(47/26) ŞU'ARÂ SÛRESİ
MEKKE DÖNEMİ
227 AYET
Şu'arâ suresi, Mekke döneminde ve peygamberliğin beşinci yılında nazil olmuştur. Sure, 277 ayetten oluşur; adını, 224'üncü ayette geçen ve “şairler” anlamına gelen şu'arâ kelimesinden alır. Nüzul sıralamasına göre 47'nci; tertip sıralamasına göre de 26'ncı suredir.
Surede ilk olarak, Kur’an'ın kendi içinde tutarlı olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ilahî bir kitap olduğu; evrenin de, insanları hakikate ulaştıracak delillerle donatıldığı belirtilir. Herkesin mümin olması için bütün gücüyle çalışan, fakat bunun mümkün olmadığını görünce kendini başarısız bulup üzülen Hz. Peygamber teselli edilir. Bu bağlamda ona, Allah'ın dilemesi halinde insanlara inanmaktan başka yol bırakmayacağı, ancak O'nun inanmayı zorlamaya değil, serbest ve özgür iradeye dayandırdığı, bu yüzden de insana sadece yol gösterip hangi yolu seçeceğini kişinin kendi iradesine bıraktığı; peygamber de dahil bu durumu hiç kimsenin değiştiremeyeceği, elçinin görevinin insanlara iyiyi ve doğruyu bildirip onları kötülüklere karşı uyarmak ve iyiliğe çağırmak olduğu hatırlatılır.
Bundan sonra ayetleri görüp duymalarına rağmen insanlardan pek çoğunun inanmadıkları, önceki peygamberlerin de Hz. Muhammed'in karşılaştığı benzer durumla karşılaştıkları haber verilir. Buna örnek olmak üzere Musa, İbrahim, Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin ortaya koydukları uzun tebliğ çabalarından bazı kesitler sunulur. Kendilerine çeşitli mucizeler verilen bu peygamberlerin halklarını uyardıkları, fakat uyarılan halkın ekseriyetinin inançsızlıklarını ve haksızlıklarını sürdürüp sonunda helak oldukları bildirilir.
Daha sonra da Kur’an'ın şeytani güçler tarafından telkin edilen şiir nevinden bir söz değil, alemlerin Rabbi yüce Allah katından indirilen ve melek Cebrail aracılığı ile Hz. Peygamber'in kalbine Arapça olarak iletilen katıksız bir vahiy ürünü olduğu beyan edilir. Allah'ın, öğüt verici ve uyarıcı elçiler göndermeden hiçbir topluma azap etmediği ve O'nun asla zalim olmadığı vurgulanır. Bu yüzden vahiyle bildirilen gerçeklere inanılması ve bu inancın her durumda korunması istenir. Sure, imansızlık ve haksızlık günahında ısrar edenleri uyaran ayetlerle son bulur.
Eğer dikkatlice bakılırsa bu surede ağırlıklı olarak insanın zayıf karakteri ve kendini aldatma eğilimi üzerinde durulduğu, onun iktidara, zenginliğe, şan ve şöhrete, basma kalıp düşüncelere, kitlesel kültür ve sapık ideolojilere körü körüne teslim olmasının temelinde de bu zafiyetin yattığına dikkat çekildiği görülür. Bu durumun, her çağda ve bütün toplumlarda görülen değişmez bir gerçek olduğu söylenebilir.
1-9'uncu ayetler
Surenin ilk bölümünü oluşturan ayetlerde, şu gerçekler dile getirilir: Kur’an apaçık ve kolayca anlaşılabilir bir vahiy eseridir. Putperestlerin ona inanmamasından ötürü Hz. Muhammed'in üzülmesine gerek yoktur. Peygamber(as)in görevi insanları zorla imana sevk etmek değil, dini tebliğ edip onları uyarmaktır. İnsanlara kitap ve peygamber gönderilmesinden maksat, onların kendi istek ve tercihleriyle inanmalarını sağlamaktır. Zorla iman makbul olmadığından Allah insanları inanmaya mecbur etmemiş, aksine imanın düşünceye, bilgiye, özgür iradeye ve tercihe dayanmasını istemiştir. Fakat yeniliğe karşı koyma eğiliminde olan kimseler Kur’an mesajını yalanlamışlar ve onunla alay etmişlerdir. Halbuki hem Kur’an'ın hem de kainatın her sayfası, aklı ikna, kalbi de tatmin edici kanıtlarla doludur. Buna rağmen insanların çoğu inkarı seçmişlerdir. Allah dilediğini istediği zaman yapma gücüne sahiptir. Fakat O, merhametinden dolayı cezayı hak eden kimseleri cezalandırmakta aceleci değildir.
Rahman Rahim Allah'ın Adıyla
1. Tâ Sîn Mîm. 2. Bunlar, kendisi apaçık olan ve gerçeği bütün açıklığı ile ortaya koyan Kitab'ın ayetleridir.
Birinci ayet, tâ sin mim harflerinden oluşur. Bu harfler, bazı surelerin başında yer alan ve el mukatta'ât diye anılan gizemli sembolik harflerdendir. Bu harflerle, Kur’an'ın eşsiz bir kitap olduğuna veya vahyi inkar edenlerin onun bir benzerini yapmaktan aciz kalacaklarına işaret edilmiş olabilirse de bunlarla muradının ne olduğunu en iyi Allah bilir.
İkinci ayette Kur’an'ın, okuyan ve dinleyenler için kolayca anlaşılabilir açıklıkta bir kitap olduğu ifade edilir. Burada, Kur’an'ın hem niteliği hem de işlevi dile getirilir. Zira o, dinî hükümleri en kesin bir ifadeyle ortaya koyan, hak ile bâtılı açıkça birbirinden ayıran bir kitaptır. Ayrıca onun, muhtevası, üslubu ve diğer özellikleriyle Allah kelamı olduğu aşikardır.
Bu ayetin, surenin ana konusu ile yakın bir bağlantısı vardır. Çünkü müşrikler Hz. Peygamber'den Kur’an'ın Allah kelamı olduğunu ispatlamasını istiyorlardı. İşte bu yüzden onlara Kur’an'ın ayetlerini incelemeleri gerektiği ve onun her cümlesinin bir mucize niteliği taşıdığı hatırlatılmıştır. Bilindiği gibi İslam daveti başlangıçta Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkar eden bütün putperestler tarafından sert bir direnişle karşılaşmıştır. Onların çoğu vahyi tanımadıkları ve ahireti kabul etmedikleri için son dine imandan yüz çevirmişlerdir.
3. Onlar inanıp mümin olmuyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!
Bu ayette putperestlerin Kur’an mesajına gösterdikleri muhalefetten dolayı Hz. Peygamber'in duyduğu aşırı üzüntü dile getirilir. Hz. Peygamber getirdiği mesajın putperest Mekkeliler arasında uyandırdığı derin düşmanlıktan ötürü çok üzülüyor, onların manevî akıbetleri hakkında duyduğu kaygıdan dolayı da ıstırap çekiyordu. Zira Allah resulü ne zaman daveti onlara götürmek istese onlar Hz. Peygamber'i yalanlıyorlar ve hakir görüyorlardı. Onun, kendilerini imana çağırma iştiyakıyla yandığını bildikleri için de Kur’an'dan yüz çevirerek onu üzmek ve moralini bozmak istiyorlardı. İşte burada Hz. Muhammed'e, onlar inanmıyorlar ve böyle yapıyorlar diye kendisini helak edecek derecede üzülmesine gerek olmadığı hatırlatılıyor.
Bu ayet, öncelikle Hz. Peygamber'e hitap etse de onunla sınırlı değildir, aynı zamanda içinde yaşadığı toplumsal çevrenin dine karşı ilgisiz kalmasından cesareti kırılan ve üzüntü duyan her inanmış insana da şamildir. Ayrıca ayet, peygamberin görevinin tebliğden ibaret olduğuna; inkarcıların imana gelmemesinden onun sorumlu olmadığına işaret etmektedir.
4. Eğer dileseydik, onlara gökten bir mucize indirirdik de onun karşısında boyunları bükülür hemen baş eğmek zorunda kalırlardı.
Ayette, insanların inanmaya zorlanamayacakları, zorla kabul edilen inancın hiçbir ahlakî değer taşımadığı belirtilir. İslam'a göre imanın manevî değeri, bir zorlamanın değil, özgür iradenin ve serbest seçeneğin ürünü olmasından ileri gelmektedir. İnsanlara kitap ve peygamber göndermekten maksat da onları zorla değil, kendi istekleriyle hidayete erdirmektir. Eğer Allah dileseydi bütün inkarcıların boyun eğeceği bir mucize gönderip onları imana zorlayabilirdi; buna da kimse mani olamazdı. Fakat o zaman bu karşı durulamaz olay, insandaki serbest irade ve seçim özgürlüğünü ortadan kaldırır, imanı da ahlakî değerinden yoksun bırakırdı. İşte bu yüzden Allah insanların Kur’an'la hidayete ermelerini istedi ve onlara en mükemmel bir hayat nizamı olan İslam'ı gönderdi. Demek ki insan seçimini tam bir serbestlik içinde yapacak, sonunda da kendi tercihiyle seçtiği yolda sarf ettiği gayretin karşılığını bulacaktır.
Buraya kadarki ayetlerde, Hz. Peygamber'in kavmine doğru yolu gösterme konusunda son derece duyarlı davrandığı ifade edilmekte; bu davranışın da duygusal bir atmosferde gerçekleştiğine dikkat çekilmektedir. Demek ki burada amaç, karşılaştığı olumsuz tavırlardan ötürü duyguları patlama noktasına gelmiş olan Hz. Peygamber'i teselli edip üzerindeki psikolojik baskıları hafifletmektir.
Sonuç olarak Allah mesajıyla iyiliğe çağırdığı insanı sınamak istemiş, gönderdiği vahiyleri anlaması için onu akıllı, kendi isteğiyle uygulaması için de iradeli yaratmıştır. Eğer Allah zorlama yöntemini dilemiş olsaydı, bu imtihanın amacı ortadan kalkmış olurdu. İşte bu yüzden ilahî irade, insanların inanmaları için onlara karşı durulamaz maddî bir mucize indirmek yerine akıllara hitap eden, yaygın hurafeleri ortadan kaldıran, geçmiş ve gelecek nesillere yol gösteren Kur’an vahyini göndermiştir.
5. Kendilerine, Rahmân'dan ne zaman hatırlatıcı ve uyarıcı yeni bir mesaj gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler. 6. Nitekim onlar, bu mesajı da yalanladılar; ama alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında başlarına gelecektir.
Bu ayetlerde, inkarcıların Allah'tan gelen her yeni uyarıdan yüz çevirdikleri haber verilir ve bunun nedeni açıklanır. Ayetlerin beyanına göre bunun sebebi; onların inat ve çıkarları yüzünden ilahî mesajı yalanlamış olmaları, dolayısıyla kendilerini doğru yola iletmek için yapılan çağrıya duyarsız ve ilgisiz kalmalarıdır. Halbuki onların basiretleri açık olsaydı, içinde bulundukları zaman ve mekanda gerçeği haykıran pek çok mucizelerin, aklî ve naklî delillerin var olduğunu görürlerdi.
Burada inkarcıların alay edip durdukları şeyin yakında gerçekleşip bütün açıklığı ile onların karşısına çıkarılacağından da söz edilir. Bundan maksat, ilahî mesajı yalanlamaları yüzünden onların dünyada uğrayacakları bela veya ahirette görebilecekleri azap olabileceği gibi hiç değer vermedikleri ve sürekli küçümsedikleri İslam davetinin, yakın gelecekte güçlenip zafere ulaşacağının bir müjdesi de olabilir. Çünkü inkarcıların bütün güçleriyle karşı çıktıkları ve sürekli alay konusu yaptıkları Kur’an mesajı, kısa zamanda cihan ufuklarını aydınlatmış, onun ünü bütün alemi kuşatmış, onunla alay edenlerin pek çoğu da bu gerçeğe tanık olmuştur.
7. Peki bunlar, yeryüzüne hiç bakmazlar mı! Orada her türden nice güzel ve yararlı bitkiler bitirdik.
Ayette, yer yüzünün her yanının aklı ikna ve kalbi tatmin edici kanıtlarla dolu olduğu, gerçeği görmek isteyen kimsenin uzaklarda delil aramasına gerek olmadığı; güzel meyvelerle ve hoş mahsullerle dolu mekan ayetlerine dikkatlice bakması halinde Allah'a inanabileceği belirtilir. Gerçekten de yeryüzünde her türden nice güzel ve faydalı bitkiler vardır. Eğer insan bunlara dikkatlice bakarsa, Allah'ın varlığından ve birliğinden asla şüphe etmez; inanmak için de başka bir mucizeye ihtiyaç duymaz. Çünkü bunların her biri, gerçeği gösteren ve imana kaynaklık eden kesin delillerdir.
8. Şüphesiz bunda, gerçeği gösteren ve iman etmeyi gerektiren bir delil vardır; ama bütün bunlara rağmen onların çoğu inanmazlar. 9. Doğrusu Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir.
Bu ayetlerde de, gerçeği gösteren ve imana kaynaklık eden bunca delile rağmen, çoğu insanların yine de inkarı seçtikleri ve Allah'a karşı nankörlük tavrı sergiledikleri ifade edilir. Allah'ın çok güçlü ve merhametli olduğu vurgulanır.
Burada Allah'ı niteleyen iki isim yer alır. Bunlardan ilki Aziz'dir. Bu isim uluhiyyeti nitelediğinde “dengi ve benzeri bulunmayan, daima güçlü, üstün ve galip olan Allah” anlamına gelir. İkincisi ise Rahim'dir. Rahim ismi de uluhiyyeti nitelediğinde “çok bağışlayan, buyruklarına uygun davrananlara ölüm sonrasında da iyilikler sunan Allah” manasına gelir. Aziz ismi, Kur’an'da tek başına değil, uluhiyyeti niteleyen diğer isimlerin bir kısmıyla birlikte yer alır. Burada ise “Aziz-Rahim” şekli kullanılır. Bu kullanım şekli, Kur’an'ın tamamında 13 kez geçer. Bu terkiple, Allah'ın dilediği her şeyi istediği zaman yapabileceği; eğer inkarcıları hemen cezalandırmıyorsa buna güç yetiremediğinden değil, merhameti gereği cezalandırmada acele etmediği için onlara mühlet tanıdığı mesajı verilir.
Bu iki ayet, surede bir kez yeryüzündeki mekan ayetlerinden, yedi kez de geçmiş toplumların durumlarını anlatan ayetlerden sonra olmak üzere tam sekiz kez tekrarlanır. Bununla, hem bütün peygamberlerin getirdikleri öğretilerin temelde birbiriyle aynı oldukları anlatılmak istenir hem de Allah'ın mesajlarına karşı takınılan inkarcı tavrın, insanlık tarihinde çok sık tekrarlanan bir nankörlük tavrı olduğuna işaret edilir. Demek ki daha önceki milletlere gelen peygamberler de, Hz. Muhammed'in getirdiği öğretide yer alan temel ilkelerin aynısını getirmişler, fakat kavimleri bunlardan yüz çevirdikleri için helakı ve hüsranı hak etmişlerdir. Öyleyse Kur’an mesajından yüz çevirenleri de aynı akıbet beklemektedir.
Sonuç olarak, Allah insanı kendisine kulluk etmesi için yaratmış, bu görevini doğru yapabilmesi için de Kur’an kapsamındaki İslam'ı ona hayat nizamı olarak sunmuştur. Bu yüzden Kur’an, insanı Allah'a götüren yolun şaşmaz kılavuzudur. Aklını iyi kullanıp hissi körlükten kurtulan her insan, ondaki İslamî hayatı görür ve Allah'a inanır. İşte peygamberler insanları hep Allah'a inanmaya ve vahiyle sunulan hayat nizamına uymaya çağırmışlardır. Fakat ilahî mesajın insan hayatına ulaşmasını istemeyen inkarcılar, devamlı peygamberlerle ve onlara inanan müminlerle uğraşmışlardır. Tabii ki Allah'ın dinine karşı takınılan bu inkarcı tavır, geçmişle sınırlı kalmamış, insanlık tarihinde çok sık tekrarlanarak bu güne kadar varlığını sürdürmüştür; bundan sonra da kıyamete kadar sürdürecektir.
10-33 ayetler
Bu ayetlerde, Hz. Musa'nın vahye mazhar oluşu, ve İsrailoğullarını kölelikten kurtarmak üzere Firavun'a gönderilişi ve onunla yaptığı mücadelenin bir bölümü anlatılır.
10-11. Bir zamanlar Rabbin Musa'ya, “Şu zalimler topluluğuna; şu görev ve sorumluluk bilincinden uzaklaşmış bulunan Firavun'un kavmine git; onlar, başlarına geleceklerden hâlâ sakınmayacaklar mı?” diye seslenmişti. 12. Musa da şöyle dedi: “Ey Rabbim! doğrusu onların beni yalanlamalarından korkuyorum.” 13. “Göğsümün daralıp dilimin dolaşacağından da kaygı duyuyorum; bu yüzden Harun'a da elçilik ver ve onu benimle birlikte gönder.” 14. “Üstelik onlara karşı ben suçlu durumdayım; bu nedenle beni öldürmelerinden endişe ediyorum.” 15. Allah buyurdu ki: “Hayır, korkma! Siz ikiniz ayetlerimizle gidin; Şüphesiz Biz, sizinle beraberiz, her şeyi işitip izlemekteyiz.”
Ayetlerde, Hz. Musa'ya zalimleri hakka davet vazifesinin verildiği bildirilir. Firavun ve kavminin kötü karakteri ortaya konulur. Bu son derece güç ve önemli vazife karşısında Hz. Musa'nın Rabbinden yardım ve himaye istediği ifade edilir. Bu isteğin ilahi irade tarafından kabul edildiği, ona hem teminat hem de yapması gereken işlerle ilgili talimat verildiği belirtilir.
Burada Hz. Peygamber'e böyle bir tarihi olayı hatırlatmaktan maksat, Allah'ın yardımına mazhar olan bir hareketi hiç kimsenin yenilgiye uğratamayacağı mesajını vermektedir. Firavun, bütün güç ve kuvvetine rağmen Musa'nın karşısında nasıl aciz kalmışsa, güçlerine güvenen Mekke kafirleri de Hz. Muhammed'in hak çağrısı karşısında benzer şekilde aciz kalacaklardır. Ayrıca burada hakka ilgi duymayan, doğru ile yanlış arasındaki farkı kavrayamayan ve bencilliği nedeniyle hiçbir hakikati tanımayan kimselerin ne kadar ayet görseler de yine inanmayacaklarına, böylelerinin inadın yol açtığı ve Firavun'un da karşılaştığı benzeri acıklı sonlarla karşılaşacaklarına dikkat çekilir. Zalim kişi ve toplumların en bariz nitelikleri, iman kimliğini yitirmeleri, kulluk görevlerini unutmaları, inkara ve isyana dalıp vahyin değer ölçülerine uymamaları ve kötü karakterin en uç örneği olmalarıdır.
Bu ayetlerde çok önemli bir vazife karşısında Hz. Musa'nın duyduğu endişeye de yer verilir. O, Firavun kavminin kendisini yalanlayıp reddetmesinden kaygı duyuyor, dilindeki tutukluğu özür olarak ileri sürüyor, tebliğ esnasında göğsünün daralıp dilinin tutulabileceğini, bu yüzden maksadı ifade etmekte güçlük çekeceğini ve Firavunla yapacağı mücadelede mağlup olabileceği kaygısını taşıyordu. Verilen vazifeyi daha iyi ifâ etmek için kendisinden daha fasih konuşan kardeşi Harun'un da elçi olarak gönderilmesini istiyordu. Bütün bunlar, görevden kaçmak için üretilmiş gereksiz mazeretler değil, tam tersine vazifeyi hakkıyla yapamama endişesinden doğan samimi isteklerdir. Ayrıca bu sözler, kendisini seçildiği görevi yerine getirecek güçte görmeyen Hz. Musa'nın, alçak gönüllülüğünü yansıtan ifadeler olarak da değerlendirilebilir.
Peygamberlerin hedefe ulaşan ve müminlere örnek olan hareketlerinde göze ilişen en önemli prensiplerden biri de tedbirdir. Çünkü tedbirsiz hareketler davayı başarısızlığa uğratabilir; hele bu başarısızlık davanın ilk filizlendiği dönemlerde olursa o dava daha doğmadan boğulmuş olur.
Yine burada Hz. Musa'nın, bir israilliyle kavga eden bir mısırlıya yumruk atıp istemeden onun ölümüne sebep olduğuna da işaret ediliyor. Zira Hz. Musa bu olay üzerine ülkeyi terk ederek Medyen'e sığınmış, aradan geçen uzun bir gizlenme döneminden sonra kendisine peygamberlik verilmiş ve ilahi mesajla Firavun'a gitmesi emredilmişti. İşte Hz. Musa, tebliğ esnasında bu olayın önüne sürülebileceği ve kendisinin öldürülebileceği endişesini dile getirmiştir. Ancak Rabbi verdiği teminat ve talimatla onun kaygısını gidermiş; onu ve kardeşini mesajlarıyla Firavun'a göndermiştir. Buradaki ayetlerden maksadın Hz. Musa'ya verilen âsa, yed-i beyza/parlayan el ve diğer mucizeler olduğu bildirilir.
16. “O halde şimdi Firavun'a gidip deyin ki: Biz âlemlerin Rabbinin mesajını getiren birer elçiyiz. 17. İsrailoğullarını bırak, bizimle gelsinler.”
Ayetlerde, Allah'ın Hz. Musa ve Harun'a verdiği talimat dile getirilir. Bu talimatta iki hususa ağırlık verildiği görülür. Birincisi tevhid gerçeğini ortaya koyup Firavun'u Allah'a kulluğa çağırmaktır. İkincisi de israiloğullarını Firavun'un zulmünden kurtarmaktır. Demek ki peygamberler imansızlık ve haksızlıklara karşı çıkıp insanları zulmün esaretinden kurtarmak ve onları tevhidin özgürlüğüne kavuşturmak için mücadele etmişlerdir.
