12/Yûsuf, 87; Kavram, 191

 

 

 

 

 

YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK

                                  

 

 

·  Yeis; Anlam ve Mâhiyeti

·  Ümitsizlik-Küfür İlişkisi

·  Ümitsizlik Psikolojisi

·  Ümit; “Yeis”in Zıddı

·  İnsan Psikolojisini Dengeleyen İki Unsur: Korku ve Ümit

·  Kur’ân-ı Kerim’de Yeis ve Allah’ın Rahmeti

·  Hadis-i Şeriflerde Yeis ve Allah’ın Rahmeti

·  Günahların Affı İçin Gerekli Şart; Tevbe

·  Tefsirlerden İktibaslar

·  YeisYok!

 

 

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم

 

يَا بَنِيَّ اذْهَبُواْ فَتَحَسَّسُواْ مِن يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلاَ تَيْأَسُواْ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِنَّهُ

لاَ يَيْأَسُ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

 

 

“Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (12/Yûsuf, 87)

 

 

Yeis; Anlam ve Mâhiyeti

 

Yeis (Ye’s): Umudunu kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle bağlanacağı şeyden ümidini kesmek anlamında, “yeise” fiilinden masdardır. Yeis (ümitsizlik), recânın (umut etmenin) karşıtıdır. Yeis, bir kimsenin bir şeyden emel ve umudunu kesmesi, güvenini kaybetmesi, kalbinden ümit ve emeli tamamen kesip umuttan tümüyle uzak ve boş olması anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu anlamda kullanılmıştır: "Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazab ettiği o kavim ile dost olmayın ki kabirlerde bulunan kâfirler nasıl ye'se düştülerse (ümitlerini kesdilerse), onlar da öylece âhiretten ümitlerini kesmişlerdir (ye'se düşmüşlerdir)." (60/Mümtehine, 13). Çünkü ölmüş ve kabre girmiş olan kâfirler, Cehennemdeki ebedî kalacakları mevkilerini gördükleri ve âhiret nimetlerinden mahrûmiyetleri belli olduğu için her yönüyle Cennet'ten ümitleri kesilmiş ve ye'sleri gerçekleşmiştir. Ölmemiş kâfirler de ölülerin diriltilmesinden ve âhiretten tamamen ümitlerini kesmişlerdir.

 

Kur’ân-ı Kerîm'de yalnız bir âyette "ye's" "bilmek" anlamınadır: “Efe lem yey'esi'llezîne âmenû.... İman edenler şu hakikati bilmediler mi ki Allah dileseydi, insanların hepsini zorla hidâyete eriştirirdi...” (13/Ra'd, 31) (Bu âyette geçen yeis kelimesinin de diğer âyetlerde kullanıldığı şekilde ümitsizlik anlamında kullanıldığını tercih eden -Elmalılı gibi- müfessirler de vardır: “İman edenler (kâfirlerden) ümitlerini kesmediler (ve anlamadılar) mı ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi…”). Önemli olan, insanların kendi ihtiyarları ile hakkı arayıp iman etmeleridir.

 

Kelâm ve Akaid kitaplarında ye's kelimesi "imanü'l-ye's" ve "tevbetü'l-ye's (tevbe-i ye's)" şeklinde kullanılır. Bir kimsenin bir şey hakkında kendi bilgi ve ihtiyariyle karar veremeyerek ye's ve korkuya düşmesine ye's hâli denilir. Ye's kelimesi yerine be's kelimesi de şu âyete uymak için kullanılır. “Be'simizi (azâbımızı) gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir.” (40/Mü'min, 85). Be's; azap, şiddet, sıkıntı, güç ve kuvvet demektir.

 

Bir kâfir, yani Allah'a veya Allâh'ın peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmeyen bir kimse, ölürken ölümün şiddetli halleri kendisine gelip çattığı ve İlâhî azâbı müşâhede ettiği vakit iman ederse, bu imana iman-ı ye's veya iman-ı be's denilir. Bir fâsıkın ölürken günahlarından tevbe etmesine de tevbe-i ye's denilir.

 

İman-ı ye's (ye's halinde iman) makbûl değildir. Ye's halinde iman üç şekilde olur:

1- Peygamberler gelip Allah'ın emirlerini tebliğ ederler, doğruluklarına dair mûcizeler gösterirler. İnanmayanların üzerine Allah'ın azâbının ineceğini söylerler. Bundan sonra geride mü’minlerin dışında Fir'avn gibi kalpleri katılaşmış inanmayan kimseler kalır. Azâb-ı elîm olan helâk âyetleri gelip inanmayanları yakalayınca, bu sırada iman edenlerin imanları kabul edilmez ve bunların imanları kendilerine bir fayda vermez. Çünkü kendi ihtiyarları ile değil, korku ve ümitsizlikten dolayı iman etmiş oldukları için, bu imanları bir iman-ı ye's veya iman-ı be's olur. Önceden serbest irâdeleri ile iman etmedikleri halde, peygamberlerin geleceğini söyledikleri azâbın apaçık görüldüğü böyle yeis zamanında imanları sahih olmaz ve hiçbir fayda vermez. Gaybe iman esastır. Göz önünde hazır olana ve meşhûde inanmakla iman sahih olmaz. Nitekim âhirette diriltildikten sonra kâfirlerin iman etmesi de böyledir.

 

İhtiyârî olan, gayb ve istikbâle taalluk eden ve burhanlarla gerçeği istidlâl ile elde edilen ve gelecek için bir hayır kazanacak kadar ölümden önce bulunan bir vakitte husûle gelen iman makbuldür. Olacak, olmaya başladıktan ve iş işten geçtikten sonra inanmakta bir fayda yoktur. Olacağa olmadan önce inanılmalı ki zararlarından korunmak için hazırlık ve tedâriklerde bulunulabilsin. Bu gerçekleri şu âyetler apaçık bir şekilde ifade eder: "Öyle ya kendilerine peygamberleri mûcizeler getirince, onların nezdindeki ilme karşı şımarıklık gösterdiler (veya kendi bildikleri ile şımarıp mağrur oldular). İstihzâ edip eğlenceye aldıkları azap kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. O çetin azâbımızı gördükleri vakit ‘tek olan Allah'a inandık, O’na eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Fakat azâbımızı (be'simizi) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi. Allah'ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrâna uğradı" (40/Mü'min, 83-85); "Nihâyet, Firavun suda boğulup can çekişirken ‘inandım, hakikat İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım’ demişti. Şimdi mi iman ediyorsun?! Halbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan olmuştun." (10/Yûnus, 90-91)

 

Yûnus kavmi gibi, bir millet peygamberlerin söyledikleri azap gelmeden önce iman ederlerse imanları sahih olur. Yûnus kavmi, Hz. Yûnus'un söylediği azâbın emâreleri belirince, azap kendilerine gelmeden önce iman ettikleri için imanları sahih olup fayda vermiştir (bk. 10/Yûnus, 98).

 

2- Önceden iman etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emâreleri belirip ölümün şiddetli halleri kendisini sardığı zaman iman ederse, bu iman-ı ye's veya iman-ı be's'dir; makbul değildir. Çünkü ölüm zamanında geride iman ile hayır işleyeceği hiçbir vakit ve imkân kalmamış, nefsi elinden çıkmıştır.

 

Bir kâfir ölümcül hastalığa yakalanır, ölümün şiddetleri belirmeden ve can boğazına gelmeden önce aklı başında olarak bir hayır kesbine imkân bulacak bir zaman ve lahzada olur ve ye's (ümitsizlik) ve be's (azap) tahakkuk etmeden iman ederse, bu iman makbûl ve sahih olur. Fakat hâlet-i nezi'de, can boğaza gelince ye's halinde küfürden tevbe ederek iman etmek makbûl değildir: "Günahları işleyenlerden her birine ölüm gelince ‘işte ben şimdi tevbe ettim’ diyen kimselere tevbe yoktur. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri makbûl değildir. İşte bunlara Biz çok acıklı bir azap hazırlamışızdır." (4/Nisâ, 18) ayeti gereğince günah işleyip günahlara dadanan mü'minlerin ölüm gelip çatınca ve hayattan ümitlerini kesmeden önce, tevbelerinin kabulü kat'i değildir; Allah'ın dilemesine bağlıdır.

 

Fakat mü'min olduğu halde bazı günahlara da bulaşmış olan insanın son nefesinde bile tevbesi makbul olabilir. Çünkü Allah Teâlâ “Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (39/Zümer, 53) buyuruyor. Fakat imansızın son nefesindeki tevbesi makbul değildir. Çünkü bunun önceden iman ve irfandan nasibi yoktur ve Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Bunda bütün İslâm âlimlerinin ittifakı vardır. Bir kısım âlimler, iman-ı ye'si, vaktinde dikilmediği için, tutup büyümekten uzak olan ve kuruyacak fidana benzetirler.

 

Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/132, 153, III/425, V/362; Tirmizî, De'avât,13, 98; İbn Mâce, Zühd 13, 30) buyurur. Hadiste geçen gargara ile murad, ye's halidir. Bir kulda, ye's ve be's halinin tahakkukundan sonra, onun Allah'ın emirlerini yerine getirmesi aklen ve naklen tasavvur olunamaz. Nitekim Allah Teâlâ, "Onlar (kâfirler) eğer tekrar, hayata döndürülseler, nehy olundukları şeylere tekrar dönerlerdi. Muhakkak onlar yalancıdırlar" (6/En'âm, 28) buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, kâfirin ölürken iman etmesinin kendi istek ve ihtiyârı ile olmayıp mecburî olduğuna delâlet eder. Çünkü kâfirler, ölürken İlâhî azâbı görürler ve meleklerin verdiği şiddetli acıyı tadarlar: "Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura, ve ‘gelecekte de tadın cehennem azâbını’ diyerek canlarını alırken onları bir görmeliydin!" (8/Enfâl, 50); "Onların (kâfirlerin) hali ne olacaktı melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken" (47/Muhammed, 27); "Ölümün şiddet ve dehşetleri içinde meleklerin pençelerini uzatarak kendilerine: ‘Canlarınızı çıkarın! Allah'a karşı haksız olanı söyleye geldiğiniz, Allah'ın âyetlerinden kibirlenerek uzaklaşmış olduğunuz içindir ki bugün hakaret azâbıyla cezalandırılacaksınız’ dedikleri zaman o zâlimleri sen bir görmeliydin!" (6/En'âm, 93); "Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz!" (56/Vâkıa, 83-84). Bütün bu âyetler, kâfirlerin ölürken İlâhî azâbı müşâhede ettiklerine delâlet eder. Bu sebeple onların iman etmeleri ümitsizlik ve korkudan dolayı olup ihtiyârî değildir.

 

İmam Mâtüridî'den sonra Mâtüridîlerin en büyük kelâmcısı Ebu'l-Mu'in Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, ye's ve be's halinde bir kişinin iman etmesinin geçersizliğinin sebeplerini şöyle açıklar:

 

1- Bir kimsenin ye's (ümitsizlik ve korku) halinde iman etmesi, kendisine yönelen ve yakasına yapışan azâbı gidermek için olup ihtiyârî ve hakiki iman değildir. Hakiki iman ihtiyar ve istek ile Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızâsını elde etmek için sahip olunan imandır.

 

2- Ye's ve be's halinde kişiyi ihtiyarsız olarak inanmaya mecbûr eden, gördüğü âhiret azâbının başlangıcı olan bir sıkıntı ve azaptır. Bundan kurtulması için imana sığınır. İmansız kişi dünyada ölürken azap çeker, bununla âhirete intikal eder.

 

3- Kişinin ölürken ve öldükten sonra nefsi elinden çıkmıştır. Ölürken nefsinde tasarrufa ve bir hayır kesbederek onunla faydalanmaya güç getiremez.

 

4- Bu şekilde bir imanın faydasının bulunmayacağı hakkında nass vârid olmuştur (Bkz. Ebu'l-Mu'in Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, Tabsıratü'l-Edille, vrk. 8b-9a. Râşid Efendi Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih Kütüphanesinde 2907 numarada kayıtlı nüsha, vrk. 10a).

 

Ebû Mansûr el-Matürîdî de ye's halindeki iman hakkında şöyle der: "Bu zaman (kişinin can çekiştirdiği zaman), azâbın indiği vakittir. O vakit kişi şâhid ile (göz önündeki azap ile) gâibe dair bir delil getiremez ki, onun (inandım) sözü ilim ve bilgiden meydana gelen inanç olsun. Çünkü bu şekilde iman, korku ve azâbı gidermek için inanmadır. İsteği ile çalışarak erişilen iman değildir ki, inanması çalışıp çabalama ile husûle gelen iman olsun" (Te'vîlât li-Ebî Mansûr Matürîdî, vrk. 182a. Numara: 47, Râşid Efendi Kütüphanesi, Kayseri).

 

3- Güneşin Batıdan doğması veya semâ (yıldızlar) parçalanıp üzerlerine düşmek gibi kıyâmetin açık ve büyük alâmetleri zuhur ettiğinde veya kıyâmet kopmaya başlayınca ya da öldükten sonra diriltildiğinde kâfirin iman etmesi de bir iman-ı ye'sdir, kendisine fayda vermez. Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle ifade edilir: "Onlar (kâfirler) ancak kendilerine azap meleklerinin gelmesini, yahut Rabbinin gelmesini veya Rabbinin âyet ve helâk mûcizelerinden bazısının gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün iman etmesi asla fayda vermez. De ki, ‘Bekleyin, şüphesiz biz de bekliyoruz." (6/En'âm, 158). Burada meleklerden murad, ölüm veya azap melekleridir.

 

Allah Teâlâ'nın iki türlü âyeti vardır:

a) Allah'ın varlığına ve ekmel sıfatlarına delâlet eden, gelecekteki hâdiseleri meydana gelmelerinden önce haber veren ve gösteren âyet ve delillerdir ki iman ve âhiret bunlarla kazanılır.

 

b) Bir kısım âyetler (alâmetler) de hâdise ve vâkıaların bilfiil ortaya çıkmaya başladıklarını ve İlâhî kudretin tecellisini gösterirler. Bunlar gelince açıkça herkese belli olduğundan, ihtiyârî olarak delil ile istidlâl ederek gayba inanma ihtimali kalmaz ve bu zaman iman etmenin bir faydası olmaz. Bu âyetler gelmeden önce inananlar kurtuluşa erer. Bu ikinci kısım âyetler de kıyâmetin büyük âlametleridir ki bunları görenler iman edeceklerdir. Fakat bunlar gelmeden önce iman edenler veya iman edip amel-i sâlih işlemiş ve iyilik yapmış olanların imanları makbûl olacaktır. Yoksa önceden iman etmemiş veya imanla bir hayır kazanmamış kişinin, kıyâmetin büyük ve açık olan âyetleri zuhur edince veya kıyâmet koparken ya da öldükten sonra diriltilince iman etmesi de bir iman-ı ye'sdir, kendisine fayda vermez. Güneşin Batıdan doğması gibi kıyâmetin büyük âlametleri zuhur ettiğinde teklif zamanı geçeceği için imanın kabul olunmayacağına dair Buhârî ve Müslim'in de rivâyet ettiği birçok hadis vardır.

 

Müfessirler, yukarıda meali zikredilen 6/En'âm suresi, 158. âyete "Kıyâmetin büyük alâmetleri zuhur edince çocuklar müstesnâ, bundan önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye, iman etmesi fayda vermez. Bir kimse önceden iman etmiş olup da bu alâmetler zuhur edince fırsat bulur ve bir hayır işlerse faydasını görebilir" şeklinde mânâ vermişlerdir.

 

Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken: "lem tekün âmenet kablü: Önceden iman etmemiş" cümlesinin "min kablü: önceden" sözü ile kayıtlı olduğunu, bu cümleye terdid edatı olan" ve-veya" ile atfedilen "veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye" cümlesinde bu "min kablü-önceden" kaydının olmadığını ve "ma'tûfun aleyhin kaydını ma'tûfta da itibar etmek zarûrî değildir" kaidesini nazar-ı itibare alarak şöyle demiştir: "Bir kâfir, o gün âyâtın zuhûru üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kesbine imkân da bulursa ye's ü be's tamamen tahakkuk etmemiş olduğundan, bu imanın dahi menfaat verebilmesi melhuzdur. Yani o günkü imanın makbûl olabilmesi için her halde o imandan sonra bir hayır kesbine imkân bulunmalıdır" (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 2108).

 

Merhum Hamdi Yazır'ın tefsirine göre; bir kişi kıyâmetin büyük alâmetlerinden önce iman etmiş olursa, onun kurtuluşu için bu kâfi olacaktır. Fakat bu âyetlerin zuhûrundan itibaren iman etmenin kabulü için, bu imanı ile beraber hayır işlemesi de şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Henüz kıyâmet kopup bitmeden ve vâkıa tamam olmadan iman etmekle birlikte hayır ve iyilik işlemek fayda verecektir. Kıyâmet kopup bitince ve vâkıa tamam olunca be's ü ye's tamam olacak ve artık iman etmek de fayda vermeyecektir. Bununla beraber, kıyâmetin kopmasının alâmetleri belirince, henüz kopup bitmeden büsbütün ye'se düşmeyerek hemen iman edip sâlih amel işlemelidir (Bkz. Hamdi Yazır, a.g.e., a.y. 2108).

 

İslâm âlimleri ye's ve be's (ümitsizlik, korku ve azap) halinde iman etmenin geçersiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Fâsık mü'minin ye's halinde tevbe etmesinin makbul olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Hanefi Matüridîlerden ve Şâfiîlerden bazı âlimler, âsî mü'minin ye's halinde bile günahlarından tevbesi makbuldür, demişlerdir.

 

Yalnız Muhyiddin İbnü'l-Arabî Fusûsü'l-Hikem'inde ve bunun te'sirinde kalan Celâleddîn ed-Devvânî "Risâle fi Beyân-ı İmân-ı Fir'avn" isimli eserinde Fir'avn'ın suda boğulurken iman etmesinin makbûl olduğuna dair görüş beyân etmişlerse de, bu görüşler Kur’ân-ı Kerîm'in âyetlerine ters düşer. Kur'an varken bunlara itibar edilmez. Zamanımızda iman-ı ye'sin geçerliliğine dair Fusûsu'l-Hikem'deki İbn'ü'l-Arabî'ye ait olduğu iddia edilen görüşün tesiri altında kalarak delilsiz görüşler ileri süren Mahmûd el-Gurâb gibi çağdaş yazarlar da mevcuttur. (1)

 

 

Yeis; sözlükte, arzu edilen şeyden uzaklaşmak demektir. Kavram olarak 'yeis', istek ve arzunun tükenmesi, ümitsizlik, umudun kalmaması anlamındadır. Kur'an, 'yeis' kelimesine eş anlamlı 'kunût' (sonu tı ile) kelimesini de kullanır. 'Kunût', hayrdan ümidi kesmek demektir. Bir âyette ikisinin birlikte kullanıldığını görüyoruz: "İnsan, hayr istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu, artık o, yeise düşen bir umutsuzdur." (41/Fussılet, 49)

 

İnsan, yaratılışı gereği, kendine faydalı olan şeyi çok ister. Bunun için gayret eder, çaba gösterir. Sıkıntı ve zorluktan hoşlanmaz. Elindeki nimet ve imkânların gitmesini sevmez. Bir zorluğa düştüğü, elindeki nimetlerin bir kısmı imtihan için elinden alındığı zaman, hemen şikâyete başlar ve bunu bir şer, kendisi hakkında hayr olmayan bir şey olarak değerlendirir. Sonra da ümitsizlik üstüne ümitsizliğe düşer.

 

Yeis hali, bir ümitsizlik veya kötümserlik halidir. İnsanın, kendisine dokunan bir zorluk, sıkıntı, istediğini elde edememesi ânında düştüğü psikolojik durumu anlatmaktadır. Şüphesiz bu durum, insana âit egoizmin, inkârcı insanların da nankörlüğünün görüntüsüdür. Çünkü hakkıyla iman edenlerde böyle bir durum, böyle bir rahatsızlık olmaz.

 

İnkârcıların Bir Özelliği Olarak Yeis: Yeis psikozu inkârcı insanların bir özelliğidir. Onların özellikle ölümden sonra gördükleri gerçek karşısında artık bir ümitleri kalmaz, dünyaya bir daha dönmelerinin imkânı da yoktur, karşılaştıkları kötü sonucu başlarından kimse savamaz.

 

"Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir." (60/Mümtehıne, 13). Onları gören hayattaki inkârcılar da ölümden sonrası için bir umut ve kurtuluş yolu beklemezler, rahmet ve cennet nimetlerinden yeise düşerler.

 

Rabbinin verdiği nimetlere yeterince kanaat getirip şükretmeyen nankör kimseler, isterler ki ellerindeki dünyalık imkânlar, bol nimetler hiç eksilmesin, artsın ve böylece sürüp gitsin. Elindeki nimet eksilince veya biraz sıkıntı olunca hemen ümitsizliğe kapılmaya ve Allah (c.c.) hakkında yanlış düşünmeye başlarlar. Bu kötü duyguların sahibi, Allah'ı kendisene bol bol nimet verirken 'cömert', nimet kesilince bu sefer de 'ihânet eden' diye nitelendirmeye cüret eder.    Kur'an, bu konuda dikkat çekici bir örnek veriyor: "Fakat insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu bolca nimetlendirse 'Rabbim bana ikramda bulundu' der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa (azaltsa), hemen der ki, 'Rabbim bana ihânette bulundu." (89/Fecr, 15-16)

 

İşte bu şekilde nankörlük illetiyle hasta olanlar, ümitsizliğe düşerler. Bunun sebebi bu gibi kimselerin Allah'ın rahmetinin boyutlarını anlamamaları veya işledikleri cürümlerin çokluğundan ürkmeleridir. Ya da Allah'ın nimet ve rızık verirken hikmete uygun olarak verdiğini idrâk edememeleridir. Halbuki Allah'a teslim olmuş olan ihlâslı bir mü'min Allah'ın takdir ettiğine itiraz etmez. Payına düşene râzı olur. İlâhî adâletten şüphesi yoktur. Ayrıca o inanır ki, işlediği her tür amelin mutlaka karşılığını alacaktır. Allah'ın azâbından da emin değildir. Bunun sebebi de, kendi işlediği sâlih amellerin tam olup olmamasındaki şüphesidir. Yoksa Allah'ın rahmetinden umut kesmez, Allah'ın ihlâsla işlenmiş bir sâlih ameli boşa çıkaracağını aklının ucundan bile geçirmez.

 

Demek ki, ümitsizlik hastalığı inanç zayıflığından ya da Allah'ın sıfat ve fiillerinden şüpheye düşme nankörlüğünden kaynaklanmaktadır. Böyle kimseler, Allah'ın adâletinden şüphe ettikleri gibi, rızık verenin Allah olduğunu da unuturlar. Yaptıkları güzel işlere Allah'ın yeterli karşılığı vermeyeceği endişesini taşımaktadırlar. Böyle bir durum, gerçek imanla bağdaşmaz. "Biz insan üzerine nimetler akıttığımızda o Bizden yüz çevirip yan çizer. Ona bir şer dokununca da çok ümitsiz birisi haline geliverir." (17/İsrâ, 83; Ayrıca bak. 11/Hûd, 9-10; 41/Fussılet, 49)

 

Yeryüzündeki bütün kötülükler, bütün aksaklıklar, bütün ifsatlar insanların yaptıkları yüzündendir. Bu nedenle Allah (c.c.) insanlara uyarıcı ve müjdeleyici elçiler göndermiştir. Kötülük yapan kimseler, bir anda her şeyin bittiğini düşünerek ümitsizliğe kapılırlar, Allah'ın affının büyük olmadığını sanırlar. Halbuki Allah hakkındaki bu düşünce yanlıştır. "Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla sevinirler, fakat kendi ellerinin sunduğu (şeyler) sebebiyle onlara bir kötülük isâbet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılırlar." (30/Rûm, 36)

 

Allah (c.c.), yarattığı insanın günah işleyeceğini de, isyan edeceğini de bilir. Ancak O, hatasını anlayıp tevbe edenleri, inkârdan sonra imanı tercih edenleri hem bağışlar, hem de onların tevbelerinden râzı olur. İnsan sürekli hata yapar, Allah (c.c.) da hatalarından vazgeçenleri (tevbe edenleri) bağışlamaya devam eder.

 

Allah'ın Rahmetinden Ümitsiz Olunmaz: Ümitsizliğin en kötüsü Allah'ın rahmetinden ümit kesmektir. Böylesine bir ümitsizlik kimileri için şirk, kimileri için de büyük günahtır. Kur'an şöyle diyor: "Oğullarım, gidin de Yusuf ve kardeşinden bir haber getirin ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (12/Yusuf, 87) "De ki: 'Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser." (15/Hıcr, 50)

 

Allah (c.c.), günahkâr mü'minleri ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyararak, Allah'ın rahmetinden yeise düşenin yanlışlığına işaret ediyor: "De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden yeise düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir." (39/Zümer, 54). Tâkip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek Allah'a teslim olmakla ve Allah'tan gelene (Kur'an'a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.

 

Yeis bir ümitsizlik, eli kolu bağlı bekleme, kötümserlik ve biraz da tembellik durumudur ki, hiçbir insan için câiz değildir. Kimileri çoğu zaman yapılması gerekeni yapmaya üşenirler veya ne yapacaklarını bilemezler. Sonra da elleri koynunda bekleyerek umutsuzluğa düşerler. Allah (c.c.), her bir başarıyı sebeplere bağlamakta, günah ve hataları tevbeden sonra bağışlayacağını müjdelemektedir.

 

Rabbimiz, bütün umutların bittiği yerde, gökten yağmur indirip yeri canlandırır. Tıpkı yağmur gibi olan rahmetini de her zaman gönderir, ölü kalpleri diriltir, kötülükleri iyiliğe çevirir. O, kendisinden hakkıyla korkup sakınanlara her zaman mutlaka bir çıkış yolu yaratır (65/Tahrîm, 2). Ancak Allah'ın azâbından da kimse emin olamaz, zira kimin hakkıyla kulluk yaptığını ve kimin ibâdetinin kabul olduğunu ancak Allah bilir. (2)

 

Ümitsizlik Mikrobu: Daha çok, Allah’ın; Et-Tevvab, Er-Rahman, Er-Rahim, El-Mucib, El-Kahhar, El-Kadir, El-Muntakim, El-Afuv isim ve sıfatlarının yeterince anlaşılamamasından doğan bir virüs olan ümitsizlik; hem akideye zarar verir hem de dostluğa...

 

Allah’tan ümidini kesenler, bu yeislerinin doğal sonucu olarak ibâdet ve kulluk yapma ihtiyacı hissetmezler... Çünkü öyle bir Allah’a inanmışlardır ki; en ufak bir hatayı kesinlikle affetmez... Ümitsizlik mikrobu insanı hem ibâdetlerden soğutur hem de sosyal hayattan... (3)

 

İnsanın ümitsizliği, elindeki nimetlerde eksilme, umduğunu bulamama yüzünden, başka bir deyişle “işlerin tıkırında gitmemesi” halinde baş gösteriyor. İnsanın egoizmi, kendisini tüm nimetlere peşinen hak sahibi gördüğünden; en küçük anlamda kuyruğuna basılması onu feryat ettiriyor, isyana, ümitsizliğe itiyor. İnsan egosu için, Allah, verirken çok yüce, çok cömert ve güzeldir; ama vermemeye, hele hele verdiğinden eksiltmeye başlar başlamaz ihânetle suçlanır (bkz. 89/Fecr, 15-16)

 

Ümitsizliğin en kötüsü ve ümitsizliği şirk benzeri günah haline getirense Allah’ın rahmetinden ümidi keserek ebedî hayatın karanlık hale geldiğini, kurtuluş ve tevbe ümidinin kalmadığını düşünmektir.

 

Bu büyük günahı gereğince anlamak için tevbe sırrını çok iyi kavramak gerekir. Çünkü ümitsizlik, esas anlamıyla, tevbe kapısının kapandığını, her şeyin bittiğini, artık kurtuluş ümidi kalmadığını düşünmektir. Günahların en büyüğü, insanın Allah’ın rahmetinden daha büyük bir günah olabileceğini düşünmesidir. Bu, Allah’a âcizlik, yetersizlik isnat etmektir. İnsanın en büyük günahlarından biri ve kendisine yaptığı en kahredici zulüm budur (39/Zümer, 53; 15/Hıcr, 36; 12/Yûsuf, 87). Ankebût sûresi 23. âyet, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyi, Allah’ın âyetlerine küfür ve Allah’a varışı inkârla birleştirmektedir.

 

Kur’an, ümitsizliğe düşmüş bir topluluğun dost edinilmesine şiddetle karşı çıkar. Böyle bir topluluk mezara gömülmüş bir güruhtur ki, Allah’ın gazabına uğramış olmak onların belirgin özelliğidir (60/Mümtehıne, 13). (4)      

 

 

 

Ümitsizlik-Küfür İlişkisi

 

Ümitsizlik, organik ve psikolojik bozukluğun bir belirtisi olup, kişide her şeyin boş görünmesine, umut halinin tamamen yok olmasına sebep olan bir ruhsal durumdur. Böyle bir müzmin hastalığa yakalanın kurtuluşu hemen hemen imkânsızdır. Mü’minin böyle bir duruma düşmemesi için Kur’an, bütün ümit kapılarının açık olduğunu, şirkten başka bütün günahların bağışlanabileceğini özellikle vurgular. “Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günahları) dilediği kimseler için bağışlar…” (4/Nisâ, 48)

 

Kur’an’da yeis ve kunut, kâfirlerin özelliği olarak belirtilmektedir. “İnsana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek o, ümidini kesen bir adam, bir nankör olur.” (11/Hûd, 9). Bu âyette geçen nankörlük k-f-r kökünden geldiğinden bu kavram, aynı zamanda burada küfür anlamında da kullanılmış ve sahibi ümitsiz olarak nitelendirilmiştir. Zira ümitsizliğin bir küfür eylemi olduğu başka âyetlerde açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Allah’ın rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?” (15/Hıcr, 56) “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfir topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (12/Yûsuf, 87)

 

Kâfirler, Allah’ın rahmetinin genişliğini, ilminin ve kudretinin kemâlini bilmezler; bundan dolayı âhiret hakkında ümitleri bulunmamaktadır. "Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir." (60/Mümtehıne, 13). Bu âyette kâfirler âhiretten o kadar ümitsiz olarak tasvir edilmişler ki, bir ölünün mezardan kalkıp geri gelmesi nasıl umulmazsa, öylesine umutsuz oldukları ifâde edilmiştir. Veya âhirette makamı belli olup gerçeklere şâhit olmuş, âhiretin kalıcı nimetlerinden mahrum olup azâbını tatmış ve artık kurtuluş ümidi kalmamış kimsenin ümitsizliği gibi ifâde edilmiş ve bununla da onlardaki umutsuzluğun şiddeti vurgulanmıştır (Ebû’s Suud, İrşâdu Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerim, VII/241).

 

Yukarıdaki âyetlerde ümitsizlik, tamamen kâfirlere hasredilmektedir. Aşağıdaki âyette ise ümitsizlik ile küfür arası âdeta birleştirilmiş, birbirinden ayrılmaz iki unsur gibi ifâde edilmiştir: “Kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” (12/Yûsuf, 87). Halbuki müslümanların da bir insan/beşer olma hasebiyle zaman zaman ümitsizliğe düşmeleri mümkündür. Bu durum da, kâfir ile mü’minin aynı kategoriye sokulmalarını zorunlu kılmaktadır; halbuki bu gibi âyetler, müslümanı ümitsiz olarak nitelememekte, mutlak ümitsizliği sadece kâfire hasretmektedir. Mü’min, Allah’ı ve nimetlerini tasdik eden biri olarak mütâlaa edilmekle beraber kâfir, asla bunları kabul etmeyen biridir. Çünkü kavram olarak küfür, bir şeyi gizlemek anlamını ifâde etmekle beraber örfte, Allah ve nimetlerini inkâr mânâsında kullanılmaktadır. Bu münâsebetle mü’min, ümitsizliğe düştüğü zamanda Allah ve nimetlerini inkâr etme konumuna düşmediğinden, kâfir ile bu hususta aynı kategoriye girmez. Kâfir, küfrünün sonucu olarak devamlı ümitsizlik içindedir. İnançsızlığının neticesi olarak, nimetin kendisine gelişini bir tesâdüf olarak değerlendirmektedir. Bu münâsebetle yok olan nimetin tekrar kendisinin eline geçmesini âdeta imkânsız kabul edeceğinden dolayı, devamlı bir ümitsizlik içindedir (Râzi, Tefsir-i Kebir, 17/191). Çünkü tesâdüfler gelişigüzel olduklarından bir sefer daha tahakkukları imkânsızlıkla eş değerdedir. Halbuki müslüman, zaman zaman bu konuda fütur gösterse de, nimetlerin ancak Allah’ın takdirinin sonucu olduğuna inanır. Takdirlerin ise, her zaman tahakkukları mümkün olduğundan ümitsizliği kalıcı ve sürekli değil, düşüncesizliğin bir eseri olarak anlık veya kısa sürelidir. Bundan dolayı karamsar bir ümitsizlik, imansızlığın bir neticesi olarak kâfirlerin genelini içine alacak olan ayırt edici bir özellikleri olmuştur. Bu durum bize, bunun gibi bir zaaf noktasında kâfir ve müslüman ayrımını yapmaya götürmektedir ki, işte Kur’an perspektifinde bu mevzûda esas olan da, budur.

