Âl-i İmrân, 159; Kavram, 161

 

 

A Z İ M  V E  T E V E K K Ü L

 

Azim; Anlam ve Mâhiyeti

Tevekkül; Anlam ve Mâhiyeti

Kader ve Rızık

Tevekkül; “Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir” Demek midir?

Kader ve Tevekkül

Kur’ân-ı Kerim’de Azim ve Tevekkül

Hadis-i Şeriflerde Azim ve Tevekkül

Allah el-Vekîl’dir, Kendisine Dayanılıp Güvenilmesi Gereken Tek Zâttır

İnsanın Tevekküle İhtiyacı

Sebat ve Kararlılık; Azmin Açılımı

 

 

 

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ

وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ اِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umûma ait) işlerde onlarla istişâre et, onlara danış. Artık azmettiğin, kararını verdiğin zaman da Allah'a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.” (3/Âl-i İmrân, 159)

 

 

Azim; Anlam ve Mâhiyeti

Azim (azm); Sözlükte “ısrarla istemek, kasdetmek, karar vermek, kesin karar, irâde, sabır” gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerim’de beş âyette (3/Âl-i İmrân, 186; 20/Tâhâ, 115; 31/Lokman, 17; 42/Şûrâ, 43; 46/Ahkaf, 35) “iyilikte sebat ve kararlılık”, dört âyette de (2/Bakara, 227, 235; 3/Âl-i İmrân, 159; 47/Muhammed, 21) fiil şekliyle “kesin karar vermek” anlamında olmak üzere toplam dokuz yerde geçmekte, bunlardan birinde (46/Ahkaf, 35) Hz. Peygamber’e “azimli peygamberler” gibi sabırlı olması, acelecilikten sakınması emredilmektedir. Hadislerde azim ve bundan türemiş fiillerle “azme”, “azîme” veya “azâim” gibi müştakları “kararlılık, sabır, niyet, hayırlı iş, farz” gibi mânâlarda kullanılmıştır.

Bir işin yapılmasından önceki aklî teemmüllerle psikolojik arzu ve eğilimlerin doğurduğu tereddüt döneminden sonra o işi şu veya bu şekilde yapmak husûsunda bir tercihe ulaşılırsa bundan azim, ulaşılmazsa tereddüt ve şaşkınlık hali (tehayyür) doğar. Müslüman düşünürler, dinî ve ahlâkî davranışlar için, zihinde tasavvur edilmelerinden başlamak üzere, fiilen gerçekleşinceye kadar birtakım safhalar kabul ederler. Gazzâlî bunları hadis-i nefs (fiilin zihinde doğması), tabii ilgi, hüküm, azim veya kasıt, amel şeklinde sıralamış ve incelemiştir (İhyâ, III/41). İlk üç safhada henüz kesin bir karar ve niyet bulunmadığı ve bunlar irâde dışı olduğu için insan, bu safhalarda sorumlu tutulamaz. Azim, aynı zamanda niyet ve kasıt safhası olduğundan insanın sorumluluğu bu noktada başlar. Buna göre kötü bir işe azmetmekle birlikte iyi niyete dayanan bir sebeple bu işi yapmayan veya yapamayan kişi azminden dolayı sorumludur. Ancak, Allah korkusu, günah endişesi gibi dinî ve ahlâkî faktörlerle kötülük yapma kararından dönmek de yeni bir azimdir ve böyle bir kimse, önceki azminden dolayı sorumlu değildir.

Nazzâm, Allâf, Ca’fer bin Hâris gibi bazı Mu’tezile bilginleri irâdeyi azim ve kasıt olmak üzere iki mertebede değerlendirmişlerdir. Azim ile fiil arasında az çok bir zaman farkı bulunabilir ve kişinin bu zaman içinde azminden dönmesi muhtemeldir. Kasıt fiilin yapıldığı zamana tekabül ettiğinden (iktiran), kasıt halindeki irâde fiilin meydana gelmesini gerektirir; böylece insan fiilin “icat edicisi” olur. Buna karşılık özellikle müteahhir Mâturîdî kelâmcıları bu mânâdaki irâdeyi “azm-i musammem” diye adlandırmışlar ve bunun Eş’arîler’in “kesb”i ile aynı şey olduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre azm-i musammem “kulun kudretinin tesir alanı”dır. İhtiyar, kudret, meyil gibi mânevî âmiller (ef’âlü’n-nüfûs) ile hâricî faâliyetlerden (ef’âlü’l-cevârih) hiçbiri insan gücünün tesir sahasına girmezken, azim insanın hâdis kudretinin eseridir (İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, Kahire, 1317, s. 111-112). Böylece fiiller yaratma açısından Allah’a, karar açısından insana nisbet edilir; bu sûretle dinî ve ahlâkî yükümlülük ve sorumluluklar geçerlilik kazanır. Gerçi şeytanın veya bencil arzu ve ihtirasların etkisinde kalan kula, iyilik yönünde kesin karara ulaşabilmesi için Allah tarafından hemen her zaman bir yardım sözkonusudur. Fakat bu yardım, asla cebrî bir müdâhale anlamına gelmez; dolayısıyla kul için İlâhî bir lütuf olan tevfîkın bulunmaması, onu azm-i musammemden mahrum bırakmaz; böylece fâsıkların Allah’ın kazâ ve kaderini günahlarına mâzeret göstermelerinin de anlamı kalmaz (İbnü’l-Hümâm, a.g.e., s. 133).

Tasavvufta, “sâlikin Hakk’a ermesine (vüsûl) engel olan bağları koparıp atması, ilmi hale hâkim kılması, irâdeyi kendisinden bilme illetinden kurtulması” gibi anlamlarda kullanılan azim, müridin hak yola girmesinin başlangıcıyla ilgilidir. Herevî’ye göre Hakk’ın yolunu tutan bir sâlikin bu yolda ayak bağı olan her şeyi söküp atmasına, ne kadar zor ve acı olursa olsun, bu yolda kendisine yardımcı olan ve rehberlik eden her şeyle uyum halinde olmasına azim denir. Azim, bütün maddî-mânevî, bedenî-rûhî kuvvetleri toplayıp hedefe yöneltmektir. (1)

 

 

 

Tevekkül; Anlam ve Mâhiyeti

 

Tevekkül; Âcizlik gösterme, başkasına güvenip dayanma, Allah'a güvenme, O'nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanma ve alınması gereken tedbirleri alma anlamında Kur'anî bir terimdir.

"Müvekkil" vekil edinen, "tevkîl" ise vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı anlatır. Tevekkülde, kelimenin Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metot ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder.

Tevekkülün ıstılâhî/terim anlamı ise: "Kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah Teâlâ’ya bırakması bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O’na güvenmesi; kalbin, her işte Allah’a îtimat etmesi, güvenmesidir." Tevekkül, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, alınacak bütün tedbirler alındıktan, konu ile ilgili tüm girişimler yapıldıktan sonra, o işin neticesinin Allah’a bırakılmasıdır. Tevekkül, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah`a bırakması, O`nun yaratacağı neticeyi güven ve rızâ ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması; kısaca Allah`a güvenip, âkıbetinden endişe etmemesidir. Tevekkül, kalbin Allah`a tam îtimat ve güveni, hatta başka güç kaynakları düşünmekten rahatsızlık duyması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve îtimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalp kapıları Allah`tan başkasına açık kaldığı sürece de hakîkî tevekküle ulaşılmaz.

Tariften de anlaşıldığı gibi tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde tüm zâhirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sadece Allah'a dayanmasıdır. Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terkedip, “Allah'ın dediği olur” diyerek kenara çekilmek değildir. Nitekim Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah'a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye "Onu bağla da öyle tevekkül et." (Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyâme 60) buyurmuştur.

İslâm inancına göre; yaratıkların bütün fiilleri, halleri ve sözleri Yüce Allah'ın kazâ ve takdîri ile meydana gelir. Onun için İslâm alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara ve aracılara değil, sadece Allah'a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder. Bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müslümanlar sadece Allah'a dayanıp güvensinler." (3/Âl-i İmrân, 122). Hz. Peygamber de şu sözleri ile müslümanlara tevekkülü tavsiye etmektedir: "Eğer siz Allah 'a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır." (İbn Mâce, Zühd 14)

Hz. Ömer (r.a.), Medine'de boşta gezen bir gruba: "Siz necisiniz?" diye sordu. Onlar da: "Biz mütevekkilleriz" dediler. Bunun üzerine büyük halife: "Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici)lersiniz. Siz yalancısınız, tohumunu yere atıp (toprağa ekip) sonra tevekkül edene mütevekkil denir" dedi.

Bu olay tevekkülden ne anlaşılması gerektiğini çok güzel ifade etmektedir. Gerçek tevekkül güzel bir davranış, ahlâkî bir fazilettir. Cenâb-ı Hak, müslümanlara tevekkülü emretmiş ve mütevekkil olanları sevdiğini haber vermiştir: "Bir de, daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül et." (25/Furkan, 58) "Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter." (65/Talâk, 31) "Mü’minler, ancak o kimselerdir ki Allah anılınca kalpleri ürperir, onlara Allah'ın ayetleri okunduğunda o ayetler onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler." (8/Enfâl, 2)

Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse, Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine râzı kimsedir. Fakat, nasıl kadere inanmak tembel tembel oturmayı, herşeyden el etek çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil, çalışmadan kazanılamayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz Cennet'e girilemeyeceğini, ihlâsla ibâdet ve tâatte bulunmadan Allah'ın rızâsına kavuşulamayacağını bilir. (2)

Tevekkül ve Türevleri: ‘Tevekkül’, ‘vekâlet’ kökünden türemiş bir kelimedir. Sözlükte, kendi işini gördürmek üzere birini tayin etme, birine güvenip dayanma demektir. Aynı kökten gelen ‘vekil’, kişinin kendi işini gördürmek üzere tayin ettiği, güvenip dayandığı kimse demektir. ‘Tevkîl’ ise, vekil kılma işidir ki, birine güvenip dayanma ve onu kendi yerine ‘nâib/temsilci’ olarak tayin etmedir. ‘Tevekkül’ tevkîl etme, vekil kılma işidir. ‘Müvekkil’, hukuk dilinde, dâvâlının kendi yerine işini görmesi veya dâvâsını savunması için avukat tâyin eden, avukatı görevlendiren kimsedir. Müvekkilinin dâvâsını savunan veya onun işini gören avukat da ‘vekil’dir.

Allah’ın Vekil Olması: Kur’an, Allah’ın kulları için ‘vekil’ olarak yeteceğini açıklıyor. “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerinde vekildir.” (39/Zümer, 62) “Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 132; Ayrıca bkz. 4/Nisâ, 81, 171; 17/İsrâ, 65; 33/Ahzâb, 3, 48)

Allah’ın güzel isimlerinden biri olarak ‘el-Vekil’; yarattığı her şey üzerinde gözetici ve Hafîz (koruyucu) olan, hepsinin idaresinin ve rızkının kendisine ait olduğu, onlardan zararları giderici, faydalı olanları onlara verici anlamına gelir. O, her şeyi düzenleyen olduğu gibi yönetendir de. Yarattıklarını gözetir, onların rızıklarını yaratır. Hiç bir şeyin bilgisi kendine gizli değildir, her şeyi korur, sevk ve idare eder.

Müslümanların “Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir’ (3/Âl-i İmrân, 173) demeleri, bütün bu sıfatların Allah’a ait olduğunu söylemek, O’nun bütün yapıp etmelerinde güç sahibi ve bağımsız oluşunu ifade etmek içindir. Allah (cc) vekil olarak, mü’minlerin güvenip dayandığı, onların yapamayacağı işlerin en güzel idarecisidir. Vekil ismi bazı âyetlerde ‘şâhit’ anlamına da gelmektedir. Allah (c.c.) her an ve her yerde insanların yaptıklarına tanık olmaktadır, onların yaptıklarından haberdardır (12/Yusuf, 66; 28/Kasas, 2)

İnsanlar Hakkında ‘Vekil’ Denilmesi: Kur’an-ı Kerim’de ‘vekil’ sıfatı insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Bu kullanımlarda vekil kelimesinde, daha çok bekçi, gözetleyici, işlerin sorumlusu gibi anlamlar ağır basmaktadır. İnsanlar hakkında kullanılan ‘vekil’ sıfatının genellikle olumsuz olarak gelmesi dikkat çekmektedir. "De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden hakk gelmiştir. Kim hidayete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidayete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinize bir vekil değilim." (10/Yûnus, 108; Ayrıca bkz. 6/En’âm, 66, 107; 17/İsrâ, 68, 86; 25/Furkan, 43).

‘Vekil’ kelimesinin insanlar hakkında sözlük anlamıyla kullanılmasında bir sakınca yoktur. Ancak kavram anlamıyla kullanılması pek doğru değildir. Kur’an’ın ‘Allah vekil olarak yeter’ vurgusu buna işaret ediyor. Kıyâmet günü insanlara sorulacak olan şu soru da oldukça anlamlıdır: İşte siz, dünya hayatında onlardan yana mücâdele ettiniz. Peki Kıyâmet günü onlardan yana Allah’la kim mücâdele edecek? Ya da onlara kim vekil olacaktır?” (4/Nisâ, 109)

Tevekkülün Boyutları: ‘Vekil kılma’ anlamında ‘tevkîl’ sürekli Allah’ı ‘vekil’ kılma olarak geçmektedir. Yani kendsine ‘tevekkül’ edilen Allah (cc); Allah’ı vekil tutan da, O’na tevekkül eden de insandır. Tevekkülün hedefi hep Allah’tır. ‘Tevekkül’ fiil ve türevleriyle birlikte kırktan fazla âyette geçmektedir ki, hepsinde de ‘Allah’a tevekkül, O’nu Vekil bilme, O’na güvenip dayanma söz konusu edilmektedir. ‘Tevekkül’, kavram olarak, Allah’ı vekil bilme, O’na dayanmadır. Bunu iki şekilde anlamak mümkündür: Birincisi; birisini ’veli’ bilmek, dost, yardımcı ve işine bakabilen bir kimse olarak güvenme, İkincisi ise; birisini kendi işi için vekil bilme ve ona güvenip dayanmadır.

Kavram olarak tevekkülü şöyle tanımlamak mümkündür: İnsanın, kendine yüklenilen veya kendine düşen bütün görevleri yaptıktan, bütün çalışmaları yerine getirdikten ve bütün tedbirleri aldıktan sonra, işin sonucunu Allah’a bırakmasıdır; Allah’a güvenip sonuçtan endişe etmemesidir.

Şüphesiz ki ‘tevekkül’ bazılarının anladığı gibi, havadan ekmek beklemek, gayret etmeden bir başarıya ulaşmak, yerinde oturarak Allah’tan bir şey beklemek değildir. Bu anlamda Allah (cc) kimsenin ‘vekil’i değildir. Bazı kimseler, insan olarak üzerlerine düşeni yapmazlar, gerekli çabayı göstermezler, emek sarfetmezler, sonra da işlerini Allah’a havâle ederler. Tâyin ettikleri ‘vekil’in, kendilerinin tüm işlerini görmesini beklerler. İslâm’da böyle bir tevekkül inancı yoktur. Kur’an şöyle diyor: “Allah’tan bir rahmet olarak, onlara yumuşak davrandın. Eger kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için mağfiret dile ve iş konusunda onlarla danış (müşâvere et). Bir kere azmettinmi (kesin karar verdinmi) de Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah, tevekkül edenleri sever.” (3/Âl-i İmrân, 159)

Görüldüğü gibi tevekkül’ün oluşum süreci açıktır. Yukarıdaki âyet belli bir konuda yapılması gerekenleri söyledikten sonra tevekkülün gereğine işaret ediyor. ‘Bir kere azmettinmi’ ifâdesi, gerekli kararlılığı ve yapılması gerekli çalışmaları haber veriyor. İman edenler, Rablerinin kendilerini ne ile sorumlu tuttuğunu bilirler. Bunun şuurundadırlar. Bütün kulluk görevlerinin yerine getirilmesi, bu işin şartıdır. Zaten insan bunun için yaratılmıştır. Görevler yerine gelmeden, sonucu büyük mükâfat ve kazanç olarak beklemek mümkün değildir. Mü’min, gerekeni yapar, sonuç konusunda Allah’a güvenip dayanır, O’nun vereceği karşılığa râzı olur. İslâm mü’minlere, ilim öğrenmelerini, emirlere uymalarını, rızıklarını aramalarını, Allah yolunda çalışma yapmalarını, düşmana karşı hazırlıklı olmalarını, din ve dünya işlerinde şûrâya başvurmalarını, işleri kolaylaştıracak metodları bulmalarını, haksızlıktan kaçınıp her işlerinde adâlete uymalarını ve bunlara benzer bir çok güzel şeyi yapmalarını emrediyor. Elbette bu çalışmalar yapılırsa sonuç da güzel olacaktır.

Tevekkül bu anlamda, bütün çalışmaları yaptıktan, bütün görevleri yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur ve doyumluluk, bir yönden de Allah’ın vereceğine râzı olma ahlâkıdır. ‘Tevekkül’, güçlü bir iman ve Allah’ın emrine uymada sürekli bir kararlılıktır. Tevekkül eden (mütevekkil), yaptığı tevekkülle bir faydayı elde eder, bir zarardan kurtulur. Onun hakkıyla yapacağı tevekkül ona böyle bir sonuç kazandırır ki, böyle bir sonucu başka bir şeyle elde etmek mümkün değildir.

Allah’a tevekkül, O’nun yardım ve desteğine güvenmedir, en uygun çalışmayı yapan, kulluk görevlerini yerine getirenlere iyi sonuç vereceğinden emin olmaktır. Kulun tevekkülü, Allah’ın o kuluna yeterli oluşunun bir sebebidir. Kur’an, mü’minleri tıpkı takvâda olduğu gibi, böyle bir tevekküle teşvik ediyor (73/Müzzemmil, 8-9; 17/İsrâ, 2). Tevekkül, hakka tam bağlılık, azimli ve kararlılık sahibi olma unsurları ile güçlenir, yerine getirilir. Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül ederler (3/Âl- i İmrân, 122, 160; 5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 12/Yusuf, 67 vd.). Onlar sürekli olarak ‘Hasbuna’llahu ve ni’me’l-vekîl; Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ derler (3/Âl-i İmrân, 173).

Peygamberimiz (s.a.s.) de buyuruyor ki: “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.” (Tirmizí, Zühd, 33, Hadis no: 2344). Bu demektir ki kuşlar gibi çaba sarfedenler, bu gayretlerinin sonuçlarını en güzel şekilde görürler.

Her şey bir sebebe bağlıdır. İnsanın kaderi; hedefini, amacını ve bu amacı gerçekleştirecek olan sebebi de içerisine alır. Bu, toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerektiği gibi bir sebep-sonuç ilişkisidir. “Duâ ve tevekkül, işlerin sonucuna etki etmez!” diyen, amel işlemekle emredilmeyi, sebeplere yapışmayı görmezlikten geliyor demektir. Bir amel işlemeden, bir amaca ulaşmak için bir çaba sarfetmeden, emredilen şeyleri yerine getirmeden bir başarıya, veya Allah’ın insana vadettiklerine kavuşmak mümkün değildir. Allah (c.c.), mü’min kullarının yalnızca Kendisine tevekkül etmelerini emrediyor (5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 14/İbrâhim, 11 vd.) (3)

 

 

Kader ve Rızık

Özellikle yiyecek ve içecek cinsinden Allah'ın canlıya ihsan ettiği her besleyici şey rızıktır. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli açıklamalar bu tanımı kanıtlamaktadır:

“Allah'tır ki sizi yarattı; Sonra sizi besledi; Sonra sizi öldürecek; Sonra sizi diriltecektir.” (30/Rûm, 40) “Nice canlı vardır ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizleri de besleyen Allah'dır. O, tümü duyandır, tümü bilendir.” (29/Ankebût, 60)İnkâr edenlere dünya hayatı parlak gösterilmiştir. Onlar mü’minlerle alay ederler. Oysa sakınanlar, kıyamet gününde onlardan üstündürler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (2/Bakara, 212)

Rızık da her olay gibi kaderin kapsamına girer. Çünkü canlının hangi şartlarda, nerede, nasıl, hangi yollarla ve ne gibi bir besin maddesini alacağı ve ondan nasıl yararlanacağı ezelde Allah tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla onun, yiyecek ve içecek maddesi olarak bir şeyi alması, kazanması ve onu tüketmesi, yaşadığı diğer olaylardan farklı bir şey değildir. Ne var ki, insanın örneğin, ağzına koymak üzere eline aldığı bir lokmayı herhangi bir nedenle yiyememesi, insanlar arasında öteden beri çok farklı bir olay gibi algılanmış, bu nedenle de yiyilip içilen şeylerin rızık adı altında özel bir konu olarak işlenmesi âdet olagelmiştir. Bu konuda olup bitenler arasında gerçekten de insanı şaşkınlık içinde bırakan bazı olaylar yaşanmıştır.

Örneğin, bir çocuğun, tam ağzına koymak istediği et lokmasının, o sırada kedi tarafından kapılması, ya da elindeki süt bardağının devrilmesi belki pek şaşırtıcı değildir. Ama kazılar sırasında çıkarılan bir insan kafatasının dişleri arasında henüz çürümemiş bir darı tanesi şaşkınlık içinde seyredilirken, kenara konduktan az sonra bir kuş tarafından gagalanarak kapılması daha büyük bir şaşkınlığa yol açabilmiştir. Bu da rızık meselesinin kader olayları arasında özelleştirilmiş bir konu olarak işlenmesine neden olmuştur. Halbuki rızık da, yaşanan diğer bütün olaylar gibi kaderin sıradan bir parçasıdır. Öyle ki, haram lokma da rızıktır.

Örneğin hırsızlık malı bir yiyeceğin, gerek hırsız tarafından bilinçle yenmesi, gerekse -farkında olunmadan - diğer biri tarafından yenmesi arasında kader açısından hiç bir fark yoktur. Haram ya da helâl, ikisine de yedikleri nasip olmuştur. İkisi de kendi irâde ve seçimleriyle bu fiili işlemişlerdir. Aralarındaki fark: Hırsızın sorumlu, diğerinin ise mâsum olmasıdır. Bu ise yenen şeyin, kader ya da rızık olmasıyla çelişmez. Daha doğrusu böyle bir olayın, Kur'ân'ın üslûbu dışında “rızık” olarak adlandırılmasının hiç bir özelliği yoktur. Çünkü kişinin bir şey yiyip içmesi ile onun, giyinip kuşanması, yürümesi, okuması, ya da herhangi bir hareket yapması arasında kader bakımından hiç bir fark yoktur.

Mu'tezilîler bu noktada da Ehl-i Sünnet'ten farklı düşünmüşlerdir. Onlara göre haram lokma rızık değildir. Çünkü "Allah, kötülüğü ve yasaklamış olduğu davranışları yaratmaktan münezzehtir." Bu nedenle rızık için “Allah'ın, insanı yararlanmaktan yasaklamadığı şeyler" diye spekülatıf bir tanım yapmışlardır. Halbuki insanlar, Allah'ın yasakladığı birçok şeyleri de yiyip içmekte ve bunlardan yasaklı yollarla yararlanmaktadırlar. Dolayısıyla bu tanımın tutarsız olduğu açıktır.

Aslında rızık meselesinin taşıdığı önemi, onu, kader zinciri içinde pek anlamı olmayan yorumlarla özel bir konu haline getirmekte aramamak gerekir. Fakat rızkın asıl başka yönden taşıdığı bir önem vardır. O da şudur: Allah (cc), rızkın yaratıcısıdır, kişi ise onu, kendi irâdesiyle arayıp kazanandır. Helâli de haramı da hikmetiyle yaratan Allah, insana neyin helâl, neyin haram, neyin iyi, neyin kötü, neyin serbest ve neyin yasak olduğunu açıklamış, ancak onu, istediğini seçmekte özgür bırakarak ileride kendisini hesaba çekmek üzere de sorumlu tutmuştur (5/Mâide, 4; 16/Nahl, 114-116).

Rızık hakkında bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Kişi, bilgisini, enerjisini ve imkânlarını seferber ederek, çalışıp didinmek, çabalayıp rızkını aramak ve bununla birlikte olanca dikkatiyle helâlinden kazanmak durumundadır. Bu, hem iman, hem ahlâk, hem de hayat açısından zorunludur. Yani kişi her şeyden önce helâla helâl, harama da haram olarak inanmalı, bu iki şeyi vicdanında asla bir tutmamalıdır; Buna bir toplum baskısı ya da bir gelenek diye değil, bir Kur'ân gerçeği olarak inanmalıdır (16/Nahl, 116). İnsanın böyle bir inançla rızık arayışı içine girmesi ise hem bir ahlâk gereği hem de yaşayabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Çalışmakla rızık arasındaki ilişkiye gelince bu nokta, akılları durduran bir sırla örtülüdür. Bu gizemi sonsuza dek hiç kimse çözemeyecektir. Çünkü bu dünyada canının fedâ edercesine çalışıp çabalayan, akıllı, zeki, bilgili, atılgan, enerjik ve ahlâklı insanlar vardır ki, hayatları boyunrca bir türlü iki yakaları bir araya gelmez. Aynı zamanda öyle tembel, sünepe, mendebur, geçimsiz ve ahlâktan yoksun kimseler de vardır ki, nimet ve servet içinde âdetâ yüzerler.

Öyle ise akıl, zekâ, enerji, disiplin, dürüstlük, ya da iman ve ahlâk ile rızık ilişkisinin arka planını deşmek veya merak etmek yerine, Allah (cc)'ın, insanlara uyguladığı bu gizemli sınavdan ibret almak ve bu sınav için hazırlıklı olmak daha doğru olur. (4)

 

 

 

Tevekkül; “Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir” Demek midir?

"Kısmetimde varsa, rızkım ayağıma gelir" diyemeyiz. Kısmeti ayağına gönderilenler, kendi imkânlarıyla rızıklarını elde edemeyenlerdir. Mesela, hareketi sınırlı mikro organizmalar, insan ve hayvan yavruları ki bunlar anaları babaları tarafından beslenir. Yetişkin ve sağlıklı bir insan, çalışarak rızkını elde edecek yeteneğe sahip kılınmıştır. O yüzden kendi gayretiyle rızkını elde etmek zorundadır. Allah'ın koyduğu nizam budur. Peygamber Efendimiz: "Sizler, gereği gibi tevekkül etseydiniz, (sabahleyin) aç olarak gidip (akşam) tok olarak dönen kuşu rızıklandırdığı gibi, Allah elbette sizi de rızıklandırırdı." buyurmuştur. Yani kuş, nasıl rızkını aramaya gidip bulmuş ve ondan yararlanmış ise, siz de Allah'a güvenip kuş gibi rızkınızı elde etmeye uğraşırsanız sizi de rızıklandırır buyurmaktadır. Demek ki rızkın temin edilmesi; aranıp bulunmasına, çalışıp elde edilmesine bağlıdır. Rızkı ayağına gönderilen-ler; bağırsaklarımızdaki saprofitler, vücudumuzdaki mikroplar, uzuvlarımızı oluşturan hücreler, yapraklarda yaşayan ufak böcekler gibi, kendi gayretiyle bunu elde edemeyecek olanlardır. Yoksa, bu imkâna sahip kılınmış olan canlılar; arayıp bulmak, kendi gayretiyle elde etmek zorundadır. Allah, işlerini koyduğu nizam ve kanunlar çerçevesinde yürütmekte olup hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Biz bunların tâbi olduğu nizam ve kanunları öğrenirsek, hareketlerimizi onlara uydururuz. Gerisi kendi bileceği iştir. O kısma bizim aklımız tümüyle ermez. Diler, rızkımızı çoğaltır; dilerse azaltır. İşte, bilmediğimiz; bunu nasıl yaptığıdır. Çalışma, ilk planda gelir, ondan sonrası tevekkülle Allah'a bağlanmaktır.

Rızık temin etme yollarını, meşru hudutlar içinde aramalıdır. Rızık elde etme yollarından herhangi birisinin ihmali, mü'minleri zor duruma düşürür. Zira her mü'min, kendi rızkını temin ederken, diğer mü'minlerin menfaatine olan hizmetleri de üretmek durumundadır. Ancak en efdal ve en temiz olan rızık elde etme yolunun cihad olduğu unutulmamalıdır. Nitekim Peygamberi-miz: "Faiz yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatle geçindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman, Allah Teala, üzerinize zilleti musallat kılar. Dininize dönmedikçe o zilleti üzerinizden sıyırmaz." (Ebû Dâvud, K. Büyû, c. 3, s. 740) diyerek, cihadın asla terk edilmemesini ısrarla tebliğ etmiştir.

Rezzâk (Rızık Veren) Allah'tır: Rezzâk; Çok rızık veren, yeteri kadar rızıklandıran anlamında ra-ze-ka fiilinden türemiş mübalağa ile ism-i faildir. Rezzâk, Allah Teala'nın Kur'an ve hadislerde zikredilen esmaü'l-hüsnasındandır. "Muhakkak Allah rezzak (gerçek rızık veren) dır. O pek çetin kuvvet sahibidir." (51/Zâriyât, 58)

Beslenerek yaşamaları için bütün canlıların rızıklarını veren yalnız Allah Teala'dır. O'ndan başka rızık veren yoktur. "Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızıkları ancak Allah'a aittir." (11/Hûd, 6) "Nice canlı mahluk vardır ki rızkını kendisi taşımıyor. Ona da size de rızkı Allah veriyor." (29/Ankebut, 60) "Yerde ve gökte Allah'tan başka sizi rızıklandıran bir yaratıcı var mıdır?" (35/Fâtır, 3)

Gerçekde rızkı yaratan ve rızıkları kullarına ihsan eden Allah olduğu halde, Kur'an'da "Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (62/Cum'a, 11) buyrularak, bazı kimselere; fakirlere yiyecek vererek veya gıda alacakları parayı infak ederek onların rızıklanmalarına sebep oldukları için mecazen "râzık" (rızık veren) denilmiştir. Yüce Allah'ın hayru'r-râzikıyn (rızık verenlerin en hayırlısı) olması da şu anlamda kullanılmıştır: Rızık, Allah'tan istenmeli. O nasib etmeyince, sebeplerin hiçbir faydası olmaz. Ticaret ve en ileri seviyedeki teknik sebepler gibi esbabın ötesinde Yüce Allah'ın öyle rızık kapıları vardır ki bunlar kapanınca, bütün sebeplerin tesirleri de kapanır. Ancak o hakiki müessir, müsebbib ve rezzâktır. Ondan başka gerçek anlamıyla rızık verecek râzık yoktur.

Allah'a tevekkül edip O'ndan istemekle beraber, O'nun takdir ettiği rızkı elde etmek için bunu aramak, çalışmak ve yeryüzünde dolaşmak lazımdır. "O (Allah), yeri size musahhar kıldı (boyun eğdirdi). O halde onun omuzlarında (köşe ve bucağında) yürüyün. Allah'ın rızkından yiyin..." (67/Mülk, 15)

Rızık; bedenlere ait maddî rızık ve ruhlara ait manevî rızık olmak üzere iki çeşittir. İnsanlar dahil bütün canlı bedenlerinin rızıkları, yiyecek içecek gibi şeylerdir. Bunlar da Yüce Allah'ın yarattığı bitki ve hayvanlardan temin edilir. İnsan ve cin ruhlarının rızıkları ise, saadete eriştiren bilgilerdir. Bu manevî rızıkların en şereflisi de ma'rifetullah, yani Allah'ı bilmektir. Bundan sonra diğer iman esaslarına dair bilgiler, Allah'a ibadet, kullarının haklarına riâyet ve güzel ahlakı tanıma bilgileri gelir. Bütün bunların semeresi, ebedî hayat saadetidir. Bedenlerin rızkı olan zahirî rızkın semeresi, bedenlerin kuvvetlenmesi ve ölüm zamanına kadar yaşamanın sağlanmasıdır.

Rezzâk ism-i şerifinden kulun alacağı hazz ve nasibin önemlileri üç kısımda değerlendiri-lebilir:

1- Kulun, istediği rızıkları talep etmesi için, helâl yollardan sebeplerine yapıştıktan sonra, Rabbine müracaat etmesi lazımdır. Yani fiilî duasını yaptıktan (rızık aramak için çalıştıktan) sonra, kavlî duasını dille ve gönülle yapması gerekir. Hz. Musa, "Rabbim, kendini bana göster, sana bakayım" (7/A'râf, 143) diyerek manevî makamların en büyüğünü Rabbinden istediği gibi; acıktığında bedeninin ihtiyacı olan rızkı da "Rabbim, bana hayırdan (mal ve rızıktan) hangi şeyi indirirsen, gerçekten ben ona muhtacım!" (28/Kasas, 24) diyerek Allah'tan maddî rızık talep etmiştir.

2- Sebeplerine yapıştıktan sonra, rızıkları taksim eden Allah'ın taksimine râzı olup kanaat etmek ve O'na şükür ve hamd etmek lazımdır. "O halde bütün rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin." (29/Ankebut, 17)

3- Allah'ın rızık hazinesinden kendisine verdiğini, emrettiği şu şekilde Allah yolunda infak etmelidir. "Onlar ki infak ettikleri vakit ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. Allah yolunda infakları ikisi arasında ortalama olur." (25/Furkan, 67)

 

Her insanın, kâfir de olsa müşrik de olsa rızkı Allah'a aittir. Allah bütün canlılara yetecek miktarda rızık yaratır. Ama bazan yeryüzündeki zalim ve zorbalar, kapitalist sömürücüler, mustaz'af insanların haklarını gasbetmeye yeltenirler. Onların da esas cezası Allah'a aittir.

"Yeryüzünü size boyun eğdiren (istifadeniz için itaatli kılan) Allah'tır. O halde yeryüzünün sırtlarında dolaşın da Allah'ın size ihsan ettiği rızıklardan istifade edin." (67/Mülk, 15) Yeryüzünün insana boyun eğmesi; işlenmeye ve verimli kılınmaya müsait oluşudur. Faydalı olan nimetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve Allah'ın ihsan ettiği rızıkları temin etmek, insanların önemli faâliyet sahalarıdır. Ziraat, ticaret, zanaat ve diğer faâliyetlerin sebebi, yeryüzünde mevcut olan nimetlerin ve rızıkların ortaya çıkarılmasıdır. Dolayısıyla rızık kavramı, insan hayatında önemli bir yere sahiptir.

Bazı müslümanlar rızkı, taleb edip sebeplerine yapışmaya lüzum kalmadan, önüne konacak şeyler zannetmektedir. Halbuki rızık, mahlukatının yararlanması için Allah'ın yarattığı şeyler olup, elde edilmesi sarf edilecek gayrete bağlıdır. Her canlının rızkının belli oluşu, onun ne yapıp, rızkını nasıl ve ne miktarda sağlayacağının bilmesinden dolayı kaydedilmesidir. Armut piş, ağzıma düş anlamında değildir rızık. Kimsenin bir başkasının rızkını elinden alamayışı da bu kayda uygun düşmesi zorunluğundandır.

Rızık Kazanmak İçin Çalışmak: Allah’ın, kullarını rızıklandırmadaki sünneti’nin, kazanma sebeplerine tutunmalarıyla bu rızkı onlara ulaştırması ve bu sebeplere yapışmayı onlara emretmesi tarzında olduğunu belirtmiştik. Yeryüzünün çeşitli bölgelerine gitmek de bu sebeplerdendir. “O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin.” (67/Mülk, 15). Yani, yeryüzünün dilediğiniz değişik cihetlerine seyahat veya göç ederek yolculuğa çıkınız. Ticaret ve kazanç konularında çeşitli iklim ve bölgelerini dolaşınız. Allah, yeryüzünü yumuşak yaratmıştır. Öyle ki onda yürüyüşünüz, araçlarla yolculuğunuz çok kolay olmaktadır. Ve Allah’ın rızkından yiyin. Yani, Allah’ın sizi nimetlendirdiği şeylerden istifade edin. Rızık kazanmada sebeplere tutunmanın müstahap olduğuna bu âyet delildir. Bu konuda hadis-i şerif de şöyledir: “Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” (İbn Kesir, c. 4, s. 397)

Çalışmak, rızık kazanmak ve rızkın insanlara ulaşması için alışılagelen bir yoldur. Çalışmak, odun toplamak gibi her ne kadar zorlu bir gayret olsa da, müslümanın çalışmaya gücü oldukça, insanlardan sadaka istemesinden, dilenmesinden hayırlıdır. “Sizden birinin ipini alarak odun demetini sırtlanıp onu satması, -Allah onu dilencilikten korusun- versinler, vermesinler dilenmesinden daha hayırlıdır.” (Askalâni, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335)

Rızık kazanmak için çalışmak ve sebeplerine sarılmak, tevekküle aykırı değildir. “Eğer hakkıyla Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, aç çıkıp tok dönen kuşlar gibi rızıklandırılırdınız.” (Ahmed b. Hanbel) Ömer b. Hattab (r. a.) bir topluluğa uğradı ve onlara “siz kimsiniz?” diye sordu. Onlar da: “Biz mütevekkil (tevekkül edici)leriz” dediler. O da; “Hayır, siz müteekkil (yiyici)lersiniz. Mütevekkil, tohumunu saçan ve sonucunu Rabbına havale eden insandır.” buyurdu. (Tefsir-i Âlûsi, 29/19)

Ahmed bin Hanbel, evinde veya mescidde oturup “ben çalışmam, nasıl olsa rızkım ayağıma geliyor” diyen adam hakkında sorulunca şöyle demişti: “O, ilimden yoksun cahil adamdır. Oysa Rasulullah (s.a.s.) “Allah, rızkımı mızrağımın ucunda yaratmıştır.” buyurdu. (Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 11, s. 305-306)

Açgözlülük yapmadan, kimseye zulmetmeden ve insanlara yüzsuyu dökmeden mal ile rızıklandırılan kimsenin malı hakkındaki Sünnetullah, o mala bereket verilmesi tarzında cereyan eder. “Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” (a.g.e. 3/335) Hadiste malı, mala rağbeti ve insanların ona olan hırsını, lezzetli yeşil bir meyveye benzetiş sözkonusudur. Çünkü kuruya nisbetle yeşil (taze), tek başına arzulanan niteliktedir. Hadisten anlıyoruz ki, mal elde edip de onu şerre alet etmeyenin, yani insanlardan istemeden, yüzsuyu dökmeden kazananın malına bereket verilir. İnsanlara sataşmak, üstünlük taslamak (müstekbir, kapitalist, sömürücü olmak) ve bu yönde aşırı istekli olmak ise malın bereketini kaçırır. “Bereket verilir” demek, bir şeyde ilahî hayrın var olması demektir. Bereket; hiç umulmadık yerden, bilinmedik şekilde ve görülmedik biçimde ilahî hayrın ulaşması demektir ki gözle görülenin de görülemeyen, hissedilemeyen artışı vardır. İşte o mübarektir, onda bereket vardır. Kur’an’ın belirttiği gibi zekâtı, sadakası verilen mal, gözle görülür biçimde azalmaz; aksine bereketlenir. (Bkz. 2/Bakara, 276)

 

 

 

Kader ve Tevekkül

“Tevekkül”, öteden beri amaçlı ve tek taraflı yorumlara konu olmuş bir kavramdır. Bunun nedenini, yalnızca tevekkül sözcüğünün verdiği esnek anlamda değil, bu anlamın insanlar tarafından çarpık algılanmasında aramak gerekir. Çünkü tevekkülü, kimileri kasıtlı, kimileri de kasıtsız olarak yanlış yorumlamışlardır. Böylece bu kavram hakkında ikisi yanlış, biri ise doğru olmak üzere üç ayrı düşüncenin var olduğunu söyleyebiliriz.

Bu çarpık yorumlardan birincisi, İslâm’a ve Kur’ân’a karşı önyargılı olanlara aittir. Daha çok şartlanmışlık etkisiyle İslâm'a karanlık bakanlara göre tevekkül, kelimenin tam anlamıyla; "her şeyi boşvermişlik demektir. Bu da tembel, miskin, amaçsız ve idealsiz insan tipinin hayat anlayışıdır. Bu anlayışın kaynağı ise Dindir." Tabiatıyla dinden İslâm’ı amaçlamaktadırlar.

Bu görüşün doğruluk derecesini anlayabilmek için Kur'ân-ı Kerim'i incelemek yeterlidir. Gerçekte de Kur'ân-ı Kerim, bütün emir ve yasaklarıyla ve birçok öğütleriyle müslüman kişiye aktif, hareketli, dinamik ve üretken olması için ruh vermektedir. İslâm'ın ahlâk değerlerinden ilham alarak yola çıkan müslümanların tarihte elde ettikleri başarılar ve zaferler, sanat ve bilim alanında gerçekleştirdikleri eserler de onların tevekkül anlayışının böyle olmadığını ayrıca kanıtlamaktadır. Tevekkülü, her şeyi boşvermek gibi yorumlayanların yanıldığını kanıtlayan bir gerçek de onların bu kavramı yorumlarken hiç bir kaynağa dayanmamış olmalarıdır. Nitekim:

“Bu kelimenin mânâsı: Her şeyi kadere ve kısmete bağlayarak gayret harcamadan tam bir tevekkül içinde yaşamak demektir” (Meydan Larousse, Tevekkül Maddesi, H. Rahmi Gürpınar’dan naklen) diyen bir yazar bu tanımı neye dayanarak yaptığını açıklamamıştır, Çünkü açıklayamamıştır. Ayrıca bu tanımda şöyle bir çelişki vardır: "Her şeyi kadere bağlamak" ile "gayret harcamadan yaşamak" birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü her şeyi kadere bağlamak sanıldığı gibi boşvermişlik değil, bilakis Allah'ın ezelde her şeyi bildiğine inanmaktır. Bu ise, imanın şartlarındandır. Dolayısıyla Allah (c.c.)'ın ezelde her şeyi bildiğine inanmayan insan zâten mü’min değildir. "Gayret harcamadan yaşamanın" ise "her şeyi kadere bağlamak"la hiç bir ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa bazı kimselerin bilgisizlikten kaynaklanan kişisel görüşüdür. Kişisel görüşlerin ise Kur'ân'ın evrensel değerlerini anlatmak için bir kaynak ya da bağlayıcı bir kanıt olamayacağı açıktır.

Tevekkül konusundaki yanlış görüşlerden ikincisi ise bazı mistiklere aittir. Bu görüşün temeli, eski stoacı Yunan filozoflarından Antistenes ve Sinop'lu Diogenes’in düşüncelerine kadar dayanmaktadır. Roma döneminde de Epiktetos'un ihyâ ettiği bu düşünce İslâm’ın gelişinden sonra bazı tasavvufçular tarafından benimsenmiştir. “Kinizm” denen bu felsefenin zâten adı üstündedir. Çünkü kinik yaşam tarzı, köpek gibi yaşamak demektir. Bu anlayışa göre: Nasıl ki köpeğin, çalışmak gibi bir gâilesi, bir endişesi ve geleceğe dönük bir amacı ve ideali yoksa -sözde- insan da böyle olmalıdır; Mutluluk böyle bir yaşam tarzıyla ancak elde edilebilir. Tabiatıyla bir kısım tasavvufçular Helen kökenli maddeci filozofların bu görüşünü İslâm toplumuna sunabilmek için onu kendilerince İslâmlaştırmış ve bunu da tevekkül kavramını yorumlayarak yapmışlardır.

Tevekkül hakkındaki bu anlayışın yabancı kaynaklardan sızdığı, İslâm'daki tevekkülün ise bu olmadığı noktasında İslâm âlimleri görüş birliği içindedirler. Tevekkül kavramının en doğru anlamını Kur'ân-ı Kerim vermektedir. Bunu, özellikle şu âyetten çok iyi anlıyoruz: “Eğer kaba, katı yürekli olsaydın (dava arkadaşların) çevrenden dağılacak gideceklerdi. Öyle ise onları bağışla, onlar için Allah'dan af dile (Bir iş için) karar verdiğinde Allah'a tevekkül et.” (3/Âl-i İmrân, 159)

Bir iş için karar vermek, o konuda gerekli önlemleri almak ve ön hazırlıkları yapmakla olur. Bu zâten doğal bir şeydir. Nitekim insanların, işlerine güçlerine gitmeden önce yanlarına birtakım kanıtlayıcı belgeler almaları, araç ve gereçler, ihtiyaç duydukları para, malzeme, silâh, ilâç, koruyucu madde, yiyecek ve içecek gibi şeyleri taşımaları, iş yerlerinde güvenlik önlemleri almaları hep bu gerçeği kanıtlamaktadır. Herhangi bir konuda karar veren aklı başında bir insanın, o işten beklenen sonucu alabilmek için gerekli ön hazırlıkları yapmış olması en mantıklı şeydir.

Dikkat edilecek olursa, yukarıda sözü edilen âyet-i kerimede iki önemli nokta vardır. Bunlardan birincisi karar vermek, ikincisi ise Allah'a tevekkül etmektir. Ancak “tevekkül etmek” âyet-i kerimedeki ifade içinde karar vermeye, (hatta bir anlamda önlem almaya bağlanmış) ve ondan sonra söz konusu edilmiştir. Bu da kişinin boş yere, gaflet içinde ve bilinçsiz oalarak Allah'a tevekkül edemeyeceğini kanıtlamaktadır. İnsan elbette ki önce bir şey planlamış olmalı ve bunun için birtakım hazırlıklar yapmış, önlemler almış olmalıdır ki gerisini Allah Teâlâ'ya bırakması bir anlam ifade etsin. Bu ölçüler içindeki gerçek tevekkülün aykırı şekline ise “tevâkül” denir.

İnsanın bu dünyadan nasibini alabilmesi için sebeplere sarılması konusunda ilâhî öğüt vardır (28/Kasas, 77; 53/Necm, 40; 67/Mülk, 15). Ancak Allah Teâlâ mü’min kişiye, alacağı bütün önlemlerden ve yapacağı bütün hazırlıklardan sonra yine de işini O'na havâle etmesini emretmiş, “Eğer mü’minseniz Allah'a tevekkül ediniz.” (5/Mâide, 23) buyurmuştur. Çünkü şu bir gerçektir ki, insan ne kadar tedbirli ve hazırlıklı olursa olsun Allah eğer dilerse onun bütün tedbirlerini ve hazırlıklarını boşa çıkarıp işini gücünü altüst edebilir; Bunu, hikmetinin ve takdirinin bir sonucu olarak yapabileceği gibi, kendine ve aldığı önlemlere güvenen gâfil insana bir ceza olarak da yapabilir. Şu halde yapılacak bütün hazırlıklardan ve alınacak bütün tedbirlerden sonra Allah'a tevekkül etmek İlâhî bir emirdir. Mü’minin, gaflet içinde olmadığının da ayrıca kanıtıdır. İşte Kur'ân'ın bize öğrettiği ve öğütlediği tevekkül budur. (5)

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Azim ve Tevekkül

Kur’ân-ı Kerim’de “azm” kelimesi ve türevleri toplam 9 yerde geçer. Tevekkül kelimesinin türediği “v-k-l” ve türevleri ise toplam 70 yerde kullanılır.

“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk/ibâdet ederiz ve yalnız Senden medet umar, Senden yardım isteriz.” (1/Fâtiha, 5)

“Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” (2/Bakara, 45; benzer âyet için yine bkz. 2/Bakara, 153)

“... Mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etmelidir.” (3/Âl-i İmrân, 122)

“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlarla istişâre et, onlara danış. Artık azmettiğin, kararını verdiğin zaman da Allah'a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.” (3/Âl-i İmrân, 159)

“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi ‘yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (3/Âl-i İmrân, 160)

“Onlar (mükâfata erecek olan mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: ‘(Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun!’ dedi de, bu (söz) onların imanlarını arttırdı ve ‘Hasbuna’llahu ve ni’me’l-Vekîl; Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir’ dediler.” (3/Âl-i İmrân, 173)

“Sen de onlardan (münâfıklardan) yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 81)

İşte siz, dünya hayatında onlardan yana mücâdeleye atıldınız. Peki, Kıyâmet günü onlardan yana Allah’la kim mücâdele edecek? Ya da onlara vekil olacak kimdir?” (4/Nisâ, 109)

Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) Allah’ındır. (Güvenilip dayanılacak) Vekil olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 132; Ayrıca bkz. 4/Nisâ, 81, 171; 17/İsrâ, 65; 33/Ahzaâ, 3, 48)

“Allah ancak bir tek ilâhtır. O çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (4/Nisâ, 171)

“Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir topluluk, size ellerini uzatmaya yeltenmişti de, (Allah,) onların ellerini sizlerden geri püskürtmüştü. Allah'tan korkup-sakının. Mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.” (5/Mâide, 11)

“...Eğer mü'minlerdenseniz, yalnızca Allah'a tevekkül edin.” (5/Mâide, 23)

“(Hz. Şuayb:) Allah bizi ondan (şirkten) kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik. ‘Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında ‘Sen hak ile hüküm ver,' Sen ‘hüküm verenlerin en hayırlısısın’ (dedi).” (7/A’râf, 89)

“(Hz. Mûsâ’ya iman eden sihirbazlar, Firavun’a şöyle dediler:) ‘Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun.’ (Sonra şöyle niyaz ettiler:) ‘Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır (Bize bol bol sabır ver), müslüman olarak canımızı al’ dediler.” (7/A’râf, 126)

“Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Mûsâ’yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi bırakacaksınız?’ (Firavun:) ‘Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz’ dedi. Mûsâ kavmine dedi ki: ‘Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç müttakîlerin (Allah'tan korkup günahtan) sakınanlarındır." (7/A’râf, 127-128)

“Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah zikredilip anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (8/Enfâl, 2)

“Münâfıklar ve kalplerinde hastalık olanlar şöyle diyorlardı: ‘Bunları (Müslümanları) dinleri aldattı.’ Oysa, kim Allah'a tevekkül ederse, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (8/Enfâl, 49)

“Eğer onlar (müşrikler) barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah'a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 61)

“Ey Peygamber! Sana ve sana uyan mü’minlere Allah yeter.” (8/Enfâl, 64)

“De ki: ‘Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (9/Tevbe, 51)

“Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O'ndan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Ben O'na tevekkül ettim (O’na güvenip dayandım) O, büyük arşın Rabbi/sahibidir.” (9/Tevbe, 129)

“Onlara Nûh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın âyetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim...” (10/Yûnus, 71)

“Mûsâ dedi ki: ‘Ey kavmim, eğer siz Allah'a iman edip Müslüman olmuşsanız artık yalnızca O'na tevekkül edin. (Kavmi) Dediler ki: ‘Biz Allah'a tevekkül ettik; Rabbimiz, bizi zulmeden bir kavim için bir fitne (konusu) kılma.” (10/Yûnus, 84-85)

“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben, sizin üzerinize bir vekil değilim.” (10/Yûnus, 108)

“(Hûd dedi ki:) ‘Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).” (11/Hûd, 56)

“(Şuayb) Dedi ki: ‘Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah(’ın yardımı) iledir; O'na tevekkül ettim (güvenip dayandım) ve O'na içten yönelip dönerim.” (11/Hûd, 88)

“Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır, bütün işler O'na döndürülür; öyleyse O'na kulluk/ibâdet edin ve O'na tevekkül edin (güvenip dayanın). Senin Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (11/Hûd, 123)

“Ve (Yak’kub) dedi ki: ‘Ey çocuklarım, (Mısır’a) tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmeli, O’na güvenip dayanmalıdırlar.” (12/Yûsuf, 67)

“(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman'ı inkâr ediyorlar. De ki: ‘O benim Rabbimdir. O'ndan başka tanrı yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş sadece O'nadır.” (13/Ra’d, 30)

“Rasulleri onlara dediler ki: "Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz, ancak Allah kullarından dilediğine lütufta bulunur. Allah'ın izni olmaksızın size bir delil getirmemiz bizim için olacak şey değil. Mü'minler, ancak Allah'a tevekkül etmelidirler.” (14/İbrâhim, 11)

“Bize ne oluyor ki, Allah'a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermiştir. Ve elbette bize yaptığınız işkencelere/eziyetlere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmakta sebat etmelidir.” (14/İbrâhim, 12)

“Onlar (o muhâcirler) sabredenler ve Rablerine tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanmakta olanlardır.” (16/Nahl, 42)

“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.” (16/Nahl, 99)

“Mûsâ'ya kitap verdik ve ‘Benden başka vekil edinmeyin’ diye onu İsrailoğullarına kılavuz (hidâyet rehberi) kıldık.” (17/İsrâ, 2)

“(Allah şeytana dedi ki:) ‘Benim (gerçek) kullarım (var ya); senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hâkimiyetin) yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.” (17/İsrâ, 65)

“Hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım!’ deme. Ancak, ‘inşâallah (Allah dilerse yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah'ı zikret/an ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir’ de.” (18/Kehf, 23-24)

“Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahid (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.” (20/Tâhâ, 115)

“(Muhammed:) ‘Rabbim! (Onlar hakkında) adâletinle hükmünü ver. Bizim Rabbimiz Rahmân'dır. Sizin anlattıklarınıza karşı (yegâne) yardımı umulan, sığınılan O’dur’ dedi.” (21/Enbiyâ, 112)

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size ‘müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır O, ne güzel yardımcıdır!” (22/Hacc, 78)

“Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)’a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.” (25/Furkan, 58)

“Sen, O güçlü ve üstün, merhamet eden (Allah')a tevekkül et.” (26/Şuarâ, 217)

“Sen, artık Allah'a tevekkül et; çünkü sen apaçık olan hak üzerindesin.” (27/Neml, 79)

“Ki onlar (cennetlik mü’minler), sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir (O’na güvenip dayanmaktadırlar.” (29/Ankebût, 59)

“(Lokman, oğluna nasihat ederek şöyle demişti:) Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer (farz edilen) işlerdir.” (31/Lokman, 17)

“Allah'a tevekkül et (O’na güvenip dayan); vekil (koruyucu) olarak Allah yeter.” (33/Ahzâb, 3)

“Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine (şimdilik) aldırma ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” (33/Ahzâb, 48)

“Allah herşeyin yaratıcısıdır. O, herşey üzerinde vekildir (Her şeyi dilediği gibi tasarruf eder).” (39/Zümer, 62)

“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O'nun hükmü Allah'ındır. İşte Rabbim olan Allah. Ben O'na tevekkül ettim ve yalnızca O'na dönüp yönelirim.” (42/Şûrâ, 10)

“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir.” (42/Şûrâ, 36)

“Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir (azmu’l-ümûr; mert, azimkâr adamların işidir).” (42/Şûrâ, 43)

“O halde (Rasûlum), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vaad edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi hiç?!” (46/Ahkaf, 35)

“Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, mü’minlere hiçbir zarar veremez. Mü’minler Allah'a tevekkül etsinler, O’na dayanıp güvensinler.” (58/Mücâdele, 10)

İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.’ Ancak İbrahim'in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. (Siz şöyle deyin:) ‘Ey Rabbimiz, biz Sana tevekkül ettik ve Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır.” (60/Mümtehıne, 4)

“Allah; O'ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Öyleyse mü'minler (yalnızca) Allah'a tevekkül etsi, yalnız O’na güvenip dayansınlar.” (64/Teğâbün, 13)

“... Kim Allah’tan korkarsa, takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yeri (kurtuluş) ihsan eder. Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül eder, O’na güvenip dayanırsa, O, kendisine yeter/yetişir. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır.” (65/Talâk, 2-3)

“De ki: ‘O (Allah) Rahman olan (merhamet edip koruyan)dır; biz O'na iman ettik ve O'na tevekkül ettik. Artık siz kimin açık bir dalâlet/sapıklık içinde olduğunu pek yakında bileceksiniz.” (67/Mülk, 29)

 

 

Hadis-i Şeriflerde Azim ve Tevekkül

“Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.” (Tirmizî, Zühd 33, Hadis no: 2344; İbn Mâce, Zühd 14)

Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah'a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedevîye "Onu bağla da öyle tevekkül et" buyurdu. (Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyâme 60)

"Ümmetimden yetmiş bin kişi (Mahşer'de) hesaba çekilmeden cennete girecektir" Kendisine: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?' diye sual edildi. "Onlar, büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine tevekkül edip güvenenlerdir." (Buhârî, Tıb 1, Rikak 50, Libas 18; Müslim, İman 371, 374, hadis no: 218; Tirmizî, Kıyâmet 16)

"Kuvvetli mü`min, Allah katında zayıf mü'minden daha hayırlı, (daha üstün) ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah'tan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına birşey gelirse, 'Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!' diye hayıflanıp durma. 'Allah'ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar' de. Çünkü 'eğer (keşke)' kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar." (Müslim, Kader 34)

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah buyurdu ki: "Yâ Rab! Yalnız Senin hükmüne teslim oldum, yalnız Sana iman ettim, yalnız Sana tevekkül ettim, yalnız Sana döndüm, yalnız Senin için mücâdeleye girdim. Yâ Rab! Dalâlete/sapıklığa düşmekten izzetine sığınırım, Senden başka ilâh yoktur. Ölmeyecek diri yalnız Sensin. Cinler ve insanlar ise, hep ölümlüdürler!" (Müslim, Zikir 67, Müsâfirîn 199; Buhârî, Teheccüd 1, Tevhid 7, 8, 24, 35; Ebû Dâvud, Salât 119; Tirmizî, Deavât 29; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 9; İbn Mâce, İkamet 180)

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman "Hasbunallahu ve ni'mel-vekîl (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir)" dedi. Muhammed (s.a.s.) de onu söyledi. Şöyle ki: (Kendisine) "İnsanlar size karşı ordular hazırladılar, o halde onlardan korkun." dedikleri zaman, bu (söz) onların imanını artırdı ve: "Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir." dediler. (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir). İbn Abbas (r.a.), gelen bir diğer rivâyete göre şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman son sözü "Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir" olmuştur. (Buhârî, Tersûru sûre (3), 13)

"Cennete birtakım kavimler girer ki, bunların gönülleri (rızıklarını aramada Allah'a tevekkül etmiş) kuşların gönülleri gibidir (yani tevekkül sahibidirler)." (Müslim, Cennet 27; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/33)

"Yatağına yattığında şöyle duâ et: 'Allah'ım kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana yönelttim, işimi Sana bıraktım, Senden ümitvâr olarak, azâbından korkarak sırtımı Sana dayadım. Senden sığınacak ve korunacak yer yine Sanadır. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere iman ettim.' Eğer bu duâyı yapıp yattığın gece ölürsen iman üzere ölürsün. Eğer sabaha çıkarsan hayra ulaşırsın." (Buharî, Vudû' 75, Deavât 6; Müslim, Zikir 56-58; Ebû Dâvud, Edeb 98)

Ebû Bekir (r.a.) şöyle demiştir: "Biz (Hicret esnasında) mağarada iken, başımız ucunda (bizi arayan) müşriklerin ayaklarını gördüm ve Rasûlullah'a: "Ey Allah'ın Rasûlü, eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olsa mutlaka bizi görür" dedim. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ey Ebû Bekir, üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyor (ve haklarında neler düşünüyor)sun?" (Buhârî, Tefsîru Sûre (9), 9, Fezâilu'l-Ashâb 2; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe 1)

Ümmü Seleme (r.a.)'dan rivâyet edilmiştir: Rasûlullah evinden çıkarken şöyle derdi: "Bismillâh. Allah'ın adıyla çıkıyor, Allah'a tevekkül ediyor, O'na güveniyorum. Allah'ım! Dalâletten/sapmaktan, saptırılmaktan; (Senin yolundan) kaymaktan, kaydırılmaktan; haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan; câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhâtap olmaktan Sana sığınırım." (Ebû Dâvud, Edeb 103; Tirmîzî, Deavât 34; İbn Mâce, Duâ 18)

"Kim, evinden çıkarken: 'Allah'ın adıyla çıkıyor, Allah'a tevekkül ediyor, O'na güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve tâatte kuvvet bulmak, ancak Allah'ın tevfik ve yardımıyladır' derse, kendisine: 'Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun' diye cevap verilir. Şeytan da kendisinden uzaklaşır." Ebû Dâvud'un rivâyetinde şu ilâve vardır: "Şeytan diğer şeytana: 'Hidâyet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmı ve korunmuş kişiye sen ne yapabilirsin ki?' der." (Ebû Dâvud, Edeb 103; Tirmizî, Deavât 34)

Enes (r.a.) şöyle dedi: "Nebî (s.a.s.) zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim öğrenmek için) Peygamber (s.a.s.)'e gelir, diğeri de (geçimlerini temin için) çalışırdı. (Bir gün) çalışan kardeş, ötekini Nebî (s.a.s.)'e şikâyet etti. Peygamber de: "Belki de sen, onun yüzünden iş buluyor, rızıklandırılıyorsun" buyurdu. (Tirmizî, Zühd 33)

"Kim insanların en şereflisi olmak isterse Allah'tan korksun. Kim insanların en güçlüsü olmak isterse Allah`a tevekkül etsin. Kim de insanların en zengini olmak isterse, kendi elindekinden çok Allah`ın nezdindekine bel bağlasın."

Abdullah İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Bir gün Hz. Peygamber'in terkisinde bulunuyordum. Bana: "Yavrucuğum, sana bazı kurallar öğreteyim" dedi ve şöyle buyurdu: "Allah'ın emirlerini gözet ki Allah da seni gözetip korusun. Allah'ın (rızâsını) her işte önde tut, Allah'ı önünde bulursun. Birşey istediğin zaman yalnız Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah'tan dile. Şunu iyi bil ki, bütün yaratılmışlar toplanıp elbirliğiyle sana bir menfaat/fayda vermeye çalışsalar, ancak Allah'ın senin için takdir ettiği faydayı temin ederler, daha fazlasını veremezler. Yine eğer bütün halk elbirliği ile sana bir zarar vermek isteseler, ancak Allah'ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir. (Bundan sonra takdirde herhangi bir değişiklik sözkonusu değildir.)" (Tirmizî, Kıyâmet 59)

"Allah'ın emir ve yasaklarını gözet, O'nu önünde bulursun. Bolluk içindeyken (emirlerine bağlı kalmakla) sen Allah'ı tanı ki O da darlığa düşünce (kurtarmak sûretiyle) seni tanısın. Bil ki senin hakkında yazılmamış olan şey başına gelmez. Sana takdir edilen de seni atlayıp (başkalarına) gitmez. Bil ki zafer sabırla, sevinç üzüntüyle, kolaylık da zorlukla birliktedir." (Ahmed bin Hanbel, I/307)

"Ey Ebû Hureyre! Allah`tan başka hiçbir şeye ümit bağlama. Allah'a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allah'tan iste. Allah Teâlâ'nın âdet-i İlâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; herşeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allah Teâlâ'nın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir."

"Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü'min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü'min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar." (Müslim, İman 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3; İbn Mâce, İkame 78)

Câbir İbn Abdullah (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre o, nebî (s.a.s.) ile birlikte Necid taraflarında bir gazvede bulunmuştu. Dönüşte Rasûlullah orada mola vermiş, mücâhidler ağaçlar altında gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Rasûlullah ise, semûre denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirahete çekilmiş, kılıcını da ağaca asmıştı. (Câbir dedi ki:) Birazcık kestirmiştik (uyumuştuk) ki, Rasûlullah'ın bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına koştuk. Bir de baktık, Rasûlullah'ın yanında (müşriklerden) bir bedevî var. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ben uyurken bu bedevî kılıcımı almış, uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette bunun elindeydi. Bana: 'Seni benim elimden kim koruyup kurtaracak?' dedi. Ben de üç defa: "Allah!" cevabını verdim." (Câbir diyor ki:) Rasûlullah adamı cezalandırmamıştı, yanında oturuyordu. (Buhârî, Cihad 84, 87, Meğâzî 31, 32; Müslim, Fezâil 13, 14, Müsâfirîn 311). Buhârî'deki bir başka rivâyette Câbir (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Zâtü'r-Rika denilen gazvede bulunuyorduk. Gölgeli bir ağaç bulduğumuzda onu Rasûlullah (s.a.s.)'e bırakmayı âdet edinmiştik. (Bu defa da öyle yaptık.) Ancak, müşriklerden bir adam gelerek Rasûlullah'ın (ağaçta asılı olan) kılıcını alıp çekmiş ve 'Benden korkuyor musun?' diye seslenmiş. Nebî (s.a.s.): "hayır!" cevabını vermiş. Adam: 'Peki seni benim elimden kim kurtaracak?' demiş. Rasûlullah da: "Allah!" buyurmuştur. (Buhârî, Meğâzî 31). Ebû Bekir el-İsmâilî'nin "Sahih"inde yer alan bir rivâyette olayın bundan sonraki kısmı şöyle anlatılmaktadır: Adam: 'Seni benim elimden kim kurtarır?' dedi. Nebî (s.a.s.): "Allah!" cevabını verdi. Bunun üzerine adamın elinden kılıç düştü. Rasûlullah (s.a.s.) kılıcı aldı ve: "Peki, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" buyurdu. Adam: 'İyi bir cezâlandırıcı ol!' dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'tan başka ilâh olmadığını ve benim Allah'ın rasûlü/elçisi olduğumu kabul ve itiraf eder misin?" dedi. Adam: 'Hayır, kabul etmem! Ancak, seninle çarpışmamaya, seninle savaşacak herhangi bir topluluk içinde bulunmamaya söz veririm' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) adamı serbest bıraktı. O da arkadaşlarının yanına döndü ve onlara: 'En hayırlı kişinin yanından geliyorum' dedi.

"Kanaatkâr ol ki, insanların Allah'a en çok şükredeni olasın." (İbn Mâce, Zühd 24)

"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" (Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350)

“Ey insanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” (Kütüb-i Sitte, 17/245)

"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilâkis zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374).

"Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344).

"Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir." (Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100)

“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” (Kütüb-i Sitte, 17/565)

"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız sebebiyle (onların sabrı, duâsı, takvâsı bereketiyle) yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz." (Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-). Nesâî'nin rivayetinde: "Allah bu ümmete zayıfları sebebiyle, onların duâları, namazları ve ihlâsları hatırı için yardım eder." Zayıfların ibâdet ve duâları çok daha hâlisânedir. Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl değildir. Himmetleri bir şeyde toplanmıştır. Bu sebeple duâları makbuldür, amelleri (riyâdan) pâktır.

"Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." (Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7 -2, 997-; Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85, -5, 95-) Rezin rahimehullah şu ziyâdede bulunmuştur: "İslâm'a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."

"(Hakiki) miskîn (yoksul), kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek miskîn, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan birşey istemeyen kimsedir." (Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebiyy 7, -2, 923-; Ebû Dâvud, Zekât 23, h. no: 1631, 1632; Nesaî, Zekât 76 -5, 85-)

"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." (Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515)

"İstemeler bir nevi cırmalamalardır. Kişi onlarla yüzünü tırmalamış olur. Öyle ise, dileyen (hayâsını koruyup) yüz suyunu devam ettirsin, dileyen de bunu terketsin. Şu var ki, kişi, zarûrî olan (şeyleri) iktidar sahibinden istemelidir." (Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1639; Tirmizî, Zekât 38, h. no: 681; Nesâî, Zekât 92 -5, 100-)

"Kim kendisine gelen bir fakirliği hemen halka intikal ettirirse (yani onlara açarak dilenmeye kalkarsa), onun fakirliğinin önüne geçilmez. Kime de fakirlik gelir, o da bunu (sadece) Allah'a açarsa, Allah ona er veya geç rızkıyla imdat eder." (Tirmizî, Zühd 18, hadis no: 2327; Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1645)

"Ben görmeyen birisiydim, Allah basiretimi açtı; fakirdim, beni zengin kıldı." (Buhârî, Enbiyâ, 51) (93/Duhâ, 7-8)

“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Halbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” (İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104, 2/1378; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467)

"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." (Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453)

"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." (Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141).

"Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." (Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342)

İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514)

“Himmet yönüyle insanların en yücesi, hem dünya hem de âhiret işine himmet gösteren mü’mindir.” (Kütüb-i Sitte, 17/245)

"(Benî Âdem'den) Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yiyeceği asla yememiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi." (Buhârî, Büyû' 15)

"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak." (Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, -7, 243-). Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: "Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez."

"Muhakkak ki yediğinizin en temizi kendi kesbinizden olandır. Muhakkak ki evlâtlarınız da kendi kesbinizdendir (çalışıp kazandığınızdandır)." (Ebû Dâvud, Büyû' 79; Tirmizî, Ahkâm 22, hadis no: 1358; Nesâî, Büyû' 1, -7, 249-; İbn Mâce, Ticaret 1, hadis no: 2137, 64, -2290-)

“...Allah'a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum." (Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, hadis no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, hadis no: 2464)

"... Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakir olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celîl olan Allah'ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın..." (Buhârî, Cenâiz 37, Vesâyâ 2, 3, Fezâilu'l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Marzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim, Vesâyâ 5, hadis no: 1628; Tirmizî, 6, hadis no: 975; Ebû Dâvud, Vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî, Vesâyâ 3; Muvattâ 4 -2, 763-)

Hâlid'in oğulları Habbe ve Sevâ (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir şey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. "Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık husûsunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra Aziz ve Celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır." buyurdular." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 595, hadis no: 1281)

"Sakın sizden kimse kararsız olup da: 'Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım; kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım' demesin. Aksine, nefsinizi sâbit tutun, halk iyilik yaptımı siz de iyilik yapın, kötülük yaparsa zulme yer vermeyin." (Tirmizî, Birr 63, hadis no: 2008)

"Şüphesiz, her derede, Âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp her şeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vâdide helâk olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah'a tevekkül ederse, kalbinin her şeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter." (Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 579)

 

 

 

Allah el-Vekîl’dir, Kendisine Dayanılıp Güvenilmesi Gereken Tek Zâttır

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden öğrendiğimiz Allah Teâlâ’nın mübârek isimleri bizim O’nu daha iyi tanımamıza yardımcı olurlar. Aslında, Esmâü’l-Hüsnâ’nın çoğu, biraz düşünüldüğünde tevekkül kavramıyla alâkası kurulabilir. Ama, bunlardan bazılarının tevekkül kavramıyla daha çok yakın ilgisi vardır. Konumuzla ilgisi bakımından Allah’ın isimlerinden el-Vekîl ism-i şerîfinin mânâsı: El-Vekîl ism-i şerîfi, Arapça’daki kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kur’an’da on dört yerde el-Vekîl ismi zikredilmekte olup bunun mânâsı: "İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temîn eden." şeklindedir. "...Allah’a tevekkül et; vekîl olarak Allah yeter." (4/Nisâ, 81; 33/Ahzâb, 3)

Kendisine iş ısmarlanan kişiye vekil denir. Bilindiği gibi vekil yapılacak kişinin, vekil olacağı iş hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmaya gücü yetmesi, kendisini vekil edenin her bakımdan güvenine lâyık olması gerekir. Şu halde tevekkül, emin ve kuvvetli bir vekile güvenerek, işlerini ona bırakmaktır.

Yüce Allah, kendisine hakkıyla tevekkül edenlerin işlerini en iyi bir neticeye ulaştırır. Gerçi O’na hiçbir şey vâcip değildir; O, hiçbir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir; O’nun irâdesi çerçevelenemez, isterse yapar; istemezse O’na bir işi zorla yaptıracak yoktur. Fakat O’nun râzı olacağı şekilde işler kendisine bırakılırsa, hayırlı ve kârlı olanı yapar; âdeti ve hikmeti budur. Gerçek vekil ancak Allah-ü Teâlâ`dır. Çünkü her işi bütün sırlarıyla bilen ve her zorluğu açan yalnız O`dur. (Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Sehâ Neşriyat, 1993, s. 147)

Konumuzla İlgisi Bulunan Diğer Esmâü’l-Hüsnâdan Diğer İsimler ve Mânâları:

El-Veliyy: İyi kullarının, mü’minlerin dost ve yardımcısı anlamındadır. Kur’an’da bu anlamda, “veliyy” ve “Mevlâ” şeklinde geçmektedir. Bir âyette şöyle buyurulmaktadır: "...Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlânızdır. O, ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır." (22/Hacc, 78)

El-Hasîb: Bu isim iki mânâya gelmektedir: 1- Kullarına yeten, 2- Kullarını hesaba çeken. Konumuzla ilgili olan; ilk mânâdır. "Bir kısım insanlar mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve: ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler." (3/Âl-i İmrân, 173)

El-Kâfî: Allah, kendisine inanan, kendisine bağlanan ve kendisine güvenip dayananlara kâfî gelir, onlara yeter. Usûl ve kâidelerine uyularak Kendisine bırakılan işleri, hayırlı ve kul için en güzel ve en faydalı sonuca ulaştırır. İnsan için Allah’tan daha güzel ve sağlam bir dayanak ve vekil olamaz. "Allah kuluna kâfî değil mi?..." (39/Zümer, 36)

El-Vâfî: Kâfî, yeten, sözünün eri; vaadini mutlak yerine getiren anlamına gelir.

En-Nasîr: Yardım eden, te’yîd ve takviye eden anlamındadır. "...Bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır." (8/Enfâl, 40)

Hayru’n Nâsırîn: Yardım edenlerin en hayırlısı anlamına gelmektedir. "...Sizin yardımcınız Allah’tır ve O yardım edenlerin en hayırlısıdır." (3/Âl-i İmrân, 150)

El-Müsteân: Yardım kendisinden istenen anlamındadır. "...Bizim Rabbimiz Rahmân`dır. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır" (21/Enbiyâ, 112)

 

 

 

İnsanın Tevekküle İhtiyacı

Bir insanın gerek şahsıyla ilgili konularda, gerek aile işlerini idârede; çocukların terbiyesinde, sağlık konularında; bir tüccarsa ticârî ilişkilerinde veya bir memursa resmî işleri etrafında, kısacası hangi meslektense ona göre iş ve gücünün her gün çeşitlenen pürüzleri karşısında, kâr-zarar düşünülerek, işler ne kadar hesaplı tutulursa tutulsun, yine de insanın karşısına hiç hesapta olmayan şeylerin çıktığı görülür. Alınan tedbirler, yapılan istişâreler hatır ve hâyâle gelmedik nice sebepler yüzünden hükümsüz kalabilir. Yerden, gökten beklenmedik nice âfetler; insan gücünün, fen kudretinin önleyemeyeceği nice engeller belirir veya insanlarla olan ilişkilerimizde bizim düşündüğümüzün dışında, umulmadık gelişmeler meydana gelir ve böylece bütün hesaplar alt üst olabilir, bütün hayaller suya düşebilir.

İşte bu sebeplerden dolayı, isteklerimize ulaşmak için elimizden gelen bütün gayreti sarf ederek çalışıp çabaladıktan sonra, ilerisi için telaş ve heyecana kapılmayarak, bütün sebepleri emir ve fermânı altında tutan Yüce Allah’a tevekkül etmek gerekir.

Burada tevekkülün mânâsı, sarf ettiğimiz bu gayretlerin mahsûl vermesi, boşa gitmemesi için Allah’tan başarı ve yardım dilemek ve ancak O`na güvenmektir. Bu ise maddî kuvvetten sonra mânevî kuvveti de kazanmayı istemektir. Şu halde tevekkül, mânevî bir yardım isteme anlamına gelir ki, her işte her müslümanın buna ihtiyâcı vardır.

Tevekkül, görevlerini yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur, itmînân ve güven olayıdır. Tamamen materyalist ve pozitivist bir bakışla dahi tevekkülün bulunması insana bir şey kaybettirmeyeceği gibi; bulunmaması durumunda moral ve psikolojik açıdan kesinlikle bir kayıp söz konusudur. Tevekkül eden kişi "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." (53/Necm, 39) kuralı karşısında aklî ve bedenî görevini yapacak, bundan öte Allah vekîlimdir deyip işini O`na havâle ederek, sonuç ne olursa olsun ona rızâ duygusuyla, iç yorgunluk çekmekten kurtulacaktır. Tevekkül etmeyenin de maddî olarak fazladan yapacağı bir şey yoktur. Hatta maddî vesîleleri bir emir telakkî etmediğinden, belki de sebeplere daha az sarılacaktır. Sonra da telaşlı, sıkıntılı bir bekleyişe girecek ve umduğu sonucu alamayınca da dövünecek, üzülecek, dayanacak bir teselli kaynağı bulamayacak, sinirleri gerginleşecek; sonuçta bunalıma girecektir (Faruk Beşer, Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Nûn Y. İst. 1994, s. 226).

Tevekkül denilen mânânın bir gönülde yer tutması, sahibi için dünyanın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü bir insan için gönlünün rahatlığı ve huzuru en büyük nimetlerdendir. Maddî, mânevî kazançlar, âfiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır. Fikir selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca sebepler şunlardır: Gereğinden fazla hırs, istek, rekabet gibi insanın huzur ve rahatını kaçıran haller; “iflâs edersem, kansere yakalanırsam, işimden atılırsam...” gibi kendi kendine zihinde kurulan mânâsız korku ve endişeler; başa gelen felâket ve musîbetlerin giderilemeyen ıstırapları...

Kendisinde bu haller bulunan insanlar, hayatlarında dünyalarına ve âhiretlerine yarar bir şeye sahip olamazlar, vesveselidirler, hiçbir iş beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe girişemezler. Bunların günleri ah, vah ile; vesvese ve evhamla geçer gider. Bu hallerini birtakım maddî imkânlarla da gidermek mümkün olmaz. Ancak, gönlüne, Allah’a tevekkülü hakkıyla yerleştirebilmiş bir müslüman asla böyle değildir; o, her zaman mutlu ve rahattır. Çünkü o, kendine düşeni yaptıktan sonra bilir ki, sonsuz rahmet sahibi Allah Teâlâ sevdiği kulunu, kulun kendisini düşündüğünden daha fazla düşünür ve korur.

Onun için, gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek mânâsıyla bir tevekkülün yer tutmuş olması lâzımdır. Bir müslümanın işini yoluna koyduktan sonra ötesini Allah`a havâle edip de O`na güvenmesi ve O`nun en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en hayırlısını nasîb edeceğine inanması, kalp için çok büyük bir kuvvettir. Günümüz insanının ve özellikle de günümüz Müslümanının bu inanca ve bu kuvvete çok fazla ihtiyacı vardır.

Tevekkül Nasıl Olmalıdır? Çalışmanın ve sebeplere yapışmanın ihmâli tembellik demek olduğuna göre, tevekkül ile tembellik arasında bir zıtlık vardır. İslâm dînînde tevekkül vâcib, tembellik haramdır. “Tevekkül demek, görevin îfâsını Allah`a havâle etmek değildir; emri ve kararı Allah`a bırakmaktır. Allah`ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası tevekkül, "tefvîz-i vazife" (görevi havâle) değil; "tefvîz-i emr" (kararı havâle)dir. Birçokları bu konuda gaflete düşerek tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah’a havâle edip, emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekât, cihad vs. gibi görevleri Allah Teâla ona emredip yaptırmayacakmış da (hâşâ) onun yerine Allah yapacakmış gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar. İsrâiloğullarının vaktiyle Hz. Mûsâ’ya: "Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız." (5/Mâide, 24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah’a tevekkül ve îtimat değil; O’nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. "Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin." (31/Lokman, 33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi; emre gönül vermek ile vazife sevgisidir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, 1992, c. IV, s. 362).

Başta da belirttiğimiz gibi tevekkül kelimesinin anlamında Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifâde eder. "...Bir kere azmettin mi artık Allah’a tevekkül et." (3/Âl-i İmrân, 159) âyeti buna açıkça işaret eder. Allah`ın sözleri arasında çelişki olmayacağına göre tevekkülün, hiçbir iş yapmadan Allah’tan birşey beklemekle ilişkisi olamaz. Allah kuluna çeşitli ibâdetler yüklemiş, çalışmasını, ilim öğrenmesini, rızkını aramasını, düşmanlarına karşı güç hazırlamasını, bilmediğini bilene sormasını, işlerinde istişâre etmesini, Kendisine yakarıp duâ etmesini, âdil olmasını, yani herşeyi en uygun yerine koymasını, bunun için metot ve yöntem bilmesini emretmektedir. Diğer yönden kendisine tevekkül etmesini istemekte ve tevekkül edenleri sevdiğini söylemektedir. Demek ki tevekkül, bütün bu emirleri yerine getirdikten sonra duyulan huzur ve güvendir (F. Beşer, a.g.e. s. 225).

Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar

1- Tembellik etmemek: Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca ötedenberi bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise, onları tatbik etmek vâciptir. Çünkü Yüce Allah bu âlemde herşeyin, her hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin uygulanmasına bağlamıştır. Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni birşeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir diye Allah, bir düzen koymuştur. O`nun âdeti hep bu şekilde devam etmektedir. Allah`ın âdetinde de değişiklik olmayacağından; olumlu veya olumsuz, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir.

Sebeplere sarılmadan Allah`a güvenmeye tevekkül değil, "ittikâl" denebilir. Bu kelime, Arapçadaki mânâsı itibarıyla pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur. Onun için Rasûlullah (s.a.s.) "Lâ ilâhe illâllah diyen herkes Cennet`e girecektir." deyince Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah`ın Rasûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler." demişti ki; sebeplere sarılmadan ve Allah`ın diğer emirlerini yerine getirmeden Cennet`e girmeyi ümit ederler demektir. Bu konuyu en güzel açıklayan Rasûlullah Efendimizdir. "Devemi bırakıp tevekkül edeyim" diyene: "Bağla da öyle tevekkül et" buyurmuşlardır.

Sebeplere sarılmakla ilgili olarak İmam Gazâlî de şöyle demiştir: "İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silâh taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle engel değildir." Sebepleri ihmâl etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir bakıma Allah`ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır.

Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün kuvvet ve araçlar ile Allah`a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir.

2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, Allah`a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir. Aslen tesir Allah`tandır. Yâni sebepler, İlâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine Allah tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir. Kendisinden ancak o yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini, -bir müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren Yüce Allah'tan beklemek gerekir. Çünkü herşeyin yaratıcısı ve yönlendireni O'dur. Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: "Bir iş için 'çalıştık, çabaladık; artık o ister istemez olacak' demeyin. Tesiri Allah'tan bekleyin; 'biz istedik, Allah da müsâade ederse olur' deyin." (A. Osman Tatlısu, a.g.e., s. 151)

Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir: "...Her durumda Allah emrini yerine getirir. Murâdını muhakkak yapar, hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür. Nihâyet herşeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer, tatlı da geçer; sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak, Allah`a tevekkül de, O`nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, Allah`ın irâde ve rızâsına teslim olmaktan ibâret olursa, Allah da onun mükâfâtını büyütür. Hakîkat şudur ki; Allah herşey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki, herşey hakkında geçerlidir. Ve herşeyin hükmü, kıymeti Allah`ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte birşeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de, bunlar, zâtî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm sebebin değil, Allah`ındır. Asıl ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah'tır. Herşey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise, Allah`tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah`ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah`ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere îtimat sonlu, Allah`a îtimat sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah`a dayanmaktadır. Tevekkül de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah`ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu îtirâf ile berâber, Allah`ın kudretine îtimat edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O'nun irâdesine teslim olmaktır (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., c. 8, s. 27-28 -Talâk, 3. Âyetin tefsiri-).

Seyyid Kutub da sebepler konusunda şöyle demektedir: "...Allah`ın değişmez kâinat kanunu sebep ve netice düzeniyle yürüyor. Ancak neticeyi meydana getiren yalnız sebepler değildir. Asıl etki eden, fâil-i mutlak olan Allah Zülcelâl'dir. Allah, kendi takdiri ve istemesi ile sebep ve netîce düzenini sağlıyor. O yüzden Allah, insandan çalışıp çabalamasını, üzerine düşen vazifeleri îfâ etmesini istiyor. İnsan bu vazifeleri îfâ ettiği kadar, Allah netîceleri düzenleyip tahakkuk ettiriyor. Böylece sebep ve netice Allah`ın isteği ve takdirâtı ile ilgili olarak uzuyor. Yalnız O'dur ki, istediği zaman, istediği şekilde neticelerin meydana gelmesine izin verir. İşte bu şekilde müslümanın düşüncesiyle çalışması arasındaki birlik sağlanıyor. Müslüman gücünün yettiği kadar çalışıp çabalar. Fakat bu çalışmanın sonucunu Allah`ın takdirine ve isteğine bırakır. Ona göre sebep ve netice arasında mutlak kat`iyyet yoktur. O, hiçbir şeyde Allah`a kat`iyyet yüklemez (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an, Hikmet Y., c. 2, s. 506, -3/159. Âyetin tefsiri).

3- Her hususta Allah`tan başka hiçbir şeye güvenmemek: Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete, sahip oldukları mevkîye, büyük insanlarla olan yakınlıklarına veya yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuş, yarına emniyetle bakıyor, Allah Teâlâ'dan gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Halbuki bütün bunlar ve sahip olduğu herşey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara dayanan insanın hâli ne olur?! (A. Osman Tatlısu, ag.e., s. 151). Müslüman ise böyle değildir; o, nelere sahip olduğunun farkında olup, şükrünü îfâ edecek, bunları akıllıca kullanacak; fakat her zaman yalnız Allah`a güvenecektir.

 

Bilindiği/bilinmesi gerektiği gibi; tevekkül meselesinde en tehlikeli durum, tevekkülü yanlış anlayarak tembelliğe düşmek, vazifesini yerine getirmemek ve bunun sonucunda da başarsızlığa uğramaktır. İlk emri "Oku!" olan İslâm dininin mensupları olarak, biz müslümanların en önemli görevlerinden biri, hangi meslekten olursak olalım çalışmak, bize düşen görevi en güzel şekilde yerine getirmek; bütün bunların sonucunda da büyük bir gönül huzuruyla Allah Teâlâ'ya güvenmek, O'na tevekkül etmektir. Tâbiri câizse, tembellik bizim lügatımızda yer almamalı; en çok korkmamız, en uzak kalmamız gereken bir vasıf olmalıdır. Öyle ki Peygamber Efendimiz: "Ümmetim adına en çok korktuğum şey göbek iriliği, uyku düşkünlüğü ve tembelliktir." buyurmak sûretiyle, tembelliğin bizler için ne büyük bir tehlike olduğuna işaret etmiştir.

Tevekkülle ilgili âyetleri incelediğimizde, Allah'a tevekkül ettiğini belirten Peygamberlerin ve mü'minlerin, o sözleri söylerken bir mücâdele, çalışma, gayret içinde olduklarını görüyoruz. Hiçbiri oturdukları yerden, yorulmadan, belli bir zorluğa katlanmadan bu sözleri söylemiyorlar. İşte bu da bize gösteriyor ki; ancak çalışan müslümanın tevekkül etmeye, "Allah'a güvendim!" demeye hakkı vardır. Tembel ise, tevekkül ettiğini söylese bile ancak kendini kandırıyordur ve sonu hüsrân olacaktır.

Tevekkülle ilgili hadisler ve güzel sözler de bu durumu doğrular niteliktedir. Mehmet Âkif Ersoy`un şiddetle karşı çıktığı, yerden yere vurduğu tevekkül ve mütevekkil kavramı da işte bu tembel kişilerin sahte tevekkülleridir.

Tevekkül meselesinde diğer bir önemli husus da dünya hayatının müslüman için bir imtihan yeri olduğunun unutulmaması gerektiğidir. Çünkü bazı durumlarda insan bütün çabasını sarfetse de, elinden geleni yapsa da İlâhî takdir bazı hikmetler sebebiyle buna izin vermediği için başarılı olamayabilir, isteği gerçekleşmeyebilir. İşte burada tevekkülün diğer yönü ortaya çıkar: En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah'a olan güveni kaybetmemek.

Allah Teâlâ, her şeyin teferruatını en ince ayrıntısına kadar bilir. Belki bizim istediğimiz, gerçekleşmesi için çalıştığımız bir şey, aslında bizim zararımıza; buna karşılık istemediğimiz bir şey ise aslında yararımızadır. Sonsuz rahmeti sebebiyle Allah Teâlâ da sevdiği kullarını, o kulların kendilerini düşündüğünden daha çok düşüneceğine; onlara kendilerine acıdıklarından daha çok acıyacağına göre müslümanlar olarak bizlerin -hem dînî, hem dünyevî görevlerimizi yaptığımız müddetçe- hiçbir şeyden dolayı tasalanmamıza gerek yoktur. İnşâallah sonuçta mutluluk bizim olacaktır.

Bir amacımıza, isteğimize ulaşamadıysak Vekîlimiz olan Allah Teâlâ bize olan sevgisiden dolayı, o istediğimiz şeyden her bakımdan bize daha hayırlısını nasîb edeceğini ummalıyız. En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah'a olan güveni kaybetmemek şarttır.

Dünya, müslüman için bir imtihan yeri olduğundan dolayı unutulmaması gereken diğer bir nokta da; herşeyin sonucunun sadece bu dünyada alınmadığıdır. Biz Müslümanlar, âhiret inancına sahibiz ve zaten dünyada da âhiret için, o ebedî hayat için çalışırız. O halde, belki de yaşadığımız büyük bir üzüntü, yorgunluk veya sıkıntıya göstereceğimiz sabır; Allah katında derecemizin yükselmesine, öbür dünyada büyük mükâfatlar kazanmamıza sebep olacaktır. "...Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zâyî etmeyiz. Âhiret mükâfâtı ise, iman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için daha hayırlıdır." (12/Yusuf, 56-57)

"...Kim Allah'tan (emirlerine uymak; yasaklarından kaçınmak sûretiyle) korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah herşey için bir ölçü koymuştur." (65/Talâk, 2-3) "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah'tır' derler. De ki: 'Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi?' De ki: 'Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O'na güvenip dayanırlar." (39/Zümer, 38)

Tevekkül Hakkındaki Sözlerden Seçmeler

"...Sen yalnızca Allah'a ibâdet et. O'na kulluk eyle ve O'na tevekkül eyle. Her işte emir ve kumandayı, yetkiyi O'na verip O'na güvenip, O'nun emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibâdetsiz ve amelsiz kuru kuruya tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O'nun emrini yerine getir ve öyle tevekkül eyle." (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 11/Hûd, 123. Âyetin tefsiri)

"Tevekkül, bazı câhillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsa idi, 3/Âl-i İmrân, 159. âyetinde belirtilen müşâvere emri tevekküle mâni olurdu. Tevekkül, insanın esbâb-ı zâhireye riâyet etmesi, ve lâkin kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ'nın ismetine dayanması demektir." (Fahruddin Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, c. 9, s. 69-70)

"Hakîkî mânâda tevekkül; Allah'tan başkasından korkmamak, O'ndan başkasına güvenmemektir."

"Tevekkül, olan şey ile yetinmek, olmayan şeye râzı olmaktır."

"Üç haslet evliyâ sıfatıdır: Allah`a tevekkül etmek, Allah`tan başkasına niyazda bulunmamak, kanaat eylemek."

"Sebeplere yapışmak, tevekküle mânî değildir. Bilakis sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir."

"Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur."

"Tevekkülün alâmeti üçtür: Kimseden birşey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmek."

Allah Teâlâ`ya tevekkül ettim diyen kimsenin, Cenâb-ı Hakk`ın, kendisi hakkındaki muamelesine, yani takdir ettiği şeylere de râzı olması lazımdır. Aksi takdirde yalan söylemiş olur.

"Bil ki tevekkülün mahalli kalptir. Zâhire göre hareket etmek kalpteki tevekküle zıt değildir. Yeter ki kul, güvenin Allah'a olacağını bilsin. Bir şey zorlaşırsa bu O'nun takdiriyledir; eğer kolaylaşırsa bu da O'nun kolaylaştırmasıyladır."

"Tevekkül, kişinin kendisini Allah'ın dilediği şekle bırakmasıdır."

"Tevekkül, Allah'a güvenle birlikte O'nunla iktifa etmektir."

"Tevekkül azlığın ve çokluğun kişi nazarında müsâvi olmasıdır."

"Tevekkül, kişinin kendisini Allah'ın dilediği şekle bırakmasıdır."

"Tevekkül, Allah`a güvenle birlikte O`nunla iktifâ etmektir."

"Tevekkelin (tevekküllünün) gemisi batmaz (eşeğini kurt yemez)." (Atasözü)

"Gelir elbet zuhûra ne ise hükm ü kader,

Hakk'a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder." (Enderunlu Vâsıf)

"Hakk şerleri hayreyler / Zannetme ki gayreyler / Ârif ânı seyreyler.

Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.

Sen Hakk'a tevekkül kıl / Tefvîz et ve rahat bul / Sabreyle ve râzı ol.

Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler." (Erzurumlu İbrahim Hakkı)

"Kime şekvâ edeyim âh-ı sehergâhımdan

Kime feryâd edeyim tâli-i bedbâhımdan

Mâidi-zâre safâ bahşeder elbet bir gün

Kesmem ümmîdimi ben Hazret-i Allah'ımdan." (Maide Hasibe Hanım)

Mehmet Âkif Ersoy'un Tevekkülle İlgili Bazı Mısrâları:

"Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!

O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;

Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu.

Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,

Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?

"Çalış!" dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun,

Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,

Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!

Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,

Birer birer oku tekmîl edince defterini;

Bütün o işleri Rabbim görür; Vazîfesidir...

Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...

Hudâ vekîl-i umûrun değil mi keyfine bak!

Onun hazîne-i in'âmı kendi veznendir!

Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!

Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;

Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek;

Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:

"Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;

Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk O'na âit; Lalan, bacın, dadın O;

Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;

Alış seninse de, mes'ûl olan verişten, O;

Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;

Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;

Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!

Hudâ'yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;

Utanmadan da tevekkül diyor bu cür`ete... Ha?!

Yehûd Üzeyr'e, Nasârâ Mesîh' ibnu'l-lah

Demekle unsur-ı tevhîd olur giderse tebâh;

Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı îmâna?

Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân'a?

Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur`ân...

Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!

Bütün evâmire i`lân-ı harb eden şu sefîh,

Mükellefiyyeti Allah`a eyliyor tevcîh!

Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin;

Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin?

Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,

Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?

Hamâkatin aşıyor hadd-i i'tidâli, yeter!

Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!

"Kader" senin dediğin yolda Şer`a bühtandır;

Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrandır.

Kader ferâiz-i îmâna dâhil... Âmennâ...

Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma'nâ.

Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,

Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a'yânda.

Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhûl;

Biz ihtiyârımız sûretindeniz mes'ûl.

Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;

Senin vazîfen itâat ne emrederse İlâh.

O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;

Bütün evâmiri Şer'in olur bir anda heder!

Neden ya, Hazret-i Hakk`ın Resûl-i Muhterem`i,

Bu bahsi men' ediyor mü'mînine, boş yere mi?

(...)

Tevekkülün, hele, ma'nâsı hiç de öyle değil.

Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil,

Nihâyet oynayarak dîne en rezîl oyunu,

Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu!

(...)

Tevvekkül öyle yaman bir şiâr-ı îmandı,

Ki kahramân-ı fezâil denilse şâyandı.

Yazık ki: Rûhuna zerk ettiler de meskeneti;

Cüzâma döndü, harâb etti gitti memleketi!

Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...

Getir hayâline bir kerre Sadr-ı İslâm`ı:

O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir

Zamân içinde tecellîsi hangi sâyededir?

(...)

Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür;

Ki i'timâd-ı zaferden gelen tahammüldür.

Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refîk;

Durur mu şevkıne pervâne olmadan tevfîk?

Cenâb-ı Hak ne diyor bak, Resûl-i Ekrem'ine:

"Bütün serâiri kalbin ihâta etse, yine,

Danış sahâbene dünyâya âid işler için;

Rahîm ol onlara... Sen, çünkü, rûh-ı rahmetsin.

Hatâ ederseler aldırma, afvet, ihsân et;

Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.

Verip karârı da azm eyledin mi... Durmıyarak,

Cenâb-ı Hakk'a tevekkül edip yol almaya bak."

Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde;

Yanında bir de tevekkül o azmi te'yîde.

Hülâsa, azm ile me'mûr olursa Peygamber;

Senin hesâbına artık, düşün de bul, ne düşer!

Şerîat'in ikidir en muazzam erkânı;

Kimin ki öyle müzebzeb değildir îmânı;

Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder...

ıkça söyliyeyim: Azm eder, tevekkül eder.

Ne din kalır, ne de dünyâ, bu anlaşılmazsa...

Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa...

(...)

Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi...

Ne yaptı "Biz mütevekkilleriz" diyen kümeyi.

Dağıttı, kamçıya kuvvet, "Gidin, ekin!" diyerek.

Demek: Tevekkül eden, önce mutlakâ ekecek;

Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a,

Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına." (M. Âkif Ersoy, Safahat, Gonca Y. İst. 1989, Dördüncü Kitap, 'Fâtih Kürsüsünde', s. 233-240)

O îmân kuvvet ihzâriyle emretmişti... Lâkin, biz

Tevekkelnâ deyip yattık da kaldık böyle en âciz!

O îman, farz-ı kat'îdir diyor tahsîli irfânın...

Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi, dünyânın! (M. Âkif, a.g.e., Beşinci Kitap 'Hâtıralar', s. 280)

Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. (M. Âkif, a.g.e., Yedinci Kitap 'Gölgeler', ‘Yeis Yok’ isimli şiirden, s. 428)

"Allah'a dayandım!" diye sen çıkma yataktan...

Mâ'nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!

Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

Üç kıt'ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:

Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.

Âlemde tevekkül demek olsaydı "atâlet",

Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?

Çoktan kürenin meş'al-i tevhîdi sönerdi;

Kur'ân duramaz, nezd-i İlâhî'ye dönerdi. (M. Âkif, a.g.e., Yedinci Kitap 'Azimden Sonra Tevekkül' isimli şiirden, s. 430) (6)

 

 

Sebat ve Kararlılık; Azmin Açılımı

Sebat: Kararlı olma, sözde durma, ahde vefâ etme; bir konuda iyi düşündükten sonra verilen karardan dönmeme demektir. Sebat, ahlâkî faziletlerden biridir. Sebat ve metânet; herhangi bir konuda iyice düşündükten sonra verilen karardan asla bir daha dönmemek demektir. Bu fazilete sahip kişiler, sözünde sâbit ve görüşlerinde kuvvetli, işlerinde cesur ve yürekli kimselerdir.

Sebat ve metânet sahipleri yapacakları işleri önceden iyi düşünür, lehinde ve aleyhinde olan bütün sebepleri karşılaştırıp ölçer, tercih sebeplerini bularak karar verir; böyle verilmiş karardan da artık dönmezler. İrâde ile ilgili olan bu fazilete sahip olmak büyük bir meziyettir. Ne sevinç, ne üzüntü, ne menfaat, ne heyecan, ne de başka bir bir şey metîn olan adamı kararından döndürebilir.

Önderler ve önemli mevkilerde bulunan kişiler sebat ve metânet sahibi olurlarsa, çevrelerindeki insanlar için cesaret ve güven kaynağı durumuna gelirler. Böyleleri, işlerinde daha başarılı olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey mü'minler, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allah'ı çok anın ki, kurtulabilesiniz." (8/Enfâl, 45). Bu âyette, sebat ve metânetin, harpte zafere erişmek ve kurtuluşa ulaşmak hususundaki önemine işaret edilmiştir. Gerçekten de bu ahlâkî fazîlete sahip olmayanların doğru karar vermeleri, işlerinde başarılı olmaları, düşmana gâlip gelmeleri pek güçtür.

Sebat ve metânette âşırı gitmek inattır. Yokluğu da, kararsızlıktır. Her ikisi de terk edilmesi gereken kötü huylardandır. Bu konuda unutulmaması gereken bir husus da şudur. Sebat adını verdiğimiz kararlılığı insan, meşrû, faydalı ve helâl olan şeylerde göstermelidir. Allah'ın yasakladığı gayr-ı meşrû, zararlı ve haram işler için sebat gösterilemez. İnsanı kötülüklere sürükleyen konularda metîn olmanın bir mânâsı yoktur. Zaten bu iki ahlâkî kavram ancak müsbet davranışlarla birlikte varolabilir. (7)

Allah’ın Dini’nde sebat etmek, azimle ve tutarlılıkla sırat-ı müstakimde yürümek isteyen her sâdık müslüman için en başta gelen bir istektir. Müslümanların halen içerisinde yaşadığı toplumların durumu, ateşiyle yandıkları çeşitli fitneler ve tuzaklar, dini garip duruma düşüren türlü şüpheler ve şehvetler... Öyle ki dine sarılan, hayret verici bir konuma ulaşmıştır: “Dinine sarılan ateş parçasını elinde tutuyor gibidir.”

Müslümanın, sebâtı sağlayacak sebeplere bugünkü ihtiyacının, selef zamanındaki bir kardeşinin ihtiyacından daha fazla olduğu konusunda hiçbir akıl sahibinin şüphesi yoktur. Ahlâkın kötülüğü, kardeşliğin azlığı, yardımlaşma ve dayanışmanın zayıflığı nedeniyle bunu gerçekleştirmek için daha büyük gayret gerektirmektedir.

Dinden çıkma olaylarının çoğalması, İslâm için çalışanlar arasında dahi sapmaların başgöstermesi, müslümanı bu gibi sonuçlardan korkmaya ve güvenli bir neticeye ulaşmak için sebatı sağlayacak etkenleri aramaya itmektedir.

Konunun, kendisi hakkında Nebî (s.a.s.)’in “Ademoğlunun kalbi kaynadığı zaman tencereden daha çok altüst olur.” (Ahmed bin Hanbel, VI/4; Hakim, Müstedrek II/289; Bkz. es-Silsiletu’s-Sahîha, 1772) buyurduğu kalp ile bağlantılı olması... Rasûlullah (s.a.s.) kalp ile ilgili bir başka benzetme daha yapar: “Kalp, ancak (takallubu) dönmesi dolayısıyla kalp olarak isimlendirilmiştir. Kalp, bir ağaç gövdesindeki tüy gibidir. Rüzgâr onun altını üstüne getirir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/408).

Şehvetler ve şüpheler karşısında dönüveren kalbin sâbit hale getirilmesi, bu görevin büyüklüğüne ve zorluğuna uygun güçlü etkenlere ihtiyaç duyan tehlikeli bir iştir (Muhammed Sâlih el-Müneccid, Sebat, Tercüme: İsmail Yaşa).

Sebatı Sağlayan Etkenler

Allah azze ve celle, bizlere merhameti gereği; Kitabı’nda, Nebî’si aracılığıyla ve O’nun yaşantısında sebat için gerekli birçok etken bildirmiştir:

1. Kur’an’a Yönelmek: Kur’an-ı Kerim, ilk sebat vasıtasıdır. Allah’ın sağlam ipidir. Aydınlatıcı nurdur. O’na sımsıkı sarılanı Allah korur. O’na tâbi olanı Allah kurtuluşa erdirir. O’na davet eden doğru yola yönlendirilir.

Allah, Kur’an’ın belirli bir aşamayla ayrıntılı olarak indirilmesindeki amacın kalpleri iyice sağlamlaştırmak olarak açıklar: Allah Teâlâ, kâfirlerin şüphelerini reddederek şöyle buyurur: İnkar edenler, ‘Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk. Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.” (25/Furkan, 32-33)

Kur’an Niçin Dinde Sebatın Kaynağıdır? Çünkü, imanı yeşertir. Allah ile bağını kurarak nefsi arındırır. Kur’an ayetleri, mü’minin kalbine serinlik ve esenlik indirir. Böylece, fitne rüzgârları onu sürükleyemez. Kalbi, Allah’ın zikri ile huzur bulur. Müslümanı, doğru değerler ve düşüncelerle donatır. Bununla, çevresinde olanları düzenleyebilir. Yine; kendisine olayları değerlendirme imkânı sağlayan ölçüler kazandırır. Olayların ve insanların değişmesine göre sözleri değişip birbiriyle çelişmez ve kararında tereddüt olmaz.

Kâfirler ve münâfıklardan oluşan İslâm düşmanlarının ortaya attığı şüphelere cevap verir. İslâm’ın ilk yıllarında yaşananlar, canlı örneklerdir:

şriklerin “Muhammed terk edildi” (S. Müslim, Nevevî Şerhi, c. 12, s. 156) demelerine karşı, Allah azze ve celle’nin “Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı” (93/Duhâ, 3) kavlinin Rasûlullah (s.a.s.)’in nefsine etkisi nedir? Kureyş kâfirleri, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e öğretenin bir beşer olduğunu ve O’nun, Kur’an’ı Mekke’deki bir Rum marangozdan aldığını iddia edince Allah azze ve celle’nin “Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur’an) apık bir Arapça’dır.”(16/Nahl, 103) buyurmasının etkisi nedir? Münâfığın “bana izin ver, beni fitneye düşürme!” demesi üzerine Allah azze ve celle’nin “Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir!” (9/Tevbe, 49) buyurmasının mü’minlerin kalplerindeki etkisi nedir?

Destek üzerine destek ve iman etmiş kalpleri kuvvetlendirme, şüpheleri reddetme ve bâtıl ehlini susturma değil mi? Kesinlikle evet!

Hayret edilecek bir durum da Allah’ın mü’minlere, Hudeybiye’den dönüşlerinde çok ganimetler alacaklarını vaadetmesidir (Hayber ganimetleri). Bunu, kendileri için kısa bir süre sonra gerçekleştireceğini, oraya yalnız çıkacaklarını ve münâfıkların onlara katılmak isteyeceğini, müslümanların onlara kendilerine tâbi olmamalarını söyleyeceğini; münâfıkların, Allah’ın kelâmını değiştirmek isteyerek ısrar edeceklerini ve mü’minlere “Siz bizi çekemiyorsunuz” diyeceklerini bildirir. Allah azze ve celle onlara şöyle cevap verir: “Neredeyse hiç laf anlamıyorlar!” (4/Nisâ, 78). Sonra bunların hepsi mü’minlerin gözleri önünde aşama aşama, adım adım ve kelime kelime gerçekleşir.

İşte bu noktada; hayatlarını Kur’an’a bağlayanlar; Kur’an’ı okumaya, ezberlemeye, anlamaya ve düşünmeye yönelenler, O’nunla hareket edip O’na boyun eğenler ile insanların sözünü tüm uğraşları ve meşguliyetleri haline getirenler arasındaki farkı anlayabiliriz.

2. Allah’ın Şeriatı’na Tutunup Salih Amel İşlemek: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, iman edenleri sağlam sözle hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar. Zalimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar.” (14/İbrâhim, 27). Katâde şöyle der: Dünya hayatında hayırla ve sâlih amel ile sâbit tutar. Âhirette ise kabirde sâbit tutar (İbn Kesir, Tefsir 4/421).

Yüce Allah şöyle buyurur: “Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu.” (4/Nisâ, 66). Yani hak üzerinde daha sağlam olurlardı. Bu apaçıktır. Fitne başgösterince, sâlih amellerden geri duran tembellerden sebat bekleyebilir miyiz? Oysa iman eden ve sâlih amel işleyenleri Rableri, imanları ile doğru yola yöneltir. Bu nedenle, Rasûlullah (s.a.s.) sâlih amellere ısrarla devam ederdi. Kendisine en sevimli amel az da olsa devamlı olanıydı. Sahâbîleri bir amel işlediklerinde onu sürekli hale getirdiler. Âişe (r. Anhâ) bir amel işlediğinde ona devam ederdi. Rasûlullah (s.a.s.) farz namazlarının önünde veya sonunda kılınan revâtıb sünnetlerini kast ederek şöyle buyurur: “Oni ki rekâtı kılmaya ısrarla devam edene cennet vâcip olur.” (Tirmizî, 2/273; Nesâî, 1/388) Kudsî hadiste, “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya öyle devam eder ki, kendisini severim.” (Buhârî, bkz. Fethu’l-Bârî, 11/340) buyurulur.

3. Peygamber Kıssalarını Düşünüp Örnek Almak İçin İncelemek: Allah Teâlâ’nın şu âyeti buna delâlet etmektedir: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (11/Hûd, 120). Bu âyetler, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında oyun ve eğlence olsun diye inmedi. Bilakis yüce bir gâye için indi. Bu gâye, Rasûlullah’ın ve O’nunla birlikte mü’minlerin kalplerini sağlamlaştırma gâyesidir.

Allah azze ve celle’nin “Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrâna uğrayanlar durumuna soktuk.” (21/Enbiyâ, 68-70) kavlini düşünsen... İbn Abbas şöyle der: “İbrâhim aleyhisselam ateşe atıldığında en son sözü ‘Hasbiyallahu ve ni’mel-Vekîl / Allah bana yeter ve O ne güzel bir vekildir’ idi.” (Bkz. Fethu’l-Bârî, 8/229). Bu kıssayı düşünürken, baskı ve işkence karşısında direnme duygusunun iman edip imanın gereklerini hayatımıza geçirmenin kalbimize yerleştiğini hissediyoruz.

Mûsâ (a.s.) kıssasıyla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur: İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın adamları: İşte yakalandık!’ dediler. Mûsâ: ‘Asla!’ dedi. ‘Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.” (26/Şuarâ, 61-62). Bu kıssayı düşünürken, zâlimlerle karşılaşınca kararlılığın özelliğini, sebat etme ve şiddet anında, ümitsizliğe kapılanların bağrışmaları arasında kararlılık gösterme şuurunu hissediyoruz.

Firavun’un sihirbazlarının hikâyesini gözönüne getirsek... Hani şu, hak kendilerine açıkça belli olunca, ölüm pahasına ondan dönmeyerek kararlılık gösteren bir avuç insanın ilginç hikâyesi... Zâlimin “Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız” (20/Tâhâ, 71) tehditleri karşısında, sebat etmenin bir yüce örneğinin kalbe yerleştiğini görüyoruz.

İman eden azınlığın hiç tereddüt etmeden “Seni, bize gelen apaçık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin” (20/Tâhâ, 72) diyerek gösterdiği kararlılık...

Yine; Yâsîn Sûresi’nde geçen mü’minin ve Firavun ailesindeki mü’minin, yine Firavun’un karısı olduğu halde ona kafa tutup imandaki sebatı için işkenceyle ölümü göze alan Âsiye anamızın kıssalarından, Ashâbu’l-Uhdûd’un hikâyesi ve benzerlerinden alınacak en büyük ders, neredeyse tamamıyla sebat üzerinedir.

4. Duâ: Allah’ın mü’min kullarının özelliklerinden biri de, kendilerini dinde sâbit kılması için duâ ile Allah’a yönelmeleridir: Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme.” (3/Âl-i İmrân,. 8) “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve ayaklarımızı sabit kıl.” (2/Bakara, 250)

“Ademoğullarının kalplerinin hepsi Rahman’ın parmaklarından iki parmağın arasında bir kalp gibidir. Onu dilediği gibi çevirir.” (Ahmed bin Hanbel ve Müslim, İbni Ömer’den merfû olarak rivâyet eder. Bkz. Nevevî, Müslim Şerhi, 16/204) Bu nedenle, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çokça şöyle derdi: “Ey kalpleri çeviren! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” (Tirmizî, Enes’ten merfû olarak rivâyet eder. Bkz. Tuhfetu’l-Ahvezî, 6/349, Sahihu’l-Câmi’, 7864)

5. Allah’ı Zikretmek: Bu, sebâtı sağlayan en büyük etkenlerdendir. Allah azze ve celle’nin “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok zikredin.” (8/Enfâl, 45) kavlinde cihad ve sebat ile zikir arasında kurulan bağı düşünmeliyiz: Kur’an Allah’ı zikretmeyi, cihadda kararlılık göstermeye yardımcı olacak en büyük sebeplerden biri olarak gösteriyor. İman edenlerin, sayılarının azlığına rağmen Allah’ı çokça zikretmeleri nedeniyle nasıl kazandıklarını düşünebiliriz.

Güzellik ve makam sahibi kadın (först leydi) kendine çağırdığı zaman, onun fitnesine karşı koymak için Yusuf (a.s.) ne ile yardım diledi? “Maâzallah (Allah korusun)!” (12/Yusuf, 23) kalesine sığınmadı mı? Bunun sonucu, şehvet dalgaları bu kalenin surlarına çarpıp yok olmadı mı? Mü’minlerin imanlarının sağlamlaştırılmasında Allahı’ zikredip hatırlamanın rolü işte böyle olur.

6. Müslümanın, Doğru Yolda Yürümeye Gayret Etmesi: Doğruda sâbit kalma konusunda sırât-ı müstakîmin önemini bilmek için, kendimize şu soruyu sormalıyız: Geçmişte ve günümüzdeki insanların birçoğu niçin saptı? Niye şaşkınlığa düştüler ve ayakları sırât-ı müstakim’den kaydı, doğru yol üzere ölemediler? Ya da ömürlerinin büyük bir kısmını tüketip hayatlarının değerli bölümlerini boşa geçirdikten sonra ancak doğruya ulaşabildiler?

Heraklius’un, Ebû Süfyan’a Muhammed (s.a.s.)’e tâbi olanlar hakkında sorduklarıdır: “Onlardan hiç kimse bu dine girdikten sonra, dinine kızarak ondan geri dönüyor mu?” der. Ebû Süfyan “Hayır” deyince Heraklius şöyle der: “İmanın sevinci kalplere karışınca böyle olur” (Buhârî, Bkz. Fethu’l-Bârî, I/32). Eğer hak üzere sâbit kalmak istiyorsak, peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin ve sâlihlerin yoluna, zamanımızdaki gerçek mü’minlerin yoluna koyulmamız gerekiyor.

7. Terbiye: Belirli bir aşamayla, anlayarak elde edilen imanî ve ilmî terbiye, sebâtı gerçekleştiren faktörler içerisinde temel bir faktör olarak yer alır.

İmanî terbiye; kalbe ve vicdana korku, ümit ve sevgi ile canlılık kazandırır. Kur’an ve Sünnet ifadelerinden uzak kalma ve insanların sözlerine tutunma neticesi ortaya çıkan donukluğu yokeder.

İlmî terbiye; sahih delil üzerinde durur. Bu da taklidi ve hoş olmayan fırsatçılığı ortadan kaldırır.

Şuurlu terbiye ile kişi kötülerin yollarını ve İslâm düşmanlarının planlarını öğrenir. Gündemi bilir ve olayları tam olarak kavrayarak ona göre hareket eder. Bu şekilde, sınırlı sayıda insanın bulunduğu küçük toplumlarda kabuğuna çekilme ve içine kapanma önlenir.

Kademeli terbiye ise, müslümanı aşama aşama ilerletir. Onu dengeli bir planlamayla, olgunlaşmanın basamaklarında yükseltir. Bununla; aklına geleni söylemenin, aceleciliğin ve zararlı çıkışların önüne geçilir.

Sebatı getiren bu unsurun önemini daha iyi anlamak için Rasûlullah (s.a.s.)’in hayatına bakalım ve kendimize soralım: Nebî (s.a.s.)’in sahâbîlerinin Mekke’de, kendilerine baskı uygulanan günlerde gösterdikleri sabrın kaynağı nedir? Bilal, Habbâb, Mus’ab, Yâsir ailesi ve diğer mazlumlar; hatta ashâbın önde gelenleri boykot sırasında ve diğer zamanlarda nasıl sebat ettiler? Onların bu kararlılıkları, kişiliklerini aydınlatan nübüvvet ışığının köklü terbiyesi olmadan gerçekleşebilir miydi?

Bir sahâbîyi ele alalım. Örneğin Habbâb ibnu’l-Eret (r.a.)... Efendisi, demir şişleri kor haline gelinceye kadar ısıtır, sonra onun çıplak sırtına koyardı ve sırtının yağı eriyip üzerlerine akınca ancak onları söndürürdü. Onu, bütün bunlara sabretmeye sevkeden neydi?

Bilal...Güneşten yanmış toprağın üzerinde, kayanın altında... Ve Sümeyye... Bağlar ve zincirler içerisinde... Medine döneminde yaşanan bir olay ve bir soru: Huneyn’de, müslümanların çoğu hezimete uğrayınca Nebî (s.a.s.) ile birlikte kim sebat gösterdi? İslâm’a yeni girenler mi? Henüz nübüvvet okulunda yeteri kadar terbiye görmemiş ve çoğu ganimet toplamak için çıkanlar mı? Sebat gösterenlerin çoğu, Rasûlullah (s.a.s.)’in elinde uzun süre terbiye gören seçkin mü’minlerdi. Onlar, eğer bu terbiye olmasaydı sebat gösterebilirler miydi?

8. Üzerinde Bulunduğu Yola Güvenmek: Müslümanın üzerinde bulunduğu yola olan güveni arttıkça, o yolda yürümeye kararlılığı da şüphesiz daha büyük olur. Bu güveni sağlayan faktörlerden bazıları şunlardır:

Üzerinde bulunulan doğru yolun, bu asırda ve bu zamanda ortaya çıkmış yeni bir yol olmadığını hissetmek... O; bizden önce nebîlerin, sıddîkların, şehitlerin, sâlihlerin ve âlimlerin üzerinde yürüdükleri soylu bir yoldur. Bunu hissetmekle garipliğik yok olur ve yalnızlık dostluğa, üzüntüler sevinç ve mutluluğa dönüşür. Çünkü, onların hepsinin bu yolda şimdi yaşayan müslümana kardeş oldukları hissedilir.

Seçilmiş olmanın şuuruna varmak... Yüce Allah şöyle buyurur: “Hamdolsun Allah’a ve selam olsun seçkin kıldığı kullarına.” (27/Neml, 59), “Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik.” (35/Fâtır, 32), İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana olayların yorumunu öğretecektir.” (12/Yusuf, 6)

Allah, peygamberleri nasıl seçmişse, sâlihler için de bu seçimden bir pay vardır. Bu pay, peygamberlerin ilimlerinden kendilerine kalan mirastır ve o mirasın büyüklüğü oranında kendini gösterir. Allah bizi bir cansız, bir hayvan, bir kâfir, bir inkârcı, bir bid’at dâvetçisi, bir fâsık olarak yaratsaydı; İslâm’a çağırmayan günahkâr bir müslüman veya çeşitli hataları olan bir yola dâvet eden biri olarak yaratsaydı, o yollara yöneltseydi, bilincimiz nasıl olurdu?

Bu seçimin ve hayra dâvetçi kılmasının, üzerinde bulunulan dosdoğru yolda kararlılık göstermeye etki eden faktörlerden biri olduğunu görmek zorundayız.

9. Yüce Allah’a Dâveti Pratik Olarak Uygulamak: Nefis, hareket etmezse bozulur. Dışa açılmazsa çürür. Nefsin dışa açılabileceği en yüce alanlardan biri de Allah’a dâvettir. Bu, peygamberlerin görevidir ve nefsi azaptan kurtarır. Bu uğurda, kuvvetler harekete geçer ve önemli görevler yerine getirilir. Dolayısıyla dâvet aksatılmamalı ve emrolunduğu gibi dosdoğru olmalı. Nefsi sahibi ibâdetle meşgul etmezse, o insanı günahla meşgul eder.

Zaman harcayarak, kafa yorarak, çalışarak ve konuşarak doğru yola dâvet etmek, müslümanın en önemli uğraşı ve kaygısı olursa; bu, şeytanın saptırma ve fitneye düşürme uğraşının önünü keser. Buna; dâvet yolunda yürürken karşılaştığı engeller, inatçılar ve bâtıl ehli karşısında dâvetçinin nefsinde oluşan meydan okuma duygusunu da ilâve edebiliriz.

Bu şekilde dâvet, kendisiyle kazanılan büyük sevaba ilâve olarak sebatı sağlayan etkenlerden biri olur; gerilemeyi ve bozulmayı engeller. Çünkü hücüm eden, savunma ihtiyacı hissetmez. Allah, dâvetçilerle birliktedir, onları sağlamlaştırır ve hatalarını örter. Dâvetçi, doktor gibidir. Bilgisiyle ve tecrübesiyle mânevî hastalıklara karşı savaşır. Başkaları üzerindeki bu savaşıyla o, hastalığa yakalanmaktan diğer insanlara oranla daha uzaktır.

10. Sağlam İnsanların Etrafında Bulunmak: Bu insanların sıfatlarından birini Rasûlullah (s.a.s.) şu şekilde haber verir: İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, iyiliğin anahtarları ve kötülüğün kilididirler.” (İbn Mâce 237; İbn Ebî Âsım; Kitabu’s-Sünne, 1/127; Bkz. es-Silsiletu’s-Sahîha 1332)

Âlim, sâlih ve insanları hakka dâvet eden kimseleri etrafında bulunmanın sebat etmeye büyük yardımı vardır. İslâm tarihinde gerçekleşen bazı fitnelerde, Allah müslümanları birtakım kişilerle sâbit kılmıştır. “Allah, dini mihnet günü Ahmed ile; riddet günü de Sıddîk ile aziz kıldı” İbnu’l-Kayyım rahimehullah’ın, Şeyhulİslâm İbni Teymiyye’nin kararlılık göstermedeki rolünü anlatırken söylediği şu sözleri düşün: “Korkumuz şiddetlenip kötü şeyler aklımıza gelmeye ve yeryüzü bize dar gelmeye başlayınca ona giderdik. Onu görüp sözünü işitir işitmez o hallerin hepsi üzerimizden kalkardı. Gönül rahatlığına, kuvvete, inanca ve sükûnete dönüşürdü. Kullarına, ona kavuşmadan cennetini gösteren; bu dünyada onlara cennetin kapılarını açan; ona olan arzularını ve onun için yarışmalarını kuvvetlendirecek şekilde cennetin kokusundan ve serinliğinden onlara hissettiren Allah’ı tüm noksanlıklardan tenzih ederim.” (el-Vâbilu’s-Sayyib, s. 97)

İşte burada İslâm kardeşliği, kararlılığı sağlamada ana unsur olarak ortaya çıkar. Sâlih kardeşler, örnek alınacak insanlar ve terbiye edici sıfatı bulunan kimseler, yürünülen doğru ama dikenli yolda yardımcıdır, kendileriyle teselli bulunulan kaynaklardır. Bildikleri İslâmî hakikat ve doğru yorumlarla ve hikmetli sözlerle müslümanı sağlamlaştırırlar. Onların arasında yaşamaya çalışmalı, onlardan uzak kalmaktan korkmalıdır. Şeytanlar yalnız kalan, kimsesizleri daha kolay kapar. Kurt, sürüden uzak kalanı yer.

11. Allah’ın Yardımına Ve Geleceğin İslâm’ın Olacağına Tamamen İnanmak: Sebata en çok, yardım geciktiği zaman, sâbit olan ayaklar kaymasın diye ihtiyaç duyarız. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibâretti: ‘Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sâbit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer eyle!’ Allah da onlara dünya nimetini ve âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel davrananları sever” (3/Âl-i İmrân, 146-148)

Rasûlullah (s.a.s.), işkence gören sahâbîlerinin inançlarını sağlamlaştırmak için onlara baskı ve işkence günlerinde, geleceğin İslâm’ın olacağını haber vermişti. Buhârî’de, Habbâb (r.a.)’tan, Rasûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Allah bu işi (dini) mutlaka tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu San’a’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan ve sürüsü için kurttan başka hiçbir şeyden korkmadan gidecek” (Buhârî; Bkz. Fethu’l-Bâri 7/165). Geleceğin İslâm’ın olacağı ile ilgili hadisleri İslâm dâvâsına yeni katılmış olanlara bildirmek onların kararlılık üzere terbiye edilmesi açısından önemlidir.

12. Bâtılın Gerçek Yüzünü Bilmek Ve Ona Kanmamak: Yüce Allah’ın (İnkarcıların diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın.” (3/Âl-i Imrân, 196) kavlinde müslümanlar için bir teselli ve inançlarını kuvvetlendirme vardır.

Allah’ın “Köpük ise atılıp gider” (13/Ra’d, 17) âyetinde bâtıldan korkmama ve bâtıla teslim olmama konusunda akıl sahipleri için bir örnek vardır. Kur’an-ı Kerim’in bir üslûbu da bâtıl ehlini ortaya çıkarmak, hedeflerini ve bunun için kullandıkları yolları açığa vurmaktır. “Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetleri iyice açıklıyoruz.” (6/En’âm, 55). Müslümanlar, gâfil yakalanmasın ve İslâm’a nereden zarar gelebileceğini bilsinler diye...

şmanlarını tanımadıkları için hesap etmedikleri yerden saldırıya uğrayınca sebat edemeyen ve ayakları kayan nice dâvetçiler ve dağılan hareketler görülmüştür.

13. Kararlı Davranmaya Yardımcı Olacak Huyları Edinmek: Bunların en başında sabır gelir. Buhârî ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hiç kimse sabırdan daha hayırlı ve bol bir hediye ile ödüllendirilmedi” (Buhârî, Kitabu’z-Zekât; Müslim, Kitabu’z-Zekât). Sabrın en zor ve en sevaplı olanı, musîbetle ilk karşılaşma anındadır. Kişi beklemediği bir felaketle karşılaştığında çöküntü yaşar ve sabrı yoksa kararlılığını kaybeder.

İbnu’l Cevzî’nin şöyle der: “Seksenine yaklaşmış bir adam gördüm. Cemaatle namaza devam ederdi. Kızının oğlu öldü. Şöyle dedi: ‘Kimsenin duâ etmesine gerek yok. Çünkü O (Allah), duâyı kabul etmiyor.’ Sonra şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ inat ediyor ve bize bir çocuk dahi vermiyor.” (es-Sebât ınde’l-Memât, İbnu’l Cevzî, s. 34). Allah, bu adamın söylediğinden elbette uzaktır.

Müslümanlar Uhud’da musîbete uğradıklarında bunu beklemiyorlardı. Çünkü Allah’ın onlara zafer vereceğini umuyorlardı. Allah onlara (ve dolayısıyla bizlere), kanla ve şehitlerle iyi bir ders verdi: “Bedir’de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza geldiği için mi ‘Bu nasıl oluyor?’ dediniz? De ki: O, kendinizden kaynaklanmaktadır.” (3/Âl-i İmrân, 165). Kendilerinden nasıl kaynaklandığı da haber veriliyordu: “Allah arzuladığınız (gâlibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; verilen emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi oldunuz. İçinizde dünyayı isteyeniniz de vardı.” (3/Âl-i İmrân, 152)

14. Sâlih Kimselerin Nasihati: Müslümanın, bir fitneye uğradığı ve Rabbi onu arındırmak için imtihan ettiği zaman sebat etmesini sağlayan faktörlerden biri de Allah’ın ona, kendisine nasihat eden ve inancını sağlamlaştıran sâlih bir insan göndermesidir. Allah’ın kendisini faydalandırdığı, hatasını örten nasihatlerdir. Bu öğütler; Allah’ı, O’na kavuşmayı, cenneti ve cehennemi hatırlatan sözlerle doludur.

15. Cennet Nimetlerini ve Cehennem Azabını Düşünmek; Ölümü Hatırlamak: Cennet, mutluluklar diyarıdır. Acıların dindiği yerdir. Mü’minlerin son konaklama mekânıdır. Nefsin, karşılıksız fedâkârlıkta bulunmama, çalışmama ve sebat etmeme özelliği yaratılışındandır. Bu karşılık ona zorlukları kolaylaştırır. Yolundaki engelleri ve güçlükleri küçük gösterir.

Alacağı mükâfatı bilene çalışmanın zorluğu kolay gelir. Yolunda yürürken sebat göstermezse, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete girme fırsatını kaçıracağını bilir. Sonra nefis, kendisini topraklıktan yükseltip ulvî âleme çekecek etkenlere muhtaçtır.

Peygamberimiz, sahâbîlerinin inancını sağlamlaştırmada cenneti hatırlatma faktörünü kullanırdı. Yâsir, babası Ammar ve annesi Sümeyye Allah yolunda işkence görürken Rasûlullah (s.a.s.) onların yanına uğrar ve şöyle der: “Sabredin ey Yâsir ailesi! Çünkü gideceğiniz yer cennettir.” (Hâkim, Müstedrek, 3/383; Hadis, hasen-sahihtir. Tahrici için bkz. Fıkhu’s-Siyre el-Elbâni tahkiki, s. 103). Yine, Rasûlullah (s.a.s.) Ensâr’a şöyle derdi: “Benden sonra zulüm göreceksiniz. Havz başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.” (Buhârî ve Müslim )

Ayrıca; kabirdeki iki grup insanın halini, haşrı, hesaba çekilmeyi, mizanı, sırâtı ve diğer âhiret duraklarını düşünmek sebat açısından da çok faydalıdır. Ölümü hatırlamak, müslümanı kötülük ve günahlara karşı korur ve onu Allah’ın sınırları önünde durdurur; onları çiğnetmez. Çünkü o, ölümün kendisine ayakkabısının bağından daha yakın olduğunu ve birkaç dakika sonra vaktinin gelebileceğini bilirken, nefsi onu yanlış yapmaya ya da hatada ısrar etmeye nasıl sürükleyebilir? Bu gerekçelerle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “(Haram) Lezzetleri yok eden (ölümü) çokça hatırlayın.” (Tirmizî, 2/50)

Sebat Gerektiren Durumlar: Bu durumları şöyle özetleyebiliriz:

Fitnelerde Sebat Göstermek: Kalplere isâbet eden dalgalanmanın sebebi fitnelerdir. Kalp, üzüntüye sebep olan fitneler gibi, sevince götüren fitnelerle de karşılaştığında sâbit kalmaz. Kalplerini iman dolduran basîret sahibi sebatkârlar bundan hâriçtir.

Fitne çeşitlerinden bazıları şunlardır:

Mal Fitnesi: “Onlardan kimi de, ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız’ diye andiçti. Fakat Allah lütfundan onlara verince, onda cimrilik edip yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” (9/Tevbe, 75-76)

Makam Fitnesi: “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (18/Kehf, 28)

Bu iki fitnenin tehlikesi hakkında Rasûlullah şöyle buyurur: “Bir sürüye gönderilen iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mala ve şerefe düşkünlüğünün dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned III/460). Yani kişinin mala, şana ve şerefe düşkünlüğü dinine, iki aç kurdun bir sürüye verdiği zarardan daha fazla zarar verir.

Eş Fitnesi: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının.” (64/Teğâbün, 14)

Çocukların Fitnesi: “Çocuk; korku, cimrilik ve hüzün kaynağıdır.” (Ebû Ya’lâ, 2/305; Bu rivâyetin, başka şâhitleri de vardır. Bkz. Sahîhu’l Câmi’ 7037)

Baskı, İşkence ve Zulüm Fitnesi: Bu konuda en güzel örneği Kur’an verir: “Ateşle dolu hendeğe atılanlar (yakılarak) öldürüldü. Onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar, mü’minlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı. Onlardan; sadece, göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, Aziz ve Hamîd olan Allah’a iman ettikleri için intikam aldılar. Oysa ki Allah, her şeyi görür.” (85/Bürûc, 4-9)

Buhârî, Habbâb (r.a.)’tan şöyle dediğini rivâyet eder: Rasûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bürdesine sarınmış otururken O’na şikâyette bulunduk. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Sizden öncekiler arasında öyleleri vardı ki yakalanıp kendisi için kazılan çukura konulurdu. Bir testere getirilerek kafasının üzerine konulur ve kafası ikiye ayrılırdı. Etleri kemiklerinden ayrılıncaya kadar demir taraklarla taranırdı. Ve bu (işkenceler) onları dininden döndüremezdi.” (Buhârî, Bkz. Fethu’l-Bârî, 12/315)

Deccal Fitnesi: Bu fitne, dünyadaki fitnelerin en büyüğüdür. “Ey insanlar! Allah, Âdem’i yarattığından beri yeryüzünde deccal fitnesinden daha büyük bir fitne olmamıştır. Ey Allah’ın kulları! Ey İnsanlar! İnancınızda sebat gösteriniz...” (İbn Mâce, 2/1359)

Kalplerin, fitneler karşısında doğru yoldan sapma ve sebat gösterme dereceleri hakkında Rasûlullah şöyle buyurur: “Fitneler kalplere, hasır gibi dal dal tesir eder. Hangi kalp onu kabul ederse ona siyah bir nokta konulur. Hangi kalp de onu reddederse ona beyaz bir nokta konulur. Sonunda iki ayrı kalp ortaya çıkar: Gökler ve yer kaldığı müddetçe fitnelerin kendisine zarar veremeyeceği ak taş gibi beyaz bir kalp ve diğeri...” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/386; Müslim 1/127). (Hasır gibi: Yani hasırın üzerinde uyuyan kişinin sırtına çizgi çizgi iz bırakması gibi.)

Cihadda Sebat Etmek: “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin.” (8/Enfâl, 45). Dinimizdeki büyük günahlardan biri de ordular karşı karşıya geldiği anda savaş alanından kaçmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) Hendek’te, sırtında toprak taşırken, mü’minlerle birlikte şu duâyı tekrarlıyordu: “(Düşmanla) karşılaşırsak ayaklarımızı sâbit kıl” (Buhâri; Bkz. Fethu’l-Bârî, 7/399)

Doğru Yolda Sebat Göstermek: “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar, hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir).” (33/Ahzâb, 23). O yiğitlerin ilkeleri, canlarından daha değerlidir. Hiçbir geri adımı kabul etmeden sözlerinde ısrar ederler.

Ölüm Ânında Sebat Göstermek: Kâfirler ve fâcirler, en zor anlarında sebattan mahrum bırakılırlar. Ölüm anında şehâdet getiremezler. Bu, kötü sonun işaretlerindendir. Bir adama ölmek üzereyken “Lâ ilâhe illâllah de” denilir. Başını sağa sola oynatarak söylemeyi reddeder. Başka biri ölüm anında “Bu iyi bir parça. Bunun fiyatı ucuz” der. Bir diğeri satranç taşlarının isimlerini sayar. Bir başkası da şarkı sözlerini veya melodisini mırıldanır. Sevgilisinin adını tekrarlar. Çünkü bunlar, dünyada onu Allah’ı zikretmekten alıkoymuştur. Böylelerinin, yüzünün karardığı veya kötü koktuğu görülür. Ruhları çıkarken kıble yönünün tersine çevrilirler. Dışından belli olmayıp da içinde hangi acı halleri yaşadığını ve ölürken nasıl bir ölümle öldüğünü bilemediğimiz insanlar da işin ayrı bir yönü.

Sâlih insanlara gelince, Allah onları ölüm anında sebat göstermeye muvaffak kılar. Kelime-i şehâdet getirirler. Yüzlerinin parladığı ve güzel koku yaydıkları görülür. Ruhları çıkarken kendilerine bir şekilde müjde verilir.

Ölüm sıkıntısında, Allah’ın sebat etmeye muvaffak kıldığı insanlardan bir örnek... Ebû Zür’a er-Râzi, hadis ehlinin imamlarından biri... Şu da hayat hikayesinden bir kesit:

Ebu Zür’a’nın yazıcısı Ebu Cafer Muhammed b. Ali şöyle anlatır: “Meşheran’da (Rey şehrinin köylerinden biri) Ebû Zür’a’nın yanına gittik. Ölüm döşeğinde idi. Yanında Ebû Hatim, İbn Varrah, Münzir b. Şâzân ve başka insanlar vardı. “Ölülerinize (ölmek üzere olanlarınıza) Lâ ilâhe illâllah’ı söylemesini telkin edin” şeklindeki telkin hadisini zikrettiler. Kendisine telkinde bulunma konusunda Ebu Zür’a’dan utandılar. ‘Gelin, hadisi zikredelim’ dediler. İbni Varrah şöyle dedi: “Ebû Âsım bize şöyle bildirdi: Abdulhamid b. Cafer Salih’ten...” “İbnu Ebî” demeye başladı. Gerisini getiremedi. Bunun üzerine, Ebu Hatim şöyle dedi: “Bündâr bize şunu bildirdi: ‘Ebû Asım, Abdulhamid b. Cafer’den, o da Sâlih’ten şunu haber verdi.’ O da gerisini söyleyemedi. Diğerleri sustular. Ebu Zür’a ölüm döşeğinde, gözlerini açarak şöyle dedi: ‘Bize Bündâr şunu bildirdi: Ebû Âsım, bize Abdülhamid b. Cafer’in Salih b. Ebi Ureyb’den, onun da Kesir b. Murra’dan şöyle rivâyet ettiğini haber verdi: Muaz b. Cebel şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan cennete girer” Ve ruhu çıktı. Allah rahmet eylesin (Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, 13/76-85).

Onun gibiler hakkında Allah şöyle buyurur: Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin!’ derler.” (41/Fussilet, 30)

Allah’ım! Bizleri de onlardan eyle. Allah’ım! İşlerimizde sebat ve doğruda kararlılık dileriz. (8)

 

 

Mustafa Çağrı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 328-329

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 211

Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 708-711

Ferid Aydın, İslâm İnanç Sistemi,

A.g.e.

Tevekkül

Şamil İslâm Ansiklopedisi, Sebat Maddesi

Muhammed Salih el-Müneccid, Sebat, Tercüme: İsmail Yaşa

 

 

 

Azm ve Tevekkül Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- “Azm” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 227, 235; 3/Âl-i İmrân, 159, 186; 20/Tâhâ, 115; 31/Lokman, 17; 42/Şûrâ, 43; 46/Ahkaf, 35; 47/Muhammed, 21.

B- Tevekkül Kelimesinin Türediği “V-k-l” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 122, 159, 159, 160, 173; 4/Nisâ, 81, 81, 109, 132, 171; 5/Mâide, 11, 23; 6/En’âm, 66, 89, 102, 107; 7/A’râf, 89; 8/Enfâl, 2, 49, 61; 9/Tevbe, 51, 129; 10/Yûnus, 71, 84, 85, 108; 11/Hûd, 12, 56, 88, 123; 12/Yûsuf, 66, 67, 67, 67; 13/Ra’d, 30; 14/İbrâhim, 11, 12, 12, 12; 16/Nahl, 42, 99; 17/İsrâ, 2, 54, 65, 68, 86; 25/Furkan, 43, 58; 26/Şuarâ, 217; 27/Neml, 79; 28/Kasas, 28; 29/Ankebût, 59; 32/Secde, 11; 33/Ahzâb, 3, 3, 48, 48; 39/Zümer, 38, 38, 41, 62; 42/Şûrâ, 6, 10, 36; 58/Mücâdele, 10; 60/Mümtehıne, 4; 64/Teğâbün, 13; 65/Talâk, 3; 67/Mülk, 29; 73/Müzzemmil, 9.

C- Azim, Sebat (Kararlı Olmak) Konusu:

Sebat Etmek: 11/Hûd, 115; 18/Kehf, 28.

Sebat İle Allah’tan Yardım İstemek: 2/Bakara, 45.

Dinde Sebat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 144; 42/Şûrâ, 13; 49/Hucurât, 15.

Doğrulukta Sebat Etmek: 42/Şûrâ, 15.

Kötülüğü Terk Etmede Sebat Etmek: 74/Müddessir, 5, 7.

Savaşta Sebat Etmek: 2/Bakara, 250; 3/Âl-i İmrân, 144, 147; 8/Enfâl, 45; 47/Muhammed, 35.

Bir İşe Azmedip Karar Verince Allah’a Tevekkül Etmek: 3/Âl-i İmrân, 159.

Sebat Edenlerin Mükâfatı: 11/Hûd, 115.

D- Tevekkül (Allah’a Güvenmek) Konusu:

Allah’a Güvenmek: 3/Âl-i İmrân, 101, 122, 159, 160, 173; 4/Nisâ, 81, 132; 5/Mâide, 11, 23; 8/Enfâl, 2, 49, 61, 64; 9/Tevbe, 51, 129; 10/Yûnus, 85; 11/Hûd, 56, 123; 12/Yûsuf, 67; 14/İbrâhim, 11, 12; 22/Hacc, 78; 25/Furkan, 58; 26/Şuarâ, 217; 27/Neml, 79; 33/Ahzâb, 3, 48; 39/Zümer, 38; 58/Mücâdele, 10; 60/Mümtehıne, 4; 64/Teğâbün, 13; 65/Talâk, 3; 73/Müzzemmil, 9.

Allah’tan Yardım İstemek: 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A’râf, 126, 128; 12/Yûsuf, 18; 21/Enbiyâ, 112.

Bir İşe Azmedince Allah’a Tevekkül Etmek: 3/Âl-i İmrân, 159.

Tedbir Almak: 12/Yûsuf, 67.

Yapılacak İş Hakkında “İnşaallah Yaparım” Demek: 18/Kehf, 23-24; 68/Kalem, 17-19.

Âhiret Nimetleri Tevekkül Edenler İçindir: 42/Şûrâ, 36.

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Tevekkül (Allah’a Güvenmek) ve İmtihan, Veysel Özcan, Mirfak Y.

Kazâ-Kader, Hayır ve Şer, Rızık, Ecel ve Tevekkül, M. Kenan Çığman, Şahsî Y. , s. 241-248

Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. Tevekkül: 20, s. 388-402; Azim: c. 3, s. 320-321

Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 211

TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 4, s. 328-329

İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 708-711

İslâm İnanç Sistemi, Ferid Aydın, Kahraman Y.

Sebat, Muhammed Sâlih el-Müneccid, Tercüme: İsmail Yaşa