12/Yûsuf, 87; Kavram, 191
· Yeis; Anlam ve Mâhiyeti
·
Ümitsizlik-Küfür İlişkisi
· Ümitsizlik Psikolojisi
·
Ümit; “Yeis”in Zıddı
·
İnsan Psikolojisini Dengeleyen İki Unsur: Korku
ve Ümit
·
Kur’ân-ı Kerim’de Yeis ve Allah’ın Rahmeti
· Hadis-i Şeriflerde Yeis ve Allah’ın Rahmeti
·
Günahların Affı İçin Gerekli Şart; Tevbe
· Tefsirlerden İktibaslar
· YeisYok!
بِسْمِ
اللهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحيم
يَا
بَنِيَّ
اذْهَبُواْ
فَتَحَسَّسُواْ
مِن يُوسُفَ
وَأَخِيهِ
وَلاَ تَيْأَسُواْ
مِن رَّوْحِ
اللّهِ
إِنَّهُ
لاَ
يَيْأَسُ مِن
رَّوْحِ
اللّهِ
إِلاَّ الْقَوْمُ
الْكَافِرُونَ
“Ey
oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit
kesmez.” (12/Yûsuf, 87)
Yeis (Ye’s):
Umudunu kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle bağlanacağı şeyden ümidini kesmek
anlamında, “yeise” fiilinden masdardır. Yeis (ümitsizlik), recânın (umut
etmenin) karşıtıdır. Yeis, bir kimsenin bir şeyden emel ve umudunu kesmesi,
güvenini kaybetmesi, kalbinden ümit ve emeli tamamen kesip umuttan tümüyle uzak
ve boş olması anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu anlamda kullanılmıştır: "Ey
iman edenler! Allah'ın kendilerine gazab ettiği o kavim ile dost olmayın ki
kabirlerde bulunan kâfirler nasıl ye'se düştülerse (ümitlerini kesdilerse),
onlar da öylece âhiretten ümitlerini kesmişlerdir (ye'se düşmüşlerdir)."
(60/Mümtehine, 13). Çünkü ölmüş ve kabre girmiş olan kâfirler, Cehennemdeki
ebedî kalacakları mevkilerini gördükleri ve âhiret nimetlerinden mahrûmiyetleri
belli olduğu için her yönüyle Cennet'ten ümitleri kesilmiş ve ye'sleri
gerçekleşmiştir. Ölmemiş kâfirler de ölülerin diriltilmesinden ve âhiretten tamamen
ümitlerini kesmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm'de
yalnız bir âyette "ye's" "bilmek" anlamınadır: “Efe lem
yey'esi'llezîne âmenû.... İman edenler şu hakikati bilmediler mi ki Allah
dileseydi, insanların hepsini zorla hidâyete eriştirirdi...” (13/Ra'd, 31) (Bu
âyette geçen yeis kelimesinin de diğer âyetlerde kullanıldığı şekilde
ümitsizlik anlamında kullanıldığını tercih eden -Elmalılı gibi- müfessirler de
vardır: “İman edenler (kâfirlerden) ümitlerini kesmediler (ve anlamadılar)
mı ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi…”). Önemli
olan, insanların kendi ihtiyarları ile hakkı arayıp iman etmeleridir.
Kelâm ve
Akaid kitaplarında ye's kelimesi "imanü'l-ye's" ve
"tevbetü'l-ye's (tevbe-i ye's)" şeklinde kullanılır. Bir kimsenin bir
şey hakkında kendi bilgi ve ihtiyariyle karar veremeyerek ye's ve korkuya
düşmesine ye's hâli denilir. Ye's kelimesi yerine be's kelimesi de şu âyete
uymak için kullanılır. “Be'simizi (azâbımızı) gördükleri vakit iman etmeleri
kendilerine fayda verecek değildir.” (40/Mü'min, 85). Be's; azap, şiddet,
sıkıntı, güç ve kuvvet demektir.
Bir kâfir,
yani Allah'a veya Allâh'ın peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmeyen bir
kimse, ölürken ölümün şiddetli halleri kendisine gelip çattığı ve İlâhî azâbı
müşâhede ettiği vakit iman ederse, bu imana iman-ı ye's veya iman-ı be's
denilir. Bir fâsıkın ölürken günahlarından tevbe etmesine de tevbe-i ye's
denilir.
İman-ı ye's
(ye's halinde iman) makbûl değildir. Ye's halinde iman üç şekilde olur:
1-
Peygamberler gelip Allah'ın emirlerini tebliğ ederler, doğruluklarına dair mûcizeler
gösterirler. İnanmayanların üzerine Allah'ın azâbının ineceğini söylerler.
Bundan sonra geride mü’minlerin dışında Fir'avn gibi kalpleri katılaşmış
inanmayan kimseler kalır. Azâb-ı elîm olan helâk âyetleri gelip inanmayanları
yakalayınca, bu sırada iman edenlerin imanları kabul edilmez ve bunların
imanları kendilerine bir fayda vermez. Çünkü kendi ihtiyarları ile değil, korku
ve ümitsizlikten dolayı iman etmiş oldukları için, bu imanları bir iman-ı ye's
veya iman-ı be's olur. Önceden serbest irâdeleri ile iman etmedikleri halde,
peygamberlerin geleceğini söyledikleri azâbın apaçık görüldüğü böyle yeis
zamanında imanları sahih olmaz ve hiçbir fayda vermez. Gaybe iman esastır. Göz önünde
hazır olana ve meşhûde inanmakla iman sahih olmaz. Nitekim âhirette
diriltildikten sonra kâfirlerin iman etmesi de böyledir.
İhtiyârî
olan, gayb ve istikbâle taalluk eden ve burhanlarla gerçeği istidlâl ile elde
edilen ve gelecek için bir hayır kazanacak kadar ölümden önce bulunan bir
vakitte husûle gelen iman makbuldür. Olacak, olmaya başladıktan ve iş işten
geçtikten sonra inanmakta bir fayda yoktur. Olacağa olmadan önce inanılmalı ki
zararlarından korunmak için hazırlık ve tedâriklerde bulunulabilsin. Bu
gerçekleri şu âyetler apaçık bir şekilde ifade eder: "Öyle ya
kendilerine peygamberleri mûcizeler getirince, onların nezdindeki ilme karşı
şımarıklık gösterdiler (veya kendi bildikleri ile şımarıp mağrur oldular).
İstihzâ edip eğlenceye aldıkları azap kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. O
çetin azâbımızı gördükleri vakit ‘tek olan Allah'a inandık, O’na eş tutmakta
olduğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Fakat azâbımızı (be'simizi) gördükleri
zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi. Allah'ın kulları hakkında câri
olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrâna uğradı" (40/Mü'min,
83-85); "Nihâyet, Firavun suda boğulup can çekişirken ‘inandım, hakikat
İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım’
demişti. Şimdi mi iman ediyorsun?! Halbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan
etmiş, fesadçılardan olmuştun." (10/Yûnus, 90-91)
Yûnus kavmi
gibi, bir millet peygamberlerin söyledikleri azap gelmeden önce iman ederlerse
imanları sahih olur. Yûnus kavmi, Hz. Yûnus'un söylediği azâbın emâreleri
belirince, azap kendilerine gelmeden önce iman ettikleri için imanları sahih
olup fayda vermiştir (bk. 10/Yûnus, 98).
2- Önceden
iman etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emâreleri belirip ölümün şiddetli halleri
kendisini sardığı zaman iman ederse, bu iman-ı ye's veya iman-ı be's'dir;
makbul değildir. Çünkü ölüm zamanında geride iman ile hayır işleyeceği hiçbir
vakit ve imkân kalmamış, nefsi elinden çıkmıştır.
Bir kâfir
ölümcül hastalığa yakalanır, ölümün şiddetleri belirmeden ve can boğazına
gelmeden önce aklı başında olarak bir hayır kesbine imkân bulacak bir zaman ve
lahzada olur ve ye's (ümitsizlik) ve be's (azap) tahakkuk etmeden iman ederse,
bu iman makbûl ve sahih olur. Fakat hâlet-i nezi'de, can boğaza gelince ye's
halinde küfürden tevbe ederek iman etmek makbûl değildir: "Günahları
işleyenlerden her birine ölüm gelince ‘işte ben şimdi tevbe ettim’ diyen
kimselere tevbe yoktur. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri makbûl değildir.
İşte bunlara Biz çok acıklı bir azap hazırlamışızdır." (4/Nisâ, 18)
ayeti gereğince günah işleyip günahlara dadanan mü'minlerin ölüm gelip
çatınca ve hayattan ümitlerini kesmeden önce, tevbelerinin kabulü kat'i
değildir; Allah'ın dilemesine bağlıdır.
Fakat mü'min
olduğu halde bazı günahlara da bulaşmış olan insanın son nefesinde bile tevbesi
makbul olabilir. Çünkü Allah Teâlâ “Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyiniz” (39/Zümer, 53) buyuruyor. Fakat imansızın son nefesindeki
tevbesi makbul değildir. Çünkü bunun önceden iman ve irfandan nasibi yoktur ve
Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Bunda bütün İslâm âlimlerinin ittifakı
vardır. Bir kısım âlimler, iman-ı ye'si, vaktinde dikilmediği için, tutup
büyümekten uzak olan ve kuruyacak fidana benzetirler.
Peygamberimiz
(s.a.s.) “Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul
eder.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/132, 153, III/425, V/362; Tirmizî,
De'avât,13, 98; İbn Mâce, Zühd 13, 30) buyurur. Hadiste geçen gargara
ile murad, ye's halidir. Bir kulda, ye's ve be's halinin tahakkukundan sonra,
onun Allah'ın emirlerini yerine getirmesi aklen ve naklen tasavvur olunamaz.
Nitekim Allah Teâlâ, "Onlar (kâfirler) eğer tekrar, hayata
döndürülseler, nehy olundukları şeylere tekrar dönerlerdi. Muhakkak onlar
yalancıdırlar" (6/En'âm, 28) buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, kâfirin
ölürken iman etmesinin kendi istek ve ihtiyârı ile olmayıp mecburî olduğuna
delâlet eder. Çünkü kâfirler, ölürken İlâhî azâbı görürler ve meleklerin
verdiği şiddetli acıyı tadarlar: "Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve
arkalarına vura vura, ve ‘gelecekte de tadın cehennem azâbını’ diyerek
canlarını alırken onları bir görmeliydin!" (8/Enfâl, 50); "Onların
(kâfirlerin) hali ne olacaktı melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura
vura canlarını alırken" (47/Muhammed, 27); "Ölümün şiddet ve
dehşetleri içinde meleklerin pençelerini uzatarak kendilerine: ‘Canlarınızı
çıkarın! Allah'a karşı haksız olanı söyleye geldiğiniz, Allah'ın âyetlerinden
kibirlenerek uzaklaşmış olduğunuz içindir ki bugün hakaret azâbıyla
cezalandırılacaksınız’ dedikleri zaman o zâlimleri sen bir görmeliydin!"
(6/En'âm, 93); "Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz!"
(56/Vâkıa, 83-84). Bütün bu âyetler, kâfirlerin ölürken İlâhî azâbı müşâhede
ettiklerine delâlet eder. Bu sebeple onların iman etmeleri ümitsizlik ve
korkudan dolayı olup ihtiyârî değildir.
İmam
Mâtüridî'den sonra Mâtüridîlerin en büyük kelâmcısı Ebu'l-Mu'in Meymûn b.
Muhammed en-Nesefî, ye's ve be's halinde bir kişinin iman etmesinin
geçersizliğinin sebeplerini şöyle açıklar:
1- Bir
kimsenin ye's (ümitsizlik ve korku) halinde iman etmesi, kendisine yönelen ve yakasına
yapışan azâbı gidermek için olup ihtiyârî ve hakiki iman değildir. Hakiki iman
ihtiyar ve istek ile Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızâsını elde etmek için sahip
olunan imandır.
2- Ye's ve
be's halinde kişiyi ihtiyarsız olarak inanmaya mecbûr eden, gördüğü âhiret azâbının
başlangıcı olan bir sıkıntı ve azaptır. Bundan kurtulması için imana sığınır.
İmansız kişi dünyada ölürken azap çeker, bununla âhirete intikal eder.
3- Kişinin
ölürken ve öldükten sonra nefsi elinden çıkmıştır. Ölürken nefsinde tasarrufa
ve bir hayır kesbederek onunla faydalanmaya güç getiremez.
4- Bu
şekilde bir imanın faydasının bulunmayacağı hakkında nass vârid olmuştur (Bkz.
Ebu'l-Mu'in Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, Tabsıratü'l-Edille, vrk. 8b-9a. Râşid
Efendi Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih Kütüphanesinde 2907 numarada kayıtlı
nüsha, vrk. 10a).
Ebû Mansûr
el-Matürîdî de ye's halindeki iman hakkında şöyle der: "Bu zaman (kişinin
can çekiştirdiği zaman), azâbın indiği vakittir. O vakit kişi şâhid ile (göz
önündeki azap ile) gâibe dair bir delil getiremez ki, onun (inandım) sözü ilim
ve bilgiden meydana gelen inanç olsun. Çünkü bu şekilde iman, korku ve azâbı
gidermek için inanmadır. İsteği ile çalışarak erişilen iman değildir ki,
inanması çalışıp çabalama ile husûle gelen iman olsun" (Te'vîlât li-Ebî
Mansûr Matürîdî, vrk. 182a. Numara: 47, Râşid Efendi Kütüphanesi, Kayseri).
3- Güneşin Batıdan
doğması veya semâ (yıldızlar) parçalanıp üzerlerine düşmek gibi kıyâmetin açık
ve büyük alâmetleri zuhur ettiğinde veya kıyâmet kopmaya başlayınca ya da
öldükten sonra diriltildiğinde kâfirin iman etmesi de bir iman-ı ye'sdir,
kendisine fayda vermez. Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle ifade edilir: "Onlar
(kâfirler) ancak kendilerine azap meleklerinin gelmesini, yahut Rabbinin
gelmesini veya Rabbinin âyet ve helâk mûcizelerinden bazısının gelmesini mi
bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden iman
etmemiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün iman
etmesi asla fayda vermez. De ki, ‘Bekleyin, şüphesiz biz de bekliyoruz."
(6/En'âm, 158). Burada meleklerden murad, ölüm veya azap melekleridir.
Allah Teâlâ'nın
iki türlü âyeti vardır:
a) Allah'ın
varlığına ve ekmel sıfatlarına delâlet eden, gelecekteki hâdiseleri meydana
gelmelerinden önce haber veren ve gösteren âyet ve delillerdir ki iman ve
âhiret bunlarla kazanılır.
b) Bir kısım
âyetler (alâmetler) de hâdise ve vâkıaların bilfiil ortaya çıkmaya
başladıklarını ve İlâhî kudretin tecellisini gösterirler. Bunlar gelince açıkça
herkese belli olduğundan, ihtiyârî olarak delil ile istidlâl ederek gayba
inanma ihtimali kalmaz ve bu zaman iman etmenin bir faydası olmaz. Bu âyetler
gelmeden önce inananlar kurtuluşa erer. Bu ikinci kısım âyetler de kıyâmetin
büyük âlametleridir ki bunları görenler iman edeceklerdir. Fakat bunlar
gelmeden önce iman edenler veya iman edip amel-i sâlih işlemiş ve iyilik yapmış
olanların imanları makbûl olacaktır. Yoksa önceden iman etmemiş veya imanla bir
hayır kazanmamış kişinin, kıyâmetin büyük ve açık olan âyetleri zuhur edince veya
kıyâmet koparken ya da öldükten sonra diriltilince iman etmesi de bir iman-ı
ye'sdir, kendisine fayda vermez. Güneşin Batıdan doğması gibi kıyâmetin büyük
âlametleri zuhur ettiğinde teklif zamanı geçeceği için imanın kabul
olunmayacağına dair Buhârî ve Müslim'in de rivâyet ettiği birçok hadis vardır.
Müfessirler,
yukarıda meali zikredilen 6/En'âm suresi, 158. âyete "Kıyâmetin büyük alâmetleri
zuhur edince çocuklar müstesnâ, bundan önce iman etmemiş veya imanında bir
hayır kazanmamış kimseye, iman etmesi fayda vermez. Bir kimse önceden iman
etmiş olup da bu alâmetler zuhur edince fırsat bulur ve bir hayır işlerse
faydasını görebilir" şeklinde mânâ vermişlerdir.
Elmalılı
Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken: "lem tekün âmenet kablü: Önceden
iman etmemiş" cümlesinin "min kablü: önceden" sözü ile kayıtlı
olduğunu, bu cümleye terdid edatı olan" ve-veya" ile atfedilen
"veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye" cümlesinde bu "min
kablü-önceden" kaydının olmadığını ve "ma'tûfun aleyhin kaydını
ma'tûfta da itibar etmek zarûrî değildir" kaidesini nazar-ı itibare alarak
şöyle demiştir: "Bir kâfir, o gün âyâtın zuhûru üzerine iman eder ve o
iman ile bir hayır kesbine imkân da bulursa ye's ü be's tamamen tahakkuk
etmemiş olduğundan, bu imanın dahi menfaat verebilmesi melhuzdur. Yani o günkü
imanın makbûl olabilmesi için her halde o imandan sonra bir hayır kesbine imkân
bulunmalıdır" (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 2108).
Merhum Hamdi
Yazır'ın tefsirine göre; bir kişi kıyâmetin büyük alâmetlerinden önce iman
etmiş olursa, onun kurtuluşu için bu kâfi olacaktır. Fakat bu âyetlerin zuhûrundan
itibaren iman etmenin kabulü için, bu imanı ile beraber hayır işlemesi de
şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Henüz kıyâmet kopup bitmeden ve vâkıa tamam
olmadan iman etmekle birlikte hayır ve iyilik işlemek fayda verecektir. Kıyâmet
kopup bitince ve vâkıa tamam olunca be's ü ye's tamam olacak ve artık iman
etmek de fayda vermeyecektir. Bununla beraber, kıyâmetin kopmasının alâmetleri
belirince, henüz kopup bitmeden büsbütün ye'se düşmeyerek hemen iman edip sâlih
amel işlemelidir (Bkz. Hamdi Yazır, a.g.e., a.y. 2108).
İslâm
âlimleri ye's ve be's (ümitsizlik, korku ve azap) halinde iman etmenin geçersiz
olduğunda ittifak etmişlerdir. Fâsık mü'minin ye's halinde tevbe etmesinin
makbul olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Hanefi Matüridîlerden ve
Şâfiîlerden bazı âlimler, âsî mü'minin ye's halinde bile günahlarından tevbesi
makbuldür, demişlerdir.
Yalnız
Muhyiddin İbnü'l-Arabî Fusûsü'l-Hikem'inde ve bunun te'sirinde kalan Celâleddîn
ed-Devvânî "Risâle fi Beyân-ı İmân-ı Fir'avn" isimli eserinde
Fir'avn'ın suda boğulurken iman etmesinin makbûl olduğuna dair görüş beyân
etmişlerse de, bu görüşler Kur’ân-ı Kerîm'in âyetlerine ters düşer. Kur'an
varken bunlara itibar edilmez. Zamanımızda iman-ı ye'sin geçerliliğine dair
Fusûsu'l-Hikem'deki İbn'ü'l-Arabî'ye ait olduğu iddia edilen görüşün tesiri
altında kalarak delilsiz görüşler ileri süren Mahmûd el-Gurâb gibi çağdaş
yazarlar da mevcuttur. (1)
Yeis;
sözlükte, arzu edilen şeyden uzaklaşmak demektir. Kavram olarak 'yeis', istek
ve arzunun tükenmesi, ümitsizlik, umudun kalmaması anlamındadır. Kur'an, 'yeis'
kelimesine eş anlamlı 'kunût' (sonu tı ile) kelimesini de kullanır. 'Kunût',
hayrdan ümidi kesmek demektir. Bir âyette ikisinin birlikte kullanıldığını
görüyoruz: "İnsan, hayr istemekten
bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu, artık o, yeise düşen bir
umutsuzdur." (41/Fussılet, 49)
İnsan,
yaratılışı gereği, kendine faydalı olan şeyi çok ister. Bunun için gayret eder,
çaba gösterir. Sıkıntı ve zorluktan hoşlanmaz. Elindeki nimet ve imkânların
gitmesini sevmez. Bir zorluğa düştüğü, elindeki nimetlerin bir kısmı imtihan
için elinden alındığı zaman, hemen şikâyete başlar ve bunu bir şer, kendisi
hakkında hayr olmayan bir şey olarak değerlendirir. Sonra da ümitsizlik üstüne
ümitsizliğe düşer.
Yeis hali,
bir ümitsizlik veya kötümserlik halidir. İnsanın, kendisine dokunan bir zorluk,
sıkıntı, istediğini elde edememesi ânında düştüğü psikolojik durumu
anlatmaktadır. Şüphesiz bu durum, insana âit egoizmin, inkârcı insanların da
nankörlüğünün görüntüsüdür. Çünkü hakkıyla iman edenlerde böyle bir durum,
böyle bir rahatsızlık olmaz.
İnkârcıların
Bir Özelliği Olarak Yeis: Yeis
psikozu inkârcı insanların bir özelliğidir. Onların özellikle ölümden sonra
gördükleri gerçek karşısında artık bir ümitleri kalmaz, dünyaya bir daha
dönmelerinin imkânı da yoktur, karşılaştıkları kötü sonucu başlarından kimse
savamaz.
"Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap
ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların
kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi
âhiretten ümit kesmişlerdir." (60/Mümtehıne,
13). Onları gören hayattaki inkârcılar da ölümden sonrası için bir umut ve
kurtuluş yolu beklemezler, rahmet ve cennet nimetlerinden yeise düşerler.
Rabbinin
verdiği nimetlere yeterince kanaat getirip şükretmeyen nankör kimseler,
isterler ki ellerindeki dünyalık imkânlar, bol nimetler hiç eksilmesin, artsın
ve böylece sürüp gitsin. Elindeki nimet eksilince veya biraz sıkıntı olunca
hemen ümitsizliğe kapılmaya ve Allah (c.c.) hakkında yanlış düşünmeye
başlarlar. Bu kötü duyguların sahibi, Allah'ı kendisene bol bol nimet verirken
'cömert', nimet kesilince bu sefer de 'ihânet eden' diye nitelendirmeye cüret
eder. Kur'an, bu konuda dikkat
çekici bir örnek veriyor: "Fakat
insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda
bulunsa, onu bolca nimetlendirse 'Rabbim bana ikramda bulundu' der. Ama ne
zaman onu deneyerek, rızkını kıssa (azaltsa), hemen der ki, 'Rabbim bana
ihânette bulundu." (89/Fecr, 15-16)
İşte bu
şekilde nankörlük illetiyle hasta olanlar, ümitsizliğe düşerler. Bunun sebebi
bu gibi kimselerin Allah'ın rahmetinin boyutlarını anlamamaları veya
işledikleri cürümlerin çokluğundan ürkmeleridir. Ya da Allah'ın nimet ve rızık
verirken hikmete uygun olarak verdiğini idrâk edememeleridir. Halbuki Allah'a
teslim olmuş olan ihlâslı bir mü'min Allah'ın takdir ettiğine itiraz etmez.
Payına düşene râzı olur. İlâhî adâletten şüphesi yoktur. Ayrıca o inanır ki,
işlediği her tür amelin mutlaka karşılığını alacaktır. Allah'ın azâbından da
emin değildir. Bunun sebebi de, kendi işlediği sâlih amellerin tam olup
olmamasındaki şüphesidir. Yoksa Allah'ın rahmetinden umut kesmez, Allah'ın
ihlâsla işlenmiş bir sâlih ameli boşa çıkaracağını aklının ucundan bile
geçirmez.
Demek ki,
ümitsizlik hastalığı inanç zayıflığından ya da Allah'ın sıfat ve fiillerinden
şüpheye düşme nankörlüğünden kaynaklanmaktadır. Böyle kimseler, Allah'ın
adâletinden şüphe ettikleri gibi, rızık verenin Allah olduğunu da unuturlar.
Yaptıkları güzel işlere Allah'ın yeterli karşılığı vermeyeceği endişesini
taşımaktadırlar. Böyle bir durum, gerçek imanla bağdaşmaz. "Biz insan üzerine nimetler akıttığımızda o Bizden yüz çevirip yan
çizer. Ona bir şer dokununca da çok ümitsiz birisi haline geliverir." (17/İsrâ,
83; Ayrıca bak. 11/Hûd, 9-10; 41/Fussılet, 49)
Yeryüzündeki
bütün kötülükler, bütün aksaklıklar, bütün ifsatlar insanların yaptıkları
yüzündendir. Bu nedenle Allah (c.c.) insanlara uyarıcı ve müjdeleyici elçiler
göndermiştir. Kötülük yapan kimseler, bir anda her şeyin bittiğini düşünerek
ümitsizliğe kapılırlar, Allah'ın affının büyük olmadığını sanırlar. Halbuki
Allah hakkındaki bu düşünce yanlıştır. "Biz
insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla sevinirler, fakat kendi
ellerinin sunduğu (şeyler) sebebiyle onlara bir kötülük isâbet ettiğinde de,
hemen umutsuzluğa kapılırlar." (30/Rûm, 36)
Allah (c.c.),
yarattığı insanın günah işleyeceğini de, isyan edeceğini de bilir. Ancak O,
hatasını anlayıp tevbe edenleri, inkârdan sonra imanı tercih edenleri hem
bağışlar, hem de onların tevbelerinden râzı olur. İnsan sürekli hata yapar,
Allah (c.c.) da hatalarından vazgeçenleri (tevbe edenleri) bağışlamaya devam
eder.
Allah'ın
Rahmetinden Ümitsiz Olunmaz: Ümitsizliğin
en kötüsü Allah'ın rahmetinden ümit kesmektir. Böylesine bir ümitsizlik
kimileri için şirk, kimileri için de büyük günahtır. Kur'an şöyle diyor:
"Oğullarım, gidin de Yusuf ve
kardeşinden bir haber getirin ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü
kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (12/Yusuf,
87) "De ki: 'Sapıklar dışında
Rabbinin rahmetinden kim ümit keser." (15/Hıcr, 50)
Allah (c.c.),
günahkâr mü'minleri ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyararak, Allah'ın
rahmetinden yeise düşenin yanlışlığına işaret ediyor: "De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım,
Allah'ın rahmetinden yeise düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar.
Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir." (39/Zümer, 54). Tâkip
eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek Allah'a teslim olmakla ve
Allah'tan gelene (Kur'an'a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.
Yeis bir
ümitsizlik, eli kolu bağlı bekleme, kötümserlik ve biraz da tembellik durumudur
ki, hiçbir insan için câiz değildir. Kimileri çoğu zaman yapılması gerekeni
yapmaya üşenirler veya ne yapacaklarını bilemezler. Sonra da elleri koynunda
bekleyerek umutsuzluğa düşerler. Allah (c.c.), her bir başarıyı sebeplere bağlamakta,
günah ve hataları tevbeden sonra bağışlayacağını müjdelemektedir.
Rabbimiz,
bütün umutların bittiği yerde, gökten yağmur indirip yeri canlandırır. Tıpkı
yağmur gibi olan rahmetini de her zaman gönderir, ölü kalpleri diriltir,
kötülükleri iyiliğe çevirir. O, kendisinden hakkıyla korkup sakınanlara her
zaman mutlaka bir çıkış yolu yaratır (65/Tahrîm, 2). Ancak Allah'ın azâbından
da kimse emin olamaz, zira kimin hakkıyla kulluk yaptığını ve kimin ibâdetinin
kabul olduğunu ancak Allah bilir. (2)
Ümitsizlik
Mikrobu: Daha çok, Allah’ın;
Et-Tevvab, Er-Rahman, Er-Rahim, El-Mucib, El-Kahhar, El-Kadir, El-Muntakim,
El-Afuv isim ve sıfatlarının yeterince anlaşılamamasından doğan bir virüs olan
ümitsizlik; hem akideye zarar verir hem de dostluğa...
Allah’tan
ümidini kesenler, bu yeislerinin doğal sonucu olarak ibâdet ve kulluk yapma
ihtiyacı hissetmezler... Çünkü öyle bir Allah’a inanmışlardır ki; en ufak bir
hatayı kesinlikle affetmez... Ümitsizlik mikrobu insanı hem ibâdetlerden
soğutur hem de sosyal hayattan... (3)
İnsanın ümitsizliği, elindeki nimetlerde eksilme,
umduğunu bulamama yüzünden, başka bir deyişle “işlerin tıkırında gitmemesi”
halinde baş gösteriyor. İnsanın egoizmi, kendisini tüm nimetlere peşinen hak
sahibi gördüğünden; en küçük anlamda kuyruğuna basılması onu feryat ettiriyor,
isyana, ümitsizliğe itiyor. İnsan egosu için, Allah, verirken çok yüce, çok
cömert ve güzeldir; ama vermemeye, hele hele verdiğinden eksiltmeye başlar
başlamaz ihânetle suçlanır (bkz. 89/Fecr,
15-16)
Ümitsizliğin en kötüsü ve ümitsizliği şirk benzeri günah
haline getirense Allah’ın rahmetinden ümidi keserek ebedî hayatın karanlık hale
geldiğini, kurtuluş ve tevbe ümidinin kalmadığını düşünmektir.
Bu büyük günahı gereğince anlamak için tevbe sırrını çok
iyi kavramak gerekir. Çünkü ümitsizlik, esas anlamıyla, tevbe kapısının
kapandığını, her şeyin bittiğini, artık kurtuluş ümidi kalmadığını düşünmektir.
Günahların en büyüğü, insanın Allah’ın rahmetinden daha büyük bir günah
olabileceğini düşünmesidir. Bu, Allah’a âcizlik, yetersizlik isnat etmektir.
İnsanın en büyük günahlarından biri ve kendisine yaptığı en kahredici zulüm
budur (39/Zümer, 53; 15/Hıcr, 36; 12/Yûsuf, 87). Ankebût sûresi 23. âyet,
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyi, Allah’ın âyetlerine küfür ve Allah’a varışı
inkârla birleştirmektedir.
Kur’an, ümitsizliğe düşmüş bir topluluğun dost
edinilmesine şiddetle karşı çıkar. Böyle bir topluluk mezara gömülmüş bir
güruhtur ki, Allah’ın gazabına uğramış olmak onların belirgin özelliğidir
(60/Mümtehıne, 13). (4)
Ümitsizlik,
organik ve psikolojik bozukluğun bir belirtisi olup, kişide her şeyin boş
görünmesine, umut halinin tamamen yok olmasına sebep olan bir ruhsal durumdur.
Böyle bir müzmin hastalığa yakalanın kurtuluşu hemen hemen imkânsızdır.
Mü’minin böyle bir duruma düşmemesi için Kur’an, bütün ümit kapılarının açık
olduğunu, şirkten başka bütün günahların bağışlanabileceğini özellikle
vurgular. “Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını bağışlamaz;
bundan başka (günahları) dilediği kimseler için bağışlar…” (4/Nisâ, 48)
Kur’an’da
yeis ve kunut, kâfirlerin özelliği olarak belirtilmektedir. “İnsana
tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek o,
ümidini kesen bir adam, bir nankör olur.” (11/Hûd, 9). Bu âyette geçen
nankörlük k-f-r kökünden geldiğinden bu kavram, aynı zamanda burada küfür
anlamında da kullanılmış ve sahibi ümitsiz olarak nitelendirilmiştir. Zira
ümitsizliğin bir küfür eylemi olduğu başka âyetlerde açık bir şekilde ifade
edilmektedir: “Allah’ın rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?” (15/Hıcr,
56) “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfir topluluğundan başkası
Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (12/Yûsuf, 87)
Kâfirler,
Allah’ın rahmetinin genişliğini, ilminin ve kudretinin kemâlini bilmezler;
bundan dolayı âhiret hakkında ümitleri bulunmamaktadır. "Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi velî
(dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların kabirlerdekilerden
(onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi âhiretten ümit
kesmişlerdir." (60/Mümtehıne, 13). Bu âyette kâfirler âhiretten o
kadar ümitsiz olarak tasvir edilmişler ki, bir ölünün mezardan kalkıp geri
gelmesi nasıl umulmazsa, öylesine umutsuz oldukları ifâde edilmiştir. Veya
âhirette makamı belli olup gerçeklere şâhit olmuş, âhiretin kalıcı
nimetlerinden mahrum olup azâbını tatmış ve artık kurtuluş ümidi kalmamış
kimsenin ümitsizliği gibi ifâde edilmiş ve bununla da onlardaki umutsuzluğun
şiddeti vurgulanmıştır (Ebû’s Suud, İrşâdu Akli’s-Selîm ilâ
Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerim, VII/241).
Yukarıdaki
âyetlerde ümitsizlik, tamamen kâfirlere hasredilmektedir. Aşağıdaki âyette ise
ümitsizlik ile küfür arası âdeta birleştirilmiş, birbirinden ayrılmaz iki unsur
gibi ifâde edilmiştir: “Kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden umut
kesmez.” (12/Yûsuf, 87). Halbuki müslümanların da bir insan/beşer olma
hasebiyle zaman zaman ümitsizliğe düşmeleri mümkündür. Bu durum da, kâfir ile
mü’minin aynı kategoriye sokulmalarını zorunlu kılmaktadır; halbuki bu gibi
âyetler, müslümanı ümitsiz olarak nitelememekte, mutlak ümitsizliği sadece kâfire
hasretmektedir. Mü’min, Allah’ı ve nimetlerini tasdik eden biri olarak mütâlaa
edilmekle beraber kâfir, asla bunları kabul etmeyen biridir. Çünkü kavram
olarak küfür, bir şeyi gizlemek anlamını ifâde etmekle beraber örfte, Allah ve
nimetlerini inkâr mânâsında kullanılmaktadır. Bu münâsebetle mü’min,
ümitsizliğe düştüğü zamanda Allah ve nimetlerini inkâr etme konumuna
düşmediğinden, kâfir ile bu hususta aynı kategoriye girmez. Kâfir, küfrünün
sonucu olarak devamlı ümitsizlik içindedir. İnançsızlığının neticesi olarak,
nimetin kendisine gelişini bir tesâdüf olarak değerlendirmektedir. Bu
münâsebetle yok olan nimetin tekrar kendisinin eline geçmesini âdeta imkânsız
kabul edeceğinden dolayı, devamlı bir ümitsizlik içindedir (Râzi, Tefsir-i
Kebir, 17/191). Çünkü tesâdüfler gelişigüzel olduklarından bir sefer daha
tahakkukları imkânsızlıkla eş değerdedir. Halbuki müslüman, zaman zaman bu
konuda fütur gösterse de, nimetlerin ancak Allah’ın takdirinin sonucu olduğuna
inanır. Takdirlerin ise, her zaman tahakkukları mümkün olduğundan ümitsizliği
kalıcı ve sürekli değil, düşüncesizliğin bir eseri olarak anlık veya kısa
sürelidir. Bundan dolayı karamsar bir ümitsizlik, imansızlığın bir neticesi
olarak kâfirlerin genelini içine alacak olan ayırt edici bir özellikleri
olmuştur. Bu durum bize, bunun gibi bir zaaf noktasında kâfir ve müslüman
ayrımını yapmaya götürmektedir ki, işte Kur’an perspektifinde bu mevzûda esas
olan da, budur.
