2- İbn Atıyye (öl; 546/1151) el-Muharrer'M-Vecîz fi Tefsîr'ü Kitâb'il-Azîz.5

3- Ebu’l-Leys es-Semerkandî (öl. 373/983): Bahr'ûl-UIûm.. 5

4- Sa'Iebî (öl. 427/1035); el-Keşf Ve'l-Beyân an Tefsîr'ül-Kur'an. 6

5- Bagavî (öl. 516/1122) Maâlim'üt-Tenzîl7

6- İbnü'l-Cevzî (öl. 597/1200) Zâd'iil-Mesîr8

7- Kurlubî (öl. 671/1272) el-Câmi'iı li Ahkâm1 H-Kur'an;9

8- Ibn Kesîr, (öl. 774/1373): Tefsîr'ül Kur'fin'il Azîm.. 10

9- Seâlibi (öl. 876/1471): el-Cevahır'ül-Hisân fi Tefsîr'il-Kur'ân.11

10- Suyûtı (öl. 911/1505): cd-Dürr'ül-Mensûr fTt-Tefsîr'H-Me'sûr:12

DİRAYET TEFSİRİ VE DİRAYET TEFSİRLERİ14

I- Zemahşcri (öl. 538/1144), el-Keşşâf an-Hakâık. 19

2- Fahreddîn Râzî (öl. 606/1209), Mefâlîh'ül-Ğayb)22

3- Kâdî Beydâvî (Öl. 691/1292) Envâr'üt-Tenzîl ve Esrâr'üt-Te'vîk. 24

4- Neşen (öl. 710/1310) Medârik.28

5- Hâzin (öl. 741/1340) Lübâb. 28

6- Ebu Hayyân el-Endelûsî (öl. 745/1344) el-Bahr'ül-Muhîl29

7- Nîsâbûrî (öl. 730/1329) Ğarâlb'iil-Kur'ân.31

8- Hatîb el-Şerbînî (öl. 976/1568) es-Sirâc'ül-Münîr.31

9- Ebu's-Suüd Efendi (öl. 982/1574) İrşâd'ül-Akl'is-Selîm.32

10- Âlûsî (öl. 1270/1854) Ruh el-Maâni34

III- FIKHÎ TEFSİRLER:36

1- Ebu Bekir el-Cassâs (öl. 370/980) AhkânTül-Kur'ân.37

2-   Ebu'l-Hasen   Ali   tbn   Muhammed   tbn   Ali   et-Taberî (öl.   504/1110) Ahkâm'ül-Kur'fin. 37

3- Kâdî Ebu Bekir İbn'ül-Arabî (öl. 543/1148) Ahkâm'ül-Kur'ân. 38

4- Mikdâd cs-SûyÛrî (âl. 826/1423) Kenz'ül-İrfân n Fıkh'İl-Kur'ân. 39

5-  Yusuf es-Selâî (öl. 832/1429) es-Semerât'ül-YSnia ve'l-Ahkâm'ül-es-Selâî cl-Kâti40

6- Şevkânî (öl. 1250/1834) Feth'ül-Kadîr40

IV- MUTEZİLÎ, BÂTINÎ, HÂRtCÎ VE FELSEFÎ TEFSİRLER.. 41

1- Kâdî Abdülcebbâr (öl. 415/1024): Tcnzîh'ül-Kur'ân'il-Metâin.42

2- Şerîf el-Murtazâ (öl. 436/1044); el-Emâlî43

b- Bâtınî Tefsirler:45

c- Hârici Tefsirler46

Muhammed İbn Yûsuf Atfiş (öl. 1332/1913) Himyân-Zâd ila Dâr'İl-Meâd. 47

d- Felsefî Tefsirler:48

V- Şİİ TEFSÎRLER.. 50

1- Hasan el-Askerî (öl. 260/873) Tefsîr'ül-Hasan'il-Askerî.52

2- Tabressî (öl. 548/1153) Mecma'ül-Beyân. 54

3- Molla Sadreddin Şârâzî (öl. 1050/1640)55

4- Molla Muhsin Feyz-i Kâşânî (öl. 1091/1680) es-Sâfi fî Tefsîr'il-Kur'ân'il-Kerîm.56

VI- TASAVVUFI TEFSİRLER.. 57

1- Sehl et-Tüsterî (öl. 200 veya 201/815 veya 816). Tefsîr'ül-Kur'ân'il-Azîm.. 61

2- Sülemî (öl. 412/1021) Hakâİk'üt-Tefsîr61

3- Rûzbehan Baklî (öl. 606/1209) Arâis'ül-Beyân fî Hakâik'ül-Kur'ân. 62

4-  Necmeddîn Dâye (öl. 654/1256) Alâüddevle Simnânî (öl. 659/1260) Te'vîlât'ün-Necmiyye. 62

5- Muhyiddin İbn'ül-Arabî (Öl. 638/1240) veya Abdiirrezzâk el-Kâşânî (öl. 730/1329) Te'vîlâl'ül-Kur'ân. 63

6- Sadreddîn Konevî (öl. 673/1274) t'câz'ül-Beyân fî Te'vîl'i Ümm'il-Kur'ân.63

7- İsmâîl Hakkı Burscvî (öl. 1135/1725) Rûh'ül-Bcyân.65

VII- MÜNFERİD TEFSİR ÇALIŞMALARI66


Tercîh hususunda îcâbederse gramer yönlerini de inceleyip araştırır. Fakat Taberî kişilerin yalnız kendi görüşlerine göre Kur'ân'ı tefsir etmelerine karşı çıkar. Sahabe ve tabiînden nakledilen bilgiye başvurmanın gerektiğini şiddetle savunur. Onlardan nakledilen rivayetlere dayanılması gerektiğini belirterek sahîh tefsirin böyle olması icâbettiğini söyler. Geçmiş bilgileri değerlendirmeden doğrudan doğruya kendi gö­rüşüyle Kur'ân-ı tefsîr edenlerin, bilgisiz olduğunu ve eserlerinin hatadan ârî ol­mayacağını belirtir.

Mücâhid veya Dahhâk gibi, Abdullah İbn Abbas'tan rivayet aktaran zevatın rivayetlerini kaydettikten sonra, çoğu kere bu tür eleştirilerini serdeder. Sözgelimi Yûsuf sûresinin 49. âyetini kendi görüşlerine göre tefsîr edenlere karşı şöyle der: seleften te'vîl ehlinin görüşlerinden haberdâr olmayan ve Kur'ân'ı Arap sözlerine uygun olarak kendi görüşüyle tefsîr edenlerden bazıları buradaki "O zaman sıkıp sağlarlar" kavlini yağmurla kuraklıktan ve kıtlıktan kurtulurlar, şeklinde yönlendi­renler buradaki sıkma anlamına gelen kelimesinin kurtuluş anlamına gel­diğini iddia ederler ve bunun için de Ebu Zeyd et-Tâi'den ve Lebîd'in sözünden örnekler getirirler. Bu, yanlış olduğuna şehâdet etmek üzere, sahabe ve tabiînden ilim ehli herkesin karşı çıktığı bir te'vîl tarzıdır, (Taberî, Câmi'ül-Beyân, XII, 138) Keza Bakara sûresinin 165. âyetiyle ilgili olarak, yahûdîlerin kalblerinin maymun-laştırıldığını, kendilerinin maymun haline döndürülmediğini ve bu âyetin bir örnek olarak sunulduğunu ifâde eden Ebu Necîh'in Mücâhid'den naklettiği rivayeti İbn Cerîr Taberî şöylece eleştirir: Mücâhid'in söylediği bu söz, Allah'ın kitabının açık olarak delâlet ettiği söze aykırıdır. (Taberî, Câmi'ül-Beyân, I, 252-253). İbn Cerîr Taberî mücerred re'y ile tefsîre, karşı çıktığı gibi, tefsîrinde rivayetleri zikrederken isnâdlar üzerinde de önemle durur. Rivayeti nakleden râvîlerin güvenilir olup olma­dığım ve rivayetin yeterli olup olmadığını iyice cerh ve ta'dîl eder.

Ayrıca İbn Cerîr Taberî, tefsîrinde ümmetin icmâ ettiği konulara önem verir ve kendisinin tercîh ettiği görüşlerde icmâa ağırlık kazandırır. Mesele Allah Teâlâ'-nın "Şayet erkek eşini bir daha (üçüncü kez) boşarsa; artık ondan sonra kadın, baş­ka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helal olmaz". (Bakara, 230). kavlinin tefsîrinde şöyle der: Allah Teâlâ "Başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz." kavli ile hangi nikâhı kasdetmeştir? Cinsel temas (cima1) şeklinde olan nikâhı mı yoksa evlendirme akdinden ibaret olan nikâhı mı? diye birisi soru sora­cak olursa; her ikisi de, diye karşılık verilir. Şöyle ki: Bir kadın bir koca ile evlilik nikâhı yapar ancak koca bu nikâhla karısıyla cinsel temâsda bulunmazsa; yani onu .nikahlamış, ancak boşayıncaya kadar onunla cinsel temasta buîunmamışsa, birinci kocaya o kadın helâl olmaz. Keza bir kişi nikâhsız olarak o kadınla cinsel temasta, bulunursa; yine ilk kocaya kadın helâl olmaz. Çünkü bü konuda ümmetin hepsinin İcmâi; vardır. Durum böyle olduğuna göre; Allah Teâlâ'mn "Başka bir kocaya ni­kahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz" kavlinin ancak sahîh bir nikâhla nikah­lanıp onunla cinsel temasta bulunduktan sonra birinci kocaya helâl olabileceği şeklinde ondan boşanırsa, te'vîl edilmesi gerektiği ortadadır. Şayet denilirse ki: Al­lah Teâlâ'mn kitabında cinsel temas zikredilmemiştir, o halde âyetin sizin söylediği­niz anlaşma delâleti ne iledir? Buna denilir ki: Âyetin bu mânâya geldiğine dâir delil; bütün ümmetin bu konuda icmâ' etmiş olmasıdır. (Taberî, Câmi'ül-Beyân, II, 290-291).

İbn Cerîr'in tefsîrinin bir diğer özelliği de âyetlerdeki kırâet farklılıkları üze­rinde durması ve bu kıraat farklılıklarına dayalı olarak da farklı anlamlara geleceğini belirtmesidir. O güvenilmese de muhtelif kırâetleri kaydettikten sonra kendi görü­şünü zikretmektedir. Bilindiği gibi, İbn Cerîr Taberî'nin kendisi de meşhur kırâet âlimlerinden birisidir. Hattâ onun onsekiz cild tutarında kırâete dâir özel bir eser te'lîf ettiği, burada meşhur ve şâz kırâetlerin hepsini delilleriyle şerh edip açıkladığı kaynaklarca ifâde edilmektedir. Ancak birçok eseri gibi, bu kitabı da günümüze ulaş­mamıştır. (Yakut, Mu'cem'ül-Udebâ, XVIII, 45).

İbn Cerîr Taberî, tefsirinde Kâ'b el-Ahbar, Vehb ibn Münebbih, ibn Cüreyc, Süddî ve başkalarına dayandırdığı pek çok isrâih'yât haberlerini de kendi isnâdıyla nakleder. Ancak bu rivayetleri aktardıktan sonra, teker teker eleştirip kendisinin tercih ettiği rivayetleri belirtir. Bu derece isrâiliyâta yer vermesinin nedeni, bir ta­rihçi olarak antik kültürleri iyi tanımasıdır. Isrâiliyâtı naklederken Taberî dinî ve dünyevî bakımdan faydası olmayan ayrıntıları girmez. Sözgelimi Mâide süresindeki (112-114), gökten havarilere indirildiği ifâ,de edilen sofradaki yemek çeşitleriyle alâ­kalı olarak isrâilîya'ta dayalı rivayetleri naklettikten sonra, şöyle der: Sofrada bu­lunan şeylerle ilgili söylenebilecek en doğru söz; burada yenecek bazı şeylerin bulunduğudur. Bu yiyeceklerin ekmek ve balık olması caiz olduğu gibi, cennet mey­velerinden bir meyve olması da caizdir. Ancak bunu bilmenin yararı olmadığı gibi, bilmemenin de zararı yoktur. (Taberî, Câmi'ül-Beyân, VII, 88).

Keza Yûsuf sûresinde (20) "onu ucuz fiyata birkaç dirheme sattılar." kavlin-deki "birkaç" lafzıyla yirmi, oniki, kırk ve benzeri rakamların kastedildiği konu­sundaki klasik tefsirlerde yer alan rivayetleri zikrettikten sonra şöyle demektedir: Bu konuda sözün doğrusu şöyle denilmesidir: Allah Teâlâ, onların Yûsuf'u belir­siz, sayılı birkaç dirheme sattıklarını haber vermekte ne ağırlık olarak, ne de rakam olarak bir meblağ tayîn etmediklerini bildirmektedir. Rasûlullah (s.a) tan da ne ya­zıyla, ne de haber yoluyla bir delîl gelmemiştir. Bu rakamın yirmi iki veya kırk ol­ması, daha fazla veya az olması muhtemeldir. Ama her halükârda bu rakam sayılı bir mikdâr ise de belirli değildir. Bu mikdârın ve meblağın bilinmesinde dine bir fayda gelmeyeceği gibi, bilinmemesinde de herhangi bir zarar gelmeyecektir, indirilen âyetin zahirine inanmak farzdır, ötesini bilmeye gelince; bu konuda bize bir külfet yük-lenmemiştîr. (Taberî, Câmi'ül-Beyân, XII, 103).

ibn Cerîr Taberî, rivayetlerin yanı sıra kelimelerin dil bakımından kullanılışla­rını da nazar-ı itibâra almıştır. Bazı açıklamaları diğerine tercih ederken olsun ya da müşkil ibareleri açıklarken olsun o kelimenin lügat bakımından kullanılışını, da-yanılabilecek bir esâs olarak değerlendirmiştir. Sözgelimi Hûd süresindeki (40) "buy­ruğumuz gelip sular kaynamaya başlayınca" kavlindeki lafzıyla ilgili muhtelif rivayetleri açıkladıktan sonra şöyle der: Bize göre, tennûr lafzının te'vî'-liyle ilgili sözlerin en uygunu; bunu ekmek pişirilen tandır anlamına geldiğini söyle­yenlerin sözüdür. Çünkü araplann sözünden anlaşılan budur. Allah'ın kelâmı, ancak o lafzın mânâlarının araplann yanında en yaygın ve en meşhur olanına tercih edil­mesi ile anlaşılabilir. Meğer ki bunun tersine bir delîl bulunsun ve o, kabul görsün. Zira senası yüce olan Hak Teâlâ araplara hitâb ederken, onlara maksadını anlat­mak için hitâb etmiştir. Ve arapların kendi aralanndabirbirlerine hitâb etmiştir. Ve arapların kendi aralarında birbirlerine hitâb ederken kasdettikleri anlamı bildirmek için hitâb etmiştir. (Taberî. Câmi'ül-Beyân, XII, 25).

İbn Cerîr Taberî eski arap şiirine de, çokça müracaat edip onları delîl olarak kullandığı gibi, nahiv ve sarf konularında Basralı ve Kûfeli dil bilginlerinin görüşle­rine de müracaat eder. Bazen Basralıların görüşünü tercîh eder, bazen da Kûfelile-rin görüşünü. Bu bakımdan tefsîr bir gramer hazinesi olma niteliğini de korur. Fakat gramerle ilgili açıklamalara başvururken naklettiği görüşler arasından birini tercîh etmek ve bu tercîhe mesned teşkil etmek üzere başvurur.

Taberî'nin tefsirinin bir diğer özelliği, de fıkhî hükümlere geniş yer vermesidir. Her fakîhin görüşünü özetleyip açıkladıktan sonra, kendi görüşünü ve tercihini be­lirterek neden tercîh ettiğini sağlam ve tutarlı delillerle izah eder. Ayrıca âyetleri tef­sir ederken, itîkâdî konulara ve kelâmî mevzulara da yer verir. Ehl-i Sünnet adı verilen mezheplerin görüşlerini savunan Taberî, Cebir ve irâde hürriyeti gibi konularda Ka-deriyyeye, Mu'tezileye ve diğer, fırkalara karşı çıkar.

Görülüyor ki; İbn Cerîr Taberî.'nin tefsîri hem kendinden önceki kaynakları derlemiş ve değerlendirmiş olması, hem de muhtelif tefsîr ekollerinin fikirlerini yan­sıtması bakımından rivayet tefsirlerinin en büyüğü ve en önemlisidir. Diğer taraftan gramer fıkıh ve kelam gibi konulara ağırlık vermesi nedeniyle, tefsîr tefekkürünün gelişmesinde bir başlangıç ve atılım noktası olduğu gibi; daha sonra kurulacak olan dirayet tefsirine zemîn hazırlamıştır. Kısacası Dâvûdî'nin; Muhammed Abdullah tbn Ahmed el-F,erganî*den naklettiği gibi, ibn Cerîr kitâblarının hepsini tefsirinde bü­tünleştirerek güzelleştirmiş, hükümleri açıklamış, nâsih ve mensûhu, müşkil ve ga­ribi, mânâyı ve te'vîl ehlinin ihtilâflarını beyân etmiştir. Mânânın ve hükümlerin te'vîlini açıkladıktan sonra, kendince sahîh olanı belirtmiştir. Kur'ân'ın i'râbında, harflerinde mülhidlerin onun hakkındaki sözlerinde, kıssalarında, gerek ümmet ve gerekse kıyametle ilgili haberlerde ve daha bunların dışında baştan sona kadar keli­me kelime, âyet âyet hârikalar ve hikmetleri ihtiva eden kitabıyla, her biri başlı ba­şına bir ilmin muhtevasını teşkîl edecek bir kitâb olmak üzere bir bilgin bu tefsîrden onlarca kitâb tasnif edebilir. (Dâvûdî, Tabakât-'ül-Müfessirîn, 23.

Bu eseri Mu'cem'ül-Udebâ müellifi Yâkût.kısaca şöyle tanıtıyor: tbn Cerîr Ta­berî; tefsirinde tasnif edilmiş tefsîr kitâblarını zikrederek İbn Abbâs'tan beş tarîk, Saîd İbn Cübeyr'den iki tarîk, Mücâhid İbn Câbir'den üç tarîk, Hasan el-Basrî'den üç tarîk, Ikrime'den üç tarîk, Dahhâk ibn Müzahim'den iki tarîk, Abdullah İbn Mes'ûd'dan bir tarîk ile rivayet nakletmiştİr. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eslem'in tefsirinden, İbn Cüreyc'in tefsirinden, Mukâtil İbn Hibbân'ın tefsirinden aktarmış­tır. Ayrıca müfessirlerden şöhret bulmuş hadîsleri de nakletmiştİr. Bu kitâbta gerek duyduğu miktarda müsnedler de yer alır. Ancak güvenilmeyen hiçbir tefsîre yer ver­memiştir. Bu kitâbta Muhammed İbn Said el-Kelbî'nin, Mukâtil İbn Süleyman'ın, Muhammed İbn Ömer el-Vâkidî*nin kitâblanndan hiçbir şey almamıştır. Çünkü ona göre bunlar, hakkında bazı sözler söylenmiştir. Allah en iyisini bilendir. Tarih, si­yer ve arapların haberlerine dâir konulara başvurulduğunda, Muhammed ibn Saîd el-Kelbî'den ve onun oğlu Hişâm'dan ve Muhammed İbn Ömer el-Vakidî'den ve benzerlerinden gerek duyduğu kaynakları almıştır. Ancak başkalarında bulunması mümkün olmayan kısımları ihtiyâç duyunca bunlardan.almıştır. Kelâm ve Maânî ilmine dâir konularda Ali İbn Hamza el-Kisâî, Yahya ibn Ziyâd el-Ferrâ, Ebu Ha­san el-Ahfeş, Ebu AH Kutrub'un ve diğerlerinin kitâblanndan ihtiyâç duyduğu takdîrde yeterince almıştır. Çünkü bunlar Maâni ilminde söz sahibi kişilerdir. Maânî ve I'râb bunlardan alınır. Bazan onların sözlerini alırken adlarını da vermemiştir. Bu kitâb on bin varak tutarındadır. Yazının büyüklüğüne veya küçüklüğüne göre bu miktar azalıp çoğalabilir. (Yâkût, Mu'cem'ül-Udebâ, XVIII, 64-65)

Ebu'Bekir el-Hatîb, Kadı Ibn KâmiFin şöyle dediğini nakleder: Dört kişinin yaşamasını isterdim. Bunlar Ebu Ca'fer et-Taberî, Berberî, Ebu Abdullah Ibn Ebu Hayseme ve Ma'merî. Çünkü bunlardan daha anlayışlı ve daha kuvvetli hafızaya sahîb olan kimseyi tanımıyorum. Rivayete göre Taberî, tefsirini yazmadan evvel üç yıl boyunca istihareye yatarak Cenab-ı Allah'tan kendisine yardım etmesini dilemiş ve buna mazhar olmuştur (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirin, II, 113)

Vefat ettiğinde saçları ve sakalında siyahlık henüz çokmuş. Teni esmere yakın­mış, cismi nahîf, boyu uzunca imiş. Fasîh konuşurmuş. (Dâvûdî, A.g.e, II, 114)

(İbn Cerîr Taberî hakkında daha geniş bilgi için bkz. Hatîb el-Bağdâdî Tarih Bağdâd, II, 162-170; Yakut, el-İrşâd, IV, 423-462; MüCem'ûMJdebâ, XVIII, 64-65; Sübkîjabakât'üş-Şâfüyye, II, 135-140; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, II, 251-252; İbn Tağriberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, III, 265; Ibn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yan, IV, 191-192; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 107-114; Brockelman, G.A.L. (Arap­ça çeviri) III, 45-50; İslâm Ansiklopedisi, Taberî mad.; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 205-224; Ö. Nasûhî Bitmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 363-368)[1]

 

 

2- İbn Atıyye (öl; 546/1151) el-Muharrer'M-Vecîz fi Tefsîr'ü Kitâb'il-Azîz.

 

Hafız Kadı Ebu Muhammed Abdülhak İbn Muhammed İbn Atıyye el-Endelûsî; Kıdret'ül-Müfessirîn ve el-İmâm'ül-Kebîr diye şöhret bulmuş olan İbn Atıyye 481 (1088) yılında Gırnata'd a doğmuş fakîh, müfessir, muhaddis, gramer ve edebiyat âlimi olup değerli ve bilgin bir aileye mensuptur. Babası Ebu Bekir Calib İbn Atıy­ye hafız; ve imâm ve değerli bir bilgindir. Mensubu bulunduğu dedesi Atıyye de Gır-nata'nın bu değerli ailesinin kurucusudur. Bir süre el-Meriyye kadısı olmuş, sonra Mürsiye kadısı olmak için gitmiş fakat buraya girmesi engellenmiş, bu sebeple oda Lorca'ya gitmiş ve burada 546 (1151) yılında vefat etmiştir. Babasından, Ebu Ali el-Ğassânî'den, Sadafî'den, Ebu Abdullah Muhammed Ibn Ferec'den, Ebu Mutta-rif eş-Şa'bî'den, Ebu'l-Kasım tbn Ebu Hısâl'den, Ebu'l-Abbâs Ahmed İbn Osman İbn Mekhûl'den, Ebu'I-Kâstm İbn Ömer'den, Abdülbâkî Muhammed el-Hicâzî'den ve Ebu Muhammed Abdülvâhid İbn îsâ el Hemedânî'den rivayetler nakletmiştir. Ebu Ca'fer İbn Madda, Abdül Mün'im îbn Fâris, Ebu Bekir İbri Ebu Cemre, Ebu Muhammed Abdullah, Ebu'l-Kâsım İbn Hübeyş gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Aynı zamanda şâir de olan İbn Atıyye Ö. Nasûhî Bilmen'in ifâdesi ile "Nesri latîf, eşarı rengin ve dil nîşinir." (Ö. Nusûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tari­hi, II, 472)

Ebu Hayyân, el-Bahr'ül-Muhît isimli tefsîrinin önsözünde onun için; tefsîr il­minde eser te'lîf edenlerin en değerlisi, yazma ve tenkîh işine el atanların en üstünü, demektedir.(Ebu Hayyân, el-Bahr'ül-Muhît, I, 9)

Rivayet ettiği kişileri ve şeyhlerinin isimlerini kaydettiği bir eseri dışta bırakılır­sa en büyük eseri şüphesiz ki el-Muharrer'ül-Vecîz isimli tefsiridir. Bu eserin tefsîr-ciler katında değeri büyüktür. On cilde yakın olan bu hacimli eserde rivayet ve dirayet tanklarını birleştirmiştir. Benimsediği rivayet tarîki yalnızca nakilcilikten ibaret olmayıp titiz bir inceleme mahsûlüdür. Zayıf ve mevzu'rivayetlerden kaçınmış, kırâet farklılıklarına, fıkhî meselelere dâir detaylı bilgiler vermiştir. Gramer nokta-i na­zarından verdiği mâ'lûmât önemlidir. Daha çok Taberî tefsirinden nakiller yapmakta ve bu nakilleri tartışmaktadır. Âyetlerin açıklamasında Câhiliye devri şiirinden pek çok örnekler sergilenmektedir. Gramer şan'atma itinâ gösterdiği göze çarpmakta­dır. Ebu Hayyân Zemahşerî'nin tefsîri ile mukayese ettiği İbn Atıyye'nin tefsiri hak­kında şöyle demektedir: İbn Atıyye'nin tefsîri daha çok nakle ve derli toplu özet bilgiye yer verirken, Zemahşerî'nin tefsîri daha derin bilgilere yer vermektedir. (Ebu Hayyân el-Bahr'ül-Muhît, 1,10) İbn Teymiyye'de fetvalarında bu iki müellifin eserini karşılaştırarak şöyle demektedir: İbn Atıyye'nin tefsîri Zemahşerî'nin tefsirinden daha iyidir. Nakil ve inceleme bakımından daha sahîhtir, bid'attan daha uzaktır. Bazı bid'atlan ihtiva etmekte ise de diğerinden çok daha iyidir. Tefsîrler içerisinde en çok İbn Atıyyenin tefsîri tercih edilebilir, (tbn Teymiyye, Fetâvâ, II, 192) ibn Hal­dun da Mukaddimesinde ibn Atiyye'nin tefsirini takdîrle zikreder. Henüz neşredil­memiş bulunan bu tefsir rivayet tefsirlerinin güzel örneklerinden birisidir.

(Daha geniş bilgi için bkz. İbn Ferhûn, ed-Dîbâc'ül-Müzehheb, 174; Suyûtî, Tabakât'ün-Nühât, 295; Ebu Hayyân, el-Bahr'ül-Muhit I, 9; İbn Teymiyye, Fetâ­vâ, II, 194; Mukaddime fi Usûl'it Tefsîr, 23; Brockelmann, G.A.L., I, 191; Suppl:, I, 335; Ömer Rızâ Kahhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, VI, 83; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I, 238-242)[2]

 

3- Ebu’l-Leys es-Semerkandî (öl. 373/983): Bahr'ûl-UIûm

 

Imâm'ül-Htidâ diye bilinen Ebu'1-Leys Nasr İbn Muhammed İbn Ahmed İbn İbrâhîm es-Semerkandî, Semerkand'da yetişmiş olup Ebu Ca'fer el-Hündİvânî'den dersler almış, Hanefî mezhebine mensûb bir müfessirdir. Onun hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmuyoruz. Ancak ona dâir İslâm dünyasındaki kütübhâneler-de pekçok eser adı zikredilmektedir. Bahr'ül-Ülûm diye de bilinen Kur'ân tefsîri, başta olmak üzere fıkhın fürûuna âit Hizânet'ül-Fıkh; Fetâva; Hanefi fakîhler ara­sındaki ihtilâflardan bahseden, Muhtelef'ür-Rivâye; namazdan bahseden el-Mukaddime fi's-Salât; îmândan bahseden Beyânü akidet'üI-Usûl; i'tikâddan bah­seden Kitab-ı Usulu'd-dîn; dinî, fıkhî ve felsefî mes'eleleri ele alan Büstân'ül-Ârifîn; mev'ize ve ahlâkî öğütlerden ibaret olan Tenbîh'ül-Gâfılîn; miraçtan sözeden Esrâr'ül-Vahy; büyük günâhlardan sözeden Kurrat'ül-Uyûn; Hanefî fürûuna dâir Uyun'ül-Mesâü gibi birçok eserleri bulunmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz. Broc­kelmann G.A.L., Arapça çev., IV, 44-50) Vefat tarihi kesin olarak bilinmemekte ise de 373/983 veya 375 veya 383 veya 393 yılıda vefat ettiği sanılmaktadır.

Semerkandî Tefsîri diye de bilinen bu tefsirin hadîsleri Zeynüddîn Kasım İbn Kutlubağa el-Hanefî tarafından tahrîc edilmiştir. Müellif tefsire cjuyulan ihtiyâç ve tefsîr ilminin fazîletinden bahsederek bu konuda seleften nakledilen haberleri ak­tarmakta ve re'y'e göre tefsîr yapmanın caiz olmadığını, ancak lügat ve Kur'ân'ın nüzul sebeplerinin bilinmesi halinde re'y ile tefsîr yapılabileceğini belirtir. Daha çok seleften nakledilen rivayetleri aktararak âyetleri tefsîr etmeye çalışan Semerkandî kimlerden rivayet ettiğini çok az olarak senedleriyle zikreder. Ayrıca muhtelif gö­rüşleri ve rivayetleri kaydettikten sonra bunlar içerisinden kendisinin tercihini be­lirtmez. Çok az miktarda kırâet konularına değinir zaman zaman lügat tefsîri metoduna başvurur. Kur'ân'ın Kut'an âyetleriyle tefsirine gayret eder, ancak isrâiliyâtı fazlasıyla nakleder. Naklettiği îsrâiliyâtla ilgili haberlerin arkasından kritik yapmaz. Kimin tarafından söylendiği bilinmeyen birçok sözü; bazıları böyle dedi, diyerek aktarır. Zaman zaman zayıf hadîslere de yer verir, hakkında söz söylenmiş bulunan Kelbî ve Esbât'ın Süddî'den naklettiği rivayetleri aktarır. Bu sebeple Ebu'I-Leys es-Sernerkandî'nin tefsîri, rivayet tefsirleri içerisinde zayıf hadîslere yer veren bir tefsîr olarak şöhret bulmuştur. Bu tefsîr, Şihâbuddîn Ahmed İbn Muhammed tarafından (öl. 854'ten sonra) Türkçeye tercüme edilmiştir. Ibn Arabşâh diye bili­nen bu zât, Hanefî mezhebine mensûb olması nedeniyle Ebu'I-Leys es-Semerkandî'nin tefsîrini tercîh etmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. İbn Kutluboğa, Tâc'üt-Terâcim, 242, el-Fevâid'ül-Behİyye, 92; Hadâik'ül-Hanefiyye, 180; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 345, C. Brockelmann, G.A.L., IV, 44-50; Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 391-392; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 224-226; İslâm An­siklopedisi, Ebu'I-Leys es-Semerkandî maddesi.)[3]

 

4- Sa'Iebî (öl. 427/1035); el-Keşf Ve'l-Beyân an Tefsîr'ül-Kur'an

 

Ebu İshâk Ahmed İbn Muhammed İbn lbrâhîm en-Nİsâbûrî es-Sa'lebî, Nîsâ-bur'da yetişmiş olan bu ünlü rivayet tefsîri sahibi, Ebu Tâhir Muhammed Ibn Fadl, Ebu Muhammed el-Hudrî, Ebu Bekir İbn Hânî ve Ebu Bekir İbn Mihrân el-Mukri'den hadîs öğrenmiş, Ebu'l-Hasan el-Vahidî de kendisinden rivayet naklet-miştİr. İbn Hallîkân'ın ifâdesine göre Hafız, Vaiz tefsîr ve arapçada bilgin olarak tanınan Sa'lebî'nin'nin tefsîri zamanındaki diğer müfessirlerin tefsirinden çok üs­tündür. Abdü'l-Ğâfir İbn Ismâîl el-Fârisî onun rivayetlerinin sahîh ve mevsuk ol­duğunu söyler.

Yâkût da Mu'cem'ül-Üdebâ'da onun tefsirinin birçok anlamlan ve işaretleri ihtiva ettiğini, kırâet ve îrâb vecihlerine sahip bulunduğunu belirtir. (Yâkût, Mu'cem'ül-Üdebâ, V, 37) İbn'ûl-Cevzî onun zayıf hadîsleri rivayet etmesinden do­layı kendisini tenkîd eder. Bu tefsîr, Taberî'den başka pekçok kaynakta mevcûd olan bilgileri ihtiva etmektedir.

Tefsirinden ayrı olarak bunun içindeki malûmata dayanarak yazmış olduğu Kısas'ül-Enbiyâ isimli eseri de İslâm ülkelerinde fazlasıyla yaygın durumda bulun­maktadır. Kitâb'ül Arâis fi Kısas'il-Enbiyâ ismini taşıyan bu kitabı Muhammed Âmir İbn Abdullah el-Ya'kûbî tarafından Kazan türkçesine çevirilerek basılmıştır.

Müellif tefsirinin giriş kısmında tâkîb ettiği metodla ilgili bilgiler vermekte; di­nin esâsı ve şer'î ilimlerin başı sayılan tefsîr ilmi ile küçük yaşından beri ilgilendiği­ni, bu vesîle ile bilginlerin yanma gittiğini ve nice geceler sabahlara kadar çalıştığını, neticede Allah Teâlâ'nın kendisine hakkı bâtıldan, değerliyi, değersizden ayırdetme imkânını lütfettiğini belirtmektedir. Ona göre; Kur'ân tefsîriyle ilgili eser yazanlar muhtelif fırkalara mensûb kişilerdir. Bir kısmı bid'ad ve hevâ ehline mensûb olan fırkalara aittir ki, Cübbâîve Rummânî'nin tefsirleri böyledir. Bir kısım müfessirler de güzel tefsîr tasnîf etmiş olmalarına rağmen, tefsirlerine geçmişlerin sözlerinden, bid'atçılann uydurmalarından birçok şeyler karıştırmışlardır. Müellife göre; Ebu Be­kir el-Kaffâl bunlardan birisidir. Bir başka grup ise, dirayet ve eleştiri metoduna başvurmaksızın sadece rivayetlerle yetinmiştir ki Ebu Ya'kûb İshâk Ibn lbrâhîm el-Hanzalî bunlardandır. Bir diğer grup da rivayetin direği ve rüknü sayılan isnadı atarak defterden nakledip akıllarına geldiği gibi yazılar yazmışlardır. Bir diğer grup ise güzel eserler tasnîf etmiş olmalarına rağmen birçok rivayetlerle kitâblarını uzatıp git­mişlerdir. İbn Cerîr Taberî bunlardan birisidir.

Bir başka grup tefsîrci de, ahkâmı helâl ve haramı belirtmeksizin tefsîr yazmış­lardır. Ancak bunlardan hiç birisi güvenilir, dedi toplu ve tâm bir tefsîr değildir. Ama halkın Kur'ân tefsirine ihtiyâcı çok fazladır. Bu sebeple kendisi şümullü, öz, anlaşılır, düzenli yüzlerce kitâbtan çıkarılmış ve birleştirilmiş bir tefsîr kitabı yaz­mayı düşündüğünü ve bu hususta Allah Teâlâ'dan hayır dilediğinde bulunmak üze­re istihareye yattığını belirtir. Üçyüzün üzerinde üstâddan bilgi aldığını, notlar tuttuğunu, yüz kitabı aşkın kaynaktan istifâde ederek eserini yazdığını belirtmekte­dir. Kitabın başında, Sa'lebî, seleften tefsîr rivayet ettiği kişilerin isnâdlannı zikret­mekte, sonra tefsîrinde bu isnâdları tekrarlamamaktadır.

Sa'lebî; bir yandan, seleften gelen rivayetlere dayalı olarak tefsirini kaleme alır­ken, zaman zaman gramer mes'elelerine dalmakta, lügat bakımından kelimeleri açık­lamakta Arap şiirinden delillerle şâhidler getirmektedir. Ahkâm âyetleri konusunda muhtelif görüşleri ve delilleri zikrederek fıkhî hükümlere dâir geniş bilgiler ver­mektedir.

Sa'lebî'nin tefsiri, haklı bir şöhrete sahib olmakla beraber birtakım zayıf kavil­ler ve kıssalar da yer almaktadır. Özellikle Sûdî es-Sağîr vasıtasıyla İbn Abbâs'tan naklettiği rivayetler pekçok kişi tarafından tenkîd edilmiştir. Isrâiliyât haberlerini naklederken, son derece garîb haberleri müteakiben dahi herhangi bir açıklama yap­mamaktadır. Nitekim peygamber kıssalarını ihtiva eden Kısas'ül-Enbiyâ*sı da isrâi-Iiyât ile doludur. Kur'ân'ın ve sûrelerin fazîletine dâir naklettiği hadîsler çoğunlukla mevzû'dur. Özellikle her sûrenin sonunda Übeyy İbn Kâ'b'dan naklettiği o sûrenin fazîletine dâir rivayetleri mevzudur. Şîa arasında yaygın olan rivayetleri de tenkîd-siz olarak kaydetmektedir. Bu sebeple ibn Teymiyye onun tefsîrinde sahih, zayıf ve mevzu' herşeyin derlenip toparlanmış olduğunu İfâde edecektir. Hattâ Kettânî de er-Risâlet'üI-Müstatrefe isimli kitabında Vâhidî'den sözederken; ne onun, ne de şeyhi Sa'lebî'nin hadîste derinlikleri vardır, her ikisinin tefsîrinde de bâtıl kıssalar ve mevzu' hadîsler yeralmaktadır (A.g.e., 9) diyerek ağır biçimde eleştirmektedir.

İbn Hallikân'ın İfâdesine göre; Ebu'l-Kâsim el-Kuşeyrî şöyle demiştir: Yüce Rab-bı rü'yâmda gördüm. O, benimle konuşuyor, ben de O'nunla konuşuyordum. Bu esnada adı yüce olan Rab dedi ki: Salih kişi geldi. Döndüm bir de baktım ki gelen; Ahmed el-Sa'lebî dir. (İbn Hallikân, Vcfeyât'ül-A'yân, I, 80) (Daha geniş bilgi için bkz. ZehebîSiyerü Â'lâmîn-Nübelâ, XI, 96; Esnevî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, 57; Safe-dî, el-Vâfî, VI, 131; İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, I, 79-80; Yakut, Mu'cem'ül-Üdebâ, V, 26-38; Kıftî İnbâh, I, 119-120; İbn Kesir, el-Bidâye XIII, 40; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 5; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 46; İbn'ül-İmâd, Şezerât'üz-Zeheb, III, 230-231; İslâm Ansiklopedisi, Sa'lebİ Maddesi; Brockelmann, G.A.L., I, 350-351; Suppl, I, 592; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfcssirûn, I, 227-234.[4]

 

5- Bagavî (öl. 516/1122) Maâlim'üt-Tenzîl

 

Ebu Muhammed Hüseyin İbn Mes'ûd İbn Muhammed, Ferrâ ve beğavî diye meşhur olan bu büyük Şafiî fakîhi, Muhyî's-Sünne ve Rükncddîn unvanlarını da taşıyordu. Horasan'da Merv ile Herât arasında bulunan Bağşûr'da doğmuş, Merv er-Rûz'da kadı Ebu Ali Hüseyin İbn Muhammed İbn Ahmed el-Merverrûzî'nin yamnda fıkıh Öğrenimi görmüş ve vefatına değin de burada yaşamıştır. Seksen yaşını geçkin olarak Şevval 516 Şubat 1122 veya 510/1117'de ölmüştür. Şafiî fıkhında de­rin bilgi sahibi olan imâmBağavî'nin derslerini dâima abdestli olarak verdiği ve ku­ru ekmekle yetindiği, bilâhare ekmekle birlikte zeytinyağı yediği kaynaklarca belirtilir. Kabri Telekanî kabristanında üstadı Kadı Hüseyin'in yanındadır. İbn'ül-Ferrâ diye de bilinen beğavî üstadı Kadı Hüseyin'den hadîs dinlediği gibi Ebu Ömer Abdül Vâ-hid, Ebu'l Hasen ed-Dâvûdî, Ebu Bekr Ya'kûb İbn Ahmed es-Sayr'fi, EbuM-Hasen AH ibn Yûsuf et-Cüveynî, EbuM-FadI Ziyâd İbn Muhammed el-Hanefî, Ahmed Ibn Ebu Nasr el-Kûfânî, Hasan İbn Muhammed el-Menî'i, Ebu Bekir Muhammed İbn Heysem et-Türbî, Ebu'l-Hasan Muhammed İbn Muhammed eş-Şeyrezî gibi zevat­tan da hadîs dinlemiştir. Ebu Mansûr Muhammed tbn Es'ad el-Attarî, Ebu'l-Futûh Muhammed İbn Muhammed et-Tâi ve Fadlullah tbn Muhammed gibi kişiler de ken­disinden rivayet nakletmişlerdir. (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 158)

Eserleri arasında az sonra değerlendirmeye çalışacağımız tefsirinden ayrı ola­rak, Mesâbîh'üs-Sünne, Şerh'üs-Sünne adındaki hadîse dâir iki eseri çok şöhret bul­muştur. Belli başlı yedi hadîs kitabından derlediği bu mecmuayı Buhârî ve Müslim'den aldığı Sahîh, sünen kitaplarından aldığı hasen ve nihayet zayıf ve garîb hadîslerden oluşan üç bölüm halinde derlemiştir. Mesâhîh'üs-Sünne'nin onyediye yakın şerhi bulunmaktadır. Ayrıca birçok kerre de ihtisarı yapılmıştır.

et-Tehzîb fi'1-Fürû' isimli eseri fıkıhla ilgili olup özet halindedir. Hocasının fet­valarını derlediği Fetâvâ isimli bir kitabı Tirmizî'nin el-Câmi' isimli hadîs kitabının şerhi ve el-Mu'cem isimli bir eseri bulunduğu kaynaklarca İfâde edilmektedir.

Mealim'üt-Tenzîl adını taşıyan tefsîri, Mesâbîh'üs-Sünne'nin yanıstra ona haklı bir şöhret kazandıran büyük eserdir. Ünlü müfessir Hâzİn'in ifâdesine göre; bu tef­sir, konusunda te'lîf edilmiş eserlerin en değerlisi ve en yücesidir. Sahîh rivayetleri câmî, şüphe, atlama ve tebdilden ârî, hadîslerle süslenmiş, şer'î hükümlerle bezen­miş, garîb kıssalar ve geçmiş Haberlerle zenginleştirilmiş bir tefsîrdir. Nitekim İbn Teymiyye de UsûPüt-Tefsir Mukaddimesinde Bcğavî'nin tefsirinin her türlü uydurma görüşlerden ve mevzu' hadîslerden korunmuş olduğunu belirtir. (Mukaddime fi Usul'it-Tefsîr, 19) kendisine kitâb ve sünnete en yakın tefsîrin Zemahşeri'nin Kur-tubî'nin, Bağavî'nin tefsîri mi? veya daha başkası mı? olduğu sorulduğunda Ibn Tey­miyye şöyle cevâb verir: Sorulan üç tefsîr arasında; bİd'attan ve zayıf hadîslerden ençok salim bulunanı Beğavî'nin tefsiridir. (Ibn Teymiyye, Fetâvâ, II, 193) Ancak el-Kettânîbu tefsirde zayıf veya mevzu' olduğuna hüküm verilebilecek birtakım ifâ­deler ve hikâyelerin yer aldığını belirtir. (er-Risâlet'üI-Müstatrefe, 58) Ömer Nasûhî Bilmen bu tefsirle ilgili olarak şöyle der: Bağavî'nin tefsîri, rivayet tarîkma müste-nid, mutavassıt bir haldedir. Birçok ehâdîs-i şerîfeyi muhtevidir. Ashâb-ı Kirâm1-dan, Tabiînden ve Tabiîne tâbi olan zâtlardan tefsire dâir rivayet edilen akvâli cami bulunmaktadır. Bununla beraber Isrâiliyât kabilinden olan bir kısım tarihî malû­matı da hâvidir. Bunlar; dinî bir mâhiyyeti hâiz ahkâmdan gayrı ma'dûd olduğun­dan bir tenkîd ve tedkîke tâbi tutulmaksızın bazı tefsirlere böyle derece ile gelmiştir. Bu kabîl rivayetler bir tedkîk haddesinden geçirilmeden tefsirlere dercedilmemiş ol­saydı elbette daha isabet edilmiş olurdu." (Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 462)

Bağavî öz ve anlaşılır bir ifâde ile kaleme aldığı tefsirinde senedini zikrrtmeden Selef-i Sâlihînden birçok rivayetleri nakleder. Ancak tefsirin mukaddimesinde rivayet naklettiği kimselerle ilgili senedini kaydeder. Ayrıca hadîs ilminde derin bir vukufu bulunduğu için Resülullah'a İsnâd edilen hadîslerin sıhhatini araştırır, mün-ker hadîsleri ve tefsirle alâkası bulunmayan rivayetleri reddeder. Tefsirin mukaddi­mesinde der ki: Kitabın içerisinde Resûlullah'tan zikrettiğim hadîslere gelince; bu, âyete uyan veya rüknü açıklayan bir rivayet şeklindedir. Çünkü kitabın açıklanma­sı sünnetten beklenir ve şeriatın dönüp dolaştığı dinî emirlerin üzerinde toplandığı husus, bu açıklamaya bağlıdır. Bu zikrettiğim hadîsler, hadîs imamlarından ve ha­fızlardan dinlenen kitâblardan alınmadır. Ben, tefsire uygun düşmeyen münker ri­vayetleri zikirden kaçındım.

Diğer taraftan Bağavî bir çok müfessirin sözkonusu ettiği îrâb" bahislerine, be-lâğatla ilgili nüktelere ve tefsîrle alâkası bulunmayan bilimlere dâir açıklamalardan kaçınır. Ancak mânânın açıklanmasının İcâbettiği yerde gramer san'atına başvurur. Fakat bu hususta da çekingen davranır. Zaman zaman isrâiliyâttan haberleri nakle­der, ve bunlarla ilgili notlar düşmez, tenkîd yapmaz. Naklettiği rivayetlerden sonra sahîh veya zayîf diye kanâat belirtmediği gibi, kendi tercihini de açıklamaz. (Daha geniş bilgi için bkz. Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII, 193; Zehebî, Tezkİret'ül-Huffâz, IV, 1257; Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, IV, 214-217; îbn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, IV, 48; Ibn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 136, Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 12; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 1,157-159; C. Brockelmann, G.A.L., (Arapça çev., 6, 234-244); Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 461-462, Ze­hebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, I, 234-238; İslâm Ansiklopedisi, Bağavî maddesi)...[5]

 

6- İbnü'l-Cevzî (öl. 597/1200) Zâd'iil-Mesîr

 

Ebu'l-Ferec veya Ebu'l-Fedâİl Cemâlüddîn Abdurrahmân Ibn AH İbn Muham-med el-Bağdâdî. Yaklaşık 510 (1116) yılında Bağdâd'ta doğmuştur. Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'ın soyundan gelen İbn'ül-Cevzî'nin büyük dedesi Vâsıt halkındandır. Vâ­sıfta yalnız onun büyük dedesinin evinde ceviz ağacı bulunduğu için, kendisine Cevzî nisbesi verilmiş ve çocukları da bu nisbeyle anılmışlardır. İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Kâsım İbn Hüseyin'den, Ali Ibn Abdülvâhid ed-Dîneverî'den, Ebu Ali el-Bârî'den ve Ebu öâlib Muhammed Hasan er-Mâverdî'den, ilim tahsil etmiş, muhtelif seyâhatlarda bulunmuş.sonunda Bağdâd'a yerleşmiştir. Kendisinin, oğlu Ebu'I-Kâsım'a nasihat maksadıyla yazdığı ve kendi hayatından bölümler de ihtiva eden küçük bir risale­sinde; hayatını kazanmak için devlet adamlarının gözüne girmeye çalışmadığını bil­dirmektedir. Onun ömrü; sayısı üçyüzü aşan eserlerini yazmak, kitâb istinsah etmek ve vaaz vermekle geçmiştir. Hattâ menkıbeye göre; istinsah ettiği eserlerin mîkdârı hayatının günlerine bölündüğünde, her güne dokuz sayfa isabet etmiştir. Bir riva­yete göre de hadîs yazmak için kullandığı kalemleri yontarken yontuları toplamış, ölünce yıkanacağı suyun bu kalem kırpıntılanyla yakılmasını tavsiye etmiş ve vasi­yeti yerine getirildiğinde gerçekten yazdığı kalemlerin yontulmasından oluşan parça­larla cenazesinin suyu ısıtılmıştır. Aynı zamanda hayatını sürekli vaazla da geçirmiş olan İbn'ül-Cevzî, bu sebeple Abdülvahhâb el-Hanbelî adında garazkâr bir şahsın fitlemesi sonucu vezîr İbnü'I-Kassâb tarafından Vâsıt'a sürgün etmiş ve bir evde göz hapsinde tutmuştur.

Hanbelî mezhebine mensûb olan İbnü'l-Cevzî hadîslerle yakından ilgilenmiş ve zayıf hadîsleri eleştirmeye tâbi tutmuş ve Gâzzâlî'nin İhyâ'ü Ülûm'id-Dîn isimli esermdeki zayıf gördüğü hadîsleri ayıklayarak bir ayrı nüsha çıkarmıştır. Ancak Han-belî mezhebine körü körüne bağlı olmadığını gösteren bir tarzda bu mezhebin görüşlerini de eleştirmekten çekinmemiştir. Hattâ bu mezhebin mücessime mezhebi haline gelmesine sebep olanlardan şikâyetlenmiş, müteşâbih âyetlerin te*vîl edilmesi gerektiğini, aklı ihmâl etmenin doğru olmayacağını söylemiştir. >

Eserlerinin sayısından da anlaşılacağı gibi, çok fazla yazan.Îbn'ül-Cevzî tefsir, hadîs ve tarih konusunda mütehassıs idî. Cok yazmasından dolayı Zehebî tarafın­dan eleştirilmiştir. Abdülğanî öğrencileri arasında Îbnü*s-Sâhib Yahya, Hafız Abdül-ğanî İbnü'z-Zeynebî, tnü'n-Neccâr gibi zevat bulunmaktadır.

Başta Zâd'ül-Mesîr isimli tefsîri olmak Üzere Selçukluların kuruluş dönemiyle ilgili önemli bilgiler ihtiva eden ve başlangıcı Taberî'nin ünlü tarihinin özetinden oluşan el-Muntazam fi Tarih'il-Ümem isimli eseri, Ebu Nuaym el-Isfahânî'nin Hilyct'ül-Evliyâ'sımn tenkîdli bir özetinden meydana gelen Sıfat'üs-Safve isimli eseri, bid'at ve hurafelerle iHli Telbîs'ü İblîs isimli eseri, aklın mâhiyetini anlatan Kİtâb'ül-Ezkiyâ'sı, Kuran ve hadîs ezberlemeyi teşvîk eden Kitâb'ül-Hiss alâ Hıfzı*l-llim ve Zikrü Kibâr'il-Huffâz isimli eseri, ahmaklardan ve ahmaklıktan sözeden ünlü Kiuıb'ül-Hamkâ' ve' 1-Muğaffilîn isimli eseri, mevzu hadîslerle alâkalı el-Mevzûât'üI-Kübrâ min'el-Ehâdîs'il-Merfû'a, aşkı aşktan kurtulmayı anlatan ZemnTül-Hevâ, dinî hikâyelerden oluşan Kitâb'ül-Kussâs ve'1-Müzekkirîn, hutbelerini cami olan Kitâbü Aceb'ül-Hitab, mev'izelerini ihtiva eden Kitâb'ül-Yâkûte, bitki ve hayvanların di­liyle öğütler ihtiva eden en-Nutk'ül-Mefhûm min ehl'ü-Samt'i ve'1-Ma'lûm, Hz. Pey­gamberin fazîletlerinden sözeden el-Vefa bi Fadâi'l-Mustafâ, Hz. Ömer'den ve Ömer İbn Abdülazîz'in hayatından bahseden Siret'ül-Ömereyn, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Ömer İbn Abdülazîz ve[ İmâm! Şafiî'nin menkıbelerinden bahseden risaleleri baş­lıca eserleri arasında bulunmaktadır. Muvaffak'üd dîn Abdüllatîf onun hakkında şöyle demektedir; Îbn'ül-Cevzî, zamanından hiçbir şeyi yitirmezdi. Günde dört def­ter dolusu yazardı. Yazdıkları yıl boyu 50-60 cildi bulurdu. Onun her ilme iştiraki vardır, ancak tefsirde seçkinlerdendir. Hadîste hafızlardan, tarihte geniş bİîgi sâ-hiblerindendir. Ayrıca yeterli fikhî bilgisi de bulunmaktadır. (Nakleden Meni' Ab-dülhalîm Mahmûd, Menahic'ül-Müfessirîn, 118)

Zâd'ül-Mesîr fi't-Tefsîr adını taşıyan tefsîri rivayet tarzında yazılmış olan an­cak dirayet türünden bilgiler de ihtiva eden önemli bir tefsirdir. Bu tefsîrinde maânî ve beyân ilimlerine önem vermiş olan İbnü'l-Cevzî bu ikili ilim olmaksızın Kur'ân-ı Kerîm'in gerçek tefsirinin yapılamayacağını belirtmiştir. Tefsîrinin önsözünde şöy­le demektedir: Kur'ân-ı Azîz, ilimlerin en değerlisi olduğundan onun anlamlarının anlaşılması da anlayışların en yeterlisidir. Çünkü bilimin şerefi, bilinenin şerefine bağlıdır. Doğrusu ben, tefsîr kitâblarının hepsine baktım ve bunların bir kısmının ezberleyicinin ümîdsizliğe düşeceği büyük eserlerle istenen her faydanın elde edile­mediği küçük eserlerden oluştuklarını gördüm. Orta boyda olanların da düzeni yok, faydası azdı. Kimilerinde ise müşkil lafızlar ihmâl edilmiş, garîb ifâdelerin dışında kalanlar açıklanmıştı. İşte ben, sana derin bilgileri ihtiva eden ancak ve kolay ve özet olan bu tefsîri getirdim ve ona tefsîr ilminde yolculuk azığı (Zâd'ül-Mesîr fî ilm'it-Tefsîr) adını verdim. (Zâd'ül-Mesîr, önsöz) Bundan sonra tefsîr ilminin fazi­letinden, tefsîr ve te'vîl kelimelerinin farklı anlamlarından, Kur'ân'ın nüzul süre­sinden, nazil olan ilk ve son âyetlerden bahseden tefsîr metodolojisiyle ilgili ma'lûmât vermektedir. Bir rivayet tefsîri olan Zâd'ül-Mesîr'den, Ibn Kesîr'e eklediğimiz izah­lar kısmında yer vermediğimiz için örnek olmak üzere bir âyetin tefsirini burada nakletmeye çalışalım:

"O, hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse pek çok hayır verilmiş­tir. Ancak akıl sahipleri ibret alabilir." (Bakara, 269)

Allah Teâlâ'nın burada kasdettiği "hikmet"ten, onbir mânâ anlaşılabilir:

1- Buradaki hikmetten maksad; Kur'ân'dır. Ibn Mes'ûd, Mücâhîd, Dahhâk, Mukâtil ve başkaları böyle demişlerdir.

2- Hikmetten maksad; Kur'ân'ın nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşâbi-hİni başını ve sonunu ve buna benzer konuları bilmektir. Bunu Ali îbn Ebu Talha, Abdullah Ibn Abbâs'tan nakletmiştir.

3- Hikmetten maksad; nübüvvettir. Bunu Ebu Salih Ibn Abbâs'tan nakletmiştir.

4- Hikmetten maksad; Kur'ân-ı anlamaktır. Bunu Ebû'I-Âliye, Katâde ve İb-râhîm demişlerdir.

5- Hikmetten maksad; İlim ve fıkıhtır. Bunu Leys, Mücâhid'den rivayet eder.

6-  Hikmetten maksad; sözde isabettir. Bunu İbn Ebu Necîh, Mücâhid'den nakleder.

7- Hikmetten maksad Allah'ın dininde verâ ve takva sahibi olmaktır. Hasan böyle der.

8- Hikmetten maksad; Allah'tan korkmaktır. Rebî' Ibn Enes böyle demiştir.

9-  Hikmetten maksad; dinde akıl sahibi olmaktır. Ibn Zeyd böyle demiştir.

10-  Hikmetten maksad; anlayıştır. Şûreyk böyie demiştir.

11- Hikmetten maksad; ilim ve ameldir. Kişi ancak bu ikisini cem'ettiği zaman hakîm adım alır. Ibn Kuteybe böyle demiştir.

Biz, hikmetten sözederken bu muhtelif görüşlerin arasını birleştirerek bu husu­sa şöylece işaret etmek istiyoruz: Hikmet kelimesi; Arap dilinde, şiirinde ve Kur'ân-ı Kerîm ile peygamberin hadîslerinde çokça vârid olmuştur. Bu kelime İslâm bilgin­lerinin katında ve Arap dilinde; birkaç anlama kullanılır ki el-Bahr'üI-Muhît (tefsi­rinin) sahibi bundan yirmidokuz görüşü zikretmiştir. Bu anlamlardan birisi; sözde ve fiilde isabettir. Diğeri anlayış, diğeri yazma, bir başkası da din ve dünyanın ıslâhı anlamlarıdır. el-Bahr'ül-Muhît tefsirinin sahibinin belirttiğine göre; Süddî'nin de­diklerinin dışında bu kelimeye verilen anlamlar birbirine yakındır. Süddî ise hikmet kelimesini tefsîr ederken şöyle der: Bu, nübüvvettir. Ancak bu görüş yalnızca Süd-dî'ye âit değildir, çünkü Ebu Salih'in rivayetine göre; Abdullah Ibn Abbâs da bu görüşü söylemiştir. Hikmet kelimesinin anlamı hususunda uygun bir söz de onun Ledünn ilmi olduğu, ya da ilhamın gelmesi için sırlardan soyunmak anlamına geldi­ği sözüdür. Gerçekte bu kelimenin anlamları tabiî olarak iki kısma ayrılmaktadır:

a) Davranışta beliren anlamlar. Bu da görüşte doğruluk, düşüncede dengelilik ve davranışta en doğru istikâmete yönelmek gibi anlamlardır.

b) ikincisi de ilham ve yücelme cephesidir ki bu; mes'elenin derûnî ve iç cephe­sini oluşturmaktadır. Bu ilhama eren kişi, öğrencilerinden veya sohbet halkasında bulunanlardan seçtiği kimselere onu öğretip telkin eder.

Her iki anlam da birbiriyle çelişmez. Bazan her ikisi birlikte uyum ve ahenkle mevcûd-olurken, bazan da yalnızca birinci anlam mevcûd olur Ama şurası kuşku götürmez ki; birinci anlam bulunmadan ikinci anlam bulunamaz. Binâenaleyh ilha­ma ermiş olan kişi, aynı zamanda görüşü sağlam, düşüncesi dengeli bir kimsedir ve o hem bâtınî, hem de zahirî yönden Hakîm kişidir. İşte İslâm bilginleri hikmet kelimesini Kur'ân'ın birçok âyetinde bu iki anlamda tefsir etmişlerdir." (İbn'ül-Cevzî, Zâd'ül-Mesîr, Bakara, 269. âyetin tefsîri)

(Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî. Tezkiret'ül-Huffâz, VI, 131-136; lbn Tağrı-berdî, en-Nücüm'üz-Zâhire, VI, 174-176; Ebu Şâme, ez-Zeyl Ala'r-Ravdateyn, 21-28; Suyûtî, (Tabakât'ül-Müfessirîn, 17; Yâfîî, Mir'âfül-Cinân, III. 489^492; Ebu'l-Fidna, el-Muhtasar fi Ahbar'il-Bcşer, III, 106; İbn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, IV, 329-331; lbn'ül-Esîr, el-Kâmil, XI, 67; İslâm Ansiklopedisi, ibnüM-Cevzî maddesi ve ayrıca Brockelmann, G.A.L., I, 499-508; Suppl, II, 914-920)[6]

 

7- Kurlubî (öl. 671/1272) el-Câmi'iı li Ahkâm1 H-Kur'an;

 

Ebu Abdullah Şemsüddîn Muhammed lbn Ahmed lbn Ebu Bekr el-Ansârî el-Hazrecî. Doğum yılı kesin olarak bilinmeyen ve hayatı hakkında kaynaklarda fazlaca bilgi bulunmayan Kurtubî*nin babasının 627 (1229) yılında Kastilyalılar ta­rafından Kurtuba üzerine vâki bir saldırı esnasında öldürüldüğünü kendisi tefsirin­de (Âl-i İmrân, 169) açıklamaktadır. Bu dönemde Kurtuba'da hâkim olan Muhammed lbn Yûsuf lbn Hûd idi. Endülüs'te Benû Hûd hanedanının hâkimiyeti altında yetişmiş olan Kurtubî, lbn Ebu Hâcce diye bilinen Ebu Ca'fer Ahmed ve Rebî lbn Abdurrahmân'dan dersler almış, Endülüs'te çok yaygın olan Kur'ân, fı­kıh, Arap edebiyatı ve tefsir gibi dinî ilimleri okuduktan sonra» ispanyolların Kur­tuba ve çevresini işgali üzerine (633/1235) yılında doğduğu yer olan Kurtuba'yı terketmiştir. Endülüs'ün muhtelif kentlerinde bulunduktan sonra (bkz., Mahmüd. el-Kasbî, el-Kurtubî ve Menhecuhu fi't-Tefsîr, 18-21) 648 (1250) yılından Önce İs­kenderiye'ye gelip yerleşmiştir. Ancak kesin olarak ne zaman geldiği bilinmemekte­dir. Burada Ebu Muhammed Abdü'I-Vahhâb,dan dersler aldığı kaynaklarca ifâde edildiğinden ve bu zâtın da 648 (1250) yılında vefat ettiği bilindiğinden, adıgeçen tarihten önce İskenderiye'ye yerleşmiş olduğu sanılmaktadır. Bir süre İskenderiye'­de kaldıktan sonra Bcnû Hudayb (Aşağı Mısır'da Minye yakınlarında bir yer)'a git­miş ve vefatına kadar burada kalmıştır. Şevval ayının 9. Pazartesi gecesi 671 (1272) yılında burada vefat etmiş ve Minye'de NîPin doğu yakasına gömülmüştür. Halen burada onun adına bir türbe bulunmaktadır. Kurtubî İbn'ûl-Cümeyzî, Ebu'l-Abbâs Ahmed lbn Ömer el-Kurtubî ve Ebu Ali Hasan lbn Muhammed el-Bekrî'den riva­yet nakletmiş ve oğlu Şihâbüddîn Ahmed de kendisinden rivayet aktarmıştır. Zehe­bî, onun dikkatli ilimlerde mütebahhir bir imâm olduğunu, faydalı tasniflerinin .bulunduğunu ve bu eserlerinin onun imamlığına, mütâlasının çokluğuna fazîletinin bolluğuna delâlet ettiğini bildirir. (Davûdî,    Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 66)

Kurtubî'nin eserlerinin şüphesiz ki en önemlisi el-Câmi'üjlİ Ahkâm'ü-Kur'ân ve -Mübeyyin* Lima Tadammenehu min'es-Sünnet'i ve Ahkâm'il-Furkân isimli 12 cilt­lik tefsiridir. Bundan başka et-Tezkire fi Ahvâli'l-Mevtâ ve Ûmûr'il-Âhire isimli va'z ve nasîhat sahasında çok yaygın olan bir eseri bulunmaktadır. Abdülvehhâb eş-Şa'rânî'nİn (öl. 937/1530) bu esere bir özet yazdığı bilinndan başka

el-Esna fi Şerhi Esmâi'llâhi'l-Hüsnâ Allah'ın yüce isimil'lâm isimli hıristiyanhğa karşı İslam'ın üstünlüğünü

1-Hırs isimli kanâat ve zühdü teşvik eden bir eseri, Risale fi Elfaz'il-Hadîs. el-Akdİye ve el-Misbâh isimli eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca tbn Abdü'I-Berr'in et-Tekassî isimli eserine yazmış olduğu şerhi de onun meşhur kitâblan arasında bulunmaktadır. Eserlerin­de sözünü ettiği imâm Mâlik'in el Muvatta' isimli eserine yazmış olduğu şerh ile el-Lüma* el-Lü'Iüİyye isimli kitâbları günümüze kadar ulaşabilmiş değildir. (Mah-mûd el-Kasvî, A.g.e., 45-50)

Mâliki fakîhlerinden olan bu büyük müfessir, tefsirinde rivayet tarîklerine faz­lasıyla itinâ göstermiş ve dirayet konusunda da görüşlere yer vermiştir. Tefsirin ba­şında Kur'ân'ın faziletleri ve i'câzı konusunu anlatan bir mukaddime yer almaktadır. Kurtubî, tefsirinde Ebu Ca'fer en-Nahhâs'ın I'râb'ül-Kur'ân'ından keza aynı mü­ellifin Maânî'l-Kur'ân'ından, Ebu'l-Abbâs Ahmed İbn Ammâr'ın el-CâmiuI Ulûm'it-Tenzîl isimli eserinden, Ebu'l-Hasan AH Ibn Muhammed el-Mâverdî'nın tefsirin­den, Ebu Bekir Muhammed Ibn Hasan en-Nekkâş'ın Şifa'üs-Sudûr isimli tefsirin­den, Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhammed el-Kiyâ'nın Ahkâm'ül-Kur'ân isimli tefsirinden, Kadı Ebu Bekir İbn'ül Arabi'nin Ahkâm'ül-Kur'ân isimli tefsirinden, Mekkî İbn Ebu Tâlib'in el-Hidâye isimli tefsirinden ve Müşkilü I'râb'ül-Kur'ân'ından yararlandığı gibi muhtelif kırâet kitâblarından da yararlanmıştır. Tefsir rivayetle­rinde birçok hadîs imamından nakillere yer veren Kurtubî, çeşitli görüşler arasında mukayeseler yaparak tercih ettiği görüşleri belirtmeye itinâ göstermektedir. Muhte­lif Kırâetlerle ilgili açıklamalar da sunmaya çalışan Kurtubî, kabul edilen ve edilme­yen kırâet farklılıklarını kritik yapmadan geçmez. Ve yine bu tefsirin en önemli özelliklerinden birisi de, gramere, sarf ve nahiv kaidelerine yer vermesi, Kur'ân'm belâğatini ortaya çıkarmak için Arap edebiyatının klasiklerinden deliller getirmesi, fıkıh ve usûlüne dâir bilgileri aktarması, işârî tefsirlere ve delilsiz te'vîllere yer ver­memesi gösterilebilir. Tefsirinin adından da anlaşılabileceği gibi, kendisi Mâliki olan Kurtubî, İmâm Mâlik mezhebine göre âyetleri tefsir ederken, zaman zaman karşı­laştırma yollarına da başvurmaktadır. Bu vesîle ile diğer mezheplerin görüşlerini de açıklamaktan kaçınmaz. Hadîsleri naklederken rivayet silsilelerini aktaran Kurtu­bî, zayıf ve sahîh hadîsler hakkında bilgiler vermekten kaçınmaz. Ancak yine de tefsirinde zayıf ve mevzu' hadîslere yer verdiği görülmektedir. Buna bağlı olarak Isrâiliyâtı benimsemeyen Kurtubî, bunları naklettikten sonra kritik yapmaktan çe­kinmez. Ne var ki Kurtubî'nİn tefsirinde pek çok İsrâiliyât yer almaktadır. Tefsiri kendinden sonraki bilginler tarafından büyük bir dikkatle incelenmiş ve hakîkaten etkili olmuştur.

(Daha geniş bilgi için bkz. Dâvûdî Taba kât 'ül-Müfessİrîn, II, 65-66; IbnFer-hûn ed-Dîbâc'ül-Müzehheb, 317; İbn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, V, 335; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessİrîn, 28, el-Mukrî, Nefhüt-Tîb, II, 110; Bağdâdlı Ismâîl Paşa, Hediyyet'ül-Ârifin, II, 129; Safedî el-Vâfî bi'I-Vefeyât, II, 122; Mahmûd el-Kasvî, el-Kurtubî, ve Menhecuhu fi't-Tefsîr;.Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 457-464)[7]

 

8- Ibn Kesîr, (öl. 774/1373): Tefsîr'ül Kur'fin'il Azîm

 

İmâdüddîn Ebu'1-Fidâ Ismâîl İbn Ömer Ibn Kesîr İbn Dâvûd Ibn Kesîr ed-Dımeşkî el-Kureyşî, hicri 701 yılında (1301) Şâm yakınlarında bulunan Büsrâ'ya bağlı Mücdel veya Mecdel köyünde doğdu. Babasının vefatında üç veya dört yaşlarında bulunan İbn Kesîr, yedi yaşlarında Şam'a gelmiş Burhâneddin el-Fezarî, Kemaled-dîn İbn Kadı Şıhne, Kasım tbn Asâkİr, îshâk İbn Âmidî, Muhammed İbn Zinâd, Îbn'ür-Rabî've İbn Teymiyye gibi devrin ünlü bilginlerinden fıkıh, tefsir ve hadîs okumuştu. El-Mızzîn'in derslerine devam etmiş ve onun kızıyla evlenmiştir. Daha sonra Karâfî, DebİDÛsî, Ûrânî ve Huteni gibi bilginlerden İcazet almış, uzun yıllar Şam'ın meşhur medreselerinde dersler vermiş ve Hâcİbiyye medresesi müderrisi ol­muştur. Zehebî'nin vefatı üzerine, Ümmü Salih Meşihatı, Tabakât müellifi ünlü bilgin Sübkî'nın vefatı üzerine de Şam'ın meşhur Eşrefiyye Dâru'I-Hadîsi hocalığına ta­yın edilmiştir. Öğrencileri arasında ünlü hadîs bilgini Şehabeddîn İbn Hiccî, İbh Ha-cer, Hafız Ebu'l-Mahâsîn el-Hüseynî gibi devrin ünlü alimleri bulunmaktadır.

Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip bulunmadığımız bu büyük tefsîr ve hadîs bilgini, ömrünün sonlarına doğru gözlerini yitirmiş ve nihayet 374 (1373) yılı Şâ'-bân ayının 26 ncı Perşembe günü 74 yaşında iken Şam'da vefat etmiştir.