 

Ümitsizlik ruha yerleşince, artık onda bir hayat filizi yeşeremez; bundan dolayı Allah, kulların ümitsizlik konumuna düşmemeleri için onları daima kendisine karşı ümitlerini muhâfaza etmeye çağırmakta ve kullarına karşı bütün günahları affedecek derecede merhametli olduğunu belirtmektedir: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (39/Zümer, 53)

 

Bunlardan hareketle Ku’r’an hükümleri, mü’minin ümitsiz olamayacağını, olduğu takdirde ümitsizliğinin asla uzun ve karamsar bir tarzda olmamasını gerekli kılmaktadır. Bu zaafın, insanın bütün verimini yok ettiği ve kişiyi âdeta yaşayan ölüye çevirdiği gerekçesiyle Kur’an’ın bütün ümit kapılarını açık tuttuğunu söyleyebiliriz. (5)        

 

İlâh kavramının bir anlamı da sığınılacak yer, umut bağlanacak makam demektir. İnsanların bu makama yönelişleri ise duâdır. “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. Yeryüzü ıslah edildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın. (Allah’ın azâbından) korkarak ve (rahmetini) umarak O’na duâ edin. Muhakkak ki ihsan sahiplerine/iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.” (7/A’râf, 55-56). Kur’an’da duâ üzerine öğretilenler, sığınılacak ve umut bağlanacak makamın tek olduğu, duâ ve umut edilecek başka bir mercî aramamak gerektiğini gösteriyor. Kime sığınılır ve gerçek anlamda ümit beslenip ondan beklenti içine girilirse, o makam, kişi ya da şey her ne ise, o ilâh edinilmiş olur.

 

 “İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine gönül vererek yalvarır duâ ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir rahmet tattırdığı zaman da bakarsın onlardan bir kısmı Rablerine şirk/ortak koşuyorlar.”  (30/Rûm, 33). Aynı zaafa işaret eden diğer âyetler için bak. 41/Fussılet, 51; 39/Zümer, 8. “İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır. Kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz zaman da ‘o bana bilgimden dolayı verildi’ der. Bu bir imtihandır, fakat pek çokları bilmez.” (39/Zümer, 49) “Gerçekten insan, tahammülsüz ve huysuz yaratılmıştır. Kendisine şer dokunduğu zaman sızlanır. Kendisine hayır dokunduğu zaman cimrilik eder.” (70/Meâric, 19-21). Herkes böyle midir? Tabiatıyla hayır. Âyetin devamında namazını devamlı kılanlar, yoksula yardım edenler, cezâ gününü doğrulayanlar, Allah’ın azâbından korkanlar bu insanlara benzemezler denir (70/Meâric, 22-27) 

 

 

 

Ümitsizlik Psikolojisi

 

Allah Teâlâ, insanı bazen darlıkla, bazen de genişlikle imtihan eder. Bolluk, nimet, refah ve huzurla yapılan imtihanın derecesi, kimi zaman şiddet, sakıntı ve musîbetle yapılan sınavdan daha fazla olabilir, nimetlerle denenme daha zor gelebilir. İnsan zorluklarla sınandığını daha kolay anlasa da, rahatlık ve nimetlerle imtihan olduğunu çoğunlukla unutur. Aslında bolluk da, bir başka imtihan şeklidir; tıpkı sıkıntı ve darlıkla sınanıldığı gibi. Allah, kendisine iman ve itaat edenleri çeşitli şekillerde dener. Darlık ve sıkıntı ile imtihan edilen mü’min sabreder, bollukla sınava tâbi tutulunca da şükreder. Neticede her iki husus da mü’min için hayırlı olur. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Ne tuhaftır ki, mü’minin bütün işleri hayırdır. Ve bu hayır, mü’minden başkası için yoktur. Ona bir bolluk isâbet edince şükreder ve bu, onun için hayırlı olur. Ve yine ona bir sıkıntı dokununca da sabreder. Bu da onun için hayır olur.”  (Müslim, Zühd 64; Ahmed bin Hanbel, IV/332, 333, VI/15, 16)

 

Bol rızık ve çeşitli nimetlerle imtihanın yapıldığını şu âyet gâyet açık bir şekilde ifâde etmektedir: “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birden bire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44). Önceki ümmetler, kendilerine gönderilen peygamberlere iman etmedikleri için, Allah onlara çeşitli darlık ve musîbetler verdi; fakat onlar, yine iman etmediler. Cenâb-ı Allah, cezalarını daha da arttırmak için onlara bütün nimetlerin kapılarını açtı, bol rızık ve nimetlere gömüldüler. Nimetin gerçek sahibine şükredecekleri yerde zevk ve sefâya daldılar, O’nu unutup şehvetlerine teslim oldular. İşte böyle tam bir sarhoşluk ve dalgınlık ânında Allah onları yakaladı ve neye uğradıklarını bilemediler. Ne yapacaklarını düşünmekten âciz kaldılar ve helâk olup gittiler. Onlara hürriyet ve refahın verildiğini, maddî ve mânevî bütün engellerin kaldırıldığını, her taraftan üzerlerine nimetler gönderildiğini, iyi-kötü her şeyin kendilerine bol bol açık bulundurulduğunu ifâde eden Elmalılı, bu âyeti şöyle tefsir eder: Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefâlar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler yapabilecek hale geldiler. Kendilerine, kendi irâdelerinden başka yasak koyacak ve kayıtlayacak bir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki, nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş olduklarına hükmettiler. Hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, “gel keyfim gel!” dedikleri bir sırada kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat İblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrûmiyet içinde donakaldılar (Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III/1928).

 

İnsan, elindeki nimetlerin, yaşadığı huzur ortamının elinden alınması ile de imtihan olunmaktadır (11/Hûd, 9; 17/İsrâ, 83; 30/Rûm, 36). Zorluklarla sınanmayı hatırlatan bu âyetlerde insanın karakteri çizilmektedir. Bu âyetler; huzur, refah, mutluluk ve nimet içinde yüzerken haktan yüz çeviren bir ruh halini sıkıntı, musîbet, darlık ve yokluk ânında ise ye’se düşen, karamsar, bezgin ve üzgün bir tavır sergileyen insanın durumunu çok güzel tasvir etmektedir. Yeis, karamsarlık ve üzüntü hali, insanı nankörlüğe sevk etmekte ve küfre yaklaştırmaktadır. Önceki halini, bol bol rızıklarla geçirdiği o mutlu yaşayışını hiç hesaba katmadan ve nimetleri hiç hatırlamadan, içinde bulunduğu fakirlik ve zarûret halini ve musîbetin verdiği sıkıntıları ve ıstırapları anlatır durur. “Önceden bol bol veren ve ihsanda bulunan yine verir” demez de; ümitsizliğe, karamsarlığa kapılır. Nimetin sahibine ve nimetlere nankörlük etmeye başlar. Yeis, karamsarlık, bezginlik, üzüntü ve yılgınlık nankörlüğü oluşturan ve küfre kapı açan sebeplerdir.

 

Şu âyet, peygamberler başta olmak üzere hiçbir mü’minin Allah’ın yardımından ümidini kesmemesi ve ye’se düşmemesi gerektiğini bize bildirmektedir. “Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Suçlular topluluğndan (ise), azâbımız asla geri çevrilmez.” (12/Yûsuf, 110)

 

Yeis konusunda Kur’an’ın şu mesajı bizim için çok önem arzetmektedir: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” (39/Zümer, 51). Mü’min hangi durumda olursa olsun Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmez. Zira Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ancak kâfirlere mahsustur (12/Yûsuf, 87). İbn Abbas (r.a.): “Mü’min her durumda Allah’tan gelecek bir hayır ümidi içindedir. Çünkü mü’min bir sıkıntıya düştüğünde, Allah’a yönelir; bolluk ânında ise, O’na hamdeder” demiştir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insanın, âlemin ilâhının kâmil mânâda eşyaya kadir olmadığına veya tam mâlûmâtının bulunmadığına ya da cömert değil; cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç şeyden her biri o insanın küfrünü gerektirir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ise ancak kâfir kimse için söz konusudur (F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 18/159).

 

Yeis, karamsarlık ve buna bağlı olarak aşırı üzüntü, şikâyet, sızlanma gibi hususlara sebep olmaktadır. Nankörlük de bu sebeplerin verdiği ruh hâletinden kaynaklanmakta ve insanı küfre yaklaştırmaktadır. (6) 

 

Yeis ve bu yüzden oluşan karamsarlık bir hastalıktır; kalbin, iç dünyanın hastalığı, psikolojik hastalık. Ve bu hastalık benzer nice mânevî hastalığın dâvetçisi ve tetikleyicisidir.                   

 

 

İnsanın genel karakteristik özelliklerinden birisi, onun nimetler karşısında şımarıp böbürlenmesi, zararlar karşısında da ümitsizliğe ve bedbinliğe düşmesidir (11/Hûd, 9-10). Bu âyette geçen “yeûs” kelimesi ümitsiz anlamına gelir. Daha geniş mânâda yeûs; ilerisi hakkında bütün ümidini kesen, Allah’ın bu sıkıntıyı kaldırabileceğine inanıp sabretmeyen, şükretmeyen ve büsbütün nankör kesilen kişi demektir.

 

Bu âyet-i kerimedeki “insan” lafzından murad, mutlak mânâdır, genel olarak insanlar. Bu mânânın mutlak ve umûmî olduğuna işaret eden birtakım vecihler şunlardır:

 

1. Allah Teâlâ Hûd sûresinin bu âyetlerinin akabinde gelmekte olan 11. âyette “ancak sabredip sâlih amel işleyenler müstesnâ” diyerek bir istisnâda bulunmuştur. İstisnâ olmasaydı, bu cümle de kendinden önceki cümlelerin hükmünü alacaktı. Böylece âyetteki “insan” lafzı içerisine sabredip sâlih amel işlemeyen hem mü’min, hem de kâfir bütün insanlar girmektedir.

 

2. Bu âyet-i kerime ayrıca şu türdeki âyetlerle de uygunluk arzetmektedir: “Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundumu sızlanır. Kendisine hayır dokundumu vermez. Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.” (70/Meâric, 19-22)

 

3. İnsanın mizacı genelde zayıflık ve âcizlik gibi özellikler arzeder. İbn Cüreyc diyor ki: “Ey Âdemoğlu! Allah’tan sana bir nimet geldiği zaman kefûrsun/nankörsün. Senden o nimeti aldığı zaman ise yeûs ve kanût, yani ümitsizsin.” (F. Râzî, Mefâtihu’l Gayb, 17/190). Görüldüğü gibi İbn Cüreyc de “insan (Âdemoğlu)” lafzını genel olarak kullanmıştır.

 

Böylece bu âyette eksik yapılı; içinde bulunduğu ânı yaşayıp geleceği hiç düşünmeyen, geçmişi de anmayan, sonra karşılaştığı şeylerden dolayı çabucak isyan eden bir insan tasvir edilmektedir (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 7/125). İnsana, lezzetini alacağı bir nimet tattırılsa, sonra da bu nimet çekilip alınsa, sabırsızlığı ve Allah’a güveninin tam olmayışı nedeniyle ümitsizliğe düşer, daha önceki nimetleri de unutur inkâr eder (Kadı Beyzavî, Envâru’t Tenzîl ve Esrâru’t Te’vîl, III/305). Ama kendisine dokunan bu sıkıntılardan sonra zenginlik ve sıhhat tattırılsa “kötülük ve musîbet benden gitti” der, övünür. İnsanlara karşı böbürlenir, kendisini saran nimetlerden dolayı şımarıry, şükürden uzaklaşır ve nimetin hakkını edâ etmez. Bu âyetlerde “izâka (tattırmak)” ve “mess (dokundurmak” fiillerinin seçilmesinin sebebi şudur: İnsanın dünyada nimet ya da sıkıntı olarak kaşılaştığı şeyler âhirette karşılaşacaklarının sadece birer numûnesi gibidirler. Bu nedenle bu fiiller kullanılmıştır (Beyzavî, a.g.e., III/306). Ancak Allah’ın rahmette bulunduğu kişiler bu sonuçtan uzaktırlar (İbn Kesir, Muhtasaru Tefsîr-i İbn Kesir, II/213). Çünkü âyette zikredilen böbürlü davranış sefil insan karakteri ile ilgilidir. Bu karakter şudur: İnsan, tabiatı gereği sathî, sun’î biryapıya sahiptir ve derin düşünceden çekinir. Bu yüzden refaha erip kudret sahibi olduğunda zevkine düşkün, kibirli ve böbürlü bir hal alır. O kadar ki herhangi bir ihtimalin bu mutlu şartları sona erdirebileceğini hayal etmek bile istemez. İşler bir gün tersine döndüğünde de, ümitsizliğin heykelleşmiş biçimi haline gelir ve her yerde kötü tâlihinden şikâyet etmeye başlar. Hatta Allah’ı suçlamaktan, O’nun ulûhiyetine hakaret etmekten bile geri durmaz. Fakat talihi tekrar geri döndüğü zaman uzak görüşlülüğü, bilgi ve başarısıyla övünmeye başlar (Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, II/353).

 

Böyle bir kimse artık ferîh ve fahûrdur. Allah korkusu hatırına gelmez, mağrur bir tavır alır. O nimetin hukukunu hamd ve şükürle edâ edecek yerde iftihar eder durur. Hâsılı insan, dünyada ya nimetten ya da zarûretten hâlî değildir. Bu insan bazen nimet ve bazen de zarûretle imtihan olur. Yine insan, fıtraten rahmet sebebiyle itminan ve onun alınıp çekilmesinden dolayı da elem duyar. Her iki halde de, yani rahmet verildiğinde Rahmân ve Rahîm olan Allah’ı, rahmet çekilip alındığında da yine O’nun ihtiyârını, hikmet ve imtihanını tefekkür ederek en güzel şekilde davranmak lâzım gelirken insanda öyle psikolojik bir hal vardır ki, bundan dolayı çokları mün’imi (nimet veren Allah’ı) düşünmez. Daha önce eline nimet geçtiğini gördüğü halde o elinden alınıverdiği zaman her şeyi unutur, ümitsiz ve karamsar olur. Zarûret tecrübesi gördüğü, birtakım sıkıntılarla daha önceden karşılaştığı halde de bir nimet tadınca bir daha bu nimet elinden alınamaz ya da acı göremezmiş gibi istikbalden emin olarak ferahlanır, iftihar eder durur ki zikrolunan inkâr ve istihzâlar hep bu psikolojik durumla alâkalıdır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV/2768).

 

İnsan karakteri devamlı değişim üzeredir. Kendinde bir güç bulduğu zaman mübâlağalı bir şekilde kibir ve büyüklük gösterir. Ancak zayıflık ve âcizlik hissederse zillet ve meskenet içerisine düşer (F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 27/138). İnsanın bu hali şu âyet-i kerimelerde dile getirilir: "İnsan, hayr/iyilik istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer/kötülük gelince ümitsizliğe/yeise düşer, me’yûs olur. Başına gelen bir sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak ‘elbette bu benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem muhakkak ki O’nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım’ der. Andolsun ki Biz muhakkak kâfirlere yaptıklarını bildireceğiz ve andolsun ki muhakkak Biz onlara ağır bir azap tattıracağız.” (41/Fussılet, 49-51)

 

Bu âyet-i kerimelerde de insanın taşkınlığına bir başka örnek vardır. Allah, insana bir nimetle mukabelede bulunduğu zaman bu nimet onu şımartır da mün’imi unutur ve şükürden yüz çevirir. Allah’ı zikretmekten, O’na yalvarmaktan uzaklaşır, kendini kibir ve azamete kaptırır. Ama ona bir zarar ya da fakirlik isâbet ettiğinde de devamlı duâ eder. Bu âyetlerde yapılan tasvir; Allah’ın hidâyetini benimseyip O’nun doğru yolunda yürümeyen beşer ruhunun dorudan doğruya ince bir resmidir. Bu tip kimselerin nasıl her an değiştiklerini, zaafa düştüklerini, hayrı övdüklerini, nimeti inkâr ederek bollukla gururlanıp sıkıntıyla bağırdıklarını inceden inceye tasvir etmektedir. Şu insan iyilik istemekten usanmaz. Ama bir fenalık dokunacak olursa ümit ve heyecanını yitirir. Bu halden kurtuluşun ve çıkışın olmayacağını zanneder, bütün sebeplerin yok olduğunu kabul eder. İçi sıkılır, üzülür, Allah’ın rahmetinden ve yardımından ümidini keser. Çünkü Rabbine bağlılığı yoktur.

 

Bir başkası da Allah kendisine sıkıntıdan sonra rahmetini tattırsa nimeti küçümser, şükrünü unutur ve bolluk onu baştan çıkararak şımartır. “İşte bu benim hakkım” der. Âhireti unutur ve böyle bir şeyin olacağını çok uzak bir ihtimal sayar. “Kıyâmetin kopacağını sanmıyorum” der. Kendisinde bir böbürlenme belirir ve Allah’a karşı çıkarak katında kendisinin de bir yeri olduğunu sanır. Âhireti ve Allah’ı inkâr eder. Ama yine de Rabbine döndürülecek olsa O’nun yanında kendisinin önemli bir yeri olduğunu kabul eder. Ve der ki: “Rabbime döndürülürsem muhakkak ki O’nun nezdinde güzel şeyler bulacağım.” Ama bunların hepsi birer gurur ve kuruntudan ibârettir. Allah, kendisine nimet verdiği zaman insan şımarır, azıtır, büyüklenir, sırtını döner ve gider. Ama bir kötülük dokunacak olursa küçülür, düşer, aşağılaşır, yalvarır ve bıkmadan, usanmadan duâ eder durur.

 

İnsanın ruhundaki yüce ve basit değerleri ne kadar titizlik ve dikkatle tescil etmektedir bu âyetler. Çünkü onu tavsif eden, onun giriş-çıkış noktalarını bilen, hangi noktada ne gibi harekette bulunacağını, Allah’ın dosdoğru yolu olmaksızın nerede yanılacağını bilen yaratıcısıdır (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 12/63-64).

 

Allah başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurur: “İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip yan çizer. Ona bir zarar dokununca da umutsuzluğa düşer.”  (17/İsrâ, 83). Ancak geniş ve dar anlarında Allah’ın korumuş olduğu kişiler bu noksanlıktan uzaktır. Çünkü, Cenâb-ı Hak insana mal, âfiyet, fetih, rızık ve nusretle nimette bulunduğu ve insan istediğine kavuştuğunda Allah’a karşı itaat ve ibâdet vazifelerinden genelde yüz çevirir. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak insana musîbetler, dert ve üzüntüler gibi birtakım şerleri dokunduracak olsa insan bu defa da umutsuzluğa düşer (İbn Kesîr, a.g.e., II/396-397). İbn Abbas’a göre bu âyet-i kerimedeki “insan” kelimesi ile kastedilen Velid bin Muğîre’dir. Ancak, fark edileceği gibi âyet hüküm açısından umûmîdir. Çünkü, genelde insanın karakteri, maksûduna ve matlûbuna ulaştığında aklanma, Allah’a itaat ve ubûdiyetten uzaklaşarak gâfil olma şeklinde tezâhür eder (F. Râzî, a.g.e., 21/35). (7)     

 

11/Hûd, 9 ve 41/Fussılet, 49. âyetlerden anlaşılacağı üzere yeûs karakterinin nankörlükle yakın ilişkisi vardır. Çok ümitsiz anlamındaki yeûs, kimi yerde küfrân-ı nimet ifâden bir sözcük ile bulunurken, kimi yerde de imanın zıddı olan kelime grubu ile beraber bulunmaktadır (60/Mümtehıne, 13; 12/Yûsuf, 87).

 

İnsana bir sıkıntı, bir zarar, bir musîbet dokunduğu zaman ümitsizliğe düşer. Allah’ın sıkıntıları giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırıp ferahlatacak yardımından, lütuf ve rahmetinden ümidini keser. Kendisinden çekilip alınan nimetler gibi bir nimetin tekrar geriye dönebileceğinden şiddetli bir ümitsizlik içinde bulunur. Kur’an bunu şu şekilde ifâde eder: “İnsana nimet verdiğimiz zaman (Bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ve ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer.” (17/İsrâ, 83). Bu âyette geçen yeûs kelimesi, nankörlüğün tam karşılığıdır. İnsan cinsine sıhhat ve zenginlik gibi şükrü gerektiren nimetler verildiğinde, şükür ve zikirden yüzçevirmekte, hastalık ve fakirlikle baş başa kaldığında ise, Allah’ın rahmetinden şiddetli bir şekilde ümidini kesmektedir (Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III/314).

 

Yeûs anlamına çok yakın şekilde kullanılan “kanût” kelimesi ise; hayırdan, Allah’ın rahmetinden ümidini kesen kimseye denir. Başına gelen bir sıkıntının savuşup gideceğinden ümitsiz olan kişi için kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de k-n-t kökü türevleriyle birlikte altı yerde geçmektedir. Kanût olarak ise bir âyette yeûs kelimesi ile birlikte zikredilmektedir. “İnsan hayır (mal, sağlık, refah gibi dünyalık arzular) istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir şer/kötülük (fakirlik, mihnet ve sıkıntı) dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir (feyeûsun kanût).” (41/Fussılet, 49). Yeûs, kalbin sıfatıdır. Kanût ise, yeis halinin yüzde ve insanın dış görünüşünde belli olmasıdır. Yeûs, duânın icâbetinden ümitsiz olan, kanût ise Rabbine karşı kötü zanda bulunan insan. Yeûs, başa gelen musîbet ve sıkıntıların gitmesinden ümidini kesen, kanût ise, bunların devam edeceği zannında bulunan kimse diye tefsir edilmiştir (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, VIII/332; Şevkânî, a.g.e., IV/652). Türkçede her iki kelimenin karşılığı olarak da “ümitsiz” kelimesi kullanılır. Bu açıklamaya göre de mânâ yönünden bu iki kelimenin birbirine çok yakın olduğu anlaşılır. 

 

Allah’ın rahmetinden ümit kesmenin, imanın zıddı olan “küfür”le bağlantısını şu âyetin ışığı altında daha iyi anlayabiliriz: “…Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?” (15/Hıcr, 56). Bu âyete göre, Allah’ın rahmetinden sapık olan kâfirler ve zâlimler ümitlerini keserler. Mü’minler ise her hâl u kârda Allah’a şükür ve hamd ederek İlâhî rahmetten, Allah’ın lütuf ve ihsânından asla ümitlerini kesmezler. “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” (39/Zümer, 53). Allah’ın rahmetini ummuk ve beklemek mü’minin vasfıdır. Şükran duygusu ile Rabbine bağlı olan mü’min, başına gelen sıkıntı ve zarardan dolayı asla ümidini yitirmez. Nankörlük bir yönüyle Allah’ın nimetini unutmanın bir tezâhürüdür. Ümitsizliğe düşmek de, nankörlüğün bir sonucudur. Kanût kelimesinin eş anlamlısıolan yeûs kelimesi, 11/Hûd sûresinin 9. âyetinde nankör anlamına gelen “kefûr” kelimesiyle beraber bulunmaktadır. (8) Bu kelimenin de küfür kelimesiyle aynı kökü paylaştığı unutulmamalı, dolayısıyla ümitsizliğin küfür veya en azından küfre yaklaştırıcı özelliği unutulmamalıdır.      

 

Bu konuyu içeren âyetlerin Kur’ân-ı Kerim’de sıksık tekrarlanması; bu tutum ve davranışların insan psikolojisinde derin izlere sahip olduğunu gösteriyor. Sıkıntı ve felâket ânında ümidini yitirmek, bolluk ve refahta şımarmak, kibirlenmek, büsbütün cimri kesilmek… İşte insanın genel ruh yapısı…

             

 

 

Ümit; “Yeis”in Zıddı

 

Umut veya ümit: Ummak, emel, arzu, beklenti. Bazı şeylerin olması konusunda beslenen his; ummaktan doğan güven duygusu; bu duyguyu veren kimse veya şey demektir. Aynı zamanda, ummanın verdiği rahatlık, ferahlık duygusuna umut denir. Bunun zıddı olan yeis de umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü demektir. Recâ da "ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir."

 

Mü'minler Allah'tan korkmakta oldukları kadar O'ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler: "Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin." (39/Zümer, 53) Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur'an, mü'minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur: "Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir." (13/Ra'd, 6) "Rabbiniz bol rahmet sahibidir." (6/En'âm, 147)

 

"Rahmetim her şeyi kaplamıştır" (7/A'râf, 156). Fakat bu ve benzeri âyetler ne yaparsa yapsın insanın mutlaka bağışlanacağı anlamına gelmez. Umut (recâ), sebebsiz ve insanı umduğu şeye ulaşmak için çalışmaktan alıkoyacak, kötülük ve günahları önemsiz gösterecek bir beklenti değildir. "Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar "(yercûne)" (2/Bakara, 218), "Allah'a iman edenleri ve O'nun kitabına sarılanları Allah rahmetine ve bol nimetine kavuşturacak, önleri kendisine götüren doğru yola eriştirecektir" (4/Nisâ, 175) ve "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'nun elçisine inanın ki size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın" 57/Hadîd, 28) gibi âyetlerde açıklandığı üzere umut ancak gerekli şartları hazırladıktan sonra sonucu Allah'tan ummaktır. Bunun aksi bir beklenti Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Nefsini hevâsına tâbi kılıp şehevî arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allah'tan Cennet isteyen ahmaktır" hadisinde tanımladığı gibi ahmaklıktır.

 

Korku ve umut birbirini bütünleyen ve mü'mini kemâle erdiren iki niteliktir. Bu nedenle Kur'an mü'minleri tanımlarken iki niteliği birlikte anar: "Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab'lerine duâ ederler." (32/Secde, 6). İslâm bilginleri bu tür Kur'ânî yönlendirmelerden yola çıkarak mü'minin sürekli korku ve umut arasında olması gerektiğini belirtmişlerdir. (9)

 

“Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlar(a karşı,) muhakkak ki Rabbin, o(tevbe ve îmâ)ndan sonra, elbette bağışlayandır, merhamet edendir.” (7/A'râf, 153)

 

“Ve onlar Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur.” “Kıyâmet günü onun için azâb kat kat yapılır ve o, azâb'ın içinde hor ve hakîr olarak kalır.” “Ancak tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” “Kim tevbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbul bir kimse olarak Allah'a döner.” (25/Furkan, 68-71)

 

“Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve gecenin yakın saatle­rinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.” (11/Hûd, 114)

 

A'râf, 153'üncü âyette yaptığı kötülüklerin ardından uslanıp inanan kimselere karşı Allah'ın bağışlayan, esirgeyen olduğu vurgulanır. Furkan, 68-71. âyetlerde şirk koşan, adam öldüren, zina eden kimselerin kat kat azaba çarpılacakları, ancak çok bağışlayan merhametli Allah'ın, günâhlarından dönen, inanıp iyi işler yapan kimselerin kötülüklerini iyiliklere çevireceği belirtiliyor. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik vardır.

 

Furkan sûresi 68-69. âyetlerde üç büyük günâhı yapan kimseye azâbın katlanacağı, yani iki kat azâbedileceği belirtilmiştir. Furkan 70-71. âyetlerde de tevbe edip inanan ve uslanan kimselerin affedilecekleri, Allah katında makbul olacakları yine iki kez vurgulanmaktadır. Âyetler arasında her bakımdan mükemmel bir uyum vardır.

 

Hûd sûresi 114. âyette de yine Allah'ın, günâhlarından tevbe edip uslanan ve güzel işler, ibâdetler yapan, gündüzün uçlarında ve gece saatlerinde namaz kılan kimselerin kötülüklerini iyiliklere değiştireceği, iyiliklerin, kötülükleri gidereceği vurgulanmaktadır.

 

Günâhların iyiliklere çevrilmesi şu anlama gelir: Daha önce günâh işler yapan kimseler, dönüp sevap işlemeğe başlarlar. Kötü olan halleri ve işleri iyiye döner. Halleri düzelir. Eskiden kötü iken iyi insan oluverirler. Yahut Allah, tevbe edenlerin, eskiden işledikleri günâhları sevaba döndürür, iyi iş yapmışlar gibi onlara sevap verir. Fakat birinci anlam daha doğrudur. Çünkü ikinci âyette "İyiliklerin, kötülükleri gidereceği" ifadesi de birinci anlamı güçlendirmektedir. Bu, tıpkı kirlenmiş olan kimsenin, su ve sabun ile bedenini temizlemesi gibidir. Nasıl su ve temizlik maddeleri, görünür kiri giderirse, ibâdet, güzel ameller, tevbe ve istiğfar da kötü eylemlerin rûh üzerinde bıraktığı günâh kirlerini giderir.

 

Bu ve benzeri âyetler, umutsuz insanlara umut sunmakta, insanları karamsarlıktan, günâhta ısrardan kurtarmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde insanlara bu umut aşılanmaktadır. Bütün bunların amacı, insanlara zorluk değil, kolaylık ve umut sunarak onları günâh vâdîsinden çekip Allah'a yöneltmektir. Yüce Allah, kendisine yönelen kulunu büyük lütfuyla affeder: “(Tarafımdan onlara) De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günâhları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhametlidir.” “Size azâb ansızın gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (59/Zümer, 53-54) buyurmuştur. Hz. Peygamber'in: “İslâm, kendinden önceki işlerle ilgiyi keser” (Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/199, 204, 205) mealindeki sözleri de bu umut ışığını yakmaktadır. (10)  

 

 

 

İnsan Psikolojisini Dengeleyen İki Unsur: Korku ve Ümit

 

Sözlükte beklenti anlamını ifade eden ümit, Kur’an’da tama’ ve recâ kelimeleri ile ifade edilir. Tama’, kalbin ileride meydana gelecek olan şeyi arzu edip ona yönelmesi, bu konuda hırs göstermesidir. Recâ ise, ye’sin (ümitsizliğin) zıddı olup meydana gelmesi mümkün olan, arzu edilen bir şeyin tahakkukunun istenmesidir. Korkuyu ifade eden  havf  ise,  insanın  zanna  ya  da bilgiye dayanarak bazı işaretlerden hareketle gelecekte hoşuna gitmeyecek bir şeyin meydana gelmesinden veya sevilen bir şeyin elden gitme endişesine kapılarak bundan kalbinin elem duymasıdır.

 

Kurân-ı Kerim, çeşitli âyetlerinde insanın korkularından bahseder. İnsan düşünen, etrafını gözleyen, kâinatın birçok tehlikelerine karşı ne kadar âciz kaldığının idrâkinde olan bir varlıktır. Bundan dolayı insan, tehlikelere karşı kendisini korumak mecbûriyetindedir. İnsanı buna sevk eden şey ise fıtratındaki korku hissidir.

 

Bugünkü ilmî araştırmalar, insan psikolojisinin korku ve ümit adında iki temel duyguya dayandığını göstermektedir. Bu iki duygu, insanın hayattaki yönelişini, hedefini tayin etmektedir.  Önümüzde nefsin iki zıt çizgisi var: Korku ve ümit. Tabiatı icabı nefis korkar ve ümitlenir. Çocuk birbirine komşu bu iki yetenekle yaratılır ve o büyüdükçe bunlar da onunla büyür ve gelişir, çeşitlenir. Bu ikisi insanın hayatına yön verir. Hedeflerini, davranışlarını, duygu ve düşüncelerini sınırlar, ayarlar ve dengeye sevk eder.

 

Kur’an, korku ve ümit çizgisine yönelir ve ilk iş olarak bu iki çizgiden her türlü fâsit ve sahte korkuyu ve sapık emeli ayıklar. Sonra sadece kendisi için gerekli olanı umacak, korkulması gerekli olandan korkacak şekilde ayarlar. Bu yapılmazsa insanın rûhî dengesi bozulur, hastalanır. Bilhassa korku hissi yönlendirilmezse rûhî bunalımların ve akıl hastalıklarının çok mühim bir sebebi olur. Bunun için “korku, psikiyatrinin atomu gibidir” denilmiştir. Yani birçok rûhî hastalığın temelinde o yatar. İnsanların çoğu, fıtratlarındaki korku hissi iyi yönlendirilmediği için, gerçek mercî olan Allah'a tevcih edilmediğinden binlerce sahte korkunun elinde huzursuzluğun esiri olmuş, çırpınıp durmaktadır. Gerek bizzat kendisini, gerek toplumu iyi müşâhede edebilen her insaf sahibi bu fikre katılır.

 

Kur’an, bu iki temel duyguya sık sık vurgu yapar. Kur’an’daki ibret amaçlı olaylar ve derslerin büyük bir kısmının bu iki temel duyguyu hedeflediklerini söylemek mümkündür. Çoğu kez rahmet ve azap âyetleri ile cehennem azâbı ve cennet hayatının birbirlerini takip ettikleri görülür. Zaten dinde de, hem Allah’ı sevmek hem de O’ndan korkmak bir esas olarak kabul edilmektedir. Bundan dolayı Allah, hem sevilmeli, hem de kendisinden korkulmalıdır. Nitekim Kur’an’da mü’minler, duyguları itibarıyla bu her iki durumu dengede tutan kimseler olarak tanıtılır: “Korkarak ve umarak Rablerine duâ ederler...” (32/Secde, 16) 

 

Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: “Mü’minler, Allah’ın azab ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiç biri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23)

 

Ümit: Kur’an’da ümit anlamında kullanılan tama’, haram işleme (33/Ahzâb, 32), Allah’ın mal vermesi (74/Müddessir, 15), sâlihlerden olma (5/Mâide, 84), cennete girme (7/A’râf, 46; 70/Meâric, 38) ve bulutlardan yağmur yağma beklentisi içinde olmak (13/Ra’d, 12; 30/Rûm, 2) ile rahmet ve bağışlanma, recâ veümit (7/A’râf, 56; 32/Secde, 16) gibi hususlarda kullanılmaktadır. Bundan dolayı bu kelime, Kur’an’da sözlük anlamında olduğu gibi, beklenti ve ümit içinde olmayı ifade etmektedir.   

