(46/56) VÂKI‘A SÛRESİ
MEKKE DÖNEMİ
96 AYET
Vâkı‘a suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin üçüncü yılında nazil olmuştur. Sure 96 ayetten oluşur; adını, ilk ayette geçen vâkı‘a kelimesinden alır. Vâkı‘a, “önemli olay” demektir. Bu olaydan kasıt, üzerinde yaşadığımız dünyanın ömrünün bir gün bitecek olması, buna bağlı olarak yeryüzünün şiddetle sarsılıp köklü bir değişikliğe uğramasıdır. Vâkı‘a, nüzul sıralamasına göre 46'ncı tertip sıralamasına göre de 56'ncı suredir.
Surede genel olarak, dünyanın ömrü bittiği zaman meydan gelecek olaylar anlatılır; insanların yeniden yaratılışının, onların yaşarken kazandıkları olumlu veya olumsuz özelliklerine göre gerçekleşeceği vurgulanır. Dünyanın son bulmasıyla insanların yeni bir hayata göçecekleri, bu hayatın onlardan kimini alçaltıp kimini yücelteceği, hayatta iken iyi işler yapıp kendilerini terbiye edenlerin mutluluk duyacakları, iyilik yarışında öne geçenlerin Allah'a daha yakın olacakları, onların hastalık, yaşlılık ve açlık gibi olumsuzluklarla karşılaşmayıp istedikleri her şeye kavuşacakları; inkârcıların ise, hiç hoşlanmayacakları bir durumla karşılaşıp istemedikleri şeyleri yiyip içmek zorunda kalacakları ve azap görecekleri haber verilir.
Bu bildirimin ardından Allah'ın birliğini ve kudretini, yeniden dirilmenin de makul ve mümkün olduğunu gösteren bazı somut delillere dikkat çekilir. Daha sonra da Kur’an'ı Kerim'in Allah tarafından indirildiği, ona ancak temiz olanların dokunabileceği belirtilir. Bunca açık kanıtlara rağmen onu yalanlayanlar kınanır.
Surenin son bölümünde ise, insanın ölümle bu dünyadan ahiret yolculuğuna çıkacağı, iyi işler yapıp erdemli olanların orada huzur içinde yaşayacakları, inkârcıların ise yakıcı bir azaba atılacakları bildirilir. Sure, Kur’an'ın haber verdiği her şeyin gerçek olduğunu; insanın İslamî bir kişilik kazanıp dünya ve ahiret mutluluğuna erebilmesi için Allah'ı çokça anıp O'nun dinine uyması gerektiğini dile getiren ayetlerle son bulur.
İnkârcıların tevhid, ahiret ve Kur’an'la ilgili itirazlarına cevap niteliği taşıyan bu sure, aynı zamanda onlara karşı bir meydan okumadır. Zira inkârcı insan ne kadar gururlanırsa gururlansın neticede ölüm karşısında aciz kalacak; aynı şekilde kıyametin gelişini kimse engelleyemeyeceği gibi o geldiğinde de kimse onu yalanlama cesareti gösteremeyecektir.
İbn Mes’ud'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber: “Kim Vâkı‘a suresini her gece okursa ona ebediyen fakirlik isabet etmez.” buyurmuştur. Fakat surelerin faziletine dair bu tür hadislerin, genellikle Kur’an'dan uzaklaşan Müslümanları ona döndürmek maksadıyla uydurulmuş sözler olduğu söylenir.
1-40'ıncı ayetler
Surenin ilk bölümünü oluşturan bu ayetlerde, kıyametin mutlaka gerçekleşeceği, dünyada böbürlenen çok sayıda insanın o gün zelil olacağı, inançlarından dolayı hor görülmüş kişilerin ise yüceltileceği bildirilir. Yeryüzünün şiddetle sarsılıp üzerindeki dağların paramparça edileceği ve havada uçuşan toz zerreleri gibi savrulacağı haber verilir. Bunun ardından insanların erdemli, erdemsiz ve iyi işlerde öne geçip başkalarına öncülük etmiş kimseler olmak üzere üç gruba ayrılacakları beyan edilir. İyilikte öne geçmiş müminlerin, nimet cennetlerinde Allah'a yakınlık sağlayacakları, bunlardan çoğunun ilk nesil Müslümanlarından, pek azının da sonraki dönemlerin insanlarından olacakları belirtilir. Doğru yolu bulup dürüst davranan iyi insanların cennetteki mutlu yaşantıları gözler önüne serilir.
Rahman Rahim Allah'ın Adıyla
1. Gerçekleşmesi kesin olan Kıyamet koptuğu zaman 2. Onun oluşunu yalanlayacak kimse bulunmayacak ve gerçek olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. 3. O kimilerini alçaltıp kimilerini de yüceltecektir.
Ayetlerde, kıyamet kopmazdan önce onu yalanlayanlar olsa da o, gerçekleştiği zaman kıyameti yalanlayacak kimsenin bulunmayacağı; onun, bazılarını alçaltıp diğerlerini de yükselteceği bildirilir.
Buradaki vâkı‘a kelimesi “başa gelen büyük iş” anlamına gelir. Geleceğinde asla kuşku olmayan gerçekleştiğinde de kendisinde yalanlanacak bir şey bulunmayan önemli ve hakiki olaya vâkı‘a denir. Kelime burada “son saat ve yeniden dirilme” anlamına gelmektedir. Bu yüzden el-Vâkı‘a, kıyametin isimlerinden biridir. Kıyametin gerçekleşmesi kesin olduğu için ona bu isim verilmiştir. Zira son saat geldiğinde onu kimse yalanlayamayacak böylece onun gerçek olduğu apaçık ortaya çıkacaktır.
Ayrıca ayetlerde bu önemli ve dehşetli olayın yükseği alçaltıp alçağı yükselteceği de belirtilir. Bu ifadelerden kıyametin her şeyi altüst edeceği, dünyanın altını üstüne getireceği veya inkârcıları cehennemin derekelerine iterken müminleri cennetin derecelerine yükselteceği anlaşılır. Çünkü o gün, düşmüş olanları kaldıracak dik olanları devirecek, üstünlük ve alçaklık ölçüsü farklı olacaktır. Dünyada kendilerini üstün sanan inkârcılar o gün zelil olurken hakir görülen müminler izzete ereceklerdir. Öyleyse ayetler yarını görmek için bu günü iyi bilmek ve doğru değerlendirmek gerektiği mesajını vermektedir. Zira bu gün yaşanan pek çok olay insana bir bakıma gelecekte olacakları hatırlatmaktadır. İşte kıyametin ansızın kopmasıyla dünya hayatı son bulacak, ölümden sonra hayatın olmadığını iddia eden inkarcıların sesi kısılıp sedası boşa çıkacaktır.
4-7. Çünkü yeryüzü şiddetli bir şekilde sarsılıp dağlar ufalana ufalana toz duman haline geldiğinde siz, üç sınıfa ayrılmış olacaksınız. 8. Kiminiz doğruyu bulmuş ve ahiret mutluluğuna ermişlerden olacak, ne mutlu o doğruyu bulmuş olanlara! 9. Kiminiz de kötülüğe batmış olanlardan; ne bahtsızdırlar o kötülüğe batmış olanlar! 10. Bir de Allah'ın çağrısına koşarak hayırda öne geçenler var ya, 11-12. İşte onlar, Allah katında yakınlığa, en yüksek mertebeye erdirilmiş kimselerdir; esenlik ve mutluluk bahçelerinde yaşayacaklardır. 13-14. Oların çoğu öncekilerden, pek azı da sonrakilerdendir. 15-16. Onlar, altın işlemeli tahtlar üzerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar. 17-21. Ölümsüzleşmiş gençler, onların etrafında; içmekle baş ağrısı yapmayan, sarhoş etmeyen tertemiz kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler ve kadehlerle dolaşıp onlara beğendikleri meyveleri ve canlarının çekebileceği her çeşit kuş etleri sunarlar. 22-23. Onlar için sedefteki saklı inciler gibi, iri gözlü saf ve temiz eşler de vardır. 24. Bütün bunlar hayatta iken yaptıklarına karşılık bir ödül olarak onlara verilir. 25. Orada ne boş bir söz işitirler ne de günaha sokan bir laf. 26. Sadece birbirlerine esenlik dileği ileten “selam! selam!” sözünü duyarlar.
Ayetlerde öncelikle, yeryüzünün şiddetle sarsılıp üzerindeki dağların paramparça olacağı ve havada uçuşan toz zerreleri gibi savrulacağı haber verilir. Buradaki recc, “şiddetli yer sarsıntısı”; bess, “ufalanmak”; hebâen münbessâ da “toz toprak haline gelmek” demektir. Ayetlerde yer alan bu kelime ve terkipler, son saatin sarsıntısının belirli bir bölgeyi değil, tüm yeryüzünü kapsayacağına ve çok korkunç olacağına işaret etmektedir. Dünyanın sonu gelmeden önce insanın yerin üstünde ve toprağın altında ne kadar kalacağı belli değildir. Ayrıca bu zaman dilimi o kadar önemli de değildir; asıl önemli olan bu uzun yolculuğun son hasadının ne olacağıdır. İşte gelen ayetlerde, bundan sonra ne olacağı şöyle açıklanır.
Ayetlerin beyanına göre o gün insanlar üç gruba ayrılacaklardır. Bunlardan ilki ashabu'l meymene'dir. Bu terkip lafzen “sağdaki insanlar” anlamına gelir. Bu terkipte yer alan meymene kelimesi sözlükte “sağ kol, sağ taraf, yemin yeri, uğur ve bereket” gibi anlamlar taşıdığından; bir de sağ taraf Araplarda saygı ve hürmet mevkii kabul edildiğinden “sağdakiler”den maksat “hayırlı, erdemli ve kendilerinden istifade edilen iyi insanlar”dır. Zira onlar doğruyu bulmuş, inanç ve yaşayışlarında hep doğru olmuşlardır. Bunun için onlar, uğurlu ve bereketli halleriyle her bakımdan gıpta edilecek kimselerdir. Ayrıca bunların, amel defterleri sağ tarafından verilen bahtiyar insanlar olduğu da belirtilir.
İkincisi ashabu'l meş'eme'dir. Bu terkip de lafzen “soldakiler, soldaki insanlar” anlamına gelir. Yine burada yer alan meş'eme kelimesi sözlükte “sol taraf, uğursuzluk ve uğursuzluk yeri” gibi anlamlar taşıdığından, sol taraf da Araplarca uğursuz sayıldığından soldakilerden maksat hayırsız, değersiz, kendilerine ve yakınlarına zararı dokunan kişiliksiz kimselerdir. Bunların, amel defterleri sol tarafından verilen erdemsiz ve uğursuz kişiler olduğu da söylenir.
Üçüncüsü de es-sâbikûn'dur. Bu tabir sözlükte “öncüler, iyilikte insanların hepsinin önüne geçmiş bulunan hayırlı kişiler” anlamına gelir. Bunlar Allah'a iman, ibadet ve her türlü hayır yarışında öne geçmiş basiretli ve gayretli insanlar olup en yüksek manevi dereceye eren kişilerdir. Başta Hz. Peygamber olmak üzere muhacir ve ensar da bu sınıfa giren öncülere birer örnektir.
Görüldüğü gibi Vâkı‘a suresinde müminiyle kafiriyle bütün insanlardan söz edilmekte, bu bağlamda ilk olarak inananların, ikinci olarak inkârcıların, üçüncü olarak da müminlerden en yüksek sıfat ve meziyetlere sahip olan faziletli kişilerin ahiretteki durumlarına açıklık getirilmektedir. Kur’an'da insanların değinilen durumlarını dile getiren başka ayetler de vardır.