Ümitsizlik
ruha yerleşince, artık onda bir hayat filizi yeşeremez; bundan dolayı Allah,
kulların ümitsizlik konumuna düşmemeleri için onları daima kendisine karşı
ümitlerini muhâfaza etmeye çağırmakta ve kullarına karşı bütün günahları affedecek
derecede merhametli olduğunu belirtmektedir: “De ki: Ey kendi nefisleri
aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah
bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (39/Zümer,
53)
Bunlardan
hareketle Ku’r’an hükümleri, mü’minin ümitsiz olamayacağını, olduğu takdirde
ümitsizliğinin asla uzun ve karamsar bir tarzda olmamasını gerekli kılmaktadır.
Bu zaafın, insanın bütün verimini yok ettiği ve kişiyi âdeta yaşayan ölüye
çevirdiği gerekçesiyle Kur’an’ın bütün ümit kapılarını açık tuttuğunu
söyleyebiliriz. (5)
İlâh
kavramının bir anlamı da sığınılacak yer, umut bağlanacak makam demektir.
İnsanların bu makama yönelişleri ise duâdır. “Rabbinize yalvara yakara ve
gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. Yeryüzü ıslah
edildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın. (Allah’ın azâbından) korkarak ve
(rahmetini) umarak O’na duâ edin. Muhakkak ki ihsan sahiplerine/iyilik edenlere
Allah’ın rahmeti çok yakındır.” (7/A’râf, 55-56). Kur’an’da duâ üzerine
öğretilenler, sığınılacak ve umut bağlanacak makamın tek olduğu, duâ ve umut
edilecek başka bir mercî aramamak gerektiğini gösteriyor. Kime sığınılır ve
gerçek anlamda ümit beslenip ondan beklenti içine girilirse, o makam, kişi ya
da şey her ne ise, o ilâh edinilmiş olur.
“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine
gönül vererek yalvarır duâ ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir rahmet
tattırdığı zaman da bakarsın onlardan bir kısmı Rablerine şirk/ortak
koşuyorlar.” (30/Rûm, 33). Aynı zaafa işaret eden diğer
âyetler için bak. 41/Fussılet, 51; 39/Zümer, 8. “İnsana bir sıkıntı
dokunuverince bize yalvarır. Kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz zaman
da ‘o bana bilgimden dolayı verildi’ der. Bu bir imtihandır, fakat pek çokları
bilmez.” (39/Zümer, 49) “Gerçekten insan, tahammülsüz ve huysuz
yaratılmıştır. Kendisine şer dokunduğu zaman sızlanır. Kendisine hayır
dokunduğu zaman cimrilik eder.” (70/Meâric, 19-21). Herkes böyle midir?
Tabiatıyla hayır. Âyetin devamında namazını devamlı kılanlar, yoksula yardım
edenler, cezâ gününü doğrulayanlar, Allah’ın azâbından korkanlar bu insanlara
benzemezler denir (70/Meâric, 22-27)
Allah Teâlâ,
insanı bazen darlıkla, bazen de genişlikle imtihan eder. Bolluk, nimet, refah
ve huzurla yapılan imtihanın derecesi, kimi zaman şiddet, sakıntı ve musîbetle
yapılan sınavdan daha fazla olabilir, nimetlerle denenme daha zor gelebilir.
İnsan zorluklarla sınandığını daha kolay anlasa da, rahatlık ve nimetlerle
imtihan olduğunu çoğunlukla unutur. Aslında bolluk da, bir başka imtihan
şeklidir; tıpkı sıkıntı ve darlıkla sınanıldığı gibi. Allah, kendisine iman ve
itaat edenleri çeşitli şekillerde dener. Darlık ve sıkıntı ile imtihan edilen
mü’min sabreder, bollukla sınava tâbi tutulunca da şükreder. Neticede her iki
husus da mü’min için hayırlı olur. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle
buyrulmaktadır: “Ne tuhaftır ki, mü’minin bütün işleri hayırdır. Ve bu
hayır, mü’minden başkası için yoktur. Ona bir bolluk isâbet edince şükreder ve bu,
onun için hayırlı olur. Ve yine ona bir sıkıntı dokununca da sabreder. Bu da
onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd
64; Ahmed bin Hanbel, IV/332, 333, VI/15, 16)
Bol rızık ve
çeşitli nimetlerle imtihanın yapıldığını şu âyet gâyet açık bir şekilde ifâde
etmektedir: “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine her
şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları
zaman onları ansızın yakaladık, birden bire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.”
(6/En’âm, 44). Önceki ümmetler, kendilerine gönderilen peygamberlere iman
etmedikleri için, Allah onlara çeşitli darlık ve musîbetler verdi; fakat onlar,
yine iman etmediler. Cenâb-ı Allah, cezalarını daha da arttırmak için onlara
bütün nimetlerin kapılarını açtı, bol rızık ve nimetlere gömüldüler. Nimetin
gerçek sahibine şükredecekleri yerde zevk ve sefâya daldılar, O’nu unutup
şehvetlerine teslim oldular. İşte böyle tam bir sarhoşluk ve dalgınlık ânında
Allah onları yakaladı ve neye uğradıklarını bilemediler. Ne yapacaklarını düşünmekten
âciz kaldılar ve helâk olup gittiler. Onlara hürriyet ve refahın verildiğini,
maddî ve mânevî bütün engellerin kaldırıldığını, her taraftan üzerlerine
nimetler gönderildiğini, iyi-kötü her şeyin kendilerine bol bol açık
bulundurulduğunu ifâde eden Elmalılı, bu âyeti şöyle tefsir eder: Her türlü
rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefâlar önlerinde âmâde idi.
Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler yapabilecek hale geldiler. Kendilerine,
kendi irâdelerinden başka yasak koyacak ve kayıtlayacak bir şey görünmüyordu.
Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki,
nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna
ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş
olduklarına hükmettiler. Hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular, keyiflerini
çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, “gel keyfim gel!” dedikleri bir sırada
kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat İblis gibi bütün
ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrûmiyet içinde donakaldılar (Elmalılı H.
Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III/1928).
İnsan,
elindeki nimetlerin, yaşadığı huzur ortamının elinden alınması ile de imtihan
olunmaktadır (11/Hûd, 9; 17/İsrâ, 83; 30/Rûm, 36). Zorluklarla sınanmayı
hatırlatan bu âyetlerde insanın karakteri çizilmektedir. Bu âyetler; huzur,
refah, mutluluk ve nimet içinde yüzerken haktan yüz çeviren bir ruh halini
sıkıntı, musîbet, darlık ve yokluk ânında ise ye’se düşen, karamsar, bezgin ve
üzgün bir tavır sergileyen insanın durumunu çok güzel tasvir etmektedir. Yeis,
karamsarlık ve üzüntü hali, insanı nankörlüğe sevk etmekte ve küfre
yaklaştırmaktadır. Önceki halini, bol bol rızıklarla geçirdiği o mutlu
yaşayışını hiç hesaba katmadan ve nimetleri hiç hatırlamadan, içinde bulunduğu
fakirlik ve zarûret halini ve musîbetin verdiği sıkıntıları ve ıstırapları
anlatır durur. “Önceden bol bol veren ve ihsanda bulunan yine verir” demez de;
ümitsizliğe, karamsarlığa kapılır. Nimetin sahibine ve nimetlere nankörlük
etmeye başlar. Yeis, karamsarlık, bezginlik, üzüntü ve yılgınlık nankörlüğü
oluşturan ve küfre kapı açan sebeplerdir.
Şu âyet,
peygamberler başta olmak üzere hiçbir mü’minin Allah’ın yardımından ümidini
kesmemesi ve ye’se düşmemesi gerektiğini bize bildirmektedir. “Nihayet
peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıkları sırada
onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Suçlular
topluluğndan (ise), azâbımız asla geri çevrilmez.” (12/Yûsuf, 110)
Yeis
konusunda Kur’an’ın şu mesajı bizim için çok önem arzetmektedir: “Allah’ın
rahmetinden ümit kesmeyin.” (39/Zümer, 51). Mü’min hangi durumda olursa
olsun Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmez. Zira Allah’ın rahmetinden ümit
kesmek ancak kâfirlere mahsustur (12/Yûsuf, 87). İbn Abbas (r.a.): “Mü’min her
durumda Allah’tan gelecek bir hayır ümidi içindedir. Çünkü mü’min bir sıkıntıya
düştüğünde, Allah’a yönelir; bolluk ânında ise, O’na hamdeder” demiştir.
Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insanın, âlemin ilâhının kâmil mânâda
eşyaya kadir olmadığına veya tam mâlûmâtının bulunmadığına ya da cömert değil;
cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç şeyden her biri o
insanın küfrünü gerektirir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ise ancak kâfir
kimse için söz konusudur (F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 18/159).
Yeis,
karamsarlık ve buna bağlı olarak aşırı üzüntü, şikâyet, sızlanma gibi hususlara
sebep olmaktadır. Nankörlük de bu sebeplerin verdiği ruh hâletinden
kaynaklanmakta ve insanı küfre yaklaştırmaktadır. (6)
Yeis ve bu
yüzden oluşan karamsarlık bir hastalıktır; kalbin, iç dünyanın hastalığı,
psikolojik hastalık. Ve bu hastalık benzer nice mânevî hastalığın dâvetçisi ve
tetikleyicisidir.
İnsanın
genel karakteristik özelliklerinden birisi, onun nimetler karşısında şımarıp
böbürlenmesi, zararlar karşısında da ümitsizliğe ve bedbinliğe düşmesidir
(11/Hûd, 9-10). Bu âyette geçen “yeûs” kelimesi ümitsiz anlamına gelir. Daha
geniş mânâda yeûs; ilerisi hakkında bütün ümidini kesen, Allah’ın bu sıkıntıyı
kaldırabileceğine inanıp sabretmeyen, şükretmeyen ve büsbütün nankör kesilen
kişi demektir.
Bu âyet-i
kerimedeki “insan” lafzından murad, mutlak mânâdır, genel olarak insanlar. Bu
mânânın mutlak ve umûmî olduğuna işaret eden birtakım vecihler şunlardır:
1. Allah
Teâlâ Hûd sûresinin bu âyetlerinin akabinde gelmekte olan 11. âyette “ancak
sabredip sâlih amel işleyenler müstesnâ” diyerek bir istisnâda bulunmuştur.
İstisnâ olmasaydı, bu cümle de kendinden önceki cümlelerin hükmünü alacaktı.
Böylece âyetteki “insan” lafzı içerisine sabredip sâlih amel işlemeyen hem
mü’min, hem de kâfir bütün insanlar girmektedir.
2. Bu âyet-i
kerime ayrıca şu türdeki âyetlerle de uygunluk arzetmektedir: “Doğrusu insan
hırslı yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundumu sızlanır. Kendisine hayır
dokundumu vermez. Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.” (70/Meâric,
19-22)
3. İnsanın
mizacı genelde zayıflık ve âcizlik gibi özellikler arzeder. İbn Cüreyc diyor
ki: “Ey Âdemoğlu! Allah’tan sana bir nimet geldiği zaman kefûrsun/nankörsün.
Senden o nimeti aldığı zaman ise yeûs ve kanût, yani ümitsizsin.” (F. Râzî,
Mefâtihu’l Gayb, 17/190). Görüldüğü gibi İbn Cüreyc de “insan (Âdemoğlu)”
lafzını genel olarak kullanmıştır.
Böylece bu
âyette eksik yapılı; içinde bulunduğu ânı yaşayıp geleceği hiç düşünmeyen,
geçmişi de anmayan, sonra karşılaştığı şeylerden dolayı çabucak isyan eden bir
insan tasvir edilmektedir (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 7/125). İnsana,
lezzetini alacağı bir nimet tattırılsa, sonra da bu nimet çekilip alınsa, sabırsızlığı
ve Allah’a güveninin tam olmayışı nedeniyle ümitsizliğe düşer, daha önceki
nimetleri de unutur inkâr eder (Kadı Beyzavî, Envâru’t Tenzîl ve Esrâru’t
Te’vîl, III/305). Ama kendisine dokunan bu sıkıntılardan sonra zenginlik ve
sıhhat tattırılsa “kötülük ve musîbet benden gitti” der, övünür. İnsanlara
karşı böbürlenir, kendisini saran nimetlerden dolayı şımarıry, şükürden
uzaklaşır ve nimetin hakkını edâ etmez. Bu âyetlerde “izâka (tattırmak)” ve
“mess (dokundurmak” fiillerinin seçilmesinin sebebi şudur: İnsanın dünyada
nimet ya da sıkıntı olarak kaşılaştığı şeyler âhirette karşılaşacaklarının
sadece birer numûnesi gibidirler. Bu nedenle bu fiiller kullanılmıştır
(Beyzavî, a.g.e., III/306). Ancak Allah’ın rahmette bulunduğu kişiler bu
sonuçtan uzaktırlar (İbn Kesir, Muhtasaru Tefsîr-i İbn Kesir, II/213). Çünkü
âyette zikredilen böbürlü davranış sefil insan karakteri ile ilgilidir. Bu
karakter şudur: İnsan, tabiatı gereği sathî, sun’î biryapıya sahiptir ve derin
düşünceden çekinir. Bu yüzden refaha erip kudret sahibi olduğunda zevkine
düşkün, kibirli ve böbürlü bir hal alır. O kadar ki herhangi bir ihtimalin bu
mutlu şartları sona erdirebileceğini hayal etmek bile istemez. İşler bir gün
tersine döndüğünde de, ümitsizliğin heykelleşmiş biçimi haline gelir ve her
yerde kötü tâlihinden şikâyet etmeye başlar. Hatta Allah’ı suçlamaktan, O’nun
ulûhiyetine hakaret etmekten bile geri durmaz. Fakat talihi tekrar geri döndüğü
zaman uzak görüşlülüğü, bilgi ve başarısıyla övünmeye başlar (Mevdûdî,
Tefhîmu’l Kur’an, II/353).
Böyle bir
kimse artık ferîh ve fahûrdur. Allah korkusu hatırına gelmez, mağrur bir tavır
alır. O nimetin hukukunu hamd ve şükürle edâ edecek yerde iftihar eder durur.
Hâsılı insan, dünyada ya nimetten ya da zarûretten hâlî değildir. Bu insan bazen
nimet ve bazen de zarûretle imtihan olur. Yine insan, fıtraten rahmet sebebiyle
itminan ve onun alınıp çekilmesinden dolayı da elem duyar. Her iki halde de,
yani rahmet verildiğinde Rahmân ve Rahîm olan Allah’ı, rahmet çekilip
alındığında da yine O’nun ihtiyârını, hikmet ve imtihanını tefekkür ederek en
güzel şekilde davranmak lâzım gelirken insanda öyle psikolojik bir hal vardır
ki, bundan dolayı çokları mün’imi (nimet veren Allah’ı) düşünmez. Daha önce
eline nimet geçtiğini gördüğü halde o elinden alınıverdiği zaman her şeyi
unutur, ümitsiz ve karamsar olur. Zarûret tecrübesi gördüğü, birtakım
sıkıntılarla daha önceden karşılaştığı halde de bir nimet tadınca bir daha bu
nimet elinden alınamaz ya da acı göremezmiş gibi istikbalden emin olarak
ferahlanır, iftihar eder durur ki zikrolunan inkâr ve istihzâlar hep bu
psikolojik durumla alâkalıdır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili,
IV/2768).
İnsan
karakteri devamlı değişim üzeredir. Kendinde bir güç bulduğu zaman mübâlağalı
bir şekilde kibir ve büyüklük gösterir. Ancak zayıflık ve âcizlik hissederse
zillet ve meskenet içerisine düşer (F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 27/138). İnsanın
bu hali şu âyet-i kerimelerde dile getirilir: "İnsan, hayr/iyilik istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer/kötülük
gelince ümitsizliğe/yeise düşer, me’yûs olur. Başına gelen bir sıkıntıdan sonra
kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak ‘elbette bu benim hakkımdır,
kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem muhakkak ki O’nun
nezdinde de güzel şeyler bulacağım’ der. Andolsun ki Biz muhakkak kâfirlere
yaptıklarını bildireceğiz ve andolsun ki muhakkak Biz onlara ağır bir azap
tattıracağız.” (41/Fussılet, 49-51)
Bu âyet-i
kerimelerde de insanın taşkınlığına bir başka örnek vardır. Allah, insana bir
nimetle mukabelede bulunduğu zaman bu nimet onu şımartır da mün’imi unutur ve
şükürden yüz çevirir. Allah’ı zikretmekten, O’na yalvarmaktan uzaklaşır,
kendini kibir ve azamete kaptırır. Ama ona bir zarar ya da fakirlik isâbet
ettiğinde de devamlı duâ eder. Bu âyetlerde yapılan tasvir; Allah’ın hidâyetini
benimseyip O’nun doğru yolunda yürümeyen beşer ruhunun dorudan doğruya ince bir
resmidir. Bu tip kimselerin nasıl her an değiştiklerini, zaafa düştüklerini,
hayrı övdüklerini, nimeti inkâr ederek bollukla gururlanıp sıkıntıyla
bağırdıklarını inceden inceye tasvir etmektedir. Şu insan iyilik istemekten
usanmaz. Ama bir fenalık dokunacak olursa ümit ve heyecanını yitirir. Bu halden
kurtuluşun ve çıkışın olmayacağını zanneder, bütün sebeplerin yok olduğunu
kabul eder. İçi sıkılır, üzülür, Allah’ın rahmetinden ve yardımından ümidini
keser. Çünkü Rabbine bağlılığı yoktur.
Bir başkası
da Allah kendisine sıkıntıdan sonra rahmetini tattırsa nimeti küçümser, şükrünü
unutur ve bolluk onu baştan çıkararak şımartır. “İşte bu benim hakkım” der.
Âhireti unutur ve böyle bir şeyin olacağını çok uzak bir ihtimal sayar.
“Kıyâmetin kopacağını sanmıyorum” der. Kendisinde bir böbürlenme belirir ve
Allah’a karşı çıkarak katında kendisinin de bir yeri olduğunu sanır. Âhireti ve
Allah’ı inkâr eder. Ama yine de Rabbine döndürülecek olsa O’nun yanında
kendisinin önemli bir yeri olduğunu kabul eder. Ve der ki: “Rabbime
döndürülürsem muhakkak ki O’nun nezdinde güzel şeyler bulacağım.” Ama bunların
hepsi birer gurur ve kuruntudan ibârettir. Allah, kendisine nimet verdiği zaman
insan şımarır, azıtır, büyüklenir, sırtını döner ve gider. Ama bir kötülük
dokunacak olursa küçülür, düşer, aşağılaşır, yalvarır ve bıkmadan, usanmadan
duâ eder durur.
İnsanın
ruhundaki yüce ve basit değerleri ne kadar titizlik ve dikkatle tescil
etmektedir bu âyetler. Çünkü onu tavsif eden, onun giriş-çıkış noktalarını
bilen, hangi noktada ne gibi harekette bulunacağını, Allah’ın dosdoğru yolu
olmaksızın nerede yanılacağını bilen yaratıcısıdır (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l
Kur’an, 12/63-64).
Allah başka
bir âyet-i kerimede de şöyle buyurur: “İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz
çevirip yan çizer. Ona bir zarar dokununca da umutsuzluğa düşer.” (17/İsrâ, 83). Ancak geniş ve dar anlarında
Allah’ın korumuş olduğu kişiler bu noksanlıktan uzaktır. Çünkü, Cenâb-ı Hak
insana mal, âfiyet, fetih, rızık ve nusretle nimette bulunduğu ve insan
istediğine kavuştuğunda Allah’a karşı itaat ve ibâdet vazifelerinden genelde
yüz çevirir. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak insana musîbetler, dert ve üzüntüler gibi
birtakım şerleri dokunduracak olsa insan bu defa da umutsuzluğa düşer (İbn
Kesîr, a.g.e., II/396-397). İbn Abbas’a göre bu âyet-i kerimedeki “insan”
kelimesi ile kastedilen Velid bin Muğîre’dir. Ancak, fark edileceği gibi âyet
hüküm açısından umûmîdir. Çünkü, genelde insanın karakteri, maksûduna ve
matlûbuna ulaştığında aklanma, Allah’a itaat ve ubûdiyetten uzaklaşarak gâfil
olma şeklinde tezâhür eder (F. Râzî, a.g.e., 21/35). (7)
11/Hûd, 9 ve
41/Fussılet, 49. âyetlerden anlaşılacağı üzere yeûs karakterinin nankörlükle
yakın ilişkisi vardır. Çok ümitsiz anlamındaki yeûs, kimi yerde küfrân-ı nimet
ifâden bir sözcük ile bulunurken, kimi yerde de imanın zıddı olan kelime grubu
ile beraber bulunmaktadır (60/Mümtehıne, 13; 12/Yûsuf, 87).
İnsana bir
sıkıntı, bir zarar, bir musîbet dokunduğu zaman ümitsizliğe düşer. Allah’ın
sıkıntıları giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırıp ferahlatacak
yardımından, lütuf ve rahmetinden ümidini keser. Kendisinden çekilip alınan
nimetler gibi bir nimetin tekrar geriye dönebileceğinden şiddetli bir
ümitsizlik içinde bulunur. Kur’an bunu şu şekilde ifâde eder: “İnsana nimet
verdiğimiz zaman (Bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ve ziyan
dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer.” (17/İsrâ, 83). Bu âyette geçen
yeûs kelimesi, nankörlüğün tam karşılığıdır. İnsan cinsine sıhhat ve zenginlik
gibi şükrü gerektiren nimetler verildiğinde, şükür ve zikirden yüzçevirmekte,
hastalık ve fakirlikle baş başa kaldığında ise, Allah’ın rahmetinden şiddetli
bir şekilde ümidini kesmektedir (Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III/314).
Yeûs
anlamına çok yakın şekilde kullanılan “kanût” kelimesi ise; hayırdan, Allah’ın
rahmetinden ümidini kesen kimseye denir. Başına gelen bir sıkıntının savuşup
gideceğinden ümitsiz olan kişi için kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de k-n-t kökü
türevleriyle birlikte altı yerde geçmektedir. Kanût olarak ise bir âyette yeûs
kelimesi ile birlikte zikredilmektedir. “İnsan hayır (mal, sağlık, refah
gibi dünyalık arzular) istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir şer/kötülük (fakirlik,
mihnet ve sıkıntı) dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir (feyeûsun
kanût).” (41/Fussılet, 49). Yeûs, kalbin sıfatıdır. Kanût ise, yeis halinin
yüzde ve insanın dış görünüşünde belli olmasıdır. Yeûs, duânın icâbetinden
ümitsiz olan, kanût ise Rabbine karşı kötü zanda bulunan insan. Yeûs, başa
gelen musîbet ve sıkıntıların gitmesinden ümidini kesen, kanût ise, bunların
devam edeceği zannında bulunan kimse diye tefsir edilmiştir (Kurtubî, el-Câmiu
li Ahkâmi’l Kur’an, VIII/332; Şevkânî, a.g.e., IV/652). Türkçede her iki
kelimenin karşılığı olarak da “ümitsiz” kelimesi kullanılır. Bu açıklamaya göre
de mânâ yönünden bu iki kelimenin birbirine çok yakın olduğu anlaşılır.
Allah’ın
rahmetinden ümit kesmenin, imanın zıddı olan “küfür”le bağlantısını şu âyetin
ışığı altında daha iyi anlayabiliriz: “…Rabbinin rahmetinden, sapıklardan
başka kim ümit keser?” (15/Hıcr, 56). Bu âyete göre, Allah’ın rahmetinden
sapık olan kâfirler ve zâlimler ümitlerini keserler. Mü’minler ise her hâl u
kârda Allah’a şükür ve hamd ederek İlâhî rahmetten, Allah’ın lütuf ve
ihsânından asla ümitlerini kesmezler. “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine
haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” (39/Zümer, 53).
Allah’ın rahmetini ummuk ve beklemek mü’minin vasfıdır. Şükran duygusu ile
Rabbine bağlı olan mü’min, başına gelen sıkıntı ve zarardan dolayı asla ümidini
yitirmez. Nankörlük bir yönüyle Allah’ın nimetini unutmanın bir tezâhürüdür.
Ümitsizliğe düşmek de, nankörlüğün bir sonucudur. Kanût kelimesinin eş anlamlısıolan
yeûs kelimesi, 11/Hûd sûresinin 9. âyetinde nankör anlamına gelen “kefûr”
kelimesiyle beraber bulunmaktadır. (8) Bu kelimenin de küfür kelimesiyle aynı kökü paylaştığı
unutulmamalı, dolayısıyla ümitsizliğin küfür veya en azından küfre yaklaştırıcı
özelliği unutulmamalıdır.
Bu konuyu
içeren âyetlerin Kur’ân-ı Kerim’de sıksık tekrarlanması; bu tutum ve
davranışların insan psikolojisinde derin izlere sahip olduğunu gösteriyor.
Sıkıntı ve felâket ânında ümidini yitirmek, bolluk ve refahta şımarmak, kibirlenmek,
büsbütün cimri kesilmek… İşte insanın genel ruh yapısı…
Umut veya
ümit: Ummak, emel, arzu, beklenti. Bazı şeylerin olması konusunda beslenen his;
ummaktan doğan güven duygusu; bu duyguyu veren kimse veya şey demektir. Aynı
zamanda, ummanın verdiği rahatlık, ferahlık duygusuna umut denir. Bunun zıddı
olan yeis de umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü demektir. Recâ da
"ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu
ilgidir."
Mü'minler Allah'tan korkmakta oldukları kadar O'ndan umut
kesmemekle de yükümlüdürler: "Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin."
(39/Zümer, 53) Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından
yoksun bırakır. Kur'an, mü'minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek
müjdelerle doludur: "Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret
sahibidir." (13/Ra'd, 6) "Rabbiniz bol rahmet sahibidir."
(6/En'âm, 147)
"Rahmetim her şeyi kaplamıştır" (7/A'râf, 156). Fakat bu
ve benzeri âyetler ne yaparsa yapsın insanın mutlaka bağışlanacağı anlamına
gelmez. Umut (recâ), sebebsiz ve insanı umduğu şeye ulaşmak için çalışmaktan
alıkoyacak, kötülük ve günahları önemsiz gösterecek bir beklenti değildir. "Onlar
ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah'ın
rahmetini umarlar "(yercûne)" (2/Bakara, 218), "Allah'a
iman edenleri ve O'nun kitabına sarılanları Allah rahmetine ve bol nimetine
kavuşturacak, önleri kendisine götüren doğru yola eriştirecektir" (4/Nisâ,
175) ve "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'nun elçisine inanın ki
size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur
yaratsın ve sizi bağışlasın" 57/Hadîd, 28) gibi âyetlerde açıklandığı
üzere umut ancak gerekli şartları hazırladıktan sonra sonucu Allah'tan ummaktır.
Bunun aksi bir beklenti Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Nefsini hevâsına
tâbi kılıp şehevî arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allah'tan Cennet
isteyen ahmaktır" hadisinde tanımladığı gibi ahmaklıktır.
Korku ve umut birbirini bütünleyen ve mü'mini kemâle
erdiren iki niteliktir. Bu nedenle Kur'an mü'minleri tanımlarken iki niteliği
birlikte anar: "Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak
Rab'lerine duâ ederler." (32/Secde, 6). İslâm bilginleri bu tür
Kur'ânî yönlendirmelerden yola çıkarak mü'minin sürekli korku ve umut arasında
olması gerektiğini belirtmişlerdir. (9)
“Kötülükler
yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlar(a karşı,) muhakkak ki Rabbin,
o(tevbe ve îmâ)ndan sonra, elbette bağışlayandır, merhamet edendir.” (7/A'râf, 153)
“Ve onlar
Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız
yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur.” “Kıyâmet
günü onun için azâb kat kat yapılır ve o, azâb'ın içinde hor ve hakîr olarak
kalır.” “Ancak tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allah onların
kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayandır, çok
merhametlidir.” “Kim tevbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbul bir kimse
olarak Allah'a döner.” (25/Furkan, 68-71)
“Gündüzün
iki tarafında (sabah, akşam) ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü
iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.” (11/Hûd, 114)
A'râf, 153'üncü
âyette yaptığı kötülüklerin ardından uslanıp inanan kimselere karşı Allah'ın
bağışlayan, esirgeyen olduğu vurgulanır. Furkan, 68-71. âyetlerde şirk koşan,
adam öldüren, zina eden kimselerin kat kat azaba çarpılacakları, ancak çok
bağışlayan merhametli Allah'ın, günâhlarından dönen, inanıp iyi işler yapan
kimselerin kötülüklerini iyiliklere çevireceği belirtiliyor. Burada dikkat
edilmesi gereken bir incelik vardır.
Furkan
sûresi 68-69. âyetlerde üç büyük günâhı yapan kimseye azâbın katlanacağı, yani
iki kat azâbedileceği belirtilmiştir. Furkan 70-71. âyetlerde de tevbe edip
inanan ve uslanan kimselerin affedilecekleri, Allah katında makbul olacakları yine
iki kez vurgulanmaktadır. Âyetler arasında her bakımdan mükemmel bir uyum
vardır.
Hûd sûresi 114.
âyette de yine Allah'ın, günâhlarından tevbe edip uslanan ve güzel işler,
ibâdetler yapan, gündüzün uçlarında ve gece saatlerinde namaz kılan kimselerin
kötülüklerini iyiliklere değiştireceği, iyiliklerin, kötülükleri gidereceği
vurgulanmaktadır.
Günâhların
iyiliklere çevrilmesi şu anlama gelir: Daha önce günâh işler yapan kimseler,
dönüp sevap işlemeğe başlarlar. Kötü olan halleri ve işleri iyiye döner.
Halleri düzelir. Eskiden kötü iken iyi insan oluverirler. Yahut Allah, tevbe
edenlerin, eskiden işledikleri günâhları sevaba döndürür, iyi iş yapmışlar gibi
onlara sevap verir. Fakat birinci anlam daha doğrudur. Çünkü ikinci âyette
"İyiliklerin, kötülükleri gidereceği" ifadesi de birinci anlamı
güçlendirmektedir. Bu, tıpkı kirlenmiş olan kimsenin, su ve sabun ile bedenini
temizlemesi gibidir. Nasıl su ve temizlik maddeleri, görünür kiri giderirse,
ibâdet, güzel ameller, tevbe ve istiğfar da kötü eylemlerin rûh üzerinde
bıraktığı günâh kirlerini giderir.
Bu ve
benzeri âyetler, umutsuz insanlara umut sunmakta, insanları karamsarlıktan,
günâhta ısrardan kurtarmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde insanlara bu
umut aşılanmaktadır. Bütün bunların amacı, insanlara zorluk değil, kolaylık ve
umut sunarak onları günâh vâdîsinden çekip Allah'a yöneltmektir. Yüce Allah,
kendisine yönelen kulunu büyük lütfuyla affeder: “(Tarafımdan onlara) De ki:
‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin.
Allah bütün günâhları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhametlidir.” “Size
azâb ansızın gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size
yardım edilmez.” (59/Zümer, 53-54) buyurmuştur. Hz. Peygamber'in: “İslâm,
kendinden önceki işlerle ilgiyi keser” (Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/199, 204,
205) mealindeki sözleri de bu umut ışığını yakmaktadır. (10)
Sözlükte beklenti anlamını
ifade eden ümit, Kur’an’da tama’ ve recâ kelimeleri ile ifade edilir. Tama’, kalbin ileride meydana gelecek
olan şeyi arzu edip ona yönelmesi, bu konuda hırs göstermesidir. Recâ ise, ye’sin (ümitsizliğin) zıddı
olup meydana gelmesi mümkün olan, arzu edilen bir şeyin tahakkukunun
istenmesidir. Korkuyu ifade eden
havf ise, insanın
zanna ya da bilgiye dayanarak bazı işaretlerden
hareketle gelecekte hoşuna gitmeyecek bir şeyin meydana gelmesinden veya
sevilen bir şeyin elden gitme endişesine kapılarak bundan kalbinin elem
duymasıdır.
Kurân-ı Kerim, çeşitli
âyetlerinde insanın korkularından bahseder. İnsan düşünen, etrafını gözleyen,
kâinatın birçok tehlikelerine karşı ne kadar âciz kaldığının idrâkinde olan bir
varlıktır. Bundan dolayı insan, tehlikelere karşı kendisini korumak
mecbûriyetindedir. İnsanı buna sevk eden şey ise fıtratındaki korku hissidir.
Bugünkü ilmî araştırmalar, insan psikolojisinin korku ve ümit adında
iki temel duyguya dayandığını göstermektedir. Bu iki duygu, insanın hayattaki
yönelişini, hedefini tayin etmektedir.
Önümüzde nefsin iki zıt çizgisi var: Korku ve ümit. Tabiatı icabı nefis
korkar ve ümitlenir. Çocuk birbirine komşu bu iki yetenekle yaratılır ve o
büyüdükçe bunlar da onunla büyür ve gelişir, çeşitlenir. Bu ikisi insanın
hayatına yön verir. Hedeflerini, davranışlarını, duygu ve düşüncelerini
sınırlar, ayarlar ve dengeye sevk eder.
Kur’an, korku ve ümit çizgisine yönelir ve ilk iş olarak bu iki
çizgiden her türlü fâsit ve sahte korkuyu ve sapık emeli ayıklar. Sonra sadece
kendisi için gerekli olanı umacak, korkulması gerekli olandan korkacak şekilde
ayarlar. Bu yapılmazsa insanın rûhî dengesi bozulur, hastalanır. Bilhassa korku
hissi yönlendirilmezse rûhî bunalımların ve akıl hastalıklarının çok mühim bir
sebebi olur. Bunun için “korku, psikiyatrinin atomu gibidir” denilmiştir. Yani
birçok rûhî hastalığın temelinde o yatar. İnsanların çoğu, fıtratlarındaki
korku hissi iyi yönlendirilmediği için, gerçek mercî olan Allah'a tevcih edilmediğinden
binlerce sahte korkunun elinde huzursuzluğun esiri olmuş, çırpınıp durmaktadır.
Gerek bizzat kendisini, gerek toplumu iyi müşâhede edebilen her insaf sahibi bu
fikre katılır.