Tefsirden ayrı olarak kendi sahasında değerli birçok eser de te'lîf etmiş olan İbn Kesîr'İn eserlerinin sayısı onbeş civarındadır. Başta genel tarih niteliğinde olan el-Bidâye ve'n-Nihâye fi't-Tarîh isimli eseri gelir. Kâinatın yaratılışından müellifin hayatının sonlarına kadar geçen vak'aları anlatır. İbn Salâh'm Ulûm'ül-Hadîs isimli eserinin özetinden ibaret bulunan el-Bâis'ül-Hasîs Şerh Ihtisârû Ulûm'il-Hadİs, ha­dîs alanında değerli bir çalışmadır. Zayıf, bilinmeyen ve güvenilir râvîlerden sözet-tiği et-Tekmîl'i, Sünen ve müsnedlerin birleşmesinden meydana gelen el-Hedyü ve's-Sünen fi Ahadîsi'l-Mesânîd ve's-Sünen veya Câmi'üî-Mesânîd, hadîs alanında değerli bir çalışmadır. Zayıf, bilinmeyen ve güvenilir râvîlerden sözettiği et-Tekmu"i, Sünen ve müsnedlerin birleşmesinden meydana gelen el-Hedyü ve's-Sünen fi Ahadîsi'l- Mesânîd ve's-Sünen veya câmi'ül- mesânîd , hadîs alanında değerli, bir çalışmadır. Ehâdis'ût-Tevhîd ve'r-Red Ala'ş-Şirk tevhid ve şirk konusundaki ha­dîsleri ihtiva eder. Cihâdla ilgili el-İctihâd fi Taleb'i Fadail'il-Cihâd ve Şafiî fakîh-lerin hayatından sözeden Tabakat'üş-Şâfiîyye Şafiî fıkhından bahseden Edillet'ûl-Tenbîh fi Fıkh'iş-Şaşâfiyye, İmâm Şâfiînin menkıbelerinden sözeden Meneâkıb'ül-Imâm eş-Şâfiî, ahkâmla ilgili konuları anlatan el-Ahkâm Alâ Edület' i t-Tenbîh, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in müsned rivayetlerini toplayan Müsned'üş-Şeyhayn, ibn Hâcib'in bir eserinin özetinden ibaret olan Muhtasar'üi-Hâcib ve ta­mamlanmamış bulunan Buhârî şerhi onun değerli çalışmalarıdır. Ayrıca Kur'ân'ın faziletlerine dâir Fadâil'ül-Kur'fin isimli eseri tefsirinin mütemmimi gibidir.(Cild, 2, Sayfa 13)

Bu tefsirin başlangıcında belirttiğimiz gibi, İbn Kesir gerçek anlamda bir riva­yet tefsîri olan bu eserine dirayet tefsîrlerinden alıntılar da yapmış zaman zaman kendi görüşlerini de eklemiştir. Tefsirinde hadîs kritiği demek olan cerh ve ta*dil konusu­na yer verdiği gibi, tarihî malûmata da bir hayli bölüm tahsis etmektedir. İbn Kesîr, mücerred olarak rivayetleri nakletmekle yetinmeyip bunları değerlendirir ve en so­nunda kendi tercihini açıklar. Taberî tefsirinden sonra en geniş ve en meşhur olan bu tefsîr; TaberFnin tefsirinde bulunan pek çok zayıf rivayetlere yer vermemekte­dir. Rivayet ettiği kaynaklar arasında İbn Cerîr Taberî, İbn Ebu Hatim, İbn Atıyye gibi ünlü müfessirlerin eserleri yer almaktadır. Gerek fıkhî konularda mezhepler arası ihtilaflara, gerekse fikrî münakaşalara yer veren müellif, zaman zaman bunları mükâyeseli olarak kritik eder.

Tefsirin baştarafında îbn Kesîr hakkında detaylı bilgi vermiş olduğumuz için ve eseri de elimizde bulunduğundan daha fazla açıklamaya gerek duymuyor ve onun hakkında söylenenleri kaydederek konuyu tamamlamak istiyoruz.

Îbn Kesîr hakkında üstadı Zehebî, şöyle diyecektir: İmâm Müftî, derin hadîsçi, san'atkâr fakîh, dikkatli muhaddis, nakledici müfessir. Onun çok faydalı tasnifleri bulunmaktadır, öğrencisi Îbn Hacer de onun için şöyle diyecektir: Hadîs ilminin metinlerini ve ricalini mütâlâa ile meşgul olmuş, tefsiri cem'etmiş, ahkâmla ilgili ko­nuda büyük bîr kitaba başlamış ama tamamlayamamıştır. Başlangıç ve son (el-Bidâye* ve'n-Nihâye) adınt verdiği tarihi cem'etmiş, Şafiî tabakalıyla uğraşmış, Buhârî'nin şerhine başlamıştı... Te'Iîfleri daha hayatta iken ülkede yayılmış ve vefatından son­ra da halk ondan yararlanmıştır. Yüceleri elde etmek, üstün rivayeti engin rivayet­ten ayırd etmek ve daha benzer konularda hadîsçilerin yolundan gitmeyip fukahânın hadîsçilerinden olmuştu-.

lbn'ül îmâd el-Hanbelî de onun için Şezerât'üz-Zeheb fi Ahbari men Zeheb isimli eserinde şöyle der: O, hadîsleri çok iyi ortaya çıkarır, çok az unutur ve çok iyi anlardı. Îbn Habîb de onun için şöyle der: Te'vîl erbabının önderdir. Hadîs din­lemiş, derlemiş ve tasnif etmiştir... Fetva kağıtları ülkede uçuşmuş, zabt ve tahrîr konusunda şöhret bulmuştur. Tarihte, hadîste ve tefsîrde ilmî riyaset ona varıp dur­muştur.

öğrencileri arasında bulunan Îbn Hİccî onun hakkında şöyle der: Bizim ulaş­tıklarımız arasında;hadîs metinlerini en iyi hıfz eden, hadîs ve hadîs ricalini cerh ve hadîsin sahîhiyle zayıfını ayırdettne konusunu en iyi bilen odur. Gerek akranı gerekse şeyhleri onun bu durumunu kabul ederlerdi. Onun yanma çok sık gidip gel­diğim halde her seferinde mutlaka kendisinden yararlanmışımda.

Îbn Kesîr'le ilgili daha geniş bilgi için 2. cildde kaydedilen kaynaklara ilâve olarak bkz. Îbn Hacer, Inbâ, I, 39; el-Dürer'M-Kâmine, I, 399; İbn'ül Imâd el-Hanbelî, Şezerât'üz-Zeheb, VI, 231; Îbn KadîŞehbe, Tabâkât'üş-Şâfüyye, Vr. 90 b.; Suyûtî, Zeyl Tezkiretü'l-Huffâz, 57, 361; Îbn Tağrıberdî, en-Nücûm'Üz-Zâhire, XI, 123; Şevkânî, eI-Bedr*Üd-Tâli\ I, 153; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirin, I, 110; Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, I, 243)[8]

 

9- Seâlibi (öl. 876/1471): el-Cevahır'ül-Hisân fi Tefsîr'il-Kur'ân.

 

Ebu Zeyd Abdurrahmân Îbn Muhammed îbn Mahlûf es-Seâlibî el-Mağrîbî el-Mâlikî, Cezayirli bir bilgin olup burada 786 (1384) yılında dünyaya gelmiş, sekizin­ci yüzyılın sonlarına doğru Cezayir'den göç ederek ilim tahsil etmek üzere önce Be-caye'ye, sonra Tunus'a sonra da Mısır'a gitmiştir. Bizzat kendisinin hayatı hakkında verdiği bilgilere göre bilâhere tekrar Tunus'a gelmiş ve Tunus'ta iken hadîs ilminde kendisinden daha seçkin kimse yokmuş. "Ben konuştuğumda onlar susarlar ve be­nim kendilerine rivayet ettiğim şeyleri dinlerlerdi. Bu durumları onların tevâzuun-dan, insafından ve hakkı i'tirâf etmelerinden kaynaklanıyordu. Ben doğudan geldiğimde Mağriblilerden bazı kimseler bana şöyle demişlerdi: Sen, hadîs ilminde bir hârikasın,"       

Eserleri arasında Cevâhir'ül-Hİsân fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli tefsîri başta olmak üzere, ez-Zeheb'ül-lbrîz fi Gerâib'i Kur'ân'il-Azîz, Tuhfet'ül-Ihvân fi Prâbî Ba'dı âyâtı'l-Kur'ân, Câmi'ül-Ümmehati fi Ahkâmi' il-lbâdât gibi Kur'ân ve fıkha dâir esprlen bulunmaktadır 876/1471 yılında doksan yaşı civarında iken Cezayir'de ve­fat etmiştir.

Cevâhir'ül-Hisân İbn Atıyye tefsirinin muhtasarından ibaret olup ayrıca Seâli-bî diğer tefsirlerden derlediği bazı bilgileri bu tefsire eklemiştir. Eserin önsözünde kendisi şöyle demektedir: Ben, bu Özet tefsirde Allah'ın her iki dünyada benim ve senin gözünü aydın kılmasını dilediğim şeyleri kendim için derledim. İbn Atıyye tef­sirinin ihtiva ettiği mühim konuları Allah'a hamdederek bunun içinde topladım. Ay­rıca imamların kitabından ve ümmetin önderlerinden güvenilir olanların eserlerinden yaklaşık yüz eserden uygun gördüğümü veya tesbît etmek istediğimi kaydettim. Bu­rada kaydedilenlerin hepsi dinde şöhret bulmuş ve tahkik erbabı katında değer ka­zanmış olan imamların eserleridir. Müfessİrlerden kimden birşey naklettimse, müellifin üslûbunu olduğu gibi aktardım. Mânâ bakımından birşey nakletmedim. Çünkü hatâya düşmekten korktum. Sadece ibare ve lafızları onlardan olduğu gibi aktardım. Taberî'den naklettiğim şeyler Ebu Abdullah Muhammed İbn Abdullah en-Nahvî'nin Taberî tefsirinden özetlemiş olduğu kısımlardır. O, bu noktayı iyice değerlendirmeye özen gösterdiği için ben de ondan naklettim... Bu özet kitâbta müşkil bir lafızla karşılaşan kimse nakledilen ana kaynaklara-başvursun ve ordan o lafzı düzeltsin, yoksa kendi görüşü İle aklına gelen şekilde düzeltmeye kalkışmasın. Bu takdirde farkında olmadan hatâya düşebilir.

Sahîh ve hasen hadislerden, Buharı, Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin dışın­da naklettiğim hadîslerin çoğunluğu Nevevî'dendir. Terhîb ile âhirete dâir hadîsle­rin büyük bir kısmı Kurtubî'nin, Tezkire'sinden ve Abdü'l-Hakk'ın, el-Âkibe isimli eserindcndİr. Beğavî'nin Mesâbîh'i ile diğer kitâblardan da zaman zaman eklemeler yapmışımdır... Kısacası benim bu kitabım; hikmetlerin değerlileri ile süslü, sahîh ve hasen hadîs cevherleri ile bezelidir. Efendimiz Muhammed'den aktarılan rivayet­lerdir. Bu sebeple ona Kur'ân tefsiri konusunda güzel cevherler (el-Cevâhir'ül-Hisân) adını verdim.

Tefsirin sonunda da şu notu düşmektedir: Allah'a sonsuz hamd ile, bu kitaba değerli incileri dizdim. Elhamdülillah İbn Atıyye'nin önemli gördüklerini bu kitâb­ta topladım. Ve tekrarların bir çoğunu attım. Bunun dışında kendisinden kaçınıl­ması imkânı bulunmayan nefis ve değerli cevherleri ekledim. (Seâlibî, Cevâhir'ül-Hisân, IV, 454) Bu tefsir Cezayir'de dört cilt halinde basılmıştır. Ayrıca dünya kütüphanelerinde pek çok yazmaları bulunmaktadır. Herne kadar zaman za­man Isrâiliyâtla ilgili bilgilere yer verirse de müteakiben bunun doğru olmadığını veya doğruluğunu kestirmenin mümkün olamayacağını belirtir. (Daha geniş bilgi için bkz. Sahâvî Dav'ü'I-Lâmî'fi A'yân'il-Karn' it-Tâsi\ IV, 152; Ahmed Baba et Tünbekti, Neyl'Ül-lbtihâc bi Tetrîz Ganit. 173-175; et-Kettûnî, Fihris'ül-Fehûris, II, 131-132; Brockelmann, G.A.L., II, 249; suppl., II, 351; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 247-251)[9]

 

10- Suyûtı (öl. 911/1505): cd-Dürr'ül-Mensûr fTt-Tefsîr'H-Me'sûr:

 

Celâlüddîn Ebu'I-Fadl Abdurrahmân İbn Kemâleddin Ebu Bekir İbn Muham­med el-Hudayrî es-Suyûtî eş-Şâfîî. Kölemenli devletinin sonlarına doğru Mısır'da yetişmiş olan ve genellikle Arap dilinde eri çok eser te'lîf etmiş müelliflerden biri sayılan İmâm Celâleddîn Suyûtî 844 (1445) yılında Kâhire'de doğmuştur. Kendisi­nin bizzat kaleme aldığı biyografisinin de bulunduğu Hüsn'ül-Muhâdara isimli ese­rinde; ailesinin Doğudan Bağdâd'a ve bilâhere Mısır'a göç edip Asyut'ta yerleştiğini belirtir. Ataları arasında bulunan Şeyh İmâm'üd-Dîn el-Hudayrî ünlü bir mutasav-vıfdır. Dedelerinden birisi Asyut'da medrese tesîs etmiş, babası Cemâlüddîn Ebu Bekir de Asyut kadılığı yapmış ve bilâhere Kâhire'ye yerleşmiş ünlü bir Şafiî fakîhi-dir. Babası; İbn Hacer el-Askalânî, Muhammed el-Cîlânî ve İzzeddin el-Kudsî gibi şahsiyetlerden ders almış Şeyhûnî camiinde fıkıh dersleri vermiş ve Tulunoğlu cami­inde de hatîblik görevini ifâ etmiştir. İmâm Sehavî'nin ifâdesine göre Suyûtî'nin an­nesi Türk asıllı bir câriye imiş, (ed-Dav'û'I-Lâmi\ IV, 65)

5-6 yaşlarında yetîm kalan Suyûtî, sekiz yaşına bastığında Kur'an-ı ezberlemiş ve daha sonra îbn Dakîk el-îd'in el-Umdesini, İmâm Nevevî'nin Minhâc'ül-Fıkh'ını, Beydâvî'nin Minhâc'ül-Usûl isimli eserini ve ünlü nahiv bilgini İbn Mâlik'in Elfiyye isimli eserini ezberlemiştir. 866 (1461) yılında icazet alarak Arapça tedrîsine başla­yan Suyûtî, henüz onyedİ yaşında bulunduğu bu dönemde ilk eseri olan Şerh'ül-İstiâze ve'1-Besmele İsimli eserini kaleme almış, kendisinden fıkıh tahsil ettiği el-Bulkînî de bu esere bir takrîz yazmıştır

Bulkînî'den ayrı olarak Şerefüddîn el-Mühavî (veya Mcnavî), Takiyüddîn eş-Şıblî, Muhyiddîn el-Kâfiyeci, Seyfüddîn Muhammed el-Hanefî, Muhammed îbn İb-râhîm eş-Şirvânî, Izzeddîn el-Kinânî, Şemseddîn Muhammed es-Sehavî gibi şahsi­yetlerden ders almıştır.

Suyûtî bir yandan tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi dinî ilimler tahsil ederken, diğer yandan Nahiv, Beyân, Bedî, Maânî gibi gramer ilimlerini de öğrenmiştir. Hafızası­nın kuvvetiyle şöhret bulan Suyûtî'nin ikiyüz bin civarında hadîsi ezberden bildiği nakledilir. Şâm, Hicaz, Yemen, Hindistan, Mağrib, Sûdân gibi muhtelif İslâm böl­gelerinde seyâhatlar yapmış olan Suyûtî, hacca giderek bir yıl Mekke'de ikâmet et­miştir. 870 (1466) yılında Cami el-Şeyhûniyye'de fıkıh dersleri vermeye başlayan Suyûtî, Tulunoğlu camiinde de fetva vermiş. Ertesi yıl ise hadîs okutmaya başla­mıştır. Bilâhere Şeyhûniyye Hankâhında fıkıh derslerinin yanı sıra hadîs dersleri ver­mesi de uygun görülmüştür. Suyûtî 891 (1486) yılında Halîfe* olan Mütevekkil Allah*m emriyle Kâhire'nin en büyük hankâhı olan Baybarsiye hankâhı şeyhliği­ne getirilmiştir. Bu görevinin kendisine sağladığı imkânları değerlendirerek maddî bakımdan rahat bir hayat sürmeyebaşlayan Suyûtî, kendini eserlerini yazmaya vak­fetmiştir. Ancak çevresinde bulunanların onu çekememeleri ve bazı huzursuzluk kay­nağı hâdiseler nedeniyle bilâhere Baybarsiye şeyhliğinden azledilmiş, Nil nehrinin ortasındaki adacıklardan er-Ravza'da bulunan evine çekilerek inziva hayatı yaşa­mıştır. Devlet yöneticilerine yaklaşmayan ve Özellikle kendisine verilen hediyeleri kabul etmeyen, şahsiyetini rencide edici tavırlardan uzak duran Suyûtî 19 Cemazİ-yelevvel 911(18 Şubat 1505) Cuma günü sabahleyin vefat etmiş, Bâb'ül-Karâfe me­zarlığına gömülmüştür.

Bir rivayete göre 600, bir rivayete göre 500 civarında eser yazmış bulunan Su­yûtî'nin, 441 adet eserinin ismi Brockelmann tarafından kaydedilmektedir. (Broc-kelmann G.A.L., II, 145; Suppl, 2, 178 vd.) Eserleri başta Kur'ân ilimleri olmak üzere hadîs, fıkıh muhtelif dini konular, dil ve edebiyat, usûl, beyân, tasavvuf, ta­rih ve edebiyat konularını ele almakta olup orijinallikten ziyâde iktibaslar ve iktitâflar yapması bakımından zengin malzeme kaynağı olarak değerlidir.

Kur'ân ilimleri alanındaki eserlerinin en ünlüsü; günümüze kadar ulaşmayan ve yalnızca oahis mevzûumuz olan ed-Dürr'ül-Mensûr isimli tefsirinin, onun bir özeti olduğu söylenen Tercümân'ül-Kur'ân isimli tefsiridir. Tefsirle alakalı bütün riva­yetlerin yer aldığı bu eserin isnâdları atılarak kaynakları korunmuş ve ed-Dürr'ül-Mensûr tefsiri meydana getirilmiştir. Kur'ân'da mübhemler konusunu ele aldığ< Mefhûmât'ül-Akrân fi Mübhemât'il-Kur'ân; Vâhidî'nin aynı konudaki eserini ör­nek alarak âyetlerin nüzul sebeplerini inceleyen Lübab'ün-Nükûl fî Esbâb'in-Nüzûl; Kur'ân ilimleri alanında en mühim ve geniş malûmatı ihtiva eden el-Itkân fi Ulum'il-Kur'ân meşhurdur. Bunların yanı sıra özellikle Osmanlı medreselerinde Kur'ân tef-sîri derslerinde el kitabı olarak okutulan ve bu sebeple çok yayılmış, şöhret bulmuş olan Tefsîr'ül-Celâleyn'i Suyûtr hocası Celalüddîn el-MahalIÎ (öl. 864/1459) nin ölümü üzerine ikmâl etmiştir. Hocası tarafından başlanıp Suyûtî tarafından tamam­landığı kabul edilen bu eser hoca ve öğrencinin adlarının aynı olması nedeniyle iki celâlin tcfsîri anlamına Tefsîr'ül-Celâleyn diye adlandırılmıştır. Mecma'ül-Bahreyn ve Matla'ül-Bcdreyn isimliayrı bir tefsiri bulunduğu söylenirse de kısmen bazı bö-lümL jünümüze ulaşabilmiştir. Böylece Suyûtî kendi devrine kadar ulaşmış bulu­nan bütün tefsir literatürünü cem'etmiş ve özetleyerek derleyip toparlamıştır.

Süyûtî'nin hadîs alanında yazmış olduğu el Câmi'üs-Sağîr min Ehâdis îl-Beşîr ve'n-Nezîr isimli hadîs mecmuası Kütüb-i Sitte ile Ahmed İbn Hanbel'in Müsned*-inden seçilen ve alfabetik sıraya dizilen hadîslerden oluşmaktadır. Tıpkı Celâleyn tefsiri gibi, el-Câmi'üs-Sağîr de medreselerde ve din görevlileri arasında çok yayılıp tutulan bir hadîs mecmuasıdır. Eser birçok kişi tarafından şerhcdilmiştir. Ayrıca Ha-sâis el-Kübrâ isimli Peygamberin özelliklerinden sözeden iki ciltlik eseri ile daha ön­ce bahsi geçmiş bulunan, mevzu* hadîslerle alâkalı el-Leâlî'üI-Masnûa fi'1-Eshâdis'il-Mevzûâ isimli eseri bu alanda yazılan kaynakların en önemlilerinden olarak günümüze intikâl etmiştir. Beş yılda kaleme aldığı anlaşılan bu eser, sâhâsm-da Önemli bir kaynaktır. Ayrıca Tedrîb'ür-Râvi fî Şerhi Takrîb'İn-Nevcvî hadîs usu­lüyle ilgili bir çalışmasıdır. Bu eser; İmâm Nevevî'nin, lbnü's-Salâh'm Kitâb-i Marifeti Envâ'i Ulûm'ü-Hadîs isimli eserinden özetleyerek meydana getirdiği et-Takrîb ve't-Teysîr isimli eserine Suyûtî tarafından yazılmış olan bir şerhtir. Süyûtî'nin ayrıca pekçok risaleleri mevcûddur. Süyûtî'ye ün kazandıran büyük bir kısmı gramerle il­gili olanlarıdır. Başta dil bilgisi bakımından zengin bir hazîne değerinde olan el-Muzhir fi Ulûm'il-Luğa olmak üzere el-Eşbâh ve'n-Nezâir, Buğyet'ül-Vu'ât fi Tabakât'il- Luğaviyyînve'n-Nuhât adlı eseri sahasında son derece önemli bir eser­dir. Ayrıca ünlü nahiv bilgini İbn Mâlik'in Elfiyye isimli eserine yazdığı el-Behcet'ül-Mardiyye isimli eseriyle Cem'ül-Cev'ami' isimli eseri bu alandaki önemli çalışma­lardır. Gramerden ayrı olarak Suyûtî, tarih alanında da bir hayli değerli eserler ver­miştir. Genel dünya tarihi niteliğinde olan Bedâi'üz-Zuhûr fi Vakâi'id-Duhûr isimli tarih kitabının yanı sıra, halîfelerin hayat hikâyelerinden bahseden Tarih'ül-Hulefâ, Mısır ve Kahire tarihinden bahseden Hüsn'ül-Muhâdara fi Ahbâr; Mısır ve'1-Kâhire isimli tarihî nitelikli eserleri çok yaygın bir şöhreti haizdir. Ayrıca müfessirlerin ha­yat hikâyelerinden sözeden küçük fakat faydalı Tabakât'ül-Müfessirîn isimli bir eseri vardır. Çok yazmakla şöhret bulmuş olan Suyûti'nin bir günde üç defter yazdığı, Öğrencisi Dâvûdî tarafından bildirilmektedir. Suyûtî ayrıca edebî bakımdan fazla değeri haİ2 olmasa üa birçok şiir kaıeme almıştır.

ed-Dürr'ül-Mensür fi't-Tefsîr isimli tefsiri, daha Öncede belirttiğimiz- gibi, TercÜmân'ül-Kur'ân isimli tefsîrindeki rivayetlerin senedlerînin hazfından meyda­na getirilmiş bir tefsir olup rivayet tefsirleri içerisinde önemli bir yer tutar. Nitekim SuyûtîeMtkân isimli eserinin sonlannda bu tefsiri on binin üzerinde merfû' ve mevkuf hadîslerden meydana gelen tercüman'ül-Kur*ân'dan özetlemiş olduğunu biIdirir.(Su-yûti, el-ıtkân, II, 183) ed-Dürr'ül-Mensûr'un mukaddimesinde ise şöyle der: Resû-lullah'tan nakledilen müsned tefsirlerden meydana gelen Tercümân'ül-Kur'ân kitabını te'lîf ettikten ve hamdolsun Allah'a ciltler halinde tamamladıktan sonra, orada bir­çok tarîklerle tahrtc edilmiş olan hadîsleri ve kîtâbların isnâdları ile kaydettiğim ko­nularda himmet sahihlerinin çoğunluğunun onları elde etmekten âciz kaldığını gördüm. Bu sebeple onun isnâdlarını kaydetmeden, hadîslerin metinlerini kaydede­rek özetleyip uzatmamayı uygun gördüm. Ve bu sebeple sadece hadîslerin metinle­rine dayanarak bu Özet kitabı çıkardım, ve bu tefsire rivayet konusunda dizilmiş inci adını verdim. (ed-Dürr'ül-Mensûr, 1. 2. vd.}

Ayrıca el-Itkân isimli eserini önsöz olarak planladığı Mecma'ül-Bahreyn ve Matla'ül-Bedreyn isimli tefsirini de büyük çapta İbn Cerîr Taberî'nin tefsirini ör­nek alarak yazdığı tahmin edilmektedir. Nitekim kendisi bizzat el-Itkân isimli ese­rinde şöyle der: Nakledilen tefsirleri; düşünülen sözleri, çıkarılan ve işaret edilen ifâdeleri i'râb ve lügati, belagat nüktelerini, bedîyyât güzelliklerini ve bunların dı­şında kendisine ihtiyâç duyulan konuların hepsini içeren cami bir tefsir yazmaya baş­ladım. Öyle ki bu tefsir ile birlikte başka hiçbir tefsire ihtiyâç duyulmayacaktır. Ve ona mecma'ül-Bahreyn ve Matla'ül-Bedreyn ismini verdim. Ve işte bu kitabı onun mukaddimesi yaptım. (Süyûti, el-Itkân, II, 190) Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tefsiri tamamlayıp tamamlamadığı bilinmemektedir, özet diye tanıttığı ed-Dürr'ül-Mensûr isimli bu tefsirinde hakkında herhangi bir hüküm beyân etmeksi­zin, cerh ye ta'dîl yoluna başvurmaksızın, zayıf veya sahihleri belirtmeksizin selef­ten nakledilen rivayetleri serdetmektedir. Bu tefsirde ne l'raba, ne Belagata, ne Beyâna, ne de başka herhangi bir edebî, malûmata yer vermekte, yalnızca rivayet­leri kaydetmekle yetinmektedir.

Daha geniş bilgi için başta kendi eseri Hüsn'ül-Muhâdare, I, 188-195 ve Tarîh'ül-

Müverrihûnfi Mısr, 59, islâm Ansiklopedisi, Suyütî maddesi; Brockalmann, G.A.L., II, 143-158; Suppl., II, 178, vd., zehebî, et-Tefsir ve'1-Müfessirûn, I, 251-254),

Böylece günümüze kadar ulaşmış olan belli başlı ve en önemli rivayet tefsirleri hakkında bilgi vermeye çalıştık. Şimdi de dirayet tefsirini ve dirayet tefsirlerim* gör­meye çalışalım.[10]

 

DİRAYET TEFSİRİ VE DİRAYET TEFSİRLERİ

 

Dirayet tefsîri; rivayete münhasır olmayıp, dil, edebiyat, din ve diğer bilim­lere dayanılarak yapılan Kur'ân tefsîri'dir. Dirayet tefsirinde asıl bahis mevzuu olan husus, şahsî görüş ve ictihâddır. Zehebî'nin ifadesine göre re'y ile tefsîri, müfessi-rin, Arap sözlerini konuşma şekillerini, arapça lafızların mânâlarını ve delâlet ve-cihlerini bildikten sonra, câhiliyye devri şiirinden de yararlanarak, nüzul sebeplerine vâkıf olarak Kur'ân âyetlerinin nâsih ve mensûhunu ve daha tefsîr bilgininin muh-tâc olduğu diğer konulan bildikten sonra Kur'ân'ı ictihâd ile tefsîr etmekten ibaret­tir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 255) Dirayet tefsîri zarurî ihtiyâçlar ve toplumun menfaati gereği ortaya çıkmıştır. Başlangıçta araplar Arap Yarımadası­nın sınırları dışına taşmamışken dillerinin selikasına hâkim idiler. İslâm fütûhatıyla Arap sınırlan genişleyerek yarımadanın dışına yayılıp başka milletlerle ve kültürler­le karşılaştıklarında lisânla ilgili kabiliyetleri zayıflamaya başladı. Ve bu sebeple arap-çayı aslî şekline uygun olarak muhafaza etmek zarureti doğdu.

Diğer taraftan müslümanlar başlangıçta ana dilleri olan arapça ile nazil olmuş bulunan Kur'ân'ı anlıyor ve mânâsını kavrıyorlardı. Dolayısıyla analarından ve ba­balarından işiterek öğrendikleri (simâî) dilde herhangi bir kural vaz'etme İhtiyâcını duymuyorlardı. Ancak sözkonusu olan fütuhat ile birlikte başka kültürlerden ve dil­lerden insanlar islâm'a girdiklerinde, İslâm'ın ana kaynağı olan Kur'ân'ı öğrenme gereğini duydular. Böylece bir yandan araplar*ın kendi ana dillerinin özelliklerini unutmamaları, diğer yandan da Arap olmayanların arapcayı kolayca öğrenmeleri için dilin belli kurallara, bağlanmasına ihtiyâç duyuldu. Ve bu sebeple Arap grame­riyle ilgili faaliyetler bir yandan hız kazanırken diğer yandan da Kür*ân-ı Kerîm'i re'y ile tefsîr hareketi başladı. Yeni müslüman olan kitlelerin antik çağın eski ve güçlü kültür çevrelerine mensüb olmaları (Hıristiyan, Yahûdî, kildânî, kıbtî, İran, Türk ve Mısır kültürleri) İslâm dünyasında çeşitli düşünce tarzlarının zuhuru sonucunu doğurdu. Kur'ân'ı dileyenin dilediği gibi ve keyfine göre tefsîr etmemesi için bilgin­lerin kendi şahsi çabalarıyla ve fakat esaslı kaidelere bağlı olarak;yaptiklan, dirayet tefsirleri ile doğabilecek fikrî kargaşanın izâlesi yoluna gidildi. Bu sebeple bazı bil­ginler dirayet tefsirinin yanında yer alırken, bazıları da ona karşı çıktılar. Bir kısmı Kur'ân'ın re'y ile tefsîrine şiddetle karşı çıkarak; âlim de olsa edîb te olsa, fıkıh, nahiv ve diğer konular da derin bilgiye de sahip olsa hiçbir kimsenin Kur'ân'ı re'y ile tefsîr edemeyeceğini belirttiler. Hz. Peygambere kadar varan rivayetler veya Kur'-ân'ın inişine şâhid olan sahabeden, ya da onlardan rivayetler nakletmiş olan tabiî­nin sözlerine dayanılması gerektiğini öne sürdüler. Bunlara karşı çıkan bir diğer grup ise Kur'ân'ın re'y ile tefsirinde bir beis olmadığını, zengin bir edebiyat bilgisine sâ-hib olan kişinin Kur'ân'ı kendi görüş ve içtihadıyla tefsîr edebileceğini belirttiler.

Kur'ân'ın re'y ve ictihâdla tefsîrine karşı çıkanlar şu delilleri sıralıyorlardı:

a) Re'y ile tefsîr; bilgisizce Allah hakkında söz söylemektir. Halbuki bir bilgiye dayanmadan AUah hakkında söz söylemek yasaktır. Binâenaleyh re'y ile tefsîr ya­saktır. Zîrâ re'y ile tefsîr yapan kişi; AUah Teâlâ'nm murâdını açıklarken kesin bir bilgiye sahip olamayacağı gibi, Allah'ın buyruğunun ne olduğunu açıkça belirtmesi mümkün değildir. Binâenaleyh, re'y ile tefsîr eden kişi; zanna dayalı söz söylemek­tedir, zanna dayalı söz ise AUah hakkında bilgisizce konuşmaktır.

Re'y ile tefsire cevaz verenler ise bu görüşe şöyle karşı çıkıyorlardı: Bir konuda kesin bilgiye ulaşmak mümkün olursa, ya da kesin bilgiyi elde etmek için sarih şer'î bir nass veya aklî bir delîl bulunursa o takdirde tahmi. göre hüküm vermek yasak olur. Ama bu iki durum sözkonusu olmazsa, zam» /anılarak görüş bildirmek mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ kişiye, gücünün ye. jinden fazlasını yüklemez. Ayrıca Rasülullah (s.a) re'yinde isabet eden hâkime ik. mükâfat, hatâ eden hâkime de bir mükâfat verileceğini bildirmiştir. Diğer taraftan Rasülullah (s.a) Yemen'e vâlî olarak gönderdiği Muâz'a yönelttiği soruda; onun Allah'ın kitabı ye Rasûlul-lah'ın Sünnetini zikrettikten sonra; kendi re'yimle ietihad ederim dediğini, bunun üzerine Rasûlullah'm sevindiğini, binaenaleyh re'y ile içtihadın sahih olduğunu söy­lerler..

b) Re'y ile tefsirin yasak olduğunu bildirenler şöyle derler: NahI Sûresinin 44. âyetinde "Sana zikri indirdik ki İnsanların kendilerine neyin indirildiğini açıklayasın" buyurulmaktadır. Bu âyette; açıklama peygambere izafe edilmiştir. Binâenaleyh, pey­gamberden başkasının Kur'ân'ı açıklama yetkisi yoktur. Bu görüşe karşı çıkan ve re'y ile tefsire müsâade veren grup ise şöyle der: Herne kadar peygamber açıklama ile görevli İse de Peygamber ölmeden önce açıklayabileceği kadarını açıklamıştır. Ama onun hayatında açıklamamış olduğu konularda açıklama yetkisi ilim ehline aittir. Nitekim aynı âyetin devamında "Ve belki onlar tefekkür ederler" buyurul­maktadır ki bu, tefekkürün caiz olduğunu gösterir.

c) Re'y ile tefsire karşı çıkanlar; Kur'ân'ın re'y ile tefsîrinin haram olduğunu belirten hadîsleri delil getirirler. Nitekim Tirmizî'nin, lbn Abbâs'tan naklettiği ha­dîste Rasülullah (s.a): Kim kendi görüşüyle Kur'ân hakkında birşey söylerse cehen­nemden yerini hazırlasın, buyurmuştur. (Tirmizî, Sünen, II, 157) ve yine Tirmizî'nin Ebu Dâvûd kanalıyla Cündüb'ten naklettiği rivayette; Rasülullah (s.a) şöyle buyu­rur: Kur'ân hakkında kendi görüşüyle bir şey söyleyip te isabet ettiren kimse ger­çekte hatâ etmiştir. (Tirmizî, A.g.e, II, 157) Bu görüşe karşı olanlar ise; bu hadîsin Kur'ân'ın müşkîl ve müteşâbih gibi, ancak nakil yoluyla bilinebilecek konularda görüş beyân edilmesine dâir olduğunu belirtirler. Sonra da şöyle derler: Burada peygam­berin re'y olarak ifâde ettiği görüş sahibinin; hiçbir delile dayanmadan savunduğu görüştür. Burhan ve delîIİn pekiştirip şehâdet ettiği görüşe gelince; bu konuda söz söylemek caizdir. Ayrıca bu hadislerde yasaklanan re'y ile tefsirden maksad; Kur'­ân'ın indiğine şâhid olmuş ve Allah'ın kitabını açıklayıcı nitelikteki sünneti bize ka­dar ulaştırmış olan sahabenin haberlerine müracaat etmeden, arapçanın zahirî ifadesine göre fikir beyân edenlerin görüşüdür. Bunlar işitilerek gelen ve Kur'ân'ın garîb lafızlarıyla ilgili nakillere başvurmayan mübhemleri görmeyen, hazfleri, ihti­sarları, izmârları, takdîm ve te'hîri, hâlin icâbına göre tutulması gereken yönü nâ-sih ve mensûh gibi tefsîr konusunda söz söylemek isteyenlerin bilmek mecburiyetinde oldukları hususları bilmeyenlerin görüşüdür. Binâenaleyh, bu gibi hallerde yalnız arapça bilerek tefsîre kalkışmak yeterli değildir. Ancak yukarıda sayıları bilgilere sahip olduktan sonra anlayış ve hüküm çıkarmada derinliğine gelişmek mümkün olur. Kaldı ki ikinci olarak nakledilen Cündüb'ün hadîsinin sıhhati tesbît edileme­miştir. Bu hadîsin râvîleri arasında bulunan Süheyl İbn Ebu Hazm'i Ebu Hatim, Buhârî ve Nesâî kuvvetli saymazken, ibn Muîn zayıf kabul eder, Ahmed îbn Han-bel ise bunun münker tıadîsler rivayet ettiğini söyler. (Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl, I, 432; İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, IV, 261)

d) Re'y ile tefsîre karşı çıkanlar; sahabe ve tabiîn gibi selef-i sâlihinin Kur'ân tefsirinin çok zor bir şey olduğunu ve kendi görüşlerine dayanarak tefsîr etmekten kaçındıklarını söylerler. Nitekim Ebu Müleyke'nin ifâdesine göre; Hz. Ebu Bekir'e Kıır'ân'dan bir harf sorulduğunda, ben Allah Teâlâ'nın muradına aykırı olarak Al­lah'ın Kitabından bir harf söyleyecek olursam ne yaparım, nereye giderim, hangi gök beni gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde taşır? demiştir.Saîd İbn Müsey-yeb'e de helâl ve haramlar sorulduğunda konuşmuş. Kur'ân'dan bir âyet soruldu­ğunda sanki hiçbir şey duymamış gibi susmuştur. Şa'bî de; ölünceye kadar üç konuda söz söylemem, demiştir. Bunlar: Kur*ân, rûh ve re'y İle tefsirdir. Mücâhid'in oğlu­nun ifâdesine göre bir kişi Mücâhid'e Kur'ân'ı kendi görüşünle mi tefsîr ediyorsun? dediğinde, Mücâhid ağlamış sonra da şöyle demiştir: Böyle yaparsam ben cür'etkâr olmuş olurum. Tefsiri peygamberin ashabından ondan fazla kişiden naklettim, de­miştir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 1,260) İşte re'y ile tefsîre karşı çıkanların dayandıkları rivayetler bunlar.

Bunlara cevâb olarak re'y İle tefsîrin tarafdârları şöyle derler: Selef-i Sâlİhîn-den re'y ile tefsirden kaçınanlar ihtiyatlı davranarak takva yolunu seçmişlerdir. On­lar Allah'ın buyruğunun gerçek maksadını ifâde edememekten endişe etmişlerdir. Halbuki kendileri, tefsîrin o lafızla Allah Teâlâ'nın murâdını göstermek olduğunu iyi biliyorlardı. Bu sebeple de Allah'ın muradına uygun davranmamaktan korku­yorlardı. Kaldı ki onların re'y ile tefsirden kaçınmaları açıkça bilmedikleri konular­daydı. Doğruyu bildikleri hallerde ise-tahmînle de olsa-görüşlerini izhar etmekten çekinmiyorlardı. Nitekim Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'a kelâle konusu sorulduğunda; bu konuda ben görüşümü söylüyorum. Doğruysa Allah'tandır, değilse benden ve şeytândandır, diye karşılık vermişti. Binâenaleyh, Selef-i Sâlihinin re'y İle tefsirden kaçınmaları; bu tefsîr tarzının caiz olmadığını kabul etmelerinden çok, çekingen ve titiz davranmalarındandı.

Re'y ile tefsîrin tarafdârları ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de tefekküre, düşünmeye ve tezekküre scvkeden, pekçok nassı ortaya koyuyorlardı ve bu nasslarda Allah Te­âlâ'nın akıl sahiplerinin düşünüp Allah'ın âyetlerinden ibret almaları gerektiğini bil­dirdiğini ve bunun da düşünmeye, tefekküre ve içtihada sevkcttiğıni söylüyorlardı. Allah Teâlâ bizi tefekküre ve tedebbüre teşvik edip Kur'ân'dan hükümler çıkarma­ya sevkettiğine göre; Allah'ın kesin olarak belirtmediği bir konuda fikir yürütme­nin ve böylece te'vîl yoluna başvurmanın bilginler için yasaklanmış olması düşünülemezdi. Diğer taraftan, re'y ile tefsîr caiz olmasaydı; ictihâd caiz olmaz ve dinî ahkâmın birçoğu geçersiz olurdu. Peygamber bize Kur'ân'ın bütün âyetlerini açıklamamıştı. Binâenaleyh ictihâd kapısı önümüzde açıktı ve müctehid; ister isa­bet etsin, ister yanılsm ecre nail olurdu.

Bilindiği gibi sahabe Kur'ân'ın okunuşunda ve muhtelif şekillerde tefsirinde farklı görüşlere zâhib olmuşlardı. Peygamber de Kur'ân'ın hepsinin mânâsım ashabına açıklamış değildir. Bir kısım açıklanmayan âyetlerin bilgisini sahabe akılları ve icti-hâdlanyla elde ediyorlardı. Eğer re'y ile tefsîr yasak olsaydı; sahabenin bu davranı­şı da yasak olurdu, ve onların, Allah'ın emrine muhalefet ettiklerini, Allah'ın haram kıldığı bir davranışa tevessül ettiklerini kabul etmek zorunluluğu doğardı. Halbuki ashabı bundan tenzîh ederiz. Re'y ile tefsîr görüşünü benimseyenlerin bildirdiği bir diğer husus ta Resûlullah (s.a)*ın Abdullah İbn Abbâs duâ ederken; Allahım onu dinde fakîh kıl ve kendisine te'vîlİ öğret, diye duâ etmiş olmasıydı. Eğer te'vîl yal­nızca duyma ve nakilden ibaret olsaydı peygamberin İbn Abbâs'a özellikle bu şekil­de duâ etmesi, gerekmezdi. Te'vîlden maksad, nakil ve rivayetin ötesinde ictihâdla tefsirdir.

İki grubun da görüşlerini kısaca özetlemiş olduk. Her iki grubun fikirlerini tahlil edecek olursak; aralarında farklılık bulunmadığını görürüz. Buna göre; Arap dili­nin inceliklerine ve üslûbuna uygun olarak, ayrıca kitâb ve sünneti göz önünde bu­lundurarak ve tefsîr yapmak için gerekli olan diğer şartları yerine getirerek re'y ile tefsîr şüphesiz ki caizdir. Ama Arap dilinin kurallarını gözetmeksizin şer'î delîllere uymaksızın, tefsîr şartlarına hâiz olmaksızın yapılan re'y ile tefsîr, yasaktır ve kı­nanmıştır. Re'y ile tefsîri yasaklayanların asıl maksadı; Kur'ân'ı istediği gibi yorum­layıp aslının dışına götürmek isteyen aşın heveskârlann heveslerini dizginlemektir.

Şu halde re'y ile tefsîrin bir kısmı yerilmiş, bir kısmı övülmüştür. Ancak caiz görülüp övülen kısım da belirli kayıd ve sınırlarla sınırlandırılmıştır. Buna göre; di­rayet tefsirinin caiz olması için dikkat edilmesi gereken hususları şöylece sıralaya­biliriz:

1-Zayıf ve mevzu' hadîslerden sakınmak ve Hz. Peygamberden nakledilen sün­nete uygun yorumlar yapmak.

2- Ashabın tefsîr tarzlarını göz önünde bulundurmak.

3-  Sözün lügat anlamını esâs alarak delâlet etmediği mânâlara yöneltmekten kaçınmak.

4- Sözün lafzından anlaşılan (zahirî) mânâyı gözetip şeriatın delâlet ettiği husu­su benimsemek. Bu şartlara riâyet edilerek yapılan tefsirler caiz ve makbul sayılmış­tır. Bu şartları gözönünde bulundurmadan ve buna aykırı olarak yapılan tefsirler ise reddedilmiştir.

Dirayet tefsirinde kaçınılması gerekli olan hususları da şöylece sıralayabiliriz:

1- Arap dilini ve İslâm'ın ahkâmını bilmeden Allah'ın kelâmını Allah'ın kasd etmediği anlama yönelterek beyân etmeye kalkışmak.

2- Allah'ın kelâmını bozuk görüşlere hamlederek yanlış yorumlara sapmak.

3- Allah'ın; bilgisini, yalnız kendisine tahsis ettiği ve kendisinden başka kimse­nin bilemeyeceği konuları açıklayıp yorumlamaya tevessül etmek.

4- Allah'ın kelâmını hiçbir delîle dayanmadan tahsîs etmek.

5- Arzu ve heveslere uyarak Kur'ân'ı tefsîre yeltenmek.

Re'y ile tefsîr yapacak kişilerde de bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bu kişi­lerin bilmesi gereken ilimleri şöylece sıralayabiliriz:

1- Lafızların tek tek anlamlarını ve konumlarına göre delâlet ettikleri mânâları açıklamaya imkân sağlayacak lügat bilgisine sahip olmalıdırlar. Lügat konusunda derin bilgi olmadan yüzeysel bilgi kâfî değildir. Çünkü bazan bir lafız başka anlam­lara gelebilir ve müfessir de iki mânâdan birini bilip diğerini bilmeyebilir. Halbuki o lafızdan Kur'ân'ın kasdettiği mânâ tefsîr yapanın bilmediği ikinci anlam olabilir.

2- Nahiv ilmi. Arap dilinde kelimenin sonundaki hareketin değişmesiyle mânâ da değişir. Bu sebeple Arap nahvini ve i'râb şekillerini bilmeyen kişinin tefsîre te­vessül etmesi doğru olmaz.

3- Sarf İlmi. Kelimelerin yapısını ve sentaksım öğrenmeyi sağlayan sarf ilmi bi­linmeden kelimeler farklı köklere çekilebilir ve bu takdirde de yanlış anlam çıkarı­labilir.

4-  İştikak ilmi. Bir kelime tek başına olduğu zaman mânâ kolay anlaşılabilir. Ancak farklı iki kökten gelmesi halinde iştikak incelikleri bilinmeden mânânın kul­lanılması mümkün olmaz.

5- Maânî ilmi. Sözün ve kelime gruplarının ifâde ettiği anlam bakımından özel­liklerini belirten bu bilgi olmaksızın tefsîre yeltenmek uygun değildir.

6- Beyân ilmi. Cümlenin delâletinin açıklığı ve kapalılığı bakımından yapısal özelliklerini belirten bu ilim olmadan tefsîr yapmak uygun değildir.

7- Bedî' ilmi. İfâdenin güzel anlatım kalıplarını öğreten bu ilim de tefsîr erba­bında bulunması gereken önemli bir ilimdir. Kur'ân'ın en önemli Özelliği olan i'câz özelliğinin anlaşılması ve anlatılması ancak bu üç ilim vasıtasıyla mümkündür.

8- Kırâet ilmi. Bilindiği gibi arapcada farklı kırâetler bulunmaktadır ve kırâet farklılıklarını bilmekle kelimenin muhtemel vecİhlerinden birini tercîh etme imkânı hâsıl olur. Bunu bilmeden tefsîre kalkışmak yanlış yorumlara gitmeye neden olabilir.

9-  Dinin usulüyle ilgili ana prensipleri ve imân esâslarını bilmek. Allah teâlâ hakkında vâcib, caiz ve müstahîl olan konuları bilmeden, peygamberle, âhiretle iÜ gili esâsları anlamadan, bu konudaki âyetleri yorumlamak yanlış tefsîre saplanmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Bu bakımdan dinin esâs umdelerini anlatan ilimleri yani kelâm, Akâid ve Tevhîd ilmini bilmek te şarttır.

10- Usul ilmi. Kur'ân âyetlerinden hükümlerin çıkarılması, delillerin serdedil-mesi, mücmel, mübeyyen, umûm, husus, mutlak ve mukayyed, emir ve nehiy gibi hükümlerin anlaşılması için fıkıh usûlünü bilmek gerekir. Fıkıh usûlUnü bilmeden tefsîr yeterli ve doğru olmaz.

11- Nüzul sebepleri. Âyetlerin hangi nedenle indiği bilindiğinde, o âyetin ana maksadının ne olduğu kolayca anlaşılır. Bunu bilmeden yapılacak tefsîr yeterli bir tefsîr olmaz.

12-  Kıssalar ilmi. Kur'ân'da yekûn teşkil eden kıssaların detayları bilinmeden bunların açıklanması mümkün değildir.

13- Nâsih ve mensûh bilgisi. Kur'ân'da neshedilen âyetler ve bu âyetlerin hük­mü bilinmeden yeterli tefsîr yapılamaz.

14- Hadîs ilmi. Kur'ân'ın müphem olarak belirttiği konularda peygamberin ha­dîslerine dayanarak yorumlar yapılır. O halde sağlam bir hadîs bilgisi olmadan tefsîr yapmak mümkün olmaz.

Bütün bunların yanısıra Allah tarafından kişiye lütfedilen ilahî mevhibe olan şahsî istinbât ve tefekkür yeteneğinin de bulunması gerekir.

Klasik islâm ilimleri gözönünde bulundurularak konulmuş olan bu kayıtlara günümüzde ortaya çıkan pozitif bilimlerin dayandığı temel prensibleri ve başlangıç bilgilerini de eklemek gerekir. Zîrâ bu gün tefsir yapacak kişinin yaşadığı dünyayı tanımasıj nıüslümanlara yön veren mekanizmaları bilmesi, genel olarak ka­bul edilen bilim kanunlarının, sosyal siyâsî, ekonomik ve felsefî problemlerin ne­denlerini bilmesi gerekir. Bunları bilmeden Allah'ın Kitabını te'vîle kalkışmak şüphesiz ki yanlış yorumlara sebep olur. O nedenle günümüz müfessirinin bilmesi gereken ilimleri, yukardaki ilimlerden ibaret saymamak gerekir. Nitekim tam ve mü­kemmel tefsir yapabilmek için müfessirde bulunması gereken özellikleri merhum Re-şîd Rızâ, Muhammed Abduhu'dan naklen şöyle sıralamaktadır:

1- Allah'ın Kur'ân'da ifâde etmiş bulunduğu müfred lafızların hakîkatlarını an­lamak. Öyle ki müfessir; falancanın uygun görmesi veya falancanın anlayışı ile ye­tinmeyip lügat ehlinin o lafzı kullanışından gerçek mânâyı çıkarabilmelidir. Zîrâ birçok lafızlar Kur'ân'ın indirildiği zaman bazı anlamlara kullanılırken, bir süre sonra başka anlamlara kullanılabilir. Bunun örneği te'vîl lafzıdır. Te'vîl lafzı daha sonra mutlak anlamda veya özel şekilde tefsir için kullanılagelen bir lafız olmuştur. Hal­buki Kur'ân'daki anlamı daha başkadır. Sözgelimi A'râf süresindeki: "Onlar için te'vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vîlinin geldiği gün; daha önce onu unut­muş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri bize hakkı getirmişti." (A'râf, 53) Burada te'vîl ne anlamda kullanılmıştır. Sağlam bir anlayışa ulaşmak isteyenler İstılahların tekevvün ediş şeklini incelemelidirler ki o ıstılahın Kur'ân'da vârid olan şekliyle halk arasındaki kullanılış şeklini ayırdedebilsin. Çoğunlukla müfessirler Kur'-ân kelimelerini ilk üç asırdan sonra tekevvün eden ıstılahlarla tefsir etmeye çalış­maktadırlar. Halbuki mudakkik bir tefsîrci Kur'ân'ı onun nüzûlu döneminde kullanılmakta olan mânâlara göre tcfsîr etmelidir. Bu durumda en uygun yol; laf­zın bizzat Kur'ân'dan öğrenilip tcfsîr edilmesidir. Bu da muhtelif yerlerde tekrar­lanmış bulunan lafızları cem'edip incelemekle yapılabilir. Bazan bir kelime muhtelif mânâlarda kullanılabilir. Hidâyet lafzı ve benzeri gibi. Bu takdirde müfessir âyetin mânâsının cümlenin manâsıyla nasıl uyuştuğunu tedkîk ederek o lafzın anlamlan arasından istenen mânâyı çıkarabilir. Kur'ân'ın genellikle bir kısmının diğer bir kıs­mını tefsir ettiği söylenmiştir. Lafzın gerçek anlamını gösteren en iyi karîne daha önce geçmiş olan söze uygun anlama gelmesidir. Ayrıca mânânın bütünü içerisinde uyum sağlayıp tamamen kitâbta vârid olan maksadla hem ahenk olması gerekir.

2- Üslûbu bilmek. Gerçek bir müfessirin Kur'ân'daki üstün üslûbu anlayacak bilgiye sahip bulunması gerekir. Bu da belagat ile ayrıca sözün inceliklerini ve gü­zelliklerini dikkatle takîb etmek ve o sözü konuşanın maksadına vâkıf olmaya özen göstermekle münkün olur. Evet biz, Allah Teâlâ'nın murâdını bütünüyle ve tâm ola­rak anlayabilecek yüceliğe eremeyiz. Ama takatimiz ölçüsünde bazı noktaları anla­ma imkânına sâhib olabiliriz. Bunun için de maânî ve beyân gibi üslup bilgisinin yanısıra gramer bilgisine de ihtiyacımız vardır. Fakat yalnızca bu bilimleri bilmek ve bu konulan anlayıp ordan hüküm çıkarmak, istenene uygun düşmez ve arzula­nanı elde ettirmez.

Arapça'nın gramerinden bahseden kitâblarda gördüğünüz gibi Araplar daha gramer kaideleri konulmazdan önce konuşurken bu kaidelere uyuyorlardı. Bu, ken­dilerine doğuştan verilmiş bir özellik miydi? Hayır, aksine bu, yalnızca duyma ve taklîd yoluyla elde edilen bir melekeydi. Bu sebepledir ki arap asıllı kişiler yabancı­larla karışınca, yabancılardan daha çok arapcaya yabancılaştılar. Eğer bu, arapçayı kullanma kendilerine âit tabîî bir Özellik olsaydı; hicretten elli sene gibi kısa bir süre sonra bu özelliklerini yitirmezlerdi.

3- Beşerî bilimler. Allah Teâlâ bu kitabı en son kitâb olarak indirmiş ve başka kitâblarda açıklamadığı konuları bu kitâbta açıklamıştır. Yaratıkların ahvâl've tabî atma dâir bilgileri insanlar arasındaki ilâhî kanunları bu kitabında beyân ederek mil­letlerle ilgili en güzel kıssaları anlatmış ve bu kıssalarda İlâhî kanununun seyrini izah etmiştir. Öyle ise bu kitaba bakan (onu okuyan) kişi insanlığın gelişme ve ilerleme dönemlerindeki durumlarına bakmalı, zaaf ve kuvvet, izzet ve zillet, bilgi ve ceha­let, îmân ve küfür gibi muhtelif hallerinin kaynaklarını araştırmalı, büyük küçük bütün âlemin ahvâlini öğrenmelidir. Bu, ise birçok fenlerin bilinmesini gerektirir ki bu fenlerin başında çeşitli türleriyle birlikte tarih ilmi gelir.

Üstad imâm (Muhammed Abduhu) der ki: Bir kişi Allah Teâlâ'nın: "İnsanlar tek bir ümmettiler. Allah uyarıcı ve korkutucu peygamberler gönderdi." (Bakara, 212) âyetini insanlığın hallerini bilmeden, insanların nasıl birleşip ayrıldıklarını ted-kîk etmeden ve ilk milletlerin birliğinin ne anlama geldiğini, yararlı mı zararlı mı olduğunu, peygamberlerin gönderilişinin ne gibi etkileri bulunduğunu bilmeden tefsîr etmesinin mümkün olabileceğini ben, asla düşünemem.

Kur'ân; geçmiş milletlerden ve bu milletlerle ilgili ilâhî kanunlardan Allah'ın gökyüzünde, yeryüzünde, dış dünyada (afâk) ve İç dünyada (enfüs) mevcûd olan âyetlerinden özet olarak sözetmiştir. Ve bu özet ifâde; her şeyi bilgisiyle kuşatmış olan Allah'tan sâdır olmuştur. Allah, Kur'ân'ın özet olarak bahsettiği hususları da­ha iyi bilmek ve anlamak için yeryüzünde gezmemizi, tefekkür ve nazar etmemizi emretmiştir. Şayet biz, bu kâinatı dış yüzüne bakarak değerlendirmekle yetinsey­dik; kitaba, ihtiva ettiği bilim ve hikmetle değil, cildine bakarak değer veren kimse­ler durumuna düşerdik.

4- Bütün insanlığın Kur'ân'la nasıl hidâyete erdirilcbileceğinİ bilmek. Bu, farz-ı kifâyeyi üstlenmiş olan müfessirin peygamber devrindeki araplann ve arap olma­yanların ne durumda olduklarını bilmesi gerekir. Zîrâ Kur'ân insanların hepsinin şekavet ve dalâlette bulunduklarını, peygamber (s.a)'in de onları hidâyete ve mutlu­luğa eriştirmek üzere gönderildiğini bildirmektedir. Müfessir; o insanların hallerini ve durumlarını bilmedikçe Kur'ân'ın kınadığı âdetleri gerçek şekliyle veya gerçeğe yakın olarak nasıl anlayabilecektir? Kur'ân bilginleri; dine davet edenler ve taklîdî olarak bu uğurda mücâdele edenler başkalarını taklîd ederek insanların bâtıl üzere bulunduklarını, Kur'ân'ın da bunların bâtıl görüşlerini ortadan kaldırdığını söyle­mekle yetinmeleri mümkün müdür? Asla. Ben şu anda Hz. Ömer'den rivayet edilen şu sözü söylüyorum: İnsanların câhiliyyet ahvâlini bilmemeleri düğüm düğüm is­lâm düğümünün kopup yok olması endîşesini doğurmaktadır. Yani Hz. Ömer de­mektedir ki: İslâm döneminde neş'et edip de insanların daha önceki   hallerini bilmeyenler Kur'ân'ın hidâyetinin etkisini ve Allah Teâlâ'nın Kur'ân ile beşeriyetin durumunu değiştirmesindeki inayetini, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmasındaki lutfunu bilemezler. Bunu bilemeyenler de İslâm'ın alelade bir şey olduğunu zannederler. Görmez misiniz kî; temiz ve rahat bir ortamda yetişmiş olanlar misvak ve temizlik gibi emirlerde şiddet göstermeyi lüzumsuzluk sayarlar. Çünkü bu, onla­ra göre hayatın zorunlu gereklerindendir. Ama kendilerinden başka halk tabakala­rının durumunu araştırmış olsalar bu emirlerdeki hikmeti bilir ve bu edebin nereden geldiğini ve ne derece önemli olduğunu anlarlardı.

5- Peygamberin ve ashabının sîretini bilmek. Onların dünyevî ve uhrevî konu­larda nasıl bir bilgiye ve davranışa sahip olduklarını öğrenmek gerektir. (Reşîd Rı­zâ, Tefsîr'ül-Menâr, I, 21-24)

Daha önce; re'y ile tefsîrin iki kısım olduğunu bir kısmının yerilmiş ve makbul olmadığını, diğer bir kısmının da övülüp makbul olduğunu belirtmiştik. Yerilmiş ve makbul olmayan dirayet tefsirlerini bir kenara bırakalım, zira bu tefsirlerin, sa­hih anlamıyla tefsîr olmaktan uzak, mücerred hezeyanlardan ibarettir. Öğülmüş ve makbul olan dirayet tefsirlerinden bir kısmı; rivayet tefsîriyle aynı, bir kısmı ise farklı, olabilir. Yani ikisi birbiriyle tam olarak çelişebilir. Şöyle ki: Re'y ile tefsîr bir şeyin akıl bakımından reddedilmesini söylerken rivayet tefsiri bunu kabul edebilir. Bu gi­bi hallerde her iki tefsîri kabul edip aralarında uyum sağlamak mümkün olmaz. Ba­zı hallerde ise rivayet tefsîri ile dirayet tefsîri arasındaki farklı ifâdeleri birleştirip aralarında uyum sağlamak mümkün olur. Sözgelimi Sırât-ı Müstakîm ifâdesini ba­zıları Kur'ân, bazıları İslâm, bazıları kulluk yolu, bazıları da Allah vefResûlüne ita­at olarak tefsîr etmişlerdir. Bu anlamlar herne kadar birbirinden farklı ise de birbirine karşıt ve çelişik değildirler. Zira İslâm yolu, aynı zamanda Kur'ân yoludur, kulluk yoludur, Allah ve Resulüne itaat yoludur. Bu takdirde farklı olarak ifâde edilse de hepsini aynı mânâ etrafında toparlamak mümkündür. Rivayet tefsîri ile dirayet tef­sîri arasındaki ihtilafın en zor olan kısmı; aklın ve naklin kesin 'ifadelerle birbirin­den farklı olması veya birinin kesin, diğerinin zannî olması, ya da her ikisinin netîcesinin de zandan ibaret bulunması halleridir. Akıl ve naklin kesin olarak birbi­riyle çelişmesi düşünülemez. Binâenaleyh, şeriatın akla çelişik olması imkânsızdır. Birinin kesin, diğerinin zannî olması halinde ise iki görüşün arasını cem'etmek im­kânı bulunmayacağından, kesin olanı zannî olana tercîh etmek gerekir. Böylece en kuvvetli ve en çok tercîh edilen görüş ile amel edilir. Her ikisinin de zannî olması halinde ise; akıl ile naklin arasını birleştirmek mümkün olursa, Kur'ân'ın ifâdesinin her ikisine birlikte hamledilmesi gerekir. Eğer ikisinin arasını cem'etmek mümkün olmazsa, peygamberden nakledilen ve sahîh olan tefsîr tercih edilir. Zîrâ sahabeye nisbet edilen sahîh tefsîr daha makbuldür. Mümkündür ki; sahabe bunu Resülul-lah'tan duymuş olsun Ayrıca ashabın sahîh bir anlayışa, sağlam bir düşünce yapı­sına, sâlih amele sâhib oldukları ve bu meziyetleriyle imtiyaz ederek Kur'ân'ın inişine şehâdet ettikleri bir realitedir. Tabiînden nakledilen rivayete gelince; bu konunun açıklanması gerekir. Eğer tabiînden olan zât, ehl-i kitâbtan rivayet aktarmakla ma­ruf birisi ise, o konuda tabiînin görüşü yerine aklın görüşü tercîh edilir. Ama tabiîn ehl-i kitâbtan rivayet nakli ile tanınmazsa ve tabiînden nakledilen haberler aklî yo­rum arasında çelişki bulunacak olursa; bu takdîrde işitilerek elde edilen deliller, ve aklî istidlaller ya da ikisinden birisi tercîh edilir. Eğer karineler, şüpheli olur, delil­ler ve belgeler de çelişirse bu durumda mes'ele üzerinde bir hüküm verilmez, Allah'­ın muradının mevcudiyetine inanılır, ancak bu muradın hangi şekilde tecellî ettiği kesin olarak söylenmez. Böylece bu mes'eîe açıklanmamış mücmel ve müteşâbih mes'ele hükmünde mütalaa edilir. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I, 284-286)

Dirayet tefsirinde görülebilecek kuvvet ve zaaf noktalarını kısaca açıkladıktan sonra, şimdi dirayet tefsirlerinin en önemlilerini biraz daha detaylı olarak görmeye çalışalım:

Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslâm'ın başlangıç döneminde bahsedilen şart­lar nedeniyle daha çok rivayet türünden tefsirler yazılmış ve rağbet bulmuştur. An­cak zamanla ve gelişen siyâsî, sosyal, ekonomik ve kültürel sâiklerle dirayet tefsirleri de kaleme alınmıştır. Bu tefsirlerden en önemlileri Zemahşerî'nin (öl. 949) el-Keşşâf an Hakâik'it-Tenzîl; Fahreddîn Râzî (öl. 1209)'nin Mefâtîh'ül-öayb; Kâdî Beydâvî (öl. 1286)'nin Envâr'üt-Tenzîl ve Esrar'üt-Te'vîl; Ebü'l-Berekât en-Nesefî (öl. 1300)'nin Medârik'üt-Tenzîl; Hâzîn (öl. 1340)'in Lübâb'üt-Te'vîl; Ebu Hayyân el-Endelûsî (öl. 1344)'nin Bahr'ül-Muhît; Hatîb eş-Şerbînî (öl. 1570)'nin Sırâc'ül-Münîr; Ebu'Suud Efendi (öl. 1574)'nin İrşâd'ül-Akl'is-Selîm; Âlûsî, (öl. I854)'nin Rûh'ül-Meânî, Sıddîk Hasan Bahadır Han (öl. 1889)'m Feth'ûl Beyân isimli eserleridir.

Ayrıca başta Şeyh Muhammed Abduh (Öl. 1905), Cemaleddîn el-Kâsımî (öl. 1913), Reşîd Rızâ (öl. 1935), Tantâvi Cevheri (öl. 1940), Elmalıh Muhammed Ham-di Yazır (öl. 1942), Muhammed Mustafa el-Merâğî (öl. 1945), Seyyid Kutub (öl. 1966), Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî (öl. 1979) olmak üzere Ünlü çağdaş mütefekkir ve mü-fessirlerin tefsîr çalışmaları herne kadar dirayet tefsirleri kategorisine girerse de biz, bu tefsirleri modern tefsîr farâliyeti bölümünde ele alacağımızdan burada ayrıca in­celeme onusu yapmayacağız.[11]

 

I- Zemahşcri (öl. 538/1144), el-Keşşâf an-Hakâık

 

Ebu'l-Kâsım Cârullah Mahmud İbn Ömer İbn Muhammed lbn Ömer el-Harizmî ez-Zemahşerî. Tefsîr, hadîs, kelâm, İlimlerinde şöhret bulmuş ünlü edip ve şâir. 27 Recep 467 (19 Mart 1075)'de Harizm eyaletindeki Zemahşer'de doğmuştur. Çocukluğunda damdan veya hayvandan düştüğü için ve büyük bir ihtimâlle de Harizm'de yolculuk esnasında kar fırtınasından donduğundan dolayı bir ayağı kesilmiş ve takma bacakla yürü­mek zorunda kalmıştı. Dindar bir aileye mensûb olan Zemahşerî İlk dinî bilgileri babasından almıştır. Rivayete göre, ayağı sakat olduğundan babası, onun hayatını rahatça ve oturarak kazanması için terzi olmasını arzu etmiş, ancak Mahmud İbn Ömer'in okumak istemesi üzerine medreseye vermişti. Zemahşerî, önce devrinin dil ve tıp bilginlerinden olan Ebu Mudar Mahmud İbn Cerîr et-Dabbî'den dersler al­mış ve mu'tezileden olan bu hocasının etkisinde kalarak mu'tezilî inançları benim­semiştir. Ünlü Selçuklu sultânı Melik Şâh'ın vezîri Nizâm'ül-Mülk'ün zamanında yetişmiş olan Türk asıllı bu büyük düşünür; bir süre sonra Harizm'den Horasan'a gider, sonra İsfahan'a geçerek Melik Şâh'ın oğlu Sultan Muhammed ile ilişki kurar ve bir kasidesinde onu medheder. Hacca giderken Bağdâd'a uğrar. Ve Bağdâd'ta Nizamiye medresesinde ders veren ünlü bilginlerden Ali İbn Muzaffer en-Nîsâbûrî, Ebu Nasr el-Isfahânî, Ebu'i-Hattâb İbn ebu'l-Beşer, Ebu Saîd el-Şakkânî, Şeyh'ül-İslâm Ebu Mansûr İbn Nasr, Kâdı'l-Kudât Ebu Abdullah Muhammed İbn Ali ed-Dâmeğânî,ibn el-Şecerigibi bilginlerle tanışır ve bunlardan edebiyat, hadîs, fıkıh dersleri alır.

512(1118) yılında Mekke'ye giden Zemahşerî, burada Mekke şerifi Ali Jbn Hamza lbn Vahhâs ile tanışır ve aralarında şahsî bir dostluk teşekkül eder. Mekke'de bulunduğu süre içerisinde çevrede bulunan muhtelif kabilelerin arasında geziler ya­parak arapların dil, edebiyat, örf ve âdetleri hakkında genişbilgiler toplar. Burada iki yıl kaldığı sanılan Zemahşerî tekrar Harizm'e döner. Ancak Harizm'de fazla kal­maz. Yeniden Mekke'ye gitmek üzere yola düşer ve Şam'da vâlîTâç'ül-Mülûk Böri lbn Tuğtekin ile görüşür. Mekke'ye vâsıl olduğunda, kendisi gibi bir mu'tezilî olan lbn Vahhâs'ın da teşviki ile bahis mevzuu ettiğimiz Keşşaf tefsirini yazmaya koyu­lur. Çok sevdiği Ka'be'de uzun müddet kaldığı için (Allah'ın evinin komşusu) anla­mına kendisine Câr'ul-Lah lakabı verilir. Bu seyahatında üç yıl Ka'be'de kaldıktan sonra, tekrar Harizm'e dönmek ister ve 533 (1138) yılında Bagdâd'a uğrar. Burada büyük bir ilgi ile karşılanır. Fahr-ı Harizm (Harizm'in kendisiyle iftihar ettiği kişi) diye de tanınan Zemahşerî, bir yandan dersler verirken, diğer yandan da Ebu Man-sûr el-Cevâlıkî gibi âlimlerin derslerine devam ederek icazet alır. Memleketi olan Harizm'e geldikten sonra Ceyhun (Amu Derya) Nehrinin kıyısındaki Ürgenç (Gürganç-Cürcan)'e yerleşir. Birkaç sene sonra 9 Zilhicce 538 (14 Haziran 1144) yı­lında Arefe gecesi vefat eder. Hiç evlenmemiş olduğu sanılan Zemahşerî bir yandan ilmî eserler te'lîf ederken, diğer yandan da pek çok sayıda öğrenci yetiştirir.

Tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, nahiv, dilbilgisi, edebiyat, biyografi gibi pekçok mev­zuda eser vermiş olan Zemahşerl'nin şüphesiz ki en ünlü eseri; el-Keşşâf an Hakâ-ik'i Ğavâmız'it-Tenzîl ve Uyûn'ül-Ekâvil fi Vücûh'it Tenzil isimli tefsiridir. Kısaca Keşşaf diye bilinen bu tefsiri, Mekke'de yazmaya başlamış, ancak Ürgenç'te tamam­layabilmiştir. Dirayet tefsiri alanında yazılan eserlerin ilki olan bu tefsîr, Kur'ân'ın i'câzıni, dil bakımından İnceliklerini ortaya koyan edebî tefsîr örneklerinin de ilki­dir. Nitekim kendisinin de çok beğendiği bu eser, özellikle Kur'ân'ın edebî i'câzı üzerinde fazlasıyla durduğu için uzun yıllar medreselerde okunmuş ve bu sebeple de büyük bir itibâr görmüştür. Ancak Mu'tezilî fikirleri taşıdığı için sürekli eleştiri konusu da olmuştur. Biz zaman zaman bu tefsirden bazı iktibaslar yaptık. Bu bö­lümlere bakarak Keşşaf hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür. Keşşaf birçok ki­şi tarafından özetlenmiş veya şerhedilmiştir. Bu Haşiye, Tâ'lîk, telhîs ve hâmİş' Kâtip Çelebi ve Brockelmann tarafından kaydedilmiştir. Ayrıca Nukat'ül- Arap fi Carîb'il-Trâb fi'1-Kur'ân adında Kur'ân'ın i'râbına dâir bir eserinin yanı sıra, el-Minhâc fi Usûl'id-Dîn isimli fıkha dâir bir eseri bulunmaktadır. Farâiz, haccın menâsiki ve hadîsle ilgili birçok eserler de yazmış olan Zemahşerî'nin el-Fâik fi öarîb'il-Hadîs isimli hadîslerdeki garîb lafızları açıklayan eseri ve nahve dâir el-MufassaI,el-Ünmûzec el-Müfred ve'1-Mürekkeb ile klasik arapçanın Önemli bir lügati özelliğini taşıyan Esâs'ül-Belâğa isimli eseri ve yine pratik bir sözlükten oluşan Mukaddimet'ül-Edeb'i, seçilmiş vecizelerden oluşan Nevâbiğ'ül-Kelim'i ve hikemiyyâtten meydana gelen Etvâk'üz-Zeheb'i, nasîhatları ihtiva eden Makâmât veya Nesâih'üt-Kibâr'ı, Arap atasözlerinden meydana gelen el-Müstaksâ fi'1-Emsâl'i ve nihayet kendi şiirlerini top­lamış olduğu divânı gerçekten son derece önemli eserleridir. Onun ellinin üzerinde eser yazdığı anlaşılmaktadır.

Zemahşerî, Arap dilinin inceliklerine öylesine vâkıf olmuştur ki, rivayete göre bir gün Ebu Kubeys dağına çıkarak Arap kabilelerine şöyle seslenmiştir: Babaları­nızın, dedelerinizin dilini gelin benden öğrenin.