18-19. Firavun: “Biz seni çocukken yanımızda yetiştirmemiş miydik? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmemiş miydin? Ama sonunda yapacağını yaptın ve nankör biri olduğunu gösterdin” dedi.
Ayetlerde, Firavun'un Hz. Musa'yı nankörlük etmekle ve cinayet işlemekle suçladığı haber verilir. Hz. Musa'nın peygamberliğini ilan edip israiloğullarını özgürlüğe kavuşturmak istemesi üzerine Firavun, Hz. Musa'ya: “Çocukken yanımızda gördüğün iyiliğin karşılığını unutuyorsun; bu yetmiyormuş gibi bir de bize muhalif olduğumuz bir inanç ve yaşayış biçimi getiriyorsun. Doğup büyüdüğün bu ülkede başka ilaha davet etmek suretiyle fitne çıkarıyorsun.” demişti. Hatta biraz daha ileri giderek tehditkar bir ifade ile ona mısırlı birini öldürmesi olayını hatırlatıp bu sözleriyle Musa'yı tehdit etmek ve susturmak istiyordu.
20. Musa da şöyle cevap verdi: “Evet, o fiili daha ne yaptığını bilmez biriyken işledim.” 21. “Sizden korktuğum için de hemen aranızdan kaçtım; ama daha sonra Rabbim bana hüküm verebilme yeteneği bahşetti ve beni peygamberlerden biri yaptı.” 22. “Başıma kaktığın bu nimet ise, aslında İsrailoğullarını köleleştirmenin bir neticesiydi.”
Ayetlerde, Hz. Musa'nın Firavun'a verdiği cevap dile getirilir. Hz. Musa cinayeti kasten değil hataen işlediğini söyler. Zira o, mısırlı bir kıptiye yalnızca bir yumruk savurmuştu. Yumruk öldürme aracı olmadığı gibi genelde öldürme niyetiyle de vurulmaz. Dolayısıyla bu kasten değil hataen vuku bulmuş bir öldürmedir. Ayrıca bu olay, müdafaa ve terbiye maksadına yönelik olarak meydana gelmiş bir hadise olarak da değerlendirilebilir.
Hz. Musa, hata eseri meydana gelen öldürme olayından sonra canını kurtarmak için Mısır'dan kaçıp Medyen'e gider. Orada yaşlı bir adamla (rivayetlere göre Şuayip peygamberle) karşılaşır. Bir süre onun yanında çalışıp kızlarından biriyle evlenir, sonra tekrar vatanı olan Mısır'a dönmeye karar verir. Bu dönüş esnasında Tur Dağı'nda ilk vahyi alıp peygamber olur. İşte Hz. Musa Firavun'a cevap verirken bu gerçekleri de dile getirmiş; Rabbinin kendisine hüküm verebilme yeteneği ve peygamberlik bahşettiğini bildirmiştir.
Ayrıca Hz. Musa, Firavun'un kendisini nankörlükle suçlamasına da cevap vermiş, kendisine yapılan iyiliğin israiloğullarının esaretinin bir sonucu olduğunu, bunun için minnete mahal bulunmadığını ifade etmiş ve Firavun'a “Sen israiloğullarına zulmedip adaletsizlik yapmamış olsaydın ben de bir müddet senin himayene ihtiyaç duymaz, kendi ailemin arasında yaşardım ve şimdi böyle bir minnete maruz kalmazdım.” demiştir. Firavun'un, Hz. Musa'nın başına kaktığı ve onun nankörlüğüne vesile yaptığı nimet, Hz. Musa'yı bebekliğinde alıp beslemesi ve büyütmesi, özellikle de onu diğer erkek çocuklar gibi öldürmemesiydi. Oysa Hz. Musa'nın saraya alınmasına, Firavun'un israiloğullarına karşı uyguladığı haksız baskıları sebep olmuştu. İşte bu yüzden Hz. Musa, Firavun'un çocukluğunda kendisine yaptığının esasen bir iyilik olmadığını vurgulamıştır.
23. Firavun: “Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir? bu da kim oluyor?” dedi. 24. Musa: “Eğer gerçekten öğrenmek ve Ona yürekten inanmak istiyorsanız O, göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir” diye cevap verdi. 25. Firavun etrafındakilere: “Neler söylediğini duyuyor musunuz?” dedi. 26. Musa: “O, sizin de Rabbiniz, geçmiş atalarınızın da Rabbidir” diye devam etti. 27. Firavun: “Bu size gönderildiğini iddia eden peygamberiniz, düpedüz bir delidir.” dedi. 28. Musa da: “Eğer aklınızı kullanıp düşünürseniz O'nun doğunun, batının ve her ikisi arasında bulunanların Rabbi olduğunu anlarsınız.” diye karşılık verdi.
Ayetlerde, tevhid inancının özü ifade edilir ve Allah'ın alemlerin Rabbi olduğu belirtilir. Kendisine sunulan tevhid mesajını tuhaf karşılayan Firavun, Hz. Musa'ya “Elçisi olduğunu iddia ettiğin Rabb nasıl biridir, öyle bir Rabb var mıdır?” diye sorar. Hz. Musa da “O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında var olan her şeyin Rabbidir.” diye cevap verir. Demek ki Kur’an'a göre Allah alemlerin Rabbi, bütün varlıkların yaratıcısı ve yöneticisidir. Var olan her şey, Allah'ın yaratıcı fiilinin eseri olduğundan hiçbir şey O'nun iradesinin ve kudretinin dışında değildir. Bu yüzden Kur’an, Allah'ın yaratma fiilinin sürekliliğini ve tüm varlıkla olan ilişkisini Rabb kavramıyla dile getirir.
Burada Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunu hayretle karşılayan ve bundan endişe duyan Firavun'a aynı zamanda Allah'ın bütün insanların Rabbi olduğu da hatırlatılır. Böylece her halkın kendi tanrısına, her kentin kendi ilahına sahip olmasını gerektipini savunan ve dini sistematik olarak millileştirip yozlaştıran görüşlerin boş bir iddia olduğu ortaya konulmuş olur. Fakat Firavun kendi ülkesinde kurduğu dini ve siyasi otoritenin yıkılmasından endişe ettiği için Hz. Musa'yı halkın gözünden düşürecek alaylı ifadeler kullanır ve onu delilikle itham eder. Ancak zalimler önünde yılmayan ve azmini kırmayan Hz. Musa hakkı tebliğ etmeye devam eder. Bütün yaratıkların ve evrendeki oluşların, Allah'ın birliğine ve Rabblığına işaret ettiğini, aklı olanın bunları takdir, Allah'ın Rabblığını da kabul edebileceğini söyler.
29. Firavun: “Bak, eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni mutlaka hapse attırırım.” dedi. 30. Musa: “Sana gerçeği bütün açıklığı ile ortaya koyan bir şey getirmiş olsam da mı?” dedi. 31. Firavun: “ Doğru sözlü biriysen haydi getir onu!” diye karşılık verdi. 32. Bunun üzerine Musa asâsını atıverdi; bir de ne görsünler, asâ açıkça kocaman bir yılan olmuş! 33. Elini de ortaya çıkardı; o da bakanlara bembeyaz görünen ve nur saçan bir şey oluvermiş!
Ayetlerde; Firavun'un tanrılık iddiasında bulunduğu, Hz. Musa'nın da onu reddederek kendi risaletinin doğruluğunu savunduğu beyan edilir. Burada geçen ilah kelimesi “dünyevi işlerde, yasal ve siyasal alanda istediğini yapma hakkını kendinde gören kişi veya otorite” manasına gelir. Eski Mısır dininde, Firavun'a/krala kendi yetki alanı içinde bir tanrı gözüyle bakılır; ona yönelik bir meydan okuma da kurulu düzene, hakim sisteme bir başkaldırı olarak kabul edilirdi. Hz. Musa'nın getirdiği mesaj, sadece batıl inançları düzeltmeyi değil, aynı zamanda toplumsal düzeni yeniden yapılandırmayı da hedefliyordu. Bu yüzden Hz. Musa peygamber olduğunu söyleyince Firavun ve yandaşları telaşlanmışlardı. Çünkü onlar, Hz. Musa'dan toplumsal hayatın tümünü kapsayan tevhidi bir devrimin sadır olacağını sezmişlerdi. Bunun için Firavun, Hz. Musa'nın şanlı eylemini, kurulu düzene karşı girişilmiş bir başkaldırı hareketi olarak görmüş ve onu zindana atmakla tehdit etmiştir. Tabii ki inananlara yönelik tehdit ve baskılar, Firavunla sınırlı kalmamış; hemen her devirde Allah'ın dinine göre yaşamak isteyenler hakim düzen sahipleri tarafından suçlu veya asi sayılmış, inancının gereğini yapanları cezalandırmak da adalet sanılmıştır.
Firavun'un tehdidinden korkmayan Hz. Musa, peygamberliğini bütün açıklığıyla ispatlayan deliller ortaya koymak ister; Firavun da “Eğer doğru sözlü biriysen ikna edici bir kanıt getir de görelim bakalım.” der. Bunun üzerine Hz. Musa peygamberliğini ispatlamak için iki muazzam mucize ortaya koyar. Bunlardan biri yere bırakılan değneğin büyük bir yılan olması; diğeri de koynundan çıkardığı elin bembeyaz olup etrafa nur saçmasıdır. Musa kıssasının ilk bölümü de bu ibret verici mucizeleri dile getiren ayetlerle son bulur.
Hz. Musa ile Firavun arasında geçen ve Kur’an'da nakledilen bu diyalogdan iki önemli sonuç çıkmaktadır. Bunlardan ilki, Hz. M'usâ'nın peygamber olarak gönderildiği Firavun'la çocuk iken onun velayetini üstlene Firavun'un aynı kişi olduğudur. Çünkü söz konusu diyalogda Firavun açıkça Hz. Musa'ya kendi velayetinde geçirdiği zamanı ve onun Mısır'dan kaçmasına neden olan adam öldürme olayını hatırlatmakta; Hz. Musa da, Firavun'un bu argümanına gereken cevabı vermektedir. Demek ki Hz. Musa'nın çocukluğundaki Firavun, o Mısır'a geri döndüğünde hala tahtta idi. Eğer böyle olmasaydı Hz. Musa, Rabbi ile arasındaki ilk diyalogda Firavun yönetiminin kendisini suçlu bulup öldürebilecekleri kaygısını dile getirmezdi. İkincisi de, Hz. Musa'nın Firavun'la mücadelesinde, Firavun'un ona istediği zararı verememiş olmasıdır. Bunun nedeni, Firavun'un güçsüzlüğü değil, Hz. Musa'nın ilahî kudret tarafından koruma altına alınmasıdır. Bu korumanın hiçbir rasyonel izahı yoktur. Çünkü bu hadise, tıpkı asanın kutsal güçle harekete geçmesi gibi tamamen ilahî bir lütuftur; bu korunmuşluk ve dokunulmazlığın kaynağı da Allah'ın Hz. Musa ve kardeşine verdiği teminattır.
Sonuç olarak Kur’an, Firavun ve benzeri krallardan bahsetmekle her asırda zalim gücü ve otoriteyi temsil eden, hiçbir ilahi kural tanımayıp Allah'ın dinini insan hayatının dışında tutmak isteyen kişi ve kurumların olabileceğine dikkat çekmek istemiştir. Halbuki insanın Allah'tan bağımsız hiçbir hakkı ve yetkisi yoktur. Fakat siyasi egemenlik gücü ve hükmetme yetkisi, insana Allah tarafından verilmiştir. Bunun için Kur’an, insandan adalet ve hakkaniyetle hükmetmesini isteyerek söz konusu yetkinin kötüye kullanılmasını doğru bulmamıştır. Şu halde insan Allah rızası için iş yapar, ama o kendini -haşa- Allah yerine koyarak hiçbir iş yapamaz. Zira, insanın “hakimiyet Allah'ındır” diyerek kendi yetkisini Allah'ın mutlak iradesiymiş gibi göstermesi, onun kendisini ilah yerine koyması anlamına gelir. Böyle bir iddia da firavunluğa özenmek olur. Çünkü Firavun da siyasi egemenliğin tanrıya ait olduğunu iddia etmiş, ama söz konusu egemenliği kullanan tanrının bizzat kendisi olduğunu söylemiştir. Öyleyse, sözde Firavun'u lanetleyip aynı tavrı sergileyenler bu durumlarının Kur’an'la çeliştiğini bilmelidirler.
34-51'inci ayetler
Surenin bu ayetlerinde; Firavun'un, Hz. Musa'nın gösterdiği mucizelere büyü deyip onunla yarışmak için ülkesindeki sihirbazları topladığı; sihirbazlarla Hz. Musa'nın halkın huzurunda yarıştıkları; yarışı kaybeden büyücülerin, iman ettikleri; bu duruma çok öfkelenen Firavun'un onları işkence ve ölümle tehdit ettiği, fakat büyücülerin bu tehdide rağmen imanlarını terk etmedikleri haber verilir. Böylece kendi gücünü putlaştıranların acizliği ortaya konulurken imanın insan benliğinde meydana getirdiği önemli ve olumlu değişikliğe dikkat çekilir.
34-35. Firavun, çevresindeki ileri gelenlere dedi ki: “Şüphesiz bu adam büyüsünün gücüyle sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen usta bir sihirbaz; peki şimdi ne buyurursunuz?” 36-37. Dediler ki: “Onu ve kardeşini bir süre alıkoy, bu arada şehirlere de haberciler gönder, sana bütün usta sihirbazları toplayıp getirsinler.”
Ayetlerde, Firavun'un Hz. Musa'nın mucizelerini gördükten sonra danışma meclisiyle yaptığı görüşmeden söz edilir ve bu özel heyetin önerileri dile getirilir. Hz. Musa'nın gösterdiği mucizelerin ardından kibir duyguları altüst olan Firavun, tanrılık davasını bir tarafa bırakıp çevresindeki seçkin adamlarından fikir almaya çalışır. Bir yandan da Hz. Musa'nın getirdiği mesajı etkisiz kılmak için bir takım entrikalara girişir. Bu yüzden o, Hz. Musa'yı sihirbaz, onun getirdiği mucizeleri de sihir olarak nitelendirir.
İnsanları kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek isteyenler her zaman bu taktiğe başvururlar. Bütün bunlar, yönetici sınıfın otoritesi ve çıkarları tehlikeye girdiği zaman yapılır, tehlike geçince halk yine ezilir. Nitekim eski firavunlardan kalan ancak çağdaşlık damgasıyla tekrar pazara sürülen benzeri taktikler, günümüzde de aynı şekilde uygulanmaktadır. Çünkü çağdaş dünyanın pek çok ülkesinde gücü elinde bulunduranlar, insanları Allah'ın onlara verdiği temel haklardan yoksun bırakıp sözüm ona oy çokluğuyla Yaratıcı'nın insana bahşettiği hakları ilga veya iptal edebiliyorlar; bu çoğunluk diktatörlüğüne de demokrasi diyorlar. Halbuki pek çok ülkede demokrasi perdesi altında demokrasi oyunu oynanıyor. Bu oyunu oynatanlar ise örgütlenmiş baskı gruplarıdır. Gerçekte halktan alınmayan bu gücü, halka onaylatma yöntemiyle oyunun devamı sağlanır. Halkın bu oyunun farkına varmaması için de her türlü tedbir alınır. İşte Firavun'a akıl verenler de, sihre karşı sihirle mukabele edilmesini; bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasını ve bir toparlanma süresinin tanınmasını uygun görmüşlerdir.
Kur’an'da, hem Hz. Yusuf'un götürüldüğü ve sonradan babasıyla kardeşlerinin gelip yerleştiği hem de Hz. Musa'nın yaşadığı yer “Mısır” olarak adlandırılmıştır. Ancak burada “yurt” olarak sözü edilen yer, bütün Mısır'ı değil, Hz. Musa ve Harun'un buluştukları ve sihirbazlarla yarışmanın gerçekleştiği pi-Ramesse kentidir. Çünkü Firavun ve yandaşları, Hz. Musa'nın İsraillileri etrafında toplayıp bir sâmi ordusu oluşturacağını ve bu orduyla pi-Ramesse kentinde yeniden sâmi krallığı kurmak üzere Aşağı Mısır'ı işgal edeceğini sanıyorlardı.
38. Sonunda sihirbazlar belli bir günün belirlenen vaktinde bir araya getirildi. 39. Halka da: “Siz de toplanır mısınız? Haydi hemen toplanın.” denildi. 40. Onlar da: “Biz hazırız; eğer üstün gelirlerse herhalde sihirbazlara uyarız.” dediler.
Bu ayetlerde ise, yapılacak gösterileri açıkça görebilmeleri için halkın müsabakaya teşvik edildiği; bu müsabakanın, sonucu belirleyici bir müsabaka sayıldığı ifade edilir. Buradaki “malum günün belirlenen vakti”nden maksat, mısırlıların ulusal bayram günü ve bu günün kuşluk vakti olduğu söylenir. Amon kültürünün resmi rahipleri büyücülerdi. Dolayısıyla onların Hz. Musa'ya galip gelmeleri, devlet dininin halkın gözünde itibarını pekiştirecekti. Bu yüzden anılan müsabakanın neticesi çok önemliydi.
Bu ayetler, otoritelerinin elden gitmesinden korkan yöneticilerin, halkın kendilerine duyduğu güveni yitirmemesi için her yola başvurduklarına da işaret eder. Çünkü onlar zaman zaman toplulukları teşvik edip heyecan dalgası oluştururlar; büyük kalabalıkları da çoğu kez böyle işler için toplarlar. Çünkü kitleleri böyle gösteri ve merasimlerle meşgul etmek, zalim yöneticilerin işine gelir. Zira bu tür olaylarla yöneticilerin zulmü bir ölçüde perdelenmiş olur.
41. Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a: “Eğer biz üstün gelirsek bize bir mükafat verilecek değil mi?” dediler. 42. Firavun: “Elbette! O takdirde siz gerçekten benim gözdelerim arasında yer alacaksınız” diye cevap verdi.
Ayetlerde, sihirbazların Firavun'dan hünerlerinin karşılığını istedikleri, onun da bu konuda onlara teminat verdiği bildirilir. Burada inkarcı insanın zavallı kişiliğine işaret edilir. Zira sihirbazlar atalarının dinini kurtarmak için müsabakaya çağrılmış oldukları halde hizmet ve hünerlerine karşılık maddi mükafat dileniyorlar. Şu halde bunlar maharetlerini, ümit ettikleri maddi çıkarlara satan tiplerdir. Onlar için, alacakları para ve zalim yönetimden görecekleri itibar önemlidir. Bu karakterdeki insanlar, imanla tanışmadıkları sürece zalim yönetimlerin destekçisi olmaya devam ederler ve zulme meşruluk kazandırmış olurlar. Günümüzde, sömürü sistemlerini savunup bunların sözcülüğünü yapanlarında aynı konumda oldukları söylenebilir.
43. Musa onlara: “Ne atacaksanız atın!” dedi. 44. Bunun üzerine onlar, iplerini ve değneklerini yere atıp: “Firavun gücü sayesinde üstün gelen elbette biz olacağız” dediler. 45. Onların ardından Musa da asâsını attı; bir de ne görsünler, onların bütün o düzenbazlıklarını yutmasın mı!
Ayetlerde, Hz. Musa'nın güven ve vakar içindeki tavrı ortaya konulur. O, sihirbazlara hünerlerini gösterme fırsatı tanır. Bunun üzerine sihirbazlar Firavun'un ismine ve gücüne sığınarak gösteriye başlarlar. Onlar, ustası oldukları bu sanatta bütün güçlerini ve hünerlerini ortaya koyarlar. Fakat Musa'nın asası, sihirbazların sopa ve iplerini yutarak onlardan ortada hiçbir şey bırakmaz. Böylece gösteri, hakkın bâtıla galebesiyle son bulur ve bu mücadelenin sonucunda Allah'ın yardımıyla desteklenen bir hareketin başarıya ulaşacağı gerçeği bir kez daha zihinlere nakşedilmiş olur.
46. Bunu gören büyücüler hemen yere kapandılar: 47-48. “Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik” dediler.
Bu ayetlerde de, ilahi irşad ile kendi kimliklerini tanıyan sihirbazların imana geldikleri; bu imanın etkisiyle aşağılık duygusundan kurtuldukları haber verilir. Demek ki Allah'a tam iman en üstün değerdir. Çünkü insanı her türlü sapıklıktan kurtarıp hakka yönelten bu imandır. İnsan, böyle bir imanı elde edince Allah'a kul olduğunu farkeder ve gerçek özgürlüğe kavuşur. İşte Kur’an bu gerçeğe dikkat çekmek için imanın insan benliğinde meydana getirdiği bu önemli ve olumlu değişikliği her akıl sahibine anlatır. Bundan maksat, insanlara nihai kurtuluş yolunu göstermektir. Ayrıca bu ayetler, insanın Rabbini ve kendi hakikatini tanıma rüştünden uzak kalması halinde felakete uğrayacağına, ilmin de insanı imana götürücü bir özelliğe sahip olduğuna işaret etmektedir. Zira sihirbazlar, Musa'nın gösterdiği mucizenin sihir değil hakikat olduğunu ilimle anlamışlardı; çünkü onlar sihri biliyorlardı. Eğer onlar sihri bilmeselerdi hemen böyle bir sonuca varamazlardı.
49. Firavun: “Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi? Demek ki size sihri öğreten ustanız o! Fakat yakında benim intikamımı göreceksiniz; andolsun bu dönekliğinizden ötürü ellerinizi ve ayaklarınızı kestirip hepinizi astıracağım.” diye çıkıştı.