Kur’an, bu iki temel duyguya sık sık vurgu yapar. Kur’an’daki ibret
amaçlı olaylar ve derslerin büyük bir kısmının bu iki temel duyguyu
hedeflediklerini söylemek mümkündür. Çoğu kez rahmet ve azap âyetleri ile
cehennem azâbı ve cennet hayatının birbirlerini takip ettikleri görülür. Zaten
dinde de, hem Allah’ı sevmek hem de O’ndan korkmak bir esas olarak kabul
edilmektedir. Bundan dolayı Allah, hem sevilmeli, hem de kendisinden
korkulmalıdır. Nitekim Kur’an’da mü’minler, duyguları itibarıyla bu her iki
durumu dengede tutan kimseler olarak tanıtılır: “Korkarak ve umarak Rablerine duâ ederler...” (32/Secde, 16)
Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: “Mü’minler, Allah’ın azab ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri
Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu
bilselerdi, hiç biri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23)
Ümit:
Kur’an’da ümit anlamında
kullanılan tama’, haram işleme
(33/Ahzâb, 32), Allah’ın mal vermesi (74/Müddessir, 15), sâlihlerden olma
(5/Mâide, 84), cennete girme (7/A’râf, 46; 70/Meâric, 38) ve bulutlardan yağmur
yağma beklentisi içinde olmak (13/Ra’d, 12; 30/Rûm, 2) ile rahmet ve
bağışlanma, recâ veümit (7/A’râf, 56; 32/Secde, 16) gibi hususlarda
kullanılmaktadır. Bundan dolayı bu kelime, Kur’an’da sözlük anlamında olduğu
gibi, beklenti ve ümit içinde olmayı ifade etmektedir.
Yine Kur’an’da ümit ifade eden recâ
ise, saygı bekleme (71/Nûh, 13), Allah'a kavuşma (18/Kehf, 110; 29/Ankebût, 5),
rahmet ümidi içinde bulunma (2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 104) ve hakkında yapılacak
bir muâmele beklentisi içinde olma (9/Tevbe, 106) anlamlarında kullanılır.
Kur’an, ümit bağlamında zaman zaman insanın dünyada yaptığı iyi işler ve onlara
verilecek cennet nimetlerini dile getirmiş ve bununla muhâtabını iyi amele,
güzel ahlâka sevk etmeyi amaçlamıştır. (11)
Beyne’l Havfi ve’r-Recâ; Korku ve
Ümit Arası: Havf, tatlı bir korku, Allah’ın celâl, kibriyâ, ve azameti
karşısında haşyet duyma... Recâ, zevkli bir ümit. O’nun lütuf, ihsân ve
kereminden daima ümitvâr olma... Hayırları işlemek, amel-i sâlih; şerlerden
kaçmak ise takvâdır. Amel-i sâlih işlendikçe recâ kapısı, takvâda ilerlendikçe
havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet. Takvâ ve
sâlih amel nasıl birbirlerinden kesin hatlarla ayrılmıyorsa, havf ve recâ da
öyle... Bir mü’min Allah’ı hem sevecek, O’nun rahmetinden daima ümitvâr olacak,
hem de O’ndan korkacak, azâbından emin olmayacaktır. İşte bu iki meziyet, kalbi
safha safha terakkî ettirir, dalga dalga güzelleştirir; ona mânâ ve ulviyet
kazandırır...
Korku ve ümit, bir âhenk
içinde olmalı. Geceyle gündüzün, dünyanın başını sırayla sarması gibi... Bu arz
küresi, hiçbir zaman, ne tam bir karanlığa bürünmüş ne de topyekün bir
aydınlığa kavuşmuştur. Arzın bir yüzü kararırken beri tarafı aydınlanır, bir
tarafı aydınlanırken ötesi kararır. Bu nöbetleşme ile arzın başında, her an hem
aydınlık hem de karanlık hükmeder. Mü’min de her an, hem ümit ve hem de korku
içinde olmalı. Zira Allah hem Ğaffâr’dır, hem de Kahhâr. Bağışlaması da vardır,
kahrı ve perişan etmesi de.
Havf ve recâ imandandır... Her ikisi de mü’minin sıfatları. Bundandır
ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan
yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recânın
azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yol...
Bazı kimseler, alenen, sıkılmadan ve daha kötüsü, seve seve günah
işlemekte ve sırası geldiğinde de kendilerini teselli sadedinde, “Allah Ğafur
ve Rahîm değil mi?” demekteler. Halbuki, Ğafur ve Rahîm olan Allah'a isyandan
sıkılmak gerekmez mi? İsterse hiç azap etmesin, cehennemine atmasın. Kaldı ki,
bir kulun af ve mağfirete ermesi için birtakım şartlara uyması gerek. Ğafur ve
Rahîm isimleri, isyanını alenen ve severek işleyenlerden çok, yaptığı günahtan
vicdanen rahatsız olan, sıkılan ve kötü halinden kurtulmak isteyenlerin ilticâ
edecekleri isimler. Bu isimler, mü’mini yeisten kurtarır. Yoksa –hâşâ- âsînin
isyanını devam ettirmez. Bu sözü sarf edenler Allah’ın sadece Ğaffâr ve Settâr
değil; Kahhâr ve Cebbâr da olduğunu hatırlarından çıkarmasalar böyle bir hataya
düşmezlerdi...
Kur’ân-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir
kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması
gibi, insanı bir havfa bir recâya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar.
Fâtiha, Kur’ân-ı Kerim’in fihristi, hülâsası, özü ve özeti. Onda da havf ve
recâ dersi birlikte veriliyor: “Hamd”de
medih ve senâ hâkim. “Mâlik-i
yevmi’d-dîn”, havf dersi verir. “İbâdet”
recâya, “istiâne” havfa işaret
ederler. “Sırât-ı müstakîme hidâyet
talebi”: Recâ; “Mağdûb ve dâllînden olma
korkusu” : Havf. Fâtiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de, havf ve
recâ dalgaları arasında seyerân eder. (12)
Korku-Ümit
Terazisinde Ağır Basan Taraf Korku Olmalıdır:
Korku hissi insan tabiatında,
diğer birçok hislere ve hatta zıddı olan ümit hissine oranla daha kuvvetlidir.
Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, bu hissi özellikle muhâtap almış ve gerçek
mevkiine oturtmaya gayret etmiştir. Kur’an’da yapılacak bir araştırma, korku
üzerine âyetlerin daha çok olduğunu ortaya koyacaktır. Kur’an’ın korku hissini
daha çok gündeme getirmesi, insanın en fazla frenlenmeye ve gem vurulmaya, bir
noktada dengede tutulmaya muhtaç duygusunun, taşkınlık, haddi aşmak, zulüm
işlemek, yani kısacası yasakları çiğnemek eğilimi olmasındandır. İnsan, bu
huylarından ancak korku sebebiyle vazgeçebilir. İnsanı, işlemeğe pek hırslı
olduğu günahlardan, ancak onun korku hissine hitap ederek, cezâî
müeyyideler/yaptırımlar koyarak ve hatta uygulayarak vazgeçirebilirsiniz.
Hiçbir ülkenin şu veya bu günah ve suçları işlemeyen insanlara ‘şu
şekilde mükâfatlar vereceğiz’ diye bir ceza hukuku anlayışları yoktur. Beşerî
terbiye sistemlerinde her ne kadar örnek davranışlara özendirmeye yönelik
ödüllendirme usulleri varsa da insanları, yasakları işlemek ve yasaları
çiğnemekten caydırmak için korkutucu yaptırımlar daha ağır basmaktadır. Bundan
da anlaşılıyor ki korku, insandaki haddi aşma, haksızlık etme ve taşkınlıklar
yapma gibi his ve eğilimleri frenleyen çok özel bir duygudur. Korku, insan arzu
ve iştihalarını helâl ve haram sınırında dengeli tutmaktadır. Bu yüzden
Kur’an’da korkutan âyetlere daha çok yer verilmiştir. Aslına bakılırsa bu
âyetler ne fazla ne de azdır. İnsandaki tuğyanı zararsız seviyede tutmak için
yeterli ve dengelidir.
İmam Gazâli, “korkunun recâdan daha fazla olması mı, ikisinin birbirine
denk olması mı efdaldir?” başlığı altında meseleyi çok güzel ele almıştır. Ona
göre; ilk bakışta hangisinin
efdal olduğunu söylemek zordur. Bu, “ekmek mi, su mu efdal?” sorusuna
benzer. Acıkan için cevap başkadır, susamış olan için başka. Korku da ümit de
kalbi tedavi eden bir ilaçtır. Birbirlerine üstünlükleri kalpteki hastalığa
göredir. Allah’ın mekrinden emin olma hastalığı varsa, buna ilâç korkudur.
Rahmet-i İlâhîden ümitsizlik hastalığı varsa ilâç recâ, yani ümittir. Hangi
hastalık galip ise onun ilâcı efdaldir. Aynı şekilde insanın isyan yönü daha
galipse korku efdaldir. İnsanların çoğunlukla günah ve isyan hastalığına
müptelâ oluşlarını nazarı itibara alırsak korkunun daha makbul olduğunu
söyleyebiliriz. İnsanlara daha faydalı olan, korku halidir. Çünkü insanlar için
en uygun olanı, kişiyi ibâdete yönelten, bütün haram arzuları törpüleyen, kalbi
dünyaya meyletmekten koruyan, korku tarafının ümitten daha fazla olmasıdır. Bu
ölüm vakti gelene kadar böyle olmalıdır. Herkese yaraşan, şiddetli hastalık
halinde, ölüm ânında (Nevevî, Riyâzü’s Sâlihîn Terc. I/479) Allah sevgisi ve
ümidin ağır basmasıyla dünyadan ayrılmaktır. (13)
Mustafa Sabri Efendi de, İslâm’da korku hissine verilen önemin, bir
yanlış değerlendirme olmadığını, bilakis aksini iddia edenlerin, Avrupalıların
tesiri altında kaldıklarını anlatır. Ona göre, insan tabiat üstü varlık
olmadığından maddî faydalara ve maddî sakıncalara daha çok bağlanır. Bundan
dolayı, korku altında itaat, bağlılıkların belki en kuvvetlisi ve en
ciddisidir. İnsanı gizli ve açık bütün eylemlerinde onu takip eden ve hiç
aldanmayan ilâhî kontrolün sonsuz tesir eden korkusu, muhabbet bağına kıyas
edilemeyecek şekilde, itaat ve boyun eğmenin en amansız müeyyidesi, yani
yaptırımıdır. Bunu kabul etmeyen reformcularımızın tenkitleri, İslâm’ın temel
esaslarına yabancılıklarından (veya kasıtlı olup kötü niyetlerinden)
kaynaklanır. Müslümanlara özellikle Allah korkusunu telkin eden eski âlimleri
suçlu bulan kişiler, bu eğer bir suç ise, bu suçu Kur’ân-ı Kerim’e
atfetmelidirler. Çünkü O’nun hemen her sayfasında korku ifade eden bir âyet
vardır. Hucurât sûresinin on üçüncü âyetinde “Allah katında en şerefliniz, en müttakî; yani Allah’tan en çok korkup
sakınanızdır” buyuruluyor.
İnsanın yaratıcısı ve sahibi olan Allah, gönderdiği kitabında fıtrata
en uygun olanı yapmış
ve
korku hissine ağırlık vermiştir. Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona kadar dikkatsizce
okuyan bir kimse bile bunu fark eder. Böyle olması, yani Kur’an’da korkuya önem
verilmesi, çok az kavramda görülen bir özellikle bu kavramın çok çeşitli
kelimelerle ifade edilmesi, fıtrata uygunluktan başka bir şey değildir. (14)
Takvâ, Kur’an’da defalarca övülen bir sıfattır. Allah indinde
insanların taşıyacakları en yüksek şeref pâyesidir. Fıtrat dini İslâm,
insanların ulaşmalarını arzu ettiği takvâ ve etka mertebelerinin tahakkuk
etmesi için, bunların dayandığı korku hissini işletip, bu övülen vasıflara
mü’minlerin sahip olmasını temin etmiştir. Daha doğrusu İslâm ve onun kitabı
Kur’an, insanın tekâmül usûlünü ortaya koymuştur. Mânen yükselmeyi dileyen için
başka yöntem yoktur. Korkuya verilen önemin sebebi, neticesinin takvâ
oluşundandır.
İnsan, şu uçsuz bucaksız gibi görünen evrende kendisini kuşatan korkutucu
unsurlara, içinde bulunduğu tehlikelere, geceye, vahşi tabiata, yırtıcı
hayvanlara; açlık, susuzluk, çıplaklık; düşman, işkence ve ölüm gibi kendisiyle
burun buruna yaşayan korkulara bakacak olursa, kâinat kitabında da korkunun,
emniyet vaad eden ögelerden daha ağır bastığını, daha objektif bir şekilde
görecek ve anlayacaktır. Hal böyleyken Kur’an’da korku hissinin daha çok
uyarılması, neden zor anlaşılan bir mesele olsun? İnsanın beşikten mezara kadar
geçirdiği hayat mâcerasında ona ümit ve emniyetten daha çok, korku arkadaşlık
etmiştir şüphesiz. Bu da gösteriyor ki Allah, kulunu korku ile terbiye ediyor.
İnsana öyle geliyor ki: Kâinattaki korku miktarı insandaki isyan arzusuna
denktir. Yeter ki insan bu korkudan haberdar olsun.
İnsanı Rabbine yönelten duygular, nimetlerden, emniyet ve ümitten
kaynaklansaydı Kur’an’da insanın nankörlüğünden bahsedilmez; şükreden kulların
ve şükür amelinin azlığı
sık sık vurgulanmazdı. Belki bazı kimseler, Yüce Allah’ın “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (7/A’râf,
156) meâlindeki âyetlerin ve Allah’ın âhirette daha çok rahmetiyle muâmele
edeceğine dair hadislerin ışığı altında rahmetin daha ağır bastığını
düşünebilir. Bu, ilk bakışta doğru bir eğilim gibi görünse de, dikkatle
bakıldığı zaman bu görüş hemen kıymetini kaybeder. Çünkü Allah’ın rahmet
sıfatıyla muttasıf olması, gadabıyla değil de, mahlûkata rahmetiyle muâmele
etmesi bile O’nun korku hissini uyarmasını gerektirir.
Anneler neden çocuklarını daha çok tehlikelere karşı uyarır ve onları
korkuturlar? Çokça merhametlidirler de ondan. Yüce Allah da eğer Kur’an’da
korku hissini fazlaca uyarmışsa, bu da O’nun her şeyi kuşatan rahmeti
gereğidir. Korkutmak bir azap değil; rahmettir. Çünkü korkutanın korkutmakla
maksadı, korkuttuğu kimseleri tehlikelerden yana selâmete dâvet etmek hedefine
yöneliktir. Bu yüzden Allah’ın rahmetinin genişliği fikrini esas alarak
Kur’an’da korku hissinin az uyarıldığını iddia etmenin tutarsızlığı açıktır.
Kur’an’da, dağ gibi deniz dalgalarının insanı kuşattığı an, insanların Allah'a
yönelip dini yalnız O’na has kılarak Allah’ı tanıdıkları (31/Lokman, 32)
anlatılmaktadır.
Korku, hem kâinatta hem de Kur’an’da başlı başına bir denge unsurudur.
Çünkü, duygularımız ne gereksiz ve ne de zararlıdır; her his bir maksat için yaratılmıştır. Önemli
olan, bu duygularımıza güzel istikametler vermek ve aşırılıklardan kaçınıp
sınır koyabilmektir.
Korku olmazsa insandaki taşkınlık arzusu artar. Korkusuz insan da
serazat bir şekilde her yasayı fütürsuzca çiğner dolaşır. Buna bağlı olarak da
tüm beşerî dengeler alt üst olur. Korku çok aşırı olursa bu sefer pusup susan
insan, kendini tehlikelere ve onursuzluklara teslim edip helâk veya zelîl olur.
Hiç korkmayan insan gibi, aşırı korku yüzünden de kişi, normal aktivitesini
kaybedip asıl fonksiyonunu yerine getiremez.
Kur’ân-ı Kerim, insanı bir bakıma ilâhî tekliflerle dengeleyerek,
âlemleri fesattan koruyor diye de değerlendirebiliriz. Bu tekliflerden emir ve
yasaklar manzûmesini ihlâl edenler, en şiddetli azap ve cezalarla korkutuluyor.
Emre itaat edenler ise ümitlendiriliyor. İşte bu korkutma ve ümitlendirme çok
hassas bir denge istiyor; bu da insanın Rabbı olan Allah’ın Kitabında en âdil
biçimde yapılmıştır.
İnsanda azgınlık yeteneği çok; o halde korkutma işlemi de o kadar çok
olmalı. İnsanda gurur, yani aldanış, avunma ve temenni gibi ümidi kötüye
kullanma diyebileceğimiz huylar da çok. O halde “Şeytan sizi Allah’ın rahmetine güvendirerek aldatmasın.” (31/Lokman,
33; 35/Fâtır, 5) şeklinde insana mesaj veren âyetler de o nisbette Kur’an’da
vardır. Ancak, ne var ki ümitlendiren âyetlerle, korkutan âyetler sayıldığı
zaman, korkutan âyetler çok fazla çıkar.
(Yukarıda listesi verilen korku ile ilgili kelimeler Kur’an’da, toplam
olarak 646 yerde geçerken; ümit anlamına gelen recâ (28) ve tama’ (12) kelimeleri,
türevleriyle birlikte toplam olarak 40 yerde kullanılmıştır.)
Bu durum, dengesizlik ifade etmeyeceği gibi, bilâkis dengenin ta
kendisidir. Korku ve ümit dengesi derken, korkuyu terazinin bir kefesine, ümidi
de diğer kefesine koyun, eşit olsunlar, işte bu dengedir demek istemiyoruz. Bu
fevkalâde yanlış bir denkleştirme olur. Eşitlik ayrı şeydir, adâlet ayrı. İşte
böyle bir denkleştirme yüzündendir ki Kur’an’da “korkutan” âyetlerin çokluğu,
kişide aritmetiksel bir dengesizlik intibaı uyandırsa bile, bu, adâlet
gereğidir. Bu konuda kavramların hizmet ettikleri maksatlarıyla olan
mutâbakatına “denge” demek daha doğrudur.
“Korku” duygusunun maksadı beşerî taşkınlıkları frenlemektir. O halde
korku; bu taşkınlıkları durduracak miktarda olmalıdır. Ümit duygusunun maksadı
ise, korku ümitsizliğe ve karamsarlığa
dönüştüğü zaman, bu
hali kendisine çekerek
korkunun miktarını ayarlamaktır. Buna göre de ümit, korkuyu
kendi miktarına çekecek derecede
olmalıdır. Bu da ümit miktarının dengede olması demektir ki işte bu durum,
Kur’an’da dengeli olarak vardır. “Hiç
yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden
haberdardır.” (67/Mülk, 14) Hiç insanın rabbı/terbiyecisi, terbiye edeceği
varlığa ne kadar korku, ne kadar ümit gerekir, bilmez mi?!
Selim kalp, korku ve ümit hislerinin en hassas dengeleri üzerindedir.
Çünkü o, daima korku ve ümit arasındadır. Ne Allah'a sûi zan besleyecek kadar
ümitsiz ve korkak olur; ne de şımaracak kadar ümitvar.
Bazı kıssalarda Allah korkusundan ölen, çıldıran, dağlara düşen
kimselerin hikâyelerini şüphesiz duymuş veya okumuşuzdur. İşte bu halin de
dengelenmesi gerekir. Kişinin işlediği günahları, Allah’ın rahmetinden ümit
kestirecek derecede büyütmesi ne kadar yanlış ve ne kadar tehlikeli ise;
işlediği sevapları da şımaracak kadar çok görmesi ve kendini beğenmesi de o
derece yanlış ve tehlikelidir. Öyle ki kul ümitsizlikten kurtulması için bile
korkutulur. Yani, eğer Allah’tan ümit keserseniz, ebedî hüsrâna uğrarsınız
denir. Bu noktada bile korku yine rahmetin bir tecellisi olarak zuhur eder.
İşte Gazâli, “günahın gizli ve açığını, zâhir ve bâtınını terk eden müttakîye
gelince, ona da yaraşan korku ve ümit tarafını eşit tutmaya çalışmasıdır”(15)
demektedir.
Aşırı günahlara dalan biri için “Nefislerine
günah işlemekle zulmeden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin”
(39/Zümer, 55) gibi rahmet âyetlerinin, Allah’ın azâbından emin olanlar için de
azap âyetlerinin okunması gibi bir tebliğ ve telkin üslûbu kişide korku ve ümit
dengesini gerçekleştirecektir. Özetle korku ve ümit, hem insanın yeis ve ümit
gibi hislerindeki aşırılıkları dengeleyen birer âmil ve unsur, hem de asılları
itibariyle insanda kâfi miktarda olmaları gereken huylar olarak karşımıza
çıkmaktadır. (16)
Ümitsizlik, ümit
kesmek anlamında yeis ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 13 yerde
zikredilir: 5/Mâide, 3; 11/Hûd, 9; 12/Yusuf, 80; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 87;
12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 31; 17/İsrâ, 83; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49; 60/Mümtehıne,
13; 60/Mümtehıne, 13; 65/Talâk, 4. Yine ümitsizlik, ümit kesme şeklinde yeis
kelimesiyle aynı anlama gelen k-n-t ve türevleri de Kur’ân-ı Kerim’de toplam 6 yerde
kullanılır: 15/Hıcr, 55, 56; 30/36; 39/Zümer, 53; 41/49; 42/Şûrâ, 28. Kunut,
yeisten daha fazla ümitsizlik anlamını ifâde etmekle beraber, asıl olarak
hayırdan ümit kesmek anlamındadır. Yeis kelimesinin zıddı olan “ümit” anlamındaki
racâ (r-c-v) kelimesi ve türevleri de Kur’an’da toplam 28 yerde geçer.
Kur'an'da rahmet kelimesi ise, türevleriyle birlikte 339 yerde
geçmektedir. Rahmetin, Allah için kullanıldığı durumlarda bağış ve lütuf
kastedilir.
Rahmet, Allah'ın ilk ve en belirgin vasfıdır.
Azap ve gazap istisnâ ve şartlı iken; rahmet ve lütuf genel ve istisnasızdır. "Azâbımı dilediğime isâbet ettiririm. Rahmetime gelince, o, her
şeyi topyekün sarıp çevrelemiştir."
(7/A'raf, 156). Ayrıca Allah,
merhamet edenlerin en merhametlisi (Erhamur Râhımîn)dir (12/Yûsuf, 64, 92;
21/Enbiyâ, 83; 23/Mü'minûn, 109-118).
Allah'ın rahmeti, insanın elde edip biriktirebileceği her türlü
değerden daha üstün ve güvenilirdir (3/Âl-i İmrân, 157). O halde, kurtuluşu
ümid etme bakımından, ibâdet ve ameline güvenmekten; Allah'ın rahmetini ümid
etmek daha iyidir. Bu konuda en doğru yol, hem müslümanca ibâdet ve amel
sergilemek, hem de amellerimize değil; Allah'ın rahmetine güvenmektir.
Rahmet; incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp merhamet etme demektir.
Allah'ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muâmele etmesi
anlamında Kur'ânî bir tâbirdir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle
davranmayı Kendisine vâcip kıldığını açıklamıştır: "Rabbinız, sizden her kim bilmeyerek fenalık yapar da arkasından
tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi Kendi üzerine almıştır. O,
bağışlayan ve merhamet edendir." (6/En'âm, 54). Rahmet, bütün
yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymaktır. Allah,
şânına yakışır bir acıma ve şefkat ile muâmele eder.
Hayatın kaynağı da bu İlâhî rahmettir. "Benim rahmetim her şeyi içine almıştır." (7/A'raf, 156). Rahmetin zıddı gazaptır.
Halkın isyanı ve verilen nimetleri kendi istekleri ile kötüye kullanmaları
sonucunda, ikinci derecede tecelli eden rabbânî bir hikmettir gazap. İsyan
edenlere karşı gazâbın hükmü olan cezalandırma olmasaydı, sonunda itaat ile
isyanın, imanla küfrün, nankörlük ile şükrânın farkı olmaması gerekirdi. Bu da
hikmete uymayan bir eksiklik olurdu.
“Allah,
kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları),
dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan kimse büyük bir günah
(ile) iftirâ etmiş olur.” (4/Nisâ,
48); (benzer âyet için bk. 4/Nisâ, 116)
“… Allah
buyurdu ki: Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır.
Onu, ittika edip sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere
yazacağım.” (7/A’râf, 156)
"Nihâyet,
Firavun suda boğulup can çekişirken ‘inandım, hakikat İsrail oğullarının iman
ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım’ demişti. Şimdi mi iman
ediyorsun?! Halbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan
olmuştun." (10/Yûnus, 90-91)
“Eğer
insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip
alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir zarardan
sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette ‘kötülük benden gitti’ der. Çünkü o
(bunu derken) şımarıktır, kibirlidir. Ancak (musîbetlere) sabredip sâlih
amel/güzel iş yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve bir büyük
mükâfat vardır.” (11/Hûd, 9-11)
“Ey
oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit
kesmez.” (12/Yûsuf, 87)
“…İman
edenler (kâfirlerden) ümitlerini kesmediler (ve anlamadılar) mı ki -bilmediler
mi- Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi (ama Allah öyle
dilememiştir)…” (13/Ra’d, 31)
“(İbrâhim)
dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”
(15/Hıcr, 56)
"Biz insan üzerine nimetler akıttığımızda o
Bizden yüz çevirip yan çizer. Ona bir şer dokununca da çok ümitsiz birisi
haline geliverir." (17/İsrâ, 83)
"Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman,
onunla sevinirler, fakat kendi ellerinin sunduğu (şeyler) sebebiyle onlara bir
kötülük isâbet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılırlar."
(30/Rûm, 36)
"Onlar
korkarak ve ümit ederek Rablerine duâ ederler." (32/Secde, 16)
"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü
taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O,
bağışlayandır, merhamet sahibidir.
Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O'na
teslim olun, sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir
sırada size azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze,
Kur'an'a uyun. Kişinin ‘Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar
olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim’ diyeceği günden sakının.”
(39/Zümer, 53-56)
"O
çetin azâbımızı (be’simizi) gördükleri vakit ‘tek olan Allah'a inandık, O’na eş
tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Fakat azâbımızı (be'simizi)
gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi (verecek değildir).
Allah'ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrâna
uğradı (o zaman hüsrâna uğrayacaklardır)." (40/Mü'min, 84-85)
"İnsan, hayr/iyilik istemekten bıkkınlık duymaz,
fakat ona bir şer/kötülük gelince ümitsizliğe/yeise düşer, me’yûs olur. Başına
gelen bir sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak ‘elbette
bu benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem
muhakkak ki O’nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım’ der. Andolsun ki Biz
muhakkak kâfirlere yaptıklarını bildireceğiz ve andolsun ki muhakkak Biz onlara
ağır bir azap tattıracağız.” (41/Fussılet,
49-51)
“O,
(insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa
yayandır. O, velîdir/hakiki dosttur, hamîddir/övülmeye lâyık olandır.”
(42/Şûrâ, 28)
"Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap
ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların
kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi
âhiretten ümit kesmişlerdir." (60/Mümtehıne,
13)
"Fakat insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir
denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu bolca nimetlendirse 'Rabbim
bana ikramda bulundu' der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa (azaltsa),
hemen der ki, 'Rabbim bana ihânette bulundu." (89/Fecr, 15-16)
"Mü’minler
Allah'ın azap ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi.
Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun
rahmetinden ümit kesmezdi." (Müslim,
Tevbe 23)
“Allah Teâlâ buyurdu ki:
‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.” (Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe
14-16).
"Allah Teâlâ, rahmetini
yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne
indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet
eder. Hatta yavrulu bir kısrak (dişi at), yavrusunun daha rahat emebilmesi için
bu sâyede ayağını kaldırır."
(Buhârî,
Edeb19, Rikak 18; Müslim, Tevbe 17; Tirmizî, Deavât 100)
"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ
sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle)
mağfiret edeceği kimseler
yaratırdı." (Müslim, Tevbe, 9, hadis no: 2748; Tirmizî, De'avât 105, h. no: 3533)
Rezîn şu ziyadede bulundu: "Resulullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Nefsim
elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan
daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım." (Bu rivayet,
Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir -4, 20-) (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/533)
Açıklama: Tîbî der ki: "Hadiste, Allah hususunda aldananların
vehmettikleri gibi, günah işlemekte berdevam olanlara teselli mevcut değildir.
Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları günahlara banmaktan kurtarmak için
gönderildiler. Hadis, Allah Teâlâ Hazretlerinin affını, günahkârları tevbeye
teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Öyleyse hadisten murad olan
ma'nâ şöyle olmalıdır: Allah Teâlâ, muhsin olanlara vermeyi sevdiği gibi, günahkar olanları da
affetmeyi sevmektedir. Buna, Allah'ın birçok ismi delalet eder: "Gaffâr,
Halîm, Tevvâb, Afüvv gibi. Yahud, kullarını tek bir şe'n üzere
yaratmamıştır, nitekim melekler günah
işlemekten uzak olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle
yaratılmıştır. Bir kısmı hevâya meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır.
Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef kılar ve ona
yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile mübtela ettikten sonra tevbeyi öğretir. Eğer
ibtilâya rağmen hevâya uymazsa ecri Allah'a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde
tevbe vardır." (İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/533-534)
"Bir kul günah işledi ve: ‘Yâ Rabbi, günahımı
affet!’ dedi. Hak Teâlâ da: ‘Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları
affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ Sonra kul dönüp
tekrar günah işler ve: ‘Ey Rabbim günahımı affet!’ der. Allah Teâlâ da: ‘Kulum
bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran
bir Rabbi vardır.’ Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Ey Rabbim beni
affeyle!’ der. Allah Teâlâ da: ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden
veya günah sebebiyle muâheze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben
seni affettim!’ buyurdu." (Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29, h. no: 2758)
Açıklama:
1- Âlimler umumiyetle tevbe ile istiğfar arasında bir fark gözetirler
ve bu hadisin açıklaması sadedinde bu farkı belirtmeye çalışırlar. İbnu
Hacer'den kaydedeceğimiz müteakip nakiller ve yorumlarda bu husus görülecektir.
İbn Battal demiştir ki: "Bu hadis, günahta ısrar eden kimsenin
durumunun Allah'ın meşîetine kaldığını gösterir: Allah dilerse azab verecek,
dilerse affedecektir. Affı, onun yaptığı haseneleri galib kılarak olacaktır. O
haseneler de kendini affeden ve azab eden bir Rabbinin var olduğuna olan inancı
ve buna binaen O'ndan mağfiret dilemesidir. Bu hususa şu âyet delâlet
eder: "Kim bir hasene getirirse ona
on misli ecir vardır" (En'âm 160). Tevhid'den daha büyük bir hasene
yoktur. Denirse ki: "Kişinin Rabbine istiğfarı kuldan vâki olan bir
tevbedir." Cevaben deriz ki: "İstiğfar mağfiret talebinden daha ileri
bir şey değildir. Onu, bazan günahta ısrarlı olan kimse de, tevbekâr da taleb
eder. Hadiste, affedilmesini istediği günahta tevbekâr olduğuna delil yoktur.
Zira tevbenin tarifi: Günahtan vazgeçmek, bir daha geri dönmemeye azmetmek ve
ondan tamamen kopmaktır. Tek başına
istiğfardan bu ma'nâ anlaşılmaz." Başka âlimler de şöyle demiştir:
"Tevbenin şartı üçtür: "Günahtan ayrılmak, pişman olmak, bir daha
dönmemeye azmetmek." Günahtan
vazgeçme tabiri nedamet ma'nâsını ifade etmez, bilakis o, kopma
ma'nâsına daha yakındır." Bazı
âlimler de: "Tevbede, kendinden günahın vâki olması üzerine nedametin
tahakkuk etmesi kafidir, zira, bu (nedamet) ondan kopmayı ve bir daha dönmeme
azmini gerektirir. Bu iki şey, nedametten
neş'et eder, onunla birlikte bulunan diğer iki asıl değildir. Bu sadedde
olmak üzere hadiste "Nedamet tevbedir" hükmü gelmiştir."
Kurtubî, el-Müfhim'de der ki: "Bu hadis, istiğfarın faydasının
büyüklüğüne, Allah'ın fazlının büyüklüğüne, rahmetinin, hilminin, kereminin
genişliğine delalet eder. Fakat bu istiğfar, günahta ısrar düğümlerini çözen ve
nedameti hâsıl eden bir dile mukârin olarak, ma'nâsı kalbte sabit olan
istiğfardır. İşte bu, tevbenin tercümesidir. Buna şu hadis şehadet eder: "Hayırlınız günaha
düşmüş tevbekârdır." Müfetten'in ma'nâsı, "günahı tekerrür edip tevbe
eden kimse" demektir (Müfetten:
Münâvî, bu kelimeyi: "Allah tarafında günaha imtihan edilen, sonra tevbe
edip sonra günaha dönen, sonra tekrar tevbe eden" diye açıklar). Yani her ne zaman günah
işlerse derhal tevbeye koşan kimsedir. Diliyle "estağfirullah" deyip
kalbiyle o günahta ısrar eden değil; böyle birisi, istiğfarı da istiğfara
muhtaç olan kimsedir."
İbn Hacer, bu hususa İbnu Ebi'd-Dünya'nın İbnu Abbâs'tan tahriç ettiği
şu merfu hadisi şahid olarak kaydeder: "
"Günahtan
tevbe eden, günah işlememiş kimse gibidir, günahtan istiğfar edip işlemeye
devam eden, Rabbi ile istihza (alay) eden gibidir." Râcih olan şu ki,
"Günahtan istiğfar edip..." diye başlayan kısım İbnu Abbâs'ın
sözüdür. Evvelki kısım, İbnu Mâce ve Taberânî'de İbnu Mes'ud hadisi olarak
kaydedilmiştir. خِيَارِكُمْ
كُلُّ
مُفَتَّنٍ
تَوَّابٍ
hadisini de Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs'te Hz.
Ali'den kaydetmiştir. Kurtubî der ki: "Bu hadisten elde edilen fâide
şudur: "Günaha tekrar bulaşmaya yönelmek, tevbeyi bozmak olması
haysiyetiyle ikinci sefer işlenen günah her ne kadar yeni başlamaktan daha kötü
ise de, tevbeye avdet, onu ilk defa yapmaktan daha iyidir, çünkü tevbeye ikinci
kere meyil, kerim olan Allah'tan talebe devam
ve istediğinde ısrar ve O'ndan başka affedicinin olmadığını
itiraftır." Nevevî de şunu söyler: "Hadiste şu hüküm vardır:
Günahlar, yüz kere, hatta bin ve daha çok kere tekrar edilse de kişi her
seferinde tevbe etmişse tevbesi makbuldür. Veya bütün günahlardan bir tek tevbe
ile tevbe etse yine de tevbesi sahihtir.
2- Hadisin sonunda geçen "Dilediğini yap..." ibaresinin ma'nâsı: "Günah işlemeye devam edip
arkadan da tevbe ettikçe seni affederim"
demektir. Kitabu'l-Ezkar'da er-Rebî İbnu Haysem'in şu sözü
kaydedilmiştir: "Estağfirullah ve etubu ileyhi (Allah'tan mağfiret diliyor, O'na tevbe ediyorum)" deme. Bu
söz, yapmadığın takdirde yalan ve günah olur. Bilakis şöyle söyle: "Allahümmağfir lî ve tüb aleyye.