Burada bir noktaya açıklık getirmek faydalı olacaktır. Kur’an'ın kendi terminolojisi içinde kullandığı kavramları, politik söylemlerin üretip insanlar arasına attığı “sağcı ve solcu” gibi ayırıcı kavramlarla karıştırmamak gerekir. Çünkü Allah'ın kitabı, politikacıların üretip insanları bölmek amacıyla ortaya attıkları bu tür bir ayrımcılıktan uzaktır. Biraz önce de işaret edildiği gibi Araplar hayrın sağdan, şerrin de soldan geleceğine inanırlardı. Bu eski inanış zamanla dilin kullanımına da yansımış, böylece “sağ ve sol” kavramları uğurlu ve uğursuz ile eş anlamda kullanılır olmuş; Kur’an da bu iki kavramı doğruluk-dürüstlük ve eğrilik-kötülük anlamında bir ifade aracı olarak kullanmıştır. Bunun için tamamen Kur’an'ın kendi nüzul ortamında anlam kazanmış olan bu tür kavramları aktüel politik terminolojiye uydurmak hiç de doğru değildir.
Bu ayetlerde, müminlerin en faziletlileri olan sâbikûn'un/iyilik öncülerinin, cennetteki makamları ve mutlu yaşantıları da tasvir edilir. Ayetlerin beyanına göre iyilik öncüleri olarak nitelendirilip en yüksek meziyet ve sıfatlara ermiş bulunan müminler, her zaman Allah'a yakınlık sağlayacaklar, esenlik ve mutluluk bahçelerinde yaşayacaklardır. Onların çoğu evvelkilerden yani ilk nesil Müslümanlarından, birazı da sonraki dönemlerin insanlarından olacaktır. Buradaki sülle kelimesi “büyük bir grup, çoğunluk”; kalîl kelimesi ise “azlık ve azınlık” anlamlarına gelir. Ayrıca burada çokluk ve azlıkla dile getirilen vurgu, insanların İslamî kişiliklerindeki ve ahlâkî gelişmelerindeki mükemmellik unsurunun, tarihi süreç içinde giderek azalacağına da işaret etmiş olabilir.
Bu ayetlerde yer alan “öncekiler ve sonrakiler”den maksadın kimler olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre öncekiler, daha önce geçen ümmetlerdir. Onların birazı da son gelmiş olan Muhammed ümmetindendir. Bir görüşe göre de öncekiler, daha önce geçmiş peygamberlerdir. Çünkü önceki zamanlarda daha çok peygamber gelip geçmiştir. Bir başka görüşe göre ise, öncekiler de sonrakiler de bu ümmettendir. Öncekiler dini, ilim ve amelleriyle yeryüzüne yayan ilk nesil Müslümanlarıdır; onların Allah'a yakın olanları çoktur. Ancak bu vasıftaki kaliteli Müslümanlar gitgide azalırlar, sonra gelenler içinde bunlar daha az olur. Bu yorumların hepsi muhtemel olmakla beraber sonuncusu daha tercihe şayan görülmüştür.
Çoğu öncekilerden azı da sonrakilerden olan nitelikli müminlerin cennetteki mutlu yaşantıları ise ayetlerde şöyle tasvir edilir. Onlar altın işlemeli mutluluk tahtlarına kurulurlar, orada karşılıklı otururlar, birbirlerine sevgi ile bakıp dururlar. Onların etrafında hiç değişmeyecek, güzellikleri bozulmayacak civanlar dolaşır; tertemiz kaynakların suyundan doldurulmuş ibrik ve fincanlarla onlara içecek sunarlar. İçtikleri ne kafalarını karıştırır ne de onları sarhoş eder. Onlar orada seçebilecekleri her çeşit meyve ve canlarının çekebileceği her çeşit kuş eti yerler. Ayrıca onların yanında en güzel gözlere sahip saf, engin ve zengin ruhlu temiz eşler olur. Onlar, sanki kabuklarının içinde saklı bulunan inciler gibidir. Bütün bunlar inananlara, hayatta iken yaptıklarının bir ödülü olarak verilecektir. Bu ödüle nail olan müminler, cennette ne boş konuşma ne de günaha sevk eden bir çağrı duyarlar. Sadece iç sükuneti ve barış müjdesi olan “selam” sözünü işitip huzur ve rahatlık içinde yaşarlar.
Bu ifadelerin hepsi, cennet olarak adlandırılan yerdeki mutlu yaşayışın bozulmadan ebedi olarak süreceğine işaret eder. Kur’an'ın, cennetteki içeceklere “temiz, baş ağrıtmayan ve aklı bozmayan” gibi nitelikler atfetmesi de pedagojik bir amaç taşır. Zira bu ifadeler, bilahare yasaklanacak olan alkollü içkinin, müminin pratik hayatında yer almaması gerektiğine dair ilk göndermelerdir.
27. Dürüst ve erdemli olup ahiret mutluluğuna erenler, ne mutlu kimselerdir! 28-34. Onlar kendilerini, dikensiz kiraz ve meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları altında, yayılmış koyu bir gölgede, çağlayarak akan sular başında, mevsimi geçmeyen, yasaklanmayan bitmez tükenmez meyveler içinde ve kabartılmış yüksek döşekler üzerinde bulacaklar. 35-38. Biz onları dürüst ve erdemli olup ahiret mutluluğuna erenler için, eşlerine düşkün yaşıt ve bakire olarak apayrı biçimde yeniden yaratırız. 39-40. Bunların bir çoğu öncekilerden bir çoğu da sonrakilerdendir.
Bu ayetlerde de, kitapları sağ taraftan verilen erdemli kişilerin cennetteki mutlu yaşantıları gözler önüne serilir. Bunlar, en yüksek manevi dereceye eren “sâbikûn”un biraz altında bulunan ve soldakilerin/hayırsız ve erdemsiz kişilerin de karşıtı olan kimselerdir. Bunlara, kitapları kıyamet gününde sağ taraflarından verileceği için ashabu'l yemin denmiştir. Bunlar, inanıp iyi işler yapmakta her zaman fazla öne çıkmayan, ama hata yapıp günah işledikten sonra tevbe edip dürüstlüğe ve erdemliliğe ulaşan kimselerdir. Bu kimseler, hayırda öncülük etmiş kişiler kadar iyi bir hayata sahip olmasalar da, nihai kazançları onları ötekilerle aynı ruhî doygunluk seviyesine ulaştırır. Nitekim bu kişilerin cennetteki durumlarını belirten ayetler, değinilen gerçeği destekler niteliktedir. Zira dürüst ve erdemli bir hayat yaşamış olan bu kişiler, kendilerini meyve dolu ağaçlar, muz ağacı yahut çiçeklerle bezenmiş akasyalar, genişçe yayılmış gölgeler altında bulurlar. Fışkıran sular, bol bol meyveler, hiç eksilmeyen ve tükenmeyen nimetler hep onlar içindir. Ayrıca onlar, yükseltilmiş sedirler üzerine yüceltilmiş eşleriyle birlikte uzanacaklardır. Çünkü Allah onları yenilenmiş bir hayatta tekrar var edecek, onları bakireler olarak diriltecek, sevgi ve uyum içinde dürüst olanlarla yaşatacaktır. Bütün erdemli kadınlar, yeryüzünde iken ne kadar yaşlı ve çökmüş olurlarsa olsunlar bakire kızlar olarak diriltilecekler, erkek eşleri gibi cennette gençliklerini ebediyen koruyacaklardır. Nitekim “Biz onları yenilenmiş bir hayatta tekrar var ederiz.” anlamındaki ayet de, cennette bulunanların yeniden yaratılınca güzel ve kalıcı vasıflar kazanacaklarını doğrulamaktadır. Cennette bulunan kadınlar da erkekler de dünyadan yeni bir aleme geçmiş olan canlılardır. Onlar bu aleme geçince, maddeye arız olan çirkinliklerden arınıp taze genç delikanlılar ve kızlar olurlar. Çünkü cennetliklerin hepsi gençtir, orada ihtiyar olmayacaktır. Madde dünyasından göçüp ahiret alemine geçenler gençleştirilecek; kadın ve erkeklere gençleştirilmiş uyumlu eşler verilecektir. Zira ancak böyle olursa her iki taraf için denklik kurulur, onların arasında sevgi ve sohbet bulunur. Ayrıca ruhsal ve duygusal ihtiyaçlar da karşılıklı olarak ancak bu şekilde giderilebilir.
Kaynaklarda, bu ayetin açıklamasıyla ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır. Hz. Peygamber'in huzuruna yaşlı bir kadın gelip ona: “Ey Allah'ın Elçisi, Allah'a dua et de beni cennetine koysun.” der. Hz. Peygamber de: “Ey falanın annesi, cennete ihtiyar kadın giremez.” diyerek ona latife yapar. Ancak yapılan latifeyi anlayamayan kadın ağlayarak geri dönünce, Allah'ın Elçisi: “Ona söyleyin, kadın cennete girerken ihtiyar olmayacak, çünkü Allah: 'Biz onları yaşıt ve bakire olarak apayrı biçimde yeniden yaratırız.' buyuruyor.” demiştir. Demek ki cennet ehli genç ve dinç olacaktır. Kaynaklarda yer alan ve cennetliklerin otuz üç yaşında olacaklarını belirten bazı rivayetler de bu gerçeğe işaret etmektedir.
İşte kitapları sağ tarafından verilen bu bahtiyar kimselerin bir bölümü öncekilerden, bir bölümü de sonrakilerden olacaktır. Demek ki “ashab-ı yemin”den sonra gelenlerin nisbeti “sâbikûn”daki gibi öncekilerden az olmayacak aksine onların öncekileri de sonrakileri de eşit olacaktır. Bu da, ilk bocalamadan ve günah işledikten sonra doğruluğa ve erdemliliğe ulaşacak kişilerin her zaman bulunacağını gösterir.
Sonuç olarak geçen ayetlerde, kıyametin kopmasının ardından başlayacak ahiret hayatında insanların üç sınıfa ayrılacakları, bunlardan iki sınıfın cennete, bir sınıfın da cehenneme gideceği haber verilir. Kur’an'da, iman edip iyi işler yapan kişiler için hazırlanan güzel bedelleri ve uygun nimetleri belirten çok sayıda ayet vardır. Ancak insanı şevke getiren ve okuyanın gönlünü açan cennet portrelerinin en ayrıntılı biçimde anlatıldığı surelerden biri de Vâkı‘a suresi olduğundan bu aşamada Kur’an'daki cennet tasvirlerini/betimlemelerini genel olarak belirtmek faydalı olacaktır.
Kur’an, Allah'ın sözü ve bu sözün Arap diline dökülmüş şeklidir. Çünkü o, gerek ilk gerekse müstakbel muhataplarına beşeri bir dilin sınırlı imkanları içinde seslenen bir hitaptır. Onun tarihsel bir bağlam ve verili bir ortam içerisinde nazil olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu yüzden Kur’an, ölü bir belge değil, aksine hem güncel hem de evrensel ölçekli ilke ve mesajlar sunan canlı bir sözdür. Bu özelliğinden dolayı burada, Kur’an dilinin yapısına dair bazı değerlendirmeler yapıp sonra onda yer alan cennet betimlemelerine geçmek daha uygun olur.