Ayette, Firavun'un sihri bırakıp Allah'a inananlara savurduğu tehdit dile getirilir. Burada Firavun'un aşırı inadına, bütün zalimlerin baş vurduğu asılsız ve acımasız yöntemlere dikkat çekilir. Zira Firavun'a göre sihirbazlar mucizelerden etkilendiklerinden değil, tuzak ve hileyle siyasi iktidarı ele geçirmek istediklerinden Hz. Musa ile işbirliği yapmışlardı. O, halkı buna inandırmaya çalışıyordu. Zalim yönetimler, her zaman aynı yönteme başvururlar, asılsız suçlamalarının doğru olduğunu itiraf ettirmek için de karşılarına aldıkları insanları baskı ve ölümle tehdit ederler.
50-51. Onlar da: “Zararı yok, biz nasıl olsa Rabbimize döneceğiz; burada inananların ilki olduğumuz için, Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz.” dediler.
Bu ayetlerde de, yeni inançlarında kararlı olan müminlerin Firavun'a verdikleri cevap dile getirilir. Onlar, imanlarının herhangi bir oyun değil, Allah'ı ve O'nun dinini kabul etmenin samimi bir itirafı olduğunu söylerler; gerçek imanın verdiği kuvvetle de Firavun'a meydan okuyacak kadar cesur olduklarını ortaya koyarlar.
Ayetler, zulme uğrayan ve işkenceye maruz kalan bütün inanç sahiplerine, hak davalarından asla taviz vermemelerini öğütlemektedir. Çünkü Allah'a tam iman insana asalet kazandırır ve onu aşağılık duygusundan kurtarır. Öyleyse insan, can korkusu ve çıkar beklentisi gibi nedenlerle firavun karakterli kişilerin ve yönetimlerin tehditlerinden korkmamalı, taltiflerine de kanmamalıdır. Çünkü zulüm yönetimleri Allah'ın dininden ödün vermeyen kimseye ödül vermedikleri gibi, vahiy nizamını yaşayanlara da baskı uygulamaktan geri durmazlar. Halbuki mümin, zalim yöneticilerin baskısından çok onların iltifatına mazhar olmaktan korkmalıdır.
Sonuç olarak Kur’an'a göre örnek insan, Allah'a kul olarak yaşayan kişidir. İnsan iman rüşdüne ermezse ya başkalarına zulmetmeye başlar ya da aşağılık ve zelil bir duruma düşer. Nitekim insanların iman rüşdüne eremedikleri zamanlarda yer yüzünde fesat büyümüş ve yayılmış, bu da güçlülerin ilahlaşmasına, zayıfların da ezilmesine yol açmıştır. İşte Firavun da bütün bu olup bitenler karşısında kendini kaybedip sahte ilahlığı ile övünmüş, sanki insanların kalpleri elindeymiş gibi kendi izni olmadan onların iman etmesini küstahça sorgulamaya kalkışmıştır. Ama ilahî mucizeleri görür görmez sapıklıktan kurtulan sihirbazlar, bir çırpıda öne geçmişler, kendilerine yöneltilen bütün tehditlere rağmen imanlarını terk etmemişler, aksine Rabblerine imanla dönüp gerçek kurtuluşa ermişlerdir.Surenin bu ayetlerinde, Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan geceleyin çıkan israiloğullarını, Firavun'un askerleriyle birlikte takip ettiği; israiloğullarının, bir mucize eseri olarak yarılıp kendilerine yol veren denizden salimen geçtikleri, onları takip eden Firavun ve adamlarının ise yarılmış bulunan denize girip orada boğuldukları haber verilir. Böylece kendi iktidarını ve gücünü putlaştıranların, ilahi kudret karşısında yenik düşeceklerine işaret edilir. Bu açık mesajlara rağmen insanların çoğunun hala inanmadığı, ama daima üstün gelenin Allah olduğu vurgulanır.
52-68 ayetler
52. Musa ya: “Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü mutlaka takip edileceksiniz” diye vahyettik. 53. Firavun da şehirlere asker toplayıcılar gönderdi. 54. Bu arada tebaasına dedi ki: “Bunlar pek az sayıda sefil ve önemsiz bir topluluk” 55. “Fakat kalpleri bize karşı kin ve nefretle dolu.” 56. “Ama biz, birlik ve bütünlük içinde, her türlü tehlike ve tehdide karşı hazırlıklı bir toplumuz.”
Ayetlerde, Allah'ın Hz. Musa'ya ve israiloğullarına Mısır'ı terk etme emrini verdiği, daha sonra durumdan haberdar olan Firavun'un bu çıkışı engellemek için çeşitli güçleri harekete geçirdiği bildirilir. İsrailoğulları, Hz. Musa'nın Firavun ve sihirbazlarla yaptığı mücadeleden sonra bir müddet daha Mısır'da kamışlardı. Bu dönem içinde geçen olaylar, Kur’an'daki diğer surelerin bazı ayetlerinde anlatıldığından bu aşamada Hz. Musa ile Firavun arasındaki mücadelenin son bölümü zikredilmiştir.
Allah, İsraillilerin hep birlikte Mısır'dan ayrılmalarını sağlamak için, Hz. Musa ve Harun'a bir İsrail yerleşim yeri kurmaları talimatı vermiş, onlar da Mısır'ın değişik bölgelerinde değişik vaziyette bulunan İsraillileri aşamalı olarak yaklaşık sekiz-on yıl içerisinde pi-Ramesse'de toplamışlardı. Firavun, İsraillileri toplandıkları bu yerden Mısır'ın diğer bölgelerine dağıtmayı planlıyordu. İşte Allah, Firavun'un bu düşmanca eylemini önlemek için Hz. Musa'ya halkıyla birlikte gecenin karanlığından yararlanaran Mısır'dan çıkmaları talimatını verdi.
Burada Allah'ın Hz. Musa'yı “Siz mutlaka izleneceksiniz.” diye uyardığı belirtilir. Mısır'ı terk etme emrini alan Hz. Musa'nın da bu uyarıdan hemen sonra israiloğullarına haber gönderip geceleyin yola çıkmak üzere hazırlanmalarını söylediği rivayet edilir. Hz. Musa'ya, kavmi ile birlikte ve son derece dikkatli bir şekilde geceleyin gitmesini emreden bu ilahi talimat, bir hareketin başarıya ulaşması için tedbirin mutlaka gerekli olduğu mesajını verir. Nitekim israiloğullarının ansızın çıkışını haber alan Firavun, onları yakalamak için çeşitli güçleri harekete geçirir. Bu arada o korkusunu, korkusuzluk gösterisi altında gizlemeye çalışır. Çünkü Firavun bir yandan israiloğullarının kendilerine hiçbir zarar veremeyecek kadar az ve aşağılık bir topluluk olduklarını söylüyor, öte yandan da adeta umumi bir seferberlik ilan ediyordu.
Buradaki “şirzimetü'n galilûn” terkibi “birlikte hareket edecekleri müttefikleri olmayan küçük ve izole bir grup” anlamına gelir. Bu terkip, Kutsal Kitab'ın iddiasının aksine Mısır'ı Hz. Musa ile birlikte terk eden İsraillilerin, sayıca çok az olduklarını belirtir. Buna rağmen müfessirler, Kutsal Kitab'ın etkisinde kalarak Mısır'ı terk ettiklerinde İsraillilerin büyük bir grup olduğunu, hatta onların sayılarının altı yüz yetmiş bini bulduğunu ileri sürmüşlerdir.
Firavun'un ilan ettiği bildirinin muhtevasından onun, iktidarının sallantıda olduğunu fark ettiği de anlaşılıyor. Çünkü Firavun, Hz. Musa'nın İsraillileri diğer Samilerle birleştirip sami krallığını yeniden kuracağını ve Mısırlıları pi-Ramesse'den çıkaracağını düşünüyor; kavmine de İsraillilerin Samilerle güçlerini birleştirmeden ve güçlü bir hale gelmeden önce dağıtılıp zayıf düşürülmeleri gerektiğini söylüyordu.
Son olarak burada bir gerçeğe daha işaret ediliyor. O da, zalim yönetimlerin ve onların temsilcilerinin, çıkarları ve iktidarları tehlikeye girdiğinde her türlü hileye baş vurdukları, bazı kimseleri satın aldıkları, satın alamadıkları dürüst ve yiğit insanları da baskı yaparak susturmaya çalışmalarıdır. Buna ilaveten zalim yöneticiler baskı altında tuttukları grupların özgürlük taleplerini anlamakta güçlük çektikleri için, onların bu haklı mücadelelerini hakim yönetime karşı bir başkaldırı, güce duyulan sebepsiz bir nefret ve kıskançlık olarak nitelendirirler. Masum insanlara yönelttikleri bu tür suçlamalarla da kendi zulümlerini haklılaştırmaya çalışırlar.
57-58. Nihayet onları bağlardan bahçelerden, pınar başlarından çıkarıp attık; servetlerinden, nüfuz ve statülerinden yoksun bıraktık. 59. İşte böyle yaptık ve onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık.
Bu ayetlerde de, israiloğullarının Firavun'dan sonra ulaştıkları itibar ve zenginliğe işaret edilir. Firavun ve taraftarları boğulup daha önce elde ettikleri nüfuz ve iktidarı yitirince israiloğulları bunlara varis olmuşlardı. Firavun, aldığı tedbirlerle israiloğullarını tamamen ezmeyi hedeflemişti. Ancak Allah'ın takdiri bu tedbiri tam tersine çevirerek Firavun ve onunla beraber olanları boğulacakları yere sürükledi. Zira onlar, göç halindeki israiloğullarına saldırıp hepsini mahvetmek için evlerinden, köşk ve saraylarından çıkıp Firavun'a katılmışlardı. Eğer onlar böyle bir harekete geçmeselerdi suda boğulup gitmeyeceklerdi.Burada yer alan ve “onlara israiloğullarını mirasçı kıldık” anlamına gelen ilahi söz, bazı müfessirler tarafından “Allah, israiloğullarını Firavun ve halkının Mısır'da terk ettiği bahçelere, hazinelere ve güzel konutlara mirasçı kıldı” şeklinde yorumlanmıştır. Ancak bu yorum tarihi gerçeklere pek uygun düşmemektedir. Çünkü Firavun'un boğulmasından sonra, israiloğulları Mısır'a dönmemişlerdir. Şu halde burada, israiloğullarının Mısır'daki sefalet günlerinden sonra Filistin'de kavuştukları bolluk ve ikbal günlerine işaret edilmiştir. Çünkü onlar Firavun ve halkının sahip oldukları mülk, servet ve benzeri nimetlere Mısır'da değil, Filistin'de varis olmuşlardır. Bu yaklaşımı Kur’an'daki bazı ayetler de desteklemektedir.
60. Firavun ve adamları gün doğarken onları takibe koyuldular. 61. İki topluluk birbirini görünce Musa'nın yandaşları: “Eyvah! İşte şimdi kesin yakalandık.” dediler. 62. Musa: “Hayır! Rabbim benimledir, bana mutlaka bir çıkış yolu gösterecektir.” dedi. 63. Bunun üzerine Musa'ya: “Asân ile denize vur” diye vahyettik; Musa söyleneni yapınca deniz derhal yarıldı, öyle ki her parçası kocaman bir dağ gibiydi.
Ayetlerde, Firavun'un büyük bir ordu ile israiloğullarının peşine düştüğü, gün doğarken onlara yetiştiği, deniz ile düşman arasında kalan israiloğullarının duydukları sıkıntı, tam bu esnada Allah'ın, Hz. Musa'ya asasıyla denize vurmasını vahyettiği, bunun üzerine denizin duvar gibi ikiye ayrılıp kuru bir yol olduğu haber verilir.
Buradaki “müşriqîn” kelimesi, “gün doğumu” anlamına gelebileceği gibi “doğuya doğru” manasına da gelir. Eğer anılan kelimenin burada “gün doğumu” anlamına geldiği kabul edilirse ayet, “Firavun ve adamları gün doğarken onları takibe koyuldular” şeklinde tercüme edilebilir. Bu durumda ayet, İsraillilerin geceleyin kaçtıklarını, Firavun'la ordusunun da onları yakalamak için gün doğarken hemen yola çıktıklarını bildirir. Ancak bu bildirim aynı surenin elli üçüncü ayetiyle çelişir. Çünkü anılan ayetin ifadesi, firavun ve ordusunun, kaçan İsraillileri hemen değil, tam tersine şehirlerden askerler toplayıp bir ordu oluşturduktan sonra takibe koyulduklarını bildirir. Bu şekilde asker toplayıp ordu oluşturmanın ise günler, hatta haftalar alabileceği kesindir. Şu halde “müşriqîn” kelimesi burada kaçakları izlemek için yola çıkış zamanını değil, Firavun ile ordusunun, Mısır'dan çıkıp doğu yönüne doğru ilerleyen İsraillileri takibe koyulduklarını ifade etmektedir. Zira Firavun ve ordusu, İsraillilerin gittiği yönü gayet iyi biliyorlardı. Ayrıca buradaki “müşriqîn” kelimesinin Firavun ve ordusunun kaçan İsrail oğullarını yakalamak için yola çıktıkları zamandan ziyade onlara yetiştikleri anı ifade ettiği de belirtilmiştir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda ayet “Firavun ve adamları onların doğuya doğru gidişlerini takip edip nihayet onlara gün doğarken yetiştiler” şeklinde de tercüme edilebilir.
Ayetler, takip hareketinin bizzat Firavun tarafından planlanıp uygulandığını gösteriyor. Ayrıca, hakla bâtıl arasındaki mücadele zirveye ulaştıkça bâtılın sonunun yaklaştığına da dikkat çekiyor. Önemli olan sıkıntının son hadde ulaştığı anlarda bile dava insanının Allah'a tam olarak güvenmesi, O'ndan asla ümit kesmemesidir. Tıpkı dakikaların kendilerini ölüme yaklaştırdığı bir anda bile Hz. Musa'nın Allah'a duyduğu tam güven gibi. Çünkü o, nasıl olacağını bilmese de kurtuluştan emindi.
Burada geçen tavd kelimesi “yüksek dağ” demektir. Bu ifadeden denizin yarılıp yolun açıldığı, açılan yolun iki tarafında da suların adeta birer dağ gibi yükseldiği anlaşılmaktadır. Burada ilk akla gelen, denizin enlemesine yarılıp suyun ortasından vadinin içinden geçen yol gibi bir yolun açılmış olduğudur. Kaynaklarda bu mucizevî olayın, Kızıl Deniz'in bu gün Süveyş kanalı olarak bilinen kuzey batı ucunda vuku bulduğu; kıssanın geçtiği çağlarda burasının şimdiki kadar derin olmadığı, dolayısıyla yüksek cezir/geri çekilme hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgelerin oluşup geçici olarak geçilebilir hale geldikleri, fakat bu durumdayken ani bir med dalgasıyla tamamen sulara gömüldükleri belirtilmişse de bu olay, aslında açık bir mucizedir. Bu yüzden anılan hadiseyi sadece tabii bir olay gibi görüp basite indirgemek doğru değildir.
64. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. 65. Musa'yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. 66. Daha sonra diğerlerini suda boğuverdik.
Ayetlerde, Firavun ve ordusunun iki taraflı suların ortasına girdikleri, girer girmez de boğulup gittikleri, Hz. Musa ve beraberindekilerin ise kurtarıldıkları haber verilir.Bu aşamada böyle bir sona nasıl gelindiğini kısaca hatırlamak gerekir. Günler geçmiş, Hz. Musa halkını işkence ve kölelikten kurtarmak için onlarla birlikte Mısır'dan çıkmaya karar verip geceleyin oradan ayrılmıştı. Olayı öğrenen Firavun, ordusunu harekete geçirmiş, Musa ve halkını yakalayıp geri getirmek için peşlerine düşmüştü. İki taraf birbirine çok yaklaşınca israiloğulları “Eyvah! İşte şimdi yakalandık.” deyip telaşa kapılmışlar, ancak Hz. Musa'nın güven verici sözlerinden ve Allah'ın yardımından sonra hem bu telaştan hem de Firavun'un zulmünden kurtulmuşlardır. İşte Kur’an onların endişelerini, korkularını, bağrışıp çağrışmalarını ve denizin onlara yol vermesini, kuru yoldan karşı kıyıya geçmelerini muhataplarına anlatarak Allah'ın kendisine gerçekten inananlara çok büyük yardım edeceği müjdesini vermek istemiştir. Çünkü Allah'ın yardımına mazhar olan Hz. Musa ve kavmi kurtuluşa ermiş, onların peşlerine düşen Firavun ve ordusu dalgalar arasında son nefeslerini vermiş, Firavun'un sahte ilahlık hikayesi de böylece sona ermiştir. Kur’an, zaman içinde vuku bulmuş olan bu tür hadiseleri, gelen ayetlerde de belirtildiği gibi ibret olsun diye insanlara sunmuştur.
67. Şüphesiz bunda ibret alınacak bir ders vardır; fakat yine de onların çoğu inanmazlar. 68. Doğrusu Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir.
Ayetlerde, zaman içinde olup geçmiş bu tür hadiselerin insanlara bir ibret olarak sunulduğu, ancak çoğu insanın bunlardan gereken dersi alıp doğru sonuç çıkaramadığı vurgulanır. Demek ki mucizeler akıllara durgunluk verse de kişilerin iman etmesine yetmez. İman için iradenin devreye girmesi, kalplerde de hidayet güneşinin doğması gerekir.
Bu pasajın sonunda Allah'ın çok güçlü ve merhametli olduğu bir kez daha zikredilerek zulüm altında bulunan müminlere bir nevi zafer müjdesi verilir. Zira şer güçler bir süre egemen olsalar da zamanı gelince Allah'ın tedbir ve takdiri karşısında yok olup giderler. Çünkü dünyada hiçbir şey sürekli değil, sadece sürelidir; zulmün egemenliği de bu kuralın dışında değildir.
Sonuç olarak, Hz. Musa kıssasıyla ilgili burada anlatılanlar, benzer veya biraz değişik üsluplarla Kur’an'daki bazı surelerde de anlatılır. Burada yeni olan, Hz. Musa'nın Mısır'a dönerse vaktiyle işlediği bir suç nedeniyle öldürüleceğinden kaygı duyduğunu açıkça söylemesi, Firavun'un yanına gidip israiloğullarını serbest bırakmasını istediği zaman Firavun'un ona vaktiyle işlediği suçu hatırlatmasıdır. Burada belirsiz bırakılan suç, Hz. Musa'nın istemeyerek bir mısırlıyı öldürmesidir. Bu kıssanın anlatılmasının hikmeti ise, Kur’an'ın muhataplarına inananların mutlaka galip geleceği, inkarcıların da helak olacakları mesajını vermektir. Anılan mesajın özellikle bu surede verilmesi çok yerinde ve anlamlıdır. Çünkü surenin indiği dönemde, Kureyş liderleri Müslümanları tehdit ediyor ve onlara baskı yapıyorlardı. Bu yüzden Firavun'un israiloğullarını ezmesiyle Kureyş liderlerinin müminleri tehdit edip onlara baskı uygulamaları arasında tam bir benzerlik vardı. Şu halde bu kıssa yoluyla Kureyş liderlerine ve benzerlerine, Firavun ve adamları gibi perişan olacakları mesajı verilmek istenmiştir.Surenin ikinci kıssasını içeren bu ayetlerde, Hz. İbrahim ile kavmi arasında geçen mücadeleye yer verilir. Tevhidin temel ilkeleri açıklanırken şirkin ihdas ettiği sahte ilahlar birer birer reddedilir. Hak dinin vahiy kaynaklı olduğu ve Allah'a itaat ilkesine dayandığı bildirilir. Tevhid inancının doğruluğunu, şirke bağlılığın da saçmalığını anlatmak için puta tapanların kıyamet gününde birbirleriyle çekişmeleri ve şirke düşmelerinden dolayı duydukları pişmanlıkları dile getirilir. Bu bağlamda yanlış düşünce ve davranışın, insan hayatında doğuracağı kötü sonuçlara dikkat çekilir.
69-104 ayetler
69. Onlara İbrahim'in başından geçenleri de anlat. 70. Hani o babasına ve kavmine: “Neye tapıyorsunuz?” diye sormuştu. 71. Onlar da: “Putlara tapıyoruz ve onlara bağlılığımızı sürdürmeye kararlıyız.” diye karşılık verdiler. 72. İbrahim dedi ki: “Peki çağırıp yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı?” 73. “Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?” 74. Onlar: “Hayır! Ama atalarımızı böyle yaparken bulduk ve onlardan böyle gördük” diye cevap verdiler. 75-76. İbrahim: “Sizler ve sizden önceki atalarınız, neye kulluk ettiğinizin farkın damısınız?” dedi.
Ayetlerde, Hz. İbrahim'in, şirk konusunda babasıyla ve kavmiyle yaptığı mücadele dile getirilir. Bu bağlamda tevhide çağrının, bütün peygamberlerin ortak şiarı olduğu vurgulanır. Ayetlerde değinilen mücadelenin, mekkeli müşriklere ve diğer muhataplara anlatılması istenir. Zira Mekke müşrikleri, kendilerinin Hz. İbrahim'in izleyicileri olduklarını iddia ediyorlardı. Oysa Hz. İbrahim müşrik değildi; aksine şirkin baş düşmanıydı.
Burada bir ilkeye işaret edilir. O da, işin gerçeğinin doğru anlaşılması için onun iyi anlatılması gerektiğidir. İşte bu ilkeden hareketle Hz. İbrahim, kavmine öncelikli olarak taptıkları putların sahte ve güçsüz olduklarını hatırlatmıştır. Fakat onlar bâtıl inançlarında sabit, puta tapıcılıkta da kararlı ve ısrarlı olduklarını söylemişlerdir. Oysa sapıklıkta ısrar etmek, akılsızlığın had safhasıdır. Nitekim Hz. İbrahim kavminin yanlış görüşlerini ve davranışlarını düzeltmek için onları gafletten uyandırmaya çalışmış, taptıkları putların sağır eşyadan ibaret cansız varlıklar olduklarını söylemiştir. Fakat körü körüne taklide dalıp cahilce hareketlerde bulunan kavmi ona, atalarını bu yolda buldukları için aynı yolun izleyicileri olduklarını söylerler. Yani onlar puta tapmanın geleneksel olduğunu ve geçmişe dayandığını söyleyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar. Aklı hissi körlüğe mahkum edenler, her zaman hakkın karşısına böyle boş iddialarla çıkarlar. Bu yüzden ayetler, sapıklıkta kalmanın sebeplerinden birinin de, bâtılı körü körüne taklit etmek olduğuna işaret eder. Oysa körü körüne taklit, cahilce yapılan işlerin doğruluğuna delil olamayacağı gibi, bir şeyin eskiden beri yapılıyor olması da o şeyin mutlaka doğru olduğunu göstermez. Öyleyse her hangi bir anlayışı veya uygulamayı, vahiy ve akıl ölçeğine vurup sorgulamadan olduğu gibi körü körüne benimsemek doğru olmaz.