(Allah'ım, beni mağfiret et ve bağışla.)" Nevevî der ki: "Bu güzeldir,
ancak estağfirullah demenin mekruh olması ve bunu "yalan"la tesmiye
muvafık olmaz. Zira, estağfirullah'ın ma'nâsı Allah'ın mafiretini taleb
ediyorum demektir, bu yalan olamaz." İbnu Hacer, bu meselede Nevevî'ye
değil, er-Rebî'ye hak verir ve "Tevbe edip de tevbesini yerine gtirmemek
Rebînin dediği üzere
"yalan"dır der. Ayrıca Rebî'nin sadece estağfirullah kısmını değil
her iki lafzı da kasdetmiş olmasının
muhtemel olduğunu ve sözünün tamamının sahih olduğunu belirtir.
3- İstiğfar'la da ilgili olarak İbnu Hacer şu açıklamayı
kaydeder:"es-Sübkî el-Kebîr'in, Hulbiyat'ında gördüm, diyordu ki:
"İstiğfar, mağfiret talebidir, bu lisanla veya kalble veya her ikisiyle de
olur. Birincisi faydalıdır, zira söylemek sükuttan hayırlıdır, hem de dil hayırlı
söze alışır. İkincisi de cidden faydalıdır. Üçüncü ise, her ikisinden daha
faydalıdır, ancak kalb ve lisan, tevbe olmadıkça günahı temizleyemezler. Zira
günahta musır olan âsi mağfiret diler de, bu, ondan tevbenin de olmasını gerekli kılmaz." Sübkî, sözünü şöyle noktalar:
"İstiğfarın "tevbe"den farklı bir ma'nâ taşıdığı hususunda
söylediğim söz, kelimenin vaz'edilişi
itibariyledir. Ancak pek çok âlim nazarında gâlib olan husus estağfirullah
lafzının tevbe ma'nâsında olduğudur.
Öyleyse kimin inancı böyle ise, bu kimse şüphesiz estağfirullah'la tevbe murad
ediyor demektir."
Sübkî son olarak der ki: "Bazı âlimler, "Tevbenin, istiğfâr
olmadıkça eksik olacağını, tamam olması için mutlaka istiğfar da gerektiğini
söylerler ve bu kanaatlerine şu âyeti delil gösterirler: "Rabbinizden
mağfiret dileyin ve Ona tevbe edin ki..." (11/Hûd, 3) (İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/535-537)
"Allah Teâlâ diyor ki: "Ey âdemoğlu! Sen
Bana duâ edip, (affımı) ümid ettikçe Ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam,
Ben seni affederim. Ey âdemoğlu! Senin günahın semânın bulutları kadar bile
olsa, sonra Bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey
âdemoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın Bana
kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım." (Tirmizî, De'avât 106, h.
no: 3534)
"Bir adam: (Vallahi Allah falancayı mağfiret
etmiyecek!’ diye kestirip attı. Allah Teâlâ
da: ‘Falancaya mağfiret etmiyeceğim hususunda yemin eden de kim? Ben ona mağfiret ettim, senin amelini de
iptal ettim!’ buyurdu." (Müslim, Birr 137, h. no: 2621)
Açıklama: Nevevî der ki: "Hadiste, Ehl-i Sünnet'in, Allah affetmek
isteyince, tevbesiz de günahı affedebileceğine dair görüşüne delil vardır.
Mutezile ise, bu hadisle büyük günahların ameli
ibtal edeceğine istidlal etmişlerdir. Ehl-i Sünnet, amelin ancak küfürle
düşeceğine hükmetmiştir. Bu hadisteki adamın amelinin ibtali meselesi
"seyyiatının mukabili olarak düşmüştür de, mecazi olarak ibtal diye isimlenmiştir" şeklinde te'vil
edilmiştir. Ehl-i Sünnet, ayrıca, adamın küfrü gerektiren bir başka amelin
cereyan etmiş olma ihtimalini de ileri sürmüştür. "Mamafih, bu haber
bizden önceki şeriatlerin birine aittir ve o şeriatte hüküm böyledir (büyük
günahlar da ameli iptal ederdi)." (İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/538)
"Benî İsrail'de birbirine zıt maksad güden
iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri
de ibâdette gayret gösteriyordu. Âbid olan diğerine günah işerken rastlardı da:
‘Vazgeç!’ derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, ‘vazgeç’
dedi. Öbürü: ‘Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?’
dedi. Öbürü: ‘Vallahi Allah seni mağfiret etmez.’ Veya: ‘Allah seni cennetine
koymaz!’ dedi. Bunun üzerine Allah ikisininde ruhlarını kabzetti. Bunlar
Rabbülâlemînin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ ibâdette gayret edene:
‘Sen benim elimdekine kaadir misin?’
dedi. Günahkâra da dönerek: ‘Git, rahmetimle cennete gir!’ buyurdu. Diğeri için
de: ‘Bunu ateşe götürün!’ diye emretti."
Hadisi rivâyet eden Ebû Hüreyre (r.a.) der ki: "(Adamcağız
Allah'ın gadabına dokunan münâsebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını
da, âhiretini de hebâ etti." (Ebû
Dâvud, Edeb 51, h. no: 4901)
Açıklama: Bu hadis, amele güvenmemek gereğinde canlı bir örnek
sunmaktadır. Yapılan hayırlı amellere rağmen
nasıl bir sonla karşılaşacağını kimse bilemez. Keza şer üzere olan
kimselere karşı da peşin hükümlü olmamak, onların da hayırlı bir sonla
bahtiyarlar zümresinden olabileceğini nazar-ı dikkate almak gerekmektedir.
Resulullah (s.a.s.), bir Müslim hadisinde
"Kendisinden başka ilah olmayan zata yemin olsun, biriniz cennet
ehlinin amelini işler işler, cennetle arasında bir zira'lık bir mesafe kala,
kader galebe çalar, ateş ehlinin amelini işleyiverir ve ateşe gider. Biriniz
cehennem ehlininin amelini işler işler, cehennemle arasında bir zirâ mesafe
kala kader galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işler ve cennete girer."
Şu halde dinimizde amele güvenmemek, ölünceye kadar, Cenâb-ı Hakk'ın
rahmetinden ümid, gadabından da korku üzere olmak esastır. Âlimler, kesinlikle
"cennetliğim" veya kesinlikle "cehennemliğim" demeyü büyük
günahlardan addetmişlerdir. Bir başkası hakkında verilecek hüküm de böyle. Kimse hakkında kesinlikle
"cennetliktir", "cehennemliktir" gibi kesin hüküm verilemez. Bu gayba âşinâlık
iddası olur. Dinimizde kesinlikle cennetlik olduğu belirtilen belli sayıda
insan vardır, onlara Aşere-i Mübeşşere (on müjdelenmişler) denir. Şu halde
sadedinde olduğumuz rivayet, bu islâmî prensibi tesbit ve takrir etmektedir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/539-540)
"Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine
zulmetmekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: ‘Ben ölünce,
cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgârın önünde saçın, Allah'a yemin
olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azâbı verir!’
Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz'a emrederek: ‘Sende ondan ne
varsa Bana toplayıver!’ dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. ‘Sen böyle
bir vasiyeti niye yaptın?’ diye Rabb Teâlâ sordu. ‘Senden korktuğum için ey
Rabbim!’ cevabını verdi. Allah Teâlâ bu cevap
üzerine onu affetti."
(Buhârî, Tevhid 35, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 25, h.
no: 2756; Muvattâ, Cenâiz 51, -1, 240-; Nesâî, Cenâiz 117, h. no: 4, 113)
Açıklama:
1- Hadis Buhârî'de çeşitli vecihlerde gelmiştir ve her vechinde bir kısım farklılıklar mevcuttur.
2- Hadiste, adamın "Rabbim beni bir yakalarsa"
(kelimesi kelimesine "Rabbim beni yakalamaya muktedir olursa" demesi,
ölümden sonra dirilme hadisesini ve hatta, Allah'ın kudretini inkar ma'nâsı
taşıdığı halde, bu adamın aff-ı ilahiye mazhar olması, ülemânın münakaşasına
sebep olmuştur. Hattâbî şöyle der: "Adam dirilmeyi inkar etmiyor. Cahillik
sebebiyle zannetti ki, kendine böyle
yaparsa bir daha geri dönmeyecek ve azab görmeyecek. Nitekim bunu Allah'ın
korkusundan yaptığını söylemekle imanını izhar etmiş olmaktadır."
İbn Kuteybe der ki: "Mü'minlerden bir kısmı bazı sıfatlarda
yanılırlar, bundan dolayı onlar tekfir edilmezler."
İbnu'l-Cevzî bu görüşü reddeder ve: "Kader sıfatının inkarı
ittifakla küfürdür. Allah beni yakalamaya
muktedir olursa" sözünün ma'nâsı,
daraltmaktır. Nitekim “Fekadera aleyhi rizkahû
âyetinde
de böyledir: "Allah kimin rızkını
daraltırsa.." demektir" diye tevil eden de olmuştur" der.
Bazıları bu kimsenin Fetret
devrinde olması sebebiyle imanın bütün şartlarını bilmeyeceği, bu
sebeple bazı yanılgılara düşebileceği bizim
açımızdan ciddi bir hata sayılabilecek yanlış sözler söyleyebileceği,
bütün bunlara rağmen tekfir
edilemeyeceği hususunu belirtmişlerdir.
Bazı âlimler, ye'sin dehşetinden ve üzerinde korkunun galebe çalmasıyla
aklının gitmiş olacağından dolayı yanlış kelam ve davranışlara düşebileceği, o
yanlış sözleri kasden, ifade ettiği ma'nâda söylemediğini, içinde bulunduğu halet icabı gaflet, zühul ve
unutma gibi, sahibinin muâheze edilemeyeceği bir vasatta söylemiş
olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu meyanda
"O şahsın şeriatinde kâfirin de mağfirete mazhar olmasının caiz
olması" gibi kabulü mümkün olmayan tevile bile yer veren olmuştur.
Hadiste,
anlatılan vak'anın, işlenen günah ne kadar büyük bile olsa Allah'ın rahmetinden ümid kesilmemesi gerektiği
hakikatının herkesçe anlaşılabilecek ve
zihinlerde kolayca yer edebilecek canlı bir temsil, bir mizansen üslubuyla
anlatılmış olması da ihtimalden uzak
değildir. Muhtevaya bu açıdan bakınca temsilde hata olmaz prensibiyle detaya
değil, maksada hasr-ı nazar edilir ve
bir kısım tekellüflü tevillere gerek kalmaz (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/541-542).
"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız
yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları
affedebilir." (Ebû Dâvud, Fiten 6, h. no: 4270)
Açıklama: Bu hadis, uzunca bir rivayetten bir parçadır. Hadisin zahiri,
bir mü'mini meşru bir sebep olmadan taammüden (bile bile, kasıdla) öldüren
kimsenin mağfirete mazhar olamayacağını ifade etmektedir. Nitekim bu ma'nâyı
teyid eden âyet-i kerime de var: "Kim
bir mü'mini taammüden öldürürse onun cezası ebedî kalacağı
cehennemdir" (Nisa 93). İşte bu, İbnu Abbâs'ın görüşüdür. Ancak selefin
cumhuru ve Ehl-i Sünnetin tamamı âyette gelen hükmü tağlize hamlettiler ve
katilin tevbesinin de diğer günahkârların tevbesi gibi sahih olacağını
söylediler. Ve dediler ki: "Cezası cehennemdir" sözünün ma'nâsı,
"Hak Teâlâ'nın "Allah kendisine şirk koşanı affetmez, bunun dışında
dilediğini affeder" âyetine temessüken (uyarak), dilerse onu
mükâfatlandırır" demektir. Bu hususa delil doksandokuz kişiyi öldürüp
sonra tevbe için râhibe gelince, "Bunun tevbesi yok" cevabı üzerine
onu da öldürüp yüze tamamlayan İsrailli katildir. Bu durum, bu ümmetten öncekiler
için sâbit olursa, kendinden önce mevcut olan birçok ağır teklifler
üzerinden kaldırılmış olan bu ümmet için evleviyetle mevcuttur."
Yani, âlimler getirdikleri açıklamalara dayanarak bu hadisin zâhiriyle
amel etmezler, teviliyle amel ederler (İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/543).
"Cehenneme giren iki kişinin oradaki bağırtıları şiddetlenecek.
Allah Teâlâ: (Çıkarın bunları!’ buyuracak. Onlara: ‘Niçin bağırıyorsunuz?’ diye
soracak. Onlar: ‘Bize merhamet edesin
diye böyle yaptık!’ diyecekler. Rab Teâlâ: ‘Benim size rahmetim, gidip
kendinizi ateşe atmanız şeklindedir!’ buyuracak. Onlar gidecekler. Biri
kendisini ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selâmetli kılacak. Diğeri
kalkar fakat kendini ateşe atamaz. Allah Teâlâ: ‘Arkadaşının attığı gibi, seni de kendini atmaktan alıkoyan nedir?’ diye sorar.
Adam: ‘Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere daha
göndermeyeceğini ümid ediyorum!’ der. Allah Teâlâ: ‘Haydi ümidini verdim!’ der.
İkisi de Allah'ın rahmetiyle cennete sokulurlar." (Tirmizî, Cehennem 10, h.
no: 2602)
"Cennete en son giren kimse, bazen yürür, bazen ağlar. Ateş de arada sırada onu yalar geçer. Cehennemi
tamamen geçince dönüp ona bir nazar eder ve: ‘Senden beni kurtaran Allah
münezzehdir! Allah Teâlâ, bana evvelîn ve ahirînden hiç kimseye vermediği şeyi
verdi!’ der. Derken ona bir ağaç gösterilir. ‘Yâ Rabbi! der, beni şu ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim, suyundan
içeyim.’ Allah Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Dilediğini versem Benden başka bir şey
istemezsin değil mi?’ der. Adam: ‘Ey Rabbim, ondan başka bir şey
istemeyeceğim!’ der ve başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de
onun özrünü kabul eder. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu ağaca
yaklaştırır. Adamcağız, onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra adama,
evvelkinden daha güzel bir ağaç daha gösterilir. Dayanamayıp: ‘Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde
gölgeleneyim, suyundan içeyim, artık Senden başka bir şey istemeyeceğim!’ der.
Allah Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Bana öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş
miydin? Ben seni yaklaştıracak olsam başka şeyler de isteyeceksin!’ der. Adam,
başka şey istemeyeceği hususunda söz verir. Rabbi de onu mâzur görür. Çünkü o,
sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Adamı ona yaklaştırır. Adam onun gölgesinde
gölgelenir, suyundan içer. Sonra ona cennetin kapısının yanında bir ağaç
yükseltilir. Bu ağaç diğer ikisinden daha güzeldir. Adam yine: ‘Ey Rabbim! Beni
şuna yaklaştır da gölgesinde
gölgeleneyim, suyundan içeyim, senden başka bir şey istemiyorum!’ der. Rab
Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Sen, ondan başka bir şey istemeyeceğine dair Bana söz
vermemiş miydin?’ der. Adam: ‘Evet, Rabbim! Senden, başka bir şey
istemeyeceğim!’ der. Rabbi onu mâzur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği bir
şey görmüştür. Onu bu ağaca yaklaştırır. Adam ona
yaklaştırılınca cennet ehlinin seslerini işitir. (Dayanamayıp): ‘Ey Rabbim!
Beni cennete sok!’ der. Rab Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Beni senden kurtaracak şey nedir!
Dünya kadarını ve beraberinde mislini versem râzı olur musun!’ der. Adam: ‘Ey Rabbim! Benimle
istihzâ mı ediyorsun? Sen ki Âlemlerin
Rabbisin!’ der.” Hadisi rivâyet eden râvî İbn Mes'ud bu noktada güldü ve: ‘Niye
güldüğümü sormuyor musunuz?’ dedi. Niye güldün, söyle! dediler. "Rasûlullah
(s.a.s.) da böyle gülmüştü.
"Niye güldünüz?" diye soruldu
da: "Rabbül’âlemîn'in, adamın ‘Sen ki âlemlerin Rabbisin, benimle
istihzâ mı ediyorsun?’ deyince gülmesine
gülüyorum!’ dedi. Allah Teâlâ: ‘Ben seninle istihzâ etmiyorum. Lâkin Ben
Azîmüşşan dilediğimi yapmaya kadirim!’ buyurdular." (Müslim,
İman 310, h. no: 187)
"Allah Teâlâ diyor ki: ‘Ben, kulumun hakkımdaki
zannı gibiyim. O, Beni andıkça Ben onunla beraberim. O, Beni içinden anarsa Ben
de onu içimden anarım. O, Beni bir cemaat içinde anarsa, Ben de onu daha
hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet Bana bir karış yaklaşacak olursa,
Ben ona bir zirâ yaklaşırım. Eğer o, Bana bir zirâ yaklaşırsa Ben ona bir kulaç
yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk
koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle
karşılarım." (Buharî, Tevhid 15; 35; Müslim,
Zikr 2, h. no: 26 75, Tevbe 1, h. no: 2675)
Açıklama:
1- Hadise göre, Allah, kulun Allah hakkındaki zannına göredir.
Yani Allah, kul ne şekilde tasavvurda bulunursa onu yapabilecek güçtedir. İbnu
Hacer, bu ifadede kulu, Allah hakkında hüsn-ü zanda yani ümid içinde olmaya
teşvik bulur. Kişi Allah'ın kendisini cezalandıracağını düşününceye kadar,
affedeceğini düşünmesi daha muvafıktır. Bir başka ifade ile dinimizde Allah'a
karşı takip edilecek edebte beyne'rreca ve'lhavf (ümid ve korku ortasında
olmak) Allah'ın af, mağfiret ve rahmetinden ümid ettiğimiz kadar da celalinden,
gadabından, azabından korkmak gerekmektedir. Allah telakkimizde mühim bir
esastır ve bu muvazeneyi iki taraftan birinin lehine bozmak caiz değildir.
İşte sadedinde olduğumuz hadis, muvazeneyi ümid lehine bozmaya teşvik etmektedir. Çünkü Allah'ın,
hakkındaki zannımıza göre bize
davranması esas olunca, her insan iyi zanda bulunmayı tercih eder, buna
meyyaldir.
Nevevî, İslâm ulemâsının şu
görüşte olduğunu kaydeder: "Allah hakkında hüsn-ü zannın manası O'nun kendisine merhamet ve afla muamele edeceğine
inanmasıdır." Kişi sıhatli halde korku ve ümid içindedir. Her iki
duygu eşittir. Bazısı: "Korku
galiptir" demiştir. Ancak ölüm emareleri yaklaştıkça ümid galip olur veya
sırf ümid hakim olur. Zira korkudan maksad measiden, çirkinliklerden sakınmak;
taat ve hayırlı amelleri çok yapmada hırstır. Yaşlılık halinde bunların veya
çoğunluğunun yapılması zorlaşır. Bu sebeple artık hüsn-ü zannda bulunmak
müstehab olur. Yeter ki bu, Allah'a karşı
iftikarı tazammun etsin, kişiyi O'ndan istemeye sevketsin." Esasen Müslim'in bir rivayetinde "Sizden kimse
Allah hakkında hüsn-ü zannda
bulunmadan ölmeyecektir"
buyrulmuştur. Bu hadis ölüme yakın Allah'ın rahmetinden ümidin galebe
çalacağını ifade eder. Bu hususu, yine Müslim'de kaydedilen bir diğer hadis
dahi teyit etmektedir: "Her kul ne üzerine ölürse o şey üzerine
diriltilir." Öyleyse yaşlılıkta ümidin galebe çalması, Allah hakkında
hüsn-ü zann, Rabb-ı Rahim'in rahmetine itimad İslamî edebe aykırı olmamakta,
bilakis müstehab olan edebi teşkil etmektedir.
2- Bazı âlimler, sadedinde olduğumuz hadiste geçen zan
kelimesinin "bilmek" manasına geldiğini söylemişlerdir. Bu durumda
mana: "Kişi Allah'ı nasıl bilirse, Allah kendisine öyle muamele eder"
olur.
Kurtubî, hadisle ilgili bir başka yorum kaydeder: "Bazıları
"Kulumun hakkımdaki zannı"ndan muradın, "Dua sırasında duaya icabet edileceği zannı, tevbe sırasında
tevbenin kabul edileceği zannı, istiğfar sırasında mağfiret zannı, şartlarına
uygun yapılan ibadet sırasında mükafaat verileceği zannı" olduğunu
söylemiştir. Böyle düşünenlere göre Cenab-ı Hak sadıku'lva'd'dır. Yani o
vaadinde sadıktır, doğrudur. Madem ki
Resulü bu vaadi haber vermiştir, bizim buna inanmamız, hüsn-ü zannı esas
almamız gerekir. Nitekimbir başka hadiste "Size icabet edileceğine
inanarak Allah'a duada bulunun" buyurur.
Kurtubî devamla der ki: "Bu sebeple, kişiye kendisine terettüp eden
vacipleri, Allah'ın onları kabul edeceği ve kendisini mağfiret buyuracağı
hususunda muknî olarak yapmaya gayret etmesi gerekir. Çünkü Allah böyle
vaadetmiştir. O vaadinden dönmez. Eğer kişi, yaptığını Allah'ın kabul
etmeyeceğine, bunun kendisine fayda getirmeyeceğine inanırsa bu, Allah'ın
rahmetinden yeis yani ümidi kesmek
olur. Bu ise, büyük günahlardan biridir. Kim de böyle düşünerek ölürse
kendisine, düşündüğü şekilde muamele edilir. Nitekim mezkur hadisin bazı
tariklerinde "durum budur, artık kulum,
hakkımda nasıl isterse öyle
zannda bulunsun" demiştir."
Buna rağmen âlimlerimiz mağfiret zannında ısrarın, halis cehalet ve
aldanma olduğunu, böyle bir durumun kişiyi Mürcie mezhebine götüreceğini
belirtirler.
3- Hadiste geçen "Kişi beni
zikredince ben onunla beraberim"
ibaresindeki beraberlik, zatî beraberlik değil, ilmî beraberliktir. Yani Cenab-ı Hakk:
"İlmimle beni zikredenin yanındayım, beni zikrettiğini bilirim" demiş olmaktadır; şu ayette geçtiği üzere "Allah:
"Korkmayın" buyurdu. Şüphesi Ben sizinle beraberim, işitir ve
görürüm" (20/Tâhâ, 46). Bu
beraberlik şu ayette ifade edilen
beraberlikten daha hususidir. "Üç
kişi arasında gizli bir konuşma geçmez ki dördüncüsü Allah olmasın. Beş kişi
olmaz
ki, altıncısı Allah olmasın. Bundan az da olsalar, çok da olsalar farketmez;
nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir" (Mücadele 7).
4- Zikrin çeşitleri: Bu hadisi açıklama sadedinde alimler, dört çeşit
zikirden bahsederler:
Lisanla olan zikr,
Kalple olan zikr,
Hem lisan ve hem de kalple olan zikr,
Emre uymak, nehiyden kaçınmakla olan zikr.
5- Hadiste, kulun "Allah'ı
içinde zikretmesi", gizlice O'nu tenzih ve takdis etmesidir. Allah'ın kulu
zikretmesi de sevap ve rahmetle gizlice anmasıdır.
6- Melek mi Üstün, İnsan mı?
Hadiste geçen "Kulum beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu
ondan daha hayırlı bir cemaat içerisinde anarım" ibaresini bazı alimler
meleklerin insanlardan efdal oldukları hususunda nass kabul etmişlerdir. İbnu
Battal: "Bu cumhurun görüşü" der. Ancak ehl-i sünetin cumhuru,
insanlardan salih olanların diğer
cinslerin hepsinden efdal olduğuna hükmetmiştir.
Meleklerin mutlak üstünlüğünü iddia edenler, felsefeciler olmuş,
bunları Mutezile takip etmiş, mutasavvıflardan bazı kimseler de bu görüşü
benimsemiştir. Keza az sayıda Zahiri de aynı iddiaya düşmüştür.
Bazıları da her ikisinin ayrı ayrı faziletlere sahip olduğunu
söylemiştir. Bunlar şöyle derler: "Meleğin hakikatı insanın hakikatından
üstündür. Çünkü o, nûrânidir,
hayırlıdır, latifdir; ayrıca geniş bir ilme, büyük bir kudrete ve saf bir
cevhere sahiptir. Ancak bu durum melek sınıfına giren her bir ferdin, insan sınıfına giren her bir
ferde üstün olmasını gerektirmez. Çünkü insanların bazı fertlerinde melekteki
vasıflar fazlasıyla bulunabilir, bu caizdir."
Bazı alimler aradaki ihtilafı, salih insanlarla melekler arasında
sınırlar. Bir kısmı bunu peygamberlerle sınırlar.
Bazı alimler de, meleklerin peygamberler dışındaki insanlardan üstün
olduğunu ileri sürmüştür.
Bazıları da meleklerin Peygamberimiz (s.a.s.) hâriç, bütün
peygamberlerden de üstün olduğunu iddia etmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın melekten üstün olduğunu söyleyenlerin bir
delili, Allah'ın meleklere emredip, Hz. Adem aleyhisselam'a secde ettirmesidir.
Bu secde Adem'i büyükleme gayesine matuftur. Bu sebeple İblis, bunu kibrine yediremeyip Kur'an'da muhtelif
ayetlerde geçtiği üzere bahaneler ileri sürüp secde etmemiştir.
Ayette Cenab-ı Hakk Adem için "ellerimle yarattığım" (Sad 75)
tabirini kullanır.
Bir başka Kur'anî delil "Allah Adem'i, Nuh'u, Âl-i İbrahim ve Âl-i
İmran'ı alemler üzerine seçip çıkardı" (3/Âl-i İmran 33) ayetidir.
Keza bir diğer delil şu ayettir:
"Göklerde ne var, yerde ne varsa
hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi..."
(Casiye 13). "Ayette geçen "hepsi" içerisine melekler de girer.
Kendisine teshir edilen, kendisi teshir edilenden efdaldir" denmiştir.
Ayrıca: "Melaikenin taati yaratılışı gereğidir. Beşerin taati ise
nefis mücadelesiyledir. Çünkü insan tabiatına şehvet, hırs, heva, gadab gibi
duygular konmuştur. Bu duygularla birlikte ibadet meşakkatlidir."
Ayrıca meleklerin taati kendilerine Allah'tan gelen emir iledir. Beşerin taati ise, bazısı nassla,
bazısı içtihatla bazısı istinbatladır ve meşakkatlidir.
Melekler, şeytanların vesveselerinden, atacakları şüphelerden ve
saptırmalardan selamette oldukları halde, bunlar insanlar hakkında caizdir.
Melekler melekûtî hakikatları görebilirler. İnsanlar ise bunları göremez.
Allah'ın bildirmesiyle bilgi sahibi olabilir.
7- Kulun Allah'a, Allah'ın da
kula yaklaşması, bu yaklaşmayı "yürüyerek" veya "koşarak"
yapma meselesi:
İbn Battal der ki: "Bunlardan her biri hakikate de mecaza da hamledilebilir; ikisi de muhtemeldir.
Hakikata hamli, mesafe katetmeyi ve cisimlerin birbirine yaklaşmasını
gerektirir. Ancak bu, Allah Teala
hakkında muhaldir. Arap dilinde meşhur olduğu üzere, bir sözün hakikate
hamlinin muhaliyeti ortaya çıkınca mecaz olması kesinlik kazanır. Öyleyse kulun
Allah'a karışla, zira ile yaklaşma sıfatının ve Allah'a gelmesinin, yürümesinin
manası, O'na yaptığı itaatiyle, farz ve nafilelerden eda ettikleriyle elde
ettiği (manevi) yakınlıktır. Allah'ın kuluna yaklaşması, ona gelmesi, yürümesi
de kulun taatine sevap vermesi, rahmetiyle yakınlaşmasıdır. Böylece Cenab-ı
Hakk'ın "Ona koşarak gelirim" demesinin manası: "Ona sevabım
süratle gelir" demektir." Taberi'den nakledildiğine göre, "az
bir ibadet "karış"la temsil
edilirken, Cenab-ı Hakk'ın sevab ve ikramında bolluk "zira" ile
temsil edilmişir. Bu hal, Cenab-ı Hakk'ın, ibadete tevessül eden kuluna olan
sevap ve ikramının bolluğuna bir delil kılınmıştır."
Râgıb'ın açıklaması biraz daha farklı: "Kulun
Allah'a yakınlığı, sadece Allah'ı tavsifte
kullanılması caiz olan birkısım sıfatları -Allah'ı tavsif ölçüsünde
olmasa da- kullara da tahsis etmektir; hikmet, ilm, hilm, rahmet vs. gibi sıfatlar bu gruba girer. Bunlar
kulda, cehl, hafiflik, gadab vs. bir kısım manevi pisliklerin izalesiyle beşeri
takat ölçüsünde hasıl olur. Bu yakınlık bedenî değil, ruhanî bir
yakınlıktır." (İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/264-265)
İbn Abbas (r. anhumâ) anlatıyor: "Bir kavim cinâyete bulaştı ve
çokca adam öldürdü, zinâya bulaştı ve bunda ileri gitti. Şirke düşerek tevhid'i
ihlâl etti ve bunda ileri gitti. Sonunda
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e mürâcaat ederek: ‘Ey Muhammed! Bizi dâvet ettiğin
şeyler gerçekten güzel. Ancak, önceden işlediğimiz günahların bir kefâreti var
mı; bize önce bundan haber versen!’ dediler. Bunun üzerine şu âyet indi: "Onlar
ki Allah'ın yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar, Allah'ın haram
kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunlar(dan birini)
yaparsa cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o (azabın) içinde
hor ve hakir ebedî bırakılır. Meğer ki (şirkten) tevbe edip iyi amel (ve
hareket)de bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere
çevirir. Allah çok mağfiret edici, çok merhamet edendir." (25/Furkan,
68-70). İbn Abbas şu açıklamayı yaptı: "Allah şirklerini imâna, zinâlarını
ihsâna (muhsanlık = namusluluk) çevirir (demektir" (Şu âyet de bu mesele
üzerine) indi: "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahda) haddi
aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları
affeder. şüphesiz ki O, çok affedicidir, çok merhamet edendir." (39/Zümer,
53). (Nesâî, Tahrimu'd-Dem 2 h. no: 7, 86; Buharî, Tefsir, Zümer 1; Müslim,
İmân 193, h. no: 122; Ebû Dâvud, Fiten 6, h. no: 4273)
Açıklama: İbn Kesir'in bir açıklamasını kaydedelim: O der ki: "Bu
âyet-i kerime, kâfir ve gayr-ı kâfir bütün âsileri tevbeye, Hakk'a yönelmeye
davet etmekte ve Allahu Zü'l-Celâl hazretlerinin, günahtan tevbe ve rücû
edildiği takdirde bütün günahları affedeceğini haber vermektedir. Günâh her ne
çeşitten olursa olsun, ne kadar da çok olursa olsun, hatta deniz köpüğü kadar
çok bile olsa. Ancak bu affın, tevbe etmeyene de teşmili sahih değildir. Çünkü
şirk, tevbe edilmedikçe affedilmez." İbnu Kesir sonra sadedinde olduğumuz
İbnu Abbâs hadisini, bu görüşüne delil zımnında zikreder.
Esmâ Bintu Yezid (r. anhâ) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.)'i işittim,
şu âyeti okuyordu: "De ki: Ey Kendilerinin aleyhinde(günahda) haddi
aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları
affeder..." (39/Zümer, 53). Rasûlullah âyetin sonuna,
"(kim ne işlemiş olursa olsun) aldırmadan" lâfzını (âyetin tefsiri
olarak) ekledi. (Tirmizî, Tefsir, Zümer, h. no: 3235)
"Allah, mü'min kulunun tevbesinden, tıpkı şu
kimse gibi sevinir: ‘Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde,
beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte
seyahat etmektedir. Bir ara (yorgunluktan) başını yere koyup uyur. Uyandığı
zaman görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz,
yorgun ve bitap düşüp: ‘Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar
uyuyayım’ der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup
uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve
içecekleri. İşte Allah'ın, mü'min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan
bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu
adamın sevincinden fazladır."
Müslim'in bir rivâyetinde şu
ziyâde var: "(Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle
dedi: ‘Ey Allah'ım, Sen benim kulumsun, ben de Senin Rabbinim." (Buhârî,
De'avât 4; Müslim 3, h. no: 2744; Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2499, 2500)
Açıklama: Tevbe, şer'î ıstılahta, çirkinliği sebebiyle günah ameli terkedip, yaptığına pişman olmak ve bir
daha dönmemeye azmetmek, günah, şayet zulüm nev'inden ise, kulun hakkını iâde
etmek veya hak sahibinden helallik ve af
talebetmektir.
Mamafih ulemâ tevbeyi "pişmanlık", "bir daha günah işlememeye
azmetmek", "günahtan uzaklaşmak" gibi değişik şekillerde tarif
etmiştir. Tevbeyi tarifte, bu üçünü birlikte şart koşan da olmuştur. Tevbe
mevzuunda şu hususun da bilinmesi gerekir. Allah nazarında tevbekâr sayılmak
için, bu söylenenlerin Allah'ın rızasını taleb
maksadıyla yapılması gerekir. Aksi takdirde mal veya sıhhat endişesiyle
israf, içki gibi günahların terki veya halkın ayıplamasından kurtulmak için bir
kısım çirkin işleri bırakmak tevbe sayılmaz, bu hususta âlimler ittifak
ederler. Bir de mücerred pişmanlık tevbe için yeterli değildir. Pişman olmakla
birllikte günahı terketmesi ve dönmemeye azmetmesi gereklidir. Bu nokta-i
nazardan, tevbeyi "pişmanlık" olarak tarif edenlerin aldandığı
anlaşılır.
Tevbe ya küfürden, ya günahtan olur. Küfürden tevbe edenin tevbesi
kesinlikle makbuldür. Günahtan tevbe edenin tevbesi, sıdk ile yapılırsa o da
makbuldür. Kabulün manası, işlenen günahın zararından kurtulmaktır. Tekrar o
günaha dönmediği takdirde, işlememiş gibi olur. Asinin tevbesi Allah'ın hakkına
giren günahtan ise, onu, söylediğimiz
şekilde terketmesi kâfidir. Ancak bazıları için şeriat kaza ve kefâret şartı koymuştur. Kul hakkına giriyorsa, hakkın hak sahibine
ulaşması şarttır aksi takdirde o günahın zararından kurtulamaz. Ancak hakkın
ulaşması için elinden geleni yaptığı halde hakkı sahibine ulaştıramadı ise
Allah'ın affedeceği ümid edilir. Zira Cenab-ı Hakk tabiatları değiştirir,
günahları hasenata çevirir.
Abdullah İbnu'l-Mübarek tevbe için başka şartlar da ileri sürmüştür,
der ki: "Nedamet etmek, bir daha
dönmemeye azmetmek, kul hakkını ödemek, farzlardan zâyi ettiklerini eda
etmek, haramla beslenen bedenden o maddeleri eritip yerine temiz maddeler
gelinceye kadar üzüntü ve kedere boğulmak; nefsine, günahın lezzetini tattırdığı gibi, tâatın elemini
tattırmak."