Bütün ilahî kaynaklı metinler, insanlar tarafından anlaşılsın diye vahyedilmişler ve gönderilen elçinin kavminin diliyle indirilmişlerdir. Evrensel mesajı ve hedefleri olmasına rağmen, Kur’an da bu hükmün dışında değildir. Zira bu durum, tebliğ görevinin hakkıyla yerine getirilebilmesi için zorunludur. Dil, sadece bir söz dizgesi, göstergeler manzumesi ve yansıtma aracı değil, ayrıca o etkin bir biçimlendirme ve yaratım aracıdır. Bu yüzden her dil, dış dünyayı, toplumsal, ruhsal ve fiziksel gerçekliği kendine özgü biçimde yoğurur, yorumlar, kavramlaştırır ve bir tür düşünsel form sunar. Bu açıdan bakıldığında dilin yaratıcı ve yansıtıcı bir fonksiyon icra ettiği söylenebilir. Zira toplumsal yaşama karışan, onunla kaynaşan ve bir çok yönden onun yazgısını paylaşan dil, kelimenin tam anlamıyla bir toplumsal olgudur. Bu yüzden o hayata yön veren tüm güçlerin etkisi altındadır. İşte tarihin belli bir döneminde Arap diliyle indirilen Kur’an'ın, daha iyi anlaşılabilmesi için hem o döneme özgü sosyal ve kültürel yapının hem de vahyin inişine tanıklık eden Arapların pratik yaşam tecrübelerinin bilinmesi gerekir. Çünkü Kur’an, yedinci yüzyılın Arabistan coğrafyasındaki Kureyş kabilesine ait kültürü yansıtan bir dili kullanmakta ve anlatmak istediklerinin tümünü bu dilin sınırlı imkanlarıyla ifadelendirmeye çalışmaktadır. O, bunu bazen muhkem/açık, bazen de müteşabih/temsili bir dil kullanarak yapmaktadır. Çünkü sonsuzu ve soyutu anlatabilmek için, sonlu ve somut bir alandan örnekler sunmak gerekir. Kur’an da bu gereklilikten ötürü insan açısından gayb kategorisinde yer alan gerçekleri, onun algı alanına getiren nesnelerle somutlaştırmak suretiyle anlatmaya çalışır. İşte Kur’an, cennet tasvirlerine ve azap figürlerine ilişkin dil kurgusunu da, büyük ölçüde ilk hitap çevresine özgü kültürel ve coğrafi motiflerle yapmıştır. Özellikle Vâkı‘a ve Rahman suresi gibi Mekke döneminde nazil olan bazı surelerde yer alan detaylı cennet tasvirlerinde ve azap figürlerinde, bütünüyle tarihsel ve yerel motifler kullanılmış, cennetin dizaynında da öncelikle nüzul döneminde yaşayan Arapların beğeni, istek ve arzuları öncelenmiştir. Bu açıklamaların ardından şimdi Kur’an'ın cennet tasvirlerine geçilebilir.
Biraz önce de değinildiği gibi Kur’an'ın cennet tasvirlerine ait dil kurgusunda tamamen yerel ve tarihsel malzeme kullanılmış; bu kullanımda da özellikle ilk muhatapları, genellikle de bütün insanları cezbedecek objeler ön plana çıkarılmıştır. Hemen hepsi maddi bir niteliğe sahip olan bu objeler arasında en dikkat çekici olanları “cennetteki huriler, bitkiler, nehirler, yiyecek ve içecekler, takılar ve giysiler, müzik ve eğlenceler”dir. Cennetteki nimetlerin seçiminde, ilk hitap çevresi sakinlerinin istek ve beğenilerinin rol oynadığı, bu yüzden de yerel ve tarihsel bir karaktere sahip oldukları inkâr edilemez bir gerçek olmakla birlikte, Kur’an'ın cennetle ilgili betimlemelerinde her çağa hitap eden evrensel nitelikli tasvirler de vardır. Bunun için değinilen tasvirleri mahiyetleri ile birlikte belirtmek gerekir.
Huriler: Kur’an'ın cennet tasvirleri arasında en fazla dikkat çeken motiflerden biri hurilerdir. Hem müzekker/eril ahverin hem de müennes/dişil havrânın çoğul şekli olan hûr ismi, sözlükte “iri gözlerinin beyazlığıyla ayırt edilen saf ve temiz eşler” anlamına gelir. Araplar, şehirli kadınları beyaz tenli olmalarından ve diğer kadınlara oranla daha bakımlı bir görünüm arz etmelerinden dolayı havâriyyât diye isimlendirdiklerinden “hûr” terimi daha ziyade dişi karakterde ve öncelikle erkeklerin zevklerini okşayan bir cinsel obje olarak algılanmıştır.
Hûr kelimesi, Kur’an'da dört ayette yer alır. Bunlardan üçünde “iri gözlerinin beyazı saf siyahı da gümüş renginde olan güzel ve temiz eşler” diğerinde ise “harika çadırlarda iskân edilmiş saf, çekinden ve güzel huylu eşler” anlamında kullanılır. Ayrıca huriler Kur’an'da, göğüsleri yeni oluşmuş, eşlerine düşkün iffetli yaşıt kızlar olarak nitelenmiş ve onlar yüksek değerinden ötürü saklanan ya da bir anlamda kıskanılan inciye, gün yüzü görmemiş ve el değmemiş taze yumurtaya, yakut ve mercana benzetilmişlerdir. Bunlara ilaveten Kur’an'da hurilerin bakire ve aynı yaşta oldukları, cennetteki eşlerinden önce kendilerine hiçbir insanın ve cinnin dokunmadığı ifade edilmiştir.
Bu nitelemelerden anlaşılacağı üzere cennetteki huri portresi, erkeklerin zevklerini okşayan bir cinsel obje olarak resmedilmiş; hurilere verilen fiziksel özellikler de, Kur’an'ın nüzul döneminin erkeklerinin beğendiği kadın tiplemesine uygun şekilde betimlenmiştir. Şu halde Kur’an'ın resmettiği huri imajının, her döneme hitap eden tarih üstü evrensel bir kadın imajından ziyade, o toplumun güzel kadın anlayışını yansıttığı söylenebilir. Zira Kur’an'ın bu konuyla ilgili tasvirleri, yerel ve tarihsel nitelikli olup ilk muhatap kitlenin istek ve eğilimlerini yansıtan bir mahiyet arz etmektedir. Çünkü bu dönemde kadın, gündelik hayatta kullanılan en önemli zevk araçlarından birini oluşturuyordu; fuhuş da en güçlü sektörlerin başında yer alıyordu. Şu halde Kur’an'ın cennetteki huri imajını özellikle güzellik, çekicilik ve cinsellik gibi tamamen erkeklerin zevklerini okşayacak biçimde resmetmesinin neden ve niçinlerini işte bu tarihsel arka planda aramak gerekir. Zira başta fuhuş olmak üzere sair gayri ahlaki davranışların hakim olduğu bir toplumsal yapı içerisinde yaşayan insanları, erdemli bir hayat sürmeye davet etmenin elbette meşru bir karşılığı olmalıydı. Fakat pratik hayatlarını büyük ölçüde maddi ve algılanabilir objeler üzerine inşa eden bir toplum bilincinin egemen olduğu bir düzlemde insanlara soyut manevi değerleri kabul ettirmek hiç de kolay değildi. İşte bunun için Allah, kendi mesajına olumlu yanıt verecek olan bu insanların dünyevi yaşamlarında çok önemli yer tutan kadın ve cinsellik olgusunu, inanmalarını istediği ahiret hayatının en cazip nimetlerinden biri olarak takdim etmiş; Kur’an'ın bu yerel huri tiplemesi de doğal olarak ilk dönem Arap Müslümanlarının muhayyilesinde, cennetin çok zengin cinsel hazların yaşandığı bir mekan olarak algılanmasına yol açmıştır.
Bitkiler ve yiyecekler: Cennetliklerin iyi beslenme ve rahat yaşamalarında önemli bir yer tuttuğu anlaşılan ağaçlar, bitkiler ve meyveler de büyük ölçüde mahalli niteliktedir. Söz gelimi bu surenin yirmi sekizinci ayetinde yer alan sidr kelimesi, “dikensiz ağaç veya Arabistan kirazı” anlamına gelir. Bu da, cennetteki bitki meyve ve yiyeceklerin, yine nüzul dönemi Araplarının beğenileri göz önüne alınarak cennet bitkileri ve meyveleri arasına dahil edildiklerini gösterir. Ayrıca Kurtubi'nin, cennet meyveleri arasında anılan “hurma” ve “nar”a işaret ederek: “Allah bu iki meyveyi özellikle andı; zira o dönemin Arapları nezdinde hurma ve narın ifade ettiği önem, bu gün buğdayın bizim için arz ettiği öneme eş değerdi. Çünkü onların yiyecekleri genellikle hurma, meyveleri de nar idi.” demesi de değinilen gerçeği destekler.
Nehirler ve içecekler: Yeşil bitki örtüsü ve sık ağaçlarla kapalı bir mekan anlamına gelen cennetin, pek çok ayette içlerinden ırmaklar akan bahçeler şeklinde tasvir edilmesi de büyük ölçüde Kur’an'ın nüzul dönemindeki iklim ve coğrafya şartları ile ilgilidir. Çünkü Kur’an'ın inişine tanık olan Arapların yaşadıkları iklim koşullarında en fazla özlem duydukları şeylerden biri de yeşilliklerle kapalı mekanlar ve sulak arazilerdi. Konuya bu açıdan bakıldığında cennetle ilgili bu betimlemelerin de tarihsel ve yerel nitelikli oldukları görülür. İşte çöl ikliminde yaşadıkları için su ve yeşilliğe hasret kalan Araplara, dünyadaki durumlarının aksine ahirette kendilerine bol suyu, ağaçları ve meyveleri olan cennetlerin verileceği bildirilerek mesire yerlerine özgü motiflerin tasviri yapılmıştır.
Kur’an'ın cennet tasvirlerinde önemli yer tutan içki motifi de diğerleri gibi nüzul ortamındaki verili durumla çok yakından irtibatlıdır. Çünkü İslam öncesi Arap toplumunda, özellikle zevk ve eğlenceye düşkünlükten ötürü yaygın bir içki tüketim ve ticaretinin olduğu; kadın gibi içkinin de diğer birkaç unsurla birlikte Arap şiir ve edebiyatının ana temalarından birini oluşturduğu bilinen bir gerçektir. İşte Kur’an o dönem arabının zevkine ve damak tadına hitap eden bu terimleri kullanarak onları İslamî hayata özendirmeyi hedeflemiştir.
Müzik ve eğlenceler: Kur’an'da doğrudan beyan edilmemekle birlikte bazı ayetlerin işaretinden ve hadislerin ifadesinden cennet hayatına özgü etkinliklerden birinin de müzik ve eğlence olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca tarihi veriler de eğlence ve içkili işret alemlerinin, cahiliye dönemi arabının vazgeçilmezleri arasında yer aldığını göstermektedir. Bütün bunlardan ortaya çıkan kompozisyon, Arapların öteden beri aşina oldukları eğlence formunu yansıtmakta ve bunun büyük ölçüde mahalli olduğunu ortaya koymaktadır.
Takılar ve giysiler: Kur’an'ın beyanına göre cennetlikler, adn bahçelerinde tahtlar üzerine kurulup orada altın bilezikler ve incilerle bezenecekler, yeşil ipekten ince kalın elbiseler giyeceklerdir. Cennetteki takıların altın bileziklerden, gümüş ve incilerden; elbiselerin de ince ve kalın yeşil ipekten olacağının bildirilmesi de hiç kuşkusuz Kur’an'ın nüzul ortamındaki zenginlik ve saltanat telakkisiyle ilgili olup yerel ve tarihsel niteliklidir.
Kur’an'da yerel ve tarihsel nitelikli cennet betimlemelerinin yanında genel bir mahiyet arz eden ve her çağa hitap eden tasvirler de vardır. Söz gelimi Kur’an, Allah'ın inanan erkek ve kadınlara içlerinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan bahçeler, adn bahçelerinde güzel meskenler vaad ettiğini haber verdikten sonra “Allah'ın rızasının” bunların hepsinden daha üstün olduğunu belirtir. Demek ki en büyük mutluluk Allah'ın rızasına ermektir. Ayrıca çok sayıda ayet ve hadiste cennet, gönüllerin özleyeceği her şeyin bulunabileceği bir yer olarak tanıtılmaktadır.
Bütün bu beyanlardan ortaya çıkan sonuç şudur. Cennet yokluğun, yoksulluğun ve mutsuzluğun yenildiği sonsuz bir mutluluk yurdudur. En büyük mutluluk ise Allah'ın rızasıdır ve cennetin her çağa hitap eden yönü budur. Bununla birlikte Kur’an'ın ifadelerinden cennette cismani hazlardan ve maddi nimetlerden istifade etmeye dayalı bir yaşamın olacağı sonucu çıkmaktadır. Ancak bu hazlar ve nimetler, Kur’an'ın örneklendirdikleri ile sınırlı değildir. Çünkü cennet, arzulanan her şeye sahip olunan bir yer olarak düşünüldüğü zaman, onun zirvesinde Allah'ın rızasının yer aldığı, sonsuz nimetleri bünyesinde barındıran bir ebedi mutluluk yurdu olduğu rahatlıkla söylenebilir.
41-56'ncı ayetler
Surenin bu ayetlerinde, inkâr ve kötülükte ısrar edip ölüme bağışlanmaz günahlarla yakalanan kimselerin cehennemdeki azaplı durumları tasvir edilir. Bunlar, dünya hayatına razı olup dinden yüz çeviren, dünya çıkarlarından başkasını düşünmeyip ahireti hafife alan inkârcılar ve günahkarlardır.
41. Kötülüğe batmış olanlar ise, ne bahtsız kimselerdir! 42-44. Onlar kendilerini, yakıp kavuran bir ateş ve kaynar su içinde; ne serinlik ne de ferahlık veren kapkara bir duman altında bulacaklar.
Ayetlerde, inkâr ve kötülükte ısrar edenlerin, ahirette kavurucu bir ateş ve kaynar su içinde olacakları; kendilerini, ne serinleten ne de rahatlatan siyah bir dumanın altında bulacakları haber verilir. Buradaki ashabu şimal terkibi “soldakiler” anlamına gelir. Bu terkiple, hayırsız ve erdemsiz kişiler, amel defterleri sol taraflarından verilen inkârcı ve kötü kimseler kastedilir. Semum kelimesi “vücudun gözeneklerine işleyen çok sıcak ve kavurucu rüzgar”; hamim kelimesi de “kaynar su ve çok sıcak olan cehennem suyu”; yahmûm ise “kömür veya kurum gibi kararıp duran cehennem dumanı” anlamına gelir.
Ayetlerin beyanına göre hayırsız ve erdemsiz kişiler, ahirette kendilerini içlerini kavuran bir ateş ve kaynar su içinde bulacaklar; ayrıca onlar cehennemin kara dumanı altında oturacaklardır. Çünkü onların üzerindeki gölge, serinleten ve rahatlık veren bir gölge değil, yakıcı ateşin kara dumanı olacaktır. Pişmanlık duymaksızın günah işlemeye devam eden ve hayatlarını yeniden dirilme üzerine inşa etmeyen bu kimseler, cennetliklerin aksine çok acı ve mutsuz bir hayat süreceklerdir.
45-46. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahate dalmış ve azmışlar; büyük günahları işlemekte de ısrarcı olmuşlardı. 47-48. Diyorlardı ki: “Biz ve bizden önceki atalarımız öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra mı bir daha yeniden diriltileceğiz?”
Bu ayetlerde de, hayırsız ve erdemsiz kişilerin niçin cezalandırıldıklarına açıklık getirilir. Ayetlerin bildirdiğine göre amel defterleri sol tarafından verilen erdemsiz kişiler, geçmişte kendilerini tamamen haksız arzulara kaptırmışlar, bütün sorumlulukları bir tarafa bırakıp sorumsuz bir hayat sürmüşler ve hayat pazarından günah satın almışlardır. Ayrıca onlar günahları terk edecekleri yerde tam tersine “Ne yani! Biz ve eski atalarımız ölüp toprak olduktan sonra yeniden mi diriltileceğiz?” diyerek ahiret gerçeğini ve hesabını yalanlamak suretiyle çirkin günahları işlemekte ısrarcı olmuşlardır.
Buradaki el-hınsi'l azim terkibi hem “büyük günah” hem de “yalan yere yemin eden, yemin tanımaz yalancılar” şeklinde yorumlanmıştır. İkinci görüş diğer Kur’an ayetleriyle de desteklendiğinden daha tercihe şayan bulunmuştur. Çünkü Kur’an inkârcı müşriklerin: “En ciddi yeminlerle Allah'ın ismini anarak 'Allah öleni diriltmez.' diye O'na yemin ettiklerini.” bildirmektedir. Demek ki bu terkip onların değinilen yalan yeminlerine ve hayata maddeci bir gözle bakan şirk zihniyetinin değişmez katı tutumuna işaret etmektedir. İşte müşrikler böyle ısrarla yemin edip ölenlerin diriltilmeyeceklerini söylemekle büyük küstahlık yapmışlar; günahlı bir hayatın izleyicisi olduklarından dolayı da bu acı azaba çarptırılmışlardır. Bu yüzden ayetler, ahiret gerçeğini inkâr edip büyük günahlarda ısrarcı olmanın insanı cehenneme götürecek bir felaket olduğuna dikkat çekmekte, gelen ayetlerde de ahiret gerçeğini inkâr etmeye çalışanlara gereken cevap verilmektedir.
49-50. De ki: “Daha önce yaşamış olanlar da sonrakiler de bilinen bir Gün'ün belirlenmiş olan bir vaktinde mutlaka bir araya getirileceklerdir.”
Ayetlerde, öncekilerin ve sonrakilerin hepsinin belli bir günde Allah'ın huzurunda toplanacakları bildirilmektedir. Buradaki yevmin ma'lûm terkibi “bilinen bir gün” anlamına gelir. Bundan maksat da kıyamet günüdür. Mîkât ise “bir şeyin vaktini tayin eden ölçü” demektir. Dünyanın vaktini tayin ve tahdit ettiği için kıyamete de mikat denilmiştir.
Bu ayetler, ahiret gerçeğini inkâr edip yeniden dirilmeyi imkansız görenlere son gün gelip çatınca dünyanın ömrünün de sona ereceği, O günün bütün insanlık için bir araya gelme ve her şeyin apaçık ortaya serildiği bir gün olacağı mesajını vermektedir.
51-53. Bu toplantının ardından siz ey sapıklar ve yalancılar! Kesinlikle ağulu bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyecek; karınlarını onunla tıka basa doyuracaksınız. 54-55. Üstüne de kanmak bilmez susamış develerin suya saldırışı gibi o kaynar sudan içeceksiniz. 56. İşte hesap günü, onlar böyle ağırlanacaklar!
Bu ayetlerde, hakikati yalanlayıp yoldan sapmış olanların ahiretteki azaplı durumları daha ayrıntılı biçimde açıklanır. Günah tiryakisi olan bu kimseler zakkum denilen ağulu meyve ağacından tadacaklar, karınlarını onunla doyuracaklar, yakıcı cehennem suyunu yudum yudum içeceklerdir. Hem de kanmak bilmez susuz develerin su içişi gibi... İşte hesap günü, inkârcı günahkarlara ikram edilecek ziyafet böyle olacak! Çünkü bunların dünya hayatında yaptıkları hiçbir iyilik, Allah'ı inkâr ve O'na şirk koşma günahını örtmeye kafi gelmeyecektir.
Burada geçen zakkum kelimesi sözlükte “yutmak, bir şeyi nahoş şekilde yemek” gibi anlamlara gelir. Zakkum, Araplar nezdinde genel olarak “meyvesi acı, kokusu kötü ve görüntüsü çirkin bir bitki türü” olarak bilinir. Bundan dolayı Kur’an'da cehennemliklerin yiyeceği arasında sayılan şeceretu'z zakkûmun en uygun karşılığı “ölümcül gıda” veya “meyve ağacı” olabilir. Çünkü bu ağaç cehennemi simgelediği için Kur’an'daki “lanetlenmiş ağaç” ile eş anlamlıdır. Ayrıca bu kelimeyle, Kur’an'ın “cehennem” olarak tanımladığı öteki dünya azabının, kişinin yeryüzünde işlediği kötü fiillerinin acı bir meyvesinden ve organik sonucundan başka bir şey olmadığı gerçeğine dikkat çekmiş de olabilir. el-him kelimesi de “ehyem”in çoğul şeklidir. Ehyem, deveye arız olup ona çok su içirten bir susuzluk illetidir. Bu hastalığa yakalanan deve bir türlü suya kanmaz. İşte inkarcılar da cehennemde zakkum yer, susuzluk iletine tutulmuş develer gibi kaynar su içerler ama asla suya kanmazlar.
Bu ayetlerin açıklamasını, Kur’an'da yer alan uhrevi azap figürlerine ve cehennem azabının mahiyetine ilişkin bilgiler vererek tamamlamak uygun olacaktır. Kur’an'da, Allah'ın birliğini tanımamakta ısrar eden inkârcıların ve diğer günahkarların barınağı olarak tanımlanan yer “cehennem”dir. Etimolojik kökeni tartışmalı olan bu kelime, Arap dilcilerine göre “derin kuyu” anlamına gelmektedir. Ayet ve hadislerdeki tasvirler dikkate alındığında ise, cehennemi nitelik ve niceliği meçhul bir uçuruma veya bir kör kuyuya benzetmek mümkündür. Zira Kur’an'da yetmiş yedi kez geçen bu kelime, herhangi bir sözlük anlamı taşımaktan ziyade azabı hak edenlerin iskan mahalli olarak tasvir edilir. Ayrıca cehennemle ilgili ayetlerde geçen isim ve sıfatların ekseriyeti, ateşi ve bu ateşin yakıcılığını ifade etmekte; onun yedi kapısının olduğunu belirtmektedir. Bununla cehennemdeki azap derekelerine/tabakalarına işaret edildiği, bunların da en hafifinden şiddetliye doğru “cehennem, lezâ, hutame, saîr, sakar, cahim ve hâviye” şeklinde sıralandığı ifade edilir. Demek ki cehennem suçluların girecekleri yeri gösteren genel bir isim olmakta, onunla ilgili diğer sıfat isimler de günahkarların işledikleri suçlarının derecesine göre düzenlenmiş azap tabakalarına işaret etmektedir. İlahi emirlere karşı gelenlere verilen cezaya, insana üzüntü veren her türlü acı ve kedere de “azap” denir. Azap, Kur’an'da genellikle “yakıcı, acıklı, alçaltıcı, şiddetli ve uzun süreli” olarak nitelendirilir.
Kur’an'ın beyanına göre ahiret azabı salt ateşten ibaret olmayacak, aksine suçlulara azap her dem tazelenip arttırılacak, cehennem halkı bu azabı bütün şiddetiyle hissedecek; yanmanın acısını sürekli tatmaları için onlara yeni bir ten elbisesi giydirilecek, yakıtı insan ve taşlardan/putlardan ibaret olan cehennem ise, inkârcıları uzaktan görünce öfkelenecek, kükreyecek, hatta öfkesinden çatlama noktasına gelecek, yüksek ısısını kaybetmeye yüz tuttuğunda yeniden kükreyecek ve büyük kıvılcımlar saçacaktır. İnkârcılar gruplar halinde azap mahalline götürülürken yüz üstü süründürülecek, perçeminden ve ayaklarından yaka paça tutulup yukarıdan aşağıya fırlatılan bir eşya misali cehennemin ta ortasına atılacaklardır. Kendisine “Doydun mu?” diye sorulan cehennem “Daha var mı?” diye karşılık verecek; onun duvarları zalimleri çepeçevre kuşatacak ve onlar sıkışıp kaldıkları bu son derece dar mekanda dayanılmaz acı ve ıstıraptan dolayı cehennemden çıkmaya çalışacaklar, ancak bunu başaramayıp cehennem ateşine mahkum olacaklardır. Ayrıca mal ve kapital tutkunlarına daha özel bir azap uygulanacak, cehennem sakinlerine ateşten elbiseler biçilecek, yüzlerini alevler saracak, üstlerinden kaynar sular dökülecek, bu su onların derilerini ve iç organlarını eritecektir. Onlara ateşte yanmanın dışında kaynar sular, iğrenç yiyecekler, demir topuzlar, zincirler ve boyunduruklarla da azap edilecektir. Yine çok güçlükle boğazdan aşağı geçecek olan kan ve irin katkılı kaynar su, insanın midesinde tıpkı maden eriyiği gibi kaynayacak olan zakkum başta olmak üzere ne karın doyuran ne de besin değeri bulunan bir yemeğin üstüne içilecektir. Bütün bunlar dünyada işlenen günahlara uygun olarak kesilen birer fatura mesabesinde olacaktır.
Hadislerdeki cehennem ve azap tasvirleri ise, Kur’an'daki tasvirlere nisbetle çok daha ayrıntılı ve abartılıdır. Bu tür tasvirlerin, somutu ve somutlaştırmayı seven Arap aklı üzerinde etkili olmayı hedefleyen pedagojik amaçlı tasvirler olduğu unutulmamalıdır. Çünkü ateşe atılıp yakılmak, Kur’an'ın ilk muhatapları için ne kadar ürkütücü ise dünyanın bu günkü sakinleri içinde aynı oranda ürkütücüdür.
Etimolojik kökeninde ateşle ilgili bir anlam bulunmayan cehennem, konuyla ilgili ayetlerin tamamına yakınında nâr/ateş ile özdeşleştirilmiştir. Bunun nedeni, Kur’an'ın ilk muhataplarının aşırı derecede korktukları varlıkları, hastalıkları ve sâir nesneleri, gerçek manada cehennemin bir parçası veya bu dünyaya yansıması biçiminde algılayıp bunları cehennemle özdeşleştirmiş olmalarıdır. Bu da Kur’an'daki bazı cehennem tasvirlerinin, doğrudan doğruya nas-olgu diyalektiği içinde şekillendiğini gösterir. Zira Allah, gaybî gerçekleri insanlara bu dünyada algıladıkları nesneler üzerinden anlatmak istemiş, bu yüzden de Kur’an'da cehennem ve azap tasvirleriyle ilgili olarak yer alan motifler, nesneler dünyasından seçilmiştir. Çünkü bunların öz nitelikleri insanlara meçhul olmakla birlikte görüntüleri vahyin nazil olduğu coğrafyada mevcuttu. Söz gelimi Kur’an'da, cehennemdekilere son derece berbat bir menü sunulacağı, bu mönüde de yiyeceklerin en kötüsü olarak nitelenen zakkum/meyvesi acı, kokusu kötü ve görüntüsü çirkin bir bitki türü, dari'/açlığı gidermeyen, besin değeri olmayan ve son derece kötü kokan bir bitki ve ğıslîn/kan ve irinden oluşan bir yiyecek bulunacağı bildirilir.
Aynı şekilde cehennemdeki azabın şiddetini tasvir etmek için bazı sayıların kullanıldığı görülmekte, bu sayıların başında da yedi ve onun katsayıları gelmektedir. Dil bilimciler, Arapça'da seb' ve sebûn kelimeleriyle ifade edilen “yedi” ve “yetmiş” sayılarının reel sayısal değerin yanında çokluk ifade ettiğini de söylerler. Bu sayıların Kur’an'daki bazı kullanımları da onların bu yaklaşımını destekler. Bu durumda, cehennemin yedi kapısının olduğunu ifade eden ayete, dile dayalı bu veriler ışığında bakılırsa onda yer alan yedi sayısının, çokluk ve çeşitlilik manasına geldiği; veya yedi kapı tabiriyle uhrevi azabın çeşitliliğine ve sürekliliğine işaret edilmiş olduğu düşünülebilir. Öyleyse yedi sayısının Arap dilindeki kullanımını ifade eden bu izahlar dikkate alındığında, cehennem veya azapla ilgili tasvirlerde kullanılan yedi ve yetmiş gibi sayıların, realiteyi ifade etmekten öte muhatapları sakındırmak amacıyla süreklilik ve çokluktan kinaye olarak kullanıldıkları rahatlıkla söylenebilir.
Son olarak, cehennem azabının mahiyetine ve ebedi olup olmadığına da kısaca değinmek gerekir. Kur’an'ın bildirimlerinden anlaşıldığına göre, inkârcılara ve günahkarlara yönelik azabın dünyevi bir boyutu olmakla birlikte ahiretteki azap daha şiddetli ve süreklidir. Ayrıca bu azap hem bedenleri hem de ruhları yakan maddi ve manevi bir azap olacaktır. Zira Kur’an'daki açık beyanlar ve nesneler dünyasından seçilen çarpıcı tasvirler, cehennemin gerçekliğini, uhrevi azabın mevcudiyetini, onun cismani ve ruhani olacağını hiçbir yoruma mahal vermeyecek şekilde gözler önüne sermektedir.
Ahiretteki azabın ebedi olup olmadığı İslam alimleri arasında tartışılmıştır. Onların ekseriyeti, cehenneme giren asi müminlerin gerekli cezayı çektikten sonra oradan çıkacakları; inkâr ve şirk gibi bağışlanmaz günahlarla ölüme yakalananların ise, orada ebedi kalacakları görüşündedirler. Bazı İslam alimleri de, cehennemdeki azabın uzun bir süre devam ettikten sonra sona ereceğini düşünmektedirler. Bunlar, ayetlerde geçen ve azabın ebediliğine işaret ettiği söylenen “ebed” ve “hulud” kavramlarının, Arapça'da sonsuzluk değil, “değişikliğe uğramadan bir yerde uzun süre kalmak” anlamına geldiğini; bunun yanı sıra Kur’an'daki bazı ayetlerin de cehennemde kalışın sonlu olacağına işaret ettiğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca onlar, Allah'ın rahmetinin dünyada olduğu gibi ahirette de baskın çıkacağı, kısa ömür içinde işlenen günahlara sonsuz ceza verilmesinin ilahi adaletle bağdaşmayacağı gibi argümanlar ileri sürerek ahiret azabının sonlu olduğu tezini savunmuşlardır.
Sonuç olarak, ahiret azabı hak, Allah'ın buyruklarına karşı gelen bütün günahkarların iskan edecekleri cehennemin varlığı da inkâr edilemez bir hakikattir. Uhrevi azabın sonsuzluğu tartışmalı olmakla birlikte, onun tahmin edilemeyecek kadar şiddetli olduğu muhakkaktır. Bu azabın bir gün son bulacağını savunanların daha güçlü delillere sahip olduklarını teslim etmekle birlikte, aksi görüşü savunanların delillerini de bir çırpıda kaldırıp atmak mümkün değildir. Öyleyse tamamen Allah'ın bilgisi ve yetkisi dahilinde olan bu konuyu, O'nun ilmine havale etmek daha doğru olur. Ancak Kur’an'daki cennet ve cehennem tasvirlerinde güdülen temel amaç, insanları iyiliğe teşvik edip kötülüklerden sakındırmak, böylece onların dünyada ve ahirette mutlu olmalarını sağlamaktır.
57-74'üncü ayetler
Surenin bu bölümünü oluşturan ayetlerde, inkârcı müşriklere yeniden dirilmenin makul ve mümkün olduğunu anlatmak için kendi yaratılışlarından ve içinde yaşadıkları tabiattan çeşitli kanıtlar sunulur. Bu bağlamda insanların ilk yaratılışına, ektikleri tohuma, içtikleri suya, yaktıkları ateşe dikkat çekilerek Allah'ın kudretini küçümseyenlere ve öldükten sonra dirilmeyi imkansız görenlere gereken cevap verilir. Yüce Allah'ın noksan sıfatlardan münezzeh olduğu vurgulanır.
57. Sizi yaratan Biz'iz; öyleyse hakkı tasdik etmeniz gerekmez mi? 58. Attığınız o meni üzerinde hiç düşündünüz mü? 59. Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan Biz miyiz? 60-61. Sizin yerinize benzerlerini getirmek ve sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratmak üzere aranızda ölümü takdir eden de Biziz; bu konuda Bizim önümüze geçilemez. 62. Andolsun ilk yaratılışı biliyorsunuz; öyleyse düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
Ayetlerde, insanı ilk yaratanın, ölümü takdir edenin, öncekileri götürüp yerine başkalarını getirenin Allah olduğu; bu gerçekleri düşünüp onlardan ibret alanların, yeniden yaratılışa inanmaları gerektiği bildirilir. İnsanın ilk yaratılışıyla ilgili olan bu delil, bir çok surede de tekrar edilir. Gayet açık olan ve bütün hayatı kapsayan bu sürekli yeniden yaratma sürecini, kendini beğenmiş olan kimselerden başkası inkâr etmez. Zira insan, ilk yaratılışını düşünürse, öldükten sonra dirilmenin inkâr edilemez bir hakikat olduğunu anlar. Bu yüzden Kur’an, varlık hakkındaki düşünceyi daha da geliştirmek için rahimlere atılan tohumun şekillenip insan olarak yaratılmasına dikkat çeker. Bütün bunları yapıp yaratan Allah'tır. O halde meniden insan yaratan Allah, ölüleri de yeniden diriltir. Ayrıca Allah, insanı yaratmakla kalmamış ölümü insanlar arasında her zaman geçerli olan bir olay olarak takdir ve tayin etmiştir. Bunun için insan ne yaparsa yapsın ölümden kaçamaz ve hiç kimse Allah'ın ölüm yasasına engel olamaz. Yine hiçbir güç, Allah'ı insan varlığının tabiatını değiştirmekten ve henüz insan tarafından bilinmeyen bir şekilde onu yeniden var etmekten alıkoyamaz. Öyleyse ilk yaratılışı göz ardı etmek körlük, son dirilişi uzak görmek de ahmaklıktır. Zira alemi ilk yaratanın gayreti tükenmemiş ve gücü azalmamıştır; aksine O, her gün ve her an yaratma eylemini sürdürmekte, yarattığını yenilemektedir. Nitekim Allah'ın insan için ölümü takdir edip belli bir ömürden, yani insan yaşamı için belirlenen üst sınır bittikten sonra onun ölmesine hükmetmesi, böylece öncekilerin gidip onların yerine başkalarının gelmesini sağlaması, O'nun sürekli yaratma gücüne sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Demek ki Allah, insanı gerek fikir ve ahlak gerekse şekil ve suret yönünden henüz malum olmayan bir biçimde yeniden yaratmaya kadirdir. Ancak bu ifadelerden, kemale ermeden ölmüş bir insanın ruhunun, bilinmeyen bir zamanda ve bilinmeyen bir biçimde yeni bir bedene sokulup yeni bir hayata döndürüleceği, yani tenâsuh/reenkarnasyon manası çıkarılmamalıdır. Çünkü ayetlerin asıl amacı, insanı ilk olarak yaratan Allah'ın ölüleri yeniden diriltmeye kadir olduğunu anlatmaktır. Şu halde Kur’an'ı hem tabuların ve peşin fikirlerin hem de onun ruhuna uymayan bir takım beşeri görüşlerin etkisinden kurtulup kendi bütünlüğü içinde anlamaya çalışmak en isabetli yoldur. Madem ki insanın ilk yaratılışı Allah tarafından gerçekleştirilmiştir, onun yeniden Allah tarafından yaratılması da mümkündür. Öyleyse insanın hem bu gerçeği hem de her şeye güç yetiren bir yaratıcının varlığını kabul etmesi gerekir.
63. Toprağa ektiğiniz tohumu hiç düşündünüz mü? 64. Onu siz mi yerden bitirip büyütüyorsunuz, yoksa onu bitirip büyüten Biz miyiz? 65-67. Dileseydik onu kuru bir çöpe dönüştürürdük de harcadığınız emeğe yanar şaşkınlık içinde: “Eyvah! Biz çok ziyandayız, borç altına girdik, daha doğrusu büsbütün yoksul kaldık.” derdiniz.
Ayetlerde, toprağa ekilen tohumu büyütüp yeşertenin Allah olduğu hatırlatılır; O'nun, insanlara olan lütuf ve rahmetine dikkat çekilir. İnsan hayatı için gerekli olan şeylerden biri de rızıktır. Bu yüzden yaratma konusunun ardından rızık olgusu dile getirilmiştir. Yeryüzünde ormanlar, bağlar bahçeler bin bir çeşit meyveler bulunmaktadır. Bütün bunları lütuf ve rahmetiyle bitirip ürün yapan Allah'tır. Eğer O dileseydi, ürünü kuru bir çöpe çevirirdi, insan da hayret ve dehşet içinde kalıp “Eyvah! Mahvoldum, emek ve masraflarım boşa gitti.” deyip sızlanmaya başlardı. Kendini geçinme imkanlarından mahrum bırakılmış ve sefalete mahkum edilmiş bir olarak görürdü. Demek ki ayetler, hem Allah'ın insana olan lütuf ve ihsanına işaret ediyor hem de bazı nimetlerden mahrum bırakılan insanın, hemen ümitsizliğe kapılarak sanki şükredilecek hiçbir nimet kalmamış gibi sızlanmaya başlayacağına dikkat çekiyor. Halbuki Allah'ın yaptıklarına ve kendisine verdiği sayısız nimetlere tanık olan insanın, hayat ve ölüm gerçeğini kavrayıp bunları yaratana teslim olması gerekir. Çünkü tabiatta böylesine canlı biçimde görülen sona erme ve sürekli üreme olgusu, sadece yeniden dirilme inancını desteklemekle kalmıyor, aynı zamanda bütün bunları gerçekleştiren bir yaratıcının varlığını da kanıtlıyor. Ayrıca insanları diriltip kabirlerden çıkarma, çeşitli maden ve maddeleri taşıyan toprağın karanlıklarından bitkileri çıkarmaktan zor değildir. Zira bedenlerin dirilmesi, tıpkı yeryüzünün yeşermesi gibidir. Demek ki dünya hayatı, insanın imtihan edilmesi; ahiret hayatı da Allah'a kavuşması ve hesaba çekilmesi için gereklidir.
68. İçtiğiniz suyu hiç düşündünüz mü? 69. Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? 70. Dileseydik onu tuzlu ve acı bir su yapardık; öyleyse neden şükretmiyorsunuz?
Ayetlerde insana, hayatın vazgeçilmez rızkı olan su nimeti hatırlatılıyor ve ondan Allah'a şükretmesi isteniyor. Su, hayatın aslı ve devamlılığın esasıdır. Bu yüzden su, üzerinde derince düşünülmesi gereken nimetlerden biridir. Eğer insan içtiği suyu iyice düşünürse, onun bulutlardan yere inmesini sağlayanın Allah olduğunu görür. Çünkü tatlı bir şekilde inen o suyu Allah dileseydi tuzlu ve acı bir su yapabilirdi. O zaman bu su ne içmeye ne de sulamaya yarardı. Fakat Allah, insana rahmetinden dolayı denizden yükselen o suları süzerek tuzlardan arındırmakta ve tatlılaştırmaktadır. Öyleyse insan, kendisine sunulan sayısız nimetlere karşı Allah'a şükretmeli, bir kaçı eksilince hemen ümitsizliğe düşmemeli; yahut bunları biz ekip biçiyoruz ve biz yapıyoruz diyerek gurura kapılıp Allah'a nankörlük etmemelidir.
71. Tutuşturup yakmakta olduğunuz ateşi hiç düşündünüz mü? 72. Onun yakıtı olan ağacı var eden siz misiniz, yoksa yaratan Biz miyiz? 73. Biz onu bir hatırlatma vasıtası ve ıssız yerlerde yaşayanlara bir yarar kaynağı kıldık. 74. Öyleyse O ulu Rabbinin adını yücelt.
Bu ayetlerde de, insanların tutuşturup yaktıkları ateşe ve ateşin yakıtı olan ağaçlara değinilerek bütün bunların insanlar için bir rahatlama vasıtası oldukları belirtiliyor. Burada yeşil ağaçta ateş depolama özelliği yaratan Allah'ın, cansız cesetlere can verip ölüleri yeniden diriltmeye kadir olduğu vurgulanıyor. Bilindiği gibi insanlar solunum yaparken oksijen alıp karbondioksit verirler; bitkiler ise bunu tam tersine karbondioksit alıp oksijen verirler. Yeşilin ateş depolaması, iki ağacın birbirine sürtünmesinden de ateş çıkması gerçekten çok ilginç bir olaydır. Her ağaçta ateş bulunduğundan onların birbirine sürtmesi sonucu elektrik çıkar. Özellikle marh ile afâr denilen ağaçların birbirine sürtmesinden daha çabuk elektriklenme meydana gelir. Bu, çöldeki Arapların çok iyi bildikleri bir olay olduğundan onların dikkatine sunulmuş, böylece ibret almaları hedeflenmiştir. Tabii ki ayetler sadece o günkü insanlara hitap etmekle kalmıyor, aynı zamanda bütün çağların insanlarına Allah'ın evrene yerleştirdiği ilahi yasaları hatırlatıyor. Zira Allah cisimleri insanlara faydalı olacak biçimde yaratmasaydı ne geçmişte bedevinin çakmağı çakar ne de bu günkü medeniyetlerin elektrikleri yanardı.
Bu ayetler kömür ve petrol gibi bütün yakıt türlerinin doğrudan ya da dolaylı olarak bitki kökenli olduklarına da işaret etmektedir. Ayrıca burada ateşin ve onun yakıtının hem bir faydalanma ve kazanç vasıtası hem de bir ibret alameti kılındığı belirtilir. Gerçekten de yakıtlar, yaşamın gereği olarak hayat mücadelesine bir örnek, aynı zamanda cehennem ateşini andırıp insanları düşündürecek birer ibrettirler. Şu halde ayetlerin asıl amacı, yeşil ağaçtan yeşilin tabiatına zıt olan ateşi çıkaran Allah'ın, cesetlere can verip ölüleri diriltmeye kadir olduğunu insanlara, özellikle de inkârcı müşriklere anlatmaktır. Öyleyse insan, daima kudret sahibi Rabbinin ismini yüceltmelidir. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi Rabbini tanıyıp O'nun emrine boyun eğmektedir.
Burada bir gerçeği hatırlatmak faydalı olur. Ayetlerin hitap tarzından, Kur’an'ın ilk muhatapları olan müşriklerin Allah'a inandıkları anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi müşrikler, Allah'ı inkâr eden insanlar değillerdi. Onlar, gökleri, yeri ve insanları yaratanın Allah olduğuna inanıyorlardı. Müşriklerin Kur’an mesajına en aykırı yanları, Allah'ı bildikleri halde putları O'na ortak koşmaları, bir de ahiret geçeğini yalanlamalarıydı. İşte Kur’an onların bu tavırlarının bir nankörlük tavrı olduğunu belirterek bu yanlış durumu düzeltmeyi hedeflemiştir.
75-96'ncı ayetler
Surenin son kısmını oluşturan bu ayetlerde, Hz. Muhammed'e gelen Kur’an vahyinin, alemlerin Rabbi tarafından indirildiği; temizlerden başkasının ona dokunamayacağı bildirilir. Açık kanıtlara rağmen ilahî sözü yalanlayanlar kınanır. Can çekişen insanın ölümüne kimsenin engel olamayacağı; Allah'ın ona, çevresinde bulunan insanlardan daha yakın olduğu belirtilir. Her canın ölümü tadacağı, hayırlı ve erdemli olanların, ahirette gönül rahatlığı ve huzur içinde bulunacakları; inkârcıların ise, alev saçan yakıcı bir ateşe atılacakları haber verilir. Kur’an'ın haber verdiği şeylerin hepsinin gerçek olduğu, dünya ve ahiret mutluluğuna erebilmek için yüce Allah'ı anmak, tüm benzetmelerden ve eksik sıfatlardan âri tutarak O'na ibadet etmek gerektiği vurgulanır. Sure de bu vurgu ile son bulur.
75-76. Yıldızların yörüngelerine yemin ederim ki eğer bilirseniz gerçekten bu en büyük bir yemin, en güçlü bir teyittir.
Ayetlerde, yıldızların mevkilerine veya vakit vakit inen Kur’an vahyine yemin edilir; bunun çok büyük bir teyit olduğu belirtilir. Burada geçen nücum kelimesi hem “yıldızlar” hem de “parça parça inen şey” anlamına gelir. Mevâki de “mevkiler” demektir. Bu tabirlerle yıldızların doğdukları ve bulundukları yerler; yahut dolaştıkları yörüngeler kastedilmiş olabilir. Ayrıca bu ayetlerde uzaydaki “kara deliklere” işaret edildiği yorumunun yapıldığı da söylenir. Ancak bu ayette geçen “nücum” sözcüğünü, Kur’an'ın yıldızları diyebileceğimiz ayetler, parça parça indirilen vahiyler şeklinde anlamak daha doğru olur. Çünkü bu kelime Kur’an'ın tedrici olarak vahyedilmesine işaret etmekte; Kur’an vahyinin yirmi üç yıllık bir süreçte parça parça inmesine rağmen tam bir tutarlılık içinde olması ve her türlü çelişkiden uzak bulunması da, onun Allah kelamı olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Demek ki Kur’an'ın ayet ve sureler halinde tedricen indirilmesi, buna rağmen onda hiçbir tutarsızlığın bulunmaması, onun Allah katından geldiğine en güçlü kanıttır. İşte bu yüzden Allah, inkârcıları Kur’an'ın tedricen indirilmesi gerçeğini düşünmeye çağırmakta ve bu olayın en güçlü teyit olduğunu duyurmaktadır.
77. Doğrusu bu çok değerli bir Kur’an'dır. 78. İyice korunmuş bir kitaptadır. 79. Ona tertemiz olan meleklerden başkası dokunmamıştır. 80. O alemlerin Rabbinden gelen bir vahiydir.
Ayetlerde, Hz. Muhammed'e gelen vahiylere temizlerden başkasının dokunmadığı, onların saklı ve korunmuş kitapta bulunan Kur’an olduğu bildirilir. Ayetler, dinin tek kaynağının vahiy; vahyin menşeinin ise doğrudan doğruya Allah olduğuna işaret etmektedir. Vahyi alan Hz. Peygamber'in dine ilişkin söz ve düşünceleri ise, beşeri olduğu ve onlarda yanılgı payı bulunduğu için Allah tarafından teyit edilmedikçe vahiy olarak değerlendirilemez.
Buradaki kitabu'n meknûn terkibi, “saklı, sağlam, korunmuş ve bozulmamış kitap” anlamına gelir. Bu terkip, Burûc suresindeki levh-i mahfuz'a/korunmuş levhalara tekabül etmektedir. Vahyin tamamına da bir parçasına da Kur’an denir. Tek başına Kur’an'ın tanımını veren bu ayetler ve terkipler, Kur’an vahyinin cinlerin tasallutundan korunmuşluğunu, onun hiçbir zaman bozulmayacağını, her türlü keyfî ilavelerden ve lafzî değişikliklerden uzak kalacağını anlatmaya yönelik temsili ifadelerdir. Nitekim ayetlerde dile getirilen bu gerçek, Kur’an metninin miladi yedinci yüzyıldan beri her türlü değişiklik, ilave ve kısaltmadan uzak kalmasıyla hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde doğrulanmıştır. Çünkü bu kadar uzun bir süre, benzer biçimde korunan başka bir kitap örneği yoktur.
Yine burada yer alan ve lafzen “ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” anlamına gelen ayet, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde yorumlanmış ve kendisinden farklı hükümler çıkarılmıştır. Bu yorum ve hükümler şöyle özetlenebilir.
Bir görüşe göre bu ayette işaret edilen kitap “mushaf”, temizlerden maksat da “onu özenle saklayan Müslümanlar”dır. Bu yüzden abdestsiz veya cünüp olanlar mushafa el süremez ve onu tutamazlar.
Bir görüşe göre de burada işaret edilen kitaptan maksat “onun Allah katındaki asıl hali”, tertemiz olanlar da “melekler”dir. Bu yaklaşıma göre ayet, Kur’an vahyine cinlerle şeytanların ulaşamayacaklarını ve ona bir müdahalede bulunamayacaklarını vurgulamaktadır. Çünkü Kur’an'ı Allah'tan alıp Hz. Peygamber'e ulaştıran elçi Cebrâil olduğundan, herhangi bir cinnin ve şeytanın o saklı kitaba yaklaşması mümkün değildir. Bundan dolayı Hz. Muhammed'e gelen Kur’an cin ve şeytan sözü değil Allah'ın kelamıdır.
Eğer bu ayet Abese suresinin 13-16'ncı ayetleriyle birlikte değerlendirilirse, buradaki “tertemiz olanlar”dan maksadın “melekler” olduğu; bu ayette Kur’an'ın vahyinden sonraki durumunun değil nüzulünden önceki konumunun dile getirildiği açıkça görülür. Ayrıca bu ayet, sadece temiz kalpli olan ve günahlardan arınan kimselerin Kur’an'ı doğru anlayıp ondan yararlanabilecekleri mesajını da verir.
Yukarıda geçen birinci görüşe göre ayette kastedilen kitap, Müslümanların elinde bulunan mushaf olduğundan “ona dokunulamaz” sözü nehiy kabul edilmiş ve Kur’an'ı Kerim'i tutmak için abdestli olma şartı getirilmiştir. İslam bilginleri bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Onlardan bir kısmına göre abdestsiz, cünüp ve hayızlı olanların mushafa dokunması câiz değildir. Bir kısmına göre de cünüp, hayızlı ve abdestsiz olanın mushafı tutması câizdir. Bir kısmına göre ise, abdestsiz olan mushafı tutabilir, fakat cünüp olan tutamaz. Bu konuda hakim kanı, mushaf abdestsiz tutulamaz fakat ezbere okunabilir; cünüp olan kimse ise mushafa el süremediği gibi Kur’an'ı ezbere de okuyamaz şeklindedir.
Bu aşamada söz konusu ayetle ilgili yorumların ve ondan çıkartılmış olan hükümlerin bir değerlendirmesini yapmak faydalı olacaktır. Kur’an, yazılı olarak değil, sözlü olarak vahyedilmiş bir mesajdır. Sözlü olarak vahyedilen Kur’an'ın, yazıya geçirilip kitaplaşmış haline mushaf denir. Öyleyse peygamberliğin ilk yıllarında inen bu ayetlerde mushaf kastedilmiş olamaz; burada kastedilen, Allah katından/Levh-i mahfuzdan alınıp Hz. Peygamber'e sözlü olarak iletilen vahiylerdir. Zira söz dile alınır ve onunla ifade edilir, elle de yazıya geçirilir. Eğer Kur’an vahyinin abdestsiz ezbere okunup dille ifade edilmesi, ona hürmetsizlik anlamına gelmiyorsa yazıya geçirilmiş hali olan mushafa abdestsiz dokunmak da saygısızlık anlamına gelmemelidir. Şu halde Kur’an'ı değil, mushafı abdestli olarak ele alıp okumak güzel bir adettir, fakat mecburi değildir.
Bu ayetin başında yer alan lâ edatı, eylemi yasaklayan nehiy lâ'sı değil, onun gerçekleşemeyeceğini belirten nefiy lâ'sıdır. Zira ayet, Kur’an'ın yüceliğine, korunmuşluk ve kaybolmazlık niteliğine işaret etmektedir. Çünkü İslam'ın ilk yıllarında inkârcı müşrikler, Kur’an ayetlerini okuyan Hz. Peygamber'e “Bunları sana şeytanlar indiriyor.” diye karşı çıkıyorlar; bu ve benzeri ayetler de onların sözlerine cevap olarak iniyordu. Yani onlara, “Cinler ve şeytanlar Hz. Muhammed'e vahyedilen Kur’an'a yaklaşıp dokunamazlar, onları sadece tertemiz melekler Allah'tan alıp Hz. Peygamber'e ulaştırabilirler.” deniliyordu. Buna rağmen ayetin başındaki nefiy “lâ”sını, nehiy manasına yorumlayıp buradan abdesti olmayanın mushafa dokunamayacağı hükmünü çıkarmak, ayetin nüzul ortamına ve maksadına uzak düşen zorlama bir yorum gibi görülmektedir. Zira bu surenin nazil olduğu dönemde, Kur’an henüz mushaf haline getirilmemiş; abdest ayeti de bu ayetlerden çok sonra inmiştir. Bu durumda ayette yer alan “mutahharûn” kelimesinden, abdest almanın veya gusül etmenin şart olduğu sonucuna varmak, hem vahyi verilere hem de tarihi gerçeklere uygun düşmez. Şayet Mâide suresi altıncı ayetiyle abdestli olarak mushafı tutma işi de hükme bağlanmıştır denilirse, böyle bir yaklaşım da isabetli olmaz. Çünkü dikkatlice bakıldığında söz konusu ayette abdest ve guslün, sadece namaza hasredildiği görülür.
Ayrıca bu ayette yer alan ve Kur’an'da türevleriyle birlikte altmış kez geçen mess kelimesi az sayıda ayette maddî/cinsî temas anlamında kullanılırken diğerlerinin hepsinde iyilik ve kötülük gibi manevî dokunuşu ifade etmektedir. Buna istinaden ayetteki mess/dokunma kelimesinin “istifade edebilme/yararlanabilme” şeklinde de yorumlandığı; yani Kur’an'dan ancak şirk ve inkâr gibi günahlardan arınmış insanların yararlanabileceklerinin vurgulandığı belirtilmiştir.
Yine Kur’an ayetlerinin beyanına göre necis olanlar putlar, kafirler, münafıklar ve müşriklerdir. Müminler ise temizdir. Abdest her ne kadar hükmî temizlik işlemi ve arınma yolu olsa da, inananlar sadece abdest alarak değil, aynı zamanda başta şirk ve inkâr olmak üzere bütün günahları terk ederek temiz olmuş kişilerdir. Bu yüzden Kur’an'dan istifade etmeye en çok layık olanlar onlardır.
Yapılan izahlardan da anlaşılacağı gibi, bu ayet Kur’an'a abdestsiz veya cünüp olarak dokunulamaz anlamına gelmemektedir. Bunun için mushafın abdestsiz tutulmasının ve okunmasının câiz olmadığı hükmünün kaynağı bu ayet olamaz. Ayet ve hadislere göre abdest, sadece namaz için gerekli görülen bir farzdır. Bununla birlikte İslam alimleri, daha çok konuyla ilgili hadislere istinaden Kâbe'yi tavaf etmeyi, Kur’an'a/mushafa dokunmayı, tilavet ve şükür secdesi yapmayı da namaz hükmüne tabii fiiller arasına alıp bunlar için de abdesti gerekli görmüşlerdir. Şu halde namaz dışındaki bazı ibadet ve fiiller için abdest, dinen kesin olarak gerekli görülmemiş olsa bile taşıdığı bir çok maddî ve manevî faydalar sebebiyle tavsiye edilmiştir denebilir. Demek ki namazın dışında başka fiiller için de abdest alınıyorsa bu farz olduğundan değil, güzel görülüp tavsiye edildiği için yapılmaktadır. Mushafı tutmak ve ona dokunmak için alınan abdest de, esasen Müslümanların Kur’an'a atfettikleri önemi ve ondan istifadeyi azami ölçüye çıkarma gayretini yansıtan anlamlı bir fiil olarak değerlendirilebilir. Ama Kur’an okumak ve mushafı tutmak için kesin delile dayanmadan insanların Kur’an'dan yararlanmasını zorlaştıran bir takım şartlar ileri sürmenin de Kur’an'a saygı duymakla bir ilgisi olamaz.
Sonuç olarak, Kur’an Allah'ın kelamı olduğu için ona her zaman gereken saygı gösterilmeli, Kur’an'a saygısızlık olarak algılanabilecek her türlü davranıştan da kaçınılmalıdır. Kur’an tilaveti, öteden beri Müslümanlar arasında bir ibadet kabul edildiği için, onu okurken abdestli olmak tercih edilebilir, yapılabilirse bu iyi de olur. Fakat Kur’an'da açıkça yer almayan bir buyruğu veya Hz. Peygamber'in getirmediği kesin bir yasağı, fıkhî hüküm elde etmede kullanılan bir usule dayandırmadan zorunlu bir kuralmış gibi göstermeye de hiç kimsenin hakkı yoktur. Amaç, insanları Kur’an'dan uzaklaştırmak değil, onun “Oku!” emrine çağırmaktır. Çünkü Allah'a ve O'nun kitabına en büyük saygı, Kur’an'a göre yaşama farzını yerine getirmektir. Fakat günümüzde Kur’an'a saygı anlayışında büyük bir kırılmanın yaşandığı da bir başka gerçektir. Zira Kur’an'a saygı adı altında onu okumak ve ona elle dokunmak için olmadık şartlar ileri sürülüyor. Bunun sonucu Kur’an adeta okunmaz, tutulmaz, anlaşılmaz ve hayatta uygulanmaz bir kitapmış gibi algılanıyor. Tabii böyle algılanınca da Kur’an'a değil, mushafa saygı öne çıkmış oluyor. Çünkü Kur’an'ın kılıfına gösterilen saygı, onun mesajının mana ve maksadına gösterilmiyor. Nitekim abdestsiz mushafa dokunmaktan sakınan çok sayıda insan, Kur’an'ın buyruk ve yasaklarını hiç sakınmadan ve sıkılmadan çiğneyebiliyor. Böyle olunca da Kur’an, yeterince saygı görmeyen bir kitap halini alıyor. Kendi görüşlerini, şaşmaz doğruların tek ölçüsü olarak kabul eden peşin fikirliler ve bir şey olmanın verdiği gururla rehavete alışmış bazı kimseler dışında herkes bu gerçeği kabul ediyor. Hasılı Kur’an ve sünneti bir tarafa bırakıp keyfi bir hayat sürmekle hiç kimse Müslümanca yaşamış olamaz. Her şeyden önce insanların önünde anlayarak okumak ve inanarak uymakla yükümlü oldukları Kur’an vardır. Bu yüzden ona muhatap olan insanların temel vazifelerini Kur’an'dan öğrenip sonra da öğrendiklerinden hayır görebilmeleri için ona uymaları gerekmektedir.
81. Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz? 82. Size verilen rızka şükredeceğinize onu yalanlıyor musunuz?
Ayetlerde, açık kanıtlara rağmen vahiyle bildirilen gerçekleri, yeniden dirilme ve hesap gününü yalanlayanlar uyarılır; Allah'ın verdiği rızka şükredecekleri yerde nankörlük tavrı sergileyenler de kınanır. Ayetler, Kur’an mesajını ciddiye almayıp sadece kendi çıkarlarını düşünen kimselerin, ondan yararlanamayan ve hayır görmeyen nasipsizler olduğuna işaret eder. Zaten böylelerinin nasibine hep inkâr ve nankörlük düşer.
83. Can boğaza gelip dayandığında ölüme engel olsanıza! 84. Oysa siz o zaman çaresiz bir şekilde bakıp durursunuz. 85. Halbuki Biz, o anda ona sizden daha yakınız; fakat siz göremezsiniz. 86-87. Şayet Biz'e bağımlı olmadığınızı söylüyor, hesaba çekilmeyeceğinizi sanıyor ve bu iddianızda da haklı olduğunuzu düşünüyorsanız, o bitip tükenen hayatı geri döndürsenize!
Bu ayetlerde de can çekişen insanın ölümünü kimsenin engelleyemeyeceği, Allah'ın o kimseye çevresinde bulunan insanlardan daha yakın olduğu haber verilir. Demek ki can çekişen kimsenin yanındakiler bu kritik anda etrafa çaresiz bir şekilde bakıp dururken Allah ona ilim, kudret ve tasarrufuyla daha yakındır; ne var ki insanlar bunun farkına varamazlar. Bu ayetlerde güdülen temel amaç, Allah'ın Rabblığını tanımayıp O'nun gönderdiği dine uymak istemeyenleri uyarmak; herkesin Allah'ın takdiri karşısında aciz kalacağını vurgulayıp O'nun hüküm ve yasalarına bağımlı olduğunu anlatmaktır. Bunun en çarpıcı örneği de ölümdür.
88-89. Fakat ölen kişi Allah'a yakın olanlardan ise, onu öteki dünyada rahatlık, güzel rızık ve mutluluk bahçesi beklemektedir. 90-91. Eğer dürüst ve erdemli olup ahiret mutluğuna ermişlerden ise, kendisine: “Ey dürüst ve erdemlilerden olan kişi! Sana selam olsun!” denir. 92-94. Ama haktan sapan yalancılardan ise, onu da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılmak beklemektedir.
Ayetlerde, her canın ölümü tadacağı, dünyada doğru davrananların ahirette gönül rahatlığı ve huzur içinde olacakları; inkârcıların ise, alev saçan yakıcı bir ateşe atılacakları haber verilir. Ayetlerde belirtildiği gibi her sorumlu can ölümü tadacak sonra da o, surenin baş tarafında açıklanan üç sınıftan birine mensup olacaktır. Yani ölen kişi ya Allah'a yakın olanlar, ya kitabı sağ tarafından verilen iyi insanlar, ya da kitabı sol tarafından verilen hayırsız ve kötü kimseler arasında yer alacaktır. Şayet o kişi birinci gruptan olursa cennette nimetler içinde bulunacak; ikinci gruptan olursa ebediyet yurdunda esenlik sözleriyle karşılanacak; üçüncü grupta yer alırsa cehennem azabı içinde kalacaktır. Demek ki ömrünü tamamlayan her sorumlu can dünyada yaptıklarına göre ahirette bu üç zümreden birine katılacak, hiç kimse de bu sonucu değiştiremeyecektir.
Aslında bütün insanların önünde iki önemli randevu bulunmaktadır. Bunlardan biri çok yakın olan ölüm, diğeri de gecikmeli olan kıyamettir. İnsanlar ölümle her an karşılaştıklarından onu tanımaktadırlar. Ardından, günler ve yıllar geçse de bir gün gerçekleşecek olan kıyametle karşılaşacaklardır. Öyleyse insan bu iki önemli randevuyu unutmamalıdır. Çünkü bu hatırlama insanın kötü huylarını giderip hırsını engelleyecek ve onu fâniyi bâki olana tercih etme yanlışına düşürmeyecektir. Şu halde Kur’an'da ölüm, kıyamet ve ahiret gibi gerçeklerin sürekli tekrar edilmesinden maksat, insanı karamsarlığa itmek değil, tam tersine onu aldanmaktan ve kısır hedeflere tutsak olmaktan kurtarmaktır. Aksi halde insan nihilizme/karamsarlığa düşer. Karamsarlıktan beslenen nihilizm, hayatı değil intiharı kutsar; beraberinde maddî ve manevî tahribatı getirir. Yeryüzünün imar projesi olan İslam ise hayatı kutsar, inancı ve ümidi de besler.
95. Şüphesiz bu, kesin gerçektir. 96. Öyleyse çok büyük Rabbinin adını yücelt.
Bu ayetlerde ise Kur’an'ın haber verdiği şeylerin kesin bir hakikat olduğu, dünya ve ahiret mutluluğuna erebilmek için de yüce Allah'ı anıp O'na ibadet etmek gerektiği vurgulanır. Kur’an'ın bildirdiklerinin hepsi hakikatin ta kendisidir; onun anlattığı ahiret hayatı, hesap ve ceza da kesin bir gerçektir. Öyleyse insanın dünya ve ahiret mutluluğunu elde edebilmesi için, kudret sahibi Rabbin ismini yüceltmesi, O'nu tüm benzetmelerden ve eksik sıfatlardan âri tutup İslam'a göre yaşaması gerekmektedir. Bu arada dile kolay gelen, mizanda ağır basan ve Allah'ın çok sevdiği şu iki kelimeyi de sık sık tekrarlamalıdır. “Sübhanellahi ve bi hamdihi, sübhanellahi'l azim”
Kaynaklarda, bu surenin son ayeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber'in müminlere, “Rükûda sübhane rabbiye'l azim deyiniz.” diye buyurduğu belirtilir. Bu da Hz. Peygamber'in namazla ilgili en ayrıntılı uygulamaları bile Kur’an'dan aldığını gösterir.
Sonuç olarak insanlar, kendileri için belirlenen süre tamamlandıktan sonra bir daha dünyaya dönmemek üzere ahirete sevk edilecekler; yaptıkları işlere göre orada gruplara ayrılıp dağıtıma tabi tutulacaklardır. Dünya sınavında başarılı olup mutlu sona erenleri melekler karşılayıp selamlayacak, kötü gidişatı terk etmeyip bağışlanmaz günahlarla ölüme yakalananlar ise cehenneme atılacaklardır. İnsanlar ister inansınlar ister inanmasınlar, bu gerçek değişmeyecektir.
Genel Tespitler
Vâkı‘a, büyük olay demektir. Bu olaydan kasıt, dünyanın ömrünün bir gün bitecek olması; buna bağlı olarak bütün varlıkların köklü bir değişime uğramasıdır. Bu yüzden vâkı‘a kıyametin isimlerinden biridir.
Dünyanın ömrü bittiği zaman, insanlar yeni bir hayata geçmiş olacaklar; orada yeniden diriltilip hesaba çekilecekler, yaşarken elde ettikleri iyi veya kötü kazançlarına göre de gruplara ayrılacaklardır. Çünkü kıyametin ardından gelen ahiret hayatında kimi insanlar yüceltilecek kimileri de alçaltılacaktır. Hayatta iken iyilik işlemiş ve yaptıkları iyiliklerle öne geçmiş kimseler, o gün Allah'a daha yakın olacaklar, istedikleri her şeye kavuşup mutlu bir hayat yaşayacaklarıdır. İnsan hayatını doğumla ölüm arasında anlamsız bir “tire”den ibaret sanıp ahirete inanmayan ve hesap gününü ciddiye almayanlar ise zelil olup ateşe atılacaklardır. Öyleyse insan, dünyada helal ve temiz yiyeceklerle beslenmeye, güzel ahlakla bezenmeye, iyi davranışlarla da yücelmeye çalışmalıdır.
Kur’an, insan hayatına makul ve hassas bir disiplin getirmek için imanın aydınlık geleceğini ve inkârın feci sonunu insanı son derece etkileyici üsluplar kullanarak anlatır. Kur’an'ın insana sunduğu bilgiler, kişiye İslam'a adanmışlık meziyeti kazandırıp aynı zamanda onu ahirete hazırlar. Şu halde ölümden sonra bir diriliş vardır ve öldükten sonra dirilenlerin bir toplumu olacaktır. Bu gerçek karşısında öte dünya var mı yok mu tartışması anlamsız ve mantıksızdır. Mantıklı ve anlamlı olan, iş işten geçmeden insanın hayatını mahvedecek ve onu ahirette hüsrana düşürecek kötülüklerden kurtulmasıdır.
Kur’an'da en çok yer alan konulardan biri de Allah inancıdır. Kur’an, dinin özü olan bu inancı insanlara anlatmaya çalışmış; onları yüce Allah'a inanmaya, davranışlarını bu inanca göre düzenlemeye çağırmıştır. Ayrıca o bir şeye körü körüne inanmayı tutuculuk olarak görüp kınamış; imanın, aklî delillere ve sağlam bilgiye dayanmasına büyük özen göstermiştir.
Kur’an, iyiliği ve kötülüğü sadece bir milletin tekeline vermemiş, aksine oranları değişik olsa da her toplumu oluşturan insanların arasında iyilerin de kötülerin de bulunabileceğini bildirmiştir. Gerçekten de bütün toplumlarda çok erdemli, iyi, ılımlı veya kötü huylu kişiler vardır ve her zaman da var olacaktır. Çünkü bu, sosyolojik bir gerçektir.
Hayatın anlamının ve öneminin dile getirildiği yerlerde, söz konusu edilen gerçeklerden biri de ölümdür. İyimser ve kötümser bütün dünya görüşlerinin oluşumunda, ölümle ilgili düşünce ve inanışların payı büyük olmuştur. Bazılarına göre ölüm, hayatta kazanılan her şeye son noktayı koyan bir felaket, bazılarına göre de hayata gerçek anlam ve değerini kazandıran bir olaydır. İslam'a göre ölüm, varlıklara anlamsız bir son verme değil, Allah'tan gelen bir varlığın yine O'na dönmesidir. Öyleyse ölüm, bazılarının sandığı gibi insana verilmiş ilahi bir ceza değildir.
Ne var ki insan, ölümlü bir varlıktır. Bu durum da onu korkutmaktadır. Ölüm karşısında duyulan bu korku ve endişenin en etkili ilacı Allah ve ahiret inancıdır. Bunun için Kur’an Allah inancı ve ahiretteki ebedi hayat gerçeği üzerinde çok durur. Çünkü insan Allah'a ve ahiret hayatına inanırsa, ölüm korkusunu yenmiş ve bu problemi çözmüş olur. Zira ölümsüzlük, ilahî takdir ve fiille gerçekleşir. Demek ki ölümsüzlük insana bu dünyada bir hak olarak verilmiş değildir; fakat o ahirette insana Allah tarafından bahşedilecektir. Ayrıca insan, ölüm olayı ile gerçeği daha net kavramış ve büyük bir ruhî değişimi gerçekleştirmiş olur. Bunun için Kur’an, yeniden dirilişin insanı çok net bir görüşe ulaştıracağını bildirmiştir. Şu halde ölüm, yok olmak değil aksine gerçek anlamda yeniden var olmak demektir.
Müslümanların, ilk vahiyden yola çıkarak Kur’an'ı yeniden anlamaları ve onunla buluşmaları gerekir. Çünkü Kur’an, sahabeden sonraki nesiller için hayata seslenen güncel bir mesaj olma özelliğini büyük ölçüde yitirmiş, giderek iki kapak arasında bir metin/mushaf olarak algılanmaya başlamış ve delalet düzeyi büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Bu da mushafa saygı duyan, fakat günlük hayatta Kur’an'a uymada aynı saygıyı gösteremeyen kitlelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Halbuki Kur’an'daki İslamî hayatı görüp gerçekleştirebilmek için onun pasajlarını ait oldukları zaman dilimine irca ederek yeniden okumak gerekmektedir.
Sonuç olarak, Kur’an'ın haber verdiği kıyamet, ahiret ve ölüm haktır; hesap ve ceza da muhakkaktır. Öyleyse son günü uzak görmek ve yeniden dirilişi inkâr etmek büyük bir aldanıştır. İnsanlar, yeryüzünün konuğudur ve her insan için ebedi hayata dönüş zorunludur. Nitekim her geçen gün ölüler gittikçe sıkışmakta, ölüm ülkesi de hızla kabarmaktadır. Toprağın altında yer kalmayınca ölüler yeniden diriltilecek, dünyadan ahirete uzanan bu uzun yolculuğun bir son hasadı olacak; nihayet güzel, adil ve ebedi bir hayat başlayacaktır. Görüldüğü gibi her insanı, buradan götüreceklerine göre ağırlanacağı bir hayat beklemektedir. Her inanmış insanın dileği, kendisini bekleyen bu ebedi yurdun bir esenlik yurdu/Darü's-selam olmasıdır. Ancak bu mutluluğa erebilmek için dünyada İslam'a göre yaşayıp, Allah'ı unutmadan ve O'na şirk koşmadan kulluk etmek gerekmektedir.