77. “İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; benim için âlemlerin Rabbinden başka ilâh yoktur.” 78. “Beni yaratan da, bana doğru yolu gösteren de O'dur.” 79. “Bana yediren ve içiren de O'dur” 80. “Hasta olduğum zaman O şifa verip beni iyileştirir” 81. “Beni öldürüp sonra da yeniden diriltecek olan O'dur. 82. “Hesap gününde, hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur.”
Bu ayetlerde, Hz. İbrahim'in tevhid mensubu ve şirk düşmanı olduğunu dile getiren sözlerine yer verilir. O, putlara tapınmayı içeren bozuk inançlara karşı savaştan geri durmamış bir tevhid önderidir. Babasının ve kavminin sahte ilahlarına, batıl inançlarına karşı çıktığını açıkça ilan etmekten çekinmemiştir.
Ayetler, tevhid inancı konusunda en ufak bir taviz verilemeyeceğine işaret etmektedir. Hz. İbrahim, cehaletin putlaştırdığı bütün değerlere karşı olduğunu belirttikten sonra Allah'a bağlılığını, batıla tapma cehaletinden uzak bulunduğunu da açıkça ortaya koymuştur. Bundan sonra da neden Allah'a ibadet ettiğini ve O'nun ibadete layık tek Rab olduğunu göstermek için pek çok kimsenin inkar edemeyeceği bazı gerçekleri sıralamıştır.
Bunların ilki, “yaratma ve yol gösterme”dir. Allah tek yaratıcıdır; dünya ve ahiret saadetini temin edecek yolu gösteren de sadece O'dur. İkincisi “rızık”tır. Zira bütün canlıları çeşitli nimetlerle rızıklandıran Allah'tır. Hz. İbrahim, bu gerçekleri sıralarken peygamberlik edebinin en güzel örneğini ortaya koymuştur. Çünkü o Allah'ı yediren, içiren ve şifa veren bir yaratıcı olarak anlatır; fakat hastalığını Rabbine nispet etmez. Bunun nedeni insan, sağlığını koruyucu kurallara riayet etmediği zaman kendi hastalığına kendisinin sebebiyet vermiş olmasıdır. Bu yüzden de Hz. İbrahim hastalığı kendine nispet etmiştir.
Aslına bakılırsa, Kur’an'a göre bütün hadiselerin nihai kaynağı Allah'tır; insanın karşılaştığı her iyilik ve başına gelen her kötülük de son tahlilde Allah'ın iradesinin bir eseridir. Ancak Allah, hiçbir kimse için doğrudan doğruya felaket ve kötülüğe rıza göstermez. Bu yüzden insanın işlediği suç, günah ve kötülükte bizzat onun kendi iradesi devreye girer. Bu da Allah'ın bütün yaratıklar için koyduğu, Kur’an'ın da “sünnetullah” diye tanımladığı sebep sonuç kanununa uyar. Demek ki insanın, iradeli eylemlerinden doğan sıkıntılar ve olumsuzluklardan dolayı başkasını suçlaması doğru olmaz. Ne var ki insanlar genellikle elde ettikleri iyi şeyleri ve neticeleri kendilerine mâl ederken kötülük ve olumsuzlukları yükleyecek birini ararlar, kendilerini kınamaktan ve suçlamaktan kaçarlar.
Hz. İbrahim'in dile getirdiği ve dikkat çektiği konulardan biri de “ahiret gerçeği”dir. Demek ki Allah-insan ilişkisi, sadece dünya hayatıyla sınırlı olmayıp ölümden sonraki hayata da uzanmaktadır. Şu halde herkes Allah'ın hükmüyle öldükten sonra yeniden dirilip kalkacak ve O'nun huzuruna çıkacaktır. Bir peygamber ve mümin için ölüm ebedi hayata kavuşmaya ve Allah'ın takdir ettiği ulvi nimetlere erişmeye sebep olduğundan Hz. İbrahim, “öldürmeyi ve diriltmeyi” de Allah'a izafe etmiştir. Onun Allah'tan bağış dilemesi ise insanlara bir fazilet dersi vermek ve Allah'ın mağfiretine iltica etmenin gereğini onlara öğretmek amacı gütmektedir.
Sonuç olarak bu ayetlerde, inanışta ve yaşayışta Allah'ı tek Rab kabul etmek gerektiği, bunun da şirk kaynaklı düşünce ve uygulamaları tümüyle reddedip İslam'a göre yaşamakla gerçekleşebileceği mesajı verilmektedir.
83. “Ey Rabbim! Bana hükmetme yeteneği bahşet ve beni iyi insanlar arasına kat” 84. “Gelecek nesiller arasında benim doğruluk üzere ve güzel bir şekilde anılmamı sağla” 85. “Beni nimetlerle dolu cennetinin varislerinden eyle” 86. “Babamı da bağışla; çünkü o, yolunu şaşıranlardandır.” 87. “İnsanların yeniden diriltilecekleri gün beni utandırma.” 88. “Zira o gün, ne malın mülkün ne de çoluk çocuğun bir yararı olur,” 89. “Ancak Allah'ın huzuruna kötülükten arınmış bir kalp ile çıkanlar kurtulur.”
Bu ayetlerde de, Hz. İbrahim'in insanın kurtuluşunu sağlayan değerleri Rabbinden talep edişi dile getirilir. Bu dua, Allah'a tam olarak inanıp bağlanan bir kalbin duasıdır. Çünkü bu duada en saf duygular dile getirilmiş, dünyacı ve aldatıcı değerlere hiç yer verilmemiştir. Aksine Hz. İbrahim, Rabbinden öncelikle doğru ile yanlışı ayırt etmeye yarayan ilim ve yargı gücüne, kendini iman ve itaatle kemale erdirip ebedi saadete ulaştıran bir bilgiye sahip olmayı, iyi insanlar arasında bulunmayı istemiştir. O, bütün erdemlere kemaliyle sahip bir tevhid önderi olduğundan dünyada güzel nam ile anılacak, ahirette de iyi insanlar arasında yer alacaktır. Çünkü Rabbi onu salih kulların nail olacağı naim cennetlerine koyacaktır.
Buradaki “lisâne-sıdk” terkibi, lafzen “doğru bir dil”; mecazen de “iyi bir anı ve güzel bir nam” anlamına gelir. Zira burada geçen “lisan/dil” kelimesi, “zikir/anmak, anılmak” anlamında kullanılmıştır; çünkü dil, zikrin/anmanın aleti ve aracıdır. Hz. İbrahim'in bu duası kabul olmuş, bu yüzden her millet ona büyük bir sevgi duymuş ve adı övgüyle anılır olmuştur.
Burada, Hz. İbrahim'in, babasının bağışlanması için yaptığı duadan da söz edilir. O, babasının acımasız davranışları karşısında yurdunu terk etmek zorunda kalmış, bu esnada babasına “Senin için Rabbimden bağışlama dileyeceğim.” demişti. Fakat o, babasının Allah'a karşı gelmiş bir asi ve amansız bir din düşmanı olduğunu açıkça bilince, babası için dua etmekten vazgeçmiştir.
Bu ayetlerden, Hz. İbrahim'in ahiret bilincine sahip ve Allah'a saygılı olduğu da anlaşılmaktadır. Demek ki o, kıyamet gününün gerçeklerini doğru anlamış ve kıymet verilecek şeylerin neler olduğuna vakıf olmuştur. İnsanın asıl kurtuluşunu sağlayan temel değer, “ihlas”tır. Buradaki “kalb-i selim” terkibi “şirk, inkar ve şüphelerden temizlenmiş, ihlasla iman etmiş kalp” anlamına gelmektedir. Öyleyse insan Allah'a gönülden inanıp bağlanmalı; bütün işlerini de O'nun rızasını kazanmak niyetiyle yapmalıdır. Çünkü halas bulmak için ihlas şarttır.
90. Cennet, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yaklaştırılır. 91. Cehennem de azgınlara gösterilir. 92-93. Onlara: “Allah'ı bırakıp da tanrı yerine koyup tapmakta olduklarınız hani nerede? Onlar size veya kendilerine yardım edebiliyorlar mı?” denilir. 94-95. Pek tabii onlar, o azgınlar ve iblisin avanesi hepsi birden tepetaklak cehenneme atılırlar. 96. Orada birbirleriyle tartışarak şöyle derler: 97. “Allah'a andolsun, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.” 98. “Çünkü sizin gibi yaratılmış varlıkları âlemlerin Rabbiyle bir tutuyorduk.” 99. “Bizi suçlulardan başkası saptırmadı.” 100-101. “İşte bu yüzden şimdi ne bir şefaatçimiz var ne de bize arka çıkan candan bir dostumuz.” 102. “Keşke bir daha dünyaya dönebilsek de inananlardan olsak.”
Ayetlerde, sorumluluk ve görev bilinciyle hareket eden iman ehli cennetle müjdelenir; haddi aşan azgınlar ise cehennemle uyarılır. Ayetlerin beyanına göre günahlardan sakınan müminlere, cennette tadacakları sayısız nimetler gösterilir; haddi aşıp sapıklık içinde kalanların karşısına da cehennem bütün dehşetiyle dikilir. İnkarcıların ahirette hiçbir şefaatçisi de olmaz. Çünkü onların taptıkları batıl mabutlar, kendilerinin imdadına yetişemezler. Bunun için batılı putlaştırıp iblisin peşinden gidenler, cehennemin deriliklerine yuvarlanıp kalırlar.Burada batıla tapanların, kendilerini saptıran ve felaketlerine öncülük eden liderlerine cehennemde lanet yağdıracakları da haber veriliyor. Kur’an bu dehşetli manzarayı, batılın kör izleyicilerinin gözlerini açmak için hatırlatıyor. Demek ki dünyada iken aralarında dostluk yemini eden inkarcılar ahirette birbirlerine düşman kesilecekler; karşılaşılan kötü sonuçtan dolayı her biri diğerini sorumlu tutmaya çalışacaktır. Ayrıca o gün ne şefaat edecek ilahları ne de fayda verecek dostları kalacaktır. Zira o gün, Allah'a saygı duyan müminler dışında eski dostların hepsi birbirine düşman olacaktır. Böylece dünya için dost olanların, dostlukları dünyada kalacak, inkarcılar aşırı üzüntüden dolayı imkansız temennilerde bulunacak ama bu faydasız temenni, onlara kaybedileni elde etme imkanı sağlamayacaktır. Şu halde ayetlerin amacı, insanı böyle bir duruma düşmeden önce uyarmaktır.
103. Elbette bunda bir ibret, alınacak bir ders vardır; fakat yine de onların çoğu inanmazlar. 104. Doğrusu Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir.
Ayetlerde, Hz. İbrahim kıssasının anlatılmasındaki hikmete değinilir; kıssada ibret dersinin hakim olduğu, dinleyenlere öğüt vermenin amaçlandığı vurgulanır. Bu bağlamda şirkin, toplumların helakini hazırlayan bir günah olduğuna dikkat çekilir. Allah, dinine muhalefet edenleri dilediği zaman cezalandırır, ancak iradesinin adil bir karar olarak tecelli etmesi için günahkarlara süre tanır. Çünkü O çok güçlü ve çok merhametlidir.
Kur’an'da hayat hikayesine en çok yer verilen peygamberlerden biri de Hz. İbrahim'dir. Bunun başlıca nedeni, Hz. İbrahim'in Araplar arasında çok özel bir yerinin olmasıdır. Nitekim Kureyş kabilesi, kendilerinin İbrahim soyundan geldiklerine inanırlardı. İşte onlara ataları İbrahim'in puta tapan bir müşrik değil, aksine Allah'ı bir tanıyan ve insanları tevhide çağıran bir peygamber olduğunu hatırlatmak, kendilerinin de ataları İbrahim gibi Allah'ı bir tanıyıp sadece O'na ibadet etmeleri gerektiğini anlatmak amacıyla bu kıssaya yer verilmiştir. Bu yüzden Hz. İbrahim'in tevhid akidesini, şirki reddedişini ve kavmiyle yaptığı mücadelesini iyi anlamak gerekir. Onun zamanında sadece tabiat güçleri putlaştırılmamış, ayrıca bazı kişi ve krallar da ilahlaştırılmıştı. Hz. İbrahim gerek tabiattan gerekse kralların tanrılaştırılmasından doğan putları deviren bir tevhid kahramanıdır. O, putçuluğun karanlık çağlarında ve nemrutların tanrılaştırıldığı zamanlarda, Allah'a tam inanıp bağlanan tevhid milletini oluşturmuştur. Hz. İbrahim'in fikir ve eylem planında gerçekleştirdiği mücadele sonucu gurura batık nemrutlar yok olup gitti, fakat onun adı, anısı ve açtığı tevhid mücadelesi varlığını sürdürdü. Nitekim Kâbe, onun açtığı tevhid bayrağının hala dalgalandığına şahitlik etmektedir.
Hz. İbrahim, insan hayatına tevhidî düşünceyi ve eylemi getiren bir peygamberdir. Bunun nedeni onun içinde yaşadığı toplumun dinî, kültürel, sosyal ve siyasal yapısının şirke dayalı olmasıydı. Bu yüzden Hz. İbrahim, düşünce planında olduğu kadar eylem alanında da şirkle mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Çoğu Mekke Dönemi'nde inmiş olan Kur’an kıssalarında, peygamberlere karşı çıkanların tavırlarına yer verilir. Peygamberlerle toplumları arasında tartışılan konuların başında da Allah'ın birliği, ölüm sonrası dirilme ve peygamberlikle ilgili konular gelir. Bu da “din” ile “dindarlık” olgusu arasında yakın bir ilişki olduğunu gösterir.
Kur’an'a göre insandaki din duygusu fıtrîdir ve bu durum bütün insanlar için geçerlidir. Ancak garip olan, insandaki bu duygunun Allah'tan başkasına yönelmesi ve O'nun dışındaki varlıklara tapılmasıdır. Bu konudaki en açık örneklerden biri de Hz. İbrahim'in toplumudur. Zira onlar elleriyle putlar yapmışlar, yaptıkları bu putlarla aralarında derin bir sevgi oluşturup onlara tapmışlardır. Hz. İbrahim, kavmine bu putların iç yüzünü gösterecek ve onların putlardan şüphe etmelerini sağlayacak bir yol izlemiştir. O, kavmine neye taptıklarını sormuş, kavmi de putlara taptıklarını söylemişlerdir. Bunun üzerine İbrahim (as) onlara putların herhangi bir fayda veya zarar verip veremeyeceklerini sormuş, toplum bu soruyu cevaplamaktan aciz kalıp sadece putçuluğun eski bir gelenek olduğunu söylemekle yetinmişlerdir.
Kur’an'ın bu tabloları ortaya koymasının sebebi, insanlara putlaştırdıkları varlıkların iç yüzünü göstermek, onlara sempati duyup tapmanın hiçbir haklı temele dayanmadığını ifade etmek, vehimlerin ürettiği şeylere tapmanın insan aklıyla ve basiretiyle bağdaşmayacağını belirtmek, nihayet insandaki din duygusunun sadece Allah'a yönelmesini sağlamaktır. Bunun için bütün peygamberler, gönderildikleri toplumları Allah'tan başkasına kulluk etmemeleri konusunda uyarmışlardır.
Sonuç olarak, İslam'ın değeri ve gerçek mümin olmanın gereği, peygamberlerin vahye dayalı hareketlerinde daha açık bir şekilde görülmektedir. Burada görünen, İslam'ı isim olarak kullanmanın yetmediği, ayrıca Allah'a tam iman edip bu inancın gereğini hayata taşımak gerektiğidir. Zira Kur’an'ın değerlerinden ve ilkelerinden tecrit edilmiş bir hayat İslamî olamaz; İslam'ı hayatın ve çağın dışında bırakmak da Müslümanlara yakışmaz. Öyleyse İslam isminin gasıbı değil sahici mensubu olmak için Kur’an'ın ilkelerinin hayatla bütünleşmesi şarttır. Bunun gerçekleşmesi için de iman insanına ve tevhid toplumuna ihtiyaç vardır.Bu bölümü oluşturan ayetlerde, surenin üçüncü kıssası yer alır ve Hz. Nuh'un öyküsü anlatılır. Onun kavmini tevhide davet ettiği, fakat onların inananları küçümseyip ilahî mesajı yalanlamaları yüzünden suda boğuldukları haber verilir. Bu kıssanın da Hz. Muhammed'in mesajını reddedenlere bir uyarı ve ibret olsun diye zikredildiği belirtilir.
105-122 ayetler
105. Nuh toplumu da peygamberlerini yalancılıkla suçladı. 106. Kardeşleri Nuh onlara: “Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” demişti. 107. “Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” 108. “O halde artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 109. “Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrimi ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah verir.” 110. “Öyleyse artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
Ayetlerde, Hz. Nuh'un kavmine yaptığı tebliğ ve tavsiyeler dile getirilir. Burada öncelikle Nuh'un kavminin, peygamberlerini yalanladıkları bildirilir. Onlar her ne kadar bir peygamberi yalanlamış iseler de peygamberlerin hepsi Allah'tan aynı mesajı getirdiklerinden onu yalanlamakla diğer peygamberleri de yalanlamış oluyorlardı.
Hz. Nuh, kavmine Allah'a isyan ve O'ndan başkalarına kulluk etmenin kötü sonucundan sakınmaları gerektiğini söylemiş ve onları takvaya davet etmiştir. Hz. Nuh, kavmiyle din yönünden değil, nesep yönünden kardeşti. Onun kavmi şirk dini üzere idi, Hz. Nuh ise tevhid dinini benimsemişti. Hz. Nuh'un, Allah tarafından gönderilmiş güvenilir bir elçi olduğunu belirtmesi, peygamberlerde bulunan temel niteliklerden birinin de “emanet/güvenilirlik” olduğuna işaret etmektedir. Gerçekten de onlar, hem insanlarla olan ilişkilerinde hem de ilahî mesajı olduğu gibi tebliğ etme konusunda güvenilir kişilerdir. Zira peygamberler emanete hainlik etmezler, hile yapıp insanları aldatmazlar; aksine onlar, insanları tevhid inancını benimsemeye ve sadece Allah'a kulluk etmeye çağırırlar.
Burada Allah'a davetin, dünya çıkarlarıyla hiçbir ilgisi bulunmadığına, dolayısıyla tebliğ karşılığında insanlardan herhangi bir ücret talep edilemeyeceğine de işaret edilir. Nitekim Hz. Nuh, tebliğ ettiği ilahî mesajın kişisel hiçbir çıkara dayalı olmadığını söylemiş, böylece dava mensuplarının ahlakî meziyetlere sahip olmaları gerektiğine dikkat çekmiştir. Öyleyse müslüman, kişisel çıkar sağlama düşüncesiyle dini alet etmemeli, hileye başvurup başkalarını aldatma yoluna gitmemeli, aksine davadan maddî bir çıkar beklemek yerine her şeyi İslam uğruna feda edebilmelidir. İşte insan ancak o zaman güvenilir bir kişi olur. Çünkü şahsi çıkarların dava uğruna feda edilmesi, kişinin dinindeki samimiyetinin en önemli göstergelerinden biridir.Sonuç olarak, bu ayetlerde insanın dine muhalif davranmaktan sakınması, ilahî buyruk ve yasakları kabul edip gereğince hareket etmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca batıl taraftarlarının, hakkın savunucularını kötülemek için onları kişisel çıkar peşinde koşmakla suçlayabileceklerine de dikkat çekilmektedir. Nitekim Hz. Nuh da kavminin inkarcı önderleri tarafından benzer şekilde suçlanmıştır. Günümüzde ise aynı şeyiİslam karşıtı güçler yapmaya çalışmaktadır. Onlar, insanları dine çağıranları dini istismar etmekle suçlamakta, sürekli olarak onlara “iktidar ve çıkar hırslısı” damgası vurarak irtica devlet oluyor propagandası yapmaktadırlar.
111. Onlar: “Sana hep en aşağılık kimseler uymuşken, biz hiç sana inanır mıyız?” dediler. 112. Nuh dedi ki: “Onların ne yaptıklarını ben ne bileyim?” 113. “Onları yargılayıp hesaplarını görmek ancak Rabbime düşer; keşke bunun bilincinde olup bir anlayabilseniz.” 114. “Ben, inandığını söyleyenleri yanımdan kovacak değilim.” 115. “Ben sadece gerçekleri apaçık dile getiren bir uyarıcıyım.” 116. Dediler ki: “Ey Nuh! Eğer bu iddialarına bir son vermezsen, mutlaka taşlananlardan olacaksın.”
Ayetlerde, mevki ve servet sahibi inkarcı benliklerin, tevhid dininde birleşmekten kaçındıkları, inanan insanları küçük gördükleri belirtilir. Hz. Nuh'un bunlara verdiği cevaplar dile getirilir. Peygamberlerin üstlendikleri görev bütünüyle devrimci bir karaktere sahip olduğundan, kurulu düzeni elinde tutan toplumun imtiyazlı kişileri, peygamberlerin ortaya koydukları söylem ve eylemlerden rahatsızlık duymuşlardır. Bunlara göre Allah'ın dininde değil, toplumun imtiyazlı kişilerinin kabul ettiği ilkeler etrafında birleşilmelidir. Halbuki insanın saadetini sadece maddî güce bağlamak ilkel bir düşüncedir.