Tevbe ve istiğfar birbirine yakın dualardır. Diğer duaların ve
ibâdetlerin makbul olması için de önce
tevbe ve istiğfarla dua ve ibâdetlere başlanması tavsiye edilmiştir. Bazı
büyükler: "İstiğfarda mı bulunayım, tesbihat mı yapayım?" diye soru
soranlara şu cevabı vermiştir: "Kirli elbise, buhurdan ziyade sabuna
muhtaçtır."
Şu halde tevbe ve istiğfar için illa da günah işlemiş olmak gerekmez.
Allah'a dua vs. şekilde ibadet edecek
olan kimsenin buna "tevbe ve istiğfar"la başlaması, kirlerden temizlenmesi gerekir. Zîra
temizlerin duası daha çabuk icâbet görür. Nitekim Hz. Peygamber: "Allah'a
kasem olsun, ben günde yetmiş kereden fazla Allah'a tevbe ve istiğfar ederim" buyurmuştur.
Kulun tevbesi karşısında Allah'ın sevinmesi, mutlaka affetmek azmini ifade eder. Hele rivayette olduğu
gibi, bu İlâhî sevinç, bir insanın duyduğu
"delice sevinç"le ifade edilmişse, bu tevbeye teşvikte,
tevbenin makbuliyetini ifadede beliğ bir üslup, mukni bir metod olmaktadır (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 4/495-497).
"Kim güneş Batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse
Allah tevbesini kabul eder." (Müslim, Zikr 43, h. no: 2703)
“Allah,
kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/132, 153, III/425,
V/362; Tirmizî, De'avât,13, 98; İbn Mâce, Zühd 13, 30)
"Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini
kabul eder." (Tirmizî, De'avât 103, h. no: 3531; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4253)
"Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı.
Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan
dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu.
Râhib: ‘Hayır yoktur!’ dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız,
yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif
edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü , kendisi için bir tevbe imkânı olup
olmadığını sordu. Âlim: ‘Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde
olabilir?’ dedi. Ve ilâve etti: ‘Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada
Allah'a ibâdet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah'a ibâdet edeceksin ve
bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.’ Adam yola
çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti.
Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: ‘Bu
adam tevbekâr olarak geldi. Kalben Allah'a yönelmişti’ dediler. Azap melekleri
de: ‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken insan
sûretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem
yaptılar. Hakem onlara: ‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün,
hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi
arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri
aldılar."
Bir rivâyette şu ziyâde var: "Bir miktar yol gidince, ölüm
gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden
sayıldı." (Buharî, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 46, h. no: 2766; İbn Mâce,
Diyât 2, h. no: 2621). Bir diğer rivayette (aynı kıssa ile ilgili olarak) şöyle
denmiştir: "Allah Teâla beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de
yaklaşmayı vahyetti, sonra da: ‘Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere
uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın’ dedi." (Buhârî, Enbiyâ, 50)
Açıklama: Hz. Peygamber (s.a.s.) bazı ulvî hakikatlerin iyice
anlaşılması veya hatırda yerleşip kalması gibi, ta'limî (didaktik) ve başka
çeşitli maksadlarla hikaye ve teşbihlerle anlatmıştır. Bu üsluba, hadislerde
sıkça rastlarız. Yukarıdaki rivayette bunun en güzel örneklerinden birini
görmekteyiz. Rasûlullah, İsrâilî diyebileceğimiz bu hikâyede pek çok yüce hakikatleri
dile getirmektedir. Hemen belirtmek isteriz ki, bir hikâye için isrâiliyattan
demek, onun ihtiva etiği hakikatleri, hikmetleri, incelikleri istiskal etmek,
hafife almak demek değildir. Hele, bunların verdiği dersleri Rasûlullah (s.a.s.)
da beğenip, anlatmış, ibret nazarlarımıza sunmuş ise. Nitekim "Benî İsrâil
hikayelerinden anlatın, bunda bir zarar
yok" buyurmuştur. Zaman zaman,
ashab'a israiliyyat anlattığı rivayetlerde gelmiştir. Ancak, yine de muteber
kitaplarımızda rastlanmayan; bir başka ifade ile, Rasûlullah (s.a.s.)'ın
anlatımından geçerek nurlanmayan isrâiliyat karşısında ihtiyatlı olmak, hikmet
dersi veriyor diye hemen benimsememek gerekir. Aksi takdirde bir kısım
hurâfelere kapı açmak İslâm'ın nezâhetine, müsamahasına ters tüşmek ihtimalden
uzak değildir.
Yukarıdaki hikâyeye gelince, bu, gerçek bir vak'anın hikâyesi
olabileceği gibi, hikâyede mündemiç olan hakikatlerin ders verilmesi için anlatılmış edebî bir parça da olabilir. Rasûlullah
(s.a.s.)'ın tebligatında, bir kısım
lisânî ve örfî klişelerden,
atasözlerinden istifade etmiş olması normaldir. Bu durumlarda hikâyede geçen
hâdisenin gerçekten vukua gelmiş olup olmadığına bakılmaz, asıl mühim olan onun
vermek istediği mesajdır. Mamafih bazı şârihlerimiz, bu vak'anın fiilen vukuunu
kabul etmiş görünmekte ve hâdise kahramanının öldürdüğü yüzüncü kişinin
"rahip" olmasından hareketle, vak'anın Hz. İsa (aleyhisselam)'dan
sonra cereyan etmiş olacağını belirtmektedirler. "Zira, derler, ruhbanlık,
nass-ı Kur'ân'la sabittir ki, Hz. İsa'dan sonra ihdas edilen bir
müessesedir." Burada atıfta bulunulan nass, Hadid sûresinin 27. âyetidir.
Hadiste mevcut olan hakikatlere gelince, bizce mühim olan birkaç
tanesine dikkat çekeceğiz:
1- Tevbelerin makbuliyeti: Bizzat Kur'ân ayetleriyle açık şekilde belirtilmiştir
ki, tevbe edildikten sonra bütün günahlar affedilebilecektir. Dinimizin en
büyük günah addettiği "şirk"ten tevbe edilip tevhide rücu edilmesi
halinde, o da affedilecektir. 949'uncu hadiste belirtildiği üzere küfür ve
şirkten tevbenin makbuliyetine
kesinlikle iman gerekmektedir.
Şirkten sonra en büyük günah haksız yere cana kıymaktır. Kur'ân-ı Kerim
böyle bir cinayeti "bütün insanların katline denk" bir cürüm ilân eder (Maide 32) Bu rivayette, Rasûlullah,
bu çeşit cürümden yüz tane işleyene bile,
sıdk ile tevbe ettiği takdirde, affedilme ümidi vermektedir. Hikâyede,
râhibin öldürülüş sebebi, katilin diğer cinayetlerinin sebepleri ve vicdanî
katılığı hakkında bir bilgi vermektedir. Böylesine haksız ve ucuz cinâyetlerine
rağmen bir caninin affı ve hem de sırf tevbeye niyet ve azmetmiş olması
sebebiyle affedilmiş olması, İslâm'ın tevbe
telâkkisini ortaya koymakta, Cenab-ı Hakk'ın kulları karşısındaki
rahmetinin derecesini ifade etmektedir. İslâm uleması, mutlaka affedildiğine,
günahsızlığına inanmayı büyük günah
addettiği gibi, ye'si de yani affedilmeyeceğine inanmış olmayı da büyük
günah addeder. Mü'min, günahı ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun onun
affedilebilir olacağına, aff-ı İlâhî'nin her şeyden büyük olduğuna inanmakla
mükelleftir, bu inanç mü'minlik edebinin gereğidir. Ye'se yer yoktur.
Sağduyu sahibi hiçbir kimse bu hadisten hareketle, "insan
hayatının ucuzluğu" veya "nasıl olsa af var" telakkisiyle günaha
teşvik gibi mugalatalara düşmez. Çünkü hadisin vürud gayesi tevbeye teşviktir,
günaha değil, 949 numaralı rivayette, mü'minin günah karşısındaki edebi belirtilmiştir: "Günaha düşmekten,
üzerine dağ düşecekmiş gibi korkmak." Yine aynı rivayette Allah'ın tevbe
edenlere karşı affetme durumu belirtilmiştir: Issız çölde herşeyinin yüklü
olduğu kaybolmuş bineğini bulan insanın sevinciyle sevinmek. Ve de bir atlının yetmiş yıl yürümekle
katedebileceği genişlikte, kıyamet anına kadar kapanmamak üzere açılan bir
tevbe kapısı.
Evet buraya kadarki hadislerle ifade edilmek istenen Cenab-ı Hakk'ın
tevbeler karşısındaki affetme durumuyla ilgili hakikati, bu sonuncu hadis bir
başka yönden bir başka belâgatla ifade buyurmaktadır.
Rabbimiz! Günahlarımızdan tevbe ediyor, af ve rahmetine iltica
ediyoruz, kabul eyle, bir daha dönmemekte güç ve kuvvet ver!
2- Mü'min için niyet ve azmin amelden üstün olduğu: Mücrimin affına
sebep olan iki şey gözükmektedir:
a) Tevbe,
b) Azim, yani tevbenin gereği olan amele tevessül. Rivayette, mücrim,
affedilme imkânının olduğunu, ancak iyilerin arasında yaşayarak ibadette
bulunmak gereğini öğreniyor. Hikâyenin, tevbe meselesini açıklama nokta-i
nazarından en beliğ yanı bizce burasıdır: Yüz kişiyi öldüren kimse, henüz
ibadet etmiş, hayır işlerde bulunmuş bile değil; sadece azmini ortaya koymuş,
tevbe ve hayır yoluna girmiş, fakat daha hedefe varmadan, yarı yolda hayatını
kaybetmiş. Ancak, affı için bu azim kâfi gelmiş. Ya hedefe ulaşsaydı!
Rasûlullah "Mü'minin
niyyeti amelinden üstündür"
buyurmaktadır.
3-Tevbe ve hayır amelde acele etmek: Rahmet ve azab meleklerinin mesâfe
ölçmeleri çok manidar bir husustur. Rivayette, hedefe, iyiler diyarına bir karış daha yakınlığın adamcağızı
kurtardığı ifade edilmektedir.
Ya birazcık daha gecikseydi?
Ölüm habersizce geldiğine göre tevbe ve hayra tevessülde yarını ve hatta "az
sonra"yı beklememelidir!
4-Çevrenin insan üzerindeki etkisi: Bu rivayette Rasûlullah (s.a.s.) bu
hususa da dikkat çekmektedir. Alim kişinin ağzına koyduğu şu cümle, içtimâî
muhitin insanın iyi veya kötü davranışlarındaki rolünü ifade etmede mühimdir:
"Falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah'a ibadet eden kimseler
var... Bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin, zîra orası kötü bir yer."
Hadisin bir başka vechinde: "Yaşamakta olduğun kötü köyden
çıkacaksın" demiştir. Alimler, bu
hadisten hareketle, bir kısım kötü fiiller işleyen kimsenin, bundan
kurtulmak isteyince bir başka yere gitmesinin, günahı işleme sırasındaki
ahvâlini tevbekâr olunca değiştirmesinin gereğine dikkat çekerler. Böylece
kötülüğe iten hâtıralar, alışkanlıklar, kötülükte yardımcı olan kimseler,
içtimâî bağlar koparılmış, terkedilmiş olur.
5- Bu rivayette âlim kimsenin âbid kimseye üstünlüğünü de görmekteyiz.
Zira caninin müracaat ettiği birinci şahıs bir rahiptir, menfi cevap vermiştir,
bu da onun hayatına mal olmuştur. İkinci kişinin "alim" olduğu
belirtilir, o hakimane cevap vermiştir ve caniyi kurtarmıştır.
6- Bizden öncekilerin şeriatıyla amel: Bu rivayet vesilesiyle Kadı
İyaz'ın sunduğu bir açıklama, bizden öncekilerin şeriatıyla amel meselesine
açıklık getirdiği için kaydetmede fayda görüyoruz: "Bu hadise göre, tevbe,
katl günahına karşı da fayda vermektedir,
diğer günahlara karşı fayda verdiği gibi. Gerçi bu rivayet, bizden
öncekilerin şeriatını aksettirmektedir ve bizden önceki şeriatle amel,
ihtilaflı bir konudur. Ancak bu mesele ihtilâflı hususlara girmez. Zira,
ihtilâf, önceki şeriatte yer aldığı
halde bizim şeriatımızda onun te'yidine dair beyan gelmemiş ahkâmlarla
ilgilidir: (Öyle bir hükme bizim de uymamız gerekir mi, gerekmez mi?) Şayet onu
teyid edici bir hüküm bizde gelmiş ise o, bizim de şeriatımız olur, bu hususta
hiçbir ihtilâf mevcut değildir. Tevbe meselesinde birçok âyet ve hadisler varid
olmuştur: "Allah kendisine şirk koşulmasını elbette affetmez, bunun
dışındaki günahları dilediğinden affeder" (4/Nisâ, 48). Keza bu
hususta hadis de çoktur. Ubâde İbnu's-Sâmit'in müttefekun aleyh olan ve: "...Bu
günahlardan birini işleyenin durumu Allah'a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse
cezalandırır" şeklinde biten hadisi bunlardan biridir." İbnu
Hacer ilave eder: "Bu hükme eski ümmetlere nisbetle Muhammed ümmetinden
"yüklerin hafifletildiği" prensibinden de ulaşılır. Kâtilin tevbesinin makbul olması
onların şeriatında yer alan bir esas olursa, bunun bizde de bitariki'l-evlâ
(hayda hayda) yer alması gerekir."
"Şayet günahlar
işleseniz, hatta günahlarınız semâyı tutsa, sonra da pişmanlık duysanız, Allah
tevbenizi kabul eder."
(Müsned-i Ahmed bin
Hanbel, V/167)
"Âdemoğlunun hepsi hata
edici, günah işleyicidir. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edip
Allah'tan affını dileyendir." (Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2501; İbn Mâce, Zühd
30, h. no: 4251; Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, c. 5, s. 515)
Açıklama: Burada hata edicilik bütün insanlara teşmil edilmiştir. Şu
halde beşerî fıtratta, asıl olan hatakârlıktır. Masumiyet asıl değildir.
Alimler, peygamberleri de bu hükme dâhil ederek, kaziyeyi onlar hakkında:
"küçük günah" diye kayıtlamışlardır. Onlardan sâdır olduğu rivayet
edilen bazı "zellât" ise Allah'a isyân kasdı olmaksızın husule gelen
hata ve nisyan (unutma) olarak değerlendirilmiştir. Hatakârlık beşerin umumi
vasfı olunca, hadis, "insanların en hayırlısı tevbe ile masiyetten kaçarak
ibadet ile Allah'a iltica edenlerdir" demiş olmaktadır.
Peygamberler dışında hiç kimsenin ma'sumiyet, yani hatalara ve
günahlara karşı korunmuş olma iddiasının kabul edilemiyeceğine bu hadis delil
olmaktadır.
Bu hadiste ifade edilen hatakârlıkla, Hıristiyanların aslî günah
inancını karıştırmamak gerekir. Bu hadisin gayesi, kişiyi kibirden, ücubdan koruyup kulluğa, tevbeye
sevketmektir, tevbenin ehemmiyetini ifade etmektir ve de insanın fıtraten hata
yapmaya olan meyil ve zaafına dikkat çekmektir. Hıristiyanlar ise, Hz. Adem'den
tevarüs edilen mevrus bir günaha inanırlar. Kişi, Hıristiyan olmadıkça, vaftiz
olmadıkça bu günahtan kurtulamaz (İbrahim
Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 4/504).
Özellikle yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerden ümit boyutunu öne çıkarıp Allah’ın af ve merhametini istismar ederek kendine zulmeden ve günah deryâsından çıkmamayı normal sayan hasta karakterli insanların Allah’ın azâbından emîn olmama ilâcına sarılmaları şarttır. Günahların affedilmesi için her şeyden önce günahı günah olarak kabul etmek, bunun kendisine yakışmadığı bilinciyle Allah’a isyandan vazgeçip günahlarına pişman olup tevbe etmek gerekir. Affedilmek için kul açısından mutlaka yapışılması gereken tevbe ne demektir?
"Tevbe" sözlükte, asla geri dönmek demektir. Kulun, geçici olan günah halini terkedip günah öncesi duruma, düzgün hale (salâh haline/fıtrata) dönmesi anlamına gelir. Tevbe: Yaptığının kabahat veya günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah'a dönmek, yani O'nun emirlerine uymak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak sûretiyle Allah'a sığınarak O'ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız O'na yalvarmak" demektir.
Bu açıdan ‘tevbenin’ şeriat dilindeki anlamı, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup bir daha yapmamaya karar vermesi; Allah’ın da bu ‘asla dönüş’ü, yani bu pişmanlığı kabul ederek günahı mağrifet etmesidir. ‘Tâib’, tevbe eden demektir. Allah'ın sıfatlarından ve isimlerinden biri ‘Tevvâb’dır. Tevvâb, tevbeleri çok çok kabul eden anlamındadır.
Tevbe, yalnızca yapılan bir hatadan pişmanlık duyup, Allah’tan af dileme
değil, aynı zamanda sürekli duâ ve istiğfar ederek temizlenme gayretidir.
Allah’a mürâcaat ve O’na dönme kulluğudur. Bu bakımdan Kur’an mü’minlere ‘hep beraber tevbe edin’ (24/Nûr, 31) diyerek, bu yönelişi haber
veriyor. Bazılarına göre tevbe, bir hatadan veya bir günahtan vazgeçme, pişman
olmadır. Bu tevbe çok önemli olmakla beraber, asıl önemli olan kulun
yerine getirmediği dinî
emirlerden dolayı yaptığı
tevbedir. Çünkü insanın
kalbinin ve bedeninin birtakım
görevleri vardır; Allah (c.c.) insana o görevleri yerine getirmesini
emretmiştir. Ancak insanların bazısı ya
cahilliklerinden, ya sapıklıktan, ya da hakka karşı inatçı olmalarından dolayı
bu emirleri yerine getirmemiş olabilirler. Tevbenin büyüğü, bu tür inatçılığı
ve gafleti terkedip Allah’a itaat etmeye dönmedir.
Yapmamız gerektiği halde yapmadığımız veya gereği
gibi yerine getirmeyip kusurlu ve eksik şekilde yerine getirdiğimiz hususlardan
ve ihmalden de tevbe edilmelidir. Daha iyi olamadığımız için, mücâhid ve
müttakî olamadığımız, sâlih amel yarışında en ön sıralarda yer alamadığımız
için tevbe. Örnek olamadığımız için, canlı Kur'an olamadığımız için tevbe.
Tevbe, günahların kötülüğünü anlayıp Allah'a yönelmek, bağışlanma dilemektir.
Tevbe, işlenilen günah sebebiyle
uğratılacak azaptan kurtuluş
vesilesidir; tevbe bir
müjdedir: "Tevbe edenler,
ibâdet edenler, hamd edenler, (İslâm uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde
edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar;
sen mü'minleri (cennetle) müjdele."
(9/Tevbe, 112)
Tevbe, kurtuluş umuduyla Allah'a yönelmek, kurtuluş ümit etmektir. Tevbe
etmemek ise zâlim olmak, nefse zulmetmektir. Tevbe etmemek, imandan sonra
fısktır, Allah'ın yolundan ayrılmaktır. "İmandan
sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe
etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." (49/Hucurât,
11). Tevbe, insanın zulmetmesinden sonra, durumunu fark edip o durumundan
vazgeçmesi, kurtulması, yani kendisini düzeltmesinin adıdır. "Ancak kim işlediği zulümden sonra
tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul
eder. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir." (5/Mâide,
39)
Allah (c.c.) kullarına tevbe etmelerini, hatalarından vazgeçmelerini, bir günaha düşerlerse, yalnızca kendisinden bağışlanma istemelerini emrediyor. (bkz. 11/Hûd, 1-3, 47, 52; 39/Zümer, 53-55; 24/Nûr, 8; 9/Tevbe, 117-118 v.d.).
Peygamberimiz (s.a.s.) de kendisinin her gün yetmiş defa tevbe ve istiğfar ettiğini söylüyor. (Buharî, Deavât 3; Tirmizî, Tefsir 48, Hadis no: 3259) O, insanlara şöyle sesleniyor: “Ey insanlar, Allah’a tevbe edin! Muhakkak ki ben (de en azından) günde yüz defa tevbe ederim.” (Müslim, Zikir ve Duâ 12, Hadis no: 2702, 4/2075; İbn Mâce, Edeb 57, Hadis no: 3816). Yine buyuruyor ki: “Kalbimin üzerini unutkanlık (sıkıntı-gaflet) kaplar da bunun için günde yetmiş defa istiğfar ederim.” (Müslim, aynı yer; Ebû Dâvud, Salât - Istiğfar, Hadis no: 1515, 2/84)
İslâm'a göre ‘tevbe’ başlı başına bir ibâdettir. Bu ibâdette hem günah ve hatalardan vazgeçme, hem kulluk görevini yeniden yerine getirmeye dönüş, hem de Allah’a yakınlaşma ve zikir vardır. Tevbe yalnızca mü’minlerin yaptığı bir ibâdet değildir. Bir inkârcı, müslüman olduğu zaman; bir şirk koşan müşrik, şirki terkedip Islâmın iman ilkelerini kabul ettiği zaman tevbe etmiş sayılır. Demek ki tevbe ya inkârdan, ya günahtan, ya da Allah’ın emrini yerine getirememekten dolayı yapılır. Müslüman, günahından ihlâslı bir şekilde tevbe ederse bu tevbesi kabul edilebilir. Bu kabul edilmenin anlamı, günahın verdiği zarardan kurtulmaktır. Kişi işlediği eski günaha tekrar dönmezse, o günahın dünyadaki ve âhiretteki zararından kurtulması ümit edilir.
İslâm'da hiç günah işlemeyen insanların
oluşturduğu bir toplum idealizmi yoktur. İslâm, gerçekçi bir dindir. İnsan
beşer, bazan şaşar. Konuştuğunda insan bazan dili sürçtüğü gibi, yürüyen
insanın az da olsa ayağının kaydığının (zelle) görüldüğü gibi, hatasız kul,
günahsız insan olmaz. Bunları çok sık yapmak yanlıştır; ve de düştüğünde hemen
ayağa kalkmak istemeyen kimsedir suçlu.
Hatta bir hadis-i şerifte: "Eğer
siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder ve günah işleyip hemen
arkasından da tevbe eden bir kavim
yaratırdı." (S. Müslim bi Şerhi'n Nevevî, 17/65) buyrulur. "Mü'minlerin ekine benzediği, günah
rüzgârlarıyla eğilip tevbe ile hemen doğrulduğu" anlatılır. Yine bir
hadis meali şöyledir: "Hayırlı
olanlarınız, çeşitli fitne ve imtihanlara mâruz kalıp çokça tevbe
edenlerinizdir."
İslâm'a göre
günahsız olanlar yalnızca peygamberlerdir. Günahsız toplum ve kişi düşünülemez.
Çünkü kişi ‘beşer’ olması dolaysıyla her an nefsinin isteklerine ve şeytana
aldanabilir. Önemli olan, günahı işledikten sonra, günahta ısrar etmemek,
günahı savunmamak ve hemen vazgeçmektir.
Tevbe, Hz. Adem'le başlar. Ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ve eşi, işledikleri günahtan dolayı Allah’a tevbe ettiler ve tevbeleri kabul edildi. Tevbenin zıddı ise inat, kibir ve hatada bile bile ısrardır; bunlar da şeytanın ve şeytan karakterindeki insanların özellikleridir. Adem'le şeytanın farkı tevbede ortaya çıkmaktadır. O yüzden Âdem gibi olmak, yani adam olmak, şeytanlaşmamak için, bir hata yapmış olsak hemen tevbe çeşmesiyle arınmamız temel şarttır. Bilindiği gibi, Allah’ın secde emrini dinlemeyen İblis, yaptığı hatayı savundu, isyanından dolayı pişman olmadı, tevbe etmedi. Bu yüzden de ebediyyen kovulmuşlardan oldu. Günahta ısrar ve kibirlenmek tevbenin önünde engeldir. (17)
Günümüzde Tevbe Anlayışı; Tevbe Kavramının
Yozlaştırılması
Toplumumuzda tevbe, âdeta günah çıkartmak
olarak değerlendirilmektedir. Tevbe, sadece Allah'a yapılır; tevbeleri kabul
edip bağışlayabilecek ancak Allah'tır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir din
büyüğünün karşısında günahları itiraf edip günah çıkartmaya benzemez tevbe.
Günümüzde tevbenin bazı insanlarca, bazı tarikat liderlerine giderek onun
önünde "tevbe verme", onun da "tevbe alma"sı şeklinde
uygulandığı görülmektedir ki, bunun Kur'an ve sünnette yeri yoktur. Tevbeleri alan da, kabul edecek olan da
sadece Allah'tır. "Günahları
Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki!?" (3/Âl-i İmran, 135) "Kullarından tevbeyi kabul eden,
kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O'dur (sadece Allah'dır)." (42/Şûrâ,
25) Tevbede asıl olan, tevbenin direkt olarak Allah'a, aracısız olarak
yapılması, O'na yönelerek hatadan dönüş sözü verilmesidir.
(18)
Yapılan bir hatayı, bir kula itiraf etmekle Allah'a itiraf etmek arasında büyük bir fark vardır. İnsan şahsiyetindeki yüksekliğe çok önem veren İslâm dini, Allah ile kulu arasına karışmak cür'etini gösteren "ruhbâniyet" zihniyetini kaldırmış, kulu ile Rabbini karşı karşıya bırakmıştır. Düşünen insan için, ne kadar olgun olursa olsun, günün birinde itirafı yapan kimsenin izzet-i nefsi ile oynama ihtimalini ortadan kaldırması, takdire şâyan bir ileriliktir. Hıristiyanlıktaki, günahı, kendisi de günahkâr olan bir papazın affetme yetkisi olduğunu düşünmek gibi bir basitlikle, "Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki!?" (3/Âl-i İmran, 135) ilâhî fermanındaki yüksekliği anlamak için çok zeki olmaya gerek yoktur.
Hıristiyanlıkta, her konuda Allah'ın işine karışmak yerine, İslâm'da Allah'ı takdis. Hıristiyanlıkta, kula itiraf ede ede, günah işlemeyi tabiî hale getirme; İslâm'da ise, itiraf edilen günahı dinlemeye dahi müsaade etmeyerek, bir taraftan günahkârı başkalarının nazarındaki iyi niyetlerini korumak, diğer taraftan, hatanın başkasına bulaşmasını, kötü örnekliği önlemek!... İslâm'da samimiyeti Allah'a yaklaşmış bir kalbin feryâdı, diğerlerinde ise soyutlanamayan bir materyalizm. Bir tarafta tevhid; diğer tarafta papazın cennet dağıtabileceği, günahı affedebileceği, haram ve helâl tayin edebileceği ruhbanları/râhibleri rab kabulü... (19)
Yine günümüzde günaha devam ettiği halde ve her günah işleyişten sonra tevbe ederek bin defa bozmuş olsa bile, yalnız dille yapılan tevbenin yeterli olduğu şeklinde yaygın geleneksel anlayış hükmünü sürmektedir. Yaşadığımız zaman ve ortamda tevbe kavramı çarpıtılmakta ve yığınlar dille söylemiş oldukları birkaç kelime ile arındıklarını zannetmektedir. Bu öyle bir tevbe ki, insanda geçici bir durağanlık oluşturduktan sonra, yine aynı günahı defalarca işletebilmekte ve her t ekrarın ardından tevbe kelimeleri de tekrarlanıp devam etmekte olan kısır bir döngü oluşturmaktadır. Tevbe, üzüntü bildirip özür dilemek, pişmanlığı ta içinde hissetmek olduğu halde, dejenere olmuş insan, sözünde durmayıp isyanla pişmanlık arasında gel-git yaşayarak bilincinde olmasa da Allah ile alay etmektedir. (20)
Bir insana karşı, aynı hatayı devamlı yapıp sonra dille "özür dilerim" deyivermek, sonra tekrar tekrar aynı suçu yapmak, yine özür dilemek, yine aynı hata; nasıl karşılanır dersiniz? Günah tevbe arasında sürekli git-geller, paradigmalar da böyle. Vidanın yalama olması gibi, ameliyatla tedavi olduktan sonra aynı hastalığa doktor tavsiyesi dinlemeyip defalarca yakalanan kimsenin durumunu düşünelim; dikiş tutmayacak, tedavi mümkün olmayan duruma gelecektir. Tükürdüğünü yalamak, tekrar tekrak bu eylemi yapmaktır tevbe edip bozmak. Kendine güveni kaybolacaktır, vicdanı devamlı kendisini rahatsız edecek, ümit korku dengesi zarar görecektir. Tevbeyi yaz boz tahtasına çeviren kimsenin cennet ümidi azalır, azab içini kemirir; veya vicdan ve imanı gevşer, ya da azaptan emin hale gelir. Kaypaklık, kişilik bozulması, şahsiyetsizlik, tutarsızlık giderek insanın temel yapısı haline gelir. Hem insanlara, hem Rabbına ve hem de kendi vicdanına karşı suçlu duruma düşer, kimseye güven ve itimad telkin edemez. Sonunda ya vicdan azabı büyür; karakterini bozmaya, ruh hastası olmaya başlar veya, vicdanı zayıflayarak, otokontrolü kaybolur. Hastanın ümidini kaybedince hastalığının artması gibi, ümidini yitiren kimse de İslâm'ı yaşama bilincinden uzaklaşır. Ciddiyet, düzen, disiplin, istikrar, sebat kaybolur.
Tevbesini sık sık bozan insanın münafık olmasından korkulur. Münafıklığın alâmetlerinden biri yalan, diğeri de sözünden caymaktır. Tevbesini bozan kimsede de bu iki özellik vardır; hem de Allah'a karşı.
"Müslümanların zayıf oluşunun sebepleri, dinî kavramlarının birtakım yaftalara dönüşmesi ve bu kavramların hayata uygulanmamasıdır. Gerçekten müslümanların güçlü olmalarının ve Allah'a yakınlıklarının işareti, hiçbir şey ifade etmeyen boş sözler yerine, pratik hayatlarının İslâm olduğunun açıklanmasıdır." Bu sözlerle kavramların ve tevbe kavramının tahrif edilmesine dikkat çeken (21) Muhammed el-Behiy, tevbe anlayışının günümüzdeki yozlaşmasını şöyle dile getirmektedir:
Günümüzde birçok insanın, bizzat veya başkalarıyla birlikte işlediği suç ve hatadan dolayı Allah'a tevbe ettiklerini görürüz. Böyleleri Allah'a tevbe bildiriminde bulunmakla, suç ve hatalarının ortadan kalkacağına ve Allah yanında makbul kişiler olacaklarına inanırlar. Sonra yeniden, içinde günah ve hata bulunan davranışa başlarlar veya öncekinden daha ağır suçları işlerler, ardından da Allah'a tevbeyi ilân ederler. Aynı şekilde geçmişin günah ve hatalarından temizlendiklerine inanırlar. İşte böylece hayatları, işlenen suç ve günahlarla, Allah'a bildirilen tevbeler arasında geçer. Sanki tevbe bildirimi, (dille tevbe, estağfirullah deyivermek) kendine veya başkalarına yaptığı kötülükleri, suç ve günahları yok edecek bir silgi imiş gibi. Tevbe ve günaha dönüş, isyankârın hayatında yaz boz tahtasıdır. Bu yönüyle tevbe, günahkârın oynadığı bir oyuna benzemektedir. Günahkâr bu oyunu oynarken; kullarının tevbesini kabul edenin, göklerin ve yerin sahibi, kullarının üstünde kahredici, Cebbar ve yüce Allah olduğunu bilmemekte veya düşünmemektedir. Bu tür tevbe, tevbe edenin hayatında gerçeği aksettirmeyen, tekrarlanıp duran bir görüntüye dönüşmüştür. İmanı zayıflayan, inancını şehâdet cümlesiyle belirtip gerçek dâvete, tutum ve davranışıyla fiilen yönelmeyen müslüman, tevbeyi bu hale getirmiştir.
Kur'an'ın tevbe anlamını belirleyişine baktığımızda, tevbenin iki konuya bitişik olduğunu tesbit ederiz: Birincisi, geçmişi bütünüyle tasfiye etme ve ona hiçbir zaman dönmeme (bkz. 2/Bakara, 280). İkincisi, tutum ve davranışta, insanlararası işlem ve ilişkilerde, İslâm inanç ve kanunlarına uygun bir sistemi metod olarak kabul etme. "Sonra, şüphesiz Rabbin, câhillik sebebiyle bilmeyerek kötülük yapan, sonra da hemen ardından tevbe edip ıslah olanları, (durumunu) düzeltenleri (bağışlayacaktır). Çünkü onlar tevbe ettikten sonra Rabbin de elbet çok bağışlayan ve pek merhamet edendir." (16/Nahl, 119)
Kur'an, Allah'ın bağışlamasını ve tevbeyi kabul etmesini, kişinin bir kasdı olmaksızın yaptığı kötülükten tevbe etmesine; tevbe ederken de azme ve sağlam bir iradeye sarılmasına bağlamıştır. Böylece davranışlarının şekli ve niteliği değişecek ve yeni kazandığı olumlu davranışları, geçmişin hatalarının bir keffareti ve karşılığı olacaktır. Ama tevbeyi dille bildirir de tevbeden önceki durumuna devam ederse, tevbesi o zaman sadece yaftadan ibaret kalacaktır ki, fayda sağlamaz. "Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da nihayet ölüm gelince 'ben şimdi tevbe ettim.' diyenlerin... tevbesi kabul edilmez." (4/Nisâ, 18) Böylece Allah'a tevbe gerçeğini iki işten ibaret buluyoruz: Geçen bir kasıt bulunmaksızın işlenen günahtan pişmanlık; Allah yoluna gecikmeden ve kararlılıkla ileten faydalı ve kazançlı davranışa devam. "Sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah eder, nefsini düzeltirse, şüphesiz Allah, ğafur rahimdir/bağışlayan ve merhamet edendir." (6/En'âm, 54) (22)
Tevbe, Bir Devrimdir, Bir Başkaldırıdır
Tevbe; İnsanın melek sıfatlı güçlerinin,
şeytanî ve yırtıcı güçlerine karşı mukaddes inkılâbıdır. Bir çeşit kıyamdır;
insanın kendisinin kendisine karşı yaptığı bir kıyam, bir iç inkılâptır tevbe.
Kendi içinde kendine karşı bir ayaklanış. İsyankâr şeytana ve şeytanî
özelliklere isyandır. Bir devrimdir tevbe; insan adındaki ülkede şeytanın
iktidarına son verip Allah'ın hükmünü hâkim kılmanın adıdır. Nasılsa bir
gaflete/dalgınlığa gelip şeytanın galebe çalmasına karşı hemen toparlanıp
silkinmek, şeytanın sırtını yere getirmek, sonraki raundları alarak kesin zafer
elde etmenin adıdır tevbe.
Bulaşıcı, öldürücü bir hastalık olan isyan
illetinden tevbe ilâcıyla kurtulup aslî hal olan sağlıklı duruma/fıtrata
dönmektir tevbe. Yanılarak nasılsa girmiş bulunduğu günahların çıkmaz sokağını
fark edip sırât-ı müstakime/dosdoğru yola dönüp cennete yönelmektir tevbe.
Yanlışı görebilmek, hatadan dönebilmek, önündeki uçurumu fark edebilmektir,
insana has bir yön değiştirmedir. Allah'a yakınlaşmanın ilk durağıdır tevbe.
Geçmişi onarmak/tâmir etmek ve mükemmel bir gelecek hazırlamaktır. Eski,
bozulmamış seviyeye yeniden yükseliştir. Kaybedişten sonra, yeniden kendini
buluştur. Tevbe, gönüle konan günahı pişmanlık ateşiyle yakmaktır. Tevbe,
günahın cinsinden olduğu için yıktığını yapmaktır. Günahlar, vücutta oluşan
zararlı organizmalardır, pis kandır; tevbe onların boşaltılması, vücuttan
atılmasıdır. Bünyeye sızan mikropları öldüren ilâçtır tevbe. Ve hicrettir tevbe; Allah'ın
yasakladıklarından Allah'ın emirlerine, isyandan itaate, şerden hayra doğru
yapılan hicret. Günah gemilerini
yakmaktır tevbe; eski yanlışlara döndürecek araçları ve ortamı ortadan
kaldırmaktır. Geçmişi tasfiye etmek; hayata yeniden başlamaktır tevbe.
Murteza Mutahharî, İnsaniyet Mektebi'nde bir örnekle tevbenin nasıl gerçekleşti-ğini göz önüne serer: Tevbe, bir çeşit tepkidir. Elimizdeki topu yere doğru vurduğumuzda tekrar bize doğru döndüğünü görürüz. Topun elimizden yere doğru hareketi, bizim gücümüzle gerçekleşiyor. Fakat, yerden yükselişi; yere vurulmasına bir tepkidir. Önceki bir fiildir, bu ise tepki. Yere vurduğumuz top ne kadar havalanır? Yer, ne kadar düz ve sert olursa, tepki de o kadar fazla olur. Tepkinin gücü/ölçüsü, bizim kullandığımız güç miktarı ve yüzeyin sertlik ve düzlük derecesine bağlıdır. İnsan ruhunun günahlara karşı tepkisi de iki şeye bağlıdır: Birincisi, fiilin şiddetine, yani günahın şiddetine, ruhumuzun alçak/hayvanî sıfatlarının, ruhumuzun ulvî/melekî makamlarına indirdiği darbenin şiddetine bağlıdır. Câni ve taş yürekli insanlar bile, önemli bir cinayet, katliam işlediklerinde vicdanları harekete geçiyor. Hiroşima'ya atom bombası atan pilotun, bunun fecî sonuçlarını gördükten ve vicdan muhasebesi yaptıktan sonra delirmesi buna bir örnektir.
Mü'min, küçük günahlarını bile gözünde büyütür. Bilir ki, vücuda giren bir mikrop insanın ölümüne sebep olabilir. İnsan ruhunun günahlara tepki göstermesinin ikinci unsuru, darbeyle inen yerin düz ve sert olmasıdır. Yani, insanın vicdan, iman ve fıtratının düzgün ve sağlam olmasıdır. Bu durumda darbe zayıf olsa bile, tepkisi fazla olacaktır. Bunun içindir ki, güçlü ve sağlam imana sahip olan kişiler, çok küçük günah, hatta günah sayılmayan mekruhları işlediğinde bile, ruhları büyük tepki gösterir. Çok temiz bir aynayı, iyice silerek, temiz bir havada bir yere koysak, bir saat sonra üzerinde birçok toz görürüz. Bu tozu, daha önce o yerde fark etmiyorduk; ancak temiz bir ayna üzerinde tozlar fark ediliyor. Duvar ne kadar kirli olursa, siyah lekeleri o kadar az gösterir. Hele bir de duvar siyah olursa, gaz lâmbasının isini bile göstermez.
Bembeyaz
aynanın küçücük tozları göstermesi gibi, tertemiz ve bembeyaz nurlu insan için
küçük hatalar da böyledir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunun için günde yetmiş kere
istiğfâr ederdi. Büyük adamların hatası güneş tutulmasına benzer; onları herkes
kolaylıkla görür. Kendi kalplerimizin
temizliği veya karalığını test etmenin yolu budur: Günah üstüne günah
işlediğimiz, defalarca tevbe(!) edip bozduğumuz halde, ruhumuz ciddî bir tepki
göstermiyorsa, kalp hastadır; anormalliği fark edip tepki gösterebilecek gücü
kalmamış demektir. Ruhumuzun melekleri hapsolmuş, zincirle bağlanmış ki tepki
ve sarsıntı duyulmuyor. Zaten kalp sağlam olsa, bütün vücut da sağlam olacak;
takva sahibi bir gönül, tüm organların sâlih amel işlemesini gerektirecek.
Ruhun günaha tepki ve pişmanlığını
yansıtmayan, sadece dille yapılan şuursuz bir tevbeye, bilinçsiz
"estağfirullah" demeye de başka bir tevbe lâzım; Kur'anî bir kavramla
alay edip tevbe istismar edildiği, yozlaştırıldığı için. Şeytan, tevbeyi böyle
yozlaştırmaya çalıştırtıp sahte tevbelerle insanı oyaladığı gibi, gerçek
tevbeyi arkası gelmeyen yarınlara erteletebilir. Daha zamanı var, erken, biraz
daha gençliğimi yaşayayım, dünyadan kâm alayım diyen kimse, şeytanın aldattığı
kimsedir. Bünyeye giren kanser mikropları çoğalınca, tiryakilik yapan nesnelere
devam edildikçe kurtuluşun çok zor olduğu gibi; günahlara alışkanlık kesbetmek
de gerçek tevbeyi o kadar zorlaştıracaktır. Gençken, günahlar büyüyüp
çoğalmadan tevbe daha kolay olur. Unutmayalım ki, bir ağaç dalı, yeni ve yaş
iken daha kolay eğilir, yamukluğu düzeltilebilir.
Tevbenin Kabul Edilmesi İçin Gerekli
Şartlar
Tevbenin kabul edilebilir olması için samimiyetle, pişmanlıkla, bir daha geri dönmeme niyetiyle tevbe yapılmalıdır. Kur’an buna ‘nasûh’ tevbesi demektedir. “Ey iman edenler! Allah’a nasûh (kesin) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki Allah, sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akar cennetlere sokar…” (66/Tahrim, 8) ‘Nasûh’ sözlükte, bir söküğü dikme, hâlis ve saf olma anlamlarına gelir. Buradan hareketle ‘nasûh tevbe’, ihlâsla, samimi, gönülden yapılan tevbe demektir. Bu tevbe için, insanın günah işleyerek zedelediği manevî hayatını etkili bir biçimde tamir edecek ibâdettir denilebilir. Tevbe, pişmanlık ve dönüş demektir. Yaptığına pişman olmak da çok şiddetli bir şekilde üzülmektir. Kötülüklerden birine bir daha dönmemeye azmetmek de, sağılmış olan sütün hayvanın memesine dönmesi nasıl mümkün değilse, öylece o günaha bir daha dönmemek anlamınadır. Bütün bunları böylece içine sindirmek, yürekten tevbe etmek demektir.
Nasûh tevbe, kalb ile pişman olmak, dil ile istiğfar etmek, beden ile de onu terkederek yapmamak ve ondan uzak durmaktır. Ayrıca pişmanlığından dönmemek üzere gönül rahatlığına kavuşmaktır. Kul hakkı karışmayan, sadece Allah'a karşı işlenmiş günahın tevbesi, üç şarta bağlıdır: 1- Günahtan tamamen vazgeçmek, 2- Yaptığına pişman olmak, 3- Bir daha o günaha dönmemek. Böyle bir tevbenin kabulü konusunda sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: "Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir." (İbn Mâce, II/1460; et-Tâc, 5/151; Câmiu's-Sağîr 1/134)
Tevbenin nasıl olması hususunda Hz. Ali (r.a.)'den şöyle bir rivayet vardır: Bir gün bedevilerden biri Hz. Peygamber'in mescidine girer ve "Estağfirullah ve etûbu ileyk=Allah'ım, beni bağışlamanı dilerim ve Sana tevbe ve istiğfar ediyorum" der ve namazını kılar. Bunu gören ve duyan Hz. Ali, adam namazını bitirince ona: "Yalnızca dil ile çabuk çabuk geçiştiriliveren tevbe, yalancıların tevbesidir, Senin tevben, tevbeye muhtaçtır." dedi. Bunun üzerine o adam: "Ey mü'minlerin emîri, o halde tevbe nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali, şu açıklamada bulundu: "Tevbe, şu altı şeyle mümkün olur. 1- Geçmişte işlenmiş olan günahlardan pişman olmak ve yerine getirilmemiş farzları iâde (kaza) etmek, 2- Başkalarına haksızlık ve eziyet etmeyi bırakmak, 3- Husûmet ve düşmanlığı terk etmek, 4- Günah ve kabahatler içerisinde büyüyen nefsi, Allah'a itaat içerisinde küçültüp ona hiçliğini kabul ettirmek, 5- İtaatsizlik ve günah işlemenin sözde tadını çıkaran nefse, itaat edip günahlardan uzak durmanın acılığını da tattırmak, 6- Gülüşlerinden her birine bedel olmak üzere, ağlamak." (Tefsir-i Kebir, Şûra 25 ayetinin tefsiri; el-Âlûsî, Ruhu'l-Meânî, 25/36; Tefsîru Kadı Beyzavî, c. 3, s. 515)
Şartlarına uygun olarak yapılmış nasûh bir
tevbe, aynı zamanda Allah için yapılmış bir ibâdettir. Böyle olduğu için de
kabul edilmesi beklenir. Nasıl ki şartlarına uygun olarak yapılan namaz gibi
bir ibâdetin kabulü hususunda tereddüde düşmüyorsak, şartlarına uygun bir
tevbenin kabulü için de şüpheye düşülmemesi gerekir. Allah'a iman etmiş
kişiler, bilerek veya bilmeyerek günah işledikleri zaman, hemen Allah'a yönelip
tevbe etmekten çekinmemelidir. Çünkü Allah'ın bağışlaması büyüktür. Ayrıca,
günahları bırakıp kendisine yönelenleri Allah sever; zaten günahkârlar için
yüce Allah'ın rahmet, mağfiret ve kereminden başka bir sığınak yoktur. O yüzden
mü'minlerin büyük veya küçük günahları için geciktirmeden hemen Rab'lerine
yalvarmaları, Allah'a olan inançlarının gereği olmalıdır.
(23)
İnsanları iki şey helâk eder. Biri, tevbe
ederim diyerek günah işlemeleri. Diğeri de, sonra yaparım diye tevbeyi
geciktirmeleri. Tevbe eden kişi, tevbesinde samimi olup, günahlara tekrar
dönmemesi için şu üç şeyi yerine getirmesi gerekir: 1- Kötü arkadaşlarını ve
günah işlediği kötü çevreyi terk etmelidir.
2- Günahını hatırlayınca Allah'tan hemen utanmalı, istiğfarda
bulunmalıdır. 3- Ölüme her an hazırlıklı
olmalıdır.
Tefsirlerden
İktibaslar
Seyyid
Kutub diyor ki:
"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü
taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O,
bağışlayandır, merhamet sahibidir.
Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O'na
teslim olun, sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir
sırada size azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze,
Kur'an'a uyun. Kişinin ‘Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar
olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim’ diyeceği günden sakının.”
(39/Zümer, 53-56)
“Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz”
(39/Zümer, 53)
Yüce Allah, zâlimlerin kıyâmet günündeki korkunç hallerini, "Eğer
yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir misli daha fazlası o
zalimlerin olsaydı, kıyâmet günündeki kötü azaptan kurtulmak için onu fidye
olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından
karşılarına çıkarılmıştır." (39/Zümer, 47-48) ayetiyle tasvir ettikten
sonra rahmetinin kapılarını ardlarına kadar açmıştır. Yeter ki tövbe etsinler.
Günahkârlar ne kadar günahlara batmış da olsalar yeter ki O'nun rahmetine ve
bağışlamasına içtenlikle yönelsinler.
Yüce Allah, onları her şeye rağmen ümitsizliğe kapılmadan ve
karamsarlığa düşmeden kendisine yönelmeye çağırıyor. Bu rahmet ve bağışlama
çağrısı ile birlikte kendilerine verilen bu fırsat kaçmadan ve iş işten
geçmeden dönüş yapmadıkları, tövbe etmedikleri taktirde kendilerini bekleyen azâbın
da bir tablosu sergilenmektedir.
“De ki: Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden
kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları
bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Nasıl yorumlarsak
yorumlayalım, bu bütün günahları içine alan, Allah'ın geniş rahmet deryasıdır.
Bu, Allah'a dönüş çağrısıdır. Bu, sapıklık çölünde kör, yalnız başına kalmış,
uzaklara düşmüş savurgan günahkâra bir çağrıdır. Arzu, umut ve Allah'ın bağışlamasına
güvenme çağrısıdır bu. Yüce Allah, kullarına merhametlidir. Onların âcizliğini
ve zayıf olduklarını, içten ve dıştan bünyeleri üzerine etki eden faktörleri
çok iyi bilmektedir. Şeytanın her konuda onları avlamak için tetikte
beklediğini, bir açıklarını kolladığını, onları saptırmak için bütün yolları
kullandığını, piyade ve süvari askerleriyle onlar üzerine akınlar
düzenlediğini, bu iğrenç eyleminde çok ciddi olarak çalıştığını bilmektedir.
Bunun yanında insan denen varlığın zayıf bir bünyeye sahip, çok zavallı bir
yaratık olduğunu, kendisini bağlayan ipin elinden kaçması ve yapıştığı kulpun
kopmasıyla çabucak yere serileceğini de bilmektedir. Onun bünyesine
yerleştirilen görevlerin, eğilimlerin ve ihtirasların dengesinin çabucak
bozulabileceğini, onu sağa sola çarptırabileceğini, günaha sokabileceğini ve
buna karşı onun sağlıklı dengeyi koruma konusunda zayıf düştüğünü de
bilmektedir.
Yüce Allah, insan denen yaratığın bütün bu durumlarım biliyor. Bunun
için de ona yardım elini uzatıyor; rahmetinin geniş kapılarını ona açıyor.
Hemen günahlarının cezasını vermiyor; hatasını düzeltmesi ve yolda doğru
yürümesi için ona bütün şartları hazırlıyor. İsyana daldığından, günaha
battığında dolayı kovulduğu ve işinin bittiği, tövbesinin kabul edilip yüzüne bakılacak
halinin kalmadığı düşüncesine kapıldığı bir sırada... Evet, işte bu umutsuzluk
ve karamsarlığın egemen olduğu bir sırada, rahmetin câzip tatlı çağrısını
işitiyor:
"De ki: Ey kendilerine kötülük edip, aşırı giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü
O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
İsyânkarlıkta aşırı gittiği, günahlara daldığı, korunmuş sahadan
kaçtığı ve yoldan saptığı halde insan ile huzur veren, tatlı rahmet ve O'nun
diriltici, hoş görünümlü gölgeleri arasında hiçbir engel yoktur. Onunla
bunların hepsinin arasında tövbeden başka bir şey yoktur. Tek engel, tövbedir.
Girenlere engel olan hiçbir kapıcının bulunmadığı ve oraya dalan kimsenin bir
başkasından izin almaya mecbur olmadığı açık kapıya dönüş yapmak yeterlidir.
"Rabb'inize yönelin, azap size gelmeden önce
O'na teslim olun; sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına
varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce, Rabb'inizden size indirilen en
güzel söze, Kur'an'a uyun."
Dönüş... Ve islâm. İtaatin bağışına ve teslim oluşun
gölgesine dönüş. İşte her şey bundan ibaret. Ayinsiz, merasimsiz, engelsiz.
Aracısız ve şefaatçısız olarak!
Bu, kul ile Rabb'i arasında doğrudan bir temastır. Yaratan ile
yaratılan arasında doğrudan bir ilişkidir. Yoldan çıkmış olanlardan, dönüş
yapmak isteyenler varsa dönsünler. Sapıklardan, Rabb'ine yönelmek isteyenler
yönelsinler. Günahkârlardan, teslim olmak isteyenler teslim olsunlar. Gelmek
isteyen durmasın gelsin. Gelsin ve içeri girsin. Kapı açıktır. Bağış, gölge,
feyiz, bolluk ve bereket... Bunların hepsi kapının arkasındadır. Önünde ne
kapıcı var, ne hesap soran!
Çabuk gelin! Çabuk gelin! Zaman geçmeden gelin! Çabuk gelin! "Azap
size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra size yardım edilmez." Orada
hiçbir yardımcı yoktur. Çabuk gelin! Zamanın garantisi yok. Gecenin veya
gündüzün herhangi bir saniyesinde iş işten geçebilir ve kapılar kapanabilir.
Çabuk gelin! "Rabb'inizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a
uyun." İşte O da önünüzde durmaktadır. "Ansızın ve hiç farkına
varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabb'inizden size indirilen en
güzel söze Kur'an'a uyun." Çabuk gelin! Fırsatı kaçırmadan, Allah hakkında
asılsız görüşlere saplanmadan ve Allah'ın sözüyle alay etmeden önce gelin:
Mevdûdi diyor ki:
(Benden
onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım…
(39/Zümer,
53). Bazıları bu ifadeyi hayret verici bir şekilde tevil etmişlerdir. Onlara
göre, Allah Teâlâ, elçisine, insanlara "Ey kullarım" demesini emretmiştir.
Yani, -Haşa- insanlar Hz. Peygamber'in (s.a) kulları olmuş oluyor. Buna tevil
değil, açıkça Kur'an'ı tahrif ve tağyir etmek denir. Böyle kimselere, belki
cahil müntesipleri hayran kalabilirler, ama böyle bir tevili kabul ettiğimizde,
Kur'an'ı tümüyle tutarsız kabul etmiş oluruz. Çünkü Kur'an başından sonuna
kadar, yalnızca Allah'a kulluk edileceğinden söz eder ve Hz. Muhammed'in (s.a)
Rab değil kul olduğunu vurgular. Hz. Peygamber'in (s.a) bir gün Mekke'deki kâfirlere,
"Bugünden itibaren sizler, "Abdüsşems" değil,
"Abdu'l-Muhammedsiniz" dediğini kim düşünebilir? Böylesine sapık
düşüncelerden Allah bizleri muhafaza etsin!" demiştir.
Çünkü O, bağışlayandır, merhamet edendir."
Burada, İbn Kesir'in
anladığı gibi sadece mü'minlere değil, tüm insanlığa hitab edilmiştir. Çünkü
aksini düşünebilmek için elimizde herhangi bir delil bulunmamaktadır. Ancak bu
hitabın genel olması, her tevbe edenin, günahlarının affedileceği anlamına
gelmez. Çünkü hemen sonra gelen ayet, günahların affını, tevbe etmekle birlikte,
Allah'ın gönderdiği "hidayete" tabi olmanın gerekliliğini izah
etmektedir. Bu ayet, aslında cahiliye bataklığına batmış olan katil, zani,
hırsız ve haydutlar için bir ümit ışığıdır. Bu kimselere sanki şöyle
denmektedir: "Allah'dan ümidinizi kesmeyin, O'na yönelin ve tevbe edin ki,
affolunasınız. Allah merhamet sahibidir." Bu yorum İbn Abbas, Katade,
Mücahid, İbn Zeyd tarafından yapılmıştır. (İbn Cerir, Buhari, Müslim, Ebu
Davud, Tirmizi, Ayrıca izah için bkz. Furkan an: 84) (Tefhimu’l Kur’an, Zümer
sûresi 53-54. âyetlerin tefsiri)
Yine Mevdûdi, Furkan sûresi, 68.âyetin tefsirinde de şunları söyler:
Gerçek kullar üç büyük günahtan sakınırlar: Şirk, katl ve zina. Bizzat
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu günahların ağırlığı konusunda uyarıda bulunmuştur.
Abdullah İbn Mes'ud'un rivayetine göre, kendisine en kötü günahlar sorulduğunda
şu cevabı vermişlerdir: “Seni yaratmış olan Allah'a bir şeyi denk tutmak,
rızık korkusuyla çocuğunu öldürmek, komşunun karısıyla zina etmek.”
(Buhârî, Müslim, Tirmizi, Nesaî, Ahmed)
Büyük günahların yalnızca bunlar olmadığı açıktır. Fakat bu üçü, o
zamanki Arap toplumunda işlenen günahların en yaygınları olduğundan, özellikle
belirtilmişlerdir. Şirk'ten kaçınmanın, gerçek kulların meziyetleri arasında
sayılması konusunda, şirki bir kötülük saymayan kâfirlere karşı, bunun neden
bir fazilet olarak sunulduğu sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Her ne kadar
şirke dalmış da görünseler, Araplar'ın şirk doktrini üzerinde şüpheleri vardı.
Tarihlerinde bunun örneği pek çoktur. Araplar Allah'a ibâdetin değerini
kalblerinde duyuyorlar, fakat bir yandan bu kalbi duyuşu, eski adetler ve
cahiliye hayat ve değer anlayışı bastırırken, bir yandan da Kureyş'in öncü
"dini" sınıfı, büyük çıkarları gereği Allah'a ibâdet aleyhine halk
arasında önyargılar üretiyordu. Bunlar Arabistan'daki öncülüklerine son
vermekle sonuçlanacağı için putperestlikten vazgeçmezlerdi. Dolayısıyla,
şirkten kaçınma ve bir Allah'a ibâdet etme, kalblerinde bunun kendilerine
rağmen doğru olduğunu bilen ve hisseden kâfirlerin karşı çıkışlarından
korkmayan Rasulullah'ın (s.a.s.) izleyicilerinin bir üstünlük alâmeti olarak
anılmaktadır.
Elmalılı Hamdi yazır diyor ki:
“De k i: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf
etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün
günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize
yönelin ve O'na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.” (39/Zümer, 53-54)
İsraf; Mal sarfında meşhur ise de insanın yaptığı herhangi bir fiilde
haddini aşmaktır. Burada cinayet mânâsı da ilave edilerek ile sılalanmıştır.
Yani günahta aşırı giderek kendi nefislerine karşı cinayet yapmış olan
kullarım! "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Bu âyetin, Kur'ân'da
en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat edilmesi gerekir ki, bu
ümit, günaha teşvik için değil, en günahkar kimsele r i bile bir an önce tevbe
edip Allah'a yönelmeye teşvik için olduğu, hemen peşinden gelen iki âyetten
açıkça anlaşılmaktadır. Bunun iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Atâ
b. Yesar'dan olan rivayete göre Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında Medine'd e
inmiştir. İbnü Ömer'den rivayet olunduğuna göre de, demiştir ki, Ayyaş b. Ebi
Rebia, Velid b. Velid ve daha birkaç kişi müslüman olmuşlardı. Sonra da
kendilerine işkence edilmiş, fitneye düşmüşlerdi. Biz bunlar hakkında, Allah
artık bunlardan ebedî olara k hiçbir şey kabul etmez; müslüman oldular, sonra
da bir azab ile cezalandırıldıkları için dinlerini terkettiler diyorduk ki, bu
âyetler indi. Ömer b. Hattab katib idi, bunları kendi eliyle yazdı, Ayyaş b.
Ebi Rebia'ya ve Velid b. Velid'e ve diğer birkaç kimseye gönderdi, onlar da
müslüman olup hicret ettiler.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre de Mekkeliler şöyle demişler:
"Muhammed, iddia ediyor ki, putlara tapan, Allah ile beraber diğer bir
ilâha dua eden ve Allah'ın muhterem kıldığı (öldürülmesini haram ettiği) bir
insanı öldüren kimseler bağışlanmaz, o halde biz nasıl hicret eder, müslüman
oluruz? Putlara tapınmış, adam öldürmüşüz, şirk ehliyiz." Bunun üzerine
Allah Teâlâ "De ki: Ey kendi nefislerine karşı israf eden kullarım!
Allah'ın r ahmetinden ümit kesmeyin." âyetini indirdi. Bununla birlikte âyetin
iniş sebebi, kâfirlerin İslâm'a girmesi meselesi ise de, mânânın asilerin
tevbesine de şamil olduğunda şüphe yoktur. O haydi haydi sabit olur. Demek ki
"Şüphe yok ki Allah, kendisine o rtak koşulmasını bağışlamaz." (Nisâ,
4/48) âyeti gereğince şirkin bağışlanmaması, tevbe edilmediği takdirdedir. (Hak
Dini Kur’an Dili, Zümer sûresi, 53. âyetin tefsiri)
Ali Küçük diyor ki:
53. “Ey Muhammed! De ki: “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden
kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların
hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.”
Ey günahlar, isyanlar
içinde, kötülükler içinde kendi kendilerine zulmeden, kendi kendilerini Allah’a
kulluk ortamından çıkarıp küfür ve şirk anlayışları içinde kendi kendilerine
yazık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden sakın ümidinizi kesmeyin. Şu yaptıklarımdan
sonra, şu işlediklerimden sonra artık Allah asla beni affetmez. Bundan sonra
benim için hiçbir ümit kapısı kalmamıştır. Bundan sonra benim ne cennette, ne
de cehennemde yerim yurdum kalmamıştır, diyerek ümitsizliğe düşmeyin. Allah’ın
rahmeti geniştir, boldur. Rabbinizin rah-met kapıları sonuna kadar açıktır.
Kitap Allah’ın rahmet kapısıdır, peygamber Allah’ın kullarına açtığı
rahmet kapısıdır. Kitabı ve peygamberi kendileri için açılmış rahmet kapısı
bilip onlara ittibâ edenler için, bilesiniz ki cennet kapıları sonuna kadar
açıktır. Dünyada bu rahmete ulaşabilecek kadar süre herkese tanınmıştır.
Herkese yeteri kadar ömür, yeteri kadar akıl, ira-de verilmiştir. Herkese
Allah’a dönüş imkânı verilmiştir. Üstelik her ta-rafımız da Allah’ın âyetleriyle
kuşatılmıştır. İçimizde, dışımızda, enfü-sümüzde, fıtratımızda Rabbimize
yönelebileceğimiz âyetler yerleştirilmiştir. Bunlar da bizim Allah’a dönmemizi
sağlayacak birer âyettir. Bizim için açılmış bu kadar rahmet kapısı varken,
böyle bir durumda bir insanın Rabbinin rahmetinden ümit kesmesi nasıl mümkün
olabilir? Bir insanın kendisine, çevresine karşı, Allah’ın bu kadar âyetlerine
karşı kör ve sağır kesilmesi nasıl mümkün olabilir?
Nisâ sûresinde de buna benzer bir âyet vardı: “Allah kendisine ortak koşmayı
elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan
kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (4/Nisâ 48). Allah
sadece şirki bağışlamaz. Sadece müşriki affetmez, ama onun dışında tüm günahları
kullarından dilediği için bağışlar. Kim Allah’a şirk koşmuşsa o da Allah’a
iftira ederek büyük bir günah işlemiş olur.
Rabbimiz tüm günahları
affedeceğini müjdeliyor ama bir şartla. Şirk olmayacak. Kişi Allah’ın huzuruna
şirk koşmadan, Allah’a ortak koşmadan gelmiş olacak. Değilse şirki asla
affetmem diyor Rab-bimiz. Şirkin dışında hangi tür günah olursa olsun, ne kadar
büyük olursa olsun affederim diyor Allah.
Zaten kul günaha girerken
Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günahları. Allah’ı, Allah olarak, Rab olarak,
Rahmân ve Rahîm olarak bildiği ve kabul ettiği müddetçe kulun işleyeceği günahların
büyüklüğü, Allah’ın büyüklüğü yanında ne olabilir ki? Allah’ı böylesine tüm günahları
affedebilecek bir Rab olarak kabul eden bir kişinin günahları Allah’ın büyüklüğü
yanında ne kadar olabilir de? Ama kişi şirk koşar, böyle kendisini anlattığı
biçimde Allah’ı kabul etmez, kendi sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan
münezzeh olarak Allah’a inanmaz ve şirke düşünce, her konuda, hayatın her
alanında söz sahibi ve egemen olarak yalnız Allah’ı değil de başka Rableri,
başka İlâhları, başka efendileri de kabul edince, işte o zaman iş değişmiştir.
Evet, biz biliyoruz ki İslâm insanın insanlığını, zaaflarını asla göz
ardı etmez. İnsanı yaratan, onun fıtratını herkesten daha iyi bilen Rabbimiz
her an insanın unutkanlığını, unutabileceğini, gaflet edebileceğini bilir.
İnsan bütünüyle İslâm’ı yaşamaya çalışsa da insan olması hasebiyle yine de
eksikleri, falsoları olacaktır. Dünya tüm denaeti ve alçaklığıyla, aldatıcı süs
ve ziynetiyle onu aldatabilecektir. Para karşılığında, kadın, makam, mevki,
menfaatler karşılığında baş aşağı gelebilecektir. Yâni bir gaflet sonucu,
nefisten bir dürtü, şeytan-dan bir etki sonucu insan bazen günah
işleyebilecektir. İnsan olduğu için bütün bunlar olabilir. Çünkü insan günah
işlemeyen bir varlık değildir. Ama günahtan sonra aklı başına gelir gelmez kişi
hemen kendini toparlar, programını değiştirir, tevbe ederek irtibatı kesildiği
Rabbine dönebilirse, kesinlikle bilelim ki Allah onu affedecektir. Resul-i
Ekrem Efendimiz bakın bir hadislerinde şöyle buyurur: “Allahu Teâlâ şöyle buyurdu; ey
Adem oğlu, bana dua edip bağışlanma dilediğin müddetçe yaptıklarının hiç
birisine (azlığına çokluğuna) aldırış etmeden seni bağışlarım. Ey Adem oğlu,
senin işlediğin günahlar gökyüzünü dolduracak kadar olsa bile, bana istiğfar
ettiğin sürece se-ni affederim. Ey Adem oğlu, yeryüzü dolusu hatalarla da
gelmiş olsan, eğer bana şirk koşmadan gelirsen ben de yeryüzü dolusu mağfiretle
gelirim.”
Allahu Ekber! Bundan daha büyük bir müjde olur mu? Bundan daha büyük
bir lütuf olabilir mi? Dikkat ediyor musunuz? Ey kulum, senin işlediğin günahlar
gökyüzünü tutacak kadar olsa bile ben onlara aldırış etmem diyor Rabbimiz. Yâni
bir insan bir ömür içinde ne kadar günah işleyebilir? Bir ömre ne kadar günah
sığdırabilir? Bir insandan 60-70 yıllık bir ömre sığdırılabilen bütün günahlar
ne kadar olabilir ki? Mümkün değil ama, en fazla olsa olsa dünya kadar olabilir
değil mi? Ondan daha büyüğü mümkün değil, olamaz zaten. Yâni dünyadaki tüm
içkileri bir tek adam içmiş olsa, dünyadaki tüm zinaları bir tek adam yapmış
olsa, dünyadaki tüm günahları bir tek kişi yapmış olsa, bütün suçları bir tek
kişiye yüklemiş olsak bile, bütün bunlar olsa olsa işte bu dünya kadar
olacaktır değil mi? Rabbimiz buyuruyor ki, bırakın gökyüzünün yanında bir
mikrop kadar bile olmayan dünyayı, gökyüzü dolusu günahla da gelmiş olsan ben
onlara aldırış etmem ve bağışlarım.
Eğer yeryüzü dolusu hatayla gelmiş olsan da bana şirk koşmadan, beni
ortaklı düşünmeden, bana yetki sınırlaması izafe etmeden, benim Mabûd, kendinin
de kul olduğunu bilerek, beni ben olarak tanıyıp, bana yalvarıp, benden ümit
var olarak geldikçe kesinlikle seni bağışlarım. Senden sadır olan günahlar ne
olursa olsun, ne kadar olursa olsun hiç aldırış etmem. Lâkin ben şirki asla
affetmem diyor Rabbimiz. Allah, şirki asla affetmiyor.
Zaten bir kul günaha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günahları.
Allah’a Allah’ın iman eden, Allah’ı Allah olarak, Rab olarak, İlâh olarak,
Rahman ve Rahîm olarak bildiği, tanıdığı, kabul ettiği sürece kulun işleyeceği günahların
hiçbirisi ne kadar da büyük olursa olsun, Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar
büyük olabilecek ki? Yeter ki kul Allah’ı tek Rab ve İlâh bilsin, tüm günahlarını
bağışlar Rabbimiz. Yeter ki Allah’ı tüm günahları affedebilecek güçte ve
kudrette yegâne kapı bilsin.
Ama bir kişi şirke düşünce, Allah’ı güçsüz bilip ortaklı düşününce,
Allah’ı âciz bilip birilerine yetki devrinde bulunmuş kabul edince, yalnız
Allah’ı değil de başka rableri, başka ilahları, başka efendileri de kabul
edince işte o zaman iş değişecektir. O zaman zerre kadar da olsa hiçbir günahı
affedilmeyecektir. Neden? Eh çünkü o kişinin artık günahlarını affedebilecek
büyüklükte, otoritede, güçte, kudrette, hâkimiyette bir tek Allah’ı yoktur.
Onun bölünmüş, parçalanmış, yetkileri elinden alınmış, yeryüzündeki gücünü
kaybetmiş, otoritesini yitirmiş, egemenliğini başkalarına kaptırmış,
yardımcıları olan âciz bir Allah’ı vardır. Böyle güçsüz bir Allah onun günahlarını
nasıl affedebilsin de?
Müşrik işte böyle bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun
yapmasını bilmez, kanunu yerdekiler yapmalıdır. Onun inandığı Allah kulları
için hayat programı belirleme konusunda âcizdir, yerde birileri yapmalıdır
hayat programını. Onun inandığı Allah hukuktan anlamaz, hukukçular
belirlemelidir hukuku. Onun inandığı Allah eği-tim konusunda âcizdir,
beceriksiz ve bilgisizdir, yerdeki eğitim uzman-larına ihtiyaç vardır bu
konuda. Onun inandığı Allah kılık kıyafet konusunda cahil olduğu için
yerdekilere devretmiştir bu konuyu. Yeme içme konusunda, kazanma harcama
konusunda, düğün dernek ko-nusunda, evlenme boşanma konusunda, haram helâl
belirleme konu-sunda hasılı tüm hayat konusunda yetki ve otorite sahibi
değildir O Allah. Tüm bu konuları ya kendisi, ya çevresi, ya yönetmelikler, ya
ya-salar, ya moda, ya âdetler düzenlemelidir. Bu konular Allah’a
sorulmamalıdır. Çünkü güçsüz, âciz, yetkilerini başkalarına devretmiş bir
Allah’tır O.
Şimdi böyle müşrikçe Allah’a inanan, inandığı Allah’ı hayatına
karıştırmayan, inandığı Allah’ın yeryüzünde pek çok ortağı olduğunu düşünen bir
adamı nasıl bağışlasın da Allah? Gücü yok, kuvveti yok, yetkisi yok, bilgisi
yok, yok, yok. Kendisi fakir bir dede, nerede kaldı başkalarına himmet ede? Nasıl
affetsin de bu kadar büyük günahları? Ama Allah’ı kitabında tanıttığı gibi
mutlak güç ve kudret sahibi, hayata karışmaya, hayata program yapmaya, kulluk
edilip sözü dinlenmeye tek yetkili Rab ve İlâh kabul eden kişinin Allah’ı
elbette gökyüzü dolusu, yeryüzü dolusu günahları da affetmeye muktedirdir.
Öyleyse hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesemez. Çünkü Allah bu
kadar merhametlidir. Kullarına sonsuz merhamet sahibi olan Allah, elbette
küfürden, şirkten, isyandan, günahlardan vazgeçip kendisine kulluğa yönelenleri
elbette bağışlayacak, günahlarını silecek, kusurlarını örtecek, onlara karşı
tüm tevbe kapılarını açıverecektir. Ama elverir ki kulları bu tevbe kapıları
kapanmadan O’na yönelsinler. İş işten geçmeden tevbelerini, dönüşlerini
gerçekleştirsinler. İşte bunun için de şunlar yapılmalıdır: 54.
“Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O’na teslim olun; sonra yardım
görmezsiniz.”
Rabbinize inâbe edin. İnâbe,
dönmek, yönelmek, sürekli yüz çevirmek, gönülden bağlanmak anlamlarına gelir.
Samimiyetle yönünüzü, yüzünüzü, içinizi, dışınızı, varlığınızı Allah’a
döndürün. Tüm ha-yatınızla, gecenizle, gündüzünüzle, işinizle, eşinizle,
aşınızla Allah’a teslim olun. Her şeyinizle Allah’a teslimiyet gösterin. Her
şeyinizi O’na teslim edin. Zaten her şeyiniz O’nundur. O’na teslim olduğunuz
an, bilesiniz ki selâmete ereceksiniz. İradenizi, gözünüzü, kulağınızı,
aklınızı, fikrinizi, kalbinizi, bedeninizi, gücünüzü, kuvvetinizi, malınızı,
mülkünüzü, gecenizi, gündüzünüzü, zamanınızı, imkânınızı, karınızı, kızınızı,
her şeyinizi size azap gelmeden önce, her şeyinizi zorunlu olarak teslim etme
günü gelmeden önce bugün O’nun emrine teslim ediniz.
Eğer bugün bu teslimiyeti gerçekleştirebilirseniz yardım görürsünüz.
Değilse bu teslimiyeti gösterenlerin dışında hiç kimseye Rab-bimizin yardım
vaadi yoktur. Bu dünyada, fırsat elindeyken her şeyiyle Rabbine teslim olan
kişi, her şeyini Rabbine teslim eden kişi Allah’ın nusretine lâyık olur.
Allah’ın nusretine ehil olan kimse de her konuda zafere ulaşacak, başarıya ulaşacak
demektir. Aksini yapanlar da hem bu dünyada, hem de âhirette Allah’ın desteğini
kaybedecektir (Besâiru’l Kur’an, Zümer sûresi, 53-54. âyetlerin tefsiri).
Hayreddin Karaman, M. Çağrıcı, İ. K. Dönmez, Sadreddin Gümüş diyorlar
ki:
53. "Haddi aşmak"tan
maksat, günahlara dalarak Allah'ın hükümlerini çiğnemektir. "Kendi
aleyhjerine olarak" diye çevirdiğimiz "ala enfüsihim" deyimiyle,
günah işleyen kişinin, her şeyden önce kendi ruhunu ve hayatını kirletmiş,
kendisine zarar vermiş olacağına dikkat çekilmektedir. Bu âyet,
Allah'ın rahmet ve affının asla ümitsizliğe izin vermeyecek derecede geniş
olduğunu en açık bir şekilde ortaya koyan ilâhî müjde olarak değerlendirilir.
Allah'ın iradesini sınırlayacak hiçbir güç bulunmadığı için O'nun bağışlama
yetkisine belli şartlarla sahip olduğu gibi bir görüş de iteri sürülemez.
Bununla birlikte âyetin "Allah bütün günahları bağışlar"
mealindeki bölümünü, O'nun bir taahhüdü olarak anlayıp, inanan inanmayan, tövbe
eden etmeyen, kendisine yönelen yönelmeyen herkesi bağışlayacağını düşünmek,
kaçınılmaz olarak dinî ve ahlakî gevşekliğe hatta anarşiye yol açar. Öte yandan
kural olarak Kur'an'ın bir âyetini bütününden kopararak tek başına
değerlendirmek ciddi yanlışlar doğurabilir. Nitekim bu âyette "Allah bütün
günahları bağışlar" buyurulurken, Nisa sûresinin 48 ve 116. âyetlerinde
aynı İfadelerle "Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan
başkasını dilediği kimse hakkında bağışlar" buyurmuştur. Görüldüğü üzere
burada Allah'a ortak koşanların bağışlanmayacağı açıkça belirtildiği gibi
bunların dışında kalanları bağışlaması da mutlak olarak ifade edilmeyip
Allah'ın dilemesi şartına bağlanmıştır. Yanlış anlama ihtimalini önlemek
düşüncesiyle konumuz olan âyetin mealinde bu şartı (dilerse) şeklinde göstermeyi
yararlı gördük. Esasen bir sonraki âyet de Allah'ın affına layık olabilmek için
her şeyden önce O'na yönelip teslim olmak gerektiğine işaret etmektedir.
Bununla birlikte Ehl-i sünnet âlimleri, affın tövbe şartına bağlı olmadığını
belirtmişler; bu şartı ileri sürenler keyfi olarak âyetin kapsamını
daralttıklarını savunmuşlardır.
54-55. Allah'ın yardımını kazanarak affına ve rahmetine
nail olmanın, böylece ebedî kurtuluşa ermenin temel şartı, Allah'a yönelip
teslim olmak yani O'na gerektiği şekilde iman edip hükümlerine boyun eğmektir.
Her ne kadar Ehl-i sünnet âlimleri, 53. âyette belirtilen İlâhî af ve
mağfiretin tövbe etme şartına bağlı olmadığını belİrtmişlerse de buradaki
"Allah'a yönelme ve O'na teslim olma" buy ruğunun anlam olarak tövbeden
farkı yoktur. Zira tövbe de sonuç itibariyle kulun günahlarından pişmanlık
duyup vazgeçerek Allah'a yönelip teslim olmaya karar vermesi ve bu kararını
eyleme dönüştürmesidir. 55. âyetteki "Rabbinİzden size indirilen en güzel
hükümlere uyun" buyruğu da bunu göstermektedir.
Müfessirlerin ağırlıklı görüşlerine göre bu âyetteki "azap"la
dünyevî ceza, yani müşriklerin müslümanlar karşısındaki yenilgileri
kastedilmiştir; "indiri-len"den maksat İse Kur'an-u Kerîm'dir. Bu
kelimenin geçtiği cümleyi, "Rabbinİzden size indirilenin en güzeline
uyun" diye çevirmek mümkünse de bu çeviri, Kur'an'rn bir bölümünün
diğerinden daha güzel olduğu yönünde bir anlamaya yol açacağından isabetli
görülmemiştir. Bu durumda âyetteki "ahsen" kelimesini, "daha
güzel olan" değil, Kur'an'm bütün hükümlerini kapsamak üzere kusursuz
güzel olan" şeklinde anlamak gerekmektedir. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve
Tefsir, Zümer sûresi 53-55. âyetlerin tefsiri)
Kurtubî diyor ki:
“De ki:
"Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Muhakkak O, çok çok
mağfiret edendir, rahmet edendir. Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün ve
O'na teslim olun. Sonra size yardım olunmaz.”
(39/Zümer,
53-54)
Âyetin nüzûl sebebi:
en-Nehhas dedi ki: Bu hususta gelmiş en
değerli rivayetlerden birisi de Muhammed b. İshak'ın Nafî'den, onun İbn
Ömer'den, onun Ömer'den şöyle dediğine dair yaptığı şu rivayettir: Biz hicret
etmek üzere karar verince, ben ile Hişam b. el-As b. Vail es-Sehmî ile Ayyaş b.
Ebi Rabia b. Utbe ile sözleştim ve buluşma yerimiz Ğıfaroğulları suyu olsun,
dedik. Ayrıca şunu da söyledik: Bizden geciken olursa, onun alıkonulmuş
olduğunu bileceğiz, diğerleri yollarına devam etsin. Sabah ben ile Ayyaş b.
Utbe buluştuk, Hişam ise yanımıza gelemedi. Onun fitneye (azab ve işkenceye)
maruz kaldığını öğrendik. O da bu fitneye boyun eğdi. Medine'de iken şöyle
diyorduk: Bunlar aziz ve celil olan Allah'ı tanıdılar, Rasûlü (salat ve selam
ona)ne iman ettiler. Sonra da başlarına gelen bir bela dolayısıyla fitneye
düştüler (dinlerinden döndüler). Onların tevbelerinin kabul edilebileceği
görüşünde değiliz. Kendileri de kendi kendilerine böyle diyorlardı. Fakat yüce
Allah Kitabında: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" buyruğundan "...büyüklük
taslayanlara cehennemde yer mi yok?" buyruğuna kadar olan bölümleri
indirdi. Ömer dedi ki: Ben bunları kendi ellerimle yazdıktan sonra Hişam'a
gönderdim. Hişam dedi ki: Âyetler bana ulaşınca, onları alıp Zu Tuva'ya çıktım
ve şöyle dedim: Allah'ım, Sen bu buyrukları anlamamı sağla. Anladım ki bu
buyruklar bizim hakkımızda inmiştir. Sonra geri döndüm, deveme bindim,
Rasûlullah (s.a.s.)'a kavuştum.
Said b. Cübeyr'den de İbn Abbas'tan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Müşriklerden bir topluluk çokça kişi öldürmüş,
çokça zina etmişlerdi. Peygamber (s.a.s.)'a ya şöyle dediler, yahutta ona
şöylece haber gönderdiler: Senin kendisine davet ettiğin şey, hiç şüphesiz
güzel bir şeydir. Tevbe edersek, tevbemiz kabul olur mu dersin? Bunun üzerine
aziz ve celil olan şu: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden
kullarım..." âyetini indirdi. Bunu Buhârî bu manada rivayet etmiştir.
Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu
âyet-i kerime Mekkeliler hakkında inmiştir. Onlar şöyle demişlerdi: Muhammed
putlara tapan, Allah'ın haram kıldığı canı öldüren kimsenin günahının
bağışlanmayacağını söylüyor. Peki nasıl hicret edelim? Nasıl müslüman olalım?
Biz hem Allah ile birlikte başka ilâha ibâdet ettik, hem Allah'ın haram kıldığı
canı öldürdük. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Bir başka açıklamaya göre bu âyet-i kerime
ibâdet hususunda kendi aleyhlerine aşırıya gitmiş ve cahiliye döneminde işlemiş
oldukları birtakım günahlar dolayısıyla bu ibâdetlerinin kabul olunmayacağından
korkmuş birtakım müslümanlar hakkında inmiştir.
Yine İbn Abbas ve Ata şöyle demiştir: Âyet-i
kerime Hamza (r.a)'ın katili Vahşi hakkında inmiştir. Çünkü Allah'ın onun
müslüman olmasını kabul etmeyeceğini zannetmişti. İbn Cüreyc'in Ata'dan, onun
İbn Abbas'tan rivayetine göre ise İbn Abbas şöyle demiştir: Vahşi Peygamber
(s.a.s.)'a gelerek: Ey Muhammed, ben sana himaye istiyerek geldim. Allah'ın
kelamını dinleyinceye kadar beni himayene al, dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu: "Ben seni himayesiz olarak görmek isterdim. Fakat madem benden
himaye isteyerek geldin, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar seni himayeme
alıyorum" dedi. Vahşi dedi ki: Ben Allah'a ortak koştum, Allah'ın haram
kıldığı canı öldürdüm, zina ettim. Allah benim tevbemi kabul eder mi?
Rasûlullah (s.a.s.); "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâha
ibâdet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı
nefsi de öldürmezler, zina da etmezler" (25/Furkan, 68) âyet-i
kerimesi sonuna kadar nazil oluncaya kadar sustu. Sonra bu âyeti Vahşi'ye
okudu. Vahşi ben burada bir şart koşul-duğunu görüyorum, belki ben sâlih bir
amel işlemeyeceğim, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar ben senin himayende
kalmaya devam ediyorum. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi: "Doğrusu
Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine
bağışlar" (4/Nisâ, 48 ve 116) âyeti indi. Onu çağırttırdı ve ona bu
âyeti okudu. Bu sefer şöyle dedi: Belki ben mağfiret etmeyi dilemeyeceği
kimselerdenim. Onun için Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar senin himayende
kalıyorum, dedi. Bu sefer: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" âyeti nazil oldu. Bunun üzerine: Evet
şimdi oldu, ayrıca herhangi bir şart koşulduğunu görmüyorum, dedi, sonra da
müslüman oldu.
Hammad b. Seleme, Sabit'ten, o Şehr b.
Havşeb'den, o Esma'dan rivayet ettiğine göre Esma Peygamber (s.a.s.)'i: "De
ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder" ve bunlara
aldırış etmez "Muhakkak o çok çok mağfiret edendir, rahmet
edendir" buyruğunu ("ve aldırış etmez'" ilavesiyle
birlikte) okurken dinledim. İbn Mesud'un Mushafında ise "Allah dilediği
kimseler için bütün günahları mağfiret eder" şeklindedir.
Ebu Cafer en-Nehhas dedi ki: Bu iki okuyuş da
(Esma'nın naklettiği okuyuş ile Abdullah b. Mesud'un mushafındaki okuyuş)
tefsiri açıklamaya göredir. Yani Allah dilediğinin günahını bağışlar. Yüce
Allah da kime bağışlamayı dileyeceğini bilmiştir. Bu ise tevbe eden veya küçük
günah işlemekle birlikte büyük günahı bulunmayan kimsedir. Bununla tevbe eden
kimseyi kastettiği de daha sonra gelen: "Size azab gelmezden önce
Rabbinize dönün" buyruğu göstermektedir. O halde tevbe eden kimseye bütün
günahları bağışlanacaktır. Buna da yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben tevbe
eden... kimseye de çok çok mağfiret ediciyim" (20TâHâ, 82) buyruğu delâlet
etmektedir. Bunda açıklanamayacak bir taraf yoktur.
Ali b. Ebi Talib dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de
şu: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyin." buyruğundan daha geniş bir âyet-i kerime
yoktur. Abdullah b. Ömer de dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de en çok ümit verici
âyet-ı kerime bu âyet-i kerimedir. İbn Abbas ise onların bu sözlerine cevab vererek
şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de en ümit verici âyet-i kerime Yüce
Allah'ın: "Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine de mağfiret
edendir" (13/Ra’d, 6) âyetidir.
"Size" dünya hayatında "azab gelmezden
önce Rabbinize dönün" itaat ile O'na yönelin. Yüce Allah şirkten tevbe
eden kimselere mağfiret edeceğini açıkladıktan sonra tevbe etmeyi ve kendisine
dönmeyi emretmektedir. İnâbe" ihlâs ile yüce Allah'a dönmek demektir.
"Ve O'na teslim olun" kaide boyun eğin, emirlerine uyun. "Sonra
size yardım olunmaz." Yani Onun azâbından kimse sizi kurtaramaz.
Câbir (r.a.)'ın rivayet ettiği hadise göre
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah'ın kişinin
itaatte ömrünü uzatması ve ona dönüşü nasip etmesi mutluluktandır. Kişinin
amelde bulunup amelini beğenmesi ise bedbahtlıktandır.'"
Ebu Sâlih dedi ki: İsrailoğullanndan arif bir
kişi vardı. O bir yazı gördü: Kişi uzun bir süre Allah'a itaat ile amel etmekle
birlikte onun ameli cehennemliklerin amelleri ile mühürlenir. Bu sebebten
cehenneme girer ve bir adam da uzun bir süre Allah'a masiyet olan şeyleri
işler, sonra ameli cennet ehlinden birisinin ameli ile mühürlenir, o da
cennete girer. Bunun üzerine adam: O halde ben ne diye kendimi yoruyorum deyip
yaptığı amellerini bıraktı, fa-sıklığa ve masiyete koyuldu. İblis ona dedi ki:
Senin uzun bir ömrün var. Dünyadan faydalan, sonra tevbe edersin. Fâsıklığa
koyuldu, malını hayasızlıklara harcayıp tüketti. En lezzetli anında ölüm
meleği ona gelince bu sefer: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı
vay benim halime! Ömrüm şeytana itaatle geçti" dedi ve pişmanlığın fayda
vermeyeceği bir zamanda pişman oldu İşte Yüce Allah bu kimseye dair haberi
Kur'ân-ı Kerîm'de indirdi (39/Zümer, 54. âyet).
Katâde de şöyle demiştir: Bunlar çeşitli gruplardır.
Onlardan bir kesim: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim
halime" demiş, bir diğer kesim: "Eğer Allah bana hidayet etse idi,
elbette takvalılardan olurdum" demiş, bir öteki kesim: "Eğer benim
için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edicilerden olurdum" demiş
olacaktır. Yüce Allah da onların hepsinin bu söylediklerini reddetmek üzere
şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, sana
âyetlerim gerçekten gelmiş idi." ez-Zeccac dedi ki: Buradaki:
"Hayır" olumsuz bir sorunun cevabıdır. Halbuki ifadede olumsuz lafzı
yoktur. Şu kadar var ki; "Eğer Allah bana hidayet etse idi" buyruğu
Allah bana hidayet vermedi, anlamındadır. Sanki bu sözü söyleyen kimse: Bana
hidayet verilmedi, demiş gibidir. Bunun üzerine ona: Hayır, sana hidayet yolu
açıkça gösterilmiştir. Sen eğer iman etmek isteseydin, iman etmek imkânını
bulurdun.
"Âyetlerim"den kasıt, Kur'ân-ı
Kerîm'dir. "Âyetler" ile mucizelerin kastedildiği de söylenmiştir.
Yani delil senin için açıklık kazanmış, fakat sen onu inkâr edip yalanlamıştın.
"Büyüklenmiş" yani imana karşı büyüklük taslamış "ve kâfirlerden
olmuş idin." (El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Zümer sûresi, 53-54. âyetlerin
tefsiri)
Fahreddin Râzî diyor ki:
“Allah'ın Rahmetinden Ümit
Kesmeyin.”
Ye'sin Niçin Küfür Olduğunun
İzahı: Daha
sonra "Zira hakikat şudur ki, kâfirle: güruhundan başkası, Allah 'm
rahmetinden ümid kesmez" demiştir. İbn Abbas (r.a.) "Mü'min, her
halükârda Allah'dan olan bir hayır ümidi içindedir; zira mü'min br sıkıntıya
düştüğünde Allah'ı görüp gözetir; bolluk zamanında da, O'na hamdeder. Bil ki
Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insan, âlemin ilâhının kâmil olar
şeylere kadir olmadığına veya, bütün malumatı bilmediğine veyahut da, onun
cömert değil de cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç
şeyden her biri o insanın küfrünü gerektirir. Binâenaleyh, ümitsizlik, bu üç
şeyden birisi meydana geldiğinde tahakkuk edince -ki bunlardan her biri, bir
küfürdür-, o zaman Allah'ır rahmetinden ümit kesmenin, ancak kâfir kimseler
için söz konusu olabileceği sabi: olmuş olur. Allah, en iyi bilendir (Yusuf,
87. âyetin tefsiri).
Yine Fahreddin Râzî diyor ki:
“De ki: "Ey kendi aleyhlerine olarak haddi aşan
kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahtan
bağışlar. Şüphesiz o, çok affedicidir. Çok merhametlidir.” (Zümer, 53).
Bil ki Allah Teâlâ, kâfirlerle ilgili tehdidler hususunda, genişçe
bilgi verince, kullan hakkındaki rahmetinin, fazlının ve ihsanının mükemmel
olduğunu da bunun peşi sıra haber vermiştir.
Büyük Günahların Affı: Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Allah Teâlâ'nın, büyük
günahları atfedebileceğine dair, bu
ayeti delil getirerek
şöyle emişlerdir: "Biz, bu kitapta, Kur'ân'ın örfünün,
"kullarım" fadesinin,
mü'minler için olacak şekilde
kullandığını nlatmıştık. Nitekim Hak Teâlâ, "Rahman'm yeryüzünde mütevazı
olarak yürüyen kulları..." (25/Furkan, 63) ve "Allah'ın kullarının
içeceği göze..."(İnsan, 6) buyurmuştur. Bir de "kullarım" lafzı,
ta'zim (saygı ve değeri) gösterme sadedinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bunun,
sadece mü'minler hakkında kullanılmış olması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit
olunca, bu ayetteki, "Ey kullarım" lafzının, mü'minler hakkında
kullanıldığı anlaşılır. Bir de mü'min, kendisinin Allah'ın abdi (kulu) olduğunu
itiraf eden kimsedir. Müşrikler ise, kendilerini Abdullât, Abduluzzâ ve
Abdulmeslh diye adlandırmışlardır. Böylece "ey kullarım" ifadesinin
ancak mü'minlere uygun düştüğü sâbit olur.
Bu da sâbit olunca diyoruz ki: Allah Teâlâ, "Kendilerine karşı
İsraf eden, haddi aşan kullarım..." buyurmuştur. Bu ise, bütün israf
edenleri içine alan genel bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, "Çünkü
Allah bütün günahları bağışlar" buyurmuştur ki bu, O'nun, mü'minterden
sâdır olan günahların hepsini bağışlayıcı olmasını gerektirir. Bizim anlatmak
istediğimiz de budur.
Eğer sorulacak olursa ki: "Bu ayeti zahirî manasına almak mümkün
değildir. Aksi halde, günahların bağışlanmış olduğuna kesin hükmetmek gerekir.
Siz (ehl-i sünnet) ise, böyle demiyorsunuz. Dolayısıyla, bu ayetin manası,
sizin söylediğiniz şey değildir. Sizin söylediğinize ise bu ayet delâlet
etmemektedir. Binaenaleyh yaptığınız istidlal düşer. Bir de Allah Teâlâ, bunun
peşisıra, "Size azab gelip çatmazdan önce Rabbinize dönün, O'na teslim
olun ... farkında olmaksızın, ansızın (başınıza) azap gelmezden önce..."
buyurmuştur. Eğer ayetin evvelinden, Allah Teâlâ'nın bütün günahtan kesinkes
bağışlayacağı kastedilmiş olsaydı, bunun peşinden tevbeyi emretmez ve onları,
anlamadıkları ve beklemedikleri bir yönden kendilerine gelecek bir azabla
korkulmazdı. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Her nefsin, "Allah yanında
işlediğim taksirattan dolayı vay yazıklar olsun bana..." diyeceği
gün" buyurmuştur. Eğer bütün günahlar affedilmiş olsaydı, insanın böyle demesine
gerek kalmazdı. Ayrıca eğer, anlatılmak istenen şey, ayetin lafzının zahirinin
delâlet ettiği şey olsaydı, o zaman bu, adetâ günahları işlemeye bir teşvik ve
günah yapmaya bir salıverme gibi olurdu ki böyle birşey Allah'ın hikmetine
uygun düşmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o zaman ayetten "Günahkârın
ilâhi azabtan kesinlikle kurtulamayacağı" zannına kapılmasının caiz
olmayacağına dikkat çekmek olduğunu söylemek gerekir. Çünkü böyle inanan kimse,
Allah'ın rahmetinden ümit kesmiş olur. Zira her günahkâr ve asî, ne zaman tevbe
etse, cezası silinip, mağfiret ve rahmet ehlinden olur. Dolayısıyla ayetteki,
"Allah bütün günahlan bağışlar" ifadesi, "Tevbe etmek ve O'na
yönelmek şartıyla Allah günahları bağışlar" manasında olmuş olur."
Evet böyle bir suale karşı şöyle cevap verilir:
Karşı tarafın (Mu'tezlle'nin) "Ayet bütün günahların kesinkes
affını gerektirir. Siz ise bunu söylemiyorsunuz" şeklindeki sözüne
gelince, biz diyoruz ki, "Aksine biz bunu söylüyor ve benimsiyoruz. Çünkü
yağfiru "affeder" fiili muzâri olup, muzârî gelecek zaman için
kullanılır. Bize göre Allah, "LA İlahe illallah,
Muhammedü'n-Rasûlüllah" diyen herkesi, cehennemden çıkaracaktır. Böyle
olması halinde büyük günah sahibi de, İster cehennem ateşine girmeden önce,
ister girdikten sonra olsun, kesinlikle neticede affedilecektir. Böylece ayetin
zahirinin delâlet ettiği mananın, bizim inancımızın tâ kendisi olduğu sabit
olur.
Yine karşı tarafın, "Günahların tamamının bağışlanması durumunda,
Allah Teâlâ tevbeyi emretmezdi" şeklindeki sözüne de şöyle cevap
verebiliriz: Bize göre, insanın her zaman tevbesi vâcibtir (gereklidir). Çünkü İlâhî
ceza, her zaman için söz konusudur. Çünkü ilâhî cezanın hiç olmadığını
söylemiyoruz. Aksine Cenâb-ı Hak kayıtsız şartsız da affedebilir, bir müddet cehennemde
azab ettikten sonra da affedebilir, diyoruz. İşte aynı yol ite, onların diğer
sorularına da cevap verilebilir. Allah en iyi bilendir.
Af Delilleri: Bil ki bu ayet, İlâhî
rahmetin olacağına, şu bakımlardan delâlet eder:
1) Allah Teâlâ günahkârı "kulum"
diye adlandırmıştır. Kulluk ise, kişinin ihtiyaç içinde olduğunu, zillete
düştüğünü anlatır. Rahim ve Kerîm'e uygun düşen ise, miskin ve muhtaç kuluna,
hayır ve rahmetini bol bol vermesidir.
2) Allah Teâlâ, mütekellim ya'sı ile onları
kendisine nisbet ederek, "Ey kendi aleyhlerine olarak israf eden kullarım
" buyurmuştur. Allah'a nisbet edilme şeref ve bahtiyarlığı, İlâhî azabtan
emin olmayı ifade eder.
3) Cenâb-ı Hak, "Kendi aleyhlerine
olarak israf edenler..." buyurmuştur. Bu, "O günahların zararı bana
değil onlaradır. Dolayısıyla, günahlardan Ötürü zararın onlara yönelik olması
onlara yeter. Öyleyse, bu kullara, ayrıca bir zararın verilmesine gerek
yok" demektir.
4)
Allah Teâlâ, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin" buyurarak,
kullarını, ümidsizliğe düşmekten nehyetmiştir. Binâenaleyh bu, adetâ bir ümid
ve keremi (ikramı) bekleme hususunda bir emir olur. Ümidi ve keremi beklemeyi
emrettiğinde Kirîm'e uygun düşen ancak keremdir.
5)
Allah Teâlâ önce, "Ey kullarım..." demiştir. Binâenaleyh buna
uygun olan O'nun, "Rahmetimden ümid kesmeyiniz" demesi idi. Ama o,
böyle değil de, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz" buyurmuştur.
Çünkü bizim "Allah" dememiz, Allah'ın en büyük ve yüce ismidir.
Dolayısıyla, böylesi yüce bir isme nisbet (izafe) edilen rahmetin de, rahmet ve
lütuf çeşidlerinin en büyüğü olması gerekir.
6) Cenâb-ı Hakk, "Allah'ın rahmetinden
ümid kesmeyiniz" buyurunca, gerekli olan, bunun peşisıra, "Çünkü O,
bütün günahları bağışlar" demesi idi. Ama O, böyle değil de,
"Allah" ismini tekrarlayarak, en büyük te'kidi ifâde eden ö[ edatını
eklemiştir. Bütün bunlar, Rahman'ın vaadindeki mükemmelliğe delâlet eder.
7)
Eğer Cenâb-ı Hak, "O, günahları bağışlar" demiş olsaydı,
maksad yine anlatılmış olurdu. Ama O, buna te'kid ifade eden,
"cemî'an" lafzını da eklemiştir. Bu da, rahmeti te'kid eden bir diğer
husustur.
8) Allah, kendisini gafur diye tavsif
etmiştir. Gafur lafzı İse, bu mağfiret hususunda çok ileri dereceyi ifade eder.
9) Cenâb-ı Allah, Kendisini "Rahîm"
diye tavsif etmiştir. Rahmet ise, mağfirete ilave bir mana ifade eder.
Dolayısıyla, "O, gafurdur" ayeti, İlâhî cezayı gerektiren suç ve
günahları sileceğine; "rahîmdir" ifadesi de, rahmeti ve mükâfaatı
gerektiren şeyleri varedeceğine ve vereceğine bir işarettir.
10) Hak Teâlâ'nın yani, "Gafur ve rahîm olan ancak O'dur
O" sözü, hasr (sadece) manası ifade edip, "Ondan başka gafur ve rahîm
yoktur" demektir. Bu, Allah'ın alabildiğine gufran ve rahmet sahibi
olduğunu gösterir.
Binâenaleyh işte bu on husus, ayette mevcuttur ve herbiri de Allah'ın rahmet ve
mağfiretinin mükemmelliğini göstermektedir. Allah'dan, bunları elde etmemizi ve
fazl-u rahmeti sayesinde cezasından kurtulmamızı temenni ediyoruz.
Cenâb-ı Hak sonra, "Rabbinize dönün..." buyurmuştur. Keşşaf
sahibi, "Bu, "O'na yönelin, O'na teslim olun, yani amellerinizi sırf
O'nun için yapın" demektir. Hak Teâlâ, bir, bu işin tevbesiz olacağını hiç
kimsenin ummaması, bir de tevbenin, mağfiret için ayrılmaz bir şart olduğuna
delâlet etsin diye, mağfiretin peşisıra, inâbeyi, yani Allah'a dönmeyi
zikretmiştir" der. Ama ben diyorum ki bu söz gerçekten tutarsızdır. Çünkü
bize (ehl-i sünnete) göre, günahlardan tevbe etmek gereklidir. Dolayısıyla
tevbenin emredilmesi, İlâhî mağfiret vaadini zedeleyecek birşey değildir.
Eğer Mu'tezile "Şayet mağfiret va'di kesinkes bulunsaydı, insanın
tevbesine hiç gerek yoktu. Çünkü tevbe ancak, İlâhî cezayı kaldırmak İçin
yapılır. Dolayısıyla, Hak Teâlâ'mn kişiyi affetmesiyle, İlâhî ceza kalkınca,
artık kişinin tevbesine gerek kalmamış olur" derlerse, biz deriz ki: Bu da
tutarsızdır. Çünkü bize göre, her nekadar Cenâb-ı Hak, günahları kesinkes
affedecek ve mağfiret edecek ise de, bu af ve bağışlama, şu iki şekilde, yani
bazan doğrudan, bazan da bir müddet cehennemde azab edip, sonra cehennemden
çıkarıp onu affetmesi şeklinde olur. Binâenaleyh tevbenin gayesi, bu İlâhî
cezayı kaldırmaktır. Böylece Keşşaf sahibinin dediği şeyin tutarsız ve manasız
olduğu anlaşılır. (Mefâtuhu’l Gayb –Tefsîru’l Kebir-, Zümer sûresi, 53-54.
âyetlerin tefsiri)
İzzet Derveze diyor ki:
Bir: Peygamber'e (s), Allah'ın kullarına, kendilerine karşı aşın
gidenlerin bu nedenle tevbe kapısının kapandığını zannetmemelerini ne olursa
olsun Allah'ın rahmetinden umut kesmemelerini haykırması emredilir. Allah,
günah ne kadar büyük olsa da bağışlar. Çünkü günah sahibi tevbe ederek, O'na
boyun eğmeye karar verdiğinde, Allah'ı çok bağışlayan ve çok rahmet edici bir
sıfatla bulur. Onları Allah çabucak dönmeye, boyun eğmeye, nefislerini O’na
teslim etmeye teşvik etmesini ister. Vakit geniş iken, yardımcısı, kurtuluşu,
dönüşü olmayan Allah'ın azâbı gelmeden bunu yapmalıdırlar. Allah'ın indirdiği
hayır; hak ve hidayet davasından en güzeline tabi olmaya çağırır. Gelişini
hissetmeyecekleri, ânî bir azapla yakalanmadan önce vahye tâbi olmalıdırlar.
İki: Allah'a dönüş ve tevbe için verilen fırsatı kaçırmamaları
konusunda günahkârlar uyarılmaktadır. Alaycı, hakir görücü tutumlarından,
günahlarından dolayı pişman olmaları; günahlarının sorumluluğundan, keşke
Allah bize hidayet elseydi de, biz de muttakîlerden olurduk, sözleriyle
kaçınmaları istenmektedir. Bu istek, ihsan edenlerden olmak için ikinci defa
tekrar dünyaya geri dönmelerini temenni etmemeleri içindir. Bundan sonra bunun
abes olacağı onlara haykınlacaktır. Size Allah'ın ayeti ve davası gelmişti de,
siz onu yalanladınız, büyüklendiniz ve kâfirlerden oldunuz.
Buradaki ayetler, birbirinden ayrılmayan birbirine bağlı bir tek
silsileyi temsil etmekledir. Bu da bütünüyle, Allah'a tevbe etmeye, İslam
davetini kabul etmeye teşvik etmektedir. Geniş bir zaman dilimi varken, yavaş
ve ihmal ederek fırsatı kaçırmaktan sakındırmaktadır. O, genel bir
yönlendirmeyi içermekledir. Kâfirlere olan yönlendirme daha kuvvetlidir. Son
ayetin buna kesin delaleti örnek vcriİebilir.
Ayetlerin ruhu ve içeriği topludur. Bazı müfessirlerin sahabenin
Rasulullah'dan rivayel olarak söyledikleri bizi hayrette bırakıyor: İlk ayet,
Kur'an'da en çok umut veren ayetlerdendir. Onu mutlak kılarak, günahların
affedilmesini tevbe şartına bağlamak da görünenin zittidır. Çünkü ayet şöyle
diyor "Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar".
Ondan sonra gelen ayet ise, Allah'a çabucak dönmeye, indirdiğinin en
güzeline tabi olmaya leşvik eder. Pişmanlık ve sızlanmaya götüren ihmal ve
yavaş hareket etmekten sakındırır. Bunlara rağmen, Allah'ın, tevbe etmeden,
pişmanlık duymadan, günahları telafi edecek sâlih amel ve İslah olmadan bütün
günah ve suçlan bağışladığını söylemek ifrattır. Bu Kur'an ayetleri ile de
uyum sağlamaz. Korkutma, müjdeleme, va'ad etme, tehdid etme, kötüyü çirkin
görme, güzeli iyi bulma, insanları yaptıkları amellere karşı mükafatlandırma
ile ilgili sayılamayacak kadar ayetler vardır.
Bu ayetler Furkan sûresinin tefsirinde açıkladığımız Kur'an'ın tevbe
prensibi ile daima uyumluluk sağlayan beliğ bir telkini içermektedir. Bu
telkin ve prensiplere göre hatalarını telafi etmeyen, küfür ya da küfür
olmayan değişik günahlarından dönmeyen, dinini ve dünyasını nefsinin ıslahında
bulmayan herhangi bir varlığa sevgi beslememeli-dir. Onlardan niyetlerini
düzeltenler, vicdanlarını uyandıranlar için ise tevbe kapısı açık
bırakılmaktadır. Eğer düşünür, pişman olunur, Allah'a yönclinir, O'ndan
indirilene güzelce tâbi olunur, geniş vakitlerde, sıhhat ve hayatta iken bu
yapılırsa, tevbe kapılan sonsuza kadar açıktır.
Ayetler hakkında zikredilmeye değer başka bir nokta da; insanın kazanç
ve seçim ehliyetine sahip olduğunu, hidayet ile dalalet arasında seçim ve
kazancından sorumlu olduğunu kesin ve muhkem bir tarzda ifadelendirmcsidir. Bu
konuda 57. ayet kuvvetli bir uyarıdır: "Keşke beni Allah hidayete
erdirseydi de müttakilerden olsaydım" sözü kınanır. Ondan sonra gelen
ayet bu yaklaşıma cevap verir. Allah Rasulüne indirdiği ayetlerle hidayel
yolunun gösterildiği belirtilir. Fakat kişi, bunu yalanlayıp büyüklenirse. Allah'ın
azâbını hakeden kâfirleden olur. (Et-Tefsîru’l Hadis, Zümer sûresi, 53 ve
devamındaki âyetlerin tefsiri)
Vehbe Zuhaylî der ki:
Yakup (a.s.) da çocuklarına kardeşlerini aramaları için Mısır'a
gitmelerini teklif edip onlara Allah'ın kendilerini feraha çıkaracağından ve
üzüntülerini gidereceğinden ümitlerini kesmemelerini ve amaçladıkları işte
hiçbir zaman Allah'dan ye'se düşmemelerini tavsiye etti. Zira bilerek Allah'ın
kudret ve rahmetini inkâr eden ve Allah'ın kullan hususundaki hikmetinden
câhil olan kâfirlerden başka hiç kimse Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez. Mü’minler
ise Allah'ın rahmetinden, sıkıntılardan kurtaracağından ve zorlukları
gidereceğinden asla ümitlerini kesmezler. İbn Abbâs (r.a.) şöyle der “Muhakkak
ki mü’minler, Allah'dan devamlı hayır üzeredirler. Sıkıntıdayken rahmetini
umar, ferah içindeyken O'na hamdederler.”
Allah'ın sıkıntıdan feraha çıkaracağından ancak kâfirler ümitlerini keserler.
Bu da göstermektedir ki kâfir, sıkıntı esnasında ümidini keser. Ayrıca
Allah'tan ümit kesmek, büyük günahlardandır. Mü’min ise, devamlı surette Allah
Tealâ'nın kendisini feraha çıkaracağını ümit eder. Râzî şöyle der:
"Bilinmelidir ki kişi, Allah'ın mükemmelliğe gücü yetmediğine, herşeyi
bilmediğine ve cömert olmayıp, cimri olduğuna inanmadığı müddetçe Allah
Tealâ'nın rahmetinden ümidini kesmiş olmaz. Eğer bu üç konudan birinde aksi
şekilde düşünürse bu durum küfrü gerektirir. Eğer ümitsizlik, ancak bu üçünden
birinin tahakkuk etmesiyle gerçekleşebiliyorsa o zaman bunlardan herbiri
küfürdür. Kâfir olandan başkasının Allah'dan ümidini kesmeyeceği
sabittir." (Tefsîru’l Münîr, Yusuf sûresi, 86-87. âyetin tefsiri)
Yine Vehbe Zuhaylî diyor ki:
Günahların
Tevbe Ve İhlasla Yapılan Amel Karşılığında Bağışlanması:
“De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden
kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar.
Çünkü O, Gafurdur, Rahimdir.” (39/Zümer, 53)
"Kullarım." Kul kelimesinin Allah
Tealâ'ya izafe edildiğinde, Kur'an'm kavramsal çerçevesinde sadece mü’minler
kastedilir. "Nefislerine karşı aşırı giden kullarım!" Yani
günah işlemede ifrada veya aşırılığa giderek haddi aşan kullarım.
"Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Allah'ın mağfiretinden ve fazlu
kereminden ümitsizliğe düşmeyin. "Allah bütün günahları
bağışlar." Azap ettikten sonra bile olsa, kendisinden bir affetme
olarak şirk dışında bütün günahları bağışlar. "Allah, kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimseler için
bağışlar." (4/Nisâ, 48). Buradaki "Çünkü O, Gafûr'dur,
Rahîm'dir" cümlesi, mübalağa, hasr ve mağfiretten sonra rahmet ifade
eder. Ne var ki bu, Allah'ın dilemesi ve fazlu keremine bağlıdır. Günahların
mutlak olarak bağışlanması genel bir kanun değildir.
"Rabbinize dönün." O'na yönelin ve tevbe edin.
"O'na teslim olun." Ameli O'na mahsus kılın. "Size azap gelip
çatmadan Rabbinize dönün. Sonra size yardım edilmez." Eğer tevbe
etmezseniz, çarptırılacağınız azaba karşı kimse size yardım etmez. Burada
"Rabbinize dönün" ifadesinin "mağfiref'ten sonra zikredilmesi,
mağfiretin tevbe olmadan da hasıl olabileceği kanaati uyanmasın ve mağfiret
için tevbenin gerekli ve şart olduğuna delâlet etsin diyedir. Evet,
Zemahşerî'nin de belirttiği gibi, mağfiret, tevbe olmadan husule gelmez. Yani
tevbe ve amelde ihlâs olmaksızın hiç kimse için bağışlanma söz konusu değildir.
Bu, genel bir kanundur.
"Allah bana hidayet etseydi" kendisine itaat etmem için
hidayet ve hakkı bulmam için irşat etseydi, ben de hidayete gelir
"korunanlardan" şirk ve masiyetler sebebiyle O'nun azâbına düşmekten
korunanlardan "olurdum." "...güzel hareket edenlerden
olsaydım." Akide ve amel konusunda güzel davranış içinde oları
mü’minlerden olsaydım. "Evet! Sana ayetlerim gelmişti." Yani Kur'an
gelmişti. O Kur'an, hidayet sebebidir. Bu cümle, "Allah bana hidayet
etseydi" diyen kimsenin Allah Tealâ tarafından reddedilişini ifade
etmektedir. Bu kimsenin sözünde olumsuzluk vardır. Yani iddiasına göre Allah
ona hidayet etmemiştir. Yani yukarıdaki ayette geçen "belâ" (evet)
kelimesi, ancak olumsuz sorulara cevap verilirken kullanılan bir kelimedir.
Nüzul Sebebi:
"De ki: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım..."
ayetinin (53. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari ve Müslim, Ebu Davud
ve Nesaî, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Ehl-i
şirkten bir kısım kimseler, başkalarını öldürdüler ve bunu çok yaptılar; zina
ettiler ve bunu da çok yaptılar. Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.)'e gelerek şöyle
dediler: "Şüphesiz senin söylediklerin ve kendisine çağırdığın şey gerçekten
güzel. Peki bize haber verir misin, bizim için tevbe kapısı açık mıdır -veya
yaptığımız kötülüklere karşı bir keffaret var mıdır-? Bunun üzerine "Ve
onlar, Allah ile birlikte başka tanrıya yalvarmazlar... Allah Gafûr'dur,
Rahîm'dir." (Furkân, 26/68-70) ayetleri ile "De ki: "Ey
nefislerine karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."
İmam Ahmed de Rasulullah (s.a.)'ın azatlısı Sevbân (r.a.)'dan şöyle rivayet
etmiştir: "Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu işittim: "Şu ayeti
dünyaya ve içindekilere tercih ederim: "De ki: "Ey nefislerine karşı
aşırı giden kullarım. Allah 'm rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün
günahları bağışlar." Bunun üzerine orada bulunan birisi, "Ey Allah'ın
Resulü! Şirk koşan kimse için de böyle midir?" diye sordu. Hz. Peygamber bir
süre sustu. Sonra üç kere "Şirk koşan hariç" buyurdu."
Yine İmam Ahmed, Amr b. Anbese (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Yaşlı bir adam elindeki bastona dayanarak Hz. Peygambere geldi ve şöyle
dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben çok hainlik yaptım, çok günah işledim.
Böyleyken bağışlanır mıyım?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen, Allah'tan
başka ilâh olmadığına şahadet etmedin mi." diye sordu. Adam, "Evet.
Ve şahadet ederim ki sen de Allah'ın Rasulüsün." diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Senin hainliklerin ve günahların bağışlanmıştır."
buyurdu."
Hâkim ve Taberânî de İbni Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
"Bizler, "Allah'ı bilip tanıdıktan ve müslüman olduktan sonra, başlarına
gelen bir musibet sebebiyle küfre dönenlerin ve böylece fitneye düşenlerin
Allah Tealâ tevbesini kabul etmez." derdik. Ne zaman ki Rasulullah (s.a.)
Medine'ye geldi, o zaman böyle kimseler hakkında "De ki: Ey nefislerine
karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."
İbni Cerîr ve İbni Merdüve'y de İbni Abbas (r.a)'tan şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: "Mekke'liler şöyle dediler: "Muhammed (s.a.),
putlara kulluk eden, Allah'tan başka ilâhlara dua eden ve Allah'ın haram
kıldığı cana kıyan kimseler bağışlanmaz diye iddia ediyor, bu durumda bizler
nasıl hicret edelim ve müslüman olalım? Zira putlara kulluk ettik, adam
öldürdük, biz şirk ehliyiz." Bunun üzerine "De ki: Ey nefislerine
karşı aşırı giden kullarım..." ayeti indi."
"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden
kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar.
Çünkü O, Gafûr'dur, Rahîm'dir." Yani Ey Peygamber! De ki: Ey Allah'ın masiyet
işlemekte aşırı giden ve çok günah işleyen kulları! Allah Tealâ'nm
bağışlamasından ye'se düşmeyin. Allah Tealâ, sahibinin tevbe etmediği şirk
dışındaki bütün günahları bağışlar. Zira Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Allah,
kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine
bağışlar." (4/Nisa, 48). Kuşkusuz Allah, rahmet ve bağışlaması çok
olandır. Tevbe ettikten sonra kuluna azap etmez. İbni Kesîr şöyle demiştir:
"Bu ayet, kâfir olsun, isyankâr mü’min olsun, bütün kullar için tevbe ve
Allah'a yönelmeye çağrı ve Allah Tealâ'nın, ne günah işlemiş ve ne kadar
işlemiş olursa -isterse deniz suyunun köpükleri kadar- olsun, tevbe eden ve
günahlardan dönen kimselerin bütün günahlarını bağışlayacağının haber
verilmesini ihtiva etmektedir. Ancak bu ayetin, tevbe olmadan bağışlanma
olacağı şeklinde yorumlanması doğru değildir. Çünkü şirk, tevbe olmadıkça bağışlanmaz.
Şevkânî şöyle der: "Bu ayet, Kur'an'daki en ümit verici ayettir.
Çünkü müjdelerin en büyüğünü ihtiva etmektedir. Zira bu ayette ilk olarak Allah
Tealâ kulları kendine nispet ederek anmıştır. Burada kulları şereflendirme ve
müjdeleme kastı vardır. Ardından da onları masiyet işlemekte aşın gitmek ve çok
günah işlemekle vasfetmiştir. Bunun akabinde de, o çok günah işleyen kimseleri,
Allah'ın rahmetinden ümitlerini kesmekten nehyetmektedir. Şu halde günahkâr
olduğu halde aşırı gitmeyen kimselerin Allah'ın rahmetinden ümit kesmemeleri
öncelikle daha gereklidir. Hitabın taşıdığı anlam da bunu gerektirmektedir.
Sonra da ardında şüphe bulunmayan bir cümle gelmektedir ki o da "Allah
bütün günahları bağışlar..." kavl-i ilâhisidir.
Bağışlanmanın tevbe, Allah'a yönelme ve amelde ihlâsla kayıtlanması,
"Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün..." ayetinden ve yukarıda
nüzul sebebi konusunda zikredilen hadislerden anlaşılmaktadır. Rahmet kapısı
geniştir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bilmediler mi ki,
kullarından tevbeyi kabul eden... Allah'tır." (9/Tevbe, 104), "Kim
bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse,
Allah'ı bağışlayıcı ve merhamet edici bulur." (4/Nisâ, 110).
Taberani, Süneyd b. Şekel'den şöyle rivayet etmiştir: "İbn Mesud’un
(r.a.) şöyle dediğini işittim: "Muhakkak ki Allah'ın Kitabı'ndaki en büyük
ayet, "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, daima diri ve yaratıklarını
koruyup yöneticidir" (2/Bakara, 255, 3/Âl-i İmrân, 2) ayetidir.
Kur'an'da hayır ve şer konusunda en kapsamlı ayet, "Muhakkak ki Allah,
adaleti, ihsanı... emreder..." (16/Nahl, 90) ayetidir. Kur'an'da
ferahlığı en çok ihtiva eden ayet, Guraf (yani Zümer) süresindeki "De
ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin."
ayetidir. Allah'ın Kitabı'nda, kulun sıkıntılarını gidermeyi Allah'ın
üstlendiğini en vurgulu anlatan ayet ise "Kim Allah'tan korkarsa,
Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu, ummadığı yerden rızıklandırır."
(65/Talâk, 2-3) ayetidir." Bunun üzerine Mesrûk ona "Doğru
söyledin." dedi."
İbni Ebî Hatim de Ebu'l-Kenûd'dan şöyle rivayet etmiştir:
"Abdullah -yani İbn Mesud (r.a.)- bir keresinde kadıya uğramıştı. Kadı o
esnada insanlara va'zu nasihat ediyordu. Ona, "Ey vaiz! Niçin insanları
Allah'ın rahmetinden ümit kestiriyorsun?" dedi, sonra da "Ey
nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin" ayetini okudu."
Daha sonra Allah Tealâ, bağışlanmayı iki şarta bağlamakta ve şöyle
buyurmaktadır:
1- "Size azap gelip çatmadan önce
Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez." Yani
tevbe, taat, masiyetlerden kaçınmak, emrine teslim olmak ve hükmüne boyun
eğmek suretiyle, ölümle dünya azâbı size gelmeden önce Allah'a dönün. Aksi
halde, O'nun azâbını sizden men edecek bir yardımcı bulamazsınız.
2- Kur'an'a bütünüyle tabi
olma: "Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap
gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun." Yani
Kur'an'a tabi olun. Onun helâl dediğini helâl, haram dediğini haram kabul
edin. Ona taate devam edin ve masiyetten kaçının. Yani Allah'ın emirlerine uyun
ve yasaklarından kaçının. Bu, azâbın, siz habersizken ve onu hissetmeden,
aniden gelmesinden önce olmalıdır. Bu, çok şiddetli bir tehdit ve uyarıdır.
Daha sonra Allah Tealâ, boş şeylerle oyalanmaktan ve tahassürün hiçbir
fayda sağlamadığı bir vakitte geride bırakılan hayata hasret çekmemekten
sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- Nefsin şöyle demesinden sakının: "Allah'ın
yanında kusur edişimden dolayı vah bana. Hakikaten ben alay
edenlerdendim." Yani bir an önce tevbe etmeye ve amel-i sâlih işlemeye
bakın. Ve günahkâr nefsin şöyle demesinden sakının: "Vah bana! Allah'a
iman, Ona itaat ve Kur'an'a iman ile onun emrettiklerini yerine getirme
konusunda gösterdiğim kusur dolayısıyla pişmanım. Ben ancak dünyada, Allah'ın
dini ve Onun kitabı ile alay edenlerin yaptığını yapmış, bunların hiçbirisine
inanıp, bunları tasdik etmemiştim."
2- Yahut şöyle demesinden:
"Allah bana hidayet etseydi, elbet ben de korunanlardan olurdum."
Yahut da nefsin şöyle demesinden sakının: "Eğer Allah beni dinine irşad
etmiş olsaydı, elbette ben de Allah'tan sakınanlardan ve O'na şirk koşup
masiyet işlemekten uzak dururdum."
3- Yahut azap gördüğü zaman,
"Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden
olsaydım." demesinden. Yani yahut da nefsin, azâbı bizzat müşahede edip
tattığı zaman, "Keşke ben dünyaya bir kez daha dönebilseydim. O zaman
mutlaka Allah'a iman edenlerden, Onu birle-yenlerden ve amellerinde güzel
davrananlardan olurdum. Kısacası: Nefis, güzel amel işlemek için dünyaya geri gönderilmeyi arzu edecektir.
Fakat artık iş işten geçmiştir.
Onun bu doğrultuda söylediklerini Allah Tealâ, şöyle buyurarak reddetmektedir:
"Evet! Sana ayetlerim gelmişti de sen, onları yalanlamış, büyüklük
taslamış, kâfirlerden olmuştun." Ey pişman kul! Şüphesiz sana dünya
ha-yatındayken, Kur'an indirüjniş, ayetlerim gelmiş ve hüccetim sana açıklanmıştı.
Sen ise onu yalanlamış ve ona ittiba etmekten büyüklenerek uzak durmuştun.
Böylece onu bilerek inkâr edenlerden olmuştun. Buradan şu mana çıkmaktadır: Sen
dünyadayken, benim ayetlerimi tasdik ve onlara uygun davranma imkânına sahip
idin. Böyleyken şimdi niçin dünyaya geri dönmek istiyorsun? Kaldı ki dönüşün
sana bir faydası yoktur. Zira Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Geri
gönderilselerdi, yine men olundukları şeyleri yapmaya dönerlerdi." (6/En'âm,
28).
Ayetlerden
Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler anlaşılmaktadır:
1- Allah Tealâ, mü’minlerden sâdır olan bütün
günahları bağışlayabilir ve onun büyük günahlarını da affedebilir. Bu, Allah'ın
dilemesine ve fazlu keremine kalmış bir şeydir.
2- Allah Tealâ, tevbe edilip, O'na dönülür,
ihlâslı ve sâlih amel işlenir, kendisine boyun eğilip, emir ve nehiylerine
itaat edilirse, şirk, küfür ve masiyetleri bağışlar. Bütün bunlar, ölümle azap
gelmesinden önce dünya hayatmdayken olabilir. Zira o azaptan kaçıp kurtulmak
veya bir yardım edici sayesinde bu azâbı geri çevirmek söz konusu değildir.
3- Amel: Helâl dediklerini helâl, haram
dediklerini de haram kılmak, emirlerine ittiba ve itaat etmek, yasaklarından ve
masiyetlerden de kaçınmak suretiyle Kur’ân-ıKerim'e ittiba demektir. Burada şu
söylenebilir: Allah Tealâ kullarını bağışlamayı vaad ettiği zaman, hemen
ardından iki şeyi emir
buyurmaktadır:
a) Tevbe ile Allah'a dönmek.
b) Sözün en güzeline uymak, ki o Kur'an'dır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah, sözün en güzelini,
birbirine benzer ikişerli bir Kitap halinde indirdi." (39/Zümer, 23).
Kur'an'ın tüm ayetleri güzeldir. Buradaki ittiba ise, Allah'ın, Kitabı'nda
inzal buyurduğu emirlerle amel ve masiyet-lerden kaçınmaktır.
4- Kusurlu kimse, kıyâmet günü üç türlü tavır
sergileyecektir:
Birincisi: İtaat konusunda gösterdiği
aymazlık ve kendisinin dünyadayken Kur'an'la, Peygamberle ve Allah'ın veli
kulları olan mü’minlerle aley edenlerden olması dolayısıyla hasret ve
pişmanlık.
İkincisi: Hidayeti kaybetmiş olmaktan dolayı
mazeret aramak. Bu tavır, müşriklerin kendilerine delil olarak ileri sürdükleri
şu hususa yakın bir anlam arz etmektedir: "Allah'a ortak koşanlar
diyecekler ki: "Allah isteseydi ne biz, ne de babalarımız ortak
koşmazdık. Kendi kendimize hiçbir şeyi haram da kılmazdık." (6/En'âm,
148). Bu, kendisiyle bâtıl bir dâvânın kastedildiği hak bir sözdür.
Üçüncüsü: Dünyaya yeniden dönme temennisi.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nihayet onlardan birine ölüm
geldiği zaman şöyle der: "Rabb'im! Beni geri döndürünüz. Ki terkettiğim
dünyada yararlı bir iş yapayım." Hayır! Bu onun söylediği, olmayacak bir
laftır." (Mü’minûn, 23/99-100).
5- Yüce Allah, onların söylediğine, hidayeti
kaybetmiş olmak gibi bir gerekçeye dayanmanın bâtıl olduğunu söyleyerek cevap
vermektedir. Çünkü hidayet hazır idi. Dolayısıyla bu mazeret ortadan kalkmıştır.
Fakat bu gerekçeyi ileri süren kul Kur'an'ı tekzip etmiş ve onun ayetlerine
uymayıp büyüklenmiştir. Böylece ona karşı küfre düşenlerden ve onu bilerek
inkâr edenlerden olmuştur. (Tefsîru’l Münîr, Zümer sûresi, 53 ve devamındaki âyetlerin tefsiri)
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani, görsem de gözümle:
Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle.
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtîyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın,
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar,
Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…
En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki ondan daha mel’un, daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i îman,
Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan,
Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
…
“İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme; yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma. (Safahat, Üçüncü Kitap)
Lâkin hani bir nefhası yok sende ümîdin!
“Ölmüş” mü dedin? Âh onu öldürmeli miydin?
Hakkın ezelî fecri boğulmazdı, azâlim,
Ferdâların artık göreceksin ki ne muzlim!
Onsuz yürürüm dersen, emîn ol ki yürünmez.
Yıllarca bakınsan, bir ufak lem’a görünmez.
Beyninde uğuldar durur emvâcı leyâlin;
Girdâba vurur alnını, koştukça hayâlin!
Hüsran sarar âfâkını, yırtıp geçemezsin.
Arkanda mı, karşında mı sâhil, seçemezsin.
Ey, yolda kalan, yolcusu yeldâ-yı hayâtın!
Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın:
Ölmüş dediğin rûhu alevlendiriver de,
Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde.
Bir perde açılsın, diyorum, çünkü bunaldın;
Nevmîd olarak nûr-ı ezelden donakaldın!
Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.
Birleşmesi kabil mi ya tevhîd ile ye’sin?
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.
Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?
Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?
Doğduk, “yaşamak yok size!” derlerdi beşikten;
Dünyâyı mezarlık bilerek indik eşikten!
Telkîn-i hayât etmedi aslâ bize bir ses;
Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,
Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı;
Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!
“Devlet batacak!” çığlığı beyninde öter de,
Millette beka hissi ezilmez mi ki? Nerde!
“Devlet batacak!” İşte bu öldürdü şebâbı;
Git yokla da bak, var mı kımıldamaya tâbı?
Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;
Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.
Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman;
Davransın ümîdin, bu ne haybet, bu ne hirman?
Mâzîdeki hicranları susturmaya başla;
Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşla.
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
(Mehmed
Âkif Ersoy, Safâhat, Yedinci Kitap)
Umutlu olan mutlu olabilir. Umutsuzluk mutsuzluktur.
İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta kendinizden bile; ama
mü’minseniz Allah’tan asla!
“En büyük felâket, ümidi kesmektir.” (Arap Atasözü)
“Ümitsizlik mahrûmiyetimizi arttırmakla kalmaz, zaafımızı da çoğaltır.”
“Hayatta ümitsiz durumlar yoktur; ümitsizlik besleyen insanlar vardır
yalnızca.”
“Akıllı ve uyanık olun; sizi ümitsizliğe götüren olaylar, mutluluğa da
götürebilir.”
“Ümitsiz yürek, petrolsüz lambaya benzer, hiçbir şeyle aydınlatılamaz.”
“Umudunu yitirmiş olanın, başka kaybedecek şeyi yoktur.”
“Umut olmadan, umut edilen şey ele geçirilemez.”
“İnsanları canlandıran ümittir, öldüren de yeis.”
“Mağlûbiyete uğrayınca ümitsizliğe kapılma, her başarısızlıkta bir
zafer arzusu yatar.”
“Ümit gidince, yaşama zevki de gider.”
“Ümitsizlik, sersemlerin elde ettiği bir neticedir.”
“Ümitsiz yaşanmaz.” (Atasözü)
“Bugünle yetinen insan bilmez umudu.”
“Yeis, en dehşetli bir hastalıktır. Her kemâlin engelidir.”
“Yeis, aczden gelir; düşünce sapmasının, kalp kararmasının ve ruh
sıkıntısının kaynağıdır.”
“Aklın umutsuzluğa düştüğü yerde gönül ve sevgi umut besler.”
“Ummadığın keçiden bir batman yağ çıkar.” (Atasözü)
“Ummadığın taş baş yarar.” (Atasözü)
“Ümidinizi fânî varlıklara değil; Allah’a bağlayın.”
“Bütün ümidimiz Allah’ın rahmetinde.”
“Allah bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.” (Hadis rivâyeti)
“Umut imanın anasıdır.”
“Ümit, ruhun vazgeçilmez ihtiyaçlarındandır.”
“Ümitle sallanırsak rahat uyuruz.”
“Umut, uyanık adamın rüyasıdır.”
“Umut, çalışan insanların rüyasıdır.”
“Ümit olmasaydı, yaşama da olmazdı.”
“Ümit, cesaretin yarısıdır.”
“Ümit, insanoğlunun bütün acılarının merhemidir.”
“Çıkmayan candan umut kesilmez.” (Atasözü)
“En korkulu anlarında bile ümidini kaybetme, unutma ki iliklerin en
lezzetlisi en sert kemikte bulunur.”
“Ümit, en bedbaht insanlardan bile ışığını esirgemez.”
“Umut, mutluluktan alınmış bir miktar borçtur.”
“İnsan mutluluğu, bir şey sevmek, bir şey yapmak, bir şey umut etmekle
kazanır.”
“Her korkuda bir ümit olduğu gibi, her ümitte de bir korku vardır.”
(Arap Atasözü)
“Umutlarımıza göre söz verir ve korkularımıza göre hareket ederiz.”
“Güneşin doğuşu ile gece firar edecektir. Ve bu bahçe birlik şarkısı
ile çınlayacaktır. Ümit… Ümit!.. (Muhammed İkbal)
“Ümit! Ah, hayatın biricik tatlı merhemi!”
“Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan
bilir ki, ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir.”
“Gelecek, ümit sahibi için vaadlerle doludur.”
“Hayat dardır, doğru; ama ümit de geniş.”
“Küçük balık ölünceye kadar balina olmayı ümit eder.” (Danimarka
Atasözü)
“Ümit denen şey olmasaydı, herhalde insanların ömrü çok daha kısa
olurdu.”
“Ümit, fakirin ekmeğidir.”
“Umut iyi bir kahvaltıdır ama, akşam yemeğinin yerini tutmaz.”
“Umut iyi bir yol arkadaşı, kötü bir kılavuzdur.”
“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ
İslâm’ın sadâsı olacaktır.”
1- Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 400-402
2- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 759-762
3- Feyzullah Birışık, Allah İle Dostluk Nasıl Kurulabilir?, Karınca Yayınları, s. 79
4- Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 624-627
5- Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Timaş Y., s. 162-165
6- Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Y., s. 137-139
7- Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Y., s. 36-41
8- Kerim Buladı, a.g.e., s. 84-86
9-
Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.
3, s. 392
10-
Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba
Yayınları : 21/450-451
11- Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 86-88
12- Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 127-129
13- İmam Gazâli, İhyâi Ulûmi’d Din, c. 4, s. 303
14- Mustafa Sabri Efendi, naklen: L. Cebeci, Kur’an’a Göre Takvâ, s. 27-28
15- İmam Gazâli, a.g.e. c. 4, s. 306
16- Faruk Gürbüz, Kur’an’da Denge, Denge Y., s. 182 vd.
17-
Hüseyin K. Ece, İslâm'ın
Temel Kavramları, 704 vd.
18-
Cafer Tayyar Soykök,
Haksöz, sayı 68, s. 48
19-
İsmail Karaçam, İslâm'da
Tevbe, s. 98
20-
Cafer Tayyar Soykök,
Haksöz, sayı 68, s. 48
21-
Muhammed el-Behiy, İnanç
ve Amelde Kur'anî Kavramlar, s. 178
22-
A.g.e. s. 175-177
23-
Cihat Tunç, Şâmil İslam
Ansiklopedisi, c. 6, s. 206
Kur’ân-ı Kerim’de Yeis ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Ümitsizlik, Ümit Kesmek Anlamında Yeis ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde): 5/Mâide, 3; 11/Hûd, 9; 12/Yusuf, 80; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 31; 17/İsrâ, 83; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49; 60/Mümtehıne, 13; 60/Mümtehıne, 13; 65/Talâk, 4.
B- Ümitsizlik, Ümit Kesmek Anlamında K-n-t ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 15/Hıcr, 55, 56; 30/36; 39/Zümer, 53; 41/49; 42/Şûrâ, 28.
C- Yeis Kelimesinin Zıddı Olan Ümit Anlamındaki Racâ (r-c-v) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 28 Yerde): 2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 104, 104; 7/A’râf, 111; 9/Tevbe, 106; 10/Yûnus, 7, 11, 15; 11/Hûd, 62; 17/isrâ, 28, 57; 18/Kehf, 110; 24/Nûr, 60; 25/Furkan, 21, 40; 26/Şuarâ, 36; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 5, 36; 33/Ahzâb, 21, 51; 35/Fâtır, 29; 39/Zümer, 9; 45/Câsiye, 14; 60/Mümtehıne, 6; 69/Haakka, 17; 71/Nûh, 13, 78/Nebe’, 27.
D- Ümit Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53.
b- Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesenler Kâfirlerdir: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56.
c- Korku İle Ümit Arasında Bulunmak: 32/Secde, 16; 39/Zümer, 9; 57/Hadîd, 22-23; 70/Meârci, 27-28.
E- Allah’ın Rahmetiyle İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Allah'ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En'âm, 12, 16, 133; 7/A'râf, 63; 11/Hûd, 28, 43, 63; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65...
b- Allah Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yusuf, 56; 29/Ankebût, 21...
c- Allah'ın Mü'minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En'âm, 54; 7/A'râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe, 21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94 ; 33/Ahzâb, 43...
d- Allah'ın Rahmetini İstemek: 2/Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A'râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86; 17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83...
e- Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.
f- Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.
g- Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En'âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.
h- Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder: 7/A'râf, 56.
i- Allah, Kur'an Okuyana Rahmet Eder: 7/A'râf, 204.
j- Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.
k- Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.
l- Allah'ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A'râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.
m- Allah'ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A'râf, 156.
n- Allah'ın Rahmeti Her Şeyi Kuşatmıştır: 7/A'râf, 156; 40/Mü'min, 7.
o- Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet etmez: 7/A'râf, 49.
p- Yağmur Rahmettir: 7/A'râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.
r- Kur'an Rahmettir: 7/A'râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhan, 6; 45/Câsiye, 20.
s- Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhan, 6.
t- Allah'ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.
u- Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53
y- Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.
z- Allah'ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü'minûn, 75; 30/Rûm, 33, 36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. 400-402
2. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. c. 21, s. 450-451
3. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 759-762
4. Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y., s. 84-87
5. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y., s. 162-165
6. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y., s. 55-57
7. Kur’an’da Denge, Faruk Gürbüz, Denge Y., s. 182-191
8. Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Kerim Buladı, Pınar Y., s. 85-86, 137-140
9. Kur’an’da Karakter Eğitimi, Musa Kâzım Gülçür, Işık Y., s.
10. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 624-629
11. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 11/529-542, 14/469-472, 17/352, 4/221-222, 4/501-513, 8/132, 13/261-262
12. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 279; 311-313
13. Hadislerle Kur’ân-ıKerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 311-312; 363
14. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 2, s. 439-441; c. 3, s. 57
15. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 126-127
16. Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 106; 143-144
17. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 16, s. 528-531; c.18, s. 422-423
18. İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 4, s. 286-350
19. Tenbihu'l Gâfilin ve Bostanu'l Ârifin, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 407-414
20. Hayâtü's- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. c. 2, s. 211-215; c. 3, s. 244-249
21. Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 212-216
22. Kur’ânî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 109-112
23. Kur’an’da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko Uzutsu, Pınar Y. s. 259-267
24. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 460-465
25. Kur'ân- Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 142-144
26. Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y. s. 321-325
27. Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y. s. 262-263
28. İlâhî Kanunların Hikmeti, Sünnetullah, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 274-276
29. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 237-244
30. Yokluğunda Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 95-97; 204-206; 243-245
31. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 126-129
32. Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 1, s. 32-40
33. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 211-232
34. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 139; 179-180
35. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 250-251
36. İslâm Terbiye Metodu ve Ahlâk Sistemi, Muhammed Kutub, Hisar Y. s. 178-198
37. İslâm’a Göre İnsan Psikolojisi, Muhammed Kutub, Hicret Y. s. 97-106
38. İnsan ve Davranışı, Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi, Y. s. 276-278; 440-444
39. Çocuk Ruh Sağlığı, Atalay Yörükoğlu, Özgür Y. s. 289-304
40. İnsanı Anlamak, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y. s. 247-251
41. İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 103-113
42. Kur’an Açısından Korku ve Büyü, Ahmet Baydar, Beyan Y. s. 7-62
43. Korku ve Ümid, Mehmed Zâhid Kotku, Seha Neşriyat
44. Korku ve Ümit ve Aşk, Sadık Yalsızuçanlar, Akçağ Y.
45. Korkular, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
46. Korkunun Sanatları, Giovanni Scognamillo, İnkılâp Kitabevi Y.
47. Korkmaktan Korkmayın, Douglas Hunt, Yılmaz Y.
48. Korku, Pierre Mannoni, İleşitim Y.
49. Korku Cumhuriyeti, Ahmet Kahraman, Tüm Zamanlar Y.
50. Korkusuz Yaşama Sanatı, Josef Kirschner, Arıtan Y.
51. Korku ile Nefret Arasında, David Grossman, Cep Kitapları Y.
52. Korku ve Kaygı, Hoimar Von Ditfurth, Metis Y.
53. Korku ve Titreme –Diyalektik Lirik- Soren Kıerkegoard, Ara Y.
54. Kur’an’a Göre Takva, Lutfullah Cebeci, Seha Neşriyat
55. Din Psikolojisi, Hayati Hökelekli, t. Diyanet Vakfı Y.
56. Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.V. Y.
57. İnsan ve Psikoloji, Hayrani Altıntaş, Kültür Bakanlığı Y.
58. Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
59. Psikanaliz Sözlüğü, Charles Rysroft (Terc. M. Sağman Kayatekin), Ara Y.
60. Rahmet, İhsan Atasoy, Nesil Basın Yayın
61. Rahmet, Yunus Vehbi Yavuz, Aksa Yayın Pazarlama
62. Rahmet Ayetleri, Said Köşk, Anahtar Y.
63. Rahmet Peygamberi, Ebul Hasen Ali en-Nedvi, İz Y.
64. Rahmet Toplumu, Ahmet Taşgetiren, Erkam Y.
65. Rahmet Deryası, Halil Günaydın, Pamuk Y.
66. Rahmet Kapısı, Samiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat