildiğini gösteren kesin bir belge veya haber de yoktur.

Muhammed Esed de, bu ayetlerde temelde aynı hakikatleri içeren tevhid dininin temsili olarak anlatıldığını söyler. Ona göre ayetlerde değinilen elçilerle Hz. Mûsâ, İsâ ve Muhammed(as)'e işaret edilmekte; karye/kent de, üç ilahî dinin içinden çıktığı ortak kültürel çevreyi simgelemektedir. Hz. Mûsâ ve İsâ öğretilerinin zamanla yetersiz kalmaları üzerine, Allah'ın nihâi mesajı insanlığa tebliğ etmek için üçüncü ve son elçi Muhammed(as)'i görevlendirdiği ve böylece onları desteklediği düşünülürse, bu yaklaşımların tarihi delillere uygun oldukları söylenebilir. Ancak konuya ayetlerin ışığı altında bakılırsa, kentin isminin ve elçilerin kimliklerinin kimler olduğunun açıkça belirtilmediği görülür. Demek ki ayetlerin asıl amacı, kentin ismi ve elçilerin kimliklerinden çok, kent halkının özelliğini belirtmektir. Onların en belirgin özelliği, vahiyden sıkılıp Allah'ın mesajını reddetmeleri ve peygamberleri yalanlamalarıdır.

Ayrıca bu ayetlerde, şirk kökenli düşünce şeklinin tipik yansımalarına da dikkat çekilmektedir. Bunlardan en bârizi, Müşriklerin “bir beşerin resul, bir resulün de beşer olmasını” kabul etmeyişleridir. Zira bütün peygamberler, müşrik ve kâfirlerin, “siz de bizim gibi bir beşersiniz” itirazları ile karşılaşmışlardır. Yine müşrikler, vahyin insana rehberlik etmesine ve hayatı düzenlemesine karşı çıkarlar. Onlar, vahyin objektif gerçekliğini inkâr etmek suretiyle bu tavırlarını haklılaştırmaya çalışırlar. Halbuki vahiy, mutlak ahlâkî değerlerin Allah tarafından tesis edildiğini ve insanın onlara uymakla yükümlü olduğunu belirtir. Demek ki dine sadece müphem bir duygusal rol yükleyip onun pratik hayatı düzenlemesine rıza göstermemek, tevhidle çelişen bir şirk tavrıdır. Oysa kişi ve toplumların mutlu olabilmeleri, yaşanan hayatta İslâmi yapının bütünüyle korunmasına; dine ait olan inanç, ibadet, ahlâk ve hukuk gibi alanların yerli yerinde tutulmasına bağlıdır. İşte bu yüzden peygamberler, kendilerine hakaret eden ve her türlü şiddete baş vuran hak düşmanları karşısında, tevhidin ikamesini gerçekleştirmek için çalışmışlardır. Ancak, hakkı kabul ettirmek değil, dini tebliğ etmek elçilerin görevidir; kabul etmemenin sorumluluğu ise, inkârcılara aittir.

Bu ayetler, huzurlu ve mutlu bir hayat sürmek isteyen toplumlara, İslâmi bilinç ve yaşayış düzeylerini yükseltmeleri gerektiği mesajını verir. Zira ıslaha yanaşmayan, hayırlı yenilikleri gerçekleştiremeyen ve gelecekteki yaşamları için iyileştirme planları olmayan toplumlar, bir süre sonra çöküşe geçip zulümle yok olurlar.

 

20-21. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Size gönderilen ve sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu elçilere uyun; onlar doğru yoldadırlar. 22. Ben, beni yaratana niçin kulluk etmeyeyim! Siz de sonunda O'na döneceksiniz. 23. Hem ben, ne diye O'ndan başka ilahlar edineyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek istese onların şefaati bana zerre kadar fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar da. 24. O takdir de ben apaçık bir sapıklığa düşmüş olurum. 25. Haberiniz olsun ki ben Rabbinize iman ettim; gelin beni dinleyin.” 26-27. Kendisine: “Cennete gir” denilince, o: “Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilen saygın kişiler arasına kattığını bilseydi.” dedi.

Bu ayetlerde, kent halkıyla elçiler tartışırken şehrin en uzak yanından gelip inatçı kavmine öğüt veren ve imanı yüzünden şehid edildiği sanılan bir tevhid erinin öyküsü dile getirilir. O, kavmine önce kendilerinden hiçbir karşılık beklemeyen ve doğru yolda olan bu elçilere uymalarını; sonra da, kendisinin şirk koşmadan Allah'a inandığını söyler.

Şehrin uzak yanından gelen ve ilahî mesaja duyarsız kalan kavmini uyandırmak için mücadele verirken şehid edildiği sanılan zatın, Habib İbn Musâ en-Neccâr olduğu, bu zatın bir mağarada ibadet ettiği, ipekçilik veya marangozluk yaptığı rivayet edilir. Ayrıca tefsirlerde, elçilerin şehre gelip çeşitli mucizeler göstermeleri, Habib'in onlara inanması ve öldürülmesi hususunda çok detay açıklamalara yer verilir. Ayetlerin üslubu ve rivayetlerin özü, bu kıssanın pek çok insan tarafından bilindiğini gösterir. Çünkü Kur’an, insanlar tarafından çok iyi bilinen bu tür kıssaları, onlardan ders çıkarılsın ve ibret alınsın diye anlatır.

Eğer kıssa temsili karakteriyle dikkate alınırsa, kentin en uzak yanından koşarak gelen kişinin mücadelesi, her dinde bulunan inanmış bir azınlığı ve onların, yoldan sapmış toplumlarını inandırıp içine düştükleri boşluktan kurtarmak için giriştikleri ümitsiz ve sonuçsuz çabalarını anlatan bir mecaz olarak da değerlendirilebilir.

Bu ayetlerde, tevhid mensuplarının temel vasıflarına da işaret edilir. Bunların başında “güvenli liyakat” gelir. Dini duyurmak ve başkalarına taşımak, doğru ve hasbî olmalıdır. Tevhid dininin mensupları, yaptıkları İslâmi görevlerden dolayı kimseden bir çıkar ve ücret beklememelidir. Dinin taviz konusu ve çıkar vasıtası yapılmaması için bu çok önemlidir. Çünkü birilerinden çıkar bekleyerek dine hizmet edenler, hesaplarını hep menfaat gördükleri kimselerin veya kurumların standartlarına göre yaparlar; böyle olunca da, İslâm adına ve Allah rızası için bir şey yapamaz hâle gelirler.

Akla ve fıtrata en uygun inanç, Allah'a şirk koşmadan inanmaktır. Allah'tan başkasına tapmak ise, açık bir sapıklıktır. Bu yüzden gerçek mümin, Allah'a şirk koşmadan inanır. Allah da kendisine şirk koşmayan kulunu cennetine alır. İmanı yüzünden şihid edildiği sanılan tevhid erine cennet müjdesi verilir; o da kendisine verilen nimetlerden son derece memnun kalır. Onun dilinden dökülen sözler, hem müminlerin ahiretteki mutlu yaşantılarını yansıtır hem de onların üstün ahlâk ve özverilerine işaret eder. Zira mümin, kendisine kötülük eden kimselere bile merhamet duyan bir ruha, herkesin iyiliğini isteyen bir kalbe ve niyete sahiptir. Zaten inanmış insan, kişilerin kendine değil, onların yaptıkları kötülüklere karşıdır.

Sonuç olarak Allah'tan başka ilâh yoktur; O'ndan başkasına ibadet edilmez. Allah, kendisine şirk koşmadan inanan ve teklif ettiği hayat modelini yaşayan kullarını cennetine koyar. Öyleyse insanın göreceği karşılık, onun Allah'ın dinine uyup uymamasına bağlı olacaktır.

 

28. Biz, onun ardından kavminin üzerine onları cezalandırmak için gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik. 29. Zira bir ceza çığlığı onlara yetti; sonunda hepsi bir anda sönüp gittiler ve bir kül yığını haline geldiler.

Bu ayetlerde, vahiyle sunulan hayat şekline karşı çıkıp Allah'ın elçilerini dinlemeyen kent halkının başına gelenler dile getirilir. Allah, elçileri dinlemeyen kent halkını korkunç bir ceza çığlığı ile helâk etmiş, onlar sonunda bir kül yığınına dönüvermişler. Bunun için gökten ordu indirmeye gerek kalmamıştır. Çünkü Allah'ın cezalandırması çabuk ve kolaydır. O, dilediğini hiçbir şeye bağlı kalmadan gerçekleştirir.

Buradaki “hâmidûn” kelimesi, “sönüverdiler, yani hayattan mahrum bırakıldılar” anlamına gelir. Bu sözcük, hak dine karşı öfkelenip elçileri yalanlayan kızgın bir kavmin durumunu beliğ biçimde anlatmak için kullanılmıştır. Onlar Allah'ın dinine duydukları öfkeden dolayı âdeta ateş kesilmişlerdi. Allah da üzerlerine saldığı korkunç bir sesle onları mahvedivermiş, onlar da sönüp gitmişlerdir.

Bu ayetlerde geçen olayların anlatılmasından maksat, müşriklerin İslâma ve Hz. Peygamber'e karşı takındıkları olumsuz tavrı tasvir edip onları uyarmaktır. Onların yanlış ve haksız tutumları, tarihte geçmiş ve aralarında yaygın hâle gelmiş örnek bir kıssayla kendilerine gösterilmek istenmiştir. Kente gönderilen elçiler, nasıl kavimleri tarafından uğursuz sayılmış ve yalanlanmışlarsa, Hz. Muhammed de benzer durumlarla karşılaşmıştır. Şu halde bu kıssa ile, bir bakıma Hz. Peygamber'in ve ona inananların, müşrik kavim içindeki durumları anlatılmaktadır. Ancak ayetlerin mesajı, anılan dönem ve kişilerle sınırlı olmayıp teşmil ve ta'mim yoluyla, hakikatin sesine sağır kalmayı tercih edip dine düşman kesilen bütün insanları da kapsamaktadır.

 

30. Kendilerine gelen her elçiyle alay eden şu kullara yazıklar olsun! 31. Onlar, kendilerinden önce nice nesli yok ettiğimizi ve yok olup gidenlerin kendilerine dönmediğini görmüyorlar mı? 32. Oysa onlar, sonunda hep birlikte huzurumuzda toplanıp hazır bulunacaklardır.

Burada insan hayatındaki genel geçer yasalara ve can alıcı sebeplere dikkat çekilir. Ayetlerin ifadesine göre helâk edilen kullar, vahiyle bildirilen inanç ve yaşayış biçimine karşı çıktıkları; geçmiş olaylardan ibret ve ders alamayıp kendilerini ruhî körlüğe mahkum ettikleri için bu acı ve feci akıbete maruz kalmışlardır. Kısacası onlar, hayatı doğru yaşamamış, ölüme bağışlanmaz günahla yakalanıp azaba uğramışlardır. Görüldüğü gibi, geçmiş toplumlar ve uygarlıklar, manevî yoksunluk ve ahlâkî çöküntü sonucu tarih sahnesinden silinmişlerdir. Allah'ın dinini, izledikleri hayat tarzlarına ve benimsedikleri maddeci değerlere ters düştüğü için reddeden kişi ve toplumları da, aynı acı akıbet beklemektedir. Oysa insan ecele, şeksiz iman ve şirksiz amelle koşmalıdır. Çünkü her sorumlu can, hesap vermek üzere Allah'ın huzuruna sevk edilecektir.

Özellikle Mekki surelerdeki kıssalarda, kişi ve toplumların dâima kendi yanlış seçimlerinin kurbanı oldukları dile getirilir. Böylece insanlara hiçbir şeyin dâimi olamayacağı, toplumları çökertici veya yüceltici temel belirleyicilerin bulunduğu, değişimin mecrasını bilinçli müdahalelerle hayra yöneltmek gerektiği mesajı verilir. Bütün bunlardan maksat, zamanın insanı şaşırtmaması için onun geçmişi iyi değerlendirebilmesini, ânı ve geleceği de doğru yaşamasını sağlamak; İslâmi hayatı yeniden güncelleştirmektir.

Sonuç olarak, insanlık tarihinde iman gibi inkâr da bir realitedir. Ancak inkâr, hiçbir aklî ve haklı gerekçeye dayanmamaktadır. Aksine bu olgunun temelinde, ya köklü bir cehalet, ya yanlış bir hesap ya da her tarafı kaplayan kör bir gurur yatmaktadır. Oysa ilahî mesajı yalanlamak, pahalıya mal olmakta; ceza suçun büyüklüğüne göre artmakta; inkârın ve aldanışın sonu, acı noktalanmaktadır.

 

(33- 50'nci ayetler)

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, Allah'ın varlığını, birliğini, ilminin ve kudretinin sonsuzluğunu, ibadete layık tek ilâh olduğunu gösteren kanıtlara ve O'nun insanlara lutfettiği sayısız nimetlere dikkat çekilir. Müşriklerin vahye ters düşen tutumları, cimri ve acımasız tavırları dile getirilir. Hidayete ermeleri için kendilerine tanınan süreyi ve sunulan delilleri iyi değerlendiremeyen kimselerin, âniden acı akıbete uğrayacakları haber verilir.

 

33. Şu ölü toprak, onlar için bir ayettir; ona hayat verir, yediğiniz ürünleri ondan çıkarırız. 34. Orada hurmalıklar ve üzüm bağları var eder, kaynaklar fışkırtırız. 35. Ki, onun ürünlerinden ve kendi elleriyle yetiştirdiklerinden yesinler. Buna rağmen hâlâ şükretmeyecekler mi?

Bu ayetlerde, Allah'ın ölü toprağa can vermesinde, canlıların beslenmeleri için topraktan çeşitli ürünler çıkarmasında, orada hurmalıklar ve üzüm bağları yetiştirmesinde, içlerinden pınarlar fışkırtmasında O'nun yaratma ve diriltme gücünün işaretleri bulunduğuna dikkat çekilir. Gerçekten de ölmüş ve kupkuru olmuş yeri, yağdırdığı yağmurla dirilten; ondan ekinler, daneler çıkarıp yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yetiştiren, o bahçelerde kaynaklar fışkırtıp çeşmeler oluşturan Allah'tır. Bütün bunlar, Allah'ın sınırsız kudretini ve O'nun ölüleri yeniden diriltebileceğini gösteren aklî delillerdir.

Burada yer alan “vemâ amilethu eydihim” ibaresindeki “mâ” harfi, “olumsuzluk/nâfiye takısı” olabileceği gibi “ism-i mevsul”de olabilir. Eğer ibaredeki “mâ”, olumsuzluk takısı ise ayet “o meyvaları, ürünleri kendi elleri yapmadı, Allah yarattı”; şayet ismi mevsul ise, “ellerinin emeğinden yesinler” anlamına gelir. Bu yüzden mealde her iki mana da belirtilmiştir.

Bu ayetlerde, insanın yaratılış amacını gerçekleştirebilmesi için yeryüzünün verimli ve olumlu özelliklerle donatıldığı; onun yaşamı için müsait bir alan haline getirildiği mesajı verilir. Demek ki Allah, insanları dünyaya yerleştirmiş, onların yeryüzünde işe koyulmalarını, yarattığı imkân ve nimetlerden yararlanmalarını istemiştir. Öyleyse yeryüzü, insanın görevlerini yerine getirmesi ve ahlâkî vazifelerini yapması gereken bir alandır. İnsan orada Allah'a ibadet ve itaat ederek yaşarsa O'na şükretmiş olur.

 

36. Yerin bitirdiği her şeyden, insanların kendilerinden ve hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylerden çifter çifter yaratan Allah ne yücedir.

Ayette, Allah'ın yüceler yücesi olduğu; O'nun her türlü ürünü, insanların bizzat kendilerini ve hakkında henüz bilgi sahibi olmadıkları pek çok şeyi çift çift yarattığı belirtilir. Burada yer alan ve sadece Allah'ı yüceltmek için kullanılan “Sübhân” lafzı, “Allah yüceler yücesidir; O, her türlü acizlikten ve eksiklikten uzaktır” anlamına gelir.