Burada, Kur’an ahlakının ve İslam hukukunun temel ilkelerinden biri ortaya konuluyor. İnkarcılar açıkça demek istiyorlar ki, Hz. Nuh'a inandığını söyleyip onun ardından gidenler, gerçekten inandıkları için değil, çıkar undukları için böyle yapıyorlar ve inanmış gözüküyorlar. Oysa kimse bir başkasının inancı ve onun inancında rol oynayan saikler hakkında o kişinin kendi ikrarı olmadıkça hüküm veremez. Çünkü insanın içinde sakladıklarını ancak Allah bilir; onu niyet ve eylemlerine göre de sadece Allah hesaba çekebilir. Toplum sadece zahire göre hüküm verebilir. Bu da kişinin ortaya koyduğu fiil ve sözle sınırlıdır. Bunun içindir ki biri “inanıyorum” diyor, söz ve filleriyle de benimsediği inanca ters düşecek bir tavır sergilemiyorsa, toplum o kişiyi mümin olarak görmek zorundadır.İlahî mesaj karşısında mevki sahibi olanla olmayan eşittir. Bunun için peygamberlere düşen görev, herkesi aynı ölçüde günahlardan sakındırıp Allah'a kulluğa davet etmektir. Bu davet, kendilerini üstün görenlerin anlayışlarına göre değil, vahyin belirlediği esaslara göre yapılmalıdır. Bu yüzden mağrur inkarcılar böyle istiyor diye yoksul müminleri terk etmek doğru değildir.
117. Nuh şöyle dedi: “Ey Rabbim! Kavmim beni yalancılıkla suçladı.” 118. “Artık benimle onlar arasında sen hükmünü ver; beni ve benimle birlikte olan müminleri kurtar.” 119. Bunun üzerine Biz, onu ve beraberindekileri dopdolu bir gemide taşıyarak kurtardık. 120. Sonra da geride kalanları suda boğduk.
Ayetlerde, kavminin Hz. Nuh'u taşa tutmakla tehdit edişi, onların imana gelmeyeceğini anlayan Hz. Nuh'un da Allah'tan inananlarla birlikte kurtuluşa ermeyi dileyişi haber verilir. Hz. Nuh'un bu duası kabul olur, inananlar kurtulur, inkarcılar da suda boğulup helak olur. Hz. Nuh ile inkarda direnen kavmi arasındaki mücadele, tam dokuz yüz elli sene sürmüştür. Ancak bu ayetlerde, değinilen mücadeleden sadece bir kesit sunulmuştur. Bundan maksat, iman ile inkar arasında cereyan eden ve edecek olan mücadelenin varacağı sonucu göstermek, inkarı seçip isyanda direnenlerin ilahî kudret karşısında yenik düşeceklerine dikkat çekmektir.
121. Doğrusu bunda İbret alınacak bir ders vardır; ama yine de onların çoğu inanmazlar. 122. Şüphesiz Rabbin çok üstün güçlü ve çok merhametlidir.
Bu ayetlerde de, Allah'ın inananları kurtarıp inkarcıları cezalandırmaya kâdir olduğu, anlatılan bu olaylarda büyük bir ibret ve alınacak ders bulunduğu vurgulanır. Demek ki bu kıssa, Hz. Muhammed'e karşı gelen kavmine ve benzerlerine, ibret olması ve ondan ders almaları için anlatılmıştır. Çünkü Nuh kavminin peygamberlerine karşı aldıkları tavırla Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed'e karşı takındıkları tavır arasında tam bir benzerlik vardı. Mekke müşrikleri de tıpkı Hz. Nuh'un kavmi gibi Hz. Peygamber'i çıkar peşinde koşmak ve üstünlük sağlamakla suçluyor, inanan insanları küçük görüyor, onlarla bir arada oturamayacaklarını söylüyorlardı. İşte Kur’an yerinde ve zamanında yaptığı bu uyarı ile, Mekke müşriklerini içinde bulundukları kötü durumdan kurtarmayı hedeflemiştir.
Ayrıca Nuh kavminin sapıklığı şirke dayanıyordu. Şirk, onları sahte ilahlar edinmeye ve bu ilahları temsil edecek özel bir sınıf oluşturmaya sevk etmişti. Şirk anlayışına dayalı olarak ortaya çıkan bu sınıf, zamanla toplumun dinini, siyasi ve ekonomik gücünü ele geçirmiş, böylece zulüm, fesat ve ahlaksızlık yaygın bir hal almıştı. Hz. Nuh bu kötülükleri ortadan kaldırmak için gönderildi; bütün gücünü uzun bir zaman ve üstün bir sabırla istenen ıslahatı yapmaya harcadı. Fakat sömürü sınıfı, halkı hilekarca aldatmış olduğundan onun bu üstün gayretine rağmen istenilen netice elde edilemedi. Hz. Nuh'un mesajına inkarla ve taşla karşılık veren kavmi o derece ileri gittiler ki, artık Nuh onlar için katlanılmaz bir şahıs haline geldi. İşte Allah, dinine karşı çıkanların ve peygamberlerini yalanlayanların vahim sonuçlarına dikkat çekmek için son mesajında helaki hak eden toplumlardan bazılarının kıssalarına yer vermiştir.
Kur’an, peygamber kıssalarını naklederken burada olduğu gibi genellikle ilk olarak toplumun, daha sonra da o kıssanın kahramanı olan peygamberlerin adını zikreder. Bunun nedeni, muhatapların kıssadaki görüş ve düşünceleri kolayca takip edebilmelerini, olayları iyice kavrayıp onlardan doğru sonuçlar çıkarabilmelerini sağlamaktır. Çünkü bu kıssalarda İslamî tebliğin hedeflerinden bahsedilmekte, şahısların karşılaştıkları olaylar karşısında sergiledikleri davranışlar da onların zihniyet ve karakterini ortaya koymaktadır. Nitekim Nuh kavmi, tevhid dinini yalanlıyor; Hz. Nuh ise Müslüman olmakla emrolunduğunu ve toplumundan bir ücret istemediğini söylüyor. Ancak kavmi, söylediklerinden veya yeni yeni dine insanları davet etmekten vazgeçmemesi halinde Hz. Nuh'a kendisini taşlayacakları tehdidinde bulunuyorlar. Ayrıca onlar, alt sınıftaki insanların yeni dine girmelerini uygun bulmuyorlar, Hz. Nuh'tan da bu insanları yanından kovmasını istiyorlardı. Hz. Nuh ise bu haksız taleplerin hepsini geri çeviriyordu. İşte Hz. Nuh'a karşı sergilenen tavrın aynısını, asırlar sonra Mekkeli zengin müşrikler Hz. Muhammed'e karşı sergiledikleri için Kur’an bu kıssayı zikretmiş, böylece zalim zihniyetin çağlar sonra da varlığını sürdürebileceğine dikkat çekilmiştir. Gerçekten de Kur’an'ın dile getirdiği olaylar, peygamberlere çoğunlukla şımarık zengin sınıfın karşı çıktığını, tevhid dinini ve yeni düşünceleri ortadan kaldırmak için büyük servetler harcayıp çetin bir muhalefet cephesi oluşturduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Buna karşılık toplumun ezilmiş sınıfı, peygamberlerin çağrısını kabul edip onlara destek olmuşlardır. Bu yüzden zenginler, peygamberlerden fakirleri kovmalarını istemişlerdir.
Sonuç olarak Nuh kıssasından, inananların, fakirlerin ve düşkünlerin küçümsendiği, buna bağlı olarak da sınıf farklılıkları sisteminin tohumlarının çok erken çağlarda atıldığı anlaşılmakta; bu anlayışın çağlar sonra günümüzde de varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Çünkü günümüzün çağdaş dünyasında, zengin fakirden hoşlanmamakta, güçlü zayıfı, inkarcı inananı hakir görmekte, hak gözetilmemekte, haklı saygınlık görmemekte, bu durum kendini beğenmişlerin hoşuna gitmektedir. Halbuki iman-küfür öyküsü, zengin ve fakir öyküsü değildir. Bunu içindir ki son Elçi'nin getirdiği mesaja zenginler de fakirler de iman etmiş, herkes aynı safta yer almış ve kendisini bekleyen sınavı kazanmak için elden gelen gayreti göstermiştir. Daha önceki milletlere de Hz. Muhammed'in getirdiği mesajın benzeri gelmiş, ama onlar bu mesajdan yüz çevirdikleri için helakı ve hüsranı hak etmişleridir. Eğer Kur’an'ın muhatapları da aynı tavrı sergilerlerse, benzeri akıbet onların da başına gelecektir.Bu ayetlerde, Nuh kavminin helak edilmesinin ardından yeryüzünde iktidara sahip olan, ancak elde ettikleri maddî güç ve rafah yüzünden şımarıp kalpleri inkara kayan Âd kavminin kıssasına yer verilir.
123-140 ayetler
123. Âd kavmi de peygamberlerini yalancılıkla suçladı. 124. Kardeşleri Hûd onlara: “Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” demişti. 125. “Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” 126. “Öyleyse artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana uyun.” 127. “Üstelik ben sizden bunun için bir karşılık da beklemiyorum; benim ecrimi ancak âlemlerin Rabbi olan Allah verir.”
Ayetlerde Âd kavminin, kendilerini tevhid dinine davet eden Hz. Hud'u yalanladıkları; Hz. Hud'un ise onlara sorumluluk ve görev bilinciyle hareket etmeleri gerektiğini hatırlattığını, buna karşılık kendilerinden dünyevî bir menfaat beklemediğini açıkça beyan ettiği dile getirilir.
İrem oğullarından olan ve Yemen'deki Ahkaf denilen bölgede oturan Âd kavmine, Nuh kavminin helak edilmesinden sonra yeryüzünde iktidar ve üstünlük verilmiştir. Onlar çok güçlü ve kuvvetli insanlardı; yeryüzünde onların dengi başka bir kavim yoktu. Ne var ki sahip oldukları güç ve refah onları şımarttı, yeryüzünde haksız yere böbürlenmelerine neden oldu. Çünkü onların sosyal yaşantılarına şirk önderleri yön veriyor, siyasi iktidarları da karşılarında kimsenin ses çıkaramayacağı despotların elinde bulunuyordu. Bu yüzden onlar tevhid inancı çerçevesinde Allah'a kulluğu kabul etmiyorlardı. Zira onların ruhlarına şirk, kibir ve inat iyice sinmiş; hayatlarına da batıl inançlar ve hurafeler hakim olmuştu. İşte Hz. Hud, bu özelliklere sahip olan bir topluma peygamber gönderilmiştir. Fakat Âd kavmi, onun getirdiği ilahî öğretiye karşı cephe almış, bu yüzden de inkar günahı içinde kalmıştır. Oysa Hz. Hud onları irşad ederek batıl inançlardan ve yanlış hayat tarzından kurtarmak istiyordu. Bunun için onlara Allah'ın dininden ayrılmamalarını öğütlüyordu. Ayrıca o, ilahî mesajı duyurma karşılığında kendilerinden hiçbir çıkar beklemediğini de açıkça söylüyor, Allah'ın insanları güzel ve hayırlı amelleri karşılığında mükafatlandıracağını duyuruyordu.
128. “Siz her tepeye bir bina, bir tapınak dikip boş şeylerle mi oyalanıyorsunuz.” 129. “İçlerinde ebediyen yaşayacağınızı umarak sapasağlam yapılar, malikâneler mi ediniyorsunuz?” 130. “Başkalarının hukukuna el uzattığınız zaman, hiçbir sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yaparsınız?” 131. “Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana uyun” 132-134. “Bildiğiniz bütün nimetleri size sağlayan; size sürüler, oğullar; bahçeler ve pınarlar bahşeden Allah'a karşı gelmekten sakının.” 135. “Doğrusu ben sizin adınıza, büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum.”
Ayetlerde, Âd kavminin nail oldukları nimetler, sahip oldukları özellikler ve uğraştıkları işler beyan edilir. Burada geçen “ri'” kelimesi “yüksek mevki, tepe veya yapı”; “ta'besûn” fiili de “gereksiz yapıtlar ve işlerle uğraşıyorsunuz” anlamına gelir. Bu kavramlarla hakiki ve hükmî hiçbir faydası olmayan ifrat derecesindeki uğraşlara ve yapılaşmaya dikkat çekilir. İhtiyaç için değil de sırf gösteriş, eğlenmek ve övünmek gibi boş yere yapılan tüm uğraş ve yapıtlar, bu ifadenin kapsamına girmektedir.
Kaynaklarda Âd kavminin, kumsal arazide yollarını gösteren işaretler, sağlam köşkler, kaleler, tapınaklar, barajlar ve surlar yaptıkları belirtilir. Bu da onların sanayide ve teknolojide belirli bir ilerleme sağladığını gösterir. Biraz düşünüldüğünde bunun kınanması gereken bir durum olmadığı görülür. Bu yüzden ayette ihtiyaç duyulan şeyleri yapmak ve onlardan meşru şekilde yararlanmak değil, aşırı biçimde dünyaya bağlanıp Allah'ı unutmak ve başkalarının hukukunu hiçe saymak kınanmaktadır. Günümüzde de aşırı arzularını putlaştıran bazı kimseler, çağdaşlık adına neredeyse bulutlara erişen yüksek binalar, gökdelenler yapmakta; buralarda her çeşit günah rahatlıkla işlenebilmektedir. Bunun da başlıca nedeni, Allah'ı tanımamak, ahirete inanmamak ve küstahça davranmaktır. Zira lüks, konfor ve zevkten başka bir amaç taşımayan fiiller, insanı gafletten uyandıramaz. İfrata varan sanayi de kişi ve toplum hayatına yarardan çok zarar getirir. Ayrıca sırf maddî amaçlar ve bencil çıkarlar uğruna servet yığmaya çalışmak sosyal sistemi bozar, toplumu da çökertir. Öyleyse gerek fertlerin yetenekleri gerekse toplumun imkanları zaruri ve faydalı olan şeylere sarf edilmeli; gösterişten ve gereksiz şeylerle uğraşmaktan uzak durulmalıdır.
Bu ayetlerden Âd kavminin, kaba ve zorba bir karaktere sahip oldukları da anlaşılmaktadır. Burada yer alan ve insanı niteleyen “cebbar” terimi, “başkasının hakkını hiçbir ahlakî ve hukuki kural tanımadan çiğneyen acımasız kişileri ve zorba yöneticileri” ifade etmektedir. Demek ki maddî çıkarlara bağlı hayat tarzı, insanın kalbini katılaştırmakta ve onu acımasız bir zorba yapmaktadır. Bu durum maddeye esir olmuş çağın insanında da kendini göstermektedir. Çünkü elde ettiği şeylerle yetinmeyip lüzumsuz yere aşırılıklara dalan çok sayıda insan, yanı başındaki muhtaçları fark edemiyor, maddenin peşinde koşturarak ömür tüketiyor, servet kazanmak için insanı ezmekte ve sömürmekte hiçbir sakınca görmüyor. İşte bu yüzden ayetlerde insanın zalim ve zorba birisi olmaması için Allah'ın dinine uyması ve peygamberin gösterdiği yolda yürümesi gerektiği bir kez daha vurgulanıyor. Ayrıca insanlara sahip oldukları çeşitli nimetlerin kadrini bilmeleri, bunları kendilerine ihsan eden Allah'tan korkmaları hatırlatılıyor. Çünkü nimete nankörlük etmek, azaba ve onun elden gitmesine sebep olabilir.
136. Onlar: “Öğüt versen de vermesen de bizim için fark etmez” dediler. 137. “Hem bu tuttuğumuz yol, öncekilerin geleneklerinden başka bir şey değildir.” 138. “Bu yüzden biz, azaba uğratılacak da değiliz.”
Ayetlerde, Hz. Hud'un nasihatlerini dinlemeyen Âd kavminin işi hafife aldıkları, istedikleri gibi yaşama arzusunda oldukları bildirilmektedir. Onlar, kendi dinî kanaat ve hareketlerini değiştirmeyeceklerini açıkça ifade ediyorlardı; ama ilahî mesajı reddedip peygamberi hafife almanın başlarına felaket getireceğini hiç düşünmüyorlardı. Çünkü bu kavim, güç ve imkanlarına bakıp kendilerine kimsenin zarar veremeyeceğini ve azap edemeyeceğini sanıyorlardı.Burada yer alan “huluk” kelimesi “halk” şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre ayet, “Bu söylediklerin öncekilerin uydurmasıdır.” anlamına gelir. Bu yüzden mealde her iki mana da dile getirilmeye çalışılmıştır.
139. Böylece onu yalancılıkla suçladılar; Biz de onları helâk ettik. Şüphesiz bunda ibret alınacak bir ders vardır; öyle iken yine de onların çoğu inanmazlar. 140. Doğrusu Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir.
Ayetlerde, Âd kavminin ilahî mesajı yalanladıkları için güç ve servetleriyle birlikte helak olup gittikleri haber verilir. Böylece, Allah'ın dinini yalanlamak ve baltalamak için çalışanlar bir kez daha uyarılmış olur. Kur’an'ın diğer ayetlerinde de belirtildiği gibi Âd kavmi, tam yedi gece sekiz gün kesintisiz olarak devam eden şiddetli bir kasırga ile helak edilmiştir. Onlar, kasırganın vadilerine doğru geldiğini görünce, yağmur yağdıracak bulutlar geliyor diye sevinmişlerdi. Fakat gelen rahmet değil Allah'ın azabıydı. Bu kasırga ile halk saman çöpleri gibi oraya buraya savruldu, fasık kavmin son ferdi helak oluncaya kadar bu kasırga dinmedi. Sonunda Ahkaf yöresi kum yığınlı bir çöle dönüştü. Böylece, Allah'ın çok güçlü ve daima üstün olduğu gerçeği bir kez daha görülmüş oldu.
Bu aşamada bir gerçeğin altını çizmek gerekir. Allah bir topluma peygamber gönderiyor, fakat toplum onu yalanlıyor. Hatta bununla da yetinmeyip peygamberi öldürmeye kalkışıyor. İşte isyan bu noktaya ulaşınca, o topluma peygamber gönderme lütfunda bulunan ilahî irade devreye giriyor ve toplumun takındığı kötü tavra bir karşılık olarak azabı indiriyor.
Kur’an kıssalarındaki asıl hedef, muhatapların ibret almaları için onların durumuna uygun öğüt vermektir. Burada da hedef aynıdır. Çünkü Hud kavminin inkarcılarıyla Hz. Muhammed'in kavminin inkarcıları arasında pek çok yönden davranış benzerliği vardır. Her iki kavim de, Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerinden ötürü O'na şükredecekleri yerde elçileri yalanlayıp hak dinden yüz çevirmişleridir. İşte bu kıssada nankörlük edenlerin feci durumları anlatılarak hem Kur’an'ın ilk hem de sonraki muhataplarına ibret dersi verilmesi hedeflenmiştir. Bu yüzden Kur’an, kıssalarda yer verilen olayları kalpleri ürperten, düşünceyi harekete geçiren ve benliği sarsan bir üslupla dile getirmiştir.
Bu kıssada üç büyük günaha dikkat çekilmiştir. Bunlar “şirk, kibir ve zorbalık” tır. Bunun nedeni ise amaçsız ve ölçüsüz biçimde güç ve iktidar peşinde koşup Allah'tan başkasına kulluk etmek, görkem ve gösteriş düşkünlüğünden dolayı kendini beğenmek, bir de başkalarına karşı acımasız olup şiddet kullanmaktır. İşte bu yüzden Kur’an insandan inkarı, şirki, kibri ve şiddeti terk etmesini istemiş, daha şimdiden yaptıklarının hesabını vereceği bir güne hazırlanmasını tavsiye etmiştir.
Sonuç olarak Allah'ın dininden yüz çevirip şeytanın süslü sözlerine aldanan kişi ve toplumlar, günah tiryakisi olup acı yenilgilere uğrarlar. Tarih, çoğu insana çok eski bir geçmiş gibi gelir, fakat hangi çağda olursa olsun maddî ve manevî ölçülerinin ayarı bozuk olan toplumlar, tepelerine inen semavî azapla silinip giderler. İnsan onların hayat tarzlarını dikkatlice incelerse geçmişin geçmediğini, bir başka haliyle yaşanmakta olduğunu anlar. Şayet günümüzde de çok sayıda insan bir biçimde İslam'dan uzaklaşıyorsa, toplumda kimsenin kimseye itimadı yoksa, kötülükler her köşe başında mevcutsa, yalan bu toplumun suyu, riya havası, taklit de mabedi olmuşsa o zaman bu toplum da daha önce helak olmuş toplumlardan farksız demektir. İmanın gereğini yerine getirip hilesiz ve temiz bir hayat sürmek isteyenlere, “bunlar gericidir” demek ise idrak sefaletini yansıtan bir hayasızlıktır.
141-159
Surenin bu ayetlerinde, Semud kavmini tevhid dinine çağıran ve onları batıl inançlarından dolayı uyarmaya çalışan Hz. Salih'in kıssasından bir kesit sunulur.
141. Semûd kavmi de peygamberlerini yalanladı. 142. Kardeşleri Salih onlara: Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” demişti. 143. “Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” 144. “Öyleyse artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 145. “Ben sizden herhangi bir karşılık da beklemiyorum; benim ecrimi ancak âlemlerin Rabbi olan Allah verir.”
Ayetlerde, Semud kavminin peygamberlerini yalanladıkları, Hz. Salih'in ise onları Allah'a iman ve itaat etmeye çağırdığı beyan edilir. Allah'ın azabından korunabilmek için dine muhalefetten sakınılması gerektiği vurgulanır. Demek ki sevaba nail olmanın yolu Allah'ın dinine uymak ve O'nun rızasını kazanmaktır. Vahiyle bildirilen ilkeleri sadakatle yerine getiren kimse hem gerçek kurtuluşa erer hem de Hakk'ın rızasını kazanır.
Âd kavminden sonra gelen ve Nuh'un oğlu Sam soyundan olan Semud kavmi, Şam'la Hicaz arasında el-Hicr'den başlayıp Vadi'l Kura'ya kadar uzanan bölgede yaşamışlar, bugün Medâin-i Salih (eski adı Hicr) denen yerde oturmuşlardır. Onların oturdukları yerdeki harabeler, dağlarda yontulmuş evler, buranın eski bir medeniyet yeri olduğunu göstermektedir. Kur’an'ın nüzulü sırasında Hicaz'dan gelen ticaret kervanları, Semud kavminin bu arkeolojik kalıntıları arasından geçmekteydiler. Hatta Tebuk gazvesi sırasında, Hz. Peygamber'in de ashabıyla birlikte oradan geçtiği rivayet edilmektedir.Semud kavmi, Âd toplumunun helak edilmesinden sonra iktidar ve ihtişama sahip olmuş, gün geçtikçe hayat standartları artmış, bir yandan büyük binalar dikmişler, diğer taraftan da yüksek yerlerde barınaklar yapmışlardır. Bu kavim yönetimin başına en kötü insanları getirmiş, ülkelerini zulüm ve baskıyla kirletmişlerdir. Çünkü onların sosyal yaşantıları da geçmişte helak olmuş toplumlar gibi şirke dayanmaktaydı. İşte Hz. Salih böyle bir kavmi tevhid dinine çağırmıştır. Onlar Hz. Salih'in şahsiyet bütünlüğüne sahip emin bir insan olduğunu kabul ediyorlardı. Ancak Hz. Salih, onların takip ettiği şirk yolunun yanlışlığını etkili bir üslupla eleştirince kavmi ona müdahale etmeye ve karşı görüşler geliştirmeye başlamıştır.
146-149. “Siz bu bulunduğunuz yerde, bahçelerde ve pınar başlarında, ekinler ve olgunlaşmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz ki, dağlarda ustalıkla evler yontuyorsunuz.” 150. “Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” 151-152. “Ölçüyü aşanların, yeryüzünde düzen ve uyum sağlayacaklarına bozgunculuk yapanların sözüne uymayın.”
Ayetlerde, Hz. Salih'in, belirli konularda kavmini uyardığı dile getirilir. O, kavmine zevk ve eğlence içinde geçen hayatın böyle sürüp gitmeyeceğini, insanların sahip oldukları nimetlerden sorguya çekileceklerini, ölçüyü aşanlara, yeryüzünde düzen uyum sağlayacaklarına bozgunculuk yapanlara uymamalarını söyler.
Hz. Salih'in kavmini uyarırken “israf ve ifsad” terimlerini kullanmış olması oldukça dikkat çekicidir. Zira bu iki terim, toplumlardaki kolektif sapmaları ifade etmektedir. İsraf, insanın sahip olduğu maddî ve manevî imkanları, başkalarının yararlanacağı kaynakları ve çevreyi ölçüsüz biçimde kullanıp her işte sınırı aşması ve aşırıya kaçmasıdır. İfsad ise, bir şeyi itidal çizgisinden uzaklaştırıp bozmak demektir. Bu kavram, Allah'ın belli bir ölçüye göre yaratıp öylece sürmesini dilediği fıtrî ve evrensel düzeni bir biçimde bozup kargaşaya yol açmayı ifade eder. Şu halde ayetler İslam'ın biçimlendirmediği bir ortamda pek çok kolektif sapmaların meydana gelebileceğine dikkat çekmektedir. Nitekim sosyal, kültürel ve ekonomik hayatlarını İslam dışı değerlerle yöneten Semud kavmi de bu kolektif sapmadan nasibini almıştır. Bu yüzden Hz. Salih, kavmine ilahî ölçülerin tümünü reddedip kötü bir hayat tarzı takip eden yöneticilere itaat etmemelerini söylemiştir. Onun bu çağrısı yalnızca dinî bir çağrı değildi, aynı zamanda şirk değerlerine dayalı hakim sistemin tüm kurumlarını yeniden yapılandırmayı hedef alan geniş ve kapsamlı bir çağrıydı.
153. Dediler ki: “Sen ancak büyülenmiş birisin.” 154. “Sen de bizim gibi bir insansın; eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir.”
Ayetlerde, Hz. Salih'in uyarısından sonra kavminin ona karşı geliştirmeye çalıştıkları görüşler belirtilir. Bu ayetler, dini hayatın dışına itmek isteyenlerin, hayatın her alanında dine karşı çıktıklarına, onu uygulama dışı bırakmak için de bütün güçleriyle çalıştıklarına dikkat çekmektedir. Böyleleri, halkı kendi benimsedikleri sömürü sistemlerinin ilkeleriyle yönetmek için her türlü yola başvururlar; hakikatin açık kanıtları ortada dururken başka deliller, mucizeler isterler.
155. Salih dedi ki: “İşte size dişi bir deve! Su içme hakkı belirli bir gün onun, belirli bir gün de sizindir.” 156. “Sakın ona bir kötülüğünüz dokunmasın; yoksa büyük bir günün azabı sizi yakalayıverir.”
Ayetlerde, Semud kavminin mucize istemeleri üzerine dişi bir devenin yaratıldığı, onun insanlarla beraber belirli günlerde su içeceğinin belirtildiği, ona kötülük yapıldığı takdirde Semud kavminin başına büyük bir azabın geleceğinin ihtar edildiği anlatılır. Kur’an'da, Hz. Salih'in mucizesi olarak dişi bir devenin çıkarıldığından söz edilir, fakat bu konuda detaya girilmez. Sadece bazı ayetlerde söz konusu devenin mucize niteliği taşıdığı ve sınama aracı olarak gönderildiği belirtilir. Ayetler hem mucize numunesi olan deveye kötülük yapılmamasını ihtar ediyor hem de Semud kavminin bu hayvana karşı nasıl davranacakları konusunda sınanacaklarına dikkat çekiyor.
157. Bütün bu uyarılara rağmen onlar deveyi hunharca boğazladılar; fakat çok geçmeden bunu yaptıklarına pişman oldular. 158. Bunun üzerine azap onları yakalayıverdi. Doğrusu bunda ibret alınacak bir ders vardır; öyle iken yine de onların çoğu inanmazlar. 159. Doğrusu Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir.
Ayetlerde, bütün uyarılara rağmen Semud kavminin deveyi öldürdükleri, bu nedenle büyük bir azaba uğradıkları, bu hadisede ibret alınacak bir ders olduğu bildirilir. Bu arada Allah'ın çok güçlü ve merhametli olduğu bir kez daha dile getirilir.
Semud kavmi, kısa bir süre sonra cinayetin vahametini anlayıp yaptıklarından pişmanlık duymuşlardır. Ne var ki bu faydası olmayan bir pişmanlıktır. Çünkü suçlular inkarlarından vazgeçmiş değillerdi, onlar bu cinayetten dolayı başlarına bir bela geleceğinden endişe ettikleri için pişmanlık duymuşlardı. Bu yüzden duydukları pişmanlık onlara hiçbir fayda sağlamamıştır. Deve Semud kavmi için bir sorun haline gelince, ondan kurtulmanın yolunu aradılar; sonunda içlerinden biri onu hunharca öldürdü. Bu olayın ardından Hz. Salih onlara “Artık yurdunuzda yaşayacağınız üç gününüz kaldı; bu yalan olmayan kesin bir uyarıdır.” dedi. Nihayet dördüncü günün sabahında, korkunç titreşimli bir deprem ve şoke edici bir patlama ile helak olup gittiler. Ne köşkleri nede kayalar içinde oydukları barınakları onları başlarına gelen felaketten koruyabildi; tam aksine onlar kendi evlerinde cansız olarak yere yığılıp kaldılar ve çöp yığını haline geldiler.
Kur’an'da, Semud kavminin helak oluşu “tâğıye/şiddetli bir yer sarsıntısı, kulak patlatan ses”, “recfe/şiddetli gürültü ve sarsıntı”, “sayha/korkunç patlama”, “sâikatu'l azab/azap yıldırımı” gibi terimler ve tabirlerle ifade edilmiştir. Bunların hepsi, aynı olayın dehşetini değişik açılardan dile getiren ifadelerdir.
Bu aşamada, Kur’an kıssalarındaki öğelerin dağılımına işaret etmek faydalı olacaktır. Korkutma ve uyarmanın hedeflendiği kıssalarda “olaylar öğesi”nin, peygamberlerin ve onlara tabi olan müminlerin kalplerini yatıştırmanın amaçlandığı kıssalarda “şahıslar öğesi”nin, İslam mesajının savunulması ve ona dönük muhalefetin kırılmasının hedeflendiği kıssalarda da “diyalog öğesi”nin göze çarptığı görülür. Bu da İslamî tebliğ süreciyle Kur’an kıssaları arasında çok sıkı bir ilişkinin bulunduğunu gösterir.
Dişi deveyi bir kişi öldürdüğü halde bütün toplum bu suça ortak sayılmıştır. Bu da gösteriyor ki, bir kişi tarafından işlenmiş olsa bile toplum tarafından tasvip gören her suç, bir bakıma toplumun da suçu olmaktadır.
Bu kıssada da Semud kavmiyle Hz. Muhammed'in kavmi arasında benzerlikler olduğuna işaret edilmekte, buradan hareketle Mekke müşriklerine yaptıkları yanlışlar gösterilmekte ve bu haksız davranışlarının vahim sonuçlarına dikkat çekilmektedir. Demek ki Kur’an'da yer alan kıssalarda, diğer peygamberlerin hayatından Hz. Muhammed'in mücadele hayatıyla ortak olan yönler seçilmiş; böylece yaşayan muhatapların bunlardan ibret ve ders almaları hedeflenmiştir. Nitekim, her kıssanın sonunda değinilen gerçeğin vurgulanması bu tespiti doğrulamaktadır.
Burada, aynı sure içinde farklı peygamberlerin konuşmalarının, benzer biçimde geçmesinin hikmeti nedir? diye bir soru hatıra gelebilir. Bu sorunun cevabı gayet basittir. Zira suredeki amaç ve hedef tektir. Hatırlanması gerekir ki, Şu'arâ suresindeki kıssalar, müşriklerin sergilediği düşmanlığın son derece katı olduğunu belirtmek ve bundan ötürü Hz. Peygamber'in benliğinde oluşan olumsuz etkiyi gidermek için nazil olmuştur. Bu yüzden farklı peygamberlere ait kıssalar da, amaca ve hedefe uygun olan aynı ifadeler kullanılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber kavminin çok katı ve düşmanca tavrına rağmen kendini helak edecek kadar onların İslam'a girmesi için ısrar ediyordu. Tıpkı bu surede kıssalarına yer verilen diğer peygamberlerin ısrar ettikleri, fakat kavimlerinin inat ve inkarlarını sürdürdükleri gibi.
Sonuç olarak Kur’an'da, peygamberlerin haklı mücadelelerine, güvenilir şahsiyetlerine ve davalarındaki samimiyetlerine yer verilerek insanların olumlu yönde etkilenmeleri, böylece kişi ve toplum hayatında köklü değişimlerin gerçekleşmesi hedeflenmiştir.
160-175 ayetler
Surenin bu ayetlerinde, şehvet sapıklığına düşen Lût kavminin kıssasından bir bölüm sunulur ve inkarcıların helakle sonuçlanan acı akıbetlerine dikkat çekilir.
160. Lût'un kavmi de peygamberlerini yalanladı. 161. Kardeşleri Lût onlara: “Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” demişti. 162. “Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” 163. “Öyleyse artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana uyun.” 164. “Üstelik ben sizden herhangi bir karşılık da beklemiyorum; benim ecrimi ancak âlemlerin Rabbi olan Allah verir.”
Ayetlerde, Lût kavminin peygamberlerini yalanladıkları, Hz. Lût'un onları Allah'a itaat etmeye çağırdığı, kendisinin emin bir elçi olduğunu anlattığı ve toplumunu meşru işlere sevk etmek için çalıştığı haber verilir. Lût kavmi, Ürdün'ün doğu yakasında, Irak ve Filistin'in arasında yer alan topraklarda yaşamış, kendilerine kötü bir şöhret sağlayan cinsi sapıklıkla tanınmış bir toplumdur. Bu kavmin işlediği kötülükler arasında en iğrenci eşcinsellik olduğundan kendilerine izafeten bu kötü fiile livata denilmiştir. Yüce Allah, Lût kavmini işledikleri kötülükler sebebiyle helak etmiştir. Hz. İbrahim'in yeğeni olan Hz. Lût, amcasıyla beraber güney Babil'deki Ur şehrinden Filistin ve Ürdün civarına hicret etmiş, Allah onun Sodom ve çevresinde yaşayan topluma peygamber göndermiştir.
165-166. “Rabbinizin sizler için yarattığı tab'an ve hukuken meşru olan eşlerinizi bırakıp da insanlar içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Siz, gerçekten haddi aşan azgın bir toplumsunuz.”
Ayetlerde, eşcinsellik fiilinin Lût kavminde toplumsal bir sapmaya dönüştüğü belirtilir. Böylesi bir ahlak sefaleti, manevi çöküşün en açık belirtisi olduğundan Kur’an bu kavmi “günahkar bir toplum” olarak nitelemiştir. Çünkü onlar, şehevi arzuları yaratılış kanununa aykırı biçimde gidermekle hikmet kanunu çiğnemişler ve alçalarak yaşama yolunu seçmişlerdir. Livata, son derece bir fiildir ve İslam'a göre büyük günahlardan biridir. Bu yüzden İslam alimleri, bu iğrenç fiili işleyen kimseye caydırıcı ve aleme ibret bir tazir cezası verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Zira Kur’an, livata suçunu işleyenlere tazir cezası verilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Ne var ki günümüzde bazı çevreler, Allah'ın gazabını insanların üzerine çeken bu iğrenç günahı işlemeyi çağdaşlık sayıyor, eşcinselliğin toplum suçu sayılamayacağını savunuyorlar. Halbuki bu iğrenç fiil, kişinin fiziki ve ahlaki yapısına ters düştüğü gibi, toplum ahlakına ve hayatına da büyük zarar vermektedir.
167. Dediler ki: “Ey Lût! İşimize karışmaktan vazgeçmezsen mutlaka bu şehirden kovulup sürgün edileceksin.” 168. Lût dedi ki: “Doğrusu ben sizin yaptığınız bu işten nefret etmekteyim ve bunu kınamaktayım.”
Ayetlerde, şehevi arzulara yenik düşen günahkar kavmin Hz. Lût'u memleketlerinden çıkarmakla tehdit edişleri, onun da kavmine verdiği cevap dile getirilir. Ayetlerden anlaşıldığına göre Lût kavmi başkalarına zalimce davranıyorlar, Hz. Lût'a da bir bakıma şöyle demek istiyorlar: “Ey Lût, biliyorsun ki kim bizim işimize karışmış ve yaptıklarımıza karşı çıkmışsa o kişi ülke dışına sürülmüştür; eğer sen de bizim işimize karışmaktan vazgeçmezsen sana da aynısı yapılır.” Fakat Hz. Lût, onların tehdidinden korkmamış, tam tersine kötülüğe duyduğu nefreti açıkça dile getirmiştir. Çünkü buradaki “gâlîn” kelimesi “kötülükten nefret eden ve onu sonuna kadar kınayan” anlamına gelir. Hz. Lût, bu sözüyle onların yaptıkları kötülüklerden son derece nefret ettiğini açıkça belirtmiştir. Ayetler, haram işleyen ve müstehcen işler yapan kimselerin açıkça kınanması ve bundan geri durulmaması gerektiğine işaret etmektedir. Öyleyse sapıklığa karşı suskun ve pasif kalmak müminlere yakışmaz. Çünkü mümin, hayırla barış, her türlü şerle de savaş içinde olmak durumundadır.
169. “Ey Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapa geldikleri çirkin işlerin vebâlinden kurtar.” 170. Bunun üzerine Biz de onu ve bütün ailesini kurtardık. 171. Yalnızca geride kalıp helâk olanlar arasında yer alan bir kocakarıyı bunun dışında bıraktık. 172. Sonra diğerlerini kırıp geçirmek suretiyle helâk ettik. 173. Üzerlerine helâk edici yağmurlar yağdırdık; uyarıldıkları halde uslanmayanların maruz kaldığı ceza ne kötü, ne korkunç oldu.” 174. Elbette bunda da ibret alınacak bir ders vardır; ama yine de içlerinden çoğu inanmazlar. 175. Doğrusu Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir.
Ayetlerde, çirkin işlerden ve onların feci sonuçlarından sakınan Hz. Lût'un, kötü kimselerle aynı yerde oturmak istemediği; günahkar toplumun olumsuz etkilerinden kurtulmak için Allah'a yalvardığı, yüce Allah'ın bu samimi duayı kabul edip onu ve inananları kurtardığı, vahiyle gösterilen yoldan ayrılanların ise helak oldukları haber verilir. Bu kıssanın da insanların ibret ve ders almaları için anlatıldığı, Allah'ın ise çok güçlü ve merhametli olduğu bir kez daha vurgulanır.
Hz. Lût, azabın yaklaştığını sezince ehlinin ve kendisine dinen tabi olanların kurtulması için Rabbine dua eder. Bunun üzerine Allah kocasını izlemek yerine kendi halkıyla kalmayı tercih eden eşinin dışında onu ve ehlini kurtarır. Hz. Lûtûn iman etmemiş olan zevcesi ise helak olur. Kur’an'da ifade edildiği gibi, Hz. Lût'un hanımı onun Allah'tan getirdiği dini kabul etmemiş, aksine din düşmanlarıyla işbirliği yapmak suretiyle kocasına ihanet etmiştir. Hz. Lût'un hanımının helak olması, hiçbir akrabalık bağının kişiyi günahların sonucundan kurtaramayacağı, aksine her sorumlu canın Allah katında kendi inanç ve ameline göre değerlendirileceği mesajını verir.
Hz. Lût, gecenin son saatlerinde ehliyle birlikte memleketinden ayrılmış, şafak vakti korkunç bir patlama sonucu meydana gelen şiddetli deprem, Lût toplumunu kırıp geçirmiş, bu lanetli kavmin üzerine helak edici taşlar yağmur gibi inmeye başlamış, onların memleketleri ve şehirleri su altında kaybolup gitmiştir.
Günümüzün arkeoloji bilginleri, bu havzanın şimdiki Ölü Deniz'in altında bulunduğu görüşündedirler. Zira yapılan arkeolojik kazılar, bu vadinin şiddetli bir depremin etkisiyle çöküp deniz sularının altında kaldığını teyit etmektedir. İşte Allah'ın dinine uyanların kurtulup ondan yüz çevirenlerin helak oluşunda büyük bir ibret dersi vardır. Öyleyse bu olaylardan ibret alınıp batıl inançlar düzeltilmeli, yapılan işler de vahye göre tanzim edilmelidir. Allah, din düşmanlarını kahretmeye muktedir olduğu gibi, hatalarından dönenleri de bağışlayıcıdır. Bunu için insan Allah'a isyandan sakınmalı, dinin doğruluk ve değer ölçülerine uygun biçimde yaşamaya çalışmalıdır.
Lût kıssasından, peygamberlerin içinde yaşadıkları çevreye teslim olmayan, tam tersine yaşadıkları çağı ve çevreyi aşan seçkin kişiler oldukları anlaşılmaktadır. demek ki peygamberler, tebliğ ettikleri vahiyler, ifade ettikleri görüşler ve ortaya koydukları ilkelerle toplumun yapısını yenileyen kimselerdir. Bu yüzden Kur’an peygamberleri, toplumları ilerlemeye hazırlayan, onlara kötülüklerin etkisinden kurtulma gücü aşılayan, insanları birliğe yöneltip yeniden birleşmeye çağıran önder ve erdemli kişiler olarak tanıtır. Onlar olmadığı veya onlara uyulmadığı zaman, insanlar doğru yolu kaybedip kötülüklerin artan baskısı altında ezilip giderler.
Sonuç olarak, tarihin her döneminde sömürü sistemlerinin insanları köleleştirmek için kullandıkları vasıtalardan biri de fuhuş olmuştur. Fuhuş, ahlak ve namus gibi yüksek değerlere gözleri kapayıp şehvete kul olmak, yarının yapısına temel olabilecek bir nesli kökünden mahvetmektir. Fuhuş, ahlaki sefaletin sergilendiği ve kadının değerini yitirip sadece bir şehvet aracı gibi görüldüğü bütün toplumlarda, gelişme gösteren sosyal bir hastalıktır. Fuhşa düşmek ne kadar kötü bir durumsa, onu beslemek ve desteklemek de o kadar kötü bir iştir. Fuhuş, dinî ve ahlaki değerlerin yitirildiği her toplumda kara bir insanlık lekesi olarak kendini göstermiştir. İşte bu yüzden iyi insan örneğinin en üstün şahsiyetleri olan peygamberler, içinde yaşadıkları toplumlarda yaygınlaşan kötülükleri vahiy diliyle kınayıp verdikleri destansı mücadeleleriyle ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Öyleyse bu üstün şahsiyetlerin izleyicileri olan müminler de aynı mücadeleyi vermeli, masalda teselli bulmaktan vazgeçip hayatlarını Kur’an'ın ilke ve değerleriyle bütünleştiren dinamik bir iman nesli yetiştirmek için bütün güçleriyle çalışmalıdırlar.
176-191
Surenin bu ayetlerinde, Hz. Şuayb'in tevhid inancından sapan ve insanlar arasındaki muamelelerde haksızlık yapan Eyke halkını Allah'ın dinine çağırışı, bu çağrıya uymayan günahkar kavmin azaba uğrayışı dile getirilir.
176. Eyke halkı da peygamberlerini yalanladı. 177. Şuayb onlara: “Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” demişti. 178. “Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” 179. “Öyleyse artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana uyun.” 180. “Üstelik ben sizden herhangi bir karşılık da beklemiyorum; benim ecrimi ancak âlemlerin Rabbi olan Allah verir.”
Ayetlerde, Hz. Şuayb'in kavmi tarafından yalanlandığı, onun kavmini Allah'a saygılı olmaya ve dinine uymaya çağırdığı, buna karşılık kendilerinden en ufak bir maddi menfaat beklemediğini onlara açıkça beyan ettiği bildirilir.
Buradaki “Eyke” kelimesi “ağaçları çok sık olan ormanlık bölge” anlamına gelir. Ayrıca Eyke'nin, Tebuk'un eski ismi olduğu da söylenir. “Eshabu'l Eyke” de, Hz. Şuayb'in kendilerine peygamber olarak gönderildiği Medyen halkıdır. Bazı müfessirler, Eyke halkının, Medyen halkından ayrı bir kavim olduğunu söylemişlerse de 'Araf suresinde Hz. Şuayb'in Medyen halkına söyledikleriyle burada Eyke'lilere söylediği sözlerin birbirine çok benzemesi, bu iki kavmin aynı kavim olduğunu gösterir. Medyen toprakları Hicaz'ın kuzey batısından Kızıl Deniz'in doğu sahiline, güney Filistin'e ve Sina Yarımadası'nın bir bölümüne kadar uzanan bölgede yer alıyordu. Medyen'liler, büyük tüccar idiler. Onların yerleşim merkezleri Yemen ile Suriye'yi, İran Körfezi ile Mısır'ı birleştiren uluslar arası ticaret yolu üzerinde buluyordu. Bu avantajlı durumları ile ticaret kervanlarından ağır harçlar alıyorlar, bu harcı ödemeyenlerin geçmesine izin vermiyorlardı. Eyke'liler, şirk inancı ve ticari ahlaksızlık nedeniyle kötü bir şöhrete sahiptiler. Onların hayat tarzı ve sosyal yapıları ahlaki düşüklük içindeydi. Çünkü onlar hukuku çiğneyen, her türlü haksızlığı ve ahlaksızlığı açıktan işleyen bir kavimdi.
181. “Ölçüyü tam tutun; eksik verenlerden olmayın.” 182. “Tarttığınız zaman, doğru ve şaşmaz bir terazi ile tartın.” 183. “İnsanları hak ettikleri şeylerden yoksun bırakmayın ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” 184. “Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratana karşı gelmekten sakının.”
Ayetlerde, Hz. Şuayb'in hak ve hukuk tanımayan kavmine seslenişi dile getirilir. Eyke halkı, ölçü ve tartıyı eksik yaparlar, alışverişlerinde aldıkları eşyanın kıymetini düşürürler, satarken de yükseltirlerdi. Böylece onlar emeği sömürür, insan haysiyetini ayaklar altına alırlardı. İşte bu yüzden Hz. Şuayb onlara bütün işlerinde doğruluk ve adalet üzere olmalarını emretmiştir.
Ayetler, insan hayatının tek ölçüsünün ve güvencesinin doğruluk olduğuna dikkat çekmektedir. Bu yüzden hak ve haram yememek için doğruluk ve adaletten ayrılmamak gerekir. Yine bu ayetlerde, şirk zihniyetinin değişmez karakteri yansıtılır. Bu zihniyet, dinle hayatı birbirinden ayırır, dini sadece vicdanlara hapsedilmiş kuru bir duygu yığını gibi görür. Vahiyle bildirilen değerlerin hayatı düzenlemesine, toplumun ahlaki, kültürel ve sosyal yapısına İslami bir muhteva kazandırmasına asla rıza göstermez. İşte aslı ve hakikati itibariyle en büyük şirk budur. Bütün haksız ve ahlaksız işlerin kaynağını da bu şirk oluşturur. Aynı zihniyet, bugün de hayatını inancıyla bütünleştirmek isteyenleri bir biçimde itham etmekte, hatta onları siyasi ve hukuki bakımdan suçlu sayabilmektedir. Halbuki toplumun emniyet ve huzurunu, en çok dinen yasaklanıp, ahlaken de yerilen kötülükleri sorumsuzca işleyenler bozmaktadır.
185. Dediler ki: “Doğrusu sen, düpedüz büyülenmiş birisin.” 186. “Sen de ancak bizim gibi bir insansın; doğrusunu istersen, biz senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz.” 187. “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi gökten üzerimize bir parça azap yağdır da görelim.” 188. Şuayb: “Bütün bu yaptıklarınızı Rabbim çok iyi bilmektedir.” dedi. 189. Yine de onu yalanladılar; bu yüzden kopkoyu gölgelerle kaplı bir günün azabı onları yakalayıverdi, gerçekten o, büyük bir günün azabıydı. 190. Şüphesiz bunda ibret alınacak bir ders vardır; ama yine de onların çoğu inanmazlar. 191. Doğrusu Rabbin çok güçlü ve çok merhametlidir.
Ayetlerde, Eyke halkının Hz. Şuayb'i büyülenmiş biri olarak gördükleri, böyle birinin peygamber olamayacağını söyledikleri, ondan gökten başlarına bir bela indirmesini istedikleri, bu yüzden büyük bir azaba uğradıkları, bu kıssada da diğerleri gibi büyük bir ibret dersinin bulunduğu haber verilir.
Allah Eyke halkına şiddetli bir sıcaklık musallat etmiştir. Onlar bu sıcaktan korunmak için evlerinin içine girmişler, fakat sıcağın şiddetinden dolayı evlerde duramayıp sahraya çıkmışlardı. İşte bu sırada bir bulut güneşe gölge olmuş, onlar bu gölge nedeniyle bir serinlik hissetmişler ve birbirlerini çağırarak bulutun gölgesinde toplanmışlardı. Ne var ki bu gölge onları serinletmemiş, tam tersine bir ateş halinde üzerlerine inip hepsini kıskıvrak yakalayıvermiştir.
Kur’an'daki bazı ayetlerde, Hz. Şuayb'i yalanlayanların şiddetli bir ses ve dayanılmaz bir sarsıntı ile helak oldukları da belirtilmiştir. Bu ifadeler, farklı olayları dile getirse de sonuç aynıdır. Çünkü Hz. Şuayb'i yalanlayanlar da öteki peygamberleri yalanlayanlar gibi feci biçimde cezalandırılmışlar, sanki bu dünyada hiç mal mülk sahibi olmamış gibi silinip gitmişlerdir.
Bu surede yer alan peygamber kıssalarının sonuncusu da bu şekilde tamamlanmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi bu kıssaları anlatmaktan maksat, belli bir toplumun hayatını bütün ayrıntılarıyla hikaye etmek değil, tarih boyu gelmiş geçmiş toplumlardan olumsuz davranışlar sergileyenlerin, benzer yönlerini ve ortak kaderlerini hatırlatarak yaşayan muhataplara öğüt ve ibret dersi vermektir. Bunun için kıssalarda toplumların işledikleri kötülükler gözler önüne serilmek suretiyle Kur’an'ın yaşayan muhatapları uyarılmışlardır. Ayrıca bu kıssalar ay” manasına gelmektedir. Bu terkip ayın, güneş gibi ışık kaynağı olmadığına, aksine güneşten aldığı ışığı yansıtan bir gök cismi olduğuna işaret etmektedir.
Ayet insana, mükemmel hale getirilmiş ve korunmuş bir dünyada yaşadığını hatırlatmaktadır. Zira Allah, her küreyi birini diğerinden ayıran görünmez duvarlarla korumaktadır. Öldürücü parçacıkların ve ışınların, gökten bir ölüm yağmuru gibi insanın üstüne yağmamasının nedeni, yer çevresindeki fiziki koruyucuların mevcudiyetidir. la Hz. Peygamber'i ve müminleri teselli edip onlara dayanma gücü ve mücadele azmi aşılamak da hedeflenmiştir.
Sonuç olarak, kibirli olan gerçeği anlayamaz, gücüne güvenen huzur bulamaz, servetiyle övünen de kendini korkudan kurtaramaz. Bunun için Kur’an, insana hayatın gerçek anlamını öğreterek onun doğru istikamete adım atmasını sağlar. Güç ve servet sahiplerinin elinde insanlık için öldürücü bir hançer olan kör kuvveti yıkarak onun yerine kişiyi hayra yönelten iman asilliğini koyar. Sosyal hayat, mevzuat ve teşkilat yönünden üstün değerlerle düzenlenmedikçe zulmün önüne geçilemez. Şu halde haksızlıklarla etkili biçimde mücadele edebilmek için, doğruluğun kuvvetle birleştirilip İslam'ın hayatla bütünleştirilmesi gerekir. Bir de bu kıssalar aracılığı ile eski medeniyetlerin yıkıntısı içinde zihinsel bir gezinti yaparken, bu asır için son saatin çaldığını ilan edip ilerisi için yas havaları hazırlamaktan vazgeçilmelidir. Çünkü asırlar insanları, yapıları ve binaları yıpratsa da imanın sürekli hamlesi olan aksiyonu yok edemez. Nitekim buhran içinde sona eren pek çok devir, aynı zamanda daha sonra gelen devirlere zemin oluşturmuştur. Öyleyse mümin ümitsiz, kötümser ve karamsar olmamalı, tam tersine en büyük buhranı en güzel bir geleceğin doğum habercisi gibi karşılayabilmelidir.
192-227 ayetler
Surenin son kısmını oluşturan bu ayetlerde, Kur’an'dan ve onun kendine ait özelliklerinden bahsedilir. Vahyi hayat dışında tutmak isteyen müşriklerin, Kur’an karşısındaki tavırlarına yer verilir. Müminlerin uyması gereken prensipler genel olarak ortaya konulur. İman yoksulu kimselere şeytanın musallat olacağı, zalimlerin de felaketlere maruz kalacakları belirtilir. Sure, inkarcıları uyaran ayetle son bulur.
192. Hiç kuşku yok ki bu Kur’an, âlemlerin Rabbinin indirdiği ilâhî bir mesajdır. 193-195. Uyarıcılardan biri olasın diye onu güvenilir Ruh Cebrail, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirmiştir. 196. Hem bu gerçek, ilâhî hikmetler içeren öncekilerin kitaplarında da yer almaktaydı. 197. İsrailoğulları arasındaki bir çok bilginin bu gerçeği bilmesi, inanmayanlar için yeterli bir delil değil midir?
Ayetlerde, vahiy olgusuna değinilir; Kur’an'ın, Allah tarafından Cibril-i emin vasıtasıyla ve Arap lisanıyla Hz. Muhammed'e indirildiği bildirilir. İlahi vahyin son tebliğlerini bünyesinde toplayan Kur’an, Allah tarafından indirilmiş eşsiz bir kitaptır. O, İslam inanç ve yaşayış sistemine kaynaklık eden bir yapıya sahiptir. Kur’an, bir kişinin zan ve hayallerinin ürünü değildir; onu, Ruhu'l emin alemlerin Rabbinden alıp Arap diliyle Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir.
“Ruhu'l emin” terkibi, “güvenilir ruh” anlamına gelir ve bu tabir vahiy meleği Cebrail'i belirtmek için kullanılır. Cebrail, ilahi vahyi olduğu gibi peygambere getirdiği ve güvenilirliği asla ihlal etmediği için “emin” vasfıyla anılmıştır. Ayrıca Mekke döneminde inen ayetlerde, Kur’an'ı Hz. Peygamber'e getiren bu ruhani varlık “Ruhu'l kudüs” ve “Şedidü'l kuva” vasıflarıyla da anılır.
Kur’an, lafız ve mana olarak Hz. Peygamber'e indirilmiş; o da Kur’an'daki bilgileri ve ahlakî ilkeleri meleke haline getirmiştir. Bundan dolayı Kur’an'ın en doğru yorumu ve uygulanışı sahih sünnetle ortaya konulmuştur. Kur’an, Arap diliyle gelmiş ilahi vahiyler bütünüdür. O, dil yapısı ve ifade tarzındaki kudretiyle insan sözünün üstünde ve ötesindedir. Bu yüzden Kur’an, dili ve üslubuyla da tam bir mucizedir. Allah, mesajını ölü ve esrarengiz bir dille değil, herkesin kolayca anlayabileceği apaçık bir Arapçayla indirmiştir. Çünkü O, her elçiyi kendi halkının diliyle göndermiştir. Kur’an'ın Hz. Muhammed'e indirileceği veya onun özü ve prensipleri, önceki kitaplarda da vardır. Bu yüzden Kur’an'ın sunduğu gerçekler yeni ve bilinmez şeyler değildir. Bunun böyle olduğunu, israiloğulları arasındaki birçok alim kişiler de bilmektedir. İşte onların bu tanıklığı, Kur’an'ın doğruluğunu kanıtlar. Demek ki Hz. Peygamber'i dinleyen bazı Yahudi alimleri, ona gelen sözlerin vahiy olduğunu anlamışlar ve bu sözlerin Tevrat'tın anlattıklarına uyduğunu söylemişlerdir. Nitekim Abdullah b. Selam ve Ka'b b. Malik gibi bazı Medineli Yahudi bilginlerinin Hz. Peygamber'in yaşadığı yıllarda; bunların dışında daha nicelerinin de sonraki yüz yıllarda İslam'ı kabul ettikleri bilinen bir gerçektir.
198-199. Eğer Biz onu, Arap olmayan kimselerden birine indirseydik de bu yabancı onu kendi diliyle onlara okusaydı, yine de ona inanmazlardı. 200. İşte böylece Biz, suçluların onu anlamalarına imkân sağladık. 201. Fakat onlar, can yakıcı azabı görmedikçe ona inanmazlar. 202. Azap onları, hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalar. 203. O zaman onlar: “Acaba iman etmemiz için bize mühlet verilmez mi?” diye feryad ederler. 204. Peki ya, azabımızın çarçabuk gelmesini isteyenler onlar değil miydi?
Ayetlerde, inkara şartlanmış olanların inanmamak için çeşitli mazeretler uydurabileceklerine dikkat çekilir; böylelerinin şiddetli bir azap görmedikçe iman etmeyecekleri belirtilir.
Buradaki “a'cemîn” kelimesi, “Arap olmayanlar veya yabancılar” anlamına gelir. Ayrıca sözü güzel anlamayan ve konuştuğunu açıkça anlatamayan kimseye de Arap olsun veya olmasın a'cemî denir. Ancak bu kelime sonraları genellikle Arap olmayan ve Arapça konuşamayan kimseleri belirtmek için kullanılır olmuştur. Eğer Hz. Peygamber yabancı biri, getirdiği mesaj da başka bir dille vahyedilmiş olsaydı şimdi inanmayanlar o zaman da mesajı anlayamadıklarını ileri sürerek yine inanmayacaklar ve kendilerini haklı çıkarmaya çalışacaklardır. İşte Allah, bu ayetlerle inkarcı müşriklerin ileri sürebilecekleri bütün itirazları bertaraf ederek onların Kur’an mesajına karşı çıkmalarının hiçbir haklı sebebe ve meşru mazerete dayanmadığını bildirmiştir.
Bu ayetler, Kur’an'ı anlamanın önemine de dikkat çekmektedir. Şayet Kur’an Arapça bir dille vahyedilmiş olmasaydı onun ilk muhatapları olan Araplar Kur’an'ı anlayamayacaklardı; o zaman da onların anlayamadıkları bir mesaja inanmamaları doğal olacaktı. Halbuki Kur’an'a inanmak için onu anlamak gerekir. Öyleyse Arapların ve Arapça bilenlerin Kur’an'ı kendi asıl diliyle okuyup anlamaları; bilmeyenlerin ise Allah'ın sözlerinin anlamını kendi dillerindeki çevirilerle okuyup öğrenmeleri şarttır. Özellikle Arapça bilmeyenlerin hiç anlamadan Kur’an'ın sözlerini tekrar edip bununla yetinmeleri doğru değildir. Çünkü Kur’an, okunup anlaşılsın ve inanılıp uygulansın diye indirilmiştir.
Burada yer alan ve lafzen “Biz onu suçluların kalplerine işte böyle soktuk.” anlamına gelen ilahi buyruk, hem “İşte Biz inkarı onların kalplerine öylesine soktuk ki onlar Kur’an'ı reddetmek için çeşitli bahaneler ararlar.” hem de “Biz Kur’an'ı kendi dilleriyle indirmek ve manasını bildirmek suretiyle onların kalbine iyice yaklaştırıp yerleştirdik, ama onlar yine de inanmazlar.” Şeklinde yorumlanmıştır. Önceki ayetlerde esas tema Kur’an olduğu için bu yorumlardan ikincisi konuya daha uygundur. Çünkü Allah, Kur’an'ı onların idrakine iyice yaklaştırıp yerleştirmiştir; fakat onlar, hiç düşünmeden ve kesin bir kanıta dayanmadan onu inkar etmişler, batıl inançların etkisinden kurtulamayıp azabı görünceye kadar da inkarlarını sürdürmüşlerdir. Ama azap birden gelip çatınca “Acaba bize bir süre veya şans tanınmaz mı?” diye bağrışmaya başlamışlardır. Bu yüzden ayetler, Kur’an'ı anlamayanların basiretsiz davranışlarını kınamaktadır.
205-207. Düşün bir kere! onları hayatın tadını çıkarmaları için yıllarca dünya nimetlerinden yararlandırsak; sonra da uyarıldıkları azap başlarına gelse, vaktiyle yararlandıkları şeylerin onlara ne faydası olabilir.? 208-209. Kaldı ki Biz, hiçbir toplumu öğüt veren uyarıcılar göndermeden yok etmemişizdir; Biz zalim değiliz.
Ayetlerde, inkarcılara verilecek mühletin kendilerine bir yarar sağlamayacağı, Allah'ın uyarıcı göndermeden hiçbir kent halkını helak etmeyeceğini, fakat Kur’an'ın öğütlerinden istifade edemeyen toplumların helake maruz kaldıkları haber verilir. Geçici dünya servetine güvenip gaflete düşmenin ve günahlı bir hayatı seçmenin insana ne faydası olabilir? Kur’an mesajına ve peygamber çağrısına kulak vermeyip İslam'dan yüz çevirenler, sadece kendilerine zulmetmiş olurlar. Halbuki Allah insanlara doğru yolu göstermiş, buna rağmen ilahi çağrıya kulak vermeyen çok sayıda insan kendi feci akıbetlerini kendileri hazırlamışlardır. Allah, hiçbir toplumu uyarmadan helak etmez ve hiçbir kimseyi haksız yere cezalandırmaz.
210.Kur’an'ı şeytanlar indirmemiştir. 211. Bu onlara düşmez; ayrıca buna güçleri de yetmez. 212. Çünkü onlar vahyi dinlemekten alıkonulmuşlardır.
Ayetlerde, Kur’an'ın, müşriklerin iddia ettikleri gibi şeytanlar tarafından indirilmediği belirtilir. Müşriklerin dine saldırı yöntemlerinden biri de, Hz. Muhammed'i cin şeytanlarından ilham alan bir kahin veya şair olarak nitelemeleriydi. İnkarcılar, Kur’an'ın halka ulaşmasını engellemek için her çareye başvuruyorlardı. Çünkü Kur’an, cahiliye toplumunun oluşturduğu sosyo-kültürel yapıda büyük değişiklikler öngörüyordu. İşte bu yüzden kurulu şirk düzeninin önderleri, Hz. Peygamber'in önderliğindeki İslamî hareketi durdurmak için asılsız iftiralara, yalana ve gerektiğinde de zoraki tedbirlere başvuruyorlardı.
Kur’an soyut bir ruh tarafından indirilmiştir; fakat bu ruh insanlara kötü düşünceler telkin eden habis bir cin şeytanı değil, güveniliri bir ruh olan Cebrail'dir. Bunun için Kur’an'ın insanlara sunduğu erişilmez yücelikteki mesajlar, şeytanlar tarafından telkin ve ilham edilmiş olamaz. Çünkü şeytanların, insanlara Allah'a ibadeti öğrettikleri, onları şirkten ve putperestlikten sakındırdıkları vaki değildir. Tam tersine şeytanın işi, insanları şerre çekmektir. Şeytanlar başkalarına iyilik etmedikleri gibi, şeytanlarla ilişkili olan kişiler de dindar ve takva sahibi olamazlar. Halbuki Kur’an, erişilmez yücelikteki ilkeleri ve gerçeğin bilgisini ihtiva eden eşsiz bir kitaptır. Allah ilahi vahyini tam olarak koruma altına aldığı için de ona asla şeytan telkinatı karışmamıştır.
213. Öyleyse sakın Allah'ın yanı sıra başka bir ilâha yalvarma; yoksa azaba uğratılanlardan olursun. 214. Öncelikle en yakın akrabandan başlayarak ulaşabildiğin herkesi uyar. 215. Sana uyan müminlere de kol kanat ger. 216. Eğer sana karşı gelirlerse: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.” de. 217. Bu yolda mutlak güç sahibi ve çok merhametli olan Allah'a güven. 218-220. Zira O, tek başına namaza kalktığını da, secde edenler arasında dolaşıp yer aldığını da görmektedir. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve bilen O'dur.
Ayetlerde, Hz. Peygamber'e ve onun şahsında inanan her kişiye sadece Allah'a kulluk etmesi, en yakınlarından başlayarak erişebileceği herkesi uyarması talimatı verilir. İnananlara ve isyankar olanlara karşı nasıl davranılacağı bildirilir. Yapılan iş ve ibadetleri, Allah'ın her yönüyle bildiği ve herkese hak ettiği karşılığı vereceği beyan edilir.
Bu ayetlerde, öncelikle şirkin tanrısızlık anlamına gelmediği, aksine müşriklerin birden çok tanrılarının var olduğu gerçeğine dikkat çekilerek şirkten sakınmanın gereği üzerinde durulur. Müşrik, mabudu olmayan bir kişi değil, aksine çeşitli mabutları bulunan kimsedir. Bunun için duyguları açısından müşrik de dindardır. Ne var ki o, dinî ölçüt ve değerler açısından yanlış yola sapmıştır. Bu ayetlerde hitap sadece Hz. Peygamber'e değil, Kur’an'la yolunu çizmek isteyen herkese yöneliktir. Zira Hz. Peygamber, Allah'ın varlığı ve birliği ilkesinin, tebliğ ettiği dinin esasını oluşturduğunu zaten çok iyi bilmektedir.
“En yakınlarından başlayarak erişebildiğin herkesi uyar” anlamındaki buyruk, insan şahsiyetinin oluşmasında çevre faktörünün önemine işaret etmektedir. Çünkü çevre, tüm organize güçleriyle yeni oluşumlara ve şahsiyetin dokunuşuna etki eder. Hz. Peygamber'in uyardığı insanlar da içinde bulundukları cahili toplumun ortak değerlerine göre kişiliklerini kazanmışladır. Bu yüzden Hz. Peygamber, yakınlarına yepyeni bir kültür vermek ve onları İslamî bir hayata çekmek durumundaydı. Elbette onun uyarı ve tebliği, sadece yakın çevresiyle sınırlı değildi. Ancak ilahi irade uyarının da yardımın da en yakından başlatılmasını uygun buluyordu.
Kaynaklarda belirtildiğine göre, bu ayetler nazil olunca Hz. Peygamber Safa Tepesi'ne çıkıp “Ey Abdulmuttalip oğulları, ey Fihr oğulları, ey Lüey oğulları! Şu dağın eteğinde bir süvari bölüğü var, size saldırmak istiyor desem bana inanırmısınız?” dedi. Onlar hep birden “Evet inanırız.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Ben, çok şiddetli bir azapla sizi uyarıyorum.” buyurdu. Bu sözlere karşı ilk tepki Ebu Leheb'ten geldi. O, “Yuh sana bizi bunun için mi çağırıp buraya topladın?” dedi. Bu olay üzerine de Mesed suresi nazil oldu.
Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre de “en yakın akrabanı uyar” anlamındaki ayet nazil olunca Hz. Peygamber hemen kalkıp yakınlarına şöyle uyarıda bulunmuştur: “Ey Muhammed'in kızı Fatıma, ey Abdulmuttalib'in kızı Safiye, ey Abdulmuttalip oğulları! Ben Allah katında sizlere bir şey yapmaya muktedir değilim. Siz iman kaynaklı iyi işlerinizle kendinizi ateşten korumaya çalışın; benim kendime ait malıma gelince ondan dilediğinizi isteyebilirsiniz.”
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, Rabbinin emrine uyarak ve en yakınlarından başlayarak onlara tebliğde bulunmuştur. Ne var ki akrabasının çoğu, Mekke devrinin ortalarına kadar onun peygamberliğini kabul etmemiştir. Hatta Mekke döneminin tümünde ve Medine devrinin de önemli bir kısmına kadar ona inanmayan akrabası bulunmuştur. Sözgelimi kendisini himaye etmesine rağmen amcası Ebu Talip ona inanmamış, yine bir diğer amcası olan Abbas ile amcasının oğlu Akil ve başka amca oğulları, Bedir'de Kureyş saflarında yer alıp Hz. Peygamber'e karşı savaşmışlardır. Amcası Ebu Leheb ise ona hiç yardım etmediği gibi kendisinin en azılı düşmanı olmuştur. Aslına bakılırsa onların bu olumsuz tutumu, Mekke'de İslam davetinin ağır gelişmesine neden olmuştur. Çünkü akrabasının inanmadığını gören çok sayıda insan, “eğer Muhammed doğru söylemiş olsaydı, ona önce kendi yakın akrabasının inanması gerekirdi” biçiminde düşünmüşlerdir.
Yine burada Hz. Peygamber'e, Allah'a inanıp itaat eden herkese karşı nazik davranması tavsiye edilirken inkarda ısrar edenlerin yaptıklarından onun sorumlu olamayacağı bildirilir. Allah'ın dininden yüz çevirenleri uyarmak, peygamberin ve onun yolundan giden müminlerin görevidir; uyarı vazifesi yapıldıktan sonra günahkarların yaptıklarından peygamber de müminler de sorumlu değildir. Öyleyse mümin, düşmanlarını kahretmeye, dostlarına da yardım etmeye muktedir olan Allah'a tam olarak güvenip elinden geleni yapmaya çalışmalıdır. Çünkü zalim kişiler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Allah'ın yardımına mazhar olan bir hareketi hiçbir güç engelleyemez. Allah da dinini yüceltmek için mücadele edenlerin gayretlerini boşa çıkarmaz. O, insanların yaptıkları bütün işleri görür ve bilir.
Burada yer alan ve lafzen “O ki kalktığında seni görür” anlamına gelen ilahi söz, müfessirler tarafından “namaza durduğun, teheccüde kalktığın veya O'nun yolunda tek başına ayakta kalmaya çalıştığın zaman O seni görmektedir” şeklinde yorumlanmıştır. Ayet, Hz. Muhammed'in risalet görevini yapmak ve vahyi hayata taşımak amacıyla verdiği mücadeleyi överek müminleri de aynı şekilde çaba göstermeye teşvik etmektedir. Çünkü Allah, insanların tüm işlerini ve onları ne maksatla yaptıklarını kemaliyle bilir, bütün söylenenleri de işitir. O, herkese hak ettiği karşılığı verir.
221. Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? 222. Onlar, nerede günahkâr ve iftiracı biri varsa ona inerler. 223. Çünkü onlar, şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. 224. Şairlere gelince, onlara da sadece haddi aşan azgınlar uyarlar. 225-226. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. 227. Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah'ı sıkça ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunup öçlerini alanlar başka. Haksızlık edenler, ne tür bir dönüşle Allah'a dönüp hangi akıbete uğrayacaklarını yakında göreceklerdir.
Ayetlerde, şeytanların ahlaksız kimselere musallat oldukları; sapık kimselerin, hakkı bırakıp hayalci şairlere uydukları, inanıp iyi işler yapanların ise kendilerine özgü tavırları bildirilir. İslam'a karşı çıkan zalimlerin ve onların oluşturduğu zulüm sistemlerinin bir gün yıkılıp gideceği haber verilir.
Ayetlerde dile getirildiği gibi şeytanlar yalancı, iftiracı, günah işlemekten korkmayan ve vebal yüklenici kötü insanları saptırabilirler. Onlar, iman edip Kur’an'ın değerleriyle donanmış gerçek müminleri kendilerine tabi kılamazlar. Şeytan ancak kendi sesine kulak veren ve günahtan çekinmeyen sahtekarları kandırabilir. Böyleleri, hakkın çağrısına değil, şeytanların telkin ettiği asılsız şeylere itibar ederler; onların şeytanlarından alıp başkalarına taşıdıkları sözler de yalandır. Şu halde şeytan namına konuşanlar, hiçbir zaman doğruyu söyleyemezler. Aksine hakkı gizlerler.
Buradaki “effâkin esîm” terkibi, “çok yalan söyleyen ve yalancılığı huy haline getiren günahkar kişi” anlamına gelir. Bu karakterdeki kişiler, sadece hevesleri peşinde giden, hep zevk ve eğlence arayan azgınların ve hevalarına hitap eden şairlerin peşinden giderler. Oysa onların sözlerinin çoğu yalandır. Ama Hz. Peygamber, güzel ahlakın aşılmaz örneği olduğu için onun sözlerinde ne abartıya ne de yalana rastlanır. Şayet onun sözleri şeytanın telkinlerinden ibaret olsaydı, onlar da kahinlerin, şairlerin ve büyücülerin sözleri gibi abartılı ve çelişkili olurdu. Burada amaç, şairlerin ortaya koydukları şeylerin tutarsızlığına ve ciddiyetsizliğine dikkat çekerek Kur’an'ın her türlü çelişkiden uzak mükemmel bir söz olduğunu belirtmektedir. Yani Kur’an, cinler tarafından Hz. Muhammed'e telkin edilmiş ve onun tarafından telif edilmiş bir kitap değil, yüce Allah katından ona vahyedilmiş ilahi bir hitaptır.
Burada insanları sözleriyle saptıran şairlerin bazı özelliklerine de değinilir. Bunlardan en önemlileri onların her konuda doğruluktan ve ciddiyetten uzaklaşıp sadece nefsin hissiyatını ve zevkini gıdıklayıcı sözler sarf etmeleri, gerçeği yansıtmayan sözleriyle halkı sefahate sürüklemeleri ve yapamayacakları şeyleri söylemeleridir. Bu özellikler, onların tutarsızlığını ve güvenilmezliğini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar, erdemlerin güzelliğinden söz ederler fakat kendileri o güzellikten mahrumdurlar. Ancak iman eden, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan, Allah'ı sıkça anan, hakkı ve haksızlığa uğradığında kendini savunan şairler hakikat düşmanı olan şairler gibi değildir. Zira onlar, gerçeğe uygun şeyleri söylerler, insanlarda olmayan şeyleri onlara yakıştırmazlar, sözcüklerin ve hayallerin peşinde şaşkın şaşkın dolaşıp sözlerini abartmazlar ve yapamayacakları şeyleri söylemezler. Zaten şiiri kötü yapan şiir adı altında olmadık şeyleri söylemek, bir gerçeğe yüzlerce yalan katmaktır. Şiiri gerçek dışı şeylerden ayırdıktan sonra onda bir sakınca yoktur.
Bu aşamada, şiir ve şair kavramlarını tanımlayıp Kur’an'ın şiire bakışına kısaca değinmek faydalı olur. “Şiir” kelimesi sözlükte “derin ve ince bilgi” anlamına gelir. Şair de, şiir sanatının uzmanı olmuş kişi demektir. Sanat ise, insanın kendi iç dünyasını, duygu ve düşüncelerini, tabii ve sosyal çevresini biçim, ses ve sözle dile getirme faaliyetidir. Bunun için her beşeri tecrübenin bir estetik boyutu vardır. Şiir de sanatın bir dalı olup duygu, düşünce ve diğer durumların ölçülü ve kafiyeli olarak ifade edilmesidir.
Kur’an, kendisinin “şiir”, Hz. Muhammed'in de “deli bir şair” olduğu şeklindeki nitelemeleri reddeder. Ama o, sonraki dönemlerde sanıldığı gibi şiiri salt şiir olarak yargılamaz. Çünkü Kur’an'ın indiği dönemde müşrik Araplar, şiiri bir bilgi türü olarak görürler, şairlerin de cinlerle, şeytanlarla bir biçimde ilişki içinde bulunduklarına ve onlardan gayba dair bilgiler aldıklarına inanırlardı. Bu yüzden anılan dönemde şiir bir sanat değil, gaybî varlıklarla ilişki kurarak alına bir bilgiydi. İşte Kur’an'ın şiir karşısındaki olumsuz tutumu, o dönemin şiir ve şair anlayışına yönelikti. Bu yüzden Kur’an'ın şiir konusundaki bu tutumunu, o dönemin şiir ve şair olgusundan soyutlayıp bu güne taşımak, önemli yanılgılara ve yanlış anlamalara yol açabilir. Öyleyse burada eleştirilen, sanat ve edebiyatın bir kolu olan şiir değil, onun insanı saptıran ve manevi duygularını körelten ideolojik yönüdür. Çünkü İslam'a göre sanatın çok yüce bir gayesi vardır. Bu da insanı basit ve bayağı duygulardan kurtarıp kişi ve toplum hayatına ahlaki ve estetik bir boyut kazandırmaktır. Ne var ki din ve bilim gibi sanat da kötüye kullanılmakta, insanları şehevi arzulara tutsak eden, kötümserliği kamçılayan, uyuşukluk ve sefaleti aşılayan bir çok faaliyet sanat adı altında insanlara sunulabilmektedir. Söz gelimi utanılacak şeyleri teşhir etmekten haz duymak, mahremliği vitrin haline getirmek, yalanı ve iftirayı zeka hakkı kabul edip meşru görmek, günümüzde sanat faaliyeti altında sunulan sapıklıklardan bazılarıdır. Halbuki en başarılı sanat, iyi olanla güzel olanı kaynaştırıp birlikte sunabilen faaliyettir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre, mümin şairleri müşrik şairlerin dışında tutan surenin son ayeti, şairleri kötüleyen ayetlerin inmesi üzerine Hz. Peygamber'e gelip kendi durumlarının ne olacağını soran Hasan b. Sabit, Kab b. Malik ve Abdullah b. Revaha gibi şair sahabeler hakkında inmiş, Hz. Peygamber de bu ayeti kendilerine okuyup “İşte onlar sizlersiniz; yani siz haksızlık eden ve yalan söyleyen şairlerden değilsiniz.” buyurmuştur. Ayrıca Hz. Peygamber'in Hasan b. Sabit ve Kaab b. Malik'e “Kureyş'i hicvediniz, çünkü sizin bu hicviniz onları ok yağmuruna tutmaktan daha etkilidir.” dediği rivayet edilir. Demek ki Kur’an, işlevini olumlu biçimde yerine getiren ve kendi mesajına destek olan şiirin yanında yer almış; onun eleştirisi, işlevini yerine getirmeyen şiire ve gerçeği çarpıtan şairlere yönelik olmuştur.
Sonuç olarak sure, zalimleri şiddetle kınayan, onların yakın gelecekte nasıl bir devrimle devrileceklerini ve Allah'a döneceklerini vurgulayan ayetle son bulur. Gerçekten de dünyadan ayrılış sırasında kafir inanır, facir günahına son verir, yalancı da doğruyu söyler. Ancak önemli olan, bundan önce doğruluğun kuvvetle birleşip hayatın Kur’an'la bütünleşmesidir. İşte o zaman insan hem hayatını kuşatan karanlıklardan hem de zalimlerin zulmünden kurtulmuş olur. Öyleyse yaşadığımız hayata ve içinde bulunduğumuz çağa İslamî bir muhteva kazandırmak için, hayatımızın Kur’an'ın ilke ve değerleriyle bütünleşmesi, şirk sisteminin idari ve siyasi geleneğinin tamamen terk edilmesi, bir de süratle İslamî yapılanmalara gidilmesi gerekir. İşte o zaman İslam'ın şafağı yeniden sökecektir. Hiç kuşkusuz arzu edilen bu sonucu, düşmanların hilelerinden çok müminlerin kararlı ve basiretli gayretleri belirleyecektir.
Genel Tespitler
Bütün mülkün sahibi ve âlemleri Rabbi Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Evrendeki düzenli oluşlar, Allah'ın birliğine ve ahiretin varlığına işaret etmektedir. İnsanı yaratıp yaşatan, yedirip içiren, hastaya şifa veren, ölümü ve hayatı takdir eden, insanlara doğru yolu gösteren, hesap gününde günahları bağışlayacak olan sadece O'dur. bu yüzden O'ndan başka varlıklara tapmak sapıklıktır.
Çok güçlü ve merhametli olan Allah, sapıklığa düşmemeleri ve doğru yolda yürümeleri için insanlara peygamberler aracılığı ile vahiyler göndermiştir. Peygamberler yalan söylemeyen, kimseyi aldatmayan, davetleri karşılığında insanlardan ücret istemeyen ve bir çıkar beklemeyen, Allah'tan aldıkları vahiyleri aynen insanlara ileten ve sadece Allah rızası için çalışan güvenilir kişilerdir.
Peygamberlerin yenilik içeren davetine ilk karşı çıkanlar, kurulu düzenin imtiyazlı konuma getirdiği varlıklı insanlar olmuştur. Hz. Muhammed'in kavminin zenginleri de böyle yapmışlardır. Bu yüzden İslam daveti, başlangıçta putperest müşriklerin sert direnişiyle karşılaşmıştır. Bu durum, insanların hidayete ermesi için bütün gücüyle çalışan Hz. Peygamber'i çok üzmüş; fakat yüce Allah iman konusunda insanı zorlamadığını, aksine onu kendi kendine karar verecek şekilde yarattığını peygamberlerine anlatarak elçisini teselli etmiştir. Peygamber'in görevi insanlara Allah'ın dinini tebliğ etmektir, onları zorla inandırmak değildir.
Kur’an'ın ilk muhatapları olan Mekkeli müşrikler, vahyi tanımadıkları ve ahirete inanmadıklarından, ilâhî uyarıları ciddi bulmamışlar; inanmak için de kendilerini hayretler içinde bırakacak bir maddî mucize beklemişlerdir. Oysa onlar akıllarını çalıştırıp açık bir basirete sahip olsalardı, hem içinde bulundukları mekanda hem de muhatap oldukları Kur’an'da bir çok aklî mucizenin olduğunu görürler; Allah'ın inanmayı korkuya değil, özgür düşünce ve iradeye dayandırdığını anlamış olurlardı.
İslam davetinden yüz çevirenler, sadece Hz. Muhammed'in kavmi değildir. Önceki peygamberler de benzer durumlarla karşılaşmışlardır. Surede yer alan yedi peygamber kıssası, değinilen bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir. Zira bu kıssaların hepsinde, tevhit dinine çağrılan muhataplardan çoğunun inat ve ihanet içinde ilâhî çağrıyı reddettikleri, bu yüzden de helâkı ve hüsranı hak ettikleri haber verilmektedir. Ayrıca bu kıssaların her birinde, Hz. Muhammed'in karşılaştığı olaylarla bir benzerlik bulunduğu da görülmektedir. Sözgelimi, İsrailoğullarını zulümden kurtarmak üzere Firavun'a gönderilen Hz. Musa, şiddetli bir muhalefetle karşılaşıp İsrailoğulları da çeşitli baskı ve işkencelere maruz kaldıkları gibi, Hz. Muhammed'de Müşrik kavminin liderlerinden benzer muhalefeti görmüş, kendisine inananlar ise hakarete ve işkenceye maruz kalmışlardır. Yine tıpkı Hz. İbrahim'in kavmi gibi Müşrik Araplar da, meleklerin ve cinlerin sembolleri olarak gördükleri putlara tapıyor, onlardan medet umuyor, bunun doğru olmadığını söyleyen Hz. Muhammed'i yurdundan sürmeye çalışıyorlardı. Aynı şekilde Müşrik liderler, Nûh kavminin zenginlerinin yaptığı gibi inanan yoksul kişileri küçük görüyor, onlarla bir arada bulunmaya tenezzül etmiyorlardı. Müşrik Arapların zengin tabakası ise, Âd ve Semûd kavimleri gibi rahat ve lüks içinde yaşıyor; servet ve şöhretlerine güvenip yoksulları eziyor, köleleri bir eşya gibi kullanıyorlardı. Araplar arasında Lût kavminde olduğu gibi eşcinsellik ve şehevî sapıklık yaygındı. Onların tüccarları da Şuayb kavmi gibi hak ve haram yiyorlar; hukuku çiğneyip her türlü haksızlığı ve ahlâksızlığı açıktan işliyorlardı. İşte Kur’an bu kıssalarla, kişi ve toplumların felâkete uğramasına sebep olan kötülüklere dikkat çekerek muhataplarını bunlardan uzaklaştırmayı hedeflemiştir. Gerçekten de bütün peygamberlerin ortak şiarı, insanları tevhid dinine çağırmak; şirke, imansızlığa, haksızlığa ve ahlâksızlığa karşı durmak olmuştur. Allah'ın gazabı ise, Rabbini tanıma rüşdüne eremeyen, O'na kavuşup hesap vereceğini inkâr edip nankörce davranan kişi ve toplumlara inmiştir. Sonunda Allah, peygamberleri ve horlanan müminleri galip getirmiş, kendini beğenip büyüklük taslayanları ise, helâk etmiştir. Allah isterse zorbaları, kendi yetiştirdikleri insanlar vasıtasıyla da cezalandırıp devirir. Hz. Musa'nın, evinde yetiştiği Firavun'u devirmesi de, bunun en çarpıcı örneğidir. Tabii ki bu durum, sadece Firavun zamanına mahsus değildir. Halk üzerine baskı kurup kendilerini tanrı yerine koyan nice zorba yöneticiler, kendi zamanlarında yetişenler tarafından devrilmişlerdir. Bu yüzden insanı ve düşmanı küçük görmek doğru değildir. Üstünlük kaba kuvvetle ve kuru kalabalıkla değil, inançlı ve bilinçli kadroların basiretli gayretiyle kazanılır.
Din geleneğe değil, vahye dayanır. Atalardan da kalmış olsa, gelenek vahye ve akla aykırı ise ona uyulmaz. Şu halde şirke bulaşmış gelenek derhal terk edilmeli ve tevhid dinine dönülmelidir. Bir kısım insanlar, yenilik içeren mesaja ve düşünceye karşı koyma eğiliminde olsalar da, mesaj bir süre sonra insanlar tarafından benimsenince ona karşı çıkarlar silinip giderler.
Kur’an, âlemlerin Rabbi Allah katından indirilmiş ve ona şeytan sözü karışmamıştır. Yüce Allah onu, Melek Cebrâil aracılığı ile Hz. Muhammed'in kalbine Arap diliyle vahyetmiştir. Kur’an'ın böyle vahyedilmiş olmasının sebebi, onun kolay anlaşılmasını sağlamak içindir. O, müşriklerin iddia ettiği gibi şiir değildir, aksine Allah'ın elçisine vahyettiği sözüdür.
İnsanlara en çok tesir eden sözlerden biride şiirdir. O, özlü ve çarpıcı ifadelerden oluşup sık sık tekrar edildiği için çok tesirlidir. Bu yüzden şiirin gücünü kötü yönde kullanan şairlerin yalanlarından korunmak gerekir. Zira şiirin gücünü ve şairlik yeteneğini kötü yönde kullanan şairlere, ancak kendileri de haksızlık peşinde koşan ahlâksız kişiler uyarlar. Fakat şairlerin hepsi böyle değildir. Şiiri ve şairlik yeteneğini hakkı savunup haklının yanında yer almak için kullanan inançlı ve erdemli şairler, yergiye değil, övgüye layıktırlar. Çünkü toplumun, şiirleriyle gerçeği yansıtan ve hakkı savunan şairlere her zaman ihtiyacı vardır.
Sonuç olarak İslam'ın en önemli prensiplerinden biri de doğruluktur. Bu yüzden her sorumlu can, bu temel pren