Zemahşerî, Keşşafta Kur'ân-ı Kerîm'İn belagatını, fasahâtını, edebî' i'cazını o dönemin bütün eserlerinin son derece üstünde bulunduğunu, yalnız o günkü Arap edebiyatı bakımından değil, diğer semavî kitâblar bakımından da üstünlüğünü or­taya çıkarmıştır. Kur'ân'm dil bakımından inceliklerini ızİ/âr etmiş ve bunda da fev­kalâde başarı göstermiştir. Nitekim ünlü müfessir Fahreddîn Râzî öâfir süresindeki: "Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar hamd ile Rablarını tesbîh ederler ve îmân ederler." (Ğâfir, 7) âyetindeki "ve îmân ederler" kavundaki inceliğe dik­kat çeken Keşşafın görüşünü aktararak şöyle der: Meleklerin zâten daha önce Rab-lanna hamd ile tesbîh ettiklerinin belirtilmesi onların îmân etmiş olmalarınım gösterir. Bundan sonra da yine îmân ettiklerinin belirtilmesinde ne fayda mülahaza edilmiş olabilir? Biz deriz ki: Buradaki fayda; Keşşaf tefsirinin sahibinin(Zemahşerî) belirt­tiği nükte olmalıdır. Bu nükteyi gayet güzel keşfetmiş olan Zemahşerî şöyle diyor: Bundan maksad, Allah Teâlâ'nın Arş üzerinde durmadığına dikkatleri çekmektir. Zîrâ Allah Teâlâ Arş'ın üzerinde oturmuş ve melekleri izliyor olsaydı, Arş'ı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler de Allah Teâlâ'nm zâtını gözleriyle görüp mü­şahede etmiş olurlardı. Bu takdirde de meleklerin Allah'ın varlığına îmânı görme­den îmân türünde olacağı için bu îmânlarından dolayı onları medh ve sena etmek gerekmezdi. Zîrâ hazır ve görülen bir şeyin varolduğuna inanmak ayrıca bir övgüye neden olmaz. Görülmüyor mu ki güneşin varlığını ve aydınlığını kabul etmek her­hangi bir övgüyü gerektirmez. Allah Teâlâ meleklerin îmân ettiklerini övgüyle zik­rettiğine göre; anlaşılıyor ki, melekler Allah Teâlâ'nın zâtım Arş üzerinde oturmuş hâzır olarak bilip tanımak yerine, sadece delîl tarikiyle bilip doğrulamışlardır.

Allah Teâlâ Keşşaf sahibine rahmet etsin eğer eserinde bu nükteden başka bir şey bulunmamış olsaydı, yine de onun için övünç ve şeref kaynağı olmaya yeterdi. (Fahreddîn Râzî, Mefâtih'ül-Ğayb, XXVII, 33-36) Fahreddîn Râzî'nin de işaret et­tiği gibi bu konulardaki derin tesbîtleri nedeniyle Keşşaf tefsiri zamanına kadar ben­zeri yazılmamış değerli bir tefsir olarak görülmüş ve hattâ müellifin kendisi bile eserini fazlasıyla beğenerek bir şiirinde şöyle medhetmiştir:

Sayısız tefsîrler vardır dünyada,

Hayatım hakkı için Keşşafın benzeri yoktur.

Eğer hidâyeti bulmak istiyorsan devanı et onu okumaya,

Cehalet bir hastalık gibidir, Keşşafta ona şifâ.

Zemahşerî Keşşafta tasavvuf! konulara yer vermediği gibi buna karşı çıkmış ve Mâide sûresinden (âyet 54) mutasavvıflara ağır eleştiriler yöneltmiştir. Mu'tezİ-Ie; âhirette Allah'ın görülmesini reddettiğinden Zamahşerî de Âl-i İmrân sûresinde (185) "Gözler onu görmez" âyetini tefsîr ederken Ru'yetullah'ı açıkça inkâr ederek kısaca şöyle der: Gözler Allah'ın zâtına ilişemez ve kendisini göremez. Çünkü Allah Teâlâ zâtı bakımından gösterici olmaktan yücedir. Zîrâ gözler cisimler gibi aslî veya arazlar gibi tebaî olarak bir yönde bulunan şeylere ilişebilir. Allah'ın zâtı ise hiçbir yönde değildir. Bütün bu zaafına rağmen Keşşaf tefsiri, islâm âlimlerince büyük bir itibâra mazhar olmuştur.

Otuza yakın müellif ona kısmen veya tamamen şerh yazmıştır. Bunları şöylece sıralayabiliriz: (Kutbeddin Mahmûd Şîrâzî (öl. 710/1310); Muhammed et-Tayyibî, (öl. 743/1342); Ömer İbn Abdurrahmân el-Kazvînî (öl. 745/1344); Ahmed el-Çarperdî(öl. 746/1335); İmâdüddîn Yahya el-Alevî(öl. 750/1349); Kutbeddîn. Tehtânî (öl. 766/1364); Ekmelüddîn Bâbertî (öl. 783/1381); Sadeddîn Teftâzânî (öl. 792/1389); SiracÜddîn Ömer el-Bulkînî (öl. 805/1402); Seyyîd Şerîf Cürcanî (öl. 816/1413); Veliyüddîn Ebu Zür'a (öl. 826/1422); Haydar el-Herevî (öl. 830/1426); Yûsuf İbn Hasan et-Tebrîzî (öl. 840/1436); Alâeddin Ali Musannifek (öl. 871/1466); Hasan Çelebî (öl. 885/1480); Hatibzâde Muhyiddîn (öl. 901/1495); Kemâlüddîn İs­mail Karamanı (öl. 920/1514); İbn Kemâl Paşa (öl. 940/1535); Hayreddin Hızır el-Atûfi (öl. 948/1541); Mcvlânâ Ali Kuşçu (öl. 978/1570); SunTuIlah Efendi (öl. 1011/1602); MaraşMı Saçaklızâde Mehmcd Efendi (öl. 1145/1732) Ayrıca vefat ta­rihleri bilinmeyen Abdülkerîm İbn Abdülcebbâr, Alâeddîn Ali Pehlivan, EbuM-Abbâs Ahmed İbn Benâ', Mevlânâ lbn'Ül-Hatîb ve Selanik kadısı Hamid tbn Mustafa ta­rafından Keşşaf tefsîrine haşiye veya tâlîk yazılmıştır.

Diğer taraftan Muhammed İbn Ali el-Ansârî (öl. 662/1263); Kâdî Beydâvî (Öl. 685/1286); Kutbeddîn Muhammed es-Seyrafî (öl. 698/1298); Alâeddin Ali et-Tûsî (öl. 816/1413), AbdüM-Evvel İbn Hüseyn (öl. 950/1543) tarafından telhis yazılmış­tır. Cemâleddîn Abdullah ez-Zeyla'î ile Şihâbüddîn Ebu'1-Fadl Keşşaf tefsirinde mev-cûd olan hadîsleri tahrîc etmişlerdir. Ve yine bu eseri tanıtmak üzere Nâsıruddîn Ahmed tarafından el-tntisâf, Alamüddîn el-Irâkî tarafından el-lnsâf, Ali Ömer es-Sakûnî tarafından Kitâb'üt-Temyîz Ala'l-Kesşâf isimli eserler kaleme alınmıştır. Keş­şaf tefsirinde yer alan bin kadar beyit şerhedildiği gibi, Fi'ruzâbâdî ve Hâmid İbn Ali el-Dımeşkî, Keşşafın önsözünü şerhetmişlerdir. Bu eserde şevâhid kabilinden zikredilen beyitler, Hıdır İbn Muhammed el-Mavsılî, Muhibbüddîn Muhammed el-Hamevî ve Ebu Abdullah Muhammed İbn Tayyib tarafından şerhedilmiştir.

Zemahşerî tefsirinin önsözünde bu eseri neden kaleme aldığını şöyle açıklıyor: Adalet ehli kurtulan topluluğun seçkinlerinden; Arap ilimleriyle, dinî esâsların ara­sını birleştirenlerden dinde kardeşlerimiz olan bazı kişilerin bir âyetin tefsiri konu­sunda bana başvurdukları her seferinde, kendilerine bazı gerçeklerin perdesini kaldırdığımda bunu fevkalâde güzel karşılayıp hayret ettiler ve bu gerçeklerden bazı cepheleri içeren bir eserin tasnifi konusunda bana şevk kanatlarını açı verdiler. En sonunda benim yanıma gelerek kendilerine tenzil (Kur'an-ı Kerîm')in hakîkatların-dan ve sözlerin kaynaklarından te'vîl vecihlerini açıklamamı, notlar tutturmamı is­tediler. Ben bağışlanmamı dîledimse de onlar dönüp geldiler ve dinin ulularından adalet ve tevhîd bilginlerinden şefaat dileyerek yeniden başvurdular. Herne kadar onların benden istedikleri şeyin bir görev olduğunu ve bu konulara girmenin farz-ı ayn gibi.bir şey olduğunu bilmekte idimse de; bundan bağışlanmamı dilemeye beni sevkeden husus; bırakalım beyân ve maânî ilimleri üzerine kurulmuş söz basamak­larında yükselmelerini, zamanın ahvâlinin derme çatma olması, insanlarının tutar­sızlığı ve bu bilim konusunda en küçük bir himmet göstermekten uzak olmaları idi. Bunun üzerine ben de kendilerine başlangıçlar konusunda bazı mes'eleleri imlâ et­tirdim ve Bakara sûresinin hakikat lan konusunda bazı söz topluluklarını yazdırdım. Bu yaygın bir söz idi, soru ve cevâbı çoktu, uzatmaları ve ekleri uzundu. Ancak ben bununla bu bilimin inceliklerinin derinliğine dikkatleri çekmeye çalıştım. Ve bu­nun kendileri için çevreyi aydınlatan bir ışık ve uyulan bir örnek olmasını istedim.

Ne zaman ki; Allah'ın civarında bulunma azmini ve Harem-i ilâhiyyede konak­lama isteğini kararlaştırarak yönümü Mekke canibine çevirdim, geçtiğim her ülke­de sakinlerinden seçkin bir kitlenin-bunlarm sayısı ne de azdır- ciğerlerinin yanık olduğunu, o tutulan notlara ulaşabilmek ve onunla yakınlık kurup elde edebilmek konusunda susuz olduklarım ve bu notlan iktibas etmeye tutkulu bulunduklarını, gördüm. Bu gördüğüm şey ilgimi harekete geçirdi, durgun olan enerjimi canlandır­dı. Mekke'ye konağımı kondurduğumda bir de baktım ki; ben, Hz. Hasan ailesin­den değerli bir ocakta bulunuyorum. Bu emîr, şerîf; Resülullah ehlinin şerefi olan imâm Ebu Hasan İbn Hamza îbn Vehhâs'tı. Allah, onun yüceliğini sürdüredursun. Hz. Hasan ailesinde pekçok güzeller bulunmasına ve güzellikleri sayısız menkıbele­re konu olmasına rağmen o, bu ailenin yüzünde bir benek ve nükte idi. İnsanlar arasında yüreği suya en çok arzulu, vücûdu en alevli ve arzusu en yeterli olanıydı, öyle ki; bizim Hicaz'da bulunmadığımız sürede; içinde bulunduğu külfetli hayata rağmen çölleri aşıp engelleri ortadan kaldırıp Harizm'e yanımıza gelmiş ve bu ama­cına ulaşmak İstediğini beyân arzusu duymuştu. Ben de demiştimki: Bağışlanma di­leyen kişiye engeller kat kat oldu, dertler onu alıkoydu. Görüyorsun ki yıllar beni alıp götürdü. Vücûdum yıprandı arapların boynun uzantısı dedikleri onluk yıllarla (araplar altmış ile yetmiş yaş arasında bulunanlara böyle diyorlardı) boğuşur oldum. (Keşşaf, I, 15-19).

Zemahşerî devamla bu eserini Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'in hilâfet kadar tutan bir sürede tamamlayıp bitirdiğini, aslında otuz sene kadar bir zamana sığacak bu çalışmayı, iki yıl üç veya dört ay gibi bir zamanda tamamladığını belirtmektedir ki, bu süre Kâtip Çelebi'nin beyânına göre 528 yılı Rebî'ül-Ahİr'in ikinci Pazartesi gü­nüdür. (1133) Bunun ise sadece Allah'ın evinin (Kâ'be) bir mucizesi ve bereketi mah­sûlü olduğunu bildirmektedir.

Zemahşerî önsözde bilâhere tefsîr yazacak kişilerin; sâhib olmaları gereken asıl ilmin Beyan ve Maânı olduğunu belirterek Cahiz'in Nazmül' Kur'ân isimli eserinden naklen şöyle demektedir: "Fakîh; herne kadar fetva ve ahkâm ilminde akranlarından seçkin de olsa, kelâma herne kadar söz san'atında dünya ehlinin en üstünü de bulunsa, kıssa ve haber ezberleyicileri herne kadar tbn'üI-Kıriyye'den (Arap fesahat bilginlerinden birisi) daha çok hafız da olsa, vaiz herne .kadar Hasan el-Basrî'den daha iyi vaiz olsa, nahiv bilgini herne kadar Sîbeveyh'den daha çok nahiv bilse, Iüğat bilgini herne kadar sakal ve bıyığının gücüyle lüğatları çiğneyip yutsa bunlardan hiçbirisi bu yollara koyulmakta başarılı olamaz ve bu hakîkatlara dala­nı az. Ancak Kur'ân'a hâs olan iki ilimde derin bilgi sahibi olan kimse müstesnadır ki bu ilimler "öz Önce belirtilen lügat, maânî ilmi ve beyân ilmidir." (Keşşaf, 1,12-15)

Zemahşerî Kur'ân'm belagat cephesine çok önem verir ve âyetlerin tefsirinde istiare, mecaz ve diğer belagat metodlarını izah etmeye çalışır. Bu bakımdan ger­çekten bîr çığır açmıştır. Kur'ân'ın eşsiz üslûbundaki nazım güzelliğini ve inceliğini ortaya koymuş ve bu cihetten de kendinden sonra gelen bütün müfessirlerin kılavu­zu ve önderi olmuştur. Hattâ onun mezhebine karşı çıkanlar bile, onun ortaya koy­duğu edebî ve lugavî incelikleri tekrarlamaktan geri durmamışlardır. Ne var ki bu edebî incelikler üzerinde fazlasıyla duran Zemahşerî bazan farazî ve mecazî varsa­yımlara fazlasıyla dayanmakta, birtakım temsîli ve hayalî ifâdelere çok yer vermek­tedir. Bu sebeple onun ünlü hasmı sünnî bilgin İbn el-Münîr e!-lskenderî kendisini bu bakımdan çok tenkîd edecek hattâ şöyle diyecektir: Bu adamın âyetin edebiyle edeblenip de Allah Teâlâ'nın misâl diye isimlendirdiği şeyi misâl diye isimlendirme­si gerekmez miydi? (el- İntisaf- Keşşafın kenarında-, II, 449).

Zemahşerî, tefsirinde Mu'tezilî görüşleri te'yîd edebilmek için müteşâbih âyet­leri muhkem âyetlere hamletmeye çalışır. Ancak bunu her müfessir gibi genel bir prensib olarak değil, yalnızca Mu'tezilî fikirlerle çelişen âyetler İçin uygular, (ör­nek olarak bkz: En'âm 103; Kıyamet, 22-23; A'râf, 28; İsra, 16) Zemahşerî büyük günâh konusunda, hüsün ve kubuh mes'elesİnde, sihir, irâde hürriyeti ve kulun fii­linin yaratıcısı olması mes'elesİnde tamamen mu'tezilî görüşleri sergiler. (Bkz. Bü­yük günâh meselesi için; Nİsâ, 93, En'âm, 158. Hüsn ve kubuh meselesi için; Nisa, 165; Isrâ, 15. Büyü için; Felak ve Nâs sûrleri.

irâde hürriyeti ile alâkalı olarak Âl-i İmrân, 8; Mâide, 41; Bakara, 272; En'­âm, 39: A'râf, 43)

(Zemahşerî hakkında daha geniş bilgi için bkz. Kıftî, Inbâh'ür-Ruvât Ala Enbâ'in- Nuhât, III, 265; Sem'anî, el-Ensâb, 277; Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII, 219; Suyûtî, Buğyet'ül-Vûât, II, 279; Ib'n Kutlubağa, Tâc'üt-Terâcim, 71; Ze-hcbî, Tczkiret'ül-Huffâz, IV, 1238; Abdülkâdir İbn Muhammed el-Kureşî, el-Cevahir'ül-Müdîc, II, 160; îbn'ül İmâd el-Hanbelî, Şezerât'üz-Zeheb, IV, 118; Su­yûtî, Tabakât'ül-Müfcssirîn, 41; İbn Kâdi Şihbe, Tabakât'ün-Nuhât, II, 141; Zehe-bî, el-tber, IV, 106; lbnü'1-Esîr, el-Kâmil, XI, 97; el-Lübâb fî Tehzîb'il-Ensâb, I, 506; İbn Hacer, Lİsân'ül-Mîzân, VI, 4; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 269; Yâkût, Mu'cem'ül-Üdebâ, VII, 147; Mu'cem'ül-Büldân, II, 940>Taşköprüzade, Miftâh'üs-Saâde, III, 97; İbn'ül-Ccvzî, el-Muntazam, X, 112; Zehebî, Mîzan'ül-t'tidâl, IV, 78; İbn Tağriberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, V, 274; İbn Hacer, Nüzhet'Ül-Elibba', 391; îbn Hallikân, Vefcyât'ül-A'yân, V, 168-174, Nuri Yüce, İslam Ansiklopedisi, Ze­mahşerî maddesi; Brockelmann, G.A.L.I, 290 vd.; Suppl., I, 509 vd.)[12]

 

2- Fahreddîn Râzî (öl. 606/1209), Mefâlîh'ül-Ğayb)

 

Fahrüddîn Ebu Abdullah Muhammed İbn Ömer Ibn Hüseyn İbn Hasan İbn Ali et-Teymî el-Bekrî, et-Taberî er-Râzî 543 (1149) yılında babası ZiyaÜddîn Ömer'in hatîb olarak bulunduğu Rey şehrinde dünyaya geldi. Bu sebeple ona Rey şehrinin Hatibinin oğlu mânâsına İbn Hatîb'ür-Rey denilmiştir, ilk öğrenimini babasından almış olan Fahrüddîn Râzî, daha sonra Merağa'da Mecd'üd-Devle el-Cîlî'den hik­met ilimlerini tahsil etmiş, Kemal es-Simuânî'den fıkıh öğrenmiş ve Şeyh Necmed-dîn el-Kübrâ'dan tasavvuf dersleri almıştır. Çevresinde şöhretli bir bilgin durumuna geldikten sonra, Ehl-i sünnete karşı görüşlerle mücâdele etmek üzere muhtelif seyâ-hatlarda bulundu. Önce Harizm'e giden Râzî, burada Mu'tezile mezhebi mensûbla-nyla ateşli tartışmalara girişti ve bu sebeple Harizm'i terketmek zorunda kaldı. Daha sonra Maverâünnehir bölgesine geçerek Buhârâ ve Semerkand'da bulundu. Doğ­muş olduğu Rey şehrine dönen Râzî, şöhretli ve zengin bir doktorun iki kızım iki oğluna aldı. Doktorun vefatı üzerine çocuklarına zengin bir miras kaldığı ve bu ne­denle Râzî'nin müreffeh bir hayat yaşadığı kaynaklarca belirtilir.

582 (1185) yılına doğru Gazne ve Hindistan'da geziler yapan Râzî, nihayet Gû-rî sultânlarının ve Harizmşah Alâeddîn'in himâyesi altına girerek Herât'a yerleşti. Herât'ta iken kendisine Şeyh'ül'îslâm lakabı verildi ve adı geçen Sultân Alâeddin ona büyük ikramlarda bulundu. Sonra da hükümet merkezi olan Cürcâniye'ye gö­türdü. Râzî için Herât'ta bir medrese te'sîs etti ve ömrünün sonlarına kadar burada öğrencilerine dersler vermesini sağladı.

İbn Ebi Useybia'nın ifâdesine göre; şöhreti çevreye yayılmış bulunan Fahred-dîn Râzî; atına bindiği zaman etrafında üçyüz fakîh birlikte yürür ve Harizmşâh onun meclisine gelirmiş. (Uyûn'ül-Enbâ, 462) Kâdî Şemseddîn el-Hûyî, Fahreddîn Râzî'nin şöyle dediğini nakleder; Allah'a andolsun ki yemek zamanında ilimle uğ-raşamadığım için çok üzülüyorum. Çünkü vakit ve zaman çok değerli. (İbn Ebi Üsey-bis, A.g.e.: 462) Ders vermeye başladığından Zeyneddîn el-Keşşî, Kutbeddîn el-Mısrî ve Şihâbeddîn en-Nîsâbûrî gibi belli başlı öğrencileri çevresinde bulunur ve arkasın­da da sırasına göre diğer öğrencileri yer alırmış.

Yine İbn Ebi Useybia'nın ifâdesine göre; Musullu Şemseddîn Muhammed şöy­le demiş: 600 yılında ben Herât'ta bulunuyordum, Fahreddîn İbn'ül-Hatîb (Râzî); büyük bir saltanat ve ihtişamla Bamyan kentinden Herât kentine gelmişti. Buraya gelişinde hükümdar Hüseyin İbn Harmîn onu karşılayarak pekçok ikramlarda bu­lunmuş ve Câmi'ine bir minber, diyânın'ın baş tarafına da bir seccade yerleştirerek orada oturmasını istemişti. Halkın onun huzuruna gelip sözünü dinledikleri bir günde ben de orada bulunuyordum. Şeyh Fahreddîn eyvanın ortasında oturuyor sağ ve solunda Türk köleleri iki saf halinde kılıçlarına dayanmış olarak bulunuyorlardı. O gün Herât Sultânı Hüseyin İbn Harmîn de meclise gelip selâm verdi. Şeyh Fah­reddîn onun yakınına oturmasını emretti. Ayrıca Şihâbeddîn el-Bûrî'nin yeğeni Sultân Mahmud da gelip selâm verdi. Şeyh Fahreddîn onun da öbür tarafta kendisine ya­kın bir başka yere oturmasını işaret etti. (İbn Ebi Üseybia, A.g.e., 462-463)

Hükümdarlara emir verecek derecede itibâr gören Fahreddîn Râzî'nin Ziyaed-dîn ve Şemscddin adında iki erkek çocuğu vardı Hükümdarlar katında böylesine itibâr gören Fahreddîn Râzî'nin düşmanları da pek çok olmuştur. Özellikle kardeşi Rükneddîn'in onun aleyhinde sözler söylediği kaynaklarda rivayet edilir. Hüküm-dâr'ın Fahreddîn Râzî'ye itibâr etmesi ve kendisi için Herât'da bir medrese inşâ et­tirmesi çoğunluğu Kerrâmiye mezhebine mensûb bulunan Herât halkına ağır geldi.Kerrâmiye'nin ünlülerinden ve önderlerinden Abdülmecîd İbn Kıdve'nin de hazır bulunduğu bir mecliste hükümdarın huzurunda; Kerrâmiye, Hanefî ve Şafiî âlimleri tartışma yaptılar. Fahreddîn Râzî'nin kuvvetli tartışma metodu karşısında fikirlerini savunamayan İbn Kadve Herât camiinde vaz'ederek halkı onun aleyhine tahrik etmiş ve bunun netîcesinde hükümdar Gıyâsüddîn, Fahrüddîn Râzî'yi şehir­den çıkaracağını vaad etmiştir.                                                                ^

İbn Hallİkân'ın belirttiğine göre, Fahreddîn Râzî İmâm Cüveynî'nin eş-Şâmİl isimli eserini ezbere bilirmiş. Fahreddîn Râzî'nin bizzat ifâdesine göre üstâd silsilesi şöyle imiş: Babası Zİyâüddîn Ömer, EbuM-Kâsım Süleyman İbn Nasır, İmâm'ül-Haremeyn Ebu'l-Meâli el-Cüveynî, Ebu İshâk ei-lsferayinî, Ebu'l-Hüscyn el-Bâhilî, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Ebu Ali el Cübbâî. Onun fıkıhtaki üstâdlarının silsilesi de şöyledir: Babası Ziyâüddin Ömer, Ebu Muhammed Hüseyn İbn Mes'ûd el-Ferrâ, el-Bağavî Kâdî Hüseyn el-Mervezî, el-Kaffâl, Ebu Zeyd el-Mervczî, Ebu İshâk el-Mervezî, Ebu'l-Abbâs İbn Süreye, Ebu'l-Kâsım el-Enmâtî, İbrahim el-Müzenî ve imâm İdrîs eş-Şâfiî. Fahreddîn Râzî'nin 606 yılı (1209) Ramazân bayramına tesa­düf eden pazartesi günü Herât'da vefat ettiği ve o gün akşama doğru Herât yakınla­rındaki Müzdahân köyünde defnedildiği belirtilir. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 252) Arap edebiyatına hakkıyla vâkıf olan Râzî birçok şiir de yazmıştır. Onun ünlü şiirlerinden birisi şöyledir:

Akılların gidebileceği yerin sonu kesiktir;

Bilginlerin çalışmalarının çoğu boştur.

Ruhlarımız bedenlerimize engeldir;

Dünyamızdan elde ettiğimiz şey ise eziyet ve vebaldir.

ömrümüz boyunca araştırmalarımızdan hiç yararlanmadık;

Sadece şu dedi ile böyle denildiyİ birleştirdik.

Nice kişiler ve devletler gördük ki;

Hepsi birlikte çabucak yıkılıp yok oldular.

Nice dağlar gördük ki zirvelerinde;

Adamlar vardı yıkıldılar,

Dağlarsa hâlâ dururlar. (İbn Ebu Üseybia, Uyûn'ul-Enbâ, 468)

Başta, konumuzu teşkil eden Mefâtîh'ül-öayb isimli tefsiri olmak üzere pek çok eser yazmış olan Fahreddîn Râzî kendi devrinde yaşayan kültürün canlı mü­messillerinden birisidir. Kelâma dâir el-Erbaîn fî Usulü'd-dîn, el-Metâlib'üI-ÂHye Muhassalü Efkâr'ü-Mütekaddimîn, İrşâd'ün-Nüzzâr, Uyun'ül-Mesail, el-Mebahis'Ül-İmâdiyye, el-Burhân, el-Beyân, el-Levâmi', el-Mebâhis'üş-Şarkıyye gibi eserlerinin yanı sıra İbn Sînâ'nın el-lşârât isimli eserine yazmış olduğu Serh'üMşârât, şerh'ul-Hikme, Tâcîz'ül-Felasife isimli felsefî eserleri, Kitâb fîM-Hendese ve Kitâb Musada-rât oklides isimli geometriye dâir eserleri, et-Tıbb'ül-Kebîr, Kitâb'Üt-Teşrîh gibi tıbba dâir eserleri ve yine İbn Sînâ'nın el-Kânûn isimli eserinin şerhi, ayrıca Gazzâlî'nin el-Vecîz isimli fıkha dâir eserinin şerhi, Esâs'ül-Takdîs isimli eseri ve imâm Şafiî'­nin hayatından bahseden Menâkib'ül-tmâm eş-Şâfıî isimli eserleri meşhurdur. Bu­nun yanısıra daha birçok eser ve risale kaleme almıştır. Bu sebeple devrinin bütün bilginleri tarafından büyük bir saygıyla anılmıştır.

Şüphesiz ki Râzî'nin en büyük eseri, Kur'ân tefsiridir. et-Tefsîr'ül-Kebîr diye de anılan bu ünlü tefsîri, tamâmlayamadan vefat etmiştir, öğrencilerinden Şam'da başkadı olan Sihâbüddin Ahmed İbn Halîl el-Hûyî ve Necmüddîn Ahmed İb Mu-hammed cl-Kamûlî tarafından tamamlandığı belirtilmektedir. Ayrıca Muhammed İbn Ebu'l-Kâsim tarafından et-Tenvîr fî't-Tefsîr, adıyla özetlenmiştir.

ibn kesîr tefsirinin muhtelif cildlerinde, bazı bölümlerini tercüme ederek ver­miş olduğumuz Fahreddîn Râzî'nin tefsîri; onüçüncü yüzyılda mevcûd olan kültür birikimlerinin hepsinin bir özeti ve muhassılası durumundadır. Başta fizik, astro­nomi, felsefeplmak üzere devrin carî olan pozitif bilim geleneği özetlenerek dirayet metodu doğrultusunda Kur'ân âyetleriyle bağdaştırıl maya çalışılmıştır. Her âyetin gramer özellikleri, belagat incelikleri, fıkhî yorumları, yapılmakta ve sistematik şe­kilde kelâmî mevzû'Iar tartışılarak o güne değin yaşamış olan kelâm problemlerinin ana konuları başlıklar halinde incelenmektedir.

Riyâzî ve tabiî bilimlere genişçe yer vermeye çalışan Râzî, özellikle Batlamyus (Ptolemeus) astronomisinin izâhlarıyla Kur'ân âyetlerini tefsîr etmeye çalışmakta­dır. Bu sebeple de yorumlarında bazı çıkmazlara düşmektedir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm bir ilimler ansiklopedisi değildir. Sâdece insan, kâinat ve hayat hakkında ana ilkeler vazeden bir sistemler manzumesi getirmektedir. Böyle olunca da mücerred bazı temasları vesîle ederek Kur'ân-ı Kerîm'i ansiklopedik bir bilimler kitabı haline dönüştürme çabası değişmeyen bir gerçeğin değişen durumlara uydurulması gibi so­nu çıkmaz bir yola götürür. Nitekim Râzî Bakara sûresinde (22. âyet) "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı*' âyetini tefsîr ederken dünyanın dönmeyip durgun olduğu konusunda beş ayrı delil zikretmektedir. (Bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 215-217) Buna mukabil yüzyılımızdaki mü-fessirler de başta Tantavî Cevheri olmak üzere Kur'ân-ı Kerîm'den dünyanın dön­düğüne dâir birçok delil serdetmektedirler. (Bkz. Tantavî Cevherî, Cevahir'ül-Kur'an, indekste gösterilen yerler)

Râzî bu büyük tefsîrinde felsefî tartışmalara da genişçe yer verir ve özellikle ilahiyat konusunda islâm filozoflarının yorumlarını değerlendirmeye ve zaman za­man da eleştirmeye çalışır. Ancak, filozoflara karşı bircephe almış olmak yerine, daha çok fırkaların görüşlerine yer veren kelâmı mezheplerin tartışmalarını Öne alır. Kendisi tran'lı olmasına rağmen dâima Ehl-i sünnetin görüşlerine ağırlık verir ve bu vesîle ile gerek MıTtezile, Mürcie ve Cebriye gibi diğer mezheplerin görüşlerini, gerekse Şîa'nın görüşlerini sürekli çürütmeye çalışır. Nitekim bu sebeple Endülüslü bilginler tarafından eleştirilecek olan Râzî hakkında İbn Hacer Necm et-Tûfî'nin el-lksîr fi llm'it-Tefsîr isimli kitabında şöyle dediğini bize aktaracaktır: Tefsîrler ara­sında tefsîr ilminin en Önemli konularını derli toplu olarak anlatan; Kurtubî'nin ve İmâm Fahrüddîn'in tefsîrinden başkasını görmedim. Ancak onun (Râzî) tefsirinin pek çok ayıpları vardır. Nitekim bana Şeref üd-Dîn en-Nüsaybî şeyhi Mağribli Sırat* üd-Dîn el-Sermiyâhî'den nakletti ki; o, iki cilt halinde el-Me'haz İsimli bir kitâb tas­nif ederek Fahreddîn Râzî'nin tefsîrindeki değerli ve değersiz konuları açıklamıştır. O, Râzî'ye çok kızarak dermiş ki; Râzî; din ve mezhep konusunda muhaliflerin şüp­hesini gerçek görüşten daha fazla irâd etmekte, hak ve sünnet ehlinin görüşünü ise daha düzensiz biçimde aktarmaktadır. Tûfî der ki: Yaşıma andolsun ki; bu Râzî'­nin felsefe ve kelâmla ilgili kitaplarındaki âdetidir. Nitekim bu sebeple bazıları onu itham etmişlerdir. (İbn Hacer, lisân'ül-Mîzân, IV, 427-428)

Fahreddîn Râzî, âyetlerdeki fıkhî ahkâmı da detaylı olarak açıklamaya çalışır ve hattâ* kendisi Şafii mezhebine mensûb olduğu halde diğer mezheplerin görüşleri­ne de geniş olarak yer verir ve sonuçta Şafiî'nin görüşünü tercîh ettiğini belirtir.

Râzî'nin tefsîrinde yeri geldikçe fıkıh ve tefsîr usûlüne dair bilgilere de rastlan­maktadır. Gramer ve belagat yönünden Kur'ân'm i'câzını göstermeye ahşan Râzî, tasavvufî izahlara da yer verir. Onun Nûr âyetinin tefsîri ve buradaki tasavvufi yo­rumları, Râzî'nin tefsirini tasavvufa girdikten sonra kaleme aldığını söyleyenlerin görüşünü te'yîd edici niteliktedir. Râzî, tefsîrinde hem rivayet, hem de dirayet usu­lüne başvurmuş, âyetlerin tefsirini sahabe ve tabiînin rivâyetleriyle açıklamaya ça­lışmış sonra da dirayet yoluyla izah etmiştir.

Mefâtîh'ül-öayb'da Râzî, sûrelerle sûrelerin birbiri arasındaki insicamını gös­termeye Özen göstermiş ve âyetler arası ilmî ve edebî yönden bağlantılar kurmaya çalışmıştır. Az önce de belirttiğimiz gibi Fıkıh bakımından Şafiî mezhebinin görüş­leri esâs alındığı gibi, itikâdî konularda da Eş'arî mezhebinin görüşleri detaylı ola­rak açıklanmıştır.

Böylece görülüyor ki Râzî'nin tefsîri; İslâm dünyasında şöhret bulduğu tarzda "ulu" ve "büyük" tefsîr unvanına (Tefsîr'ül-Kebîr) gerçekten lâyık olmuş ve sırf bir tefsîr olmaktan öte antik çağlardan beri gelen kültür birikimlerinin sergilendiği bir bilimler ve özellikle İslâm ilimleri ansiklopedisi niteliğine bürünmüştür. Ama bu ansiklopedi alışılagelen türden olmayıp yeri geldikçe ve gerek duyuldukça sergile­nen bilgi yığınlarından oluşmaktadır. Hattâ bu sebeple İbn Hallikân; Tefsir'ül-Kebîr için şöyle diyecektir; Râzî kelâm ilminde, eskilerin ilimlerinde ve aklî ilimde zama­nının halkını geçmiştir. Sayısız pek çok fende faydalı tasnifleri vardır. Bunlardan birisi Kur'ân-ı Kerîm tefsiridir ki onda her türlü garîb şeyleri cem'etmiştir ve ger­çekten bu büyük bir kitâbtır. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 249) Aynı ne­denledir ki Kâtip Çelebi Keşf'üz-Zunûn'da şöyle diyecektir: Doğrusu Fahreddîn Râzî tefsirini filozofların ve hükemânın sözleriyle doldurmuş ve bir şeyden çıkıp başka bir şeye girmiştir, öyle ki bakan kişi, bundan hayrete düşer. Ebu Hayyân ise el-Bahr'ül-Muhît'de der ki: İmâm Râzî tefsirinde tefsîr ilminde gereği olmayan pek-çok şeyleri uzun uzadıya derleyip aktarmıştır. Bu,sebeple bazı bilginler şöyle demiş­lerdir: Râzî'nin tefsirinde tefsirden başka her şey vardır. (Kâtip Çelebi, Keşfüz-Zunûn, 1,431-432)

Râzî'nin naklettiği hadîslerde sahîh ve zayıf ayrımı yapmadığı ve bu konuda yetersiz olduğu da söylenmiştir. Râzî'dcn sonra yüzyılımıza kadar devam edecek olan yeni bir tefsîr türü ortaya çıkıp gelmiştir. Ve hatâları sevâblanyla bu tür tefsirler sürekli tartışılır olmuştur.

Râzî'nin Önemli cephesinden birisi de iyi bir vaiz olmasıdır, ibn Hallikân onun için şöyle diyecektir: Vaaz konusunda Yed-i Beyza (Hz. Musa'nın mucizesi)'ya sa­hipti. Arapça ve Farsça va'zederdi. Va'z esnasında vecde kapılır ve hüngür hüngür ağlardı. Hcrât şehrinde muhtelif mezheblerden ve görüşlerden insanlar onun mecli­sinde hazır bulunur ve kendisine sorular sorarlardı. O, her soruya en güzel şekilde cevâblar verirdi. Bu sebeple Kerrâmiyye'den birçok insan kitlesi Ehl-i Sünnet mez­hebine dönmüştü, ve yine bu sebeple kendisine Herât'da Şeyh'ül-fslâm lakabı veril­mişti. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV 249-250)

(Râzî Hakkında daha geniş bilgi için bkz. Zehebî Siyer'ü A'lâm'in Nübelâ', XIII, 115; İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 248-252; Sübkî, Taba kât'üş-Şâfiiyye, V, 35; İbn Ebi Useybia, Uyûn'ül-Enbâ', 462-470; Ibn'ül-Kıftî, İhbâr'üI-UIemâ bi Ahbâr'il-Hükcmâ, 190-192; Zehebî, Mîzân'ül l'tidâl, II, 324; İbn'ül-lberî, Muhtasar'üd-Düvel, 4I8;442; İbn es-Sâî, el-Cami'ül-Muhtasar, IX, 306-308; tbn Hi-dâye, Tabakât'üş-Şâfiiyye, 82-83; -Safadî, el-Vâfî, 248-259; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 39; İbn'ül-İmâd Şezerât'üz-Zeheb, V, 21-22; İbn Tağrîberdi, en-Nücûm'üz-Zâhire, VI, 197-198; Taşköprülü, miftah'üs-Saâde, I, 450-451; Kâtip Çe­lebi, Keşf'üz-Zunûn, I, 431-432; Brockelmann, G.A.L., I, 506-508; Ömer Rıza Keh-hâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, XI, 79-80; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I, 290-296; İslâm Ansiklopedisi Râzî maddesi; Menî Abdülhalîm Mahmûd, Menahic'ül-Müfessirîn, 145-152)[13]

 

3- Kâdî Beydâvî (Öl. 691/1292) Envâr'üt-Tenzîl ve Esrâr'üt-Te'vîk

 

Nâsırüddîn Ebu'1-Hayr Abdullah İbn Ömer İbn Muhammed İbn Ali. Kâdî Bey­dâvî diye şöhret bulmuş olan bu büyük bilgin Atabeg Ebu Bekr İbn Sa'd devrinde (1226-1260) Şîrâz çevresinde bulunan Beyzâ'da doğmuştur. Babası Fars büyük ka­dısı (Kâdî'l-Kudât) olup burada yetişmiştir. Bir ara Tebriz'e de gitmiş olan Kâdî Bey-dâvî'nin burada sorulu cevâblı bir ders halkasına katıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Dâvûdi'nin   anlattığına göre; devrin bazı seçkinlerinin de hazır bulunduğu sorulu cevaplı toplantıda Kâdî Nâsirüddîn, kendisini kimsenin tanıya-mayacağı şekilde halkın arkasına oturmuştu. Müderris kimsenin cevâb veremeyece­ğini zannettiği bir nükteyi zikrederek mecliste bulunan topluluktan bu nükteyi çözmelerini ve cevâbını vermelerini ister. Cevâb veremeyecek olurlarsa yalnız çöz­melerini, buna da güçleri yetmeyecek olursa iade etmelerini söyler. Soruyu tamam­layınca Kâdî Nâsirüddîn cevâb vermeye başlar. Müderris ona soruyu anlayıp anlamadığını farkedinceye kadar seni dinlemem, der. Kâdî Beydâvî; nükteyi lafzı ile mi yoksa mânâsı ile mi tekrarlamasını istediğini sorar ve bu ikisi arasındaki seç­meyi kendisinin yapmasını söyler. Beklemediği bu durum karşısında kalan müder­ris, lafzıyla tekrar et, der. O da lafzıyla tekrarlayıp sonra nükteyi çözer ve bu nüktenin terkibinde bîr eksiklik olduğunu anlatarak cevâbını verir. Ancak kendisinin de mü­derrise benzer bir soru soracağını ve müderrisin bunu çözmesini İster, ama müderris bu nükteyi çözemez. Bunun üzerine vezîr onu yerinden kaldırarak kendi yanına otur -tur ve kim olduğunu sorar. O da Abdullah el-Beydâvî olduğunu ve Şîrâz'a kadı ol­mak arzusuyla geldiğini bildirir. Bunun üzerine vezîr kendisine ikramda bulunur, o gün elbiselerle donatır ve istediğini yerine getirir. (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 242-243; ayrıca Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye VIII, 157)

Abdullah el-Kâdî, Şeyh Muhammed Ibn Muhammed el-Kehtâî'den kendisine devlet görevi verilmesi için aracı olmasını ister. Vezîr şeyhin yanına geldiğinde şeyh der ki: şu adam âlim ve faziletli bir kişidir. Emîr ile birlikte ateşe girmek istiyor. Yanİ o, sizden kendisine bir seccade mikdârı cehennemde yer vermenizi arzuluyor, tmâm Beydâvî bu sözden etkilenerek dünyevî mevkileri terkeder ve şeyhin yanın­dan hiç ayrılmaz. Bahis konumuz olan tefsirini de bu şeyhin işareti üzerine yazar. (Kâtib Çclebî, Keşfüz-Zunûn, I, 187)

685 (1282) veya 691 (1291) yılında Tebriz'de vefat eder. Kâdî Beydâvî'nin baş­ta Envâr'üt-Tenzîl isimli inceleme konusu yapacağımız tcfsîri olmak üzere, Minhâc'ül Vusul ilâ Ilm'il-Usûl isimli usûle dâir bir eseri, kelâm ve felsefeye âit Tavâlî'ül-Envâr Min Matâlİ'il-Enzâr isimli eserleri çok meşhurdur. Usûle dâir eseri, Abdurrahmân Ibn Hasan el-lsnevî (öl. 1370) Tavâli' isimli eseri de Mahmûd Ibn Abdurrahmân el-Isfahânî (öl. 1348) tarafından şerhcdilmiştir. Bu esere Scyyid Şerif Cürcânî (öl, 1431) bir haşiye yazmıştır. Ayrıca Hz. Âdem'den 1275 yılına kadar dünya tarihini anlatan bir eseri bulunmaktadır. Beydâvî'nin sarf, nahiv ve fıkha dâir bazı küçük risaleleri de mevcûddur. Kâdî Beydâvî fıkıh, usûl, kelâm, mantık, gramer, belagat ve tarih ilimlerinde şöhret bulmuşsa da ona en çok şöhret kazandıran eseri, şüphe­siz ki Kur'ân tefsiridir. Özellikle Kâdî Beydâvî tefsîri diye şöhret bulmuş olan bu tefsir orta hacimde bir eser olup rivayet ve dirayet metodlarım birlikte ihtiva eder. Ehl-i Sünnetin koyduğu kurallara uygun delillerle ve Arap dilinin kaidelerini gözö-nünde bulundurarak kısa ve vecîz şekilde âyetleri yorumlamaya çalışır. Eser başta ünlü müfessir Zemahşerî'nin el-Kcşşâf isimli tefsîri olmak üzere, Fahreddîn Râzî'-nin ünlü tefsîri Mefâtîh'ül-Ğayb'dan ve Râğıb el-Isfahânî'nin tefsirinden yararlanı­larak hazırlanmış ve medreselerde asırlarca yetişkin müderrislerin okuttukları ders kitabı olarak elden ele dolaşmıştır. Günümüze kadar da gelen bu eser, hakkında Kâtib Çelebî şöyle diyor: "Onun bu tefsîri büyük bir üne sahiptir. Öyle ki açıkla­mayı dahi gerektirmez. Kâdî, i'râb Maânî ve beyânla ilgili konulan Keşşaf tefsirin­den özetlemiş, hikmet ve kelâma ilişkin hususları Tefsîr-i Kebîr (Fahreddîn Râzî'nin tefsiri) den özetlemiştir, işaretlerin inceliklerini, anlaşılmaz gerçekleri anlatmayı ve iştikakla ilgili konuları da Rağip el-Isfâhânî'nin tefsîrinden almıştır. Ve buna akle-dilebilir konularda, makbul tasarruflarda kendi fikrinin ışığını eklemiştir. Böylece gizlilikler çehresinden şek şaibesini gidermiş ve bilim alanında basîret ve genişliğini artırmıştır. Tıpkı Mevlânâ Münşî'nin dediği gibi:

Akıl ve fikir sahihleri hiçbir şey ortaya seremediler;

Okunan kitabın yüzündeki örtünün açılmasına ilişkin.

Ama pörsümez beyaz bir eli (yed-i beyzâ) vardır, Kâdî Beydâvî'nin.

O, derin bir bilgin olduğu için söz meydanına at koşturmuş ve ilimlerde maha­retini açığa çıkarmıştır. Yerine uygun biçimde kimi zaman işaretin güzelliklerinin yüzündeki perdeyi ve istiarenin tatlılıklarının örtüsünü açmıştır. Bazan da hikmet eli ve diliyle akledilir nesnelerin esrarının üzerindeki perdeyi yırtmış, sözleri ile ter­cüman olarak halka müşkül gelen konuları çözmüş ve maksatların zorunu önüne sermiştir, ince bahislerde saptırıcı şüphelerden emîn kılan esâsları zikretmiş ve delil­lerin metodlarmi açıklamıştır. Tefsîr şekillerinden; "denildi ki" lafzıyla başlayan ikinci, üçüncü ve dördüncü vecihler zayıftır... Sûrelerin sonunda irâd etmiş olduğu hadîslerin çoğuna gelince; gönlünün âyinesİ sâf olan Rabbmın esintilerini hisseden birisi olduğu için bu konuda müsamahakâr davranarak cerh ve ta'dîl sebeplerinden uzak durmuş, terğîb ve te'vîl yolunu tutmuştur... Ayrıca bu kitâb Allah katında de­rin bilginler ve fazîlet sahiplerinin hepsinin yanında hüsn-i kabul görme lutfuna er­miştir. Ders vererek, haşiye yazarak ve ta'lîkler yaparak herkes onun üzerine üşüşmüştür. (Kâtib Çelebî, Keşf'üz-Zünûn, 1,187) Celâleddîn Suyütîde Nevah üd'ül-Ebkâr ve Şevârid'ül-Efkâr isimli Kâdî tefsirinin haşiyesinde şöyle der: "Kâdî Nâsı-rüddîn el-Beydâvî bu kitabı özetlemiş ve güzel yapmıştır. Her güzel şeyi getirmiş ve Mu'tezile mezhebine sapma imkânı olan şeylerden kaçınmış, hîle noktalarını atarak yok etmiştir. Önemli konuları yazmış, eklerle derin bilgiler vermiş ve parlak bir mü­cevher gibi eseri ortaya çıkmıştır. Bu eser, günün aydın Ilgındaki güneşin parlaklığı gibi parlamış, birçok bilginler onun üzerine düşmüş, güzelliklerini diller anlatagel-miş, arifler onun inceliklerinin tadını tatmışlardır. Bilginler ders vererek ve mütâlâa ederek onun üzerine eğilmişler ve çabucak benimseyip kabul yolunu tutmuştur. (Nakleden Zehebî et-Tefsîr ve'1-müfessirûn, I, 301-302)

Beydâvî'nin bu tefsiri sûrelerin başına ve sonuna koyduğu daha çok Zemahşe-rî'den almış olduğu zayıf rivayetlerden daha eleştirile gelmiştir. Ancak o, Isrâilİyâta dâir rivayetlerin nakli konusunda titiz davranmakta ve bunu; "rivayet edilmiş ki" veya "denilmiş ki" gibi misli geçmişle belirterek kendisinin bu görüşe katılmadığını imâ etmektedir. Diğer taraftan pozitif bilimlerle ilgili araştırmalarında selefi Râzî'-nin tutmuş olduğu yolu izlemiştir. Nitekim kendisi tefsîrin Önsözünde şöyle der: "Uzun zamandan beri zihnimdebu fende -yani tefsîr ilminde-bir «ser tasnîf etmek düşüncesi vardı. Öyle ki bu eser sahabenin ulularından, tâbiînm bilginlerinden ve bunların dışındaki selef-i sâlihînden bana kadar ulaşmış olan bilgilerin özünü ve sü­zülmüşünü ihtiva etsin, istiyordum. Parlak nükteleri taşısın, gözalıcı latifeleri İçer­sin, diyordum. Gerek ben, gerekse benden önce muhakkiklerin örneklerinden ve müteahhirinin faziletlilerinden zevatın çıkarmış olduğu bu incelikleri, meşhur sekiz kırâet imamına ulaşan kırâet vecihlerini ve muteber Kurrâdan nakledilen şâz riva­yetleri de dile getirmesini arzu ediyordum. Ama benim malımın eksikliği öne atılmamı önlüyor ve bu makama çıkmamı engelliyordu. Nihayet istihareden sonra istediğim şeye başlama konusunda ve maksadımı gerçekleştirme hususunda izin ve­rildi ve böylece ona Envâr'üt-Tenzîl ve Esâr'üt-Te'vîl (İndirilmiş olan Kitabın Nur­ları ve Te'vîlin Sırları) adını vermeye niyetlendim. (Kâdî Beydâvî, Tefsir, I, 6) Bu amacına uygun olarak gerçekleştirmiş olduğu tefsir hakîkaten vecîz biçimde ve özel­likle tefsîr ilminde bilgi edinmek isteyen medrese öğrencilerinin yararlanabileceği bir eser olmuştur. Ne var ki bu eser, özet bir tefsîr olmakla beraber, Öğrencinin kolayca yararlanmasına müsait olma niteliğinden uzaktır. Çünkü âyetler belagat ve i'câza gölge düşürmemek -için o devirde âdet olduğu gibi- ojdukça zor ifâdelerle tefsîr edil­meye ve gramer incelikleri açıklanmaya çalışılmıştır. Nitekim bundan sonra bu usûl gelenek halini alacaktır, özellikle Osmanlı medreselerinde gerek tefsîr, gerekse di­ğer bilimlerde öğretici nitelikte yazılan eserlerin hemen hemen pek çoğunda Arap dilinin incelikleri ve üslûb kaygısı öne alınarak zor ve anlaşılmaz bir üslûb ile yaz­mak âdet olacaktır. Bu daha girift ve zor ise esâs amacın dışında birtakım dil ince­liklerini hedef alan bir düşünce tarzının gelişmesine sebep olacaktır. Nitekim bu nedenledir ki medrese mollalarının anlaması için Kâdî tefsîrine birçok kişi tarafın­dan haşiye ve ta'Iîkler yazılacaktır. Ve böylece Zemahşerî'nİn açmış olduğu bu çı­ğır; Kâdî tarafından daha da genişletilerek daha sonra sıkıntısı, çok çekilecek ve İslâm dünyasında fikrî durgunluğun yaygınlaşmasına.sebeb olacak zor, külfetli ve tasannu' dolu bir üslûbla yazma geleneğini kökleştirecektir. Bu ise medrese eğitiminin önün­de aşılması zor büyük bir barikat oluşturacaktır.

Kâdî Tefsîrine Kısmen veya Tamamen Haşiye Yazanlar

1-  Ebu Bekr es-Sâiğ (öl. 786/1384)

2-  Şemsüddîn Yûsuf el-Kirmânî (öl. 786/1384)

3-  Molla Hüsrev (öl. 885/1480)

4-  Molla Gürânî (öl. 890/1485)

5-  Mustihaddîn İbn Tencîd (öl. 890/1485)

6-  Nehcûvânî (öl. 902/1496)

7-  Yûsuf Tokâdî (öl. 902/1496)

8-  Kâdî Zekeriyyâ el-Ansârî (öl. 910/1504)

9-  Celâleddîn es-Suyûtî (öl. 911/1505)

10-  Kemâleddîn Karamânî (öl. 920/1514)

11-  Cemâleddîn Karamânî (öl. 933/1526)

12-  İbn Kemâl Paşa (öl. 940/1533)

13-  Ebu'1-Fadl el-Kâzerûnî (öl. 940/1533)

14-  Isâmüddîn el-İsferâyînî (öl. 943/1536)

15-  Sa'dî Çelebî (öl. 945/1538)

16-  Atûfî Hayreddîn (öl. 948/1541)

17-  Şeyhzâde Muhyiddîn (öl. 950/1543)

18-  Mustafa Sürûrî (öl. 960/1565)

19-  Mahmûd el-Geylânî (öl. 970/1562)

20- Nûreddîn el-Hamza el-Karamânî (öl. 971/1563)

21-  Muhammed Amasyevî (öl. 973/1565)

22-  Abdülkerîm zade Muhammed (öl. 975/1567)

23- Dede Cengi (öl. 965/1567)

24- Kınahzade Alâeddin (öl. 979/1577)

25- Yûsuf Amasyavî (öl. 986/1578)

26- Kâdızâde Şemsüddîn (öl. 988/1580)

27- Mevlânâ ivaz (öl. 993/1585)

28- Abdülbâkî el-Geredevî (öl. 995/1586)

29- Şemseddîn Karabâğî (öl. 1900/1600)

30- Sıbgadullah er-Bervecî (öl. 1015/1606)

31- Bedreddîn es-Safûrî (öl. 1024/1615)

32- Bahâeddîn el-Amülî (öl. 1031/1621)

33- Ganizâde Nâdirî (öl. 1034/1624)

34- Muhammed Emîn Şirvânî (öl. 1036/1626)

35- Muhammed Bosnevî (öl. 1046/1636)

36-  Muhammed ei-Mısrî (öl. 1066/1655)

37- Abdullah el-Kerderî (öl. 1064/1653)

38-  Hıdır İbn Muhammed el-Amasyevî (öl. 1067/1656)

39- Abdullah Hilmî (öl. 1067/1656)

40- Abdülhakîm es-Seyelkûtî (öl. 1067/1656)

41-  Şehâbeddîn el-Hafâcî (öl. 1069/1658)

42-  İbrâhîm el-Mısrî (öl. 1079/1667)

43- Kırımlı Muhammed (öl. 1079/1667)

44- Hamza Efendi (öl. 1081/1670)

45-  Minkârî zade Yahya Efendi (öl. 1088/1677)

46-  Üşşâkî zade Abdülbâkî (öl. 1090/1679)

47-  Abdurrahmân el-MahalIÎ (öl. 1098/1686)

48-  Feyzullah Efendi (öl. 1099/1687)

49-  Muhammed Akkirmânî (öl. 1114/1702)

50-  Halîl Naîmî el-Mağnisâvî (öl'. 1130/1717)

51- Nûreddin es-Sindî (öl. 1138/1725)

52- Saçakhzâde Muhammed el-Mer'aşî (öl. 1145/1732)

53-  Mesdici zade Abdullah (öl. 1148/1735)

54-  Muhammed Emîn Üsküdârî (öl. 1149/1736)

55-  Abdurrahmân es-Sefercelânî (öl. 1150/1737)

56-  Cârullah Veliyüddîn Efendi (öl. 1151/1738)

57-  Ahmed Kazâbâdî (öl. 1163/1749)

58- Osman Kemâhî (öl. 1171/1757)

59-  Muhammed Hâdimî (öl. 1176/1762)

60-  Muhammed el-Endelûsî (Öl. 1176/1762)

61-  Lebîb el-Amidî (Abdûtğafûr) (öl. 1185/1771)

62-  Hüseyin Karatepeli (öl. 1191/1777)

63-  İsmail konevi (öl. 1195/1780)

64-  Ismâîl Müfîd (öl. 1210/1795)

65-  Muhammed Mekkî (öl. 1212/1797)

66-  Mustafâ el-Mantıkî (öl. 1244/1828)

67-  Ğazzi zade Abdüllatîf (öl. 1247/1831)

68- İbn Âbidin Muhammed Emîn (öl. 1252/1836)

Ayrıca Ni'metuIIah el-Aydınî, Şeyh Muhammed eş-Şîrânî, Şeyh Muhammed eş-Şirvânî, Hasan tbn Muhammed ed-Dımeşkî, Ebu Bekr el-Leysî ve Sirozlu Yûsuf İbn Hamza gibi doğum tarihleri tesbît edilememiş zâtlar tarafından yazılmış haşiye­ler bulunmaktadır.

Kadı Beydâvî Tefsirine Ta'lîk Yazanlar

69-  Seyyid Şerif Cürcanî (öl. 816/1413)

70-  Seyyid Ahmed el-Kırîmî (öl. 850/1446)

71- Kasım Ibn Kutlubağa (öl. 879/1474)

72-  Muhammed en-Niksârî (öl. 901/1495)

73-  Kemâleddin Muhammed el-Kudsî (öl. 903/1497)

74-  Muhammed Ahaveyn (Öl. 904/1498)

75-  Muhyiddîn el-İmâdî (öl. 922/1516)

76-  Muhammed el-İskilîbî (öl. 932/1525)

77-  Muhyiddîn Muhammed Karabagî (öl. 942/1535)

78-  İbn Muhyî eş-Şîrâzî (öl. 945/1538)

79-  Hayyâmî (Hayrabolulu) (öl. 971/1563)

80-  Muhammed İbn İbrâhîm el-Halebî (öl. 971/1563)

81-  Muhammed el-Istanbûlî (öl. 973/1565)

82-  Nasruddîn el-Manastırî (öl. 976/1568)

83-  Muslihüddîn Muhammed el-Lârî (öl. 977/1569)

84-  Muslihüddîn Mustafâ (öl. 977/1569)

85-  Ahmed Çelebî (öl. 986/1578)

86-  Şeyh'ül'İslâm Zekeriyyâ Efendi (öl. 1001/1592)

87-  Ahmed el-Ansârî (öl. 1009/1600)

88-  Hüseyn el-Halhâlî (öl. 1014/1605)

89-  Sadreddîn Şirvânî (öl. 1020/1611)

90-  Şeyh Radiyüddün Muhammed el-Kudsî (öl. 1028/1618)

91-  Ganî zade Muhammed (Öl. 1036/1626)

92-  Hidâyetullâh (Alâiyyeli) (öl. 1039/1629)

93-  Muhammed el-Bosnevî (öl. 1046/1636)

94-  Nûrullah eş-Şirvânî (öl. 1065/1654)

95-  Abdurrahmân el-Mağnisâvî (öl. 1080/1669)

96-  Remzî Efendi (öl. 1100/1688)

97-  Şeyh'ül-îslâm Abdürrahîm Efendi (öl. 1128/1715)

98-  Muhammed İbn Ömer ed-Dârendevî(öl. 1152/1739)

99-  Abdurrahmân el-Bursevî (öl. 1161/1748)

100-  Muhammed Hazım el-Erzerûmî (öl. 1176/1762)

101-  Gazzî zade Mustafa Nesîb (öl. 1202/1787)

102-  Burdurlu Halîl Efendi (öl. 1269/1852)

103-  Hasan Fehmi Efendi (öl. 1294/1877)

Ayrıca Muhammed Emîr, Muhammed Kemâlüddîn et-Taşkendî, Sinânüddîn el-Berdaî ve Edîb el-Halebî gibi ölüm tarihleri tesbît edilemeyen bazı zevat da birer ta'lîke yazmışlardır. Diğer taraftan el-İmâm'ül-Kâmil diye tanınan, Şafiî bilginlerinden Kâhire'li Muhammed İbn Abdurrahmân (öl. 874/1469) Kadı Beydâvî tefsi­rini özetlemiştir. Bu tefsirde yer alan hadîsleri Muhammed İbn Hasan ed-Dımeşkî (öl. 1175/1761) tahrîc etmiştir. Kâdî Beydâvî tefsirini 1185 (1771) tarihine vefat eden Birgili Ali Efendi Türkçeye tercüme etmiştir.

(Daha geniş bilgi için bkz. Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, V, 59; Suyûtî, Buğyet'ül-Vüât, 386; Yâfıî, Mir'ât'ül Cinân, IV, 220; Taşköprülü, Miftâh'üs-Saâde, I, 436-437; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 242-243; Kâtib Çelebî, Keşf'üz-Zunûn, 1,186-193; Brockelmann, G.A.L., I, 416-418; Ayrıca İslam Ansiklopedisindeki Beydâvî mad­desi; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 296-304; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 241-245; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 528-535)[14]

 

4- Neşen (öl. 710/1310) Medârik.

 

Hâfızüddîn Ebu'l-Berekât Abdullah ibn Ahmed İbn Mahmûd en-Nesefî, Bu-hârâ yakınlarındaki Nesef'de dünyaya gelmiş olup doğum tarihi kesin olarak bilin­memektedir. Şems'ül-Eimme Muhammed İbn Abdüssettâr er-Kerderî Hamîdüddîn ed-Darir ve Bedrüddîn Hâherzâde'den ders almış, daha sonra Kirmân'da el-Kutbiyyetüs-Sultâniyye medresesinde müderrislik yapmıştır. Bir süre Bağdâd'a git­miş ve dönüşünde 710 yılında Hûzistân'daki İzac'ta Rebîulevvel 710 (Ağustos İ310)'da vefat etmiş ve buraya gömülmüştür. Öğrencileri arasında Muzafferüddîn Ibn'üs-Sâatî (öl. 1295) ve Hüsâmüddin es-Sığnakî (öl. 1315) gibi ünlü kişiler bulun­maktadır. Başlıca eserleri arasında Medârik'üt-Tenzîl ve Hakâik*üt-Te'vîl isimli tef-sîrinin yanısıra fıkıh usûlüne dâir çok yaygın bulunan Menâr'ül-Envâr fî Usûl'U-Fıkıh gelmektedir. Bu eseri daha sonra birçok kişi tarafında şerhedilmiştir. Kendisi de bu eserine şerh yazmıştır. Merğınânî'nin el-Hİdâye isimli eserinin örnek olarak yazıldığı el-Vafî ve bunun şerhi durumunda olan el-Kâfî, ayrıca el-Vâfî'nin hülâsası olan Kenz'üd-Dekâik ve yine Akaide âit Umdet'ül-Akâid ve bunun şerhi olan el-İ'timâd isimli eserleri onun İslam ülkelerinde haklı bir üne kavuşmasını sağlamışdır. Gerek Hesefî Nefsîri ve gerekse Menâr ve Kenz'üd-Dekâik isimli eserleri yakın zamanlara kadar başta Kâhire'dekİ el-Ezher Üniversitesi olmak üzere, diğer medreselerde öğ­rencilerin elinden düşmeyen ders kitabı olarak ta'kîb edilmiştir. (W. Heffening, is­lâm Ansiklopedisi Nesefî maddesi)

Nesefî'nin Kenz'üd-Dekâik'i Zeyla'î (öl. 1343) Aynî (öl. 1451), Molla Miskîn el-Herevî (öl. 1409'dan sonra) Tâî (öl. 178), ibn Nüceym (öl. 1563) tarafından şerh edilmiştir. Nesefî'nin, Nâsüriddîn es-Semerkandî'nin Kitâb*ün-Nafî isimli eserine el-Mustafa ve el-Menâfî' isimli iki şerh yazdığı, Necmeddîn Ebû Hafs en-Nesefî'nin akâid manzumesine el-Mustafâ ve el-Mustafâ isimli şerh ve özet yazdığı, Ahşikâtî'-nin Müntehab fi UsuFid-Dîn isimli eserine bir şerh yazdığı kaynaklarca zikredil­mektedir.

islâm Ansiklopedisinde Nesefî maddesinin yazarı olan W. Heffenin ne yazık ki müellifin en ünlü eseri olan Medârik'ten hiç sözetmemiştir. Medârik tefsirini Ne-fesî Zemahşerî'nin ve Beydâvî'nin tefsirinden özetlemiş, orta uzunlukta bir eser mey­dana getirmiştir. Bu eserinde Kırâet ve i'râb şekillerini anlatan müellif, Zemahşerî'nin Keşşafta bahis konusu ettiği edebiyat inceliklerine yer vermiş ancak sûrelerin fazi­letine dâir onun naklettiği mevzu' hadîslere yer vermemiştir.

Gramerle ilgili ma'IÛmâtı verirken ı'râb ve kıraat vecihleri üzerinde durmakla beraber, i'râb konusunda sarf ve nahiv bakımından tafsilâta d almamaktadır. Fıkıh mes'elelerine dâir verdiği bilgiler, derin olmamakla beraber Hanefî mezhebinin gö­rüşlerini yansıtmaktadır. Çok az da olsa İsrâilİyâtın yer aldığı bu tefsirde Nesefî, genellikle nakledilen rivayetin uydurma veya isrâiliyâttan olduğunu belirtmeye çalışır.

Nesefi, tefsîrin mukaddimesinde amacım söyle özetler: "Kendisine icabet et­mem gereken bîr zât benden, te'vîller konusunda i'râb ve kırâet vecihlerini derli toplu anlatan, bedî* ve beyân ilimlerinin inceliklerini taşıyan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat*ın, görüşlerini yansıtan bid'at ve dalâlet ehlinin uydurmalarından kaçınan te'vîller ko­nusunda orta genişlikte bir kitâb yazmamı istedi. Bu kitâb ne bıktırıcı şekilde uzun, ne de yetersiz şekilde kısa olmalıydı. Ben, bu hususta insan gücünün kusurunu ve. tehlikeli durumdan kaçınmak gerektiğini gözönünde bulundurarak bir süre tered­düt ettim. Bilâhere pekçok engellere rağmen bu kitabı yazmaya karâr verdim ve Al­lah'ın yardımıyla az bir süre içinde tamamladım, ona indirilmiş olan kitabın kavranılması ve te'vîlinin hakîkatları adını verdim." (Nesefî, Medârik, Mukaddime)

(Daha geniş bilgi için bkz. tbn Hacer, ed-Dürer'ül-Kâmine, II, 247; el-Kureyşî, el-Cevâhir'ül-Müdîe, I, 270-271; İbn Kutlubağa, Tâc'üt-Terâcim, 22, Brockelmann, G.A.L., H, 196-197; Suppl, II, 263-268; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 304-309; Mim" Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 215-221; Ömer Nasûhî Bilmen Büyük Tefsîr Tarihi, II, 539-540)[15]

 

5- Hâzin (öl. 741/1340) Lübâb

 

Alâüddîn Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhammed tbn İbrâhîm İbn Ömer eş-Şeyhî el-Bağdâdî eş-Şâfİî es-Sûfî 678 yılında (1279) Bağdâd'ta doğmuş ve burada İbn'üd-DevâlibîMen hadîs Öğrenmiş, sonra Şam'a gelip Kasım İbn Muzaffer ve Ömer kızı Vezire'den (Şamlı bir hadîs bilgini olan bu hanım, babasından hadîs öğrenimi gör­dükten sonra Şâm ve Mısırda hadîs rivayet etmiştir. 716/1316 yılında vefat etmiş olup Sima* yoluyla Müsned'i rivayet edenlerin sonuncusu sayılır. (Daha geniş bilgi için bkz. tbn Hacer ed-Dürer'ül-Kâmine, II, 223) Uzun süre Şam'da Sümeysâtiye hankâhının kütübhane müdürü olarak görev yaptığı için kendisine kütübhâne bek­çisi anlamına Hâzin lakabı verilmiştir. Sûfîmeşrep bir zât olan Hâzin'in insanlar ta­rafından çok sevilmiş olduğu kaynaklarda zikredilir. 741 yılında (1340) Haleb'te vefat etmiştir.

Lübâb'üt -Te'vîl fi Maânî't-Tenzîl isimli tefsirinden ayrı olarak Umdet'ül-Ahkâm şerhi başta olmak üzere, İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in müsnedleri-ne, Kütüb-i Sitte'ye, İmâm Mâlik'in Muvatta'ına ve Dârekutnî'nin Sünen'ine baş vurarak cem'edip bölümler halinde tertîb ettiği 10 ciltlik Makbul'ül-Menkûl isimli hadîs kitabı ve peygamberin hayatından bahseden es-Sîret'ün-Nebeviyye isimli eserleri vardır.

Lübâb'üt-Te'vîl fi Maânî'it-Tenzîl isimli tefsirini Bağavî'ninMeâlim'üt-Tenzîl isimli eserinden Özetleyerek meydana getirmiş ve buna daha önceki tefsirlerden na­killerle ilâveler yaparak nisbeten geniş bir tefsîr vücûda getirmiştir. Bu hususu tefsi­rinin önsözünde şöylece belirtmektedir: Değerli şeyh, üstün bilgin, sünneti ihya eden âlim, İmâm, ümmetinin önderi, imamların imâmı, mezheblerin müftüsü, hadîsin des­tekçisi, dinin te'yîd edicisi, Ebu Muhammed Hüseyin İbn Mes'ûdlel-Bağavî'nin tasnîf etmiş olduğu, Maâlim' üt-Tenzîl isimli kitâb; tefsîr ilminde meydana getirilen eserlerin en değerlisi, en üstünü, en iyisi ve en cazibidir. Sözlerin sahihini derledi­ğinden, atlama, değiştirme ve şüphelerden uzak olduğundan peygamberin hadîsle-riyle süslenmiş, şer'î hükümlerle bezenmiş, garîb kıssalarla işlenmiş geçmişin acâyib haberleriyle doldurulmuş en güzel işaretlerle tezyîn edilmiş, ibarelerin en açığıyla tahrîc edilmiş, en fasîh sözlerle, en güzel kalıba dökülmüştür. Allah Teâlâ onun mu­sannifine rahmet etsin, sevabım bol etsin, cenneti dönüp dolaşıp varacağı yer etsin. 6u kitâb benim vasfettiğim gibi olduğundan, onun faydalarının seçkinlerinden, eş­siz incilerinden ve metninin çiçeklerinden, yüzüğünün kaşından bir seçme yapmayı ve tefsirin mânâlarını cem'eden bir özet meydana getirmeyi, ifâde ve te'vîlin özünü ortaya çıkarmayı arzu ettim. Nakledilenlerin hülâsasını, nüktelerin esâslarını ve di­ğer eserlerden derlediğim faydaları ve Özetlediğim eşsiz bilgileri, orada dercetmek istedim. Kendime nakil ve seçmeden başka bir tasarruf yetkisi tanımadım. Uzatma ve genişletmeden sakındım... Gücüm yettiğince i'câzın en belirginini, tertibin en gü­zelini kolaylaştırıp anlatılmanın en uygununu yaptım. Her san'atta kendisinden ön­ce geçmişi bulunan her müellifin te'Iîf ettiği kitabın şu beş faydadan hâlî olmaması gerekir: Zor ise ondan bir şeyler çıkartmalıdır. Dağınık ise onu birleştirmelidir. An­laşılmaz ise onu açıklamalıdır. Ya da güzel tanzim ve te'Iîf yoluna.başvurmalıdır. Veya uzatma ve genişletmeleri bir kenara bırakmalıdır. Umarım ki; bu kitâb zikret­tiğim bu özelliklerden hâlî değildir.

Gerçekten fazla uzatmadan öz, ama konuyu derli toplu anlatmaya çalışan bu tefsîrin başında Kur'ân okunması ve öğretilmesi, Kur'ân'ı bilgisizce tefsîr etmenin zararları, Kur'ân'ı öğrenip de unutmanın tehlikeleri, Kur'ân'ın nüzulü tertîbi ve cem'i ile ilgili Kur'ân'ın yedi harf üzere indirilmiş olması, tefsîr ve te'vîl gibi konuların anlatıldığı beş bölümlük bir mukaddime yer almaktadır.

Hâzin'in tefsirinde Sa'lebî ve benzeri müfessirlerin naklettiği isrâiliyâtla ilgili hikâyeler genişçe yer almakta ve çoğu kez de eleştiriye tâbi tutulmamaktadır. Özel­likle peygamberin hayatında cereyan eden tarihî vak'alara ayrıntılarıyla birlikte yer verilmekte, bu arada ahkâmla ilgili âyetlerin tefsirinde fakîhlerin görüşleri ve delîl-leri fazla uzatılmaksızın anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu tefsirde daha çok Hazîn'-in tasavvufi duygularını yansıtan terğîb ve terhîb konularına âit öğüt niteliğinde pekçok hadîs kaydedilmektedir.

Mevzu hadîslere ve isrâiliyâta fazlaca yer verilmesi nedeniyle Hâzin tefsîri bil­ginler tarafından eleştirilmiştir. Hâzin tefsîri Iznikli Mûsâ İbn Hacı Hüseyin tara­fından Enfes'ül-Cevahir adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.

(Daha geniş bilgi için bkz., İbn Hacer ed-Dürer'üI-Kâmine, III, 97-98; İbn Ğâ-fir, Tarih Ulema'i -Bağdâd, 151-152; İbn'ül-lmad, Şezerât'üz-Zeheb, VI, 131, Dâ-vûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 422-423; Brockelmann, G.A.L., II, 109; Ömer Rıza Kahhâle, Mu'cem'ül-Müellifin, VII, 177-178; Zehebî, et-Tefsîr veM-Müfessirûn, I, 310-316; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 547-548)[16]

 

6- Ebu Hayyân el-Endelûsî (öl. 745/1344) el-Bahr'ül-Muhîl

 

Ebu Hayyân Muhammed İbn Yûsuf İbn Ali İbn Yûsuf İbn Hayyân el-Gırnâtî el-Ceyyânî, yaklaşık 624 yılında (1256) Şevval ayının sonlarına doğru Gırnata'nın (Gıranada) yakınlarındaki Matahşariş isimli mahalde dünyaya gelmiştir. Gırnata, Veles, Malağa ve el-Meriyye'de gramer ve hadîs bilimlerini tahsîl ettikten sonra Ku­zey Afrika'ya, Mısır'a gitmiş, hac maksadıyla Kâ'be'yi ziyaretten sonra dönüşün­den Kahire'ye yerleşmiştir. Kırâet ilimlerini Ebu Ca'fer İbn Tabbâ'dan, nahiv ilmini İbn'ün-Nehhâs ve diğerlerinden okumuştur. Endülüs, Afrika, İskenderiye, Mısır ve Hicaz'da yaklaşık dörtyüzün üzerinde Üstâddan hadîs dinleyen Ebu Hayyân, Şere-füddin ed-Dimyâtî, Takıyüddîn Ibn Dakîk'ül-îd ve Ebu'l Yümn İbn Asâkir gibi ze­vattan icazet almıştır. Kısa zamanda şöhreti çevreye yayılmış olan Ebu Hayyân'm, öğrencileri arasından Takıyüddin es-Sübkî ve iki oğlu, Cemâleddîn el-Isnevî, İbn Kasım, İbn Akıl gibi ünlü kişiler yetişmiştir. Kâhire'nin Mansûrie medresesinde tef-sîr dersleri, Câmi'ül-Ezher'de kırâet dersleri vermiş olan Ebu Hayyân başta dil bi­limleri olmak üzere tefsir, hadîs, tarih ve kırâet ilimlerinde geniş bilgiye sahip değerli bir bilgindi. Safedî; onun Irâkî'den ilim Öğrendiğini Isfahânî'nin meclisinde bulun­duğunu ve başlangıçta zahirî mezhebine mensûb iken bilâhere Şafiî mezhebini be­nimsediğini bildirir. Udfevî'nin ifâdesine göre; cimriliği ile iftihar eden Ebu Hayyân, doğru sözlü, akîdesi sağlam, hüccet sahibi bir zât idi. Sesinin güzelliği kadar yüzü­nün güzelliği ile de şöhret bulmuştu. Gramerde ünlü nahiv bilgini Sîbeveyh'in gö­rüşlerine bağlı olan Ebu Hayyân ile ünlü Hanbelî fakîhi İbn Teymiyye arasında yakın bir dostluk kurulmuşken, Sibeveyh'in görüşünü fazla benimsememiş olması nede­niyle bu dostluk nefrete dönüşmüştür. Arapçadan başka Türkçe, Farsça ve Habeş-çe gibi yabancı dillere dâir de eserler yazdığı görülen Ebu Hayyân'ıri Kitâb*ül-Idrâk li Lisân'il-Etrâk, Zahr'ül Mülk fi Nahv'it-Türk, el-Erâl fi LisânMI-Tück ve ed-Dürret'ül-Mudîe fi*l-Lugat'it-Türkiyye gibi eserleri bulunduğu, ancak Kitab'ül-İdrâk'in günümüze kadar ulaştığı, diğerlerinin kaybolduğu bilinmektedir. Bu ese­rinde Türkçe ve Türkmence olmak üzere iki yönde Türk dili tedkîk edilmektedir. Bunun dışında müellifin kaleme almış olduğu altmışın üzerindeki eserden ancak on-dokuzu günümüze ulaşmıştır. (Mecdûd Mansuroğlu, İslâm Ansiklopedisi, Ebu Hay­yân maddesi) 18 Safer 745 (1344) yılında Kâhİre'de vefat eden bilgin, es-Sûfiyye kabristanına defnedilmiştir. Bahis mevzûumuz olan el-Bahr'ül-Muhît fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli tefsîrinin dışında Tuhfet'ül-Edîb Bima fi'1-Kur'âni min'el-öarîb, ikd'ül-Leâlî, el-I'lân bi erkân'il-İslâm, ve et-Teshî! Şerhi günümüze kadar intikâl etmiştir.

Safedî onun için şöyle der: Onu ne zaman gördümse; ya dinliyor, veya çalışı­yor veya yazıyor veya bir kitaba bakıyordu. Güvenilir ve değerli birisiydi, lügati bi­lirdi. Nahiv ve tasrîf ilminde mutlak mânâda müctehid bir imamdı. Ömrünün çoğunluğunu bu İlme verdi. Neticede yeryüzünde kimsenin kendisine ulaşamayaca­ğı dereceye vardı. (Safedî, el-Vâfî, 145 vd.)

el-Bahr'ül-Muhît fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli tefsiri; Kur'ân-ı Kerîrh'in gramer ve dil bilgisi bakımından inceliklerini ihtiva eden zengin malzemelerin yer aldığı önem­li bir tefsirdir. Bu sebeple eseri bir tefsir kitabı olmaktan ziyâde bir nahiv kitabı ni­teliğini kazanmıştır. Ancak dil bilgisiyle ilgili mâ'lûmâtm yanı sıra nüzul sebepleri, nâsih ve meosûh, kırâet şekilleri gibi konulara da yer verir. Ahkâm ile ilgili âyetle­rin fıkhî yorumlarını da ihmâl etmeyen müellif.Kur'ân'm belagatı üzerinde fazlasıy­la durur. Zemahşerî ve İbn Atıyye'nin tefsirinden nakiller yapan Ebu Hayyân, çoğunlukla bu iki müfessirin görüşlerini çürütüp reddetmeye de özen gösterir. Bâ-husûs Zemahşerî'nin Mu'tezilî fikirlerine karşı çıkar. Bu noktaları eserine yazmış olduğu önsözde şöyle dile getirir; "İmdi, bilgiler pek çoktur ve hepsi de önemlidir.

Ancak en önemli bilgi ise ebedî hayat ve sermedi mutlulukla ilgili olan bilgidir. Bu da doğrudan doğruya Allah'ın kitabının bilgisidir. Diğer bilgiler bunun aracı gibi­dir. O, kopmaz bir ip, en sağlam ve en uygun bir yük, sağlam bir bağ ve dosdoğru yoldur. Şafağın ağardığı ve dostu görmenin canlandığı çağa geldiğimde, -ki bu çağ, gençlik ipinin düğümünün çözüldüğü çağdır. Ve bu çağ hakkında denir ki: Kişi alt­mışına bastığında içmekten kaçınsın ha kaçınsın. Zihnimde şu fikir canlanıyor ve aklımda şu konu ısrarla bel iriyordu. Bu çağda kendimi Rahmân'ın tarafına verip Kur'an tefsirine göz atmaya hasretmeliyim. Allah Teâlâ bu döneme ermeden önce düşündüğüm maksada ulaşmama imkân sağladı. 716 yılının sonlarında ki benim öm­rümün de eüiyedinci yılının başıydı- da bu kitabı tasnîfe koyuldum... Bu kitabı şöy­lece tertîb ettim: önce tefsîr ettiğim âyetin kelimelerini lafız lafız açıklamaya çalıştım. Bu lafızların terkibinden önce açıklanmasına gerek duyulan dil ve gramere dâir bil­gileri verdim. Bir kelimenin iki veya daha çok anlamları var idiyse, bu kelimenin ilk geçtiği yerde bunları zikrettim ki onun yer aldığı her yerde bu anlamlardan uy­gun olana bakılsın da kelime o anlama hamledilsin. Sonra âyetlerin nüzul sebebini zikrederek -eğer nüzul sebebi varsa neshini ve baştarafıyla münâsebetlerini açıkla­maya koyuldum. Şâz ve kullanılan kırâetleri doldurdum. Âyetin mânâsında selef­ten ve haleften görüşler naklederek Arab ilmi bakımından, kelimenin yönlendirilmesi gereken noktasını hatırlattım. Anlamların açık ve gizlisi üzerinde söz ettim, öyle ki; bir kelime -Meşhur da olsa- onun i'râb zorluklarını bedî ve beyân gibi edebiyat inceliklerini açıklayarak üzerinde söz ettim... Âyetlerin sonunda mensur bir bölüm ekleyerek burada, sözkonusu anlamlardan hangisinin vârid olduğunu açıkladım. Ve hepsini de en güzel biçimde özetledim. Bu özette daha önce tefsirde geçmemiş olan anlamlar yer almış olabilir. Ve bu, Kur'ân'ın diğer kısımlarında yol almak isteyen­ler için bir örnek oldu. fnşâallah zikretmiş olduğum bu metodun üzerinde duracak­sın. (Ebu Hayyân el-Bahr'ül-Muhît, I, 4-5)

Bilâhere Ebu Hayyân el-Bahr'ül-Muhît (Okyanus) adını verdiği bu tefsirini en-Nehr'ül-Mâdd adıyla (akan ırmak) özetlemiştir. Bu tefsirin önsözünde de Ebu Hay­yân şöyle demektedir: el-Bahr'ül-Muhît fi ilm'İt-Tefsîr adı verilen büyük kitabımı tasnif ettiğimde; uzun olması nedeniyle yüzücülerim bu okyanusu aşmaktan ve yol­cuların onu geçmekten mahrum kaldıkları için ondan bir ırmak akıttım. Bu ırmak­tan da gözler fışkırır... Bu tatlı suyun damlacıklarından susuzlar kanarlar. Bu ırmakta denizde bulunmayan şeyler meydana geldi. Bunun nedeni, onun mânâsını düşün­mekten zevk alan aracıyla ondan çıkararak getirdiği yeni görüşlerdir. Okyanusun ihtiva ettiği değerlerden birçoğunu onda terkettim. Yalnız gerdanlıklarının yâkûtla-nyla yetindim... Ve ona okyanustan akan ırmak adını verdim." (en-Nehr'üI-Mâdd, önsöz)

(Daha geniş bilgi için bkz. Sübkî, Tabak ât'üş-Şâfiiyye VI, 31-44; İbn Hacer, ed-Dürer'ül-Kâmine, IV, 302-310; el-Kütbî, Fevât'ül-Vefeyât, II, 283-285; İbn'ül-Cezerî, Tabakât'ül-Kurrâ', II, 285-286; İbn Tağrıberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, I, IIM15; Suyûtî, Buğyet'ül-Vuât', 121-123; İbn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, VI, 145-147; Suyûtî, Hüsn'ül-Muhâdara, I, 307-309; Şevkânî, el-Bedr'üt-Tâli', II, 288-291; Brockelmann, G.A.L., II, 109-110; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 286-291; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 317-321; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 183-192)[17]

 

7- Nîsâbûrî (öl. 730/1329) Ğarâlb'iil-Kur'ân.

 

Nizâmüddîn Hasan İbn Muhammcd İbn Hüseyin el-Horasânîen-Nîsâbûrî, İran'­ın Kum kentinden yetişmiş ünlü bir bilgindir. Sarf, nahiv, astronomi, hesâb, tefsir ve hadîs ilimlerinde mahir olan Nîsâbûrî'nin hayatı hakkında fazla bir bilgi bulun­mamaktadır. Onun sarf ilminde tbn Hâcib'in Şâfiye isimli eserine yazmış olduğu şerh ile Nasîrüddîn TÛsî'nin hey'ete dairTezkiret'ün-Nâsıriyye isimli eserini tanıt­ma babında kaleme almış olduğu tevhîd üt-Tezkire ve Secâvendî'nin kırâete dâir yazmış olduğu eserini örnek alarak kaleme aldığı Evkaf ül-Kur*ân isimli eserleri var­dır. Bunların yanı sıra şüphesiz ki en ünlü eseri öarâib'ül-Kur'ân ve Regâib'Ül-Furkân isimli tefsiridir. Nîsâbûrî bu eserini Fahreddîn Râzî'nin tefsirinden özetlemiş ve bu­na Zemahşerî'den ve diğer müfessirlerden ilâveler yapmıştır. Ayrıca Selef-i Sâlihi-nin tefsirlerine de yer vermiştir, özellikle Râzî ile Zemahşerî arasında mukayeseler yapmakta ve tercihlerini sergilemekten çekinmemektedir. Kelâmı mes'elelere de yer veren Nîsâbûrî; diğer mezheblerin görüşlerini açıkladıktan sonra Ehl-i Sünnetin gö­rüşüne geniş yer vermektedir. Tabîî bilimlerle ilgili açıklamalara da yer verdiği tef-sîrinde daha çok Râzî*yi örnek almaktadır. Nîsâbûrî âyetin rivayet ve dirayet tarikiyle tefsirini tamamladıktan.sonra, tasavvufî ve işârî tefsirlere yönelmekte ve bir muta­savvıf olarak çeşitli te*vil usullerine başvurmaktadır. Tefsîrinin başında ve sonunda kendisinin belirttiği gibi, diğer müfessirlerde karşılaşmadığımız bir metoda başvu­rarak önce Kur'ân âyetlerini zikretmekte, sonra kirâet-i aşereye göre âyetlerin kırâ-et vecihlerini kaydetmekte, sonra âyetlerin başı ve sonuyla ilişkisini açıklamakta, edebî, fıkhî ve felsefî yorumlara başvurmaktadır. İstifade ettiği kaynakları eserin sonunda şöylece sıralamaktadır: Bu kitabım, tefsîrlerin çoğunluğunu cami olan Tefsîr'ül-Kebîr'in özeti durumundadır. Her taraftaki üstâdlarca kabul gören Keş­şaf kitabının özünü içermektedir. Bunun yanisıra güzel ve garîb nükteleri, muhkem ve garîb te'vîlleri de ihtiva etmektedir ki bunlar; bizim arkadaşlarımızın (Ehl-i Sün­net) tefsirlerinde bulunmayan veya dağınık halde bulunan ya da kuyruğu ve zeyli uzun, mecmualar halinde bulunan tefsirlerdir. Hadîslere gelince; Câmi'ül-Usûl ve el-Mesâbih gibi meşhur kitâblarla Keşşaf, Tefsir'ül-Kebîr ve benzeri kitâblardan alın­mıştır. Ancak Keşşafın başında sûrelerin fazîletleriyle ilgili varid olan hadîsler müs­tesnadır. Biz bunları attık. Çünkü hadîs tenkîdçiîeri-pek azı müstesnâ-bunlan zayıf saymışlardır.

Vakıflar konusuna geiince; bu, İmâm Secâvendî'den alınmıştır. Bazı gerekçe­lerle özetlenmiştir... Nüzul sebepleri Câmİü'1-Usûl ile adı geçen iki tefsirden veya Vahidî'nin tefsîrinden alınmıştır. Lügat konuları Cevheri'nin Sıhâh'mdan veya nak­ledildiği gibi adı geçen iki tefsirden alınmıştır. Beyân, maâni ve diğer edebî konular ile ilgili bilgiler adı geçen iki tefsir İle el-Miftâh ve diğer arapça kitaplardan alınmış­tır. Şer'î ahkâma gelince; bunlar adıgeçen iki tefsîrden ve fıkıhta muteber olan ki­tâblardan alınmıştır. Özellikle de İmâm Râfiî'nin Şerh'ül-Vecîz isimli eserinden. Te'vîllere gelince, bunların çoğu şeyh, muhakkik, müttakî, necm'ül-mille ve'd-dîn'e aittir... (Nîsâbûrî tefsîrinin sonunda)

(Daha geniş bilgi için bkz. İbn lmâd, Şezarât'üz-Zeheb, III, 181; Suyûtî, Buğyet'ül-Vua't, I, 519; Tabakât'ül-Müfessirîn, 11; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 235-240; Zehebî, et-Tefsîrve'1-Müfessirûn, I, 140-141; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhİc'ül-Müfessirîn, I, 321-332;,Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 619-620)[18]

 

8- Hatîb el-Şerbînî (öl. 976/1568) es-Sirâc'ül-Münîr.

 

Şemseddîn Muhammed İbn Muhammed eş-Şerbînî, el-Kâhirî, eş-Şâfiî, el-Hatîb. Kâhire'de yetişmiş olan bu ünlü Şafiî müfessirin doğum tarihi kesin olarak biline­memektedir. Ancak yaşadığı dönemin ünlü üstâdlarından Ahmed el-Berlesî, Nûr el-Mahallî, Bedr el-Meşhedî ve Şihâb er-Remlî gibi zevattan ders aldığı ve sonra üs-tâdlarmın takdiri ile fetva ve ders vermeye başladığı bilinmektedir. Zâhid ve mütta-kî bir zât olduğu belirtilen Şerbînî'nin Ramazânın başından sonuna kadar i'tikâfa girdiği, dünya işlerine fazla Önem vermediği ve hacca özellikle yaya gitmeye rağbet ettiği belirtilmektedir. 976 yılında (1568) vefat etmiştir. Başlıca eserleri arasında adı-, geçen tefsirinden mâada Şafiî fıkhına dâir Minhâc'üt-Tâlibîn isimli eserin şerhi Muğnri-Muhtâc, öâyet'üt-Takrîb kitabının şerhi, bulunmaktadır. Ancak onun en ünlü eseri şüphesiz ki kısaca es-Sirâc'üI-Münîr diye bilinen es-Sirâc'ül-Münîr fî'I-İ'âneti Alâ ma'rifeti ba'dı Maânî Kelâmi RabbinaM-Hakîm'iI-Habîr isimli tefsiri­dir. Bu tefsirini Medine'de bulunduğu 961 (1552) yılından sonra Kâhire'ye döndü­ğünde bazı dostlarının isteği üzerine yazmıştır. Tefsirinde daha çok tercih edilen kavilleri benimsemiş ve uygun görülmeyen kavilleri tekrarlamamış ve uzatmadan kaçınmıştır. Gerek kelâmî tartışmalara, gerekse itikâdî hem rivayet, hem de dirayet metodlannın ikisini birden câmiidir. Kırâetlerden yalnızca mutavâtir olana yer ver­miş,Kur*an sûrelerinin faziletiyle ilgili Zemahşerî*nin Beydâvî'nin zikrettiği mevzu* hadîslere yer vermemiş ya da verdikten sonra bunların zayıf olduğunu belirtmiştir. Bazı tefsîr nüktelerini zikrederken veya müşkilleri cevâblandırırken dikkat ifadesiy­le konuya başlamakta veya şöyle denilse böyle cevâb verilir şeklindeki devrin klasik üslûb tarzına başvurulmaktadır. Âyetler arası irtibatlara dikkat eden müfessir, faz­la derinliklere dalmamak üzere fıkhı ahkâma da yer verir. Az önce de belirttiğimiz gibi zayıf ve Isrâilî rivayetler üzerinde titizlikle durmasınajağmen, yine de eserle­rinde bazı isrâiliyât kıssaları yer almaktadır. Müellifin daha çok Fahreddîn Râzî'-den nakiller yaptığı göze çarpmaktadır.

Tefsirin önsözünde Şerbînî geçmiş bilginlerin kendi anlayış kapasiteleri ve bilgi seviyelerine göre tefsirler yazdıklarını, ancak kendisinin Kur'ân'ı kendi re'yine göre tefsîr edenler hakkında vârid olan ağır tehdîdleri gözönünde bulundurarak böyle bir çalışmaya tevessül etmekten uzun süre kaçındığını, nihayet Ravza-i Mutahha-re'de İstihareye yattıktan sonra bu eserini yazmaya tevessül ettiğini, ancak yine de bu niyyetini kimseye açmadığını fakat arkadaşlarından birisinin rü'yasında Hz. Pey­gamberi veya İmâm Şafii'yi görüp kendisinin bir tefsîr yazmasını rü'ya sahibinin bildirmesini söylemeleri üzerine bu tefsîri yazmaya başladığını belirtmektedir. Ay­rıca arkadaşlarından bilim meraklısı bazı kimselerin kendisinden Minhâc'üt-Tâlibîn isimli eserin şerhini tamamlayınca bir tefsîr yazmalarını taleb ettiklerini ve onun da bu talebe karşılık verdiğini fakat öncekilerden farklı bir şey söyleyemeyeceğini, sa­dece yeni bir tarzda bir eser kaleme alacağım belirtmektedir. (es-Sirac'üI-Münîr, Şer-bini önsöz.)

(Daha geniş bilgi için bkz. Ibn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, VIII, 384; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifm, VIII, 269; Zehebî et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 338-345; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 646-647; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 259-264)[19]

 

9- Ebu's-Suüd Efendi (öl. 982/1574) İrşâd'ül-Akl'is-Selîm.

 

Şeyhü'l-lslâm Ebu's-Suûd Muhammed îbn Muhyiddîn Muhammed İbn Mus­tafa el-lmâdî. Kısaca Ebu's-Suûd Efendi diye anılan bu büyük Türk bilgini, hicrî 896 (1490) yılının 17 Saferinde istanbul civarında bulunan Müderris veya Medris isimli mahalde dünyaya gelmiştir. Kanunî Sultan Süleyman tarafından babası adı­na yaptırılan Sultân Selîm civânndaki-bilâhere Sİvâsî Tekkesi adını alacak olan-tekkede doğduğu, ya da babasının asıl memleketi olan İskilip'te dünyaya geldiği kay­naklarda belirtilmektedir. (Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I, 1225), Ebu's-Suûd Efendinin babası Şeyh Muhammed Muhyiddîn Yavsı îbn Mustafa el-Imâd el-lskilibî'dir. Annesi ise ünlü bilgin Ali Kuşçu'nun kardeşinin kızı olan Sul­tân Hâtûn'dur.

Babası Muhammed Muhyiddîn el-lmâdî'den (Şeyh Yavsı) Tecrîd haşiyesini bü­tün öteki haşiyelerle karşılaştırmalı olarak, Şerh'ûl-Miftâh'ı ve Şerh el-Mevâkif'i okumuş, Amasyalı Müeyyedzâde diye bilinen Abdurrahmân Efendi'den ders gör­müş ve Karaman'h Mevlânâ Seyyîdî'nin derslerinde bulunarak ondan icazet almış­tır. Aynı zamanda bu zâtın kızı Zeyneb Hâtûn ile de evlenmiştir. Herne kadar Şeyhü'l-lslâm İbn Kemâl Paşa'dan da ders aldığı söylenirse de bu kesinlik kazan­mamıştır.

Genç kabiliyeti ile devrin hükümdarı II. Bâyazid'in dikkatini celbeden Ebu's-Suûd Efendi günlük 30 akçe çelebî ûlûfesiyle taltîf edilmiş, daha sonra İnegöl'deki İshâk Paşa medresesi müderrisliğine tayîn edilmiştir. Bilâhere günlük 40 akçe ma­aşla Dâvûd Paşa medresesine 928 (1521) de Mahmûd Paşa medresesine ve 931 (1524)'de vezîr Mustafa Paşa'nın Gebze'de yaptırdığı medreseye müderris tayîn edil-miştir.Bir süre Bursa'da görev yaptıktan sonra 934 (1527) yılında Medâris-i Semân'-dan müfti medresesine tayîn edilmiş ve burada beş yıl görev yapmıştır. Osmanlı devletindeki ilmî görev ve mansıblarm hemen hemen hepsinde vazîfe yapmış olan Ebu's-Suûd Efendi yavaş yavaş ilerleyerek devrin en ünlü bilginleri arasına katılmıştır.

939 (1532) da Bursa kadısı olan Ebu's-Suûd Efendi 940 (1533) de istanbul ka­dısı olmuş, 944 (1537) Rumeli Kazaskeri olarak bu görevde 8 yıl kaldıktan sonra 952 (1545) yılında Şeyh'ül-lslâm olmuştur. Yaklaşık otuz yıl gibi Osmanlı devletin­de en uzun süre Şeyh'ül-İslâmhk makamında bulunmuş olan Ebu's-Suûd Efendi 982 (1574) Cumâd'el-Âhire'nin beşinci günü olan pazar günü seksenyedi yaşında iken vefat etmiştir.

Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'nin en haşmetli döneminde yetişen ve Hoca Çelebî adıyla bilinen Ebu's-Suûd efendi, dinî ilimlerin yanı sıra özellikle edebî zevkleri ne­deniyle de devrinde fazlasıyla sevilip sayılmış büyük bir bilgindir. Kılıç ve kalemi birlikte kullanmasını bilen bu büyük bilgin, Hatîb'ül-Müfessirîn Unvanını kazan­mış, Osmanlı tarih yazarlarının o mübalağalı üslubuyla peygamberden bu yana kâi­natta böyle bir allâme yetişmemiştir. Bilginler arasında Müfti's-Sakaleyn (iki cihanın müftüsü), Nu'mân-i Sâni (ikinci Ebu Hanîfe) diye de anılan Ebu's-Suûd Efendi, başta tefsîr, fıkıh ve gramer ilimleri olmak üzere devrinde yaygın olan bütün bilim­lerde üstaddı. Arapça, Farsça ve Türkçe yazmış olduğu şiirler her üç dilin edebiyatı­na derinden vâkıf olduğunu gösteren birer numunedir. Kısacası Ebu's-Suûd Efendi el-Fevâid'ül-Behiyye'de denildiği gibi; "Bir şeyh-i kebîr, bir alim-i nihrîr idi. Onun ne Acemde bir misli, ne Arapda bir nazîri vardır. Zamanında riyâset-i Hanefiyye ken­disine müntehi olmuştur. Usul ve fürû'da kâmil bir kuvvet, şâmil bir kudret sahibi idi. Bazı mes'elelerde ictihâd eder, tahrîcde bulunur, delilleri tercîh eylerdi. Tefsîr-de de büyük bir ihtisasa mâlik idi." (el-Fevaid'ül-Behiyye, 81)

Az sonra detaylı bilgi sunmaya çalışacağımız İrşâd'ül-Akl is-Selîm İsimli tefsi­ri, başta olmak üzere Kanunî Sultan Süleyman'ın emriyle tanzîm edilmiş olan Ma'-ruzât isimli fetva mecmuası, mesh üzerine meshetmek konusundaki tartışmaları .karâra bağlayan Hasm ül-HİIâf fi'l-'Meshi Ala'l-Hifâf isimli fıkhî eseri, Şeyh'ül-Islâm Burhâneddîn Merğinânî'nin el-Hidâye isimli eserine yazdığı ta'lîki, Zemahşe-rî'nin Keşşaf isimli tefsîrinin Fetih Sûresi tefsirine yazdığı haşiye, ünlü bilgin Sadr'üş-Şerîa Ubeydullah Efendinin Usûle âit Tenkîh'ül-Usûl isimli kitabına yazdığı ta'lîk ve Ebu'l-Berekât Abdullah lbn Ahmed en-Nesefî'nin el-Menâr isimli eserinin baş-tarafına yazmış olduğu haşiye, vakıflar konusunu ele aldığı mevkıfül-Usû! fi VakPiI-Menkûl isimli risale, yanlış kullanılan bazı Türkçe kelimelerle ilgili Calatât'ül-Avâm ve otuz yıl sürekli devam eden ŞeyhüM-îslâmlığı esnasında vermiş olduğu fetvaları ihtiva eden el-Fetâvâ isimli eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca ona bazı eserler izafe edilmiştir. Ve kendisi adına izafe edilen bazı eserler de günümüze kadar gele­memiştir.

Şeyh'ül-tslâm Ebu's-Suûd Efendinin büyük Osmanlı hükümdarı Kanunî Sul­tân Süleyman adına te'lîf ve irşâd'ül-Akl'is-Selâm il-Mezâyâ'1-Kitâb'iI-Kerîm isimli arapça tefsiri; günümüze kadar değerini hiç kaybetmeksizin gelmiş ve tefsîr tarihinde önemli bir yer tutmuş olan sayılı dirayet tefsîrleri arasında bulunmaktadır.

Ebu's-Suûd Efendi, tefsirini İstanbul'da Sütlüce semtinde bulunan konağında yazmıştır. Gerek bu büyük bilgine ve gerekse yazdığı esere büyük itibâr gösteren Kanunî Sultân Süleyman, hicri 972 (1564) yılında kendisine sunulan bu tefsirin sâd süresine kadar büyük olan kısmını büyük bir hürmetle karşılamış ve o güne değin Şeyh'ül-İslâmîarın ikiyüz akçe olan yevmiye maaşını bu vesile ile 500 akçeye çıkarmış ve kendisine de hil'atlar gönderilerek taltif edilmiştir. Bu kısmın tamamlanış tarihi ebced hesabıyla "Baha Tefsîrü*n*Kelamin-Muciz" ifadesiyle 972 hicri tarihi düşül­müştür. Nihayet 973 yılında (1566) tefsirini tamamlayan Ebu's-Suûd Efendinin yev­miye maaşına yüz akçe daha ilave edilmiştir. Bazı kayıdlara göre; müellif, tefsirini 973 senesinin Recep ayının ilk cuma gecesi, bir başka kayda göre ise Zü'1-Ka'de ayı­nın pazartesi gecesi tamamlamıştır. Ve bu tarihi göstermek üzere ebced hesabıyla "Tefsîr-i Ekber" tarihi düşülmüştür. Evliya Çelebî'nin o mübalağalı ve oldukça zevkli üslubuyla"; üç bin ulemâdan ve bin yediyüz kadar muteber tefâsîrden feyz almak suretiyle yazdıkları tefsîr, halen Beyn' el-Ulemâ makbul ve Memdûh ve ânâ muâdil bir tefsîr mefkûddur demektedir. (Evliya Çelebî, Seyahatname, I, 402) Bursalı Hüsâ-meddin'in ifadesiyle de: "Te'lîf ettiği Tefsîr-i Şerîf i Zîbâ, ahsen-bi-Tefâsİr-i dünyâ ol­muştur". "Mir'ât'ül-kâİnât, II, 131) Bu büyük eseri nedeniyle Ebu's-Suûd Efendiye Diyâr-ı Rûm'un Zemahşeri'si denilmiş ve daha Önce de zikrettiğimiz gibi Hatîb'ül-Müfessirîn ünvânı verilmiştir. Eserin te'lîfi bitince bir nüshası'Mekke-i mükerreme-ye, bir nüshası da Medîne'i Münevvere'ye gönderilerek çoğaltılmasına izin verilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm'in belagat yönlerini kendinden önce yazılmış olan tefsirlerden değişik biçimde ele alıp inceleyen şeyh'ûl-lslâm, gerek Zemahşerî'nin el-Keşşaf isimli tefsirinden ve gerekse Fahreddîn Râzî'nin ve Kâdî Beydâvî'nin tefsirlerinden yarar­lanmıştır. Ehl-i Sünnet akîdesi doğrultusunda yazılmış olan bu tefsîr; medreselerde kaynak eser olarak okunmuş, değerli bir tefsîrdir. Hattâ günümüzde tefsîr tarihi yazanlardan Zehebî'nin ifâdesine göre: "Gerçekte bu tefsîr, kendi konusunda bîr zirve, güzel kalıba dökmede Üstün bir nokta ve güzel ifâdede doruktur. Bu tefsirin sahibi eserinde kendisinden önce hiçbir kimsenin onu geçemediği biçimde Kur'ân'-ın belagatla ilgili sırlarını açıklamış ve bu sebeple de bu tefsirin şöhreti ilim erbabı arasında yayılmıştır. Bilginlerden çoğu tefsirde bu kitabdan daha iyisinin yazılma­mış olduğuna şehâdet etmişlerdir" demektedir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 347) Gerek Zemahşerî'nin Keşşafı, gerekse Kâdî Beydâvî'nin tefsîri üzerinde pek-çok haşiye ve ta'lîk yazılmışken Ebu's-Suûd Efendinin tefsîri aynı ilgiye nail olama­mıştır. Bunun da sebebi adıgecen eserlerin medreselerde ders kitabı olarak okutulması ve kısa olmaları nedeniyle izahı gerektirmesi, ayrıca gramer zorlukları nedeniyle çö­zümü icâbettirmesi olmalıdır. Ebu's-Suûd Efendinin tefsîri herne kadar aynı özel­likleri taşımakta ise de oldukça geniş ve detaylı bilgiler vermesi nedeniyle ya da kendisinden sonra aynı güçte daha büyük müfessirlerin yetişmemesi nedeniyle, faz­laca haşiye ve ta'lîk yazılmamıştır.

Ebu's-Suûd Efendi tefsirinin önsözünde şöyle demektedir:

"Öteden beri her asırda ve her yerde ulemânın değerlileri Kur'ân-ı Kerîm'in kapalı ifâdelerini tefsîre, müşkillerini ve zorluklarını açıklayıp kolaylaştırmaya ko­yulmuşlar ve derin tedkîklere dalarak nice eşsiz değerde İfâdeler, faydalar çıkarıp yazmışlar ve bu sahada değerli kitâblar tasnîf etmişlerdir. Ne var ki mütakaddimû-nun muhakkikleri kendilerine Hz. Peygamber'den ulaştığı şekilde âyetlerin mânâsı­nı anlaşılır hale getirmek, yapısını kuvvetlendirmek, maksadını açıklamak ve hükümlerini tanzîm etmekle yetinmişlerdir. Daha sonraki (müteahhirûn) muhakkik­leri ise, bunların yanı sıra âyetlerin ihtiva ettiği latîf özellikleri, eşsiz sırları ve işaret­leri de açıklayıp izhâr etmeye çalışmışlardır. Böylece halkın Kur'ân'daki i'câz delillerini görmesini, üstünlüğünün örneklerini tanımasını ve diğer semavî kitâblar-dan farklılığını müşâhade etmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu konuda özellikleri ve faydaları cem'eden birçok değerli kitâblar tasnîf edilmiş ve bunlardan her biri bu ümmetin seçkinlerinin gözlerini aydınlatacak ve faydalı mazmûnlarıyla kulakla­rı ve zihinleri süsleyecek ince mefhûmları ihtiva etmektedirler. Özellikle Keşşaf ve Envâr*üt-Tenzîl bu konuda büyük bir ün ve nâm salarak biricik olmuşlardır. Zîrâ bunlardan her biri, Kur'ân'daki i'câz çehresinin belirmesi için bir ayna durumunda olmuştur. Ve sanki bu iki eserin sayfaları, müşabehetlerin güzel bir aynası ve satır­ları da inci tanelerinden dizilmiş bezeli bir gerdanlıktır. Geçmiş günlerde mâzîye ka­rışarak aylarca ve yıllarca bu iki kitabı mütâlâa ve incelemekle meşgul oldum. Müzâkere ve dersler vererek okuttuğum zamanda devamlı bu iki kitabın eşsiz inci­lerini ince bir İpe dizmek ve benzeri bulunmaz cevherlerini Özenli bir dizime sırala­mak isterdim. Bu övünç kaynağı kitâbların sayfaları arasında karşılaştığım hakîkat cevherlerini bu ikisine ilâve etmek ve inceliklerin çiçeklerinden, gözalıcı sedeflerden bulduklarımı eklemek isterdim. Bunun ötesinde özenli bir ahenkle, eşsiz bir üslûb ile süsleme yollarına koyulmak, Kur'ân'ın yüce sânının yüceliğinin gerektirdiğine uygun ve değerli nazmının eşsizliğinin İcâblarına muvafık olarak Rabbânî inayetle eksik aklıma doğanları da ilâve etmek ve sübhânî hidâyetle görmez gözümün gör­mek imkânına erdiği her akıl ve maharet sahibi himmetli alınların uzanabileceği bil- _ gi ve ma'rifet kaynaklarını da eklemek isterdim. Bilgin-ve derin âlimlerin bulunduğu milletin önderlerinin kendisine koştuğu her garîblikleri, ayakların basmakta zorluk çektiği, anlayışların kaydığı sağlam gerçekleri ve işlerin karıştığı fikir savaşlarında, tahminlerin iç içe girdiği anlayış basamaklarında insanların zihninden geçen vehîm badireleri ortadan kaldırıp açıklayan tedkîkleri ilâve etmek isterdim. Gizli kitabın hazînelerinden saklanmış sır inceliklerini kapalılık perdelerinin ötesinden rûhlan hu­zura kavuşturacak, gözleri aydın kılacak remizlerin gizliliklerini, hazînelerin saklı­larını ortaya dökmek isterdim. Allah tarafından hilâfet mertebesine hâiz bulunan Şehînşâh-ıcihân Sultân Süleyman Hânın ma'mûr hazînesine böyle bir eseri hediyye etmek isterdim. Heyhat ki aczim azmime mâni* oluyordu. Maksadın yüceliğinden ve ululuğundan ötürü tereddüdler içerisinde boğuluyordum. Dağın etekleri nerede, tepeleri nerede? Süreyya (yıldızı) ile Sera arası ne kadar ırak. Anka kuşunu tuzağa düşürmek ne kadar uzak bir ihtimal? Eflâkin burçlarından Cevza burcunu yakala­yıp bağlamak ne kadar muhal?

Aradan zamanlar geçti, devirler ve durumlar değişti. Bir süre, halkın menfaat­lerini yönetmek göreviyle görevlendirildim. Meşguliyetim üst üste bindi. Engeller ve ilişkiler her yandan üzerime saldırdı. Savaşlarda, seferlerde, ülkelerde dolaşıp dur­dum. Ama her zaman bir fırsatın zuhurunu bekliyordum. Gönül huzuru ve rahatlı­ğı içerisinde güvenle, selîm bir kafa ile geçmişi telâfi etmeye ve asıl amacımı gerçekleştirmeye çalışmak istiyordum. Ne yazık ki ben, bu hayâl içerisinde yüzer­ken şartlar büsbütün değişti. Hatırıma gelmeyen şeyler başıma geldi. Öncekinden daha zorlu işlere koyuldum ve insanların müşkillerini halk arasında vuku' bulan düş­manlıkları çözüp halletmek göreviyle memur edildim-. Yağmurdan kaçarken sellere kapılmışa döndüm. Baktım ki fırsat hızla kaçıyor. İhtiyarlık üzerime basmış, ecel bana yaklaşmış ve hayat güneşi sönmeye doğru yüz tutmuş. Artık işlerimin çoklu­ğuna bakmaksızın arzu ettiğim kitabı yazmaya karâr verdim. Ve Allah'ın tevfîki de gerçekleşince İrşâd'ül-Akl'is-Selîm adını vereceğim tefsîrî yazmaya koyuldum. Üzerimde bulunan işlerin ve zorlukların çokluğuna rağmen unutma ve hatâdan, ya­nılma ve düşmeden beni muhafaza buyurmasını azamet ve Celâl sahibi Rab'dan mülk ve melekûtun halîki olan Allah Teâlâ'dan tazarru' ve niyaz ederek maksadıma ko­yuldum." (Ebu's-Suûd Efendi, lrşâd'ül-Akli's-Selîm, Önsöz)

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ebu's-Suûd Efendi örnek aldığı Zemahşerî, Kâdî Beydâvî gibi müfessirlere uyarak, daha çok i'câz1 inceliklerini gözeten ve Kur'ân'm belagat cebhesine ağırlık veren nazım ve üslûbundaki i'câzı göstermeye çalışan, gra­mer inceliklerini ortaya çıkaran ve ancak Arap dilinin inceliklerini bilen kişilerin far­kına varabilecekleri edebî üstünlüklerini gözününe seren bu tefsîriyle gerçekten bu vâdîde eser veren müelliflerin ön safında yer almıştır. (Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I, 350) Çok az olmak üzere kırâet farklılıklarına yer veren Ebu'-Suüd Efendi zaman zaman fıkhı kokulara temas etmekte ancak fazla detaylara girmeksi­zin; mezheb tartışmalarına dalmaksızm konuyu serdedip geçmektedir, lsrâiliyâtla ilgili rivâyetlere-az da olsa-yer veren müfessir, genellikle "böyle denmiş" veya "ri­vayet edilmiştir" gibi ifâdelerle konuyu geçiştirmeye çalışmaktadır. Kelbî gibi ya-lancılıklarıyla şöhret bulmuş zevattan nakiller de yapan Ebu's-Suûd Efendi, bunların

doğru olmadığını imâ edercesine **cn iyisini Allah bilir" demekle yetinmektedir.

Ebu's-Suûd Efendinin tefsirine Şeyh Ahmed el-Akhisarî kısmen ta'lîkât yaz­mış, yarıya kadar olan kısmına da Şeyh Radiyûddîn Yusuf el-Makdîsî haşiye yaz­mıştır.

(Daha geniş bilgi için bkz. Muhammed Abdulhay* el-Leknevî, el-Fevaid'ül-BehiyyefiTerâcim'iI-Hanefiyye 82 vd.; Ali îbn Bâli, el-kadı-ül-Manzûm fî Zikri Efâdü'ir-Rûm, II, 282 vd.; Nev'îzâde Atâullah, Hadâik'ül-Hakâik fî Tekmileti'ş-Şekâik, 1,183; Müstakîmzâde, Devhat'ül-Meşayİh, Ebu's-Suûd maddesi; CavidBay-sun İslâm Ansiklopedisi Ebu's-Suûd maddesi; Ömer Nasûh? Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 652-664; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ul-Müellifîn, XI, 301-302; Broc-kelmann, G.A.L., II, 438-439; Suppl, II, 651; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 345-352; Abdullah Aydemir, Büyük Türk Bilgini Şeyhu'l-lslâm, Ebu's-Suûd Efen­di ve Tefsirdeki Metodu)[20]

 

10- Âlûsî (öl. 1270/1854) Ruh el-Maâni

 

Ebu's-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd el-Hasenî el-Hüseynî el-Bağdâdî el-Âlûsî, Şa'-bân 1217 (1802) yılında Bağdâd'm Kerh yakasında doğmuştur. Ana tarafından Hz. Hasan'a, baba tarafından Hz. Hüseyin'e ulaşmaktadır. Âlûsî'nin ailesi İslâm dün­yasına birçok bilgin vermiş olan Irak'ın köklü ailelerindendir. Âlûs denilen mevki, Fırat Nehri üzerinde bulunan bir adacıktır. Bağdâd'tan yaklaşık beş konaklık me­safededir. Âlûsî ailesini te'sîs eden zât, Hülâgû'nun Bağdâd'ı istilâsı esnasında Bağ-dâd'ı terkederek bu adaya yerleşmiş, bilâhere ailesiyle birlikte tekrar Bağdâd'a göç etmiştir. Abdülkadir Geylânî'nin ana tarafından torunu olan Mahmûd Âlûsî'nin ba­bası baş müderris Abdullah Efendi, büyük babası da Mahmûd Efendidir.

Âlûsî, babası Abdullah Efendi'den Arap diline, Fıkha dâir bilgileri öğrendik­ten ve biraz da hadîs tahsil ettikten sonra Süveydî Ali ve Nakşibendî tarikatının Hâ-Hdiye kolunun kurucusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Şeyh Alâuddîn'denve daha birçok ünlü kişiden dersler almıştır. 1250 (1834) yılında Bağdâd'ta verdiği vaaz so­nucu o günkü Bağdâd va'Iîsi Ali Rıza Paşa'nın takdirini kazanmış ve bir süre sonra da Bağdâd'ta Hanefî müftü olmuştur. Vakfeden zâtın öne sürdüğü şart uyarınca, Bağdâd'ın en büyük bilginine verilen Mercâniye medresesi evkafının mütevellisi ol­ma görevi de Âlûsî'ye verilmişse de bir süre sonra bu görevinden alınmıştır. Mütea­kiben ünlü Kur'ân tefsirini yazmakla vaktini geçiren Âlûsî; 1267 (1851) yılında devrin hükümdarı Sultân Abdülmecîd'e tefsirini takdim etmek üzere İstanbul'a gelmiş ve burada pâdişâh tarafından ağırlanarak memnun edilmiştir. İki yıl sonra tekrar Bağ­dâd'a dönmüş ve 1270 (1853) yılının Zülkâde ayının 25 nci Cum'a gecesi vefat ede­rek Kerh'teki Ma'rûf el-Kerhî kabristanında Âlûsî ailesine ayrılmış olan mezara gömülmüştür. Neşvet'üş-Şumûl fi'z-Zihâb'i ila tslâmbol adıyla yazmış olduğu ese­rinde, İstanbul yolculuğunu anlatan müellif, İstanbul'da bizzat devrin Şeyh'ül-İslâm'ı Arif Hikmet Bey ile tanışmış, onun huzuruna girdiğinde ellerini öpmek istemişse de; şeyh'ül-İslâm Arif Hikmet, selâm vermek daha iyidir, el öpme, diyerek geri çe­virmiş ve Âlûsî'ye iltifatlarını esirgememiştir. Bu arada Âlûsî; devrin Sadr-ı A'zâm'ı Reşîd Paşa ve onun müsteşarı Fuâd Paşa ile de görüştüğünü ve bu kişilerin kendisi­ne ilgi gösterdiklerini bildirmektedir.

Bahis mevzuu olan Ruh'ül-Maânî isimli Kur'ân tefsirinden başka, az önce sözkonusu ettiğimiz Neşvet'üş-Şumûl fî'z-Zihâb'i ilâ tslambol isimli eserinin yanı sıra Neşvet'ül-Müdâm fî'1-Avdi ilâ Dâr'is-Selâm ve Nüzhet'ül-Elbâb isimli eserleri bu­lunmaktadır.

îbn Sina'nın Rûh kasidesine el-Harîdefül-öaybİyye fî'1-Kasîdet'il-Ayniyye isimli şerhi Abdülkadir Geylânî'nİn bir kasidesine yazmış olduğu et-Tırâz'ül-Müzehheb fi Şerhi Kasîdet'il-bâz'il-Eşheb, Harîrî'nin makâmatım andıran bir tarzda yazmış olduğu el-Makâmât'Ül-Hayâliyye, tasavvufî konulan içeren el-Ecbivet'ül-Irâkiyye an*il-Esi'let'il-İrâniyye, Sahâbe-i Güzîn hakkındaki el-Ecvibet'ül-Irâkiyye an'il-Esi'let'il-lâhûriyye, nahve âid bir eser olan Katr'ün-Neda Şerhi ve tnbâ'ül-Enbâ* bi Atyeb'il-Enbâ' isimli çocuklarına tavsiyelerini ihtiva eden eserleri meşhurdur.

Rûh'ül-Maâni fi Tefsîr'il-Kurân'il-Azîm ve*s-Seb'i-l-Mesânî adını taşıyan bu tefsirini 1252 (1836) yılında yazmaya başlamış ve devrin hükümdarı Sultân II. Mah-mûd'a takdîm etmiştir. Dördüncü cildini tamamladığı sırada Sultân Mahmûd'un vefat etmesi üzerine kalan kısmını da 1257'de tamamlayarak (1841) devrin hüküm­darı Sultân Abdülmecîd'e takdîm etmiştir.

Müellif, tefsirinin önsözünde; küçüklüğünden beri Allah'ın kitabının sırlarını açıklamaya arzulu bulunduğunu, bu uğurda her fırsatı değerlendirdiğini ve arka­daşları gibi boş şeylerle vakit geçirmediğini, arzuların peşinde nefes tüketmediğini, bunun netîcesinde Allah'ın kendisini birçok hakîkate ulaşmaya muvaffak kıldığını, bu sebeple Kur'ân'ın inceliklerini halletme imkânına erdiğini bildirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in nazmının zahiri itibariyle müşkil görülen taraflarım çözmeye, daha yirmi yaşlarında iken başladığını, devrinin blginlerinden İstifâde ettiğini, bir tefsir yazma­yı düşündüğü sırada sürekli tereddüd içine düştüğünü, ancak 1252 yılı Receb ayının Cum'a gecesi gördüğü bir rü'yâ üzerine tefsirini te'lîfe karâr verip yazmaya başla­dığında henüz otuzdört yaşında olduğunu, ancak eserine bir isim vermek konusun­da kuşkuları bulunduğunu bu sebeple vezîr Ali Ri2â Paşa'ya durumu açtığını vezirin de eserine bu adı uygun gördüğünü belirtmektedir. Gündüzleri ders okutmak ve fetva vermekle vaktini dolduran müellifin geceleri özel sohbetlerle meclisini donattığı ve cemâatin dağılmasından sonra eserini kaleme aldığı zikredilmektedir. Bu eser, ger­çekten Selef-i Sâlihîn'in rivayet ve dirayet konusundaki görüşlerini derleyen ve ken­dinden önce geçen müfessirlerden Îbn Atıyye, Ebu Hayyân, Zemahşerî, Fahrüddîn Râzî, Kâdî Beydâvî ve Ebu's-Suûd Efendi gibi zevatın muteber tefsir kitâblarındaki görüşlerinin özeti niteliğindedir Bu müfessirlerden naklettiği rivayetlerin sonunda ÂIû-sî, kendi görüşünü de açıklamakta ve genellikle birçok mes'elede bu müfessirlerden farklı düşünceye sâhib bulunduğunu belirtmektedir, özellikle Fahreddîn Râzî'nin bazı fıkhî konularda Şafiî mezhebine ağırlık vermesi üzerine kendisi de Şafiî olan Âlûsî, Hanefî mezhebini te'yîd sadedinde Fahreddîn Râzî'ye karşı çıkmaktadır.

Çocuklarına yaptığı vasıyyette; oğullarım, i'tikâd konusunda Selef akidesini be­nimseyin. Çünkü en sağlam yol budur. Fakat tasavvufun büyükleri hakkında Hüsn-i zan beslemekten ayrılmayın. Onların hakkında kötü ve çirkin sözler söylemeye cür'et etmeyin. Allah'a andolsun ki; böyle bir cesaret felâkettir, siz onların dış görünüşü bakımından şeriata aykırı gibi görülen sözlerini dinlemekten kulaklarınızı alıkoy­mayın. Ve zannetmeyin ki; bu kimseler o sözleriyle bâtıl olduğu apaçık olan o mâ­nâları kasdetmişlerdir, diyerek bir yandan tasavvuf erbabının görüşlerine yer verirken, diğer yandan selef akîdesine bağlı olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple gerek Mu'tezile'nin gerekse Şia'nın Ehl-i Sünnete muhalif görüşlerine karşı çıkmaktadır. Âlûs! tefsîrinde söz san'atlan ve özellikle gramer konusuna geniş yer vermekte ve zaman zaman bir tefsîrciden çok bir gramerci imiş gibi davranmaktadır. Tabîî bilimlere âit konulara da yer vermekten çekinmeyen müellif, bu konulara fazla sayfa ayırmaz. Hattâ tefsirinin önsözünde bazı müfessirlerin felsefî konulara fazla yer verdiklerini belirterek, bunu uygun görmez. Az önce de belirttiğimiz gibi ÂIûsî, Şafiî mezhebi­ne mensûb olmakla beraber Hanefî mezhebine uygun fetvalar vermiş, Hanbelî mez­hebine mensûb bulunan İbn Teymiyye, İbn Kudâme, Ibn'ül-Kayyım el-Cevziyye gibi zevat hakkında da hürmetkar ifâdelerde bulunmuştur. İ'tikâdî konularda Eş'arî ve Mâtûrîdî mezhebinin görüşlerine geniş yer verir. Kaynaklarca son zamanlarında ken­disinin müctehid olduğunu kabul ettiği belirtilmektedir. Isrâiliyâta karşı olan Âlûsî, âyetlerin zahirî anlamlanın zikrettikten sonra, bâtmî mânâlarına da yer vermeye çalışır ve bu nedenle işârî tefsîre temayül gösterir. Sûreler ve âyetler arası ilişkilere itinâ gösteren müfessir, Arap edebiyatından örnekler getirerek şevâhidi çokça zikreder. Bu arada kırâet farklılıklarına da yer vermekten kaçınmaz.

(Daha geniş bilgi için bkz. Mahmûd Şükri el-Âlûsî, el-Misk'ül-Ezfer, I, 5-25; CorcîZeydan, Meşâhîr'üş-Şark, II, 175-177; Behçet el-Eserî, AMâm'ül-Irâk, 21-43; Zîrikli, el-A'Iâm, VIII, 53-54; Tâhâ er-Râvî (Mecellet'ül-Mecma'il-İImiyyi'l-Arabî, XIX, 518-523; Abbâs el-Azzâvî, Mecellet'ül-Mecma'il-İImi'yyil-Arabî, XXVII, 207-215; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 352-362; M. Şerefeddin Yattkaya, ts-lâm Ansiklopedisi, Âlûsî maddesi; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 743-751; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 281-287)[21]

 

III- FIKHÎ TEFSİRLER:

 

İslâm dini, din ve dünya ayırımı yapmadığı, hem yaşanan hayatın hem de bu hayatın Ötesinin dini olduğu için Kur'ân-ı Kerîm İ'tikâdî ve uhrevî konuların yanı sıra müslümanın günlük hayatının gereklerini karşılayacak hükümler getirmiştir. Ge­nellikle müslümanlar Kur'ân-ı Kerîm'i üç bölümde mütâlâa edegelmişlerdir: İ'tika-dî konular, amelî konular ve peygamber kıssaları ile ilgili âyetler. Resûlullah hayatta iken dinin pratik cephesini alâkadar eden konularda doğrudan Resûlullah'tan emir alan müslümanlar, Kur'an'ın nüzul sebeplerini bilmeleri nedeniyle âyetlerin ahkâ­mını çok iyi biliyorlardı. Resûlullah (s.a) vefat edince, müslümanların başvurdukla­rı ana kaynak kesilmiş bulunuyordu. Hayat ise seyrine devam etmekteydi ve yeni gelişen olaylara islâmî hükümler getirmek zarureti vardı. Sabit olan ilâh! kaynağa ve peygamberin sünnetine uygun, dinamik bir dünya nizâmı kurabilmek için nasıl bir yol izleneceğini gerek Kur-ân-ı Kerîm, gerekse Resûlullah bizzat göstermişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamber Yemen'e vâlî olarak gönderdiği Muâz İbn Cebel'e vermiş olduğu direktifte müslümanların Kur'ân ve sünnetten nasıl hüküm çıkarabileceklerini göstermişti. Muâz hadîsi diye bilinen bu hadîsi Ebu Dâvûd, Hafs İbn Ömer kanalıyla Ebu Avn'dan nakleder ve şöyle der: Resûlullah (s.a) Muâz'ı Yemen'e göndermek istediği zaman: Sana bir hüküm getirilirse nasıl hükmedersin? dedi. O da: Allah'ın kitabı ile, dedi. Resûlullah (s.a) Allah'ın kitabında bulamaz-san? deyince, o; Allah'ın Resulünün sünneti ile, dedi. Resûlullah (s.a); Ya Allah'ın kitabında ve Resulünün sünnetinde bulamazsan? deyince; Muaz şöyle dedi: Kendi re'yimle ictihâd ederim. Ne fazlalaştırırım, ne de azaltırım. Bunun üzerine Resûlul­lah (s.a) Muâz'ın göğsüne vurarak: Allah'ın Resulünün, memnun kalacağı şeye mu­vaffak kılan Allah'a hamdolsun, dedi. (Ebu Dâvûd, Sünen, IV, 18-19: Kitab'ül-Akdiye, bâb 11; Tirmizî, Sünen, III, 616; Kitâb'ül-Ahkâm, bâb, 3)

İşte bu hadîs, bize müslümanların herhangi bir konuda nasıl karâr verecekleri­ni açıkça göstermektedir. Keza Amr İbn Âs'ın rivayet ettiği hadîste de Resûîullah (s.a) şöyle buyurur: Hâkim ictihâd edip hükmünde isabet ederse; ona iki mükâfat vardır. İctihâd edip hükmünde yanıhrsa; onun için de bir mükâfat vardır. (Buhârî, Sahîh, VIII, 157; Müslim, Sahîh, II, 1343; Tirmizî, Sünen, III, 615)

Bununla beraber gündelik hayatın seyri içerisinde gelişen hâdiselere ashabın bakış açılan ve Kur'an ve sünnetin bu hâdiselere tatbiki konusunda bazı görüş farklılıkla­rı ortaya çıkıyordu. Nitekim kocası Ölen hâmile kadının iddeti konusunda Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.a) arasında çıkan ihtilâf; kocası ve anne babası sağ kalıp ölen kadının mirasının taksîmi konusunda Abdullah İbn Abbâs ve Zeyd İbn Sabit arasında beli­ren görüş farklılıkları bunun tipik örneği idi. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Muhammed Hudarî, Tarih'üt-Teşrî'il-İslâmî, 113; ayrıca Sübkî-Sayis-Berberî, Müzekkiret'ü Tarih'it-Teşrî'il-Islâmî, 96)

Herne kadar bu ihtilâflar var idiyse de ana ilkeler üzerinde Sahâbe-i Güzîn'in ittifak ettikleri muhakkaktır. Ancak zamanla siyâsî, sosyal ve ekonomik gelişmeler sonucu büyüyüp gelişen İslâm toplumunda farklı değerlendirme tarzları ortaya çık­tı. Peygamberlik kaynağından istifâde etmiş olan o ilk sahabe neslinin sayısının gi­derek azalması ve bu arada beklenmedik siyâsi ve sosyal gelişmeler; değişik fıkıh mekteplerinin doğmasına sebep oldu. Esâsta müttefik olan bu mezheb mensûbları, delilleri değerlendirme ve hâdiselere bakış tarzı noktasından farklı neticelere vardı­lar. Başta dört Sünnî mezhep olmak üzere diğer mezheblerin büyük bir kısmı körü körüne kendi görüşlerini savunmak yerine, muhtelif bakış açılarım temsîl ettikleri gerekçesiyle öteki mezheblerden farklı sonuçlara varmış olmalarına rağmen, onla­rın değerini de takdir etmekten geri kalmıyorlardı. Sözgelimi İmâm Şafiî; herkes fıkıhta Ebu Hanîfe'ye muhtaçtır, diyordu. Aynı hoşgörülü davranışı Ahmed İbn Hanbel ve imâm Mâlikte göstermekteydi. Ne var ki bir süre sonra çok farklı mez-hebler zuhur edince, bu hoşgörülü anlayışın devam etmediğini müşâhade etmekte­yiz, l'tikâdî fırkalara ve inançlara bağlı olarak doğup gelişen mezhebler, kendi görüşlerini hakim görüş olarak serdedebilmek için zaman zaman değişik usûller ve metodlara da başvurmuşlardır. Şîî, Zahirî, Haricî ve diğer mezheb mensûblannın davranışları bunun örneğidir. Böylece her mezheb mensubu; fıkhî konularla ilgili âyetleri kendi mezhebinin doğrultusunda yorumlayabilmek için tefsîrler yapma yo­luna başvurdular. Bunun neticesinde fıkhî tefsîrler dediğimiz tefsîr tarzı zuhur etti ki bu tefsîrler, başhbaşına bir tefsîr olmak yerine çoğunlukla ahkâm âyetlerinin tef-sîrlerİ niteliğindedirler. Sözgelimi, Hanefî mezhebine mensûb bulunan Ebu Bekir el-Cessâs (öl. 370/980)'ın kaleme almış bulunduğu Ahkâm'ül-Kur'ân'ı ve Ahmed İbn Ebu Saîd'in (XI. asır) et-Tefsîrât'üİ-Ahmediye isimli eserleri Hanefî fıkhının tefsîr sahasına yansımış olan önemli çahşmalar'dir. Ebu'l-Hasan et-Taberî'nin (öl. 504(1110) Ahkam'ül-Kur'an'ı; Ahmed İbn Yûsuf el-Halebî'nin (öl. 756/1355) el-Kavl'ül-Vecîz fî Ahkâm'il-Kitâb'il-Azîz'i; İmâm Suyûtî'nin (öl. 911/1505) el-îklîi fi Îstinbât'it-Tenzîl İsimli eserleri Şafiî fıkhının tefsîr sahasına yansımış olan önemli örneklerindendir. Kadî Ebu Bekir Îbn'ül-Arabî'in (öl. 543/1148) Ahkâm'ül-Kur'ân'ı, Mâlİkî fıkhının tefsîre âit önemli örnekleri arasında yer almaktadır. VIII. yüzyıl bil­ginlerinden Mikdâd el-Siverî'nin kaleme almış olduğu Kenz'ül-Furkân fi Fıkıh'il-Kur'ân isimli eseri oniki İmâm Câ'ferîIİğinİn ve IX. Yüzyıl bilginlerinden Şemsed-dîn IbnYûsuf'unkaleme almış olduğu es-Semerât'üI-Yânia isimli eseri Zeydî mezhe­binin ve XIX. yy. bilginlerinden Şevkânî'nin Feth'ül-Kadîr'i selefiyye mezhebinin en Önemli tefsîrlerindendir. Şimdi kısaca bu fıkhi tefsîrleri tanımaya çalışalım:[22]

 

1- Ebu Bekir el-Cassâs (öl. 370/980) AhkânTül-Kur'ân.

 

Rey şehrine mensûb olan bu büyük bilginin asıl adı Ahmed İbn Ali olup kün­yesi Ebu Bekir'dir. Mesleği kireççilik olduğu İçin kendisine kireççi anlamına Cassâs lakabı verilmiştir. Yaklaşık 305 yılında (917) Bağdâd'da doğmuş burada Ebu Sehl ez-Zeccâc ve Ebu'l-Hasan el-Kerhî gibi devrin fıkıh bilginlerinden ders almış, sonra aynı yerde dersler vermeye başlamıştır. Hocası Ebu'l-Hasan el-Kerhî'nin yolundan giderek zühd mesleğini seçmiş, birçok kez kendisine kadılık teklîf edilmişse de ka­bul etmemiştir. Bir ara Ehvâz'a gidip burada devrin bilginleriyle tanışan Cessâs, tekrar Bağdâd'a dönmüş ve hocası Kerhî'nin tavsiyesi üzerine Nîsâbûr'a giderek ünlü zâhid Hakîm-i Nîsâbûrî ile buluşmuştur. 344 yılında (955) Bağdâd'a gelmiş ve burada bilginlerin ve halkın takdirine mazhar olmuştur. Nitekim Ebu Bekir el-Ebherî onunla ilgili olarak şöyle der: Halîfe Muti', Ebu'I-Hasan İbn Ebu Amr aracılığıyla bana kâdî'l kudâtlık teklîf etti. Ben bundan kaçındım ve Ebu Bekir Ahmed İbn Ali er-Râzî'yi (Cassâs) gösterdim. Bunun üzerine kendisine hitâb yöneltildi. Ebu'I-Hasan İbn Ebu Amr bu konuda kendisine yardımcı olmamı istedi. Ancak o (Cassâs) ken­disine yöneltilen hitabı kabullenmedi. Ben onunla başbaşa kaldığımda, bana dedi ki: Sen, bana bu görevi uygun görüyor musun? Ben; hayır, bunu sana uygun gör­müyorum, dedim. Sonra Ebu'I-Hasan İbn Ebu Amr'ın yanına gittik. O, teklifini tekrarladı. Ben de kendisine yardım etmek vaadinde bulunmuştum. Cassâs bana dedi ki: Ben, seninle bu konuda istişare etmedim mi? Sen de bana yapmamam konusun­da fikir vermedin mi? Ebu'I-Hasan İbn Ebu Amr bundan rahatsız olarak dedi ki: Hem bize bir insanı gösteriyorsun, sonra da o kişiye bunu yapmamasını söylüyor­sun. Ben de dedim ki: Evet, benim bu konudaki İmamım Mâlik İbn Enes'tir. Nite­kim Medine halkına Nâfi'in peygamberin mescidine İmâm yapılması konusunu tavsiye etmiş ve Nâfi'e de imamlık yapmamasını söylemiştir. Neden böyle yapıyor­sun? denildiğinde de şöyle karşılık vermiştir: Ben, size Nâfi'i tavsiye ettim. Çünkü ben, onun gibisini bilmiyorum. Gna da yapmamasını söyledim. Çünkü böylece onu kıskanan ve kendisine düşman olacak bir çok kişi doğacaktır. İşte ben size onun gibisini tanımadığım için kendisini tavsiye ettim. Ancak kendisinin dini bakımdan daha salim bir yol olduğu için de yapmamasını söyledim. (Meni' Abdülhalîm Mah-mûd, Menahic'ül-Müfessirîn, 63) Cassâs'ın öğrencileri arasında Ebu Bekir Ahmed İbn Mûsâ el-Harizmî, Ebu Abdullah Muhammed İbn Yahya el-Cürcânî, Ebu'l-Ferec Ahmed İbn Muhammed, Ebu Ca'fcr Muhammed İbn Ahmed en-Nesefî, Ebu'I-Hasan Muhammed İbn Ahmed ez-Za'fcranî ve Vâsıt kadısı İsmail'in babası Ebu'I-Hasan ibn Muhammed gibi bilginler bulunmaktadırlar.

Başta Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eseri olmak üzere, Kerhî'nin muhtasarına yaz­dığı şerh, Tahâvî'nin muhtasarına yazdığı şerh, Hanefî mezhebinin ünlü imamla­rından İmâm Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî'nin, el-Câmi'ül-Kebîr'ine yazdığı şerh ve Usul'ül-Fıkıh, Edeb'ül-Kadâ gibi eserleri ünlüdür. Hanefi fıkhını benimse­yen Cassâs'ın Mu'tezilî görüşlere temayül ettiği belirtilmekte ve hattâ Mu'tezile bil­ginleri arasında isminden bahsedilmektedir. (Şerh*ül-Ezhâr, II, IV; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 200) Bu büyük bilgin altmışbeş yaşında iken 370 yılının Zülhicce ayında (980) Bağdâd'da vefat etmiştir.

Ahkâm'ül-Kur'ân adını taşıyan tefsîri; Hanefî fıkhının önemli kaynakları ara­sında yer alır. Kur'ân-daki bütün sûrelerde yer alan ahkâm âyetlerini tefsîr etmekle yetinen Cassâs; herne kadar Kur'ân'dakİ sûrelerin tertîb tarzlarına uygun davran­makta ise de fıkıh kitâblannda olduğu gibi eserini muhtelif bâb ve başlıklar altında toplamıştır. Zaman zaman mezhebler arası ihtilâflara da yer veren bilgin, derin bir kavrayış kabiliyeti ile delîlleri zikretmekte ve farklı yorumlan sergilemektedir. Ba-zan âyetlerin tefsirinde, o âyetle ilişkisi olmayan ya da kelime benzerliği bulunan noktalara da temas etmektedir. Mensubu bulunduğu Hanefî mezhebine fazlasıyla bağlı bulunan Cassâs, diğer mezheb imamlarının görüşlerini ağır bir dille eleştirmek­ten geri kalmaz. Büyü ve rü'yet konusunda Mu'tezilî görüşleri benimseyen bilgin, Emevîlere ve özellikle Muâviye'ye karşı tavır takınmaktan kaçınmaz. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, Siyerü A'lâm'm-Nübelâ', X, 732; Safedî, el-Vâfî, VI, 99; İbn'ül-Nedîm, el-Fihtist, 208; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, VII, 105-106; Leknevî, el-Fevâid'ül-Behiyye, 27-28; Kureşî, el-Cevâhir'ül-Mudîe, I, 84-85; İbn Tağrıberdî, en-NücÛm'üz-Zâhire, IV, 138; İbn Kutlubağa, Tâc'üt-Terâcim, IV; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, III, 159-160; Taşköprülü, Miftâh'üs Saâde, II, 53; ibn Kesîr, el-Bidâye, XI, 297; İbn'ül-İmâd, Şezerât'üz-Zeheb III, 71; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 55; C. Brockelmann, G.A.L., I, 191, suppl., I, 335; Ömer Nasühî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 390-391; Meni* Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 61-66; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 438-443)[23]

 

2-   Ebu'l-Hasen   Ali   tbn   Muhammed   tbn   Ali   et-Taberî (öl.   504/1110) Ahkâm'ül-Kur'fin

 

Künyesi İmadüddîn olan Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhamhıed İbn Ali et-Taberî el-Kiya el-Herrâsî diye bilinen bu ünlü Şafiî fakîhi,aslen Horasanlı olup 450 yılında (1085) burada doğmuş, sonra Nîsâbür'a gitmiş, bir süre devrin ünlü Şâfîi bilgini ve Gazzâlî'nin hocası bulunan Imâm'ül-Haremeyn Ebu'l-Maâlî el-Cüveynî'den fıkıh öğrenimi görmüş, bilahere Beyhak'a gidip bir müddet ders vermiştir. Daha sonra yeniden Bağdâd'a dönen Kiya eİ-Herrâsî devrin ünlü bilginlerinin toplanmış olduğu Nizamiye medresesinde görev alarak vefat edinceye kadar burada ders vermiştir. 504 (1110) yılında Bagdâd'da vefat etmiştir. Abdülğâfir el-Fârisî'nin ifâdesine göre, Kı­ya el-Herrâsî, Cüveynî'nin önde gelen öğrencilerindendi ve Ebu Hâmid el-Gazzâlî'den sonra ikinci derecede yer alıyordu. Daha sonra ünlü Selçuklu hükümdarı Melikşâh'ın oğlu Mecdülmülk Berk Yârûk'un hizmetine girerek onun yanında maddi imkâna nail olmuştur. Hafız Ebu Berk Yârûk'un kadılığını da yapmış olan Kiya el-Herrâsî'yi Tâhir es-Selefi 495 (1101) Bagdâd'da ve Nizamiye medresesinde görüp bir fetva sor­duğunu nakleder. Emevîlere karşı tavır alması ile meşhur olan Kiya el-Herrâsî'nin Bagdâd'da son yılında (1110) vefat ettiğini ve Şeyh Ebu İshâk eş-Şîrâzî'nin yanına gömüldüğünü, defni esnasında Bağdâd Hanefî imamlarının önde gelen isimlerin­den olup Kiyâ el-Herrâsî ile aralarında çekişme bulunan Ebu Tâlib ez-Zeynebî ve Kâdî'l-Kudât Ebu'l-Hasan ed-Dâmegânî*nİn de hazır bulunduğu, İbn HalHkân ta­rafından belirtilmektedir. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, III, 287-288)

Devrinin ünlü bilginleri tarafından takdirle karşılanan Kıya el-Herrâsî Esnevi'-nin ifadesiyle, "derin görüşlü, kuvvetli bir araştırıcı, ince fikir sahibi, fasîh ve zekî bir zât" imiş. Sözkonusu edeceğimiz Ahkâm'ül-Kur'ân'ın yanı sıra Levâmi'üd-delîl fi Zevâyâ'I-MesâiI, Şifâ'ül-Müsterşidîn fi Mebâhis'İl-Müctehidîn, Nakdü Müfredâ-ti İmâm Ahmed ve Usu'I-üI Fıkıh gibi eserleri bulunmaktadır.

Ahkâm*ül-Kur'ân adını taşıyan eseri, Şafii fıkhının en güzel tefsîr örneklerin­dendir. Nasıl Cassâs Hanefi mezhebinin samîmî bir bağlısı ise Kıya el-Herrâsî de Şafiî mezhebinin samîmî bir bağlısıdır. Eserinde zaman zaman Cassâs'ı eleştiren bilgin bu eseri Şâfiİ mezhebinin üstünlüklerini ortaya koymak için kaleme aldığını belir­tir. Ancak kısa ve öz bilgiler vermekle yetinir. (Dalia geniş bilgi için bkz. İbn Asâkir, Tebyînû Kezîb'il-Müfterî, 288; İbn el-Cevzî, el-Muntazam, IX, 167; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, 37; Sübkî, Tabakât, IV, 281; Zehebî, el-lber, IV, 8: İbn'ül-İmâd, Şezerât'üz-Zeheb, IV, 8; İbn Hallikân, Vefeyat'ül-A'yân, III, 286-290; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-MÜfessirûn, II, 444-447; Meni' Abdülhalim Mahmüd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 91-99)[24]

 

3- Kâdî Ebu Bekir İbn'ül-Arabî (öl. 543/1148) Ahkâm'ül-Kur'ân

 

Kâdî Ebu Bekir Muhammed lbn Abdullah İbn Muhammed İbn Abdullah İbn Ah-med Ebu Bekir Ibn'ül-Arabî, el-Meâfirî el-Endelûsî 468 (1075) yılında Endülüs'te İşbîliye' de (bugünkü Sevülâ) doğmuş doğduğu kentin önde gelen imâm ve fakîhlerinden birisi olan babası Ebu Muhammed Abdullah'tan Öğrenim görmüştür. Sevillâ'da hüküm süren Abbâdî hanedanının yanında muteber bir mevki olan babası Ebu Muhammed Ab­dullah, bu hanedanın yıkılması üzerine oğlu Ebu Bekir ile birlikte 485 yılının Rebîü-levvel ayının İlk günlerinde (1092) Sevillâ'yı terkederek hacca gitmiştir, O zaman Kâdî Ebu Bekir onyedi yaşlarında idi. Mısır'da Ebu'l-Hasan el-Hâlî ve EbuM-Hasan İbn Müslih, Mehdiyâ el-Verrâk ve Ebu'l-Hasan İbn Dâvûd el-Fârisî'den dersler al­mış buradan Şam'a geçerek Şam'da Ebu Nasr el-Makdisî, Ebu Saîd ez-Zincânî, Ebu Hâmid el-Ğazzâli, Ebu Saîd er-Rehâvî, Ebu'l-Kasîm, îbn Ebu'l-Hasan el-Makdisî, Ebu Bekir et-Tartûşî gibi zevat İle buluşmuş ve bu arada fıkıh sahasındaki bilgisini geliştirmiştir. Şam'dan Bağdâd'a geçen Kâdî Ebu Bekir, burada Ebu'l-Hasan es-Sayrefî'den, Ebu'l-hasan Ali ibn Eyyûb el-Bezzâz'dan, Ebubekir îbn Turhan'dan, Şerîf Ebu'l-Fevâris Tarrâd îbn Muhammed ez-Zeynebî'den, Ca'fer îbn Ahmed es-Serrâc'dan, Ebu'l-Hasan îbn Abd'ü'l-kadîm'den, Ebu Zekeriyyâ et-Tebrîzî'den ve Ebu'l-Meâlî Sabit İbn Bündâr el-Hammâmî'den dersler almış ve bunlarla gerekli ilmî mübâhaselerde bulunmuştur. 489 (1095) yılında Hacca giderek Mekke'de Ebu Abdullah Hüseyn îbn AH et-Taberî ile buluşmuştur. Buradan dönüşünde Bağdâd'a uğramış ve Bağdâd'da Ebu Bekir eş-Şâşî, Ebu Hâmid el-Ğazzâli ve Ebu Bekir et-Tartûşî gibi devrin önde gelen ilim adamlarıyla yeniden buluşarak fıkıh, usûl, ede­biyat, hadîs kelâm ve benzeri konularda bilgisini geliştirmiştir.

Bağdâd'tan Endülüs'e geri dönerken bir müddetlskenderiye'dekalmış Ebu Bekir et-Tartûşî tarafından ağırlanmıştır. Burada bulunduğu sırada babası Ebu Muham­med Abdullah vefat etmiş ve iskenderiye'ye gömülmüştür. (493/1099)

495 (1101) yılında Endülüs'te karşılaştığımız Kadı Ebu Bekir klâsik kaynakla­rın ifadesiyle "kendisinden önce hiç kimsenin getirmediği derecede zengin ve pek çok bilgi ile doğudan Işbîliye'ye (Sevillâ) gelmiştir." (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 164) Pekçok bilimlerde mahir olan Kadı Ebu Bekir, Endülüs ilim zincirinin son halkasını oluşturmuştu. Edebiyat ve diğer güzel san'atları alanında da otorite olan Kadı Ebu Bekir fıkıhta ictihâd derecesine ulaşmış, hadîste, herkesin kendisine gü­vendiği uluvv-i isnâd noktasında yegâne olmuştur. Gerek İşbîliye'de ve gerekse di­ğer îslâm ülkelerinde birçok kez kadılık yapmış olan Ebu Bekir Endülüs'e döndükten sonra bir süre Fas'a gitmiş ve oradan dönüşünde 543 (1148) yılında yolda vefat et­miş ve cenazesi Fas'a taşınarak burada Bâb'ül Mahrûk'un dışında bulunan kabris­tana defnedilmiştir.

ömrünün sonlarında büyük bir servete de sahip bulunan Kadı Ebu Bekir, İşbî­liye'de (Sevilla) kendi malından bir sur yaptırmıştır. Bir çok şâir ona medhiyeler yazmışlardır. Kadı lyaz, Ebu Zeyd es-Süheylî, Ahmed îbn Halef, Abdurrahman îbn Rebî' el-Eş'arî ve Kâdî Ebu'l-Hasan gibi zevat ondan ders almış Ebu'l-Hasan Ali İbn Ahmed eş-Şâbûrî ve Ahmed îbn Ömer el-Hazrecî gibi bilginler de ondan icazet almışlardı. îbn Beşküvâl Endülüs bilginlerinin hayatlarından söz ettiği es-Sıla isimli eserinde, onu bize şöyle tanıtmaktadır: "O, derin bir hafız, Endülüs bilginlerinin sonuncusu hafız ve imamlarının âhiridir. 516 (1122) yılının Cumâ'dı el-âhiresinin ikinci pazartesi günün sabahında İşbîliye'de kendisiyle karşılaştım. Ve o, bana ba­basıyla birlikte doğuya nasıl rihlet ettiğini anlattı... diyor. Sonra İbn Beşkuvâl lbn'ül-Arabî'nin hayat hikâyesini aktarıyor. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül'A'yân, iv, 296)

Kadı Ebu Bekir İbn'ül-Arabi'nin söz konusu ettiğimiz Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eserinden başka, Envâr'ül-Fecr fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir başka tefsiri daha bu­lunduğu, ancak bu eserin günümüze ulaşmadığı görülmektedir. Mâlik İbn Enes'in el-Muvatta' isimli eseri üzerine kaleme almış bulunduğu el-Kabes isimli kitabında; bu tefsiri yirmi yılda te'lîf ettiğini ve seksen bin varak civarında bulunduğunu be­lirtmektedir. Dâvûdî de bu tefsîrin mevcudiyetiyle ilgili şu ma'lûmâtı aktarmakta­dır: "Şeyh Burhâneddîn Ferhûn dedi ki: Bana Salih Şeyh Ebu RebF Süleyman İbn Abdurrahmân Peygamber kentinde (Medinet'ün Nebi) 761 yılında (1359) haber verdi ki; kendisine Mağribli Salih Şeyh Yûsuf el-Hazzâmlskenderivye'de760 yılında (1358) demiş ki: (Kâdî Ebu Bekir Îbn'ül-Arabî'nin Envâr'ül-Fecr isimli Kur'ân tefsirinin tamâmını Merâkeş şehrinde, adaletli hükümdar, müslümanların emîri Ebu Annân Fâris İbn Sultân'ın hazînesinde (kütüphanesi), gördüm. Hükümdar bu kütübhâne-yi seferlerinde beraberinde taşıtıyordu. Ben de bir toplulukla birlikte kitâblann to­parlanıp taşınmasında ona hizmet ediyordum. Bu kitabın (Envâr'ül-Fecr) cildlerini saydım seksen cilde ulaştı. Zikre konu olan kitâbtan hiçbir eksik yok idi. (Bu haberi nakleden) Ebu Rebî'der ki: Bu haberi veren Yûsuf el-Hazzâm Salih bir kişi idi ve güvenilir, doğru sözlü olup kendi ahn teriyle kazandığını yer idi." (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 165) Ne yazık ki bu tefsir günümüze kadar intikâl ede­memiştir. Kadı Ebu Bekir'in İmâm Mâlik'in Muvatta' isimli eserinin şerhi olan el-Mesâlik ve yine Tirmizî'nin şerhi olan Arîza el-Ahrezî, Hz. Ali ile Muâviye arasın­da geçen ihtilâfları konu edinen el-Avâsım, Usûl'ü Fıkha dâir el-Mahsûb gibi eser­lerinin yanı sıra Sirâc'ül-Mühtcdîn, Sirâc'ül-Mürîdîn, en-Nasîh ve'1-Mensûh gibi eserleri bulunmaktadır.

Ahkâm'ül-Kur'ân da Kadı İbn Arabî, sûrelerin her birini teker teker ele almakta, ancak ahkâma mütallik olan âyetlerini tefsîr etmektedir, önce sûreyi zikretmekte, ardından o sûrede mevcûd olan ahkâm âyetlerini tanıtmakta ve müteakiben de bu âyetlerin açıklamasına girişmektedir. Müellif, Mâliki mezhebine mensûb olduğu için, bu eser Mâlikî fıkhının başta gelen kaynaklarındandır. Kendi mezhebini güçlendi-rebilmek için zaman zaman çeşitli yollara başvuran İbn Arabî, diğer mezheblerle, Mâlikî mezhebinin karşılaştırmasına yer verirken zaman zaman öteki mezheb imam­larının görüşlerini çürütmeye çalışmaktadır. Âyetlerin mânâsının anlaşılması için, gramer inceliklerine özenle dikkat gösteren bilgin isrâliyâta yer vermemekte ve za­yıf hadîslerden kesinlikle kaçınmaya çalışmaktadır.

Ömer Nasûhî Bilmen'in ifâdesi ile "Pek münekkah ve vâsi' bir ilmin metîn mah­sulü olan bu Tefsîr-i Şerif her vech ile senâyâ lâyıktır. Meşhur Hanefî âlimi Ebu Bekr el-Cassâs'ın Ahkâm'ül-Kur'ân unvanlı tefsirine tekabül etmektedir." (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 475)

(daha geniş bilgi için bkz. Kesîr, el-Bidâye ve:n-Nihâye, XII, 228; Dabbî, Buğ-ye, 82; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, IV, 1294; İbn Ferhûn, ed-Dîbâc'ül-Müzehheb, 281; İbn İmâd, Şezârât'üz-Zeheb, IV, 141; ibn Beşkuvâl, es-Sıle, II, 558; Suyûtî Tabakât'ül-Müfessirûn, 34; İbn Hallikân, Vefayâfül-A'yân, IV, 296-297; Yâfiî, Mir'âfül-Cinân, III, 279; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 162-166; Zehebî, et-Tefsir ve'1-Müfessirûn, II, 448-456; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 473-475; Men? Abdülhâlİm Mahmûd, Menâhic'Ül-Müfessirîh; 111-116)[25]

 

4- Mikdâd cs-SûyÛrî (âl. 826/1423) Kenz'ül-İrfân n Fıkh'İl-Kur'ân

 

Mikdâd İbn Abdullah İbn Muhammed İbn Hüseyn İbn Muhammed es-Sûyûrî el-Hüllî, Oniki İmâm mezhebi fakîhlerinden olup dokuzuncu hicri asırda (15.yy.) yaşamış, fıkıh, usûl, kelâm, tefsîr alanında eserler vermiş bir şiî bilginidir. Muham­med İbn Mekkî'den, öğrenim görmüş olan Mikdâd es-Sûyûrî 826 tarihinde (1423) Necef'de vefat etmiştir. Hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmayan SÛyûrfnin Nehc'ül-Müsterşidîn şerhi, Mebâdi'ül şerhi, Muhtasar' üş-Şerâi şerhi ve Tecrîd'ül-Belağa şerhi gibi eserleri bulunmaktadır. Onun en ünlü eseri ise Oniki İmâm mezhe­binin fıkhını ele aldığı Kenz'ül İrfan fi Fıkh'il-Kur'ân isimli tefsiridir. Bu tefsîr, da­ha önce Kadı Ebu Bekir ibn Arabî ve Ebu Bekir el-Cassâs'm tefsirlerinde görüldüğü gibi, Kur'ân'daki bütün sûreleri ele alarak tek tek bu sûrelerdeki ahkâm âyetlerini tefsîr etmek yerine, fıkıh konularıyla ilgili başlıktan tanzîm etmekte ve her başlık altında o konuyla ilgili âyetleri dercedip tefsire çalışmaktadır. Sözgelimi taharet ba­bı başlığı altında taharetle ilgili âyetleri, Ca'ferî mezhebine göre tefsîr etmektedir. Zaman zaman diğer mezheb imamlarının görüşlerini de ele alan Sûyûrî bunları, kendi mezhebinin görüşleriyle karşılaştırmakta ve Şîa'nın görüşünün üstünlüğünü isbât etmeye çalışmaktadır. Görüşlerinin isbâtmda aklî delillerin yanısıra, Ehl-i Beyt imam­larından önde gelen kişilerin fikirlerine de dayanmaktadır. Çoğu kez Şîî kaynaklara dayanan müellif, birçok ahkâmda Ehl-i Sünnetin karşısında Şia'nın fikirlerini üs­tün gösterme gayreti içine girmektedir. (Daha geniş bilgi için bkz. Havansârî, Ravzat'ül-Cennât, IV, 127-129; Zîrikli, el-A'lâm, VIII, 207-208; Ağabüzürk, Musaffâ'I-Makâl, 462; Mâmekânî, Tenkîh'ül-Makâl III, 245; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, XII, 318; Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, II, 465-567)[26]

 

5-  Yusuf es-Selâî (öl. 832/1429) es-Semerât'ül-YSnia ve'l-Ahkâm'ül-es-Selâî cl-Kâti

 

Şemseddîn İbn Ahmed İbn Muhammed İbn Ahmed İbn Osman es-Selâî hicrî dokuzuncu asır (XV yy.) da yaşamış ünlü bir zeydî fakîhi ve din bilginidir. Zeydîle-rin en çok güvendikleri ilim adamlarından biri olup İmâm Mehdî'nin arkadaşları arasında yer almıştır. Hasan en-Nahvî'den fıkıh öğrenimi gördükten sonra, Selâ'-da, ikâmet etmiştir. Çevreden gelen insanlar onun derslerine iştirak etmişler ve dev­rinde büyük bir bilgin olarak ün salmıştır. el-Cevâhir ve'1-öurer fi Keşfi Esrâr'id-Dürer fi'1-Ferâiz; Muhtasar'ül-İntisâr; er-Riyâd'üz-Zâhire; ez-ZÛhur ala'l-Lüma' gibi eserlerinin yamsıra en ünlü kitabı yukarıda zikri geçen ve Zeydî mezhe­binin değerli eserlerinden olan es-Semerât 'ül-Yânia ve'1-Ahkâm'ül-Vâdiha isimli tef­siridir. Selâî 832 (1429) yılının Cumâd'el âhiresinde Selâ'da vefat etmiştir.

Müellif, es-Semerât'üI -Yânia'da sûre ve âyetlerinin Kur'ân'daki sırasını esas ala­rak ahkâm ile ilgili âyetleri tefsîr etmektedir. Âyetlerin nüzul sebeplerini irâd ettik­ten sonra bunların meyvelerine (es-Semerât) nazar ederek şer'î hükümlerini açıklamaya çalışmaktadır. Ahkâm âyetlerini tefsîr ederken Selef ve Halefden bil­ginlerin görüşlerine yer vermekte, sahabe ve tabiinin fikirlerinin yanı sıra, Şafiî Ha­nefî ve Mâlikî gibi sünnî mezheblerin Zahiri ve imâmiyye gibi mezheblerin görüşlerini de açıklamakta ve her mezhebin dayandığı delilleri zikrederek özellikle Zeydî mezhebinin görüşlerini açıklamaya itinâ göstermektedir. Genellikle Zeydtye'nin görü­şüyle diğer mezheb görüşlerini karşılaştırmakta ve bu görüşler içerisinde Zeydiye'nin görüşünün kuvvetli olduğunu ortaya koymaya gayret etmektedir. Uydurma ve za­yıf hadîslere de yer verilen eser, özellikle fıkıh ve fıkhın teferruatına dâir konularda Zeydiye ile Ehl-i Sünnetin görüşlerinin karşılaştırılması bakımından önem ifâde et­mektedir. Bu arada Zemahşerî'nın Keşşafından pek çok alıntılar yapılmakta ve özel­likle Zemahşerî'nin Mu'tezilî görüşlerine yer verilmektedir. Zaman zaman zayıf ve mevzu hadisler üzerine bazı fikirler bina edilmektedir. (Daha geniş bilgi için bkz. Şevkânî, el-Bedr üt-Tâlî, II, 350; el-Cendârî, Terâcim*ür-Ricâl, 43;Ömer Rızâ Keh-hâle, Mu'cem'Ül-Müellifîn, XIII, 272; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 468^473)[27]

 

6- Şevkânî (öl. 1250/1834) Feth'ül-Kadîr

 

Ebu Abdullah M uh amme d tbn Ali tbn Muhammed İbn Abdullah tbn Hasan ibn Muhammed Ibn Salâh ibn Ali İbn Abdullah eş-Şevkânî el-Hevlânî, 1173 yılın­da (1760) Yemen'de San'â yakınlarındaki Hicretü Şevkân'da dünyaya gelmiştir. Ba­bası Yemen'in ilim merkezlerinden birisi olan hicretü Şevkân'da kırk yıl kadılık yapmış derin bir bilgindi. Önce babasından ilim öğrenen Şevkânî, daha küçüklü­ğünde bir çok metni ezberlemiş ve kısa zamanda dinî bilimlerde gelişerek yirmi ya­şında iken fetva verme mertebesine erişmiştir. İslam kaynaklarının birçoğunu Yemen'deki üstâdlardan okuyan Şevkânî kendi İfâdesine göre, Zeydî fıkhına âit olan Şerh'ül-Ezhâr'ı dört ayrı bilginden dinlemiş ve hatta Yemen'in büyük âlimlerinden Ahmed İbn Muhammed er-RâzîMen üç kerre okumuştur. Hadîsten Buhârî ve Müs­lim'i şerhleriyle birlikte, Tirmizî, İbn Mâce ve Muvatta'ın bir kısmını İbn Teymiy-ye'nin el Müntekâ'sını ve Kâdî Iyâd'ın Şifâ'sını bizzat hocalardan takrir yoluyla öğrendiğini belirtir. Fıkıhta, kelâmda ve usûlde birçok hocadan dersler alan Şevkâ-nî'nin, üstâdları arasında az önce de belirttiğimiz gibi babası Ali eş-Şevkânî, Hasan Ibn Abdullah el-Heyl, Abdurrahman el-Medenî, Ahmed İbn Muhammed el Herâ-zî, Abdullah İbn İsmail en-Nehemî gibi bilginler bulunmaktadır.

Üstadı Abdülkadir İbn Ahmed'İn teşvîki ile eserler yazmaya başlayan Şevkânî, San'â'da dersler okutmaya başlamış, fetva vermeye devam etmiş ve 1209 (1794) yı­lında San'â kadısının vefatı üzerine otuzaltı yaşında iken San'â kadılığı görevine baş­lamıştır. Burada bulunduğu esnâdâ 1250 yılının Cumâd' el-âhiresİnde (1834) vefat etmiş ve Huzeyfe'deki mezarlığa defnedilmiştir.

Başta Feth'ül-Kadîr isimli tefsîri olmak üzere, fıkıha dair Neyl'ül-Evtâr', saha­beye saygı duyulması gerektiğini belirten İrşâd'Ül-öâdir ve yedinci hicrî asırdan sonra yaşayan büyüklerden sözeden el-Bedr'üt-Tâli, usûle dâir Irşâd'ül-Fuhûl selefiyye mez­hebine dâir et-Tuhaf fi Mezâhib'is-Selef, mevzu' hadîslere dâir el-Fevâid'üI-Mecmûa ve Selefî akide doğrultusunda tevhîd konusu işlediği et-Dürer'ün-Nadîd isimli eser­leri çok ünlüdür. Edebiyata da düşkün olan Şevkânî başlangıçta fıkıh bakımından Zeydiyye mezhebine mensûb iken ve bu mezhebte fetva derecesine erişmiş bir şöhreti kazanmış iken, bilâhere hadîs ilminde derin bilgin derecesine ulaşmış ve Zeydiyye mezhebini terkederek selefiyye mezhebini benimsemiştir. Özellikle bu esnada taklîd ve ictihâd konusunda el-KavI'ül-Müfîd isimli eserini yazarak yeni bir ictihâd faali­yetine girişmiş ve bu nedenle Zeydî bilginler tarafından hücumlara ma'rûz kalmış­tır. Ehl-i Beyt'in mezhebini yıkmakla itham edilen Şevkânî, Kur'ân'da Vârid olan ilâhî sıfatlarla ilgili âyetleri hiçbir te'vîle başvurmadan olduğu gibi benimseyerek İbn Teymiye'nin mesleğini benimsemiştir.

Başta oğlu Ali eş-Şevkânî olmak üzere, Hüseyin İbn Muhsin el-Ansârî, ve Ab-dülhak İbn Fadl el-Hindî gibi zevat onun yetiştirdiği bilginler arasında bulunmaktadır.

Şevkânî; Feth'ül-Kadîr el-Câmi' Beyne Fenney'ir-Rivâyeti ve'd-Dirâyeti min llnTit-Tefsîr isimli eseri, adından da anlaşılacağı gibi; Taberî, İbn Kesîr ve Suyûtî'-nin metodu doğrultusunda kaleme alınmış bulunan hem rivayet, hem de dirayet ta­nklarının birlikte sergilendiği önemli bir tefsirdir. Müellif; bu eserine 1223 yılı Rebî'ül-âhir (1808) başladığını ve 1229 yılı Receb ayında (1813) tamamladığım be­lirtmektedir. Ayrıca Ebu Ca'fer en-Nehhâs, İbn Atıyye ed-Dımeşkî, İbn Atıyye el-Endelüsî, Kurtubî ve Zemahşerî gibi müfessirlerin yolunu izlediğini belirtmektedir. İzlediği metodu tefsirinin önsözünde şöylece anlatmaktadır: "Kendimi bilginler ta­rafından gerçekten kabul gören yolu izlemeye şevkettim. İşte şimdi sana bu yolun aydınlıklarını göstermek ve geliş şeklini açıklayıp ortaya koymak istiyorum. Ve di­yorum ki: Genellikle tefsîr bilginleri iki gruba ayrılmışlar ve iki yol izlemişlerdir. Birinci grup, tefsirlerinde yalnızca rivayetlerle yetinmişler ve bu sancağı yüceltmek­le kalmışlardır. Diğer grup ise dikkatlerini Arap dilinin gereklerine âlet ilimlerinin verilerine çevirmişlerdir. Rivayet yoluna koyulurlarsa da bu alanda sağlam temeller atamamışlardır. Her İki grup da bazen İsabet etmiş, uzatmış ve güzel yapmıştır". Dedikten sonra kendi metodunu şöylece zikretmektedir: "Görülüyor ki her ikisinin birleştirilmesi ve iki gruptan yalnızca birinin yoluna gitmekle yetinilmemesi icabet-mektedir. İşte kendimi yönelttiğim maksad budur. Allah dilerse yürümeye azmetti­ğim yol da budur. Ancak mümkün olduğu ve yüzünü bana gösterdiği takdirde birbiriyle çelişen tefsirler arasında tercih yapmaya koyulacağım. Ayrıca Arap dili­nin mânâsının anlaşılmasında, i'râb ve beyân noktalarına en geniş payı ayıracağım. Peygamberden (Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun), sahabeden veya tabi­înden (Allah onlardan hoşnûd olsun) veya onların tâbilerinden ya da güvenilir imam­lardan (Allah onlara rahmet etsin) sabit olan tefsirleri zikretmeye özen göstereceğim. Zaman zaman bu rivayetlerin isnâdındaki zaafları da belirteceğim. Bunu yaparken; ya konuyu kuvvetlendirmek veya arapça mânâya uygunluğunu belirtmek (maksadı­nı güdeceğim) bazan da isnâd durumunu hiç nazara almadan rivayet durumuna gö­re hadîsleri bahis mevzuu edeceğim, ibn Cerîr Taberî'nin, Kurtubî'nin, İbn Kesîr ve Suyûtî gibi diğerlerinin tefsirlerinde görüldüğü gibi.

İyi bil ki Suyûtî'nin ed-Dürr'ül-Mensûr isimli tefsiri; Selef-i Salih'inden pey­gamberi gören sahabelerle onlardan sonra gelenlerin tefsirlerinin çoğunu ihtiva et­mektedir. Çok azı bunun dışında kalmıştır. Binâenaleyh o, tefsîre ilişkin ihtiyâç duyulan her şeyi cem'etmiştir. Bende, aynı veya benzer yönde yürüyerek bu ifâde­lerden lafız bakımından mükerrer, mânâ bakımından aynı olan kısımları Özetleye­ceğim. Ayrıca buna o tefsirin ihtiva etmediği bazı faydalı şeyleri de ekleyeceğim. Bu faydalı şeylerden bir kısmı, rivayet bilginlerinin tefsirlerinde gördüğüm veya be­nim zihnimde beliren sahih, hasen, zayıf tâkîb, cem' veya tercih metodlannı da ihtiva etmektedir. Bu tefsirin hacmi ne kadar büyük ise ihtiva ettiği bilgilerde o nis-bette çok olacaktır. Payına düşen gerçeklik bol, nasibine düşen hak arzusu yerinde olacaktır. Ve benzersiz fazlalıkları ve bulunmaz kurallarıyla eşsiz, faydalı tefsîr ki-tâblannın hepsini cemetmiş olacaktır. Sonra dirayet sahasında güvenilir tefsirlere müracaat edeceğim. Ve bu tefsirde en uzak görüşlere bakmaya çalışacağım. O zaman göz sahihlerinin gözünde sabahın aydınlığı belirecek ve bu kitabın bir öz oldu­ğu, hârikalarla dolu bulunduğu istenen şeylerin hazînesi ve akıl sahiplerinin arzularının zirvesi olduğu ortaya çıkacaktır." (Şevkânî, Feth'ül-Kadîr, I, 1-4).

Görüldüğü gibi Şevkânî tefsirini gerek aklî, gerekse.naklî izahlarla yorumlarla zenginleştirmekte ve kendisinden önce geçen bilginlerden istifâde etmekte; zaman zaman kırâet ve dil bilgisine başvurarak, zaman zaman fıkhî ihtilâflara ve fıkıh âlim­lerinin değişik görüşlerine de yer vererek zengin bir kaynak çalışması halinde ortaya koymaktadır. Birçok mevzu ve zayıf hadîslerin de yer aldığı tefsirinde Şevkânî, bu hadîslerin zayıf ve mevzu olduğuna dikkatleri çekmeden geçmektedir. Taklide karşı çıkan müellif, diğer mezheb imamlarını taklîd eden kişilerin Allah'ın kitabını ve Re-sûlullah'ın sünnetini terkettiklerini belirtmekte ve kâfirleri hakkında vârid olan bir­çok âyetleri diğer mezhebleri taklîd eden kişilere intibak ettirmeye çalışmaktadır. Üstadı İbnTeymiye'nin izinden giderek her türlü tevessüle karşı çıkan Şevkânî, mü-teşâbih âyetler konusunda selef akidesini benimsemekte ve teşbih vehmini uyandı­ran lafızları zahirine hamletmekten çekinmemektedir. Zeydiye mezhebi mensupları kelâmı konularda mu'tezilî görüşleri benimserken, Şevkânî bunlara şiddetle karşı çıkmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz. Şevkânî el-Bedr'üt-Tâlî, VII, 214/225; Sıd-dîk Han, et-Tâc 305-317; el-Kettânî er-Risâlet'ül-Müstatrefe,l 14; Fihrist'ül-Feharis, II, 408-412; Âğâbüzürk, Musaffâ'l-Makâl, 441; Brockelmann, G.A.L. Suppl.,11 818-819; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 11,285-999; Menî Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 273-279; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük tefsir Tarihi, II, 735-737; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müeltifİn, XI, 53-54).[28]

 

IV- MUTEZİLÎ, BÂTINÎ, HÂRtCÎ VE FELSEFÎ TEFSİRLER

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çı­kan siyâsî, sosyal ve ekonomik gelişmeler, müslümanlar arasında değişik düşünce­lerin doğup gelişmesine neden oldu. Özellikle müslümanlann fethettikleri yerlerde hâkim olan düşünce ve anlayışların, değişik isimler ve şekillerle müslümanlar ara­sında hayatiyyetini sürdürmeye çalıştı. Açıktan açığa İslama cephe alamayan bu ge-İenekçi anlayışın temsilcileri, bu anlayışlarını islâmî kalıplar ve kavramlarla ifade etmeye çalıştılar.

Bİr yandan Yahûdî Kabalİzmine dayanan Bâtınî düşünce mansubları, diğer ta­raftan Hıristiyan Theologie'sini yorumlamada yardımına başvurulan Gnostİk (irfâ-nî) düşünce, öte taraftan Budizmin, Şamanizmin, Manicheizmin Zerdüşt dininin, eski Mezopotamya, Mısır ve Grek düşüncesinin kalıntıları, müslümanlar arasında kendilerine tarafdâr bulmaya gayret ettiler. Böylece ikinci hicret asrının ortaların­da; bir yanda yukarda saydığımız düşünce tarzlarının uzantıları, diğer yanda da ts-lâmın saf tevhîd akîdesini muhafaza ve müdâfaaya çalışan sahabe ve tabiînin büyük gayretleri ile gelişen Sünnî akîde kıyasıya bir yarış içine girmiş bulunuyordu. Her iki taraf da kendi düşünce ve inançlarını savunabilmek için Kur'ân ve Sünnetten mesned aramaya çalışıyordu. Binaenaleyh Mu'tezile, Haricîler Bâtınîler ve daha sonra da felsefî düşünce mensubları kendi anlayışları doğrultusunda Kur'ân-ı yorumlama­ya tevessül ettiler. Şimdi bunlardan herbirini kısaca tanımaya çalışalım:

a- Mu'tezİlî Tefsirler:

İslâm düşüncesine dâir klasik ve modern kaynaklarda Mu'tezile ismi ve bu akı­mın doğuşu üzerinde çeşitli yorumlar yapılmaktadır. Ancak klasikleşmiş açıklama­ya göre; büyük günâh işleyen kişinin durumu ile ilgili olarak Hasan el-Basrî'ye sorulan bir soru üzerine öğrencisi Vâsıl İbn Atâ hocasına karşı çıkıp, ders halkasından ay­rılmıştı. Bunu gören Hasan el-Basrî'de Vâsıl bizden ayrıldı,,derken l'tezele keli­mesini kullanmıştı. Bundan böyle, Vâsıl'ın taraftarlarına "ayrılanlar" anlamına aynı kökten türetilmiş olan "Mu'tezile" adı verilmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz; Ab-durrahmân Bedevî, Mezâhib'ül-lslâmiyyîn, I, 37-484).

Mu'tezilenin doğuşunda bundan başka nedenler de olduğu muhakkaktır. İlk dönem mu'tezilîlerinin son derece mü'min ve muhlis olmalarına ve ele aldıkları ko­nulara bakılınca bunların daha çok İslâm akîde ve inançlarını yabancı fikir akımla­rına karşı korumak amacıyla haraket ettikleri anlaşılmaktadır.

Daha sonra Şîa tarafından da benimsenerek devam ettirilecek olan Mu'tezile­nin ana fikirleri Usûl-i Hamse adı verilen beş prensibten oluşuyordu.

a) Tevhîd; onlara göre Allah bir ve tektir. Kadîm sıfatının dışında kalan sıfatları te'vîl etmek gerekir, b) Adi; Mu'tezileye göre, Allah Teaâlâ âdildir, kullarına zul­metmez. Kulları irâdelerinde hürdürler. Kendi hür iradeleriyle yaptıkları amelle­rin sonucundan da sorumludurlar, c) Va'd ve Vaîd; Mu'tezile'ye göre kişi, işlemiş olduğu iyi amelin mükâfatını görecek, kötü amelin de cezasını çekecektir. Ceza ve mükâfat ile Allah'ın adaleti tamamlanmış olur.d) el-Menzüe Beyn'el-Menzileteyn; Mu'tezile'ye göre, büyük günâh işleyen kişi ne mü'mindir, ne de kâfirdir, bu "iki yer­in arasında bir yerde 'dir, yani fâsıktır, tevbe etmeden ölürse cehennem de edebiyyen kalır, e) Ma'rûfu emir ve münkerden nehiy; onlara göre müslüman İslâm toplumu içerisinde iyi şeyleri yapmak ve kötü şeyleri yasaklamak zorundadır. Bu vaciptir, yapılmadığı takdirde sorumluluk, terettüp eder.

Mu'tezile bu ana prensibler doğrultusunda hareket ederek; âhirette Allah'ın gözle görülemeyeceğini, Kur'ân'm mahlûk olduğunu, iyi ve kötünün esâsta böyle oldu­ğunu, Allah'ın kullan için en yararlı olan şeyleri (Aslah) yapmasının kendisine vâ-cib olduğunu, akıl ile naklin çelişmesi halinde akim tercih edilip naklin te'vîl edilmesi gerektiğini savunurlar. (Daha geniş bilgi için bkz. Kemâl Işık, Mu'tezüe'nin Doğu­şu ve Kelâmî Görüşleri, 67-80)

Mu'tezile, zamanla gelişerek muhtelif kollara ayrılmış ise de yukarda saymış olduğumuz ana prensiblerde hemen hemen aynı görüşleri tekrarlamışlardır. Kendi görüşlerini te'yîd etmek üzere Kur'an-ı Kerîmden mesned bulmaya çalışmışlar ve bu maksadla Allah'ın kitabını kanâatları doğrultusunda yorumlamaktan kaçınma­mışlardır. Kur'ân'm kelime kelime tefsirine önem veren Mu'tezile, kırâet farklılık­larına da dikkat etmişler ve kendi inançlarını te'yîd için uygun kırâet şekillerini tercîh etmişlerdir. Tefsirlerinde akla fazla yer veren Mu'tezile,kendi görüşleriyle çelişen pekçok hadîsi de reddetmişlerdir.

İslâm düşünce hayatına büyük canlılık getirmiş olan Mu'tezilî tefsîr bilginleri arasında; eserleri günümüze intikâl etmiş olan Kâdî Abdülcebbâr (öl. 415/1024) Şe­rif el-Murtazâ (öl. 1044) ve daha önce hakkında bilgi vermiş olduğumuz ünlü Keş­şaf Tefsirinin müellifi Cârullah cz-Zemahşerî (öl. 1143) gibi kişiler bulunmaktadır. Tefsirleri günümüze kadar ulaşamamış olan Abdullah İbn Keysân el-Esamm (öl. 854) Ebu Ali el-Cübbâ'i. (öl. öl. 915); Ebu'I-Kâsım Abdullah İbn Ahmed eNBelhî (öl. 931), Ebu Hâşim İbn Ebu Ali cl-Cübbâ'i (öl. 933); Ebu Müslim Muhammed İbn Bahr el-Isfahânî (öl. 934); EbuM-Hasan Ali İbn îsâ er-Rummânî (öl. 993); Ebu'I-Kâsım en-Nahvî el-Arûzî (öl. 997); Abdüsselam İbn Muhammed İbn Yûsuf el-Kazvînî, (öl. 1090) de ünlü Mu'tezilî müfessirler arasında yer alırlar. Biz, dirayet tefsirleri bölümünde Zemahşerî ve tefsirinden sözettiğimiz İçin burada yalnızca Ka-dî Abdülcebbâr ve Şerif el-Murtazâ hakkında bilgi vermeye çalışacağız.[29]

 

1- Kâdî Abdülcebbâr (öl. 415/1024): Tcnzîh'ül-Kur'ân'il-Metâin.

 

Abd'ül-Cebbâr İbn Ahmed İbn Halil İbn Abdullah. Mu'tezilenin Kâdî'I-Kudât lakabıyla andığı Esedabâd'h Ebu'l-Hüseyn 320 (932) yılı civarında Hemedân'da dün­yaya gelmiş ve Ebu'l-Hasan İbn Seleme, Abdullah İbn Ca'fer İbn Fâris, Zübeyr İbn Abd'ül-Vâhid gibi zevattan hadîs öğrenimi görmüştür. Önceleri itikâdda Eş'arî mez­hebi mensubu olup fıkhı konularda Şafiî mezhebini benimsemekte idi. Daha sonra bilginler meclisinde hazır bulunmuş, Ebu İshâk İbn Abbâs'tan ders almış ve bu ho­casının görüşlerine bağlanarak mu'tezile mezhebini benimsemiştir.360 (970) yılından sonra vezîr Sâhib İbn Abbâd'ın daveti üzerine Rey kentine gelmiş, burada dersler vermişti. Onun görüşlerine fazlasıyla ilgi gösteren Sâhib İbn Abbâd, kendisini Rey başkadısı yapmıştı. Hacca gitmek üzere Bağdâd'a uğramış ve burada hadîs dersleri vermiştir. Mu'tezileden Ebu Yûsuf Abd'üs-Selâm îbn Muhammed İbn Yûsuf el-Kazvînî, Ebu'I-Kâsım Ali İbn Hasan et-Tenûhî gibi kimseler ondan rivayet naklet-mişlerdir. 415 (1024) yılında Rey şehri kadısı iken vefat etmiştir. (Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, XI, 113; Îbn'ül-Esîr, el-Kâmil fî't^Tarih, IX, 638) Beyhâkî'nin ifâ­desine göre; "Kâdî Abdulcebbâr kelâm ilmini deşerek onun soğukluğunu gidermiş, Doğu ve Batıya ulaşan değerli eserler yazmış, başka hiçbir kimsenin yapamayacağı şekilde kelâmın ince ve değerli mes'elelerini anlatmıştır... Mu'tezilenin reisliği ona geçmiş ve tartışmasız Mu'tezilenin şeyhi,, bilgini olmuştur. (İbn'ül-Murtazâ, Tabakât'ül-Mu'tezile, 112) Hâkim'in ifâdesine göre; dörtyüz bin varak'ın üzerinde eser kaleme almıştır. Başlıca eserleri arasında, bahis konumuzu teşkil eden Tenzîh'ül-Kur'ân'dan ayrı olarak Mu'tezile tarihinden sözeden Tabakât'ül-Mu'tezile, Kİtâb'ül-Muhît bi't-Teklîf, el-Emâlî, Risale fi ilm'iI-Kimyâ, Şerhü UsûTil-Hamse, el-Muğni fî'UsûTid-dîn gibi eserleri çok ünlüdür. Bunun dışında kaynaklarda otuza yakın ese­rinin isminden sözedümektedir. (Daha geniş bilgi için bkz., Abdurrahmân Bedevî, Mezâhib'üMsîamiyyîn, I, 380-484)

Tenzîh'ül-Kur'ân an'il- Metâin İsimli tefsirinde Kâdî Abdulcebbâr, Kur'ânsû-relerinin hepsini teker teker açıklamak yerine bölümler ve problemler halinde tefsir etmeye çalışmaktadır. Önsözünde şöyle der: Allah'ın kitabından yararlanabilmek ancak onun mânâsına vâkıf olmak, muhkem ve müteşâbihinİ ayırdetmekle müm­kün olur. Ama insanlardan birçoğu Kur'ân'm müteşâbih âyetlerine sarılarak sapık­lığa düşmüşler ve hattâ Allah Teâlâ'nm: "Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbîh eder" (Haşr, 1) âyetinden taşın, toprağın, kuşun ve hayvanların gerçekten tesbîh ettiğini sanmışlardır. Bunlara inananlar ise okuduklarından yararlanamaz­lar. Halbuki Allah Teâlâ; "Kur'ân'ı düşünmezler mi?" buyurarak onun en doğru yola götüreceğini ve mü'mİnlere müjde olduğunu bildirmektedir. (Muhammed, 24; Isrâ, 9) Biz ise bu konuda muhkemle müteşâbihi birbirinden ayird eden bir kitâb yazdık. Bu kitâbta Kur'ân'daki sırasına göre sûreleri açıkladık ve bu sûrelerin âyet­lerinden müteşâbih olanların mânâlarını beyân ettik. Ayrıca insanların bu âyetleri-n te'vîlindeki yanılma nedenlerini de belirttik. Ta ki ondan fazlasıyla yararlanılsın. Allah Teâlâ'dan, bizi doğruya ulaştırmasını dileriz." (Tenzîh'ül-Kurân, önsöz) Arap dilinin inceliklerine yer veren ve bu konuda bazılarını müşkil gibi gördükleri lafızla­rı tavzîh eden Kâdî, âyetleri kendi mu'tezilî görüşleri doğrultusunda izah etmeye ça­lışır. Zaman zaman da sorulu cevâblı olarak mu'tezile mezhebi mensûblarına yöneltilen tenkîdlere cevâb verir. Sözgelimi Bakara süresindeki faizle alâkalı: "Faiz yiyenler ancak şeytan çarpmış olanlar gibi kalkarlar." (Bakara, 275) âyetini tefsîr ederken şöyle der: "Denebilir ki bu nasıl uygun düşer? Halbuki siz (Mu'tezile) şey­tânın çarpmaya gücünün yetmeyeceğini söylüyorsunuz. Bizim buna cevâbımız şöy­ledir: Buradaki çarpmadan maksad, şeytânın vesvese vererek dokunmasidır. Tıpkı Allah Teâlâ'nın Eyyûb kıssasında; "şeytân" bana azâbla" dokundu, buyruğunda olduğu gibi. Keza kendisini üzüntüye sevkeden bir şeyi düşünen kimse için de; ona sıkıntı dokundu, denir. Ayrıca Allah Teâlâ şeytândan naklen: "Benîm sizin üzeri­nizde bir etkim yoktur. Ancak ben sizi davet ettim siz de bana uydunuz." (Ibrâhîm,23) kavlinde onun çarpmayacağını belirtmiştir. Eğer şeytânın çarpmaya gücü yet­miş olsaydı, zayıf kişilere değil bilginlere, zâhidlere ve akıl sahiplerine yönelirdi. Kâdî Abdülcebbâr, (Tenzîh'ül-Kur'ân, 50 vd.) Bu tefsirinde Kâdî Abdülcebbâr kulun ken­di fiilinin halikı olduğunu kabul eder ve el-Menzile Beyn* el-Menzileteyn gibi diğer mu'tezilî prensipleri yeri geldikçe te'yîd etmeye çalışır. Bunu yaparken de çoğu ker-re âyetleri kendi mezhebinin doğrultusunda yorumlamaya yönelir. Sözgelimi Allah Teâlâ'nm insanoğlunun soyundan almış olduğunu belirttiği ahidle ilgili: "Hani Rab-bin Âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şâhid tut­muş: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki; Evet, biz buna şahidiz." (A'râf, 172) âyetini yorumlarken şöyle der: Haberde vârid olur ki; Âdem'in oğullarından daha Âdem (a.s)'in belinde iken ahıd alınmıştır. Bu nasıl doğru olabi­lir? Buna cevâbımız şöyledir: Bunu söyleyen topluluk rivayette hatâ etmişlerdir. Çün­kü hayat ve akıl sahibi değil yalnızca bir zerre durumunda iken Ademoğullanndan ahid alınmış olması muhaldir. Âyetten masad, akıl sahiplerinden ahid alınmış oldu­ğunun ifadesidir. Çünkü Allah Teâlâ Ademoğlunun aklına; onlar için zorunlu olan ve yapmaları gereken şeyleri tevdî' etmiştir. Zîrâ ahdin faydası uyarıcı olmasından­dır. Ve kişiye dünya ile âhireti hatırlatmasındadır. Bu ise ancak akıl sahipleri içini doğru olabilir. Âyetin zahiri bunların söylediklerinin aksinedir. Çünkü Allah Teâlâ ahdi Hz. Adem'den değil, Ademoğlunun belinden almıştır. Yani Allah Teâlâ Âde-moğlunun belinden zürriyetlerini çıkarmış, onların akıllarını kemâle erdirmiş ve ken­dilerinden ahid alarak tevdî' etmiş olduğu akıl aracılığıyla onları kendi nefislerine şâhid tutmuştur. (Kâdî Abdülcebbâr,  Tenzîh'ül-Kur'ân, 140)

(Daha geniş bilgi için bkz., Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, XI, 113; İbn'ül-İmâd, Şezerât'üz-Zeheb, III, 202; Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, III, 219-220; Suyu-. tî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 16; Zehebî, el-lber, III, 119; Mîzân'ül-l'tidâl, II, 533; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 29; Abdülkerîm Osman, el-Kâdî Abd'ül-Cebbâr Haya-tuhu ve Mûellefatuhu; Abdurrahmân Bedevî, Mezahib'ül-lslâmiyyîn, 380-484; Ze­hebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 391-403)[30]

 

2- Şerîf el-Murtazâ (öl. 436/1044); el-Emâlî

 

Ebu'l-Kâsım Ali İbn Tâhir, Irakşîasımn reîsi ve şeyhi. Ünlü mu'tezilî ve şîî Şe­rîf er-Radî'nin (öl. 1015) kardeşi olup, 355 (965) yılında Bağdâd'da doğmuş ve yine ünlü Şîî bilgin Şeyh el-Müfîd'İn öğrencisi olmuş, muhtelif bilimlerde derinlik sağla­dıktan sonra kelâm, edebiyat ve şiir alanında imâm diye tanınacak kadar gelişmiş­tir. Şîî mezhebiyle ilgili pek çok eserleri bulunmaktadır.Hz. Ali'ye âit Nehc'ül-Belâğa isimli eserin onun tarafından mı yoksa kardeşi Şerif el-Redî tarafından mı yazıldığı tartışılmıştır. 436 (1044) yılında Bağdâd'ta vefat etmiş ve evine defnedilmiştir.

Amûlî A'yân'üş-Şîa isimli eserinde onun seksenyedi adet eseri bulunduğunu bil­dirir, (el-îrfân, II, 32-34) Eserleri arasında en ünlüleri Îkâz'ül-Beşer fi'1-Kadâi'î ve'I-Kader, ez-Zahîre fi'1-Usûl, eş-Şâfi fi'1-tmâme ile ünlü şiir divânı ve Ğurer'ül-Ferâid ve Dürcr'ül-Kalâid isimli kısaca el-Emâlî diye bilinen tefsiri bulunmaktadır. ;

el-Emâlî, Şerîf el-Murtazâ'nın seksen meclis halinde tutturmuş olduğu notlar­dan ve konuşmalardan oluşmaktadır. Burada tefsîr, hadîs, edebiyat konularında çe­şitli bilgiler verilmektedir. Daha çok i'tikgdî konularda bazı âyetleri tefsîr eden Şerîf el-Murtazâ, Kur'ân-i baştan sonuna tefsîr etmiş değildir. Şerîf el-Murtezâ âyetlerin tefsirinde mutezilt görüşlerini yansıtmakta, edebî bilgisi, gramere ait derin malûma­tı ile bunları desteklemektedir. Zahirine hamledilmesi mümkün olur âyetleri de hiç olmayacak anlamlara yorumlamaktan kaçınmamaktadır. Sözgelimi Kâdî Abdülceb-bâr'dîugördüğümüz A'râf sûresinin 172-173. âyetleriyle ilgili tefsirinde Şerîf Mur-tazâ şöyle demektedir: "Hani Rabbın; Ademoğullarımn sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şâhid tutmuş: Ben, sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan habe­rimiz yoktu, demeyesiniz. Veya dah önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz." (En'âm, 172-173) Bazı zekî olmayan basîretsizler bu âyetin te'vîlinin şöyle olduğunu sanmışlardır: Allah teâlâ Hz. Âdem'in belinden bütü so­yunu daha zerrecikler halinde yaratıklar iken çıkarmış ve onlara kendisini tanıtmış ve bu noktada onların nefislerini de şâhid tutmuştur. Akıl h.u te'vîli imkânsız sayıp bâtıl addettiği gibi Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan hükmün de hilâfındadır. Çünkü Allah Teâlâ; "hani Rabbin Âdemoğullarından... almıştı", buyuruyor da; Âdem'in belinden, demiyor. Ayrıca "onların soylarını" diyor da; onun soyunu, demiyor. Allah Teâlâ; ademoğullarımn; bu gerçekten gafil olduklarını ve bilmediklerini, ya da ata­larının şirkini ma'zere t gösterip, kendilerinin de atalarının dinleri ve kuralları doğ­rultusunda yetiştiklerini söylememeleri için böyle yaptığını haber veriyor. Bu da gösteriyor ki; âyet Âdem (a.s)'in sulbünden gelen çocuklarının hepsini değil, ancak ataları müşrik olanları muhat ab almaktadır, öyleyse bu âyet, Âdem (a.s)'in çocuk­larından bazılarına aittir. Âyetin zahirinin şehâdetini yukarıdaki te'vîlin bâtıl oldu­ğunu göstermektedir.

Akıl bakımından bu te'vîlin bâtıl olduğunu gösteren hükme gelince; Âdem (a.s)'İn belinden çkarılıp da muhâtab alınan bu soyun; ya mükellefiyet şartlarını ye­rine getirecek kadar aklî olgunluğa sahip olması ya da bu şartları yerine getirecek kadar yeterli aklî olgunluğa sahip olmamasını gerektirir. Eğer Âdem'in soyundan gelen bu kimseler, birinci nitelikleri hâiz idiyseler; bunların, yaratılıp varedilmele-rinden akılları yetkinleşİp bulundukları hali kavramalarından ve kendileri için ne­yin kararlaştırıldığını ve neye şâhid tutulduklarını anlamalarından sonra bu hitâb'ın yapılması gerekirdi. Çünkü akıl sahibi bu konuda cereyan eden halleri ara­dan ne denli zaman ve dönem geçse de unutmaz. Yetkin akıl sahibi olduğu halde aramızdan birinin herhangi bir ülkeye hükmedip de uzun bir süre geçtikten sonra Önceki tasarruflarını ve diğer hallerini unutması caiz değildir. Araya ölümün girme­si de her iki durum bakımından etkili olamaz. Zîrâ ölüm hatırlamayı unuttursaydı; uykunun, sarhoşluğun, deliliğin ve baygınlığın -ki bunlar akıl sahiplerinin başına gelen hallerdir- başlarından geçen halleri unutturması gerekirdi. Zîrâ bilgiyi orta­dan kaldıran bu haller ve benzeri durumların hepsi bu konuda ölüm mesabesindedir.

Muhalifler şöyle de diyemezler: Yetkin bir aklın çocukluk halinde içinde bu­lunduğu durumu unutması caiz olduğuna göre, zikrettiğimiz hususları da unutması caizdir. Ancak biz yukarıdaki gerekçeyi akıl sahiplerinin akıllarının yetkinleşip ol­gunlaştığı haller için gerekli bulduk. Yani akılları yetkin olduğu takdirde yukarıda­ki hallerin cereyanını esas aldık. Eğer bu hallerin cereyan ettiği esnada çocuk niteliğinde bulunsalardı, elbetteki biz de yukarda saydığımız gerekçeyi onlar için öngörmezdik. Kaldı ki bunlar için unutmayı caiz görmemiz âyetteki amaç ile de çelişir. Zîra Allah Teâlâ, bize haber vermektedir ki; onların kıyamet günü bilmez olduklarını iddia edip de aleyhlerindeki hüccetin sakıt olmaması için kendilerinden şâhid aldığını bildirmektedir. Eğer bunların unuttuğu görüşü caiz olursa; bu Allah'ın bu şehâdeti almaktaki amacının ve hüccetinin sakıt olup yok olması neticesini do­ğurur. Eğer şâhid tutulanlar; akıldan noksan ve mükellefiyet şartlarına hâiz olma­yan kimseler ise bunların muhâtab alınıp kendilerinin şâhid tutulmaları çirkin birşey olur, ve bu davranışta boş ve çirkin bir şeyle uğraşmak olur.

Denilirse ki: Siz muhaliflerinizin görüşünü ibtâl ettiniz. O zaman size göre sa­hih olan te'vîl nasıldır? Biz deriz ki: Bu âyette iki vecih vardır:

a) Allah Teâlâ, bu âyetle Âdemoğlunun soyundan bir topluluğu kasdetmiş ola­bilir ki bunları yaratmış, akıllarını olgunlaştırarak erginlik çağına erdirmiş ve pey­gamberlerinin diliyle onlara kendisinin bilgisini öğretmiş, ve yaratıcıya itaat edilmesi gerektiğini anlatmıştır. Peygamberleri de kendilerine bunu emretmiş; kıyamet günü biz bunu bilmiyorduk dememeleri için onları da bunu şâhid tutmuştur. Ya da atala­rının müşrik olmalarını ma'zeret olarak belirtmemeleri için. Âyetin te'vîlinde kuş­kuya düşenlerin asıl kuşku nedenleri soy anlamına gelen zürriyet kelimesinin ancak kâmil akıl sahibi olanlar için kullanılan bir kelime olmasıdır. Fakat mes'ele onların zannettiği gibi değildir. Çünkü Allah Teâlâ bütün insanların Âdem'in soyundan ol­duğunu belirtmiş ve yetkin akıl sahiplerini de bunların arasına idhâl etmiştir. Nite­kim Allah Teâlâ: "Rabbnmz onları, kendilerine ve atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanlara va'detmiş olduğun Adn Cennetlerine girdir." (Ğâ-fir, 8) buyurmaktadır. Sâlih ifâdesi ancak yetkin akıl sahibi olanlar için kullanılır. Eğer muhaliflerimiz, bizim âyeti mükellef ve bulûğa ermiş olanlara hamlederek te'­vîl etmemizi uzak bir yorum sayarlarda onlara vereceğimiz cevâb budur.

b) İkinci cevâbımız ise şöyledir; Allah Teâlâ, Âdemoğlunun soyunu yaratıp ken­disini tanıyabilecek bir yapıya kavuşturduktan ve kendisinin kudretine şehâdet edip kulluk etmesinin âdemoğlunun görevi olduğunu ona anlattıktan sonra, nefislerinde ve başka şeylerde mevcûd olan delîl ve âyetleri onlara göstermiştir. Bu gösteriş, on­lar için kendi nefislerine şehâdet etme, kendi nefislerini bilip tanıma ve Allah Teâ-lâ'nın murâd ettiği şekilde ortaya çıkma olmuştur. Artık onlar için bu delillerin gösterdiği şeylerden uzaklaşmak ve bunu imkânsız saymak mümkün olamaz duru­ma gelmiştir. Bu ise, Allah Teâlâ'nın şu kavlinin yerine geçmektedir: "Sonra göğe yöneldi ki o, duman halinde idi. Ona ve yeryüzüne ikiniz birlikte isteyerek veya iste­meyerek gelin, dedi. Her ikisi de isteyerek geldik, dediler." (Fussilet, 11) Halbuki gerçekte Allah Teâlâ onlara böyle dememiş ve onlar da bu şekilde cevap vermemiş olabilirler. Yine bunun misâli Allah Teâlâ'nın kâfirler için söylemiş olduğu: "Kâfir olduklarına dâir kendi nefislerine şehâdet ederler." (Tevbe, 17) âyetidir. Biz biliyo­ruz ki; kâfirler küfürlerini dilleriyle i'tirâf etmemişlerdir. Ancak küfür engellene­mez bir şekilde ortaya çıkmış olduğundan, onlar bunu i'tirâf eden kimseler durumuna gelmişlerdir. (Şerif el-Murtazâ, el-Emâlî, I, 20-22)

Bu örneklerde görüldüğü gibi Şerif Murtaza* Mu'tezilenin görüşleriyle Kur'ân âyetlerini birleştirmek için gerek aklî, gerekse naklî pek çok deliller serdetmektedir. Diğer taraftan Kur'ân'ın gramer yoluyla izahı metodunu benimsemekte ve kelime­lerin kökünden hareketle âyetleri tefsire çalışmaktadır.

(Daha geniş bilgi için bkz., Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, XXI, 402-403;

Tûsî, el-Fihrist, 98-100; İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, III, 313-317; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 120-126; Yâkût, Mu'cem'ül-Udebâ, XIII, 146-157; Zehebî, Mîzân'ül-l'tidâl, II, 223-224; Kıftî, İhbar'ür-Rüvât, II, 249-250; İbn Hacer, Lisân'ül-Mîzân IV, 223; İbn Tağnberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, V, 39; İbn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, III, 256-258; Zehebî, Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 55-57; Suyûtî, Buğyet'ül-Vuât, I, 335-336; Muhsin el-Âmûlî, el-İrfân, II, 32-34; Zehebî, et-Tefsîr veM-Müfessirûn, I, 403-429) [31]

 

b- Bâtınî Tefsirler:

 

Bilindiği gibi, İslâm'a açıktan cephe alarak onu yıkmanın başarılı bir yol olma­dığını bilen bazı dış güçler, islâm'ı içerden yıkmak üzere gizlice teşkilâtlanarak ken­di bâtıl inançları doğrultusunda Kur'ân'ı ve İslâm'ın ahkâmını yorumlamaya çalışmışlardır. Özellikle Hıristiyan Gnostiklerinin kabalacı yahûdîlerin ve Iran men-şe'li Zerdüştî ve manicheist fikirlerin sempatizanı olan bu gruplar, dini kökten yıka­cak ve tamamen tersyüz edecek birtakım ilkeler peşinde koştular. Ehl-i Sünnet dışı mezheplerde varlık gösterebilen bâtını cereyanların en çok etkili olduğu mezhep Is-mâilîlik olmuştur. Abdullah İbn Meymûn el-Kaddâh, (Ca'fer İbn Muhammed es-Sâdık'ın kölesi) Muhammed İbn Hüseyn ve bunlara bağlı topluluklar tarafından ku­rulmuş bulunan bu bâtını mezhebin propaganda usûlleri çeşitli şekillerde olmaktay­dı. Önce kişinin bâtınî çağrıyı kabul edip edemeyeceğini anlamayı amaçlayan "zevk" mertebesi geliyordu. Bu sebeple çorak yere tohumu atmayı uygun bulmuyorlardı. Yani davetlerini kabule müsâid olmayan kişileri davet etmenin uygun olmayacağını söylüyorlardı. Ve yine ışığın bulunduğu evde konuşmamak gerektir, diyor ve bu­nunla bilgin veya ilim sahibinin bulunduğu yerde bâtını fikirleri aşmamak gerekti­ğini söylüyorlardı. İkinci merhalede kişilerin sevdikleri ve arzu ettikleri noktadan hareketle-zühd ve takvadan hoşlananları zühd ve takva yoluna özendirerek, ahlâk­sızlık ve kötülükten hoşlananları bu yola özendirerek kendilerine çekmeye çalışı­yorlardı. Bu merhaleye ısındırma "Te'nîs" merhalesi diyorlardı. Nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz, Ömer'i sevenlerin yanında ikisini övüyor ve bunların şerîatm te'vîlinde Önemli bir yeri bulunduğunu savunuyorlardı. Üçüncü merhale ise dinin esâsların­dan ve şeriatın erkânından kuşkulandırma safhası "Teşkîk" geliyordu, öncelikle sû­relerin başındaki alfabetik harflerin ne anlama geldiğini, âdet gören kadının neden orucu kaza edip de namazı kaza etmediğini, namazların rek'atlarının neden farklı olduğunu ve buna benzer kuşku saçıcı noktaları ortaya sürmeye çalışıyorlardı. Dör­düncü merhalede yetenekli buldukları kişilerden sırlarını açığa vurmamak üzere ahid alıyorlardı. Ve çözemedikleri her konuda işi imâma havale etmek gerektiğine mu-hâtablarını inandırıyorlardı ki bu merhaleye de "Rabıta" bağlılık merhalesi diyor­lardı. Beşinci merhale ise, din ve dünya büyüklüklerinin görüşlerinin birbirine uyduğunu ve bunların hepsinin de mezhebinin bâtını mezhebi olduğunu savunduk­ları aldatmaca "Tedlîs" safhasıydı. Altıncı merhalede kendi inançlarını muhâtab-larına kabul ettirme safhasına geçiyorlardı ve buna da inancın kuruluşu anlamında "Te'sîs" merhalesi diyorlardı. Yedinci basamağa gelmiş olan müntesibler, her tür­lü bedenî amellerden âzâde olup kurtuluyorlardı ki bu noktaya her şeyi atma ve so­yunma anlamına "Hal" merhalesi adını veriyorlardı. Nihayet sekizinci merhalede müntesiblerini her türlü islâmî inançlardan sıyırıp çekiyorlar ve kendilerinin benim­sediği inançları kabul etmeye yöneltiyorlardı ki bu noktaya soyunma "selh" merhalesi adını veriyorlardı. (Daha genişbilgi için bkz. el-Fark Beyn'el-Firak, 282 vd.) Görülüyor ki bâtınîlik İslâm akaidini ve İslâm dinini içten yıkma maksadıyla kurul­muş, Kur'ân'ın bâtını izahları esâsına istinâd eden bir mezheptir. Bunlar amaçları­na ulaşabilmek için elbette işe Kur'ân'dan başlamak gereğini duyacaklardı. Bu sebeçle Kur'ân'daki ta'bîrlerin bâtını yorumlarından hareket ederek kendi düşüncelerini iz­hâr etmeye çalışıyorlardı. Sözgelimi abdest imâmı dost edinmekten ibarettir, teyem­müm hüccet sayılan imâmın kayıp oluşu esnasında onun halîfesinden emir almak demektir, namaz peygamber olan imâmın sözcüsünden ibarettir, gusül kasıtsız ola­rak sırlarından bir sırrı ifşa etmiş olan kişinin yemininin yenilenmesi demektir, diyorlardı. Bâtînîlere göre sırrı ifşa etmek ihtilâm olmak demekti. Zekât ruhun arınmasından ibaretti. Kâ'be, Hz.   Peygamber; bâb Hz. Ali idi. Safa Hz. Pey­gamber, Merve Hz. AH idi. Mîkâk halkı mezhebe ısındırmak, telbiye bâtınî da­vete icabet etmek, beytullahı yedi kerre tavaf etmek ise, yedi imâma dostluk bes­lemekti. Cennet bedenlerin mükellefiyetlerden âsûde olup rahat etmesi,cehennem ise birtakım mükellefiyet ağırlığı altında bedenin izeyyet çekmesi idi.

Bâtınîler mucizeleri reddediyor, meleklerin vahiy getirmelerini kabul etmiyor­lardı. Onlara göre; melekler kendi mezheplerinin propagandacıları idi. Şeytânlar ise kendilerine muhalefet edenlerdi. Kur'ân'da geçen bütün mucizeleri te'vîl ederek; tü-fânın ilim tûfânı olduğunu ve bu tufanda kanuna bağlananların boğulmadıklarını, geminin kendilerinin çağrısına koşanların sığındıkları sığınak olduğunu, İbrahim'in içine atıldığı ateşin Nemrûd'un gazabı olduğunu, gerçek ateş olmadığını, Musa'nın asasının, şüpheleri yiyip yutan bir hüccet olduğunu, yoksa ağaçtan bir asâ olmadı­ğını savunuyorlardı. (Bunların inançlarıyla ilgili olarak daha geniş bilgi için bkz. Bağdadî, e!-Fark Beyn'el-Fırak, 279 vd.; Gazzâlî Fadaihi'ül-Bâtîniyye, 13 vd.)Batı-nîlerin başlı başına bir tefsiri yoktur. Ancak münferiden âyetlerin tefsirine tevessül etmişler ve bu konuda muhtelif eserler meydana getirmişlerdir. Bâtınî cereyanlar gü­nümüzde de lsmâîlîlikin ve bunun uzantıları olan Babîlik ve Bahaîlik şeklinde de­vam edip gitmektedir. Gerek Bâbîler, gerekse Bahâîler başlı başına bir tefsîr yazmamışlardır. Onlarda muntelif sûrelere tefsirler yazmışlardır. Te'vîlât adı altın­da bunlar kendi düşüncelerine Kur'ân'dan destekler getirmeye ve bunu yaparken de bâtınî yorumlara tevessül etmeye çalışmaktadırlar. (Daha geniş bilgi için bkz., İhsan İlâhî Zahîr, el-İsmâiliyye, Tarih'ün ve Akâid Lahor, 1986)[32]

 

c- Hârici Tefsirler

 

Haricîler bilindiği gibi Hz. Ali ile Muâviye arasıda cereyan eden Sıffîn savaşın­da (Safer 37/Temmuz 657) varılan anlaşma üzerine, hakeme müracaat edilmesi ka­rârının alınmasına karşı çıkarak; hüküm, ancak Allah'ındır, başka hüküm yoktur, diye Hz. Ali'ye başkaldıranlara verilen isimdir. Nitekim Hz. Ali ordusunda bulu­nanların ekseriyeti halîfenin karârına uyarak hakeme başvurulmasını kabul eder­ken, çoğunluğu Temîm kabilesine mensûb olan bir grup başlarında reisleri Abdullah İbn Vehb el-Râsıdî ile Hz. Ali'nin saflarından ayrılmış ve Harûre denilen yere çekil­mişlerdi. Hz. Ali Bilâhere haricîlerin üzerine ordu göndermiş ve 9 Safer38 (17 Tem­muz 658) yılında Nehrevân'da onları mağlûb ederek buyruğu altına almıştır. Daha sonra haricîlerin hem Hz. Ali'yi, hem Muâviye'yi hem de hakem olayında yer alan Amr İbn Âs'ı Öldürmeyi kararlaştırdıkları ve bunlardan Abdurrahmân İbn Mülcenin Hz. Ali'yi öldürdüğü bilinmektedir. Ancak Haricî hareketi böylece son bulmuş değildi. Emevîler ve Abbasîler döneminde de bu hareket -pek yaygın olmasa da-lslâm toplumunda müşâhade edilmekteydi. Daha sonra kendi aralarında farklı görüşlere ayrılan Haricîler iki ana ilke üzerinde ittifak etmiş durumdaydılar:

a) Hz. Ali, Hz. Osman, Hakem ve Cemel vak'alarına katılanlar ve hakemlerin hükmüne rızâ gösteren herkes kâfirdir.

b) Azgın sultâna karşı çıkmak vâcibtir. Ayrıca Haricîlerin çoğunluğu büyük gü­nâh işleyenleri tekfir etmekte idiler. Onlara göre hilâfet görevi müslümanlann hür iradesiyle yapılacak seçim sonucu tekevvünederdi. Halîfe bir kez seçildi mi bir daha onun görevini bırakması veya hakem yoluna başvurması sahîh olmazdı. Halîfenin Kureyşli olması da şart değildi. Kureyşlilerden halîfe olabileceği gibi başkalarından da olabilirdi. (Ahmed Emîn, Fecr'ül-İslâm, 1,317) Haricî mezhebinin en önemli kol­ları; Nâfi' İbn Ezrak'ın tâbüerinden oluşan Ezârika, Necdet İbn Âmir'in bağlıların­dan oluşan Necedât, Ziyâd İbn Asfer'in tâbüerinden meydana gelen Sufriyye, Abdullah İbn İbâz'ın tâbüerinden oluşan Ibâziyye'dir.

Bundan önce karşılaştığımız mezheblerdeki gibi Haricîler de kendi görüşlerini te'yîd sadedinde âyetleri yorumlamaktan çekinmemişler ve hattâ bütün fikirlerinin Kur'ân'dan alındığını savunmuşlardır. Haricîler Kur'ân'ın derinliğine araştırılması gerekmediğini, yalnızca lafzî manâsıyla yetinİlmesİ icâbettiğini belirterek bunun öte­sinde bir tedkîkin gereksiz olduğunu söylüyorlardı. Sözgelimi Haricîlere göre; bir yetimin iki paralık malını yiyen herkes cehenneme gider. Çünkü Allah Teâlâ: "Doğ­rusu yetîmlerin malını zulümle yiyenler, ancak karınlarına ateş yemiş olurlar ve ce­henneme de sürülürler." (Nisa, 10) buyurmaktadır. Allah Teâlâ bunu açıkça belirttiği için, yetimin iki parasını dahi yiyen kişi cehenneme girer ama yctîmİ öldüren veya karnını yaran kişi cehenneme gitmez. Çünkü Allah Teâlâ bunun için bir beyanât göndermemiştir. Keza Haricîlere göre; çalınan mal ne kadar az olursa olsun hırsızın elinin kesilmesi gerekir. Çünkü Allah Teâlâ Mâide sûresinde: "Hırsızlık yapan er­kek ve kadının ellerini kesiniz." (Mâide, 38) buyurmaktadır, lemâ' ve Sünnete ye­terli yer vermeyen Haricîler Kur'ân'ın zahirine çok sathî olarak bağlıdırlar.[33]

 

Muhammed İbn Yûsuf Atfiş (öl. 1332/1913) Himyân-Zâd ila Dâr'İl-Meâd

 

Haricîlerin Kur'ân tefsirine önemli katkıları yoksa da İranlı Rüstem oğlu Ab-durrahmân Hûd İbn Muhakkem, Yûsuf İbnlbrâhîm ve Muhammed İbn Yûsuf Atfiş tarafından yazılmış Hârîcî tefsirler bulunmaktadır. Abdurrahmân tbn Rüstem'in tefsîri kaybolmuştur. Hûd İbn Muhakkem'in tefsiri Mağrib'teki İbâziyye taifesi ara­sında bu gün de yaygındır. Yûsuf İbn İbrahim'in tefsîri de kaybolmuştur. Muham­med İbn Yûsuf Atfış'in tefsîri hakkında biraz bilgi vermeye çalışalım: doksanaltı yaşında vefat eden Muhammed İbn Yûsuf İbn îsâ İbn Salih Cezayir'de Büyük Sahrâ'da bu­lunan Mîzâb vadisinde 1236/1817'de doğmuştur. Doğduğu yerde dinî ilimler oku­duktan sonra, onaltı yaşlarından itibaren eserler vermeye çalışmıştır. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığımız Muhammed İbn Yûsuf, İbn Hişâm'ın el-Muğnî isimli eserini beş bin beyit halinde nazma çevirmiş, îsâ İbn Tennûrî'nin Tevhîd kita­bını şerhetmiş, Ebu Ya'kûb Yûsuf İbn İbrahim isimli İbâzî müellifin fıkıh usûlüne dâir el-Adl ve'1-İnsâf isimli kitabını şerhetmiş, peygamberin hadîslerinden Câmi'üş-Şümel isimli bir mecmua meydana getirmiş, ayrıca fıkıh, sarf, nahiv, belagat, kozmografi, aruz, vaziyye, ferâiz ve benzeri ilim dallarında ücyüze yakın irili-ufaklı eserler kaleme almıştı. Himyân'üz-Zâd ilâ Dâr*il-Meâd isimli tefsîrİ, yakın dönem­lere âit olmakla beraber Haricîlerin İbâziyye kolunun görüşünü yansıtan önemli bir kaynaktır. Muhammed Ibn Yûsuf bu tefsirinden, neme kadar başkalarını taklîd et­meyeceğini belirtmekte ise de, muhtelif müfessirlerin görüşlerinden yararlanmakta, her sûrenin başında o sûrenin âyetlerinin sayısını, Mekkî ve Medenî olan âyetleri zikretmekte, sûrenin faziletlerine dâir genellikle mevzu olan hadîsleri kaydetmekte, sonra sûrenin faydalarını belirten birtakım fevkalâde özelliklerini dile getirmekte­dir. Her sûrenin ihtiva ettiği daha çok muskacılıkla ilgili özelliklerine yer veren mü-fessir, âyetlerin gramer, belagat noktasından kısaca açıklamasını vermekte, sonra kelâm ve fıkhî tartışmalara geçmektedir. Kelâmı konularda daha çok Mutezilenin fikrini benimseyen müellif isrâiliyâta da yer vermektedir. Hz. Peygamberin savaşla­rını tafsilatlı olarak açıklayan müellif, âyetlerden kendi mezhebine mesned teşkîl ede­cek unsurlar çıkarmaya çalışmaktadır.

örnek olarak onun Bakara sûresinin 2-3 âyetlerinin tefsirin buraya aktarmak istiyoruz: İmân bütün inançların mecmuu ile ikrar ve amelden oluşur. Kim yalnızca i'tik âdı ihlâl eder veya i'tikâdla birlikte ameli terkederse; o, inkâr bakımından müş­riktir. Kalbinde bulunmayanı izhâr etmiş olması bakımından da aynı zamanda mü­nafıktır. Kİm yalnızca İkrarı ihlâl eder veya ikrarla birlikte ameli terkederse; o, bizim cumhurumuzun katında müşriktir. Az bir toplulukta der ki: Kişi, yalnızca ikrarı ih­lâl ederse, Allah katında müslümandır ve cennet ehlindendir. Ama ikrar ile birlikte ameli terkederse fâsıktır, nimeti inkâr eden kâfirdir. Yalnızca ameli ihlâl ederse-bize göre- o, münafıktır, fâsıktır, sapıktır. Kâfirdir, ama tam inanmayan müşrikin şir­kinden biraz aşağıda bir küfre sapmıştır... Vehb'e mensûb ibâzîler ile diğer ibâzfler dediler ki: Yukardaki îmân, ikrar ve amel üçlüsünden birini ihlâl eden kimse, i'tikâ-dı veya ikrarı terkederse, müşrik olur. Ameli terkederse, münafık olur. Bunlar kü­çük günâhları kabul ederler. Diğer Haricîler ise yukarıdaki esâsları kabul ederler, ancak küçük günâhları kabul etmezler. Daha sonraki Haricîler amel ve ikrarın i'ti-kâda birbirinin rüknü olarak değil, birbirini tamamlayıcı olarak ilave edilmesi ge­rektiğini söylerler. Biz ise deriz ki: Amel ikrara mâhiyetinin bir cüz'ü ve bir rükün olarak eklenir.

(Muhammed Yûsuf, Himyân'üz-Zâd, 1, 200) Muhammed İbn Yûsuf, Bakara sûresinin 8. âyetine dayanarak, büyük günâh işleyenin cehennemde ebedî kalacağı­nı belirtir. Aynı görüşü tefsirinin muhtelif yerlerinde de tekrarlar. Ayrıca büyük gü­nâh işleyen kişi, Muhammed Yusuf tevbe etmese de Allah'ın onu bağışlayabileceğim belirten Ehl-i Sünnet'in görüşünü reddeder tevbe edip büyük günâhtan vazgeçme­dikçe Allah Teâlâ'nın büyük günâh işleyenleri bağışlamayacağını savunur. Allah'ın af ve mağfireti ile ilgili âyetleri te'vîle çalışır. Ona göre; büyük günâh işleyenler için Allah katında şefaat kabul edilmez. Allah Teâlâ'yı görmenin caiz olmadığını ve hiç­bir kimsenin de O'nu görmediğini belirten müellif, Ehli-Sünnetin rû'yetullah konu­sundaki görüşünü (Bakara, 55; Nisa 153) âyetlerinin tefsirinde reddeder. Hâricilerden birçoğu gibi Muhammed İbn Yûsuf da hür irâde konusunda Mu'tezilenin görüşüne açıkça karşı çıkar ve kulun aksine kulun fiilinin halikı olamayacağını fiillerin yarata-nın'ın Allah olduğunu, söyler. Müteşâbih âyetlerin te'vîline tarafdâr olan müfessir, bunların zahir anlamına hamledilmesine karşı çıkar. Tasavvuf! tefsirlerin makbul olmayacağını belirten Muhammed İbn Yûsuf, bunun bir zorlama olduğunu arapçayi bilenlerin bu te'vîlleri kabul etmesinin imkânsız olduğunu belirtir. Şîanın imamet ve velayet prensibini de reddeden müellif, hakem konusunu ele alan âyetleri Haricî prensibler doğrultusunda yorumlayarak bunun hakem şeklinde anlaşılmaması ge­rektiğini belirtir. Haricîlerin gerçek mü'minler, onlara muhalefet edenlerin sapık­lar, bid'atçılar olduğunu belirten Muhammed Yûsuf, Mâliki, Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezhebleri arasında en muteber mezhebin İbâdiyye mezhebi olduğunu, bu mezhe­bin her türlü teşbih ve ta'tîlden hâlî bulunduğunu ve onun karşısında hiçbir hücce­tin dayanamayacağım belirtir. (Daha geniş bilgi için bkz., Şehristânî el-Mile'l ve'n-Nihal, I, 114-138; İbn Hazm, el-Fasl, IV, 188-192; G. Levi Della Vida, islâm Ansiklopedisi, Haricîler maddesi; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 300-336)[34]

 

d- Felsefî Tefsirler:

 

Bilindiği gibi, felsefenin İslâm dünyasına girişinde; dinî faktörlerden çok, kül­türel ve sosyal faktörler önemli rol oynamışlardır. Bu sebeple başlangıçta felsefe, sırf bir kültür etkinliği olarak İslâm dünyasında yayılmaya başlarken,bilahere din ve felsefe arasındaki tartışmalar gündeme gelmeye başladı. Müslümanlara felsefeyi sevdirmek gayreti içinde görülen ve çoğunluğu Süryânî asıllı olan Hıristiyanlar, Grek felsefesinin çok tanrıcı kavramlarını semavî dinlerin tek tanrıcı mefhûmlarıyla uz-laştırarak tercüme etmeye çalıştılar. Felsefenin İslâm dünyasında sâf bir fikir cere­yanı olarak yayılıp gelişmesini müteakiben İslâm'ın bazı İ'tİkâdî mes'elelerini felsefî yorumlarla açıklama gayretleri görülmeye başladı. Bunun sonucunda -diğer bütün tefsîr faaliyetlerinde müşahede etmiş olduğumuz gibi- Kur'ân âyetlerinin felsefî ter­minoloji ile izah edilmesi gayreti ortaya çıktı. Böylece felsefî tefsîr diyebileceğimiz bir anlayış belirdi. Ancak bu anlayışın taraftarları Kur'ân'm felsefî olarak izahını içeren tâm bir tefsîr yazmış değillerdir. Daha çok münferid âyetlerin felsefî yoru­munu amaçlayan bir takım çalışmalar göze çarpmaktadır. Bu çalışmanın ilk örnek­lerini ünlü filozof Kindî'de görmekteyiz. Nitekim Kindî, "ağaç ve yıldız da secde ederler" (Rahman, 6) âyetinin tefsiri konusunda Emîr Ahmed İbn Mu'tasım'ın sor­duğu soruya cevâb niteliğinde bulunan Risale fi'1-lbâne an Sücûd'il-Cirm'il-Aksâ ve Tâatihi I'illahi Azze ve Celle İsimli risalesinde secde ve tâat kelimesinin Arap dili bakımından hakîkî ve mecazî anlamlarını açıklamakta, netîcede yıldızların Allah'a secde etmesinin; kendi yörüngelerinde hareket etmeleri anlamına geleceğini bildir­mektedir. O, şer'î istilâh bakımından yıldızın gerçek anlamda secdeye varmasının mümkün olmayacağını, ancak bu anlamda secdenin mümkün olacağını belirtmek­tedir. Böylece yıldız, yaratanının irâdesini gerçekleştirmekte ve emrini yerine getire­rek âlemde nizâmın sağlanması konusunda üzerine düşen görevi îfâ etmektedir. Mecazî mânâda secde ifadesiyle kasdedilen husus Kindi'ye göre; budur. (Kindî, Resâil-eİ-Felsefiyye, 244-261)

Daha sonra aynı felsefî yorumlan Fârâbî'de de görmekteyiz. Fârâbî Evvel ve Âhir, Zahir ve Bâtın gibi Kur'ân'da yer alan kavramları felsefî olarak tefsîr ettiği gibi, melek ve rûh gibi kavramları da felsefî olarak yorumlamaktadır. Ancak Fârâ-6î'de felsefî olarak yorumlamaktadır. Ancak Fârâbî'de felsefî yön dinî yönden da­ha ağır bastığından âyetlerin felsefî te'vîllere çok az tevessül eder.

Felsefî te'vîl türünü ençok thvân-ı Safa Risalelerinde görmekteyiz. Ihusu-i Sa­fa, fikirlerinin Kur'ân'dan ayetlere mutabık düştüğünü belirtmek, için muhtelif ko­nularda değişik felsefî görüşleri zikrettikten sonra, âyetleri bu fikirlerle bağdaştırmaya çalışmaktadırlar. Sözgelimi cennet ve cehennemle ilgili âyetleri izah sadedinde, ru­hun çeşitli merhamelerde geçirdiği safhaları anlatarak sevâb ve ceza mes'elesini İzah etmeye çalışmaktadırlar. Onlara göre kötü davranışlar, bozuk görüşler , üstüste binen cehalet ve fena ahlâk ile ruhun önüne herhangi bir engel dikilmediği vakit göz açıp kapamaktan daha az bir zamanda, hattâ zamansızlık içerisinde felekler âlemi­ne yükselir. Çünkü onun arzu ve isteğinin bulunduğu yere gidişi âşıkın ruhunun ma'-şûkunuh yanında olması gibidir. Ama rûh bedenle birlikte olmayı aşk, cismânî ve aldatıcı duyusal zevkleride ma'şÛk sayıp cismant zînetleri arzularsa; o buradan ay­rılmaz ve felekler âlemine çıkma isteği duymaz. Kendisine göklerin kapılan açılmaz. Melekler topluluğu ile birlikte cennete giremez. Aksine ay feleğinin altında zaman zaman oluştan bozuluşa, zaman zaman bozuluştan oluşa geçerek, çelişkilerden ve istihalelerden meydana gelen bu cisimler âleminin derinliklerinde yüzer kalır: "On­ların derileri yandıkça kendilerine başka bir deri veririz ki azabı tatsınlar.'* (Nisa, 56) Gökler ve yeryüzü devam edip gittiği sürece: "Orada asırlar boyu kalırlar." (Ne-be\ 23) Rûh, revh ve reyhandan ibaret olan ruhlar alemindeki serinliğin tadına ere­mezler. Kur'ân'da sözü edilen cennet şarâbının lezzetini tadamazlar: "Cehennem ashabı cennet ashabına şöyle seslendi: Bizim üzerimize biraz su serpin veya Allah'ın size nzıklandırdığı şeyden verin. Onlar dediler ki: Allah bunu kâfirlere haram kıl­mıştır." (A'râf, 50) Allah bunu kendi nefislerine zulmedenlere haram kılmıştır. Ra-sûlullah (s.a) dan da rivayet edilir ki; cennet gökyüzündedir, cehennem de yerin altında. (İhvan*Üs-Safâ, Resâil, I, 91)

İhvan-ı Safa felekteki yıldızların Allah'ın melekleri ve gökyüzünün sâhibleri ol­duklarını, Allah Teâlâ*mn kâinatı imâr etmek mahlûkâtı yönetmek canlıları idare etmek için onlan halkettiğinİ söylerler. Binaenaleyh, nasıl yeryüzündeki krallar yer­yüzünde Allah'ın halîfeleri iseler, melekler de felekler âleminde Allah'ın halîfeleri­dirler, thvân-ı Safâ'ya göre; mü'min ruhlar bedenden ayrılınca gökyüzündeki melekût âlemine yükselir ve melekler zümresine girerler. Rûh'ül-Kudüs ile birlikte yaşar, fe­leklerin boşluğunda, göğün enginliğinde sevinç, sürür ni'met, zevk, ikram ve gıpta içerisinde tesbîh ederler. İşte Allah Teâlâ'nın "Güzel söz, ona yükselir sâlih âmel de onu yüceltir." (Fâtır, 10) âyetinin mânâsı bundan ibarettir.

Filozoflar arasında başlı başına Kur'an sûrelerini veya bazı âyetleri tefsir eden kişi Ünlü islâm filozofu İbn Sina'dır. Ebu Ali Hüseyn İbn Abdullah İbn Sînâ İslâm dini ile Grek felsefesini uzlaştırabilmek için büyük çaba harcamış ve felsefî konulan tslâmî konularla birleştirmeye gayret etmiştir. Özellikle Arş, Kürsî, Cennet, Cehen­nem, Melek, N.ûr gibi kavramları ele aldığı eserlerinde, zaman zaman âyetlerle ken­di fikirlerini te'yîd etmeye çalışır. Diğer taraftan bu tefsirin bazı yerlerinde örneklerini gördüğümüz gibi, İbn Sİnâ, hem muhtelif âyetleri tek başına ele alarak tefsir et­miş, hem de A'lâ.lhlâs, Felak ve Nâs sûreleri gibi bazı sûreleri bütünüyle tefsîr et­miştir. Ancak onun başlı başına bir tefsîr yazmayı düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz. Bu tefsirin "izahlar" kısmında verdiğimiz metinlerde yer almayan Nûr, âyetinin tefsirini burada örnek olarak sunmak istiyoruz:

"Allah; göklerin ve yerin nurudur'. Yani hem bütün gök ve yer ehlinin, hem de bizzat göklerin ve yerin nurudur. Hattâ varolan mümkünlerden her mümkün ve varolan zerrelerden her zerre, Allah Teâlâ'nın varlığının nuru ile varolmuş ve ay­dınlanmıştır. Bazılarınca vehmedildiği gibi, varlıkta hiçbir şey O'ndan ayrı olarak varolamaz. Bu görüş sapıklık ve yanlışlıktır. Bu nurlarıma, varlığın Allah Teâlâ'nın zâtıyla bağlantı kurması bakımındandır. Bu sebeple eğer ânlardan herhangi bir ân­da varolan bir mümkün bu bağlantıdan uzaklaşacak olsa; yok olup gider. Tıpkı ba­zı objelerin göz göre göre yok olup gittiğinin gözlenmesi gibi. O, yani Allah Teâlâ'nın varlığı, mümkünlerin iskeletlerine (heykel) öylesine yayılmıştır ki hiçbir şey ondan hâlî olmaz. Bütün mümkünler doğru yola (Sırât-ı Müstakim) gitmiş olsaydı; bu, ancak Allah Teâlâ'nın varlığının nuru ile olurdu, öyleyse Allah Teâlâ gökler ve yerler hal­kım din ve dünyaları ile ilgili kendi menfaatlanna olan herşeyde doğruya götürendir. Bu âyetin anlamı konusunda şöyle demek te mümkündür: Göklerin ve yeryü­zünün delâlet ettiği şey Allah Teâlâ'nın zâtıdır. Zîrâ gökler ve yeryüzü Allah'ın var­lığına, birliğine, kudretine ve ilmine delâlet eder. Ayrıca bu âyet konusunda şöyle demek te doğru olur: Allah göklerin ve yerin nûrlandırıcısıdır. Bu takdirde nûr ifâ­desi, süsleyen ve aydınlatan anlamına kullanılır. Allah Teâlâ gökleri süsleyerek Arş, Kürsî, Levh (el-Mahfûz) Kalem, Sidre el-Müntehâ, Cennet el-Me'vâ, Beyt el-Ma'mûr cennetler ve şâire gibi üstün, yüce makamlarla Kerrûbiyyûn, Rûhâniyyûn, Arşın ve çevresinde dolaşan ve saf tutanlar ile, Cebrail, Mikâîl, İsrafil ve Azrail İle nûrlan-dırmıştır. Tesbîh edenlerin tesbîhi, takdis edenlerin takdîsi, rükûa gidenlerin rükûu, secdeye gidenlerin secdesi ve Kur'ân okuyanların kırâeti ile de (süslemiş ve aydınlat­mıştır). Yeryüzünü ise Kâ'be, Beyt el-Mukaddes, kendi mescidi olan Mescid el -Aksa ile süslemiştir. Ayrıca Allah Teâlâ bu Mukaddes ev'in etrafına peygamberler, elçiler ve velîler göndermiş, (onların) burada kalıp yerleşmelerini sağlamıştır. İbrâ-hîm, İsmâîl, Ishâk ve diğer peygamberlere -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- yeryüzünde şekil vermiştir. Ağaçlar ve suların çokluğu ve şehirler halkının kendisinden yararlandığı meyvelerin ve yemeklerin fazlalığı, mâsûm imamların var­lığı, müttakîlerin rehberliği, bilginlerin ve öğrencilerin önderliği, hacıların ve umre yapanların telbiyesi, gazilerin ve murâbıtların tekbîri, kunût getirip tevbe ve istiğfar edenlerin tesbîhi (?), (Tanrıya) müştak olan ariflerin inlemeleri, pişman olan günah­kârların ağlamaları ile de orayı süslemiştir. Netice olarak en küçük bir düşünme ile parlayacak herşey ile süslemiştir. Nitekim bu husus (çok) açıktır.

"Onun nurunun misâli; içinde çerâğ bulunan bir kandil yuvası gibidir. O çe­râğ, bir sırça içindedir. Sırça,sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturu­lup yakılır. Ateş değmese dahi, neredeyse yağın kendisi aydınlatacaktır. Nûr üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna kavuşturur. Allah, İnsanlara misâller verir. Ve Al­lah herşeyi bilendir"

Allah'ın nurunun niteliği ve anlatımı, açıklanarak ve izah edilerek canlandırıl­ması; bir oyun gibidir ki onun açıklığı (penceresi) yoktur. Bu oyukta bir çerâğ var­dır. Bu çerâğ bir sırça içindedir. En parlak sırçalardan bir sırça. Öyle ki bu çerâğ o sırçada bulunan en sâf zeytinyağı ile tutuşturulmaktadır. Buradaki kandil yuva­sından maksat peygamberlerin önderi, şerefli, yüce, değerli ve seçkin (peygamber olan) Muhammed Mustafâ (Sallallahü aleyhi vesellem)dir. Sırçadan maksat da her türlü kuşku ve bulantıdan uzak olan onun arınmış mübarek kalbidir. Çerâğdan mak­sat Allah Teâlâ'nın kendi feyzi ile doldurmuş olduğu îmân ve ilim nurudur. Böylece sırçanın ışığıyla karışan cerağın ışığı bu kandil yuvasında birleşmekte, her türlü pis­likten ve kirlilikten arınmış olan zeytinyağının aydınlığı da buna eklenmektedir. Böylece bu aydınlık nûr üstüne nûr olmaktadır. Bu nurların hepsi bu kandil yuvasında toplanmakta ve olabilecek en aydınlık şekilde olmaktadır.

"Sırça sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır". Bu sırça aydınlıkta, parlaklıkta, panldamada inci gibi olan bir yıldızdır, öyle ki aydınlığının, ışığının ve parlaklığı­nın nuru kendi ışığını aşar. Buradaki yıldız tabiri ile sanki güneş gibi çok parlak çok aydın ve fazla ziya saçan bir yıldız kastedilmektedir. Çünkü güneş diğer yıldız­lardan daha aydınlıktır. Bununla birinci kadirden yıldızların en büyükleri gibi veya Zühre ya da geriye kalan beş gezegen gibi yıldızların kasdedilmiş olması da muhte­meldir. Yahut ışığı inci diye nitelenebilecek şekilde olan yıldızlardan mutlak anlam­da herhangi bir yıldız kasdedilmiş olabilir. Sen "İnci gibi"kavli ileonun; parlaklığı ve ışık saçması bakımından diğer zînet eşyası arasındaki inciye benzeyen bir parlak­lıkta olduğunu kabul edebilirsin.

"Mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulur". Bu çerâğ veya bu sırça, mü­barek bir ağaçtan tutuşturulup yakılır. Buradaki ağaçla Resûlullah (s.a) hazretleri­nin cismi, cüssesi ve bedeni kastedilmiş olabilir. Çünkü o, bereketin ve iyiliğin en üst derecesinde mübarek bir ağaçtır. "Zeytin'Vifâdesi "mübarek ağaç" ifâdesinden bedeldir. Bu ise onun pislikten ve bulanıklıktan arınıp uzaklaşmış olduğunun işare­tidir. Çünkü zeytinin yağı da, diğer yağlar gibi duman ve sıcaklık verir.

"Ne doğuludur ne de batılıdır". Bu mübarek zeytin ağacı, ne tek başına Do-ğu'dan ne de tek başına Batı'dandır. Aksine o, hem Doğu'dan, hem de Batı'dandır. Bu kuvvet onun dininin ışığından ve onun mensuplarının parlaklığından kinayedir. Nitekim onun dini ve milleti kâinatın, Doğu'suna ve Batı'sına ulaşmıştır. O ne Do­ğu ülkelerine hâstır, ne de Batı ülkelerine, islâm'ın üstün sesi Doğu ve Batı*nın bü­tün ülke ve kasabalarına yayılmıştır.

"Ateş değmese dahi nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak". Hz. Peygamberin dini, gerçek oluşu, açık, gözalıcı ve değişmez niteliği itibariyle hiçbir delillendirme-ye burhana gerek duyurmaz. Kalbi (aklı) olan kişi onun gerçek olduğunu gösteren, hiç bir mucizenin belirmesine hacet kalmadan delîl ve belge ile delîl getirme isteği duymadan onun gerçekliğini görür.

"Nûr üstüne nurdur." Bunun anlamı daha önce zikrettiğimiz şekilde açıktır ve tekrarına gerek yoktur.

"Allah, dilediğini nuruna kavuşturur". Kullan îmân ve islâm'a hidâyet eden Allah Teâlâdır. Onları dosdoğru yola İrşâd eder. Bu yolu gösteren ise Hz. Muham-med (Sallallahu aleyhi vesellem)'in kendisidir. Bu yolda gitmeyip de oturan kişinin gözünün nuru kararmış, basiretinin ışığı sönmüştür. Ve o, geride kalanlar toplulu­ğuna girmiştir. Azgın ruhlardan Allah'a sığınırız. Allah Teâlâ kimi bu mutluluğa eriştirerek kurtarmak isterse, Muhammed (Sallallahu aleyhi vesellem)'i ona göste­rir, o da ilk mutluluğu nedeniyle ona ulaşır. Allah Teâlâ kimin de kurtuluşa ermesi­ni istemezse, onun göğsünde bir sıkıntı ve ağırlık halkeder ve o kişi ezelî bahtsızlığından dolayı Allah'a ulaşamaz.

"Allah, insanlara misâller verir. Ve Allah, herşeyi bilendir". Allah Teâlâ kul­ları için faydalı olan misâlleri böylece açıklar. "Ve Allah herşeyi bilendir". O'nun bilgisi ezelden ebede kadar bütün eşyanın tabiatını tamamiyle kuşatmıştır. Büyük küçük, gökte ve yerde zerre ağırlığında hiçbir şey, Allah Teâlâ'nın bilgisinin dışında değildir. O, herşeyi kuşatandır (Üniversite Kütüphanesi, 1458 no'lu yazma nüshadan).[35]

 

V- Şİİ TEFSÎRLER

 

Bilindiği gibi şîa kelimesi, arapçada Ş-Y-A kökünden türetilmiş olup; mİkdâr, süre, sıra, eş ve benzer, arslan yavrusu, bir insanın yardımcıları ve ona uyanlar, ay­nı görüşte olmasalar da bir şey üzerinde birleşen topluluk, fırka, bölük ve yayılmak gibi anlamlara gelir. (Bkz. tbn Manzûr Lisân'ül-Arab, Zebîdî, Tâc'ül-Arûs, Asım Efendi Kamus tercümesi Ş-Y-A kelimesi) Terim olarak şîa kelimesi; Hz. Peygambe­rin vefatından sonra Hz. Ali'yi ve onu müteakiben Hz. Ali'nin soyundan gelenleri hilâfete en lâyık olarak kabul eden veya Hz. Ali'yi meşru'halîfe sayıp daha sonraki' halîfelerin de onun soyundan gelmesi gerektiğini savunan topluluklara verilmiş olan isimdir. (Daha geniş bilgi için bkz. E. Ruhi Figlalı, tmâmiyye Şîası, 9 vd.)

Şîa'ya göre; Hz. Ali, peygamberden sonra imâm ve halîfe olma hakkına sâhib-tir. Bunu peygamber tavsiye etmiştir ve bu sebeple o peygamberin vasîsidir. Binâe­naleyh, Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm olması icâbeder. Eğer onlar imâm olmazlarsa; ya ellerinden haklarını gasbetmiş olan bir gâsıbın bulunması, ya da ta-kiyye yapmak üzere başına gelecek bir fenalığı önlemek üzere zahiren hak sahibinin hakkından vazgeçmesi nedeniyle olabilir. Genel hatlarıyla bu ölçüler içerisinde yer alan şîa kendi içerisinde bir çok gruplara ayrılmıştır. Bu ayrılığın bir kısmı ana pren-siblerde ve ilkelerde, bir kısmı da imamların tayîni konusundadır. Şîa'nın bir kısmı aşın giderek imamlığa bir nevi kutsallık izafe etmişler, Hz. Ali'ye ve onun evlâdına karşı çıkanları küfürle itham etmişlerdir. Bir kısmı ise Hz. Ali'nin imamlık hakkına sâhîb bulunduğunu, ancak ona karşı çıkanların yanıldıklarını fakat bu yanılgının küfür derecesine varmayacağını belirtirler. Başlangıçta Şîa Hz; Ali ve onun oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin'in imameti konusunda ittifak etmişken Hz. Hüseyin'den sonra bir grup, anadan ayrı kardeşi olan Muhammed İbn Hanefiyye'nin hilâfete müste-hak olduğunu kabul etmiş, bir grupta imametin Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma'dan doğan çocuklarının hakkı olduğunu savunmuştur. Üçüncü bir grup ise Hz. Hasan'ın ço­cuklarının -kendisinin bizzat hilâfetten vazgeçmesi nedeniyle- hilâfet haklarını yitir­diklerini, hilâfetin yalnızca Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere âit olduğunu kabul etmiştir.

Şîa'nm pek çok kolu olduğunu belirtmiştik. Ancak bunlardan Ismâîlîler, Zey-dîler ve Bâtınîler hakkında daha Önce bilgi aktarmış olduğumuzdan bu bölümde yal­nızca Onikİ İmâm Şiîliğinin görüşlerini yansıtan imâmiyye fırkasının tefsîrlerinden söz etmeye çalışacağız.

Ancak bu tefsîrler hakkında bilgi vermeden önce, İmâmiye mezhebinin ana fi­kirlerini kısaca tanımaya çalışalım: Bilindiği gibi imâmîyyeye göre; dînin biri usûl (inançlar) diğeri de fürû (ibâdet ve ahkâm) olmak üzere İki ana bölümü vardır. Di­nin esâsları beş umdeden oluşur. Bunlar; tevhîd, nübüvvet, imamet, adalet ve meaddır, lmâmiyyeye göre; Allah bir tektir ve tevhîd inancı Tevhid-i Zât, Tevhîd-i Sıfat, Tevhid-i Fiil ve Tevhid-i ibâdet olmak üzere dört ana bölümde değerlendirilir. Tevhid-i Zât; Allah'ın zâtı itibariyle bir ve tek olduğunu kabul etmek ve her türlü noksan sıfatlardan Allah'ı tenzîh etmektir. Tevhid-i Sıfat ise; Allah'ın sıfatlarının mefhûm olarak birbirinden farklı olmasına rağmen hakîkatları ve varlıkları yönünden bir ve aynı olduğunu kabul etmektir. Allah'ın sıfatlan zatî ve subûtî (yahut-cemâl ve ke­mâl sıfatlan) selb? ve fiilî (veya celâl sıfatlan) olmak Üzere iki ana bölüm altında mütâlâa edilir. Tevhîd-i fiil de; Allah Teâlâ'nın bütün fiillerin halikı olduğunu ve ondan başka yaratıcı bulunmadığını kabullenmektir. Tevhid-i ibâdet, kullukta yal­nız ve yalnız Allah'a itaat etmektir. Allah'tan başkasına ibâdet etmek şirktir.

Nübüvvet inancı Allah'ın emirlerini tebliğ eden peygamberin kişiliği ve getirdi­ği esâslarla alakalı görüşlerdir. Peygamberlik; Allah tarafından seçilmiş insanlara verilen bir görev olup Cebrâîl vasıtasıyla ve vahiy yoluyla gönderilir.

İmamet; dînin ana umdelerinden birisidir. îmân, ancak imameti kabulle ger­çekleşir. Nasıl peygamberlik, Allah tarafından seçilme ile gerçekleşirse, her asırda peygamberin görevini üstlenen, insanları doğru yola sevkeden bir de imâm bulu­nur. Dolayısıyla iiriâm, peygamberin yetkisini hâiz olan ve onun velayetini üstlenen kişidir. Böylece peygamberlik imamlık ile devam eder. Nasıl peygamber Allah tara­fından seçiliyorsa, İmam da Allah tarafından seçilir. Bu da; ya bir ilâhî nass ile, ya da bir önceki imâmın tesbîti ile tahakkuk eder. İmâmı seçmek veya azletmek yet­kisi insanlara ait değil Allah'a aittir. Nitekim Resûlullah (s.a) da Hz. Ali'yi ilâhî vahiy yoluyla halîfe ve vasî tayîn etmiştir, lmâmiyyeye göre Mekke ile Medîne ara­sında bulunanResûlullah(s.a) vcdâ haccından dönerken zilhicce ayının onuncu gü­nünde (16 Mart 632) Mekke ile Medîne arasında bulunan Cuhfe yakınlarındaki Gadir Hum'da konaklamış ve müslümanlara hitaben şöyle demiştir: Allah Teâlâ bana: "Ey peygamber sana indirileni Teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun risâletini teblîğ etmemiş olursun." (Mâide, 67) âyetini İndirdi ve Cebrâîl, Rabbimden bana şu emri getirdi: Ebu Tâlib oğlu Ali benim kardeşim, vasîm halîfem ve benden sonra imam­dır. Ey insanlar, Allah onu size velî ve imâm olarak ta'yîn etmiştir ve herkese ona itaat etmeyi farz kılmıştır. Ali'ye muhalefet eden lanetlenecek, hürmet eden ise rah­mete erecektir. Dinleyin ve itaat edin. Allah Teâlâ mevlânız. Ali de imâmınızdır. Ondan sonra kıyamete kadar imamet onun soyundan gelenlerin olacaktır." (İbrâ-hîm el-Mûsevî ez-Zencânî, Akâid'ül-İmâmiyye el-lsnâ aşeriyye, 90 vd.; Abdül Hü­seyin Şerefûddîn el-Mûsevî, el-Mürâcaât, 202 vd.; Ahmed Hamîdüddîn el-Kirmânî, el-Mebâdî 'fi Isbât'il-lmâme, 112) Bunu söyledikten sonra Hz. Peygamber Hz. Ali'­nin elinden tutup havaya kaldırmış ve şöyle demiştir: Ben, kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Böylece Hz. Ali İmâm tayîn edilmiştir. Binâenaleyh, imamet nübüvvetin devamı niteliğindedir ve aralarındaki fark, peygamberin kitâb getirme­si, imâmın ise kitabının bulunmamasıdır.

Şia'ya göre; imamlar ma'sûmdurlar. Her devirde bir tane olan imâm, her türlü küçük ve büyük günâhlardan'uzaktır. Özel bir bilgi ile donatılmış olduğundan Kur'-ân'ın zahirî ve bâtınî mânâlarını bilir. Şeriatın koruyucusu ve uygulayıcısı olan imâ­ma, mutlaka itaat edilmesi gerekir. İmâmiyyeye göre; Hz. Peygamber Allah Teâlâ'dan aldığı emirle daha sonraki oniki imâmı bizzat tayîn etmiştir. Bunlar Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, AH Zeyn el-Âbidîn, Muhammed el-Bâkır, Ca'fer es-Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rızâ, Muhammed et-Takî, Ali en-Nakî, Hasan el-Askerî ve Muhammed el-Mehdî'dir. Bu sonuncusu ortadan kaybolmuştur, sağdır ve kıyamet kopmazdan önce zulümle dolmuş olan dünyayı kurtarmak ve adaleti ha­kim kılmak üzere tekrar yeryüzüne inecektir. Geleceği beklenen bu Mehdî'nin (Mehdi-i Muntazar) gaybubeti (gizlenmesi) esnasında işleri onun emriyle fakîhler ve mücte-hidler yürütürler. Dolayısıyle gerek peygamberin şahsı ve gerekse mâsûm imamlar için bahis mevzuu olan velayet bu fakîhler ve müctehidler için de geçerlidir.

tmâmiyye'ye göre; dinin esâs umdelerinden birisi de adalettir. Allah'ın adalet sahibi olması, kulun da irâde ve fiillerinde hür ve bağımsız olması anlamına gelir. Kaza ve kader Allah tarafından bir sır olarak bırakılmış ve açıklanmamıştır.

Dinin bir diğer esâsı da öldükten sonra dirilme demek olan meâd inancıdır. Al­lah kullarını öldükten sonra diriltecek ve yaptıklarından dolayı hesaba çekecektir. Meâd cismani olacaktır. Mâhiyeti insanlar tarafından bilinemez, yalnızca inanmak gerekir.

Dinin esasıyla ilgili olmamakla beraber, imâmiyye inancının temel ilkelerinden sayılan hususlardan birisi de ric'at (geri dönüş) akîdesidir. Buna göre; Allah ölen­lerden bir kısmını öldükleri şekilde tekrar dünyaya getirecektir. Haklı olanlar açığa çıkarılacak zâlimler ve haksızlar da ortaya konacaktır. Buna göre imânda en üstün olanlarla, hesâbta en aşağı derecede bulunanlar; Mehdî'nin zuhurundan sonra dün­yaya döndürüleceklerdir. İnsanların haklarım gasbeden veya öldürenler, azaba dû-çâr edildikten sonra öldürülecekler ve bilâhere kıyamet gününde yeniden diriltileceklerdir. Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin gibi kişiler dünyaya döndürülecekler, bunlara karşı olanlar, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Muâviye ve Yezîd gibi kişiler de döndürülecekler ve birbirlerinden haklarını alacaklardır. Şeyh Sadûk'un da belirttiği gibi, ric'at, imâmiye inancının esâslarındandır. (Ebu Ca'fer Muhammed İbn AH İbn Bâbeveyh el-Kummî, l'tikâdât'ül-lmâmiyye (Türkçeye çev. E. Ruhi Fığlalı, 70)

Şia'nın temel inançlarından birisi de bedâ'dır. Buna göre, Allah maslahata uy­gun tarzda ortaya çıkardığı bir şeyi sonra yok eder ve ayrı bir şekilde ortaya çıkarır. Nasıl Allah Hz. Peygamberin şerîatıyla diğer şeriatları neshetmişse Hz. Peygambe­rin şerîatı içerisinde de bazı hükümleri neshetmiştir.

Şîanın temel inançlarından birisi de takîyyedir. Buna göre; insan canını, malını kurtarmak için gerçek inancını gizleyebilir veya aksini açıklayabilir. Şeyh Sadûk'un ifadesiyle, takîyye, vâcibtir ve takîyyeyi terkedenlerle namazı terkedenler aynıdır. (Şeyh Sadûk, A.g.e., 127)Takîyye Şia'nın sırrî bir teşkîlât gibi davranmasına imkân hazır­lamakta ve İçinde bulundukları şartlara göre kendilerini farklı şekilde göstermeleri­ni sağlayan bir unsur olmaktadır.

Dinin esâsı ile ilgili bulunmamakla beraber fürû'dan sayılan bir diğer husus da tevellâ veya velayettir. Buna göre; Allah'ı, Resulünü ve Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'-dan gelen soyunu sevmek ve dost edinmek gerekir. Keza bunun aksine olarak Al­lah'ı, Resulünü ve Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma'nın soyundan gelen çocuklarını sevmeyenleri ve bu gibi kişileri^sevenleri sevmemek (Teberrâ) icâb eder. Bu da dinin teferruatıyla ilgili bir ilkedir. (Daha geniş bilgi için bkz. Şeyh Sadûk, l'tikâdât'ül-lmâmiyye, (Tükçe çev. E. Ruhi Fiğ lalı,) İmâmiyye Şiası, 201 vd.)

İmâmiyye mezhebinin aşın bir kolu-olan Ismâîlîler ise, Ca'fer-i Sâdık'tan son­ra imametin oğlu İsmail'e, İsmail'den oğlu gizli Muhammed diye bilinen Muham-med el-Mektûm'a geçtiğini ve bu kişinin gizli imamların ilki olduğunu, daha sonra Fâtımîlerin reîsi Abdullah el-Mehdî'nin çıkışına kadar gizlenmiş imamlar devri baş­ladığını iddia ederler.

İmâmiyyenin Tefsîr Anlayışı:

İmâmiyye mezhebi mensûbları az önce özetlediğimiz inançları doğrultusunda Kur'ân'ı tefsire çalışmışlardır. Onlara göre; Kur'ân'ın zahirî ve bâtınî anlamları bu­lunmaktadır. Kur'ânMn Zahirî anlamının dışında bâtını anlamını ancak imâm ve ve­layet sahibi kişiler anlayıp izah edebilirler. Kur'ân'ın yetmişyedi bâtınî mânâsı vardır. Allah Kur'ân'ın zahiri ile tevhîd, nübüvvet ve risâlete davet etmiş, imamet ve velayete daveti ise bâtınî belirtmiştir. Kur'ân'ın zahirî mânâsı ile bâtınî mânâsı arasında birlik sağlama yetkisi imamlara verilmiştir. Kur'ân âyetlerinin, zahirî mâ­nâsı ile Allah tarafından murâd edilmiş bulunan ve masum imâmlarca veya onların velî ve vasîleri tarafından açıklanabilen bâtınî mânâsı aynıdır. Binâenaleyh, insanın Kur'ân'ın hem zahirine hem de bâtınına îmân etmesi gerekir. Kur'ân'ın bâtınî mâ­nâsı ile ilgili açıklamalar ma'sûm imamlardan aktarıldığı şekilde kabul edilmelidir. Bir kişi, Kur'ân'ın zahirine inanıp da bâtınına inanmazsa kâfir olur. Keza bâtınına inanıp da zahirine inanmazsa yirie kâfir olur. Herkes Kur'ân'ın bâtınî mânâsını an-layamayabilir. Ancak ma'sûm imamlar kanalıyla gelmiş olan yorumları- mânâsını anlamasa da- kabul etmesi gerekir. Binâenaleyh Kur'ân'ın hem zahirî, hem de bâtı­nı mânâları peygamber ve ehl-i beytinin yanında saklıdır. Çünkü Kur'ân onların evin­de inmiştir ve ev halkı evde olanı en iyi bilendir. Diğer insanlar onların bilgileriyle ilgili en küçük bir şüphe duymamalıdırlar. Zira onlar, Kur'ân'ın bâtınîjmânâları bir yana, zahirî mânâlarının bir çoğunu bile idrâk etmekten âcizdirler. Dolayısıyla baş­ka insanlar, ancak Allah'ı, Resulünü ve onun ehl-i Beytinin sevdikleri ve onlara bağ­landıkları nisbette Kur'ân'ı anlamaya yaklaşabilirler. Bilgilerini Ehl-i Beyt kaynağından elde edebilirler. Kur'ân'ı yorumlayabilirler. Çünkü onlar, Ehl-i Beyt'i sevmeleri nedeniyle Ehl-i Beyt'tcn bir ferd haline gelirler. Nitekim "Selmân, bizim Ehl-i beytimizdendir" buyurulmuştur.

Böylece Kur'ân tefsîrinde bâtınî yorumlara kapılar açılmakta ve zaman zaman bu kapıdan Kur'ân anlayışına son derece aykırı fikirler de girebilmektedir.

İmâmiyye tefsirinde karşılaştığımız bir diğer özellik de; âyetlerin Hz. AH ve Ehl-i Beyt'in etrafında yorumlanmaya çalışılmasıdır. Kur'ân'da ne kadar güzellikler var ise Hz. Ali ve onun soyundan gelenlere nİsbet edilerek yorumlar yapılmakta; ne ka­dar kötülükler varsa da onlara muhalif olanlara hamledilmektedir. Kur'ân'da cemi sîğasıyla vârid olan ifâdelerde peygamberin ve onunla birlikte imamların kasdedil-dİğini ve dolayısıyla bu tür zamîrlerin onlara râci olduğunu söylemektedirler. (Ab-düllatîf el-Kazerûnî, Mukaddime Mir'ât'ül-Envâr ve Mişkât'ül-Esrâr, 29) Diğer taraftan imâmiyye rivayet tefsîrinde ancakŞîa'nıngerçek sahabe ve tabiînden saydı­ğı kimselerin rivayetlerini kabul etmektedirler.

Şîa'nın esâs aldığı hadîs kaynaklarının başında Ebu Ca'fer Muhammed tbn Ya'-kûb el-Küleynî'nin el-Kâfi isimli eseri gelir. Ehl-i Sünnet mensûbları yanında Buha-rî'nin sahîhi nasıl bir yer İşgal ediyorsa, Şia'nın yanında bu eser, aynı yeri işgal eder. Onaltı bin hadîs ihtiva eden bu eser; sahîh, hasen ve zayıf gibi bölümlere ayrılmış rivayetlerden müteşekkildir. Muhammed İbn Hasan et-Tûsî'ninet-Tehzîb*i, Muham-med İbn Ali İbn Bâbeveyh'in Kitâbti men la yahduruhu el-Fakîh'i Muhammed İbn Hasan et-Tûsî'nin yukarıda adı geçen et-Tehzîb'den özetlediği el-lstibsâr'ı Şîânın dayandığı dört ana kaynağı oluşturur. Bu kaynaklar Molla Muhsin el-Kâşî tarafın­dan el-Vâfî isimli eserde derlenmiştir. Ayrıca Muhammed İbn Hasan el-Âmûlî'nin, Vesâil'üş-Şîa ilâ Ehâdîs'iş-Şerîa, Muhammed el-Bâkır'ın Bihâr'ül-Envâr'ı da değerli hadîs kaynaklan olarak kabul edilir. Ancak bu kaynaklarda yer alan hadîslerin ço­ğu sağlam bir senede dayanarak peygamberden nakledilen hadîsler olmaktan ziyâ­de, mâsûm kabul edilen imamlardan nakledilen sözlerden oluşmaktadır.

İmâmiyye tefsirleri, genellikle Mu'tezilî fikirleri benimsemekte ve çok az konu­da mu'tezile'den farklı düşünmektedirler. Binaenaleyh bu tefsîrlerde Mu'tezilî fi­kirler yaygındır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Mu'tezile mezhebi zamanla Şia'nın içerisinde eriyip gitmiştir.

İmâmiye mezhebi mensûbları Sünnete dayanmadıkları gibi icmâı da kabul et­mezler. Ve ancak ma'sûm imamların İçinde bulunduğu icmâı gerçek bir icmâ olarak kabul ederler. Kıyâsı, istihsân ve Mesâlih-i Mürsele gibi Ehl-i Sünnetin kabul ettik­leri aklî delilleri hüccet saymazlaı.

Tcfsîr litarütürü bakımdan çok zengin olan İmâmiyyenin belli başlı tefsirleri arasında şunları saymak mümkündür: Hasan et-Askerî'nin (öl. 254/868) Tefsîrü'l-Hasan.el-Askerî'si, Ayyaşî diye bilinen Muhammed tbn Mes'üd İbn Muhammed İbn Ayyaş es-Sülemî'nin (üçüncü hicri asır) Tefsîr'ül-Ayyaşî'i; üçüncü yüzyılın son-larıyla dördüncü yüzyılın başında yaşamış olan Ali ibn İbrâhîm el-Kummî'nin tef-sîri; Ebu Ca'fer Muhammed İbn Hasan İbn Ali ct-Tûsî'nin (öl. 460/1067) et-Tibyân'i; Ebu Ali Fadl İbn Hasan et-Tabressî'nin (Öl. 538/1143) Mecmâ'ül-Beyân'ı; Molla Muh­sin el-Kâşî'nin (Onbirinci asır) es-Sâfî'sı; Aynı müellifin es-Sâfî'den ihtisar ettiği el-Esfâ'sı; Hâşim İbn Süleyman İbn İsmail el-Hüseynî'nin (öl. 1107/1695) el-Burhân'ı; Abdüllatif el-Kâzerûnî'nin Mir'ât'ül -Envâr ve Mişkât'ül-Esrâr'ı; Onikinci asır bilginlerinden Muhammed Murtazâ el-Hüseyinnî'nin el-Müellef'i; Seyyid Abdullah el-Alevî'nin (öl. 1242/1826) Tefsîr'ül-Kurân'ı ve ondördüncü yüzyıl Şiî âlimlerin­den Sultân İbn Muhammed İbn Haydar el-Horasânî'nin Beyân'üs-Seâde'sı Muham­med Cevâd İbn Hasan en-Necefî'nin (öl. 1352/1923) Alâ'ür-Rahmân'ı ve çağdaş bilginlerden Tabâtabâî'nin el-Mîzan'ı bulunmaktadır.

Biz bunlardan Hasan el-Askerî'nin, Tabressî'nin Molla Sadrâ'nın Molla Muhsin el-Kâşî'nin tefsirleri hakkında bilgi vermeye çalışacağız. [36]

 

1- Hasan el-Askerî (öl. 260/873) Tefsîr'ül-Hasan'il-Askerî.

 

Ebu Muhammed Hasan İbn Ali el-Hâdî İbn Muhammed el- Cevâd tbn Ali er-Rızâ îbn Mûsâ el-Kâzım İbn Ca'fer es-Sâdık İbn Muhammed el-Bâkır İbn Ali Zeyn'el-Âbidîn İbn Hüseyin ibn Ali İbn Ebu Salih Hasan el-Askerî diye bilinen ve Onikİ İmâmdan onbirinci olan Hasan, Şîa tarafından beklenen mehdînin babası olup 231 veya 232 yılında (845 veya 846 Medine'de doğmuş ve 260 yılında (874) Sürre Men Reâ (Semerrâ) da vefat etmiştir. Burada babasının yanma defnedilmiş-tir. Ona Tefsîr'ül-Askerî diye bilinen ve asıl adi Keşf'ül-Hücub fi't-Tefsîr olan bir eser isnâd edilmekledir. Bu tefsir İmâmiyye şîasından olan Ya'kub Yûsuf İbn Mu­hammed İbn Ziyâd ve Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhammed İbn Seyyar tarafından nak­ledilmiştir. Yedi yılda Hasan el-Askeriden dinlenerek not edildiği bildirilen bu tefsîrin önsözünde yazılış hikâyesi kısaca şöyle ifâde edilmektedir: Biz, küçük çocuktuk. Babalarımız imâmiyye mezhebine mensubtu. Bu sırada Esterâbâd'da Zeydîler ço­ğunluktaydı. Biz, hakka da'vet eden lakabıyla anılan Zeydiyye imamlarından Hasan tbn Zeyd'in emri altındaydık. Bunun halka sert davranması nedeniyle 1 mâm Ebu Muhammed Hasan Ibn Ali'ye sığınan bu iki kişi, onun yanına vardıklarında Ebu Muhammed Hasan tbn Ali; bize sığınanlar hoş geldiniz, bizim bağrımıza iltica eden­ler, doğrusu Allah sizin sa'yinizi kabul etti, korkunuzu emniyete çevirdi ve düşman­larınıza karşı kendisi size yeterli oldu. Malınız ve canınız emniyette olarak İkiniz de dönün, demiş. Onlar da; ey imâm bize ne emredersin, çıktığımız ülkeye geri mi dönelim? Oradan kaçtık, hükümdar bizi ta'kîb ediyor ve şiddetli tehditler savuru­yor, oraya nasıl geri dönebiliriz? dediler. Ebu Muhammed Hasan İbn Ali dedi ki: Şu iki çocuğunuzu bana bırakın da Allah'ın kendileriyle sîzi şereflendireceği kimseler olarak onlara ilim Öğreteyim... Ebu Ya'kûb veEbu'l-Hasan derler ki: Babalarımız emredileni yerine getirdiler ve bizi orada bırakıp gittiler. Biz Ebu Muhammed Ha­san el-Askerî'nin yanına giriyor çıkıyorduk. O da bizi yakın akrabaları imiş gibi kar­şılayıp ilgi gösteriyordu. Bir gün bize dedi ki: Allah Azze ve Celle babalarınızın iyilik haberini size gönderdi. Onların düşmanlarını perişan ettiğini-ve kendilerine verdiği va'di doğru çıkardığını bildirdi. Ben de Allah'a şükür olarak size Muhammed (a.s)'in bazı haberlerini ihtiva eden bir Kur'ân tefsiri öğreteceğim ki bununla Allah sizin sâ­nınızı yüceltsin, dedi. Ebu Yâkûb ve Ebu'l-Hasan dediler ki: Bunun üzerine biz se­vindik ve; Ey Allah Resulünün torunu, Kur'ân ilimlerinin ve, mânâsının hepsini mi Öğreteceksin? dedik. O; hayır Sâdık (Ca'fer) benim size öğretmek istediğimi bazı ar­kadaşlarına öğretmişti." (Tefsîrü Hasan el-Askerî, 2 vd.)

Bunun üzerine onlar sevinirler ve; ey Allah Resulünün oğlu, bütün Kur'ân ilim­lerini cem'ettin, derler. Hasan el-Askerî de şöyle karşılık verir: Ben pek çok hayrı kendimde topladım ve bana geniş lütuf verildi. Yine de ben, Kur'ân ilimlerinin cüz'-lerinden çok az bir kısmını size öğreteceğim. Sonra Hasan el-Askerî Ebu Ya'küb ve Ebu'I-Hasan'a der ki: Sizi görevlendirdim, her gün size va'dettiğim Kur'ân tefsi­rinden bir kısmını yazacaksınız. Benim yanımda bulunan ve Allah'ın kullarına bah­settiği tevfîkine koyulun. Onlar derler ki: Onun bize ilk yazdırdığı şey, Kur'ân ve Kur'an ehlinin faziletiyle ilgili hadîsler oldu. Sonra yedi yıl boyunca bize dikte ettir­diği tefsiri yazdık. Her gün gücümüz yettiği miktarda yazıyorduk. Bunu müteaki­ben Hasan el-Askerî'nin kendilerine yazdırmış olduğu hadîslerden örnek sunan Ebu Ya'kûb ve Ebu'l-Hasan bir mukaddime ile Fatiha ve Bakara suresinden bazı bö­lümlerle ilgili tefsirleri aktarmaktadırlar.

Hasan el-Askerî'nin tefsîri şfi inançları ve Hz. Ali'ye velayetin nasıl verildiğini zikretmekte, Ehl-i Beyt'in faziletine dâir rivayetleri nakletmekte, geçmiş peygam­berlerin ve milletlerin Hz. Muhammed'e ve Ehl-i Beyt'e tevessül edip onlardan şe­faat dilediklerini belirtmektedir. Mu'tezilî inançlara da yer verildiği görülen bu tefsirde, fıkhın teferruatıyla ilgili konularda Şîa'nın görüşü doğrultusunda açıkla­malar yapılmaktadır.

Örnek olmak üzere Bakara sûresinin 8. âyetinin tefsîrini buraya aktarmaya ça­lışacağız: "insanlardan öyleleri de vardır ki; inanmadıkları halde biz, Allah'a ve âhiret gününe inandık, derler." Âlim Mûsâ İbn Ca'fer dedi ki: Resûlullah (s.a) Ga­dir gününde mü'minlerin emîri Ali İbn Tâlib'i bilinen ünlü yerde durdurduktan sonra şöyle buyurdu: Ey Allah'ın kulları, benim nisbetimi zikredin. İnsanlar dediler ki: Sen, Abdimenâf oğlu Hâşim oğlu Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'-sin. Sonra buyurdu ki: Ey insanlar, ben size nefsinizden daha yakın bir dost değil miyim? İnsanlar: Evet ey Allah'ın Resulü, dediler. Resûlullah (s.a) göğe bakarak buyurdu ki: Alîahım şunların söylediğine şâhid ol. O, üç kez böyle diyor, insanlar da aynı şekilde üç kez tekrarlıyorlardı. Sonra buyurdu ki: Dikkat edin, ben kimin mevlâsı isem ve kimin en yakın dostu isem şu Ali de onun mevlâsı ve onun en yakın dostudur. Alîahım, onu dost edineni Sen de dost edin, ona düşman olana Sen de düşman ol. Ona yardım edene Sen de yardım et. Onu horlayanı Sen de horla. Sonra buyurdu ki: Ey Ebu Bekir, kalk ve onun mü*minlerin emîri olduğuna dâir kendisine bi'ât et. Ebu Bekir kalktı ve ona Bî'at etti. Sonra buyurdu ki: Ey Ömer, kalk ve onun mü'minlerin emîri olduğuna dâir kendisine bî'at et. Ömer kalktı ve ona bî'at etti. Sonra Muhacir ve Ansâr'ın reislerinden tâm dokuz kişiye böyle dedi ve onlar da Hz. Ali'ye bi'ât ettiler. Bunların arasından Hattâb oğlu Ömer, kalkıp dedi ki: Ne mutlu sana ey Ebu Tâlib'in oğlu, benim mevlâm ve erkek ve kadın bütün mü'­minlerin mevlâsı oldun. Bundan sonra dağıldılar. Ahid ve sözleşmeleri tâm olarak pekişmişti. Sonra bunların inâdçılarından ve azgınlarından bir topluluk, kendi ara­larında el birliği ederek; eğer Muhammed'e bir şey olursa, bu işi (Velayeti) Ali'den geri alacaklarına ve ona bırakmayacaklarına dâir sözleştiler. Allah Teâlâ da bun­dan önce onların durumunu bildi. Onlar Resûlullah'a geliyor ve şöyle diyorlardı: Sen, bize Allah'ın yarattıkları içinde Allah'a ve sana ve bize en sevimli olan birini reîs kıldın. O, karanlığa karşı bize sığınak olarak yeter. Siyâsette zâlim olanlara karşı o, bize kâfidir. Halbuki Allah Teâlâ onların düşmanlık üzerinde birbirleriyle işbirli­ği yaptıklarından dolayı kalblerinin aykırı şekilde olduğunu ve hak sahibinden işi geri alacaklarına dair niyetlerini bildi ve bunu Muhammed (a.s)'e haber vererek bu­yurdu ki: Ey Muhammed, insanlardan bîr kısmı Allah'a îmân ettik, derler." Sana Hz. Ali'yi ümmetinin idarecisi ve imâm olarak nasbetme emrini veren Allah'a îmân ettik. "Halbuki onlar buna inanmamışlardır". Fakat kendileri seni ve onu yok et­meye çalışırlar. Ve sana bir şey olacak olursa, direnmek üzere birbirleriyle elbirliği ederler. (Tefsîrü Hasan el-Askerî, 41-42)

(Daha geniş bilgi için bkz. Sem'ânî, el-Ensâb, 391; tbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 94-95; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 79-98; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, III, 261)[37]

 

2- Tabressî (öl. 548/1153) Mecma'ül-Beyân

 

Ebu Ali Emîn'üd-dîn, Emîn'ül-İslâm, Fadl İbn Hasan îbn Fadl et-Tabresî et-Tûsî es-Sebzvârî, ünlü Şiî müfessir, fakîh hadîs bilgini. Ailesi, ilmiyle şöhret bul­muş bir dizi bilginin yetiştiği bir ailedir. O ve oğlu Radiyüddîn Ebu Nasr Hasen İbn Fadl, torunu Ebu'1-Fadl Ali İbn Hasan ve akrabalarından daha bir çok bilgin bu ismi taşımaktadır.Doğum tarihi tâm olarak bilinmemekte olan Tabressî, Horasan'­da Meşhed civarında yaşamış ve bu nedenle de kendisine bazan Meşhedî nisbesİ ve­rilmiştir. Bilâhere doğduğu yer olan Sebzvâr'e yerleşmiş ve burada 548 (1153) yılı Kurbân bayramı gecesi vefat etmiştir. Kendisi şeyh Ebu Ali İBn Şeyh et-Tûsî'den rivayetler aktarmış, kendisinden de oğlu Radiyüddîn, İbn Şehraşûb, Şeyh Münte-habüddîn, Şîî mezhebinin zirvelerinden sayılan Tabressî'nin, başta Mesma'ül-Beyân fî Tefsîr'il-Kur'ân olmak üzere el-Vasît ve el-Vecîz adında üç ayrı tefsîr kitabı yazdığı söylenmektedir. Ayrıca t'lâm'ül-Verâ bi A'lâm'il-Hüdâ, Hakâik'ül-Umûr, öunyet'ül-Âbid, İddet'üs-Sefer ve Tâc'ül-Mevâlîd gibi eserleri bulunmaktadır.

Klasik Şîî kaynaklarda onunla ilgili bazı efsânevî malûmata rastlanmaktadır. Rivayete göre; bir ara ânî olarak kalbi durmuş ve öldüğü sanılarak yıkanıp defne­dilmiş. Ancak bir müddet sonra kendine gelen Tabressî kabre gömüldüğünü ve çık­ma imkânının bulunmadığını farketmiş ve bu musibetten kurtulursa bir Kur'ân tefsîri yazacağını nezretmiş. Bir kefen soyucu kabrini açmış, kefeni yırtınca Tabressî ada­mın eline yapışmış. Kefen soyucu dehşete düşerek hayrette kalmış, fakat Tabressî adamla konuşarak; korkma ben diriyim, kalbim bir an durakladığı için beni öldü sanıp gömdüler, demiş. Bunun üzerine kefen soyucu onu sırtına alarak evine getir­miş. Tabressî de ona bir çok hediyyejer vermiş ve bu olaydan sonra kefen soyucu bir daha aynı fiili işlememeye and içmiş. Tabressî adağı gereği Mecma'ül-Beyân'ı yazmaya başlamış. (Muhammed Bakır el-Mûsevî, Ravdât'ül-Cennât fî Ahvâl'il-Ulemâ'i ve's-Sâdât, 513-514) Tabressî bu tefsirini 534 (1139) yılının Zülkâde ayının ortalarında tamamlamış.

Mecma'ül-Beyân'dan sonra Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ını görmüş ve onun gerek-metodunu, gerekse üslûbunu çok beğenmiş, ancak Mu'tezilî görüşlerinden hoşlan­mamış ve bu nedenle el-Kâfî eş-Şâfî an'il-Keşşâf isimli kısaca el-Vasît diyebilinen tefsirini kaleme amış. Bilâhere bunun da özeti mâhiyetinde olan el-Veciz isimli tef­sirini yazmış.

Muhammed Bakır el-Mûsevî'nin ifâdesine göre Tabressî; şîî bilginlerin mücte-hidleri zümresinde yer almaktadır. (Musevî, A.g.e., 514)

Şia'nın ünlü bilginlerinden Muhammed Takî eî-Kummî bu tefsîri şöyle tanıt­maktadır: Bu kitabın müellifi, insaf tutumunu benimsemiş Kur'anî edeb yoluna ko­yulmuş, tartışmada sert davranmamış, sözde küçük düşmemiş, muvafıklarına olduğu kadar muhaliflerine de iyi davranmış onların hüccetlerini açıklamış, sened ve riva­yetlerini sergilemiştir. Böylece okuyucuya sağlam hüküm verme imkânı sağlamış ve kitabını en güzel tartışma yoluna :örnek olmak üzere hazırlamıştır. (Nakleden Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Manâhic'ül-Müfessirîn, 154)

Mısırlı bilgin Mahmud Şetût'da bu eseri şöyle takdim etmektedir: Bu kitabın tefsir kitâbları arasında apayrı bir Övgüsü vardır. Çünkü bu eser konularının derin­liğine, genişliğine ve çeşitliliği ile birlikte tertîb ve bölümlere ayırmada, düzen ve âhenkte kendinden önceki tefsirlerden hiçbirinde karşılaşılmayacak ve kendinden sonraki tefsirlerde de karşılaşılmayacak bir özelliğe sahibtir... Herne kadar ondan sonra gelen tefsir bilginlerinden bir çoğu ondan daha uzun, daha tahkîkli ve düzenli fasıl ve bâblara ayrılmış eserler yazmışlarsa da İçlerinden pek azı tefsirlerinde oku­yucunun bu eserde karşılaştığı Kur'ânî atmosferi koruyabilmiştir. (Nakleden Meni' Abdülhalîm Mahmûd, A. g. e., 154-155).

Tabressî tefsirini bize şöyle tanıtmaktadır: "Kur'ân tefsîriyle ilgili olarak, eski ve yeni bilginler birçok konulara dalmışlar, onun gizliliklerini ortaya çıkarabilmek, mazmununu açıklamak için çalışmışlar ve bu konuda pek çok kitâb te'îîf etmiş -lerdir.Öyle ki bu eserlerinde onun derinliğine dalmışlar, hüccetlerini-açıklamak için kılı (kırk) yarmışlardır. onun kapılarının açılıp bölümlerine girilmesini sağlamışlar­dır. Ancak bizim arkadaşlarımız (Şîa)-AUah onlardan razı olsun- bu konuda kendi­lerine   ulaşan   haberleri   naklettikleri   kısa  kitâbların   dışında   bir  eser  tedvin etmemişlerdir. Ondaki mânâların sergilenmesine ve sırlarının keşfedilmesine çalış­mamışlardır. Sadece değerli ve mutlu Şeyh Ebu Ca'fer Muhammed İbn Hasan et-Tüsî'nin; et-Tıbyân isimli kitabında derledikleri bir istisnadır. Çünkü bu kitabın zi­yasından hak parıltıları doğar. Doğruluk kaynaklan çıkar. O, bu eserinde eşsiz sır­lardan bir çok anlamlar cem'etmiş, geniş lügat lafızlarını özetlemiş, tedvîn etmekle kalmayıp açıklamaya çalışmış, yazmakla kalmayıp gerçekleştirmeye çaba harcamıştır. O bir örnektir. Ve ben, onun nurundan aydınlanacağım ve onun ayaklarının izine basacağım. Ne var ki o, nahiv ve i'râbla ilgili zikrettiği şeylerin bir çoğunda değerli ile değersizi, öz ile posayı karıştırmış, zikrettiklerinde doğru ile yanlışı ayırdetme-miş, ve bir çok yerde zikrettiği lafızlar maksadı anlatmaktan uzak bir muhteva ile ifâde edilmiştir. Güzel tertîb, değerli düzenlemeden yoksun kalmıştır. Ancak yine de o, selîm gönül sahihlerinin katında beğenilen bir mevki ihraz etmekten uzak kal­mamış ve şerefli zihinlerde yüce bir mekâna ulaşmaktan geri kalmamıştır.

Ben, gençliğimin coşkulu döneminde; küçük yaşta iken rahat hayat sürüp he­nüz terütâze bir dal iken, tefsîr konusunda bir kitâb cem'etmek arzusuyla yanıp tu­tuşuyor ve şiddetli bîr iştiyak içerisinde bulunuyordum. Bu kitabın nahvin ince sırlarını açıklamasını, yüce dinin parıltılarını düzenlemesini, muhtelif yönlerden kı-râet noktalarını açıklamasını ve her bakımdan vârid olan hüccetlerini beyân etmesi­ni, kaynaklarından çıkarılmış olan anlamların açıklanması konusunda bütün beyan yollarını cem'etmesinİ ve daha buna benzer pek çok bilgileri ihtiva etmesini istiyor­dum. Yaşımın altmışı bulduğu şu günlerde, başımın ihtiyarlıktan parıldayıp ağardı-ğı, eksiklik üzerine eksiklikle dolduğum bu yıllarda; efendimiz, değerli emir, âlim, nimet sahibi, CelâFüd-dîn ve Rükn'ül-İslâm, Rcsûlullah (s.a)'ın Ehl-i Beyt'inin medâr-ı iftiharı Ebu Mansûr Muhammed îbn Yahya f bn Hîbetullah Hüseyn'in -Allah onun yüceliğini sürdüre dursun- bu bilimle alakalı değerli ilgi ve desteklerinin teşvi­kiyle bu maksadımı gerçekleştirmeye yöneldim. Onun bu fendeki bilgisi, arzusunun doğruluğunu ve bu ilmin hakîkatlarının gerçekleşmesi hususunda himmetini yönelt­mesini ve bu İlmin inceliklerini ve yüceliklerini ihtiva eden bir çalışma ortaya kon­masını istemesi; (beni) bu planımı gerçekleştirmeye şevketti... Bunun üzerine onun arzusuna cevâb vermek, hoşnudluğunu elde etmek üzere kendimi görevli saydım. Sonra Allah Teâlâ'dan hayır dileğinde (istihare) bulundum ve müteakiben bu önemli hazîneyi elde etmek için düşüncemi ve himmetimi toparladım. Bu değerli fazileti ka­zanmak üzere ciddiyetle ayağımı bu yola yönelttim. Bütün çaba ve yorgunluğumu bu amaç için harcadım. Gözü uykusuz, zihni yorgun bıraktım. Derin düşüncelere daldım ve tefsirleri (önüme) koyup Allah teâlâ'nın tcvfîkini ve kolaylaştırmasını di­leyerek işe başladım." (Tabressî, Mecmâ'ül-Beyân, 1-4)

Bilâhere müellif, eserini nasıl te'lîf ettiğini, hangi esâsları gözönünde bulundur­duğunu, metodunun ne olduğunu açıklıyor ve müteakiben Kur'ân ilimleriyle ilgili bazı ön bilgiler veriyor. Kur'ân ilimlerinde bilinmesi gereken ana konulan yedi baş­lık altında kaydederek önce Kur'ân âyetlerinin sayısını sonra meşhur kurrâların isim­lerini tefsîr, te'vîl konularını, âyetle hadîs arasındaki ilişkiyi, re'y ile tefsire başvurmanın sakıncalarını zikrediyor. Dördüncü kısımda Kur'ârTın isimlerini ve an­lamını, beşincide Kuran ilimleriyle ilgili eserleri ve çalışmaları, altıncı bölümde Kur'ân ve Kur'ân ehlinin fazîletini, yedinci bölümde de Kur'ân okuyan kişilerin seslerini güzelleştirmeleri gerektiğini âyetleri tecvîdine uygun olarak okumaları lâzım geldi­ğini beyân ediyor.

Tabressî, gerçekten bu tefsîrinde devrin bütün kültür birimlerini yansıtmaya çalışmış, gramer inceliklerinden-, kırâetten, i'râbtan, nüzul sebeblerinden, ahkâm­dan, Kur'ân'ın üslûbundaki güzelliklerden ve kısaca Kur'ân'ın sâhib bulunduğu bü­tün özelliklerden söz etmiştir. Kendisi şîî olmasına rağmen, aşırı bir şîî tavrına sâhib olmaktan çok kendi mezhebini diğer mezheblerden haklı gösterebilmek için gayret etmekte ve Şîî.Mü'tezilî görüşlere yaygın olarak yer vermektedir. İmamet konusu­nun tebarüz ettirilmesine önem verilen bu tefsirde, Hz. Alinin velayeti konusuna temas edilmekte, imamların ma'sûmiyetinden, Şîî inançları arasında yer alan Meh­di, ric'at ve takîyye inançlarından sözetmekte ve fıkhî konularda Oniki İmâm Şiîli­ğinin ana görüşleri açıklanmaya çalışılmaktadır. Mut'a nikahıyla İlgili açıklamalarda, abdestte ayağın meshedilmesi meselesinde EhM Kitâbtan kadınlarla evlenilmesİ ko­nusunda ve humusle alâkalı görüşlerde, peygamberlerin mîrâsı gibi konularda Şiî görüşler kesinlikle savunulmakta ve benimsenmektedir, lcmâ' konusunda Ehl-i Sün­nete karşı çıkan Tabressî, irâde hürriyeti, Allah'ın görülmesi (Rü'yet'ullah) sihir, şefaat ve îmânın hakikati gibi konularda diğer Şîî imamlar gibi davranarak Mu'te-zilî fikirleri benimsemektedir. Tefsirde mevzu hadîslere fazlasıyla yer vermekte, hiçbir yorum ve eleştiri yapmadan zaman zaman tsrâiliyâta temas etmektedir.

Bu tefsirin bir diğer özelliği de; Şîî inançları doğrultusunda Kur'ân'ın bâtını anlamlarına yer vermesi ve bu arada işârî tefsir anlayışına İştirak etmesidir. Biz İbn Kesîr tefsirinin izah bölümünde Tabressî'ni tefsirinden bir çok alıntılar yaptığımız için burada onun tefsirinden örnekler vermeye gerek duymuyoruz.

(Daha geniş bilgi için bkz. Amûlî, A'yân'üş-ŞÎÎ, IV, 276-282;Abbâs el-Kummî, Fevâid'ür-radaviyye, 350-352; Havansârî, Ravdât'Ül-Cennât, 512-514;  Mamekânî Tenkîh'ül-Makâl, II, 7-8, Âğâbüzürk, A'lâm'üş-Şîî; Brockelmann, G.A.L., I, 405; Meni' Abdülhâlim Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 153-159; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 99-144; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, VIII, 66-67).[38]

 

3- Molla Sadreddin Şârâzî (öl. 1050/1640)

 

Molla Sadreddin Şîrâzî 979 veya 980 (1571 veya 1572) yılında Şîrâz'da dünyaya gelir. Şîrâz'ın ünlü bir ailesine munsûb olup babası vezirlerden İbrahim'dir. Şîrâz'-daki ilk çalışmalarından sonra İsfahan'a giden, Molla Sadreddin ünlü Şîî bilgini Ba-hâcddin Âmelî'den dinî ilimleri ve Mir Dâmâd'dan da aklî ilimleri öğrenir. Ayrıca Mîr Fendereskî'nin de derslerine devam eder. İran'da Molla Sadra veya Sadr'ül-Müteellihîn veya öğrencileri arasında, Âhund" diye anılan Sadreddin Şîrâzî 7 yahut 11 yıl boyunca Kum kenti yakınlarındaki Kahat köyüne çekilerek tefekküre dalar ve neticede Şîrâz'da büyük bir okul yaptıran vâlî Allahverdi Hân'ın daveti üzerine burada dersler vermeye başlar. Bu okul İran İslâm düşüncesinin yenilenmesinde ve bugünlere değin gelen Şîî düşüncenin canlanmasında önemli bir rol oynamıştır. Ye­di kez hacca gittiği sanılan Molla Sadra 1050 (1640) yılında Basra'da vefat etmiştir.

İran İslâm düşüncesinin en büyük mütefekkirlerinden sayılan Molla Sadrâ'nın kırka yakın eser yazdığı söylenmektedir. Bunlar arasında bilhassa Esfar-ı Erbaa, el-Mebde' ve'1-Mead, Şevâhid'ür Rübûbiyye, el-Hikmet'ül Arşiyye, İksîr'ül-Ârifîn gibi eserleri çok ünlüdür. Ayrıca İbn Sina'nın eş-Şifâsına, Esîrüddîn Ebherî'nin Hidâyet'ül-Hikmet'ine ve Sühreverdî'nin Hikmefül-İşrâk'ına yazmış olduğu şerh­leri de çok beğenilmiştir.

Sadreddin Şîrâzî Şîî akidenin ana kaynaklarından olan Kuleynî'nin Usûl el-Kâfî isimli eserine bir şerh yazmış ve ayrıca Mefatîh'ül-öayb ve Esrâr'ül-Âyât isimli iki tefsîr kaleme almıştır. Esrâr'ül-Âyât ve Erivâr'ül-Beyyinât isimli tefsiri îran hikmet geleneğinin etkilerine yansıtan ve Şîî akideyle İbn Sînâ ve Sühreverdî'nin felsefî sis­temlerini birleştirerek uzlaştırmaya çalışan bir tefsirdir.[39]

 

4- Molla Muhsin Feyz-i Kâşânî (öl. 1091/1680) es-Sâfi fî Tefsîr'il-Kur'ân'il-Kerîm.

 

Molla Muhsîn İbn Muhammed İbn Şâh Murtazâ İbn Şâh Mahmûd el-Kâşî Feyz-i Kâşânî lakabıyla da şöhret bulmuş olan ünlü Şîî fakîhi usû! bilgini ve tefsircisi. Molla Sadra ekolünün ünlü temsilcilerinden olup birçok şîî bilgin ve düşünür yetiştiren bir aileye mensubtur. Safevîler döneminin ünlü Şîî bilginlerinden Molla Şâh Murtazâ babası olduğu gibi, Alem'ül-Hüdâ da oğlu idi. Keza kardeşi Nureddîn Kâşânî ve onun oğlu Molla Muhammed Hâdî ve yine diğer bir kardeşi Molla Abdülğafûr ve onun oğlu Molla Muhammed Mü'min devrin ün salmış bilginleri arasında bulunu­yorlardı. Ünlü Şîî bilgin Molla Sadreddîn Şîrâzî'nin (öl. 1050/1640) dâmâdı da olan Feyz-i Kâşânî arapça, ve farsça birçok eserler kaleme almıştır. Müderris Rezavî'nİn ifâdesine göre; yüzyirmİ civarında eseri bulunmaktadır. (Reyhânî'den nakleden, Henri Corbin, La Philosophie îranienne Islâmigue, 180), Farsça bir divânı da bulunan Molla Muhsin'in el-Keümât'üt-Tarîfe, Teşrih'ül-Âlem, Nakdül-Usül, es-Sâfî fî Tefsîr'il-Kur'ân*il-Kerîm, el-Vâfî fî Şerh'il-Kâfî gibi eserleri çok meşhurdur.

Safevî hükümdarlarından Şâh Abbâs II, (1642-I667'de iktidardaydı) ona bir mektûb yazarak Isfahan başmüftülüğünü teklif etmiş, fakat Molla Muhsin bunu kabul etmeyerek Kâşân'da kalip öğrencilerine ders vermeyi ve eserlerini kaleme al­mayı tercîh etmiştir. (Hcnri Corbin, A.g.e., 181).

Hadîsde Seyyid Mâcid el-Bahrânî'den felsefe ve usûlde Molla Sadreddîn Şîrâ-zî'den dersler alan Molla Muhsin eserlerinde tasavvufî ve felsefî açıklamalara ve yo­rumlara geniş yer vermiştir.

Tefsirde biri kısa, biri orta, biri uzun olmak üzere üç eser kaleme almış olan Molla Muhsin'in bahis konusu ettiğimiz es-Sâfî Oniki İmâm Ca'ferîliği doğrultu­sunda Kur'ân-ı Kerimi tefsire çalışan orta büyüklükte bir eserdir. Yeri geldikçe, Şîî akidenin esâslarını Kur'ân âyetleriyleyorumlama gayreti içine giren Molla Muhsin, bunun dışındaki âyetleri kısaca açıklamakta yetinmektedir. Kezâ'Kur'ân kıssaları, peygamberin savaşları, konusuna geniş yer vermektedir. Ancak burada anlatılan olay­lar, tamamen Şîî imamlarının naklettikleri yorumlara dayanmaktadır. Zaman za­man Şîî görüşün savunulmasında aşırı giden Molla Muhsin, peygamberin ashabına dil uzatmaktan da çekinmez. Tefsirine oniki İmamları andırırcasına oniki mukad­dime ile başlayan Molla Muhsin, öncelikle Ehl-i Beyt'in Kur'ân tefsirinde önemli bir yer tuttuğu ve onların Kur'ân tefsirine en ehliyetli kişiler olduklarını savunur. *Buna göre Ehl-i Beyt'in dışındakiler Kur'ân tefsirinde Ehl-i Beyt kadar yetkili de­ğildirler. Çünkü Kur'ân ilimlerini derleyip toparlayan, onun mânâ ve esrarını ihata eden, sembol ve işaretlerine vâkıf olanlar Ehl-i Beyt mensûblarıdır. Ve yine Molla Muhsin'e göre; Kur'ân, Peygamberin evinde nazil olduğu için, ev sahibi evde olan şeyleri en iyi bilen kimse olacağından elbette evde bulunanların tefsirleri de diğerle­rinin tefsirlerinden daha hakîkata uygun olacaktır. Bu sebeple bizim onların kapısından başka bir kapıya gitmemiz ve bir başka kaynağa başvurmamız doğru olmayacaktır. (es-Sâfi, I, 2) Bilâhere bu görüşlerini Ehl-î Beyt kanalıyla nakledilen hadîs ve rivayetlerle de desteklemeye çalışmakta ve Küleyhî'nin el-Kâfî isimli ese­rinden, Süleym îbn Kays el-Hilâlî'den nakledilen şu rivayeti zikretmektedir: Süleym der ki: Ben Hz. Ali Aleyhisselam'dan şöyle dediğini işittim: Resûlullah (s.a)'a nazil olan her âyeti bana okuttu ve dikte ettirdi. Ben de kendi haltımla.onu yazıyordum. Ve Resûlullah (s.a) bana bu âyetlerin te'vilinî, tefsirini, nâsîhini, mensûhunu, muh­kemini ve müteşâbihini öğretti. Allah'ın bana bunu anlamamı ve ezberlememi sağ­layacak bilgi vermesi için de duâ etti. Ben, Allah'ın kitabından hiçbir âyeti unutmadım. Ve bana duâ ettiği günden beri dikte ettirdiği her bilgiyi de muhakkak yazdım. Ve yine Allah Teâlâ'nın kendisine Öğrettiği helâl ve haram, emir ve nehiy, İtaat ve isyan konusunda olmuş ve olacaklarla ilgili her bilgiyi -hiç bir şeyi dışarda bırakmamak üzere- bana öğretti ve ben de onu kendisinden ezberledim. Bir tek harfini bile unutmadım. Sonra Resûlullah (s.a) elini göğsüme koyarak Allah'a be­nim kalbimi ilim, anlayış, hikmet ve nûr ile doldurması İçin duâ etti. Ben dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, anam-baban sana kurbân olsun ki, sen bana duâ ettiğin gün­den bert senden hiçbir şeyi unutmadım ve yazmadığım hiçbir şey kalmadı. Yine de benim unutmamdan mı endîşe ediyorsun? Resûlullah (s.a) buyurdu ki: Ben, senin unutmandan veya ilgisizliğinden endîşe ediyor değilim." Bu rivayeti Ayyâşîtefsî-rinde, Şeyh Sadûk'ta İkmâl isimli eserinde az çok aynı ifâdelerle rivayet etmektedir­ler. Ancak bunun sonuna şu ifadeler de eklenmiştir: "Resûlullah (s.a) devamla buyurdu ki: Rabbım Senin hakkındaki duamı kabul ettiğini ve senden sonra seninle birlikte ortaklık edenlerin hakkındaki duama icabet ettiğini bana bildirdi. Ben de­dim ki: Ey Allah'ın Resulü, benden sonra benîm ortaklarım da kim? Resûlullah (s.a) buyurdu ki: Onlar, Allah Teâlâ'nın: "Allah'a itaat edin. O'nun Resulüne ve sizden olan Ulû -emr'e İtaat edin." buyurarak kendisine ve bana yaklaştırdığı kimseler­dir. Onlar da kim oluyor? deyince, buyurdu ki: Benim vasîlerimdir. Bunlar tümüy­le hidâyete ermiş ve hidâyete götürenler olarak Havz-ı Kevser'e erişecek olanlardır. Onları horlayanlar kendilerine zarar veremeyeceklerdir. Onlar Kur'ân'la beraber­dirler, Kur'ân da onlarla beraberdir. Onlar Kur'ân'dan ayrılmazlar, Kur'ân'da on­lardan ayrılmaz. Ümmetim onlarla zafere erer ve yağmur, onlar için yağar, belâlar onlar sayesinde defedelir. Dualar onlar yüzünden kabul olunur. Dedim ki: Ey Al­lah'ın Resulü, onların adını bana söyler misin? Buyurdu ki: Şu oğlum.Ve elini Ha-san'ın başına koydu. Sonra şu oğlum, dedi ve elini Hüseyin'in başına koydu. Sonra onun Ali adı verilen oğlu ki o senin hayatında dünyaya gelecektir. Kendisine ben­den selâm söyle, dedi. Sonra da Hz. Muhammed'in soyundan gelen oniki imâmı saydı. Ben ona dedim ki: Anam-babam sana kurbân olsun ey Allah'ın Resulü, on­ların da adını say. O da teker teker her birinin adını saydı. Ve buyurdu ki: Ey Hilâl oğullarının kardeşleri Allah'a andolsun ki, Muhammed ümmetinin mehdisi de on­ların arasındadır. Yeryüzü zulüm ve azgınlıkla doldurulduğu gibi o (Mehdî) yeryü­zünü adalet ve doğrulukla dolduracaktır. Allah'a andolsun ki, Harem-i Şerifte makam ( İbrâhîm) ile Rükün arasında ona bî'at edecekleri ben iyi biliyorum. Onla­rın babalarının adını ve kabilelerinin adını da iyice biliyorum." (Molla Muhsin es-Sâfi, I, 5-6).

Molla Muhsin her ne kadar Kur'ân'ın mânâsını anlama yetkisini Ehl-i Beyt'e tahsis ediyorsa da bazı derin anlayış ve kavrayış sahiblerinin de Kur'ân'ı anlayıp tefsir edebileceklerini belirtmekte ve bu gibi kimselerin ana vasfının Allah'a, Resû-lullah'a ve Ehl-i Beyt'e bağlılık olması gerektiğini bildirmektedir. Binâenaleyh, bu anlayış derinliğine ulaşmış olan bilginler, Allah Resulü ve onun soyundan gelen ki­şilerden bilgi aldıkları onların izinden gidip bilgide derinleşerek, sırlara muttali* ol­dukları takdirde Kur'ân'ı anlayıp yorumlayabilirler. Kur'ân'ın anlaşılmaz kısımlarından istifâde edip, hârikalarından bir nebze öğrenebilirler. Ve böylece pey­gamberin; Selmân bizim ehl-i beytimizdendir", diyerek onun soyundan gelmediği halde kendi soyuna katmış olduğu kimseler zümresine ererler. (Molla Muhsin, A.g.e.l.s)

Tefsirde en güvenilir kaynağın ve yolun Ehl-i Beytten gelen haberler olduğunu ve bunların Kur'ân'ı diğerlerinden çok daha fazla bildiklerini, bunun dışında saha­be ve tabiinin tefsîrine güvenilmemesi gerektiğini savunan Molla Muhsin Kâşânî'ye göre; Kur'ân'ın büyük bir kısmı Ehl-i Beyt ile onların dostları ve düşmanları hak­kında nazil olmuştur. Kur'ân'da vârid olan övücü ifâdelerin hepsi Ehl-i Beyt'e, ye-rici ifâdelerin hepsi de onların düşmanlarına aittir. Bu cümleden olarak Molla Muhsin, Kâfî ve Ayyâşî'den naklen şu rivayeti aktarır: Ebu Ca'fer Aleyhisselam dedi ki: Kur!ân dört bölüm olarak nazil olmuştur: Dörtte biri bizim hakkımızda, dörtte biri bizim düşmanlarımız hakkında, dörtte biri kurallar ve mes'eleler, dörtte biri de farzlar ve hükümlerdir. (Molla Muhsin, es-Sâfî, I, 7)

Molla Muhsin'e göre, Kur'ân'ı ilk derleyen Hz. Ali'dir. Tahrîf ve tebdîle uğra-maksızın Kur'ân'ı tam olarak ilkin o cem'etmiştir. Bunu Hz. AH kendiliğinden de­ğil, peygamberlerden aldığı bir emirle yapmıştır. Buna göre; Ebu Abdullah der ki: Hz. Peygamber Hz. Ali'ye şöyle dedi: Ey Âli; Kur'ân sayfalar, ipek ve kâğıtlar üzerinde yazılmış olarak benim yatağımın arkasındadır. Onu alın, derleyin ve yahûdîlerin Tev­rat'ı kaybettikleri gibi siz de onu kaybetmeyin. Hz. Ali gidip onları toparladı ve sarı bir elbisenin arasına koydu. Sonra evinde onu mühürledi. Hepsini cem'edinceye kadar asla bu elbiseyi giymem, dedi. Öyle ki bir kişi yanına geliyordu, o elbisesini giyin­memiş olarak geleni karşılıyordu Ta ki onda bulunan âyetlerin hepsini cem'etti. (Mol­la Muhsin es-Sâfî, I, 10).

Molla Muhsin tefsirinde Kur'ân'dan bir âyet bulursa, âyeti âyetle tefsire çalış­makta, âyet bulamazsa Ehl-i Beyt kanalıyla nakledilen hadîslere başvurmakta, bu da olmazsa diğer tefsir bilginlerinden kendilerine ulaşan haberleri aktarmakta ve buna göre âyetleri yorumlamaktadır. Ancak her âyetin yorumunda az önce de belirttiği­miz gibi, kendi mezhebinin görüşünü yansıtmaya veya desteklemeye özet bir gayret göstermektedir. Bu tefsirde, Şia'nın temel inançlarından olan velayet, vasiyyet, ric'at, takiyye ve benzeri konularda müt'a, ehl-i kitabtan olan kadınlarla evlenme, mes üze­rine meshetme, abdest alırken ayağın yıkanması, ganimetler gibi konular tamamen ştî görüş doğrultusunda açıklanmaya çalışılmaktadır. Keza kelâmı konularda rü'ye-tullah, şefaat, irâde hürriyeti ve büyü gibi hususlarda Mu'tezilî görüşlere, yer veril­mektedir. Genellikle mevzu ve uydurma hadîslere dayanılan bu tefsirde Şîa tarafından esâs kabul edilen Ehl-i Beyt'in sözlerine de fazlasıyla yer verilmektedir.

(Daha geniş bilgi için bkz. Havansârî, Ravdât'ül-Cennât, 542-549; Mâmekânî, Tenkîh'ül-Mekâl, II, 54; Henri Corbin, La Philosophi Iranienne İslamigue 179-187; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, VIII, 187; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 145-185).

Şîî tefsîr fâaliyetlerinin elemanter bir dökümü henüz tamamen ortaya konma­dığı için, biz en Önemli eserleri hakkında bilgi vermekle yetiniyoruz. Çağdaş Şîî mü-fessirlerden Tabâtabâî'nin tefsiri hakkında ise Modern tefsîr faaliyeti bölümünde detaylı bilgi vereceğimizden burada onu ayrıca tanıtmaya gerek duymuyoruz.[40]

 

VI- TASAVVUFI TEFSİRLER

 

Bilindiği gibi, İslâm'da gayba îmân, diğer bütün itikâdî esâsların üzerine bina edildiği temel bir İnançtır, islâm'ın vazettiği altı îmân esâsının dördü ğayb alemiyle ilgilidir. Binâenaleyh, İslâm düşüncesinde görülen alan kadar görülmeyen alanla il­gili hususlar geniş bir yer kaplar. Görülmeyen âlemle bağlantı kurmanın yolu; ya bir görünen varlık olan Peygamberin zâtıdır, ya da peygamberin getirmiş olduğu esâslar doğrultusunda muhtelif bazı bilgi vâsıtalarıdır. Peygamberin şahsiyetini bir kenara bırakacak olursak, her ferdde görülmeyen âlem ve varlıkla irtibat kurabil­menin oldukça dar olmakla beraber bazı yolları bulunmaktadır.

İnsanoğlu için görülen varlık alanından çok, görülmeyen varlık" alanı daha il­ginç geldiğinden her zaman bu alanla alakalı konulan ilgi ile ta'kîp etmiştir. Ne var ki görülen alandaki sistematik yapı, görülmeyen alanda mevcûd olmadığından bu konuyla ilgili bilgiler ancak istiare, teşbîh, temsil ve tecrîd yolu ile olmaktadır. Bu sebeple Resülullah'ın hayatında, görülmeyen âlemle ilgili tüm bilgileri Peygambe­rin kendisinden alan müslümanlar, peygamberin vefatından sonra onunla aynı ol­mamakla beraber gaybî bilgi edinme yollarını araştırmışlar ve peygamberin emirleri doğrultusunda davrandıkları takdirde Allah tarafından kendilerine İlham niteliğin­de bazı bilgilerin aktarılacağını kabul etmişlerdir. Hz. Peygamberin hayatı son de­rece sâde olduğundan dünya ve maddî değerlere ilgi göstermediği, müslümanlar kendi hayatlarım Peygamberin hayatına benzetmek amacıyla zühd ve takva içerisinde ha­yatlarını devam ettirmeye çalışmışlardır. Böylece hem bir manevi bilgi pırıltısı elde edebilmek için çalışmışlar, hem de dünyanın maddî kaygılarına aldırış etmemek gi­bi gönül zenginliğine erişmişlerdir.

Ne var ki Peygamberden sonra ortaya çıkan siyâsî, sosyal ve iktisadî hâdiseler ve risâlet kaynağını yakından tanımamış insanların dünya nimetlerine fazlasıyla iti­bâr göstermeleri, Peygamberin o sâde hayatına alışkın olan bazı inanmışların dünye­vi değerlerden tamamen soğumalarına neden oldu. Böylece İslâm dünyasında; kendini zühd ve takvaya adayan, dünyaya değer vermeyen, maddî ihtirasları önemsemeyen zâhidler, âbidler ve nâsikler zümresi teşekkül etti. Zamanla bu zümrenin oluşturdu-ğutopluluklar muhtelif isimlerle anılır oldular. Böylece tasavvuf denilen manevî cehd faaliyeti ortaya çıktı. Başlangıçta daha çok maddî değerlere karşı ilgisizlik şeklinde beliren bu faaliyet, bir süre sonra tüm varlığı ve eşyayı da içeren bir açıklama ve yorumlama şeklini aldı. Ve bu anlayışı İslâm dünyasında büyük bir ilgi gördü. Sû-fî'nin varlık ve eşyaya bakış tarzını şer'î esaslara dayandırmak isteyen bazı kimseler kendilerine Kur'ân'dan mesned arama ihtiyacı duydular. Nasıl Hicrî ikinci yüzyıl­dan itibaren belirmeye başlayan muhtelif mezhebier Kur'ân'ı kendi görüşleri doğ­rultusunda yorumlamak gereğini duymuşlarsa, mutasavvıfe de kendi dünya görüşleri doğrultusunda Kur'ân'ı yorumlama gereğim duymuş ve böylece bir gayret içine gir­miştir. Başlangıçta daha çok zühd ve takvayı özendirici nitelikte olan bu faaliyet, bir süre sonra Kur'ân'ı Kerîm'i alışılagelen tarzdan ayrı bir bakış açısıyla yorumla­ma şekline dönüşmüştür.

Tasavvufî tefsirler genellikle iki kategoride mütalaa edilir: Nazarî Tasavvufî tef-sîrler ve Işârî Tasavvufî tefsirler. Nazarî Tasavvufî tefsirlerden maksad kısaca mu-tasavvıfenin kendi ilke ve görüşlerini te'yîd maksadıyla, Kur'ân'dan deliller getirmeye çalışmaları şeklinde özetlenebilir. Bayezid el-Bistîmî'den Muhyiddîn lbnü'l-Arabi'ye kadar uzun bir tarihî seyir içerisinde gelişmiş olan bu tefsîr anlayışı şeriatın zahirini esâs alan fukahâ tarafından kısmen kabul edilmiş ve kısmen de uygun görülmemiş­tir. Ancak ihtimal dahilinde bulunması sebebiyle de bu anlayış reddedilip ağır ten-kîdlere hedef olmamıştır.

İşârî veya feyze dayalı tefsirler ise; Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan mânânın büs­bütün dışında hiçbir kural tanımadan yapılmış olan tefsirlerdir. Nazarî Tasavvufî tefsirlerde üzerine istinâd edilen bazı temel prensibler bulunmasına ve bu prensipler doğrultusunda âyetlerin yorumlanmasına karşılık, işârî tefsirlerde hiç bir temel pren-sib esâs alınmadan kişinin, riyâzat yoluyla elde edebileceği, feyiz ve ilhamla erişip anlayabileceği yorumlar ortaya konulmaktadır. Ancak bir başka kişinin aynı tarz­da bir ilham ile aynı anlamları çıkarması ihtimâli çok zayıftır. Tasavvufî teTsîrlerin birçoğu, âyetlerin muhtemel mânâlarından zayıf da olsa birini seçerek işârî tefsirde bu ihtimâllerden herhangi birisi esâs alınmadan yalnızca kişinin şahsî tecrübesine göre tefsîr yapılmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 337-378).

Her iki şıkkıyla da işârî tefsîr, Kur'ân'ın biri zahirî diğeri de bâtın! olmak üzere iki anlamı bulunduğu ilkesinden hareket etmektedir. Tasavvufî tefsîr anlayışım be­nimseyen bilginler; işârî tefsirin bazı noktalardan şeriata uygun, bazı noktalardan ise şeriata aykırı olduğunu savunurlarken, Kur'ân'ın insanlar tarafından anlaşılmak üzere indirilmiş bir kitab olduğunu ve dolayısıyla anlaşılması mümkün olmayan kı­sımlarının bulunmadığını; insan zihninin belki ilk anda olmasa da, cehd ve gayret sarfettikten sonra Kur'ân'ın hepsini anlayabileceğini kabul eden bilginler işârî tefsî-ri bâtınîlik hareketine kapı açan bir aralık olarak görmüşlerdir. Kur'ân'ın zahirî ve bâtinî anlamlan bulunduğunu kabul edenler Peygamberin ve ashabının Kur'ân'ı İşârî yollarla tefsîr ettiklerini söylemişlerdir. Kur'ân'ın zahirî ve bâtın! anlamlan olduğu­nu öne sürenler işârî tefsirin meşru olabilmesi için iki temel şart koymaktadırlar: Öncelikle işârî tefsîrin Arab dilinde kabul edilen ve arapça ifâdelerde alışılagelen anlamlara uygun bir anlam taşıması gerekir. Ayrıca bu anlamın doğruluğuna delâ­let eden gerek Kur'ân'dan, gerekse diğer kaynaklardan deliller bulunmalıdır. Bu iki şart mevcûd olursa, Kur'ân'ın bâtın! yorumları olarak ifade edilen işârî tefsirlerin kabul edilmesi gerekir. Aksi takdîrde reddedilip Kur'ân'a uygun olmadığının belir­tilmesi icabeder.

Şu halde işârî tefsîrin kabul görmesi için tefsîr bilginleri ana başlıklar halinde şu esâsları vazetmiştirler:

a)  Tefsîr âyetin zahirine aykırı olmamalıdır.

b) Tefsîr eden kişi âyetin zahirinin dışında asıl maksadının bu (işârî tefsîr) ol­duğunu iddia etmemelidir.

c) Yapılan te'vîl, âyetin nassına aykırı ve uzak olmamalıdır.

d)  Yapılan tefsirin, şeriata ve akla aykırı tarafı olmamalıdır.

e)  îşârî tefsîrinin öngördüğü te'vilîn şer'î bir mesnedi bulunmalıdır.

Buna mukabil, Kur'fin'm bâtinî mânâlarının mü'minleri   ilgilendirmeyeceğini, nun müteşâbih âyetler mesabesinde bulunduğunu, müzminlerin ancak zahirî anlam­lardan sorumlu olduğunu savunanlar ise işârî tefsiri kabul etmezler.

Îşârî tefsîr faaliyetine taraftar olan ve olmayan bazı islâm bilginlerinin görüşü­nü de Şöylece zikredebiliriz: İmâm Şâtıbî'ye göre; "Kalbe vârid olan ve gözler tara­fından ayân-beyân görülen Kur'ân'ı değerlendirmeler -bütün şartları elverişli olursa iki kısımdır:

a) Asıl çıkış noktası Kur'ân olan ve diğer varlıklarda onu izleyen değerlendir­medir. Bütünü itibarıyla doğru olan değerlendirmeler basîret nurunu varlık perde­lerini   durmadan   ve   doğrudan   yırttığı   değerlendirmelerdir.   Durarak   yırttığı değerlendirmeler sülük ve tahkik ehlinin (Sûfîler) açıkladıkları gibi ya sahîh değildir veya tâm değildir.

b) Asıl çıkış noktası varlıklar olup cüz'î ve küllî şekliyle varlıklardan kaynakla­nan ve buna bağlı olarak yapılan Kur'ânî değerlendirmeler. Eğer birinci şekilde de­ğerlendirme bulunursa; bu, sahihtir ve Kur'ân'ın bâtınını zorlanmaya başvurmadan anlamak bakımından muteber bir değerlendirmedir. Çünkü bu Kur'ân anlayışı Kur'­ân'ın indirildiği esâs doğrultusunda kalbe vârid olmaktadır. Ve her mükellefe yara­şan tâm bir hidâyettir. Mutlak olarak değil, şartlar ve mükellefiyetler doğrultusunda uygun bir değerlendirmedir. Değerlendirme böyle olursa bu yolda yürüme doğru^yol-da yürümek demektir... ikinci şekildeki değerlendirmeye gelince; Kur'ân'ın bâtınının anlaşılmasında bu değerlendirme üzerinde durmak gerekir. Ancak onu mutlak ola­rak almak imkânsızdır. Zîrâ bu, birinci değerlendirmenin aksine olduğundan Kur'­ân'ın anlaşılmasında bu değerlendirmeye dayanarak söz söylemek doğru olmaz. (Şâtıbî , el-Muvâfakât, III, 403-404) Hadîs bilginlerinden tbnü's-Salâh, kelâm bil­ginlerinden Sa'deddîn Teftâzânî gibi âlimler işârî tefsirin uygun olabileceğini belirt­mişlerdir.

Îşârî tefsîre tarafdâr olan Muhyiddîn İbn'ül Arabî ise şöyle demektedir. "İyi bil ki: Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ mahlukâtî yarattığında insanı tavır tavır (çeşit­li şekilde) yaratmıştır. Kimimiz bilgili, kimimiz bilgisiz; kimimiz insaflı, kimimiz inâd-çı; kimimiz ezen, kimimiz ezilen; kimimiz hâkim, kimimiz mahkûm; kimimiz tahakküm eden; kimimiz tahakküm edilen; kimimiz başa geçen, kimimiz başına ge­çilen; kimimiz emîr, kimimiz me'mûr; kimimiz kral; kimimiz kralın peşinde giden­ler; kimimiz kıskanan kimimiz de kıskanılan olarak yaratılmışızdır. Allah Teâlâ, kendini Allah'ın hizmetine adamış olan ilâhî, mevhibe yoluyla Allah'ın kendilerine lütfettiği onun, mahlukâtıyla ilgili sırlarını bilen ve bu bilgisiyle ona hizmet eden Allah ehline karşı resmî bilginler (Ulemâ-i Rüsum) den daha şiddetli ve daha azgın birini yaratmamıştır. Allah'ın kitabını ve onun kitabındaki işaretleri anlamakta Al­lah, ariflere birtakım sırlarını bildirmiştir. Onlar (resmî bilginler) bu gruba (arifle­re) karşı Firavunların peygamberlere (Allah'ın selâmı onlara olsun) karşı olmaları gibidirler. Bizim açıkladığımız gibi, varlıktaki durum kadîm bilgide geçtiği tarzda gerçekleştiğinden Ötürü bizim arkadaşlarımız işaret yoluna başvurmuşlardır. Öyleyse onların (Allah onlardan razı olsun) ardından ve önünden bâtılın gelmediği, Azîz kitabın şerhiyle ilgili sözleri, işaretlerden ibarettir. Bu işaretler herne kadar gerçek ve Kur'ân'ın faydalı mânâlarının tefsiri iseler de.bütün bunlar bu konuda herkesin on­ları kabul etmelerine rağmen onların nefislerine vârid olmuş bulunan işaretlerdir. Kitabın kendi dilleriyle indirilmiş olduğu lisân bilginlerinin öğrettiği gibi, bu kita­bın indirilen diline uygun olmakla beraber onların nefsine vârid olan işaretlerdir. Allah Teâlâ onlara "âfâkta ve enfüste âyetlerimizi göstereceğiz." (Fussilet 53) bu­yurarak bu iki veçhi de onların önüne sermiştir. Yani âfâkta ve kendi nefislerinde indirilmiş olan âyetleri. Şu halde indirilmiş olan her âyetin iki yüzü vardır. Bir yü­zünü onlar kendi nefislerinde görürler. Diğer yüzünü de kendilerinden çıkan şeyler­de görürlür. Böylece kendi nefislerinde gördükleri şeye; resmî bilgilerin sahibi olan fakîhler anlayış göstersinler diye işaret adını verirler de, tefsîr demezler. Maksadları onların (resmî bilginlerin) şerlerinden korunmak ve kendilerini küfür ile itham et­melerinden sakınmaktır. Zîrâ onlar hakkın hitabının düştüğü yeri bilmemektedir­ler. Halbuki Hak ehli işaretlerinde hidâyet kanunlarına uymuşlardır. Allah Teâlâ herne kadar Allah ehlinin kİtâblannda te'vîl ettikleri şekildeki hükmü nass olarak ifâde etmeye muktedir ise de, bunu yapmamıştır. Aksine avamın diliyle indirilmiş bulunan ilâhî sözleri, Allah'ın kullarına lütfetmiş olduğu anlayış gözleri açıldığı tak­dirde kulların anlayabileceği Özel manevî bilgiler şeklinde o kelimelerin içerisine sak­lamıştır. Eğer resmî bilginler, insaflı davransalarda âyete kendi aralarında kâbûl ettikleri zahirî gözle bakabilselerdi de kendi nefislerini değerlendirebilselerdi; bu âyet­lerin mânâsının kendi aralarında birbirlerinden farklı, üstün veya düşük olduğunu anlarlardı. Eksik olanlar eksik olmayanların faziletini kabul ederlerdi. Ve hepsi de tek bir yöne doğru akıp giderdi. Herne kadar onlar kendi aralarında gözlenen bu mertebe farklılığını kabul etmekte iseler de, kendi idrâklerine kapalı bulunan bir konuda Allah ehlinin getirmiş olduğu bilgileri inkâr etmektedirler. Bunun nedeni onların kendi aralarında bunların (Allah ehlinin) bilgin olmadıklarını kabul etmele­ridir. Onlara göre; örfen alışılagelen öğrenim yolundan başka bir yolla bilgi öğrenİ-lemez. Doğru derler, çünkü bizim arkadaşlarımız da bu bilgiyi yalnız öğrenim yoluyla gerçekten öğrenmişlerdir. Bunun öğrenimi ve Öğretimi de Rahmânî ve Rabbânîdir. Nitekim Allah Teâlâ: "Seni yaratan Rabbının adıyla oku. O ki insanı bir damla pıh­tıdan yaratmıştır. Kerem sahibi Rabbının adıyla oku. O ki kalemle öğretmiş, insana bilmediğini öğretmiştir." (A'lak, 1-5) ve yine: "Sizi annelerinizin karınlarından bir şey bilmezken çıkarmış olan O'dur." (Rahman, 3) buyurmuştur. Ve yine O: "İnsa­nı yaratmış ve ona beyânı öğretmiştir." (Rahman, 4) buyurmuştur. Öyleyse sânı yüce olan Allah Teâlâ insanın öğretmenidir. Ve şüphesiz ki Allah ehli de peygamberlerin -selâm onlara olsun- vârisleridir. Ve Allah Teâlâ Resulü hakkında: "Ve senin bil­mediğin şeyi sana öğretmiştir." (Nisa, 13) buyurmuştur. îsâ (a.s) hakkında da: "Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretir." (Âl-i Imrân, 48) buyurmuştur. Mûsâ (a.s)'nın arkadaşı Hadr hakkında da: "Ve ona katımızdan bir bilgi öğrettik." (Kehf 64)-buyurmuştur. Bize göre, resmî bilginler, bilgi ancak öğrenme ile öğrenilir, der­ken doğru söylemişler, nebilerin ve resmî bilgi sahibi olmayanların, bilgisiz olduk­larını derken de yanılmışlardır. Allah Teâlâ: "Dilediğine hikmeti verir." (Bakara, 269) buyurmaktadır ki bu, bilgidir. Dilediğine derken nekire bir edat olan kelimesini kullanmıştır.

Ne var ki resmî bilginler, dünyayı âhirete, insanların tarafını hakkın tarafına tercih etmiş olduklarından ve bilgiyi kitâblardan veya kendi cinslerinden olan kimselerin ağzından öğrenmeye alışkın bulunduklarından, kendi kanâatlanna göre bil­dikleri konuda kendilerinin Allah ehli olduklarını (zann) etmişlerdir. Ve böylece avamdan kendilerini farklı görmüşlerdir. Bu görüşlerinde kendilerinin (doğruyu gör­mesini) engelleyen şey; Allah Teâlâ'nm kitâblan yoluyla ve Resullerinin diliyle in­dirmiş olduğu sırlarını öğretmek üzere bazı kullarını seçmiş olduğu gerçeğini bilmemeleridir. Halbuki inanan ve inanmayan her kesin bilgisinin mükemmelliği ko­nusunda şüphelenmediği gerçek öğretmenin Öğrettiği gerçek bilgi odur. Allah Teâlâ cüz'îleri bilmez, diyenler Allah Teâlâ'dan bu bilgiyi nefyetmeyi kasdetmemişlerdir. Sadece, Allah Teâlâ'nm hiçbir konuda bilgisinin yenilenmeyeceğini cüz'îlerin bilgi­sinin Allah Teâlâ'nm bilgisinin altında toplanmış olduğunu söylemişler ve böylece -kendileri inanmadıkları halde- Allah Teâlâ'nm bilgi sahibi olduğunu kabul etmiş­lerdir. Herne kadar ifâdelerinde yamlmışlarsa da maksadları, Allah Teâlâ'yı bu ko­nuda tenzîh -etmektir. Şu halde Allah Teâlâ Iütfunun eseri olarak kullarından bir kısmına ilham ve anlayış vererek, bizzat öğretmeyi kendi üstüne almıştır: "Nefse ve onu düzenleyene andolsun ki, ona kötülüğü ve takvayı ilham etmiştir." (Şems, 7,8) Böylece kötülükten sakınmak ve takva işlemesini sağlamak üzere Allah tara­fından ona takva ile kötülük ilham yoluyla açıklanmıştır.

Nasıl kitabın indirilişi esasta Allah tarafından ise, bazı mü'minlerİn kalbine an­layışın indirilmesi de O'nun tarafındandır. Peygamberler -selâm olsun onlara- Al­lah'ın kendilerine söylemediği şeyi Allah'a söyletmemişlerdir. Bu sözleri ne kendilerinden çıkarmışlar ve ne de öğrenim yoluyla eide etmişlerdir. Aksine bunu Allah katından getirmişlerdir. Tıpkı Allah Teâlâ'nm: "Hakîm ve Hamîd'İn indir­mesidir." (Fussilet, 42) buyurduğu gibi. Ve yine aynı âyette "Onun ne önünden, ne de arkasından bâtıl sirayet edemez." buyurmuştur. Peygamberlerin sözlerinin as­lının Allah katından olduğuna, insan düşünce anlayışının mahsûlü bulunmadığına göre -ki resmî bilginler bunu iyi bilirler- Allah için çalışan Allah ehlinin de Allah tarafından indirilen şeyin izah edilmesi için resmi bilginlerden daha yetkili olmaları gerekir. Böylece aslında olduğu gibi bu açıklamanın da Allah tarafından ilim ehli­nin kalbine indirilmesi icâbeder. Nitekim Ebu Tâlib oğlu Ali (r.a) bu konuda şöyle demiştir: Bu ancak bir anlayıştır ki Allah Teâlâ bunu bu Kur'ân'la ilgili olarak kul­larından dilediğine verir. Böylece bu anlayışın Allah'ın bir vergisi olduğunu kabul etmiş ve bu vergi Allah tarafından verilen bir anlayış olarak belirtilmiştir. Dolayı­sıyla Allah ehli bu anlayış lutfuna başkalarından daha çok lâyıktırlar.

Allah ehli, dünya hayatında Allah Teâlâ'nm zahir ehli olan resmî bilginlere dev­letler verdiğini ve onların fetvalarıyla halka hükmetmelerini sağladığını ve yine âhi-retten haberdar olmayan bu dünya hayatının dış görünüşünü bilenleri, onlarla birleştirdiğini gördüklerinden -onlar Allah ehline karşı çıkarlarken yaptıkları şeyin iyi olduğunu zannederler ya- Allah ehli onları kendi durumlarıyla başbaşa bırak­mışlardır. Çünkü onlar, nereden konuştuklarını çok iyi bilirler. Ve yine bu konuş­tukları hakikatlere işaretler adını vererek kendilerini onlardan muhafazaya çalışırlar. Zîrâ resmî bilginler, işaretleri inkâr etmezler. Ama yarın kıyamet kopunca her şey tamamen ortaya çıkar. Şaîrin dediği gibi:

Toz yok olduğunda göreceksin.

Altındaki at mıdır, yoksa eşek mi?

Ve yine kıyamet günü kimin ehliyete daha lâyık olduğu anlaşılacaktır. Nitekim bazıları şöyle demişlerdir:

Yanaklarda gözyaşı ardarda geldiğinde çıkacaktır açığa, Kimin ağladığı, kimin ağlama gösterisinde bulunduğu,

Nerede resmî bilginler Hz. Ali'nin sözü karşısında? Hz. Ali kendinden bahse­derken Kur'ân-ı Kerîm'in Fatiha sûresi hakkında konuşmuş olsa, yetmiş deve yü­künün taşıyabileceği kadar yazacağını söylemiştir. Ve sonra bunun Allah Teâla'mn kendisine vermiş olduğu Kur'ân anlayışı olduğunu belirtmiştir, öyleyse fakîh ismi, resmî bilginlerden çok bu taifeye yaraşır. Çünkü Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dinde fakîh olsunlar ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarsmlar diye. Belki sakınırlar." (Tevbe, 122) Böylece Allah Teâlâ onları dinde fakîh olmak ve uyarmak konusunda Peygamber makamına oturtmuştur. Onlar; resmî bilginlerin taHakküm ettikleri gibi ve zannıri esiri olarak değil, Allah Resulü­nün basiret üzere dû.\et ettiği gibi, onlar da Allah'a basîret üzere davet etmektedir­ler. Rabbından bir belgeye dayanarak, AHah yoluna davetinde basîret üzere söz söyleyerek fetva veren kişi ile kendi zannına göre Allah'ın dininde fetva veren kişi arasında ne büyük fark vardır.

Ayrıca resmî bilginler; kendi nefislerini zorlayarak; Rabbim bana anlayış ver­di, diyenleri câhil saymakta ve kendilerini daha üstün göstermektedirler. AHah ehli olanlar derler ki: Allah'ın bana ilkâ ettiği sırra göre onun bu âyetten maksadı şöyle­dir; ya da derler ki: Falanca makamda Resûlullah'ı gördüm ve O, kendisinden riva­yet edilen $u haberin sıhhatini ve kendi katındaki hükmünü bana öğretti. Ebu Yezîd el-Bistamî (r.a) bu makamda resmi bilginlere seslenerek şöyle demiştir: Siz bilginizi ölü birinden ölü olarak aldınız. Biz de bilgimizi ölmez diriden, diri olarak aldık. Bizim gibiler; kalbim Rabbımdan bana şöyle haber verdi, der. Siz ise; falanca bana şöyle haber verdi, dersiniz. O nerededir? denildiğinde, öldü, derler. Şeyh Ebu Med-yen -Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun- e; falanca falancadan, falancanın şöyle dediğini söyledi, denildiğinde o; biz bayat et yemek istemeyiz, haydin bana taze et getirin, demiştir. Böylece o, kendi arkadaşlarının himmetlerini yüceltiyordu ve böy­lece onlar taze et yedirİyorlardı. Çünkü bu eti lütfeden Ölmemiştir. O, size şâh da­marınızdan daha yakındır.

İlâhî feyiz ve muştuların kapısı kapanmamıştır. Bu, nübüvvetin bir parçasıdır. Yolu açık, kapısı ardına kadar aralanmıştır. Bu konuda yapılan işler meşrudur. Al­lah Teâlâ; kendisine koşarak gelenleri karşılamak üzere daha hızlı koşar. Kim üç kişi olarak aralarında fısıldaşırsa, dördüncüsü mutlaka o'dur. Nerede bulunurlarsa orada O da kendileriyle beraberdir. Kim seninle bu derece yakın ise -onun öyle ol­duğunu bildiğini ve buna inandığını iddiâ-etmene rağmen- neden ondan almayı, onun­la konuşmayı bırakıyor da ondan başkasından alıyorsun? Halbuki böylece daha şimdi Rabbınla konuşmuş olursun. (Muhyiddîn İbn'ül-Arabî, el-Futuhât'ül-Mekkiye, I, 279-280).

Şimdi işârî tefsirlerin en önemlilerini görmeye çalışalım:[41]

 

1- Sehl et-Tüsterî (öl. 200 veya 201/815 veya 816). Tefsîr'ül-Kur'ân'il-Azîm

 

Ebu Muhammed Sehl İbn Abdullah İbn Yunus İbn îsâ Ibn Abdullah et-Tusterî, ünlü mutasavvıf Zünnûn el-Mısrî'nin öğrencisi olup 200 (815) yılında Tüster'de doğ­muş, uzun müddet Basra'da İkâmet etmiş ve burada vefat etmiştir. Sehl-et Tüsterî günümüze kadar ulaşmış olan tefsirinde Kur'ân-ı Kerîm'i âyet âyet tefsîr etmemiş­tir. Ancak her sûreden muhtelif âyetleri tefsîre çalışmıştır, öyle görülüyor ki, muh­telif âyetlerle ilgili ifâdelerini bilâhere kitabın başında adı geçen Ebu Bekir Muhammed İbn Ahmed el-Beledî derlemiş ve bu derlemeleri ona nisbet etmiştir. Sehl et-Tusterî tefsirinin başında Kur'ân-ı Kerîm'in biri zahirî, değeri de bâtınî olmak üzere iki anlamı olduğunu belirterek şöyle diyor: Kur*ân'da bulunan her âyetin mu­hakkak dört anlamı vardır: Zahir bâtın, hadd ve matla. Zahir tilâvettir, bâtın anla­yıştır. Had bunu helâl ve haramıdır. Matla ise kalbin o âyette kasdedilen mânâ ile aydınlanmasıdır. Bu ise Aziz ve Celîl olan Allah katından verilen bir anlayıştır. Zahirî bilgi umûmun bilgısİdir. Âyetin bâtınını anlamak ve onunla kasdedilen mânâyı kav­ramak husûsi bilgidir. Nitekim Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle buyurmaktadır: "Şu kavme ne oluyor ki sözü anlayamıyorlar?", Yani hitabı anlayamıyorsunuz. (Sehl et-Tusterî, 3)

Zaman zaman âyetin zahirî mânâsını zikrettikten sonra işâri mânâsına da yer veren sent, bazen de yalnız zahirî mânâsını vermekle yetinip bâtınî mânâsına temas etmemektedir. Bunun aksi devâriddir. Tefsirinde nefis terbiyesine kalblerin arı­tılmasına, ahlâk ve faziletlere teşvîk eden Tusterî'nin bu konuda örnek olmak üzere sâlih kişilerden birçok hikâyeler aktarmaktadır. Genellikle ahlâkî nitelikle olan bu hikâyelerin Kur'ân'ın ana ilkeleriyle çelişir yanı yoktur. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, Tezkiret, 151-Huffâz, II, 685; el-Iber, II, 10; İbn'ül-Esîr, el-Lübâb, I, 176; İbn Tağrıberdî, en-Nücûmüz Zahire III, 98; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 210; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 380-383; Meni' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 29-37)[42]

 

2- Sülemî (öl. 412/1021) Hakâİk'üt-Tefsîr

 

Ebu Abdurrahmân Muhammedtbn Hüseyn ibn Mûsâ ei-Ezdî, yaklaşık 330 (941) yılında dünyaya gelmiş Horasanlı ünlü Sû fi ve bilgin. Babasından tasavvuf! bilgileri aldığı gibi birde zengin kütübhâne tevâric etmişti. Ebu'l-Abbas el-Hasan, ibn Fâris el-Belhî, Hafız Hüseyn ibn Muhammed en-Nîsâburî gibi devrin bilginlerinden ha­dis öğrenmiş, Nisâbûr, Mcrv, Irak ve Hicaz'da kırk yıldan fazla bir süre hadîs oku­yup yazmış bir bilgindir. Hâkim Ebu Abdullah, Ebu Sâlih el-Müezzin ve Ebu'l-Kâsım eî-Şeyri gibi bazı bilginler ondan hadîs ve rivayet etmişlerdir. Abdülğafîr el-Fâris es-Siyâk isimli eserinde, Sülemî için şöyle der: Vaktindeki tarikat şeyhi, hakikat ilim­lerin hepsinde ve tasavvuf yolunun bilgisinde başarılı, şöhretli ve hârika eserlerin sahibidir. Tasavvufu dedesinden ve babasından almış, kimsenin tanzim edemeyece­ği kadar kitâb cem'etmiştir. (Nakleden Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 138) An­cak onun, rivayetlerinde pek güvenilir olmadığı, özellikle Tasavvufî ağırlıklı hadîsler rivayet ettiği belirtilerek eleştirilmiştir. Sülemî anne tarafından, dedesinden büyük bir servet sahibi olmuş ve ömrünün sonlarına doğru Nisâbûr civarında sufîler için 1 küçük bir hankâh (tekke) yaptırmıştır ve burada tasavvufİ irşada devam etmiştir. 412 (1021) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir.

Zehebî'nin "Keşke tasnîf etmeseydi, tahriflerle doludur" dediği Sülemî'nin Hakâik'üt-Tefsîr isimli eseri, tamamen işârî tefsîr türünün örneklerindendir. Bütün âyetleri ele almak yerine, bazı âyetleri ele almakta ve zahirî tefsîrden çok işârî tefsî­re tevessül etmektedir. Zahir ehlinin yaptığı gibi kendisinin hakikat ehlinin tefsiri­ni   müstakil bir kitâb halinde toplamak istediğini belirten müellif Ca'fer İbn Sadık îbn Atâullah el-lskenderî, Cüneyd el-Bağdâd'.Fudayl İbn lyâd, Sehl tbn Abdullah et-Tusterî gibi tasavvuf bilginlerinden nakiller yapmaktadır, önsözünde şöyle de­mektedir: Zahir ilimleriyle şöhret bulmuş olanların Kur'ân'in kırâet, tefsir, m üş kil lafızlar, ahkâm, i'râb, lügat, mücmel, mufassal nâsih ve mensûh gibi konularıyla ilgili pek çok eserler yazdıklarını gördüm. Bunlardan hiçbirisi Kur'ân'ın hitabını ha-kîkat ehlinin lisânı üzere cem'etmekle meşgul olmamıştı. Ancak Ebu'I-Abbâs İbn Atâ'ya nisbet edilen bazı müteferrik âyetlerle Ca'fer İbn Muhammed Ali'ye nisbet edilen düzensiz bazı âyetlerin zikredildiği eserler müstesna. Ben, bunlardan çok be­ğendiğim bazı şeyler dinlemiştim. İstedim ki onu sözlerime ekleyeyim ve hakîkat eh­linin şeyhlerinin sözlerini de buna ilâve edeyim, vüs'atim ve takatim ölçüşünce bunlan sûrelere göre terkîb edeyim. Bütün bu hususta Allah Teâlâ'dan hayır temennisinde bulundum (istihare yaptım). Bu ve diğer her işimde ondan yardım diledim. O, bana yeter. O, güzel yardımcıdır. (Sülemî Hakâik'üt-Tefsîr'den nakleden Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 385-386) Daha önce de belirttiğimiz gibi, Suyûtî gibi, bilginler de Sülemî'nin bu eserini eleştirmişlerdir. Hattâ İbn Teymiyye'ye göre Sülemî'nin tefsirinde, Ca*fer-i Sâdık'tan nakledilenlerin hepsi ona isnâd edilmiş yalanlardan ibarettir. (İbn Teymiyye, Minhâc'Üs-Sünne, VI, 155).

(Daha geniş bilgi için bkz. ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII, 12; Hatîb el-Bağdâdî Tarihü Bağdâd, II, 248; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, III, 1046; el-lber, III, 109; Mîzân'ül-l'tidâl, III, 523; İbn'ül-İmâd, Şezerâfüz-Zeheb.JII, 196; Sübkî Tabakât, VI, 143; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 31; Ibn'ül-Esîr, el-Kâmil, IX, 326; el-LÜbâb, I, 554; İbn Hacer, Lisân'ül-Mîzân V, 140; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 26; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 6; İbn Tağrıberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, VI, 256; Safcdî, el-Vâfî, II, 380; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 137-138; Zehebî, et-Tcfsîr ve'1-Müfcssirûn, II, 384-389; Menî Abdülhalîm Mahmud, Menâhic'ül-Müfessirîn, 73-77).[43]

 

3- Rûzbehan Baklî (öl. 606/1209) Arâis'ül-Beyân fî Hakâik'ül-Kur'ân

 

Ebu Muhammed Rûzbehan İbn Ebû Nasr el-Baklî eş-Şîrâzî nisbesİnden de an­laşılacağı gibi, Şîraz yakınlarındaki Paşa'da 522 (1128) yılında doğmuş, burada ha­yatını devam ettirerek 606 (1209) de aynı şehirde vefat etmiştir. Şîrâz'da kurulmuş bulunan tasavvufî ekolün ünlü sîmâlârmdan olan Rûzbehan Baklî'nin; bir ciltlik Arâis'ül-Beyân fî Hakâik'il-Kur'ân isimli tefsiri başta olmak üzere el-Envâr fî Keşfil-Esrâr ve Şerhu Şatahiyât isimli eserleri bulunmaktadır. Rûzbehan'ın ebedî ve fikri çalışmaları kendinden sonra gelen düşünürler de büyük tesirler icra etmiştir. Arâis'ül-Beyân, işâri tefsîr mahsûllerinin en güzel örneklerindendir, önsözünde şöyle demek­tedir: "O'nun ezeli kelâmının, zahir ve bâtında sonsuz olduğunu mânâsının nihaye­tinde, kemâlinin dibine kimsenin ulaşamadığını gördüm. Çünkü onun harflerinden her biri harfi sır deryalarından bir derya, nûr ırmaklarından bir ırmaktır. Çünkü o, kadîmin vasfı, zâtının sonu olmayan ve sıfatlarının netîccsi bulunmayan kemâlin niteliğidir... Durumun böyle olduğunu görünce; bu ezelî deryanın ezelî hikmetlerin­den ve işaretlerinden: filozofların akıllarının bilginlerin anlayışlarının eksik kaldığı ebedî gerçeklerinden bir avuç avuçlamak istedim. Evliyayı rehber edindim, halîfele­ri örnek aldım, asfiyânın izinden gittim ve Kur'ân'ın hakîkatlan, beyânın incelikle­ri Rahmân'ın derin ifâdeler, değerli ibarelerle gösterdiği işaretleri konusunda bir eser tasnif ettim. Şeyhlerin bazen tefsîr etmedikleri bir âyetin tefsirini zikrettim ve kendi görüşümden sonra ibareleri daha ince, işaretleri daha zarîf olan şeyhlerimin söz­lerini, onlann bereketlerini umarak- ardından getirdim. Bu sözlerden birçoğunu da almadım ki kitabım güç bakımından daha hafîf, tafsilat bakımından daha güzet ol­sun. Bu konuda Allah'tan hayırlar dilerdim, yardım istedim ki çalışmam O'nun mu­radına uygun, Resulünün ve ashabının sünnetine muvafık, Ümmetinin evliyasının adımına paydaş olsun. (Arâis*ül-Beyan, I, 2,3)

Kur'ân'ın ibare, işaret, latâif ve hakîkatlardan müteşekkil bulunduğunu, ibare­nin avama, işaretin havasa, latifenin evliyaya hakikatlerin de enbiyâya âit olduğu­nu belirtenRûzbehân Baklî'nin bu eseri kendindren sonra gelen tasavvuf erbabınca pek beğenilmiş ve örnek alınmıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. Şârâzî, Şedd'ül-lzâr, 245-247; Brockelmann, G.A.L., I, 414; Suppl I, 734-735; Ömer Rızâ Kehhâle, Mü'cem'ül-Müellifîn, 4, 175-176).[44]

 

4-  Necmeddîn Dâye (öl. 654/1256) Alâüddevle Simnânî (öl. 659/1260) Te'vîlât'ün-Necmiyye

 

Işârî tefsirlerin en güzel örneklerinden birisi de, Necmeddîn Dâye'nin te'lîfine başlamış olduğu Te'vîlat'ün-Necmiyyedir. Eser, onun vefatı üzerine aynı tarikatın mensubu olan Alâüddevle Simnânî tarafından tamamlanmıştır. Bu tefsirin müel­liflerinden Necmeddîn Ebubekr İbn Abdullah İbn Muhammed İbn Şahadâr el-Esedî er-Râzî, Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn Kübrâ'nın (öl. 618/1221) mü-ridlerinden olup önce Harizm'de yaşamış, bilâhare Tatar istilası üzerine Cengiz or­dularından kaçarak Rumeli'ye geçmiş, Konya'ya gelmiş, burada Sadreddîn Konevî Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ile tanışmış ve yakın ilişkiler kurmuştur. 654 (1256) yılın­da vefat eden Necmeddin Dâye Zâriyât sûresine kadar olan âyetlerin tefsirini yap­mış, bunun vefatı üzerine yine Kübreviyye tarikatından bir bilgin olan Alaâüddevle Âhmed İbn Muhammed İbn Ahmed İbn Muhammed es-Simnânî tefsiri aynı tarz Üzere devam edip tamamlamıştır. 659 yılında (1260) doğmuş bulunan Alâüddevle Simnânî, hadîs ve fıkıh öğrenimi gördükten sonra Sadreddîn İbn Hamaveyh, Sirâ-ceddîn el-Kazvînî gibi zevattan dersler almış, Tebriz ve Bağdâd'ta yaşamış, 736 (1336) yılının Recep ayında vefat etmiştir. Te'vîlât'ı Necmiyye'nin devamı olan Zâriyât su­resinden sonraki bölümünü Alâüddevle tamamlamıştır. Necmeddîn Dâye adıgeçen tefsîrde, zaman zaman âyetlerin zahirî mânâlarına da yer verirken, Simnânî zahirî mânâlara hiç temas etmemiştir. Necmeddîn Dâye'nin işâri tefsîri kolay anlaşılır ol­duğu halde, Alâeddin Simnânî'nin tefsîri oldukça muğlaktır. Çünkü Necmeddîn Dâye tasavvufî ve felsefî sistematiğe fazla itibâr etmezken, Alâeddin Simnânî bu kuralla­ra fazlasıyla riâyet etmektedir. Yazmış olduğu kısmın önsözünde, her âyetin yedi karna ayrıldığını, her karnın diğerinden farklı olduğunu, bir karına göre yürütülen mânânın diğer karına göre yürütülen mânâya uymayacağını belirtmektedir. Bu yedi karından birinin kalıp sahibi tabakaya, İkincinin nefsî latifeye, üçüncünün kalbî la-tîfeye, dördüncüsünün sırrî latîfeye, beşincisinin ruhî latifeye, altıncısının gizli lati­feye, yedincisinin de Hakka âit latîfeye dâir birer karın olduğunu belirtmektedir. Ve bu yedi karına göre her âyeti yedi şekilde tefsîr etmektedir ki her bir tefsir diğerine aykırıdır. Bununla da yetinmeyen Alâüddevle Simnânî, her âyetin yetmişten yediyüz karına kadar genişleyeceğini zikretmektedir.[45]

 

5- Muhyiddin İbn'ül-Arabî (Öl. 638/1240) veya Abdiirrezzâk el-Kâşânî (öl. 730/1329) Te'vîlâl'ül-Kur'ân

 

sâri, tefsirlerin en ünlülerinden olan Te'vîlât'ül-Kur'âh, uzun zaman Muhyid-dîn İbnü'l-Arabrye isnâd edildi. Ancak, eserin Kâşânî'ye âit olduğu bugün genel kabul görmektedir. İster İbn'ül-Arabî ister Kâşânî tarafından yazılmış olsun,eser; fikir ve muhteva bakımından aynı ekolün görüşlerini yansıtmaktadır.

Eserin yazarı Abdürrezzâk Kemâleddîn Ebu'l-öanâim el-Kâşânî, Nûreddîn Ab-düssamed İbn Ali el-Isfahânî'nin öğrencilerinden olup Semerkant civarında yaşa­mış bir mutasavvıftır. İran İlhanlılarından Ebu Saîd'in döneminde (716-736/1316-1335) Kâşân'da yaşamakta olan Abdürrezzâk'in Istılâhât'üs-Sûfiyye, Risale fi*l-Kadâ ve*l-Kader, İbn'ül-Fârız'in Tâiyye kasidesine şerh ve Muhyiddîn Ibnü'l-Arabi'nin Mevâki'ün-Nücûm isimli eserine yazmış olduğu şerh bulunmakta­dır. Ancak onun en Önemli eseri Te'vîlât-üI-Kur'ân isimli tefsiridir. Uzun süre Muh­yiddîn Îbn'ül-Arabî'ye isnâd edilerek elden ele dolaşan bu tefsir, sırf rağbet görmesi için ona isnâd edilmiş olmalıdır. Eserde müellif işârî yorumlara ağırlık vermiş ve hiç bir şekilde zahirî anlamlara temas etmemiştir. Hemen hemen bütün âyetleri vahdet-i vücûd görüşü doğrultusunda yorumlamaya çalışmaktadır. Müellif eserin önsözünde şöyle demektedir: "Uzun süre Kur'ân okuma alışkanlığım boyunca îmân kuvvetiyle onun anlamlarım düşündüm. Ancak kalbi kararsız, yüreği sıkıntılı ola­rak okumaya devam ediyordum. Kalbimde bir inşirah duymuyor ve Rabbım bu st-kıntımı defetmiyordu. En sonunda Kur'ân'Ia ünsiyyet sağladım ve ona ülfet ettim. Kâsesinin tadını tadıp içtim. Ve bir de baktım ki; dipdiri, canlı, zihni açık,'kalbi geniş, sırrı dolu, hali ve vakti güzel ve göğsü şiddetle çarpan bir kişi oldum. Bu fü-tûhât ile ruhum sevinç doldu. Sanki her ân, onu içip bayılmaktaydım. Her âyetin altında dilin tavsîf etmekten âciz kaldığı mânâlar önüme açıldı. Bu mânâları kayde­dip saymaya güç yetirmek, neşredip yayma kudretini bulmak şöyle dursun, onları dil anlatmaktan bile âcizdi. Ümîdlerin ötesinden beni sevindiren haberi getiren ha­bercinin; doğru sözlü ümmî peygamberin sözünü hatırladım. Konuşan ve susan her­kesten en değerli salavât ona olsun. "Kur'ân'da nazil olan her âyetin mutlaka bir zahiri ve bir bâtını vardır. Her harfin bir sının ve her sınırın bir girişi vardır." ve bu hadîsten anladım ki; zahir tefsirdir, bâtın te'vîldir, sınır, sözün anlamından an­laşılan ifâdelerin son durağıdır, giriş ise bunun ötesine tırmanıştır. Böylece yüce me-lekûtun şuhûduna muttali' olunur. Daha önce muhakkik imâm Ca'fer tbn Muhammed Sâdık (a.s)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Allah, kelâmının arkasında tecellî etmiştir, ancak insanlar göremezler. Ve yine onun -selâm olsun ona- namaz­da iken bayıldığı, bunun sebebi sorulduğunda: Ben âyetleri tekrarlayıp duruyordum, nihayet onu konuşanın kim olduğunu işittim, dediği nakledilir (Kâşânî, Te'vilât, 1, 3-5)

Biz, bu tefsirden daha önce bir çok alıntılar yaptığımız için burada ayrıca de­tay vermek istemiyoruz. Ancak bu tefsîr Muhyiddîn Ibn'ül-Arabî'nin Füsûs'ül-Hikem. ve Fütûhât'ül -Mekkiye ve diğer eserlerinde âyetleri yorumlarken ta'kîb et­tiği üslûbu ve tarzı ta'kîb etmektedir.[46]

 

6- Sadreddîn Konevî (öl. 673/1274) t'câz'ül-Beyân fî Te'vîl'i Ümm'il-Kur'ân.

 

Sadrüddîn Ebu'l-Meâlî Muhammed İbn İshâk İbn Muhammed İbn Yûsuf İbn Ali el-Konevî. Malatya'da doğmuş olan Sadreddîn Konevî'nin babası, Anadolu Selçuklulan nezdinde itibarlı bir kişi imiş. Onun vefatı üzerine Konevî'nin annesİ-kaynaklara göre- Muhyiddîn İbn'ül-Arabî ile evlenmiştir. Böylece Muhyiddîn İbn'ül-Arabîile yakınlık tesîs etmiş bulunan Sadreddîn Konevî, onun görüşlerine kapılmış ve özellikle vahdet-i vücûd fikrini terennüm eden Mevlânâ Celaleddîn Rûmî ile ya­kın dostluk tesîs etmiştir. Hatta Mevlânâ'nın namazını Konevî'nin kıldırmasını söy­lediği nakledilmektedir. Kudbeddîn Şîrâzî'ye hocalık etmiş bulunan Sadreddîn Konevî, Îbnü'l-Arabî ile birlikte onun vefatına değin Şam'da bulunmuş ve devrin ünlü safîlerinden Evhadüddîn Kirmânî ile yakın dostluk tesîs etmiştir. Moğol istilâ­sının Anadolu'yu sarstığı dönemde yaşamakta olan Mevlânâ Celaleddîn Rûmî ve Sadreddîn Konevî, Anadolu'da müslüman Türk birliğinin korunup devam ettiril­mesi için büyük gayretler sarfetmişlerdir. Konya'da kendi adını taşıyan bir mescid-de gömülü bulunan Sadreddîn Konevî'nin Miftâh'ü Cem'il-Cayb, en-Nefahât'üI-llâhiyye, Tebsırat'ül-Mübtedî ve Tezkiret'ül-Müntehî, Risale fi Hakk'il-Mehdî gibi eserlerinin yanısıra, kırk hadîs şerhi, Esmâ-i Hüsnâ şerhi ve Mü-kâtebât isimli eserleri bulunmaktadır.

Işârî tefsîrin güzel örneklerinden sayılan t'câz'üI-Beyân fi Te'vîPil-Kur'ân'ın Önsözünde Sadreddîn Konevî şöyle diyor: "Sonra Hak Sübhânehu ve Teâlâ büyük âlemi; ilk olarak, suret bakımından hakkın isimlerinin suretini taşıyan bir kitâb, yüce kaleme tevdî edilmiş olan ilminin nisbetlerinin sureti kıldı. Suret bakımından, kü­çük âlem olan kâmil İnsanı da isim hazretiyle müsemmâ hazretini cem'eden orta bir kitâb kıldı. Azîz Kur'ân'ı ise kendi sureti üzere yaratılmış bulunan yaratığın ya­ratılışını açıklayan bir şerh kıldı ki sîretinin gizliliklerini suret ve mertebesinin sırla­rını onunla açıklığa kavuştursun. Şu halde azîz Kur'ân insanla zahir olan kemâl sıfatının şerh edicisidir. Fatiha sûresi ise eksiksiz ve noksansız Kur'ân nüshasının ilk nüshasıdır. Nasıl son gelen nüsha ilk nüshanın özeti ise, Fatiha sûresi de aynı şekilde yüce nüshaların sonuncusudur.

Aslî ve ilk hazret sayısınca küllî ilâhî kitâb beş noktadadır. Birincisi zuhur eden herşeyi kuşatan nûrî, ilmî, gaybe âit hazrettir ki onun mücerred mânâlara, ilmî isim­lere nisbeti vardır. Bunun karşısında zuhur ve şehâdet hazreti yer alır ki onun bü­yük kitâb adı verilen kâinatın varlığında ve diğer suretlerin şahsiyet kazanmasında zuhuru vardır. Cem, vücûd, ifhâm ve i'lân hazreti ki bunun ortası da bulunmakta­dır ve bunun sahibi insandır. Bu orta hazretin sağında onunla önde gelen gaybm arasında bir hazret vardır ki, bunun ona nisbeti daha kuvvetli ve daha tamâmdır. Bunun kitabı ise ruhlar alemidir, Levh-i mahfûz'dur, korunan ve düşünülendir. Bu­nun solunda bir hazret vardır ki, onun nisbeti zahir isme göredir ve şehâdet merte­besine daha yakındır. Bu, peygamberlere indirilen sahîfeler ve kitâblar seviyesindedir. Zikredilen dört kitâb gizlenen insanlık mertebesinin hüküm denizlerinin ırmakları­dır. Geriye kalan varlık mertebeleri ise bu ana yüceliklerin arasında daha mufassal olarak taayyün eder. Aslî nisbetlerin hükümleri ve buna bağlı olarak mülkiyyet ce-berûtiyet ve melekûtiyet âlemlerinde tasarruf eden isimler onun üzerine tevekkül eder. Varlıkların şahısları ise isim ve sıfatların inceliklerinin tezahürlerinden ibarettir. (Sad-reddin Konevî l'câz'ül-Beyân fî Te'vîP; Ümm'il-Kur'ân, 98-99) Bundan sonra eser­de, bütün sistemin üzerine bina edildiği küllî kaidelerin yer aldığı genişçe bir giriş bölümü gelmektedir. İlâhî bilgilerin ve ana gerçeklerle ilgili mes'elelerin üzerine da­yandığı temel kavramları açıklayan Sadreddîn Konevî, nazarî istidlal metodunun yeterli olmadığını, hakîkat ehlinin buna karşılık olarak kullandıkları istidlal yollannın mâhiyetini açıklamakta ve bunların güvenilir delîller olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Soyut gerçeklerin bilinmesinin güçlüğünden hareketle Allah Teâlâ'-nın hakikatim bilmenin imkânsızlığını, ancak bunun zevk yoluyla varılabilecek bir nevi işrâk sayesinde yaşanabileceğini ifâde etmektedir. Kulun bilgisinin mecazî, Al­lah'ın bilgisi nfn* hakîkî olduğunu belirten Sadreddîn Konevî, kullandığı Mutlak Gayb, ilk Berzah, gibi bazı kavramları izah ettikten sonra, bilgi problemini ele almakta ve tasavvufî bilginin nitelikleri hakkında ma'lûmât vermektedir. Sonra klasik mantık şemasına uygun olarak harf, kelime, nokta ve i'râb gibi hususların metafizik izahı­nı yapan Konevî, Hak ile Hakkın dışındakiler arasındaki mertebe farklılıklarını açık­lamaya çalışmaktadır. Ve yine klasik İslâm felsefesinin temel problemlerinden olan teklik-çokluk, varlık ve yokluk gibi konuları bahis mevzuu ettikten sonra, tasavvufî zevk mertebelerini anlatmakta sonra da Fatiha sûresini tefsîr etmeye çalışmaktadır. Ancak tefsirleri yine İbn'ül-Arabî ekolünün vahdet-i vücûd görüşü doğrultusunda olmaktadır.

"Allah dilerse, isterim ki; söze tefsîrcilerin dediklerini düşünen veya düşünme­yen nakilcilerin aktardıklarım karıştırmayayım. Ancak lisânın gerektirdiği lafız ve mânâ arasındaki irtibat bakımından kalıplar, şartlar ve anlamlar olarak lâzım olan şeylerin dışında bir şey eklemeyeyim. Yalnızca kazanılmış olan ve olmayan sıfatla­rın izlerinden zât-ı ilahînin lütuflanyla yetineyim." diyen Sadreddîn Konevî bu tef-sîrdeki metodunu şöylece özetlemektedir: Ben, öncelikle küllî kaideleri ihtiva eden bir giriş yazmak istiyorum. Burada ilmin sırrını, mertebelerini ve bahis konusu edi­len gereklerini anlatacağım. İsimlerin ilk aslî mertebelerinin ve hüküm bakımından buna bağlı olan mertebelerinin sırrını zikredeceğim. Mutlak ve izafî iki gaybın sırrı­nı, şehâdetin ve gaybtan ayrılışın sırrını açıklayacağım ve bunlardan her bîrinin di­ğeriyle olan yerini belirleyeceğim. Hak İle Hakkın dışında olanlar arasındaki sabit ayırıcı mertebelerin ilmini ve yine hak ve kevn mertebeleri arasında vâki olan ortak makamın ilmini, ahkâmını ve esrarını açıklayacağım. Rahmânî nefsin sırrını ve mer­tebelerini arzedeceğim. Onun varlıktaki a'yâna nisbetle büyük kitâb olan âlemdeki hükmünü belirteceğim ki, bu kitâb; Rabbânî harfler ve kelimelerle en büyük kita­bın anasıdır. İnsaniyet makamına göre harf ve kelime durumunda bulunduğu için küllî kâinat gerçeklerini, Rabbânî kelimeleri ve harfleri açıklayacağım. Varoluş ve sevgi sıfatının yayılış sırrını, taleb başkalık ve ahadiyyet makamından zahir olan tak-sîm sırrını, talep ve hareket bilgisini, zuhura ve izhâra neden olan durumun bilgisini, kemâl ve noksanlık bilgisini, kelam, harf ve mahreç bilgisini, nokta ve i'râb bilgisini ve bunların küllî mertebelerini, inşâ ve te'sîr bilgisini, cem've terkîb sırrını, fiilî ve infiâlî keyfiyyetin esrarını açıklayacağım, insan tasavvurlarını ve bunların basamak­larını, ifâde ve istifâde bilgisini, anlatma ve birleşme vâsıtalarının bilgisini, uzaklık ve yakınlık sırrını idrâke engel olan perdelerin esrarını, bilgiye götüren yolların sır­rını, kısımlarını, alâmetlerini ve sebeblerini belirteceğim. Vâsıtaların sırrını, yerleş­tirilip kaldırılmasını, küllî mertebelerin birbiriyle ilgili hükümlerinin cereyânındaki sırrı, kuşatma ve ilişmedeki farklılık mertebelerine göre bunun altında kalan sırrı, küllî, sabık ve matbu' olan şeylere tafsili olarak ilişip bağlanan şeylerin sırrını, mü­nâsebetlerin sırrını, değişme şekil alma ve kaynaşmanın sırrını, isimlerin ve küllî ba­kışların ilmini, benzerlik, karışıklık ve uygunluğun sırrını, bağlı olanın bağlanana, bağlı olmasındaki sırrı ve bunun aksini belirteceğim... Bu saklı gerçeğe bakan onun esrar ve mânâsının açıklanmasını arzu eden kimsenin; harf harf, kelime kelime bunu düşünmesi, başlarla sonlar arasındaki faydayı elde etmek için ortaları buna iliş­tirerek yayılmış olan nükteleri cem'ederek düşünmesi gerekir. İşte bu ma'nevî doğuş düzene konduktan, zihnin mertebesinde sözün rûhânî sureti şahsiyyet kazandıktan sonra, insaf ve görme gözüyle, el ve göz sahihlerinin nazarıyla bakabilir. Ve o za­man bu kısa özette ilimlerin ve sırların garibliklerinden saklı bulunanları öğrenir. İşaretlerin ve anlayışların inceliklerini bilir. Ne gibi fayda ve hayır görürse bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Ne gibi eksiklik ve nakısa görürse doğru bir hamledile­cek nokta veya uygun bir te'vîl yolu bulmazsa imkân noktasına yerleştir i versin. Ve Allah Teâlâ'mn: "Her bilenin Üstünde bir bilen vardır." kavlini aklına getirsin. Çün­kü Allah'ın bilgisi belli bir kural içerisinde sınıflandırmaktan ve muayyen bir mîzâ-na tıkanmaktan yüce ve daha büyük bir bilgidir. Bununla beraber insanlık, eksiklik yeridir. Ne gibi ayıp ve eksiklikler varsa insanlıktandır. Ve görmelerindendir. Yok­sa gelenden ve görülenden değildir. Arif imâmm sözünde olduğu gibi: Suyun rengi kabının rengidir. Bu sözde tâm bir şifâ vardır. Allah en güzel yola ve metoda götü­ren ve ulaştırandır. (Sadreddîn Konevî İcaz'ül-Beyân, 105-108)

(Daha geniş bilgi için bkz. Nihat Keklik, Sadreddîn Konevî'nİn felsefesinde Al­lah, İnsan ve Kainat; Abdülkadir Ahmet Atâ, i'caz'ül-Beyân Mukaddimesi)[47]

 

7- İsmâîl Hakkı Burscvî (öl. 1135/1725) Rûh'ül-Bcyân.

 

Bursevî ve Üsküdârî nisbesini kullanan tsmâîl Hakkı, aslen İstanbul'un Aksa­ray semtine mensûb olan Mustafa Efendİ*nin oğludur. Büyük istanbul yangını ile herşeyini kaybeden Mustafa Efendi, şehri terkederek Edirne yakınlarındaki Aydos kasabasına gitmiş ve İsmâîl Hakkı burada (1063/1653) dünyaya gelmiştir. 12 yaşın­da Edirne'ye gitmiş ve orada Abdülbâkî Efendi zaviyesinde ilk tahsilini yapmıştır. Bilâhere yirmi yaşlarında iken (1673) İstanbul'a gelerek Celvetiyye şeyhlerinden Atpa-zarh Osman Fazlı Efendi'yc intisâb etmiştir. Adı geçen şeyhin tavsiyesi üzerine 1675'te ÜskÜp'e gitmiş ve bir süre sonra Bursa'ya gelerek Celvetiyye tekkesinde irşâd vazi­fesine başlamıştır. Bir süre Kıbrıs'ın Magosa şehrine sürgün edilmiş olan şeyhi Os­man Fazlı Efendi'yi ziyarete gitmiş, iki defa hacca gitmiş ve Sultân Mustafa devrinde iki kez de gazaya katılmıştır. Üç yıl kadar Şam'da ailesiyle birlikte ikâmet eden is­mâîl Hakkı, on kadar eserini burada te'lîf etmiştir. 1720 yılında istanbul'a gelerek Üsküdar'da Ahmediyc camiinde dersler vermeye başlamış ve iki yıl kadar süren bu ikâmeti esnasında özellikle vahdet-i vücûd ile alâkalı görüşleri büyük tepki görmüş ve bu sebeple bir müddet Terkirdağ'ın Malkara kazasında ikâmete mecbur edilmiş­tir. Müellif burada halktan gördüğü eziyyeti,bilâhere eserlerinde bahis mevzuu ede­cektir. Tekirdağ'dan Üsküdar'a gelen İsmâîl Hakkı son olarak Bursa'ya dönmüş ve Bursa'da kendi adına te'sîs ettiği cami ve tekkede eserlerini te'lîf ve tarikatını yaymakla meşgul olmuştur. Muhammedi camii adını verdiği mescide kütübhâne ve eşyalarını da vakfetmiş olan İsmâîl Hakkı 1137 (1725) yılında burada vefat etmiş vevasiyyeti üzere kendi câmiinin yanında bulunan tekkesine gömülmüştür. Mezar taşında yazılı olan şu mısra'lar aynı zamanda vefat tarihini de gösterir:

"Hak hak diyerek azmeylcdi, Hakkı Efendi cennete."

106 civarında eseri bulunan Bursalı ismâîl Hakkı'nın yİrmiyedi eseri basılmış­tır. Büyük bir kısmı arapça olan eserlerinin altmış kadarı türkçedir. Bahis mevzuu edeceğimiz tefsirinden ayrı olarak Yazıcıoğlu Mehmed Efendi'nin Muhammediye'-sine yazmış olduğu şerhi (Ferahü'r-Rûh) Mevlânâ'nın Mcsncvî'siyle ilgili olarak yazdığı Rûh'ül-Mesnevî başta olmak üzere Reşahât'ü Ayn'il-Hayât, Tuhfe-i Ismâîliyye, Kitâb'ün-Necât, Tuhfe-i Halîliyye, Kitâb'ül-Hitâb ve Attâr'ın Pendnâmesine yaz­mış olduğu şerh en önemlileridir. Aynı zamanda Arap, Türk ve İran edebiyatına da vâkıf olan Ismâîl Hakkı'nın bir de şiir dîvânı vardır.

Bursa Ulu Camiinde vermiş olduğu vaazlarıyla şöhret kazanmış bulunan Bur­salı İsmâîl Hakkı, burada okuttuğu tefsir derslerini de ihtiva etmek üze/e ve Kur'-ân'ın nüzul süresini gözönünde bulundurarak yirmiüç yılda kaleme almış bulunduğu Rûh'ül-Beyân isimli tefsiri; özellikle Kâdî Beydâvî ve Ebu's-Suûd Efendi'nin tefsir­leri esâs alınarak; tasavvuf!, işârî, edebî ve ahlâkî nitelikli tefsirlerden yapılmış bir derleme niteliğindedir. Eser her bakımdan onsekizinci Yüzyıl Osmanlı müslüman Türk dünyasının kültür hayatının bir vitrini niteliğindedir. Bu sebeple tefsirde, devrin hâkim kültürleri olan Arap, İran ve Türk kültürünün geniş izleri görülmekte ve yine hâ­kim düşünce sistemi olan vahdet-i vücûdçu tasavvuf düşüncesinin bütün izleri göze çarpmaktadır. Diğer bir unsur olarak, devrin hâkim ilim ve kültür müesseseleri olan medreselerin çokça rağbet ettikleri gramer, belagat ve edebiyat İnceliklerine de ge­niş yer verilmektedir. Yalnız Arap dili ve edebiyatı ile yetinilmemekte, Farsça, Türkçe edebiyat örnekleri de sergilenmektedir. Bu yönüyle Şeyh İsmâîl Hakkı Bursevî; On-sekizînci Yüzyılın Osmanlı ilim ve kültür geleneğinin müşahhas bir temsilcisidir. Ken­dinden önceki Türk müelliflerden farklı olarak, tefsire Dîvân Edebiyatının Türk dilindeki güzel örneklerini de Türkçe olarak kaydetmiş bulunan İsmâîl Hakkı Bur­sevî aynı zamanda çağının fikir ve san'atını da tefsîrine yansıtmıştır. Bir diğer özel­lik olarak Bursevî, o dönem ilim adamlarında bulunması gereken halka yönelik pratik tecrübelerin sergilendiği vaaz ve irşâd ile ilgili eğitici örneklere de bu eserinde geniş yer vermektedir. Dolayısıyla Rûh*ül-Beyân tefsîri bu mânâda devrinin bütün kültür değerlerini yansıtan bir mozaik niteliğindedir. Alışılagelmiş tefsir tarzından tama­men farklı olan bu tefsîr, menkıbevî kıssalarla ve çoğu mevzu olan zayıf hadîslerle doludur. Bu bakımdan zaman zaman tenkîd edilmiştir. Ne var ki devrin bütün kül­tür şubelerini ihata eden ve dünya görüşüyle kafa yapısını ortaya koyan böylesine güzel bir örneğe başka eserde rastlamak mümkün değildir. Bilhassa Türk asıllı bil­ginlerin görüşlerine de yer verilmesi ve vahdet-i vücûdçu gelenek uyarınca bol bol işârî tefsirlere girişilmesi bu tefsirin karekteristik özelliğidir. Tefsîrin önsözünde ken­disi bu eseri nasılyazdığını şöyle anlatmaktadır: Kurbân- adı verilen (Hz. İsmail'in kurbânını ve kendi adını telmîh ediyor) bu fakîr kul nasihat veren şeyh İsmâîl Hak­kı -Allah onu her türlü fitnelerden korusun- der ki: Şeyhim Allâme, İmâm, derin anlayışlı bilgin, vaktinin sultânı zamanının nâdir kişisi ilmi ve irfânıyla Allah'ın ya­ratıklar üzerindeki hücceti, inayet ve tevfîk nurlarının doğuş yeri, gerçekten halîfe-lik sırlarının vârisi, ikinci binin ikinci düğümünün başında tecdîd sırrına vâkıf olduğu görülen Rabbânî ilhamın ma'deni efendim, üstadım Affân'ın oğlu diye isimlendiri­len (Hz. Osman'ı telmîh ederek Şeyhi Atpazarlı Osman Efendi'yi kasdediyor) de­ğerli ve büyük şeyh, Kostantîniyye şehrinin sakini -Allah onu ve bizi açık ve gizli her noktada te'yîd etsin- ikinci binin ilk düğümünün birinci onunun altıncı onunda bana, evliyalar burcu Bursa'ya -sıkıntı ve zulüm elinin uzanmasından korunmuş olsun- taşınmamı işaret buyurduğunda... Ve ben bu şehirdeki Ulu Câmi'de, şöhret­li ve aydınlık saçan mâbedde vaz'edip öğüt vermekten başka yapacak bir şey bula­madığımda... Rûm illerinin bir kısmında ikâmet ettiğim sıralarda tefsîr sayfalarından ve ilim vâsıtalarından bir kısım sayfaları derlemiş olduğumdan... Âl-i İmrân sûresinden daha fazla bir kısmı ihtiva eden sayfalar yazmış olduğumdan. Ve bunlar, Rüzgarın taşıdığı zerrecikler gibi ellerde dağınık vaziyette bulunduğundan... Ve bu sayfalar uzunca olduğundan... İstedim ki; yakaladıklarımdan aşırı gidenleri özetle­yeyim ve bana lütfedilen bilgilerden ona bazı şeyler ekleyeyim. Bunu tanzîm edip inci dizisinde toplayayım ve san'atkâr parmakla bu inciyi dizeyim. Ancak benim (sa­tacak) eşyam az, derinliğim bu değerli nazmın sonuna ulaşamayacak kadar kısa idi, Eğer Allah bana mühlet verir de bu büyük badireyi atlatırsam, haftalar ve aylar bo­yunca yazmış olduğum mikdân insanlar için beyaza çekebilir de satırlara dizme es­nasında onları düzeltebilirsem, âhiret gününde malın ve evlâdın fayda vermediği bir zamanda, Sad ve Nûndan başka hiçbir şeyin fayda vermediği bir vakitte bana azık ve şefaatçi olacak bir şeyler hazırlarım. Allah'tan dileğim odur ki; bu çalışmam, amellerin sâlitilerinden, eserlerin hâlislerinden ve amel günlerinin sonuna kadar iyi­liklerin kalıcılarından olsun. Çünkü O, bir kul için hayır murâd ederse okutan İn­sanlar için yaptığı işini güzelleştirir.

Tefsirin sonunda da şöyle demektedir: Kur'ân tefsîri konusunda Beyânın Ru­hu (Rûh'ül-Beyân fî Tefsîr'il-Kur'ân)nun yazılması yaklaşık olarak vahiy müddeti­ne (denk gelen bir zaman içinde) oldu. Kader bent yeryüzünün muhtelif bölgelerine gönderdi ve gezici eller beni boylamdan enleme dolaştırdı, ve nihayet Allah Teâlâ bunu tamamlama makamına kondurdu. Böylece Allah'ın izniyle 1117 yılının aylan içerisinde dizilen Cumâd'el-ÛIâ dizgisinin ondördüncü Perşembe günü tamâm ol­ma izni vârid oldu.

Biz daha önce bu eserde Rûh'ül-Beyân tefsirinden yeterince iktibaslar yaptığı­mız için burada örnek vermeye gerek duymuyoruz.

(Daha geniş bilgi için bkz., M. Ali Aynî, İsmail Hakkı (Paris, 1933), Bursalı Mehmed Tâhİr, Mevlâna Şeyh Ismâîl Hakkı el-Celvetî (İstanbul, 1329) İslâm An­siklopedisi, İsmâîl Hakkı maddesi; Şemseddin Sâmî, Kâmus'ül-A'lâm, İsmâîl Hak­kı maddesi, Brockelmann, G.A.L., II, 440, Suppl., II, 652; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 712-714; Meni* Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 265-271)[48]

 

VII- MÜNFERİD TEFSİR ÇALIŞMALARI

 

İbn Cerîr Taberî ile başlayan büyük tefsîr çalışmaları sonucunda tefsîr ilmi ala­nında daha önce gördüğümüz gibi Önemli eserler vücûda getirilmiştir. Bunlardan başh başına özellik arzcdenleri biz bölümler halinde zikrettik. Şimdi münferiden kay­da değer olmamakla beraber Taberî'den itibaren İslâm dünyasında yapılmış olan tefsîr faaliyetleriyle ilgili kısaca bilgi vermek istiyoruz. Burada bahis mevzuu olan müellif ve eserler genellikle tüm bir tefsîr kitabı yazmış olmaktan ziyâde, tefsirle ilgi­li eserleri bulunan ya da muhtelif sûreleri tefsîr etmiş bulunan zevattan oluşmaktadır.

1-  Kays İbn Müslim: (öl. 120/737)

Ebu Amr Kays İbn Müslim ei-Cedelî, Kûfeli olup tabiînin büyük İsimlerinden-dir. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımız bu zâtın 120 (737) tarihin­de vefat ettiği bilinmektedir. Târik İbn Şihâb, Mücâhid gibi zevattan hadîs Öğrenmiş bulunan Kays İbn Müslim, Âtâ İbn Sabit başta olmak üzere birçok sahabeden ha­dîs rivayet etmiştir. Sevrî, A'meş ve Mis'ar gibi zevat da kendisinden rivayet naklet-mişlerdir. Kays İbn Müslim'in tefsirle ilgili rivayetleri Abdullah İbn Abbâs'a ulaşır. Onun bu rivayetlerinin, gerek Buhârî, gerekse Müslim şartlarına uygun olduğunu kabul etmişlerdir.

2-  Atâ el-Hûzelî: (öl. 126/743)

Ebu Reyyân veya Ebu Talha Atâ İbn Dînâr el-Hûzelî, Mısır'da yetişmiş bir ha­dîs râvîsidir. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığımız bu zâtın 126 (743) yılında Mısır'da vefat ettiği belirtilmektedir. Saîd İbn Cübeyr kanalıyla tefsîre dâir bazı rivayetlerin günümüze aktarılmıştır. Râvî olarak doğru sözlü olduğu hadîs bilginlerince rivayetler kabul edilmiştir.

3-  Yûnus İbn Habîb: (öl. 183/799)

Ebu Abdurrahmân Yûnus ibn Habîb, İran asıllı olup Leys oğullan ve Dabbe kabîlesinin kölelerindendir. 183 yılında (799) yüz yaşını aşkın bir çağda vefat etmiş­tir. Ünlü nahiv bilgini Ebu Amr İbn Alâ'nın mensûblarından da bulunan Habîb, değerli bir hadîs bilgini olarak Basra'da dersler verirdi. Meânî'l-Kur'ân isimli bir. eserinden de sözedilen Yûnus İbn Habîb'in, lügat ve meselle ilgili kitabları bulun­maktadır.

4-  Ebu'I-Hasan el-Kısâî     (öl. 189/804)

Ebu'l-Hasan Ali İbn Hamza İbn Abdullah el-Kissâî, Kûfeli olup Esed kabîlesi­nin kölelerinden idi. Üzerine bir kisâ giydiği için bu nisbeyi alan Ali İbn Hamza, bilâhere Bağdâd'a yerleşmiş ve 189 (804) yılında Harun er-Reşîd'le beraber çıktığı bir seferde Rey şehrinde vefat etmiştir. Aynı gün İmâm Muhammed'in vefatından da haberdâr olan Hârûn er-Reşîd, fıkıh ile nahvi bir günde mezara gömdük, diye­rek üzüntüsünü belirtmiştir. Yedi ünlü Kurrâ'dan olan Kissâî, Kûfelilerin nahiv ve lügat alanındaki önder isimlcrindendir. Kırâetî Hamza'dan öğrenmiş bulunan Kis­sâî, hadîsi Süleyman İbn Erkam ve Ebubekr Ibn Ayyâş'tan dinlemiş, Muâz el-Herrâ'dan nahiv okumuş, bir süre Basra'ya giderek ünlü nahiv bilgini İmâm Halil ile buluşmuş ve onun ders halkasına katılmış, daha sonra da Hicaz ve çevresindeki Bedevi kabileleri arasında dolaşarak Arap dilinin inceliklerini kaydetmiş ve dönü­şünde Basra'ya yerleşmiştir. Maânî'l-Kur'ân isimli eserin de müellifi bulunan Kis­sâî nahve dâir muhtelif çalışmaların sahibidir. Edebî zevkinin yamsıra, Kur'ân'ın lügat inceliklerini de araştırma konusu yapmış olan Kissâî'nin Hârûn er-Reşîd'in oğluna hocalık yaptığı ve ünlü Hanefî imamlarından İmâm Ebu Yûsuf ile araların­da bazı tartışmalar geçtiği bilinmektedir.

5-  Muhammed er-Ruvâsî: (öl. 190/805)

Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ebu Sâre er-Ruvâsî el-Küfî, Kûfe'de yetişen ünlü nahiv bilginlerinden olup 190 (805) yılında burada vefat etmiştir. Kûfeli dil bilginle­ri arasında nahve dâir ilk kitabı te'Iîf etmiş bulunan Muhammed Ruvâsî'nin Maânî'l-Kur'ân İsimli tefsirle ilgili bir eseri bulunmaktadır.

6-  Vekî'Ibn Cerrah: (öl. 197/812)

Ebu Süfyân Vekkî' tbn Melîh İbn Adiy İbn Cerrah, aslen Nisâbûr veyagindli olup 127 (744) tarihinde Kûfe'de dünyaya gelmiş ve 197 (812) yılında hac dönüşü Feyd denilen mahalde vefat etmiştir. Etba-i Tabiînin büyüklerinden olan Vekî' İbn Cerrah aynı zamanda İmâm-ı A'zam'ın değerli öğrencilerinden idi. Hişâm İbn Ur-ve, Süfyân İbn Uyeyne, Süfyân es-Sevrî, Evzaî ve Şu'be gibi ünlü isimlerden hadîs dinlemiş, İmâm A'zam Ebû Hanîfe'den fıkıh öğrenmiş, İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Zûfer'Ie mübâhaselerde bulunmuş ünlü bir bilgindir. İbn Mübarek, Yahya İbn Ha­san, Yahya İbn Maîn, Ahmed İbn Hanbel, Ebu Hayseme, Ali İbn el-Medînî gibi bilginler de kendisinden hadîs, fıkıh öğrenmiş ve rivayetler nakletmişlerdir. Hârûn er-Reşîd Vekî' İbn Cerrâh'ı kadı tayîn etmek istemişse de o, bunu kabul etmemiştir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel onun hakkında şu güzel şehâdette bulunacaktır: Göz­lerim Vekî' gibisini görmemiştir. Hadîs ezberler, fıkıh tartışır, ibâdet ve itâatla uğ­raşır ve pek başarılı olurdu. Kimsenin aleyhinde söz söylemezdi. Vekî'in eserlerine özenle bağlanınız. Çünkü ben bilgiyi ondan daha çok kuşatmış bir kimseye rastla­madım. İbn Eksem de onun her gece Kur'ân'ın üçte birini okumadan yatmadığım, sürekli oruç tuttuğunu ve gecenin büyük bir kısmını ibâdetle geçirdiğini belirtir.

7-  Süfyân İbn Uyeyne: (öl. 198/813)

Ebu Muhammed Süfyân İbn Uyeyne el-Hilâlî el-Kûfî, Harem-i Şerifin muhad-disi anlamına (Muhaddis'ül-Harem) unvanına hâiz olan Süfyân İbn Uyeyne 107 (725) yılında Kûfe'de doğmuş ve 198 (813) yılında Mekke'de vefat etmiştir. Kendisi Amr İbn Dînâr, Zührî, Ziyâd İbn Alâka.gibi zevattan hadîs dinlemiş, A'meş, İbn Cü-r'eyc, Şu'be, İbn Mübarek, İmâm Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve İshâk İbn Raheveyh gibi ünlü bilginler de kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Süfyân İbn Uyeyne hafızlı­ğı, derin bilgisi emîn oluşu nedeniyle İslâm bilginleri onun hadîslerini hüccet say­mışlar ve buna göre onlara istinâd etmişlerdir. Râvîlerden bazılarının ismini zikretmemesi nedeniyle tedlîs yaptığı ithamına ma'rûz kalan Süfyân İbn Uyeyne'-nin, terkettiği râvîler sika kimseler olduğu için onun bu atlamasında (tedlîs) hadîs bakımından bir nakîsa görülmemiştir. Yetmiş kerre hac yaptığı rivayet edilen Süf-yân îbn Uyeyne'nin tefsîrle ilgili birçok hadîsleri bulunmaktadır.

8-  Muhammed Îbn el-Müstenîr: (öl. 206/821)

Ebu Ali Kutrub Muhammed Îbn el-Müstenîr, Basra'da yetişen ünlü bir nahiv bilgini olup, 206 (821) yılında vefat etmiştir. Ebu Ali Kutrub; edebiyat, nahiv ve tefsirde şöhret kazanmış olup Sîbeveyh'in öğrencilerindendir. Üstadı Sîbeveyh'in ders­lerine erken saatlerde geldiği için Sîbeveyh'in; sen bir gece kuşusun, diye kendisine iltifatta bulunması (Kutrub) lakabının verilmesine sebep olmuştur. Mu'tezilî görüş­leri de bulunan Kutrub'un, hadîs rivayetinde pek güvenilir olmadığı kabul edilmek­tedir. Onun Maânî'l-Kur'ân, I'râb'ül-Kur'ân ve.Mecaz'Ül-Kur'ân isimli eserleri bulunmaktadır.

9-  Abdürrezzâk Îbn Hemmâm, (öl. 211/826)

Ebu Bekir el-Himyeri diye de bilinen Ebu Bekir Abdürrezzâk îbn Hemmâm Îbn Nâfi' Yemen'in San'â şehrinde 126 yılında (743) dünyaya gelmiş ve yine aynı kentte 211 (826) yılında vefat etmiş ünlü bir bilgindir. Abdullah İbn Ma'merî, Îbn Cüreyc, Evzaî' Sevrî ve İmâm Mâlik gibi ünlü kişilerden rivayetler nakletmiştir. İmâm Buhârî, Ahmed tbn Hanbcl, tshâk İbn Maîn gibi zevatta kendisinden rivayetler nak-letnıişlerdir. Hadîs bilginlerinin çoğu tarafından güvenilir kabul edilen Abdürrez­zâk tbn HemmanVın onyedi bin civarında hadîsi ezberlediği söylenmektedir. Ehl-i Beyt hayranı da olan Abdürrezzâk İbn Hemmâm'ın, Ehl-i Beyt'in faziletine dâir pek çok hadîs rivayet ettiği görülmektedir. Bu sebeple kendisinde şîîlik bulunduğu söylenmiştir.

10-  Muhammed İbn Hatim: (öl. 235/849)

Ebu Abdullah Muhammed İbn Hatim İbn Meymûn es-Semîn Merv'li ünlü bir hadîs bilginidir. 235 (849) yılında burada vefat etmiştir. Kendisi Abdullah İbn İdrîs, Süfyân İbn Uyeyne, ibn Uleyye, Vekî' ve Kattan gibi zevattan hadîs öğrenmiş, baş­ta ünlü hadîs bilgini İmâm Müslim ve Ebu Dâvûd olmak üzere Hüseyn İbn Süfyân ve Ahmed İbn Hasan gibi zevat da ondan hadîs nakletmişlerdir. Bir çok hadîs bilgi­ni, onun rivayetlerini tevsîk ederken, hadîsinin fazla güvenilir olmadığı da söylen­miştir. Ayrıca tefsîrle ilgili bir kitabının bulunduğu ve bu kitabını Bağdâd'ta öğrencilerine dikte ettirdiği bazı kaynaklarca ifâde edilmektedir.

11-  Ali el-Kummî (öl. 285/898)

Ebu'I-Hasan Ali İbn İbrâhîm İbn Hâşim el-Hanbelî. Tefsîr el-Kummî isimli ese­rin müellifi olup hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Meşhur imâmiyye âlimlerin­den Küleynî ondan ders almıştır.

12-  Ebu Yahya el-Haffâf (öl. 286/899)

Ebu Yahya Zekeriyyâ İbn Dâvûd İbn Bekr el-Haffâf, Nisâbûr'da yetişen ünlü bir hadîs ve tefsîr bilginidir. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığı­mız Ebu Yahya el-Haffâf in 286 (899) yılında vefat ettiği ve et-Tefsîr'ül-Kebîr is­minde bir eserinin olduğu bilinmektedir.

13-  Ebu Yahya er-Râzî: (öl. 291/903)

Ebu Yahya Abdurrahmân İbn Muhammed tbn Müslim er-Râzî, Rey şehrinde dünyaya gelmiş ve Isfahan camiinde imamlık yapmış ünlü bir hadîs ve tefsîr bilgini olup 291 (903) vefat etmiştir. Tefsîr ve hadîsle ilgili iki eseri bulunduğu kaynaklarca belirtilmektedir.

14- Ebu Nadr Muhammed es-Sülemî (öl. 300/912)

Ebu Nadr Muhammed İbn Mes'ûd İbn Muhammed İbn Ayyaş es-Sülemî. Ho­rasan'da İmâmiyye mezhebi mensûblannm önderi olan Sülemî, Semerkand'da ye­tişmiş bir müfessir olup İbrâhîm İbn Ali el-Kummî'nin gözden geçirmiş olduğu tefsirinden bazı bölümler, günümüze kadar ulaşmıştır. Bu tefsirler genellikle Mu­hammed el-Bâkır ve Ebu Abdullah Ca'fer es-Sâdık'ın rivayetlerinden oluşmaktadır.

15- Abdullah İbn Mübarek (öl. 308/920)

Ebu Muhammed Abdullah tbn Muhammed tbn Vehb İbn Mübarek ed-Dîneverî, İran'da Dînever'de yetişmiş bir bilgin olup el-Vâdıh fi Tefsîr'il-Kur'ân İsimli tefsîri günUmüze kadar ulaşmıştır. Bu tefsîr esâsta Abdullah tbn Abbâs'ın tefsirinden ya­rarlanılarak kaleme alınmıştır.

16-  Velîd İbn Ebân: (öl. 310/922)

Ebu'l-Abbâs Velîd İbn Ebân ibn Tevbe Isfahân'h tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgin­lerinden olup 310 (922) yılında burada vefat etmiştir. Sika bir râvî olarak kabul edi­len Velîd İbn Ebân'ın tefsîr ve hadîsle ilgili iki eseri bulunduğu kaynaklarda belirtilmektedir.

17-  İbn el-Münzir: (öl. 316/928)

Muhammed îbn îbrâhîm Ebu Bekir en-Nisâbûrî, İran'da NisâbÛr'da doğmuş ve uzun süre Mekke-i Mükerreme'de mücavir olarak bulunmuş, 316 (928) yılından sonra burada vefat etmiştir. Tefsîr, hadîs ve fıkıhta önder kabul edilen İbn el-Münzir herne kadar Şafiî mezhebine bağlı idiyse de kendisinin ictihâd derecesini hâiz bu­lunduğunu kabul edermiş. Tefsîrin yanı sıra hadîs ve fıkıhla ilgili eserleri bulun­maktadır.

18-  İbn Ebu Dâvûd (öl. 316/928)

Abdullah İbn Süleyman İbn Eş'as İbn Ebu Dâvûd el-Ezdî es-Sicistânî, Sünen sahibi olup 230 (844) yılında Sicistân'da dünyaya gelmiş, babasıyla birçok seyâhat-lar yaptıktan sonra Bağdâd'a yerleşmiştir. 316 (928) tarihinde vefat etmiş bulunan İbn Ebu Dâvûd, hadîs, tefsîr İlminde Irak'ın önderlerinden olup tefsire ve hadîse dâir birçok eseri bulunmaktadır.

19-  İbn el-Hayyât: (öl. 320/932)

Ebu Bekir Muhammed İbn Ahmed İbn Mansûr, Türkistan'da Semerkand'da dünyaya gelmiş, bilâhere Bağdâd'a giderek burada ünlü nahiv bilgini ez-Zeccâc ile görüşmüş ve 320 (932) yılında vefat etmiştir. Maânî'l-Kur'ân isimli eseri de bulunan İbn el-Hayyât, özellikle gramer ve nahiv konusunda derin bilgi sahibi idi.

20-  Ebu Ca'fer et-Tahâvî (öl. 321/933)

Ebu Ca'fer Ahmed İbn Muhammed İbn Seleme et-Tahavî, Ezd kabilesine men-sûb olup yukarı mısırdaki Tahâ'da dünyaya gelmiş, burada tahsîlini ikmâl ettikten sonra Şam'a gitmiş ve Tulunoğlu Ahmed Bey'in yakın çevresinde bulunmuş, 321 (933) yılında vefat etmiştir. Tefsîr, hadîs ve fıkıh atanında ünlü bir bilgin olan Ta-hâvî, Hanefî mezhebine mensûb olup Mısır'da hanefîlerin imamlarından idi.

Ahkâm'ül-Kûr'an isimli ahkâma dâir ve Hanefî fıkhı doğrultusunda yazmış olduğu tefsîriyle Akîdet'üt-Tahâviyye isimli eseri İslâm dünyâsında çok şöhret bulmuştur. Ayrıca fıkıh ve hadîsle ilgili başka kitâbları bulunmaktadır.

21-  Ebu Zeyd el-Belhî: (öl. 322/933)

Çbu Zeyd Ahmed tbn Sehl el-Belhî, tarihe felsefî ve pozitif ilimlere dâir eserle­rin müellifi olup İran'ın Belh şehrinde yetişmiştir. Felsefî konularda eserleri de bu­lunan Ebu Zeyd el-Belhî'nin el-Bed've't-Târih isimli eserinin yanı sıra Kur'ân'm garîb lafızlarıyla, İlgili bir tefsiri, ayrıca Fatiha tefsîri bulunduğu kaynaklarda zikredil­mektedir. 322 (933) yılında vefat etmiş bulunan Ebu Zeyd el-Belhî'nin antik bilim­lerle yakından alâkadar olduğu görülmektedir.

22-  Ebu Müslim Muhammed: (öl. 329/934)

Muhammed Ebu Müslim Muhammed lbn Bahr el-lsfahânî, Isfahân'Iı olup; Fars eyaletinde görev yapmış ve 323 yılı civarında (934) burada vefat etmiştir. Mu'tezilî görüşleri de bulunan Muhammed et-lsfahânî'nin nahiv, tefsir, belagat alanında bir çok eseri bulunmaktadır. Câmi'üt-Te'vîl isimli mu'tezilî görüşlere yer verdiği tefsîri ünlüdür.

23-  EbuM-Hasan el-Eş'arî (öl. 324/935)

Ebu'l-Hasan Ali lbn Ismâîl lbn İshâk el-Basrî. Sahâbe-i Kirâm'ın önde gelen­lerinden Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin soyundan gelen ve Ehl-i Sünnet akidesinin iki önemli mezhebinden biri olan Eş'ariliğin kurucusu olup 260 (873) yılında Basra'da doğmuş ve 324 yılı civarında (935) Bağdâd'da vefat etmiştir. Kur'ân tefsîriyle ilgili küçük bir eserinin yanı sıra kelâmı konuları tartışmanın Kur'ân ve Sünnete aykırı olmadı­ğını savunduğu Risale fi lstihsân*il-Havd'i fi'l-Kelâm, el-Ibâne an Usûl'id-Diyâne, ve Makâlât'ül-lslâmiyyîn isimli eserleri başta olmak üzere yirmibeşin üzerinde eseri vardır.

24-  lbn Ebu Hatim: (öl. 327/938)

Ebu Muhammed Abdurrahmân lbn Muhammed İbn Idrîs lbn Münzir et-Temîmî er-Râzî. Ünlü Tcmîm kabilesine mensüb olup Rey kenti yakınındaki Hanzala der­bendinde ikâmet ettikleri için buraya nisbet edilen lbn Ebu Hatim 247 (861) yılında Rey'de dünyaya gelmiş, Şâm, Hicaz, Irak, Mısır ve Cezîre taraflarında birçok gezi­lerde bulunduktan sonra 327 (938) yılında vefat etmiştir. Rivayet tefsirlerinde lbn Ebu Hatim kanalıyla gelen pek çok rivayet yer almaktadır, lbn Ebu Hatim Hafız'ür-Re'y unvanına hâiz olup zühd ve takvâsıyla şöhret bumuş ve özellikle hadîs ricali hakkında derin bilgisiyle ün salmıştır. Dört cilt olduğu sanılan tefsirinin yanı sıra özellikle cerh ve ta'dîl ile ilgili bir çok eseri bulunmaktadır.

25-  Ali îbn îsâ: (öl. 334/945)

Ali İbn îsâ İbn Dâvûd, Bağdâd'ın ünlü bilginlerinden olup devrinde siyâsî gö­revlerde bulunmuş, bir süre Mekke vâlîsi olmuş 300 (912) yılında vezirlik görevine yükseltilmiş, ancak halîfe Muktedir tarafından azledilmiştir. Bilâhere Mekke'ye ve daha sonra da San'â'ya sürgün edilmiş bulunan Ali lbn îsâ, tekrar vezîrlik görevi­ne döndürülmüş ise de kısa bir süre sonra bu görevden azlolunmuş ve 334 (945) yı­lında Bağdâd'da vefat etmiştir. Devlet yönetimiyle ilgİH bir eserinden başka Maânî'l-Kur'ân isimli bir eseri kaleme aldığı kaynaklarda zikredilmektedir.

26- Ali İbri Cemşât: (öl. 338/949)

Ebu'l-Hasan Ali İbn Cemşât en-Nîsâbûrî, on cilt olduğu belirtilen bir tefsîrin müellifi olup, 338 (949) yılında vefat etmiştir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulun­mayan bu zâtın el-MUsned ve el-Ahkâm isimli eserleri bulunduğu kaynaklat da kay­dedilmektedir.

27- Kasım İbn Asbağ: (öl. 340/951)

Ebu Muhammed Kasım İbn Asbağ İbn Muhammed, Kurtuba'da yetişmiş ünlü bir bilgin olup Velîd İbn Abdül Melik'in âzâdlı kölesi idi. Hadîs ilminde derin bilgi­si bulunan Kasım İbn Asbağ'ın gramer ve edebiyatta da üstün bir bilgin olduğu gö­rülmektedir. Bakiyy İbn Mahled, İbn Vadâd Sa'leb, el-Müberred ve İbn Kuteybe gibi zevattan öğrenim gördükten sonra memleketi olan Kurtuba'ya dönmüş ve bu­rada 340 (951) yılında vefat etmiştir. Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eserinden ayrı olarak nâsih ve mensûhla ilgili bir eseri ve ayrıca edebî ağırlıklı yazıları bulunmaktadır.

28-  İbn Deresteveyh: (öl. 347/958)

Abdullah İbn Ca'fer İbn Deresteveyh, nahiv, edebiyat ve tefsîr alanında değer­li eserlerin müellifi olup el-Müberred ve Sa'leb ile yakın dostluk kurmuş, İbn Ku­teybe ile karşılaşmış ve 347 (958) yılında Bağdâd'da vefat etmiştir. Dârekutnî gibi hadîs bilginlerinin kendisinden rivayet aktardığı tbn Deresteveyh'in Maânî'l-Kur'ân isimli eserinin yanı sıra hadîs, edebiyat ve gramer alanında da bir çok eserleri bu­lunmaktadır.

29-  Ebu'l-Hakem Münzin (Öl. 349/960)

Ebu'l-Hakem Münzir ibn Saîd, Endülüs'te yetişmiş edebiyat ve tefsîr alanında şöhret bulmuş, bir süre Gırnata'da kadılık yapmış ve Zahirî mezhebini benimsemekle beraber, Mâlikî mezhebine göre fetva vermiş değerli bir bilgin olup, 349 (960) yılın­da Endülüs'te vefat etmiştir. Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eserinin yanı sıra nâsih ve men­sûhla ilgili bir eseri, ayrıca hutbeleri, mektûbları ve şiirlerinden oluşan bir dîvânı bulunmaktadır.

30-  İbn Ebu Osman: (öl. 353/964)

Ebu Saîd Ahmed İbn Ebu Bekir Muhammed en-Nîsâbûrî, İran'da Nisâbûr'da doğmuş, Horasan'da, Irak'ta ve Güney Toroslarda gezilere katılmış. Ebu Amr el-Haffâf, Hasan İbn Süfyân, Heytem İbn Halef ve Hâmid İbn Şuayb gibi hadîs bil­ginlerinden hadîs dinlemiş ve Hâkim gibi ünlü bir muhaddis kendisinden hadîs riva­yet etmiştir. Büyük bir tefsîri bulunduğu kaynaklarda zikredilen İbn Ebu Osman'ın Müslim'in sahihi üzerine bir eserinden sözedilmektedir. 353 (964) yılında Tarsus'ta şehîd olmuştur.

31-  İbn Miksem (öl. 355/965)

Muhammed İbn Hasan İbn Ya'kûb İbn Miksem, kırâet ve nahiv ilminde müte-hassısbir zât olup Ebu Müslim el-Kecci, Sa'leb ve Yahya ibn Muhammed İbn Saîd'-den ilim öğrenmiş, tefsîre dâir el-Envâr isimli bir eser kaleme almış ve (965) yılında vefat etmiştir.

32-  Ebu Ali el-Kâlî (öl. 330/941)

Ebu Ali tsmâîl İbn Kasım Abdün İbn Hârûn 280 (893) yılında Malazgirt'te dünyaya gelmiş, 303 (915) Bağdâd'a gitmiş, yirmibeş yıl Bağdâd'da ikâmet ettikten sonra 330 (941) tarihinde Endülüs'e gitmiş ve Halîfe Abdurrahmân en-Nâsır tarafından büyük bir iltifatla karşılanmış ve yirmibeş yıl burada kaldıktan sonra 356 (966) yı­lında Kurtuba'da vefat etmiştir. Müfessir ve âlim bir zât olan Ebu Ali el-Kâlî özel­likle nahiv ve arap dili konusunda imâm sayılırdı. Beğavî, Adevî, Ebu Dâvûd es-Sicistânî'nin oğlu Ebu Bekir'den hadîs dinlemiş, İbn Düreyd, Ebu Bekir İbn Ser-râc, Nifteveyh, Ebu İshâk es-Zeccâc ve Ahfeş gibi ünlü nahiv bilginlerinden gramer okumuş ve bu alanda gerçekten değerli eserler kaleme almıştır. Yedi uzun sûrenin tefsirinden ibaret bir de tefsiri bulunmaktadır. Ebu Ali el-Kâlî'nin özellikle nahiv konusundaki eserleri çok meşhurdur.

33-  Ebu'l-Kâsım et-Taberânî (öl. 360/970)

Ebu'I-Kâsim Süleyman tbn Ahmed ibn Eyyûb eş-Şâmî, Şâm yakınlarındaki Ta-beriyye'de doğmuş, Şâm, Mekke, Medîne^ Yemen, Mısır, Bağdâd, Küfe, Basra ve Cezîre dolaylarında seyâhatlar yapmış, bilâhcre İsfahan'a giderek 360 (970) yılında burada vefat etmiştir. Muhaddisler arasında el-Hücce unvanını hâiz bulunan Ebu'l-Kâsım et-Taberânî'nin müsnedi ve hadîsle ilgili eserleri çok tutulmuş ve rivayetleri güvenilir sayılmıştır. Otuz üç yıl seyahat yaptığı bilinen Taberânî'nin büyük bir tef-sîr kitabı da bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir.

34-  Ebu'l-Hasan el-Cürcânî (öl. 366/976)

Ebu'l-Hasan Ali İbn Abdülazîz İbn Hüseyn 290 (902) yılında Gürganç'ta doğ­muş, Irak ve Şâm taraflarında seyâhatlar yaptıktan sonra doğum yeri olan Gürganç'ta ve bilâhere Rey şehrinde kadılık yapmıştır. Devrindeki bilginler tarafından büyük medhlerle yâd edilen Ali ibn Abdülazîz 366 (976) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. Edebiyat, tarih, fıkıh alanındaki eserlerinin yanı sıra genişçe bir Kur'ân tefsîri bu­lunduğu kaynaklar tarafından belirtilmektedir.

35-  İbn Hibbân (öl. 369/979)

Ebu Muhammed Abdullah ibn Muhammed tbn Ca'fer İbn Hibbân el-Büstî el-Ansarî 274 (887) yılında İsfahan'da doğmuş büyük bir muhaddis ve tefsir bilgini­dir. İbn Merdeveyh, Ebu Nuaym ve Ebu Bekir el-Hatîb gibi hadîs bilginleri, onun ümmetin en bilginlerinden olduğunu belirtmişler ve kendisinin sika bir râvî olduğu­nu söylemişlerdir. İbrâhîm İbn Sa'dân, Muhammed İbn Abdullah el-Hemedânî, Ebu Ya'lâ el-Mavsılî, Ebu Arûbe el-Harrânî gibi ünlü hadîs bilginlerinden hadîs dinle­miş, Ebu Bekir Ahmcd eş-Şîrâzî, Ebu Bekir İbn Merdeveyh, Ebu Nuaym, Süfyân ibn Miskeveyh ve Fazl İbn Muhammed gibi zevat da kendisinden hadîs rivayet et­mişlerdir. Ebu'ş-Şeyh künyesiyle de bilinen İbn Hibbân'ın sahîh'i meşhur olup ri­vayet tefsirlerinde onun rivayetleri yer almaktadır. Ebu'ş-Şeyh 354 (965) veya 369 (979) yılında İsfahan'da vefat etmiştir.

36-  Ebu Mansûr el-Ezheri (öl. 370/980)

Ebu Mansûr Muhammed ibn Ahmed ibn Ezher İbn Talha el-Herevî, Herât'da dünyaya gelmiş, Hüseyn İbn Idrîs ve Muhammed İbn Abdurrahmân'dan dersler al­mış, sonra Bağdâd'a gelerek Kasım el-Bağavî ve Ebu Bekir İbn Dâvûd gibi bilginle­rin ders halkasında bulunmuş; fıkıh, Arap dili ve edebiyatı alanında değerli çalışmalar yapmış, tesadüfen esir düştüğü Karâmita arasında bedevi araplarla düşüp kalkarak fasîh arapçayı öğrenmiş ve kaydetmiş 370 (980) yılında Herât'da vefat etmiştir. Tefsîrinin yanı sıra kırâet, mantık ve hadîsle ilgili eserleri mevcûddur.

37-  Ebu Ali el-Fârisî (öl. 377/987)

Ebu Ali Hasan Ibn Ahmed İbn Abdülgaffâr el-Fârisî 288 (900) yılında İran'da Nesâ'da dünyaya gelmiş, muhtelif seyâhatlardan sonra Bağdâd, Şam'da bulunmuş bir müddet Haleb'e giderek Seyfüddevle'nin hizmetinde çalışmış ve müteakiben iran'a gelerek Adududdevle'nin hizmetine girmiş ve 377 yılında (987) Bağdâd'ta vefat et­miştir.Kırâet ve nahiv ilmiyle de iştigâl eden Ebu Ali el-Fârisî'nîn ünlü şâir Müte-nebbî ile mübaheselerİ meşhurdur.

38-  Ebu Muhammed İbn Atiyye (Öl. 383/993)

Ebu Muhammed Abdullah İbn Atiyye İbn Abdullah, Şam'da yetişmiş ünlü bir müfessir olup Kur'ân*ı tefsir etmek için klasik Arap edebiyatına başvurmak ama­cıyla elli bin beyitlik klasik arap şiirinden eserleri ezberlemiştir. İbn Atiyye el-Kadîm diye bilinen ve Şam'da kendi adıyla anılan bir mescidde imamlık yapan İbn Atiyye 383 (993) yılında burada vefat etmiştir.

39-  Ebu'I-Hasan er-Rummânî (Öl. 384/994)

Ebu'l-Hasan Ali İbn îsâ İbn Ali er-Rummânî, Samerra asıllı bir aileden geime olup Arap gramercilerinin önde gelen isimlerindendir. Tefsîrinin yanı sıra Sîbeveyh'in nahivle ilgili bir eserini de şerhetmiş bulunan Rummânî 296 (908) yılında Bağdâd'-da dünyaya gelmiş ve yine aynı yerde 384 (994) yılında vefat etmiştir.

40-  İbn Şâhîn (öl. 385/995)

Ebu Hafs Ömer İbn Ahmed e!-Bağdâdî, Irak'lı hadîsciler arasında rivayetine güvenilir bir bilgin olarak tanınmış, hadîs ilminde pek çok eserler tasnîf etmiş ve Bakiyyet-üş-Şuyûh unvanıyla anılagelmiştir. İbn Şâhîn'in büyük bir tefsîrinin yanı sıra el-Müsned ve't-Târîh isimli eserleri de bulunmaktadır. Kendisi Muhammed tbn Bâğandî'den, Muhammed İbn Hârûn el-Mücedder ve Ebu'I-Kasım el-Beğavî'den ha­dîs Öğrenmiş, Ebu Saîd el-Mâlikî ve Ebu Bekr el-Berkânî gibi zevat da kendisinden hadîs nakletmişlerdir. 297 (909) yılında Bağdâd'ta dünyaya gelmiş ve yine aynı kentte 385 (995) yılında vefat etmiştir.

41-  UbeyduIIah el-Esedî (öl. 387/997)

Ebu'l-Kâsım UbeyduIIah Ibn Muhammed el-Esedî, Musul'da yetişmiş bir bil­gin olup edebiyat, kırâet ve tefsîr ilimlerinde eserler kaleme almıştır.Mu'tezİIÎ oldu­ğu söylenen UbeyduIIah 387 (997) yılında burada vefat etmiştir.

42-  Muhammed el-Udfuvî (öl. 388/998)

Ebu Bekir Muhammed İbn Ali İbn Muhammed el-Udfuvî tefsîr ve edebiyat ala­nında ün yapmış olup Ebu Ca'fer en-Nehhâs'tan nahiv, Ebu Ganîm el-Muzaffer'den kırâet İlimleri tahsil etmiştir. el-İstiğnâ fî Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir eserde kale­me almış olan Üdfuvî 388 (998) yılında vefat etmiştir.

43-  Ebu Muhammed el-Isfahânî (öl. 389/998)

Ebu Muhammed Abdullah İbn Hâmid İbn Muhammed, İsfahan'da yetişmiş, el-Vaiz unvanıyla şöhret bulmuş, şâfiî bilginlerindendir. Ebu'l- Hasanel-Beyhakî'den fıkıh öğrenimi görmüş, Ebu Ali es-Sekafî'den kelâm okumuş, tefsîr ve fıkıh alanın­da şöhret bulmuş olan Ebu Muhammed seksenüç yaşında iken 389 (998) yılında İs­fahan'da vefat etmiştir. Abdullah İbn Hâmid tefsiri isimli eserin buna âit olduğu sanılmaktadır.

44-  Ebu'l-Ferec en-Nehrevânî (öl. 390/999)

Ebu'l-Ferec İbn Zekeriyyâ İbn Yahya ibn Humeyd. Nehrevân'da yaşamış olup kendi döneminde fıkıh, gramer ve edebiyat alanında şöhret bulmuş bir bilgin idi. İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî'nin mezhebini benimseyen Nehrevânî altı ciltten meydana gelen büyük bir de tefsir kaleme almıştır. Zehebî bu tefsirin çok değerli bilgiler ihtiva ettiğini kaydeder.

45- Ahmed İbn Fâris (öl. 395/1004)

Ebu'l-Hüseyn Ahmed İbn Fâris İbn Zekeriyyâ el-Kazvînî.Kazvîn doğumlu olup ' bir müddet Hemedân'da bulunmuş sonra Rey şehrine gelerek 395 (1004) yılında bu­rada vefat etmiştir. Arap edebiyatı ve dil bilgisi alanında şöhret bulmuş olan Ah­med İbn Fâris'in Câmi'üt-Te'vîl isimli bir de tefsiri bulunmaktadır.

46-  Hâkim (öl. 405/1014)

Tefsîr bilginleri kuşağının beşinci tabakasının önde gelen isimlerinden olan Ebu Muhammed Abdullah İbn Hamdeveyn İbn Nuaym en-Nîsâbûrî 321 tarihinde (942) NisâbûVda doğmuş ve 405 tarihinde (1014) burada vefat etmiştir. Büyük bir hadîs mecmuasının müellifi bulunan Hâkim Ebu Muhammed iki bin kadar kişiden hadîs dinlemiş, fıkıh ve tefsîr alanında şöhret bulmuş, Sâmânoğullan döneminde Nesâ ka­dılığına tayîn edilmiş, bir süre sonra Gürganç kadılığına tayîn edilmek işlenmişse de kabul etmemiştir. el-Müstedrek isimli meşhur hadîs kitabında; Ebu Hatim İbn Hibbân, Muhammed İbn Ya'kûb el-Asam Ebu Ali en-Nîsâbûrî gibi zevattan hadîs nakletmiş Ebu'l-Hasan Dârekutnî, Ebu'I-Kâsım el-Kuşeyrî, Ebu Zerr el-Herevî ve Ebu Bekir el-Beyhakî gibi ünlü hadîs bilginleri de kendisinden hadîs nakletmişlerdir.

47-  îbn Fûrek (öl. 406/1615)

Ebu Bekir Muhammed İbn Hasan İbn Fûrek el-Ansârî, Şâfîi fakîhlerinden ünlü kelamcı ve müfessir, İsfahan'da doğduktan sonra bir süre Rey ve Nisâbûr'a gide­rek orada hadîs dersleri vermiş ve bir medrese inşâ ettirmiştir. Kerrâmiye aleyhinde bulunan İbn Fûrek Gazneli Sultân Mahmûd'un huzurunda adı geçen taife mensûb-ları ile tartışmış ve Gazne'den Nisâbûr'a dönerken yolda Kerrâmiye mezhebine men­sup bir şahıs tarafından zehirlenerek 406 (1015) yılında öldürülmüştür. Kabri bu gün de bir ziyaretgâh olarak tanınmaktadır. Ebu'l-Hasan el-Bâhilî, Abdullah İbn Ca'­fer el-Isfahânî ve İbn Hürrezâd el-Ehvazî gibi ünlü bilginlerden ders almış, Hâkim, Ebu Bekir el-Beyhakî ve Ebu'I-Kâsım el-Kuşeyrî gibi zevat da kendisinden rivayet­ler nakletmişlerdir.

48- Ebu'I-Kâsım en-Nîsâbûrî (öl. 406/1015)

Hasan İbn Muhammed İbn Hasan en-Nîsâbûrî, vaazlarıyla ünlü bir zât olup başlangıçta kerrâmî iken sonradan bu mezhebe karşı çıkmıştır. Ebu'l-Kâsım'ın dev­rinde çok tutulan bir tefsîr yazdığı ancak günümüze kadar ulaşmadığı sanılmakta­dır. 406 (1015) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir.

49- Şerîf er-Radiyy (öl. 406/1015)

Ebu'l-Hasan Muhammed İbn Tâhir, ünlü bir Şîî bilgini olup 359 (969) da Bağ-dâd'ta doğmuş ve yine 406 (1015) yılında bu kentte vefat etmiştir. Maânî'l-Kur'ân ve Mecâz'ül-Kur'ân isimli eserleriyle tefsîr literatürüne önemli katkıda bulunmuş olan Şerîf er-Radiyy, Bağdâd'ta önemli mevkiler ihraz etmiş bir aileye mensûbtur.

Daha çok lügat, belagat ve gramer inceliklerine yer verdiği tefsirinde pek çok uy­durma rivayet naklettiği için itham edilmiştir.

50-  İbn Merdeveyh (öl. 416/1025)

Ebu Bekir Ahmed İbn Mûsâ Ibn Merdeveyh el-Isfahânî; ünlü bir müfessir, ta­rih ve hadîs bilginidir. Son derece güvenilir bir râvî olan İbn Merdeveyh, devrinde İsfahan'ın en büyük bilginlerinden kabul edilirdi. 323 (934) yılında İsfahan'da do­ğan İbn Merdeveyh, Ebu Sehl İbn Zİyâd el-Kattân, Meymûn İbn İshâk, el-HoVasânî, Muhammed İbn Abdullah es-Saffâr gibi ünlü zevattan hadîs nakletmiş; Ebu'l-Kâsım Abdurrahmân İbn Mende ve Ebu Muti' Muhammed el-Mtsrî gibi zevat da ondan rivayet nakletmişlerdir. Hadîs Kinindeki şöhretinin yanısıra, birçok tefsir de rivayet etmiş bulunantbn Merdeveyh 416 (1025) yılında İsfahan'da vefat etmiştir.

51- Ebu Ömer el-Meâfirî (öl.*429/1037)

Ebu Ömer Ahmed İbn Muhammed İbn Ebu Abdullah el-Meâfirî, Endülüs'te yetişmiş ünlü bir bilgin olup Salamanka'da doğmuş, Kurtuba'da ikâmet etmiş ve 429 yılında (1037) Salamanka'da vefat etmiştir. Büyük bir Kur'ân tefsîrinin yanı sıra fıkıh, kelâm ve usûl ile ilgili bir çok eseri bulunmaktadır.

52-  Ali el-Havfi (öl. 430/1038)

Daha Önce adından bahsedilen Ebu Bekir el-Udfuvî'nin öğrencilerinden olan Ali ibn Ibrânîm İbn Saîd İbn Yûsuf, ünlü bir nahiv bilginidir. el-Burhân fî Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir tefsiri de bulunan Ali el-Havfî 430 (1038) yılında vefat etmiştir.

53-  el-Hîrî  (öl. 430/1038)

Ismâîl İbn Ahmed İbn Abdullah cl-Hîrî, İran'da Nisâbûr şehri yakınlarındaki Hîre'de dünyaya gelmiş, vaiz, müfessîr ve fakîh bir zât olup zahid ez-Serahsî'den hadîs öğrenmiş, Ebu Heyseme'den sahîh-i Buhârî'yi dinlemiştir. Hatîb el-Bağdâdî'nin kendisinden rivayet naklettiği el-Hîrî 430 (1038) yılında Nisâbûr da vefat etmiştir. el-Kifâye fi't-Tefsîr isimli bir eseri günümüze intikâl etmiştir.

54- Şerîf el-Murtâzâ (öl. 436/1044)

Ebu'I-Kâsım Ali İbn Tâhir İbn Ahmed ünlü bir Şîî bilgini olup 355 (965) yılın­da Bağdâd'da doğmuş ve 439 (1044) yılında aynı kentte vefat etmiştir. Hz. Ali'ye nisbet edilen Nehc'ül-Belâğe'yi daha önce sözü geçen kardeşi Şerîf Radî ile birlikte derleyip tanzim eden Şerif Murtazâ İbn Nübâte ve Şeyh Müfîd gibi zevattan ders almıştır. el-Emâlî isimli tefsir, hadîs ve edebiyata dâir eserinde Kur'ân'ı tefsir ede­bilmek için gramer ve belagat inceliklerine fazlasıyla yer veren Şerîf Murtazâ, men­subu bulunduğu Şîî görüşleri kabul ettirmek kasdıyla pek çok mevzu hadîs ve rivayete de yer vermektedir.

55-  Mekkî İbn Hammûş (öl. 437/1045)

Ebu Muhammed Mekkî İbn Ebu Tâlib el-Hammûş, Endülüs'te yetişen ünlü bir nahiv bilgini olup, 437 (1045) yılında Kurtuba'da vefat etmiştir. Mısır'da Ebu Tay-yib'den ve Abdülmün'im'den ilim öğrenmiş bulunan Mekkî İbn Hammûş, Kurtu-ba'nın ünlü Ulu camiinde hatîblik te yapmıştır. el-Hidâye İla Bülûğin'in Nihâye isimli tefsîrinin yanısıra Kur'ân'ın i'râbı, nâsih ve mensûh konularıyla kıraete dâir eserler de yazmıştır.

56-  Ebu Muhammed el-Cüveynî (öl. 438/1046)

Rükn'ül-lslâm Ebu Muhammed Abdullah tbn Yûsuf Ibn Abdullah el-Cüveynî; İran'ın Cüveyn kasabasında yetişmiş ve burada Ebu Ya'kûb Ali Ebiverd'den fıkıh tahsil etmiş, daha sonra Nisâbûr'a geçerek Ebû Tayyib es-Sulûkî'den ders almış ve Merv şehrinde ünlü bilgin Kaffâl'dan öğrenim görmüş ve burada icazet almıştır. Başta Kaffâl olmak üzere Adnan Ibn Muhammed ed-Dabbî'den, Ebu Nuaym îbn Hasan'-dan ve Ebu Hüseyn tbn Bİşrân'dan hadîs dinlemiştir. Ünlü kelâm bilgini İmâm'ül-Harameyn EbuM-Maâli el-Cüveynî'nin babası olan Ebu Muhammed'den, başta adı-geçen oğlu olmak üzere Sehl Ibn Ibrâhîm el-Mescidî ve Ali Ibn Ahmed el-Medînî gibi bazı kişiler hadîs nakletmişlerdir. 438 (1046) yılında Nisâbûr'da vefat etmiş bu­lunan Ebu Muhammed el-Cüveynî tefsîr hadîs ve fıkıh alanında şöhret yapmış bir zât olup hem rivayet hem de dirayet tefsirlerini içeren büyük bir tefsîr kaleme almıştır.

57-  Ebu Osman es-Sâbûnî (öl. 449/1057)

Ebu Osman Ismâîl Ibn Abdurrahmân Ibn Ahmed es-Sâbûnî 373 (983) yılında Nisâbûr'da dünyaya gelmiş Ebu'I-Abbâs Tabûtî ve Ebu Sâîd es-Simsâr, Ebu Bekir el-Furât gibi zevattan dersler aldıktan sonra Hicaz'da, Maarra'da öğrenim görmüş ve nihayet kendisi de Nisâbûr, Horasan, Hinuistân, Gazne, Cürcan, Âmil, Taberis-tân, Şâm ve Kudüs gibi islâm dünyasının o günkü kültür merkezlerinde dersler ver­miştir. Ebu Bekir el-Beyhakî, Ebu Abdullah el-Kârî ve Ebu Sâlİh el-Müezzin gibi bilginler de ondan hadîs nakletmişlerdir. Kur'ân tefsiri ile ilgili yazıtı eserlerden çok vaz ve nasihat şeklinde çalışmalar yapmış olan Sâbûnî daha fazla öğrenci yetiştir­mekle ün salmıştır. 449 (1057) yılında vefat etmiştir.

58-  Mâverdî (öl. 450/1058)

Ali Ibn Muhammed Ibn Ubeyy e!-Mâverdî, 364 (974) yılında Basra'da doğmuş, Bağdâd'a gelerek Abbasî devletinin üst makamlarında görev almış, halîfe sarayla­rında bulunmuş ve nihayet başkadıhk mevkiine yükselmiştir. Gülsuyu sattığı için kendisine gülsuyu anlamına Mâverd nisbesi verilmiştir. Ebu'l-Kâstm es-Seymerî'den fıkıh okumuş, Ebu Hâmid el-Isferayîni'nin derslerini takîb etmiş, Hasan Ibn el-Hanbelî, Muhammed İbn Adiyy, Muhammed Ibn Muallâ el-Ezdî ve Cafer İbn Mu­hammed el-Bağdâdî'den rivayetler nakletmiştir. Ebubekir eî-hatîb ve Ebu'l İzz İbn-Kâğuş gibi isimler de kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Özellikle Ahkâm-ı Sulta-niyye'si ile meşhur olan İmâm Ebu'l-Hasan el-Mâverdî'nin tefsîr'ül-Mâverdî isimli bir tefsiri bulunmaktadır. Bu tefsirden bazı bölümler günümüze ulaşmıştır. el-Hâvî el-Kebîr isimli Şafiî fıkhına dâir ünlü eserinin yanı sıra Âlâm'ün-Nübüvve, el-Emsâl ve'1-Hikem, Nasîhat'ül-Mülûk, Kanun'ül-Vİzâre, Edeb'üd-Dünya ve'd-Dîn isimli eser leri İslâm dünyasında yaygın bir şöhrete sahiptir.

59-  Ebu Ca'fer et-Tûsî (öl. 460/1067)

Ebu Ca'fer Muhammed İbn Hasan Ibn Ali et-Tûsî Şia'nın önemli bilginlerin­den olup Bağdâd'ta İkâmet etmiş fakat sünnîlerle şîîler arasındaki bir tartışma neti­cesinde Necef'e geçmiş ve 460 (1067) yılında Necef veya Kûfe'de vefat etmiştir. et-Tibyân'ül-Câmi' isimli büyük bir tefsîri bulunmaktadır.

60-  Ebu'l-Kâsım el-Kuşeyrî (öl. 465/1072)

Ebu'l-Kâsım Abdülkerîm Ibn Hevâzin Ibn Abdülmelik el-Kuşeyrî, Nisâbûr'a yerleşmiş olan Arap kabîlelerinden Kuşeyr İbn Kâ'b kabilesine mensûb olup 376 (986) yılında Üstüva'da doğmuş ve daha sonra İslâm dünyasının muhtelif bölgelerinde geziler yapmış 465 (1072) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. Risâlet'ül Kuşeyriye isimli ünlü tasavvufî eserin müellifi bulunan İmâm Kuşeyrî, tasavvuf başta olmak üzere hadîs, tefsîr, fıkıh ve usûl konularında Önemli eserler kaleme almıştır. Selçuklu hü­kümdarı Sultân Alparslan tarafından büyük iltifatlara da mazhar olmuş bulunan Kuşeyrî'nin et-Teysîr fi İlm'it-Tefsîr isimli tefsîre dâir bir eseri bulunmaktadır.

61-  Ebu Muzaffer Şâhfür (öl. 47171078)

Ebu Muzaffer Şâhfûr İbn Tâhir İbn Muhammed el-îsferâyînî; Kelâm, fıkıh ala­nında şöhret bulmuş ünlü bir bilgindir. Ebu'l-Abbâs el-Asam'dan hadîs dinlemiş ve uzun yıllar Tûs kentinde öğrenci yetiştirerek ilme hizmet etmiş ve 471 (1078) yı­lında burada vefat etmiştir. Farsça tefsîri meşhur bulunan Ebu Muzaffer Şâhfûr'un daha çok kelâmî ve felsefî eserleri bulunmaktadır.

62-  Ebu'I-Maâlî el-Cüveynî (öl. 478/1085)

Imâm'ül-Harameyn Ebu'I-Maâlî Abdülmelik İbn Abdullah İbn Yûsuf el-Cüveynî, Ziyâ'ül-Hakk lakabını almış ünlü bir fıkıh ve kelâm bilginidir. Büyük İs­lam düşünürü Gazzâlî'nin ,de hocası bulunan Cüveynî 419 (1028) yılında Cüveyn kasabasında doğmuş, islâm dünyasının doğusunda ve batısında bir çok seyâhatlar yaptıktan sonra 478 (1085) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. Kelâma dâir eş-Şâmil fi Usûl'id-Dîn, el-Irşâd isimli ünlü eserinin yanısıra bir de Kur'ân tefsirinin bulun­duğu kaynaklarca belirtilmektedir. Şafiî fıkhına dâir Nihâyet'ül-Matlab isimli eseri özellikle daha sonraki bilginler tarafından pek beğenilmiştir. Bilhassa Nizamiye med­reselerinde vermiş olduğu dersler ile İslâm dünyasına pek çok yüksek düzeyde bil­gin yetiştirmiş olan Cüveynî, kelâmda Eş'arî mektebinin önemli isimlerinden birisidir.

63-  Ali el-Kayrevânî (öl. 479/1086)

Ali ibn Fadl İbn Ali el-Kayrevanî, Gazne ve Bağdâd civarında yaşamış, 479 (1086) yılında vefat etmiş bir bilgindir. El-Ferezdakî diye de bilinen bu zâtın el-İksîr fî İlm'it-Tefsîr ve el-Bürhân isimli tefsirlerinin bulunduğu kaynaklarca belirtil­mektedir.

64-  Fahr'ül-lslâm el-Pezdevî (öl. 482/1089)

Fahr'ül-îslâm Ali İbn Muhammed tbn Hüseyn tbn Abdülkerîm İbn Mûsâ el-Pezdevî, Mâverâünnehir bölgesinde yetişmiş ünlü Hanefî fakîhlerinden olup 400 (1009) yılı cİvânndaMâverâünnehir çevresinde doğmuş ve 482 (1089) yılında yine aynı bölgedeki Keş kasabasında vefat etmiş, na'şı bilâhere Semerkand'a taşınmıştır. Ha­nefî fıkhının en büyük kaynaklarından birisi olan el-Mebsûd isimli eserin müellifi bulunan Fahr'ül-İslâm el-Pezdevî'nin fıkhî eserlerinin yanısıra Keşf'ül-Estâr isimli geniş hacimli bir de tefsîri bulunmaktadır.

65-  Ebu Hâmid es-Semerkandî (öl. 488/1095)

Ebu Hâmİd Muhammed İbn Abdürreşîd İbn Hasan es-Semerkandî, Semerkand civarında yetişen ünlü Hanefî bilginlerindendir. Seyyid Şerif Cürcânî'den fıkıh ve diğer bilimleri tahsil etmiş bulunan Semerkandî, hacca gidip geldikten sonra 488 (1095) yılında vefat etmiştir. Tefsîr'ül-Kur'ân isimli bir eseri bulunmaktadır.

66-  İbn'üs-Sem'ânî (öl. 489/1095)

Mansûr tbn Ahmed İbn Abdülcebbâr el-Mervezî, Merv'de yetişmiş, Horasan, Bağdâd, Küfece Hicaz'da seyâhatlar yaparak devrin ünlü bilginleriyle tanışmış, tek­rar anayurdu olan Merv'e gelerek 489 (1095) yılında burada vefat etmiştir. Arala­rında bir çok bilgin bulunan Temîmoğulları kabilesinden Sem'ân soyuna mensûb bulunduğundan kendisine, İbn'üs-Sem'ânî nisbesi verilmiştir. Tefsirle ilgili bir ese­rinden ayrı olarak, kelâm ve hadîse dâir birçok eserleri bulunmaktadır. Nitekim da­ha sonra gelecek olan Ebu Saîd Abdülkerîm es-Sem'ânî de bu zâtın torunlanndandır.

67-  Selmân el-Hülvânî (öl. 494/1100)

Nehrevân halkından olan Ebu Abdullah Selmân İbn Abdullah el-Hülvânî Bağ-dâd'ta öğrenim gördükten sonra Irak'ın muhtelif bölgelerinde gezilerde bulunmuş, sonra İsfahan'a yerleşmiş, ve 494 (1100) yılında burada vefat etmiştir. Kirâet ağır­lıklı bir tefsirinden başka, özellikle nahiv ve lügatla ilgili eserler yazmıştır.

68-  Tâc'ül-Kurrâ (Öl. 500/1106)

Ebu'l-Kâsım Mahmûd Ibn Hamza tbn Nasr el-Kirmânî, Kirmân'da yetişmiş ünlü nahiv bilginlerinden olup 500 (1106) yılında burada vefat etmiştir. Lübâb'üt-Tefâsîr, Lübab'üt-Te'vîl, Acâib'ül-Kur'ân, el-Bürhân fî Maânî Müteşabih'il-Kur'ân isimli tefsirle ilgili önemli çalışmaları bulunmaktadır.

69-  Hatîb et-Tebrîzî (öl. 402/1108)

Ebu Zekeriyyâ Yahya îbn Ali îbn Hasan İbn Muhammed eş-Şeybânî, Tebriz'­de doğmuş. Bağdâd'ta ikâmet ettikten sonra bir süre Mısır'a yerleşmiş, tekrar Bağ-dâd'a dönerek 502 (1108) yılında burada vefat etmiştir. Prâb'ül-Kur'ân isimli daha çok gramer ağırlıklı bir tefsiri bulunan Hatîb et-Tebrizî, gramer ve edebiyat yönü ağır basan bir bilgindir.

70-  Râğıb el-Isfahânî (öl. 503/1109)

Ebu'l-Kâsım Hüseyin İbn Muhammed İbn Mufaddal el-Isfahânî, el-Müfredât isimli eseriyle tslâm dünyasında haklı bir şöhret kazanmış ünlü bir bilgindir. Ayrıca bir de tefsir yazmış olan Râğıb bu tefsîrini tamamlayamamıştır. Bu eseri bilâhere ünlü tefsîr bilgini Kâdî Beydâvî'ye kaynak teşkil edecektir. Tefsîre giriş isimli bir eserinin yamsıra Tenzîh'ül-Kur'ân isimli bir eseri de bulunmatadır. Râğıb'ın Mu'-tezilî olduğu söylenirse de Fahreddîn Râzî onu, Ehl-i Sünnet bilginleri arasında say­maktadır.

71-  Mes'ûd İbn Ali el-Beyhâkî (öl. 544/1149)

Ebu'I-Mehâsin Mes'ud İbn Ali Ahmed es-Suvânî Fahr'üz-Zamân lakabıyla anı­lan ünlü bir gramer ve lügat bilginidir. Kur'ân tefsirinin yanısıra edebiyat ve usûl ile ilgili eserleri bulunan Beyhâkî 544 (1149) yılında vefat etmiştir.

72-  Ahmed el-Beyhâkî (öl. 544/1149)

Ahmed İbn Ali İbn Muhammed el-Beyhâkî, Beyhak'ta yetişmiş bir diğer kirâ­et, tefsîr, gramer ve lügat bilginidir. 544 (1149) yılında vefat etmiş olan Beyhâkî'nin Kur'ân tefsirinin yanı sıra el-Muhît bi'l-Kur*ân isimli bir de eseri bulunmaktadır.

73-  Muhammed İbn Tayfur (öl. 550/1155)

Ebu Abdullah Muhammed İbn Tayfur es-Secâvendî, Gazne civarında yetişmiş ünlü bir tefsîr, gramer ve kirâet bilginidir. Ayn'ül-Maânî isimli bir tefsirinden ayrı olarak kırâetle İlgili eserleri bulunmaktadır. 550 (1155) yılı civarında hayatta olduğu sanılmaktadır.

74-  Ali el-Harizmî (öl. 560/1164)

Ebu'l-Hasan Ali îbn Muhammed İbn Ali el-Harizmî, ünlü tefsîr bilginiZemah-şerî'nin değerli öğrencilerinden olup, edebiyat ve gramerle ilgili eserlerinin yanısıra gramer ağırlıklı bir de Kur'ân tefsiri vardır. 560 (1164) yılında Harizm civarında vefat etmiştir. Kendisi Arap olmadığı halde üstadı Zemahşerî gibi Arap dilinin ince­liklerine gerçekten vâkıf olduğu kaynaklarca ifâde edilmektedir.

75-  Ibn Zafer (öl. 565/1169)

Ebu Abdullah Muhammed İbn Zafer el-Kureyşî. Mekke-i Mükerreme civarın­da yetişmiş Afrika ve Endülüs'e seyâhatlar yapmış, bilâhere Şâm civarına gelerek yerleşmiş bulunan İbn Zafer gramer, edebiyat ve tefsîr alanında eserler vermiştir. 565 (1169) yılında vefat etmiş olup Yenbû'ul-Hayât isimli tefsîrinden ayrı matbu bazı eserleri bulunmaktadır.

76-  İbn'üd-Dehân (Öl. 569/1173)

Nâsıh'üd-Dîn Saîd İbn Mübarek îbn Ali, Musul civarında yetişmiş ve edebi­yat, şiir, gramer alanında eserler yazmış bir bilgin olup 569 (1173) yılında adı geçen kentte vefat etmiştir. Başhbaşına bir Kur'ân tefsirinin yanı sıra Fatiha ve thlâs sûre­lerinin müstakil tefsirlerini de yazmış olan bu zâtın gramere dâir bazı eserleribulun-maktadır.

77-  Muhammed el-Bakkâlî (öl. 576/1180)

Ebu'I-Fadl Muhammed Ibn Ebu'l-Kâsım, Harizm civarındaki Gürganç'ta doğ­muş, fıkıh, edebiyat ve tefsîr alanında eserler vermiş ünlü bir Hanefî bilginidir. Ze-mahşerî'nin Öğrencilerinden olan Bakkâlî'nin tefsirinin yanı sıra ct-Tcnbîh alâ' İ'caz'il-Kur'ân isimli bir eseri ve ayrıca gramer ve fıkha dair bazı eserleri bulunmak­tadır. 576 (1180) yılında Gürganç'ta vefat etmiştir.

78-  Zahîr'üd-dîn en-Nîsâbûrî (öl. 577/1181'den Sonra)

Zahîr'üd-dîn Ca'fer İbn Muhammed İbn Mahmûd, Nisâbûr çevresinde yetiş­miş olup 577 (1181) yılından sonra vefat etmiştir. Onun Farsça kaleme almış olduğu el-Basâir fî't-Tefsîr isimli eseri arapçadan başka yabancı dilde yazılmış önemli ve ilk tefsirlerden birisidir.

79-  Ali el-Hanefî (öl. 582/1180)

Ali İbn İbrâhîm İbn İsmâîl cl-Hancfî, Gazne civarında yetişmiş fıkıh, tefsîr, kelâm ve usûl alanında eserler kaleme almış bir bilgindir. Yaklaşık 582 (1180) yılın­da vefat etmiş olup tefsîrinden başka fıkıhla ilgili bazı eserleri bulunmaktadır.

80-  Ebu Nasr el-Attâbî (öl. 586/1190)

Ebu Nasr Ahmed İbn Muhammed İbn Ömer el-Attâbî, Buhârâ'nın bir mahal­lesi olan Dâr-İ Attâb'da dünyaya gelmiş fıkıh ve tefsirle ilgili eserler kaleme almış, ünlü bir Hanefî bilginidir. 586 (İ190) yılında Buhârâ'da vefat etmiş olan Attabî'nin kendi adıyla anılan bir tefsîrinden başka fıkıhla ilgili bazı eserleri bulunmaktadır.

81-  Ebu Ali el-Fâfisî (öl. 599/1203)

Ebu Ali Hasan îbn Hatır en-Nu'mânî, Bağdâd civarındaki Nu'mâniyye'de dün­yaya gelmiş, Şîrâz'da fıkıh tahsîl etmiş, tefsîr, kelâm ve kırâetle İlgili eserler kaleme almış bir bilgindir. Şâm, Mısır ve Kudüs'te de bulunmuş olan Ebu Ali'nin İbranca

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/119-125

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/125-126

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/126-127

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/127-128

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/128-130

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/130-133

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/133-134

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/134-136

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/136-137

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/137-140

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/141-149

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/149-154

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/154-158

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/158-164

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/164-165

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/165-166

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/166-168

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/169-170

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/170-171

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/171-175

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/175-177

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/178-179

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/179-181

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/181

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/182-184

[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/184

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/184-185

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/185-187

[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/188-189

[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/189-191

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/191-194

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/194-195

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/195-196

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/196-198

[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/198-201

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/202-206

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/206-208

[38] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/208-211

[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/211-212

[40] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/212-215

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/216-221

[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/221-222

[43] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/222-223

[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/223-224

[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/224

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/225

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/225-228

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 16/228-230