 

Yine Kur’an’da ümit ifade eden recâ ise, saygı bekleme (71/Nûh, 13), Allah'a kavuşma (18/Kehf, 110; 29/Ankebût, 5), rahmet ümidi içinde bulunma (2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 104) ve hakkında yapılacak bir muâmele beklentisi içinde olma (9/Tevbe, 106) anlamlarında kullanılır. Kur’an, ümit bağlamında zaman zaman insanın dünyada yaptığı iyi işler ve onlara verilecek cennet nimetlerini dile getirmiş ve bununla muhâtabını iyi amele, güzel ahlâka sevk etmeyi amaçlamıştır. (11)

 

           Beyne’l Havfi ve’r-Recâ; Korku ve Ümit Arası: Havf, tatlı bir korku, Allah’ın celâl, kibriyâ, ve azameti karşısında haşyet duyma... Recâ, zevkli bir ümit. O’nun lütuf, ihsân ve kereminden daima ümitvâr olma... Hayırları işlemek, amel-i sâlih; şerlerden kaçmak ise takvâdır. Amel-i sâlih işlendikçe recâ kapısı, takvâda ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet. Takvâ ve sâlih amel nasıl birbirlerinden kesin hatlarla ayrılmıyorsa, havf ve recâ da öyle... Bir mü’min Allah’ı hem sevecek, O’nun rahmetinden daima ümitvâr olacak, hem de O’ndan korkacak, azâbından emin olmayacaktır. İşte bu iki meziyet, kalbi safha safha terakkî ettirir, dalga dalga güzelleştirir; ona mânâ ve ulviyet kazandırır...

 

Korku ve ümit, bir âhenk içinde olmalı. Geceyle gündüzün, dünyanın başını sırayla sarması gibi... Bu arz küresi, hiçbir zaman, ne tam bir karanlığa bürünmüş ne de topyekün bir aydınlığa kavuşmuştur. Arzın bir yüzü kararırken beri tarafı aydınlanır, bir tarafı aydınlanırken ötesi kararır. Bu nöbetleşme ile arzın başında, her an hem aydınlık hem de karanlık hükmeder. Mü’min de her an, hem ümit ve hem de korku içinde olmalı. Zira Allah hem Ğaffâr’dır, hem de Kahhâr. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de.

 

Havf ve recâ imandandır... Her ikisi de mü’minin sıfatları. Bundandır ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recânın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yol...

 

Bazı kimseler, alenen, sıkılmadan ve daha kötüsü, seve seve günah işlemekte ve sırası geldiğinde de kendilerini teselli sadedinde, “Allah Ğafur ve Rahîm değil mi?” demekteler. Halbuki, Ğafur ve Rahîm olan Allah'a isyandan sıkılmak gerekmez mi? İsterse hiç azap etmesin, cehennemine atmasın. Kaldı ki, bir kulun af ve mağfirete ermesi için birtakım şartlara uyması gerek. Ğafur ve Rahîm isimleri, isyanını alenen ve severek işleyenlerden çok, yaptığı günahtan vicdanen rahatsız olan, sıkılan ve kötü halinden kurtulmak isteyenlerin ilticâ edecekleri isimler. Bu isimler, mü’mini yeisten kurtarır. Yoksa –hâşâ- âsînin isyanını devam ettirmez. Bu sözü sarf edenler Allah’ın sadece Ğaffâr ve Settâr değil; Kahhâr ve Cebbâr da olduğunu hatırlarından çıkarmasalar böyle bir hataya düşmezlerdi...

 

Kur’ân-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recâya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar. Fâtiha, Kur’ân-ı Kerim’in fihristi, hülâsası, özü ve özeti. Onda da havf ve recâ dersi birlikte veriliyor: “Hamd”de medih ve senâ hâkim. “Mâlik-i yevmi’d-dîn”, havf dersi verir. “İbâdet” recâya, “istiâne” havfa işaret ederler. “Sırât-ı müstakîme hidâyet talebi”: Recâ; “Mağdûb ve dâllînden olma korkusu” : Havf. Fâtiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de, havf ve recâ dalgaları arasında seyerân eder. (12)

 

Korku-Ümit Terazisinde Ağır Basan Taraf Korku Olmalıdır: Korku hissi insan tabiatında, diğer birçok hislere ve hatta zıddı olan ümit hissine oranla daha kuvvetlidir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, bu hissi özellikle muhâtap almış ve gerçek mevkiine oturtmaya gayret etmiştir. Kur’an’da yapılacak bir araştırma, korku üzerine âyetlerin daha çok olduğunu ortaya koyacaktır. Kur’an’ın korku hissini daha çok gündeme getirmesi, insanın en fazla frenlenmeye ve gem vurulmaya, bir noktada dengede tutulmaya muhtaç duygusunun, taşkınlık, haddi aşmak, zulüm işlemek, yani kısacası yasakları çiğnemek eğilimi olmasındandır. İnsan, bu huylarından ancak korku sebebiyle vazgeçebilir. İnsanı, işlemeğe pek hırslı olduğu günahlardan, ancak onun korku hissine hitap ederek, cezâî müeyyideler/yaptırımlar koyarak ve hatta uygulayarak vazgeçirebilirsiniz.

 

Hiçbir ülkenin şu veya bu günah ve suçları işlemeyen insanlara ‘şu şekilde mükâfatlar vereceğiz’ diye bir ceza hukuku anlayışları yoktur. Beşerî terbiye sistemlerinde her ne kadar örnek davranışlara özendirmeye yönelik ödüllendirme usulleri varsa da insanları, yasakları işlemek ve yasaları çiğnemekten caydırmak için korkutucu yaptırımlar daha ağır basmaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki korku, insandaki haddi aşma, haksızlık etme ve taşkınlıklar yapma gibi his ve eğilimleri frenleyen çok özel bir duygudur. Korku, insan arzu ve iştihalarını helâl ve haram sınırında dengeli tutmaktadır. Bu yüzden Kur’an’da korkutan âyetlere daha çok yer verilmiştir. Aslına bakılırsa bu âyetler ne fazla ne de azdır. İnsandaki tuğyanı zararsız seviyede tutmak için yeterli ve dengelidir.

 

İmam Gazâli, “korkunun recâdan daha fazla olması mı, ikisinin birbirine denk olması mı efdaldir?” başlığı altında meseleyi çok güzel ele almıştır. Ona göre; ilk  bakışta  hangisinin  efdal olduğunu söylemek zordur. Bu, “ekmek mi, su mu efdal?” sorusuna benzer. Acıkan için cevap başkadır, susamış olan için başka. Korku da ümit de kalbi tedavi eden bir ilaçtır. Birbirlerine üstünlükleri kalpteki hastalığa göredir. Allah’ın mekrinden emin olma hastalığı varsa, buna ilâç korkudur. Rahmet-i İlâhîden ümitsizlik hastalığı varsa ilâç recâ, yani ümittir. Hangi hastalık galip ise onun ilâcı efdaldir. Aynı şekilde insanın isyan yönü daha galipse korku efdaldir. İnsanların çoğunlukla günah ve isyan hastalığına müptelâ oluşlarını nazarı itibara alırsak korkunun daha makbul olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlara daha faydalı olan, korku halidir. Çünkü insanlar için en uygun olanı, kişiyi ibâdete yönelten, bütün haram arzuları törpüleyen, kalbi dünyaya meyletmekten koruyan, korku tarafının ümitten daha fazla olmasıdır. Bu ölüm vakti gelene kadar böyle olmalıdır. Herkese yaraşan, şiddetli hastalık halinde, ölüm ânında (Nevevî, Riyâzü’s Sâlihîn Terc. I/479) Allah sevgisi ve ümidin ağır basmasıyla dünyadan ayrılmaktır. (13)

 

Mustafa Sabri Efendi de, İslâm’da korku hissine verilen önemin, bir yanlış değerlendirme olmadığını, bilakis aksini iddia edenlerin, Avrupalıların tesiri altında kaldıklarını anlatır. Ona göre, insan tabiat üstü varlık olmadığından maddî faydalara ve maddî sakıncalara daha çok bağlanır. Bundan dolayı, korku altında itaat, bağlılıkların belki en kuvvetlisi ve en ciddisidir. İnsanı gizli ve açık bütün eylemlerinde onu takip eden ve hiç aldanmayan ilâhî kontrolün sonsuz tesir eden korkusu, muhabbet bağına kıyas edilemeyecek şekilde, itaat ve boyun eğmenin en amansız müeyyidesi, yani yaptırımıdır. Bunu kabul etmeyen reformcularımızın tenkitleri, İslâm’ın temel esaslarına yabancılıklarından (veya kasıtlı olup kötü niyetlerinden) kaynaklanır. Müslümanlara özellikle Allah korkusunu telkin eden eski âlimleri suçlu bulan kişiler, bu eğer bir suç ise, bu suçu Kur’ân-ı Kerim’e atfetmelidirler. Çünkü O’nun hemen her sayfasında korku ifade eden bir âyet vardır. Hucurât sûresinin on üçüncü âyetinde “Allah katında en şerefliniz, en müttakî; yani Allah’tan en çok korkup sakınanızdır” buyuruluyor.

 

İnsanın yaratıcısı ve sahibi olan Allah, gönderdiği kitabında fıtrata en uygun olanı yapmış

ve korku hissine ağırlık vermiştir. Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona kadar dikkatsizce okuyan bir kimse bile bunu fark eder. Böyle olması, yani Kur’an’da korkuya önem verilmesi, çok az kavramda görülen bir özellikle bu kavramın çok çeşitli kelimelerle ifade edilmesi, fıtrata uygunluktan başka bir şey değildir. (14)  

 

Takvâ, Kur’an’da defalarca övülen bir sıfattır. Allah indinde insanların taşıyacakları en yüksek şeref pâyesidir. Fıtrat dini İslâm, insanların ulaşmalarını arzu ettiği takvâ ve etka mertebelerinin tahakkuk etmesi için, bunların dayandığı korku hissini işletip, bu övülen vasıflara mü’minlerin sahip olmasını temin etmiştir. Daha doğrusu İslâm ve onun kitabı Kur’an, insanın tekâmül usûlünü ortaya koymuştur. Mânen yükselmeyi dileyen için başka yöntem yoktur. Korkuya verilen önemin sebebi, neticesinin takvâ oluşundandır.

                                              

İnsan, şu uçsuz bucaksız gibi görünen evrende kendisini kuşatan korkutucu unsurlara, içinde bulunduğu tehlikelere, geceye, vahşi tabiata, yırtıcı hayvanlara; açlık, susuzluk, çıplaklık; düşman, işkence ve ölüm gibi kendisiyle burun buruna yaşayan korkulara bakacak olursa, kâinat kitabında da korkunun, emniyet vaad eden ögelerden daha ağır bastığını, daha objektif bir şekilde görecek ve anlayacaktır. Hal böyleyken Kur’an’da korku hissinin daha çok uyarılması, neden zor anlaşılan bir mesele olsun? İnsanın beşikten mezara kadar geçirdiği hayat mâcerasında ona ümit ve emniyetten daha çok, korku arkadaşlık etmiştir şüphesiz. Bu da gösteriyor ki Allah, kulunu korku ile terbiye ediyor. İnsana öyle geliyor ki: Kâinattaki korku miktarı insandaki isyan arzusuna denktir. Yeter ki insan bu korkudan haberdar olsun.

 

İnsanı Rabbine yönelten duygular, nimetlerden, emniyet ve ümitten kaynaklansaydı Kur’an’da insanın nankörlüğünden bahsedilmez; şükreden kulların ve şükür  amelinin  azlığı  sık sık vurgulanmazdı. Belki bazı kimseler, Yüce Allah’ın “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (7/A’râf, 156) meâlindeki âyetlerin ve Allah’ın âhirette daha çok rahmetiyle muâmele edeceğine dair hadislerin ışığı altında rahmetin daha ağır bastığını düşünebilir. Bu, ilk bakışta doğru bir eğilim gibi görünse de, dikkatle bakıldığı zaman bu görüş hemen kıymetini kaybeder. Çünkü Allah’ın rahmet sıfatıyla muttasıf olması, gadabıyla değil de, mahlûkata rahmetiyle muâmele etmesi bile O’nun korku hissini uyarmasını gerektirir.

 

Anneler neden çocuklarını daha çok tehlikelere karşı uyarır ve onları korkuturlar? Çokça merhametlidirler de ondan. Yüce Allah da eğer Kur’an’da korku hissini fazlaca uyarmışsa, bu da O’nun her şeyi kuşatan rahmeti gereğidir. Korkutmak bir azap değil; rahmettir. Çünkü korkutanın korkutmakla maksadı, korkuttuğu kimseleri tehlikelerden yana selâmete dâvet etmek hedefine yöneliktir. Bu yüzden Allah’ın rahmetinin genişliği fikrini esas alarak Kur’an’da korku hissinin az uyarıldığını iddia etmenin tutarsızlığı açıktır. Kur’an’da, dağ gibi deniz dalgalarının insanı kuşattığı an, insanların Allah'a yönelip dini yalnız O’na has kılarak Allah’ı tanıdıkları (31/Lokman, 32) anlatılmaktadır. 

 

Korku, hem kâinatta hem de Kur’an’da başlı başına bir denge unsurudur. Çünkü, duygularımız ne gereksiz ve ne de zararlıdır;  her his bir maksat için yaratılmıştır. Önemli olan, bu duygularımıza güzel istikametler vermek ve aşırılıklardan kaçınıp sınır koyabilmektir.

 

Korku olmazsa insandaki taşkınlık arzusu artar. Korkusuz insan da serazat bir şekilde her yasayı fütürsuzca çiğner dolaşır. Buna bağlı olarak da tüm beşerî dengeler alt üst olur. Korku çok aşırı olursa bu sefer pusup susan insan, kendini tehlikelere ve onursuzluklara teslim edip helâk veya zelîl olur. Hiç korkmayan insan gibi, aşırı korku yüzünden de kişi, normal aktivitesini kaybedip asıl fonksiyonunu yerine getiremez.

 

Kur’ân-ı Kerim, insanı bir bakıma ilâhî tekliflerle dengeleyerek, âlemleri fesattan koruyor diye de değerlendirebiliriz. Bu tekliflerden emir ve yasaklar manzûmesini ihlâl edenler, en şiddetli azap ve cezalarla korkutuluyor. Emre itaat edenler ise ümitlendiriliyor. İşte bu korkutma ve ümitlendirme çok hassas bir denge istiyor; bu da insanın Rabbı olan Allah’ın Kitabında en âdil biçimde yapılmıştır.

 

İnsanda azgınlık yeteneği çok; o halde korkutma işlemi de o kadar çok olmalı. İnsanda gurur, yani aldanış, avunma ve temenni gibi ümidi kötüye kullanma diyebileceğimiz huylar da çok. O halde “Şeytan sizi Allah’ın rahmetine güvendirerek aldatmasın.” (31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5) şeklinde insana mesaj veren âyetler de o nisbette Kur’an’da vardır. Ancak, ne var ki ümitlendiren âyetlerle, korkutan âyetler sayıldığı zaman, korkutan âyetler çok fazla çıkar.  (Yukarıda listesi verilen korku ile ilgili kelimeler Kur’an’da, toplam olarak 646 yerde geçerken; ümit anlamına gelen recâ (28) ve tama’ (12) kelimeleri, türevleriyle birlikte toplam olarak 40 yerde kullanılmıştır.) 

 

Bu durum, dengesizlik ifade etmeyeceği gibi, bilâkis dengenin ta kendisidir. Korku ve ümit dengesi derken, korkuyu terazinin bir kefesine, ümidi de diğer kefesine koyun, eşit olsunlar, işte bu dengedir demek istemiyoruz. Bu fevkalâde yanlış bir denkleştirme olur. Eşitlik ayrı şeydir, adâlet ayrı. İşte böyle bir denkleştirme yüzündendir ki Kur’an’da “korkutan” âyetlerin çokluğu, kişide aritmetiksel bir dengesizlik intibaı uyandırsa bile, bu, adâlet gereğidir. Bu konuda kavramların hizmet ettikleri maksatlarıyla olan mutâbakatına  “denge”  demek daha doğrudur.

 

“Korku” duygusunun maksadı beşerî taşkınlıkları frenlemektir. O halde korku; bu taşkınlıkları durduracak miktarda olmalıdır. Ümit duygusunun maksadı ise, korku ümitsizliğe ve karamsarlığa  dönüştüğü  zaman,  bu  hali  kendisine  çekerek  korkunun  miktarını  ayarlamaktır. Buna göre de ümit, korkuyu kendi  miktarına çekecek derecede olmalıdır. Bu da ümit miktarının dengede olması demektir ki işte bu durum, Kur’an’da dengeli olarak vardır. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (67/Mülk, 14) Hiç insanın rabbı/terbiyecisi, terbiye edeceği varlığa ne kadar korku, ne kadar ümit gerekir, bilmez mi?!

 

Selim kalp, korku ve ümit hislerinin en hassas dengeleri üzerindedir. Çünkü o, daima korku ve ümit arasındadır. Ne Allah'a sûi zan besleyecek kadar ümitsiz ve korkak olur; ne de şımaracak kadar ümitvar.

 

Bazı kıssalarda Allah korkusundan ölen, çıldıran, dağlara düşen kimselerin hikâyelerini şüphesiz duymuş veya okumuşuzdur. İşte bu halin de dengelenmesi gerekir. Kişinin işlediği günahları, Allah’ın rahmetinden ümit kestirecek derecede büyütmesi ne kadar yanlış ve ne kadar tehlikeli ise; işlediği sevapları da şımaracak kadar çok görmesi ve kendini beğenmesi de o derece yanlış ve tehlikelidir. Öyle ki kul ümitsizlikten kurtulması için bile korkutulur. Yani, eğer Allah’tan ümit keserseniz, ebedî hüsrâna uğrarsınız denir. Bu noktada bile korku yine rahmetin bir tecellisi olarak zuhur eder. İşte Gazâli, “günahın gizli ve açığını, zâhir ve bâtınını terk eden müttakîye gelince, ona da yaraşan korku ve ümit tarafını eşit tutmaya çalışmasıdır”(15) demektedir.

 

Aşırı günahlara dalan biri için “Nefislerine günah işlemekle zulmeden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” (39/Zümer, 55) gibi rahmet âyetlerinin, Allah’ın azâbından emin olanlar için de azap âyetlerinin okunması gibi bir tebliğ ve telkin üslûbu kişide korku ve ümit dengesini gerçekleştirecektir. Özetle korku ve ümit, hem insanın yeis ve ümit gibi hislerindeki aşırılıkları dengeleyen birer âmil ve unsur, hem de asılları itibariyle insanda kâfi miktarda olmaları gereken huylar olarak karşımıza çıkmaktadır. (16)

 

 

 

Kur'ân-ı Kerim’de Yeis ve Allah’ın Rahmeti

           

Ümitsizlik, ümit kesmek anlamında yeis ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 13 yerde zikredilir: 5/Mâide, 3; 11/Hûd, 9; 12/Yusuf, 80; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 31; 17/İsrâ, 83; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49; 60/Mümtehıne, 13; 60/Mümtehıne, 13; 65/Talâk, 4. Yine ümitsizlik, ümit kesme şeklinde yeis kelimesiyle aynı anlama gelen k-n-t ve türevleri de Kur’ân-ı Kerim’de toplam 6 yerde kullanılır: 15/Hıcr, 55, 56; 30/36; 39/Zümer, 53; 41/49; 42/Şûrâ, 28. Kunut, yeisten daha fazla ümitsizlik anlamını ifâde etmekle beraber, asıl olarak hayırdan ümit kesmek anlamındadır. Yeis kelimesinin zıddı olan “ümit” anlamındaki racâ (r-c-v) kelimesi ve türevleri de Kur’an’da toplam 28 yerde geçer.

 

Kur'an'da rahmet kelimesi ise, türevleriyle birlikte 339 yerde geçmektedir. Rahmetin, Allah için kullanıldığı durumlarda bağış ve lütuf kastedilir.

 

Rahmet, Allah'ın ilk ve en belirgin vasfıdır. Azap ve gazap istisnâ ve şartlı iken; rahmet ve lütuf genel ve istisnasızdır. "Azâbımı dilediğime isâbet ettiririm. Rahmetime gelince, o, her şeyi topyekün sarıp çevrelemiştir."  (7/A'raf, 156). Ayrıca Allah, merhamet edenlerin en merhametlisi (Erhamur Râhımîn)dir (12/Yûsuf, 64, 92; 21/Enbiyâ, 83; 23/Mü'minûn, 109-118).

 

Allah'ın rahmeti, insanın elde edip biriktirebileceği her türlü değerden daha üstün ve güvenilirdir (3/Âl-i İmrân, 157). O halde, kurtuluşu ümid etme bakımından, ibâdet ve ameline güvenmekten; Allah'ın rahmetini ümid etmek daha iyidir. Bu konuda en doğru yol, hem müslümanca ibâdet ve amel sergilemek, hem de amellerimize değil; Allah'ın rahmetine güvenmektir.

 

Rahmet; incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp merhamet etme demektir. Allah'ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muâmele etmesi anlamında Kur'ânî bir tâbirdir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle davranmayı Kendisine vâcip kıldığını açıklamıştır: "Rabbinız, sizden her kim bilmeyerek fenalık yapar da arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi Kendi üzerine almıştır. O, bağışlayan ve merhamet edendir." (6/En'âm, 54). Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymaktır. Allah, şânına yakışır bir acıma ve şefkat ile muâmele eder.

 

Hayatın kaynağı da bu İlâhî rahmettir. "Benim rahmetim her şeyi içine almıştır."  (7/A'raf, 156). Rahmetin zıddı gazaptır. Halkın isyanı ve verilen nimetleri kendi istekleri ile kötüye kullanmaları sonucunda, ikinci derecede tecelli eden rabbânî bir hikmettir gazap. İsyan edenlere karşı gazâbın hükmü olan cezalandırma olmasaydı, sonunda itaat ile isyanın, imanla küfrün, nankörlük ile şükrânın farkı olmaması gerekirdi. Bu da hikmete uymayan bir eksiklik olurdu.

 

 

“Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları), dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftirâ etmiş olur.” (4/Nisâ, 48); (benzer âyet için bk. 4/Nisâ, 116)

 

“… Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, ittika edip sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” (7/A’râf, 156)

 

"Nihâyet, Firavun suda boğulup can çekişirken ‘inandım, hakikat İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım’ demişti. Şimdi mi iman ediyorsun?! Halbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan olmuştun." (10/Yûnus, 90-91)

 

“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette ‘kötülük benden gitti’ der. Çünkü o (bunu derken) şımarıktır, kibirlidir. Ancak (musîbetlere) sabredip sâlih amel/güzel iş yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve bir büyük mükâfat vardır.” (11/Hûd, 9-11)

 

“Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (12/Yûsuf, 87)

 

“…İman edenler (kâfirlerden) ümitlerini kesmediler (ve anlamadılar) mı ki -bilmediler mi- Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi (ama Allah öyle dilememiştir)…” (13/Ra’d, 31)

 

“(İbrâhim) dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?” (15/Hıcr, 56)

 

"Biz insan üzerine nimetler akıttığımızda o Bizden yüz çevirip yan çizer. Ona bir şer dokununca da çok ümitsiz birisi haline geliverir." (17/İsrâ, 83) 

 

"Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla sevinirler, fakat kendi ellerinin sunduğu (şeyler) sebebiyle onlara bir kötülük isâbet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılırlar." (30/Rûm, 36)

 

"Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine duâ ederler." (32/Secde, 16)

 

"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir. Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun. Kişinin ‘Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim’ diyeceği günden sakının.”  (39/Zümer, 53-56)

 

"O çetin azâbımızı (be’simizi) gördükleri vakit ‘tek olan Allah'a inandık, O’na eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Fakat azâbımızı (be'simizi) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi (verecek değildir). Allah'ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrâna uğradı (o zaman hüsrâna uğrayacaklardır)." (40/Mü'min, 84-85)

  

"İnsan, hayr/iyilik istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer/kötülük gelince ümitsizliğe/yeise düşer, me’yûs olur. Başına gelen bir sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak ‘elbette bu benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem muhakkak ki O’nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım’ der. Andolsun ki Biz muhakkak kâfirlere yaptıklarını bildireceğiz ve andolsun ki muhakkak Biz onlara ağır bir azap tattıracağız.” (41/Fussılet, 49-51)

 

“O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, velîdir/hakiki dosttur, hamîddir/övülmeye lâyık olandır.” (42/Şûrâ, 28)

 

"Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir." (60/Mümtehıne, 13)

 

"Fakat insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu bolca nimetlendirse 'Rabbim bana ikramda bulundu' der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa (azaltsa), hemen der ki, 'Rabbim bana ihânette bulundu." (89/Fecr, 15-16)

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Yeis ve Allah'ın Rahmeti

 

"Mü’minler Allah'ın azap ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi." (Müslim, Tevbe 23)

 

“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.” (Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16).

 

"Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu bir kısrak (dişi at), yavrusunun daha rahat emebilmesi için bu sâyede ayağını kaldırır."  (Buhârî, Edeb19, Rikak 18; Müslim, Tevbe 17; Tirmizî, Deavât 100)

                       

"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği  kimseler yaratırdı." (Müslim, Tevbe, 9, hadis no: 2748; Tirmizî, De'avât 105, h. no: 3533)

Rezîn şu ziyadede bulundu: "Resulullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım." (Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir -4, 20-) (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/533)

 

Açıklama: Tîbî der ki: "Hadiste, Allah hususunda aldananların vehmettikleri gibi, günah işlemekte berdevam olanlara teselli mevcut değildir. Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları günahlara banmaktan kurtarmak için gönderildiler. Hadis, Allah Teâlâ Hazretlerinin affını, günahkârları tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Öyleyse hadisten murad olan ma'nâ şöyle olmalıdır: Allah Teâlâ, muhsin olanlara  vermeyi sevdiği gibi, günahkar olanları da affetmeyi sevmektedir. Buna, Allah'ın birçok ismi delalet eder: "Gaffâr, Halîm, Tevvâb, Afüvv gibi. Yahud, kullarını tek bir şe'n üzere yaratmamıştır,  nitekim melekler günah işlemekten uzak olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı hevâya meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır. Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile mübtela ettikten sonra tevbeyi öğretir. Eğer ibtilâya rağmen hevâya uymazsa ecri Allah'a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/533-534)

 

"Bir kul günah işledi ve: ‘Yâ Rabbi, günahımı affet!’ dedi. Hak Teâlâ da: ‘Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Ey Rabbim günahımı affet!’ der. Allah Teâlâ da: ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Ey Rabbim beni affeyle!’ der. Allah Teâlâ da: ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle muâheze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni affettim!’ buyurdu." (Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29, h. no: 2758)

 

Açıklama:

1- Âlimler umumiyetle tevbe ile istiğfar arasında bir fark gözetirler ve bu hadisin açıklaması sadedinde bu farkı belirtmeye çalışırlar. İbnu Hacer'den kaydedeceğimiz müteakip nakiller ve yorumlarda bu husus görülecektir.

 

İbn Battal demiştir ki: "Bu hadis, günahta ısrar eden kimsenin durumunun Allah'ın meşîetine kaldığını gösterir: Allah dilerse azab verecek, dilerse affedecektir. Affı, onun yaptığı haseneleri galib kılarak olacaktır. O haseneler de kendini affeden ve azab eden bir Rabbinin var olduğuna olan inancı ve buna binaen O'ndan mağfiret dilemesidir. Bu hususa şu âyet delâlet eder:  "Kim bir hasene getirirse ona on misli ecir vardır" (En'âm 160). Tevhid'den daha büyük bir hasene yoktur. Denirse ki: "Kişinin Rabbine istiğfarı kuldan vâki olan bir tevbedir." Cevaben deriz ki: "İstiğfar mağfiret talebinden daha ileri bir şey değildir. Onu, bazan günahta ısrarlı olan kimse de, tevbekâr da taleb eder. Hadiste, affedilmesini istediği günahta tevbekâr olduğuna delil yoktur. Zira tevbenin tarifi: Günahtan vazgeçmek, bir daha geri dönmemeye azmetmek ve ondan  tamamen kopmaktır. Tek başına istiğfardan bu ma'nâ anlaşılmaz." Başka âlimler de şöyle demiştir: "Tevbenin şartı üçtür: "Günahtan ayrılmak, pişman olmak, bir daha dönmemeye azmetmek." Günahtan  vazgeçme tabiri nedamet ma'nâsını ifade etmez, bilakis o, kopma ma'nâsına  daha yakındır." Bazı âlimler de: "Tevbede, kendinden günahın vâki olması üzerine nedametin tahakkuk etmesi kafidir, zira, bu (nedamet) ondan kopmayı ve bir daha dönmeme azmini gerektirir. Bu iki şey, nedametten  neş'et eder, onunla birlikte bulunan diğer iki asıl değildir. Bu sadedde olmak üzere hadiste "Nedamet tevbedir" hükmü gelmiştir."

 

Kurtubî, el-Müfhim'de der ki: "Bu hadis, istiğfarın faydasının büyüklüğüne, Allah'ın fazlının büyüklüğüne, rahmetinin, hilminin, kereminin genişliğine delalet eder. Fakat bu istiğfar, günahta ısrar düğümlerini çözen ve nedameti hâsıl eden bir dile mukârin olarak, ma'nâsı kalbte sabit olan istiğfardır. İşte bu, tevbenin tercümesidir. Buna şu  hadis şehadet eder: "Hayırlınız günaha düşmüş tevbekârdır." Müfetten'in ma'nâsı, "günahı tekerrür edip tevbe eden kimse" demektir (Müfetten: Münâvî, bu kelimeyi: "Allah tarafında günaha imtihan edilen, sonra tevbe edip sonra günaha dönen, sonra tekrar tevbe eden" diye açıklar). Yani her ne zaman günah işlerse derhal tevbeye koşan kimsedir. Diliyle "estağfirullah" deyip kalbiyle o günahta ısrar eden değil; böyle birisi, istiğfarı da istiğfara muhtaç olan kimsedir."

 

İbn Hacer, bu hususa İbnu Ebi'd-Dünya'nın İbnu Abbâs'tan tahriç ettiği şu merfu hadisi şahid olarak kaydeder: "  "Günahtan tevbe eden, günah işlememiş kimse gibidir, günahtan istiğfar edip işlemeye devam eden, Rabbi ile istihza (alay) eden gibidir." Râcih olan şu ki, "Günahtan istiğfar edip..." diye başlayan kısım İbnu Abbâs'ın sözüdür. Evvelki kısım, İbnu Mâce ve Taberânî'de İbnu Mes'ud hadisi olarak kaydedilmiştir.   خِيَارِكُمْ كُلُّ مُفَتَّنٍ تَوَّابٍ  hadisini de Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs'te Hz. Ali'den kaydetmiştir. Kurtubî der ki: "Bu hadisten elde edilen fâide şudur: "Günaha tekrar bulaşmaya yönelmek, tevbeyi bozmak olması haysiyetiyle ikinci sefer işlenen günah her ne kadar yeni başlamaktan daha kötü ise de, tevbeye avdet, onu ilk defa yapmaktan daha iyidir, çünkü tevbeye ikinci kere meyil, kerim olan Allah'tan talebe devam  ve istediğinde ısrar ve O'ndan başka affedicinin olmadığını itiraftır." Nevevî de şunu söyler: "Hadiste şu hüküm vardır: Günahlar, yüz kere, hatta bin ve daha çok kere tekrar edilse de kişi her seferinde tevbe etmişse tevbesi makbuldür. Veya bütün günahlardan bir tek tevbe ile tevbe etse yine de tevbesi sahihtir.

 

2- Hadisin sonunda geçen "Dilediğini yap..." ibaresinin  ma'nâsı: "Günah işlemeye devam edip arkadan da tevbe ettikçe seni affederim"  demektir. Kitabu'l-Ezkar'da er-Rebî İbnu Haysem'in şu sözü kaydedilmiştir: "Estağfirullah ve etubu ileyhi (Allah'tan mağfiret  diliyor, O'na tevbe ediyorum)" deme. Bu söz, yapmadığın takdirde yalan ve günah olur. Bilakis şöyle  söyle: "Allahümmağfir lî ve tüb aleyye. (Allah'ım, beni mağfiret et ve bağışla.)" Nevevî der ki: "Bu güzeldir, ancak estağfirullah demenin mekruh olması ve bunu "yalan"la tesmiye muvafık olmaz. Zira, estağfirullah'ın ma'nâsı Allah'ın mafiretini taleb ediyorum demektir, bu yalan olamaz." İbnu Hacer, bu meselede Nevevî'ye değil, er-Rebî'ye hak verir ve "Tevbe edip de tevbesini yerine gtirmemek Rebînin  dediği üzere "yalan"dır der. Ayrıca Rebî'nin sadece estağfirullah kısmını değil her iki lafzı da  kasdetmiş olmasının muhtemel olduğunu ve sözünün tamamının sahih olduğunu belirtir.

 

3- İstiğfar'la da ilgili olarak İbnu Hacer şu açıklamayı kaydeder:"es-Sübkî el-Kebîr'in, Hulbiyat'ında gördüm, diyordu ki: "İstiğfar, mağfiret talebidir, bu lisanla veya kalble veya her ikisiyle de olur. Birincisi faydalıdır, zira söylemek sükuttan hayırlıdır, hem de dil hayırlı söze alışır. İkincisi de cidden faydalıdır. Üçüncü ise, her ikisinden daha faydalıdır, ancak kalb ve lisan, tevbe olmadıkça günahı temizleyemezler. Zira günahta musır olan âsi mağfiret diler de, bu, ondan tevbenin de olmasını  gerekli kılmaz." Sübkî, sözünü şöyle noktalar: "İstiğfarın "tevbe"den farklı bir ma'nâ taşıdığı hususunda söylediğim söz, kelimenin  vaz'edilişi itibariyledir. Ancak pek çok âlim nazarında gâlib olan husus estağfirullah lafzının tevbe  ma'nâsında olduğudur. Öyleyse kimin inancı böyle ise, bu kimse şüphesiz estağfirullah'la tevbe murad ediyor  demektir."