Ayet, canlı ya da cansız bütün varlıklarda mevcut olan çift kutupluluğa işaret eder. Zira ayetteki “ezvac” kelimesi, “zevc”in çoğuludur. “Zevc” terimi de hem “çiflerden birini” hem de “erkek dişi iki cinsin oluşturduğu bir çifti” ifade etmektedir. Bu çift kutupluluk insanlar, hayvanlar ve bitkilerdeki iki cinslilik; tabiattaki aydınlık ve karanlık, sıcak ve soğuk; atomun yapısındaki artı ve eksi güçler/proton ve elektronlar gibi karşıt fakat birbirini tamamlayan güçlerin varlığı şeklinde kendini gösterir. Tabii bunların dışında insanın potansiyel kavrayış gücü içinde bulunan fakat henüz keşfedilememiş olan başka şeyler ve olgular da vardır. Ancak ayetin amacı, âlemdeki bütün varlıkları ve oluşları anlatmak değildir; onun asıl amacı, yaratılmışların Yaratan'a eş olamayacaklarını.; Allah'a şükrün, ancak tevhid ve tenzihle gerçekleşebileceğini insana kavratmaktır.

 

37. Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzün aydınlığını alırız da hemen karanlıkta kalıverirler. 38. Güneş de kendine ait bir yörüngede akıp gider; bu, her şeyi bilen ve üstün olan Allah'ın takdiri, düzenlemesidir. 39. Ayın dolaşımı için de bir takım evreler, yörüngeler belirledik; nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur. 40. Ne güneş aya erişebilir ne de gece gündüzü geçebilir; her biri bir yörüngede yüzmekte ve hareket etmektedir.

Bu ayetlerde de hayatın devamlı, düzenli ve verimli olması için Allah'ın koyduğu yasalara ve belirlediği oluşlara dikkat çekilir. Allah, gün ışığını çekip alınca hava birden kararır ve gece olur. Bu olgu, dünya döndükçe güneşe bakan yüzünün arkaya geçmesi ve karanlıkta kalmasıyla gerçekleşir. Aynı şekilde güneşi, duracağı yere veya zamana kadar kendine ait bir yörüngede hareket ettiren de Allah'tır. Şu halde kâinatın düzeni gibi güneşin hareketi de, ne yaptığını bilmez kör bir tabiatın veya tesadüfün eseri değil, her şeyi bilen ve her şeye güç yetiren Allah'ın takdiridir. Zira güneş, Allah'ın takdiri gereği kendine ait bir yörüngede, duracağı noktaya veya günbatımı zamanına doğru akıp gitmektedir.

Burada geçen ve çoğunlukla “li mustekarrin lehâ” şeklinde okunan ibareyi, Abdullah b. Mes'ûd, “lâ mustekarre lehâ” şeklinde okumuştur. Bu okunuşa göre ayet, “Güneş hiç durmadan kendi yörüngesinde hareket eder.” anlamına gelir.

Burada bir noktaya işaret etmek gerekir. Aslına bakılırsa, güneşin görünen hareketi, insanın duyularıyla algıladığı gibi değildir. Dünya dönüp insanın bulunduğu yer güneşten uzaklaştıkça o, tıpkı otobüsteki bir yolcunun, karşısındaki dağların ve ağaçların yürüdüğünü görmesi gibi güneşin hareket ettiğini sanır. Ama Kur’an, güneşi görünen şekilde hareket ettirenin Allah olduğunu muhataplarına kolayca kavratmak için, insanın algılama biçimini esas alarak olayı bu şekilde anlatma yoluna gitmiştir. Bu yüzden Kur’an'daki bu tür ibareleri, bilimsel verilerle bire bir örtüşen veya örtüşmeyen ifadeler olarak görmemek gerekir. İlave edelim ki, güneşin insan tarafından görülen hareketi, onun duyularının aldanmasından ibaret olsa da, esasen güneş sabit değildir. O da kendi ekseni etrafında ve kendisine tabi yıldızlarla birlikte başka bir galaksi çevresinde hareket edip gitmektedir. Ay da kuru ve eğik bir hurma dalını andırır hâle gelinceye, yani yarım ay gibi iyice incelinceye kadar dünya çevresindeki yörüngede dolanıp çeşitli safhalardan geçer. Ama bütün bunlar olurken ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçip onu yok edebilir; aksine ay ve güneş kendi yerinde, gece ve gündüz de kendi vaktinde hükmünü yürütür.

Bu ayetlerde devamlı, düzenli ve verimli bir hayat için, güneş ve ayın, gece ve gündüzün gerekli olduğuna işaret edilir. Gerçekten de insanların çalışıp kazanmaları için gündüze, dinlenmeleri için de geceye; ayrıca bütün canlıların, özellikle bitkilerin güneş ve ay ışığına ihtiyaçları vardır. Bu yüzden Allah, geceyle gündüzü takdir etmiş, güneşe ve aya ayrı zamanlarda doğup batma yasasını koymuştur.

Kırkıncı ayetin sonunda, “güneş, ay ve bütün yıldızların bir felekte yüzdükleri” ifade edilir. “felek” kelimesi, “daire veya yuvarlak cisim” anlamına gelir. Burada, güneşin ve ayın uzaydaki yörüngeleri kastedilmiştir. Ayrıca ayet, sadece ayın ve güneşin değil, bütün yıldızların uzayda bir yörüngede yüzdüğüne, yani ilahî yasalar doğrultusunda hareket ettiklerine işaret etmektedir. Bu ve benzeri ayetler, Astrofiziğin alanına giren pek çok konuya işaret edebilir. Ancak Kur’an'ın temel amacı ayrıntıya girmeden, tabiatın insana olan faydalarını, kevni olaylarda görülen düzenliliğe ve mükemmelliğe dikkat çekerek kısa yoldan anlatmak; böylece onun Allah'a inanan ve şükreden bir varlık haline gelmesini sağlamaktır. Gerçekten de âlemdeki varlık ve oluşlar, kudret kadar merhametin de Allah'ın temel sıfatlarından biri olduğunu ortaya koymaktadır.

 

41. Soylarını dolu gemilerde taşımış olmamız da onlar için bir ayettir. 42. Biz onlara binek olarak kullanabilecekleri benzer daha nice araçlar yarattık.

Ayetlerde, Allah'ın insanlar için denizde ve karada binip seyahat edebilecekleri binekler yarattığı haber verilir. Denizde yüzen yüklü gemiler de, karada yürüyen binek hayvanları da, diğerleri gibi Allah'ın ilmini, kudretini ve merhametini gösteren işaretlerdir.

Burada geçen ve “yüklü gemi” anlamına gelen “el-fulku'l-meşhûn” ibaresiyle, genel olarak “gemi cinsinin”, özel anlamda “Nuh'un gemisi”nin; mecazen de “rahimlerin ve orada bulunan ceninlerin” kastedildiği söylenir. Ancak, burada kastedilen geminin mecaz değil, gerçek gemi olması gerekir. Zira Kur’an'da, insanların görüp bildikleri gerçeklerin onlara ayet olarak gösterildiği belirtilir. Bu yüzden Kur’an'ın ayet ve ibret olarak anlattığı gemi, genelde herkes tarafından bilinen gemi olmalıdır. Nuh'un gemisini herkes bilmese de, normal bir gemiyi genelde insanların hepsi bilir.

İnsanların karada üzerlerine binip seyahat edecekleri bineklerden maksat da, Allah'ın yarattığı binek hayvanlarıdır. Zira Kur’an'ın indiği çağda en yaygın kara vasıtaları hayvanlardı. Fakat daha sonra insanların çalışarak ve Allah'ın koyduğu yasalardan yararlanarak icad ettikleri kara vasıtaları da O'nun insanlara olan nimetlerindendir. Çünkü onların sebep ve imkânlarını yaratan da Allah'tır. Demek ki tabii nakil vasıtalarının yanı sıra Allah'ın insan zekâsına bahşettiği icad yoluyla zaman içinde yeni ulaşım vasıtaları elde edilebilecektir. Nitekim, uygarlık tarihinin birbirini izleyen her döneminde, ulaşım araçları alanında önceden hayal bile edilemeyen yeni yeni vasıtalar ortaya konulmuştur; bundan sonra da yeni vasıtalar bulunmaya devam edilecektir.

 

43. Eğer dilersek onları suda boğarız; o zaman ne feryatlarına koşan bir kimse bulabilirler ne de başka türlü kurtulabilirler. 44. Ancak, katımızdan bir rahmetle onları belli bir süreye kadar geçindiririz.

Bu ayetlerde, Allah'ın dilediğini yapabileceği, fakat O'nun merhametli ve âdaletli davranarak kudretini insanlığın iyiliğine kullandığı belirtilir. Allah dilerse, insanların bindikleri gemiyi batırıp onları boğabilir; kimse de yardımlarına gelemez. Allah acıyıp yardım etmedikçe kimse onları kurtaramaz. Ancak bu ayetlere bakarak, “insanın tehlikelerden korunmak ve kurtulmak için tedbir alması gerekmez” şeklinde bir sonuca varmak doğru olmaz. Çünkü burada insanın tehlikelere karşı tedbir almaması değil, Allah'ın nimetlerini ve kudretini takdir edip nankörlükten sakınması gerektiği ifade edilir. Nitekim, bundan sonra gelen ayetlerde nankörlük tavrı sergileyen kimselerin feci durumları dile getirilir.

 

45. Onlara: “Gözlerinizin önünde bulunan ve sizden gizli tutulup başınıza gelecek olanlardan sakının ki size merhamet edilsin.” Denildiğinde hiç aldırmazlar. 46. Zira onlar, Rablerinden kendilerine gelen her mesajdan yüz çevirirler.

Ayetlerde, insanların Allah'ın rahmetine erebilmeleri için, dünya gazabından ve ahiret azabından sakınmaları gerektiği, Müşriklerin ise Allah'ın mesajlarını göz ardı ettikleri ve hak dine karşı olumsuz bir tavır içine girdikleri bildirilir. Onlar hem vahiy diliyle bildirilen mesajları hem de kâinattaki işaretleri ve gerçekleri anlamak istemediklerinden sapıklık içinde kalmışlardır. Oysa ahiret azabından sakınmak ancak vahiyle bildirilen hak dine uymak ve Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle davranmakla mümkün olabilir.

 

47-48. Kendilerine “Allah'ın size verdiği rızıktan başkaları için harcayın.” denildiğinde, inkarcılar inanlara: “Allah'ın dilediği takdirde doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız! Siz düpedüz bir sapıklık içindesiniz.” derler. Ve şöyle devam ederler: “Bu yeniden dirilme vaadi ne zaman gerçekleşecek? Eğer doğru söylüyorsanız buna cevap verin.”

Ayetlerde, inkârcıların ve müşriklerin, iyilik ve infak çağrısına alayla karşılık verdikleri, azabın gecikmesini gerekçe göstererek uyarı içeren mesajları alaya aldıkları belirtilir. Allah inancından, doğru düşünceden, acıma duygusundan ve yardımlaşma şuurundan yoksun olan kimseler, iyilik yapanlarla ve kendilerini iyilik yapmaya çağıranlarla alay ederler; insanlara kötü davranırlar, iyilik yapmamak ve başkalarına yardım etmemek için de sürekli bahane ararlar. Bu özellikler sadece geçmişteki müşriklere özgü değildir; aksine iman karakterini yitirip insanlara karşı haksız ve acımasız davranan herkese şâmildir.

 

49. Onlar, yeniden dirilme konusunda çekişip dururlarken kendilerini yok edecek korkunç bir çığlık bekliyorlar; bu çığlık onlara yeter. 50. Akıbetleri öylesine anî olur ki, artık ne bir vasiyette bulunabilirler ne de ailelerine geri dönebilirler.

Bu ayetlerde, yeniden dirilme vaktini Allah'ın bildiği, cezalandırmanın O'nun açısından güç bir iş olmadığı; ancak günahkârların düşünmeleri, yaptıkları kötülüklerden pişmanlık duyup Allah'a yönelmeleri için onlara fırsat verildiği bildirilir. Fakat bu fırsat sürekli değildir. Kendilerine tanınan süre dolunca, sarsıp yok edecek bir tek patlama sesi, onlara yeter. Akıbetleri öyle anî olur ki ne bir vasiyette bulunabilirler ne de evlerine dönmeye fırsat bulabilirler. Onlar, yeniden dirilmeye itiraz edip dururlarken bir daha geri dönmemek üzere bulundukları yerde helâk olurlar.

Ayetler, Müslümanlarla müşriklerin zaman zaman bir araya gelip tartıştıklarına; Müslümanların, müşrik ve inkârcıları hayra teşvik ettiklerine işaret ediyor. Şu halde Müslüman, çevresindeki insanlarla ilgilenmeli, onlarla ilişkisini kesmemelidir. Çünkü Müslüman kişisel düşmanlık peşinde koşmaz, her insanın ilgiye layık olduğunu bilir. O, sadece kötülüğe karşı çıkar ve onu önlemeye çalışır.

Sonuç olarak, kâinat akla sığmaz enginliği ve mükemmelliği ile insanlar için Allah'ın varlığını, birliğini, sonsuz ilmini ve kudretini gösteren bir işaret olarak hizmet görmektedir. Kur’an, tabiatın insana olan faydalarına, onda gözlenen düzenlilik ve kararlılığa dikkat çekerek insanın bilerek inanan ve Allah'a şükreden bir varlık haline gelmesini hedefler.

 

(51-67'nci ayetler)

Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, ölülerin Allah tarafından yeniden diriltilecekleri bildirilir. Müminlerle kâfirlerin ahiretteki durumları dile getirilir.

 

51. Yeniden diriliş suru üflenip suretlere can verildiğinde hemen kabirlerinden çıkıp akın akın Rablerine doğru koşarlar.

Ayette, yeniden diriliş suru üflenince bütün insanların kabirlerinden çıkarak Rablerine doğru koşacakları haber verilir. Ayetteki “sûr” kelimesi “boru, yani yeniden diriliş suru”; “ecdâs” kelimesi de “kabirler” anlamına gelir. Ancak “sûr” kelimesinin “sûret”in çoğulu olan “suver” şeklinde okunduğu da rivayet edilir. Bu okunuşa göre ayet: “Ruhlar suretlere üflendiği gün, kabirlerden kalkıp Rablerine doğru koşarlar” anlamına gelir.

Daha önceki ayetlerde, ansızın çıkarak bir tek patlama sesiyle insanların derhal ölecekleri belirtilmişti. İşte bu öldürücü sesin ardından yeniden diriliş suruna üflenir, ölüler kalkıp kabirlerinden çıkarak Rablerinin huzuruna koşarlar

.

52. “Eyvah başımıza gelenlere! Kim bizi diriltip ölüm uykumuzdan uyandırdı? İşte Rahman'ın vaadettiği buymuş; demek elçiler doğru söylemiş” derler.

Burada, yeniden dirilişin ardından inkârcıların, vahiyle bildirilen gerçeklerin doğru, peygamberlerin de sözlerinde sadık olduklarını itiraf edecekleri haber verilir. Fakat önemli olan, ahiret gerçeğini dünyada kabul etmektir. Zira felaket geldikten ve iş işten geçtikten sonra tedbir almanın bir faydası yoktur.

Bu ayet, vahyi bildirimlerin kesin doğru olduğuna, hak dine inanmayan ve uymayanların dünyada hüsrana, ahirette de azaba uğrayacaklarına işaret etmektedir.

 

53. Bütün olay, tek bir çığlıktan ibaret! İşte o an hepsi toplanıp huzurumuzda hazır olurlar. 54. Onlara: “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak ve yaptıklarınız dışında hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaksınız.” denir.

Bu ayetlerde, ölüleri diriltmenin Allah'a zor gelmeyeceği, O'nun herkese yaptığının karşılığını vereceği belirtilir. Nasıl insanların helâkine bir tek patlama sesi yetmişse, dirilmeleri de bir tek patlama ile olur ve onların tümü kendilerini Allah'ın huzurunda bulur. O gün, hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz ve insan dünya hayatında yaptıklarının dışında hiçbir şeyden sorumlu tutulmaz. Her sorumlu can, yaptığının karşılığını bulur. O'nun dinine uyup rızasını kazananlar cennete; dinden yüz çevirip azabı hak etmiş olanlar da cehenneme girerler.

 

55. Cennet halkı o gün, yaptıkları her şeyden hoşnut ve saadet içinde olurlar. 56. Onlar ve eşleri, gölgeliklerde ve sedirler üzerinde yatıp uzanırlar. 57. Orada her türlü meyveye, mutluluğa nail olurlar ve her istediklerini bulurlar. 58. Rahmet sahibi Rabbden gelen bir sözle tam bir huzur ve güvenlik içinde olurlar.

Bu ayetlerde dile getirildiği gibi, cenneti hak edenler o gün yaptıkları her şeyden hoşnut olurlar. Eşleriyle sedirler üzerinde mutlu bir şekilde yatıp uzanırlar; orada yalnızca sevinç ve mutluluğu tadarlar ve istedikleri her şeye nâil olurlar. Çok merhametli Rabbin sözüyle gelen sonsuz bir huzura ve rahatlığa kavuşurlar. Böylece cennet halkının sevinci, doruk noktasına ulaşır. Bu ayetlerdeki ibareler, Kur’an'a göre yaşama farzını yerine getirip peygamber örneğini izleyen sadık müminlerin, cennetteki sonsuz mutluluğunu, huzur ve rahatlığını dile getiren temsilî ifadelerdir. Ayetler, cennetliklerin boş durmayacaklarına, orada herkesin severek yaptığı bir işinin ve uğraşının olacağına işaret etmektedir.

 

59. “Ey suçlular! Siz bugün şöyle ayrılın bakalım.” denir. 60-61. “Ey Âdemoğulları! 'Şeytana Kulluk etmeyin; çünkü o, apaçık düşmanınızdır. Yalnızca Bana kulluk edin, işte dosdoğru yol budur.' diye sizi uyarmadım mı? 62. Andolsun o, bir çoğunuzu yoldan çıkardı; o vakit sizin aklınız yok muydu? 63. İşte tekrar tekrar uyarıldığınız cehennem! 64. Israrlı inkârınızdan dolayı bugün oraya girin bakalım.”

Burada, inkârcıların, ahiret gününde hem ateş hem de yalnızlık azabına uğrayacakları haber verilir. Allah, hesap gününde günahkârları ayırır. Onlara, kendisine ibadet etmeyip şeytana taptıkları için cehennemle cezalandırıldıklarını bildirir. İnkâr ve şirk gibi tevbe edilmedikçe bağışlanmayan günahlarla ölüme yakalananlar, o gün daha önce tekrar tekrar uyarıldıkları cehenneme atılırlar ve İslâm yolunu terketmenin acı sonucuyla baş başa kalırlar.

İnsanın vahiy ve akıl dışı davranışları benimseyip Allah'a karşı nankörce bir tavır sergilemesi, Yaratıcı'sına baş kaldıran şeytana tapmakla aynı anlama gelir. Bu yüzden Kur’an vahye, akla, hakikate ve ahlâka aykırı olarak insan tarafından ortaya konulan her kasıtlı ve bilinçli eylemi, “şeytana kulluk etmek” olarak niteler. Bunun için ayetler; şeytanın, insana olan düşmanlığını; onun kendisine uyanları aldatıp cehennemle sonuçlanan sapıklık yoluna çağırdığını belirterek İslâm'a sağlam ve sürekli bağlanmak gerektiği mesajını verir.

 

65. O gün ağızlarını mühürleriz; fakat yaptıklarını Bize elleri anlatır; ayakları da yapmış oldukları her şeye tanıklık eder.

Bu ayette, hesap gününde inkârcıların geçmişteki fiillerini savunamayacakları ve tavırlarını mazur gösteremeyecekleri ifade edilir. O gün, inkârcıların ağızlarına mühür vurulur; onlar ağızlarını açıp kendilerini mazur gösterecek tek kelime söyleyemezler. Fakat onların elleri dile gelecek ve ayakları hayatta iken yapmış oldukları her şeye tanıklık edecektir.

Ayette belirtilen “ellerin dile gelmesi ve ayakların tanıklık etmesi”, mecâzi veya hakiki bir anlam taşıyor olabilir. Ama burada asıl anlatılmak istenen şey, “günahkârların suçlarını gizlemeye ve inkâr etmeye imkân bulamayacakları” gerçeğidir.

 

66. Eğer dileseydik, gözlerini silme kör ederdik de onlar doğru yolu bulmaya çalışırlardı; ama öyle olsaydı onlar doğruyu nasıl görebilirlerdi? 67. Eğer dileseydik onları değişime uğratıp farklı bir tabiatta yaratırdık da bulundukları yerde çakılıp kalırlar, ne ileri gidebilirler ne de geri dönebilirlerdi.

Bu ayetlerde, Allah'ın, insanlara irade ve tercih özgürlüğü tanıdığı, onları ahlâkî davranışlarından sorumlu tuttuğu bildirilir. Burada Allah'ın varlık üzerindeki tasarrufu ve O'nun insanlara olan lütfu dile getirilir. Allah, insanlara kudret eserlerini görmeleri ve hak dine girmeleri için gören gözler vermiştir. Eğer Allah onları görüp anlama melekesinden yoksun bıraksaydı onlar doğruyu nasıl görebilirlerdi?

Burada yer alan “letamesnâ alâ a'yunihim” ibaresi, lafzen “onların gözlerini kör ederdik”; mecazen de “onları görüp anlama melekesinden yoksun bırakırdık”; “festebeku's- sırate” terkibi de “doğru yoldan hep şaşarlardı” anlamına gelir. “Le mesehnâhum” ibaresi ise, “onları değiştirir dönüşüme, mutasyona uğratırdık” manasına gelir. Çünkü “mesh” kelimesi, “insanı taş, toprak veya hayvan kılığına sokup değiştirmek” gibi anlamlar taşımaktadır.

Bütün bu ibareler, insanın zorla değil, kendi iradesiyle inanması gerektiğine işaret eder. Eğer Allah dileseydi inkârcıların gözünü kör eder, onları en genç ve dinç oldukları bir sırada aciz bırakır, tabiatlarını değiştirir, o zaman hepsi imana gelirdi. Ancak bu durumda inanmak, özgür bir tercih değil, zorunluluk olurdu. Halbuki Allah, insanın özgür ve muktedir bir durumdayken inanmasını istemektedir.

Demek ki, Allah dilerse inkârcıların gözlerini kör edip onları anlama melekesinden yoksun bırakabilir; onlar da hiçbir şeyi göremez hâle düşebilirler. Ama Allah koyduğu yasalara aykırı davranmaz ve kudretini insanların zararına kullanmaz; aksine O, insanlara rahmetiyle ve âdaletiyle muamele eder.

Sonuç olarak, Allah bir kavme azap etmek isterse gökten ordu indirmesi gerekmez. Korkunç bir patlama veya ses, onları helâk etmeye yeter. Yeniden dirilme suruna üflenince insanlar kabirlerinden kalkıp Yüce divana koşarlar; o zaman, daha önce haber verilmiş olan ahiret sorumluluğunun gerçekliğini anlarlar. Allah'ın, insanları hesaba çekmesi O'nun merhametiyle çelişmez. Çünkü Allah hiç kimseye haksızlık etmez. Her şeye hayat veren ve anlam kazandıran Allah'tır. Bu yüzden her şey O'na bağımlıdır. O'nun yasaları ve rehberliği olmasaydı varlık anlamsız, insan da gayesiz olurdu. Allah, bütün yüceliği ve kudretiyle beraber, sonsuz rahmet sahibidir. Zira O, rahmeti ve şefkati kendisine ilke edinmiş, rahmetinin her şeyi kuşattığını haber vermiştir.

 

(68-83'üncü ayetler)

Surenin son kısmını oluşturan bu ayetlerde, insanın yaşı ilerledikçe güç ve yeteneklerinin azalacağı belirtilir. Kur’an'ın bir şiir olmadığı, aksine diri ve aklı olanı uyarıp insan hayatına yön vermek için gönderilmiş bir mesaj olduğu vurgulanır. Allah'ın insanların yararlanmaları için çeşitli hayvanlar yarattığı, müşriklerin yaratılan nimetlerden yararlandıkları halde nankörlük ettikleri ve bir takım aciz varlıkları Allah'a ortak koştukları haber verilir. Onların uzlaşmaz tutumlarından dolayı üzülen Hz. Peygamber teselli edilir. Ölülerin yeniden dirilmesinin makul ve mümkün olduğunu gösteren kanıtlara yer verilir. Sure, Allah'ın her şeye malik ve hakim olduğunu dile getiren ayetlerle son bulur.

 

68. Biz kimin ömrünü uzatırsak yaratılışını tersine çevirip onun güç ve yeteneklerinde azalma meydana getiririz. Hâlâ akıllarını kullanmazlar mı?

Ayette, insan ve hayat gerçeği dile getirilir. Dünyada çok yaşayan insan, bu hayatın yasaları gereği ihtiyarlık çağına erişir; onun kuvvetine ve hislerine zafiyet arız olur; eski gücünden, bilgisinden ve kabiliyetinden eser kalmamaya başlar. Seneler insanın belini büker, saçını ağartır veya döker; sonunda o tekrar yaşlı bir çocuk olur. İşte ayet, insana bu hayat gerçeğini hatırlatarak onu biran önce ahlâkî tercihinin gereğini yapmaya teşvik eder. Öyleyse insan elden ayaktan düşmeden ve hayâti yeteneklere sahipken hidayete ermelidir. Bu da insanın aklını ve iradesini vahyin kılavuzluğunda kullanmasıyla mümkündür. Eğer insan vahyin rehberliğini kabul etmezse, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun hidayete eremez. “Dünyada daha çok yaşasaydım daha iyi düşünür hidayeti bulurdum.” iddiaları da hiçbir haklı gerekçeye dayanmaz. Çünkü insan kendi iradesiyle doğru yola yönelmedikçe Allah onu hidayete erdirmez.

 

69. Biz ona şiir öğretmedik, zaten ona yaraşmaz da. O yalnızca bir öğüt ve gerçeği dosdoğru gösteren apaçık bir Kur’an'dır.

Bu ayette, Hz. Muhammed'e şiir öğretilmediği; ona vahyedilenlerin, özünde apaçık olan ve gerçeği dosdoğru gösteren ilahî bir öğüt ve hitabe olduğu bildirilir. Burada, Kur’an'ın vahyi konusu ele alınır. Zira gerek Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemde gerekse sonraki dönemlerde Kur’an mesajına karşı çıkanlar, onun gerçekte ilahî vahiy değil, Hz. Muhammed'in kendi şiirsel hayal gücünün bir ürünü olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa şiirle, Kur’an'da somutlaşan ilahî vahiy arasında çok temel farklar vardır. Öncelikle Peygamber(as) şair olmadığı gibi Kur’an'da şiir değildir. Çünkü şiir, insanın şevk, zevk ve vecdinin ifadesi olduğundan genellikle tutarsız ve güvenilmezdir. Kur’an ise, özündeki hak ve hidayetle Allah'tan gelen vahyin tecellisidir. O, her türlü çelişkiden ve tutarsızlıktan uzaktır. Ayrıca şiir, sübjektif tutku ve etkilerle şekil ve gaye değiştirdiğinden onda her zaman sebat ve doğruluk yoktur. Oysa nübüvvetin sabit ve doğru bir yolu, yüce ve şaşmaz bir gayesi vardır. Öyleyse Kur’an bir insan tarafından telif edilmiş değildir, aksine o, insanüstü bir kaynağın eseridir.

Hz. Peygamber'e niçin şair dendiğini anlamak için, Kur’an'ın indiği dönemde Arapların şiir anlayışlarının nasıl olduğunu bilmek gerekir. Araplar, görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimseye “şâir” derlerdi. Onlara göre şair, bu bilgiyi “cin” denen gizli varlıklarla ruhsal ilişki kurarak alırdı. O zamanlar şiir bir sanat değil, görülmez varlıklarla ilgi kurarak elde edilen bir bilgi idi. Her şairin, zamanla gelip kendisine ilham veren bir cinninin var olduğu kabul edilirdi. Şair bu cinnin ilhamını yukarıdan aşağı gelen bir ses şeklinde hissederdi. İşte şair hakkındaki bu düşünceden dolayı Müşrik Araplar, Hz. Muhammed'i de cinden ilham alan bir şair sandılar ve “Bir deli şairin sözüyle ilâhlarımızı mı terk edeceğiz?” dediler. Kur’an, Hz. Muhammed'in cinle bir ilgisinin olmadığını ısrarla vurgulamış; ana şair diyenlerin, Allah'ı cinlerle karıştırma, peygamberi de cin çarpmış bir şair sanma yanılgısına düştüklerini bildirmiştir. Zira Kur’an'a göre peygambere gelen vahyin kaynağı cin değil, Allah'tır. Öyleyse Kur’an ne şiirdir ne nesir; o sadece Kur’an'dır.

Ancak burada bir noktaya açıklık getirilmelidir. Kur’an kendisinin şiir, Hz. Peygamberin de şair olduğu şeklindeki nitelemeyi reddeder. Ama o, sonraki dönemlerde sanıldığı gibi, şiiri salt şiir olarak yargılamaz. Onun yargıladığı şiir, Müşrik Arapların Kur’an'ı kendisiyle aynı düzeye çekmeye çalıştıkları şiirdir. Bundan dolayı Kur’an, işlevini yerine getirmede kendisine destek olan şiirin yanında yer almış; onun tenkidleri, işlevini yerine getirmesine engel teşkil eden şiire yönelik olmuştur. Şu halde Kur’an'ın şiir karşısındaki tutumunda bir çelişki söz konusu değildir. Zira o, kendisiyle uyuşanı kabul, ilkeleriyle çelişeni de reddeden bir yol izlemiştir. Bu yüzden ilk Müslümanlar, Kur’an'ı başta şiir olmak üzere diğer metinler ışığında anlamada bir sakınca görmemişlerdir. Böylece şiir, zamanla Kur’an tefsiri için bir başvuru kaynağına dönüşmüştür.

Aslına bakılırsa, Kur’an'ın nüzulüyle birlikte, bir metin türünden diğerine doğru bir yön değiştirme olduğu görülür. Çünkü Kur’an inmeden önce şiir egemen iken Kur’an'ın inişiyle birlikte durum tersine döndü ve egemen metin Kur’an oldu. Kültürel yönelişte şiirden Kur’an'a doğru gerçekleşen bu değişim, Kur’an'ı tek otoriter metin haline getirdi; şiir, Kur’an karşısında önceki konumunu asla elde edemedi; sadece açıklama ve yorum vazifesi görmeye devam etti.

 

70. O, diri olanı uyarsın ve inkarcılar hakkındaki azap sözü doğru çıkıp kesinleşsin diye gönderilmiştir.

Ayette, Kur’an'ın diri olan insanları uyarmak için gönderildiği belirtilir ve onu dinlemeyenlerin azaba uğrayacakları uyarısı yapılır. Aklın ve kalbin vahye olan bağlılığı, insanı diri ve dinamik kılar. İyi niyet ve açık bir kalble Allah'a yönelen insan, Kur’an'ın rehberliği ile hayat bulur; İslâm da onun dünyasına canlı bir din olarak girme imkânı bulur. Görüldüğü gibi bu ayet, Kur’an'ın ölüler için değil, aklı ve iradesi olan diri insanları gafletten uyandırıp imanın aydınlık dünyasına ulaştırmak için gönderildiğini belirtir. İnkârcılar için gerçekleşeceği belirtilen söz ise, Allah'ın Kur’an mesajını reddedenlere azab edeceğine ilişkin uyarısıdır. Demek ki, ölüme inkâr günahı ile yakalananlar aleyhine azab hükmü haktır; çünkü onlar, azaba müstehak olmuşlardır.

 

71. Kendileri için kudretimizle sahip oldukları nice evcil hayvanlar yarattığımızı görmezler mi? 72. Onları kendilerine boyun eğdirip istifadelerine sunduk; bir kısmını binek olarak kullanırlar, kiminin de etini yerler. 73. Onlardan başka faydalar da sağlarlar ve içecek süt elde ederler. Buna rağmen hâlâ şükretmezler mi?

Ayetlerde, Allah'ın insanların yararı için çeşitli hayvanlar yaratıp onların emrine verdiği, insanların bu hayvanlardan çok yönlü yararlandıkları; fakat onların Allah'a şükretmeleri gerektiği halde bunu yapmadıkları haber verilir. Burada Allah'ın insanların yararı için büyük ve küçük baş hayvanlar yarattığı; insanların onlardan kimini binek hayvanı olarak kullandıkları, kiminin de etinden, sütünden yararlandıkları ve daha pek çok faydalar sağladıkları hatırlatılarak kişilerde takdir ve şükür duygusunun geliştirilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca ayetler, insanın nimetleri iyi yahut kötü kullanmaktan dolayı ahlâkî bir sorumluluk taşıdığına da işaret etmektedir.

 

74. Tam tersine, yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka bir takım ilahlar edindiler. 75. Halbuki edindikleri ilahlar, onlara yardım için çağrılmış askerler olarak görülseler bile kendilerine yardım edemezler.

Bu ayetlerde, Allah'la beraber başka ilâhlar edinmenin şirk ve nankörlük olduğu, tanrı diye tapılan varlıkların kendilerine bile yardım edemeyecekleri bildirilir. Müşrikler, kendilerine yardımcı olacakları zannıyla bazı soyut ve somut varlıkları tanrılar edinmişlerdi. İşte bu yüzden ayetler, putların veya putlaştırılan varlıkların, kendilerine tapanlara yardım edemeyeceklerini; aksine onlara tapanların putların askerleri olacaklarını ve onların bekçiliğini yapacaklarını belirterek şirk zihniyetinin “sapıklığına ve sakatlığına” dikkat çekmektedir. İnsanların putlaştırdıkları varlıklara karşı tutumlarını ve durumlarını dile getiren bu ayetlerin verdiği mesaj, zevk ve çıkar için pek çok kişi, kurum ve kavramın putlaştırıldığı günümüzde daha da bir önem kazanmaktadır.

 

76. İnkarcıların söyledikleri sakın seni üzmesin. Biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilmekteyiz.

Ayette, Allah'a ortak koşanların putlara tapmakta ısrarlı oluşlarına ve onların uzlaşmaz durumlarına üzülen Hz. Peygamber teselli edilir; müşrikler de uyarılır. Putçulardan zikir ve şükür beklenmez. Allah onların yaptıklarını tamamıyla bilir, zamanı gelince de cezalarını verir; yaptıkları cezasız kalmaz. Öyleyse onlar için üzülmeye değmez.

 

77. İnsan kendisini bir sperm damlasından yarattığımızı görmüyor mu ki Bize karşı şiddetli bir hasım kesiliyor. 78. Yaratılışını göz ardı edip: “Çürümüş kemiklere kim hayat verecek?” diye misal getirmeye çalışıyor. 79. De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecek; çünkü O her türlü yaratmayı bilir.”

Burada, ahiret gerçeğini inkâr edenlere cevap verilir; Allah'ın ölüleri diriltmesinin makul ve mümkün olduğu bildirilir. Tefsirlerde belirtildiğine göre bu ayetler, Übey İbn Halef'in çürümüş bir kemik parçasını eliyle ufalayıp Hz. Peygambere; “Bu böyle çürüdükten sonra Allah'ın bunu yeniden dirilteceğini mi sanıyorsun?” demesi; Hz. Peygamberin de: “Evet, O, seni de öldürüp sonra diriltecek ve cehenneme atacaktır” diye cevap vermesi üzerine inmiştir.

Ayetlerin inişine böyle bir olay sebep olsa da, Kur’an'ın ahireti inkâr edenlere verdiği cevaplarda esas amaç, insan düşüncesini deliller aracılığı ile ahiret gerçeğiyle tanıştırmaktır. Kur’an ahiretin varlığını, bu âlemin yaratılışının zorunlu bir sonucu sayar. İnsan olayları hep kendi gözü ve mantığı ile kıyaslayarak değerlendirmeye çalışırsa çoğu zaman yanılır. Zira o, kendi gücünü ve düşüncesini aşan bir şeyle karşılaştığında onun gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu sanır. İşte ahiret ve öldükten sonra dirilme de pek çok inkârcı insanın imkânsız gördüğü gerçeklerdir.

Kur’an, öldükten sonra dirilmenin insanın gücüyle ve gözüyle kıyaslandığında imkânsız gibi görülebileceğini; ama ölü cisme ilk defa hayat veren Yaratıcı kudretle kıyaslandığında onun gerçekleşeceğini belirterek insanı inkâr ve yanılgıdan kurtarmayı hedefler.

Aslında Kur’an'ın dili anlaşılır niteliktedir ve gerçek ortadadır. İnsan bunlara bakıp düşünürse, Allah'ın yapamayacağı bir şeyin olmadığını, ahiretin makul ve mümkün olduğunu görür ve hakikate inanır. İnsanın ahireti inkâr etmesi gerçeği değiştirmez. Zira inkâr, ahirete gitmeye değil, cennete girmeye engel teşkil eder.

 

80. O, sizin için yemyeşil ağaçtan bir ateş çıkarır, siz de ondan tutuşturup durursunuz.

Ayette, suya kanmış ve yeşile boyanmış ağacın, güneşten emerek aldığı sıcaklığı kendi bünyesinde biriktirmesine dikkat çekilerek Allah'ın kudreti gözler önüne serilir. Ateşle yeşillik birbirine zıttır; biri öldürücü ve kurutucudur; öbürü ise yaştır. Birinin olduğu yerde diğerinin olmaması gerekir. Ama Allah, yeşil ağacın içine ateş çıkarma özelliğini koymuştur. Bu yüzden kesilen ağaç dalları birbirine sürülünce çakmak gibi ateş çıkarır. İşte yeşil ağaçtan ateş çıkaran Allah, kurumuş kemiklere hayat verip ölüleri yeniden diriltmeye de kadirdir. Ayrıca bu ayet, katı ve sıvı bütün yakıt türlerinin bitki kökenli olduğuna da işaret etmektedir. Zira su ihtiva eden yeşil bitkiler, yer altında binlerce yıl zarfında petrol veya kömüre ayrışma yoluyla yakıta dönüşmektedir.

 

81. Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, onlar gibisini yaratmaya muktedir olamaz mı? Elbette olur! O, her şeyin bilgisine sahip olan Yaratıcı'dır.

Bu ayette de, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'ın, yok olanların yerine onlar gibi yenilerini yaratmaya muktedir olduğu bildirilir. Her şeyin bilgisine sahip olan ve bütün varlıkları yaratan Allah, onların benzerlerini de yaratmaya kâdirdir.

 

82. Bir şeyin olmasını dilediğinde O'nun yaptığı sadece o şeye “Ol!” demekten ibarettir. O da hemen oluverir.

Ayette dile getirildiği gibi, Allah bir şeyin olmasını isteyince ona “Ol!” der ve o şey olur. Ayetin sonundaki “fe yekûn” fiili, “geniş zaman” kipidir. Bu ibare, Allah'ın yaratma fiilinin devam ettiğini gösterir. Demek ki Allah'ın yaratması bir defada olmuş bitmiş; Allah, kâinatı yaratıp bir kenara çekilmiş değildir. Aksine yaratma dinamizm içinde sürüp gitmekte, Allah da tüm varlık ve oluşla ilgisini sürdürmektedir.

 

83. Her şeyin egemenliği elinde bulunan Allah ne yücedir! Sonunda siz, O'na döndürüleceksiniz.

Surenin son ayetinde her şeyin Allah'ın mülkü olduğu ve O'nun hükmü altında bulunduğu; herkesin Allah'a döndürülerek yaptıklarının hesabını vereceği bildirilir. Tüm varlık ve oluşları yaratan Allah, yüceler yücesidir; her şey O'nun yüceliğini dile getirmekte ve O'nu övmektedir. Her sorumlu can, hesap vermek ve yaptığının karşılığını almak için, Allah'ın huzuruna götürülecektir.

Sonuç olarak, insanın ahirette mutlu veya üzüntülü olması, bu dünyadaki davranışlarına ve fiillerine bağlıdır. Çünkü insan ahirette, geçmişte işlediği bütün amellerini karşısında bulacak; orada bu dünyada işlediği amellerle ve yaptıklarıyla yaşayacaktır.

 

Genel Tespitler

Kur’an, Allah tarafından vahyedilmiş eşsiz bir kitap, Hz. Muhammed de kendi toplumuna ve bütün insanlara gönderilmiş son peygamberdir. Bu yüzden hem Kur’an'ın mesajı hem de Hz. Muhammed'in peygamberliği evrenseldir.

Kur’an, kendini anlayarak okuyanı bıktırmayan, aksine muhatabının fikrine ve hayatına canlılık katan bir mesajdır. Bunun için Kur’an, kendini okuyup anlayan kişiyi, yaşayan ölü olmaktan kurtarır. Kur’an'ı ve onu okuyanı dinamik kılan da budur.

İnkâra şartlanmış kişilere gerçeği anlatmak imkânsız gibidir. Ama iyi niyetli ve anlamaya istekli olan kimseleri uyarmak mümkündür. İnsan, inanıp inanmamakta özgürdür; fakat hiç kimse gerçeği çarpıtma hakkına sahip değildir. Ne var ki, inkârcılar her devirde hakkı reddetmekle kalmamış, onu tebliğ eden elçileri yalanlamış, onları uğursuz kişilermiş gibi göstererek halkı aldatmaya ve hakikati çarpıtmaya çalışmışlardır. Oysa her türlü uğursuzluk ve olumsuzluk, hak dine uymaktan değil, aksine günahlı bir hayatı tercih etmekten kaynaklanır.

Peygamberler, dini tebliğ etme karşılığında kimseden bir ücret beklemezler. Şu halde dini dünya çıkarlarına alet edenler, peygamber varisi olamazlar.

Allah, insanlara mutlu olacakları hayat modelini Kur’an'la sunmuş, onlardan bu modele uymalarını istemiş; teklif ettiği ve razı olduğu hayat şeklini gerçekleştiren kullarını cennetine koyacağını müjdelemiştir. Demek ki Allah'ın belirlediği hayat modeline göre yaşamak, insan için hem fıtri bir ihtiyaç hem de dini bir görevdir.

Genellikle her peygamber ve İslâm mensubuyla alay edilmiştir. Fakat hak dine karşı çıkıp inananlarla alay edenler helâk olmuş, sonunda hakkın çağrısı başarıya ulaşmıştır.

Allah, isyanı yüzünden helâkî hak etmiş bir kavmi cezalandırmak isterse, gökten ordu indirmesi gerekmez; korkunç bir patlama, inkârcıları yok etmeye yeter. İsyan edenler o zaman ağızlarını açıp tek kelime söylemeye vakit bulamadan bir daha dünyaya geri dönmemek üzere ölüp giderler.

Kur’an'ın kâinat ve tabii olaylar için kullandığı ifadeler, Allah'ın ilmini ve kudretini tasvir eder. Bu yüzden kâinat, akla sığmaz enginliği ve mükemmelliğiyle insanlar için Allah'ın varlığını, birliğini, ilminin, kudretinin ve merhametinin genişliğini gösteren bir işaret olarak hizmet görmektedir. Kâinatı Allah'tan başkası yaratmadığı gibi, Kur’an'ı da ondan başkası göndermemiştir.

Varlığın alternatifli yaratılması ve tabiattaki nimet bolluğu, mucizelerin en büyüğüdür. Kur’an, tabiatın insana olan yararlarına ve ona sunulan nimetlere değinerek hem “kudret” gibi “merhamet”in de Allah'ın temel sıfatlarından biri olduğuna dikkat çeker hem de insanın Allah'a şükreden bir varlık haline gelmesini hedefler.

Nankör kişiler, haktan ve hayırdan hoşlanmaz, başkalarına iyilik yapmak istemezler. Maddeye olan düşkünlüğü, ciğer sökücü bir hırs haline getirenler, bu amaçsız koşunun farkında olmadan ta mezara kadar giderler; sonunda da acı ve tüketici bir hiçlikle karşılaşırlar.

Allah, hatalarından dönmeleri için insanlara belirli bir süre tanır ve fırsat verir. Ancak kendilerine tanınan süreyi ve fırsatı iyi değerlendiremeyen günahkârlar, helâk olmaktan kurtulamazlar.

Yeniden diriliş suruna üflenince, insanlar kabirlerinden kalkıp Yüce divana doğru koşarlar; o zaman, daha önce haber verilen ahiretin gerçek yüzünü görmüş olurlar.

Kur’an, insana ısrarla yaptığının karşılığını mutlaka göreceği ve işlediği kötülüklerin hesabını Allah'a vereceği gerçeğini hatırlatır. Zira, dünyada yapılan işler, ahiret binasının temelini oluşturur. Allah'ın insanları hesaba çekmesi, O'nun merhametiyle çelişmez. Çünkü O, hiç kimseye haksızlık etmez. Dinini kabul edip gereğini yerine getirenlere, dünyada da ahirette de en büyük saadeti sunar. İyileri, kendileri gibi iyi olan eşleri, ataları ve çocuklarıyla birlikte cennetine koyar. “Allah'a ibadet” edecekleri yerde “şeytana kulluğu” tercih edenleri ise, cehenneme atıp acı sonlarıyla baş başa bırakır.

Dünyada çok yaşayan insan, bu hayatın yasaları gereği yaşlanır; onun kuvvetine ve hislerine zafiyet arız olur. Sonunda o, ömrünün en fena çağına ulaşıp yaşlı bir çocuk olur.

Kur’an şiir olmadığı gibi, Hz. Peygamber de şair değildir. Çünkü şiir genellikle insanın zevk ve şevkinin bir ifadesi olduğundan onda her zaman doğruluk ve tutarlılık yoktur. Halbuki Kur’an, özündeki hak ve hidayetle Allah'tan gelen vahyin tecellisidir; o, her türlü çelişkiden ve tutarsızlıktan uzaktır. Onun sabit ve doğru bir yolu, yüce ve şaşmaz bir gayesi vardır.

Kur’an, diri olan insanları uyarıp onları gaflet ve inkârdan kurtarmak için Allah tarafından vahyedilmiş eşsiz bir mesajdır. Çünkü o, Allah'ın muhatap kabul ettiği insanlarla kurduğu canlı bir diyalogdur. Allah onu, insanları dinleyerek, onların haklı ve makul sorularına cevap vererek, toplumda meydana gelen sorunları da çözerek oluşturmuştur. Bu yüzden Kur’an, ilahî olduğu kadar insan ve dünya ile de ilgili olan bir kitaptır.

Allah'ın yaratma fiili devam etmekte, kimi canlılar ölürken yerlerini yenileri almaktadır. Öyleyse kâinatı var eden, insanı bir damla sudan yaratan Allah, ölüleri de yeniden diriltecektir.

Kur’an, insanın hayatı doğru yaşaması ve mutlu olması için, ahiret gününe imanı gerekli görür. Ölümden sonra insanın beden ve organları dağılıp gitse de onun gerçek ahlâkî kişiliği kalıcıdır. Bunun için madde ötesi hakikat, ölüm sonrası teslim alınır.

Her şey, Allah'ın mülküdür ve O'nun idaresi altındadır. Bu yüzden tüm varlık kendi hal diliyle Allah'ı yüceltmekte ve O'nu övmektedir.

Sonuç olarak Yâsîn suresi, Kur’an'daki dinî heyecanın merkezidir. Çünkü o, insana ölümle hayatın bitmediğini öğretir. Kur’an'da verilmiş olan bilgiler ölüler için değil diriler içindir. Fakat her insan gerçekte diri değildir. Yaşamanın gereği, baktığını görmek, duyduğunu anlamak ve anladığı doğruları uygulamaktır. İnsan ancak böyle yaparsa ilerleme sağlayabilir. İşte Kur’an insana bütün bu gerçeklerin her gün ve her saat düşünülmesi gerektiğini hatırlatır. Bu yüzden genellikle Kur’an'ın, özellikle de bu surenin sık sık okunması faydalı olur.