 

Sübkî son olarak der ki: "Bazı âlimler, "Tevbenin, istiğfâr olmadıkça eksik olacağını, tamam olması için mutlaka istiğfar da gerektiğini söylerler ve bu kanaatlerine şu âyeti delil gösterirler: "Rabbinizden mağfiret dileyin ve Ona tevbe edin ki..." (11/Hûd, 3) (İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/535-537)

 

"Allah Teâlâ diyor ki: "Ey âdemoğlu! Sen Bana duâ edip, (affımı) ümid ettikçe Ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, Ben seni affederim. Ey âdemoğlu! Senin günahın semânın bulutları kadar bile olsa, sonra Bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey âdemoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın Bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım." (Tirmizî, De'avât 106, h. no: 3534)

 

"Bir adam: (Vallahi Allah falancayı mağfiret etmiyecek!’ diye kestirip attı. Allah Teâlâ  da: ‘Falancaya mağfiret etmiyeceğim hususunda yemin eden de kim?  Ben ona mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!’ buyurdu." (Müslim, Birr 137, h. no: 2621)

 

Açıklama: Nevevî der ki: "Hadiste, Ehl-i Sünnet'in, Allah affetmek isteyince, tevbesiz de günahı affedebileceğine dair görüşüne delil vardır. Mutezile ise, bu hadisle büyük günahların ameli  ibtal edeceğine istidlal etmişlerdir. Ehl-i Sünnet, amelin ancak küfürle düşeceğine hükmetmiştir. Bu hadisteki adamın amelinin ibtali meselesi "seyyiatının mukabili olarak düşmüştür de, mecazi olarak ibtal  diye isimlenmiştir" şeklinde te'vil edilmiştir. Ehl-i Sünnet, ayrıca, adamın küfrü gerektiren bir başka amelin cereyan etmiş olma ihtimalini de ileri sürmüştür. "Mamafih, bu haber bizden önceki şeriatlerin birine aittir ve o şeriatte hüküm böyledir (büyük günahlar da ameli iptal ederdi)." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/538)

 

"Benî İsrail'de birbirine zıt maksad güden iki  kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri de ibâdette gayret gösteriyordu. Âbid olan diğerine günah işerken rastlardı da: ‘Vazgeç!’ derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, ‘vazgeç’ dedi. Öbürü: ‘Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?’ dedi. Öbürü: ‘Vallahi Allah seni mağfiret etmez.’ Veya: ‘Allah seni cennetine koymaz!’ dedi. Bunun üzerine Allah ikisininde ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabbülâlemînin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ ibâdette gayret edene: ‘Sen benim elimdekine  kaadir misin?’ dedi. Günahkâra da dönerek: ‘Git, rahmetimle cennete gir!’ buyurdu. Diğeri için de: ‘Bunu ateşe götürün!’ diye emretti."

Hadisi rivâyet eden Ebû Hüreyre (r.a.) der ki: "(Adamcağız Allah'ın gadabına dokunan münâsebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, âhiretini de  hebâ etti." (Ebû Dâvud, Edeb 51, h. no: 4901)

 

Açıklama: Bu hadis, amele güvenmemek gereğinde canlı bir örnek sunmaktadır. Yapılan hayırlı amellere rağmen  nasıl bir sonla karşılaşacağını kimse bilemez. Keza şer üzere olan kimselere karşı da peşin hükümlü olmamak, onların da hayırlı bir sonla bahtiyarlar zümresinden olabileceğini nazar-ı dikkate almak gerekmektedir. Resulullah (s.a.s.), bir Müslim hadisinde  "Kendisinden başka ilah olmayan zata yemin olsun, biriniz cennet ehlinin amelini işler işler, cennetle arasında bir zira'lık bir mesafe kala, kader galebe çalar, ateş ehlinin amelini işleyiverir ve ateşe gider. Biriniz cehennem ehlininin amelini işler işler, cehennemle arasında bir zirâ mesafe kala kader galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işler ve cennete girer."

 

Şu halde dinimizde amele güvenmemek, ölünceye kadar, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden ümid, gadabından da korku üzere olmak esastır. Âlimler, kesinlikle "cennetliğim" veya kesinlikle "cehennemliğim" demeyü büyük günahlardan addetmişlerdir. Bir başkası hakkında verilecek  hüküm de böyle. Kimse hakkında kesinlikle "cennetliktir", "cehennemliktir"  gibi kesin hüküm verilemez. Bu gayba âşinâlık iddası olur. Dinimizde kesinlikle cennetlik olduğu belirtilen belli sayıda insan vardır, onlara Aşere-i Mübeşşere (on müjdelenmişler) denir. Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, bu islâmî prensibi tesbit ve takrir etmektedir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/539-540)

 

"Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: ‘Ben ölünce, cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgârın önünde saçın, Allah'a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azâbı verir!’ Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz'a emrederek: ‘Sende ondan ne varsa Bana toplayıver!’ dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. ‘Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın?’ diye Rabb Teâlâ sordu. ‘Senden korktuğum için ey Rabbim!’ cevabını verdi. Allah Teâlâ bu cevap  üzerine onu affetti." (Buhârî, Tevhid 35, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 25, h. no: 2756; Muvattâ, Cenâiz 51, -1, 240-; Nesâî, Cenâiz 117, h. no: 4, 113)

 

Açıklama:

1- Hadis Buhârî'de çeşitli vecihlerde gelmiştir ve her vechinde  bir kısım farklılıklar mevcuttur.

 

2- Hadiste, adamın "Rabbim beni bir yakalarsa" (kelimesi kelimesine "Rabbim beni yakalamaya muktedir olursa" demesi, ölümden sonra dirilme hadisesini ve hatta, Allah'ın kudretini inkar ma'nâsı taşıdığı halde, bu adamın aff-ı ilahiye mazhar olması, ülemânın münakaşasına sebep olmuştur. Hattâbî şöyle der: "Adam dirilmeyi inkar etmiyor. Cahillik sebebiyle  zannetti ki, kendine böyle yaparsa bir daha geri dönmeyecek ve azab görmeyecek. Nitekim bunu Allah'ın korkusundan yaptığını söylemekle imanını izhar etmiş olmaktadır."

 

İbn Kuteybe der ki: "Mü'minlerden bir kısmı bazı sıfatlarda yanılırlar,  bundan dolayı onlar tekfir edilmezler."

 

İbnu'l-Cevzî bu görüşü reddeder ve: "Kader sıfatının inkarı ittifakla küfürdür. Allah beni yakalamaya  muktedir olursa" sözünün ma'nâsı,  daraltmaktır. Nitekim “Fekadera aleyhi rizkahû  âyetinde de böyledir: "Allah kimin rızkını  daraltırsa.." demektir" diye tevil eden de olmuştur" der.

 

Bazıları bu kimsenin Fetret  devrinde olması sebebiyle imanın bütün şartlarını bilmeyeceği, bu sebeple bazı yanılgılara düşebileceği bizim  açımızdan ciddi bir hata sayılabilecek yanlış sözler söyleyebileceği, bütün bunlara rağmen  tekfir edilemeyeceği hususunu belirtmişlerdir.

 

Bazı âlimler, ye'sin dehşetinden ve üzerinde korkunun galebe çalmasıyla aklının gitmiş olacağından dolayı yanlış kelam ve davranışlara düşebileceği, o yanlış sözleri kasden, ifade ettiği ma'nâda söylemediğini,  içinde bulunduğu halet icabı gaflet, zühul ve unutma gibi, sahibinin muâheze edilemeyeceği bir vasatta söylemiş olabileceğini  ileri sürmüşlerdir. Bu meyanda "O şahsın şeriatinde kâfirin de mağfirete mazhar olmasının caiz olması" gibi kabulü mümkün olmayan tevile bile yer veren olmuştur.

 

Hadiste, anlatılan vak'anın, işlenen günah ne kadar büyük bile olsa Allah'ın rahmetinden ümid kesilmemesi gerektiği hakikatının  herkesçe anlaşılabilecek ve zihinlerde kolayca yer edebilecek canlı bir temsil, bir mizansen üslubuyla anlatılmış olması da  ihtimalden uzak değildir. Muhtevaya bu açıdan bakınca temsilde hata olmaz prensibiyle detaya değil, maksada  hasr-ı nazar edilir ve bir kısım tekellüflü tevillere gerek kalmaz (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/541-542).

 

"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları  affedebilir." (Ebû Dâvud, Fiten 6, h. no: 4270)

 

Açıklama: Bu hadis, uzunca bir rivayetten bir parçadır. Hadisin zahiri, bir mü'mini meşru bir sebep olmadan taammüden (bile bile, kasıdla) öldüren kimsenin mağfirete mazhar olamayacağını ifade etmektedir. Nitekim bu ma'nâyı teyid eden âyet-i kerime de var: "Kim  bir mü'mini taammüden öldürürse onun cezası ebedî kalacağı cehennemdir" (Nisa 93). İşte bu, İbnu Abbâs'ın görüşüdür. Ancak selefin cumhuru ve Ehl-i Sünnetin tamamı âyette gelen hükmü tağlize hamlettiler ve katilin tevbesinin de diğer günahkârların tevbesi gibi sahih olacağını söylediler. Ve dediler ki: "Cezası cehennemdir" sözünün ma'nâsı, "Hak Teâlâ'nın "Allah kendisine şirk koşanı affetmez, bunun dışında dilediğini affeder" âyetine temessüken (uyarak), dilerse onu mükâfatlandırır" demektir. Bu hususa delil doksandokuz kişiyi öldürüp sonra tevbe için râhibe gelince, "Bunun tevbesi yok" cevabı üzerine onu da öldürüp yüze tamamlayan İsrailli katildir. Bu  durum, bu ümmetten  öncekiler  için sâbit olursa, kendinden önce mevcut olan birçok ağır teklifler üzerinden kaldırılmış olan bu ümmet için evleviyetle mevcuttur."

Yani, âlimler getirdikleri açıklamalara dayanarak bu hadisin zâhiriyle amel etmezler, teviliyle amel ederler (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/543).

 

"Cehenneme giren iki  kişinin oradaki bağırtıları şiddetlenecek. Allah Teâlâ: (Çıkarın bunları!’ buyuracak. Onlara: ‘Niçin bağırıyorsunuz?’ diye soracak. Onlar: ‘Bize merhamet  edesin diye böyle yaptık!’ diyecekler. Rab Teâlâ: ‘Benim size rahmetim, gidip kendinizi ateşe atmanız şeklindedir!’ buyuracak. Onlar gidecekler. Biri kendisini ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selâmetli kılacak. Diğeri kalkar fakat kendini ateşe atamaz. Allah Teâlâ: ‘Arkadaşının  attığı gibi, seni de  kendini atmaktan alıkoyan nedir?’ diye sorar. Adam: ‘Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere daha göndermeyeceğini ümid ediyorum!’ der. Allah Teâlâ: ‘Haydi ümidini verdim!’ der. İkisi de Allah'ın rahmetiyle cennete sokulurlar." (Tirmizî, Cehennem 10, h. no: 2602)

 

"Cennete en son giren  kimse, bazen yürür, bazen ağlar. Ateş de  arada sırada onu yalar geçer. Cehennemi tamamen geçince dönüp ona bir nazar eder ve: ‘Senden beni kurtaran Allah münezzehdir! Allah Teâlâ, bana evvelîn ve ahirînden hiç kimseye vermediği şeyi verdi!’ der. Derken ona bir ağaç gösterilir. ‘Yâ Rabbi! der, beni  şu ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim, suyundan içeyim.’ Allah Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Dilediğini versem Benden başka bir şey istemezsin değil mi?’ der. Adam: ‘Ey Rabbim, ondan başka bir şey istemeyeceğim!’ der ve başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de onun özrünü kabul eder. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu ağaca yaklaştırır. Adamcağız, onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra adama, evvelkinden daha güzel bir ağaç daha gösterilir. Dayanamayıp:  ‘Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, artık Senden başka bir şey istemeyeceğim!’ der. Allah Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Bana öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş miydin? Ben seni yaklaştıracak olsam başka şeyler de isteyeceksin!’ der. Adam, başka şey istemeyeceği hususunda söz verir. Rabbi de onu mâzur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Adamı ona yaklaştırır. Adam onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra ona cennetin kapısının yanında bir ağaç yükseltilir. Bu ağaç diğer ikisinden daha güzeldir. Adam yine: ‘Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır da  gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, senden başka bir şey istemiyorum!’ der. Rab Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Sen, ondan başka bir şey istemeyeceğine dair Bana söz vermemiş miydin?’ der. Adam: ‘Evet, Rabbim! Senden, başka bir şey istemeyeceğim!’ der. Rabbi onu mâzur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği bir şey  görmüştür. Onu  bu ağaca yaklaştırır. Adam ona yaklaştırılınca cennet ehlinin seslerini işitir. (Dayanamayıp): ‘Ey Rabbim! Beni cennete sok!’ der. Rab Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Beni senden kurtaracak şey nedir! Dünya kadarını ve beraberinde mislini versem râzı olur musun!’ der. Adam: ‘Ey Rabbim! Benimle istihzâ mı ediyorsun? Sen ki  Âlemlerin Rabbisin!’ der.” Hadisi rivâyet eden râvî İbn Mes'ud bu noktada güldü ve: ‘Niye güldüğümü sormuyor musunuz?’ dedi. Niye güldün, söyle! dediler. "Rasûlullah (s.a.s.) da böyle  gülmüştü. "Niye  güldünüz?" diye soruldu da: "Rabbül’âlemîn'in, adamın ‘Sen ki âlemlerin Rabbisin, benimle istihzâ mı  ediyorsun?’ deyince gülmesine gülüyorum!’ dedi. Allah Teâlâ: ‘Ben seninle istihzâ etmiyorum. Lâkin Ben Azîmüşşan dilediğimi yapmaya kadirim!’ buyurdular." (Müslim, İman 310, h. no: 187)

 

"Allah Teâlâ diyor ki: ‘Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, Beni andıkça Ben onunla beraberim. O, Beni içinden anarsa Ben de onu içimden anarım. O, Beni bir cemaat içinde anarsa, Ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet Bana bir karış yaklaşacak olursa, Ben ona bir zirâ yaklaşırım. Eğer o, Bana bir zirâ yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." (Buharî, Tevhid 15;  35; Müslim, Zikr 2, h. no: 26 75, Tevbe 1, h. no: 2675)

 

Açıklama:

1- Hadise göre, Allah, kulun Allah hakkındaki zannına göredir. Yani Allah, kul ne şekilde tasavvurda bulunursa onu yapabilecek güçtedir. İbnu Hacer, bu ifadede kulu, Allah hakkında hüsn-ü zanda yani ümid içinde olmaya teşvik bulur. Kişi Allah'ın kendisini cezalandıracağını düşününceye kadar, affedeceğini düşünmesi daha muvafıktır. Bir başka ifade ile dinimizde Allah'a karşı takip edilecek edebte beyne'rreca ve'lhavf (ümid ve korku ortasında olmak) Allah'ın af, mağfiret ve rahmetinden ümid ettiğimiz kadar da celalinden, gadabından, azabından korkmak gerekmektedir. Allah telakkimizde mühim bir esastır ve bu muvazeneyi iki taraftan birinin lehine bozmak caiz değildir.

 

İşte sadedinde olduğumuz hadis, muvazeneyi ümid lehine  bozmaya teşvik etmektedir. Çünkü Allah'ın, hakkındaki  zannımıza göre bize davranması esas olunca, her insan iyi zanda bulunmayı tercih eder, buna meyyaldir.

 

Nevevî, İslâm  ulemâsının şu görüşte olduğunu kaydeder: "Allah hakkında hüsn-ü zannın manası O'nun  kendisine merhamet ve afla muamele edeceğine inanmasıdır." Kişi sıhatli halde korku ve ümid içindedir. Her iki duygu  eşittir. Bazısı: "Korku galiptir" demiştir. Ancak ölüm emareleri yaklaştıkça ümid galip olur veya sırf ümid hakim olur. Zira korkudan maksad measiden, çirkinliklerden sakınmak; taat ve hayırlı amelleri çok yapmada hırstır. Yaşlılık halinde bunların veya çoğunluğunun yapılması zorlaşır. Bu sebeple artık hüsn-ü zannda bulunmak müstehab olur. Yeter ki  bu, Allah'a karşı iftikarı tazammun etsin, kişiyi O'ndan istemeye sevketsin." Esasen  Müslim'in bir rivayetinde "Sizden kimse Allah  hakkında hüsn-ü zannda bulunmadan  ölmeyecektir" buyrulmuştur. Bu hadis ölüme yakın Allah'ın rahmetinden ümidin galebe çalacağını ifade eder. Bu hususu, yine Müslim'de kaydedilen bir diğer hadis dahi teyit etmektedir: "Her kul ne üzerine ölürse o şey üzerine diriltilir." Öyleyse yaşlılıkta ümidin galebe çalması, Allah hakkında hüsn-ü zann, Rabb-ı Rahim'in rahmetine itimad İslamî edebe aykırı olmamakta, bilakis müstehab olan edebi teşkil etmektedir.

 

2- Bazı âlimler, sadedinde olduğumuz hadiste geçen zan kelimesinin "bilmek" manasına geldiğini söylemişlerdir. Bu durumda mana: "Kişi Allah'ı nasıl bilirse, Allah kendisine öyle muamele eder" olur.

 

Kurtubî, hadisle ilgili bir başka yorum kaydeder: "Bazıları "Kulumun hakkımdaki zannı"ndan muradın, "Dua sırasında  duaya icabet edileceği zannı, tevbe sırasında tevbenin kabul edileceği zannı, istiğfar sırasında mağfiret zannı, şartlarına uygun yapılan ibadet sırasında mükafaat verileceği zannı" olduğunu söylemiştir. Böyle düşünenlere göre Cenab-ı Hak sadıku'lva'd'dır. Yani o vaadinde  sadıktır, doğrudur. Madem ki Resulü bu vaadi haber vermiştir, bizim buna inanmamız, hüsn-ü zannı esas almamız gerekir. Nitekimbir başka hadiste "Size icabet edileceğine inanarak Allah'a duada bulunun" buyurur.  Kurtubî devamla der ki: "Bu sebeple, kişiye kendisine terettüp eden vacipleri, Allah'ın onları kabul edeceği ve kendisini mağfiret buyuracağı hususunda muknî olarak yapmaya gayret etmesi gerekir. Çünkü Allah böyle vaadetmiştir. O vaadinden dönmez. Eğer kişi, yaptığını Allah'ın kabul etmeyeceğine, bunun kendisine fayda getirmeyeceğine inanırsa bu, Allah'ın rahmetinden yeis yani ümidi   kesmek olur. Bu ise, büyük günahlardan biridir. Kim de böyle düşünerek ölürse kendisine, düşündüğü şekilde muamele edilir. Nitekim mezkur hadisin bazı tariklerinde "durum budur, artık kulum,  hakkımda nasıl isterse  öyle zannda bulunsun" demiştir."

 

Buna rağmen âlimlerimiz mağfiret zannında ısrarın, halis cehalet ve aldanma olduğunu, böyle bir durumun kişiyi Mürcie mezhebine götüreceğini belirtirler.

 

3- Hadiste geçen "Kişi  beni zikredince ben onunla beraberim"  ibaresindeki beraberlik, zatî beraberlik değil,  ilmî beraberliktir. Yani Cenab-ı Hakk: "İlmimle beni zikredenin yanındayım, beni zikrettiğini bilirim"  demiş olmaktadır; şu ayette geçtiği üzere "Allah: "Korkmayın" buyurdu. Şüphesi Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm" (20/Tâhâ, 46). Bu  beraberlik şu ayette ifade edilen  beraberlikten daha hususidir. "Üç kişi arasında gizli bir konuşma geçmez ki dördüncüsü Allah olmasın. Beş kişi olmaz ki, altıncısı Allah olmasın. Bundan az da olsalar, çok da olsalar farketmez; nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir" (Mücadele 7).

 

4- Zikrin çeşitleri: Bu hadisi açıklama sadedinde alimler, dört çeşit zikirden bahsederler:

Lisanla olan zikr,

Kalple olan zikr,

Hem lisan ve hem de kalple olan zikr,

Emre uymak, nehiyden kaçınmakla olan zikr.

 

5- Hadiste,  kulun "Allah'ı içinde zikretmesi", gizlice O'nu tenzih ve takdis etmesidir. Allah'ın kulu zikretmesi de sevap ve rahmetle gizlice anmasıdır.

 

6- Melek mi Üstün, İnsan mı?

Hadiste geçen "Kulum beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu ondan daha hayırlı bir cemaat içerisinde anarım" ibaresini bazı alimler meleklerin insanlardan efdal oldukları hususunda nass kabul etmişlerdir. İbnu Battal: "Bu cumhurun görüşü" der. Ancak ehl-i sünetin cumhuru, insanlardan salih olanların diğer  cinslerin hepsinden efdal olduğuna hükmetmiştir.

 

Meleklerin mutlak üstünlüğünü iddia edenler, felsefeciler olmuş, bunları Mutezile takip etmiş, mutasavvıflardan bazı kimseler de bu görüşü benimsemiştir. Keza az sayıda Zahiri de aynı iddiaya düşmüştür.

 

Bazıları da her ikisinin ayrı ayrı faziletlere sahip olduğunu söylemiştir. Bunlar şöyle derler: "Meleğin hakikatı insanın hakikatından üstündür. Çünkü o,  nûrânidir, hayırlıdır, latifdir; ayrıca geniş bir ilme, büyük bir kudrete ve saf bir cevhere sahiptir. Ancak bu durum melek sınıfına giren  her bir ferdin, insan sınıfına giren her bir ferde üstün olmasını gerektirmez. Çünkü insanların bazı fertlerinde melekteki vasıflar fazlasıyla bulunabilir, bu caizdir."

 

Bazı alimler aradaki ihtilafı, salih insanlarla melekler arasında sınırlar. Bir kısmı bunu peygamberlerle sınırlar.

 

Bazı alimler de, meleklerin peygamberler dışındaki insanlardan üstün olduğunu ileri sürmüştür.

 

Bazıları da meleklerin Peygamberimiz (s.a.s.) hâriç, bütün peygamberlerden de üstün olduğunu iddia etmiştir.

 

Rasûlullah (s.a.s.)'ın melekten üstün olduğunu söyleyenlerin bir delili, Allah'ın meleklere emredip, Hz. Adem aleyhisselam'a secde ettirmesidir. Bu secde Adem'i büyükleme gayesine matuftur. Bu sebeple İblis, bunu  kibrine yediremeyip Kur'an'da muhtelif ayetlerde geçtiği üzere bahaneler ileri sürüp secde etmemiştir.

 

Ayette Cenab-ı Hakk Adem için "ellerimle yarattığım" (Sad 75) tabirini kullanır.

 

Bir başka Kur'anî delil "Allah Adem'i, Nuh'u, Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran'ı alemler üzerine seçip çıkardı" (3/Âl-i İmran 33) ayetidir.

 

Keza bir diğer delil şu  ayettir: "Göklerde  ne var, yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi..." (Casiye 13). "Ayette geçen "hepsi" içerisine melekler de girer. Kendisine teshir edilen, kendisi teshir edilenden efdaldir" denmiştir.

 

Ayrıca: "Melaikenin taati yaratılışı gereğidir. Beşerin taati ise nefis mücadelesiyledir. Çünkü insan tabiatına şehvet, hırs, heva, gadab gibi duygular konmuştur. Bu duygularla birlikte ibadet meşakkatlidir."

 

Ayrıca meleklerin taati kendilerine Allah'tan gelen emir  iledir. Beşerin taati ise, bazısı nassla, bazısı içtihatla bazısı istinbatladır ve meşakkatlidir.

 

Melekler, şeytanların vesveselerinden, atacakları şüphelerden ve saptırmalardan selamette oldukları halde, bunlar insanlar hakkında caizdir. Melekler melekûtî hakikatları görebilirler. İnsanlar ise bunları göremez. Allah'ın bildirmesiyle bilgi sahibi olabilir.

 

7- Kulun Allah'a, Allah'ın  da kula yaklaşması, bu yaklaşmayı "yürüyerek" veya "koşarak" yapma meselesi:

 

İbn Battal der ki: "Bunlardan her biri hakikate de mecaza da  hamledilebilir; ikisi de muhtemeldir. Hakikata hamli, mesafe katetmeyi ve cisimlerin birbirine yaklaşmasını gerektirir. Ancak bu, Allah Teala  hakkında muhaldir. Arap dilinde meşhur olduğu üzere, bir sözün hakikate hamlinin muhaliyeti ortaya çıkınca mecaz olması kesinlik kazanır. Öyleyse kulun Allah'a karışla, zira ile yaklaşma sıfatının ve Allah'a gelmesinin, yürümesinin manası, O'na yaptığı itaatiyle, farz ve nafilelerden eda ettikleriyle elde ettiği (manevi) yakınlıktır. Allah'ın kuluna yaklaşması, ona gelmesi, yürümesi de kulun taatine sevap vermesi, rahmetiyle yakınlaşmasıdır. Böylece Cenab-ı Hakk'ın "Ona koşarak gelirim" demesinin manası: "Ona sevabım süratle gelir" demektir." Taberi'den nakledildiğine göre, "az bir ibadet  "karış"la temsil edilirken, Cenab-ı Hakk'ın sevab ve ikramında bolluk "zira" ile temsil edilmişir. Bu hal, Cenab-ı Hakk'ın, ibadete tevessül eden kuluna olan sevap ve ikramının bolluğuna bir delil kılınmıştır."

 

Râgıb'ın açıklaması biraz daha farklı: "Kulun Allah'a yakınlığı, sadece Allah'ı tavsifte  kullanılması caiz olan birkısım sıfatları -Allah'ı tavsif ölçüsünde olmasa da- kullara da tahsis etmektir; hikmet, ilm, hilm,  rahmet vs. gibi sıfatlar bu gruba girer. Bunlar kulda, cehl, hafiflik, gadab vs. bir kısım manevi pisliklerin izalesiyle beşeri takat ölçüsünde hasıl olur. Bu yakınlık bedenî değil, ruhanî bir yakınlıktır." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/264-265)

 

İbn Abbas (r. anhumâ) anlatıyor: "Bir kavim cinâyete bulaştı ve çokca adam öldürdü, zinâya bulaştı ve bunda ileri gitti. Şirke düşerek tevhid'i ihlâl etti ve bunda ileri gitti.  Sonunda Hz. Peygamber (s.a.s.)'e mürâcaat ederek: ‘Ey Muhammed! Bizi dâvet ettiğin şeyler gerçekten güzel. Ancak, önceden işlediğimiz günahların bir kefâreti var mı; bize önce bundan haber versen!’ dediler. Bunun üzerine şu âyet indi: "Onlar ki Allah'ın yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunlar(dan birini) yaparsa cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o (azabın) içinde hor ve hakir ebedî bırakılır. Meğer ki (şirkten) tevbe edip iyi amel (ve hareket)de bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok mağfiret edici, çok merhamet edendir." (25/Furkan, 68-70). İbn Abbas şu açıklamayı yaptı: "Allah şirklerini imâna, zinâlarını ihsâna (muhsanlık = namusluluk) çevirir (demektir" (Şu âyet de bu mesele üzerine) indi: "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahda) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder. şüphesiz ki O, çok affedicidir, çok merhamet edendir." (39/Zümer, 53). (Nesâî, Tahrimu'd-Dem 2 h. no: 7, 86; Buharî, Tefsir, Zümer 1; Müslim, İmân 193, h. no: 122; Ebû Dâvud, Fiten 6, h. no: 4273)

 

Açıklama: İbn Kesir'in bir açıklamasını kaydedelim: O der ki: "Bu âyet-i kerime, kâfir ve gayr-ı kâfir bütün âsileri tevbeye, Hakk'a yönelmeye davet etmekte ve Allahu Zü'l-Celâl hazretlerinin, günahtan tevbe ve rücû edildiği takdirde bütün günahları affedeceğini haber vermektedir. Günâh her ne çeşitten olursa olsun, ne kadar da çok olursa olsun, hatta deniz köpüğü kadar çok bile olsa. Ancak bu affın, tevbe etmeyene de teşmili sahih değildir. Çünkü şirk, tevbe edilmedikçe affedilmez." İbnu Kesir sonra sadedinde olduğumuz İbnu Abbâs hadisini, bu görüşüne delil zımnında zikreder.

 

Esmâ Bintu Yezid (r. anhâ) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.)'i işittim, şu âyeti okuyordu: "De ki: Ey Kendilerinin aleyhinde(günahda) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder..." (39/Zümer, 53). Rasûlullah âyetin sonuna,  "(kim ne işlemiş olursa olsun) aldırmadan" lâfzını (âyetin tefsiri olarak) ekledi. (Tirmizî, Tefsir, Zümer, h. no: 3235)

 

"Allah, mü'min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir: ‘Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte seyahat etmektedir. Bir ara (yorgunluktan) başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta  arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp: ‘Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım’ der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda  hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte Allah'ın, mü'min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu  adamın sevincinden fazladır."

Müslim'in bir rivâyetinde şu  ziyâde var: "(Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi: ‘Ey Allah'ım, Sen benim kulumsun, ben de Senin Rabbinim." (Buhârî, De'avât 4; Müslim 3, h. no: 2744; Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2499, 2500)

 

Açıklama: Tevbe, şer'î ıstılahta, çirkinliği sebebiyle günah  ameli terkedip, yaptığına pişman olmak ve bir daha dönmemeye azmetmek, günah, şayet zulüm nev'inden ise, kulun hakkını iâde etmek veya hak sahibinden  helallik ve af talebetmektir.

 

Mamafih ulemâ tevbeyi "pişmanlık", "bir daha günah işlememeye azmetmek", "günahtan uzaklaşmak" gibi değişik şekillerde tarif etmiştir. Tevbeyi tarifte, bu üçünü birlikte şart koşan da olmuştur. Tevbe mevzuunda şu hususun da bilinmesi gerekir. Allah nazarında tevbekâr sayılmak için, bu söylenenlerin Allah'ın rızasını taleb  maksadıyla yapılması gerekir. Aksi takdirde mal veya sıhhat endişesiyle israf, içki gibi günahların terki veya halkın ayıplamasından kurtulmak için bir kısım çirkin işleri bırakmak tevbe sayılmaz, bu hususta âlimler ittifak ederler. Bir de mücerred pişmanlık tevbe için yeterli değildir. Pişman olmakla birllikte günahı terketmesi ve dönmemeye azmetmesi gereklidir. Bu nokta-i nazardan, tevbeyi "pişmanlık" olarak tarif edenlerin aldandığı anlaşılır.

 

Tevbe ya küfürden, ya günahtan olur. Küfürden tevbe edenin tevbesi kesinlikle makbuldür. Günahtan tevbe edenin tevbesi, sıdk ile yapılırsa o da makbuldür. Kabulün manası, işlenen günahın zararından kurtulmaktır. Tekrar o günaha dönmediği takdirde, işlememiş gibi olur. Asinin tevbesi Allah'ın hakkına giren  günahtan ise, onu, söylediğimiz şekilde terketmesi kâfidir. Ancak bazıları için şeriat  kaza ve kefâret şartı koymuştur.  Kul hakkına giriyorsa, hakkın hak sahibine ulaşması şarttır aksi takdirde o günahın zararından kurtulamaz. Ancak hakkın ulaşması için elinden geleni yaptığı halde hakkı sahibine ulaştıramadı ise Allah'ın affedeceği ümid edilir. Zira Cenab-ı Hakk tabiatları değiştirir, günahları hasenata çevirir.

 

Abdullah İbnu'l-Mübarek tevbe için başka şartlar da ileri sürmüştür, der ki: "Nedamet etmek, bir daha  dönmemeye azmetmek, kul hakkını ödemek, farzlardan zâyi ettiklerini eda etmek, haramla beslenen bedenden o maddeleri eritip yerine temiz maddeler gelinceye kadar üzüntü ve kedere boğulmak; nefsine, günahın lezzetini  tattırdığı gibi, tâatın elemini tattırmak."

 

Tevbe ve istiğfar birbirine yakın dualardır. Diğer duaların ve ibâdetlerin makbul  olması için de önce tevbe ve istiğfarla dua ve ibâdetlere başlanması tavsiye edilmiştir. Bazı büyükler: "İstiğfarda mı bulunayım, tesbihat mı yapayım?" diye soru soranlara şu cevabı vermiştir: "Kirli elbise, buhurdan ziyade sabuna muhtaçtır."

Şu halde tevbe ve istiğfar için illa da günah işlemiş olmak gerekmez. Allah'a dua  vs. şekilde ibadet edecek olan kimsenin buna "tevbe ve istiğfar"la başlaması,  kirlerden temizlenmesi gerekir. Zîra temizlerin duası daha çabuk icâbet görür. Nitekim Hz. Peygamber: "Allah'a kasem olsun, ben günde yetmiş kereden fazla Allah'a tevbe  ve istiğfar ederim"  buyurmuştur.

 

Kulun tevbesi karşısında Allah'ın sevinmesi, mutlaka affetmek  azmini ifade eder. Hele rivayette olduğu gibi, bu İlâhî sevinç, bir insanın duyduğu  "delice sevinç"le ifade edilmişse, bu tevbeye teşvikte, tevbenin makbuliyetini ifadede beliğ bir üslup, mukni bir metod olmaktadır (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/495-497).

 

"Kim güneş Batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder." (Müslim, Zikr 43, h. no: 2703)

 

“Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/132, 153, III/425, V/362; Tirmizî, De'avât,13, 98; İbn Mâce, Zühd 13, 30)

 

"Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini kabul eder." (Tirmizî, De'avât 103, h. no: 3531; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4253)

 

"Sizden önce yaşayanlar arasında  doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir  râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: ‘Hayır yoktur!’ dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü , kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: ‘Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde olabilir?’ dedi. Ve ilâve etti: ‘Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah'a ibâdet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah'a ibâdet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.’ Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: ‘Bu adam tevbekâr olarak geldi. Kalben Allah'a yönelmişti’ dediler. Azap melekleri de: ‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken insan sûretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: ‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar." Bir rivâyette şu ziyâde var: "Bir miktar yol gidince, ölüm gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden sayıldı." (Buharî, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 46, h. no: 2766; İbn Mâce, Diyât 2, h. no: 2621). Bir diğer rivayette (aynı kıssa ile ilgili olarak) şöyle denmiştir: "Allah Teâla beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı vahyetti, sonra da: ‘Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın’ dedi." (Buhârî, Enbiyâ, 50)

 

Açıklama: Hz. Peygamber (s.a.s.) bazı ulvî hakikatlerin iyice anlaşılması veya hatırda yerleşip kalması gibi, ta'limî (didaktik) ve başka çeşitli maksadlarla hikaye ve teşbihlerle anlatmıştır. Bu üsluba, hadislerde sıkça rastlarız. Yukarıdaki rivayette bunun en güzel örneklerinden birini görmekteyiz. Rasûlullah, İsrâilî diyebileceğimiz bu hikâyede pek çok yüce hakikatleri dile getirmektedir. Hemen belirtmek isteriz ki, bir hikâye için isrâiliyattan demek, onun ihtiva etiği hakikatleri, hikmetleri, incelikleri istiskal etmek, hafife almak demek değildir. Hele, bunların verdiği dersleri Rasûlullah (s.a.s.) da beğenip, anlatmış, ibret nazarlarımıza sunmuş ise. Nitekim "Benî İsrâil hikayelerinden  anlatın, bunda bir zarar yok"  buyurmuştur. Zaman zaman, ashab'a israiliyyat anlattığı rivayetlerde gelmiştir. Ancak, yine de muteber kitaplarımızda rastlanmayan; bir başka ifade ile, Rasûlullah (s.a.s.)'ın anlatımından geçerek nurlanmayan isrâiliyat karşısında ihtiyatlı olmak, hikmet dersi veriyor diye hemen benimsememek gerekir. Aksi takdirde bir kısım hurâfelere kapı açmak İslâm'ın nezâhetine, müsamahasına ters tüşmek ihtimalden uzak değildir.

 

Yukarıdaki hikâyeye gelince, bu, gerçek bir vak'anın hikâyesi olabileceği gibi, hikâyede mündemiç olan hakikatlerin ders verilmesi  için anlatılmış edebî bir parça da olabilir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın tebligatında, bir  kısım lisânî ve örfî  klişelerden, atasözlerinden istifade etmiş olması normaldir. Bu durumlarda hikâyede geçen hâdisenin gerçekten vukua gelmiş olup olmadığına bakılmaz, asıl mühim olan onun vermek istediği mesajdır. Mamafih bazı şârihlerimiz, bu vak'anın fiilen vukuunu kabul etmiş görünmekte ve hâdise kahramanının öldürdüğü yüzüncü kişinin "rahip" olmasından hareketle, vak'anın Hz. İsa (aleyhisselam)'dan sonra cereyan etmiş olacağını belirtmektedirler. "Zira, derler, ruhbanlık, nass-ı Kur'ân'la sabittir ki, Hz. İsa'dan sonra ihdas edilen bir müessesedir." Burada atıfta bulunulan nass, Hadid sûresinin 27. âyetidir.

 

Hadiste mevcut olan hakikatlere gelince, bizce mühim olan birkaç tanesine dikkat çekeceğiz:

 

1- Tevbelerin makbuliyeti: Bizzat Kur'ân ayetleriyle açık şekilde belirtilmiştir ki, tevbe edildikten sonra bütün günahlar affedilebilecektir. Dinimizin en büyük günah addettiği "şirk"ten tevbe edilip tevhide rücu edilmesi halinde, o da affedilecektir. 949'uncu hadiste belirtildiği üzere küfür ve şirkten tevbenin  makbuliyetine kesinlikle iman gerekmektedir.

 

Şirkten sonra en büyük günah haksız yere cana kıymaktır. Kur'ân-ı Kerim böyle bir cinayeti "bütün insanların katline denk"  bir cürüm ilân eder (Maide 32) Bu rivayette, Rasûlullah, bu çeşit cürümden yüz tane işleyene bile,  sıdk ile tevbe ettiği takdirde, affedilme ümidi vermektedir. Hikâyede, râhibin öldürülüş sebebi, katilin diğer cinayetlerinin sebepleri ve vicdanî katılığı hakkında bir bilgi vermektedir. Böylesine haksız ve ucuz cinâyetlerine rağmen bir caninin affı ve hem de sırf tevbeye niyet ve azmetmiş olması sebebiyle affedilmiş olması, İslâm'ın tevbe  telâkkisini ortaya koymakta, Cenab-ı Hakk'ın kulları karşısındaki rahmetinin derecesini ifade etmektedir. İslâm uleması, mutlaka affedildiğine, günahsızlığına inanmayı büyük günah  addettiği gibi, ye'si de yani affedilmeyeceğine inanmış olmayı da büyük günah addeder. Mü'min, günahı ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun onun affedilebilir olacağına, aff-ı İlâhî'nin her şeyden büyük olduğuna inanmakla mükelleftir, bu inanç mü'minlik edebinin gereğidir. Ye'se yer yoktur.

 

Sağduyu sahibi hiçbir kimse bu hadisten hareketle, "insan hayatının ucuzluğu" veya "nasıl olsa af var" telakkisiyle günaha teşvik gibi mugalatalara düşmez. Çünkü hadisin vürud gayesi tevbeye teşviktir, günaha değil, 949 numaralı rivayette, mü'minin günah karşısındaki  edebi belirtilmiştir: "Günaha düşmekten, üzerine dağ düşecekmiş gibi korkmak." Yine aynı rivayette Allah'ın tevbe edenlere karşı affetme durumu belirtilmiştir: Issız çölde herşeyinin yüklü olduğu kaybolmuş bineğini bulan insanın sevinciyle sevinmek. Ve  de bir atlının yetmiş yıl yürümekle katedebileceği genişlikte, kıyamet anına kadar kapanmamak üzere açılan bir tevbe kapısı.

 

Evet buraya kadarki hadislerle ifade edilmek istenen Cenab-ı Hakk'ın tevbeler karşısındaki affetme durumuyla ilgili hakikati, bu sonuncu hadis bir başka yönden bir başka belâgatla ifade buyurmaktadır.

 

Rabbimiz! Günahlarımızdan tevbe ediyor, af ve rahmetine iltica ediyoruz, kabul eyle, bir daha dönmemekte güç ve kuvvet ver!

 

2- Mü'min için niyet ve azmin amelden üstün olduğu: Mücrimin affına sebep olan iki şey gözükmektedir:

a) Tevbe,

b) Azim, yani tevbenin gereği olan amele tevessül. Rivayette, mücrim, affedilme imkânının olduğunu, ancak iyilerin arasında yaşayarak ibadette bulunmak gereğini öğreniyor. Hikâyenin, tevbe meselesini açıklama nokta-i nazarından en beliğ yanı bizce burasıdır: Yüz kişiyi öldüren kimse, henüz ibadet etmiş, hayır işlerde bulunmuş bile değil; sadece azmini ortaya koymuş, tevbe ve hayır yoluna girmiş, fakat daha hedefe varmadan, yarı yolda hayatını kaybetmiş. Ancak, affı için bu azim kâfi gelmiş. Ya hedefe ulaşsaydı!

Rasûlullah  "Mü'minin niyyeti amelinden üstündür"  buyurmaktadır.

3-Tevbe ve hayır amelde acele etmek: Rahmet ve azab meleklerinin mesâfe ölçmeleri çok manidar bir husustur. Rivayette, hedefe, iyiler  diyarına bir karış daha yakınlığın adamcağızı kurtardığı ifade edilmektedir.

Ya birazcık daha gecikseydi?

Ölüm habersizce geldiğine göre tevbe ve hayra  tevessülde yarını ve hatta "az sonra"yı beklememelidir!

 

4-Çevrenin insan üzerindeki etkisi: Bu rivayette Rasûlullah (s.a.s.) bu hususa da dikkat çekmektedir. Alim kişinin ağzına koyduğu şu cümle, içtimâî muhitin insanın iyi veya kötü davranışlarındaki rolünü ifade etmede mühimdir: "Falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah'a ibadet eden kimseler var... Bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin, zîra orası kötü bir yer." Hadisin bir başka vechinde: "Yaşamakta olduğun kötü köyden çıkacaksın" demiştir. Alimler, bu  hadisten hareketle, bir kısım kötü fiiller işleyen kimsenin, bundan kurtulmak isteyince bir başka yere gitmesinin, günahı işleme sırasındaki ahvâlini tevbekâr olunca değiştirmesinin gereğine dikkat çekerler. Böylece kötülüğe iten hâtıralar, alışkanlıklar, kötülükte yardımcı olan kimseler, içtimâî bağlar koparılmış, terkedilmiş olur.

 

5- Bu rivayette âlim kimsenin âbid kimseye üstünlüğünü de görmekteyiz. Zira caninin müracaat ettiği birinci şahıs bir rahiptir, menfi cevap vermiştir, bu da onun hayatına mal olmuştur. İkinci kişinin "alim" olduğu belirtilir, o hakimane cevap vermiştir ve caniyi kurtarmıştır.

 

6- Bizden öncekilerin şeriatıyla amel: Bu rivayet vesilesiyle Kadı İyaz'ın sunduğu bir açıklama, bizden öncekilerin şeriatıyla amel meselesine açıklık getirdiği için kaydetmede fayda görüyoruz: "Bu hadise göre, tevbe, katl günahına karşı da fayda vermektedir,  diğer günahlara karşı fayda verdiği gibi. Gerçi bu rivayet, bizden öncekilerin şeriatını aksettirmektedir ve bizden önceki şeriatle amel, ihtilaflı bir konudur. Ancak bu mesele ihtilâflı hususlara girmez. Zira, ihtilâf, önceki şeriatte yer aldığı  halde bizim şeriatımızda onun te'yidine dair beyan gelmemiş ahkâmlarla ilgilidir: (Öyle bir hükme bizim de uymamız gerekir mi, gerekmez mi?) Şayet onu teyid edici bir hüküm bizde gelmiş ise o, bizim de şeriatımız olur, bu hususta hiçbir ihtilâf mevcut değildir. Tevbe meselesinde birçok âyet ve hadisler varid olmuştur: "Allah kendisine şirk koşulmasını elbette affetmez, bunun dışındaki günahları dilediğinden affeder" (4/Nisâ, 48). Keza bu hususta hadis de çoktur. Ubâde İbnu's-Sâmit'in müttefekun aleyh olan ve: "...Bu günahlardan birini işleyenin durumu Allah'a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse cezalandırır" şeklinde biten hadisi bunlardan biridir." İbnu Hacer ilave eder: "Bu hükme eski ümmetlere nisbetle Muhammed ümmetinden "yüklerin hafifletildiği" prensibinden de  ulaşılır. Kâtilin tevbesinin makbul olması onların şeriatında yer alan bir esas olursa, bunun bizde de bitariki'l-evlâ (hayda hayda) yer alması gerekir."

 

"Şayet günahlar işleseniz, hatta günahlarınız semâyı tutsa, sonra da pişmanlık duysanız, Allah tevbenizi kabul eder." (Müsned-i Ahmed bin Hanbel, V/167)

 

"Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edip Allah'tan affını dileyendir." (Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2501; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4251; Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, c. 5, s. 515)

 

Açıklama: Burada hata edicilik bütün insanlara teşmil edilmiştir. Şu halde beşerî fıtratta, asıl olan hatakârlıktır. Masumiyet asıl değildir. Alimler, peygamberleri de bu hükme dâhil ederek, kaziyeyi onlar hakkında: "küçük günah" diye kayıtlamışlardır. Onlardan sâdır olduğu rivayet edilen bazı "zellât" ise Allah'a isyân kasdı olmaksızın husule gelen hata ve nisyan (unutma) olarak değerlendirilmiştir. Hatakârlık beşerin umumi vasfı olunca, hadis, "insanların en hayırlısı tevbe ile masiyetten kaçarak ibadet ile Allah'a iltica edenlerdir" demiş olmaktadır.

Peygamberler dışında hiç kimsenin ma'sumiyet, yani hatalara ve günahlara karşı korunmuş olma iddiasının kabul edilemiyeceğine bu hadis delil olmaktadır.

 

Bu hadiste ifade edilen hatakârlıkla, Hıristiyanların aslî günah inancını karıştırmamak gerekir. Bu hadisin gayesi, kişiyi  kibirden, ücubdan koruyup kulluğa, tevbeye sevketmektir, tevbenin ehemmiyetini ifade etmektir ve de insanın fıtraten hata yapmaya olan meyil ve zaafına dikkat çekmektir. Hıristiyanlar ise, Hz. Adem'den tevarüs edilen mevrus bir günaha inanırlar. Kişi, Hıristiyan olmadıkça, vaftiz olmadıkça bu günahtan kurtulamaz (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 4/504).

 

 

 

Günahların Affı İçin Gerekli Şart; Tevbe

 

Özellikle yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerden ümit boyutunu öne çıkarıp Allah’ın af ve merhametini istismar ederek kendine zulmeden ve günah deryâsından çıkmamayı normal sayan hasta karakterli insanların Allah’ın azâbından emîn olmama ilâcına sarılmaları şarttır. Günahların affedilmesi için her şeyden önce günahı günah olarak kabul etmek, bunun kendisine yakışmadığı bilinciyle Allah’a isyandan vazgeçip günahlarına pişman olup tevbe etmek gerekir. Affedilmek için kul açısından mutlaka yapışılması gereken tevbe ne demektir?

  

"Tevbe"  sözlükte, asla geri dönmek demektir. Kulun, geçici olan günah halini terkedip günah öncesi duruma, düzgün hale (salâh haline/fıtrata) dönmesi anlamına gelir. Tevbe: Yaptığının kabahat veya günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah'a dönmek, yani O'nun emirlerine uymak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak sûretiyle Allah'a sığınarak  O'ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız O'na yalvarmak" demektir.

 

 Bu açıdan ‘tevbenin’ şeriat dilindeki anlamı, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup bir daha yapmamaya karar vermesi; Allah’ın da bu ‘asla dönüş’ü, yani bu pişmanlığı kabul ederek günahı mağrifet etmesidir. ‘Tâib’, tevbe eden demektir.  Allah'ın sıfatlarından ve isimlerinden biri ‘Tevvâb’dır. Tevvâb, tevbeleri çok çok kabul eden anlamındadır.

 

Tevbe, yalnızca yapılan bir hatadan pişmanlık duyup, Allah’tan af dileme değil, aynı zamanda sürekli duâ ve istiğfar ederek temizlenme gayretidir. Allah’a mürâcaat ve O’na dönme kulluğudur. Bu bakımdan Kur’an mü’minlere ‘hep beraber tevbe edin’ (24/Nûr, 31) diyerek, bu yönelişi haber veriyor. Bazılarına göre tevbe, bir hatadan veya bir günahtan vazgeçme, pişman olmadır. Bu tevbe çok önemli olmakla beraber, asıl önemli olan kulun yerine  getirmediği  dinî  emirlerden  dolayı  yaptığı  tevbedir.  Çünkü  insanın  kalbinin  ve bedeninin birtakım görevleri vardır; Allah (c.c.) insana o görevleri yerine getirmesini emretmiştir.  Ancak insanların bazısı ya cahilliklerinden, ya sapıklıktan, ya da hakka karşı inatçı olmalarından dolayı bu emirleri yerine getirmemiş olabilirler. Tevbenin büyüğü, bu tür inatçılığı ve gafleti terkedip Allah’a itaat etmeye dönmedir.

 

Yapmamız gerektiği halde yapmadığımız veya gereği gibi yerine getirmeyip kusurlu ve eksik şekilde yerine getirdiğimiz hususlardan ve ihmalden de tevbe edilmelidir. Daha iyi olamadığımız için, mücâhid ve müttakî olamadığımız, sâlih amel yarışında en ön sıralarda yer alamadığımız için tevbe. Örnek olamadığımız için, canlı Kur'an olamadığımız için tevbe. Tevbe, günahların kötülüğünü anlayıp Allah'a yönelmek, bağışlanma dilemektir. Tevbe, işlenilen günah sebebiyle  uğratılacak  azaptan  kurtuluş  vesilesidir;  tevbe  bir  müjdedir: "Tevbe edenler, ibâdet edenler,  hamd edenler, (İslâm uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar; sen  mü'minleri (cennetle) müjdele." (9/Tevbe, 112)

 

Tevbe, kurtuluş umuduyla Allah'a yönelmek, kurtuluş ümit etmektir. Tevbe etmemek ise zâlim olmak, nefse zulmetmektir. Tevbe etmemek, imandan sonra fısktır, Allah'ın yolundan ayrılmaktır. "İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe   etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." (49/Hucurât, 11). Tevbe, insanın zulmetmesinden sonra, durumunu fark edip o durumundan vazgeçmesi, kurtulması, yani kendisini düzeltmesinin adıdır. "Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir." (5/Mâide, 39) 

 

Allah (c.c.) kullarına tevbe etmelerini, hatalarından vazgeçmelerini, bir günaha düşerlerse, yalnızca kendisinden bağışlanma istemelerini emrediyor. (bkz. 11/Hûd, 1-3, 47, 52;  39/Zümer, 53-55; 24/Nûr, 8; 9/Tevbe, 117-118 v.d.).

 

Peygamberimiz (s.a.s.) de kendisinin her gün yetmiş defa tevbe ve istiğfar ettiğini söylüyor. (Buharî, Deavât 3; Tirmizî, Tefsir 48, Hadis no: 3259)  O, insanlara şöyle sesleniyor: “Ey insanlar, Allah’a tevbe edin! Muhakkak ki ben (de en azından) günde yüz defa tevbe ederim.” (Müslim, Zikir ve Duâ 12, Hadis no: 2702, 4/2075; İbn Mâce, Edeb 57, Hadis no: 3816). Yine buyuruyor ki: “Kalbimin üzerini unutkanlık (sıkıntı-gaflet) kaplar da bunun için günde yetmiş defa istiğfar ederim.” (Müslim, aynı yer; Ebû Dâvud, Salât - Istiğfar, Hadis no: 1515, 2/84)

 

İslâm'a göre ‘tevbe’ başlı başına bir ibâdettir. Bu ibâdette hem günah ve hatalardan vazgeçme, hem kulluk görevini yeniden yerine getirmeye dönüş, hem de Allah’a yakınlaşma ve zikir vardır. Tevbe yalnızca mü’minlerin yaptığı bir ibâdet değildir. Bir inkârcı, müslüman olduğu zaman; bir şirk koşan müşrik, şirki terkedip Islâmın iman  ilkelerini  kabul  ettiği  zaman  tevbe etmiş sayılır. Demek ki tevbe ya inkârdan,  ya günahtan, ya da Allah’ın emrini yerine getirememekten dolayı yapılır.  Müslüman,  günahından ihlâslı bir şekilde tevbe ederse bu tevbesi kabul edilebilir. Bu kabul edilmenin anlamı, günahın verdiği zarardan kurtulmaktır. Kişi işlediği eski günaha tekrar dönmezse, o günahın dünyadaki ve âhiretteki zararından kurtulması ümit edilir.

 

İslâm'da hiç günah işlemeyen insanların oluşturduğu bir toplum idealizmi yoktur. İslâm, gerçekçi bir dindir. İnsan beşer, bazan şaşar. Konuştuğunda insan bazan dili sürçtüğü gibi, yürüyen insanın az da olsa ayağının kaydığının (zelle) görüldüğü gibi, hatasız kul, günahsız insan olmaz. Bunları çok sık yapmak yanlıştır; ve de düştüğünde hemen ayağa kalkmak istemeyen kimsedir suçlu.  Hatta bir hadis-i şerifte: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder ve günah işleyip hemen arkasından da tevbe eden bir kavim  yaratırdı." (S. Müslim bi Şerhi'n Nevevî, 17/65) buyrulur. "Mü'minlerin ekine benzediği, günah rüzgârlarıyla eğilip tevbe ile hemen doğrulduğu" anlatılır. Yine bir hadis meali şöyledir: "Hayırlı olanlarınız, çeşitli fitne ve imtihanlara mâruz kalıp çokça tevbe edenlerinizdir." İslâm'a göre günahsız olanlar yalnızca peygamberlerdir. Günahsız toplum ve kişi düşünülemez. Çünkü kişi ‘beşer’ olması dolaysıyla her an nefsinin isteklerine ve şeytana aldanabilir. Önemli olan, günahı işledikten sonra, günahta ısrar etmemek, günahı savunmamak ve hemen vazgeçmektir.

 

 Tevbe, Hz. Adem'le başlar. Ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ve eşi, işledikleri günahtan dolayı Allah’a tevbe ettiler ve tevbeleri kabul edildi. Tevbenin zıddı ise inat, kibir ve hatada bile bile ısrardır; bunlar da şeytanın ve şeytan karakterindeki insanların özellikleridir. Adem'le şeytanın farkı tevbede ortaya çıkmaktadır. O yüzden Âdem gibi olmak, yani adam olmak, şeytanlaşmamak için, bir hata yapmış olsak hemen tevbe çeşmesiyle arınmamız temel şarttır. Bilindiği gibi, Allah’ın secde emrini dinlemeyen İblis, yaptığı hatayı savundu, isyanından dolayı pişman olmadı, tevbe etmedi. Bu yüzden de ebediyyen kovulmuşlardan oldu. Günahta ısrar ve kibirlenmek tevbenin  önünde engeldir. (17)    

 

 

Günümüzde Tevbe Anlayışı; Tevbe Kavramının Yozlaştırılması

 

Toplumumuzda tevbe, âdeta günah çıkartmak olarak değerlendirilmektedir. Tevbe, sadece Allah'a yapılır; tevbeleri kabul edip bağışlayabilecek ancak Allah'tır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir din büyüğünün karşısında günahları itiraf edip günah çıkartmaya benzemez tevbe. Günümüzde tevbenin bazı insanlarca, bazı tarikat liderlerine giderek onun önünde "tevbe verme", onun da "tevbe alma"sı şeklinde uygulandığı görülmektedir ki, bunun Kur'an ve sünnette yeri yoktur. Tevbeleri alan da, kabul edecek olan da sadece Allah'tır. "Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki!?" (3/Âl-i İmran, 135) "Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O'dur (sadece Allah'dır)." (42/Şûrâ, 25) Tevbede asıl olan, tevbenin direkt olarak Allah'a, aracısız olarak yapılması, O'na yönelerek hatadan dönüş sözü verilmesidir. (18)

 

Yapılan bir hatayı, bir kula itiraf etmekle Allah'a itiraf etmek arasında büyük bir fark vardır. İnsan şahsiyetindeki yüksekliğe çok önem veren İslâm dini, Allah ile kulu arasına karışmak cür'etini gösteren "ruhbâniyet" zihniyetini kaldırmış, kulu ile Rabbini karşı karşıya bırakmıştır. Düşünen insan için, ne kadar olgun olursa olsun, günün birinde itirafı yapan kimsenin izzet-i nefsi ile oynama ihtimalini ortadan kaldırması, takdire şâyan bir  ileriliktir.  Hıristiyanlıktaki,  günahı,  kendisi  de  günahkâr  olan  bir  papazın   affetme yetkisi olduğunu düşünmek gibi bir basitlikle, "Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki!?" (3/Âl-i İmran, 135) ilâhî fermanındaki yüksekliği anlamak için çok zeki olmaya gerek yoktur.

 

Hıristiyanlıkta, her konuda Allah'ın işine karışmak yerine, İslâm'da Allah'ı takdis. Hıristiyanlıkta, kula itiraf ede ede, günah işlemeyi tabiî hale getirme; İslâm'da ise, itiraf edilen günahı dinlemeye dahi müsaade etmeyerek, bir taraftan günahkârı başkalarının nazarındaki iyi niyetlerini korumak, diğer taraftan, hatanın başkasına bulaşmasını, kötü örnekliği önlemek!... İslâm'da samimiyeti Allah'a yaklaşmış bir kalbin feryâdı, diğerlerinde ise soyutlanamayan bir materyalizm. Bir tarafta tevhid; diğer tarafta papazın cennet dağıtabileceği, günahı affedebileceği, haram ve helâl tayin edebileceği ruhbanları/râhibleri rab kabulü... (19)  

 

             

Yine günümüzde günaha devam ettiği halde ve her günah işleyişten sonra tevbe ederek bin defa bozmuş olsa bile, yalnız dille yapılan tevbenin yeterli olduğu şeklinde yaygın geleneksel anlayış hükmünü sürmektedir. Yaşadığımız zaman ve ortamda tevbe kavramı çarpıtılmakta ve yığınlar dille söylemiş oldukları birkaç kelime ile arındıklarını zannetmektedir. Bu öyle bir tevbe ki, insanda geçici bir durağanlık oluşturduktan sonra, yine aynı günahı defalarca işletebilmekte ve her t ekrarın ardından tevbe kelimeleri de tekrarlanıp devam etmekte olan kısır bir döngü oluşturmaktadır. Tevbe, üzüntü bildirip özür dilemek, pişmanlığı ta içinde hissetmek olduğu halde, dejenere olmuş insan, sözünde durmayıp isyanla pişmanlık arasında gel-git yaşayarak bilincinde olmasa da Allah ile alay etmektedir. (20)     

 

Bir insana karşı, aynı hatayı devamlı yapıp sonra dille "özür dilerim" deyivermek, sonra tekrar tekrar aynı suçu yapmak, yine özür dilemek, yine aynı hata; nasıl karşılanır dersiniz? Günah tevbe arasında sürekli git-geller, paradigmalar da böyle. Vidanın yalama olması gibi, ameliyatla tedavi olduktan sonra aynı hastalığa doktor tavsiyesi dinlemeyip defalarca yakalanan kimsenin durumunu düşünelim; dikiş tutmayacak, tedavi mümkün olmayan duruma gelecektir. Tükürdüğünü yalamak, tekrar tekrak bu eylemi yapmaktır tevbe edip bozmak. Kendine güveni kaybolacaktır, vicdanı devamlı kendisini rahatsız edecek, ümit korku dengesi zarar görecektir. Tevbeyi yaz boz tahtasına çeviren kimsenin cennet ümidi azalır, azab içini kemirir; veya vicdan ve imanı gevşer, ya da azaptan emin hale gelir. Kaypaklık, kişilik bozulması, şahsiyetsizlik, tutarsızlık giderek insanın temel yapısı haline gelir. Hem insanlara, hem Rabbına ve hem de kendi vicdanına karşı suçlu duruma düşer, kimseye güven ve itimad telkin edemez. Sonunda ya vicdan azabı büyür; karakterini bozmaya, ruh hastası olmaya başlar veya, vicdanı zayıflayarak, otokontrolü kaybolur. Hastanın ümidini kaybedince hastalığının artması gibi, ümidini yitiren kimse de İslâm'ı yaşama bilincinden uzaklaşır. Ciddiyet, düzen, disiplin, istikrar, sebat kaybolur.

 

Tevbesini sık sık bozan insanın münafık olmasından korkulur. Münafıklığın alâmetlerinden biri yalan, diğeri de sözünden caymaktır. Tevbesini bozan kimsede de bu iki özellik vardır; hem de Allah'a karşı.

   

"Müslümanların zayıf oluşunun sebepleri, dinî kavramlarının birtakım yaftalara dönüşmesi ve bu kavramların hayata uygulanmamasıdır. Gerçekten müslümanların güçlü olmalarının ve Allah'a yakınlıklarının işareti, hiçbir şey ifade etmeyen boş sözler yerine, pratik hayatlarının İslâm olduğunun açıklanmasıdır." Bu sözlerle kavramların ve tevbe kavramının tahrif edilmesine dikkat çeken (21) Muhammed el-Behiy, tevbe anlayışının günümüzdeki yozlaşmasını şöyle dile getirmektedir: 

 

Günümüzde birçok insanın, bizzat veya başkalarıyla birlikte işlediği suç ve hatadan dolayı Allah'a tevbe ettiklerini görürüz. Böyleleri Allah'a tevbe bildiriminde bulunmakla, suç ve hatalarının ortadan kalkacağına ve Allah yanında makbul kişiler olacaklarına inanırlar. Sonra yeniden, içinde günah ve hata bulunan davranışa başlarlar veya öncekinden daha ağır suçları işlerler, ardından da Allah'a tevbeyi ilân ederler. Aynı şekilde geçmişin günah ve hatalarından temizlendiklerine inanırlar. İşte böylece hayatları,  işlenen  suç  ve  günahlarla,  Allah'a bildirilen tevbeler arasında geçer. Sanki tevbe bildirimi, (dille tevbe, estağfirullah deyivermek) kendine veya başkalarına yaptığı kötülükleri, suç ve günahları yok edecek bir silgi imiş gibi. Tevbe ve günaha dönüş, isyankârın hayatında yaz boz tahtasıdır. Bu yönüyle tevbe, günahkârın oynadığı bir oyuna benzemektedir. Günahkâr bu oyunu oynarken; kullarının tevbesini kabul edenin, göklerin ve yerin sahibi, kullarının üstünde kahredici, Cebbar ve yüce Allah olduğunu bilmemekte veya düşünmemektedir. Bu tür tevbe, tevbe edenin hayatında gerçeği aksettirmeyen, tekrarlanıp duran bir görüntüye dönüşmüştür. İmanı zayıflayan, inancını şehâdet cümlesiyle belirtip gerçek dâvete, tutum ve davranışıyla fiilen yönelmeyen müslüman, tevbeyi bu hale getirmiştir.

 

Kur'an'ın tevbe anlamını belirleyişine baktığımızda, tevbenin iki konuya bitişik olduğunu tesbit ederiz: Birincisi, geçmişi bütünüyle tasfiye etme ve ona hiçbir zaman dönmeme  (bkz.  2/Bakara,  280).  İkincisi,  tutum  ve  davranışta,  insanlararası   işlem   ve ilişkilerde, İslâm inanç ve kanunlarına uygun bir sistemi metod olarak kabul etme. "Sonra, şüphesiz Rabbin, câhillik sebebiyle bilmeyerek kötülük yapan, sonra da hemen ardından tevbe edip ıslah olanları, (durumunu) düzeltenleri (bağışlayacaktır). Çünkü onlar tevbe ettikten sonra Rabbin de elbet çok bağışlayan ve pek merhamet edendir." (16/Nahl, 119)

 

Kur'an, Allah'ın bağışlamasını ve tevbeyi kabul etmesini, kişinin bir kasdı olmaksızın yaptığı kötülükten tevbe etmesine; tevbe ederken de azme ve sağlam bir iradeye sarılmasına bağlamıştır. Böylece davranışlarının şekli ve niteliği değişecek ve yeni kazandığı olumlu davranışları, geçmişin hatalarının bir keffareti ve karşılığı olacaktır. Ama tevbeyi dille bildirir de tevbeden önceki durumuna devam ederse, tevbesi o zaman sadece yaftadan ibaret kalacaktır ki, fayda sağlamaz. "Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da nihayet ölüm gelince 'ben şimdi tevbe ettim.' diyenlerin... tevbesi kabul edilmez." (4/Nisâ, 18) Böylece Allah'a tevbe gerçeğini iki işten ibaret buluyoruz: Geçen bir kasıt bulunmaksızın işlenen günahtan  pişmanlık;   Allah   yoluna   gecikmeden   ve   kararlılıkla ileten  faydalı  ve kazançlı davranışa devam. "Sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah eder, nefsini düzeltirse, şüphesiz Allah, ğafur rahimdir/bağışlayan ve merhamet edendir." (6/En'âm, 54) (22)   

 

 

Tevbe, Bir Devrimdir, Bir Başkaldırıdır

 

Tevbe; İnsanın melek sıfatlı güçlerinin, şeytanî ve yırtıcı güçlerine karşı mukaddes inkılâbıdır. Bir çeşit kıyamdır; insanın kendisinin kendisine karşı yaptığı bir kıyam, bir iç inkılâptır tevbe. Kendi içinde kendine karşı bir ayaklanış. İsyankâr şeytana ve şeytanî özelliklere isyandır. Bir devrimdir tevbe; insan adındaki ülkede şeytanın iktidarına son verip Allah'ın hükmünü hâkim kılmanın adıdır. Nasılsa bir gaflete/dalgınlığa gelip şeytanın galebe çalmasına karşı hemen toparlanıp silkinmek, şeytanın sırtını yere getirmek, sonraki raundları alarak kesin zafer elde etmenin adıdır tevbe.

 

Bulaşıcı, öldürücü bir hastalık olan isyan illetinden tevbe ilâcıyla kurtulup aslî hal olan sağlıklı duruma/fıtrata dönmektir tevbe. Yanılarak nasılsa girmiş bulunduğu günahların çıkmaz sokağını fark edip sırât-ı müstakime/dosdoğru yola dönüp cennete yönelmektir tevbe. Yanlışı görebilmek, hatadan dönebilmek, önündeki uçurumu fark edebilmektir, insana has bir yön değiştirmedir. Allah'a yakınlaşmanın ilk durağıdır tevbe. Geçmişi onarmak/tâmir etmek ve mükemmel bir gelecek hazırlamaktır. Eski, bozulmamış seviyeye yeniden yükseliştir. Kaybedişten sonra, yeniden kendini buluştur. Tevbe, gönüle konan günahı pişmanlık ateşiyle yakmaktır. Tevbe, günahın cinsinden olduğu için yıktığını yapmaktır. Günahlar, vücutta oluşan zararlı organizmalardır, pis kandır; tevbe onların boşaltılması, vücuttan atılmasıdır. Bünyeye sızan mikropları öldüren ilâçtır tevbe.  Ve hicrettir tevbe; Allah'ın yasakladıklarından Allah'ın emirlerine, isyandan itaate, şerden hayra doğru yapılan hicret.  Günah gemilerini yakmaktır tevbe; eski yanlışlara döndürecek araçları ve ortamı ortadan kaldırmaktır. Geçmişi tasfiye etmek; hayata yeniden başlamaktır tevbe.

 

Murteza Mutahharî, İnsaniyet Mektebi'nde bir örnekle tevbenin nasıl gerçekleşti-ğini göz önüne serer: Tevbe, bir çeşit tepkidir. Elimizdeki topu yere doğru vurduğumuzda tekrar bize doğru döndüğünü görürüz. Topun elimizden yere doğru hareketi, bizim gücümüzle gerçekleşiyor. Fakat, yerden yükselişi; yere vurulmasına bir tepkidir. Önceki bir fiildir, bu ise tepki. Yere vurduğumuz top ne kadar havalanır? Yer, ne kadar düz ve sert olursa, tepki de o kadar fazla olur. Tepkinin gücü/ölçüsü, bizim kullandığımız güç miktarı ve yüzeyin sertlik ve düzlük derecesine bağlıdır. İnsan ruhunun günahlara karşı tepkisi de iki şeye bağlıdır: Birincisi, fiilin şiddetine, yani günahın şiddetine, ruhumuzun alçak/hayvanî sıfatlarının, ruhumuzun ulvî/melekî makamlarına indirdiği darbenin şiddetine bağlıdır. Câni ve taş yürekli insanlar bile, önemli bir cinayet, katliam işlediklerinde vicdanları harekete geçiyor. Hiroşima'ya atom bombası atan pilotun, bunun fecî sonuçlarını gördükten ve vicdan muhasebesi yaptıktan sonra delirmesi buna bir örnektir.  

 

Mü'min, küçük günahlarını bile gözünde büyütür. Bilir ki, vücuda giren bir mikrop insanın ölümüne sebep olabilir. İnsan ruhunun günahlara tepki göstermesinin ikinci unsuru, darbeyle  inen  yerin düz ve sert olmasıdır. Yani, insanın vicdan, iman ve fıtratının düzgün ve sağlam olmasıdır. Bu durumda darbe zayıf olsa bile, tepkisi fazla olacaktır. Bunun içindir ki, güçlü ve sağlam imana sahip olan kişiler, çok küçük günah, hatta günah sayılmayan mekruhları işlediğinde bile, ruhları büyük tepki gösterir. Çok temiz bir  aynayı, iyice silerek, temiz bir havada bir yere koysak, bir saat sonra üzerinde birçok toz görürüz. Bu tozu, daha önce o yerde fark etmiyorduk; ancak temiz bir ayna üzerinde tozlar fark ediliyor. Duvar ne kadar kirli olursa, siyah lekeleri o kadar az gösterir. Hele bir de duvar siyah olursa, gaz lâmbasının isini bile göstermez.

 

Bembeyaz aynanın küçücük tozları göstermesi gibi, tertemiz ve bembeyaz nurlu insan için küçük hatalar da böyledir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunun için günde yetmiş kere istiğfâr ederdi. Büyük adamların hatası güneş tutulmasına benzer; onları herkes kolaylıkla görür. Kendi kalplerimizin temizliği veya karalığını test etmenin yolu budur: Günah üstüne günah işlediğimiz, defalarca tevbe(!) edip bozduğumuz halde, ruhumuz ciddî bir tepki göstermiyorsa, kalp hastadır; anormalliği fark edip tepki gösterebilecek gücü kalmamış demektir. Ruhumuzun melekleri hapsolmuş, zincirle bağlanmış ki tepki ve sarsıntı duyulmuyor. Zaten kalp sağlam olsa, bütün vücut da sağlam olacak; takva sahibi bir gönül, tüm organların sâlih amel işlemesini gerektirecek.

 

Ruhun günaha tepki ve pişmanlığını yansıtmayan, sadece dille yapılan şuursuz bir tevbeye, bilinçsiz "estağfirullah" demeye de başka bir tevbe lâzım; Kur'anî bir kavramla alay edip tevbe istismar edildiği, yozlaştırıldığı için. Şeytan, tevbeyi böyle yozlaştırmaya çalıştırtıp sahte tevbelerle insanı oyaladığı gibi, gerçek tevbeyi arkası gelmeyen yarınlara erteletebilir. Daha zamanı var, erken, biraz daha gençliğimi yaşayayım, dünyadan kâm alayım diyen kimse, şeytanın aldattığı kimsedir. Bünyeye giren kanser mikropları çoğalınca, tiryakilik yapan nesnelere devam edildikçe kurtuluşun çok zor olduğu gibi; günahlara alışkanlık kesbetmek de gerçek tevbeyi o kadar zorlaştıracaktır. Gençken, günahlar büyüyüp çoğalmadan tevbe daha kolay olur. Unutmayalım ki, bir ağaç dalı, yeni ve yaş iken daha kolay eğilir, yamukluğu düzeltilebilir.    

 

                                              

Tevbenin Kabul Edilmesi İçin Gerekli Şartlar

 

Tevbenin kabul edilebilir olması için samimiyetle, pişmanlıkla, bir daha geri dönmeme niyetiyle tevbe yapılmalıdır. Kur’an buna ‘nasûh’ tevbesi demektedir. “Ey iman edenler! Allah’a nasûh  (kesin) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki Allah, sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akar cennetlere sokar…” (66/Tahrim, 8) ‘Nasûh’  sözlükte, bir söküğü dikme, hâlis ve saf olma anlamlarına gelir. Buradan hareketle ‘nasûh tevbe’,  ihlâsla, samimi, gönülden yapılan tevbe demektir. Bu tevbe için, insanın günah işleyerek zedelediği manevî hayatını etkili bir biçimde tamir edecek ibâdettir denilebilir. Tevbe, pişmanlık ve dönüş demektir. Yaptığına pişman olmak da çok şiddetli bir şekilde üzülmektir. Kötülüklerden birine bir daha dönmemeye azmetmek de, sağılmış olan sütün hayvanın memesine dönmesi nasıl mümkün değilse, öylece o günaha bir daha dönmemek anlamınadır. Bütün bunları böylece içine sindirmek, yürekten tevbe etmek demektir.

 

Nasûh tevbe, kalb ile pişman olmak, dil ile istiğfar etmek, beden ile de onu terkederek yapmamak ve ondan  uzak  durmaktır.  Ayrıca  pişmanlığından  dönmemek üzere gönül rahatlığına kavuşmaktır. Kul hakkı karışmayan, sadece Allah'a karşı işlenmiş günahın tevbesi, üç şarta bağlıdır: 1- Günahtan tamamen vazgeçmek, 2- Yaptığına pişman olmak, 3- Bir daha o günaha dönmemek. Böyle bir tevbenin kabulü konusunda sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: "Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir." (İbn Mâce, II/1460; et-Tâc, 5/151; Câmiu's-Sağîr 1/134)

 

Tevbenin nasıl olması hususunda Hz. Ali (r.a.)'den şöyle bir rivayet vardır: Bir gün bedevilerden biri Hz. Peygamber'in mescidine girer ve "Estağfirullah ve etûbu ileyk=Allah'ım, beni bağışlamanı dilerim ve Sana tevbe ve istiğfar ediyorum" der ve namazını kılar. Bunu gören ve duyan Hz. Ali, adam namazını bitirince ona: "Yalnızca dil ile çabuk çabuk geçiştiriliveren tevbe, yalancıların tevbesidir, Senin tevben, tevbeye muhtaçtır." dedi. Bunun üzerine o adam: "Ey mü'minlerin emîri, o halde tevbe nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali, şu açıklamada bulundu: "Tevbe, şu altı şeyle mümkün olur. 1- Geçmişte işlenmiş olan günahlardan pişman olmak ve yerine getirilmemiş farzları iâde (kaza) etmek,  2- Başkalarına haksızlık ve eziyet etmeyi bırakmak,  3- Husûmet ve düşmanlığı terk etmek,  4- Günah ve kabahatler içerisinde büyüyen nefsi, Allah'a itaat içerisinde küçültüp ona hiçliğini kabul ettirmek,  5- İtaatsizlik ve günah işlemenin sözde tadını çıkaran nefse, itaat edip günahlardan uzak durmanın acılığını da tattırmak,  6- Gülüşlerinden her birine bedel olmak üzere, ağlamak." (Tefsir-i Kebir, Şûra 25 ayetinin tefsiri; el-Âlûsî, Ruhu'l-Meânî, 25/36; Tefsîru Kadı Beyzavî, c. 3, s. 515)

 

Şartlarına uygun olarak yapılmış nasûh bir tevbe, aynı zamanda Allah için yapılmış bir ibâdettir. Böyle olduğu için de kabul edilmesi beklenir. Nasıl ki şartlarına uygun olarak yapılan namaz gibi bir ibâdetin kabulü hususunda tereddüde düşmüyorsak, şartlarına uygun bir tevbenin kabulü için de şüpheye düşülmemesi gerekir. Allah'a iman etmiş kişiler, bilerek veya bilmeyerek günah işledikleri zaman, hemen Allah'a yönelip tevbe etmekten çekinmemelidir. Çünkü Allah'ın bağışlaması büyüktür. Ayrıca, günahları bırakıp kendisine yönelenleri Allah sever; zaten günahkârlar için yüce Allah'ın rahmet, mağfiret ve kereminden başka bir sığınak yoktur. O yüzden mü'minlerin büyük veya küçük günahları için geciktirmeden hemen Rab'lerine yalvarmaları, Allah'a olan inançlarının gereği olmalıdır. (23)

 

İnsanları iki şey helâk eder. Biri, tevbe ederim diyerek günah işlemeleri. Diğeri de, sonra yaparım diye tevbeyi geciktirmeleri. Tevbe eden kişi, tevbesinde samimi olup, günahlara tekrar dönmemesi için şu üç şeyi yerine getirmesi gerekir: 1- Kötü arkadaşlarını ve günah işlediği kötü çevreyi terk etmelidir.  2- Günahını hatırlayınca Allah'tan hemen utanmalı, istiğfarda bulunmalıdır.  3- Ölüme her an hazırlıklı olmalıdır.

 

 

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

 

Seyyid Kutub diyor ki:

"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir. Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun. Kişinin ‘Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim’ diyeceği günden sakının.”  (39/Zümer, 53-56)

 

“Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (39/Zümer, 53) Yüce Allah, zâlimlerin kıyâmet günündeki korkunç hallerini, "Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli daha fazlası o zalimlerin olsaydı, kıyâmet günündeki kötü azaptan kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılmıştır." (39/Zümer, 47-48) ayetiyle tasvir ettikten sonra rahmetinin kapılarını ardlarına kadar açmıştır. Yeter ki tövbe etsinler. Günahkârlar ne kadar günahlara batmış da olsalar yeter ki O'nun rahmetine ve bağışlamasına içtenlikle yönelsinler.

 

Yüce Allah, onları her şeye rağmen ümitsizliğe kapılmadan ve karamsarlığa düşmeden kendisine yönelmeye çağırıyor. Bu rahmet ve bağışlama çağrısı ile birlikte kendilerine verilen bu fırsat kaçmadan ve iş işten geçmeden dönüş yapmadıkları, tövbe etmedikleri taktirde kendilerini bekleyen azâbın da bir tablosu sergilenmektedir.

 

“De ki: Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu bütün günahları içine alan, Allah'ın geniş rahmet deryasıdır. Bu, Allah'a dönüş çağrısıdır. Bu, sapıklık çölünde kör, yalnız başına kalmış, uzaklara düşmüş savurgan günahkâra bir çağrıdır. Arzu, umut ve Allah'ın bağışlamasına güvenme çağrısıdır bu. Yüce Allah, kullarına merhametlidir. Onların âcizliğini ve zayıf olduklarını, içten ve dıştan bünyeleri üzerine etki eden faktörleri çok iyi bilmektedir. Şeytanın her konuda onları avlamak için tetikte beklediğini, bir açıklarını kolladığını, onları saptırmak için bütün yolları kullandığını, piyade ve süvari askerleriyle onlar üzerine akınlar düzenlediğini, bu iğrenç eyleminde çok ciddi olarak çalıştığını bilmektedir. Bunun yanında insan denen varlığın zayıf bir bünyeye sahip, çok zavallı bir yaratık olduğunu, kendisini bağlayan ipin elinden kaçması ve yapıştığı kulpun kopmasıyla çabucak yere serileceğini de bilmektedir. Onun bünyesine yerleştirilen görevlerin, eğilimlerin ve ihtirasların dengesinin çabucak bozulabileceğini, onu sağa sola çarptırabileceğini, günaha sokabileceğini ve buna karşı onun sağlıklı dengeyi koruma konusunda zayıf düştüğünü de bilmektedir.

 

Yüce Allah, insan denen yaratığın bütün bu durumlarım biliyor. Bunun için de ona yardım elini uzatıyor; rahmetinin geniş kapılarını ona açıyor. Hemen günahlarının cezasını vermiyor; hatasını düzeltmesi ve yolda doğru yürümesi için ona bütün şartları hazırlıyor. İsyana daldığından, günaha battığında dolayı kovulduğu ve işinin bittiği, tövbesinin kabul edilip yüzüne bakılacak halinin kalmadığı düşüncesine kapıldığı bir sırada... Evet, işte bu umutsuzluk ve karamsarlığın egemen olduğu bir sırada, rahmetin câzip tatlı çağrısını işitiyor: "De ki: Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."

 

İsyânkarlıkta aşırı gittiği, günahlara daldığı, korunmuş sahadan kaçtığı ve yoldan saptığı halde insan ile huzur veren, tatlı rahmet ve O'nun diriltici, hoş görünümlü gölgeleri arasında hiçbir engel yoktur. Onunla bunların hepsinin arasında tövbeden başka bir şey yoktur. Tek engel, tövbedir. Girenlere engel olan hiçbir kapıcının bulunmadığı ve oraya dalan kimsenin bir başkasından izin almaya mecbur olmadığı açık kapıya dönüş yapmak yeterlidir.

 

"Rabb'inize yönelin, azap size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce, Rabb'inizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun." Dönüş... Ve islâm. İtaatin bağışına ve teslim oluşun gölgesine dönüş. İşte her şey bundan ibaret. Ayinsiz, merasimsiz, engelsiz. Aracısız ve şefaatçısız olarak!

 

Bu, kul ile Rabb'i arasında doğrudan bir temastır. Yaratan ile yaratılan arasında doğrudan bir ilişkidir. Yoldan çıkmış olanlardan, dönüş yapmak isteyenler varsa dönsünler. Sapıklardan, Rabb'ine yönelmek isteyenler yönelsinler. Günahkârlardan, teslim olmak isteyenler teslim olsunlar. Gelmek isteyen durmasın gelsin. Gelsin ve içeri girsin. Kapı açıktır. Bağış, gölge, feyiz, bolluk ve bereket... Bunların hepsi kapının arkasındadır. Önünde ne kapıcı var, ne hesap soran!

 

Çabuk gelin! Çabuk gelin! Zaman geçmeden gelin! Çabuk gelin! "Azap size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra size yardım edilmez." Orada hiçbir yardımcı yoktur. Çabuk gelin! Zamanın garantisi yok. Gecenin veya gündüzün herhangi bir saniyesinde iş işten geçebilir ve kapılar kapanabilir. Çabuk gelin! "Rabb'inizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun." İşte O da önünüzde durmaktadır. "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabb'inizden size indirilen en güzel söze Kur'an'a uyun." Çabuk gelin! Fırsatı kaçırmadan, Allah hakkında asılsız görüşlere saplanmadan ve Allah'ın sözüyle alay etmeden önce gelin:

 

 

Mevdûdi diyor ki:

 

 (Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım… (39/Zümer, 53). Bazıları bu ifadeyi hayret verici bir şekilde tevil etmişlerdir. Onlara göre, Allah Teâlâ, elçisine, insanlara "Ey kullarım" demesini emretmiştir. Yani, -Haşa- insanlar Hz. Peygamber'in (s.a) kulları olmuş oluyor. Buna tevil değil, açıkça Kur'an'ı tahrif ve tağyir etmek denir. Böyle kimselere, belki cahil müntesipleri hayran kalabilirler, ama böyle bir tevili kabul ettiğimizde, Kur'an'ı tümüyle tutarsız kabul etmiş oluruz. Çünkü Kur'an başından sonuna kadar, yalnızca Allah'a kulluk edileceğinden söz eder ve Hz. Muhammed'in (s.a) Rab değil kul olduğunu vurgular. Hz. Peygamber'in (s.a) bir gün Mekke'deki kâfirlere, "Bugünden itibaren sizler, "Abdüsşems" değil, "Abdu'l-Muhammedsiniz" dediğini kim düşünebilir? Böylesine sapık düşüncelerden Allah bizleri muhafaza etsin!" demiştir.

 

Çünkü O, bağışlayandır, merhamet edendir." Burada, İbn Kesir'in anladığı gibi sadece mü'minlere değil, tüm insanlığa hitab edilmiştir. Çünkü aksini düşünebilmek için elimizde herhangi bir delil bulunmamaktadır. Ancak bu hitabın genel olması, her tevbe edenin, günahlarının affedileceği anlamına gelmez. Çünkü hemen sonra gelen ayet, günahların affını, tevbe etmekle birlikte, Allah'ın gönderdiği "hidayete" tabi olmanın gerekliliğini izah etmektedir. Bu ayet, aslında cahiliye bataklığına batmış olan katil, zani, hırsız ve haydutlar için bir ümit ışığıdır. Bu kimselere sanki şöyle denmektedir: "Allah'dan ümidinizi kesmeyin, O'na yönelin ve tevbe edin ki, affolunasınız. Allah merhamet sahibidir." Bu yorum İbn Abbas, Katade, Mücahid, İbn Zeyd tarafından yapılmıştır. (İbn Cerir, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Ayrıca izah için bkz. Furkan an: 84) (Tefhimu’l Kur’an, Zümer sûresi 53-54. âyetlerin tefsiri)

 

Yine Mevdûdi, Furkan sûresi, 68.âyetin tefsirinde de şunları söyler:

Gerçek kullar üç büyük günahtan sakınırlar: Şirk, katl ve zina. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) bu günahların ağırlığı konusunda uyarıda bulunmuştur. Abdullah İbn Mes'ud'un rivayetine göre, kendisine en kötü günahlar sorulduğunda şu cevabı vermişlerdir: “Seni yaratmış olan Allah'a bir şeyi denk tutmak, rızık korkusuyla çocuğunu öldürmek, komşunun karısıyla zina etmek.” (Buhârî, Müslim, Tirmizi, Nesaî, Ahmed)

 

Büyük günahların yalnızca bunlar olmadığı açıktır. Fakat bu üçü, o zamanki Arap toplumunda işlenen günahların en yaygınları olduğundan, özellikle belirtilmişlerdir. Şirk'ten kaçınmanın, gerçek kulların meziyetleri arasında sayılması konusunda, şirki bir kötülük saymayan kâfirlere karşı, bunun neden bir fazilet olarak sunulduğu sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Her ne kadar şirke dalmış da görünseler, Araplar'ın şirk doktrini üzerinde şüpheleri vardı. Tarihlerinde bunun örneği pek çoktur. Araplar Allah'a ibâdetin değerini kalblerinde duyuyorlar, fakat bir yandan bu kalbi duyuşu, eski adetler ve cahiliye hayat ve değer anlayışı bastırırken, bir yandan da Kureyş'in öncü "dini" sınıfı, büyük çıkarları gereği Allah'a ibâdet aleyhine halk arasında önyargılar üretiyordu. Bunlar Arabistan'daki öncülüklerine son vermekle sonuçlanacağı için putperestlikten vazgeçmezlerdi. Dolayısıyla, şirkten kaçınma ve bir Allah'a ibâdet etme, kalblerinde bunun kendilerine rağmen doğru olduğunu bilen ve hisseden kâfirlerin karşı çıkışlarından korkmayan Rasulullah'ın (s.a.s.) izleyicilerinin bir üstünlük alâmeti olarak anılmaktadır.

 

 

Elmalılı Hamdi yazır diyor ki:

“De k i: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.” (39/Zümer, 53-54)

 

İsraf; Mal sarfında meşhur ise de insanın yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşmaktır. Burada cinayet mânâsı da ilave edilerek ile sılalanmıştır. Yani günahta aşırı giderek kendi nefislerine karşı cinayet yapmış olan kullarım! "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Bu âyetin, Kur'ân'da en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat edilmesi gerekir ki, bu ümit, günaha teşvik için değil, en günahkar kimsele r i bile bir an önce tevbe edip Allah'a yönelmeye teşvik için olduğu, hemen peşinden gelen iki âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Bunun iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Atâ b. Yesar'dan olan rivayete göre Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında Medine'd e inmiştir. İbnü Ömer'den rivayet olunduğuna göre de, demiştir ki, Ayyaş b. Ebi Rebia, Velid b. Velid ve daha birkaç kişi müslüman olmuşlardı. Sonra da kendilerine işkence edilmiş, fitneye düşmüşlerdi. Biz bunlar hakkında, Allah artık bunlardan ebedî olara k hiçbir şey kabul etmez; müslüman oldular, sonra da bir azab ile cezalandırıldıkları için dinlerini terkettiler diyorduk ki, bu âyetler indi. Ömer b. Hattab katib idi, bunları kendi eliyle yazdı, Ayyaş b. Ebi Rebia'ya ve Velid b. Velid'e ve diğer birkaç kimseye gönderdi, onlar da müslüman olup hicret ettiler.

 

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre de Mekkeliler şöyle demişler: "Muhammed, iddia ediyor ki, putlara tapan, Allah ile beraber diğer bir ilâha dua eden ve Allah'ın muhterem kıldığı (öldürülmesini haram ettiği) bir insanı öldüren kimseler bağışlanmaz, o halde biz nasıl hicret eder, müslüman oluruz? Putlara tapınmış, adam öldürmüşüz, şirk ehliyiz." Bunun üzerine Allah Teâlâ "De ki: Ey kendi nefislerine karşı israf eden kullarım! Allah'ın r ahmetinden ümit kesmeyin." âyetini indirdi. Bununla birlikte âyetin iniş sebebi, kâfirlerin İslâm'a girmesi meselesi ise de, mânânın asilerin tevbesine de şamil olduğunda şüphe yoktur. O haydi haydi sabit olur. Demek ki "Şüphe yok ki Allah, kendisine o rtak koşulmasını bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) âyeti gereğince şirkin bağışlanmaması, tevbe edilmediği takdirdedir. (Hak Dini Kur’an Dili, Zümer sûresi, 53. âyetin tefsiri)

 

Ali Küçük diyor ki:

53. “Ey Muhammed! De ki: “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.”

 

  Ey günahlar, isyanlar içinde, kötülükler içinde kendi kendilerine zulmeden, kendi kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp küfür ve şirk anlayışları içinde kendi kendilerine yazık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden sakın ümidinizi kesmeyin. Şu yaptıklarımdan sonra, şu işlediklerimden sonra artık Allah asla beni affetmez. Bundan sonra benim için hiçbir ümit kapısı kalmamıştır. Bundan sonra benim ne cennette, ne de cehennemde yerim yurdum kalmamıştır, diyerek ümitsizliğe düşmeyin. Allah’ın rahmeti geniştir, boldur. Rabbinizin rah-met kapıları sonuna kadar açıktır.

 

Kitap Allah’ın rahmet kapısıdır, peygamber Allah’ın kullarına açtığı rahmet kapısıdır. Kitabı ve peygamberi kendileri için açılmış rahmet kapısı bilip onlara ittibâ edenler için, bilesiniz ki cennet kapıları sonuna kadar açıktır. Dünyada bu rahmete ulaşabilecek kadar süre herkese tanınmıştır. Herkese yeteri kadar ömür, yeteri kadar akıl, ira-de verilmiştir. Herkese Allah’a dönüş imkânı verilmiştir. Üstelik her ta-rafımız da Allah’ın âyetleriyle kuşatılmıştır. İçimizde, dışımızda, enfü-sümüzde, fıtratımızda Rabbimize yönelebileceğimiz âyetler yerleştirilmiştir. Bunlar da bizim Allah’a dönmemizi sağlayacak birer âyettir. Bizim için açılmış bu kadar rahmet kapısı varken, böyle bir durumda bir insanın Rabbinin rahmetinden ümit kesmesi nasıl mümkün olabilir? Bir insanın kendisine, çevresine karşı, Allah’ın bu kadar âyetlerine karşı kör ve sağır kesilmesi nasıl mümkün olabilir?

 

Nisâ sûresinde de buna benzer bir âyet vardı: “Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (4/Nisâ 48). Allah sadece şirki bağışlamaz. Sadece müşriki affetmez, ama onun dışında tüm günahları kullarından dilediği için bağışlar. Kim Al­lah’a şirk koşmuşsa o da Allah’a iftira ederek büyük bir günah işlemiş olur.

 

  Rabbimiz tüm günahları affedeceğini müjdeliyor ama bir şartla. Şirk olmayacak. Kişi Allah’ın huzuruna şirk koşmadan, Allah’a ortak koşmadan gelmiş olacak. Değilse şirki asla affetmem diyor Rab-bimiz. Şirkin dışında hangi tür günah olursa olsun, ne kadar büyük olursa olsun affederim diyor Allah.

 

  Zaten kul günaha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günahları. Allah’ı, Allah olarak, Rab olarak, Rahmân ve Rahîm olarak bildiği ve kabul ettiği müddetçe kulun işleyeceği günahların büyük­lüğü, Allah’ın büyüklüğü yanında ne olabilir ki? Allah’ı böylesine tüm günahları affedebilecek bir Rab olarak kabul eden bir kişinin günah­ları Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar olabilir de? Ama kişi şirk ko­şar, böyle kendisini anlattığı biçimde Allah’ı kabul etmez, kendi sıfat­larıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olarak Allah’a inanmaz ve şirke düşünce, her konuda, hayatın her alanında söz sahibi ve egemen olarak yalnız Allah’ı değil de başka Rableri, başka İlâhları, başka efendileri de kabul edince, işte o zaman iş değişmiştir.

 

Evet, biz biliyoruz ki İslâm insanın insanlığını, zaaflarını asla göz ardı etmez. İnsanı yaratan, onun fıtratını herkesten daha iyi bilen Rabbimiz her an insanın unutkanlığını, unutabileceğini, gaflet edebileceğini bilir. İnsan bütünüyle İslâm’ı yaşamaya çalışsa da insan olması hasebiyle yine de eksikleri, falsoları olacaktır. Dünya tüm denaeti ve alçaklığıyla, aldatıcı süs ve ziynetiyle onu aldatabilecektir. Para karşılığında, kadın, makam, mevki, menfaatler karşılığında baş aşağı gelebilecektir. Yâni bir gaflet sonucu, nefisten bir dürtü, şeytan-dan bir etki sonucu insan bazen günah işleyebilecektir. İnsan olduğu için bütün bunlar olabilir. Çünkü insan günah işlemeyen bir varlık değildir. Ama günahtan sonra aklı başına gelir gelmez kişi hemen kendini toparlar, programını değiştirir, tevbe ederek irtibatı kesildiği Rabbine dönebilirse, kesinlikle bilelim ki Allah onu affedecektir. Resul-i Ekrem Efendimiz bakın bir hadislerinde şöyle buyurur: “Allahu Teâlâ şöyle buyurdu; ey Adem oğlu, bana dua edip bağışlanma dilediğin müddetçe yaptıklarının hiç birisine (azlığına çokluğuna) aldırış etmeden seni bağışlarım. Ey Adem oğlu, senin işlediğin günahlar gökyüzünü dolduracak kadar olsa bile, bana istiğfar ettiğin sürece se-ni affederim. Ey Adem oğlu, yeryüzü dolusu hatalarla da gelmiş olsan, eğer bana şirk koşmadan gelirsen ben de yeryüzü dolusu mağfiretle gelirim.”

 

Allahu Ekber! Bundan daha büyük bir müjde olur mu? Bundan daha büyük bir lütuf olabilir mi? Dikkat ediyor musunuz? Ey kulum, senin işlediğin günahlar gökyüzünü tutacak kadar olsa bile ben onlara aldırış etmem diyor Rabbimiz. Yâni bir insan bir ömür içinde ne kadar günah işleyebilir? Bir ömre ne kadar günah sığdırabilir? Bir insandan 60-70 yıllık bir ömre sığdırılabilen bütün günahlar ne kadar olabilir ki? Mümkün değil ama, en fazla olsa olsa dünya kadar olabilir değil mi? Ondan daha büyüğü mümkün değil, olamaz zaten. Yâni dünyadaki tüm içkileri bir tek adam içmiş olsa, dünyadaki tüm zinaları bir tek adam yapmış olsa, dünyadaki tüm günahları bir tek kişi yapmış olsa, bütün suçları bir tek kişiye yüklemiş olsak bile, bütün bunlar olsa olsa işte bu dünya kadar olacaktır değil mi? Rabbimiz buyuruyor ki, bırakın gökyüzünün yanında bir mikrop kadar bile olmayan dünyayı, gökyüzü dolusu günahla da gelmiş olsan ben onlara aldırış etmem ve bağışlarım.

 

Eğer yeryüzü dolusu hatayla gelmiş olsan da bana şirk koşmadan, beni ortaklı düşünmeden, bana yetki sınırlaması izafe etmeden, benim Mabûd, kendinin de kul olduğunu bilerek, beni ben olarak tanıyıp, bana yalvarıp, benden ümit var olarak geldikçe kesinlikle seni bağışlarım. Senden sadır olan günahlar ne olursa olsun, ne kadar olursa olsun hiç aldırış etmem. Lâkin ben şirki asla affetmem diyor Rabbimiz. Allah, şirki asla affetmiyor.  

 

Zaten bir kul günaha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günahları. Allah’a Allah’ın iman eden, Allah’ı Allah olarak, Rab olarak, İlâh olarak, Rahman ve Rahîm olarak bildiği, tanıdığı, kabul ettiği sürece kulun işleyeceği günahların hiçbirisi ne kadar da büyük olursa olsun, Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar büyük olabilecek ki? Yeter ki kul Allah’ı tek Rab ve İlâh bilsin, tüm günahlarını bağışlar Rabbimiz. Yeter ki Allah’ı tüm günahları affedebilecek güçte ve kudrette yegâne kapı bilsin.

 

Ama bir kişi şirke düşünce, Allah’ı güçsüz bilip ortaklı düşününce, Allah’ı âciz bilip birilerine yetki devrinde bulunmuş kabul edince, yalnız Allah’ı değil de başka rableri, başka ilahları, başka efendileri de kabul edince işte o zaman iş değişecektir. O zaman zerre kadar da olsa hiçbir günahı affedilmeyecektir. Neden? Eh çünkü o kişinin artık günahlarını affedebilecek büyüklükte, otoritede, güçte, kudrette, hâkimiyette bir tek Allah’ı yoktur. Onun bölünmüş, parçalanmış, yetkileri elinden alınmış, yeryüzündeki gücünü kaybetmiş, otoritesini yitirmiş, egemenliğini başkalarına kaptırmış, yardımcıları olan âciz bir Allah’ı vardır. Böyle güçsüz bir Allah onun günahlarını nasıl affedebilsin de?

 

Müşrik işte böyle bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun yapmasını bilmez, kanunu yerdekiler yapmalıdır. Onun inandığı Allah kulları için hayat programı belirleme konusunda âcizdir, yerde birileri yapmalıdır hayat programını. Onun inandığı Allah hukuktan anlamaz, hukukçular belirlemelidir hukuku. Onun inandığı Allah eği-tim konusunda âcizdir, beceriksiz ve bilgisizdir, yerdeki eğitim uzman-larına ihtiyaç vardır bu konuda. Onun inandığı Allah kılık kıyafet konusunda cahil olduğu için yerdekilere devretmiştir bu konuyu. Yeme içme konusunda, kazanma harcama konusunda, düğün dernek ko-nusunda, evlenme boşanma konusunda, haram helâl belirleme konu-sunda hasılı tüm hayat konusunda yetki ve otorite sahibi değildir O Allah. Tüm bu konuları ya kendisi, ya çevresi, ya yönetmelikler, ya ya-salar, ya moda, ya âdetler düzenlemelidir. Bu konular Allah’a sorulmamalıdır. Çünkü güçsüz, âciz, yetkilerini başkalarına devretmiş bir Allah’tır O.

 

Şimdi böyle müşrikçe Allah’a inanan, inandığı Allah’ı hayatına karıştırmayan, inandığı Allah’ın yeryüzünde pek çok ortağı olduğunu düşünen bir adamı nasıl bağışlasın da Allah? Gücü yok, kuvveti yok, yetkisi yok, bilgisi yok, yok, yok. Kendisi fakir bir dede, nerede kaldı başkalarına himmet ede? Nasıl affetsin de bu kadar büyük günahları? Ama Allah’ı kitabında tanıttığı gibi mutlak güç ve kudret sahibi, hayata karışmaya, hayata program yapmaya, kulluk edilip sözü dinlenmeye tek yetkili Rab ve İlâh kabul eden kişinin Allah’ı elbette gökyüzü dolusu, yeryüzü dolusu günahları da affetmeye muktedirdir.

 

Öyleyse hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesemez. Çünkü Allah bu kadar merhametlidir. Kullarına sonsuz merhamet sahibi olan Allah, elbette küfürden, şirkten, isyandan, günahlardan vazgeçip kendisine kulluğa yönelenleri elbette bağışlayacak, günahlarını silecek, kusurlarını örtecek, onlara karşı tüm tevbe kapılarını açıverecektir. Ama elverir ki kulları bu tevbe kapıları kapanmadan O’na yönelsinler. İş işten geçmeden tevbelerini, dönüşlerini gerçekleştirsinler. İşte bunun için de şunlar yapılmalıdır: 54. “Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O’na teslim olun; sonra yardım görmezsiniz.”

 

  Rabbinize inâbe edin. İnâbe, dönmek, yönelmek, sürekli yüz çevirmek, gönülden bağlanmak anlamlarına gelir. Samimiyetle yönünüzü, yüzünüzü, içinizi, dışınızı, varlığınızı Allah’a döndürün. Tüm ha-yatınızla, gecenizle, gündüzünüzle, işinizle, eşinizle, aşınızla Allah’a teslim olun. Her şeyinizle Allah’a teslimiyet gösterin. Her şeyinizi O’na teslim edin. Zaten her şeyiniz O’nundur. O’na teslim olduğunuz an, bilesiniz ki selâmete ereceksiniz. İradenizi, gözünüzü, kulağınızı, aklınızı, fikrinizi, kalbinizi, bedeninizi, gücünüzü, kuvvetinizi, malınızı, mülkünüzü, gecenizi, gündüzünüzü, zamanınızı, imkânınızı, karınızı, kızınızı, her şeyinizi size azap gelmeden önce, her şeyinizi zorunlu olarak teslim etme günü gelmeden önce bugün O’nun emrine teslim ediniz.

 

Eğer bugün bu teslimiyeti gerçekleştirebilirseniz yardım görürsünüz. Değilse bu teslimiyeti gösterenlerin dışında hiç kimseye Rab-bimizin yardım vaadi yoktur. Bu dünyada, fırsat elindeyken her şeyiyle Rabbine teslim olan kişi, her şeyini Rabbine teslim eden kişi Allah’ın nusretine lâyık olur. Allah’ın nusretine ehil olan kimse de her konuda zafere ulaşacak, başarıya ulaşacak demektir. Aksini yapanlar da hem bu dünyada, hem de âhirette Allah’ın desteğini kaybedecektir (Besâiru’l Kur’an, Zümer sûresi, 53-54. âyetlerin tefsiri).

 

 

Hayreddin Karaman, M. Çağrıcı, İ. K. Dönmez, Sadreddin Gümüş diyorlar ki:

53. "Haddi aşmak"tan maksat, günahlara dalarak Allah'ın hükümlerini çiğnemektir. "Kendi aleyhjerine olarak" diye çevirdiğimiz "ala enfüsihim" deyimiyle, günah işleyen kişinin, her şeyden önce kendi ruhunu ve hayatını kirletmiş, kendisine zarar vermiş olacağına dikkat çekilmektedir. Bu âyet, Allah'ın rahmet ve affının asla ümitsizliğe izin vermeyecek derecede geniş olduğunu en açık bir şekilde ortaya koyan ilâhî müjde olarak değerlendirilir. Allah'ın iradesini sınırlayacak hiçbir güç bulunmadığı için O'nun bağışlama yetkisine belli şartlarla sahip olduğu gibi bir görüş de iteri sürülemez.

 

Bununla birlikte âyetin "Allah bütün günahları bağışlar" mealindeki bölümünü, O'nun bir taahhüdü olarak anlayıp, inanan inanmayan, tövbe eden etmeyen, kendisine yönelen yönelmeyen herkesi bağışlayacağını düşünmek, kaçınılmaz olarak dinî ve ahlakî gevşekliğe hatta anarşiye yol açar. Öte yandan kural olarak Kur'an'ın bir âyetini bütününden kopararak tek başına değerlendirmek ciddi yanlışlar doğurabilir. Nitekim bu âyette "Allah bütün günahları bağışlar" buyurulurken, Nisa sûresinin 48 ve 116. âyetlerinde aynı İfadelerle "Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse hakkında bağışlar" buyurmuştur. Görüldüğü üzere burada Allah'a ortak koşanların bağışlanmayacağı açıkça belirtildiği gibi bunların dışında kalanları bağışlaması da mutlak olarak ifade edilmeyip Allah'ın dilemesi şartına bağlanmıştır. Yanlış anlama ihtimalini önlemek düşüncesiyle konumuz olan âyetin mealinde bu şartı (dilerse) şeklinde göstermeyi yararlı gördük. Esasen bir sonraki âyet de Allah'ın affına layık olabilmek için her şeyden önce O'na yönelip teslim olmak gerektiğine işaret etmektedir. Bununla birlikte Ehl-i sünnet âlimleri, affın tövbe şartına bağlı olmadığını belirtmişler; bu şartı ileri sürenler keyfi olarak âyetin kapsamını daralttıklarını savunmuşlardır.

 

54-55. Allah'ın yardımını kazanarak affına ve rahmetine nail olmanın, böylece ebedî kurtuluşa ermenin temel şartı, Allah'a yönelip teslim olmak yani O'na gerektiği şekilde iman edip hükümlerine boyun eğmektir. Her ne kadar Ehl-i sünnet âlimleri, 53. âyette belirtilen İlâhî af ve mağfiretin tövbe etme şartına bağlı olmadığını belİrtmişlerse de buradaki "Allah'a yönelme ve O'na teslim olma" buy ruğunun anlam olarak tövbeden farkı yoktur. Zira tövbe de sonuç itibariyle kulun günahlarından pişmanlık duyup vazgeçerek Allah'a yönelip teslim olmaya karar vermesi ve bu kararını eyleme dönüştürmesidir. 55. âyetteki "Rabbinİzden size indirilen en güzel hükümlere uyun" buyruğu da bunu göstermektedir.

 

Müfessirlerin ağırlıklı görüşlerine göre bu âyetteki "azap"la dünyevî ceza, yani müşriklerin müslümanlar karşısındaki yenilgileri kastedilmiştir; "indiri-len"den maksat İse Kur'an-u Kerîm'dir. Bu kelimenin geçtiği cümleyi, "Rabbinİzden size indirilenin en güzeline uyun" diye çevirmek mümkünse de bu çeviri, Kur'an'rn bir bölümünün diğerinden daha güzel olduğu yönünde bir anlamaya yol açacağından isabetli görülmemiştir. Bu durumda âyetteki "ahsen" kelimesini, "daha güzel olan" değil, Kur'an'm bütün hükümlerini kapsamak üzere kusursuz güzel olan" şeklinde anlamak gerekmektedir. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Zümer sûresi 53-55. âyetlerin tefsiri)

 

 

Kurtubî diyor ki: 

De ki: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rah­metinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfi­ret eder. Muhakkak O, çok çok mağfiret edendir, rahmet eden­dir. Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım olunmaz.” (39/Zümer, 53-54)

 

Âyetin nüzûl sebebi:

en-Nehhas dedi ki: Bu hususta gelmiş en değerli rivayetlerden birisi de Muhammed b. İshak'ın Nafî'den, onun İbn Ömer'den, onun Ömer'den şöyle de­diğine dair yaptığı şu rivayettir: Biz hicret etmek üzere karar verince, ben ile Hişam b. el-As b. Vail es-Sehmî ile Ayyaş b. Ebi Rabia b. Utbe ile sözleştim ve buluşma yerimiz Ğıfaroğulları suyu olsun, dedik. Ayrıca şunu da söyledik: Bizden geciken olursa, onun alıkonulmuş olduğunu bileceğiz, diğerleri yol­larına devam etsin. Sabah ben ile Ayyaş b. Utbe buluştuk, Hişam ise yanımı­za gelemedi. Onun fitneye (azab ve işkenceye) maruz kaldığını öğrendik. O da bu fitneye boyun eğdi. Medine'de iken şöyle diyorduk: Bunlar aziz ve celil olan Allah'ı tanıdılar, Rasûlü (salat ve selam ona)ne iman ettiler. Sonra da başlarına gelen bir bela dolayısıyla fitneye düştüler (dinlerinden döndüler). Onların tevbelerinin kabul edilebileceği görüşünde değiliz. Kendileri de kendi kendilerine böyle diyorlardı. Fakat yüce Allah Kitabında: "De ki: Ey ne­fisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" buyruğundan "...büyüklük taslayanlara cehennemde yer mi yok?" buyru­ğuna kadar olan bölümleri indirdi. Ömer dedi ki: Ben bunları kendi ellerim­le yazdıktan sonra Hişam'a gönderdim. Hişam dedi ki: Âyetler bana ulaşın­ca, onları alıp Zu Tuva'ya çıktım ve şöyle dedim: Allah'ım, Sen bu buyruk­ları anlamamı sağla. Anladım ki bu buyruklar bizim hakkımızda inmiştir. Son­ra geri döndüm, deveme bindim, Rasûlullah (s.a.s.)'a kavuştum.

 

Said b. Cübeyr'den de İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müşriklerden bir topluluk çokça kişi öldürmüş, çokça zina etmişlerdi. Pey­gamber (s.a.s.)'a ya şöyle dediler, yahutta ona şöylece haber gönderdiler: Se­nin kendisine davet ettiğin şey, hiç şüphesiz güzel bir şeydir. Tevbe eder­sek, tevbemiz kabul olur mu dersin? Bunun üzerine aziz ve celil olan şu: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." âyetini indirdi. Bunu Buhârî bu manada rivayet etmiştir.

 

Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu âyet-i kerime Mekkeliler hak­kında inmiştir. Onlar şöyle demişlerdi: Muhammed putlara tapan, Allah'ın ha­ram kıldığı canı öldüren kimsenin günahının bağışlanmayacağını söylüyor. Peki nasıl hicret edelim? Nasıl müslüman olalım? Biz hem Allah ile birlikte başka ilâha ibâdet ettik, hem Allah'ın haram kıldığı canı öldürdük. Bunun üze­rine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

 

Bir başka açıklamaya göre bu âyet-i kerime ibâdet hususunda kendi aleyhlerine aşırıya gitmiş ve cahiliye döneminde işlemiş oldukları birtakım günahlar dolayısıyla bu ibâdetlerinin kabul olunmayacağından korkmuş birtakım müslümanlar hakkında inmiştir.

 

Yine İbn Abbas ve Ata şöyle demiştir: Âyet-i kerime Hamza (r.a)'ın kati­li Vahşi hakkında inmiştir. Çünkü Allah'ın onun müslüman olmasını kabul et­meyeceğini zannetmişti. İbn Cüreyc'in Ata'dan, onun İbn Abbas'tan rivaye­tine göre ise İbn Abbas şöyle demiştir: Vahşi Peygamber (s.a.s.)'a gelerek: Ey Muhammed, ben sana himaye istiyerek geldim. Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar beni himayene al, dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ben se­ni himayesiz olarak görmek isterdim. Fakat madem benden himaye isteye­rek geldin, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar seni himayeme alıyorum" de­di. Vahşi dedi ki: Ben Allah'a ortak koştum, Allah'ın haram kıldığı canı öl­dürdüm, zina ettim. Allah benim tevbemi kabul eder mi? Rasûlullah (s.a.s.); "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâha ibâdet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler, zina da etmezler" (25/Furkan, 68) âyet-i kerimesi sonuna kadar nazil oluncaya ka­dar sustu. Sonra bu âyeti Vahşi'ye okudu. Vahşi ben burada bir şart koşul-duğunu görüyorum, belki ben sâlih bir amel işlemeyeceğim, Allah'ın kela­mını dinleyinceye kadar ben senin himayende kalmaya devam ediyorum. Bu­nun üzerine şu âyet-i kerime indi: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulma­sını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (4/Nisâ, 48 ve 116) âyeti indi. Onu çağırttırdı ve ona bu âyeti okudu. Bu sefer şöy­le dedi: Belki ben mağfiret etmeyi dilemeyeceği kimselerdenim. Onun için Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar senin himayende kalıyorum, dedi. Bu sefer: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" âyeti nazil oldu. Bunun üzerine: Evet şimdi oldu, ayrıca herhan­gi bir şart koşulduğunu görmüyorum, dedi, sonra da müslüman oldu.

 

Hammad b. Seleme, Sabit'ten, o Şehr b. Havşeb'den, o Esma'dan rivayet ettiğine göre Esma Peygamber (s.a.s.)'i: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri gi­den kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder" ve bunlara aldırış etmez "Muhakkak o çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir" buyruğunu ("ve aldırış etmez'" ilavesiy­le birlikte) okurken dinledim. İbn Mesud'un Mushafında ise "Allah dilediği kimseler için bütün günah­ları mağfiret eder" şeklindedir.

 

Ebu Cafer en-Nehhas dedi ki: Bu iki okuyuş da (Esma'nın naklettiği okuyuş ile Abdullah b. Mesud'un mushafındaki okuyuş) tefsiri açıklamaya gö­redir. Yani Allah dilediğinin günahını bağışlar. Yüce Allah da kime bağışla­mayı dileyeceğini bilmiştir. Bu ise tevbe eden veya küçük günah işlemekle birlikte büyük günahı bulunmayan kimsedir. Bununla tevbe eden kimseyi kas­tettiği de daha sonra gelen: "Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün" buyruğu göstermektedir. O halde tevbe eden kimseye bütün günahları ba­ğışlanacaktır. Buna da yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben tevbe eden... kimseye de çok çok mağfiret ediciyim" (20TâHâ, 82) buyruğu delâlet etmektedir. Bun­da açıklanamayacak bir taraf yoktur.

 

Ali b. Ebi Talib dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de şu: "De ki: Ey nefisleri aley­hine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." buyru­ğundan daha geniş bir âyet-i kerime yoktur. Abdullah b. Ömer de dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de en çok ümit verici âyet-ı kerime bu âyet-i kerimedir. İbn Abbas ise onların bu sözlerine cevab ve­rerek şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de en ümit verici âyet-i kerime Yü­ce Allah'ın: "Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine de mağ­firet edendir" (13/Ra’d, 6) âyetidir.

 

"Size" dünya hayatında "azab gelmezden önce Rabbinize dönün" itaat ile O'na yönelin. Yüce Allah şirkten tevbe eden kimselere mağfiret edece­ğini açıkladıktan sonra tevbe etmeyi ve kendisine dönmeyi emretmektedir. İnâbe" ihlâs ile yüce Allah'a dönmek demektir. "Ve O'na teslim olun" ka­ide boyun eğin, emirlerine uyun. "Sonra size yardım olunmaz." Yani Onun azâbından kimse sizi kurtaramaz.

 

Câbir (r.a.)'ın rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah'ın kişinin itaatte ömrünü uzatması ve ona dönüşü nasip etmesi mutluluktandır. Kişinin amelde bulunup amelini beğenmesi ise bedbahtlıktandır.'"

 

Ebu Sâlih dedi ki: İsrailoğullanndan arif bir kişi vardı. O bir yazı gördü: Kişi uzun bir süre Allah'a itaat ile amel etmekle birlikte onun ameli cehen­nemliklerin amelleri ile mühürlenir. Bu sebebten cehenneme girer ve bir adam da uzun bir süre Allah'a masiyet olan şeyleri işler, sonra ameli cennet ehlin­den birisinin ameli ile mühürlenir, o da cennete girer. Bunun üzerine adam: O halde ben ne diye kendimi yoruyorum deyip yaptığı amellerini bıraktı, fa-sıklığa ve masiyete koyuldu. İblis ona dedi ki: Senin uzun bir ömrün var. Dün­yadan faydalan, sonra tevbe edersin. Fâsıklığa koyuldu, malını hayasızlıkla­ra harcayıp tüketti. En lezzetli anında ölüm meleği ona gelince bu sefer: "Al­lah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime! Ömrüm şeytana itaatle geçti" dedi ve pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişman ol­du İşte Yüce Allah bu kimseye dair haberi Kur'ân-ı Kerîm'de indirdi (39/Zümer, 54. âyet).

 

Katâde de şöyle demiştir: Bunlar çeşitli gruplardır. Onlardan bir kesim: "Al­lah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime" demiş, bir diğer kesim: "Eğer Allah bana hidayet etse idi, elbette takvalılardan olurdum" de­miş, bir öteki kesim: "Eğer benim için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edi­cilerden olurdum" demiş olacaktır. Yüce Allah da onların hepsinin bu söy­lediklerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:

 

"Hayır, sana âyetlerim gerçekten gelmiş idi." ez-Zeccac dedi ki: Bura­daki: "Hayır" olumsuz bir sorunun cevabıdır. Halbuki ifadede olum­suz lafzı yoktur. Şu kadar var ki; "Eğer Allah bana hidayet etse idi" buyru­ğu Allah bana hidayet vermedi, anlamındadır. Sanki bu sözü söyleyen kim­se: Bana hidayet verilmedi, demiş gibidir. Bunun üzerine ona: Hayır, sana hidayet yolu açıkça gösterilmiştir. Sen eğer iman etmek isteseydin, iman et­mek imkânını bulurdun.

 

"Âyetlerim"den kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Âyetler" ile mucizelerin kas­tedildiği de söylenmiştir. Yani delil senin için açıklık kazanmış, fakat sen onu inkâr edip yalanlamıştın. "Büyüklenmiş" yani imana karşı büyüklük taslamış "ve kâfirlerden ol­muş idin." (El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Zümer sûresi, 53-54. âyetlerin tefsiri)

 

 

Fahreddin Râzî diyor ki:

“Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesmeyin.”

Ye'sin Niçin Küfür Olduğunun İzahı: Daha sonra "Zira hakikat şudur ki, kâfirle: güruhundan başkası, Allah 'm rahmetinden ümid kesmez" demiştir. İbn Abbas (r.a.) "Mü'min, her halükârda Allah'dan olan bir hayır ümidi içindedir; zira mü'min br sıkıntıya düştüğünde Allah'ı görüp gözetir; bolluk zamanında da, O'na hamdeder. Bil ki Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insan, âlemin ilâhının kâmil olar şeylere kadir olmadığına veya, bütün malumatı bilmediğine veyahut da, onun cömert değil de cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç şeyden her biri o insanın küfrünü gerektirir. Binâenaleyh, ümitsizlik, bu üç şeyden birisi meydana geldiğinde tahakkuk edince -ki bunlardan her biri, bir küfürdür-, o zaman Allah'ır rahmetinden ümit kesmenin, ancak kâfir kimseler için söz konusu olabileceği sabi: olmuş olur. Allah, en iyi bilendir (Yusuf, 87. âyetin tefsiri).

 

Yine Fahreddin Râzî diyor ki:

“De ki: "Ey kendi aleyhlerine olarak haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahtan bağışlar. Şüphesiz o, çok affedicidir. Çok merhametlidir.” (Zümer, 53).

 

Bil ki Allah Teâlâ, kâfirlerle ilgili tehdidler hususunda, genişçe bilgi verince, kullan hakkındaki rahmetinin, fazlının ve ihsanının mükemmel olduğunu da bunun peşi sıra haber vermiştir.

 

Büyük Günahların Affı: Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Allah Teâlâ'nın, büyük günahları atfedebileceğine  dair,  bu  ayeti  delil  getirerek  şöyle emişlerdir: "Biz, bu kitapta, Kur'ân'ın örfünün, "kullarım" fadesinin,  mü'minler  için olacak şekilde kullandığını nlatmıştık. Nitekim Hak Teâlâ, "Rahman'm yeryüzünde mütevazı olarak yürüyen kulları..." (25/Furkan, 63) ve "Allah'ın kullarının içeceği göze..."(İnsan, 6) buyurmuştur. Bir de "kullarım" lafzı, ta'zim (saygı ve değeri) gösterme sadedinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bunun, sadece mü'minler hakkında kullanılmış olması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayetteki, "Ey kullarım" lafzının, mü'minler hakkında kullanıldığı anlaşılır. Bir de mü'min, kendisinin Allah'ın abdi (kulu) olduğunu itiraf eden kimsedir. Müşrikler ise, kendilerini Abdullât, Abduluzzâ ve Abdulmeslh diye adlandırmışlardır. Böylece "ey kullarım" ifadesinin ancak mü'minlere uygun düştüğü sâbit olur.

 

Bu da sâbit olunca diyoruz ki: Allah Teâlâ, "Kendilerine karşı İsraf eden, haddi aşan kullarım..." buyurmuştur. Bu ise, bütün israf edenleri içine alan genel bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, "Çünkü Allah bütün günahları bağışlar" buyurmuştur ki bu, O'nun, mü'minterden sâdır olan günahların hepsini bağışlayıcı olmasını gerektirir. Bizim anlatmak istediğimiz de budur.

 

Af  İçin Tevbe Şart mı?

Eğer sorulacak olursa ki: "Bu ayeti zahirî manasına almak mümkün değildir. Aksi halde, günahların bağışlanmış olduğuna kesin hükmetmek gerekir. Siz (ehl-i sünnet) ise, böyle demiyorsunuz. Dolayısıyla, bu ayetin manası, sizin söylediğiniz şey değildir. Sizin söylediğinize ise bu ayet delâlet etmemektedir. Binaenaleyh yaptığınız istidlal düşer. Bir de Allah Teâlâ, bunun peşisıra, "Size azab gelip çatmazdan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun ... farkında olmaksızın, ansızın (başınıza) azap gelmezden önce..." buyurmuştur. Eğer ayetin evvelinden, Allah Teâlâ'nın bütün günahtan kesinkes bağışlayacağı kastedilmiş olsaydı, bunun peşinden tevbeyi emretmez ve onları, anlamadıkları ve beklemedikleri bir yönden kendilerine gelecek bir azabla korkulmazdı. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Her nefsin, "Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı vay yazıklar olsun bana..." diyeceği gün" buyurmuştur. Eğer bütün günahlar affedilmiş olsaydı, insanın böyle demesine gerek kalmazdı. Ayrıca eğer, anlatılmak istenen şey, ayetin lafzının zahirinin delâlet ettiği şey olsaydı, o zaman bu, adetâ günahları işlemeye bir teşvik ve günah yapmaya bir salıverme gibi olurdu ki böyle birşey Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o zaman ayetten "Günahkârın ilâhi azabtan kesinlikle kurtulamayacağı" zannına kapılmasının caiz olmayacağına dikkat çekmek olduğunu söylemek gerekir. Çünkü böyle inanan kimse, Allah'ın rahmetinden ümit kesmiş olur. Zira her günahkâr ve asî, ne zaman tevbe etse, cezası silinip, mağfiret ve rahmet ehlinden olur. Dolayısıyla ayetteki, "Allah bütün günahlan bağışlar" ifadesi, "Tevbe etmek ve O'na yönelmek şartıyla Allah günahları bağışlar" manasında olmuş olur." Evet böyle bir suale karşı şöyle cevap verilir:

 

Karşı tarafın (Mu'tezlle'nin) "Ayet bütün günahların kesinkes affını gerektirir. Siz ise bunu söylemiyorsunuz" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki, "Aksine biz bunu söylüyor ve benimsiyoruz. Çünkü yağfiru "affeder" fiili muzâri olup, muzârî gelecek zaman için kullanılır. Bize göre Allah, "LA İlahe illallah, Muhammedü'n-Rasûlüllah" diyen herkesi, cehennemden çıkaracaktır. Böyle olması halinde büyük günah sahibi de, İster cehennem ateşine girmeden önce, ister girdikten sonra olsun, kesinlikle neticede affedilecektir. Böylece ayetin zahirinin delâlet ettiği mananın, bizim inancımızın tâ kendisi olduğu sabit olur.

 

Yine karşı tarafın, "Günahların tamamının bağışlanması durumunda, Allah Teâlâ tevbeyi emretmezdi" şeklindeki sözüne de şöyle cevap verebiliriz: Bize göre, insanın her zaman tevbesi vâcibtir (gereklidir). Çünkü İlâhî ceza, her zaman için söz konusudur. Çünkü ilâhî cezanın hiç olmadığını söylemiyoruz. Aksine Cenâb-ı Hak kayıtsız şartsız da affedebilir, bir müddet cehennemde azab ettikten sonra da affedebilir, diyoruz. İşte aynı yol ite, onların diğer sorularına da cevap verilebilir. Allah en iyi bilendir.

 

Af Delilleri: Bil ki bu ayet, İlâhî rahmetin olacağına, şu bakımlardan delâlet eder:

 

1) Allah Teâlâ günahkârı "kulum" diye adlandırmıştır. Kulluk ise, kişinin ihtiyaç içinde olduğunu, zillete düştüğünü anlatır. Rahim ve Kerîm'e uygun düşen ise, miskin ve muhtaç kuluna, hayır ve rahmetini bol bol vermesidir.

 

2) Allah Teâlâ, mütekellim ya'sı ile onları kendisine nisbet ederek, "Ey kendi aleyhlerine olarak israf eden kullarım " buyurmuştur. Allah'a nisbet edilme şeref ve bahtiyarlığı, İlâhî azabtan emin olmayı ifade eder.

 

3) Cenâb-ı Hak, "Kendi aleyhlerine olarak israf edenler..." buyurmuştur. Bu, "O günahların zararı bana değil onlaradır. Dolayısıyla, günahlardan Ötürü zararın onlara yönelik olması onlara yeter. Öyleyse, bu kullara, ayrıca bir zararın verilmesine gerek yok" demektir.

 

4)  Allah Teâlâ, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin" buyurarak, kullarını, ümidsizliğe düşmekten nehyetmiştir. Binâenaleyh bu, adetâ bir ümid ve keremi (ikramı) bekleme hususunda bir emir olur. Ümidi ve keremi beklemeyi emrettiğinde Kirîm'e uygun düşen ancak keremdir.

 

5)  Allah Teâlâ önce, "Ey kullarım..." demiştir. Binâenaleyh buna uygun olan O'nun, "Rahmetimden ümid kesmeyiniz" demesi idi. Ama o, böyle değil de, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz" buyurmuştur. Çünkü bizim "Allah" dememiz, Allah'ın en büyük ve yüce ismidir. Dolayısıyla, böylesi yüce bir isme nisbet (izafe) edilen rahmetin de, rahmet ve lütuf çeşidlerinin en büyüğü olması gerekir.

 

6) Cenâb-ı Hakk, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz" buyurunca, gerekli olan, bunun peşisıra, "Çünkü O, bütün günahları bağışlar" demesi idi. Ama O, böyle değil de, "Allah" ismini tekrarlayarak, en büyük te'kidi ifâde eden ö[ edatını eklemiştir. Bütün bunlar, Rahman'ın vaadindeki mükemmelliğe delâlet eder.

 

7)  Eğer Cenâb-ı Hak, "O, günahları bağışlar" demiş olsaydı, maksad yine anlatılmış olurdu. Ama O, buna te'kid ifade eden, "cemî'an" lafzını da eklemiştir. Bu da, rahmeti te'kid eden bir diğer husustur.

 

8) Allah, kendisini gafur diye tavsif etmiştir. Gafur lafzı İse, bu mağfiret hususunda çok ileri dereceyi ifade eder.

 

9) Cenâb-ı Allah, Kendisini "Rahîm" diye tavsif etmiştir. Rahmet ise, mağfirete ilave bir mana ifade eder. Dolayısıyla, "O, gafurdur" ayeti, İlâhî cezayı gerektiren suç ve günahları sileceğine; "rahîmdir" ifadesi de, rahmeti ve mükâfaatı gerektiren şeyleri varedeceğine ve vereceğine bir işarettir.

 

10) Hak Teâlâ'nın  yani, "Gafur ve rahîm olan ancak O'dur O" sözü, hasr (sadece) manası ifade edip, "Ondan başka gafur ve rahîm yoktur" demektir. Bu, Allah'ın alabildiğine gufran ve rahmet sahibi olduğunu gösterir. Binâenaleyh işte bu on husus, ayette mevcuttur ve herbiri de Allah'ın rahmet ve mağfiretinin mükemmelliğini göstermektedir. Allah'dan, bunları elde etmemizi ve fazl-u rahmeti sayesinde cezasından kurtulmamızı temenni ediyoruz.

 

Cenâb-ı Hak sonra, "Rabbinize dönün..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi, "Bu, "O'na yönelin, O'na teslim olun, yani amellerinizi sırf O'nun için yapın" demektir. Hak Teâlâ, bir, bu işin tevbesiz olacağını hiç kimsenin ummaması, bir de tevbenin, mağfiret için ayrılmaz bir şart olduğuna delâlet etsin diye, mağfiretin peşisıra, inâbeyi, yani Allah'a dönmeyi zikretmiştir" der. Ama ben diyorum ki bu söz gerçekten tutarsızdır. Çünkü bize (ehl-i sünnete) göre, günahlardan tevbe etmek gereklidir. Dolayısıyla tevbenin emredilmesi, İlâhî mağfiret vaadini zedeleyecek birşey değildir.

 

Eğer Mu'tezile "Şayet mağfiret va'di kesinkes bulunsaydı, insanın tevbesine hiç gerek yoktu. Çünkü tevbe ancak, İlâhî cezayı kaldırmak İçin yapılır. Dolayısıyla, Hak Teâlâ'mn kişiyi affetmesiyle, İlâhî ceza kalkınca, artık kişinin tevbesine gerek kalmamış olur" derlerse, biz deriz ki: Bu da tutarsızdır. Çünkü bize göre, her nekadar Cenâb-ı Hak, günahları kesinkes affedecek ve mağfiret edecek ise de, bu af ve bağışlama, şu iki şekilde, yani bazan doğrudan, bazan da bir müddet cehennemde azab edip, sonra cehennemden çıkarıp onu affetmesi şeklinde olur. Binâenaleyh tevbenin gayesi, bu İlâhî cezayı kaldırmaktır. Böylece Keşşaf sahibinin dediği şeyin tutarsız ve manasız olduğu anlaşılır. (Mefâtuhu’l Gayb –Tefsîru’l Kebir-, Zümer sûresi, 53-54. âyetlerin tefsiri)

 

 

İzzet Derveze diyor ki:

Ayetlerde Şu Hususlar Vardır:

Bir: Peygamber'e (s), Allah'ın kullarına, kendilerine karşı aşın gidenlerin bu neden­le tevbe kapısının kapandığını zannetmemelerini ne olursa olsun Allah'ın rahmetinden umut kesmemelerini haykırması emredilir. Allah, günah ne kadar büyük olsa da bağış­lar. Çünkü günah sahibi tevbe ederek, O'na boyun eğmeye karar verdiğinde, Allah'ı çok bağışlayan ve çok rahmet edici bir sıfatla bulur. Onları Allah çabucak dönmeye, boyun eğmeye, nefislerini O’na teslim etmeye teşvik etmesini ister. Vakit geniş iken, yar­dımcısı, kurtuluşu, dönüşü olmayan Allah'ın azâbı gelmeden bunu yapmalıdırlar. Al­lah'ın indirdiği hayır; hak ve hidayet davasından en güzeline tabi olmaya çağırır. Gelişi­ni hissetmeyecekleri, ânî bir azapla yakalanmadan önce vahye tâbi olmalıdırlar.

 

İki: Allah'a dönüş ve tevbe için verilen fırsatı kaçırmamaları konusunda günahkârlar uyarılmaktadır. Alaycı, hakir görücü tutumlarından, günahlarından dolayı pişman olma­ları; günahlarının sorumluluğundan, keşke Allah bize hidayet elseydi de, biz de muttakîlerden olurduk, sözleriyle kaçınmaları istenmektedir. Bu istek, ihsan edenlerden ol­mak için ikinci defa tekrar dünyaya geri dönmelerini temenni etmemeleri içindir. Bun­dan sonra bunun abes olacağı onlara haykınlacaktır. Size Allah'ın ayeti ve davası gel­mişti de, siz onu yalanladınız, büyüklendiniz ve kâfirlerden oldunuz.

 

Buradaki ayetler, birbirinden ayrılmayan birbirine bağlı bir tek silsileyi temsil et­mekledir. Bu da bütünüyle, Allah'a tevbe etmeye, İslam davetini kabul etmeye teşvik etmektedir. Geniş bir zaman dilimi varken, yavaş ve ihmal ederek fırsatı kaçırmaktan sakındırmaktadır. O, genel bir yönlendirmeyi içermekledir. Kâfirlere olan yönlendirme daha kuvvetlidir. Son ayetin buna kesin delaleti örnek vcriİebilir.

 

Ayetlerin ruhu ve içeriği topludur. Bazı müfessirlerin sahabenin Rasulullah'dan ri­vayel olarak söyledikleri bizi hayrette bırakıyor: İlk ayet, Kur'an'da en çok umut veren ayetlerdendir. Onu mutlak kılarak, günahların affedilmesini tevbe şartına bağlamak da görünenin zittidır. Çünkü ayet şöyle diyor "Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar".

 

Ondan sonra gelen ayet ise, Allah'a çabucak dönmeye, indirdiğinin en güzeline tabi ol­maya leşvik eder. Pişmanlık ve sızlanmaya götüren ihmal ve yavaş hareket etmekten sa­kındırır. Bunlara rağmen, Allah'ın, tevbe etmeden, pişmanlık duymadan, günahları tela­fi edecek sâlih amel ve İslah olmadan bütün günah ve suçlan bağışladığını söylemek if­rattır. Bu Kur'an ayetleri ile de uyum sağlamaz. Korkutma, müjdeleme, va'ad etme, tehdid etme, kötüyü çirkin görme, güzeli iyi bulma, insanları yaptıkları amellere karşı mükafatlandırma ile ilgili sayılamayacak kadar ayetler vardır.

 

Bu ayetler Furkan sûresinin tefsirinde açıkladığımız Kur'an'ın tevbe prensibi ile da­ima uyumluluk sağlayan beliğ bir telkini içermektedir. Bu telkin ve prensiplere göre ha­talarını telafi etmeyen, küfür ya da küfür olmayan değişik günahlarından dönmeyen, di­nini ve dünyasını nefsinin ıslahında bulmayan herhangi bir varlığa sevgi beslememeli-dir. Onlardan niyetlerini düzeltenler, vicdanlarını uyandıranlar için ise tevbe kapısı açık bırakılmaktadır. Eğer düşünür, pişman olunur, Allah'a yönclinir, O'ndan indirilene gü­zelce tâbi olunur, geniş vakitlerde, sıhhat ve hayatta iken bu yapılırsa, tevbe kapılan sonsuza kadar açıktır.

 

Ayetler hakkında zikredilmeye değer başka bir nokta da; insanın kazanç ve seçim ehliyetine sahip olduğunu, hidayet ile dalalet arasında seçim ve kazancından sorumlu ol­duğunu kesin ve muhkem bir tarzda ifadelendirmcsidir. Bu konuda 57. ayet kuvvetli bir uyarıdır: "Keşke beni Allah hidayete erdirseydi de müttakilerden olsaydım" sözü kına­nır. Ondan sonra gelen ayet bu yaklaşıma cevap verir. Allah Rasulüne indirdiği ayetler­le hidayel yolunun gösterildiği belirtilir. Fakat kişi, bunu yalanlayıp büyüklenirse. Al­lah'ın azâbını hakeden kâfirleden olur. (Et-Tefsîru’l Hadis, Zümer sûresi, 53 ve devamındaki âyetlerin tefsiri)   

 

 

Vehbe Zuhaylî der ki: 

Yakup (a.s.) da çocuklarına kardeşlerini aramaları için Mısır'a gitmelerini teklif edip onlara Allah'ın kendilerini feraha çıkaraca­ğından ve üzüntülerini gidereceğinden ümitlerini kesmemelerini ve amaçladık­ları işte hiçbir zaman Allah'dan ye'se düşmemelerini tavsiye etti. Zira bilerek Allah'ın kudret ve rahmetini inkâr eden ve Allah'ın kullan hususundaki hik­metinden câhil olan kâfirlerden başka hiç kimse Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez. Mü’minler ise Allah'ın rahmetinden, sıkıntılardan kurtaracağından ve zorlukları gidereceğinden asla ümitlerini kesmezler. İbn Abbâs (r.a.) şöyle der “Muhakkak ki mü’minler, Allah'dan devamlı hayır üzeredirler. Sıkıntıdayken rahmetini umar, ferah içindeyken O'na hamdederler.”

 

Allah'ın sıkıntıdan feraha çıkaracağından ancak kâfirler ümitlerini ke­serler. Bu da göstermektedir ki kâfir, sıkıntı esnasında ümidini keser. Ayrıca Allah'tan ümit kesmek, büyük günahlardandır. Mü’min ise, devamlı surette Al­lah Tealâ'nın kendisini feraha çıkaracağını ümit eder. Râzî şöyle der: "Bilinmelidir ki kişi, Allah'ın mükemmelliğe gücü yetmedi­ğine, herşeyi bilmediğine ve cömert olmayıp, cimri olduğuna inanmadığı müd­detçe Allah Tealâ'nın rahmetinden ümidini kesmiş olmaz. Eğer bu üç konudan birinde aksi şekilde düşünürse bu durum küfrü gerektirir. Eğer ümitsizlik, an­cak bu üçünden birinin tahakkuk etmesiyle gerçekleşebiliyorsa o zaman bun­lardan herbiri küfürdür. Kâfir olandan başkasının Allah'dan ümidini kesmeye­ceği sabittir." (Tefsîru’l Münîr, Yusuf sûresi, 86-87. âyetin tefsiri)

 

Yine Vehbe Zuhaylî diyor ki: 

Günahların Tevbe Ve İhlasla Yapılan Amel Karşılığında Bağışlanması:

“De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetin­den ümit kesmeyin. Allah bütün gü­nahları bağışlar. Çünkü O, Ga­furdur, Rahimdir.” (39/Zümer, 53)

 

"Kullarım." Kul kelimesinin Allah Tealâ'ya izafe edildiğinde, Kur'an'm kavramsal çerçevesinde sadece mü’minler kastedilir. "Nefislerine karşı aşırı giden kullarım!" Yani günah işlemede ifrada veya aşırılığa giderek haddi aşan kullarım. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Allah'ın mağfiretinden ve fazlu kereminden ümitsizliğe düşme­yin. "Allah bütün günahları bağışlar." Azap ettikten sonra bile olsa, kendi­sinden bir affetme olarak şirk dışında bütün günahları bağışlar. "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimse­ler için bağışlar." (4/Nisâ, 48). Buradaki "Çünkü O, Gafûr'dur, Rahîm'dir" cümlesi, mübalağa, hasr ve mağfiretten sonra rahmet ifade eder. Ne var ki bu, Allah'ın dilemesi ve fazlu keremine bağlıdır. Günahların mutlak olarak bağışlanması genel bir kanun değildir.

 

"Rabbinize dönün." O'na yönelin ve tevbe edin. "O'na teslim olun." Ameli O'na mahsus kılın. "Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün. Sonra size yardım edilmez." Eğer tevbe etmezseniz, çarptırılacağınız azaba karşı kimse size yardım etmez. Burada "Rabbinize dönün" ifadesinin "mağfiref'ten sonra zikredilmesi, mağfiretin tevbe olmadan da hasıl olabileceği kanaati uyanmasın ve mağfiret için tevbenin gerekli ve şart olduğuna delâ­let etsin diyedir. Evet, Zemahşerî'nin de belirttiği gibi, mağfiret, tevbe olmadan husule gelmez. Yani tevbe ve amelde ihlâs olmaksızın hiç kimse için bağışlanma söz konusu değildir. Bu, genel bir kanundur.

 

"Allah bana hidayet etseydi" kendisine itaat etmem için hidayet ve hakkı bulmam için irşat etseydi, ben de hidayete gelir "korunanlardan" şirk ve masiyetler sebebiyle O'nun azâbına düşmekten korunanlardan "olurdum." "...güzel hareket edenlerden olsaydım." Akide ve amel konusun­da güzel davranış içinde oları mü’minlerden olsaydım. "Evet! Sana ayetle­rim gelmişti." Yani Kur'an gelmişti. O Kur'an, hidayet sebebidir. Bu cümle, "Allah bana hidayet etseydi" diyen kimsenin Allah Tealâ tarafından reddedilişini ifade etmektedir. Bu kimsenin sözünde olumsuzluk vardır. Yani id­diasına göre Allah ona hidayet etmemiştir. Yani yukarıdaki ayette geçen "belâ" (evet) kelimesi, ancak olumsuz sorulara cevap verilirken kullanılan bir kelimedir.

 

Nüzul Sebebi:

"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayetinin (53. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari ve Müslim, Ebu Davud ve Nesaî, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Ehl-i şirkten bir kısım kimseler, başkalarını öldürdüler ve bunu çok yaptılar; zina ettiler ve bunu da çok yaptılar. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.)'e gelerek şöyle dediler: "Şüphesiz senin söylediklerin ve kendisine çağırdığın şey gerçekten güzel. Peki bize haber verir misin, bizim için tevbe kapısı açık mıdır -veya yaptı­ğımız kötülüklere karşı bir keffaret var mıdır-? Bunun üzerine "Ve onlar, Allah ile birlikte başka tanrıya yalvarmazlar... Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." (Furkân, 26/68-70) ayetleri ile "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."

 

İmam Ahmed de Rasulullah (s.a.)'ın azatlısı Sevbân (r.a.)'dan şöyle ri­vayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu işittim: "Şu ayeti dünyaya ve içindekilere tercih ederim: "De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı gi­den kullarım. Allah 'm rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar." Bunun üzerine orada bulunan birisi, "Ey Allah'ın Resulü! Şirk koşan kimse için de böyle midir?" diye sordu. Hz. Peygamber bir süre sustu. Sonra üç kere "Şirk koşan hariç" buyurdu."

 

Yine İmam Ahmed, Amr b. Anbese (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Yaşlı bir adam elindeki bastona dayanarak Hz. Peygambere geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben çok hainlik yaptım, çok günah işle­dim. Böyleyken bağışlanır mıyım?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, Al­lah'tan başka ilâh olmadığına şahadet etmedin mi." diye sordu. Adam, "Evet. Ve şahadet ederim ki sen de Allah'ın Rasulüsün." diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Senin hainliklerin ve günahların bağışlan­mıştır." buyurdu."

 

Hâkim ve Taberânî de İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiş­lerdir: "Bizler, "Allah'ı bilip tanıdıktan ve müslüman olduktan sonra, baş­larına gelen bir musibet sebebiyle küfre dönenlerin ve böylece fitneye dü­şenlerin Allah Tealâ tevbesini kabul etmez." derdik. Ne zaman ki Rasulullah (s.a.) Medine'ye geldi, o zaman böyle kimseler hakkında "De ki: Ey nefis­lerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."

 

İbni Cerîr ve İbni Merdüve'y de İbni Abbas (r.a)'tan şöyle dediğini riva­yet etmişlerdir: "Mekke'liler şöyle dediler: "Muhammed (s.a.), putlara kul­luk eden, Allah'tan başka ilâhlara dua eden ve Allah'ın haram kıldığı cana kıyan kimseler bağışlanmaz diye iddia ediyor, bu durumda bizler nasıl hic­ret edelim ve müslüman olalım? Zira putlara kulluk ettik, adam öldürdük, biz şirk ehliyiz." Bunun üzerine "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kul­larım..." ayeti indi."

 

"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, Gafûr'dur, Rahîm'dir." Yani Ey Peygamber! De ki: Ey Allah'ın masiyet işlemekte aşırı gi­den ve çok günah işleyen kulları! Allah Tealâ'nm bağışlamasından ye'se düşmeyin. Allah Tealâ, sahibinin tevbe etmediği şirk dışındaki bütün gü­nahları bağışlar. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar." (4/Ni­sa, 48). Kuşkusuz Allah, rahmet ve bağışlaması çok olandır. Tevbe ettik­ten sonra kuluna azap etmez. İbni Kesîr şöyle demiştir: "Bu ayet, kâfir ol­sun, isyankâr mü’min olsun, bütün kullar için tevbe ve Allah'a yönelmeye çağrı ve Allah Tealâ'nın, ne günah işlemiş ve ne kadar işlemiş olursa -ister­se deniz suyunun köpükleri kadar- olsun, tevbe eden ve günahlardan dönen kimselerin bütün günahlarını bağışlayacağının haber verilmesini ihtiva et­mektedir. Ancak bu ayetin, tevbe olmadan bağışlanma olacağı şeklinde yo­rumlanması doğru değildir. Çünkü şirk, tevbe olmadıkça bağışlanmaz.

 

Şevkânî şöyle der: "Bu ayet, Kur'an'daki en ümit verici ayettir. Çünkü müjdelerin en büyüğünü ihtiva etmektedir. Zira bu ayette ilk olarak Allah Te­alâ kulları kendine nispet ederek anmıştır. Burada kulları şereflendirme ve müjdeleme kastı vardır. Ardından da onları masiyet işlemekte aşın gitmek ve çok günah işlemekle vasfetmiştir. Bunun akabinde de, o çok günah işleyen kimseleri, Allah'ın rahmetinden ümitlerini kesmekten nehyetmektedir. Şu halde günahkâr olduğu halde aşırı gitmeyen kimselerin Allah'ın rahmetinden ümit kesmemeleri öncelikle daha gereklidir. Hitabın taşıdığı anlam da bunu gerektirmektedir. Sonra da ardında şüphe bulunmayan bir cümle gelmektedir ki o da "Allah bütün günahları bağışlar..." kavl-i ilâhisidir.

 

Bağışlanmanın tevbe, Allah'a yönelme ve amelde ihlâsla kayıtlanma­sı, "Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün..." ayetinden ve yukarıda nüzul sebebi konusunda zikredilen hadislerden anlaşılmaktadır. Rahmet kapısı geniştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bilmediler mi ki, kullarından tevbeyi kabul eden... Allah'tır." (9/Tevbe, 104), "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve merhamet edici bulur." (4/Nisâ, 110).

 

Taberani, Süneyd b. Şekel'den şöyle rivayet etmiştir: "İbn Mesud’un (r.a.) şöyle dediğini işittim: "Muhakkak ki Allah'ın Kitabı'ndaki en büyük ayet, "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir" (2/Bakara, 255, 3/Âl-i İmrân, 2) ayetidir. Kur'an'da ha­yır ve şer konusunda en kapsamlı ayet, "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsa­nı... emreder..." (16/Nahl, 90) ayetidir. Kur'an'da ferahlığı en çok ihtiva eden ayet, Guraf (yani Zümer) süresindeki "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." ayetidir. Allah'ın Kitabı'nda, kulun sıkıntılarını gidermeyi Allah'ın üstlendiğini en vurgulu an­latan ayet ise "Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu, ummadığı yerden rızıklandırır." (65/Talâk, 2-3) ayetidir." Bunun üzeri­ne Mesrûk ona "Doğru söyledin." dedi."

 

İbni Ebî Hatim de Ebu'l-Kenûd'dan şöyle rivayet etmiştir: "Abdullah -yani İbn Mesud (r.a.)- bir keresinde kadıya uğramıştı. Kadı o esnada in­sanlara va'zu nasihat ediyordu. Ona, "Ey vaiz! Niçin insanları Allah'ın rah­metinden ümit kestiriyorsun?" dedi, sonra da "Ey nefislerine karşı aşırı gi­den kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" ayetini okudu."

 

Daha sonra Allah Tealâ, bağışlanmayı iki şarta bağlamakta ve şöyle buyurmaktadır:

1- "Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez." Yani tevbe, taat, masiyetlerden kaçınmak, em­rine teslim olmak ve hükmüne boyun eğmek suretiyle, ölümle dünya azâbı size gelmeden önce Allah'a dönün. Aksi halde, O'nun azâbını sizden men edecek bir yardımcı bulamazsınız.

 

2- Kur'an'a bütünüyle tabi olma: "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeli­ne uyun." Yani Kur'an'a tabi olun. Onun helâl dediğini helâl, haram dediği­ni haram kabul edin. Ona taate devam edin ve masiyetten kaçının. Yani Allah'ın emirlerine uyun ve yasaklarından kaçının. Bu, azâbın, siz habersizken ve onu hissetmeden, aniden gelmesinden önce olmalıdır. Bu, çok şiddetli bir tehdit ve uyarıdır.

 

Daha sonra Allah Tealâ, boş şeylerle oyalanmaktan ve tahassürün hiç­bir fayda sağlamadığı bir vakitte geride bırakılan hayata hasret çekme­mekten sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

 

1- Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın yanında kusur edişim­den dolayı vah bana. Hakikaten ben alay edenlerdendim." Yani bir an önce tevbe etmeye ve amel-i sâlih işlemeye bakın. Ve günahkâr nefsin şöyle de­mesinden sakının: "Vah bana! Allah'a iman, Ona itaat ve Kur'an'a iman ile onun emrettiklerini yerine getirme konusunda gösterdiğim kusur dolayı­sıyla pişmanım. Ben ancak dünyada, Allah'ın dini ve Onun kitabı ile alay edenlerin yaptığını yapmış, bunların hiçbirisine inanıp, bunları tasdik et­memiştim."

 

2- Yahut şöyle demesinden: "Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum." Yahut da nefsin şöyle demesinden sakının: "Eğer Allah beni dinine irşad etmiş olsaydı, elbette ben de Allah'tan sakınanlar­dan ve O'na şirk koşup masiyet işlemekten uzak dururdum."

 

3- Yahut azap gördüğü zaman, "Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden olsaydım." demesinden. Yani yahut da nefsin, azâbı bizzat müşahede edip tattığı zaman, "Keşke ben dünyaya bir kez da­ha dönebilseydim. O zaman mutlaka Allah'a iman edenlerden, Onu birle-yenlerden ve amellerinde güzel davrananlardan olurdum. Kısacası: Nefis, güzel amel işlemek için   dünyaya geri gönderilmeyi arzu edecektir. Fakat artık iş işten geçmiştir.

 

Onun bu doğrultuda söylediklerini Allah Tealâ, şöyle buyurarak red­detmektedir: "Evet! Sana ayetlerim gelmişti de sen, onları yalanlamış, büyüklük taslamış, kâfirlerden olmuştun." Ey pişman kul! Şüphesiz sana dünya ha-yatındayken, Kur'an indirüjniş, ayetlerim gelmiş ve hüccetim sana açık­lanmıştı. Sen ise onu yalanlamış ve ona ittiba etmekten büyüklenerek uzak durmuştun. Böylece onu bilerek inkâr edenlerden olmuştun. Buradan şu mana çıkmaktadır: Sen dünyadayken, benim ayetlerimi tasdik ve onla­ra uygun davranma imkânına sahip idin. Böyleyken şimdi niçin dünyaya geri dönmek istiyorsun? Kaldı ki dönüşün sana bir faydası yoktur. Zira Yü­ce Allah şöyle buyurmuştur: "Geri gönderilselerdi, yine men olundukları şeyleri yapmaya dönerlerdi." (6/En'âm, 28).

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler anlaşılmaktadır:

1- Allah Tealâ, mü’minlerden sâdır olan bütün günahları bağışlayabilir ve onun büyük günahlarını da affedebilir. Bu, Allah'ın dilemesine ve fazlu keremine kalmış bir şeydir.

 

2- Allah Tealâ, tevbe edilip, O'na dönülür, ihlâslı ve sâlih amel işlenir, kendisine boyun eğilip, emir ve nehiylerine itaat edilirse, şirk, küfür ve masiyetleri bağışlar. Bütün bunlar, ölümle azap gelmesinden önce dünya hayatmdayken olabilir. Zira o azaptan kaçıp kurtulmak veya bir yardım edici sayesinde bu azâbı geri çevirmek söz konusu değildir.

 

3- Amel: Helâl dediklerini helâl, haram dediklerini de haram kılmak, emirlerine ittiba ve itaat etmek, yasaklarından ve masiyetlerden de kaçın­mak suretiyle Kur’ân-ıKerim'e ittiba demektir. Burada şu söylenebilir: Al­lah Tealâ kullarını bağışlamayı vaad ettiği zaman, hemen ardından iki şeyi emir buyurmaktadır:

a) Tevbe ile Allah'a dönmek.

b) Sözün en güzeline uymak, ki o Kur'an'dır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer ikişerli bir Kitap halinde indirdi." (39/Zümer, 23). Kur'an'ın tüm ayetleri güzeldir. Buradaki ittiba ise, Allah'ın, Kitabı'nda inzal buyurduğu emirlerle amel ve masiyet-lerden kaçınmaktır.

 

4- Kusurlu kimse, kıyâmet günü üç türlü tavır sergileyecektir:

 

Birincisi: İtaat konusunda gösterdiği aymazlık ve kendisinin dünya­dayken Kur'an'la, Peygamberle ve Allah'ın veli kulları olan mü’minlerle aley edenlerden olması dolayısıyla hasret ve pişmanlık.

 

İkincisi: Hidayeti kaybetmiş olmaktan dolayı mazeret aramak. Bu ta­vır, müşriklerin kendilerine delil olarak ileri sürdükleri şu hususa yakın bir anlam arz etmektedir: "Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: "Allah iste­seydi ne biz, ne de babalarımız ortak koşmazdık. Kendi kendimize hiçbir şe­yi haram da kılmazdık." (6/En'âm, 148). Bu, kendisiyle bâtıl bir dâvânın kastedildiği hak bir sözdür.    

 

Üçüncüsü: Dünyaya yeniden dönme temennisi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman şöyle der: "Rabb'im! Beni geri döndürünüz. Ki terkettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım." Hayır! Bu onun söylediği, olmayacak bir laftır." (Mü’minûn, 23/99-100).

 

5- Yüce Allah, onların söylediğine, hidayeti kaybetmiş olmak gibi bir gerekçeye dayanmanın bâtıl olduğunu söyleyerek cevap vermektedir. Çün­kü hidayet hazır idi. Dolayısıyla bu mazeret ortadan kalkmıştır. Fakat bu gerekçeyi ileri süren kul Kur'an'ı tekzip etmiş ve onun ayetlerine uymayıp büyüklenmiştir. Böylece ona karşı küfre düşenlerden ve onu bilerek inkâr edenlerden olmuştur. (Tefsîru’l Münîr, Zümer sûresi, 53 ve devamındaki âyetlerin tefsiri)

 

 

 

Yeis Yok!

 

Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.

Dünyâda inanmam, hani, görsem de gözümle:

Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle.

Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?

Âtîyi karanlık görüvermekle apıştın?

Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!

Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,

Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.

Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!

Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın,

Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?

Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.

Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar,

Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…

En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!

Mâdâm ki ondan daha mel’un, daha çirkin

Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i îman,

Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan,

Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

“İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme; yılma.

Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.  (Safahat, Üçüncü Kitap)     

 

 

Lâkin hani bir nefhası yok sende ümîdin!

“Ölmüş” mü dedin? Âh onu öldürmeli miydin?

Hakkın ezelî fecri boğulmazdı, azâlim,

Ferdâların artık göreceksin ki ne muzlim!

Onsuz yürürüm dersen, emîn ol ki yürünmez.

Yıllarca bakınsan, bir ufak lem’a görünmez.

Beyninde uğuldar durur emvâcı leyâlin;

Girdâba vurur alnını, koştukça hayâlin!

Hüsran sarar âfâkını, yırtıp geçemezsin.

Arkanda mı, karşında mı sâhil, seçemezsin.

Ey, yolda kalan, yolcusu yeldâ-yı hayâtın!

Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın:

Ölmüş dediğin rûhu alevlendiriver de,

Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde.

Bir perde açılsın, diyorum, çünkü bunaldın;

Nevmîd olarak nûr-ı ezelden donakaldın!

 

Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!

Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.

Birleşmesi kabil mi ya tevhîd ile ye’sin?

Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.

Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?

Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?

 

Doğduk, “yaşamak yok size!” derlerdi beşikten;

Dünyâyı mezarlık bilerek indik eşikten!

Telkîn-i hayât etmedi aslâ bize bir ses;

Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,

Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı;

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!

“Devlet batacak!” çığlığı beyninde öter de,

Millette beka hissi ezilmez mi ki? Nerde!

“Devlet batacak!” İşte bu öldürdü şebâbı;

Git yokla da bak, var mı kımıldamaya tâbı?

Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman;

Davransın ümîdin, bu ne haybet, bu ne hirman?

Mâzîdeki hicranları susturmaya başla;

Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşla.

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

                                      (Mehmed Âkif Ersoy, Safâhat, Yedinci Kitap)

 

 

Umutlu olan mutlu olabilir. Umutsuzluk mutsuzluktur.

İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta kendinizden bile; ama mü’minseniz Allah’tan asla!

“En büyük felâket, ümidi kesmektir.” (Arap Atasözü) 

“Ümitsizlik mahrûmiyetimizi arttırmakla kalmaz, zaafımızı da çoğaltır.”

“Hayatta ümitsiz durumlar yoktur; ümitsizlik besleyen insanlar vardır yalnızca.”

“Akıllı ve uyanık olun; sizi ümitsizliğe götüren olaylar, mutluluğa da götürebilir.”

“Ümitsiz yürek, petrolsüz lambaya benzer, hiçbir şeyle aydınlatılamaz.”

“Umudunu yitirmiş olanın, başka kaybedecek şeyi yoktur.”

“Umut olmadan, umut edilen şey ele geçirilemez.”

“İnsanları canlandıran ümittir, öldüren de yeis.”

“Mağlûbiyete uğrayınca ümitsizliğe kapılma, her başarısızlıkta bir zafer arzusu yatar.”

“Ümit gidince, yaşama zevki de gider.”

“Ümitsizlik, sersemlerin elde ettiği bir neticedir.”

“Ümitsiz yaşanmaz.” (Atasözü)

“Bugünle yetinen insan bilmez umudu.”

“Yeis, en dehşetli bir hastalıktır. Her kemâlin engelidir.”

“Yeis, aczden gelir; düşünce sapmasının, kalp kararmasının ve ruh sıkıntısının kaynağıdır.”

“Aklın umutsuzluğa düştüğü yerde gönül ve sevgi umut besler.”

“Ummadığın keçiden bir batman yağ çıkar.” (Atasözü)

“Ummadığın taş baş yarar.” (Atasözü)

“Ümidinizi fânî varlıklara değil; Allah’a bağlayın.”

“Bütün ümidimiz Allah’ın rahmetinde.”

“Allah bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.” (Hadis rivâyeti)

“Umut imanın anasıdır.”

“Ümit, ruhun vazgeçilmez ihtiyaçlarındandır.”

“Ümitle sallanırsak rahat uyuruz.”

“Umut, uyanık adamın rüyasıdır.”

“Umut, çalışan insanların rüyasıdır.”

“Ümit olmasaydı, yaşama da olmazdı.”

“Ümit, cesaretin yarısıdır.”

“Ümit, insanoğlunun bütün acılarının merhemidir.”

“Çıkmayan candan umut kesilmez.” (Atasözü)

“En korkulu anlarında bile ümidini kaybetme, unutma ki iliklerin en lezzetlisi en sert kemikte bulunur.”

“Ümit, en bedbaht insanlardan bile ışığını esirgemez.”

“Umut, mutluluktan alınmış bir miktar borçtur.”

“İnsan mutluluğu, bir şey sevmek, bir şey yapmak, bir şey umut etmekle kazanır.” 

“Her korkuda bir ümit olduğu gibi, her ümitte de bir korku vardır.” (Arap Atasözü)

“Umutlarımıza göre söz verir ve korkularımıza göre hareket ederiz.”

“Güneşin doğuşu ile gece firar edecektir. Ve bu bahçe birlik şarkısı ile çınlayacaktır. Ümit… Ümit!.. (Muhammed İkbal)

“Ümit! Ah, hayatın biricik tatlı merhemi!”

“Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan bilir ki, ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir.”

“Gelecek, ümit sahibi için vaadlerle doludur.”

“Hayat dardır, doğru; ama ümit de geniş.”

“Küçük balık ölünceye kadar balina olmayı ümit eder.” (Danimarka Atasözü)

“Ümit denen şey olmasaydı, herhalde insanların ömrü çok daha kısa olurdu.”

“Ümit, fakirin ekmeğidir.”

“Umut iyi bir kahvaltıdır ama, akşam yemeğinin yerini tutmaz.”

“Umut iyi bir yol arkadaşı, kötü bir kılavuzdur.”

“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır.”

 

 

 

 

1-       Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 400-402

2-       Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 759-762

3-       Feyzullah Birışık, Allah İle Dostluk Nasıl Kurulabilir?, Karınca Yayınları, s. 79

4-       Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 624-627

5-       Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Timaş Y., s. 162-165

6-       Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Y., s. 137-139

7-       Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Y., s. 36-41

8-       Kerim Buladı, a.g.e., s. 84-86

9-       Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 392

10-    Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları : 21/450-451

11-    Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 86-88

12-    Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 127-129

13-    İmam Gazâli, İhyâi Ulûmi’d Din, c. 4, s. 303

14-    Mustafa Sabri Efendi, naklen: L. Cebeci, Kur’an’a Göre Takvâ, s. 27-28

15-    İmam Gazâli, a.g.e. c. 4, s. 306

16-    Faruk Gürbüz, Kur’an’da Denge, Denge Y., s. 182 vd.

17-    Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, 704 vd.

18-    Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 68, s. 48

19-    İsmail Karaçam, İslâm'da Tevbe, s. 98

20-    Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 68, s. 48

21-    Muhammed el-Behiy, İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, s. 178

22-    A.g.e. s. 175-177

23-    Cihat Tunç, Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 206

 

 

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Yeis ile İlgili Âyet-i Kerimeler

 

A- Ümitsizlik, Ümit Kesmek Anlamında Yeis ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde): 5/Mâide, 3; 11/Hûd, 9; 12/Yusuf, 80; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 31; 17/İsrâ, 83; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49; 60/Mümtehıne, 13; 60/Mümtehıne, 13; 65/Talâk, 4.

 

B-  Ümitsizlik, Ümit Kesmek Anlamında K-n-t ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 15/Hıcr, 55, 56; 30/36; 39/Zümer, 53; 41/49; 42/Şûrâ, 28.

 

C-   Yeis Kelimesinin Zıddı Olan Ümit Anlamındaki Racâ (r-c-v) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 28 Yerde): 2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 104, 104; 7/A’râf, 111; 9/Tevbe, 106; 10/Yûnus, 7, 11, 15; 11/Hûd, 62; 17/isrâ, 28, 57; 18/Kehf, 110; 24/Nûr, 60; 25/Furkan, 21, 40; 26/Şuarâ, 36; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 5, 36; 33/Ahzâb, 21, 51; 35/Fâtır, 29; 39/Zümer, 9; 45/Câsiye, 14; 60/Mümtehıne, 6; 69/Haakka, 17; 71/Nûh, 13, 78/Nebe’, 27.

 

D-   Ümit Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

a-       Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53.

b-       Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesenler Kâfirlerdir: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56.

c-       Korku İle Ümit Arasında Bulunmak: 32/Secde, 16; 39/Zümer, 9; 57/Hadîd, 22-23; 70/Meârci, 27-28.

 

E-   Allah’ın Rahmetiyle İlgili Âyet-i Kerimeler

a-       Allah'ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En'âm, 12, 16, 133; 7/A'râf, 63; 11/Hûd, 28, 43, 63; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65...

b-       Allah Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yusuf, 56; 29/Ankebût, 21...

c-       Allah'ın Mü'minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En'âm, 54; 7/A'râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe, 21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94 ; 33/Ahzâb, 43...

d-       Allah'ın Rahmetini İstemek: 2/Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A'râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86; 17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83...

e-       Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.

f-        Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.

g-       Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En'âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.

h-       Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder:  7/A'râf, 56.

i-         Allah, Kur'an Okuyana Rahmet Eder: 7/A'râf, 204.

j-         Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.

k-      Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.

l-         Allah'ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A'râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.

m-      Allah'ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A'râf, 156.

n-       Allah'ın Rahmeti Her Şeyi Kuşatmıştır: 7/A'râf, 156; 40/Mü'min, 7.

o-       Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet etmez: 7/A'râf, 49.

p-       Yağmur Rahmettir: 7/A'râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.

r-    Kur'an Rahmettir: 7/A'râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhan, 6; 45/Câsiye, 20.

s-       Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhan, 6.

t-        Allah'ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.

u-       Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53

y-    Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.

z-   Allah'ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü'minûn, 75; 30/Rûm, 33, 36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48. 

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

1.        Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. 400-402

2.        Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. c. 21, s. 450-451

3.        İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 759-762

4.        Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y., s. 84-87

5.        Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y., s. 162-165

6.        Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y., s. 55-57

7.        Kur’an’da Denge, Faruk Gürbüz, Denge Y., s. 182-191

8.        Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Kerim Buladı, Pınar Y., s. 85-86, 137-140

9.        Kur’an’da Karakter Eğitimi, Musa Kâzım Gülçür, Işık Y., s.

10.     Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 624-629

11.     Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 11/529-542, 14/469-472, 17/352, 4/221-222, 4/501-513, 8/132, 13/261-262

12.     Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 279; 311-313

13.     Hadislerle Kur’ân-ıKerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 311-312; 363

14.     Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 2, s. 439-441; c. 3, s. 57

15.     Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 126-127

16.     Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 106; 143-144

17.     İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 16, s. 528-531; c.18, s. 422-423

18.     İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 4, s. 286-350

19.     Tenbihu'l Gâfilin ve Bostanu'l Ârifin, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 407-414

20.     Hayâtü's- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. c. 2, s. 211-215; c. 3, s. 244-249

21.     Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 212-216

22.     Kur’ânî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 109-112

23.     Kur’an’da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko Uzutsu, Pınar Y. s. 259-267

24.     Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 460-465

25.     Kur'ân- Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 142-144

26.     Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y. s. 321-325

27.     Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y. s. 262-263

28.     İlâhî Kanunların Hikmeti, Sünnetullah, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 274-276

29.     İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 237-244

30.     Yokluğunda Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 95-97; 204-206; 243-245

31.     Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1,  s. 126-129

32.     Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 1, s. 32-40

33.     Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 211-232 

34.     Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 139; 179-180

35.     Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 250-251

36.     İslâm Terbiye Metodu ve Ahlâk Sistemi, Muhammed Kutub, Hisar Y. s. 178-198

37.     İslâm’a Göre İnsan Psikolojisi, Muhammed Kutub, Hicret Y. s. 97-106

38.     İnsan ve Davranışı, Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi, Y. s. 276-278; 440-444

39.     Çocuk Ruh Sağlığı, Atalay Yörükoğlu, Özgür Y. s. 289-304  

40.     İnsanı Anlamak, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y. s. 247-251

41.     İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 103-113

42.     Kur’an Açısından Korku ve Büyü, Ahmet Baydar, Beyan Y. s. 7-62

43.     Korku ve Ümid, Mehmed Zâhid Kotku, Seha Neşriyat

44.     Korku ve Ümit ve Aşk, Sadık Yalsızuçanlar, Akçağ Y.

45.     Korkular, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.

46.     Korkunun Sanatları, Giovanni Scognamillo, İnkılâp Kitabevi Y.

47.     Korkmaktan Korkmayın, Douglas Hunt, Yılmaz Y.

48.     Korku, Pierre Mannoni, İleşitim Y.

49.     Korku Cumhuriyeti, Ahmet Kahraman, Tüm Zamanlar Y.

50.     Korkusuz Yaşama Sanatı, Josef Kirschner, Arıtan Y. 

51.     Korku ile Nefret Arasında, David Grossman, Cep Kitapları Y.

52.     Korku ve Kaygı, Hoimar Von Ditfurth, Metis Y.

53.     Korku ve Titreme –Diyalektik Lirik- Soren Kıerkegoard, Ara Y.

54.     Kur’an’a Göre Takva, Lutfullah Cebeci, Seha Neşriyat

55.     Din Psikolojisi, Hayati Hökelekli, t. Diyanet Vakfı Y.

56.     Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.V.  Y.

57.     İnsan ve Psikoloji, Hayrani Altıntaş, Kültür Bakanlığı Y.

58.     Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.

59.     Psikanaliz Sözlüğü, Charles Rysroft (Terc. M. Sağman Kayatekin), Ara Y.  

60.     Rahmet, İhsan Atasoy, Nesil Basın Yayın

61.     Rahmet, Yunus Vehbi Yavuz, Aksa Yayın Pazarlama

62.     Rahmet Ayetleri, Said Köşk, Anahtar Y.

63.     Rahmet Peygamberi, Ebul Hasen Ali en-Nedvi, İz Y.

64.     Rahmet Toplumu, Ahmet Taşgetiren, Erkam Y.

65.     Rahmet Deryası, Halil Günaydın, Pamuk Y.

66.     Rahmet Kapısı, Samiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat